Upload
others
View
15
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
HUKUK TARİHİ Ders Notları
MMXIV
History of Law Lecture Notes
MMXIV
2
3
GİRİŞ
"Geçmişler geleceğe, bir su damlasının bir su damlasına benzediğinden daha çak benzer".
İbn Haldun
“Aynı ırmakla iki defa yıkanamazsınız...” Herakleitos
Çoğu zaman hukuk kuralları, kanunlar denince, hukuk disiplinin mevzuu olan, onun
sayesinde var oldukları, onun tarafından oluşturuldukları düşünülen kurallar anlaşılır. Aslında
durum bunun tam tersidir. Hukuk disiplini olduğu için hukuk kuralları var değildir; aksine, hukuk
kuralları var olduğu için bunları incelemeyi kendisine konu edinen hukuk disiplini ortaya çıkmıştır.
Nitekim bu durum diğer ilim dalları için de söz konusudur. Hukuk disiplininin konusu da doğal
hâliyle var olan ve yaşanan bir olgudur. Tıpkı, botanik biliminden bağımsız olarak çiçeklerin
açması gibi, bir toplum hukuk ilmi olmadan da yaşayabilir, nitekim binlerce yıl da böyle
yaşamıştır; ama hukuksuz bir toplum düşünülemez. David Hume'un da işaret ettiği gibi, başlarında
bir yönetici olmaksızın insanoğlunun ufak bir barbar topluluğu olarak yaşaması mümkün ise de;
"adalet", "mülkiyetin korunması ve rıza ile el değiştirmesi" ve, "verilen sözlerin yerine getirilmesi"
gibi temel toplumsal düzen kurallarının (hukukun) olmadığı bir toplum asla ayakta kalamaz;
bunlar tabiî hukukun gerekleridir.
Ancak, her ne kadar, insanlar, hukuk ilmi olmadan da fıtrî/cibillî bir şekilde hukuku idrâk
ederlerse de; bu bilgi günümüzde hukuk disiplininin anladığı mânâda bir bilgi değildir, münferit
durumlara ilişkin olarak sosyal düzen kurallarının kavranmasından ibarettir. Bu bakımdan hukuk,
hukuk disiplini oluşmadan önceki hukuk, bir ölçüde, hem oluşumu hem de gelişimi bakımından
dil'e benzer. Gramer kaidelerini bilmeseler, bildiklerinin şuurunda olmasalar da insanlar her gün
lisanlarını kurallarına uygun bir şekilde kullanırlar. Tıpkı gramer ilminin oluşmasında olduğu gibi,
hukuk ancak oldukça yüksek bir gelişme düzeyine vardıktan sonradır ki hukuk ilmi ortaya çıkar.
Biz bu kitapta, henüz hukuk ilminin ortaya çıkmadığı dönemlere ilişkin hukukî olayları, günümüz
hukuk disiplinin, sosyal bilimlerin bize sağladığı kazanımları da kullanarak ve mâzî ile daha
sonraki dönemler ve hâl arasındaki ilişki ve etkileşimlere de dikkat çekmeye çalışarak ele almaya
çalışacağız.
Sosyolojik bir bakışla ele alındığında, bir toplumun yasaları, bize sadece o toplumun hukuk
sisteminin işleyişi hakkında fikir vermez, o toplumun ahlâkî değerleri, genel hayât felsefesinin
içyüzünü ortaya kor. Bir toplumun ahlâkî ve toplumsal değerlerini o toplumun yasalarından ve
yasalarında o suçlar için konmuş cezalardan anlayabiliriz. Muhtelif toplumların suç kabul ettikleri
fiiller için belirledikleri ve uyguladıkları cezâlar bazen hafifliği, bazen de zâlimce olması ile bizi
şaşırtır. Bir toplumun ağır bir cürüm olarak gördüğünü başka bir toplum suç olarak görmeyebilir
veya bir kabahat olarak değerlendirebilir. Bazen de, bir suçun çok ağır bir şekilde cezalandırılması,
o toplumun vicdanının nefret ettiği bir fiil olmasından daha çok, belki de o toplumda yaygın olarak
görülmesinin bir işareti olarak yorumlanmak gerekir.
4
Diğer yandan, toplumların hukukî hayâtlarının tarihî bir süreç içinde ele alınması
konusunda akla şöyle bâzı sorular gelebilir: Hukukun oluşum ve gelişimini anlayabilmek için, bu
kadar uzak coğrafyalardaki toplamlara ve o kadar uzak geçmişlere kadar gitmenin anlamı nedir?
Binlerce yıl önceki hukukî düşünce ve uygulamalar bu gün bizim için ne ifade eder? Sadece
günümüzdeki hukukla yetinsek, veya Hukuk Fakültelerimizin programlarında “Türk Hukuk
Tarihi" dersi de mevcut olduğuna göre, sadece kendi toplumumuz ve kendi tarihimiz üzerinde
dursak kâfi değil miydi?
Bir olgunun mahiyeti, ancak, bir oluş süreci içinde ele alınırsa; Leipnitz'in de işaret ettiği
gibi, 'bir gerçeklik, ancak nedenleriyle birlikte değerlendirildiğinde, şimdiki şeylerin kökenini
oluşturan geçmiş olguları meydana çıkarmayı kendisine konu edinen tarih disiplinin verileri
altında ele alındığında' daha iyi anlaşılabilir. Çünkü, insan ve toplumlar yaşam süreçleri içinde,
'sonradan kendilerinin az veya çok mahkûm olacakları bâzı mekanizmalar' geliştirmektedirler.
Bunları göz önünde tutmadan sosyal olaylar sağlıklı bir biçimde kavranamaz.
Öte yandan, en kadîm tarihî dönemlerde bile toplumlar bizim tahminimizin çok ötesinde
maddî ve manevî kültür alışverişi içinde olmuşlardır. İlerde çok farklı medeniyetlerin hukukî
hayâtları ele alınırken, ticaret, savaş gibi yollarla bu kültürlerin birbirlerinden nasıl etkilendiklerine
işaret edilecektir. Konunun önemini günlük hayâttan verdiği çarpıcı örneklerle çok güzel
vurgulaması bakımından, burada Amerikalı kültür antropologu Ralph Linton'un, her kültürün
kendi dönemindeki ve tarihteki diğer insan kültürlerine ne çok şey borçlu olduğunu ve insan
kültürünün bütünlüğünü çok güzel ifade eden şu tesbitlerine yer verelim:
Sabah olunca yatağında gözlerini açan bizim hâlis-muhlis Amerikalı’nın uyuduğu karyola,
ilk defa Yakın-Doğu’da icat edilmiş, daha sonra Kuzey Avrupa'da bâzı tadîlâtlar geçirdikten sonra
Amerika'ya ulaşmıştır. Kalkarken üzerinden attığı yorgan veya şilte, eğer pamuktansa ilk defa
Hindistan'da, ketense Yakın-Doğu’da, ipekse Çin'de, yünse yine Asya'da yetiştirilmiş ve
üretilmiştir. Bütün bu maddelerin iplik hâline getirilme ve dokunma teknikleri de Yakın- Doğu’da
geliştirilmiştir. Ayağına geçirdiği makosen terlikler bir Kızılderili buluşudur. Girdiği banyodaki
teçhizat son asırlarda Avrupa ve Amerika'da geliştirilen buluşların bir terkibidir. Kullandığı sabun
Galya'lılardan kalmadır. Üstünden çıkardığı pijama ilk defa Hindistan'da icat edilmiş bir giysidir.
Şimdi de tıraşa mı başladı? Bu da, muhtemelen Sumer'den veya kadîm Mısır’ dan kaynaklanan,
insanların her sabah kendilerine uyguladıkları bir eziyet etme ritüelidir. Tekrar yatak odasına
dönen bizim hâlis-muhlis Amerikalı'nın giysilerini üzerinden aldığı sandalye, Güney Amerika'nın
hayâtımıza soktuğu bir eşyadır. Üzerine giydiği, elbisenin menşei Asya steplerindeki göçebelerin
kullandıkları deri giysilerdir. Ayakkabıları, ilk defa Mısır'da geliştirilmiş bulunan dericilik
tekniğinin bir eseri olup, Akdeniz halktarı tarafından bugünkü hâle getirilmişlerdir. Boynuna
taktığı kravat mı? O da Hırvat’lardan kalma, belki de biraz muzır ve müstehçen bir hâtıradır. Dışarı
çıkmadan önce baktığı pencerenin camları bir eski Mısır buluşudur. Yağmur yağıyorsa muşamba
bir yağmurluk giyer veya yanına bir şemsiye alır. Bunlardan ilki Orta Amerika Kızılderililerin bir
buluşu olup, ikincisi de Uzak Doğu'da icat edilmiştir. Başına geçirdiği şapkanın keçesi de Orta
Asya steplerinin bir buluşudur. Caddeye çıkınca önüne çıkan ilk büfeden bir gazete mi aldı?
Cebinden çıkardığı madenî para Lidyalıların icadıdır. Şimdi, kahvaltı için bir yere girdi. Önündeki
porselen tabak bir Çin buluşudur. Kullandığı kaşığın menşei eski Roma; çatal ise Orta Çağ
5
İtalya'sından gelmedir; kullandığı çelik bıçağın alaşımı da ilk defa Hindistan'da geliştirilmiştir.
Kahvaltı masasındaki portakal Ortadoğu, kavun İran, karpuz ise Afrika kaynaklıdır. İçtiği
kahvenin ilk kaynağı Habeşistan'da yetişen bir ağaçtır. Kahvesine kattığı süt ve kremasını da
ineğin ilk defa ehlîleştirildiği Yakın-Doğu’ya borçludur. Karıştırdığı şeker de ilk defa Hindistan'da
imâl edilmiştir. Gelelim yanında yediği keklere... Bunlar da Küçük-Asya'da geliştirilen hububatın
İskandinav usulünce pişirilmesinin sonucudurlar. Masasındaki yumurtayı da, onu yumurtlayan
kuşun Hindi-Çin'de ehlileştirilmiş olmasına borçludur. Tabaktaki et dilimleri mi? Onlar da yine
ilk defa Doğu Asya'da evcilleştirilmiş bir hayvanın etlerinin Kuzey Avrupalıların geliştirdikleri bir
tekniğe göre tuzlanıp, tütsünmesi sonucu orada duruyorlar. O da ne? Kahvaltısını tamamlayınca
keyifle bir sigara mı tellendiriyor? Tütün, Amerika Kızılderililerinin Avrupalılara öğrettikleri bir
keyif maddesidir. Brezilya'da üretilen bu maddeyi Virginia Kızılderilileri pipoya koyarak,
Meksika yerlileri de sigara şeklinde içerlerdi. Şimdi de aldığı gazeteyi okumaya başladı değil mi?
O da, Çin’den Almanya'ya kadar uzanan basım tekniklerinin bir eseri olarak ortaya çıkmıştır.
Artık, masasından kalkarken, eğer dindar bir vatandaş ise, artık büyük bir rahatlıkla, sürdürdüğü
bu “yüzde yüz Amerikan yaşantısı"ndan dolayı, kullandığı Hint-Avrupa diliyle, İbranî Tanrısına
şükranlarını dile getirebilir. Duasının sonunda kullandığı o tek kelimecikle de Mısır'ın yüce tanrısı
Amon'u yâd etmeyi ihmâl etmemiş olur...
Gerçekten, yukarıda vurgulandığı gibi, hukuk alanında en özgün sayılan toplumlar söz
konusu olduğunda bile, o toplumdaki hukuk kültürünün her alanı ile diğer kültürler arasında benzer
bağlantılar kurmak mümkündür ve bu durum kitap okunduktan sonra umarız daha somut bir
şekilde zihnimizde canlanabilecekler.
Gelelim diğer sorulara: Acaba çok çok eski devirlere mi gidiyoruz? Az mı çok mu
olduğuna nasıl karar vereceğiz? Az diyemeyiz, çünkü daha eskisine ait bilgiye ulaşamıyoruz. Çok
eski olup olmadığı konusunda ise en esaslı ölçü, herhalde, insanın yeryüzündeki tarihinin
başlangıcı olur. Böyle bir başlangıç olarak, üç-beş milyon yıl öncelerine kadar giden antropolojik
verileri bir yana bırakarak iki yüz bin yıl öncesini esas alsak bile, elimizdeki en eski yazılı kanun
metinleri milâttan önce iki binli yıllara kadar gittiği, yâni yuvarlak hesapla dört bin yıl öncesine
uzandığına göre, bu dönem acaba insanlık tarihi içinde ne kadar bir yer tutar? İki yüz bin yıllık
insanlık tarihini yirmi dört saat kabul edersek, son dört bin yıllık dönem sadece son otuz dakikalık
kısmına tekabül etmektedir ki, bu durumda, sandığımız kadar da eski sayılmaz.
Diğer yandan, binlerce yıl öncesinde cereyan etmiş bu hukukî olguların bugün bizim için
hiç bir anlamı olmadığını, bizi hiç etkilemediğini söyleyebilir miyiz? Konuyu daha fazla
uzatmadan, en iyisi, şimdilik Freod'un şu tesbitiyle yetinelim:
Tek tek kişiler üzerinde yaptığımız psikanalizlerden öğrendiğimize göre, bu kişilerin daha
çocukluklarında, henüz doğru dürüst konuşamadıkları dönemde edindikleri çok eski izlenimler
bilinçli yoldan kendilerine anımsatılmasa bile, gün gelip zorlayıcı karakter taşıyan etkilerini açığa
vurmaktadır. İnsanlığın en kadîm dönemlerdeki yaşantıları ile günümüz insanlığı arasında da
benzer bir etkinin mevcut olabileceğini düşünmenin yanlış olmayacağı kanaatindeyim...
Benimsediğim bir varsayım da, İlkçağ'ın ruhsal çökeltilerinin insanların kalıtsal ortak mülkiyetine
dönüştüğü, bir kuşağın bu mülkiyeti elde etmesi gerekmediği, söz konusu mülkiyetin ilgili kuşakta
önceden hazır bulunup yalnızca uyandırılmayı (aktivasyon) beklediğidir...".
6
İncelediğimiz kadîm dönemlerde, aslında bugün de hukuk, diğer sosyal olgulardan ayrılmış
bir vaziyette değil, aksine dağınık bir biçimde ve kültürel dokunun içine sinmiş olarak bulunur. Bu
"bütünsel sosyal olgu" içinde, hukukî, dînî, felsefî, iktisadî ve diğer alanlar öylesine iç içe geçmiş
durumdadırlar ki, bunları analitik biçimde birbirlerinden ayırmak her bir alanın ne olduğunu
anlamayı engeller. "Hukuk, toplumsal yaşamı etik ve insana özgü değerlere göre düzenlemeyi
amaçlayan, yaptırımlarla donatılmış normlar bütünüdür". Bu tarifteki "etik" unsurunun din'le
ilişkisi dikkate alınırsa, özellikle kadîm dönemlerde ve genel olarak eski dönemlere doğru gittikçe
o toplumun dîni ile hukukunu; din adamları ile hukukçularını birbirinden ayırmak gittikçe
zorlaşmakta, hattâ imkânsız hâle gelmektedir. O kadar ki, bu toplumların inanç sistemini
anlamadan hukukunu da anlamak mümkün değildir. Böyle olunca, her kültürün hukukunu ele
alırken, o toplumun tarih ve kültürü hakkında bilgi verdikten hemen sonra dîni ve dînî hayati
konusunda da geniş olarak bilgi vermeye çalıştık.
Diğer yandan, olguları açıklamaya çalışan bilim adamı, "neden" sorusu etrafında
yoğunlaşırken; hukukçu, "Doğru davranış kuralı nedir? Haklı kim? Hukuka uygun mu? Kabahat
kimde?" gibi sorulara cevap arar. Böyle olunca, hukukun, ve genellikle sosyal bilimlerin konuları,
inançlar, değer yargıları ve duygularla iç içe olmak durumunda bulunduğundan, bu konularda
tarafsız ve objektif olmak oldukça güçtür. Kirchmann'ın da işaret ettiği gibi, “Duygu asla ve hiç
bir yerde hakikatin bir kıstası olamaz; duygu terbiyenin, alışkanlığın, meşguliyetin, mizacın yâni
tesadüfün bir mahsulüdür... hukuk araştırmalarında kimse duygudan kendisini kurtarmaya
muvaffak olamaz; en kuvvetli bir irade bile kendisini terbiye ve alışkanlığın kudretli tesirinden
kurtaramaz..." Bu durumda, sosyal bilimlerde tarafsız olmanın yegâne yolu, belki de, tarafsız
olamayacağımızın bilincinde olmaktır.
Tarafsız kalabilmek için seçtiğimiz bir başka yol da; metinde, ele alınan konularla ilgili
olarak, benzer görüşler yanında, elden geldiğince farklı ve aykırı düşüncelere de yer vermeye
çalışmak; bir çok durumda bunlar arasında kişisel bir seçme ve yönlendirme yapmadan,
okuyucuyu bu farklı düşünceler karmaşası içinde, "kendi seçimini yapma sorumluluğu" ile baş
başa bırakmak olmuştur. Tercih ettiğimiz bu yaklaşımı bir düşünürün şu cümleleri çok iyi
özetlemekte:
"Tefrik etmek, ayırmak, tâyin etmek Yunan fikriyatının bir özelliğidir" denir; buna karşılık,
benim tercih ettiğim yol ise, meseleleri müphemlikleri içinde bırakıp birbirine karıştırmak ve bir
harman yapmaktır.
Zâten, üniversiter eğitimin skolastik eğitimden farkı da, “gel evlâdım hocanın/üstadının
elinden tut da seni hidâyete erdiriversin!..”deme yoluna gitmeyip; Sokrat'ın eğitim felsefesinden
hareketle, "gel dostum birlikte düşünelim, zihnimizin ve bilgimizin imkânlarını beraberce sonuna
kadar kullanmaya çalışalım; ama, 'doğrunun tekeli kimsede olmadığından, ve esasen, mutlak
olduğuna inandığımız şeyin dışında, mutlak bir doğruya da ulaşamayacağımızdan’ sonunda
herkes, mizacına, meşrebine göre kendi yoluna gitsin!.," demesi değil midir?..
Ancak, tabii kafaları karıştırarak insanları kendi çaresizlikleri içinde ortada bırakıvermek
de elbette iyi bir eğitim metodu olamaz. Genç insanları, dört yol ağzında kendi tercihlerini
yapmaya terk etmeden önce düşünmeyi öğrenme ve bilgiye ulaşma konusunda onları eğitmiş ve
7
mücehhez kılmış olmak gerekir. Bunu yapmayan bir eğitim müessesesi, hele adı Üniversite ise,
insanlığa karşı suç işlemiş, eline teslim edilen genç neslin ve tabii ülkenin de geleceğini karartmış
demektir.
Yukarıda işaret edilen yaklaşım içinde, bu ders notlarında, hukukun iç içe olduğu "değerler
dünyası" ve insan varoluşunun temel sorunları ile ilgili konular tartışılırken, insanlığın yetiştirdiği
en cins beyinlerin ve insan ruhunun ustaları büyük romancıların görüşlerine elden geldiğince yer
verilmeye çalışılmıştır. "Romancı, her zaman bilim adamının önünde gitmiştir" yolundaki tesbite
katılıyoruz. Bir edebiyatçımızın, Yahya Kemal'in dediği gibi, belki de, "En güzel ve en önemli
tarih kitapları yalnız fişler üzerine istinat edilemez. En büyük tarih eserleri en derin şâirlerin
yazdıklarıdır".
Diğer yandan, hukukla medeniyetin tüm diğer unsurları arasındaki yakın irtibat ve
bütünlük göz önünde tutularak ve ayrıca, benimsediğimiz Mills'in “ansiklopedik bir görüş
kazanma ve sunma” metoduna ve Mill'in, "başka şey bilmeyen iktisadı da bilemez” yaklaşımına
uygun bir şekilde, konu bir insanlık ve medeniyet tarihi yaklaşımı ve anlatımı içinde ele alınmaya
gayret edilmiştir. Çünkü, Arsal'ın da işaret ettiği gibi, Hukuk tarihi medeniyetin tarihidir. Hukukun
geçirdiği safhaları tetkik etmek medeniyetin safha ve şekillerini, yâni beşeriyetin inkişaf ve
tekâmül tarihini öğrenmek demektir". Bu yaklaşım içinde, zaman zaman "konu’nun başlığından
çok, incelenen sorunun ön plâna çıktığı görülebilir. Bu durum, ana konudan uzaklaşıldığı intibaını
verse de, Mills in, uzmanlaşmanın akademik sınırlar içindeki alanlara göre değil, konu edinilen
sorunlara göre olması gerektiği" şeklinde özetlediği metodolojiye uygun bir yaklaşım tarzıdır.
Bir kaç bin yıl öncesine ait bir düşünürün veya kanun koyucunun ne dediğini tek tek
sıralamanın, "entelektüel açlığımızı giderme" ve "makineleşmiş bir bilim yapmanın ötesinde bir
yarar sağlamayacağı düşünülerek; konular, "ileri sürülen bu düşüncelerin insanlık tarihi içindeki
önemi ve yeri nedir, ondan önce ve sonra bu konuda neler söylenmiştir, bu düşünce bugün ne
anlam ifade etmektedir?" gibi sorulara cevap oluşturabilecek biçimde ve genel bir çerçeve içinde
sunulmaya çalışılmıştır. Böylece, sadece bilgi vermekle yetinilmeyerek, onun kadar, belki ondan
daha çok, okuyucunun da bilgi üretme sürecine katılması, hem yazarla hem de kendilerinden alıntı
yapılan düşünürlerle birlikte bir düşünce atmosferi oluşturulması arzu edilmiştir. Üniversite
tahsilinin, bilgi vermenin ötesinde ve bundan daha çok, bilgiyi değerlendirme, tartışma ve eleştiri
getirme yeteneğini geliştirmeye yardımcı olması gerektiği hususunda tereddüde mahal
olmadığından, bu metodu çok mühimsiyoruz.
İnsana, hukuki olaylara ve genel olarak sosyal olaylara baktığımızda, doğa ve doğal
olaylarla arada önemli bâzı farklar olduğu muhakkaktır. Ancak, bu farklılıkların altında yatan bâzı
derin ortak noktaların bulunduğunu da ihmâl etmemek gerekir. Gerçekten, bir yerde, tabiatta nasıl,
evrim süreci içinde çevreye uyum gösterebilen canlılar yaşayabilir, diğerleri ayıklanırsa; toplumsal
hayâtta da toplumun işleyişi ve gelişmesi için uygun sosyal düzen kuralları üretebilen toplumlar
ayakta kalıp, varlıklarını sürdürebilirler. Ancak, hukuk kuralları bakımından bu süreç belki biraz
daha kompleks ve müphem bir şekilde işler. Bir saplantı hâlini alan ve hukukun kendini sosyal
evrimin trendine uyarlamasına izin vermeyen bâzı kurumlar, bir toplumun gelişmesine, doğadaki
işleyişle kıyaslandığında, daha fazla engel olabilir, direnebilir.
8
Diğer yandan, genel olarak sosyal bilimlerin, bu arada hukuk ilminin ortaya çıkışı ve
gelişimi ile doğal bilimler arasında yine şöyle bir benzerlik de kurulabilir: Tabiî olayların salt
gözlemi, problem çözme açısından bakılmadıkça bilimin doğmasına yol açmaz. Aynı şekilde,
sosyal düzen kurallarının, toplum düzenini sağlama ve problem çözme işlevini kendi doğal süreci
içinde yerine getirdiği dönemlerde bir hukuk ilminden bahsetmek mümkün değildir. Ancak, hukuk
kurallarının bu işlevi ve mahiyeti bilinçli olarak anlaşıldıktan ve hukuk bilinçli bir şekilde bu sorun
çözme işlevi için kullanılmaya başlandıktan sonradır ki hukuk ilminden bahsedilebilir.
Her ne kadar, bahisler okundukça bu gelişimin nasıl evrimlendiği konusunda genel bir
kanaatin uyanması beklenirse de; bu noktada, "insandan/toplumdan, hukuka ve hukuk ilmine
geçiş"in nasıl olduğu konusunda genel bir fikir vermekte yarar vardır. Konuya, önce insan ve
toplum [burada toplum kelimesini, kadîm dönemlere doğru gittikçe, topluluk/klan/kabile
şeklindeki küçük gurupları da kapsayacak şekilde kullanıyoruz] arasındaki ilişki/etkileşim
konusunu irdeleyerek başlayalım, Bu ilişki, genellikle yapıldığı gibi, meşhur "yumurta-tavuk
meselesi" gibi, birbirinden ayrılabilir iki ontolojik varlık gibi ortay konulduğu takdirde, yanlış ve
isabetli olmayan bir giriş yapmış oluruz. Sosyal bilimlerde sahip olmamız gereken metodolojik
yaklaşımı açıklamak bakımından bu "yumurta-tavuk meselesi", üzerinde biraz daha durmamızın
yararlı alacağını düşünüyorum. Çünkü, insan-toplum-hukuk-insan-toplum..." arasındaki diyalektik
ilişki ve etkileşimleri nasıl kavramamız gerektiği hususunda, bu misal, çok yararlı bir örnek olay
işlevi görebilir.
"Yumurta mı tavuktan çıkar; tavuk mu yumurtadan?" sorusu, cevap vermesi müşkül bir
soru değil, değişim içinde olan, doğaya sabit bîr gözle bakmaktan; olayları bir "oluş" süreci içinde
algılama kabiliyet ve becerisini gösteremeyip, gerçekliğe aykrı bir biçimde, bir olgu olarak
görmekte ısrar etmekten doğan, yanlış ve abes bir sorudur. Aslında bunu bir mesele gibi sunmak
da doğru değildir; çünkü ortada bir problem olmayıp, bir problem varmış gibi bir intiba yaratma
durumu vardır. Yanlış ve abes bir soruyla karşılaşıldığında yapılacak şey, buna doğru ve mantıklı
bir cevap bulmaya çalışmak değil, bu soruyu terk etmektir. [Metafizikle ilgili meselelerin bir çoğu
da aslında bu nevî yanlış/abes/sun'î sorulardan kaynaklanır]. Çünkü, buradaki yanlış aslında
ontolojik temeldedir. Birbirinden bağımsız yumurta ve tavuk mevcudiyetini düşünmekten
kaynaklanmaktadır. Halbuki, ontolojik olarak bunlar başlangıçta, birbirlerinden ayrı olarak var
olmamışlardır. Ne zaman ki tavuk var, yumurta da olmuştur; ne zaman ki yumurta var tavuk da
olmuştur. Tersinden ifade edersek, tavuk olmadığı zaman yumurta da olmamıştır; yumurta
olmadığı zaman da tavuk olmamıştır. Bir an için bir geçiş dönemi olduğunu/olabileceğini
düşünsek; veya olaya müphem de olsa bir başlangıç noktası kabul etsek bile, 20 yumurta olmadığı
dönemdeki tavuk bizim bugün bildiğimiz tavuk değildir; tavuğun olmadığı dönemdeki yumurta da
bizim bildiğimiz yumurta olmazdı. Belki, "tavuk olma potansiyelini taşıyan, ama henüz tavuk
olmayan; yumurta olma potansiyelini taşıyan ama henüz yumurta olmayan" bir konumda
bulunurlardı. O zaman soruyu yanlış sormakla, kendimizi zor bir cevap bulma durumuyla değil,
cevapsızlığa mahkûm bırakma durumuyla karşı karşıya bırakmış oluyoruz. Yâni bu durum, meşhur
hikâyedeki, "kap karanlık bir gecede, kapkaranlık bir odada, simsiyah bir kediyi arama" meselesi
olmayıp; "kapkaranlık bir gecede, kapkaranlık bir odada, 'olmayan bir siyah kedi'yi arama"
meselesidir. Onun içindir ki, sonuçlandırılması zor değil, muhâl/abes bir konu ile karşı karşıyayız
demektir.
9
İnsanın, insan toplumlamlarının ve hukukî olayların tarih içindeki serencâmını anlamak
bakımından böyle bir tahlilin gerekli ve yararlı olduğunu düşünüyoruz. Esasen "hukuk tarihi"
disiplini de, diğer spesifik hukuk dallarından farklı olarak, böyle diyalektik bir bakış açısını
gerektiren, hem de böyle bir bakış açısı kazanmaya yardımcı olan bir hukuk dalıdır. Diğer bir çok
hukuk dalı, belli bir mevzuatın anlaşılması ve yorumlanması üzerinde teksîf olurken, bu disiplin
dalı, mahiyeti gereği, “fotoğraf” değil “video” çeker, tarihî süreç içinde olayı anlamaya çalışır.
"Tarih bilinci, 'geçmiş', 'şimdiki zaman' ve 'gelecek' arasındaki diyalektik birliği kurmak ve
'geçmiş'i, 'şimdiki zaman' ve 'gelecek' bütünlüğünde değerlendirmektir".
Yukarıdaki açıklamanın ışığında, insan-toplum-insan ilişkisinin ortaya koymaya
çalışırken, “insan mı toplumu yaratır?" yoksa, "toplum mu insanı yaratır?" sorusu, artık çok "ilke!"
kalmaktadır. Buradaki ilkellikten kastımız, bu çeşit, insanı ve toplumu birbirinden ayrı olabilirmiş
gibi düşünen yaklaşımların; insanı, toplumsal olayları ve doğayı sabit ve değişmez bir olgu gibi
gören ve değerlendiren anlayışların, artık çok eskilerde kalması gerektiğine işaret etmektir. [Bu
arada, olaylara diyalektik bir süreç olarak bakan kadîm Hint ve Çin bilgelerini, Heraklit'i vs. tabiî
tenzih edelim. Biz burada, yaygın ve yerleşik zihniyeti kastediyoruz]. İnsanı, toplumu, doğayı ve
doğal olayları her an değişim ve etkileşim içinde olan bir vahdet anlayışı çerçevesinde kavramaya
çalışan anlayış açısından, insanı ve toplumu birbirinden ayrı ve bağımsız varlıklar gibi ele almak
mümkün değildir; ikisi de aynı anda birbirini yaratır. Dünkü toplum bizi yaratmıştır/yaratmayı
sürdürmektedir, ama biz de geleceğin toplumunu inşa etmekteyiz. Dünkü toplumu da daha önceki
nesiller inşa etmişlerdi. [Esasen, dün nerede başlar, nerede biter o da çok müphem bir şeydir.
Cümlemizi tamamladığımız anda, cümlemiz mazi olmuştur]. Ve bu sarmal hep böyle devam edip
gidecektir. Sarmalın bir yerinden çekeceğimiz bir fotoğrafla gerçekliği anlamak istersek sadece
onu çarpıtırız. Doğada da bu diyalektiğin benzeri geçerlidir: Ağaç ve orman ilişkisinde olduğu
gibi. Bu ilişki, tek yanlı bir ilişki biçiminde ortaya konamaz; ancak, " hem/ne ormanı ağaçlar
yaratır; hem/ne de orman ağaçları yaratır " şeklinde diyalektik bir ilişki ve etkileşim içinde ifade
edilebilir. Her ikisi de birbirini karşılıklı olarak yaratırlar. Tek başına var olan/varlığını
sürdürebilen bir ağaç düşünülemez, ağaçsız bir orman da olamayacağı gibi; böyle bir var oluş
gerçek hayâtta değil, ancak bir "fotoğraf karesi"nde olabilir. Bir başka örnek verirsek, nihai tahlilde
"çıtaların en hızlı ceylanları yaratmaları" (yaratılmasına vesile olmaları); "en sür’atli ceylanların
da en hızlı çıtaları yaratmaları” gibi bir durumdur bu. Ama yüzeysel, “fotoğraf düzeyi” nde kalan
bir bakış, bu iki canlının birbirinden ayrı, bağımsız ve karşıt kamplarda bir varlık olduklarını ve
her şeyin bundan ibaret olduğunu zanneder.
Aslında, tâ Aristo'ya kadar götürülen, “insan toplumsal bir hayvandır/canlıdır” cümlesi,
görünüşteki, açık bir bedahet gibi gözüken basitliği altında, yukarıda işaret ettiğimiz tüm
yanlışlıkları bünyesinde barındırmakla, bir ölçüde bunlara kaynaklık da etmektedir. Bir kere bu
cümle konuyu yanlış bir şekilde ortaya koymaktadır. Cümlenin ifade şeklinden şöyle bir anlam
çıkmaktadır; Bir toplum var, bir de tek başına bir insan var. Bunlar ayrı ayrı varlıklarını
sürdürüyorlar. Derken, o yalnız yaşayan insan bir gün düşünüyor, "acaba ben de bu topluma
katılsam mı" diye ve katılmaya karar veriyor. Bu, gerçeği tamamen çarpıtan paradoksal bir
algılamadır. Toplum dışında insan oluşumunu tamamlamış (İbn Tufeylin Hayy bin Yakzân'ı gibi]
bir soyut insan kavramını/varlığını düşünmek gerçekçi değildir. Aristo'nun bu cümlesi, ancak,
"İnsan, toplum içinde ve toplum sayesinde insan olur" şeklinde anlaşılırsa doğru bir ifade olur.
10
Nitekim, Aristo da, toplum dışında bir insanın düşünülemeyeceğini, böyle bir varlığın ya bir tanrı
ya da canavar olabileceğini belirtmektedir.
Diğer yandan, insan olma sürecimiz zannedildiği gibi, doğumla olup biten bir olgu da
değildir. Bu anlayış tarzı da insanı, doğayı diyalektik bir devinim içinde değil de sabit ve değişmez
gören "siyah-beyaz fotoğrafçı bakışı” dır. İnsan olarak doğmayız, insan olma potansiyeli ile
doğarız; yaşamımız her an insan olma, insan olma yolunda ilerleme sürecidir, öyle olmalıdır.
Doğan bir bebeği toplumdan tecrit edip, tek başına büyümeye bırakabilseydik o bizim bildiğimiz
bir insan değil, hayvan olarak adlandırılmaya daha yakın bir varlık olurdu. Biz de doğduğumuzdaki
kişi/varlık değiliz. [Aslında, "Ben falan tarihte doğdum" cümlesi de abes ve yanlış bir ifadedir. Biz
o tarihte doğan bir varlık değil, o tarihten beri "olagelmekte" olan ve bundan sonra da "olacak"
olan bir varlığız]. Varlığımız (bedenimiz ve kişiliğimiz) her ân oluşum ve değişim içindedir. Eğer,
doğduğumuz ândaki bebek hâlimizi erişken kendimizin kucağına verselerdi ne o bizi tanırdı ne de
biz onu!.. Bu durumda ikisi/ikimiz nasıl aynı varlık olabilir/olabiliriz ki!.. [Bu biraz, Aristo'nun
yukarıdaki cümlesine benzeyen paradoksal ve de anakronik bir ifade oldu ama neyse... Bizim bunu
spekülatif mânâda söylediğimiz açık, ama Aristo'nun bu sözünü tekrar edenler oldukça ciddî
gözüküyorlar].
Aslında, bu konulan düz bir Aristo mantığı ile değil diyalektik ve paradoksal (paradoks
gibi gözüken) bir mantıkla ele almak da kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bu yaklaşım içinde de, insanı,
bir defalık bir doğum/dünyaya geliş olgusu olarak değil; üç farklı yaradılış süreci ve bunların
birbirleriyle diyalektik ilişki ve etkileşimleri içinde kavramaya çalışmak gerekir "Birinci
yaradılışımız": Biyolojimiz, genlerimizin özellikleri. "İkinci yaradılışımız": Doğal ve sosyal
çevremizin bizi yaratması. "Üçüncü yaradılışımız": Yaptığımız seçim ve tercihler, alışkanlık ve
itiyatlarımızla bir ömür boyu kendi kendimizi yaratmamız... Yukarıda işaret ettiğimiz iki yaklaşım
tarzı arasında bir derece farkı değil, belki bir mahiyet farkı vardır ve paradigmaları farklı
olduğundan bu iki kesim aynı şeylere bakarlar ama farklı şeyler görürler. Zâten, her birimiz beşer
olarak, aynı arz üzerinde yürürüz, ama farklı dünyalarda (kendi dünyalarımızda) yaşarız. Ve, bu
paradigma farklılığı dünyalarımızı daha da farklılaştırır.
Aynı şekilde hukukî olayları da, basit ve zorlama bir sebep-sonuç ilişkisi içine sokarak
açıklamanın sun'î rahatlığına kapılmadan anlamaya çalışmalıyız. Çünkü, realitede her olayın bir
çok nedeni vardır ve her olay bir arada etki eden bir çok nedenin etkisiyle ortaya çıkmaktadır.
Ancak, olayların meydana gelişindeki o başı sonu görülemeyen karmaşa karşısında şaşkınlık
içinde kalan biz araştırmacılar, bir ilişkiye karşı başka bir ilişkinin tarafını tutmanın kolaycılığına
kaçmakla; gerçekte var olmayan, geniş kapsamlı ilişkiler ağının parçalanmasıyla ortaya çıkan sun'î
karşıtlıklar öne sürmeyi etmekteyiz. Hukuk olgusunu da bu kompleksliği içinde kavramaya
çalışırken, oluşum ve gelişim süreci bakımından dil ile hukuk arasında bir benzerlik kurulur. İlk
bakışta lisân olgusunu, dünyaya gelirken hazır bulduğumuz, bizim oluşumuna hiç bir etkide
bulunmadığımız bir şey olarak algılayabiliriz. Ama burada da aynı diyalektik ilişki karşımıza
çıkmaktadır. Dünyaya geldiğimizde, beynimizde bir lisan'ı öğrenip kullanmamıza elveren bir yapı
ile doğarız. Aynı zamanda doğduğumuz kültür düzeyine göre, gelişmiş, bizden önceki nesillerce
geliştirilmiş bir lisan olgusu bizi beklemektedir. Ama bu durumda bizim konumumuz pasif bir
içselleştirme durumu da değildir. Biz de bu arada gerekli katkılarda bulunuruz. Değil büyük şair
11
ve romancılar, bebekler bile lisan'a ne çok katkı yapmışlardır, yapmaktadırlar ve yapacaklardır.
Her dil’deki pek çok kelime, bebeklerin henüz gırtlak yapılan çok gelişmeden çıkardıkları
seslerden oluşan kelimelerdir.
Hukuk’ta da durum buna benzer. Dünyaya geldiğimizde, içine doğduğumuz sosyal yapıyla
birlikte bir hukuk düzeninin de içine doğarız. Şüphesiz bu sosyal ve hukukî yapı bizi şekillendirir,
ama biz de içine girdiğimiz sosyal ilişkiler ağı içinde hukukun oluşmasına, anlaşılması ve
yorumlanmasına katkıda bulunuruz. Sosyologlar ve hukukçular, bu insan-toplum-hukuk üçlemesi
arasındaki karşılıklı ilişki ve etkileşim süreci içinde hukukun ortaya çıkmasını, "sosyal eylemlerin
(davranışların) norm yaratma gücü" olarak adlandırırlar.
Şimdi, hukukta bu oluşum ve evrimleşmenin nasıl ve hangi aşamalar hâlinde
gerçekleştiğine ilişkin bâzı tesbitlere yer verelim:
- Sosyal ilişki/eylem aşaması: Her insan davranışı, sosyal eylem niteliği taşımaz. Bir insan
davranışının sosyal bir nitelik taşıması için, o toplumda yaşayan başka hemcinslerine dönük ve
onlarla bir ilişki ve etkileşim içinde yapılması gerekir. Bir arada yaşayan insanlar arasında sosyal
ilişkiler ve bundan doğan ve giderek gelişen sosyal eylemler meydana gelir. Bunlardan,
kişilerin/toplumsal-yapının korunması / sürdürülmesi, özetle sorun çözümü açısından yararlı
olanlar tekrarlanırlar. Böylece, bir takım davranış kalıpları, âdetler, teamüller oluşur. Sosyal
ilişkilerde ortaya çıkan sorunlara çözüm getirme anlamında hukuk kuralı ve hukuk süreci,
kurumsallaşmış yargılama faaliyetinde açık olarak hissedilmekle beraber, bu durum daha önceki
hukukun ve sorun çözme sürecinin olmadığı ve işlemediği anlamına gelmez. Hukuksuz bir toplum
düşünülemez, nerede toplum vardır, orada hukuk da vardır. Hayât, sadece insan hayâtı değil, her
türlü canlının hayâtı bir sorun çözme sürecidir, farkında olsak da olmasak da... Aynı şekilde sosyal
hayât da bir sorun çözme sürecidir ve bu sürecin bir aracı olduğu için de her devirde her insan
topluluğu hukukla iç içe yaşar.
- Kollektif alışkanlıklar: Tekrarlanan davranışlar zamanla kollektif alışkanlıklar
(teâmül)’hâline gelir. Bu kollektif alışkanlık hâline dönüşen davranışlar artık "bağlayıcı" bir nitelik
kazanmaya (bir beklenti ve örf hâline gelmeye) başlamıştır; "sosyal zorlama" faktörü işlemektedir.
Bu davranış kurallarına aykırı eylemlerin olumsuz sihirsel etkileri olacağı inancı vs. yerleşmiştir.
Bu aşamada da henüz hukukî önermeler hâline gelmiş soyut normlar bulunmamakla birlikte,
elbette, yaşanan bir hukuk vardır.
- Soyut norm'ların oluşumu safhası: Sosyal çevrenin bize telkin ettiği, belli şekilde
davranmanın mutlaka gerekli / iyi / doğru / adalete uygun olduğu yolundaki telkinler / beklentiler
kişilerce içselleştirilir ve buna uygun olarak yapılan davranışlar sonucunda gelenek ve örf
şeklindeki uygulamalar giderek daha da netleşir ve soyut bâzı normlar kafalarda tebellür etmeye
başlar.
- Yargılama faaliyetinin kurumlaşması aşaması: Bu aşamaya kadar, diğer "sosyal düzen
kuralları" ile "hukuk normları" arasında bir çizgi çekmek oldukça güçtür. Yargılamanın
başlamasıyla birlikte sosyal düzen kuralları ile hukuk normları arasındaki farklar giderek
netleşmeye başlar. Sosyal düzen kurallarından, ihlâl edilmeleri durumunda kişilerin yargılanıp bir
12
müeyyideye tâbi tutuldukları sosyal düzen kuralları, yâni soyut ve somut hukuk kuralları
ayrışmaya başlamıştır.
- Somut/biçimsei hukuk normların ortaya çıkması: Bu aşamada hukuk normları henüz
müstakil metinler hâline gelmemiş bulunmakla beraber, din ve ahlâk kitapları vs. içinde yer
almakta ve sözel plânda ifade edilmektedir.
- Kodifikasyon (kanunlaştırma) aşaması: O zamana kadar yazılı olmayan, örf ve âdet
kuralları şeklinde veya dağınık bir şekilde destanlarda, kutsal metinlerde yer alan ve yargı
organlarınca uygulana gelmekte olan hukuk kurallarının; krallar, liderler veya onların
görevlendirdikleri kişilerce ("hukuk peygamberleri"), derli toplu bir metin hâline getirilmesi ve bu
metinlerin giderek sistematik bir hâle gelmesi süreci. Urukagina, Hammurabi, Yajnavalkiya, Manu
gibi kadîm mecelleler ile daha sonraki dönemlere ilişkin kodifikasyonlar.
- Hukuk üretme/yaratma aşaması: Bu aşamada, hukuk bilinçli olarak oluşturulan
kurallar hâline gelmiş, hukukî konular ancak bu işte uzman kişiler tarafından değerlendirilebilecek
bir alana dönüşmüş; hukuk artık tamamen rasyonel, biçimsel ve teknik bir sürece girmiştir.
Münhasıran bu işle görevli uzmanlarca kanun tasarıları hazırlanır ve yasama organınca veya,
kanunun verdiği yetki dahilinde yürütme organınca ve yargı organınca (tüzük, içtihadı birleştirme
kararları vs. şeklinde) kabul ve ilân edilir ("hukukçuların hukuku"; “hukukun hukuku” temel bir
hukuk normunun çerçevesi içinde kalınarak yapılan hukuk).
Biz bu kitapta elbette her toplumda hukukun geçirdiği bu aşamaları izıeyecek değiliz.
Çünkü bu aşamalar gerçek hayâtta burada pedagojik amaçlarla ortaya konduğu şekliyle kategorik
olarak cereyan etmez. Onun için de tek bir toplumda bile bu aşamaları tarihlemek mümkün olmaz.
Hukuk tarihi, hukukun gelişmesinde etkili olan olaylar üzerinde durur. Bunlar da sosyal düzen
kurallarından uyulması zorunlu olanlar ve hukukî müesseselerin oluşumu, değişimi ve gelişimi ile
ilgili olanlardır. Aslında, yukarda da işaret edildiği gibi, hukukun sosyal hayâtın bütün olayları ile
alâkası vardır. Ancak, ister istemez bunların en önemlileri üzerinde durmak zorundayız.
Hukuk tarihînin bir diğer konusu ve amacı ise, tarihin en eski dönemlerinden günümüze
kadar, çeşitli medeniyet düzeylerinde bulunan toplumlarda uygulanan hukuk kuralları ve
müesseselerini tesbit ve tedkik etmeye çalışarak, insanlık tarihi boyunca hukuk düzeninin inkişâf
ve tekâmül safhalarını göstermektir. Ancak, takdir edilir ki, herhangi bir çalışmada bu gelişmeyi
bütün toplumlar açısından ele almak mümkün olamaz. Biz de bu ders notlarında, kadîm çağlarla
sınırlı kalarak ve bu çağlara ilişkin olarak da, söz konusu dönemlerdeki en gelişmiş medeniyetlerin
hukuk düzenleri hakkınca, ulaşabildiğimiz kaynakların elverdiği ölçüde bilgi vermeye çalışacağız.
Önsözde de işaret ettiğimiz gibi, Roma Hukuku ve Türk Hukuk Tarihi gibi derslerle tekrara yol
açmamak bakımından bu derste sadece kadîm dönemler üzerinde durulacaktır. Bu dönemle ilgili
olarak da, Roma Hukuku dersinde bu hukukun tarihî arka plânı olarak bilgi verildiğinden Antik
Yunan'da hukuk konusu da müfredat dışı tutulacaktır. Hukuk sistemlerini inceleyeceğimiz Antik
dönem medeniyetlerini de sıra ile şu dokuz bölüm içinde ele alacağız: Sumer ve Akkad, Bâbil,
Assur, Hitit, Mısır, İbranî, İran, Hint, Çin.
13
I. SUMER'DE VE AKKAD'DA HUKUK
"Güneş tanrısı Şamaş'ın hakça kanunlarıyla ülkemde adaleti gerçekleştirdim. Memlekette
adaleti tesis ettim; öksüz, zengine teslim edilmedi; dul kadın, kuvvetli adama teslim edilmedi…".
Urnammu (2111-2094)
A. TARİH, TOPLUM, DEVLET
1. TARİH
Yazılı tarihin başlangıcı en az altı bin yıl öncesine gider. Bu dönemin tamamına yakın bir
bölümünde, insanlık tarihinin mihveri hep Ön Asya'nın Verimli Hilâl denen bölgesi olmuştur.
XIX. Asra gelinceye kadar Batı'da "kadîm milletler/medeniyetler" denince kadîm Yunan, Roma
ve İbrânîler anlaşılıyordu; Sumer diye bir medeniyet bilinmiyordu. Halbuki, bugünkü bilgilerimize
göre Mezopotamya, uygarlığın yeryüzünde ilk olarak başladığı yerlerin başında gelmektedir.
Uygarlığın (“köy” şeklindeki ilk yerleşik yaşamın) başlangıcı burada M.Ö. 9000'lere kadar
gitmektedir. “Kabile şefleri" şeklindeki ilk siyasi yapılanmaların tarihi M.Ö. 5500'lere kadar
uzanmakta; medeniyetin/medenî bir hayâtın başlaması (ilk "kent devletleri" nin kurulması) ise, Ur
şehri dikkate alınırsa M.Ö. 3700'leri bulmaktadır. Bu ilk kentlerin ortaya çıktığı dönemi takiben
M.Ö. 3500'lerden sonra, Aşağı Mezopotamya'daki alçak irtifada bulunan bu şehirleri silip süpüren
bir tufan olayının vuku bulduğu anlaşılmaktadır. Bu tarihlerden, İskender'in İran'ı işgal ettiği M.Ö.
331'e kadar ki dönem "Mezopotamya Tarihi" olarak adlandırılır. Bu tarihî dönem de kendi içinde,
bâzı tarihçilerce, Sumer (4500'ler-2340'li yıllar arası), Yeni Sumer-Akkad (2340-1932), Eski Bâbil
(M.Ö. XXI-XVIII asırlar), Yeni Bâbil (625-539), Erken Assur (MÖ. XX.-XV. asırlar) Orta Assur
(M.Ö. XV.-X. asırlar), Yeni Assur (M.Ö. X,-VII. asırlar) dönemleri gibi bölümlere ayrılarak ele
alınır.
Sumerlerden kalma yazılı metinlerin en eskisi M.Ö. 3600'lere kadar giden taş kitabelerdir.
Kil tabletler üzerine yazılı metinler ise M.Ö. 3200 lere uzanmaktadır. Genel olarak tarih, özel
olarak da konumuz olan hukuk tarihi bakımından çok büyük bir şanstır ki, Sumerler belgelerini
zamana dayanıklı kil tabletler üzerine yazmışlardır. Bu sayededir ki binlerce yıl öncesine ait iş
sözleşmeleri, resmî belgeler, tapu belgeleri, mahkeme kararları elimize ulaşmıştır. O kadar ki,
M.Ö. 2700’lerde Sumer'de kil tabletlerden oluşan büyük kütüphaneler vardı. M.Ö. 2000'lere
uzanan bir tarihte Sumer'li tarihçiler kendi tarihleri üzerine yazmaya başlamışlardı.
Sumer'in siyasî tarihi, M.Ö. dördüncü milenyumun ortalarında kurulan site devletleri ile
başlar ve ikinci milenyumun sonlarına kadar sürer. İnsanlık tarihinin bilinen en eski şehir
devletlerini, yirmi kadarı büyük olmak üzere, otuz beş civarındaki bu Sumer siteleri
oluşturmaktadır: Kiş, Uruk, Ur, Uruk, Umma, Kurda, Eridu, Nippur, Lagaş vs. Bunlardan,
Tevrat'ta Erek diye geçen Uruk şehir devleti Sumer Medeniyetinin gelişmesinde özellikle etkili
olmuştur. M.Ö. 3.000 yıllarında Ur’da nüfusun 24.000; Lagash'da 19.000, Umma'da 16.000
olduğu tahmin edilmektedir. M.Ö. 2.000 yılında ise, bir metropol hâlini alan Ur şehrinin
14
nüfusunun, civardaki köylerle birlikte 360.000'e ulaştığı sanılmaktadır. M.Ö. 2500' lerde ticaretin
yaygınlaşması Mezopotamya'daki bu site devletlerini ekonomik ve politik bir birlik etrafına
toplayacak imparatorlukların ortaya çıkmasına zemin hazırladî. Ancak, siteler arası çekişme ve
çatışma, kısa fasılalar hariç hiç son bulmadı. Denebilir ki, Mezopotamya tarihi, sitelerin
birbirleriyle çekişmesi ve Kuzey'den gelen kavimlerin istilâsı tarihidir.
Sumerlerin kim oldukları, nereden geldikleri net değil, ama bildiğimiz bir şey var, o da
Sâmî olmadıkları. "Bu uygarlık özel koşullar altında gelişmiştir. İki ayrı ırkın, Sumer ve Akat'ların
buluşma ve çalışmalarının ürünüdür. Bu iki ırk ayrı kökenli olup birbiriyle hiç ilgisi olmayan dilleri
konuşmaktadırlar. Akatların dilleri Sami diller grubuna girer. Sumerlerinki ise ne Sami ne de Hint-
Avrupa dillerine benzemeyen bir başka gruptandır."
Mezopotamya bölgesinde bildiğimiz ilk kültür, ırmak ağızlarına yakın yerlerde kurulmuş
olan Sumer kültürüdür. Bu yerleşim yerlerinden Akkad bölgesine bilgi ve ideolojilerin, san'at ve
ilimlerin yayıldığı anlaşılmaktadır. Zamanla, Sumer ve Akkad bölgelerinde bağımsız sitelerin
oluştuğu ve bunların siyasî bir birlik altında toplanmalarıyla da iki ayrı krallığın ortaya çıktığı
görülmektedir.
Diğer yandan, milâttan önce dört binlerde Arap Yarımadasından gelip Kuzey
Mezopotamya'ya yerleşen Sami asıllı bir kavim, Akkadlar, giderek Sumer şehirlerine kadar
yayıldı; hattâ bir çok sitede, ücretli asker olarak Sâmiler Sumer ordularında yer almışlar; üçüncü
bin yılın son çeyreğinde ise, yaklaşık iki yüzyıl boyunca (2350-2150), Mezopotamya’da hükümrân
olmuşlardır. Sumer tarihinde çok önemli bir yer alan Kiş şehrinin sarayında kral Urzababa'nın baş
muhasebecisi olan ve Sami halkına mensup olan Sargon (2334- 2279) bir savaştan yenik dönen
kralına darbe düzenleyerek tahta geçmiştir. Kiş şehrini ele geçiren Sargon, daha sonra, güneye
doğru ilerleyerek diğer Sumer şehirlerini de sınırları içine aldı. Dicle merkezindeki Assur'u,
Doğu'da Elâm'ı ve giderek Suriye bölgesini de ele geçirdi ve sınırları Akdeniz'e kadar uzanan,
belki de tarihin bilinen ilk İmparatorluğunu kurdu. Böylece dünyada ilk kez, bu kadar geniş bir
alan üzerinde, merkezi bir devlet kuruldu. Akkad şehrinin merkez haline gelmesinden sonra
Sargon’un kurduğu devlete Akkad Devleti, konuştukları doğu Sâmi diline de, Akkadca denildi.
Akkad'lar kültürel anlamda Sumerlerin mirasçısı oldular ve Sumer kültürünü büyük oranda
benimsediler ve Ön-Asya’ya yaydılar. Akkad dili bütün Mezopotamya’da Sumer dilinin yerine
geçerek, günlük yaşamda ve ticarette kullanıldı. Akkadlar bütün Mezopotamya’yı egemenlikleri
altına alan ilk topluluk olduklarından, kralları için de önceden beri kullanılagelmekte olan Şile'nin
Kralı unvanının yerine Evrenin Kralı tâbirini kullanmaya başladılar.
Akkad devleti üçüncü milenyumun sonlarına doğru giderek zayıfladı ve eski Sumer
kentleri tekrar egemenliklerini elde etmeye başladılar. Üçüncü Ur Sülalesinin Mezopotamya'daki
yükselişi Akkad döneminin (2350-2150) sonunu getirdi.
Ancak, bir süre sonra, Sumer ülkesi bu sefer bir başka göçebe kavmin, Samlıların istilâsına
uğradı ve yakılıp yıkıldı. Uygarlık düzeyleri çok daha geri olan bu kavimlerin istilası Sumer
medeniyeti için oldukça tahripkâr oldu. Elâmlılar'ın hakimiyetini, Batı'dan gelen ve uygarlık
seviyesi oldukça geri bir başka Sâmî kavim izledi: Amurru'Iar (Amori’ler). Bu Sâmî topluluğun
M.Ö. 2050 yıllarında kurduğu, başkenti Bâbil şehri olan Bâbil devletinin altıncı kralı Hammurabi,
15
kuzeyden gelerek Uruk ve komşu şehirleri Elâmlıların elinden aldı; Elâm devletine son verdi ve
Sumer ve Akkad ülkelerini tek bir yönetim altında birleştirerek Bâbil İmparatorluğunu kurdu.
Özetle, genel olarak insan medeniyetinin ve bu arada Mezopotamya Uygarlığının da
temellerini Sumerler atmışlardır. Akkadlar, sonra da Bâbilliler bu uygarlığı benimseyip
geliştirdiler. Bu Sumer-Bâbil Uygarlığı da daha sonra gelen Assur ve Kalde uygarlıklarına temel
teşkil etti.
Sumer tarihini böylece ana hatlarıyla ortaya koyduktan sonra, şimdi de onun insan kültür
ve medeniyetine yaptığı katkılara kısaca işaret edelim:
2. KÜLTÜR
Tarihte Sumer'in başlattığı belli başlı yenilik ve gelişmeleri Durant'ın, işte medeniyet
tarihinde Sumer’in ilk’leri başlığıyla ifade ettiği şu çarpıcı tesbitlerle anlatalım: İlk devlet ve
imparatorluk; ilk düzenli ordu; yazının icadı ve ilk defa yaygın olarak kullanılması; yaradılış ve
Tufan'la ilgili ilk mitolojik hikâyeler; ilk kütüphaneler ve okullar; ilk edebiyat ve şiir metinleri; ilk
sulama sistemi; ilk yazılı iş sözleşmeleri; ilk kredi sistemi; ilk yazılı kanun kodları; standart bir
değer ölçütü olarak gümüş ve altının ilk olarak kullanılması; ilk metal süs eşyaları ve dekoratif
ürünler, kozmetik ve mücevherat kullanımı; ilk heykel ve kabartmalar; ilk saray ve tapınaklar;
mimaride ilk kemer, sütun, direk, tonoz ve kubbeler... Şunlar da Sumer'in Medeniyetin günahlarına
yaptığı katkılara ilişkin ilkleri: kölelik, despotizm, rahiplik ve mabet merasimlerine ilişkin kurallar
ve emperyal savaşlar.
Sumerlerde altı gün çalışma, bir gün tatil uygulaması vardı. Bu uygulamanın, önce
İbranilere, onlardan da Hristiyanlığa geçtiği anlaşılmaktadır.
Mezopotamya'nın Mısır Medeniyetinin gelişmesi üzerinde de etkili olduğu, onun
gelişmesini yönlendirip, hızlandırdığı anlaşılmakladır. Arkeolojik kazılarda, Sumer'de imal
edilmiş eşyalara çok uzak coğrafyalarda, meselâ Hindistan'da bile rastlanmıştır. Diğer yandan, Batı
Medeniyeti diye adlandırılan ve günümüz Avrupa ve Amerikasınca temsil edilen uygarlığın
oluşumunda özellikle Sumer medeniyetinin katkısını ihmal etmek mümkün değildir. Gerçekten,
Batı Medeniyetinin; Mezopotamya ve Mısır'dan, Girit, Kadîm Yunan ve Roma yoluyla aktarılan
ve ardı sıra bir çok eklemlenmelerle oluşan bir süreç içinde bu noktaya geldiği ileri sürülmektedir.
Avrupa, bitki ve hayvan üretme tekniklerini, yazı sistemlerini, teknolojiyi Verimli Hilâl'den
almıştır. Doğu Medeniyeti, M.Ö. ikinci milenyumdan îtibâren, gittikçe artan bir şekilde "Avrupa
barbarlığı"nın içine işlemeye başlamıştır. Ancak, bu medenileştirme süreci, uzun süre sadece
Güney Avrupa'da Akdeniz sahillerinde son derece sınırlı bir alan içinde kalmış; tüm Güney-
Avrupa'nın barbarlıktan kurtulması için daha binlerce yıl gerekmiştir; Orta ve Kuzey Avrupa için
ise bu süreç çok geç bir dönemde başlayacaktır.
Bu açıklamaların ışığında, Mezopotamya'daki ve diğer Yakın-Doğu medeniyetlerindeki
hukuki hayâtı inceleyerek, insan medeniyetinin gelişmesinde taşıdığı yer ve önemi ortaya koymak;
aynı zamanda, bugünkü Avrupa ve Amerika (Batı) Medeniyetinin gerçek kurucularının haklarını
da teslim etmek olacaktır her ne kadar Batıklar genellikle bunu hatırlamak ve itiraf etmekten pek
hoşlanmasalar da... Kimi bilim adamı ve araştırmacılara göre, genelde Batı ve özelde Kadîm
16
Yunan, zannedildiği gibi, bir medeniyet kurmaktan ziyade onu tevarüs etmiştir. Durant, Kadîm
Yunan medeniyetini, ticaret ve savaş yoluyla devşirilen Yakın Doğu'nun üç bin yıllık bilim ve
sanat birikiminin üzerinde yükselen “şımarık bir çocuk” olarak vasıflandırır. Ülken, Assur-Keldani
tabletleri üzerinde önemli tetkiklerde bulunan Marcellin Berthelot'un Yunan ilminin köklerinin
diğer kaynaklar yanında, Sumer ve Hitit'ler den geldiğini gösterdiğini; M. Abel Rey’in Yunan'dan
Evvel İlim adlı eserinin de bu fikirleri teyid ederek, artık fikir tarihine Yunanlılardan başlamanın
büyük bir hata olduğunu ve onun kaynaklarını mutlaka Keldânîler hattâ Sumer'lerde aramak lâzım
geldiğini" söylediğini ifade etmektedir.
3. DİN VE DÎNÎ HAYÂT
Günaltay'a göre Sumerlerde dînî anlayışın en önemli özelliği, hayâl gücünün onların
dinlerinde pek az yer kaplaması ve daha ziyâde Orta-Asya'ya has somut ve gerçekçi bir yaklaşımın
egemen olmasıdır. Bu dünyadaki tutum ve davranışlara karşılık gelecek bir ödül ve ceza âlemi
onların zihinlerini hiç meşgul etmişe benzememektedir. Saadeti de felâketi de tamamen dünyevî
ölçüler içinde düşünmektedirler. İbadetleri, âyin ve duaları tamamen dünyevî olup, bu dünyadaki
hayâtları ile ilişkilendirilmiştir. Onlar için ibâdet, almak için vermektir. Yaptıkları ibâdetlere,
sundukları kurbanlara karşılık mâbutlarından diledikleri şeyler, hastalanmamak, çok yaşamak,
fakir düşmemek gibi dünyaya ait hususlardır. Sumer dininin bir diğer özelliği de Tanrısal âlemle
beşeri âlem ve varlıklar arasında aşılmaz bir sınır ve duvar kabul etmeleridir. Bir beşer için
ebedîleşmek, Tanrılaşmak imkânsızdır. Gerçekten de, Sumer hükümdarlarında hiç biri, Firavunlar
gibi ulûhiyet iddiasına kalkışmamalardır.
Diğer yandan, Sumer dininin Sâmîlerin etkisiyle aslî özelliklerini yitirmeden önceki
durumu dikkate alındığında, Sumer panteonunu dolduran tanrı ve tanrıçaların hayâtları çok
nezihtir; Kadîm Yunan ve Îbrânîlerde görüldüğü türden sefihçe ve edebe aykırı sahneler Sumer
dinine yabancıdır. Sumer kültüründe görülen, kadın erkek arasındaki denge ve eşitlik anlayışının
bir yansıması olarak, Sumer dininde de mabut ve mabudeler, rahip ve rahibeler bulunmaktaydı.
Râhibeler, Sumer toplumunda, îtibâr ve ihtiram edilen bir zümre idiler.
Mezopotamya kültüründe insanoğlu, doğuştan suça günaha yakın bir varlık olarak
değerlendirilir. Bir Sumer şiirinde bu konuda şöyle bir ifade yer almakta: "Asla, günahsız bir çocuk
anasından doğmamıştır.” Böyle olunca, derin bir suçluluk duygusunun din duygusuna eşlik ettiği
görülür. Nitekim, dua ve yakarışlarında şu cümleleri kullanıyorlardı: "Allahım!.., Mevlâm!..,
Mâbûdem!.. Taksiratım çok, günahlarım büyük....". Bu yaklaşım içinde, sadece hayâtta iken değil,
ölümden sonra da, vefat eden kişilerin ruhlarının rahat ve huzur duyabilmesi için, mutlaka
evlâtlarınca dîni merasimlerin yapılması, adakların sunulması gerekirdi. Ancak evlat ve ahfadı
tarafından kendisine düzenli bir şekilde adak yiyecekler sunulan ruhlar mezbeleliklerden,
çöplüklerden beslenmek zilletinden kurtulabilirlerdi. Onun içindir ki, Sumer'de evlenme veya evlat
edinme yoluyla, bir yolunu bularak mutlaka bir çocuk sahibi olmak için fiili ve hukuki her yolun
denenmeye çalışıldığı görülmektedir.
Daha önce de işaret edildiği gibi, bu kadîm kültürlerde, günah ve suç kavramı arasında bir
ayırım yapılmadığından günahkâr ve suçlu kavramları da aynı anlama gelebilmektedir. Bir Sumer
17
ilâhisinde, günahkâr bir insanın özellikleri şöyle sıralanmakta: Kanunsuz yolda gezen, isyanla
ellerini kaldıran, geçerli olan âdetleri çiğneyen, anlaşmaları bozan kişi".
Sumer dininin, diğer dinlerde de görüldüğü gibi, kişisel inanç ve ibâdet dünyasının ötesinde
kamusal alana da uzanan boyutları vardı. Sumer mitolojisine göre, tanrılar Gök tanrısı Anu’nun
başkanlığında toplanır, insanları ilgilendiren konularda karar alırlardı. Mezopotamya'da tapınak,
sadece dînî değil, aynı zamanda ekonomik yeniden dağıtım, yazma ve zanaat teknolojisinin de
merkezi îdi. Diğer yandan, Sumer prenslerinin dînî sâiklerle mabetler inşa ettikleri, hayır ve
vakıflar yaptıkları da nakledilmektedir.
Sumer dîni, sadece Sumer toplumu üzerinde etkili olmakla kalmamış, daha sonraki
dönemlerin ve komşu kültürlerin dîni hayatı üzerinde de etkili, hattâ belirleyici olmuştur. Meselâ,
Hitit dini ve diğer komşu kültürler Sumer dîninden dînî inançlar, dînî terminoloji vs. cihetiyle
büyük ölçüde etkilenmişlerdir. Hitit coğrafyasında ibâdet dili olarak Sumerce kullanılıyor, dînî
metinler de Sumer yazısı (çivi yazısı) ile ve Sumerce yazılıp okunuyordu.
4. SOSYAL VE EKONOMİK HAYÂT
Dördüncü milenyumun başlarında Sumer'de; maden işletmeciliğinde önemli mesafeler
alındığı, eşeğin yük taşıma ve araba çekmede kullanıldığı ve yelkenli gemi gibi buluşların
yapıldığı; saban ve boyunduruk’un, tekerlek ve çömlekçi çarkının kullanıldığı görülmektedir. Bu
teknik gelişmelere paralel olarak işbölümü gelişmiş, el zanaatları tarımsal faaliyetlerden ayrılmış;
üretimin artması sonucu zenginlik de artmış ve yeni toplumsal sınıflar oluşmuş ve devlet teşkilâtı
genişleyerek bürokratik bir yapılanma ortaya çıkmıştır. Tapınak kayıtlarından anlaşıldığına göre,
tapınağa bağlı işletme ve atölyelerde maden işleme ustaları, kuyumcu, marangoz, deri eşya
imalâtçıları (su tulumu, semer, koşum, ayakkabı vs. üreticileri), bira ve ekmek ustaları,
dokumacılar çalışmaktaydı. Zanaatlardaki bu ayrışmanın yanı sıra kafa ve kol emeği ayırımı da
ileri düzeye varmış; yazı, sayı sistemi ve takvim geliştirilmişti. Fakat bu bilgiler tapınak
rahiplerinin tekelinde tutuluyordu. Hekimlik bir meslek hâline gelmişti, ancak, hastalıklara bir
takım kötü ruhların sebep olduğuna inanılır, bu cin ve şeytanlar bir şekilde uzaklaştırılmadan
hastanın iyi olmayacağı kabul edilirdi.
Sumer'de, ziraî faaliyet olarak, hayvan yetiştiriciliği; hububat nevinden ağırlıkla arpa,
buğday ve susam yetiştirildiği; meyvelerden hurma, zeytin, incir, nar vs.; sebzelerden de en çok
soğan ve hıyar üretildiği; bağcılık ve şarapçılık yapıldığı anlaşılmaktadır. Her ne kadar ilk Sumer
siteleri Basra Körfezine yakın bölgelerde, delta kısmında yer almış bulunmakla beraber; bizde Urfa
ve civarı bölgelerde, son asırlara gelinceye kadar, ekonomik ve sosyal hayâtın Sumerlerden bu
yana benzer görünümünü sürdürmeye devam ettiği söylenebilir. Bu kültürel devamlılığı
sergilemek bakımından, Güney-Doğu Anadolu Bölgesinin yalnız ülkemiz açısından değil, tüm
insan medeniyeti açısından özel bir önemi ve anlamı vardır; dünya ölçüsünde özgün bir kültürel
zenginliği barındırmaktadır.
Ülke içi ticaret yanında uluslararası ticaret de çok gelişmişti. İran (Elam), Anadolu, Suriye,
Filistin, Akdeniz ülkeleri ve Mısır ile ticaret yaptıkları, deniz yolu ile ticaretin de Arap
Yarımadasının sahillerine ve Hindistan'a kadar uzandığı bilinmektedir.
18
“Uzak mesafeli ticaret Mezopotamya’da önemli ve hayatî bir rol oynuyordu. Madenler,
kereste ve diğer hammaddeler Suriye, Kıbrıs, Anadolu ve daha uzak bölgelerden ithal ediliyordu.
Ticari koloniler oluşturulmuştu. Ticaret yollarının korunması ve açık tutulması için savaşlar bile
yapılıyordu. Hukuk kuralları da bu ticarî ilişkilere temel olabilecek ölçüde karmaşık bir düzeye
ulaşmıştı. Tüccar ve temsilcileri, borçlu ve alacaklılar, toprak sahibi ve kiracılar arasındaki
sözleşmelerin esasları ayrıntılı şekilde düzenlenmişti. Gümüş, para şeklinde olmasa bile bir
değişim aracı ve değer ölçüsü olarak kullanılıyordu.”
Sumer'de M.Ö. 2400'lerde site halkının şu toplumsal sınıf ve katmanlara ayrıldığı
görülmektedir: Büyük toprak sahibi ve aristokratlar. Yüksek düzeydeki yöneticiler ve rahipler;
küçük toprak sahibi çiftçiler: Kendi topraklarını işleyen özgür çiftçiler, ki bunların toprakları aile
mülkiyetinde idi; Tapınaklara ve aristokratlara bağımlı özgür yurttaşlar: Memurlar, kâtipler,
yöneticiler, zanaatkarlar, tarım/zanaat işçileri. Bunlara çalışmaları karşılığı ya mal (yiyecek vs.)
olarak ödeme yapılır veya belli arazilerin kullanım hakkı verilirdi. Ve son sırada, Köleler. Lagaş'ta
milâttan önce iki bin beş yüzlerde site nüfusun dörtte birine yakını köle statüsünde idi.
Sosyal sistem feodal bir yapılanma esası üzerine kurulmuştu. Başarılı bir savaştan sonra
kral fethedilen topraklan komutanlarına dağıtır ve bu topraklan vergiden muaf tutardı. Bu
komutanlar hem idareleri altmdaki bölgede güvenliği sağlar, hem de kralın talep ettiği askerler ve
diğer kamu hizmetlerini karşılarlardı.
5. DEVLET YÖNETİMİ VE DEVLET TEORİSİ
a. Devlet Yönetimi
Yeryüzünde devlet kurumunun, ilk defa M.Ö. 3700’lerde Mezopotamya'da ortaya çıktığı
tahmin edilmektedir. Başlangıçta yönetici/askerî lider halk kurultayınca gerektiğinde ve geçici bir
süre için belirleniyordu (İlkel kabile demokrasisi). Zamanla bu yöneticiler, baş rahip, başkomutan,
yönetim ve yargı görevlerini kendilerinde topladılar ve bu durum babadan oğula geçen krallık
(Ensi/lugal) hâline dönüştü. Her sitenin başındaki, Ensi/Lugal denen râhip-kralların ruhani ve
maddî otoritesini sitenin ilâhından aldığı ve onun temsilcisi/vekili olarak siteyi yönettiği kabul
edilirdi. Kralların eşleri de devlet yönetimine katılırlardı. Hükümdardan hemen sonra gelen bir
konumları, kendilerine ait sarayları, mühürleri vardı. Ayrıca, çeşitli görevliler, nazırlar, memurlar,
valiler görevlerini yaparken krala yardımcı olurlardı.
b. Devlet Teorisi
Erken dönem site devletleri, "devlet dîni"ne ve standart tapınaklara sahiptiler. Her sitenin
ayrı bir tanrısı olduğuna ve bu Tanrının ailesiyle birlikte sitenin merkezinde bulunan mabette
oturduğuna inanılırdı. Sumer mitolojisine göre, tanrılar da Gök Tanrısı Anu'nun başkanlığında
toplanır, çeşitli konuları görüşüp karar alırlardı. Hükümdarın buyrukları da tanrılarınki gibi
doğruydu ve bunlara da kesinlikle itaat etmek gerekirdi. Böylece, site yönetimi teokratik-otokratik
bir monarşi niteliğini taşımaktaydı. Devlet yönetimi ile sitenin dîni iç içe geçmişti. Yazılı tarih
dönemlerine ait en eski belgelerde, savaşa gidenlerin ve zafer kazananların sitelerin tanrıları
oldukları yazılıdır; böyle bir savaşta, sözgelimi Lagaş ülkesinin bir parçasının değil, tanrı
19
Ningursu’ nun tarlasının tehlikede olduğu anlatılır, bir barış antlaşması yapılınca, bu antlaşma
savaşan tarafların tanrılarının adına düzenlenirdi.
Elimize ulaşan en eski belgelerde, bilinen ilk site devleti yöneticilerinin, kendilerini
Tanrı’nın topraklarını işleyen “kiracı-çiftçi” anlamında ishakku diye tanıttıkları, ve Lugal, yâni
kral sıfatını nadiren kullandıkları görülmektedir. “Kabile” tanrısının temsilcisi olarak ishakku
(kral), site topraklarının en büyük parçasını alır ve geleneksel haraç/vergi’leri toplar; bir savaşta,
"zafer kazanan tanrının elde ettiği ganimet” ten en büyük payı da, “tanrı adına” kabul ederdi. Bu
şartlarda, Ensi’lerin hangi ölçüde rahip ve hangi ölçüde kral olduklarını ayırt etmek güçtür.
Burada şöyle bir açıklamada bulunmanın yararlı olduğunu düşünüyoruz. Özellikle tarihin
bu kadîm dönemlerinde, hatta çok yakın zamanlara kadar, günümüzde bile çeşitli devletlerde
hakimiyetin kaynağı olarak Tanrı'ya atıfta bulunulmasına bakarak, buradan hemen bu devletlerin
teokratik yönetimler olduğunu ileri sürmek gerçekçi bir yaklaşım değildir. İleride, Hammurabi,
Çin vs., hemen tüm devlet teorilerinde karşımıza çıkacak olan bu örneklerde görüldüğü gibi,
kendileri söylem düzeyinde öyle dediler diye, bu ifadeleri fazla ciddîye alarak, bu devlet sistemleri
"teokratiktir, yâni egemenliğin kaynağı Tanrı'dır" demek ve bunları farklı bir devlet anlayışı ve
kategorisi içine yerleştirmeye çalışmak, şe'niyyeti olmayan bir metaforu gerçek gibi algılamaktır.
Aslında, "egemenliğin kaynağının tanrıya atfedildiği bir söylem vardır"; çeşitli toplum
tabakalarının kültür ve idrak düzeylerine göre, "böyle bir inanç ve kabulden hareket edilmekte
veya öyle imiş gibi yapılmaktadır" demek gerçeğe daha yakın bir ifade olur.
Günümüzde de "hâkimiyet hem de bilâ kaydı şart (!) milletindir" ifadesi gerçeğe pek az
tetâbuk eder, çoğu durumda hiç tetâbuk etmez, hattâ, bilinen, "bu kanun çıkmasına çıkacak, ama
belki bâzı kelleler gidecek!.." örneğinde olduğu gibi, gerçeklerle ve halkla alay edilmesi anlamına
gelir. Aslında, "egemenliğin kaynağı, duruma göre, egemenliğin Tanrıya, halka veya belli bir
ideolojik görüşe vs. ait olduğuna dair beslenen inançtır; sistem bu kabul üzerinden işlemektedir"
demek daha dürüst ve gerçekçi bir açıklama olacaktır. Gerçek hayatta, her çıkar gurubu bir
ideolojik maske altında kendisinin ve kendi çıkar gurubunun menfaatleri peşinde koşar. Bir yerde
demokratik sistem, bu maskeler ortadan kaldırarak, oyunun daha dürüst ve açık olarak, reel-politik
üzerinden oynanmasına; her çıkar gurubunun bir siyasî parti şeklinde örgütlenerek egemenlikten
pay alma kavgasına barışçıl metotlarla katılmasını sağlamaya çalışmaktadır; üstünlüğü de
buradadır. Şu noktaya da işaret etmek gerekir ki, bir sistemin demokrasi olup olmadığını veya
egemenliğin halka ait olup olmadığını belirleyen en önemli ölçü; egemenlerin halkın iradesiyle
gelmelerinden ziyade, halkın iradesi ile gitmeleri, iktidardan uzaklaştırılabilmeleridir.
Kadîm dönemler için veya günümüzde olsun, egemenliğin kaynağına ilişkin söylemler,
"Hâkimiyet Allah'ındır" veya "Egemenlik halkındır” vs., egemenliğin kaynağı olarak gösterilen
şeyin iradesinin ne olduğunu kimin, nasıl belirleyeceği hususu vuzuha kavuşturulmadıkça boş bir
metafordan başka bir şey ifade etmez, onun için de pek ciddiye alınmamalıdır. Bu nokta
netleştirilmemişse, "Egemenlik Tanrı'nındır/halkındır" diyenler aslında şunu diyorlardır:
"Egemenlik Tanrınındır/halkındır; Tanrı'nın/halkın neyi istediğini de en iyi biz biliriz, şu halde
egemenlik bizimdir". Yâni, al takke ver külah sonunda külah yerini bulmuştur.
20
B. HUKUKÎ HAYÂT
Sumerler milâttan önce dördüncü binin ortalarında Mezopotamya'ya geldiklerinde,
aralarındaki anlaşmazlıkları örf ve âdet hukukuna göre çözdükleri, bu uygulamanın üçüncü bin
yılın ortalarına kadar sürdüğü anlaşılmaktadır. Bu tarihten sonra yasal bâzı düzenlemelere
rastlamaktayız. Böylece, eski dönemlerde tamamen râhip-kral yöneticilerce konan ve dînî
kurallardan ayrılamayan hukuk kurallarında giderek dünyevileşme temayülü görülmektedir.
Sumerlerde adâletin simgesi Güneş'ti ve Güneşin karanlıkları aydınlatması gibi; âdâletin de
haksızlık ve zulüm karanlıklarını ortadan kaldıracağı düşünülüyor, bekleniyordu. Bu anlayışa
paralel olarak, adalet’in lütuf ve ihsan olmayıp, bir hak, devletin bir görevi olduğu fikri oluşmuş
ve yerleşmiş bulunmaktadır ki, medeniyetin gelişimi bakımından çok önemli bir husustur. Hukuk
fikrinin insanlarda en sonra doğduğu ve pek yavaş bir surette inkişaf ettiği dikkate alındığında,
milâttan önce üç bin beş yüzlerde bu kadar yüksek hukukî telakki ve müesseselere sahip olan
Sumerlerin medeniyetçe ne kadar eski oldukları tahmin edilebilir. Bu durumda “Sumerlerin daha
Ön-Asya’ya gelmeden önce kültür ve hukuk itibariyle çok ilerlemiş olmaları iktizâ eder”.
1. POZİTİF HUKUKUN GELİŞİMİ
Sumer kralları, özellikle Akkad kralı Sargon ve daha sobra Hammurabi gibi hükümdarlar,
güçlü bir merkezi devlet yapısı oluşturarak, asırlar boyu Mezopotamya'da süre gelen teokratik, site
ve tapınak temelli devlet yönetimine teorik planda olmâsa da, fiilen son vermiş ve yerine
bürokrasiyle yönetilen güçlü bir devlet modeli ortaya koymuşlardır. Gelişen ekonomik şartlarla
birlikte, oluşan bu güçlü merkezî devlet yapılanması karşısında, geleneksel kabile veya site
toplumunda geçerli örf ve âdet kurallarının bu yeni dönemin ihtiyaçlarını karşılayamaması tabiidir.
İşte bu şartlar altında, genişleyen devletin sınırları içinde uygulanacak yeknesak, herkese açık,
yazılı hukuk normlarına ihtiyaç duyulmuş, güçlü lider ve hükümdarlar da zaman zaman bu ihtiyacı
karşılamışlardır.
Milâttan önce dördüncü milenyumun ortalarına kadar giden bir tarihte Sumer'de yazılı
hukuk belgelerinin varlığı bilinmekte ise de, bu metinler elimize ulaşmamıştır. Söz konusu
metinlerin, daha sonra oluşturulan ve tabletleri elimizde bulunan mecellelere kaynaklık ettiği
düşünülmektedir.
Sumer ve onları izleyen dönemlere ilişkin Mezopotamya yasaları konusunda, yazım dilleri
ve tarihleri göz önünde tutularak şöyle bir sıralama ve tasnife gidilebilir. Sumerce yazılmış yasalar:
Urukagina (2351-2342); Ur-Nammu (2111-2094); Ana-İttişu (M.Ö. 2000 civarı) ve Lipit-İştar
(1934-1924) Yasaları. Akkatça yazılmış yasalar: Eşnunna (M.Ö.1950 civarı) ve Hammurabi (1783
civarı) Yasaları. Ve Orta Assur Yasaları (1450-1250); Yeni Bâbil Yasaları (625-539).
Yukarıda işaret edilen yasa ve mecellelerden Hammurabi öncesi döneme ait olanlar,
Hammurabi Kodu'nun da kaynağı gibi gözükmektedir. Ancak, bu kaynakların da, henüz
keşfetmediğimiz bir başka kaynaktan etkilenmiş olması da mümkündür. Öte yandan, bu yasa
düzenlemeleri ve bunlardan etkilenen Hitit yasaları gibi diğer kanun metinleri arasında, üslûp ve
muhteva cihetiyle ortak bir çok yön bulunduğu gibi, zamana ve kültürel yapı değişikliğine bağlı
21
olarak, önemli farklılıklar da gözlenmektedir. Meselâ, Sumer ve Hitit yasalarında kısas (lex talion)
ilkesi görülmezken, Sâmî geleneklerine bağlı kaldıkları anlaşılan Bâbil ve Assur yasalarında bu
ilke hâkimdir.
Bu yasa derlemelerinin, bir yönetici veya hukukçular kurulu tarafından hazırlanan yasalar
olmaktan daha çok; o zamanki örf ve âdet kurallarından devlet gücü ile desteklenenlerin ve söz
konusu geleneksel hukuku uygulayan hâkimlerin kararlarının derlenmesiyle oluştuğu
anlaşılmaktadır. Özellikle bu son niteliğinden dolayı, bu yasaların tümü kazuistik bir nitelik taşır,
yâni, bize bugün oldukça bıktırıcı gelen bir şekilde her münferit olayı/suçu tek tek zikrederek ona
ilişkin cezayı belirtme yoluna giderler. Diğer yandan bu yasa ve fermanların o toplumdaki hukuk
kurallarının ancak bir kısmını yansıttığını, bu durumun, bunların en kapsamlısı olan Hammurabi
Kanunnâmesi için bile böyle olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır. Onun için de bu
düzenlemeleri günümüzdeki anlamıyla bir kanun külliyâtı ve kodifikasyonu olarak
değerlendirmek oldukça güçtür. Münferit olaylardan bağımsız, tamamen genel ve soyut hukuk
kuralları şeklindeki hukukî düzenlemelerin yapılması insan kültürünün ve buna bağlı olarak insan
zihninin ve idrak düzeyinin gösterdiği gelişmelere paralel olarak, medeniyetin daha ileri
aşamalarında gündeme gelecektir.
a. Urukagina Mecellesi (M.Ö. 2350’ler)
Sumer kent devletlerinden Lagaş'ta hüküm süren (2351-2342), tarihte bilinen eşitlik ve
özgürlük sloganlarıyla ortaya çıkan ilk sosyal reformist, kral Urukagina'nın koyduğu, kendi adıyla
anılan Urukagina Yasaları, Sumer'in ve insanlığın bilinen en eski yazılı hukuk kurallarıdır. Özel
durumundan dolayı, Urukugina'nın yasa koyma boyutundan daha önce reformist niteliği üzerinde
durmak ve onun bu fermanını da bir yasa metninden ziyade bir sosyal reform manifestosu olarak
kabul etmek belki daha doğru olur.
Ruhban ve papaz patesi'lerin yüksek ve zengin sınıflarla birleşerek yaptıkları hudutsuz
mezâlime karşı çıkan ve başına geçtiği halk tabakasının isyan ve ihtilâli neticesinde Lâgaş
hükümdarı olan Urukagina'nın, zenginlerin fakirleri sömürmesine ve hepsinin de ruhbânlarca
istismarına karşı bayrak açtığı görülmektedir. Çıkardığı emirnamede belirtildiğine göre, rahipler
her türlü yolsuzluğa bulaşmışlardı. Cenaze törenlerinden aşırı ücretler talep ediyorlar; Tanrıya
(yâni topluluğa) ait toprakları, sığırları, araç gereçleri, köleleri kendi malları gibi kullanıyorlardı.
Ayrıca, rahipler fakir kimselerin bahçelerine girip odun toparlarlardı. “Eğer, bir büyük adamın evi
sıradan bir vatandaşın evi ile bitişikse,” uygun bir bedel ödemeksizin onun mülkünü
kendisininkine katabiliyordu. "Eğer halktan birinin güzel bir eşeği doğmuşsa ve onun efendisi onu
almak isterse, nadiren onun razı olacağı bir bedel öderdi".
Rahipler sınıfını açgözlülükle, yargılama faaliyetlerinden rüşvet almakla, vergi adı altında
çalışan kitleleri soymakla ithâm eden bu reformist-kral, mahkemeleri rüşvetçi görevlilerden
temizledi; alınacak vergileri ve tapınak ödentilerini düzenleyen ve malları gasp edilen insanları
koruyan ve bu zorbalıkları cezâlandıran kanunlar getirdi. Halkını özgürleştirmekle ve onlara eşitlik
getirmekle övünen bu yüce reformcunun kendi fermanına kulak verelim:
Artık bundan böyle yüksek rahip, dul kadının bahçesine gelip ağaçlarını almayacak ve
meyvelerinden vergi almaya kalkmayacaktır; cenaze merasimi için alınan ücretler, daha önce
22
alınmakta olanın beşte biri düzeyine indirilecektir. Ayrıca, rahipler ve yüksek dereceli memurların,
tanrılara sunulan hediyeleri ve kurbanlık sığırları vs. aralarında paylaştırmaları uygulaması da
yasaklanmıştır. Borçları ve vergileri sebebiyle hapsedilen 'Lagaş oğulları' için af çıkarılacaktır.
Urukagina, bu şekilde, papazların ve memurların hareket ve icrââtlarını sıkı bir kontrol
altına aldı; daha önce ihmal edilen töre ve kanunları uyguladı, suiistimallere yolsuzluklara zulüm
ve baskılara son verdi. Fakirlere, dul ve yetimlere yapılan zorbalıkları kaldırdı. Papazların
hâkimiyetleri zamanında meşrü görülen ve yaygınlaşan, bir kadının aynı zamanda bir kaç erkeğin
zevcesi olması müsâadesini kaldırdı. Bu arada, dinî bir mahiyeti olan Patesi unvanını bırakarak
Kral unvanını aldı.
O devirlerin hâkim mantalitesine göre, o da, gerek kral oluşunu, gerek ortaya koyduğu
Mecelleyi kendisinin değil, yağmur tanrısı Ningirsu'nun bir iradesi olarak takdim eder:
"Tanrı Ningirsu (Lagaş'ın baş tanrısı) lagaş Krallığını bana verince, beni otuz altı bin adam
arasından seçip kral yapınca, eski günlerin tanrısal yasalarını yeniden uygulamaya koydum".
Urukagina’ya göre, kendinden önceki yöneticiler fakir halka zulemttikleri için Tanrı’nın
gazabına uğramışlardı ve bu durumda, kendisinin yönetimi ele geçirmesi meşru hal almıştı.
Urukagina’nın vefatından sonra, rahipler tekrar eski konumlarını kazandılar. Bir süre sonra
da Urukagina’nın kenti Lagaş en parlak döneminde istilaya uğradı ve yerle bir edildi. Komşu site
devleti Umma’nın Patesi olan Lugalzaggisi, Urukigana’dan memnun olmayan papaz, zengin ve
yüksek memur kesimlerinin de teşvik ve yardımı ile Lagaş üzerine yürüdü, şehri yağma ve tahrip
etti; Lagaş Krallığı ortadan kalktı.
Sonraki devirlerde de Ur şehrinin kralı (III: Ur sülalesinin kurucusu) Ur-Nammu
(M.Ö.2112-2093) ve oğlu Dungi (bir diğer adı Şulgi) (2094-2047) mevcut yasaları, gelenekleri bir
araya toplayarak, toplumda adaleti sağlamak için hukuki düzenlemeler yapmışlardır.
b. Ur-Nammu Mecellesi (M.Ö.2100’ler)
Sumer kralı, III: Ur sülalesinin kurucusu Urnamu (2111-2094) tarafından çıkarılan bu
Kod’un, aslında Dungi (bir başka adı Şulgi)’ye (2094-2047) ait olduğu, onun tarafından derlendiği
de ileri sürülmektedir. Urukugina’dan sonra Sumer’lerin en büyük kanun vazıı, adaletin yeniden
kurucusu olarak tanınan Dungi/Şulgi’dir. Aslında, bu metin, insanlık tarihinde elimizde mevcut
ilk yazılı hukuk kodu olarak kabul edilmek gerekir. Çünkü, her ne kadar Urukagina Yasaları daha
önce ise de bu kodun yazılı metni elimizde bulunmaktadır, onun hakkında diğer laynakların
yaptıkları atıf dolayısıyla bilgi edinmekteyiz. O da geleneğe uyarak, kendisinin konumunu ve
çıkardığı kanunları ilahi bir iradenin eseri olarak takdim etmektedir:
Gök tanrısı Anu ve Enlil, Ur kentini yönetmek için ay tanrısı Nannar’ı görevlendirdiler, O
da beni kral olarak seçti. Güneş tanrısı Şamaş’ın hakça kanunlarıyla ülkemde adaleti
gerçekleştirdim. “Memlekette adaleti tesis ettim; öksüz, zengine teslim edilmedi; dul kadın,
kuvvetli adama teslim edilmedi…”
Kral Ur-Nammu, tarihte ilk defa, tüm Sumer ülkesine şamil kapsamlı bir kanun külliyatını
ilan edip uyguladı ve Mezopotamya Bölgesine istikrar getirdi; bunun sonucu ticaret yaygınlaştı
23
refah ve zenginlik arttı. Ur ve diğer şehirleri imar etti. Daha sonra, oğlu Dungi de bu çizgiyi devam
ettirdi. Bu metinlerde yaralama ile ilgili suçlar için para cezaları öngörülmkte, tarla ve tarımla ilgili
konularda çıkacak ihtilafın nasıl çözüleceğine ilişkin hükümler yer almaktadır. Urnammu
Yasaları’na göre ölüm cezasını gerektiren suçlar şunlardır: adam öldürme, hırsızlık, evlenmiş
ancak hala bakire olan (baba evinden çıkmamış) bir kadına tecavüz. Evli bir kadının zina yapması
durumunda, sadece kadın öldürülür. Diğer bazı hükümler de şöyle:
- “Bir adam kız olarak aldığı eşini boşarsa bir mana gümüş; dul olarak aldığı eşini boşarsa
yarım mana gümüş tartar” (m.6,7).
- “Bir adam bir adamı büyücülükle itham ederse nehir tanrısının adaletine götürülür (nehre
atılır). Eğer nehir tanrısı temize çıkarırsa (boğulmazsa) o zaman, onu itham eden kişi üç
şekel gümüş öder.” (m.10).
- “Bir adam bir başkasının eşini kucakta yatmakla (zina ile) itham ederse, nehre atılır. Nehir
Tanrısı temize çıkarırsa (boğulmazsa), onu itham eden kişi 1/3 gümüş mana öder.” (m.11).
- “Nişanlanmış bir kızı, babası başka bir adama verirse, aldığı başlık parasının iki mislini
karşı tarafa ödeyecektir”. (m.12).
Yukarıda, onuncu maddede, itham eden ve edilen kişilerin maruz kaldıkları/kalabilecekleri
ceza miktarı arasındaki dengesizlik dikkat çekicidir. İtham edilen kişi, ölümle sonuçlanması
kuvvetli muhtemel bir risk altına alınırken; itham eden kişinin karşılaşacağı muhtemel risk ise üç
şekel (takriben iki koyun karşılığı) bir tazminat ödemektedir. Aynı yasanın on birinci maddesinde,
birisi tarafından zina ithamıyla karşılaşan kadının, suçlu olup olmadığının anlaşılabilmesi için,
“nehir tecrübesi”ne tabi tutulacağı öngörülmekte, “eğer Nehir İlahi kadını temize çıkarırsa” (itham
edilen kadın boğulmaz ve sudan sağ çıkarsa), onu suçlayan kişinin yirmi şekel kadar tazminat
ödemesine hükmedilmektedir. Bir karşılaştırma yaparsak, Hammurabi Kanunnamesi’nde de her
iki durumda “su tecrübesi” uygulamasına gidilmektedir:
- Bir kimse, bir adam hakkında bir suçlamada bulunur ve suçlanan kişi ırmağa gidip ırmağın
üzerinden atlar da batarsa, suçlayan kişi onun evine sahip olur. Ama ırmak suçlanan kişinin
suçlu olmadığını kanıtlar ve o kişi canı yanmadan kurtulursa o zaman onu suçlayan kişi
ölümle cezalandırılır ve ırmağı atlayan kişi kendisini suçlayanın evine sahip olur. (m.2).
- Bir adamın karısının başka bir adam ile ilgili olarak dedikodusu yapılırsa; ancak, kadın
diğer adamla uyurken yakalanamazsa kadın, kocası için (kocasının onurunu korumak için),
nehre atılır, (m.132).
Ancak, sonuçlar Hammurabi Kanunnâmesi ile kıyaslandığında arada önemli farklılıklar
olduğu görülür: İtham edilen kişi temize çıkarsa (nehirden sağ çıkarsa), Hammurabi
Kanunnâmesi'ne göre, suçlayan kişi öldürülür ve sâhip olduğu mal varlığı da büyücülük yapmakla
suçladığı kişinin olur. Dikkat edilirse, konunun esasındaki kabul edilemezlik, yânı ithâm edilen
kişinin kendi suçsuzluğunu ispat etmek için nehre atlama zorunda bırakılmasındaki irrasyonellik
bir tarafa bırakılırsa, Hammurabi Kanunnâmesi’nde, iki tarafın tâbî tutuldukları riskler arasında
bir denge sağlama çabasının varlığını gösteren bir gelişme ve değişiklik göze çarpmaktadır. Orta
Assur Yasaları'na gelindiğinde, bu denge sağlama çabasının daha ileri bir noktaya ulaştığı
gözlenmekte:
24
"Bir kişi, bir kadını zina etmekle itham ederse, itham eden kişinin de itham edilen kadınla
birlikte "nehir tecrübesi”ne tâbî tutulması gerekir (m.17)".
Herhalde, yasa koyucu, böyle bir hüküm getirerek, yerli yersiz ithamda bulunmaların
önünü almak istemiştir. Tabii, kendisini ölüme atacak derecede gözü dönmüş bir müfterinin,
masum bir kadının ölümüne yol açması ihtimali yine de kaldırılabilmiş değildir. Ancak, her iki
tarafın da bu tecrübe sonunda boğulmaları veya kurtulmaları hâlinde, ortaya çıkacak olan
paradoksal duruma, yâni, “nehir ilâhı“nın ne yapmak istediğini yorumlamadaki güçlüğe nasıl bir
çözüm bulunduğunu bilemiyoruz. Böyle bir durumda, hukukî bir meselenin felsefi/metafizik bir
boyuta taşınması ve herhalde kişileri "Nehir İlâhının sorgulanması noktasına getirmesi kaçınılmaz
olurdu. İlâhlar adına bu soruya cevap verme konumunda bulunan rahiplerin, eğer böyle bir suâl
soracak kişi çıkmışsa, zamanımızdaki emsallerinin yaptığı gibi, "hikmetinden suâl olunmaz"
demekten başka çâreleri kalmamış olsa gerek...
Burada verdiğimiz örnekte, Ur-Narnmu'dan (2111-2094) Hammurabi (MÖ. 1783) ve Orta
Assur Kanunları'nz (M.Ö. 12501er); bin yıla yakın bir süreç içinde, hukuk mantığı açısından
giderek bir aklileşme süreci (bu süred Weben/en mânâda değerlendirmek doğru olmayabilir)
görülmekte ise de banım her zaman ve her konuda böyle olduğu ileri sürülemez. Nitekim, aynı
Orta Assur Yasaları'na göre:
Bir adam bir kadım döver ve onun çocuğunun düşmesine sebep olursa, ceza olarak o
adamın karısının da çocuğu düşürtülür, (m. VII: 50). Bir başka maddede ise. (m. VlIl.55) Bir adam,
babasının evinde oturan namuslu bir bakire kıza tecavüz ederse: ceza olarak, bu adamın karısı o \
adamın yaptığının aynısını kendisine yapması için, kızın babasına teslim edilir.
Görülüyor ki, bir alanda ilerleme müşahede edilirken, başka bir konuda da gerileme
gözlenebilmektedir. Diğer yandan, zaman içinde kişisel intikam ve bedensel ceza
uygulamalarından kamu organlarınca cezalandırma ve tazmînât/hapis uygulamalarına doğru bir
geçişten bahsedilebilirse de, bu evrimin hep bir düz çizgi hâlinde gitmediği görülmektedir. Zaman
zaman, içinde bulunulan sosyal şartlara ve kültürel ortama göre çok eski dönemlerdeki
uygulamalara geri dönüldüğüne de şahit olunmaktadır. Meselâ Urukugina Kanunnâmesinden
neredeyse iki bin yıl sonra, Yeni Bâbil Dönemine (625-539) ait bir kanunnâmede, kişisel intikam
uygulamasına izin, verildiği görülmektedir.
"Eğer bir adam/kadın bir adamın evine girip birisini öldürürse, katiller ev sahibine verilir."
Ur-Nammu (veya Dungi) Kodu’nun, Hammurabi Mecellesi’ne esas oluşturan
kaynaklardan biri olduğu düşünülmektedir. Diğer yandan, takriben 300 yıl daha önce olmakla
beraber, bu kodun, Hammurabi Kanunnâmesi kadar haşin olmaması dikkat çekmektedir. Meselâ,
lex talions ilkesi bu kodda görülmez; söz konusu ilke ilk defa Hammurabi Mecellesinde (M.Ö.
1783) karşımıza çıkıyor. Meselâ, Ur- Nammu Kodu’ nda göz çıkarmanın cezası, kısas değil, ½
mina olarak öngörülüyor. Bu durumun açıklaması olarak, Ur-Nummu Kodu’nun Sumer kodu
olmasına karşılık, Hammurabi Kanunnâmesinin Semitik bir kod olması ileri sürülmekte.
Gerçekten, Ur-Engur ve Ur-Nammu Mecelleleri’nin, Hammurabi Kanunnâmesi’ne kıyasla hem
daha sâde ve basit olduğu; hem de daha az şiddetli cezalar içerdiği görülür. Meselâ, bu eski Sumer
Kodları, zina eden kadın için, kocasının ikinci bir eş alması ve birinci eş konumunu kaybetmesi ve
25
alt statüde eş konumuna düşme gibi cezalar tesbît ederken; Hammurabi Kodu ise, aynı fiil için
ölüm cezası öngörmektedir.
c. Ana İttişu Mecellesi (M.Ö, 2000 civarı)
Akkadlardan evvelki dönemlerde de isimlerini ve mensup oldukları siteleri bilmediğimiz
bir takım şârîlerin bulunduğu şüphesizdir. Meselâ Ana İttişu kodu bunlardan biridir. Eski Bâbil
dönemine ait Nippur ve Assur kopyaları olarak, iki nüsha hâlinde, yedi tabletten ibaret bir yasa
metni olup, Sumerce ve Akkatça olmak üzere iki dilde yazılmıştır. Hukukî belgeleri düzenlerken
kullanılacak ifade formüllerini kâtiplere öğretmekle ve aile hukuku ile ilgili maddeler ihtiva
etmektedir.
Ana-İttişu Yasaları'nda, kocasından nefret edip, onu reddeden bir kadın nehre atıldığı
halde; aynı davranışta bulunan kocanın bir miktar tazminat ödemesi yeterli olabilmektedir.
d. Lipit-İştar Mecellesi (1934-1924)
Bu yasalar, İsin Larsa Hanedanı'nın beşinci kralı olan ve kendisini aynı zamanda hem
Sumer, hem de Akkad kralı olarak takdim eden Lipit- İştar tarafından ilân edilmiştir. Kendi adıyla
anılan bu mecellenin giriş kısmında, kral, tanrıların kendisini yönetici kıldıklarını ifade ettikten
sonra, yine tanrılarca kendisine verildiğini ileri sürdüğü misyonun ne olduğunu şöyle dile getirir:
Ben akıllı çoban, Ur'un sâdık çiftçisi Lipit-İştar, tanrı Enlil’in iradesine uygun olarak
Sumer ve Akkad'da adaleti tesis ettim. Sumer ve Akkad'ın köleliğe koşulmuş kızlarına ve
oğullarına özgürlük, eşitlik getirdim; babanın çocuklarıyla, çocukların babalarıyla dayanışmasını
temin edenim ben... Sumer ve Akkad'da gerçek ve doğruluğu tecelli ettirdim; halkın bedenini
hoşnut ettim, onlara refah getirdim. Sumer ve Akkad'da gerçek adalete bağlı olunsun...
İsin şehri bir Sâmî şehri olmakla beraber, bu dönemde Sumer kültürü hâlâ güçlü ve etkin
olduğundan, Sumerce dilinde yazılan bu kanun metninin ne ölçüde Sumer, ne ölçüde Sâmî
geleneklerini yansıttığı tartışılmaktadır. Her iki kültürün de bir karışımı olduğu söylenebilir.
Esas metnin beşte biri kadar olduğu tahmin edilen mevcut tablet, bahçe-tarla ihlâlleri,
hayvan kiralama, aile ve mîras hukuku, kölelerle ilgili düzenlemeleri ihtiva etmektedir.
Düzenlenme tarzı ve ihtiva ettiği maddelerin konuları bakımından Hammurabi Kanunnâmesi’nin
prototipi olduğu kabul edilmektedir. Hammurabi Yasası, hemen bütünüyle Lipit-İştar kanunlarının
bâzı maddelerini tekrarlar; alım-satım ve borçlarla ilgili hükümler, Sumer’lerin formülleri ve
terimlerini aynen sürdürmektedir. Bâzı maddeler:
- Bir adamın bahçesine hırsızlık için giren kişi 10 şekel gümüş öder. (m. 10).
- Başkasına ait bir bahçeden ağaç kesen kişi yarım mana gümüş öder. (m. 10). [Bu hüküm
Hammurabi Kanunnâmesi’nin 59. maddesinde aynen yer almaktadır).
- Efendisine kölelik bedelini ödeyen köle âzât olur. (m. 14).
- Bir sokak kadınından çocuk sâhibi olan kişinin çocukları onun mîrasçısı olur. (m. 27).
26
e. Eşnunna Mecellesi (M.Ö. 1950}
Bu yasaların yer aldığı tabletlerin bulunduğu yerin adıyla alınan bu metnin kim tarafından
yazıldığı bilinmemektedir. Eski Bâbil döneminde, Eşnunna kralı Daduşa zamanında yazıldığı
tahmin edilmektedir. Akkad’ca olduğu için, Bâbil hukuku bölümünde değil, burada ele alınmıştır.
Bize ulaşan ilk Akkad'ca yasa metni olup, altmış bir paragraflık bir kısmı elimizdedir, giriş ve
sonuç kısımları da eksiktir. Ceza, medenî, borçlar ve veraset hukuku ile ilgili hükümler yer
almaktadır. Sumer yasalarında olduğu gibi çeşitli suçlar için para cezalarına hükmedilmektedir.
Bir kaç örnek vermek gerekirse:
- Eğer gemicinin ihmali sonucu gemi batarsa, gemici gemide batan malların bedelini
tazmin edecektir, (m. 5).
- Bir adamın, henüz mirastan hissesini almamış oğluna veya kölesine güvenilmeyecektir.
(m.16). [Yâni, babası sağ olan bir evlatla ve bir köle ile sözleşme, alış-veriş
yapılmayacaktır],
- Eğer bir adam, kendisine hiç bir borcu olmayan bir adamın kadın kölesine haciz kor,
evinde tutarken onun ölümüne sebep olursa, kölenin sahibine iki kadın köle ödeyecektir,
(m. 23).
- Eğer bir adam, kendisine hiç bir borcu olmayan bir muskenum'un karısı veya oğlunu
haczeder ve evinde tutarken onların ölümüne sebep olursa, bu bir can dâvasıdır, haczi
yapan kişi ölecektir, (m. 24).
- Bir adam bir kızla nişanlanmış da kayınpederi kızı buna rağmen başka birine vermişse,
kızın babası, almış olduğu başlık parasını iki kat olarak iade eder. (m. 25).
- Eğer bir adam, bir kızla, ailesine başlık parası vererek nişanlanmış, fakat bir başka kişi
kızın ana-babasın sormadan kıza zorla tecavüz ederse, bu bir can dâvasıdır, ölecektir,
(m. 26).
- Eğer bir adam, birisinin kızını ana babasının iznini almadan ve bir nikâh akdi yapmadan
alırsa, kız adamın evinde bir yıl kalmış olsa da o adamın karısı olmaz, (m. 27).
- Bir adam kentini ve Bey’ini terk edip giderse, bu arada geride kalan karısı evlenmişse, bu
kişi geri döndüğünde artık karısı üzerinde bir hak iddia edemez, (m. 30),
- Bir adam malını emânet olarak hancıya vermiş ve duvar delinip, pencere sökülmemiş
olduğu halde malı yok olmuşsa, emanetçi bu malın bedelini öder. Yok, duvar delinmiş ve
han sahibinin de eşyaları çalınmışsa, han sahibi tapınakta tanrı yemini ederek “bir hata
yapmadığını, yalan söylemediğini" beyân ederse o zaman bir şey ödemez, (m. 36-37).
- Bir adam, elinde tuttuğu, başkasına ait bir köleyi, hayvanı veya başka değerli olan bir şeyi
satın aldığını iddia eder, fakat kimden satın aldığını isbat edemezse o hırsız sayılır, (m. 40).
- Eğer bir adam, bir adamın parmağını koparırsa 2/3 gümüş mana tazminat öder. (m, 43).
- Süsken (insanları boynuzlama huyu olan) bir öküzün sahibi, uyarılara rağmen öküzünün
boynuzunu körletmediyse, bu öküzün bir adamı boynuzlayıp öldürmesi hâlinde, ölen
kişilerin yakınlarına 2/3 mana (kırk şekel) öder. Ölen kişi köle ise 15 şekel tazminat öder.
(m. 54-55).
- Eğer bir adam, yıkılmaya yüz tutmuş duvarını, ikazlara rağmen tamir ettirmemiş ise ve
duvar bir adamın üstüne yıkılıp onun ölümüne sebep olduysa, bu bir can dâvasıdır, kralın
hükmüne bağlıdır, (m. 58).
27
Ölüm cezasını gerektiren suçlar: Bir kişinin, gece vakti bir miskenum'a ait tarlada ekin
destelerinin arasında, veya evde yakalanması durumunda; başlık parası verilmiş ana baba evinde
oturmayı sürdüren bir kıza tecavüz hâlinde; evli, kadının zina etmesi; bir miskenum'un oğlunun
veya karısının haksız yere rehin alınıp ölümüne sebep olunması.
Bedene yönelik saldırı ve yaramalarda çok farklı durumlar için ayrıntılı düzenlemeler
yapıldığı görülmekte ve her durumda ödenecek para cezaları belirtilmektedir: ısırmak, göz, kulak,
el, ayak, parmak kaybına yol açmak, yumruklayarak devirmek, tokatlamak vs. Bir başkasının
yaralanmasına yol açan bir kavgaya karışan on şekel gümüş ödeme cezasına çarptırılırdı. Bu suçlar
için para cezası öngörülmesi, "göze göz" ilkesinin benimsendiği Hammurabi Kanunnâmesi'ne göre
farklı bir yaklaşımı sergilemektedir.
2. AİLE HUKUKU
Sumer hukukunun aileye büyük önem verdiği, karı-koca ve çocuklar arasındaki görev ve
sorumluluklara ilişkin karşılıklı ve dengeli kurallar koyduğu görülmektedir. Bu durum, Sumer
dininde mabutlara mukabil mâbûdelerin olması ve mabetlerdeki rahiplerin yanında râhibelere de
yer verilmesi ve bunlara gösterilen ihtiram ile paralellik göstermektedir. Evli kadın, kendi mâlik
olduğu mallar üzerinde dilediği gibi tasarruf hakkına sahip bulunmaktadır. Koca, karısının malları
üzerinde onun rızası olmadan tasarrufta bulunamamaktadır. Çocuklar üzerinde velayet hakkı, esas
itibariyle baba'ya tanınmış olmakla beraber, babadan sonra velayet hakkı anaya aitti. Baba ve
ananın ölümü hâlinde velayet hakkı en büyük çocuğa intikâl ederdi.
Gelin, evlenirken babasının verdiği cihazı üzerinde tasarruf hakkına sahipti; ve her ne kadar
kocasıyla birlikte kullansalar da, vasiyet yoluyla da dilediği gibi tasarrufta bulunabilirdi. Çocuklar
üzerinde kocasıyla birlikte eşit haklara sahipti ve kocasının veya yetişkin erkek evlâdın
yokluğunda evi ve mal varlığını yönetirdi. Kocasından bağımsız olarak iş/ticaret yapabilirdi ve
kendine ait köleleri tutabilir veya elden çıkarabilirdi.
Ancak, bu olumlu hükümlerin yanında, Sumer Hukukunda, erkek karısını alacaklısına
rehin olarak verebilmekte; sadakatsizlik gösteren karısını köle olarak satabilmektedir. Zina erkek
için mazur görülebilen bir şeydi, ama kadın ölümle cezalandırılırdı. Kadından, kocasına ve siteye
çok sayıda çocuk vermesi beklenirdi; eğer kısır ise, boşanması için başka bir sebep aramaya gerek
yoktu. Eğer karılık/analık görevlerini yapmaktan içtinap edecek olursa, nehre atılırdı. Diğer
yandan babanın evlatları üzerinde de mutlak bir hâkimiyet hakkı olduğu da anlaşılmakta. Babasını
inkâr eden bir çocuğu babası, köle tıraşı yaptırıp, köle olarak satabilirdi.
a. Nişanlanma
Evlenecek erkek ve kadının velileri, kendi aralarında çocuklarının evlenmelerini
kararlaştırırlardı. Kızın babası, oğlan babasının teklifini kabul ettiği takdirde; müstakbel
kayınpeder kendisine "Tirhatu" (nişan hediyesi) denen bir miktar mal ve para verirdi, [Tirhatu'yu,
Tosun-Yalvaç "başlık, zifaf hediyesi"; Mumcu da "mehir" olarak tercüme etmektedir.]. Kızın
babası da, müstakbel damadına “Şeriktu" (cihaz, drahoma) denen ve gerçekte kızın gelecekte
babasının terekesinden alacağı mîras hissesine tekabül eden bir hediye verirdi. Hediyelerin
karşılıklı olarak teâtî edilmesiyle nişanlanma tamamlanmış olurdu. Nişanın bozulması da
mümkündü; bu durumda tarafların aldıkları hediyeleri iade etmeleri gerekirdi.
28
b. Evlenme
Sumer hukuku, evlenmeyi, tek taraflı bir akit olarak kabul etmiştir. Aileler arasında
mutabakat sağlandıktan sonra, evlenecek erkek, şahitlerin huzurunda, evleneceği kadının haklarına
riayet ve ona karşı görevlerini ifa edeceğini taahhüt eden bir belgeyi imzalardı. Böyle bir evlenme
akti olmadan yapılan evlilikler meşrû sayılmaz, kadın kocasının meşrû karısı olarak kabul
edilmezdi. Kezâ bu evlenme aktinde, erkeğin evleneceği kadına vereceği Nudunnu [evlilik
hediyesi, mehir?] denen hediyenin miktarı da belirtilirdi. Bu hediyeler de öncekiler gibi kadının
mülkiyetine dahil olurdu.
Hukuk sistemi, esas itibariyle monogami'yi, yâni bir erkeğin aynı zamanda tek bir kadınla
evli olması esasını kabul ediyordu. Kural olarak, bir erkeğin meşrû tek bir karısı olabilirdi. Ancak,
bâzı hallerde ve belli şartlarda, erkeğin ikinci bir kadınla da evlenebilmesi mümkündü. Fakat,
kocasına çocuk doğuramayan bir kadın, ona bir odalık/câriye temin edecek olursa, erkek ikinci bir
kadınla evlenemezdi. Karısının temin ettiği bu odalıktan doğan çocuklar da, hukukî bakımdan,
erkeğin meşrû karısından doğmuş meşrû çocuklar statüsüne girerdi. Karısının ağır, daimî hastalığı
veya kısırlığı durumunda, erkek kendisi de, karısını terk etmemek ve ona bakmaya devam etmek
kaydıyla bir odalık alabilirdi. Ancak bu kadın erkeğin meşrû karısı sayılmadığı gibi, doğacak
çocuklar da babaları tarafından tanınmadıkça ve bu tanınma ilân edilmedikçe meşrû karısından
doğan çocukların statüsünü kazanamazdı.
Sumer hukuku, evlât edinmeyi kabul etmekteydi. Evlat edinen kimse, evlat edindiği
çocukla rabıtasını dilediği zaman serbestçe bertaraf edebilirdi ama evlatlık için böyle bir hak
tanınmamıştı. Kendisini evlat edinen kişiye karşı münasebetlerinde saygısızca davranışlarda
bulunan evlatlık zincirlenerek köle gibi satılabilirdi veya sokaklarda teşhir edildikten sonra aileden
de tard edilirdi.
c. Boşanma
Esas itibariyle evlenme akti Sumer hukukunda feshi imkânsız bir akit olarak
değerlendirilmekle beraber; bâzı özel durumlarda erkeğe ve kadına boşanma talebinde bulunma
hakkı tanınmaktaydı.
Kadın, kocasının sadakatsizliği, alâkasızlığı, evlilik hukukuna riayetsizliği gibi sebeplerle
boşanma talebinde bulunabilirdi. Bu iddiaları kanıtlanırsa, kendine ait malları muhafaza eder, hattâ
kocasından bir miktar tazminat da alabilirdi. Erkek de bâzı hallerde boşanma talebinde
bulunabilirdi. Ancak, meselâ, çocuk doğurmadığı için karısından boşanmak isteyen erkek,
boşanma durumunda karısına bir miktar tazminat öderdi. Boşanmaya kadının sebep olması halinde
ise böyle bir tazminat söz konusu olmazdı.
3. MİRAS HUKUKU
Sumer hukukunun mirasla ilgili hükümlerini, babanın veya ananın ölmesi durumuna ilişkin
olarak ayrı ayrı ele almak gerekir. Babanın vefatı halinde erkek çocuklar eşit olarak kendisine vâris
olurlardı. Eğer baba, bâzı erkek çocuklarını evlendirmeden vefat etmişse, bu erkek çocuklar, miras
hisselerinden başka, evlenme masrafları tekabül eden miktarda bir fazla alırlardı. Kız çocukları
evlenirken, babalarından cihaz (şeriktu) aldıklarından, bunun onların miras hisselerine karşılık
olduğu düşünülür ve kız çocukları babalarına mirasçı olamazlardı. Eğer baba, kız çocuklar henüz
evlenmeden vefat etmişse, miras bütün çocuklar arasında evlenmemiş kızlar da dahil eşit olarak
29
paylaşılırdı. Vefat eden babanın, hem meşrû karısından, hem de odalığından çocukları varsa, bu
ikinci kategorideki çocukları, ancak babaları sağlığında kendilerini evlat olarak tanımışlarsa
babalarına vâris olabilirlerdi. Kadın, evlenirken kocasından nudunnu aldığından, ölen kocasına
mirasçı olamazdı. Ancak, çocuğu olan kadın, dul kaldığı sürece, ölen kocasının evinde ikâmet eder
ve kocasından kalan bu mülkün intifâ hakkına sahip olurdu. Aynı şekilde, annenin vefatı hâlinde
de kocası mirasçı olmaz, mal varlığı çocuklarına geçer; çocuklarının bulunmaması hâlinde ise
malları kendi babasına intikâl ederdi.
Çocukları henüz küçük ise, kocası ölen kadın ancak çocukların babalarından kalan malları
üzerindeki haklarına bir halel gelmemesi şartıyla yeniden evlenebilirdi. Hem annelerinin, hem de
evleneceği erkeğin bu konuda yazılı bir teminat vermeleri icâp ederdi. Diğer yandan, Sumer
hukuku, erkek çocuklara, ileride kendilerine geçecek miras paylarını, hayatta olan babalarından
isteme, müstakil ev kurma hakkı tanıyordu. Bu hakkını kullanan evlât, babasının vefatı hâlinde
artık mirastan pay talep edemezdi. Bu uygulamanın daha sonra İbranî hukukuna ve Hıristiyanlığa
da geçtiği görülmektedir. İncil'de, iki evlattan birinin babasından mîras payını talep ettiği ve aldığı
bu mîras payı ile komşu şehirlere giderek oralarda bu paraları sefahat içinde harcadıktan sonra
sefil bir durumda tekrar baba evine döndüğünün anlatıldığı "Kaybolan Oğul" kıssası çok
meşhurdur.
4. BORÇLAR VE TİCARET HUKUKU
Sumer hukuku, mülkiyet hakkı üzerinde önemle durmuş; mülkiyet hakkını ihlâl eden
davranışları çok ağır cezalarla cezalandırmıştır. Menkul ve gayrimenkullerde mülkiyet hakkı
fertlere tanındığı gibi tüzel kişilere de tanınmıştır. Mülkiyet hakkının mübadele, alım-satım ve
mîras gibi yollarla intikâl edebileceği belirtilmektedir. Taşınmazların satışının mutlaka yazılı bir
sözleşmeye dayanılarak yapılması gerekirdi. Bu arada, arazilerini boş tutan, işletmeyenler için de
ağır cezalar öngörülmüştür.
Borçlar ve ticaret hukuku alanında da Sumer hukukunun önemli gelişmeler gösterdiği
anlaşılmaktadır. Sözleşmelerin geçerliği bakımından resmî makamlarca tasdiki, tescili gibi
uygulamalara rastlanmaktadır. Sözleşme şartlarına uyulmaması hâlinde resmî makamların
müdahalesi söz konusu olabilmektedir. Meselâ, alacaklı, edimini îfâ etmeyen borçlu hakkında
takibatta bulunabiliyor; çift hayvanları dışındaki tüm mallarını haczettirebiliyor, hattâ bâzı
durumlarda onu köle olarak da satabiliyordu. Sumer Hukuku, özellikle arazi kiralaması ile ilgili
akitler üzerinde önemle durmuş, ayrıntılı düzenlemeler getirmiştir. Elde edilen üründen önce
toprak sahibinin payının ayrılması, sonra kiracının borçlarının ödenmesi, geri kalanın kiracıya ait
olması hükmü getirilmiştir.
Sumer Hukukuna göre, hayvanlar ve insanlar da kira aktine konu olabilirdi. Kiralanan
hayvana fena muamele edilmesinden dolayı bir zarar verilmişse kiralayan bunu tazmin etmekle
mükellef tutulurdu. Hayvanın kazaen ölmesi hâlinde, kiralayan sorumlu tutulmazdı; ancak,
kiracının, ölümün kazaen vuku bulduğunu, kendi kusurunun bulunmadığını mabudun huzurunda
yeminle teyit etmesi icâp ederdi.
Borç olarak verilen paralardan alınacak faiz miktarına azamî bir had getirilmiş, borçludan
% 40'dan fazla faiz alan alacaklının cezalandırılması yoluna gidilmiştir. Ödünç para vermelerde
alınacak azamî faiz {"sibtu") miktarının %40 olarak belirlendiği görülmektedir.
30
5. KÖLE HUKUKU
Sumerler de diğer çağdaşı toplumlar gibi köleci bir toplumdu ve köle kullanımı oldukça
yaygındı. Daha önce de işaret edildiği gibi, M.Ö. iki bin beş yüzlerde Lagaş sitesinde nüfusun
dörtte birine yakını köle statüsünde idi. Tahmin edileceği gibi, ana köle kaynağı savaşlardı. Komşu
ülkelerle yapılan savaşlarda ele geçirilen bu savaş esirleri kralın, ileri gelen devlet yetkilileri ve
zenginlerin saray ve konaklarında, tapınaklarda ve bunlara ait tarla ve işletmelerde çalıştırılırlardı.
Diğer bir çok kadîm toplumlarda da rastlandığı üzere, Sumer'de de kölelerin damgalanarak, saçları
belli bir şekilde tıraş edilerek hür kişilerden ayırt edilmelerinin sağlandığı ve kaçmalarının
önlenmeye çalışıldığı görülmektedir.
Hür olarak doğan kişiler, savaş dışında da, bâzı suçları işlemeleri veya borçlarını
ödeyememeleri durumunda köle statüsüne düşebiliyordu.
Sumer Hukukunda, erkek sadakatsizlik gösteren karısını köle olarak satabilmektedir.
Kendisini evlat edinen kişiye karşı münasebetlerinde saygısızca davranışlarda bulunan, onları
reddeden evlatlık zincirlenerek köle gibi satılabilirdi. Ana İttişu Mecellesinde, babaya karşı
gelmek de bir kölelik nedeni olarak gösterilmektedir (m.7). Babaların kendisine karşı çıkan oğlunu
tıraş ettirerek köle olarak satabileceği belirtilir. Aynı hak, kocasının vefâtından sonra kendisine
itaat etmeyen oğlunu ayağından damgalayarak satabilme bakımından, anneye de tanınmıştır.
Sumerlerde borç ödeyememek de bir kölelik nedenidir. Alacaklı, borcunu ödeyemeyen
borçlusunu, karısını, oğlunu veya kızını köle olarak alabiliyordu. Ancak bu halde kölelik, üç yıldan
fazla olamazdı.
Kölelerin hukukî statüsünü düzenleyen müstakil bir tablete rastlanmamış olmakla beraber,
elimizdeki hukukî metinlerde bu konuyla ilgili bâzı düzenlemeler görülmektedir. Sumer hukuku
da köleyi mal kategorisi içinde, yâni efendisinin malı olarak değerlendiriyordu. Böyle olunca,
köleye bir zarar verilmesi durumunda efendisine bir tazminat ödenmesi söz konusu oluyordu:
- Eğer bir adam, kendisine hiç bir borcu olmayan bir adamın kadın kölesine haciz koymuş
ve onu evinde tutarken onun ölümüne sebep olmuşsa, kölenin sahibine iki kadın köle
ödeyecektir.
Ancak, Yunan ve Roma hukukundaki statüsüyle karşılaştırıldığında, kölelerin durumunun
daha iyi olduğu söylenebilir. Köleler kişisel mal edinme hakkına sâhiplerdi ve özgürlüklerini satın
alabiliyorlardı. Kendi değerinin iki mislini ödeyen bir köle özgür olurdu:
- Efendisine kölelik bedelini ödeyen köle azât olur.
Diğer yandan, köleler Mahkemeye başvurabiliyor, kefil ve şahit olabiliyor, ödünç para
alabiliyorlardı. Yasal evlilik yapmaları da kabul ediliyor, hattâ hür kişilerle bile evlenebiliyorlardı.
Hür bir kadın, köle bir erkekle evlendiğinde, çocukları anaları gibi hür statüde olurlardı. Efendisine
çocuk doğuran bir odalık, efendisinin vefat etmesi durumunda özgürlüğünü kazanırdı. Çocukları
da, sağlığında babalarının kendilerini tanımış olması durumunda, diğer kardeşleri ile birlikte
babalarının mirasçısı olurdu. Bütün bu haklarına rağmen, köleler Sahiplerinin her türlü kötü
muamelelerine karşı korumasızdı; damgalanır, dövülür, kamçılanırlardı. Sumer toplumunda
kölelere devriyle kıyaslandığında çok kötü davranıldığı söylenemezse de, yine de, ihanetlerinden
çekinikliğinden, savaşlarda köle asker kullanılmazdı.
31
Sumer Hukukunda, kölelerin karıştıkları suçlara ilişkin ceza hükümleri incelendiğinde
kölelere karşı işlenen suçlara verilen cezanın hürlere karşı işlenenden daha hafif olduğu; buna
karşılık kölelerin hürlere karşı işledikleri suçların cezalarının ise daha ağır olduğu görülür. Hür bir
kişiyi öldüren bir başka hür kişi, ölenin ve öldürenin mensup olduğu kast durumuna göre bir miktar
tazminat öderken; aynı suçu işleyen bir köle öldürülürdü. Bedenî zarar veren köleye ise göze göz,
dişe diş, yâni kısas ilkesi uygulanırdı.
Sumer Kanunlarında kaçak kölelerle ilgili olarak çok ağır cezâlar öngörülmektedir. Ur-
Nammu Mecellesi, efendisine karşı gelen kölenin ağzının tuzla yakılması hükmünü koyuyor,
kaçak bir köleyi efendisine geri getirenlerin 10 şekel gümüşle mükâfatlandırılmasını emrediyordu.
Sumer kanunlarında kaçak köleyi himaye etmek ciddi bir suçtur. Kaçak köle saklayanın efendiye
bir başka köle vermek zorunda olduğu ya da 25 gümüş sekel ödeyeceği belirtilmektedir. Kaçak
kölelerle ilgili bir başka hükümde ise kaçak köleyi yakalayarak kendi evine getiren ve ona sahip
çıkan bir hürün hırsızlık suçu ile yargılanacağı bildirilmektedir. Sumer tabletlerinde âzâtlı kölelerle
ilgili bâzı hükümlere de rastlanmaktadır.
Kölelik konusunda Sumer'de o dönemler için, benzeri görülmeyen bir uygulamadan
bahsedilmektedir. Belki biraz aşırıya kaçan bu iddiaya göre, bâzı Sumer kralları, köleliğin
kaldırılması ve kölelerin serbest bırakılması konusunda tarihte bilinen ilk teşebbüslerde
bulunmuşlardır. Urukagina ve ondan iki yüz yıl kadar sonra Lagaş kralı/dînî lideri olan Ensi-
Gudea'nın (2144-2124) köleliğin kaldırılması ve harp esirlerinin serbest bırakılması konusunda
çaba gösterdikleri, ancak bu çabaların bir sonuç vermediği ileri sürülmektedir.
Akkad döneminde de kölelik şartlarının benzer bir durumda olduğu söylenebilir. Borç
köleliği uygulaması onlarda da tatbik ediliyor ve kollektif sorumluluk anlayışı içinde, bir tacirin
borcundan dolayı yalnız kendisi değil, çocukları da köle yapılabiliyordu. Keza, kölelere kısas
ilkesinin uygulandığı, başka bir köleyi öldüren kölenin de öldürüldüğü görülmektedir. Hür bir
kişinin bir köleyi öldürmesi durumunda ise, cezâ olarak köleyi öldüren kişinin de kölesi
öldürülürdü.
6. CEZÂ HUKUKU
Suçlunun tâkibi ve cezalandırılması devletin yetkili organlarınca yapılırdı. Adam öldürme,
yaralama, dövme, genel âdaba aykırı hareketler, tecavüz, hırsızlık gibi fiiller suç sayılarak,
bunların her biri hakkında çeşitli cezalar belirlenmişti. Şahıslara karşı işlenen suçlara verilecek
cezalar, suça muhatap olan kişinin hür olup olmamasına göre değişirdi. Kölelerin hür kişilere karşı
işledikleri suçların cezaları daha ağır olurdu. Bir hürü öldüren bir başka hür kişi, ölenin ve
öldürenin sosyal mevkiine göre değişen bir para cezası öderken, aynı suçu işleyen bir köle
öldürülürdü. Bir başkasına bedenî bir zarar veren köleye ise göze göz, dişe diş, yâni kısas ilkesi
uygulanırdı.
Akkad'da da kölelere kısas ilkesinin uygulandığı, başka bir köleyi öldüren kölenin de
öldürüldüğü görülmektedir. Hür bir kişinin bir köleyi öldürmesi durumunda ise, cezâ olarak köleyi
öldüren kişinin de kölesi öldürülürdü.
Sumer hukuku, özel mülkiyete verdiği önem dolayısıyla, hırsızlık suçuyla ilgili olarak ağır
cezâlar öngörmüştür. Meselâ, bir mabede veya hükümdara ait bir şeyi çalan veya böyle bir hırsıza
yataklık eden kimse, ya çaldığı malın otuz beş mislini öder veya ölüme mahkûm edilirdi. Hırsızlık
maksadıyla bir evin duvarını delerek içeri giren künse öldürülür ve cesedi de o duvarın önüne
gömülürdü. Bir yangını fırsat bilerek yağmacılık yapan kimse yakılarak cezalandırılırdı. Çocuk
çalmak veya çalana yataklık etmek; köleleri kaçırmak/çalmak ölüm cezasını gerektirirdi. Aile
32
reisine ait bir malı oğlundan, veya efendisine ait bir malı onun kölesinden satın alan, veya bunları
rehin olarak kabul eden kimse, hırsızlık veya hırsızlığa yataklık eden kimse gibi cezalandırılırdı
Malı çalınan veya malını kaybeden kimse, onu elinde bulunduran üçüncü şahıslardan her
zaman talep edebilirdi ve Sumer hukuku onun bu talep hakkını koruyordu. Ancak, kişinin, önce
malın kendisine ait çalıntı veya kayıp bir eşya olduğunu şahitlerle ispat etmesi gerekirdi. Eğer
üçüncü şahıs bu malı satın aldığını iddia ederse, bu takdirde onu kendisine satanı bildirmek ve
bunu şahitlerle ispat etmek zorundaydı. Eğer malın, onu kaybettiğini veya kendisinden çalındığını
iddia eden kişiye ait olduğu anlaşılırsa, bu eşya sahibine iade edilir; bu malı üçüncü şahsa satan
kimse ise malın bedelini bu kişiye ödemeye mecbur tutulduğu gibi, işlediği suç sebebiyle hırsız
telakki edilerek ölüm cezasına mahkûm edilirdi. Eğer bu şahıs ölmüşse, üçüncü şahıs iade ettiği
malın beş mislini o şahsın terekesinden alırdı. Malı elinde bulunduran ve satın aldığını iddia eden
kişi bu iddiasını kanıtlayamazsa, bu takdirde kendisi hırsız sayılırdı.
7. MAHKEMELER VE MUHÂKEME USÛLÜ
Mahkemelerin genellikle üç-dört hâkim heyetinden, bâzı hallerde de tek hâkimden
oluştuğu anlaşılmaktadır. O dönemde görev yapan bâzı hâkimlerin ismi bile kayıtlara geçmiş ve
günümüze intikâl etmiş bulunmaktadır. Meselâ, Lagaş sitesi hâkimlerinden Ur-Engin bunlardan
biridir. Muhakeme, davacının yaptığı şikâyetle başlardı. Hâkim tarafların iddia ve savunmalarını
dinledikten, taraflarca ikame olunan delilleri inceledikten sonra; delillerin kâfi görülmediği
durumlarda taraflara yemin de teklif eder ve kararını verir, taraflara bildirirdi. Yemin ekseriya,
Eğer yalan söylersem, "Ano'nun, Enlil'in ve ikisinin laneti üzerime olsun!.." şeklinde
olurdu.Verilen bu karar kesin olup, daha sonra kararı veren hâkim veya mahkeme tarafından dahi
herhangi bir değişiklik yapılamazdı.
Mahkemenin karar vermesinde şahit ifadelerinin ağırlığı büyük olduğundan, şahitlikle
ilgili bâzı kanunî düzenlemelere gidildiği görülmektedir. Şahitlikten imtina eden bir kimse,
ihtilafın konusu olan şey ne ise onun bedelini öderdi.
Yargılama yeri tapınaklardı ve hâkimler genellikle rahiplerdi; meslekten hakimler ise üst
düzey mahkemelerde görev yapıyorlardı. Sumer yasalarının en önemli yönlerinden biri, davalaşma
aşamasına gitmeden, dostâne uzlaşma yolu önermeleri idi. Her ihtilâf, hakim önüne gitmeden
önce, görevleri ihtilâflara dostâne çözüm bulmak olan resmî arabulucuların önüne gelirdi.
33
II. BÂBİL'DE HUKUK
"Memlekette haksızlıkları kaldırmak ve zayıfı kuvvetliye ezdirmemek için bu kanunları taş
bir sütuna yazdırıp, herkesin görmesi için Marduk tapınağına diktirdim, hakkı yenilmiş ve şikâyeti
olan kimse, adaletin kralı olan benim diktirdiğim yazılı stel üzerindeki bu kanunnâmemi okusun
da ona göre hakkını arasın, kalbi ferahlasın"
Hammurabi
A. TARİH, TOPLUM, DEVLET
1. TARİH
M.Ö. XXI. yüzyılın başlarına doğru Elâmlılar'ın istilası sonucu Sumer ve Akkad çökmeye
yüz tutmuşken, bölge bu sefer de Batı'dan gelen ve uygarlık seviyesi oldukça geri bir başka Sâmî
kavmin, Amurru'lar (Amori'ler)'in istilâsına mâruz kaldı. Bu Sâmî topluluğun M.Ö. 2050 yıllarında
kurduğu, başkenti Bâbil şehri olan Bâbil devletinin altıncı kralı büyük Hammurabi (1793-1750),
kuzeyden gelerek Uruk ve komşu şehirleri Elâmlıların elinden aldı ve Elam devletine son verdi,
ve Sumer ve Akkad ülkelerini tek bir yönetim altında birleştirerek Bâbil İmparatorluğu'nu kurdu
(takriben, M.Ö. 1770'ler). Hammurabi bütün gayreti ile Sumer ülkesini Samîleştirmeye çalıştı.
"Ekalliyette kalan medenî Sumer milleti, Sâmî dalgaları (Amurrular) içinde mahvoldu.
Müstevlilerin zulümlerine dayanamayan Sumer'lerden bir kısmı vatanlarını terk ederek etrafa
dağıldılar, kalanlar da ekseriyet içinde bir varlık gösteremeyecek surette boğuldular, nihayet onlara
temessül ettiler. Bu suretle binlerce senelik bir medeniyyet yaratmış olan bu kavim, tarih
sahnesinden çekildi". Orjinal hiç bir şeyin ortaya konması şöyle dursun, geriye doğru bir gidişin
de başladığı bir döneme girildi. Sumer-Akkad illerindeki eski siteler, Bâbil'in karşısında eski
önemlerini yitirdiler, zamanla Sumer dili tamamiyle ortadan kalktı, Akkatça da ihmal edildi,
Amurruların dili, ülkenin resmi ve umumi dili oldu. Halbuki, Sâmî ve Bâbil kültüründeki "yüksek
harsa delâlet eden mefhûmlar, Sâmîlerin Mezopotamya ve Suriye'nin medeni unsurları (Sumerler
vs.) ile karıştıkları dönemde girmişti". Sonunda, tarih boyunca her zaman karşılaştığımız bir
noktaya, medeniyyet düzeyi düşük Amurru kalabalıklarının Sumerler seviyesine yükselmesi ile;
Sumer medeniyetinin gerilemesi arasında orta bir noktada senteze ulaşıldı. Bütün bu gelişmelere
paralel olarak, Sumer baş tanrısı Enlil imparatorluk mabudu mevkiini yitirerek, yerini Bâbil
mâbudu Marduk'a terk etti.
Kırk üç yıl süren saltanat döneminin tarihi üzerinde kesin bir fikir birliği bulunmasa da,
Hammurabi'yi asıl meşhur kılan, büyük bir fâtih olması değil, insanlığın ilk büyük kanun kodunu
tedvin eden büyük bir kanun koyucu olması; kurduğu İmparatorluğu sadece merkezî bir yönetim
altında değil, ayrı zamanda merkezî bir hukuk sistemi ve ortak bir din etrafında toplamasıdır. Bu
Kanunnâme'nin, takriben saltanatının otuz üçüncü yılında (M.Ö. 1783'lerde) tedvin edildiği tahmin
edilmekte.
34
Bâbil uygarlığının en yüksek dereceye ulaştığı Hammurabi saltanatından kısa bir süre
sonra, Bâbillilerin politik kudret ve teşkilâtı yıkıldı; onlar da yabancı istilâların kurbanı oldular.
2. KÜLTÜR
Bâbil'den gelen ve İbrânîlerin dînî literatürü yoluyla bize intikâl eden büyüleyici dînî
efsâneler Avrupa'nın dînî kültürünün de ayrılmaz bir parçasını oluşturmuştur. Âvâre Grekler, şehir
devleti yapılanmasını Mısır'dan ziyade Bâbil'den öğrenmişlerdir. M.Ö. 18. ve 17. Asırlarda Bâbil
şehrinin, iki yüz bini aşan nüfusuyla dünyanın en büyük şehri olduğu tahmin edilmektedir.
Matematiğin, astronominin, tıbbın, gramerin, lügatin, arkeoloji, tarih ve felsefenin temelini de
onlar atmışlardır. Metallerin, burçların, ağırlık ve ölçü birimlerinin, müzik aletlerinin ve pek çok
ilâcın Grekçedeki adları, Bâbil dilinden tercümedir. Bâbil mimarisi, ziguratlar yoluyla Ortaçağ
kilise kuleleri, çan kuleleri ve cami minarelerine ilham kaynağı olmuştur.
"İnsan kültür tarihinde bizi evrensel düzen kavramına götüren bu büyük genelleştirmenin
ilk kez Babil gökbiliminde (astronomi) yapıldığını görüyoruz. Bâbil gökbiliminde insanın somut
kılgısal yaşam alanını aşıp tüm evreni kavrayıcı bir görüşle kuşatmaya cesaret eden bir düşüncenin
ilk kesin kanıtına rastlıyoruz. İşte Bâbil kültürü bu nedenle tüm kültürel yaşamın beşiği olarak
kabul edilmiştir. Düşünürlerin çoğu, insanlığın bütün söylencebilimsel, dinsel ve bilimsel
kavramlarının bu kaynaktan çıkarılmış olduğunu öne sürmüşlerdir. Bâbilliler yalnız göksel
olayları inceleyen ilk insanlar olmakla kalmayıp bilimsel bir gökbilim ve evrenbilimin de
temellerini ilk kuran halktır.
Bâbilliler ikinci bin yılın başlarında dört işlemi, kare ve karekök almayı, alan ölçümü için
gerekli geometri ilkelerini biliyorlardı. Günü saat, saati atmış dakika olarak kullanıyorlardı.
Gökleri, Ay, Güneş ve o zaman çıplak gözle görülen beş gezegen olmak üzere yedi kat olarak
düşünüyor, haftayı da yedi gün olarak hesaplıyorlardı. Bu yedi günlük hafta, Romalılar yoluyla
tüm Avrupa'ya ve dünyaya yayıldı. Şabat/sabat âdeti, yâni haftanın bir gününü (sebt günü) dua ve
ibâdete -veya istirâhate- ayırma geleneği ("shabattu") de Sumer-Bâbil kültüründen kalmadır.
Devrinde Bâbil, sosyal ve kültürel konumu îtibâriyle Mezopotamya'nın Paris'i konumundaydı.
Bâbil'in insan kültürüne yaptığı bir önemli katkı da şiir, destan edebiyatı alanındadır.
Bunlardan en meşhuru, kadîm dönemler beşer edebiyatının şaheserleri arasında yaralan Gılgameş
Destanı’ dır. Gılgameş'in milâttan önce iki bin yedi yüzlerde Uruk kentinde hüküm süren bir kral
olduğu, ancak destan metninin ölümünden sonra, -bâzı kısımların bin yıl kadar sonra- yazıldığı
tahmin edilmektedir. Aslı Sumerce olan epik şiirlerden Bâbilliler böyle bir destan üretmeyi
başardılar.
3. DİN VE DÎNİ HAYÂT
Bâbil dîninin Sumer ve Sâmî unsurların bir karışımı olduğu anlaşılmaktadır. Tanrılarının
adlarının Sumer veya Sâmî dilinde olması da buna işaret etmektedir. Bâzı tanrılarının hem
Sumerce hem de Sâmîce olmak üzere iki adı bulunmakta. Tanrıları, devletin görünmez polis gücü
gibi işlev görüyordu. İnsanların hayal güçlerinin sınırsız olması gibi onların sayısı da limitsizdi.
Milâttan dokuz asır önce tanrıların resmî bir sayımı yapılmak istendi, bulunan rakam atmış beş bin
civarındaydı. Gök tanrısı Anu, Yer tanrısı Enlil/Baal, Güneş tanrısı Samaş, ay tanrısı Sin/Nannar,
35
Ürün ve döllemenin (zirâatın) tanrısı Tammuz ve karısı İştar gibi ortak ve büyük tanrıların dışında
her şehrin de kendi koruyucu tanrısı vardı. Hattâ her hanenin koruyucu tanrısı bulunurdu ve her
kişinin de kendi koruyucu tanrısı/meleği mevcuttu. Aile üyeleri de her sabah ve akşam bu tanrılara
ibâdet ederlerdi. Ancak, şehir devletlerinin tek bir siyasî birlik altında toplandığı dönemlerde tek
tanrı inancını çağrıştıran gelişmeler olduğu, aslında Sumer baş tanrısı olan Enlil'in yerini Bâbil
tanrısı Marduk'a terk ettiği ve Marduk’un, diğer tüm tanrıları da içine alarak hepsinin üzerine
yükseldiği görülmektedir.
Bâbil mantalitesinde, tanrılar öyle insanlardan çok ötede varlıklar olarak düşünülmezdi,
şehrin merkezindeki tapınaklarda yaşayacak kadar mütevazi idiler. Tapınaklarda kendilerine
sunulan yiyeceklerle iktifa ederler ve dindar kadınların geceleyin yaptıkları tapınak ziyaretlerinde
Bâbil'in çok meşgul halkına beklenmeyen çocuklar da ihsan ederlerdi.
Belki de başka hiç bir toplum Bâbilliler kadar bâtıl inançlara boğulmuş değildir. Doğadaki
her olayın, yıldızların her hareketinin, bir köpeğin davranışlarının bile geleceğe dönük bir işaret
ve anlam taşıdığına inanılırdı. Meselâ, "fırtına tanrısı, ayın kaybolduğu gün gürlerse, o yıl ürün bol
olur ve pazardaki fiyatlar artmaz" gibi. "Nazar değmesi" ("kötü göz") de korkulan bir figür
oluşturmaktaydı. Bunlardan pek çoğunun bugün bile o coğrafyada halk arasında yaşadığı
söylenebilir. Tahmin edileceği gibi, râhipler de, durumdan vazife çıkarmaktan hiç geri,
kalmıyorlardı: Bâbil sitelerinde temel görevleri, çeşitli formlardaki cinlerden kaynaklandığına
inanılan bedensel hastalıkları teşhis ve tedavi etmek olan din adamları (aşipu'lar) vardı. Çünkü, her
hastalığa sebep olan bir cin'in varlığına inanılırdı: Diş ağrısı cini, sıtma cini, deri yaralarına yol
açan cin vs. Râhipler söz konusu, cinleri kovma, yapılmış olan büyüleri bozmak için, kendilerine
göre çeşitli tedavi metotları uygularlardı. Meselâ, büyüsünü bozmak istedikleri büyücünün
balçıktan yapılmış bir heykelini ateşe tutar ve "Gibil (ateş Tanrısı) seni yaksın!..Gibil seni
yaksın!.." diye dua ederlerdi.
İslâmiyet öncesi Arapların dîni de ruhçuluğa dayanan bir dindi, güçlü bâzı hayalet ve
cinlerin insan hayâtını yönlendirdiklerine inanılmaktaydı.
4. SOSYAL VE EKONOMİK HAYÂT
Kadîm Bâbil toplumu ve Hammurabi Kanunnâmesi, toplumdaki insanları hür kişiler ve
köleler (wardum) olmak üzere ikiye ayırıyor; hür insanları da kendi içinde iki kısım hâlinde
değerlendiriyordu: Awelum (awilum/amelu) ve Muskenum'lar. Hür insanlardan oluşan bu son iki
sınıf insan da köle ve mal-mülk sâhibi olabiliyorlardı; ancak, haklar bakımından eşit statüde
değillerdi. Sumerce'de awelum kelimesi; adam, insan, kimse, herhangi biri, hür insan, efendi; tanrı,
hayvan ve köleden gayrı olan anlamına gelmektedir. Muskenum'un başlıca anlamları, teb'a, halk
(reaya)'dır. Arapçada, "miskin" şeklinde ve fakir mânâsında kullanıldığı da görülmektedir.
Sumerce aslı da göz önünde tutulduğunda, muskenum; (masengag = yarı efendi), aweluma nazaran
ikinci derecede, awelum kadar itibârı olmayan, daha ağır para cezâlarını hak eden, fakat kendisine
cereme ödendiğinde daha az verilen; buna rağmen, köle, hayvan ve hattâ gemi sâhibi olabilen,
ikinci derecede vatandaş sınıfıdır. (Dizdeki ağa ve bey farkı gibi). Awelum sınıfından olan bir
kimse, muskenum'a nazaran daha çok haklara sâhip, daha îtibârlı ve daha kıymetli bir vatandaştır.
Awelum sınıfına mensup olmanın bir övünme sebebi olduğu anlaşılıyor. O devre ait metinlerde,
36
"Ben bir awelum oğluyum, o ise bir muskenum oğludur" gibi ibarelere rastlanıyor. Para (gümüş)
cezasını gerektiren hallerde awelum daha pahalı, muskenum daha ucuz bir vatandaş; köle ise, en
ucuz insan sınıfıdır. Kısas (talion) ilkesi yalnız köle sınıfına uygulanır; awelum ve muskenum
sınıfı bundan muaftır.
Bâbil, köle kullanımının yaygın olduğu bir yerdi. Buna paralel olarak, köle ticareti de Bâbil
ekonomisinde önemli bir yer tutmaktaydı ve özel olarak bu işle uğraşan kişilerce yapılırdı. Diğer
ticarî faaliyetlerin de çok yoğun olduğu bir merkez olduğundan, onlardan kalan kil tabletlerin pek
çoğu alış-veriş konularındadır: satış, kredi, sözleşme, ortaklık, mübadele, satış vaadi vs. ile
ilgilidir. Bu ticaret kültürü yanında, Bâbilin insanlığa bir diğer önemli katkısı, şüphesiz hukuk
metinleri alanındadır. Şaşırtıcı bir nokta da, ekonomik hayatta fiyatlar ve ücretlerin belli limitler
içinde devlet tarafından tâyin ediliyor olmasıdır. Hammurabi Kanunnâmesi, bir terzinin, inşaat
ustasının, marangozun, kayıkçının, çobanın, işçinin alacağı ücretleri belirlemektedir. Eğer
kanundaki bu narhlar harfiyyen uygulanıyor idiyse, devletin piyasaya bu kadar müdahale ettiği
şartlarda, bu narh cenderesine rağmen ekonomik faaliyetlerin bu ölçüde gelişebilmiş olması
gerçekten şaşırtıcıdır.
Tapınaklar, ülkedeki en büyük tarım işletmelerinin, üretim atölyelerinin sahibi, tüccar ve
finans merkezi hâline gelmişlerdi. Pek çok insan, sahip oldukları zenginlikleri tapınaklara emânet
ediyor, karşılığında da mütevazi ama güvenilir bir gelir elde ediyordu. Onlar da bu kaynaklardan,
tefecilerden daha makul oranlardaki faizlerle halka kredi veriyorlardı. Bâzen de hasta ve fakirlere
faiz talep etmeksizin kredi verdikleri; savaşta esir düşmüş ve fidye bedeli ödeyecek mal varlığı da
kalmamış kişilerin fidye bedellerini ödedikleri (m. 32) oluyordu. Böylece, inanılmaz servet ve
mülk tapınakların kontrolü altına girmişti; bu da, onların manevî otoritesinin ekonomik güçle de
pekiştirilmesi anlamına geliyordu. Kral zaman zaman tapınakların ellerinde bulunan servetlere bir
şekilde el koyma yollarını arardı, ama bu ancak çok kudretli kralların teşebbüs edebileceği bir
şeydi. Diğer rakip güçlerle de işbirliği ederek tapınak rahipleri kralı bile alaşağı edebilirlerdi,
nitekim, ettiler de. Krallar gelir giderdi ama; tanrılar ve tapınaklar baki ve sürekli idi; ölmez,
öldürülemez, hastalanmaz, suikastlere uğramaz, saltanat çekişmeleri ile alaşağı edilmezlerdi.
Gerçekten, tarihte de bugün de, bürokrasinin devamlı, istikrarlı ve daha da önemlisi, pek de
farkında olunmayan gücü, gelip geçici iktidarlara hep baskın gelmiştir.
5. DEVLET YÖNETİMİ VE DEVLET TEORİSİ
a. Devlet Yönetimi
Ekonomik yapılanmanın bir gereği olarak, feodal imtiyazlar ve ticarî aristokrasi tarafından
desteklenen monarşik sistem ve bu sosyal yapının korunmasını ve sürdürülmesini sağlayacak bir
hukuk düzeni kaçınılmazdı. Toprak aristokrasisi ve zaman zaman bunu dengeleyen ticarî
aristokrasi, halk ve kral arasında bir konumda yer almaktaydı. Hammurabi'nin devletinde yasama,
yürütme ve yargı güçleri hükümdarda toplanmıştı. Hükümdar ayrıca bir kentin başrahibiydi. Ülke
eyaletlere bölünmüştü ve hükümdarca atanan ve yetkileri belirlenen genel valiler, bulundukları
bölgeyi hükümdar adına yönetirlerdi. Bir de kentlerin yerel, nitelikteki yönetim, maliye, yargı
(toprak mülkiyetiyle ilgili uyuşmazlılar), noterlik ve kolluk işlerini yürüten her kentin yerel
organları vardı. Bu yerel organlar; merkezî yönetim ile yerel yönetim arasındaki bağı sağlayan
37
Kent Başkanı (Rabi-anum) ve yerel konsey/kurul ve yerel halk kurultayı idi. Rabi-anum, aynı
zamanda komün mahkemesinin de başkanı idi. Kral tarafından atanan valiler, yönetimle ilgili
önemli kararları o mahallin yaşlılar heyeti ve eşrafı ile istişare ederek ve onların da müdâhil
olmasıyla verirlerdi. Assurluların istilâsı dönemlerinde bile bu kısmî mahallî özyönetim
uygulaması sürdürülebilmiştir. Kral, oğullarından herhangi birini veliaht tâyin edebilirdi. Böyle
olunca, prenslerden her biri kendisini saltanata talip bir konumda gördüğünden, tahtı ele geçirmek
için diğer güçlerle işbirliğine giderek her türlü entrika çevirmeye aday idiler.
Hammurabi Kanunnâmesi'nde tımar ve zeametlere ilişkin maddelerin (m.26-41) de önemli
bir yer tuttuğu görülmektedir. Devlete karşı bir takım mükellefiyetleri yerine getirmeleri
karşılığında bâzı kişilere tımar verildiği; vefatları durumunda, bu kişilere tevcih edilmiş olan
tımarların oğullarına da geçebildiği anlaşılmaktadır:
- Eğer tımar hizmetinde iken kaçırılan (belki de, esir düşen) bir asker veya balıkçının oğlu,
tımarı çevirebilecek durumda ise, tarla ve bahçe kendisine verilir ve babasının tımar
sorumluluklarını yerine getirmeye devam eder. Eğer oğlu küçük ise ve tımarı idare edecek
durumda değilse, o bahçenin ve tarlanın 1/3'ü çocuğu büyütebilmesi için annesine verilecektir,
(m.28-29).
- Tımar verilen kişi bu tımarı -bir kısmını bile olsa, - yakınlarına devredemez veya borcuna
karşılık veremez. Bu hukukî işlemleri ancak satın alma yoluyla sahip olduğu gayrimenkuller
üzerinde yapabilir. (m.38-39).
Kralın otoritesi sadece kanunlar ve aristokrasi tarafından sınırlanmıyordu; bunların
yanında bir başka otorite odağı din adamları sınıfı idi. Teorik olarak kral şehir tanrısının bir
temsilcisinden başka bir şey değildi. Vergilendirme vs. her şey Tanrı adına yapılırdı. Bir zafer
kazanıldığında esirler ve ganimetin ilk payı tanrılara, -yâni tapınağa ve râhiplere- aitti. Kral her
fırsatta tapınaklara hediye gönderir, yeni tapınaklar yaptırırdı. Tapınak papazları tarafından takdis
edilip onaylanmadıkça, yeni kral halkın gözünde gerçek bir kral olamazdı. Bu merasimde kral da
rahip elbisesi giyerdi ve böylece tapınak ile devletin birliği, de somut olarak vurgulanmış olurdu.
Bu şartlarda, önemli olan, tanrının neyi istediğini kimin söyleyeceği idi ve O'na bunu söyletecek
olanlar da rahipler, ve onlarla işbirliği içinde olan yöneticilerdi. Hemen her yerde görüldüğü gibi
bu iki otorite, her biri diğerinden destek alan ve onu besleyen simbiyotik güçler olarak işlev gördü.
Veya, bu ilişkiyi bir bakıma şöylece özetlemek de yanlış olmazdı: Krallar yönetti, tapınak râhipleri
de saltanat sürdü.
b. Devlet Teorisi
Bu bahiste, Bâbil kültüründe devletin/kralın başkaları üzerinde egemenlik kurma hakkını
nereden ve nasıl aldığı; onlara bir hukuk kuralı/sistemi dayatırken bu konuda nasıl bir açıklama
getirdiği konuları üzerinde durmaya ve bu görüşleri müzakere etmeye çalışacağız.
Hammurabi Kanunnâmesi'ndeki ifadelerden, kendisinin teokratik nitelikli bir monark
konumunda olduğu intibaı doğmaktadır. Hem krallık otoritesini, hem de ilân ettiği hukuk kodunu,
ilâhî bir kaynağa dayandırmakta; “Bâbil Güneşi" unvanını taşıyan kral, tanrıların temsilcisi, hattâ
bir ilâh konumuna yükseltilmektedir. Kanunnâmeyi kazıttığı taş sütunun üstünde Güneş mabudu
38
Samaş, ayakta duran Hammurabi'ye Mecelle'yi tevcih ederken resmedilmektedir. Kanunnâmenin
giriş kısmında, kendisini bâzan mabut Sin'in, bâzan da Amurruların kutsadığı Dagan'ın oğlu olarak
takdim etmekte; Tanrıların bu kanunu, toplumda adaleti sağlaması için kendisine, tevdi ettiklerini
ve şahsını Karabaşların (Sâmîler'in) üstüne Güneş tanrısı Samaş gibi yükselttiklerini ifade
etmektedir:
- Vaktâ ki, göğün ve yerin efendisi Enlil/Marduk, ... Bâbil kentini yüce adıyla andı, onu
Cihân'da üstün yaptı, orada temelleri Gök ve Yer gibi sağlam bir krallık kurdu, işte o günde,
öğülmüş prens, tanrı korkusu taşıyan ben Hammurabi'yi, ülkede adaleti temin etmem için,
kuvvetlinin zayıfları yok etmemesi için, şikâyet ve kötülüklere son vermem için, Güneş gibi
Karabaşların (Sâmilerin) üzerinde yükselmem için, ülkeyi aydınlatmam, insanları mutlu kılmam
için, Anu ve Enlil adımı andılar. Enlil'in çağırdığı çoban Hammurabi'yim ben...
Baş tanrı Enlil/Marduk tarafından başa getirildiğini ileri sürmesine rağmen,
Kanunnâmesinin kazındığı taş stelin üzerinde tanrı Samaş’la birlikte resmedilmektedir ki, bunun
sebebi Samaş'ın adâlet tanrısı olmasıdır. Metnin bir başka yerinde bu durum şöyle dile getirilir.
"Tanrı Samaş'ın gerçekleri öğrettiği, âdil kral Hammurabi'yim ben..."
Devlet iktidarının ve yasaların Tanrı kaynaklı olduğu metaforu, tarihin her döneminde bu
nevi kaynaklarda kullanılan yaygın bir ifade ve söylem tarzıdır; Tevrat'ta da benzer ifadeler geçer.
Bunların ne kadarının gerçek anlamıyla kastedildiği, ne kadarının ise bir söylem, retorik ve metafor
olarak kullanıldığını ve anlaşıldığını ayırt etmek pek kolay olmasa gerek. Bunlar, herkesin kendi
kültürel konumuna ve mizacına göre anlamak istediği biçimde yorumlamasına müsait metinlerdir.
Genel olarak halkın ve belki büyük ölçüde yöneticilerin de bu ifadeleri gerçek anlamıyla kabul
ettikleri açıktır. Ancak, önceki dönemlerde bu neviden ifadelerin kullanıldığı pek çok örnek
dikkate alındığında; söz konusu yasa hükümlerinin “Tanrı’nın ilhamı olduğu” veya "bizzat Tanrı
tarafından dikte ettirildiği" şeklindeki ifadeleri; bunların insandaki aşkın boyut'un, hakkı ve adaleti
arama tutkusunun eseri ve sonucu olduğu, ve bu duygunun kaynağının da ilâhî olduğunu îmâ
etmeye matuf bir söylem olarak anlamak daha isabetli olur. Tarihteki bilcümle kutsal metinleri,
burada kaydettiğimiz lâfzî anlamları içinde kabul etmek herhalde putperestliğin bir başka çeşidi
olurdu. Ancak, insan doğası putperestliğe çok mütemayil olduğundan, her türlü "kutsal" metnin
veya çeşitli doktrinlerin kitaplarının da fiiliyatta putlaştırılmasını bir ölçüde tabiî karşılamak
gerekir.
İnsan tabiatındaki bu zaaf iyi fark edildiği için, bu kadîm dönemlerde, krallara kutsal ve
ilâhî bir veçhe kazandırmak bakımından, kadîm Sumer devirlerinden bu yana, Hammurabi'nin
yaptığına benzer propaganda yollarına başvurulduğu sıkça görülen bir husustur. Bu meyanda
başvurulan yaygın yollardan biri de, özellikle Sargon ve Assurbanipal gibi imparatorların
"babalarının ve/veya analarının olmadığı, bir biçimde Tanrı tarafından hâsıl edildikleri" yolunda
efsaneler üretilmesidir.
Weber, yeni bâzı hukukî düzenlemeleri halka kabul ettirebilmek bakımından, böyle
kutsallaştırma yollarına başvurmanın o devirlerdeki halk mantalitesi dikkate alındığında
kaçınılmaz bir durum olduğuna ve hattâ devrimci bir yol ve metot olarak bile
değerlendirilebileceğine işaret etmektedir. O'na göre, kadîm dönemlerde, yeni -veya yeni olarak
39
sunulan- hukuk kurallarının topluma kabul ettirilmesi, günümüzde olduğundan çok farklı bîr
biçimde yapılmak zorundaydı. Çünkü, bu devirlerde, hukuk kuralları, kutsal sayılan geleneklerin
bir parçası olarak algılanır ve bu kuralların ihlâl edilmesi veya değiştirilmesi durumunda da "ecdat
ruhlarının rahatsız olacağı veya tanrıların öfkeleneceği" düşünülürdü. Böyle olunca bu kuralların
insanlar tarafından değiştirilmesi veya yenilerinin yaratılması aklın almayacağı bir şeydi.
Yapılacak yegâne şey, bu kuralların öğrenilmesi ve geleneklere uygun olarak, doğru biçimde
yorumlanmasıydı ki; bu işi yapacaklar da ancak en yaşlı kişiler, din adamları ve sihirbazlardı. Bu
durumda mevcut hukukî çerçeveyi değiştirecek bilinçli bir hukukî düzenlemenin sunumu ancak
"tanrısal bir vahiy" yoluyla söz konusu olabilirdi. Bu yönüyle "hukuk vahyi, " geleneğin donmuş
yapısını değiştirmeye dönük "ilk ihtilâlci çıkıştır ve tüm hukuk koyma tiplerinin kaynağıdır".
Ancak, çıktığı şartlarda, mevcut hukuk düzenine karşı devrimci bir tavır sergileyen bu metinler,
aradan kısa bir süre geçtikten sonra hemen putlaştırılmakta, tartışılması ve değiştirilmesi
düşünülemez bir dogma hâlini almaktadır.
Hammurabi örneğinde gördüğümüz, bu, iktidara ve temel nitelikteki siyasal ve hukukî
metinlere ilâhî bir temel ve kutsallık atfetme/arama yaklaşımının izlerini yakın zamanlara
gelinceye kadar, hattâ günümüzde de görmek mümkündür. Bir kaç misal vermek gerekirse:
- Hak ve özgürlükler beyânnamelerinin ilki olarak kabul edilen, 19 Haziran 1215 tarihli
Magna Karta Fennanı'nda (Magna Carta Libertatum'da) şu ibare yer alır: "Her şeyden önce
Tanrı'nın önünde diz çöktük ve bizim ve vârislerimiz için İngiliz Kilisesinin sonsuza dek özgür
olduğunu ... efendimiz Papa III. Innocent tarafından da tasdiklerini aradığımız bu sözleşmeyi..."
- 18. Asırda ilân edilen İnsan Haklan Bildirilerinde de dine ve Tanrı'ya referans verildiği,
görülmektedir. 12 Haziran 1776 Virginia Haklar Bildirisi'nin, din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin
16. Maddesinde şu ifadeler yer almaktadır: "Din ya da Yaradan'a borçlu olduğumuz görev ve
bunun yerine getirilme biçimi, zor ve şiddetle değil, ancak akıl ve inanç yoluyla sağlanır... herkes
birbirine Hıristiyanlığın gerektirdiği sabır, sevgi ve merhameti göstermelidir..."
- Keza, 4 Temmuz 1776 tarihli, Amerikan Bağımsızlık Bildirisinde, "tüm insanların eşit
yaratıldıkları, Tanrının insanlara, başkalarına devredilemeyen haklar vermiş olduğu" belirtilir.
- 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nin başlangıcında da, "Kurucu Meclis'in,
Tanrı'nın koruyucu kanatları altında insanın ve yurttaşların doğal haklarının kutsal, vazgeçilmez,
aktarılmaz niteliğini düzenlediği"nden bahsedilmekte ve "Millî Meclis, Yüce Varlığın huzurunda
ve onun himayesinde, aşağıdaki İnsan ve Yurttaş haklarını tanır ve ilân eder" denilmektedir.
- Avrupa insan Haklan Sözleşmesinin [İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerinin
Korunmasına İlişkin Sözleşme; Roma, 04.11.1950] giriş kısmında da sözleşmede belirtilen insan
haklarının benimsenen temel bir "inanç" a dayandığı vurgulanmaktadır: "... bu temel özgürlüklere
derin inançlarını bir daha tekrarlayarak, Aynı inancı taşıyan..."
Konuya hukuk felsefesi açısından baktığımızda, bu durum, Doehring'in de işaret ettiği gibi,
pozitif hukuk sisteminin dayandırılabileceği daha üst bir değerin varlığı kanıtlanamayacağından,
ancak bir inanç üzerine temellendirilebilmesinin kaçınılmaz oluşundan ileri gelmektedir.
40
Meseleyi hukuk sosyolojisi ve din sosyolojisi açısından ele aldığımızda, Hammurabi gibi
büyük kanun koyucu ve liderlerin, dîn'in toplumsal işlevlerini, kendilerinden binlerce yıl sonra
sosyal bilimcilerce ifade edilen boyutlarıyla sezinleyip, kavradıklarını söyleyebiliriz. Gerçekten,
meselâ Machiavelli'ye (1496-1527) göre: toplumu birleştirici bir sosyal olgu olan din, tarih
boyunca güçlü devletlerin en önemli dayanak noktası olmuştur, Diğer yandan, dînin bir başka
özelliği de bireyciliğin aşırıya kaçmasını önlemektir. Kişiler arası dayanışma ve bağlantı bir kere
koptu mu artık ondan sonra toplumu yönetmek imkânsızlaşır. Bu noktada dînin önemini inkâr
etmek mümkün değildir. Jean Bodin (1530-1596) de dîni, devletleri ve cumhuriyetleri birlik içinde
tutan, hattâ devletin temel prensibini oluşturan bir güç olarak değerlendirmektedir: Tanrının vekili
olan krala karşı çıkmak, Tanrı'ya karşı çıkmakla birdir ve doğal hukuk Tanrının iradesi olarak
tanımlanabilir.
Belki de bütün bu tartışmaları, Durant'ın şu tesbiti vecîz bir şekilde özetlemekte: "İnsanları
efsaneler/tahayyül yoluyla yönetmek, bilim yolu ile idare etmekten çok daha kolaydır." İnsanlık,
mantıktan daha çok, şiirden ve söylemden hoşlanır; efsânesi olmayan halk mahvolur. Ancak, belki
bu tesbite şunu da eklemek gerekir ki, efsaneyi çok ciddîye alan ve onun ötesine geçip, onlara
çağdaş bir yorum ve muhteva kazandıramayan entelektüellere sahip bir toplum da perişan olur.
B. HUKUKÎ HAYÂT
1. POZİTİF HUKUKUN GELİŞİMİ
Daha önce, Sumer mecelleleriyle ilgili olarak da ifade edildiği gibi, özellikle Akkad kralı
Sargon ve daha sonra Hammurabi gibi hükümdarlar, güçlü bir merkezî devlet yapısı oluşturarak,
asırlar boyu Mezopotamya'da süre gelen teokratik, site ve tapınak temelli devlet yönetimine -teorik
planda olmasa da, fiilen- son vermiş ve yerine güçlü bir memur mekanizmasıyla idare edilen bir
devlet kurmaya çalışmışlardır. Diğer yandan, güçlü bir merkezî devletin kurulması ve onun
sağladığı güvenlik ortamı, ekonomik faaliyetlerin, ticaretin, üretimin, zenginliğin artması
sonucunu doğurmuş; bunlar da aile reisinin otoritesinin zayıflamasına ve ferd’in ön plâna çıkmaya
başlaması gibi gelişmelere yol açmıştır. Hukukun ve özellikle yazılı hukukun gelişmesini
engellemede, iktisadî faaliyetlerin gelişip yaygınlaşmamış olması gibi faktörlerin yarımda,
incelediğimiz bu kadîm dönemlere doğru gittikçe, aile reisinin mutlak bir otoriteye sahip olmasının
ve bu durumun ferdin ortaya çıkmasını engellemesinin de önemli bir âmil olduğunu biliyoruz.
"Eskiden aile reisi her şeydi. Bu otorite zayıflayınca. fertlerde hak ve hukuk duygusu gelişmiş" bu
da hukukun tedvîn edilmesi için gerekli şartları ve ihtiyaçları ortaya çıkarmıştır.
Bu gelişmeler karşısında, eski geleneksel kabile veya site toplumunda uygulanan örf ve
âdet kurallarının bu yeni dönemin ihtiyaçlarını karşılayamaması tabiî idi. Bu durumda, genişleyen
devletin sınırları içinde uygulanacak yeknesak ve açık-seçik bâzı hukuk normlarına ihtiyaç
duyulmuş, güçlü lider ve hükümdarlar da zaman zaman bu boşluğu doldurmuşlardır. Söz konusu
kanun koyucuların başında da Bâbil kralı Hammurabi gelmektedir. Ancak, onun Kanunnâmesine
geçmeden önce buna kaynaklık eden mecelleler hakkında bilgi vermek uygun olur.
41
a. Hammurabi Öncesi Mecelleler
Hammurabi Kanunnâmesi'ne, daha önceki Sumer ve Akkad mecellelerinin, Sâmî örf ve
âdetleri de dikkate alınarak yeniden derlenmesi olarak bakılabilir. Böyle olunca, Hammurabi
öncesine ait bu mecelleleri tarihî bir sıra içinde tekrar hatırlatmakta yarar var: Sumerce yazılmış
yasalar: Urukagina (2351-2342); Ur-Nammu (2111-2094); Ana- İttişu (M.Ö. 2000 civarı) ve Lipit-
İştar (1934-1924) Yasaları. Akkatça yazılmış yasalar: Eşnunna yasası (M.Ö.1950 civarı).
Bunlardan, özellikle Ur-Nammu (veya Dungi) ve Lipit-İştar mecellelerinin, Hammurabi
Kodu'na esas oluşturan kaynaklar olduğu düşünülmektedir. Hammurabi Kanunnâmesi,
düzenlenme tarzı ve ihtiva ettiği maddelerin konuları bakımından hemen bütünüyle Lipit-îştar
Kanunları'nın bâzı maddelerini tekrarlar; alım-satım ve borçlarla ilgili hükümler, Sumerlerin
formülleri ve terimlerini aynen sürdürmektedir. Ancak, daha önceki dönemlere ait bu mecellelerle
kıyaslandığında, Hammurabi Kanunnâmesi'nin, bunların en kapsamlısı, en ayrıntılısı, en pratik ve
en seküler olanı olduğu kolayca anlaşılır. Her ne kadar, Güneş tanrısından kaynaklandığını iddia
ediyor olsa da, Hammurabi Kodu'nun en önemli özelliği, dînî niteliğinin çok az olmasıdır, ibâdetler
ve kâhinlerden hiç bahis yoktur; daha ziyade medenî hükümler vaz'etmektedir.
Diğer yandan, kadîm Sumer sitelerindeki töre ve yasalarla, verilmiş mahkeme kararlarının
bir halitası olduğu halde, Hammurabi Kanunnâmesi' nin cezâ hükümlerinin Sumer mecellelerine
nisbetle daha şiddetli olması, Amurru törelerinin (Sâmî kültürünün) etkisiyle îzah edilmektedir.
Bir adım daha ileri giderek, peki "niçin, Sâmî kültürü böyledir de Sumer kültürü öyledir?" diye
sorarsak: Önce şunu ifade edelim, sosyal bilimlerde ve esasen her konuda sebepler zincirini sonuna
kadar takip etmek ve açıklamak mümkün değildir. Ama bu durum, bizi gidebildiğimiz yere kadar
gitme çabasından da vazgeçirmemelidir. Söz konusu suâle verilebilecek bir cevap şu olabilir:
Kendini güvende hissetmeyen, her an dışarıdan gelebilecek saldırılara mâruz kalma endişesi içinde
yaşayan ilkel toplumlarda cezalar çok şiddetlidir. Buna karşılık toplumsal varlıkları için bir tehdit
algılamayan veya böyle bir tehdidi kolayca savuşturabileceklerinden emin, istikrarlı toplumlarda
cezâlar daha az şiddetli olmaya meyleder.
Verdiğimiz bu, konuya giriş mahiyetindeki bilgilerden sonra, şimdi Hammurabi
Kanunnâmesi'ni daha teferruatlı olarak ele alabiliriz:
b. Hammurabi Kanunnâmesi
1901 yılında Elam bölgesinde Sus şehrindeki (günümüz İran'ının Huzistan bölgesi)
kazılarda iki metrelik silindirik bir taş üzerine çivi yazısı ile Akkatça olarak yazılmış, toplam 282
maddeden oluşan bir kanunnâme bulundu. O devirlerde böyle bir hukukî düzenlemenin yapılmış
olması bilim âleminde büyük bir hayret ve şaşkınlığa, abartılı değerlendirmelere yol açtı. Çünkü,
Hammurabi öncesi Sumer mecelleleri o devirde bilinmiyordu. Fakat daha sonra bu Sumer
kodlarının ortaya çıkması Hammurabi Kanunnâmesi'nin nasıl vücut bulmuş olabileceği hususunda
tatminkâr cevaplar bulunmasını sağladı. Orijinalinde, bu taş, Kral Hammurabi tarafından Bâbil
tanrısı Marduk adına yapılan Esagila Tapınağı'na dikilmişti. Daha sonra, Elâm'lılar bu taşı, Bâbil'i
ele geçirdikleri zaman (M.Ö. XII. Asır), ülkelerine taşımış olmalılar. Her ne kadar, Hammurabi,
kendisine bu kanunları yazdıranın Güneş (adalet) tanrısı Samaş olduğunu ileri sürmekte,
dolayısıyla bu yasa hükümlerini de "tanrı sözü" olarak takdim etmekte ise de; aslında Hammurabi
42
Kanunnamesi, kent devletinden giderek İmparatorluk hâline dönüşen Bâbil Devleti sınırları
içerisinde hukuk birliğini sağlamak, farklı kent devletlerinde uygulanan yazılı olmayan yerel
hukuk kuralları arasındaki farklılıklar dolayısıyla ortaya çıkan belirsizliğe son vermek düşüncesi
ve ihtiyacından kaynaklanmıştır. Hammurabi'nin bu mecellesi hazırlanırken eski örf ve âdetlerden,
Mezopotamya'daki diğer yazılı kanunlardan, özellikle de verilmiş mahkeme kararlarından
yararlanılmış olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, bu metni, sadece önceki yasa ve geleneklerin bir
derlemesinden ibâret de saymamak gerekir. Çünkü böyle bir derleme, genişlemiş ve
karmaşıklaşmış Bâbil İmparatorluğunun sosyo-ekonomik ihtiyaçlarını karşılayamazdı.
Hammurabi, ülkesindeki örf ve âdet kurallarından devlet gücü ile desteklenenleri ve çeşitli
konulara ilişkin olarak verdikleri kararları, mâiyetinde bulunan hukukçulara derletip, belki kısmen
de kendisi bâzı reform niteliğinde bâzı eklemeler yaparak meydana getirdiği iki yüz seksen iki
maddelik İlk Çağ'ın en önemli hukuk anıtlarından biri olan bu Kanunnâmeyi, bir taş stel üzerine
yazdırarak, herkese ilân ve tebliğ mahiyetinde olmak üzere, Bâbil şehrindeki Marduk/Esagila
Tapınağı'na diktirmiştir (M.Ö. 1783). Sistematik bir şekilde yazılmamış, konularına göre yasa
maddeleri fasıllara ayrılmamış; özel hukuk ve ceza hukuku ile ilgili maddelerde de bir ayrıma
gidilmemiş olmakla beraber, birbiriyle ilgili maddelerin başlıksız olarak ardı ardına konmaya
çalışıldığı anlaşılmaktadır. Başlangıç, metin ve sonuç kısmı olarak üç bölümden oluşan
Kanunnâme'nin, destan ve ilâhîlerin yazıldığı edebî bir tarzda kaleme alındığı görülmektedir.
Üslûbunun mütecanis olmayışı, bâzı tekrar ve tezatların görülmesi, derleme bir metin olduğuna
işaret etmektedir. Ancak, daha önceki kanunlarla kıyaslandığında bâzı değişikliklere gidildiği de
anlaşılmaktadır. İçinde, dönemiyle kıyaslandığında, çok ileri hukuk ilkelerine yer verildiği gibi,
en barbarca cezaların da yer aldığı görülür.
Diğer yandan, bu kanunnâmenin ülkede uygulanan kanunların tamamını ihtiva etmeyip,
bir kısmını oluşturduğunu da belirtmek gerekir. O devre ait elimize ulaşan çok sayıda belge ve
mektup, uygulanan hukuk kurallarının bu Kanunnâmede kaydedilenlerden çok daha şumûllü
olduğunu bize göstermektedir. Böyle olunca, kelimenin tam anlamıyla bir "kod” olmadığı da
söylenebilir. Kanunnâmede düzenlenen hususlar, genel olarak, evlilik ve aile mülkiyeti, mülkiyete
karşı işlenen suçlar, arazi ve ev, ticaret ve alışveriş, saldırı ve yaralama, köle hukuku, meslek
sahiplerinin verdikleri zararlar, eşya fiyatları ve ücretler gibi konuları ihtiva etmektedir.
Hammurabi Kanunnâmesi, Ortadoğu ve Ön-Asya coğrafyasındaki kavimler için, daha sonra
Roma'nın Batı dünyasına bıraktığı hukuk mirasına benzer bir temel oluşturmuş, tâkîbeden bin yılı
aşkın bir süre boyunca çeşitli hukuk metinlerine kaynaklık etmiş, kâtip yetiştiren okullarda örnek
metin olarak okutulmuştur. Bu arada, Tevrat'taki hukukî düzenlemelerle Hammurabi Kodu
arasındaki benzerlikler de dikkat çekicidir; bu durumu bâzıları doğrudan bir alıntı ve etkileşim
olarak îzah ederlerken, bazıları da, "ortak bir kültürel mîrasın paylaşılması"nın bir sonucu olarak
açıklamaya çalışmaktadır.
Kanunnâme'nin başında kral Hammurabi, Tanrı Samaş'tan öğrendiği gerçeklere göre, ve
tanrıların verdiği görüş kuvveti ve iktidar ile ülkede nizâmı ve adaleti sağladığını, "halka, öz
babaları gibi davrandığını, " komşu ülkelere de barış getirdiğini ifade ettikten sonra, kendisini
şöyle tarif eder:
"Tanrı Samaş'ın gerçekleri öğrettiği, âdil kral Hammurabi'yim ben...".
43
Daha sonra tedvin ettiği Kanunnâme hükümlerine yer verir ve son kısımda ise bunu
yapmakla güttüğü amaca tekrar işaret eder:
"Memlekette haksızlıkları kaldırmak ve zayıfı kuvvetliye ezdirmemek için bu kanunları taş
bir sütuna yazdırıp, herkesin görmesi için Marduk tapınağına diktirdim, hakkı yenilmiş ve şikâyeti
olan kimse, adaletin kralı olan benim diktirdiğim yazılı stel üzerindeki bu kanunnâmemi okusun
da ona göre hakkını arasın, kalbi ferahlasın".
Nihayetinde de, kendisinden sonra gelecek hükümdarların da bu kanunlara riayet
etmelerini, halkı doğru yolda yönetmelerini ve ülkeden kötüyü ve fenayı yok etmelerini tavsiye
eder ve kim bunlara riayet etmezse tanrıların lânetinin onun üzerine olmasını niyaz ederek ve
beddualar okuyarak metni sonlandırır.
c. Fermanlar
Bâbil'de hukukî hayatı düzenleyen normlara, çıkarılan bu mecellelerin yanında, zaman
zaman çeşitli krallar tarafından, "ülkede adaleti, tesis için" ilân edilen fermanları da eklemek
gerekir. Meselâ, Bâbil kralı Ammisaduqa'nın (1646-1626), yayınladığı bir fermanın 18.
maddesinde, çeşitli şehir adları sayılarak, bunların ahâlisinden olup da "borcu sebebiyle kendisini,
karısını veya çocuklarını rehin olarak hizmetkârlığa vermiş kişilerin, 'kral ülkede adaleti tesis ettiği
için,' artık serbest oldukları ve özgürlüklerine kavuşacakları" belirtilmektedir.
d. Yeni Bâbil Kanunları
Çeşitli kaynaklarda Hammurabi Kanunnâmesi'nin yanında, bundan bin yılı aşkın bir süre
sonrasına ait olan Yeni Bâbil Yasalarından da bahsedilmektedir. Yeni Bâbil Dönemi’ne (625-539)
ait olan bu metin, kırık bir tabletten ibaret olup, okunabilen on paragrafı evlilik ve veraset ile
ilgilidir. İfade tarzı itibariyle, Hammurabi Kanunnâmesi ile arada şöyle bir fark vardır: Yeni Bâbil
Kanunları’nda, cümleler, Hammurabi Kanunnâmesi' nde olduğu gibi, "eğer" kelimesi ile değil;
"bir erkek/bir kadın ki ibâresi ile başlamaktadır.
2. AİLE HUKUKU
Hammurabi Kanunnâmesi'nde en büyük yer aile hukukuna, evlenme, nişanlanma,
boşanma, miras, evlatlık edinme gibi konulara ayrılmıştır. (m.127-194 arası). Kadîm
Mezopotamya kültüründen kaynaklanan ve bu kanunnâmede kristalize olan evlilik ve aile ilgili
uygulamalar ve düzenlemeler, insanlığın bu konulara ilişkin mevcut hukuki düzenlemelerinin de
esasını oluşturmuştur ve o günlerden bugüne bu evrimsel süreç devam ede gelmektedir.
Erkeğin evleneceği kızı babası seçerdi, veya bu durumu, nihaî karar verici kişi aile reisi idi
diye de ifade edebiliriz. Bunu Hammurabi Kanunnâmesi’ ndeki bâzı ifadelerden de
çıkarabiliyoruz: Eğer bir adam, oğluna bir gelin seçtiyse..." (m. 155). Her iki tarafın ailelerince
mutabakat sağlandıktan sonra, yasal evlilik prosedürü işlemeye başlar, satın alma yoluyla evliliğin
bir kalıntısı olan, hediyelerin teati edilmesi ile de durum te'yit edilirdi. Talip taraf, gelinin babasına
önemlice bir hediye verirdi, fakat babanın da kızına bu hediyeden daha değerli bir çeyiz vermesi
beklenirdi. Bu durumda hangisinin, gelinin mi damadın mı satın alındığını söylemek oldukça
güçleşmekte. Heredot'un yazdığına bakılırsa, senenin bir gününde evlenecek çağdaki kızları olan
44
tüm babalar kızlarını, evlenmek isteyen çok sayıda erkeğin bulunduğu bir meydana getirirlerdi.
Bir tellal onları tek tek ortaya çağırır ve açık artırma ile satardı. Önce en yüksek fiyata ulaşması
beklenen en güzel kızdan başlardı satışa. Fakat bir şartı vardı, alanların kızlarla resmen evlenmeleri
gerekirdi. Böyle tuhaf uygulamalara rağmen, Bâbil'de evlilik sadâkat ve tek eşliliğe dayalı idi;
evlilik öncesi ilişkilere tanınan serbestliği, evlilik sonrası sadâkat yönünde ciddî bir zorlama takip
ederdi. İlk çocuğunun doğması erkeğin hayatında önemli bir dönüm noktası sayılırdı. Artık "aile
reisi" statüsüne geçer ve ailenin mensupları üzerinde nerede ise limitsiz bir hak ve otorite sahibi
olurdu. Borçlarına karşılık onları rehin bile verebilirdi.
Bâbil toplumunda genel olarak evlilik öncesi ilişkilere oldukça müsamahakâr davranıldığı
ve izin verildiği görülmektedir. Nikâh akdi olmaksızın "deneme evliliği" şeklindeki süresi
taraflarca kararlaştırılan birliktelikler câiz görülüyordu. Ancak, bu durumda kadının, resmî eş
olmadığını, belirten bir işaret taşıması gerekirdi. Fahişelik ve "tapınak fahişeliği" yaygındı. Bunlar
çeşitli sınıflara ayrılmıştı ve bazıları kutsal sayılırdı. Aslında bu "tapınak fahişeliği" müessessi
kadîm dönemlerde pek çok toplumda görülmektedir:
İbrânîlerde, Fenikelilerde, Frigya'da, Suriye'de vs. Kıbrıs'ta ve Lidya'da genç kızlar evlilik
çeyizlerini hazırlamak için fahişelik yaparlardı. Bâbil'de "tapınak fahişe uygulamasının, M.S.
325'de imparator Konstantin tarafından yasaklanıncaya kadar sürdüğü anlaşılmaktadır.
Bâbil'de kadının durumu genel olarak, kadîm Mısır ve Roma'dakinden aşağı olsa da, kadîm
Greklerde ve Orta Çağda Avrupa'da olduğundan daha kötü değildi. Mal mülk sahibi olabilir ve
bunlara tasarruf edebilirdi; alıp satabilir, mîras alabilir/bırakabilir, vasiyet yapabilirdi. Serbestçe
evin dışına da çıkarak çarşı pazarda işlerini yapabilirdi. Bâzı kadınlar ticaret yapar, dükkân
açarlardı; hattâ bâzdan kâtip bile olabiliyordu ki bu durum, oğlan çocukları kadar, kızların da
eğitim alabildiklerine delâlet eder. Fakat, ailenin en yaşlı erkeğinin neredeyse sınırsız bir otoriteye
sahip olması yönündeki Semitik örf zamanla kadınların bu tarih öncesinden gelme anaerkil
özelliklerini giderek sınırladı. Yüksek sınıflarda, kadınların evin bir bölümünde tutulması ve bir
uşak veya hadım refakatinde dışarıya çıkmaları gibi uygulamalara gidildi ki, bunlar daha sonraki
dönemlerde Hint ve Ortadoğu coğrafyasındaki pardah uygulamasının kaynağını oluşturacaktır.
a. Nişanlanma
Her iki tarafın aileleri arasında bir anlaşma sağlanmasını müteakip, nişan koyma yoluna
gidilirdi. Nişanlanacak erkek, kız tarafına "tirhatu" denen bir ağırlık, nişan hediyesi verirdi ki, bu
bir nevi, nişan sözleşmesinin bozulması ihtimaline karşı, akit anında verilen pey akçesi hükmünde
idi. Nişanlanan tarafların nişanı bozmaları durumunda; eğer erkek tarafı nişanı bozacak olursa,
nişanlanırken kıza ve babasına vermiş oldukları hediyeleri geri alamazdı; kızın babasının nişanı
bozması durumunda ise, nişanlanan erkeğe, onun nişanlanırken vermiş olduğu hediyeleri iki misli
olarak iade etmesi gerekirdi.
- Nişanlanan bir erkek, daha sonra başka bir kadına meyleder ve nişandan vazgeçerse, nişan
hediyeleri ve başlık parasını geri alamaz. (m.159)
- Kız tarafı nişandan vazgeçerse, nişan hediyesi ve başlık olarak kendilerine ne verildiyse
iki katını ödeyecektir, (m.160).
45
b. Evlenme
Hammurabi Kanunnâmesi'nde evlenmenin resmî şekle tâbi tutulduğu görülmektedir.
Evlenmenin hukuken meşrû ve mûteber olabilmesi için yazılı bir vesika düzenlenmesi şarttı. Nikâh
akdi olmaksızın yapılan fiilî birleşmeler evlilik sayılmazdı:
- Eğer bir adam, nikah sözleşmesi yapmadan bir kadınla beraber yaşarsa, o kadın o adamın
zevcesi olmaz, (m.128).
Hatırlanacağı gibi, Eşnunna Mecellesi’ nde de evlenme akdi konusunda benzer bir hüküm
yer almakta idi:
- Eğer bir adam, birisinin kızını ana babasının iznini almadan ve bir nikâh akdi yapmadan
alırsa, kız adamın evinde bir yıl kalmış olsa da o adamın karısı olmaz, (m. 27).
Evlilik sözleşmesinin, bâzı durumlarda koca namına, bazen de ebeveyn namına
düzenlendiği görülmektedir. Bu vesikada, tarafların birbirlerine sâdık kalacaklarına dair verdikleri
söz yer alır, şahitlerin listesi ve evlenme akdinin tarihi belirtilirdi.
Evlenirken, kadına, babası veya, babasının vefat etmiş olması durumunda erkek kardeşleri
tarafından; pederinin terekesinden alacağı müstakbel (müeccel) veya muaccel mîras hissesine
tekabül etmek üzere “şeriktu" denen bir cihaz (drahoma?) verilirdi. Kendisi için bir ekonomik
güvence niteliğinde olan bu cihaz'ı üzerinde kadının kişisel bir mülkiyet ve tasarruf hakkı
bulunurdu. Kocanın vefatı hâlinde, kocasının kardeşleri bu cihaz üzerinde bir hak iddia
edemezlerdi, kadının kendisine ait bu şerikin üzerindeki haklarında bir değişiklik olmazdı; bu
cihaz kadının vefatı hâlinde kendi çocuklarına intikâl ederdi. Ancak, şeriktu verilmeden de
evlenme akdi yapılabilirdi. Ayrıca, evlenme esnasında, erkek karısına "nudunuu" denen bir
evlenme hediyesi [mehir] verirdi ki, bu boşanma durumunda bile kadının malı olmaya devam
ederdi ve dul kalması veya sebepsiz bir boşanma hâlinde kadın için sağlanan bir teminât niteliğinde
idi. Eğer evlenme esnasında nudunnu verilmemiş veya belirlenmemişse, kocanın vefatı hâlinde,
kadın da çocuklarıyla beraber bir hisse alırdı. Gerek tirhatu, gerek nudunnu'nun idaresi koca
tarafından yapılır, ancak şartları tahakkuk edince kadının tasarrufuna geçerdi.
Hammurabi Kanunnâmesi'nde, evlenme yasakları ile ilgili bâzı hükümlere de
rastlanmaktadır. Meselâ, kendilerini mabetlere adamış olan, kadınlar evlenemezlerdi. Çünkü
bunların bir mabuda ve mabede ait oldukları kabul edildiklerinden tek bir kişiye ait olmaları kabul
edilemezdi. Keza küçük çocukları olan dul kadınlar da, çocuklarının ekonomik hakları bir
güvenceye bağlanmadıkça evlenemezdi. Bunun için de, evlenecek dul kadının, evleneceği erkekle
birlikte çocukların mallarını korunması hususunu teminat altına alan bir vesika tanzim etmeleri
gerekirdi:
Küçük çocukları olan dul bir kadın tekrar evlenmek isterse, hâkimden izin alacaktır.
Çocukların yetişmesi ve onların mal varlıklarının korunması hususunu düzenleyen bir sözleşme
yaptıktan sonradır ki, hâkimler böyle bir evlenmeye izin vereceklerdir. Yetim çocukların,
annelerine ve yeni kocasına mahkeme kararıyla emânet bırakılmış mallarını kim satın alırsa, satış
geçersizdir, ödedikleri para boşa gider, (m. l77).
46
Kural olarak, bir erkek ancak tek bir kadınla evlenebilirdi. Ancak, kadının müzmin bir
hastalığa müptelâ olması hâlinde, erkeğin, bu birinci karısına ölünceye kadar bakmak kaydıyla
ikinci bir kadınla evlenmesi mümkündü. Erkeğin, ikinci bir kadınla evlenebilmesinin haklı ve
meşru sayıldığı en yaygın durum, evlendiği, kadının çocuğunun olmaması hâli idi. Bu durumunda
da erkek ikinci bir evlilik yapabilirdi, ancak bu durum erkeğin "iki eşli" olmasına hukuken izin
verildiği şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu durumdaki bir erkeğin iki karısı olduğu düşünülmezdi;
çünkü, "asıl eş" statüsü ilk eşe ait olmaya devam ederdi ve bu ikinci eş hiç bir zaman ilk karının
statüsüne sahip olamaz; sanki onun vekili gibi algılanırdı. Diğer yandan, eğer çocuğu olmayan
yüksek tabakadan bir kadın, kocasına bir odalık temin eder ve bu odalıktan bir çocuk olursa, koca
artık ikinci bir kadınla evlenemezdi. Doğan çocuklar da “esas eş”in (ilk karının) çocuğu kabul
edilir ve meşrû çocuk sayılırdı. [Bu uygulamanın İbrânîlerde de olduğu anlaşılmaktadır. Sâre
tarafından Hz. İbrahim'e hediye edilen câriye Hâcer de bu kabildendir.]. Tabii, çocuğu da olmuş
olsa, bu odalığın da, hiç bir zaman kendisini "esas eş” e denk bir konumda görmesine müsâade
edilmezdi; meselâ sokağa çıktığında, ancak asıl eş'le beraber ise başını örtebilirdi; yâni, daha alt
ve aşağı bir statüde kalmayı kabul etmek, esas eş'e itaat ve saygı göstermek zorundaydı. Bu
konumunu kabullenmez de, eşitlik iddiasına (iktidar mücadelesine) kalkarsa, çocuğu yoksa, esas
eş, kendisini köle pazarında satabilirdi. Çocuğu olması durumunda ise, pazarda satamazsa da diğer
kadın köleler arasına katabilirdi:
- Bir adam bir kadını alır da kadın ona bir çocuk temin etmezse ve bu durumda adam başka
bir kadın almak isterse ve o kadını alıp evine getirirse bu ikinci kadın karısı ile eşit düzeyde
olmasına izin verilmez. (m.145),
- Bir adamın karısı, kocasına karılık yapsın diye bir kadın hizmetçi verir ve bu kadın daha
sonra çocuk doğurdum diye "esas eş"le eşitlik iddiasına kalkışırsa, ona çocuk doğurduğu için
efendisi onu para karşılığı satamaz; ancak, ona kölelik nişanı takarak diğer köleler, arasına
katabilir. (m, 146).
- Eğer ona bir çocuk vermemişse o takdirde onun hanımı onu para karşılığı satabilir, (m.
147).
Diğer yandan, yasal eşin dışındaki kadınlardan doğan çocuklar için de "tanıma" müessesesi
getirilmişti. Buna göre, evli ve çocuklu bir erkeğin kölesinden de çocukları olmuşsa, baba isterse
bu çocuklarını tanıyabilirdi; o zaman, baba öldükten sonra tüm çocukları kendisine eşit olarak
mirasçı olabilirlerdi. Bütün bu düzenlemelere rağmen, Bâbil'de "esas eş"in yanında başka evlilikler
yapma veya odalık sahibi olma uygulamalarının çok yaygın, değildi.
Bâbil'de hür kadınlar da kölelerle evlenebilirlerdi, (m. 195, 213). Ancak bu tür evlilikler,
sadece, diğer kölelerden farklı tutuldukları anlaşılan ve kralın koruması altında bulunan saray
köleleri için mümkündü. Diğer yandan, bu köleler hür kadınları odalık olarak alamazlar, onlarla
sadece evlenerek ilişki kurabilirlerdi. Bu tip kölelere ömür boyunca mülk edinme ve ev kurma
hakkı verilirdi.
Ailede çocuklar üzerinde velayet yetkisi bakımından baba ön planda idi; ana da ikinci
derecede bir konuma sahipti. Babanın ölümü hâlinde ailede otorite anaya geçer, ananın da vefatı
hâlinde büyük kardeşe, onun olmaması durumunda ise, vesâyet yetkisi, tâyin edilen vasiye geçerdi.
47
Ailede ananın da baba gibi hukukî ehliyete sahip olduğu görülmektedir. Evlenirken cihaz olarak
getirdiği mallar, yine evlenirken kocası tarafından kendisine verilmiş bulunan hediyeler kadının
mülkiyetinde sayılır ve kadın bu malları üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunabilirdi. [Bir
mukayese imkânı bakımından, burada şu noktaya dikkat çekelim ki, beşinci yüzyıl Atina'sında
bile, kadınlar hemen tümüyle eve kapatılmış olarak yaşıyorlardı ve yasa önünde Assur'lu ve
Bâbil'li hemcinslerinden daha kötü durumda idiler.].
Kocanın müşterek hayatın îcâbettirdiği vazifeleri ihmal etmesi durumunda, kadına kocasını
terk ederek kendi ailesine dönme hakkı tanınmıştı. Ailede karı ve koca, evlenmenin vukuundan
sonraki borçlarından dolayı müştereken sorumlu tutulurlardı.
- Eğer bir kadın, serkeşlik yapan, evini ihmal eden kocasından ayrılmak isterse; duruma
bakılır ve kadın evini, iffetini koruyan bir kadın ise ve erkek kadının dediği gibi ise; kadın haklıdır,
çeyizini alıp babasının evine gidebilir, (m.142)
- Evlilik içerisinde yapılan borçlardan dolayı, karı ve koca birlikte sorumlu olur. (m. 152)
c. Boşanma
Erkek karısını kolayca boşayabilirdi; bunun için, çeyizini iade etmesi ve "Sen benim karım
değilsin!.." demesi yeterli idi. Ancak, aynı sözü kocası için söyleyen kadın, duruma göre, nehre
atılma tehlikesi ile karşılaşabilirdi. Çocuğu olmamak, zina, geçimsizlik ve evin çekip
çevrilmesinde gerekli ihtimamı göstermemesi erkeğin karısını boşaması için yeterli sebep
sayılırdı. Hattâ bu son durum, kadının çocukların bakımında ihmalkârlık yapması, evin mallarının
yönetiminde gerekli dikkati göstermemesi, etrafta dolaşıp serserilik yapması gibi haller, nehre
atılma cezâsını bile mucip olabilirdi. Kadınlarla ilgili olarak görülen böyle bâzı inanılmaz
sertlikteki hükümlere rağmen, gerçek hayatta kadın, her ne kadar kocasını boşayamazsa da, bâzı
hallerde onu terk ederek babasımn evine dönebilirdi. Bu durumda, kendisine ait malları da yanında
götürürdü. [Unutmayalım ki, İngiltere'de kadınlar, on dokuzuncu asrın sonuna kadar bu haklardan
da yoksundu].
Aslında, Hammurabi Kanunnâmesi, bâzı haklı sebeplerin bulunması durumunda her iki
tarafa da boşanma hakkı tanımıştır. Meselâ, koca, çocuk doğurmaması durumunda karısını
boşayabilirdi. Ancak, bu durumda kadın, evlenirken babasının evinden getirdiği cihazı geri
götürebildiği gibi, nişanlanırken tirhatu namı altında verilen hediye kadar bir tazminat da alırdı.
Zevcesinden çocukları olan bir erkek de karısını boşayabilirdi. Ancak, bu durumda, kocanın,
karısının iaşe ve ibatesini karşılamaya devam etmesi ve boşadığı karısından olan çocuklarına
bakmayı sürdürmesi ve çocukları büyüttükten sonra da mirasından, boşadığı karısına bir evlât
hissesi vermesi gerekirdi. Bunlar sağlandıktan sonra, boşadığı karısı dilediği erkekle evlenebilirdi:
- Bir adam kendisine bir çocuk veren karısından ya da kendisine bir çocuk veren kadından
ayrılmak isterse, o zaman karısına çeyizini geri verir ve çocuklarına baksın diye tarlanın, bahçenin
ve malların bir kısmının kullanım hakkını verir. Çocuklarım büyüttüğü zaman çocuklara
verilenlerden bir parça, oğlanınkine eşit olan bir parça da ona verilir. Ondan sonra dilediği erkekle
evlenebilir. (m.137).
48
Diğer yandan, erkeğin evlilik hayatının icâplarına riayet etmemesi, karısına ilgi
göstermemesi ve ona karşı görevlerini ihmal etmesi gibi durumlarda kadın kocasından boşanabilir
ve evlenirken beraberinde getirdiği cihaz'ı (şerikti’yu) da alarak babasının evine dönebilirdi.
Ancak, haklı bir sebep olmadan, kendi kusuruyla (müsriflik vs.), serkeşlik ederek kocasından
boşanmaya yol açan bir kadın, cihaz'ı üzerindeki haklarını kaybetme, köle durumuna düşürülme
veya su tecrübesi gibi ağır ceza ve müeyyidelere çarptırılabilirdi:
- Eğer bir adam bir kadınla evlenir, daha sonra kadın bir hastalığa dûçâr olur ve erkek ikinci
bir evlilik yapmak isterse, erkek karısını boşamayacak, karısına bakmaya devam edecektir. Ancak,
kadın kocasının evinde kalmak istemezse çeyizini alıp babasının evine gidebilir, (m. 148-149).
- Bir adamın birlikte yaşadığı karısı gizlice, kocasını terk etmeye karar verir ve ardından
da onu borç altına sokar, evini virane haline getirir ve kocasını perişan edecek şeyler yaparsa ve
bu yüzden yargı kararıyla suçlu bulunmuşsa; kocası dilerse onu boşarsa kadın kendi yoluna gider
ve ayrılma parası olarak kadına hiçbir şey ödemez. Kocası onun serbest kalmasını istemezse ve
başka bir kadın alırsa kocasının evinde hizmetçi olarak kalır. (m. 141).
- Eğer bir kadın kendini ve evini gözetmezse ve sokağa düşkünse evini dağıtıyor, kocasını
küçük düşürüyorsa o kadın nehre atılacaktır. (m.143).
- Bir adam bir kadın alır da bu kadın ona bir kadın köle verirse ve bu odalık da ona çocuk
doğurursa; artık bu adamın başka bir kadınla evlenemez (m. 144).
Kocanın memleketini terk etmesi hâlinde, kadın istediği kimse ile evlenebilirdi. Bu
durumda, ilk kocası daha sonra avdet ederse, karısı ona dönmek zorunda değildi. Kocanın sürgün
cezası ile cezalandırılması durumunda da, karısıyla olan evlilik bağı sona ererdi. Ancak, koca,
evinden rızası dışında ayrılmak zorunda kalmışsa (meselâ esir düşmüş ise) ve kadın da geçimini
temin edemediği için veya yasal sürelerin sonunda başka birisiyle evlenmişse, daha sonra bu ilk
kocasının avdet etmesi durumunda, kadının ilk kocası ile evlilik ilişkisi tekrar vücut bulur, kadın
önceki kocasına döner; sonraki kocasından olma çocukları bu kocasında kalırdı. Eğer kadın,
kanunî süreler geçmeden başkasıyla evlenmişse, daha sonra geri dönmesi durumunda ilk koca,
eşini de sonraki kocadan olan çocukları da alma hakkına sahipti.
d. Evlat Edinme
Aile reisinin çocuğu olsun, olmasın, evlat edinme müessesesi kabul edilmiş ve bu konuda
düzenlemelere gidilmiştir, (m.185-191). Evlat edinme sözleşmesinin şahitler huzurunda yapılması
şart koşulmuştur. Evlat edinilen kişi, bu muameleyi takiben artık evlat edinenin meşrû çocuğu
konumuna gelir ve meşrû çocuğa tanınan tüm haklar kendisine de tanınırdı. Diğer yandan, evlat
edinene bâzı mükellefiyetler de yüklenmiştir: Evlat edindiği çocuğa karşı sorumluluklarını yerine
getirmezse, meselâ, kendi mesleğini ona öğretmezse, evlat edinme mukavelesi ortadan kalkar ve
çocuk kendi ailesine dönebilirdi. Buna karşılık evlatlık da kendisine evlat edinene karşı saygı ve
sadâkat dışı davranışlarda bulunur, onu inkâr eder veya terk ederse dilinin kesilmesi veya gözünün
çıkarılması gibi çok ağır cezalara çarptırılırdı. Çocuğu olmadığı için başkasını evlat edinen kişi,
daha sonra çocuğu olursa evlatlık ilişkisini sona erdirebilirdi ama bu durumda kendi mal
varlığından bir erkek evlat hissesinin üçte biri nisbetinde bir payı kendisine vermesi îcâp ederdi.
49
3. MİRAS HUKUKU
Hammurabi Kanunnâmesi"nde mirasla ilgili hükümlerin Sumerlerdeki mîras hükümleri ile
aynı olduğu görülmektedir. Babanın yasal ve tabiî mirasçıları, çocukları idi; karısı değil. Erkek
çocuklar ve babalarından cihaz almamış kız çocukları, farklı analardan da olsalar, eşit olarak
mirasçı olurlardı. Eğer, erkek çocuklar arasında henüz evlenmemiş olan varsa, terekeden, önce
onun başlık parası ayrılır, sonra miras paylaşılırdı.
İlk erkek çocuk ayrıcalığı yoktu, bütün oğlan çocukları mirastan eşit olarak pay alırdı.
[Ancak, o dönemlerdeki yaygın bir geleneğe göre, yasal eşin ilk oğluna, tereke hisseleri içinden
istediğini seçme hakkı tanınıyordu (m.170).
- Eğer bir adam diğer çocuklarına eş almış (evlendirmiş), fakat en küçük çocuğunu
evlendirmeden kaderine gitmişse (ölmüşse), mîras paylaşılmadan önce, küçük kardeşin başlık
parasını ayıracak ve sonra paylaşacaklardır. ... Eğer babanın çeyiz vermediği ve evlendirmediği
kızı varsa, baba evinin durumuna göre kardeşleri ona çeyiz verecek ve onu evlendireceklerdir. (m.
166, 184).
- Babanın vefatından sonra farklı eşlerinden olan çocukları mirası aralarında eşit olarak
paylaşacaklardır. (m.167).
Öte yandan, henüz evlenmemiş kız çocukları da erkek kardeşleri ile birlikte mirasçı
olmakla beraber, kız çocuklarının bu hisseleri üzerinde sadece intifa hakkına sahip oldukları, aslî
mülkiyetin biraderlerine ait olduğu, ve vefatları durumunda onlara döndüğü anlaşılmaktadır. Eğer
erkek çocuk yok ise, babanın mirasını kız çocukları paylaşırdı. Gayrimeşru çocuklar, ancak
babaları tarafından tanınırlarsa mirasçı olabilirlerdi. Sağlığında, köleden doğan çocuklarını
"çocuklarımsınız" diye tammamışsa bu çocuklar babaya mirasçı olamazlardı; ancak, bu durumda
dahi, resmî eşin çocukları, köle ana ile çocukları üzerinde bir hak iddiasında da bulunamazlar;
vefatla birlikte ana ve çocukları hür olurlardı:
Eğer bir babanın eşi ve kadın kölesinden çocukları varsa, kaderine gittiğinde (vefatında)
bakılır, eğer sağlığında köle anadan doğma çocuklarını da "benim çocuklarımdır" diyerek
tanımışsa, bir ayrım yapılmadan çocukların hepsi mîrası eşit olarak paylaşırlar. Ancak eşin ilk
oğlunun seçeceği hisse hakkı bakidir. Eğer baba, sağlığında, köleden doğma çocuklarına "benim
evlatlarım" demediyse, o zaman, onlar mîras paylaşımına dahil edilmeyecek; anne ve çocuklarına
özgürlükleri verilecektir, (m.170, 171).
Eğer, vefat eden babanın çocuklarından biri daha önce ölmüşse, “halefiyyet ilkesi” geçerli
idi, yani çocukları babalarının miras hissesini tevarüs ederlerdi. Müteveffanın hiç çocuğu
bulunmuyorsa, mîras kardeşlerine; onların da bulunmaması durumunda amcalara intikâl ederdi.
Vefat edenin karısı ise, çeyizini ve diğer düğün hediyelerini muhafaza eder ve yaşadığı sürece
ailenin reisi olur, kocasının evinde ikâmet etmeye devam ederdi. Fakat, bu hakkı bir intifâ hakkı
niteliğinde olup, kocasma ait bu mülk üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunamaz, meselâ
başkasına satamazdı. Diğer yandan, eğer evlenme esnasında nudunnu verilmemiş veya
belirlenmemişse, kocanın vefatı hâlinde, kadın da çocuklarıyla beraber bir evlat hissesi alırdı:
50
Eş, çeyizini ve kocasının ona verdiği, evlenme aktinde belirtilen evlenme hediyesini
(mehir) alır ve yaşadığı sürece kocasının evinde oturmaya devam eder. Evin intifâ hakkına sahip
olup, satamayacaktır. Eğer kocası ona evlenme hediyesi (mehir) vermemişse terekeden çeyizi
tamamlanacak, kocasının ev eşyasından hissesini ise diğer vârislerle birlikte alacaktır...
(m.171,172).
Annenin vefatı hâlinde ise, evlenirken şeriktu adıyla alıp getirdiği mallarla kocasının
verdiği diğer hediyeler üzerindeki hakları kendi çocuklarına; çocuklarının olmaması durumunda
ise kendi babasına, yâni evlenmeden önce mensup bulunduğu ailesine geçerdi.
Hammurabi Kanunnâmesi, bir kimsenin çocuğunu mirastan mahrum etme imkânını da
tanımaktadır. Ancak, bu iradenin hukukî bir sonuç doğurabilmesi için hâkime başvurulması ve
mirastan mahrum etmenin gerekçelerinin îzah ve isbât edilmesi gerekirdi. Eğer mahkeme çocuğun
ebeveynine karşı ağır bir kusur işlediği kanaatine varırsa, birinci sefer babayı affa davet ederdi.
Hatanın tekrar edilmesi durumunda ise mirastan mahrumiyet geçerli hâle gelmiş olurdu.
Eğer bir adam oğlunu mirastan mahrum etmeye karar verirse, hâkimler onun bu beyânını
değerlendirecek, ve eğer oğulun bu mahrumiyeti gerektirecek bir suçu yoksa bu isteği dikkate
almayacaklardır. Eğer babanın isteğini haklı görürlerse, oğul, birinci defasında affedilecek, ikinci
defa mahrumiyeti gerektirecek bir suç işlerse o zaman oğul mîrastan mahrum edilecektir, (m. 168,
169).
4. BORÇLAR HUKUKU
a. Mülkiyet
Bâbil toplumunda özel mülkiyetin oldukça gelişmiş olduğu görülmektedir. Bunun bir
sonucu olarak, Hammurabi Kanunnâmesi'nde menkul ve gayrimenkul mülkiyetinin düzenlenmesi
ve sözleşme hukukuna ilişkin önemli hükümler yer almaktadır. Menkul ve gayrimenkuller
üzerindeki özel mülkiyet hakkı kanunla korunmuştu. Bunların da bir sonucu olarak Bâbil'de özel
teşebbüs ve ticarî faaliyetler devrine göre çok gelişmiş ve ülke yüksek bir refah düzeyine erişmişti.
Ancak, anakronik bir değerlendirmeye düşmemek bakımından, "özel mülkiyet" diye ifade
ettiğimiz kavramı şüphesiz, günümüzdeki anlamıyla değil; bu kadîm dönemlerdeki biçimiyle,
yâni, “baba evinin mülkü" olarak anlamak gerekir. Nitekim, incelediğimiz devirlerde sosyal ve
ekonomik temel ünite olan “hâne”nin adı “baba evi” dir; mülk, "baba evinin mülkü"dür ve sahip
olunan her şey: arazî, ev ve işletme binaları, hayvanlar, köleler, âletler, ürünler, değerli metaller
vs. hep bu mülkiyet kategorisi içindedir. Ancak, Hammurabi döneminde aile ortaklığı dışında özel
mülkiyetin geliştirilmesi yönünde de gelişmeler oldu ve bu yönde bâzı düzenlemelere gidildi.
Diğer yandan, Hammurabi Kanunnâmesi kamu ve özel mülkiyet ayırımı yapıldığı, kamu yararına
tahsis edilmiş malların ve ibâdet yerlerinin kamu mülkiyeti kategorisinde değerlendirildiği
görülmektedir.
Menkul malların satımında, malın gerçek sahibinin ve iyi niyet sahibi alıcıların haklarını
koruyacak hükümler getirilmiştir. Mülkiyeti iktisap yolları; akit, mîras, zamanaşımı ve
birleşme'dir, Akide mülkiyetin intikâli, Roma Hukukundaki gibi şeklî formalitelere bağlı değildir;
yazılı irade beyânları yeterlidir. İktisâbî zaman aşımı süresi üç yıldır; ancak, küçüklük, gaiplik ve
51
esaret zamanaşımını durdurur. Bâzı maslahatları korumak için mülkiyet hakkı üzerindeki tasarruf
yetkisine yasa ile sınırlamalar getirilmiştir: Çocukların haklarını korumak için, kocası vefat etmiş
bulunan karının gerek kendi malları üzerindeki, gerek velisi olduğu küçüklerin malları
konusundaki tasarrufta bulunma yetkisi kısıtlanmıştır. Ayrıca, gaip kişinin malları üzerinde
başkalarının tasarrufta bulunması da men'edilmiştir. [m. 53-56].
Mülkiyet mefhûmuna verilen önemin bir neticesi, menkul malların devrinde, hüsnüniyetli
dahi olsa zilyedi değil, gerçek maliki ön plânda tutan hukuk düzenlemelere gidildiği
görülmektedir. Bir kimseden, kendisine ait olmayan bir şeyi hüsnüniyetle satın almış olan kişi,
hakikî sahibin ortaya çıkması durumunda malı sâhibine iade etmek zorunda idi. Ayrıca, bu kişi
elindeki bu malı satın aldığı kişiyi iki şahitle ispat etmekle mükellef tutulmuştu. Aksi takdirde
hırsız durumuna düşer ve o fiilin gerektirdiği cezaya çarptırılırdı. Başkasından satın aldığını ispat
ettiği takdirde hem hırsızlık ithamından kurtulur, hem de o malı satın alırken ödediği parayı ve bu
yüzden mâruz kalmış olduğu zararı, malı satan kişiden talep edebilirdi. Ancak, böyle bir talepte
bulunabilmesi için, satın alan kişinin iyi niyetli olması, yâni satın aldığı kişinin gerçek malik
olmadığını bilmemesi gerekirdi. İyi niyetli değilse bir talepte bulunamazdı.
Gayrimenkul satışının yazılı bir belgeye dayanması zorunlu kılınmıştır. Diğer yandan,
taşınmazını satan kişiye, ve hattâ onun akrabalarına da, satılan taşınmazı, parasını iade ederek geri
alma hakkı tanınmıştı. Toprak mülkiyeti bâzı hallerde zaman aşımı ile de iktisap edilebilirdi.
Meselâ, kendisine ait olmayan bir arazi üzerinde hurma ağacı diken ve yetiştiren bir kimse, beş yıl
sonra o toprağın maliki olurdu. Toprağın sahibi, arazisini işletmesi için başkasına kiraya da
verebilirdi. Birisinin tarla veya bahçesini kiralayan kişi, kiraladığı toprağın işlenmesi hususunda
gereken itinayı göstermek zorundaydı. Eğer bu hususta ihmal göstererek arazi malikinin
menfaatlerine zarar verirse, emsal tarlalardaki üretim düzeyi ölçüsünde bir tazminat ödemek
durumunda kalırdı. Suiniyetle başkasının arsasında yapılan inşaat, arsa sâhibi tarafından bedelsiz
zabtedilebilirdi. Hüsnüniyet söz konusu ise, arsa sâhibi binanın kıymetini vermek
mecburiyetindedir. Tarım arazilerinde de benzer hükümler mevcuttur.
b. Akitler
Âkit tarafların edimlerini yerine getirmelerine büyük önem verilmiş; akdin şartlarına
uymamaktan doğan zararların ödettirilmesine ilişkin hükümler konmuştur. Diğer yandan,
Hammurabi Kanunnâmesi, bugün de modern hukukun kabul ettiği bâzı önemli hukukî esasları
vaz'etmiş bulunmaktadır. Bunlardan önemlileri: 1. Hata da bir borç kaynağıdır, doktorun hatası
gibi. 2. Beklenmeyen haller, sözleşmeden doğan borcu sona erdirebilir. 3. Yetkisiz temsilcinin
yaptığı işlemler, namına işlem yapılan şahsın icazetiyle geçerli, hale gelebilir. 4. Akitlerde
hüsnüniyet esası hâkimdir. 5. Kasıt, cezaî sorumluluğun esasıdır. (m. 41, 48, 53, 95, 206, 218-
220].
Bugünkü hukuk sistemine benzer bir şekilde Bâbil’de de satıcının ayıba karşı tekeffül
borcu olduğunu görmekteyiz. Meselâ, satılan kölenin bir ay içinde saralı (epilepsy) olduğu
anlaşılırsa alıcı, köleyi geri verip, parasım geri alabilirdi, [m. 278].
Kira akdinin yazılı bir belgeye dayandırılması, bu belgede tarafların isimlerinin, kira
süresinin, kira bedelinin, kiralanana verilen zararın tazminine ilişkin hükümlerin yer alması
52
gerektiği belirtilmiştir. Kira bedellerinin pek çok durum için kanunla belirlendiği, anlaşılmaktadır.
Gemilerin kiralanması, kiraya veren ile gemiyi işleten arasındaki görev ve sorumlulukları
belirleyen hükümler görülmektedir.
Ödünç verme akdinin yazılı bir şekilde yapılması, bu akitte; tarafların isimleri, borcun
ödenme tarihi, yeri, faiz verilip verilmeyeceği ve şahitlerin isimleri belirtilmek gerekirdi. Borcunu
ödemeyen borçlunun mal varlığı yanında, şahsı aleyhinde de takibatta bulunulabilirdi. Borcunu
ödemekten âciz olan borçlusunu alacaklı köle olarak satabilirdi. Hattâ bu köleleştirme, belli bir
süre (üç yıl) ile sınırlı olarak borçlunun karısına ve çocuklarına da sirayet edebilirdi:
Eğer her hangi bir kişi borcunu ödeyemezse ve para için kendisini, karısını, oğlunu ya da
kızını satarsa veya zorla çalıştırılmalarına izin verirse onları satın alan adamın ya da mal sâhibirıin
evinde üç yıl süresince çalışırlar ve dördüncü yılda özgür bırakılırlar, [m. 117].
Keza, borcun teminatı olmak üzere, borçlunun kendisi veya karısı ve çocukları üzerinde de
rehin tesis edilebilirdi. Evlilikten sonraki borçlardan karı ve koca birlikte sorumlu idiler. Ancak,
karı-koca aralarında bir anlaşma yaparak, evlenmeden önceki borçları için karşı tarafın mes'ul
tutulamayacağını kararlaştırmışlarsa o zaman alacaklılar, evlenmeden önceki borçları sebebiyle
kocanın borcu ise karıyı, karının borcu ise karıyı rehin alamazlardı [m. 151].
Ancak, rehnedilen veya köle durumuna düşen borçluya karşı alacaklının iyi davranması
gerekirdi, aksi takdirde, doğacak sonuçlardan mes'ül tutulurdu. Borcun teminatı olmak üzere
rehnedilen kölenin, kötü muamele sonucu ölmesi durumunda, kölenin sahibi olan borçluya
tazminat ödenmesi gerekirdi. Eğer rehin tutulan kişi borçlunun oğlu idiyse ve kötü muâmele
sonucu ölmüşse, buna karşılık, alacaklının da oğlu öldürülürdü.
Kredi işlemleri para ve mal üzerinden yapılırdı. En yüksek faiz haddi, devlet tarafından
belirlenmişti. Bu oran para kredilerinde % 20; mal kredilerinde ise % 33 idi. Bu oranların, kanuna
karşı hile yapmayı beceren kâtipler yoluyla daha da yükseltildiği görülürdü. Banka yoktu, belli
güçlü aileler bu işi görürlerdi. Tapınaklardaki rahipler de bu tatlı kârlar getiren kredi işine
girmişlerdi, ekim ve hasat dönemi için kredi verirlerdi. Kıtlık veya tabii âfet durumlarında, tarlasını
ipotek ederek kredi almış bulunan çiftçileri korumak için, kanunlar çıkartılarak o yıl için faiz talep
edilmemesi emredilirdi. Fakat kanun hükümleri büyük ölçüde ekonomik yönden güçlü olanları
kollayacak şekilde düzenlenmişti. Bâbil hukuku, kredi veren kişiyi garantiye almadan kredi
işlemini gerçekleştirmeyen bir yapıda idi. Krediyi veren, verdiği borcun ödenmemesi durumunda
kredi vereni veya oğlunu borç ödeninceye kadar kölesi kılabilirdi; ancak bu süre üç yılı geçemezdi.
Mürekkep faiz yasaktır. Kanuni faiz haddinin aşılması durumunda, alacaklı hakkını kaybettiği
gibi, aldığının iki mislini de borçluya öder. Hammurabi, tefecilerin borçlularının evine girip zorla
alacaklarını almaları uygulamasını kaldırır.
Vedia sözleşmelerine de yer verilmekte ve yazılı olarak yapılması şart koşulmaktadır.
Sahip olduğu altın veya herhangi bir şeyi emanet olarak başka birine veren kimse, şahitler
huzurunda ve bir sözleşme ile verecektir. Şahitsiz ve mukavelesiz vermiş ve karşı taraf da inkâr
etmişse bu kişinin şikâyeti dikkate alınmaz, [m.122,123].
53
Hizmet akitleriyle ilgili düzenlemelere de rastlanmaktadır; İşçilere ödenecek ücret
miktarlarının belirlendiği, bu miktar belirlenirken işçilerin yaşlarının ve mevsimin dikkate alındığı
görülmektedir. Mecellede yer almayan durumlarda ücret ve diğer koşullar sözleşme ile belirlenirdi.
Hammurabi Kanunnâmesi, doktor, veteriner, inşaat ustası/miteahhit gibi meslek sâhiplerini,
mesleklerini icra ederlerken yaptıkları hata ve ihmallerden dolayı da sorumlu tutmuştur:
- Yaptığı hatalı bir tedavi sonucu hür bir adamın vefatına veya gözünü kaybetmesine
sebebiyet veren doktorun eli kesilir. Vefat eden köle ise, tabip o köle yerine başka bir köle temin
eder. Tedavi ettiği kök gözünü kaybetmişse, tabip, köle fiyatının yarısı kadar tazminat öder. [m.
218-220].
- Yanlış tedavisi sonucu hayvan ölmüşse, veteriner, hayvanın kıymetinin dörtte birini
tazmin eder. [m. 225].
- Yaptığı binanın yapımındaki kusurundan dolayı çökmesi sonucu ev sahibi ölmüşse,
binayı yapan usta da ölümle cezalandırılır. Eğer binanın altında kalıp ölen hane sahibinin oğlu ise,
inşaatı yapan ustanın da oğlu öldürülür. Ölen inşaat sahibinin kölesi ise, inşaatı yapan usta o köle
yerine başka bir köle temin eder. Ayrıca, binanın çökmesi sonucu harap olan ev eşyası da usta
tarafından tazmin edilir; binayı da tekrar kendi parası ile yapıp teslim eder. [m. 229-232].
c. Haksız Fiiller
Haksız fiillerle ilgili olarak genel bir değerlendirmede bulunmak gerekirse, herkesin sebep
olduğu, zararı tazmin etmesi ilkesinin genel bir hukuk prensibi olduğu ve uygulandığı
anlaşılmaktadır:
- Eğer bir adam, tarlasının kenar (su) bendinin kuvvetlendirilmesinde ihmal gösterip, bendi
sağlamlaştırmazsa ve bendde delik açılırsa ve (ekim yapılacak) tarlayı su basarsa, bendinde delik
açılan adam, zarar gören arpanın bedelini öder. (m. 53).
- Eğer, arpayı ödeme kudreti yoksa, kendisini ve malını para karşılığı satacaklar, arpasını
su götürmüş olan göllenmiş tarlanın adamları elde edilen gümüşü bölüşeceklerdir, [m. 54].
- Eğer bir adam izinsiz olarak, birinin bahçesinden ağaç keserse 1/2 gümüş inana öder. (m.
59). (Bu hüküm, Sumer Lipit-İştar Mecellesi' nin onuncu maddesinin aynısıdır).
- Eğer bir adam, bir adama ortaklık için gümüş verirse, meydana gelen kâr ve zararı, tanrı
önünde oraklaşa bölüşeceklerdir. [m, 98].
- Eğer bir adam, ihmal veya dövmesi sebebiyle kiraladığı bir öküzün ölmesine sebep olursa
öküzün yerine bir öküz verir, kırda aslan öldürürse, zarar hayvan sahibinindir. Eğer, öküzü aslan
parçalarsa veya tanrı çarparsa (hastalanıp ölürse), kiralayan kişi kendisinin bir kusuru olmadığına
dair tanrı yemini eder ve sorumlu olmaz, [m. 244, 245, 249).
- Eğer bir öküz sokakta giderken bir adamı boynuzlayıp ölümüne sebep olursa, bu durumda
şikâyet yoktur . Ancak adamın öküzü süsken idiyse ve yetkililer onu uyardıkları halde boynuzunu
köreltmediyse ve o öküz bey sınıfından birini öldürmüşse, 1/2 mana gümüş tazminat öder. [m.
250, 251].
54
5. KÖLE HUKUKU
Daha önce işaret edildiği gibi, Bâbil'de halk, hukukî bakımdan, Amelu (en yüksek askeri
ve sivil devlet görevlileri, rahipler), Muskinu (tüccarlar, sanatkârlar hür ama ikinci derecede
vatandaş statüsünde olanlar) ve köleler olmak üzere üçe ayrılıyordu. Bâbil toplumu, köle
kullanımının yaygın olduğu bir yerdi. Köleler kişisel hizmetlerde, üretimde ve ağır işlerde
çalıştırıldıkları gibi, devlet görevlilerinin talep etmesi durumunda askerlik ve diğer "kral
angaryası" gibi işleri de yapmak zorundaydılar.
Ana köle kaynağı, harplerde elde edilen esirler ve satın alma yolu olmakla beraber, borç
köleliği (m. 54); borç yüzünden azamî üç yıl süreli de olsa rehin köleliği (m.117) veya huysuz ve
serkeş kadınların kocaları tarafından evdeki diğer kölelerin arasına dâhil edilmesi (m. 141) gibi,
sonradan köle statüsüne düşme gibi durumlar da vardı. Hammurabi Kanunnâmesi'nde yer verildiği
şekliyle köleler eşya ve hayvan sınıfı içinde konumlandırılmakta. Ancak, köleler arasında da statü,
farkları olduğu anlaşılmaktadır. Bâzı köleler, meselâ hükümdarın köleleri, hür bir kadınla
evlenebilirlerdi ve böyle bir evlenmeden doğan çocuklar hür ve meşrû sayılırlardı. Nikah akdi,
evlenen kölenin efendisi adına tanzim edilirdi. Kölelere verilen zararlardan dolayı ödenecek
tazminatlar kölenin sahibine tediye edilirdi.
İlk dönemlerde köle kaynağı satın alma ve harp esirleri idi. III. Ur Sülalesinden (M. Ö.
2100) itibaren hür vatandaşların bâzılarının kendilerini ya da çocuklarını borç, geçim sıkıntısı gibi
sebepler yüzünden köle olarak sattıkları görülüyor. Bu kişilere herhangi bir bedel ödenmiyor,
sadece iaşe ve ibateleri sağlanıyordu. Ancak, Bâbil asıllı kölelerin yurt dışına satılmaları yasaktı.
Aksi halde, şatılan Bâbilli köle, hür statüsünü kazanırdı. (m.280). Hammurabi Kanunnâmesi'nin
ilk maddesine göre, hür bir kişiyi köle olarak satmanın cezası ise ölümdü. Buna rağmen, Bâbil'de,
kaçırılıp köle olarak satılan pek çok çocuk bulunuyordu. Diğer yandan, ana babalarınca geçim
sıkıntısı sebebiyle satılan, veya kendilerine karşı çıktıkları için başları köle taraşı yaptırılıp köle
pazarına çıkarılan çocuklar da başka bir köle kaynağı idi. Bu uygulamanın yanında, dînî sâiklerle
çocuklarını tapınaklara köle olarak verme âdeti de vardı. Evli bir kadının kocasına sadakatsizlikte
bulunması ve itaatsizlik yapması da bir başka köleleştirme sebebiydi. Böyle bir kadın, kuleden
atılarak öldürülebilir veya köle olarak saraya satılabilir veya süt anne olarak kullanılabilirdi.
Bâbil hukuk sisteminde de köle bir mal olarak kabul ediliyor ve her türlü ticarî muameleye
konu olabiliyordu. Efendisi, borcuna karşılık olarak kölesini satabilir, rehin verebilirdi. Kölenin
yaralanmasına veya ölmesine yol açan bir davranışta bulunan kişi, efendisine tazminat ödemek
durumundaydı. Bir kölenin ölümüne sebep olan kişi efendiye başka bir köle vermek zorundaydı.
Bir kölenin hasta gözünü tedavi ederken kör olmasına neden olan doktor kölenin efendisine
‘kölenin yarısı değerinde gümüş öderdi, (m. 220). Mal olmaları hasebiyle köleler mîrasa da konu
olurlar; efendilerinin vefatı durumunda onun mirasçılarına intikâl ederlerdi.
Efendinin köle üzerindeki mülkiyet hakkı saygı gösterilmesi gerekli mutlak bir hak olduğu
için bu hakkın kaybolmasına sebep olanlar ölüm cezasına çarptırılırlardı. Bir kölenin kaçmasına
izin veren, kölelik işaretini gideren, kaçak bir köleyi saklayan veya alıkoyan kişiler öldürülürdü,
(m. 15,16,19, 227), Saraya ait kaçak bir köleyi yakalayıp geri götürmek ise bir vatandaşlık görevi
sayılırdı. Bir başkasının kölesini efendisinden habersiz olarak damgalatan kişi ise o köleyi çalmış
55
gibi işlem görür ve ölüm cezasına çarptırılır, sonra da kendi evinin önüne gömülürdü. Kaçak köle
yakalayıp da efendisine teslim eden kişi ise efendiden iki gümüş şekel mükâfat alırdı, (m. 17).
Eğer köle efendisinin adını söylememekte direnirse saraya götürülür, orada efendinin kimliği tespit
edilerek teslim edilirdi. Efendi kaçak kölesini cezalandırırdı. Ana İttişu Mecellesi'ne göre bu ceza
genellikle kölenin kulağının kesilmesi şeklinde olurdu. Ancak kaçak köle bazen de zincire
vurularak, ayağına ağırlık bağlanarak ya da kaçak olduğunu belirten ibarelerle damgalanarak
cezâlandırılırdı. Hammurabi Kanunnâmesi'nde kaçak köleyi yakalayanın efendisine teslime kadar
köleye iyi bakmakla ve onu elinden kaçırırsa efendiye olayda ihmali bulunmadığını ispatla
mükellef olduğu şeklinde bir hüküm yer almaktadır. (m.20).
Bâbil'de kölelik bir kast sistemi şeklinde değildi; çünkü, bâzı hâllerde hürler de köle
statüsüne düşebilirlerdi. Kölelerin birbirleriyle yaptıkları evlilikler yasal olarak kabul edilirdi.
Efendileri câriyeleri odalık olarak kullanabilirlerdi. Efendi bu ilişkiden doğan çocukları kabul
edebilirdi. Bu şekilde bir beyânda bulunmasa bile, efendinin ölümünden sonra ana çocuklarıyla
birlikte hür olurdu. Ancak, kadın kölenin satış işlemi sırasında satış belgesine bu kölenin odalık
olarak alınamayacağı, bir hür ya da köleyle evlendirilmesi gerektiği de şart olarak konulabilirdi.
Bu köleler evlendirilene kadar odalık olarak alınamazdı ve evlendirildikleri kimse ölse bile
dokunulmazlıkları devam ederdi. Hiç bir hukuk sisteminde rastlanmayan bu son derece ilginç
durumdan, efendilerin köle üzerindeki mülkiyet haklarının satış vesikaları ile sınırlandırılabildiği
anlaşılmaktadır. Diğer yandan, Bâbil’de, diğer kölelerden farklı ve daha üstün bir statüde bulunan
saray kölelerinin hür kadınlarla evlenmeleri de mümkün olabiliyordu. Ancak, bu köleler hür
kadınları odalık olarak alamazlar, onlarla sadece evlenerek ilişki kurabilirlerdi. Bu statüdeki
kölelere ömürleri boyunca mülk edinme ve ev kurma hakkı verilirdi.
Bâbil'de hemen her eski hukuk sisteminde olduğu gibi köleler damgalanırdı. Damga, Bâbil
dilinde «Abbuttum» kelimesiyle karşılanırdı.
Bu damgalama genellikle kölelerin saçı tıraş edilerek sağlanır; bu yolla, kölelerin uzun
saçlı, sakallı ve bıyıklı hür Bâbillilerden ayıra edilmeleri, sağlanmış olurdu. Eğer bir berber, köle
sahibinin bilgisi dışında, kölenin başına, bu köle işaretini giderecek şekilde tıraş ederse o berberin
bileği kesilirdi, (m. 226). İlk devirlerde sadece suçlu köleler ya da ana babalarına karşı gelerek
köle olanlar damgalanırken, Orta Bâbil belgelerinde ise kölelerin, efendilerinden ayırmak için
damgalandıkları anlaşılmaktadır. Yeni Bâbil devrinde ise köleler, efendilerinin kimliğinin
anlaşılması için, kol ya da ellerine efendilerine özgü, bir işaret vurularak damgalanmaya başlandı.
Damga, yıldız, çapa gibi şekiller veya efendinin, adı kızgın demirle dağlanarak ya da iğneyle
döğme yapılarak vurulurdu. Ama dağlama şeklindeki damgalar genellikle kaçma teşebbüsünde
bulunan ya da kaçtıktan sonra yakalanarak geri getirilen köleler için geçerliydi. Bazen de kölenin,
elinin tersine iki ayrı dilde efendinin adı yazılırdı.
Hammurabi Kanunnâmesi'nde suçlu kölelere uygulanacak cezalarla ilgili hükümler de
bulunmaktadır. Bir hüre saldıran, ya da efendisine karşı çıkan ya da onu inkâr eden kölenin kulağı
kesilir, (m. 205, 282).
Burada amaç, onun suçlu ve güvenilmez olduğunu göstermektir. Köle kadın efendisinin
annesine karşı gelirse yine aynı ceza ile cezalandırılır ve satılırdı.
56
Bâbil hukukunda âzât müessesesine de yer verilmiştir. Köle efendisinin izniyle çalışıp para
kazanarak hürriyetini satın alabileceği gibi, efendisi de onu dînî bir merasimle âzât edebilirdi. Eğer
köle âzât olmak istemezse, efendisi onun kulağını deler ve artık ölünceye kadar birlikte yaşarlardı.
Daha önce işaret edildiği gibi, efendisine çocuk doğuran kadın köle de efendinin ölümünden sonra
âzâtlı sayılırdı. Azatlılar hürlerle bir tutulmaz, daha alt tabakaya mensup sayılırlardı. Ancak, artık
Tanrının ve Kralın koruyuculuğu altına girmiş sayılırlar ve eski efendilerine karşı hiç bir
sorumluluk taşımaları gerekmezdi.
6. CEZÂ HUKUKU
Hammurabi Kanunnâmesi'nde suç sayılan pek çok fiilin belirtildiği ve suçun ağırlığı
yanında, gerek suçlunun, gerek suça muhatap olan kimsenin (mağdurun) hür olup olmadığı da göz
önünde tutularak, bunlara ilişkin cezaların belirlendiği görülmektedir. Cezâlandırmada esas ilke,
"lex talions"/"kısas" ilkesi; yâni, eğer tarafların sosyal statüsü eşitse, işlenen suçla ilgili fiilin
aynısının devlet tarafından suçlunun şahsına da yapılmasıdır. Öldürene ölüm cezası; başkasının
gözünü çıkarana, göz çıkarma cezası gibi. Ayrıca, kısas cezasının uygulanmasında suçlunun suçu
işleme kastının arandığı, böyle bir kasıt yoksa kısas cezâsının yerine tazminat gibi cezaların
verildiği görülmektedir. Diğer yandan, bâzı suçlarda da, özellikleri dolayısıyla kısasdan ayrı ve
farklı bir cezalandırma yoluna gidilmektedir. Meselâ, babasını döven bir evlat, eli kesilerek
cezalandırılırdı, (m.195). Babasını, anasını inkâr eden evlatlığın dili kesilirdi; köleliğini inkâr eden
kişinin kulağı kesilirdi.
Kanunnâme'deki bâzı maddelerden, ihkak-ı hak dediğimiz, suçtan zarar gören veya
gördüğü düşünülen kişilerin yahut yakınlarının suçluyu bizzat cezâlandırmaları uygulamasının
mevcut olduğu da anlaşılmaktadır. Efendisini inkâr eden kölenin bu suçunun cezasını, bizzat
kendisi, onun kulağını keserek veriyordu. Bu durum, köleci hukuk sistemlerinde köle bir mal
olarak düşünüldüğü için, sahibinin onun üzerinde her türlü tasarruf hakkının olması ile izah
edilebilir. Ancak, köle ile ilgili olmayan bir başka örnek göstermek de mümkündür. Bir tüccar,
alacağına karşılık, yüksek tabakadan birinin oğlunu haczetmiş ise, ve bu kişi dayaktan veya kötü
muâmeleden dolayı tüccarın evinde ölmüşse, ölen kişinin yakınları da tüccarın oğlunu
öldürebilirler, (m. 116).
Hammurabi Kanunnâmesi'ne göre ölüm cezâsını ve suya atılma cezasını gerektiren bâzı
suçlar şöyle sıralanabilir: Hırsızlık, gasp ve soygun yapmak; saraya veya tapınağa ait bir eşyayı
çalmak veya çalan kişiden satın almak; çalınmış veya kaybolmuş bir malı üzerinde bulundurmak
ve bunu birisinden satın aldığını şahitlerle isbat edememek; birisinin çocuğunu kaçırmak; canla
ilgili bir dâvada yalan şahitlikte bulunmak; saraya veya muskenuma ait bir kaçak köleyi evinde
saklamak ve tellal çağırtılarak kölenin aranmasına rağmen köleyi iade etmemek; birine cinayet
işlediği suçunu iftira etmek; yangın esnasında ev sahibinin malını çalmak; bir asker veya balıkçının
kralın seferine katılması emredildiği halde bizzat gitmeyip, yerine başka birisini yolladığının
anlaşılması; bir kişinin başka birinin evinin duvarını delerek içeri girmesi; meyhaneci kadının, bira
ücreti alırken hile yapması veya meyhanesinde suçluların bulunduğunu bildiği halde ihbar
etmemesi; bir naditu veya entu rahibesinin meyhaneye gidip bira içmesi; bir kölenin kölelik işareti
olan saç tıraş şeklinin berbere zorla değiştirtilmesi; evli kadının ev işleriyle ilgili görev ve
sorumluluklarını yerine getirmede ihmalkârlık göstermesi, serkeşlik yapması ve kocasını küçük
57
düşürmesi; evli bir kadının zina etmesi ve bilerek evli bir kadınla zina etme; bir kadının, başka bir
erkekle evlenmek için kocasını öldürmesi; bir adamın, oğluyla beraber olmuş geliniyle yatması;
düşman karşısında korkaklık göstermek; resmî görevi kötüye kullanma gibi.
a. Cinayet
Hammurabi Kanunnâmesi'nde, en ağır suç olan cinayet suçunun başlı başına bir maddede
düzenlenmeyip de kavgaya karışma, kadının kocasını öldürtmesi veya bina ustasının yaptığı
binanın çökmesi sonucu birisinin ölmesi şeklinde dolaylı biçimde konu olması oldukça gariptir.
Daha ikinci dereceden bir çok suç hakkında maddeler bulunmasına rağmen, adam öldürme fiilini
düzenleyen bir madde yoktur. Gurney, kadîm hukuk mecellelerinde cinayetle ilgili hükümlerin
bulunmamasının veya çok sınırlı olmasının, "o devirlerde cinayet fiilinin adlî olmaktan çok kişisel
yoldan (intikam alınması veya bir tazminat anlaşmasına varılması yoluyla) çözülen çözülmesi
gereken bir hâdise olarak görülmesinden ileri gelebileceğini ifade etmektedir.
Hammurabi Kanunnâmesi, kasten adam öldürme ile, kavgaya karışarak kazâen adam
öldürme arasında ayırım yapmakta ve ona göre farklı cezalar öngörmektedir:
- Bir kavga sırasında bir adam diğerine vurur ve onu yaralarsa ve daha sonra "ona kasıtlı
olarak vurmadım" diye yemin ederse tedavi masrafını öder. Eğer bir adam, kavgada aldığı darbe
yüzünden ölürse, öldüren "bilerek vurmadım" diye yemin eder ve ölen kişi doğuştan özgür ise
yarım mina para verir. [m. 206-207].
- Eğer bir adamın karısı başka bir erkek için kocasını öldürtürse, o kadın kazığa oturtulur,
[m. 153].
Bir başka olayda, kasıt olmasa bile, kusur veya ağır kusur sebebiyle başkasının ölümüne
sebep olan kişi için de ölüm cezasına hükmedildiği görülmektedir:
Birisine ev yapan bir mimar, binayı iyi yapmayıp da bina çöker ev sahibi altında kalıp
ölürse, mimar da öldürülür. [m. 229].
Şu durumlarda da, işlenen veya sebep olunan cinayetler sebebiyle yine ölüm cezası
uygulanmakta, fakat ölüme sebebiyet veren kişi değil, bizim kültürümüze göre, bir başkası
cezâlandırılmakta/öldürülmektedir:
- Eğer bir adamın, birisinden alacağı varsa ve bu alacağına karşılık alacaklı olduğu taraftan
birini haczetmişse, haczedilen bu kişi haczedildiği evde tabiî bir ölümle ölürse, yapılacak bir şey
yoktur. Eğer alacağa karşılık olarak haczedilen kimse, haczedildiği evde dayaktan veya başkaca
bir kötü muameleden dolayı ölmüşse, ölen borçlunun oğlu ise, borçlu, bu durumdan dolayı
alacaklısını itham edecek ve alacaklının oğlunu öldürecektir. Eğer ölen borçlunun kölesi ise 1/3
mana gümüş ödeyecek ve alacağını da talep etmeyecektir. [m. 115-116].
- Bir kadını döverek çocuğunun düşmesine sebep olan kişi, 10 şekel gümüş tazminat öder.
Eğer kadın ölürse, ona vuranın da kızı öldürülür. [m. 209-210].
- Birisine ev yapan bir mimar, binayı iyi yapmayıp da bina çöker ev sahibi altında kalıp
ölürse, mimar da öldürülür. Ev sahibinin oğlu çöken binanın altında kalıp ölmüşse, mimarın da
58
oğlu öldürülecektir. Köle ölmüşse, mimar o kölenin yerine başka bir kale verecektir. Ayrıca, vuku
bulan başkaca zararları da karşılayacak, evi yeniden inşa edecektir. [m. 229-232].
b. Yaralama, Dövme
Hammurabi Kanunnâmesi'ne göre, yaralama ve dövme gibi durumlarda, tarafların, sosyal
mevkilerine göre değişen cezâlar tesbit edilmiştir:
- Eşit statüdeki kişiler arasında kısas, ilkesi uygulanır; yâni, birisinin gözünü çıkaranın da
gözü çıkarılır; kemiğini kıranın kemiği kırılır, dişini kıranın dişi kırılır. [m.196,197, 200].
- Eğer bir adam, kendinden büyük (üstün) olan bir kimsenin suratına vurursa, kalabalık
önünde sığır kuyruğundan bir kamçı ile 60 defa kırbaçlanır. [m. 202].
- Kendisi gibi hür bir adamın çenesine darbeden kimse, bir mine cezâ-i nakdiye ile tecziye
edilir. [m. 203].
- Bir meşankak/muskenumun çenesine darb eden diğer bir meşenkak/muskenum, on şekel
cezâ-i nakdiye ile tecziye edilir. [m. 204]
- Hür bir kimsenin çenesine darbeden bir köle, bir kulak kaybeder. [m. 205].
- Bir kavga sırasında bir bey bir beye vurur ve onu yaralarsa ve daha sonra "ona kasıtlı
olarak vurmadım" diye yemin ederse tedavi masrafını öder. [m. 206].
c. İftira
Bu suçta genel ilke, bir kişinin başkasına isnat ettiği suçun iftira olduğu anlaşılırsa, iftira
edenin, iftira ettiği suçun cezası ne ise o cezaya çarptırılmasıdır.
- Bir adam, başka birini cinayet suçuyla itham eder de bunu ispat edemezse, suçlayan kişi
idam edilir. [m.l].
- Bir adam büyücülük yapmakla itham edilirse, itham edilen kişi nehre dalacaktır. Eğer
nehir onu çekerse (atılan kişi boğulursa), suçlu olduğu anlaşıldığından, itham eden kişi itham
edilenin mülküne sahip olacaktır. Eğer suya atılan kişiyi nehir temize çıkarırsa (boğulmazsa) o
zaman itham eden kişinin iftira ettiği anlaşıldığından, bu kişi öldürülecektir. İtham edilen kişi,
iftiracının mal varlığına sâhip olacaktır. [m.2].
- Eğer bir adam, bir rahibenin veya bir adamın eşinin parmakla gösterilmesine sebep olursa
(onlara suç isnat ederse) ve bunu ispat edemezse, o adam hâkim huzuruna sürüklenir ve başının
yarısı tıraş edilir. [m.127].
d. Yalancı Şahitlik
Karar vermede şahitlerin ifadelerine çok önem, verildiğinden, Hammurabi
Kanunnâmesi'nde yalan yere şahadette bulunanlar için de çok ağır cezalar konmuştur. Burada
kural, başkasına bir suç iftira eden kişinin durumu gibidir. Yalancı şahitlikte bulunan kişi, itham
ettiği suçun cezâsı idamsa idama, parayla ilgili bir husus ise aynı miktar cezâya çarptırılırdı:
59
Eğer bir adam, görülmekte alan bir dâvada yalancı şahitlikte bulunursa, dâva can dâvası
ise, yalan şahadette bulunan kişi idam edilir. [m.3].
e. Hırsızlık
Hammurabi Kanunnâmesi’nde hırsızlık suçunun cezası, esas itibariyle idamdır. Krala ve
mabetlere ait eşyayı çalmanın, yangın esnasında hırsızlık yapmanın, çocukları, köleyi ve ehli
hayvanları çalmanın veya bu fiilleri yapanlara yataklık etmenin ve bu malları saklamanın cezâsı
ölümdü. Bâzı hallerde ise, çaldığı malın on veya otuz misli tazminat ödediği takdirde çalan kişi
ölüm, cezâsından kurtulabilmektedir:
- Eğer bir adam tanrıya (mabede) veya saraya ait bir eşyayı çalarsa öldürülür. Böyle çalıntı
bir malı kabul eden kişi ile öldürülür. [m. 6].
- Eğer bir adam, hayvan veya gemi çalarsa; bunlar tanrıya veya saraya ait iseler çaldığının
otuz katı, müskinum'a ait iseler on katı tazminat öder. Bu tazminatı ödeyecek mal varlığı yoksa
öldürülür. [m. 8].
- Çalıntı eşyayı satan kişi hırsızdır, öldürülür. [m. 9].
- Çocuk kaçıranlar ve köle çalanlar, saklayanlar da öldürülür. [m. 14, 15,19].
- Eğer bir adam, evin duvarında delik açarak hırsızlık yaparsa, deliğin önünde öldürülür ve
cesedi asılır. [m. 2,7.].
- Eğer bir adam hırsızlık yapar ve yakalanırsa öldürülür. [m. 22].
- Bir evde yangın çıkar da, yangın söndürmeye diye gelip de evden bir şeyler çalan kişi, o
ateşe atılarak öldürülür. [m. 25].
- Birisi, tarlasını işletmek üzere ortakçıya verir, ortakçı da, ona teslim edilen tohumu ve
yemi çalarsa elinde yakalanırsa bileği kesilir. [m. 253].
- Eğer bir çoban, kendisine emânet edilen sığır ve koyunları çalıp birine satarsa, on katı
tazminat ödeyecektir. [m. 265].
Dikkat edilirse, hırsızlık suçunun, ölümden başka karşılığının bulunduğu üç durum, 8.,
253. ve 265. maddelerde düzenlenmekte, bunlar da açıkta bulunan hayvanların ve geminin
çalınması ve emaneten verilen şeyin çalınmasını düzenlemektedir. Bu durumda belki şöyle bir
genelleme yapmak mümkün olabilir. Hammurabi hukukuna göre korunmalı durumdaki bir malı,
evden vs. çalan kişinin cezâsı idamdır; ancak dışarıda bulunan başkasına ait bir hayvanın, geminin;
veya emâneten verilen bir şeyin çalınması durumunda, el kesme veya tazminat ödeme cezâsı
uygulanmaktadır.
Diğer yandan, aile reisinin haberi olmaksızın onun çocuklarından veya kölesinden bir şey
satın almak da hırsızlık olarak telakki edilmekte ve satın alan kişi için ölüm cezâsı
öngörülmektedir:
Eğer bir adam, hür bir adam oğlunun veya kölesinin dinden, şahitsiz ve senetsiz bir şey
satın alır veya saklamak için alırsa: bu kişi hırsız sayılır ve öldürülür. [m. 7].
60
Bu kadîm hukuk düzenlemelerinde, belli bir gelişme düzeyine gelinceye kadar, ilkeyi
ortaya koyarak her olayı bu ilkeye göre değerlendirme yaklaşımı bilinmez. Bunun yerine olayları
tek tek sıralayarak cezalarını belirtme yoluna gidilir: Kazuistik metot. Bu durum, onların içinde
bulundukları muhakeme ve idrak düzeyinden, ama belki de daha çok, bu kadîm yasaların,
mahkeme kararlarının yasa metni hâline getirilmiş olmasıyla meydana gelmiş olmasından
kaynaklanabilir.
Hammurabi Kanunnâmesi, evli kadının zina etmesini çok ağır bir suç telakki ederek,
fâillerini, bağlanarak nehre atılma cezası ile tecziye etmektedir:
Eğer bir adamın karısı başka bir erkekle yatarken yakalanırsa, onları bağlayıp suya
atacaklar. Ancak, koca karısını affederse, o zaman kral da kölesini yaşatır. Ancak, erkek zorla
tecavüz etmişse, o zaman, adam öldürülecektir; kadın serbesttir. [m. 129, 130].
Koca, karısını ölüme göndermeyip, köle statüsüne sokarak diğer köleleri arasına katabilir
veya satabilirdi. Bu durumda, erkek de ölüme gönderilmez, kral da kulunun hayatını bağışlardı.
Kadının zina ithamıyla karşı karşıya bulunması durumunda ne yapılacağı hususu, ithamda
bulunanın koca ve başkaları olması durumuna göre ayrı ayrı düzenlenmiş bulunmaktadır:
- Eğer bir adam karısına ithamda bulunur, ancak, kadın başka bir erkekle yakalanmamışsa,
kadın tanrı yemini edecek ve evine dönecektir. [m. 131].
- Eğer bir adamın karısı başka bir erkekle ilgili olarak parmakla gösterilirse (zina ithamında
bulunulursa), kadın başka bir erkekle yatarken yakalanmamışsa, kadın, kocası için nehre
dalacaktır. [m. 132].
Burada, bizzat kocanın ithâmda bulunması hâline kıyasla, başkalarının böyle bir ithâmda
bulunması durumunun daha ciddîye alındığı ve daha ağır bir cezâî müeyyide getirildiği
görülmektedir. İthamda bulunulan kişiden, kendisini ciddî bir ölüm tehlikesine atarak aklamasını
bekleme ve buna zorlamadaki irrasyonellik bir yana, işaret ettiğimiz bu durum, belki kocanın tek
kişi olması, buna karşılık öteki durumda olayın topluma yayılmış bulunması ile açıklanabilir.
Diğer yandan, kocası şehir dışında iken başka bir erkekle ilişkiye giren kadının durumu
ise, kocasının geçim şartlarını sağlamış olması veya olmaması durumuna göre farklı bir şekilde
düzenlenmektedir:
Kocasının gaybubeti sırasında harpte esir düşmesi vs. sebebiyle, muztar duruma
düşmeksizin başka bir adamla ilişki kuran kadın, nehre atılma cezâsı ile cezalandırılır. Ancak, eğer
muztar durumda olduğundan dolayı yapmışsa bir ceza verilmez. [m. 133, 134].
g. Ensest ilişki
154-157. maddeler arasında ensest ilişkiler yasaklanmakta ve failler duruma göre, sürgün,
ölüm gibi cezalar ile tecziye edilmektedir.
- Eğer bir adam kızı ile yatarsa, o adam şehirden çıkartılacaktır. [m. 154].
61
- Eğer bir adam, oğluna bir gelin seçer, ve oğlu onunla yattıktan sonra geliniyle beraber
yakalanırsa, o adam bağlanır ve suya atılır. Eğer oğlu onunla yatmadan yakalanmışsa o zaman
kayınpeder 1/2 mana gümüş öder, babasının evinden getirdikleri de kendisine verilen gelin geri
gönderilir. [m. 155,156].
Dikkat edilirse, benzer durumda, kayınpedere babadan daha ağır bir cezâ verilmektedir ki
bu durum, belki de babada bir mâlikiyyet durumu görülmesinden kaynaklanabilir. Bir yerde, her
hüküm için mantıkî ve diğer hükümlerle tutarlı bir açıklama getirme çabası da gereksizdir. O
dönemler, böyle genel, rasyonel ve tutarlı düzenlemeler beklemek için oldukça erken olabilir.
Diğer yandan, bu farklılık ve arsızlıklar tamamen tesadüfi de olabilir. Bu yasal düzenlemeler
hemen tamamen verilmiş mahkeme hükümlerinden istimbât edilmiş olduğundan, daha önce böyle
farklı durumlarda bir mahkemenin erinden farklı bir karar vermiş bulunması, Kanunnâme'deki
hükmün de öyle oluşmasına yol açmış olabilir.
7. MAHKEMELER VE MUHAKEME USÛLÜ
İlk hâkimler rahip sınıfındandı ve Bâbil tarihi boyunca mahkemeler genellikle tapınakların
içinde yer alırdı. Fakat henüz Hammurabi döneminde bile mahkemeler, mahkeme başkanlıklarına
râhip olmayan hâkimleri atayan devlet yöneticilerine karşı sorumlu idiler. Adalet hizmetlerinin
kral veya görevlendirdiği hâkimler tarafından onun adına yerine getirildiği görülmektedir. "Kralın
hâkimleri" ellerinde Hammurabi Kanunnâmesi, ülkenin her tarafına yayılmışlardı. Bu arada,
Hammurabi'den önce Bâbil'de mevcut bulunan ve rahiplerden oluşan ruhanî yargı organlarının da
bâzı konularda görev yapmaya devam ettikleri anlaşılmaktadır. Bu rûhânî yargı organlarının yetki
alanlarının; mîras taksimi, müşterek malların tasfiyesi gibi konularla sınırlandırılmıştı. Ayrıca,
normal adlî organlarca görülen davalarda, karar vermek için yeterli delilin bulunmadığı
durumlarda ve taraflar da aralarında bir uzlaşmaya varamamışlarsa böyle dâvalar bu rûhânî kaza
organlarına havale edilmekteydi.
"Bâbil şehrinde, "Kralın hâkimleri"nden oluşan bir temyiz mahkemesi vardı ve nihaî yargı
makamı da, Kralın bizzat dâvaya ru'yet etmesi idi. Gerek hukuk gerek cezaî olsun her muhakeme,
mutazarrır olan kişi tarafından yapılan bir şikayet ile değil, itham edilen kişi aleyhine edilen bir
beddua ve eğer şikayeti haksız ise müşteki tarafından kendi aleyhinde îrâd edilen bir lanet ile
başlardı. Bunun ardından müşteki delillerini sunabiliyordu". Dâvâcının ağdalı ifadeler
kullanmaksızın talebini basit bir şekilde dile getirmesi istenirdi. Bütün geleneksel toplumlarda
olduğu gibi, burada da dâva açılması arzu edilen bir şey değildi, sorunun geleneksel yollardan halli
arzu edilirdi; Gelişigüzel dâva açmaları önlemek için çok ciddî müeyyideler getirilmişti. Eğer bir
adam birisini cinayet işlemekle itham eder de bunu ispat edemezse, itham eden kişi ölüm cezasına
çarptırılırdı.
Diğer yanda, Hammurabi Mecellesinde, yargdama usulleri ve delillere ilişkin bâzı
hükümlere de rastlanmaktadır:
Hukukî ve cezaî dâvalarda şahit ifadelerine büyük önem verilmekte; özellikle mülkiyete
ilişkin ihtilafların çözümünde, başka delil yoksa, şahitlerin yeminli ifadelerine göre kara verilmesi
gerektiği belirtilmektedir. Ayrıca, dâvada tarafların, iddialarını ispat edecek bir belge veya şahit
sunamadıkları durumlarda yemine başvurulurdu. Yemin, mahkemede veya mâbette ki,
62
mahkemeler de mâbette olduğundan, aslında bir bakıma ikisi de aynı mahalde Tanrı heykeli /
sembolü önünde yapılırdı. Görülmekte olan dâvalarda taraflara yemin teklif edilmesi ve bu yeminli
beyânlar esas alınarak karar verilmesi öngörülmüştür. Bir çok durumda, suçla itham edilen kişinin
veya dâvâlının yeminli ifadelerine dayanılarak beraatine hükmedilmesi söz konusu idi. Meselâ:
Ariyet olarak verilen bir hayvanın ölmesi hâlinde, hayvanı kiralayanın, hayvanın ölümünde bir
kusuru olmadığı yolunda yemin etmesi, berâati için kâfî idi. Zina suçu ile itham edilen kadına,
eğer başka bir delil yoksa, yemin teklif edilirdi. [m. 131]. Bir kargaşada hür bir kimsenin
yaralanmasına sebep olan kişiye, bu yaralamada bir kastının bulunmadığına ilişkin yemin teklif
edilir ve eğer bu yolda yemin ederse tedavi masraflarını ödeyerek cezadan kurtulabilirdi. [m. 206].
Mahkemede, tarafların suçu veya suçsuzluklarını delillendirecek yazılı belgelerini
sunmaları ve şahitler dinletmeleri gerekiyordu. Hammurabi Kanunnâmesi'nde, satışla ilgili bir
ihtilâfın, görülmekte olduğu bir dâvada, hâkimlerin dâvâlıya, o mahallin dışında bulunan
şahitlerini mahkemeye getirebilmesi için altı ay süre tanımaları gerektiği belirtilmektedir, [m. 13].
Şahitlerin, yumuşak kilden sayfalara kaydedilen ifade tutanaklanna, varsa şahitlerin mühürleri,
yoksa bir el tırnakları bastırılıyordu. Mahkemenin karar vermesinde şahit ifadelerinin ağırlığı
büyük olduğundan, şahitlikle ilgili bâzı kanunî düzenlemelere gidildiği görülmektedir. Şahitlikten
imtina eden bir kimse, ihtilafın konusu olan şey ne ise onun bedelini öderdi. Hammurabi
Kanunnâmesi'ne göre, bir kimse şahadet ettiği bir şeyi ısbat edemezse, iftirada bulunursa bunun
bedeli oldukça ağır olurdu. Haksız yere birini cinayetle suçladığı anlaşılırsa, ölüm cezâsına
çarptırılırdı. Buna rağmen, mahkemelerde rüşvet ve yalancı şahitlik gibi durumlar olduğuna dair
işaretler görülmekte.
Bâbil'de mahkemelerde avukatların bulunduğuna dair bir kayda rastlamıyoruz. Ancak,
rahipler noterlik, imza tasdiki, vasiyet düzenleme gibi hizmetler de ifa ediyorlardı. Ayrıca, bâzı
durumlarda tarafları dinleyip karar verirler, resmî belgeleri saklama, ticarî anlaşmaları kayıt ve
tescil gibi işlere de bakarlardı. Diğer yandan, verilecek ücret karşılığında vasiyetten sözleşmeye
kadar istenen her şeyi yazıya dökmeye hazır bir kâtipler sınıfı da vardı.
Mahkemelerin verdikleri kararlar taraflara tefhim olunur ve bu kararlar tabletlere yazılarak,
hakim tarafından mühürlendikten sonra mahkemede saklanırdı. Verilen bu kesinleşmiş kararlarda,
bu kararı veren hakimler bile sonradan hiç bir değişiklik yapamazlardı:
Bir hâkim, kendi tarafından verilmiş bir kararı daha sonra değiştirirse kararda belirtilmiş
olan tazminata ek olarak on iki misli tazminat ödemekle mükellef tutulacaktır. Ayrıca, böyle bir
hakim, bir daha ilelebet hakimlik yapmayacaktır. [m. 5].
8. GENEL BÂZI DEĞERLENDİRMELER
Bâbil'de, her yönetici, özellikle bizzat kral Hammurabi tarafından konan Kanunnâme'ye
uygun hareket edilmesi ve ona göre hüküm verilmesi hususunda büyük titizlik göstermek
durumundaydı. İşaret edildiği gibi, hukuk sistemi, ehliyet bakımından kişiler arasında eşitlik esası
üzerine kurulmamıştı. Kişiler çeşitli kategorilere ayrılmış ve her kategoriye mensup şahıslar
hakkında ayrı ayrı hükümler konmuştu. Sadece hür statüsünde olan kişiler her türlü hak ve
vecibelere ehil sayılmıştır. Bunlar içinde de hükümdar ve üst düzey yöneticiler en tepede yer
alıyor, krallık hizmetindeki diğer yöneticiler ve askerî sınıf seçkin ve elit bir zümre (awelum)
63
oluşturuyordu. Daha sonra da onların hizmetlerinde çalışanlar, kraliyet topraklarını işleyen
ortakçılar, rençperler; yâni, asker ve yöneticilerin dışındaki halk (muskenum) gelmekteydi. Tabii
bir de köleler (wardum) vardı. Öngörülen cezaların, suçu işleyen kişinin, mağdûrun durumuna ve
işlendiği yere göre değiştiği görülmektedir.
Bin beş yüz yıl boyunca, bu Kanunnâme, temel esaslarında bir değişiklik olmadan
uygulamada kalabilmiş, binlerce yıl süren uygulamalarıyla insan medeniyetinin temellerini
oluşturmuştur. Bu süre zarfında hukuk alanında meydana gelen gelişmeler, genel olarak, tabiat-
üstü cezalardan dünyevî yaptırımlara; şiddet ve vahşete dönük cezalardan daha yumuşak, tazminat
şeklindeki cezalara evrimleşme şeklinde cereyan etmiştir.
a. Sınama (Nehir Tecrübesi) Uygulaması
İlk dönemlerde adâletin gerçekleşmesi, kendi anlayışlarına göre, tanrıların eline/takdirine
bırakılır, zanlılar “su tecrübesi” gibi “ölümcül sınama” lara tabî tutulurdu. Sihir yapmakla itham
edilen bir kadın veya zina isnat edilen bir kadın, suçlu olup olmadıklarının kanıtlanması için
Fırat'ın azgın sularına atılırdı. Tabiî, bu durumda tanrılar, daha iyi yüzebilenin yanında olurdu ama,
onların indinde, eğer kadın sudan sağ kurtulabilirse bu durum onun suçsuz olduğunun delili
sayılırdı. Eğer büyü yapmakla itham edilen kişi suda boğulursa, o zaman onu suçlayan kişi boğulan
suçlunun mallarını alırdı. Tersi olursa, o zaman da ithâm edilen kişi itham edenin mallarını alma
hakkını kazanırdı. Herhalde, böylelikle gelişigüzel ithamların önüne geçilmek isteniyordu.
Hammurabi Kanunnâmesi de bâzı konularda (ölüm cezasını îcâp ettiren hususlarda ve
özellikle zina suçlarında), eldeki delillerden bir sonuca varılamadığı hallerde, sanıkların suçlu olup
olmadıklarını belirlemek için bâzı tecrübelere tabî tutulmalarını öngörmektedir.
Meselâ: Bir cürümle ithâm edilen kimse, kendisini ilâhın suya dalma hükmüne tabî
kılmalıdır. Eğer nehir tarafından alabora edilir ve boğulursa kişi suçlu demektir; ayrıca malları da
müsadere edilerek dâvâcıya verilir. Sağ kalırsa, suçsuz olduğu ortaya çıkar; o zaman da onu ithâm
eden kişi öldürülür ve malları müsadere edilerek, ithâm ettiği kişiye verilir. [m. 2]. Bir gerçeğin
ortaya çıkması için zanlı hâkimlerin huzurunda nehre atılır veya atlamaya zorlanırdı. Su üzerinde
kalmak suçsuzluğa delildi... Nehir Tanrısı, bir nevi yüksek hâkim görevi görürdü. Zanlıyı suyun
üstüne çıkarmakla temize çıkarır ya da suya batırarak cezalandırırdı:
- Bir adam büyücülük yapmakla ithâm edilirse, ithâm edilen kişi nehre dalacaktır. Eğer
nehir onu çekerse (atılan kişi boğulursa), suçlu olduğu anlaşıldığından, itham eden kişi itham
edilenin mülküne sahip olacaktır. Eğer suya atılan kişiyi nehir temize çıkarırsa boğulmazsa o
zaman itham eden kişinin iftira ettiği anlaşıldığından, bu kişi öldürülecektir. İtham edilen kişi,
iftiracının mal varlığına sahip olacaktır. [m. 2].
- Eğer bir adamın karısı başka bir erkekle ilgili olarak parmakla gösterilirse (zina ithamında
bulunulursa), ancak, kadın başka bir erkekle yatarken yakalanmamışsa, kadın, kocası için nehre
dalacaktır. [m. 132].
64
b. Kişi Hakları
Kimi görüşlere göre, Hammurabi Kanunnâmesi, her ne kadar zayıfları güçlülere karşı
koruma gibi ilâhî bir misyonu yüklenme iddiasında olsa da, halkın devlet karşısındaki hakları
bakımından hiç bir hüküm ihtiva etmemektedir. Doğru olup olmaması bir yana, böyle bir
değerlendirme ve beklentinin o devirler için biraz anakronik kaçtığı ileri sürülebilir. Diğer yandan,
bu konuda karşıt bâzı değerlendirmelere de rastlanmaktadır. Bu görüşü savunanlara göre, İsrail ve
Mezopotamya kralları, uyruklarının mal ve canları üzerinde tiranca davranışlarda bulunan mutlak
monarklar değildi; aksine, yasalarla sınırlanmış bulunuyorlardı ve kişi haklarına saygı göstermek
durumundaydılar. İbrânîlerde ve Mezopotamya'da kanun, kişiler üstü ve yüce bir konumdaydı;
krallar da yasanın kaynağı ve hâkimi konumunda değil, hadimi bir durumdaydı. Otoriteyi
sınırlama yönünden bakıldığında, kişi hakları korunmuştu, ki barbarlıkla medeniyetin ayrıldığı
nokta da buradadır. Bu değerlendirmeye göre, Mezopotamya'da, kralın (devletin) müdahalesi
açısından bakıldığında, gayet rahatlıkla, "kişilerin evlerinin onların kalesi olduğa"nu söylemek
mümkündür. Mülkiyet haklarının kullanımı cihetiyle Mezopotamya'da kişilerin hakları güvence
altındaydı ve kral (devlet) da mülkiyetin nakli gibi konularda vatandaşlarla aynı konumda
bulunuyordu ve aynı formalitelere tâbi idi.
Bu örnekte olduğu gibi, aynı konuya ilişkin çok farklı ve hattâ karşıt görüş ve
değerlendirmelerin görülmesi, giriş bölümünde de değindiğimiz gibi, konunun özelliğinden, değer
yargılarıyla iç içe olmasından ileri gelmektedir. Yeri gelmişken, burada Hammurabi
Kanunnâmesindeki hukuk mantalitesi ile ilgili bir başka nokta üzerindeki tartışma ve
değerlendirmeye de işaret edelim,
c. Cezayı, Suçu İşleyenden Başkasının Çekmesine Dair Hükümler
Kanunnâmenin bâzı maddelerinde, bizim kültürümüz açısından bakıldığında, cezâyı suçu
işleyen kişinin değil, başkasının (kızının, oğlunun) çekmesini öngören hükümler bulunmaktadır.
Meselâ, hatalı olarak yaptığı bir binanın yıkılması sonucu, bina sahibinin oğlunun ölmesi
durumunda, cezâ olarak inşaatı yapan kişi değil, onun da oğlu öldürülür. [m. 230]. Keza, doğuştan
özgür statüsünde olan hâmile bir kadına müessir fiilde bulunarak çocuğunu düşürmesine ve
kadının da ölmesine sebep olan kişinin bu suçu için öngörülen cezâ, onun da kızının öldürülmesi
idi. [m. 210]. Bir başka örnekte de, borcundan, dolayı hür bir adamın oğlunu haczeden bir tüccar,
kötü muameleden dolayı onun ölümüne yol açarsa, cezâ olarak tüccarın da oğlu öldürülürdü. [m.
116]. Eğer bir adam birinin kızına sopayla vurup öldürürse, öldüren kişinin değil, fakat onun da
kızının öldürülmesine karar verilirdi. Görüldüğü gibi, Hammurabi Kodu'nun hukuk mantalitesi,
bugünkü hukuk anlayışımıza göre işlenen bir suçla ilgili cezanın, o suçu işleyenin ailesine de
sirayeti şeklinde değerlendirilebilecek bâzı esaslar kabul etmiştir.
Ancak, anakronik bâzı değerlendirmelere yol açmamak bakımından, burada şöyle bir
açıklamada bulunmanın gerekli olduğunu düşünüyoruz: Bugün bizim için anlaşılması çok güç ve
hattâ imkânsız gözükse de, aslında, bu verdiğimiz örneklerde, cezalandırılan veya cezâyı çeken
kişiler, o kültürde yaşayan insanların zihniyet dünyalarında, öldürülen çocuklar değil, o çocukların
babalarıdır. Bu kültürlerde, fert kavramı söz konusu olmadığından, aile veya kabile bir bütün
olarak algılanmakta, babanın işlediği bir suçtan dolayı cezâ olarak oğlu öldürülürken, o çocuğun
65
değil, babasının cezalandırıldığı düşünülmektedir. Yâni, olaya bu çerçeveden bakıldığında, aslında
"suçun ve cezânın sirayeti" gibi bir durum yoktur; onların dünyasında bir adaletsizlik de söz
konusu değildir; çünkü, bir başkası değil, o suçu işlediği veya o suçtan sorumlu olduğu düşünülen
kişi cezalandırılmakta, adalet yerine getirilmiş olmaktadır.
O dönemlerin konseptinde sosyal ve ekonomik hayatta temel ünite, kavram plânında "hâne,
" yâni "baba evi" ve "baba mülkü" olup, kişi plânında ise "baba”, yâni "aile reisi"dir. Hâne'ye dahil
olan insan, hayvan, mal her şey: arazi, ev ve işletme binaları, hayvanlar, köleler, âletler, ürünler,
değerli metaller vs. ona aittir; onun şahsında temsil ve ifade edilir. Haneye dahil şahısların da
"baba"nın dışında, ondan bağımsız bir hakları ve hukukî varlıkları olduğu düşüncesi o devirlerin
mantalitesine yabancı bir şeydir. Böyle olduğu için de, meselâ, Orta Assur Kanunları'nda, evlatlar
için “mal" kelimesinin kullanıldığı görülmektedir. Bu durumda aile reisinin hanesindeki kişiler
üzerinde sınırsız bir hâkimiyet hakkına sahip olduğu görülür. Nitekim, Suriyeli gnostik düşünür
Bardesanes (154-222) kendi dönemiyle ilgili olarak şu toplumsal gözlemini aktarmaktadır: Bir aile
reisi zevcesini, evlatsız biraderlerini, evlenmemiş kız kardeşlerini, oğlunu, kızını öldürebilir ve
bunun için de ona bir ceza verilmez.
Aslında, "fert" medeniyetin bir eseri ve işaretidir; medenî toplum aşamalarında ilerledikçe,
gittikçe gelişen bir fert konsepti ve realitesiyle karşılaşılır. Daha önceki dönemlerde fert yoktur;
var olan fert değil, aile, klan, aşiret, köy topluluğu’dur ve onu da reis temsil eder. Gerçekten, ilkel
toplum aşamalarına doğru gittikçe, kişilik/kimlik farklarıyla birbirinden ayrılan "fert"lere
rastlamak ve hattâ böyle bir kavramla bile karşılaşmak güçleşmektedir. Elimizde bunu gösteren
bir çok delil bulunmaktadır. Söz konusu dönemlerde, biraz, karınca ve arı topluluklarına benzer
şekilde, insanlar gruplar halinde yaşarlar ve içinde yaşadıkları bu topluluklar nasıl davranacakları
konusunda kişisel farklılıklara pek az yer bırakır. Bunun bir sonucu olarak, ilkel insan, içine
doğduğu gurubun/topluluğun totem ve tabularını sorgulamaksızın kabul eder ve bunların kişisel
hak ve özgürlükleri ihlâl edip etmediği gibi bir düşüncesi olmadığı gibi, pek az bir müstakil inanca
sahiptir. Aslında, belki, medenî toplumlardaki insanlar da bir ölçüde böyledir; mutlak haklara sahip
mutlak bir fert gerçekte yoktur; fakat, medeni toplumun insanı kendinin ve içinde olduğu gurubun
ayrı bir parçası olduğunun farkındadır. Günümüzde sahip olduğumuz, bâzı temel haklarla doğan
fert kavram, bizim ürettiğimiz ve postula olarak benimsediğimiz bir konsept olup, gerçeklikle bir
ilişkisinin olmadığı da aşikârdır.
Bir başka cihetten, ilkel toplumun bu niteliğinin, bir yerde, toplumun yüz binlerce yıl
boyunca kendisini sürdürebilmesini sağlayan, gerekli ve zorunlu bir nitelik olduğu da söylenebilir.
Çünkü, "fert" kendisini üreten sosyal sistemin istikrarı için bir tehdit oluşturur; ferdiyetçi boyutları
gelişmiş kişiler ürettikleri yeni ve farklı düşüncelerle yerleşik düşünce ve zihniyet yapılarını,
dolayısıyla de müesses nizamı sarsabilirler. Diğer yandan böyle kişiler kendi kişisel çıkarlarının
da farkında ve peşinde olacaklarından, bu çıkar ve menfaatleri için başkalarını istismar etmeye
meyledebilirler. Onun içindir ki devletçi/faşist rejimler ve askerî yapılanmalar, elden geldiğince
ferdî özellikleri törpülememe (aynı tıraş, aynı üniforma vs); rejimi sorgulamayan, standart kişiler
(uysal teb'alar) yetiştirmeye gayret ederler.
Bu arada, fert ve ferdiyetçilikle ilgili söz konusu yorum ve değerlendirmelerle ilgili olarak
bir noktaya dikkati çekmekte yarar vardır: Bu konuda yapılan tartışmalarda şu iki kavramın
66
çoğunlukla birbiriyle karıştırıldığı görülmektedir: Bireycilik ve bencillik. Sadece kişisel çıkarları
peşinde olan bencil kişi ile; menfaatleriyle birlikte sorumluluklarının da bilincinde olan bireyci
kişi, aslında tamamen farklı bir konumdadırlar. Bireyci bir kişinin bencil olması gerekmediği gibi;
toplumun yararı adına bireye/bireyciliğe karşı çıkan birisinin toplumsal bir bencilliğin peşinde
olması da mümkündür.
Yukarıda yaptığımız açıklamaların ışığında, farklı zaman ve kültür düzeylerindeki
toplumlarla ilgili tesbit ve değerlendirmelerde bulunurken, karşılaştırmalar yaparken çok dikkatli
olunmalı, kolay ve aceleci hükümlerden uzak durmaya çalışılmalıdır. Unutmayalım ki, ayrı zaman
ve mekânda yaşayan insanlar bile, aynı şeye bakar, ama kültürel alt yapılarına göre farklı şeyler
görürler!.. Aynı arz üzerinde yürürüz, ama farklı dünyalarda yaşarız!.. İlkel toplum ve kültürlerde,
faşist dünya görüşlerinde de, her şey kabilenin/cemaatin/devletin ayakta durmasına ve varlığını
sürdürmesine dönüktür; fert hayatının fazla bir önemi yoktur. Bu yönüyle biraz arı ve karınca
topluluklarına benzerler. Esasen, bu toplumlar, fert kavramına ve ferdiyetçilik anlayışına
yabancıdır. Böyle olunca da bu tip toplumlarda cezaların belirlenmesinde asıl olan felsefe, "ölen
ölür, kalan sağlar bizimdir!..'' ilkesidir. Kişiye ve insan hayatına o kadar önem atfedilmediğinden,
ceza normlarında ve yargılamada suçlu görülerek ölüm cezasına çarptırılma ile suçsuz görülerek
hiç bir ceza almama arasındaki mesafe pek dar ve belirsizdir.
Meseleyi, temeldeki bu zihniyet yapısı ile açıklamak yerine, kolaycı açıklamalara ve basit
genellemelere gitmeye, Russel'ın, Hammurabi Kodu'ndaki bâzı hükümlerden, "kadının
aşağılandığı" yolunda çıkardığı şu tesbitleri ilginç bir örnektir:
"Hammurabi yasaları kadının yasa yapanın gözündeki önemsizliğini ortaya koyan çok ilgi
çekici bir örnektir. Bu yasalara göre, eğer birisi soylu bir adamın gebe kızına vurur da, kız bunun
sonucunda ölürse, vuranın kızı da öldürülür. Soylu kişi ile vuran arasında hakkın yerine getirilişi
bakımından bu âdilânedir; idam edilen kız, vuranın sadece bir malıdır ve kendisi kendi yaşamı
üzerinde bir hak iddiasında bulunamaz. Vuran ise, soylu kişinin kızını öldürmekle, öldürdüğü kıza
karşı değil, soylu kişiye karşı bir suç işlemiş sayılır. Kızlar, iktidar sahibi olmadıkları için, hiç bir
hak sahibi de değillerdi Hammurabi zamanında!.."
Aslında, yukarıdaki açıklamalarımız dikkate alındığında, Hammurabi Kanunnâmesi'ndeki
söz konusu hükümden kız çocukların aşağılandığı gibi bir sonuç çıkarmak meseleyi çarpıtmak
olur. Çünkü, bu yasalarda aynı durum sadece kız çocukları için değil, erkek çocuklar için de söz
konusudur.
Konu, suçtan zarar gören ve cezâlandırılması gereken "kişi"nin kim olduğuna ilişkin o
kültürde nasıl bir paradigmanın benimsendiği ile ilgili bir husustur. Bizim kültürümüzden
baktığımızda o paradigma yanlış olabilir ama, o paradigma içinde yapılan muhakemelerin kendi
içinde bir mantığı ve tutarlılığı vardır. Bu çeşit hüküm ve uygulamaları, içinde doğdukları zaman
ve kültürel şartlar içinde değerlendirmeyerek; dört bin yıl öncesi hakkında bugünkü ölçülerimize
karar vermek uygun bir metodoloji değildir, Malinowski, bilhassa antropolojiyle ilgili mevzularda
karşımıza çıkan ve biraz da Avrupa- merkezci üstten bakışın izlerini taşıyan bu yaklaşım hakkında
şöyle bir tesbitte bulunmaktadır:
67
"Eskiden alan çalışması yapanlar için önemli olan, bir geleneğin doğru olması değil,
garipliğiydi... İnsanbılim konusunda yazılanların çoğunda bulunan tuhaflık, saçmalık, gülünçlük
havası, yaşam koşullarından koparılmış, gerçekleştiği bağlamla ilgisi kesilmiş bir tümcedeki yapay
tattan kaynaklanmaktadır".
d. Faili Belirsiz Soygun ve Cinayet Suçlarında Kollektif Sorumluluk
Son olarak, Hammurabi Kanunnâmesi'nde yer alan, yarı idarî, yarı adlî nitelikte bir konuya
da işaret etmeden geçmeyelim. Bâzı suçların failinin bulunamaması durumunda, mağdûrların
uğradıkları zararların telâfisi için, söz konusu zararların ya o mahallin halkınca ve/veya, belki de
devletçe/tapınakça tazmin edilmesi gibi bir yola gidilmektedir. 22-24. maddelerde, yol kesme ve
soygunculuk suçuna ilişkin cezaların düzenlendiği görülüyor. [Metinde her ne kadar hırsızlık
kelimesi kullanılıyorsa da, kastedilenin daha çok gasp ve soygun olduğu anlaşılıyor. Bu
dönemlerde alenî olarak yapılan gasp ve soygun suçları ile gizli yapılan hırsızlık suçu arasında
henüz bir ayrım yapılmadığı, hepsinin aynı kelime ile ifade edildiği görülmektedir]. 22. maddeye
göre, soygun/hırsızlık yaparken yakalanan kişi ölümle cezalandırılır. Gasp edilen veya çalınan
mallar da geri alınır. Peki, soyguncu yakalanamamış ve gasp edilen mallar ele geçirilememişse,
soyulan kişilerin can ve mal kayıpları nasıl karşılanacak? İşte 23. ve 24. Maddelerde bu duruma
bir çözüm getirildiği görülmektedir.
Böyle bir durumda, soygunun/hırsızlığın gerçekleştiği mahalde sâkin bulunan kişi veya
halk bu zararı tazmin etmekle mükellef tutulmaktadır. Zarar ve ziyanın miktarı, malları soyulan
kişinin, Tanrı'nın huzurunda yemin ederek çalınan mallarının listesini vermesi ile belirlenecektir.
Gasp edilen şey insan ise veya soygun esnasında öldürülmüşse, suçun meydana geldiği mahaldeki
halk ve yetkililer, öldürülen veya kaçırılan kişinin yakınlarına bir mana gümüş ödeyecektir:
- Soyguncu yakalanamamış, çalınan mal bulunamamışsa, soyulan kişi zararının miktarını
yeminle beyân eder ve soygunun yapıldığı mekânın veya beldenin sahibi olan kişi ya da topluluk,
çalınan mallarını tazmin eder. [m. 23].
- Eğer çalınan şey bir can ise, soygunun yapıldığı mekânın veya beldenin sahibi olan kişi
veya topluluk, onun yakınlarına bir mina gümüş ödeyecektir. [m. 24].
Durant, bu hükme işaret ettikten sonra, "zamanımızdaki hangi modern şehir veya yönetim
vatandaşlarına hırsızlık ve soygunculuğa karşı benzer bir güvence vermeye cesaret edebilir?" diye
sormakta ve ardından şu soruyu da eklemekte: "Hammurabi'den bu yana hukuk acaba gerçekten
ilerledi mi, yoksa çoğaldı ve katlandı mı?".
Bir belde arazisinde işlenen cinayetlerden o belde halkının sorumlu tutulması uygulaması
kadîm toplumların bir çoğunun hukukunda mevcuttur. Meselâ, İran, Hint vs. gibi. İslâm
hukukundaki "kasâme" uygulaması da buna benzerdir. İslâmiyet'ten önceki dönemdeki Arap
uygulamalarından süregelen bir hüküm olarak, İslâm hukukunda da, "kasâme" adı verilen bir
uygulamaya rastlanmaktadır: Kasâme kelimesi yemin etme anlamına gelir. Bir mahalde,
katledildiğine dair emarelere rastlanan faili meçhul bir ceset bulunursa, maktûl yakınlarının o belde
halkından şüphelenerek onlar hakkında dâvâ açmaları durumunda, o yer halkının işlenen bu suçtan
dolayı sorumlu tutulması söz konusu olabilmektedir. Böyle bir durumda, cezaî sorumluluktan
68
kurtulabilmeleri için o belde halkından elli kişinin "vallahi biz öldürmedik, öldüreni de
bilmiyoruz" diye yemin etmeleri gerekir. Yeminden kaçınırlarsa, yemin edinceye kadar
hapsedilirler. Yemin ettiklerinde cezaî sorumluluktan kurtulurlar, ancak, maktulün yakınlarına
tazminat ödemeleri gerekir. Diyet bedeli olan meblağ, cesedin bulunduğu arazinin sahibine veya
o belde halkına, üç yıl içerisinde ödemeleri kaydıyla tediye ettirilir.
69
III. ASSUR'DA HUKUK
Bir kadının kocası başka bir yere gitmişse, kadın kocasını beş sene bekler, altıncı yılın
başında istediği kocayla evlenir. Beş yıldan sonra kocası gelirse, elinde olmayan sebeplerle
gelemediğini ispat ederse, karısı gibi bir kadın verir ve karısını geri alır.
Orta Assur Kanunları'ndan
A. TARİH, TOPLUM, DEVLET
1. TARİH
Bâbil 'in beş yüz kilometre kadar kuzeyinde dağlık bölgelere yakın bir bölgede,
günümüzdeki Irak'ın kuzeybatısında yer alan Assur Site Devleti'nin kuruluşu M.Ö. 3000 yıllarına
kadar uzanmaktadır. Assurluların güneydeki Sami'lerle Batı ve Kuzeyde dağlık bölgelerde
yaşayan halkın bir karışımından oluştuğu tahmin edilmektedir. Tarihçiler, takriben 1300 yıl kadar
hüküm süren Assur Devleti'nin bu uzun tarihini genellikle şu üç bölüm altında ele alırlar: Erken
Assur (MÖ. XX.-XV. asırlar); Orta Assur (M.Ö. XV.-X. asırlar) ve Yeni Assur (M.Ö. X.-VII.
asırlar).
Hititler M.Ö. 1515'te Bâbil İmparatorluğuna saldırdı ve İmparatorluğu yıkıp yağmaladılar.
Onların çekilmelerini müteakip, bölgeye bir süre Kassitler hâkim oldularsa da, daha sonra Assur
Krallığı onları Mezopotamya'dan kovdu ve Elam, Sumer, Akkad, Bâbil bölgelerini ele geçirerek
Mezopotamya'nın Bâbillilerden sonraki sahibi oldu (M.Ö. 1380 civarı), giderek sınırlarını
geliştirerek Finike ve Mısır'a kâdar uzanan büyük bir İmparatorluk hâlini aldı. Assur
İmparatorluğu esas îtibâriyle Bâbil İmparatorluğunun kurduğu devlet sistemini devam ettirdi.
Ancak, şu farkla ki, gerek kendi teb'asına, gerek savaşlarda ve işgal ettiği ülkelerde sergilediği son
derece gaddar ve acımasız uygulamalarla, yıkılışından asırlar sonra bile bölge halkına korku saçan
bir hatıra bıraktı. Assur-Nasirpal II dönemi (883-859), İmparatorluğun klasik dönemidir. M.Ö.
700'lere gelindiğinde Assur İmparatorluğu Dicle'nin kuzeyindeki ve doğusundaki dağlık bölgelere,
Akdeniz kıyılarına ve Nil'e kadar yayılmıştı. Kral Aşurbanipal-I'in (668-627) satvet dönemlerinde
başkentleri Ninova'nın nüfusu üç yüz bine ulaşmıştı. M.Ö. yedinci yüzyılın sonuna doğru Mısır'a
ve diğer uzak ülkelere yapılan büyük savaş seferlerinde yıpranan Assur İmparatorluğu çözülmeye
başladı ve nihayet İran'dan Med’lerin ve Bâbillilerin elbirliğiyle vurdukları darbeler sonucu
yıkıldı.
Biz bu bölümde daha çok Orta Assur Dönemi'ne ilişkin hukukî düzenlemeler ve hukukî
hayat üzerinde durmaya çalışacağız.
70
2. KÜLTÜR
Günaltay, Assurluların Sumer medeniyeti kadar Hitit medeniyetinin de tesirinde
kaldıklarını ileri sürer ve bu durumu, onlarla aynı asıldan gelmiş olmaları ile îzah eder. Tabii, bu
etkileşimin karşılıklı olduğunu, Assurluların Anadolu'da kervan yolları üzerinde kurdukları ticaret
kolonileri vasıtasıyla Anadolu'daki halk ve kültürle birebir bir ilişki içinde olduklarını belirtmek
daha uygun olur. Anadolu'daki bu Assur ticaret kolonileri genellikle ailenin genç üyeleri tarafından
idare edilirdi, ancak zamanla bunlardan bir kısmının Anadolu'da daimî olarak ikâmet etmeye
başladıkları, Assur'daki eşlerini ve ailelerini de yanlarına getirdikleri, hattâ bir çoğunun yerli
kadınlarla evlendikleri anlaşılmaktadır.
3. DİN VE DÎNÎ HAYÂT
Dili, bilimi ve sanatında olduğu gibi, Assur'un dîni de Sumer'den ve Babil’den, militarist
bir devletin ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde adapte edilerek alınmıştır. Tanrı Assur (Ashur),
önce şehre, daha sonra tüm ülkeye adını verdi. Bilâhare taşındıkları, daha Kuzeydeki başkentleri
Ninova'nın adı da, Assur'un İştar’ı tanrı Nina'nın ismini taşımaktadır. [Bugünkü Suriye'nin adı da
Assur kelimesinden gelmektedir].
Assur dininin temel işlevi, insanları uysal vatandaşlar haline getirmek ve öyle tutmak; bir
takım, gizemli dualarla, sihir ve kurbanlar yoluyla tanrıların gazabını yatıştırmak olmuştur.
Assurlardan bize kalan dînî metinler sadece cinleri kovma ve kehanette bulunmaya ilişkin
şeylerden ibarettir. Assur devleti, tarihte, savaşlarda ortaya koyduğu ve işgal ettiği ülkelerde
gösterdiği zulüm ve gaddarlıklarla şöhret kazanmıştır. Sahip oldukları dînin, Assurluların gerek
suçlulara, gerek harpte esir aldıkları kişilere karşı merhametsizce davranmaları üzerinde hiç bir
etkide bulunmadığı, belki de yaptıkları zulüm ve gaddarlıkları hiç bir suçluluk hissi duymaksızın,
büyük bir vicdan rahatlığı içinde yapmalarını kolaylaştırdığı görülmektedir. Assur tanrısı (Güneş
ilâhı Ashur) savaşçı, düşmanlara karşı acımasız bir mabuttu. Tapınaktaki sunakta savaş esirlerinin,
idam/kurban edilmelerinden kendisinin büyük bir hoşnutluk duyduğuna inanılırdı. Yüksek insanî
ve ahlâkî değerleri telkin etme endişesi taşımayan umacı bir korku dîni ile karşı karşıya
bulunmaktayız. Bu şartlarda, doğayı açıklamaya ilişkin akıla/bilimsel bir düşüncenin izlerine ve
felsefî tefekkürün işaretlerine rastlanması elbette beklenemezdi. Bu dînî mantalitenin, aynı
coğrafyada daha sonra yerleşen dînî anlayış ve yorumlar üzerindeki, belki bugün bile devam eden
etkisi din sosyologlarının üzerinde durması gereken ilginç bir konu olurdu.
Bu savaşçı milletin sergilediği saldırganlık, vahşet ve acımasızlığın kaynağının ne
olabileceğini araştıran Schumpeter, bu husustaki görüşlerini şöyle sürdürür:
- "Eğer bir Assur kralına şu soruları sorsaydık acaba ne cevaplar alırdık? "Bu bitmez
tükenmez fetih, ve istilâ politikasının sebebi nedir? Neden ardı ardına bir toplumu bir şehri ele
geçirip tahrip etmeyi sürdürüyorsun? Neden, mağlûp ettiğin bu insanların gözlerini çıkartıyor,
oturdukları mekânları yakıp yıkıyorsun?". Meselâ, kral Tuklatipalisharra'nın resmî belki de içten
gelen samimî cevabı şöyle olurdu: "Assur'un tanrısı, benim Yüce Efendim bana böyle emretti. ...
Assur'un tanrısı, Yüce Efendime şükranlarımı sunuyorum".
71
İnsanı çeşitli davranışları yapmaya yönlendiren, faktörler çok çeşitlidir; bunların tamamını
bilmemiz mümkün de değildir. Ama, özellikle Freud'dan sonra, gayet iyi biliyoruz ki, çoğu zaman,
olayın aktörlerince ileri sürülen gerekçeler gerçek gerekçeler değildir. Kişiler, yaptıkları fiilleri,
hem başkalarına hem de kendi vicdanlarına karşı meşrû gösterebilmek, kendi vicdanlarının sesini
de susturabilmek için meşrûlaştırma/justification yoluna giderler. Assur kralını böyle davranmaya
iten bir çok sebep ileri sürmek mümkündür: Kan dökme isterisi, iktidar hırsı, ganimet arzusu, cinsî
dürtüler, ticarî hesaplar vs. Hattâ belki de bütün bu hunharlıklar, avcılığın bir başka türü, bir nevi
spor, can sıkıntısından kurtulma vesilesi olarak algılanmış ve yapılmış da olabilir ki o yolda bâzı
işaretler de yok değildir. Aslında, belki de, savaşlar ve fetihler nihaî amaç olmayıp, başka bâzı
dürtülerin sonuçlarıdır. Unutmamak gerekir ki, "tarihî olaylar, insan olayları özleri îtibâriyle
psikolojik olaylardır...öncüllerini de olağan olarak başka psikolojik olaylarda bulurlar".
Özetlersek, dünyanın ayaklan altında titrediğini düşünen ve bundan da büyük bir haz duyduğu
anlaşılan Kralımızın bütün bunları niye yaptığı hususunda, emin olabileceğimiz sadece bir şey var,
o da gerçek sebebin kendisinin söylediği şey olmadığı, yâni, bütün bu cinayetleri, Yüce Efendisi
Assur tanrısının emretmediğidir; egemenlik yetkisini de O'nun vermediği gibi...
4. SOSYAL VE EKONOMİK HAYÂT
Halk beş kısma ayrılmıştı: Soylular; loncalar şeklinde örgütlenmiş zanatkârlar, çeşitli
meslek erbabı ve tüccarlar; kalifiye olmayan düz işçiler, kasaba ve köylerdeki çiftçiler; büyük
tarım arazilerine bağlı olarak çalışan, Ortaçağ Avrupa'sındakine benzer durumdaki serfler; ve
köleler. El işlerinin çoğu bu köleler tarafından yapılırdı. Köle ticareti Asur'da çok gelişmişti. Köle
tacirleri ülkede en fazla kazanç ve itibâr sağlayan sınıfta yer alırlardı.
Assur'da ekonomik hayatın Bâbil'den çok farklı olduğu söylenemez, pek çok bakımdan bu
iki toplum, aynı medeniyetin biri Kuzey'de diğeri Güneyde olan iki parçası gibidir. Ancak
Güney'in daha ticarî, Kuzeyin ise daha zirâat ağırlıklı olduğu söylenebilir. Zengin Bâbilliler
genellikle tüccardır, Assur zenginleri ise büyük çiftlik sâhipleri olup benzer konumdaki
Romalılarda olduğu gibi, ticaret erbabına "ucuza alıp pahalıya satmak"tan başka meziyeti olmayan
kişiler olarak istihfafla bakarlardı. Bununla beraber, her iki ülke de aynı nehirden (Dicle)
topraklarını sular, aynı bitkilerin (buğday, arpa, darı, susam vs.) üretimi ile meşgul olurlardı.
Assurlular bu hububatın yaranda zeytin, üzüm, soğan, sarımsak, marul, salatalık, tere, pancar,
şalgam, turp, yonca ve meyan kökü gibi bitkileri de bolca yetiştirirlerdi. Balık hariç, et, aristokrat
sınıfın haricinde nadiren tüketilen bir gıda idi. Gariptir, bu savaşçı millet büyük ölçüde
vejetaryendi. Zanaatlar da Babil’le benzer özellikler taşırdı. Metal, cam ve tekstil imalâtı çok
gelişmişti, toprak kaplar sırlanıyordu ve Ninova'da evlerde döşeli eşyalar Endüstri Devrimi öncesi
Avrupa düzeyindeydi. Zirâat ve Endüstri özel bankalar tarafından finanse edilir ve %25 faiz
uygulanırdı. Kurşun, bakır, gümüş ve altın külçeler para (mübadele aracı) olarak kullanılırdı. Kral
Sennaherib (704-681) yarım şekel’lik gümüş çubuklar darb ettirmişti ki bu tarihin en eski resmî
para örneklerindendir.
72
5. DEVLET YÖNETİMİ VE DEVLET TEORİSİ
a. Devlet Yönetimi
Küçük devletlerin ve sitelerin barış veya savaş yoluyla tek bir imparatorluk çatısı altında
bütünleştirilmesi, tarih boyunca, hukukun, gelişmesi ve yaygın olarak uygulanabilmesine, barış ve
güvenlik ortamı sağlanmasına, ticaretin gelişmesi ve refahın artmasına yol açması cihetleriyle,
genel olarak olumlu sonuçlar doğurmuştur. İşte Assur İmparatorluğu, Mezopotamya'nın
Batısındaki coğrafyada bunu ilk defa gerçekleştirmeyi başaran devlettir. Güçlü bir orduya dayanan
ve bir "savaş makinesi“ şeklinde yapılanan bu devletin çevre ülkelere yaptıkları akınlar barıştan
daha kârlı sonuçlar doğuruyor, imparatorun otoritesini daha da pekiştiriyor ve inanılmaz ölçüde
ganimet ve köle sağlıyordu. Bu saldırgan, nitelikleri ve gaddar ve zâlimce uygulamalarıyla
Assurlar, kendilerinden nefret edilen ve tüm bölge halkına korku salan bir askerî imparatorluk
olmuşlardır.
Yukarıdaki niteliklerine rağmen, Assur İmparatorluğu, bâzı bakımlardan oldukça liberal
özellikler de taşıyordu. Büyük şehirler hatırı sayılır bir otonomiye sahiplerdi ve imparatora yıllık
ödemesini düzenli olarak yaptığı sürece her ülke kendi dînini, kanunlarını ve kendi kralını
muhafaza edebiliyordu. Hattâ bu gevşek yönetim tarzı zaman zaman lokal devletlerin merkezle
bağlarını tamamen kopararak baş kaldırmaları ve isyan etmeleriyle sonuçlanıyor; buraların tekrar
tekrar fethedilmelerini gerektiriyordu. Bu duruma bir çâre olarak, isyancılara dehşet verici çok ağır
cezalar verilmesi, isyankâr şehirlerin haritadan silinmesi ve bu bölge halklarının başka bölgelere
nakledilmeleri ve diğer topluluklarla karıştırılmaları gibi sert ve acımasız uygulamalara gitmek
zorunda kalmışlar; buna rağmen, yine de bu baş kaldırmalar hep devam etmiştir.
Assur'da hükümdarın mutlak otoritesi tartışılmazdı. Kralın yanında annesi, karısı ve
ölümünden sonra yerine geçecek oğlu da devlet yönetiminde önemli bir yer işgal ederlerdi.
Veliahdın da, aynen kral gibi, askerî ve mülkî erkânı ve idarî kadrosu vardı. Eyaletler Kral
tarafından atanan valilerce idare edilirdi ve bu valiler sadece Krala karşı sorumlu idi. Kralın
otoritesini sınırlayan, eşrâftan oluşan bir "yüksek kurul" bulunuyordu. Mahallî feodal baronların
güçlerinin zamanla kral tarafından atanan eyalet valilerine geçtiği anlaşılmaktadır. Valiler merkeze
gönderilecek vergileri toplar, kişisel inisiyatife bırakılamayacak kadar önemli sulama kanalları
açılması gibi kamusal angarya çalışmalarını organize ederlerdi. Kralın casusları, gizli servis
elemanları da diyebiliriz, valileri ve diğer yüksek görevlileri gözetleyerek, gördükleri ihmal ve
yanlışlıkları krala bildirirlerdi. Ana esasları Assurlular tarafında oluşturulan bu imparatorluk
yönetim tarzı, onlardan Perslere, Perslerden de Romalılara geçmiştir.
b. Devlet Teorisi
Kamu yönetimi ile ilgili genel özellikler Sumer ve Bâbil uygulamalarına paraleldir. Assur
Kralı da teokratik ve otokratik bir monarktı. Ancak, söylem planında hakiki hükümranlık Assur
mâbûdundadır, teorik olarak devletin başında Assur tanrısı Enlil bulunur, kral O'nun naibi sıfatıyla
ve O'nun adına yönetir, bütün yasalar O'nun iradesinin bir açıklamasıdır, vergiler onun hazînesi
için toplanır. Sadece Assur tanrısına karşı sorumlu bulunan ve Prenslerin Kralı, Şahlar Şahı gibi
unvanlarını taşıyan Kral, hem rûhâni, hem de dünyevi otoriteyi şahsında birleştirmektedir. Ülkede
73
adaleti sağlama, teb'anın hak ve vazifelerini belirleme, dînî âyin ve törenleri yönetme onun
görevleridir.
B. HUKUKÎ HAYÂT
Dili, dîni, bilimi ve san'atında olduğu gibi, Assur hukuku da Sumer'den ve Babil’den,
militarist bir devletin ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde, adapte edilerek alınmıştır. Bu
adaptasyon olgusu en çok da suçlarla ilgili olarak öngörülen cezaların, ancak savaş durumlarında
görülen bir merhametsizlik sergilemesinde kendini ortaya koymaktadır.
Genel olarak Assur Kanunları, ondan asırlar sonraki bir tarihe ait bulunmakla beraber,
Hammurabi Kanunnâmesi'ne kıyasla daha az sekülerdir ve daha ilkel bir yaklaşım sergilemektedir.
Cezalar, halk önünde teşhir edilmeden, angaryaya koşulmaya; yirmi ile yüz arasında değişen
kamçılamadan; kulak ve burunun kesilmesi/yarılması; dilin koparılması; gözlere mil çekilmesi;
kazığa oturtma ve baş kesmeye kadar gitmektedir. II. Sargon yasalarında zehir içirilmesi ve
suçlunun oğlu veya kızının mabetteki sunakta diri diri yakılması gibi cezalar da bulunmaktadır.
Zina, ırza geçme ve bâzı çeşit hırsızlıklar en ağır cürümler olarak kabul edilirdi. Bâzı durumlarda
"tecrübe uygulaması" (suçlunun nehre atılması) yoluna gidilir, Nehrin (Nehir Tanrı’sının) hakem
olması beklenirdi. İdam amaçlı nehre atmalarda suçlu bağlanmış durumda suya atılırdı.
1. POZİTİF HUKUKUN GELİŞİMİ
Assur Hukukuna dair bilgileri kanunlardan ziyade mukavelenamelerden edinmekteyiz.
Assur'da pozitif hukukun başlangıcının M.Ö. üçüncü milenyuma kadar uzandığı tahmin edilmekte
ise de bu eski dönemlere ilişkin belgeler elimize ulaşmamıştır. Takriben 90 maddeden ibaret olan
Orta Assur Kanunları, Hammurabi Kanunnâmesi' nden sonra kadîm Mezopotamya'nın en önemli
hukuk belgesi olup, adından da anlaşılacağı gibi, Orta Assur devrine aittir.
M.Ö.1450-1250 yıllarında (aşağı yukarı Hz. Musa'nın döneminde ve belki de biraz daha
öncesinde) tedvin edildiği ve hazırlanışında Hammurabi Kanunnâmesi'nden yararlanıldığı
anlaşılmaktadır. Yasa hükümlerinin yazıldığı tabletler incelendiğinde, metnin tek bir el tarafından,
aynı zamanda ve aynı yerde kaleme alınmadığı; sistematik olmayan ve özel hukuk, ceza hukuku
ve yargılama usûlüyle ilgili hükümlerin bir ayrım gözetilmeksizin ard arda sıralandığı, daha çok
cezâ hukuku ağırlıklı bir düzenleme olduğu görülmektedir. Her ne kadar aile, miras ve borçlar
hukukuna ilişkin hükümlere rastlanmakta ise de, bu konuların daha çok cezâ hukuku yönüyle ele
alındığı ve cezaî hükümler olarak kodifiye edildiği anlaşılmaktadır. Kendisinden çok daha önceki
yasa düzenlemeleriyle karşılaştırıldığında çok daha sert ve şiddetli cezâlara yer verilmektedir.
Kanun maddelerinin yazılışında dikkati çeken bir husus da şudur: Düzenlenen konuya ilişkin akla
gelen tüm ihtimaller göz önünde tutularak, bunların tümünü kapsayan genel ve soyut bir yasa
maddesi oluşturma çabası hissedilmektedir.
2. AİLE HUKUKU
Evlenen kadının mutlaka baba evinden ayrılıp kocasının evine gitmesi gerekmezdi;
babasının evinde kalmaya devam edebilirdi. Eğer babasının evinden ayrılıp kocasına evine
gitmişse kocasının otoritesi altına girerdi ve bu durumda serbesti alanı çok daralırdı. Fakat,
evlendikten sonra da baba evinde ikamet etmeye devam ederse (iç-güveyilik durumunda)
74
kocasının otoritesi altına girmez; kocasına sadık kalmak kaydıyla tam bir serbestiye sahip olurdu.
Ailede otorite babaya aitti ve bu otorite babanın vefatı hâlinde en büyük erkek çocuğa intikal
ederdi. Eğer çocuklar henüz erişkin bir yaşa ulaşmamış iseler o zaman annenin velayeti altında
olurlardı. Assur hukuku, karının kocasını mükellefiyet altına sokacak, onu ilzâm edecek bir
tasarrufta bulunmasını yasaklıyordu.
Assur Hukuku, toplumda saygın konumda kabul edilen kadınlarla diğer kadınların
ayrılması bakımından, tesettür'e büyük önem veriyordu. Hür kadınların başlarını örtmeleri
gerekirdi. Evli kadınların, başlarına bir yaşmakla örtmeden sokağa çıkmaları yasaktı; genç kızların
da geleneğin öngördüğü şekilde başlarını örtmeleri gerekirdi. Keza, kendilerini mâbetlere/tanrılara
adayan ve kutsal/saygın kabul edilen tapınak genel kadınları da başlarını örtmek zorunda idi. Diğer
yandan, köle kız ve kadınlarla fâhişelerin başları örtülü dolaşmaları ise kesinlikle, yasaktı; bu
konuda çok ağır cezâlar konmuştu. Meselâ, başı örtülü dolaşan fahişe kadınlara elli sopa vurulur
ve başlarına da asfalt dökülürdü. Başlarını örten köle kız ve kadınların da kulakları kesilirdi. Başı
örtülü bir fahişe veya câriye görüp de onlara müdahale etmeyen hür kişiler bile, elli değnek, kulak
kesme, bir ay kralın hizmetlerinde angarya çalışma gibi cezalara çarptırılırdı.
- İster evli ister dul olsun, kadınlar sokağa çıkarlarken başlarını açmayacaklardır. Adamın
(bey) kızları da bir şal veya giysi ile örtünecekler, başları açık olmayacaktır. Sahipleriyle sokağa
çıkan esirtu'lar (câriyeler) de örtülüdürler. Kocaya varan qadistu'lar (çocuk bakıcıları, süt anneleri,
bir çeşit "kutsal fahişe") sokakta örtünmelidirler, kocaya varmayanların başları sokakta açık
olacaktır, örtünmemelidir. Fahişeler örtülü değildir, başları açık olacaktır. Bir fâhişeyi örtülü
olarak gören kimse, onu tutuklayacak, şahitlerle birlikte saray mahkemesine götürecek; onu
yakalayan, ödül olarak elbisesini alacaktır, ziynetlerini almayacak. Mahkemede ona (fâhişeye) elli
sopa vurulacak, başına zift dökülecektir. Eğer bir adam, örtülü bir fahişe görüp de onu yakalayıp
saray mahkemesine götürmezse o adama elli sopa atılacaktır. Kadın köleler (câriyeler)
örtünmeyecekler; örtülü bir câriye gören onu saray mahkemesine götürecek ve orada kulağı
kesilecektir. Bir adam örtülü bir câriye görüp de, onu yakalayıp saray mahkemesine götürmezse
ona elli sopa atılacak, kulaklarını kesecekler...
Kadınların başlarını örtme mecburiyetine ilişkin hukukî düzenlemelerin Sumerlerde
başladığı; sokak fahişeleri ve köle kadınlardan ayrılmaları, onlarla karıştırılmamaları için; kutsal
bir görev yaptıkları kabul edilen ve toplumda saygın bir yerleri olan "tapınak genel Kadınları” nın
bir ihtiram ve itibâr işareti olarak, başlarını örtmeleri kuralı getirildiği; daha sonra M.Ö. 1500’lerde
başını örtme emrinin evli ve dul durumdaki hür kadınlar da kapsayacak şekilde genişletildiği; buna
karşılık, evlenmemiş kızların, köle kadınların ve sokak fâhişelerinin başlarını örtmelerinin de
yasaklandığı; başını örtme ve başörtünün bir statü, (hür, evli ve tanrıya/tapınağa adanmış olma)
işareti olarak değerlendirildiği, evlenme ve cinsel taleplere açık olmama durumunu ifade eden bir
sembol olarak işlev gördüğü ve taciz edilmeyi önleme amaçlı bir tedbir olarak düşünüldüğü
anlaşılmaktadır. Gerçekten de Assur kültüründe, bir kadının başına örtü koymak, onun sosyal
statüsünü ânında değiştiriyordu. Bir erkek odalığıyla evlenmek ve onu karısı yapmak isterse bir
gurup kişinin önünde onun başını örterdi. Yasa metninde bile evlenme kelimesi yerine "örtme"
kelimesi kullanılmaktadır. "örtülmeyen esirtu (yâni, evlenilmeyen câriye), eş değildir", "eğer adam
ölürse, örtülü karısının çocukları yoksa..." gibi.
75
a. Evlenme
Yasalara göre, kız çocukları ancak babalarının muvafakatiyle evlenebilirdi. Assur hukuku,
evlenme akdini, kadının vecibelerini belirleyen yazılı bir belgeye dayandırmıştır. Yalnız bâzı
durumlarda, böyle bir vesika olmaksızın da evlenmenin gerçekleştiği kabul edilmektedir. Meselâ,
dul bir kadın, eğer bir erkekle asgari iki sene birlikte yaşamış ise, aralarında bir evlenme akdi
olmasa bile, artık, hukuken bir evlilik bağının oluştuğu kabul edilirdi.
- Eğer bir adam, dul bir kadınla iki sene birlikte yaşamışsa, nikah akdi yapılmamış olsa
bile, o kadın eş sayılır.
Dikkat edilirse, bu hüküm, kadîm Sumer mecelleleri (Eşnunna: m. 27) ve Hammurabi
Kanunnâmesindeki (m.128) aynı konuya ilişkin hükümlerden farklı bir yaklaşımı sergilemektedir.
Önceki düzenlemeler, evlenme akdi yapılmayan, fiilî birliktelikleri hiç bir şartta evlilik olarak
kabul etmiyordu.
Genel olarak evlenme ile ilgili kurallar Bâbil'e benzemekle beraber, Assur’da evlenme
kadının satın alınması şeklinde yapılırdı ve bir çok durumda gelin babasının evinde yaşamayı
sürdürür, kocası tarafından orada zaman zaman ziyaret edilirdi. Gerçekten de, yukarıda da işaret
edildiği gibi Assur hukukuna göre, evlenen, kadının mutlaka baba evini terk etmesi ve kocasının
evinde yaşamaya başlaması gerekmezdi. Evlenen kadın, babasının evinde kalmaya, devam
edebilirdi; bu durumda kadının özgürlük alanı daha geniş olurdu.
Bir erkeğin, kural olarak, meşrû tek karısı olabilirdi; daha doğru bir ifade ile, "karı
statüsünde tek kadın" olabilirdi; beraber olduğu diğer kadınlar karı statüsünü kazanmazdı. Erkeğin,
meşrû karısının yanında, bir kaç odalığa sahip olması da kabul ediliyordu. Bir erkek, odalığı ile
evlenmek isterse, bu iradesini şahitlerin huzurunda beyân etmesi ve evleneceği odalığın başını bir
yaşmakla örtmesi icâp ederdi:
- Eğer bir adam esirtu'sunu (câriyesini) örtmek (onunla evlenmek) isterse, beş-altı
arkadaşını çağırıp onların önünde onu örter, "o benim karımdır" der ve o onun karısı olur.
Adamların önünde örtülmeyen ve kocası "bu karımdır" demeyen esirtu, eş değildir, esirtu'dur. Eğer
adam ölürse, örtülü karısının evlatları yoksa, esirtu'lardan olma çocukları öz evladıdırlar,
hisselerini alırlar.
Assur Hukukuna göre, dul kalan kadın; eğer evlenince kocasının evine gitmiş ve orada
ikâmet ediyor idiyse; kocasının vefatı durumunda, ölen kocasının erkek kardeşi ile evlenmeye
mecbur tutulurdu. Ancak, eğer kızın babası bu evliliğe rıza göstermezse, evlenme esnasında geline
verilmiş bulunan hediyeleri iade etmesi kaydıyla, kadın babasının evine dönebilirdi.
- Eğer babasının evinde oturan evli bir kadının kocası ölmüşse ve çocuğu yoksa,
kayınpederi, gönlünün istediği oğluna onu verecektir... İsterse kayınpederi onu kendisi alacaktır.
Ne oğul ne kayınpeder yoksa o serbest bir duldur.
- Bir kadının kocası başka bir yere gitmişse, kadın kocasını beş sene bekler, altıncı yılın
başında istediği kocayla evlenir. Beş yıldan sonra kocası gelirse, elinde olmayan sebeplerle
gelemediğini ispat ederse, karısı gibi bir kadın verir ve karısını geri alır. Eğer kadın beş yıl
76
dolmadan başka birisiyle evlenir ve çocuk doğurursa, daha sonra kocası döndüğünde, evlilik
sözleşmesine sadık kalmadığından dolayı, onu ve çocuklarını geri alabilir.
- Eğer bir adam oğluna bir kızı nişanlar, ama daha sonra oğlu ölür veya kaçarsa; kızı diğer
oğullarından veya nişanladığı oğlunun on yaşında oğlu varsa ona, dilediğine alabilir. Eğer bunlar
da yoksa ve torunları on yaşından küçükse, kızın babası isterse kızını bu küçüklerden birine
verebilir veya karşılıklı olarak verdikleri hediyeleri iade ederler. Hediye olarak verilen yiyecekler
geri verilmeyecektir.
Evlenme yoluyla hatırı sayılır bir güç ve saygınlık elde eden Babil'deki kadınlarla
kıyaslandığında, Assur'da kadınların durumu daha aşağı bir konumdaydı. Gerçekten de, Orta Assur
Yasaları, kadınlara karşı sert yaptırımlar içermektedir. Erkek karısına bâzı suçları işlemesi
durumunda, "şehir büyüğü"ne bildirerek, kulak kesme ve göz çıkarmaya kadar giden cezalar
uygulayabilirdi. Karısını dövmenin, saçını yolmanın, kulaklarını büküp yaralamanın ise hiç bir
cezası yoktu. Kocalarının diledikleri kadar odalık almaları mümkün olduğu halde, kadınlardan
kesin bir sadâkat beklenirdi. Karısını bir başkası ile yakalayan koca, bizzat kendisi öldürebilirdi;
yasa ona bu hakkı tanımıştı (m. A/15). Diğer taraftan, fahişelik kaçınılmaz bir olgu olarak
kabullenilmiş ve devlet tarafından düzenlenmişti.
b. Boşanma
Erkek, istediği zaman karısını boşayabilirdi; Assur Hukuku, erkek açısından, boşanmayı
çok kolaylaştırmış; bu konuda hemen hiç bir hukukî sınırlama getirmemiştir.
- Eğer bir adam karısını boşarsa, canı isterse karısına bir şey verecek, istemezse
vermeyecektir.
- Eğer Kadın babasının evinde otururken kocası onu boşamışsa, erkek taktığı takıları geri
alacak, ancak getirdiği başlığı almayacaktır. Kadın serbesttir. (A/38).
Assur Hukukuna göre, evlilik bazen de kocanın işlediği bir suç dolayısıyla ortadan
kalkabilirdi. Meselâ, evli bir erkek genç bir kıza tecavüz ederse; bu durumda kadının kocası ile
evlilik, bağı sona ermiş sayılır, tecâvüze uğrayan kızın babası da bu erkeğin karısını alır ve
kocasına iade etmezdi. Kocanın savaşta esir düşmesi ve kendisinden bir haber alınamaması
hâlinde, kadın iki sene bekledikten sonra, dilerse başka bir erkekle evlenebilirdi. Eğer ilk kocası
daha sonra esaretten dönerse, kadın tekrar ilk kocasına dönmek zorunda idi.
3. MİRAS HUKUKU
Assur hukukuna göre, babanın vefatı hâlinde miras meşrû çocuklarına intikâl ederdi.
Büyük oğul mirastan iki pay alıyordu; birisini kendi seçiyor, diğeri kur’a ile belirleniyordu. Geri
kalan da erkek kardeşler arasında eşit olarak pay ediliyordu. Gayrimeşrû çocuklar, ancak meşrû
çocuklarının bulunmaması hâlinde mirasçı olabilirlerdi.
Kardeşler babalarının mirasını paylaşırken, önce en büyük erkek evlat diğerleri gibi bir
hisse alacak; kalanın paylaşımında onlarla beraber ikinci bir hisse alacaktır. (B/1).
77
Annenin vefatı hâlinde evlenirken kocası tarafından verilmiş bulunan ve nudunnu denilen
hediyenin dışındaki malları çocuklarına, intikâl ederdi. Ancak, eğer kocası sağ ise, nudunnu ona
kalırdı.
4. BORÇLAR HUKUKU
Assur hukukunda, alım-satım, ödünç, hizmet, kefalet gibi sözleşmelerin yaygın olarak
yapıldığı ve bunlarla ilgili hukukî düzenlemelerin mevcut olduğu görülmektedir. Borçlu edimini
yerine getirmezse, alacaklı borçlunun sadece mallarına değil, onun şahsına da elkoyabilir, borç
tamamen ödeninceye kadar onu kendi işlerinde çalıştırırdı. Ancak, rehin durumundaki, borçlusunu
başkasına satamazdı. Keza, borçlunun karısını, çocuklarını rehnedebilmesi de kabul edilmişti.
Borç ödeninceye kadar alacaklı bunları kendi işlerinde çalıştırırdı; ancak onları başkasına
satamazdı. Fakat, meselâ borçlunun kızını rehin alan alacaklı, bu kızı başkası ile evlendirebilir ve
evlenen erkekten aldığı başlık parasını alacağına mahsup edebilirdi ve borç ödendiği için kız da
serbest kalırdı.
Bir gayrimenkulü satın almak isteyen kimse, bu arzusunu tellal vasıtası ile bir ay içinde üç
kez ilan ettirir, ancak bundan sonra resmî bir belge düzenlenerek taşınmazı satın alabilirdi. Bu ilân
şartı ile, eğer bu taşınmaz üzerinde bir hak iddiasında olanlar varsa bunların haberdâr edilmesi
amaçlanıyordu.
- Bir tarla veya evi satın alacak kimse, satın almadan önce, satın alacağı gayri menkulün
bulunduğu beldede, bir ay süreyle bir tellalı şöyle çağırtacaktır: Falan oğlu filanın, falan yerdeki
tarlasını, evini şu kadar gümüş karşılığı alacağım. İtirazı olanlar varsa, vesikalarını göstersin..
- Eğer bir adam, komşu tarlanın sınırını ihlâl ederek onun arazisinin bir kısmını
kendisininkine katarsa, suçlanıp ispat edildiğinde, ihlâl ettiği tarlanın 1/3 fazlasını tazmînât olarak
verecek, bir parmağı kesilecek, yüz değnek vurulacak, bir ay süre ile kral angaryasında
çalışacaktır.
- Eğer bir adam kendisine ait olmayan bir toprakta ağaç yetiştirmiş, kuyu kazmışsa; tarla
sahibi gelince tarlasını üzerindekilerle birlikte alır; işgal edenin harcadığı emek dikkate alınmaz.
5. KÖLE HUKUKU
Her köleci toplumda olduğu gibi, burada da kişilerin, hukukî ehliyet bakımından hürler ve
köleler olmak üzere ikiye ayrılırdı. Ağır işlerin çoğu erkek köleler tarafından yapılırdı. Köle
kadınlar ise genellikle câriye ya da süt ana olarak kullanılırlardı.
Ana köle kaynağı harpte ele geçirilen esirlerdi. Savaşların sonuca ele geçirilen ülke halkları
da Assur’a getirilerek kamu işlerinde köle olarak çalıştırılırlardı. Kölelerin de büyük çoğunluğu
toprağa bağlı köle statüsünde idi ve tüm aile efradıyla beraber, yaşadıkları arazi ile birlikte alınıp
satılırlardı. Bir de borçlarını ödeyemediklerinden dolayı köleleştirilenler vardı, bu duruma düşen,
hür kişiler alacaklılarının kölesi olurlardı.
Asur Hukukunda da diğer hukuk sistemlerinde olduğu gibi köleler eşya statüsünde idiler
ise de, zamanla köleler hukukî ehliyet bakımından bâzı haklara sahip kılınmışlardır: mülkiyet
hakkından yararlanma, alım-satım vs. hukukî işlemler yapabilme, mahkemelerde şahitlik
78
edebilme, hattâ devlet idaresinde bâzı görevler alabilme gibi. Diğer yandan, köleler ancak aileleri
ile alınıp satılabilirlerdi. Aile Hukukuna ait bir takım konularda da bâzı haklardan
yararlanabiliyorlardı. Ancak, Bozkurt, kölelerin bu işlemleri kendi adlarına değil, efendileri adına
yaptıklarını kabul etmenin daha doğru olacağını, kölenin şahsına menkul ve gayrimenkul mal
edinme hakkı tanınmasının uzak bir ihtimal olduğunu belirtmektedir. Öte yandan Asur Hukukunda
hür iken köle statüsüne düşenlerin, köle ana babadan doğmuş kölelere göre biraz daha iyi durumda
oldukları anlaşılmaktadır. Birinci gurupta yer alan köleler mahkemelerde şahitlik yapabiliyor ve
kendi adlarına mühür kazdırabiliyorlardı.
Tanınmalarını sağlamak ve kaçmalarını önlemek bakımından kölelerin kulakları delinir ve
saç kesimi yoluyla işaretlenirlerdi. Onun için, köle kadınların başlarını örtmeleri kesinlikle yasaktı.
Başlarını örten köle kız ve kadınların da kulakları kesilirdi. Başı örtülü bir câriye görüp de onlara
müdahale etmeyen hür kişiler bile, elli değnek, kulak, bir ay kralın hizmetlerinde angarya çalışma
gibi cezalara çarptırılırdı.
Ceza hukuku cihetiyle, suç işleyen kölelere verilen cezalar yönünden kölelerin durumu
farklı olarak düzenlenmişti. Zâten, bilindiği gibi, genel olarak Mezopotamya hukukunda cezalar
belirlemesinde, suçlunun ve mağdûrun sosyal statüsüne göre farklı hükümler yer almaktaydı. Bu
cümleden olarak, Assur Hukukunda bedeni ceza sadece kölelere tatbik edilirdi. Hürlere cinâyet,
hırsızlık gibi suçlar için para cezası verilirken, köleler için farklı hükümler tatbik edilirdi.
6. CEZÂ HUKUKU
Assur Hukuku, adam öldürme, yaralama, hırsızlık, büyücülük, zina, ırza geçme, ahlâk ve
âdaba aykırı davranışta bulunma, hakaret, çocuk düşürme gibi fiilleri suç sayarak, bunlar hakkında;
ölüm, bir uzvun kesilmesi, kısırlaştırma, para, değnek, kral angaryasında çalışma gibi çeşitli
cezâlar tesbit etmiştir. Tahmin edileceği gibi, bu cezalar herkes için yeknesak olarak
belirlenmemiş, toplumdaki statü farklılığına paralel olarak, suçlunun ve mağdurun hür veya köle
oluşu gibi faktörler göz önünde tutulmuştur.
Orta Assur Yasaları'na göre Ölüm cezasını gerektiren suçlar: Evli bir kadına zorla tecavüz
etmek; evli bir kadının zina etmesi; evli bir kadınla evli olduğunu bilerek zina etmek; hamile bir
kadını döverek öldürmek; bir kadının, kendi isteğiyle çocuğunu düşürmesi; bir kadının, hasta veya
ölmüş kocasının evinden bir şey çalıp başka birine vermesi ve bu kadından böyle bir eşyanın
alınması; büyü yapmak vs.
Esas itibariyle cezaların şahsîliği ilkesi kabul edilmekle beraber, aşağıda daha ayrıntılı
olarak bilgi verileceği gibi, bâzı durumlarda, istisnaî olarak, ebeveyninin işlediği suçlardan dolayı,
çocuğun; kocasının işlediği suçlardan dolayı, karısının cezalandırıldığı da görülmektedir. Bizzat
intikam alma ("ihkâk-ı hak") uygulamasına imkân veren bazı düzenlemeler de görülmektedir.
Meselâ, daha önce de işaret edildiği gibi, karısını bir başkası ile yakalayan koca, bizzat kendisi
öldürebilirdi; yasa ona bu hakkı tanımıştı. Cinayet suçunda da benzer uygulamalara yer
verilmektedir.
a. Cinayet
Assur hukukuna göre, adam öldürme suçunun cezası idamdır:
79
- Eğer bir adam veya kadın, başka bir adamın evine girip, bir adam veya kadını öldürürse,
katiller ev sahibinin yakınlarına teslim edilir.
- Henüz mirası paylaşmamış kardeşlerden biri bir kişiyi öldürürse, öldürülenin yakınlarına
onu teslim edeceklerdir. Can sahibi (öldürülenin yakınları) isterse onu öldürür, isterse mîras payını
alır, affeder.
Dikkat edilirse, her iki hâlde de bir ihkâk-ı hak/intikam uygulamasıyla karşılaşmaktayız.
Suçlu, maktulün yakınlarına teslim edilmektedir ki daha eski tarihli kanunlarda bile açıkça böyle
bir hüküm bulunmadığı dikkate alınırsa, diğer bâzı örneklerde de görüldüğü gibi, bu durum hukuk
anlayışı bakımından bir gerilemeye işaret etmektedir.
Diğer savaşçı devletlerde de görüldüğü gibi, Assur'da da çok çocuk doğurmak yasalarla ve
ahlâkî plânda teşvik edilirdi. Onun için, Assur Hukuku, çocuk düşürmeyi ve bir kadının çocuğunu
düşürmesine yol açacak bir eylemde bulunmayı da çok ağır bir suç saymıştır. Bilerek çocuğunu
düşüren kadına kazığa oturtulma cezası uygulanırdı. Çocuğunu düşürmeye çalışırken ölen kadın
gömülmez, menfur addolunurdu. Müessir fiille hamile bir kadının çocuğunu düşürmesine sebep
olanlara da çok ağır cezalar verilirdi.
- Bir adam hamile bir kadını döverek çocuğunu düşürmesine sebep olursa, 30 mana kalay
verir, 50 sopa vurulur bir ay da kral angaryasında çalıştırılır.
- Eğer bir adam, birisinin hamile karısını döver de çocuğunu düşürtürse; adamın ona
yaptığının aynısı onun karısına da yapılacak, bu adamın hamile karısının çocuğu da düşürülecektir.
- Eğer bir kadın kendi isteyerek çocuğunu düşürürse, ispat edilirse, kazığa oturtulacak, o
gömülmeyecektir.
b. Hırsızlık
Hırsızlık suçu için tâyin edilen ceza, şartlara göre, ölümden para cezâsına kadar değişiklik
göstermektedir:
- Eğer adam hasta veya ölü iken, karısı, evden bir şey çalar ve onu birisine verirse, adamın
karısı ve bu çalıntı malı alanlar öldürülür.
- Hür bir kişinin karısı, başka bir kür kişinin evinden bir şey çalarsa, ve çalınan malın değeri
beş mana kalaydan fazla ise, çalınan malların sahibi şöyle yemin edecek: "Ben ona bu malı almaya
izin vermedim, evimde bir hırsızlık oldu”. Kocası isterse, çalınan malı verir ve kulaklarını keser.
Kocası onun için kurtulmalık fiyatını ödemek istemezse, çalınan malın sahibi kadını alacak ve
burnunu kesecek.
- Eğer bir adam bir hayvanı veya başka bir şeyi çalmışsa, ….mana kalay tazminat verecek,
elli sopa vurulacak ve … gün kral angaryasında çalışacaktır.
80
c. Zina ve Zina İsnadı/İftirası
Assur hukuku, zina suçu ile ilgili olarak da ölüm cezası gibi ağır cezalar öngörmüştür. Evli
bir kadın zina ederse, hem kendisi hem de suç ortağı ölümle cezalandırılırdı. Ancak, ölüm,
cezasının uygulanması için kadının rızası olması gerekirdi; zorla tecavüz hâlinde kadına ceza
verilmezdi. Kezâ, erkeğin de kadının evli olduğunu bilmesi şartı aranırdı:
- Bir adam, başka birisinin karısına (başkasının karısı olduğu bildiği halde) zorla tecavüz
ederse o adam öldürülür, kadın için suç yoktur.
- Eğer bir kadın zina ederken yakalanırsa, ikisi de öldürülecektir. Ancak, adam karısını
serbest bırakırsa (affederse), kral da adamı affeder.
Genel hüküm bu olmakla beraber, uygulamada, erkeğin karısının öldürmemesi ve
mahkemeden öldürülmesini talep etmemesi durumunda, her iki tarafa da organ kesme gibi bedenî
cezalar verildiği görülmektedir. "Eğer erkek karısına ölüm cezâsı verilmesini istemez de, karısının
burnunu keserse, adam da hadım edilecek, bütün yüzünü parçalayacaklar" [m. 15]. Eski Bâbil
dönemi krallarından İşmedegan (1953- 1935) dönemine ait bir belgede yer alan kayıtlara göre: Bir
âdâm karısını zina halinde yakalar ve onu erkeğin vücuduna bağlayarak mahkemeye getirir. Kral,
ceza olarak kadının cinsel organının kesilmesine, burnunun delinmesine karar vermiş ve teşhir
edilmesi için şehir yönetimine teslim etmiştir.
Assur Hukukuna göre, evli bir kadına zina isnat eden kimse, bu iddiasına şahitlerle ispat
edemezse, bağlanarak nehre atılırdı. Bir kavga esnasında., bir kadının iffet ve namusuna karşı iftira
ve hakarette bulunan kimseye elli sopa vurulur, bir ay kral angaryasında çalıştırılır, para cezâsına
çarptırılırdı; icâbında kısırlaştırma cezası bile uygulanabilirdi:
- Bir adam bir başkasının karısına zina isnat eder, şahit de gösteremezse, itham eden adamla
kadın nehre atılır. (Kimin haklı olduğu hususunda nehrin hakemliğine başvurulur).
- Bir adam, başkasının karısının zina yaptığını iddia eder, fakat bunu ispatlayamazsa, o
adama elli sopa vurulur, bir ay kral angaryasında çalıştırılır, saçı kesilir ve bir biltu (yaklaşık 60
mana) kalay öder.
d. Tecavüz ve Diğer Cinsel Suçlar
Bir adam, başka birisinin karısına (başkasının karısı olduğu bildiği halde) zorla tecavüz
ederse o adam öldürülür, kadın için suç yoktur...
Evli bir erkek, genç bir kıza tecavüz ederse; kızın babası da mütecaviz erkeğin karısını
tutup kendi evine getirir ve aynı fiili onun karısına yapardı. Eğer mütecaviz evli değilse, kızın
babası razı olduğu takdirde kızla evlenebilirdi; ancak bu durumda kız fiyatının üç misli ödemesi
gerekirdi:
- Eğer bir adam, zorla bakire bir kızı yakalar ve onu kirletirse, kızı kirleten adamın karısı,
kirletilmek üzere bakire kızın babasına verilecektir, kocasına dönmeyecek, baba onu alacaktır.
Kızı kirletilen baba, kızını kirleten adama kızını karı olarak verecektir; kız onunla evlenecek, onu
81
istememezlik yapmayacaktır... Eğer bakire kızın rızası var idiyse, o zaman adamın karısına
dokunulmayacaktır. Adam, bakire kız fiyatının üç misli gümüş tazminat ödeyecektir.
-Âdâp ve ahlâka aykırı hareketler için de çeşitli cezalar belirlenmişti:
Meselâ, bir kadına elle sarkıntılık eden erkeğin parmağı kesilirdi; öper veya ısırırsa alt
dudağı kesilirdi. Kezâ, bir erkeğe sarkıntılıkta bulunan bir kadın da, meselâ dokunursa para
cezasına çarptırıldığı gibi, kendisine ayrıca yirmi değnek de vurulurdu:
- Eğer bir adam, başkasının karısına elle sarkıntılık ederse parmağı kesilir; onu öperse ali
dudağı kesilir.
Homoseksüel ilişki kuranlara da hadım cezâsı öngörülmektedir:
- Eğer bir adam arkadaşıyla yatarsa, ispat edilirse, hadım edilecektir.
e. Diğer Bâzı Suçlar ve Cezaları
Assur Kanunlarında, daha önce diğer hukuk sistemlerinde karşılaşmadığımız bir suçla
karşılaşmaktayız. Evli bir kadının, yaranda babası, oğlu, erkek kardeşi olmadığı halde yolculuğa
çıkması suçu:
- Eğer bir adamın karısı, babası, erkek kardeşi, oğlu tarafından değil de bir başkası
tarafından yolculuğa çıkartılırsa...
Assur kanunları, sihir yapmayı da ağır bir suç saymış ve sihirbazlık yaparken yakalanan
kişi için ölüm cezâsı öngörülmüştür:
- İster bir kadın ister bir erkek olsun, büyü yaparsa, (büyü) ellerinde yakalanırsa, itham ve
ispat edilirse, büyü yapanı öldüreceklerdir.
7. MAHKEMELER VE MUHÂKEME USÛLÜ
Assur'da yargılama faâliyetinin, "karum" denen Pazar yerlerinde kurulan ve “tanrı kapısı"
adı verilen mahkemelerde, "yaşlılar meclisi" ve "şehir meclisi" tarafından yapıldığı
anlaşılmaktadır. Bu şehir meclislerinin başında, o şehirdeki Assur yönetimin başı olan bir prens
bulunurdu.
Adli teşkilâtın başı kraldı, ondan sonra kral adına adâleti icra eden devlet görevlileri gelirdi.
Bu hâkim veya hâkimler heyetine, gerektiğinde şehrin reisi ve eşraftan kimseler de katılırdı.
Aile/kabile şeflerinin de bâzı durumlarda, yasaların verdiği sınırlar içinde yargılama yetkisine
sahip oldukları anlaşılmaktadır. Şef, "Kan’ın sahibi" idi ve aile bireyleri arasında işlenen suçlarda
da hükmü o verirdi.
Yasada belirtilen belli başlı deliller şunlardı: şahit gösterme, yazılı belge, ikrar, yemin ve
"nehir tecrübesi". Davacının mahkemeye delillerini sunması gerekirdi; iddialarını isbat edecek
deliller sunamaması hâlinde, dâva edilene, dâvacının iddialarının vârit olup olmadığı hususunda
yemin teklif edilir, eğer dâvâlı böyle bir iddianın vârit olmadığı hususunda yemin ederse, dâvâcı
dâvâsını kaybetmiş olurdu, Assur Hukuku, dînî bir mahiyette olan yemine büyük bir önem
vermiştir. Çünkü, toplumda, yalan yere yemin edenlerin ilâhların gazabına uğrayacakları yönünde
82
çok güçlü bir îtikat vardı ve kimsenin yalan yere yemin etmeye cesaret edemeyeceği düşünülürdü.
İlâhların ve mukaddes sayılan bir hayvanın huzurunda yemîn eden bir kimsenin, ilâhların gazabına
uğramamışsa, sözlerinin doğru olduğuna hükmedilirdi.
Suç işleyen ve hele çok ağır bir cürüm işleyen kişi için böyle dînî bir yemin'in pek bir
anlam ifade etmeyeceği düşünülebilir. Ama, bâzı veriler, en ağır suçları işleyen kişilerin ruh
dünyalarında bile, suç işledikleri ânın dışındaki zamanlarda dînin ve dînî değerlerin çok önemli
bir yer işgal etmeyi sürdürebildiğini göstermektedir. Bu noktada, İtalyan cezâ hukukçusu Ferri'den
(1856-1929) aldığımız şu pasaj oldukça ilginçtir:
- "Dostoyevski, canilerin toplumun zannına aykırı olarak, dîne düşkün olduklarını
müşahede etmiştir...Bir Rus köylüsü kâtil de olsa, hırsız da olsa, bundan dolayı ne haç çıkarmayı,
ne de dualarını okumayı unutur. Bunlar gibi, İtalyan haydutlar, da üzerlerinde bir takım muskalar
taşırlar ve bunların dinsel inançları normal ve okur-yazar tabakanınki kadar idealize edilmemişse
bile, bu tabakanınkilerden hiç de daha az ve samîmi ve sarsılmaz değillerdir. Fakat, bu dînî
duygular, bu adamların... cânî ve katil olmalarına mâni teşkil etmez."
Belki de bu kişiler, suç işledikleri zaman, Alman Edebiyatçısı Scholtz'un (1874-1969) bir
romanında işaret ettiği, şu ruh hâli içinde olmaktadırlar:
- "...Gözleri günahla parladığı zamanlar, bütün dîn pek değersiz bir şey oluveriyordu."
8. GENEL BAZI DEĞERLENDİRMELER
a. Birisinin İşlediği Fiilden Dolayı Başkasının Cezalandırılması
Orta Assur Kanunlarında, daha önce Hammurabi kanunnâmesinde de benzerleri görüldüğü
gibi, birisinin işlediği suçtan dolayı başkasının cezalandırıldığı bâzı durumlarla karşılaşılmaktadır.
Daha önce de ilgili yerlerde bunlara işaret etmiş bulunmamıza rağmen, bunlardan bazılarını burada
tekrar hatırlatalım:
Bir adam, bakire bir kıza zorla tecavüz ederse, tecavüz eden kişinin kızı da, aynı fiili ona
yapması için, tecavüz edilen kızın babasına verilecektir. Evli bir kadınla yolculuğa çıkan yabancı
bir erkeğe verilen cezada da buna benzer bir îmâ görülmektedir:
- Eğer bir adam, zorla bakire bir kızı yakalar ve onu kirletirse, kızı kirleten adamın karısı,
kirletilmek üzere bakir kızın babasına verilecektir, kocasına dönmeyecek, baba onu alacaktır...
- Eğer bir adamın karısı; babası, erkek kardeşi, oğlu tarafından değil de bir başkası
tarafından yolculuğa çıkartılırsa... o kadının başkasının karısı olduğunu bildiği halde onunla yola
çıkan kişiye…karısına ne yaptıysa, kadının kocası (tarafından), ona da o yapılacaktır.
Bu örneklerde, tecavüz eden adamın karısı, veya başkasının karısı ile yola çıkan adamın
karısı, cezalandırılmaktadır.
Bir başka hüküm de kocanın gaybûbeti veya terki ile ilgilidir. Bu durumda, kadın beş yıllık
kanunî süreyi bekledikten sonra evlenmiş olsa bile, elinde olmayan sebeplerle evini terk ettiğini
83
ispat ederse, karısını geri alabilmektedir. Doğan çocuklar, sonraki kocada kalmaktadır. Eğer kadın,
kanunî süre dolmadan evlenmişse, adam hem karısını, hem de sonraki kocasından olan çocukları
alabilmektedir:
Bir kadının kocası başka bir yere gitmişse, kadın kocasını beş sene bekler, altıncı yılın
başında istediği kocayla evlenir. Beş yıldan sonra kocası gelirse, elinde olmayan sebeplerle
gelemediğini ispat ederse, karısı gibi bir kadını verir ve karısını geri alır. Eğer kadın beş yıl
dolmadan başka birisiyle evlenir ve çocuk doğurursa, daha sonra kocası döndüğünde, evlilik
sözleşmesine sadık kalmadığından dolayı, onu ve çocuklarını geri alabilir.
Bu örnekte de, ilk kocanın hakkını koruma adına, duruma göre; eş ve onun sonraki kocası
ve bu ikinci evlilikten doğan çocuklar cezalandırılmaktadır. Bu durumun, o devrin hukuk
mantalitesi açısından nasıl bir açıklaması olabilir? Çünkü, her devirde, bütün hukuk sistemleri
"adaleti sağlama"yı amaç edindiklerini açıkça ifade etmekte, “adalet Tanrısı”nı yüceltmektedirler.
O bakımdan, bize çok haksız, adaletsiz ve kabul edilemez gelen bu hükümlerin onların hukuk
konseptinde bir açıklamasının olabilmesi gerekir. Hammurabi Kanunnâmesi'ndeki benzer
hükümleri müzakere ederken de belirttiğimiz gibi, bu durum, esas itibariyle, hukukun süjesi olarak
"fert/kişi" kavramanın onlarda ve günümüzde farklı olmasından kaynaklanmaktadır. O kültürlerde,
esas itibariyle sâdece aile reisi (aile babası) hukuk süjesi olarak kabul edilmekte, diğer aile fertleri
ona tâbi objeler olarak düşünülmektedir. Böyle olunca, yukarıdaki örneklerde, onların
mantalîtelerinde, her ne kadar cezayı başkası çekiyor ise de aslında cezâlandırılan, suçu işleyen
kişi olmaktadır. Kızına tecavüz eden kişinin işlediği bu fiil sebebiyle onun da karısına tecavüz
edilmesi/karısının elinden alınması durumunda, cezalandırılan kişinin sadece tecavüzcü olduğu
düşünülmekte, konu bu paradigma içinde çözülmeye çalışılmaktadır. O kadının da faklı bir kişilik
ve duygu dünyası olduğu fikri bu paradigma içinde kendine bir yer bulmamaktadır.
Terk veya gaybubet durumunda, daha sonra geri gelen koca durumunda da aynı mantık ve
paradigma işlemektedir. Burada kadına, ikinci kocaya ve bu kocadan doğan çocuklara revâ görülen
muamele ile, Mezopotamya hukukunda gerçek sahibinin elinden rızası dışında çıkan mallara
uygulanan işlem, aynıdır. (Bak. Sumer ve Bâbil hukukunun borçlar hukuku ile ilgili bölümleri).
Malı, rızası dışında elinden çıkan gerçek mâlik, onu elinde bulunduran üçüncü şahıslardan her
zaman talep edebilirdi. Karı, aile reisinin malıdır; kocanın kendi rızası dışında evini, terk etmek
durumunda kalması (esirlik vs. hâli) söz konusu olmuş, karısı da kendi rızası dışında elinden
çıkmıştır. Bu durumda, tıpkı bir ineğinin kendi rızası dışında elinden çıkması durumunda olduğu
gibi, ineğin ve onun ürünlerinin (danalarının) asıl sahibine iadesi gerekir. Ele aldığımız kanun
maddelerinde de, muhakeme aynıdır: Eğer karşı taraf hüsnüniyetli ise, yâni kadının, tekrar
evlenebilmesi için, beklenmesi gereken beş yıllık yasal süre beklenmişse o zaman, eski koca,
"kendi karısı gibi bir kadın"(!!!) vererek karısını geri almakta; yine, hüsnüniyetli olduğu için,
sonraki kocaya evliliğin ürünlerine (çocuklara) sahip olabilme imkânı tanınmaktadır. Fakat eğer,
karşı taraf hüsnüniyetli değilse, yâni, kanunda öngörülmüş bulunan beş yıllık süre
beklenilmemişse, bu durumda, ilk koca hem karısına ve hem de onun ürünlerine sahip olmakta;
ikinci koca ise hiçbir şey talep edememektedir. Yâni kendi içinde bir mantığı ve tutarlığı vardır;
böyle bir çözümle adaletin sağlandığı düşünülmektedir. Büyük bir ihtimalle bütün taraflar, bize
göre haksızlık yapıldığını düşündüğümüz taraflar bile, ortada bir haksızlık olduğunu
84
düşünmüyorlardı. İnsanların, içinde yaşadıkları kültürün kendilerine sunduğu paradigmaları
aşabilmeleri kolay kolay mümkün olabilen bir şey değildir.
Başlı başına birer hukuk süjesi olarak algılanmadıkları için ne kadının ne de çocukların
arzu ve hissiyatları hiç gündeme gelmemektedir. Bizim kültürel konseptimizdeki, her ferdin, farklı
ve biricik (ünik, nev-i şahsına münhasır) bir varlık olduğu fikrine bu kültür o kadar yabancıdır ki,
sanki mislî bir mal söz konusu imiş gibi, gayet normal bir şekilde, "adama, kendi karısı gibi bir
kadın verir ve karısını geri alır" ibaresi kullanılmaktadır. Bu örnekler bize, tarih içinde fert
konseptinin ve hukuk mantalitesinin bir evrim süreci içinde nasıl geliştiğini göstermesi
bakımından çok önemlidir.
b. Sınama (Nehir Tecrübesi) Uygulaması
"Su tecrübesi" de cezâî konularda başvurulan bir delil ve usûl idi. Eğer sanığın suçlu
olduğuna dair güçlü deliller bulunamamışsa, nehre atılır; kutsallık/tanrısallık izafe edilen Nehir'in
(Nehir İlâhı'nın) hüküm vermesi beklenirdi. Eğer suya atılınca sanık nehrin girdaplarında kaybolup
gider, bir daha suyun üzerine çıkamazsa, bu durum,
Nehir Tannsı'nın bu kişiyi suçlu bulduğu ve gazaba geldiği için onu zapt ettiği, yakalayıp
bırakmadığı ve suya gark ettiği şeklinde yorumlanıyordu. Sanığın bir şekilde sudan sağ çıkması
durumunda ise, bu sonuç, suçsuz olduğu için Nehir İlâhı'nın onu suya gark etmeyerek serbest
bıraktığı şeklinde değerlendirilirdi. Bulunan kayıtlardan, bâzı durumlarda, kişinin bağlanmış
durumda, bâzan da bağlanmadan suya atıldığı anlaşılmaktadır. Bu uygulamaya ilişkin ayrıntılı
bilgilere sahip olmamamıza rağmen; suçluluğu kesin olanların öldürülmek/infaz amacıyla
bağlanarak suya atıldığı (Hammurabi Kanunnâmesi: m. 129, 155); buna karşılık, suçu sabit
görülmeyenlerin, yâni sınama amaçlı atılanların bağlı olmaksızın suya atıldıkları söylenebilir.
Herhalde binlerce masum kişi, masumiyetlerinden emin olarak, nasıl olsa nehir tanrısının
adaletinin tecelli edip kendilerini kurtaracağını son ana kadar ummuş ve İsa'nın çarmıhta söylediği
rivayet edilen "Tanrım!.. Tanrım!.. Niye beni terk ettin!.." nidasında dile gelen psikolojiyi yaşamış
olsalar gerek... Suçsuz olan bir kişinin, bir şekilde ilâhi güçlerce korunacağı inancı, korunması
gerektiği beklentisi, ilâhî güçlerin böyle bir haksızlık karşısında sessiz kalamayacakları konusunda
beslenen umut, insan kültürünün yaygın kabullerinden biri olduğundan, bu inanç da ister istemez,
şu veya bu şekilde hukuk sistemlerini etkilemişe benzemektedir. Bâbil'in millî destanı Gılgameş
Destanı'nda geçen şu ibarede de aynı izler görülmekte:
"Sehpaya asılmış olanı gördün mü?"
- "Evet gördüm. Eğer işlediği günahtan pişman olmuş olsaydı, çivinin kopmasıyla
kurtulurdu”.
Bir çok ilkel toplumda da başkaca delillerin bulunmadığı durumlarda, suçlu ile suçsuzun
ayır edilmesinde, zanlının önüne birinde zehirli yiyecek olan iki tabak koyarak bunlardan birisini
yemesini istemek, zanlıya belirli bir mesafeden mızrak atarak isabet ederse suçlu saymak gibi
yollara başvurulduğu görülmektedir. Suçluyu tesbitte bize bugün oldukça garip gözüken bu
usûlün, pek çok kadîm toplumda, hattâ, daha yakın dönemlerde, feodal Avrupa'da da yaygın ve
geçerli bir uygulama olduğu anlaşılmaktadır. Bu dönemlerin insan zihniyetinde, bir olayın
85
gerçekliğini deliller üzerine temellendirme fikri gelişmemiş olduğu için, herhangi bir olayda
kişinin suçlu mu suçsuz mu olduğunu belirlemede, gökyüzünden gelecek bir mucizeye bel
bağlamak daha basit ve kolaycı bir yol olarak görülüyordu.
IV. HİTİT'TE HUKUK
Eğer ülkeyi kasıp kavuran veba salgınının tüm Hitit halkını alıp götürmesine göz yumacak
olursanız, size kurban sunacak kimse de kalmaz ve siz de açlık ve susuzluktan ölür gidersiniz!."
Kral II. Mursil'in tanrılara yaptığı istimdat duasından
A. TARİH, TOPLUM, DEVLET
1. TARİH VE KÜLTÜR
20. yüzyıla gelinceye kadar, bilim adamları için Anadolu, Yakın Doğu bölgesindeki
Mezopotamya ve Mısır gibi önde gelen büyük medeniyetlerin yanında pek esâmisi okunmayan bir
bölge idi. Ancak, 20. yüzyılın başlarında durum birden bire değişti. Şimdi biliyoruz ki, Anadolu,
milâttan önce dördüncü milenyuma kadar uzanan büyük medeniyetlerin beşiği olan bir
coğrafyadır. Aslında Anadolu, M.Ö.7000’li yıllardan itibaren Hint-Avrupa dillerini konuşan
halkların memleketi idi. Bunların nereden ve hangi yoldan geldikleri hakkında kesin verilere henüz
ulaşılamamıştır. Akat kralı Sargon-I (M.Ö. XXIV. asır) zamanında Orta Anadolu'da çeşitli
krallıklar bulunduğunu bilmekteyiz. Bu dönemlerde hâkim dilin bir Hint-Avrupa dili ve hâkim
halkın da Hatti'ler olduğu tahmin edilmektedir. Söz konusu döneme ilişkin olarak Anadolu'nun
çeşitli yörelerinde keşfedilen bulgular, saray ve şehir kalıntıları, yüksek bir medeniyet düzeyine
işaret etmektedir. Bunlar içinde en önemlileri, Kuzey-Batı'da Troya ve Poliochini; Güney-Batı'da
da Beycesultan ve Tarsus'tur.
Hatti döneminin ardından, milâttan önce iki binden hemen sonra Küçük Asya'nın ortasında
Kızılırmak havzasında bulunan Kaniş'in yerel prensinin sarayı çevresinde Sâmî (Assur'lu) tâcirler
tarafından kurulmuş tam bir ticarî koloni yapılanması görürüz. Bunlar Mezopotamya dokumaları
ve diğer mamul maddeler karşılığında madenlerin değişildiği bir ticaretle uğraştılar. Bu tâcirlerden
zamanımıza kalabilen iş mektupları, Suriye bozkırlarını ve Toros dağlarını aşarak
Mezopotamya'ya giden ve Mezopotamya'dan gelen yollar üzerinde, eşek sırtında yapılan, ve belki
de milâttan önce üç binlere kadar giden düzenli bir kervan ticaretinin işaretlerini vermektedir.
Assurluların Anadolu'yu kolonileştirdikleri bu çağlarda, Anadolu'daki kervan yolları üzerinde
kurdukları bu ticaret kolonileri genellikle ailenin genç üyeleri tarafından yönetiliyordu. Bu Assurlu
tüccarlardan bâzıları da Anadolu'yu devamlı ikâmetleri yaptılar; ailelerini, eşlerini de yanlarına
getirdiler veya Anadolu'daki kadınlarla evlendiler.
86
Bu tarihi çevrede, Hitit Krallığı, milâttan önce on yedinci asrın ilk yıllarında Orta Anadolu
platosunda Hatti Ülkesi denen yerde doğdu. Hazar kıyılarından gelen Aryan bir kavim, Hattuşa
(Boğazköy: Çorum'a 80 km) şehrini başkent edindi ve 500 yıl içinde Anadolu'nun büyük bir
kısmını içine alan, ve Kuzey-Suriye'ye Mezopotamya'nın batı eteklerine uzanan bir imparatorluk
hâline geldi. Hitit İmparatorluğunun resmî dili, Neşa dili denilen bir Hint-Avrupa diliydi. Bu
devlet, askerî fetihler ve sağladığı ticarî faaliyet ortamı sayesinde, Anadolu'da kendilerinden önce
mevcut bütün farklı kavim ve kültürleri tek bir İmparatorluk çatısı altında toplayıp sentezlemeye
muvaffak oldu. Hitit kralı I. Murşili döneminde, Bâbil'in de sınırların içine katılmasıyla (M.Ö.
1594), İmparatorluk en geniş sınırlarına ulaştı.
Aslında, Osmanlı İmparatorluğunda olduğu gibi, kurulan devletin adıyla ifade edilebilecek
bir Hitit kavminden bahsedilemez; Hitit toplumu Hitit değildi, bu isim devletin adıydı. Ancak,
onlar da, önceden olduğu şekilde, bulundukları coğrafyayı Hitit (Hattı Ülkesi) olarak adlandırmayı
sürdürmüşlerdir; tıpkı Selçuklu ve Osmanlıların Anadolu'yu "Diyar-ı Rum" (Roma Ülkesi) olarak
adlandırmaya devam etmeleri gibi.
Hitit tarihi, genellikle, Eski Krallık Dönemi (M.Ö. 1650-1450) ve İmparatorluk Dönemi
(M.Ö. 1450-1200) olmak üzere ikiye ayrılarak ele alınır. Bâzı kaynaklarda, kral I. Labarna'nın
Hitit Krallığını kuran hükümdar olduğu, ülkenin sınırlarını Orta Anadolu'dan Akdeniz sahiline
kadar genişlettiği zikredilmektedir. Ancak, Labarna'nın ilk hükümdar olmayıp, ilk Hitit krallarının
unvanı olduğu, belki de I. Hattuşili ile aynı kişi olduğu da ileri sürülmektedir. Labarna ismi zaman
içinde Tabarna’ ya dönüşmüş ve Hitit krallarının unvanı olmuştur. (Milâttan önce on ikinci asrın
başlarında, bir zamanlar Mısır firavunu II. Ramses'e zor anlar yaşatacak kadar güçlü hâle gelmiş
Hitit Anadolu Krallığı, belki de uzun yıllar süren bir kuraklık sebebiyle, anîden yıkıldı. Tarih
sahnesine girmeleri gibi çıkmaları da gizemli bir şekilde vuku buldu, başkentleri Hattuşaş yanıp
kül oldu. Hitit kalıntısı şehir devletlerinden bazıları üç beş asır daha varlıklarını korumaya devam
ettilerse de bunlar da Assur Kralı II. Sargon (M.Ö.717-708) tarafından ortadan kaldırıldı. Bu
durumda Hitit devleti, Bizans İmparatorluğunun bin yıllık tarihine eş bir süre tarih sahnesinde
kalmıştır ki, tarihteki en uzun ömürlü devletlerden biridir. Devlet kurmadan önceki ve sonraki
dönemleri de dikkate alındığında, Anadolu'da 1200-1300 yıl süren bir Hitit döneminden
bahsedilebilir.
2. DİN VE DÎNÎ HAYÂT
Hitit dininin yerel kültürler yanında, özellikle Mezopotamya kültüründen geniş ölçüde
etkilendiği görülmektedir. Dînî dua ve âyinlerde Sumer dili kullanılıyordu. Hitit öncesi
zamanlardan beri Anadolu panteonunun baş tanrıçası olan Arinna (Güneş tanrıçası), aynı zamanda
adalet ilahesi ve Hitit devletinin de koruyucu tanrıçası idi. Ayrıca, Hitit’de her kralın bir koruyucu
tanrısı/tanrıçası vardı. Meselâ, Büyük Kral Hattuşil III (1275-1250), küçük yaştan beri Şamuha
şehrinin tanrıçasını kendi koruyucu tanrısı olarak kabul ediyordu.
Hititler, benzer şartlardaki diğer halklarda da görüldüğü üzere, tanrılarını insan benzeri,
ruhu ve bedeni olan varlıklar olarak tasavvur etmişler; tanrı ile insan arasındaki ilişkileri de köle
ile efendisi arasındaki ilişkiye benzetmişlerdir. İnsanlar ve tanrılar bedenî ve ruhî bakımdan
birbirlerine çok benzerler; onlar da insanlar gibi yerler, içerler, eğlenirler, severler, nefret ederler,
87
kavga ederler; onlar arasında da akrabalık bağlarının olduğuna inanılır. Onlar arasında da bir
hiyerarşi vardır, "baş tanrı'lar vardır; tanrıların kendi iş ve uzmanlık alanları da söz konusudur.
Tanrıların hoşnutluğu, onların "bedenlerini ve ruhlarını teskin ederek" kazanılır. Onlara yiyecek
ikram edilmeli, "tanrıların evleri" olarak kabul edilen tapınakların bakımına, temizliğine ihtimam
gösterilmelidir. Bu arada ibâdet eden kişiler, tapınak personeli de temiz ve bakımlı olmalıdır. Bu
tanrı-insan ilişkisi o kadar birbirine yakın ve birbirine bağımlı olarak düşünülür ki, dua ve
niyazlarında bâzen bu durum, eğer insanlara yardım etmezlerse doğacak sonuçlardan kendilerinin
de zarar göreceklerini onlara hatırlatmaya ve hattâ onları tehdit etmeye kadar gider. Kral II. Mursil,
bir veba salgını esnasında ilâhlara şöyle seslenir: "Eğer ülkeyi kasıp kavuran veba salgınının tüm
Hitit halkını alıp götürmesine göz yumacak olursanız, size kurban sunacak kimse de kalmaz ve siz
de açlık ve susuzluktan ölür gidersiniz!."
Hitit kültüründe, kişinin işlediği günahın çocuklarına da geçeceği, babalarının işlediği
günahtan dolayı tanrıların onların çocuklarını da cezalandırdığı inancı vardı. Tapınaklarla ilgili bir
düzenlemede, "tanrıyı kızdırırsan, ölüm cezasını soyuna da verir. Tanrı intikam alırsa, suçlunun
yakınlarından da alır" denmektedir. Bu telâkki, doğal olarak, hukuk sistemine de girmiş ve buna
paralel düzenlemeler getirilmiştir.
Nasıl, tanrılara karşı ağır bir saygısızlık yapıldığında, onlar sadece o kişiyi cezalandırmakla
yetinmez, ailesini, çocuklarını, hattâ tüm toplumu cezalandırırsa; efendisi, de kölesi, karşısında
onun tanrısı konumunda kabul edildiğinden, efendisine karşı bir suç işleyen kölenin tüm ailesi
cezâlandırılırdı. Efendisini öldüren bir kölenin de yalnız kendisi değil, tüm ailesi öldürülürdü.
Keza, aynı yaklaşımın bir sonucu olarak, krala baş kaldıranın da tüm ailesi ortadan kaldırılırdı.
Giriş kısmındaki metodolojik tartışmada da ifade edildiği gibi, bir toplumun tanrı konsepti,
din ve inanç dünyası ile o toplumun hukuk anlayışı, ve tüm maddî ve mânevi sistemleri arasında
karşılıklıı ilişki ve etkileşim vardır; burada sebep-sonuç ilişkisini tek taraflı olarak almak doğru
olmadığı gibi, mümkün de değildir. Yâni, insanlar hem inanç sistemlerine uygun bir hayat yaşarlar;
hem de yaşadıklarına uygun bir inanç sistemi inşa ederler.
Hitit ülkesinde, büyük tanrıların makamları olarak kabul edilen kutsal şehirler vardı ve
buralara senenin belli zamanlarında, bizzat kralın da katıldığı hac ziyaretleri yapılırdı. Arinna,
Nerik ve Zippalanda kutsal şehirlerinin başında "Küçük Kral" olarak atanan prensler bulunurdu;
ancak, diğer küçük krallardan farklı olarak, bunların başrahip vasıfları daha ön planda olurdu.
Devlete ait tımar topraklarının tapınaklara ve rahiplere de verildiği görülmektedir. Bâzı
tapınaklara tahsis edilmiş araziler neredeyse küçük bir devlet büyüklüğünde idi. Bunlar ellerindeki
bu toprakları çiftçilere kiraya vererek işletiyorlardı. Rahipliğin itibarlı bir konumu olduğu,
sağlıkları iyi olmayan bâzı prenslerin rahip olmaları için mabetlere verilmesinden anlaşılmaktadır.
I. Hattuşili, siyasî vasiyetnamesinde, yanlış davranışları sebebiyle veliahtlıktan azlettiği oğlu ile
ilgili olarak: "ona kötülük mü işledim? Onu rakip yapmadım mı?" demektedir. Buradan, rahipliğin
çok muteber bir mevki olduğu ve Kralın rahip atama konusunda yetkili olduğu sonucunu
çıkarabiliriz.
88
3. SOSYAL VE EKONOMİK HAYÂT
Hitit ekonomisi ziraî faaliyetler yanında, önemli ölçüde zanaatlara ve ticarete de
dayanmaktaydı. Savaşlarda elde edilen ganimetler ve tabî ülkelerden alınan haraçlar da ülke
ekonomisinde önemi bir yer tutmaktaydı. Savaş araç ve gereçleri yapımında da çok usta idiler.
Arabanın kullanılmasına ve atın arabaya koşulmasına milâttan önce iki bin beş yüzlerde başlandığı
tahmin edilmektedir.
Çiftçiler, hayvancılık yanında, doğal olarak, tarla ve bahçe zirâatı ile de meşgul oluyorlardı.
En çok ekilen hububat, buğday ve arpa idi, bunlardan ekmek ve bira üretilirdi. Tarla zirâatı
yağışlara çok bağımlı idi ve kuraklıktan büyük ölçüde etkilenirdi. Üzüm bağları, şarapçılık ve elma
yetiştiriciliği de çok yaygındı. Evcil hayvanlardan koyunun yaygın olduğu, koyun yününün çok
kıymetli olduğu anlaşılmaktadır. O kadar ki, elimizdeki fiyat listelerinde yünlü bir [işlenmiş]
koyun derisinin fiyatı, bir koyuna eş değerde olabilmektedir. Sabana koşulan öküzün yanında,
yaygın olarak kullanılan bir hayvan da katırdı.
Para birimi olarak kullanılan bir şekel 12, 5 gram gümüşe tekabül etmekteydi. Halbuki,
Bâbil şekeli 8, 3 gram kadardı. Kırk şekel de bir mana ediyordu. Bâbil'de ise atmış şekel bir mana
idi. Bu durumda, şekel farklılığına rağmen bir mana, her ikisinde de aşağı yukarı 500 gram gümüşe
tekabül ediyordu. Bir koyunun fiyatının yasada bir şekel olarak belirlendiği görülmektedir.
Hitit toplumunda kişiler sosyal ve hukukî statüleri bakımından farklı durumda idiler:
Soylular, râhipler, hür statüsündeki uyruklar, köleler ve "namra"lar. Asilzadeler, devlet yönetimine
katılan tımar sahibi beylerden oluşmaktaydı. Bunlar kendilerine devlet tarafından verilen geniş
toprakların (tımar'ların) gelirleri karşılığında; devlet için, masraflarını kendilerinin karşıladığı belli
miktarda askerî gücü hazır tutarlardı. Mülkiyeti devlete ait bu toprakların kullanım hakkı babadan
evlâda intikâl ederdi.
Orta sınıfı oluşturan hür vatandaşlar; askerler, küçük toprak sahipleri, çiftçiler, esnaf ve
zanaatkarlardan oluşmaktadır. Askerler ve toprak sâhiplerine kıyasla daha aşağı bir konumda
bulunan rençper ve zanaatkarlar, üzerlerinde yaşadıkları araziye bağlı sayılırlardı ve bu yerleri terk
edemezlerdi. Kendileri düzeyinde mahir kalfalar yetiştiren ustaların hizmetine köle tahsis edildiği
(çırak olarak yanına aldığı oğullarını eğitip, kendisi gibi bir usta yapan ailenin, bu hizmetinin
karşılığı olarak ustaya bir köle verdiği) görülmektedir. Namra'lar Hitit savaş hukukuna göre,
harpte, teslim olma teklifini reddeden ve savaşla ele geçirilen şehrin halkı esir/köle statüsüne
geçerdi. Bunlar, İmparatorluğun ıssız bölgelerine sürgün edilir ve oralarda mecbûrî iskâna tâbi
tutulurlardı. Serf-çiftçi statüsüne benzer özel bir hukukî statüye tâbi olan Namralar,
yerleştirildikleri yerlerde oturmakla mükellef olup, bulundukları yerleri istedikleri zaman terk
edemezlerdi.
Nüfusun önemli bir kısmının, sosyal hiyerarşinin en alt basamağında yer alan kölelerden
oluştuğu anlaşılmakta. En önemli köle kaynağı savaşlardı; harpte alınan esirlerden bâzıları kralın
askerî gücü arasına katılır, bazıları tapınak hizmetlerine gönderilir, önemli bir kısmı da
imparatorluğun ıssız bölgelerinde iskâna tabî tutulurdu. Tarım işletmelerinde de önemli miktarda
köle işgücü istihdam edildiği tahmin edilmekte. Köleler, komşu bâzı ülkelerle kıyaslandığında
daha iyi bir durumda idiler. Diğer yandan, köleler arasında da bâzı statü farkları gözetildiği,
89
beylerin ve askerlerin kölelerinin daha iyi bir konumda oldukları anlaşılmaktadır. Medenî
haklardan tamamen de mahrum değillerdi; meselâ, hür kadınlarla bile evlenebiliyor, bedel
paralarını ödeyen köleler hürriyetlerine kavuşabiliyorlardı.
Toplumsal hayatın temelini teşkil eden "büyük aile"nin şefi aileye ait malları yönetirdi.
Devlete ödenecek vergilerden ve "kral angaryaları” nın ifâsından da o sorumluydu. Kral
angaryaları; yol, kale ve tapınak yapımı/bakımı, bağ bozumu gibi, her türlü işi kapsardı. Çiftçiler,
ayrıca, askerlik hizmetiyle de mükelleftiler. Bundan kaçınanların toprakları ellerinden alınırdı.
İmtiyazlı konumdaki zümreler, rahipler, askerler vs. bu vergi ve angarya mükellefiyetine tabî
değillerdi. Bu ayırım bize, bir yerde, Osmanlı'daki benzer bir durumu.hatırlatmaktadır. Bilindiği
gibi, Osmanlı'da da halk, dinlerine, ırklarına vs. değil, devlet karşısındaki konumlarına göre ikiye
ayrılıyordu. Devlet görevlileri (askerî’ler) ve reâyâ; bir başka ifade ile vergi verenler ve
vermeyenler.
4. DEVLET YÖNETİMİ VE DEVLET TEORİSİ
a) Devlet Yönetimi
Proto Hitit siteleri bir bey idaresinde bir kurultay tarafından idare olunuyordu. Kurultay,
site beyinin başkanlığında toplanarak siyaset ve idare işlerine bakar, hukuk dâvalarını görürdü.
Her sitenin husûsî bir tanrısı vardı. Siteler arasında birlik oluşturulduğunda, bu bey Kral unvanını
alırdı; o sitenin tanrısı da "Büyük Tanrı" haline gelirdi. İbadet ve âyin itibariyle siteler arasında
büyük bir benzerlik vardı.
İlk devirlerde kendilerinden sadece kral veya Büyük Kral diye bahsedilen hükümdarlar,
Tabarna unvanı ile yetiniyorlardı. Sonraları komşu Sami kavimleri ve Mısır'ı örnek alarak, onların
da, başka bâzı unvanlar kullanmaya başladıkları görülmektedir. Tabarna, Hitit devletini kurduğu
kabul edilen eski bir Hitit kralının adıdır. Romalıların Sezar'ı gibi Hititlerin de bu Tabarna ismini
tâcın unvanı olarak kullandıkları anlaşılmaktadır. Tac’a ait bir başka unvan da "Güneşim" idi. Bu
unvan, kendilerini Güneş tanrısı Ra'nın oğlu Horos ile eşit düzeyde ve onların yer yüzündeki
temsilcisi olarak gören Mısır firavunlarından, veya, belki de daha büyük olasılıkla Suriye'den
alınmış olabilir. Büyük Kral'ın tanrılar ile insanlar arasında bir aracı durumunda olduğu ve
vefatından sonra da tanrılaştığı kabul edilirdi.
Bâzı bilim adamları kralın aslında asiller tarafından seçilmiş olabileceğine inanıyor.
Ancak, böyle olsaydı bile soydan gelen ardıllık ilkesi çok kafi olarak benimsenmişti. İlk
zamanlarda Büyük Kral'ın, asilzadelerle memleketin ileri gelenleri tarafından muayyen hanedan
prensleri arasından seçilmek suretiyle iş başına getirildiği anlaşılmaktadır. Fakat bu sistem,
hanedana mensup prensler arasında korkunç bir rekabete ve kanlı iç çatışmalara yol açıyordu.
Bunları önlemek için, kral Telepinu, meşru surette tahta geçmeyi düzenleyen bir anayasa ilân etti.
Bu fermana göre, hüküm süren kral, yerine geçecek prensi seçme hakkını haizdi; fakat nasbedilen
bu prensin resmen veliaht olabilmesi için Pankuş (Panku) Meclisi'nce de kabul ve tasdik edilmesi
gerekirdi. Bu uygulama giderek rutin hâle gelmiş. Büyük Kralın önerdiği prensler Pankuş
tarafından hep tasdik edilmiştir.
90
Kralın seçeceği veliahdı birinci eşinden doğma prensler arasından seçmesi gerekirdi, en
büyük evlat olması şart değildi. Kral Telipinu'nun koyduğu veraset kurallarına göre tahta varis
olma hakkı, anneleri en üstteki iki sırada olan prenslerindi. Kralın baş kadını konumundaki
Tavananna'nın oğulları, tahta ilk aday konumundaydı. Eğer birinci eşten doğan erkek evlat yoksa
o zaman ikinci eşten doğma prensler arasından belirlemesi gerekirdi. Eğer ikinci eşinden de erkek
çocuğu yoksa, Telepinu Fermanı'na göre, birinci eşinden olan kızına uygun bir eş bulunur ve kişi
veliaht olurdu.
Büyük Kral, prensesler vasıtası ile vasal krallıklarla ya da yabana hanedanlarla akrabalık
bağları oluşturma gibi nedenlerle çok sayıda çocuğa gereksinim duyardı. Prensler de krallık
içindeki idarî, dînî, askerî ve diplomatik görevlerin yara sıra, yine aynı amaca hizmet ederlerdi.
Büyük Kral'ın eşlerden ve câriyelerden bir hareme sahip olmalarının bir nedeni bu diplomatik ve
siyasî amaçlardır. Eğer tek bir eşle yetinirse bu amaçlar gerçekleştirilemezdi. Prens ve prensesler
annelerinin, statüsüne göre sıralanırdı. En önemli sorumluluklar, en yüksek rütbeli evlatlara
mahsustu.
Veliaht olarak tâyin edilen prens, devlet yönetimine katılır; kral ve kraliçe ile birlikte
merasimlere, dînî âyin ve törenlere iştirak ederdi.
"Küçük Kral" unvanı ile, belli bir bölgenin idaresi ile görevlendirildiği de olurdu; bazen
de, o zamanlar çok önemli bir görev olarak kabul edilen, büyük tanrılardan birinin başrâhipliği
görevi kendisine tevcih edilirdi. Kral, sağlığında, intihap ettiği veliahdın kabiliyetsiz ve liyakatsiz
olduğunu görürse, kendisini veliahtlıktan azledebilirdi. Nitekim, elimize ulaşan bir belgeden, kral
I. Hattuşili' nin (1660-1630), daha önce veliaht olarak atadığı oğlunu veliahtlıktan azlederek torunu
Murşili'yi veliaht olarak atadığı ve bunun gerekçelerini Pankuş Meclisi üyelerine açıkladığı
anlaşılmaktadır. Bu vasiyetnamenin son cümlesi şöyle bitiyor: "Bakın buraya: Mürşili şimdi benim
oğlum. Onu tahta oturtacaksınız. Tanrı onun kalbini bir çok iyi hasletle doldurdu. Bir aslanın
yerini, tanrı ancak bir aslana verir."
Başlangıçta kentlerdeki "Yaşlılar Meclisi'' gibi çalışan Hattuşi Yaşlılar Meclisi'nin zaman
içinde soylular meclisine dönüşerek Pankuş hâlini aldığı söylenebilir. Kralları ve kraliçeleri bile
sorguya çekmek ve haklarında hüküm vermek salahiyetini haiz olan Pankuş Meclisi kralın
oğulları, kardeşleri, yakınları ve torunlarıyla, yüksek devlet erkânı, cengâverler ve memleket
ayanından teşekkül ediyordu. Devlet erkânı arasında, saray muhafızlarının başı, saraylıların başı,
içki sunucuların başı, hâzinenin yöneticisi, âsâ taşıyıcılarının başı, evin babası, at uşağı gibi
görevliler sayılabilir. Yeni kralın taç giyme merasimi sırasında, yeni krala baş rahip tarafından
mukaddes yağ sürülür, kendisine yeni bir ad verilir, "İşte bu kraldır, Ona kral adını verdim, kral
elbisesi giydirdim, başına krallık tacını koydum..." denilerek takdis edilirdi.
Pankuş Meclisi'nin ağırlığının dönem dönem değiştiği anlaşılmaktadır, Kraldan oldukça
müstakil hareket edebildiği, hattâ Kral ve kraliçeyi bile yargılayabildiği dönemler olduğu gibi;
kralın önerilerini bir formalite kabilinden onayladığı dönemler de olmuştur. Güçlü olduğu
dönemlerde, Kral’ın mutlak otoritesini ciddî biçimde denetleyen ve frenleyen bir işlev görmüştür
ki bu dönemlerde Hitit devlet sistemini, belki de “târihteki ilk meşrutî monarşi” olarak
nitelendirmek mümkündür. Büyük Kral, veliahdın belirlenmesi gibi önemli devlet meselelerinde
91
Pankuş'un görüşünü ve onayını almak zorundaydı. Soylular, Kral tarafından değil ancak Pankuş
Meclisi'nce yargılanabiliyordu; Kral âdeta "eşitler arasında birinci" konumundaydı. Pankuş,
denetleme görevleri dışında, kral ailesi içindeki anlaşmazlıkları çözmek gibi görevler de yapardı.
Pankuş'un kararlarına büyük kralın bile uyması zorunlu idi. Pankuş, gerektiğinde kralı, panku
üyelerini ve yüksek devlet erkânını yargılayan bir yüksek mahkeme olarak da çalışırdı. Son
döneme doğru, kralın otoritesinin artması ölçüsünde, bu meclisin ağırlığının giderek azaldığı
anlaşılmaktadır.
Kraldan, sonra en saygın kişi olan kraliçeye "Tavannanna” denilirdi. Telepuni Kanunu'na
göre, kadınlar hükümdar olamamakla beraber, kraliçeler harbe giden kocalarına veya küçük yaşta
kral olmak durumunda kalan oğullarına naiplik edebiliyorlardı. Kralın birden fazla eşi olabilirdi,
ancak bunlardan sadece ilk eş kraliçe kabul edilirdi. Kraliçe bayram ve merasimlerde Kralın
yanında yer alırdı. Tavannanna'ların Hititlerdeki en asil ailelere mensup oldukları anlaşılmaktadır.
Kral öldükten sonra da dul kraliçe Tavannanna unvanını taşımaya devam eder; vefatından sonra
bu unvan yeni kralın ilk eşine geçerdi. Bunların, aslında, daha eski dönemlerden kalma
uygulamalar olduğu ve Hitit kraliçelerinin oldukça bağımsız bir konumda olmalarının, erken
dönem Hitit Krallığında görülen siyasî istikrarsızlıklarda payı bulunduğu da ileri sürülmektedir.
Hitit devleti, feodal ve federatif nitelikte bir devlet yönetimine sahipti. Kendisine tabî
beyler ve reislerle hükümdar arasındaki yetki ve mükellefiyet ilişkileri yazılı belgelerle tesbit
edilir; Tabarna onların yetki ve otoritelerini tanır, onlar da Büyük Kral'a sadâkat gösterme, onun
otoritesini kabul ve bunun gereği olarak ona senelik belli miktarda vergi ödeme ve askerî yönden
destekte bulunma sözü verirlerdi. Hitit İmparatorluğu büyük ölçüde, yöneticileri önemli yerel
yetkilere sahip bulunmakla beraber Hitit hükümdarları tarafından kendileriyle yapılan kişisel
anlaşmalarla formüle edilmiş bir dizi yükümlülüklere tabî olan vasal devletlerden oluşuyordu.
İdare edenler sınıfının çoğunluğunu teşkil eden tımar sahibi beyler, asilzade sınıfını
oluştururdu. Bu arazilerin mülkiyet hakkı devletindi, intifa hakkı ise bu devlet görevlilerine
devrediliyordu. Bunlar, kendilerine verilen ve Hititçe "şahhan" adı verilen arazi ve arpalıklar
karşılığı olarak, devlet tarafından verilen bir takım vazifeleri yerine getirmekle mükelleftiler.
Bunların başında, masraflarını kendilerinin karşılayacakları savaş arabaları ve askerleri hazır
tutmak geliyordu. Savaş durumunda her bey maiyetindeki asker ve savaş arabalarıyla kralın
ordusuna katılırdı. Bunun karşılığında, savaşta ele geçirilen ganimetlerden kendilerine bir pay
verilirdi. Ayrıca, savaşlarda yararlık gösteren askerlere, kralın emirnamesi ile köy cemaatleri
tarafından tımarlar verilirdi.
Yönetimdeki en önemli kişilerden biri "Bel Madgaltı" (Nöbetçi Kulesinin Efendisi) idi; bu
sıfat kralın askerî-bölge valileri için kullanılırdı. Bunların görev ve yükümlülükleri çok kapsamlı
idi; kralın topraklarını yönetir ve vergilerini toplarlardı. Ayrıca, yerel mahkemelere nezaret etmek
için bölge civarında seyahat etmelerini gerektiren adlî bâzı işlevleri de vardı. Ve yaptıkları bütün
bu faaliyetleri bizzat kralın kendisine rapor etmek zorundaydılar.
Ele geçirilen bâzı tabletlerdeki yazılarda, Hitit krallarının, ülkeyi yönetme görevlerini
"üzerinde titrenmesi gereken bir emânet" olarak algıladıklarına, yakınlarını kayırmamaya özen
gösterdiklerine, yaptıklârı işlerden dolayı hesap verdiklerine, halktan daha sade bir hayat sürmeye
92
gayret ettiklerine dair ifadelere rastlanmaktadır. I. Hattuşili (MO 1660-1630), kendisinden sonraki
hükümdara politik vasiyetinde, sade bir hayat sürmelerini, zorluklar karşısında dayanıklı
olmalarını ister: “(Sadece) ekmek yiyip, su için... Başka lükse kaçmayın". Yöneticiler atanırken,
adil, dürüst ve tarafsız bir yönetim sergilemeleri, zayıfın karşısında güçlüyü kollamamaları, dul ve
yetimlerin ezilmelerine müsâade etmemeleri hususunda sıkı sıkıya tembîhâtta bulunulurdu:
“Gittiğiniz şehirdeki halkı toplayın, köle, dul, kimsesiz demeden kimin ne meselesi varsa
dinleyin ve onları tatmin edecek şekilde çözün. Haklıyı haksızdan ayırın, doğru olanı yapın”.
b. Devlet Teorisi
Monarşik sistem, otokratik ve teokratik bir nitelikte idi. Kanun yapma, hukukî ihtilâfları
çözme; yönetim ve askerlikle ilgili tüm yetkiler Büyük Kral'ın şahsında toplanmıştır; emir ve
yetkileri mutlaktır, tartışılamaz. Emirlerine karşı gelen kişi veya guruplar aileleri ve evleriyle
(yerleşim yerleriyle) birlikte yok edilirlerdi. Hitit kralları, o devirden kalma kabartmalarda, Hitit
dünyasının en büyük din adamı olduğunu simgeleyen bir kıyafetle, başında takke ve topuklarına
kadar uzanan bir cüppe ile resmediliyor. Ayrıca Hitit çomağı taşıyor ki, stilize edilmiş bu çoban
değneği, kendisinin, tanrının yeryüzündeki baş temsilcisi olarak insan türünün çobanı (güdücüsü)
ve adaletin yüce efendisi olduğunu, adlî gücünü, simgelemekte.
Büyük Kral aynı zamanda "Baş Rahip" olarak, en yüksek rûhâni yetki ve otoriteye de
sahipti. Bu sıfatı ile, tanrılar ile insanlar arasında bir vasıta işlevi gördüğüne ve ölümünden sonra
ise tanrılaştığına inanılırdı. Kullarının çoğunun gözünde o büyük bir olasılıkla gök ve yer arasında
duran bir varlıktı. Hitit tabletlerinde, kralın ölümünden bahsedilirken; "kral öldü" ifadesi yerine,
"o tanrı oldu" denmektedir. Önemli dînî âyinlerde kraliçe ve veliaht da Büyük Kral'ın yanında
bulunurdu. Eyalet valileri de dînî âyin ve törenlerin zamanında ve usulüne göre yapılmasından
sorumlu olup, kral adına bu merasimlere katılırlardı.
Teorik olarak ise, Büyük Kral aslında ikincil bir konumdaydı, görevini "kutsal yetki"den
alırdı; o da, kendisini egemen kılan Fırtına Tanrısı'na karşı sorumlu idi ve kendisini sık sık onun
kölesi ya da hizmetçisi olarak takdim ederdi: "Fırtına Tanrısı, Labarna'yı kendi vekili yaptı ve
bütün Hattuşaş ülkesini ona verdi. O sadece Fırtına Tanrısının kahyası gibi hükümdarlık yaptı.
'Fırtına Tanrısı, kralın şahsına (kötü niyetle) yaklaşan herkesi mahvetsin”.
Hitit kralının en önemli görevlerinden biri de kanun koyma ve yargılama işlerini yürütmek
idi. Hür vatandaşların işledikleri, ölüm cezasını gerektiren önemli suçlarla, yüksek devlet
kademelerindeki kişilerle ilgili dâvalara kral ru'yet ederdi. Kralın Tanrılar adına kanun koyma
uygulamasının nasıl gerçekleştiğine ilişkin spesifik bir açıklama bilmiyorsak da, durumun böyle
olduğuna ilişkin inanç ve kabullerin Hitit kültürüne sinmiş olduğunu gösteren açık işaretler vardır.
Ülkede adaleti sağlayanın "Güneş Tanrısı" olduğuna inanıldığını biliyoruz. Uygulamada ise bu
görevi Kral ve onun görevlendirdiği kişiler yürüttüğüne göre onların, tanrısal bir işlevi yerine
getiren kişiler olarak algılandıkları açıkça anlaşılmaktadır. Güneş Tanrısı, "hükmün âdil efendisi"
olarak, yâni hakîkî yargıç mevkiinde görülmekte, bir dua metninde ona şöyle niyaz edilmektedir:
"Ey Güneş Tanrısı! Ülkelerin törelerini sen tâyin edersin."
93
Ancak, başka bir açıdan bakıldığında, Mezopotamya'daki ve hele İbranilerdeki yasa
metinlerinin sunuluşunda görüldüğü gibi, bu metinler bir yerde, ilâhî esin kaynaklı olduğu gibi
iddialar taşımayan; sade, açık sözlü, seküler metinlerdir. Öyle, metinlerin yazılı olduğu anıt taşlar
falan söz konusu değildir. Metinlerin yazılışında da pek bir özen gösterilmediği görülmektedir. Bu
duruma belki şöyle bir açıklama getirilebilir. Genel plânda yasaların ve adalet dağıtma gücün
tanrılardan kaynaklandığını ve Büyük Kral eliyle uygulandığı kabul edilmekle beraber, bu inanan
Hitit mantalitesine söz konusu yasaların putlaştırılması şeklinde bir anlayışa değil; Büyük Kral'ın
şartların icâbına göre bu yasalarda yeni bâzı uyarlama ve düzenlemelere gitmesini de aynı ölçüde
normal ve tabiî karşılama yönünde bir yaklaşıma kapı araladığı söylenebilir.
Teorik açıdan, yeni bir kralın tanrı tarafından seçildiği ileri sürülürse de, mevcut kralın
halefini tâyin ve ilân ettiği metne bakıldığında, tanrının bu seçimdeki rolüne ilişkin hiç bir işaret
görülmez: I. Şuppiluliuma, vasal yöneticisi Hukkana'ya bildirir: "Şimdi sen, Hukkana, sadece
Haşmetmeâp olan beni efendi olarak tanıyacaksın! Ben, Haşmetmeâp, oğlum için 'herkes bunu
tamsın' derim ve böylece onu diğer kardeşlerinden ayırırım. Sen Hukkana, onu tanırsın!”…
Egemenliğinin tanrıya dayandırılmasının, işler yolunda gittiği zaman Büyük Kralın
otoritesini güçlendirdiği muhakkaktır. Ancak, aksi durumlarda, bunun şöyle olumsuz bir yönü de
olabilirdi. Bir ülkede salgın hastalık, kıtlık, büyük felâketler çıkarsa bu durum tanrının bir
gazabının bir işareti olarak değerlendirilirdi ve bu kadar büyük bir gazaba da sıradan insanlar değil,
ancak, Tanrının ülkeyi eline teslim ettiği Büyük Kral'ın yanlış bâzı davranışlarının yol açmış
olabileceği düşünülürdü. İşte böyle bir felâketle baş başa kalınması durumunda Büyük Kral
oldukça güç bir durumda kalabilirdi.
B. HUKUKÎ HAYÂT
Hititçede “yasa” kavramına karşılık gelecek belirli bir kelime bulunmamaktadır.
"Gelenek," örf, âdet kelimeleri "yasa" kadar güçlü bir anlam ifade eder. Ancak, Hititçede, "adalet"
veya "âdil davranış" anlamlarına gelen "handantatar" kelimesi bulunmaktadır. Bunun karşıtı olan
davranışlar ise, "doğru olmayan" “geleneklere, örflere uygun olmayan” veya "izin verilmeyen"
anlamlarına gelen “natta ara" kelimesi ile ifade edilmektedir. Bugünkü hukuk terminolojimizde
"yasaya aykırı" şeklinde belirttiğimizi Hititler, "bu doğru olmaz" şeklinde ifade ediyorlardı.
Hititlerin birçok konuyu niye yasalarla düzenlemedikleri sorusunun cevabı da belki bu hukuk
mantalitesinde yatmaktadır. Yasalarla düzenlenen çok sınırlı bir alanın dışındaki tüm hukukî
ihtilaflar yazılı olmayan, gelenek hukukuna göre düzenleniyor ve çözümleniyordu.
Hititlerin kendilerinden önce Anadolu'da yaşayan Hattilerin yasa ve törelerini aldıkları ve
bunları geliştirdikleri anlaşılmaktadır. Diğer yandan, Hitit dîni gibi Hitit hukuku da Mezopotamya
hukukundan büyük ölçüde etkilenmiştir. Çivi yazısı kullanan Hititlerin ve Hurrilerin, hukukî ve
iktisadî belgelerini Sumer ve Bâbil örneklerine göre tanzim ettikleri görülmektedir. Diğer kadîm
topluluklarda olduğu gibi, Hitit hukuku da dinle iç içedir ve Hammurabi Kanunnâmesi'nin etkisi
her yerde hissedilir. Sumer'de görüldüğü şekilde, adalet kavramı Güneş'le sembolize edilir ve
Güneş tanrıçası Arinna, adaletin koruyucusu ilâhe olarak kabul edilirdi.
Hitit Hukukunda cezalarının Hammurabi Kanunnâmesi'ne kıyasla daha yumuşak olması
yanında, bu eğilimin zaman itibariyle giderek daha da arttığı; tazmînât miktarlarının önceki
94
dönemlere kıyasla yarı yarıya azaldığı görülmektedir. Bu gelişmede, gelenek hukukunun yerini
yazılı hukukun almasının da önemli rol oynadığı söylenebilir. Çünkü, genel olarak, gelişimlerinin
erken dönemlerinde örf hukukunun geçerli olduğu aşamalarda, çeşitli suçlara verilen cezalar, yazılı
hukuk aşamasına geçildiği dönemlere kıyasla çok daha serttir. Hammurabi Kanunnâmesi'ndeki
suça yaklaşım felsefesi, "kısas", "misliyle mukabele" ilkesi olduğu halde; Hitit hukuk mantalitesi,
doğan zararın bir şekilde giderilmesi ve mağdûrun bu yolla tatmin edilmesi esası üzerine
kuruludur. Mağdur tarafa hiç bir maddî yarar getirmeyen, sırf suç işleyen kişiye acı verme, ödetme
ve öç almaya dönük cezalara pek îtibâr edilmediği görülmektedir. Hititçede adalet kavramının
karşılığı olarak kullanılan “handantatar" kelimesi, suçlu tarafından bozulan, sosyal denge ve
düzenin tekrar ihdas edilmesi gibi bir anlam içermektedir. İşlenen suçun yasada öngörülen
cezasının verilmesi, tazminatın ödenmesi durumunda artık suçlunun kendini temize çıkardığı,
sanki o suçu hiç işlememiş gibi olduğu, kabul edilirdi. Kişi toplum içindeki eski konumuna
rahatlıkla dönebilir, tapınağa gidebilir, rahip bile olabilir ve hattâ baş-râhip durumundaki Büyük
Kral'ın huzuruna dahi çıkabilirdi. Ancak, bâzı istisnaî suçlar vardı ki, bunları işleyenler, cezalarını
çekmiş olsalar bile, bu son göreve konumlarda bulunmalarına müsâade edilmezdi.
Zaman içinde kolaylıkla bâzı yeni düzenlemeler ve değişikliklere gidilebilmiş olması Hitit
hukukunun bir başka önemli özelliğidir. Buna karşılık, meselâ Sâmi kökenli Assur ve Bâbil
yasalarının, pek çok yerde, ilkel kabile törelerinden kaynaklanan kurallara, saplanıp kaldığı ve
hukukî alanda Hitit hukukunda görülen iyileştirilmelerin gerçekleştirilemediği görülmektedir.
Hitit toplumu, gelişmiş ve içselleştirilmiş bir adalet duygusuna sahipti. Bir kimseyi, ölüm
cezasına çarptırılacakları bir ülkeye teslim etmek, onların adalet anlayışına göre doğru olmayan
bir davranış sayılırdı. Günümüze ulaşan yazılı yasalarının hiç birinde bedensel cezâ
öngörülmemektedir, para cezaları ağırlıktadır. Diğer yandan, tazminat almaya hakkı olan kişiye,
kendisine karşı suç işleyen kişinin mal varlığından bu zararı karşılaması imkânı tanınırdı.
Hitit hukukunun bir başka temel ilkesi de, adaletin, kişinin sosyal statüsüne veya mal
varlığına bağlı olmaksızın herkese eşit dağıtılması çabasıdır. Kişilere, adaletsiz olduğuna
inandıkları her türlü mahkeme kararına karşı, temyiz mercii olarak Krala başvurma hakkı
tanınmıştı. Haksızlığa uğrayan kişilerin itiraz ve başvuruları üzerine kral veya onun temsilcisi yerel
hâkimlerin verdikleri kararları, uygulamak istemeyen, direnmeye kalkan mütegallibeye karşı çok
sert hükümler getirilmişti.
Hitit Hukukunun, özellikle tarım kesiminde mülkiyet haklarının korunması husûsunda
büyük bir hassasiyet gösterdiği açıkça görülmektedir. Hitit kültüründe tarlaların sınırlarını
belirleyen işaretlere riayet etmek dînî bir mahiyet de taşırdı. Bu sınır çizgileri, Fırtına tanrısının
dizleri, göğsü/bağrı gibi kabul edilir, bunları ihlâl etmenin ona eziyet vereceği düşünülürdü.
Başkasının tarlasına, mahsulüne, hayvanına veya üretimde kullandığı âletlerine zarar veren kişiye,
verdiği bu zararların ödetilmesi, üzerinde çok durulan bir husûstu. Öngörülen tazminat miktarları,
zarar verilen şeyin ekonomik değerine göre dikkatli bir şekilde ayarlanmaya çalışılmıştır. Meselâ
birisine ait sıradan bir köpeği öldürülmesi durumunda sahibine ödenecek tazminat miktarı, eğitimli
bir çoban köpeğinin öldürülmesi durumunda yirmi kata kadar çıkabiliyordu.
95
Hititler, dünyadaki mahkemelerin yanında bir de göksel bir mahkemenin varlığına
inanırlardı. Yasaların kaynağı Güneş Tanrısı olduğundan, bütün canlılar için bu yasalara uymak
bir gereklilik ve zorunluluktu. Toplumdaki herkesin; kadınların, kölelerin, çocukların, hattâ
konuşamayan hayvanların, bitkilerin ve ağaçların da hakları olduğu düşünülürdü. Bu bakımdan,
yasalarda bâzı çevre suçlarına da yer verildiği görülmektedir. Haklı ve haksızın belirleneceği asıl
yer, Tanrıların huzuru idi. Böyle olunca, yasaları çiğneyen bir kişi, dünyevî mahkemelerin
yakasından bir şekilde kendisini kurtarmış olsa bile, tanrıların gazabından kendini kurtaramazdı.
Çünkü tanrılar her şeyi bilirler ve kimse onlardan kaçamaz. Ayrıca, onlar, insan yargıçlar kadar
merhametli de olmayabilir ve sadece onları değil, tüm soylarını, çocuklarının çocuklarını bile
cezalandırabilirdi.
1. POZİTİF HUKUKUN GELİŞİMİ
Hitit hukukuna ve bunun uygulanmasına ilişkin bilgilerimiz günümüze ulaşan mahkeme
kayıtları, saray kronikleri, ferman ve yazışmalar ile tarihi M.Ö. XVII. asra kadar giden ve krallığın
son günlerine kadar çeşitli adaptasyon süreçlerinden geçen yasa koleksiyonudur.
Boğazköy (Hattuşa) harabelerinde, üzerinde kanunların kazılı olduğu birçok kil tablet
parçası bulunmuştur. İki ayrı seriye ait olduğu anlaşılan bu tabletler iki yüz kadar kanun maddesi
içermektedir. Bir "kanunlar kolleksiyonu" olduğu anlaşılan bu metinlerde bir çok yerde, “eskiden
şu cezâ uygulanırdı, fakat şimdi kral bir başka ceza emretti” gibi ifadeler ver almakta ve ikinci
cezaların genellikle eskisinden daha hâfif olduğu görülmektedir. Suç hangi şehirde işlenmişse
infaz da o şehirde yapılırdı.
Hititlerde hukukun gelişen bir organizma gibi düşünüldüğü, tutucu bir tutum takınmak
yerine, değişen ihtiyaçlara göre kanunları değiştirmekten çekinmedikleri anlaşılmaktadır. Yasa
düzenlemelerinin çok sınırlı konulara inhisar ettiği, evlenme, miras ve sözleşme konularında yasal
düzenlemelerin bulunmaması, bizi, bu konuların geleneklerle düzenlendiği ve teamüllere
bırakıldığı gibi bir sonuca götürmektedir: Halbuki, bilindiği gibi, Bâbil ve Assur'da sözleşmelerle
ilgili olarak ayrıntılı yasal düzenlemeler bulunmaktaydı.
Hitit devleti ortaya çıkmadan önce Mezepotomya'dâ kanun koyucu krallar ortaya çıkmış
ve sosyal hayatta reform niteliğinde sonuçlar doğuran bir takım hukukî düzenlemelere gitmişlerdi.
Hitit kültürü de, hem coğrafî konumu, hem ticarî ilişkileri itibariyle, hem de zaman zaman
Mezopotamya'daki büyük güçlerin bizzat istilasına uğramış bir bölge olarak bu hukukî
düzenlemelerin büyük ölçüde etkisi altında kalmıştır.
Hitit yasalarında, Mezopotamya kanun koyucularının en başta ilân ettikleri gibi, bir felsefî
arka plân, veya genel bir toplum mühendisliği iddiasıyla yola çıkılmaz. Bunlar, daha çok sorun
çözme amaçlı sıradan metinler şeklindedir ve bölük pörçük bir yaklaşım sergilenir. Maddelerin
düzenlenmesinde mantıksal bir yapı da görülmemektedir; sistematik olmaktan uzak bir medenî
hukuk ve ceza hukuku karşımı hükümler şeklindedir. Düzenleniş şekline bakıldığında ve
ifadelerdeki bâzı tuhaflıklar dikkate alındığında, yukarıda belirtildiği gibi, bu yasa metninin çeşitli
ihtilaflar üzerine mahkemelerce verilen hükümler esas alınarak hazırlandığı anlaşılmaktadır.
96
Ancak, bu pratik amaçlı düzenlemelerin de genel bâzı ilkeleri yok değildir. Bunlardan biri,
kişilerin mallarına ve canlarına karşı vuku bulan saldırılardan dolayı uğradıkları zararların, bu
saldırıyı gerçekleştiren tarafça tazminini talep etme haklarının tanınmış olmasıdır.
Hitit Yasası’nın hangi hükümdar tarafından konulmuş olduğa zikredilmemekle beraber,
Eski Hitit Krallığı döneminde (1650-1500) tedvin edildiği anlaşılmaktadır. Ancak, metindeki,
"eskiden şöyle yapılırdı, şimdi ise böyle yapılır" gibi ifadelerden, elimizdeki bu yasa metinlerinden
daha eskiye ait bâzı örf ve âdet uygulaması şeklinde sözlü veya yazılı uygulama ve düzenlemelerin
de olduğu sonucu çıkmaktadır. Bu peryod içinde, yasalarda yapılan değişiklik ve getirilen
yeniliklerin, ölüm cezalarının sınırlanması, işkence ile öldürmenin kaldırılması, cezalarda indirime
gidilmesi gibi daha insancıl bir istikamette gerçekleştiği görülmektedir.
Ele geçen tabletlerdeki Hitit Kanunları, her konudaki kanun maddelerini ihtiva eden
Hammurabi Kanunnâmesi gibi bir kod değildir. Diğer yandan, Hitit kanunlarının sadece bu iki
metinden ve takriben iki yüz maddeden ibaret olduğunu kabul etmek de oldukça güçtür, iki tablet
arasında bir irtibat bile görülmemektedir. Bunlar belki de henüz tamamına ulaşılamayan bir
mecellenin iki bölümü olabilirler.
2. AİLE HUKUKU
Hitit toplumunda aile, pederşahî nitelikte olup; aile reisinin eşi ve çocukları üzerindeki
hâkimiyeti tartışılmazdı. Elimize geçen kil tabletlerde yer alan ifadelerden ve yasa maddelerinden
bu husûs açıkça anlaşılmaktadır: Baba, çocuklarını, öldürdüğü veya ölümüne sebep olduğu kişinin
yerine bedel olarak verebilir, icâbında onları satabilirdi [m. 48]. Evlenme ile ilgili metinlerde
geçen, "babanın kızını damada vereceği" şeklindeki ifadelerden babanın çocukları üzerindeki
otoritesi; "damat eşini alır ve ona sâhip olur" gibi ibârelerden de erkeğin karısı üzerindeki
hâkimiyeti açıkça anlaşılmaktadır. Boşanma durumunda, bir çocuk hâriç, diğer çocuklar babaya
bırakılırdı. Levirat âdeti uygulanıyordu. Karısını başka biriyle yakalayan kocaya her ikisini de
öldürme hakkı tanındığı halde [m.197], kocanın başka hür kadınlarla veya câriyelerle evlilik dışı
münasebetlerine cevaz vardı.
Ancak, Anadolu'nun bâzı kesimlerinde, özellikle Likyalılar (Güney-Batı Anadolu/Teke
Yarımadası halkı) arasında anaerkil sistemin Heredotos zamanında bile hâlâ yürürlükte olduğu
anlaşılmaktadır. Diğer yandan, Hitit toplumunda kadınların bâzı haklara sahip olduklarını da,
"evlenecek kızlarla ilgili kararın verilmesinde ebeveynin birlikte karar verecekleri" ve "bir annenin
hangi durumlarda oğlunu evlatlıktan reddedebileceği"ne ilişkin bâzı yasa hükümlerinden
çıkarabiliyoruz. Ayrıca, kadınların da tüccar olarak iktisadî hayata katıldıkları, "köle" istihdam
edecek konuma gelebildikleri görülmektedir.
a. Nişanlanma
Hititlerin evlenme ile ilgili âdetleri Bâbildekilerle büyük bir benzerlik göstermektedir. İlk
adım nişanlanmaydı ve nişan yapılırken damat kız tarafına hediyeler verirdi. Ancak, nişan kesin
bir bağlayıcılık taşımazdı. Kız tarafı, damat tarafının verdiği hediyeleri iade ederek nişanı
bozabilirdi. Evlilik aşamasında ise, damat kız tarafına “kuşata" denen bir başlık parası verirdi ki,
bu Babilonya'daki "tirhatu" uygulamasının karşılığıdır. Bu ödemenin, daha çok, erkek tarafının
97
daha sonra nişandan cayması ihtimaline karşı bir teminat işlevi gördüğü anlaşılmaktadır. Eğer bu
aşamadan sonra taraflar evlilikten vazgeçerlerse bunun bâzı müeyyideleri olurdu. Damat tarafının
vazgeçmesi durumunda verilen kuşata geri alınamazdı; kız tarafı vazgeçmesi durumunda ise,
aldığı kuşata'nın iki veya üç katı tazminat ödemesi gerekirdi. Diğer yandan, gelin, babasından
"ivaru" denen bir çeyiz alırdı. Hititlerde kız kaçırma ve iç-güveyilik uygulaması da görülmektedir.
b. Evlenme
Ailenin temeli mukavele ile kararlaştırılan meşrû evlenmedir. Evlenmede asıl olan tek
kadın almaktır. Genellikle gelin erkeğin evine giderdi; ancak, evlenen kadının babasının evinde
kalmaya devam etmesi (iç-güveyilik) şeklinde bir uygulama da vardı ki, aynı âdeti Assurlularda
da görmekteyiz. Bu iki durum arasında, kadının vefatı durumunda miras yönüyle farklı bâzı
sonuçlar doğardı.
Hititlerde evlenme müessesesini, hür kişiler arasında, köleler arasında ve hür kişilerle
köleler arasında yapılan evlilikler olmak üzere üç kategoride ele almak uygun olur: Hürler arası
evlenme, muayyen hediyelerin teatisi suretiyle yekdiğeriyle nişanlanmış bulunan erkek ve kadın
arasında meydana gelen bir sözleşme olarak görülmekteydi. Köleler arasında vuku bulan
evliliklerde ve hür bir erkeğin köle bir kadınla evlenmesi durumunda ise hediye teatisi gerekmezdi.
Ancak bir erkek köle, hür bir kadınla evlenmek isterse, onun, hür bir erkeğin hür bir kadınla
evlenirken vermesi gereken hediyenin aynısını vermesi gerekirdi. Ayrıca, hür bir kadının köle bir
erkekle evlenmesi durumunda, kadın bir süre sonra özgürlüğünü kaybeder ve evlendiği kölenin
hukukî statüsüne düşerdi.
Diğer yandan, bu konuda açık bir hükme rastlanmamakla beraber; bir erkeğin birden fazla
kadınla evlenebilmesinin (poligini) kabul edildiği ve uygulandığı anlaşılmaktadır. Ancak bu
durumlarda ilk eş meşrû ve üstün konumunu muhafaza ederdi. Birinci eşinden çocuğu olmadığı
için ikinci bir kadınla evlenen kişinin bu kadından olan çocuğu da birinci eşin çocuğu sayılırdı.
Hitit kanunları, yakın akrabalar arasında evliliği yasaklayan bir çok düzenlemeleri de ihtiva
etmektedir. Usûl, fürû ve kardeşler arasındaki evliliklerin yasak olması yanında [m.189], kuzenler
arasındaki cinsel ilişki bile barbarlık olarak değerlendirilir ve ölüm cezası ile cezâlandırılırdı.
Kezâ, bir erkeğin, karısının annesi, karısının kız kardeşi, babasının bir başka evliliğinden karısı
ile, erkek kardeşinin karısı ile karısı, babası ve erkek kardeşi sağ olduğu sürece cinsel ilişkide
bulunması yasaktı. [m. l95a]. Ancak, dul kalan eşin önce kocasının erkek kardeşi, yoksa kocasının
babası, o da yoksa kocasının yeğeni ile evlenmesi (levirat) "cezalandırılmış değildi." [m.193]. Ölen
erkeğin malının aile içinde kalmasını sağlamaya ve çocuğunun olmaması durumunda da
adının/ailesinin sürmesini temine dönük bu uygulamaya aynen ve biraz değişik biçimlerde
Îbrânîlerde ve Mezopotamya kültürlerinde de rastlanmaktadır.
c. Boşanma
Kânunlarında boşanmaya ilişkin sarih bir madde bulunmamaktadır. Hür bir adamın bir
câriyeden ayrılması halinde, anneye çocuklardan yalnız bir tanesi verilirken, diğer çocuklar
babalarında kalırdı. Hür bir kadınla evlenmiş olan köle erkek için de durum aynıdır. Hür kişiler
arasındaki boşanmalarda da aynı hükümlerin carî olmuş olduğu tahmin edilmekte. Eğer evlenme,
98
herhangi bir hediye teatisinde bulunulmaksızın gerçekleşmişse, müşterek malların her iki taraf
arasında yarı yarıya taksim edileceği, çocuklardan yalnız birinin anaya bırakılarak, diğerlerinin
babaya bırakılacağı belirtilmektedir [m.31].
3. MİRAS HUKUKU
Mîrasla ilgili düzenlemeler konusunda açık bir bilgiye sahip bulunamamaktayız. Okandan,
babanın vefatı hâlinde, muhtemelen, kız çocukları da erkek kardeşleri ile birlikte babalarına vâris
olduklarını ifade ederken; Günaltay ise “veraset hakkının erkek evlâda ait olduğu neticesini
çıkarabiliriz” demektedir. Kocasının ölmesi durumunda kadın, kocasının evinde yaşıyor idiyse,
evlenirken almış olduğu hediyelere ve cihazına sahip kalmaya devam ettiği gibi, çocuklarıyla
birlikte ölen kocasına mirasçı olabilirdi [m. 192].
Kadının vefatı durumunda ise, çeyizi; muhtemelen çocuklarına dağıtılmak üzere, eğer
kadın, kocasının evinde kalırken vefat etmişse kocasına, babasının evinde kalırken vefat etmişse
babasına verilirdi [m. 27]. Müşterek mal ise kocanın olurdu.
4. BORÇLAR HUKUKU
Hitit Yasasında, mülkiyetin korunması hususuna ilişkin düzenlemeler bulunmaktadır.
Şahısların menkul ve gayrimenkul sahibi olmalarının yanında, köy ve kentlerin tüzel kişiliklerine
ait topraklar da vardı. Arazi üzerinde kişisel mülkiyet, ya satın alma veya şahsın bir toprağı imar
ederek ekim ve dikime hazırlaması ve etrafını belirlemesi şeklinde veyahut da Kral veya şehir tüzel
kişiliklerince bağışlanma şeklinde olabiliyordu. Ayrıca, tapınaklara vakfedilmiş araziler de vardı.
Alp, Hitit'te "Osmanlı tarihindeki tımar ve zeamet sistemine tekabül edebilecek olan arazi taksim
vaziyeti ve arazi mülkiyeti"nden bahsetmektedir.
Gayrimenkuller üzerindeki mülkiyetin ilânların tasarrufu altında olduğu ve bütün topraklar
üzerinde birinci derecede malikiyet hakkının hükümdara ait bulunduğu yolunda bir anlayış
hâkimdi. Böyle olunca, bir kimsenin bir taşınmaz üzerinde mülkiyet hakkına Sahip olabilmesi için,
dînî bâzı merasimlerin icrası, kurbanların kesilmesi ve mâbetlere bâzı bağışlarda bulunulması
gerekirdi. Ancak, sahipleri tarafından ekip biçilmeyen, terk edilen topraklar, başka bir merasime
gerek olmadan, bu toprakları ekip, biçmeye başlayan kişilerin mülkiyetine geçerdi. Toprak
sahiplerinin bâzı mükellefiyetleri de vardı: Meselâ, malik oldukları araziyi düzenli olarak
işlemekle mükellef tutulurlardı. Diğer yandan, devlet tarafından belirlenen vergileri ödemek ve
mükellef tutuldukları angarya hizmetlerini de îfâ etmek zorundaydılar.
a. Haksız Fiiller
Hitit hukukunda haksız fiillerle ve sözleşmelerle ilgili hükümlere rastlanmaktadır.
Hayvanlar tarafından verilen zararlardan dolayı sahipleri, vuku bulan zararı tazminle mükellef
tutulurdu. Böyle durumlarda, cezâi sorumlulukla hukukî sorumluluk arasında bir ayırım
yapılmadığı; hattâ hukukî sorumluluğun da cezaî sorumluluk esas alınarak ele alındığı ve
düzenlendiği görülmektedir.
99
Hür bir kimse, hatâ ve ihmali sebebiyle komşusunun evinin yanmasına sebep olmuşsa,
yanan binayı yeniden yapması gerekirdi. Evle birlikte bir insan veya hayvan da yanmışsa ayrıca
tazminat ödemesi icâp ederdi. Eğer suçlu köle idiyse, ya sahibi zararı öder veya köle tazminat
miktarını karşılayana kadar zarar gören kişinin hizmetinde çalışırdı. Ayrıca, ek bir cezâ olarak
suçlu kölenin burnu ve kulakları kesilirdi. Birisinin öküzü bir tarlada ölü bulunursa ve kimin
öldürdüğü tesbit edilemezse, o tarlanın sahibi, öküzün sahibine iki öküz vermekle mükellef
tutulurdu. Kişi tarlasına giren ve ürünlerine zarar veren, başkasına ait bir domuzu öldürebilirdi;
ancak, hayvanın cesedini sahibine vermesi gerekirdi.
b. Sözleşmeler
Hitit hukukunda, karz, satım, mübadele, kira, hizmet vs. akitleriyle ilgili düzenlemelere de
rastlanmaktadır. Borcun ödenmemesi hâlinde, bu durum borçlunun kökleştirilmesi sonucunu
doğurmakta; borçlunun bu durumdan kurtulması, ancak kendi yerine bir başkasını koyması hâlinde
mümkün olabilmektedir. Kiralama aktinde, kiralayan, kiraladığı şeyi iyi bir halde muhafaza
etmekle mükellef tutulmuştu. Meselâ, kiralanan şey hayvan ise, kiralayan, onun iaşe ve bakımı
hususunda gerekli ihtimamı göstermediği takdirde, doğan zarardan mes'ul tutulurdu. Ancak,
kiralayan, doğan zararın vukuunda kendisinin bir kusuru bulunmadığı husûsunu yeminle teyid
ederse tazminat ödemekten kurtulabilirdi.
Assurlular'ın Anadolu'yu kolonileştirdikleri dönemlerde Doğu Anadolu bölgesinde yaygın
bir ödünç verme ve kredi uygulamasına şahit olunmaktadır. Faiz hadleri % 30 ile % 180 arasında
değişmekteydi. Köylülerin harman ve hasat için aldıkları borçlarının, özellikle kötü giden bir hasat
dönemi sonunda faizlerini bile ödeyemediklerinden dolayı büyük sosyal çalkantıların ve
sıkıntıların yaşandığını gösteren birçok örnek vardır. Çaresizlik içinde kalan borçlu, ailesinin bir
ferdini veya hepsini köle olarak vermek durumunda kalıyordu. Krallar veya mahallî yöneticiler
zaman zaman büyük bir sosyal problem hâlini alan bu borçları silmeye dönük kararlar almak
yoluna gidiyorlardı. Borçla para verenler, böyle bir durumda hiç olmazsa ana paralarını garanti
etmek için borç akdine, 'her halükârda ana para veya malın ödeneceği' yolunda hüküm koymakta
idiler: "Kral eğer borç ödemelerini iptal ederse sen benim verdiğim hububatı geri ödeyeceksin!."
Hayvanların alım satımında, kiralanmasında fiyatların yaş durumlarına göre devlet
tarafından belirlendiği; keza yiyecek, giyecek, bağ-bahçe fiyatlarının, işçilere verilecek ücretlerin
de devletçe konan narh fiyatları ile düzenlendiği görülmektedir.
5. KÖLE HUKUKU
Hitit toplumunda da kölelerin ve serf durumundaki köylülerin (Namra'lar) nüfusun önemli
bir kısmını teşkil ettiği anlaşılmaktadır. En Önemli köle kaynağı savaşlardı; harpte alınan
esirlerden bâzıları kralın askerî gücü arasına katılır, bâzıları tapınak hizmetlerine gönderilir,
önemli bir kısmı da imparatorluğun ıssız bölgelerinde iskâna; tabî tutulurdu. Tarım işletmelerinde
de önemli miktarda köle işgücü istihdam edildiği tahmin edilmekte.
Ana köle kaynağı savaşlar olmakla beraber, köle pazarlarından satın alma ve bâzı suçlar
sebebiyle köle durumuna düşme de diğer köle kaynaklarını teşkil ediyordu. Ayrıca, yoksul aileler
de çocuklarını köle olarak satıyorlardı. Borçlarını ödeyemeyen özgür insanlar da köle durumuna
100
düşebiliyordu. Ancak, bunların, bir şekilde borçlarını, ödemeleri durumunda veya zaman zaman
çıkarılan kraliyet fermanlarıyla köle statüsünden kurtulabildikleri görülmektedir. Cinâyet işleyen
bir kişi de, başka bir köle veremiyorsa, kendisi karşı tarafın, kölesi olabiliyor veya kendi yerine
çocuğunu verebiliyordu.
Hitit toplumunda kölelerin konumu ile ilgili olarak, birbirinden çok farklı görüşlerin öne
sürüldüğü görülmektedir. Bâzı kaynaklar, Hititlerden iki bin yıl sonra bile Roma Hukukunda
köleler tamamen bir eşya kategorisinde görüldükleri halde, Hitit yasalarında kölelerin bir hukuk
süjesi olarak yer aldığını, Hititlerde bu statüdeki kişiler için, "köle" kelimesi yerine "özgür
olmayan" kelimesinin kullanılmasının daha doğru olacağını ileri sürebilmektedirler. Kölelerin,
kısmî de olsa mülkiyet, miras ve evlenme/boşanma hakkına sahip olmaları, özgür kadınlarla bile
evlenebilmeleri; ceza hukukunda müşteki ve sanık sıfatıyla davalarda hak ehliyetine sahip
olabilmeleri, azadlıkla ilgili uygulamalar buna delil olarak gösterilmektedir. Diğer yandan,
yasalarda kaçak kölelelere ve genel olarak kölelerin statüsüne ilişkin hükümlerin, köle çocukların
bile köle olduklarını gösterecek bir işaret taşımaları zorunluluğu bulunmasının ve yurt dışına kaçan
kölelerle ilgili yasa maddelerinin de işaret ettiği gibi, Hitit toplumunda kölelerin çok ağır koşullar
altında ve perişan bir hayat sürdürdükleri ve kaçmak için fırsat kolladıklarını ileri sürenler de
vardır.
Kölelerin vaziyeti ile ilgili bu zıt tesbitler, değerlendirme ve yaklaşım farklılıklarından
doğabileceği gibi, Hitit toplumunda zaman içinde değişik uygulamaların görülmesinden de ileri
gelebilir. Söz konusu farklı değerlendirmelere rağmen, komşusu ve çağdaşı ülkelerle
kıyaslandığında Hitit toplumunda kölelerine daha iyi bir konumda oldukları anlaşılmaktadır. Diğer
yandan, köleler arasında bâzı statü farkları mevcuttu ve beylerin ve askerlerin köleleri daha iyi bir
konumda bulunuyordu. Medenî haklardan tamamen de mahrum değillerdi; meselâ, hür kadınlarla
bile evlenebiliyor, bedel paralarını ödeyen köleler hürriyetlerine kavuşabiliyorlardı. Buna rağmen,
milâttan önce on yedinci asrın ikinci yarısında büyük bir köle isyanı çıktığı, kölelerin, efendilerinin
evlerini başlarına yıktıkları ve kanlarını döktükleri kaydedilmektedir.
Hitit kanunlarında köleler sosyal bir sınıf olarak ele alınmış ve kanunun pek çok
maddesinde onlara ilişkin hükümlere yer verilmiştir. Ancak, evlenme konusu hâriç sadece kölelere
ait yasa hükümleri bulunmamakta, onlara ait düzenlemelerin genellikle hürlerle ilgili maddelerin
sonuna eklendiği görülmektedir. Hitit kanunlarının mülkiyete ilişkin hükümleri arasında; ehlî
hayvanlar ve çeşitli zanaat aletleri yanında, taşınabilir malların arasında köle ve câriyelere de yer
verilmektedir.
Hitit Yasaları'nda, özgür kişilerle köleler arasında çok kesin bir ayrım yapıldığı görülür.
"Kendisini efendisi ile bir tutan kazana gider..." [m. 173] hükmünden bu durum açıkça
anlaşılmaktadır. Bu ayrım, bâzı durumlarda, verilen cezanın azaltılması, bazen de
şiddetlendirilmesi şeklinde kendini gösterir. Kölelere karşı işlenen suçlarda ödenecek tazmînât
miktarı, özgürlerinkinin yarısı olarak belirlenmiştir. Bu tazmînâtı kimin aldığı hususunda bir
açıklık bulunmamakla beraber, köle, sahibinin malı olarak düşünüldüğüne göre, ona verilen
zarardan dolayı ödenecek tazminatın da köle sâhibine verileceği söylenebilir. Diğer yandan,
işledikleri suçlar dolayısıyla kölelere verilen tazmînât cezasının miktarı da, özgür kişilere verilenin
101
yarısı olarak belirlenmişti. Yâni kölelere verilen zararla, onların verdikleri zarar karşısında
sâhibinin sorumluluğu bakımından bir denge gözetilmekteydi.
Hitit hukuku, kölelerin kendi aralarında hukuken geçerli evlilikler yapabilmelerine imkân
veriyordu. Ayrıca, bir köle, Kusata adı verilen mehiri vererek her sınıftan kadınla evlenebilirdi.
Köleleri doğrudan ilgilendiren kanun hükümleri sadece evlenme konusunda mevcuttur. Bu da
Hititlerin köle evlilikleriyle, özellikle kölelerin hürlerle yaptıkları evlilikler konusunda ne kadar
titizlikle durduklarının bir göstergesi sayılabilir. Sarayın veya beyler ve askerlerin köleleri ile
evlenen hür bir kadının sosyal statüsünde bir değişiklik olmazdı; ancak, aşağı kademedeki
kölelerle evlenen hür bir kadın, üç yıl sonra özgürlüğünü kaybederdi. Diğer yandan, köle ile
evlenen hür kadının çocukları, kölelik işareti olan bir kemer takmak zorundaydılar.
Efendi-köle ilişkileri, köle ile sahibi arasındaki hak ve vecibeler konusu yasalarda açık bir
şekilde düzenlenmemiş olmakla beraber, bâzı ifadelerden, Hitit hukuk mantalitesinde, köle ile
sahibi ve kral ile teb'ası arasındaki münasebet ile; insan ve tanrı arasındaki ilişkiler arasında bir
paralellik ve benzerlik kurulduğa açıkça görülmektedir:
Kralın verdiği hükme karşı çıkanın hanesi yok olsun. ... sâhibine karşı çıkan köle kazana
atılsın. [m.173].
Ancak, kurulan bu paralellik, kölelerin özgürlüklerini artırma yolunda değil, tam tersine,
sâhiplerinin onları diledikleri gibi cezalandırabilecekleri yönünde değerlendirmelere yol
açmaktadır. Kendilerinin Tanrı konsepti, koyduğu kurallara karşı çıkılması durumunda, söz
konusu kişileri, hem de tüm aileleri, soy-soplarıyla birlikte en acımasız bir şekilde cezalandıran
bir Tanrı şeklinde olunca, aradaki bu benzerlikten, kendilerinin de kölelere karşı aynı şekilde
davranma hakkına sahip oldukları sonucunu çıkarmaktadırlar. Bu yaklaşım içinde, Hitit
hukukunda sahibinin, kölesi üzerinde hudutsuz bir yetkiye sahip olduğu, bu konuda köleyi
sâhibine karşı koruyan hiçbir hukukî düzenlemenin olmadığı, kölelerin sahiplerinin kişisel
merhamet duygularına terk edildiği anlaşılmaktadır. Kanunda kölenin hayatını ve vücut
bütünlüğünü koruma yönündeki bâzı düzenlemelerin, sâhiplerine değil, diğer şahıslara yönelik
olduğu ve aslında köle sahiplerini korumaya mâtuf bulunduğu görülmektedir. Kanunda kaçan
kölelere karşı hiç bir ceza zikredilmemesi, cezâ tâyininin sahibin takdirine bırakıldığı intibaını
uyandırıyor.
Bu şartlarda, efendisinin öfkesini mucip bir davranışta bulunan köleyi sahibi sakatlayabilir,
hattâ öldürebilirdi, hem de tüm akrabalarıyla birlikte:
“Efendisini kızdıran bir kök ya öldürülecek ya da burnu, gözleri ya da kulakları
sakatlanacaktır; veya efendisi onu, köle kadın, veya erkek olsun, eşi, çocukları, erkek kardeşi, kız
kardeşi, damat ve gelinleriyle birlikte sorguya çekecektir... Eğer ölecekse, yalnız ölmeyecektir;
ailesi de onunla birlikte olacaktır.”
Bu kollektif sorumluluk uygulamasının tanrılara karşı işlenen suçlarda da uygulandığı
görülmektedir. Dinsel nitelikte bir suç işleyen köle ile birlikte tüm ailesi, çocukları da öldürülürdü.
Ayrıca, sakat bırakma, organ kesme cezalarının zaman içinde özgür insanlar için tamamen
kaldırıldığı halde, ev soyma ve kundakçılık gibi ağır suçlarda köleler için uygulamada kalmaya
102
devam ettiği görülmekte. [m. 95, 59]. Hırsızlık yapan hür birisi, yalnız para cezasına çarptırılırken
aynı suçu işleyen köle, para cezasına ilâveten, kulak ve burnunun kesilmesi ile de cezâlandırılırdı.
Diğer yandan, sihir yaptığı anlaşılan hür bir kişi yüksek bir para cezâsına çarptırılırken, aynı suçu
işleyen bir kölenin cezası ölümdü. [m. 170]. Burun ve kulak kesme gibi cezalar, köle için her
zaman tanınmasını mümkün kıldığı ve kölenin değerini de çok düşürüp, artık satılmasını imkânsız
hâle getirdiği için, aynı zamanda sâhiplerine verilen bir ceza mahiyetinde idi.
Hukuk sistemlerini, elbette, içinde geliştikleri sosyal ve siyasî şartlardan ayrı düşünemeyiz.
Özel mülkiyetin korunmasına çok önem veren işgal edilmiş topraklarda hüküm süren ve çok sayıda
kölenin istihdam edildiği bir toplumda, düzenin sürdürülebilmesi için, zaman zaman ağır bâzı
cezalara da başvurmak zorunda kalındığı anlaşılmaktadır.
Ancak, yasanın tanıdığı bu serbestiye rağmen, Hititlerde kölelere karşı bu nevi
uygulamaların pek yaygın olmadığı söylenebilir. Diğer yandan, bâzı kölelerin zanaat sahibi
olabilmeleri, kendilerine ait mal varlıklarının bulunması, bedel paralarını ödeyebilen kölelerin
özgürlüklerini kazanabilmeleri, kölelerin hür kişilerle evlenebilmelerine müsâade edilmesi gibi
uygulamalar da Hitit'te kölelerin o devirde pek benzeri görülmeyen bâzı haklara sahip olduklarına
işaret etmektedir. Gerçekten de, bâzı kölelerin, özgür bir toruna sahip olabilmek için kendilerine
özgür bir damat alabilecek kadar mal varlığına sâhip oldukları görülmekte. Ancak, bu tür evlilikler
şüphesiz yaygın değildi ve bu tür yasa maddeleri belki de alışılmışın dışındaki bâzı uygulamaları
yansıtmaktaydı. İhtimal ki, kölelere sağlanan bu imkânlar, onların üretkenliklerini artırarak,
sahipleri açısından da olumlu bazı sonuçlar doğuruyordu.
6. CEZÂ HUKUKU
Hitit ceza hukukunda, diğer çağdaşı toplumlara (meselâ, Hammurabi ve Assur
kanunlarıyla) kıyaslandığında, suçlara ilişkin cezaların tesbitinde daha insâni ve daha mûtedil bir
yol izlendiği, cezaların daha hafif olduğu görülmektedir. Ölüm cezalarına daha az yer verilmekte,
cinayet suçlarında bile, fidye ve tazminat yoluna gidilmektedir. Sâmî kavimleriyle kıyaslandığında
kadına daha ileri haklar tanınmış, toplum içinde daha yüksek bir konum verilmiştir. Cezaların
belirlenmesinde mağdûrun sosyal durumu, hür veya köle olması dikkate alınmaktadır. Suçun
mahiyetine ve failde kast unsurunun bulunup bulunmadığına göre miktarı değişen bir meblağın
suçtan zarar görene suçlu tarafından ödenmesi; verilen zararın suçlu tarafından giderilmesi veya
ortaya çıkan zararın bir kaç misli tazminata mahkûm edilmesi gibi cezalar düzenlenmiştir. Bu
cezalanır asgarî ve âzamî sınırları kanunda belirtilmiş, bu ikisi arasında bir tazminatın tarafların
uzlaşmaları veya uzlaştırılmaları ile belirlenmesi gibi bir yol izlenmiştir. Organ kesme, sakatlama
gibi, Assur kanunlarında çok yaygın olan ceza uygulamaları Hititlerde sadece kölelere uygulanır.
Özgür kişilerin birbirlerine karşı işledikleri cinayet, hırsızlık, saldırı, kara büyü, mala mülke zarar
verme gibi suçlara öngörülen cezalar tazminat şeklindedir.
Telepinu Fermanı, ölüm cezasını büyük ölçüde kaldırmıştı, onun yerine tazminat cezası
öngörmekteydi. Ölüm cezasını îcâbettiren hususlarda da kaza hakkını Büyük Kral'a değil, onun da
tek reyinin olduğu Pankuş Meclisi'ne vermekteydi. Ölüm cezâsının yer aldığı çok sınırlı hallerde
de, kralın suçluyu affedebilmesi imkânı söz konusu idi. Ancak, Telepinu Fermanı'nda, yukarda da
işaret edildiği gibi, cinayet suçunda, suçlu yakınlarının katilin öldürülmesini talep etmeleri hâlinde
103
kralın bu konuya karışmayacağı/karışmaması gerektiği gibi bir ifadeye rastlanmaktadır ki bu
hüküm de tüm Ön-Asya toplumlarının hukuk sistemlerinde görülen ortak noktalardan biridir.
Meselâ, Orta Assur Yasaları'nda da cinâyet işleyen kişinin, can sahibine (öldürülen kişinin
yakınlarına) teslim edileceği; can sahibinin isterse onu öldüreceği, dilerse de tazmînâtı kabul
edebileceği belirtilmektedir.
Hitit hukuk mantalitesine göre, Tanrılara ve onun temsilcisi konumundaki krala/devlete
karşı gelme ve saygısızlıkta bulunmaya ilişkin suçlar, hattâ bunlar istenmeden kaza ile vuku
bulsalar bile en ağır cezaları gerektirirdi. Temiz olmayan bir durumda (hem ahlâkî hem de fizikî
bakımdan) tapınağa girmek ve adakta bulunmak, tapınağı kirletmek; tanrıya adanmış kurbanların
yerine ulaşmasını engellemek; dikkatsizlikle bile olsa bu dînî görevlerin yerine getirilmesinde
kusur göstermek, tapınağın yanmasına yol açmak idam cezasını gerektiren suçlardan sayılırdı, o
kadar ki bazen bu kişilere verilen cezalar onların ailelerine bile sirâyet edebilirdi. Herhalde, bu
gibi fiillerin tanrıların gazabına sebep olarak tüm toplumu tehlikeye atabileceğinden endişe
duyuluyordu.
Hitit yasalarında, bir kaç istisna dışında suçluyu aşağılamaya dönük cezalara
rastlanmamaktadır. Bu istisnaî durumlardan birinde, tapınak görevlileri ile ilgili bir düzenlemede,
belli bir suçu işleyen rahip için şöyle bir ceza öngörülmektedir: "eğer onu öldürmezlerse, çıplak
olarak Labarna'nın sarnıcından tapınağına kadar üç kez su taşıtarak, onu aşağılarlar". Diğer
yandan, Hitit kanunlarında, "nehir tecrübesi”ne ilişkin bir hükme tesadüf edilmektedir. Ancak,
bâzı kraliyet uygulamaları, Hitit dünyasının da Mezopotamya'daki bu uygulamaya pek yabancı
olmadığını göstermektedir.
İlke olarak suçluların devlet organları tarafından cezalandırılmaları esası benimsenmiş ve
ihkâk-ı kak ve intikam uygulamasına müsâade edilmemiş olmakla beraber, geçmiş dönemlerin bir
kalıntısı olarak, istisnaî de olsa, bâzı durumlarda, suçtan zarar görenlere suçluyu bizzat
cezalandırma imkânı tanındığı görülmektedir: Meselâ, karısını, kendi evinde bir başkası ile zina
hâlinde yakalayan koca, her ikisini öldürebilirdi. Bunun bir başka istisnası da tecavüze uğrayan bir
kızın velîsine tanınmıştı. [m. 197, 198]. Burada, erkeğe karısını öldürme hakkı tanınması, acaba
bir töre hükmü müdür, yoksa karısına başlık ödemesi nedeniyle kendisini onun sahibi olarak
görmesinden mi kaynaklanmaktadır, bu konuda kesin bir fikre ulaşmak zordur. Başka bir yasa
maddesi [m.79], arazisine giren sığırları, arazi sahibinin, gece oluncaya kadar kullanabilmesi
hakkını vermektedir. 86. madde ise, arazisine giren domuzu, eti sahibine teslim edilmek şartıyla
arazi sahibinin öldürebileceği belirtilmekte.
Kezâ, her ne kadar, esas itibariyle "cezanın şahsîliği ilkesi" benimsenmiş ise de, istisnaî
olarak, bâzı hallerde, suçlunun aile fertlerine, hattâ bir şehrin tüm sâkinlerine bile cezanın sirayet
ettirildiği anlaşılmaktadır. Hitit hukukunda bu konuda belli başlı üç istisnanın olduğu
anlaşılmaktadır: Özgür kişiler cihetiyle, dünyevî suçlar bakımından bu kuralın tek istisnası
hükümdâra başkaldırma suçudur. Devlete karşı işlenen suçlara en ağır cezâlar uygulanır, sadece
bu suçu işleyenler değil, tüm aile efradı ve oturdukları mahaller bile ortadan kaldırılırdı. Diğer bir
istisna, ilâhlara karşı işlenen suçlar (dînî suçlar) idi. İlâhların, kendilerine karşı bir suç işlendiğinde,
sadece o kişiyi değil, tüm ailesini ve soyundan gelenleri bile cezalandırdıklarına inanılırdı. Tanrı
mantaliteleri böyle olunca, dînî suçlara ilişkin olarak verilen dünyevî cezalar da suçu işleyen
104
kişinin, yakınlarına sirayet ederdi. Üçüncü istisna ise köleler idi. Eğer bir köle hür bir kişiyi
öldürürse, sadece o köle değil, ailesi de cezalandırılırdı: "Eğer özgür bir kişi öldürülürse, onu
öldüren köle tek başına ölmez, ailesi de ona ortak edilir". Burada, köle ile sahibi arasındaki ilişki
ile özgür kişilerle ilâhlar arasındaki ilişki arasında bir benzerlik kurulduğu anlaşılmaktadır.
"Cezanın şahsîliği" konusunda Hitit kanunlarında bir de münferit bir örneğe
rastlanmaktadır:
Eğer bir kimse bir adamın ateşe düşmesine neden olursa ve o ölürse, suçlu, karşılık alarak,
oğullarından birini ölen kişinin vârisine verir. [m. 44a].
Dikkat edilirse, burada da, suçu baba işlemekte, fakat cezâsını çocuğu çekmektedir. Ancak,
bu yasa hükmünün genellik vasfı taşımadığı, spesifik bir olayla ilgili olarak verilmiş bir mahkeme
kararının, tekrarı mahiyetinde olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Halbuki, birisinin, kendi hayatını
kurtarabilmek için bir başkasının ölümüne yol açtığı bir başka olayla ilgili bir mahkeme kararının
yasalaştırılması ile oluştuğu anlaşılan 43. Maddede ise hüküm farklıdır:
Eğer bir adam akıntıya kapılıp boğulmamak için bir sığırın kuyruğuna yapışıp kenara
çıkmaya çalışırken, başka birisi o adamı iterek sığırın kuyruğuna kendisi yapışır ve o adamın
boğulmasına yol açarsa, ölen adamın vârisleri, bu kişiyi hizmetkâr olarak alırlar.
Bu iki madde arasındaki farklı düzenlemede, açık bir şekilde ifade edilmese ve bir ilke
şeklinde ortaya konmamış olsa bile, sanki şöyle bir hukuk mantığı izleniyor gibidir: Bir kişi,
sonucu istememiş olmasa da, eğer sonucu öngörerek ve bilerek bir başkasının ölümüne yol açmışsa
o zaman cezasını kendisi çekmekte; fakat, kazaen (sonucu istemeden ve öngörmeden) birisinin
ölümüne sebep olmuşsa, cezasını oğlu çekmektedir. Yâni, birinci durumda kişinin bilinçli olarak
yaptığı suç fiilinin cezasını bizzat (bedenen) çekmesi istenmekte; ikinci durumda ise sanki
tazmînât ödeyerek kurtulma imkânı tanınmaktadır. Çünkü, başka yerlerde de çeşitli vesilelerle
açıklamaya çalıştığımız gibi, o devirlerin mantalitesi içinde, çocuklar birer fert olarak değil, aile
reisinin diğer malları gibi bir varlık olarak mülâhaza edilmektedir. Eğer bu tesbitimiz doğru ise,
böyle bir ayrım yapılmış olması, içinde bulunulan tarihî dönem dikkate alındığında, son derece
takdire şayandır.
Daha sonraki dönemlerde, "cezanın şahsîliği ilkesi" ile bağdaşmayan bu nevî
uygulamalardan önemli ölçüde vazgeçildiği ve cezaî sorumluluğun suçlunun şahsı ile sınırlandığı
anlaşılmaktadır.
Diğer yandan, Hitit hukuku, ilâhların gazabını önlemek için, dînî bâzı suçlarda ilâhlara
kurban sunulması gibi cezalar da öngörmektedir. Hattâ, çok eski devirlerde, bu nevi suçları
işleyenlerin bizzat kendilerinin de ilâhlara kurban edilmesi uygulaması mevcutken; sonraları,
insan, kurban etmekten vazgeçilmiş, hayvan kurban etmekle yetinilmiştir. Meselâ, bir çobanın
ilâhlara adanmış kutsal bir mekânda hayvanlarını otlatması durumunda; ilâhların hukukuna
tecavüz ettiğinden dolayı, onların muhtemel gazabından toplumu korumak için, çoban ve
hayvanlarının ilâhlara kurban edilmesi yoluna gidiliyordu.
Hitit Hukukunda Ölüm Cezasını Gerektiren suçlar: Bu gibi suçlar ve cezaları için,
"başın suçu"; "o ölsün!"; "o affedilmesin!" gibi ifadeler kullanılmaktadır. Bunların, başında, kralın
105
veya yüksek devlet görevlilerin ve mahkemelerin kararlarına karşı çıkmak, onları tanımamak
gelmektedir. Sarayın kapısındaki bronz mızrağı çalmak [muhtemelen, bu mızrak, kralın kudretini
temsil eden bir semboldü]; bir koyun veya sığırla cinsel ilişkiye girmek gibi suçlara da ölüm cezası
verilmektedir. Ayrıca, evli bir kadının zina etmesi, "hurkel" denen ve "iğrenç bir eylem" olarak
tanımlanan çok yakın akraba sayılan kişiler arasındaki cinsel ilişkiler, de ölümle
cezalandırılıyordu. Tanrılar ve tapınakla ilgili suçlar, büyücülük yapmak, kölelerin sahiplerine
karşı gelmeleri de idam cezâsını gerektiren suçlardandı.
a. Cinayet
Kadîm dönemlere doğru gidildikçe intikam ve kısas uygulamalarının yaygın olduğu
görülür. Suçlu, mağdura veya yakın hısımlarına teslim edilir; intikamı onlar alır, hükmü onlar infaz
ederdi. Hattâ, kısas cezası sadece insanlara değil, hayvanlara da uygulanırdı. Eski Hitit Krallığı
dönemi krallarından Telipinu'nun (1535-1510) fermanında kan dâvası/intikam uygulaması açıkça
görülmekte:
- "Her kim bir kan dökme suçu işlerse, 'kanı dökülen asinin sahibi' ne derse o yapılır. Eğer
"ölsün" derse, öldürülecektir; fakat eğer "tazmin etsin" derse, tazmin edecektir: Kral bu karara
karışmayacaktır."
Dikkat edilirse, suç, cinayet fiili, topluma karşı değil., o kişinin yakınlarına karşı işlenmiş
bir suç olarak değerlendirmekte; böyle olunca da, onların mâruz kaldıkları işgücü kaybını telafi
edecek bir para ödenmesi, köle verilmesi veya bizzat katilin veya oğlunun mağdur aile tarafından
köle olarak kullanılması durumunda kaybın telafi edileceği düşünülmektedir. Nitekim, bu kadîm
dönemlerden asırlar sonra, Ortaçağ Avrupa'sında bile, suçun, toplumun güvenliğine ve o toplumda
yaşayan insanların hak ve özgürlüklerine karşı bir eylem olarak değil, ilgili ferde verilen bir zarar
olarak değerlendirildiği; böyle anlaşılınca da o kişinin öç alma hakkının da en uygun cevap olarak
görüldüğü anlaşılmaktadır. Hitit kralı III. Hattuşili'nin (1275-1250), Bâbil kralına yazdığı
mektupta bu durumu şöyle açıklar:
- "Hattuşa ülkesinde ölüm cezası verilmez. Eğer olay balın kulağına giderse, olayın
üzerine gidilir, kâtil yakalanır ve kurbanın yakınlarına teslim edilir, katil öldürülmez... Kurban
yakınları tazminat olarak gümüş kabul etmezlerse, katili köle yapabilirler..."
Hitit Kanunları, hür kişiler arasındaki, cinâyet vak'alarında öldüren kişinin tazminat
ödemesini öngörmektedir. Öldürülen kişinin köle olduğu durumlarda tazmînât miktarı hür kişinin,
yarısı kadardır. Bir kimseyi kasden öldüren kişi, ölenin akrabalarına fidye olarak dört köle vermek
zorundadır. Cinayet işleyen kişi, köle bulamadığı takdirde kendisi ve/veya çocuğu da karşı tarafın
kölesi olabiliyordu. Eğer, öldürülen şahıs köle ise, fidye sayısı iki köledir. Kazaen veya tedbirsizlik
ve ihmalle hür bir kişinin ölümüne yol açan kişi, kasdî adam öldürmedeki fidyenin yarısını öder:
iki köle. Cinâyet, toplu bir kavgaya karışma neticesi vuku bulmuşsa, ödenecek fidye bir köle'dir.
Kasten adam öldürme ile, öldürme kastı olmadan kazaen veya kasdı aşan bir şekilde ölümün vukuu
arasında dikkatli bir ayrım yapıldığı görülmektedir.
Diğer yandan, Hitit ülkesinde uygulanan kanun hükümleri böyle olmakla beraber,
İmparatorluğa bağlı eyaletlerde yerel örf ve âdetlere göre hareket edilmesi yolunda da kraliyet
106
emirnameleri bulunmaktadır. Söz konusu fermanlarda, yetkililere, adalet dağıtırken yerel örf ve
âdetleri de göz önünde tutmaları, yasada cinayet olaylarında diyet öngörülüyor olsa bile, eğer
taşrada öteden beri ölüm cezası uygulanıyorsa veya sürgün cezası veriliyorsa o cezâların verilmesi
yoluna gidilmesi emrediliyordu.
- Eğer herhangi bir kişi... bir erkeği veya bir kadını öldürürse, ... ölenin sahibine dört
insan(köle) vererek telâfi eder ve böylece suçu evinden uzaklaştırır [o (ölenin mirasçısı) onu
serbest bırakır (?)]. [m. 1].
Hitit yasalarındaki maddelerin sonunda sıkça görülen, "böylece suçu evinden uzaklaştırır"
ve "o onu serbest bırakır" ibarelerinin ne anlama geldiği tartışmalı ise de, belki şöyle bir yorum
getirilebilir: İntikam ve kan dâvası esasının câri olduğu bir dönemden, yargılamanın bir kamu
organınca yapıldığı ve önceden belirlenmiş bir yasa hükmünün uygulandığı döneme geçiş şüphesiz
bir hamlede olmamıştır. Uzun süre, bu iki uygulamanın birbirine karıştığı durumlar olmuştur.
Öldürülen kişilerin yakınları, bizzat intikam almak için suçluyu kontrolleri altında
bulundurmaktaydı. Devlet organları da cinayet işleyen kişiyi yakaladıklarında, cezalandırmaları
için, maktulün yakınlarına teslim etmekteydi. Yasaların bu hükümleri ile, öngörülen tazmînâtın
ödenmesi hâlinde, mağdürun yakınlarının bu intikam uygulamasına ve bu amaçla suçluyu
kontrolleri altında tutma durumuna son vermelerinin kastedildiği düşünülmektedir. Bu ödeme
yapıldıktan sonra, artık hem suçlu, hem de onun ailesi sorumluluktan kurtulacaklar ve intikam
uygulamasına konu olmayacaklardır.
- Eğer herhangi bir kişi, elinin bir hareketi sonucu, özgür bir erkeğe veya kadına vurur ve
o kişi de ölürse, ona (ölenin mirasçılarına) iki insan vererek telafi eder ve o (vefat edenin
mirasçıları) onu serbest bırakır.?
Bu hükümde, yer alan "eli günah, işlerse"; "elinin neden olduğu bir hareketle ölüme yol
açma" ifadesiyle, öldürme amaçlı olmadan, kasdı aşan bir davranışla ölümün gerçekleşmesi
durumu kastedilmektedir. Öldürme kastı olmadığı için de ödenecek tazminat yarıya indirilmiştir.
O dönemlerde, amaçlanmayan davranışlar için, "elinin denk gelmesi, elinin kayması" gibi ifadeler
kullanıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim, İbranî hukukunda da aynı durum benzer bir kavramla ifade
edilmektedir: "Kasden olmayıp, eline Allah rasgetirdi ise, onun sığınması için bir mahal tâyin
edeceğim..." (Tevrat/Çıkış: XXI/13).
Kazaen öldürülen kişinin köle olması durumunda ödenecek tazmînât, kölenin sahibine bir
köle vermektir. [m. 4].
İmparatorluğun son dönemlerine ait bir düzenlemede, adam öldürme suçunun, önceden
tasarlanarak (taammüden); kavga sonucu ve kazayla işlenmiş olmasına göre üç farklı durumda ele
alınıp, cezâsının da buna göre belirlendiği anlaşılmaktadır. Bir tüccarın katli halinde, suçun
soygunculuk maksadıyla mı, kavga esnasında mı, yoksa hatâen mi işlenmiş olduğu araştırılıp ona
ceza verildiği anlaşılıyor [m. III]. Eğer öldürme fiili nefsi müdafâa neticesinde vukû bulmuşsa,
kanun, bunu nazarı itibâra alıyor ve cezâyı hafifletiyor [m. l74].
Cinayet vak'alarında Hitit hukuk mantalitesi oldukça farklı bir bakış açısı sergiler. Kısas
değil, diyet esasını benimsemesi dışında, belki en az onun kadar önemli bir başka husûs da diyet
107
(kan bedeli) anlayışındaki farklılıktır. O devirlerde, hattâ günümüzde bile kan bedeli dendiği
zaman, bundan neyin kastedildiği sorulduğunda hemen herkes, "öldürülen kişinin akan kanının
bedeli" gibi bir açıklama getirmektedir. Halbuki, bu konudaki Hitit yaklaşımı çok farklıdır.
Hititler, kan bedelinden, öldürülen kişinin kanının bedelini anlamamakta; tâbir caizse bu konuyu
artık bir yerde kapatmak isteyerek; bir başkasının ölümüne yol açan kişinin de kanının dökülmesini
önlemek için bulunan bir yol, yâni "failin dökülmesi söz konusu olan kan'ının bedeli"ni
anlamaktadırlar. Arada çok önemli bir mantalite farkı vardır. Birinde dökülen kanın hesabı
yapılmakta, sanki bundan bir yarar sağlanması, "durumdan çıkar sağlanması" gibi bir hesap da
sezilirken; diğerince ise, akması gündeme gelen kanın akmasını önlemek için bir bir çâre olarak,
katilin kanını dökmeye hazırlanan tarafın intikam hissini bir şekilde bastırma ve ödenen bu bedel
sayesinde, neredeyse dökülmesi muhakkak olan bir kan dökülmesi eyleminin satın alınması
anlayışı söz konusu olmaktadır. Bu ikinci anlayış, elbette, birinciden daha incelmiş ve sofistike bir
bakışı ifade etse gerektir.
Ancak, burada bir noktaya daha işaret etmek gerekir ki, cinayet veya diğer suç
durumlarında olayın tazminatla geçiştirilmesini her zaman hukukta ileri bir adım olarak
değerlendirmek acaba doğru olur mu? Bu durum, en yakınlarının hayatlarına bile fazla değer
vermemenin ve bu durumu bir kazanç edinme yolu olarak değerlendirmek istemenin bir sonucu
da olabilir. Diğer yandan, o meşhur misaldeki, diyet bedelini ödeme bakımından hiç
zorlanmayacak, "al sana bir takat daha, üstü kalsın" deme konumundaki, kişilerin büyük bir
umursamazlık ve pervasızlık içinde bu suçları işlemelerine de fırsat verebilir.
b. Fâili Belirsiz Soygun ve Cinayet Suçlarında Kollektif Sorumluluk
Hitit hukuku, şahıslara karşı işlenen bâzı suçların faillerinin yakalanamaması durumunda,
suçun işlendiği yerin sahibini veya o yerleşim yerindeki halkı hukukî bakımdan sorumlu tutmuştur
[m. 6, 72]. Meselâ, tüccarların seyahat güzergâhları üzerindeki yerleşik halk tüccarların
güvenliğinden sorumlu tutuluyor, bu sorumluluklarını yerine getiremedikleri durumlarda ciddî
tazminatlar ödemeye mahkûm ediliyorlardı. Keza, bir beldede fâili meçhul bir cinayet işlenmişse,
suçun işlendiği mahaldeki halk, öldürülenin mirasçılarına karşı sorumlu tutulduklarından, bir
tazminat mahiyetinde olmak üzere, öldürülen şahsın ailesine belli miktarda arazi verme
mükellefiyeti altına giriyorlardı. Bâzı dönemlerde ise, öldürülen kişinin cesedi kimin tarlasında
bulunmuşsa o kişi belli miktarda bir tazminat ödemekle mükellef tutulmuş; arazinin sahipsiz
olması durumunda ise, belli mesafe (4,83 km) içindeki yerleşim birimi (köy, kasaba) halkı belli
bir tazminat ödemek zorunda bırakılmıştır. Bu yarıçapın dışında kalan yerleşim yerleri ise sorumlu
tutulmaz; bu durumda, öldürülenin vârislerinin tazminat talep etme hakları ortadan kalkardı. Buna
benzer bir uygulama, İslâm Hukukunda, "kasâme " adıyla mevcut bulunmaktadır. Bâbil hukuku
anlatılırken bu konuda da bilgi verilmişti.
c. Yaralama, Dövme
Hitit Hukuku, dövme, yaralama ve sakatlama fiilleri için de çeşitli tazminat miktarları
belirlenmişti. Ayrıca tedavi masraflarını ödemek ve işten kaldığı günler için de karşı tarafa, onun
yerine iş yapacak kimse temin etmek gibi cezalar verilirdi:
108
- Eğer herhangi bir kişi özgür bir insanın kolunu veya bacağını kırarsa, o kişiye yirmi şekel
gümüş öder…[m. 11].
- Eğer herhangi bir kişi kadın ya da erkek kölenin kolunu bacağını kırarsa, on şekel gümüş
öder...[m. l2].
Çocuk düşürtme fiili de suç sayılmış, kasdın olup olmaması durumuna göre muhtelif para
cezaları öngörülmüştür. Hamile bir kadının çocuğunu düşürmesine sebep olan kişi, hamileliğin
süresine göre artan miktarda bir tazminat ödemek zorundaydı; hür bir kadın için bu miktar daha
fazla tesbit edilmişti:
- "Eğer özgür bir kadının karnının meyvesini bir kimse attırırsa, eğer onuncu ayda olursa,
on şekel gümüş versin, eğer o beşinci ayda olursa, beş şekel gümüş versin, ve böylece suçu evinden
uzaklaştırır." [m.. 17].'
On sekizinci maddede, eğer mağdur köle ise, genel ilkeye uygun bir şekilde, ödenecek
tazminatın yarıya indirileceği belirtilmektedir.
d. Hırsızlık
Hitit Hukukunun, mülkiyet hakkına tecavüz, hırsızlık gibi suçlar için genellikle para
cezaları öngördüğü anlaşılmaktadır. Suçlu hem çaldığı şeyleri iade etmek, hem de çalınan şeylerin
mahiyetine göre değişen miktarlarda, genellikle üç misli tazminat ödemek durumunda idi. Eğer
hırsızlık fiilini yapan köle ise, hür bir kişinin ödeyeceği miktarın yarısı kadar tazmînât öderdi;
ancak, ilâve bir cezâ olarak burnu ve kulakları da kesilirdi. Eğer köle veya efendisi bu cezayı
ödemezse, o zaman köle, bu tazmînât miktarını karşılayacak kadar bir süre, malını çaldığı kişinin
işinde çalışmak zorundaydı.
En ağır cezalardan biri tanrılara ait malları çalan hırsızlara verilen cezâ idi. Buna karşılık,
kralın mülkü ile sıradan bir vatandaşın mülkü arasında bir fark görülmezdi. Hayvan hırsızlığında,
ödenecek tazmînât miktarı, çalınan hayvanın piyasa fiyatının beş on katı civarında idi:
- Eğer herhangi bir yetişkin bir öküzü çalarsa, eskiden on beş öküz verirdi, fakat şimdi on
öküz verir... [m. 63].
57. maddede, hayvan hırsızları için öngörülen cezâlar, çaldığını on beş misline kadar
çıkıyor, hattâ bu cezârun eskiden otuz kat olduğu belirtiliyor.
Bu hükümlerde, şöyle kafa karıştırıcı bir durum vardır. Yasa koyucunun. suçlunun ödeme
kabiliyetini hiç dikkate almadığı görülmektedir. Bunu nasıl îzah etmek gerekir? Hadi, mal varlığı
olan kişilerden bu cezâlar alınıyordu diyelim ama şu soruların ve tereddütlerin akla gelmemesi
mümkün değil: Meselâ, elli öküz tazminat ödeyebilecek kadar ekonomik gücü olan bir kişinin beş
öküz çalmaya kalkması ne derece mâkuldür? Bu kadar ekonomik gücü olan insanların normal
olarak hırsızlık yapmaları da pek beklenmez. İstisnalar tabii hariçtir ama yasa kurallarının istisnaî
durumlara göre değil, genel ve yaygın olan suç olguları esas alınarak tanzim edilmesi îcâbetmez
mi? Diğer yandan, hırsızlık yapan kişilerin neredeyse tamamının bu kadar yüksek tazmînâtları
ödeyemeyeceklerini düşündüğümüzde, acaba bu cezalara ödeyecek maddî imkânı olmayan
hırsızlara ne yapılıyordu? Yoksa, yüksek tazmînât ödemelerini öngören bu yasa hükümleri, sadece
109
caydırıcı bir amaç mı taşıyordu? Köle olarak mı satılıyorlardı? İbranî hukukunda, tazmînât cezâsını
ödeyemeyen hırsız, köle olarak satılırdı: "Hırsız çaldığının karşılığını kesinlikle ödemelidir. Hiçbir
şeyi yoksa, hırsızlık yaptığı için köle olarak satılacaktır''. (Çıkış: XXII/2-3).
Acaba öldürülüyorlar, mıydı?.. Hummurabi Kanunnâmesi'nde hırsızlık suçunun cezasının
esas îtibâriyle idam olduğunu ve yasada öngörülen tazminat cezasını ödeyemeyen hırsızlar için de
ölüm cezası ön görüldüğünü biliyoruz:
- “Eğer bir adam, hayvan veya gemi çalarsa; bunlar tanrıya veya saraya ait iseler çaldığının
otuz katı, müskinum'a ait iseler on katı tazminat öder. Bu tazmînâtı ödeyecek mal varlığı yoksa
öldürülür" [m.8].
Ancak, eğer böyle yapılıyor olsaydı, buna ilişkin bâzı yasa hükümleri de bulunmak
gerekmez miydi sorusu da orta durmaktadır.
Hitit hukukunda hırsızlık fiiline verilen cezaların, bâzı durumlarda, çalınan mahallin
korunaklı bir yer olup olmamasına göre ve çalınan şeyin miktarına göre de değiştiği görülmektedir:
- Eğer birisi, çitlerle çevrili bir bağdan bağ çubuğu çalarsa, eğer yüz çubuk ise, altı şekel
gümüş versin, böylece suçu evinden uzaklaştırır; ama eğer çitlerle çevrilmemiş bir bağ ise ve bâzı
bağ çubuklarını çalarsa, üç şekel gümüş versin. [m.108].
Hırsızlık filime teşebbüs halinde yakalananlara verilecek cezaya ilişkin bir düzenleme de
görülmektedir:
- "Eğer özgür bir adamı eşikte yakalarlarsa, evin içine henüz girmemiştir, on iki şekel
gümüş versin. Eğer bir köleyi eşikte yakalarlarsa, evin içine henüz girmemiştir, altı şekel gümüş
versin." [m. 93].
Bulduğu bir eşyayı, hayvanı sahibine iade etmeyen veya sahibini bulmak için bir gayret
göstermeyenler cebrî çalışma (angarya) cezasına çarptırılırlardı. Sahibinden kaçan bir hayvanı
nezdinde tutan kimse, bir hayvana karşılık on hayvan cezâ öderdi.
e. Zina ve Diğer Cinsel Suçlar
Hitit yasalarının, bu konuda, kadının evli olup olmamasına göre bir ayırım yaptığı
görülmektedir. Evli olmayan bir kadınla ve zor kullanılmayan cinsel ilişkiler konusunda
yasaklayıcı bir hüküm bulunmamaktadır. Buna karşılık, evli bir kadının, kendi rızası ile zina
etmesi ölüm cezasını gerektiren çok ağır bir suç olarak değerlendirilmektedir [m. 197]. Diğer
yandan, evli bir kadının, evinde bir başkası ile zina halinde yakalanması durumunda, kocanın her
ikisini de öldürmesine izin verilmiştir. Eğer koca, suçluları bizzat öldürmez de, saray kapısına
(mahkemeye) götürürse o zaman iki alternatif vardı. Eğer koca, ikisinin öldürülmesini isterse,
suçlular kral mahkemesine çıkarılır, yargılama sonucunda kral onları ya bağışlar ya da
öldürülmelerine karar verirdi:
- Eğer bir adam bir kadını dağda alırsa, suç adamındır ve o ölsün. Ama eğer onu evde alırsa,
suç kadınındır ve kadın ölsün. Eğer adam (koca), onları bulursa ve öldürürse, onun eylemi cezâya
değer değildir. [m.197]. Eğer onları sarayın kapısına götürürse ve derse "benim karın ölmesin.", o
110
zaman zina yapan erkeği de hayatta bırakır... Eğer derse "ikisi de ölsün" o zaman kral onları
öldürür, kral onları yaşatır. [m.198].
Eğer, erkek karısını bağışlar ve "karım ölmesin" derse, o zaman, karısının âşığı da
öldürülmezdi. Bu hükümle Hammurabi Kodu'ndaki aynı konuya ilişkin düzenleme, benzerdir:
- Bir adamın karısı başka bir adam ile basılırsa (suçüstü halinde) her ikisi de bağlanır ve
suya atılır; ancak, koca karısını, kral da kölelerini affedebilir. [m. 129].
Eğer zina fiili evde değil de kırda vuku bulmuşsa, kadının rızası olup olmadığını tesbit
mümkün olmadığından, evde veya bir yerleşim yerinde kadın bağırarak yardım çağırabilirdi, ama
kırda bağırmışsa bile belki kimse duymamıştır mülâhazasıyla, bu durumda sadece erkek, ölüm
cezasına çarptırılırdı.
Bâzı suçlara verilen cezalar konusunda tüm Ön-Asya toplumlarında müştereklik
görülmektedir. Bunlardan biri de bu konudur. Evli kadının zina etmesi durumu, tüm Ön-Asva
toplumlarında ölüm cezasını gerektiren bir suç olarak kabul edilmekte; kocaya suçluları ya bizzat
öldürme ya da mahkemeden öldürülmesini isteme hakkı tanınmaktadır. [Meselâ, Orta Assur
Yasaları, m. 15].
Birinci dereceden akrabalar yanında, diğer çok yakın sıhri akrabalarla (gelin, kayınpeder,
kayınvalide, üvey kız, baldız vs. ile) cinsel, ilişki de ensest ("hunkel") sayılır ve taraflar ölüm
cezasına çarptırılırdı. Hitit kralı I. Şuppiluliuma'nın (1380-1345) yaptığı bir antlaşmada şu ifadeler
yer almaktadır:
- "Hitit ülkesinde şu töreye/yasaya (şaklai) uyulur: Bir erkek, kız kardeşi ve kuzeni ile
seksüel ilişkiye giremez."
Bir kişinin kardeşi yaşarken onun eşiyle cinsel ilişkiye girmesi yasak olduğu halde; ölen
kardeşin karısını, erkek kardeşin veya babanın alması (“levirate” uygulaması) serbestti. Bir
oğulun, üvey annesi ile, babası hayatta iken cinsel birlikteliği de "hunkel" sayılırdı. Diğer yandan,
Hitit devletinin, kendi ülkelerinin dışında, idareleri altındaki devletlerin halklarının bu tarz
ilişkilerine müdahale etmedikleri, onların eskiden beri yapa geldikleri kendi geleneksel
uygulamaları neyse ona karışılmaması husûsunda valilere tâlimât verildiği anlaşılmaktadır:
- "Bu ülkelerde, eskiden beri yasak cinsel ilişkiler konusunda hangi cezâ uygulanıyorsa ona
devam etsinler; öldürüyorlarsa öldürsünler, sürgüne gönderiyorlarsa öyle yapsınlar. Arkasından da
şehri dinsel olarak arındırsınlar."
Dikkat çekici bir başka husûs da, Hitit hukukunda genel olarak cinsel suçlar, özellikle de
hayvanlarla cinsel ilişki konusunda çok sayıda hüküm bulunmasıdır: m. 187, 199, 200. Diğer
Yakın-Doğu ve Mısır dinlerinde de görüldüğü gibi, Hitit tanrıları da kişilerin cinsel hayatları ile
çok yakından ilgilidir. Atfedilen önem sebebiyle ve genellikle ölüm cezası ile
cezâlandırıldıklarından, bu nevî suçlar doğrudan Kral Mahkemesi'ne havale edilirdi. Bu durum,
Hitit toplumlunun bu konulardaki hassasiyetine yorulabileceği gibi, bu nevî suçların çok fazla
işlendiğine de işaret edebilir. Hayvanlarla cinsel ilişkiyi cezalandırma konusundaki gösterilen
gayret ve şiddet hayreti mûciptir. Cinayet işleyen birisi para cezasıyla kurtulabilir ama, bir koyunla
111
kendi çiftliğinin mahremiyeti içinde bile olsa ilişki kuran, bir kişi ölüm cezasına çarptırılırdı. Bu
durumun kültürel temelleri konusunda fazla bir şey bilmiyoruz. Bu çeşit ilişkilerin tanrıların
gazabına yol açarak tam toplum için felâkete yol açabileceğine dair inanç ve endişeleri bunda rol
oynamış olabilir. Olaya karışan hayvanların telef edilmeleri ve kişilerin de ya öldürülmeleri veya
tanrıların gazabını yatıştırmak için yerlerine bir hayvanın/kurbanın öldürülmesinin emredilmesi,
kişilerin ve toplumun maddi/mânevî kirlenmişliklerini giderme çabası olarak değerlendirilebilir.
Ayrıca, belki de, o devirlerde, biyolojik ve genetik bilgisinin yetersizliği sonucu, bu nevî
ilişkilerden, neidüğü belirsiz farklı ve tehlikeli bir canlı türünün ortaya çıkabileceğine ilişkin yanlış
bazı kabuller ve bâtıl inançlar da bu husûsta etkili olmuş olabilir. Muhtemelen, yine aynı gerekçe
ile, hilkat garibesi bir doğumun gerçekleşmesi ihtimaline karşı, bu işe karışan hayvanların, hemen
öldürülmesi emredilmektedir. Yasada, söz konusu suça konu olabilecek hayvanlar arasında beygir,
katır, köpek, domuz gibi hayvanlar zikredilmektedir. Bunlardan domuz ve köpekle "günah işleyen
kişi" öldürülür; ancak, kralın söz konusu kişi ve hayvanı affedebileceği de belirtilir; fakat,
affedilmiş olsalar bile bu kişilerin artık bir daha kralın gözüne gözükmemeleri gerekir [m. 199].
Beygir ve katıra tasallut edenlere cezâ verilmemekle beraber, bu kişilerin rahip olamayacakları
belirtilmektedir [m. 200], ki bu da dinî temizlikten mahrum ve kirlenmiş sayıldıklarını gösterir.
Bu bahiste, belki hepsinden daha da tuhaf bir husûs, Hitit yasa koyucusunun, nazarî olarak
bir insanın öküz veya domuz tarafından tecavüze uğramasını mümkün sayması ve buna ilişkin
olarak da bir hüküm ihdâs etmesidir. Bir kişinin domuzun tecavüzüne uğraması hâli için bir cezâ
konmamakla beraber; öküzün bir insana tecavüz etmesi üzerine çıkması durumunda ise, cezâ
olarak, öküz öldürülür, tecavüze uğrayan kişi ise öldürülmez; ancak, yerine bir koyun konarak o
kurban edilir/öldürülür [m. 199].
Mâhiyeti îtibâriyle mahfuz kalması ve bu kadar aleni hüküm ve değerlendirmelere konu
olmaması gereken böyle bir meseleye hukuk sisteminin, tâbir câizse kafayı bu kadar takması, Orta
Çağlarda Avrupa ülkelerinde bir toplumsal takıntı hâline gelen ve binlerce masum insanın diri diri
yakılmasıyla sonuçlanan “büyücü/cadı avı" uygulamalarını akla getirmektedir. Belki de, Hitit
toplumunda da bu konu, bâzı kişilerin kolayca itham ve mahkûm edilmelerinin bir aracı olarak
kullanılıyor, bâzı çevrelerce istismar ediliyordu.
Yasak cinsel ilişkiler bir yana, yasal eşle ilişkinin bile, tamamen yıkanıp temizlenene kadar
kişileri tanrılarla irtibat kurma bakımından uygun olmayan bir duruma soktuğuna inanılırdı.
Tapınak rahiplerinin evlenmeleri serbestti ama, karısıyla beraber olduktan sonra tamamen
temizlenmeden, kirli bir durumda tapınağa gelmeleri ve tanrıların huzuruna çıkmaları idamlık bir
suç sayılırdı. Bu durumda yasak cinsel ilişkiler konusunda gösterilen hassasiyeti ve bu durumun
tanrıların lanetini celbedeceği husûsundaki korkularını anlamak mümkündür.
f. Başka Bâzı Suçlar ve Cezâları
Kölelerin sâhiplerine karşı isyan etmeleri çok ağır bir suç sayılır, ateşte yakılma ile
cezâlandırılırdı.
Sihir yapma, büyücülük gibi faaliyetler de, Kral Mahkemesi'nde görülmesi gereken, en ağır
suçlardan sayılırdı. Bu işlerle uğraştıkları ispat edilenler, hür statüde kişiler ise para cezâsına; köle
iseler ölüm cezâsına çarptırılırlardı:
112
- Eğer özgür bir kişi bir yılanı öldürür ve bu esnada birinin adını söylerse, bir pound gümüş
ödeyecektir; eğer bu fiili bir köle işlerse, cezası ölümdür. [m. 170].
- "Eğer bir kimse büyü yapmak amacıyla kilden bir tasvir yaparsa, büyücülük suçunu
işlemiş olur, Kral Mahkemesinde görülür". [m. 111].
Askerden kaçmak da çok ciddî bir suçtu ve asker kaçaklarının tamamının saraya
bildirilmesi için garnizon komutanlarına kesin emirler verilirdi.
7. ULUSLARARASI HUKUK, SAVAŞ HUKUKU
Hitit devleti, çevrelerindeki devletleri üç farklı hukukî statüde değerlendiriyordu: Dostluk
antlaşması yapılan devletler; himaye altında bulunan devletler ve düşman devletler. Hitit kralıyla
dostluk antlaşması olmayan ülkeler düşman ülke sayılırdı. Dostluk antlaşması yapılan devletler,
Hitit devletine kıyasla çok zayıf devletler olsalar bile, eşit statüde sayılmış ve kendilerinden
"kardeş" diye bahsedilmiştir. Yapılan antlaşmanın, sonunda taraflar, her iki ülkelerin tanrıları
adına bu antlaşmaya sadık kalacakları hususunda yemin ederler ve antlaşmaya aykırı hareket eden
tarafın tanrıların linetine uğramalarını temenni ederlerdi.
Bir de Hitit devletine tâbi prenslikler ve site devletleri vardı ki, bunlar dış ilişkileri
bakımında Hitit devletine tabî idiler, başka ülkelerle ilişki kuramazlardı, Hitit İmparatorluğunun
dış politikası doğrultusunda hareket etmeye mecburdular. Büyük Kral, bu tabî devletleri dış
saldırılara karşı korurdu, buna karşılık onlar da talep edildiği takdirde İmparatorluk ordusuna asker
göndermekle mükelleftiler.
Hitit kültüründe savaş, kimin haklı olduğunu belli eden bir "tanrı mahkemesi'' olarak
görülüyordu. Daha önce de işaret edildiği gibi, o devirlerde savaşlar, sadece ordular arasında değil,
her iki tarafın tanrıları arasında da vuku bulan bir çatışma olarak değerlendirilirdi.
Hitit savaş hukukuna göre karşı tarafa yapılacak muamele, sulh yoluyla teslim olması veya
savaşarak tutsak edilmesi durumuna göre büyük farklılık gösterirdi. Savaşta silah zoruyla alınan
şehrin halkı, köle edilirdi. Bu olaya Hitit dilinde Dannattah, tutsak halka da yakalanmış anlamına
gelen apantaş adı verilirdi. Harpte alınan bu esirlerden bâzıları kralın askerî gücü arasına katılır,
bazıları tapınak hizmetlerine gönderilir, önemli bir kısmı da (Namra'lar) imparatorluğun ıssız
bölgelerinde mecburî iskâna tabî tutulurdu.
Bir şehri savaşarak teslim alan kral, yağmalama, tahrip dahil dilediğini yapabilirdi. Ele
geçirilen ganimetin bir kısmı da savaşa katılan beyler arasında taksim edilirdi. İşgal edilen şehrin
cezâ olarak tamamen tahribine karar verildiğinde, o şehrin tanrılarının gazabına yol açmamak için,
önce tanrıların heykelleri ihtimamla Hitit panteonuna taşınır, daha sonra şehir yerle bir edilir, tarla
hâline getirilir ve o arazi hava ve fırtına tanrısı’na adanırdı. Artık insanlar o mahalle yaklaşmaz,
değil ev yapmak, hayvanlarını bile otlatamazlardı.
Eğer düşman şehir, savaşmaz da sulhen teslim olursa, o zaman yağmadan ve yakıp
yıkılmaktan kurtulur; başındaki prens de yerinde bırakılır, tabî ve himaye altında bir prens
statüsüne girerdi.
113
Hititlerin savaş hukukunun, o zaman çevre ülkelerin hukuku ile kıyaslandığında ve hele
Assur'la kıyaslandığında çok insanî olduğu görülmektedir. Hititlerin savaş esirlerine iyi
davrandıkları, tutsaklara işkence yapmadıkları bilinmektedir. Gerçekten de, Hitit kralları; Asur
kralları, Mısır firavunları ve özellikle Îbranîlerde görüldüğü gibi, yaptıkları savaşları,
gerçekleştirdikleri kıyım ve yıkımları, ele geçirdikleri köle ve ganimetleri yücelten, bunları güç ve
kahramanlıklarının bir göstergesi gibi sunan bir yaklaşım içinde değillerdi. Saldırgan bir durumda
olmamaya çalışırlar; savaşma noktasına geldikleri devletin, barış şartlarını kabul etmesi ve bu
minval üzere bir barış antlaşması yapılmasını temin için gayret gösterirlerdi. Buna rağmen savaş
çıktığında da, savaşa, "tanrıların hakemlik yaptıkları bir oyun" olarak bakarlar; çatışmanın, âdil
olması için de savaşı belli kurallar içinde yapmaya gayret gösterirlerdi. Savaşa başlarken, haklı
olduklarını Tanrıları şahit tutmak ve onların öfkelerini düşman üzerine çekmek için dînî bir âyin
tertip ederler; taraf değiştirmeleri için, düşmanın tanrılarına niyazda bulunurlardı. Böyle olunca,
savaş sonunda mağlûp olan tarafın, artık tanrıların kararına saygı göstererek sonucu kabullenmesi,
galip tarafa itaat etmesi, artık isyan etmek gibi bir davranışa yeltenmemesi beklenirdi. Ortaya çıkan
bu ilâhî sonuca rağmen, mağlûp tarafın, barış antlaşması yapıldıktan sonra tekrar isyana
kalkışması, tanrıların hükmüne karşı bir başkaldırı olarak değerlendirilir ve şiddetle
cezalandırılırdı.
Bu yaklaşım içinde, Hititler, savaşta düşmanlarını silip yok etmeyi amaçlamaz; kendi
egemenliklerini kabul etmelerini sağlamayı, yeterli sayar; bu neticeye ulaştıktan sonra da, savaşıp
yendikleri komşu devletlerin krallarını, kendilerine bağlı bir bölge vâlisi/kral konumunda tutmaya
devam ederlerdi. Kendilerinin çok güçlü olduğu durumlarda bile, dış politikalarında, komşu
ülkelerin hükümdarlarını da kendi eşitleri olarak kabul eder, aralarındaki ilişkinin fırsatçılığa ve
hâkimiyet kurmaya dayalı bir ilişkiden ziyade; saldırmazlık antlaşmalarıyla belirlenen bir hukukî
statüde, barışçıl ve istikrarlı bir ilişki olmasını arzu ederlerdi. Bu meyânda, başta Mısır’la yapılan
Kadeş Antlaşması olmak üzere, komşu devletlerle bir çok barış antlaşması yapma yoluna gidildiği;
ve bu antlaşma metinlerinde kullanılan ifade ve üslûpların daha sonra Grek ve Roma
antlaşmalarında da emsal alındığı görülmektedir.
8. MAHKEMELER VE MUHÂKEME USÛLÜ
Kral ve kraliçe de dahil olmak üzere Hanedan mensuplarının yargılandığı "Pankuş Meclisi"
ile yargılamayı tapınak rahiplerinin yaptığı, özel teamülleri olan tapınak mahkemeleri hâriç
tutulursa Hitit'te üç derece mahkemesi bulunduğu anlaşılmaktadır. Kral Mahkemesi; Ayan
Mahkemesi, Aksakallar Mahkemesi.
Eski Hitit döneminde etkin bir kurum olan, Pankuş Meclisi (Asiller Meclisi) ve Tuliya adlı
kurul da, hanedan mensupları ve üst düzey yöneticileri yargılayan bir tür yüksek mahkeme işlevi
görürdü. Toplumdaki konumu ne olursa olsun herkes, suçlu olduğu takdirde mahkeme huzuruna
çıkarılırdı. Pankuş Meclisi Kralları ve kraliçeleri bile sorguya çekmek ve haklarında hüküm
vermek salahiyetini haizdi. Nitekim, yargılanıp mahkûm edilen kraliçelere ait kayıtlar
bulunmaktadır.
Adalet mekanizmasının en tepesinde, "Güneşi/Adalet Tanrıçası'nın vekili" konumundaki
Büyük Kral (Taberna) bulunurdu. Hitit devletinde, kralın, "baş yargıç" sıfatıyla önemli dâvalara
114
baktığı mahkeme "Kral Mahkemesi" olarak adlandırılırdı. Bu mahkeme, soylular ve yüksek
idarecilerle ilgili dâvâlara ve îdâm cezasını gerektiren suçlarla itham edilen hür vatandaşların
dâvalarına bakardı. Kral Mahkemesi bir tür üst mahkeme, temyiz mahkemesi durumunda idi. Bu
yüksek mahkemenin ardından, kral tarafından görevlendirilen kişilerden oluşan mahkemeler
gelirdi. Bunların dışında, her şehrin yaşlılarından oluşan kurallar, şehir/köy müfettişleri ve askerî
vâliler (auriyaş işhaş/bel madgaltı) de dâvâlara bakarlardı. Askerî valilere hitaben, kral tarafından
gönderilen bir fermanda adlî işlerin düzenlenmesi ile ilgili olarak şu emirler verilmektedir:
"Ayrıca, askerî vali, şehir müfettişi ve yaşlılar heyeti, dâvalar hakkında iyi karar versinler ve onları
halletsinler... Eğer bir kimse, tahta veya kil tablette mühürlenmiş olarak bîr dâvayı getirirse, askerî
vali dâvayı iyi bir şekilde karara bağlasın; ama eğer dâva çok kapsamlı ise, onu majesteye (Büyük
Kral'a) yollasın". Hitit Devletinin yönetimdeki en önemli kişilerden olan "bel madgaltı" denen ve
kralın özel olarak gönderdiği askerî valilerin, yerel mahkemelere nezaret etmek için bölge içinde
dolaşmak gibi görevleri de vardı. Ve bütün bu faaliyetlerinin sonuçlarını bizzat kralın kendisine
rapor etmek zorundaydılar.
Büyük Kral'ın bu “baş yargıç" konumu ve görevi o kadar ciddiye alınırdı ki, pek çok
durumda, muhakeme işini bizzat kendisi yürütürdü. O kadar devlet işleri arasında, bu gibi
konularla bizzat ilgilenmeye nasıl vakit bulabildiği gerçekten hayret verici bulunmaktadır.
[Yasalara göre, ağılda tutulması gereken, boynuzlama âdeti olan bir boğayı ağılda tutmamak,
yaklaşık 100 kilo kadar kereste çalmak gibi suçların bile Kral Mahkemesine havale edildiği
görülmektedir ki, bugün bize çok basit suçlar olarak gözüken bu fiiller demek ki o zaman çok
önemli görülmekteydi]. Ayrıca, vasal devletlerin yöneticileri arasında vuku bulan anlaşmazlıklar
hakem olarak onun önüne getirilirdi. Diğer yandan, alt mahkemelerin verdikleri kararlara karşı
temyiz başvurulan veya alt mahkemelerin kendi yetkilerini aşan konularda dâvanın Kral tarafından
görülmesine karar verdikleri dâvaları, yine o hallederdi.
Alt mahkemelerin suçluyu ölüme mahkûm etme yetkisi bulunmadığından, ölüm cezasını
gerektiren ağır suçlar Kral Mahkemesi'ne havale diliyordu. Meselâ, büyücülük böyle bir suçtu;
kezâ yasaklanmış cinsel ilişkiler (ensest) de bu nevî suçlardandı. Herhalde, Kral Mahkemesinde
görülen bu dâvâlara, bir çok durumda, Kral adına onun yetkili kıldığı hâkimler bakıyorlardı. Kral
ailesine mensup kişilerin ve özellikle kraliçenin ("tavannanna” nın) kral adına bâzı dâvalara
baktıkları ve hüküm verdikleri görülmekte. Diğer yandan, herkes, adaletsiz olduğunu düşündüğü
bir kararı temyiz için Büyük Kral'a (Kral Mahkemesine) başvurabilirdi.
Adlî sistem, ve işleyişi ile ilgili bilgilerimiz oldukça sınırlı. Ayan Mahkemesi, krallık
memurlarıyla, valilerin, ve bunlar derecesindeki komutanlarla ilgili dâvalara bakardı. Bir de
Aksakallar Mahkemesi (" Yaşlılar Kurulu") durumundaki "Kral Kapısı Mahkemesi" veya "Saray
Kapısı Mahkemesi" olarak adlandırılan ve geniş bir suç yelpazesinin görev alanına girdiği genel
mahkemeler vardı. Anlaşmazlıklar, eyaletlerin merkezince bulunan bu Aksakallar Mahkemesi’nin
önüne getirilirdi. Devlet mahallî ihtilafların çözümünü yerel organlara bırakır, bunlara doğrudan
müdâhil olmazdı. O mahaldeki kralın yetkili yöneticisi, yerel organlarla işbirliğine giderek ihtilafın
giderilmesini sağlamaya çalışır; yargılama, şehir komiseri ve şehrin Yaşlılar Kurulu'nun
huzurunda icrâ edilirdi.
115
Şef, "Kan'ın sahibi" idi ve aile bireyleri arasında işlenen suçlarda da hükmü o verirdi.
Ülkenin kırsal yörelerinde adalet işleri, muhtemelen, önde gelen ailelerin reislerinden, zengin
toprak sahiplerinden oluşan İhtiyar Heyeti tarafından yürütülürdü. Küçük dâvalar, muhtemelen,
tümüyle yerel kurulların yetkisine bırakılmıştı. Yerel heyet, Hitit ülkesindeki adlî teşkilâtın en ait
düzeyini temsil ederdi. Bölge yöneticisi., bu yerel heyetin verdiği kararlara karşı temyiz mercii
işlevi de gören daha yüksek bir adlî konumda bulunuyordu.
Bir de lu-Dugud denen ve kral tarafından atanan ve onun adına yargılama yapan adlî
görevliler (“sulh hâkimleri") vardı. Bunların kararları nihaî ve kesindi. Bunların kararlarına karşı
çıkmak idam cezasını müstelzimdi. Kralın verdiği bir karara karşı çıkan kişinin ise tüm hanesi yok
edilirdi. [m.173]. Suçun konusunun ne olduğu dikkate alınmıyor, bizatihi karara karşı çıkmak bu
cezanın verilmesi için yeterli sayılıyordu, ki bu ceza Hitit hukukundaki nâdir ölüm cezalarından
biridir. Böyle ağır cezaların konmuş olmasının, halkın kendilerinden müşteki olması üzerine alınan
ve yapılan haksızlıklara son verilmesini isteyen mahkeme kararlarına karşı direnmeye
yeltenebilecek yerel mütegallibenin, bu kararların gereğini yapmaktan kaçınmalarını önlemeye ve
halkı korumaya dönük olduğu anlaşılmaktadır.
Genel valilerin ve garnizon komutanlarının da bâzı adlî görev ve sorumlulukları
bulunuyordu. Valilerin ikinci mühim görevleri adaletin dağıtılması idi. Genel vâlilerin de, Büyük
Kral'ın vekilleri olarak onun adlî görevlerini yüklendikleri anlaşılıyor. Şehirler ve bölgeler
arasında seyahat eden tüccarların saldırı ve soygun gibi olaylarla sık sık karşılaştıkları,
mahkemelerde görülen dâvalarla ilgili kayıtlardan anlaşılmakta. Farklı eyaletleri ilgilendiren
ihtilaflarda, bölge valilerinin ve Büyük Kral'ın devreye girdiği anlaşılıyor.
Hâkimlerin görevlerini yaparlarken âdil ve tarafsız olmalarına çok önem verilirdi. Elimize
geçen kraliyet fermanlarında bu konuda verilen emir ve direktifler bunu teyid etmektedir. Kral II.
Tuthaliya (M.Ö. XIV. Asır), hâkimlere, yargılamada bulunurken nelere dikkat etmeleri, gerektiği
hususunda şu talimatları vermekte, hüküm verirken eşit ve tarafsız davranmaları, rüşvet
almamaları, en basit armağanları bile kabul etmemeleri konusunda onları uyarmaktadır:
- "Ülkenin hukuk sorunlarıyla ilgili karar verecek olan sen, kararını iyi ver. Ekmek ve bira
uğruna, (kararlarını) onun (suçlunun) hanesi, biraderi, karısı, bir aile üyesi, sülalesi, hısım ya da
dostları lehine çevirme. Karar veremediğin bir dâvayı efendin kralın önüne getir ki kararı Kral
versin."
Büyük Kral, sınır komutanlarının görevlerine ilişkin yayınladığı talimatnamede şu
direktifleri veriyor:
- "Hangi kente dönerseniz dönün, kentin bütün insanlarını toplayınız. Her kimin bir dâvası
varsa, onun hakkında karar veriniz ve onu memnun ediniz. Eğer bir kölenin, veya hizmetkârın
veya yaşlı bir kadının bir dâvası varsa, hakkında karar veriniz ve onu memnun ediniz. Basit bir
dâvayı zorlaştırmayınız. Zor bir dâvayı da basitmiş gibi göstermeyiniz. Doğru olanı yapınız."
Diğer yandan, onların bu görevlerini yerine getirirken yerel yetkililerle işbirliği yapmaları
da istenmekte:
116
- "Artık garnizon komutanı, belediye başkanı ve yaşlılar beraberce adaletin uygun şekilde
yerine getirilmesini sağlayacaklar ve halk dâvalarını getirecek.”
Ayrıca, görevlilere, adalet dağıtırken o yerin mahallî örf ve âdetleri de göz önünde
tutmaları, yasada cinayet olaylarında diyet öngörülüyor olsa bile, eğer taşrada öteden beri ölüm
cezâsı uygulanıyorsa veya sürgün cezası veriliyorsa o cezaların verilmesi yoluna gidilmesi
emrediliyordu.
Kral IV. Tuthaliya'nın valilere, gönderdiği bir fermanda da, "haklı bir dâvayı
kaybettirmeyin ve haksız bir dâvayı kazandırmayın!.. Muktedir olamadığınız dâvaları Kralın
huzuruna getirin, ona bizzat kral rü'yet eder” denilmektedir.
Elimize geçen, bâzı zimmete geçirme ve görevi sûistimâl dâvalarıyla ilgili son derece
ayrıntılı soruşturma tutanakları, o dönemlerden çok sonra bile Şark toplumlarında örneği
görülemeyecek ölçüde bir ciddiyyet sergilemektedir. Yargılama sürecinin mâkul bir süre içerisinde
neticelendirilmeye çalışıldığı, suçlama veya savunmaya ilişkin olarak çok sayıda tanığın çağrılıp
dinlendiği ve ifadelerinin kayda geçirildiği görülmektedir. III. Hattuşili (1267-1237) döneminde,
üst düzey bir tapınak görevlisine karşı, zimmet ve görevi ihmâl suçlamasıyla açılan bir dâvânın
zabıtları, söz konusu dâvada en az otuz sanığın ifadesine başvurulduğunu tesbit etmekte. Mahkeme
tutanaklarından, sanıkların kendilerini savunmalarına imkân verildiği, savunmalarının
kesilmediği, delil ve tanıklar sunmaları hususunda bir sınırlama getirilmediği; sanıkların,
kendilerini savunurlarken mantıkî ve edebî bir üslûp kullanmaya gayret ettikleri ve hitabet
teknikleriyle hâkimleri etkilemeye çalıştıkları anlaşılmaktadır. Bu nevî usûle ilişkin
uygulamalarda da, diğer konularda olduğu gibi, Mezopotamya hukukunun tesiri açıkça
hissedilmektedir.
Verilen kararlara karşı gelmenin suçu çok ağırdı. Kral Mahkemesinin kararına karşı gelen
kişi hane halkı ile birlikte yok edilir, kralın görevlendirdiği kişinin kararına karşı çıkanın ise başı
kesilirdi. Kral Mahkemesi veya diğer mahkemelerce verilen karara uymayan, karşı çıkan kişiye bu
kadar ağır müeyyidelerin uygulanması, sıradan insanlardan ziyade, bu insanları ezen mütegallibe
zümresinin mahkeme kararlarını umursamazca tavır takınmalarını önlemeye dönük olduğu
söylenebilir. Çünkü sıradan bir insanın Krala veya onun görevlendirdiği bir mahkemenin kararına
karşı çıkması düşünülemez. Ancak, halkı ezen sınıf, yaptıkları bu zulümleri engellemeye dönük
mahkeme kararlarına karşı direnmeye teşebbüs edebilirler. İşte bu çeşit ağır cezalarla bu zümrenin
kanun dışı bir çizgiye girmelerinin önü alınmak istenmiş olsa gerek.
Bu arada, hapishane müessesesi ve uygulamasının olup olmadığı husûsunda da kısaca bilgi
vermeye çalışalım: Hapis cezası, ilke itibariyle, tüm Yakın-Doğu ülkelerinde bilinen ve uygulanan
bir cezalandırma uygulaması değildi. Hiç bir yasa metninde bu konuda bir hüküm
bulunmamaktadır. Hapishaneler o devirde, insanların cezalarını çekmek için kullanıldıkları bir yer
olmayıp, soruşturma ve karar verme aşamasında zanlıyı muhafaza etmek veya eğer suçlu
bulunmuşsa, infaza kadar tutmak için kullanılmaktaydı. Anadolu'da hapishane kurumu ile ilgili ilk
kayıtlar, Asur ticaret kolonileri ile ilgili metinlerde görülmekte. Fakat, hapishaneye Hitit
kayıtlarında pek az rastlanmakta. Eldeki tabletlerden edinilen bilgilere göre, Eski Krallık
117
Dönemi'nde (1380-1200), başkent Hattuşa'da bir devlet hapishanesinin mevcut olduğu, başkent
dışında da hapishanelerin bulunduğu anlaşılmaktadır.
V. KADÎM MISIRDA HUKUK
Dikkat et!... Bak ne Saruların tarafını tut ne de insanları köle hâline getir!.. Yukarı ve Aşağı
Mısır'dan bir şikayetçi geldiği vakit, her şeyin kanuna göre yapılmasına ve herkesin hakkını elde
etmesine nezaret etmek sana aittir.... Şikayetçiye cevap verirken kanun ve kaideye göre hareket,
bir Sar için emniyettir. Hükmedilen adam 'benim hakkım verilmemiştir' dememeli... Allahı seven
adaleti yerine getirendir. Allahın nefret ettiği şey bir tarafı iltizam etmektir, buna göre hareket et,
seni bilene ve bilmeyene aynı gözle bak.
[Göreve yeni atanan bir vezire Firavun'un yaptığı nasihatten]
A. TARİH, TOPLUM, DEVLET
Kadîm Mısır, tarihin kaydettiği en eski ve uzun süreli medeniyetlerden ve devletlerden
biridir. O bakımdan, burada verilecek bilgiler çok genel nitelikte olacak, zaman zaman da bütün
bu dönemleri kapsamayan, belli dönemler için geçerli bir özellik taşıyacaktır.
1. TARİH
Mısır'da, M.Ö. 4000 yıllarından îtibâren yerleşik tarımsal üretime geçildiği
anlaşılmaktadır. Aile, klan, köy şeklindeki yerleşim birimlerinin birleşerek Site hâlini almaları ise
M.Ö. 3500'lere kadar uzanmaktadır. Bu tarihten îtibâren feodal siyasî yapılanmalar küçük
krallıklara dönüşmüşler, bâzı dönemlerde de siyasî birlik sağlanarak tek bir krallık hâlinde
yönetilmiştir. Çok kadîm dönemlere ait yerleşim bölgeleri bugünkü şehirlerin ve ekilip biçilen
tarım arazisinin altında, Nil milinin derinliklerinde yatmaktadır. Bu coğrafyada milâttan önce üç
bin iki yüzlere kadar giden erken bir tarihte güçlü bir merkezî devlet kurulmuş bulunuyordu.
Tahmin edileceği gibi, bu kadar eski devirlere ait tarihî bilgiler, bu çok genel bilgilerin
ötesine geçildiğinde, bilimsel verilerle desteklenemediği ölçüde, efsânevî ve rivayetlere dayalı bir
nitelik taşımaktadır. Grek tarihçisi Diodorus Siculus'un (M.Ö. 90-21) naklettiğine göre, "Tanrıların
yönettiği dönemin ardından, Mısır'ın ilk kralı olan Menes dönemi başladı (takriben, M.Ö. IV.
Milenyumun başları)". İlk kral olmasının yanı sıra daha pek çok ilk de Menes'e atfedilmektedir:
Mısır'da mevcut bütün kabilelerin etrafında toplandığı, ve onlar arasında yasaya dayanan bir
yönetim kuran "ilk büyük ced") ülkede siyasî birliği sağlayan "ilk firavun" ve özellikle bizi
ilgilendiren yönüyle, Mısır'ın "ilk yazılı kanun koyucu"su. İşte bu tarihî dönemlerden, Perslerce
ele geçirildiği M.Ö. 525 yılına kadar firavunların devleti iki bin beş yüz yıl ayakta kaldı. Firavunlar
Öncesi Dönem (M.Ö. IV. milenyumun başına kadarki dönem) hariç tutulursa, bu dönemi tarihçiler,
bâzı ara dönemlerle birlikte, esas îtibâriyle beş devreye ayırırlar: Erken Hanedanlar Dönemi; Eski
Krallık (2900-2270); Orta Krallık (2000- 1800); Yeni Krallık (1550-1100); Geç Dönem (710-670).
118
Daha sonra Assur İstilâsı (M.Ö. 670'ler); Pers Dönemi (525-332); İskender (Grek) ve Roma
Dönemi (M.Ö. 332- M.S. 395); Bizans Dönemi (395-638) ve İslâmî Dönem gelmektedir.
Coğrafî konumu îtibâriyle Mısır, dış istilâlara uğrama bakımından, etrafının aşılması güç
çöllerle çevrili olması hasebiyle oldukça avantajlı bir konumda bulunmasına rağmen, yine de
birkaç dış istilâ ile karşılaşmıştır. M.Ö. 1710'larda Mısır, Hiksos'ların saldırı ve işgaline uğradı.
İşgal güçlerine karşı direniş bir buçuk asır kadar sürdü. Bu durum Mısır'ın militarist bir sisteme
dönüşmesine yol açtı. Toprak sâhibi sınıfın etkinliği azaldı, kral ve askerler, hiyerarşik aristokrasi
ve yabancı paralı askerlerin etkinliği arttı. Mısır savaş ve fetih peşinde koşan istilacı bir güce
dönüştü. İşgal güçlerine karşı savaşın oluşturduğu bu militarist yapılanma, şimdi kendi savaşlarını
oluşturma peşindeydi.
Mısır'da firavun medeniyetinin izleri belli ölçüler içinde Bizans dönemine kadar sürmüştür.
Persler ele geçirdikleri ülke halkının kültürel hayatlarına karışmazlardı. Onun için, özgün Mısır
kültürü, milâttan önce altıncı asrın ortalarındaki bu istilâdan fazla etkilenmedi. Eski Mısır hukuk
düzeni İranlıların işgalinden sonra da sürdürüldü. Hattâ, İran şehinşâhı Dârâ, Mısır kültürüne
gösterdiği bu tolerans dolayısıyla Mısırlılar tarafından da bir kanun koyucu olarak kabul edildi.
İskender Mısır'ı Persler'den aldı, Mısır halkının kendisini bir kurtarıcı olarak karşıladığı söylenir
(M.Ö. 332). Üç asır kadar süren, İskender sonrası Makedon/Grek dönemini Batı Roma işgali bunu
tâkip etti (M.Ö. 30). Ancak, Makedon ve Batı Roma yönetimleri altında Grek kültürü özellikle
yönetim ve hukuk alanında çok etkin olmuş ve kendi hukuk sistemlerini tatbik etmişlerse de kadîm
Mısır kültürü yine de varlığını koruyabildi. Ardından, bölge, M.S. 395 yılında Bizans
İmparatorluğunun bir parçası oldu ve işte bu dönem, kadîm Mısır kültürü için çok yıkıcı sonuçlar
doğurdu. Hıristiyanlığın ve kilisenin, arkasına devletin gücünü de alarak, kadîm kültüre ait izleri
ortadan kaldırma mücadelesi adım adım ilerledi; meşhur İskenderiye Kütüphanesi tahrip edildi;
imparator Jüstinyen zamanında Philak adasındaki (Asuan) son İsis Tapınağı'nın da kapatılıp
kiliseye çevrilmesi (529), üç bin yıllık bu kadîm kültürün sonunu getirdi. Yedinci asırda Müslüman
Arap fütuhatına kadar Kopt Hıristiyan mezhebi Mısır kültürüne egemen oldu. Bu büyük medeniyet
üzerindeki kül örtüsü, Champillion'un 1801 yılında Hiyeroglif yazısını çözmesiyle gün ışığına
çıkmaya başlamıştır.
2. KÜLTÜR
İngiliz Antropolog Elliot Smith'e göre, M. Ö. dört binlerde din, toplumsal organizasyon,
evlilik, cenaze törenleri, evler, giyim eşyaları vs. sadece Mısır'da vardı ve insanlığın bu temel
kültür unsurları daha sonra zaman içinde buradan dünyanın başka yerlerine yayılmıştır. Buna
karşılık, Gordon Child, Sümer'den gelen kültürün Mısır'ı etkilediğini, "Mezopotamya uygarlığının
Nil barbarlığına uygarlık tohumları ektiğini" belirtmektedir.
İlk Mısırlı halkın nereden geldiği, kimler olduğu bilinmiyor. Sudan, Habeş, Libya ve Asya
kökenli olduklarına dair bir çok teori var. Aslında, o tarihlerde bile yeryüzünde saf ırk bulmak
mümkün değil. Muhtemelen Asya'dan gelen göçebeler veya fatihler yüksek bir kültürü de
beraberlerinde getirdiler ve yerli halkla evlilikler sonucu, etnik yönden melez bir topluluk oluştu.
Tarihteki pek çok örnekte de görüldüğü gibi, zaman içinde, M.Ö. 4000 ile 3000'ler arasında, bu
yeni ve farklı ırk ve kültürlerin karışımından yeni bir halk ve yeni bir medeniyet doğdu; taze ırk
119
ve kanların katılması gençleştirici ve canlandırıcı bir etki yaptı... Gerçekten, her ne kadar, özellikle
ırkçı ve faşizan görüşler tek ırka ve tek kültüre dayalı homojen bir toplumu arzuya şayan bulurlarsa
da tarih bize, büyük medeniyetleri yaratan her toplumun ırkların ve kültürlerin karıştığı toplumlar
olduğunu göstermektedir.
Kadîm Mısırlıların konuştukları dilin muhtemelen Asya kökenli olduğu düşünülmekte.
Bilinen tarihi boyunca Mısır, hep Afrika'dan daha çok Doğu Akdeniz'le ilişki içinde olmuş ve
Doğu Akdeniz'in bir uzantısı konumunda olmuştur. Ticaret ve kültür Asya'dan Mısır'a kolayca
geçmiş; buna karşılık, Nil'in ötesindeki çöl ülkeyi Afrika'dan izole etmiştir. Mısır'da milâttan önce
üç binli yıllardan milâttan sonra dördüncü asra kadar kullanılan hiyeroglif yazısının Finike
alfabesine kaynaklık ettiği anlaşılmaktadır. Mısır'ın gelişmesi Mezopotamya'nın gelişmesi ile
paralellik göstermekle birlikte, önemli bir fark, aşılmaz çöllerle Mısır'ın istilalara karşı korunmuş
olmasıydı. Bu nedenle, bir kaç defa böyle bir işgale de uğramış olmakla beraber, barbar istilası,
Mısır için ciddî ve devamlı bir tehdit teşkil etmiyordu. Bu coğrafî konumu dolayısıyla Mısır,
meselâ Anadolu'dan farklı olarak, fakat Çin'i çağrıştırır biçimde, kültürel ve siyasî bakımdan
binlerce yıl süren bir devamlılık ve istikrara sahne olabilmiştir.
Bu coğrafî konumu içinde, Kadîm Mısır, Doğu Akdeniz ve Mezopotamya
medeniyetlerinden hem büyük ölçüde etkilenmiş, hem de onları etkilemiştir. M. Ö. 1200'lerden
800'lere kadar karanlık bir çağ yaşayan Greklerin, bu tarihten sonra ve özellikle MÖ. 600'leri
müteakip yaşadıkları aydınlanmada ve zengin bir medeniyetin ortaya çıkmasında en büyük etkenin
Mezopotamya ve belki de daha çok Mısır kaynaklı olduğu ileri sürülmektedir. Yunanlıların,
geometri temelli matematiği Mısır'dan aldıkları kaydedilir. Plato, Timaeus ve Theaetetus adlı
risalelerinde bu konuya işaret etmektedir. Aritmetikte, geometride ve astronomide Yunan bilimi
Nil'de ve Fırat'ta atılan temellerin üzerine kurulmuştu. İlk doğa filozofu olan Thales'in soyca yarı
Fenikeli olduğu ve Mısır'da geometri çalıştığı söylenir. Pythagoras'ın da geometri bilgisini
Mısır'da öğrendiği rivâyet edilmektedir.
Bu kadîm dönemlerde, Mısır ile Doğu Akdeniz, Girit ve Yunan toplumları arasında yaygın
bir ticarî faâliyet vardı. M.Ö. 3000'lerde Mısır'da üretilen malların Kuzey Suriye kıyılarına ve
Girit'e kadar gittiği ve buralarda taklit edildiği görülmekte. Arkeologlar, Mısır'da imal edilmiş
eşyalara Sumer'de rastlamışlardır. Giritliler de Mısır'la çok yakın bir ticarî ve kültürel ilişki
içindeydiler, dolayısıyla, hukuk sistemleri, Finikeliler gibi Doğu Akdeniz ülkelerinin yanı sıra,
Mısırlıların yasalarından da önemli ölçüde etkilenmiştir. Yunanistan, ihtiyacı olan buğdayın
önemli bir kısmını Mısır'dan ithal ederdi.
Bu yoğun ticarî faâliyetlerin bir yan ürünü olarak, ağırlığı Mısır medeniyetinin diğerlerini
etkilemesi yönünde olmak üzere, tüm Doğu Akdeniz Bölgesi toplumları arasında güçlü bir kültürel
alış-veriş de görülmekte. Bu ilişkinin ne kadar güçlü olduğuna işaret etmesi bakımından,
Herodotus'un "büyük Grek dostu" olarak nitelendirdiği, Pers istilası öncesi son büyük firavun olan
II. Amasis'in (570-526), Bingazili bir Grek'le evli olduğunu ve kendisinin Solon (640-559) ve
Thales (624-546)'i ve daha sonra da Pythagoras (580-500)'ı misafir ettiğini ve bâzı rivayetlere göre
Thales'in tavsiyesi üzerine Mısır'a giden Pythagoras'ın burada yirmi yıl (muhtemelen, 550- 530
arasında) kaldığını söylemek yeterli olacaktır. Diğer yandan, Büyük İskender'in annesinin bir
120
Ammon rahibesi olduğu ve Mısır'ın fethini müteakip, İskender'in Batı Mısır'da Siwa'da bulunan
Ammon Tapınağına bir hac ziyaretinde bulunduğu da iddia edilmektedir.
Kadîm Mısır medeniyeti özellikle fen ve tıp sahalarında çok ileri bir düzeydeydi. Öte
yandan, İskenderiye yolu ile Aristo'ya ulaşan Keldânî (Mezopotamya topraklarında yaşamış çok
kadîm bir halk) gözlemleri, astronomi ilerlemelerini hızlandırıyordu. Roma imparatoru Ceasar,
daha sağlıklı bir takvim oluşturmak için İskenderiye'li bir matematikçiye başvurmak zorunda
kalmıştı. Peschel'e göre, teknik buluşlar bakımından kıyaslandığında, buhar makinesinin icadına
kadar, pek nâdir bâzı alanların dışında, Mısır Avrupa'nın önündeydi. Büyük su kanalları açmayı
başaran, piramitleri inşa eden ve bin tonluk dikilitaşları uzun mesafelere taşımayı becerebilen
Mısır mühendisliği, Grekler, Romalılar veya Endüstri Devrimi öncesi Avrupa ile kıyaslandığında,
daha üstün bir düzeyde bulunmaktaydı.
Mısır ülkesi felsefî düşüncenin vatanı olarak kabul edilir. Bildiğimiz en eski Mısır felsefe
risalesi, Ptah-Hotep'in Öğretileri başlığını taşımaktadır. Milâttan önce yirmi beşinci asrın
sonlarında ve yirmi dördüncü asrın başlarında yaşayan Memphis vâlisi feylesof Ptah-Hotep'in,
gençleri eğitmeye yönelik hikmet ve ahlâk ilkelerini ihtivâ eden bu kitabın yazılış tarihini Durant
M.Ö. 29. asra kadar götürür. Böyle kabul edildiğinde, söz konusu ebedî hikmet risalesinin tarihi
Konfüçyüs, Sokrates ve Buda'dan iki bin yıl öncesine uzanmaktadır ki bu durumda insanlığın en
eski felsefe kitabı ve en eski kitabı bu olmaktadır. Bu hikmet kitabında, Tanrı'nın en aziz tuttuğu
şeyin, "kendisine sessizce itaat edilmesi" olduğu vurgulanırken; aslında, politik yönüyle, teb'anın
yönetime itâat etmesi gerektiği de telkin edilmiş oluyordu.
İlk Yunan filozofları, bütün insan bilgisinin sırlarının bu coğrafyalardaki râhiplerin gizli
ilimleri içinde olduğunu düşündüklerinden, bu bilginin peşinde, Mısır'a, Kalde'ye, Hindistan'lara
kadar gidiyorlardı. Felsefe tarihçileri genellikle felsefenin kadîm Greklerle başladığını ileri
sürerler ki bunun bir yanılgı olduğu âşikârdır. Felsefeyi icat ettiklerini iddia eden Hintlilerle, onu
mükemmelleştirdiklerini ileri süren Çinliler batılı felsefe tarihçilerinin bu etnosentrik bakış açışını
mütebessim bir çehre ile karşılarlar. Bu meyânda, Mısırlıların hikmet’i kadîmi Grekler arasında
bir darbı meseldi ve onlar bu kadîm medeniyetin yanında kendilerini çocuk gibi hissediyorlardı.
Eflatun, Timaeus adlı baş eserinde, Solon'un Mısır'ı ziyaretinde bir Mısır'lı rahiple aralarında
geçen şöyle bir diyaloga yer verir: Yaşlı râhip, müstehzi bir tavırla, Yunanlıların “geçmişte olup
bitenlere dair hiç bir şey bilmeyen, geveze ve şımarık tıfıllar" olduklarını söyledikten sonra;
halbuki kendilerinin (Mısırlıların) bilgi kaynaklarının 9000 yıl öncesine (günümüz îtibâriyle
düşünürsek 11.600 yıl öncesine) kadar uzandığını hatırlatır. Eflatun'un naklettiğine göre, Solon,
bu Mısır'lı bilgin/râhiplere bir şeyler sorduğunda, aldığı cevaplardan, hem kendisinin hem de başka
bir Helen'in hiç bir şey bilmediğini fark etmişti.
İçinde bulundukları bu üstün medeniyet seviyesi ve bâzı dînî inançları sebebiyle
Mısırlıların yabancı kavimleri küçümsedikleri ileri sürülmektedir. Kendilerini tanrılara daha yakın
bir halk olarak görürler, diğer kavimden insanları temiz saymazlardı. Bunun sebeplerinden biri de
bu kavimlerin domuz eti yemesiydi. Mısırlılar domuzdan nefret ederlerdi ve bu yüzden domuz eti
yediklerinden dolayı bir Yunanlıyı öpmez ve bıçağını, kapkacağını da kullanmazlardı.
Kendilerinin "sünnetli," diğer halkların "sünnetsiz" olmaları da kendilerini daha temiz ve üstün
görme sebeplerinden biriydi. Bu yaklaşım içinde kendi dînî inançlarıyla ilgili konuları
121
başkalarından bir sır gibi saklarlar, bu dînî bilgileri yabancılarla paylaşmayı bunların
kudsiyyetlerinin ihlâli olarak görürlerdi. Bu konuların, ağyârın anlayamayacağı bir takım
muammalar biçiminde ifadesine ilişkin Mısır uygulamaları ile; İbranîlerin, sâdece kendilerine has
olarak düşündükleri bâzı kutsal konuları yabancıların anlayamaması için kullandıkları enigmatik
ifadeler arasında büyük bir benzerlik bulunmaktadır.
Yukarıdaki verilerin ışığında, burada, günümüz açısından da anlamlı olacak şöyle bir
değerlendirme ve tesbit yapmanın yararlı olacağını zannediyorum. Kadîm Yunan ve Roma
medeniyetlerini ayrı bir medeniyet çerçevesi gibi ele almak yerine; onlarla birlikte, Mezopotamya,
Finike, Mısır ve Anadolu Medeniyetlerini de kapsayacak şekilde, hepsinin ortak paydası olarak
bir "Akdeniz Medeniyeti" [Zeytin Medeniyeti] içinde değerlendirmek ve bu medeniyeti de
Akdeniz milleti/milletlerinin bir eseri olarak kabul etmek; hattâ, bir adım daha ileri giderek,
Rudyard Kipling'in (1865-1936) meşhur, "Doğu Doğudur, da Batı; bu ikisi hiç bir zaman
birleşmeyecektir!.." sözüne nazîre edercesine, tüm medeniyetleri tek bir "İnsanlık
Medeniyeti/Medeniyet Tarihi" başlığı altında değerlendirmek belki daha isabetli olur. Özellikle
içinde bulunduğumuz Globalizasyon Çağında Kipling'in bu sözü, Hantington’un "Medeniyetler
Çatışması" tezi kadar uğursuz ve uygunsuz kaçmaktadır. Çünkü, köklerinin kadîm Yunan ve
Roma'ya, Yahûdîliğe ve Hıristiyanlığa dayandığını ileri süren Batı Medeniyeti'nin;
kaynaklandığını iddia ettiği bu medeniyetlerin hepsi Akdeniz, Ortadoğu ve Doğu temelli olduğu
halde, kendisini Doğu ve Ortadoğu'dan bağımsız ve özgün bir medeniyetmiş gibi ortaya koyması
çarpık bir tarihî bakış açısına yol açmaktadır. Nitekim, bu noktada, Amerikan tarihçisi Muller'in
şu tesbiti, bir yerde, Batı-Doğu ayırımın ne kadar anlamsız kaldığına işaret etmesi bakımından çok
dikkat çekicidir:
"Zamanlar üstü, değişmez bir Doğu'dan bahsedilemez. Asya'da, tek bir medeniyet değil,
hiç de mütecanis olmayan (heterojen) bir çok toplumlar/medeniyetler bulunur; Yakın-Doğu, Uzak-
Doğu vardır ve bunlar arasındaki sınır da net değildir. Hint ve Roma ile kıyaslandığında Tarihî
Çin'in, Roma ile daha fazla ortak noktaları olduğu görülür... Diğer yandan, Güney Avrupa/Akdeniz
kıyısında çiftçilikle uğraşan Avrupalı Hıristiyan halklar, hattâ, Latin Amerika’nın Hıristiyan
çiftçileri, kültürel bakımdan, Anadolu'daki Müslüman çiftçilere, Paris'in veya New York'un
merkezindeki Hıristiyan dindaşlarından daha yakın bir vaziyettedirler."
Gerçekten, meselâ, tamamen dünyevî bir kültür olan Çin ile, hayatı bir illüzyon olarak
niteleyecek kadar dünyayı dışlayan Hint mistisizmi ne kadar farklı uçları simgelerler?..
3. DİN VE DÎNÎ HAYÂT
Dînini ve tanrılarını anlamadan Kadîm Mısırlıyı Kadîm Mısır'ı ve belki de herhangi bir
kültürü/insanı anlamak mümkün değildir. Diğer yandan, Mısır dîninin daha sonraki dinler, bu
arada özellikle Hıristiyanlık üzerinde önemli ölçüde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Gourmont, halk
Katolikliğinde Hıristiyanlığın olduğu kadar, Bacchus dîni, İsis dîni ve Mitra dininin de mevcut
olduğunu ileri sürerek, "hepsi ihtiyar Roma Pantheon ağacının vakur dallarına aşılanmışlardır"
demektedir. Giordano Bruno'ya göre, "Museviliğin ve Hıristiyanlığın anlaşılmasını zorlaştırıp
yozlaştırdığı büyüsel Mısır dini, sadece en eski değil, aynı zamanda tek doğru dindi"
122
Mısırlılar, Tanrı Ra (Güneydeki adı Amon) yanında, Büyük Ana Tanrıça İsis'e ve onun
oğlu Tanrı Horus’a özel bir yakınlık ve bağlılık duyarlardı. İsis'i kutsal tasvirlerde, mucizevi bir
şekilde gebe kaldığı oğlu kucağında olarak göstermekten özellikle hoşlanırlardı. Bu mistik-
filozofik efsane ve semboller daha sonra Hıristiyan teolojisini ve âyinlerini büyük ölçüde
etkilemiştir. İlk Hıristiyanların, bebek Horus'u emziren İsis'in statüsü önünde dua ettikleri
bilinmektedir. Daha ileri dönemlerde üç büyük Tanrının tek bir yüce Tanrıda cisimlenmesi (teslis)
inancına da sâhip oldukları görülmektedir.
Ayrıca, tanrının tekliği fikrinin Mısır kültürüne yabancı olduğu söylenemez. Mâbetlerde
sergilenen ve halkın hayâl gücünü okşayan tanrıların ötesinde, hayâtın ve ölümsüzlüğün kaynağı
olan ve "Mısır haçı" olarak da adlandırılan Ankh işareti ile simgelenen, derindeki varlığı ve
görünmeyen gücü ile her şeyin sebebi olan ve her şeyi yöneten bir güce inanıldığı da söylenebilir.
Osiris inancının, aslında tek tanrılı bir dînî öğreti olduğuna ilişkin görüşler de ileri sürülmektedir.
Diğer yandan, belki de tarihte bilinen ilk tek tanrıcı inancı (Aton dini’ni) kuran ve onu biraz
da fanatikçe ve zorla yerleştirmeye çalışan kral da, M.Ö. XIV. Asırda yaşayan (M.Ö.1380-1362)
ve sonradan Akhenaton adını alan firavun IV. Amenhotep (Amenofis)'dır. Musevîlikte tek Tanrı
inancının, "kabile tanrısı” konseptinden, “evrensel, tek ve biricik Tanrı” inancına ulaşmasının,
daha sonraki dönemlerde (İkinci İşaya zamanında: M.Ö.5. asır) ve aşamalı bir şekilde gerçekleştiği
ileri sürülmektedir]. İçinde tanrı Amon'un adı geçtiği için adını ve hattâ vefat etmiş babasının adını
bile değiştiren bu kral, Aton'dan başka tanrı olmadığını, diğer bütün tanrıların ve onlar adına
yapılan ibâdetlerin sadece bayağı bir putperestlikten ibâret olduğunu ilân etti ve Aton'dan başka
tanrılara ibâdeti yasakladı, bütün eski mâbetleri kapattı. Bu tek tanrının da sadece Mısır halkının
değil, bütün insanların ve ülkelerin ortak Tanrısı olduğunu ileri sürdü ki, insanlık tarihinde kabile
tanrı ve dinlerinden evrensel bir tanrı ve din anlayışına geçişte ilk çarpıcı gelişme olması
bakımından bu olgu çok önemlidir. Ayrıca bu yeni tanrı konsepti de çok değişikti; Yahova gibi
kendini savaş meydanlarında yapılan kıyımlarla sergileyen bir tanrı değil, çiçeklerde, ağaçlarda,
hayatın her formunda kendini gösteren bir barış ve sevgi tanrısı idi. Akhenaton, gerçek bir Tanrının
bir şekil ve form içine sığdırılmasının da söz konusu olamayacağından bahisle, bu tek tanrının bir
imajının yapılmasını da yasakladı. Fakat bir toplum bu kadar ani bir değişikliği kaldıramazdı.
Hemen herkesi karşısına alan bu şair ruhlu firavunun genç yaşta vefatının belki de öldürülmesinin
ardından, getirdiği bu yeniliklere son verildi, eski ruhbân ve mâbet sistemi tekrar egemen oldu.
Akhenaton'un Güneş için daha doğrusu Güneşe sâhip olduğu enerjiyi veren güç için
söylediği kasidelerin Psalmlar (Kitab-I Mukaddes’deki Mezmurlar) üzerinde etkili olduğu
anlaşılmaktadır. Akhenaton'dan sonra da, Amon râhiplerin, Amon'un, tanrı Ra ve Ptah'ı da
bünyesinde birleştiren tek bir ilâh olduğu yolunda, Hıristiyan inancındaki teslise benzer (bir üçtür,
üç birdir şeklinde) bir itikat geliştirdiler ve daha sonra Amon, evrensel bir tanrı niteliğine de
büründü.
Kadîm dönem Mısır edebiyatı oldukça dînî bir nitelikteydi. Bunların formları bilinen en
eski şiir formlarını oluşturmaktadır. Yahûdî şairlerin bu eski Mısır ve Bâbil edebiyatından parçaları
İbrânîceye uyarlayarak Psalms'larda ölümsüzleştirdikleri görülmektedir. Mısırlılar, ellerindeki
kadîm dînî tekstlerin hikmet tanrısının eseri olduğuna ve hattâ bizzat onun el yazısı olduğuna
inanırlardı. İbrânî Kralı/peygamberi Josiah (M.Ö. 641-610) da benzer bir iddiada bulunur. Kadîm
123
dönemlerde şiir ve müzik, daha çok, efsâneleri ve kanunları halka tanıtmak, büyük adamların
hâtırasını ve bu adamların topluma yapmış oldukları hizmetleri yaşatmak gibi amaçlara hizmet
ediyor, yâni halk yığınlarının eğitimine yönelik bir işlev îfâ ediyordu. Mısırlılar ve İbrânîlerde de
bu san'atlar dinin bir bölümünü teşkil ederdi. "İlk şiirlerin; dîni, kanunları ve kahramanları
terennüm eylemiş oldukları muhtemeldir...''
Her ne kadar, ölüm ve ölümle ilgili düşünceler bütün dinlerin kaynağını teşkil ederse de,
bu fikir belki başka hiç bir kültürde, kadîm Mısır'da olduğu kadar fikri sâbit hâlini almamıştır. Bu
toplumda “ölüm kültü” her şeyi belirliyordu. Gerçi Çin'de de "cedler kültü" çok etkindi ama bu
durum, antik Mısırlılardan farklı olarak, onların oldukça seküler bir hayat felsefesine sâhip
olmalarına engel teşkil etmiyordu. Bu bakımdan, tamamen kişinin ölümden sonrasına ilişkin
kaderi üzerine odaklanmış bulunan Mısır dîni, bütünüyle bu dünyadaki hayata odaklanmış bulunan
Konfüçsyen din anlayışıyla tam bir tezat oluşturmaktadır. Hayata bu karamsar bakış, bâzen onları
yaşamın anlamını sorgulamanın da ötesine, hayattan vazgeçme noktasına bile getirebiliyordu:
Kadîm dönemlere ait, kişiyle onun gölge kişiliği/rûhu arasında geçen bir diyalogda şöyle deniyor:
"Yaşamaya niçin devam etmeliyim? Ölmek daha iyi bir çözüm olmaz mıydı?".
Kadîm Mısır, sanki, Lewis Mumford'un şu sözünü doğrulamak için var olmuştu:
Belki de medeniyetin kaderi, önce, insan ihtiyaçlarının büyük bir hırsla karşılanması
yolunda ilerlemek, sonra da gayesini bulamayan bir materyalizm içinde sükûtu hayâlle
noktalanmaktır.
Daha Piramitler Çağı'nda bile ruhların yargılandığının düşünüldüğü anlaşılmakta.
Ölümden sonraki yaşam için yapılan hazırlıklar, servet birikiminin ve kullanılmasının başlıca
amacı oldu. Topladıkları artı ürünün çok büyük bir kısmı mezar yapımına ve ölülerle birlikte kabre
konan eşyalara gitti. Diğer yandan, ölümsüzlüğe ulaşma inancı, kişiyi belli ahlâkî erdemlere sâhip
olmaya yönelten bir faktör olarak da işlev gördü. Dînî âyin ve dualarında söyledikleri sözler,
çağımız toplumlarında da ahlâkî erdem sayılan niteliklerdir. Meselâ, soylular mezarlarına
yazdırdıkları yazılarda " Hiç bir zaman herhangi bir kimseye ait olan bir şeyi almadım... hiç
kimseye karşı en küçük bir şiddet kullanmadım" diye kendilerini savundular. Bir şehrin vâlisi de:
“Bölgemdeki açlara ekmek verdim; çıplak olanları giydirdim... malını elinden almak için hiç
kimseye baskı yapmadım” diyerek hayatının hesabını vermeye çalışır.
Gerçi, kadîm Mısırlıların ölüm sonrasına vs. ilişkin inançlarını bir arada toplayan belli bir
kutsal kitapları yoksa da, piramitlerde ve tabutlarda ölüm ve sonrasıyla ilgili olarak yazılmış
bulunan metinlerin toplandığı "Ölüler Kitabı", kadîm Mısırlıların inanç ve değerler dünyası
hakkında bize önemli bilgiler vermektedir. Her ölen kişi, Yeraltı ve Ölüm tanrısının huzuruna
çıkarılarak dünyada yaptıklarının hesabını verirdi. Önce, yeryüzünde yaşarken işlediği fiilleri,
yasakları çiğnemediğini tek tek sayardı. Sonra, getirildiği mîzan yerinde, terazinin bir kefesine
ölenin kalbi, diğer kefesine ise bir tüy konurdu. Kalp, dünyada yaptığı amellerin bir özetine tekâbül
eder; tüy ise Maat’ı (adâleti, hakikati ve doğruluğu) simgeler. Dünya hayâtında kötülüklerle
kirlenmemiş ve ağırlaşmamış bir kalbin tüyden bile hafif gelmesi beklenirdi ve yalnız böyle bir
kalbe sâhip kişiler bu sınavdan geçebilirdi.
124
Bu senaryodan kişisel ve kurumsal menfaatler sağlamak için, râhiplerin hemen devreye
girdiği ve akla hayale gelmez yollar buldukları görülmektedir. Bahsedilen muhasebeden başarıyla
çıkmak için, mezarlara çeşitli yiyecekler ve tanrıların hoşuna gidecek, râhipler tarafından
kutsanmış hamam böceği vs. tılsımların konması gerekirdi. En önemlisi de, râhiplerce yazılan ve
Osiris'i sakinleştirecek ve hattâ aldatacak bâzı dua ve tılsımları da içeren Ölüler Kitabı’nın ölüyle
birlikte mezara konması idi. "Ölüler Kitabı"nda işlenen ölüm sonrası hesaba vs. ilişkin temaların,
Pers kültürünü ve onların Filistin topraklarını istilâsı döneminde dolaylı olarak, İbrani itikadını
etkilediği ileri sürülmektedir.
Râhipler, kontrolleri altında tuttukları dîni, bir takım sihirsel ve âyinsel merasimlerle o
kadar kompleks bir hâle getirmişlerdi ki, arük onların aracılığı olmaksızın tanrılara münacat
imkansız hâle gelmişti. Diğer yandan, kanun gereği olmasa bile, fiilen râhiplik makamı babadan
oğula intikâl ediyordu ve sonuçta bir taraftan halkın dindarlığı, diğer yandan firavunlarla
aralarındaki karşılıklı politik destek sayesinde bu din adamı sınıfı feodal aristokrasinin ve hattâ
kraliyet ailesinin bile fevkinde bir güç ve zenginliğe erişmişti. Halkın tanrılara/tapınaklara
sundukları adaklarla besleniyor; geniş ve ferah tapınaklarda ikâmet ediyor, tapınak arazilerinden
ve dînî merasimlerden bol kazanç temin ediyorlardı. Tapınak işlerinin görülmesi ve rahiplerinin
geçimlerinin sağlanması için, tapınağa temelli toprak bağışları, vakıflar yapılıyordu. Vergiden,
zorunlu çalışma ve askerlikten muaftılar. Sâhip oldukları bu manevî otorite ve maddi güç yanında,
bilgi gücü de onların tekelindeydi, gençleri onlar eğitirdi. Hint’teki benzerlerinden
(Brahman'lardan) o kadar farklı bir haşmet ve azamet sergiliyorlardı ki, Heredot kendilerinden
büyük bir huşû içinde bahsetmektedir.
Kadîm dönemlere ait söz konusu din ve ahlâk ilkelerinin, iyi ve doğru eylemlere
yöneltmekten ziyade, yanlış davranışları yasaklamaya dönük olumsuz ifadelerden oluştuğu
görülmektedir. Ölüler Kitabı’ nda ölen ve Tanrı Osiris'in mahkemesine çıkarılan bir kişinin
kendini savunmasına ilişkin bölümde bu mantalite kendisini açıkça göstermekte:
"Ey Büyük Allahım, Adaletin Rabbi!.. Senin Güzelliğini müşahade etmek için huzuruna
geldim. Seni biliyorum, senin adını biliyorum, huzurundaki kırk iki ilâhın adlarını biliyorum...
Senin adın Hak'dır. İşte huzurundayım...Hiç kimseye kötülük etmedim, yoksulluk, korku ve acı
çektirmedim. Kimsenin bahtını karartmadım; kimseyi ağlatmadım, aç bırakmadım. Hakikat
Evi'nde bir saygısızlık yapmadım. Tanrılar'ın kötü gördükleri şeyleri hiç bir zaman yapmadım.
Kölelerimi aşırı çalıştırmadım, başkalarının kölelerine iftira atıp efendilerinin onlara kötü
muamele etmelerine yol açmadım. Öksüzlerin mallarına el uzatmadım; zavallı insanları taciz
etmedim. Kimseyi öldürmedim, kimsenin öldürülmesi için plan kurmadım. Kimseye yalan
söylemedim. Hiçbir utandırıcı davranışta bulunmadım Zina etmedim, iffetsizlik yapmadım. Ölçü
ve tartılarla oynamadım. Süt çocuklarını sütten kesmedim. Hayvanlara kötü muamelede
bulunmadım. Otlaktan küçük hayvanları aşırmadım. Tanrı'nın kutsal mahallerdeki kuşlarını
avlamadım, balıklarını tutmadım. Hiçbir arkın suyunu başka yöne çevirmedim. Ben temizim, ben
temizim, ben temiz!..."[125. Bölüm].
Bu vesile ile, söz konusu metinden, o toplumda en çok işlenen suçları da öğrenmiş
bulunuyoruz. Dikkat edilirse, sanki cezâ kanunundan maddeler sıralanıyormuş gibi, hep olumsuz
ifade kalıbına yer verildiği görülmektedir:
125
- Küfür söylemedim, kimseyi aldatmadım, kimsenin malını gasp etmedim, hile ile
kimseleri nifak ve nizaa düşürmedim, tembel değilim, sarhoş olmadım, kimseyi gayrı meşrû bir
şeyi teşvik etmedim, müzevirlik ve lafazanlıkta bulunmadım, mahrem olan şeyleri görmeye
çalışmadım, kimsenin mahremiyetini ihlâl etmedim, kalbime hasotluk gelmezdi, kralım ve
pederim hakkında layık olmayan sözler sarf etmedim...
Dikkat edilirse, “Komşuma iyilik ettim”, “herkese yardımcı oldum” gibi olumlu ifade
kalıpları hemen hiç kullanılmamaktadır. Bâzı araştırmalar, bu metinle Tevrat'ın "On Emir"i
arasındaki üslûp ve muhteva benzerliğine dikkat çekmektedirler.
Weber’e göre, kişinin mânevi kurtuluşu ve yücelmesini hedef alan Hint dîninden farklı
olarak, Mısır dîninde Tanrı ile kul ilişkisi materyalist bir zeminde, tam bir "al gülüm, ver gülüm"
(do-ut-des) ilişkisi içinde cereyan ederdi. Kurbanlar, dualar hep Tanrıdan maddî bir şey talep ve
temin etmeye dönüktü. Batınî bir din anlayışını sürdüren râhipler de halkın ahlâk düzeyini
yükseltme yönünde bir gayret ve endişe taşımazlardı. Onlar, halka ölümlerinden sonra mezarlarına
koymak için dua metinleri ve kutsal mayıs böceklerini satarak servetlerini artırma peşinde idiler.
Weber, Kadîm Mısır'ın, Bâbil'de görüldüğü üzere, bütünsel ve temellendirilmiş bir ahlâkî yapıya
sâhip olmadığını ileri sürmektedir.
4. SOSYAL VE EKONOMİK HAYÂT
Önceleri, hukukî statüleri bakımından yekdiğerinden farklı sınıf ve zümreler
bulunmuyordu. Fakat MÖ 2400'lerden îtibâren, köylüler, şehirliler, asiller, küçük mülkiyet
sâhipleri, yarı köleler (serfler) ve köleler olmak üzere farklı sosyal ve hukukî konumlara sâhip sınıf
ve zümrelerin oluştuğu görülmektedir.
Kadîm Mısır da köleci bir toplumdu. M.Ö. Dördüncü bin yılda köleliğin olduğu
bilinmektedir. Kölelerin kaynağı, Suriye, Filistin ve Etiyopya ile yapılan savaşlarda alınan harp
esirleri idi.
Halk belli başlı dört kasta ayrılmıştı: Râhipler sınıfı, rençperler, şehir halkı ve avam.
Firavuna en yakın zümre olarak din adamları ilk sırayı oluşturuyorlardı. Onun en mahrem ve
güvenilir danışmanları, hâkimler ve yüksek memurlar, onlar arasından seçilirdi. Yüksek râhipler,
saray soyluları ve "nom" yöneticilerinden oluşan egemen sınıf yönetici aristokrasiyi
oluşturuyordu. Bunların ardından da diğer râhipler ve alt düzey bürokrasi, memur ve yazıcılar
gelirdi... Weber, Çin'deki yüksek mandarin sınıfı ile, Hindistan'daki brahman/guru’ların ve,
Mısır'daki rahip ve kâtip sınıfının toplumsal konumlarının ve etkinliklerinin benzer olduğunu ileri
sürer.
Râhipler, halkın ve ve fethedilen ülkelerin sırtından akıl almaz zenginliklere ulaşmışlardı,
Mısır topraklarının büyük bir bölümü, üzerlerinde yaşayan halkla birlikte tapınaklara tahsîs
edilmişti. Bu durum siyasî yönden de onları, özellikle de Teb şehrindeki Amon Tapınağı'nın
râhibini çok güçlü bir konuma getirmişti.
Tarihçi Diodoros'un zikrettiğine göre, ülke toprakları, Firavuna, râhiplere ve askeriyeye ait
olmak üzere üç kısma ayrılmıştı. "Mezopotamya'da topraklar özel mülkiyet altında iken Mısır'da
firavun, nazarî olarak tüm Mısır topraklarının sahibi idi. Bu toprakları kullananlar ise kiracı
126
durumundaydı. Vergiler ya da kiralar tüm ekili topraklardan düzenli bir şekilde firavun adına
toplanıyordu". Böylelikle firavunun elinde biriken muazzam servetin yanında herhangi bir Sumer
tapınağının ya da yöneticisinin geliri oldukça önemsiz kalırdı. İşte bu birikimin simgesi
Piramitlerdir. Bu anıtsal mezarlar, tanrı kralın cesedini korumak ve böylece ülkesi yararına sihir
etkisinin devamını sağlamak için yapılmıştır. Keops'un Büyük Piramidinin bir kenarının uzunluğu
230 metredir ve 146 metre yüksekliğe ulaşır. Her birinin ağırlığı ortalama 2,5 ton olan ve bâzıları
150 ton gelen 2.300.000 kadar taş bloktan kuruludur. Bu piramidin yapımının 100.000 insanın
yirmi yıl çalışmasını gerektirdiği tahmin edilmektedir.
Tapınaklara ait olanlar ya da kralın gözde yardımcılarına ve askerlere verilmiş bulunanlar
dışındaki tüm topraklar, sıkı bir denetim alanında "kralın çiftçileri" tarafından ve kralın adına ekilip
biçiliyordu. "Özgür" toprak kiracıları da vardı, fakat bunlar da, ne yetiştireceklerine varana kadar
her şeyi ayrıntılarıyla saptayan sözleşmelere bağlıydılar ve devletin sağladığı tohumu kullanmak,
kanalları ve setleri onarmak ve diğer belirli bâzı işleri yapmak kadar, yıllık üretimin büyük bir
kısmını, olasılıkla en az yarısını krallık ambarlarına vermek zorundaydılar. Çiftçiler, yapılan bağış
ve vakıflarla, hatta miras yoluyla, ekip biçtikleri toprakla beraber, çiftlik hayvanları gibi
başkalarına devredilebiliyorlardı. Ayrıca, kanallar kazma, ocaklardan taş çıkarma, piramit yapımı
gibi işlerde zorunlu çalışmaya da tâbi idiler...
Sulama kanalları devlet tarafından açılır ve tarımla uğraşanlar su ihtiyaçlarını bu
kanallardan temin ederlerdi. Diğer yandan, firavunun veya tapınakların kiracısı/işçisi
durumundaki rençperler yanında, tarlasını işleme/kullanma hakkı verilen çiftçiler ve bu hakkın
babadan oğula geçtiği topraklar da vardı. Ayrıca, etrafı duvarla çevrili bağ ve bahçelerin de olduğu
bilinmektedir.
İktisadî faâliyetlerin, üretimin önemi çok iyi anlaşılmıştı; onun için de ekonominin
düzenlenmesinde devlete etkin bir konum biçiliyordu. Yeni Krallık Dönemi'ne (1550-1100) ait bir
Mısır metninde şu ifadeler yer almaktaydı: "her şeyi insan üretir; insanın ürettikleriyle yaşanır;
üretmeyince, yoksulluk bastırır". Belki de devlet tarafından yönlendirilen plânlı ekonominin dünya
tarihindeki ilk örneğiyle Mısır'da karşılaşmaktayız. "Ekonomik hayat oldukça merkezî bir kontrol
altındaydı.
Ticaret firavunun adamlarının tekelindeydi. Mezopotamya’da olduğu gibi bağımsız bir
zengin tüccar sınıfı doğmamıştı. Mısır da üretim, büyük ölçüde merkezî bürokrasi tarafından
plânlanıyordu. Bâzı değerli mallarda hükümet, tam bir tekel kurmuştu ve üreticiden sabit bir fiyatla
satın aldığı bu malları içerde ve dışarıda yüksek fiyatlarla satıyordu.” Yabancı ülkelerde üretilen
mallar devlet memurları tarafından idare edilen deniz ticareti yoluyla temin ediliyordu. Bu nedenle
Mısır'da tâcirlerin Mezopotamya'da olduğundan çok daha dar bir iş alanları vardı. Firavunlar
dönemindeki bu devletçi ekonomi politikasının daha sonra İskender istilâsı sonrası dönemlerde de
uygulandığı görülmektedir. Hellenistik monarklar (Ptolemeler), Firavunların Nil vadisi ve Nil'in
doğal zenginlikleri üzerinde mutlak egemenliğe sâhip olduğu yolundaki kadîm ideolojiyi yeniden
canlandırdılar. Mısır bir kez daha "kralın evi”, tapınaklar onun "mülkü" ve baş vezir de onun
kahya’sı sayıldı. Bütün Mısır ekonomisi, ülkeyi kendine yeterli duruma sokmak için, tam
anlamıyla totaliter bir biçimde ve bilimsel yöntemlerle planlandı.
127
İşçiler çoğunlukla özgür kişilerdi, kısmen de kölelerdi. Bir zanaatkâr kamu işinde görev
alırsa cezâlandırılırdı. Hür zanaatkârlar genellikle bir ustabaşının başkanlığında örgütlenmişlerdi
ve bu ustabaşı onların emeklerini topluca pazarlar ve ücretlerini öderdi. Çalışma ve ücret şartları
yüzünden çıkan ihtilaflar sebebiyle sık sık toplu iş bırakmalar olurdu. Her meslek grubu ayrı bir
loncayı oluşturmakta, meslekler genellikle babadan oğula intikâl etmekteydi. İşçiler bir kalfanın
yönetiminde çalışıyor ve emeklerine karşılık gündelik alıyorlardı. Bâzı belgelerde, işçilerin grev
yaptıkları ve ustalarını krala ya da vâliye şikayet ettikleri görülmektedir. Buna rağmen,
zanaatkârlar muhtemelen oldukça sınırlı bir özgürlüğe sâhiplerdi; belki de çiftçiler gibi onlar da
üzerinde çalıştıkları mülkle birlikte el değiştirirlerdi.
Maden ve taş ocakları, devlet yararına işletilmekte, buralarda suçlular ve köleler
çalıştırılmaktaydı. İkincil endüstriler ise izin belgeleri ile özel firmalar tarafından, tekeller
tarafından ya da daha çok, gene sözleşme ile "kralın çiftçileri"nin çalıştıkları devlet fabrikaları
tarafından yürütülüyordu. Plânlı ekonomi alanında Mısır'dan başka hiçbir yerde böylesine büyük
bir tecrübeye girişilmedi ve toprak sâhiplerinin, endüstricilerin ve tâcirlerin girişkenliklerine daha
fazla rol verilmedi.
Babalar, çocuklarının okuma-yazma öğrenerek imparatorluk bürokrasisine/kâtipler
sınıfına geçmeleri için çok gayret gösterirlerdi. On dört yaşına gelen erkek çocuklar tapınak
okullarında eğitim alarak bir meslek sâhibi olur veya babalarının mesleklerini sürdürürlerdi.
Evin hanımının da büyük bir saygınlığı vardı: Mısırlılar, kendilerini tanıtırlarken, "falanın
oğlu" diye değil "falan kadının oğlu" diye tanıtırlardı. Anaerkillik şu yönde de devam ediyordu:
Kadın, ülkeyi yönetebiliyordu ve kuramsal olarak da olsa Mısır tahtı anadan kıza geçebiliyordu.
Kadîm Mısır köleci bir toplumdu. Küçük memurların, askerlerin, çiftçi ve zanaatkârların
bile iki yada üç kölesi vardı. Bu köleler ev hizmetleri yanında, tarlalarda, madenlerde, yük
taşımada ve tapınak hizmetleri gibi işlerde kullanılıyordu.
5. DEVLET YÖNETİMİ VE DEVLET TEORİSİ
a. Devlet Yönetimi
Nil boyundaki halk, her biri kendisinin müşterek bir atadan geldiğine inanan, ortak bir
totemi olan ve aynı şefe bağlı olan, aynı tanrılara aynı şekilde ibâdet eden çeşidi nome'lara (klan
toplulukları) ayrılmıştı. M.Ö. IV: milenyumun sonlarından başlayarak tedrici bir devlet
yapılanması oluştu. Ancak, Mısır tarihi boyunca bu nomlar varlıklarını sürdürdü ve hüküm süren
Firavun'un otoritesinin güçlü ve zayıf olması nisbetinde bu norm şefleri/idarecileri otoritelerini
sürdürdüler. Nomların sayısı Güney Mısır'da yirmi iki, Kuzey Mısır'da ise yirmi kadardı ve her
nom'un başında Anez (Naip) veya Seshem-to (Memleketin Klavuzu) nâmını taşıyan vâliler
bulunurdu. Bunlar, başlarında bulundukları bu nom'ları Kral namına idare eder, vergileri tahsil
eder ve kazâî faaliyetlerde bulunurlardı.
Zaman içinde ekonomik ve siyasî şartlar nom'ların Güney ve Kuzey olmak üzere iki krallık
bünyesinde toplanması sonucunu doğurdu. Belki de bu bölünme Afrika menşeli yerli halkla Asya
menşeliler arasındaki fark ve çatışmanın bir ifadesi idi. Bu bölünmenin, efsanevi bir kişilik olan
ve Mısır'ın ilk kralı olarak bilinen Menes tarafından giderildiği ve tek bir siyasî birliğin
128
gerçekleştiği (takriben M.Ö. IV. Milenyumun başları) söylenir. M.Ö. birinci asırda yaşamış Grek
tarihçisi Diodorus Siculus'un bu konuya ilişkin naklettikleri şöyle: Menes, tarihte bilinen ilk krallık
sülâlesini kurdu, Memphis başkent olarak inşa edildi, tanrı Thoth (kadîm Greklerdeki adıyla
Hermes/Mercury) tarafından kendisine verilen kanunları ilân etti; hattâ, masa ve kanepe ev
eşyalarını kullanma gibi medenî yaşam tarzını halka o öğretti. Buna rağmen, bilinen Mısır tarihinin
ilk gerçek şahsiyeti bir kral değil; Kral Zoser'in (M.Ö. 3150'ler) baş danışmanı, sonraki nesillerin
'bilgi'nin tanrısı' olarak kendisine taptıkları bilim adamı, tabip, mimar Imhotep'tir. Childe'a göre,
Mısır'ın, kendisi aynı zamanda tanrı olarak kabul edilen kralın mutlak yönetimi altında birliğini
sağlamasının, Sargon'un (M.Ö. 2334-2279) tüm Mezopotamya'yı tek bir siyasî otorite altında
birleştirmesinden en az beş yüz yıl daha önce gerçekleşmişti.
Teoride bütün toprak firavunundu ve ülkenin artı ürünü krallık ambarlarında ve
hâzinelerinde toplanıyor, bu arada, memurlar aristokrasisine de hatırı sayılır bir pay ayrılmaktaydı.
Daha sonraları, idarî görevleri yerine getirmeleri kaydıyla memurlara tahsîs edilmiş olan mülkler,
bu yüksek görevdeki kişilerin çocuklarına geçer oldu, ve en sonunda istenildiğinde başkalarına
satılıp devredilebilir duruma geldiler. Piramit Çağından sonra vâlilikler de babadan oğula geçen
kalıtımsal makamlar oldu ve vâliler, gerçi firavuna bâzı vergiler verme, bâzı hizmetlerde bulunma
borcu altında idiyseler de, nom'larını kendi mülkleri ya da kendi prenslikleri gibi yönettiler.
Devlet yönetiminde, yüksek kademe yöneticilerinin dışında, kâtip/yazıcı sınıfının önemli
bir yeri bulunmaktaydı. Diğer işleri yanında bu yazıcılar sözleşme ve vasiyet gibi hukukî belgeleri
düzenlerlerdi. Bu kâtiplerden oluşan bürokrasi sayesindedir ki, firavunlar ve bölgesel yöneticiler
devlet ve hukuk düzenini sürdürdüler. Hukukî muâmeleleri düzenleme, Nil'in yükseliş ve
düşüşlerini takip, nüfus ve mal sayımı, devlet vergilerini takip ve kontrol, müstakbel devlet
gelirlerinin tahmini, çeşitli devlet kuruluşlarına dağıtılması; endüstri ve ticaretin murakabesi,
planlanması ve yönlendirilmesi gibi işler de hep bu yazıcı sınıf marifetiyle yürütülüyordu.
Hiyeroglif yazısının, söz konusu yazıcı sınıf ve râhiplerin halkın üretimini kayıt altına alma
çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıktığı ileri sürülmektedir.
Firavunun otoritesi Tanrısal güçlere dayandırılır; hattâ kendisi hem hükümdar hem de ilâh
konumuna yükseltilirdi. (Firavun (Per'âa / Par'o) kelimesi ilâh anlamına geliyordu). Diğer yandan,
din adamları sınıfı hem taht için bir destek ve hem de sosyal düzenin idâmesi için bir gizli polis
işlevi görüyorlardı. Hukuku yaratan, adâleti sağlayan tek kaynak olarak Firavun görülürdü; dînî,
idarî, askerî, adlî tüm yetkiler O'nun şahsında toplanırdı. Firavunla devlet ve başkent o kadar
özdeşleştirilmişti ki, kadîm Çin'de de görüldüğü gibi sülâlenin değişimi başkentin de
değiştirilmesini gerektirirdi, en azından isminin.
Ancak, tahmin edileceği gibi, uygulamada devlet yönetimiyle ilgili işler firavun tarafından
atanan prenslerce yürütülürdü. Kraliyet ailesine mensup prensler ve yüksek devlet yöneticilerinden
oluşan bir Dîvân vardı. Firavun'dan sonra en yetkili kişiler "Tati" diye adlandırılan vezir ve diğer
üst düzey yöneticilerdi; bunlar Firavun sülâlesine mensup prenslerden seçilirdi. Mısır ülkesi,
yukarı ve aşağı Nil olmak üzere ikiye ayrılıyor; bunların her biri de çeşitli eyaletlere bölünüyor ve
başlarına birer yönetici atanıyordu. Gerçek bir tanrı gibi kabul edildiklerinden, firavunlar
tarafından tâyin edilen memurlar da yaptıkları işin kutsal olduğu inancıyla hareket etmekteydiler.
129
Râhipler ve yazıcılar, geçimleri krallık gelirleri ile sağlanan totaliter devletin memurları,
"firavunun 'ev'inin üyeleri" olarak adlandırılırdı.
Diğer yandan, şu duruma da işaret etmek uygun olur: Merkezî otoritenin zayıfladığı bâzı
dönemlerde Amon Büyük Rahibi'nin nüfuz ve otoritesi o kadar artmıştı ki âdetâ firavundan
bağımsızlığını îlân edecek hâle gelmişti. XX. Sülalenin sonuna doğru (M.Ö. XII. Asır) Amon
râhiplerinin 80.000'e yakın köleleri vardı; emri altında bir ordu ve pek çok kâtip ve görevli bulunan
Büyük Rahip, bu göreve bizzat tanrı Amon tarafından getirildiğini iddia ediyor ve kendini
hükümdardan bağımsız bir konumda görüyordu.
b. Devlet Teorisi
Kutsal geleneğe göre, kral sadece egemenlik hakkını tanrısal bir kaynaktan almış olması
dolayısıyla değil, ilâhî bir nesepten gelmiş olması dolayısıyla da kraldı. Bir kişinin firavun
olabilmesi için en büyük tanrı "Amon'un oğlu"olması da şarttı. "Amon-Ra'nın oğlu", aynı zamanda
baş râhipti. Bu ilâhi niteliklerine ve güçlerine dâir beslenen inanç sâyesindedir ki firavunlar bu
kadar uzun bir süre, pek az bir güçle ülkeyi yönetebilmişlerdir. Mısır dininde, Güneş'in canlı
imgesi sayılan "firavun kültü” nün önemli bir yeri vardı. Bu inanç, devleti kutsallaştırıyor ve
firavunu tanrılaştırıyordu. Ölümünden sonra firavun tamamen tanrılaşıyor ve Osiris ile
özdeşleşiyordu.
Fakat öyle görünüyor ki bu teolojik söylemleri o kadar da abartmamak gerekiyor, çünkü,
şartlar elverdiği zaman, bunlar, Hatshepsut ve Kleopatra örneklerinde olduğu gibi, bir kadının bile
firavunluğunu ilân etmesine engel olmayabiliyordu. Nitekim kraliçe Hatshepsut için tanrı
soyundan olduğuna ilişkin bir efsane oluşturuldu. Birinci mesele böylece halledilmiş oldu. Peki
kadın olmasıyla ilgili sorun mu nasıl halledildi? İnsanların inandıkları ile inanmak
istedikleri/inanır gibi yaptıkları arasındaki sınır o kadar da uzak olmasa gerek. Halka açık yerlerde
görüldüğünde erkek kıyafeti giyiyor ve sakal takıyordu. Kendisine "Güneşin Oğlu” diye hitâp
ediliyordu. Adına dikilen anıtlarda da sakallı ve göğüssüz bir savaşçı olarak yontuluyordu. Yirmi
iki yıl barış ve bilgelikle hükümran oldu (M.Ö.1501-1479) ve Mısır tarihinin en başarılı firavunları
arasında yerini aldı.
Tüm tanrısallık iddialarına rağmen, yine de, firavun, halkın sesine kulak vermek, halka
zâlimce davranmaktan çekinmek durumundaydı. Çünkü, Tanrı Amon, özellikle fakir insanların
feryâtlarına kulak verir ve onlara yardım için tââ uzaklardan gelirdi. Firavunun, yeni bir vezirin
tâyin merasiminde, kendisine şöyle hitap ettiği kaydediliyor:
Dikkat et!... Bak ne Saruların tarafını tut ne de insanları köle hâline getir!.. Yukarı ve Aşağı
Mısır'dan bir şikayetçi geldiği vakit, her şeyin kanuna göre yapılmasına ve herkesin hakkını elde
etmesine nezaret etmek sana aittir.... Şikayetçiye cevap verirken kanun ve kaideye göre hareket,
bir Sar için emniyettir. Hükmedilen adam 'benim hakkım verilmemiştir' dememeli... Allah’ı seven
adaleti yerine getirendir. Allah’ın nefret ettiği şey bir tarafı iltizam etmektir, buna göre hareket et,
seni bilene ve bilmeyene aynı gözle bak. Böyle hareket eden bir Sar uzun müddet makamında
itibâr görür. Sözünü dinlemeden, hiç bir şikayetçiyi baştan savma. Kusurlu bir adam hakkında
gazaba gelme... Bir Sarın şeref ve haysiyeti adalet yaparken korkuyu gönlünde
bulundurmasındadır. Eğer bir Sar korku veren biri olursa insanların zihninde ona zâlim damgası
130
vurulur. Ona 'bir adamdır' denilmez. Anlıyor musun!.. Adâlet, vezir olmanın tarzından beklenir.
Anlıyor musun!.. Bu Ra ilâhından beri en doğru kanundur. Bak!.. Vezirin kâtibine ne denir? 'Maat
kâtibi' yâni 'adalet kâtibi' denir, onun ismi budur. Senin divan kurduğun salon iki adâletin
salonudur ki orada sağlara ve ölülere hükmolunur ve insanlar arasında adaleti tevzi ile mükellef
olan Vezir'dir.
Mısır'ın dînî telakkisinde adâlet fikri o kadar büyük bir mevki almıştır ki, kralın mâbette
ilâha takdim ettiği en yüksek takdime, hakikat ve adâlet ilâhesi olan Maat'ın yâni Ay'ın statüsü idi.
Ve vefat eden kişilerin öteki hayata nail olabilmeleri için Maat'ın şahadeti lâzımdı...
B. HUKUKÎ HAYÂT
Meşhur Grek tarihçisi Herodotos (484-425), firavunların hükümran oldukları Mısır'da
mükemmel bir adâlet dağıtımının gerçekleştirildiğinden ve ülkenin yüksek bir refah seviyesinde
olduğundan bahsetmektedir. Orta Krallık Dönemine (M.Ö. 1800'lere) ait olduğu anlaşılan, Bilge
Bir Köylü’nün Hikâyesi (the Tale of the Eloquent Peasant) başlıklı bir edebî metinde, bundan dört
bin yıl önce, bir yanda fakir bir köylünün başına gelen haksızlıklar ve adâletsizlikler ortaya
konurken; diğer yandan da, en basit bir köylünün dahi yüksek kademelerdeki ve bizzat kral
nezdindeki hak arama mücadelesini görmekte ve sırâdan bîr köylünün sorunlarının bile resmî
makamlarca ciddiye alınabildiğini müşahede etmekteyiz.
Hukukî hayatın işlemesinde kâtip/yazıcı sınıfının önemli bir rolü vardı. Diğer işleri yanında
bu yazıcılar sözleşme ve vasiyet gibi hukukî belgeleri düzenlerlerdi. Lourvre müzesinde
ziyaretçiler, elindeki kalemin bir yedeği kulağının arkasına sıkıştırılmış vaziyette yazı yazan
bağdaş kurmuş yarı çıplak bir yazıcı heykelciğini görebilirler.
Mısır kanunları, ilâhî bir kaynaktan geldiklerine dair inançlarını teyid edecek şekilde,
kutsal metinlerin bir parçasını oluşturmaktaydı. Onun için de, söz konusu yasa metinlerine pek çok
bâtıl inançla beslenen bir tazım ile yaklaşılırdı. Bunlar üzerinde en ufak bir sorgulama veya
itaatsizlik ilâhlara karşı bir isyan olarak algılanır ve söz konusu kişi de bunun gerektirdiği cezâlara
çarptırılırdı. Mısır yasalarının, esas îtibâriyle, Ma'at konsepti üzerine, bir başka ifade ile, yanlış ve
doğruya ilişkin sağ duyu üzerine kurulu olduğu söylenebilir. Ma'at, evrendeki gerçeği; nizâm,
denge ve adâleti temsil eder. Bu anlayış, köleler hariç herkesin serveti ve sosyal mevkii ne olursa
olsun, kanun karşısında eşit olarak görülmesini gerektirir.
Her ne kadar kadîm Mısır hukuk sistemi erkek egemen bir özellikte ise de kadınlar da
hukuk sistemi içinde oldukça önemli haklara sâhipti. Kadınlar da mal-mülk sâhibi olabilir, vasiyet
yapabilir, mîras bırakabilirdi, mahkemelerde şahitlik yapabilir ve boşanma dâvâsı açabilirlerdi.
Çocuklar ve fakirler bile hatırı sayılır hukukî haklara sâhiplerdi, köleler dahi belli şartlarda
mal mülk sâhibi olabiliyorlardı.
Kadîm Mısır'da, bilinen en eski zamanlarda bile intikam uygulaması görülmemekte,
suçlular devlet organları tarafından takip edilmekte, yargılanmakta ve cezâlandırılmaktadır. Bu
cemiyette, hakkı intikâma dair hiç bir işaret görülmüyor. Ancak, Mısır hukuk anlayışında suçlu
cezâlandırılırken, sık sık, suçlunun tüm aile üyeleri de cezalandırılırdı. Meselâ, bir kişi sürgün
cezâsı ile cezâlandırıldığında, onların çocukları da otomatik olarak aynı cezâya çarptırılmış
131
oluyordu. Eğer akrabadan biri askerlikten firar ederse, çalışma angaryasını ihmal ederse bütün
ailesi hapsedilebilirdi.
Tarihçi Diodorus'a göre, Mısırlılar, suçluların cezâlandırılmasında bir intikam ve öç alma
duygusuyla değil, suçlunun ıslah edilmesi ve bir daha böyle bir suç işlememesini sağlama amacıyla
hareket ediyorlardı. Ancak, " kanın kanla temizlenmesi," yâni adam öldürenin öldürülmesi (kısas)
ilkesi kadîm Mısır'da da uygulanıyordu. Fakat, M.Ö. VIII. Asrın başında Mısır'ı işgal eden ve
Mısır'da firavun olara hüküm süren Habeş kralı Sabacos, ölüm cezâsını kaldırmıştı. Firavun
Sabaco, işlenen bir suç için ölüm cezâsı verilmesi yerine, işledikleri suçların derecesine göre,
suçluların angarya cezâsına mahkûm edilmesini emretti. Suçlular, sel baskınlarma karşı,
bulundukları yerleşim yerlerin irtifalarını yükseltme işinde çalıştırılıyorlardı. Bu dönemde bütün
şehirler sel baskınlarının erişemeyeceği bir düzeye yükseltildi.
Diğer yandan, hukuk esasını ma'at ilkesi oluşturduğundan ve suç işleyen bir kişinin de
doğruluk ve adâlet tanrıçası Ma’at’a karşı gelmiş olduğu düşünüldüğünden, suçlunun, mahkemece
verilen cezâlara ilâveten; işlerinin rast gelmemesi, hastalık, körlük, sağırlık gibi âfetlere de dûçâr
olacağına ve ölümden sonra da Hesap Günü'nde sıkıntı çekeceğine inanılırdı. Hattâ, işlenen suçtan
dolayı mes'ul olma anlayışı, vefatta sonra, daha ceset ortada iken bile devam ederdi ve o noktada
dahi uygulanan bâzı müeyyideler vardı:
"Ef’ali cürmiyyenin mesûliyeti kanuniyyesi vefat ile de sakıt olmadığından, her şahsın
ahvâlini bâdelmevt muhakeme eylemekle mükellef, kırk hâkimden belki de hakemden mürekkep
bir mahkemei mahsusa dahi vardı Vefât eden her Mısırlı tezkiye olunur ve herkesin anı ithâma
selâhiyeti bulunurdu". Eğer, hayatında işlediği bir suçtan dolayı onu takbih eden kişiler çıkarsa,
cenaze, teçhiz, tekfin ve tedfinle ilgili hizmet ve merasimlerden mahrum bırakılır, böyle bir hâlle
karşılaşılması, âilesi için de zor bir durum oluştururdu. Buna karşılık, hiç bir kimse tarafından
ithâma mâruz kalmayan bir cenaze için gerekli merâsimler harfiyyen icrâ edilirdi.
Böylece, hukukta, devletin uyguladığı yaptırımların dışında, belki bâzı durumlarda
onunkinden de etkili daha nice yaptırımlar olduğunun ilginç bir örneği ile karşılaşmış bulunuyoruz.
1. POZİTİF HUKUKUN GELİŞİMİ
Kadîm Mısır'a ait, Sumer Mecelleleri veya Hammurabi Kannunnamesi’nde olduğu gibi bir
yasa kodu elimizde bulunmamaktadır. Eldeki mevcut, o devirden kalma materyallere
baktığımızda, daha ziyade kraliyet fermanlarıyla ve mahkeme içtihatlarıyla düzenlenen, sanki
Anglosakson hukuk sistemine benzer bir hukuk sistemiyle karşılaşıyoruz. Ancak, gerçek durum
nasıldı? Hakikaten de kadîm Mısır'da yazılı hukuk kodları yok muydu? Bu, o dönemlerle ilgili
olarak henüz tatminkâr bir cevap verilemeyen sorulardan biridir.
Grek tarihçisi Diodorus'un (M.Ö. 90-21) naklettiğine göre, "Tanrıların yönettiği dönemin
ardından, Mısır’ın ilk kralı olan Menes dönemi başladı.
O, ülkede siyasî birliği sağlayan ilk firavun olması yanında, aynı zamanda Mısır'ın "ilk
yazılı kanun koyucu”su idi. Efsanevî kral Menes'in tedvîn ve ilân ettiği bu yasaları ona bilgelik
tanrısı Toth'un (Hermes’in) verdiği ileri sürülmektedir, ki daha sonra hem Girit yasa koyucusu
Minos, hem de Lykurgos, bu efsaneyi devam ettirecek, ve tedvîn ettikleri kanunları Zeus ve
132
Apollo'nun ilhâmıyla oluşturduklarını ileri süreceklerdir. Tabii o tarihlerde (takriben, M.Ö. IV.
Milenyumun başları) yazılı bir kanun vazettiği kabul edildiğinde, firavun Menes, sadece Mısır'ın
değil, "yeryüzünün ilk defa yazılı bir kanun ortaya koyan kişisi" unvanını da alacaktır. Çünkü
takriben, Hammurabi'den bin üç yüz yıl, Urukagina'dan ise yedi yüz yıl önceki bir tarihten
bahsediyoruz. Onun için de, ABD Yüksek Mahkemesi'nin Güney duvarındaki, insanlığın büyük
kanun koyucularının kazındığı freskin en başında ve ilk sırada Menes'e yer verilmektedir.
Bu yarı efsânevî tarihin ve rivayete dayalı tarihin ötesinde, somut tarihî veriler Menes
hakkında ne söylüyor diye sorarsak: Henüz, onun saltan sürdüğü döneme ait ve onun adının geçtiği
bir kalıntı bulunamamıştır. Bu durumda, her ne kadar, sadece Deodorus tarafından değil, diğer
Grek tarihçileri Manetho, Herodotus ve Josephus tarafından da ismi ve yaptıkları çeşitli
varyantlarla teyid edilen ortak bir figür olmuş olsa da; bu kaynakların onun saltanat döneminden
asırlarca sonra yazıldığı göz önünde tutulduğunda; Menes, bilimsel olarak, gerçek bir isim
olmaktan ziyade bir sembol ve efsâne olarak kalmak durumundadır. Tarihçi Diodorus, Menes'e
ilâveten, Mısır kanun koyucusu altı firavunun ve büyük vezir, yargıç Rekhmire'in ismini
vermektedir. Bu firavunlar şunlardır: Horemheb (firavun: MÖ 14.asır), Sasychis,
Sesoosis/Sesostris, Bocchoris (Bakenrenef), Amasis ve Darius (521-486). I. Darius'un, kadîm
Mısır hukukunu M.Ö. 519- 503 seneleri arasında yerli mütehassıslara tedvîn ettirdiği ve bunları
Arâmîce'ye çevirttiği kaydedilmektedir..
M.Ö. 720 yılında, İbranî kralı Hezekiah'nın (715-686) reformlarından kısa bir süre önce
firavun Bakenranef, bir serî reform uygulaması başlattı. Çıkardığı bir ferman veya Bocchoris
Kanunları denen bir reform yasası ile, bir yazılı kontratla tesbit edilmemiş tüm borçları ilgâ etti;
borçtan dolayı ipotek altına alınmış tüm gayrimenkulleri ve yine borçları sebebiyle köleleştirilmiş
tüm borçluları serbest bıraktı; borçtan dolayı hapis uygulamasını kaldırdı; herhangi bir suçtan
dolayı gözaltına alınanların derhal mahkemeye çıkarılması hakkını (habeas conpus) ihdas etti; faiz
hadlerini %33,3 ile sınırlandırdı ve biriken faizlerin de ana-parayı geçemeyeceği kuralını koydu.
Kendisinin reform niteliğindeki bâzı eklemeleri yanında, Bocchoris'in, Eski Mısır kanunlarını
özetleyerek ve onları dînî vasıflarından çıkararak oluşturduğu söylenen bu kanun, M.S. 212 yılına
kadar Mısır'da tatbik edilmiştir. Roma İmparatoru Caracalla meşhur fermanıyla bunu lağvetmiş ve
yerine Roma hukukunu ikame etmiştir. Bochoris Yasaları üzerinde Bâbil hukukunun, özellikle
Hammurabi Kanunnâmesinin etkili olduğu, buna karşılık, Solon'un ve hattâ Roma'da Levha
Kanunu'nu hazırlayanların da Bochoris Yasaları'ndan yararlandıkları ileri sürülmektedir. Solon
(640-560), Atina'da borçlarından dolayı kişilere bedenî cezâlar verilmesi uygulamasını kaldırırken
Bocchoris'in yolundan gidiyordu.
Persler, ele geçirdikleri ülke halklarının kültürel hayatlarına karışmazlardı. Onun için,
özgün Mısır kültürü, milâttan önce altıncı asrın ortalarındaki bu istilâdan fazla etkilenmedi ve eski
Mısır hukuk düzeni, İranlıların işgalinden sonra da devam etti. Darius (521-486), Mısır kültürüne
gösterdiği bu tolerans dolayısıyla Mısırlılar tarafından da bir kanun koyucu olarak kabul
ediliyordu. Ardından İskender istilâsı geldi (M.Ö. 332) ve üç asır sonra Batı Roma işgali bunu
tâkip etti (M.Ö. 301. İskender'in istilasından sonraki yönetimler kendi hukuk sistemlerini
yerleştirdiler. Ancak, Makedon ve Batı Roma yönetimleri altında Grek kültürü özellikle yönetim
ve hukuk alanında çok etkin olmuşsa da kadîm Mısır kültürü varlığını koruyabildi. Grek
133
(Makedon/İskender) Dönemi öncesine kadar, yaşayan bir tanrı konumundaki firavun, kanun
koyucu ve en yüksek yargıç mevkiini hep sürdürdü. Grek Döneminde Mısır ve Grek kanunları
birlikte uygulanıyordu, fakat bu kanunlar ekseriye Grekleri kayırıyordu. Romalılar Mısır'ı ele
geçirdiklerinde, tüm Roma İmparatorluğuna şâmil bulunan hukuk sistemi Mısır'da da tatbik edildi.
Özetlersek, kadîm Mısır hukukunun tarihi, belki de başka hiç bir kültürde görülmediği kadar uzun
ve sürekli olmuştur. Menes'den (M.Ö. üç binlerden) Roma işgaline (M.Ö. 30) kadar bu hukuk
uygulandı ve gelişti. Hattâ, Roma işgalinden sonra bile şehir merkezlerinin uzağındaki yerlerde bu
hukuk uygulanmaya devam etti.
Yukarıdaki bilgilerin ışığında, Mısır yasalarının en azından kısmî olarak kodifiye edilmiş
olması gerektiği düşünülmekte. Grek tarihçilerden öğrenmekteyiz ki, muhtemelen sekiz kitaptan
oluşan bir yasa kodları vardı. Fakat bunlardan hiç biri günümüze ulaşmadı. Bununla beraber,
cenaze merasimleriyle ilgili metinlerden, mahkeme kayıtları ve diğer kaynaklardan, dolaylı olarak
eski Mısır yasalarıyla ilgili bilgi edinebiliyoruz. Diğer yandan, Mısır kanunları, ilâhî bir kaynaktan
geldiklerine dair inançlarını teyid edecek şekilde, kutsal metinlerinin bir parçasını
oluşturmaktaydı.
Kendi dönemlerinde en medenî ve gelişmiş yasalar olarak görüldüğü içindir ki çok sayıda
başka toplumların da yasalarını geliştirmek amacıyla Mısır kanunları üzerinde çalışmalar
yaptıkları anlaşılmaktadır. Meselâ, M.Ö. VI. asırda, Atina ve İsparta'nın büyük kanun koyucuları
Solon ve Lycurgus bunlardandır. Mısır hukukunun hem doğrudan, hem de dolaylı olarak, kadîm
Yunan hukuku üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Bu dönemlerde Mısır'la Grekler arasında
çok yoğun bir ticarî ve kültürel ilişki vardı. Firavunlar zamanında Mısırın bâzı limanlarında Yunan
tâcirleri geniş bâzı imtiyazlara sâhip bulunuyorlardı ve bir ihtilaf vukuunda, kendileri arasından
seçilen bir hâkimin vereceği hükme tâbî idiler. Yâni tâ o zamanlarda bir nevi kapitülasyon
imtiyazına sâhip idiler. Giritliler Mısır'la çok yakın ilişki içindeydiler, dolayısıyla, hukuk
sistemleri, Finikeliler gibi Doğu Akdeniz ülkelerinin yanı sıra, Mısırlıların yasalarından da önemli
ölçüde etkilenmiştir. Lykurgos da kanunlarının bir kısmını Girit kanunlarından almıştır.
Romalılar da kanunlarını kodifiye etmeden önce, gerekli bilgileri öğrenmek amacıyla
Solon'a uzmanlarını göndermişlerdi. Bu durumda, Mısır hukukunun Roma hukukunu, Solon ve
diğer yollarla dolaylı olarak, işgal sonrası dönemlerde de doğrudan bir şekilde etkilediğinden
bahsedilebilir.
Bütün bu açıklamalara rağmen, şu soru hâlâ cevapsız durmakta. Ptoleme Dönemi öncesi
döneme ait bilinen mânada bir kadîm Mısır kodu veya önemli bir parçası niye elimizde
bulunmamakta?.. Muhakeme sürecinin bir parçası olarak yargıcın masasına Mısır yasa kodlarını
hâvi ruloların konduğu rivâyetleri dikkate alındığında, bir zamanlar bu kanun kodlarının mevcut
olduğunu farz edebiliriz. İnsanın mumyalanmış bedenlerini günümüze taşıyan kuru çöl kumlarının
söz konusu kodları bize taşımamış olması doğrusu oldukça garip. O dönemlere ilişkin olarak
elimizde bulunan sözleşmeler, vasiyetler, senetler, boşanma ilâmları, kefaletnameler, dâva
lâyihaları ve açılan dâvâların her safhasına ilişkin belgeler bizi oldukça kompleks bir hukuk
sisteminin ve yasa kodunun olması gerektiği sonucuna götürmektedir. Ancak, Menes'in kodu da
dâhil olmak üzere bütün kadîm Mısır kodları kayıp!.. Tarihî bir anomali ile karşı karşıya
bulunuyoruz.
134
Mısır hukuk sistemini kendilerine örnek alan ülkelerin hukuk kodları bugün mevcut iken,
elimizde Mısır'a ait bir kanun kodunun bulunmaması oldukça rahatsız edici bir durum. Fakat
benzer bir durum, Mısır dîni için de söz konusudur. Dînin insan hayatında bu kadar önemli bir yer
tuttuğu ve bu kadar ileri bir medeniyet düzeyine ulaşmış bir toplumun elimizde derli toplu bir
kutsal kitabı veya metni bile bulunmamaktadır. Ancak, belki de, kadîm Mısır hukukunun, bir
bakıma, dolaylı olarak da olsa, bugün de devam ede geldiğini söylemek mümkün: Grek kanun
koyucu Solon (640-559) Mısır'ı ziyaret etti onların hukuk sistemini inceledi ve pek çok yönlerini
Atina'nın hukuk sistemine adapte etti. Mısır'ın İskender sonrası döneminde de Mısır hukuku, ondan
bağımsız olarak mevcut olan Grek hukuk sistemini etkilemeye devam etti. Romalılar Mısır'ı
aldıklarında, hukuk sistemleri hem Mısır'dan hem de Greklerden etkilendi ve bugün biz de Roma
hukukunu bir çok yönleriyle ikmal etmeyi sürdürüyoruz.
2. AİLE HUKUKU
Aile kurumunun kapsamı (önceleri çok geniş aile, daha sonraki dönemlerde çekirdek aileye
doğru geçiş) ve aile içi ilişkiler (karı-koca ve çocuklar arasındaki münasebetler) ile ilgili kurallar
devirden devire önemli değişmeler göstermiştir. Eski dönemlerde geniş bir aile yapısının mevcut
olduğu, ortak bir ataya ibâdet, babanın aile üzerinde mutlak otoritesi gibi uygulamalar görülür.
Ailenin kendine mahsus arazisi, malları vardır ve bu aile patrimuanının devir ve ferağ edilmesi söz
konusu olmamaktadır. Zaman içinde geniş aile daralmış, ortak ataya ibâdet esası kalkmış, aile dînî
niteliği değişmiş ve ferdiyetçi eğilimler görülmeye başlanmıştır. Karı koca arasındaki ilişkilerde,
kız ve erkek çocuklar arasında bir denge ve eşitlik görülmektedir. Ailede babanın, ananın ve erişkin
çocukların şahsî mallarının olduğu ve bunlar üzerinde serbestçe tasarrufta bulundukları;
bağışlayabildikleri vasiyette bulunabildikleri anlaşılmaktadır. Daha sonraki dönemlerde aile
müessesesinde tekrar ilk dönemlerdeki yapılanmaya bir dönüş olduğu görülür. Artık ailede baba
otoritesi hâkimdir, akrabalık da sadece baba cihetinden söz konusu olmaktadır. Kadın evlenmekle
kocanın otoritesi altına girmekte, babanın vefatından sonra ise aile en büyük erkek çocuğun
otoritesi etrafında toplanmaktadır. Elimizde, aile kurununun önemini yansıtan kadîm dönemlere
ait resim ve heykeller bulunmaktadır. Bu resimlerde birbirine sarılmış mutlu çiftler görülmektedir.
Gençlerin yaşlılara saygılı olmalarının tavsiye edildiği yazılı bir belgede, "sana baktığı için annene
karşılığını öde" denilmektedir.
Her ne kadar kadîm Mısır hukuk sistemi erkek egemen bir özellikte ise de kadınlar da
hukuk sistemi içinde oldukça önemli haklara sahipti; mal-mülk sahibi olabilir, vasiyet yapabilir,
mîras bırakabilir, mahkemelerde şahitlik yapabilir ve boşanma dâvası açabilirlerdi. Orta
İmparatorluk Döneminde (M.Ö. 2000-1800) kadınlar, binlerce yıl sonra Yunan ve Roma'daki
hemcinsleriyle kıyaslanamayacak düzeyde hak ve özgürlüklere sâhip bulunuyorlardı. Bâzı aşk
şarkılarında duygusal eşitlik temaları görülmektedir. II. Ramses, bir belgede, kadınların diledikleri
yerlere daha özgürce ve rahatça seyahat edebilmeleri için güvenli koşulları oluşturduğundan söz
eder.
Condorcet'in tesbitiyle, insanlığın kültürel ve tarihî gelişim seyri içinde, "kadınların, artık,
faydalanılacak basit bir nesne, sadece efendiye biraz daha yakın bir köle sayılmaktan" çıkıp,
"erkeğin onları arkadaş olarak tanıdığı ve onların kendi bahtiyarlığı için neler yapabileceklerini
135
öğrendiği" bir konuma yükselmelerine giden yolda Mısır'ın önemli kilometre taşlarından biri
olduğu söylenebilir.
a. Evlenme
Nikâhın tarafların rızasıyla yapılan bir akit olduğu anlaşılıyor, ana-babanın izin ve rızasının
arandığına dair hiç bir kayda rastlanmıyor. Resmî bir nikah veya dînî bir tören yapıldığına ilişkin
bir işaret görülmüyor. Mısır'da evlilik yaşı ortalaması kadınlarda 12-14, erkeklerde ise 20 yaş
civarı idi. Bu durum dikkate alındığında, çocuk yaşta evlenen kızların evlenmelerinde
ebeveynlerinin izin ve rızalarının aranmaması oldukça tuhaf görünmektedir.
Erkek, evleneceği kadına kendisini eş olarak kabul ettiğini beyân ve taahhüt eder ve ona
mehir olarak nitelenebilecek muayyen bir miktar para verir; buna ilâveten, evleneceği kıza, onun
zarurî masraflarını karşılamak üzere her ay veya yıl için ödeyeceği paranın miktarını da taahhüt
ederdi.
Kadının kendine ait malı varsa bunu zevcinin müdahalesi olmadan uhdesinde tutmaya ve
tasarrufta bulunmaya devam ederdi. Bu malların bir listesi tutulur, kadına ait bu malların
korunması için erkeğin malları üzerine ipotek konur, böylece kadının mehiri garanti altına alınırdı.
Koca, kadının şahsına ait bu mallar üzerinde tasarrufta bulunamazdı. Hattâ erkeğin, bütün mal
varlığını eşine verdiği de görülürdü ki, bu durum, kadının ev idaresinde de etkin bir konumda
olduğunu göstermektedir. Ancak, kadının, kendi malları üzerinde özgürce tasarruf yetkisini
yitirdiği dönemler de olmuştur.
Kadîm Mısır Hukuku her dönemde çok karılı evliliği kabul etmiştir. Zevcesi ruhbân
sımfına mensup değilse, erkek başka kadınlarla da evlenebilirdi.
Mısır hukukunun, evlenme konusuyla ilgili olarak diğerlerinden farklı bir yönü de çok
yakın akrabalar (hattâ kardeşler) arası evliliğe bile izin vermesidir. Firavunlar, "royal kanın
saflığının bozulmaması için" kız kardeşleri veya üvey kız kardeşleri ile evleniyordu. Ancak, bu
uygulama halk arasında yaygın değildi, hattâ bâzı dönemlerde kardeş evliliği avâm için, cezâsı
ölüm olan bir yasak hâline de dönüşebiliyordu. Ancak, M.Ö. 1500'lerden sonra, yakın akrabalar
arası evliliğin yasaklandığı görülmektedir.
Özetlersek, kadîm Mısır hukuku, evlilik hukuku konusunda diğer hukuk sistemlerinden
farklı ve değişik bâzı düzenlemelere sâhip bulunmaktadır. Bunlar: Hiç bir resmî merasime ihtiyaç
duyulmaksızın kadın ve erkeğin aralarında yaptıkları bir akitle evlenebilmeleri; kadının kocasının
hâkimiyeti altında olmayıp, eşit bir konumda olması, hatta erkeğin kadına itâat edeceğine dair
nikah aktinde söz vermesi; çocuklara tanınan özgürlük ve yakın akrabalar arasında, kardeşler
arasında bile evlenmeye cevaz verilmesi gibi husûslardır.
b. Boşanma
Erkek boşama hakkına sâhipti, bir miktar para vererek karısından ayrılabilirdi, ancak sâhip
olduğu ve olacağı servetten bu karısından olan çocuklarına mîras bırakacağı husûsunu da yapacağı
yeni nikah aktinde taahhüt etmesi gerekirdi. Bu nikâh aktinin bir kuralı idi. Çocukları sokakta
136
bırakmak yasaktı. Çocuklara ilişkin bu koruma tedbirlerinin nüfusu artırmaya dönük olduğu
anlaşılmaktadır.
3. MİRAS HUKUKU
Kişinin vefatı durumunda, kız ve erkek çocukları mirası eşit olarak paylaşırlardı. Yalnız,
en büyük erkek çocuğa bir miktar fazla verilirdi. Büyük erkek evlat, mîrasın taksimine kadar
terekeyi temsil ederdi ve mirası taksim etmek işini de o üstlenirdi. Bu durumda söz konusu fazlalık
bu işleri yapmasının karşılığında verilen bir ücret olarak da düşünülebilir. Mîrasın, belki de daha
çok kuru mülkiyetin, malları idare yetkisinin en büyük erkek evlâda intikâl ettiği dönemler de
olmuştur. Eğer çocuklardan biri daha önce vefat etmiş ise, onun çocukları ana-babalarının yerine
mîrasa dâhil olurlardı. Bu "büyük oğul" uygulamasının, babanın, sonradan evlendiği karısına
meylederek veya onun iğvâlarına kapılarak, mirasını onun çocuklarına kaydırmasını önlemeye
mâtuf olduğu ileri sürülmektedir.
Karı koca arasında mal ayrılığı sistemi cari idi ve birbirlerine vâris olmazlardı. Ölen
kimsenin vârisleri onun meşrû çocukları idi. Mısır hukuku, gayrimeşrû çocukları ailenin bir parçası
olarak görmemiş ve onlara mîras hakkı tanımamıştır. Babaları bunları ne tanıyabilir, ne de vasiyet
yoluyla onları mîraslarından istifade ettirebilirlerdi. Mîras, sadece müteveffanın meşrû çocuklarına
intikâl ederdi.
Mûris, düzenleyeceği bir vasiyetname ile, dilediği kimseyi vârisi olarak belirleyebilir,
erkek ve kız çocukları arasında eşitliğe aykırı hükümler de koyabilirdi. Ancak, bunun için,
vasiyette bulunanın akıl hastası olmaması gibi şartlar aranırdı ve ayrıca, yapılan bu vasiyetnamenin
resmî makamlara tescil ettirilmesi gerekirdi.
4. BORÇLAR HUKUKU
Kadîm Mısır hukuk sisteminde, özgür kişilerin, hak ve vecibelere ehil birer hukuk süjesi
olmaları yanında; mâbetler, vakıf ve hayır müesseseleri de gerçek kişiler gibi hak ve vecibelere
sahip birer hukukî varlık, "tüzel kişi" statüsünü hâiz bulunuyordu. Diğer yandan, Devletin de bir
hukukî varlık olduğu, kendisine mahsus bir patrimuana sahip bulunduğu, hak ve vecibelere ehil
olabildiği, hakikî şahıslar gibi hukukî muâmeleler yapabileceği kabul edilmekteydi. Devletin
manevî şahsiyetini temsil eden, onun namına hukukî muâmelelerde bulunan kişi ise Firavun veya
onun temsilcisi konumundaki kişilerdi.
a. Mülkiyet
M.Ö. 2900'lerden îtibâren Mısır'da aile/kabile/klan mülkiyetinden kişisel mülkiyete geçiş
sürecinin başladığı, özel mülkiyetin büyük bir gelişme gösterdiği ve hukuk sistemince
desteklendiği görülmektedir. Devlet, özel mülkiyeti koruma ve güvence altına almakla görevli
sayılıyordu. Herkes, mâliki olduğu malı satabilir, bağışlayabilir, kiraya verebilir, vakfedebilir,
rehnedebilir ve ölümü halinde vârislerine intikal ettirebilirdi.
Taşınmazların resmî kütüklere kaydedildiği, maliklerdeki değişikliklerin şahitler
huzurunda düzenlenen resmî senetlerle gerçekleştiği ve resmî kütüklere tescil edildiği
görülmektedir. Ancak bu resmî işlemlerin tamamlanmasından sonra satış mûteber hâle gelir,
137
mülkiyet intikâl eder ve üçüncü şahıslar için de hüküm ifade ederdi. Menkul malların satış
işlemlerinde ise bu çeşit formaliteler aranmazdı. Bâzı dönemlerde arazi, büyük toprak sâhibi
asillerin elinde toplanmış ve oluşan feodal güçler merkezî otoriteyi tehdit eder boyutlara ulaşmıştır.
Gayrimenkullerin devrinde resmî yazılı işlemler ve şahitlerin huzuru arandığı halde,
menkul malların devri bedelin ödenmesi ve malın teslimi ile gerçekleşirdi.
b. Akitler
Mısır hukukunda satım, karz, kira gibi akit çeşitlerine ve bağışlama gibi muâmelelere yer
verildiği görülmektedir. Gayrimenkullerin kiraya verilmesi konusunda da hükümlere
rastlanmakta, îcra verme süresinin bir yılı aşamayacağı şeklinde bir sınırlama getirildiği
görülmektedir.
M.Ö. 7. Yüzyıla kadar sözleşme ve alış verişlerin hemen tamamı sözlü olarak icrâ edilirdi.
Fakat Dometik Alfabe’nin bulunuşundan sonra, pek çok hukukî işlemin yazılı olarak yapılması
şartı getirildi. Bu yazılı hukukî vesikalar bize o dönemin hukuk sistemi hakkında çok değerli
bilgiler vermektedir. Noter tarafından yapılan sözleşmelerde beş şahit de hazır bulunurdu. İran
istilasından sonra bu sayı yediye çıkarılmıştı.
Karz akitlerinin konusunu para yanında buğday gibi mallar da oluştururdu. Alınan faizin
miktarının oldukça yüksek olduğu görülmektedir. Ancak, ödenecek faiz miktarının ana parayı
geçemeyeceği şeklinde bir sınırlama getirilmişti. Borcun isbatı için, sözleşmenin beş, yedi şahit
huzurunda, yazılı olarak düzenlenmesi gerekirdi. Şahitlerin her biri senet üzerine, tarafların
mutabık kaldıkları husûsları ayrı ayrı yazar ve imzalarlardı. Borcun teminatı olarak rehin
uygulaması da vardı. Borcun ödenmemesi halinde alacaklı, teminat olarak gösterilen şeyden
alacağını alırdı.
Bocchoris Kanunları, borçtan dolayı hapis uygulamasını kaldırdı, faiz hadlerini %33,3 ile
sınırlandırdı ve biriken faizlerin de ana-parayı geçemeyeceği kuralını koydu. Aynı yasa ile,
herkesin vefat eden pederinin cesedini rehin vererek ödünç para alabilmesi imkânı getirildi. Bu
uygulamada, kişinin babasının mumyası alacaklının eline geçiyor ve borcun ödenmemesi hâlinde,
borcun ödenmesine kadar ceset aile kabristanına veya başka herhangi bir kabre gömülemiyordu.
Bir borçlunun, borcunu ödemeyerek babasının cenazesini alacaklılarının elinde bırakması çok onur
kırıcı bir durumdu.
c. Vakıflar
Bir kimsenin mülkiyetinde bulunan bir malı veya taşınmazı, bâzı amaçların gerçekleşmesi
için bir gerçek veya tüzel kişiye bağışlaması da mümkündü; ancak, bunun resmî makamlarca
düzenlenen bir senetle yapılması gerekirdi; bağışlayanın koyduğu şartlara uyulmazsa bağışlama
hükümsüz olurdu. Yapılan bir bağış veya tesis edilen vakıf bir taşınmaz ile ilgili ise, bunun iptali
ancak bir mahkeme kararı ile mümkündü; ne taraflar ne de bir devlet yetkilisi mahkeme kararı
olmadan bu vakıf tüzel kişiliğine son verebilirdi.
Mâbetler bir tüzel kişilik olarak düşünülüyor, bunlar için fertlerin vakıf tesis etmeleri
imkânı tanınıyordu. Tapınak işlerinin görülmesi ve rahiplerin geçimlerinin sağlanması için,
138
tapınaklara temelli toprak bağışları ve vakıflar yapılırdı. Bu şekilde tapınaklara tahsis edilen
malların başka bir amaç için kullanılmaları, devir ve ferağ edilmeleri mümkün değildi. Ancak, bu
vakfı tesis edenler, vakıf senedine hüküm koyarak, oluşturdukları vakfın gelirlerinden bir kısmını
kendileri ve ahfâdlarına tahsis edebiliyorlardı.
5. KÖLE HUKUKU
Kadîm çağlarda köleliğin en yaygın olduğu toplumlardan biri de Mısır'dı. M.Ö. dördüncü
milenyumda bile Mısır'da köleliğin olduğu ileri sürülmektedir. Kölelerin kaynağı, Suriye, Filistin
ve Etiyopya ile yapılan savaşlarda alınan harp esirleri idi. Harpte ele geçirilen esirlerin bir kısmı
Mısır'da köle olarak çalıştırılırken, bir kısmı da komşu ülkelere satılıyordu. Savaş dışında, diğer
ülkelerden özellikle Sudan ve Asya'dan da ticaret yoluyla köle temin ediliyordu. Bu köleler saray
ve konaklarda ev hizmetleri yanında, tarlalarda, madenlerde, yük taşımada ve tapınak hizmetleri
gibi işlerde kullanılıyordu. Küçük memurların, askerlerin, çiftçi ve zanaatkârların bile iki yada üç
kölesi vardı. XX. Sülalenin sonuna doğru (M.Ö. XII. Asır) Amon râhiplerinin 80.000'e yakın
köleleri vardı. Devlet tarafından işletilen maden, taş ocaklarında ve diğer devlet işletmelerinde
köleler çalıştırılmaktaydı.
Savaş esirleri ve satın alma dışında da bâzı köle kaynaklarının olduğu anlaşılmaktadır. Borç
köleliği uygulaması kadîm Mısır'da da vardı. Nitekim, M.Ö. 720 yılında, firavun Bakenranef'in,
çıkardığı Bocchoris Kanunları denen bir reform yasası ile, borçları sebebiyle köleleştirilmiş tüm
borçluları serbest bıraktığını biliyoruz. Buna rağmen, XXVI. Sülale dönemine (664-525) ait
belgelerde hürlerin, bir hizmet sözleşmesi imzalayarak kendilerini ya da çocuklarını köle olarak
satabileceklerinden bahsedilmektedir. Tevrat'ta geçen bir rivayette, Mısır'da, hırsızlık malı
üzerinde bulunan kişinin köleleştirilmesi gibi bir uygulamadan bahsedilirse de, kadîm Mısır
kaynaklarında böyle bir cezâ uygulaması yapıldığına dair bir kayıt bulunmamaktadır.
Kölelerin içinde bulundukları şartlar, hak ve özgürlük seviyeleri konusunda da farklı
görüşler ortaya çıkmakta. Mısır'ın uzun tarihi boyunca bu konuda çok farklı düzenlemelerin
olmasını da tabii karşılamak gerekir. Bâzı kaynaklar kölelere mülk edinme ve toprak kiralama
hakkı tanındığından bahsetmektedirler. Daha önce de işaret edildiği gibi, Ölüler Kitabı'nda, Tanrı
Osiris'in huzuruna çıkarılan kişi, dürüst bir hayat yaşadığına ilişkin savunmasını yaparken şu
ifadelere de yer vermekte: Kölelerimi aşırı çalıştırmadım, başkalarının kölelerine iftira atıp
efendilerinin onlara kötü muamele etmelerine yol açmadım. Demek ki, ne ölçüde uygulamaya
konduğunu bilmesek de, en azından ahlâkî düzeyde, köleleri korumaya mâtuf bâzı değerler kabul
görmekteydi.
Bâzı kaynaklarda ise, efendinin kölesi üzerindeki mutlak mülkiyet hakkından, onu dilediği
şekilde cezâlandırıp öldürebileceğinden ve kölelere hiç bir hak tanınmadığından bahsedilmektedir.
Kaçak köle sayısırının çok olması, Mısır’da kölelere iyi davranılmadığının bir işareti olarak
yorumlanabilir.
6. CEZÂ HUKUKU
Kanun kodlarına sâhip olmasak da, elimizdeki pek çok mahkeme belgesinden, işlenen
suçlar ve verilen cezâlar hakkında bilgi sâhibi olmaktayız. Bedenî cezâlar olarak 100 sopa kadar
139
değnek cezâsı uygulanırdı. Ağır suçlar için, devamlı bir aşağılama nişanesi olarak, damgalama ve
dağlama yoluna da gidilirdi. Yine suçun ağırlığına göre suçlular Sudan veya Batı tarafındaki uzak
bölgelere sürgüne; veya, uzak yerlerdeki maden ve taş ocaklarına forsa olarak çalışmaya
gönderilirdi. Bâzı suçlar için ise organ kesme (el, dil, burun, kulak kesme) cezâları
uygulanmaktaydı. Çok daha ağır suç vak'alarında ise ateşte yakma, suda boğma ve boynunu vurma
şeklinde uygulanan ölüm cezâları verilirdi. Düşmana haber sızdırarak ihanet eden bir askerin dili
koparılırdı. Fakat şurası da hatırlanmalı ki, barbarca görülen bâzı cezâlara rağmen, kadîm Mısır
hukukunda insan haklarını gözeten bâzı hükümlere de rastlanmaktadır: Bocchoris Kanunları' nın,
borçtan dolayı hapsedilmeyi yasaklaması gibi. (Andrews). Hafif cürümler işleyen köle ve sıradan
kişileri muhtemelen falakaya yatırıyorlardı.
a. Cinayet
Sadece adam öldürme değil, adam öldürmeye teşebbüs de ölümle cezalandırılırdı; hattâ,
böyle bir fiile engel olabilecek durumda olup da engellemeyenler de suç ortağı kabul edilerek aynı
cezaya çarptırılırdı. İşlenen bir suçtan haberdar olup da ihbar etmeyenlere de dayak cezâsı verilirdi.
Babasını veya anasını öldürenler dikenler içine atılarak veya yakılarak öldürülürdü. Çocuğunu
öldüren anne veya babalar öldürdükleri çocuklarının cesedine sarmalanarak üç gün o vaziyette
teşhir edilirlerdi. Hattâ, bâzı durumlarda totem hayvanların öldürülmesi bile îdâmı müstelzim bir
suçtu, çünkü bu hayvanların hayatı da hukukun himâyesi altında idi. Totem olarak tapılan bir
hayvanın kazâen bile olsa öldürülmesi durumunda, o mâbudun râhibi hem dâvanın hâkimi hem de
cellat sıfâtını alırdı.
Her ne kadar, adam öldürme konusunda Mısır hukuku sert ve acımasız ise de, kralın
devreye girmesi ile suçlunun lehine bâzı değişiklikler yapılabiliyordu. Habeş kralı Sabacos'un
Mısır'ı istilâ ettiği ve firavun olarak hüküm sürdüğü dönemde (takriben 716-702), ister katil
suçundan, ister başka îdâmı gerektiren bir suçtan olsun, ölüm cezâsını uygulamadan kaldırdığı ve
onun yerine angarya cezâsının uygulanmasını emrettiği nakledilmektedir.
b. Diğer Bâzı Suçlar ve Cezaları
Deir el-Medina'ya ait mahkeme kayıtlarına göre, hırsızlık ve zimmete geçirme suçlarının
cezâsı, çalınan şeyin iki misli cezâî tazmînâtla birlikte iadesi olabilmektedir. Bir kaynakta, bu eski
devirlerde Mısır' da, hırsızlık olaylarıyla ilgili olarak şöyle bir fiilî durum ve uygulamadan
bahsedilmektedir: Hırsızlığı meslek edinmiş olan kişilerin, isimlerini hırsızlar loncasının şefi olan
kişiye bildirme ve o vakitten sonra çaldıkları her şey hakkında bu şefe bilgi verme mükellefiyetleri
vardı. Malları çalınan kişiler, çalıntı mallarının iadesini temin için, çalınan mallarının miktarı ve
diğer özellikleri, ne zaman nerede çalındığı gibi husûsları hâvî bir dilekçe ile söz konusu hırsızlar
loncasının şefine başvururlardı. Başvuran kişiye ait mallar tesbit edildikten sonra, değerlerinin
dörtte biri kadar bir ödeme yapılmasını tâkîben, çalıntı mallar çalınmadan önceki hâl ve
konumlarıyla çalındıkları eve bırakılırdı.
Yaptığı bir akitten veya verdiği bir yeminden/sözden caymak idam cezâsını gerektirirdi.
Ağır bir cürüm işlediği konusunda başkasını yalan yere ithâm ettikleri anlaşılanlar da idam
edilirlerdi. Devlet sırlarını düşmana ihbar edenlerin dilleri koparılırdı. Şâhid-i zûr (yalancı şahit)
idam edilir, idamdan önce elleri de kesilirdi.
140
Başkasının hakkına ve toplumun ahlâkına tecavüz sayıldığı için zina eden erkeğin cinsel
organı, kadının da burnu kesilirdi.
Dilencilik, serserilik ve tembelliğe engel olmak ve suç işleme kaynaklarını gidermek için
her Mısırlı, bulunduğu eyaletteki görevli memura her sene, ismini, mal varlığını, ne işle meşgul
olduğunu ve ne kazandığını bildirmek zorundaydı. Bu konularda doğru bilgi vermeyenler ve dürüst
ve namuslu bir hayat sürdürmeyenler idam edilirlerdi.
Her şeyin bu kadar devletin kontrolü altına alındığı ortamlarda, bu sefer de devlet
memurlarının yolsuzluklarının alıp başını gitmesi beklenen bir gelişmedir. Nitekim, rüşvet ve
yolsuzlukların önünün alınamadığı anlaşılmaktadır:
"Kadîm Mısır'da rüşvet yaygındı. Belgeler bunu kanıtlamaktadır. II. Ramses döneminde
de, bu sürüyor. Mısır’da bilgeler, imparatorlara memurlara bol maaş verilmesini öğütlemişlerdir.
Mısır'da daha sonraları da yolsuzluklar sürmüş, memurluklar satılmıştır."
Kadîm Mısır üzerine yazan bâzı araştırmacı ve yazarlar, bu arada Max Weber, harpte
düşmandan ele geçirilen savaş esirlerinin, Firavun tarafından bir dindarlık ve şükrân ifadesi olarak,
âyinsel bir uygulamayla boğazlanıp tanrılara kurban edildiğinden; tanrısız bir varlık olarak
düşünüldükleri için, yabancılara karşı herhangi bir merhamet veya âlicenâplık uygulamasına dair
hiçbir iz görülmediğinden bahsederler. Buna karşılık, İngiliz seyyah ve ilk Egyptolojist'lerden
Wilkinson (1797-1875), söz konusu iddiaların, konunun iyi araştırılmamasından kaynaklanan
yanlış değerlendirmeler olduğunu ileri sürmektedir:
"Medeniyetin her alanında emsallerini aşan bir toplumun böyle keyfi ve gaddarca cezalar
sergileyip, bunu bir âdet ve âyin şeklinde uygulamaları kabul edilemez. O bakımdan, harpte alınan
esirleri mabetlerin dış cephelerinde teşhir edilirken ve firavunun önünde diz çöktürülmüş vaziyette
ve kralın saçlarından tutarak ilahların önünde kurban ediyormuş gibi gösteren gravürleri ve buna
ilişkin rivâyetleri değerlendirirken dikkatli olmak icâp eder. Tarihçi Heredotos, daha o zaman bile,
söz konusu değerlendirmelerde bulunan Grekleri; Mısırlıların kendilerine özgü mantalitelerini
bilmediklerinden, onların mecâzi bir şekilde anlatmak istedikleri bâzı şeyleri gerçekmiş gibi
zannederek yanlış bâzı sonuçlar çıkarmalarından dolayı, haklı olarak, eleştirmektedir. Halbuki, bu
çeşit sahneleri, firavunun, ilahların yardımıyla kazanmış olduğuna inandığı zafer sebebiyle, onlara
duyduğu şükrânlarını ifade etmekte kullandığı dînî alegoriler olarak değerlendirmek gerekir.
7. MAHKEMELER VE MUHÂKEME USÛLÜ
İlk mahkemelerin, Nil'den gelen su kanallarıyla ilgili olarak "nom içinde ve nomlar
arasında çıkan ihtilâfları çözmek amacıyla ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bu mahkemelerin
hâkimleri, nom’ların âyân ve eşrâfından oluşan Saru'lardı. Bu mahkemeler, Krallık döneminde de
firavunu temsil eden vâlilerin başkanlığında görevlerini sürdürdüler.
Daha sonra, Krallık döneminde adlî işlerin nasıl yürütüldüğüne ilişkin yeterli bilgiye sâhip
olmamamıza rağmen, devlet otoritesini kullanma mevkiindeki kişilerin, konumlarına göre bir
şekilde bu sürece katıldıkları söylenebilir. Elbette, en tepede doğruluk ve adâlet tanrıçası Maat'ın
yeryüzündeki temsilcisi olan Firavun yer almaktadır. Yargılama yetkisini bazan bizzat yerine
getirirdi, ama, tabii, çoğu zaman bu yetki, görevlendirdiği diğer organlar tarafından kullanılıyordu.
141
Son derece önemli suçlarda firavun ya bizzat karar verir veya karar vermesi için özel bir hâkimler
heyetini görevlendirirdi. Önemli bir çok konuda, yargılama görevini, firavun adına veziri yerine
getirirdi. Kralın vezirlerinin sık sık yargıçlık yaptıklarını biliyoruz. Vezir’in emri altında adâlet
dağıtan altı büyük kurul vardı, bunlar onun namına yargılar ve hüküm verirlerdi. Hem hukukî hem
de cezâi dâvalara bakan ve doğrudan Firavun'a bağlı bulunan, başkanlığını bizzat Vezir’in yaptığı
bir Dîvan-ı Alî (Yüksek Mahkeme), duruma göre birinci veya ikinci derecede mahkeme olarak
işlev görürdü. Bu mahkeme, kutsal sayılan üç bölgedeki (Menfes, Helyopolis ve Teb) tapınaklara
mensup en mümtaz râhiplerin arasından seçilen onar âzâdan, yâni otuz kişi ve bir başkandan
oluşuyordu. Bunlar, zâten varlıklı kişiler olmalarına rağmen devletten yıllık tahsîsât alırlardı.
Bunların her türlü müdâhaleden uzak bir şekilde, tarafsız olarak görev yapmaları için her türlü
tedbir alınır; kendi âmirlerinden gelse dahi her türlü telkini dikkate almayacakları husûsunda krala
teminat verirlerdi.
Her eyalette de Firavun adına adâlet dağıtan, o mahallin en yüksek yöneticisinin
başkanlığında faâliyet gösteren mahkemeler bulunurdu. Aynca, yargılama işleriyle görevli başka
memurlar da vardı. Küçük suçlar mahallindeki yaşlılar meclisince çözüme bağlanırdı, her köy ve
kasabanın, vuku bulan adlî vak'aları çözmek üzere kendi yerel kurulları vardı.
Mahkemelerde yazılı yargılama usûlünün uygulandığı, bu yazışmaları yürüten, belgeleri
saklayan görevlilerin bulunduğu anlaşılmaktadır. İddiada bulunan kişinin dâvâ açması gerekirdi,
eğer dâvâ mahkemece kabul edilirse dâvâlı taraf mahkemeye celp edilirdi. Bir avukat
bulundurulması falan söz konusu olmayıp iki taraf da kendi delillerini mahkemeye sunmak
durumundaydı. Zaman zaman şahitler de çağrılmakla beraber, hâkim, genellikle eldeki delillere
ve tarafların ifadelerine göre kararını verirdi. Başka delillerin olmadığı durumlarda tarafların
yeminlerine başvurulurdu. Taraflar iddia ve savunmalarını mahkemeye yazılı olarak bildirirlerdi.
Cezaî nitelikteki dâvalarda, dâvacının talep ettiği cezâ ve tazmînât miktarını da mahkemeye yazılı
olarak bildirmesi gerekirdi. Mahkeme üyeleri dosya üzerinden inceleme yapar ve gizli olarak
verdikleri kararı, bir gerekçe ve açıklamaya yer vermeksizin, dâva dilekçesinin altına, evet/hayır,
olur/olmaz şeklinde bir ibâre yazarak belirtirlerdi.
Divânı Âlî huzurunda merî usûlü muhâkemât da esas îtibâriyle eyalet mahkemelerindeki
gibi idi: "Şifahî müdâfaa memnû olup muhâkemât tahriren icrâ edilirdi. Tarafeyn, birer lâyiha ve
layiha-i cevabî sunabilirlerdi. Hâkimler gizli olarak müzakere ederlerdi. Mahkemenin selâhiyeti
hem hukuka hem de cezâya şâmildi. Müddeî dilekçesinde kendi fikrince hasmının dûçâr olması
lâzım gelen cezâyı ve talep ettiği tazmînâtı beyâna mecbur idi. Mahkeme, kararını, evrakın zîrine
yalnızca “olur" veya “olmaz" kelimesini tahrir ile beyân eder ve esbâbı mûcibe göstermezdi. Reis
dahi kendi makamında asılı duran, kıymetli bir taş üzerine hâkk edilmiş “hakikat" ibâresini iddiası
kabul edilen tarafın alnına basarak hükmü tefhîm etmiş olurdu".
"Gerek bu mahkeme, gerek eyaletlerde vâlilerin nezdinde kurulan mâdun mahkemeler
hükümdâra pek saygılı bir şekilde bağlı idiler. Firavun, mutlak hâkimiyetini en basit dâvalarda bile
gösterebilirdi. Bizzat kendisi muhakeme etmek veya münasip gördüğü kimseye muhakeme
ettirmek için herhangi bir dâvayı derdest-i rûyet bulunduğu mahkemeden ref' edebiliyordu".
142
Diğer yandan, ortaya çıkan ihtilâfların hakem yoluyla halli yolunda da gayret sarf edildiği
görülmektedir. Hakem önünde görülen dâvalar da yazılı usûlle yürütülür; hakemin verdiği karar
nihâî ve kesin kabul edilir, bu karara karşı bir itiraz yolu tanınmazdı.
Kadîm Mısır Hukuku, suçun ortaya çıkarılması amacıyla sanığa işkence edilmesini uygun
görmekteydi. Ancak, her ne kadar işkenceye başvurulur ise de, devrine nazaran adâlet
mekanizmasının durumu diğer ülkelerden daha kötü değildi.
Enteresan bir nokta da bâzı durumlarda kimin suçlu olduğu husûsunda kararın insan
hâkimlere değil, kutsal kehânete bırakılmasıdır. Meselâ, Deir el-Medina'daki böyle bir
uygulamada, ilâh derecesine yükseltilmiş olan kasabanın kurucusunun, daha doğrusu onun
putunun yapacağı hareketin karar vermesi bekleniyordu. [Bu sembol put'un, kendi iç mekanizması
veya dıştan gelen bir hava cereyanı sonucu her iki tarafa da eğilebilecek bir tarzda yapıldığı
anlaşılıyor]. Uygulamanın şöyle cereyan ettiği nakledilmekte: Dâvanın her iki tarafının iddia ve
taleplerini içeren doküman, putun her iki tarafına konuyor ve daha sonra râhiplerden oluşan bir
heyetin huzurunda bakılıyor, heykel hangi tarafa meylederse bu durum o tarafın haklı olduğuna
bir işaret olarak değerlendiriliyordu. Para-tura atmanın biraz gizemli hâle sokulmuş bir biçimi olsa
gerek.
143
VI. İBRÂNİLERDE HUKUK
"Siz Tanrınız RAB için kutsal bir halksınız. Tanrınız RAB, öz halkı olmanız için,
yeryüzündeki bütün halkların arasından sizi seçti."
[Tesniye: VII/ 6].
A. TARİH, TOPLUM, DEVLET
İbrânî tarihi, gerek Yahûdîler gerek daha sonra Hıristiyan ve Müslüman müverrihlerce
sanki dünya tarihi imiş gibi sunulduğu ve haksız ve hatalı bir şekilde dünya tarihinin mihverine
yerleştirildiği için; hem bu kültürler üzerindeki etkisinin önemi cihetiyle, hem de işaret edilen bu
durumun yol açtığı yanlışlık ve çarpıklıklara da dikkati çekmek bakımından, bu konu ve İbrânî
dîni ve kültürüne ilişkin diğer konular üzerinde biraz daha geniş ve ayrıntılı bir şekilde durmayı
faydalı ve gerekli görmekteyiz.
1. TARİH
Bugünkü Filistin topraklarmda, Filistinlilerden ve Yahûdîler den önce, renklerinden dolayı
Yunanlıların kendilerine Fenike (kırmızı renkli) adını verdikleri tüccar bir kavim yaşıyordu.
Tüccar anlamına gelen Kenanı diye de adlandırılan bu kavim, milâttan önce dördüncü bin yıla
kadar giden bir geçmişe dayanmaktadır. İlk kez M.Ö. 3500'lerde kurulduğu tahmin edilen Kudüs
şehri, Davud tarafından M.Ö. 990 yılında fethedilene kadar Kenanîler'in egemenliği altında idi. İlk
adının, “Tanrı'nın inşa ettiği yer” anlamına gelen "Urusalim" olduğu tahmin edilen bu şehre
Yahûdîler "Yeruşalim", Batılılar ise "Jerusalem" derler.
İbrânî tarihi efsanelerle sarmalanmış bir göç ve sürgünler tarihidir. Yahûdîler, sayıları
mahdut, güçsüz bir toplum olarak, tarih boyunca hep büyük devletlerin ayakları altında ezilmişler
ve bunun sonucu olarak mâruz kaldıkları göç ve sürgünlerin izleri İbrânî kültürünü ve mantalitesini
derinden etkilemiş, belirlemiştir. Bu göçlerden ilki Mezopotamya'dan Filistin'e hicret (M.Ö.
2200'ler) olayıdır. Bunun ardından, takriben, M.Ö. XVII. asırda, bir gurup Yahûdî'nin Mısır'a
göçleri ve birkaç yüzyıl burada kaldıktan sonra Sina ve Filistin mıntıkasına avdet etmeleri
gelecektir. Bunları tâkip eden iki önemli sürgün olayı da, Bâbil sürgünü (M.Ö. 586) ve Romalıların
Kudüs'ü ele geçirip tahrip etmelerinden (M.S. 70, 132) sonra yaşanan büyük sürgündür. Bu arada,
söz konusu sürgünlerin, çoğu zaman zannedildiği gibi, tek bir kişi kalmamacasına Yahûdîlerin
bölgeden ayrılmaları veya kovulmaları şeklinde olmayıp, bir kısım Yahûdîlerin şu veya bu şekilde
bölgede kalarak varlıklarını sürdürmeye devam ettikleri husûsuna da işaret edelim. Daha sonra,
sürgün sonucu gittikleri yerlerde ve özellikle de Orta Çağ Avrupa'sında, Hıristiyanlar tarafından
"İsa'nın katili bir kavim" olarak büyük hakaret ve zulümlere mâruz bırakılmış; Haçlı seferlerine
çıkan Hıristiyan orduları geçtikleri ve vardıkları yerlerde önce Yahûdîleri kılıçtan geçirerek işe
başlamışlardır. Son olarak Nazi rejiminde uğradıkları soykırım da dikkate alındığında, kendi iddia
ettikleri gibi Yahûdîlerin "Tanrı’nın seçtiği ve kayırdığı bir kavim" olmak şöyle dursun, tarihî
gerçeklere bakıldığında belki de en fazla itilen kakılan bir kavim olduklarını söylemek daha doğru
144
olacaktır. Bu durumda, ilerde de işaret edeceğimiz gibi, onların söz konusu iddialarını, "aşağılık
kompleksi" içinde bulunmanın yol açtığı bir "seklik kompleksi" hâli olarak açıklamak mümkün
olabilir.
Çivi ve Hiyeroglif yazılarının çözülüp bu medeniyetlere ait kaynakların ve Hitit
medeniyetinin deşifre edilmediği dönemlere kadar İbrânîler Ortadoğu'nun en kadîm milleti olarak
kabul ediliyordu. Bugün ise bu kanaat tamamen değişmiş olup, İbrânîler bu ön Asya
coğrafyasındaki kadîm topluluklardan sadece biri ve belki de tarih îtibâriyle onların en yenisi
olarak düşünülmektedir. İbrânî kaynaklarının naklettiği rivayetlere göre, Yahûdîlerin ilk ataları
Mezopotamya'da yaşarlarken, Nemrut'un baskısından kaçarak, cedleri Abram/Abraham'ın [Hz.
İbrahim’in] liderliğinde Şam ve Filistin taraflarına göç etmişler ve bu coğrafyada kabileler hâlinde
yaşamaya başlamışlardır. (M.Ö. 2200'ler). Buralarda, çadırlarda yaşıyor, göçebe olarak koyun ve
sığır yetiştiriciliği ile uğraşıyorlardı. Üzüm, incir ve zeytin tarımı da buna ekleniyordu.
İbrânî tarihindeki en önemli hâdiselerden biri de, daha sonra, Hz. Yakuplâkabı İsrail olup,
Hz. İbrahim'in İshak'tan olma torunu, zamanında, bir gurup Yahûdî'nin Filistin'den Mısır'a göç
edip oraya yerleşmeleri ve daha sonra da Mısır'dan çıkarak Sina'ya ve Filistin'e dönmeleri olayıdır.
Mısır'a niçin ve hangi amaçla; ne zaman; esir olarak mı hür olarak mı göç ettikleri husûsundaki
tarihî bilgiler netleşmiş değildir. Bâzıları bu göçün Hiksoslar’ın Mısır'a girişi esnasında ve belki
de onların himayesinde gerçekleşmiş olabileceğini söylerler. Tevrat’ta Mısır da kalış süresinin 430
yıl olduğu belirtilir. Egyptologist Petrie bu süreyi 1650-1220 yılları olarak tarihler. İbrânî
kaynakları, bir taraftan Yahûdîlerin bu süre içinde Mısır'da hızla çoğaldıkları ve büyük bir nüfusa
eriştiklerini ileri sürerken, diğer yandan da Firavun rejimi tarafından çok ağır zulüm ve baskılara
mâruz bırakıldıkları, köle işçi olarak çalışmaya zorlandıkları gibi çelişkili iddialarda
bulunmaktadır. Tevrat'ın bir çok yerinde Mısır'da İbrânîlerin köleleştirildiğinden ve orada
çektikleri sıkıntılardan bahsedilirse de, bir başka yerde de, Mısırlılardan nefret etmemeleri
gerektiği, çünkü onların bir yabancı olarak kendilerinin Mısır ülkesinde yaşamalarına izin vermiş
oldukları kaydedilir. (Tesniye: XXIII/ 7).
İbrânîlerin Mısır'a gitmeleri ve orada kaldıkları süre içindeki tarihleri kadar, Musa'nın
liderliğinde Mısır'dan çıkmaları da bilinmezliklerle dolu bir hâdisedir. Bu olayın sebebinin ne
olduğu, kendi istekleriyle mi, kovulma ile mi, bir isyan sonucu mu vuku bulduğu husûsunda çok
çeşitli rivayetler vardır. Diğer kaynaklar, Yahûdî kaynaklarının verdiği bilgiler arasındaki
tutarsızlıklara işaret etmekte ve çok daha farklı açıklamalar getirmektedirler. Milâttan önce üçüncü
asırda yaşayan Mısır'lı rahip ve tarihçi Manethon, o zamanlar banliyölerde sefalet şartları içinde
bir hayat süren Yahûdî kolonisi içinde başlayan bir cüzzam salgını sebebiyle, Mısır yönetiminin
kendilerinden ülkeyi terk etmelerini istemesi üzerine bu olayın gerçekleştiğini ileri sürer. Ayrıca,
Musa'nın da adından da anlaşılacağı gibi, Yahûdî olmayıp, lepralı Yahûdîlere yardım için onların
arasına giren ve onlara bu çeşit hastalıklara dûçar olmamaları için kendisinin de mensup bulunduğu
Mısır'lı râhiplerin titizlikle uyguladıkları temizlik kurallarını öğretmeye ve bu vesile ile de onları
kendi dînine davet etmeye çalışan Mısır'lı bir dînî önder olduğunu kaydeder. Bâzı Grek ve Roma
kaynakları da bu açıklamayı teyid etmektedir. Musa (Moses/Moşe/Mose) kelimesi İbrânîce
olmayıp, muhtemelen, yeni Krallık Dönemi'nin ilk kralı, firavun Ahmose'nin adının kısaltılmışıdır.
Freud de, en son yayınlanan eseri olan Musa ve Tek Tanrıcılık adlı kitabında, moses kelimesinin
145
sonundaki s harfinin Yunancaya tercüme edilirken eklendiğini, mose kelimesinin kopt dilinde
çocuk anlamına geldiğini, Amon-mose (Amon'un çocuğu), Path-mose (Path-çocuğu), Ra-
mose/Ramses (Ra'nın çocuğu) şeklinde bir çok kelimenin Mısır anıtlarındaki yazıtlarda
görüldüğünü ifade etmektedir.
İbrânîlerin, Musa'nın liderliğinde Mısır'dan Sînâ'ya göç etmeleri olayının takriben, M.Ö.
on dördüncü asrın sonlarında ve Kenan bölgesini istilâ etmelerinin de on üçüncü asrın ilk yarısı
civarında gerçekleştiği tahmin edilmektedir. Mısır'dan çıkan İbrânîlerin sayısı Tevrat'a göre altı
yüz bin, tarihçilere göre ise, olsa olsa on beş bin kişi dolayındadır. Kırk yıl Sina çöllerinde
dolaşırlar; Kenan diyarına gitme ve yerleşme imkânını bulamadan Hz. Musa ölür ve ancak Yeşa
zamanında Kenan diyârına gidebilirler ve mevcut yerleşik halkı (Filistinliler vs.) bir şekilde tasfiye
ederek oraya yerleşeceklerdir. Tanrı Yahova'nın kendilerine verdiği bir misyondur bu!..
Tevrat'ta, bu aç göçebe kabileler topluluğu "kutsanmış halk" olarak tarif edilir ve bunlar
için yerleşik halkın, "öküz kırda nasıl otu yiyip tüketirse, bu topluluk da çevremizdeki her şeyi
yiyip bitirecek" diye endişe ettiklerinden bahsedilir. Nitekim, bu yerleşik kavimlerin başına,
korktuklarından da fazlası gelir. İbranî kaynaklarının anlattıklarını sürdürelim: Yerli halkın
üzerine, kendi ifadeleriyle, “kalabalık bir kurt sürüsünün koyun sürülerine saldırdığı gibi"
saldırırlar, öldürebildiklerini öldürürler, geride kalan kadınlarla da evlenirler. İbrânî kaynakları,
Yeşa'nın oğlu komutan Gideon'un, ele geçirdiği iki şehirdeki yüz yirmi bin erkeği nasıl
boğazladıklarını büyük bir memnuniyet ve kutsal bir görevi ifa etmenin övüncü içinde anlatır.
Tarih boyunca, en ulvî şeyler yanında en büyük fecaatlerin de din adına işlendiğinin bir örneği
daha sergilenmektedir böylece... Sanki Mısır'da firavunun zulmünden şikâyet eden halk bu halk
değildir; firavunların kendilerine yaptıklarının bin beterini yerli halka yaparlar. Vahşetin ve kana
susamışlığın bu derecesi bize Assur kaynaklarındaki benzer metinleri hatırlatmaktadır.
Hz. Musa'nın ölümünden sonra, siyasî birliğin tekrar dağıldığı, on iki kabileden oluşan bir
konfederasyon şeklinde bir feodal bir yapılanmaya dönüldüğü, ancak dış bir tehdit vukuunda bir
askerî şefin etrafında toplanma yoluna gidildiği anlaşılmaktadır. Bu siyasî dağınıklıktan kurtulmak
isteyen Yahûdîler, Yahova'dan, liderleri Samuel vasıtası ile, kendilerine bir kral tâyin etmesini
talep ederler. O da böyle bir kralın onların hak ve özgürlüklerini kısıtlayacağı yolunda ikazlarda
bulunarak bu tekliflerini önce kabul etmezse de, çok ısrarlı olmaları üzerine Tâlût'u onlara kral
olarak seçer ve bundan sonra krallık rejiminin baskısı altında yaşamaya başlarlar. Daha sonra
Davut kral olur (M.Ö. 1000'lerde) ve oğlu Süleyman onu tâkip eder. Bu krallıklar da öyle
abartıldıkları kadar büyük değildi. Birkaç bin kişilik orduları ve yüzlerle ifade edilecek kadar sınır
birlikleri vardı. Davut ve Süleyman'a izafe edilen tapınakların da, aslında onlardan bin yıla yakın
bir süre sonra inşa edildikleri ileri sürülür. M.Ö. 930'larda bu birleşik İsrail Krallığı, Kuzeyde İsrail
Krallığı ve Güneyde de Yehuda Krallığı olmak üzere ikiye bölündü. Kuzey Krallığı otuz, Güney
Krallığı ise yirmi civarında yerleşim biriminden oluşmaktaydı. Söz konusu dönemlerde İsrail
nüfusunun kırk beş bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu siyasî yapılanma, Bâbil kralı
Nebukadnezar (Buhtunnâsır)'m (630-561) Kudüs'ü alarak Yahûdîleri Bâbil'e sürmesiyle sona erdi.
Bâbil'de geçen "Sürgün Dönemi," Pers Kralı Keyhüsrev (II. Kurus) tarafından M.Ö. 538'de
Bâbil devletini ortadan kaldırılmasına kadar devam etti. Keyhüsrev, Yahûdîlerin Kudüs'e
dönmesine izin verdi. Sonraki asırlarda Makedonyalılar ve Romalılar, Filistin'i egemenlikleri
146
altına aldılar. M.S. 70 yılında Yahûdîlerin çıkardıkları bir isyan "Büyük îsyan"ın ardından Roma
ordusu Kudüs üzerine yürüdü ve şehir tekrar işgal ve tahrip edildi. 115-117 yılları arasında ikinci
bir Yahûdî ayaklanmasından bahsedilir. 132 yılında kendisinin Mesih olduğuna inanan Yahûdîler,
Bar Kohba'nın liderliğinde tekrar ayaklandılar. 135 yılına kadar süren ve Roma yönetimi ile
Yahûdî uyrukları arasında vuku bulan bu üçüncü ve son büyük savaşın başlarında Yahûdîler
Kudüs'teki Roma garnizonuna karşı üstünlük sağlayarak şehri ele geçirip bağımsızlıklarını ilân
ettilerse de daha sonra gelen asıl Roma orduları karşısında tutunamadılar. Önce Kudüs ve daha
sonra da, son sığındıkları kale olan Bar Kohta Betar kalesi Romalıların eline geçti. Romalılar
büyük bir yıkım, katliam yaptı ve Yahûdîler tekrar dünyanın her tarafına dağıldı. Modern
tarihçilere göre, Bar Kohba isyanı, Yahûdî tarihindeki en önemli olaylardan biri olup, bu tarihten
sonra Yahûdî diasporası oluşmaya başlamış, Yahûdîliğin dînî merkezi Kudüs'ten Bâbil’e
kaymıştır. Birinci Yahûdî Roma Savaşı'na kıyasla, bu ayaklanma sonrasında daha çok Yahûdî'nin
öldürüldüğü, sürüldüğü veya köle olarak satıldığı kaydedilmektedir. Daha sonraki dönemlerde de
ufak çapta da olsa bâzı Yahûdî isyanları gerçekleşmiş, meselâ, 351 yılında başlattıkları bir isyanda
Yahûdîler yine ağır bir yenilgiye uğramışlardır.
İsrail Üniversitesinde tarih profesörü olan Scholoma Sand'a göre, Kudüs'ün işgalini
müteakip, Romalıların o coğrafyadaki Yahûdîlerin hepsini sürgüne gönderdiklerine ilişkin
rivayetler; gerçeği aksettirmeyip, ilk dönem Hıristiyanları tarafından, Yahûdîleri yeni dine
kazandırmaya mâtuf olarak üretilen bir mit' tir. Hıristiyanlar, bu yeni dîni (Hıristiyanlığı) kabul
etmemelerinin bir karşılığı ve Hz. İsa'nın bu yoldaki kehânetinin gerçekleşmesi olarak,
Yahûdîlerin Allah tarafından cezâlandırıldıklarına ilişkin böyle bir söylem geliştirerek, onları
Hristiyanlığı kabûl yönünde etkilemeye çalıştılar. Sand, Yahûdîlerin büyük bir kısmının Romalılar
tarafından tehcire tâbî tutulmadıklarını ve Filistin topraklarında yaşamaya devam ettiklerini ileri
sürmektedir. O, sürgüne tâbî tutulanların miktarının on binlerle ifade edilebilecek bir miktarı
aşmadığını düşünmekte.
Roma İmparatorluğu'nun Batı ve Doğu olarak ikiye ayrılmasından sonra, Filistin Doğu
Roma'nın hâkimiyet alanda kaldı. Kudüs, Hz. Ömer zamanında sulhen Müslümanların eline geçer.
Bu tarihte önemli miktarda Yahûdî nüfusun bölgede yaşamakta olduğu tahmin edilmektedir.
İsrailli tarihçi Sand'a göre, Arapların Filistin coğrafyasını fethetmelerinin ardından pek çok Yahûdî
Müslüman oldu ve zamanla fâtih kültür içinde asimile oldular. Sand, Filistin'deki Arapların
cedlerinin aslında zamanla Araplaşmış İbrânîler olduğu sonucuna ulaşmakta ve bugün Hebron’da
yaşayan ve Arapça konuşan bir Filistinlinin kadîm dönemlerdeki İbranî bir kökenden gelmesi
ihtimalinin, kendisinin böyle bir soydan gelmesi ihtimaline kıyasla bin defa daha yüksek olduğunu
ileri sürmektedir.
Haçlı Seferleri sırasında Kudüs bu sefer haçlı ordularınca işgal edilir; Müslümanlar,
Yahûdîler ve doğulu Hıristiyanlar haçlılarca kılıçtan geçirilir. Şehir, seksen sekiz yıl haçlıların
işgalinde kaldıktan sonra 1187 yılında Salâhaddin Eyyûbî tarafından fethedilir. Kudüs daha sonra
Memlüklerin egemenliğine geçer. Yavuz, Mısır seferinde Kudüs'ü de alır ve şehir 1517-1917
arasında 400 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalır. I. Dünya savaşında Kudüs İngilizler tarafından işgal
edilir. Daha sonra 1948 yılında İsrail devleti kurulur ve Batı Kudüs İsrail'in denetimine girer; 1967
Savaşında İsrail Doğu Kudüs'ü de ele geçirir ve başkenti olarak îlân eder. Bugünkü İsrail devleti
147
Yahûdî ırkı ve Tevrat ilkeleri üzerine kurulmuş ırkçı (Siyonist) ve teokratik nitelikte bir siyâsî
yapılanmadır.
İbrânî ulusunun uzun tarihinin bu kısa özetinin hemen ardından gündeme getirilmesi
gereken bir başka mesele de belki şudur. Acaba İbrâniler deyince neyi kastediyoruz? Yahûdîler
diye bir ırktan veya böyle ırkî temele dayalı bir ulustan bahsetmek ne derece doğru olur? Böyle
bir kavramın tarihî, bilimsel temelleri var mıdır?
Freud, diğer uluslarda olduğu gibi, "Yahûdî ulusu" fikrinin de bir aldatmaca ve inşâ
olduğunu ileri sürer. Hatırlatmaya bile gerek yoktur ki, bugün artık saf ırk diye bir olgudan
bahsedilemez. Yahûdîler de bu yönüyle kültürel bir topluluk olup, ırkî bakımdan kadîm ibrânî
topluluğunun devamı olma iddialarını ciddiye almak mümkün değildir. Hangi ırktan olursa olsun,
kendi soyunun binlerce yıl öncesindeki falan soy ve kabileden geldiğini iddia eden ve buna dayalı
bir ideoloji inşa eden kişi, sözünde doğru ise, yâni bu kadar yüzyıldır nesep cetelesi tutmuşsa, bu
çabası îtibâriyle zâten ırkçı demektir. Ama böyle bir şey doğru olamayacağı, ispatlanamayacağı
için böyle bir iddia bilimsel ve rasyonel olamaz; fanatikçe ve şarlatanca bir iddia ve masalın
peşinden gitmekten başka bir anlama gelmez. Kaldı ki, bugün artık bu konu, sosyal bilimlerin alanı
olmaktan çıkmış ve pozitif bilimin mevzuu hâline gelmiştir. Genetik biliminin ulaştığı bilgi ve
teknoloji düzeyi, bu çeşit iddiaların geçersizliğini kanıtlayabilecek bir seviyededir. Belki
Okyanus'un ücra köşeleri hariç, yeryüzünde böyle genleri binlerce yıl öncesine dayanan saf bir
topluluk yoktur.
Gerçekten, ırkçı veya kültürel bir fanatizme kendini kaptırmayan Yahûdî tarihçiler bile
yukarda işaret ettiğimiz husûsu dile getirmektedirler. Hâlen, İsrail Üniversitesi'nde tarih profesörü
olan Scholomo Sand'a göre, Yahûdî halkı, bir ırk millet olarak hiçbir zaman mevcut olmamıştır.
Sand, resmî tarih anlayışının aksine, bugün İsrail'de yaşayan ve orijinal Yahûdî oldukları
düşünülen nüfusun, Bar Kohba isyanından sonra Romalılar tarafında sürülen Yahûdîler olmadığını
ileri sürmektedir. O, günümüzdeki Yahûdî popülasyonunun, daha sonraki dönemlerde Musevîliği
kabul eden kişi ve grupların bir halitası olduğunu beyân etmektedir. Sand'a göre, bugünkü
Yahûdîlerin, kadîm dönemlerde yaşamış İbrânîlerin ahfâdı olduğuna ilişkin on dokuzuncu asırda
geliştirilen görüşler, Alman milliyetçiliğinin etkisindeki Almanya orijinli Siyonist ideologların,
geriye dönük olarak bir Yahûdî tarihi ve ırkı oluşturmaya mâtuf tutkularının bir îcâdıdır. Yahûdî
tarihçiler, bu esasa müsteniden, bir zamanlar Yahûdîlerin güçlü bir krallık hâlinde iken, bâzı
talihsiz gelişmeler sonucu "gezgin bir halk" hâline dönüştüklerini ve nihayet gene ilk dönemlerdeki
konumlarına ve mekânlarına rücû edecekleri temasına dayalı bir tarih görüşü kurgulamışlardır.
Özetle ifade edersek, kadîm dönemlere ilişkin olarak ürettikleri efsanenin aksine, belki de
İbrânîlerin insanlık tarihi içinde askerî/siyasî bakımdan en kuvvetli oldukları dönem içinde
bulunduğumuz zaman dilimidir ve bu güçlerini de büyük devletlerin Orta-Doğudaki ileri karakolu
olmalarına borçlu oldukları açıktır. Yahûdîler günümüzde dünya nüfusu içinde sadece %02
civarında bir paya sâhiptirler. Böyle olunca, birinci asrın ilk çeyreğinde bir nüfus patlaması
yaşadıkları ileri sürülse de, nüfus sayıları ve üretim güçlerinin sınırlı olması yüzünden, tarihin hiç
bir döneminde süper bir devlet ve siyasî bakımdan önemli bir merkezî güç hâline gelmemişler,
kenar bir güç, bir kabileler federasyonu olmanın ötesine geçememişlerdir. Aslında zannettikleri ve
iddia ettikleri gibi onlar tarihi inşa etmemişler; aksine, yaşadıkları tarih, bu güçsüz halkı
148
biçimlendirmiştir. İnsanlar/toplumlar öyle olmak istedikleri için öyle olduklarını düşünürler ama,
aslında öyle olmak zorunda oldukları için öyledirler.
2. KÜLTÜR
Îbrânîler, Mezopotamya'nın Batısında, Doğu Akdeniz bölgesinde ve Arabistan
coğrafyasında yaşayan Samî ırkına ve Sâmî kültürüne mensup bir halktır. Efsanevî olarak, Hz.
Nuh'un Nuh'un üç oğlundan Sam'ın (Sâmî adı da buradan gelir) soyundan geldiği kabul edilen bu
kavimler arasında Fenikeliler, Îbrânîler, Araplar, Assurîler, Süryânîler zikredilebilir. Sâmî dilleri
olarak da İbrânîce, Arapça, Akkadça, Arâmice, Habeş'çe ve Süryânice sayılabilir. Îbrânîler, bu
coğrafyada yaşayan değişik ırkların/halkların bir karışımıdırlar. Zâten tarih boyunca binlerce etnik
gurubun harmanlandığı böyle bir bölgede sâf bir ırk düşünmek en akıl almaz şey olurdu.
Kullandıkları dilin, yeryüzünün en coşkulu dillerinden biri olduğu söylenir. Bu dil Fenike lisanına
benzerlik gösterdiği gibi, İbrânî yazısı da Fenike alfabesine çok yakındır ve dünyanın en eski
alfabelerindendir. Fenikelilerin bu alfabeyi Girit'ten veya papirüsü de temin ettikleri Mısır'dan
aldıkları düşünülmektedir. Yazılırken sesli harflerin kullanılmadığı Fenike alfabesi, bugünkü Arap
alfabesinin de kaynağıdır ve onda da sesli harf bulunmaz.
Bu arada, insanlık tarihi bakımından Îbrânîlerin bugün için taşıdığı şu özgün duruma işaret
etmek uygun olur. Kadîm dönemlerde Akdeniz çevresinde yaşamış kavimlerden sadece İbrâniler
bugün gerek isim, gerek öz bakımından hâlâ varlıklarını sürdürmekte ve bir devamlılık
sergilemektedir. Grek ulusu ve kültürü açısından bile, böyle iki bin yılı aşkın bir geçmişten bugüne
değin, kesintisiz olarak süren bir devamlılık ve bütünlük olduğu söylenemez.
İbrânî kültürü ile ilgili olarak belirtilmesi gereken bir başka önemli husûs da, belki de başka
hiçbir toplumda görülmediği kadar dînin kişinin günlük hayatını en ayrıntılı ve en mahrem
noktalarına kadar zapturapt altına alması durumudur. Bu yüzden, Fukuyama, “insan yaşamının
bütün alanlarını, özel kamusal ve bütün politik yaşamı düzenlemek istemesi” dolayısıyla Ortadoks
Museviliğin, fundamentalist İslâm'la birlikte totaliter dinler arasında sayılmak gerektiğini ve
demokrasinin gelişmesi için bir engel teşkil ettiğini ileri sürmektedir. Renan, dînin İbranî insanı
üzerindeki etkisini, "insan hayatına giydirilen en sıkı cendere" olarak niteler.
'Ortadoks İbrânî kültüründe mihver kavram ve değer nedir' diye sorulacak olursa, herhalde
bu soruya verilecek en doğru cevap, yine kaynağını İbrânî dîninden alan "seçilmiş kavim, tanrı'nın
has milleti" olduklarına ve "vâdedilmiş topraklar"a dâir inançlarıdır demek en isabetli cevap
olurdu. Bu îtikat ve bakış açıları, taşlaşmış ve çarpık bir paradigma hâlinde İbrânî düşüncesinin
her alanını esir almış gibidir. Hukuk anlayışları, tarihe bakışları, bugünkü İsrail devletinin iç ve
dış politikası her şey bu paradigma üzerine kuruludur. Hattâ tarih boyunca başlarına gelen veya
günümüzde olduğu gibi, dünyanın başına sardıkları musibetlerin temelinde de bu itikatlarının
kendilerine verdiği yersiz güven ve mâcerâcı tavrın yattığını söylemek herhalde yanlış olmaz.
İnsanlığı, Tanrının seçtikleri (Yahûdîler) ve diğerleri olarak ikiye ayırma yanında, İbrânî
mantalitesi ırkçı ve ayrımcı bir bakış açısına o kadar saplanmıştır ki, İbrânîler içinde bile kabileler
arasında ve kişinin beden özelliklerine göre çeşitli ayrımcılıklara gidildiği görülmektedir. Yahova,
insanlar arasında İbrânîleri seçtiği gibi, İbrânîler içerisinde de Levi kabilesine, Harun soyundan
gelenlere özel bir statü ve imtiyaz vermiştir:
149
- "Levililer’i öbür İsrailliler'in arasından bu şekilde ayıracaksın. Levililer benim olacak."
İbrânî olmayan kavimler arasında da çeşitli ayrımlara gidilir:
- "Ammonlu ya da Moavlı biri RAB'bin topluluğuna girmeyecek. Onların soyundan
gelenler de onuncu kuşağa dek asla RAB'bin topluluğuna girmeyecek. Edomlular'dan
iğrenmeyeceksiniz. Onlar kardeşinizdir. Mısırlılar'dan da iğrenmeyeceksiniz. Çünkü onların
ülkesinde yabancı olarak yaşadınız. Onlardan doğan üçüncü kuşak çocuklar RAB'bin topluluğuna
girebilir." (Tesniye: XXIII/ 3, 7-8).
İbrânî olsalar bile, kişilerin bir takım bedenî kusurları bulunması, engelli olması veya
evlilik dışı doğmuş olması bir ayrımcılık nedeni olarak görülür:
- "Erkeklik bezi ezilmiş ya da erkeklik organı kesilmiş kişi RAB'bin topluluğuna
girmeyecek. Yasa dışı doğan biri RAB'bin topluluğuna girmeyecek. Soyundan gelenler de onuncu
kuşağa dek RAB'bin topluluğuna girmeyecektir." (Tesniye: XXIII/1-2).
- "RAB Musa'ya şöyle dedi: Harun'a de ki, 'Soyundan gelecek kuşaklar boyunca kusurlu
olan hiç kimse yiyecek sunusu sunmak üzere Tanrısına yaklaşmasın. Kusurlu olan, sunağa
yaklaşamaz: Kör, topal, yüzü arızalı, organlarından biri aşırı büyümüş, kolu veya ayağı kırık,
kambur, cüce, gözü özürlü, uyuz, yarası kabuk bağlamış ya da hadım..." (Levililer: XXI/16-20).
İnsanı böyle "seçkinci", "seçilmişçi" bir bakış içinde değerlendirme tavrı, daha sonra ayrı
teolojik çizgiyi sürdüren Hıristiyan ve Müslüman kültür üzerinde de çeşitli boyutlarda etkili
olmuştur, olmayı da sürdürmektedir. Bu temel paradigma, yâni İbrânîlerin Tanrı tarafından özel
olarak seçilmiş bir kavim oldukları husûsundaki kabûl, İbrânîlerin ve onlardan aldıkları mirasla
beslenen Ortaçağ Hıristiyanlığının tarih anlayışını derinden etkilemiştir. Bu paradigma
çerçevesinde, İbrânîler tarihin merkezine yerleştirilir ve beşer tarihi, onların etrafında ve onlar için
cereyan eden bir olgu imiş gibi, sun'î bir basitlik ve görmezden gelme yaklaşımı biçiminde
algılanır, sunulur. Yaradılış, ardından İsrail peygamberleri ve daha sonra da Roma, İsa ve Orta
Çağ Avrupa'sı gelir. Diğer medeniyetlere yer yoktur bu tarih şemasında, sanki o toplumlar hiç var
olmamış, o insanlar hiç yaşamamışlardır!..
Ortaçağın ardından, bu sefer Hristiyan/Avrupa merkezli bir tarih anlayışı bu yaklaşımın
yerini almış, insanlık tarihi ve düşünce tarihi Kadîm Yunan, Roma, Ortaçağ Avrupa'sı, Modern
Çağlar şeklinde devam eden düz bir çizgi içinde sunulmaya başlanmıştır. Günümüzdeki pek çok
İktisadî ve siyasî düşünce tarihi kitaplarına bakıldığında, söz konusu tutumun açıkça ve büyük bir
utanmazlıkla sergilendiği görülür.
Bu noktada, belki daha da tuhaf olanı, söz konusu İbrânî merkezli tarih perspektifini ve
seçilmiş kavim olma iddialarını Müslüman dünyanın da hem de bâzen Yahûdîlerden daha
fanatikçe (meselâ Yahûdîlerin kral veya lider olarak zikrettikleri şahısları bile birer din büyüğü ve
aziz olarak adlandırma vs. şeklinde) benimsemesi/tekrar etmesi, hattâ, onların üstünlük ve
seçilmişlik iddialarını ciddiye almaları ve belki de kabul etmeleri; bir taraftan da bu tarih tezinden
kaynaklanan siyasî taleplerle (Siyonizm'le) kavgalı olmalardır. Gerçekten, bu durum,
psikiyatrideki "ambivelans hali”ni andırmaktadır.
150
Belki de bu tutumu, yazılı olmayan kültürlerin, yazılı kültürler karşısında duydukları
aşağılık kompleksiyle îzah etmek gerekir. Yazılı olmayan kültürlere mensup insanlar, yazılı
kültüre karşı büyük bir hayranlık duyarlar ve yazılı kültüre ait olan her şeyi tebcil etmekten
kendilerini alamazlar. Çünkü o yazıyı okuyup anlayamadıklarından, onların dünyalarındaki bu
meçhûl, giderek kolayca gizemli, kutsal ve mübarek bir şeye dönüşüvermektedir. Her türlü İbrânî
kökenli hurafenin İslâm kültürüne boşalmasında da bu psikoloji çok etkili olmuş olsa gerektir.
Yukarda da işaret ettiğimiz gibi, "Tanrı'nın seçtiği kavim" ve “Vâdedilmiş toprak!”
kavramları Yahûdî kültürünün esasını oluşturur. Yahûdî dîni bir “kabile dini” dir, bu yüzden de
Tevrat'ta geçen kardeşlik ve eşitlik ilkeleri ancak Yahûdîler arasında geçerlidir; yabancılar bu
ilkelerden dışlanmışlardır. Dünyanın İsrail oğulları için, "Tanrı’nın kavmi" için yaratıldığı farz
edilir:
- “Siz Tanrınız RAB için kutsal bir halksınız. Tanrınız RAB, öz halkı olmanız için,
yeryüzündeki bütün halkların arasından sizi seçti.” (Tesniye: VII/ 6).
- “…Birbirinize yalan söylemeyeceksiniz...Halkından birine kin
beslemeyeceksin..."[Levililer: XIX/11,18].
Bu seçilmiş kavim olma durumunun, onlarda bulunan bazı niteliklerden ziyade,
Yahova’nın dünyadaki tüm diğer kavimlerden ayırarak onları "kendi kavmi" olarak seçmesi,
onlara karşı özel ve büyük bir sevgi duymasından kaynaklandığını düşünüyorlardı. Buna karşılık
da O, kendisine tam bir itaat ve diğer bütün tanrıların/dinlerin ve de toplulukların şiddetle
dışlanmasını istiyor, bekliyordu. Mesihçi mitoslara göre Tanrı'nın İsrail halkını
yücelttiği/yücelteceği, diğer halkları da lânetlediği/lânetleyeceği öngörülmektedir. Yahûdîlikteki,
yeme-içmeye ilişkin ayrıntılı diyet kuralları (kosher gıdalar) İbrânîlerin kendilerine biçtikleri bu
özel/seçkinci konumu vurgulamaya mâtuf olarak anlaşılmalıdır. Muller, "kıskanç" ve kayırıcı
Tanrı inançlarının onları toleranssız, yiyeceklerle ilgili kurallarının ise kendilerini yalnız ve
asosyal yaptığını ifade eder. Gerçekten de, bu itikatlarının bir gereği olarak, veya, belki de daha
doğrusu, bu kültürel bakışlarına uygun bir din, dînî yorum geliştirdiklerinden dolayı Yahûdîler
genellikle başka milletlerle yakın sosyal ilişkiler kurmaktan ve onlarla evlenmekten hep
kaçınmışlardır.
Böyle garip bir durum, yâni, bir Tanrının durup dururken bir kavmi öbür kavimler
arasından "seçip" kendi kavmi, kendisini de onların özel Tanrısı yapması gibi bir iddianın dinler
tarihinde bir benzeri daha bulunmasa gerek. İnsan egosunun ve toplumsal egonun ürettiği ve
hoşlandığı bir hüsn-ü kuruntu (wishfull thinking) olarak nitelendirilebilecek bu kabil iddiaların
daha sonra başka toplumlarca veya Brahmanlarda olduğu gibi belli sosyal sınıflar yahut guruplarca
da zaman zaman benimsendiği, ve hattâ, çok garip, onu üreten Yahûdîlere karşı bile kullanıldığı
görülmektedir. Freud, bâzı kavimlerin, İbrânîlerin bu üstünlük iddialarını ciddiye alarak, onlara
karşı bir kıskançlık ve husûmet duygusu geliştirdiklerini ileri sürer. Ortaçağ'da Hıristiyanlar,
"Tanrı'nın seçtiği halk"ın kendileri olduğunu iddia ediyor ve İsa'ya inanmadıkları için Yahûdîlerin
putperestlerden bile daha aşağı bir topluluk olduğunu ileri sürüyorlardı. Belki Antisemitist
hareketlerin/düşüncelerin temelinde de Yahûdîlikteki bu kendini diğer insanlardan ayıran, seçkinci
tutum ve başkalarına karşı içinde barındırdığı bu şiddet ve nefret tavrına duyulan tepki önemli rol
151
oynamış olabilir. Her nedense Yahûdîler bu noktayı bugün de hiç görmek istememekte ve bu
husûsları gündeme getirenleri antisemitist olmakla ithâm ederek, konunun ortaya çıkıp
tartışılmasını engellemeye çalışmaktadırlar. Aslında, tarihe baktığımızda, Yahûdîlere karşı söz
konusu tepki sadece Yahûdî olmayanlardan değil, Kudüs Yahûdîlerince dışlanan ve Hıristiyanlığı
seçen taşra Yahûdîlerinden de gelmiş ve bunlar Hıristiyanlığın kurucusu ve İncil müverrihleri
olarak bu yeni din içinde tepkilerini ifade imkânı bulmuşlardır. Nitekim, Hıristiyanlık evrensel bir
mesaj getirme iddiasıyla ortaya çıktığı için, bu seçkinci tavırlara karşı çıkmış ve Yahûdîlikteki
yiyecek kısıtlamalarını, erkeklerdeki sünnet uygulamasını, "şabat/sabat [Haftanın yedincü günü
(sebt/Cumartesi günü) çalışma] yasağını kaldırmıştır. Gerçekten, bir noktada, genelleme şeklinde,
tüm Yahûdîleri kapsayan bir Yahûdî karşıtlığının temeli İncil'e dayanmaktadır. Nitekim şu ifadeler
bunu açıkça ortaya koymakta: " İsa'yı ve peygamberleri öldüren, bize de zulmeden Yahûdîlerdir."
(Selaniklilere Mektup I: II/ 15). İlk Hıristiyanlardaki bu nefret tavrı Yahûdî ırkına dönük olamaz,
çünkü kendileri de Yahûdî' dir; ayrıca, tüm Ortaçağ boyunca onları Hıristiyanlığa kazanmak için
çaba gösterildiği görülmektedir. Bu durum ancak Yahûdîlerin açılanan "seçkinci" tavırlarına karşı
bir aksülamel olarak değerlendirilebilir.
Yahûdîler, Tevrat'taki bu telkinlerin bir sonucu olarak, artık Yahve'nin 'en seçkin ve sevgili
kavmi' olduklarına ve yerleştikleri Filistin toprağının de kendilerine 'Tanrı'nın va'dettiği toprak
olduğuna inanmışlardır ve dindar ve/veya Siyonist Yahûdîler bugün de inanmaya da devam
etmektedirler. Söz konusu itikadın onlardaki özgüven duygusunu artırdığı ve psikolojidekine
benzer bir durum yarattığı söylenebilir. Bu inançları sebebiyle Yahûdîler, bugün de kendilerini
diğer insanlardan farklı ve üstün bir konumda hissederler. Bu sebeple de kendileri ile yabancıları
hiç bir zaman eşit saymamışlar; sadece kendilerinin sâhip olduğuna inandıkları hak ve imtiyazları
başka milletlere tanımamışlardır. Onun için, kavmin adı ile o kavmin dininin adı aynıdır ve
Yahûdîlikte misyonerlik yoktur.
İbrânî dininde ortaya çıkan bu aşırı müfrit tavrın bir sebebi de belki şuradan
kaynaklanabilir: İnsanlık tarihinde görülen belli başlı iki ana fanatizm konusu milliyetçi/ırkçı
(kavimci, kabileci) esasa, ya da dinci/ideolojik temele dayanır. Yahûdîlikte bu iki unsur
birleşmekte; aynı kelime hem ırkı, hem de dîni ifade etmektedir. Böyle olunca, bir kere aşırılık
başlayınca, fanatizm de katmerli olmakta, her iki fanatizm birbirine eklenmekte, yekdiğerini
beslemektedir.
Bâzı araştırmalar, zamanımızda bile Yahûdîlerin, en azından bâzı Yahûdîlerin, hem de
yüksek tahsil görmüş olanlarının bile, insanları ve yeryüzünü ikili bir bakış açısı ile
değerlendirdiklerini göstermektedir. Bir Amerikalı araştırmacının, İsrail’deki Kibbutz'lar üzerine
yaptığı bir çalışma sonucunda vardığı şu tesbitler bu bakımdan oldukça enteresandır:
Diğer İsraillilerde de görüldüğü üzere burada da yeryüzünü, İsrail diyarı ("aretz") ve geri
kalan yerler ("chutz la-aretz") şeklinde; yeryüzünde yaşayan insanları da, İsrail'de ve başka
yerlerde yaşayan Yahûdîler (Yehudim) ve diğer insanlar (Goyim) şeklinde ikili bir bakış ve ayrıma
tâbi tutarak algıladıkları görülmekte. Onlardaki bu etnosentrik bakış açısının, kadîm dönemlerden
bugüne uzandığı anlaşılmaktadır. Bu ayrımcılığın, aralarına yeni katılan bir doktorun Yahûdî
olmayan karısının bile “goya“ (kadın goyim) olarak nitelendirilerek dışlanması ve hattâ zaman
zaman açıkça ırkçı boyutlar da kazanarak, Afrika gibi ülkelerden gelen Yahûdîlerin bile "kara"
152
olarak adlandırılıp hor görülmeleri noktasına kadar gittiği görülmektedir. Dünyayı iyi ve kötü
güçlerin mücadele sahası olarak gören ve tüm dünyayı Kibbutz'ları tahrip etmeyi planlayan
düşman güçler olarak algılayan bu fanatikçe değerlendirmelerden, İsrail'e o kadar destek
vermelerine rağmen, Amerikalılar bile kendini kurtaramamakta, onlar da "şeytanî güçler" arasında
yerlerini almaktadırlar.
3. DİN VE DÎNÎ HAYÂT
Yahûdî şeriatına İbrânîce "halaka" denir. Bugün İsrail'de hâkim mezhep durumunda olan,
Ferisî geleneğinin devamı sayılan Rabbani Yahûdîlik itikadına göre, Musa şerîati, mutlaka
uyulması gereken değişmez bir yasadır. Bunlar, Tanah'ın (Tevrat'ın) ilkelerine literal/şeklî
anlamda bağlı kalınması gerektiğini savunan katı bir şeriat anlayışını savunurlar. Sözlü gelenek
Talmud, bu şeriatın esaslarını ve uygulama şekillerini belirlemiştir. Bu Yahûdîlik anlayışı,
hahamların, yâni kohen’lerin öğretisine dayanır. Ortaçağ boyunca da Karaimlik hariç hâkim olan
Yahûdîlik anlayışı genellikle budur. Ortodoks Yahûdîlik anlayışı çok katı bir Yahûdîlik yorumuna
dayanır. Zira Talmud merkezli bir anlayış üzerine bina edilmiştir.
İbrânîler, Mısır'dan çıkıştan sonra, Sina çölünde yaşarlarken, liderleri Musa'ya Tûr-i
Sînâ'da vahiy indiğine ve ellerindeki Tora (Tevrat) kitabının böylece oluştuğuna; yâni Tevrat'ın
Tanrı kelâmı olduğuna inanırlar. Ancak, tarihçilere göre Tevrat, aslında, milâttan önce on üçüncü
asırdan başlayarak, beşinci yüzyıla kadar çeşitli Yahûdî teologların yazımına katıldıkları ve
milâttan önce ikinci asırda son şeklini almış bir metindir. Tevrat'a göre, Yahova [orijinal söylenişi:
Yhuh/Yahveh], Musa vasıtasıyla İbrânîlere şöyle bir anlaşma teklif eder: İsrail oğulları kendisine
inanacak, onun On Emir'de somutlaşan ilkelerine bağlı kalacaklar, Yahova da onları kendi öz
kavmi kılacak ve Arz-ı Mev’ud'u ele geçirip oraya yerleşmeleri konusunda onlara yardım
edecektir. İbrânîler bu teklife îcâbet etmişler, böylece Yahova ile aralarında bir sözleşme
oluşmuştur.
Burada bir noktaya işaret etmek gerekir ki, İbrânîlerin kendi tanrıları olarak kabul ettikleri
Yahova, ilk dönemlerde tek bir Tanrı olarak sadece onun bulunduğu, başka tanrıların olmadığı
şeklinde kabul edilmiyor; "Yahûdîler için kendisine taşınılmasına (adak ve kurban sunulmasına)
izin verilen tek Tanrı" olarak, yâni bir “kabile tanrısı” olarak anlaşılıyordu. Diğer tanrılar, rakip
tanrılar olarak görülüyor, Yahova bir yerde "en büyük Tanrı" olarak kabul ediliyor, "çoğu İsrailli
gizlice de olsa pagan tanrıların varlığına inanıyordu." Tarihsel olarak değerlendirildiğinde, İbranî
tanrı itikadının, "kabile tanrısı" konseptinden, "evrensel, tek ve biricik Tanrı" inancına
ulaşmasının, aşamalı bir şekilde daha sonraki dönemlerde (ikinci İşaya zamanında: milâttan önce
beşinci asır) gerçekleştiği ileri sürülmektedir. Nitekim, bu kadîm devirlerde İbrânîlikte henüz
âhiret ve hesap günü inancı da yoktu:
- "İnsan ise ölüp yok olur, son soluğunu verir ve her şey biter... İnsan ölür de dirilir mi?"
(Eyüp: XIV/10,14).
Kadîm Mısır dîninde ve Zerdüştlük'te mevcut olan âhiret inancının Yahûdî îtikâdına milâdî
ikinci asırlarda veya Bâbil'e sürgün döneminde girdiği tahmin edilmekte. Meselâ, Hz. İsa öncesi
Yahûdî mezheplerinden Sadukîler öldükten sonra dirilmeye inanmazlardı. Ancak, Talmud
153
literatüründe âhiret inancı ile ilgili detaylara rastlanır. Nitekim, günümüzde Ortadoks Yahûdîler
kıyamete, ölümden sonra dirilmeye, cennet ve cehenneme inanırlar.
Nasıl İbrânî kültürünün temel kavramı “seçilmiş kavim” nosyonu ise, Mûsevî
teolojisindeki merkez fikir de "günah" kavramıdır. Gerçi hemen bütün dinlerin bir ölçüde, günah
kavramı ve kişisel suçluluk duygusu üzerine inşa edildiği söylenebilirse de, Yahûdîlik ve onun
devamı durumundaki Hıristiyanlıkta "ilk günah" kavramı âdetâ dînin mihverini oluşturur. Nitekim,
ilk dönemlerinde Hıristiyanlık, Yahûdîliğe de tepki olarak, evrensel bir mesaj sunmaya,
sevgi/rahmet boyutu ön plânda olan bir Tanrı anlayışı tesis etmeye çalıştığı ileri sürülmesine
rağmen, yine de işaret ettiğimiz bu özelliğin değiştiği söylenemez.
Diğer yandan, milenyumu bulan asırlar içinde vücut bulması ve bu süre içinde İbrânî
toplumunun, tanrı konseptinden başlayarak kültürün her alanında önemli değişimlere uğraması,
yüzlerce müellifin eseri olması; tahmin edilebileceği gibi; Tevrat'ın, 'gayri mütecanis, hiçbir soyut
prensip ve mantıkî tutarlık taşımayan, tenakuzlarla dolu, farklı kaynaklardan gelen parçaların
aralarında hiçbir irtibat olmaksızın yan yana eklenmiş bir kitap, daha doğrusu bir kitaplar
mecmuası' şeklinde olmasının en önemli sebebi olsa gerek. Tevrat, aynı zamanda bir hukuk
mecellesi de olduğu için, bu durumun ileride tartışılacağı üzere, hukuk alanında da bâzı sorunlara
yol açması tabiîdir. Olumlu ve insanî bâzı emir ve telkinlerin yanında, Ahd-i Atîk'de öyle hükümler
vardır ki, bunların değil bir tanrıya, kutsal kitaba ve peygambere, Roma hukuku tâbiriyle ifade
edersek, "dürüst ve namuslu bir aile babası gibi" hareket etmesi beklenen, sıradan bir insana bile
yakıştırılması mümkün değildir.
a. Tanrı Konsepti
Diğer konularda karşımıza çıkan kargaşa ve çelişkiler bu konuda da kendini göstermekte;
en ulvî bâzı düşüncelerin yanında, en ilkel ve putperestçe tasvirlere de rastlanmaktadır:
"Kavmi”nin arasında dolaşan, hattâ onlarla güreşen, nasıl kız kaçıracaklarını onlara tarif eden,
cenazelerini gömen; savaşa giden ordunun en ön safında onlarla birlikte yürüyen ve savaşan;
ordugâhta dolaşırken insan atıklarının üzerine basma durumunda kalmamak için bu atıkların ortada
bırakılmamasını isteyen; kızdığı zaman en azılı bir cânînin yapamayacağı kadar saldırgan ve
tahripkâr olabilen; öfkesi ancak, bâzı kişilerin mızraklanması ve yirmi dört bin kişinin hastalıktan
kırılması ile yatışabilen; kin ve öç alması hayvanlara bile uzanan; kesilen kurbanların leğenler
dolusu kanının sunağına dökülmesinden ve kurban etlerinin yakılmasından hoşlanan; kendi "öz
kavmi" olarak seçtiği İbrânîleri, düşmanlarının kanlarını içip, etlerini yemeye, bebeklerini
duvarlara çarpıp beyinlerini dağıtmaya teşvik eden bir tanrı imajı ile karşılaşmaktayız:
- " İçinde oturduğunuz, benim de içinde yaşadığım ülkeyi kirletmeyeceksiniz; çünkü ben
İsraillilerin arasında yaşayan RAB'bim”. [Sayılar/Çölde Sayım: XXXVI34];
- "O RAB ki, çadırlarınızı kurmanız için size yer aramak, gideceğiniz yolu göstermek için
geceleyin ateşte, gündüzün bulutta önünüz sıra gitti". [Tesniye:1133];
- " Onlardan korkmayın! Tanrınız Rab sizin için savaşacak". [Yasa Kitabı: III/ 22];
- "Aranızda gece menisi boşaldığı için dinsel açıdan kirli biri varsa, ordugâhın dışına çıkıp
orada kalsın. Akşama doğru yıkansın, gün batımında ordugâha dönsün... İhtiyacınızı
gidereceğiniz zaman bir çukur kazın, sonra da dışkınızı örtün. Tanrınız RAB sizi kurtarmak
154
ve düşmanlarınızı elinize teslim etmek için ordugâhın ortasında dolaşır".
[Tesniye:XXIII/12-14];
- "Gözünüzü açık tutun. Şilo'lu kızlar dans etmeye kalkınca bağlardan fırlayıp onlardan
kendinize birer eş kapın ve Benyamin topraklarına götürün". [Hâkimler: XXI/21]
- "Yakup ana rahminde kardeşinin topuğunu tuttu, Büyüyünce Tanrı'yla güreşti.”
[Hoşea:XII/3];
- "RAB onu Moav ülkesinde, Beytpeor karşısındaki vadide gömdü. Bugün de mezarının
nerede olduğunu kimse bilmiyor". [Tesniye: XXXIV/ 6];
- "Boğayı RAB'bin önünde kesmeli. Harun soyundan gelen hahamlar ... boğanın kanını
getirip ... sunağın her yanına dökecekler. Sonra kişi yakmalık sunuyu yüzüp parçalara
ayırmalı". [Levililer: 1/ 5-6];
- "Sonra İsrailli gençleri gönderdi. Onlar da RAB'be yakmalık sunular sundular, esenlik
kurbanları olarak boğalar kestiler. Musa kanın yarısını leğenlere doldurdu, öbür yarısını
sunağın üzerine döktü. Musa leğenlerdeki kanı halkın üzerine serpti...".
[Çıkış: XXIV/ 5-8];
- "İlah Molok'a yakmalık sunu olarak kurban edilmek üzere çocuklarından hiçbirini
vermeyeceksin. Tanrı'yın adına leke getirmeyeceksin. RAB benim". [Levililer: XVIII/ 21];
- "... Her hayvandan hesabını soracağım...". [Tekvin / Yaratılış: [IX/4-5];
- "Ben, Tanrın RAB, kıskanç bir Tanrıyım. Benden nefret edenin babasının işlediği suçun
hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım". [Çıkış: XX/ 5];
- "Elişa arkasına dönüp çocuklara baktı ve RAB'bin adıyla onları lanetledi. Bunun üzerine
ormandan çıkan iki dişi ayı çocuklardan kırk ikisini parçaladı." [2. Krallar: II/ 24].
- "Öfkem alevlenir, sizi kılıçtan geçirtirim. Kadınlarınız dul, çocuklarınız öksüz kalır".
[Çıkış: XXII/ 24]; "Tanrınız RAB kıskanç bir Tanrı'dır. Öfkelenirse sizi yeryüzünden yok
eder." [Tesniye: VI/ 15];
- "Musa'ya, 'Bu halkın bütün önderlerini gündüz benim önümde öldür ki, İsrail halkına
öfkem yatışsın.' Bunun üzerine ... Elazar oğlu Pinehas topluluktan ayrılıp eline bir mızrak
aldı. İsrailli'nin ardına düşerek çadıra girdi ve mızrağı ikisine birden sapladı. Mızrak hem
İsrailli'nin, hem de Midyanlı kadının karnını delip geçti. Böylece İsrail'i yok eden hastalık
dindi. Hastalıktan ölenlerin sayısı 24 000 kişiydi. RAB Musa'ya şöyle dedi: 'Elazar oğlu
Pinehas İsrail halkına öfkemin dinmesine neden oldu. Çünkü o, aralarında benim adıma
büyük kıskançlık duydu. Bu yüzden onları kıskançlıktan büsbütün yok etmedim'." [Sayılar:
XXV/ 4-11];
- "Göklerde oturan Rab gülüyor, Onlarla eğleniyor. Sonra öfkeyle uyarıyor onları, Gazabıyla
dehşete düşürüyor." [Zebur/Mezmurlar: II 4-5];
- "Tanrınız RAB'bin mîras olarak size vereceği bu halkların kentlerinde soluk alan hiç bir
canlıyı sağ bırakmayacaksınız. RAB'bin size buyurduğu gibi, onları Hitit, Amor vs.
halklarını tümüyle yok edeceksiniz". [Tesniye:XX/ 16-17];
- "Kılıcım öldürülenlerin ve tutsakların kanıyla, düşman önderlerinin başlarıyla ve etle
beslenecek." [Tesniye: XXXII/ 42];
- “Ne mutlu, Bâbillilerin bebeklerini kayalara çarpıp, beyinlerini darmadağın edecek
olanlara..." [Mezmur/Zebur: CXXXVII/ 8-9];
155
- "Kuzuların, tekelerin ... etini yiyip kanını içer gibi yiğitlerin etini yiyecek, dünya
önderlerinin kanını içeceksiniz... Egemen RAB böyle diyor." [Hezekiel: XXXIX/17-20],
Öyle ki, böyle bir Tanrı, İbrânîleri kayırıcı bunca özelliklerine rağmen, onlar için bile
tahammül edilemez bir hâle dönüşebilmektedir:
"Tanrı öfkeyle saldırıp parçalıyor beni, Dişlerini gıcırdatıyor bana..." [Eyüp: XVI/ 9], "Ben
kusursuz ve günahsızım, Temiz ve suçsuzum. Yine de Tanrı bana karşı bahane arıyor, Beni
düşman görüyor." [Eyüp: XXXIII/ 9], Kentlerden insan iniltileri yükseliyor, Yaralı canlar feryat
ediyor, Ama Tanrı haksızlığı önemsemiyor." [Eyüp: XXIV/ 12]. "Tanrı'ya: Beni suçlama
diyeceğim, ama söyle, niçin benimle çekişiyorsun?.. Hoşuna mı gidiyor gaddarlık etmek, kendi
ellerinin emeğini reddedip kötülerin tasarılarını onaylamak?!.."[Eyüp: X/2-3].
Sâhip olduğu son derece vahşi ve acımasız niteliklerden dolayı, “Yunan-Roma
dünyasındaki bir çok insan, Kitab-ı Mukaddes’in Tanrısını tapılmaya değmez, aptalca hareket
eden, vahşi bir tanrı olarak görmekteydi" diyen Armstrong, hâlen de böyle bir İbrânî tanrısıyla
nasıl baş edeceklerini bilemeyen önemli miktarda Yahûdî olduğunu belirtmektedir. Söz konusu
nitelikleri sebebiyle, Max Weber, İbrânî Tanrısı Yahwe'nin Hintlilerin savaş ve yıkım tanrısı
İndra'ya benzediğine işaret eder. O da fırtınalar ve doğal âfetler yağdırır. İsrail kelimesinin bir
anlamı da, orijinal söylenişi "Jesorel"şeklindedir, "savaş tanrısının halkı” mânâsına gelmektedir.
Kendisi de Yahûdî bir kökenden gelmiş olmasına rağmen, Freud, on dokuzuncu asırda yaşamış
Yahudi şairi H. Heine’in İbrani dini üzerine yazdığı şu beyit’i nakletmekte ve bir kişinin, kendi
dîninden bu ölçüde nefret etmesine yol açan şeyin ne olduğu üzerine düşünmek gerektiğini
belirtmektedir: "Nil vadisinden sürüklenip getirilmiş bir baş belâsı, eski Mısırlıların sağlıksız
inancı''.
Ancak, Freud, yukarıda da işaret edildiği gibi, “tarihsel roman" biçiminde yazdığı, "Musa
ve Tek Tanrıcılık" adlı eserinde, soruna çok farklı bir açıklama getirir:
"Çünkü Tanrınız Rab yakıp yok eden bir ateştir; kıskanç bir Tanrıdır" [Tesniye: IV/ 24]
gibi Tevrat âyetleri göz önünde tutulduğunda, Yehova'nın bir "volkan tanrısı" olduğu şüphesiz
olmakla beraber, Mısır'da volkan bulunmadığına göre, böyle bir tanrı imajı Musa'nın Mısır'dan
getirdiği tanrı imajı olamaz, olsa olsa Sina yarımadası civarındaki göçebe topluluklardan alınmış
bir tanrı konsepti olabilir.
O'nun geliştirdiği senaryoya göre, İbrânîler Mısır'dan çıktıktan sonra, Musa'nın telkin ettiği
tek tanrı inancına dayalı barışçıl Aton dinini terk etmiş ve hattâ Musa'yı da öldürmüş, çevrede
yaşayan kabilelerin volkan tanrılarını onun yerine ikame etmişler ve bu vahşî ve merhametsiz tanrı
kültürü Musa'nın sözleri şeklinde çarpıtarak sunmuşlardır.
Yukarda işaret edilen husûslar dikkate alındığında, Amerikan tarihçisi Muller'in,
günümüzdeki dînî problemlerin kökünün Tevrat'tan kaynaklandığını belirtmesine şaşmamak
gerekir. Muller, günümüzde hiç bir eğitimli Hıristiyan'ın artık Kutsal Kitab'ı harfi harfine doğru
saymadığını ifade eder. Diğer yandan, kendisi de Yahûdî bir kökenden geldiği halde, Carl Popper,
On Emir’deki "Öldürmeyin!.." hükmünün hemen ardından, İsrail peygamberinin şu tavrındaki
şiddet ve dehşeti anlamanın güçlüğüne işaret eder:
156
"Tanrıyı dinleyen bana gelsin!.. Tanrı, İsrail'in Tanrısı şöyle buyuruyor: 'Herkes kılıcını
kuşansın, ... ve puta tapan kendi kardeşini, arkadaşını ve yakınlarını boğazlasın...' ve (böylece) o
gün halktan üç bin insan öldü."
Yahûdîliğin bu haşin yönü, muhakkak ki ortaya çıktığı tarihî şartlarla yakından ilgilidir.
Dış saldırılara her an açık olan iç ve dış güvenliğinden endişeli olan toplumlarda din de, hukuk da
tanrı konsepti de son derece katı olur. Nitekim, İsrail'in on dokuz kralından sekizi suikasta
uğramıştır. Hıristiyanlık bir yerde, Farisî'lerin (Yahûdî din adamlarının) oluşturduğu bu katı ve
haşin mabet dînine ve tanrı konseptine karşı bir tepki şeklinde ve onun mistik bir versiyonu olarak
ortaya çıkmıştır.
İbrânîlerin dînî hayatı ile ilgili bu bölümde son olarak, din adamı sınıfının konumu üzerinde
duralım. Çünkü, bunların hukukî hayat içindeki yer ve önemleri çok büyüktür.
b. Din adamı sınıfı
Teorik düzeyde, Mûsevîlikte din adamı sınıfının olmadığı, din âlimi denebilecek
pozisyonda kişiler olduğu ileri sürülür. "İslâm'da 'lâ ruhbâne fi İslam' kuralı varsa Musevilikte de
din adamı sınıfı yoktur, 'haham' bir öğreticidir, cemaatin öğretmenidir; adalet işlerine bakar".
Ancak, kanaatimce bu iddialara katılmak mümkün değildir. Bir yandan, 'dînî metinleri tefsîr
yetkisi hahamlara aittir, bunlar toplumda adalet işlerine bakar' deyip, ardından da, hem de hukukun
dînî esaslara dayandığı böyle bir sistemde, 'din adamı sınıfı yoktur' demek kanaatimce apaçık bir
çelişkidir. Aksine, İbrânîlik gibi dînin toplumdaki her şeyin, bu arada hukukun da esasını teşkil
ettiği bir sistemde, dîni yorumlama yetkisini elinde tutan zümre hâkimiyeti de elinde tutuyor
demektir. Condorcet'in de işaret ettiği gibi, kanunların dînî kaynaklı olması yanında, bunları
açıklama ve yorumlama hakkının da din adamları sınıfının elinde olması ruhanî tiranlığın en
kuvvetli dayanaklarından birini oluşturur.
Tevrat'ta İbrânîlerin, büyücülük, falcılık, sihirbazlık, gaipten haber verme gibi işlerle
uğraşan kişilere başvurması yasaklanmaktadır:
- “Ülkelerini alacağınız uluslar büyücülerin, falcıların öğüdüne kulak verirler. Ama
Tanrınız RAB buna izin vermiyor.” [Yasanın Tekrarı: XVIII/14].
- "... Kehanette bulunmayacak, falcılık yapmayacaksınız. ... Cincilere, ruh çağıranlara
yönelmeyin... [Levililer: XIX/ 26, 31].
Ancak, diğer yandan, bâzı bakımlardan bunlara benzer işlevler gören ve Tanrı ile insanlar
arasında aracılık yapan, kurban sunma gibi dînî hizmetleri yerine getirmekle Tanrı tarafından
görevlendirildiği bildirilen "hahamlar/din adamları" sınıfının hâkim ve ayrıcalıklı konumları
açıkça te'yid edilmektedir. Bâzı örnekler verelim:
- "...Hahama belli değeri olan kusursuz bir koç getirmeli. Haham RAB'bin huzurunda onun
günahını bağışlatacak; işlediği suç ne olursa olsun kişi bağışlanacak." [Levililer: VI/1-7].
- "Levili hahamlar da oraya gidecek. Çünkü Tanrınız RAB, onları kendisine hizmet
etsinler, O'nun adıyla kutsasınlar diye seçti. Kavga, saldırı dâvalarına da onlar bakacak". [Tesniye:
XXI/l-8].
157
- "Hahamlar fâhişelerle, kirletilmiş kadınlarla, boşanmış kadınlarla evlenmeyecek. Onu
kutsal sayın. Çünkü yiyecek sunusunu Tanrınıza o sunuyor. Bir hahamın kızı fahişelik yaparak
kendini kirletirse, hem kendini hem de babasını rezil etmiş olur. Yakılmalıdır. Baş hahamın
evleneceği kadın bakire olmalıdır. Dul, boşanmış, kirletilmiş ya da fâhişe bir kadınla
evlenmeyecek. Yalnız kendi halkından bakire bir kızla evlenebilir. Çünkü Tanrı'nın buyurduğu
mesh yağıyla Tanrısına adanmıştır. RAB benim. Baş hahamın evleneceği kadın bakire olmalıdır.
Dul, boşanmış, kirletilmiş ya da fahişe bir kadınla evlenmeyecek. Yalnız kendi halkından bakire
bir kızla evlenebilir. Onu kutsal kılan RAB benim". [Levililer: XXI/ 7-15].
- Boğayı RAB'bin önünde kesmeli. Harun soyundan gelen hahamlar ... boğanın kanını
getirip ... sunağın her yanına dökecekler. Sonra kişi yakmalık sunuyu yüzüp parçalara ayırmalı.
[Levililer: 1/5-6].
Weber, kadîm İsrail toplumunda dînî hizmetleri yürütmekle görevli Leviler (Yakup'un
ahfâdından Levi'nin kabilesine mensup kişiler) ile Hint toplumundaki Brahmanlar arasında bir çok
benzerlikler olduğunu ileri sürmektedir. Gerçekten de, aşağıdaki Tevrat âyetlerine bakıldığında,
Musevî din adamlarının (haham’ların) dînî ve sosyal konumlarının da Brahman'larda olduğu gibi
ilâhî güçler tarafından belirlendiğinin telkin edildiği görülür:
- Levili hahamların, bütün Levi oymağının öbür İsrailliler gibi payı ve mülkü olmayacak.
RAB için yakılan sunularla, RAB'be düşen geçinecekler. Kardeşleri arasında mülkleri olmayacak.
RAB'bin onlara verdiği söz uyarınca, RAB'bin kendisi onların mirası olacak. Halktan sığır ya da
koyun kurban edenlerin hahamlara vereceği pay şu olacak: Kol, çene, işkembe. Tahılınızın, yeni
şarabınızın, zeytinyağınızın ilk ürününü ve koyunlarınızdan kırktığınız ilk yünü hahama
vereceksiniz. Çünkü Tanrınız RAB, önünde dursunlar, her zaman adıyla hizmet etsinler diye bütün
oymaklarınız arasından onu ve oğullarını seçti. [Yasanın Tekrarı: XVIII/1-5].
4. SOSYAL VE EKONOMİK HAYÂT
Aile (hâne, büyük aile), Tapmak'la birlikte İbrânî toplumunun en temel müessesesiydi. İlk
dönemlerde aile ana-erkil bir nitelik taşıyordu; evlenen erkek anasını babasını terk eder ve
evlendiği kızla ve onun ailesi ile bütünleşirdi; fakat bu âdet zamanla gevşedi ve monarşinin
oluşmasından sonra tamamen ortadan kalktı. Veya tersi oldu, ailenin baba-erkil bir özellik
kazanmasıyla monarşi de geldi. Kadın, her ne kadar hukukî plânda tâbî ve tâlî bir konumda
gözükse de, ana ve eş olarak aile içindeki konumu saygın ve güçlü idi. Sarah (Sâre: Hz. İbrahim'in
karısı, İshak'ın annesi), Rachel, Miriam (Meryem: Musa ve Harun'un kız kardeşi) ve Esther (Pers
kraliçesi) gibi kadınlar Yahûdî tarihinde ışıldarlar; Deborah monarşi öncesi dönemde İsrail'in baş
yargıçlarından biridir ve kadın kâhin Huldah, tapınakta bulunan kutsal metinler konusunda kral
Amon'un oğlu Josiah’ın kendisine danıştığı bir isimdi. Çok çocuk sâhibi olmak da kadına ayrıca
güvenlik ve itibâr sağlardı.
Kadîm baba-erkil İbrânî ailesi, neredeyse devlete gerek bırakmayacak kadar geniş ve güçlü
bir ekonomik ve sosyal organizasyondur. Başında ailenin reisi olan en yaşlı evli erkek, karıları,
çocukları, evlenmiş oğullarının eşleri ve çocukları, köleler... Günlük hayatta babanın otoritesi
sınırsızdır; toprak, her şey onundur, ailedeki herkes ancak ona itaat ederse sağ kalabilir; âdetâ bir
devlettir o. Bâzan onlara sorduğu olsa da, erişkin kızlarını dilediği kocaya verebilir. "Nasıl olur?"
158
mu? Câriye olarak satmadığına şükretsinler... Çünkü, eğer İktisadî şartlar kötü ise, aile
reisi, erişkin olmamış kızlarım köle olarak satabilir de:
- "Eğer bir adam kızını câriye olarak satarsa ...".[(Çıkış:XXI/7].
Gelinleri üzerindeki otoritesi de, gerektiğinde oğullarına onları boşamayı emredecek kadar
güçlü idi.
Genel olarak, İbrânî konseptinde kadının, erkeğe tâbî ve onun için yaratıldığı kabul edilen
ikinci sınıf bir insan kategorisi şeklinde değerlendirildiğini söylemek yanlış olmaz. Talmud'da
kadının yaradılışı ile ilgili bölümde şu ifadeler yer almaktadır:
- "Ben kadını hafifmeşrep olmasın ve kibirden başını yüksek tutmasın diye Âdem'in
başından yaratmadım. Çok araştırmasın diye de Âdem'in gözlerinden yaratmadım. Gizlice kulak
vermesin ve lâf taşımasın diye de kulağından yaratmadım. Geveze ve konuşkan olmasın diye de
ağzından yaratmadım. Eli, boş şeylere uzanmasın diye de elinden yaratmadım. Boş yere gezmesin
diye de ayaklarından yaratmadım. Ben kadını Âdem'in bedeninden sürekli örtülü ve gizli olan bir
parçasından yarattım ki her zaman örtülü ve iffetli kalsın."
İbrânî kavminin nüfusunun artmasına gayret etmek dînî bir görev ve sorumluluk sayılır,
onun için de, bekâr kalmak bir suç ve günah kabul edilir ve yirmi yaşına gelen erkekler için
evlenmek bir zorunluluk olarak görülürdü. Evlenme çağında olup da evlenmemiş kızlar ve
çocuksuz kadınlar aşağılanırdı. Yahova bile, kavminin çoğalması için elinden gelen gayreti
gösterirken, İbrânîlerin bu konuya kayıtsızlık göstermeleri elbette kabul edilemezdi:
- "Ülkenizde kısır ve çocuk düşüren kadın olmayacak. Size uzun ömür vereceğim". [Çıkış:
XXIII/26].
Çocuk düşürme veya hamile kalmayı önlemeye dönük uygulamalar kerih ve dinsizce
davranışlar olarak değerlendirilirdi. İyi bir kadın, çok çocuk yetiştiren, kocasından ve evinden
başka şey düşünmeyen kadındı.
Eğer erkeğin hâli vakti yerindeyse birden fazla kadın alırdı. Kısır olması hâlinde, Sâre'nin
durumunda olduğu gibi, ilk eş, bir câriye alarak çocuk sâhibi olması husûsunda eşini teşvik ederdi.
Her şey çoğalmaya, çok çocuk tabiî oğlan çocuğu sâhibi olmaya, ayarlıydı, bu arada, erkek
çocuğun sağ testisten, kız çocuğunun ise daha ufak olduğu kabul edilen sol testisten olduğuna
inanılırdı. Kadının çocuk üretme işine hep devam etmesi gerekirdi. Onun için de, eğer kocası
geride çocuk bırakmadan ölürse bir çok karısı bulunuyor olsa bile, kocasının kardeşi ile, eğer
kocasının erkek kardeşi yoksa, en yaşlı erkek akrabası ile evlenmesi ve onun için zürriyet peyda
etmesi îcâp ederdi. Evlilik dışı ilişkiler kadmlar için şiddetle yasaklanmış ise de erkek için
affolunabilir bir kusur idi. Boşanma erkeğin her zaman başvurabileceği bir yoldu, fakat kadın için
çok zordu.
Evlilik öncesi cinsel ilişkide bulunması ve zina fiili karşısında İbrânî hukuku kadını ölümle
cezâlandıracak kadar sert olmasma rağmen, İbrânî toplumunda fâhişeliğin yaygın olduğu
anlaşılmaktadır. Yabana fâhişelerle ilişki konusunda yasalarda bir yasak görülmediğinden, çevre
toplumlardan pek çok fahişe İbrânî ülkesine geliyor ve şehirlerarası yol kenarlarında vs. kurdukları
159
çadır ve barakalarda, mesleklerini seyyar satıcılıkla birleştirmiş şekilde icrâ ediyorlardı. Bu
yabancı fâhişelerin sınır dışı edilmesi konusunda yasalar çıkarılmış olmakla beraber; kral
Süleyman zamanında söz konusu yasalar o kadar gevşek uygulanıyordu ki, fâhişelik Tapınak'ta
bile icrâ edilir hâle gelmişti.
Büyük ailenin bir parçası da kadın ve erkek kölelerdi. Bu kölelerden yüzlerce, hattâ
binlercesinin Süleyman mâbedi ve sarayının yapımında çalıştırıldığı kaydedilmektedir. Harpte esir
edilenler veya köle pazarlarından satın alınanların dışında, borcunu ödeyemeyen kişiler de borç
kölesi olabilir veya kendisinin yerine çocuğunu köle olarak verebilirdi. Bu uygulamanın İsa
dönemine kadar devam ettiği anlaşılmaktadır.
5. DEVLET YÖNETİMİ VE DEVLET TEORİSİ
İbrânîlerin tarihte kendi devletlerine sâhip oldukları dönemler çok sınırlı olmuş ve büyük
devletler tarafından sık sık istilâya uğrama ve dünyanın muhtelif yerlerine dağılmış şekilde
oralarda azınlık gurupları halinde yaşama durumunda kalmışlardır. Bu durumun bilhassa ibrânî
kamu hukukunun gelişmesi bakımından olumsuz bir etki yaptığı açıktır. Bilindiği gibi, hukuk
kurallarını diğer toplumsal düzen kurallarından ayıran en önemli fark, hukuk kurallarının
arkasında devletin durması, ihlalleri halinde devlet yaptırımının devreye girmesidir. Böyle bir
devlet gücüyle desteklenmediği için, İbrânî hukukunun gelişimi, büyük ölçüde, Yahûdî
hahamlarının fetva mecmuaları derlemeleri şeklinde olabilecekti, nitekim öyle de olmuştur.
Ancak, şu noktayı da unutmamak gerekir ki, bir Yahûdî devletinin bulunmadığı uzun tarihî
devirlerde, Roma ve Osmanlı uygulamalarında olduğu gibi, idaresinde yaşadıkları devletlerin
onlara kendi mensupları arasındaki ihtilafları çözme yetkisi tanıdığı ve bu cemaat mahkemelerinin
verdikleri kararların devlet gücü tarafından infaz edildiği durumlar da olmuştur.
a. Devlet Yönetimi
İbrânîlerin Filistin'de birer siyasî topluluk olarak yaşadıkları dönemlerde çoğu zaman on
iki civarında kabileler topluluğu şeklinde bir siyasî yapılanma görüyoruz. Bu dönemde, her kabile
şefinin bir devlet yönetimi şeklinde değil de birer kabile şefi tarzında kendi kabilesini yönettiği
görülür.
- "O dönemde İsrail'de kral yoktu. Herkes dilediğini yapıyordu''. [Hâkimler: XXI/ 25].
- "Kendinize her oymaktan bilge, anlayışlı, deneyimli adamlar seçin. Onları size önder
atayacağım. Siz de bunun iyi olduğunu onayladınız. Böylece oymaklarınızın bilge ve deneyimli
kişiler olan ileri gelenlerini size önder atadım. Onlara biner, yüzer, ellişer, onar kişilik toplulukların
sorumluluğunu verdim. Oymaklarınız için de yöneticiler görevlendirdim". [Tesniye:I/13-15]:
Siyasî birliğin sağlanabildiği nâdir olarak görülen krallık dönemlerinde ise, yönetim
teokratik bir nitelik taşımıştır. Pers işgali altında yaşamalarının, o zamana kadar bir kabile
yapılanması içinde yaşaya gelmekte olan Yahûdîlere, devlet yönetimi konusunda öğretici bir işlev
gördüğü, onları bu konuda bâzı arayışlara yönelttiği ileri sürülmektedir. Rivayete göre, bu arayışın
öncülüğünü Yahûdî din adamları üstlendi ve sonunda, Tevrat'ın öğretilerini daha önce idaresi
altında yaşadıkları Josiah gibi peygamber-kralların yönetim ilkeleriyle birleştiren, teokratik
nitelikte metinler ortaya çıktı. Bu metinlere göre, 'kanun koyucu' Yahova'dır, kralları seçen ve
160
iktidarlarına son veren de O'dur; krallar Yahûdî şeriatinin ilkelerine bağlı kalmak zorundadırlar.
Halk da başlarındaki liderlere itaat etmek, saygı göstermek durumundadır:
- "Tanrı'ya sövmeyeceksiniz. Halkınızın önderine lanet etmeyeceksiniz". (Çıkış: XXII/ 28).
b. Devlet Teorisi
Yukarıda da işaret edildiği gibi, Tevrat’ta öngörülen devlet, teokratik bir siyasî
yapılanmadır. Hâkimiyet Yahova'ya aittir, mühim konularda, peygamber vasıtası ile görüşleri
sorulur ve O da emirlerini Hz. Musa vasıtası ile bildirir. Yâni hukukun kaynağı Tanrı'dır. Din ve
devlet; kezâ, Tanrı'ya karşı görevler ile, devlete karşı görevler tamamıyla iç içedir. ”Musevi
dininde devlet adamları, her şeye kadir olan tek bir Tanrı'nın emirlerini yerine getirmekle yükümlü
kılınmışlardır. Hukuk kuralları, doğrudan doğruya Tanrı'nın emirlerinden ibaretti":
- "Atayacağınız kral Tanrınız RAB'bin seçtiği kişi olmalıdır. Atayacağınız kral kendi
kardeşlerinizden biri olmalı. Soydaşlarınızdan olmayan birini, bir yabancıyı kral seçmeyeceksiniz.
Kral çok sayıda at edinmemeli, ... çok kadın edinmemeli, ... büyük ölçüde altın, gümüş
biriktirmemeli. Kral tahtına oturunca, Levili hahamların koruması altındaki Kutsal Yasa’nın bir
örneğini kendisi bir kitaba yazacak. Bu yasa örneğini yanında bulunduracak, yaşamı boyunca her
gün onu okuyacak. Öyle ki, Tanrısı Rab'den korkmayı, bu yasanın bütün sözlerine ve kurallarına
uymayı öğrensin. [Tesniye: XVII/15-19],
Aslında söylem planında bakıldığında Mezopotamya'daki devlet anlayışı ve kralların
konumuyla arada bir fark yoktur." Ancak, Tevrat'ın, dinin devlet yönetiminde kullanılması
bakımından tarihte görülen en geliştirilmiş örnek olduğunu da belirtmek gerekir.
B. HUKUKÎ HAYÂT
İbranî Hukukuna göre de fertler arasında hukukî ehliyet bakımından eşitlik kabul
edilmemiş; kişiler önce hür olanlar ve köle olanlar şeklinde ikiye; hürler ve köleler de kendi
içlerinde, Yahûdî olanlar ve olmayanlar şeklinde ayrıca iki ayrı kategoriye ayrılmıştır. Dînî yasalar
İsrail'in yegâne yasasıdır. Din adamları yargıç, mâbetler de mahkemedir. Belli başlı suçlar için
Tevrat'ta belirlenmiş bulunan cezaların dışında, ikinci dereceden suçlarda ceza olarak, itiraf ve
tazmin etme yoluna gidiliyordu:
- "İşlediği günahı itiraf etmeli. Karşılığını, beşte birini üzerine ekleyerek suç işlediği kişiye
ödeyecek. Eğer kişinin işlenen suçun karşılığını alacak bir yakını yoksa, suçun karşılığı Rab'be ait
olacak. Günahın bağışlanması için sunulan bağışlamalık koçla birlikte suçun karşılığı da haham'a
verilecek". [Çölde Sayım: V/ 7-8].
Hitit hukuku gibi, İbrânî hukukunun da "çivi yazısı hukuku'' olarak da adlandırılan
Mezopotamya hukukundan büyük ölçüde etkilendiği kabul edilmektedir. Gerçekten, Bâbil
hukukunun İbrânî hukuku üzerindeki etkisi, Hammurabi Kanunnâmesi ile görülen paralelliklerden
açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca, İbrânî kültürü üzerinde Mısır medeniyetinin doğrudan ve Fenike
yoluyla önemli etkileri olduğu da muhakkaktır. Ancak, bin yılı aşkın bir süre sonra yazılmış
bulunmasına rağmen, cezâî düzenlemeler bakımından, Hammurabi Kanunnâmesi ile
kıyaslandığında, İbrânî yasa metinlerinde hiç bir ilerleme gözlenmemesi oldukça dikkat çekicidir.
161
Bâzıları, bu durumu, "pek muhafazakar ve an'aneperets bir millet olmaları" hasebiyle " İbranilerin
hukukî inkişafa müsait olmamaları" ile açıklamaktadır.
1. POZİTİF HUKUKUN GELİŞİMİ
İbranî hukuku kaynak îtibâriyle iki devreye ayrılır. Kudüs'ün Romalılar tarafından işgal ve
tahribinden önceki birinci devrede hukukun kaynağı Tanah [Tevrat'ı ve Zebur'u da içeren Ahit] ve
örf ve âdet hukukudur. İkinci devirde ise ki, " Mişna ve Talmud devri" diye de adlandırılır Mişna
ve Talmud da hukuk kaynakları arasına katılmıştır. Talmud, Yahûdîlerin medenî ve dînî
kanunlarıdır ve Tevrat'ın devamı, mütemmimi sayılır.
Genel olarak, Musevîlerin kutsal kitabı denilince Tevrat anlaşılırsa da aslında Tevrat,
İbrânî kutsal kitabı Tanah (Eski Ahit)'ın bir kısmını oluşturmaktadır. Tanah (Ahd-i Atik), derli
toplu bir kitap şeklinde olmayıp, bir kitaplar toplamıdır ve başlıca üç bölüme ayrılır. Birinci kısmı,
Tevrat oluşturur. İbrânî Hukukunun en eski kaynağı olan ve Hz. Musa'ya izafe edilen Tevrat, beş
kitaptan oluşmaktadır: Tekvin (Yaradılış), Çıkış, Lâveylâlar, Sayılar (Çölde Sayım) ve Tesniye
(Yasa/Deuteronomy). Tesniye'de, esası On Emir olmak üzere, uyulması zorunlu bir çok kural yer
almaktadır. Daha sonra, "Sürgün sırasında ve hemen sonra bu emirler daha da geliştirilerek, Kitabı
Mukaddes in ilk beş bölümünde 613 emri içeren karmaşık bir hukukî düzenleme hâline
getirilmiştir". Neviim (Peygamberler) denen ikinci kısım yirmi bir kitap; Ketuvim (Yazılar) denen
üçüncü kısım ise on üç kitaptan oluşur. Davut'a izafe edilen Mezmurlar (Zebur) da bu kısımda yer
alır. Yâni, Tanah toplam otuz dokuz kitaptan oluşan bir kitaplar mecmuasıdır.
Asırlar içinde meydana gelen bir birikim ve derlemenin neticesi olması ve sayısız
müelliflerin katkısıyla meydana gelmesi sebebiyle söz konusu kitaplar içinde ve arasında da bir
bütünlük ve insicam görülmez. Çeşitli kaynaklardan gelen metinler gelişigüzel bir şekilde
eklemlenmiştir. Kutsal ve tanrı sözü sayılması dolayısıyla, daha sonra terk edilen ve artık
uygulanmayan kısımları da kimse kaldırmaya cesaret edememiş, bu durum hiçbir soyut prensibin
ve mantıkî kuralların ortaya çıkmadığı, karışık ve çelişik metinler mecmuası ile bizi karşı karşıya
bırakmıştır.
Tevrat (Tora)'ın Musa'ya indiği iddia edilirse de, daha önce de işaret edildiği gibi, aslında
milâttan önce on üçüncü asırdan başlayarak, milattan önce beşinci asra kadar çeşitli Yahudi
teologların yazımına katıldıkları ve milâttan önce ikinci asırda son şeklini almış bir metindir.
Zitelmann, Tevrat'ın dâhice oluşturulmuş dramatik bir eser olduğunu belirtir ve İbrânî asıllı filozof
Spinoza'nın, bu beş kitabın yazarının, milâttan önce dördüncü-beşinci asırda yaşamış Ezra
(Üzeyir) adlı Yahûdî din adamı olduğu yolundaki görüşlerine atıfta bulunur. Bu nakil ve
rivayetlere göre, milâttan önce dört yüz yirmi iki yılındaki Bâbil istilâsında, Kudüs'teki tapınakla
birlikte, burada saklana geldiği rivayet edilen Tevrat nüshası dâ tahrip oldu ve Tevrat’ın yeniden
yazılması ihtiyacı doğdu ve takriben yirmi iki yıl kadar sonra, karizmatik bir kişiliği sâhip olduğu
anlaşılan, Ezra ismindeki bilgin bir haham bütün Yahûdî liderlerini topladı. O ve diğer Yahûdî
bilgin/din adamları (Nevi’ler) yedi gün sabahtan akşama kadar onlara hazırlamış oldukları
"Musa’nın Kanun Kitabı" nı okudular. Daha sonra, toplantıya katılan tüm Yahûdî liderleri ve din
adamları bu hukuk metnini kendilerinin ana-yasaları ve vicdânî ilkeleri olarak kabul etmeyi
taahhüt ettiler ve itaat sözü verdiler. (Yeşu: VIII/ 33-35). O zamanda bu yana, bu metin, her
162
konuda, tüm Yahûdîlerin tâkip ettikleri kutsal bir kitap olma konumunu hep sürdürmüştür. İbrânî
hukukunun temel ve ana kaynağı durumundaki Tevrat, günümüzde de İsrail devletinin temel
hukukî dayanağını teşkil etmekte olup, buna aykırı bir kanunun parlamentodan çıkarılamayacağı
söylenmektedir.
"Ezra metni"nin kaynakları araştırılmak istenirse, tarihin daha müphem derinliklerine
doğru süzülmek gerekir. Bu metindeki dört parçanın milâttan önce üç yüzlerde mevcut olduğu
anlaşılıyor. "Yaradılış'', "İlk Günah", "Tufan" konularının, tâ milâttan önce üç binlere kadar giden
Mezopotamya efsanelerinden alındığı söylenebilir. Yasak meyve ve Cennetten kovulma temaları,
hemen bütün Yakın-Doğu ve hattâ Hint, Tibet, Meksika ve Polinezya efsanelerinde müşterektir
ve, seks ve bilgi ile tanışmanın insan masumluğunun ve mutluluğunun sonunu getirdiği îmâ edilir.
İbranî kutsal kitap külliyâtının diğer bir kısmını da Talmud oluşturur. Binlerce sayfayı
bulan Talmud, neredeyse Tevrat ile eşdeğerde tutulur ve İbrânîlerce "ikinci Tevrat" olarak kabul
edilir. Genel olarak Yahûdîler Talmud'a da kutsallık atfeder ve sadece Tevrat'ı kabul edip,
Talmud'u dışlayan Habeşistan Yahûdîlerini ve Karayimleri gerçek Yahûdî inancından uzak
sayarlar. Talmud, iki kısımdan meydana gelir: Mişna ve bunun açıklaması mahiyetinde olan
Gemara.
Mişna veya Misna [İbrânîcesi, Midraş'tır ve 'tekrar ederek öğrenme' anlamına
gelmektedir], hahamlarca yapılmış Tevrat yorumlarının, zamanla fazlalaşmaları ve
ezberlenmelerinin zorlaşması sebebiyle, unutulma tehlikesi baş gösterdiğinden, Haham Judah
Hanasi'nin, 190 yıllarında, 30 yıllık bir çalışma sonucunda belli bir eleme ve derleme işlemine tâbî
tutarak yazılı bir metin hâline getirmesiyle oluşmuştur. Kadîm İbrânî kanunları ile, din adamları
tarafından o zamana kadar örf ve âdet şeklinde uygulanmakta olan Mûsevî medenî ve cezâ
hukukunu (Yahûdî şeriatini) ihtivâ eden Mişna Mecellesi bir tartışmalar dizisi biçiminde kaleme
alınmış olup, bu tartışmalarda hahamlar, kendi düşüncelerini ifade ederler, sonunda ortak bir
karara varılmaz.
İbrânî hukukçuların Tevrat'la ilgili tefsir ve içtihatları ile oluşmuş hukuk kaidelerinden
meydana gelen ve Mişna'nın açıklaması mahiyetinde olan Gemara'nın ise, farklı yer ve zamanlarda
düzenlenmiş iki nüshası bulunmaktadır. Bunlardan biri ve ilki, dördüncü asırda Kudüs'te
gerçekleştirilen bir çalışma olup, Kudüs Talmud'u olarak bilinir. Şifreli ve sembolik bir dille
kaleme alındığından dolayı anlaşılması çok güç bir metin olduğundan, kullanılmaya elverişli
değildir. Diğeri ise, beşinci asırda başlanıp altıncı asırda tamamlanan ve birincinin şerhi
mahiyetinde olan Bâbil Gemarası dır ki, Bâbil Talmudu olarak adlandırılır. Gemara ve Talmud
kelimeleri bâzan eş anlamlı olarak kullanılırsa da, genelde Talmud denince Mişna ve Gemara'nın
her ikisi birden anlaşılır; bunlar Talmud'un iki kısmını oluşturur. Talmud ve Mişna hukukunda
İran ve Roma hukukunun tesirlerinin görüldüğü ifade edilmektedir.
2. AİLE HUKUKU
İbrânî Hukuku, çocuğun ebeveynine mutlak bir itaat göstermesi husûsuna büyük bir önem
vermekte, bu kuralın çiğnenmesi durumunda çok şiddetli cezalar öngörmektedir. Diğer yandan,
ebeveynle çocuklar arasındaki ilişkinin, çocuklara duyulan sevgi yönünden ziyade, çocuklardan
beklenen mutlak bir itaat ve saygı esası üzerine kurulu olduğu intibaı edinilmektedir. Çocuklarını
163
icâbında köle olarak satmak yanında, isyankâr çocuğunu hâkimin önüne çıkartıp, daha sonra
taşlayarak öldürtmek, bugünkü ölçülerimize göre, ebeveyn çocuk ilişkilerinde aklın alabileceği bir
durum değildir:
- "Bir kimsenin, ana-babasının sözünü dinlemeyen fena ve âsî bir çocuğu olur ve bu çocuğa
ana-babasının te'dibi bîr fayda vermezse; ana babası bu çocuğu alıp şehrin ihtiyarlarına götürecek
ve bu oğlumuz fena ve âsîdir, sözümüzü dinlemez, aç gözlü ve içkiye müptelâdır diyecekler.
Ondan sonra, şehrin bütün sakinleri onu taşlayacaklar ve o ölecektir. Bu suretle fenayı kendi
muhitinden defedeceksin. Bütün İsrail dahi bunu işitecek ve korkacaktır." [Tesniye: XXI/18-21],
- “Babasına/anasına söven, onları döven kimse öldürülecektir". [Çıkış: XXI/15, 17].
- “Eğer bir adam kızını câriye olarak satarsa..." [Çıkış: XXI/ 7],
a. Evlenme
Talmud'a göre genel olarak tüm Yahûdîler, ama özellikle de hahamlar evlenmek ve Yahûdî
nüfusunu çoğaltmakla mükelleftiler. Belirli bir yaşa erişmiş bir Yahûdî'nin bekâr kalmaya devam
etmesi çok yadırganan bir durumdu.
Sürgünden önceki dönemde, yâni Mısır'da yaşarlarken, Yahûdîler arasında da evliliğin
oldukça seküler bir konumda olduğu görülüyor. Kadîm Mısır'daki uygulamaya benzer şekilde,
talip olan erkeğin doğrudan doğruya kızın ailesi ile görüşmesi veya ailelerin kararlaştırılması ile
evliliğe karar veriliyordu. Belki de bu yüzden, Tevrat'ta evlilik (nikâh) akdi hakkında açık bir ifade
yoktur.
Evlilik genellikle aileler arasında yapılan pazarlık sonucu ve erkek tarafından bir bedel
ödenerek kadının satın alınması şeklinde gerçekleşirdi; aşk'ın yeri pek azdı. Peygamber Hoşea
(M.Ö. sekizinci asır), biraz aşırıya kaçarak, eşi için tam elli şekel ödediğine hayıflanır. Karı için
kullanılan "beulah" kelimesi, "malik olmak" anlamına gelmekte. Gelinin babası da, kızı için
ödenen bu bedele (mehir), kızına çeyiz vererek mukabele ederdi. Tevrat'ta geçen şu evlilik
hikâyesi, evlilik müessesesine nasıl bakıldığını gayet güzel bir şekilde ortaya koymaktadır:
- "Lavan'ın iki kızı vardı. Büyüğünün adı Lea, küçüğünün adı Rahel’di. Yakup Rahel’e
aşıktı. Lavan'a, "Küçük kızın Rahel için sana yedi yıl hizmet ederim" dedi. Yakup Rahel için yedi
yıl çalıştı. Rahel'i sevdiği için, yedi yıl ona birkaç gün gibi geldi. Lavan'a, "Zaman doldu, kızını
ver, evleneyim" dedi.... Sabah olunca Yakup bir de baktı ki, yanındaki Lea!.. Lavan'a, "Nedir bana
bu yaptığın?" dedi, "Ben Rahel için yanında çalışmadım mı? Niçin beni aldattın?" Lavan, "Bizim
buralarda adettir. Büyük kız dururken küçük kız evlendirilmez" dedi, Bu bir haftayı tamamla,
Rahel'i de sana veririz. Yalnız ona karşılık yedi yıl daha yanımda çalışacaksın. Yakup kabul etti.
Lea'yla bir hafta geçirdi. Sonra Lavan, kızı Rahel'i de ona verdi". [Yaratılış: XXIX/ 16-28].
Dikkat edilirse, olayın esas tarafı olan kız, yapılan bu pazarlıklarda hiç ortada yoktur, kimse
(ne kendisiyle evlenecek erkek, ne de babası) onun fikrini almaya gerek duymamakta; âdetâ bir
hayvanın alım satımı üzerine yapılan pazarlığa benzer bir süreç yaşanmaktadır. Kadınların satın
alınması âdeti zamanla yumuşamıştır, ama yine de kadın velîsi tarafından evlendirilir. Evliliğin
sahih olabilmesi için üç şart vardır:
164
- İki şâhit huzurunda erkek kadını kabul edecek, onun eline hiç olmazsa bir yüzük verip
İbrânîce olarak: "Şu yüzük ile sen benim için mukaddes oldun" diyecektir;
- Evlenme akdi yazılı olacaktır;
- En az on erkek huzurunda bereket duâsı yapılacaktır.
Hz. Musa zamanmdan beri devam eden ve sonunda Mişna'ya giren bir usûle göre koca,
evlilik esnasında yaptığı ödeme (mehr-i muaccel) yanında, ölüm veya boşanma halinde kadına
ödenmek üzere karısına bir meblâğ (mehr-i müeccel) borçlanır, ki buna "ketûbe" denir ki, kızlar
için iki yüz, dullar için yüz zuz kadar bir meblağdır. Kadının baba evinden götürdüğü çeyiz (mal)
kocası tarafından idare edilir; nikâh bozulunca koca bu malı ve ketûbe’yi kadına iade eder.
Kararlaştırılan mehir ipotekle teminat altına alınır. Yukarda da işaret edildiği gibi, evlenen kıza
babası tarafından çeyiz verilmesi âdeti İbrânîlerde de vardır ve “cihaz ödemesi," evlenen kızın
müstakil mîras payının karşılığı gibi düşünülür.
Bâzı durumlarda, kişilerin evlenmeye mecbur tutulduğuna dair hükümlere de
rastlanmaktadır: Meselâ, çocuğu olmayan bir kadının kocası ölürse, ölen kocasının erkek kardeşi
ile; ve bu erkek kardeş de yengesi ile evlenmek zorunda idi ve bu evlenmeden doğan ilk çocuk
ölen kocanm çocuğu addedilirdi.
- " Birlikte oturan kardeşlerden biri oğlu olmadan ölürse, ölenin dulu aile dışından biriyle
evlenmemeli. Ölenin kardeşi dul kalan kadını kendine karı olarak alacak, ona kayınbiraderlik
görevini yapacak. Kadının doğuracağı ilk oğul, ölen kardeşin adını sürdürsün. Öyle ki, ölenin adı
İsrail'den silinmesin. Ama adam kardeşinin dul karısıyla evlenmek istemiyorsa, dul kadın kent
kapısında görev yapan ileri gelenlere gidip şöyle diyecek: 'Kayınbiraderim İsrail'de kardeşinin
adını yaşatmayı kabul etmiyor. Bana kayınbiraderlik görevini yapmak istemiyor'. Kentin ileri
gelenleri adamı çağırıp onunla konuşacaklar. Eğer adam, Onunla evlenmek istemiyorum diye
üstelerse, kardeşinin dul karısı ileri gelenlerin önünde adamın yanına gidecek, onun ayağındaki
çarığı çıkaracak, yüzüne tükürecek ve, 'kardeşine soy yetiştirmek istemeyen adama böyle yapılır'
diyecek". [Tesniye: XXV/ 5-9],
Acaba, bu “addetme" ne kadar gerçekçi idi, doğan çocuğun ölen biraderin çocuğu
sayılması, sadece bir söylemden mi ibâretti? İnanması çok güç olsa da bu addetmenin, âdetâ maddî
bir gerçeklik olarak algılanmış olması oldukça şaşırtıcıdır. Nitekim, Tevrat'ta geçen bir kıssaya
göre, İshak'ın torunu, Yakub'un oğlu olan " Yahuda’nın ilk oğlu ölünce zevcesi dul kaldı. Yahudi
ikinci oğlu Onan’a: - ‘Biraderiyin zevcesine takarrüb edip onu kayınlık hakkını icra ederek
biraderine zürriyet peyda eyle', dedi ve Onan, zürriyet kendisinin olmayacağını bilmekle
biraderinin zevcesine takarrüp ettikçe biraderine zürriyet vermemek için yere döker idi."
[Yaradılış: XXXVIII / 1-10]. Bu âyetin devamında, 'Rabbın bu uygulamayı kötü gördüğü ve bunu
yapan kişiyi öldürdüğü' belirtilmektedir. Dikkat edilirse, 'ölen biraderin zürriyetini devam ettirme'
konusuna o kadar önem verilmektedir ki, geride kalan biradere bu konuda her türlü manevî, sosyal
baskının yapılması yanında; yine de gizli bir karşı çıkma tavrı göstermesi ihtimaline karşı ilâhî bir
cezâya çarptırılacağı, öldürüleceği tehdidi altında tutulmaktadır. Aslında, bu uygulamanın altında
yatan gerçek maksadın, ileri sürüldüğü gibi, ölen biraderinin zürriyetini devam ettirme amacından
165
daha çok, bu yolla, ölen biradere ait aile mülkünün ailenin elinden çıkmasını önlemek olduğu
söylenebilir:
- "Herhangi bir İsrail oymağında miras alan kız, babasının bağlı olduğu oymak ve boydan
biriyle evlenmelidir. Öyle ki, her İsrailli, atalarının mirasını sahiplenebilsin". [Sayılar:XXXVI/ 8],
Diğer yandan, Eski Ahit'te kaçırma yoluyla evliliğe izin verildiği anlaşılıyor, ancak belki
de bu uygulama sadece savaş zamanına münhasırdı:
- "Gözünüzü açık tutun. Şilolu kızlar dans etmeye kalkınca bağlardan fırlayıp onlardan
kendinize birer eş kapın ve Benyamin topraklarına götürün. Benyaminoğulları da böyle yaptılar.
Kızlar dans ederken her erkek bir kız kapıp götürdü... "[Hâkimler: XXI/ 21, 23].
Tevrat'taki kıssalardan ve mîras hukuku ile ilgili düzenlemelerden, çok karılı evliliğin
meşrû sayıldığı ve yaygın olduğu anlaşılmakla beraber, bir erkeğin birden fazla kadınla evliliğini
düzenleyen özel bir hükme rastlanmamaktadır. Kaynaklar, kral Süleymanın yedi yüz eşi ve üç yüz
de câriyesi olduğuna dair rivayetlerden bahsederler. Bu çeşit abartılı rakamları, İbrânîlerin,
kendilerinin her bakımdan, cinsellik cihetiyle de diğer insanlardan güçlü, farklı ve seçilmiş bir
kavim olduklarını gösterme çabasının bir sonucu olarak değerlendirmek gerekir. Kendilerinin
sayıları ve öldürdükleri düşmanların sayıları konusunda da aynı şekilde mübalağalı rakamlar
verdiklerinden daha önce de bahsedilmişti. Ancak, "bâzı şeylerin şüyuu vukuundan beterdir" ilkesi
açısından baktığımızda, bu nevî fiillerin hem de dînî açıdan örnek olarak sunulan kişilerce
yapıldığının ileri sürülmesi, bu kişilerin nasıl bir dînî anlayışa sahip oldukları konusunda bize bir
fikir verse gerektir. Bu arada, söz konusu rivayetleri nakledenlerin, nasıl kaş yapayım derken, göz
çıkardıklarını göstermek bakımından bir noktaya da işaret edelim. Eğer söz konusu nakilleri doğru
kabul edecek olursak, Hz. Süleyman Tevrat'ta emredilen kurallara aykırı bir iş yapmış demektir:
- "Kral yüreğinin Rab’den sapmaması için çok kadın edinmemeli, büyük ölçüde altın,
gümüş biriktirmemeli". [Tesniye: XVII/17]
aa) Evlenme Yasakları
Gerek kan, gerek evlilikten doğan akrabalığın bâzı dereceleri evlenmeye engel olarak
görülmektedir. Usûl ve fürûu, kız kardeşler, analıklar, teyzeler, halalar, amca ve kardeş karıları
(kocaları sağ iken), kayınvalide, oğlun karısı, karının kızı ve torunları ile evlenmek ve iki kız
kardeşi aynı anda nikah altında tutmak yasaklanmıştır:
- "Hiçbiriniz cinsel ilişkide bulunmak için yakın akrabasına yaklaşmayacak. RAB benim.
Annenle cinsel ilişkide bulunarak babanın namusuna dokunmayacaksın. O senin annendir. Onunla
ilişki kurmayacaksın. Babanın karısıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Babanın namusudur o.
Annenden ya da babandan olan, ister seninle aynı evde doğmuş olsun, ister olmasın üvey kız
kardeşlerinden biriyle cinsel ilişki kurmayacaksın. Kızının ya da oğlunun kızıyla cinsel ilişki
kurmayacaksın. Çünkü onların namusu senin namusundur. Babanın evlendiği kadından doğan
kızla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü o babandan olmadır, senin kız kardeşin sayılır. Halanla
cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü o babanın yakın akrabasıdır. Teyzenle cinsel ilişki
kurmayacaksın. Çünkü o annenin yakın akrabasıdır. Amcanın namusuna dokunmayacaksın.
Karısına yaklaşmayacaksın, çünkü o senin yengendir. Gelininle cinsel ilişki kurmayacaksın.
166
Çünkü oğlunun karısıdır. Onunla ilişki kurmayacaksın. Kardeşinin karısıyla cinsel ilişki
kurmayacaksın. Çünkü o kardeşinin namusudur. Bir kadının hem kendisiyle, hem kızıyla cinsel
ilişki kurmayacaksın. Kadının kızının ya da oğlunun kızıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü
onlar kadının yakın akrabasıdır. Onlara yaklaşmak alçaklıktır. Karın yaşadığı sürece onun kız
kardeşini kuma olarak almayacak ve onunla cinsel ilişki kurmayacaksın. [Levililer: XVIII/ 6-19].
b. Boşanma
İbranî Hukuku, erkeğe, dilediği zaman karısını boşayabilme hakkını tanımaktadır. Bu
hakkın kullanılması için, kocanın, boşadığı kadının eline bir "boşama belgesi" vermesi yeterlidir.
Erkek, boşadığı kadını, eğer bu kadın başka bir erkekle evlenmemiş ise tekrar alabilirdi. Ancak,
kadın başka bir erkekle evlenmiş ve bu ikinci kocasından boşanmış veya kocası ölmüş ise, bu
durumda ilk koca artık bu kadınla tekrar evlenemezdi:
- " Bir kimse karı alıp evlenir ve ondan hoşlanmaz ise, talâk nameyi yazıp eline verecek ve
evinden salıverecektir. O da evinden çıkıp gidecek ve diğer bir erkeğe varabilecektir. Bu sonuncu
koca da kadına talâk name verir veya ölürse, ilk kocası onu tekrar kendine zevce olarak
alamayacaktır." [Tesniye: XXIV/ 1-4].
Bâzı hallerde erkek karısını boşayamazdı. Meselâ, evlendiği kıza 'bâkire olmadığı'
iftirasında bulunan koca; nişanlı olmayan bir kıza zorla tecavüz eden ve onunla evlenmek zorunda
kalmış bulunan koca, artık bu karısını boşama hakkından mahrum edilirdi. Kadına da boşanma
hakkının tanındığını gösteren bir hükme rastlanmamaktadır. Ancak, daha sonraki dönemlerde,
Tevrat'ı yorumlayan İbrânî müfessirlerince oluşturulan şeriat hukuku, erkeğin karısını boşaması
için gerekli şartları ve kadının da kocasından boşanma talep edebileceği halleri düzenlemişlerdir.
3. MİRAS HUKUKU
İbrânî Hukukuna göre, ilk dönemlerde, sadece erkek çocuklar babalarına mirasçı olabilirdi.
Erkek çocuğun olmadığı durumda bile kız çocukları babalarına mirasçı olamazdı. Ancak, daha
sonra getirilen bir düzenleme ile, mûrisin erkek çocuğunun olmadığı hallerde kız çocuklarına
mirasçı olabilme imkânı getirildiği anlaşılmaktadır. Eğer ölenin hiç çocuğu yoksa, miras, sırasıyla
müteveffanın kardeşlerine, amcalarına ve en yakın akrabaya intikâl ederdi:
- Selofhat'ın kız çocukları dediler ki: "'Erkek çocuğu olmadı diye babamızın adı kendi boyu
arasından neden yok olsun? Babamızın kardeşleri arasında bize de mülk verin'. Musa onların
dâvasını RAB'be götürdü. Musa'ya şöyle dedi: Selofhat'ın kızları doğru söylüyor. Onlara
amcalarıyla birlikte mîras olarak mülk verecek, babalarının mirasını onlara aktaracaksın.
İsrailliler'e de ki, 'Bir adam erkek çocuğu olmadan ölürse, mirasını kızına vereceksiniz. Kızı yoksa
mirasını kardeşlerine, kardeşleri yoksa amcalarına vereceksiniz. Amcaları da yoksa, mirasını bağlı
olduğu boyda kendisine en yakın akrabasına vereceksiniz'. " [Sayılar. XXVII/ 4-11].
Ancak, kız çocuklarına kalacak aile mülkünün aile dışına gitmemesi için kızların, en yakın
akrabaları ile evlenmesi istenmektedir:
- "Herhangi bir İsrail oymağında mîras alan kız, babasının bağlı olduğu oymak ve boydan
biriyle evlenmelidir. Öyle ki, her İsrailli atalarının mirasını sahiplenebilsin. Mîras bir oymaktan
167
öbür oymağa geçmeyecek. Selofhat'ın kızları amcalarının oğullarıyla evlendiler. Böylece mirasları
da babalarının bağlı olduğu boy ve oymakta kaldı". [Sayılar: XXXVI/ 8-12].
Odalıktan veya Yahûdî olmayan kadından olan çocuklar mirastan pay alamazdı. Öte
yandan, en büyük erkek evlâda, mîras paylaşımında bir avantaj tanındığı; ona diğer erkek
kardeşlerinden bir misli fazla hisse alma hakkı verildiği görülmektedir. İslâm öncesi dönemde
Araplar arasında da bu "ilk oğul hakkı" uygulaması vardı:
- "... 'ilk doğan oğul' olarak tanıyacak ve ona bütün malından iki pay verecektir. Çünkü bu
oğul babasının gücünün ilk ürünüdür. İlk oğulluk hakkı onun olacak." [Tesniye: XXI/ 17].
Bu kuralın, babanın daha sonra evleneceği bir kadına karşı düşkünlüğü ve onun nüfuzu
sebebiyle onun çocuklarını kayırıcı ve önceki çocuklarını mağdûr edici bir mîras paylaşımına
gitmesini önlemeye dönük olduğu anlaşılmaktadır:
- "Eğer bir adamın iki karısı varsa, birini seviyor, öbüründen hoşlanmıyorsa; iki kadın da
kendisine oğullar doğurmuşsa; ilk oğul hoşlanmadığı kadının oğluysa; adam malını mîras olarak
oğullarına bölüştürdüğü gün sevdiği kadının oğlunu kayırıp ona ilk oğulluk hakkını veremez.
Hoşlanmadığı kadının oğlunu ilk doğan oğul olarak tanıyacak ve ona bütün malından iki pay
verecektir". [Tesniye: XXI/15-17],
Mirastan anaya bir pay verilmez, Tevrat'ta mirasta babanın hissesinden de bahis yoktur.
Ancak, Mişna ve Talmud'da bu eksiklik gideriliyor ve "çocuk bırakmadan ölen kişinin terekesi
babasına aittir" hükmü getiriliyor. Mişna'da vasiyet uygulamasına yer verilmekte, tüm mal
varlığını kapsayan vasiyet bile kabul edilmektedir.
4. EŞYA VE BORÇLAR HUKUKU
a. Mülkiyet
Özel mülkiyet o kadar gelişmişti ki, kral bile birisinin toprağına el koyamazdı. Diğer
yandan, İbrânî Hukuku, mülkiyetin intikâlinde taşınmazlar için farklı hükümler koymuştur.
Çünkü, toprak "Yahve'nin mülkü" sayılır, sâhibi durumundaki kişiler misafir olarak düşünülürdü:
- "Tarlanız temelli olarak satılamaz. Çünkü bana aittir. Sizse yabancısınız,
konuğumsunuz". [Levililer: XXV/ 23].
Filistin'in ele geçirilmesinden sonra yapılan taksime göre toprak sâhibi olan oymak ve
hânelerin o toprak üzerindeki mülkiyet hakları daimî statüde olduğundan, başkasına satılması
hâlinde bile ilk sahibinin o toprak üzerindeki mülkiyet hakkı devam ediyor; satış işlemi "geçici bir
süreliğine satış" olarak kabul ediliyordu. Satan kişi, satış bedelini ödeyerek toprağını her zaman
geri alabilirdi. Ayrıca, her elli yılda bir gelen "jübile senesi"nde, bütün gayrimenkul satışları
münfesih olur, topraklar ilk sâhiplerine geri dönerdi. Diğer yandan, toprağını satan kişinin
akrabaları da, isterlerse, satış bedelini yeni alıcıya öder ve toprağı kendileri alabilirlerdi. Ancak,
etrafı surla çevrili şehirlerdeki taşınmazlarda bu geri alma hakkı bir yıl ile sınırlanmıştı, bu süre
içinde geri alınmamışsa artık temelli olarak yeni sâhibinin mülkiyetine geçerdi:
168
- "... Ülkenin her yerinde tarlanın asıl sahibine tarlasını geri alma hakkı tanımalısınız.
Kardeşlerinizden biri yoksullaşır; toprağının bir parçasını satmak zorunda kalırsa, en yakın
akrabası gelip toprağı geri alabilir. Toprağını satın alacak yakın bir akrabası yoksa, sonradan
durumu düzelir, yeterli para bulursa, satış yaptıktan sonra geçen yılları hesaplayacak ve geri kalan
parayı toprağını sattığı adama ödeyip toprağına dönecek. Ancak toprağını geri alacak parayı
bulamazsa, toprak özgürlük yılına kadar onu satın alan adama ait olacak. O yıl toprağı elinden
çıkaracak, satan adam da toprağına kavuşacak. Surlu bir kentte evini satan adamın evi sattıktan
tam bir yıl sonrasına kadar onu geri alma hakkı olacaktır. Eğer bir yıl içinde evini geri almazsa, ev
temelli olarak alıcıya geçecek, kuşaklar boyunca yeni sahibinin olacaktır. Özgürlük yılında ev yeni
sahibinin elinden alınmayacaktır. Ama surlarla çevrilmemiş köylerdeki evler tarlalar gibi işlem
görecektir. İlk sahibinin evi geri alma hakkı olacak, evi satın alan özgürlük yılında onu geri
verecektir". [Levililer: XXV/ 24-31].
- "Yedi yılda bir kutlanan Şabat yıllarının yedi kez geçmesini bekleyin. Yedi kez geçecek
Şabat yıllarının toplamı kırk dokuz yıldır. Sonra, yedinci ayın onuncu günü, yâni günahları
bağışlatma günü, bütün ülkede yüksek sesle boru çalınacak. Ellinci yılı kutsal sayacak, bütün ülke
halkı için özgürlük ilan edeceksiniz. O yıl sizin için özgürlük yılı olacak. Herkes kendi toprağına,
ailesine dönecek". [Levililer: XXV/ 8-10].
Bu uygulamayı toplumdaki askerî yapılanma ile îzah etmek mümkündür. Çünkü, asker ve
savaş teçhizatının tarla sâhibi çiftçilerce temin edildiği toplumlarda, arazinin mülkiyet yapısının
korunması, ülke savunması açısından ayrı bir önem taşır.
Taşınmaz mülkiyetindeki bu sosyal/kamusal konseptin tarlaların ürünlerinden yararlanma
konusunda da etkili olduğu anlaşılmakta. Aç kalan birisinin bir meyve bahçesi veya bağdan
açlığını giderecek kadar yemesine müsâade edilmiştir. Çünkü, Yahûdî toplumunda, fakir kişiler
olabilirse de, Yahûdî bir dilenci olamamak gerekir. Bu mantalite içinde, bağ ve bahçenin
ürünlerinden komşuların o anlık ihtiyaçlarını karşılayacak kadar almaları hırsızlık
sayılmamaktadır:
- "Komşunuzun bağına girdiğinizde doyuncaya dek üzüm yiyebilirsiniz, ama torbanıza
koymayacaksınız. Komşunuzun ekin tarlasına girdiğinizde elinizle başak koparabilirsiniz, ama
ekinlere orak salmayacaksınız". [Tesniye: XXIII/24-25].
b. Sözleşme Hukuku /Akitler
Ödünç para vermelerde, İbrânî olmayan birisine faizle borç vermek câiz olduğu halde; bir
Yahûdî'nin diğer bir Yahûdî'den faiz alması kabul edilmemiştir:
- "Eğer kavmime para ikraz edersen, ona tefeci gibi davranmayacaksın; üzerine faiz
eklemeyeceksin!..". [Çıkış: XXII/25].
- "Biraderinden faiz ve ribâ almayacaksın. Parayı ona faizle vermeyeceksin, yiyeceğini ona
faizle vermeyeceksin!..". [Levililer: XXV/35-37].
- “Siz bir çok kavime ödünç vereceksiniz, ama siz ödünç almayacaksınız. Siz bir çok ulusu
yöneteceksiniz, ama onlar sizi yönetmeyecek". [Tesniye: XV/6; XXVIII/ 12]. "Kardeşinize para,
169
yiyecek ya da faiz getiren başka bir şey ödünç verdiğinizde, ondan faiz almayacaksınız.
Yabancıdan faiz alabilirsiniz ama kardeşinizden almayacaksınız". [Tesniye: XXIII/19-20].
Bu yaklaşım içinde, zengin Yahûdîler, çok eski devirlerden beri başka kavimlerden ihtiyaç
sahibi kimselere faizle para vermek suretiyle dünyanın önde gelen bankerleri olmuşlardır. Diğer
yandan, Yahûdîler arasında faizle ödünç verme yasağının, uygulamada, Mişna'da düzenlenen bir
takım hîle-i şer'iyye uygulamalarıyla, araya bir takım sözde satış muâmeleleri konarak, bir şekilde
dolanıldığı anlaşılmaktadır.
Borçlarını ödeyemeyecek durumda olan yoksullar alacaklının kölesi oluyorlardı. Emânet
olarak verilen mal ve hayvanlarda, emânet alınan mal ve hayvana bir zarar vukû bulursa, çalınırsa;
emânet alan kişi, kusurlu bulunması hâlinde hayvanın bedelini ödemekle mükellef tutulurdu.
Ancak, kusurlu olduğuna dair bir delil bulunmaz ve kusuru olmadığı yolunda yemin ederse
sorumlu tutulmazdı:
- "Eğer bir kimse, saklamak üzere komşusuna bir merkep, bir öküz... tevdi ettiği halde, bu
hayvan ölür veya sakatlanır veya kimse görmeksizin alınıp götürülürse; komşusunun malına el
uzatmadığına dair Tanrı yemini ederse, sorumlu olmayacaktır." [Çıkış: XXII/10-11].
Bu hüküm, Hammurabi Kanunnâmesi'ndeki aynı konuya ilişkin maddenin aynen tekrarı
gibidir:
- "Hayvanlar ahvâli mücbireden dolayı, yahut hastalıktan dolayı mahvolursa, çoban
yeminle beriyyüzzimme olur ". [m. 266]. "Sığır ânî hastalık yüzünden ölürse, müstecir, yemin
etmekle sorumluluktan kurtulur." [m. 249].
Rehin koyulacak mallara getirilen sınırlama bakımından İbrânî hukukunda getirilen tahdit,
elbiselerle ve buğday öğütme aparatı ile sınırlı kalmakta, Hammurabi Kanunnâmesinde olduğu
gibi koşum hayvanlarına kadar uzanmamaktadır:
- "Rehin olarak ne değirmeni, ne de üst taşını alın. Bunu yapmakla adamın yaşamını rehin
almış olursunuz". [Tesniye: XXIV/ 6].
- "... Dul kadının giysisini rehin almayacaksınız". [Tesniye: XXIV/ 17].
- "Komşunuzun abasını rehin alırsanız, gün batmadan geri vereceksiniz". [Çıkış:
XXII/26].
Tevrat'ta, hizmet akdi ile ilgili olarak, işverenlerin çalıştırdıkları kişilere zulmetmemeleri
ve ücretlerini her gün muntazam bir şekilde ödemeleri emredilmektedir.
- "Ücretle çalışan, gereksinimi olan, yoksul bir soydaşınızı ya da kentlerinizin birinde
yaşayan bir yabancıyı sömürmeyeceksiniz. Ücretini her gün, güneş batmadan ödeyeceksiniz.
Yoksul olduğu için güvencesi odur. Yoksa sana karşı RAB'be feryâdeder ve sen de günah işlemiş
sayılırsın". [Tesniye: XXIV/ 14-15].
170
c. Hukuka ve Sözleşmeye Aykırı Fiiler
Tevrat'ta, hukuka aykırı fiillerden doğan durumlara ilişkin bâzı hükümlere de
rastlanmaktadır. Meselâ, yaktığı ateşle başkasının tarlasındaki ürünlerin yanmasına sebep olan
kişi; kazdığı bir kuyunun üzerini örtmemesi sebebiyle bir hayvanın düşerek telef olmasına sebep
olan kişi; kontrolleri altındaki hayvanların başkalarına zarar vermelerini
engellemeyen/engelleyemeyen kişiler, husule gelen zararları tazmin etmekle mükellef
tutulmuşlardır. Cezâ hukuku ile ilgili sonuçlar doğuran haksız fiillerin bu yönü de ayrıca
değerlendirilmektedir:
- "Bir adam bir çukur açar ya da kazdığı çukurun üzerini örtmezse ve çukura bir boğa ya
da bir eşek düşerse, çukuru kazan, hayvanın bedelini ödeyecektir. Parayı hayvanın sahibine
verecek, ölü hayvan kendisinin olacaktır". [Çıkış: XXI/ 33-34],
- " Tarlada ya da bağda hayvanlarını otlatan bir adam, hayvanlarının başkasının tarlasında
otlamasına izin verirse, zararı kendi tarlasının ya da bağının en iyi ürünleriyle ödeyecektir. Birinin
yaktığı ateş dikenlere sıçrar, ekin demetleri, tarladaki ekin ya da tarla yanarsa, yangın çıkaran kişi
zararı ödeyecektir. Emânete ihanet edilen konularda, öküz, eşek, koyun, giysi, herhangi bir kayıp
eşya için 'Bu benimdir' diyen her iki taraf sorunu yargıcın huzuruna getirmelidir. Yargıcın suçlu
bulduğu kişi komşusuna iki kat ödeyecektir. Bir adam komşusuna korusun diye eşek, öküz, koyun
ya da herhangi bir hayvan emânet ettiğinde, hayvan ölür, sakatlanır ya da kimse görmeden
çalınırsa, komşusu adamın malına el uzatmadığına ilişkin RAB'bin huzurunda ant içmelidir. Mal
sahibi bunu kabul edecek ve komşusu bir şey ödemeyecektir. Ama mal gerçekten ondan
çalınmışsa, karşılığı sahibine ödenmelidir. Emânet hayvan parçalanmışsa, adam parçalarını kanıt
olarak göstermelidir. Parçalanan hayvan için bir şey ödemeyecektir. Biri komşusundan bir hayvan
ödünç alır, sâhibi yokken hayvan sakatlanır ya da ölürse, karşılığını ödemelidir. Ama sâhibi
hayvanla birlikteyse, ödünç alan karşılığını ödemeyecektir. Hayvan kiralanmışsa, kayıp, ödenen
kiraya sayılmalıdır". [Çıkış: XXII/ 5-15].
d. Mal Sahibinin Sorumluluğu
Sahibi olduğu hayvanın başkasını yaralaması veya öldürmesi gibi durumlarda doğan
hukukî ve cezâî sorumlulukların da aynı hüküm içerisinde iç-içe düzenlendiği görülmektedir:
- "Eğer bir boğa bir erkeği ya da kadını boynuzuyla vurup öldürürse, kesinlikle taşlanacak
ve eti yenmeyecektir. Boğanın sâhibi ise suçsuz sayılacaktır. Ama saldırganlığı bilinen bir boğanın
sâhibi uyarılmasına karşın boğasına sâhip çıkmazsa ve boğası bir erkeği ya da kadını öldürürse,
hem boğa taşlanacak, hem de sâhibi öldürülecektir. Ancak; boğanın sâhibinden para cezâsı
istenirse, istenen miktarı ödeyerek canını kurtarabilir. Boğa ister erkek; ister kız çocuğunu
öldürsün, aynı kural uygulanacaktır. Eğer boğa bir erkek ya da kadın köleyi öldürürse; kölenin
efendisine otuz şekel gümüş verilecek ve boğa taşlanacaktır. Bir adamın boğası komşusunun
boğasını yaralar, yaralı boğa ölürse, sağ boğayı satıp parasını paylaşacak, ölü hayvanı da
bölüşeceklerdir. Eğer boğanın saldırgan olduğu ve sahibinin ona sâhip çıkmadığı biliniyorsa,
boğaya karşılık boğa verecek ve ölü hayvan kendisine kalacaktır". [Çıkış: XXI/ 28-32].
171
5. KÖLE HUKUKU
Daha önce de işaret edildiği ve diğer kadîm topluluklarda da uygulandığı gibi, İbrânî
hukukuna göre de fertler arasında hukukî ehliyet bakımından eşitlik kabul edilmemiş; kişiler, hür
olanlar ve köle olanlar şeklinde ikiye ayrılmıştır. Ancak, İbrânî hukuku bu ayırımı bir adım daha
ileri götürmekte, hür ve köleleri de kendi içlerinde, İbrânî soyundan gelenler ve değer kavimlerden
olanlar şeklinde iki ayrı kategoride ele almakta ve ona göre hükümler ihdâs etmektedir. İbrânî
köleler borçlarını ödeyemedikleri için alacaklısının kölesi olanlar veya sefalete düştükleri için
kendilerini satanlardır.
Yukarıdaki ayrıma uygun bir şekilde, İbrânî olmayan köleler, âzâd edilmedikleri takdirde
ömürleri boyunca köle olarak kalırlarken, İbrânî asıllı köleler için ömür boyu kölelik kabul
edilmemiş, belirlenen âzamî bir sürenin (altı yıl) sonunda âzâd olmaları öngörülmüştür. İbrânî bir
köle altı yıldan sonra yedinci yıl kendiliğinden özgür kalır. Eğer köle olduğunda evli idiyse karısı
da özgürlüğünü kazanır. Eğer efendisi bekâr kölesini altı yıl için yâni kölelik süresi içinde geçerli
olmak üzere evlendirmişse bu durumda, süre sonunda köle hür olmasına rağmen, İbrânî olmayan
karısı ve çocukları efendinin kölesi olarak kalmaya devam eder:
- " Kardeşlerinden bir İbrânî veya İbrâniye sana satılırsa, o sana altı sene hizmet edecek ve
yedinci senede onu serbest olarak salıvereceksin. Ona, Tanrı'nın sana ihsan eylediği nimetten... bir
şey vermeyi de ihmal etmeyeceksin. Mısır diyarında senin köle olduğunu ve Tanrı'nın seni
kurtardığını hatırlayacaksın; işte bunun içindir ki, Ben bugün bunu sana emrediyorum. "[Tesniye:
XV/ 12-15],
- "İsrailliler'e şu ilkeleri bildir: İbrânî bir köle satın alırsan, altı yıl kölelik edecek, ama
yedinci yıl karşılık ödemeden özgür olacak. Bekâr geldiyse, yalnız kendisi özgür olacak; evli
geldiyse, karısı da özgür olacak. Efendisi kendisine bir kadın verir ve o kadından çocukları olursa,
kadın ve çocuklar efendisinde kalacak, yalnız kendisi gidecek". [Çıkış: XXI/1-4].
Eşinden ve çocuklarından ayrılmak istemeyen ve mevcut kölelik statüsüne râzı olan İbrânî
köle için ise şöyle bir seçim imkânı da "Ama köle açıkça, 'Ben efendimi, karımla çocuklarımı
seviyorum, özgür olmak istemiyorum' derse, efendisi onu hâkim huzuruna çıkaracak. Kapıya ya
da kapı sövesine yaklaştırıp kulağını bizle delecek. Böylece köle yaşam boyu efendisine hizmet
edecek. [Çıkış XXI/ 5-6].
Tevrat'ta, İbrânî asıllıların niye dâimî statüde köle olamayacakları ve onların kölelik
şartlarının niçin farklı olması gerektiği şöyle açıklanmakta:
- " Çünkü İsrailliler benim Mısır'dan çıkardığım kullarımdır. Köle olarak satılamazlar.
Köleleriniz, câriyeleriniz çevrenizdeki uluslardan olmalı. Onlardan uşak ve câriye satın
alabilirsiniz. Ayrıca aranızda yaşayan yabancıların çocuklarını, ister ülkenizde doğmuş olsun ister
olmasın, satın alıp onlara sâhip olabilirsiniz. Onları mîras olarak çocuklarınıza bırakabilirsiniz.
Yaşamları boyunca size kölelik edecekler. Ancak bir İsrailli kardeşin köle ise, ona efendilik
etmeyecek, sert davranmayacaksın". [Levililer: XXV/ 42-46].
- "Aranızda yaşayan bir kardeşin yoksullaşır, kendini köle olarak sana satarsa, onu bir köle
gibi çalıştırmayacaksın. Yanında çalışan bir işçi ya da hür bir yabancı gibi davranacaksın ona.
172
Özgürlük yılına dek yanında çalışacak. Sonra çocuklarıyla birlikte yanından ayrılıp ailesinin
yanına, atalarının toprağına dönecek. Aranızda yaşayan bir yabancı ya da geçici olarak kalan biri
zenginleşir, buna karşılık bir İsrailli kardeşin yoksullaşıp kendini ona ya da ailesinin bir bireyine
köle olarak satarsa, satıldıktan sonra geri alınma hakkı vardır. Kardeşlerinden biri, amcası,
amcasının oğlu veya yakın akrabalarından, ailesinden biri onu geri alabilir. Ya da yeterli para
bulursa, kendisi özgürlüğünü geri alabilir. Çünkü İsrailliler benim kullarım, Mısır'dan çıkardığım
kendi kullarımdır. Tanrınız RAB benim". [Levililer: XXV/ 39-41, 47-55],
Bu yaklaşım içinde, İbrânî Hukukunda kölelerin genellikle yabancı asıllı olmalarına özen
gösterilmiş, tüm Yahûdîlerin kardeş oldukları gerekçesi ile birbirlerini köle olarak kullanmaları
elden geldiğince sınırlanmak istenmiştir. Diğer yandan, İbrânî inancına göre bir İbranî'nin her
şeyden önce İbrânî tanrısına hizmet etmesi gerekir ve aynı anda iki efendiye hizmet etmek buna
engel oluşturabilir.
Daha sonra Talmud'da, borçlanma ve sefalet durumlarında dahi, geçici bir süreliğine de
olsa köle statüsüne düşme veya kendisini satma uygulamasına İbrânîler için bâzı sınırlamalar
getirilmiştir. Meselâ, bir İbrânî, İbrânî olmayan birine, bir kadına veya daha önce suç işlediği
bilinen ve ahlâksızlığı ile mâruf birine satılamaz. Bu yasağa rağmen, böyle bir satış
gerçekleşmişse, akrabaları ve İbrânî toplumu için, fidyesini ödeyerek bu kardeşlerini kurtarma gibi
dînî bir sorumluluk doğar. Ayrıca, köle sâhipleri, çocukları ile birlikte İbrânî asıllı kölelerine de
bir miktar mîras bırakmakla yükümlü tutulmuşlardı. Köle sayısının az olması ve tarımda köle
kullanılmaması da İbrânî kölelere bir aile mensubu gözüyle bakılmasını kolaylaştırmıştır. Diğer
yandan, İbrânî kölelerin dînî âyin ve törenlere katılmasına da izin veriliyordu:
"Şabat günü sen, oğlun, kızın, erkek ve kadın kölen, hiçbir iş yapmayacaksınız". [Çıkış:
XX/ 10; keza: XXIII/12 ve Tesniye: XVI//11-14].
Kölelik bahsinde İbrânî asıllı olanlara tanınan bir başka ayrıcalık da, hür bir İbrânî'yi
kaçırıp, onu köle olarak satan kimsenin ölüm cezâsı ile cezâlandırılmasıdır:
"İsrailli kardeşlerinden birini kaçırıp ona kötü davranan ya da onu satan adam yakalanırsa
ölmeli. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız". [Tesniye: XXIV/ 7 ].
Hatırlanacağı gibi, Hammurabi Kanunnamesi’nin ilk maddesi de hür bir adamı kaçırıp köle
olarak satma fiili ile ilgilidir ve cezâsı ölümdür. Ancak, orada kavim ayırımı yapılmadığı halde,
Tevrat'ta, sadece hür bir İbrânî'yi kaçırıp, köle olarak satan için böyle bir cezâ öngörülmektedir.
Köleler, mîras, bağışlama, satım yoluyla devredilirlerdi. Kölelerin mülk edinmeleri
kanunla açıkça yasaklanmıştı. Başkalarından aldığı ya da bulduğu her şeyi köle, efendisine
teslimle mükellefti. İbrânî hukuku, kölelerin evlenmelerine izin veriyordu. Ancak, köle efendisinin
mülkü sayıldığından, doğan çocuklar da efendinin kölesi olurdu. Başkasının kölesinde bedenî bir
sakatlığa yol açan kişi; kölesine hasar vererek mülkiyet hakkına saygısızlık ettiği, belli bir süre
çalışmasına engel olarak ve tedavi masrafı çıkartarak efendisinin zarara uğramasına sebebiyet
verdiği için kölenin sâhibine tazminat ödemekle yükümlü tutulurdu.
Efendileri köleyi cezâlandırabilirdi ancak bunun sakatlama ve öldürme noktasına
varmaması gerekirdi. Döverek kölesini öldüren efendi cezalandırılırdı, fakat bunun için, ölümün
173
iki gün içinde gerçekleşmesi gerekirdi. Efendisi, kölesini sakatlama ve ölüm sonucu
doğurmayacak şekilde tedip ederse bunun cezaî bir müeyyidesi yoktu, çünkü köle onun malı idi.
Ancak, eğer efendisi döverek kölesini sakatlamışsa, bu durumda köle hür olurdu:
"Bir adam erkek ya da kadın kölesini değnekle döverken öldürürse, kesinlikle
cezalandırılacaktır. Ama köle hemen ölmez, bir iki gün sonra ölürse, köle sahibi ceza
görmeyecektir. Çünkü köle onun malı sayılır. ... Bir adam erkek ya da kadın kölesini gözüne
vurarak kör ederse, gözüne karşılık onu özgür bırakacaktır. Eğer erkek ya da kadın kölesinin dişini
kırarsa, dişine karşılık onu özgür bırakacaktır". [Çıkış : XXI/ 20-21, 26-27].
Tevrat'ta köleliğin kaldırılmasına ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır. Ancak, yine de,
kadîm medeniyetler içinde köleye en iyi davrananlar arasında İbrânîleri de saymak gerekir. O
kadar ki, kaçak köleler diğer medeniyetlerde efendilerine teslim edilirken İbrânîlerde ülkenin
diledikleri bir yerinde hür olarak yaşamalarına izin verilirdi.
"Efendisinden kaçıp size sığınan köleyi efendisine teslim etmeyeceksiniz. Bırakın kendi
seçeceği yerde, beğendiği bir kentte aranızda yaşasın. Ona baskı yapmayacaksınız". [Tesniye:
XXIII/15-16].
a. Köle Azadı
İbrânî hukukunda kölelerin âzad edilmesi konusu da çok geniş bir şekilde düzenlenmişti.
Kölenin İbrânî asıllı olup olmamasına göre hukukî düzenleme farklılık gösteriyordu. İbrânî dinine
göre, her ellinci yılda genel bir âzadlama merasimi (jübile) yapılması gerekir ve bu merasimde tüm
Yahûdî köleler kölelik süresi içinde doğan çocukları ile birlikte hür olurlardı. Ancak İbrânî asıllı
baba ve yabancı asıllı anadan doğan çocuklar analarına bağlı olarak köle kalırlardı. Böylece
İbrânî'lerde çocukların analarına bağlı olarak hür ya da köle oldukları görülmektedir. Yahûdî
asıllılar için köleliğe bu kadar karşı olan İbrânî hukukunun babaları İbrânî olan köle çocuklarını
köle olarak bırakmaları gariptir. Diğer yandan, bu Jübile yılında, İbrânî olmayan köle sâhipleri de
Yahûdî asıllı kölelerini, kölelerin akrabalarının ödeyeceği fidye karşılığında serbest bırakmak
zorundaydılar.
İbrânî asıllı köleleri korumaya dönük bir başka hukukî düzenleme de böyle bir kölenin
Filistin'in dışındaki bir efendiye satılması ile ilgiliydi. Efendisi tarafından Filistin dışındaki İbrânî
olmayan birisine satılan Yahûdî bir köle kendiliğinden hür statüsüne geçerdi. Ülke dışında oturan
bir efendinin İbrânî kölesi de efendisinden, kendisini Filistin'e götürebilecek birisine satmasını
istemek hakkına sâhipti. Talmud bu hükümleri daha da ileri götürerek, İbrânî bir kölenin Filistin
dışındaki bir efendiye satılması durumunda, ikinci efendi Yahûdî olsa bile kölenin hür olacağı
hükmünü getirmiştir. Böylece İbrânî asıllı kölelerin ülke dışına çıkarılarak kötü muâmele
görmeleri ve altı yıl sonra âzad olma haklarını kaybetmeleri önlenmek istenmiştir.
İbrânî hukukunda köle âzadı diğer bâzı eskiçağ sistemlerinde olduğu gibi sıkı sıkıya şekle
bağlı bir hukukî işlemdir. Âzadın geçerli olması için iki şahit önünde sözlü olarak beyân edilmesi
ve buna ilaveten yazı ile de tevsiki gerekmektedir. Köle âzâd etmenin başka bâzı yolları da
mevcuttu: Kölesini hür bir kadınla evlendiren, kölesinin başının üzerine bir muska koyan, topluluk
önünde Tevrat'tan üç mısra okumasını köleye teklif eden veya kölesine sadece hürlerin yapmasına
174
izin verilen bir işi yapmasını söyleyen efendi de onu âzad etme niyetini açıklamış sayılırdı. Ancak
yine yukarıda belirtilen şekilde bir yazılı belge düzenlemesi îcâp ederdi. Efendinin, bu belgede,
irade beyânında gelecek zaman değil, geçmiş zaman kipini kullanması, "âzad edeceğim" değil de
“âzad ettim" demesi şarttı. Kölesi Filistin dışına kaçan bir efendi de artık onu âzad etmek zorunda
idi. Daha önce işaret edildiği gibi, efendisine çocuk doğuran kadın köle de efendinin ölümünden
sonra âzad edilmiş sayılırdı.
Tevrat'ta köle âzadına ilişkin bu hükümler yanında âzad edilmiş kölelerin durumlarını
düzenlemeye ve onları himâyeye dönük hükümler de yer almaktadır. Âzad edilmiş bir câriyeye
tecavüz eden kişi cezâlandırılırdı. (Levililer: XIX/ 20). Âzad edilmiş köleler artık Tanrının ve
kralın koruması altına girmiş kabul edilirdi ve artık eski efendilerine karşı bir sorumluluk
taşımaları gerekmezdi. Ancak, yine de âzadlılar hürlerle bir tutulmaz, daha alt bir tabakaya mensup
sayılırlardı.
6. CEZÂ HUKUKU
Tevrat'ta, pek çok fiilin suç olduğu ifade edilerek, bunları işleyenlere verilecek cezaların
da belirtildiği görülmektedir. Önce, genel bâzı bilgiler verelim:
a. Genel İlke ve Uygulamalar
aa) Kısas İlkesi
Suçlulara verilecek cezâda esas ilke "kısas ilkesi” dır, ”cana can, göze göz, dişe diş, ele el,
ayağa ayak, yanığa yanık, yaraya yara, bereye bere” esası kabul edilmiştir. Bu ilkenin
uygulanmasına o kadar önem veriliyordu ki; Tevrat'ta, karşı taraf kabul etse dahi, diyet ödenmesi
uygulamasına karşı çıkılmaktadır:
- "Öldürülmeyi hak eden katil için diyet kabul etmeyesin, zira mutlaka öldürülmesi
gerekir." [Çölde Sayım: XXXV/ 31].
Ancak, bâzı istisnâî hallerde diyet uygulamasına cevaz verildiği görülmektedir. Bunlar,
işlenen fiilin kasden değil, kazâen veya ihmâl sonucu vuku bulması gibi durumlardır. Meselâ, bir
kişi, başkasını boynuzlama huyunda olan öküzünü kontrol altında tutmayıp da öküz birini
boynuzlayıp öldürürse; bu durumda, öküzün sâhibi diyet ödeyerek ölümden kurtulabilirdi. Yâni,
kastın olmadığı durumlarda kısas ilkesinden tâviz verilebiliyordu. Bu durum hukuk anlayışının
gelişmesi bakımından şüphesiz ileri bir noktaya işaret etmekte ise de, boynuzlayarak başkasının
ölümüne yol açan öküzün de suçlu görülmesi ve taşlanarak öldürülme cezâsına çarptırılması arkaik
bir unsur olarak durmaktadır.
ab) İntikam Uygulaması
Cezâların devlet/toplum tarafından yerine getirilmesi genel ilke olmakla beraber; şahsî öç
alma (intikam) uygulamasının da yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Birisini plânlayarak öldüren kişi,
intikamım almaları için, ölenin yakınlarına teslim edilirdi:
- " Komşusuna kin besleyen biri pusuya yatar, saldırıp onu öldürür, sonra da bu kentlerden
birine kaçarsa, kentin ileri gelenleri peşinden adam gönderip onu kaçtığı kentten geri getirecekler.
175
Öldürülmesi için, ölenin öcünü almak isteyen kişiye teslim edecekler. Ona acımayacaksınız..."
[Tesniye: XIX/11-13].
Ölenin yakınları tarafından maktûlün intikamının alınması, yâni kâtilin ölenin yakınlarınca
tâkip edilip öldürülmesi uygulamasının o kadar yaygın ve güçlü olduğu anlaşılıyor ki, Tevrat’ta,
odun kıran birisinin baltasının sapından çıkarak birine çarpması ve ölümüne yol açması gibi kazâen
ölümlerde bile, çözüm olarak, intikam uygulamasını yasaklamaya cesaret edilememekte; fakat,
ölüm kazâen gerçekleştiği için bu kişinin ölümü hak etmemiş olduğu dikkate alınarak, ölenin
yakınlarının onu takip edip öldürmelerinden canını kurtarabilmesi için uzak bir şehre kaçması
önerilmekte ve bu amaçla belli şehirlerin tesbit edilmesi istenmektedir:
- "Biri, önceden kin beslemediği komşusunu istemeyerek öldürürse, meselâ, ... baltayı
vurduğunda balta saptan çıkar, komşusuna çarpar ve komşusu ölürse, ölüme sebep olan kişi bu
kentlerden birine kaçıp canını kurtarsın. Yoksa ölenin öcünü almak isteyen, öfkeyle öldürenin
peşine düşebilir, yol uzunsa yetişip onu öldürebilir. Oysa öldüren kişi, öldürdüğü kişiye karşı
önceden bir kini olmadığından, ölümü hak etmemiştir". [Tesniye: XIX / 4-6].
ac) Suçun ve Cezanın Şahsîliği
Önceki dönemlerde suçun ve cezanın sirayeti zihniyeti cârî idi. Bir kabileye mensup biri
diğer kabileden birini öldürdüğünde, ölen tarafın kabile üyeleri katili ele geçiremedikleri takdirde
o kabileden her hangi bir kişiyi de öğürebiliyorlardı. Tevrat, "cezâların şahsîliği" esasını kabul
etmiş, "cezanın suçlunun yakınlarına sirayeti" uygulamasını yasaklamıştır.
- "Babalar çocukları için; çocuklar babaları için öldürülmeyecek; herkes kendi günahı için
öldürülecektir". [Tesniye: XXIV/16].
ad) Hayvanların da Cezalandırılması Uygulaması
İbrânî hukukunun cezâ mantalitesinde idam cezâsının uygulanmasında ilke olarak kast
unsuru aranmakta ve eğer kast unsuru yoksa, kişinin eylemi bir başkasının ölümüne yol açsa dahi
idam değil, tazmînât cezâsı verilmekte veya verilebilmektedir. Gerçi, daha önce de işaret edildiği
gibi, başkasını boynuzlama huyu bulunan hayvanını zapt etmeyip de bu kusuru yüzünden
hayvanının başkasını boynuzlayıp öldürmesine sebebiyet veren kişiye de, kastı bulunmadığı halde,
sırf bu ağır kusuru dolayısıyla idam cezası verilebilmektedir ama, vefat eden kişinin yakınları râzı
oldukları takdirde, bu durumda ölüm cezâsı tazmînâta tahvil edilebilmekte, hayvan sahibi diyet
ödeyerek ölümden kurtulabilmektedir. Ancak, eğer kural bu ise, hayvana kasıt veya kusur izafe
edilemeyeceği için, hayvanların sebep oldukları ölüm olaylarında, hayvanın cezâlandırılmasının
söz konusu olmaması beklenir. Fakat, İbrânî Hukukunda, hayvanlar tarafından şahıslara karşı
verilen zararlardan dolayı hayvan sâhipleri sadece hukukî bakımdan değil, cezâî yönden de
sorumlu tutuldukları gibi; hayvanların bile suçlu sayılarak cezâlandırıldıkları görülmektedir:
- “Bir öküz, bir erkek veya kadını boynuzlayıp öldürürsee, öküz muhakkak surette taşlanıp
öldürülecek ve eti de yenmeyecektir. Öküzün sahibi sorumlu tutulmayacaktır. Ancak, öküz öteden
beri vurucu olup sahibine de haber verilmesine rağmen hayvanı zapt etmemiş ise; öküz taşlanarak
öldürülecek ve sahibi de öldürülecektir [Çıkış: XXI/ 28-29].
176
- "Eğer boğa bir erkek ya da kadın köleyi öldürürse, kölenin efendisine otuz şekel gümüş
verilecek ve boğa taşlanacaktır. [Çıkış: XXI/32].
- "...kan canı içerir. Sizin de kanınız dökülürse, hakkınızı kesinlikle arayacağım. Her
hayvandan hesabını soracağım...". [Yaratılış: IX/ 4-5],
Belki de hayvanın bir iradesi olduğu düşüncesiyle değil de, ortaya çıkan sonucun
lanetinden kurtulma cihetiyle hayvanın cezâlandırılması yoluna gidiliyor ve eti de yenmiyordu.
Bir karşılaştırmaya imkân vermek bakımından, aynı konuda Hammurabi
Kanunnâmesi'ndeki hükme bakarsak:
"Bir kimse delilenmiş bir öküz tarafından cerh edilirse, öküz sahibi tazmînât ödemekle
mükellef tutulmaz. Ancak, öküzünün tos vurma kusurunu bildiği halde onu bağlı tutmayan kimse,
öküzü bir adamı öldürdükte 1/3 mana tediye etmeye mecburdur", [m. 250, 251].
Bu hükümlere bakıldığında, aynı konudaki Hammurabi Kanunnâmesi hükümlerine göre
daha sert ve haşin oldukları gözden kaçmamaktadır. Bu durum, belki, Hammurabi Kodu’nun daha
medeni ve ileri Sumer kanunlarından etkilenmiş olması ile izah edilebilir. Sami kültürünün her
zamanki sert ve haşin mantalitesi İbrânî hukukunda açıkça ortaya çıkmaktadır. Hele hayvanın
cezâlandırılması ve etinin bile kirli sayılması, hukuk mantalitesi bakımmdan daha ilkel bir düzeye
gerileme olarak değerlendirilebilir. Bu örnekte de görüldüğü gibi; genel olarak insanlık tarihindeki
ilerleme/gelişme çizgisi yanında zaman zaman gerilemelerle de karşılaşılabilmektedir. Konunun
bizim açımızdan önemi, söz konusu İbrânî hukukunun, sonraki dönemlerde ve bugün bile,
Yahûdîlikle tarihsel köken birliği sebebiyle İslâm Hukuku üzerinde oldukça etkin olmasıdır.
İbrânî hukukunda ve genel olarak bütün bu kadîm dönemlerde cezâ hukukunun hemen her
yerde acımasız olması ve çok haşin cezâlar öngörülmesinin başlıca sebeplerinden birinin de o
devirlerde ve o kültürlerde hapis cezâlarının, hapishane müessessinin bilinmemesi veya böyle bir
alt yapınınn mevcut olamaması olduğu söylenebilir.
b. Ölüm Cezasını Gerektiren Suçlar
Bizzat Yahve tarafından belirlendiği kabul edilen bu suçları şöyle sıralayabiliriz: Cinâyet;
adam kaçırmak; bir İbrânî'yi kaçırarak köle olarak satmak; büyücülük, sihir yapmak; putperestlik,
güneş, ay ve diğer gök cisimlerine ibâdet etmek; Yahova'ya sövmek, ondan başkasına kurban
kesmek; ebeveyne sövmek, onları dövmek; köle çalmak (köle öldürmek değil!); zina etmek (kadın
için hemen her durumda; erkek için evli/nişanlı bir kadınla zina etmesi durumunda); evlenen kızın
bâkire çıkmaması; hayvanlarla cinsel ilişki kurma gibi:
- "Büyücü kadını yaşatmayacaksınız. Hayvanlarla cinsel ilişki kuran herkes öldürülecektir.
Rab'den başka bir ilaha kurban kesen ölüm cezasına çarptırılacaktır". [Çıkış: XXII/18-20].
- "... kızın bâkire olduğuna ilişkin bir kanıt bulunamazsa, kızı baba evinin kapısına
çıkaracaklar. Kent halkı taşlayarak kızı öldürecek. Babasının evindeyken fuhuş yapmakla İsrail'de
iğrençlik yapmıştır. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız". [Tesniye: XXII/20-21].
177
- "İsrailli kardeşlerinden birini kaçırıp ona kötü davranan ya da onu satan adam yakalanırsa
ölmeli. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız". [Tesniye: XXIV/ 7], "Kim adam kaçırırsa,
onu ister satmış olsun, ister elinde tutsun, kesinlikle öldürülecektir". [Çıkış: XXI/16].
- “Annesine ya da babasına lanet eden kesinlikle öldürülecektir. Kim annesini ya da
babasını döverse, kesinlikle öldürülecektir". [Çıkış: XXI/15, 17].
- "Kim ... gidip başka ilahlara tapar, onların, güneşin, ayın ya da gök cisimlerinin önünde
eğilirse, ...bu kötülüğü yapan erkeği ya da kadını kentinizin kapısına çıkarın ve taşa tutarak
öldürün". [Tesniye: XVII/3-5].
- "İsrailli kadının oğlu RAB'be sövdü, lanet etti. Onu Musa'ya getirdiler... RAB Musa'ya
şöyle dedi: Bütün topluluk onu taşlayacak. İster yerli ister yabancı olsun, RAB'be söven herkes
öldürülecektir. [Levililer: XXIV/11-16; 23].
c. Cinayet
İşlenen suçlara uygulanacak cezâ ilkeleri husûsunda kısas ve intikam ilkelerinin geçerli
olduğu daha önce belirtilmişti. En ağır suçlardan biri olan cinâyet fiilinde de aynı durum söz
konusudur ve adam öldürmenin cezâsı ölümdür. Ölen kimsenin en yakın akrabası suçluyu tâkip
edip öldürebilirdi:
- ''Ölenin öcünü alacak kişi, katili öldürecektir; onunla karşılaşınca onu öldürecektir".
[Çölde Sayım: XXXV/ 19, 21].
- "Ona merhamet etmeyesin, İsrail'de masum kanın intikamını alasın!..".
[Tesniye: XIX/13].
- "Adam öldüren kesinlikle öldürülecektir". [Levililer: XXIV/17]
- "Kim insan kanı dökerse, onun kanı da insan tarafından dökülecektir ".[Tekvin: IX/ 6].
- "Kan dökmek ülkeyi kirletir. İçinde kan dökülen ülke ancak kan dökenin kanıyla
bağışlanır". [Sayılar: XXXV/33].
Ölenin yakınlarının suçluyu bizzat öldürmeleri ("intikamını almaları”) uygulamasının
hukukça düzenlenen prosedürü şöyle işlerdi: Suçlu hâkim huzuruna çıkarılır ve iki şahidin
şahadetiyle suçlu olduğunu kanıtlandıktan sonra, öldürmeleri için maktulün yakınlarına teslim
edilirdi:
- "Eğer biri başka birine beslediği kinden ötürü onu iter ya da bile bile ona bir nesne
fırlatırsa, o kişi de ölürse, ya da beslediği kinden ötürü onu yumruklar, o kişi de ölürse, vuran kişi
kesinlikle öldürülecektir; katildir". [Çölde Sayım: XXXV/ 20-21].
- "Bir kimsenin komşusuna düşmanlığı olup, pusu kurarak onu öldürürse; suçlu yakalanıp,
dökülen kanın intikamını kime aitse ona teslim edilecek ve o öldürülecektir".
[Tesniye: XIX/11-12].
Öldürme fiili kasten değil de kazaen gerçekleşmişse dahi, eğer ölenin yakınları kusurlu
kişiyi tâkip eder ve yakalayıp öldürürlerse bir cezâ gerekmezdi; ancak bu durumda önerilen çözüm
178
yolu, daha önceden bu nevî suç işleyenler için belirlenmiş olan altı şehirden birine suçlunun
kaçması ve bu yolla öldürülmekten kurtarılması idi:
Kasden olmayıp, eline Allah rast getirdi ise, onun sığınması için bir mahal tâyin
edeceğim...". [Çıkış: XXI/13].
- "... sığınak kentler olarak bâzı şehirleri belirleyin. Öyle ki, istemeyerek birini öldüren kişi
oraya kaçabilsin; çö alacak kişiden kaçıp sığınacak bir yeriniz olsun. Böylece o kişi topluluğun
önünde yargılanmadan öldürülmesin. Vereceğiniz bu altı kent sizin için sığınak kentler olacak.
Sığınak kentlerin üçünü Şeria Irmağının doğusundan, üçünü de Kenan ülkesinden seçeceksiniz.
Bu altı kent İsrailliler ve aralarında yaşayan yabancılarla yerli olmayan konuklar için sığınak
kentler olacak. Öyle ki, istemeyerek birini öldüren kişi oraya kaçabilsin". [Sayılar: XXXV/11-15].
Kasıt olmaksızın, kazâen bir kişinin ölümüne yol açan kişi, ancak bâzı şartların
gerçekleşmesi durumunda eski ikâmetgâhına dönebilirdi. Eğer bu şartlar gerçekleşmeden fâil bir
şekilde o sığındığı şehrin dışına çıkmış olur ve ölenin yakınları tarafından öldürülürse, öldürenler
suçlu sayılmazdı:
"... Kişi kutsal yağla mesh edilmiş baş hahamın ölümüne dek orada kalmalıdır. Ama adam
öldüren kaçmış olduğu sığınak kentin sınırını geçer, kan öcü alacak kişi de onu sığınak kentin
sınırı dışında görür, kan öcü alacak kişi öldüreni öldürürse suçlu sayılmayacaktır. Çünkü adam
öldüren, baş hahamın ölümüne dek sığınak kentte kalmalı. Ancak onun ölümünden sonra kendi
toprağına dönebilir". [Sayılar: XXXV/25-28].
Cinâyet durumunda Yahve'nin, ölenin yakınlarının bizzat intikam alması husûsunda
teşvikkâr bir tutum takındığı görülmekte, onların bedel alarak intikam haklarından vazgeçmelerini
kesinlikle istememekte; o kadar ki, kazâen vuku bulan ölümlerde dahi, muayyen şehirlere kaçmış
bulunan fâilin, bedel ödeyerek eski ikâmetgâhına dönmesi kabul edilmemektedir:
- "Ölümü hak etmiş katilin canı için bedel almayacaksınız; o kesinlikle öldürülecektir.
Sığınak kente kaçmış olan birinin baş hahamın ölümünden önce toprağına dönüp yaşaması için
bedel almayacaksınız". [Çölde Sayım: XXXV/ 31-32].
- “Kim birini vurup öldürürse, kendisi de kesinlikle öldürülecektir. Eğer bir adam
komşusuna düzen kurar, kasıtlı olarak saldırıp onu öldürürse, sunağıma bile kaçmış olsa, onu
çıkarıp öldüreceksiniz”. [Çıkış: XXI/12,14].
Ölüme yol açan hareketin öldürme kastıyla yapılıp yapılmadığı husûsunda, failin
kullandığı araçların hâdiselerin normal akışına göre adam öldürmeye elverişli olup olmadığı
husûsunun dikkate alındığı intibaı uyanmaktadır:
- “Eğer biri demir bir aletle başka birine vurur, o kişi de ölürse, adam katildir ve kesinlikle
öldürülecektir. Birinin elinde bir taş varsa, bu taşla başka birine vurursa, o kişi de ölürse, adam
katildir ve kesinlikle öldürülecektir. Ya da elinde tahtadan bir alet varsa, bununla birine vurursa, o
kişi de ölürse, adam katildir ve kesinlikle öldürülecektir. Eğer biri başka birine beslediği kinden
ötürü onu iter ya da bile bile ona bir nesne fırlatırsa, o kişi de ölürse, ya da beslediği kinden ötürü
179
onu yumruklar, o kişi de ölürse, vuran kişi kesinlikle öldürülecektir; katildir". [Sayılar: XXXV/16-
21].
Kasdın olmadığı, kazâen ölüme yol açma durumunun, “eline Allah rast getirdi ise" şeklinde
ifade edildiği görülmekte ve şu örnekler sıralanmaktadır:
- “Ama olayda kasıt yoksa, eline Allah rast getirdi ise (ona ben izin vermişsem) size adamın
kaçacağı yeri bildireceğim". [Çıkış: XXI /13].
- “Eğer biri bir başkasına kin beslemediği halde ansızın onu iter ya da istemeyerek ona bir
nesne fırlatırsa, ya da onu görmeden üzerine öldürebilecek bir taş düşürürse, o kişi de ölürse,
öldüren ölene kin beslemediğinden ve ona zarar vermek istemediğinden... ”. [Sayılar: XXXV/ 22-
23].
Adam öldürme fiilinin hukuka aykırılığını ortadan kaldıran bâzı durumlardan da
bahsedilmektedir. Kazaen adam öldüren ve sığınmacılar için ayrılmış bulunan şehirlerden birine
sığındığı halde, şartları oluşmadan bu şehirlerden dışarı çıkan kişilerin durumları daha önce
zikredilmişti. Bir diğer durum da, gece vakti eve giren hırsızın öldürülmesi hâlidir:
- "Bir hırsız bir eve girerken yakalanıp öldürülürse, öldüren kişi suçlu sayılmaz. Ancak
olay güneş doğduktan sonra olmuşsa, kan dökmekten sorumlu sayılır... [Çıkış: XXII/ 2-3].
Daha önce de işaret edildiği gibi, cezânın, suçu işleyen kişinin yakınlarına sirayeti
uygulaması kesin olarak yasaklanmaktadır. Suçlunun yakalanamaması gibi durumlarda suçlunun
yakınlarından intikam alınması uygulaması men'edilmiştir:
- "Ne babalar çocuklarının günahından ötürü öldürülecek, ne de çocuklar babalarının.
Herkes kendi günahı için öldürülecek". [Tesniye: XXIV/16].
Ancak, daha önce Hitit'te vs. gördüğümüz şekilde, fâili meçhul cinâyetlerde kollektif
sorumluluğun İbrânî hukukunda da yer aldığı görülür.
ca) Fâili meçhul cinayetlerde kollektif sorumluluk
Bir cinâyet işlenmiş ve fâili de bulunamamışsa, cinâyet mahalline en yakın yerleşim
yerinde ikâmet edenler bu suçtan sorumlu tutulabilmektedir. Bu durumda, söz konusu yerleşim
yerindeki erişkin kişilerin sorumluluktan kurtulabilmeleri için, bu şehrin ileri gelenlerinin belli bir
dînî ritüeli izleyerek, "ellerimiz bu cinayeti işlemedi, gözlerimiz bu cinayeti işleyeni görmedi"
şeklinde yemin etmeleri gerekmektedir:
- "Tanrınız RAB'bin mülk edinmek için size vereceği ülkede, kırda yere düşmüş, kimin
öldürdüğü bilinmeyen birini görürseniz, ileri gelenleriniz ve yargıçlarınız gidip ölünün çevredeki
kentlere olan uzaklığını ölçsünler. Ölüye en yakın kentin ileri gelenleri işe koşulmamış,
boyunduruk takmamış bir düve alacaklar. Düveyi toprağı sürülmemiş, ekilmemiş ve içinde sürekli
akan bir dere olan bir vadiye getirecekler. Orada, derede düvenin boynunu kıracaklar... Ölüye en
yakın kentin ileri gelenleri, derede boynu kırılan düvenin üzerinde ellerini yıkayacaklar. Sonra
şöyle bir açıklama yapacaklar: 'Bu kanı ellerimiz dökmedi, kimin yaptığını gözlerimiz de görmedi'
[Tesniye: XXI/1-8].
180
"Kasâme" tâbir edilen ve kurban ritüeli hariç tutulursa bu uygulamaya benzeyen bir hüküm
ve uygulamanın İslâm hukukunda da mevcut olduğuna daha önce işaret edilmişti.
d. Haksız Fiiller
Tevrat'ta, kişilerin hukuka aykırı fiilleri sebebiyle doğan hukukî durumları düzenleyen ve
bundan doğan zararların karşılanmasını öngören hükümlere de yer verildiği daha önce de
belirtilmişti. Diğer kadîm hukuk metinlerinde de görüldüğü üzere, genel bâzı kuralların konması
yerine tek tek vak'alara ilişkin düzenlemelere gidilmektedir. Bu durumun, o dönemlerdeki
insanların zihniyet ve muhakeme tarzları ile ilgili olduğu gibi, belki daha çok, bu hukuk
mecellelerinin, mahkeme kararlarının bir kanun maddesi hâline getirilmesi şeklinde oluşmuş
bulunmasından kaynaklandığı husûsuna daha önce de işaret edilmişti. Söz konusu mantalite içinde,
dövme, yaralama gibi fiiller için cezâî ve tazmine dönük müeyyideler öngörülmektedir. Ölüm veya
organ kaybı gibi bir sonuç doğurmayan kavga ve yaralamalarda tazmînât ödenmesi ve doğan
zararın giderilmesi yoluna gidilmektedir:
- ''Kavga çıkar, bir adam komşusuna taşla ya da yumrukla vurur, vurulan adam ölmeyip
yatağa düşer, sonra kalkıp değnekle dışarıda gezebilirse, vuran adam suçsuz sayılacaktır. Yalnız
yaralının kaybettiği zamanın karşılığını ödeyecek ve tümüyle iyileşmesini sağlayacaktır.”
[Çıkış:XXI/18-19].
Organ kaybı ile sonuçlanan olaylarda ise, genel ilke olan kısas, yâni, "göze göz, dişe diş"
ilkesi uygulanmaktadır:
- "İki kişi kavga ederken gebe bir kadına çarpar, kadın erken doğum yapar ama başka bir
zarar görmezse, saldırgan, kadının kocasının istediği ve yargıçların onayladığı miktarda para
cezasına çarptırılacaktır. Ama başka bir zarar varsa, cana karşılık can, göze karşılık göz, dişe
karşılık diş, ele karşılık el, ayağa karşılık ayak, yanığa karşılık yanık, yaraya karşılık yara, bereye
karşılık bere ödenecektir". [Çıkış 22-25].
Diğer yandan, ortada yaralama, organ kaybı gibi bir durum olmadığı halde, bir tabu olarak
görüldüğünden olsa gerek, cinsellikle bir boyut işin içine girdiğinde, yapılan davranışın
müeyyidesi pek haşin bir hâl almaktadır:
- "Eğer iki adam kavgaya tutuşur da birinin karısı kocasını, dövenin elinden kurtarmak için
gelip elini uzatır, öbür adamın erkeklik organını tutarsa, kadının elini keseceksiniz; ona
acımayacaksınız". [Tesniye: XXV/ 11-12].
Bir çok kültürün, belli konularda saplantıları olduğu ve bu tabu konuları gündeme
geldiğinde akıl almaz hükümler verebildikleri görülmektedir. Daha önce, Hitit'te hayvanlarla
cinsel ilişki konusunda bir saplantı olduğundan bahsetmiştik. İbrânîlerin saplantılı oldukları
konulardan biri de bu olsa gerek. Böyle bir davranış için, hırsızlık ve gasp suçu için bile
öngörülmeyen bir cezâ verilmesi doğrusu akıl almaz bir durumdur.
Sâhip oldukları yer ve önem sebebiyle, haksız fiillerden hırsızlık ve zina gibi suçlara ilişkin
düzenlemeleri ayrı başlıklar altında ele alağız:
181
e. Hırsızlık
Hırsızlık konusuna ilişkin olarak Tevrat'ta olayın farklı boyutlarına göre değişik hükümler
yer almaktadır. Başkasına ait bir malı çalan bir kişinin daha sonra pişmanlık duyarak çaldığı malı
geri getirmesi veya çaldığı eşyanın daha sonra üzerinde yakalanması veya çaldığı bir hayvanı
kestiğinin anlaşılması durumlarında farklı cezaî müeyyideler öngörülmektedir. Diğer yandan,
bulduğu bir malı sâhibini araştırmak için bir gayret göstermeksizin kullanan, üzerinde tutmaya
devam eden ve sâbiplenen kişi ile hırsızlık yaparak başkasının malını çalan kişi aynı cezâya
çarptırılır.
Çalınan veya sahiplenilen malın kendiliğinden geri getirilmesi durumunda çalınan malın,
değerinin % 20 fazlası ile iade edilmesi gerekir. Ancak, işlediği günahı bağışlatacak olan haham
için de semiz bir koç eklenmelidir:
- "Eğer biri günah işler, RAB'be ihanet eder, kendisine emanet edilen, rehin bırakılan ya
da çalıntı bir mal konusunda komşusunu aldatır ya da ona haksızlık ederse, kayıp bir eşya bulup
yalan söylerse, yalan yere ant içerse, yâni insanların işleyebileceği bu suçlardan birini işlerse,
günah işlemiş olur ve suçlu sayılır. Çaldığı ya da haksızlıkla ele geçirdiği şeyi, kendisine emânet
edilen ya da bulduğu kayıp eşyayı, ya da hakkında yalan yere ant içtiği şeyi, üzerine beşte birini
de ekleyerek, suç sunusunu getirdiği gün sâhibine geri vermeli. RAB'be suç sunusu olarak hahama
belli değeri olan kusursuz bir koç getirmeli. Haham RAB'bin huzurunda onun günahını
bağışlatacak, işlediği suç ne olursa olsun kişi bağışlanacak". [Levililer: VI/2-7].
Çaldığı bir malı başkasına satması veya çaldığı hayvanı kesmesi durumunda cezâ miktarı
artmaktadır. Ayrıca çalınan şeyin cinsine göre de farklı cezâlar verilmektedir. Öngörülen cezâlar,
genellikle, çalınan malın birkaç katı tazmînât alınması şeklindedir:
- "Bir adam öküz ya da davar çalıp boğazlar ya da satarsa, bir öküze karşılık beş öküz, bir
koyuna karşılık dört koyun ödeyecektir. Çaldığı mal öküz, eşek ya da koyun sağ olarak elinde
yakalanırsa, iki katını ödeyecektir. Biri komşusuna saklasın diye parasını ya da eşyasını emânet
eder ve bunlar komşusunun evinden çalınırsa, hırsız yakalandığında iki katını ödemelidir". [Çıkış:
XXII/l-7].
Fâilin yakalanamadığı hırsızlık vak'alarında komşudan şüphelenilmesi durumunda,
komşunun hâkimin huzuruna çıkarılması ve bu fiili yapmadığı husûsunu yeminle te'yid etmesi
gerekmektedir. [Çıkış: XXII/8,12].
Hem Tevrat'ta [Tekvin: XLIV/ 17], hem de Kur'an'da [Yusuf: 69-79] geçen bir rivayete
göre, Hz. Yusuf'un, üzerinde hırsızlık malı bulunan kişiyi köle yaptığı şeklinde bir uygulamadan
bahsedilirse de; Tevrat'ta hırsızın köleleştirme durumu sadece yukarıda öngörülen tazmînâtları
ödememesi/ödeyememesi durumunda söz konusudur:
- "Hırsız çaldığının karşılığını kesinlikle ödemelidir. Hiçbir şeyi yoksa, hırsızlık yaptığı
için köle olarak satılacaktır". [Çıkış: XXII/3].
182
Tevrat ta hırsızlıkla ilgili başka bir ilginç düzenleme ise, özel bir durumda (Mısır'ı terk
ederlerken) hırsızlık yapmanın tavsiye edilmesi ve hattâ emredilmesidir ki belki de bu durumun
kutsal kitaplarda başka bir örneği daha yoktur:
Her kadın Mısırlı komşusundan ya da konuğundan altın ve gümüş takılar, giysiler
isteyecek. Oğullarınızı, kızlarınızı bunlarla süsleyeceksiniz. Mısırlıları soyacaksınız". [Çıkış:
III/22].
f. Zina ve Diğer Cinsel Suçlar
Tevrat'ta, zina suçunu işleyenler hakkında da ölüm dahil çeşitli cezâlar öngörülmüştür.
Verilecek cezâ, kadının medenî hâline (nişanlı veya evli olup olmaması); olayın şehirde veya kırda
vuku bulmuş olmasına (kadının rızası olup olmadığı tesbit cihetiyle) ve hattâ kadının bir hahamın
veya sıradan birisinin kızı olup olmadığına göre bile değişebilmektedir.
Zina eden evli ve nişanlı bir kadının ve böyle bir kadınla zina eden erkeğin cezâsı
taşlanarak öldürülmedir:
- "Bir adamın karısı ile her kim zina ederse; komşusunun karısı ile zina eden zâni ve zâniye
öldürülecektir ". [Lâveylâlar: XX /101].
- "Eğer bir adam başka birinin karısıyla yatarken yakalanırsa, hem kadınla yatan adam,
hem kadın, ikisi de öldürülecek. İsrail'den kötülüğü atacaksınız. Eğer bir adam kentte başka biriyle
nişanlı bakire bir kızla karşılaşır ve onunla yatarsa, ikisini de kentin kapısına götürecek, taşlayarak
öldüreceksiniz. Çünkü kız kentte olduğu halde yardım istemek için bağırmadı; adam da
komşusunun karısıyla ilişki kurdu. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız. Eğer bir adam
kırda nişanlı bir kızla karşılaşır, onu yakalayıp tecavüz ederse, yalnız tecavüz eden adam
öldürülecek. Çünkü, belki nişanlı kız bağırdı da onu kurtaran olmadı". [Tesniye: XXII/22-27].
Daha önce, de işaret ettiğimiz gibi, İbrânî mantalitesi iki karşı cinsin hukuka aykırı olarak
ilişkide bulunması konusuna, hayret edilecek bir şekilde tamamen erkek açısından bakmakta,
kadını hiç hesaba katmamaktadır. Eğer kadın nişanlı veya evli ise, nişanlı veya evli olduğu erkeğin
hukukuna tecavüz edilmiştir, her iki taraf da en ağır şekilde cezâlandırılmaktadır. Nişanlı olmayan
bir bâkire bir kızla ilişkide gündeme gelen konu yine bir başka erkek, bu sefer kızın babasıdır ve
mesele ona ödenecek başlık parası miktarının ne olacağı ve babanın zedelenen itibârının nasıl telafi
edileceği konusuna dönüşmektedir:
- "Eğer biri nişanlı olmayan bir kızı aldatıp onunla yatarsa, başlık parasını ödemeli ve
onunla evlenmelidir. Babası kızını ona vermeyi reddederse, adam normal başlık parası neyse onu
ödemelidir". [Çıkış: XXII/16-17].
Daha da tuhafı, kıza zorla tecavüz edilmesi hâlinde bile “kadının adı yok" tur. Aynı bakış
açısı devam etmekte, kız kendisine tecavüz eden erkekle evlendirilerek babanın namusu
kurtarılmakta ve bu durumda bile, artık kadını boşayamayacağı belirtilerek, tecavüzcü erkeğin
cezâlandırıldığı düşünülmektedir.
183
- " Bir kimse, nişanlı olmayan bir bâkire bulup cebren onunla yatarsa, kızın pederine elli
şekel gümüş verecek, kız dahi ona zevce olacaktır. Onu zelil ettiği için, yaşadığı müddetçe onu
asla boşayamayacaktır". [Tesniye: XII / 28-29].
Bütün bunlar olurken, kadının kişiliğinin ve zedelenen onurunun akla bile gelmemesi,
bugün bizim kültürel değerlerimiz açısından bakıldığında akıl almaz noktalara uzanmaktadır.
Aşağıdaki durumlarda da aynı mantaliteye uygun düzenlemeler ve uygulamalar devam ediyor.
Bakın, evlendiği kocası tarafından bâkire olmadığı ithâmına mâruz kalan bir kadının başına neler
geliyor:
- "Bir kimse bir kadın ile evlenip ona takarrüp ettikten sonra ikrah duyar ve ona iftira ile,
ben bu kızı bâkire bulmadım diyecek olursa; bu takdirde, kızın ana-babası kızlarının bekâret
nişanesini alıp şehrin ihtiyarlarına göstersinler ve kızın pederi ihtiyarlara hitaben: 'bu adam, kızımı
bâkire bulmadığını ona iftira ediyor, amma işte kızımın bekâretinin nişanesi' diye ol çarşafı
ihtiyarların önünde açsın; o vakit ol şehrin ihtiyarları o kocayı tutup te’dip etsinler ve bir Yahûdî
bakireyi kötülediği için ondan yüz şekel gümüş cezâ alıp kızın babasına versinler ve kadın da bu
erkeğin karısı olup, koca ömür boyu onu boşayamayacaktır". [Tesniye: XXII /13-19].
Dikkat edilirse, böyle haksız bir iftira durumunda dahi, isbat külfeti kadına yüklenmekte,
kadının zedelenen onuru ve boşama hakkı hiç gündeme gelmemekte, müfteri erkeğe verilen cezâ,
iftira ettiği kadınla ömür boyu yaşamaya katlanma olmaktadır.
Tabii, kadınların içine düştüğü bu durumda, o dönemin sosyal ve ekonomik şartlarının
belirleyici etkisini göz önünde tutmak gerekir. Kadın ekonomik bakımdan o kadar çâresizdir ki,
boşanması tam bir perişanlık içine düşmesi anlamına gelmektedir. Nitekim, İncil'de bile,
boşanmanın yasaklanmasının gerekçesi olarak, "boşanan kadının fâhişeliğe itilmiş olacağı"
gösterilmektedir. [Matta: V/ 32], Aynı âyetin devamında "Boşanmış bir kadınla evlenen de zina
etmiş olur" hükmü de, herhalde kadınlar için, boşanma yolunu tamamıyla tıkamaya ve onu tam bir
çâresizliğe mahkûm etmeye dönük olmalıdır.
Eğer evlenen kızın bâkire olduğu kanıtlanamazsa, ki, kanıtlama yükü ithâm eden tarafa
değil, ithâm edilen tarafa verilmektedir, o zaman durum bu sefer tam bir fâciaya dönüşmekte:
- "Eğer, kızın bâkire olduğuna ilişkin bir kanıt bulunamazsa, kızı baba evinin kapısına
çıkaracaklar. Kent halkı taşlayarak kızı öldürecek. Babasının evindeyken fuhuş yapmakla İsrail'de
iğrençlik yapmıştır. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız". [Tesniye: XXII/ 20-21].
Aslında, daha önce belirtildiği gibi, zina suçunda, öldürme cezası kadının evli veya nişanlı
olması ve tabii, rızasının bulunması durumunda uygulanmaktadır. Ancak bu son durumda, olay
evlenmeden önce vuku bulmuş olsa bile aynı cezânın uygulandığı görülmektedir. Bir başka
hükümde ise, fâhişelik yapan kız eğer bir hahamın kızı ise daha farklı ve ağır bir cezâya mâruz
bırakılmaktadır:
- "Bir hahamın kızı fâhişelik yaparak kendini kirletirse, hem kendini hem de babasını rezil
etmiş olur. Yakılmalıdır". [Levililer: XXI/ 9].
184
Tabii, yukarıdaki uygulamalar kadının özgür statüde olması durumuyla ilgilidir.
Başkasının câriyesi ile zina etme durumunda düzenleme farklıdır. Bu durumda, hahama bir koç
ikram edilmesi işlenen günahın bağışlanması için yeterli olmakta:
"Bir adam bir câriyeyle yatarsa, eğer kadın nişanlı, bedeli ödenmemiş ya da âzât
edilmemişse, ikisi de cezalandırılacak ama öldürülmeyecek. Çünkü kadın özgür değildir. Adam
RAB’be, suç sunusu olarak bir koç getirecek. Haham bu koçla, adamın işlediği günahı RAB'bin
önünde bağışlatacak...". [Levililer: XIX/ 20-22].
Ensest ve homoseksüel ilişkiler de en ağır cezâya çarptırılan suçlardandı. Keza, hayvanlarla
cinsel ilişkiye girenler ve hayvan da öldürülürdü:
- "Kadınla yatar gibi bir erkekle yatma. Bu iğrençtir. Bir hayvanla cinsel ilişki
kurmayacaksın. Kendini kirletmiş olursun. Kadınlar cinsel ilişki kurmak amacıyla bir hayvana
yaklaşmayacak. Sapıklıktır bu". [Levililer: XVIII/22-23].
- “Hayvanlarla cinsel ilişki kuran herkes öldürülecektir". [Çıkış: XXII/19].
Böyle bir fiile karışan hayvanın da öldürülmesi uygulaması, başka toplumlarda (bu arada
İslâm hukukunda) da görülmektedir. Daha önce Hitit bahsinde de işaret edildiği gibi, bu fiile ve
de hayvana bu kadar sert bir cezâ verilmesi; böyle bir ilişkiden insan-hayvan arası acayip bir
mahlûkun dünyaya gelebileceği yolunda duyulan şüphe ve dehşetin neticesi olabilir. Nitekim,
Tevrat'ta farklı cinsten iki hayvanın birleştirilmesinin de yasaklandığı görülmekte:
- "... Farklı cinsten iki hayvanı çiftleştirme... ". [Levililer: XIX/ 19].
7. ULUSLARARASI HUKUK/SAVAŞ HUKUKU
İbranî savaş hukuku savaşta esir düşenlerle konusunda, gönüllü olarak teslim olanlarla, zor
kullanılarak teslim alınanlar arasında bir ayırım yapmaktadır. Zorla esir alınanlar öldürülürdü;
gönüllü olarak teslim olanlar ise öldürülmez, köle yapılırdı. Diğer yandan, Peygamber İlyas
(Elijah, M.Ö. 9. Asır) zamanında Tanrı'nın vâdettiği topraklardan putperestlerin tamamen
çıkarılması ilkesi getirilmiştir.
Bu genel hükümlerin ötesinde, diğer kavimlerle ilişkiler ve savaş hukuku bakımından
Tevrat'ın çok sert ve acımasız hükümler içerdiği görülmektedir. Gerçekten, belki de başka hiç bir
yerde, Tevrat'taki kadar, savaşlarda gösterilen vahşet ve insan boğazlama temalarıyla
karşılaşılmaz. Bu noktada Ahd-i Atîk metinleriyle karşılaştırılabilecek tek örnek belki de Assur
savaş menkıbeleridir. Ancak, aradaki şöyle bir farka işaret etmek uygun olur. Assur kaynakları
savaşlarda yaptıkları zulümleri övünçle ve büyük bir utanmazlıkla anlatırlarken; İbranî kaynakları
bunları yapmadan önce hasretle anmakta ve yaptıktan sonra da aynı övünçle dile getirmektedir.
Tevrat'ta Musa'ya, "Vâdedilmiş Topraklar"a ulaştığında, oranın yerli halkına karşı savaş
hukuku olarak nasıl davranması gerektiği husûsunda da bâzı emir ve tavsiyelerde bulunulmaktadır.
Bu cümleden olarak, yerli halkla hiçbir şekilde anlaşma yapılmaması ve onlara merhamet
edilmemesi buyrulmakta; Filistin dîninin kökünün kurutulması, tek bir dikili taş kalmamacasına
tapınaklarının tahrip edilmesi emredilmektedir:
185
- "Tanrınız RAB mülk edinmek üzere gideceğiniz ülkeye sizi götürdüğünde, önünüzden
birçok ulus Hititleri, Amorluları, Kenanlıları, Perizlileri ... sizden daha büyük ve daha güçlü yedi
ulusu kovacak. Tanrınız RAB bu ulusları elinize teslim ettiğinde, onları bozguna uğrattığınızda,
tümünü yok etmelisiniz. Bu uluslarla antlaşma yapmayacaksınız, onlara acımayacaksınız. Kız alıp
vermeyeceksiniz. Çünkü onlar oğullarınızı beni izlemekten saptıracak, başka ilahlara tapmalarına
neden olacaklardır. O zaman RAB size öfkelenecek ve sizi çabucak yok edecek. Onlara şöyle
yapacaksınız: Sunaklarını yıkacak, dikili taşlarını parçalayacak, Aşera putlarını devirecek, öbür
putlarını yakacaksınız. Siz Tanrınız RAB için kutsal bir halksınız. Tanrınız RAB, öz halkı olmanız
için, yeryüzündeki bütün halkların arasından sizi seçti". [Tesniye: VII/1-6]. "Tanrınız Rabbin
elinize teslim edeceği halkların tümünü yok edeceksiniz. Onlara acımayacaksınız...". "Tanrınız
Rab onları elinize teslim edecek ve hepsi yok oluncaya dek onları şaşkına çevirecek. Krallarını
elinize teslim edecek; adlarını göğün altından sileceksiniz. Onları yok edene dek kimse size karşı
duramayacak". [Tesniye: VII /16; 23-24].
- "İşte Erden (Şeria) ırmağından batıya doğru büyük denize (Akdeniz) kadar kırmış
olduğum tüm milletlerin arazileri ile geriye kalan milletlerin arazilerini boylarınız için miras olarak
kurayla böldüm. ... ve Allah'ınız Rabbin size söylediği gibi onların ülkesini mülk edineceksiniz".
[Yeşu: XXIII/ 4-5].
Nitekim, zafer kazanan Musa, büyük bir öldürme çılgınlığına kendini kaptırır ve erkek,
kadın, çocuk demeden düşmanlarını boğazlamalarını emreder:
- "Musa, savaştan dönen ordu komutanlarına öfkelendi. Onlara, “kadınları sağ mı
bıraktınız?" diye çıkıştı. “Şimdi bütün erkek çocukları ve erkekle yatmış kadınları öldürün. Yalnız
erkekle yatmamış genç kızları kendiniz için sağ bırakın!". [Çölde Sayım: XXXI/ 14-18].
Şaşılacak derecede stratejik derinliğe sâhip olduğu anlaşılan Yahova'nın, istilâ etmeleri için
İbrânîleri kışkırttığı ülkeler arasında Fırat'a kadar Anadolu topraklarının ve hiç bir antlaşma
yapmamacasına tümüyle yok etmelerini emrettiği kavimler arasında Anadolu (Hitit) halkının da
bulunması oldukça câlibi dikkattir:
- "Dehşetimi önünüzden gönderecek, karşılaşacağınız bütün halkları şaşkına çevireceğim.
Düşmanlarınız önünüzden kaçacak. Hivlileri, Kenanlıları, Hititleri önünüzden kovmaları için
önünüz sıra eşek arısı göndereceğim. Ama onları bir yıl içinde kovmayacağım. Yoksa ülke vîrân
olur; yabanıl hayvanlar çoğaldıkça çoğalır, sayıları sizi aşar. Siz çoğalıncaya, toprağı yurt
edininceye dek onları azar azar kovacağım. Sınırlarınızı Kızıldeniz'den Filist denizine, çölden Fırat
Irmağı'na kadar genişleteceğim...[Çıkış: XXIII/ 27-31].
- "Tanrınız RAB'bin mîras olarak size vereceği bu halkların kentlerinde soluk alan hiç bir
canlıyı sağ bırakmayacaksınız. RAB'bin size buyurduğu gibi, onları Hitit, Amor vs. halklarını
tümüyle yok edeceksiniz". [Tesniye: XX/16-17].
Başka bölümlerde de, bu emirlerin nasıl yerine getirildiğinden bahisle, Filistin yöresindeki
tüm şehirler tek tek sayılarak, "Rabbin izniyle" oradaki halkı, kadın, çoluk-çocuk demeden nasıl
boğazladıkları; bununla da yetinilmeyip eşeklere varıncaya kadar nefes alan canlı bırakmadıkları,
toprağın kana doyduğu ve kalan enkazı da yağmalayıp yaktıkları büyük bir övünçle anlatılmakta:
186
- "Kadın erkek, genç yaşlı, küçük ve büyük baş hayvanlardan eşeklere dek, kentte ne kadar
canlı varsa, hepsini kılıçtan geçirip yok ettiler. Sonra kenti içindekilerle birlikte ateşe verdiler.
Ancak altını ve gümüşü, tunç ve demir eşyayı RAB'bin Tapınağı'nın hâzinesine koydular". [Yeşu:
VI/ 19, 21; VIII/ 1-30].
Tevrat'ın daha pek çok yerinde, Îbrânîlerin savaşta düşmanlarına nasıl davranmaları
gerektiği ve geçmişte nasıl davrandıkları da örnek gösterilerek anlatılmakta, bu hükümler, iç
karartıcı bir tablo hâlinde uzayıp gitmektedir:
- "Bugünden başlayarak gök kubbenin altındaki tüm milletlere sizin korkunuzu ve
dehşetinizi salacağım. Haberinizi duyunca korkuyla titreyecekler." "Bütün kentlerini ele geçirdik,
hepsini yok ettik. Kadın, erkek, çocuk, kimseyi sağ bırakmadık". [Tesniye: II/ 25, 34].
- "... Hiçbirini sağ bırakmadan hepsini yok ettik". [Tesniye: III/ 3].
- "Kılıcım öldürülenlerin ve tutsakların kanıyla, düşman önderlerinin başlarıyla ve etle
beslenecek". [Tesniye: XXXII/ 42].
- "Rab gazaba geldi...Ölüleri dışarı atılacak, pis kokacak cesetleri; dağlar kanlarıyla
sulanacak. Onlarla birlikte yaban öküzleri, körpe boğalarla güçlü boğalar da yere serilecek.
Toprakları kana doyacak, yağla sulanacak ", [Yeşaya: XXXIV/ 2-7].
Bütün bu kılıçtan geçirmelere rağmen, yine de köşe bucağa kaçmış olanlar kalmışsa,
Yahova'nın onların da sağ kalmalarına tahammülü yok ve onlara ilişkin olarak da bir plânı var:
Onların üzerine eşek arısı sürüleri göndererek, bir eşek arısının girebileceği kadar küçük bir deliğe
sığınmış olsalar bile yok edilecekler. Herhalde bu kadarı, gaddarlıkları ile meşhur Assur krallarının
bile aklına gelmemiştir:
- "Sizden gizlenerek sağ kalmış olanların üzerine, hepsi yok olana dek eşekarısı gönderecek
[Tesniye: VII/ 20].
Mezmurlar’da, Bâbillilerden, sürgün edilmelerinin hıncını nasıl alacaklarının hayâli şöyle
düe getirilmektedir:
- "Ne mutlu, Bâbillilerin bebeklerini kayalara çarpıp, beyinlerini darmadağın edecek
olanlara!...". [Mezmur/Zebur: CXXXVII/ 8-9].
Acımasızlık sadece düşmanlara değil, onlara karşı merhamet gösteren İbrânîlere bile
uzanmakta. O kadar ki, merhamet ederek harpte alınan bir esiri öldürmeyen İsrail kralı dahi
Yahova tarafından ölüme mahkûm edilir. [Krallar: XX/ 34, 42]. Savaşma husûsunda en ufak bir
gevşeklik gösteren İbraniler ve İbrani kabileleri bile bu müthiş acımasızlık ve öfkenin kurbanı
olurlar:
- "Ordugâha gelenler sayıldığında, İsrail oymaklarından Yaveş-Gilat'tan kimsenin
olmadığı anlaşılmıştı. Bunun üzerine topluluk Yaveş-Gilat halkının üzerine on iki bin yiğit savaşçı
gönderdi. "Gidin, Yaveş-Gilat halkını, kadın, çoluk çocuk demeden kılıçtan geçirin" dediler,
Yapacağınız şu: Her erkeği ve erkek eli değmiş her kadını öldüreceksiniz". [Hâkimler: XXI/ 9-
11].
187
Yahûdî kabileleri arasındaki savaşlarda meyve ağaçlarının kesilmemesi gibi savaş hukuku
kuralları konmuş olmakla beraber Yahûdî olmayanlara karşı savaşta çok gaddar davranıldığı ve
böyle olmanın emredildiği, teşvik edildiği görülmektedir. Öyle ki, İbranî olmayan kavimlere karşı
özellikle savaş meydanlarında gösterilen gaddarlık, bir savaş çılgınlığı ve kana susamışlığa
dönüşmektedir. Bilhassa Filistinlilere karşı yapılan savaşlarda kazanılan zaferlerden sonra yapılan
kutlamalarda insan eti yemeye ve insan kanı içilmesine kadar varan çılgınlıklar ve kendinden
geçme halleri karşımıza çıkmakta. Herhalde bu hâlin psikiyatrideki karşılığı "paranoyanın
paylaşılması" durumu olsa gerek:
- "Sizin için hazırlayacağım şölene, İsrail dağları üzerindeki büyük şölene gelin, her yandan
toplanın! Orada et yiyecek, kan içeceksiniz... Koçların, kuzuların, tekelerin, boğaların etini yiyip
kanını içer gibi yiğitlerin etini yiyecek, dünya önderlerinin kanını içeceksiniz. Sizin için
hazırlayacağım kurbandan doyana dek yağ yiyeceksiniz, sarhoş oluncaya dek kan içeceksiniz.
Soframda atlardan, atlılardan, yiğitlerden ve her çeşit askerden bol bol yiyip doyacaksınız. Egemen
RAB böyle diyor". [Hezekiel: XXXIX/17-20].
Bu tavrın dînî yönden kaynağı ve dayanağı, Yahova ile yapılan anlaşma, "seçilmiş halk"
konsepti ve bu anlaşmanın bir sonucu olarak Yahûdî kavminden diğer inançlara ve bu inanç
topluluklarına çok sert ve haşin davranılması beklenti ve vecibesi olsa gerektir. Bu zihniyet,
İbrânîlerin politik ve askerî yönden zayıf oldukları dönemlerde hasır altı edilmekte, güçlü oldukları
zamanlar ise, teokratik bir devlet olarak kurulan bugünkü İsrail devletinin Filistin politikasında da
kendini gösterdiği gibi, âşikâre çıkmaktadır. Günümüzdeki İsrail devletinin kurucularının
Ortadoks-Yahûdî inancına sâhip olmamalarına, hattâ bir çoğunun agnostik vs. olmasına rağmen,
tarih boyunca, bir aksülamel olarak kendilerinin de büyük acı çektikleri milliyetçi/ırkçı ve dinci
bir ideolojiyi devletin temeline yerleştirmeleri oldukça gariptir; ve insanların tarihten hiç de ders
almadıklarının acı bir örneğini teşkil etmektedir.
Muller'e göre, kadîm İbrânîlikte görülen bu barbarca tavır, "Batı Medeniyetinde, yüzeyin
hemen altında yatan barbarlığın" bir parçasını oluşturur. Batı Hıristiyanlarının, on bir ve on ikinci
yüzyıllarda düzenledikleri Haçlı Seferlerinde, Yahûdîlere ve Müslümanlara karşı yürüttükleri bu
kutsal savaşta da, Yahûdîlerin sonraki dönemlerde kaybettikleri ve Siyonist cereyanla tekrar
gündeme gelecek olan bu "tanrısal misyona sahip seçilmiş halk" olduklarına dair inançlarının
oldukça etkin bir rol oynadığı anlaşılmaktadır. Hattâ Amerika'nın istilasında da ilk öncüler
kendilerinde böyle bir misyon vehmediyor, işgal ettikleri kıtayı kendilerine "vâdedilmiş" bir
toprak olarak görüyorlardı.
Freud'e göre, dinler, konumuz açısından ele alırsak Musevîlik; ayrıca, ulusalcı ideolojileri
de buna eklemek gerekir eğer kendi mensupları arasmda bir dayanışma ve sevgi bağı
oluşturabilmişse, bunu ancak diğer dinlerden olanlara karşı düşmanlığı kışkırtarak
sağlayabilmişlerdir. Ona göre bu duruma en iyi örnek de Hıristiyanlıktır. Ancak, dinleri bu ayrım
ve düşmanlığı yaratan olgu olmaktan çok, genellikle bu yolda kullanılan bir olgu olarak
değerlendirmek belki daha doğru olur. Çünkü, hemen bütün ilkel toplumlarda kendi aralarındaki
kaynaşma duygusunun teşvik edilmesine paralel olarak, kendilerinden olmayanlara karşı beslenen
husûmet ve dinmez bir öç alma isteği yaygın olarak görülmektedir. Bu meyanda, genel olarak tek
tanrıcılığın diğer dinlere karşı kesin bir tahammülsüzlüğü de beraberinde getirdiği ileri
188
sürülmektedir. Halbuki, "Paganizm, temelde hoşgörülü bir inançtı. Yeni bir tanrının gelişi eski
kültler için bir tehdit oluşturmadıkça, mevcut panteonda her zaman başka bir tanrıya da yer vardı”.
Özetle, İbrânî savaş hukukunun, Montaigne'in işaret ettiği, "düşmanlarımıza bile yapılması
doğru olmayan şeyler vardır. ... Ne kralına/ulusuna hizmet için, ne kamu yararı, ne de yasalar
uğruna her şeyi hoş görebilir iyi bir insan..." noktasından çok uzak olduğu anlaşılmaktadır.
8. MAHKEMELER VE MUHAKEME USÛLÜ
İbrânî Hukukunun özgün niteliklerinden biri, yargılama sürecinde din adamlarının temel
bir yer işgal etmeleridir. Dînî yasalar İsrail'in yegâne yasası olduğundan, hahamlar yargıç, mâbetler
de mahkeme konumundaydı. Esasen, yargılama işi Tanrı'ya ait bir faâliyet olarak
değerlendirilmekteydi ve Yahova yargıçlara ne yapmaları gerektiği hususunda her an yardımcı
olurdu. O kadar ki, yargıçların verdikleri yanlış kararlar bile “Tanrı’nın işi” olarak görülür:
- "... yargıçlarınıza, 'Kardeşleriniz arasındaki sorunları dinleyin' dedim ... Yargı Tanrı'ya
özgüdür. Çözemeyeceğiniz bir sorun olursa bana getirin, ben gerekeni yaparım. ... yapmanız
gereken her şeyi size buyurmuştum". [Tesniye: 1/16-18].
- "Dünya kötülerin eline verilmiş, Yargıçların gözünü kapayan O’dur. O değilse, kimdir?"
[Eyüp: IX/24].
-"Levili hahamlar da oraya gidecek. Çünkü Tanrınız RAB, onları kendisine hizmet etsinler,
O'nun adıyla kutsasınlar diye seçti. Kavga, saldırı dâvalarına da onlar bakacak ", [Tesniye: XXI/5].
İbrânîlerin kurdukları adlî sistem büyük ölçüde Bâbil ve Mısır'daki uygulamalardan
esinlenmiştir. Meselâ, Tevrat'ta Mısır'da Amon râhiplerince yürütülen hukuk uygulamasının takdir
ve tavsiye edildiği görülmektedir. Ayrıntılı bilgilere sâhip olmamamıza rağmen, çıkan ihtilâfları
çözmekle görevli ruhbân hâkimler yanında, her şehrin kapısında mekân tutan, o şehrin
yaşlılarından oluşan ve belli konularda yargılama yetkisi olan İhtiyarlar Heyeti'nin (Zekenim)
bulunduğu anlaşılmaktadır. Daha hafif ve basit suçlar bu heyetin önüne getirilirken, önemli suçlar
haham-hâkimlerin önüne getirilirdi. Konumlarının ve yaptıkları işin kutsallığı cihetiyle, haham-
hâkimlere büyük bir ihtirâm ve itibâr gösterilmesi gerekirdi. Onların verdikleri kararlara karşı
itiraz etme veya onlara karşı çıkmanın cezâsı çok ağırdı:
- "Eğer kentlerinizde adam öldürme, dâva, saldırı konusunda yargılamada sizi aşan
sorunlarla karşılaşırsanız, Tanrınız RAB'bin seçeceği yere gidin. Sorunlarınızı Levili hahamlara
ve o dönemde görevli yargıca götürüp soruşturun. Yargı kararını onlar size bildirecekler. RAB'bin
seçeceği yerden size bildirilen karara uymalı, size verilen öğüdü tutmaya dikkat etmelisiniz. Size
öğretilen yasa ve verilen karar uyarınca davranın. Size bildirilenin dışına çıkmayın. Orada,
Tanrınız RAB'bin önünde görev yapan hahamı ya da yargıcı kim dinlemeyip saygısızlık ederse
öldürülmeli. İsrail'den kötülüğü atmalısınız. Bütün halk bunu duyup korkacak, bir daha saygısızlık
etmeye kalkışmayacaktır ", [Tesniye / Yasanın Tekrarı: XVII/8-13].
Bu durumda, Hammurabi Kanunnâmesi'nden bin yılı aşkın bir süre sonra ortaya çıkmış
bulunmasına rağmen, İbrânî Mecellesi, Hammurabi Kodu'na kıyasla bir gelişmeye işaret etmediği
189
gibi; tersine, yasaları yorumlama ve uygulama yetkisinin tamamen din adamları sınıfının elinde ve
yetkisinde olması cihetiyle arkaik döneme doğru bir gerileme bile göstermektedir.
Tevrat'ta, yargılamanın nasıl yapılacağı ve yargılama usûlüne, delil ve şahitlik gibi
konulara ilişkin hükümler de bulunmaktadır. Belli bâzı suçlar için Tevrat'ta belirlenmiş cezâların
dışında, sair suçlar için, hâkimlere, suçları sâbit görülen kişilere, "tâzir cezası" diyebileceğimiz
şekilde, kırk değneğe kadar cezâ verme yetkisi tanınmış; "İbranî kardeşinin onurunu zedeleyeceği"
düşüncesi ile, bundan daha fazla cezâ verme yetkisi verilmemiştir:
- "Kişiler arasında bir sorun çıktığında, taraflar mahkemeye gittiğinde, yargıçlar dâvaya
bakacak; suçsuzu aklayacak, suçluyu cezaya çarptıracaklar. Eğer suçlu kişi kamçılanmayı hak
ettiyse, yargıç onu yere yatırtacak ve önünde suçu oranında sayıyla kamçılatacak. Suçluya kırk
kırbaçtan fazla vurulmamak. Kırbaç sayısı kırkı aşarsa, kardeşiniz gözünüzde aşağılanabilir".
[Tesniye: XXV/1-3].
Kişinin suçlu olup olmadığını belirlemede, diğer delillerin yanında, en büyük önem
kişilerin şahadetlerine verilmiş ve bu konuda özel hükümler getirilmiştir. On Emir’in dokuzuncusu
şahitliğin tam bir dürüstlük içinde yapılması ile ilgilidir. Bir kişinin, atfedilen suçu işlediği ancak
iki veya üç kişinin şahadeti ile tahakkuk eder. Tek bir kişinin şahadeti ile karar verilemez:
- "Bir kimse aleyhine, işlemesi mümkün görülen her nevi suç ve günah için tek bir şahit
asla muteber değildir. Lâkin, iki veya üç şahidin şahadeti ile mesele sübût bulmuş olacaktır ",
[Tesniye: XIX/ 15]. "Ölümle cezâlandırılması gereken kimse, iki veya üç şahidin şahadetiyle
öldürülecektir. Fakat tek bir şahidin şahadetiyle öldürülmeyecektir. O kişiyi önce tanıklar, sonra
bütün halk taşa tutsun. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldırmalısınız". [Tesniye: XVII/ 6-7).
Yalan yere şahitlik durumunda verilen cezâ, Hammurabi Kanunnâmesi [m.3] ve diğer Ön-
Asya hukuk sistemleriyle paralellik gösterir. İtham edilen suçun cezâsı ne ise, aynısı yalancı şahide
verilir:
- "Hâkim, şahidin yalancı olup biraderi hakkında yalan yere şahadette bulunduğunu
görürse, bu takdirde, ona, kendi biraderine yapmayı kastettiği şeyi yapacaksın ve bu suretle fenayı
kendi muhitinden uzaklaştıracaksın [Tesniye: XIX/ 18-19].
Kişinin, ithâm edilen suçu işleyip işlemediğine karar verilirken başvurulan delillerden biri
de “yemin” teklifidir. Şahit ve başka delillerin bulunamadığı durumlarda ithâm edilen kişi söz
konusu fiili işlemediğine dair yemin ederse beraat eder. Yemin bir dînî seremoni şeklinde icrâ
edilirdi. Tevrat'ta, Hz. İbrahim döneminde el genital organlar üzerine konarak, onlar üzerine yemin
edildiği nakledilmekte. [Yaradılış: XXIV/ 2]. Sonraki dönemlerde ise Tanrının huzurunda ve onun
adâleti önünde yemin edilmekteydi.
Diğer yandan, Mezopotamya hukuk sisteminin bir başka nişânesi olarak, oradaki
"sınama/tecrübe" uygulamasını hatırlatan bir hükümle karşılaşmaktayız. Bâzı karışık durumlarda,
zanlının suçlu olup olmadığını tesbit için bu metoda başvuruluyor, zanlıya lânet getireceğine
inanılan bir su içiriliyor ve bunun neticesi müşahede ediliyordu. Tevrat'ta öngörülen böyle bir
uygulamaya göre, karısının kendisini aldattığından kuşku duyan ve onu zina yapmakla ithâm eden
erkeğin elinde bir delil yoksa, şöyle bir yol izlenecektir:
190
- Erkek, zina ile ithâm ettiği karısını hahama/yargıca götürecek, râhip, kadına diyecek ki:
"Eğer kocanla evliyken yoldan çıkıp başka biriyle yatarak günah işlediysen, lânet getiren bu su
karnına girince karnın şişsin, kalçanı eritsin". O zaman kadın, "âmîn, âmîn" diyecek, haham bu
lânetleri yazdığı kâğıdı suda yıkayacak ve lânet getiren acı suyu kadına içirecek. Eğer kadın içtiği
bu sudan bir zarar görmezse suçsuz sayılacak. [Çölde Sayım/Sayılar: V/ 12-30].
Dikkat edilirse, daha önce de işaret edildiği gibi, kadınla ilgili her durumda, kadının
aleyhine bir ithâmda bulunulduğunda, isbat yükü ithâm edene değil, kadına yüklenmektedir.
Tevrat'ta, hâkimlere dönük olarak da, hüküm verirken adâletten ayrılmamaları, kişilere
mevkilerine göre farklı muâmele yapmamaları; yabancıların, yetimlerin haklarını korumaları,
rüşvet almaktan kaçınmaları emredilmektedir:
- " Bir adamla İsrailli kardeşi ya da bir yabancı arasındaki dâvalarda adaletle karar verin.
Yargılarken kimseyi kayırmayın; küçüğe de, büyüğe de aynı gözle bakın. Hiç kimseden
korkmayın...". [Tesniye: I/16-17].
191
VII. KADIM İRAN'DA HUKUK
"Adaleti sevdim; yalanı sevmedim. Arzu ve iradem yetime ve dula karşı hiç bir suretle
adaletsizlik yapılmaması olmuştur. Yalancıyı şiddetle cezalandırdım; fakat, tarlasını süreni de
mükâfatlandırdım''.
[Darius I’in mezar taşındaki kitabeden]
İran, hem tarih boyunca bu coğrafyada vücut bulan büyük devlet ve medeniyetler
sebebiyle; hem de Doğuyu Batıya, Hindistan'ı Avrupa'ya bağlayan konumu dolayısıyla insan
medeniyetinin gelişiminde çok önemli bir yer işgal eder. Binlerce yıl öncesinden günümüze kadar
devam ede gelen bu büyük medeniyetin kadîm dönemlerini biz burada Pers İmparatorluğundan
önceki dönem; Pers dönemi ve Sâsâniler dönemi olmak üzere üç başlık altında ele alacağız.
A. PERSLERDEN ÖNCEKİ DÖNEM
Milâttan önce üçüncü mîlenyumun başlarında İran'da yerel bâzı küçük prensliklerin
kurulmuş olduğa anlaşılıyor. Bunların içinde de Elam'ın yüksek tepelerinden biri üzerinde
kurulmuş olan Sus ile bunun kuzeyinde dağlık bölgedeki Avan en güçlüleriydi. Bu sitelerin her
birinin başında, aynı zamanda hem prens, hem baş rahip rolünü gören bir hükümdar bulunuyordu.
Önce Avan, daha sonra da Sus devletinin, civar prenslikler üzerinde nüfuzunu artırarak kral
unvanını aldığı, diğer sitelerin başına da Şukkal/Şukkalmaş unvanını "taşıyan beyleri getirdiği
görülüyor. Kral ve prensler hem dînî hem de dünyevî reis durumunda olmuşlar; önce "mabudun
hadimi" sıfatıyla başlayan liderliklerini, daha sonra vekili sıfatıyla dünyevî bir nitelikte
sürdürmekle beraber, kudsî boyutlarını da hep muhafaza etmişlerdir.
İran coğrafyasında bilinen eski imparatorluk Elam imparatorluğudur (takriben 2700-660).
Elam'da askerî ve mülkî idare birbirinden ayrı olmakla beraber, hükümdar ikisinin de âmiri idi.
Kralın yanında Dörtler Meclisi denen, baş rahip ile yardımcısı ve bir askeri komutan ve adli işlere
bakan yüksek hâkimden mürekkep bir istişare organı vardı. Mühim işler kralın başkanlığındaki bu
Meclis tarafından karara bağlanırdı. Elâm'da tahta varis olabilmek için hem baba hem de ana
tarafından asıl olmak şarttı. Böyle olunca, tahta çıkacak prensler birbiriyle evlenmiş iki kardeşin
çocukları oluyorlardı. Kral ailesinden bir prensesin en büyük erkek kardeşi ile evlenmesinden
dünyaya gelen en büyük erkek çocuğa kanunî vâris olarak bakılırdı.
Elâmlılar çok tutucu bir kavim idiler, en eski zamanlardaki İdarî teşkilâtlarını uzun süre
aynen muhafaza etmişlerdir. Milâttan önce üçüncü bindeki devlet teşkilâtı yapılan ile Assurlular
devrindeki yapıları arasında büyük bir ayrılık görülmez, hükümdar adları bile aynen korunmuştur.
Elam bölgesinde ikinci binin başlarında feodalite temelli bir siyâsî yapılanma olduğu, diğer
sitelerin başında da hanedana mensup prensler bulunduğu görülmekte. Bu prensler, yaşlarına göre
aşağıdan yukarıya derece derece yükselerek Büyük Krallığa kadar çıkabiliyorlardı. Kendilerine
tanrıların vekili gözüyle bakıldığından Elâm'da kralların otoriteleri sınırsızdı. Büyük Kral'ın
192
veliahdı, oğlu değil, kardeşleri veya onların çocukları, yâni hanedan prenslerinden yaşça en
büyüğü oluyordu. Yalnız kral değil, hânedâna mensup tüm prensler de kutsal sayılırdı.
İran'ın bu kadîm medeniyeti, hem Sümer'le askerî hâkimiyet mücadelesi içinde olmuş, hem
de bu medeniyetten çok etkilenmiştir. Buna rağmen, daha sonra Mezopotamya'ya hâkim olan Sâmi
kültürü ile karşılaştırıldığında önemli bâzı farklılıkların olduğu görülür. Meselâ, Elâm'lılarla
Mezopotamya'nın Sami toplulukları arasında, kadın cinsine bakış açısından görülen telâkki ayrılığı
çok dikkat çekicidir. Sâmîler kadına bir şahsiyet ve hak tanımadıkları halde Elamda kadınlar
hayatın her alanında erkeklerle aynı haklara sahipti. Ticarî hayatta erkeklerle ortaklık eder,
taahhütlere girişir, mukaveleler yapar, hâkimlik eder, köle ve câriye sahibi olabilirlerdi. En eski
Elam belgelerinde hükümdarların adlarıyla beraber, analarının, kız kardeşlerinin, ve kızlarının da
adları zikredilmektedir.
Bu coğrafyada Elam sonrasında bir süre Assurlular egemen oldu. Daha sonra Med'ler
(M.Ö. 728-550), onları takiben de Pers Dönemi (M.Ö. 550-330); İskender ve sonrası Selevkos
Sülâlesi Dönemi (330-248); İkinci Pers Dönemi (M.Ö. 248-224) ve Sâsânî İmparatorluğu (M.Ö.
224- M.S. 651) dönemi gelmekte, ardından da İslâmî Dönem başlamaktadır.
Aşağıda, Persler ve sonrası kadîm İran tarihini Pers ve Sâsânî dönemi olarak iki başlık
altında ele alacağız. İran hukukuna dair bilgileri de Sâsânî İmparatorluğu dönemine ilişkin olarak
ve Pers dönemini de kapsayacak şekilde bir arada vereceğiz.
B. PERS İMPARATORLUĞU DÖNEMİ (538- 331)
1. TARİH
Bugünkü İran coğrafyasında Elâm sonrası dönemde iki kavim bulunuyordu. Buhara ve
Semerkant bölgelerinden kuzey ve kuzey-batı İran'a ("Parsua" Ülkesi'ne) geldikleri düşünülen
Med'ler; güneye yerleşmiş Persler. Fars adı da bu coğrafyanın isminden gelmektedir. Bölge
halkının aryan dilinin de Med'lerden kalma olduğu anlaşılmaktadır. Med'ler ayrıca, otuz altı
karakterden oluşan bir alfabe ve, kil tabletler yerine parşömen üzerine kalemle yazma, mimaride
sütünün yoğun bir şekilde kullanılması gibi uygulamaları geliştirmişlerdir. Sulh zamanlarının
çalışkan çiftçileri, harp zamanının da cesur savaşçıları idiler. Zerdüşt dînini, "çok-eşli pederşahî
aile kültürü" nü de onların mîras bıraktıkları düşünülmekte. Bu durumda, Parslar, bugünkü coğrafî
mekânlarında takriben üç bin yıldır kesintisiz olarak varlıklarını ve kimliklerini devam
ettirmektedirler. Bu eski dönemlerde, Mezopotamya'ya hâkim olan gücün, komşusu İran'ı da
kontrol altında tuttuğu tahmin edilmektedir.
Medler ve Persler; Akkadlar, Assurlular, Hattiler gibi kanunlarını muhtevi tabletler
bırakmadıklarından, onlar hakkındaki bilgilerimiz Grek kaynaklarının parça parça ve çok noksan
olarak verdikleri bâzıbilgilere dayanmaktadır. Kadîm dönemler İran'ına dair bilgiyi, Herodotos
tarihi gibi komşu ülkelerin kaynaklanırdan ve İranlıların millî destanı olan Şahnâme ile, hukuk
mecmuaları olan Dâdistân ve Bundehişî gibi kaynaklardan temin ediyoruz.
M.Ö. 708' de Medler, Assur boyunduruğuna karşı çıkarak, İran'da bir devlet kurdular. Bu
Med hâkimiyeti yüz elli yıl kadar devam etti; M.Ö. 550 yılında bu sefer Persler, Kurus
(Kuruş/Keyhüsrev)'un liderliğinde Med egemenliğine karşı başkaldırdılar ve yeni bir devlet
193
kurdular. Bu devlet, kısa bir süre içinde sınırları Batı Anadolu'ya uzanan ve Mezopotamya'yı da
içine alan bir imparatorluk hâline dönüştü: Pers İmparatorluğu.
M.Ö. 546 yılındaki savaşta Lidya kralı Krezus'u yenen Kurus, tüm Anadolu'yu kontrol
altına almaya muvaffak oldu. Kurus'un oğlu Kambuz (Keykâvus) zamanında Mısır bile işgal
edildi. Onun oğlu Darius I (MÖ. 549-485) İmparatorluğun sınırlarını Hint'ten Trakya'ya kadar
genişletti. Böylece o zamana kadar görülmedik büyüklükte bir İmparatorluk [ilk mega-
imparatorluk] ortaya çıktı ki, bu siyasî birlik daha önce hiç olmadığı ölçüde geniş bir coğrafya
içinde ticarî ve kültürel ilişkilerin artmasına ve insanlığın bilgi birikiminin hızlanmasına yol açtı.
Persler milâttan önce altıncı ve beşinci asırlarda güçlerinin doruğuna ulaştılar.
Belli bir coğrafyada mevcut bulunan belli başlı insan topluluklarının ve devletlerin hemen
tamamının tek bir siyasî birlik, imparatorluk altında toplanmalarının yol açtığı bir başka gelişme
de; tek bir insanlık toplumu tasavvuru ile, bütün insanları yaratan tek bir Tanrı konseptine kapıları
aralamasıdır. Bazılarınca ilk tek tanrı inancının kurucusu olarak kabul edilen Zerdüşt de işte bu
tarihî şartlarda ortaya çıktı. Child'a göre, "Tüm üyeleri birbirlerine karşı ortak ahlâksal
davranışlarda bulunmakla yükümlü tek bir toplum olarak insanlık fikri, tüm kesimleri arasında
malların karşılıklı değişimine dayanan bir uluslararası ekonominin ideolojik karşılığıdır."
2. KÜLTÜR
Kadîm İrâniler Mezopotamya medeniyeti ile çok yalan bir ilişki içinde olmuşlar ve
onlardan büyük ölçüde etkilenmişlerdir. Zâten, aynı topraklar daha önce Bâbil ve Assur’ların
egemenlikleri altında bulunuyordu. Aynı zamanda Grek kültür ve medeniyeti ile de karşılıklı alış
veriş ilişkileri içinde olmuşlardır. Helenik tacirler Pers ülkesinde aktif olarak faaliyet
gösteriyorlardı. Ayrıca, Pers ordusunda Grek paralı askerler de istihdam edilmekteydi. İskender'le
savaşan Pers ordusunda önemli miktarda Grek paralı asker vardı.
Persler'in, kendi dönemlerinde Yakın-Doğu’nun en centilmen halkı oldukları söylenir.
Grek tarihçisi Herodotos (MÖ. 484-425), Perslerin kendilerinin diğer insanlardan üstün
olduklarına, diğer insanların Terslerden uzakta yaşadıkları ölçüde daha aşağı bir konumda
bulunduklarına inandıklarından bahsetmektedir. Bugün de Parsların tarihten gelen bu üstünlük
duygusunu sürdürdükleri belirtilmektedir. Terslere göre en ayıp şey yalan söylemekti, en fena ve
ayıp olan şeylerden ikincisi de borçlu olmaktı; çünkü, borçluluğun insanı yalan söylemeye
iteceğine inanırlardı.
Daha önce de işaret edildiği gibi, kadîm İran medeniyeti bir çok bakımdan Mezopotamya
medeniyetine benzemekte ise de Elâmlı’larla Mezopotamya Sâmîleri arasında bâzı önemli telakki
farklılıklar mevcuttu. Meselâ, Sâmî kültüründe kadın cinsi, ikinci sınıf oir insan olarak görüldüğü
halde, Elâmlılarda kadın Sumerler ve Etrüsklerde olduğu gibi, erkek kadar ve hatta ondan üstün
bazı haklara sâhip bir varlık telâkki edilmekteydi. Diğer yandan, Persler arasında çok oğul babası
olmak övünç kaynağı idi. Nüfusun çoğalmasına önem verildiğinden, krallar, en çok erkek evlat
sahibi olan babalara her yıl hediyeler verirlerdi. Bu yüzden Pers erkekleri nikâhla aldıkları birçok
kadından başka bir sürü de odalık bulundururlardı.
194
Pers devleti, kendilerine itaat ettikleri sürece, imparatorluktaki halkların kendi kültürlerini
korumaları husûsunda çok müsamahakâr bir tutum takınıyordu. Her eyalet halkının kendilerine
has din ve inançlarını, dillerini, kanunlarını, örf ve âdetlerini, paralarını ve bâzı durumlarda kendi
kraliyet sülalelerini bile muhafaza etmeleri ve devam ettirmelerine müsâade edilirdi.
3. DİN VE DÎNÎ HAYÂT
Kadîm İran kültürüne ait günümüze ulaşan en eski kaynak, İran'da Zarathustra (Zaratuştra)
Batı'da Zoroaster olarak bilinen, Zerdüşt (660-583) tarafından kurulan Mazdeizm (Zerdüştlük,
Mecusîlik, Ateşperestlik, Parsîlik) dininin kutsal kitabı Zend Avesta'dır. Zerdüşt'ten önceki
dönemlerde de daha ilkel düzeyde Mazdeist inançların mevcut olduğu ve bu inançlarla Hint Vedik
metinler arasında benzerlikler bulunduğu ileri sürülür. Her ne kadar Zerdüşt'e izafe edilmekte ise
de, Avesta kitabının aslında Zerdüşt zamanında yazılmadığı; bir kısmının ilk milâdî asır içinde,
diğer kısımların da Sâsânî döneminin büyük ruhanî reislerinden Tansar tarafından üçüncü asırda,
bugünkü Farsça'ya çok benzeyen ve Hintçeye de yakın olduğu üeri sürülen Pehlevice diliyle
yazıldığı tahmin edilmektedir.
Zerdüşt, kâinatın yaratıcısı Ahura-Mazda'run (Ormuzd, Hürmüz), İran dirini çok
tanrıcılıktan, şeytana tapıştan, sihir ve âyincilikten kurtarmak üzere kendisini görevlendirdiğine
inanıyordu. İnsanlara çok yüksek ahlâkî ilkeler telkin ettiği görülen Zerdüşt'e göre, hayatın gayesi
insanın kendini geliştirmesi, manevî/ruhî tekâmüldür; kâmil insan olma yolunda ilerlemektir. O,
her konuda iyiliği, fazileti, şefkatli ve merhametli olmayı, adaletli davranmayı tavsiye etmekte;
böyle davranmayı, üretmeyi ve çalışmayı en hakikî bir ibâdet olarak değerlendirmekteydi: "Bir ev
inşa edip orada ateş yakan, hayvan besleyen, eş ve çocuklarına hakan adam ruhî arınmasına
yardımcı olur. Bunları yapmakla, bir insan, yüz kurban kesen kişi kadar makbul bir iş yapmış olur".
Zerdüşt dîni, ruhun ölümsüzlüğüne ve öte dünya inancına da yer veriyordu, ölümden sonra,
insanlar yaşamlarının hesabını verecekler; iyi ve kötü davranışları tartılıp değerlendirilecek ve ona
göre cennete ve cehenneme gideceklerdir.
Mazdeizm inanana göre, Ahura-Mazda (Hürmüz = Ormozd = Yezdan) yaratıcı bir ruh, nur,
ışık, alev (enerji), akıl, eylem ve güzelliktir. Bu hayır ilahının yanında, bir de, kâinat yaratıldıktan
sonra zuhur eden; zulmet, kötülük ve yıkım tanrısı Ehrimen vardır. Kâinat işte bu iki gücün, hayır
ve şer, iyilik ve kötülüğün çekişme ve çatışma yeridir. Bu iki tanrıya bağlı hayır ruhları/güçleri
(melekler) ile fenalık güçleri (kötü cinler, ifritler, şeytani varlıklar) karşılıklı mücadele
içindedirler. İnsan da bu zıt güçlerin etkisi altındadır ve ona düşen görev, hayırla şer, adaletle
zulüm arasında cereyan eden bu kozmik mücadelenin sonunda nurun ve hakkın zafere ulaşması
için gayret etmek, bu gelişme ve evrimleşme yoluna girmek ve bu yolda katkıda bulunmaktır.
"Zerdüşt'e göre, nihayet Hürmüz, Ehrimen'e galebe çalacak, ve âlemin cidali bir ahenk ve sükûn
ile nihayet bulacaktır."
Mazdeizm, nur ve ışığın sembolü olarak ateşe hürmet etmeyi talep ediyor, yanan bir ateşin
söndürülmesini iyi saymıyordu. Bu yüzden kendilerine, yanlış ve haksız olarak ateşe tapanlar
anlamına gelen "ateşperest" de denmektedir. Başlangıçta, tapınak kurumu ve putlara tapınma gibi
uygulamalar bulunmuyordu; kutsal metinlerin dua ve ilâhîler şeklinde okunması yoluyla ibâdet
ediliyordu. Zerdüştlük; zamanla, Sâsânî İmparatorluğu döneminde, ruhbanları tarafından ahlâkî
195
boyutlarından ziyade dînî merasimler ve âyinler yönünün (ateşe tapma âyinlerinin) ön plâna çıktığı
bir şekil aldı. Kurucusunun muhteşem monoteistik inanç sistemi, Hristiyanlıkta olduğu gibi,
zamanla politeist bir çizgiye dönüştü.
Mecûsîlik, kendinden önceki dinlerden etkilendiği gibi, kendisinden sonra gelen dinler (bu
arada kitabî dinler) ve felsefî düşünce üzerinde de önemli etkilerde bulunmuştur. Meselâ,
Hıristiyanlıktaki Kristmas âyinlerinin kökünde Zerdüşt dininin Mitra kutlamaları yatmaktadır.
İslâm dünyasında Şeyh-i Yunani olarak bilinen Neo-Platonizmin kurucusu Plotinus'un (205-270),
Mitra /Mitraizm felsefesini öğrenmek için İran'a gitmek üzere Mısır'dan, yola çıktığı ama Antakya
civarından geri dönmek zorunda kaldığı bilinmektedir. Zerdüştlüğe ait itikatlar Müslümanların
İranlılarla karşılaşmalarından başlayarak, hattâ daha öncesinden de İslâm ülkelerine sızmıştır.
Müslüman filozof Sühreverdî'nin, nur ve zulmet kavramlarını Zerüştlük'ten alarak iki ezelî prensip
şekline dönüştürdüğü kaydedilmektedir. Diğer yandan, bir Aryan dîni olması ve otentik bir nitelik
taşıması sebebiyle Mazdeizm'in ve onun, kurucusunun, meşhur Alman filozofu Nietzche (1844-
1900) tarafından "Böyle Buyurdu Zerdüşt" adlı eseriyle on dokuzuncu asrın gündemine getirilmiş
olmasına da burada işaret edelim.
Ülken'e göre, "Yunan ve İran hikmetleri birbirinin tamamıyla zıddı vasıflara maliktir. Biri
varlıkçı diğeri insaniyetçidir (humaniste). İran hikmeti, insanı âlemin merkezi ve bütün eşyanın
mânâ ve gayesi olarak telakki eder. Varlığın hikmet-i vücud'u insandır. ... millî ve zümrevi
farkların üstünde insanî birliğe inanır. ... Zerdüşt, Zend Avesta'da bize insanın hayırla şer
arasındaki mücadeleye sahne olan vicdanını ve insan iradesinin kâinat içindeki yüksek mevkiini
gösterir...”.
4. SOSYAL VE EKONOMİK HAYÂT
Sosyal ve hukukî statüleri bakımından kişilerin ruhban, aristokratlar (zâdegân/eşrâf) ve
halk olmak üzere üç ayrı zümreye ayrıldığı görülmektedir. Aristokrat sınıf, Pers devletini kuran
hanedan mensuplarından oluşurdu ve devletçe kendilerine tahsîs edilen malikanelerde yaşarlardı.
Kullandıkları bu araziler karşılığında harp zamanı hükümdarın ordusuna katılmak üzere belli
miktarda askeri hazır tutmak zorunda idiler. Halk zümresini çiftçiler, tüccarlar, esnaflar, işçiler vs.
oluştururdu. Halk tabakası da, hâkim millet konumundaki Persler, fethedilen ülkelerin halkları ve
sınır boylarındaki memleketlerin halkları olmak üzere üç kısma ayrılırdı. Hâkim unsur olan
Persler, kendilerini bütün tâbi kavimlerin efendisi sayarlardı. Bu sınıflara mensup kişilerin
aralarında hukukî ehliyet bakımından ne gibi farkların olduğu konusunda açık bir bilgiye sahip
değiliz. Ancak, Sâsâni dönemine âit uygulamalardan bu döneme ilişkin bâzı kıyaslamalar
yapmamız mümkündür.
Her sınıftan halk, fert planında hükümdarın kölesi (kulları) sayılırdı. Ferdî hak ve özgürlük
kavramları söz konusu olmamakla beraber, çeşitli din ve kültürlere mensup halklara müsamaha
gösterildiği, kendi din ve kültürlerini yaşamalarına izin verildiği görülmektedir. Bu müsamahakâr
politikanın, işgal edilen ülkelerde ve Assur’ların gaddar uygulamalarını yaşamış halklar arasında
Pers yönetimine dönük olarak olumlu ve benimseyici bir tutumun doğmasına yol açtığı
anlaşılmaktadır. Meselâ, Pers kralı Kurus, Bâbil hükümdarı Bahtunnâsır'ın Kudüs'ten sürdüğü
Yahûdîlerin tekrar Kudüs'e dönmelerine müsâade ettiği; keza, Fenikelilere ve Mısır halkına da
196
kendi iç işlerinde bir nevi muhtariyet tanıdığı görülmekte. Keza, Mısır'ı fetheden Kambuz
(Keykâvus), Mısır halkı tarafından kendi firavunları gibi benimsenmiş ve "firavun” unvanını
almış; daha sonra gelen oğlu Darius da Mısırlı ruhbanları himaye etmiş, kadîm Mısır dininin
mensupları için mabetler yaptırmıştır.
İmparatorluğun merkezlerini birbirine bağlayan yolların inşa edilmiş olması sonucu,
merkezin eyaletlerle irtibatı ve onlar üzerinde etkin bir yönetim tesis etmesi gerçekleştiği gibi; bu
yollar sayesinde ticaret canlanmış, uzak bölgeler arasında kültür alışverişi imkânı doğmuştur.
Darius I'in (550-486) yaptırdığı, Sus şehrinden Sard' a (Basra Körfezi'nden Ege Denizine) kadar
uzanan kervan yolu (Kral Yolu) üç bin kilometreye yaklaşıyordu ve bir kervan bu mesafeyi doksan
günde alabiliyordu. Bu güzergâh boyunca 111 konak yeri vardı ve buralarda yolcular için istirahat
edip ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri kervansaraylar; ayrıca resmî habercilerin kullanmaları için
özel atlar bulunmaktaydı. Her konakta hazır tutulan atlar sayesinde bir imparatorluk mektupçusu
bu mesafeyi bir haftadan az bir sürede kat edebiliyordu. Yunan tarihçisi Herodot, Pers
İmparatorluğunda görülen bu düzen ve ihtişamdan büyük bir hayranlıkla bahsetmektedir.
5. DEVLET YÖNETİMİ VE DEVLET TEORİSİ
Pers İmparatorluğu, eski dünyada kurulan devletler içinde gerçek mânâda bir imparatorluk
sistemi kurmayı başaran ilk devlettir. Daha önce Assurluların aynı coğrafyadaki zulüm ve şiddet
üzerine dayalı imparatorluklarıyla kıyaslandığında bu imparatorluk insan medeniyetinin
gelişmesinde önemli bir aşama oluşturmaktadır. Yeryüzünde o zamana kadar görülen devletlerin
en büyüğü ve en nizamlısı olan Pers İmparatorluğu, farklı ırkları, dilleri, dinleri ve gelenekleri bir
arada tutan etkin bir devlet örgütlenmesi kurmayı başarabilmiş; her milleti kendi husûsiyetlerinde
serbest bırakarak Pamir'den Akdeniz'e, Ege'den İndus'a, Hazar'dan Mısır'a kadar uzayan bölgede
hakikî bir Şark ülkeleri konfederasyonunu gerçekleştirmiştir.
a. Devlet Yönetimi
Pers imparatorluğu, Roma öncesi döneminin en büyük siyasî organizasyonu ve tarihin
kaydettiği en iyi devlet yönetimlerinden biri olarak, daha sonraki dönemlerde Çin, İskender, Roma,
Selçuklu ve Osmanlıların imparatorluklarına da model oluşturmuştur, Persler bu mutlak monarşi
yönetimini Assur ve Bâbil İmparatorluklarından almış bulunmakla beraber, onu çok daha
geliştirmişlerdir.
Krallık babadan büyük oğula geçerdi, fakat büyük oğulun anasının asîl olması ve babasının
krallığı zamanında doğmuş bulunması da gerekiyordu; ancak, uygulamada bu durum daha çok
suikast ve isyanlarla belirlenirdi. Krallar Kralı, Şehinşah gibi unvanlara sahip Büyük Kral'ın,
kendisine Ahura-Mazda tarafından verildiğine inanılan yetki ve otoritesi teorik olarak sınırsızdı.
Fakat, elbette böyle muhteşem bir devletin asırlarca keyfî ve gelişigüzel bir biçimde yönetilmesi
söz konusu olamazdı. Büyük Kral, uygulamada, tâc ile halk arasında mutavassıt bir rol oynayan
aristokrasinin gücü tarafından sınırlanırdı. Dînî ve millî mahiyetteki örf ve âdet ilkeleri, kendileri
ve daha önceki krallar tarafından konulmuş hüküm ve fermanlar, fiilen hükümdarın mutlak
yetkilerini, sınırlayan bir çerçeve oluştururdu. Pers krallarının yedi büyük Pers sülâlesinin
reislerinden oluşan bir müşavere heyetleri vardı, imparatorluğun en önemli konularında karar
verirken bu heyetle istişare ederlerdi. Lüzum görüldükçe, eyaletlerden gelen yüksek yöneticiler de
197
bu heyete katılıyorlardı. Büyük Kral, imparatorlukla ilgili önemli meseleleri, bu heyetle görüşerek
kararlaştırırdı. Diğer yandan, imparatorluk yirmi üç ilâ otuz civarında değişen eyaletlere ayrılmıştı.
Bunların başına, devleti koruyan anlamına gelen ve "kşatrapavan" denilen valiler atanırdı.
[Yunanlılar bu kelimeyi satrapos (satrap) şeklinde telaffuz etmişlerdir]. Bu eyaletlerden bazıları
daha muhtar bir statüde idiler.
Eyaletlerde, satrap, sivil işlere bakan, baş kâtip ve askerî birliklerin başındaki komutandan
her biri doğrudan Krala bağlı bir konumdaydı, merkezle doğrudan haberleşebilir, doğrudan
doğruya saraydan emir alırlardı. Satraplarla, onun yanında bulunan mülkî ve askeri görevlilerin
böyle birbirlerinden tamamen müstakil bir tarzda yönetilmeleri, hem birbirlerini kontrol etmelerini
sağlamaya, hem de merkeze karşı bir güç odağı oluşturmalarını önlemeye dönüktü. Başkâtipler
satrapları kontrol eder ve olup bitenlerden merkezi haberdir ederlerdi. Şehir kaleleri kaymakamlar
tarafından idare edilirdi. Ayrıca, Büyük Kral, eyaletlerde olup bitenleri teftiş etmek üzere ülkenin
her yanına, "kralın gözü/kulağı" denen müfettişler yollar, bunlar devamlı ve düzenli olarak
maiyetlerinde bir bölük askerle ülkeyi dolaşarak merkeze rapor gönderirler; suçlu gördükleri
kişileri yargılanmak üzere merkezdeki "Büyük Kral Mahkemesi"ne sevk ederlerdi.
Satrapların en önemli görevi, belirlenen miktardaki vergileri toplayıp merkeze
göndermekti. Her eyaletin ödemekle mükellef olduğu vergi miktarı, zenginlik durumuna göre ayrı
ayrı belirlenmişti. Vergilerini ödeyip, devlete bağlı kaldıkları sürece İmparatorluk bünyesindeki
halkların inanç ve kültürlerine karışılmazdı. Fars'lar hâkim millet konumunda idi ve onlardan vergi
alınmazdı. Harp zamanlarında ordunun esas kadrosunu oluşturan göçebeler, iç Asya'ya kadar
yayılan ve Kralı metbû tanıyan aşiretlerden oluşmakta idi.
b. Devlet Teorisi
Ahuramazda'nın, yeryüzünde kendisine vekili olmak üzere ismen ve şahsen seçtiği
müstesna bir şahsiyet olarak Büyük Kral (Krallar Kralı, Şehinşah} 'ın yetki ve otoritesi mutlaktır;
O, hiç bir kayıtlamaya tabî değildir. Bu yetkinin kendisine Ahura-Mazda tarafından verildiğine ve
icrââtlarında da onun arzusuna göre hareket ettiğine inanılır. Böyle olunca, İlâhî iradenin bir
tecellisi olarak kabul edilen kralın ilân ettiği yasa ve fermanlar tartışılamaz; keza O'nun temsilcisi
olarak hâkim sıfatıyla verdiği hükümlere karşı yapılacak bir itiraz ve karşı çıkma da, Ahura-
Mazda'ya karşı bir saygısızlık olarak değerlendirilirdi. Büyük Darius (Darius I), Nakş-ı Rüstem
Yazıtı'nda bu konumunu şöyle dile getirmekte:
- "Ahuramazda, yeryüzü nizamının bozulduğunu görünce onu bana havale etti. Ben de
yeryüzüne nizam verdim."
Yazıtın devamında, kendisini, “Ahuramazda'nın rızasıyla hüküm süren bir kral” olarak
tasvir etmekte ve, bir çok kişi arasından kendisini seçen ve tek kral yapan Büyük Tanrı'nın
dilemesiyle ve O'nun yardımları sayesinde düşmanlarına üstünlük sağladığını da eklemektedir.
Ancak, Mısır firavunlarda görüldüğü, gibi, Büyük Kral’ın şahsına ilahlık niteliği atfedilmez; fakat,
sıradan bir insan olarak da düşünülmezdi. İran'da bu mânâda Tanrılık iddiasına kalkan ilk kişi
İskender olmuştur.
198
Teb'a ve kral ilişkilerinde temel prensip, Ahuramazda'nın mümessili olarak Büyük Kral'a
ve hanedana sadâkat ilkesidir. En yüksek devlet yöneticilerinden en basit halka, kadar herkes
Büyük Kral'ın bandaka’sı, yâni bendesi ve kulu idi ve önünde secdeye kapanmakla mükellefti.
Ancak, Firavunlar gibi Tanrılık iddiasında bulunmadıklarından, bu secdeyi tapınma anlamında
değil, belki tâzîm anlamında anlamak daha doğru olur.
Teoride yetkileri sınırsız gözükse de, uygulamada, hükümdar bile, yerleşik teamülleri
değiştirmiyor, değiştiremiyordu. Meselâ, bu kurallara göre Büyük Kral ülkede hakkı ve adâleti
gerçekleştirmekle mükellefti. Nitekim, Devlet yönetimine ilişkin olarak, bir başka yazıtta Büyük
Kral’ın ağzından, şu ifadeler yer alıyor:
"Hakkaniyet ve adalet esaslarına göre hareket ettim. Ne fakire, ne de yetime karşı şiddet
irtikâp ettim. Evimde hizmet eden adama iyi muamele ettim. Haksızlık edeni şiddetle
cezalandırdım... Ey, sen ki sonra kral olacaksın! Yalancı, amansız adamı dost edinme! Belki onu
şiddetle cezalandır".
Darius I'in mezarı üzerindeki uzun kitabede, kendi yönetim ilkeleri şöyle sıralanmakta:
"Adâleti sevdim; yalanı sevmedim. Arzu ve iradem yetime ve dula karşı hiçbir suretle
adaletsizlik yapılmaması olmuştur. Yalancıyı şiddetle cezalandırdım; fakat, tarlasını süreni de
mükâfatlandırdım".
c. SÂSANÎ İMPARATORLUĞU DÖNEMİ (M.Ö. 224-651)
1. TARİH, TOPLUM, DEVLET
a. Tarih
III. Darius döneminde, M.Ö. 331 yılında, İran, İskender tarafından işgal edildi ve Pers
İmparatorluğu son buldu. İskender sonrası dönemde İran coğrafyasında seksen yıl kadar Makedon
egemenliği devam etti. Bu dönemin ardından, M.Ö. 224 yılında İran'da Sâsânî Devleti kuruldu ve
bu devlet 650’lerde Müslüman Araplar tarafından yıkılıncaya kadar dokuz asra yakın bir süre
hükümrân oldu. Sâsâni İmparatorluğu'nun da hemen her bakımdan Pers İmparatorluğunun devamı
olduğu göz önünde tutulursa, kısa (330-248 yılları arası 82 yıl) süren İskender Dönemi hariç
tutulduğunda, her iki imparatorluğun toplam süresi on bir asrı aşmaktadır ki, dünyanın en uzun
süren imparatorluklarından biridir.
Arap fütûhâtından sonra İran coğrafyasında Emeviler ve Abbasîler egemen oldu. Dikkat
çekici bir husûs da Abbasilerin son dönemlerinden günümüze kadar devam eden süreçte İran
halkını yarı yarıya Turanî menşe'li kavimlerin oluşturmakta olması ve son zamanlara kadar, İran
coğrafyasının, hep Türk hükümdarlar tarafından yönetilmiş bulunmasıdır. Abbasileri tâkiben,
Gazneliler, Büyük Selçuklular İran'a hâkim oldular. 1200'lerde Cengiz Han'ın orduları İran'a girdi.
Ardından, sırasıyla İlhanlılar, Timur, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Safeviler, Kaçarlar ve son
olarak da Pehlevî sülâlesi (1921-1979) İran'ı yönetti. Pehlevî sülalesinin son şahı Rıza Şah'ın bir
halk devrimiyle tahttan uzaklaştırılmasından sonra (1979) bugünkü İran yönetimi başa geçti.
199
b. Kültür
Kadîm İran'ın, büyük bir medeniyet ve kültür olarak, civar coğrafyalarda, meselâ Anadolu
ve Arabistan bölgelerindeki kültür üzerinde çok önemli etkileri olmuştur. Hz. Muhammed'in,
İran'ın âdil hükümdarı Nûşirevân (Hüsrev) zamanında (531-579) dünyaya gelmekle övündüğüne
dair bir sözü nakledilir. Mâverdî, İran Medeniyetinin insan medeniyetine yaptığı katkı bakımından
İslâmiyet açısından da önemli ve saygın bir kültür olduğunu belirtme sadedinde şöyle bir hadis
nakletmektedir: Huzurunda bir İranlı'ya hakaret edilmesi üzerine Peygamber şöyle buyurdu:
"Onlara küfretmeyiniz (çünkü) onlar yeryüzünü imâr ettiler". Diğer yandan, İran, İslâm
mistisizminin asıl doğuş ve gelişme yeri olmuştur. İslâm tasavvuf hareketinin doğuşunu
açıklarken, Nicholson, Hint tesiri ve Yeni Eflatunculuk üzerinde durur; Blochet, Dozy, Von
Kremer, daha çok Hind-İran etkisini ön plâna çıkarır; Brown ise, Sâmî bir dîne karşı ârî bir
reaksiyon olarak izah etme yoluna gider.
c. Din ve Dînî Hayât
Ruhani sınıfa mensup din adamlarına "mobed" denirdi ve mahkemelerdeki hâkimler de
mobed'lerden olurdu. Mobed'lerin tepesinde de hükümdar tarafından tâyin edilen en yüksek ruhânî
lider "mobedi mobedân" bulunurdu ki, kendisinin devlet ve halk nezdinde çok önemli ve îtibârlı
bir mevkii vardı; diğer rûhânîleri de o tâyin ederdi. Bütün dînî ve îtikâdî meselelerde bu dînî reis
nihâî merci durumunda idi. Mobed'lerin başlıca görevleri mabetlerin yönetimi ve dînî merasimleri
icra etmekti; ancak, bu dînî işlerle meşgul olmaları yanında, zaman zaman, ondan da daha çok
devlet işlerine karışmaya çok hevesli idiler. O kadar ki, bâzı tarihçilere göre, Sâsânî
İmparatorluğunda bu rahimlerin onaylamadığı hiç bir şey meşrû ve caiz sayılmazdı. Rûhâniler
imtiyazlı bir sınıf oluşturuyorlardı; onlar genel hukuk kuralları ile bağlı değildiler, kendilerini
sadece dînî kanunlarla bağlı sayarlar, aralarında çıkacak ihtilâfları, kendi içlerinden belirledikleri
hakemler marifeti ile çözerlerdi. Mobed’lere bu gücü sağlayan başlıca iki kaynak vardı. Biri sahip
oldukları dînî/ruhânî otorite; diğeri de, iktisadî güçleri. Tapınaklara bağışlanmış çok büyük
miktardaki arazileri ve onların gelirlerini onlar kontrol etmekteydiler. Ayrıca, halktan topladıkları
öşür vergisi de onlara büyük gelirler sağlıyordu.
Daha önce de işaret edildiği gibi, Zerdüştlüğün zamanla ahlâkî muhtevasından oldukça
uzaklaşarak, ateşe saygı temelinde ve şekilci dînî merasimlere dayalı bir uygulamaya dönüştüğü
görülmektedir. Her hâne, köy ve kasabada sönmeyen bir ateş bulundurmak gerekirdi. Hâne ateşini
söndürmemek o hâne reisinin başlıca görevleri arasında idi. Her köyün ateşinin başında iki tane
rûhânî bulundurmak zorunlu idi. Kasaba ve şehirlerdeki mabetlerde yanan ateşlerin başında daha
fazla sayıda rûhânî bulunurdu ve bunların başlıca görevleri bu ateşlerin sönmesine meydan
vermemekti. Mobed’lerin bir başka vazifesi de, halkın günahlardan arınmasını sağlamak, bunun
için de onların itiraflarını dinlemek, af merasimi yapmak ve işlenen günahlara karşılık nakdî ceza
miktarlarını belirlemek ve toplamak; doğum, nikâh ve defin merasimlerini yönetmek vs. idi.
Rûhânî sınıfa mensup olmayanlar dînî kaideleri, emir ve yasakları bilmediklerinden, mütemadiyen
günah işlerlerdi ve onun için de işledikleri günahların affı için mabed'lere başvurmaları ve onlara
ödemelerde bulunmaları gerekirdi.
200
Bu haksız ve adâletsiz uygulamalara karşı, beşinci asrın sonlarında bir kıtlık yılında
Mazdek isminde bir Zerdüşt mobedi mobedân, köylüleri ve diğer ezilen sınıfları etrafında
toplayarak ayaklanma başlattı ve peygamberliğini ilân etti. O kadar güç kazandı ki, kral Kavad I
bile onun Mazdekizm dînini kabul etmek durumunda kaldı ve kendi tahtı yanında Mazdek için de
bir taht yaptırdı. Mazdek'in belli başlı ilkeleri şunlardı:
- Her türlü ayrıcalıkların kaldırılması, insanlar arasında mal ve servet eşitliğinin
sağlanması. "Hava, su gibi para vs. her türlü zenginliğin de eşit olarak paylaşılması gerekir";
- Evliliğin kaldırılması, kadınların ortak olması;
- Hayvan eti yemenin yasaklanması.
Bu eşitlikçi/komünist ilkeler İran'da bir süre uygulandı; bütün mal ve servetlere,
malikânelere el konulup eşit olarak paylaştırıldı. Ancak, bu uygulamalar İran'da halkın hayat
seviyesinde iyileşmeye yol açmadığı gibi, tersine birikmiş servetlerin yok olmasına ve kaynakların
işletilememesine, üretim düzeyinin düşmesine sebep oldu. Kimse çift sürmek, hayvanların
bakımını yapmak istemiyordu. Sonunda büyük bir iktisadî buhran ortaya çıktı; fakirlik ve sefalet,
önceki dönemi aratacak kadar arttı ve tekrar eski düzene dönülmek durumunda kalındı. Mazdek
inancı reddedildi ve sapık bir inanç olarak kabul edildi. Kral Kavad'ın ismi ise dilimizde hâlâ
“kavat” şeklinde olumsuz bir çağrışım, olarak kullanılmaktadır.
d. SOSYAL VE EKONOMİK HAYÂT
Pers dönemindeki toplumsal yapı ve sosyal sınıfların bu dönemde de devam ettiği
anlaşılmaktadır. Bununla beraber, ruhanîler, asiller (zadegan, eşraf, yönetici sınıf ve askerler) halk
(esnaflar, çiftçiler vs.) olmak üzere üçlü sınıfsal yapı, kast mahiyetinde değildi. Hemen bütün arazi
asiller ve ruhanî sınıfın elinde toplanmıştı. Köylüler, bu iki sınıf için çalışır durumdaydı. Soylu
Pers sülâlelerinden gelen mülkî ve askerî erkân, malikânelerinde oturur ve arazilerini yarı-köle
durumundaki çiftçiler vasıtası ile işletirlerdi. Köylüler, işledikleri toprakların mülkiyetine sahip
değillerdi; ruhban ve zadegan sınıfın kontrolündeki arazilerde toprağa bağlı serf statüsünde idiler.
Farklı din ve kültürlere karşı Persler'de gösterilen hoşgörü anlayışının daha sonra Sâsaniler
döneminde de sürdüğü ve onlardan da Bağdat halifelerine intikâl ettiği anlaşılmaktadır. Meselâ,
aynı dönemde Bizans ve İskenderiye'de teokratik devletin baskısı altında gelişme imkânı
bulamayan bilimsel ve kültürel etkinlikler; 530-580 yılları arasında Sâsâni yöneliminin hoşgörülü
ortamında faaliyet gösteren Jundişabur Üniversitesi'nde ve daha sonra Bağdat Halifeleri
döneminde (750-900) canlanma ve gelişme imkânı bulabilmiştir. Bilindiği gibi, bu serbesti
ortamında klasik döneme ait Grek eserlerinin Arapçaya çevrilmesi ve sonra da Avrupa'ya intikâl
etmesi, Avrupa'nın Orta Çağ'dan uyanmasında ve Rönesansın başlamasında çok önemli bir rol
oynayacaktır.
e. DEVLET YÖNETİMİ VE DEVLET TEORİSİ
ea) Devlet Yönetimi
Sâsânî devlet teşkilâtı, daha sonraki devletlerin, bu arada Roma, Abbasî ve Osmanlı
imparatorluklarının da örnek aldıkları bir model olmuştur. İran'ı işgal eden Müslüman Arapların
201
kurdukları Emevi ve Abbasi devletlerinin, daha sonra da Selçuklu ve Osmanlıların, Sâsânî devlet
örgütlenmesini ve yönetim tarzını kendilerine adapte ettikleri, bazen de aynen aktardıkları
görülmektedir. Hattâ, Sâsânî döneminin yöneticileri ve eğitimli kadrosu, fütuhatı takip eden
dönemlerde vezirliğe ve diğer İdarî görevlere atanmışlardır. Bilindiği gibi, Anadolu Selçuklu
devletinin resmî dili Farsça idi; sultanların ve yüksek düzey yöneticilerin unvanları da Farsça olup,
eski Sâsânî hükümdarlarının adlarını çağrıştırırdı. Mevlânâ'nın Mesnevisi de Farsça yazılmış olup,
muhtevasında Sâsânî dönemine ait pek çok menkıbeye atıfta bulunulur.
"Devlet Dîvânı," hükümdarca atanan vezir ve diğer yüksek düzey yöneticilerden oluşurdu.
"Sasanî kralları, belli zamanlarda bir imparatorluk Dîvânı toplar, orada yüksek memurlarıyla
çevrili olduğu halde halkın yetkililerden şikâyetlerini dinler ve derhal karar verirdi. Avlanıyorsa
ya da savaştaysa, halkın yazılı şikâyetlerini bizzat kabul ederdi. Ya da, her Doğulu hükümet içinde
temel bir kurum olarak, çok gelişkin bir gizli örgüt bulunurdu ve zulüm iddialarını araştırmak için
eyâletlere gizli ajanlar gönderilirdi".
Baş vezir hükümdarın vekili durumunda idi ve son derece geniş yetkilere sahipti; gerekli
konulara hükümdara arz eder, diğer tüm devlet işlerini hükümdar adına icra ederdi. Ordunun
başında da "sipâh bed" denen bir komutan bulunurdu.
Düzenli bir vergi sistemi ve teşkilâtı, vardı. Topraktan alınan vergiye "kharag" denirdi. [bu
kelimenin aslı Ârâmîce olup Talmud’da da geçmektedir. Kelime Arapçaya "haraç" şeklinde intikâl
etmiş, Osmanlılarda da aynen kullanılmıştır]. Şahıslardan alınan vergiye de "gezit" derlerdi. [Bu
kelime Arapçaya "cizye" olarak geçmiş ve İslâm devletlerinde Müslüman olmayanlardan alınan
şahıs vergisi olarak uygulanmştır]. Kişi/baş vergisi olarak alınan bu "gezit vergisi" toprak sâhibi
olmayanlarla, Hıristiyan ve Yahûdilerden alınırdı.
eb) Devlet Teorisi
Pers yönetiminin bir devamı olarak, Sâsâni yönetiminde de mutlak ve teokratik monarşi
düzeni devam etmektedir; hükümdarın iradesi kanundur, cismanî ve ruhanî tüm yetkiler onun
şahsında toplanmıştır; o hiç bir hareketinden sorumlu tutulamaz; halk sadece onun teb'ası değil,
kullarıdır da. Ancak, sahip olduğu sınırsız yetkilere rağmen, uygulamada Sâsânî hükümdarlarının
koyu bir istibdat rejimi yürüttüklerini söylemek doğru olmaz. Ruhanîler sosyal hayatta ve devlet
yönetiminde büyük ölçüde etkin idiler. Zaman zaman, bir şekilde iktidardan uzaklaştırılan ve hattâ
öldürülen hükümdarlar görülmektedir. Ayrıca, başlangıçta ırsî olan (babadan oğula geçen)
monarşik sistemin, sonraları seçime dayanan bir mahiyet taşıdığı da görülmektedir. Ancak, ileri
gelen devlet yöneticilerinin katıldıkları bu hükümdarın belirlenmesi sürecinde sadece Sâsânî
hânedânından bir prens hükümdar seçilebilirdi.
Sâsanîlerde devlet teorisi ve buna ilişkin uygulamalar ile, bunun Selçuklu ve Osmanlı
üzerindeki etkileri husûsunda en kıdemli tarihçimiz İnalıcık'a kulak verelim:
"Eski Hint-İran ’nasihatname’ edebiyatı, çoğu kez, hükümdarı bir çobana, uyruklarını ise
sürüye benzetir. Tanrı, uyrukları korusun ve doğru yola gütsün diye çobana emânet eder;
hükümdara mutlak itaat de uyrukların görevidir.'' Teb'anın görevi bir koyun gibi hükümdara itaat
etmek, pâdişâhın görevi de âdil ve insaflı bir çoban gibi davranmaktır. "Bu tür adaleti daha da
202
çarpıcı olarak sergilemek için Sâsânî hükümdarları yılda iki gün dinsel önder Ulu Magi'nin
huzurunda sıradan kişiler gibi durur ve yönetimine ilişkin her çeşit şikâyeti dinlerdi". Bin yıl sonra
aynı kurumun ve uygulamanın, yılda bir kez başkentteki "Kadı Mahkemesi"ne giden Anadolu
Selçuklu sultanlarınca sürdürüldüğünü görüyoruz. Sultandan dâvâa olan biri olursa, sultan kadı
önünde hazır dururdu.
Sâsânî Şehinşah'ı I. Hüsrev, âdil bir hükümetin ilkelerini şöyle ortaya koyar: "Köylünün
ödeme gücüne göre vergi salmak ve toplanmasında yolsuzlukları engellemek; ayrıcalıklıların
zayıfları ezmesini ve halkın can ve malıyla oynamasını önlemek; kamu yolarını koruyup,
kervansaray ve köprüler yaptırmak ve sulamayı teşvik etmek; ordu kurmak; eyâletlere âdil yargıç
ve valiler atamak; yabana düşmanların saldırılarını engellemek."
Bu yükümlülükleri yerine getirmek için Sâsânîler, dört yönetim bölümü kurmuşlardı:
politik bölüm, yargı, hazine ve genel dîvân. Fakat hükümetin en önemli bölümü, yetkililere karşı
şikâyetleri dinlemek ve adâletsizlikleri önlemek için toplanan "devlet dîvânı" idi. Ortadoğu
devletinin bu temel işlevleri, şeriat ve Hellen politik düşüncesinin etkisine karşın, değişmeden
Osmanlı dönemine kadar gelmiştir". Bu modelde, toplum iki ayrı sınıftan oluşur: Vergi verenler
ve vergi vermeyenler. Hükümdar ve onun emri altındaki mülkî ve askerî erkân, ki bunlar vergi
vermezlerdi, ikinci sınıf ise vergi veren zümre, yâni "reaya" dır.
2. HUKUKÎ HAYÂT
Bu bölümde Sâsânîlerde hukuk üzerinde durulurken, daha önce de işaret edildiği gibi, konu
Pers dönemini kapsayacak şekilde bir bütünlük içinde verilmeye çalışılacaktır. Çünkü, Perslerin
kanunlarını ihtiva eden kaynaklar elimize geçmemiş olduğundan, bu kanunların mahiyeti hakkında
bilgimiz bulunmamaktadır. Onların dönemindeki hukukî kural ve uygulamaların Sâsânîler
döneminde de devam ettiği düşünülmekte; bir başka ifade ile, Sâsânî dönemine ilişkin olarak
ulaştığımız bilgi ve bulguların Pers dönemi için de geçerli olabileceği farz edilmektedir.
Daha önce de değindiğimiz gibi, kadîm İran hukukuyla ilgili doğrudan kaynaklardan, pek
azı günümüze ulaşabilmiştir. Bu döneme ilişkin hukukî ve diğer bilgileri, İran'a ait dînî ve edebî
kaynaklardan ve, Grek, Hint gibi komşu ülke tarihlerinden sağlıyoruz. Eski İran'la ilgili olarak,
Heredot (484-406) tarihinde önemli bilgiler bulunmaktadır. Meşhur Müslüman tarihçi Taberi
(838-923) de kadîm İran kültürü ve tarihi açısından önemli bir kaynaktır. Bu konuda bir diğer
önemli kaynak da, İran tarihini destan şeklinde anlatan ünlü dâhi şair Firdevsî'nin (935-1020)
Şahnâme adlı eseridir. Bu destanın yanında, içlerinde hukukî bâzı ilkelerin de yer aldığı, X. Asırda
Pehlevî dilinde yazıldığı anlaşılan Dâdistân ve Bandehîş gibi eserleri de zikretmek gerekir. Söz
konusu kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre yaptığımız çıkarsamalar bizi Pers kanunlarının,
Assur-Bâbil kanunlarına nisbetle çok daha insanî olduğu sonucuna götürmektedir. Kadîm
kaynaklarda, "Med ve Perelerin kanunlarının bir eşi daha olmadığı" kaydedilir; İran hükümdarları
da, âdil olmalarıyla iftihar ederlerdi.
Kadîm İran kültürüne ait en eski ve en önemli kaynak olan Zend- Avesta'nın aslının yirmi
bir cilt olduğu, bunlardan dokuzuncu cildin ahlâk, hukuk ve yargılama usûlleri ile; on dokuzuncu
cildin ise medenî ve cezâ hukuku ile ilgili olduğu ve altmış iki baptan oluştuğu rivayet edilmekte
ise de, bu kitaptan sadece Vendidât adını taşıyan ve akaitle ilgili küçük bir metin günümüze intikal
203
edebilmiştir. Söz konusu kaybın müsebbibi olarak, İskender'in Asya içlerine doğru istilâsını
sürdürürken, buralarda egemenliğini devam ettirebilmesi bakımından Zerdüşt dinini önündeki en
büyük engel olarak gördüğü için, bu kültürle ilgili olarak rastlanan her türlü belge ve kitabenin
tahrip edilmesini emretmesi ve yaktırması gösterilmektedir.
a. Eşya Hukuku
Kadîm İran'da gelişmiş bir mülkiyet müessesi mevcuttu. Gayrimenkullerin iktisabı ve devri
mutlaka yazılı senetle olmak gerekirdi. Taşınmaz mülkiyeti sadece üst sınıflara ait bulunuyordu.
Zaman aşımıyla mülkiyet iktisap edilebilmesi de mümkündü; ancak, bunun için kırk yıl gibi uzun
bir süre öngörülmüştü.
b. Aile Hukuku
Aile içinde babanın tartışılmaz bir otoritesi vardı. Karı, kocaya; çocuklar da babalarına
karşı mutlak bir hürmet ve itaatle mükelleftiler. Ancak, özellikle çocukların yetiştirilmesine dönük
olarak anaya da önemli ve îtibârlı bir yer verilmekteydi. Her çocuk yedi yaşına kadar annesinin
nezaretinde terbiye edilirdi; annenin vefatı hâlinde bu görev teyze ve halaya düşerdi. Kız çocukları
için bu durum evlenmelerine kadar devam ederdi.
Müstakbel karı-koca daha çocuk yaşlarda iken aileleri tarafından nişanlanırlardı. Nikâh
aşamasına gelindiğinde ise, muhtelif nikâh tipleri ile karşılaşmaktayız:
- "Pâdeşâhzen nikâhı": Ana-babanın rızası ile bir kızın nişanlısı olan erkeğe
nikâhlanması. Bu nikâhla evlenen kadınlar "pâdeşâhzen eş", yâni imtiyazlı eş sayılırlardı.
- "Yogânzen nikâhı": Bu nikâhı ile evlenen kadın, doğacak ilk erkek çocuğunun,
kocasının değil de, 'erkek çocuk bırakmadan vefat eden babasının' veya yine 'erkek çocuk
bırakmadan vefat eden erkek kardeşinin' çocuğu olarak kabul edilmesi şartıyla evlenirdi. Ve doğan
ilk erkek çocuk, oğlu sayıldığı kişiye (ana-dedesi veya dayısına) halef ve mirasçı olurdu. Ana bu
çocuğu on beş yaşına gelinceye kadar büyüttükten sonra, kocasıyla ikinci bir evlenme daha yapar
ve bu defa kocasının çocuklarını yetiştirirdi.
- "Sadharzen nikâhı": Kadının ilk erkek çocuğunun, çocuğu olmayan herhangi bir kişinin
oğlu sayılması şartı ile yapılan nikâh.
- "Çagârzen nikâhı": Kocası ölen dul bir kadın ile yapılan nikâh. Kadının ilk kocasından
çocuğu yoksa, ikinci kocadan olan çocukların yarısı ilk kocaya ait sayılırdı; ancak, ikinci koca
isterse bu çocuklarını evlat edinebilirdi.
- "Khodsarâyzen nikâhı": Yetişkin bir kızın, ana-babasının rızası olmadan yaptığı nikâh.
Bu tarz evlilik, en fena sayılan bir evlilikti.
Kadîm İran aile hukukunun çok değişik bir yanı da, yakın kan bağı bulunanlar, hattâ
kardeşler arasındaki evliliğin bile meşru görülmesidir. [Hatırlanacağı gibi, Mısır'da da böyle bir
uygulama vardı]. Ancak, bu uygulamanın yüksek sınıflarda görüldüğü, halk kesiminin, buna iltifat
etmediği tahmin edilmektedir.
204
Evlenme için, asgari bir yaş haddi tesbit edilmemişti. Genellikle evlenme yaşının on beş
yaş gibi küçük bir yaşta gerçekleştiği anlaşılmaktadır. İran hukuku, bir erkeğin birden fazla kadınla
evlenmesini meşrû gördüğü gibi; bu meşrû karılarının yanında câriyeleri olmasına da izin
veriyordu.
Kocanın erkek çocuk bırakmadan vefat etmesi hâlinde, karısının, ölen eşinin en yakın
akrabalarından birisi ile evlenmesi gerekirdi. Bu durumda, ikinci evlenmeden doğan ilk erkek
çocuk, ilk kocanın çocuğu sayılırdı. Ünlü İslâm bilgini Bîrûnî, bu uygulama hakkında daha geniş
bilgi vermekte ve Mecusilerin Tavsar kitabından şöyle bir nakilde bulunmaktadır:
"Bir adam ölüp arkasında halef bırakmazsa bakarız. Eğer bunun karısı varsa ölen kimsenin
adına mirasçılarından en yakın kimseyle nikâhlandırırız. Yoksa ölenin kızını, yahut yakın
akrabasından bir kadını, yakın akrabasından bir erkekle evlendiririz. Eğer kızı, ya da kadın
akrabası yoksa, ölenin malıyla yabancı bir kadın evlendirilir. Doğacak çocuk ölünün nesebinden
sayılır."
Evlat edinme müessesesinin de kabul edildiği ve bâzı esaslara bağlandığı anlaşılmaktadır.
Evlat edinecek kişinin reşit olması, Zerdüşt dinine mensup bulunması ve büyük bir günah
işlememiş bulunması gerekirdi. Eğer evlat edinecek kişi, kadın ise, evli ve iffetli olması, kendisinin
bir başkası tarafından evlat edinilmiş olmaması şartları aranırdı.
c. Miras Hukuku
Kadîm İran Hukukuna göre, babanın vefâtı hâlinde, miras, eğer vasiyetname bırakmadan
vefat etmiş ise erkek çocukları ile, henüz evlenmemiş kız çocukları ve karısı arasında eşit olarak
paylaşılırdı. Evli kızlar mirasçı olamazdı, çünkü evlenirken aldıkları cihazın, onların miras
hisselerine karşılık olduğu düşünülürdü. Vasiyet müessesi vardı, fakat, vasiyetname yoluyla
vârisler miras hakkından mahrum edilemezdi.
d. Ceza Hukuku
Ceza Hukuku yönüyle suçlar üç kısımda ele alınırdı: Tanrıya karşı işlenen suçlar (küfür);
hükümdara karşı işlenen suçlar (isyan, vatana ihanet, askerlikten firar vs.) ve insanlara karşı
işlenen suçlar. Birinci ve ikinci çeşit suçların cezası idamdı. Keyhüsrev I zamanında, Tanrıya karşı
işlenen suçlarla ilgili kanunlarda değişikliğe gidilmiş, bu nevi suçluların önce bir yıl
hapsedilmeleri ve bu süre içinde nedamet gösterirlerse serbest bırakılmaları uygulamasına
geçilmiştir. Keza, aynı dönemde, devlete karşı işlenen suçlarda da idam cezâsı sadece isyan ve
askerden kaçma gibi suçlara inhisar ettirilmiştir. Üçüncü çeşit suçlarda ise, suçun çeşidine göre
para cezaları, diyet (suçlunun yakınlarının rıza göstermesi hâlinde), idam, uzuv kesme (mutilation)
cezâları uygulanırdı.
Esas olarak “cezanın şahsîliği ilkesi" benimsenmiş olmakla beraber, bâzı durumlarda bu
ilkeye aykırı cezâ uygulamalarına da yer verilmekteydi. Meselâ, devlete isyan suçunda, cezâ,
suçlunun tüm aile fertlerine de teşmil edilirdi. İsyan eden kişilerin suçları tesbit edildikten sonra,
burunları ve kulakları kesilir, bu şekilde halka teşhir edildikten sonra, isyan ettikleri mahalde idam,
edilirlerdi.
205
Özellikle cinayet gibi suçlarda, kişinin çok yakınları için “intikam” (şahsî öç alma, ihkâk-
ı hak) uygulamasına izin verilmekteydi; ölüm cezasının infazında, öldürülen kimsenin yakınlarına
öç alma imkânı tanınırdı. Gnostik düşünür Bardesanes (154-222), kendi döneminde Partlar ve
Ermeniler arasında cinayet işleyenlerin infazının bazen devlet görevlilerince, bazen de maktulün
akrabaları tarafından yapıldığını nakletmektedir. Avesta'da açıkça intikam hakkından
bahsedilmektedir; ancak, karşı tarafın diyet teklifinin kabul edilmesi de tavsiye edilmekteydi.
Diğer yandan, Tanrıya ve hükümdara karşı işlenen suçların dışındaki suçlarda, suçlunun yakınları
razı oldukları takdirde idam cezası uygulanmaz, fidye/diyet cezası verilirdi. İntikam duygusunun
kültüre ne ölçüde sinmiş olduğunu göstermesi bakımından son Sâsânî şahlarından Husrev Perviz'in
(591-628) ölüm döşeğindeyken söylediği rivayet edilen şu söz oldukça ilginçtir: "Pederinin katilini
öldürmeyen kimse piçtir". Konfüçyüs'ün aynı konuya ilişkin benzer minvaldeki görüşleri için de
ilgili bölüme bakılabilir.
Mülkiyete karşı işlenen suçların cezası da oldukça ağırdı. Meselâ, suçüstü yakalanan hırsız,
zincire vurulur ve çaldığı şeyler boynuna asık vaziyette hâkimin huzuruna çıkarılır; eğer suçu sabit
görülürse ölüm cezâsına çarptırılır ve asılarak idam edilirdi.
Suçlulara uygulanan cezalar hakkında da şunlar zikredilebilir: Göz çıkarma, göze mil
çekme cezâsı yaygın bir uygulama idi ve özellikle isyan eden prenslere ve yüksek yöneticilere
tatbik edilirdi. İdam cezası, suçlunun başının kılıçla kesilmesi şeklinde uygulanırdı. Bâzı
durumlarda, özellikle dînî suçlarda taşlayarak öldürme (lapidation) cezasının da tatbik edildiği
görülmektedir. Devlete karşı işlenen suçlarda bâzan çarmıha germe (crucification) cezası
uygulanır; ayrıca, suçlunun derisi samanla doldurularak halka teşhir edilirdi. Vatana hıyanet
suçunun cezası, baş ve kol kesmekti. Suçlu ölmüş ise bu ceza naaşına tatbik edilirdi. Devlete karşı
isyan eden kişilerin bütün ailesine de aynı cezâ uygulanırdı.
Ağır cürümlerin dışındaki suçlar için, beşten iki yüz sopaya kadar değişen kamçılama
cezâsı uygulanırdı. Bir çoban köpeğini zehirleyene iki yüz değnek, kasıtsız olarak bir adamın
ölmesine yol açana doksan değnek vurulurdu. Kamçı cezalarını paraya çevirmek, adlî hizmetlerin
bir finansman yolu olarak kullanılır, kamçı başına altı rupi bedel alınırdı. Daha ciddî suçlar için
ise, dağlamak/damgalamak, organ kesmek, sakatlamak, gözlerine mil çekmek, hapis ve idam
cezaları verilirdi. Küçük bâzı dinimler için idam cezâsı verilmemesi kanunla emredilmişti; ancak,
hainlik, tecavüz, sodomy, katil, kuyuları vs. kirletme, kralın mahremiyetine tecavüz etmek, devlete
karşı direniş gibi cezalar bu kuralın dışındaydı. İdam cezaları zehirleme, haça germe, kazığa
oturtma, taşlama, diri diri toprağa gömme gibi değişik biçimlerde uygulanırdı. Bu idam
uygulamalarının bir kısmı, kendilerinden sonra bölgeyi istilâ eden Türklere de geçmiştir.
e. Mahkemeler ve Muhakeme Usûlü
Ahuramazda adına adaleti yeryüzünde yaymakla görevli olduğundan, en yüksek hâkim
Büyük Kral'dı. Şahsına, fermanlarına ve devletin güvenliğine karşı işlenen suçlar söz konusu
olduğunda suçlular bizzat Büyük Kral veya kendisinin riyaset ettiği, yedi üyeden oluşan Büyük
Kral Mahkemesi heyeti tarafından muhakeme ve tecziye edilirdi. İlâhî iradenin tecellisi olarak
kabul edilen kralın ilân ettiği yasa ve fermanlar tartışılamadığı gibi, gördüğü bir dâvada, hâkim
sıfatıyla verdiği hükümler de tanrı Ahuramazda’nın ilhamıyla vuku bulduğuna inanıldığından
206
bunlara karşı yapılacak bir itiraz ve karşı çıkma, doğrudan tanrıya karşı bir saygısızlık olarak
değerlendirilir ve şiddetle cezâlandırılırdı.
Aslında, kanunları formüle edenler rahiplerdi ve eski dönemlerde yargılama görevini de
onlar yerine getirirlerdi, fakat daha sonraları bu görev giderek ruhanî sıfatı olmayan hâkimlerce
îfâ edildi. Belki de durumu şöyle ortaya koymak daha doğru olur: Pers İmparatorluğunun adlî
sistemi içinde iki çeşit yargı organı olup, Tanrıya (dine) karşı işlenen suçlar ruhban sınıfından
oluşan mahkemelerde görülürdü. Diğer yandan, Durant, yargılama işlerinin saraydan gelen ve
görevlendirilen hadımağaları tarafından yapıldığını; Bâbil ülkesinden Fars ülkesine her yıl hadım
edilmiş beş yüz çocuğun gönderildiğini kaydetmektedir.
Merkezdeki yüksek mahkemenin altında tüm ülkeye dağılmış mahallî mahkemeler yer
alırdı. Eyaletlerde, adâleti temin husûsünda satrap'lar Büyük Kralı temsil ederlerdi. Eyaletlerde, o
memleketin mahallî kanun ve nizamları, âdet ve gelenekleri uygulanır, her şehir ve kasabada
bulunan hâkimler bunlara, göre hüküm verirlerdi. Ayrıca, her köyün muhtarı ("dehkan") da küçük
dâvalara bakmakla yetkili kılınmıştı. Mobadlar ve asiller (askerî sınıf) genel mahkemelere tâbi
değildi; onlarla ilgili dâvalar ayrı mahkemelerde görülürdü. Diğer yandan, zadegan sınıf,
kendilerine kral tarafından tahsîs edilmiş bulunan, bâzıları neredeyse bir devlet kadar geniş olan
iktâlarında büyük bir otonomi içinde otoritelerini, kullanır, kendi yasalarını koyar, adâleti icra
ederdi.
Görevlendirilen hâkimlerden adaletle hükmetmeleri istenir, adalete aykırı ve keyfi karar
veren hakimler hakkında çok şiddetli ve ibretamiz cezalar verilirdi. Rüşvet aldıkları anlaşılan
hakimler idam edilir ve derileri yüzülerek mahkemede oturdukları koltuklara kaplanırdı.
"II. Kambises (MÖ.529-522), rüşvetçi yargıç Sisamnes'in derisini yüzdürerek öldürmüş ve
Sisamnes’in oğlu Ottanes’i aynı göreve atamış, atarken eski yargıcın derisini yargıçlık
sandalyesinin üzerine gerdirmiş ve yeni yargıca da, ‘nasıl bir sandalye üzerinde oturduğunu
unutmamalısın' demiştir."
Büyük Kral, hâkimlerin acele ile ve şiddetli cezâlar vermelerini iyi karşılamaz, böyle
davranan hâkimleri tâzir ederdi. Suçluların, işledikleri ilk suçtan dolayı hemen en ağır cezâlara
çarptırılması tasvip edilmez; suçlanan her kişinin iyi ve kötü hareketleri karşılaştırılarak,
fenalıkları iyiliklerinden fazla ise o zaman, fiilnin durumuna göre cezalandırılması istenirdi.
Kölelerin bile, Sâmî toplumlarda görüldüğü gibi, hemen ilk kusurlarından dolayı efendileri
tarafından vahşice cezalandırılmalarına müsâade edilmezdi; hak ve adâletin koruyucusu sıfatıyla
Büyük Kral, böyle davranan kişileri cezalandırırdı.
Diğer yandan, mahkemeler, cezalandırma yönünde olduğu kadar, gerektiğinde ilgili tarafın
mükâfatlandırılması yolunda da karar verirdi. Suç işleyen kişinin hâl ve davranışlarında herhangi
bir hafifletici sebep varsa bunların ortaya çıkarılmasına ve suçlunun lehine bir faktör olarak
değerlendirilmesine çalışılırdı. İhtilâfların, tarafların anlaşma yoluna giderek veya arabulucu
mârifetiyle uzlaşarak çözülmesi teşvik edilirdi.
207
Görülmekte olan dâvalarda, en önemli delil olarak şahitlerin beyânlarına dayanıldığı
anlaşılmaktadır. İşlenen suçla alâkalı şahit ve sair delillerin bulunmadığı hallerde, sanığa işkence
edilmesi ve ateş tecrübesi gibi uygulamalara da gidiliyordu. Yemin teklifi uygulaması da vardı.
Muhakeme usûlü bakımından ilginç bir uygulama da, gerekli incelemeyi yaptıktan sonra
hâkimlerin kararlarını, hiçbir gerekçe ve açıklama göstermeksizin; ceza dâvalarında
"suçludur/suçsuzdur"', hukuk dâvalarında ise, "haklıdır/haksızdır" şeklinde açıklamalarıdır.