207
HUKUK TARİHİ Ders Notları MMXIV History of Law Lecture Notes MMXIV

HUKUK TARİHİ - dnviz.net

  • Upload
    others

  • View
    15

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

HUKUK TARİHİ Ders Notları

MMXIV

History of Law Lecture Notes

MMXIV

Page 2: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

2

Page 3: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

3

GİRİŞ

"Geçmişler geleceğe, bir su damlasının bir su damlasına benzediğinden daha çak benzer".

İbn Haldun

“Aynı ırmakla iki defa yıkanamazsınız...” Herakleitos

Çoğu zaman hukuk kuralları, kanunlar denince, hukuk disiplinin mevzuu olan, onun

sayesinde var oldukları, onun tarafından oluşturuldukları düşünülen kurallar anlaşılır. Aslında

durum bunun tam tersidir. Hukuk disiplini olduğu için hukuk kuralları var değildir; aksine, hukuk

kuralları var olduğu için bunları incelemeyi kendisine konu edinen hukuk disiplini ortaya çıkmıştır.

Nitekim bu durum diğer ilim dalları için de söz konusudur. Hukuk disiplininin konusu da doğal

hâliyle var olan ve yaşanan bir olgudur. Tıpkı, botanik biliminden bağımsız olarak çiçeklerin

açması gibi, bir toplum hukuk ilmi olmadan da yaşayabilir, nitekim binlerce yıl da böyle

yaşamıştır; ama hukuksuz bir toplum düşünülemez. David Hume'un da işaret ettiği gibi, başlarında

bir yönetici olmaksızın insanoğlunun ufak bir barbar topluluğu olarak yaşaması mümkün ise de;

"adalet", "mülkiyetin korunması ve rıza ile el değiştirmesi" ve, "verilen sözlerin yerine getirilmesi"

gibi temel toplumsal düzen kurallarının (hukukun) olmadığı bir toplum asla ayakta kalamaz;

bunlar tabiî hukukun gerekleridir.

Ancak, her ne kadar, insanlar, hukuk ilmi olmadan da fıtrî/cibillî bir şekilde hukuku idrâk

ederlerse de; bu bilgi günümüzde hukuk disiplininin anladığı mânâda bir bilgi değildir, münferit

durumlara ilişkin olarak sosyal düzen kurallarının kavranmasından ibarettir. Bu bakımdan hukuk,

hukuk disiplini oluşmadan önceki hukuk, bir ölçüde, hem oluşumu hem de gelişimi bakımından

dil'e benzer. Gramer kaidelerini bilmeseler, bildiklerinin şuurunda olmasalar da insanlar her gün

lisanlarını kurallarına uygun bir şekilde kullanırlar. Tıpkı gramer ilminin oluşmasında olduğu gibi,

hukuk ancak oldukça yüksek bir gelişme düzeyine vardıktan sonradır ki hukuk ilmi ortaya çıkar.

Biz bu kitapta, henüz hukuk ilminin ortaya çıkmadığı dönemlere ilişkin hukukî olayları, günümüz

hukuk disiplinin, sosyal bilimlerin bize sağladığı kazanımları da kullanarak ve mâzî ile daha

sonraki dönemler ve hâl arasındaki ilişki ve etkileşimlere de dikkat çekmeye çalışarak ele almaya

çalışacağız.

Sosyolojik bir bakışla ele alındığında, bir toplumun yasaları, bize sadece o toplumun hukuk

sisteminin işleyişi hakkında fikir vermez, o toplumun ahlâkî değerleri, genel hayât felsefesinin

içyüzünü ortaya kor. Bir toplumun ahlâkî ve toplumsal değerlerini o toplumun yasalarından ve

yasalarında o suçlar için konmuş cezalardan anlayabiliriz. Muhtelif toplumların suç kabul ettikleri

fiiller için belirledikleri ve uyguladıkları cezâlar bazen hafifliği, bazen de zâlimce olması ile bizi

şaşırtır. Bir toplumun ağır bir cürüm olarak gördüğünü başka bir toplum suç olarak görmeyebilir

veya bir kabahat olarak değerlendirebilir. Bazen de, bir suçun çok ağır bir şekilde cezalandırılması,

o toplumun vicdanının nefret ettiği bir fiil olmasından daha çok, belki de o toplumda yaygın olarak

görülmesinin bir işareti olarak yorumlanmak gerekir.

Page 4: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

4

Diğer yandan, toplumların hukukî hayâtlarının tarihî bir süreç içinde ele alınması

konusunda akla şöyle bâzı sorular gelebilir: Hukukun oluşum ve gelişimini anlayabilmek için, bu

kadar uzak coğrafyalardaki toplamlara ve o kadar uzak geçmişlere kadar gitmenin anlamı nedir?

Binlerce yıl önceki hukukî düşünce ve uygulamalar bu gün bizim için ne ifade eder? Sadece

günümüzdeki hukukla yetinsek, veya Hukuk Fakültelerimizin programlarında “Türk Hukuk

Tarihi" dersi de mevcut olduğuna göre, sadece kendi toplumumuz ve kendi tarihimiz üzerinde

dursak kâfi değil miydi?

Bir olgunun mahiyeti, ancak, bir oluş süreci içinde ele alınırsa; Leipnitz'in de işaret ettiği

gibi, 'bir gerçeklik, ancak nedenleriyle birlikte değerlendirildiğinde, şimdiki şeylerin kökenini

oluşturan geçmiş olguları meydana çıkarmayı kendisine konu edinen tarih disiplinin verileri

altında ele alındığında' daha iyi anlaşılabilir. Çünkü, insan ve toplumlar yaşam süreçleri içinde,

'sonradan kendilerinin az veya çok mahkûm olacakları bâzı mekanizmalar' geliştirmektedirler.

Bunları göz önünde tutmadan sosyal olaylar sağlıklı bir biçimde kavranamaz.

Öte yandan, en kadîm tarihî dönemlerde bile toplumlar bizim tahminimizin çok ötesinde

maddî ve manevî kültür alışverişi içinde olmuşlardır. İlerde çok farklı medeniyetlerin hukukî

hayâtları ele alınırken, ticaret, savaş gibi yollarla bu kültürlerin birbirlerinden nasıl etkilendiklerine

işaret edilecektir. Konunun önemini günlük hayâttan verdiği çarpıcı örneklerle çok güzel

vurgulaması bakımından, burada Amerikalı kültür antropologu Ralph Linton'un, her kültürün

kendi dönemindeki ve tarihteki diğer insan kültürlerine ne çok şey borçlu olduğunu ve insan

kültürünün bütünlüğünü çok güzel ifade eden şu tesbitlerine yer verelim:

Sabah olunca yatağında gözlerini açan bizim hâlis-muhlis Amerikalı’nın uyuduğu karyola,

ilk defa Yakın-Doğu’da icat edilmiş, daha sonra Kuzey Avrupa'da bâzı tadîlâtlar geçirdikten sonra

Amerika'ya ulaşmıştır. Kalkarken üzerinden attığı yorgan veya şilte, eğer pamuktansa ilk defa

Hindistan'da, ketense Yakın-Doğu’da, ipekse Çin'de, yünse yine Asya'da yetiştirilmiş ve

üretilmiştir. Bütün bu maddelerin iplik hâline getirilme ve dokunma teknikleri de Yakın- Doğu’da

geliştirilmiştir. Ayağına geçirdiği makosen terlikler bir Kızılderili buluşudur. Girdiği banyodaki

teçhizat son asırlarda Avrupa ve Amerika'da geliştirilen buluşların bir terkibidir. Kullandığı sabun

Galya'lılardan kalmadır. Üstünden çıkardığı pijama ilk defa Hindistan'da icat edilmiş bir giysidir.

Şimdi de tıraşa mı başladı? Bu da, muhtemelen Sumer'den veya kadîm Mısır’ dan kaynaklanan,

insanların her sabah kendilerine uyguladıkları bir eziyet etme ritüelidir. Tekrar yatak odasına

dönen bizim hâlis-muhlis Amerikalı'nın giysilerini üzerinden aldığı sandalye, Güney Amerika'nın

hayâtımıza soktuğu bir eşyadır. Üzerine giydiği, elbisenin menşei Asya steplerindeki göçebelerin

kullandıkları deri giysilerdir. Ayakkabıları, ilk defa Mısır'da geliştirilmiş bulunan dericilik

tekniğinin bir eseri olup, Akdeniz halktarı tarafından bugünkü hâle getirilmişlerdir. Boynuna

taktığı kravat mı? O da Hırvat’lardan kalma, belki de biraz muzır ve müstehçen bir hâtıradır. Dışarı

çıkmadan önce baktığı pencerenin camları bir eski Mısır buluşudur. Yağmur yağıyorsa muşamba

bir yağmurluk giyer veya yanına bir şemsiye alır. Bunlardan ilki Orta Amerika Kızılderililerin bir

buluşu olup, ikincisi de Uzak Doğu'da icat edilmiştir. Başına geçirdiği şapkanın keçesi de Orta

Asya steplerinin bir buluşudur. Caddeye çıkınca önüne çıkan ilk büfeden bir gazete mi aldı?

Cebinden çıkardığı madenî para Lidyalıların icadıdır. Şimdi, kahvaltı için bir yere girdi. Önündeki

porselen tabak bir Çin buluşudur. Kullandığı kaşığın menşei eski Roma; çatal ise Orta Çağ

Page 5: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

5

İtalya'sından gelmedir; kullandığı çelik bıçağın alaşımı da ilk defa Hindistan'da geliştirilmiştir.

Kahvaltı masasındaki portakal Ortadoğu, kavun İran, karpuz ise Afrika kaynaklıdır. İçtiği

kahvenin ilk kaynağı Habeşistan'da yetişen bir ağaçtır. Kahvesine kattığı süt ve kremasını da

ineğin ilk defa ehlîleştirildiği Yakın-Doğu’ya borçludur. Karıştırdığı şeker de ilk defa Hindistan'da

imâl edilmiştir. Gelelim yanında yediği keklere... Bunlar da Küçük-Asya'da geliştirilen hububatın

İskandinav usulünce pişirilmesinin sonucudurlar. Masasındaki yumurtayı da, onu yumurtlayan

kuşun Hindi-Çin'de ehlileştirilmiş olmasına borçludur. Tabaktaki et dilimleri mi? Onlar da yine

ilk defa Doğu Asya'da evcilleştirilmiş bir hayvanın etlerinin Kuzey Avrupalıların geliştirdikleri bir

tekniğe göre tuzlanıp, tütsünmesi sonucu orada duruyorlar. O da ne? Kahvaltısını tamamlayınca

keyifle bir sigara mı tellendiriyor? Tütün, Amerika Kızılderililerinin Avrupalılara öğrettikleri bir

keyif maddesidir. Brezilya'da üretilen bu maddeyi Virginia Kızılderilileri pipoya koyarak,

Meksika yerlileri de sigara şeklinde içerlerdi. Şimdi de aldığı gazeteyi okumaya başladı değil mi?

O da, Çin’den Almanya'ya kadar uzanan basım tekniklerinin bir eseri olarak ortaya çıkmıştır.

Artık, masasından kalkarken, eğer dindar bir vatandaş ise, artık büyük bir rahatlıkla, sürdürdüğü

bu “yüzde yüz Amerikan yaşantısı"ndan dolayı, kullandığı Hint-Avrupa diliyle, İbranî Tanrısına

şükranlarını dile getirebilir. Duasının sonunda kullandığı o tek kelimecikle de Mısır'ın yüce tanrısı

Amon'u yâd etmeyi ihmâl etmemiş olur...

Gerçekten, yukarıda vurgulandığı gibi, hukuk alanında en özgün sayılan toplumlar söz

konusu olduğunda bile, o toplumdaki hukuk kültürünün her alanı ile diğer kültürler arasında benzer

bağlantılar kurmak mümkündür ve bu durum kitap okunduktan sonra umarız daha somut bir

şekilde zihnimizde canlanabilecekler.

Gelelim diğer sorulara: Acaba çok çok eski devirlere mi gidiyoruz? Az mı çok mu

olduğuna nasıl karar vereceğiz? Az diyemeyiz, çünkü daha eskisine ait bilgiye ulaşamıyoruz. Çok

eski olup olmadığı konusunda ise en esaslı ölçü, herhalde, insanın yeryüzündeki tarihinin

başlangıcı olur. Böyle bir başlangıç olarak, üç-beş milyon yıl öncelerine kadar giden antropolojik

verileri bir yana bırakarak iki yüz bin yıl öncesini esas alsak bile, elimizdeki en eski yazılı kanun

metinleri milâttan önce iki binli yıllara kadar gittiği, yâni yuvarlak hesapla dört bin yıl öncesine

uzandığına göre, bu dönem acaba insanlık tarihi içinde ne kadar bir yer tutar? İki yüz bin yıllık

insanlık tarihini yirmi dört saat kabul edersek, son dört bin yıllık dönem sadece son otuz dakikalık

kısmına tekabül etmektedir ki, bu durumda, sandığımız kadar da eski sayılmaz.

Diğer yandan, binlerce yıl öncesinde cereyan etmiş bu hukukî olguların bugün bizim için

hiç bir anlamı olmadığını, bizi hiç etkilemediğini söyleyebilir miyiz? Konuyu daha fazla

uzatmadan, en iyisi, şimdilik Freod'un şu tesbitiyle yetinelim:

Tek tek kişiler üzerinde yaptığımız psikanalizlerden öğrendiğimize göre, bu kişilerin daha

çocukluklarında, henüz doğru dürüst konuşamadıkları dönemde edindikleri çok eski izlenimler

bilinçli yoldan kendilerine anımsatılmasa bile, gün gelip zorlayıcı karakter taşıyan etkilerini açığa

vurmaktadır. İnsanlığın en kadîm dönemlerdeki yaşantıları ile günümüz insanlığı arasında da

benzer bir etkinin mevcut olabileceğini düşünmenin yanlış olmayacağı kanaatindeyim...

Benimsediğim bir varsayım da, İlkçağ'ın ruhsal çökeltilerinin insanların kalıtsal ortak mülkiyetine

dönüştüğü, bir kuşağın bu mülkiyeti elde etmesi gerekmediği, söz konusu mülkiyetin ilgili kuşakta

önceden hazır bulunup yalnızca uyandırılmayı (aktivasyon) beklediğidir...".

Page 6: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

6

İncelediğimiz kadîm dönemlerde, aslında bugün de hukuk, diğer sosyal olgulardan ayrılmış

bir vaziyette değil, aksine dağınık bir biçimde ve kültürel dokunun içine sinmiş olarak bulunur. Bu

"bütünsel sosyal olgu" içinde, hukukî, dînî, felsefî, iktisadî ve diğer alanlar öylesine iç içe geçmiş

durumdadırlar ki, bunları analitik biçimde birbirlerinden ayırmak her bir alanın ne olduğunu

anlamayı engeller. "Hukuk, toplumsal yaşamı etik ve insana özgü değerlere göre düzenlemeyi

amaçlayan, yaptırımlarla donatılmış normlar bütünüdür". Bu tarifteki "etik" unsurunun din'le

ilişkisi dikkate alınırsa, özellikle kadîm dönemlerde ve genel olarak eski dönemlere doğru gittikçe

o toplumun dîni ile hukukunu; din adamları ile hukukçularını birbirinden ayırmak gittikçe

zorlaşmakta, hattâ imkânsız hâle gelmektedir. O kadar ki, bu toplumların inanç sistemini

anlamadan hukukunu da anlamak mümkün değildir. Böyle olunca, her kültürün hukukunu ele

alırken, o toplumun tarih ve kültürü hakkında bilgi verdikten hemen sonra dîni ve dînî hayati

konusunda da geniş olarak bilgi vermeye çalıştık.

Diğer yandan, olguları açıklamaya çalışan bilim adamı, "neden" sorusu etrafında

yoğunlaşırken; hukukçu, "Doğru davranış kuralı nedir? Haklı kim? Hukuka uygun mu? Kabahat

kimde?" gibi sorulara cevap arar. Böyle olunca, hukukun, ve genellikle sosyal bilimlerin konuları,

inançlar, değer yargıları ve duygularla iç içe olmak durumunda bulunduğundan, bu konularda

tarafsız ve objektif olmak oldukça güçtür. Kirchmann'ın da işaret ettiği gibi, “Duygu asla ve hiç

bir yerde hakikatin bir kıstası olamaz; duygu terbiyenin, alışkanlığın, meşguliyetin, mizacın yâni

tesadüfün bir mahsulüdür... hukuk araştırmalarında kimse duygudan kendisini kurtarmaya

muvaffak olamaz; en kuvvetli bir irade bile kendisini terbiye ve alışkanlığın kudretli tesirinden

kurtaramaz..." Bu durumda, sosyal bilimlerde tarafsız olmanın yegâne yolu, belki de, tarafsız

olamayacağımızın bilincinde olmaktır.

Tarafsız kalabilmek için seçtiğimiz bir başka yol da; metinde, ele alınan konularla ilgili

olarak, benzer görüşler yanında, elden geldiğince farklı ve aykırı düşüncelere de yer vermeye

çalışmak; bir çok durumda bunlar arasında kişisel bir seçme ve yönlendirme yapmadan,

okuyucuyu bu farklı düşünceler karmaşası içinde, "kendi seçimini yapma sorumluluğu" ile baş

başa bırakmak olmuştur. Tercih ettiğimiz bu yaklaşımı bir düşünürün şu cümleleri çok iyi

özetlemekte:

"Tefrik etmek, ayırmak, tâyin etmek Yunan fikriyatının bir özelliğidir" denir; buna karşılık,

benim tercih ettiğim yol ise, meseleleri müphemlikleri içinde bırakıp birbirine karıştırmak ve bir

harman yapmaktır.

Zâten, üniversiter eğitimin skolastik eğitimden farkı da, “gel evlâdım hocanın/üstadının

elinden tut da seni hidâyete erdiriversin!..”deme yoluna gitmeyip; Sokrat'ın eğitim felsefesinden

hareketle, "gel dostum birlikte düşünelim, zihnimizin ve bilgimizin imkânlarını beraberce sonuna

kadar kullanmaya çalışalım; ama, 'doğrunun tekeli kimsede olmadığından, ve esasen, mutlak

olduğuna inandığımız şeyin dışında, mutlak bir doğruya da ulaşamayacağımızdan’ sonunda

herkes, mizacına, meşrebine göre kendi yoluna gitsin!.," demesi değil midir?..

Ancak, tabii kafaları karıştırarak insanları kendi çaresizlikleri içinde ortada bırakıvermek

de elbette iyi bir eğitim metodu olamaz. Genç insanları, dört yol ağzında kendi tercihlerini

yapmaya terk etmeden önce düşünmeyi öğrenme ve bilgiye ulaşma konusunda onları eğitmiş ve

Page 7: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

7

mücehhez kılmış olmak gerekir. Bunu yapmayan bir eğitim müessesesi, hele adı Üniversite ise,

insanlığa karşı suç işlemiş, eline teslim edilen genç neslin ve tabii ülkenin de geleceğini karartmış

demektir.

Yukarıda işaret edilen yaklaşım içinde, bu ders notlarında, hukukun iç içe olduğu "değerler

dünyası" ve insan varoluşunun temel sorunları ile ilgili konular tartışılırken, insanlığın yetiştirdiği

en cins beyinlerin ve insan ruhunun ustaları büyük romancıların görüşlerine elden geldiğince yer

verilmeye çalışılmıştır. "Romancı, her zaman bilim adamının önünde gitmiştir" yolundaki tesbite

katılıyoruz. Bir edebiyatçımızın, Yahya Kemal'in dediği gibi, belki de, "En güzel ve en önemli

tarih kitapları yalnız fişler üzerine istinat edilemez. En büyük tarih eserleri en derin şâirlerin

yazdıklarıdır".

Diğer yandan, hukukla medeniyetin tüm diğer unsurları arasındaki yakın irtibat ve

bütünlük göz önünde tutularak ve ayrıca, benimsediğimiz Mills'in “ansiklopedik bir görüş

kazanma ve sunma” metoduna ve Mill'in, "başka şey bilmeyen iktisadı da bilemez” yaklaşımına

uygun bir şekilde, konu bir insanlık ve medeniyet tarihi yaklaşımı ve anlatımı içinde ele alınmaya

gayret edilmiştir. Çünkü, Arsal'ın da işaret ettiği gibi, Hukuk tarihi medeniyetin tarihidir. Hukukun

geçirdiği safhaları tetkik etmek medeniyetin safha ve şekillerini, yâni beşeriyetin inkişaf ve

tekâmül tarihini öğrenmek demektir". Bu yaklaşım içinde, zaman zaman "konu’nun başlığından

çok, incelenen sorunun ön plâna çıktığı görülebilir. Bu durum, ana konudan uzaklaşıldığı intibaını

verse de, Mills in, uzmanlaşmanın akademik sınırlar içindeki alanlara göre değil, konu edinilen

sorunlara göre olması gerektiği" şeklinde özetlediği metodolojiye uygun bir yaklaşım tarzıdır.

Bir kaç bin yıl öncesine ait bir düşünürün veya kanun koyucunun ne dediğini tek tek

sıralamanın, "entelektüel açlığımızı giderme" ve "makineleşmiş bir bilim yapmanın ötesinde bir

yarar sağlamayacağı düşünülerek; konular, "ileri sürülen bu düşüncelerin insanlık tarihi içindeki

önemi ve yeri nedir, ondan önce ve sonra bu konuda neler söylenmiştir, bu düşünce bugün ne

anlam ifade etmektedir?" gibi sorulara cevap oluşturabilecek biçimde ve genel bir çerçeve içinde

sunulmaya çalışılmıştır. Böylece, sadece bilgi vermekle yetinilmeyerek, onun kadar, belki ondan

daha çok, okuyucunun da bilgi üretme sürecine katılması, hem yazarla hem de kendilerinden alıntı

yapılan düşünürlerle birlikte bir düşünce atmosferi oluşturulması arzu edilmiştir. Üniversite

tahsilinin, bilgi vermenin ötesinde ve bundan daha çok, bilgiyi değerlendirme, tartışma ve eleştiri

getirme yeteneğini geliştirmeye yardımcı olması gerektiği hususunda tereddüde mahal

olmadığından, bu metodu çok mühimsiyoruz.

İnsana, hukuki olaylara ve genel olarak sosyal olaylara baktığımızda, doğa ve doğal

olaylarla arada önemli bâzı farklar olduğu muhakkaktır. Ancak, bu farklılıkların altında yatan bâzı

derin ortak noktaların bulunduğunu da ihmâl etmemek gerekir. Gerçekten, bir yerde, tabiatta nasıl,

evrim süreci içinde çevreye uyum gösterebilen canlılar yaşayabilir, diğerleri ayıklanırsa; toplumsal

hayâtta da toplumun işleyişi ve gelişmesi için uygun sosyal düzen kuralları üretebilen toplumlar

ayakta kalıp, varlıklarını sürdürebilirler. Ancak, hukuk kuralları bakımından bu süreç belki biraz

daha kompleks ve müphem bir şekilde işler. Bir saplantı hâlini alan ve hukukun kendini sosyal

evrimin trendine uyarlamasına izin vermeyen bâzı kurumlar, bir toplumun gelişmesine, doğadaki

işleyişle kıyaslandığında, daha fazla engel olabilir, direnebilir.

Page 8: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

8

Diğer yandan, genel olarak sosyal bilimlerin, bu arada hukuk ilminin ortaya çıkışı ve

gelişimi ile doğal bilimler arasında yine şöyle bir benzerlik de kurulabilir: Tabiî olayların salt

gözlemi, problem çözme açısından bakılmadıkça bilimin doğmasına yol açmaz. Aynı şekilde,

sosyal düzen kurallarının, toplum düzenini sağlama ve problem çözme işlevini kendi doğal süreci

içinde yerine getirdiği dönemlerde bir hukuk ilminden bahsetmek mümkün değildir. Ancak, hukuk

kurallarının bu işlevi ve mahiyeti bilinçli olarak anlaşıldıktan ve hukuk bilinçli bir şekilde bu sorun

çözme işlevi için kullanılmaya başlandıktan sonradır ki hukuk ilminden bahsedilebilir.

Her ne kadar, bahisler okundukça bu gelişimin nasıl evrimlendiği konusunda genel bir

kanaatin uyanması beklenirse de; bu noktada, "insandan/toplumdan, hukuka ve hukuk ilmine

geçiş"in nasıl olduğu konusunda genel bir fikir vermekte yarar vardır. Konuya, önce insan ve

toplum [burada toplum kelimesini, kadîm dönemlere doğru gittikçe, topluluk/klan/kabile

şeklindeki küçük gurupları da kapsayacak şekilde kullanıyoruz] arasındaki ilişki/etkileşim

konusunu irdeleyerek başlayalım, Bu ilişki, genellikle yapıldığı gibi, meşhur "yumurta-tavuk

meselesi" gibi, birbirinden ayrılabilir iki ontolojik varlık gibi ortay konulduğu takdirde, yanlış ve

isabetli olmayan bir giriş yapmış oluruz. Sosyal bilimlerde sahip olmamız gereken metodolojik

yaklaşımı açıklamak bakımından bu "yumurta-tavuk meselesi", üzerinde biraz daha durmamızın

yararlı alacağını düşünüyorum. Çünkü, insan-toplum-hukuk-insan-toplum..." arasındaki diyalektik

ilişki ve etkileşimleri nasıl kavramamız gerektiği hususunda, bu misal, çok yararlı bir örnek olay

işlevi görebilir.

"Yumurta mı tavuktan çıkar; tavuk mu yumurtadan?" sorusu, cevap vermesi müşkül bir

soru değil, değişim içinde olan, doğaya sabit bîr gözle bakmaktan; olayları bir "oluş" süreci içinde

algılama kabiliyet ve becerisini gösteremeyip, gerçekliğe aykrı bir biçimde, bir olgu olarak

görmekte ısrar etmekten doğan, yanlış ve abes bir sorudur. Aslında bunu bir mesele gibi sunmak

da doğru değildir; çünkü ortada bir problem olmayıp, bir problem varmış gibi bir intiba yaratma

durumu vardır. Yanlış ve abes bir soruyla karşılaşıldığında yapılacak şey, buna doğru ve mantıklı

bir cevap bulmaya çalışmak değil, bu soruyu terk etmektir. [Metafizikle ilgili meselelerin bir çoğu

da aslında bu nevî yanlış/abes/sun'î sorulardan kaynaklanır]. Çünkü, buradaki yanlış aslında

ontolojik temeldedir. Birbirinden bağımsız yumurta ve tavuk mevcudiyetini düşünmekten

kaynaklanmaktadır. Halbuki, ontolojik olarak bunlar başlangıçta, birbirlerinden ayrı olarak var

olmamışlardır. Ne zaman ki tavuk var, yumurta da olmuştur; ne zaman ki yumurta var tavuk da

olmuştur. Tersinden ifade edersek, tavuk olmadığı zaman yumurta da olmamıştır; yumurta

olmadığı zaman da tavuk olmamıştır. Bir an için bir geçiş dönemi olduğunu/olabileceğini

düşünsek; veya olaya müphem de olsa bir başlangıç noktası kabul etsek bile, 20 yumurta olmadığı

dönemdeki tavuk bizim bugün bildiğimiz tavuk değildir; tavuğun olmadığı dönemdeki yumurta da

bizim bildiğimiz yumurta olmazdı. Belki, "tavuk olma potansiyelini taşıyan, ama henüz tavuk

olmayan; yumurta olma potansiyelini taşıyan ama henüz yumurta olmayan" bir konumda

bulunurlardı. O zaman soruyu yanlış sormakla, kendimizi zor bir cevap bulma durumuyla değil,

cevapsızlığa mahkûm bırakma durumuyla karşı karşıya bırakmış oluyoruz. Yâni bu durum, meşhur

hikâyedeki, "kap karanlık bir gecede, kapkaranlık bir odada, simsiyah bir kediyi arama" meselesi

olmayıp; "kapkaranlık bir gecede, kapkaranlık bir odada, 'olmayan bir siyah kedi'yi arama"

meselesidir. Onun içindir ki, sonuçlandırılması zor değil, muhâl/abes bir konu ile karşı karşıyayız

demektir.

Page 9: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

9

İnsanın, insan toplumlamlarının ve hukukî olayların tarih içindeki serencâmını anlamak

bakımından böyle bir tahlilin gerekli ve yararlı olduğunu düşünüyoruz. Esasen "hukuk tarihi"

disiplini de, diğer spesifik hukuk dallarından farklı olarak, böyle diyalektik bir bakış açısını

gerektiren, hem de böyle bir bakış açısı kazanmaya yardımcı olan bir hukuk dalıdır. Diğer bir çok

hukuk dalı, belli bir mevzuatın anlaşılması ve yorumlanması üzerinde teksîf olurken, bu disiplin

dalı, mahiyeti gereği, “fotoğraf” değil “video” çeker, tarihî süreç içinde olayı anlamaya çalışır.

"Tarih bilinci, 'geçmiş', 'şimdiki zaman' ve 'gelecek' arasındaki diyalektik birliği kurmak ve

'geçmiş'i, 'şimdiki zaman' ve 'gelecek' bütünlüğünde değerlendirmektir".

Yukarıdaki açıklamanın ışığında, insan-toplum-insan ilişkisinin ortaya koymaya

çalışırken, “insan mı toplumu yaratır?" yoksa, "toplum mu insanı yaratır?" sorusu, artık çok "ilke!"

kalmaktadır. Buradaki ilkellikten kastımız, bu çeşit, insanı ve toplumu birbirinden ayrı olabilirmiş

gibi düşünen yaklaşımların; insanı, toplumsal olayları ve doğayı sabit ve değişmez bir olgu gibi

gören ve değerlendiren anlayışların, artık çok eskilerde kalması gerektiğine işaret etmektir. [Bu

arada, olaylara diyalektik bir süreç olarak bakan kadîm Hint ve Çin bilgelerini, Heraklit'i vs. tabiî

tenzih edelim. Biz burada, yaygın ve yerleşik zihniyeti kastediyoruz]. İnsanı, toplumu, doğayı ve

doğal olayları her an değişim ve etkileşim içinde olan bir vahdet anlayışı çerçevesinde kavramaya

çalışan anlayış açısından, insanı ve toplumu birbirinden ayrı ve bağımsız varlıklar gibi ele almak

mümkün değildir; ikisi de aynı anda birbirini yaratır. Dünkü toplum bizi yaratmıştır/yaratmayı

sürdürmektedir, ama biz de geleceğin toplumunu inşa etmekteyiz. Dünkü toplumu da daha önceki

nesiller inşa etmişlerdi. [Esasen, dün nerede başlar, nerede biter o da çok müphem bir şeydir.

Cümlemizi tamamladığımız anda, cümlemiz mazi olmuştur]. Ve bu sarmal hep böyle devam edip

gidecektir. Sarmalın bir yerinden çekeceğimiz bir fotoğrafla gerçekliği anlamak istersek sadece

onu çarpıtırız. Doğada da bu diyalektiğin benzeri geçerlidir: Ağaç ve orman ilişkisinde olduğu

gibi. Bu ilişki, tek yanlı bir ilişki biçiminde ortaya konamaz; ancak, " hem/ne ormanı ağaçlar

yaratır; hem/ne de orman ağaçları yaratır " şeklinde diyalektik bir ilişki ve etkileşim içinde ifade

edilebilir. Her ikisi de birbirini karşılıklı olarak yaratırlar. Tek başına var olan/varlığını

sürdürebilen bir ağaç düşünülemez, ağaçsız bir orman da olamayacağı gibi; böyle bir var oluş

gerçek hayâtta değil, ancak bir "fotoğraf karesi"nde olabilir. Bir başka örnek verirsek, nihai tahlilde

"çıtaların en hızlı ceylanları yaratmaları" (yaratılmasına vesile olmaları); "en sür’atli ceylanların

da en hızlı çıtaları yaratmaları” gibi bir durumdur bu. Ama yüzeysel, “fotoğraf düzeyi” nde kalan

bir bakış, bu iki canlının birbirinden ayrı, bağımsız ve karşıt kamplarda bir varlık olduklarını ve

her şeyin bundan ibaret olduğunu zanneder.

Aslında, tâ Aristo'ya kadar götürülen, “insan toplumsal bir hayvandır/canlıdır” cümlesi,

görünüşteki, açık bir bedahet gibi gözüken basitliği altında, yukarıda işaret ettiğimiz tüm

yanlışlıkları bünyesinde barındırmakla, bir ölçüde bunlara kaynaklık da etmektedir. Bir kere bu

cümle konuyu yanlış bir şekilde ortaya koymaktadır. Cümlenin ifade şeklinden şöyle bir anlam

çıkmaktadır; Bir toplum var, bir de tek başına bir insan var. Bunlar ayrı ayrı varlıklarını

sürdürüyorlar. Derken, o yalnız yaşayan insan bir gün düşünüyor, "acaba ben de bu topluma

katılsam mı" diye ve katılmaya karar veriyor. Bu, gerçeği tamamen çarpıtan paradoksal bir

algılamadır. Toplum dışında insan oluşumunu tamamlamış (İbn Tufeylin Hayy bin Yakzân'ı gibi]

bir soyut insan kavramını/varlığını düşünmek gerçekçi değildir. Aristo'nun bu cümlesi, ancak,

"İnsan, toplum içinde ve toplum sayesinde insan olur" şeklinde anlaşılırsa doğru bir ifade olur.

Page 10: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

10

Nitekim, Aristo da, toplum dışında bir insanın düşünülemeyeceğini, böyle bir varlığın ya bir tanrı

ya da canavar olabileceğini belirtmektedir.

Diğer yandan, insan olma sürecimiz zannedildiği gibi, doğumla olup biten bir olgu da

değildir. Bu anlayış tarzı da insanı, doğayı diyalektik bir devinim içinde değil de sabit ve değişmez

gören "siyah-beyaz fotoğrafçı bakışı” dır. İnsan olarak doğmayız, insan olma potansiyeli ile

doğarız; yaşamımız her an insan olma, insan olma yolunda ilerleme sürecidir, öyle olmalıdır.

Doğan bir bebeği toplumdan tecrit edip, tek başına büyümeye bırakabilseydik o bizim bildiğimiz

bir insan değil, hayvan olarak adlandırılmaya daha yakın bir varlık olurdu. Biz de doğduğumuzdaki

kişi/varlık değiliz. [Aslında, "Ben falan tarihte doğdum" cümlesi de abes ve yanlış bir ifadedir. Biz

o tarihte doğan bir varlık değil, o tarihten beri "olagelmekte" olan ve bundan sonra da "olacak"

olan bir varlığız]. Varlığımız (bedenimiz ve kişiliğimiz) her ân oluşum ve değişim içindedir. Eğer,

doğduğumuz ândaki bebek hâlimizi erişken kendimizin kucağına verselerdi ne o bizi tanırdı ne de

biz onu!.. Bu durumda ikisi/ikimiz nasıl aynı varlık olabilir/olabiliriz ki!.. [Bu biraz, Aristo'nun

yukarıdaki cümlesine benzeyen paradoksal ve de anakronik bir ifade oldu ama neyse... Bizim bunu

spekülatif mânâda söylediğimiz açık, ama Aristo'nun bu sözünü tekrar edenler oldukça ciddî

gözüküyorlar].

Aslında, bu konulan düz bir Aristo mantığı ile değil diyalektik ve paradoksal (paradoks

gibi gözüken) bir mantıkla ele almak da kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bu yaklaşım içinde de, insanı,

bir defalık bir doğum/dünyaya geliş olgusu olarak değil; üç farklı yaradılış süreci ve bunların

birbirleriyle diyalektik ilişki ve etkileşimleri içinde kavramaya çalışmak gerekir "Birinci

yaradılışımız": Biyolojimiz, genlerimizin özellikleri. "İkinci yaradılışımız": Doğal ve sosyal

çevremizin bizi yaratması. "Üçüncü yaradılışımız": Yaptığımız seçim ve tercihler, alışkanlık ve

itiyatlarımızla bir ömür boyu kendi kendimizi yaratmamız... Yukarıda işaret ettiğimiz iki yaklaşım

tarzı arasında bir derece farkı değil, belki bir mahiyet farkı vardır ve paradigmaları farklı

olduğundan bu iki kesim aynı şeylere bakarlar ama farklı şeyler görürler. Zâten, her birimiz beşer

olarak, aynı arz üzerinde yürürüz, ama farklı dünyalarda (kendi dünyalarımızda) yaşarız. Ve, bu

paradigma farklılığı dünyalarımızı daha da farklılaştırır.

Aynı şekilde hukukî olayları da, basit ve zorlama bir sebep-sonuç ilişkisi içine sokarak

açıklamanın sun'î rahatlığına kapılmadan anlamaya çalışmalıyız. Çünkü, realitede her olayın bir

çok nedeni vardır ve her olay bir arada etki eden bir çok nedenin etkisiyle ortaya çıkmaktadır.

Ancak, olayların meydana gelişindeki o başı sonu görülemeyen karmaşa karşısında şaşkınlık

içinde kalan biz araştırmacılar, bir ilişkiye karşı başka bir ilişkinin tarafını tutmanın kolaycılığına

kaçmakla; gerçekte var olmayan, geniş kapsamlı ilişkiler ağının parçalanmasıyla ortaya çıkan sun'î

karşıtlıklar öne sürmeyi etmekteyiz. Hukuk olgusunu da bu kompleksliği içinde kavramaya

çalışırken, oluşum ve gelişim süreci bakımından dil ile hukuk arasında bir benzerlik kurulur. İlk

bakışta lisân olgusunu, dünyaya gelirken hazır bulduğumuz, bizim oluşumuna hiç bir etkide

bulunmadığımız bir şey olarak algılayabiliriz. Ama burada da aynı diyalektik ilişki karşımıza

çıkmaktadır. Dünyaya geldiğimizde, beynimizde bir lisan'ı öğrenip kullanmamıza elveren bir yapı

ile doğarız. Aynı zamanda doğduğumuz kültür düzeyine göre, gelişmiş, bizden önceki nesillerce

geliştirilmiş bir lisan olgusu bizi beklemektedir. Ama bu durumda bizim konumumuz pasif bir

içselleştirme durumu da değildir. Biz de bu arada gerekli katkılarda bulunuruz. Değil büyük şair

Page 11: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

11

ve romancılar, bebekler bile lisan'a ne çok katkı yapmışlardır, yapmaktadırlar ve yapacaklardır.

Her dil’deki pek çok kelime, bebeklerin henüz gırtlak yapılan çok gelişmeden çıkardıkları

seslerden oluşan kelimelerdir.

Hukuk’ta da durum buna benzer. Dünyaya geldiğimizde, içine doğduğumuz sosyal yapıyla

birlikte bir hukuk düzeninin de içine doğarız. Şüphesiz bu sosyal ve hukukî yapı bizi şekillendirir,

ama biz de içine girdiğimiz sosyal ilişkiler ağı içinde hukukun oluşmasına, anlaşılması ve

yorumlanmasına katkıda bulunuruz. Sosyologlar ve hukukçular, bu insan-toplum-hukuk üçlemesi

arasındaki karşılıklı ilişki ve etkileşim süreci içinde hukukun ortaya çıkmasını, "sosyal eylemlerin

(davranışların) norm yaratma gücü" olarak adlandırırlar.

Şimdi, hukukta bu oluşum ve evrimleşmenin nasıl ve hangi aşamalar hâlinde

gerçekleştiğine ilişkin bâzı tesbitlere yer verelim:

- Sosyal ilişki/eylem aşaması: Her insan davranışı, sosyal eylem niteliği taşımaz. Bir insan

davranışının sosyal bir nitelik taşıması için, o toplumda yaşayan başka hemcinslerine dönük ve

onlarla bir ilişki ve etkileşim içinde yapılması gerekir. Bir arada yaşayan insanlar arasında sosyal

ilişkiler ve bundan doğan ve giderek gelişen sosyal eylemler meydana gelir. Bunlardan,

kişilerin/toplumsal-yapının korunması / sürdürülmesi, özetle sorun çözümü açısından yararlı

olanlar tekrarlanırlar. Böylece, bir takım davranış kalıpları, âdetler, teamüller oluşur. Sosyal

ilişkilerde ortaya çıkan sorunlara çözüm getirme anlamında hukuk kuralı ve hukuk süreci,

kurumsallaşmış yargılama faaliyetinde açık olarak hissedilmekle beraber, bu durum daha önceki

hukukun ve sorun çözme sürecinin olmadığı ve işlemediği anlamına gelmez. Hukuksuz bir toplum

düşünülemez, nerede toplum vardır, orada hukuk da vardır. Hayât, sadece insan hayâtı değil, her

türlü canlının hayâtı bir sorun çözme sürecidir, farkında olsak da olmasak da... Aynı şekilde sosyal

hayât da bir sorun çözme sürecidir ve bu sürecin bir aracı olduğu için de her devirde her insan

topluluğu hukukla iç içe yaşar.

- Kollektif alışkanlıklar: Tekrarlanan davranışlar zamanla kollektif alışkanlıklar

(teâmül)’hâline gelir. Bu kollektif alışkanlık hâline dönüşen davranışlar artık "bağlayıcı" bir nitelik

kazanmaya (bir beklenti ve örf hâline gelmeye) başlamıştır; "sosyal zorlama" faktörü işlemektedir.

Bu davranış kurallarına aykırı eylemlerin olumsuz sihirsel etkileri olacağı inancı vs. yerleşmiştir.

Bu aşamada da henüz hukukî önermeler hâline gelmiş soyut normlar bulunmamakla birlikte,

elbette, yaşanan bir hukuk vardır.

- Soyut norm'ların oluşumu safhası: Sosyal çevrenin bize telkin ettiği, belli şekilde

davranmanın mutlaka gerekli / iyi / doğru / adalete uygun olduğu yolundaki telkinler / beklentiler

kişilerce içselleştirilir ve buna uygun olarak yapılan davranışlar sonucunda gelenek ve örf

şeklindeki uygulamalar giderek daha da netleşir ve soyut bâzı normlar kafalarda tebellür etmeye

başlar.

- Yargılama faaliyetinin kurumlaşması aşaması: Bu aşamaya kadar, diğer "sosyal düzen

kuralları" ile "hukuk normları" arasında bir çizgi çekmek oldukça güçtür. Yargılamanın

başlamasıyla birlikte sosyal düzen kuralları ile hukuk normları arasındaki farklar giderek

netleşmeye başlar. Sosyal düzen kurallarından, ihlâl edilmeleri durumunda kişilerin yargılanıp bir

Page 12: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

12

müeyyideye tâbi tutuldukları sosyal düzen kuralları, yâni soyut ve somut hukuk kuralları

ayrışmaya başlamıştır.

- Somut/biçimsei hukuk normların ortaya çıkması: Bu aşamada hukuk normları henüz

müstakil metinler hâline gelmemiş bulunmakla beraber, din ve ahlâk kitapları vs. içinde yer

almakta ve sözel plânda ifade edilmektedir.

- Kodifikasyon (kanunlaştırma) aşaması: O zamana kadar yazılı olmayan, örf ve âdet

kuralları şeklinde veya dağınık bir şekilde destanlarda, kutsal metinlerde yer alan ve yargı

organlarınca uygulana gelmekte olan hukuk kurallarının; krallar, liderler veya onların

görevlendirdikleri kişilerce ("hukuk peygamberleri"), derli toplu bir metin hâline getirilmesi ve bu

metinlerin giderek sistematik bir hâle gelmesi süreci. Urukagina, Hammurabi, Yajnavalkiya, Manu

gibi kadîm mecelleler ile daha sonraki dönemlere ilişkin kodifikasyonlar.

- Hukuk üretme/yaratma aşaması: Bu aşamada, hukuk bilinçli olarak oluşturulan

kurallar hâline gelmiş, hukukî konular ancak bu işte uzman kişiler tarafından değerlendirilebilecek

bir alana dönüşmüş; hukuk artık tamamen rasyonel, biçimsel ve teknik bir sürece girmiştir.

Münhasıran bu işle görevli uzmanlarca kanun tasarıları hazırlanır ve yasama organınca veya,

kanunun verdiği yetki dahilinde yürütme organınca ve yargı organınca (tüzük, içtihadı birleştirme

kararları vs. şeklinde) kabul ve ilân edilir ("hukukçuların hukuku"; “hukukun hukuku” temel bir

hukuk normunun çerçevesi içinde kalınarak yapılan hukuk).

Biz bu kitapta elbette her toplumda hukukun geçirdiği bu aşamaları izıeyecek değiliz.

Çünkü bu aşamalar gerçek hayâtta burada pedagojik amaçlarla ortaya konduğu şekliyle kategorik

olarak cereyan etmez. Onun için de tek bir toplumda bile bu aşamaları tarihlemek mümkün olmaz.

Hukuk tarihi, hukukun gelişmesinde etkili olan olaylar üzerinde durur. Bunlar da sosyal düzen

kurallarından uyulması zorunlu olanlar ve hukukî müesseselerin oluşumu, değişimi ve gelişimi ile

ilgili olanlardır. Aslında, yukarda da işaret edildiği gibi, hukukun sosyal hayâtın bütün olayları ile

alâkası vardır. Ancak, ister istemez bunların en önemlileri üzerinde durmak zorundayız.

Hukuk tarihînin bir diğer konusu ve amacı ise, tarihin en eski dönemlerinden günümüze

kadar, çeşitli medeniyet düzeylerinde bulunan toplumlarda uygulanan hukuk kuralları ve

müesseselerini tesbit ve tedkik etmeye çalışarak, insanlık tarihi boyunca hukuk düzeninin inkişâf

ve tekâmül safhalarını göstermektir. Ancak, takdir edilir ki, herhangi bir çalışmada bu gelişmeyi

bütün toplumlar açısından ele almak mümkün olamaz. Biz de bu ders notlarında, kadîm çağlarla

sınırlı kalarak ve bu çağlara ilişkin olarak da, söz konusu dönemlerdeki en gelişmiş medeniyetlerin

hukuk düzenleri hakkınca, ulaşabildiğimiz kaynakların elverdiği ölçüde bilgi vermeye çalışacağız.

Önsözde de işaret ettiğimiz gibi, Roma Hukuku ve Türk Hukuk Tarihi gibi derslerle tekrara yol

açmamak bakımından bu derste sadece kadîm dönemler üzerinde durulacaktır. Bu dönemle ilgili

olarak da, Roma Hukuku dersinde bu hukukun tarihî arka plânı olarak bilgi verildiğinden Antik

Yunan'da hukuk konusu da müfredat dışı tutulacaktır. Hukuk sistemlerini inceleyeceğimiz Antik

dönem medeniyetlerini de sıra ile şu dokuz bölüm içinde ele alacağız: Sumer ve Akkad, Bâbil,

Assur, Hitit, Mısır, İbranî, İran, Hint, Çin.

Page 13: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

13

I. SUMER'DE VE AKKAD'DA HUKUK

"Güneş tanrısı Şamaş'ın hakça kanunlarıyla ülkemde adaleti gerçekleştirdim. Memlekette

adaleti tesis ettim; öksüz, zengine teslim edilmedi; dul kadın, kuvvetli adama teslim edilmedi…".

Urnammu (2111-2094)

A. TARİH, TOPLUM, DEVLET

1. TARİH

Yazılı tarihin başlangıcı en az altı bin yıl öncesine gider. Bu dönemin tamamına yakın bir

bölümünde, insanlık tarihinin mihveri hep Ön Asya'nın Verimli Hilâl denen bölgesi olmuştur.

XIX. Asra gelinceye kadar Batı'da "kadîm milletler/medeniyetler" denince kadîm Yunan, Roma

ve İbrânîler anlaşılıyordu; Sumer diye bir medeniyet bilinmiyordu. Halbuki, bugünkü bilgilerimize

göre Mezopotamya, uygarlığın yeryüzünde ilk olarak başladığı yerlerin başında gelmektedir.

Uygarlığın (“köy” şeklindeki ilk yerleşik yaşamın) başlangıcı burada M.Ö. 9000'lere kadar

gitmektedir. “Kabile şefleri" şeklindeki ilk siyasi yapılanmaların tarihi M.Ö. 5500'lere kadar

uzanmakta; medeniyetin/medenî bir hayâtın başlaması (ilk "kent devletleri" nin kurulması) ise, Ur

şehri dikkate alınırsa M.Ö. 3700'leri bulmaktadır. Bu ilk kentlerin ortaya çıktığı dönemi takiben

M.Ö. 3500'lerden sonra, Aşağı Mezopotamya'daki alçak irtifada bulunan bu şehirleri silip süpüren

bir tufan olayının vuku bulduğu anlaşılmaktadır. Bu tarihlerden, İskender'in İran'ı işgal ettiği M.Ö.

331'e kadar ki dönem "Mezopotamya Tarihi" olarak adlandırılır. Bu tarihî dönem de kendi içinde,

bâzı tarihçilerce, Sumer (4500'ler-2340'li yıllar arası), Yeni Sumer-Akkad (2340-1932), Eski Bâbil

(M.Ö. XXI-XVIII asırlar), Yeni Bâbil (625-539), Erken Assur (MÖ. XX.-XV. asırlar) Orta Assur

(M.Ö. XV.-X. asırlar), Yeni Assur (M.Ö. X,-VII. asırlar) dönemleri gibi bölümlere ayrılarak ele

alınır.

Sumerlerden kalma yazılı metinlerin en eskisi M.Ö. 3600'lere kadar giden taş kitabelerdir.

Kil tabletler üzerine yazılı metinler ise M.Ö. 3200 lere uzanmaktadır. Genel olarak tarih, özel

olarak da konumuz olan hukuk tarihi bakımından çok büyük bir şanstır ki, Sumerler belgelerini

zamana dayanıklı kil tabletler üzerine yazmışlardır. Bu sayededir ki binlerce yıl öncesine ait iş

sözleşmeleri, resmî belgeler, tapu belgeleri, mahkeme kararları elimize ulaşmıştır. O kadar ki,

M.Ö. 2700’lerde Sumer'de kil tabletlerden oluşan büyük kütüphaneler vardı. M.Ö. 2000'lere

uzanan bir tarihte Sumer'li tarihçiler kendi tarihleri üzerine yazmaya başlamışlardı.

Sumer'in siyasî tarihi, M.Ö. dördüncü milenyumun ortalarında kurulan site devletleri ile

başlar ve ikinci milenyumun sonlarına kadar sürer. İnsanlık tarihinin bilinen en eski şehir

devletlerini, yirmi kadarı büyük olmak üzere, otuz beş civarındaki bu Sumer siteleri

oluşturmaktadır: Kiş, Uruk, Ur, Uruk, Umma, Kurda, Eridu, Nippur, Lagaş vs. Bunlardan,

Tevrat'ta Erek diye geçen Uruk şehir devleti Sumer Medeniyetinin gelişmesinde özellikle etkili

olmuştur. M.Ö. 3.000 yıllarında Ur’da nüfusun 24.000; Lagash'da 19.000, Umma'da 16.000

olduğu tahmin edilmektedir. M.Ö. 2.000 yılında ise, bir metropol hâlini alan Ur şehrinin

Page 14: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

14

nüfusunun, civardaki köylerle birlikte 360.000'e ulaştığı sanılmaktadır. M.Ö. 2500' lerde ticaretin

yaygınlaşması Mezopotamya'daki bu site devletlerini ekonomik ve politik bir birlik etrafına

toplayacak imparatorlukların ortaya çıkmasına zemin hazırladî. Ancak, siteler arası çekişme ve

çatışma, kısa fasılalar hariç hiç son bulmadı. Denebilir ki, Mezopotamya tarihi, sitelerin

birbirleriyle çekişmesi ve Kuzey'den gelen kavimlerin istilâsı tarihidir.

Sumerlerin kim oldukları, nereden geldikleri net değil, ama bildiğimiz bir şey var, o da

Sâmî olmadıkları. "Bu uygarlık özel koşullar altında gelişmiştir. İki ayrı ırkın, Sumer ve Akat'ların

buluşma ve çalışmalarının ürünüdür. Bu iki ırk ayrı kökenli olup birbiriyle hiç ilgisi olmayan dilleri

konuşmaktadırlar. Akatların dilleri Sami diller grubuna girer. Sumerlerinki ise ne Sami ne de Hint-

Avrupa dillerine benzemeyen bir başka gruptandır."

Mezopotamya bölgesinde bildiğimiz ilk kültür, ırmak ağızlarına yakın yerlerde kurulmuş

olan Sumer kültürüdür. Bu yerleşim yerlerinden Akkad bölgesine bilgi ve ideolojilerin, san'at ve

ilimlerin yayıldığı anlaşılmaktadır. Zamanla, Sumer ve Akkad bölgelerinde bağımsız sitelerin

oluştuğu ve bunların siyasî bir birlik altında toplanmalarıyla da iki ayrı krallığın ortaya çıktığı

görülmektedir.

Diğer yandan, milâttan önce dört binlerde Arap Yarımadasından gelip Kuzey

Mezopotamya'ya yerleşen Sami asıllı bir kavim, Akkadlar, giderek Sumer şehirlerine kadar

yayıldı; hattâ bir çok sitede, ücretli asker olarak Sâmiler Sumer ordularında yer almışlar; üçüncü

bin yılın son çeyreğinde ise, yaklaşık iki yüzyıl boyunca (2350-2150), Mezopotamya’da hükümrân

olmuşlardır. Sumer tarihinde çok önemli bir yer alan Kiş şehrinin sarayında kral Urzababa'nın baş

muhasebecisi olan ve Sami halkına mensup olan Sargon (2334- 2279) bir savaştan yenik dönen

kralına darbe düzenleyerek tahta geçmiştir. Kiş şehrini ele geçiren Sargon, daha sonra, güneye

doğru ilerleyerek diğer Sumer şehirlerini de sınırları içine aldı. Dicle merkezindeki Assur'u,

Doğu'da Elâm'ı ve giderek Suriye bölgesini de ele geçirdi ve sınırları Akdeniz'e kadar uzanan,

belki de tarihin bilinen ilk İmparatorluğunu kurdu. Böylece dünyada ilk kez, bu kadar geniş bir

alan üzerinde, merkezi bir devlet kuruldu. Akkad şehrinin merkez haline gelmesinden sonra

Sargon’un kurduğu devlete Akkad Devleti, konuştukları doğu Sâmi diline de, Akkadca denildi.

Akkad'lar kültürel anlamda Sumerlerin mirasçısı oldular ve Sumer kültürünü büyük oranda

benimsediler ve Ön-Asya’ya yaydılar. Akkad dili bütün Mezopotamya’da Sumer dilinin yerine

geçerek, günlük yaşamda ve ticarette kullanıldı. Akkadlar bütün Mezopotamya’yı egemenlikleri

altına alan ilk topluluk olduklarından, kralları için de önceden beri kullanılagelmekte olan Şile'nin

Kralı unvanının yerine Evrenin Kralı tâbirini kullanmaya başladılar.

Akkad devleti üçüncü milenyumun sonlarına doğru giderek zayıfladı ve eski Sumer

kentleri tekrar egemenliklerini elde etmeye başladılar. Üçüncü Ur Sülalesinin Mezopotamya'daki

yükselişi Akkad döneminin (2350-2150) sonunu getirdi.

Ancak, bir süre sonra, Sumer ülkesi bu sefer bir başka göçebe kavmin, Samlıların istilâsına

uğradı ve yakılıp yıkıldı. Uygarlık düzeyleri çok daha geri olan bu kavimlerin istilası Sumer

medeniyeti için oldukça tahripkâr oldu. Elâmlılar'ın hakimiyetini, Batı'dan gelen ve uygarlık

seviyesi oldukça geri bir başka Sâmî kavim izledi: Amurru'Iar (Amori’ler). Bu Sâmî topluluğun

M.Ö. 2050 yıllarında kurduğu, başkenti Bâbil şehri olan Bâbil devletinin altıncı kralı Hammurabi,

Page 15: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

15

kuzeyden gelerek Uruk ve komşu şehirleri Elâmlıların elinden aldı; Elâm devletine son verdi ve

Sumer ve Akkad ülkelerini tek bir yönetim altında birleştirerek Bâbil İmparatorluğunu kurdu.

Özetle, genel olarak insan medeniyetinin ve bu arada Mezopotamya Uygarlığının da

temellerini Sumerler atmışlardır. Akkadlar, sonra da Bâbilliler bu uygarlığı benimseyip

geliştirdiler. Bu Sumer-Bâbil Uygarlığı da daha sonra gelen Assur ve Kalde uygarlıklarına temel

teşkil etti.

Sumer tarihini böylece ana hatlarıyla ortaya koyduktan sonra, şimdi de onun insan kültür

ve medeniyetine yaptığı katkılara kısaca işaret edelim:

2. KÜLTÜR

Tarihte Sumer'in başlattığı belli başlı yenilik ve gelişmeleri Durant'ın, işte medeniyet

tarihinde Sumer’in ilk’leri başlığıyla ifade ettiği şu çarpıcı tesbitlerle anlatalım: İlk devlet ve

imparatorluk; ilk düzenli ordu; yazının icadı ve ilk defa yaygın olarak kullanılması; yaradılış ve

Tufan'la ilgili ilk mitolojik hikâyeler; ilk kütüphaneler ve okullar; ilk edebiyat ve şiir metinleri; ilk

sulama sistemi; ilk yazılı iş sözleşmeleri; ilk kredi sistemi; ilk yazılı kanun kodları; standart bir

değer ölçütü olarak gümüş ve altının ilk olarak kullanılması; ilk metal süs eşyaları ve dekoratif

ürünler, kozmetik ve mücevherat kullanımı; ilk heykel ve kabartmalar; ilk saray ve tapınaklar;

mimaride ilk kemer, sütun, direk, tonoz ve kubbeler... Şunlar da Sumer'in Medeniyetin günahlarına

yaptığı katkılara ilişkin ilkleri: kölelik, despotizm, rahiplik ve mabet merasimlerine ilişkin kurallar

ve emperyal savaşlar.

Sumerlerde altı gün çalışma, bir gün tatil uygulaması vardı. Bu uygulamanın, önce

İbranilere, onlardan da Hristiyanlığa geçtiği anlaşılmaktadır.

Mezopotamya'nın Mısır Medeniyetinin gelişmesi üzerinde de etkili olduğu, onun

gelişmesini yönlendirip, hızlandırdığı anlaşılmakladır. Arkeolojik kazılarda, Sumer'de imal

edilmiş eşyalara çok uzak coğrafyalarda, meselâ Hindistan'da bile rastlanmıştır. Diğer yandan, Batı

Medeniyeti diye adlandırılan ve günümüz Avrupa ve Amerikasınca temsil edilen uygarlığın

oluşumunda özellikle Sumer medeniyetinin katkısını ihmal etmek mümkün değildir. Gerçekten,

Batı Medeniyetinin; Mezopotamya ve Mısır'dan, Girit, Kadîm Yunan ve Roma yoluyla aktarılan

ve ardı sıra bir çok eklemlenmelerle oluşan bir süreç içinde bu noktaya geldiği ileri sürülmektedir.

Avrupa, bitki ve hayvan üretme tekniklerini, yazı sistemlerini, teknolojiyi Verimli Hilâl'den

almıştır. Doğu Medeniyeti, M.Ö. ikinci milenyumdan îtibâren, gittikçe artan bir şekilde "Avrupa

barbarlığı"nın içine işlemeye başlamıştır. Ancak, bu medenileştirme süreci, uzun süre sadece

Güney Avrupa'da Akdeniz sahillerinde son derece sınırlı bir alan içinde kalmış; tüm Güney-

Avrupa'nın barbarlıktan kurtulması için daha binlerce yıl gerekmiştir; Orta ve Kuzey Avrupa için

ise bu süreç çok geç bir dönemde başlayacaktır.

Bu açıklamaların ışığında, Mezopotamya'daki ve diğer Yakın-Doğu medeniyetlerindeki

hukuki hayâtı inceleyerek, insan medeniyetinin gelişmesinde taşıdığı yer ve önemi ortaya koymak;

aynı zamanda, bugünkü Avrupa ve Amerika (Batı) Medeniyetinin gerçek kurucularının haklarını

da teslim etmek olacaktır her ne kadar Batıklar genellikle bunu hatırlamak ve itiraf etmekten pek

hoşlanmasalar da... Kimi bilim adamı ve araştırmacılara göre, genelde Batı ve özelde Kadîm

Page 16: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

16

Yunan, zannedildiği gibi, bir medeniyet kurmaktan ziyade onu tevarüs etmiştir. Durant, Kadîm

Yunan medeniyetini, ticaret ve savaş yoluyla devşirilen Yakın Doğu'nun üç bin yıllık bilim ve

sanat birikiminin üzerinde yükselen “şımarık bir çocuk” olarak vasıflandırır. Ülken, Assur-Keldani

tabletleri üzerinde önemli tetkiklerde bulunan Marcellin Berthelot'un Yunan ilminin köklerinin

diğer kaynaklar yanında, Sumer ve Hitit'ler den geldiğini gösterdiğini; M. Abel Rey’in Yunan'dan

Evvel İlim adlı eserinin de bu fikirleri teyid ederek, artık fikir tarihine Yunanlılardan başlamanın

büyük bir hata olduğunu ve onun kaynaklarını mutlaka Keldânîler hattâ Sumer'lerde aramak lâzım

geldiğini" söylediğini ifade etmektedir.

3. DİN VE DÎNÎ HAYÂT

Günaltay'a göre Sumerlerde dînî anlayışın en önemli özelliği, hayâl gücünün onların

dinlerinde pek az yer kaplaması ve daha ziyâde Orta-Asya'ya has somut ve gerçekçi bir yaklaşımın

egemen olmasıdır. Bu dünyadaki tutum ve davranışlara karşılık gelecek bir ödül ve ceza âlemi

onların zihinlerini hiç meşgul etmişe benzememektedir. Saadeti de felâketi de tamamen dünyevî

ölçüler içinde düşünmektedirler. İbadetleri, âyin ve duaları tamamen dünyevî olup, bu dünyadaki

hayâtları ile ilişkilendirilmiştir. Onlar için ibâdet, almak için vermektir. Yaptıkları ibâdetlere,

sundukları kurbanlara karşılık mâbutlarından diledikleri şeyler, hastalanmamak, çok yaşamak,

fakir düşmemek gibi dünyaya ait hususlardır. Sumer dininin bir diğer özelliği de Tanrısal âlemle

beşeri âlem ve varlıklar arasında aşılmaz bir sınır ve duvar kabul etmeleridir. Bir beşer için

ebedîleşmek, Tanrılaşmak imkânsızdır. Gerçekten de, Sumer hükümdarlarında hiç biri, Firavunlar

gibi ulûhiyet iddiasına kalkışmamalardır.

Diğer yandan, Sumer dininin Sâmîlerin etkisiyle aslî özelliklerini yitirmeden önceki

durumu dikkate alındığında, Sumer panteonunu dolduran tanrı ve tanrıçaların hayâtları çok

nezihtir; Kadîm Yunan ve Îbrânîlerde görüldüğü türden sefihçe ve edebe aykırı sahneler Sumer

dinine yabancıdır. Sumer kültüründe görülen, kadın erkek arasındaki denge ve eşitlik anlayışının

bir yansıması olarak, Sumer dininde de mabut ve mabudeler, rahip ve rahibeler bulunmaktaydı.

Râhibeler, Sumer toplumunda, îtibâr ve ihtiram edilen bir zümre idiler.

Mezopotamya kültüründe insanoğlu, doğuştan suça günaha yakın bir varlık olarak

değerlendirilir. Bir Sumer şiirinde bu konuda şöyle bir ifade yer almakta: "Asla, günahsız bir çocuk

anasından doğmamıştır.” Böyle olunca, derin bir suçluluk duygusunun din duygusuna eşlik ettiği

görülür. Nitekim, dua ve yakarışlarında şu cümleleri kullanıyorlardı: "Allahım!.., Mevlâm!..,

Mâbûdem!.. Taksiratım çok, günahlarım büyük....". Bu yaklaşım içinde, sadece hayâtta iken değil,

ölümden sonra da, vefat eden kişilerin ruhlarının rahat ve huzur duyabilmesi için, mutlaka

evlâtlarınca dîni merasimlerin yapılması, adakların sunulması gerekirdi. Ancak evlat ve ahfadı

tarafından kendisine düzenli bir şekilde adak yiyecekler sunulan ruhlar mezbeleliklerden,

çöplüklerden beslenmek zilletinden kurtulabilirlerdi. Onun içindir ki, Sumer'de evlenme veya evlat

edinme yoluyla, bir yolunu bularak mutlaka bir çocuk sahibi olmak için fiili ve hukuki her yolun

denenmeye çalışıldığı görülmektedir.

Daha önce de işaret edildiği gibi, bu kadîm kültürlerde, günah ve suç kavramı arasında bir

ayırım yapılmadığından günahkâr ve suçlu kavramları da aynı anlama gelebilmektedir. Bir Sumer

Page 17: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

17

ilâhisinde, günahkâr bir insanın özellikleri şöyle sıralanmakta: Kanunsuz yolda gezen, isyanla

ellerini kaldıran, geçerli olan âdetleri çiğneyen, anlaşmaları bozan kişi".

Sumer dininin, diğer dinlerde de görüldüğü gibi, kişisel inanç ve ibâdet dünyasının ötesinde

kamusal alana da uzanan boyutları vardı. Sumer mitolojisine göre, tanrılar Gök tanrısı Anu’nun

başkanlığında toplanır, insanları ilgilendiren konularda karar alırlardı. Mezopotamya'da tapınak,

sadece dînî değil, aynı zamanda ekonomik yeniden dağıtım, yazma ve zanaat teknolojisinin de

merkezi îdi. Diğer yandan, Sumer prenslerinin dînî sâiklerle mabetler inşa ettikleri, hayır ve

vakıflar yaptıkları da nakledilmektedir.

Sumer dîni, sadece Sumer toplumu üzerinde etkili olmakla kalmamış, daha sonraki

dönemlerin ve komşu kültürlerin dîni hayatı üzerinde de etkili, hattâ belirleyici olmuştur. Meselâ,

Hitit dini ve diğer komşu kültürler Sumer dîninden dînî inançlar, dînî terminoloji vs. cihetiyle

büyük ölçüde etkilenmişlerdir. Hitit coğrafyasında ibâdet dili olarak Sumerce kullanılıyor, dînî

metinler de Sumer yazısı (çivi yazısı) ile ve Sumerce yazılıp okunuyordu.

4. SOSYAL VE EKONOMİK HAYÂT

Dördüncü milenyumun başlarında Sumer'de; maden işletmeciliğinde önemli mesafeler

alındığı, eşeğin yük taşıma ve araba çekmede kullanıldığı ve yelkenli gemi gibi buluşların

yapıldığı; saban ve boyunduruk’un, tekerlek ve çömlekçi çarkının kullanıldığı görülmektedir. Bu

teknik gelişmelere paralel olarak işbölümü gelişmiş, el zanaatları tarımsal faaliyetlerden ayrılmış;

üretimin artması sonucu zenginlik de artmış ve yeni toplumsal sınıflar oluşmuş ve devlet teşkilâtı

genişleyerek bürokratik bir yapılanma ortaya çıkmıştır. Tapınak kayıtlarından anlaşıldığına göre,

tapınağa bağlı işletme ve atölyelerde maden işleme ustaları, kuyumcu, marangoz, deri eşya

imalâtçıları (su tulumu, semer, koşum, ayakkabı vs. üreticileri), bira ve ekmek ustaları,

dokumacılar çalışmaktaydı. Zanaatlardaki bu ayrışmanın yanı sıra kafa ve kol emeği ayırımı da

ileri düzeye varmış; yazı, sayı sistemi ve takvim geliştirilmişti. Fakat bu bilgiler tapınak

rahiplerinin tekelinde tutuluyordu. Hekimlik bir meslek hâline gelmişti, ancak, hastalıklara bir

takım kötü ruhların sebep olduğuna inanılır, bu cin ve şeytanlar bir şekilde uzaklaştırılmadan

hastanın iyi olmayacağı kabul edilirdi.

Sumer'de, ziraî faaliyet olarak, hayvan yetiştiriciliği; hububat nevinden ağırlıkla arpa,

buğday ve susam yetiştirildiği; meyvelerden hurma, zeytin, incir, nar vs.; sebzelerden de en çok

soğan ve hıyar üretildiği; bağcılık ve şarapçılık yapıldığı anlaşılmaktadır. Her ne kadar ilk Sumer

siteleri Basra Körfezine yakın bölgelerde, delta kısmında yer almış bulunmakla beraber; bizde Urfa

ve civarı bölgelerde, son asırlara gelinceye kadar, ekonomik ve sosyal hayâtın Sumerlerden bu

yana benzer görünümünü sürdürmeye devam ettiği söylenebilir. Bu kültürel devamlılığı

sergilemek bakımından, Güney-Doğu Anadolu Bölgesinin yalnız ülkemiz açısından değil, tüm

insan medeniyeti açısından özel bir önemi ve anlamı vardır; dünya ölçüsünde özgün bir kültürel

zenginliği barındırmaktadır.

Ülke içi ticaret yanında uluslararası ticaret de çok gelişmişti. İran (Elam), Anadolu, Suriye,

Filistin, Akdeniz ülkeleri ve Mısır ile ticaret yaptıkları, deniz yolu ile ticaretin de Arap

Yarımadasının sahillerine ve Hindistan'a kadar uzandığı bilinmektedir.

Page 18: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

18

“Uzak mesafeli ticaret Mezopotamya’da önemli ve hayatî bir rol oynuyordu. Madenler,

kereste ve diğer hammaddeler Suriye, Kıbrıs, Anadolu ve daha uzak bölgelerden ithal ediliyordu.

Ticari koloniler oluşturulmuştu. Ticaret yollarının korunması ve açık tutulması için savaşlar bile

yapılıyordu. Hukuk kuralları da bu ticarî ilişkilere temel olabilecek ölçüde karmaşık bir düzeye

ulaşmıştı. Tüccar ve temsilcileri, borçlu ve alacaklılar, toprak sahibi ve kiracılar arasındaki

sözleşmelerin esasları ayrıntılı şekilde düzenlenmişti. Gümüş, para şeklinde olmasa bile bir

değişim aracı ve değer ölçüsü olarak kullanılıyordu.”

Sumer'de M.Ö. 2400'lerde site halkının şu toplumsal sınıf ve katmanlara ayrıldığı

görülmektedir: Büyük toprak sahibi ve aristokratlar. Yüksek düzeydeki yöneticiler ve rahipler;

küçük toprak sahibi çiftçiler: Kendi topraklarını işleyen özgür çiftçiler, ki bunların toprakları aile

mülkiyetinde idi; Tapınaklara ve aristokratlara bağımlı özgür yurttaşlar: Memurlar, kâtipler,

yöneticiler, zanaatkarlar, tarım/zanaat işçileri. Bunlara çalışmaları karşılığı ya mal (yiyecek vs.)

olarak ödeme yapılır veya belli arazilerin kullanım hakkı verilirdi. Ve son sırada, Köleler. Lagaş'ta

milâttan önce iki bin beş yüzlerde site nüfusun dörtte birine yakını köle statüsünde idi.

Sosyal sistem feodal bir yapılanma esası üzerine kurulmuştu. Başarılı bir savaştan sonra

kral fethedilen topraklan komutanlarına dağıtır ve bu topraklan vergiden muaf tutardı. Bu

komutanlar hem idareleri altmdaki bölgede güvenliği sağlar, hem de kralın talep ettiği askerler ve

diğer kamu hizmetlerini karşılarlardı.

5. DEVLET YÖNETİMİ VE DEVLET TEORİSİ

a. Devlet Yönetimi

Yeryüzünde devlet kurumunun, ilk defa M.Ö. 3700’lerde Mezopotamya'da ortaya çıktığı

tahmin edilmektedir. Başlangıçta yönetici/askerî lider halk kurultayınca gerektiğinde ve geçici bir

süre için belirleniyordu (İlkel kabile demokrasisi). Zamanla bu yöneticiler, baş rahip, başkomutan,

yönetim ve yargı görevlerini kendilerinde topladılar ve bu durum babadan oğula geçen krallık

(Ensi/lugal) hâline dönüştü. Her sitenin başındaki, Ensi/Lugal denen râhip-kralların ruhani ve

maddî otoritesini sitenin ilâhından aldığı ve onun temsilcisi/vekili olarak siteyi yönettiği kabul

edilirdi. Kralların eşleri de devlet yönetimine katılırlardı. Hükümdardan hemen sonra gelen bir

konumları, kendilerine ait sarayları, mühürleri vardı. Ayrıca, çeşitli görevliler, nazırlar, memurlar,

valiler görevlerini yaparken krala yardımcı olurlardı.

b. Devlet Teorisi

Erken dönem site devletleri, "devlet dîni"ne ve standart tapınaklara sahiptiler. Her sitenin

ayrı bir tanrısı olduğuna ve bu Tanrının ailesiyle birlikte sitenin merkezinde bulunan mabette

oturduğuna inanılırdı. Sumer mitolojisine göre, tanrılar da Gök Tanrısı Anu'nun başkanlığında

toplanır, çeşitli konuları görüşüp karar alırlardı. Hükümdarın buyrukları da tanrılarınki gibi

doğruydu ve bunlara da kesinlikle itaat etmek gerekirdi. Böylece, site yönetimi teokratik-otokratik

bir monarşi niteliğini taşımaktaydı. Devlet yönetimi ile sitenin dîni iç içe geçmişti. Yazılı tarih

dönemlerine ait en eski belgelerde, savaşa gidenlerin ve zafer kazananların sitelerin tanrıları

oldukları yazılıdır; böyle bir savaşta, sözgelimi Lagaş ülkesinin bir parçasının değil, tanrı

Page 19: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

19

Ningursu’ nun tarlasının tehlikede olduğu anlatılır, bir barış antlaşması yapılınca, bu antlaşma

savaşan tarafların tanrılarının adına düzenlenirdi.

Elimize ulaşan en eski belgelerde, bilinen ilk site devleti yöneticilerinin, kendilerini

Tanrı’nın topraklarını işleyen “kiracı-çiftçi” anlamında ishakku diye tanıttıkları, ve Lugal, yâni

kral sıfatını nadiren kullandıkları görülmektedir. “Kabile” tanrısının temsilcisi olarak ishakku

(kral), site topraklarının en büyük parçasını alır ve geleneksel haraç/vergi’leri toplar; bir savaşta,

"zafer kazanan tanrının elde ettiği ganimet” ten en büyük payı da, “tanrı adına” kabul ederdi. Bu

şartlarda, Ensi’lerin hangi ölçüde rahip ve hangi ölçüde kral olduklarını ayırt etmek güçtür.

Burada şöyle bir açıklamada bulunmanın yararlı olduğunu düşünüyoruz. Özellikle tarihin

bu kadîm dönemlerinde, hatta çok yakın zamanlara kadar, günümüzde bile çeşitli devletlerde

hakimiyetin kaynağı olarak Tanrı'ya atıfta bulunulmasına bakarak, buradan hemen bu devletlerin

teokratik yönetimler olduğunu ileri sürmek gerçekçi bir yaklaşım değildir. İleride, Hammurabi,

Çin vs., hemen tüm devlet teorilerinde karşımıza çıkacak olan bu örneklerde görüldüğü gibi,

kendileri söylem düzeyinde öyle dediler diye, bu ifadeleri fazla ciddîye alarak, bu devlet sistemleri

"teokratiktir, yâni egemenliğin kaynağı Tanrı'dır" demek ve bunları farklı bir devlet anlayışı ve

kategorisi içine yerleştirmeye çalışmak, şe'niyyeti olmayan bir metaforu gerçek gibi algılamaktır.

Aslında, "egemenliğin kaynağının tanrıya atfedildiği bir söylem vardır"; çeşitli toplum

tabakalarının kültür ve idrak düzeylerine göre, "böyle bir inanç ve kabulden hareket edilmekte

veya öyle imiş gibi yapılmaktadır" demek gerçeğe daha yakın bir ifade olur.

Günümüzde de "hâkimiyet hem de bilâ kaydı şart (!) milletindir" ifadesi gerçeğe pek az

tetâbuk eder, çoğu durumda hiç tetâbuk etmez, hattâ, bilinen, "bu kanun çıkmasına çıkacak, ama

belki bâzı kelleler gidecek!.." örneğinde olduğu gibi, gerçeklerle ve halkla alay edilmesi anlamına

gelir. Aslında, "egemenliğin kaynağı, duruma göre, egemenliğin Tanrıya, halka veya belli bir

ideolojik görüşe vs. ait olduğuna dair beslenen inançtır; sistem bu kabul üzerinden işlemektedir"

demek daha dürüst ve gerçekçi bir açıklama olacaktır. Gerçek hayatta, her çıkar gurubu bir

ideolojik maske altında kendisinin ve kendi çıkar gurubunun menfaatleri peşinde koşar. Bir yerde

demokratik sistem, bu maskeler ortadan kaldırarak, oyunun daha dürüst ve açık olarak, reel-politik

üzerinden oynanmasına; her çıkar gurubunun bir siyasî parti şeklinde örgütlenerek egemenlikten

pay alma kavgasına barışçıl metotlarla katılmasını sağlamaya çalışmaktadır; üstünlüğü de

buradadır. Şu noktaya da işaret etmek gerekir ki, bir sistemin demokrasi olup olmadığını veya

egemenliğin halka ait olup olmadığını belirleyen en önemli ölçü; egemenlerin halkın iradesiyle

gelmelerinden ziyade, halkın iradesi ile gitmeleri, iktidardan uzaklaştırılabilmeleridir.

Kadîm dönemler için veya günümüzde olsun, egemenliğin kaynağına ilişkin söylemler,

"Hâkimiyet Allah'ındır" veya "Egemenlik halkındır” vs., egemenliğin kaynağı olarak gösterilen

şeyin iradesinin ne olduğunu kimin, nasıl belirleyeceği hususu vuzuha kavuşturulmadıkça boş bir

metafordan başka bir şey ifade etmez, onun için de pek ciddiye alınmamalıdır. Bu nokta

netleştirilmemişse, "Egemenlik Tanrı'nındır/halkındır" diyenler aslında şunu diyorlardır:

"Egemenlik Tanrınındır/halkındır; Tanrı'nın/halkın neyi istediğini de en iyi biz biliriz, şu halde

egemenlik bizimdir". Yâni, al takke ver külah sonunda külah yerini bulmuştur.

Page 20: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

20

B. HUKUKÎ HAYÂT

Sumerler milâttan önce dördüncü binin ortalarında Mezopotamya'ya geldiklerinde,

aralarındaki anlaşmazlıkları örf ve âdet hukukuna göre çözdükleri, bu uygulamanın üçüncü bin

yılın ortalarına kadar sürdüğü anlaşılmaktadır. Bu tarihten sonra yasal bâzı düzenlemelere

rastlamaktayız. Böylece, eski dönemlerde tamamen râhip-kral yöneticilerce konan ve dînî

kurallardan ayrılamayan hukuk kurallarında giderek dünyevileşme temayülü görülmektedir.

Sumerlerde adâletin simgesi Güneş'ti ve Güneşin karanlıkları aydınlatması gibi; âdâletin de

haksızlık ve zulüm karanlıklarını ortadan kaldıracağı düşünülüyor, bekleniyordu. Bu anlayışa

paralel olarak, adalet’in lütuf ve ihsan olmayıp, bir hak, devletin bir görevi olduğu fikri oluşmuş

ve yerleşmiş bulunmaktadır ki, medeniyetin gelişimi bakımından çok önemli bir husustur. Hukuk

fikrinin insanlarda en sonra doğduğu ve pek yavaş bir surette inkişaf ettiği dikkate alındığında,

milâttan önce üç bin beş yüzlerde bu kadar yüksek hukukî telakki ve müesseselere sahip olan

Sumerlerin medeniyetçe ne kadar eski oldukları tahmin edilebilir. Bu durumda “Sumerlerin daha

Ön-Asya’ya gelmeden önce kültür ve hukuk itibariyle çok ilerlemiş olmaları iktizâ eder”.

1. POZİTİF HUKUKUN GELİŞİMİ

Sumer kralları, özellikle Akkad kralı Sargon ve daha sobra Hammurabi gibi hükümdarlar,

güçlü bir merkezi devlet yapısı oluşturarak, asırlar boyu Mezopotamya'da süre gelen teokratik, site

ve tapınak temelli devlet yönetimine teorik planda olmâsa da, fiilen son vermiş ve yerine

bürokrasiyle yönetilen güçlü bir devlet modeli ortaya koymuşlardır. Gelişen ekonomik şartlarla

birlikte, oluşan bu güçlü merkezî devlet yapılanması karşısında, geleneksel kabile veya site

toplumunda geçerli örf ve âdet kurallarının bu yeni dönemin ihtiyaçlarını karşılayamaması tabiidir.

İşte bu şartlar altında, genişleyen devletin sınırları içinde uygulanacak yeknesak, herkese açık,

yazılı hukuk normlarına ihtiyaç duyulmuş, güçlü lider ve hükümdarlar da zaman zaman bu ihtiyacı

karşılamışlardır.

Milâttan önce dördüncü milenyumun ortalarına kadar giden bir tarihte Sumer'de yazılı

hukuk belgelerinin varlığı bilinmekte ise de, bu metinler elimize ulaşmamıştır. Söz konusu

metinlerin, daha sonra oluşturulan ve tabletleri elimizde bulunan mecellelere kaynaklık ettiği

düşünülmektedir.

Sumer ve onları izleyen dönemlere ilişkin Mezopotamya yasaları konusunda, yazım dilleri

ve tarihleri göz önünde tutularak şöyle bir sıralama ve tasnife gidilebilir. Sumerce yazılmış yasalar:

Urukagina (2351-2342); Ur-Nammu (2111-2094); Ana-İttişu (M.Ö. 2000 civarı) ve Lipit-İştar

(1934-1924) Yasaları. Akkatça yazılmış yasalar: Eşnunna (M.Ö.1950 civarı) ve Hammurabi (1783

civarı) Yasaları. Ve Orta Assur Yasaları (1450-1250); Yeni Bâbil Yasaları (625-539).

Yukarıda işaret edilen yasa ve mecellelerden Hammurabi öncesi döneme ait olanlar,

Hammurabi Kodu'nun da kaynağı gibi gözükmektedir. Ancak, bu kaynakların da, henüz

keşfetmediğimiz bir başka kaynaktan etkilenmiş olması da mümkündür. Öte yandan, bu yasa

düzenlemeleri ve bunlardan etkilenen Hitit yasaları gibi diğer kanun metinleri arasında, üslûp ve

muhteva cihetiyle ortak bir çok yön bulunduğu gibi, zamana ve kültürel yapı değişikliğine bağlı

Page 21: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

21

olarak, önemli farklılıklar da gözlenmektedir. Meselâ, Sumer ve Hitit yasalarında kısas (lex talion)

ilkesi görülmezken, Sâmî geleneklerine bağlı kaldıkları anlaşılan Bâbil ve Assur yasalarında bu

ilke hâkimdir.

Bu yasa derlemelerinin, bir yönetici veya hukukçular kurulu tarafından hazırlanan yasalar

olmaktan daha çok; o zamanki örf ve âdet kurallarından devlet gücü ile desteklenenlerin ve söz

konusu geleneksel hukuku uygulayan hâkimlerin kararlarının derlenmesiyle oluştuğu

anlaşılmaktadır. Özellikle bu son niteliğinden dolayı, bu yasaların tümü kazuistik bir nitelik taşır,

yâni, bize bugün oldukça bıktırıcı gelen bir şekilde her münferit olayı/suçu tek tek zikrederek ona

ilişkin cezayı belirtme yoluna giderler. Diğer yandan bu yasa ve fermanların o toplumdaki hukuk

kurallarının ancak bir kısmını yansıttığını, bu durumun, bunların en kapsamlısı olan Hammurabi

Kanunnâmesi için bile böyle olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır. Onun için de bu

düzenlemeleri günümüzdeki anlamıyla bir kanun külliyâtı ve kodifikasyonu olarak

değerlendirmek oldukça güçtür. Münferit olaylardan bağımsız, tamamen genel ve soyut hukuk

kuralları şeklindeki hukukî düzenlemelerin yapılması insan kültürünün ve buna bağlı olarak insan

zihninin ve idrak düzeyinin gösterdiği gelişmelere paralel olarak, medeniyetin daha ileri

aşamalarında gündeme gelecektir.

a. Urukagina Mecellesi (M.Ö. 2350’ler)

Sumer kent devletlerinden Lagaş'ta hüküm süren (2351-2342), tarihte bilinen eşitlik ve

özgürlük sloganlarıyla ortaya çıkan ilk sosyal reformist, kral Urukagina'nın koyduğu, kendi adıyla

anılan Urukagina Yasaları, Sumer'in ve insanlığın bilinen en eski yazılı hukuk kurallarıdır. Özel

durumundan dolayı, Urukugina'nın yasa koyma boyutundan daha önce reformist niteliği üzerinde

durmak ve onun bu fermanını da bir yasa metninden ziyade bir sosyal reform manifestosu olarak

kabul etmek belki daha doğru olur.

Ruhban ve papaz patesi'lerin yüksek ve zengin sınıflarla birleşerek yaptıkları hudutsuz

mezâlime karşı çıkan ve başına geçtiği halk tabakasının isyan ve ihtilâli neticesinde Lâgaş

hükümdarı olan Urukagina'nın, zenginlerin fakirleri sömürmesine ve hepsinin de ruhbânlarca

istismarına karşı bayrak açtığı görülmektedir. Çıkardığı emirnamede belirtildiğine göre, rahipler

her türlü yolsuzluğa bulaşmışlardı. Cenaze törenlerinden aşırı ücretler talep ediyorlar; Tanrıya

(yâni topluluğa) ait toprakları, sığırları, araç gereçleri, köleleri kendi malları gibi kullanıyorlardı.

Ayrıca, rahipler fakir kimselerin bahçelerine girip odun toparlarlardı. “Eğer, bir büyük adamın evi

sıradan bir vatandaşın evi ile bitişikse,” uygun bir bedel ödemeksizin onun mülkünü

kendisininkine katabiliyordu. "Eğer halktan birinin güzel bir eşeği doğmuşsa ve onun efendisi onu

almak isterse, nadiren onun razı olacağı bir bedel öderdi".

Rahipler sınıfını açgözlülükle, yargılama faaliyetlerinden rüşvet almakla, vergi adı altında

çalışan kitleleri soymakla ithâm eden bu reformist-kral, mahkemeleri rüşvetçi görevlilerden

temizledi; alınacak vergileri ve tapınak ödentilerini düzenleyen ve malları gasp edilen insanları

koruyan ve bu zorbalıkları cezâlandıran kanunlar getirdi. Halkını özgürleştirmekle ve onlara eşitlik

getirmekle övünen bu yüce reformcunun kendi fermanına kulak verelim:

Artık bundan böyle yüksek rahip, dul kadının bahçesine gelip ağaçlarını almayacak ve

meyvelerinden vergi almaya kalkmayacaktır; cenaze merasimi için alınan ücretler, daha önce

Page 22: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

22

alınmakta olanın beşte biri düzeyine indirilecektir. Ayrıca, rahipler ve yüksek dereceli memurların,

tanrılara sunulan hediyeleri ve kurbanlık sığırları vs. aralarında paylaştırmaları uygulaması da

yasaklanmıştır. Borçları ve vergileri sebebiyle hapsedilen 'Lagaş oğulları' için af çıkarılacaktır.

Urukagina, bu şekilde, papazların ve memurların hareket ve icrââtlarını sıkı bir kontrol

altına aldı; daha önce ihmal edilen töre ve kanunları uyguladı, suiistimallere yolsuzluklara zulüm

ve baskılara son verdi. Fakirlere, dul ve yetimlere yapılan zorbalıkları kaldırdı. Papazların

hâkimiyetleri zamanında meşrü görülen ve yaygınlaşan, bir kadının aynı zamanda bir kaç erkeğin

zevcesi olması müsâadesini kaldırdı. Bu arada, dinî bir mahiyeti olan Patesi unvanını bırakarak

Kral unvanını aldı.

O devirlerin hâkim mantalitesine göre, o da, gerek kral oluşunu, gerek ortaya koyduğu

Mecelleyi kendisinin değil, yağmur tanrısı Ningirsu'nun bir iradesi olarak takdim eder:

"Tanrı Ningirsu (Lagaş'ın baş tanrısı) lagaş Krallığını bana verince, beni otuz altı bin adam

arasından seçip kral yapınca, eski günlerin tanrısal yasalarını yeniden uygulamaya koydum".

Urukagina’ya göre, kendinden önceki yöneticiler fakir halka zulemttikleri için Tanrı’nın

gazabına uğramışlardı ve bu durumda, kendisinin yönetimi ele geçirmesi meşru hal almıştı.

Urukagina’nın vefatından sonra, rahipler tekrar eski konumlarını kazandılar. Bir süre sonra

da Urukagina’nın kenti Lagaş en parlak döneminde istilaya uğradı ve yerle bir edildi. Komşu site

devleti Umma’nın Patesi olan Lugalzaggisi, Urukigana’dan memnun olmayan papaz, zengin ve

yüksek memur kesimlerinin de teşvik ve yardımı ile Lagaş üzerine yürüdü, şehri yağma ve tahrip

etti; Lagaş Krallığı ortadan kalktı.

Sonraki devirlerde de Ur şehrinin kralı (III: Ur sülalesinin kurucusu) Ur-Nammu

(M.Ö.2112-2093) ve oğlu Dungi (bir diğer adı Şulgi) (2094-2047) mevcut yasaları, gelenekleri bir

araya toplayarak, toplumda adaleti sağlamak için hukuki düzenlemeler yapmışlardır.

b. Ur-Nammu Mecellesi (M.Ö.2100’ler)

Sumer kralı, III: Ur sülalesinin kurucusu Urnamu (2111-2094) tarafından çıkarılan bu

Kod’un, aslında Dungi (bir başka adı Şulgi)’ye (2094-2047) ait olduğu, onun tarafından derlendiği

de ileri sürülmektedir. Urukugina’dan sonra Sumer’lerin en büyük kanun vazıı, adaletin yeniden

kurucusu olarak tanınan Dungi/Şulgi’dir. Aslında, bu metin, insanlık tarihinde elimizde mevcut

ilk yazılı hukuk kodu olarak kabul edilmek gerekir. Çünkü, her ne kadar Urukagina Yasaları daha

önce ise de bu kodun yazılı metni elimizde bulunmaktadır, onun hakkında diğer laynakların

yaptıkları atıf dolayısıyla bilgi edinmekteyiz. O da geleneğe uyarak, kendisinin konumunu ve

çıkardığı kanunları ilahi bir iradenin eseri olarak takdim etmektedir:

Gök tanrısı Anu ve Enlil, Ur kentini yönetmek için ay tanrısı Nannar’ı görevlendirdiler, O

da beni kral olarak seçti. Güneş tanrısı Şamaş’ın hakça kanunlarıyla ülkemde adaleti

gerçekleştirdim. “Memlekette adaleti tesis ettim; öksüz, zengine teslim edilmedi; dul kadın,

kuvvetli adama teslim edilmedi…”

Kral Ur-Nammu, tarihte ilk defa, tüm Sumer ülkesine şamil kapsamlı bir kanun külliyatını

ilan edip uyguladı ve Mezopotamya Bölgesine istikrar getirdi; bunun sonucu ticaret yaygınlaştı

Page 23: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

23

refah ve zenginlik arttı. Ur ve diğer şehirleri imar etti. Daha sonra, oğlu Dungi de bu çizgiyi devam

ettirdi. Bu metinlerde yaralama ile ilgili suçlar için para cezaları öngörülmkte, tarla ve tarımla ilgili

konularda çıkacak ihtilafın nasıl çözüleceğine ilişkin hükümler yer almaktadır. Urnammu

Yasaları’na göre ölüm cezasını gerektiren suçlar şunlardır: adam öldürme, hırsızlık, evlenmiş

ancak hala bakire olan (baba evinden çıkmamış) bir kadına tecavüz. Evli bir kadının zina yapması

durumunda, sadece kadın öldürülür. Diğer bazı hükümler de şöyle:

- “Bir adam kız olarak aldığı eşini boşarsa bir mana gümüş; dul olarak aldığı eşini boşarsa

yarım mana gümüş tartar” (m.6,7).

- “Bir adam bir adamı büyücülükle itham ederse nehir tanrısının adaletine götürülür (nehre

atılır). Eğer nehir tanrısı temize çıkarırsa (boğulmazsa) o zaman, onu itham eden kişi üç

şekel gümüş öder.” (m.10).

- “Bir adam bir başkasının eşini kucakta yatmakla (zina ile) itham ederse, nehre atılır. Nehir

Tanrısı temize çıkarırsa (boğulmazsa), onu itham eden kişi 1/3 gümüş mana öder.” (m.11).

- “Nişanlanmış bir kızı, babası başka bir adama verirse, aldığı başlık parasının iki mislini

karşı tarafa ödeyecektir”. (m.12).

Yukarıda, onuncu maddede, itham eden ve edilen kişilerin maruz kaldıkları/kalabilecekleri

ceza miktarı arasındaki dengesizlik dikkat çekicidir. İtham edilen kişi, ölümle sonuçlanması

kuvvetli muhtemel bir risk altına alınırken; itham eden kişinin karşılaşacağı muhtemel risk ise üç

şekel (takriben iki koyun karşılığı) bir tazminat ödemektedir. Aynı yasanın on birinci maddesinde,

birisi tarafından zina ithamıyla karşılaşan kadının, suçlu olup olmadığının anlaşılabilmesi için,

“nehir tecrübesi”ne tabi tutulacağı öngörülmekte, “eğer Nehir İlahi kadını temize çıkarırsa” (itham

edilen kadın boğulmaz ve sudan sağ çıkarsa), onu suçlayan kişinin yirmi şekel kadar tazminat

ödemesine hükmedilmektedir. Bir karşılaştırma yaparsak, Hammurabi Kanunnamesi’nde de her

iki durumda “su tecrübesi” uygulamasına gidilmektedir:

- Bir kimse, bir adam hakkında bir suçlamada bulunur ve suçlanan kişi ırmağa gidip ırmağın

üzerinden atlar da batarsa, suçlayan kişi onun evine sahip olur. Ama ırmak suçlanan kişinin

suçlu olmadığını kanıtlar ve o kişi canı yanmadan kurtulursa o zaman onu suçlayan kişi

ölümle cezalandırılır ve ırmağı atlayan kişi kendisini suçlayanın evine sahip olur. (m.2).

- Bir adamın karısının başka bir adam ile ilgili olarak dedikodusu yapılırsa; ancak, kadın

diğer adamla uyurken yakalanamazsa kadın, kocası için (kocasının onurunu korumak için),

nehre atılır, (m.132).

Ancak, sonuçlar Hammurabi Kanunnâmesi ile kıyaslandığında arada önemli farklılıklar

olduğu görülür: İtham edilen kişi temize çıkarsa (nehirden sağ çıkarsa), Hammurabi

Kanunnâmesi'ne göre, suçlayan kişi öldürülür ve sâhip olduğu mal varlığı da büyücülük yapmakla

suçladığı kişinin olur. Dikkat edilirse, konunun esasındaki kabul edilemezlik, yânı ithâm edilen

kişinin kendi suçsuzluğunu ispat etmek için nehre atlama zorunda bırakılmasındaki irrasyonellik

bir tarafa bırakılırsa, Hammurabi Kanunnâmesi’nde, iki tarafın tâbî tutuldukları riskler arasında

bir denge sağlama çabasının varlığını gösteren bir gelişme ve değişiklik göze çarpmaktadır. Orta

Assur Yasaları'na gelindiğinde, bu denge sağlama çabasının daha ileri bir noktaya ulaştığı

gözlenmekte:

Page 24: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

24

"Bir kişi, bir kadını zina etmekle itham ederse, itham eden kişinin de itham edilen kadınla

birlikte "nehir tecrübesi”ne tâbî tutulması gerekir (m.17)".

Herhalde, yasa koyucu, böyle bir hüküm getirerek, yerli yersiz ithamda bulunmaların

önünü almak istemiştir. Tabii, kendisini ölüme atacak derecede gözü dönmüş bir müfterinin,

masum bir kadının ölümüne yol açması ihtimali yine de kaldırılabilmiş değildir. Ancak, her iki

tarafın da bu tecrübe sonunda boğulmaları veya kurtulmaları hâlinde, ortaya çıkacak olan

paradoksal duruma, yâni, “nehir ilâhı“nın ne yapmak istediğini yorumlamadaki güçlüğe nasıl bir

çözüm bulunduğunu bilemiyoruz. Böyle bir durumda, hukukî bir meselenin felsefi/metafizik bir

boyuta taşınması ve herhalde kişileri "Nehir İlâhının sorgulanması noktasına getirmesi kaçınılmaz

olurdu. İlâhlar adına bu soruya cevap verme konumunda bulunan rahiplerin, eğer böyle bir suâl

soracak kişi çıkmışsa, zamanımızdaki emsallerinin yaptığı gibi, "hikmetinden suâl olunmaz"

demekten başka çâreleri kalmamış olsa gerek...

Burada verdiğimiz örnekte, Ur-Narnmu'dan (2111-2094) Hammurabi (MÖ. 1783) ve Orta

Assur Kanunları'nz (M.Ö. 12501er); bin yıla yakın bir süreç içinde, hukuk mantığı açısından

giderek bir aklileşme süreci (bu süred Weben/en mânâda değerlendirmek doğru olmayabilir)

görülmekte ise de banım her zaman ve her konuda böyle olduğu ileri sürülemez. Nitekim, aynı

Orta Assur Yasaları'na göre:

Bir adam bir kadım döver ve onun çocuğunun düşmesine sebep olursa, ceza olarak o

adamın karısının da çocuğu düşürtülür, (m. VII: 50). Bir başka maddede ise. (m. VlIl.55) Bir adam,

babasının evinde oturan namuslu bir bakire kıza tecavüz ederse: ceza olarak, bu adamın karısı o \

adamın yaptığının aynısını kendisine yapması için, kızın babasına teslim edilir.

Görülüyor ki, bir alanda ilerleme müşahede edilirken, başka bir konuda da gerileme

gözlenebilmektedir. Diğer yandan, zaman içinde kişisel intikam ve bedensel ceza

uygulamalarından kamu organlarınca cezalandırma ve tazmînât/hapis uygulamalarına doğru bir

geçişten bahsedilebilirse de, bu evrimin hep bir düz çizgi hâlinde gitmediği görülmektedir. Zaman

zaman, içinde bulunulan sosyal şartlara ve kültürel ortama göre çok eski dönemlerdeki

uygulamalara geri dönüldüğüne de şahit olunmaktadır. Meselâ Urukugina Kanunnâmesinden

neredeyse iki bin yıl sonra, Yeni Bâbil Dönemine (625-539) ait bir kanunnâmede, kişisel intikam

uygulamasına izin, verildiği görülmektedir.

"Eğer bir adam/kadın bir adamın evine girip birisini öldürürse, katiller ev sahibine verilir."

Ur-Nammu (veya Dungi) Kodu’nun, Hammurabi Mecellesi’ne esas oluşturan

kaynaklardan biri olduğu düşünülmektedir. Diğer yandan, takriben 300 yıl daha önce olmakla

beraber, bu kodun, Hammurabi Kanunnâmesi kadar haşin olmaması dikkat çekmektedir. Meselâ,

lex talions ilkesi bu kodda görülmez; söz konusu ilke ilk defa Hammurabi Mecellesinde (M.Ö.

1783) karşımıza çıkıyor. Meselâ, Ur- Nammu Kodu’ nda göz çıkarmanın cezası, kısas değil, ½

mina olarak öngörülüyor. Bu durumun açıklaması olarak, Ur-Nummu Kodu’nun Sumer kodu

olmasına karşılık, Hammurabi Kanunnâmesinin Semitik bir kod olması ileri sürülmekte.

Gerçekten, Ur-Engur ve Ur-Nammu Mecelleleri’nin, Hammurabi Kanunnâmesi’ne kıyasla hem

daha sâde ve basit olduğu; hem de daha az şiddetli cezalar içerdiği görülür. Meselâ, bu eski Sumer

Kodları, zina eden kadın için, kocasının ikinci bir eş alması ve birinci eş konumunu kaybetmesi ve

Page 25: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

25

alt statüde eş konumuna düşme gibi cezalar tesbît ederken; Hammurabi Kodu ise, aynı fiil için

ölüm cezası öngörmektedir.

c. Ana İttişu Mecellesi (M.Ö, 2000 civarı)

Akkadlardan evvelki dönemlerde de isimlerini ve mensup oldukları siteleri bilmediğimiz

bir takım şârîlerin bulunduğu şüphesizdir. Meselâ Ana İttişu kodu bunlardan biridir. Eski Bâbil

dönemine ait Nippur ve Assur kopyaları olarak, iki nüsha hâlinde, yedi tabletten ibaret bir yasa

metni olup, Sumerce ve Akkatça olmak üzere iki dilde yazılmıştır. Hukukî belgeleri düzenlerken

kullanılacak ifade formüllerini kâtiplere öğretmekle ve aile hukuku ile ilgili maddeler ihtiva

etmektedir.

Ana-İttişu Yasaları'nda, kocasından nefret edip, onu reddeden bir kadın nehre atıldığı

halde; aynı davranışta bulunan kocanın bir miktar tazminat ödemesi yeterli olabilmektedir.

d. Lipit-İştar Mecellesi (1934-1924)

Bu yasalar, İsin Larsa Hanedanı'nın beşinci kralı olan ve kendisini aynı zamanda hem

Sumer, hem de Akkad kralı olarak takdim eden Lipit- İştar tarafından ilân edilmiştir. Kendi adıyla

anılan bu mecellenin giriş kısmında, kral, tanrıların kendisini yönetici kıldıklarını ifade ettikten

sonra, yine tanrılarca kendisine verildiğini ileri sürdüğü misyonun ne olduğunu şöyle dile getirir:

Ben akıllı çoban, Ur'un sâdık çiftçisi Lipit-İştar, tanrı Enlil’in iradesine uygun olarak

Sumer ve Akkad'da adaleti tesis ettim. Sumer ve Akkad'ın köleliğe koşulmuş kızlarına ve

oğullarına özgürlük, eşitlik getirdim; babanın çocuklarıyla, çocukların babalarıyla dayanışmasını

temin edenim ben... Sumer ve Akkad'da gerçek ve doğruluğu tecelli ettirdim; halkın bedenini

hoşnut ettim, onlara refah getirdim. Sumer ve Akkad'da gerçek adalete bağlı olunsun...

İsin şehri bir Sâmî şehri olmakla beraber, bu dönemde Sumer kültürü hâlâ güçlü ve etkin

olduğundan, Sumerce dilinde yazılan bu kanun metninin ne ölçüde Sumer, ne ölçüde Sâmî

geleneklerini yansıttığı tartışılmaktadır. Her iki kültürün de bir karışımı olduğu söylenebilir.

Esas metnin beşte biri kadar olduğu tahmin edilen mevcut tablet, bahçe-tarla ihlâlleri,

hayvan kiralama, aile ve mîras hukuku, kölelerle ilgili düzenlemeleri ihtiva etmektedir.

Düzenlenme tarzı ve ihtiva ettiği maddelerin konuları bakımından Hammurabi Kanunnâmesi’nin

prototipi olduğu kabul edilmektedir. Hammurabi Yasası, hemen bütünüyle Lipit-İştar kanunlarının

bâzı maddelerini tekrarlar; alım-satım ve borçlarla ilgili hükümler, Sumer’lerin formülleri ve

terimlerini aynen sürdürmektedir. Bâzı maddeler:

- Bir adamın bahçesine hırsızlık için giren kişi 10 şekel gümüş öder. (m. 10).

- Başkasına ait bir bahçeden ağaç kesen kişi yarım mana gümüş öder. (m. 10). [Bu hüküm

Hammurabi Kanunnâmesi’nin 59. maddesinde aynen yer almaktadır).

- Efendisine kölelik bedelini ödeyen köle âzât olur. (m. 14).

- Bir sokak kadınından çocuk sâhibi olan kişinin çocukları onun mîrasçısı olur. (m. 27).

Page 26: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

26

e. Eşnunna Mecellesi (M.Ö. 1950}

Bu yasaların yer aldığı tabletlerin bulunduğu yerin adıyla alınan bu metnin kim tarafından

yazıldığı bilinmemektedir. Eski Bâbil döneminde, Eşnunna kralı Daduşa zamanında yazıldığı

tahmin edilmektedir. Akkad’ca olduğu için, Bâbil hukuku bölümünde değil, burada ele alınmıştır.

Bize ulaşan ilk Akkad'ca yasa metni olup, altmış bir paragraflık bir kısmı elimizdedir, giriş ve

sonuç kısımları da eksiktir. Ceza, medenî, borçlar ve veraset hukuku ile ilgili hükümler yer

almaktadır. Sumer yasalarında olduğu gibi çeşitli suçlar için para cezalarına hükmedilmektedir.

Bir kaç örnek vermek gerekirse:

- Eğer gemicinin ihmali sonucu gemi batarsa, gemici gemide batan malların bedelini

tazmin edecektir, (m. 5).

- Bir adamın, henüz mirastan hissesini almamış oğluna veya kölesine güvenilmeyecektir.

(m.16). [Yâni, babası sağ olan bir evlatla ve bir köle ile sözleşme, alış-veriş

yapılmayacaktır],

- Eğer bir adam, kendisine hiç bir borcu olmayan bir adamın kadın kölesine haciz kor,

evinde tutarken onun ölümüne sebep olursa, kölenin sahibine iki kadın köle ödeyecektir,

(m. 23).

- Eğer bir adam, kendisine hiç bir borcu olmayan bir muskenum'un karısı veya oğlunu

haczeder ve evinde tutarken onların ölümüne sebep olursa, bu bir can dâvasıdır, haczi

yapan kişi ölecektir, (m. 24).

- Bir adam bir kızla nişanlanmış da kayınpederi kızı buna rağmen başka birine vermişse,

kızın babası, almış olduğu başlık parasını iki kat olarak iade eder. (m. 25).

- Eğer bir adam, bir kızla, ailesine başlık parası vererek nişanlanmış, fakat bir başka kişi

kızın ana-babasın sormadan kıza zorla tecavüz ederse, bu bir can dâvasıdır, ölecektir,

(m. 26).

- Eğer bir adam, birisinin kızını ana babasının iznini almadan ve bir nikâh akdi yapmadan

alırsa, kız adamın evinde bir yıl kalmış olsa da o adamın karısı olmaz, (m. 27).

- Bir adam kentini ve Bey’ini terk edip giderse, bu arada geride kalan karısı evlenmişse, bu

kişi geri döndüğünde artık karısı üzerinde bir hak iddia edemez, (m. 30),

- Bir adam malını emânet olarak hancıya vermiş ve duvar delinip, pencere sökülmemiş

olduğu halde malı yok olmuşsa, emanetçi bu malın bedelini öder. Yok, duvar delinmiş ve

han sahibinin de eşyaları çalınmışsa, han sahibi tapınakta tanrı yemini ederek “bir hata

yapmadığını, yalan söylemediğini" beyân ederse o zaman bir şey ödemez, (m. 36-37).

- Bir adam, elinde tuttuğu, başkasına ait bir köleyi, hayvanı veya başka değerli olan bir şeyi

satın aldığını iddia eder, fakat kimden satın aldığını isbat edemezse o hırsız sayılır, (m. 40).

- Eğer bir adam, bir adamın parmağını koparırsa 2/3 gümüş mana tazminat öder. (m, 43).

- Süsken (insanları boynuzlama huyu olan) bir öküzün sahibi, uyarılara rağmen öküzünün

boynuzunu körletmediyse, bu öküzün bir adamı boynuzlayıp öldürmesi hâlinde, ölen

kişilerin yakınlarına 2/3 mana (kırk şekel) öder. Ölen kişi köle ise 15 şekel tazminat öder.

(m. 54-55).

- Eğer bir adam, yıkılmaya yüz tutmuş duvarını, ikazlara rağmen tamir ettirmemiş ise ve

duvar bir adamın üstüne yıkılıp onun ölümüne sebep olduysa, bu bir can dâvasıdır, kralın

hükmüne bağlıdır, (m. 58).

Page 27: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

27

Ölüm cezasını gerektiren suçlar: Bir kişinin, gece vakti bir miskenum'a ait tarlada ekin

destelerinin arasında, veya evde yakalanması durumunda; başlık parası verilmiş ana baba evinde

oturmayı sürdüren bir kıza tecavüz hâlinde; evli, kadının zina etmesi; bir miskenum'un oğlunun

veya karısının haksız yere rehin alınıp ölümüne sebep olunması.

Bedene yönelik saldırı ve yaramalarda çok farklı durumlar için ayrıntılı düzenlemeler

yapıldığı görülmekte ve her durumda ödenecek para cezaları belirtilmektedir: ısırmak, göz, kulak,

el, ayak, parmak kaybına yol açmak, yumruklayarak devirmek, tokatlamak vs. Bir başkasının

yaralanmasına yol açan bir kavgaya karışan on şekel gümüş ödeme cezasına çarptırılırdı. Bu suçlar

için para cezası öngörülmesi, "göze göz" ilkesinin benimsendiği Hammurabi Kanunnâmesi'ne göre

farklı bir yaklaşımı sergilemektedir.

2. AİLE HUKUKU

Sumer hukukunun aileye büyük önem verdiği, karı-koca ve çocuklar arasındaki görev ve

sorumluluklara ilişkin karşılıklı ve dengeli kurallar koyduğu görülmektedir. Bu durum, Sumer

dininde mabutlara mukabil mâbûdelerin olması ve mabetlerdeki rahiplerin yanında râhibelere de

yer verilmesi ve bunlara gösterilen ihtiram ile paralellik göstermektedir. Evli kadın, kendi mâlik

olduğu mallar üzerinde dilediği gibi tasarruf hakkına sahip bulunmaktadır. Koca, karısının malları

üzerinde onun rızası olmadan tasarrufta bulunamamaktadır. Çocuklar üzerinde velayet hakkı, esas

itibariyle baba'ya tanınmış olmakla beraber, babadan sonra velayet hakkı anaya aitti. Baba ve

ananın ölümü hâlinde velayet hakkı en büyük çocuğa intikâl ederdi.

Gelin, evlenirken babasının verdiği cihazı üzerinde tasarruf hakkına sahipti; ve her ne kadar

kocasıyla birlikte kullansalar da, vasiyet yoluyla da dilediği gibi tasarrufta bulunabilirdi. Çocuklar

üzerinde kocasıyla birlikte eşit haklara sahipti ve kocasının veya yetişkin erkek evlâdın

yokluğunda evi ve mal varlığını yönetirdi. Kocasından bağımsız olarak iş/ticaret yapabilirdi ve

kendine ait köleleri tutabilir veya elden çıkarabilirdi.

Ancak, bu olumlu hükümlerin yanında, Sumer Hukukunda, erkek karısını alacaklısına

rehin olarak verebilmekte; sadakatsizlik gösteren karısını köle olarak satabilmektedir. Zina erkek

için mazur görülebilen bir şeydi, ama kadın ölümle cezalandırılırdı. Kadından, kocasına ve siteye

çok sayıda çocuk vermesi beklenirdi; eğer kısır ise, boşanması için başka bir sebep aramaya gerek

yoktu. Eğer karılık/analık görevlerini yapmaktan içtinap edecek olursa, nehre atılırdı. Diğer

yandan babanın evlatları üzerinde de mutlak bir hâkimiyet hakkı olduğu da anlaşılmakta. Babasını

inkâr eden bir çocuğu babası, köle tıraşı yaptırıp, köle olarak satabilirdi.

a. Nişanlanma

Evlenecek erkek ve kadının velileri, kendi aralarında çocuklarının evlenmelerini

kararlaştırırlardı. Kızın babası, oğlan babasının teklifini kabul ettiği takdirde; müstakbel

kayınpeder kendisine "Tirhatu" (nişan hediyesi) denen bir miktar mal ve para verirdi, [Tirhatu'yu,

Tosun-Yalvaç "başlık, zifaf hediyesi"; Mumcu da "mehir" olarak tercüme etmektedir.]. Kızın

babası da, müstakbel damadına “Şeriktu" (cihaz, drahoma) denen ve gerçekte kızın gelecekte

babasının terekesinden alacağı mîras hissesine tekabül eden bir hediye verirdi. Hediyelerin

karşılıklı olarak teâtî edilmesiyle nişanlanma tamamlanmış olurdu. Nişanın bozulması da

mümkündü; bu durumda tarafların aldıkları hediyeleri iade etmeleri gerekirdi.

Page 28: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

28

b. Evlenme

Sumer hukuku, evlenmeyi, tek taraflı bir akit olarak kabul etmiştir. Aileler arasında

mutabakat sağlandıktan sonra, evlenecek erkek, şahitlerin huzurunda, evleneceği kadının haklarına

riayet ve ona karşı görevlerini ifa edeceğini taahhüt eden bir belgeyi imzalardı. Böyle bir evlenme

akti olmadan yapılan evlilikler meşrû sayılmaz, kadın kocasının meşrû karısı olarak kabul

edilmezdi. Kezâ bu evlenme aktinde, erkeğin evleneceği kadına vereceği Nudunnu [evlilik

hediyesi, mehir?] denen hediyenin miktarı da belirtilirdi. Bu hediyeler de öncekiler gibi kadının

mülkiyetine dahil olurdu.

Hukuk sistemi, esas itibariyle monogami'yi, yâni bir erkeğin aynı zamanda tek bir kadınla

evli olması esasını kabul ediyordu. Kural olarak, bir erkeğin meşrû tek bir karısı olabilirdi. Ancak,

bâzı hallerde ve belli şartlarda, erkeğin ikinci bir kadınla da evlenebilmesi mümkündü. Fakat,

kocasına çocuk doğuramayan bir kadın, ona bir odalık/câriye temin edecek olursa, erkek ikinci bir

kadınla evlenemezdi. Karısının temin ettiği bu odalıktan doğan çocuklar da, hukukî bakımdan,

erkeğin meşrû karısından doğmuş meşrû çocuklar statüsüne girerdi. Karısının ağır, daimî hastalığı

veya kısırlığı durumunda, erkek kendisi de, karısını terk etmemek ve ona bakmaya devam etmek

kaydıyla bir odalık alabilirdi. Ancak bu kadın erkeğin meşrû karısı sayılmadığı gibi, doğacak

çocuklar da babaları tarafından tanınmadıkça ve bu tanınma ilân edilmedikçe meşrû karısından

doğan çocukların statüsünü kazanamazdı.

Sumer hukuku, evlât edinmeyi kabul etmekteydi. Evlat edinen kimse, evlat edindiği

çocukla rabıtasını dilediği zaman serbestçe bertaraf edebilirdi ama evlatlık için böyle bir hak

tanınmamıştı. Kendisini evlat edinen kişiye karşı münasebetlerinde saygısızca davranışlarda

bulunan evlatlık zincirlenerek köle gibi satılabilirdi veya sokaklarda teşhir edildikten sonra aileden

de tard edilirdi.

c. Boşanma

Esas itibariyle evlenme akti Sumer hukukunda feshi imkânsız bir akit olarak

değerlendirilmekle beraber; bâzı özel durumlarda erkeğe ve kadına boşanma talebinde bulunma

hakkı tanınmaktaydı.

Kadın, kocasının sadakatsizliği, alâkasızlığı, evlilik hukukuna riayetsizliği gibi sebeplerle

boşanma talebinde bulunabilirdi. Bu iddiaları kanıtlanırsa, kendine ait malları muhafaza eder, hattâ

kocasından bir miktar tazminat da alabilirdi. Erkek de bâzı hallerde boşanma talebinde

bulunabilirdi. Ancak, meselâ, çocuk doğurmadığı için karısından boşanmak isteyen erkek,

boşanma durumunda karısına bir miktar tazminat öderdi. Boşanmaya kadının sebep olması halinde

ise böyle bir tazminat söz konusu olmazdı.

3. MİRAS HUKUKU

Sumer hukukunun mirasla ilgili hükümlerini, babanın veya ananın ölmesi durumuna ilişkin

olarak ayrı ayrı ele almak gerekir. Babanın vefatı halinde erkek çocuklar eşit olarak kendisine vâris

olurlardı. Eğer baba, bâzı erkek çocuklarını evlendirmeden vefat etmişse, bu erkek çocuklar, miras

hisselerinden başka, evlenme masrafları tekabül eden miktarda bir fazla alırlardı. Kız çocukları

evlenirken, babalarından cihaz (şeriktu) aldıklarından, bunun onların miras hisselerine karşılık

olduğu düşünülür ve kız çocukları babalarına mirasçı olamazlardı. Eğer baba, kız çocuklar henüz

evlenmeden vefat etmişse, miras bütün çocuklar arasında evlenmemiş kızlar da dahil eşit olarak

Page 29: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

29

paylaşılırdı. Vefat eden babanın, hem meşrû karısından, hem de odalığından çocukları varsa, bu

ikinci kategorideki çocukları, ancak babaları sağlığında kendilerini evlat olarak tanımışlarsa

babalarına vâris olabilirlerdi. Kadın, evlenirken kocasından nudunnu aldığından, ölen kocasına

mirasçı olamazdı. Ancak, çocuğu olan kadın, dul kaldığı sürece, ölen kocasının evinde ikâmet eder

ve kocasından kalan bu mülkün intifâ hakkına sahip olurdu. Aynı şekilde, annenin vefatı hâlinde

de kocası mirasçı olmaz, mal varlığı çocuklarına geçer; çocuklarının bulunmaması hâlinde ise

malları kendi babasına intikâl ederdi.

Çocukları henüz küçük ise, kocası ölen kadın ancak çocukların babalarından kalan malları

üzerindeki haklarına bir halel gelmemesi şartıyla yeniden evlenebilirdi. Hem annelerinin, hem de

evleneceği erkeğin bu konuda yazılı bir teminat vermeleri icâp ederdi. Diğer yandan, Sumer

hukuku, erkek çocuklara, ileride kendilerine geçecek miras paylarını, hayatta olan babalarından

isteme, müstakil ev kurma hakkı tanıyordu. Bu hakkını kullanan evlât, babasının vefatı hâlinde

artık mirastan pay talep edemezdi. Bu uygulamanın daha sonra İbranî hukukuna ve Hıristiyanlığa

da geçtiği görülmektedir. İncil'de, iki evlattan birinin babasından mîras payını talep ettiği ve aldığı

bu mîras payı ile komşu şehirlere giderek oralarda bu paraları sefahat içinde harcadıktan sonra

sefil bir durumda tekrar baba evine döndüğünün anlatıldığı "Kaybolan Oğul" kıssası çok

meşhurdur.

4. BORÇLAR VE TİCARET HUKUKU

Sumer hukuku, mülkiyet hakkı üzerinde önemle durmuş; mülkiyet hakkını ihlâl eden

davranışları çok ağır cezalarla cezalandırmıştır. Menkul ve gayrimenkullerde mülkiyet hakkı

fertlere tanındığı gibi tüzel kişilere de tanınmıştır. Mülkiyet hakkının mübadele, alım-satım ve

mîras gibi yollarla intikâl edebileceği belirtilmektedir. Taşınmazların satışının mutlaka yazılı bir

sözleşmeye dayanılarak yapılması gerekirdi. Bu arada, arazilerini boş tutan, işletmeyenler için de

ağır cezalar öngörülmüştür.

Borçlar ve ticaret hukuku alanında da Sumer hukukunun önemli gelişmeler gösterdiği

anlaşılmaktadır. Sözleşmelerin geçerliği bakımından resmî makamlarca tasdiki, tescili gibi

uygulamalara rastlanmaktadır. Sözleşme şartlarına uyulmaması hâlinde resmî makamların

müdahalesi söz konusu olabilmektedir. Meselâ, alacaklı, edimini îfâ etmeyen borçlu hakkında

takibatta bulunabiliyor; çift hayvanları dışındaki tüm mallarını haczettirebiliyor, hattâ bâzı

durumlarda onu köle olarak da satabiliyordu. Sumer Hukuku, özellikle arazi kiralaması ile ilgili

akitler üzerinde önemle durmuş, ayrıntılı düzenlemeler getirmiştir. Elde edilen üründen önce

toprak sahibinin payının ayrılması, sonra kiracının borçlarının ödenmesi, geri kalanın kiracıya ait

olması hükmü getirilmiştir.

Sumer Hukukuna göre, hayvanlar ve insanlar da kira aktine konu olabilirdi. Kiralanan

hayvana fena muamele edilmesinden dolayı bir zarar verilmişse kiralayan bunu tazmin etmekle

mükellef tutulurdu. Hayvanın kazaen ölmesi hâlinde, kiralayan sorumlu tutulmazdı; ancak,

kiracının, ölümün kazaen vuku bulduğunu, kendi kusurunun bulunmadığını mabudun huzurunda

yeminle teyit etmesi icâp ederdi.

Borç olarak verilen paralardan alınacak faiz miktarına azamî bir had getirilmiş, borçludan

% 40'dan fazla faiz alan alacaklının cezalandırılması yoluna gidilmiştir. Ödünç para vermelerde

alınacak azamî faiz {"sibtu") miktarının %40 olarak belirlendiği görülmektedir.

Page 30: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

30

5. KÖLE HUKUKU

Sumerler de diğer çağdaşı toplumlar gibi köleci bir toplumdu ve köle kullanımı oldukça

yaygındı. Daha önce de işaret edildiği gibi, M.Ö. iki bin beş yüzlerde Lagaş sitesinde nüfusun

dörtte birine yakını köle statüsünde idi. Tahmin edileceği gibi, ana köle kaynağı savaşlardı. Komşu

ülkelerle yapılan savaşlarda ele geçirilen bu savaş esirleri kralın, ileri gelen devlet yetkilileri ve

zenginlerin saray ve konaklarında, tapınaklarda ve bunlara ait tarla ve işletmelerde çalıştırılırlardı.

Diğer bir çok kadîm toplumlarda da rastlandığı üzere, Sumer'de de kölelerin damgalanarak, saçları

belli bir şekilde tıraş edilerek hür kişilerden ayırt edilmelerinin sağlandığı ve kaçmalarının

önlenmeye çalışıldığı görülmektedir.

Hür olarak doğan kişiler, savaş dışında da, bâzı suçları işlemeleri veya borçlarını

ödeyememeleri durumunda köle statüsüne düşebiliyordu.

Sumer Hukukunda, erkek sadakatsizlik gösteren karısını köle olarak satabilmektedir.

Kendisini evlat edinen kişiye karşı münasebetlerinde saygısızca davranışlarda bulunan, onları

reddeden evlatlık zincirlenerek köle gibi satılabilirdi. Ana İttişu Mecellesinde, babaya karşı

gelmek de bir kölelik nedeni olarak gösterilmektedir (m.7). Babaların kendisine karşı çıkan oğlunu

tıraş ettirerek köle olarak satabileceği belirtilir. Aynı hak, kocasının vefâtından sonra kendisine

itaat etmeyen oğlunu ayağından damgalayarak satabilme bakımından, anneye de tanınmıştır.

Sumerlerde borç ödeyememek de bir kölelik nedenidir. Alacaklı, borcunu ödeyemeyen

borçlusunu, karısını, oğlunu veya kızını köle olarak alabiliyordu. Ancak bu halde kölelik, üç yıldan

fazla olamazdı.

Kölelerin hukukî statüsünü düzenleyen müstakil bir tablete rastlanmamış olmakla beraber,

elimizdeki hukukî metinlerde bu konuyla ilgili bâzı düzenlemeler görülmektedir. Sumer hukuku

da köleyi mal kategorisi içinde, yâni efendisinin malı olarak değerlendiriyordu. Böyle olunca,

köleye bir zarar verilmesi durumunda efendisine bir tazminat ödenmesi söz konusu oluyordu:

- Eğer bir adam, kendisine hiç bir borcu olmayan bir adamın kadın kölesine haciz koymuş

ve onu evinde tutarken onun ölümüne sebep olmuşsa, kölenin sahibine iki kadın köle

ödeyecektir.

Ancak, Yunan ve Roma hukukundaki statüsüyle karşılaştırıldığında, kölelerin durumunun

daha iyi olduğu söylenebilir. Köleler kişisel mal edinme hakkına sâhiplerdi ve özgürlüklerini satın

alabiliyorlardı. Kendi değerinin iki mislini ödeyen bir köle özgür olurdu:

- Efendisine kölelik bedelini ödeyen köle azât olur.

Diğer yandan, köleler Mahkemeye başvurabiliyor, kefil ve şahit olabiliyor, ödünç para

alabiliyorlardı. Yasal evlilik yapmaları da kabul ediliyor, hattâ hür kişilerle bile evlenebiliyorlardı.

Hür bir kadın, köle bir erkekle evlendiğinde, çocukları anaları gibi hür statüde olurlardı. Efendisine

çocuk doğuran bir odalık, efendisinin vefat etmesi durumunda özgürlüğünü kazanırdı. Çocukları

da, sağlığında babalarının kendilerini tanımış olması durumunda, diğer kardeşleri ile birlikte

babalarının mirasçısı olurdu. Bütün bu haklarına rağmen, köleler Sahiplerinin her türlü kötü

muamelelerine karşı korumasızdı; damgalanır, dövülür, kamçılanırlardı. Sumer toplumunda

kölelere devriyle kıyaslandığında çok kötü davranıldığı söylenemezse de, yine de, ihanetlerinden

çekinikliğinden, savaşlarda köle asker kullanılmazdı.

Page 31: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

31

Sumer Hukukunda, kölelerin karıştıkları suçlara ilişkin ceza hükümleri incelendiğinde

kölelere karşı işlenen suçlara verilen cezanın hürlere karşı işlenenden daha hafif olduğu; buna

karşılık kölelerin hürlere karşı işledikleri suçların cezalarının ise daha ağır olduğu görülür. Hür bir

kişiyi öldüren bir başka hür kişi, ölenin ve öldürenin mensup olduğu kast durumuna göre bir miktar

tazminat öderken; aynı suçu işleyen bir köle öldürülürdü. Bedenî zarar veren köleye ise göze göz,

dişe diş, yâni kısas ilkesi uygulanırdı.

Sumer Kanunlarında kaçak kölelerle ilgili olarak çok ağır cezâlar öngörülmektedir. Ur-

Nammu Mecellesi, efendisine karşı gelen kölenin ağzının tuzla yakılması hükmünü koyuyor,

kaçak bir köleyi efendisine geri getirenlerin 10 şekel gümüşle mükâfatlandırılmasını emrediyordu.

Sumer kanunlarında kaçak köleyi himaye etmek ciddi bir suçtur. Kaçak köle saklayanın efendiye

bir başka köle vermek zorunda olduğu ya da 25 gümüş sekel ödeyeceği belirtilmektedir. Kaçak

kölelerle ilgili bir başka hükümde ise kaçak köleyi yakalayarak kendi evine getiren ve ona sahip

çıkan bir hürün hırsızlık suçu ile yargılanacağı bildirilmektedir. Sumer tabletlerinde âzâtlı kölelerle

ilgili bâzı hükümlere de rastlanmaktadır.

Kölelik konusunda Sumer'de o dönemler için, benzeri görülmeyen bir uygulamadan

bahsedilmektedir. Belki biraz aşırıya kaçan bu iddiaya göre, bâzı Sumer kralları, köleliğin

kaldırılması ve kölelerin serbest bırakılması konusunda tarihte bilinen ilk teşebbüslerde

bulunmuşlardır. Urukagina ve ondan iki yüz yıl kadar sonra Lagaş kralı/dînî lideri olan Ensi-

Gudea'nın (2144-2124) köleliğin kaldırılması ve harp esirlerinin serbest bırakılması konusunda

çaba gösterdikleri, ancak bu çabaların bir sonuç vermediği ileri sürülmektedir.

Akkad döneminde de kölelik şartlarının benzer bir durumda olduğu söylenebilir. Borç

köleliği uygulaması onlarda da tatbik ediliyor ve kollektif sorumluluk anlayışı içinde, bir tacirin

borcundan dolayı yalnız kendisi değil, çocukları da köle yapılabiliyordu. Keza, kölelere kısas

ilkesinin uygulandığı, başka bir köleyi öldüren kölenin de öldürüldüğü görülmektedir. Hür bir

kişinin bir köleyi öldürmesi durumunda ise, cezâ olarak köleyi öldüren kişinin de kölesi

öldürülürdü.

6. CEZÂ HUKUKU

Suçlunun tâkibi ve cezalandırılması devletin yetkili organlarınca yapılırdı. Adam öldürme,

yaralama, dövme, genel âdaba aykırı hareketler, tecavüz, hırsızlık gibi fiiller suç sayılarak,

bunların her biri hakkında çeşitli cezalar belirlenmişti. Şahıslara karşı işlenen suçlara verilecek

cezalar, suça muhatap olan kişinin hür olup olmamasına göre değişirdi. Kölelerin hür kişilere karşı

işledikleri suçların cezaları daha ağır olurdu. Bir hürü öldüren bir başka hür kişi, ölenin ve

öldürenin sosyal mevkiine göre değişen bir para cezası öderken, aynı suçu işleyen bir köle

öldürülürdü. Bir başkasına bedenî bir zarar veren köleye ise göze göz, dişe diş, yâni kısas ilkesi

uygulanırdı.

Akkad'da da kölelere kısas ilkesinin uygulandığı, başka bir köleyi öldüren kölenin de

öldürüldüğü görülmektedir. Hür bir kişinin bir köleyi öldürmesi durumunda ise, cezâ olarak köleyi

öldüren kişinin de kölesi öldürülürdü.

Sumer hukuku, özel mülkiyete verdiği önem dolayısıyla, hırsızlık suçuyla ilgili olarak ağır

cezâlar öngörmüştür. Meselâ, bir mabede veya hükümdara ait bir şeyi çalan veya böyle bir hırsıza

yataklık eden kimse, ya çaldığı malın otuz beş mislini öder veya ölüme mahkûm edilirdi. Hırsızlık

maksadıyla bir evin duvarını delerek içeri giren künse öldürülür ve cesedi de o duvarın önüne

gömülürdü. Bir yangını fırsat bilerek yağmacılık yapan kimse yakılarak cezalandırılırdı. Çocuk

çalmak veya çalana yataklık etmek; köleleri kaçırmak/çalmak ölüm cezasını gerektirirdi. Aile

Page 32: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

32

reisine ait bir malı oğlundan, veya efendisine ait bir malı onun kölesinden satın alan, veya bunları

rehin olarak kabul eden kimse, hırsızlık veya hırsızlığa yataklık eden kimse gibi cezalandırılırdı

Malı çalınan veya malını kaybeden kimse, onu elinde bulunduran üçüncü şahıslardan her

zaman talep edebilirdi ve Sumer hukuku onun bu talep hakkını koruyordu. Ancak, kişinin, önce

malın kendisine ait çalıntı veya kayıp bir eşya olduğunu şahitlerle ispat etmesi gerekirdi. Eğer

üçüncü şahıs bu malı satın aldığını iddia ederse, bu takdirde onu kendisine satanı bildirmek ve

bunu şahitlerle ispat etmek zorundaydı. Eğer malın, onu kaybettiğini veya kendisinden çalındığını

iddia eden kişiye ait olduğu anlaşılırsa, bu eşya sahibine iade edilir; bu malı üçüncü şahsa satan

kimse ise malın bedelini bu kişiye ödemeye mecbur tutulduğu gibi, işlediği suç sebebiyle hırsız

telakki edilerek ölüm cezasına mahkûm edilirdi. Eğer bu şahıs ölmüşse, üçüncü şahıs iade ettiği

malın beş mislini o şahsın terekesinden alırdı. Malı elinde bulunduran ve satın aldığını iddia eden

kişi bu iddiasını kanıtlayamazsa, bu takdirde kendisi hırsız sayılırdı.

7. MAHKEMELER VE MUHÂKEME USÛLÜ

Mahkemelerin genellikle üç-dört hâkim heyetinden, bâzı hallerde de tek hâkimden

oluştuğu anlaşılmaktadır. O dönemde görev yapan bâzı hâkimlerin ismi bile kayıtlara geçmiş ve

günümüze intikâl etmiş bulunmaktadır. Meselâ, Lagaş sitesi hâkimlerinden Ur-Engin bunlardan

biridir. Muhakeme, davacının yaptığı şikâyetle başlardı. Hâkim tarafların iddia ve savunmalarını

dinledikten, taraflarca ikame olunan delilleri inceledikten sonra; delillerin kâfi görülmediği

durumlarda taraflara yemin de teklif eder ve kararını verir, taraflara bildirirdi. Yemin ekseriya,

Eğer yalan söylersem, "Ano'nun, Enlil'in ve ikisinin laneti üzerime olsun!.." şeklinde

olurdu.Verilen bu karar kesin olup, daha sonra kararı veren hâkim veya mahkeme tarafından dahi

herhangi bir değişiklik yapılamazdı.

Mahkemenin karar vermesinde şahit ifadelerinin ağırlığı büyük olduğundan, şahitlikle

ilgili bâzı kanunî düzenlemelere gidildiği görülmektedir. Şahitlikten imtina eden bir kimse,

ihtilafın konusu olan şey ne ise onun bedelini öderdi.

Yargılama yeri tapınaklardı ve hâkimler genellikle rahiplerdi; meslekten hakimler ise üst

düzey mahkemelerde görev yapıyorlardı. Sumer yasalarının en önemli yönlerinden biri, davalaşma

aşamasına gitmeden, dostâne uzlaşma yolu önermeleri idi. Her ihtilâf, hakim önüne gitmeden

önce, görevleri ihtilâflara dostâne çözüm bulmak olan resmî arabulucuların önüne gelirdi.

Page 33: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

33

II. BÂBİL'DE HUKUK

"Memlekette haksızlıkları kaldırmak ve zayıfı kuvvetliye ezdirmemek için bu kanunları taş

bir sütuna yazdırıp, herkesin görmesi için Marduk tapınağına diktirdim, hakkı yenilmiş ve şikâyeti

olan kimse, adaletin kralı olan benim diktirdiğim yazılı stel üzerindeki bu kanunnâmemi okusun

da ona göre hakkını arasın, kalbi ferahlasın"

Hammurabi

A. TARİH, TOPLUM, DEVLET

1. TARİH

M.Ö. XXI. yüzyılın başlarına doğru Elâmlılar'ın istilası sonucu Sumer ve Akkad çökmeye

yüz tutmuşken, bölge bu sefer de Batı'dan gelen ve uygarlık seviyesi oldukça geri bir başka Sâmî

kavmin, Amurru'lar (Amori'ler)'in istilâsına mâruz kaldı. Bu Sâmî topluluğun M.Ö. 2050 yıllarında

kurduğu, başkenti Bâbil şehri olan Bâbil devletinin altıncı kralı büyük Hammurabi (1793-1750),

kuzeyden gelerek Uruk ve komşu şehirleri Elâmlıların elinden aldı ve Elam devletine son verdi,

ve Sumer ve Akkad ülkelerini tek bir yönetim altında birleştirerek Bâbil İmparatorluğu'nu kurdu

(takriben, M.Ö. 1770'ler). Hammurabi bütün gayreti ile Sumer ülkesini Samîleştirmeye çalıştı.

"Ekalliyette kalan medenî Sumer milleti, Sâmî dalgaları (Amurrular) içinde mahvoldu.

Müstevlilerin zulümlerine dayanamayan Sumer'lerden bir kısmı vatanlarını terk ederek etrafa

dağıldılar, kalanlar da ekseriyet içinde bir varlık gösteremeyecek surette boğuldular, nihayet onlara

temessül ettiler. Bu suretle binlerce senelik bir medeniyyet yaratmış olan bu kavim, tarih

sahnesinden çekildi". Orjinal hiç bir şeyin ortaya konması şöyle dursun, geriye doğru bir gidişin

de başladığı bir döneme girildi. Sumer-Akkad illerindeki eski siteler, Bâbil'in karşısında eski

önemlerini yitirdiler, zamanla Sumer dili tamamiyle ortadan kalktı, Akkatça da ihmal edildi,

Amurruların dili, ülkenin resmi ve umumi dili oldu. Halbuki, Sâmî ve Bâbil kültüründeki "yüksek

harsa delâlet eden mefhûmlar, Sâmîlerin Mezopotamya ve Suriye'nin medeni unsurları (Sumerler

vs.) ile karıştıkları dönemde girmişti". Sonunda, tarih boyunca her zaman karşılaştığımız bir

noktaya, medeniyyet düzeyi düşük Amurru kalabalıklarının Sumerler seviyesine yükselmesi ile;

Sumer medeniyetinin gerilemesi arasında orta bir noktada senteze ulaşıldı. Bütün bu gelişmelere

paralel olarak, Sumer baş tanrısı Enlil imparatorluk mabudu mevkiini yitirerek, yerini Bâbil

mâbudu Marduk'a terk etti.

Kırk üç yıl süren saltanat döneminin tarihi üzerinde kesin bir fikir birliği bulunmasa da,

Hammurabi'yi asıl meşhur kılan, büyük bir fâtih olması değil, insanlığın ilk büyük kanun kodunu

tedvin eden büyük bir kanun koyucu olması; kurduğu İmparatorluğu sadece merkezî bir yönetim

altında değil, ayrı zamanda merkezî bir hukuk sistemi ve ortak bir din etrafında toplamasıdır. Bu

Kanunnâme'nin, takriben saltanatının otuz üçüncü yılında (M.Ö. 1783'lerde) tedvin edildiği tahmin

edilmekte.

Page 34: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

34

Bâbil uygarlığının en yüksek dereceye ulaştığı Hammurabi saltanatından kısa bir süre

sonra, Bâbillilerin politik kudret ve teşkilâtı yıkıldı; onlar da yabancı istilâların kurbanı oldular.

2. KÜLTÜR

Bâbil'den gelen ve İbrânîlerin dînî literatürü yoluyla bize intikâl eden büyüleyici dînî

efsâneler Avrupa'nın dînî kültürünün de ayrılmaz bir parçasını oluşturmuştur. Âvâre Grekler, şehir

devleti yapılanmasını Mısır'dan ziyade Bâbil'den öğrenmişlerdir. M.Ö. 18. ve 17. Asırlarda Bâbil

şehrinin, iki yüz bini aşan nüfusuyla dünyanın en büyük şehri olduğu tahmin edilmektedir.

Matematiğin, astronominin, tıbbın, gramerin, lügatin, arkeoloji, tarih ve felsefenin temelini de

onlar atmışlardır. Metallerin, burçların, ağırlık ve ölçü birimlerinin, müzik aletlerinin ve pek çok

ilâcın Grekçedeki adları, Bâbil dilinden tercümedir. Bâbil mimarisi, ziguratlar yoluyla Ortaçağ

kilise kuleleri, çan kuleleri ve cami minarelerine ilham kaynağı olmuştur.

"İnsan kültür tarihinde bizi evrensel düzen kavramına götüren bu büyük genelleştirmenin

ilk kez Babil gökbiliminde (astronomi) yapıldığını görüyoruz. Bâbil gökbiliminde insanın somut

kılgısal yaşam alanını aşıp tüm evreni kavrayıcı bir görüşle kuşatmaya cesaret eden bir düşüncenin

ilk kesin kanıtına rastlıyoruz. İşte Bâbil kültürü bu nedenle tüm kültürel yaşamın beşiği olarak

kabul edilmiştir. Düşünürlerin çoğu, insanlığın bütün söylencebilimsel, dinsel ve bilimsel

kavramlarının bu kaynaktan çıkarılmış olduğunu öne sürmüşlerdir. Bâbilliler yalnız göksel

olayları inceleyen ilk insanlar olmakla kalmayıp bilimsel bir gökbilim ve evrenbilimin de

temellerini ilk kuran halktır.

Bâbilliler ikinci bin yılın başlarında dört işlemi, kare ve karekök almayı, alan ölçümü için

gerekli geometri ilkelerini biliyorlardı. Günü saat, saati atmış dakika olarak kullanıyorlardı.

Gökleri, Ay, Güneş ve o zaman çıplak gözle görülen beş gezegen olmak üzere yedi kat olarak

düşünüyor, haftayı da yedi gün olarak hesaplıyorlardı. Bu yedi günlük hafta, Romalılar yoluyla

tüm Avrupa'ya ve dünyaya yayıldı. Şabat/sabat âdeti, yâni haftanın bir gününü (sebt günü) dua ve

ibâdete -veya istirâhate- ayırma geleneği ("shabattu") de Sumer-Bâbil kültüründen kalmadır.

Devrinde Bâbil, sosyal ve kültürel konumu îtibâriyle Mezopotamya'nın Paris'i konumundaydı.

Bâbil'in insan kültürüne yaptığı bir önemli katkı da şiir, destan edebiyatı alanındadır.

Bunlardan en meşhuru, kadîm dönemler beşer edebiyatının şaheserleri arasında yaralan Gılgameş

Destanı’ dır. Gılgameş'in milâttan önce iki bin yedi yüzlerde Uruk kentinde hüküm süren bir kral

olduğu, ancak destan metninin ölümünden sonra, -bâzı kısımların bin yıl kadar sonra- yazıldığı

tahmin edilmektedir. Aslı Sumerce olan epik şiirlerden Bâbilliler böyle bir destan üretmeyi

başardılar.

3. DİN VE DÎNİ HAYÂT

Bâbil dîninin Sumer ve Sâmî unsurların bir karışımı olduğu anlaşılmaktadır. Tanrılarının

adlarının Sumer veya Sâmî dilinde olması da buna işaret etmektedir. Bâzı tanrılarının hem

Sumerce hem de Sâmîce olmak üzere iki adı bulunmakta. Tanrıları, devletin görünmez polis gücü

gibi işlev görüyordu. İnsanların hayal güçlerinin sınırsız olması gibi onların sayısı da limitsizdi.

Milâttan dokuz asır önce tanrıların resmî bir sayımı yapılmak istendi, bulunan rakam atmış beş bin

civarındaydı. Gök tanrısı Anu, Yer tanrısı Enlil/Baal, Güneş tanrısı Samaş, ay tanrısı Sin/Nannar,

Page 35: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

35

Ürün ve döllemenin (zirâatın) tanrısı Tammuz ve karısı İştar gibi ortak ve büyük tanrıların dışında

her şehrin de kendi koruyucu tanrısı vardı. Hattâ her hanenin koruyucu tanrısı bulunurdu ve her

kişinin de kendi koruyucu tanrısı/meleği mevcuttu. Aile üyeleri de her sabah ve akşam bu tanrılara

ibâdet ederlerdi. Ancak, şehir devletlerinin tek bir siyasî birlik altında toplandığı dönemlerde tek

tanrı inancını çağrıştıran gelişmeler olduğu, aslında Sumer baş tanrısı olan Enlil'in yerini Bâbil

tanrısı Marduk'a terk ettiği ve Marduk’un, diğer tüm tanrıları da içine alarak hepsinin üzerine

yükseldiği görülmektedir.

Bâbil mantalitesinde, tanrılar öyle insanlardan çok ötede varlıklar olarak düşünülmezdi,

şehrin merkezindeki tapınaklarda yaşayacak kadar mütevazi idiler. Tapınaklarda kendilerine

sunulan yiyeceklerle iktifa ederler ve dindar kadınların geceleyin yaptıkları tapınak ziyaretlerinde

Bâbil'in çok meşgul halkına beklenmeyen çocuklar da ihsan ederlerdi.

Belki de başka hiç bir toplum Bâbilliler kadar bâtıl inançlara boğulmuş değildir. Doğadaki

her olayın, yıldızların her hareketinin, bir köpeğin davranışlarının bile geleceğe dönük bir işaret

ve anlam taşıdığına inanılırdı. Meselâ, "fırtına tanrısı, ayın kaybolduğu gün gürlerse, o yıl ürün bol

olur ve pazardaki fiyatlar artmaz" gibi. "Nazar değmesi" ("kötü göz") de korkulan bir figür

oluşturmaktaydı. Bunlardan pek çoğunun bugün bile o coğrafyada halk arasında yaşadığı

söylenebilir. Tahmin edileceği gibi, râhipler de, durumdan vazife çıkarmaktan hiç geri,

kalmıyorlardı: Bâbil sitelerinde temel görevleri, çeşitli formlardaki cinlerden kaynaklandığına

inanılan bedensel hastalıkları teşhis ve tedavi etmek olan din adamları (aşipu'lar) vardı. Çünkü, her

hastalığa sebep olan bir cin'in varlığına inanılırdı: Diş ağrısı cini, sıtma cini, deri yaralarına yol

açan cin vs. Râhipler söz konusu, cinleri kovma, yapılmış olan büyüleri bozmak için, kendilerine

göre çeşitli tedavi metotları uygularlardı. Meselâ, büyüsünü bozmak istedikleri büyücünün

balçıktan yapılmış bir heykelini ateşe tutar ve "Gibil (ateş Tanrısı) seni yaksın!..Gibil seni

yaksın!.." diye dua ederlerdi.

İslâmiyet öncesi Arapların dîni de ruhçuluğa dayanan bir dindi, güçlü bâzı hayalet ve

cinlerin insan hayâtını yönlendirdiklerine inanılmaktaydı.

4. SOSYAL VE EKONOMİK HAYÂT

Kadîm Bâbil toplumu ve Hammurabi Kanunnâmesi, toplumdaki insanları hür kişiler ve

köleler (wardum) olmak üzere ikiye ayırıyor; hür insanları da kendi içinde iki kısım hâlinde

değerlendiriyordu: Awelum (awilum/amelu) ve Muskenum'lar. Hür insanlardan oluşan bu son iki

sınıf insan da köle ve mal-mülk sâhibi olabiliyorlardı; ancak, haklar bakımından eşit statüde

değillerdi. Sumerce'de awelum kelimesi; adam, insan, kimse, herhangi biri, hür insan, efendi; tanrı,

hayvan ve köleden gayrı olan anlamına gelmektedir. Muskenum'un başlıca anlamları, teb'a, halk

(reaya)'dır. Arapçada, "miskin" şeklinde ve fakir mânâsında kullanıldığı da görülmektedir.

Sumerce aslı da göz önünde tutulduğunda, muskenum; (masengag = yarı efendi), aweluma nazaran

ikinci derecede, awelum kadar itibârı olmayan, daha ağır para cezâlarını hak eden, fakat kendisine

cereme ödendiğinde daha az verilen; buna rağmen, köle, hayvan ve hattâ gemi sâhibi olabilen,

ikinci derecede vatandaş sınıfıdır. (Dizdeki ağa ve bey farkı gibi). Awelum sınıfından olan bir

kimse, muskenum'a nazaran daha çok haklara sâhip, daha îtibârlı ve daha kıymetli bir vatandaştır.

Awelum sınıfına mensup olmanın bir övünme sebebi olduğu anlaşılıyor. O devre ait metinlerde,

Page 36: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

36

"Ben bir awelum oğluyum, o ise bir muskenum oğludur" gibi ibarelere rastlanıyor. Para (gümüş)

cezasını gerektiren hallerde awelum daha pahalı, muskenum daha ucuz bir vatandaş; köle ise, en

ucuz insan sınıfıdır. Kısas (talion) ilkesi yalnız köle sınıfına uygulanır; awelum ve muskenum

sınıfı bundan muaftır.

Bâbil, köle kullanımının yaygın olduğu bir yerdi. Buna paralel olarak, köle ticareti de Bâbil

ekonomisinde önemli bir yer tutmaktaydı ve özel olarak bu işle uğraşan kişilerce yapılırdı. Diğer

ticarî faaliyetlerin de çok yoğun olduğu bir merkez olduğundan, onlardan kalan kil tabletlerin pek

çoğu alış-veriş konularındadır: satış, kredi, sözleşme, ortaklık, mübadele, satış vaadi vs. ile

ilgilidir. Bu ticaret kültürü yanında, Bâbilin insanlığa bir diğer önemli katkısı, şüphesiz hukuk

metinleri alanındadır. Şaşırtıcı bir nokta da, ekonomik hayatta fiyatlar ve ücretlerin belli limitler

içinde devlet tarafından tâyin ediliyor olmasıdır. Hammurabi Kanunnâmesi, bir terzinin, inşaat

ustasının, marangozun, kayıkçının, çobanın, işçinin alacağı ücretleri belirlemektedir. Eğer

kanundaki bu narhlar harfiyyen uygulanıyor idiyse, devletin piyasaya bu kadar müdahale ettiği

şartlarda, bu narh cenderesine rağmen ekonomik faaliyetlerin bu ölçüde gelişebilmiş olması

gerçekten şaşırtıcıdır.

Tapınaklar, ülkedeki en büyük tarım işletmelerinin, üretim atölyelerinin sahibi, tüccar ve

finans merkezi hâline gelmişlerdi. Pek çok insan, sahip oldukları zenginlikleri tapınaklara emânet

ediyor, karşılığında da mütevazi ama güvenilir bir gelir elde ediyordu. Onlar da bu kaynaklardan,

tefecilerden daha makul oranlardaki faizlerle halka kredi veriyorlardı. Bâzen de hasta ve fakirlere

faiz talep etmeksizin kredi verdikleri; savaşta esir düşmüş ve fidye bedeli ödeyecek mal varlığı da

kalmamış kişilerin fidye bedellerini ödedikleri (m. 32) oluyordu. Böylece, inanılmaz servet ve

mülk tapınakların kontrolü altına girmişti; bu da, onların manevî otoritesinin ekonomik güçle de

pekiştirilmesi anlamına geliyordu. Kral zaman zaman tapınakların ellerinde bulunan servetlere bir

şekilde el koyma yollarını arardı, ama bu ancak çok kudretli kralların teşebbüs edebileceği bir

şeydi. Diğer rakip güçlerle de işbirliği ederek tapınak rahipleri kralı bile alaşağı edebilirlerdi,

nitekim, ettiler de. Krallar gelir giderdi ama; tanrılar ve tapınaklar baki ve sürekli idi; ölmez,

öldürülemez, hastalanmaz, suikastlere uğramaz, saltanat çekişmeleri ile alaşağı edilmezlerdi.

Gerçekten, tarihte de bugün de, bürokrasinin devamlı, istikrarlı ve daha da önemlisi, pek de

farkında olunmayan gücü, gelip geçici iktidarlara hep baskın gelmiştir.

5. DEVLET YÖNETİMİ VE DEVLET TEORİSİ

a. Devlet Yönetimi

Ekonomik yapılanmanın bir gereği olarak, feodal imtiyazlar ve ticarî aristokrasi tarafından

desteklenen monarşik sistem ve bu sosyal yapının korunmasını ve sürdürülmesini sağlayacak bir

hukuk düzeni kaçınılmazdı. Toprak aristokrasisi ve zaman zaman bunu dengeleyen ticarî

aristokrasi, halk ve kral arasında bir konumda yer almaktaydı. Hammurabi'nin devletinde yasama,

yürütme ve yargı güçleri hükümdarda toplanmıştı. Hükümdar ayrıca bir kentin başrahibiydi. Ülke

eyaletlere bölünmüştü ve hükümdarca atanan ve yetkileri belirlenen genel valiler, bulundukları

bölgeyi hükümdar adına yönetirlerdi. Bir de kentlerin yerel, nitelikteki yönetim, maliye, yargı

(toprak mülkiyetiyle ilgili uyuşmazlılar), noterlik ve kolluk işlerini yürüten her kentin yerel

organları vardı. Bu yerel organlar; merkezî yönetim ile yerel yönetim arasındaki bağı sağlayan

Page 37: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

37

Kent Başkanı (Rabi-anum) ve yerel konsey/kurul ve yerel halk kurultayı idi. Rabi-anum, aynı

zamanda komün mahkemesinin de başkanı idi. Kral tarafından atanan valiler, yönetimle ilgili

önemli kararları o mahallin yaşlılar heyeti ve eşrafı ile istişare ederek ve onların da müdâhil

olmasıyla verirlerdi. Assurluların istilâsı dönemlerinde bile bu kısmî mahallî özyönetim

uygulaması sürdürülebilmiştir. Kral, oğullarından herhangi birini veliaht tâyin edebilirdi. Böyle

olunca, prenslerden her biri kendisini saltanata talip bir konumda gördüğünden, tahtı ele geçirmek

için diğer güçlerle işbirliğine giderek her türlü entrika çevirmeye aday idiler.

Hammurabi Kanunnâmesi'nde tımar ve zeametlere ilişkin maddelerin (m.26-41) de önemli

bir yer tuttuğu görülmektedir. Devlete karşı bir takım mükellefiyetleri yerine getirmeleri

karşılığında bâzı kişilere tımar verildiği; vefatları durumunda, bu kişilere tevcih edilmiş olan

tımarların oğullarına da geçebildiği anlaşılmaktadır:

- Eğer tımar hizmetinde iken kaçırılan (belki de, esir düşen) bir asker veya balıkçının oğlu,

tımarı çevirebilecek durumda ise, tarla ve bahçe kendisine verilir ve babasının tımar

sorumluluklarını yerine getirmeye devam eder. Eğer oğlu küçük ise ve tımarı idare edecek

durumda değilse, o bahçenin ve tarlanın 1/3'ü çocuğu büyütebilmesi için annesine verilecektir,

(m.28-29).

- Tımar verilen kişi bu tımarı -bir kısmını bile olsa, - yakınlarına devredemez veya borcuna

karşılık veremez. Bu hukukî işlemleri ancak satın alma yoluyla sahip olduğu gayrimenkuller

üzerinde yapabilir. (m.38-39).

Kralın otoritesi sadece kanunlar ve aristokrasi tarafından sınırlanmıyordu; bunların

yanında bir başka otorite odağı din adamları sınıfı idi. Teorik olarak kral şehir tanrısının bir

temsilcisinden başka bir şey değildi. Vergilendirme vs. her şey Tanrı adına yapılırdı. Bir zafer

kazanıldığında esirler ve ganimetin ilk payı tanrılara, -yâni tapınağa ve râhiplere- aitti. Kral her

fırsatta tapınaklara hediye gönderir, yeni tapınaklar yaptırırdı. Tapınak papazları tarafından takdis

edilip onaylanmadıkça, yeni kral halkın gözünde gerçek bir kral olamazdı. Bu merasimde kral da

rahip elbisesi giyerdi ve böylece tapınak ile devletin birliği, de somut olarak vurgulanmış olurdu.

Bu şartlarda, önemli olan, tanrının neyi istediğini kimin söyleyeceği idi ve O'na bunu söyletecek

olanlar da rahipler, ve onlarla işbirliği içinde olan yöneticilerdi. Hemen her yerde görüldüğü gibi

bu iki otorite, her biri diğerinden destek alan ve onu besleyen simbiyotik güçler olarak işlev gördü.

Veya, bu ilişkiyi bir bakıma şöylece özetlemek de yanlış olmazdı: Krallar yönetti, tapınak râhipleri

de saltanat sürdü.

b. Devlet Teorisi

Bu bahiste, Bâbil kültüründe devletin/kralın başkaları üzerinde egemenlik kurma hakkını

nereden ve nasıl aldığı; onlara bir hukuk kuralı/sistemi dayatırken bu konuda nasıl bir açıklama

getirdiği konuları üzerinde durmaya ve bu görüşleri müzakere etmeye çalışacağız.

Hammurabi Kanunnâmesi'ndeki ifadelerden, kendisinin teokratik nitelikli bir monark

konumunda olduğu intibaı doğmaktadır. Hem krallık otoritesini, hem de ilân ettiği hukuk kodunu,

ilâhî bir kaynağa dayandırmakta; “Bâbil Güneşi" unvanını taşıyan kral, tanrıların temsilcisi, hattâ

bir ilâh konumuna yükseltilmektedir. Kanunnâmeyi kazıttığı taş sütunun üstünde Güneş mabudu

Page 38: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

38

Samaş, ayakta duran Hammurabi'ye Mecelle'yi tevcih ederken resmedilmektedir. Kanunnâmenin

giriş kısmında, kendisini bâzan mabut Sin'in, bâzan da Amurruların kutsadığı Dagan'ın oğlu olarak

takdim etmekte; Tanrıların bu kanunu, toplumda adaleti sağlaması için kendisine, tevdi ettiklerini

ve şahsını Karabaşların (Sâmîler'in) üstüne Güneş tanrısı Samaş gibi yükselttiklerini ifade

etmektedir:

- Vaktâ ki, göğün ve yerin efendisi Enlil/Marduk, ... Bâbil kentini yüce adıyla andı, onu

Cihân'da üstün yaptı, orada temelleri Gök ve Yer gibi sağlam bir krallık kurdu, işte o günde,

öğülmüş prens, tanrı korkusu taşıyan ben Hammurabi'yi, ülkede adaleti temin etmem için,

kuvvetlinin zayıfları yok etmemesi için, şikâyet ve kötülüklere son vermem için, Güneş gibi

Karabaşların (Sâmilerin) üzerinde yükselmem için, ülkeyi aydınlatmam, insanları mutlu kılmam

için, Anu ve Enlil adımı andılar. Enlil'in çağırdığı çoban Hammurabi'yim ben...

Baş tanrı Enlil/Marduk tarafından başa getirildiğini ileri sürmesine rağmen,

Kanunnâmesinin kazındığı taş stelin üzerinde tanrı Samaş’la birlikte resmedilmektedir ki, bunun

sebebi Samaş'ın adâlet tanrısı olmasıdır. Metnin bir başka yerinde bu durum şöyle dile getirilir.

"Tanrı Samaş'ın gerçekleri öğrettiği, âdil kral Hammurabi'yim ben..."

Devlet iktidarının ve yasaların Tanrı kaynaklı olduğu metaforu, tarihin her döneminde bu

nevi kaynaklarda kullanılan yaygın bir ifade ve söylem tarzıdır; Tevrat'ta da benzer ifadeler geçer.

Bunların ne kadarının gerçek anlamıyla kastedildiği, ne kadarının ise bir söylem, retorik ve metafor

olarak kullanıldığını ve anlaşıldığını ayırt etmek pek kolay olmasa gerek. Bunlar, herkesin kendi

kültürel konumuna ve mizacına göre anlamak istediği biçimde yorumlamasına müsait metinlerdir.

Genel olarak halkın ve belki büyük ölçüde yöneticilerin de bu ifadeleri gerçek anlamıyla kabul

ettikleri açıktır. Ancak, önceki dönemlerde bu neviden ifadelerin kullanıldığı pek çok örnek

dikkate alındığında; söz konusu yasa hükümlerinin “Tanrı’nın ilhamı olduğu” veya "bizzat Tanrı

tarafından dikte ettirildiği" şeklindeki ifadeleri; bunların insandaki aşkın boyut'un, hakkı ve adaleti

arama tutkusunun eseri ve sonucu olduğu, ve bu duygunun kaynağının da ilâhî olduğunu îmâ

etmeye matuf bir söylem olarak anlamak daha isabetli olur. Tarihteki bilcümle kutsal metinleri,

burada kaydettiğimiz lâfzî anlamları içinde kabul etmek herhalde putperestliğin bir başka çeşidi

olurdu. Ancak, insan doğası putperestliğe çok mütemayil olduğundan, her türlü "kutsal" metnin

veya çeşitli doktrinlerin kitaplarının da fiiliyatta putlaştırılmasını bir ölçüde tabiî karşılamak

gerekir.

İnsan tabiatındaki bu zaaf iyi fark edildiği için, bu kadîm dönemlerde, krallara kutsal ve

ilâhî bir veçhe kazandırmak bakımından, kadîm Sumer devirlerinden bu yana, Hammurabi'nin

yaptığına benzer propaganda yollarına başvurulduğu sıkça görülen bir husustur. Bu meyanda

başvurulan yaygın yollardan biri de, özellikle Sargon ve Assurbanipal gibi imparatorların

"babalarının ve/veya analarının olmadığı, bir biçimde Tanrı tarafından hâsıl edildikleri" yolunda

efsaneler üretilmesidir.

Weber, yeni bâzı hukukî düzenlemeleri halka kabul ettirebilmek bakımından, böyle

kutsallaştırma yollarına başvurmanın o devirlerdeki halk mantalitesi dikkate alındığında

kaçınılmaz bir durum olduğuna ve hattâ devrimci bir yol ve metot olarak bile

değerlendirilebileceğine işaret etmektedir. O'na göre, kadîm dönemlerde, yeni -veya yeni olarak

Page 39: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

39

sunulan- hukuk kurallarının topluma kabul ettirilmesi, günümüzde olduğundan çok farklı bîr

biçimde yapılmak zorundaydı. Çünkü, bu devirlerde, hukuk kuralları, kutsal sayılan geleneklerin

bir parçası olarak algılanır ve bu kuralların ihlâl edilmesi veya değiştirilmesi durumunda da "ecdat

ruhlarının rahatsız olacağı veya tanrıların öfkeleneceği" düşünülürdü. Böyle olunca bu kuralların

insanlar tarafından değiştirilmesi veya yenilerinin yaratılması aklın almayacağı bir şeydi.

Yapılacak yegâne şey, bu kuralların öğrenilmesi ve geleneklere uygun olarak, doğru biçimde

yorumlanmasıydı ki; bu işi yapacaklar da ancak en yaşlı kişiler, din adamları ve sihirbazlardı. Bu

durumda mevcut hukukî çerçeveyi değiştirecek bilinçli bir hukukî düzenlemenin sunumu ancak

"tanrısal bir vahiy" yoluyla söz konusu olabilirdi. Bu yönüyle "hukuk vahyi, " geleneğin donmuş

yapısını değiştirmeye dönük "ilk ihtilâlci çıkıştır ve tüm hukuk koyma tiplerinin kaynağıdır".

Ancak, çıktığı şartlarda, mevcut hukuk düzenine karşı devrimci bir tavır sergileyen bu metinler,

aradan kısa bir süre geçtikten sonra hemen putlaştırılmakta, tartışılması ve değiştirilmesi

düşünülemez bir dogma hâlini almaktadır.

Hammurabi örneğinde gördüğümüz, bu, iktidara ve temel nitelikteki siyasal ve hukukî

metinlere ilâhî bir temel ve kutsallık atfetme/arama yaklaşımının izlerini yakın zamanlara

gelinceye kadar, hattâ günümüzde de görmek mümkündür. Bir kaç misal vermek gerekirse:

- Hak ve özgürlükler beyânnamelerinin ilki olarak kabul edilen, 19 Haziran 1215 tarihli

Magna Karta Fennanı'nda (Magna Carta Libertatum'da) şu ibare yer alır: "Her şeyden önce

Tanrı'nın önünde diz çöktük ve bizim ve vârislerimiz için İngiliz Kilisesinin sonsuza dek özgür

olduğunu ... efendimiz Papa III. Innocent tarafından da tasdiklerini aradığımız bu sözleşmeyi..."

- 18. Asırda ilân edilen İnsan Haklan Bildirilerinde de dine ve Tanrı'ya referans verildiği,

görülmektedir. 12 Haziran 1776 Virginia Haklar Bildirisi'nin, din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin

16. Maddesinde şu ifadeler yer almaktadır: "Din ya da Yaradan'a borçlu olduğumuz görev ve

bunun yerine getirilme biçimi, zor ve şiddetle değil, ancak akıl ve inanç yoluyla sağlanır... herkes

birbirine Hıristiyanlığın gerektirdiği sabır, sevgi ve merhameti göstermelidir..."

- Keza, 4 Temmuz 1776 tarihli, Amerikan Bağımsızlık Bildirisinde, "tüm insanların eşit

yaratıldıkları, Tanrının insanlara, başkalarına devredilemeyen haklar vermiş olduğu" belirtilir.

- 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nin başlangıcında da, "Kurucu Meclis'in,

Tanrı'nın koruyucu kanatları altında insanın ve yurttaşların doğal haklarının kutsal, vazgeçilmez,

aktarılmaz niteliğini düzenlediği"nden bahsedilmekte ve "Millî Meclis, Yüce Varlığın huzurunda

ve onun himayesinde, aşağıdaki İnsan ve Yurttaş haklarını tanır ve ilân eder" denilmektedir.

- Avrupa insan Haklan Sözleşmesinin [İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerinin

Korunmasına İlişkin Sözleşme; Roma, 04.11.1950] giriş kısmında da sözleşmede belirtilen insan

haklarının benimsenen temel bir "inanç" a dayandığı vurgulanmaktadır: "... bu temel özgürlüklere

derin inançlarını bir daha tekrarlayarak, Aynı inancı taşıyan..."

Konuya hukuk felsefesi açısından baktığımızda, bu durum, Doehring'in de işaret ettiği gibi,

pozitif hukuk sisteminin dayandırılabileceği daha üst bir değerin varlığı kanıtlanamayacağından,

ancak bir inanç üzerine temellendirilebilmesinin kaçınılmaz oluşundan ileri gelmektedir.

Page 40: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

40

Meseleyi hukuk sosyolojisi ve din sosyolojisi açısından ele aldığımızda, Hammurabi gibi

büyük kanun koyucu ve liderlerin, dîn'in toplumsal işlevlerini, kendilerinden binlerce yıl sonra

sosyal bilimcilerce ifade edilen boyutlarıyla sezinleyip, kavradıklarını söyleyebiliriz. Gerçekten,

meselâ Machiavelli'ye (1496-1527) göre: toplumu birleştirici bir sosyal olgu olan din, tarih

boyunca güçlü devletlerin en önemli dayanak noktası olmuştur, Diğer yandan, dînin bir başka

özelliği de bireyciliğin aşırıya kaçmasını önlemektir. Kişiler arası dayanışma ve bağlantı bir kere

koptu mu artık ondan sonra toplumu yönetmek imkânsızlaşır. Bu noktada dînin önemini inkâr

etmek mümkün değildir. Jean Bodin (1530-1596) de dîni, devletleri ve cumhuriyetleri birlik içinde

tutan, hattâ devletin temel prensibini oluşturan bir güç olarak değerlendirmektedir: Tanrının vekili

olan krala karşı çıkmak, Tanrı'ya karşı çıkmakla birdir ve doğal hukuk Tanrının iradesi olarak

tanımlanabilir.

Belki de bütün bu tartışmaları, Durant'ın şu tesbiti vecîz bir şekilde özetlemekte: "İnsanları

efsaneler/tahayyül yoluyla yönetmek, bilim yolu ile idare etmekten çok daha kolaydır." İnsanlık,

mantıktan daha çok, şiirden ve söylemden hoşlanır; efsânesi olmayan halk mahvolur. Ancak, belki

bu tesbite şunu da eklemek gerekir ki, efsaneyi çok ciddîye alan ve onun ötesine geçip, onlara

çağdaş bir yorum ve muhteva kazandıramayan entelektüellere sahip bir toplum da perişan olur.

B. HUKUKÎ HAYÂT

1. POZİTİF HUKUKUN GELİŞİMİ

Daha önce, Sumer mecelleleriyle ilgili olarak da ifade edildiği gibi, özellikle Akkad kralı

Sargon ve daha sonra Hammurabi gibi hükümdarlar, güçlü bir merkezî devlet yapısı oluşturarak,

asırlar boyu Mezopotamya'da süre gelen teokratik, site ve tapınak temelli devlet yönetimine -teorik

planda olmasa da, fiilen- son vermiş ve yerine güçlü bir memur mekanizmasıyla idare edilen bir

devlet kurmaya çalışmışlardır. Diğer yandan, güçlü bir merkezî devletin kurulması ve onun

sağladığı güvenlik ortamı, ekonomik faaliyetlerin, ticaretin, üretimin, zenginliğin artması

sonucunu doğurmuş; bunlar da aile reisinin otoritesinin zayıflamasına ve ferd’in ön plâna çıkmaya

başlaması gibi gelişmelere yol açmıştır. Hukukun ve özellikle yazılı hukukun gelişmesini

engellemede, iktisadî faaliyetlerin gelişip yaygınlaşmamış olması gibi faktörlerin yarımda,

incelediğimiz bu kadîm dönemlere doğru gittikçe, aile reisinin mutlak bir otoriteye sahip olmasının

ve bu durumun ferdin ortaya çıkmasını engellemesinin de önemli bir âmil olduğunu biliyoruz.

"Eskiden aile reisi her şeydi. Bu otorite zayıflayınca. fertlerde hak ve hukuk duygusu gelişmiş" bu

da hukukun tedvîn edilmesi için gerekli şartları ve ihtiyaçları ortaya çıkarmıştır.

Bu gelişmeler karşısında, eski geleneksel kabile veya site toplumunda uygulanan örf ve

âdet kurallarının bu yeni dönemin ihtiyaçlarını karşılayamaması tabiî idi. Bu durumda, genişleyen

devletin sınırları içinde uygulanacak yeknesak ve açık-seçik bâzı hukuk normlarına ihtiyaç

duyulmuş, güçlü lider ve hükümdarlar da zaman zaman bu boşluğu doldurmuşlardır. Söz konusu

kanun koyucuların başında da Bâbil kralı Hammurabi gelmektedir. Ancak, onun Kanunnâmesine

geçmeden önce buna kaynaklık eden mecelleler hakkında bilgi vermek uygun olur.

Page 41: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

41

a. Hammurabi Öncesi Mecelleler

Hammurabi Kanunnâmesi'ne, daha önceki Sumer ve Akkad mecellelerinin, Sâmî örf ve

âdetleri de dikkate alınarak yeniden derlenmesi olarak bakılabilir. Böyle olunca, Hammurabi

öncesine ait bu mecelleleri tarihî bir sıra içinde tekrar hatırlatmakta yarar var: Sumerce yazılmış

yasalar: Urukagina (2351-2342); Ur-Nammu (2111-2094); Ana- İttişu (M.Ö. 2000 civarı) ve Lipit-

İştar (1934-1924) Yasaları. Akkatça yazılmış yasalar: Eşnunna yasası (M.Ö.1950 civarı).

Bunlardan, özellikle Ur-Nammu (veya Dungi) ve Lipit-İştar mecellelerinin, Hammurabi

Kodu'na esas oluşturan kaynaklar olduğu düşünülmektedir. Hammurabi Kanunnâmesi,

düzenlenme tarzı ve ihtiva ettiği maddelerin konuları bakımından hemen bütünüyle Lipit-îştar

Kanunları'nın bâzı maddelerini tekrarlar; alım-satım ve borçlarla ilgili hükümler, Sumerlerin

formülleri ve terimlerini aynen sürdürmektedir. Ancak, daha önceki dönemlere ait bu mecellelerle

kıyaslandığında, Hammurabi Kanunnâmesi'nin, bunların en kapsamlısı, en ayrıntılısı, en pratik ve

en seküler olanı olduğu kolayca anlaşılır. Her ne kadar, Güneş tanrısından kaynaklandığını iddia

ediyor olsa da, Hammurabi Kodu'nun en önemli özelliği, dînî niteliğinin çok az olmasıdır, ibâdetler

ve kâhinlerden hiç bahis yoktur; daha ziyade medenî hükümler vaz'etmektedir.

Diğer yandan, kadîm Sumer sitelerindeki töre ve yasalarla, verilmiş mahkeme kararlarının

bir halitası olduğu halde, Hammurabi Kanunnâmesi' nin cezâ hükümlerinin Sumer mecellelerine

nisbetle daha şiddetli olması, Amurru törelerinin (Sâmî kültürünün) etkisiyle îzah edilmektedir.

Bir adım daha ileri giderek, peki "niçin, Sâmî kültürü böyledir de Sumer kültürü öyledir?" diye

sorarsak: Önce şunu ifade edelim, sosyal bilimlerde ve esasen her konuda sebepler zincirini sonuna

kadar takip etmek ve açıklamak mümkün değildir. Ama bu durum, bizi gidebildiğimiz yere kadar

gitme çabasından da vazgeçirmemelidir. Söz konusu suâle verilebilecek bir cevap şu olabilir:

Kendini güvende hissetmeyen, her an dışarıdan gelebilecek saldırılara mâruz kalma endişesi içinde

yaşayan ilkel toplumlarda cezalar çok şiddetlidir. Buna karşılık toplumsal varlıkları için bir tehdit

algılamayan veya böyle bir tehdidi kolayca savuşturabileceklerinden emin, istikrarlı toplumlarda

cezâlar daha az şiddetli olmaya meyleder.

Verdiğimiz bu, konuya giriş mahiyetindeki bilgilerden sonra, şimdi Hammurabi

Kanunnâmesi'ni daha teferruatlı olarak ele alabiliriz:

b. Hammurabi Kanunnâmesi

1901 yılında Elam bölgesinde Sus şehrindeki (günümüz İran'ının Huzistan bölgesi)

kazılarda iki metrelik silindirik bir taş üzerine çivi yazısı ile Akkatça olarak yazılmış, toplam 282

maddeden oluşan bir kanunnâme bulundu. O devirlerde böyle bir hukukî düzenlemenin yapılmış

olması bilim âleminde büyük bir hayret ve şaşkınlığa, abartılı değerlendirmelere yol açtı. Çünkü,

Hammurabi öncesi Sumer mecelleleri o devirde bilinmiyordu. Fakat daha sonra bu Sumer

kodlarının ortaya çıkması Hammurabi Kanunnâmesi'nin nasıl vücut bulmuş olabileceği hususunda

tatminkâr cevaplar bulunmasını sağladı. Orijinalinde, bu taş, Kral Hammurabi tarafından Bâbil

tanrısı Marduk adına yapılan Esagila Tapınağı'na dikilmişti. Daha sonra, Elâm'lılar bu taşı, Bâbil'i

ele geçirdikleri zaman (M.Ö. XII. Asır), ülkelerine taşımış olmalılar. Her ne kadar, Hammurabi,

kendisine bu kanunları yazdıranın Güneş (adalet) tanrısı Samaş olduğunu ileri sürmekte,

dolayısıyla bu yasa hükümlerini de "tanrı sözü" olarak takdim etmekte ise de; aslında Hammurabi

Page 42: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

42

Kanunnamesi, kent devletinden giderek İmparatorluk hâline dönüşen Bâbil Devleti sınırları

içerisinde hukuk birliğini sağlamak, farklı kent devletlerinde uygulanan yazılı olmayan yerel

hukuk kuralları arasındaki farklılıklar dolayısıyla ortaya çıkan belirsizliğe son vermek düşüncesi

ve ihtiyacından kaynaklanmıştır. Hammurabi'nin bu mecellesi hazırlanırken eski örf ve âdetlerden,

Mezopotamya'daki diğer yazılı kanunlardan, özellikle de verilmiş mahkeme kararlarından

yararlanılmış olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, bu metni, sadece önceki yasa ve geleneklerin bir

derlemesinden ibâret de saymamak gerekir. Çünkü böyle bir derleme, genişlemiş ve

karmaşıklaşmış Bâbil İmparatorluğunun sosyo-ekonomik ihtiyaçlarını karşılayamazdı.

Hammurabi, ülkesindeki örf ve âdet kurallarından devlet gücü ile desteklenenleri ve çeşitli

konulara ilişkin olarak verdikleri kararları, mâiyetinde bulunan hukukçulara derletip, belki kısmen

de kendisi bâzı reform niteliğinde bâzı eklemeler yaparak meydana getirdiği iki yüz seksen iki

maddelik İlk Çağ'ın en önemli hukuk anıtlarından biri olan bu Kanunnâmeyi, bir taş stel üzerine

yazdırarak, herkese ilân ve tebliğ mahiyetinde olmak üzere, Bâbil şehrindeki Marduk/Esagila

Tapınağı'na diktirmiştir (M.Ö. 1783). Sistematik bir şekilde yazılmamış, konularına göre yasa

maddeleri fasıllara ayrılmamış; özel hukuk ve ceza hukuku ile ilgili maddelerde de bir ayrıma

gidilmemiş olmakla beraber, birbiriyle ilgili maddelerin başlıksız olarak ardı ardına konmaya

çalışıldığı anlaşılmaktadır. Başlangıç, metin ve sonuç kısmı olarak üç bölümden oluşan

Kanunnâme'nin, destan ve ilâhîlerin yazıldığı edebî bir tarzda kaleme alındığı görülmektedir.

Üslûbunun mütecanis olmayışı, bâzı tekrar ve tezatların görülmesi, derleme bir metin olduğuna

işaret etmektedir. Ancak, daha önceki kanunlarla kıyaslandığında bâzı değişikliklere gidildiği de

anlaşılmaktadır. İçinde, dönemiyle kıyaslandığında, çok ileri hukuk ilkelerine yer verildiği gibi,

en barbarca cezaların da yer aldığı görülür.

Diğer yandan, bu kanunnâmenin ülkede uygulanan kanunların tamamını ihtiva etmeyip,

bir kısmını oluşturduğunu da belirtmek gerekir. O devre ait elimize ulaşan çok sayıda belge ve

mektup, uygulanan hukuk kurallarının bu Kanunnâmede kaydedilenlerden çok daha şumûllü

olduğunu bize göstermektedir. Böyle olunca, kelimenin tam anlamıyla bir "kod” olmadığı da

söylenebilir. Kanunnâmede düzenlenen hususlar, genel olarak, evlilik ve aile mülkiyeti, mülkiyete

karşı işlenen suçlar, arazi ve ev, ticaret ve alışveriş, saldırı ve yaralama, köle hukuku, meslek

sahiplerinin verdikleri zararlar, eşya fiyatları ve ücretler gibi konuları ihtiva etmektedir.

Hammurabi Kanunnâmesi, Ortadoğu ve Ön-Asya coğrafyasındaki kavimler için, daha sonra

Roma'nın Batı dünyasına bıraktığı hukuk mirasına benzer bir temel oluşturmuş, tâkîbeden bin yılı

aşkın bir süre boyunca çeşitli hukuk metinlerine kaynaklık etmiş, kâtip yetiştiren okullarda örnek

metin olarak okutulmuştur. Bu arada, Tevrat'taki hukukî düzenlemelerle Hammurabi Kodu

arasındaki benzerlikler de dikkat çekicidir; bu durumu bâzıları doğrudan bir alıntı ve etkileşim

olarak îzah ederlerken, bazıları da, "ortak bir kültürel mîrasın paylaşılması"nın bir sonucu olarak

açıklamaya çalışmaktadır.

Kanunnâme'nin başında kral Hammurabi, Tanrı Samaş'tan öğrendiği gerçeklere göre, ve

tanrıların verdiği görüş kuvveti ve iktidar ile ülkede nizâmı ve adaleti sağladığını, "halka, öz

babaları gibi davrandığını, " komşu ülkelere de barış getirdiğini ifade ettikten sonra, kendisini

şöyle tarif eder:

"Tanrı Samaş'ın gerçekleri öğrettiği, âdil kral Hammurabi'yim ben...".

Page 43: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

43

Daha sonra tedvin ettiği Kanunnâme hükümlerine yer verir ve son kısımda ise bunu

yapmakla güttüğü amaca tekrar işaret eder:

"Memlekette haksızlıkları kaldırmak ve zayıfı kuvvetliye ezdirmemek için bu kanunları taş

bir sütuna yazdırıp, herkesin görmesi için Marduk tapınağına diktirdim, hakkı yenilmiş ve şikâyeti

olan kimse, adaletin kralı olan benim diktirdiğim yazılı stel üzerindeki bu kanunnâmemi okusun

da ona göre hakkını arasın, kalbi ferahlasın".

Nihayetinde de, kendisinden sonra gelecek hükümdarların da bu kanunlara riayet

etmelerini, halkı doğru yolda yönetmelerini ve ülkeden kötüyü ve fenayı yok etmelerini tavsiye

eder ve kim bunlara riayet etmezse tanrıların lânetinin onun üzerine olmasını niyaz ederek ve

beddualar okuyarak metni sonlandırır.

c. Fermanlar

Bâbil'de hukukî hayatı düzenleyen normlara, çıkarılan bu mecellelerin yanında, zaman

zaman çeşitli krallar tarafından, "ülkede adaleti, tesis için" ilân edilen fermanları da eklemek

gerekir. Meselâ, Bâbil kralı Ammisaduqa'nın (1646-1626), yayınladığı bir fermanın 18.

maddesinde, çeşitli şehir adları sayılarak, bunların ahâlisinden olup da "borcu sebebiyle kendisini,

karısını veya çocuklarını rehin olarak hizmetkârlığa vermiş kişilerin, 'kral ülkede adaleti tesis ettiği

için,' artık serbest oldukları ve özgürlüklerine kavuşacakları" belirtilmektedir.

d. Yeni Bâbil Kanunları

Çeşitli kaynaklarda Hammurabi Kanunnâmesi'nin yanında, bundan bin yılı aşkın bir süre

sonrasına ait olan Yeni Bâbil Yasalarından da bahsedilmektedir. Yeni Bâbil Dönemi’ne (625-539)

ait olan bu metin, kırık bir tabletten ibaret olup, okunabilen on paragrafı evlilik ve veraset ile

ilgilidir. İfade tarzı itibariyle, Hammurabi Kanunnâmesi ile arada şöyle bir fark vardır: Yeni Bâbil

Kanunları’nda, cümleler, Hammurabi Kanunnâmesi' nde olduğu gibi, "eğer" kelimesi ile değil;

"bir erkek/bir kadın ki ibâresi ile başlamaktadır.

2. AİLE HUKUKU

Hammurabi Kanunnâmesi'nde en büyük yer aile hukukuna, evlenme, nişanlanma,

boşanma, miras, evlatlık edinme gibi konulara ayrılmıştır. (m.127-194 arası). Kadîm

Mezopotamya kültüründen kaynaklanan ve bu kanunnâmede kristalize olan evlilik ve aile ilgili

uygulamalar ve düzenlemeler, insanlığın bu konulara ilişkin mevcut hukuki düzenlemelerinin de

esasını oluşturmuştur ve o günlerden bugüne bu evrimsel süreç devam ede gelmektedir.

Erkeğin evleneceği kızı babası seçerdi, veya bu durumu, nihaî karar verici kişi aile reisi idi

diye de ifade edebiliriz. Bunu Hammurabi Kanunnâmesi’ ndeki bâzı ifadelerden de

çıkarabiliyoruz: Eğer bir adam, oğluna bir gelin seçtiyse..." (m. 155). Her iki tarafın ailelerince

mutabakat sağlandıktan sonra, yasal evlilik prosedürü işlemeye başlar, satın alma yoluyla evliliğin

bir kalıntısı olan, hediyelerin teati edilmesi ile de durum te'yit edilirdi. Talip taraf, gelinin babasına

önemlice bir hediye verirdi, fakat babanın da kızına bu hediyeden daha değerli bir çeyiz vermesi

beklenirdi. Bu durumda hangisinin, gelinin mi damadın mı satın alındığını söylemek oldukça

güçleşmekte. Heredot'un yazdığına bakılırsa, senenin bir gününde evlenecek çağdaki kızları olan

Page 44: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

44

tüm babalar kızlarını, evlenmek isteyen çok sayıda erkeğin bulunduğu bir meydana getirirlerdi.

Bir tellal onları tek tek ortaya çağırır ve açık artırma ile satardı. Önce en yüksek fiyata ulaşması

beklenen en güzel kızdan başlardı satışa. Fakat bir şartı vardı, alanların kızlarla resmen evlenmeleri

gerekirdi. Böyle tuhaf uygulamalara rağmen, Bâbil'de evlilik sadâkat ve tek eşliliğe dayalı idi;

evlilik öncesi ilişkilere tanınan serbestliği, evlilik sonrası sadâkat yönünde ciddî bir zorlama takip

ederdi. İlk çocuğunun doğması erkeğin hayatında önemli bir dönüm noktası sayılırdı. Artık "aile

reisi" statüsüne geçer ve ailenin mensupları üzerinde nerede ise limitsiz bir hak ve otorite sahibi

olurdu. Borçlarına karşılık onları rehin bile verebilirdi.

Bâbil toplumunda genel olarak evlilik öncesi ilişkilere oldukça müsamahakâr davranıldığı

ve izin verildiği görülmektedir. Nikâh akdi olmaksızın "deneme evliliği" şeklindeki süresi

taraflarca kararlaştırılan birliktelikler câiz görülüyordu. Ancak, bu durumda kadının, resmî eş

olmadığını, belirten bir işaret taşıması gerekirdi. Fahişelik ve "tapınak fahişeliği" yaygındı. Bunlar

çeşitli sınıflara ayrılmıştı ve bazıları kutsal sayılırdı. Aslında bu "tapınak fahişeliği" müessessi

kadîm dönemlerde pek çok toplumda görülmektedir:

İbrânîlerde, Fenikelilerde, Frigya'da, Suriye'de vs. Kıbrıs'ta ve Lidya'da genç kızlar evlilik

çeyizlerini hazırlamak için fahişelik yaparlardı. Bâbil'de "tapınak fahişe uygulamasının, M.S.

325'de imparator Konstantin tarafından yasaklanıncaya kadar sürdüğü anlaşılmaktadır.

Bâbil'de kadının durumu genel olarak, kadîm Mısır ve Roma'dakinden aşağı olsa da, kadîm

Greklerde ve Orta Çağda Avrupa'da olduğundan daha kötü değildi. Mal mülk sahibi olabilir ve

bunlara tasarruf edebilirdi; alıp satabilir, mîras alabilir/bırakabilir, vasiyet yapabilirdi. Serbestçe

evin dışına da çıkarak çarşı pazarda işlerini yapabilirdi. Bâzı kadınlar ticaret yapar, dükkân

açarlardı; hattâ bâzdan kâtip bile olabiliyordu ki bu durum, oğlan çocukları kadar, kızların da

eğitim alabildiklerine delâlet eder. Fakat, ailenin en yaşlı erkeğinin neredeyse sınırsız bir otoriteye

sahip olması yönündeki Semitik örf zamanla kadınların bu tarih öncesinden gelme anaerkil

özelliklerini giderek sınırladı. Yüksek sınıflarda, kadınların evin bir bölümünde tutulması ve bir

uşak veya hadım refakatinde dışarıya çıkmaları gibi uygulamalara gidildi ki, bunlar daha sonraki

dönemlerde Hint ve Ortadoğu coğrafyasındaki pardah uygulamasının kaynağını oluşturacaktır.

a. Nişanlanma

Her iki tarafın aileleri arasında bir anlaşma sağlanmasını müteakip, nişan koyma yoluna

gidilirdi. Nişanlanacak erkek, kız tarafına "tirhatu" denen bir ağırlık, nişan hediyesi verirdi ki, bu

bir nevi, nişan sözleşmesinin bozulması ihtimaline karşı, akit anında verilen pey akçesi hükmünde

idi. Nişanlanan tarafların nişanı bozmaları durumunda; eğer erkek tarafı nişanı bozacak olursa,

nişanlanırken kıza ve babasına vermiş oldukları hediyeleri geri alamazdı; kızın babasının nişanı

bozması durumunda ise, nişanlanan erkeğe, onun nişanlanırken vermiş olduğu hediyeleri iki misli

olarak iade etmesi gerekirdi.

- Nişanlanan bir erkek, daha sonra başka bir kadına meyleder ve nişandan vazgeçerse, nişan

hediyeleri ve başlık parasını geri alamaz. (m.159)

- Kız tarafı nişandan vazgeçerse, nişan hediyesi ve başlık olarak kendilerine ne verildiyse

iki katını ödeyecektir, (m.160).

Page 45: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

45

b. Evlenme

Hammurabi Kanunnâmesi'nde evlenmenin resmî şekle tâbi tutulduğu görülmektedir.

Evlenmenin hukuken meşrû ve mûteber olabilmesi için yazılı bir vesika düzenlenmesi şarttı. Nikâh

akdi olmaksızın yapılan fiilî birleşmeler evlilik sayılmazdı:

- Eğer bir adam, nikah sözleşmesi yapmadan bir kadınla beraber yaşarsa, o kadın o adamın

zevcesi olmaz, (m.128).

Hatırlanacağı gibi, Eşnunna Mecellesi’ nde de evlenme akdi konusunda benzer bir hüküm

yer almakta idi:

- Eğer bir adam, birisinin kızını ana babasının iznini almadan ve bir nikâh akdi yapmadan

alırsa, kız adamın evinde bir yıl kalmış olsa da o adamın karısı olmaz, (m. 27).

Evlilik sözleşmesinin, bâzı durumlarda koca namına, bazen de ebeveyn namına

düzenlendiği görülmektedir. Bu vesikada, tarafların birbirlerine sâdık kalacaklarına dair verdikleri

söz yer alır, şahitlerin listesi ve evlenme akdinin tarihi belirtilirdi.

Evlenirken, kadına, babası veya, babasının vefat etmiş olması durumunda erkek kardeşleri

tarafından; pederinin terekesinden alacağı müstakbel (müeccel) veya muaccel mîras hissesine

tekabül etmek üzere “şeriktu" denen bir cihaz (drahoma?) verilirdi. Kendisi için bir ekonomik

güvence niteliğinde olan bu cihaz'ı üzerinde kadının kişisel bir mülkiyet ve tasarruf hakkı

bulunurdu. Kocanın vefatı hâlinde, kocasının kardeşleri bu cihaz üzerinde bir hak iddia

edemezlerdi, kadının kendisine ait bu şerikin üzerindeki haklarında bir değişiklik olmazdı; bu

cihaz kadının vefatı hâlinde kendi çocuklarına intikâl ederdi. Ancak, şeriktu verilmeden de

evlenme akdi yapılabilirdi. Ayrıca, evlenme esnasında, erkek karısına "nudunuu" denen bir

evlenme hediyesi [mehir] verirdi ki, bu boşanma durumunda bile kadının malı olmaya devam

ederdi ve dul kalması veya sebepsiz bir boşanma hâlinde kadın için sağlanan bir teminât niteliğinde

idi. Eğer evlenme esnasında nudunnu verilmemiş veya belirlenmemişse, kocanın vefatı hâlinde,

kadın da çocuklarıyla beraber bir hisse alırdı. Gerek tirhatu, gerek nudunnu'nun idaresi koca

tarafından yapılır, ancak şartları tahakkuk edince kadının tasarrufuna geçerdi.

Hammurabi Kanunnâmesi'nde, evlenme yasakları ile ilgili bâzı hükümlere de

rastlanmaktadır. Meselâ, kendilerini mabetlere adamış olan, kadınlar evlenemezlerdi. Çünkü

bunların bir mabuda ve mabede ait oldukları kabul edildiklerinden tek bir kişiye ait olmaları kabul

edilemezdi. Keza küçük çocukları olan dul kadınlar da, çocuklarının ekonomik hakları bir

güvenceye bağlanmadıkça evlenemezdi. Bunun için de, evlenecek dul kadının, evleneceği erkekle

birlikte çocukların mallarını korunması hususunu teminat altına alan bir vesika tanzim etmeleri

gerekirdi:

Küçük çocukları olan dul bir kadın tekrar evlenmek isterse, hâkimden izin alacaktır.

Çocukların yetişmesi ve onların mal varlıklarının korunması hususunu düzenleyen bir sözleşme

yaptıktan sonradır ki, hâkimler böyle bir evlenmeye izin vereceklerdir. Yetim çocukların,

annelerine ve yeni kocasına mahkeme kararıyla emânet bırakılmış mallarını kim satın alırsa, satış

geçersizdir, ödedikleri para boşa gider, (m. l77).

Page 46: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

46

Kural olarak, bir erkek ancak tek bir kadınla evlenebilirdi. Ancak, kadının müzmin bir

hastalığa müptelâ olması hâlinde, erkeğin, bu birinci karısına ölünceye kadar bakmak kaydıyla

ikinci bir kadınla evlenmesi mümkündü. Erkeğin, ikinci bir kadınla evlenebilmesinin haklı ve

meşru sayıldığı en yaygın durum, evlendiği, kadının çocuğunun olmaması hâli idi. Bu durumunda

da erkek ikinci bir evlilik yapabilirdi, ancak bu durum erkeğin "iki eşli" olmasına hukuken izin

verildiği şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu durumdaki bir erkeğin iki karısı olduğu düşünülmezdi;

çünkü, "asıl eş" statüsü ilk eşe ait olmaya devam ederdi ve bu ikinci eş hiç bir zaman ilk karının

statüsüne sahip olamaz; sanki onun vekili gibi algılanırdı. Diğer yandan, eğer çocuğu olmayan

yüksek tabakadan bir kadın, kocasına bir odalık temin eder ve bu odalıktan bir çocuk olursa, koca

artık ikinci bir kadınla evlenemezdi. Doğan çocuklar da “esas eş”in (ilk karının) çocuğu kabul

edilir ve meşrû çocuk sayılırdı. [Bu uygulamanın İbrânîlerde de olduğu anlaşılmaktadır. Sâre

tarafından Hz. İbrahim'e hediye edilen câriye Hâcer de bu kabildendir.]. Tabii, çocuğu da olmuş

olsa, bu odalığın da, hiç bir zaman kendisini "esas eş” e denk bir konumda görmesine müsâade

edilmezdi; meselâ sokağa çıktığında, ancak asıl eş'le beraber ise başını örtebilirdi; yâni, daha alt

ve aşağı bir statüde kalmayı kabul etmek, esas eş'e itaat ve saygı göstermek zorundaydı. Bu

konumunu kabullenmez de, eşitlik iddiasına (iktidar mücadelesine) kalkarsa, çocuğu yoksa, esas

eş, kendisini köle pazarında satabilirdi. Çocuğu olması durumunda ise, pazarda satamazsa da diğer

kadın köleler arasına katabilirdi:

- Bir adam bir kadını alır da kadın ona bir çocuk temin etmezse ve bu durumda adam başka

bir kadın almak isterse ve o kadını alıp evine getirirse bu ikinci kadın karısı ile eşit düzeyde

olmasına izin verilmez. (m.145),

- Bir adamın karısı, kocasına karılık yapsın diye bir kadın hizmetçi verir ve bu kadın daha

sonra çocuk doğurdum diye "esas eş"le eşitlik iddiasına kalkışırsa, ona çocuk doğurduğu için

efendisi onu para karşılığı satamaz; ancak, ona kölelik nişanı takarak diğer köleler, arasına

katabilir. (m, 146).

- Eğer ona bir çocuk vermemişse o takdirde onun hanımı onu para karşılığı satabilir, (m.

147).

Diğer yandan, yasal eşin dışındaki kadınlardan doğan çocuklar için de "tanıma" müessesesi

getirilmişti. Buna göre, evli ve çocuklu bir erkeğin kölesinden de çocukları olmuşsa, baba isterse

bu çocuklarını tanıyabilirdi; o zaman, baba öldükten sonra tüm çocukları kendisine eşit olarak

mirasçı olabilirlerdi. Bütün bu düzenlemelere rağmen, Bâbil'de "esas eş"in yanında başka evlilikler

yapma veya odalık sahibi olma uygulamalarının çok yaygın, değildi.

Bâbil'de hür kadınlar da kölelerle evlenebilirlerdi, (m. 195, 213). Ancak bu tür evlilikler,

sadece, diğer kölelerden farklı tutuldukları anlaşılan ve kralın koruması altında bulunan saray

köleleri için mümkündü. Diğer yandan, bu köleler hür kadınları odalık olarak alamazlar, onlarla

sadece evlenerek ilişki kurabilirlerdi. Bu tip kölelere ömür boyunca mülk edinme ve ev kurma

hakkı verilirdi.

Ailede çocuklar üzerinde velayet yetkisi bakımından baba ön planda idi; ana da ikinci

derecede bir konuma sahipti. Babanın ölümü hâlinde ailede otorite anaya geçer, ananın da vefatı

hâlinde büyük kardeşe, onun olmaması durumunda ise, vesâyet yetkisi, tâyin edilen vasiye geçerdi.

Page 47: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

47

Ailede ananın da baba gibi hukukî ehliyete sahip olduğu görülmektedir. Evlenirken cihaz olarak

getirdiği mallar, yine evlenirken kocası tarafından kendisine verilmiş bulunan hediyeler kadının

mülkiyetinde sayılır ve kadın bu malları üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunabilirdi. [Bir

mukayese imkânı bakımından, burada şu noktaya dikkat çekelim ki, beşinci yüzyıl Atina'sında

bile, kadınlar hemen tümüyle eve kapatılmış olarak yaşıyorlardı ve yasa önünde Assur'lu ve

Bâbil'li hemcinslerinden daha kötü durumda idiler.].

Kocanın müşterek hayatın îcâbettirdiği vazifeleri ihmal etmesi durumunda, kadına kocasını

terk ederek kendi ailesine dönme hakkı tanınmıştı. Ailede karı ve koca, evlenmenin vukuundan

sonraki borçlarından dolayı müştereken sorumlu tutulurlardı.

- Eğer bir kadın, serkeşlik yapan, evini ihmal eden kocasından ayrılmak isterse; duruma

bakılır ve kadın evini, iffetini koruyan bir kadın ise ve erkek kadının dediği gibi ise; kadın haklıdır,

çeyizini alıp babasının evine gidebilir, (m.142)

- Evlilik içerisinde yapılan borçlardan dolayı, karı ve koca birlikte sorumlu olur. (m. 152)

c. Boşanma

Erkek karısını kolayca boşayabilirdi; bunun için, çeyizini iade etmesi ve "Sen benim karım

değilsin!.." demesi yeterli idi. Ancak, aynı sözü kocası için söyleyen kadın, duruma göre, nehre

atılma tehlikesi ile karşılaşabilirdi. Çocuğu olmamak, zina, geçimsizlik ve evin çekip

çevrilmesinde gerekli ihtimamı göstermemesi erkeğin karısını boşaması için yeterli sebep

sayılırdı. Hattâ bu son durum, kadının çocukların bakımında ihmalkârlık yapması, evin mallarının

yönetiminde gerekli dikkati göstermemesi, etrafta dolaşıp serserilik yapması gibi haller, nehre

atılma cezâsını bile mucip olabilirdi. Kadınlarla ilgili olarak görülen böyle bâzı inanılmaz

sertlikteki hükümlere rağmen, gerçek hayatta kadın, her ne kadar kocasını boşayamazsa da, bâzı

hallerde onu terk ederek babasımn evine dönebilirdi. Bu durumda, kendisine ait malları da yanında

götürürdü. [Unutmayalım ki, İngiltere'de kadınlar, on dokuzuncu asrın sonuna kadar bu haklardan

da yoksundu].

Aslında, Hammurabi Kanunnâmesi, bâzı haklı sebeplerin bulunması durumunda her iki

tarafa da boşanma hakkı tanımıştır. Meselâ, koca, çocuk doğurmaması durumunda karısını

boşayabilirdi. Ancak, bu durumda kadın, evlenirken babasının evinden getirdiği cihazı geri

götürebildiği gibi, nişanlanırken tirhatu namı altında verilen hediye kadar bir tazminat da alırdı.

Zevcesinden çocukları olan bir erkek de karısını boşayabilirdi. Ancak, bu durumda, kocanın,

karısının iaşe ve ibatesini karşılamaya devam etmesi ve boşadığı karısından olan çocuklarına

bakmayı sürdürmesi ve çocukları büyüttükten sonra da mirasından, boşadığı karısına bir evlât

hissesi vermesi gerekirdi. Bunlar sağlandıktan sonra, boşadığı karısı dilediği erkekle evlenebilirdi:

- Bir adam kendisine bir çocuk veren karısından ya da kendisine bir çocuk veren kadından

ayrılmak isterse, o zaman karısına çeyizini geri verir ve çocuklarına baksın diye tarlanın, bahçenin

ve malların bir kısmının kullanım hakkını verir. Çocuklarım büyüttüğü zaman çocuklara

verilenlerden bir parça, oğlanınkine eşit olan bir parça da ona verilir. Ondan sonra dilediği erkekle

evlenebilir. (m.137).

Page 48: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

48

Diğer yandan, erkeğin evlilik hayatının icâplarına riayet etmemesi, karısına ilgi

göstermemesi ve ona karşı görevlerini ihmal etmesi gibi durumlarda kadın kocasından boşanabilir

ve evlenirken beraberinde getirdiği cihaz'ı (şerikti’yu) da alarak babasının evine dönebilirdi.

Ancak, haklı bir sebep olmadan, kendi kusuruyla (müsriflik vs.), serkeşlik ederek kocasından

boşanmaya yol açan bir kadın, cihaz'ı üzerindeki haklarını kaybetme, köle durumuna düşürülme

veya su tecrübesi gibi ağır ceza ve müeyyidelere çarptırılabilirdi:

- Eğer bir adam bir kadınla evlenir, daha sonra kadın bir hastalığa dûçâr olur ve erkek ikinci

bir evlilik yapmak isterse, erkek karısını boşamayacak, karısına bakmaya devam edecektir. Ancak,

kadın kocasının evinde kalmak istemezse çeyizini alıp babasının evine gidebilir, (m. 148-149).

- Bir adamın birlikte yaşadığı karısı gizlice, kocasını terk etmeye karar verir ve ardından

da onu borç altına sokar, evini virane haline getirir ve kocasını perişan edecek şeyler yaparsa ve

bu yüzden yargı kararıyla suçlu bulunmuşsa; kocası dilerse onu boşarsa kadın kendi yoluna gider

ve ayrılma parası olarak kadına hiçbir şey ödemez. Kocası onun serbest kalmasını istemezse ve

başka bir kadın alırsa kocasının evinde hizmetçi olarak kalır. (m. 141).

- Eğer bir kadın kendini ve evini gözetmezse ve sokağa düşkünse evini dağıtıyor, kocasını

küçük düşürüyorsa o kadın nehre atılacaktır. (m.143).

- Bir adam bir kadın alır da bu kadın ona bir kadın köle verirse ve bu odalık da ona çocuk

doğurursa; artık bu adamın başka bir kadınla evlenemez (m. 144).

Kocanın memleketini terk etmesi hâlinde, kadın istediği kimse ile evlenebilirdi. Bu

durumda, ilk kocası daha sonra avdet ederse, karısı ona dönmek zorunda değildi. Kocanın sürgün

cezası ile cezalandırılması durumunda da, karısıyla olan evlilik bağı sona ererdi. Ancak, koca,

evinden rızası dışında ayrılmak zorunda kalmışsa (meselâ esir düşmüş ise) ve kadın da geçimini

temin edemediği için veya yasal sürelerin sonunda başka birisiyle evlenmişse, daha sonra bu ilk

kocasının avdet etmesi durumunda, kadının ilk kocası ile evlilik ilişkisi tekrar vücut bulur, kadın

önceki kocasına döner; sonraki kocasından olma çocukları bu kocasında kalırdı. Eğer kadın,

kanunî süreler geçmeden başkasıyla evlenmişse, daha sonra geri dönmesi durumunda ilk koca,

eşini de sonraki kocadan olan çocukları da alma hakkına sahipti.

d. Evlat Edinme

Aile reisinin çocuğu olsun, olmasın, evlat edinme müessesesi kabul edilmiş ve bu konuda

düzenlemelere gidilmiştir, (m.185-191). Evlat edinme sözleşmesinin şahitler huzurunda yapılması

şart koşulmuştur. Evlat edinilen kişi, bu muameleyi takiben artık evlat edinenin meşrû çocuğu

konumuna gelir ve meşrû çocuğa tanınan tüm haklar kendisine de tanınırdı. Diğer yandan, evlat

edinene bâzı mükellefiyetler de yüklenmiştir: Evlat edindiği çocuğa karşı sorumluluklarını yerine

getirmezse, meselâ, kendi mesleğini ona öğretmezse, evlat edinme mukavelesi ortadan kalkar ve

çocuk kendi ailesine dönebilirdi. Buna karşılık evlatlık da kendisine evlat edinene karşı saygı ve

sadâkat dışı davranışlarda bulunur, onu inkâr eder veya terk ederse dilinin kesilmesi veya gözünün

çıkarılması gibi çok ağır cezalara çarptırılırdı. Çocuğu olmadığı için başkasını evlat edinen kişi,

daha sonra çocuğu olursa evlatlık ilişkisini sona erdirebilirdi ama bu durumda kendi mal

varlığından bir erkek evlat hissesinin üçte biri nisbetinde bir payı kendisine vermesi îcâp ederdi.

Page 49: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

49

3. MİRAS HUKUKU

Hammurabi Kanunnâmesi"nde mirasla ilgili hükümlerin Sumerlerdeki mîras hükümleri ile

aynı olduğu görülmektedir. Babanın yasal ve tabiî mirasçıları, çocukları idi; karısı değil. Erkek

çocuklar ve babalarından cihaz almamış kız çocukları, farklı analardan da olsalar, eşit olarak

mirasçı olurlardı. Eğer, erkek çocuklar arasında henüz evlenmemiş olan varsa, terekeden, önce

onun başlık parası ayrılır, sonra miras paylaşılırdı.

İlk erkek çocuk ayrıcalığı yoktu, bütün oğlan çocukları mirastan eşit olarak pay alırdı.

[Ancak, o dönemlerdeki yaygın bir geleneğe göre, yasal eşin ilk oğluna, tereke hisseleri içinden

istediğini seçme hakkı tanınıyordu (m.170).

- Eğer bir adam diğer çocuklarına eş almış (evlendirmiş), fakat en küçük çocuğunu

evlendirmeden kaderine gitmişse (ölmüşse), mîras paylaşılmadan önce, küçük kardeşin başlık

parasını ayıracak ve sonra paylaşacaklardır. ... Eğer babanın çeyiz vermediği ve evlendirmediği

kızı varsa, baba evinin durumuna göre kardeşleri ona çeyiz verecek ve onu evlendireceklerdir. (m.

166, 184).

- Babanın vefatından sonra farklı eşlerinden olan çocukları mirası aralarında eşit olarak

paylaşacaklardır. (m.167).

Öte yandan, henüz evlenmemiş kız çocukları da erkek kardeşleri ile birlikte mirasçı

olmakla beraber, kız çocuklarının bu hisseleri üzerinde sadece intifa hakkına sahip oldukları, aslî

mülkiyetin biraderlerine ait olduğu, ve vefatları durumunda onlara döndüğü anlaşılmaktadır. Eğer

erkek çocuk yok ise, babanın mirasını kız çocukları paylaşırdı. Gayrimeşru çocuklar, ancak

babaları tarafından tanınırlarsa mirasçı olabilirlerdi. Sağlığında, köleden doğan çocuklarını

"çocuklarımsınız" diye tammamışsa bu çocuklar babaya mirasçı olamazlardı; ancak, bu durumda

dahi, resmî eşin çocukları, köle ana ile çocukları üzerinde bir hak iddiasında da bulunamazlar;

vefatla birlikte ana ve çocukları hür olurlardı:

Eğer bir babanın eşi ve kadın kölesinden çocukları varsa, kaderine gittiğinde (vefatında)

bakılır, eğer sağlığında köle anadan doğma çocuklarını da "benim çocuklarımdır" diyerek

tanımışsa, bir ayrım yapılmadan çocukların hepsi mîrası eşit olarak paylaşırlar. Ancak eşin ilk

oğlunun seçeceği hisse hakkı bakidir. Eğer baba, sağlığında, köleden doğma çocuklarına "benim

evlatlarım" demediyse, o zaman, onlar mîras paylaşımına dahil edilmeyecek; anne ve çocuklarına

özgürlükleri verilecektir, (m.170, 171).

Eğer, vefat eden babanın çocuklarından biri daha önce ölmüşse, “halefiyyet ilkesi” geçerli

idi, yani çocukları babalarının miras hissesini tevarüs ederlerdi. Müteveffanın hiç çocuğu

bulunmuyorsa, mîras kardeşlerine; onların da bulunmaması durumunda amcalara intikâl ederdi.

Vefat edenin karısı ise, çeyizini ve diğer düğün hediyelerini muhafaza eder ve yaşadığı sürece

ailenin reisi olur, kocasının evinde ikâmet etmeye devam ederdi. Fakat, bu hakkı bir intifâ hakkı

niteliğinde olup, kocasma ait bu mülk üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunamaz, meselâ

başkasına satamazdı. Diğer yandan, eğer evlenme esnasında nudunnu verilmemiş veya

belirlenmemişse, kocanın vefatı hâlinde, kadın da çocuklarıyla beraber bir evlat hissesi alırdı:

Page 50: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

50

Eş, çeyizini ve kocasının ona verdiği, evlenme aktinde belirtilen evlenme hediyesini

(mehir) alır ve yaşadığı sürece kocasının evinde oturmaya devam eder. Evin intifâ hakkına sahip

olup, satamayacaktır. Eğer kocası ona evlenme hediyesi (mehir) vermemişse terekeden çeyizi

tamamlanacak, kocasının ev eşyasından hissesini ise diğer vârislerle birlikte alacaktır...

(m.171,172).

Annenin vefatı hâlinde ise, evlenirken şeriktu adıyla alıp getirdiği mallarla kocasının

verdiği diğer hediyeler üzerindeki hakları kendi çocuklarına; çocuklarının olmaması durumunda

ise kendi babasına, yâni evlenmeden önce mensup bulunduğu ailesine geçerdi.

Hammurabi Kanunnâmesi, bir kimsenin çocuğunu mirastan mahrum etme imkânını da

tanımaktadır. Ancak, bu iradenin hukukî bir sonuç doğurabilmesi için hâkime başvurulması ve

mirastan mahrum etmenin gerekçelerinin îzah ve isbât edilmesi gerekirdi. Eğer mahkeme çocuğun

ebeveynine karşı ağır bir kusur işlediği kanaatine varırsa, birinci sefer babayı affa davet ederdi.

Hatanın tekrar edilmesi durumunda ise mirastan mahrumiyet geçerli hâle gelmiş olurdu.

Eğer bir adam oğlunu mirastan mahrum etmeye karar verirse, hâkimler onun bu beyânını

değerlendirecek, ve eğer oğulun bu mahrumiyeti gerektirecek bir suçu yoksa bu isteği dikkate

almayacaklardır. Eğer babanın isteğini haklı görürlerse, oğul, birinci defasında affedilecek, ikinci

defa mahrumiyeti gerektirecek bir suç işlerse o zaman oğul mîrastan mahrum edilecektir, (m. 168,

169).

4. BORÇLAR HUKUKU

a. Mülkiyet

Bâbil toplumunda özel mülkiyetin oldukça gelişmiş olduğu görülmektedir. Bunun bir

sonucu olarak, Hammurabi Kanunnâmesi'nde menkul ve gayrimenkul mülkiyetinin düzenlenmesi

ve sözleşme hukukuna ilişkin önemli hükümler yer almaktadır. Menkul ve gayrimenkuller

üzerindeki özel mülkiyet hakkı kanunla korunmuştu. Bunların da bir sonucu olarak Bâbil'de özel

teşebbüs ve ticarî faaliyetler devrine göre çok gelişmiş ve ülke yüksek bir refah düzeyine erişmişti.

Ancak, anakronik bir değerlendirmeye düşmemek bakımından, "özel mülkiyet" diye ifade

ettiğimiz kavramı şüphesiz, günümüzdeki anlamıyla değil; bu kadîm dönemlerdeki biçimiyle,

yâni, “baba evinin mülkü" olarak anlamak gerekir. Nitekim, incelediğimiz devirlerde sosyal ve

ekonomik temel ünite olan “hâne”nin adı “baba evi” dir; mülk, "baba evinin mülkü"dür ve sahip

olunan her şey: arazî, ev ve işletme binaları, hayvanlar, köleler, âletler, ürünler, değerli metaller

vs. hep bu mülkiyet kategorisi içindedir. Ancak, Hammurabi döneminde aile ortaklığı dışında özel

mülkiyetin geliştirilmesi yönünde de gelişmeler oldu ve bu yönde bâzı düzenlemelere gidildi.

Diğer yandan, Hammurabi Kanunnâmesi kamu ve özel mülkiyet ayırımı yapıldığı, kamu yararına

tahsis edilmiş malların ve ibâdet yerlerinin kamu mülkiyeti kategorisinde değerlendirildiği

görülmektedir.

Menkul malların satımında, malın gerçek sahibinin ve iyi niyet sahibi alıcıların haklarını

koruyacak hükümler getirilmiştir. Mülkiyeti iktisap yolları; akit, mîras, zamanaşımı ve

birleşme'dir, Akide mülkiyetin intikâli, Roma Hukukundaki gibi şeklî formalitelere bağlı değildir;

yazılı irade beyânları yeterlidir. İktisâbî zaman aşımı süresi üç yıldır; ancak, küçüklük, gaiplik ve

Page 51: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

51

esaret zamanaşımını durdurur. Bâzı maslahatları korumak için mülkiyet hakkı üzerindeki tasarruf

yetkisine yasa ile sınırlamalar getirilmiştir: Çocukların haklarını korumak için, kocası vefat etmiş

bulunan karının gerek kendi malları üzerindeki, gerek velisi olduğu küçüklerin malları

konusundaki tasarrufta bulunma yetkisi kısıtlanmıştır. Ayrıca, gaip kişinin malları üzerinde

başkalarının tasarrufta bulunması da men'edilmiştir. [m. 53-56].

Mülkiyet mefhûmuna verilen önemin bir neticesi, menkul malların devrinde, hüsnüniyetli

dahi olsa zilyedi değil, gerçek maliki ön plânda tutan hukuk düzenlemelere gidildiği

görülmektedir. Bir kimseden, kendisine ait olmayan bir şeyi hüsnüniyetle satın almış olan kişi,

hakikî sahibin ortaya çıkması durumunda malı sâhibine iade etmek zorunda idi. Ayrıca, bu kişi

elindeki bu malı satın aldığı kişiyi iki şahitle ispat etmekle mükellef tutulmuştu. Aksi takdirde

hırsız durumuna düşer ve o fiilin gerektirdiği cezaya çarptırılırdı. Başkasından satın aldığını ispat

ettiği takdirde hem hırsızlık ithamından kurtulur, hem de o malı satın alırken ödediği parayı ve bu

yüzden mâruz kalmış olduğu zararı, malı satan kişiden talep edebilirdi. Ancak, böyle bir talepte

bulunabilmesi için, satın alan kişinin iyi niyetli olması, yâni satın aldığı kişinin gerçek malik

olmadığını bilmemesi gerekirdi. İyi niyetli değilse bir talepte bulunamazdı.

Gayrimenkul satışının yazılı bir belgeye dayanması zorunlu kılınmıştır. Diğer yandan,

taşınmazını satan kişiye, ve hattâ onun akrabalarına da, satılan taşınmazı, parasını iade ederek geri

alma hakkı tanınmıştı. Toprak mülkiyeti bâzı hallerde zaman aşımı ile de iktisap edilebilirdi.

Meselâ, kendisine ait olmayan bir arazi üzerinde hurma ağacı diken ve yetiştiren bir kimse, beş yıl

sonra o toprağın maliki olurdu. Toprağın sahibi, arazisini işletmesi için başkasına kiraya da

verebilirdi. Birisinin tarla veya bahçesini kiralayan kişi, kiraladığı toprağın işlenmesi hususunda

gereken itinayı göstermek zorundaydı. Eğer bu hususta ihmal göstererek arazi malikinin

menfaatlerine zarar verirse, emsal tarlalardaki üretim düzeyi ölçüsünde bir tazminat ödemek

durumunda kalırdı. Suiniyetle başkasının arsasında yapılan inşaat, arsa sâhibi tarafından bedelsiz

zabtedilebilirdi. Hüsnüniyet söz konusu ise, arsa sâhibi binanın kıymetini vermek

mecburiyetindedir. Tarım arazilerinde de benzer hükümler mevcuttur.

b. Akitler

Âkit tarafların edimlerini yerine getirmelerine büyük önem verilmiş; akdin şartlarına

uymamaktan doğan zararların ödettirilmesine ilişkin hükümler konmuştur. Diğer yandan,

Hammurabi Kanunnâmesi, bugün de modern hukukun kabul ettiği bâzı önemli hukukî esasları

vaz'etmiş bulunmaktadır. Bunlardan önemlileri: 1. Hata da bir borç kaynağıdır, doktorun hatası

gibi. 2. Beklenmeyen haller, sözleşmeden doğan borcu sona erdirebilir. 3. Yetkisiz temsilcinin

yaptığı işlemler, namına işlem yapılan şahsın icazetiyle geçerli, hale gelebilir. 4. Akitlerde

hüsnüniyet esası hâkimdir. 5. Kasıt, cezaî sorumluluğun esasıdır. (m. 41, 48, 53, 95, 206, 218-

220].

Bugünkü hukuk sistemine benzer bir şekilde Bâbil’de de satıcının ayıba karşı tekeffül

borcu olduğunu görmekteyiz. Meselâ, satılan kölenin bir ay içinde saralı (epilepsy) olduğu

anlaşılırsa alıcı, köleyi geri verip, parasım geri alabilirdi, [m. 278].

Kira akdinin yazılı bir belgeye dayandırılması, bu belgede tarafların isimlerinin, kira

süresinin, kira bedelinin, kiralanana verilen zararın tazminine ilişkin hükümlerin yer alması

Page 52: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

52

gerektiği belirtilmiştir. Kira bedellerinin pek çok durum için kanunla belirlendiği, anlaşılmaktadır.

Gemilerin kiralanması, kiraya veren ile gemiyi işleten arasındaki görev ve sorumlulukları

belirleyen hükümler görülmektedir.

Ödünç verme akdinin yazılı bir şekilde yapılması, bu akitte; tarafların isimleri, borcun

ödenme tarihi, yeri, faiz verilip verilmeyeceği ve şahitlerin isimleri belirtilmek gerekirdi. Borcunu

ödemeyen borçlunun mal varlığı yanında, şahsı aleyhinde de takibatta bulunulabilirdi. Borcunu

ödemekten âciz olan borçlusunu alacaklı köle olarak satabilirdi. Hattâ bu köleleştirme, belli bir

süre (üç yıl) ile sınırlı olarak borçlunun karısına ve çocuklarına da sirayet edebilirdi:

Eğer her hangi bir kişi borcunu ödeyemezse ve para için kendisini, karısını, oğlunu ya da

kızını satarsa veya zorla çalıştırılmalarına izin verirse onları satın alan adamın ya da mal sâhibirıin

evinde üç yıl süresince çalışırlar ve dördüncü yılda özgür bırakılırlar, [m. 117].

Keza, borcun teminatı olmak üzere, borçlunun kendisi veya karısı ve çocukları üzerinde de

rehin tesis edilebilirdi. Evlilikten sonraki borçlardan karı ve koca birlikte sorumlu idiler. Ancak,

karı-koca aralarında bir anlaşma yaparak, evlenmeden önceki borçları için karşı tarafın mes'ul

tutulamayacağını kararlaştırmışlarsa o zaman alacaklılar, evlenmeden önceki borçları sebebiyle

kocanın borcu ise karıyı, karının borcu ise karıyı rehin alamazlardı [m. 151].

Ancak, rehnedilen veya köle durumuna düşen borçluya karşı alacaklının iyi davranması

gerekirdi, aksi takdirde, doğacak sonuçlardan mes'ül tutulurdu. Borcun teminatı olmak üzere

rehnedilen kölenin, kötü muamele sonucu ölmesi durumunda, kölenin sahibi olan borçluya

tazminat ödenmesi gerekirdi. Eğer rehin tutulan kişi borçlunun oğlu idiyse ve kötü muâmele

sonucu ölmüşse, buna karşılık, alacaklının da oğlu öldürülürdü.

Kredi işlemleri para ve mal üzerinden yapılırdı. En yüksek faiz haddi, devlet tarafından

belirlenmişti. Bu oran para kredilerinde % 20; mal kredilerinde ise % 33 idi. Bu oranların, kanuna

karşı hile yapmayı beceren kâtipler yoluyla daha da yükseltildiği görülürdü. Banka yoktu, belli

güçlü aileler bu işi görürlerdi. Tapınaklardaki rahipler de bu tatlı kârlar getiren kredi işine

girmişlerdi, ekim ve hasat dönemi için kredi verirlerdi. Kıtlık veya tabii âfet durumlarında, tarlasını

ipotek ederek kredi almış bulunan çiftçileri korumak için, kanunlar çıkartılarak o yıl için faiz talep

edilmemesi emredilirdi. Fakat kanun hükümleri büyük ölçüde ekonomik yönden güçlü olanları

kollayacak şekilde düzenlenmişti. Bâbil hukuku, kredi veren kişiyi garantiye almadan kredi

işlemini gerçekleştirmeyen bir yapıda idi. Krediyi veren, verdiği borcun ödenmemesi durumunda

kredi vereni veya oğlunu borç ödeninceye kadar kölesi kılabilirdi; ancak bu süre üç yılı geçemezdi.

Mürekkep faiz yasaktır. Kanuni faiz haddinin aşılması durumunda, alacaklı hakkını kaybettiği

gibi, aldığının iki mislini de borçluya öder. Hammurabi, tefecilerin borçlularının evine girip zorla

alacaklarını almaları uygulamasını kaldırır.

Vedia sözleşmelerine de yer verilmekte ve yazılı olarak yapılması şart koşulmaktadır.

Sahip olduğu altın veya herhangi bir şeyi emanet olarak başka birine veren kimse, şahitler

huzurunda ve bir sözleşme ile verecektir. Şahitsiz ve mukavelesiz vermiş ve karşı taraf da inkâr

etmişse bu kişinin şikâyeti dikkate alınmaz, [m.122,123].

Page 53: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

53

Hizmet akitleriyle ilgili düzenlemelere de rastlanmaktadır; İşçilere ödenecek ücret

miktarlarının belirlendiği, bu miktar belirlenirken işçilerin yaşlarının ve mevsimin dikkate alındığı

görülmektedir. Mecellede yer almayan durumlarda ücret ve diğer koşullar sözleşme ile belirlenirdi.

Hammurabi Kanunnâmesi, doktor, veteriner, inşaat ustası/miteahhit gibi meslek sâhiplerini,

mesleklerini icra ederlerken yaptıkları hata ve ihmallerden dolayı da sorumlu tutmuştur:

- Yaptığı hatalı bir tedavi sonucu hür bir adamın vefatına veya gözünü kaybetmesine

sebebiyet veren doktorun eli kesilir. Vefat eden köle ise, tabip o köle yerine başka bir köle temin

eder. Tedavi ettiği kök gözünü kaybetmişse, tabip, köle fiyatının yarısı kadar tazminat öder. [m.

218-220].

- Yanlış tedavisi sonucu hayvan ölmüşse, veteriner, hayvanın kıymetinin dörtte birini

tazmin eder. [m. 225].

- Yaptığı binanın yapımındaki kusurundan dolayı çökmesi sonucu ev sahibi ölmüşse,

binayı yapan usta da ölümle cezalandırılır. Eğer binanın altında kalıp ölen hane sahibinin oğlu ise,

inşaatı yapan ustanın da oğlu öldürülür. Ölen inşaat sahibinin kölesi ise, inşaatı yapan usta o köle

yerine başka bir köle temin eder. Ayrıca, binanın çökmesi sonucu harap olan ev eşyası da usta

tarafından tazmin edilir; binayı da tekrar kendi parası ile yapıp teslim eder. [m. 229-232].

c. Haksız Fiiller

Haksız fiillerle ilgili olarak genel bir değerlendirmede bulunmak gerekirse, herkesin sebep

olduğu, zararı tazmin etmesi ilkesinin genel bir hukuk prensibi olduğu ve uygulandığı

anlaşılmaktadır:

- Eğer bir adam, tarlasının kenar (su) bendinin kuvvetlendirilmesinde ihmal gösterip, bendi

sağlamlaştırmazsa ve bendde delik açılırsa ve (ekim yapılacak) tarlayı su basarsa, bendinde delik

açılan adam, zarar gören arpanın bedelini öder. (m. 53).

- Eğer, arpayı ödeme kudreti yoksa, kendisini ve malını para karşılığı satacaklar, arpasını

su götürmüş olan göllenmiş tarlanın adamları elde edilen gümüşü bölüşeceklerdir, [m. 54].

- Eğer bir adam izinsiz olarak, birinin bahçesinden ağaç keserse 1/2 gümüş inana öder. (m.

59). (Bu hüküm, Sumer Lipit-İştar Mecellesi' nin onuncu maddesinin aynısıdır).

- Eğer bir adam, bir adama ortaklık için gümüş verirse, meydana gelen kâr ve zararı, tanrı

önünde oraklaşa bölüşeceklerdir. [m, 98].

- Eğer bir adam, ihmal veya dövmesi sebebiyle kiraladığı bir öküzün ölmesine sebep olursa

öküzün yerine bir öküz verir, kırda aslan öldürürse, zarar hayvan sahibinindir. Eğer, öküzü aslan

parçalarsa veya tanrı çarparsa (hastalanıp ölürse), kiralayan kişi kendisinin bir kusuru olmadığına

dair tanrı yemini eder ve sorumlu olmaz, [m. 244, 245, 249).

- Eğer bir öküz sokakta giderken bir adamı boynuzlayıp ölümüne sebep olursa, bu durumda

şikâyet yoktur . Ancak adamın öküzü süsken idiyse ve yetkililer onu uyardıkları halde boynuzunu

köreltmediyse ve o öküz bey sınıfından birini öldürmüşse, 1/2 mana gümüş tazminat öder. [m.

250, 251].

Page 54: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

54

5. KÖLE HUKUKU

Daha önce işaret edildiği gibi, Bâbil'de halk, hukukî bakımdan, Amelu (en yüksek askeri

ve sivil devlet görevlileri, rahipler), Muskinu (tüccarlar, sanatkârlar hür ama ikinci derecede

vatandaş statüsünde olanlar) ve köleler olmak üzere üçe ayrılıyordu. Bâbil toplumu, köle

kullanımının yaygın olduğu bir yerdi. Köleler kişisel hizmetlerde, üretimde ve ağır işlerde

çalıştırıldıkları gibi, devlet görevlilerinin talep etmesi durumunda askerlik ve diğer "kral

angaryası" gibi işleri de yapmak zorundaydılar.

Ana köle kaynağı, harplerde elde edilen esirler ve satın alma yolu olmakla beraber, borç

köleliği (m. 54); borç yüzünden azamî üç yıl süreli de olsa rehin köleliği (m.117) veya huysuz ve

serkeş kadınların kocaları tarafından evdeki diğer kölelerin arasına dâhil edilmesi (m. 141) gibi,

sonradan köle statüsüne düşme gibi durumlar da vardı. Hammurabi Kanunnâmesi'nde yer verildiği

şekliyle köleler eşya ve hayvan sınıfı içinde konumlandırılmakta. Ancak, köleler arasında da statü,

farkları olduğu anlaşılmaktadır. Bâzı köleler, meselâ hükümdarın köleleri, hür bir kadınla

evlenebilirlerdi ve böyle bir evlenmeden doğan çocuklar hür ve meşrû sayılırlardı. Nikah akdi,

evlenen kölenin efendisi adına tanzim edilirdi. Kölelere verilen zararlardan dolayı ödenecek

tazminatlar kölenin sahibine tediye edilirdi.

İlk dönemlerde köle kaynağı satın alma ve harp esirleri idi. III. Ur Sülalesinden (M. Ö.

2100) itibaren hür vatandaşların bâzılarının kendilerini ya da çocuklarını borç, geçim sıkıntısı gibi

sebepler yüzünden köle olarak sattıkları görülüyor. Bu kişilere herhangi bir bedel ödenmiyor,

sadece iaşe ve ibateleri sağlanıyordu. Ancak, Bâbil asıllı kölelerin yurt dışına satılmaları yasaktı.

Aksi halde, şatılan Bâbilli köle, hür statüsünü kazanırdı. (m.280). Hammurabi Kanunnâmesi'nin

ilk maddesine göre, hür bir kişiyi köle olarak satmanın cezası ise ölümdü. Buna rağmen, Bâbil'de,

kaçırılıp köle olarak satılan pek çok çocuk bulunuyordu. Diğer yandan, ana babalarınca geçim

sıkıntısı sebebiyle satılan, veya kendilerine karşı çıktıkları için başları köle taraşı yaptırılıp köle

pazarına çıkarılan çocuklar da başka bir köle kaynağı idi. Bu uygulamanın yanında, dînî sâiklerle

çocuklarını tapınaklara köle olarak verme âdeti de vardı. Evli bir kadının kocasına sadakatsizlikte

bulunması ve itaatsizlik yapması da bir başka köleleştirme sebebiydi. Böyle bir kadın, kuleden

atılarak öldürülebilir veya köle olarak saraya satılabilir veya süt anne olarak kullanılabilirdi.

Bâbil hukuk sisteminde de köle bir mal olarak kabul ediliyor ve her türlü ticarî muameleye

konu olabiliyordu. Efendisi, borcuna karşılık olarak kölesini satabilir, rehin verebilirdi. Kölenin

yaralanmasına veya ölmesine yol açan bir davranışta bulunan kişi, efendisine tazminat ödemek

durumundaydı. Bir kölenin ölümüne sebep olan kişi efendiye başka bir köle vermek zorundaydı.

Bir kölenin hasta gözünü tedavi ederken kör olmasına neden olan doktor kölenin efendisine

‘kölenin yarısı değerinde gümüş öderdi, (m. 220). Mal olmaları hasebiyle köleler mîrasa da konu

olurlar; efendilerinin vefatı durumunda onun mirasçılarına intikâl ederlerdi.

Efendinin köle üzerindeki mülkiyet hakkı saygı gösterilmesi gerekli mutlak bir hak olduğu

için bu hakkın kaybolmasına sebep olanlar ölüm cezasına çarptırılırlardı. Bir kölenin kaçmasına

izin veren, kölelik işaretini gideren, kaçak bir köleyi saklayan veya alıkoyan kişiler öldürülürdü,

(m. 15,16,19, 227), Saraya ait kaçak bir köleyi yakalayıp geri götürmek ise bir vatandaşlık görevi

sayılırdı. Bir başkasının kölesini efendisinden habersiz olarak damgalatan kişi ise o köleyi çalmış

Page 55: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

55

gibi işlem görür ve ölüm cezasına çarptırılır, sonra da kendi evinin önüne gömülürdü. Kaçak köle

yakalayıp da efendisine teslim eden kişi ise efendiden iki gümüş şekel mükâfat alırdı, (m. 17).

Eğer köle efendisinin adını söylememekte direnirse saraya götürülür, orada efendinin kimliği tespit

edilerek teslim edilirdi. Efendi kaçak kölesini cezalandırırdı. Ana İttişu Mecellesi'ne göre bu ceza

genellikle kölenin kulağının kesilmesi şeklinde olurdu. Ancak kaçak köle bazen de zincire

vurularak, ayağına ağırlık bağlanarak ya da kaçak olduğunu belirten ibarelerle damgalanarak

cezâlandırılırdı. Hammurabi Kanunnâmesi'nde kaçak köleyi yakalayanın efendisine teslime kadar

köleye iyi bakmakla ve onu elinden kaçırırsa efendiye olayda ihmali bulunmadığını ispatla

mükellef olduğu şeklinde bir hüküm yer almaktadır. (m.20).

Bâbil'de kölelik bir kast sistemi şeklinde değildi; çünkü, bâzı hâllerde hürler de köle

statüsüne düşebilirlerdi. Kölelerin birbirleriyle yaptıkları evlilikler yasal olarak kabul edilirdi.

Efendileri câriyeleri odalık olarak kullanabilirlerdi. Efendi bu ilişkiden doğan çocukları kabul

edebilirdi. Bu şekilde bir beyânda bulunmasa bile, efendinin ölümünden sonra ana çocuklarıyla

birlikte hür olurdu. Ancak, kadın kölenin satış işlemi sırasında satış belgesine bu kölenin odalık

olarak alınamayacağı, bir hür ya da köleyle evlendirilmesi gerektiği de şart olarak konulabilirdi.

Bu köleler evlendirilene kadar odalık olarak alınamazdı ve evlendirildikleri kimse ölse bile

dokunulmazlıkları devam ederdi. Hiç bir hukuk sisteminde rastlanmayan bu son derece ilginç

durumdan, efendilerin köle üzerindeki mülkiyet haklarının satış vesikaları ile sınırlandırılabildiği

anlaşılmaktadır. Diğer yandan, Bâbil’de, diğer kölelerden farklı ve daha üstün bir statüde bulunan

saray kölelerinin hür kadınlarla evlenmeleri de mümkün olabiliyordu. Ancak, bu köleler hür

kadınları odalık olarak alamazlar, onlarla sadece evlenerek ilişki kurabilirlerdi. Bu statüdeki

kölelere ömürleri boyunca mülk edinme ve ev kurma hakkı verilirdi.

Bâbil'de hemen her eski hukuk sisteminde olduğu gibi köleler damgalanırdı. Damga, Bâbil

dilinde «Abbuttum» kelimesiyle karşılanırdı.

Bu damgalama genellikle kölelerin saçı tıraş edilerek sağlanır; bu yolla, kölelerin uzun

saçlı, sakallı ve bıyıklı hür Bâbillilerden ayıra edilmeleri, sağlanmış olurdu. Eğer bir berber, köle

sahibinin bilgisi dışında, kölenin başına, bu köle işaretini giderecek şekilde tıraş ederse o berberin

bileği kesilirdi, (m. 226). İlk devirlerde sadece suçlu köleler ya da ana babalarına karşı gelerek

köle olanlar damgalanırken, Orta Bâbil belgelerinde ise kölelerin, efendilerinden ayırmak için

damgalandıkları anlaşılmaktadır. Yeni Bâbil devrinde ise köleler, efendilerinin kimliğinin

anlaşılması için, kol ya da ellerine efendilerine özgü, bir işaret vurularak damgalanmaya başlandı.

Damga, yıldız, çapa gibi şekiller veya efendinin, adı kızgın demirle dağlanarak ya da iğneyle

döğme yapılarak vurulurdu. Ama dağlama şeklindeki damgalar genellikle kaçma teşebbüsünde

bulunan ya da kaçtıktan sonra yakalanarak geri getirilen köleler için geçerliydi. Bazen de kölenin,

elinin tersine iki ayrı dilde efendinin adı yazılırdı.

Hammurabi Kanunnâmesi'nde suçlu kölelere uygulanacak cezalarla ilgili hükümler de

bulunmaktadır. Bir hüre saldıran, ya da efendisine karşı çıkan ya da onu inkâr eden kölenin kulağı

kesilir, (m. 205, 282).

Burada amaç, onun suçlu ve güvenilmez olduğunu göstermektir. Köle kadın efendisinin

annesine karşı gelirse yine aynı ceza ile cezalandırılır ve satılırdı.

Page 56: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

56

Bâbil hukukunda âzât müessesesine de yer verilmiştir. Köle efendisinin izniyle çalışıp para

kazanarak hürriyetini satın alabileceği gibi, efendisi de onu dînî bir merasimle âzât edebilirdi. Eğer

köle âzât olmak istemezse, efendisi onun kulağını deler ve artık ölünceye kadar birlikte yaşarlardı.

Daha önce işaret edildiği gibi, efendisine çocuk doğuran kadın köle de efendinin ölümünden sonra

âzâtlı sayılırdı. Azatlılar hürlerle bir tutulmaz, daha alt tabakaya mensup sayılırlardı. Ancak, artık

Tanrının ve Kralın koruyuculuğu altına girmiş sayılırlar ve eski efendilerine karşı hiç bir

sorumluluk taşımaları gerekmezdi.

6. CEZÂ HUKUKU

Hammurabi Kanunnâmesi'nde suç sayılan pek çok fiilin belirtildiği ve suçun ağırlığı

yanında, gerek suçlunun, gerek suça muhatap olan kimsenin (mağdurun) hür olup olmadığı da göz

önünde tutularak, bunlara ilişkin cezaların belirlendiği görülmektedir. Cezâlandırmada esas ilke,

"lex talions"/"kısas" ilkesi; yâni, eğer tarafların sosyal statüsü eşitse, işlenen suçla ilgili fiilin

aynısının devlet tarafından suçlunun şahsına da yapılmasıdır. Öldürene ölüm cezası; başkasının

gözünü çıkarana, göz çıkarma cezası gibi. Ayrıca, kısas cezasının uygulanmasında suçlunun suçu

işleme kastının arandığı, böyle bir kasıt yoksa kısas cezâsının yerine tazminat gibi cezaların

verildiği görülmektedir. Diğer yandan, bâzı suçlarda da, özellikleri dolayısıyla kısasdan ayrı ve

farklı bir cezalandırma yoluna gidilmektedir. Meselâ, babasını döven bir evlat, eli kesilerek

cezalandırılırdı, (m.195). Babasını, anasını inkâr eden evlatlığın dili kesilirdi; köleliğini inkâr eden

kişinin kulağı kesilirdi.

Kanunnâme'deki bâzı maddelerden, ihkak-ı hak dediğimiz, suçtan zarar gören veya

gördüğü düşünülen kişilerin yahut yakınlarının suçluyu bizzat cezâlandırmaları uygulamasının

mevcut olduğu da anlaşılmaktadır. Efendisini inkâr eden kölenin bu suçunun cezasını, bizzat

kendisi, onun kulağını keserek veriyordu. Bu durum, köleci hukuk sistemlerinde köle bir mal

olarak düşünüldüğü için, sahibinin onun üzerinde her türlü tasarruf hakkının olması ile izah

edilebilir. Ancak, köle ile ilgili olmayan bir başka örnek göstermek de mümkündür. Bir tüccar,

alacağına karşılık, yüksek tabakadan birinin oğlunu haczetmiş ise, ve bu kişi dayaktan veya kötü

muâmeleden dolayı tüccarın evinde ölmüşse, ölen kişinin yakınları da tüccarın oğlunu

öldürebilirler, (m. 116).

Hammurabi Kanunnâmesi'ne göre ölüm cezâsını ve suya atılma cezasını gerektiren bâzı

suçlar şöyle sıralanabilir: Hırsızlık, gasp ve soygun yapmak; saraya veya tapınağa ait bir eşyayı

çalmak veya çalan kişiden satın almak; çalınmış veya kaybolmuş bir malı üzerinde bulundurmak

ve bunu birisinden satın aldığını şahitlerle isbat edememek; birisinin çocuğunu kaçırmak; canla

ilgili bir dâvada yalan şahitlikte bulunmak; saraya veya muskenuma ait bir kaçak köleyi evinde

saklamak ve tellal çağırtılarak kölenin aranmasına rağmen köleyi iade etmemek; birine cinayet

işlediği suçunu iftira etmek; yangın esnasında ev sahibinin malını çalmak; bir asker veya balıkçının

kralın seferine katılması emredildiği halde bizzat gitmeyip, yerine başka birisini yolladığının

anlaşılması; bir kişinin başka birinin evinin duvarını delerek içeri girmesi; meyhaneci kadının, bira

ücreti alırken hile yapması veya meyhanesinde suçluların bulunduğunu bildiği halde ihbar

etmemesi; bir naditu veya entu rahibesinin meyhaneye gidip bira içmesi; bir kölenin kölelik işareti

olan saç tıraş şeklinin berbere zorla değiştirtilmesi; evli kadının ev işleriyle ilgili görev ve

sorumluluklarını yerine getirmede ihmalkârlık göstermesi, serkeşlik yapması ve kocasını küçük

Page 57: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

57

düşürmesi; evli bir kadının zina etmesi ve bilerek evli bir kadınla zina etme; bir kadının, başka bir

erkekle evlenmek için kocasını öldürmesi; bir adamın, oğluyla beraber olmuş geliniyle yatması;

düşman karşısında korkaklık göstermek; resmî görevi kötüye kullanma gibi.

a. Cinayet

Hammurabi Kanunnâmesi'nde, en ağır suç olan cinayet suçunun başlı başına bir maddede

düzenlenmeyip de kavgaya karışma, kadının kocasını öldürtmesi veya bina ustasının yaptığı

binanın çökmesi sonucu birisinin ölmesi şeklinde dolaylı biçimde konu olması oldukça gariptir.

Daha ikinci dereceden bir çok suç hakkında maddeler bulunmasına rağmen, adam öldürme fiilini

düzenleyen bir madde yoktur. Gurney, kadîm hukuk mecellelerinde cinayetle ilgili hükümlerin

bulunmamasının veya çok sınırlı olmasının, "o devirlerde cinayet fiilinin adlî olmaktan çok kişisel

yoldan (intikam alınması veya bir tazminat anlaşmasına varılması yoluyla) çözülen çözülmesi

gereken bir hâdise olarak görülmesinden ileri gelebileceğini ifade etmektedir.

Hammurabi Kanunnâmesi, kasten adam öldürme ile, kavgaya karışarak kazâen adam

öldürme arasında ayırım yapmakta ve ona göre farklı cezalar öngörmektedir:

- Bir kavga sırasında bir adam diğerine vurur ve onu yaralarsa ve daha sonra "ona kasıtlı

olarak vurmadım" diye yemin ederse tedavi masrafını öder. Eğer bir adam, kavgada aldığı darbe

yüzünden ölürse, öldüren "bilerek vurmadım" diye yemin eder ve ölen kişi doğuştan özgür ise

yarım mina para verir. [m. 206-207].

- Eğer bir adamın karısı başka bir erkek için kocasını öldürtürse, o kadın kazığa oturtulur,

[m. 153].

Bir başka olayda, kasıt olmasa bile, kusur veya ağır kusur sebebiyle başkasının ölümüne

sebep olan kişi için de ölüm cezasına hükmedildiği görülmektedir:

Birisine ev yapan bir mimar, binayı iyi yapmayıp da bina çöker ev sahibi altında kalıp

ölürse, mimar da öldürülür. [m. 229].

Şu durumlarda da, işlenen veya sebep olunan cinayetler sebebiyle yine ölüm cezası

uygulanmakta, fakat ölüme sebebiyet veren kişi değil, bizim kültürümüze göre, bir başkası

cezâlandırılmakta/öldürülmektedir:

- Eğer bir adamın, birisinden alacağı varsa ve bu alacağına karşılık alacaklı olduğu taraftan

birini haczetmişse, haczedilen bu kişi haczedildiği evde tabiî bir ölümle ölürse, yapılacak bir şey

yoktur. Eğer alacağa karşılık olarak haczedilen kimse, haczedildiği evde dayaktan veya başkaca

bir kötü muameleden dolayı ölmüşse, ölen borçlunun oğlu ise, borçlu, bu durumdan dolayı

alacaklısını itham edecek ve alacaklının oğlunu öldürecektir. Eğer ölen borçlunun kölesi ise 1/3

mana gümüş ödeyecek ve alacağını da talep etmeyecektir. [m. 115-116].

- Bir kadını döverek çocuğunun düşmesine sebep olan kişi, 10 şekel gümüş tazminat öder.

Eğer kadın ölürse, ona vuranın da kızı öldürülür. [m. 209-210].

- Birisine ev yapan bir mimar, binayı iyi yapmayıp da bina çöker ev sahibi altında kalıp

ölürse, mimar da öldürülür. Ev sahibinin oğlu çöken binanın altında kalıp ölmüşse, mimarın da

Page 58: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

58

oğlu öldürülecektir. Köle ölmüşse, mimar o kölenin yerine başka bir kale verecektir. Ayrıca, vuku

bulan başkaca zararları da karşılayacak, evi yeniden inşa edecektir. [m. 229-232].

b. Yaralama, Dövme

Hammurabi Kanunnâmesi'ne göre, yaralama ve dövme gibi durumlarda, tarafların, sosyal

mevkilerine göre değişen cezâlar tesbit edilmiştir:

- Eşit statüdeki kişiler arasında kısas, ilkesi uygulanır; yâni, birisinin gözünü çıkaranın da

gözü çıkarılır; kemiğini kıranın kemiği kırılır, dişini kıranın dişi kırılır. [m.196,197, 200].

- Eğer bir adam, kendinden büyük (üstün) olan bir kimsenin suratına vurursa, kalabalık

önünde sığır kuyruğundan bir kamçı ile 60 defa kırbaçlanır. [m. 202].

- Kendisi gibi hür bir adamın çenesine darbeden kimse, bir mine cezâ-i nakdiye ile tecziye

edilir. [m. 203].

- Bir meşankak/muskenumun çenesine darb eden diğer bir meşenkak/muskenum, on şekel

cezâ-i nakdiye ile tecziye edilir. [m. 204]

- Hür bir kimsenin çenesine darbeden bir köle, bir kulak kaybeder. [m. 205].

- Bir kavga sırasında bir bey bir beye vurur ve onu yaralarsa ve daha sonra "ona kasıtlı

olarak vurmadım" diye yemin ederse tedavi masrafını öder. [m. 206].

c. İftira

Bu suçta genel ilke, bir kişinin başkasına isnat ettiği suçun iftira olduğu anlaşılırsa, iftira

edenin, iftira ettiği suçun cezası ne ise o cezaya çarptırılmasıdır.

- Bir adam, başka birini cinayet suçuyla itham eder de bunu ispat edemezse, suçlayan kişi

idam edilir. [m.l].

- Bir adam büyücülük yapmakla itham edilirse, itham edilen kişi nehre dalacaktır. Eğer

nehir onu çekerse (atılan kişi boğulursa), suçlu olduğu anlaşıldığından, itham eden kişi itham

edilenin mülküne sahip olacaktır. Eğer suya atılan kişiyi nehir temize çıkarırsa (boğulmazsa) o

zaman itham eden kişinin iftira ettiği anlaşıldığından, bu kişi öldürülecektir. İtham edilen kişi,

iftiracının mal varlığına sâhip olacaktır. [m.2].

- Eğer bir adam, bir rahibenin veya bir adamın eşinin parmakla gösterilmesine sebep olursa

(onlara suç isnat ederse) ve bunu ispat edemezse, o adam hâkim huzuruna sürüklenir ve başının

yarısı tıraş edilir. [m.127].

d. Yalancı Şahitlik

Karar vermede şahitlerin ifadelerine çok önem, verildiğinden, Hammurabi

Kanunnâmesi'nde yalan yere şahadette bulunanlar için de çok ağır cezalar konmuştur. Burada

kural, başkasına bir suç iftira eden kişinin durumu gibidir. Yalancı şahitlikte bulunan kişi, itham

ettiği suçun cezâsı idamsa idama, parayla ilgili bir husus ise aynı miktar cezâya çarptırılırdı:

Page 59: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

59

Eğer bir adam, görülmekte alan bir dâvada yalancı şahitlikte bulunursa, dâva can dâvası

ise, yalan şahadette bulunan kişi idam edilir. [m.3].

e. Hırsızlık

Hammurabi Kanunnâmesi’nde hırsızlık suçunun cezası, esas itibariyle idamdır. Krala ve

mabetlere ait eşyayı çalmanın, yangın esnasında hırsızlık yapmanın, çocukları, köleyi ve ehli

hayvanları çalmanın veya bu fiilleri yapanlara yataklık etmenin ve bu malları saklamanın cezâsı

ölümdü. Bâzı hallerde ise, çaldığı malın on veya otuz misli tazminat ödediği takdirde çalan kişi

ölüm, cezâsından kurtulabilmektedir:

- Eğer bir adam tanrıya (mabede) veya saraya ait bir eşyayı çalarsa öldürülür. Böyle çalıntı

bir malı kabul eden kişi ile öldürülür. [m. 6].

- Eğer bir adam, hayvan veya gemi çalarsa; bunlar tanrıya veya saraya ait iseler çaldığının

otuz katı, müskinum'a ait iseler on katı tazminat öder. Bu tazminatı ödeyecek mal varlığı yoksa

öldürülür. [m. 8].

- Çalıntı eşyayı satan kişi hırsızdır, öldürülür. [m. 9].

- Çocuk kaçıranlar ve köle çalanlar, saklayanlar da öldürülür. [m. 14, 15,19].

- Eğer bir adam, evin duvarında delik açarak hırsızlık yaparsa, deliğin önünde öldürülür ve

cesedi asılır. [m. 2,7.].

- Eğer bir adam hırsızlık yapar ve yakalanırsa öldürülür. [m. 22].

- Bir evde yangın çıkar da, yangın söndürmeye diye gelip de evden bir şeyler çalan kişi, o

ateşe atılarak öldürülür. [m. 25].

- Birisi, tarlasını işletmek üzere ortakçıya verir, ortakçı da, ona teslim edilen tohumu ve

yemi çalarsa elinde yakalanırsa bileği kesilir. [m. 253].

- Eğer bir çoban, kendisine emânet edilen sığır ve koyunları çalıp birine satarsa, on katı

tazminat ödeyecektir. [m. 265].

Dikkat edilirse, hırsızlık suçunun, ölümden başka karşılığının bulunduğu üç durum, 8.,

253. ve 265. maddelerde düzenlenmekte, bunlar da açıkta bulunan hayvanların ve geminin

çalınması ve emaneten verilen şeyin çalınmasını düzenlemektedir. Bu durumda belki şöyle bir

genelleme yapmak mümkün olabilir. Hammurabi hukukuna göre korunmalı durumdaki bir malı,

evden vs. çalan kişinin cezâsı idamdır; ancak dışarıda bulunan başkasına ait bir hayvanın, geminin;

veya emâneten verilen bir şeyin çalınması durumunda, el kesme veya tazminat ödeme cezâsı

uygulanmaktadır.

Diğer yandan, aile reisinin haberi olmaksızın onun çocuklarından veya kölesinden bir şey

satın almak da hırsızlık olarak telakki edilmekte ve satın alan kişi için ölüm cezâsı

öngörülmektedir:

Eğer bir adam, hür bir adam oğlunun veya kölesinin dinden, şahitsiz ve senetsiz bir şey

satın alır veya saklamak için alırsa: bu kişi hırsız sayılır ve öldürülür. [m. 7].

Page 60: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

60

Bu kadîm hukuk düzenlemelerinde, belli bir gelişme düzeyine gelinceye kadar, ilkeyi

ortaya koyarak her olayı bu ilkeye göre değerlendirme yaklaşımı bilinmez. Bunun yerine olayları

tek tek sıralayarak cezalarını belirtme yoluna gidilir: Kazuistik metot. Bu durum, onların içinde

bulundukları muhakeme ve idrak düzeyinden, ama belki de daha çok, bu kadîm yasaların,

mahkeme kararlarının yasa metni hâline getirilmiş olmasıyla meydana gelmiş olmasından

kaynaklanabilir.

Hammurabi Kanunnâmesi, evli kadının zina etmesini çok ağır bir suç telakki ederek,

fâillerini, bağlanarak nehre atılma cezası ile tecziye etmektedir:

Eğer bir adamın karısı başka bir erkekle yatarken yakalanırsa, onları bağlayıp suya

atacaklar. Ancak, koca karısını affederse, o zaman kral da kölesini yaşatır. Ancak, erkek zorla

tecavüz etmişse, o zaman, adam öldürülecektir; kadın serbesttir. [m. 129, 130].

Koca, karısını ölüme göndermeyip, köle statüsüne sokarak diğer köleleri arasına katabilir

veya satabilirdi. Bu durumda, erkek de ölüme gönderilmez, kral da kulunun hayatını bağışlardı.

Kadının zina ithamıyla karşı karşıya bulunması durumunda ne yapılacağı hususu, ithamda

bulunanın koca ve başkaları olması durumuna göre ayrı ayrı düzenlenmiş bulunmaktadır:

- Eğer bir adam karısına ithamda bulunur, ancak, kadın başka bir erkekle yakalanmamışsa,

kadın tanrı yemini edecek ve evine dönecektir. [m. 131].

- Eğer bir adamın karısı başka bir erkekle ilgili olarak parmakla gösterilirse (zina ithamında

bulunulursa), kadın başka bir erkekle yatarken yakalanmamışsa, kadın, kocası için nehre

dalacaktır. [m. 132].

Burada, bizzat kocanın ithâmda bulunması hâline kıyasla, başkalarının böyle bir ithâmda

bulunması durumunun daha ciddîye alındığı ve daha ağır bir cezâî müeyyide getirildiği

görülmektedir. İthamda bulunulan kişiden, kendisini ciddî bir ölüm tehlikesine atarak aklamasını

bekleme ve buna zorlamadaki irrasyonellik bir yana, işaret ettiğimiz bu durum, belki kocanın tek

kişi olması, buna karşılık öteki durumda olayın topluma yayılmış bulunması ile açıklanabilir.

Diğer yandan, kocası şehir dışında iken başka bir erkekle ilişkiye giren kadının durumu

ise, kocasının geçim şartlarını sağlamış olması veya olmaması durumuna göre farklı bir şekilde

düzenlenmektedir:

Kocasının gaybubeti sırasında harpte esir düşmesi vs. sebebiyle, muztar duruma

düşmeksizin başka bir adamla ilişki kuran kadın, nehre atılma cezâsı ile cezalandırılır. Ancak, eğer

muztar durumda olduğundan dolayı yapmışsa bir ceza verilmez. [m. 133, 134].

g. Ensest ilişki

154-157. maddeler arasında ensest ilişkiler yasaklanmakta ve failler duruma göre, sürgün,

ölüm gibi cezalar ile tecziye edilmektedir.

- Eğer bir adam kızı ile yatarsa, o adam şehirden çıkartılacaktır. [m. 154].

Page 61: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

61

- Eğer bir adam, oğluna bir gelin seçer, ve oğlu onunla yattıktan sonra geliniyle beraber

yakalanırsa, o adam bağlanır ve suya atılır. Eğer oğlu onunla yatmadan yakalanmışsa o zaman

kayınpeder 1/2 mana gümüş öder, babasının evinden getirdikleri de kendisine verilen gelin geri

gönderilir. [m. 155,156].

Dikkat edilirse, benzer durumda, kayınpedere babadan daha ağır bir cezâ verilmektedir ki

bu durum, belki de babada bir mâlikiyyet durumu görülmesinden kaynaklanabilir. Bir yerde, her

hüküm için mantıkî ve diğer hükümlerle tutarlı bir açıklama getirme çabası da gereksizdir. O

dönemler, böyle genel, rasyonel ve tutarlı düzenlemeler beklemek için oldukça erken olabilir.

Diğer yandan, bu farklılık ve arsızlıklar tamamen tesadüfi de olabilir. Bu yasal düzenlemeler

hemen tamamen verilmiş mahkeme hükümlerinden istimbât edilmiş olduğundan, daha önce böyle

farklı durumlarda bir mahkemenin erinden farklı bir karar vermiş bulunması, Kanunnâme'deki

hükmün de öyle oluşmasına yol açmış olabilir.

7. MAHKEMELER VE MUHAKEME USÛLÜ

İlk hâkimler rahip sınıfındandı ve Bâbil tarihi boyunca mahkemeler genellikle tapınakların

içinde yer alırdı. Fakat henüz Hammurabi döneminde bile mahkemeler, mahkeme başkanlıklarına

râhip olmayan hâkimleri atayan devlet yöneticilerine karşı sorumlu idiler. Adalet hizmetlerinin

kral veya görevlendirdiği hâkimler tarafından onun adına yerine getirildiği görülmektedir. "Kralın

hâkimleri" ellerinde Hammurabi Kanunnâmesi, ülkenin her tarafına yayılmışlardı. Bu arada,

Hammurabi'den önce Bâbil'de mevcut bulunan ve rahiplerden oluşan ruhanî yargı organlarının da

bâzı konularda görev yapmaya devam ettikleri anlaşılmaktadır. Bu rûhânî yargı organlarının yetki

alanlarının; mîras taksimi, müşterek malların tasfiyesi gibi konularla sınırlandırılmıştı. Ayrıca,

normal adlî organlarca görülen davalarda, karar vermek için yeterli delilin bulunmadığı

durumlarda ve taraflar da aralarında bir uzlaşmaya varamamışlarsa böyle dâvalar bu rûhânî kaza

organlarına havale edilmekteydi.

"Bâbil şehrinde, "Kralın hâkimleri"nden oluşan bir temyiz mahkemesi vardı ve nihaî yargı

makamı da, Kralın bizzat dâvaya ru'yet etmesi idi. Gerek hukuk gerek cezaî olsun her muhakeme,

mutazarrır olan kişi tarafından yapılan bir şikayet ile değil, itham edilen kişi aleyhine edilen bir

beddua ve eğer şikayeti haksız ise müşteki tarafından kendi aleyhinde îrâd edilen bir lanet ile

başlardı. Bunun ardından müşteki delillerini sunabiliyordu". Dâvâcının ağdalı ifadeler

kullanmaksızın talebini basit bir şekilde dile getirmesi istenirdi. Bütün geleneksel toplumlarda

olduğu gibi, burada da dâva açılması arzu edilen bir şey değildi, sorunun geleneksel yollardan halli

arzu edilirdi; Gelişigüzel dâva açmaları önlemek için çok ciddî müeyyideler getirilmişti. Eğer bir

adam birisini cinayet işlemekle itham eder de bunu ispat edemezse, itham eden kişi ölüm cezasına

çarptırılırdı.

Diğer yanda, Hammurabi Mecellesinde, yargdama usulleri ve delillere ilişkin bâzı

hükümlere de rastlanmaktadır:

Hukukî ve cezaî dâvalarda şahit ifadelerine büyük önem verilmekte; özellikle mülkiyete

ilişkin ihtilafların çözümünde, başka delil yoksa, şahitlerin yeminli ifadelerine göre kara verilmesi

gerektiği belirtilmektedir. Ayrıca, dâvada tarafların, iddialarını ispat edecek bir belge veya şahit

sunamadıkları durumlarda yemine başvurulurdu. Yemin, mahkemede veya mâbette ki,

Page 62: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

62

mahkemeler de mâbette olduğundan, aslında bir bakıma ikisi de aynı mahalde Tanrı heykeli /

sembolü önünde yapılırdı. Görülmekte olan dâvalarda taraflara yemin teklif edilmesi ve bu yeminli

beyânlar esas alınarak karar verilmesi öngörülmüştür. Bir çok durumda, suçla itham edilen kişinin

veya dâvâlının yeminli ifadelerine dayanılarak beraatine hükmedilmesi söz konusu idi. Meselâ:

Ariyet olarak verilen bir hayvanın ölmesi hâlinde, hayvanı kiralayanın, hayvanın ölümünde bir

kusuru olmadığı yolunda yemin etmesi, berâati için kâfî idi. Zina suçu ile itham edilen kadına,

eğer başka bir delil yoksa, yemin teklif edilirdi. [m. 131]. Bir kargaşada hür bir kimsenin

yaralanmasına sebep olan kişiye, bu yaralamada bir kastının bulunmadığına ilişkin yemin teklif

edilir ve eğer bu yolda yemin ederse tedavi masraflarını ödeyerek cezadan kurtulabilirdi. [m. 206].

Mahkemede, tarafların suçu veya suçsuzluklarını delillendirecek yazılı belgelerini

sunmaları ve şahitler dinletmeleri gerekiyordu. Hammurabi Kanunnâmesi'nde, satışla ilgili bir

ihtilâfın, görülmekte olduğu bir dâvada, hâkimlerin dâvâlıya, o mahallin dışında bulunan

şahitlerini mahkemeye getirebilmesi için altı ay süre tanımaları gerektiği belirtilmektedir, [m. 13].

Şahitlerin, yumuşak kilden sayfalara kaydedilen ifade tutanaklanna, varsa şahitlerin mühürleri,

yoksa bir el tırnakları bastırılıyordu. Mahkemenin karar vermesinde şahit ifadelerinin ağırlığı

büyük olduğundan, şahitlikle ilgili bâzı kanunî düzenlemelere gidildiği görülmektedir. Şahitlikten

imtina eden bir kimse, ihtilafın konusu olan şey ne ise onun bedelini öderdi. Hammurabi

Kanunnâmesi'ne göre, bir kimse şahadet ettiği bir şeyi ısbat edemezse, iftirada bulunursa bunun

bedeli oldukça ağır olurdu. Haksız yere birini cinayetle suçladığı anlaşılırsa, ölüm cezâsına

çarptırılırdı. Buna rağmen, mahkemelerde rüşvet ve yalancı şahitlik gibi durumlar olduğuna dair

işaretler görülmekte.

Bâbil'de mahkemelerde avukatların bulunduğuna dair bir kayda rastlamıyoruz. Ancak,

rahipler noterlik, imza tasdiki, vasiyet düzenleme gibi hizmetler de ifa ediyorlardı. Ayrıca, bâzı

durumlarda tarafları dinleyip karar verirler, resmî belgeleri saklama, ticarî anlaşmaları kayıt ve

tescil gibi işlere de bakarlardı. Diğer yandan, verilecek ücret karşılığında vasiyetten sözleşmeye

kadar istenen her şeyi yazıya dökmeye hazır bir kâtipler sınıfı da vardı.

Mahkemelerin verdikleri kararlar taraflara tefhim olunur ve bu kararlar tabletlere yazılarak,

hakim tarafından mühürlendikten sonra mahkemede saklanırdı. Verilen bu kesinleşmiş kararlarda,

bu kararı veren hakimler bile sonradan hiç bir değişiklik yapamazlardı:

Bir hâkim, kendi tarafından verilmiş bir kararı daha sonra değiştirirse kararda belirtilmiş

olan tazminata ek olarak on iki misli tazminat ödemekle mükellef tutulacaktır. Ayrıca, böyle bir

hakim, bir daha ilelebet hakimlik yapmayacaktır. [m. 5].

8. GENEL BÂZI DEĞERLENDİRMELER

Bâbil'de, her yönetici, özellikle bizzat kral Hammurabi tarafından konan Kanunnâme'ye

uygun hareket edilmesi ve ona göre hüküm verilmesi hususunda büyük titizlik göstermek

durumundaydı. İşaret edildiği gibi, hukuk sistemi, ehliyet bakımından kişiler arasında eşitlik esası

üzerine kurulmamıştı. Kişiler çeşitli kategorilere ayrılmış ve her kategoriye mensup şahıslar

hakkında ayrı ayrı hükümler konmuştu. Sadece hür statüsünde olan kişiler her türlü hak ve

vecibelere ehil sayılmıştır. Bunlar içinde de hükümdar ve üst düzey yöneticiler en tepede yer

alıyor, krallık hizmetindeki diğer yöneticiler ve askerî sınıf seçkin ve elit bir zümre (awelum)

Page 63: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

63

oluşturuyordu. Daha sonra da onların hizmetlerinde çalışanlar, kraliyet topraklarını işleyen

ortakçılar, rençperler; yâni, asker ve yöneticilerin dışındaki halk (muskenum) gelmekteydi. Tabii

bir de köleler (wardum) vardı. Öngörülen cezaların, suçu işleyen kişinin, mağdûrun durumuna ve

işlendiği yere göre değiştiği görülmektedir.

Bin beş yüz yıl boyunca, bu Kanunnâme, temel esaslarında bir değişiklik olmadan

uygulamada kalabilmiş, binlerce yıl süren uygulamalarıyla insan medeniyetinin temellerini

oluşturmuştur. Bu süre zarfında hukuk alanında meydana gelen gelişmeler, genel olarak, tabiat-

üstü cezalardan dünyevî yaptırımlara; şiddet ve vahşete dönük cezalardan daha yumuşak, tazminat

şeklindeki cezalara evrimleşme şeklinde cereyan etmiştir.

a. Sınama (Nehir Tecrübesi) Uygulaması

İlk dönemlerde adâletin gerçekleşmesi, kendi anlayışlarına göre, tanrıların eline/takdirine

bırakılır, zanlılar “su tecrübesi” gibi “ölümcül sınama” lara tabî tutulurdu. Sihir yapmakla itham

edilen bir kadın veya zina isnat edilen bir kadın, suçlu olup olmadıklarının kanıtlanması için

Fırat'ın azgın sularına atılırdı. Tabiî, bu durumda tanrılar, daha iyi yüzebilenin yanında olurdu ama,

onların indinde, eğer kadın sudan sağ kurtulabilirse bu durum onun suçsuz olduğunun delili

sayılırdı. Eğer büyü yapmakla itham edilen kişi suda boğulursa, o zaman onu suçlayan kişi boğulan

suçlunun mallarını alırdı. Tersi olursa, o zaman da ithâm edilen kişi itham edenin mallarını alma

hakkını kazanırdı. Herhalde, böylelikle gelişigüzel ithamların önüne geçilmek isteniyordu.

Hammurabi Kanunnâmesi de bâzı konularda (ölüm cezasını îcâp ettiren hususlarda ve

özellikle zina suçlarında), eldeki delillerden bir sonuca varılamadığı hallerde, sanıkların suçlu olup

olmadıklarını belirlemek için bâzı tecrübelere tabî tutulmalarını öngörmektedir.

Meselâ: Bir cürümle ithâm edilen kimse, kendisini ilâhın suya dalma hükmüne tabî

kılmalıdır. Eğer nehir tarafından alabora edilir ve boğulursa kişi suçlu demektir; ayrıca malları da

müsadere edilerek dâvâcıya verilir. Sağ kalırsa, suçsuz olduğu ortaya çıkar; o zaman da onu ithâm

eden kişi öldürülür ve malları müsadere edilerek, ithâm ettiği kişiye verilir. [m. 2]. Bir gerçeğin

ortaya çıkması için zanlı hâkimlerin huzurunda nehre atılır veya atlamaya zorlanırdı. Su üzerinde

kalmak suçsuzluğa delildi... Nehir Tanrısı, bir nevi yüksek hâkim görevi görürdü. Zanlıyı suyun

üstüne çıkarmakla temize çıkarır ya da suya batırarak cezalandırırdı:

- Bir adam büyücülük yapmakla ithâm edilirse, ithâm edilen kişi nehre dalacaktır. Eğer

nehir onu çekerse (atılan kişi boğulursa), suçlu olduğu anlaşıldığından, itham eden kişi itham

edilenin mülküne sahip olacaktır. Eğer suya atılan kişiyi nehir temize çıkarırsa boğulmazsa o

zaman itham eden kişinin iftira ettiği anlaşıldığından, bu kişi öldürülecektir. İtham edilen kişi,

iftiracının mal varlığına sahip olacaktır. [m. 2].

- Eğer bir adamın karısı başka bir erkekle ilgili olarak parmakla gösterilirse (zina ithamında

bulunulursa), ancak, kadın başka bir erkekle yatarken yakalanmamışsa, kadın, kocası için nehre

dalacaktır. [m. 132].

Page 64: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

64

b. Kişi Hakları

Kimi görüşlere göre, Hammurabi Kanunnâmesi, her ne kadar zayıfları güçlülere karşı

koruma gibi ilâhî bir misyonu yüklenme iddiasında olsa da, halkın devlet karşısındaki hakları

bakımından hiç bir hüküm ihtiva etmemektedir. Doğru olup olmaması bir yana, böyle bir

değerlendirme ve beklentinin o devirler için biraz anakronik kaçtığı ileri sürülebilir. Diğer yandan,

bu konuda karşıt bâzı değerlendirmelere de rastlanmaktadır. Bu görüşü savunanlara göre, İsrail ve

Mezopotamya kralları, uyruklarının mal ve canları üzerinde tiranca davranışlarda bulunan mutlak

monarklar değildi; aksine, yasalarla sınırlanmış bulunuyorlardı ve kişi haklarına saygı göstermek

durumundaydılar. İbrânîlerde ve Mezopotamya'da kanun, kişiler üstü ve yüce bir konumdaydı;

krallar da yasanın kaynağı ve hâkimi konumunda değil, hadimi bir durumdaydı. Otoriteyi

sınırlama yönünden bakıldığında, kişi hakları korunmuştu, ki barbarlıkla medeniyetin ayrıldığı

nokta da buradadır. Bu değerlendirmeye göre, Mezopotamya'da, kralın (devletin) müdahalesi

açısından bakıldığında, gayet rahatlıkla, "kişilerin evlerinin onların kalesi olduğa"nu söylemek

mümkündür. Mülkiyet haklarının kullanımı cihetiyle Mezopotamya'da kişilerin hakları güvence

altındaydı ve kral (devlet) da mülkiyetin nakli gibi konularda vatandaşlarla aynı konumda

bulunuyordu ve aynı formalitelere tâbi idi.

Bu örnekte olduğu gibi, aynı konuya ilişkin çok farklı ve hattâ karşıt görüş ve

değerlendirmelerin görülmesi, giriş bölümünde de değindiğimiz gibi, konunun özelliğinden, değer

yargılarıyla iç içe olmasından ileri gelmektedir. Yeri gelmişken, burada Hammurabi

Kanunnâmesindeki hukuk mantalitesi ile ilgili bir başka nokta üzerindeki tartışma ve

değerlendirmeye de işaret edelim,

c. Cezayı, Suçu İşleyenden Başkasının Çekmesine Dair Hükümler

Kanunnâmenin bâzı maddelerinde, bizim kültürümüz açısından bakıldığında, cezâyı suçu

işleyen kişinin değil, başkasının (kızının, oğlunun) çekmesini öngören hükümler bulunmaktadır.

Meselâ, hatalı olarak yaptığı bir binanın yıkılması sonucu, bina sahibinin oğlunun ölmesi

durumunda, cezâ olarak inşaatı yapan kişi değil, onun da oğlu öldürülür. [m. 230]. Keza, doğuştan

özgür statüsünde olan hâmile bir kadına müessir fiilde bulunarak çocuğunu düşürmesine ve

kadının da ölmesine sebep olan kişinin bu suçu için öngörülen cezâ, onun da kızının öldürülmesi

idi. [m. 210]. Bir başka örnekte de, borcundan, dolayı hür bir adamın oğlunu haczeden bir tüccar,

kötü muameleden dolayı onun ölümüne yol açarsa, cezâ olarak tüccarın da oğlu öldürülürdü. [m.

116]. Eğer bir adam birinin kızına sopayla vurup öldürürse, öldüren kişinin değil, fakat onun da

kızının öldürülmesine karar verilirdi. Görüldüğü gibi, Hammurabi Kodu'nun hukuk mantalitesi,

bugünkü hukuk anlayışımıza göre işlenen bir suçla ilgili cezanın, o suçu işleyenin ailesine de

sirayeti şeklinde değerlendirilebilecek bâzı esaslar kabul etmiştir.

Ancak, anakronik bâzı değerlendirmelere yol açmamak bakımından, burada şöyle bir

açıklamada bulunmanın gerekli olduğunu düşünüyoruz: Bugün bizim için anlaşılması çok güç ve

hattâ imkânsız gözükse de, aslında, bu verdiğimiz örneklerde, cezalandırılan veya cezâyı çeken

kişiler, o kültürde yaşayan insanların zihniyet dünyalarında, öldürülen çocuklar değil, o çocukların

babalarıdır. Bu kültürlerde, fert kavramı söz konusu olmadığından, aile veya kabile bir bütün

olarak algılanmakta, babanın işlediği bir suçtan dolayı cezâ olarak oğlu öldürülürken, o çocuğun

Page 65: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

65

değil, babasının cezalandırıldığı düşünülmektedir. Yâni, olaya bu çerçeveden bakıldığında, aslında

"suçun ve cezânın sirayeti" gibi bir durum yoktur; onların dünyasında bir adaletsizlik de söz

konusu değildir; çünkü, bir başkası değil, o suçu işlediği veya o suçtan sorumlu olduğu düşünülen

kişi cezalandırılmakta, adalet yerine getirilmiş olmaktadır.

O dönemlerin konseptinde sosyal ve ekonomik hayatta temel ünite, kavram plânında "hâne,

" yâni "baba evi" ve "baba mülkü" olup, kişi plânında ise "baba”, yâni "aile reisi"dir. Hâne'ye dahil

olan insan, hayvan, mal her şey: arazi, ev ve işletme binaları, hayvanlar, köleler, âletler, ürünler,

değerli metaller vs. ona aittir; onun şahsında temsil ve ifade edilir. Haneye dahil şahısların da

"baba"nın dışında, ondan bağımsız bir hakları ve hukukî varlıkları olduğu düşüncesi o devirlerin

mantalitesine yabancı bir şeydir. Böyle olduğu için de, meselâ, Orta Assur Kanunları'nda, evlatlar

için “mal" kelimesinin kullanıldığı görülmektedir. Bu durumda aile reisinin hanesindeki kişiler

üzerinde sınırsız bir hâkimiyet hakkına sahip olduğu görülür. Nitekim, Suriyeli gnostik düşünür

Bardesanes (154-222) kendi dönemiyle ilgili olarak şu toplumsal gözlemini aktarmaktadır: Bir aile

reisi zevcesini, evlatsız biraderlerini, evlenmemiş kız kardeşlerini, oğlunu, kızını öldürebilir ve

bunun için de ona bir ceza verilmez.

Aslında, "fert" medeniyetin bir eseri ve işaretidir; medenî toplum aşamalarında ilerledikçe,

gittikçe gelişen bir fert konsepti ve realitesiyle karşılaşılır. Daha önceki dönemlerde fert yoktur;

var olan fert değil, aile, klan, aşiret, köy topluluğu’dur ve onu da reis temsil eder. Gerçekten, ilkel

toplum aşamalarına doğru gittikçe, kişilik/kimlik farklarıyla birbirinden ayrılan "fert"lere

rastlamak ve hattâ böyle bir kavramla bile karşılaşmak güçleşmektedir. Elimizde bunu gösteren

bir çok delil bulunmaktadır. Söz konusu dönemlerde, biraz, karınca ve arı topluluklarına benzer

şekilde, insanlar gruplar halinde yaşarlar ve içinde yaşadıkları bu topluluklar nasıl davranacakları

konusunda kişisel farklılıklara pek az yer bırakır. Bunun bir sonucu olarak, ilkel insan, içine

doğduğu gurubun/topluluğun totem ve tabularını sorgulamaksızın kabul eder ve bunların kişisel

hak ve özgürlükleri ihlâl edip etmediği gibi bir düşüncesi olmadığı gibi, pek az bir müstakil inanca

sahiptir. Aslında, belki, medenî toplumlardaki insanlar da bir ölçüde böyledir; mutlak haklara sahip

mutlak bir fert gerçekte yoktur; fakat, medeni toplumun insanı kendinin ve içinde olduğu gurubun

ayrı bir parçası olduğunun farkındadır. Günümüzde sahip olduğumuz, bâzı temel haklarla doğan

fert kavram, bizim ürettiğimiz ve postula olarak benimsediğimiz bir konsept olup, gerçeklikle bir

ilişkisinin olmadığı da aşikârdır.

Bir başka cihetten, ilkel toplumun bu niteliğinin, bir yerde, toplumun yüz binlerce yıl

boyunca kendisini sürdürebilmesini sağlayan, gerekli ve zorunlu bir nitelik olduğu da söylenebilir.

Çünkü, "fert" kendisini üreten sosyal sistemin istikrarı için bir tehdit oluşturur; ferdiyetçi boyutları

gelişmiş kişiler ürettikleri yeni ve farklı düşüncelerle yerleşik düşünce ve zihniyet yapılarını,

dolayısıyla de müesses nizamı sarsabilirler. Diğer yandan böyle kişiler kendi kişisel çıkarlarının

da farkında ve peşinde olacaklarından, bu çıkar ve menfaatleri için başkalarını istismar etmeye

meyledebilirler. Onun içindir ki devletçi/faşist rejimler ve askerî yapılanmalar, elden geldiğince

ferdî özellikleri törpülememe (aynı tıraş, aynı üniforma vs); rejimi sorgulamayan, standart kişiler

(uysal teb'alar) yetiştirmeye gayret ederler.

Bu arada, fert ve ferdiyetçilikle ilgili söz konusu yorum ve değerlendirmelerle ilgili olarak

bir noktaya dikkati çekmekte yarar vardır: Bu konuda yapılan tartışmalarda şu iki kavramın

Page 66: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

66

çoğunlukla birbiriyle karıştırıldığı görülmektedir: Bireycilik ve bencillik. Sadece kişisel çıkarları

peşinde olan bencil kişi ile; menfaatleriyle birlikte sorumluluklarının da bilincinde olan bireyci

kişi, aslında tamamen farklı bir konumdadırlar. Bireyci bir kişinin bencil olması gerekmediği gibi;

toplumun yararı adına bireye/bireyciliğe karşı çıkan birisinin toplumsal bir bencilliğin peşinde

olması da mümkündür.

Yukarıda yaptığımız açıklamaların ışığında, farklı zaman ve kültür düzeylerindeki

toplumlarla ilgili tesbit ve değerlendirmelerde bulunurken, karşılaştırmalar yaparken çok dikkatli

olunmalı, kolay ve aceleci hükümlerden uzak durmaya çalışılmalıdır. Unutmayalım ki, ayrı zaman

ve mekânda yaşayan insanlar bile, aynı şeye bakar, ama kültürel alt yapılarına göre farklı şeyler

görürler!.. Aynı arz üzerinde yürürüz, ama farklı dünyalarda yaşarız!.. İlkel toplum ve kültürlerde,

faşist dünya görüşlerinde de, her şey kabilenin/cemaatin/devletin ayakta durmasına ve varlığını

sürdürmesine dönüktür; fert hayatının fazla bir önemi yoktur. Bu yönüyle biraz arı ve karınca

topluluklarına benzerler. Esasen, bu toplumlar, fert kavramına ve ferdiyetçilik anlayışına

yabancıdır. Böyle olunca da bu tip toplumlarda cezaların belirlenmesinde asıl olan felsefe, "ölen

ölür, kalan sağlar bizimdir!..'' ilkesidir. Kişiye ve insan hayatına o kadar önem atfedilmediğinden,

ceza normlarında ve yargılamada suçlu görülerek ölüm cezasına çarptırılma ile suçsuz görülerek

hiç bir ceza almama arasındaki mesafe pek dar ve belirsizdir.

Meseleyi, temeldeki bu zihniyet yapısı ile açıklamak yerine, kolaycı açıklamalara ve basit

genellemelere gitmeye, Russel'ın, Hammurabi Kodu'ndaki bâzı hükümlerden, "kadının

aşağılandığı" yolunda çıkardığı şu tesbitleri ilginç bir örnektir:

"Hammurabi yasaları kadının yasa yapanın gözündeki önemsizliğini ortaya koyan çok ilgi

çekici bir örnektir. Bu yasalara göre, eğer birisi soylu bir adamın gebe kızına vurur da, kız bunun

sonucunda ölürse, vuranın kızı da öldürülür. Soylu kişi ile vuran arasında hakkın yerine getirilişi

bakımından bu âdilânedir; idam edilen kız, vuranın sadece bir malıdır ve kendisi kendi yaşamı

üzerinde bir hak iddiasında bulunamaz. Vuran ise, soylu kişinin kızını öldürmekle, öldürdüğü kıza

karşı değil, soylu kişiye karşı bir suç işlemiş sayılır. Kızlar, iktidar sahibi olmadıkları için, hiç bir

hak sahibi de değillerdi Hammurabi zamanında!.."

Aslında, yukarıdaki açıklamalarımız dikkate alındığında, Hammurabi Kanunnâmesi'ndeki

söz konusu hükümden kız çocukların aşağılandığı gibi bir sonuç çıkarmak meseleyi çarpıtmak

olur. Çünkü, bu yasalarda aynı durum sadece kız çocukları için değil, erkek çocuklar için de söz

konusudur.

Konu, suçtan zarar gören ve cezâlandırılması gereken "kişi"nin kim olduğuna ilişkin o

kültürde nasıl bir paradigmanın benimsendiği ile ilgili bir husustur. Bizim kültürümüzden

baktığımızda o paradigma yanlış olabilir ama, o paradigma içinde yapılan muhakemelerin kendi

içinde bir mantığı ve tutarlılığı vardır. Bu çeşit hüküm ve uygulamaları, içinde doğdukları zaman

ve kültürel şartlar içinde değerlendirmeyerek; dört bin yıl öncesi hakkında bugünkü ölçülerimize

karar vermek uygun bir metodoloji değildir, Malinowski, bilhassa antropolojiyle ilgili mevzularda

karşımıza çıkan ve biraz da Avrupa- merkezci üstten bakışın izlerini taşıyan bu yaklaşım hakkında

şöyle bir tesbitte bulunmaktadır:

Page 67: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

67

"Eskiden alan çalışması yapanlar için önemli olan, bir geleneğin doğru olması değil,

garipliğiydi... İnsanbılim konusunda yazılanların çoğunda bulunan tuhaflık, saçmalık, gülünçlük

havası, yaşam koşullarından koparılmış, gerçekleştiği bağlamla ilgisi kesilmiş bir tümcedeki yapay

tattan kaynaklanmaktadır".

d. Faili Belirsiz Soygun ve Cinayet Suçlarında Kollektif Sorumluluk

Son olarak, Hammurabi Kanunnâmesi'nde yer alan, yarı idarî, yarı adlî nitelikte bir konuya

da işaret etmeden geçmeyelim. Bâzı suçların failinin bulunamaması durumunda, mağdûrların

uğradıkları zararların telâfisi için, söz konusu zararların ya o mahallin halkınca ve/veya, belki de

devletçe/tapınakça tazmin edilmesi gibi bir yola gidilmektedir. 22-24. maddelerde, yol kesme ve

soygunculuk suçuna ilişkin cezaların düzenlendiği görülüyor. [Metinde her ne kadar hırsızlık

kelimesi kullanılıyorsa da, kastedilenin daha çok gasp ve soygun olduğu anlaşılıyor. Bu

dönemlerde alenî olarak yapılan gasp ve soygun suçları ile gizli yapılan hırsızlık suçu arasında

henüz bir ayrım yapılmadığı, hepsinin aynı kelime ile ifade edildiği görülmektedir]. 22. maddeye

göre, soygun/hırsızlık yaparken yakalanan kişi ölümle cezalandırılır. Gasp edilen veya çalınan

mallar da geri alınır. Peki, soyguncu yakalanamamış ve gasp edilen mallar ele geçirilememişse,

soyulan kişilerin can ve mal kayıpları nasıl karşılanacak? İşte 23. ve 24. Maddelerde bu duruma

bir çözüm getirildiği görülmektedir.

Böyle bir durumda, soygunun/hırsızlığın gerçekleştiği mahalde sâkin bulunan kişi veya

halk bu zararı tazmin etmekle mükellef tutulmaktadır. Zarar ve ziyanın miktarı, malları soyulan

kişinin, Tanrı'nın huzurunda yemin ederek çalınan mallarının listesini vermesi ile belirlenecektir.

Gasp edilen şey insan ise veya soygun esnasında öldürülmüşse, suçun meydana geldiği mahaldeki

halk ve yetkililer, öldürülen veya kaçırılan kişinin yakınlarına bir mana gümüş ödeyecektir:

- Soyguncu yakalanamamış, çalınan mal bulunamamışsa, soyulan kişi zararının miktarını

yeminle beyân eder ve soygunun yapıldığı mekânın veya beldenin sahibi olan kişi ya da topluluk,

çalınan mallarını tazmin eder. [m. 23].

- Eğer çalınan şey bir can ise, soygunun yapıldığı mekânın veya beldenin sahibi olan kişi

veya topluluk, onun yakınlarına bir mina gümüş ödeyecektir. [m. 24].

Durant, bu hükme işaret ettikten sonra, "zamanımızdaki hangi modern şehir veya yönetim

vatandaşlarına hırsızlık ve soygunculuğa karşı benzer bir güvence vermeye cesaret edebilir?" diye

sormakta ve ardından şu soruyu da eklemekte: "Hammurabi'den bu yana hukuk acaba gerçekten

ilerledi mi, yoksa çoğaldı ve katlandı mı?".

Bir belde arazisinde işlenen cinayetlerden o belde halkının sorumlu tutulması uygulaması

kadîm toplumların bir çoğunun hukukunda mevcuttur. Meselâ, İran, Hint vs. gibi. İslâm

hukukundaki "kasâme" uygulaması da buna benzerdir. İslâmiyet'ten önceki dönemdeki Arap

uygulamalarından süregelen bir hüküm olarak, İslâm hukukunda da, "kasâme" adı verilen bir

uygulamaya rastlanmaktadır: Kasâme kelimesi yemin etme anlamına gelir. Bir mahalde,

katledildiğine dair emarelere rastlanan faili meçhul bir ceset bulunursa, maktûl yakınlarının o belde

halkından şüphelenerek onlar hakkında dâvâ açmaları durumunda, o yer halkının işlenen bu suçtan

dolayı sorumlu tutulması söz konusu olabilmektedir. Böyle bir durumda, cezaî sorumluluktan

Page 68: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

68

kurtulabilmeleri için o belde halkından elli kişinin "vallahi biz öldürmedik, öldüreni de

bilmiyoruz" diye yemin etmeleri gerekir. Yeminden kaçınırlarsa, yemin edinceye kadar

hapsedilirler. Yemin ettiklerinde cezaî sorumluluktan kurtulurlar, ancak, maktulün yakınlarına

tazminat ödemeleri gerekir. Diyet bedeli olan meblağ, cesedin bulunduğu arazinin sahibine veya

o belde halkına, üç yıl içerisinde ödemeleri kaydıyla tediye ettirilir.

Page 69: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

69

III. ASSUR'DA HUKUK

Bir kadının kocası başka bir yere gitmişse, kadın kocasını beş sene bekler, altıncı yılın

başında istediği kocayla evlenir. Beş yıldan sonra kocası gelirse, elinde olmayan sebeplerle

gelemediğini ispat ederse, karısı gibi bir kadın verir ve karısını geri alır.

Orta Assur Kanunları'ndan

A. TARİH, TOPLUM, DEVLET

1. TARİH

Bâbil 'in beş yüz kilometre kadar kuzeyinde dağlık bölgelere yakın bir bölgede,

günümüzdeki Irak'ın kuzeybatısında yer alan Assur Site Devleti'nin kuruluşu M.Ö. 3000 yıllarına

kadar uzanmaktadır. Assurluların güneydeki Sami'lerle Batı ve Kuzeyde dağlık bölgelerde

yaşayan halkın bir karışımından oluştuğu tahmin edilmektedir. Tarihçiler, takriben 1300 yıl kadar

hüküm süren Assur Devleti'nin bu uzun tarihini genellikle şu üç bölüm altında ele alırlar: Erken

Assur (MÖ. XX.-XV. asırlar); Orta Assur (M.Ö. XV.-X. asırlar) ve Yeni Assur (M.Ö. X.-VII.

asırlar).

Hititler M.Ö. 1515'te Bâbil İmparatorluğuna saldırdı ve İmparatorluğu yıkıp yağmaladılar.

Onların çekilmelerini müteakip, bölgeye bir süre Kassitler hâkim oldularsa da, daha sonra Assur

Krallığı onları Mezopotamya'dan kovdu ve Elam, Sumer, Akkad, Bâbil bölgelerini ele geçirerek

Mezopotamya'nın Bâbillilerden sonraki sahibi oldu (M.Ö. 1380 civarı), giderek sınırlarını

geliştirerek Finike ve Mısır'a kâdar uzanan büyük bir İmparatorluk hâlini aldı. Assur

İmparatorluğu esas îtibâriyle Bâbil İmparatorluğunun kurduğu devlet sistemini devam ettirdi.

Ancak, şu farkla ki, gerek kendi teb'asına, gerek savaşlarda ve işgal ettiği ülkelerde sergilediği son

derece gaddar ve acımasız uygulamalarla, yıkılışından asırlar sonra bile bölge halkına korku saçan

bir hatıra bıraktı. Assur-Nasirpal II dönemi (883-859), İmparatorluğun klasik dönemidir. M.Ö.

700'lere gelindiğinde Assur İmparatorluğu Dicle'nin kuzeyindeki ve doğusundaki dağlık bölgelere,

Akdeniz kıyılarına ve Nil'e kadar yayılmıştı. Kral Aşurbanipal-I'in (668-627) satvet dönemlerinde

başkentleri Ninova'nın nüfusu üç yüz bine ulaşmıştı. M.Ö. yedinci yüzyılın sonuna doğru Mısır'a

ve diğer uzak ülkelere yapılan büyük savaş seferlerinde yıpranan Assur İmparatorluğu çözülmeye

başladı ve nihayet İran'dan Med’lerin ve Bâbillilerin elbirliğiyle vurdukları darbeler sonucu

yıkıldı.

Biz bu bölümde daha çok Orta Assur Dönemi'ne ilişkin hukukî düzenlemeler ve hukukî

hayat üzerinde durmaya çalışacağız.

Page 70: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

70

2. KÜLTÜR

Günaltay, Assurluların Sumer medeniyeti kadar Hitit medeniyetinin de tesirinde

kaldıklarını ileri sürer ve bu durumu, onlarla aynı asıldan gelmiş olmaları ile îzah eder. Tabii, bu

etkileşimin karşılıklı olduğunu, Assurluların Anadolu'da kervan yolları üzerinde kurdukları ticaret

kolonileri vasıtasıyla Anadolu'daki halk ve kültürle birebir bir ilişki içinde olduklarını belirtmek

daha uygun olur. Anadolu'daki bu Assur ticaret kolonileri genellikle ailenin genç üyeleri tarafından

idare edilirdi, ancak zamanla bunlardan bir kısmının Anadolu'da daimî olarak ikâmet etmeye

başladıkları, Assur'daki eşlerini ve ailelerini de yanlarına getirdikleri, hattâ bir çoğunun yerli

kadınlarla evlendikleri anlaşılmaktadır.

3. DİN VE DÎNÎ HAYÂT

Dili, bilimi ve sanatında olduğu gibi, Assur'un dîni de Sumer'den ve Babil’den, militarist

bir devletin ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde adapte edilerek alınmıştır. Tanrı Assur (Ashur),

önce şehre, daha sonra tüm ülkeye adını verdi. Bilâhare taşındıkları, daha Kuzeydeki başkentleri

Ninova'nın adı da, Assur'un İştar’ı tanrı Nina'nın ismini taşımaktadır. [Bugünkü Suriye'nin adı da

Assur kelimesinden gelmektedir].

Assur dininin temel işlevi, insanları uysal vatandaşlar haline getirmek ve öyle tutmak; bir

takım, gizemli dualarla, sihir ve kurbanlar yoluyla tanrıların gazabını yatıştırmak olmuştur.

Assurlardan bize kalan dînî metinler sadece cinleri kovma ve kehanette bulunmaya ilişkin

şeylerden ibarettir. Assur devleti, tarihte, savaşlarda ortaya koyduğu ve işgal ettiği ülkelerde

gösterdiği zulüm ve gaddarlıklarla şöhret kazanmıştır. Sahip oldukları dînin, Assurluların gerek

suçlulara, gerek harpte esir aldıkları kişilere karşı merhametsizce davranmaları üzerinde hiç bir

etkide bulunmadığı, belki de yaptıkları zulüm ve gaddarlıkları hiç bir suçluluk hissi duymaksızın,

büyük bir vicdan rahatlığı içinde yapmalarını kolaylaştırdığı görülmektedir. Assur tanrısı (Güneş

ilâhı Ashur) savaşçı, düşmanlara karşı acımasız bir mabuttu. Tapınaktaki sunakta savaş esirlerinin,

idam/kurban edilmelerinden kendisinin büyük bir hoşnutluk duyduğuna inanılırdı. Yüksek insanî

ve ahlâkî değerleri telkin etme endişesi taşımayan umacı bir korku dîni ile karşı karşıya

bulunmaktayız. Bu şartlarda, doğayı açıklamaya ilişkin akıla/bilimsel bir düşüncenin izlerine ve

felsefî tefekkürün işaretlerine rastlanması elbette beklenemezdi. Bu dînî mantalitenin, aynı

coğrafyada daha sonra yerleşen dînî anlayış ve yorumlar üzerindeki, belki bugün bile devam eden

etkisi din sosyologlarının üzerinde durması gereken ilginç bir konu olurdu.

Bu savaşçı milletin sergilediği saldırganlık, vahşet ve acımasızlığın kaynağının ne

olabileceğini araştıran Schumpeter, bu husustaki görüşlerini şöyle sürdürür:

- "Eğer bir Assur kralına şu soruları sorsaydık acaba ne cevaplar alırdık? "Bu bitmez

tükenmez fetih, ve istilâ politikasının sebebi nedir? Neden ardı ardına bir toplumu bir şehri ele

geçirip tahrip etmeyi sürdürüyorsun? Neden, mağlûp ettiğin bu insanların gözlerini çıkartıyor,

oturdukları mekânları yakıp yıkıyorsun?". Meselâ, kral Tuklatipalisharra'nın resmî belki de içten

gelen samimî cevabı şöyle olurdu: "Assur'un tanrısı, benim Yüce Efendim bana böyle emretti. ...

Assur'un tanrısı, Yüce Efendime şükranlarımı sunuyorum".

Page 71: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

71

İnsanı çeşitli davranışları yapmaya yönlendiren, faktörler çok çeşitlidir; bunların tamamını

bilmemiz mümkün de değildir. Ama, özellikle Freud'dan sonra, gayet iyi biliyoruz ki, çoğu zaman,

olayın aktörlerince ileri sürülen gerekçeler gerçek gerekçeler değildir. Kişiler, yaptıkları fiilleri,

hem başkalarına hem de kendi vicdanlarına karşı meşrû gösterebilmek, kendi vicdanlarının sesini

de susturabilmek için meşrûlaştırma/justification yoluna giderler. Assur kralını böyle davranmaya

iten bir çok sebep ileri sürmek mümkündür: Kan dökme isterisi, iktidar hırsı, ganimet arzusu, cinsî

dürtüler, ticarî hesaplar vs. Hattâ belki de bütün bu hunharlıklar, avcılığın bir başka türü, bir nevi

spor, can sıkıntısından kurtulma vesilesi olarak algılanmış ve yapılmış da olabilir ki o yolda bâzı

işaretler de yok değildir. Aslında, belki de, savaşlar ve fetihler nihaî amaç olmayıp, başka bâzı

dürtülerin sonuçlarıdır. Unutmamak gerekir ki, "tarihî olaylar, insan olayları özleri îtibâriyle

psikolojik olaylardır...öncüllerini de olağan olarak başka psikolojik olaylarda bulurlar".

Özetlersek, dünyanın ayaklan altında titrediğini düşünen ve bundan da büyük bir haz duyduğu

anlaşılan Kralımızın bütün bunları niye yaptığı hususunda, emin olabileceğimiz sadece bir şey var,

o da gerçek sebebin kendisinin söylediği şey olmadığı, yâni, bütün bu cinayetleri, Yüce Efendisi

Assur tanrısının emretmediğidir; egemenlik yetkisini de O'nun vermediği gibi...

4. SOSYAL VE EKONOMİK HAYÂT

Halk beş kısma ayrılmıştı: Soylular; loncalar şeklinde örgütlenmiş zanatkârlar, çeşitli

meslek erbabı ve tüccarlar; kalifiye olmayan düz işçiler, kasaba ve köylerdeki çiftçiler; büyük

tarım arazilerine bağlı olarak çalışan, Ortaçağ Avrupa'sındakine benzer durumdaki serfler; ve

köleler. El işlerinin çoğu bu köleler tarafından yapılırdı. Köle ticareti Asur'da çok gelişmişti. Köle

tacirleri ülkede en fazla kazanç ve itibâr sağlayan sınıfta yer alırlardı.

Assur'da ekonomik hayatın Bâbil'den çok farklı olduğu söylenemez, pek çok bakımdan bu

iki toplum, aynı medeniyetin biri Kuzey'de diğeri Güneyde olan iki parçası gibidir. Ancak

Güney'in daha ticarî, Kuzeyin ise daha zirâat ağırlıklı olduğu söylenebilir. Zengin Bâbilliler

genellikle tüccardır, Assur zenginleri ise büyük çiftlik sâhipleri olup benzer konumdaki

Romalılarda olduğu gibi, ticaret erbabına "ucuza alıp pahalıya satmak"tan başka meziyeti olmayan

kişiler olarak istihfafla bakarlardı. Bununla beraber, her iki ülke de aynı nehirden (Dicle)

topraklarını sular, aynı bitkilerin (buğday, arpa, darı, susam vs.) üretimi ile meşgul olurlardı.

Assurlular bu hububatın yaranda zeytin, üzüm, soğan, sarımsak, marul, salatalık, tere, pancar,

şalgam, turp, yonca ve meyan kökü gibi bitkileri de bolca yetiştirirlerdi. Balık hariç, et, aristokrat

sınıfın haricinde nadiren tüketilen bir gıda idi. Gariptir, bu savaşçı millet büyük ölçüde

vejetaryendi. Zanaatlar da Babil’le benzer özellikler taşırdı. Metal, cam ve tekstil imalâtı çok

gelişmişti, toprak kaplar sırlanıyordu ve Ninova'da evlerde döşeli eşyalar Endüstri Devrimi öncesi

Avrupa düzeyindeydi. Zirâat ve Endüstri özel bankalar tarafından finanse edilir ve %25 faiz

uygulanırdı. Kurşun, bakır, gümüş ve altın külçeler para (mübadele aracı) olarak kullanılırdı. Kral

Sennaherib (704-681) yarım şekel’lik gümüş çubuklar darb ettirmişti ki bu tarihin en eski resmî

para örneklerindendir.

Page 72: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

72

5. DEVLET YÖNETİMİ VE DEVLET TEORİSİ

a. Devlet Yönetimi

Küçük devletlerin ve sitelerin barış veya savaş yoluyla tek bir imparatorluk çatısı altında

bütünleştirilmesi, tarih boyunca, hukukun, gelişmesi ve yaygın olarak uygulanabilmesine, barış ve

güvenlik ortamı sağlanmasına, ticaretin gelişmesi ve refahın artmasına yol açması cihetleriyle,

genel olarak olumlu sonuçlar doğurmuştur. İşte Assur İmparatorluğu, Mezopotamya'nın

Batısındaki coğrafyada bunu ilk defa gerçekleştirmeyi başaran devlettir. Güçlü bir orduya dayanan

ve bir "savaş makinesi“ şeklinde yapılanan bu devletin çevre ülkelere yaptıkları akınlar barıştan

daha kârlı sonuçlar doğuruyor, imparatorun otoritesini daha da pekiştiriyor ve inanılmaz ölçüde

ganimet ve köle sağlıyordu. Bu saldırgan, nitelikleri ve gaddar ve zâlimce uygulamalarıyla

Assurlar, kendilerinden nefret edilen ve tüm bölge halkına korku salan bir askerî imparatorluk

olmuşlardır.

Yukarıdaki niteliklerine rağmen, Assur İmparatorluğu, bâzı bakımlardan oldukça liberal

özellikler de taşıyordu. Büyük şehirler hatırı sayılır bir otonomiye sahiplerdi ve imparatora yıllık

ödemesini düzenli olarak yaptığı sürece her ülke kendi dînini, kanunlarını ve kendi kralını

muhafaza edebiliyordu. Hattâ bu gevşek yönetim tarzı zaman zaman lokal devletlerin merkezle

bağlarını tamamen kopararak baş kaldırmaları ve isyan etmeleriyle sonuçlanıyor; buraların tekrar

tekrar fethedilmelerini gerektiriyordu. Bu duruma bir çâre olarak, isyancılara dehşet verici çok ağır

cezalar verilmesi, isyankâr şehirlerin haritadan silinmesi ve bu bölge halklarının başka bölgelere

nakledilmeleri ve diğer topluluklarla karıştırılmaları gibi sert ve acımasız uygulamalara gitmek

zorunda kalmışlar; buna rağmen, yine de bu baş kaldırmalar hep devam etmiştir.

Assur'da hükümdarın mutlak otoritesi tartışılmazdı. Kralın yanında annesi, karısı ve

ölümünden sonra yerine geçecek oğlu da devlet yönetiminde önemli bir yer işgal ederlerdi.

Veliahdın da, aynen kral gibi, askerî ve mülkî erkânı ve idarî kadrosu vardı. Eyaletler Kral

tarafından atanan valilerce idare edilirdi ve bu valiler sadece Krala karşı sorumlu idi. Kralın

otoritesini sınırlayan, eşrâftan oluşan bir "yüksek kurul" bulunuyordu. Mahallî feodal baronların

güçlerinin zamanla kral tarafından atanan eyalet valilerine geçtiği anlaşılmaktadır. Valiler merkeze

gönderilecek vergileri toplar, kişisel inisiyatife bırakılamayacak kadar önemli sulama kanalları

açılması gibi kamusal angarya çalışmalarını organize ederlerdi. Kralın casusları, gizli servis

elemanları da diyebiliriz, valileri ve diğer yüksek görevlileri gözetleyerek, gördükleri ihmal ve

yanlışlıkları krala bildirirlerdi. Ana esasları Assurlular tarafında oluşturulan bu imparatorluk

yönetim tarzı, onlardan Perslere, Perslerden de Romalılara geçmiştir.

b. Devlet Teorisi

Kamu yönetimi ile ilgili genel özellikler Sumer ve Bâbil uygulamalarına paraleldir. Assur

Kralı da teokratik ve otokratik bir monarktı. Ancak, söylem planında hakiki hükümranlık Assur

mâbûdundadır, teorik olarak devletin başında Assur tanrısı Enlil bulunur, kral O'nun naibi sıfatıyla

ve O'nun adına yönetir, bütün yasalar O'nun iradesinin bir açıklamasıdır, vergiler onun hazînesi

için toplanır. Sadece Assur tanrısına karşı sorumlu bulunan ve Prenslerin Kralı, Şahlar Şahı gibi

unvanlarını taşıyan Kral, hem rûhâni, hem de dünyevi otoriteyi şahsında birleştirmektedir. Ülkede

Page 73: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

73

adaleti sağlama, teb'anın hak ve vazifelerini belirleme, dînî âyin ve törenleri yönetme onun

görevleridir.

B. HUKUKÎ HAYÂT

Dili, dîni, bilimi ve san'atında olduğu gibi, Assur hukuku da Sumer'den ve Babil’den,

militarist bir devletin ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde, adapte edilerek alınmıştır. Bu

adaptasyon olgusu en çok da suçlarla ilgili olarak öngörülen cezaların, ancak savaş durumlarında

görülen bir merhametsizlik sergilemesinde kendini ortaya koymaktadır.

Genel olarak Assur Kanunları, ondan asırlar sonraki bir tarihe ait bulunmakla beraber,

Hammurabi Kanunnâmesi'ne kıyasla daha az sekülerdir ve daha ilkel bir yaklaşım sergilemektedir.

Cezalar, halk önünde teşhir edilmeden, angaryaya koşulmaya; yirmi ile yüz arasında değişen

kamçılamadan; kulak ve burunun kesilmesi/yarılması; dilin koparılması; gözlere mil çekilmesi;

kazığa oturtma ve baş kesmeye kadar gitmektedir. II. Sargon yasalarında zehir içirilmesi ve

suçlunun oğlu veya kızının mabetteki sunakta diri diri yakılması gibi cezalar da bulunmaktadır.

Zina, ırza geçme ve bâzı çeşit hırsızlıklar en ağır cürümler olarak kabul edilirdi. Bâzı durumlarda

"tecrübe uygulaması" (suçlunun nehre atılması) yoluna gidilir, Nehrin (Nehir Tanrı’sının) hakem

olması beklenirdi. İdam amaçlı nehre atmalarda suçlu bağlanmış durumda suya atılırdı.

1. POZİTİF HUKUKUN GELİŞİMİ

Assur Hukukuna dair bilgileri kanunlardan ziyade mukavelenamelerden edinmekteyiz.

Assur'da pozitif hukukun başlangıcının M.Ö. üçüncü milenyuma kadar uzandığı tahmin edilmekte

ise de bu eski dönemlere ilişkin belgeler elimize ulaşmamıştır. Takriben 90 maddeden ibaret olan

Orta Assur Kanunları, Hammurabi Kanunnâmesi' nden sonra kadîm Mezopotamya'nın en önemli

hukuk belgesi olup, adından da anlaşılacağı gibi, Orta Assur devrine aittir.

M.Ö.1450-1250 yıllarında (aşağı yukarı Hz. Musa'nın döneminde ve belki de biraz daha

öncesinde) tedvin edildiği ve hazırlanışında Hammurabi Kanunnâmesi'nden yararlanıldığı

anlaşılmaktadır. Yasa hükümlerinin yazıldığı tabletler incelendiğinde, metnin tek bir el tarafından,

aynı zamanda ve aynı yerde kaleme alınmadığı; sistematik olmayan ve özel hukuk, ceza hukuku

ve yargılama usûlüyle ilgili hükümlerin bir ayrım gözetilmeksizin ard arda sıralandığı, daha çok

cezâ hukuku ağırlıklı bir düzenleme olduğu görülmektedir. Her ne kadar aile, miras ve borçlar

hukukuna ilişkin hükümlere rastlanmakta ise de, bu konuların daha çok cezâ hukuku yönüyle ele

alındığı ve cezaî hükümler olarak kodifiye edildiği anlaşılmaktadır. Kendisinden çok daha önceki

yasa düzenlemeleriyle karşılaştırıldığında çok daha sert ve şiddetli cezâlara yer verilmektedir.

Kanun maddelerinin yazılışında dikkati çeken bir husus da şudur: Düzenlenen konuya ilişkin akla

gelen tüm ihtimaller göz önünde tutularak, bunların tümünü kapsayan genel ve soyut bir yasa

maddesi oluşturma çabası hissedilmektedir.

2. AİLE HUKUKU

Evlenen kadının mutlaka baba evinden ayrılıp kocasının evine gitmesi gerekmezdi;

babasının evinde kalmaya devam edebilirdi. Eğer babasının evinden ayrılıp kocasına evine

gitmişse kocasının otoritesi altına girerdi ve bu durumda serbesti alanı çok daralırdı. Fakat,

evlendikten sonra da baba evinde ikamet etmeye devam ederse (iç-güveyilik durumunda)

Page 74: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

74

kocasının otoritesi altına girmez; kocasına sadık kalmak kaydıyla tam bir serbestiye sahip olurdu.

Ailede otorite babaya aitti ve bu otorite babanın vefatı hâlinde en büyük erkek çocuğa intikal

ederdi. Eğer çocuklar henüz erişkin bir yaşa ulaşmamış iseler o zaman annenin velayeti altında

olurlardı. Assur hukuku, karının kocasını mükellefiyet altına sokacak, onu ilzâm edecek bir

tasarrufta bulunmasını yasaklıyordu.

Assur Hukuku, toplumda saygın konumda kabul edilen kadınlarla diğer kadınların

ayrılması bakımından, tesettür'e büyük önem veriyordu. Hür kadınların başlarını örtmeleri

gerekirdi. Evli kadınların, başlarına bir yaşmakla örtmeden sokağa çıkmaları yasaktı; genç kızların

da geleneğin öngördüğü şekilde başlarını örtmeleri gerekirdi. Keza, kendilerini mâbetlere/tanrılara

adayan ve kutsal/saygın kabul edilen tapınak genel kadınları da başlarını örtmek zorunda idi. Diğer

yandan, köle kız ve kadınlarla fâhişelerin başları örtülü dolaşmaları ise kesinlikle, yasaktı; bu

konuda çok ağır cezâlar konmuştu. Meselâ, başı örtülü dolaşan fahişe kadınlara elli sopa vurulur

ve başlarına da asfalt dökülürdü. Başlarını örten köle kız ve kadınların da kulakları kesilirdi. Başı

örtülü bir fahişe veya câriye görüp de onlara müdahale etmeyen hür kişiler bile, elli değnek, kulak

kesme, bir ay kralın hizmetlerinde angarya çalışma gibi cezalara çarptırılırdı.

- İster evli ister dul olsun, kadınlar sokağa çıkarlarken başlarını açmayacaklardır. Adamın

(bey) kızları da bir şal veya giysi ile örtünecekler, başları açık olmayacaktır. Sahipleriyle sokağa

çıkan esirtu'lar (câriyeler) de örtülüdürler. Kocaya varan qadistu'lar (çocuk bakıcıları, süt anneleri,

bir çeşit "kutsal fahişe") sokakta örtünmelidirler, kocaya varmayanların başları sokakta açık

olacaktır, örtünmemelidir. Fahişeler örtülü değildir, başları açık olacaktır. Bir fâhişeyi örtülü

olarak gören kimse, onu tutuklayacak, şahitlerle birlikte saray mahkemesine götürecek; onu

yakalayan, ödül olarak elbisesini alacaktır, ziynetlerini almayacak. Mahkemede ona (fâhişeye) elli

sopa vurulacak, başına zift dökülecektir. Eğer bir adam, örtülü bir fahişe görüp de onu yakalayıp

saray mahkemesine götürmezse o adama elli sopa atılacaktır. Kadın köleler (câriyeler)

örtünmeyecekler; örtülü bir câriye gören onu saray mahkemesine götürecek ve orada kulağı

kesilecektir. Bir adam örtülü bir câriye görüp de, onu yakalayıp saray mahkemesine götürmezse

ona elli sopa atılacak, kulaklarını kesecekler...

Kadınların başlarını örtme mecburiyetine ilişkin hukukî düzenlemelerin Sumerlerde

başladığı; sokak fahişeleri ve köle kadınlardan ayrılmaları, onlarla karıştırılmamaları için; kutsal

bir görev yaptıkları kabul edilen ve toplumda saygın bir yerleri olan "tapınak genel Kadınları” nın

bir ihtiram ve itibâr işareti olarak, başlarını örtmeleri kuralı getirildiği; daha sonra M.Ö. 1500’lerde

başını örtme emrinin evli ve dul durumdaki hür kadınlar da kapsayacak şekilde genişletildiği; buna

karşılık, evlenmemiş kızların, köle kadınların ve sokak fâhişelerinin başlarını örtmelerinin de

yasaklandığı; başını örtme ve başörtünün bir statü, (hür, evli ve tanrıya/tapınağa adanmış olma)

işareti olarak değerlendirildiği, evlenme ve cinsel taleplere açık olmama durumunu ifade eden bir

sembol olarak işlev gördüğü ve taciz edilmeyi önleme amaçlı bir tedbir olarak düşünüldüğü

anlaşılmaktadır. Gerçekten de Assur kültüründe, bir kadının başına örtü koymak, onun sosyal

statüsünü ânında değiştiriyordu. Bir erkek odalığıyla evlenmek ve onu karısı yapmak isterse bir

gurup kişinin önünde onun başını örterdi. Yasa metninde bile evlenme kelimesi yerine "örtme"

kelimesi kullanılmaktadır. "örtülmeyen esirtu (yâni, evlenilmeyen câriye), eş değildir", "eğer adam

ölürse, örtülü karısının çocukları yoksa..." gibi.

Page 75: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

75

a. Evlenme

Yasalara göre, kız çocukları ancak babalarının muvafakatiyle evlenebilirdi. Assur hukuku,

evlenme akdini, kadının vecibelerini belirleyen yazılı bir belgeye dayandırmıştır. Yalnız bâzı

durumlarda, böyle bir vesika olmaksızın da evlenmenin gerçekleştiği kabul edilmektedir. Meselâ,

dul bir kadın, eğer bir erkekle asgari iki sene birlikte yaşamış ise, aralarında bir evlenme akdi

olmasa bile, artık, hukuken bir evlilik bağının oluştuğu kabul edilirdi.

- Eğer bir adam, dul bir kadınla iki sene birlikte yaşamışsa, nikah akdi yapılmamış olsa

bile, o kadın eş sayılır.

Dikkat edilirse, bu hüküm, kadîm Sumer mecelleleri (Eşnunna: m. 27) ve Hammurabi

Kanunnâmesindeki (m.128) aynı konuya ilişkin hükümlerden farklı bir yaklaşımı sergilemektedir.

Önceki düzenlemeler, evlenme akdi yapılmayan, fiilî birliktelikleri hiç bir şartta evlilik olarak

kabul etmiyordu.

Genel olarak evlenme ile ilgili kurallar Bâbil'e benzemekle beraber, Assur’da evlenme

kadının satın alınması şeklinde yapılırdı ve bir çok durumda gelin babasının evinde yaşamayı

sürdürür, kocası tarafından orada zaman zaman ziyaret edilirdi. Gerçekten de, yukarıda da işaret

edildiği gibi Assur hukukuna göre, evlenen, kadının mutlaka baba evini terk etmesi ve kocasının

evinde yaşamaya başlaması gerekmezdi. Evlenen kadın, babasının evinde kalmaya, devam

edebilirdi; bu durumda kadının özgürlük alanı daha geniş olurdu.

Bir erkeğin, kural olarak, meşrû tek karısı olabilirdi; daha doğru bir ifade ile, "karı

statüsünde tek kadın" olabilirdi; beraber olduğu diğer kadınlar karı statüsünü kazanmazdı. Erkeğin,

meşrû karısının yanında, bir kaç odalığa sahip olması da kabul ediliyordu. Bir erkek, odalığı ile

evlenmek isterse, bu iradesini şahitlerin huzurunda beyân etmesi ve evleneceği odalığın başını bir

yaşmakla örtmesi icâp ederdi:

- Eğer bir adam esirtu'sunu (câriyesini) örtmek (onunla evlenmek) isterse, beş-altı

arkadaşını çağırıp onların önünde onu örter, "o benim karımdır" der ve o onun karısı olur.

Adamların önünde örtülmeyen ve kocası "bu karımdır" demeyen esirtu, eş değildir, esirtu'dur. Eğer

adam ölürse, örtülü karısının evlatları yoksa, esirtu'lardan olma çocukları öz evladıdırlar,

hisselerini alırlar.

Assur Hukukuna göre, dul kalan kadın; eğer evlenince kocasının evine gitmiş ve orada

ikâmet ediyor idiyse; kocasının vefatı durumunda, ölen kocasının erkek kardeşi ile evlenmeye

mecbur tutulurdu. Ancak, eğer kızın babası bu evliliğe rıza göstermezse, evlenme esnasında geline

verilmiş bulunan hediyeleri iade etmesi kaydıyla, kadın babasının evine dönebilirdi.

- Eğer babasının evinde oturan evli bir kadının kocası ölmüşse ve çocuğu yoksa,

kayınpederi, gönlünün istediği oğluna onu verecektir... İsterse kayınpederi onu kendisi alacaktır.

Ne oğul ne kayınpeder yoksa o serbest bir duldur.

- Bir kadının kocası başka bir yere gitmişse, kadın kocasını beş sene bekler, altıncı yılın

başında istediği kocayla evlenir. Beş yıldan sonra kocası gelirse, elinde olmayan sebeplerle

gelemediğini ispat ederse, karısı gibi bir kadın verir ve karısını geri alır. Eğer kadın beş yıl

Page 76: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

76

dolmadan başka birisiyle evlenir ve çocuk doğurursa, daha sonra kocası döndüğünde, evlilik

sözleşmesine sadık kalmadığından dolayı, onu ve çocuklarını geri alabilir.

- Eğer bir adam oğluna bir kızı nişanlar, ama daha sonra oğlu ölür veya kaçarsa; kızı diğer

oğullarından veya nişanladığı oğlunun on yaşında oğlu varsa ona, dilediğine alabilir. Eğer bunlar

da yoksa ve torunları on yaşından küçükse, kızın babası isterse kızını bu küçüklerden birine

verebilir veya karşılıklı olarak verdikleri hediyeleri iade ederler. Hediye olarak verilen yiyecekler

geri verilmeyecektir.

Evlenme yoluyla hatırı sayılır bir güç ve saygınlık elde eden Babil'deki kadınlarla

kıyaslandığında, Assur'da kadınların durumu daha aşağı bir konumdaydı. Gerçekten de, Orta Assur

Yasaları, kadınlara karşı sert yaptırımlar içermektedir. Erkek karısına bâzı suçları işlemesi

durumunda, "şehir büyüğü"ne bildirerek, kulak kesme ve göz çıkarmaya kadar giden cezalar

uygulayabilirdi. Karısını dövmenin, saçını yolmanın, kulaklarını büküp yaralamanın ise hiç bir

cezası yoktu. Kocalarının diledikleri kadar odalık almaları mümkün olduğu halde, kadınlardan

kesin bir sadâkat beklenirdi. Karısını bir başkası ile yakalayan koca, bizzat kendisi öldürebilirdi;

yasa ona bu hakkı tanımıştı (m. A/15). Diğer taraftan, fahişelik kaçınılmaz bir olgu olarak

kabullenilmiş ve devlet tarafından düzenlenmişti.

b. Boşanma

Erkek, istediği zaman karısını boşayabilirdi; Assur Hukuku, erkek açısından, boşanmayı

çok kolaylaştırmış; bu konuda hemen hiç bir hukukî sınırlama getirmemiştir.

- Eğer bir adam karısını boşarsa, canı isterse karısına bir şey verecek, istemezse

vermeyecektir.

- Eğer Kadın babasının evinde otururken kocası onu boşamışsa, erkek taktığı takıları geri

alacak, ancak getirdiği başlığı almayacaktır. Kadın serbesttir. (A/38).

Assur Hukukuna göre, evlilik bazen de kocanın işlediği bir suç dolayısıyla ortadan

kalkabilirdi. Meselâ, evli bir erkek genç bir kıza tecavüz ederse; bu durumda kadının kocası ile

evlilik, bağı sona ermiş sayılır, tecâvüze uğrayan kızın babası da bu erkeğin karısını alır ve

kocasına iade etmezdi. Kocanın savaşta esir düşmesi ve kendisinden bir haber alınamaması

hâlinde, kadın iki sene bekledikten sonra, dilerse başka bir erkekle evlenebilirdi. Eğer ilk kocası

daha sonra esaretten dönerse, kadın tekrar ilk kocasına dönmek zorunda idi.

3. MİRAS HUKUKU

Assur hukukuna göre, babanın vefatı hâlinde miras meşrû çocuklarına intikâl ederdi.

Büyük oğul mirastan iki pay alıyordu; birisini kendi seçiyor, diğeri kur’a ile belirleniyordu. Geri

kalan da erkek kardeşler arasında eşit olarak pay ediliyordu. Gayrimeşrû çocuklar, ancak meşrû

çocuklarının bulunmaması hâlinde mirasçı olabilirlerdi.

Kardeşler babalarının mirasını paylaşırken, önce en büyük erkek evlat diğerleri gibi bir

hisse alacak; kalanın paylaşımında onlarla beraber ikinci bir hisse alacaktır. (B/1).

Page 77: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

77

Annenin vefatı hâlinde evlenirken kocası tarafından verilmiş bulunan ve nudunnu denilen

hediyenin dışındaki malları çocuklarına, intikâl ederdi. Ancak, eğer kocası sağ ise, nudunnu ona

kalırdı.

4. BORÇLAR HUKUKU

Assur hukukunda, alım-satım, ödünç, hizmet, kefalet gibi sözleşmelerin yaygın olarak

yapıldığı ve bunlarla ilgili hukukî düzenlemelerin mevcut olduğu görülmektedir. Borçlu edimini

yerine getirmezse, alacaklı borçlunun sadece mallarına değil, onun şahsına da elkoyabilir, borç

tamamen ödeninceye kadar onu kendi işlerinde çalıştırırdı. Ancak, rehin durumundaki, borçlusunu

başkasına satamazdı. Keza, borçlunun karısını, çocuklarını rehnedebilmesi de kabul edilmişti.

Borç ödeninceye kadar alacaklı bunları kendi işlerinde çalıştırırdı; ancak onları başkasına

satamazdı. Fakat, meselâ borçlunun kızını rehin alan alacaklı, bu kızı başkası ile evlendirebilir ve

evlenen erkekten aldığı başlık parasını alacağına mahsup edebilirdi ve borç ödendiği için kız da

serbest kalırdı.

Bir gayrimenkulü satın almak isteyen kimse, bu arzusunu tellal vasıtası ile bir ay içinde üç

kez ilan ettirir, ancak bundan sonra resmî bir belge düzenlenerek taşınmazı satın alabilirdi. Bu ilân

şartı ile, eğer bu taşınmaz üzerinde bir hak iddiasında olanlar varsa bunların haberdâr edilmesi

amaçlanıyordu.

- Bir tarla veya evi satın alacak kimse, satın almadan önce, satın alacağı gayri menkulün

bulunduğu beldede, bir ay süreyle bir tellalı şöyle çağırtacaktır: Falan oğlu filanın, falan yerdeki

tarlasını, evini şu kadar gümüş karşılığı alacağım. İtirazı olanlar varsa, vesikalarını göstersin..

- Eğer bir adam, komşu tarlanın sınırını ihlâl ederek onun arazisinin bir kısmını

kendisininkine katarsa, suçlanıp ispat edildiğinde, ihlâl ettiği tarlanın 1/3 fazlasını tazmînât olarak

verecek, bir parmağı kesilecek, yüz değnek vurulacak, bir ay süre ile kral angaryasında

çalışacaktır.

- Eğer bir adam kendisine ait olmayan bir toprakta ağaç yetiştirmiş, kuyu kazmışsa; tarla

sahibi gelince tarlasını üzerindekilerle birlikte alır; işgal edenin harcadığı emek dikkate alınmaz.

5. KÖLE HUKUKU

Her köleci toplumda olduğu gibi, burada da kişilerin, hukukî ehliyet bakımından hürler ve

köleler olmak üzere ikiye ayrılırdı. Ağır işlerin çoğu erkek köleler tarafından yapılırdı. Köle

kadınlar ise genellikle câriye ya da süt ana olarak kullanılırlardı.

Ana köle kaynağı harpte ele geçirilen esirlerdi. Savaşların sonuca ele geçirilen ülke halkları

da Assur’a getirilerek kamu işlerinde köle olarak çalıştırılırlardı. Kölelerin de büyük çoğunluğu

toprağa bağlı köle statüsünde idi ve tüm aile efradıyla beraber, yaşadıkları arazi ile birlikte alınıp

satılırlardı. Bir de borçlarını ödeyemediklerinden dolayı köleleştirilenler vardı, bu duruma düşen,

hür kişiler alacaklılarının kölesi olurlardı.

Asur Hukukunda da diğer hukuk sistemlerinde olduğu gibi köleler eşya statüsünde idiler

ise de, zamanla köleler hukukî ehliyet bakımından bâzı haklara sahip kılınmışlardır: mülkiyet

hakkından yararlanma, alım-satım vs. hukukî işlemler yapabilme, mahkemelerde şahitlik

Page 78: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

78

edebilme, hattâ devlet idaresinde bâzı görevler alabilme gibi. Diğer yandan, köleler ancak aileleri

ile alınıp satılabilirlerdi. Aile Hukukuna ait bir takım konularda da bâzı haklardan

yararlanabiliyorlardı. Ancak, Bozkurt, kölelerin bu işlemleri kendi adlarına değil, efendileri adına

yaptıklarını kabul etmenin daha doğru olacağını, kölenin şahsına menkul ve gayrimenkul mal

edinme hakkı tanınmasının uzak bir ihtimal olduğunu belirtmektedir. Öte yandan Asur Hukukunda

hür iken köle statüsüne düşenlerin, köle ana babadan doğmuş kölelere göre biraz daha iyi durumda

oldukları anlaşılmaktadır. Birinci gurupta yer alan köleler mahkemelerde şahitlik yapabiliyor ve

kendi adlarına mühür kazdırabiliyorlardı.

Tanınmalarını sağlamak ve kaçmalarını önlemek bakımından kölelerin kulakları delinir ve

saç kesimi yoluyla işaretlenirlerdi. Onun için, köle kadınların başlarını örtmeleri kesinlikle yasaktı.

Başlarını örten köle kız ve kadınların da kulakları kesilirdi. Başı örtülü bir câriye görüp de onlara

müdahale etmeyen hür kişiler bile, elli değnek, kulak, bir ay kralın hizmetlerinde angarya çalışma

gibi cezalara çarptırılırdı.

Ceza hukuku cihetiyle, suç işleyen kölelere verilen cezalar yönünden kölelerin durumu

farklı olarak düzenlenmişti. Zâten, bilindiği gibi, genel olarak Mezopotamya hukukunda cezalar

belirlemesinde, suçlunun ve mağdûrun sosyal statüsüne göre farklı hükümler yer almaktaydı. Bu

cümleden olarak, Assur Hukukunda bedeni ceza sadece kölelere tatbik edilirdi. Hürlere cinâyet,

hırsızlık gibi suçlar için para cezası verilirken, köleler için farklı hükümler tatbik edilirdi.

6. CEZÂ HUKUKU

Assur Hukuku, adam öldürme, yaralama, hırsızlık, büyücülük, zina, ırza geçme, ahlâk ve

âdaba aykırı davranışta bulunma, hakaret, çocuk düşürme gibi fiilleri suç sayarak, bunlar hakkında;

ölüm, bir uzvun kesilmesi, kısırlaştırma, para, değnek, kral angaryasında çalışma gibi çeşitli

cezâlar tesbit etmiştir. Tahmin edileceği gibi, bu cezalar herkes için yeknesak olarak

belirlenmemiş, toplumdaki statü farklılığına paralel olarak, suçlunun ve mağdurun hür veya köle

oluşu gibi faktörler göz önünde tutulmuştur.

Orta Assur Yasaları'na göre Ölüm cezasını gerektiren suçlar: Evli bir kadına zorla tecavüz

etmek; evli bir kadının zina etmesi; evli bir kadınla evli olduğunu bilerek zina etmek; hamile bir

kadını döverek öldürmek; bir kadının, kendi isteğiyle çocuğunu düşürmesi; bir kadının, hasta veya

ölmüş kocasının evinden bir şey çalıp başka birine vermesi ve bu kadından böyle bir eşyanın

alınması; büyü yapmak vs.

Esas itibariyle cezaların şahsîliği ilkesi kabul edilmekle beraber, aşağıda daha ayrıntılı

olarak bilgi verileceği gibi, bâzı durumlarda, istisnaî olarak, ebeveyninin işlediği suçlardan dolayı,

çocuğun; kocasının işlediği suçlardan dolayı, karısının cezalandırıldığı da görülmektedir. Bizzat

intikam alma ("ihkâk-ı hak") uygulamasına imkân veren bazı düzenlemeler de görülmektedir.

Meselâ, daha önce de işaret edildiği gibi, karısını bir başkası ile yakalayan koca, bizzat kendisi

öldürebilirdi; yasa ona bu hakkı tanımıştı. Cinayet suçunda da benzer uygulamalara yer

verilmektedir.

a. Cinayet

Assur hukukuna göre, adam öldürme suçunun cezası idamdır:

Page 79: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

79

- Eğer bir adam veya kadın, başka bir adamın evine girip, bir adam veya kadını öldürürse,

katiller ev sahibinin yakınlarına teslim edilir.

- Henüz mirası paylaşmamış kardeşlerden biri bir kişiyi öldürürse, öldürülenin yakınlarına

onu teslim edeceklerdir. Can sahibi (öldürülenin yakınları) isterse onu öldürür, isterse mîras payını

alır, affeder.

Dikkat edilirse, her iki hâlde de bir ihkâk-ı hak/intikam uygulamasıyla karşılaşmaktayız.

Suçlu, maktulün yakınlarına teslim edilmektedir ki daha eski tarihli kanunlarda bile açıkça böyle

bir hüküm bulunmadığı dikkate alınırsa, diğer bâzı örneklerde de görüldüğü gibi, bu durum hukuk

anlayışı bakımından bir gerilemeye işaret etmektedir.

Diğer savaşçı devletlerde de görüldüğü gibi, Assur'da da çok çocuk doğurmak yasalarla ve

ahlâkî plânda teşvik edilirdi. Onun için, Assur Hukuku, çocuk düşürmeyi ve bir kadının çocuğunu

düşürmesine yol açacak bir eylemde bulunmayı da çok ağır bir suç saymıştır. Bilerek çocuğunu

düşüren kadına kazığa oturtulma cezası uygulanırdı. Çocuğunu düşürmeye çalışırken ölen kadın

gömülmez, menfur addolunurdu. Müessir fiille hamile bir kadının çocuğunu düşürmesine sebep

olanlara da çok ağır cezalar verilirdi.

- Bir adam hamile bir kadını döverek çocuğunu düşürmesine sebep olursa, 30 mana kalay

verir, 50 sopa vurulur bir ay da kral angaryasında çalıştırılır.

- Eğer bir adam, birisinin hamile karısını döver de çocuğunu düşürtürse; adamın ona

yaptığının aynısı onun karısına da yapılacak, bu adamın hamile karısının çocuğu da düşürülecektir.

- Eğer bir kadın kendi isteyerek çocuğunu düşürürse, ispat edilirse, kazığa oturtulacak, o

gömülmeyecektir.

b. Hırsızlık

Hırsızlık suçu için tâyin edilen ceza, şartlara göre, ölümden para cezâsına kadar değişiklik

göstermektedir:

- Eğer adam hasta veya ölü iken, karısı, evden bir şey çalar ve onu birisine verirse, adamın

karısı ve bu çalıntı malı alanlar öldürülür.

- Hür bir kişinin karısı, başka bir kür kişinin evinden bir şey çalarsa, ve çalınan malın değeri

beş mana kalaydan fazla ise, çalınan malların sahibi şöyle yemin edecek: "Ben ona bu malı almaya

izin vermedim, evimde bir hırsızlık oldu”. Kocası isterse, çalınan malı verir ve kulaklarını keser.

Kocası onun için kurtulmalık fiyatını ödemek istemezse, çalınan malın sahibi kadını alacak ve

burnunu kesecek.

- Eğer bir adam bir hayvanı veya başka bir şeyi çalmışsa, ….mana kalay tazminat verecek,

elli sopa vurulacak ve … gün kral angaryasında çalışacaktır.

Page 80: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

80

c. Zina ve Zina İsnadı/İftirası

Assur hukuku, zina suçu ile ilgili olarak da ölüm cezası gibi ağır cezalar öngörmüştür. Evli

bir kadın zina ederse, hem kendisi hem de suç ortağı ölümle cezalandırılırdı. Ancak, ölüm,

cezasının uygulanması için kadının rızası olması gerekirdi; zorla tecavüz hâlinde kadına ceza

verilmezdi. Kezâ, erkeğin de kadının evli olduğunu bilmesi şartı aranırdı:

- Bir adam, başka birisinin karısına (başkasının karısı olduğu bildiği halde) zorla tecavüz

ederse o adam öldürülür, kadın için suç yoktur.

- Eğer bir kadın zina ederken yakalanırsa, ikisi de öldürülecektir. Ancak, adam karısını

serbest bırakırsa (affederse), kral da adamı affeder.

Genel hüküm bu olmakla beraber, uygulamada, erkeğin karısının öldürmemesi ve

mahkemeden öldürülmesini talep etmemesi durumunda, her iki tarafa da organ kesme gibi bedenî

cezalar verildiği görülmektedir. "Eğer erkek karısına ölüm cezâsı verilmesini istemez de, karısının

burnunu keserse, adam da hadım edilecek, bütün yüzünü parçalayacaklar" [m. 15]. Eski Bâbil

dönemi krallarından İşmedegan (1953- 1935) dönemine ait bir belgede yer alan kayıtlara göre: Bir

âdâm karısını zina halinde yakalar ve onu erkeğin vücuduna bağlayarak mahkemeye getirir. Kral,

ceza olarak kadının cinsel organının kesilmesine, burnunun delinmesine karar vermiş ve teşhir

edilmesi için şehir yönetimine teslim etmiştir.

Assur Hukukuna göre, evli bir kadına zina isnat eden kimse, bu iddiasına şahitlerle ispat

edemezse, bağlanarak nehre atılırdı. Bir kavga esnasında., bir kadının iffet ve namusuna karşı iftira

ve hakarette bulunan kimseye elli sopa vurulur, bir ay kral angaryasında çalıştırılır, para cezâsına

çarptırılırdı; icâbında kısırlaştırma cezası bile uygulanabilirdi:

- Bir adam bir başkasının karısına zina isnat eder, şahit de gösteremezse, itham eden adamla

kadın nehre atılır. (Kimin haklı olduğu hususunda nehrin hakemliğine başvurulur).

- Bir adam, başkasının karısının zina yaptığını iddia eder, fakat bunu ispatlayamazsa, o

adama elli sopa vurulur, bir ay kral angaryasında çalıştırılır, saçı kesilir ve bir biltu (yaklaşık 60

mana) kalay öder.

d. Tecavüz ve Diğer Cinsel Suçlar

Bir adam, başka birisinin karısına (başkasının karısı olduğu bildiği halde) zorla tecavüz

ederse o adam öldürülür, kadın için suç yoktur...

Evli bir erkek, genç bir kıza tecavüz ederse; kızın babası da mütecaviz erkeğin karısını

tutup kendi evine getirir ve aynı fiili onun karısına yapardı. Eğer mütecaviz evli değilse, kızın

babası razı olduğu takdirde kızla evlenebilirdi; ancak bu durumda kız fiyatının üç misli ödemesi

gerekirdi:

- Eğer bir adam, zorla bakire bir kızı yakalar ve onu kirletirse, kızı kirleten adamın karısı,

kirletilmek üzere bakire kızın babasına verilecektir, kocasına dönmeyecek, baba onu alacaktır.

Kızı kirletilen baba, kızını kirleten adama kızını karı olarak verecektir; kız onunla evlenecek, onu

Page 81: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

81

istememezlik yapmayacaktır... Eğer bakire kızın rızası var idiyse, o zaman adamın karısına

dokunulmayacaktır. Adam, bakire kız fiyatının üç misli gümüş tazminat ödeyecektir.

-Âdâp ve ahlâka aykırı hareketler için de çeşitli cezalar belirlenmişti:

Meselâ, bir kadına elle sarkıntılık eden erkeğin parmağı kesilirdi; öper veya ısırırsa alt

dudağı kesilirdi. Kezâ, bir erkeğe sarkıntılıkta bulunan bir kadın da, meselâ dokunursa para

cezasına çarptırıldığı gibi, kendisine ayrıca yirmi değnek de vurulurdu:

- Eğer bir adam, başkasının karısına elle sarkıntılık ederse parmağı kesilir; onu öperse ali

dudağı kesilir.

Homoseksüel ilişki kuranlara da hadım cezâsı öngörülmektedir:

- Eğer bir adam arkadaşıyla yatarsa, ispat edilirse, hadım edilecektir.

e. Diğer Bâzı Suçlar ve Cezaları

Assur Kanunlarında, daha önce diğer hukuk sistemlerinde karşılaşmadığımız bir suçla

karşılaşmaktayız. Evli bir kadının, yaranda babası, oğlu, erkek kardeşi olmadığı halde yolculuğa

çıkması suçu:

- Eğer bir adamın karısı, babası, erkek kardeşi, oğlu tarafından değil de bir başkası

tarafından yolculuğa çıkartılırsa...

Assur kanunları, sihir yapmayı da ağır bir suç saymış ve sihirbazlık yaparken yakalanan

kişi için ölüm cezâsı öngörülmüştür:

- İster bir kadın ister bir erkek olsun, büyü yaparsa, (büyü) ellerinde yakalanırsa, itham ve

ispat edilirse, büyü yapanı öldüreceklerdir.

7. MAHKEMELER VE MUHÂKEME USÛLÜ

Assur'da yargılama faâliyetinin, "karum" denen Pazar yerlerinde kurulan ve “tanrı kapısı"

adı verilen mahkemelerde, "yaşlılar meclisi" ve "şehir meclisi" tarafından yapıldığı

anlaşılmaktadır. Bu şehir meclislerinin başında, o şehirdeki Assur yönetimin başı olan bir prens

bulunurdu.

Adli teşkilâtın başı kraldı, ondan sonra kral adına adâleti icra eden devlet görevlileri gelirdi.

Bu hâkim veya hâkimler heyetine, gerektiğinde şehrin reisi ve eşraftan kimseler de katılırdı.

Aile/kabile şeflerinin de bâzı durumlarda, yasaların verdiği sınırlar içinde yargılama yetkisine

sahip oldukları anlaşılmaktadır. Şef, "Kan’ın sahibi" idi ve aile bireyleri arasında işlenen suçlarda

da hükmü o verirdi.

Yasada belirtilen belli başlı deliller şunlardı: şahit gösterme, yazılı belge, ikrar, yemin ve

"nehir tecrübesi". Davacının mahkemeye delillerini sunması gerekirdi; iddialarını isbat edecek

deliller sunamaması hâlinde, dâva edilene, dâvacının iddialarının vârit olup olmadığı hususunda

yemin teklif edilir, eğer dâvâlı böyle bir iddianın vârit olmadığı hususunda yemin ederse, dâvâcı

dâvâsını kaybetmiş olurdu, Assur Hukuku, dînî bir mahiyette olan yemine büyük bir önem

vermiştir. Çünkü, toplumda, yalan yere yemin edenlerin ilâhların gazabına uğrayacakları yönünde

Page 82: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

82

çok güçlü bir îtikat vardı ve kimsenin yalan yere yemin etmeye cesaret edemeyeceği düşünülürdü.

İlâhların ve mukaddes sayılan bir hayvanın huzurunda yemîn eden bir kimsenin, ilâhların gazabına

uğramamışsa, sözlerinin doğru olduğuna hükmedilirdi.

Suç işleyen ve hele çok ağır bir cürüm işleyen kişi için böyle dînî bir yemin'in pek bir

anlam ifade etmeyeceği düşünülebilir. Ama, bâzı veriler, en ağır suçları işleyen kişilerin ruh

dünyalarında bile, suç işledikleri ânın dışındaki zamanlarda dînin ve dînî değerlerin çok önemli

bir yer işgal etmeyi sürdürebildiğini göstermektedir. Bu noktada, İtalyan cezâ hukukçusu Ferri'den

(1856-1929) aldığımız şu pasaj oldukça ilginçtir:

- "Dostoyevski, canilerin toplumun zannına aykırı olarak, dîne düşkün olduklarını

müşahede etmiştir...Bir Rus köylüsü kâtil de olsa, hırsız da olsa, bundan dolayı ne haç çıkarmayı,

ne de dualarını okumayı unutur. Bunlar gibi, İtalyan haydutlar, da üzerlerinde bir takım muskalar

taşırlar ve bunların dinsel inançları normal ve okur-yazar tabakanınki kadar idealize edilmemişse

bile, bu tabakanınkilerden hiç de daha az ve samîmi ve sarsılmaz değillerdir. Fakat, bu dînî

duygular, bu adamların... cânî ve katil olmalarına mâni teşkil etmez."

Belki de bu kişiler, suç işledikleri zaman, Alman Edebiyatçısı Scholtz'un (1874-1969) bir

romanında işaret ettiği, şu ruh hâli içinde olmaktadırlar:

- "...Gözleri günahla parladığı zamanlar, bütün dîn pek değersiz bir şey oluveriyordu."

8. GENEL BAZI DEĞERLENDİRMELER

a. Birisinin İşlediği Fiilden Dolayı Başkasının Cezalandırılması

Orta Assur Kanunlarında, daha önce Hammurabi kanunnâmesinde de benzerleri görüldüğü

gibi, birisinin işlediği suçtan dolayı başkasının cezalandırıldığı bâzı durumlarla karşılaşılmaktadır.

Daha önce de ilgili yerlerde bunlara işaret etmiş bulunmamıza rağmen, bunlardan bazılarını burada

tekrar hatırlatalım:

Bir adam, bakire bir kıza zorla tecavüz ederse, tecavüz eden kişinin kızı da, aynı fiili ona

yapması için, tecavüz edilen kızın babasına verilecektir. Evli bir kadınla yolculuğa çıkan yabancı

bir erkeğe verilen cezada da buna benzer bir îmâ görülmektedir:

- Eğer bir adam, zorla bakire bir kızı yakalar ve onu kirletirse, kızı kirleten adamın karısı,

kirletilmek üzere bakir kızın babasına verilecektir, kocasına dönmeyecek, baba onu alacaktır...

- Eğer bir adamın karısı; babası, erkek kardeşi, oğlu tarafından değil de bir başkası

tarafından yolculuğa çıkartılırsa... o kadının başkasının karısı olduğunu bildiği halde onunla yola

çıkan kişiye…karısına ne yaptıysa, kadının kocası (tarafından), ona da o yapılacaktır.

Bu örneklerde, tecavüz eden adamın karısı, veya başkasının karısı ile yola çıkan adamın

karısı, cezalandırılmaktadır.

Bir başka hüküm de kocanın gaybûbeti veya terki ile ilgilidir. Bu durumda, kadın beş yıllık

kanunî süreyi bekledikten sonra evlenmiş olsa bile, elinde olmayan sebeplerle evini terk ettiğini

Page 83: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

83

ispat ederse, karısını geri alabilmektedir. Doğan çocuklar, sonraki kocada kalmaktadır. Eğer kadın,

kanunî süre dolmadan evlenmişse, adam hem karısını, hem de sonraki kocasından olan çocukları

alabilmektedir:

Bir kadının kocası başka bir yere gitmişse, kadın kocasını beş sene bekler, altıncı yılın

başında istediği kocayla evlenir. Beş yıldan sonra kocası gelirse, elinde olmayan sebeplerle

gelemediğini ispat ederse, karısı gibi bir kadını verir ve karısını geri alır. Eğer kadın beş yıl

dolmadan başka birisiyle evlenir ve çocuk doğurursa, daha sonra kocası döndüğünde, evlilik

sözleşmesine sadık kalmadığından dolayı, onu ve çocuklarını geri alabilir.

Bu örnekte de, ilk kocanın hakkını koruma adına, duruma göre; eş ve onun sonraki kocası

ve bu ikinci evlilikten doğan çocuklar cezalandırılmaktadır. Bu durumun, o devrin hukuk

mantalitesi açısından nasıl bir açıklaması olabilir? Çünkü, her devirde, bütün hukuk sistemleri

"adaleti sağlama"yı amaç edindiklerini açıkça ifade etmekte, “adalet Tanrısı”nı yüceltmektedirler.

O bakımdan, bize çok haksız, adaletsiz ve kabul edilemez gelen bu hükümlerin onların hukuk

konseptinde bir açıklamasının olabilmesi gerekir. Hammurabi Kanunnâmesi'ndeki benzer

hükümleri müzakere ederken de belirttiğimiz gibi, bu durum, esas itibariyle, hukukun süjesi olarak

"fert/kişi" kavramanın onlarda ve günümüzde farklı olmasından kaynaklanmaktadır. O kültürlerde,

esas itibariyle sâdece aile reisi (aile babası) hukuk süjesi olarak kabul edilmekte, diğer aile fertleri

ona tâbi objeler olarak düşünülmektedir. Böyle olunca, yukarıdaki örneklerde, onların

mantalîtelerinde, her ne kadar cezayı başkası çekiyor ise de aslında cezâlandırılan, suçu işleyen

kişi olmaktadır. Kızına tecavüz eden kişinin işlediği bu fiil sebebiyle onun da karısına tecavüz

edilmesi/karısının elinden alınması durumunda, cezalandırılan kişinin sadece tecavüzcü olduğu

düşünülmekte, konu bu paradigma içinde çözülmeye çalışılmaktadır. O kadının da faklı bir kişilik

ve duygu dünyası olduğu fikri bu paradigma içinde kendine bir yer bulmamaktadır.

Terk veya gaybubet durumunda, daha sonra geri gelen koca durumunda da aynı mantık ve

paradigma işlemektedir. Burada kadına, ikinci kocaya ve bu kocadan doğan çocuklara revâ görülen

muamele ile, Mezopotamya hukukunda gerçek sahibinin elinden rızası dışında çıkan mallara

uygulanan işlem, aynıdır. (Bak. Sumer ve Bâbil hukukunun borçlar hukuku ile ilgili bölümleri).

Malı, rızası dışında elinden çıkan gerçek mâlik, onu elinde bulunduran üçüncü şahıslardan her

zaman talep edebilirdi. Karı, aile reisinin malıdır; kocanın kendi rızası dışında evini, terk etmek

durumunda kalması (esirlik vs. hâli) söz konusu olmuş, karısı da kendi rızası dışında elinden

çıkmıştır. Bu durumda, tıpkı bir ineğinin kendi rızası dışında elinden çıkması durumunda olduğu

gibi, ineğin ve onun ürünlerinin (danalarının) asıl sahibine iadesi gerekir. Ele aldığımız kanun

maddelerinde de, muhakeme aynıdır: Eğer karşı taraf hüsnüniyetli ise, yâni kadının, tekrar

evlenebilmesi için, beklenmesi gereken beş yıllık yasal süre beklenmişse o zaman, eski koca,

"kendi karısı gibi bir kadın"(!!!) vererek karısını geri almakta; yine, hüsnüniyetli olduğu için,

sonraki kocaya evliliğin ürünlerine (çocuklara) sahip olabilme imkânı tanınmaktadır. Fakat eğer,

karşı taraf hüsnüniyetli değilse, yâni, kanunda öngörülmüş bulunan beş yıllık süre

beklenilmemişse, bu durumda, ilk koca hem karısına ve hem de onun ürünlerine sahip olmakta;

ikinci koca ise hiçbir şey talep edememektedir. Yâni kendi içinde bir mantığı ve tutarlığı vardır;

böyle bir çözümle adaletin sağlandığı düşünülmektedir. Büyük bir ihtimalle bütün taraflar, bize

göre haksızlık yapıldığını düşündüğümüz taraflar bile, ortada bir haksızlık olduğunu

Page 84: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

84

düşünmüyorlardı. İnsanların, içinde yaşadıkları kültürün kendilerine sunduğu paradigmaları

aşabilmeleri kolay kolay mümkün olabilen bir şey değildir.

Başlı başına birer hukuk süjesi olarak algılanmadıkları için ne kadının ne de çocukların

arzu ve hissiyatları hiç gündeme gelmemektedir. Bizim kültürel konseptimizdeki, her ferdin, farklı

ve biricik (ünik, nev-i şahsına münhasır) bir varlık olduğu fikrine bu kültür o kadar yabancıdır ki,

sanki mislî bir mal söz konusu imiş gibi, gayet normal bir şekilde, "adama, kendi karısı gibi bir

kadın verir ve karısını geri alır" ibaresi kullanılmaktadır. Bu örnekler bize, tarih içinde fert

konseptinin ve hukuk mantalitesinin bir evrim süreci içinde nasıl geliştiğini göstermesi

bakımından çok önemlidir.

b. Sınama (Nehir Tecrübesi) Uygulaması

"Su tecrübesi" de cezâî konularda başvurulan bir delil ve usûl idi. Eğer sanığın suçlu

olduğuna dair güçlü deliller bulunamamışsa, nehre atılır; kutsallık/tanrısallık izafe edilen Nehir'in

(Nehir İlâhı'nın) hüküm vermesi beklenirdi. Eğer suya atılınca sanık nehrin girdaplarında kaybolup

gider, bir daha suyun üzerine çıkamazsa, bu durum,

Nehir Tannsı'nın bu kişiyi suçlu bulduğu ve gazaba geldiği için onu zapt ettiği, yakalayıp

bırakmadığı ve suya gark ettiği şeklinde yorumlanıyordu. Sanığın bir şekilde sudan sağ çıkması

durumunda ise, bu sonuç, suçsuz olduğu için Nehir İlâhı'nın onu suya gark etmeyerek serbest

bıraktığı şeklinde değerlendirilirdi. Bulunan kayıtlardan, bâzı durumlarda, kişinin bağlanmış

durumda, bâzan da bağlanmadan suya atıldığı anlaşılmaktadır. Bu uygulamaya ilişkin ayrıntılı

bilgilere sahip olmamamıza rağmen; suçluluğu kesin olanların öldürülmek/infaz amacıyla

bağlanarak suya atıldığı (Hammurabi Kanunnâmesi: m. 129, 155); buna karşılık, suçu sabit

görülmeyenlerin, yâni sınama amaçlı atılanların bağlı olmaksızın suya atıldıkları söylenebilir.

Herhalde binlerce masum kişi, masumiyetlerinden emin olarak, nasıl olsa nehir tanrısının

adaletinin tecelli edip kendilerini kurtaracağını son ana kadar ummuş ve İsa'nın çarmıhta söylediği

rivayet edilen "Tanrım!.. Tanrım!.. Niye beni terk ettin!.." nidasında dile gelen psikolojiyi yaşamış

olsalar gerek... Suçsuz olan bir kişinin, bir şekilde ilâhi güçlerce korunacağı inancı, korunması

gerektiği beklentisi, ilâhî güçlerin böyle bir haksızlık karşısında sessiz kalamayacakları konusunda

beslenen umut, insan kültürünün yaygın kabullerinden biri olduğundan, bu inanç da ister istemez,

şu veya bu şekilde hukuk sistemlerini etkilemişe benzemektedir. Bâbil'in millî destanı Gılgameş

Destanı'nda geçen şu ibarede de aynı izler görülmekte:

"Sehpaya asılmış olanı gördün mü?"

- "Evet gördüm. Eğer işlediği günahtan pişman olmuş olsaydı, çivinin kopmasıyla

kurtulurdu”.

Bir çok ilkel toplumda da başkaca delillerin bulunmadığı durumlarda, suçlu ile suçsuzun

ayır edilmesinde, zanlının önüne birinde zehirli yiyecek olan iki tabak koyarak bunlardan birisini

yemesini istemek, zanlıya belirli bir mesafeden mızrak atarak isabet ederse suçlu saymak gibi

yollara başvurulduğu görülmektedir. Suçluyu tesbitte bize bugün oldukça garip gözüken bu

usûlün, pek çok kadîm toplumda, hattâ, daha yakın dönemlerde, feodal Avrupa'da da yaygın ve

geçerli bir uygulama olduğu anlaşılmaktadır. Bu dönemlerin insan zihniyetinde, bir olayın

Page 85: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

85

gerçekliğini deliller üzerine temellendirme fikri gelişmemiş olduğu için, herhangi bir olayda

kişinin suçlu mu suçsuz mu olduğunu belirlemede, gökyüzünden gelecek bir mucizeye bel

bağlamak daha basit ve kolaycı bir yol olarak görülüyordu.

IV. HİTİT'TE HUKUK

Eğer ülkeyi kasıp kavuran veba salgınının tüm Hitit halkını alıp götürmesine göz yumacak

olursanız, size kurban sunacak kimse de kalmaz ve siz de açlık ve susuzluktan ölür gidersiniz!."

Kral II. Mursil'in tanrılara yaptığı istimdat duasından

A. TARİH, TOPLUM, DEVLET

1. TARİH VE KÜLTÜR

20. yüzyıla gelinceye kadar, bilim adamları için Anadolu, Yakın Doğu bölgesindeki

Mezopotamya ve Mısır gibi önde gelen büyük medeniyetlerin yanında pek esâmisi okunmayan bir

bölge idi. Ancak, 20. yüzyılın başlarında durum birden bire değişti. Şimdi biliyoruz ki, Anadolu,

milâttan önce dördüncü milenyuma kadar uzanan büyük medeniyetlerin beşiği olan bir

coğrafyadır. Aslında Anadolu, M.Ö.7000’li yıllardan itibaren Hint-Avrupa dillerini konuşan

halkların memleketi idi. Bunların nereden ve hangi yoldan geldikleri hakkında kesin verilere henüz

ulaşılamamıştır. Akat kralı Sargon-I (M.Ö. XXIV. asır) zamanında Orta Anadolu'da çeşitli

krallıklar bulunduğunu bilmekteyiz. Bu dönemlerde hâkim dilin bir Hint-Avrupa dili ve hâkim

halkın da Hatti'ler olduğu tahmin edilmektedir. Söz konusu döneme ilişkin olarak Anadolu'nun

çeşitli yörelerinde keşfedilen bulgular, saray ve şehir kalıntıları, yüksek bir medeniyet düzeyine

işaret etmektedir. Bunlar içinde en önemlileri, Kuzey-Batı'da Troya ve Poliochini; Güney-Batı'da

da Beycesultan ve Tarsus'tur.

Hatti döneminin ardından, milâttan önce iki binden hemen sonra Küçük Asya'nın ortasında

Kızılırmak havzasında bulunan Kaniş'in yerel prensinin sarayı çevresinde Sâmî (Assur'lu) tâcirler

tarafından kurulmuş tam bir ticarî koloni yapılanması görürüz. Bunlar Mezopotamya dokumaları

ve diğer mamul maddeler karşılığında madenlerin değişildiği bir ticaretle uğraştılar. Bu tâcirlerden

zamanımıza kalabilen iş mektupları, Suriye bozkırlarını ve Toros dağlarını aşarak

Mezopotamya'ya giden ve Mezopotamya'dan gelen yollar üzerinde, eşek sırtında yapılan, ve belki

de milâttan önce üç binlere kadar giden düzenli bir kervan ticaretinin işaretlerini vermektedir.

Assurluların Anadolu'yu kolonileştirdikleri bu çağlarda, Anadolu'daki kervan yolları üzerinde

kurdukları bu ticaret kolonileri genellikle ailenin genç üyeleri tarafından yönetiliyordu. Bu Assurlu

tüccarlardan bâzıları da Anadolu'yu devamlı ikâmetleri yaptılar; ailelerini, eşlerini de yanlarına

getirdiler veya Anadolu'daki kadınlarla evlendiler.

Page 86: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

86

Bu tarihi çevrede, Hitit Krallığı, milâttan önce on yedinci asrın ilk yıllarında Orta Anadolu

platosunda Hatti Ülkesi denen yerde doğdu. Hazar kıyılarından gelen Aryan bir kavim, Hattuşa

(Boğazköy: Çorum'a 80 km) şehrini başkent edindi ve 500 yıl içinde Anadolu'nun büyük bir

kısmını içine alan, ve Kuzey-Suriye'ye Mezopotamya'nın batı eteklerine uzanan bir imparatorluk

hâline geldi. Hitit İmparatorluğunun resmî dili, Neşa dili denilen bir Hint-Avrupa diliydi. Bu

devlet, askerî fetihler ve sağladığı ticarî faaliyet ortamı sayesinde, Anadolu'da kendilerinden önce

mevcut bütün farklı kavim ve kültürleri tek bir İmparatorluk çatısı altında toplayıp sentezlemeye

muvaffak oldu. Hitit kralı I. Murşili döneminde, Bâbil'in de sınırların içine katılmasıyla (M.Ö.

1594), İmparatorluk en geniş sınırlarına ulaştı.

Aslında, Osmanlı İmparatorluğunda olduğu gibi, kurulan devletin adıyla ifade edilebilecek

bir Hitit kavminden bahsedilemez; Hitit toplumu Hitit değildi, bu isim devletin adıydı. Ancak,

onlar da, önceden olduğu şekilde, bulundukları coğrafyayı Hitit (Hattı Ülkesi) olarak adlandırmayı

sürdürmüşlerdir; tıpkı Selçuklu ve Osmanlıların Anadolu'yu "Diyar-ı Rum" (Roma Ülkesi) olarak

adlandırmaya devam etmeleri gibi.

Hitit tarihi, genellikle, Eski Krallık Dönemi (M.Ö. 1650-1450) ve İmparatorluk Dönemi

(M.Ö. 1450-1200) olmak üzere ikiye ayrılarak ele alınır. Bâzı kaynaklarda, kral I. Labarna'nın

Hitit Krallığını kuran hükümdar olduğu, ülkenin sınırlarını Orta Anadolu'dan Akdeniz sahiline

kadar genişlettiği zikredilmektedir. Ancak, Labarna'nın ilk hükümdar olmayıp, ilk Hitit krallarının

unvanı olduğu, belki de I. Hattuşili ile aynı kişi olduğu da ileri sürülmektedir. Labarna ismi zaman

içinde Tabarna’ ya dönüşmüş ve Hitit krallarının unvanı olmuştur. (Milâttan önce on ikinci asrın

başlarında, bir zamanlar Mısır firavunu II. Ramses'e zor anlar yaşatacak kadar güçlü hâle gelmiş

Hitit Anadolu Krallığı, belki de uzun yıllar süren bir kuraklık sebebiyle, anîden yıkıldı. Tarih

sahnesine girmeleri gibi çıkmaları da gizemli bir şekilde vuku buldu, başkentleri Hattuşaş yanıp

kül oldu. Hitit kalıntısı şehir devletlerinden bazıları üç beş asır daha varlıklarını korumaya devam

ettilerse de bunlar da Assur Kralı II. Sargon (M.Ö.717-708) tarafından ortadan kaldırıldı. Bu

durumda Hitit devleti, Bizans İmparatorluğunun bin yıllık tarihine eş bir süre tarih sahnesinde

kalmıştır ki, tarihteki en uzun ömürlü devletlerden biridir. Devlet kurmadan önceki ve sonraki

dönemleri de dikkate alındığında, Anadolu'da 1200-1300 yıl süren bir Hitit döneminden

bahsedilebilir.

2. DİN VE DÎNÎ HAYÂT

Hitit dininin yerel kültürler yanında, özellikle Mezopotamya kültüründen geniş ölçüde

etkilendiği görülmektedir. Dînî dua ve âyinlerde Sumer dili kullanılıyordu. Hitit öncesi

zamanlardan beri Anadolu panteonunun baş tanrıçası olan Arinna (Güneş tanrıçası), aynı zamanda

adalet ilahesi ve Hitit devletinin de koruyucu tanrıçası idi. Ayrıca, Hitit’de her kralın bir koruyucu

tanrısı/tanrıçası vardı. Meselâ, Büyük Kral Hattuşil III (1275-1250), küçük yaştan beri Şamuha

şehrinin tanrıçasını kendi koruyucu tanrısı olarak kabul ediyordu.

Hititler, benzer şartlardaki diğer halklarda da görüldüğü üzere, tanrılarını insan benzeri,

ruhu ve bedeni olan varlıklar olarak tasavvur etmişler; tanrı ile insan arasındaki ilişkileri de köle

ile efendisi arasındaki ilişkiye benzetmişlerdir. İnsanlar ve tanrılar bedenî ve ruhî bakımdan

birbirlerine çok benzerler; onlar da insanlar gibi yerler, içerler, eğlenirler, severler, nefret ederler,

Page 87: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

87

kavga ederler; onlar arasında da akrabalık bağlarının olduğuna inanılır. Onlar arasında da bir

hiyerarşi vardır, "baş tanrı'lar vardır; tanrıların kendi iş ve uzmanlık alanları da söz konusudur.

Tanrıların hoşnutluğu, onların "bedenlerini ve ruhlarını teskin ederek" kazanılır. Onlara yiyecek

ikram edilmeli, "tanrıların evleri" olarak kabul edilen tapınakların bakımına, temizliğine ihtimam

gösterilmelidir. Bu arada ibâdet eden kişiler, tapınak personeli de temiz ve bakımlı olmalıdır. Bu

tanrı-insan ilişkisi o kadar birbirine yakın ve birbirine bağımlı olarak düşünülür ki, dua ve

niyazlarında bâzen bu durum, eğer insanlara yardım etmezlerse doğacak sonuçlardan kendilerinin

de zarar göreceklerini onlara hatırlatmaya ve hattâ onları tehdit etmeye kadar gider. Kral II. Mursil,

bir veba salgını esnasında ilâhlara şöyle seslenir: "Eğer ülkeyi kasıp kavuran veba salgınının tüm

Hitit halkını alıp götürmesine göz yumacak olursanız, size kurban sunacak kimse de kalmaz ve siz

de açlık ve susuzluktan ölür gidersiniz!."

Hitit kültüründe, kişinin işlediği günahın çocuklarına da geçeceği, babalarının işlediği

günahtan dolayı tanrıların onların çocuklarını da cezalandırdığı inancı vardı. Tapınaklarla ilgili bir

düzenlemede, "tanrıyı kızdırırsan, ölüm cezasını soyuna da verir. Tanrı intikam alırsa, suçlunun

yakınlarından da alır" denmektedir. Bu telâkki, doğal olarak, hukuk sistemine de girmiş ve buna

paralel düzenlemeler getirilmiştir.

Nasıl, tanrılara karşı ağır bir saygısızlık yapıldığında, onlar sadece o kişiyi cezalandırmakla

yetinmez, ailesini, çocuklarını, hattâ tüm toplumu cezalandırırsa; efendisi, de kölesi, karşısında

onun tanrısı konumunda kabul edildiğinden, efendisine karşı bir suç işleyen kölenin tüm ailesi

cezâlandırılırdı. Efendisini öldüren bir kölenin de yalnız kendisi değil, tüm ailesi öldürülürdü.

Keza, aynı yaklaşımın bir sonucu olarak, krala baş kaldıranın da tüm ailesi ortadan kaldırılırdı.

Giriş kısmındaki metodolojik tartışmada da ifade edildiği gibi, bir toplumun tanrı konsepti,

din ve inanç dünyası ile o toplumun hukuk anlayışı, ve tüm maddî ve mânevi sistemleri arasında

karşılıklıı ilişki ve etkileşim vardır; burada sebep-sonuç ilişkisini tek taraflı olarak almak doğru

olmadığı gibi, mümkün de değildir. Yâni, insanlar hem inanç sistemlerine uygun bir hayat yaşarlar;

hem de yaşadıklarına uygun bir inanç sistemi inşa ederler.

Hitit ülkesinde, büyük tanrıların makamları olarak kabul edilen kutsal şehirler vardı ve

buralara senenin belli zamanlarında, bizzat kralın da katıldığı hac ziyaretleri yapılırdı. Arinna,

Nerik ve Zippalanda kutsal şehirlerinin başında "Küçük Kral" olarak atanan prensler bulunurdu;

ancak, diğer küçük krallardan farklı olarak, bunların başrahip vasıfları daha ön planda olurdu.

Devlete ait tımar topraklarının tapınaklara ve rahiplere de verildiği görülmektedir. Bâzı

tapınaklara tahsis edilmiş araziler neredeyse küçük bir devlet büyüklüğünde idi. Bunlar ellerindeki

bu toprakları çiftçilere kiraya vererek işletiyorlardı. Rahipliğin itibarlı bir konumu olduğu,

sağlıkları iyi olmayan bâzı prenslerin rahip olmaları için mabetlere verilmesinden anlaşılmaktadır.

I. Hattuşili, siyasî vasiyetnamesinde, yanlış davranışları sebebiyle veliahtlıktan azlettiği oğlu ile

ilgili olarak: "ona kötülük mü işledim? Onu rakip yapmadım mı?" demektedir. Buradan, rahipliğin

çok muteber bir mevki olduğu ve Kralın rahip atama konusunda yetkili olduğu sonucunu

çıkarabiliriz.

Page 88: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

88

3. SOSYAL VE EKONOMİK HAYÂT

Hitit ekonomisi ziraî faaliyetler yanında, önemli ölçüde zanaatlara ve ticarete de

dayanmaktaydı. Savaşlarda elde edilen ganimetler ve tabî ülkelerden alınan haraçlar da ülke

ekonomisinde önemi bir yer tutmaktaydı. Savaş araç ve gereçleri yapımında da çok usta idiler.

Arabanın kullanılmasına ve atın arabaya koşulmasına milâttan önce iki bin beş yüzlerde başlandığı

tahmin edilmektedir.

Çiftçiler, hayvancılık yanında, doğal olarak, tarla ve bahçe zirâatı ile de meşgul oluyorlardı.

En çok ekilen hububat, buğday ve arpa idi, bunlardan ekmek ve bira üretilirdi. Tarla zirâatı

yağışlara çok bağımlı idi ve kuraklıktan büyük ölçüde etkilenirdi. Üzüm bağları, şarapçılık ve elma

yetiştiriciliği de çok yaygındı. Evcil hayvanlardan koyunun yaygın olduğu, koyun yününün çok

kıymetli olduğu anlaşılmaktadır. O kadar ki, elimizdeki fiyat listelerinde yünlü bir [işlenmiş]

koyun derisinin fiyatı, bir koyuna eş değerde olabilmektedir. Sabana koşulan öküzün yanında,

yaygın olarak kullanılan bir hayvan da katırdı.

Para birimi olarak kullanılan bir şekel 12, 5 gram gümüşe tekabül etmekteydi. Halbuki,

Bâbil şekeli 8, 3 gram kadardı. Kırk şekel de bir mana ediyordu. Bâbil'de ise atmış şekel bir mana

idi. Bu durumda, şekel farklılığına rağmen bir mana, her ikisinde de aşağı yukarı 500 gram gümüşe

tekabül ediyordu. Bir koyunun fiyatının yasada bir şekel olarak belirlendiği görülmektedir.

Hitit toplumunda kişiler sosyal ve hukukî statüleri bakımından farklı durumda idiler:

Soylular, râhipler, hür statüsündeki uyruklar, köleler ve "namra"lar. Asilzadeler, devlet yönetimine

katılan tımar sahibi beylerden oluşmaktaydı. Bunlar kendilerine devlet tarafından verilen geniş

toprakların (tımar'ların) gelirleri karşılığında; devlet için, masraflarını kendilerinin karşıladığı belli

miktarda askerî gücü hazır tutarlardı. Mülkiyeti devlete ait bu toprakların kullanım hakkı babadan

evlâda intikâl ederdi.

Orta sınıfı oluşturan hür vatandaşlar; askerler, küçük toprak sahipleri, çiftçiler, esnaf ve

zanaatkarlardan oluşmaktadır. Askerler ve toprak sâhiplerine kıyasla daha aşağı bir konumda

bulunan rençper ve zanaatkarlar, üzerlerinde yaşadıkları araziye bağlı sayılırlardı ve bu yerleri terk

edemezlerdi. Kendileri düzeyinde mahir kalfalar yetiştiren ustaların hizmetine köle tahsis edildiği

(çırak olarak yanına aldığı oğullarını eğitip, kendisi gibi bir usta yapan ailenin, bu hizmetinin

karşılığı olarak ustaya bir köle verdiği) görülmektedir. Namra'lar Hitit savaş hukukuna göre,

harpte, teslim olma teklifini reddeden ve savaşla ele geçirilen şehrin halkı esir/köle statüsüne

geçerdi. Bunlar, İmparatorluğun ıssız bölgelerine sürgün edilir ve oralarda mecbûrî iskâna tâbi

tutulurlardı. Serf-çiftçi statüsüne benzer özel bir hukukî statüye tâbi olan Namralar,

yerleştirildikleri yerlerde oturmakla mükellef olup, bulundukları yerleri istedikleri zaman terk

edemezlerdi.

Nüfusun önemli bir kısmının, sosyal hiyerarşinin en alt basamağında yer alan kölelerden

oluştuğu anlaşılmakta. En önemli köle kaynağı savaşlardı; harpte alınan esirlerden bâzıları kralın

askerî gücü arasına katılır, bazıları tapınak hizmetlerine gönderilir, önemli bir kısmı da

imparatorluğun ıssız bölgelerinde iskâna tabî tutulurdu. Tarım işletmelerinde de önemli miktarda

köle işgücü istihdam edildiği tahmin edilmekte. Köleler, komşu bâzı ülkelerle kıyaslandığında

daha iyi bir durumda idiler. Diğer yandan, köleler arasında da bâzı statü farkları gözetildiği,

Page 89: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

89

beylerin ve askerlerin kölelerinin daha iyi bir konumda oldukları anlaşılmaktadır. Medenî

haklardan tamamen de mahrum değillerdi; meselâ, hür kadınlarla bile evlenebiliyor, bedel

paralarını ödeyen köleler hürriyetlerine kavuşabiliyorlardı.

Toplumsal hayatın temelini teşkil eden "büyük aile"nin şefi aileye ait malları yönetirdi.

Devlete ödenecek vergilerden ve "kral angaryaları” nın ifâsından da o sorumluydu. Kral

angaryaları; yol, kale ve tapınak yapımı/bakımı, bağ bozumu gibi, her türlü işi kapsardı. Çiftçiler,

ayrıca, askerlik hizmetiyle de mükelleftiler. Bundan kaçınanların toprakları ellerinden alınırdı.

İmtiyazlı konumdaki zümreler, rahipler, askerler vs. bu vergi ve angarya mükellefiyetine tabî

değillerdi. Bu ayırım bize, bir yerde, Osmanlı'daki benzer bir durumu.hatırlatmaktadır. Bilindiği

gibi, Osmanlı'da da halk, dinlerine, ırklarına vs. değil, devlet karşısındaki konumlarına göre ikiye

ayrılıyordu. Devlet görevlileri (askerî’ler) ve reâyâ; bir başka ifade ile vergi verenler ve

vermeyenler.

4. DEVLET YÖNETİMİ VE DEVLET TEORİSİ

a) Devlet Yönetimi

Proto Hitit siteleri bir bey idaresinde bir kurultay tarafından idare olunuyordu. Kurultay,

site beyinin başkanlığında toplanarak siyaset ve idare işlerine bakar, hukuk dâvalarını görürdü.

Her sitenin husûsî bir tanrısı vardı. Siteler arasında birlik oluşturulduğunda, bu bey Kral unvanını

alırdı; o sitenin tanrısı da "Büyük Tanrı" haline gelirdi. İbadet ve âyin itibariyle siteler arasında

büyük bir benzerlik vardı.

İlk devirlerde kendilerinden sadece kral veya Büyük Kral diye bahsedilen hükümdarlar,

Tabarna unvanı ile yetiniyorlardı. Sonraları komşu Sami kavimleri ve Mısır'ı örnek alarak, onların

da, başka bâzı unvanlar kullanmaya başladıkları görülmektedir. Tabarna, Hitit devletini kurduğu

kabul edilen eski bir Hitit kralının adıdır. Romalıların Sezar'ı gibi Hititlerin de bu Tabarna ismini

tâcın unvanı olarak kullandıkları anlaşılmaktadır. Tac’a ait bir başka unvan da "Güneşim" idi. Bu

unvan, kendilerini Güneş tanrısı Ra'nın oğlu Horos ile eşit düzeyde ve onların yer yüzündeki

temsilcisi olarak gören Mısır firavunlarından, veya, belki de daha büyük olasılıkla Suriye'den

alınmış olabilir. Büyük Kral'ın tanrılar ile insanlar arasında bir aracı durumunda olduğu ve

vefatından sonra da tanrılaştığı kabul edilirdi.

Bâzı bilim adamları kralın aslında asiller tarafından seçilmiş olabileceğine inanıyor.

Ancak, böyle olsaydı bile soydan gelen ardıllık ilkesi çok kafi olarak benimsenmişti. İlk

zamanlarda Büyük Kral'ın, asilzadelerle memleketin ileri gelenleri tarafından muayyen hanedan

prensleri arasından seçilmek suretiyle iş başına getirildiği anlaşılmaktadır. Fakat bu sistem,

hanedana mensup prensler arasında korkunç bir rekabete ve kanlı iç çatışmalara yol açıyordu.

Bunları önlemek için, kral Telepinu, meşru surette tahta geçmeyi düzenleyen bir anayasa ilân etti.

Bu fermana göre, hüküm süren kral, yerine geçecek prensi seçme hakkını haizdi; fakat nasbedilen

bu prensin resmen veliaht olabilmesi için Pankuş (Panku) Meclisi'nce de kabul ve tasdik edilmesi

gerekirdi. Bu uygulama giderek rutin hâle gelmiş. Büyük Kralın önerdiği prensler Pankuş

tarafından hep tasdik edilmiştir.

Page 90: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

90

Kralın seçeceği veliahdı birinci eşinden doğma prensler arasından seçmesi gerekirdi, en

büyük evlat olması şart değildi. Kral Telipinu'nun koyduğu veraset kurallarına göre tahta varis

olma hakkı, anneleri en üstteki iki sırada olan prenslerindi. Kralın baş kadını konumundaki

Tavananna'nın oğulları, tahta ilk aday konumundaydı. Eğer birinci eşten doğan erkek evlat yoksa

o zaman ikinci eşten doğma prensler arasından belirlemesi gerekirdi. Eğer ikinci eşinden de erkek

çocuğu yoksa, Telepinu Fermanı'na göre, birinci eşinden olan kızına uygun bir eş bulunur ve kişi

veliaht olurdu.

Büyük Kral, prensesler vasıtası ile vasal krallıklarla ya da yabana hanedanlarla akrabalık

bağları oluşturma gibi nedenlerle çok sayıda çocuğa gereksinim duyardı. Prensler de krallık

içindeki idarî, dînî, askerî ve diplomatik görevlerin yara sıra, yine aynı amaca hizmet ederlerdi.

Büyük Kral'ın eşlerden ve câriyelerden bir hareme sahip olmalarının bir nedeni bu diplomatik ve

siyasî amaçlardır. Eğer tek bir eşle yetinirse bu amaçlar gerçekleştirilemezdi. Prens ve prensesler

annelerinin, statüsüne göre sıralanırdı. En önemli sorumluluklar, en yüksek rütbeli evlatlara

mahsustu.

Veliaht olarak tâyin edilen prens, devlet yönetimine katılır; kral ve kraliçe ile birlikte

merasimlere, dînî âyin ve törenlere iştirak ederdi.

"Küçük Kral" unvanı ile, belli bir bölgenin idaresi ile görevlendirildiği de olurdu; bazen

de, o zamanlar çok önemli bir görev olarak kabul edilen, büyük tanrılardan birinin başrâhipliği

görevi kendisine tevcih edilirdi. Kral, sağlığında, intihap ettiği veliahdın kabiliyetsiz ve liyakatsiz

olduğunu görürse, kendisini veliahtlıktan azledebilirdi. Nitekim, elimize ulaşan bir belgeden, kral

I. Hattuşili' nin (1660-1630), daha önce veliaht olarak atadığı oğlunu veliahtlıktan azlederek torunu

Murşili'yi veliaht olarak atadığı ve bunun gerekçelerini Pankuş Meclisi üyelerine açıkladığı

anlaşılmaktadır. Bu vasiyetnamenin son cümlesi şöyle bitiyor: "Bakın buraya: Mürşili şimdi benim

oğlum. Onu tahta oturtacaksınız. Tanrı onun kalbini bir çok iyi hasletle doldurdu. Bir aslanın

yerini, tanrı ancak bir aslana verir."

Başlangıçta kentlerdeki "Yaşlılar Meclisi'' gibi çalışan Hattuşi Yaşlılar Meclisi'nin zaman

içinde soylular meclisine dönüşerek Pankuş hâlini aldığı söylenebilir. Kralları ve kraliçeleri bile

sorguya çekmek ve haklarında hüküm vermek salahiyetini haiz olan Pankuş Meclisi kralın

oğulları, kardeşleri, yakınları ve torunlarıyla, yüksek devlet erkânı, cengâverler ve memleket

ayanından teşekkül ediyordu. Devlet erkânı arasında, saray muhafızlarının başı, saraylıların başı,

içki sunucuların başı, hâzinenin yöneticisi, âsâ taşıyıcılarının başı, evin babası, at uşağı gibi

görevliler sayılabilir. Yeni kralın taç giyme merasimi sırasında, yeni krala baş rahip tarafından

mukaddes yağ sürülür, kendisine yeni bir ad verilir, "İşte bu kraldır, Ona kral adını verdim, kral

elbisesi giydirdim, başına krallık tacını koydum..." denilerek takdis edilirdi.

Pankuş Meclisi'nin ağırlığının dönem dönem değiştiği anlaşılmaktadır, Kraldan oldukça

müstakil hareket edebildiği, hattâ Kral ve kraliçeyi bile yargılayabildiği dönemler olduğu gibi;

kralın önerilerini bir formalite kabilinden onayladığı dönemler de olmuştur. Güçlü olduğu

dönemlerde, Kral’ın mutlak otoritesini ciddî biçimde denetleyen ve frenleyen bir işlev görmüştür

ki bu dönemlerde Hitit devlet sistemini, belki de “târihteki ilk meşrutî monarşi” olarak

nitelendirmek mümkündür. Büyük Kral, veliahdın belirlenmesi gibi önemli devlet meselelerinde

Page 91: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

91

Pankuş'un görüşünü ve onayını almak zorundaydı. Soylular, Kral tarafından değil ancak Pankuş

Meclisi'nce yargılanabiliyordu; Kral âdeta "eşitler arasında birinci" konumundaydı. Pankuş,

denetleme görevleri dışında, kral ailesi içindeki anlaşmazlıkları çözmek gibi görevler de yapardı.

Pankuş'un kararlarına büyük kralın bile uyması zorunlu idi. Pankuş, gerektiğinde kralı, panku

üyelerini ve yüksek devlet erkânını yargılayan bir yüksek mahkeme olarak da çalışırdı. Son

döneme doğru, kralın otoritesinin artması ölçüsünde, bu meclisin ağırlığının giderek azaldığı

anlaşılmaktadır.

Kraldan, sonra en saygın kişi olan kraliçeye "Tavannanna” denilirdi. Telepuni Kanunu'na

göre, kadınlar hükümdar olamamakla beraber, kraliçeler harbe giden kocalarına veya küçük yaşta

kral olmak durumunda kalan oğullarına naiplik edebiliyorlardı. Kralın birden fazla eşi olabilirdi,

ancak bunlardan sadece ilk eş kraliçe kabul edilirdi. Kraliçe bayram ve merasimlerde Kralın

yanında yer alırdı. Tavannanna'ların Hititlerdeki en asil ailelere mensup oldukları anlaşılmaktadır.

Kral öldükten sonra da dul kraliçe Tavannanna unvanını taşımaya devam eder; vefatından sonra

bu unvan yeni kralın ilk eşine geçerdi. Bunların, aslında, daha eski dönemlerden kalma

uygulamalar olduğu ve Hitit kraliçelerinin oldukça bağımsız bir konumda olmalarının, erken

dönem Hitit Krallığında görülen siyasî istikrarsızlıklarda payı bulunduğu da ileri sürülmektedir.

Hitit devleti, feodal ve federatif nitelikte bir devlet yönetimine sahipti. Kendisine tabî

beyler ve reislerle hükümdar arasındaki yetki ve mükellefiyet ilişkileri yazılı belgelerle tesbit

edilir; Tabarna onların yetki ve otoritelerini tanır, onlar da Büyük Kral'a sadâkat gösterme, onun

otoritesini kabul ve bunun gereği olarak ona senelik belli miktarda vergi ödeme ve askerî yönden

destekte bulunma sözü verirlerdi. Hitit İmparatorluğu büyük ölçüde, yöneticileri önemli yerel

yetkilere sahip bulunmakla beraber Hitit hükümdarları tarafından kendileriyle yapılan kişisel

anlaşmalarla formüle edilmiş bir dizi yükümlülüklere tabî olan vasal devletlerden oluşuyordu.

İdare edenler sınıfının çoğunluğunu teşkil eden tımar sahibi beyler, asilzade sınıfını

oluştururdu. Bu arazilerin mülkiyet hakkı devletindi, intifa hakkı ise bu devlet görevlilerine

devrediliyordu. Bunlar, kendilerine verilen ve Hititçe "şahhan" adı verilen arazi ve arpalıklar

karşılığı olarak, devlet tarafından verilen bir takım vazifeleri yerine getirmekle mükelleftiler.

Bunların başında, masraflarını kendilerinin karşılayacakları savaş arabaları ve askerleri hazır

tutmak geliyordu. Savaş durumunda her bey maiyetindeki asker ve savaş arabalarıyla kralın

ordusuna katılırdı. Bunun karşılığında, savaşta ele geçirilen ganimetlerden kendilerine bir pay

verilirdi. Ayrıca, savaşlarda yararlık gösteren askerlere, kralın emirnamesi ile köy cemaatleri

tarafından tımarlar verilirdi.

Yönetimdeki en önemli kişilerden biri "Bel Madgaltı" (Nöbetçi Kulesinin Efendisi) idi; bu

sıfat kralın askerî-bölge valileri için kullanılırdı. Bunların görev ve yükümlülükleri çok kapsamlı

idi; kralın topraklarını yönetir ve vergilerini toplarlardı. Ayrıca, yerel mahkemelere nezaret etmek

için bölge civarında seyahat etmelerini gerektiren adlî bâzı işlevleri de vardı. Ve yaptıkları bütün

bu faaliyetleri bizzat kralın kendisine rapor etmek zorundaydılar.

Ele geçirilen bâzı tabletlerdeki yazılarda, Hitit krallarının, ülkeyi yönetme görevlerini

"üzerinde titrenmesi gereken bir emânet" olarak algıladıklarına, yakınlarını kayırmamaya özen

gösterdiklerine, yaptıklârı işlerden dolayı hesap verdiklerine, halktan daha sade bir hayat sürmeye

Page 92: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

92

gayret ettiklerine dair ifadelere rastlanmaktadır. I. Hattuşili (MO 1660-1630), kendisinden sonraki

hükümdara politik vasiyetinde, sade bir hayat sürmelerini, zorluklar karşısında dayanıklı

olmalarını ister: “(Sadece) ekmek yiyip, su için... Başka lükse kaçmayın". Yöneticiler atanırken,

adil, dürüst ve tarafsız bir yönetim sergilemeleri, zayıfın karşısında güçlüyü kollamamaları, dul ve

yetimlerin ezilmelerine müsâade etmemeleri hususunda sıkı sıkıya tembîhâtta bulunulurdu:

“Gittiğiniz şehirdeki halkı toplayın, köle, dul, kimsesiz demeden kimin ne meselesi varsa

dinleyin ve onları tatmin edecek şekilde çözün. Haklıyı haksızdan ayırın, doğru olanı yapın”.

b. Devlet Teorisi

Monarşik sistem, otokratik ve teokratik bir nitelikte idi. Kanun yapma, hukukî ihtilâfları

çözme; yönetim ve askerlikle ilgili tüm yetkiler Büyük Kral'ın şahsında toplanmıştır; emir ve

yetkileri mutlaktır, tartışılamaz. Emirlerine karşı gelen kişi veya guruplar aileleri ve evleriyle

(yerleşim yerleriyle) birlikte yok edilirlerdi. Hitit kralları, o devirden kalma kabartmalarda, Hitit

dünyasının en büyük din adamı olduğunu simgeleyen bir kıyafetle, başında takke ve topuklarına

kadar uzanan bir cüppe ile resmediliyor. Ayrıca Hitit çomağı taşıyor ki, stilize edilmiş bu çoban

değneği, kendisinin, tanrının yeryüzündeki baş temsilcisi olarak insan türünün çobanı (güdücüsü)

ve adaletin yüce efendisi olduğunu, adlî gücünü, simgelemekte.

Büyük Kral aynı zamanda "Baş Rahip" olarak, en yüksek rûhâni yetki ve otoriteye de

sahipti. Bu sıfatı ile, tanrılar ile insanlar arasında bir vasıta işlevi gördüğüne ve ölümünden sonra

ise tanrılaştığına inanılırdı. Kullarının çoğunun gözünde o büyük bir olasılıkla gök ve yer arasında

duran bir varlıktı. Hitit tabletlerinde, kralın ölümünden bahsedilirken; "kral öldü" ifadesi yerine,

"o tanrı oldu" denmektedir. Önemli dînî âyinlerde kraliçe ve veliaht da Büyük Kral'ın yanında

bulunurdu. Eyalet valileri de dînî âyin ve törenlerin zamanında ve usulüne göre yapılmasından

sorumlu olup, kral adına bu merasimlere katılırlardı.

Teorik olarak ise, Büyük Kral aslında ikincil bir konumdaydı, görevini "kutsal yetki"den

alırdı; o da, kendisini egemen kılan Fırtına Tanrısı'na karşı sorumlu idi ve kendisini sık sık onun

kölesi ya da hizmetçisi olarak takdim ederdi: "Fırtına Tanrısı, Labarna'yı kendi vekili yaptı ve

bütün Hattuşaş ülkesini ona verdi. O sadece Fırtına Tanrısının kahyası gibi hükümdarlık yaptı.

'Fırtına Tanrısı, kralın şahsına (kötü niyetle) yaklaşan herkesi mahvetsin”.

Hitit kralının en önemli görevlerinden biri de kanun koyma ve yargılama işlerini yürütmek

idi. Hür vatandaşların işledikleri, ölüm cezasını gerektiren önemli suçlarla, yüksek devlet

kademelerindeki kişilerle ilgili dâvalara kral ru'yet ederdi. Kralın Tanrılar adına kanun koyma

uygulamasının nasıl gerçekleştiğine ilişkin spesifik bir açıklama bilmiyorsak da, durumun böyle

olduğuna ilişkin inanç ve kabullerin Hitit kültürüne sinmiş olduğunu gösteren açık işaretler vardır.

Ülkede adaleti sağlayanın "Güneş Tanrısı" olduğuna inanıldığını biliyoruz. Uygulamada ise bu

görevi Kral ve onun görevlendirdiği kişiler yürüttüğüne göre onların, tanrısal bir işlevi yerine

getiren kişiler olarak algılandıkları açıkça anlaşılmaktadır. Güneş Tanrısı, "hükmün âdil efendisi"

olarak, yâni hakîkî yargıç mevkiinde görülmekte, bir dua metninde ona şöyle niyaz edilmektedir:

"Ey Güneş Tanrısı! Ülkelerin törelerini sen tâyin edersin."

Page 93: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

93

Ancak, başka bir açıdan bakıldığında, Mezopotamya'daki ve hele İbranilerdeki yasa

metinlerinin sunuluşunda görüldüğü gibi, bu metinler bir yerde, ilâhî esin kaynaklı olduğu gibi

iddialar taşımayan; sade, açık sözlü, seküler metinlerdir. Öyle, metinlerin yazılı olduğu anıt taşlar

falan söz konusu değildir. Metinlerin yazılışında da pek bir özen gösterilmediği görülmektedir. Bu

duruma belki şöyle bir açıklama getirilebilir. Genel plânda yasaların ve adalet dağıtma gücün

tanrılardan kaynaklandığını ve Büyük Kral eliyle uygulandığı kabul edilmekle beraber, bu inanan

Hitit mantalitesine söz konusu yasaların putlaştırılması şeklinde bir anlayışa değil; Büyük Kral'ın

şartların icâbına göre bu yasalarda yeni bâzı uyarlama ve düzenlemelere gitmesini de aynı ölçüde

normal ve tabiî karşılama yönünde bir yaklaşıma kapı araladığı söylenebilir.

Teorik açıdan, yeni bir kralın tanrı tarafından seçildiği ileri sürülürse de, mevcut kralın

halefini tâyin ve ilân ettiği metne bakıldığında, tanrının bu seçimdeki rolüne ilişkin hiç bir işaret

görülmez: I. Şuppiluliuma, vasal yöneticisi Hukkana'ya bildirir: "Şimdi sen, Hukkana, sadece

Haşmetmeâp olan beni efendi olarak tanıyacaksın! Ben, Haşmetmeâp, oğlum için 'herkes bunu

tamsın' derim ve böylece onu diğer kardeşlerinden ayırırım. Sen Hukkana, onu tanırsın!”…

Egemenliğinin tanrıya dayandırılmasının, işler yolunda gittiği zaman Büyük Kralın

otoritesini güçlendirdiği muhakkaktır. Ancak, aksi durumlarda, bunun şöyle olumsuz bir yönü de

olabilirdi. Bir ülkede salgın hastalık, kıtlık, büyük felâketler çıkarsa bu durum tanrının bir

gazabının bir işareti olarak değerlendirilirdi ve bu kadar büyük bir gazaba da sıradan insanlar değil,

ancak, Tanrının ülkeyi eline teslim ettiği Büyük Kral'ın yanlış bâzı davranışlarının yol açmış

olabileceği düşünülürdü. İşte böyle bir felâketle baş başa kalınması durumunda Büyük Kral

oldukça güç bir durumda kalabilirdi.

B. HUKUKÎ HAYÂT

Hititçede “yasa” kavramına karşılık gelecek belirli bir kelime bulunmamaktadır.

"Gelenek," örf, âdet kelimeleri "yasa" kadar güçlü bir anlam ifade eder. Ancak, Hititçede, "adalet"

veya "âdil davranış" anlamlarına gelen "handantatar" kelimesi bulunmaktadır. Bunun karşıtı olan

davranışlar ise, "doğru olmayan" “geleneklere, örflere uygun olmayan” veya "izin verilmeyen"

anlamlarına gelen “natta ara" kelimesi ile ifade edilmektedir. Bugünkü hukuk terminolojimizde

"yasaya aykırı" şeklinde belirttiğimizi Hititler, "bu doğru olmaz" şeklinde ifade ediyorlardı.

Hititlerin birçok konuyu niye yasalarla düzenlemedikleri sorusunun cevabı da belki bu hukuk

mantalitesinde yatmaktadır. Yasalarla düzenlenen çok sınırlı bir alanın dışındaki tüm hukukî

ihtilaflar yazılı olmayan, gelenek hukukuna göre düzenleniyor ve çözümleniyordu.

Hititlerin kendilerinden önce Anadolu'da yaşayan Hattilerin yasa ve törelerini aldıkları ve

bunları geliştirdikleri anlaşılmaktadır. Diğer yandan, Hitit dîni gibi Hitit hukuku da Mezopotamya

hukukundan büyük ölçüde etkilenmiştir. Çivi yazısı kullanan Hititlerin ve Hurrilerin, hukukî ve

iktisadî belgelerini Sumer ve Bâbil örneklerine göre tanzim ettikleri görülmektedir. Diğer kadîm

topluluklarda olduğu gibi, Hitit hukuku da dinle iç içedir ve Hammurabi Kanunnâmesi'nin etkisi

her yerde hissedilir. Sumer'de görüldüğü şekilde, adalet kavramı Güneş'le sembolize edilir ve

Güneş tanrıçası Arinna, adaletin koruyucusu ilâhe olarak kabul edilirdi.

Hitit Hukukunda cezalarının Hammurabi Kanunnâmesi'ne kıyasla daha yumuşak olması

yanında, bu eğilimin zaman itibariyle giderek daha da arttığı; tazmînât miktarlarının önceki

Page 94: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

94

dönemlere kıyasla yarı yarıya azaldığı görülmektedir. Bu gelişmede, gelenek hukukunun yerini

yazılı hukukun almasının da önemli rol oynadığı söylenebilir. Çünkü, genel olarak, gelişimlerinin

erken dönemlerinde örf hukukunun geçerli olduğu aşamalarda, çeşitli suçlara verilen cezalar, yazılı

hukuk aşamasına geçildiği dönemlere kıyasla çok daha serttir. Hammurabi Kanunnâmesi'ndeki

suça yaklaşım felsefesi, "kısas", "misliyle mukabele" ilkesi olduğu halde; Hitit hukuk mantalitesi,

doğan zararın bir şekilde giderilmesi ve mağdûrun bu yolla tatmin edilmesi esası üzerine

kuruludur. Mağdur tarafa hiç bir maddî yarar getirmeyen, sırf suç işleyen kişiye acı verme, ödetme

ve öç almaya dönük cezalara pek îtibâr edilmediği görülmektedir. Hititçede adalet kavramının

karşılığı olarak kullanılan “handantatar" kelimesi, suçlu tarafından bozulan, sosyal denge ve

düzenin tekrar ihdas edilmesi gibi bir anlam içermektedir. İşlenen suçun yasada öngörülen

cezasının verilmesi, tazminatın ödenmesi durumunda artık suçlunun kendini temize çıkardığı,

sanki o suçu hiç işlememiş gibi olduğu, kabul edilirdi. Kişi toplum içindeki eski konumuna

rahatlıkla dönebilir, tapınağa gidebilir, rahip bile olabilir ve hattâ baş-râhip durumundaki Büyük

Kral'ın huzuruna dahi çıkabilirdi. Ancak, bâzı istisnaî suçlar vardı ki, bunları işleyenler, cezalarını

çekmiş olsalar bile, bu son göreve konumlarda bulunmalarına müsâade edilmezdi.

Zaman içinde kolaylıkla bâzı yeni düzenlemeler ve değişikliklere gidilebilmiş olması Hitit

hukukunun bir başka önemli özelliğidir. Buna karşılık, meselâ Sâmi kökenli Assur ve Bâbil

yasalarının, pek çok yerde, ilkel kabile törelerinden kaynaklanan kurallara, saplanıp kaldığı ve

hukukî alanda Hitit hukukunda görülen iyileştirilmelerin gerçekleştirilemediği görülmektedir.

Hitit toplumu, gelişmiş ve içselleştirilmiş bir adalet duygusuna sahipti. Bir kimseyi, ölüm

cezasına çarptırılacakları bir ülkeye teslim etmek, onların adalet anlayışına göre doğru olmayan

bir davranış sayılırdı. Günümüze ulaşan yazılı yasalarının hiç birinde bedensel cezâ

öngörülmemektedir, para cezaları ağırlıktadır. Diğer yandan, tazminat almaya hakkı olan kişiye,

kendisine karşı suç işleyen kişinin mal varlığından bu zararı karşılaması imkânı tanınırdı.

Hitit hukukunun bir başka temel ilkesi de, adaletin, kişinin sosyal statüsüne veya mal

varlığına bağlı olmaksızın herkese eşit dağıtılması çabasıdır. Kişilere, adaletsiz olduğuna

inandıkları her türlü mahkeme kararına karşı, temyiz mercii olarak Krala başvurma hakkı

tanınmıştı. Haksızlığa uğrayan kişilerin itiraz ve başvuruları üzerine kral veya onun temsilcisi yerel

hâkimlerin verdikleri kararları, uygulamak istemeyen, direnmeye kalkan mütegallibeye karşı çok

sert hükümler getirilmişti.

Hitit Hukukunun, özellikle tarım kesiminde mülkiyet haklarının korunması husûsunda

büyük bir hassasiyet gösterdiği açıkça görülmektedir. Hitit kültüründe tarlaların sınırlarını

belirleyen işaretlere riayet etmek dînî bir mahiyet de taşırdı. Bu sınır çizgileri, Fırtına tanrısının

dizleri, göğsü/bağrı gibi kabul edilir, bunları ihlâl etmenin ona eziyet vereceği düşünülürdü.

Başkasının tarlasına, mahsulüne, hayvanına veya üretimde kullandığı âletlerine zarar veren kişiye,

verdiği bu zararların ödetilmesi, üzerinde çok durulan bir husûstu. Öngörülen tazminat miktarları,

zarar verilen şeyin ekonomik değerine göre dikkatli bir şekilde ayarlanmaya çalışılmıştır. Meselâ

birisine ait sıradan bir köpeği öldürülmesi durumunda sahibine ödenecek tazminat miktarı, eğitimli

bir çoban köpeğinin öldürülmesi durumunda yirmi kata kadar çıkabiliyordu.

Page 95: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

95

Hititler, dünyadaki mahkemelerin yanında bir de göksel bir mahkemenin varlığına

inanırlardı. Yasaların kaynağı Güneş Tanrısı olduğundan, bütün canlılar için bu yasalara uymak

bir gereklilik ve zorunluluktu. Toplumdaki herkesin; kadınların, kölelerin, çocukların, hattâ

konuşamayan hayvanların, bitkilerin ve ağaçların da hakları olduğu düşünülürdü. Bu bakımdan,

yasalarda bâzı çevre suçlarına da yer verildiği görülmektedir. Haklı ve haksızın belirleneceği asıl

yer, Tanrıların huzuru idi. Böyle olunca, yasaları çiğneyen bir kişi, dünyevî mahkemelerin

yakasından bir şekilde kendisini kurtarmış olsa bile, tanrıların gazabından kendini kurtaramazdı.

Çünkü tanrılar her şeyi bilirler ve kimse onlardan kaçamaz. Ayrıca, onlar, insan yargıçlar kadar

merhametli de olmayabilir ve sadece onları değil, tüm soylarını, çocuklarının çocuklarını bile

cezalandırabilirdi.

1. POZİTİF HUKUKUN GELİŞİMİ

Hitit hukukuna ve bunun uygulanmasına ilişkin bilgilerimiz günümüze ulaşan mahkeme

kayıtları, saray kronikleri, ferman ve yazışmalar ile tarihi M.Ö. XVII. asra kadar giden ve krallığın

son günlerine kadar çeşitli adaptasyon süreçlerinden geçen yasa koleksiyonudur.

Boğazköy (Hattuşa) harabelerinde, üzerinde kanunların kazılı olduğu birçok kil tablet

parçası bulunmuştur. İki ayrı seriye ait olduğu anlaşılan bu tabletler iki yüz kadar kanun maddesi

içermektedir. Bir "kanunlar kolleksiyonu" olduğu anlaşılan bu metinlerde bir çok yerde, “eskiden

şu cezâ uygulanırdı, fakat şimdi kral bir başka ceza emretti” gibi ifadeler ver almakta ve ikinci

cezaların genellikle eskisinden daha hâfif olduğu görülmektedir. Suç hangi şehirde işlenmişse

infaz da o şehirde yapılırdı.

Hititlerde hukukun gelişen bir organizma gibi düşünüldüğü, tutucu bir tutum takınmak

yerine, değişen ihtiyaçlara göre kanunları değiştirmekten çekinmedikleri anlaşılmaktadır. Yasa

düzenlemelerinin çok sınırlı konulara inhisar ettiği, evlenme, miras ve sözleşme konularında yasal

düzenlemelerin bulunmaması, bizi, bu konuların geleneklerle düzenlendiği ve teamüllere

bırakıldığı gibi bir sonuca götürmektedir: Halbuki, bilindiği gibi, Bâbil ve Assur'da sözleşmelerle

ilgili olarak ayrıntılı yasal düzenlemeler bulunmaktaydı.

Hitit devleti ortaya çıkmadan önce Mezepotomya'dâ kanun koyucu krallar ortaya çıkmış

ve sosyal hayatta reform niteliğinde sonuçlar doğuran bir takım hukukî düzenlemelere gitmişlerdi.

Hitit kültürü de, hem coğrafî konumu, hem ticarî ilişkileri itibariyle, hem de zaman zaman

Mezopotamya'daki büyük güçlerin bizzat istilasına uğramış bir bölge olarak bu hukukî

düzenlemelerin büyük ölçüde etkisi altında kalmıştır.

Hitit yasalarında, Mezopotamya kanun koyucularının en başta ilân ettikleri gibi, bir felsefî

arka plân, veya genel bir toplum mühendisliği iddiasıyla yola çıkılmaz. Bunlar, daha çok sorun

çözme amaçlı sıradan metinler şeklindedir ve bölük pörçük bir yaklaşım sergilenir. Maddelerin

düzenlenmesinde mantıksal bir yapı da görülmemektedir; sistematik olmaktan uzak bir medenî

hukuk ve ceza hukuku karşımı hükümler şeklindedir. Düzenleniş şekline bakıldığında ve

ifadelerdeki bâzı tuhaflıklar dikkate alındığında, yukarıda belirtildiği gibi, bu yasa metninin çeşitli

ihtilaflar üzerine mahkemelerce verilen hükümler esas alınarak hazırlandığı anlaşılmaktadır.

Page 96: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

96

Ancak, bu pratik amaçlı düzenlemelerin de genel bâzı ilkeleri yok değildir. Bunlardan biri,

kişilerin mallarına ve canlarına karşı vuku bulan saldırılardan dolayı uğradıkları zararların, bu

saldırıyı gerçekleştiren tarafça tazminini talep etme haklarının tanınmış olmasıdır.

Hitit Yasası’nın hangi hükümdar tarafından konulmuş olduğa zikredilmemekle beraber,

Eski Hitit Krallığı döneminde (1650-1500) tedvin edildiği anlaşılmaktadır. Ancak, metindeki,

"eskiden şöyle yapılırdı, şimdi ise böyle yapılır" gibi ifadelerden, elimizdeki bu yasa metinlerinden

daha eskiye ait bâzı örf ve âdet uygulaması şeklinde sözlü veya yazılı uygulama ve düzenlemelerin

de olduğu sonucu çıkmaktadır. Bu peryod içinde, yasalarda yapılan değişiklik ve getirilen

yeniliklerin, ölüm cezalarının sınırlanması, işkence ile öldürmenin kaldırılması, cezalarda indirime

gidilmesi gibi daha insancıl bir istikamette gerçekleştiği görülmektedir.

Ele geçen tabletlerdeki Hitit Kanunları, her konudaki kanun maddelerini ihtiva eden

Hammurabi Kanunnâmesi gibi bir kod değildir. Diğer yandan, Hitit kanunlarının sadece bu iki

metinden ve takriben iki yüz maddeden ibaret olduğunu kabul etmek de oldukça güçtür, iki tablet

arasında bir irtibat bile görülmemektedir. Bunlar belki de henüz tamamına ulaşılamayan bir

mecellenin iki bölümü olabilirler.

2. AİLE HUKUKU

Hitit toplumunda aile, pederşahî nitelikte olup; aile reisinin eşi ve çocukları üzerindeki

hâkimiyeti tartışılmazdı. Elimize geçen kil tabletlerde yer alan ifadelerden ve yasa maddelerinden

bu husûs açıkça anlaşılmaktadır: Baba, çocuklarını, öldürdüğü veya ölümüne sebep olduğu kişinin

yerine bedel olarak verebilir, icâbında onları satabilirdi [m. 48]. Evlenme ile ilgili metinlerde

geçen, "babanın kızını damada vereceği" şeklindeki ifadelerden babanın çocukları üzerindeki

otoritesi; "damat eşini alır ve ona sâhip olur" gibi ibârelerden de erkeğin karısı üzerindeki

hâkimiyeti açıkça anlaşılmaktadır. Boşanma durumunda, bir çocuk hâriç, diğer çocuklar babaya

bırakılırdı. Levirat âdeti uygulanıyordu. Karısını başka biriyle yakalayan kocaya her ikisini de

öldürme hakkı tanındığı halde [m.197], kocanın başka hür kadınlarla veya câriyelerle evlilik dışı

münasebetlerine cevaz vardı.

Ancak, Anadolu'nun bâzı kesimlerinde, özellikle Likyalılar (Güney-Batı Anadolu/Teke

Yarımadası halkı) arasında anaerkil sistemin Heredotos zamanında bile hâlâ yürürlükte olduğu

anlaşılmaktadır. Diğer yandan, Hitit toplumunda kadınların bâzı haklara sahip olduklarını da,

"evlenecek kızlarla ilgili kararın verilmesinde ebeveynin birlikte karar verecekleri" ve "bir annenin

hangi durumlarda oğlunu evlatlıktan reddedebileceği"ne ilişkin bâzı yasa hükümlerinden

çıkarabiliyoruz. Ayrıca, kadınların da tüccar olarak iktisadî hayata katıldıkları, "köle" istihdam

edecek konuma gelebildikleri görülmektedir.

a. Nişanlanma

Hititlerin evlenme ile ilgili âdetleri Bâbildekilerle büyük bir benzerlik göstermektedir. İlk

adım nişanlanmaydı ve nişan yapılırken damat kız tarafına hediyeler verirdi. Ancak, nişan kesin

bir bağlayıcılık taşımazdı. Kız tarafı, damat tarafının verdiği hediyeleri iade ederek nişanı

bozabilirdi. Evlilik aşamasında ise, damat kız tarafına “kuşata" denen bir başlık parası verirdi ki,

bu Babilonya'daki "tirhatu" uygulamasının karşılığıdır. Bu ödemenin, daha çok, erkek tarafının

Page 97: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

97

daha sonra nişandan cayması ihtimaline karşı bir teminat işlevi gördüğü anlaşılmaktadır. Eğer bu

aşamadan sonra taraflar evlilikten vazgeçerlerse bunun bâzı müeyyideleri olurdu. Damat tarafının

vazgeçmesi durumunda verilen kuşata geri alınamazdı; kız tarafı vazgeçmesi durumunda ise,

aldığı kuşata'nın iki veya üç katı tazminat ödemesi gerekirdi. Diğer yandan, gelin, babasından

"ivaru" denen bir çeyiz alırdı. Hititlerde kız kaçırma ve iç-güveyilik uygulaması da görülmektedir.

b. Evlenme

Ailenin temeli mukavele ile kararlaştırılan meşrû evlenmedir. Evlenmede asıl olan tek

kadın almaktır. Genellikle gelin erkeğin evine giderdi; ancak, evlenen kadının babasının evinde

kalmaya devam etmesi (iç-güveyilik) şeklinde bir uygulama da vardı ki, aynı âdeti Assurlularda

da görmekteyiz. Bu iki durum arasında, kadının vefatı durumunda miras yönüyle farklı bâzı

sonuçlar doğardı.

Hititlerde evlenme müessesesini, hür kişiler arasında, köleler arasında ve hür kişilerle

köleler arasında yapılan evlilikler olmak üzere üç kategoride ele almak uygun olur: Hürler arası

evlenme, muayyen hediyelerin teatisi suretiyle yekdiğeriyle nişanlanmış bulunan erkek ve kadın

arasında meydana gelen bir sözleşme olarak görülmekteydi. Köleler arasında vuku bulan

evliliklerde ve hür bir erkeğin köle bir kadınla evlenmesi durumunda ise hediye teatisi gerekmezdi.

Ancak bir erkek köle, hür bir kadınla evlenmek isterse, onun, hür bir erkeğin hür bir kadınla

evlenirken vermesi gereken hediyenin aynısını vermesi gerekirdi. Ayrıca, hür bir kadının köle bir

erkekle evlenmesi durumunda, kadın bir süre sonra özgürlüğünü kaybeder ve evlendiği kölenin

hukukî statüsüne düşerdi.

Diğer yandan, bu konuda açık bir hükme rastlanmamakla beraber; bir erkeğin birden fazla

kadınla evlenebilmesinin (poligini) kabul edildiği ve uygulandığı anlaşılmaktadır. Ancak bu

durumlarda ilk eş meşrû ve üstün konumunu muhafaza ederdi. Birinci eşinden çocuğu olmadığı

için ikinci bir kadınla evlenen kişinin bu kadından olan çocuğu da birinci eşin çocuğu sayılırdı.

Hitit kanunları, yakın akrabalar arasında evliliği yasaklayan bir çok düzenlemeleri de ihtiva

etmektedir. Usûl, fürû ve kardeşler arasındaki evliliklerin yasak olması yanında [m.189], kuzenler

arasındaki cinsel ilişki bile barbarlık olarak değerlendirilir ve ölüm cezası ile cezâlandırılırdı.

Kezâ, bir erkeğin, karısının annesi, karısının kız kardeşi, babasının bir başka evliliğinden karısı

ile, erkek kardeşinin karısı ile karısı, babası ve erkek kardeşi sağ olduğu sürece cinsel ilişkide

bulunması yasaktı. [m. l95a]. Ancak, dul kalan eşin önce kocasının erkek kardeşi, yoksa kocasının

babası, o da yoksa kocasının yeğeni ile evlenmesi (levirat) "cezalandırılmış değildi." [m.193]. Ölen

erkeğin malının aile içinde kalmasını sağlamaya ve çocuğunun olmaması durumunda da

adının/ailesinin sürmesini temine dönük bu uygulamaya aynen ve biraz değişik biçimlerde

Îbrânîlerde ve Mezopotamya kültürlerinde de rastlanmaktadır.

c. Boşanma

Kânunlarında boşanmaya ilişkin sarih bir madde bulunmamaktadır. Hür bir adamın bir

câriyeden ayrılması halinde, anneye çocuklardan yalnız bir tanesi verilirken, diğer çocuklar

babalarında kalırdı. Hür bir kadınla evlenmiş olan köle erkek için de durum aynıdır. Hür kişiler

arasındaki boşanmalarda da aynı hükümlerin carî olmuş olduğu tahmin edilmekte. Eğer evlenme,

Page 98: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

98

herhangi bir hediye teatisinde bulunulmaksızın gerçekleşmişse, müşterek malların her iki taraf

arasında yarı yarıya taksim edileceği, çocuklardan yalnız birinin anaya bırakılarak, diğerlerinin

babaya bırakılacağı belirtilmektedir [m.31].

3. MİRAS HUKUKU

Mîrasla ilgili düzenlemeler konusunda açık bir bilgiye sahip bulunamamaktayız. Okandan,

babanın vefatı hâlinde, muhtemelen, kız çocukları da erkek kardeşleri ile birlikte babalarına vâris

olduklarını ifade ederken; Günaltay ise “veraset hakkının erkek evlâda ait olduğu neticesini

çıkarabiliriz” demektedir. Kocasının ölmesi durumunda kadın, kocasının evinde yaşıyor idiyse,

evlenirken almış olduğu hediyelere ve cihazına sahip kalmaya devam ettiği gibi, çocuklarıyla

birlikte ölen kocasına mirasçı olabilirdi [m. 192].

Kadının vefatı durumunda ise, çeyizi; muhtemelen çocuklarına dağıtılmak üzere, eğer

kadın, kocasının evinde kalırken vefat etmişse kocasına, babasının evinde kalırken vefat etmişse

babasına verilirdi [m. 27]. Müşterek mal ise kocanın olurdu.

4. BORÇLAR HUKUKU

Hitit Yasasında, mülkiyetin korunması hususuna ilişkin düzenlemeler bulunmaktadır.

Şahısların menkul ve gayrimenkul sahibi olmalarının yanında, köy ve kentlerin tüzel kişiliklerine

ait topraklar da vardı. Arazi üzerinde kişisel mülkiyet, ya satın alma veya şahsın bir toprağı imar

ederek ekim ve dikime hazırlaması ve etrafını belirlemesi şeklinde veyahut da Kral veya şehir tüzel

kişiliklerince bağışlanma şeklinde olabiliyordu. Ayrıca, tapınaklara vakfedilmiş araziler de vardı.

Alp, Hitit'te "Osmanlı tarihindeki tımar ve zeamet sistemine tekabül edebilecek olan arazi taksim

vaziyeti ve arazi mülkiyeti"nden bahsetmektedir.

Gayrimenkuller üzerindeki mülkiyetin ilânların tasarrufu altında olduğu ve bütün topraklar

üzerinde birinci derecede malikiyet hakkının hükümdara ait bulunduğu yolunda bir anlayış

hâkimdi. Böyle olunca, bir kimsenin bir taşınmaz üzerinde mülkiyet hakkına Sahip olabilmesi için,

dînî bâzı merasimlerin icrası, kurbanların kesilmesi ve mâbetlere bâzı bağışlarda bulunulması

gerekirdi. Ancak, sahipleri tarafından ekip biçilmeyen, terk edilen topraklar, başka bir merasime

gerek olmadan, bu toprakları ekip, biçmeye başlayan kişilerin mülkiyetine geçerdi. Toprak

sahiplerinin bâzı mükellefiyetleri de vardı: Meselâ, malik oldukları araziyi düzenli olarak

işlemekle mükellef tutulurlardı. Diğer yandan, devlet tarafından belirlenen vergileri ödemek ve

mükellef tutuldukları angarya hizmetlerini de îfâ etmek zorundaydılar.

a. Haksız Fiiller

Hitit hukukunda haksız fiillerle ve sözleşmelerle ilgili hükümlere rastlanmaktadır.

Hayvanlar tarafından verilen zararlardan dolayı sahipleri, vuku bulan zararı tazminle mükellef

tutulurdu. Böyle durumlarda, cezâi sorumlulukla hukukî sorumluluk arasında bir ayırım

yapılmadığı; hattâ hukukî sorumluluğun da cezaî sorumluluk esas alınarak ele alındığı ve

düzenlendiği görülmektedir.

Page 99: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

99

Hür bir kimse, hatâ ve ihmali sebebiyle komşusunun evinin yanmasına sebep olmuşsa,

yanan binayı yeniden yapması gerekirdi. Evle birlikte bir insan veya hayvan da yanmışsa ayrıca

tazminat ödemesi icâp ederdi. Eğer suçlu köle idiyse, ya sahibi zararı öder veya köle tazminat

miktarını karşılayana kadar zarar gören kişinin hizmetinde çalışırdı. Ayrıca, ek bir cezâ olarak

suçlu kölenin burnu ve kulakları kesilirdi. Birisinin öküzü bir tarlada ölü bulunursa ve kimin

öldürdüğü tesbit edilemezse, o tarlanın sahibi, öküzün sahibine iki öküz vermekle mükellef

tutulurdu. Kişi tarlasına giren ve ürünlerine zarar veren, başkasına ait bir domuzu öldürebilirdi;

ancak, hayvanın cesedini sahibine vermesi gerekirdi.

b. Sözleşmeler

Hitit hukukunda, karz, satım, mübadele, kira, hizmet vs. akitleriyle ilgili düzenlemelere de

rastlanmaktadır. Borcun ödenmemesi hâlinde, bu durum borçlunun kökleştirilmesi sonucunu

doğurmakta; borçlunun bu durumdan kurtulması, ancak kendi yerine bir başkasını koyması hâlinde

mümkün olabilmektedir. Kiralama aktinde, kiralayan, kiraladığı şeyi iyi bir halde muhafaza

etmekle mükellef tutulmuştu. Meselâ, kiralanan şey hayvan ise, kiralayan, onun iaşe ve bakımı

hususunda gerekli ihtimamı göstermediği takdirde, doğan zarardan mes'ul tutulurdu. Ancak,

kiralayan, doğan zararın vukuunda kendisinin bir kusuru bulunmadığı husûsunu yeminle teyid

ederse tazminat ödemekten kurtulabilirdi.

Assurlular'ın Anadolu'yu kolonileştirdikleri dönemlerde Doğu Anadolu bölgesinde yaygın

bir ödünç verme ve kredi uygulamasına şahit olunmaktadır. Faiz hadleri % 30 ile % 180 arasında

değişmekteydi. Köylülerin harman ve hasat için aldıkları borçlarının, özellikle kötü giden bir hasat

dönemi sonunda faizlerini bile ödeyemediklerinden dolayı büyük sosyal çalkantıların ve

sıkıntıların yaşandığını gösteren birçok örnek vardır. Çaresizlik içinde kalan borçlu, ailesinin bir

ferdini veya hepsini köle olarak vermek durumunda kalıyordu. Krallar veya mahallî yöneticiler

zaman zaman büyük bir sosyal problem hâlini alan bu borçları silmeye dönük kararlar almak

yoluna gidiyorlardı. Borçla para verenler, böyle bir durumda hiç olmazsa ana paralarını garanti

etmek için borç akdine, 'her halükârda ana para veya malın ödeneceği' yolunda hüküm koymakta

idiler: "Kral eğer borç ödemelerini iptal ederse sen benim verdiğim hububatı geri ödeyeceksin!."

Hayvanların alım satımında, kiralanmasında fiyatların yaş durumlarına göre devlet

tarafından belirlendiği; keza yiyecek, giyecek, bağ-bahçe fiyatlarının, işçilere verilecek ücretlerin

de devletçe konan narh fiyatları ile düzenlendiği görülmektedir.

5. KÖLE HUKUKU

Hitit toplumunda da kölelerin ve serf durumundaki köylülerin (Namra'lar) nüfusun önemli

bir kısmını teşkil ettiği anlaşılmaktadır. En Önemli köle kaynağı savaşlardı; harpte alınan

esirlerden bâzıları kralın askerî gücü arasına katılır, bâzıları tapınak hizmetlerine gönderilir,

önemli bir kısmı da imparatorluğun ıssız bölgelerinde iskâna; tabî tutulurdu. Tarım işletmelerinde

de önemli miktarda köle işgücü istihdam edildiği tahmin edilmekte.

Ana köle kaynağı savaşlar olmakla beraber, köle pazarlarından satın alma ve bâzı suçlar

sebebiyle köle durumuna düşme de diğer köle kaynaklarını teşkil ediyordu. Ayrıca, yoksul aileler

de çocuklarını köle olarak satıyorlardı. Borçlarını ödeyemeyen özgür insanlar da köle durumuna

Page 100: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

100

düşebiliyordu. Ancak, bunların, bir şekilde borçlarını, ödemeleri durumunda veya zaman zaman

çıkarılan kraliyet fermanlarıyla köle statüsünden kurtulabildikleri görülmektedir. Cinâyet işleyen

bir kişi de, başka bir köle veremiyorsa, kendisi karşı tarafın, kölesi olabiliyor veya kendi yerine

çocuğunu verebiliyordu.

Hitit toplumunda kölelerin konumu ile ilgili olarak, birbirinden çok farklı görüşlerin öne

sürüldüğü görülmektedir. Bâzı kaynaklar, Hititlerden iki bin yıl sonra bile Roma Hukukunda

köleler tamamen bir eşya kategorisinde görüldükleri halde, Hitit yasalarında kölelerin bir hukuk

süjesi olarak yer aldığını, Hititlerde bu statüdeki kişiler için, "köle" kelimesi yerine "özgür

olmayan" kelimesinin kullanılmasının daha doğru olacağını ileri sürebilmektedirler. Kölelerin,

kısmî de olsa mülkiyet, miras ve evlenme/boşanma hakkına sahip olmaları, özgür kadınlarla bile

evlenebilmeleri; ceza hukukunda müşteki ve sanık sıfatıyla davalarda hak ehliyetine sahip

olabilmeleri, azadlıkla ilgili uygulamalar buna delil olarak gösterilmektedir. Diğer yandan,

yasalarda kaçak kölelelere ve genel olarak kölelerin statüsüne ilişkin hükümlerin, köle çocukların

bile köle olduklarını gösterecek bir işaret taşımaları zorunluluğu bulunmasının ve yurt dışına kaçan

kölelerle ilgili yasa maddelerinin de işaret ettiği gibi, Hitit toplumunda kölelerin çok ağır koşullar

altında ve perişan bir hayat sürdürdükleri ve kaçmak için fırsat kolladıklarını ileri sürenler de

vardır.

Kölelerin vaziyeti ile ilgili bu zıt tesbitler, değerlendirme ve yaklaşım farklılıklarından

doğabileceği gibi, Hitit toplumunda zaman içinde değişik uygulamaların görülmesinden de ileri

gelebilir. Söz konusu farklı değerlendirmelere rağmen, komşusu ve çağdaşı ülkelerle

kıyaslandığında Hitit toplumunda kölelerine daha iyi bir konumda oldukları anlaşılmaktadır. Diğer

yandan, köleler arasında bâzı statü farkları mevcuttu ve beylerin ve askerlerin köleleri daha iyi bir

konumda bulunuyordu. Medenî haklardan tamamen de mahrum değillerdi; meselâ, hür kadınlarla

bile evlenebiliyor, bedel paralarını ödeyen köleler hürriyetlerine kavuşabiliyorlardı. Buna rağmen,

milâttan önce on yedinci asrın ikinci yarısında büyük bir köle isyanı çıktığı, kölelerin, efendilerinin

evlerini başlarına yıktıkları ve kanlarını döktükleri kaydedilmektedir.

Hitit kanunlarında köleler sosyal bir sınıf olarak ele alınmış ve kanunun pek çok

maddesinde onlara ilişkin hükümlere yer verilmiştir. Ancak, evlenme konusu hâriç sadece kölelere

ait yasa hükümleri bulunmamakta, onlara ait düzenlemelerin genellikle hürlerle ilgili maddelerin

sonuna eklendiği görülmektedir. Hitit kanunlarının mülkiyete ilişkin hükümleri arasında; ehlî

hayvanlar ve çeşitli zanaat aletleri yanında, taşınabilir malların arasında köle ve câriyelere de yer

verilmektedir.

Hitit Yasaları'nda, özgür kişilerle köleler arasında çok kesin bir ayrım yapıldığı görülür.

"Kendisini efendisi ile bir tutan kazana gider..." [m. 173] hükmünden bu durum açıkça

anlaşılmaktadır. Bu ayrım, bâzı durumlarda, verilen cezanın azaltılması, bazen de

şiddetlendirilmesi şeklinde kendini gösterir. Kölelere karşı işlenen suçlarda ödenecek tazmînât

miktarı, özgürlerinkinin yarısı olarak belirlenmiştir. Bu tazmînâtı kimin aldığı hususunda bir

açıklık bulunmamakla beraber, köle, sahibinin malı olarak düşünüldüğüne göre, ona verilen

zarardan dolayı ödenecek tazminatın da köle sâhibine verileceği söylenebilir. Diğer yandan,

işledikleri suçlar dolayısıyla kölelere verilen tazmînât cezasının miktarı da, özgür kişilere verilenin

Page 101: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

101

yarısı olarak belirlenmişti. Yâni kölelere verilen zararla, onların verdikleri zarar karşısında

sâhibinin sorumluluğu bakımından bir denge gözetilmekteydi.

Hitit hukuku, kölelerin kendi aralarında hukuken geçerli evlilikler yapabilmelerine imkân

veriyordu. Ayrıca, bir köle, Kusata adı verilen mehiri vererek her sınıftan kadınla evlenebilirdi.

Köleleri doğrudan ilgilendiren kanun hükümleri sadece evlenme konusunda mevcuttur. Bu da

Hititlerin köle evlilikleriyle, özellikle kölelerin hürlerle yaptıkları evlilikler konusunda ne kadar

titizlikle durduklarının bir göstergesi sayılabilir. Sarayın veya beyler ve askerlerin köleleri ile

evlenen hür bir kadının sosyal statüsünde bir değişiklik olmazdı; ancak, aşağı kademedeki

kölelerle evlenen hür bir kadın, üç yıl sonra özgürlüğünü kaybederdi. Diğer yandan, köle ile

evlenen hür kadının çocukları, kölelik işareti olan bir kemer takmak zorundaydılar.

Efendi-köle ilişkileri, köle ile sahibi arasındaki hak ve vecibeler konusu yasalarda açık bir

şekilde düzenlenmemiş olmakla beraber, bâzı ifadelerden, Hitit hukuk mantalitesinde, köle ile

sahibi ve kral ile teb'ası arasındaki münasebet ile; insan ve tanrı arasındaki ilişkiler arasında bir

paralellik ve benzerlik kurulduğa açıkça görülmektedir:

Kralın verdiği hükme karşı çıkanın hanesi yok olsun. ... sâhibine karşı çıkan köle kazana

atılsın. [m.173].

Ancak, kurulan bu paralellik, kölelerin özgürlüklerini artırma yolunda değil, tam tersine,

sâhiplerinin onları diledikleri gibi cezalandırabilecekleri yönünde değerlendirmelere yol

açmaktadır. Kendilerinin Tanrı konsepti, koyduğu kurallara karşı çıkılması durumunda, söz

konusu kişileri, hem de tüm aileleri, soy-soplarıyla birlikte en acımasız bir şekilde cezalandıran

bir Tanrı şeklinde olunca, aradaki bu benzerlikten, kendilerinin de kölelere karşı aynı şekilde

davranma hakkına sahip oldukları sonucunu çıkarmaktadırlar. Bu yaklaşım içinde, Hitit

hukukunda sahibinin, kölesi üzerinde hudutsuz bir yetkiye sahip olduğu, bu konuda köleyi

sâhibine karşı koruyan hiçbir hukukî düzenlemenin olmadığı, kölelerin sahiplerinin kişisel

merhamet duygularına terk edildiği anlaşılmaktadır. Kanunda kölenin hayatını ve vücut

bütünlüğünü koruma yönündeki bâzı düzenlemelerin, sâhiplerine değil, diğer şahıslara yönelik

olduğu ve aslında köle sahiplerini korumaya mâtuf bulunduğu görülmektedir. Kanunda kaçan

kölelere karşı hiç bir ceza zikredilmemesi, cezâ tâyininin sahibin takdirine bırakıldığı intibaını

uyandırıyor.

Bu şartlarda, efendisinin öfkesini mucip bir davranışta bulunan köleyi sahibi sakatlayabilir,

hattâ öldürebilirdi, hem de tüm akrabalarıyla birlikte:

“Efendisini kızdıran bir kök ya öldürülecek ya da burnu, gözleri ya da kulakları

sakatlanacaktır; veya efendisi onu, köle kadın, veya erkek olsun, eşi, çocukları, erkek kardeşi, kız

kardeşi, damat ve gelinleriyle birlikte sorguya çekecektir... Eğer ölecekse, yalnız ölmeyecektir;

ailesi de onunla birlikte olacaktır.”

Bu kollektif sorumluluk uygulamasının tanrılara karşı işlenen suçlarda da uygulandığı

görülmektedir. Dinsel nitelikte bir suç işleyen köle ile birlikte tüm ailesi, çocukları da öldürülürdü.

Ayrıca, sakat bırakma, organ kesme cezalarının zaman içinde özgür insanlar için tamamen

kaldırıldığı halde, ev soyma ve kundakçılık gibi ağır suçlarda köleler için uygulamada kalmaya

Page 102: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

102

devam ettiği görülmekte. [m. 95, 59]. Hırsızlık yapan hür birisi, yalnız para cezasına çarptırılırken

aynı suçu işleyen köle, para cezasına ilâveten, kulak ve burnunun kesilmesi ile de cezâlandırılırdı.

Diğer yandan, sihir yaptığı anlaşılan hür bir kişi yüksek bir para cezâsına çarptırılırken, aynı suçu

işleyen bir kölenin cezası ölümdü. [m. 170]. Burun ve kulak kesme gibi cezalar, köle için her

zaman tanınmasını mümkün kıldığı ve kölenin değerini de çok düşürüp, artık satılmasını imkânsız

hâle getirdiği için, aynı zamanda sâhiplerine verilen bir ceza mahiyetinde idi.

Hukuk sistemlerini, elbette, içinde geliştikleri sosyal ve siyasî şartlardan ayrı düşünemeyiz.

Özel mülkiyetin korunmasına çok önem veren işgal edilmiş topraklarda hüküm süren ve çok sayıda

kölenin istihdam edildiği bir toplumda, düzenin sürdürülebilmesi için, zaman zaman ağır bâzı

cezalara da başvurmak zorunda kalındığı anlaşılmaktadır.

Ancak, yasanın tanıdığı bu serbestiye rağmen, Hititlerde kölelere karşı bu nevi

uygulamaların pek yaygın olmadığı söylenebilir. Diğer yandan, bâzı kölelerin zanaat sahibi

olabilmeleri, kendilerine ait mal varlıklarının bulunması, bedel paralarını ödeyebilen kölelerin

özgürlüklerini kazanabilmeleri, kölelerin hür kişilerle evlenebilmelerine müsâade edilmesi gibi

uygulamalar da Hitit'te kölelerin o devirde pek benzeri görülmeyen bâzı haklara sahip olduklarına

işaret etmektedir. Gerçekten de, bâzı kölelerin, özgür bir toruna sahip olabilmek için kendilerine

özgür bir damat alabilecek kadar mal varlığına sâhip oldukları görülmekte. Ancak, bu tür evlilikler

şüphesiz yaygın değildi ve bu tür yasa maddeleri belki de alışılmışın dışındaki bâzı uygulamaları

yansıtmaktaydı. İhtimal ki, kölelere sağlanan bu imkânlar, onların üretkenliklerini artırarak,

sahipleri açısından da olumlu bazı sonuçlar doğuruyordu.

6. CEZÂ HUKUKU

Hitit ceza hukukunda, diğer çağdaşı toplumlara (meselâ, Hammurabi ve Assur

kanunlarıyla) kıyaslandığında, suçlara ilişkin cezaların tesbitinde daha insâni ve daha mûtedil bir

yol izlendiği, cezaların daha hafif olduğu görülmektedir. Ölüm cezalarına daha az yer verilmekte,

cinayet suçlarında bile, fidye ve tazminat yoluna gidilmektedir. Sâmî kavimleriyle kıyaslandığında

kadına daha ileri haklar tanınmış, toplum içinde daha yüksek bir konum verilmiştir. Cezaların

belirlenmesinde mağdûrun sosyal durumu, hür veya köle olması dikkate alınmaktadır. Suçun

mahiyetine ve failde kast unsurunun bulunup bulunmadığına göre miktarı değişen bir meblağın

suçtan zarar görene suçlu tarafından ödenmesi; verilen zararın suçlu tarafından giderilmesi veya

ortaya çıkan zararın bir kaç misli tazminata mahkûm edilmesi gibi cezalar düzenlenmiştir. Bu

cezalanır asgarî ve âzamî sınırları kanunda belirtilmiş, bu ikisi arasında bir tazminatın tarafların

uzlaşmaları veya uzlaştırılmaları ile belirlenmesi gibi bir yol izlenmiştir. Organ kesme, sakatlama

gibi, Assur kanunlarında çok yaygın olan ceza uygulamaları Hititlerde sadece kölelere uygulanır.

Özgür kişilerin birbirlerine karşı işledikleri cinayet, hırsızlık, saldırı, kara büyü, mala mülke zarar

verme gibi suçlara öngörülen cezalar tazminat şeklindedir.

Telepinu Fermanı, ölüm cezasını büyük ölçüde kaldırmıştı, onun yerine tazminat cezası

öngörmekteydi. Ölüm cezasını îcâbettiren hususlarda da kaza hakkını Büyük Kral'a değil, onun da

tek reyinin olduğu Pankuş Meclisi'ne vermekteydi. Ölüm cezâsının yer aldığı çok sınırlı hallerde

de, kralın suçluyu affedebilmesi imkânı söz konusu idi. Ancak, Telepinu Fermanı'nda, yukarda da

işaret edildiği gibi, cinayet suçunda, suçlu yakınlarının katilin öldürülmesini talep etmeleri hâlinde

Page 103: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

103

kralın bu konuya karışmayacağı/karışmaması gerektiği gibi bir ifadeye rastlanmaktadır ki bu

hüküm de tüm Ön-Asya toplumlarının hukuk sistemlerinde görülen ortak noktalardan biridir.

Meselâ, Orta Assur Yasaları'nda da cinâyet işleyen kişinin, can sahibine (öldürülen kişinin

yakınlarına) teslim edileceği; can sahibinin isterse onu öldüreceği, dilerse de tazmînâtı kabul

edebileceği belirtilmektedir.

Hitit hukuk mantalitesine göre, Tanrılara ve onun temsilcisi konumundaki krala/devlete

karşı gelme ve saygısızlıkta bulunmaya ilişkin suçlar, hattâ bunlar istenmeden kaza ile vuku

bulsalar bile en ağır cezaları gerektirirdi. Temiz olmayan bir durumda (hem ahlâkî hem de fizikî

bakımdan) tapınağa girmek ve adakta bulunmak, tapınağı kirletmek; tanrıya adanmış kurbanların

yerine ulaşmasını engellemek; dikkatsizlikle bile olsa bu dînî görevlerin yerine getirilmesinde

kusur göstermek, tapınağın yanmasına yol açmak idam cezasını gerektiren suçlardan sayılırdı, o

kadar ki bazen bu kişilere verilen cezalar onların ailelerine bile sirâyet edebilirdi. Herhalde, bu

gibi fiillerin tanrıların gazabına sebep olarak tüm toplumu tehlikeye atabileceğinden endişe

duyuluyordu.

Hitit yasalarında, bir kaç istisna dışında suçluyu aşağılamaya dönük cezalara

rastlanmamaktadır. Bu istisnaî durumlardan birinde, tapınak görevlileri ile ilgili bir düzenlemede,

belli bir suçu işleyen rahip için şöyle bir ceza öngörülmektedir: "eğer onu öldürmezlerse, çıplak

olarak Labarna'nın sarnıcından tapınağına kadar üç kez su taşıtarak, onu aşağılarlar". Diğer

yandan, Hitit kanunlarında, "nehir tecrübesi”ne ilişkin bir hükme tesadüf edilmektedir. Ancak,

bâzı kraliyet uygulamaları, Hitit dünyasının da Mezopotamya'daki bu uygulamaya pek yabancı

olmadığını göstermektedir.

İlke olarak suçluların devlet organları tarafından cezalandırılmaları esası benimsenmiş ve

ihkâk-ı kak ve intikam uygulamasına müsâade edilmemiş olmakla beraber, geçmiş dönemlerin bir

kalıntısı olarak, istisnaî de olsa, bâzı durumlarda, suçtan zarar görenlere suçluyu bizzat

cezalandırma imkânı tanındığı görülmektedir: Meselâ, karısını, kendi evinde bir başkası ile zina

hâlinde yakalayan koca, her ikisini öldürebilirdi. Bunun bir başka istisnası da tecavüze uğrayan bir

kızın velîsine tanınmıştı. [m. 197, 198]. Burada, erkeğe karısını öldürme hakkı tanınması, acaba

bir töre hükmü müdür, yoksa karısına başlık ödemesi nedeniyle kendisini onun sahibi olarak

görmesinden mi kaynaklanmaktadır, bu konuda kesin bir fikre ulaşmak zordur. Başka bir yasa

maddesi [m.79], arazisine giren sığırları, arazi sahibinin, gece oluncaya kadar kullanabilmesi

hakkını vermektedir. 86. madde ise, arazisine giren domuzu, eti sahibine teslim edilmek şartıyla

arazi sahibinin öldürebileceği belirtilmekte.

Kezâ, her ne kadar, esas itibariyle "cezanın şahsîliği ilkesi" benimsenmiş ise de, istisnaî

olarak, bâzı hallerde, suçlunun aile fertlerine, hattâ bir şehrin tüm sâkinlerine bile cezanın sirayet

ettirildiği anlaşılmaktadır. Hitit hukukunda bu konuda belli başlı üç istisnanın olduğu

anlaşılmaktadır: Özgür kişiler cihetiyle, dünyevî suçlar bakımından bu kuralın tek istisnası

hükümdâra başkaldırma suçudur. Devlete karşı işlenen suçlara en ağır cezâlar uygulanır, sadece

bu suçu işleyenler değil, tüm aile efradı ve oturdukları mahaller bile ortadan kaldırılırdı. Diğer bir

istisna, ilâhlara karşı işlenen suçlar (dînî suçlar) idi. İlâhların, kendilerine karşı bir suç işlendiğinde,

sadece o kişiyi değil, tüm ailesini ve soyundan gelenleri bile cezalandırdıklarına inanılırdı. Tanrı

mantaliteleri böyle olunca, dînî suçlara ilişkin olarak verilen dünyevî cezalar da suçu işleyen

Page 104: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

104

kişinin, yakınlarına sirayet ederdi. Üçüncü istisna ise köleler idi. Eğer bir köle hür bir kişiyi

öldürürse, sadece o köle değil, ailesi de cezalandırılırdı: "Eğer özgür bir kişi öldürülürse, onu

öldüren köle tek başına ölmez, ailesi de ona ortak edilir". Burada, köle ile sahibi arasındaki ilişki

ile özgür kişilerle ilâhlar arasındaki ilişki arasında bir benzerlik kurulduğu anlaşılmaktadır.

"Cezanın şahsîliği" konusunda Hitit kanunlarında bir de münferit bir örneğe

rastlanmaktadır:

Eğer bir kimse bir adamın ateşe düşmesine neden olursa ve o ölürse, suçlu, karşılık alarak,

oğullarından birini ölen kişinin vârisine verir. [m. 44a].

Dikkat edilirse, burada da, suçu baba işlemekte, fakat cezâsını çocuğu çekmektedir. Ancak,

bu yasa hükmünün genellik vasfı taşımadığı, spesifik bir olayla ilgili olarak verilmiş bir mahkeme

kararının, tekrarı mahiyetinde olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Halbuki, birisinin, kendi hayatını

kurtarabilmek için bir başkasının ölümüne yol açtığı bir başka olayla ilgili bir mahkeme kararının

yasalaştırılması ile oluştuğu anlaşılan 43. Maddede ise hüküm farklıdır:

Eğer bir adam akıntıya kapılıp boğulmamak için bir sığırın kuyruğuna yapışıp kenara

çıkmaya çalışırken, başka birisi o adamı iterek sığırın kuyruğuna kendisi yapışır ve o adamın

boğulmasına yol açarsa, ölen adamın vârisleri, bu kişiyi hizmetkâr olarak alırlar.

Bu iki madde arasındaki farklı düzenlemede, açık bir şekilde ifade edilmese ve bir ilke

şeklinde ortaya konmamış olsa bile, sanki şöyle bir hukuk mantığı izleniyor gibidir: Bir kişi,

sonucu istememiş olmasa da, eğer sonucu öngörerek ve bilerek bir başkasının ölümüne yol açmışsa

o zaman cezasını kendisi çekmekte; fakat, kazaen (sonucu istemeden ve öngörmeden) birisinin

ölümüne sebep olmuşsa, cezasını oğlu çekmektedir. Yâni, birinci durumda kişinin bilinçli olarak

yaptığı suç fiilinin cezasını bizzat (bedenen) çekmesi istenmekte; ikinci durumda ise sanki

tazmînât ödeyerek kurtulma imkânı tanınmaktadır. Çünkü, başka yerlerde de çeşitli vesilelerle

açıklamaya çalıştığımız gibi, o devirlerin mantalitesi içinde, çocuklar birer fert olarak değil, aile

reisinin diğer malları gibi bir varlık olarak mülâhaza edilmektedir. Eğer bu tesbitimiz doğru ise,

böyle bir ayrım yapılmış olması, içinde bulunulan tarihî dönem dikkate alındığında, son derece

takdire şayandır.

Daha sonraki dönemlerde, "cezanın şahsîliği ilkesi" ile bağdaşmayan bu nevî

uygulamalardan önemli ölçüde vazgeçildiği ve cezaî sorumluluğun suçlunun şahsı ile sınırlandığı

anlaşılmaktadır.

Diğer yandan, Hitit hukuku, ilâhların gazabını önlemek için, dînî bâzı suçlarda ilâhlara

kurban sunulması gibi cezalar da öngörmektedir. Hattâ, çok eski devirlerde, bu nevi suçları

işleyenlerin bizzat kendilerinin de ilâhlara kurban edilmesi uygulaması mevcutken; sonraları,

insan, kurban etmekten vazgeçilmiş, hayvan kurban etmekle yetinilmiştir. Meselâ, bir çobanın

ilâhlara adanmış kutsal bir mekânda hayvanlarını otlatması durumunda; ilâhların hukukuna

tecavüz ettiğinden dolayı, onların muhtemel gazabından toplumu korumak için, çoban ve

hayvanlarının ilâhlara kurban edilmesi yoluna gidiliyordu.

Hitit Hukukunda Ölüm Cezasını Gerektiren suçlar: Bu gibi suçlar ve cezaları için,

"başın suçu"; "o ölsün!"; "o affedilmesin!" gibi ifadeler kullanılmaktadır. Bunların, başında, kralın

Page 105: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

105

veya yüksek devlet görevlilerin ve mahkemelerin kararlarına karşı çıkmak, onları tanımamak

gelmektedir. Sarayın kapısındaki bronz mızrağı çalmak [muhtemelen, bu mızrak, kralın kudretini

temsil eden bir semboldü]; bir koyun veya sığırla cinsel ilişkiye girmek gibi suçlara da ölüm cezası

verilmektedir. Ayrıca, evli bir kadının zina etmesi, "hurkel" denen ve "iğrenç bir eylem" olarak

tanımlanan çok yakın akraba sayılan kişiler arasındaki cinsel ilişkiler, de ölümle

cezalandırılıyordu. Tanrılar ve tapınakla ilgili suçlar, büyücülük yapmak, kölelerin sahiplerine

karşı gelmeleri de idam cezâsını gerektiren suçlardandı.

a. Cinayet

Kadîm dönemlere doğru gidildikçe intikam ve kısas uygulamalarının yaygın olduğu

görülür. Suçlu, mağdura veya yakın hısımlarına teslim edilir; intikamı onlar alır, hükmü onlar infaz

ederdi. Hattâ, kısas cezası sadece insanlara değil, hayvanlara da uygulanırdı. Eski Hitit Krallığı

dönemi krallarından Telipinu'nun (1535-1510) fermanında kan dâvası/intikam uygulaması açıkça

görülmekte:

- "Her kim bir kan dökme suçu işlerse, 'kanı dökülen asinin sahibi' ne derse o yapılır. Eğer

"ölsün" derse, öldürülecektir; fakat eğer "tazmin etsin" derse, tazmin edecektir: Kral bu karara

karışmayacaktır."

Dikkat edilirse, suç, cinayet fiili, topluma karşı değil., o kişinin yakınlarına karşı işlenmiş

bir suç olarak değerlendirmekte; böyle olunca da, onların mâruz kaldıkları işgücü kaybını telafi

edecek bir para ödenmesi, köle verilmesi veya bizzat katilin veya oğlunun mağdur aile tarafından

köle olarak kullanılması durumunda kaybın telafi edileceği düşünülmektedir. Nitekim, bu kadîm

dönemlerden asırlar sonra, Ortaçağ Avrupa'sında bile, suçun, toplumun güvenliğine ve o toplumda

yaşayan insanların hak ve özgürlüklerine karşı bir eylem olarak değil, ilgili ferde verilen bir zarar

olarak değerlendirildiği; böyle anlaşılınca da o kişinin öç alma hakkının da en uygun cevap olarak

görüldüğü anlaşılmaktadır. Hitit kralı III. Hattuşili'nin (1275-1250), Bâbil kralına yazdığı

mektupta bu durumu şöyle açıklar:

- "Hattuşa ülkesinde ölüm cezası verilmez. Eğer olay balın kulağına giderse, olayın

üzerine gidilir, kâtil yakalanır ve kurbanın yakınlarına teslim edilir, katil öldürülmez... Kurban

yakınları tazminat olarak gümüş kabul etmezlerse, katili köle yapabilirler..."

Hitit Kanunları, hür kişiler arasındaki, cinâyet vak'alarında öldüren kişinin tazminat

ödemesini öngörmektedir. Öldürülen kişinin köle olduğu durumlarda tazmînât miktarı hür kişinin,

yarısı kadardır. Bir kimseyi kasden öldüren kişi, ölenin akrabalarına fidye olarak dört köle vermek

zorundadır. Cinayet işleyen kişi, köle bulamadığı takdirde kendisi ve/veya çocuğu da karşı tarafın

kölesi olabiliyordu. Eğer, öldürülen şahıs köle ise, fidye sayısı iki köledir. Kazaen veya tedbirsizlik

ve ihmalle hür bir kişinin ölümüne yol açan kişi, kasdî adam öldürmedeki fidyenin yarısını öder:

iki köle. Cinâyet, toplu bir kavgaya karışma neticesi vuku bulmuşsa, ödenecek fidye bir köle'dir.

Kasten adam öldürme ile, öldürme kastı olmadan kazaen veya kasdı aşan bir şekilde ölümün vukuu

arasında dikkatli bir ayrım yapıldığı görülmektedir.

Diğer yandan, Hitit ülkesinde uygulanan kanun hükümleri böyle olmakla beraber,

İmparatorluğa bağlı eyaletlerde yerel örf ve âdetlere göre hareket edilmesi yolunda da kraliyet

Page 106: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

106

emirnameleri bulunmaktadır. Söz konusu fermanlarda, yetkililere, adalet dağıtırken yerel örf ve

âdetleri de göz önünde tutmaları, yasada cinayet olaylarında diyet öngörülüyor olsa bile, eğer

taşrada öteden beri ölüm cezası uygulanıyorsa veya sürgün cezası veriliyorsa o cezâların verilmesi

yoluna gidilmesi emrediliyordu.

- Eğer herhangi bir kişi... bir erkeği veya bir kadını öldürürse, ... ölenin sahibine dört

insan(köle) vererek telâfi eder ve böylece suçu evinden uzaklaştırır [o (ölenin mirasçısı) onu

serbest bırakır (?)]. [m. 1].

Hitit yasalarındaki maddelerin sonunda sıkça görülen, "böylece suçu evinden uzaklaştırır"

ve "o onu serbest bırakır" ibarelerinin ne anlama geldiği tartışmalı ise de, belki şöyle bir yorum

getirilebilir: İntikam ve kan dâvası esasının câri olduğu bir dönemden, yargılamanın bir kamu

organınca yapıldığı ve önceden belirlenmiş bir yasa hükmünün uygulandığı döneme geçiş şüphesiz

bir hamlede olmamıştır. Uzun süre, bu iki uygulamanın birbirine karıştığı durumlar olmuştur.

Öldürülen kişilerin yakınları, bizzat intikam almak için suçluyu kontrolleri altında

bulundurmaktaydı. Devlet organları da cinayet işleyen kişiyi yakaladıklarında, cezalandırmaları

için, maktulün yakınlarına teslim etmekteydi. Yasaların bu hükümleri ile, öngörülen tazmînâtın

ödenmesi hâlinde, mağdürun yakınlarının bu intikam uygulamasına ve bu amaçla suçluyu

kontrolleri altında tutma durumuna son vermelerinin kastedildiği düşünülmektedir. Bu ödeme

yapıldıktan sonra, artık hem suçlu, hem de onun ailesi sorumluluktan kurtulacaklar ve intikam

uygulamasına konu olmayacaklardır.

- Eğer herhangi bir kişi, elinin bir hareketi sonucu, özgür bir erkeğe veya kadına vurur ve

o kişi de ölürse, ona (ölenin mirasçılarına) iki insan vererek telafi eder ve o (vefat edenin

mirasçıları) onu serbest bırakır.?

Bu hükümde, yer alan "eli günah, işlerse"; "elinin neden olduğu bir hareketle ölüme yol

açma" ifadesiyle, öldürme amaçlı olmadan, kasdı aşan bir davranışla ölümün gerçekleşmesi

durumu kastedilmektedir. Öldürme kastı olmadığı için de ödenecek tazminat yarıya indirilmiştir.

O dönemlerde, amaçlanmayan davranışlar için, "elinin denk gelmesi, elinin kayması" gibi ifadeler

kullanıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim, İbranî hukukunda da aynı durum benzer bir kavramla ifade

edilmektedir: "Kasden olmayıp, eline Allah rasgetirdi ise, onun sığınması için bir mahal tâyin

edeceğim..." (Tevrat/Çıkış: XXI/13).

Kazaen öldürülen kişinin köle olması durumunda ödenecek tazmînât, kölenin sahibine bir

köle vermektir. [m. 4].

İmparatorluğun son dönemlerine ait bir düzenlemede, adam öldürme suçunun, önceden

tasarlanarak (taammüden); kavga sonucu ve kazayla işlenmiş olmasına göre üç farklı durumda ele

alınıp, cezâsının da buna göre belirlendiği anlaşılmaktadır. Bir tüccarın katli halinde, suçun

soygunculuk maksadıyla mı, kavga esnasında mı, yoksa hatâen mi işlenmiş olduğu araştırılıp ona

ceza verildiği anlaşılıyor [m. III]. Eğer öldürme fiili nefsi müdafâa neticesinde vukû bulmuşsa,

kanun, bunu nazarı itibâra alıyor ve cezâyı hafifletiyor [m. l74].

Cinayet vak'alarında Hitit hukuk mantalitesi oldukça farklı bir bakış açısı sergiler. Kısas

değil, diyet esasını benimsemesi dışında, belki en az onun kadar önemli bir başka husûs da diyet

Page 107: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

107

(kan bedeli) anlayışındaki farklılıktır. O devirlerde, hattâ günümüzde bile kan bedeli dendiği

zaman, bundan neyin kastedildiği sorulduğunda hemen herkes, "öldürülen kişinin akan kanının

bedeli" gibi bir açıklama getirmektedir. Halbuki, bu konudaki Hitit yaklaşımı çok farklıdır.

Hititler, kan bedelinden, öldürülen kişinin kanının bedelini anlamamakta; tâbir caizse bu konuyu

artık bir yerde kapatmak isteyerek; bir başkasının ölümüne yol açan kişinin de kanının dökülmesini

önlemek için bulunan bir yol, yâni "failin dökülmesi söz konusu olan kan'ının bedeli"ni

anlamaktadırlar. Arada çok önemli bir mantalite farkı vardır. Birinde dökülen kanın hesabı

yapılmakta, sanki bundan bir yarar sağlanması, "durumdan çıkar sağlanması" gibi bir hesap da

sezilirken; diğerince ise, akması gündeme gelen kanın akmasını önlemek için bir bir çâre olarak,

katilin kanını dökmeye hazırlanan tarafın intikam hissini bir şekilde bastırma ve ödenen bu bedel

sayesinde, neredeyse dökülmesi muhakkak olan bir kan dökülmesi eyleminin satın alınması

anlayışı söz konusu olmaktadır. Bu ikinci anlayış, elbette, birinciden daha incelmiş ve sofistike bir

bakışı ifade etse gerektir.

Ancak, burada bir noktaya daha işaret etmek gerekir ki, cinayet veya diğer suç

durumlarında olayın tazminatla geçiştirilmesini her zaman hukukta ileri bir adım olarak

değerlendirmek acaba doğru olur mu? Bu durum, en yakınlarının hayatlarına bile fazla değer

vermemenin ve bu durumu bir kazanç edinme yolu olarak değerlendirmek istemenin bir sonucu

da olabilir. Diğer yandan, o meşhur misaldeki, diyet bedelini ödeme bakımından hiç

zorlanmayacak, "al sana bir takat daha, üstü kalsın" deme konumundaki, kişilerin büyük bir

umursamazlık ve pervasızlık içinde bu suçları işlemelerine de fırsat verebilir.

b. Fâili Belirsiz Soygun ve Cinayet Suçlarında Kollektif Sorumluluk

Hitit hukuku, şahıslara karşı işlenen bâzı suçların faillerinin yakalanamaması durumunda,

suçun işlendiği yerin sahibini veya o yerleşim yerindeki halkı hukukî bakımdan sorumlu tutmuştur

[m. 6, 72]. Meselâ, tüccarların seyahat güzergâhları üzerindeki yerleşik halk tüccarların

güvenliğinden sorumlu tutuluyor, bu sorumluluklarını yerine getiremedikleri durumlarda ciddî

tazminatlar ödemeye mahkûm ediliyorlardı. Keza, bir beldede fâili meçhul bir cinayet işlenmişse,

suçun işlendiği mahaldeki halk, öldürülenin mirasçılarına karşı sorumlu tutulduklarından, bir

tazminat mahiyetinde olmak üzere, öldürülen şahsın ailesine belli miktarda arazi verme

mükellefiyeti altına giriyorlardı. Bâzı dönemlerde ise, öldürülen kişinin cesedi kimin tarlasında

bulunmuşsa o kişi belli miktarda bir tazminat ödemekle mükellef tutulmuş; arazinin sahipsiz

olması durumunda ise, belli mesafe (4,83 km) içindeki yerleşim birimi (köy, kasaba) halkı belli

bir tazminat ödemek zorunda bırakılmıştır. Bu yarıçapın dışında kalan yerleşim yerleri ise sorumlu

tutulmaz; bu durumda, öldürülenin vârislerinin tazminat talep etme hakları ortadan kalkardı. Buna

benzer bir uygulama, İslâm Hukukunda, "kasâme " adıyla mevcut bulunmaktadır. Bâbil hukuku

anlatılırken bu konuda da bilgi verilmişti.

c. Yaralama, Dövme

Hitit Hukuku, dövme, yaralama ve sakatlama fiilleri için de çeşitli tazminat miktarları

belirlenmişti. Ayrıca tedavi masraflarını ödemek ve işten kaldığı günler için de karşı tarafa, onun

yerine iş yapacak kimse temin etmek gibi cezalar verilirdi:

Page 108: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

108

- Eğer herhangi bir kişi özgür bir insanın kolunu veya bacağını kırarsa, o kişiye yirmi şekel

gümüş öder…[m. 11].

- Eğer herhangi bir kişi kadın ya da erkek kölenin kolunu bacağını kırarsa, on şekel gümüş

öder...[m. l2].

Çocuk düşürtme fiili de suç sayılmış, kasdın olup olmaması durumuna göre muhtelif para

cezaları öngörülmüştür. Hamile bir kadının çocuğunu düşürmesine sebep olan kişi, hamileliğin

süresine göre artan miktarda bir tazminat ödemek zorundaydı; hür bir kadın için bu miktar daha

fazla tesbit edilmişti:

- "Eğer özgür bir kadının karnının meyvesini bir kimse attırırsa, eğer onuncu ayda olursa,

on şekel gümüş versin, eğer o beşinci ayda olursa, beş şekel gümüş versin, ve böylece suçu evinden

uzaklaştırır." [m.. 17].'

On sekizinci maddede, eğer mağdur köle ise, genel ilkeye uygun bir şekilde, ödenecek

tazminatın yarıya indirileceği belirtilmektedir.

d. Hırsızlık

Hitit Hukukunun, mülkiyet hakkına tecavüz, hırsızlık gibi suçlar için genellikle para

cezaları öngördüğü anlaşılmaktadır. Suçlu hem çaldığı şeyleri iade etmek, hem de çalınan şeylerin

mahiyetine göre değişen miktarlarda, genellikle üç misli tazminat ödemek durumunda idi. Eğer

hırsızlık fiilini yapan köle ise, hür bir kişinin ödeyeceği miktarın yarısı kadar tazmînât öderdi;

ancak, ilâve bir cezâ olarak burnu ve kulakları da kesilirdi. Eğer köle veya efendisi bu cezayı

ödemezse, o zaman köle, bu tazmînât miktarını karşılayacak kadar bir süre, malını çaldığı kişinin

işinde çalışmak zorundaydı.

En ağır cezalardan biri tanrılara ait malları çalan hırsızlara verilen cezâ idi. Buna karşılık,

kralın mülkü ile sıradan bir vatandaşın mülkü arasında bir fark görülmezdi. Hayvan hırsızlığında,

ödenecek tazmînât miktarı, çalınan hayvanın piyasa fiyatının beş on katı civarında idi:

- Eğer herhangi bir yetişkin bir öküzü çalarsa, eskiden on beş öküz verirdi, fakat şimdi on

öküz verir... [m. 63].

57. maddede, hayvan hırsızları için öngörülen cezâlar, çaldığını on beş misline kadar

çıkıyor, hattâ bu cezârun eskiden otuz kat olduğu belirtiliyor.

Bu hükümlerde, şöyle kafa karıştırıcı bir durum vardır. Yasa koyucunun. suçlunun ödeme

kabiliyetini hiç dikkate almadığı görülmektedir. Bunu nasıl îzah etmek gerekir? Hadi, mal varlığı

olan kişilerden bu cezâlar alınıyordu diyelim ama şu soruların ve tereddütlerin akla gelmemesi

mümkün değil: Meselâ, elli öküz tazminat ödeyebilecek kadar ekonomik gücü olan bir kişinin beş

öküz çalmaya kalkması ne derece mâkuldür? Bu kadar ekonomik gücü olan insanların normal

olarak hırsızlık yapmaları da pek beklenmez. İstisnalar tabii hariçtir ama yasa kurallarının istisnaî

durumlara göre değil, genel ve yaygın olan suç olguları esas alınarak tanzim edilmesi îcâbetmez

mi? Diğer yandan, hırsızlık yapan kişilerin neredeyse tamamının bu kadar yüksek tazmînâtları

ödeyemeyeceklerini düşündüğümüzde, acaba bu cezalara ödeyecek maddî imkânı olmayan

hırsızlara ne yapılıyordu? Yoksa, yüksek tazmînât ödemelerini öngören bu yasa hükümleri, sadece

Page 109: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

109

caydırıcı bir amaç mı taşıyordu? Köle olarak mı satılıyorlardı? İbranî hukukunda, tazmînât cezâsını

ödeyemeyen hırsız, köle olarak satılırdı: "Hırsız çaldığının karşılığını kesinlikle ödemelidir. Hiçbir

şeyi yoksa, hırsızlık yaptığı için köle olarak satılacaktır''. (Çıkış: XXII/2-3).

Acaba öldürülüyorlar, mıydı?.. Hummurabi Kanunnâmesi'nde hırsızlık suçunun cezasının

esas îtibâriyle idam olduğunu ve yasada öngörülen tazminat cezasını ödeyemeyen hırsızlar için de

ölüm cezası ön görüldüğünü biliyoruz:

- “Eğer bir adam, hayvan veya gemi çalarsa; bunlar tanrıya veya saraya ait iseler çaldığının

otuz katı, müskinum'a ait iseler on katı tazminat öder. Bu tazmînâtı ödeyecek mal varlığı yoksa

öldürülür" [m.8].

Ancak, eğer böyle yapılıyor olsaydı, buna ilişkin bâzı yasa hükümleri de bulunmak

gerekmez miydi sorusu da orta durmaktadır.

Hitit hukukunda hırsızlık fiiline verilen cezaların, bâzı durumlarda, çalınan mahallin

korunaklı bir yer olup olmamasına göre ve çalınan şeyin miktarına göre de değiştiği görülmektedir:

- Eğer birisi, çitlerle çevrili bir bağdan bağ çubuğu çalarsa, eğer yüz çubuk ise, altı şekel

gümüş versin, böylece suçu evinden uzaklaştırır; ama eğer çitlerle çevrilmemiş bir bağ ise ve bâzı

bağ çubuklarını çalarsa, üç şekel gümüş versin. [m.108].

Hırsızlık filime teşebbüs halinde yakalananlara verilecek cezaya ilişkin bir düzenleme de

görülmektedir:

- "Eğer özgür bir adamı eşikte yakalarlarsa, evin içine henüz girmemiştir, on iki şekel

gümüş versin. Eğer bir köleyi eşikte yakalarlarsa, evin içine henüz girmemiştir, altı şekel gümüş

versin." [m. 93].

Bulduğu bir eşyayı, hayvanı sahibine iade etmeyen veya sahibini bulmak için bir gayret

göstermeyenler cebrî çalışma (angarya) cezasına çarptırılırlardı. Sahibinden kaçan bir hayvanı

nezdinde tutan kimse, bir hayvana karşılık on hayvan cezâ öderdi.

e. Zina ve Diğer Cinsel Suçlar

Hitit yasalarının, bu konuda, kadının evli olup olmamasına göre bir ayırım yaptığı

görülmektedir. Evli olmayan bir kadınla ve zor kullanılmayan cinsel ilişkiler konusunda

yasaklayıcı bir hüküm bulunmamaktadır. Buna karşılık, evli bir kadının, kendi rızası ile zina

etmesi ölüm cezasını gerektiren çok ağır bir suç olarak değerlendirilmektedir [m. 197]. Diğer

yandan, evli bir kadının, evinde bir başkası ile zina halinde yakalanması durumunda, kocanın her

ikisini de öldürmesine izin verilmiştir. Eğer koca, suçluları bizzat öldürmez de, saray kapısına

(mahkemeye) götürürse o zaman iki alternatif vardı. Eğer koca, ikisinin öldürülmesini isterse,

suçlular kral mahkemesine çıkarılır, yargılama sonucunda kral onları ya bağışlar ya da

öldürülmelerine karar verirdi:

- Eğer bir adam bir kadını dağda alırsa, suç adamındır ve o ölsün. Ama eğer onu evde alırsa,

suç kadınındır ve kadın ölsün. Eğer adam (koca), onları bulursa ve öldürürse, onun eylemi cezâya

değer değildir. [m.197]. Eğer onları sarayın kapısına götürürse ve derse "benim karın ölmesin.", o

Page 110: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

110

zaman zina yapan erkeği de hayatta bırakır... Eğer derse "ikisi de ölsün" o zaman kral onları

öldürür, kral onları yaşatır. [m.198].

Eğer, erkek karısını bağışlar ve "karım ölmesin" derse, o zaman, karısının âşığı da

öldürülmezdi. Bu hükümle Hammurabi Kodu'ndaki aynı konuya ilişkin düzenleme, benzerdir:

- Bir adamın karısı başka bir adam ile basılırsa (suçüstü halinde) her ikisi de bağlanır ve

suya atılır; ancak, koca karısını, kral da kölelerini affedebilir. [m. 129].

Eğer zina fiili evde değil de kırda vuku bulmuşsa, kadının rızası olup olmadığını tesbit

mümkün olmadığından, evde veya bir yerleşim yerinde kadın bağırarak yardım çağırabilirdi, ama

kırda bağırmışsa bile belki kimse duymamıştır mülâhazasıyla, bu durumda sadece erkek, ölüm

cezasına çarptırılırdı.

Bâzı suçlara verilen cezalar konusunda tüm Ön-Asya toplumlarında müştereklik

görülmektedir. Bunlardan biri de bu konudur. Evli kadının zina etmesi durumu, tüm Ön-Asva

toplumlarında ölüm cezasını gerektiren bir suç olarak kabul edilmekte; kocaya suçluları ya bizzat

öldürme ya da mahkemeden öldürülmesini isteme hakkı tanınmaktadır. [Meselâ, Orta Assur

Yasaları, m. 15].

Birinci dereceden akrabalar yanında, diğer çok yakın sıhri akrabalarla (gelin, kayınpeder,

kayınvalide, üvey kız, baldız vs. ile) cinsel, ilişki de ensest ("hunkel") sayılır ve taraflar ölüm

cezasına çarptırılırdı. Hitit kralı I. Şuppiluliuma'nın (1380-1345) yaptığı bir antlaşmada şu ifadeler

yer almaktadır:

- "Hitit ülkesinde şu töreye/yasaya (şaklai) uyulur: Bir erkek, kız kardeşi ve kuzeni ile

seksüel ilişkiye giremez."

Bir kişinin kardeşi yaşarken onun eşiyle cinsel ilişkiye girmesi yasak olduğu halde; ölen

kardeşin karısını, erkek kardeşin veya babanın alması (“levirate” uygulaması) serbestti. Bir

oğulun, üvey annesi ile, babası hayatta iken cinsel birlikteliği de "hunkel" sayılırdı. Diğer yandan,

Hitit devletinin, kendi ülkelerinin dışında, idareleri altındaki devletlerin halklarının bu tarz

ilişkilerine müdahale etmedikleri, onların eskiden beri yapa geldikleri kendi geleneksel

uygulamaları neyse ona karışılmaması husûsunda valilere tâlimât verildiği anlaşılmaktadır:

- "Bu ülkelerde, eskiden beri yasak cinsel ilişkiler konusunda hangi cezâ uygulanıyorsa ona

devam etsinler; öldürüyorlarsa öldürsünler, sürgüne gönderiyorlarsa öyle yapsınlar. Arkasından da

şehri dinsel olarak arındırsınlar."

Dikkat çekici bir başka husûs da, Hitit hukukunda genel olarak cinsel suçlar, özellikle de

hayvanlarla cinsel ilişki konusunda çok sayıda hüküm bulunmasıdır: m. 187, 199, 200. Diğer

Yakın-Doğu ve Mısır dinlerinde de görüldüğü gibi, Hitit tanrıları da kişilerin cinsel hayatları ile

çok yakından ilgilidir. Atfedilen önem sebebiyle ve genellikle ölüm cezası ile

cezâlandırıldıklarından, bu nevî suçlar doğrudan Kral Mahkemesi'ne havale edilirdi. Bu durum,

Hitit toplumlunun bu konulardaki hassasiyetine yorulabileceği gibi, bu nevî suçların çok fazla

işlendiğine de işaret edebilir. Hayvanlarla cinsel ilişkiyi cezalandırma konusundaki gösterilen

gayret ve şiddet hayreti mûciptir. Cinayet işleyen birisi para cezasıyla kurtulabilir ama, bir koyunla

Page 111: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

111

kendi çiftliğinin mahremiyeti içinde bile olsa ilişki kuran, bir kişi ölüm cezasına çarptırılırdı. Bu

durumun kültürel temelleri konusunda fazla bir şey bilmiyoruz. Bu çeşit ilişkilerin tanrıların

gazabına yol açarak tam toplum için felâkete yol açabileceğine dair inanç ve endişeleri bunda rol

oynamış olabilir. Olaya karışan hayvanların telef edilmeleri ve kişilerin de ya öldürülmeleri veya

tanrıların gazabını yatıştırmak için yerlerine bir hayvanın/kurbanın öldürülmesinin emredilmesi,

kişilerin ve toplumun maddi/mânevî kirlenmişliklerini giderme çabası olarak değerlendirilebilir.

Ayrıca, belki de, o devirlerde, biyolojik ve genetik bilgisinin yetersizliği sonucu, bu nevî

ilişkilerden, neidüğü belirsiz farklı ve tehlikeli bir canlı türünün ortaya çıkabileceğine ilişkin yanlış

bazı kabuller ve bâtıl inançlar da bu husûsta etkili olmuş olabilir. Muhtemelen, yine aynı gerekçe

ile, hilkat garibesi bir doğumun gerçekleşmesi ihtimaline karşı, bu işe karışan hayvanların, hemen

öldürülmesi emredilmektedir. Yasada, söz konusu suça konu olabilecek hayvanlar arasında beygir,

katır, köpek, domuz gibi hayvanlar zikredilmektedir. Bunlardan domuz ve köpekle "günah işleyen

kişi" öldürülür; ancak, kralın söz konusu kişi ve hayvanı affedebileceği de belirtilir; fakat,

affedilmiş olsalar bile bu kişilerin artık bir daha kralın gözüne gözükmemeleri gerekir [m. 199].

Beygir ve katıra tasallut edenlere cezâ verilmemekle beraber, bu kişilerin rahip olamayacakları

belirtilmektedir [m. 200], ki bu da dinî temizlikten mahrum ve kirlenmiş sayıldıklarını gösterir.

Bu bahiste, belki hepsinden daha da tuhaf bir husûs, Hitit yasa koyucusunun, nazarî olarak

bir insanın öküz veya domuz tarafından tecavüze uğramasını mümkün sayması ve buna ilişkin

olarak da bir hüküm ihdâs etmesidir. Bir kişinin domuzun tecavüzüne uğraması hâli için bir cezâ

konmamakla beraber; öküzün bir insana tecavüz etmesi üzerine çıkması durumunda ise, cezâ

olarak, öküz öldürülür, tecavüze uğrayan kişi ise öldürülmez; ancak, yerine bir koyun konarak o

kurban edilir/öldürülür [m. 199].

Mâhiyeti îtibâriyle mahfuz kalması ve bu kadar aleni hüküm ve değerlendirmelere konu

olmaması gereken böyle bir meseleye hukuk sisteminin, tâbir câizse kafayı bu kadar takması, Orta

Çağlarda Avrupa ülkelerinde bir toplumsal takıntı hâline gelen ve binlerce masum insanın diri diri

yakılmasıyla sonuçlanan “büyücü/cadı avı" uygulamalarını akla getirmektedir. Belki de, Hitit

toplumunda da bu konu, bâzı kişilerin kolayca itham ve mahkûm edilmelerinin bir aracı olarak

kullanılıyor, bâzı çevrelerce istismar ediliyordu.

Yasak cinsel ilişkiler bir yana, yasal eşle ilişkinin bile, tamamen yıkanıp temizlenene kadar

kişileri tanrılarla irtibat kurma bakımından uygun olmayan bir duruma soktuğuna inanılırdı.

Tapınak rahiplerinin evlenmeleri serbestti ama, karısıyla beraber olduktan sonra tamamen

temizlenmeden, kirli bir durumda tapınağa gelmeleri ve tanrıların huzuruna çıkmaları idamlık bir

suç sayılırdı. Bu durumda yasak cinsel ilişkiler konusunda gösterilen hassasiyeti ve bu durumun

tanrıların lanetini celbedeceği husûsundaki korkularını anlamak mümkündür.

f. Başka Bâzı Suçlar ve Cezâları

Kölelerin sâhiplerine karşı isyan etmeleri çok ağır bir suç sayılır, ateşte yakılma ile

cezâlandırılırdı.

Sihir yapma, büyücülük gibi faaliyetler de, Kral Mahkemesi'nde görülmesi gereken, en ağır

suçlardan sayılırdı. Bu işlerle uğraştıkları ispat edilenler, hür statüde kişiler ise para cezâsına; köle

iseler ölüm cezâsına çarptırılırlardı:

Page 112: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

112

- Eğer özgür bir kişi bir yılanı öldürür ve bu esnada birinin adını söylerse, bir pound gümüş

ödeyecektir; eğer bu fiili bir köle işlerse, cezası ölümdür. [m. 170].

- "Eğer bir kimse büyü yapmak amacıyla kilden bir tasvir yaparsa, büyücülük suçunu

işlemiş olur, Kral Mahkemesinde görülür". [m. 111].

Askerden kaçmak da çok ciddî bir suçtu ve asker kaçaklarının tamamının saraya

bildirilmesi için garnizon komutanlarına kesin emirler verilirdi.

7. ULUSLARARASI HUKUK, SAVAŞ HUKUKU

Hitit devleti, çevrelerindeki devletleri üç farklı hukukî statüde değerlendiriyordu: Dostluk

antlaşması yapılan devletler; himaye altında bulunan devletler ve düşman devletler. Hitit kralıyla

dostluk antlaşması olmayan ülkeler düşman ülke sayılırdı. Dostluk antlaşması yapılan devletler,

Hitit devletine kıyasla çok zayıf devletler olsalar bile, eşit statüde sayılmış ve kendilerinden

"kardeş" diye bahsedilmiştir. Yapılan antlaşmanın, sonunda taraflar, her iki ülkelerin tanrıları

adına bu antlaşmaya sadık kalacakları hususunda yemin ederler ve antlaşmaya aykırı hareket eden

tarafın tanrıların linetine uğramalarını temenni ederlerdi.

Bir de Hitit devletine tâbi prenslikler ve site devletleri vardı ki, bunlar dış ilişkileri

bakımında Hitit devletine tabî idiler, başka ülkelerle ilişki kuramazlardı, Hitit İmparatorluğunun

dış politikası doğrultusunda hareket etmeye mecburdular. Büyük Kral, bu tabî devletleri dış

saldırılara karşı korurdu, buna karşılık onlar da talep edildiği takdirde İmparatorluk ordusuna asker

göndermekle mükelleftiler.

Hitit kültüründe savaş, kimin haklı olduğunu belli eden bir "tanrı mahkemesi'' olarak

görülüyordu. Daha önce de işaret edildiği gibi, o devirlerde savaşlar, sadece ordular arasında değil,

her iki tarafın tanrıları arasında da vuku bulan bir çatışma olarak değerlendirilirdi.

Hitit savaş hukukuna göre karşı tarafa yapılacak muamele, sulh yoluyla teslim olması veya

savaşarak tutsak edilmesi durumuna göre büyük farklılık gösterirdi. Savaşta silah zoruyla alınan

şehrin halkı, köle edilirdi. Bu olaya Hitit dilinde Dannattah, tutsak halka da yakalanmış anlamına

gelen apantaş adı verilirdi. Harpte alınan bu esirlerden bâzıları kralın askerî gücü arasına katılır,

bazıları tapınak hizmetlerine gönderilir, önemli bir kısmı da (Namra'lar) imparatorluğun ıssız

bölgelerinde mecburî iskâna tabî tutulurdu.

Bir şehri savaşarak teslim alan kral, yağmalama, tahrip dahil dilediğini yapabilirdi. Ele

geçirilen ganimetin bir kısmı da savaşa katılan beyler arasında taksim edilirdi. İşgal edilen şehrin

cezâ olarak tamamen tahribine karar verildiğinde, o şehrin tanrılarının gazabına yol açmamak için,

önce tanrıların heykelleri ihtimamla Hitit panteonuna taşınır, daha sonra şehir yerle bir edilir, tarla

hâline getirilir ve o arazi hava ve fırtına tanrısı’na adanırdı. Artık insanlar o mahalle yaklaşmaz,

değil ev yapmak, hayvanlarını bile otlatamazlardı.

Eğer düşman şehir, savaşmaz da sulhen teslim olursa, o zaman yağmadan ve yakıp

yıkılmaktan kurtulur; başındaki prens de yerinde bırakılır, tabî ve himaye altında bir prens

statüsüne girerdi.

Page 113: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

113

Hititlerin savaş hukukunun, o zaman çevre ülkelerin hukuku ile kıyaslandığında ve hele

Assur'la kıyaslandığında çok insanî olduğu görülmektedir. Hititlerin savaş esirlerine iyi

davrandıkları, tutsaklara işkence yapmadıkları bilinmektedir. Gerçekten de, Hitit kralları; Asur

kralları, Mısır firavunları ve özellikle Îbranîlerde görüldüğü gibi, yaptıkları savaşları,

gerçekleştirdikleri kıyım ve yıkımları, ele geçirdikleri köle ve ganimetleri yücelten, bunları güç ve

kahramanlıklarının bir göstergesi gibi sunan bir yaklaşım içinde değillerdi. Saldırgan bir durumda

olmamaya çalışırlar; savaşma noktasına geldikleri devletin, barış şartlarını kabul etmesi ve bu

minval üzere bir barış antlaşması yapılmasını temin için gayret gösterirlerdi. Buna rağmen savaş

çıktığında da, savaşa, "tanrıların hakemlik yaptıkları bir oyun" olarak bakarlar; çatışmanın, âdil

olması için de savaşı belli kurallar içinde yapmaya gayret gösterirlerdi. Savaşa başlarken, haklı

olduklarını Tanrıları şahit tutmak ve onların öfkelerini düşman üzerine çekmek için dînî bir âyin

tertip ederler; taraf değiştirmeleri için, düşmanın tanrılarına niyazda bulunurlardı. Böyle olunca,

savaş sonunda mağlûp olan tarafın, artık tanrıların kararına saygı göstererek sonucu kabullenmesi,

galip tarafa itaat etmesi, artık isyan etmek gibi bir davranışa yeltenmemesi beklenirdi. Ortaya çıkan

bu ilâhî sonuca rağmen, mağlûp tarafın, barış antlaşması yapıldıktan sonra tekrar isyana

kalkışması, tanrıların hükmüne karşı bir başkaldırı olarak değerlendirilir ve şiddetle

cezalandırılırdı.

Bu yaklaşım içinde, Hititler, savaşta düşmanlarını silip yok etmeyi amaçlamaz; kendi

egemenliklerini kabul etmelerini sağlamayı, yeterli sayar; bu neticeye ulaştıktan sonra da, savaşıp

yendikleri komşu devletlerin krallarını, kendilerine bağlı bir bölge vâlisi/kral konumunda tutmaya

devam ederlerdi. Kendilerinin çok güçlü olduğu durumlarda bile, dış politikalarında, komşu

ülkelerin hükümdarlarını da kendi eşitleri olarak kabul eder, aralarındaki ilişkinin fırsatçılığa ve

hâkimiyet kurmaya dayalı bir ilişkiden ziyade; saldırmazlık antlaşmalarıyla belirlenen bir hukukî

statüde, barışçıl ve istikrarlı bir ilişki olmasını arzu ederlerdi. Bu meyânda, başta Mısır’la yapılan

Kadeş Antlaşması olmak üzere, komşu devletlerle bir çok barış antlaşması yapma yoluna gidildiği;

ve bu antlaşma metinlerinde kullanılan ifade ve üslûpların daha sonra Grek ve Roma

antlaşmalarında da emsal alındığı görülmektedir.

8. MAHKEMELER VE MUHÂKEME USÛLÜ

Kral ve kraliçe de dahil olmak üzere Hanedan mensuplarının yargılandığı "Pankuş Meclisi"

ile yargılamayı tapınak rahiplerinin yaptığı, özel teamülleri olan tapınak mahkemeleri hâriç

tutulursa Hitit'te üç derece mahkemesi bulunduğu anlaşılmaktadır. Kral Mahkemesi; Ayan

Mahkemesi, Aksakallar Mahkemesi.

Eski Hitit döneminde etkin bir kurum olan, Pankuş Meclisi (Asiller Meclisi) ve Tuliya adlı

kurul da, hanedan mensupları ve üst düzey yöneticileri yargılayan bir tür yüksek mahkeme işlevi

görürdü. Toplumdaki konumu ne olursa olsun herkes, suçlu olduğu takdirde mahkeme huzuruna

çıkarılırdı. Pankuş Meclisi Kralları ve kraliçeleri bile sorguya çekmek ve haklarında hüküm

vermek salahiyetini haizdi. Nitekim, yargılanıp mahkûm edilen kraliçelere ait kayıtlar

bulunmaktadır.

Adalet mekanizmasının en tepesinde, "Güneşi/Adalet Tanrıçası'nın vekili" konumundaki

Büyük Kral (Taberna) bulunurdu. Hitit devletinde, kralın, "baş yargıç" sıfatıyla önemli dâvalara

Page 114: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

114

baktığı mahkeme "Kral Mahkemesi" olarak adlandırılırdı. Bu mahkeme, soylular ve yüksek

idarecilerle ilgili dâvâlara ve îdâm cezasını gerektiren suçlarla itham edilen hür vatandaşların

dâvalarına bakardı. Kral Mahkemesi bir tür üst mahkeme, temyiz mahkemesi durumunda idi. Bu

yüksek mahkemenin ardından, kral tarafından görevlendirilen kişilerden oluşan mahkemeler

gelirdi. Bunların dışında, her şehrin yaşlılarından oluşan kurallar, şehir/köy müfettişleri ve askerî

vâliler (auriyaş işhaş/bel madgaltı) de dâvâlara bakarlardı. Askerî valilere hitaben, kral tarafından

gönderilen bir fermanda adlî işlerin düzenlenmesi ile ilgili olarak şu emirler verilmektedir:

"Ayrıca, askerî vali, şehir müfettişi ve yaşlılar heyeti, dâvalar hakkında iyi karar versinler ve onları

halletsinler... Eğer bir kimse, tahta veya kil tablette mühürlenmiş olarak bîr dâvayı getirirse, askerî

vali dâvayı iyi bir şekilde karara bağlasın; ama eğer dâva çok kapsamlı ise, onu majesteye (Büyük

Kral'a) yollasın". Hitit Devletinin yönetimdeki en önemli kişilerden olan "bel madgaltı" denen ve

kralın özel olarak gönderdiği askerî valilerin, yerel mahkemelere nezaret etmek için bölge içinde

dolaşmak gibi görevleri de vardı. Ve bütün bu faaliyetlerinin sonuçlarını bizzat kralın kendisine

rapor etmek zorundaydılar.

Büyük Kral'ın bu “baş yargıç" konumu ve görevi o kadar ciddiye alınırdı ki, pek çok

durumda, muhakeme işini bizzat kendisi yürütürdü. O kadar devlet işleri arasında, bu gibi

konularla bizzat ilgilenmeye nasıl vakit bulabildiği gerçekten hayret verici bulunmaktadır.

[Yasalara göre, ağılda tutulması gereken, boynuzlama âdeti olan bir boğayı ağılda tutmamak,

yaklaşık 100 kilo kadar kereste çalmak gibi suçların bile Kral Mahkemesine havale edildiği

görülmektedir ki, bugün bize çok basit suçlar olarak gözüken bu fiiller demek ki o zaman çok

önemli görülmekteydi]. Ayrıca, vasal devletlerin yöneticileri arasında vuku bulan anlaşmazlıklar

hakem olarak onun önüne getirilirdi. Diğer yandan, alt mahkemelerin verdikleri kararlara karşı

temyiz başvurulan veya alt mahkemelerin kendi yetkilerini aşan konularda dâvanın Kral tarafından

görülmesine karar verdikleri dâvaları, yine o hallederdi.

Alt mahkemelerin suçluyu ölüme mahkûm etme yetkisi bulunmadığından, ölüm cezasını

gerektiren ağır suçlar Kral Mahkemesi'ne havale diliyordu. Meselâ, büyücülük böyle bir suçtu;

kezâ yasaklanmış cinsel ilişkiler (ensest) de bu nevî suçlardandı. Herhalde, Kral Mahkemesinde

görülen bu dâvâlara, bir çok durumda, Kral adına onun yetkili kıldığı hâkimler bakıyorlardı. Kral

ailesine mensup kişilerin ve özellikle kraliçenin ("tavannanna” nın) kral adına bâzı dâvalara

baktıkları ve hüküm verdikleri görülmekte. Diğer yandan, herkes, adaletsiz olduğunu düşündüğü

bir kararı temyiz için Büyük Kral'a (Kral Mahkemesine) başvurabilirdi.

Adlî sistem, ve işleyişi ile ilgili bilgilerimiz oldukça sınırlı. Ayan Mahkemesi, krallık

memurlarıyla, valilerin, ve bunlar derecesindeki komutanlarla ilgili dâvalara bakardı. Bir de

Aksakallar Mahkemesi (" Yaşlılar Kurulu") durumundaki "Kral Kapısı Mahkemesi" veya "Saray

Kapısı Mahkemesi" olarak adlandırılan ve geniş bir suç yelpazesinin görev alanına girdiği genel

mahkemeler vardı. Anlaşmazlıklar, eyaletlerin merkezince bulunan bu Aksakallar Mahkemesi’nin

önüne getirilirdi. Devlet mahallî ihtilafların çözümünü yerel organlara bırakır, bunlara doğrudan

müdâhil olmazdı. O mahaldeki kralın yetkili yöneticisi, yerel organlarla işbirliğine giderek ihtilafın

giderilmesini sağlamaya çalışır; yargılama, şehir komiseri ve şehrin Yaşlılar Kurulu'nun

huzurunda icrâ edilirdi.

Page 115: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

115

Şef, "Kan'ın sahibi" idi ve aile bireyleri arasında işlenen suçlarda da hükmü o verirdi.

Ülkenin kırsal yörelerinde adalet işleri, muhtemelen, önde gelen ailelerin reislerinden, zengin

toprak sahiplerinden oluşan İhtiyar Heyeti tarafından yürütülürdü. Küçük dâvalar, muhtemelen,

tümüyle yerel kurulların yetkisine bırakılmıştı. Yerel heyet, Hitit ülkesindeki adlî teşkilâtın en ait

düzeyini temsil ederdi. Bölge yöneticisi., bu yerel heyetin verdiği kararlara karşı temyiz mercii

işlevi de gören daha yüksek bir adlî konumda bulunuyordu.

Bir de lu-Dugud denen ve kral tarafından atanan ve onun adına yargılama yapan adlî

görevliler (“sulh hâkimleri") vardı. Bunların kararları nihaî ve kesindi. Bunların kararlarına karşı

çıkmak idam cezasını müstelzimdi. Kralın verdiği bir karara karşı çıkan kişinin ise tüm hanesi yok

edilirdi. [m.173]. Suçun konusunun ne olduğu dikkate alınmıyor, bizatihi karara karşı çıkmak bu

cezanın verilmesi için yeterli sayılıyordu, ki bu ceza Hitit hukukundaki nâdir ölüm cezalarından

biridir. Böyle ağır cezaların konmuş olmasının, halkın kendilerinden müşteki olması üzerine alınan

ve yapılan haksızlıklara son verilmesini isteyen mahkeme kararlarına karşı direnmeye

yeltenebilecek yerel mütegallibenin, bu kararların gereğini yapmaktan kaçınmalarını önlemeye ve

halkı korumaya dönük olduğu anlaşılmaktadır.

Genel valilerin ve garnizon komutanlarının da bâzı adlî görev ve sorumlulukları

bulunuyordu. Valilerin ikinci mühim görevleri adaletin dağıtılması idi. Genel vâlilerin de, Büyük

Kral'ın vekilleri olarak onun adlî görevlerini yüklendikleri anlaşılıyor. Şehirler ve bölgeler

arasında seyahat eden tüccarların saldırı ve soygun gibi olaylarla sık sık karşılaştıkları,

mahkemelerde görülen dâvalarla ilgili kayıtlardan anlaşılmakta. Farklı eyaletleri ilgilendiren

ihtilaflarda, bölge valilerinin ve Büyük Kral'ın devreye girdiği anlaşılıyor.

Hâkimlerin görevlerini yaparlarken âdil ve tarafsız olmalarına çok önem verilirdi. Elimize

geçen kraliyet fermanlarında bu konuda verilen emir ve direktifler bunu teyid etmektedir. Kral II.

Tuthaliya (M.Ö. XIV. Asır), hâkimlere, yargılamada bulunurken nelere dikkat etmeleri, gerektiği

hususunda şu talimatları vermekte, hüküm verirken eşit ve tarafsız davranmaları, rüşvet

almamaları, en basit armağanları bile kabul etmemeleri konusunda onları uyarmaktadır:

- "Ülkenin hukuk sorunlarıyla ilgili karar verecek olan sen, kararını iyi ver. Ekmek ve bira

uğruna, (kararlarını) onun (suçlunun) hanesi, biraderi, karısı, bir aile üyesi, sülalesi, hısım ya da

dostları lehine çevirme. Karar veremediğin bir dâvayı efendin kralın önüne getir ki kararı Kral

versin."

Büyük Kral, sınır komutanlarının görevlerine ilişkin yayınladığı talimatnamede şu

direktifleri veriyor:

- "Hangi kente dönerseniz dönün, kentin bütün insanlarını toplayınız. Her kimin bir dâvası

varsa, onun hakkında karar veriniz ve onu memnun ediniz. Eğer bir kölenin, veya hizmetkârın

veya yaşlı bir kadının bir dâvası varsa, hakkında karar veriniz ve onu memnun ediniz. Basit bir

dâvayı zorlaştırmayınız. Zor bir dâvayı da basitmiş gibi göstermeyiniz. Doğru olanı yapınız."

Diğer yandan, onların bu görevlerini yerine getirirken yerel yetkililerle işbirliği yapmaları

da istenmekte:

Page 116: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

116

- "Artık garnizon komutanı, belediye başkanı ve yaşlılar beraberce adaletin uygun şekilde

yerine getirilmesini sağlayacaklar ve halk dâvalarını getirecek.”

Ayrıca, görevlilere, adalet dağıtırken o yerin mahallî örf ve âdetleri de göz önünde

tutmaları, yasada cinayet olaylarında diyet öngörülüyor olsa bile, eğer taşrada öteden beri ölüm

cezâsı uygulanıyorsa veya sürgün cezası veriliyorsa o cezaların verilmesi yoluna gidilmesi

emrediliyordu.

Kral IV. Tuthaliya'nın valilere, gönderdiği bir fermanda da, "haklı bir dâvayı

kaybettirmeyin ve haksız bir dâvayı kazandırmayın!.. Muktedir olamadığınız dâvaları Kralın

huzuruna getirin, ona bizzat kral rü'yet eder” denilmektedir.

Elimize geçen, bâzı zimmete geçirme ve görevi sûistimâl dâvalarıyla ilgili son derece

ayrıntılı soruşturma tutanakları, o dönemlerden çok sonra bile Şark toplumlarında örneği

görülemeyecek ölçüde bir ciddiyyet sergilemektedir. Yargılama sürecinin mâkul bir süre içerisinde

neticelendirilmeye çalışıldığı, suçlama veya savunmaya ilişkin olarak çok sayıda tanığın çağrılıp

dinlendiği ve ifadelerinin kayda geçirildiği görülmektedir. III. Hattuşili (1267-1237) döneminde,

üst düzey bir tapınak görevlisine karşı, zimmet ve görevi ihmâl suçlamasıyla açılan bir dâvânın

zabıtları, söz konusu dâvada en az otuz sanığın ifadesine başvurulduğunu tesbit etmekte. Mahkeme

tutanaklarından, sanıkların kendilerini savunmalarına imkân verildiği, savunmalarının

kesilmediği, delil ve tanıklar sunmaları hususunda bir sınırlama getirilmediği; sanıkların,

kendilerini savunurlarken mantıkî ve edebî bir üslûp kullanmaya gayret ettikleri ve hitabet

teknikleriyle hâkimleri etkilemeye çalıştıkları anlaşılmaktadır. Bu nevî usûle ilişkin

uygulamalarda da, diğer konularda olduğu gibi, Mezopotamya hukukunun tesiri açıkça

hissedilmektedir.

Verilen kararlara karşı gelmenin suçu çok ağırdı. Kral Mahkemesinin kararına karşı gelen

kişi hane halkı ile birlikte yok edilir, kralın görevlendirdiği kişinin kararına karşı çıkanın ise başı

kesilirdi. Kral Mahkemesi veya diğer mahkemelerce verilen karara uymayan, karşı çıkan kişiye bu

kadar ağır müeyyidelerin uygulanması, sıradan insanlardan ziyade, bu insanları ezen mütegallibe

zümresinin mahkeme kararlarını umursamazca tavır takınmalarını önlemeye dönük olduğu

söylenebilir. Çünkü sıradan bir insanın Krala veya onun görevlendirdiği bir mahkemenin kararına

karşı çıkması düşünülemez. Ancak, halkı ezen sınıf, yaptıkları bu zulümleri engellemeye dönük

mahkeme kararlarına karşı direnmeye teşebbüs edebilirler. İşte bu çeşit ağır cezalarla bu zümrenin

kanun dışı bir çizgiye girmelerinin önü alınmak istenmiş olsa gerek.

Bu arada, hapishane müessesesi ve uygulamasının olup olmadığı husûsunda da kısaca bilgi

vermeye çalışalım: Hapis cezası, ilke itibariyle, tüm Yakın-Doğu ülkelerinde bilinen ve uygulanan

bir cezalandırma uygulaması değildi. Hiç bir yasa metninde bu konuda bir hüküm

bulunmamaktadır. Hapishaneler o devirde, insanların cezalarını çekmek için kullanıldıkları bir yer

olmayıp, soruşturma ve karar verme aşamasında zanlıyı muhafaza etmek veya eğer suçlu

bulunmuşsa, infaza kadar tutmak için kullanılmaktaydı. Anadolu'da hapishane kurumu ile ilgili ilk

kayıtlar, Asur ticaret kolonileri ile ilgili metinlerde görülmekte. Fakat, hapishaneye Hitit

kayıtlarında pek az rastlanmakta. Eldeki tabletlerden edinilen bilgilere göre, Eski Krallık

Page 117: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

117

Dönemi'nde (1380-1200), başkent Hattuşa'da bir devlet hapishanesinin mevcut olduğu, başkent

dışında da hapishanelerin bulunduğu anlaşılmaktadır.

V. KADÎM MISIRDA HUKUK

Dikkat et!... Bak ne Saruların tarafını tut ne de insanları köle hâline getir!.. Yukarı ve Aşağı

Mısır'dan bir şikayetçi geldiği vakit, her şeyin kanuna göre yapılmasına ve herkesin hakkını elde

etmesine nezaret etmek sana aittir.... Şikayetçiye cevap verirken kanun ve kaideye göre hareket,

bir Sar için emniyettir. Hükmedilen adam 'benim hakkım verilmemiştir' dememeli... Allahı seven

adaleti yerine getirendir. Allahın nefret ettiği şey bir tarafı iltizam etmektir, buna göre hareket et,

seni bilene ve bilmeyene aynı gözle bak.

[Göreve yeni atanan bir vezire Firavun'un yaptığı nasihatten]

A. TARİH, TOPLUM, DEVLET

Kadîm Mısır, tarihin kaydettiği en eski ve uzun süreli medeniyetlerden ve devletlerden

biridir. O bakımdan, burada verilecek bilgiler çok genel nitelikte olacak, zaman zaman da bütün

bu dönemleri kapsamayan, belli dönemler için geçerli bir özellik taşıyacaktır.

1. TARİH

Mısır'da, M.Ö. 4000 yıllarından îtibâren yerleşik tarımsal üretime geçildiği

anlaşılmaktadır. Aile, klan, köy şeklindeki yerleşim birimlerinin birleşerek Site hâlini almaları ise

M.Ö. 3500'lere kadar uzanmaktadır. Bu tarihten îtibâren feodal siyasî yapılanmalar küçük

krallıklara dönüşmüşler, bâzı dönemlerde de siyasî birlik sağlanarak tek bir krallık hâlinde

yönetilmiştir. Çok kadîm dönemlere ait yerleşim bölgeleri bugünkü şehirlerin ve ekilip biçilen

tarım arazisinin altında, Nil milinin derinliklerinde yatmaktadır. Bu coğrafyada milâttan önce üç

bin iki yüzlere kadar giden erken bir tarihte güçlü bir merkezî devlet kurulmuş bulunuyordu.

Tahmin edileceği gibi, bu kadar eski devirlere ait tarihî bilgiler, bu çok genel bilgilerin

ötesine geçildiğinde, bilimsel verilerle desteklenemediği ölçüde, efsânevî ve rivayetlere dayalı bir

nitelik taşımaktadır. Grek tarihçisi Diodorus Siculus'un (M.Ö. 90-21) naklettiğine göre, "Tanrıların

yönettiği dönemin ardından, Mısır'ın ilk kralı olan Menes dönemi başladı (takriben, M.Ö. IV.

Milenyumun başları)". İlk kral olmasının yanı sıra daha pek çok ilk de Menes'e atfedilmektedir:

Mısır'da mevcut bütün kabilelerin etrafında toplandığı, ve onlar arasında yasaya dayanan bir

yönetim kuran "ilk büyük ced") ülkede siyasî birliği sağlayan "ilk firavun" ve özellikle bizi

ilgilendiren yönüyle, Mısır'ın "ilk yazılı kanun koyucu"su. İşte bu tarihî dönemlerden, Perslerce

ele geçirildiği M.Ö. 525 yılına kadar firavunların devleti iki bin beş yüz yıl ayakta kaldı. Firavunlar

Öncesi Dönem (M.Ö. IV. milenyumun başına kadarki dönem) hariç tutulursa, bu dönemi tarihçiler,

bâzı ara dönemlerle birlikte, esas îtibâriyle beş devreye ayırırlar: Erken Hanedanlar Dönemi; Eski

Krallık (2900-2270); Orta Krallık (2000- 1800); Yeni Krallık (1550-1100); Geç Dönem (710-670).

Page 118: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

118

Daha sonra Assur İstilâsı (M.Ö. 670'ler); Pers Dönemi (525-332); İskender (Grek) ve Roma

Dönemi (M.Ö. 332- M.S. 395); Bizans Dönemi (395-638) ve İslâmî Dönem gelmektedir.

Coğrafî konumu îtibâriyle Mısır, dış istilâlara uğrama bakımından, etrafının aşılması güç

çöllerle çevrili olması hasebiyle oldukça avantajlı bir konumda bulunmasına rağmen, yine de

birkaç dış istilâ ile karşılaşmıştır. M.Ö. 1710'larda Mısır, Hiksos'ların saldırı ve işgaline uğradı.

İşgal güçlerine karşı direniş bir buçuk asır kadar sürdü. Bu durum Mısır'ın militarist bir sisteme

dönüşmesine yol açtı. Toprak sâhibi sınıfın etkinliği azaldı, kral ve askerler, hiyerarşik aristokrasi

ve yabancı paralı askerlerin etkinliği arttı. Mısır savaş ve fetih peşinde koşan istilacı bir güce

dönüştü. İşgal güçlerine karşı savaşın oluşturduğu bu militarist yapılanma, şimdi kendi savaşlarını

oluşturma peşindeydi.

Mısır'da firavun medeniyetinin izleri belli ölçüler içinde Bizans dönemine kadar sürmüştür.

Persler ele geçirdikleri ülke halkının kültürel hayatlarına karışmazlardı. Onun için, özgün Mısır

kültürü, milâttan önce altıncı asrın ortalarındaki bu istilâdan fazla etkilenmedi. Eski Mısır hukuk

düzeni İranlıların işgalinden sonra da sürdürüldü. Hattâ, İran şehinşâhı Dârâ, Mısır kültürüne

gösterdiği bu tolerans dolayısıyla Mısırlılar tarafından da bir kanun koyucu olarak kabul edildi.

İskender Mısır'ı Persler'den aldı, Mısır halkının kendisini bir kurtarıcı olarak karşıladığı söylenir

(M.Ö. 332). Üç asır kadar süren, İskender sonrası Makedon/Grek dönemini Batı Roma işgali bunu

tâkip etti (M.Ö. 30). Ancak, Makedon ve Batı Roma yönetimleri altında Grek kültürü özellikle

yönetim ve hukuk alanında çok etkin olmuş ve kendi hukuk sistemlerini tatbik etmişlerse de kadîm

Mısır kültürü yine de varlığını koruyabildi. Ardından, bölge, M.S. 395 yılında Bizans

İmparatorluğunun bir parçası oldu ve işte bu dönem, kadîm Mısır kültürü için çok yıkıcı sonuçlar

doğurdu. Hıristiyanlığın ve kilisenin, arkasına devletin gücünü de alarak, kadîm kültüre ait izleri

ortadan kaldırma mücadelesi adım adım ilerledi; meşhur İskenderiye Kütüphanesi tahrip edildi;

imparator Jüstinyen zamanında Philak adasındaki (Asuan) son İsis Tapınağı'nın da kapatılıp

kiliseye çevrilmesi (529), üç bin yıllık bu kadîm kültürün sonunu getirdi. Yedinci asırda Müslüman

Arap fütuhatına kadar Kopt Hıristiyan mezhebi Mısır kültürüne egemen oldu. Bu büyük medeniyet

üzerindeki kül örtüsü, Champillion'un 1801 yılında Hiyeroglif yazısını çözmesiyle gün ışığına

çıkmaya başlamıştır.

2. KÜLTÜR

İngiliz Antropolog Elliot Smith'e göre, M. Ö. dört binlerde din, toplumsal organizasyon,

evlilik, cenaze törenleri, evler, giyim eşyaları vs. sadece Mısır'da vardı ve insanlığın bu temel

kültür unsurları daha sonra zaman içinde buradan dünyanın başka yerlerine yayılmıştır. Buna

karşılık, Gordon Child, Sümer'den gelen kültürün Mısır'ı etkilediğini, "Mezopotamya uygarlığının

Nil barbarlığına uygarlık tohumları ektiğini" belirtmektedir.

İlk Mısırlı halkın nereden geldiği, kimler olduğu bilinmiyor. Sudan, Habeş, Libya ve Asya

kökenli olduklarına dair bir çok teori var. Aslında, o tarihlerde bile yeryüzünde saf ırk bulmak

mümkün değil. Muhtemelen Asya'dan gelen göçebeler veya fatihler yüksek bir kültürü de

beraberlerinde getirdiler ve yerli halkla evlilikler sonucu, etnik yönden melez bir topluluk oluştu.

Tarihteki pek çok örnekte de görüldüğü gibi, zaman içinde, M.Ö. 4000 ile 3000'ler arasında, bu

yeni ve farklı ırk ve kültürlerin karışımından yeni bir halk ve yeni bir medeniyet doğdu; taze ırk

Page 119: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

119

ve kanların katılması gençleştirici ve canlandırıcı bir etki yaptı... Gerçekten, her ne kadar, özellikle

ırkçı ve faşizan görüşler tek ırka ve tek kültüre dayalı homojen bir toplumu arzuya şayan bulurlarsa

da tarih bize, büyük medeniyetleri yaratan her toplumun ırkların ve kültürlerin karıştığı toplumlar

olduğunu göstermektedir.

Kadîm Mısırlıların konuştukları dilin muhtemelen Asya kökenli olduğu düşünülmekte.

Bilinen tarihi boyunca Mısır, hep Afrika'dan daha çok Doğu Akdeniz'le ilişki içinde olmuş ve

Doğu Akdeniz'in bir uzantısı konumunda olmuştur. Ticaret ve kültür Asya'dan Mısır'a kolayca

geçmiş; buna karşılık, Nil'in ötesindeki çöl ülkeyi Afrika'dan izole etmiştir. Mısır'da milâttan önce

üç binli yıllardan milâttan sonra dördüncü asra kadar kullanılan hiyeroglif yazısının Finike

alfabesine kaynaklık ettiği anlaşılmaktadır. Mısır'ın gelişmesi Mezopotamya'nın gelişmesi ile

paralellik göstermekle birlikte, önemli bir fark, aşılmaz çöllerle Mısır'ın istilalara karşı korunmuş

olmasıydı. Bu nedenle, bir kaç defa böyle bir işgale de uğramış olmakla beraber, barbar istilası,

Mısır için ciddî ve devamlı bir tehdit teşkil etmiyordu. Bu coğrafî konumu dolayısıyla Mısır,

meselâ Anadolu'dan farklı olarak, fakat Çin'i çağrıştırır biçimde, kültürel ve siyasî bakımdan

binlerce yıl süren bir devamlılık ve istikrara sahne olabilmiştir.

Bu coğrafî konumu içinde, Kadîm Mısır, Doğu Akdeniz ve Mezopotamya

medeniyetlerinden hem büyük ölçüde etkilenmiş, hem de onları etkilemiştir. M. Ö. 1200'lerden

800'lere kadar karanlık bir çağ yaşayan Greklerin, bu tarihten sonra ve özellikle MÖ. 600'leri

müteakip yaşadıkları aydınlanmada ve zengin bir medeniyetin ortaya çıkmasında en büyük etkenin

Mezopotamya ve belki de daha çok Mısır kaynaklı olduğu ileri sürülmektedir. Yunanlıların,

geometri temelli matematiği Mısır'dan aldıkları kaydedilir. Plato, Timaeus ve Theaetetus adlı

risalelerinde bu konuya işaret etmektedir. Aritmetikte, geometride ve astronomide Yunan bilimi

Nil'de ve Fırat'ta atılan temellerin üzerine kurulmuştu. İlk doğa filozofu olan Thales'in soyca yarı

Fenikeli olduğu ve Mısır'da geometri çalıştığı söylenir. Pythagoras'ın da geometri bilgisini

Mısır'da öğrendiği rivâyet edilmektedir.

Bu kadîm dönemlerde, Mısır ile Doğu Akdeniz, Girit ve Yunan toplumları arasında yaygın

bir ticarî faâliyet vardı. M.Ö. 3000'lerde Mısır'da üretilen malların Kuzey Suriye kıyılarına ve

Girit'e kadar gittiği ve buralarda taklit edildiği görülmekte. Arkeologlar, Mısır'da imal edilmiş

eşyalara Sumer'de rastlamışlardır. Giritliler de Mısır'la çok yakın bir ticarî ve kültürel ilişki

içindeydiler, dolayısıyla, hukuk sistemleri, Finikeliler gibi Doğu Akdeniz ülkelerinin yanı sıra,

Mısırlıların yasalarından da önemli ölçüde etkilenmiştir. Yunanistan, ihtiyacı olan buğdayın

önemli bir kısmını Mısır'dan ithal ederdi.

Bu yoğun ticarî faâliyetlerin bir yan ürünü olarak, ağırlığı Mısır medeniyetinin diğerlerini

etkilemesi yönünde olmak üzere, tüm Doğu Akdeniz Bölgesi toplumları arasında güçlü bir kültürel

alış-veriş de görülmekte. Bu ilişkinin ne kadar güçlü olduğuna işaret etmesi bakımından,

Herodotus'un "büyük Grek dostu" olarak nitelendirdiği, Pers istilası öncesi son büyük firavun olan

II. Amasis'in (570-526), Bingazili bir Grek'le evli olduğunu ve kendisinin Solon (640-559) ve

Thales (624-546)'i ve daha sonra da Pythagoras (580-500)'ı misafir ettiğini ve bâzı rivayetlere göre

Thales'in tavsiyesi üzerine Mısır'a giden Pythagoras'ın burada yirmi yıl (muhtemelen, 550- 530

arasında) kaldığını söylemek yeterli olacaktır. Diğer yandan, Büyük İskender'in annesinin bir

Page 120: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

120

Ammon rahibesi olduğu ve Mısır'ın fethini müteakip, İskender'in Batı Mısır'da Siwa'da bulunan

Ammon Tapınağına bir hac ziyaretinde bulunduğu da iddia edilmektedir.

Kadîm Mısır medeniyeti özellikle fen ve tıp sahalarında çok ileri bir düzeydeydi. Öte

yandan, İskenderiye yolu ile Aristo'ya ulaşan Keldânî (Mezopotamya topraklarında yaşamış çok

kadîm bir halk) gözlemleri, astronomi ilerlemelerini hızlandırıyordu. Roma imparatoru Ceasar,

daha sağlıklı bir takvim oluşturmak için İskenderiye'li bir matematikçiye başvurmak zorunda

kalmıştı. Peschel'e göre, teknik buluşlar bakımından kıyaslandığında, buhar makinesinin icadına

kadar, pek nâdir bâzı alanların dışında, Mısır Avrupa'nın önündeydi. Büyük su kanalları açmayı

başaran, piramitleri inşa eden ve bin tonluk dikilitaşları uzun mesafelere taşımayı becerebilen

Mısır mühendisliği, Grekler, Romalılar veya Endüstri Devrimi öncesi Avrupa ile kıyaslandığında,

daha üstün bir düzeyde bulunmaktaydı.

Mısır ülkesi felsefî düşüncenin vatanı olarak kabul edilir. Bildiğimiz en eski Mısır felsefe

risalesi, Ptah-Hotep'in Öğretileri başlığını taşımaktadır. Milâttan önce yirmi beşinci asrın

sonlarında ve yirmi dördüncü asrın başlarında yaşayan Memphis vâlisi feylesof Ptah-Hotep'in,

gençleri eğitmeye yönelik hikmet ve ahlâk ilkelerini ihtivâ eden bu kitabın yazılış tarihini Durant

M.Ö. 29. asra kadar götürür. Böyle kabul edildiğinde, söz konusu ebedî hikmet risalesinin tarihi

Konfüçyüs, Sokrates ve Buda'dan iki bin yıl öncesine uzanmaktadır ki bu durumda insanlığın en

eski felsefe kitabı ve en eski kitabı bu olmaktadır. Bu hikmet kitabında, Tanrı'nın en aziz tuttuğu

şeyin, "kendisine sessizce itaat edilmesi" olduğu vurgulanırken; aslında, politik yönüyle, teb'anın

yönetime itâat etmesi gerektiği de telkin edilmiş oluyordu.

İlk Yunan filozofları, bütün insan bilgisinin sırlarının bu coğrafyalardaki râhiplerin gizli

ilimleri içinde olduğunu düşündüklerinden, bu bilginin peşinde, Mısır'a, Kalde'ye, Hindistan'lara

kadar gidiyorlardı. Felsefe tarihçileri genellikle felsefenin kadîm Greklerle başladığını ileri

sürerler ki bunun bir yanılgı olduğu âşikârdır. Felsefeyi icat ettiklerini iddia eden Hintlilerle, onu

mükemmelleştirdiklerini ileri süren Çinliler batılı felsefe tarihçilerinin bu etnosentrik bakış açışını

mütebessim bir çehre ile karşılarlar. Bu meyânda, Mısırlıların hikmet’i kadîmi Grekler arasında

bir darbı meseldi ve onlar bu kadîm medeniyetin yanında kendilerini çocuk gibi hissediyorlardı.

Eflatun, Timaeus adlı baş eserinde, Solon'un Mısır'ı ziyaretinde bir Mısır'lı rahiple aralarında

geçen şöyle bir diyaloga yer verir: Yaşlı râhip, müstehzi bir tavırla, Yunanlıların “geçmişte olup

bitenlere dair hiç bir şey bilmeyen, geveze ve şımarık tıfıllar" olduklarını söyledikten sonra;

halbuki kendilerinin (Mısırlıların) bilgi kaynaklarının 9000 yıl öncesine (günümüz îtibâriyle

düşünürsek 11.600 yıl öncesine) kadar uzandığını hatırlatır. Eflatun'un naklettiğine göre, Solon,

bu Mısır'lı bilgin/râhiplere bir şeyler sorduğunda, aldığı cevaplardan, hem kendisinin hem de başka

bir Helen'in hiç bir şey bilmediğini fark etmişti.

İçinde bulundukları bu üstün medeniyet seviyesi ve bâzı dînî inançları sebebiyle

Mısırlıların yabancı kavimleri küçümsedikleri ileri sürülmektedir. Kendilerini tanrılara daha yakın

bir halk olarak görürler, diğer kavimden insanları temiz saymazlardı. Bunun sebeplerinden biri de

bu kavimlerin domuz eti yemesiydi. Mısırlılar domuzdan nefret ederlerdi ve bu yüzden domuz eti

yediklerinden dolayı bir Yunanlıyı öpmez ve bıçağını, kapkacağını da kullanmazlardı.

Kendilerinin "sünnetli," diğer halkların "sünnetsiz" olmaları da kendilerini daha temiz ve üstün

görme sebeplerinden biriydi. Bu yaklaşım içinde kendi dînî inançlarıyla ilgili konuları

Page 121: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

121

başkalarından bir sır gibi saklarlar, bu dînî bilgileri yabancılarla paylaşmayı bunların

kudsiyyetlerinin ihlâli olarak görürlerdi. Bu konuların, ağyârın anlayamayacağı bir takım

muammalar biçiminde ifadesine ilişkin Mısır uygulamaları ile; İbranîlerin, sâdece kendilerine has

olarak düşündükleri bâzı kutsal konuları yabancıların anlayamaması için kullandıkları enigmatik

ifadeler arasında büyük bir benzerlik bulunmaktadır.

Yukarıdaki verilerin ışığında, burada, günümüz açısından da anlamlı olacak şöyle bir

değerlendirme ve tesbit yapmanın yararlı olacağını zannediyorum. Kadîm Yunan ve Roma

medeniyetlerini ayrı bir medeniyet çerçevesi gibi ele almak yerine; onlarla birlikte, Mezopotamya,

Finike, Mısır ve Anadolu Medeniyetlerini de kapsayacak şekilde, hepsinin ortak paydası olarak

bir "Akdeniz Medeniyeti" [Zeytin Medeniyeti] içinde değerlendirmek ve bu medeniyeti de

Akdeniz milleti/milletlerinin bir eseri olarak kabul etmek; hattâ, bir adım daha ileri giderek,

Rudyard Kipling'in (1865-1936) meşhur, "Doğu Doğudur, da Batı; bu ikisi hiç bir zaman

birleşmeyecektir!.." sözüne nazîre edercesine, tüm medeniyetleri tek bir "İnsanlık

Medeniyeti/Medeniyet Tarihi" başlığı altında değerlendirmek belki daha isabetli olur. Özellikle

içinde bulunduğumuz Globalizasyon Çağında Kipling'in bu sözü, Hantington’un "Medeniyetler

Çatışması" tezi kadar uğursuz ve uygunsuz kaçmaktadır. Çünkü, köklerinin kadîm Yunan ve

Roma'ya, Yahûdîliğe ve Hıristiyanlığa dayandığını ileri süren Batı Medeniyeti'nin;

kaynaklandığını iddia ettiği bu medeniyetlerin hepsi Akdeniz, Ortadoğu ve Doğu temelli olduğu

halde, kendisini Doğu ve Ortadoğu'dan bağımsız ve özgün bir medeniyetmiş gibi ortaya koyması

çarpık bir tarihî bakış açısına yol açmaktadır. Nitekim, bu noktada, Amerikan tarihçisi Muller'in

şu tesbiti, bir yerde, Batı-Doğu ayırımın ne kadar anlamsız kaldığına işaret etmesi bakımından çok

dikkat çekicidir:

"Zamanlar üstü, değişmez bir Doğu'dan bahsedilemez. Asya'da, tek bir medeniyet değil,

hiç de mütecanis olmayan (heterojen) bir çok toplumlar/medeniyetler bulunur; Yakın-Doğu, Uzak-

Doğu vardır ve bunlar arasındaki sınır da net değildir. Hint ve Roma ile kıyaslandığında Tarihî

Çin'in, Roma ile daha fazla ortak noktaları olduğu görülür... Diğer yandan, Güney Avrupa/Akdeniz

kıyısında çiftçilikle uğraşan Avrupalı Hıristiyan halklar, hattâ, Latin Amerika’nın Hıristiyan

çiftçileri, kültürel bakımdan, Anadolu'daki Müslüman çiftçilere, Paris'in veya New York'un

merkezindeki Hıristiyan dindaşlarından daha yakın bir vaziyettedirler."

Gerçekten, meselâ, tamamen dünyevî bir kültür olan Çin ile, hayatı bir illüzyon olarak

niteleyecek kadar dünyayı dışlayan Hint mistisizmi ne kadar farklı uçları simgelerler?..

3. DİN VE DÎNÎ HAYÂT

Dînini ve tanrılarını anlamadan Kadîm Mısırlıyı Kadîm Mısır'ı ve belki de herhangi bir

kültürü/insanı anlamak mümkün değildir. Diğer yandan, Mısır dîninin daha sonraki dinler, bu

arada özellikle Hıristiyanlık üzerinde önemli ölçüde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Gourmont, halk

Katolikliğinde Hıristiyanlığın olduğu kadar, Bacchus dîni, İsis dîni ve Mitra dininin de mevcut

olduğunu ileri sürerek, "hepsi ihtiyar Roma Pantheon ağacının vakur dallarına aşılanmışlardır"

demektedir. Giordano Bruno'ya göre, "Museviliğin ve Hıristiyanlığın anlaşılmasını zorlaştırıp

yozlaştırdığı büyüsel Mısır dini, sadece en eski değil, aynı zamanda tek doğru dindi"

Page 122: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

122

Mısırlılar, Tanrı Ra (Güneydeki adı Amon) yanında, Büyük Ana Tanrıça İsis'e ve onun

oğlu Tanrı Horus’a özel bir yakınlık ve bağlılık duyarlardı. İsis'i kutsal tasvirlerde, mucizevi bir

şekilde gebe kaldığı oğlu kucağında olarak göstermekten özellikle hoşlanırlardı. Bu mistik-

filozofik efsane ve semboller daha sonra Hıristiyan teolojisini ve âyinlerini büyük ölçüde

etkilemiştir. İlk Hıristiyanların, bebek Horus'u emziren İsis'in statüsü önünde dua ettikleri

bilinmektedir. Daha ileri dönemlerde üç büyük Tanrının tek bir yüce Tanrıda cisimlenmesi (teslis)

inancına da sâhip oldukları görülmektedir.

Ayrıca, tanrının tekliği fikrinin Mısır kültürüne yabancı olduğu söylenemez. Mâbetlerde

sergilenen ve halkın hayâl gücünü okşayan tanrıların ötesinde, hayâtın ve ölümsüzlüğün kaynağı

olan ve "Mısır haçı" olarak da adlandırılan Ankh işareti ile simgelenen, derindeki varlığı ve

görünmeyen gücü ile her şeyin sebebi olan ve her şeyi yöneten bir güce inanıldığı da söylenebilir.

Osiris inancının, aslında tek tanrılı bir dînî öğreti olduğuna ilişkin görüşler de ileri sürülmektedir.

Diğer yandan, belki de tarihte bilinen ilk tek tanrıcı inancı (Aton dini’ni) kuran ve onu biraz

da fanatikçe ve zorla yerleştirmeye çalışan kral da, M.Ö. XIV. Asırda yaşayan (M.Ö.1380-1362)

ve sonradan Akhenaton adını alan firavun IV. Amenhotep (Amenofis)'dır. Musevîlikte tek Tanrı

inancının, "kabile tanrısı” konseptinden, “evrensel, tek ve biricik Tanrı” inancına ulaşmasının,

daha sonraki dönemlerde (İkinci İşaya zamanında: M.Ö.5. asır) ve aşamalı bir şekilde gerçekleştiği

ileri sürülmektedir]. İçinde tanrı Amon'un adı geçtiği için adını ve hattâ vefat etmiş babasının adını

bile değiştiren bu kral, Aton'dan başka tanrı olmadığını, diğer bütün tanrıların ve onlar adına

yapılan ibâdetlerin sadece bayağı bir putperestlikten ibâret olduğunu ilân etti ve Aton'dan başka

tanrılara ibâdeti yasakladı, bütün eski mâbetleri kapattı. Bu tek tanrının da sadece Mısır halkının

değil, bütün insanların ve ülkelerin ortak Tanrısı olduğunu ileri sürdü ki, insanlık tarihinde kabile

tanrı ve dinlerinden evrensel bir tanrı ve din anlayışına geçişte ilk çarpıcı gelişme olması

bakımından bu olgu çok önemlidir. Ayrıca bu yeni tanrı konsepti de çok değişikti; Yahova gibi

kendini savaş meydanlarında yapılan kıyımlarla sergileyen bir tanrı değil, çiçeklerde, ağaçlarda,

hayatın her formunda kendini gösteren bir barış ve sevgi tanrısı idi. Akhenaton, gerçek bir Tanrının

bir şekil ve form içine sığdırılmasının da söz konusu olamayacağından bahisle, bu tek tanrının bir

imajının yapılmasını da yasakladı. Fakat bir toplum bu kadar ani bir değişikliği kaldıramazdı.

Hemen herkesi karşısına alan bu şair ruhlu firavunun genç yaşta vefatının belki de öldürülmesinin

ardından, getirdiği bu yeniliklere son verildi, eski ruhbân ve mâbet sistemi tekrar egemen oldu.

Akhenaton'un Güneş için daha doğrusu Güneşe sâhip olduğu enerjiyi veren güç için

söylediği kasidelerin Psalmlar (Kitab-I Mukaddes’deki Mezmurlar) üzerinde etkili olduğu

anlaşılmaktadır. Akhenaton'dan sonra da, Amon râhiplerin, Amon'un, tanrı Ra ve Ptah'ı da

bünyesinde birleştiren tek bir ilâh olduğu yolunda, Hıristiyan inancındaki teslise benzer (bir üçtür,

üç birdir şeklinde) bir itikat geliştirdiler ve daha sonra Amon, evrensel bir tanrı niteliğine de

büründü.

Kadîm dönem Mısır edebiyatı oldukça dînî bir nitelikteydi. Bunların formları bilinen en

eski şiir formlarını oluşturmaktadır. Yahûdî şairlerin bu eski Mısır ve Bâbil edebiyatından parçaları

İbrânîceye uyarlayarak Psalms'larda ölümsüzleştirdikleri görülmektedir. Mısırlılar, ellerindeki

kadîm dînî tekstlerin hikmet tanrısının eseri olduğuna ve hattâ bizzat onun el yazısı olduğuna

inanırlardı. İbrânî Kralı/peygamberi Josiah (M.Ö. 641-610) da benzer bir iddiada bulunur. Kadîm

Page 123: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

123

dönemlerde şiir ve müzik, daha çok, efsâneleri ve kanunları halka tanıtmak, büyük adamların

hâtırasını ve bu adamların topluma yapmış oldukları hizmetleri yaşatmak gibi amaçlara hizmet

ediyor, yâni halk yığınlarının eğitimine yönelik bir işlev îfâ ediyordu. Mısırlılar ve İbrânîlerde de

bu san'atlar dinin bir bölümünü teşkil ederdi. "İlk şiirlerin; dîni, kanunları ve kahramanları

terennüm eylemiş oldukları muhtemeldir...''

Her ne kadar, ölüm ve ölümle ilgili düşünceler bütün dinlerin kaynağını teşkil ederse de,

bu fikir belki başka hiç bir kültürde, kadîm Mısır'da olduğu kadar fikri sâbit hâlini almamıştır. Bu

toplumda “ölüm kültü” her şeyi belirliyordu. Gerçi Çin'de de "cedler kültü" çok etkindi ama bu

durum, antik Mısırlılardan farklı olarak, onların oldukça seküler bir hayat felsefesine sâhip

olmalarına engel teşkil etmiyordu. Bu bakımdan, tamamen kişinin ölümden sonrasına ilişkin

kaderi üzerine odaklanmış bulunan Mısır dîni, bütünüyle bu dünyadaki hayata odaklanmış bulunan

Konfüçsyen din anlayışıyla tam bir tezat oluşturmaktadır. Hayata bu karamsar bakış, bâzen onları

yaşamın anlamını sorgulamanın da ötesine, hayattan vazgeçme noktasına bile getirebiliyordu:

Kadîm dönemlere ait, kişiyle onun gölge kişiliği/rûhu arasında geçen bir diyalogda şöyle deniyor:

"Yaşamaya niçin devam etmeliyim? Ölmek daha iyi bir çözüm olmaz mıydı?".

Kadîm Mısır, sanki, Lewis Mumford'un şu sözünü doğrulamak için var olmuştu:

Belki de medeniyetin kaderi, önce, insan ihtiyaçlarının büyük bir hırsla karşılanması

yolunda ilerlemek, sonra da gayesini bulamayan bir materyalizm içinde sükûtu hayâlle

noktalanmaktır.

Daha Piramitler Çağı'nda bile ruhların yargılandığının düşünüldüğü anlaşılmakta.

Ölümden sonraki yaşam için yapılan hazırlıklar, servet birikiminin ve kullanılmasının başlıca

amacı oldu. Topladıkları artı ürünün çok büyük bir kısmı mezar yapımına ve ölülerle birlikte kabre

konan eşyalara gitti. Diğer yandan, ölümsüzlüğe ulaşma inancı, kişiyi belli ahlâkî erdemlere sâhip

olmaya yönelten bir faktör olarak da işlev gördü. Dînî âyin ve dualarında söyledikleri sözler,

çağımız toplumlarında da ahlâkî erdem sayılan niteliklerdir. Meselâ, soylular mezarlarına

yazdırdıkları yazılarda " Hiç bir zaman herhangi bir kimseye ait olan bir şeyi almadım... hiç

kimseye karşı en küçük bir şiddet kullanmadım" diye kendilerini savundular. Bir şehrin vâlisi de:

“Bölgemdeki açlara ekmek verdim; çıplak olanları giydirdim... malını elinden almak için hiç

kimseye baskı yapmadım” diyerek hayatının hesabını vermeye çalışır.

Gerçi, kadîm Mısırlıların ölüm sonrasına vs. ilişkin inançlarını bir arada toplayan belli bir

kutsal kitapları yoksa da, piramitlerde ve tabutlarda ölüm ve sonrasıyla ilgili olarak yazılmış

bulunan metinlerin toplandığı "Ölüler Kitabı", kadîm Mısırlıların inanç ve değerler dünyası

hakkında bize önemli bilgiler vermektedir. Her ölen kişi, Yeraltı ve Ölüm tanrısının huzuruna

çıkarılarak dünyada yaptıklarının hesabını verirdi. Önce, yeryüzünde yaşarken işlediği fiilleri,

yasakları çiğnemediğini tek tek sayardı. Sonra, getirildiği mîzan yerinde, terazinin bir kefesine

ölenin kalbi, diğer kefesine ise bir tüy konurdu. Kalp, dünyada yaptığı amellerin bir özetine tekâbül

eder; tüy ise Maat’ı (adâleti, hakikati ve doğruluğu) simgeler. Dünya hayâtında kötülüklerle

kirlenmemiş ve ağırlaşmamış bir kalbin tüyden bile hafif gelmesi beklenirdi ve yalnız böyle bir

kalbe sâhip kişiler bu sınavdan geçebilirdi.

Page 124: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

124

Bu senaryodan kişisel ve kurumsal menfaatler sağlamak için, râhiplerin hemen devreye

girdiği ve akla hayale gelmez yollar buldukları görülmektedir. Bahsedilen muhasebeden başarıyla

çıkmak için, mezarlara çeşitli yiyecekler ve tanrıların hoşuna gidecek, râhipler tarafından

kutsanmış hamam böceği vs. tılsımların konması gerekirdi. En önemlisi de, râhiplerce yazılan ve

Osiris'i sakinleştirecek ve hattâ aldatacak bâzı dua ve tılsımları da içeren Ölüler Kitabı’nın ölüyle

birlikte mezara konması idi. "Ölüler Kitabı"nda işlenen ölüm sonrası hesaba vs. ilişkin temaların,

Pers kültürünü ve onların Filistin topraklarını istilâsı döneminde dolaylı olarak, İbrani itikadını

etkilediği ileri sürülmektedir.

Râhipler, kontrolleri altında tuttukları dîni, bir takım sihirsel ve âyinsel merasimlerle o

kadar kompleks bir hâle getirmişlerdi ki, arük onların aracılığı olmaksızın tanrılara münacat

imkansız hâle gelmişti. Diğer yandan, kanun gereği olmasa bile, fiilen râhiplik makamı babadan

oğula intikâl ediyordu ve sonuçta bir taraftan halkın dindarlığı, diğer yandan firavunlarla

aralarındaki karşılıklı politik destek sayesinde bu din adamı sınıfı feodal aristokrasinin ve hattâ

kraliyet ailesinin bile fevkinde bir güç ve zenginliğe erişmişti. Halkın tanrılara/tapınaklara

sundukları adaklarla besleniyor; geniş ve ferah tapınaklarda ikâmet ediyor, tapınak arazilerinden

ve dînî merasimlerden bol kazanç temin ediyorlardı. Tapınak işlerinin görülmesi ve rahiplerinin

geçimlerinin sağlanması için, tapınağa temelli toprak bağışları, vakıflar yapılıyordu. Vergiden,

zorunlu çalışma ve askerlikten muaftılar. Sâhip oldukları bu manevî otorite ve maddi güç yanında,

bilgi gücü de onların tekelindeydi, gençleri onlar eğitirdi. Hint’teki benzerlerinden

(Brahman'lardan) o kadar farklı bir haşmet ve azamet sergiliyorlardı ki, Heredot kendilerinden

büyük bir huşû içinde bahsetmektedir.

Kadîm dönemlere ait söz konusu din ve ahlâk ilkelerinin, iyi ve doğru eylemlere

yöneltmekten ziyade, yanlış davranışları yasaklamaya dönük olumsuz ifadelerden oluştuğu

görülmektedir. Ölüler Kitabı’ nda ölen ve Tanrı Osiris'in mahkemesine çıkarılan bir kişinin

kendini savunmasına ilişkin bölümde bu mantalite kendisini açıkça göstermekte:

"Ey Büyük Allahım, Adaletin Rabbi!.. Senin Güzelliğini müşahade etmek için huzuruna

geldim. Seni biliyorum, senin adını biliyorum, huzurundaki kırk iki ilâhın adlarını biliyorum...

Senin adın Hak'dır. İşte huzurundayım...Hiç kimseye kötülük etmedim, yoksulluk, korku ve acı

çektirmedim. Kimsenin bahtını karartmadım; kimseyi ağlatmadım, aç bırakmadım. Hakikat

Evi'nde bir saygısızlık yapmadım. Tanrılar'ın kötü gördükleri şeyleri hiç bir zaman yapmadım.

Kölelerimi aşırı çalıştırmadım, başkalarının kölelerine iftira atıp efendilerinin onlara kötü

muamele etmelerine yol açmadım. Öksüzlerin mallarına el uzatmadım; zavallı insanları taciz

etmedim. Kimseyi öldürmedim, kimsenin öldürülmesi için plan kurmadım. Kimseye yalan

söylemedim. Hiçbir utandırıcı davranışta bulunmadım Zina etmedim, iffetsizlik yapmadım. Ölçü

ve tartılarla oynamadım. Süt çocuklarını sütten kesmedim. Hayvanlara kötü muamelede

bulunmadım. Otlaktan küçük hayvanları aşırmadım. Tanrı'nın kutsal mahallerdeki kuşlarını

avlamadım, balıklarını tutmadım. Hiçbir arkın suyunu başka yöne çevirmedim. Ben temizim, ben

temizim, ben temiz!..."[125. Bölüm].

Bu vesile ile, söz konusu metinden, o toplumda en çok işlenen suçları da öğrenmiş

bulunuyoruz. Dikkat edilirse, sanki cezâ kanunundan maddeler sıralanıyormuş gibi, hep olumsuz

ifade kalıbına yer verildiği görülmektedir:

Page 125: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

125

- Küfür söylemedim, kimseyi aldatmadım, kimsenin malını gasp etmedim, hile ile

kimseleri nifak ve nizaa düşürmedim, tembel değilim, sarhoş olmadım, kimseyi gayrı meşrû bir

şeyi teşvik etmedim, müzevirlik ve lafazanlıkta bulunmadım, mahrem olan şeyleri görmeye

çalışmadım, kimsenin mahremiyetini ihlâl etmedim, kalbime hasotluk gelmezdi, kralım ve

pederim hakkında layık olmayan sözler sarf etmedim...

Dikkat edilirse, “Komşuma iyilik ettim”, “herkese yardımcı oldum” gibi olumlu ifade

kalıpları hemen hiç kullanılmamaktadır. Bâzı araştırmalar, bu metinle Tevrat'ın "On Emir"i

arasındaki üslûp ve muhteva benzerliğine dikkat çekmektedirler.

Weber’e göre, kişinin mânevi kurtuluşu ve yücelmesini hedef alan Hint dîninden farklı

olarak, Mısır dîninde Tanrı ile kul ilişkisi materyalist bir zeminde, tam bir "al gülüm, ver gülüm"

(do-ut-des) ilişkisi içinde cereyan ederdi. Kurbanlar, dualar hep Tanrıdan maddî bir şey talep ve

temin etmeye dönüktü. Batınî bir din anlayışını sürdüren râhipler de halkın ahlâk düzeyini

yükseltme yönünde bir gayret ve endişe taşımazlardı. Onlar, halka ölümlerinden sonra mezarlarına

koymak için dua metinleri ve kutsal mayıs böceklerini satarak servetlerini artırma peşinde idiler.

Weber, Kadîm Mısır'ın, Bâbil'de görüldüğü üzere, bütünsel ve temellendirilmiş bir ahlâkî yapıya

sâhip olmadığını ileri sürmektedir.

4. SOSYAL VE EKONOMİK HAYÂT

Önceleri, hukukî statüleri bakımından yekdiğerinden farklı sınıf ve zümreler

bulunmuyordu. Fakat MÖ 2400'lerden îtibâren, köylüler, şehirliler, asiller, küçük mülkiyet

sâhipleri, yarı köleler (serfler) ve köleler olmak üzere farklı sosyal ve hukukî konumlara sâhip sınıf

ve zümrelerin oluştuğu görülmektedir.

Kadîm Mısır da köleci bir toplumdu. M.Ö. Dördüncü bin yılda köleliğin olduğu

bilinmektedir. Kölelerin kaynağı, Suriye, Filistin ve Etiyopya ile yapılan savaşlarda alınan harp

esirleri idi.

Halk belli başlı dört kasta ayrılmıştı: Râhipler sınıfı, rençperler, şehir halkı ve avam.

Firavuna en yakın zümre olarak din adamları ilk sırayı oluşturuyorlardı. Onun en mahrem ve

güvenilir danışmanları, hâkimler ve yüksek memurlar, onlar arasından seçilirdi. Yüksek râhipler,

saray soyluları ve "nom" yöneticilerinden oluşan egemen sınıf yönetici aristokrasiyi

oluşturuyordu. Bunların ardından da diğer râhipler ve alt düzey bürokrasi, memur ve yazıcılar

gelirdi... Weber, Çin'deki yüksek mandarin sınıfı ile, Hindistan'daki brahman/guru’ların ve,

Mısır'daki rahip ve kâtip sınıfının toplumsal konumlarının ve etkinliklerinin benzer olduğunu ileri

sürer.

Râhipler, halkın ve ve fethedilen ülkelerin sırtından akıl almaz zenginliklere ulaşmışlardı,

Mısır topraklarının büyük bir bölümü, üzerlerinde yaşayan halkla birlikte tapınaklara tahsîs

edilmişti. Bu durum siyasî yönden de onları, özellikle de Teb şehrindeki Amon Tapınağı'nın

râhibini çok güçlü bir konuma getirmişti.

Tarihçi Diodoros'un zikrettiğine göre, ülke toprakları, Firavuna, râhiplere ve askeriyeye ait

olmak üzere üç kısma ayrılmıştı. "Mezopotamya'da topraklar özel mülkiyet altında iken Mısır'da

firavun, nazarî olarak tüm Mısır topraklarının sahibi idi. Bu toprakları kullananlar ise kiracı

Page 126: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

126

durumundaydı. Vergiler ya da kiralar tüm ekili topraklardan düzenli bir şekilde firavun adına

toplanıyordu". Böylelikle firavunun elinde biriken muazzam servetin yanında herhangi bir Sumer

tapınağının ya da yöneticisinin geliri oldukça önemsiz kalırdı. İşte bu birikimin simgesi

Piramitlerdir. Bu anıtsal mezarlar, tanrı kralın cesedini korumak ve böylece ülkesi yararına sihir

etkisinin devamını sağlamak için yapılmıştır. Keops'un Büyük Piramidinin bir kenarının uzunluğu

230 metredir ve 146 metre yüksekliğe ulaşır. Her birinin ağırlığı ortalama 2,5 ton olan ve bâzıları

150 ton gelen 2.300.000 kadar taş bloktan kuruludur. Bu piramidin yapımının 100.000 insanın

yirmi yıl çalışmasını gerektirdiği tahmin edilmektedir.

Tapınaklara ait olanlar ya da kralın gözde yardımcılarına ve askerlere verilmiş bulunanlar

dışındaki tüm topraklar, sıkı bir denetim alanında "kralın çiftçileri" tarafından ve kralın adına ekilip

biçiliyordu. "Özgür" toprak kiracıları da vardı, fakat bunlar da, ne yetiştireceklerine varana kadar

her şeyi ayrıntılarıyla saptayan sözleşmelere bağlıydılar ve devletin sağladığı tohumu kullanmak,

kanalları ve setleri onarmak ve diğer belirli bâzı işleri yapmak kadar, yıllık üretimin büyük bir

kısmını, olasılıkla en az yarısını krallık ambarlarına vermek zorundaydılar. Çiftçiler, yapılan bağış

ve vakıflarla, hatta miras yoluyla, ekip biçtikleri toprakla beraber, çiftlik hayvanları gibi

başkalarına devredilebiliyorlardı. Ayrıca, kanallar kazma, ocaklardan taş çıkarma, piramit yapımı

gibi işlerde zorunlu çalışmaya da tâbi idiler...

Sulama kanalları devlet tarafından açılır ve tarımla uğraşanlar su ihtiyaçlarını bu

kanallardan temin ederlerdi. Diğer yandan, firavunun veya tapınakların kiracısı/işçisi

durumundaki rençperler yanında, tarlasını işleme/kullanma hakkı verilen çiftçiler ve bu hakkın

babadan oğula geçtiği topraklar da vardı. Ayrıca, etrafı duvarla çevrili bağ ve bahçelerin de olduğu

bilinmektedir.

İktisadî faâliyetlerin, üretimin önemi çok iyi anlaşılmıştı; onun için de ekonominin

düzenlenmesinde devlete etkin bir konum biçiliyordu. Yeni Krallık Dönemi'ne (1550-1100) ait bir

Mısır metninde şu ifadeler yer almaktaydı: "her şeyi insan üretir; insanın ürettikleriyle yaşanır;

üretmeyince, yoksulluk bastırır". Belki de devlet tarafından yönlendirilen plânlı ekonominin dünya

tarihindeki ilk örneğiyle Mısır'da karşılaşmaktayız. "Ekonomik hayat oldukça merkezî bir kontrol

altındaydı.

Ticaret firavunun adamlarının tekelindeydi. Mezopotamya’da olduğu gibi bağımsız bir

zengin tüccar sınıfı doğmamıştı. Mısır da üretim, büyük ölçüde merkezî bürokrasi tarafından

plânlanıyordu. Bâzı değerli mallarda hükümet, tam bir tekel kurmuştu ve üreticiden sabit bir fiyatla

satın aldığı bu malları içerde ve dışarıda yüksek fiyatlarla satıyordu.” Yabancı ülkelerde üretilen

mallar devlet memurları tarafından idare edilen deniz ticareti yoluyla temin ediliyordu. Bu nedenle

Mısır'da tâcirlerin Mezopotamya'da olduğundan çok daha dar bir iş alanları vardı. Firavunlar

dönemindeki bu devletçi ekonomi politikasının daha sonra İskender istilâsı sonrası dönemlerde de

uygulandığı görülmektedir. Hellenistik monarklar (Ptolemeler), Firavunların Nil vadisi ve Nil'in

doğal zenginlikleri üzerinde mutlak egemenliğe sâhip olduğu yolundaki kadîm ideolojiyi yeniden

canlandırdılar. Mısır bir kez daha "kralın evi”, tapınaklar onun "mülkü" ve baş vezir de onun

kahya’sı sayıldı. Bütün Mısır ekonomisi, ülkeyi kendine yeterli duruma sokmak için, tam

anlamıyla totaliter bir biçimde ve bilimsel yöntemlerle planlandı.

Page 127: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

127

İşçiler çoğunlukla özgür kişilerdi, kısmen de kölelerdi. Bir zanaatkâr kamu işinde görev

alırsa cezâlandırılırdı. Hür zanaatkârlar genellikle bir ustabaşının başkanlığında örgütlenmişlerdi

ve bu ustabaşı onların emeklerini topluca pazarlar ve ücretlerini öderdi. Çalışma ve ücret şartları

yüzünden çıkan ihtilaflar sebebiyle sık sık toplu iş bırakmalar olurdu. Her meslek grubu ayrı bir

loncayı oluşturmakta, meslekler genellikle babadan oğula intikâl etmekteydi. İşçiler bir kalfanın

yönetiminde çalışıyor ve emeklerine karşılık gündelik alıyorlardı. Bâzı belgelerde, işçilerin grev

yaptıkları ve ustalarını krala ya da vâliye şikayet ettikleri görülmektedir. Buna rağmen,

zanaatkârlar muhtemelen oldukça sınırlı bir özgürlüğe sâhiplerdi; belki de çiftçiler gibi onlar da

üzerinde çalıştıkları mülkle birlikte el değiştirirlerdi.

Maden ve taş ocakları, devlet yararına işletilmekte, buralarda suçlular ve köleler

çalıştırılmaktaydı. İkincil endüstriler ise izin belgeleri ile özel firmalar tarafından, tekeller

tarafından ya da daha çok, gene sözleşme ile "kralın çiftçileri"nin çalıştıkları devlet fabrikaları

tarafından yürütülüyordu. Plânlı ekonomi alanında Mısır'dan başka hiçbir yerde böylesine büyük

bir tecrübeye girişilmedi ve toprak sâhiplerinin, endüstricilerin ve tâcirlerin girişkenliklerine daha

fazla rol verilmedi.

Babalar, çocuklarının okuma-yazma öğrenerek imparatorluk bürokrasisine/kâtipler

sınıfına geçmeleri için çok gayret gösterirlerdi. On dört yaşına gelen erkek çocuklar tapınak

okullarında eğitim alarak bir meslek sâhibi olur veya babalarının mesleklerini sürdürürlerdi.

Evin hanımının da büyük bir saygınlığı vardı: Mısırlılar, kendilerini tanıtırlarken, "falanın

oğlu" diye değil "falan kadının oğlu" diye tanıtırlardı. Anaerkillik şu yönde de devam ediyordu:

Kadın, ülkeyi yönetebiliyordu ve kuramsal olarak da olsa Mısır tahtı anadan kıza geçebiliyordu.

Kadîm Mısır köleci bir toplumdu. Küçük memurların, askerlerin, çiftçi ve zanaatkârların

bile iki yada üç kölesi vardı. Bu köleler ev hizmetleri yanında, tarlalarda, madenlerde, yük

taşımada ve tapınak hizmetleri gibi işlerde kullanılıyordu.

5. DEVLET YÖNETİMİ VE DEVLET TEORİSİ

a. Devlet Yönetimi

Nil boyundaki halk, her biri kendisinin müşterek bir atadan geldiğine inanan, ortak bir

totemi olan ve aynı şefe bağlı olan, aynı tanrılara aynı şekilde ibâdet eden çeşidi nome'lara (klan

toplulukları) ayrılmıştı. M.Ö. IV: milenyumun sonlarından başlayarak tedrici bir devlet

yapılanması oluştu. Ancak, Mısır tarihi boyunca bu nomlar varlıklarını sürdürdü ve hüküm süren

Firavun'un otoritesinin güçlü ve zayıf olması nisbetinde bu norm şefleri/idarecileri otoritelerini

sürdürdüler. Nomların sayısı Güney Mısır'da yirmi iki, Kuzey Mısır'da ise yirmi kadardı ve her

nom'un başında Anez (Naip) veya Seshem-to (Memleketin Klavuzu) nâmını taşıyan vâliler

bulunurdu. Bunlar, başlarında bulundukları bu nom'ları Kral namına idare eder, vergileri tahsil

eder ve kazâî faaliyetlerde bulunurlardı.

Zaman içinde ekonomik ve siyasî şartlar nom'ların Güney ve Kuzey olmak üzere iki krallık

bünyesinde toplanması sonucunu doğurdu. Belki de bu bölünme Afrika menşeli yerli halkla Asya

menşeliler arasındaki fark ve çatışmanın bir ifadesi idi. Bu bölünmenin, efsanevi bir kişilik olan

ve Mısır'ın ilk kralı olarak bilinen Menes tarafından giderildiği ve tek bir siyasî birliğin

Page 128: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

128

gerçekleştiği (takriben M.Ö. IV. Milenyumun başları) söylenir. M.Ö. birinci asırda yaşamış Grek

tarihçisi Diodorus Siculus'un bu konuya ilişkin naklettikleri şöyle: Menes, tarihte bilinen ilk krallık

sülâlesini kurdu, Memphis başkent olarak inşa edildi, tanrı Thoth (kadîm Greklerdeki adıyla

Hermes/Mercury) tarafından kendisine verilen kanunları ilân etti; hattâ, masa ve kanepe ev

eşyalarını kullanma gibi medenî yaşam tarzını halka o öğretti. Buna rağmen, bilinen Mısır tarihinin

ilk gerçek şahsiyeti bir kral değil; Kral Zoser'in (M.Ö. 3150'ler) baş danışmanı, sonraki nesillerin

'bilgi'nin tanrısı' olarak kendisine taptıkları bilim adamı, tabip, mimar Imhotep'tir. Childe'a göre,

Mısır'ın, kendisi aynı zamanda tanrı olarak kabul edilen kralın mutlak yönetimi altında birliğini

sağlamasının, Sargon'un (M.Ö. 2334-2279) tüm Mezopotamya'yı tek bir siyasî otorite altında

birleştirmesinden en az beş yüz yıl daha önce gerçekleşmişti.

Teoride bütün toprak firavunundu ve ülkenin artı ürünü krallık ambarlarında ve

hâzinelerinde toplanıyor, bu arada, memurlar aristokrasisine de hatırı sayılır bir pay ayrılmaktaydı.

Daha sonraları, idarî görevleri yerine getirmeleri kaydıyla memurlara tahsîs edilmiş olan mülkler,

bu yüksek görevdeki kişilerin çocuklarına geçer oldu, ve en sonunda istenildiğinde başkalarına

satılıp devredilebilir duruma geldiler. Piramit Çağından sonra vâlilikler de babadan oğula geçen

kalıtımsal makamlar oldu ve vâliler, gerçi firavuna bâzı vergiler verme, bâzı hizmetlerde bulunma

borcu altında idiyseler de, nom'larını kendi mülkleri ya da kendi prenslikleri gibi yönettiler.

Devlet yönetiminde, yüksek kademe yöneticilerinin dışında, kâtip/yazıcı sınıfının önemli

bir yeri bulunmaktaydı. Diğer işleri yanında bu yazıcılar sözleşme ve vasiyet gibi hukukî belgeleri

düzenlerlerdi. Bu kâtiplerden oluşan bürokrasi sayesindedir ki, firavunlar ve bölgesel yöneticiler

devlet ve hukuk düzenini sürdürdüler. Hukukî muâmeleleri düzenleme, Nil'in yükseliş ve

düşüşlerini takip, nüfus ve mal sayımı, devlet vergilerini takip ve kontrol, müstakbel devlet

gelirlerinin tahmini, çeşitli devlet kuruluşlarına dağıtılması; endüstri ve ticaretin murakabesi,

planlanması ve yönlendirilmesi gibi işler de hep bu yazıcı sınıf marifetiyle yürütülüyordu.

Hiyeroglif yazısının, söz konusu yazıcı sınıf ve râhiplerin halkın üretimini kayıt altına alma

çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıktığı ileri sürülmektedir.

Firavunun otoritesi Tanrısal güçlere dayandırılır; hattâ kendisi hem hükümdar hem de ilâh

konumuna yükseltilirdi. (Firavun (Per'âa / Par'o) kelimesi ilâh anlamına geliyordu). Diğer yandan,

din adamları sınıfı hem taht için bir destek ve hem de sosyal düzenin idâmesi için bir gizli polis

işlevi görüyorlardı. Hukuku yaratan, adâleti sağlayan tek kaynak olarak Firavun görülürdü; dînî,

idarî, askerî, adlî tüm yetkiler O'nun şahsında toplanırdı. Firavunla devlet ve başkent o kadar

özdeşleştirilmişti ki, kadîm Çin'de de görüldüğü gibi sülâlenin değişimi başkentin de

değiştirilmesini gerektirirdi, en azından isminin.

Ancak, tahmin edileceği gibi, uygulamada devlet yönetimiyle ilgili işler firavun tarafından

atanan prenslerce yürütülürdü. Kraliyet ailesine mensup prensler ve yüksek devlet yöneticilerinden

oluşan bir Dîvân vardı. Firavun'dan sonra en yetkili kişiler "Tati" diye adlandırılan vezir ve diğer

üst düzey yöneticilerdi; bunlar Firavun sülâlesine mensup prenslerden seçilirdi. Mısır ülkesi,

yukarı ve aşağı Nil olmak üzere ikiye ayrılıyor; bunların her biri de çeşitli eyaletlere bölünüyor ve

başlarına birer yönetici atanıyordu. Gerçek bir tanrı gibi kabul edildiklerinden, firavunlar

tarafından tâyin edilen memurlar da yaptıkları işin kutsal olduğu inancıyla hareket etmekteydiler.

Page 129: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

129

Râhipler ve yazıcılar, geçimleri krallık gelirleri ile sağlanan totaliter devletin memurları,

"firavunun 'ev'inin üyeleri" olarak adlandırılırdı.

Diğer yandan, şu duruma da işaret etmek uygun olur: Merkezî otoritenin zayıfladığı bâzı

dönemlerde Amon Büyük Rahibi'nin nüfuz ve otoritesi o kadar artmıştı ki âdetâ firavundan

bağımsızlığını îlân edecek hâle gelmişti. XX. Sülalenin sonuna doğru (M.Ö. XII. Asır) Amon

râhiplerinin 80.000'e yakın köleleri vardı; emri altında bir ordu ve pek çok kâtip ve görevli bulunan

Büyük Rahip, bu göreve bizzat tanrı Amon tarafından getirildiğini iddia ediyor ve kendini

hükümdardan bağımsız bir konumda görüyordu.

b. Devlet Teorisi

Kutsal geleneğe göre, kral sadece egemenlik hakkını tanrısal bir kaynaktan almış olması

dolayısıyla değil, ilâhî bir nesepten gelmiş olması dolayısıyla da kraldı. Bir kişinin firavun

olabilmesi için en büyük tanrı "Amon'un oğlu"olması da şarttı. "Amon-Ra'nın oğlu", aynı zamanda

baş râhipti. Bu ilâhi niteliklerine ve güçlerine dâir beslenen inanç sâyesindedir ki firavunlar bu

kadar uzun bir süre, pek az bir güçle ülkeyi yönetebilmişlerdir. Mısır dininde, Güneş'in canlı

imgesi sayılan "firavun kültü” nün önemli bir yeri vardı. Bu inanç, devleti kutsallaştırıyor ve

firavunu tanrılaştırıyordu. Ölümünden sonra firavun tamamen tanrılaşıyor ve Osiris ile

özdeşleşiyordu.

Fakat öyle görünüyor ki bu teolojik söylemleri o kadar da abartmamak gerekiyor, çünkü,

şartlar elverdiği zaman, bunlar, Hatshepsut ve Kleopatra örneklerinde olduğu gibi, bir kadının bile

firavunluğunu ilân etmesine engel olmayabiliyordu. Nitekim kraliçe Hatshepsut için tanrı

soyundan olduğuna ilişkin bir efsane oluşturuldu. Birinci mesele böylece halledilmiş oldu. Peki

kadın olmasıyla ilgili sorun mu nasıl halledildi? İnsanların inandıkları ile inanmak

istedikleri/inanır gibi yaptıkları arasındaki sınır o kadar da uzak olmasa gerek. Halka açık yerlerde

görüldüğünde erkek kıyafeti giyiyor ve sakal takıyordu. Kendisine "Güneşin Oğlu” diye hitâp

ediliyordu. Adına dikilen anıtlarda da sakallı ve göğüssüz bir savaşçı olarak yontuluyordu. Yirmi

iki yıl barış ve bilgelikle hükümran oldu (M.Ö.1501-1479) ve Mısır tarihinin en başarılı firavunları

arasında yerini aldı.

Tüm tanrısallık iddialarına rağmen, yine de, firavun, halkın sesine kulak vermek, halka

zâlimce davranmaktan çekinmek durumundaydı. Çünkü, Tanrı Amon, özellikle fakir insanların

feryâtlarına kulak verir ve onlara yardım için tââ uzaklardan gelirdi. Firavunun, yeni bir vezirin

tâyin merasiminde, kendisine şöyle hitap ettiği kaydediliyor:

Dikkat et!... Bak ne Saruların tarafını tut ne de insanları köle hâline getir!.. Yukarı ve Aşağı

Mısır'dan bir şikayetçi geldiği vakit, her şeyin kanuna göre yapılmasına ve herkesin hakkını elde

etmesine nezaret etmek sana aittir.... Şikayetçiye cevap verirken kanun ve kaideye göre hareket,

bir Sar için emniyettir. Hükmedilen adam 'benim hakkım verilmemiştir' dememeli... Allah’ı seven

adaleti yerine getirendir. Allah’ın nefret ettiği şey bir tarafı iltizam etmektir, buna göre hareket et,

seni bilene ve bilmeyene aynı gözle bak. Böyle hareket eden bir Sar uzun müddet makamında

itibâr görür. Sözünü dinlemeden, hiç bir şikayetçiyi baştan savma. Kusurlu bir adam hakkında

gazaba gelme... Bir Sarın şeref ve haysiyeti adalet yaparken korkuyu gönlünde

bulundurmasındadır. Eğer bir Sar korku veren biri olursa insanların zihninde ona zâlim damgası

Page 130: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

130

vurulur. Ona 'bir adamdır' denilmez. Anlıyor musun!.. Adâlet, vezir olmanın tarzından beklenir.

Anlıyor musun!.. Bu Ra ilâhından beri en doğru kanundur. Bak!.. Vezirin kâtibine ne denir? 'Maat

kâtibi' yâni 'adalet kâtibi' denir, onun ismi budur. Senin divan kurduğun salon iki adâletin

salonudur ki orada sağlara ve ölülere hükmolunur ve insanlar arasında adaleti tevzi ile mükellef

olan Vezir'dir.

Mısır'ın dînî telakkisinde adâlet fikri o kadar büyük bir mevki almıştır ki, kralın mâbette

ilâha takdim ettiği en yüksek takdime, hakikat ve adâlet ilâhesi olan Maat'ın yâni Ay'ın statüsü idi.

Ve vefat eden kişilerin öteki hayata nail olabilmeleri için Maat'ın şahadeti lâzımdı...

B. HUKUKÎ HAYÂT

Meşhur Grek tarihçisi Herodotos (484-425), firavunların hükümran oldukları Mısır'da

mükemmel bir adâlet dağıtımının gerçekleştirildiğinden ve ülkenin yüksek bir refah seviyesinde

olduğundan bahsetmektedir. Orta Krallık Dönemine (M.Ö. 1800'lere) ait olduğu anlaşılan, Bilge

Bir Köylü’nün Hikâyesi (the Tale of the Eloquent Peasant) başlıklı bir edebî metinde, bundan dört

bin yıl önce, bir yanda fakir bir köylünün başına gelen haksızlıklar ve adâletsizlikler ortaya

konurken; diğer yandan da, en basit bir köylünün dahi yüksek kademelerdeki ve bizzat kral

nezdindeki hak arama mücadelesini görmekte ve sırâdan bîr köylünün sorunlarının bile resmî

makamlarca ciddiye alınabildiğini müşahede etmekteyiz.

Hukukî hayatın işlemesinde kâtip/yazıcı sınıfının önemli bir rolü vardı. Diğer işleri yanında

bu yazıcılar sözleşme ve vasiyet gibi hukukî belgeleri düzenlerlerdi. Lourvre müzesinde

ziyaretçiler, elindeki kalemin bir yedeği kulağının arkasına sıkıştırılmış vaziyette yazı yazan

bağdaş kurmuş yarı çıplak bir yazıcı heykelciğini görebilirler.

Mısır kanunları, ilâhî bir kaynaktan geldiklerine dair inançlarını teyid edecek şekilde,

kutsal metinlerin bir parçasını oluşturmaktaydı. Onun için de, söz konusu yasa metinlerine pek çok

bâtıl inançla beslenen bir tazım ile yaklaşılırdı. Bunlar üzerinde en ufak bir sorgulama veya

itaatsizlik ilâhlara karşı bir isyan olarak algılanır ve söz konusu kişi de bunun gerektirdiği cezâlara

çarptırılırdı. Mısır yasalarının, esas îtibâriyle, Ma'at konsepti üzerine, bir başka ifade ile, yanlış ve

doğruya ilişkin sağ duyu üzerine kurulu olduğu söylenebilir. Ma'at, evrendeki gerçeği; nizâm,

denge ve adâleti temsil eder. Bu anlayış, köleler hariç herkesin serveti ve sosyal mevkii ne olursa

olsun, kanun karşısında eşit olarak görülmesini gerektirir.

Her ne kadar kadîm Mısır hukuk sistemi erkek egemen bir özellikte ise de kadınlar da

hukuk sistemi içinde oldukça önemli haklara sâhipti. Kadınlar da mal-mülk sâhibi olabilir, vasiyet

yapabilir, mîras bırakabilirdi, mahkemelerde şahitlik yapabilir ve boşanma dâvâsı açabilirlerdi.

Çocuklar ve fakirler bile hatırı sayılır hukukî haklara sâhiplerdi, köleler dahi belli şartlarda

mal mülk sâhibi olabiliyorlardı.

Kadîm Mısır'da, bilinen en eski zamanlarda bile intikam uygulaması görülmemekte,

suçlular devlet organları tarafından takip edilmekte, yargılanmakta ve cezâlandırılmaktadır. Bu

cemiyette, hakkı intikâma dair hiç bir işaret görülmüyor. Ancak, Mısır hukuk anlayışında suçlu

cezâlandırılırken, sık sık, suçlunun tüm aile üyeleri de cezalandırılırdı. Meselâ, bir kişi sürgün

cezâsı ile cezâlandırıldığında, onların çocukları da otomatik olarak aynı cezâya çarptırılmış

Page 131: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

131

oluyordu. Eğer akrabadan biri askerlikten firar ederse, çalışma angaryasını ihmal ederse bütün

ailesi hapsedilebilirdi.

Tarihçi Diodorus'a göre, Mısırlılar, suçluların cezâlandırılmasında bir intikam ve öç alma

duygusuyla değil, suçlunun ıslah edilmesi ve bir daha böyle bir suç işlememesini sağlama amacıyla

hareket ediyorlardı. Ancak, " kanın kanla temizlenmesi," yâni adam öldürenin öldürülmesi (kısas)

ilkesi kadîm Mısır'da da uygulanıyordu. Fakat, M.Ö. VIII. Asrın başında Mısır'ı işgal eden ve

Mısır'da firavun olara hüküm süren Habeş kralı Sabacos, ölüm cezâsını kaldırmıştı. Firavun

Sabaco, işlenen bir suç için ölüm cezâsı verilmesi yerine, işledikleri suçların derecesine göre,

suçluların angarya cezâsına mahkûm edilmesini emretti. Suçlular, sel baskınlarma karşı,

bulundukları yerleşim yerlerin irtifalarını yükseltme işinde çalıştırılıyorlardı. Bu dönemde bütün

şehirler sel baskınlarının erişemeyeceği bir düzeye yükseltildi.

Diğer yandan, hukuk esasını ma'at ilkesi oluşturduğundan ve suç işleyen bir kişinin de

doğruluk ve adâlet tanrıçası Ma’at’a karşı gelmiş olduğu düşünüldüğünden, suçlunun, mahkemece

verilen cezâlara ilâveten; işlerinin rast gelmemesi, hastalık, körlük, sağırlık gibi âfetlere de dûçâr

olacağına ve ölümden sonra da Hesap Günü'nde sıkıntı çekeceğine inanılırdı. Hattâ, işlenen suçtan

dolayı mes'ul olma anlayışı, vefatta sonra, daha ceset ortada iken bile devam ederdi ve o noktada

dahi uygulanan bâzı müeyyideler vardı:

"Ef’ali cürmiyyenin mesûliyeti kanuniyyesi vefat ile de sakıt olmadığından, her şahsın

ahvâlini bâdelmevt muhakeme eylemekle mükellef, kırk hâkimden belki de hakemden mürekkep

bir mahkemei mahsusa dahi vardı Vefât eden her Mısırlı tezkiye olunur ve herkesin anı ithâma

selâhiyeti bulunurdu". Eğer, hayatında işlediği bir suçtan dolayı onu takbih eden kişiler çıkarsa,

cenaze, teçhiz, tekfin ve tedfinle ilgili hizmet ve merasimlerden mahrum bırakılır, böyle bir hâlle

karşılaşılması, âilesi için de zor bir durum oluştururdu. Buna karşılık, hiç bir kimse tarafından

ithâma mâruz kalmayan bir cenaze için gerekli merâsimler harfiyyen icrâ edilirdi.

Böylece, hukukta, devletin uyguladığı yaptırımların dışında, belki bâzı durumlarda

onunkinden de etkili daha nice yaptırımlar olduğunun ilginç bir örneği ile karşılaşmış bulunuyoruz.

1. POZİTİF HUKUKUN GELİŞİMİ

Kadîm Mısır'a ait, Sumer Mecelleleri veya Hammurabi Kannunnamesi’nde olduğu gibi bir

yasa kodu elimizde bulunmamaktadır. Eldeki mevcut, o devirden kalma materyallere

baktığımızda, daha ziyade kraliyet fermanlarıyla ve mahkeme içtihatlarıyla düzenlenen, sanki

Anglosakson hukuk sistemine benzer bir hukuk sistemiyle karşılaşıyoruz. Ancak, gerçek durum

nasıldı? Hakikaten de kadîm Mısır'da yazılı hukuk kodları yok muydu? Bu, o dönemlerle ilgili

olarak henüz tatminkâr bir cevap verilemeyen sorulardan biridir.

Grek tarihçisi Diodorus'un (M.Ö. 90-21) naklettiğine göre, "Tanrıların yönettiği dönemin

ardından, Mısır’ın ilk kralı olan Menes dönemi başladı.

O, ülkede siyasî birliği sağlayan ilk firavun olması yanında, aynı zamanda Mısır'ın "ilk

yazılı kanun koyucu”su idi. Efsanevî kral Menes'in tedvîn ve ilân ettiği bu yasaları ona bilgelik

tanrısı Toth'un (Hermes’in) verdiği ileri sürülmektedir, ki daha sonra hem Girit yasa koyucusu

Minos, hem de Lykurgos, bu efsaneyi devam ettirecek, ve tedvîn ettikleri kanunları Zeus ve

Page 132: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

132

Apollo'nun ilhâmıyla oluşturduklarını ileri süreceklerdir. Tabii o tarihlerde (takriben, M.Ö. IV.

Milenyumun başları) yazılı bir kanun vazettiği kabul edildiğinde, firavun Menes, sadece Mısır'ın

değil, "yeryüzünün ilk defa yazılı bir kanun ortaya koyan kişisi" unvanını da alacaktır. Çünkü

takriben, Hammurabi'den bin üç yüz yıl, Urukagina'dan ise yedi yüz yıl önceki bir tarihten

bahsediyoruz. Onun için de, ABD Yüksek Mahkemesi'nin Güney duvarındaki, insanlığın büyük

kanun koyucularının kazındığı freskin en başında ve ilk sırada Menes'e yer verilmektedir.

Bu yarı efsânevî tarihin ve rivayete dayalı tarihin ötesinde, somut tarihî veriler Menes

hakkında ne söylüyor diye sorarsak: Henüz, onun saltan sürdüğü döneme ait ve onun adının geçtiği

bir kalıntı bulunamamıştır. Bu durumda, her ne kadar, sadece Deodorus tarafından değil, diğer

Grek tarihçileri Manetho, Herodotus ve Josephus tarafından da ismi ve yaptıkları çeşitli

varyantlarla teyid edilen ortak bir figür olmuş olsa da; bu kaynakların onun saltanat döneminden

asırlarca sonra yazıldığı göz önünde tutulduğunda; Menes, bilimsel olarak, gerçek bir isim

olmaktan ziyade bir sembol ve efsâne olarak kalmak durumundadır. Tarihçi Diodorus, Menes'e

ilâveten, Mısır kanun koyucusu altı firavunun ve büyük vezir, yargıç Rekhmire'in ismini

vermektedir. Bu firavunlar şunlardır: Horemheb (firavun: MÖ 14.asır), Sasychis,

Sesoosis/Sesostris, Bocchoris (Bakenrenef), Amasis ve Darius (521-486). I. Darius'un, kadîm

Mısır hukukunu M.Ö. 519- 503 seneleri arasında yerli mütehassıslara tedvîn ettirdiği ve bunları

Arâmîce'ye çevirttiği kaydedilmektedir..

M.Ö. 720 yılında, İbranî kralı Hezekiah'nın (715-686) reformlarından kısa bir süre önce

firavun Bakenranef, bir serî reform uygulaması başlattı. Çıkardığı bir ferman veya Bocchoris

Kanunları denen bir reform yasası ile, bir yazılı kontratla tesbit edilmemiş tüm borçları ilgâ etti;

borçtan dolayı ipotek altına alınmış tüm gayrimenkulleri ve yine borçları sebebiyle köleleştirilmiş

tüm borçluları serbest bıraktı; borçtan dolayı hapis uygulamasını kaldırdı; herhangi bir suçtan

dolayı gözaltına alınanların derhal mahkemeye çıkarılması hakkını (habeas conpus) ihdas etti; faiz

hadlerini %33,3 ile sınırlandırdı ve biriken faizlerin de ana-parayı geçemeyeceği kuralını koydu.

Kendisinin reform niteliğindeki bâzı eklemeleri yanında, Bocchoris'in, Eski Mısır kanunlarını

özetleyerek ve onları dînî vasıflarından çıkararak oluşturduğu söylenen bu kanun, M.S. 212 yılına

kadar Mısır'da tatbik edilmiştir. Roma İmparatoru Caracalla meşhur fermanıyla bunu lağvetmiş ve

yerine Roma hukukunu ikame etmiştir. Bochoris Yasaları üzerinde Bâbil hukukunun, özellikle

Hammurabi Kanunnâmesinin etkili olduğu, buna karşılık, Solon'un ve hattâ Roma'da Levha

Kanunu'nu hazırlayanların da Bochoris Yasaları'ndan yararlandıkları ileri sürülmektedir. Solon

(640-560), Atina'da borçlarından dolayı kişilere bedenî cezâlar verilmesi uygulamasını kaldırırken

Bocchoris'in yolundan gidiyordu.

Persler, ele geçirdikleri ülke halklarının kültürel hayatlarına karışmazlardı. Onun için,

özgün Mısır kültürü, milâttan önce altıncı asrın ortalarındaki bu istilâdan fazla etkilenmedi ve eski

Mısır hukuk düzeni, İranlıların işgalinden sonra da devam etti. Darius (521-486), Mısır kültürüne

gösterdiği bu tolerans dolayısıyla Mısırlılar tarafından da bir kanun koyucu olarak kabul

ediliyordu. Ardından İskender istilâsı geldi (M.Ö. 332) ve üç asır sonra Batı Roma işgali bunu

tâkip etti (M.Ö. 301. İskender'in istilasından sonraki yönetimler kendi hukuk sistemlerini

yerleştirdiler. Ancak, Makedon ve Batı Roma yönetimleri altında Grek kültürü özellikle yönetim

ve hukuk alanında çok etkin olmuşsa da kadîm Mısır kültürü varlığını koruyabildi. Grek

Page 133: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

133

(Makedon/İskender) Dönemi öncesine kadar, yaşayan bir tanrı konumundaki firavun, kanun

koyucu ve en yüksek yargıç mevkiini hep sürdürdü. Grek Döneminde Mısır ve Grek kanunları

birlikte uygulanıyordu, fakat bu kanunlar ekseriye Grekleri kayırıyordu. Romalılar Mısır'ı ele

geçirdiklerinde, tüm Roma İmparatorluğuna şâmil bulunan hukuk sistemi Mısır'da da tatbik edildi.

Özetlersek, kadîm Mısır hukukunun tarihi, belki de başka hiç bir kültürde görülmediği kadar uzun

ve sürekli olmuştur. Menes'den (M.Ö. üç binlerden) Roma işgaline (M.Ö. 30) kadar bu hukuk

uygulandı ve gelişti. Hattâ, Roma işgalinden sonra bile şehir merkezlerinin uzağındaki yerlerde bu

hukuk uygulanmaya devam etti.

Yukarıdaki bilgilerin ışığında, Mısır yasalarının en azından kısmî olarak kodifiye edilmiş

olması gerektiği düşünülmekte. Grek tarihçilerden öğrenmekteyiz ki, muhtemelen sekiz kitaptan

oluşan bir yasa kodları vardı. Fakat bunlardan hiç biri günümüze ulaşmadı. Bununla beraber,

cenaze merasimleriyle ilgili metinlerden, mahkeme kayıtları ve diğer kaynaklardan, dolaylı olarak

eski Mısır yasalarıyla ilgili bilgi edinebiliyoruz. Diğer yandan, Mısır kanunları, ilâhî bir kaynaktan

geldiklerine dair inançlarını teyid edecek şekilde, kutsal metinlerinin bir parçasını

oluşturmaktaydı.

Kendi dönemlerinde en medenî ve gelişmiş yasalar olarak görüldüğü içindir ki çok sayıda

başka toplumların da yasalarını geliştirmek amacıyla Mısır kanunları üzerinde çalışmalar

yaptıkları anlaşılmaktadır. Meselâ, M.Ö. VI. asırda, Atina ve İsparta'nın büyük kanun koyucuları

Solon ve Lycurgus bunlardandır. Mısır hukukunun hem doğrudan, hem de dolaylı olarak, kadîm

Yunan hukuku üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Bu dönemlerde Mısır'la Grekler arasında

çok yoğun bir ticarî ve kültürel ilişki vardı. Firavunlar zamanında Mısırın bâzı limanlarında Yunan

tâcirleri geniş bâzı imtiyazlara sâhip bulunuyorlardı ve bir ihtilaf vukuunda, kendileri arasından

seçilen bir hâkimin vereceği hükme tâbî idiler. Yâni tâ o zamanlarda bir nevi kapitülasyon

imtiyazına sâhip idiler. Giritliler Mısır'la çok yakın ilişki içindeydiler, dolayısıyla, hukuk

sistemleri, Finikeliler gibi Doğu Akdeniz ülkelerinin yanı sıra, Mısırlıların yasalarından da önemli

ölçüde etkilenmiştir. Lykurgos da kanunlarının bir kısmını Girit kanunlarından almıştır.

Romalılar da kanunlarını kodifiye etmeden önce, gerekli bilgileri öğrenmek amacıyla

Solon'a uzmanlarını göndermişlerdi. Bu durumda, Mısır hukukunun Roma hukukunu, Solon ve

diğer yollarla dolaylı olarak, işgal sonrası dönemlerde de doğrudan bir şekilde etkilediğinden

bahsedilebilir.

Bütün bu açıklamalara rağmen, şu soru hâlâ cevapsız durmakta. Ptoleme Dönemi öncesi

döneme ait bilinen mânada bir kadîm Mısır kodu veya önemli bir parçası niye elimizde

bulunmamakta?.. Muhakeme sürecinin bir parçası olarak yargıcın masasına Mısır yasa kodlarını

hâvi ruloların konduğu rivâyetleri dikkate alındığında, bir zamanlar bu kanun kodlarının mevcut

olduğunu farz edebiliriz. İnsanın mumyalanmış bedenlerini günümüze taşıyan kuru çöl kumlarının

söz konusu kodları bize taşımamış olması doğrusu oldukça garip. O dönemlere ilişkin olarak

elimizde bulunan sözleşmeler, vasiyetler, senetler, boşanma ilâmları, kefaletnameler, dâva

lâyihaları ve açılan dâvâların her safhasına ilişkin belgeler bizi oldukça kompleks bir hukuk

sisteminin ve yasa kodunun olması gerektiği sonucuna götürmektedir. Ancak, Menes'in kodu da

dâhil olmak üzere bütün kadîm Mısır kodları kayıp!.. Tarihî bir anomali ile karşı karşıya

bulunuyoruz.

Page 134: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

134

Mısır hukuk sistemini kendilerine örnek alan ülkelerin hukuk kodları bugün mevcut iken,

elimizde Mısır'a ait bir kanun kodunun bulunmaması oldukça rahatsız edici bir durum. Fakat

benzer bir durum, Mısır dîni için de söz konusudur. Dînin insan hayatında bu kadar önemli bir yer

tuttuğu ve bu kadar ileri bir medeniyet düzeyine ulaşmış bir toplumun elimizde derli toplu bir

kutsal kitabı veya metni bile bulunmamaktadır. Ancak, belki de, kadîm Mısır hukukunun, bir

bakıma, dolaylı olarak da olsa, bugün de devam ede geldiğini söylemek mümkün: Grek kanun

koyucu Solon (640-559) Mısır'ı ziyaret etti onların hukuk sistemini inceledi ve pek çok yönlerini

Atina'nın hukuk sistemine adapte etti. Mısır'ın İskender sonrası döneminde de Mısır hukuku, ondan

bağımsız olarak mevcut olan Grek hukuk sistemini etkilemeye devam etti. Romalılar Mısır'ı

aldıklarında, hukuk sistemleri hem Mısır'dan hem de Greklerden etkilendi ve bugün biz de Roma

hukukunu bir çok yönleriyle ikmal etmeyi sürdürüyoruz.

2. AİLE HUKUKU

Aile kurumunun kapsamı (önceleri çok geniş aile, daha sonraki dönemlerde çekirdek aileye

doğru geçiş) ve aile içi ilişkiler (karı-koca ve çocuklar arasındaki münasebetler) ile ilgili kurallar

devirden devire önemli değişmeler göstermiştir. Eski dönemlerde geniş bir aile yapısının mevcut

olduğu, ortak bir ataya ibâdet, babanın aile üzerinde mutlak otoritesi gibi uygulamalar görülür.

Ailenin kendine mahsus arazisi, malları vardır ve bu aile patrimuanının devir ve ferağ edilmesi söz

konusu olmamaktadır. Zaman içinde geniş aile daralmış, ortak ataya ibâdet esası kalkmış, aile dînî

niteliği değişmiş ve ferdiyetçi eğilimler görülmeye başlanmıştır. Karı koca arasındaki ilişkilerde,

kız ve erkek çocuklar arasında bir denge ve eşitlik görülmektedir. Ailede babanın, ananın ve erişkin

çocukların şahsî mallarının olduğu ve bunlar üzerinde serbestçe tasarrufta bulundukları;

bağışlayabildikleri vasiyette bulunabildikleri anlaşılmaktadır. Daha sonraki dönemlerde aile

müessesesinde tekrar ilk dönemlerdeki yapılanmaya bir dönüş olduğu görülür. Artık ailede baba

otoritesi hâkimdir, akrabalık da sadece baba cihetinden söz konusu olmaktadır. Kadın evlenmekle

kocanın otoritesi altına girmekte, babanın vefatından sonra ise aile en büyük erkek çocuğun

otoritesi etrafında toplanmaktadır. Elimizde, aile kurununun önemini yansıtan kadîm dönemlere

ait resim ve heykeller bulunmaktadır. Bu resimlerde birbirine sarılmış mutlu çiftler görülmektedir.

Gençlerin yaşlılara saygılı olmalarının tavsiye edildiği yazılı bir belgede, "sana baktığı için annene

karşılığını öde" denilmektedir.

Her ne kadar kadîm Mısır hukuk sistemi erkek egemen bir özellikte ise de kadınlar da

hukuk sistemi içinde oldukça önemli haklara sahipti; mal-mülk sahibi olabilir, vasiyet yapabilir,

mîras bırakabilir, mahkemelerde şahitlik yapabilir ve boşanma dâvası açabilirlerdi. Orta

İmparatorluk Döneminde (M.Ö. 2000-1800) kadınlar, binlerce yıl sonra Yunan ve Roma'daki

hemcinsleriyle kıyaslanamayacak düzeyde hak ve özgürlüklere sâhip bulunuyorlardı. Bâzı aşk

şarkılarında duygusal eşitlik temaları görülmektedir. II. Ramses, bir belgede, kadınların diledikleri

yerlere daha özgürce ve rahatça seyahat edebilmeleri için güvenli koşulları oluşturduğundan söz

eder.

Condorcet'in tesbitiyle, insanlığın kültürel ve tarihî gelişim seyri içinde, "kadınların, artık,

faydalanılacak basit bir nesne, sadece efendiye biraz daha yakın bir köle sayılmaktan" çıkıp,

"erkeğin onları arkadaş olarak tanıdığı ve onların kendi bahtiyarlığı için neler yapabileceklerini

Page 135: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

135

öğrendiği" bir konuma yükselmelerine giden yolda Mısır'ın önemli kilometre taşlarından biri

olduğu söylenebilir.

a. Evlenme

Nikâhın tarafların rızasıyla yapılan bir akit olduğu anlaşılıyor, ana-babanın izin ve rızasının

arandığına dair hiç bir kayda rastlanmıyor. Resmî bir nikah veya dînî bir tören yapıldığına ilişkin

bir işaret görülmüyor. Mısır'da evlilik yaşı ortalaması kadınlarda 12-14, erkeklerde ise 20 yaş

civarı idi. Bu durum dikkate alındığında, çocuk yaşta evlenen kızların evlenmelerinde

ebeveynlerinin izin ve rızalarının aranmaması oldukça tuhaf görünmektedir.

Erkek, evleneceği kadına kendisini eş olarak kabul ettiğini beyân ve taahhüt eder ve ona

mehir olarak nitelenebilecek muayyen bir miktar para verir; buna ilâveten, evleneceği kıza, onun

zarurî masraflarını karşılamak üzere her ay veya yıl için ödeyeceği paranın miktarını da taahhüt

ederdi.

Kadının kendine ait malı varsa bunu zevcinin müdahalesi olmadan uhdesinde tutmaya ve

tasarrufta bulunmaya devam ederdi. Bu malların bir listesi tutulur, kadına ait bu malların

korunması için erkeğin malları üzerine ipotek konur, böylece kadının mehiri garanti altına alınırdı.

Koca, kadının şahsına ait bu mallar üzerinde tasarrufta bulunamazdı. Hattâ erkeğin, bütün mal

varlığını eşine verdiği de görülürdü ki, bu durum, kadının ev idaresinde de etkin bir konumda

olduğunu göstermektedir. Ancak, kadının, kendi malları üzerinde özgürce tasarruf yetkisini

yitirdiği dönemler de olmuştur.

Kadîm Mısır Hukuku her dönemde çok karılı evliliği kabul etmiştir. Zevcesi ruhbân

sımfına mensup değilse, erkek başka kadınlarla da evlenebilirdi.

Mısır hukukunun, evlenme konusuyla ilgili olarak diğerlerinden farklı bir yönü de çok

yakın akrabalar (hattâ kardeşler) arası evliliğe bile izin vermesidir. Firavunlar, "royal kanın

saflığının bozulmaması için" kız kardeşleri veya üvey kız kardeşleri ile evleniyordu. Ancak, bu

uygulama halk arasında yaygın değildi, hattâ bâzı dönemlerde kardeş evliliği avâm için, cezâsı

ölüm olan bir yasak hâline de dönüşebiliyordu. Ancak, M.Ö. 1500'lerden sonra, yakın akrabalar

arası evliliğin yasaklandığı görülmektedir.

Özetlersek, kadîm Mısır hukuku, evlilik hukuku konusunda diğer hukuk sistemlerinden

farklı ve değişik bâzı düzenlemelere sâhip bulunmaktadır. Bunlar: Hiç bir resmî merasime ihtiyaç

duyulmaksızın kadın ve erkeğin aralarında yaptıkları bir akitle evlenebilmeleri; kadının kocasının

hâkimiyeti altında olmayıp, eşit bir konumda olması, hatta erkeğin kadına itâat edeceğine dair

nikah aktinde söz vermesi; çocuklara tanınan özgürlük ve yakın akrabalar arasında, kardeşler

arasında bile evlenmeye cevaz verilmesi gibi husûslardır.

b. Boşanma

Erkek boşama hakkına sâhipti, bir miktar para vererek karısından ayrılabilirdi, ancak sâhip

olduğu ve olacağı servetten bu karısından olan çocuklarına mîras bırakacağı husûsunu da yapacağı

yeni nikah aktinde taahhüt etmesi gerekirdi. Bu nikâh aktinin bir kuralı idi. Çocukları sokakta

Page 136: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

136

bırakmak yasaktı. Çocuklara ilişkin bu koruma tedbirlerinin nüfusu artırmaya dönük olduğu

anlaşılmaktadır.

3. MİRAS HUKUKU

Kişinin vefatı durumunda, kız ve erkek çocukları mirası eşit olarak paylaşırlardı. Yalnız,

en büyük erkek çocuğa bir miktar fazla verilirdi. Büyük erkek evlat, mîrasın taksimine kadar

terekeyi temsil ederdi ve mirası taksim etmek işini de o üstlenirdi. Bu durumda söz konusu fazlalık

bu işleri yapmasının karşılığında verilen bir ücret olarak da düşünülebilir. Mîrasın, belki de daha

çok kuru mülkiyetin, malları idare yetkisinin en büyük erkek evlâda intikâl ettiği dönemler de

olmuştur. Eğer çocuklardan biri daha önce vefat etmiş ise, onun çocukları ana-babalarının yerine

mîrasa dâhil olurlardı. Bu "büyük oğul" uygulamasının, babanın, sonradan evlendiği karısına

meylederek veya onun iğvâlarına kapılarak, mirasını onun çocuklarına kaydırmasını önlemeye

mâtuf olduğu ileri sürülmektedir.

Karı koca arasında mal ayrılığı sistemi cari idi ve birbirlerine vâris olmazlardı. Ölen

kimsenin vârisleri onun meşrû çocukları idi. Mısır hukuku, gayrimeşrû çocukları ailenin bir parçası

olarak görmemiş ve onlara mîras hakkı tanımamıştır. Babaları bunları ne tanıyabilir, ne de vasiyet

yoluyla onları mîraslarından istifade ettirebilirlerdi. Mîras, sadece müteveffanın meşrû çocuklarına

intikâl ederdi.

Mûris, düzenleyeceği bir vasiyetname ile, dilediği kimseyi vârisi olarak belirleyebilir,

erkek ve kız çocukları arasında eşitliğe aykırı hükümler de koyabilirdi. Ancak, bunun için,

vasiyette bulunanın akıl hastası olmaması gibi şartlar aranırdı ve ayrıca, yapılan bu vasiyetnamenin

resmî makamlara tescil ettirilmesi gerekirdi.

4. BORÇLAR HUKUKU

Kadîm Mısır hukuk sisteminde, özgür kişilerin, hak ve vecibelere ehil birer hukuk süjesi

olmaları yanında; mâbetler, vakıf ve hayır müesseseleri de gerçek kişiler gibi hak ve vecibelere

sahip birer hukukî varlık, "tüzel kişi" statüsünü hâiz bulunuyordu. Diğer yandan, Devletin de bir

hukukî varlık olduğu, kendisine mahsus bir patrimuana sahip bulunduğu, hak ve vecibelere ehil

olabildiği, hakikî şahıslar gibi hukukî muâmeleler yapabileceği kabul edilmekteydi. Devletin

manevî şahsiyetini temsil eden, onun namına hukukî muâmelelerde bulunan kişi ise Firavun veya

onun temsilcisi konumundaki kişilerdi.

a. Mülkiyet

M.Ö. 2900'lerden îtibâren Mısır'da aile/kabile/klan mülkiyetinden kişisel mülkiyete geçiş

sürecinin başladığı, özel mülkiyetin büyük bir gelişme gösterdiği ve hukuk sistemince

desteklendiği görülmektedir. Devlet, özel mülkiyeti koruma ve güvence altına almakla görevli

sayılıyordu. Herkes, mâliki olduğu malı satabilir, bağışlayabilir, kiraya verebilir, vakfedebilir,

rehnedebilir ve ölümü halinde vârislerine intikal ettirebilirdi.

Taşınmazların resmî kütüklere kaydedildiği, maliklerdeki değişikliklerin şahitler

huzurunda düzenlenen resmî senetlerle gerçekleştiği ve resmî kütüklere tescil edildiği

görülmektedir. Ancak bu resmî işlemlerin tamamlanmasından sonra satış mûteber hâle gelir,

Page 137: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

137

mülkiyet intikâl eder ve üçüncü şahıslar için de hüküm ifade ederdi. Menkul malların satış

işlemlerinde ise bu çeşit formaliteler aranmazdı. Bâzı dönemlerde arazi, büyük toprak sâhibi

asillerin elinde toplanmış ve oluşan feodal güçler merkezî otoriteyi tehdit eder boyutlara ulaşmıştır.

Gayrimenkullerin devrinde resmî yazılı işlemler ve şahitlerin huzuru arandığı halde,

menkul malların devri bedelin ödenmesi ve malın teslimi ile gerçekleşirdi.

b. Akitler

Mısır hukukunda satım, karz, kira gibi akit çeşitlerine ve bağışlama gibi muâmelelere yer

verildiği görülmektedir. Gayrimenkullerin kiraya verilmesi konusunda da hükümlere

rastlanmakta, îcra verme süresinin bir yılı aşamayacağı şeklinde bir sınırlama getirildiği

görülmektedir.

M.Ö. 7. Yüzyıla kadar sözleşme ve alış verişlerin hemen tamamı sözlü olarak icrâ edilirdi.

Fakat Dometik Alfabe’nin bulunuşundan sonra, pek çok hukukî işlemin yazılı olarak yapılması

şartı getirildi. Bu yazılı hukukî vesikalar bize o dönemin hukuk sistemi hakkında çok değerli

bilgiler vermektedir. Noter tarafından yapılan sözleşmelerde beş şahit de hazır bulunurdu. İran

istilasından sonra bu sayı yediye çıkarılmıştı.

Karz akitlerinin konusunu para yanında buğday gibi mallar da oluştururdu. Alınan faizin

miktarının oldukça yüksek olduğu görülmektedir. Ancak, ödenecek faiz miktarının ana parayı

geçemeyeceği şeklinde bir sınırlama getirilmişti. Borcun isbatı için, sözleşmenin beş, yedi şahit

huzurunda, yazılı olarak düzenlenmesi gerekirdi. Şahitlerin her biri senet üzerine, tarafların

mutabık kaldıkları husûsları ayrı ayrı yazar ve imzalarlardı. Borcun teminatı olarak rehin

uygulaması da vardı. Borcun ödenmemesi halinde alacaklı, teminat olarak gösterilen şeyden

alacağını alırdı.

Bocchoris Kanunları, borçtan dolayı hapis uygulamasını kaldırdı, faiz hadlerini %33,3 ile

sınırlandırdı ve biriken faizlerin de ana-parayı geçemeyeceği kuralını koydu. Aynı yasa ile,

herkesin vefat eden pederinin cesedini rehin vererek ödünç para alabilmesi imkânı getirildi. Bu

uygulamada, kişinin babasının mumyası alacaklının eline geçiyor ve borcun ödenmemesi hâlinde,

borcun ödenmesine kadar ceset aile kabristanına veya başka herhangi bir kabre gömülemiyordu.

Bir borçlunun, borcunu ödemeyerek babasının cenazesini alacaklılarının elinde bırakması çok onur

kırıcı bir durumdu.

c. Vakıflar

Bir kimsenin mülkiyetinde bulunan bir malı veya taşınmazı, bâzı amaçların gerçekleşmesi

için bir gerçek veya tüzel kişiye bağışlaması da mümkündü; ancak, bunun resmî makamlarca

düzenlenen bir senetle yapılması gerekirdi; bağışlayanın koyduğu şartlara uyulmazsa bağışlama

hükümsüz olurdu. Yapılan bir bağış veya tesis edilen vakıf bir taşınmaz ile ilgili ise, bunun iptali

ancak bir mahkeme kararı ile mümkündü; ne taraflar ne de bir devlet yetkilisi mahkeme kararı

olmadan bu vakıf tüzel kişiliğine son verebilirdi.

Mâbetler bir tüzel kişilik olarak düşünülüyor, bunlar için fertlerin vakıf tesis etmeleri

imkânı tanınıyordu. Tapınak işlerinin görülmesi ve rahiplerin geçimlerinin sağlanması için,

Page 138: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

138

tapınaklara temelli toprak bağışları ve vakıflar yapılırdı. Bu şekilde tapınaklara tahsis edilen

malların başka bir amaç için kullanılmaları, devir ve ferağ edilmeleri mümkün değildi. Ancak, bu

vakfı tesis edenler, vakıf senedine hüküm koyarak, oluşturdukları vakfın gelirlerinden bir kısmını

kendileri ve ahfâdlarına tahsis edebiliyorlardı.

5. KÖLE HUKUKU

Kadîm çağlarda köleliğin en yaygın olduğu toplumlardan biri de Mısır'dı. M.Ö. dördüncü

milenyumda bile Mısır'da köleliğin olduğu ileri sürülmektedir. Kölelerin kaynağı, Suriye, Filistin

ve Etiyopya ile yapılan savaşlarda alınan harp esirleri idi. Harpte ele geçirilen esirlerin bir kısmı

Mısır'da köle olarak çalıştırılırken, bir kısmı da komşu ülkelere satılıyordu. Savaş dışında, diğer

ülkelerden özellikle Sudan ve Asya'dan da ticaret yoluyla köle temin ediliyordu. Bu köleler saray

ve konaklarda ev hizmetleri yanında, tarlalarda, madenlerde, yük taşımada ve tapınak hizmetleri

gibi işlerde kullanılıyordu. Küçük memurların, askerlerin, çiftçi ve zanaatkârların bile iki yada üç

kölesi vardı. XX. Sülalenin sonuna doğru (M.Ö. XII. Asır) Amon râhiplerinin 80.000'e yakın

köleleri vardı. Devlet tarafından işletilen maden, taş ocaklarında ve diğer devlet işletmelerinde

köleler çalıştırılmaktaydı.

Savaş esirleri ve satın alma dışında da bâzı köle kaynaklarının olduğu anlaşılmaktadır. Borç

köleliği uygulaması kadîm Mısır'da da vardı. Nitekim, M.Ö. 720 yılında, firavun Bakenranef'in,

çıkardığı Bocchoris Kanunları denen bir reform yasası ile, borçları sebebiyle köleleştirilmiş tüm

borçluları serbest bıraktığını biliyoruz. Buna rağmen, XXVI. Sülale dönemine (664-525) ait

belgelerde hürlerin, bir hizmet sözleşmesi imzalayarak kendilerini ya da çocuklarını köle olarak

satabileceklerinden bahsedilmektedir. Tevrat'ta geçen bir rivayette, Mısır'da, hırsızlık malı

üzerinde bulunan kişinin köleleştirilmesi gibi bir uygulamadan bahsedilirse de, kadîm Mısır

kaynaklarında böyle bir cezâ uygulaması yapıldığına dair bir kayıt bulunmamaktadır.

Kölelerin içinde bulundukları şartlar, hak ve özgürlük seviyeleri konusunda da farklı

görüşler ortaya çıkmakta. Mısır'ın uzun tarihi boyunca bu konuda çok farklı düzenlemelerin

olmasını da tabii karşılamak gerekir. Bâzı kaynaklar kölelere mülk edinme ve toprak kiralama

hakkı tanındığından bahsetmektedirler. Daha önce de işaret edildiği gibi, Ölüler Kitabı'nda, Tanrı

Osiris'in huzuruna çıkarılan kişi, dürüst bir hayat yaşadığına ilişkin savunmasını yaparken şu

ifadelere de yer vermekte: Kölelerimi aşırı çalıştırmadım, başkalarının kölelerine iftira atıp

efendilerinin onlara kötü muamele etmelerine yol açmadım. Demek ki, ne ölçüde uygulamaya

konduğunu bilmesek de, en azından ahlâkî düzeyde, köleleri korumaya mâtuf bâzı değerler kabul

görmekteydi.

Bâzı kaynaklarda ise, efendinin kölesi üzerindeki mutlak mülkiyet hakkından, onu dilediği

şekilde cezâlandırıp öldürebileceğinden ve kölelere hiç bir hak tanınmadığından bahsedilmektedir.

Kaçak köle sayısırının çok olması, Mısır’da kölelere iyi davranılmadığının bir işareti olarak

yorumlanabilir.

6. CEZÂ HUKUKU

Kanun kodlarına sâhip olmasak da, elimizdeki pek çok mahkeme belgesinden, işlenen

suçlar ve verilen cezâlar hakkında bilgi sâhibi olmaktayız. Bedenî cezâlar olarak 100 sopa kadar

Page 139: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

139

değnek cezâsı uygulanırdı. Ağır suçlar için, devamlı bir aşağılama nişanesi olarak, damgalama ve

dağlama yoluna da gidilirdi. Yine suçun ağırlığına göre suçlular Sudan veya Batı tarafındaki uzak

bölgelere sürgüne; veya, uzak yerlerdeki maden ve taş ocaklarına forsa olarak çalışmaya

gönderilirdi. Bâzı suçlar için ise organ kesme (el, dil, burun, kulak kesme) cezâları

uygulanmaktaydı. Çok daha ağır suç vak'alarında ise ateşte yakma, suda boğma ve boynunu vurma

şeklinde uygulanan ölüm cezâları verilirdi. Düşmana haber sızdırarak ihanet eden bir askerin dili

koparılırdı. Fakat şurası da hatırlanmalı ki, barbarca görülen bâzı cezâlara rağmen, kadîm Mısır

hukukunda insan haklarını gözeten bâzı hükümlere de rastlanmaktadır: Bocchoris Kanunları' nın,

borçtan dolayı hapsedilmeyi yasaklaması gibi. (Andrews). Hafif cürümler işleyen köle ve sıradan

kişileri muhtemelen falakaya yatırıyorlardı.

a. Cinayet

Sadece adam öldürme değil, adam öldürmeye teşebbüs de ölümle cezalandırılırdı; hattâ,

böyle bir fiile engel olabilecek durumda olup da engellemeyenler de suç ortağı kabul edilerek aynı

cezaya çarptırılırdı. İşlenen bir suçtan haberdar olup da ihbar etmeyenlere de dayak cezâsı verilirdi.

Babasını veya anasını öldürenler dikenler içine atılarak veya yakılarak öldürülürdü. Çocuğunu

öldüren anne veya babalar öldürdükleri çocuklarının cesedine sarmalanarak üç gün o vaziyette

teşhir edilirlerdi. Hattâ, bâzı durumlarda totem hayvanların öldürülmesi bile îdâmı müstelzim bir

suçtu, çünkü bu hayvanların hayatı da hukukun himâyesi altında idi. Totem olarak tapılan bir

hayvanın kazâen bile olsa öldürülmesi durumunda, o mâbudun râhibi hem dâvanın hâkimi hem de

cellat sıfâtını alırdı.

Her ne kadar, adam öldürme konusunda Mısır hukuku sert ve acımasız ise de, kralın

devreye girmesi ile suçlunun lehine bâzı değişiklikler yapılabiliyordu. Habeş kralı Sabacos'un

Mısır'ı istilâ ettiği ve firavun olarak hüküm sürdüğü dönemde (takriben 716-702), ister katil

suçundan, ister başka îdâmı gerektiren bir suçtan olsun, ölüm cezâsını uygulamadan kaldırdığı ve

onun yerine angarya cezâsının uygulanmasını emrettiği nakledilmektedir.

b. Diğer Bâzı Suçlar ve Cezaları

Deir el-Medina'ya ait mahkeme kayıtlarına göre, hırsızlık ve zimmete geçirme suçlarının

cezâsı, çalınan şeyin iki misli cezâî tazmînâtla birlikte iadesi olabilmektedir. Bir kaynakta, bu eski

devirlerde Mısır' da, hırsızlık olaylarıyla ilgili olarak şöyle bir fiilî durum ve uygulamadan

bahsedilmektedir: Hırsızlığı meslek edinmiş olan kişilerin, isimlerini hırsızlar loncasının şefi olan

kişiye bildirme ve o vakitten sonra çaldıkları her şey hakkında bu şefe bilgi verme mükellefiyetleri

vardı. Malları çalınan kişiler, çalıntı mallarının iadesini temin için, çalınan mallarının miktarı ve

diğer özellikleri, ne zaman nerede çalındığı gibi husûsları hâvî bir dilekçe ile söz konusu hırsızlar

loncasının şefine başvururlardı. Başvuran kişiye ait mallar tesbit edildikten sonra, değerlerinin

dörtte biri kadar bir ödeme yapılmasını tâkîben, çalıntı mallar çalınmadan önceki hâl ve

konumlarıyla çalındıkları eve bırakılırdı.

Yaptığı bir akitten veya verdiği bir yeminden/sözden caymak idam cezâsını gerektirirdi.

Ağır bir cürüm işlediği konusunda başkasını yalan yere ithâm ettikleri anlaşılanlar da idam

edilirlerdi. Devlet sırlarını düşmana ihbar edenlerin dilleri koparılırdı. Şâhid-i zûr (yalancı şahit)

idam edilir, idamdan önce elleri de kesilirdi.

Page 140: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

140

Başkasının hakkına ve toplumun ahlâkına tecavüz sayıldığı için zina eden erkeğin cinsel

organı, kadının da burnu kesilirdi.

Dilencilik, serserilik ve tembelliğe engel olmak ve suç işleme kaynaklarını gidermek için

her Mısırlı, bulunduğu eyaletteki görevli memura her sene, ismini, mal varlığını, ne işle meşgul

olduğunu ve ne kazandığını bildirmek zorundaydı. Bu konularda doğru bilgi vermeyenler ve dürüst

ve namuslu bir hayat sürdürmeyenler idam edilirlerdi.

Her şeyin bu kadar devletin kontrolü altına alındığı ortamlarda, bu sefer de devlet

memurlarının yolsuzluklarının alıp başını gitmesi beklenen bir gelişmedir. Nitekim, rüşvet ve

yolsuzlukların önünün alınamadığı anlaşılmaktadır:

"Kadîm Mısır'da rüşvet yaygındı. Belgeler bunu kanıtlamaktadır. II. Ramses döneminde

de, bu sürüyor. Mısır’da bilgeler, imparatorlara memurlara bol maaş verilmesini öğütlemişlerdir.

Mısır'da daha sonraları da yolsuzluklar sürmüş, memurluklar satılmıştır."

Kadîm Mısır üzerine yazan bâzı araştırmacı ve yazarlar, bu arada Max Weber, harpte

düşmandan ele geçirilen savaş esirlerinin, Firavun tarafından bir dindarlık ve şükrân ifadesi olarak,

âyinsel bir uygulamayla boğazlanıp tanrılara kurban edildiğinden; tanrısız bir varlık olarak

düşünüldükleri için, yabancılara karşı herhangi bir merhamet veya âlicenâplık uygulamasına dair

hiçbir iz görülmediğinden bahsederler. Buna karşılık, İngiliz seyyah ve ilk Egyptolojist'lerden

Wilkinson (1797-1875), söz konusu iddiaların, konunun iyi araştırılmamasından kaynaklanan

yanlış değerlendirmeler olduğunu ileri sürmektedir:

"Medeniyetin her alanında emsallerini aşan bir toplumun böyle keyfi ve gaddarca cezalar

sergileyip, bunu bir âdet ve âyin şeklinde uygulamaları kabul edilemez. O bakımdan, harpte alınan

esirleri mabetlerin dış cephelerinde teşhir edilirken ve firavunun önünde diz çöktürülmüş vaziyette

ve kralın saçlarından tutarak ilahların önünde kurban ediyormuş gibi gösteren gravürleri ve buna

ilişkin rivâyetleri değerlendirirken dikkatli olmak icâp eder. Tarihçi Heredotos, daha o zaman bile,

söz konusu değerlendirmelerde bulunan Grekleri; Mısırlıların kendilerine özgü mantalitelerini

bilmediklerinden, onların mecâzi bir şekilde anlatmak istedikleri bâzı şeyleri gerçekmiş gibi

zannederek yanlış bâzı sonuçlar çıkarmalarından dolayı, haklı olarak, eleştirmektedir. Halbuki, bu

çeşit sahneleri, firavunun, ilahların yardımıyla kazanmış olduğuna inandığı zafer sebebiyle, onlara

duyduğu şükrânlarını ifade etmekte kullandığı dînî alegoriler olarak değerlendirmek gerekir.

7. MAHKEMELER VE MUHÂKEME USÛLÜ

İlk mahkemelerin, Nil'den gelen su kanallarıyla ilgili olarak "nom içinde ve nomlar

arasında çıkan ihtilâfları çözmek amacıyla ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bu mahkemelerin

hâkimleri, nom’ların âyân ve eşrâfından oluşan Saru'lardı. Bu mahkemeler, Krallık döneminde de

firavunu temsil eden vâlilerin başkanlığında görevlerini sürdürdüler.

Daha sonra, Krallık döneminde adlî işlerin nasıl yürütüldüğüne ilişkin yeterli bilgiye sâhip

olmamamıza rağmen, devlet otoritesini kullanma mevkiindeki kişilerin, konumlarına göre bir

şekilde bu sürece katıldıkları söylenebilir. Elbette, en tepede doğruluk ve adâlet tanrıçası Maat'ın

yeryüzündeki temsilcisi olan Firavun yer almaktadır. Yargılama yetkisini bazan bizzat yerine

getirirdi, ama, tabii, çoğu zaman bu yetki, görevlendirdiği diğer organlar tarafından kullanılıyordu.

Page 141: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

141

Son derece önemli suçlarda firavun ya bizzat karar verir veya karar vermesi için özel bir hâkimler

heyetini görevlendirirdi. Önemli bir çok konuda, yargılama görevini, firavun adına veziri yerine

getirirdi. Kralın vezirlerinin sık sık yargıçlık yaptıklarını biliyoruz. Vezir’in emri altında adâlet

dağıtan altı büyük kurul vardı, bunlar onun namına yargılar ve hüküm verirlerdi. Hem hukukî hem

de cezâi dâvalara bakan ve doğrudan Firavun'a bağlı bulunan, başkanlığını bizzat Vezir’in yaptığı

bir Dîvan-ı Alî (Yüksek Mahkeme), duruma göre birinci veya ikinci derecede mahkeme olarak

işlev görürdü. Bu mahkeme, kutsal sayılan üç bölgedeki (Menfes, Helyopolis ve Teb) tapınaklara

mensup en mümtaz râhiplerin arasından seçilen onar âzâdan, yâni otuz kişi ve bir başkandan

oluşuyordu. Bunlar, zâten varlıklı kişiler olmalarına rağmen devletten yıllık tahsîsât alırlardı.

Bunların her türlü müdâhaleden uzak bir şekilde, tarafsız olarak görev yapmaları için her türlü

tedbir alınır; kendi âmirlerinden gelse dahi her türlü telkini dikkate almayacakları husûsunda krala

teminat verirlerdi.

Her eyalette de Firavun adına adâlet dağıtan, o mahallin en yüksek yöneticisinin

başkanlığında faâliyet gösteren mahkemeler bulunurdu. Aynca, yargılama işleriyle görevli başka

memurlar da vardı. Küçük suçlar mahallindeki yaşlılar meclisince çözüme bağlanırdı, her köy ve

kasabanın, vuku bulan adlî vak'aları çözmek üzere kendi yerel kurulları vardı.

Mahkemelerde yazılı yargılama usûlünün uygulandığı, bu yazışmaları yürüten, belgeleri

saklayan görevlilerin bulunduğu anlaşılmaktadır. İddiada bulunan kişinin dâvâ açması gerekirdi,

eğer dâvâ mahkemece kabul edilirse dâvâlı taraf mahkemeye celp edilirdi. Bir avukat

bulundurulması falan söz konusu olmayıp iki taraf da kendi delillerini mahkemeye sunmak

durumundaydı. Zaman zaman şahitler de çağrılmakla beraber, hâkim, genellikle eldeki delillere

ve tarafların ifadelerine göre kararını verirdi. Başka delillerin olmadığı durumlarda tarafların

yeminlerine başvurulurdu. Taraflar iddia ve savunmalarını mahkemeye yazılı olarak bildirirlerdi.

Cezaî nitelikteki dâvalarda, dâvacının talep ettiği cezâ ve tazmînât miktarını da mahkemeye yazılı

olarak bildirmesi gerekirdi. Mahkeme üyeleri dosya üzerinden inceleme yapar ve gizli olarak

verdikleri kararı, bir gerekçe ve açıklamaya yer vermeksizin, dâva dilekçesinin altına, evet/hayır,

olur/olmaz şeklinde bir ibâre yazarak belirtirlerdi.

Divânı Âlî huzurunda merî usûlü muhâkemât da esas îtibâriyle eyalet mahkemelerindeki

gibi idi: "Şifahî müdâfaa memnû olup muhâkemât tahriren icrâ edilirdi. Tarafeyn, birer lâyiha ve

layiha-i cevabî sunabilirlerdi. Hâkimler gizli olarak müzakere ederlerdi. Mahkemenin selâhiyeti

hem hukuka hem de cezâya şâmildi. Müddeî dilekçesinde kendi fikrince hasmının dûçâr olması

lâzım gelen cezâyı ve talep ettiği tazmînâtı beyâna mecbur idi. Mahkeme, kararını, evrakın zîrine

yalnızca “olur" veya “olmaz" kelimesini tahrir ile beyân eder ve esbâbı mûcibe göstermezdi. Reis

dahi kendi makamında asılı duran, kıymetli bir taş üzerine hâkk edilmiş “hakikat" ibâresini iddiası

kabul edilen tarafın alnına basarak hükmü tefhîm etmiş olurdu".

"Gerek bu mahkeme, gerek eyaletlerde vâlilerin nezdinde kurulan mâdun mahkemeler

hükümdâra pek saygılı bir şekilde bağlı idiler. Firavun, mutlak hâkimiyetini en basit dâvalarda bile

gösterebilirdi. Bizzat kendisi muhakeme etmek veya münasip gördüğü kimseye muhakeme

ettirmek için herhangi bir dâvayı derdest-i rûyet bulunduğu mahkemeden ref' edebiliyordu".

Page 142: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

142

Diğer yandan, ortaya çıkan ihtilâfların hakem yoluyla halli yolunda da gayret sarf edildiği

görülmektedir. Hakem önünde görülen dâvalar da yazılı usûlle yürütülür; hakemin verdiği karar

nihâî ve kesin kabul edilir, bu karara karşı bir itiraz yolu tanınmazdı.

Kadîm Mısır Hukuku, suçun ortaya çıkarılması amacıyla sanığa işkence edilmesini uygun

görmekteydi. Ancak, her ne kadar işkenceye başvurulur ise de, devrine nazaran adâlet

mekanizmasının durumu diğer ülkelerden daha kötü değildi.

Enteresan bir nokta da bâzı durumlarda kimin suçlu olduğu husûsunda kararın insan

hâkimlere değil, kutsal kehânete bırakılmasıdır. Meselâ, Deir el-Medina'daki böyle bir

uygulamada, ilâh derecesine yükseltilmiş olan kasabanın kurucusunun, daha doğrusu onun

putunun yapacağı hareketin karar vermesi bekleniyordu. [Bu sembol put'un, kendi iç mekanizması

veya dıştan gelen bir hava cereyanı sonucu her iki tarafa da eğilebilecek bir tarzda yapıldığı

anlaşılıyor]. Uygulamanın şöyle cereyan ettiği nakledilmekte: Dâvanın her iki tarafının iddia ve

taleplerini içeren doküman, putun her iki tarafına konuyor ve daha sonra râhiplerden oluşan bir

heyetin huzurunda bakılıyor, heykel hangi tarafa meylederse bu durum o tarafın haklı olduğuna

bir işaret olarak değerlendiriliyordu. Para-tura atmanın biraz gizemli hâle sokulmuş bir biçimi olsa

gerek.

Page 143: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

143

VI. İBRÂNİLERDE HUKUK

"Siz Tanrınız RAB için kutsal bir halksınız. Tanrınız RAB, öz halkı olmanız için,

yeryüzündeki bütün halkların arasından sizi seçti."

[Tesniye: VII/ 6].

A. TARİH, TOPLUM, DEVLET

İbrânî tarihi, gerek Yahûdîler gerek daha sonra Hıristiyan ve Müslüman müverrihlerce

sanki dünya tarihi imiş gibi sunulduğu ve haksız ve hatalı bir şekilde dünya tarihinin mihverine

yerleştirildiği için; hem bu kültürler üzerindeki etkisinin önemi cihetiyle, hem de işaret edilen bu

durumun yol açtığı yanlışlık ve çarpıklıklara da dikkati çekmek bakımından, bu konu ve İbrânî

dîni ve kültürüne ilişkin diğer konular üzerinde biraz daha geniş ve ayrıntılı bir şekilde durmayı

faydalı ve gerekli görmekteyiz.

1. TARİH

Bugünkü Filistin topraklarmda, Filistinlilerden ve Yahûdîler den önce, renklerinden dolayı

Yunanlıların kendilerine Fenike (kırmızı renkli) adını verdikleri tüccar bir kavim yaşıyordu.

Tüccar anlamına gelen Kenanı diye de adlandırılan bu kavim, milâttan önce dördüncü bin yıla

kadar giden bir geçmişe dayanmaktadır. İlk kez M.Ö. 3500'lerde kurulduğu tahmin edilen Kudüs

şehri, Davud tarafından M.Ö. 990 yılında fethedilene kadar Kenanîler'in egemenliği altında idi. İlk

adının, “Tanrı'nın inşa ettiği yer” anlamına gelen "Urusalim" olduğu tahmin edilen bu şehre

Yahûdîler "Yeruşalim", Batılılar ise "Jerusalem" derler.

İbrânî tarihi efsanelerle sarmalanmış bir göç ve sürgünler tarihidir. Yahûdîler, sayıları

mahdut, güçsüz bir toplum olarak, tarih boyunca hep büyük devletlerin ayakları altında ezilmişler

ve bunun sonucu olarak mâruz kaldıkları göç ve sürgünlerin izleri İbrânî kültürünü ve mantalitesini

derinden etkilemiş, belirlemiştir. Bu göçlerden ilki Mezopotamya'dan Filistin'e hicret (M.Ö.

2200'ler) olayıdır. Bunun ardından, takriben, M.Ö. XVII. asırda, bir gurup Yahûdî'nin Mısır'a

göçleri ve birkaç yüzyıl burada kaldıktan sonra Sina ve Filistin mıntıkasına avdet etmeleri

gelecektir. Bunları tâkip eden iki önemli sürgün olayı da, Bâbil sürgünü (M.Ö. 586) ve Romalıların

Kudüs'ü ele geçirip tahrip etmelerinden (M.S. 70, 132) sonra yaşanan büyük sürgündür. Bu arada,

söz konusu sürgünlerin, çoğu zaman zannedildiği gibi, tek bir kişi kalmamacasına Yahûdîlerin

bölgeden ayrılmaları veya kovulmaları şeklinde olmayıp, bir kısım Yahûdîlerin şu veya bu şekilde

bölgede kalarak varlıklarını sürdürmeye devam ettikleri husûsuna da işaret edelim. Daha sonra,

sürgün sonucu gittikleri yerlerde ve özellikle de Orta Çağ Avrupa'sında, Hıristiyanlar tarafından

"İsa'nın katili bir kavim" olarak büyük hakaret ve zulümlere mâruz bırakılmış; Haçlı seferlerine

çıkan Hıristiyan orduları geçtikleri ve vardıkları yerlerde önce Yahûdîleri kılıçtan geçirerek işe

başlamışlardır. Son olarak Nazi rejiminde uğradıkları soykırım da dikkate alındığında, kendi iddia

ettikleri gibi Yahûdîlerin "Tanrı’nın seçtiği ve kayırdığı bir kavim" olmak şöyle dursun, tarihî

gerçeklere bakıldığında belki de en fazla itilen kakılan bir kavim olduklarını söylemek daha doğru

Page 144: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

144

olacaktır. Bu durumda, ilerde de işaret edeceğimiz gibi, onların söz konusu iddialarını, "aşağılık

kompleksi" içinde bulunmanın yol açtığı bir "seklik kompleksi" hâli olarak açıklamak mümkün

olabilir.

Çivi ve Hiyeroglif yazılarının çözülüp bu medeniyetlere ait kaynakların ve Hitit

medeniyetinin deşifre edilmediği dönemlere kadar İbrânîler Ortadoğu'nun en kadîm milleti olarak

kabul ediliyordu. Bugün ise bu kanaat tamamen değişmiş olup, İbrânîler bu ön Asya

coğrafyasındaki kadîm topluluklardan sadece biri ve belki de tarih îtibâriyle onların en yenisi

olarak düşünülmektedir. İbrânî kaynaklarının naklettiği rivayetlere göre, Yahûdîlerin ilk ataları

Mezopotamya'da yaşarlarken, Nemrut'un baskısından kaçarak, cedleri Abram/Abraham'ın [Hz.

İbrahim’in] liderliğinde Şam ve Filistin taraflarına göç etmişler ve bu coğrafyada kabileler hâlinde

yaşamaya başlamışlardır. (M.Ö. 2200'ler). Buralarda, çadırlarda yaşıyor, göçebe olarak koyun ve

sığır yetiştiriciliği ile uğraşıyorlardı. Üzüm, incir ve zeytin tarımı da buna ekleniyordu.

İbrânî tarihindeki en önemli hâdiselerden biri de, daha sonra, Hz. Yakuplâkabı İsrail olup,

Hz. İbrahim'in İshak'tan olma torunu, zamanında, bir gurup Yahûdî'nin Filistin'den Mısır'a göç

edip oraya yerleşmeleri ve daha sonra da Mısır'dan çıkarak Sina'ya ve Filistin'e dönmeleri olayıdır.

Mısır'a niçin ve hangi amaçla; ne zaman; esir olarak mı hür olarak mı göç ettikleri husûsundaki

tarihî bilgiler netleşmiş değildir. Bâzıları bu göçün Hiksoslar’ın Mısır'a girişi esnasında ve belki

de onların himayesinde gerçekleşmiş olabileceğini söylerler. Tevrat’ta Mısır da kalış süresinin 430

yıl olduğu belirtilir. Egyptologist Petrie bu süreyi 1650-1220 yılları olarak tarihler. İbrânî

kaynakları, bir taraftan Yahûdîlerin bu süre içinde Mısır'da hızla çoğaldıkları ve büyük bir nüfusa

eriştiklerini ileri sürerken, diğer yandan da Firavun rejimi tarafından çok ağır zulüm ve baskılara

mâruz bırakıldıkları, köle işçi olarak çalışmaya zorlandıkları gibi çelişkili iddialarda

bulunmaktadır. Tevrat'ın bir çok yerinde Mısır'da İbrânîlerin köleleştirildiğinden ve orada

çektikleri sıkıntılardan bahsedilirse de, bir başka yerde de, Mısırlılardan nefret etmemeleri

gerektiği, çünkü onların bir yabancı olarak kendilerinin Mısır ülkesinde yaşamalarına izin vermiş

oldukları kaydedilir. (Tesniye: XXIII/ 7).

İbrânîlerin Mısır'a gitmeleri ve orada kaldıkları süre içindeki tarihleri kadar, Musa'nın

liderliğinde Mısır'dan çıkmaları da bilinmezliklerle dolu bir hâdisedir. Bu olayın sebebinin ne

olduğu, kendi istekleriyle mi, kovulma ile mi, bir isyan sonucu mu vuku bulduğu husûsunda çok

çeşitli rivayetler vardır. Diğer kaynaklar, Yahûdî kaynaklarının verdiği bilgiler arasındaki

tutarsızlıklara işaret etmekte ve çok daha farklı açıklamalar getirmektedirler. Milâttan önce üçüncü

asırda yaşayan Mısır'lı rahip ve tarihçi Manethon, o zamanlar banliyölerde sefalet şartları içinde

bir hayat süren Yahûdî kolonisi içinde başlayan bir cüzzam salgını sebebiyle, Mısır yönetiminin

kendilerinden ülkeyi terk etmelerini istemesi üzerine bu olayın gerçekleştiğini ileri sürer. Ayrıca,

Musa'nın da adından da anlaşılacağı gibi, Yahûdî olmayıp, lepralı Yahûdîlere yardım için onların

arasına giren ve onlara bu çeşit hastalıklara dûçar olmamaları için kendisinin de mensup bulunduğu

Mısır'lı râhiplerin titizlikle uyguladıkları temizlik kurallarını öğretmeye ve bu vesile ile de onları

kendi dînine davet etmeye çalışan Mısır'lı bir dînî önder olduğunu kaydeder. Bâzı Grek ve Roma

kaynakları da bu açıklamayı teyid etmektedir. Musa (Moses/Moşe/Mose) kelimesi İbrânîce

olmayıp, muhtemelen, yeni Krallık Dönemi'nin ilk kralı, firavun Ahmose'nin adının kısaltılmışıdır.

Freud de, en son yayınlanan eseri olan Musa ve Tek Tanrıcılık adlı kitabında, moses kelimesinin

Page 145: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

145

sonundaki s harfinin Yunancaya tercüme edilirken eklendiğini, mose kelimesinin kopt dilinde

çocuk anlamına geldiğini, Amon-mose (Amon'un çocuğu), Path-mose (Path-çocuğu), Ra-

mose/Ramses (Ra'nın çocuğu) şeklinde bir çok kelimenin Mısır anıtlarındaki yazıtlarda

görüldüğünü ifade etmektedir.

İbrânîlerin, Musa'nın liderliğinde Mısır'dan Sînâ'ya göç etmeleri olayının takriben, M.Ö.

on dördüncü asrın sonlarında ve Kenan bölgesini istilâ etmelerinin de on üçüncü asrın ilk yarısı

civarında gerçekleştiği tahmin edilmektedir. Mısır'dan çıkan İbrânîlerin sayısı Tevrat'a göre altı

yüz bin, tarihçilere göre ise, olsa olsa on beş bin kişi dolayındadır. Kırk yıl Sina çöllerinde

dolaşırlar; Kenan diyarına gitme ve yerleşme imkânını bulamadan Hz. Musa ölür ve ancak Yeşa

zamanında Kenan diyârına gidebilirler ve mevcut yerleşik halkı (Filistinliler vs.) bir şekilde tasfiye

ederek oraya yerleşeceklerdir. Tanrı Yahova'nın kendilerine verdiği bir misyondur bu!..

Tevrat'ta, bu aç göçebe kabileler topluluğu "kutsanmış halk" olarak tarif edilir ve bunlar

için yerleşik halkın, "öküz kırda nasıl otu yiyip tüketirse, bu topluluk da çevremizdeki her şeyi

yiyip bitirecek" diye endişe ettiklerinden bahsedilir. Nitekim, bu yerleşik kavimlerin başına,

korktuklarından da fazlası gelir. İbranî kaynaklarının anlattıklarını sürdürelim: Yerli halkın

üzerine, kendi ifadeleriyle, “kalabalık bir kurt sürüsünün koyun sürülerine saldırdığı gibi"

saldırırlar, öldürebildiklerini öldürürler, geride kalan kadınlarla da evlenirler. İbrânî kaynakları,

Yeşa'nın oğlu komutan Gideon'un, ele geçirdiği iki şehirdeki yüz yirmi bin erkeği nasıl

boğazladıklarını büyük bir memnuniyet ve kutsal bir görevi ifa etmenin övüncü içinde anlatır.

Tarih boyunca, en ulvî şeyler yanında en büyük fecaatlerin de din adına işlendiğinin bir örneği

daha sergilenmektedir böylece... Sanki Mısır'da firavunun zulmünden şikâyet eden halk bu halk

değildir; firavunların kendilerine yaptıklarının bin beterini yerli halka yaparlar. Vahşetin ve kana

susamışlığın bu derecesi bize Assur kaynaklarındaki benzer metinleri hatırlatmaktadır.

Hz. Musa'nın ölümünden sonra, siyasî birliğin tekrar dağıldığı, on iki kabileden oluşan bir

konfederasyon şeklinde bir feodal bir yapılanmaya dönüldüğü, ancak dış bir tehdit vukuunda bir

askerî şefin etrafında toplanma yoluna gidildiği anlaşılmaktadır. Bu siyasî dağınıklıktan kurtulmak

isteyen Yahûdîler, Yahova'dan, liderleri Samuel vasıtası ile, kendilerine bir kral tâyin etmesini

talep ederler. O da böyle bir kralın onların hak ve özgürlüklerini kısıtlayacağı yolunda ikazlarda

bulunarak bu tekliflerini önce kabul etmezse de, çok ısrarlı olmaları üzerine Tâlût'u onlara kral

olarak seçer ve bundan sonra krallık rejiminin baskısı altında yaşamaya başlarlar. Daha sonra

Davut kral olur (M.Ö. 1000'lerde) ve oğlu Süleyman onu tâkip eder. Bu krallıklar da öyle

abartıldıkları kadar büyük değildi. Birkaç bin kişilik orduları ve yüzlerle ifade edilecek kadar sınır

birlikleri vardı. Davut ve Süleyman'a izafe edilen tapınakların da, aslında onlardan bin yıla yakın

bir süre sonra inşa edildikleri ileri sürülür. M.Ö. 930'larda bu birleşik İsrail Krallığı, Kuzeyde İsrail

Krallığı ve Güneyde de Yehuda Krallığı olmak üzere ikiye bölündü. Kuzey Krallığı otuz, Güney

Krallığı ise yirmi civarında yerleşim biriminden oluşmaktaydı. Söz konusu dönemlerde İsrail

nüfusunun kırk beş bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu siyasî yapılanma, Bâbil kralı

Nebukadnezar (Buhtunnâsır)'m (630-561) Kudüs'ü alarak Yahûdîleri Bâbil'e sürmesiyle sona erdi.

Bâbil'de geçen "Sürgün Dönemi," Pers Kralı Keyhüsrev (II. Kurus) tarafından M.Ö. 538'de

Bâbil devletini ortadan kaldırılmasına kadar devam etti. Keyhüsrev, Yahûdîlerin Kudüs'e

dönmesine izin verdi. Sonraki asırlarda Makedonyalılar ve Romalılar, Filistin'i egemenlikleri

Page 146: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

146

altına aldılar. M.S. 70 yılında Yahûdîlerin çıkardıkları bir isyan "Büyük îsyan"ın ardından Roma

ordusu Kudüs üzerine yürüdü ve şehir tekrar işgal ve tahrip edildi. 115-117 yılları arasında ikinci

bir Yahûdî ayaklanmasından bahsedilir. 132 yılında kendisinin Mesih olduğuna inanan Yahûdîler,

Bar Kohba'nın liderliğinde tekrar ayaklandılar. 135 yılına kadar süren ve Roma yönetimi ile

Yahûdî uyrukları arasında vuku bulan bu üçüncü ve son büyük savaşın başlarında Yahûdîler

Kudüs'teki Roma garnizonuna karşı üstünlük sağlayarak şehri ele geçirip bağımsızlıklarını ilân

ettilerse de daha sonra gelen asıl Roma orduları karşısında tutunamadılar. Önce Kudüs ve daha

sonra da, son sığındıkları kale olan Bar Kohta Betar kalesi Romalıların eline geçti. Romalılar

büyük bir yıkım, katliam yaptı ve Yahûdîler tekrar dünyanın her tarafına dağıldı. Modern

tarihçilere göre, Bar Kohba isyanı, Yahûdî tarihindeki en önemli olaylardan biri olup, bu tarihten

sonra Yahûdî diasporası oluşmaya başlamış, Yahûdîliğin dînî merkezi Kudüs'ten Bâbil’e

kaymıştır. Birinci Yahûdî Roma Savaşı'na kıyasla, bu ayaklanma sonrasında daha çok Yahûdî'nin

öldürüldüğü, sürüldüğü veya köle olarak satıldığı kaydedilmektedir. Daha sonraki dönemlerde de

ufak çapta da olsa bâzı Yahûdî isyanları gerçekleşmiş, meselâ, 351 yılında başlattıkları bir isyanda

Yahûdîler yine ağır bir yenilgiye uğramışlardır.

İsrail Üniversitesinde tarih profesörü olan Scholoma Sand'a göre, Kudüs'ün işgalini

müteakip, Romalıların o coğrafyadaki Yahûdîlerin hepsini sürgüne gönderdiklerine ilişkin

rivayetler; gerçeği aksettirmeyip, ilk dönem Hıristiyanları tarafından, Yahûdîleri yeni dine

kazandırmaya mâtuf olarak üretilen bir mit' tir. Hıristiyanlar, bu yeni dîni (Hıristiyanlığı) kabul

etmemelerinin bir karşılığı ve Hz. İsa'nın bu yoldaki kehânetinin gerçekleşmesi olarak,

Yahûdîlerin Allah tarafından cezâlandırıldıklarına ilişkin böyle bir söylem geliştirerek, onları

Hristiyanlığı kabûl yönünde etkilemeye çalıştılar. Sand, Yahûdîlerin büyük bir kısmının Romalılar

tarafından tehcire tâbî tutulmadıklarını ve Filistin topraklarında yaşamaya devam ettiklerini ileri

sürmektedir. O, sürgüne tâbî tutulanların miktarının on binlerle ifade edilebilecek bir miktarı

aşmadığını düşünmekte.

Roma İmparatorluğu'nun Batı ve Doğu olarak ikiye ayrılmasından sonra, Filistin Doğu

Roma'nın hâkimiyet alanda kaldı. Kudüs, Hz. Ömer zamanında sulhen Müslümanların eline geçer.

Bu tarihte önemli miktarda Yahûdî nüfusun bölgede yaşamakta olduğu tahmin edilmektedir.

İsrailli tarihçi Sand'a göre, Arapların Filistin coğrafyasını fethetmelerinin ardından pek çok Yahûdî

Müslüman oldu ve zamanla fâtih kültür içinde asimile oldular. Sand, Filistin'deki Arapların

cedlerinin aslında zamanla Araplaşmış İbrânîler olduğu sonucuna ulaşmakta ve bugün Hebron’da

yaşayan ve Arapça konuşan bir Filistinlinin kadîm dönemlerdeki İbranî bir kökenden gelmesi

ihtimalinin, kendisinin böyle bir soydan gelmesi ihtimaline kıyasla bin defa daha yüksek olduğunu

ileri sürmektedir.

Haçlı Seferleri sırasında Kudüs bu sefer haçlı ordularınca işgal edilir; Müslümanlar,

Yahûdîler ve doğulu Hıristiyanlar haçlılarca kılıçtan geçirilir. Şehir, seksen sekiz yıl haçlıların

işgalinde kaldıktan sonra 1187 yılında Salâhaddin Eyyûbî tarafından fethedilir. Kudüs daha sonra

Memlüklerin egemenliğine geçer. Yavuz, Mısır seferinde Kudüs'ü de alır ve şehir 1517-1917

arasında 400 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalır. I. Dünya savaşında Kudüs İngilizler tarafından işgal

edilir. Daha sonra 1948 yılında İsrail devleti kurulur ve Batı Kudüs İsrail'in denetimine girer; 1967

Savaşında İsrail Doğu Kudüs'ü de ele geçirir ve başkenti olarak îlân eder. Bugünkü İsrail devleti

Page 147: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

147

Yahûdî ırkı ve Tevrat ilkeleri üzerine kurulmuş ırkçı (Siyonist) ve teokratik nitelikte bir siyâsî

yapılanmadır.

İbrânî ulusunun uzun tarihinin bu kısa özetinin hemen ardından gündeme getirilmesi

gereken bir başka mesele de belki şudur. Acaba İbrâniler deyince neyi kastediyoruz? Yahûdîler

diye bir ırktan veya böyle ırkî temele dayalı bir ulustan bahsetmek ne derece doğru olur? Böyle

bir kavramın tarihî, bilimsel temelleri var mıdır?

Freud, diğer uluslarda olduğu gibi, "Yahûdî ulusu" fikrinin de bir aldatmaca ve inşâ

olduğunu ileri sürer. Hatırlatmaya bile gerek yoktur ki, bugün artık saf ırk diye bir olgudan

bahsedilemez. Yahûdîler de bu yönüyle kültürel bir topluluk olup, ırkî bakımdan kadîm ibrânî

topluluğunun devamı olma iddialarını ciddiye almak mümkün değildir. Hangi ırktan olursa olsun,

kendi soyunun binlerce yıl öncesindeki falan soy ve kabileden geldiğini iddia eden ve buna dayalı

bir ideoloji inşa eden kişi, sözünde doğru ise, yâni bu kadar yüzyıldır nesep cetelesi tutmuşsa, bu

çabası îtibâriyle zâten ırkçı demektir. Ama böyle bir şey doğru olamayacağı, ispatlanamayacağı

için böyle bir iddia bilimsel ve rasyonel olamaz; fanatikçe ve şarlatanca bir iddia ve masalın

peşinden gitmekten başka bir anlama gelmez. Kaldı ki, bugün artık bu konu, sosyal bilimlerin alanı

olmaktan çıkmış ve pozitif bilimin mevzuu hâline gelmiştir. Genetik biliminin ulaştığı bilgi ve

teknoloji düzeyi, bu çeşit iddiaların geçersizliğini kanıtlayabilecek bir seviyededir. Belki

Okyanus'un ücra köşeleri hariç, yeryüzünde böyle genleri binlerce yıl öncesine dayanan saf bir

topluluk yoktur.

Gerçekten, ırkçı veya kültürel bir fanatizme kendini kaptırmayan Yahûdî tarihçiler bile

yukarda işaret ettiğimiz husûsu dile getirmektedirler. Hâlen, İsrail Üniversitesi'nde tarih profesörü

olan Scholomo Sand'a göre, Yahûdî halkı, bir ırk millet olarak hiçbir zaman mevcut olmamıştır.

Sand, resmî tarih anlayışının aksine, bugün İsrail'de yaşayan ve orijinal Yahûdî oldukları

düşünülen nüfusun, Bar Kohba isyanından sonra Romalılar tarafında sürülen Yahûdîler olmadığını

ileri sürmektedir. O, günümüzdeki Yahûdî popülasyonunun, daha sonraki dönemlerde Musevîliği

kabul eden kişi ve grupların bir halitası olduğunu beyân etmektedir. Sand'a göre, bugünkü

Yahûdîlerin, kadîm dönemlerde yaşamış İbrânîlerin ahfâdı olduğuna ilişkin on dokuzuncu asırda

geliştirilen görüşler, Alman milliyetçiliğinin etkisindeki Almanya orijinli Siyonist ideologların,

geriye dönük olarak bir Yahûdî tarihi ve ırkı oluşturmaya mâtuf tutkularının bir îcâdıdır. Yahûdî

tarihçiler, bu esasa müsteniden, bir zamanlar Yahûdîlerin güçlü bir krallık hâlinde iken, bâzı

talihsiz gelişmeler sonucu "gezgin bir halk" hâline dönüştüklerini ve nihayet gene ilk dönemlerdeki

konumlarına ve mekânlarına rücû edecekleri temasına dayalı bir tarih görüşü kurgulamışlardır.

Özetle ifade edersek, kadîm dönemlere ilişkin olarak ürettikleri efsanenin aksine, belki de

İbrânîlerin insanlık tarihi içinde askerî/siyasî bakımdan en kuvvetli oldukları dönem içinde

bulunduğumuz zaman dilimidir ve bu güçlerini de büyük devletlerin Orta-Doğudaki ileri karakolu

olmalarına borçlu oldukları açıktır. Yahûdîler günümüzde dünya nüfusu içinde sadece %02

civarında bir paya sâhiptirler. Böyle olunca, birinci asrın ilk çeyreğinde bir nüfus patlaması

yaşadıkları ileri sürülse de, nüfus sayıları ve üretim güçlerinin sınırlı olması yüzünden, tarihin hiç

bir döneminde süper bir devlet ve siyasî bakımdan önemli bir merkezî güç hâline gelmemişler,

kenar bir güç, bir kabileler federasyonu olmanın ötesine geçememişlerdir. Aslında zannettikleri ve

iddia ettikleri gibi onlar tarihi inşa etmemişler; aksine, yaşadıkları tarih, bu güçsüz halkı

Page 148: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

148

biçimlendirmiştir. İnsanlar/toplumlar öyle olmak istedikleri için öyle olduklarını düşünürler ama,

aslında öyle olmak zorunda oldukları için öyledirler.

2. KÜLTÜR

Îbrânîler, Mezopotamya'nın Batısında, Doğu Akdeniz bölgesinde ve Arabistan

coğrafyasında yaşayan Samî ırkına ve Sâmî kültürüne mensup bir halktır. Efsanevî olarak, Hz.

Nuh'un Nuh'un üç oğlundan Sam'ın (Sâmî adı da buradan gelir) soyundan geldiği kabul edilen bu

kavimler arasında Fenikeliler, Îbrânîler, Araplar, Assurîler, Süryânîler zikredilebilir. Sâmî dilleri

olarak da İbrânîce, Arapça, Akkadça, Arâmice, Habeş'çe ve Süryânice sayılabilir. Îbrânîler, bu

coğrafyada yaşayan değişik ırkların/halkların bir karışımıdırlar. Zâten tarih boyunca binlerce etnik

gurubun harmanlandığı böyle bir bölgede sâf bir ırk düşünmek en akıl almaz şey olurdu.

Kullandıkları dilin, yeryüzünün en coşkulu dillerinden biri olduğu söylenir. Bu dil Fenike lisanına

benzerlik gösterdiği gibi, İbrânî yazısı da Fenike alfabesine çok yakındır ve dünyanın en eski

alfabelerindendir. Fenikelilerin bu alfabeyi Girit'ten veya papirüsü de temin ettikleri Mısır'dan

aldıkları düşünülmektedir. Yazılırken sesli harflerin kullanılmadığı Fenike alfabesi, bugünkü Arap

alfabesinin de kaynağıdır ve onda da sesli harf bulunmaz.

Bu arada, insanlık tarihi bakımından Îbrânîlerin bugün için taşıdığı şu özgün duruma işaret

etmek uygun olur. Kadîm dönemlerde Akdeniz çevresinde yaşamış kavimlerden sadece İbrâniler

bugün gerek isim, gerek öz bakımından hâlâ varlıklarını sürdürmekte ve bir devamlılık

sergilemektedir. Grek ulusu ve kültürü açısından bile, böyle iki bin yılı aşkın bir geçmişten bugüne

değin, kesintisiz olarak süren bir devamlılık ve bütünlük olduğu söylenemez.

İbrânî kültürü ile ilgili olarak belirtilmesi gereken bir başka önemli husûs da, belki de başka

hiçbir toplumda görülmediği kadar dînin kişinin günlük hayatını en ayrıntılı ve en mahrem

noktalarına kadar zapturapt altına alması durumudur. Bu yüzden, Fukuyama, “insan yaşamının

bütün alanlarını, özel kamusal ve bütün politik yaşamı düzenlemek istemesi” dolayısıyla Ortadoks

Museviliğin, fundamentalist İslâm'la birlikte totaliter dinler arasında sayılmak gerektiğini ve

demokrasinin gelişmesi için bir engel teşkil ettiğini ileri sürmektedir. Renan, dînin İbranî insanı

üzerindeki etkisini, "insan hayatına giydirilen en sıkı cendere" olarak niteler.

'Ortadoks İbrânî kültüründe mihver kavram ve değer nedir' diye sorulacak olursa, herhalde

bu soruya verilecek en doğru cevap, yine kaynağını İbrânî dîninden alan "seçilmiş kavim, tanrı'nın

has milleti" olduklarına ve "vâdedilmiş topraklar"a dâir inançlarıdır demek en isabetli cevap

olurdu. Bu îtikat ve bakış açıları, taşlaşmış ve çarpık bir paradigma hâlinde İbrânî düşüncesinin

her alanını esir almış gibidir. Hukuk anlayışları, tarihe bakışları, bugünkü İsrail devletinin iç ve

dış politikası her şey bu paradigma üzerine kuruludur. Hattâ tarih boyunca başlarına gelen veya

günümüzde olduğu gibi, dünyanın başına sardıkları musibetlerin temelinde de bu itikatlarının

kendilerine verdiği yersiz güven ve mâcerâcı tavrın yattığını söylemek herhalde yanlış olmaz.

İnsanlığı, Tanrının seçtikleri (Yahûdîler) ve diğerleri olarak ikiye ayırma yanında, İbrânî

mantalitesi ırkçı ve ayrımcı bir bakış açısına o kadar saplanmıştır ki, İbrânîler içinde bile kabileler

arasında ve kişinin beden özelliklerine göre çeşitli ayrımcılıklara gidildiği görülmektedir. Yahova,

insanlar arasında İbrânîleri seçtiği gibi, İbrânîler içerisinde de Levi kabilesine, Harun soyundan

gelenlere özel bir statü ve imtiyaz vermiştir:

Page 149: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

149

- "Levililer’i öbür İsrailliler'in arasından bu şekilde ayıracaksın. Levililer benim olacak."

İbrânî olmayan kavimler arasında da çeşitli ayrımlara gidilir:

- "Ammonlu ya da Moavlı biri RAB'bin topluluğuna girmeyecek. Onların soyundan

gelenler de onuncu kuşağa dek asla RAB'bin topluluğuna girmeyecek. Edomlular'dan

iğrenmeyeceksiniz. Onlar kardeşinizdir. Mısırlılar'dan da iğrenmeyeceksiniz. Çünkü onların

ülkesinde yabancı olarak yaşadınız. Onlardan doğan üçüncü kuşak çocuklar RAB'bin topluluğuna

girebilir." (Tesniye: XXIII/ 3, 7-8).

İbrânî olsalar bile, kişilerin bir takım bedenî kusurları bulunması, engelli olması veya

evlilik dışı doğmuş olması bir ayrımcılık nedeni olarak görülür:

- "Erkeklik bezi ezilmiş ya da erkeklik organı kesilmiş kişi RAB'bin topluluğuna

girmeyecek. Yasa dışı doğan biri RAB'bin topluluğuna girmeyecek. Soyundan gelenler de onuncu

kuşağa dek RAB'bin topluluğuna girmeyecektir." (Tesniye: XXIII/1-2).

- "RAB Musa'ya şöyle dedi: Harun'a de ki, 'Soyundan gelecek kuşaklar boyunca kusurlu

olan hiç kimse yiyecek sunusu sunmak üzere Tanrısına yaklaşmasın. Kusurlu olan, sunağa

yaklaşamaz: Kör, topal, yüzü arızalı, organlarından biri aşırı büyümüş, kolu veya ayağı kırık,

kambur, cüce, gözü özürlü, uyuz, yarası kabuk bağlamış ya da hadım..." (Levililer: XXI/16-20).

İnsanı böyle "seçkinci", "seçilmişçi" bir bakış içinde değerlendirme tavrı, daha sonra ayrı

teolojik çizgiyi sürdüren Hıristiyan ve Müslüman kültür üzerinde de çeşitli boyutlarda etkili

olmuştur, olmayı da sürdürmektedir. Bu temel paradigma, yâni İbrânîlerin Tanrı tarafından özel

olarak seçilmiş bir kavim oldukları husûsundaki kabûl, İbrânîlerin ve onlardan aldıkları mirasla

beslenen Ortaçağ Hıristiyanlığının tarih anlayışını derinden etkilemiştir. Bu paradigma

çerçevesinde, İbrânîler tarihin merkezine yerleştirilir ve beşer tarihi, onların etrafında ve onlar için

cereyan eden bir olgu imiş gibi, sun'î bir basitlik ve görmezden gelme yaklaşımı biçiminde

algılanır, sunulur. Yaradılış, ardından İsrail peygamberleri ve daha sonra da Roma, İsa ve Orta

Çağ Avrupa'sı gelir. Diğer medeniyetlere yer yoktur bu tarih şemasında, sanki o toplumlar hiç var

olmamış, o insanlar hiç yaşamamışlardır!..

Ortaçağın ardından, bu sefer Hristiyan/Avrupa merkezli bir tarih anlayışı bu yaklaşımın

yerini almış, insanlık tarihi ve düşünce tarihi Kadîm Yunan, Roma, Ortaçağ Avrupa'sı, Modern

Çağlar şeklinde devam eden düz bir çizgi içinde sunulmaya başlanmıştır. Günümüzdeki pek çok

İktisadî ve siyasî düşünce tarihi kitaplarına bakıldığında, söz konusu tutumun açıkça ve büyük bir

utanmazlıkla sergilendiği görülür.

Bu noktada, belki daha da tuhaf olanı, söz konusu İbrânî merkezli tarih perspektifini ve

seçilmiş kavim olma iddialarını Müslüman dünyanın da hem de bâzen Yahûdîlerden daha

fanatikçe (meselâ Yahûdîlerin kral veya lider olarak zikrettikleri şahısları bile birer din büyüğü ve

aziz olarak adlandırma vs. şeklinde) benimsemesi/tekrar etmesi, hattâ, onların üstünlük ve

seçilmişlik iddialarını ciddiye almaları ve belki de kabul etmeleri; bir taraftan da bu tarih tezinden

kaynaklanan siyasî taleplerle (Siyonizm'le) kavgalı olmalardır. Gerçekten, bu durum,

psikiyatrideki "ambivelans hali”ni andırmaktadır.

Page 150: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

150

Belki de bu tutumu, yazılı olmayan kültürlerin, yazılı kültürler karşısında duydukları

aşağılık kompleksiyle îzah etmek gerekir. Yazılı olmayan kültürlere mensup insanlar, yazılı

kültüre karşı büyük bir hayranlık duyarlar ve yazılı kültüre ait olan her şeyi tebcil etmekten

kendilerini alamazlar. Çünkü o yazıyı okuyup anlayamadıklarından, onların dünyalarındaki bu

meçhûl, giderek kolayca gizemli, kutsal ve mübarek bir şeye dönüşüvermektedir. Her türlü İbrânî

kökenli hurafenin İslâm kültürüne boşalmasında da bu psikoloji çok etkili olmuş olsa gerektir.

Yukarda da işaret ettiğimiz gibi, "Tanrı'nın seçtiği kavim" ve “Vâdedilmiş toprak!”

kavramları Yahûdî kültürünün esasını oluşturur. Yahûdî dîni bir “kabile dini” dir, bu yüzden de

Tevrat'ta geçen kardeşlik ve eşitlik ilkeleri ancak Yahûdîler arasında geçerlidir; yabancılar bu

ilkelerden dışlanmışlardır. Dünyanın İsrail oğulları için, "Tanrı’nın kavmi" için yaratıldığı farz

edilir:

- “Siz Tanrınız RAB için kutsal bir halksınız. Tanrınız RAB, öz halkı olmanız için,

yeryüzündeki bütün halkların arasından sizi seçti.” (Tesniye: VII/ 6).

- “…Birbirinize yalan söylemeyeceksiniz...Halkından birine kin

beslemeyeceksin..."[Levililer: XIX/11,18].

Bu seçilmiş kavim olma durumunun, onlarda bulunan bazı niteliklerden ziyade,

Yahova’nın dünyadaki tüm diğer kavimlerden ayırarak onları "kendi kavmi" olarak seçmesi,

onlara karşı özel ve büyük bir sevgi duymasından kaynaklandığını düşünüyorlardı. Buna karşılık

da O, kendisine tam bir itaat ve diğer bütün tanrıların/dinlerin ve de toplulukların şiddetle

dışlanmasını istiyor, bekliyordu. Mesihçi mitoslara göre Tanrı'nın İsrail halkını

yücelttiği/yücelteceği, diğer halkları da lânetlediği/lânetleyeceği öngörülmektedir. Yahûdîlikteki,

yeme-içmeye ilişkin ayrıntılı diyet kuralları (kosher gıdalar) İbrânîlerin kendilerine biçtikleri bu

özel/seçkinci konumu vurgulamaya mâtuf olarak anlaşılmalıdır. Muller, "kıskanç" ve kayırıcı

Tanrı inançlarının onları toleranssız, yiyeceklerle ilgili kurallarının ise kendilerini yalnız ve

asosyal yaptığını ifade eder. Gerçekten de, bu itikatlarının bir gereği olarak, veya, belki de daha

doğrusu, bu kültürel bakışlarına uygun bir din, dînî yorum geliştirdiklerinden dolayı Yahûdîler

genellikle başka milletlerle yakın sosyal ilişkiler kurmaktan ve onlarla evlenmekten hep

kaçınmışlardır.

Böyle garip bir durum, yâni, bir Tanrının durup dururken bir kavmi öbür kavimler

arasından "seçip" kendi kavmi, kendisini de onların özel Tanrısı yapması gibi bir iddianın dinler

tarihinde bir benzeri daha bulunmasa gerek. İnsan egosunun ve toplumsal egonun ürettiği ve

hoşlandığı bir hüsn-ü kuruntu (wishfull thinking) olarak nitelendirilebilecek bu kabil iddiaların

daha sonra başka toplumlarca veya Brahmanlarda olduğu gibi belli sosyal sınıflar yahut guruplarca

da zaman zaman benimsendiği, ve hattâ, çok garip, onu üreten Yahûdîlere karşı bile kullanıldığı

görülmektedir. Freud, bâzı kavimlerin, İbrânîlerin bu üstünlük iddialarını ciddiye alarak, onlara

karşı bir kıskançlık ve husûmet duygusu geliştirdiklerini ileri sürer. Ortaçağ'da Hıristiyanlar,

"Tanrı'nın seçtiği halk"ın kendileri olduğunu iddia ediyor ve İsa'ya inanmadıkları için Yahûdîlerin

putperestlerden bile daha aşağı bir topluluk olduğunu ileri sürüyorlardı. Belki Antisemitist

hareketlerin/düşüncelerin temelinde de Yahûdîlikteki bu kendini diğer insanlardan ayıran, seçkinci

tutum ve başkalarına karşı içinde barındırdığı bu şiddet ve nefret tavrına duyulan tepki önemli rol

Page 151: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

151

oynamış olabilir. Her nedense Yahûdîler bu noktayı bugün de hiç görmek istememekte ve bu

husûsları gündeme getirenleri antisemitist olmakla ithâm ederek, konunun ortaya çıkıp

tartışılmasını engellemeye çalışmaktadırlar. Aslında, tarihe baktığımızda, Yahûdîlere karşı söz

konusu tepki sadece Yahûdî olmayanlardan değil, Kudüs Yahûdîlerince dışlanan ve Hıristiyanlığı

seçen taşra Yahûdîlerinden de gelmiş ve bunlar Hıristiyanlığın kurucusu ve İncil müverrihleri

olarak bu yeni din içinde tepkilerini ifade imkânı bulmuşlardır. Nitekim, Hıristiyanlık evrensel bir

mesaj getirme iddiasıyla ortaya çıktığı için, bu seçkinci tavırlara karşı çıkmış ve Yahûdîlikteki

yiyecek kısıtlamalarını, erkeklerdeki sünnet uygulamasını, "şabat/sabat [Haftanın yedincü günü

(sebt/Cumartesi günü) çalışma] yasağını kaldırmıştır. Gerçekten, bir noktada, genelleme şeklinde,

tüm Yahûdîleri kapsayan bir Yahûdî karşıtlığının temeli İncil'e dayanmaktadır. Nitekim şu ifadeler

bunu açıkça ortaya koymakta: " İsa'yı ve peygamberleri öldüren, bize de zulmeden Yahûdîlerdir."

(Selaniklilere Mektup I: II/ 15). İlk Hıristiyanlardaki bu nefret tavrı Yahûdî ırkına dönük olamaz,

çünkü kendileri de Yahûdî' dir; ayrıca, tüm Ortaçağ boyunca onları Hıristiyanlığa kazanmak için

çaba gösterildiği görülmektedir. Bu durum ancak Yahûdîlerin açılanan "seçkinci" tavırlarına karşı

bir aksülamel olarak değerlendirilebilir.

Yahûdîler, Tevrat'taki bu telkinlerin bir sonucu olarak, artık Yahve'nin 'en seçkin ve sevgili

kavmi' olduklarına ve yerleştikleri Filistin toprağının de kendilerine 'Tanrı'nın va'dettiği toprak

olduğuna inanmışlardır ve dindar ve/veya Siyonist Yahûdîler bugün de inanmaya da devam

etmektedirler. Söz konusu itikadın onlardaki özgüven duygusunu artırdığı ve psikolojidekine

benzer bir durum yarattığı söylenebilir. Bu inançları sebebiyle Yahûdîler, bugün de kendilerini

diğer insanlardan farklı ve üstün bir konumda hissederler. Bu sebeple de kendileri ile yabancıları

hiç bir zaman eşit saymamışlar; sadece kendilerinin sâhip olduğuna inandıkları hak ve imtiyazları

başka milletlere tanımamışlardır. Onun için, kavmin adı ile o kavmin dininin adı aynıdır ve

Yahûdîlikte misyonerlik yoktur.

İbrânî dininde ortaya çıkan bu aşırı müfrit tavrın bir sebebi de belki şuradan

kaynaklanabilir: İnsanlık tarihinde görülen belli başlı iki ana fanatizm konusu milliyetçi/ırkçı

(kavimci, kabileci) esasa, ya da dinci/ideolojik temele dayanır. Yahûdîlikte bu iki unsur

birleşmekte; aynı kelime hem ırkı, hem de dîni ifade etmektedir. Böyle olunca, bir kere aşırılık

başlayınca, fanatizm de katmerli olmakta, her iki fanatizm birbirine eklenmekte, yekdiğerini

beslemektedir.

Bâzı araştırmalar, zamanımızda bile Yahûdîlerin, en azından bâzı Yahûdîlerin, hem de

yüksek tahsil görmüş olanlarının bile, insanları ve yeryüzünü ikili bir bakış açısı ile

değerlendirdiklerini göstermektedir. Bir Amerikalı araştırmacının, İsrail’deki Kibbutz'lar üzerine

yaptığı bir çalışma sonucunda vardığı şu tesbitler bu bakımdan oldukça enteresandır:

Diğer İsraillilerde de görüldüğü üzere burada da yeryüzünü, İsrail diyarı ("aretz") ve geri

kalan yerler ("chutz la-aretz") şeklinde; yeryüzünde yaşayan insanları da, İsrail'de ve başka

yerlerde yaşayan Yahûdîler (Yehudim) ve diğer insanlar (Goyim) şeklinde ikili bir bakış ve ayrıma

tâbi tutarak algıladıkları görülmekte. Onlardaki bu etnosentrik bakış açısının, kadîm dönemlerden

bugüne uzandığı anlaşılmaktadır. Bu ayrımcılığın, aralarına yeni katılan bir doktorun Yahûdî

olmayan karısının bile “goya“ (kadın goyim) olarak nitelendirilerek dışlanması ve hattâ zaman

zaman açıkça ırkçı boyutlar da kazanarak, Afrika gibi ülkelerden gelen Yahûdîlerin bile "kara"

Page 152: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

152

olarak adlandırılıp hor görülmeleri noktasına kadar gittiği görülmektedir. Dünyayı iyi ve kötü

güçlerin mücadele sahası olarak gören ve tüm dünyayı Kibbutz'ları tahrip etmeyi planlayan

düşman güçler olarak algılayan bu fanatikçe değerlendirmelerden, İsrail'e o kadar destek

vermelerine rağmen, Amerikalılar bile kendini kurtaramamakta, onlar da "şeytanî güçler" arasında

yerlerini almaktadırlar.

3. DİN VE DÎNÎ HAYÂT

Yahûdî şeriatına İbrânîce "halaka" denir. Bugün İsrail'de hâkim mezhep durumunda olan,

Ferisî geleneğinin devamı sayılan Rabbani Yahûdîlik itikadına göre, Musa şerîati, mutlaka

uyulması gereken değişmez bir yasadır. Bunlar, Tanah'ın (Tevrat'ın) ilkelerine literal/şeklî

anlamda bağlı kalınması gerektiğini savunan katı bir şeriat anlayışını savunurlar. Sözlü gelenek

Talmud, bu şeriatın esaslarını ve uygulama şekillerini belirlemiştir. Bu Yahûdîlik anlayışı,

hahamların, yâni kohen’lerin öğretisine dayanır. Ortaçağ boyunca da Karaimlik hariç hâkim olan

Yahûdîlik anlayışı genellikle budur. Ortodoks Yahûdîlik anlayışı çok katı bir Yahûdîlik yorumuna

dayanır. Zira Talmud merkezli bir anlayış üzerine bina edilmiştir.

İbrânîler, Mısır'dan çıkıştan sonra, Sina çölünde yaşarlarken, liderleri Musa'ya Tûr-i

Sînâ'da vahiy indiğine ve ellerindeki Tora (Tevrat) kitabının böylece oluştuğuna; yâni Tevrat'ın

Tanrı kelâmı olduğuna inanırlar. Ancak, tarihçilere göre Tevrat, aslında, milâttan önce on üçüncü

asırdan başlayarak, beşinci yüzyıla kadar çeşitli Yahûdî teologların yazımına katıldıkları ve

milâttan önce ikinci asırda son şeklini almış bir metindir. Tevrat'a göre, Yahova [orijinal söylenişi:

Yhuh/Yahveh], Musa vasıtasıyla İbrânîlere şöyle bir anlaşma teklif eder: İsrail oğulları kendisine

inanacak, onun On Emir'de somutlaşan ilkelerine bağlı kalacaklar, Yahova da onları kendi öz

kavmi kılacak ve Arz-ı Mev’ud'u ele geçirip oraya yerleşmeleri konusunda onlara yardım

edecektir. İbrânîler bu teklife îcâbet etmişler, böylece Yahova ile aralarında bir sözleşme

oluşmuştur.

Burada bir noktaya işaret etmek gerekir ki, İbrânîlerin kendi tanrıları olarak kabul ettikleri

Yahova, ilk dönemlerde tek bir Tanrı olarak sadece onun bulunduğu, başka tanrıların olmadığı

şeklinde kabul edilmiyor; "Yahûdîler için kendisine taşınılmasına (adak ve kurban sunulmasına)

izin verilen tek Tanrı" olarak, yâni bir “kabile tanrısı” olarak anlaşılıyordu. Diğer tanrılar, rakip

tanrılar olarak görülüyor, Yahova bir yerde "en büyük Tanrı" olarak kabul ediliyor, "çoğu İsrailli

gizlice de olsa pagan tanrıların varlığına inanıyordu." Tarihsel olarak değerlendirildiğinde, İbranî

tanrı itikadının, "kabile tanrısı" konseptinden, "evrensel, tek ve biricik Tanrı" inancına

ulaşmasının, aşamalı bir şekilde daha sonraki dönemlerde (ikinci İşaya zamanında: milâttan önce

beşinci asır) gerçekleştiği ileri sürülmektedir. Nitekim, bu kadîm devirlerde İbrânîlikte henüz

âhiret ve hesap günü inancı da yoktu:

- "İnsan ise ölüp yok olur, son soluğunu verir ve her şey biter... İnsan ölür de dirilir mi?"

(Eyüp: XIV/10,14).

Kadîm Mısır dîninde ve Zerdüştlük'te mevcut olan âhiret inancının Yahûdî îtikâdına milâdî

ikinci asırlarda veya Bâbil'e sürgün döneminde girdiği tahmin edilmekte. Meselâ, Hz. İsa öncesi

Yahûdî mezheplerinden Sadukîler öldükten sonra dirilmeye inanmazlardı. Ancak, Talmud

Page 153: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

153

literatüründe âhiret inancı ile ilgili detaylara rastlanır. Nitekim, günümüzde Ortadoks Yahûdîler

kıyamete, ölümden sonra dirilmeye, cennet ve cehenneme inanırlar.

Nasıl İbrânî kültürünün temel kavramı “seçilmiş kavim” nosyonu ise, Mûsevî

teolojisindeki merkez fikir de "günah" kavramıdır. Gerçi hemen bütün dinlerin bir ölçüde, günah

kavramı ve kişisel suçluluk duygusu üzerine inşa edildiği söylenebilirse de, Yahûdîlik ve onun

devamı durumundaki Hıristiyanlıkta "ilk günah" kavramı âdetâ dînin mihverini oluşturur. Nitekim,

ilk dönemlerinde Hıristiyanlık, Yahûdîliğe de tepki olarak, evrensel bir mesaj sunmaya,

sevgi/rahmet boyutu ön plânda olan bir Tanrı anlayışı tesis etmeye çalıştığı ileri sürülmesine

rağmen, yine de işaret ettiğimiz bu özelliğin değiştiği söylenemez.

Diğer yandan, milenyumu bulan asırlar içinde vücut bulması ve bu süre içinde İbrânî

toplumunun, tanrı konseptinden başlayarak kültürün her alanında önemli değişimlere uğraması,

yüzlerce müellifin eseri olması; tahmin edilebileceği gibi; Tevrat'ın, 'gayri mütecanis, hiçbir soyut

prensip ve mantıkî tutarlık taşımayan, tenakuzlarla dolu, farklı kaynaklardan gelen parçaların

aralarında hiçbir irtibat olmaksızın yan yana eklenmiş bir kitap, daha doğrusu bir kitaplar

mecmuası' şeklinde olmasının en önemli sebebi olsa gerek. Tevrat, aynı zamanda bir hukuk

mecellesi de olduğu için, bu durumun ileride tartışılacağı üzere, hukuk alanında da bâzı sorunlara

yol açması tabiîdir. Olumlu ve insanî bâzı emir ve telkinlerin yanında, Ahd-i Atîk'de öyle hükümler

vardır ki, bunların değil bir tanrıya, kutsal kitaba ve peygambere, Roma hukuku tâbiriyle ifade

edersek, "dürüst ve namuslu bir aile babası gibi" hareket etmesi beklenen, sıradan bir insana bile

yakıştırılması mümkün değildir.

a. Tanrı Konsepti

Diğer konularda karşımıza çıkan kargaşa ve çelişkiler bu konuda da kendini göstermekte;

en ulvî bâzı düşüncelerin yanında, en ilkel ve putperestçe tasvirlere de rastlanmaktadır:

"Kavmi”nin arasında dolaşan, hattâ onlarla güreşen, nasıl kız kaçıracaklarını onlara tarif eden,

cenazelerini gömen; savaşa giden ordunun en ön safında onlarla birlikte yürüyen ve savaşan;

ordugâhta dolaşırken insan atıklarının üzerine basma durumunda kalmamak için bu atıkların ortada

bırakılmamasını isteyen; kızdığı zaman en azılı bir cânînin yapamayacağı kadar saldırgan ve

tahripkâr olabilen; öfkesi ancak, bâzı kişilerin mızraklanması ve yirmi dört bin kişinin hastalıktan

kırılması ile yatışabilen; kin ve öç alması hayvanlara bile uzanan; kesilen kurbanların leğenler

dolusu kanının sunağına dökülmesinden ve kurban etlerinin yakılmasından hoşlanan; kendi "öz

kavmi" olarak seçtiği İbrânîleri, düşmanlarının kanlarını içip, etlerini yemeye, bebeklerini

duvarlara çarpıp beyinlerini dağıtmaya teşvik eden bir tanrı imajı ile karşılaşmaktayız:

- " İçinde oturduğunuz, benim de içinde yaşadığım ülkeyi kirletmeyeceksiniz; çünkü ben

İsraillilerin arasında yaşayan RAB'bim”. [Sayılar/Çölde Sayım: XXXVI34];

- "O RAB ki, çadırlarınızı kurmanız için size yer aramak, gideceğiniz yolu göstermek için

geceleyin ateşte, gündüzün bulutta önünüz sıra gitti". [Tesniye:1133];

- " Onlardan korkmayın! Tanrınız Rab sizin için savaşacak". [Yasa Kitabı: III/ 22];

- "Aranızda gece menisi boşaldığı için dinsel açıdan kirli biri varsa, ordugâhın dışına çıkıp

orada kalsın. Akşama doğru yıkansın, gün batımında ordugâha dönsün... İhtiyacınızı

gidereceğiniz zaman bir çukur kazın, sonra da dışkınızı örtün. Tanrınız RAB sizi kurtarmak

Page 154: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

154

ve düşmanlarınızı elinize teslim etmek için ordugâhın ortasında dolaşır".

[Tesniye:XXIII/12-14];

- "Gözünüzü açık tutun. Şilo'lu kızlar dans etmeye kalkınca bağlardan fırlayıp onlardan

kendinize birer eş kapın ve Benyamin topraklarına götürün". [Hâkimler: XXI/21]

- "Yakup ana rahminde kardeşinin topuğunu tuttu, Büyüyünce Tanrı'yla güreşti.”

[Hoşea:XII/3];

- "RAB onu Moav ülkesinde, Beytpeor karşısındaki vadide gömdü. Bugün de mezarının

nerede olduğunu kimse bilmiyor". [Tesniye: XXXIV/ 6];

- "Boğayı RAB'bin önünde kesmeli. Harun soyundan gelen hahamlar ... boğanın kanını

getirip ... sunağın her yanına dökecekler. Sonra kişi yakmalık sunuyu yüzüp parçalara

ayırmalı". [Levililer: 1/ 5-6];

- "Sonra İsrailli gençleri gönderdi. Onlar da RAB'be yakmalık sunular sundular, esenlik

kurbanları olarak boğalar kestiler. Musa kanın yarısını leğenlere doldurdu, öbür yarısını

sunağın üzerine döktü. Musa leğenlerdeki kanı halkın üzerine serpti...".

[Çıkış: XXIV/ 5-8];

- "İlah Molok'a yakmalık sunu olarak kurban edilmek üzere çocuklarından hiçbirini

vermeyeceksin. Tanrı'yın adına leke getirmeyeceksin. RAB benim". [Levililer: XVIII/ 21];

- "... Her hayvandan hesabını soracağım...". [Tekvin / Yaratılış: [IX/4-5];

- "Ben, Tanrın RAB, kıskanç bir Tanrıyım. Benden nefret edenin babasının işlediği suçun

hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım". [Çıkış: XX/ 5];

- "Elişa arkasına dönüp çocuklara baktı ve RAB'bin adıyla onları lanetledi. Bunun üzerine

ormandan çıkan iki dişi ayı çocuklardan kırk ikisini parçaladı." [2. Krallar: II/ 24].

- "Öfkem alevlenir, sizi kılıçtan geçirtirim. Kadınlarınız dul, çocuklarınız öksüz kalır".

[Çıkış: XXII/ 24]; "Tanrınız RAB kıskanç bir Tanrı'dır. Öfkelenirse sizi yeryüzünden yok

eder." [Tesniye: VI/ 15];

- "Musa'ya, 'Bu halkın bütün önderlerini gündüz benim önümde öldür ki, İsrail halkına

öfkem yatışsın.' Bunun üzerine ... Elazar oğlu Pinehas topluluktan ayrılıp eline bir mızrak

aldı. İsrailli'nin ardına düşerek çadıra girdi ve mızrağı ikisine birden sapladı. Mızrak hem

İsrailli'nin, hem de Midyanlı kadının karnını delip geçti. Böylece İsrail'i yok eden hastalık

dindi. Hastalıktan ölenlerin sayısı 24 000 kişiydi. RAB Musa'ya şöyle dedi: 'Elazar oğlu

Pinehas İsrail halkına öfkemin dinmesine neden oldu. Çünkü o, aralarında benim adıma

büyük kıskançlık duydu. Bu yüzden onları kıskançlıktan büsbütün yok etmedim'." [Sayılar:

XXV/ 4-11];

- "Göklerde oturan Rab gülüyor, Onlarla eğleniyor. Sonra öfkeyle uyarıyor onları, Gazabıyla

dehşete düşürüyor." [Zebur/Mezmurlar: II 4-5];

- "Tanrınız RAB'bin mîras olarak size vereceği bu halkların kentlerinde soluk alan hiç bir

canlıyı sağ bırakmayacaksınız. RAB'bin size buyurduğu gibi, onları Hitit, Amor vs.

halklarını tümüyle yok edeceksiniz". [Tesniye:XX/ 16-17];

- "Kılıcım öldürülenlerin ve tutsakların kanıyla, düşman önderlerinin başlarıyla ve etle

beslenecek." [Tesniye: XXXII/ 42];

- “Ne mutlu, Bâbillilerin bebeklerini kayalara çarpıp, beyinlerini darmadağın edecek

olanlara..." [Mezmur/Zebur: CXXXVII/ 8-9];

Page 155: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

155

- "Kuzuların, tekelerin ... etini yiyip kanını içer gibi yiğitlerin etini yiyecek, dünya

önderlerinin kanını içeceksiniz... Egemen RAB böyle diyor." [Hezekiel: XXXIX/17-20],

Öyle ki, böyle bir Tanrı, İbrânîleri kayırıcı bunca özelliklerine rağmen, onlar için bile

tahammül edilemez bir hâle dönüşebilmektedir:

"Tanrı öfkeyle saldırıp parçalıyor beni, Dişlerini gıcırdatıyor bana..." [Eyüp: XVI/ 9], "Ben

kusursuz ve günahsızım, Temiz ve suçsuzum. Yine de Tanrı bana karşı bahane arıyor, Beni

düşman görüyor." [Eyüp: XXXIII/ 9], Kentlerden insan iniltileri yükseliyor, Yaralı canlar feryat

ediyor, Ama Tanrı haksızlığı önemsemiyor." [Eyüp: XXIV/ 12]. "Tanrı'ya: Beni suçlama

diyeceğim, ama söyle, niçin benimle çekişiyorsun?.. Hoşuna mı gidiyor gaddarlık etmek, kendi

ellerinin emeğini reddedip kötülerin tasarılarını onaylamak?!.."[Eyüp: X/2-3].

Sâhip olduğu son derece vahşi ve acımasız niteliklerden dolayı, “Yunan-Roma

dünyasındaki bir çok insan, Kitab-ı Mukaddes’in Tanrısını tapılmaya değmez, aptalca hareket

eden, vahşi bir tanrı olarak görmekteydi" diyen Armstrong, hâlen de böyle bir İbrânî tanrısıyla

nasıl baş edeceklerini bilemeyen önemli miktarda Yahûdî olduğunu belirtmektedir. Söz konusu

nitelikleri sebebiyle, Max Weber, İbrânî Tanrısı Yahwe'nin Hintlilerin savaş ve yıkım tanrısı

İndra'ya benzediğine işaret eder. O da fırtınalar ve doğal âfetler yağdırır. İsrail kelimesinin bir

anlamı da, orijinal söylenişi "Jesorel"şeklindedir, "savaş tanrısının halkı” mânâsına gelmektedir.

Kendisi de Yahûdî bir kökenden gelmiş olmasına rağmen, Freud, on dokuzuncu asırda yaşamış

Yahudi şairi H. Heine’in İbrani dini üzerine yazdığı şu beyit’i nakletmekte ve bir kişinin, kendi

dîninden bu ölçüde nefret etmesine yol açan şeyin ne olduğu üzerine düşünmek gerektiğini

belirtmektedir: "Nil vadisinden sürüklenip getirilmiş bir baş belâsı, eski Mısırlıların sağlıksız

inancı''.

Ancak, Freud, yukarıda da işaret edildiği gibi, “tarihsel roman" biçiminde yazdığı, "Musa

ve Tek Tanrıcılık" adlı eserinde, soruna çok farklı bir açıklama getirir:

"Çünkü Tanrınız Rab yakıp yok eden bir ateştir; kıskanç bir Tanrıdır" [Tesniye: IV/ 24]

gibi Tevrat âyetleri göz önünde tutulduğunda, Yehova'nın bir "volkan tanrısı" olduğu şüphesiz

olmakla beraber, Mısır'da volkan bulunmadığına göre, böyle bir tanrı imajı Musa'nın Mısır'dan

getirdiği tanrı imajı olamaz, olsa olsa Sina yarımadası civarındaki göçebe topluluklardan alınmış

bir tanrı konsepti olabilir.

O'nun geliştirdiği senaryoya göre, İbrânîler Mısır'dan çıktıktan sonra, Musa'nın telkin ettiği

tek tanrı inancına dayalı barışçıl Aton dinini terk etmiş ve hattâ Musa'yı da öldürmüş, çevrede

yaşayan kabilelerin volkan tanrılarını onun yerine ikame etmişler ve bu vahşî ve merhametsiz tanrı

kültürü Musa'nın sözleri şeklinde çarpıtarak sunmuşlardır.

Yukarda işaret edilen husûslar dikkate alındığında, Amerikan tarihçisi Muller'in,

günümüzdeki dînî problemlerin kökünün Tevrat'tan kaynaklandığını belirtmesine şaşmamak

gerekir. Muller, günümüzde hiç bir eğitimli Hıristiyan'ın artık Kutsal Kitab'ı harfi harfine doğru

saymadığını ifade eder. Diğer yandan, kendisi de Yahûdî bir kökenden geldiği halde, Carl Popper,

On Emir’deki "Öldürmeyin!.." hükmünün hemen ardından, İsrail peygamberinin şu tavrındaki

şiddet ve dehşeti anlamanın güçlüğüne işaret eder:

Page 156: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

156

"Tanrıyı dinleyen bana gelsin!.. Tanrı, İsrail'in Tanrısı şöyle buyuruyor: 'Herkes kılıcını

kuşansın, ... ve puta tapan kendi kardeşini, arkadaşını ve yakınlarını boğazlasın...' ve (böylece) o

gün halktan üç bin insan öldü."

Yahûdîliğin bu haşin yönü, muhakkak ki ortaya çıktığı tarihî şartlarla yakından ilgilidir.

Dış saldırılara her an açık olan iç ve dış güvenliğinden endişeli olan toplumlarda din de, hukuk da

tanrı konsepti de son derece katı olur. Nitekim, İsrail'in on dokuz kralından sekizi suikasta

uğramıştır. Hıristiyanlık bir yerde, Farisî'lerin (Yahûdî din adamlarının) oluşturduğu bu katı ve

haşin mabet dînine ve tanrı konseptine karşı bir tepki şeklinde ve onun mistik bir versiyonu olarak

ortaya çıkmıştır.

İbrânîlerin dînî hayatı ile ilgili bu bölümde son olarak, din adamı sınıfının konumu üzerinde

duralım. Çünkü, bunların hukukî hayat içindeki yer ve önemleri çok büyüktür.

b. Din adamı sınıfı

Teorik düzeyde, Mûsevîlikte din adamı sınıfının olmadığı, din âlimi denebilecek

pozisyonda kişiler olduğu ileri sürülür. "İslâm'da 'lâ ruhbâne fi İslam' kuralı varsa Musevilikte de

din adamı sınıfı yoktur, 'haham' bir öğreticidir, cemaatin öğretmenidir; adalet işlerine bakar".

Ancak, kanaatimce bu iddialara katılmak mümkün değildir. Bir yandan, 'dînî metinleri tefsîr

yetkisi hahamlara aittir, bunlar toplumda adalet işlerine bakar' deyip, ardından da, hem de hukukun

dînî esaslara dayandığı böyle bir sistemde, 'din adamı sınıfı yoktur' demek kanaatimce apaçık bir

çelişkidir. Aksine, İbrânîlik gibi dînin toplumdaki her şeyin, bu arada hukukun da esasını teşkil

ettiği bir sistemde, dîni yorumlama yetkisini elinde tutan zümre hâkimiyeti de elinde tutuyor

demektir. Condorcet'in de işaret ettiği gibi, kanunların dînî kaynaklı olması yanında, bunları

açıklama ve yorumlama hakkının da din adamları sınıfının elinde olması ruhanî tiranlığın en

kuvvetli dayanaklarından birini oluşturur.

Tevrat'ta İbrânîlerin, büyücülük, falcılık, sihirbazlık, gaipten haber verme gibi işlerle

uğraşan kişilere başvurması yasaklanmaktadır:

- “Ülkelerini alacağınız uluslar büyücülerin, falcıların öğüdüne kulak verirler. Ama

Tanrınız RAB buna izin vermiyor.” [Yasanın Tekrarı: XVIII/14].

- "... Kehanette bulunmayacak, falcılık yapmayacaksınız. ... Cincilere, ruh çağıranlara

yönelmeyin... [Levililer: XIX/ 26, 31].

Ancak, diğer yandan, bâzı bakımlardan bunlara benzer işlevler gören ve Tanrı ile insanlar

arasında aracılık yapan, kurban sunma gibi dînî hizmetleri yerine getirmekle Tanrı tarafından

görevlendirildiği bildirilen "hahamlar/din adamları" sınıfının hâkim ve ayrıcalıklı konumları

açıkça te'yid edilmektedir. Bâzı örnekler verelim:

- "...Hahama belli değeri olan kusursuz bir koç getirmeli. Haham RAB'bin huzurunda onun

günahını bağışlatacak; işlediği suç ne olursa olsun kişi bağışlanacak." [Levililer: VI/1-7].

- "Levili hahamlar da oraya gidecek. Çünkü Tanrınız RAB, onları kendisine hizmet

etsinler, O'nun adıyla kutsasınlar diye seçti. Kavga, saldırı dâvalarına da onlar bakacak". [Tesniye:

XXI/l-8].

Page 157: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

157

- "Hahamlar fâhişelerle, kirletilmiş kadınlarla, boşanmış kadınlarla evlenmeyecek. Onu

kutsal sayın. Çünkü yiyecek sunusunu Tanrınıza o sunuyor. Bir hahamın kızı fahişelik yaparak

kendini kirletirse, hem kendini hem de babasını rezil etmiş olur. Yakılmalıdır. Baş hahamın

evleneceği kadın bakire olmalıdır. Dul, boşanmış, kirletilmiş ya da fâhişe bir kadınla

evlenmeyecek. Yalnız kendi halkından bakire bir kızla evlenebilir. Çünkü Tanrı'nın buyurduğu

mesh yağıyla Tanrısına adanmıştır. RAB benim. Baş hahamın evleneceği kadın bakire olmalıdır.

Dul, boşanmış, kirletilmiş ya da fahişe bir kadınla evlenmeyecek. Yalnız kendi halkından bakire

bir kızla evlenebilir. Onu kutsal kılan RAB benim". [Levililer: XXI/ 7-15].

- Boğayı RAB'bin önünde kesmeli. Harun soyundan gelen hahamlar ... boğanın kanını

getirip ... sunağın her yanına dökecekler. Sonra kişi yakmalık sunuyu yüzüp parçalara ayırmalı.

[Levililer: 1/5-6].

Weber, kadîm İsrail toplumunda dînî hizmetleri yürütmekle görevli Leviler (Yakup'un

ahfâdından Levi'nin kabilesine mensup kişiler) ile Hint toplumundaki Brahmanlar arasında bir çok

benzerlikler olduğunu ileri sürmektedir. Gerçekten de, aşağıdaki Tevrat âyetlerine bakıldığında,

Musevî din adamlarının (haham’ların) dînî ve sosyal konumlarının da Brahman'larda olduğu gibi

ilâhî güçler tarafından belirlendiğinin telkin edildiği görülür:

- Levili hahamların, bütün Levi oymağının öbür İsrailliler gibi payı ve mülkü olmayacak.

RAB için yakılan sunularla, RAB'be düşen geçinecekler. Kardeşleri arasında mülkleri olmayacak.

RAB'bin onlara verdiği söz uyarınca, RAB'bin kendisi onların mirası olacak. Halktan sığır ya da

koyun kurban edenlerin hahamlara vereceği pay şu olacak: Kol, çene, işkembe. Tahılınızın, yeni

şarabınızın, zeytinyağınızın ilk ürününü ve koyunlarınızdan kırktığınız ilk yünü hahama

vereceksiniz. Çünkü Tanrınız RAB, önünde dursunlar, her zaman adıyla hizmet etsinler diye bütün

oymaklarınız arasından onu ve oğullarını seçti. [Yasanın Tekrarı: XVIII/1-5].

4. SOSYAL VE EKONOMİK HAYÂT

Aile (hâne, büyük aile), Tapmak'la birlikte İbrânî toplumunun en temel müessesesiydi. İlk

dönemlerde aile ana-erkil bir nitelik taşıyordu; evlenen erkek anasını babasını terk eder ve

evlendiği kızla ve onun ailesi ile bütünleşirdi; fakat bu âdet zamanla gevşedi ve monarşinin

oluşmasından sonra tamamen ortadan kalktı. Veya tersi oldu, ailenin baba-erkil bir özellik

kazanmasıyla monarşi de geldi. Kadın, her ne kadar hukukî plânda tâbî ve tâlî bir konumda

gözükse de, ana ve eş olarak aile içindeki konumu saygın ve güçlü idi. Sarah (Sâre: Hz. İbrahim'in

karısı, İshak'ın annesi), Rachel, Miriam (Meryem: Musa ve Harun'un kız kardeşi) ve Esther (Pers

kraliçesi) gibi kadınlar Yahûdî tarihinde ışıldarlar; Deborah monarşi öncesi dönemde İsrail'in baş

yargıçlarından biridir ve kadın kâhin Huldah, tapınakta bulunan kutsal metinler konusunda kral

Amon'un oğlu Josiah’ın kendisine danıştığı bir isimdi. Çok çocuk sâhibi olmak da kadına ayrıca

güvenlik ve itibâr sağlardı.

Kadîm baba-erkil İbrânî ailesi, neredeyse devlete gerek bırakmayacak kadar geniş ve güçlü

bir ekonomik ve sosyal organizasyondur. Başında ailenin reisi olan en yaşlı evli erkek, karıları,

çocukları, evlenmiş oğullarının eşleri ve çocukları, köleler... Günlük hayatta babanın otoritesi

sınırsızdır; toprak, her şey onundur, ailedeki herkes ancak ona itaat ederse sağ kalabilir; âdetâ bir

devlettir o. Bâzan onlara sorduğu olsa da, erişkin kızlarını dilediği kocaya verebilir. "Nasıl olur?"

Page 158: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

158

mu? Câriye olarak satmadığına şükretsinler... Çünkü, eğer İktisadî şartlar kötü ise, aile

reisi, erişkin olmamış kızlarım köle olarak satabilir de:

- "Eğer bir adam kızını câriye olarak satarsa ...".[(Çıkış:XXI/7].

Gelinleri üzerindeki otoritesi de, gerektiğinde oğullarına onları boşamayı emredecek kadar

güçlü idi.

Genel olarak, İbrânî konseptinde kadının, erkeğe tâbî ve onun için yaratıldığı kabul edilen

ikinci sınıf bir insan kategorisi şeklinde değerlendirildiğini söylemek yanlış olmaz. Talmud'da

kadının yaradılışı ile ilgili bölümde şu ifadeler yer almaktadır:

- "Ben kadını hafifmeşrep olmasın ve kibirden başını yüksek tutmasın diye Âdem'in

başından yaratmadım. Çok araştırmasın diye de Âdem'in gözlerinden yaratmadım. Gizlice kulak

vermesin ve lâf taşımasın diye de kulağından yaratmadım. Geveze ve konuşkan olmasın diye de

ağzından yaratmadım. Eli, boş şeylere uzanmasın diye de elinden yaratmadım. Boş yere gezmesin

diye de ayaklarından yaratmadım. Ben kadını Âdem'in bedeninden sürekli örtülü ve gizli olan bir

parçasından yarattım ki her zaman örtülü ve iffetli kalsın."

İbrânî kavminin nüfusunun artmasına gayret etmek dînî bir görev ve sorumluluk sayılır,

onun için de, bekâr kalmak bir suç ve günah kabul edilir ve yirmi yaşına gelen erkekler için

evlenmek bir zorunluluk olarak görülürdü. Evlenme çağında olup da evlenmemiş kızlar ve

çocuksuz kadınlar aşağılanırdı. Yahova bile, kavminin çoğalması için elinden gelen gayreti

gösterirken, İbrânîlerin bu konuya kayıtsızlık göstermeleri elbette kabul edilemezdi:

- "Ülkenizde kısır ve çocuk düşüren kadın olmayacak. Size uzun ömür vereceğim". [Çıkış:

XXIII/26].

Çocuk düşürme veya hamile kalmayı önlemeye dönük uygulamalar kerih ve dinsizce

davranışlar olarak değerlendirilirdi. İyi bir kadın, çok çocuk yetiştiren, kocasından ve evinden

başka şey düşünmeyen kadındı.

Eğer erkeğin hâli vakti yerindeyse birden fazla kadın alırdı. Kısır olması hâlinde, Sâre'nin

durumunda olduğu gibi, ilk eş, bir câriye alarak çocuk sâhibi olması husûsunda eşini teşvik ederdi.

Her şey çoğalmaya, çok çocuk tabiî oğlan çocuğu sâhibi olmaya, ayarlıydı, bu arada, erkek

çocuğun sağ testisten, kız çocuğunun ise daha ufak olduğu kabul edilen sol testisten olduğuna

inanılırdı. Kadının çocuk üretme işine hep devam etmesi gerekirdi. Onun için de, eğer kocası

geride çocuk bırakmadan ölürse bir çok karısı bulunuyor olsa bile, kocasının kardeşi ile, eğer

kocasının erkek kardeşi yoksa, en yaşlı erkek akrabası ile evlenmesi ve onun için zürriyet peyda

etmesi îcâp ederdi. Evlilik dışı ilişkiler kadmlar için şiddetle yasaklanmış ise de erkek için

affolunabilir bir kusur idi. Boşanma erkeğin her zaman başvurabileceği bir yoldu, fakat kadın için

çok zordu.

Evlilik öncesi cinsel ilişkide bulunması ve zina fiili karşısında İbrânî hukuku kadını ölümle

cezâlandıracak kadar sert olmasma rağmen, İbrânî toplumunda fâhişeliğin yaygın olduğu

anlaşılmaktadır. Yabana fâhişelerle ilişki konusunda yasalarda bir yasak görülmediğinden, çevre

toplumlardan pek çok fahişe İbrânî ülkesine geliyor ve şehirlerarası yol kenarlarında vs. kurdukları

Page 159: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

159

çadır ve barakalarda, mesleklerini seyyar satıcılıkla birleştirmiş şekilde icrâ ediyorlardı. Bu

yabancı fâhişelerin sınır dışı edilmesi konusunda yasalar çıkarılmış olmakla beraber; kral

Süleyman zamanında söz konusu yasalar o kadar gevşek uygulanıyordu ki, fâhişelik Tapınak'ta

bile icrâ edilir hâle gelmişti.

Büyük ailenin bir parçası da kadın ve erkek kölelerdi. Bu kölelerden yüzlerce, hattâ

binlercesinin Süleyman mâbedi ve sarayının yapımında çalıştırıldığı kaydedilmektedir. Harpte esir

edilenler veya köle pazarlarından satın alınanların dışında, borcunu ödeyemeyen kişiler de borç

kölesi olabilir veya kendisinin yerine çocuğunu köle olarak verebilirdi. Bu uygulamanın İsa

dönemine kadar devam ettiği anlaşılmaktadır.

5. DEVLET YÖNETİMİ VE DEVLET TEORİSİ

İbrânîlerin tarihte kendi devletlerine sâhip oldukları dönemler çok sınırlı olmuş ve büyük

devletler tarafından sık sık istilâya uğrama ve dünyanın muhtelif yerlerine dağılmış şekilde

oralarda azınlık gurupları halinde yaşama durumunda kalmışlardır. Bu durumun bilhassa ibrânî

kamu hukukunun gelişmesi bakımından olumsuz bir etki yaptığı açıktır. Bilindiği gibi, hukuk

kurallarını diğer toplumsal düzen kurallarından ayıran en önemli fark, hukuk kurallarının

arkasında devletin durması, ihlalleri halinde devlet yaptırımının devreye girmesidir. Böyle bir

devlet gücüyle desteklenmediği için, İbrânî hukukunun gelişimi, büyük ölçüde, Yahûdî

hahamlarının fetva mecmuaları derlemeleri şeklinde olabilecekti, nitekim öyle de olmuştur.

Ancak, şu noktayı da unutmamak gerekir ki, bir Yahûdî devletinin bulunmadığı uzun tarihî

devirlerde, Roma ve Osmanlı uygulamalarında olduğu gibi, idaresinde yaşadıkları devletlerin

onlara kendi mensupları arasındaki ihtilafları çözme yetkisi tanıdığı ve bu cemaat mahkemelerinin

verdikleri kararların devlet gücü tarafından infaz edildiği durumlar da olmuştur.

a. Devlet Yönetimi

İbrânîlerin Filistin'de birer siyasî topluluk olarak yaşadıkları dönemlerde çoğu zaman on

iki civarında kabileler topluluğu şeklinde bir siyasî yapılanma görüyoruz. Bu dönemde, her kabile

şefinin bir devlet yönetimi şeklinde değil de birer kabile şefi tarzında kendi kabilesini yönettiği

görülür.

- "O dönemde İsrail'de kral yoktu. Herkes dilediğini yapıyordu''. [Hâkimler: XXI/ 25].

- "Kendinize her oymaktan bilge, anlayışlı, deneyimli adamlar seçin. Onları size önder

atayacağım. Siz de bunun iyi olduğunu onayladınız. Böylece oymaklarınızın bilge ve deneyimli

kişiler olan ileri gelenlerini size önder atadım. Onlara biner, yüzer, ellişer, onar kişilik toplulukların

sorumluluğunu verdim. Oymaklarınız için de yöneticiler görevlendirdim". [Tesniye:I/13-15]:

Siyasî birliğin sağlanabildiği nâdir olarak görülen krallık dönemlerinde ise, yönetim

teokratik bir nitelik taşımıştır. Pers işgali altında yaşamalarının, o zamana kadar bir kabile

yapılanması içinde yaşaya gelmekte olan Yahûdîlere, devlet yönetimi konusunda öğretici bir işlev

gördüğü, onları bu konuda bâzı arayışlara yönelttiği ileri sürülmektedir. Rivayete göre, bu arayışın

öncülüğünü Yahûdî din adamları üstlendi ve sonunda, Tevrat'ın öğretilerini daha önce idaresi

altında yaşadıkları Josiah gibi peygamber-kralların yönetim ilkeleriyle birleştiren, teokratik

nitelikte metinler ortaya çıktı. Bu metinlere göre, 'kanun koyucu' Yahova'dır, kralları seçen ve

Page 160: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

160

iktidarlarına son veren de O'dur; krallar Yahûdî şeriatinin ilkelerine bağlı kalmak zorundadırlar.

Halk da başlarındaki liderlere itaat etmek, saygı göstermek durumundadır:

- "Tanrı'ya sövmeyeceksiniz. Halkınızın önderine lanet etmeyeceksiniz". (Çıkış: XXII/ 28).

b. Devlet Teorisi

Yukarıda da işaret edildiği gibi, Tevrat’ta öngörülen devlet, teokratik bir siyasî

yapılanmadır. Hâkimiyet Yahova'ya aittir, mühim konularda, peygamber vasıtası ile görüşleri

sorulur ve O da emirlerini Hz. Musa vasıtası ile bildirir. Yâni hukukun kaynağı Tanrı'dır. Din ve

devlet; kezâ, Tanrı'ya karşı görevler ile, devlete karşı görevler tamamıyla iç içedir. ”Musevi

dininde devlet adamları, her şeye kadir olan tek bir Tanrı'nın emirlerini yerine getirmekle yükümlü

kılınmışlardır. Hukuk kuralları, doğrudan doğruya Tanrı'nın emirlerinden ibaretti":

- "Atayacağınız kral Tanrınız RAB'bin seçtiği kişi olmalıdır. Atayacağınız kral kendi

kardeşlerinizden biri olmalı. Soydaşlarınızdan olmayan birini, bir yabancıyı kral seçmeyeceksiniz.

Kral çok sayıda at edinmemeli, ... çok kadın edinmemeli, ... büyük ölçüde altın, gümüş

biriktirmemeli. Kral tahtına oturunca, Levili hahamların koruması altındaki Kutsal Yasa’nın bir

örneğini kendisi bir kitaba yazacak. Bu yasa örneğini yanında bulunduracak, yaşamı boyunca her

gün onu okuyacak. Öyle ki, Tanrısı Rab'den korkmayı, bu yasanın bütün sözlerine ve kurallarına

uymayı öğrensin. [Tesniye: XVII/15-19],

Aslında söylem planında bakıldığında Mezopotamya'daki devlet anlayışı ve kralların

konumuyla arada bir fark yoktur." Ancak, Tevrat'ın, dinin devlet yönetiminde kullanılması

bakımından tarihte görülen en geliştirilmiş örnek olduğunu da belirtmek gerekir.

B. HUKUKÎ HAYÂT

İbranî Hukukuna göre de fertler arasında hukukî ehliyet bakımından eşitlik kabul

edilmemiş; kişiler önce hür olanlar ve köle olanlar şeklinde ikiye; hürler ve köleler de kendi

içlerinde, Yahûdî olanlar ve olmayanlar şeklinde ayrıca iki ayrı kategoriye ayrılmıştır. Dînî yasalar

İsrail'in yegâne yasasıdır. Din adamları yargıç, mâbetler de mahkemedir. Belli başlı suçlar için

Tevrat'ta belirlenmiş bulunan cezaların dışında, ikinci dereceden suçlarda ceza olarak, itiraf ve

tazmin etme yoluna gidiliyordu:

- "İşlediği günahı itiraf etmeli. Karşılığını, beşte birini üzerine ekleyerek suç işlediği kişiye

ödeyecek. Eğer kişinin işlenen suçun karşılığını alacak bir yakını yoksa, suçun karşılığı Rab'be ait

olacak. Günahın bağışlanması için sunulan bağışlamalık koçla birlikte suçun karşılığı da haham'a

verilecek". [Çölde Sayım: V/ 7-8].

Hitit hukuku gibi, İbrânî hukukunun da "çivi yazısı hukuku'' olarak da adlandırılan

Mezopotamya hukukundan büyük ölçüde etkilendiği kabul edilmektedir. Gerçekten, Bâbil

hukukunun İbrânî hukuku üzerindeki etkisi, Hammurabi Kanunnâmesi ile görülen paralelliklerden

açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca, İbrânî kültürü üzerinde Mısır medeniyetinin doğrudan ve Fenike

yoluyla önemli etkileri olduğu da muhakkaktır. Ancak, bin yılı aşkın bir süre sonra yazılmış

bulunmasına rağmen, cezâî düzenlemeler bakımından, Hammurabi Kanunnâmesi ile

kıyaslandığında, İbrânî yasa metinlerinde hiç bir ilerleme gözlenmemesi oldukça dikkat çekicidir.

Page 161: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

161

Bâzıları, bu durumu, "pek muhafazakar ve an'aneperets bir millet olmaları" hasebiyle " İbranilerin

hukukî inkişafa müsait olmamaları" ile açıklamaktadır.

1. POZİTİF HUKUKUN GELİŞİMİ

İbranî hukuku kaynak îtibâriyle iki devreye ayrılır. Kudüs'ün Romalılar tarafından işgal ve

tahribinden önceki birinci devrede hukukun kaynağı Tanah [Tevrat'ı ve Zebur'u da içeren Ahit] ve

örf ve âdet hukukudur. İkinci devirde ise ki, " Mişna ve Talmud devri" diye de adlandırılır Mişna

ve Talmud da hukuk kaynakları arasına katılmıştır. Talmud, Yahûdîlerin medenî ve dînî

kanunlarıdır ve Tevrat'ın devamı, mütemmimi sayılır.

Genel olarak, Musevîlerin kutsal kitabı denilince Tevrat anlaşılırsa da aslında Tevrat,

İbrânî kutsal kitabı Tanah (Eski Ahit)'ın bir kısmını oluşturmaktadır. Tanah (Ahd-i Atik), derli

toplu bir kitap şeklinde olmayıp, bir kitaplar toplamıdır ve başlıca üç bölüme ayrılır. Birinci kısmı,

Tevrat oluşturur. İbrânî Hukukunun en eski kaynağı olan ve Hz. Musa'ya izafe edilen Tevrat, beş

kitaptan oluşmaktadır: Tekvin (Yaradılış), Çıkış, Lâveylâlar, Sayılar (Çölde Sayım) ve Tesniye

(Yasa/Deuteronomy). Tesniye'de, esası On Emir olmak üzere, uyulması zorunlu bir çok kural yer

almaktadır. Daha sonra, "Sürgün sırasında ve hemen sonra bu emirler daha da geliştirilerek, Kitabı

Mukaddes in ilk beş bölümünde 613 emri içeren karmaşık bir hukukî düzenleme hâline

getirilmiştir". Neviim (Peygamberler) denen ikinci kısım yirmi bir kitap; Ketuvim (Yazılar) denen

üçüncü kısım ise on üç kitaptan oluşur. Davut'a izafe edilen Mezmurlar (Zebur) da bu kısımda yer

alır. Yâni, Tanah toplam otuz dokuz kitaptan oluşan bir kitaplar mecmuasıdır.

Asırlar içinde meydana gelen bir birikim ve derlemenin neticesi olması ve sayısız

müelliflerin katkısıyla meydana gelmesi sebebiyle söz konusu kitaplar içinde ve arasında da bir

bütünlük ve insicam görülmez. Çeşitli kaynaklardan gelen metinler gelişigüzel bir şekilde

eklemlenmiştir. Kutsal ve tanrı sözü sayılması dolayısıyla, daha sonra terk edilen ve artık

uygulanmayan kısımları da kimse kaldırmaya cesaret edememiş, bu durum hiçbir soyut prensibin

ve mantıkî kuralların ortaya çıkmadığı, karışık ve çelişik metinler mecmuası ile bizi karşı karşıya

bırakmıştır.

Tevrat (Tora)'ın Musa'ya indiği iddia edilirse de, daha önce de işaret edildiği gibi, aslında

milâttan önce on üçüncü asırdan başlayarak, milattan önce beşinci asra kadar çeşitli Yahudi

teologların yazımına katıldıkları ve milâttan önce ikinci asırda son şeklini almış bir metindir.

Zitelmann, Tevrat'ın dâhice oluşturulmuş dramatik bir eser olduğunu belirtir ve İbrânî asıllı filozof

Spinoza'nın, bu beş kitabın yazarının, milâttan önce dördüncü-beşinci asırda yaşamış Ezra

(Üzeyir) adlı Yahûdî din adamı olduğu yolundaki görüşlerine atıfta bulunur. Bu nakil ve

rivayetlere göre, milâttan önce dört yüz yirmi iki yılındaki Bâbil istilâsında, Kudüs'teki tapınakla

birlikte, burada saklana geldiği rivayet edilen Tevrat nüshası dâ tahrip oldu ve Tevrat’ın yeniden

yazılması ihtiyacı doğdu ve takriben yirmi iki yıl kadar sonra, karizmatik bir kişiliği sâhip olduğu

anlaşılan, Ezra ismindeki bilgin bir haham bütün Yahûdî liderlerini topladı. O ve diğer Yahûdî

bilgin/din adamları (Nevi’ler) yedi gün sabahtan akşama kadar onlara hazırlamış oldukları

"Musa’nın Kanun Kitabı" nı okudular. Daha sonra, toplantıya katılan tüm Yahûdî liderleri ve din

adamları bu hukuk metnini kendilerinin ana-yasaları ve vicdânî ilkeleri olarak kabul etmeyi

taahhüt ettiler ve itaat sözü verdiler. (Yeşu: VIII/ 33-35). O zamanda bu yana, bu metin, her

Page 162: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

162

konuda, tüm Yahûdîlerin tâkip ettikleri kutsal bir kitap olma konumunu hep sürdürmüştür. İbrânî

hukukunun temel ve ana kaynağı durumundaki Tevrat, günümüzde de İsrail devletinin temel

hukukî dayanağını teşkil etmekte olup, buna aykırı bir kanunun parlamentodan çıkarılamayacağı

söylenmektedir.

"Ezra metni"nin kaynakları araştırılmak istenirse, tarihin daha müphem derinliklerine

doğru süzülmek gerekir. Bu metindeki dört parçanın milâttan önce üç yüzlerde mevcut olduğu

anlaşılıyor. "Yaradılış'', "İlk Günah", "Tufan" konularının, tâ milâttan önce üç binlere kadar giden

Mezopotamya efsanelerinden alındığı söylenebilir. Yasak meyve ve Cennetten kovulma temaları,

hemen bütün Yakın-Doğu ve hattâ Hint, Tibet, Meksika ve Polinezya efsanelerinde müşterektir

ve, seks ve bilgi ile tanışmanın insan masumluğunun ve mutluluğunun sonunu getirdiği îmâ edilir.

İbranî kutsal kitap külliyâtının diğer bir kısmını da Talmud oluşturur. Binlerce sayfayı

bulan Talmud, neredeyse Tevrat ile eşdeğerde tutulur ve İbrânîlerce "ikinci Tevrat" olarak kabul

edilir. Genel olarak Yahûdîler Talmud'a da kutsallık atfeder ve sadece Tevrat'ı kabul edip,

Talmud'u dışlayan Habeşistan Yahûdîlerini ve Karayimleri gerçek Yahûdî inancından uzak

sayarlar. Talmud, iki kısımdan meydana gelir: Mişna ve bunun açıklaması mahiyetinde olan

Gemara.

Mişna veya Misna [İbrânîcesi, Midraş'tır ve 'tekrar ederek öğrenme' anlamına

gelmektedir], hahamlarca yapılmış Tevrat yorumlarının, zamanla fazlalaşmaları ve

ezberlenmelerinin zorlaşması sebebiyle, unutulma tehlikesi baş gösterdiğinden, Haham Judah

Hanasi'nin, 190 yıllarında, 30 yıllık bir çalışma sonucunda belli bir eleme ve derleme işlemine tâbî

tutarak yazılı bir metin hâline getirmesiyle oluşmuştur. Kadîm İbrânî kanunları ile, din adamları

tarafından o zamana kadar örf ve âdet şeklinde uygulanmakta olan Mûsevî medenî ve cezâ

hukukunu (Yahûdî şeriatini) ihtivâ eden Mişna Mecellesi bir tartışmalar dizisi biçiminde kaleme

alınmış olup, bu tartışmalarda hahamlar, kendi düşüncelerini ifade ederler, sonunda ortak bir

karara varılmaz.

İbrânî hukukçuların Tevrat'la ilgili tefsir ve içtihatları ile oluşmuş hukuk kaidelerinden

meydana gelen ve Mişna'nın açıklaması mahiyetinde olan Gemara'nın ise, farklı yer ve zamanlarda

düzenlenmiş iki nüshası bulunmaktadır. Bunlardan biri ve ilki, dördüncü asırda Kudüs'te

gerçekleştirilen bir çalışma olup, Kudüs Talmud'u olarak bilinir. Şifreli ve sembolik bir dille

kaleme alındığından dolayı anlaşılması çok güç bir metin olduğundan, kullanılmaya elverişli

değildir. Diğeri ise, beşinci asırda başlanıp altıncı asırda tamamlanan ve birincinin şerhi

mahiyetinde olan Bâbil Gemarası dır ki, Bâbil Talmudu olarak adlandırılır. Gemara ve Talmud

kelimeleri bâzan eş anlamlı olarak kullanılırsa da, genelde Talmud denince Mişna ve Gemara'nın

her ikisi birden anlaşılır; bunlar Talmud'un iki kısmını oluşturur. Talmud ve Mişna hukukunda

İran ve Roma hukukunun tesirlerinin görüldüğü ifade edilmektedir.

2. AİLE HUKUKU

İbrânî Hukuku, çocuğun ebeveynine mutlak bir itaat göstermesi husûsuna büyük bir önem

vermekte, bu kuralın çiğnenmesi durumunda çok şiddetli cezalar öngörmektedir. Diğer yandan,

ebeveynle çocuklar arasındaki ilişkinin, çocuklara duyulan sevgi yönünden ziyade, çocuklardan

beklenen mutlak bir itaat ve saygı esası üzerine kurulu olduğu intibaı edinilmektedir. Çocuklarını

Page 163: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

163

icâbında köle olarak satmak yanında, isyankâr çocuğunu hâkimin önüne çıkartıp, daha sonra

taşlayarak öldürtmek, bugünkü ölçülerimize göre, ebeveyn çocuk ilişkilerinde aklın alabileceği bir

durum değildir:

- "Bir kimsenin, ana-babasının sözünü dinlemeyen fena ve âsî bir çocuğu olur ve bu çocuğa

ana-babasının te'dibi bîr fayda vermezse; ana babası bu çocuğu alıp şehrin ihtiyarlarına götürecek

ve bu oğlumuz fena ve âsîdir, sözümüzü dinlemez, aç gözlü ve içkiye müptelâdır diyecekler.

Ondan sonra, şehrin bütün sakinleri onu taşlayacaklar ve o ölecektir. Bu suretle fenayı kendi

muhitinden defedeceksin. Bütün İsrail dahi bunu işitecek ve korkacaktır." [Tesniye: XXI/18-21],

- “Babasına/anasına söven, onları döven kimse öldürülecektir". [Çıkış: XXI/15, 17].

- “Eğer bir adam kızını câriye olarak satarsa..." [Çıkış: XXI/ 7],

a. Evlenme

Talmud'a göre genel olarak tüm Yahûdîler, ama özellikle de hahamlar evlenmek ve Yahûdî

nüfusunu çoğaltmakla mükelleftiler. Belirli bir yaşa erişmiş bir Yahûdî'nin bekâr kalmaya devam

etmesi çok yadırganan bir durumdu.

Sürgünden önceki dönemde, yâni Mısır'da yaşarlarken, Yahûdîler arasında da evliliğin

oldukça seküler bir konumda olduğu görülüyor. Kadîm Mısır'daki uygulamaya benzer şekilde,

talip olan erkeğin doğrudan doğruya kızın ailesi ile görüşmesi veya ailelerin kararlaştırılması ile

evliliğe karar veriliyordu. Belki de bu yüzden, Tevrat'ta evlilik (nikâh) akdi hakkında açık bir ifade

yoktur.

Evlilik genellikle aileler arasında yapılan pazarlık sonucu ve erkek tarafından bir bedel

ödenerek kadının satın alınması şeklinde gerçekleşirdi; aşk'ın yeri pek azdı. Peygamber Hoşea

(M.Ö. sekizinci asır), biraz aşırıya kaçarak, eşi için tam elli şekel ödediğine hayıflanır. Karı için

kullanılan "beulah" kelimesi, "malik olmak" anlamına gelmekte. Gelinin babası da, kızı için

ödenen bu bedele (mehir), kızına çeyiz vererek mukabele ederdi. Tevrat'ta geçen şu evlilik

hikâyesi, evlilik müessesesine nasıl bakıldığını gayet güzel bir şekilde ortaya koymaktadır:

- "Lavan'ın iki kızı vardı. Büyüğünün adı Lea, küçüğünün adı Rahel’di. Yakup Rahel’e

aşıktı. Lavan'a, "Küçük kızın Rahel için sana yedi yıl hizmet ederim" dedi. Yakup Rahel için yedi

yıl çalıştı. Rahel'i sevdiği için, yedi yıl ona birkaç gün gibi geldi. Lavan'a, "Zaman doldu, kızını

ver, evleneyim" dedi.... Sabah olunca Yakup bir de baktı ki, yanındaki Lea!.. Lavan'a, "Nedir bana

bu yaptığın?" dedi, "Ben Rahel için yanında çalışmadım mı? Niçin beni aldattın?" Lavan, "Bizim

buralarda adettir. Büyük kız dururken küçük kız evlendirilmez" dedi, Bu bir haftayı tamamla,

Rahel'i de sana veririz. Yalnız ona karşılık yedi yıl daha yanımda çalışacaksın. Yakup kabul etti.

Lea'yla bir hafta geçirdi. Sonra Lavan, kızı Rahel'i de ona verdi". [Yaratılış: XXIX/ 16-28].

Dikkat edilirse, olayın esas tarafı olan kız, yapılan bu pazarlıklarda hiç ortada yoktur, kimse

(ne kendisiyle evlenecek erkek, ne de babası) onun fikrini almaya gerek duymamakta; âdetâ bir

hayvanın alım satımı üzerine yapılan pazarlığa benzer bir süreç yaşanmaktadır. Kadınların satın

alınması âdeti zamanla yumuşamıştır, ama yine de kadın velîsi tarafından evlendirilir. Evliliğin

sahih olabilmesi için üç şart vardır:

Page 164: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

164

- İki şâhit huzurunda erkek kadını kabul edecek, onun eline hiç olmazsa bir yüzük verip

İbrânîce olarak: "Şu yüzük ile sen benim için mukaddes oldun" diyecektir;

- Evlenme akdi yazılı olacaktır;

- En az on erkek huzurunda bereket duâsı yapılacaktır.

Hz. Musa zamanmdan beri devam eden ve sonunda Mişna'ya giren bir usûle göre koca,

evlilik esnasında yaptığı ödeme (mehr-i muaccel) yanında, ölüm veya boşanma halinde kadına

ödenmek üzere karısına bir meblâğ (mehr-i müeccel) borçlanır, ki buna "ketûbe" denir ki, kızlar

için iki yüz, dullar için yüz zuz kadar bir meblağdır. Kadının baba evinden götürdüğü çeyiz (mal)

kocası tarafından idare edilir; nikâh bozulunca koca bu malı ve ketûbe’yi kadına iade eder.

Kararlaştırılan mehir ipotekle teminat altına alınır. Yukarda da işaret edildiği gibi, evlenen kıza

babası tarafından çeyiz verilmesi âdeti İbrânîlerde de vardır ve “cihaz ödemesi," evlenen kızın

müstakil mîras payının karşılığı gibi düşünülür.

Bâzı durumlarda, kişilerin evlenmeye mecbur tutulduğuna dair hükümlere de

rastlanmaktadır: Meselâ, çocuğu olmayan bir kadının kocası ölürse, ölen kocasının erkek kardeşi

ile; ve bu erkek kardeş de yengesi ile evlenmek zorunda idi ve bu evlenmeden doğan ilk çocuk

ölen kocanm çocuğu addedilirdi.

- " Birlikte oturan kardeşlerden biri oğlu olmadan ölürse, ölenin dulu aile dışından biriyle

evlenmemeli. Ölenin kardeşi dul kalan kadını kendine karı olarak alacak, ona kayınbiraderlik

görevini yapacak. Kadının doğuracağı ilk oğul, ölen kardeşin adını sürdürsün. Öyle ki, ölenin adı

İsrail'den silinmesin. Ama adam kardeşinin dul karısıyla evlenmek istemiyorsa, dul kadın kent

kapısında görev yapan ileri gelenlere gidip şöyle diyecek: 'Kayınbiraderim İsrail'de kardeşinin

adını yaşatmayı kabul etmiyor. Bana kayınbiraderlik görevini yapmak istemiyor'. Kentin ileri

gelenleri adamı çağırıp onunla konuşacaklar. Eğer adam, Onunla evlenmek istemiyorum diye

üstelerse, kardeşinin dul karısı ileri gelenlerin önünde adamın yanına gidecek, onun ayağındaki

çarığı çıkaracak, yüzüne tükürecek ve, 'kardeşine soy yetiştirmek istemeyen adama böyle yapılır'

diyecek". [Tesniye: XXV/ 5-9],

Acaba, bu “addetme" ne kadar gerçekçi idi, doğan çocuğun ölen biraderin çocuğu

sayılması, sadece bir söylemden mi ibâretti? İnanması çok güç olsa da bu addetmenin, âdetâ maddî

bir gerçeklik olarak algılanmış olması oldukça şaşırtıcıdır. Nitekim, Tevrat'ta geçen bir kıssaya

göre, İshak'ın torunu, Yakub'un oğlu olan " Yahuda’nın ilk oğlu ölünce zevcesi dul kaldı. Yahudi

ikinci oğlu Onan’a: - ‘Biraderiyin zevcesine takarrüb edip onu kayınlık hakkını icra ederek

biraderine zürriyet peyda eyle', dedi ve Onan, zürriyet kendisinin olmayacağını bilmekle

biraderinin zevcesine takarrüp ettikçe biraderine zürriyet vermemek için yere döker idi."

[Yaradılış: XXXVIII / 1-10]. Bu âyetin devamında, 'Rabbın bu uygulamayı kötü gördüğü ve bunu

yapan kişiyi öldürdüğü' belirtilmektedir. Dikkat edilirse, 'ölen biraderin zürriyetini devam ettirme'

konusuna o kadar önem verilmektedir ki, geride kalan biradere bu konuda her türlü manevî, sosyal

baskının yapılması yanında; yine de gizli bir karşı çıkma tavrı göstermesi ihtimaline karşı ilâhî bir

cezâya çarptırılacağı, öldürüleceği tehdidi altında tutulmaktadır. Aslında, bu uygulamanın altında

yatan gerçek maksadın, ileri sürüldüğü gibi, ölen biraderinin zürriyetini devam ettirme amacından

Page 165: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

165

daha çok, bu yolla, ölen biradere ait aile mülkünün ailenin elinden çıkmasını önlemek olduğu

söylenebilir:

- "Herhangi bir İsrail oymağında miras alan kız, babasının bağlı olduğu oymak ve boydan

biriyle evlenmelidir. Öyle ki, her İsrailli, atalarının mirasını sahiplenebilsin". [Sayılar:XXXVI/ 8],

Diğer yandan, Eski Ahit'te kaçırma yoluyla evliliğe izin verildiği anlaşılıyor, ancak belki

de bu uygulama sadece savaş zamanına münhasırdı:

- "Gözünüzü açık tutun. Şilolu kızlar dans etmeye kalkınca bağlardan fırlayıp onlardan

kendinize birer eş kapın ve Benyamin topraklarına götürün. Benyaminoğulları da böyle yaptılar.

Kızlar dans ederken her erkek bir kız kapıp götürdü... "[Hâkimler: XXI/ 21, 23].

Tevrat'taki kıssalardan ve mîras hukuku ile ilgili düzenlemelerden, çok karılı evliliğin

meşrû sayıldığı ve yaygın olduğu anlaşılmakla beraber, bir erkeğin birden fazla kadınla evliliğini

düzenleyen özel bir hükme rastlanmamaktadır. Kaynaklar, kral Süleymanın yedi yüz eşi ve üç yüz

de câriyesi olduğuna dair rivayetlerden bahsederler. Bu çeşit abartılı rakamları, İbrânîlerin,

kendilerinin her bakımdan, cinsellik cihetiyle de diğer insanlardan güçlü, farklı ve seçilmiş bir

kavim olduklarını gösterme çabasının bir sonucu olarak değerlendirmek gerekir. Kendilerinin

sayıları ve öldürdükleri düşmanların sayıları konusunda da aynı şekilde mübalağalı rakamlar

verdiklerinden daha önce de bahsedilmişti. Ancak, "bâzı şeylerin şüyuu vukuundan beterdir" ilkesi

açısından baktığımızda, bu nevî fiillerin hem de dînî açıdan örnek olarak sunulan kişilerce

yapıldığının ileri sürülmesi, bu kişilerin nasıl bir dînî anlayışa sahip oldukları konusunda bize bir

fikir verse gerektir. Bu arada, söz konusu rivayetleri nakledenlerin, nasıl kaş yapayım derken, göz

çıkardıklarını göstermek bakımından bir noktaya da işaret edelim. Eğer söz konusu nakilleri doğru

kabul edecek olursak, Hz. Süleyman Tevrat'ta emredilen kurallara aykırı bir iş yapmış demektir:

- "Kral yüreğinin Rab’den sapmaması için çok kadın edinmemeli, büyük ölçüde altın,

gümüş biriktirmemeli". [Tesniye: XVII/17]

aa) Evlenme Yasakları

Gerek kan, gerek evlilikten doğan akrabalığın bâzı dereceleri evlenmeye engel olarak

görülmektedir. Usûl ve fürûu, kız kardeşler, analıklar, teyzeler, halalar, amca ve kardeş karıları

(kocaları sağ iken), kayınvalide, oğlun karısı, karının kızı ve torunları ile evlenmek ve iki kız

kardeşi aynı anda nikah altında tutmak yasaklanmıştır:

- "Hiçbiriniz cinsel ilişkide bulunmak için yakın akrabasına yaklaşmayacak. RAB benim.

Annenle cinsel ilişkide bulunarak babanın namusuna dokunmayacaksın. O senin annendir. Onunla

ilişki kurmayacaksın. Babanın karısıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Babanın namusudur o.

Annenden ya da babandan olan, ister seninle aynı evde doğmuş olsun, ister olmasın üvey kız

kardeşlerinden biriyle cinsel ilişki kurmayacaksın. Kızının ya da oğlunun kızıyla cinsel ilişki

kurmayacaksın. Çünkü onların namusu senin namusundur. Babanın evlendiği kadından doğan

kızla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü o babandan olmadır, senin kız kardeşin sayılır. Halanla

cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü o babanın yakın akrabasıdır. Teyzenle cinsel ilişki

kurmayacaksın. Çünkü o annenin yakın akrabasıdır. Amcanın namusuna dokunmayacaksın.

Karısına yaklaşmayacaksın, çünkü o senin yengendir. Gelininle cinsel ilişki kurmayacaksın.

Page 166: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

166

Çünkü oğlunun karısıdır. Onunla ilişki kurmayacaksın. Kardeşinin karısıyla cinsel ilişki

kurmayacaksın. Çünkü o kardeşinin namusudur. Bir kadının hem kendisiyle, hem kızıyla cinsel

ilişki kurmayacaksın. Kadının kızının ya da oğlunun kızıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü

onlar kadının yakın akrabasıdır. Onlara yaklaşmak alçaklıktır. Karın yaşadığı sürece onun kız

kardeşini kuma olarak almayacak ve onunla cinsel ilişki kurmayacaksın. [Levililer: XVIII/ 6-19].

b. Boşanma

İbranî Hukuku, erkeğe, dilediği zaman karısını boşayabilme hakkını tanımaktadır. Bu

hakkın kullanılması için, kocanın, boşadığı kadının eline bir "boşama belgesi" vermesi yeterlidir.

Erkek, boşadığı kadını, eğer bu kadın başka bir erkekle evlenmemiş ise tekrar alabilirdi. Ancak,

kadın başka bir erkekle evlenmiş ve bu ikinci kocasından boşanmış veya kocası ölmüş ise, bu

durumda ilk koca artık bu kadınla tekrar evlenemezdi:

- " Bir kimse karı alıp evlenir ve ondan hoşlanmaz ise, talâk nameyi yazıp eline verecek ve

evinden salıverecektir. O da evinden çıkıp gidecek ve diğer bir erkeğe varabilecektir. Bu sonuncu

koca da kadına talâk name verir veya ölürse, ilk kocası onu tekrar kendine zevce olarak

alamayacaktır." [Tesniye: XXIV/ 1-4].

Bâzı hallerde erkek karısını boşayamazdı. Meselâ, evlendiği kıza 'bâkire olmadığı'

iftirasında bulunan koca; nişanlı olmayan bir kıza zorla tecavüz eden ve onunla evlenmek zorunda

kalmış bulunan koca, artık bu karısını boşama hakkından mahrum edilirdi. Kadına da boşanma

hakkının tanındığını gösteren bir hükme rastlanmamaktadır. Ancak, daha sonraki dönemlerde,

Tevrat'ı yorumlayan İbrânî müfessirlerince oluşturulan şeriat hukuku, erkeğin karısını boşaması

için gerekli şartları ve kadının da kocasından boşanma talep edebileceği halleri düzenlemişlerdir.

3. MİRAS HUKUKU

İbrânî Hukukuna göre, ilk dönemlerde, sadece erkek çocuklar babalarına mirasçı olabilirdi.

Erkek çocuğun olmadığı durumda bile kız çocukları babalarına mirasçı olamazdı. Ancak, daha

sonra getirilen bir düzenleme ile, mûrisin erkek çocuğunun olmadığı hallerde kız çocuklarına

mirasçı olabilme imkânı getirildiği anlaşılmaktadır. Eğer ölenin hiç çocuğu yoksa, miras, sırasıyla

müteveffanın kardeşlerine, amcalarına ve en yakın akrabaya intikâl ederdi:

- Selofhat'ın kız çocukları dediler ki: "'Erkek çocuğu olmadı diye babamızın adı kendi boyu

arasından neden yok olsun? Babamızın kardeşleri arasında bize de mülk verin'. Musa onların

dâvasını RAB'be götürdü. Musa'ya şöyle dedi: Selofhat'ın kızları doğru söylüyor. Onlara

amcalarıyla birlikte mîras olarak mülk verecek, babalarının mirasını onlara aktaracaksın.

İsrailliler'e de ki, 'Bir adam erkek çocuğu olmadan ölürse, mirasını kızına vereceksiniz. Kızı yoksa

mirasını kardeşlerine, kardeşleri yoksa amcalarına vereceksiniz. Amcaları da yoksa, mirasını bağlı

olduğu boyda kendisine en yakın akrabasına vereceksiniz'. " [Sayılar. XXVII/ 4-11].

Ancak, kız çocuklarına kalacak aile mülkünün aile dışına gitmemesi için kızların, en yakın

akrabaları ile evlenmesi istenmektedir:

- "Herhangi bir İsrail oymağında mîras alan kız, babasının bağlı olduğu oymak ve boydan

biriyle evlenmelidir. Öyle ki, her İsrailli atalarının mirasını sahiplenebilsin. Mîras bir oymaktan

Page 167: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

167

öbür oymağa geçmeyecek. Selofhat'ın kızları amcalarının oğullarıyla evlendiler. Böylece mirasları

da babalarının bağlı olduğu boy ve oymakta kaldı". [Sayılar: XXXVI/ 8-12].

Odalıktan veya Yahûdî olmayan kadından olan çocuklar mirastan pay alamazdı. Öte

yandan, en büyük erkek evlâda, mîras paylaşımında bir avantaj tanındığı; ona diğer erkek

kardeşlerinden bir misli fazla hisse alma hakkı verildiği görülmektedir. İslâm öncesi dönemde

Araplar arasında da bu "ilk oğul hakkı" uygulaması vardı:

- "... 'ilk doğan oğul' olarak tanıyacak ve ona bütün malından iki pay verecektir. Çünkü bu

oğul babasının gücünün ilk ürünüdür. İlk oğulluk hakkı onun olacak." [Tesniye: XXI/ 17].

Bu kuralın, babanın daha sonra evleneceği bir kadına karşı düşkünlüğü ve onun nüfuzu

sebebiyle onun çocuklarını kayırıcı ve önceki çocuklarını mağdûr edici bir mîras paylaşımına

gitmesini önlemeye dönük olduğu anlaşılmaktadır:

- "Eğer bir adamın iki karısı varsa, birini seviyor, öbüründen hoşlanmıyorsa; iki kadın da

kendisine oğullar doğurmuşsa; ilk oğul hoşlanmadığı kadının oğluysa; adam malını mîras olarak

oğullarına bölüştürdüğü gün sevdiği kadının oğlunu kayırıp ona ilk oğulluk hakkını veremez.

Hoşlanmadığı kadının oğlunu ilk doğan oğul olarak tanıyacak ve ona bütün malından iki pay

verecektir". [Tesniye: XXI/15-17],

Mirastan anaya bir pay verilmez, Tevrat'ta mirasta babanın hissesinden de bahis yoktur.

Ancak, Mişna ve Talmud'da bu eksiklik gideriliyor ve "çocuk bırakmadan ölen kişinin terekesi

babasına aittir" hükmü getiriliyor. Mişna'da vasiyet uygulamasına yer verilmekte, tüm mal

varlığını kapsayan vasiyet bile kabul edilmektedir.

4. EŞYA VE BORÇLAR HUKUKU

a. Mülkiyet

Özel mülkiyet o kadar gelişmişti ki, kral bile birisinin toprağına el koyamazdı. Diğer

yandan, İbrânî Hukuku, mülkiyetin intikâlinde taşınmazlar için farklı hükümler koymuştur.

Çünkü, toprak "Yahve'nin mülkü" sayılır, sâhibi durumundaki kişiler misafir olarak düşünülürdü:

- "Tarlanız temelli olarak satılamaz. Çünkü bana aittir. Sizse yabancısınız,

konuğumsunuz". [Levililer: XXV/ 23].

Filistin'in ele geçirilmesinden sonra yapılan taksime göre toprak sâhibi olan oymak ve

hânelerin o toprak üzerindeki mülkiyet hakları daimî statüde olduğundan, başkasına satılması

hâlinde bile ilk sahibinin o toprak üzerindeki mülkiyet hakkı devam ediyor; satış işlemi "geçici bir

süreliğine satış" olarak kabul ediliyordu. Satan kişi, satış bedelini ödeyerek toprağını her zaman

geri alabilirdi. Ayrıca, her elli yılda bir gelen "jübile senesi"nde, bütün gayrimenkul satışları

münfesih olur, topraklar ilk sâhiplerine geri dönerdi. Diğer yandan, toprağını satan kişinin

akrabaları da, isterlerse, satış bedelini yeni alıcıya öder ve toprağı kendileri alabilirlerdi. Ancak,

etrafı surla çevrili şehirlerdeki taşınmazlarda bu geri alma hakkı bir yıl ile sınırlanmıştı, bu süre

içinde geri alınmamışsa artık temelli olarak yeni sâhibinin mülkiyetine geçerdi:

Page 168: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

168

- "... Ülkenin her yerinde tarlanın asıl sahibine tarlasını geri alma hakkı tanımalısınız.

Kardeşlerinizden biri yoksullaşır; toprağının bir parçasını satmak zorunda kalırsa, en yakın

akrabası gelip toprağı geri alabilir. Toprağını satın alacak yakın bir akrabası yoksa, sonradan

durumu düzelir, yeterli para bulursa, satış yaptıktan sonra geçen yılları hesaplayacak ve geri kalan

parayı toprağını sattığı adama ödeyip toprağına dönecek. Ancak toprağını geri alacak parayı

bulamazsa, toprak özgürlük yılına kadar onu satın alan adama ait olacak. O yıl toprağı elinden

çıkaracak, satan adam da toprağına kavuşacak. Surlu bir kentte evini satan adamın evi sattıktan

tam bir yıl sonrasına kadar onu geri alma hakkı olacaktır. Eğer bir yıl içinde evini geri almazsa, ev

temelli olarak alıcıya geçecek, kuşaklar boyunca yeni sahibinin olacaktır. Özgürlük yılında ev yeni

sahibinin elinden alınmayacaktır. Ama surlarla çevrilmemiş köylerdeki evler tarlalar gibi işlem

görecektir. İlk sahibinin evi geri alma hakkı olacak, evi satın alan özgürlük yılında onu geri

verecektir". [Levililer: XXV/ 24-31].

- "Yedi yılda bir kutlanan Şabat yıllarının yedi kez geçmesini bekleyin. Yedi kez geçecek

Şabat yıllarının toplamı kırk dokuz yıldır. Sonra, yedinci ayın onuncu günü, yâni günahları

bağışlatma günü, bütün ülkede yüksek sesle boru çalınacak. Ellinci yılı kutsal sayacak, bütün ülke

halkı için özgürlük ilan edeceksiniz. O yıl sizin için özgürlük yılı olacak. Herkes kendi toprağına,

ailesine dönecek". [Levililer: XXV/ 8-10].

Bu uygulamayı toplumdaki askerî yapılanma ile îzah etmek mümkündür. Çünkü, asker ve

savaş teçhizatının tarla sâhibi çiftçilerce temin edildiği toplumlarda, arazinin mülkiyet yapısının

korunması, ülke savunması açısından ayrı bir önem taşır.

Taşınmaz mülkiyetindeki bu sosyal/kamusal konseptin tarlaların ürünlerinden yararlanma

konusunda da etkili olduğu anlaşılmakta. Aç kalan birisinin bir meyve bahçesi veya bağdan

açlığını giderecek kadar yemesine müsâade edilmiştir. Çünkü, Yahûdî toplumunda, fakir kişiler

olabilirse de, Yahûdî bir dilenci olamamak gerekir. Bu mantalite içinde, bağ ve bahçenin

ürünlerinden komşuların o anlık ihtiyaçlarını karşılayacak kadar almaları hırsızlık

sayılmamaktadır:

- "Komşunuzun bağına girdiğinizde doyuncaya dek üzüm yiyebilirsiniz, ama torbanıza

koymayacaksınız. Komşunuzun ekin tarlasına girdiğinizde elinizle başak koparabilirsiniz, ama

ekinlere orak salmayacaksınız". [Tesniye: XXIII/24-25].

b. Sözleşme Hukuku /Akitler

Ödünç para vermelerde, İbrânî olmayan birisine faizle borç vermek câiz olduğu halde; bir

Yahûdî'nin diğer bir Yahûdî'den faiz alması kabul edilmemiştir:

- "Eğer kavmime para ikraz edersen, ona tefeci gibi davranmayacaksın; üzerine faiz

eklemeyeceksin!..". [Çıkış: XXII/25].

- "Biraderinden faiz ve ribâ almayacaksın. Parayı ona faizle vermeyeceksin, yiyeceğini ona

faizle vermeyeceksin!..". [Levililer: XXV/35-37].

- “Siz bir çok kavime ödünç vereceksiniz, ama siz ödünç almayacaksınız. Siz bir çok ulusu

yöneteceksiniz, ama onlar sizi yönetmeyecek". [Tesniye: XV/6; XXVIII/ 12]. "Kardeşinize para,

Page 169: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

169

yiyecek ya da faiz getiren başka bir şey ödünç verdiğinizde, ondan faiz almayacaksınız.

Yabancıdan faiz alabilirsiniz ama kardeşinizden almayacaksınız". [Tesniye: XXIII/19-20].

Bu yaklaşım içinde, zengin Yahûdîler, çok eski devirlerden beri başka kavimlerden ihtiyaç

sahibi kimselere faizle para vermek suretiyle dünyanın önde gelen bankerleri olmuşlardır. Diğer

yandan, Yahûdîler arasında faizle ödünç verme yasağının, uygulamada, Mişna'da düzenlenen bir

takım hîle-i şer'iyye uygulamalarıyla, araya bir takım sözde satış muâmeleleri konarak, bir şekilde

dolanıldığı anlaşılmaktadır.

Borçlarını ödeyemeyecek durumda olan yoksullar alacaklının kölesi oluyorlardı. Emânet

olarak verilen mal ve hayvanlarda, emânet alınan mal ve hayvana bir zarar vukû bulursa, çalınırsa;

emânet alan kişi, kusurlu bulunması hâlinde hayvanın bedelini ödemekle mükellef tutulurdu.

Ancak, kusurlu olduğuna dair bir delil bulunmaz ve kusuru olmadığı yolunda yemin ederse

sorumlu tutulmazdı:

- "Eğer bir kimse, saklamak üzere komşusuna bir merkep, bir öküz... tevdi ettiği halde, bu

hayvan ölür veya sakatlanır veya kimse görmeksizin alınıp götürülürse; komşusunun malına el

uzatmadığına dair Tanrı yemini ederse, sorumlu olmayacaktır." [Çıkış: XXII/10-11].

Bu hüküm, Hammurabi Kanunnâmesi'ndeki aynı konuya ilişkin maddenin aynen tekrarı

gibidir:

- "Hayvanlar ahvâli mücbireden dolayı, yahut hastalıktan dolayı mahvolursa, çoban

yeminle beriyyüzzimme olur ". [m. 266]. "Sığır ânî hastalık yüzünden ölürse, müstecir, yemin

etmekle sorumluluktan kurtulur." [m. 249].

Rehin koyulacak mallara getirilen sınırlama bakımından İbrânî hukukunda getirilen tahdit,

elbiselerle ve buğday öğütme aparatı ile sınırlı kalmakta, Hammurabi Kanunnâmesinde olduğu

gibi koşum hayvanlarına kadar uzanmamaktadır:

- "Rehin olarak ne değirmeni, ne de üst taşını alın. Bunu yapmakla adamın yaşamını rehin

almış olursunuz". [Tesniye: XXIV/ 6].

- "... Dul kadının giysisini rehin almayacaksınız". [Tesniye: XXIV/ 17].

- "Komşunuzun abasını rehin alırsanız, gün batmadan geri vereceksiniz". [Çıkış:

XXII/26].

Tevrat'ta, hizmet akdi ile ilgili olarak, işverenlerin çalıştırdıkları kişilere zulmetmemeleri

ve ücretlerini her gün muntazam bir şekilde ödemeleri emredilmektedir.

- "Ücretle çalışan, gereksinimi olan, yoksul bir soydaşınızı ya da kentlerinizin birinde

yaşayan bir yabancıyı sömürmeyeceksiniz. Ücretini her gün, güneş batmadan ödeyeceksiniz.

Yoksul olduğu için güvencesi odur. Yoksa sana karşı RAB'be feryâdeder ve sen de günah işlemiş

sayılırsın". [Tesniye: XXIV/ 14-15].

Page 170: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

170

c. Hukuka ve Sözleşmeye Aykırı Fiiler

Tevrat'ta, hukuka aykırı fiillerden doğan durumlara ilişkin bâzı hükümlere de

rastlanmaktadır. Meselâ, yaktığı ateşle başkasının tarlasındaki ürünlerin yanmasına sebep olan

kişi; kazdığı bir kuyunun üzerini örtmemesi sebebiyle bir hayvanın düşerek telef olmasına sebep

olan kişi; kontrolleri altındaki hayvanların başkalarına zarar vermelerini

engellemeyen/engelleyemeyen kişiler, husule gelen zararları tazmin etmekle mükellef

tutulmuşlardır. Cezâ hukuku ile ilgili sonuçlar doğuran haksız fiillerin bu yönü de ayrıca

değerlendirilmektedir:

- "Bir adam bir çukur açar ya da kazdığı çukurun üzerini örtmezse ve çukura bir boğa ya

da bir eşek düşerse, çukuru kazan, hayvanın bedelini ödeyecektir. Parayı hayvanın sahibine

verecek, ölü hayvan kendisinin olacaktır". [Çıkış: XXI/ 33-34],

- " Tarlada ya da bağda hayvanlarını otlatan bir adam, hayvanlarının başkasının tarlasında

otlamasına izin verirse, zararı kendi tarlasının ya da bağının en iyi ürünleriyle ödeyecektir. Birinin

yaktığı ateş dikenlere sıçrar, ekin demetleri, tarladaki ekin ya da tarla yanarsa, yangın çıkaran kişi

zararı ödeyecektir. Emânete ihanet edilen konularda, öküz, eşek, koyun, giysi, herhangi bir kayıp

eşya için 'Bu benimdir' diyen her iki taraf sorunu yargıcın huzuruna getirmelidir. Yargıcın suçlu

bulduğu kişi komşusuna iki kat ödeyecektir. Bir adam komşusuna korusun diye eşek, öküz, koyun

ya da herhangi bir hayvan emânet ettiğinde, hayvan ölür, sakatlanır ya da kimse görmeden

çalınırsa, komşusu adamın malına el uzatmadığına ilişkin RAB'bin huzurunda ant içmelidir. Mal

sahibi bunu kabul edecek ve komşusu bir şey ödemeyecektir. Ama mal gerçekten ondan

çalınmışsa, karşılığı sahibine ödenmelidir. Emânet hayvan parçalanmışsa, adam parçalarını kanıt

olarak göstermelidir. Parçalanan hayvan için bir şey ödemeyecektir. Biri komşusundan bir hayvan

ödünç alır, sâhibi yokken hayvan sakatlanır ya da ölürse, karşılığını ödemelidir. Ama sâhibi

hayvanla birlikteyse, ödünç alan karşılığını ödemeyecektir. Hayvan kiralanmışsa, kayıp, ödenen

kiraya sayılmalıdır". [Çıkış: XXII/ 5-15].

d. Mal Sahibinin Sorumluluğu

Sahibi olduğu hayvanın başkasını yaralaması veya öldürmesi gibi durumlarda doğan

hukukî ve cezâî sorumlulukların da aynı hüküm içerisinde iç-içe düzenlendiği görülmektedir:

- "Eğer bir boğa bir erkeği ya da kadını boynuzuyla vurup öldürürse, kesinlikle taşlanacak

ve eti yenmeyecektir. Boğanın sâhibi ise suçsuz sayılacaktır. Ama saldırganlığı bilinen bir boğanın

sâhibi uyarılmasına karşın boğasına sâhip çıkmazsa ve boğası bir erkeği ya da kadını öldürürse,

hem boğa taşlanacak, hem de sâhibi öldürülecektir. Ancak; boğanın sâhibinden para cezâsı

istenirse, istenen miktarı ödeyerek canını kurtarabilir. Boğa ister erkek; ister kız çocuğunu

öldürsün, aynı kural uygulanacaktır. Eğer boğa bir erkek ya da kadın köleyi öldürürse; kölenin

efendisine otuz şekel gümüş verilecek ve boğa taşlanacaktır. Bir adamın boğası komşusunun

boğasını yaralar, yaralı boğa ölürse, sağ boğayı satıp parasını paylaşacak, ölü hayvanı da

bölüşeceklerdir. Eğer boğanın saldırgan olduğu ve sahibinin ona sâhip çıkmadığı biliniyorsa,

boğaya karşılık boğa verecek ve ölü hayvan kendisine kalacaktır". [Çıkış: XXI/ 28-32].

Page 171: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

171

5. KÖLE HUKUKU

Daha önce de işaret edildiği ve diğer kadîm topluluklarda da uygulandığı gibi, İbrânî

hukukuna göre de fertler arasında hukukî ehliyet bakımından eşitlik kabul edilmemiş; kişiler, hür

olanlar ve köle olanlar şeklinde ikiye ayrılmıştır. Ancak, İbrânî hukuku bu ayırımı bir adım daha

ileri götürmekte, hür ve köleleri de kendi içlerinde, İbrânî soyundan gelenler ve değer kavimlerden

olanlar şeklinde iki ayrı kategoride ele almakta ve ona göre hükümler ihdâs etmektedir. İbrânî

köleler borçlarını ödeyemedikleri için alacaklısının kölesi olanlar veya sefalete düştükleri için

kendilerini satanlardır.

Yukarıdaki ayrıma uygun bir şekilde, İbrânî olmayan köleler, âzâd edilmedikleri takdirde

ömürleri boyunca köle olarak kalırlarken, İbrânî asıllı köleler için ömür boyu kölelik kabul

edilmemiş, belirlenen âzamî bir sürenin (altı yıl) sonunda âzâd olmaları öngörülmüştür. İbrânî bir

köle altı yıldan sonra yedinci yıl kendiliğinden özgür kalır. Eğer köle olduğunda evli idiyse karısı

da özgürlüğünü kazanır. Eğer efendisi bekâr kölesini altı yıl için yâni kölelik süresi içinde geçerli

olmak üzere evlendirmişse bu durumda, süre sonunda köle hür olmasına rağmen, İbrânî olmayan

karısı ve çocukları efendinin kölesi olarak kalmaya devam eder:

- " Kardeşlerinden bir İbrânî veya İbrâniye sana satılırsa, o sana altı sene hizmet edecek ve

yedinci senede onu serbest olarak salıvereceksin. Ona, Tanrı'nın sana ihsan eylediği nimetten... bir

şey vermeyi de ihmal etmeyeceksin. Mısır diyarında senin köle olduğunu ve Tanrı'nın seni

kurtardığını hatırlayacaksın; işte bunun içindir ki, Ben bugün bunu sana emrediyorum. "[Tesniye:

XV/ 12-15],

- "İsrailliler'e şu ilkeleri bildir: İbrânî bir köle satın alırsan, altı yıl kölelik edecek, ama

yedinci yıl karşılık ödemeden özgür olacak. Bekâr geldiyse, yalnız kendisi özgür olacak; evli

geldiyse, karısı da özgür olacak. Efendisi kendisine bir kadın verir ve o kadından çocukları olursa,

kadın ve çocuklar efendisinde kalacak, yalnız kendisi gidecek". [Çıkış: XXI/1-4].

Eşinden ve çocuklarından ayrılmak istemeyen ve mevcut kölelik statüsüne râzı olan İbrânî

köle için ise şöyle bir seçim imkânı da "Ama köle açıkça, 'Ben efendimi, karımla çocuklarımı

seviyorum, özgür olmak istemiyorum' derse, efendisi onu hâkim huzuruna çıkaracak. Kapıya ya

da kapı sövesine yaklaştırıp kulağını bizle delecek. Böylece köle yaşam boyu efendisine hizmet

edecek. [Çıkış XXI/ 5-6].

Tevrat'ta, İbrânî asıllıların niye dâimî statüde köle olamayacakları ve onların kölelik

şartlarının niçin farklı olması gerektiği şöyle açıklanmakta:

- " Çünkü İsrailliler benim Mısır'dan çıkardığım kullarımdır. Köle olarak satılamazlar.

Köleleriniz, câriyeleriniz çevrenizdeki uluslardan olmalı. Onlardan uşak ve câriye satın

alabilirsiniz. Ayrıca aranızda yaşayan yabancıların çocuklarını, ister ülkenizde doğmuş olsun ister

olmasın, satın alıp onlara sâhip olabilirsiniz. Onları mîras olarak çocuklarınıza bırakabilirsiniz.

Yaşamları boyunca size kölelik edecekler. Ancak bir İsrailli kardeşin köle ise, ona efendilik

etmeyecek, sert davranmayacaksın". [Levililer: XXV/ 42-46].

- "Aranızda yaşayan bir kardeşin yoksullaşır, kendini köle olarak sana satarsa, onu bir köle

gibi çalıştırmayacaksın. Yanında çalışan bir işçi ya da hür bir yabancı gibi davranacaksın ona.

Page 172: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

172

Özgürlük yılına dek yanında çalışacak. Sonra çocuklarıyla birlikte yanından ayrılıp ailesinin

yanına, atalarının toprağına dönecek. Aranızda yaşayan bir yabancı ya da geçici olarak kalan biri

zenginleşir, buna karşılık bir İsrailli kardeşin yoksullaşıp kendini ona ya da ailesinin bir bireyine

köle olarak satarsa, satıldıktan sonra geri alınma hakkı vardır. Kardeşlerinden biri, amcası,

amcasının oğlu veya yakın akrabalarından, ailesinden biri onu geri alabilir. Ya da yeterli para

bulursa, kendisi özgürlüğünü geri alabilir. Çünkü İsrailliler benim kullarım, Mısır'dan çıkardığım

kendi kullarımdır. Tanrınız RAB benim". [Levililer: XXV/ 39-41, 47-55],

Bu yaklaşım içinde, İbrânî Hukukunda kölelerin genellikle yabancı asıllı olmalarına özen

gösterilmiş, tüm Yahûdîlerin kardeş oldukları gerekçesi ile birbirlerini köle olarak kullanmaları

elden geldiğince sınırlanmak istenmiştir. Diğer yandan, İbrânî inancına göre bir İbranî'nin her

şeyden önce İbrânî tanrısına hizmet etmesi gerekir ve aynı anda iki efendiye hizmet etmek buna

engel oluşturabilir.

Daha sonra Talmud'da, borçlanma ve sefalet durumlarında dahi, geçici bir süreliğine de

olsa köle statüsüne düşme veya kendisini satma uygulamasına İbrânîler için bâzı sınırlamalar

getirilmiştir. Meselâ, bir İbrânî, İbrânî olmayan birine, bir kadına veya daha önce suç işlediği

bilinen ve ahlâksızlığı ile mâruf birine satılamaz. Bu yasağa rağmen, böyle bir satış

gerçekleşmişse, akrabaları ve İbrânî toplumu için, fidyesini ödeyerek bu kardeşlerini kurtarma gibi

dînî bir sorumluluk doğar. Ayrıca, köle sâhipleri, çocukları ile birlikte İbrânî asıllı kölelerine de

bir miktar mîras bırakmakla yükümlü tutulmuşlardı. Köle sayısının az olması ve tarımda köle

kullanılmaması da İbrânî kölelere bir aile mensubu gözüyle bakılmasını kolaylaştırmıştır. Diğer

yandan, İbrânî kölelerin dînî âyin ve törenlere katılmasına da izin veriliyordu:

"Şabat günü sen, oğlun, kızın, erkek ve kadın kölen, hiçbir iş yapmayacaksınız". [Çıkış:

XX/ 10; keza: XXIII/12 ve Tesniye: XVI//11-14].

Kölelik bahsinde İbrânî asıllı olanlara tanınan bir başka ayrıcalık da, hür bir İbrânî'yi

kaçırıp, onu köle olarak satan kimsenin ölüm cezâsı ile cezâlandırılmasıdır:

"İsrailli kardeşlerinden birini kaçırıp ona kötü davranan ya da onu satan adam yakalanırsa

ölmeli. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız". [Tesniye: XXIV/ 7 ].

Hatırlanacağı gibi, Hammurabi Kanunnamesi’nin ilk maddesi de hür bir adamı kaçırıp köle

olarak satma fiili ile ilgilidir ve cezâsı ölümdür. Ancak, orada kavim ayırımı yapılmadığı halde,

Tevrat'ta, sadece hür bir İbrânî'yi kaçırıp, köle olarak satan için böyle bir cezâ öngörülmektedir.

Köleler, mîras, bağışlama, satım yoluyla devredilirlerdi. Kölelerin mülk edinmeleri

kanunla açıkça yasaklanmıştı. Başkalarından aldığı ya da bulduğu her şeyi köle, efendisine

teslimle mükellefti. İbrânî hukuku, kölelerin evlenmelerine izin veriyordu. Ancak, köle efendisinin

mülkü sayıldığından, doğan çocuklar da efendinin kölesi olurdu. Başkasının kölesinde bedenî bir

sakatlığa yol açan kişi; kölesine hasar vererek mülkiyet hakkına saygısızlık ettiği, belli bir süre

çalışmasına engel olarak ve tedavi masrafı çıkartarak efendisinin zarara uğramasına sebebiyet

verdiği için kölenin sâhibine tazminat ödemekle yükümlü tutulurdu.

Efendileri köleyi cezâlandırabilirdi ancak bunun sakatlama ve öldürme noktasına

varmaması gerekirdi. Döverek kölesini öldüren efendi cezalandırılırdı, fakat bunun için, ölümün

Page 173: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

173

iki gün içinde gerçekleşmesi gerekirdi. Efendisi, kölesini sakatlama ve ölüm sonucu

doğurmayacak şekilde tedip ederse bunun cezaî bir müeyyidesi yoktu, çünkü köle onun malı idi.

Ancak, eğer efendisi döverek kölesini sakatlamışsa, bu durumda köle hür olurdu:

"Bir adam erkek ya da kadın kölesini değnekle döverken öldürürse, kesinlikle

cezalandırılacaktır. Ama köle hemen ölmez, bir iki gün sonra ölürse, köle sahibi ceza

görmeyecektir. Çünkü köle onun malı sayılır. ... Bir adam erkek ya da kadın kölesini gözüne

vurarak kör ederse, gözüne karşılık onu özgür bırakacaktır. Eğer erkek ya da kadın kölesinin dişini

kırarsa, dişine karşılık onu özgür bırakacaktır". [Çıkış : XXI/ 20-21, 26-27].

Tevrat'ta köleliğin kaldırılmasına ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır. Ancak, yine de,

kadîm medeniyetler içinde köleye en iyi davrananlar arasında İbrânîleri de saymak gerekir. O

kadar ki, kaçak köleler diğer medeniyetlerde efendilerine teslim edilirken İbrânîlerde ülkenin

diledikleri bir yerinde hür olarak yaşamalarına izin verilirdi.

"Efendisinden kaçıp size sığınan köleyi efendisine teslim etmeyeceksiniz. Bırakın kendi

seçeceği yerde, beğendiği bir kentte aranızda yaşasın. Ona baskı yapmayacaksınız". [Tesniye:

XXIII/15-16].

a. Köle Azadı

İbrânî hukukunda kölelerin âzad edilmesi konusu da çok geniş bir şekilde düzenlenmişti.

Kölenin İbrânî asıllı olup olmamasına göre hukukî düzenleme farklılık gösteriyordu. İbrânî dinine

göre, her ellinci yılda genel bir âzadlama merasimi (jübile) yapılması gerekir ve bu merasimde tüm

Yahûdî köleler kölelik süresi içinde doğan çocukları ile birlikte hür olurlardı. Ancak İbrânî asıllı

baba ve yabancı asıllı anadan doğan çocuklar analarına bağlı olarak köle kalırlardı. Böylece

İbrânî'lerde çocukların analarına bağlı olarak hür ya da köle oldukları görülmektedir. Yahûdî

asıllılar için köleliğe bu kadar karşı olan İbrânî hukukunun babaları İbrânî olan köle çocuklarını

köle olarak bırakmaları gariptir. Diğer yandan, bu Jübile yılında, İbrânî olmayan köle sâhipleri de

Yahûdî asıllı kölelerini, kölelerin akrabalarının ödeyeceği fidye karşılığında serbest bırakmak

zorundaydılar.

İbrânî asıllı köleleri korumaya dönük bir başka hukukî düzenleme de böyle bir kölenin

Filistin'in dışındaki bir efendiye satılması ile ilgiliydi. Efendisi tarafından Filistin dışındaki İbrânî

olmayan birisine satılan Yahûdî bir köle kendiliğinden hür statüsüne geçerdi. Ülke dışında oturan

bir efendinin İbrânî kölesi de efendisinden, kendisini Filistin'e götürebilecek birisine satmasını

istemek hakkına sâhipti. Talmud bu hükümleri daha da ileri götürerek, İbrânî bir kölenin Filistin

dışındaki bir efendiye satılması durumunda, ikinci efendi Yahûdî olsa bile kölenin hür olacağı

hükmünü getirmiştir. Böylece İbrânî asıllı kölelerin ülke dışına çıkarılarak kötü muâmele

görmeleri ve altı yıl sonra âzad olma haklarını kaybetmeleri önlenmek istenmiştir.

İbrânî hukukunda köle âzadı diğer bâzı eskiçağ sistemlerinde olduğu gibi sıkı sıkıya şekle

bağlı bir hukukî işlemdir. Âzadın geçerli olması için iki şahit önünde sözlü olarak beyân edilmesi

ve buna ilaveten yazı ile de tevsiki gerekmektedir. Köle âzâd etmenin başka bâzı yolları da

mevcuttu: Kölesini hür bir kadınla evlendiren, kölesinin başının üzerine bir muska koyan, topluluk

önünde Tevrat'tan üç mısra okumasını köleye teklif eden veya kölesine sadece hürlerin yapmasına

Page 174: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

174

izin verilen bir işi yapmasını söyleyen efendi de onu âzad etme niyetini açıklamış sayılırdı. Ancak

yine yukarıda belirtilen şekilde bir yazılı belge düzenlemesi îcâp ederdi. Efendinin, bu belgede,

irade beyânında gelecek zaman değil, geçmiş zaman kipini kullanması, "âzad edeceğim" değil de

“âzad ettim" demesi şarttı. Kölesi Filistin dışına kaçan bir efendi de artık onu âzad etmek zorunda

idi. Daha önce işaret edildiği gibi, efendisine çocuk doğuran kadın köle de efendinin ölümünden

sonra âzad edilmiş sayılırdı.

Tevrat'ta köle âzadına ilişkin bu hükümler yanında âzad edilmiş kölelerin durumlarını

düzenlemeye ve onları himâyeye dönük hükümler de yer almaktadır. Âzad edilmiş bir câriyeye

tecavüz eden kişi cezâlandırılırdı. (Levililer: XIX/ 20). Âzad edilmiş köleler artık Tanrının ve

kralın koruması altına girmiş kabul edilirdi ve artık eski efendilerine karşı bir sorumluluk

taşımaları gerekmezdi. Ancak, yine de âzadlılar hürlerle bir tutulmaz, daha alt bir tabakaya mensup

sayılırlardı.

6. CEZÂ HUKUKU

Tevrat'ta, pek çok fiilin suç olduğu ifade edilerek, bunları işleyenlere verilecek cezaların

da belirtildiği görülmektedir. Önce, genel bâzı bilgiler verelim:

a. Genel İlke ve Uygulamalar

aa) Kısas İlkesi

Suçlulara verilecek cezâda esas ilke "kısas ilkesi” dır, ”cana can, göze göz, dişe diş, ele el,

ayağa ayak, yanığa yanık, yaraya yara, bereye bere” esası kabul edilmiştir. Bu ilkenin

uygulanmasına o kadar önem veriliyordu ki; Tevrat'ta, karşı taraf kabul etse dahi, diyet ödenmesi

uygulamasına karşı çıkılmaktadır:

- "Öldürülmeyi hak eden katil için diyet kabul etmeyesin, zira mutlaka öldürülmesi

gerekir." [Çölde Sayım: XXXV/ 31].

Ancak, bâzı istisnâî hallerde diyet uygulamasına cevaz verildiği görülmektedir. Bunlar,

işlenen fiilin kasden değil, kazâen veya ihmâl sonucu vuku bulması gibi durumlardır. Meselâ, bir

kişi, başkasını boynuzlama huyunda olan öküzünü kontrol altında tutmayıp da öküz birini

boynuzlayıp öldürürse; bu durumda, öküzün sâhibi diyet ödeyerek ölümden kurtulabilirdi. Yâni,

kastın olmadığı durumlarda kısas ilkesinden tâviz verilebiliyordu. Bu durum hukuk anlayışının

gelişmesi bakımından şüphesiz ileri bir noktaya işaret etmekte ise de, boynuzlayarak başkasının

ölümüne yol açan öküzün de suçlu görülmesi ve taşlanarak öldürülme cezâsına çarptırılması arkaik

bir unsur olarak durmaktadır.

ab) İntikam Uygulaması

Cezâların devlet/toplum tarafından yerine getirilmesi genel ilke olmakla beraber; şahsî öç

alma (intikam) uygulamasının da yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Birisini plânlayarak öldüren kişi,

intikamım almaları için, ölenin yakınlarına teslim edilirdi:

- " Komşusuna kin besleyen biri pusuya yatar, saldırıp onu öldürür, sonra da bu kentlerden

birine kaçarsa, kentin ileri gelenleri peşinden adam gönderip onu kaçtığı kentten geri getirecekler.

Page 175: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

175

Öldürülmesi için, ölenin öcünü almak isteyen kişiye teslim edecekler. Ona acımayacaksınız..."

[Tesniye: XIX/11-13].

Ölenin yakınları tarafından maktûlün intikamının alınması, yâni kâtilin ölenin yakınlarınca

tâkip edilip öldürülmesi uygulamasının o kadar yaygın ve güçlü olduğu anlaşılıyor ki, Tevrat’ta,

odun kıran birisinin baltasının sapından çıkarak birine çarpması ve ölümüne yol açması gibi kazâen

ölümlerde bile, çözüm olarak, intikam uygulamasını yasaklamaya cesaret edilememekte; fakat,

ölüm kazâen gerçekleştiği için bu kişinin ölümü hak etmemiş olduğu dikkate alınarak, ölenin

yakınlarının onu takip edip öldürmelerinden canını kurtarabilmesi için uzak bir şehre kaçması

önerilmekte ve bu amaçla belli şehirlerin tesbit edilmesi istenmektedir:

- "Biri, önceden kin beslemediği komşusunu istemeyerek öldürürse, meselâ, ... baltayı

vurduğunda balta saptan çıkar, komşusuna çarpar ve komşusu ölürse, ölüme sebep olan kişi bu

kentlerden birine kaçıp canını kurtarsın. Yoksa ölenin öcünü almak isteyen, öfkeyle öldürenin

peşine düşebilir, yol uzunsa yetişip onu öldürebilir. Oysa öldüren kişi, öldürdüğü kişiye karşı

önceden bir kini olmadığından, ölümü hak etmemiştir". [Tesniye: XIX / 4-6].

ac) Suçun ve Cezanın Şahsîliği

Önceki dönemlerde suçun ve cezanın sirayeti zihniyeti cârî idi. Bir kabileye mensup biri

diğer kabileden birini öldürdüğünde, ölen tarafın kabile üyeleri katili ele geçiremedikleri takdirde

o kabileden her hangi bir kişiyi de öğürebiliyorlardı. Tevrat, "cezâların şahsîliği" esasını kabul

etmiş, "cezanın suçlunun yakınlarına sirayeti" uygulamasını yasaklamıştır.

- "Babalar çocukları için; çocuklar babaları için öldürülmeyecek; herkes kendi günahı için

öldürülecektir". [Tesniye: XXIV/16].

ad) Hayvanların da Cezalandırılması Uygulaması

İbrânî hukukunun cezâ mantalitesinde idam cezâsının uygulanmasında ilke olarak kast

unsuru aranmakta ve eğer kast unsuru yoksa, kişinin eylemi bir başkasının ölümüne yol açsa dahi

idam değil, tazmînât cezâsı verilmekte veya verilebilmektedir. Gerçi, daha önce de işaret edildiği

gibi, başkasını boynuzlama huyu bulunan hayvanını zapt etmeyip de bu kusuru yüzünden

hayvanının başkasını boynuzlayıp öldürmesine sebebiyet veren kişiye de, kastı bulunmadığı halde,

sırf bu ağır kusuru dolayısıyla idam cezası verilebilmektedir ama, vefat eden kişinin yakınları râzı

oldukları takdirde, bu durumda ölüm cezâsı tazmînâta tahvil edilebilmekte, hayvan sahibi diyet

ödeyerek ölümden kurtulabilmektedir. Ancak, eğer kural bu ise, hayvana kasıt veya kusur izafe

edilemeyeceği için, hayvanların sebep oldukları ölüm olaylarında, hayvanın cezâlandırılmasının

söz konusu olmaması beklenir. Fakat, İbrânî Hukukunda, hayvanlar tarafından şahıslara karşı

verilen zararlardan dolayı hayvan sâhipleri sadece hukukî bakımdan değil, cezâî yönden de

sorumlu tutuldukları gibi; hayvanların bile suçlu sayılarak cezâlandırıldıkları görülmektedir:

- “Bir öküz, bir erkek veya kadını boynuzlayıp öldürürsee, öküz muhakkak surette taşlanıp

öldürülecek ve eti de yenmeyecektir. Öküzün sahibi sorumlu tutulmayacaktır. Ancak, öküz öteden

beri vurucu olup sahibine de haber verilmesine rağmen hayvanı zapt etmemiş ise; öküz taşlanarak

öldürülecek ve sahibi de öldürülecektir [Çıkış: XXI/ 28-29].

Page 176: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

176

- "Eğer boğa bir erkek ya da kadın köleyi öldürürse, kölenin efendisine otuz şekel gümüş

verilecek ve boğa taşlanacaktır. [Çıkış: XXI/32].

- "...kan canı içerir. Sizin de kanınız dökülürse, hakkınızı kesinlikle arayacağım. Her

hayvandan hesabını soracağım...". [Yaratılış: IX/ 4-5],

Belki de hayvanın bir iradesi olduğu düşüncesiyle değil de, ortaya çıkan sonucun

lanetinden kurtulma cihetiyle hayvanın cezâlandırılması yoluna gidiliyor ve eti de yenmiyordu.

Bir karşılaştırmaya imkân vermek bakımından, aynı konuda Hammurabi

Kanunnâmesi'ndeki hükme bakarsak:

"Bir kimse delilenmiş bir öküz tarafından cerh edilirse, öküz sahibi tazmînât ödemekle

mükellef tutulmaz. Ancak, öküzünün tos vurma kusurunu bildiği halde onu bağlı tutmayan kimse,

öküzü bir adamı öldürdükte 1/3 mana tediye etmeye mecburdur", [m. 250, 251].

Bu hükümlere bakıldığında, aynı konudaki Hammurabi Kanunnâmesi hükümlerine göre

daha sert ve haşin oldukları gözden kaçmamaktadır. Bu durum, belki, Hammurabi Kodu’nun daha

medeni ve ileri Sumer kanunlarından etkilenmiş olması ile izah edilebilir. Sami kültürünün her

zamanki sert ve haşin mantalitesi İbrânî hukukunda açıkça ortaya çıkmaktadır. Hele hayvanın

cezâlandırılması ve etinin bile kirli sayılması, hukuk mantalitesi bakımmdan daha ilkel bir düzeye

gerileme olarak değerlendirilebilir. Bu örnekte de görüldüğü gibi; genel olarak insanlık tarihindeki

ilerleme/gelişme çizgisi yanında zaman zaman gerilemelerle de karşılaşılabilmektedir. Konunun

bizim açımızdan önemi, söz konusu İbrânî hukukunun, sonraki dönemlerde ve bugün bile,

Yahûdîlikle tarihsel köken birliği sebebiyle İslâm Hukuku üzerinde oldukça etkin olmasıdır.

İbrânî hukukunda ve genel olarak bütün bu kadîm dönemlerde cezâ hukukunun hemen her

yerde acımasız olması ve çok haşin cezâlar öngörülmesinin başlıca sebeplerinden birinin de o

devirlerde ve o kültürlerde hapis cezâlarının, hapishane müessessinin bilinmemesi veya böyle bir

alt yapınınn mevcut olamaması olduğu söylenebilir.

b. Ölüm Cezasını Gerektiren Suçlar

Bizzat Yahve tarafından belirlendiği kabul edilen bu suçları şöyle sıralayabiliriz: Cinâyet;

adam kaçırmak; bir İbrânî'yi kaçırarak köle olarak satmak; büyücülük, sihir yapmak; putperestlik,

güneş, ay ve diğer gök cisimlerine ibâdet etmek; Yahova'ya sövmek, ondan başkasına kurban

kesmek; ebeveyne sövmek, onları dövmek; köle çalmak (köle öldürmek değil!); zina etmek (kadın

için hemen her durumda; erkek için evli/nişanlı bir kadınla zina etmesi durumunda); evlenen kızın

bâkire çıkmaması; hayvanlarla cinsel ilişki kurma gibi:

- "Büyücü kadını yaşatmayacaksınız. Hayvanlarla cinsel ilişki kuran herkes öldürülecektir.

Rab'den başka bir ilaha kurban kesen ölüm cezasına çarptırılacaktır". [Çıkış: XXII/18-20].

- "... kızın bâkire olduğuna ilişkin bir kanıt bulunamazsa, kızı baba evinin kapısına

çıkaracaklar. Kent halkı taşlayarak kızı öldürecek. Babasının evindeyken fuhuş yapmakla İsrail'de

iğrençlik yapmıştır. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız". [Tesniye: XXII/20-21].

Page 177: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

177

- "İsrailli kardeşlerinden birini kaçırıp ona kötü davranan ya da onu satan adam yakalanırsa

ölmeli. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız". [Tesniye: XXIV/ 7], "Kim adam kaçırırsa,

onu ister satmış olsun, ister elinde tutsun, kesinlikle öldürülecektir". [Çıkış: XXI/16].

- “Annesine ya da babasına lanet eden kesinlikle öldürülecektir. Kim annesini ya da

babasını döverse, kesinlikle öldürülecektir". [Çıkış: XXI/15, 17].

- "Kim ... gidip başka ilahlara tapar, onların, güneşin, ayın ya da gök cisimlerinin önünde

eğilirse, ...bu kötülüğü yapan erkeği ya da kadını kentinizin kapısına çıkarın ve taşa tutarak

öldürün". [Tesniye: XVII/3-5].

- "İsrailli kadının oğlu RAB'be sövdü, lanet etti. Onu Musa'ya getirdiler... RAB Musa'ya

şöyle dedi: Bütün topluluk onu taşlayacak. İster yerli ister yabancı olsun, RAB'be söven herkes

öldürülecektir. [Levililer: XXIV/11-16; 23].

c. Cinayet

İşlenen suçlara uygulanacak cezâ ilkeleri husûsunda kısas ve intikam ilkelerinin geçerli

olduğu daha önce belirtilmişti. En ağır suçlardan biri olan cinâyet fiilinde de aynı durum söz

konusudur ve adam öldürmenin cezâsı ölümdür. Ölen kimsenin en yakın akrabası suçluyu tâkip

edip öldürebilirdi:

- ''Ölenin öcünü alacak kişi, katili öldürecektir; onunla karşılaşınca onu öldürecektir".

[Çölde Sayım: XXXV/ 19, 21].

- "Ona merhamet etmeyesin, İsrail'de masum kanın intikamını alasın!..".

[Tesniye: XIX/13].

- "Adam öldüren kesinlikle öldürülecektir". [Levililer: XXIV/17]

- "Kim insan kanı dökerse, onun kanı da insan tarafından dökülecektir ".[Tekvin: IX/ 6].

- "Kan dökmek ülkeyi kirletir. İçinde kan dökülen ülke ancak kan dökenin kanıyla

bağışlanır". [Sayılar: XXXV/33].

Ölenin yakınlarının suçluyu bizzat öldürmeleri ("intikamını almaları”) uygulamasının

hukukça düzenlenen prosedürü şöyle işlerdi: Suçlu hâkim huzuruna çıkarılır ve iki şahidin

şahadetiyle suçlu olduğunu kanıtlandıktan sonra, öldürmeleri için maktulün yakınlarına teslim

edilirdi:

- "Eğer biri başka birine beslediği kinden ötürü onu iter ya da bile bile ona bir nesne

fırlatırsa, o kişi de ölürse, ya da beslediği kinden ötürü onu yumruklar, o kişi de ölürse, vuran kişi

kesinlikle öldürülecektir; katildir". [Çölde Sayım: XXXV/ 20-21].

- "Bir kimsenin komşusuna düşmanlığı olup, pusu kurarak onu öldürürse; suçlu yakalanıp,

dökülen kanın intikamını kime aitse ona teslim edilecek ve o öldürülecektir".

[Tesniye: XIX/11-12].

Öldürme fiili kasten değil de kazaen gerçekleşmişse dahi, eğer ölenin yakınları kusurlu

kişiyi tâkip eder ve yakalayıp öldürürlerse bir cezâ gerekmezdi; ancak bu durumda önerilen çözüm

Page 178: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

178

yolu, daha önceden bu nevî suç işleyenler için belirlenmiş olan altı şehirden birine suçlunun

kaçması ve bu yolla öldürülmekten kurtarılması idi:

Kasden olmayıp, eline Allah rast getirdi ise, onun sığınması için bir mahal tâyin

edeceğim...". [Çıkış: XXI/13].

- "... sığınak kentler olarak bâzı şehirleri belirleyin. Öyle ki, istemeyerek birini öldüren kişi

oraya kaçabilsin; çö alacak kişiden kaçıp sığınacak bir yeriniz olsun. Böylece o kişi topluluğun

önünde yargılanmadan öldürülmesin. Vereceğiniz bu altı kent sizin için sığınak kentler olacak.

Sığınak kentlerin üçünü Şeria Irmağının doğusundan, üçünü de Kenan ülkesinden seçeceksiniz.

Bu altı kent İsrailliler ve aralarında yaşayan yabancılarla yerli olmayan konuklar için sığınak

kentler olacak. Öyle ki, istemeyerek birini öldüren kişi oraya kaçabilsin". [Sayılar: XXXV/11-15].

Kasıt olmaksızın, kazâen bir kişinin ölümüne yol açan kişi, ancak bâzı şartların

gerçekleşmesi durumunda eski ikâmetgâhına dönebilirdi. Eğer bu şartlar gerçekleşmeden fâil bir

şekilde o sığındığı şehrin dışına çıkmış olur ve ölenin yakınları tarafından öldürülürse, öldürenler

suçlu sayılmazdı:

"... Kişi kutsal yağla mesh edilmiş baş hahamın ölümüne dek orada kalmalıdır. Ama adam

öldüren kaçmış olduğu sığınak kentin sınırını geçer, kan öcü alacak kişi de onu sığınak kentin

sınırı dışında görür, kan öcü alacak kişi öldüreni öldürürse suçlu sayılmayacaktır. Çünkü adam

öldüren, baş hahamın ölümüne dek sığınak kentte kalmalı. Ancak onun ölümünden sonra kendi

toprağına dönebilir". [Sayılar: XXXV/25-28].

Cinâyet durumunda Yahve'nin, ölenin yakınlarının bizzat intikam alması husûsunda

teşvikkâr bir tutum takındığı görülmekte, onların bedel alarak intikam haklarından vazgeçmelerini

kesinlikle istememekte; o kadar ki, kazâen vuku bulan ölümlerde dahi, muayyen şehirlere kaçmış

bulunan fâilin, bedel ödeyerek eski ikâmetgâhına dönmesi kabul edilmemektedir:

- "Ölümü hak etmiş katilin canı için bedel almayacaksınız; o kesinlikle öldürülecektir.

Sığınak kente kaçmış olan birinin baş hahamın ölümünden önce toprağına dönüp yaşaması için

bedel almayacaksınız". [Çölde Sayım: XXXV/ 31-32].

- “Kim birini vurup öldürürse, kendisi de kesinlikle öldürülecektir. Eğer bir adam

komşusuna düzen kurar, kasıtlı olarak saldırıp onu öldürürse, sunağıma bile kaçmış olsa, onu

çıkarıp öldüreceksiniz”. [Çıkış: XXI/12,14].

Ölüme yol açan hareketin öldürme kastıyla yapılıp yapılmadığı husûsunda, failin

kullandığı araçların hâdiselerin normal akışına göre adam öldürmeye elverişli olup olmadığı

husûsunun dikkate alındığı intibaı uyanmaktadır:

- “Eğer biri demir bir aletle başka birine vurur, o kişi de ölürse, adam katildir ve kesinlikle

öldürülecektir. Birinin elinde bir taş varsa, bu taşla başka birine vurursa, o kişi de ölürse, adam

katildir ve kesinlikle öldürülecektir. Ya da elinde tahtadan bir alet varsa, bununla birine vurursa, o

kişi de ölürse, adam katildir ve kesinlikle öldürülecektir. Eğer biri başka birine beslediği kinden

ötürü onu iter ya da bile bile ona bir nesne fırlatırsa, o kişi de ölürse, ya da beslediği kinden ötürü

Page 179: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

179

onu yumruklar, o kişi de ölürse, vuran kişi kesinlikle öldürülecektir; katildir". [Sayılar: XXXV/16-

21].

Kasdın olmadığı, kazâen ölüme yol açma durumunun, “eline Allah rast getirdi ise" şeklinde

ifade edildiği görülmekte ve şu örnekler sıralanmaktadır:

- “Ama olayda kasıt yoksa, eline Allah rast getirdi ise (ona ben izin vermişsem) size adamın

kaçacağı yeri bildireceğim". [Çıkış: XXI /13].

- “Eğer biri bir başkasına kin beslemediği halde ansızın onu iter ya da istemeyerek ona bir

nesne fırlatırsa, ya da onu görmeden üzerine öldürebilecek bir taş düşürürse, o kişi de ölürse,

öldüren ölene kin beslemediğinden ve ona zarar vermek istemediğinden... ”. [Sayılar: XXXV/ 22-

23].

Adam öldürme fiilinin hukuka aykırılığını ortadan kaldıran bâzı durumlardan da

bahsedilmektedir. Kazaen adam öldüren ve sığınmacılar için ayrılmış bulunan şehirlerden birine

sığındığı halde, şartları oluşmadan bu şehirlerden dışarı çıkan kişilerin durumları daha önce

zikredilmişti. Bir diğer durum da, gece vakti eve giren hırsızın öldürülmesi hâlidir:

- "Bir hırsız bir eve girerken yakalanıp öldürülürse, öldüren kişi suçlu sayılmaz. Ancak

olay güneş doğduktan sonra olmuşsa, kan dökmekten sorumlu sayılır... [Çıkış: XXII/ 2-3].

Daha önce de işaret edildiği gibi, cezânın, suçu işleyen kişinin yakınlarına sirayeti

uygulaması kesin olarak yasaklanmaktadır. Suçlunun yakalanamaması gibi durumlarda suçlunun

yakınlarından intikam alınması uygulaması men'edilmiştir:

- "Ne babalar çocuklarının günahından ötürü öldürülecek, ne de çocuklar babalarının.

Herkes kendi günahı için öldürülecek". [Tesniye: XXIV/16].

Ancak, daha önce Hitit'te vs. gördüğümüz şekilde, fâili meçhul cinâyetlerde kollektif

sorumluluğun İbrânî hukukunda da yer aldığı görülür.

ca) Fâili meçhul cinayetlerde kollektif sorumluluk

Bir cinâyet işlenmiş ve fâili de bulunamamışsa, cinâyet mahalline en yakın yerleşim

yerinde ikâmet edenler bu suçtan sorumlu tutulabilmektedir. Bu durumda, söz konusu yerleşim

yerindeki erişkin kişilerin sorumluluktan kurtulabilmeleri için, bu şehrin ileri gelenlerinin belli bir

dînî ritüeli izleyerek, "ellerimiz bu cinayeti işlemedi, gözlerimiz bu cinayeti işleyeni görmedi"

şeklinde yemin etmeleri gerekmektedir:

- "Tanrınız RAB'bin mülk edinmek için size vereceği ülkede, kırda yere düşmüş, kimin

öldürdüğü bilinmeyen birini görürseniz, ileri gelenleriniz ve yargıçlarınız gidip ölünün çevredeki

kentlere olan uzaklığını ölçsünler. Ölüye en yakın kentin ileri gelenleri işe koşulmamış,

boyunduruk takmamış bir düve alacaklar. Düveyi toprağı sürülmemiş, ekilmemiş ve içinde sürekli

akan bir dere olan bir vadiye getirecekler. Orada, derede düvenin boynunu kıracaklar... Ölüye en

yakın kentin ileri gelenleri, derede boynu kırılan düvenin üzerinde ellerini yıkayacaklar. Sonra

şöyle bir açıklama yapacaklar: 'Bu kanı ellerimiz dökmedi, kimin yaptığını gözlerimiz de görmedi'

[Tesniye: XXI/1-8].

Page 180: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

180

"Kasâme" tâbir edilen ve kurban ritüeli hariç tutulursa bu uygulamaya benzeyen bir hüküm

ve uygulamanın İslâm hukukunda da mevcut olduğuna daha önce işaret edilmişti.

d. Haksız Fiiller

Tevrat'ta, kişilerin hukuka aykırı fiilleri sebebiyle doğan hukukî durumları düzenleyen ve

bundan doğan zararların karşılanmasını öngören hükümlere de yer verildiği daha önce de

belirtilmişti. Diğer kadîm hukuk metinlerinde de görüldüğü üzere, genel bâzı kuralların konması

yerine tek tek vak'alara ilişkin düzenlemelere gidilmektedir. Bu durumun, o dönemlerdeki

insanların zihniyet ve muhakeme tarzları ile ilgili olduğu gibi, belki daha çok, bu hukuk

mecellelerinin, mahkeme kararlarının bir kanun maddesi hâline getirilmesi şeklinde oluşmuş

bulunmasından kaynaklandığı husûsuna daha önce de işaret edilmişti. Söz konusu mantalite içinde,

dövme, yaralama gibi fiiller için cezâî ve tazmine dönük müeyyideler öngörülmektedir. Ölüm veya

organ kaybı gibi bir sonuç doğurmayan kavga ve yaralamalarda tazmînât ödenmesi ve doğan

zararın giderilmesi yoluna gidilmektedir:

- ''Kavga çıkar, bir adam komşusuna taşla ya da yumrukla vurur, vurulan adam ölmeyip

yatağa düşer, sonra kalkıp değnekle dışarıda gezebilirse, vuran adam suçsuz sayılacaktır. Yalnız

yaralının kaybettiği zamanın karşılığını ödeyecek ve tümüyle iyileşmesini sağlayacaktır.”

[Çıkış:XXI/18-19].

Organ kaybı ile sonuçlanan olaylarda ise, genel ilke olan kısas, yâni, "göze göz, dişe diş"

ilkesi uygulanmaktadır:

- "İki kişi kavga ederken gebe bir kadına çarpar, kadın erken doğum yapar ama başka bir

zarar görmezse, saldırgan, kadının kocasının istediği ve yargıçların onayladığı miktarda para

cezasına çarptırılacaktır. Ama başka bir zarar varsa, cana karşılık can, göze karşılık göz, dişe

karşılık diş, ele karşılık el, ayağa karşılık ayak, yanığa karşılık yanık, yaraya karşılık yara, bereye

karşılık bere ödenecektir". [Çıkış 22-25].

Diğer yandan, ortada yaralama, organ kaybı gibi bir durum olmadığı halde, bir tabu olarak

görüldüğünden olsa gerek, cinsellikle bir boyut işin içine girdiğinde, yapılan davranışın

müeyyidesi pek haşin bir hâl almaktadır:

- "Eğer iki adam kavgaya tutuşur da birinin karısı kocasını, dövenin elinden kurtarmak için

gelip elini uzatır, öbür adamın erkeklik organını tutarsa, kadının elini keseceksiniz; ona

acımayacaksınız". [Tesniye: XXV/ 11-12].

Bir çok kültürün, belli konularda saplantıları olduğu ve bu tabu konuları gündeme

geldiğinde akıl almaz hükümler verebildikleri görülmektedir. Daha önce, Hitit'te hayvanlarla

cinsel ilişki konusunda bir saplantı olduğundan bahsetmiştik. İbrânîlerin saplantılı oldukları

konulardan biri de bu olsa gerek. Böyle bir davranış için, hırsızlık ve gasp suçu için bile

öngörülmeyen bir cezâ verilmesi doğrusu akıl almaz bir durumdur.

Sâhip oldukları yer ve önem sebebiyle, haksız fiillerden hırsızlık ve zina gibi suçlara ilişkin

düzenlemeleri ayrı başlıklar altında ele alağız:

Page 181: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

181

e. Hırsızlık

Hırsızlık konusuna ilişkin olarak Tevrat'ta olayın farklı boyutlarına göre değişik hükümler

yer almaktadır. Başkasına ait bir malı çalan bir kişinin daha sonra pişmanlık duyarak çaldığı malı

geri getirmesi veya çaldığı eşyanın daha sonra üzerinde yakalanması veya çaldığı bir hayvanı

kestiğinin anlaşılması durumlarında farklı cezaî müeyyideler öngörülmektedir. Diğer yandan,

bulduğu bir malı sâhibini araştırmak için bir gayret göstermeksizin kullanan, üzerinde tutmaya

devam eden ve sâbiplenen kişi ile hırsızlık yaparak başkasının malını çalan kişi aynı cezâya

çarptırılır.

Çalınan veya sahiplenilen malın kendiliğinden geri getirilmesi durumunda çalınan malın,

değerinin % 20 fazlası ile iade edilmesi gerekir. Ancak, işlediği günahı bağışlatacak olan haham

için de semiz bir koç eklenmelidir:

- "Eğer biri günah işler, RAB'be ihanet eder, kendisine emanet edilen, rehin bırakılan ya

da çalıntı bir mal konusunda komşusunu aldatır ya da ona haksızlık ederse, kayıp bir eşya bulup

yalan söylerse, yalan yere ant içerse, yâni insanların işleyebileceği bu suçlardan birini işlerse,

günah işlemiş olur ve suçlu sayılır. Çaldığı ya da haksızlıkla ele geçirdiği şeyi, kendisine emânet

edilen ya da bulduğu kayıp eşyayı, ya da hakkında yalan yere ant içtiği şeyi, üzerine beşte birini

de ekleyerek, suç sunusunu getirdiği gün sâhibine geri vermeli. RAB'be suç sunusu olarak hahama

belli değeri olan kusursuz bir koç getirmeli. Haham RAB'bin huzurunda onun günahını

bağışlatacak, işlediği suç ne olursa olsun kişi bağışlanacak". [Levililer: VI/2-7].

Çaldığı bir malı başkasına satması veya çaldığı hayvanı kesmesi durumunda cezâ miktarı

artmaktadır. Ayrıca çalınan şeyin cinsine göre de farklı cezâlar verilmektedir. Öngörülen cezâlar,

genellikle, çalınan malın birkaç katı tazmînât alınması şeklindedir:

- "Bir adam öküz ya da davar çalıp boğazlar ya da satarsa, bir öküze karşılık beş öküz, bir

koyuna karşılık dört koyun ödeyecektir. Çaldığı mal öküz, eşek ya da koyun sağ olarak elinde

yakalanırsa, iki katını ödeyecektir. Biri komşusuna saklasın diye parasını ya da eşyasını emânet

eder ve bunlar komşusunun evinden çalınırsa, hırsız yakalandığında iki katını ödemelidir". [Çıkış:

XXII/l-7].

Fâilin yakalanamadığı hırsızlık vak'alarında komşudan şüphelenilmesi durumunda,

komşunun hâkimin huzuruna çıkarılması ve bu fiili yapmadığı husûsunu yeminle te'yid etmesi

gerekmektedir. [Çıkış: XXII/8,12].

Hem Tevrat'ta [Tekvin: XLIV/ 17], hem de Kur'an'da [Yusuf: 69-79] geçen bir rivayete

göre, Hz. Yusuf'un, üzerinde hırsızlık malı bulunan kişiyi köle yaptığı şeklinde bir uygulamadan

bahsedilirse de; Tevrat'ta hırsızın köleleştirme durumu sadece yukarıda öngörülen tazmînâtları

ödememesi/ödeyememesi durumunda söz konusudur:

- "Hırsız çaldığının karşılığını kesinlikle ödemelidir. Hiçbir şeyi yoksa, hırsızlık yaptığı

için köle olarak satılacaktır". [Çıkış: XXII/3].

Page 182: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

182

Tevrat ta hırsızlıkla ilgili başka bir ilginç düzenleme ise, özel bir durumda (Mısır'ı terk

ederlerken) hırsızlık yapmanın tavsiye edilmesi ve hattâ emredilmesidir ki belki de bu durumun

kutsal kitaplarda başka bir örneği daha yoktur:

Her kadın Mısırlı komşusundan ya da konuğundan altın ve gümüş takılar, giysiler

isteyecek. Oğullarınızı, kızlarınızı bunlarla süsleyeceksiniz. Mısırlıları soyacaksınız". [Çıkış:

III/22].

f. Zina ve Diğer Cinsel Suçlar

Tevrat'ta, zina suçunu işleyenler hakkında da ölüm dahil çeşitli cezâlar öngörülmüştür.

Verilecek cezâ, kadının medenî hâline (nişanlı veya evli olup olmaması); olayın şehirde veya kırda

vuku bulmuş olmasına (kadının rızası olup olmadığı tesbit cihetiyle) ve hattâ kadının bir hahamın

veya sıradan birisinin kızı olup olmadığına göre bile değişebilmektedir.

Zina eden evli ve nişanlı bir kadının ve böyle bir kadınla zina eden erkeğin cezâsı

taşlanarak öldürülmedir:

- "Bir adamın karısı ile her kim zina ederse; komşusunun karısı ile zina eden zâni ve zâniye

öldürülecektir ". [Lâveylâlar: XX /101].

- "Eğer bir adam başka birinin karısıyla yatarken yakalanırsa, hem kadınla yatan adam,

hem kadın, ikisi de öldürülecek. İsrail'den kötülüğü atacaksınız. Eğer bir adam kentte başka biriyle

nişanlı bakire bir kızla karşılaşır ve onunla yatarsa, ikisini de kentin kapısına götürecek, taşlayarak

öldüreceksiniz. Çünkü kız kentte olduğu halde yardım istemek için bağırmadı; adam da

komşusunun karısıyla ilişki kurdu. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız. Eğer bir adam

kırda nişanlı bir kızla karşılaşır, onu yakalayıp tecavüz ederse, yalnız tecavüz eden adam

öldürülecek. Çünkü, belki nişanlı kız bağırdı da onu kurtaran olmadı". [Tesniye: XXII/22-27].

Daha önce, de işaret ettiğimiz gibi, İbrânî mantalitesi iki karşı cinsin hukuka aykırı olarak

ilişkide bulunması konusuna, hayret edilecek bir şekilde tamamen erkek açısından bakmakta,

kadını hiç hesaba katmamaktadır. Eğer kadın nişanlı veya evli ise, nişanlı veya evli olduğu erkeğin

hukukuna tecavüz edilmiştir, her iki taraf da en ağır şekilde cezâlandırılmaktadır. Nişanlı olmayan

bir bâkire bir kızla ilişkide gündeme gelen konu yine bir başka erkek, bu sefer kızın babasıdır ve

mesele ona ödenecek başlık parası miktarının ne olacağı ve babanın zedelenen itibârının nasıl telafi

edileceği konusuna dönüşmektedir:

- "Eğer biri nişanlı olmayan bir kızı aldatıp onunla yatarsa, başlık parasını ödemeli ve

onunla evlenmelidir. Babası kızını ona vermeyi reddederse, adam normal başlık parası neyse onu

ödemelidir". [Çıkış: XXII/16-17].

Daha da tuhafı, kıza zorla tecavüz edilmesi hâlinde bile “kadının adı yok" tur. Aynı bakış

açısı devam etmekte, kız kendisine tecavüz eden erkekle evlendirilerek babanın namusu

kurtarılmakta ve bu durumda bile, artık kadını boşayamayacağı belirtilerek, tecavüzcü erkeğin

cezâlandırıldığı düşünülmektedir.

Page 183: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

183

- " Bir kimse, nişanlı olmayan bir bâkire bulup cebren onunla yatarsa, kızın pederine elli

şekel gümüş verecek, kız dahi ona zevce olacaktır. Onu zelil ettiği için, yaşadığı müddetçe onu

asla boşayamayacaktır". [Tesniye: XII / 28-29].

Bütün bunlar olurken, kadının kişiliğinin ve zedelenen onurunun akla bile gelmemesi,

bugün bizim kültürel değerlerimiz açısından bakıldığında akıl almaz noktalara uzanmaktadır.

Aşağıdaki durumlarda da aynı mantaliteye uygun düzenlemeler ve uygulamalar devam ediyor.

Bakın, evlendiği kocası tarafından bâkire olmadığı ithâmına mâruz kalan bir kadının başına neler

geliyor:

- "Bir kimse bir kadın ile evlenip ona takarrüp ettikten sonra ikrah duyar ve ona iftira ile,

ben bu kızı bâkire bulmadım diyecek olursa; bu takdirde, kızın ana-babası kızlarının bekâret

nişanesini alıp şehrin ihtiyarlarına göstersinler ve kızın pederi ihtiyarlara hitaben: 'bu adam, kızımı

bâkire bulmadığını ona iftira ediyor, amma işte kızımın bekâretinin nişanesi' diye ol çarşafı

ihtiyarların önünde açsın; o vakit ol şehrin ihtiyarları o kocayı tutup te’dip etsinler ve bir Yahûdî

bakireyi kötülediği için ondan yüz şekel gümüş cezâ alıp kızın babasına versinler ve kadın da bu

erkeğin karısı olup, koca ömür boyu onu boşayamayacaktır". [Tesniye: XXII /13-19].

Dikkat edilirse, böyle haksız bir iftira durumunda dahi, isbat külfeti kadına yüklenmekte,

kadının zedelenen onuru ve boşama hakkı hiç gündeme gelmemekte, müfteri erkeğe verilen cezâ,

iftira ettiği kadınla ömür boyu yaşamaya katlanma olmaktadır.

Tabii, kadınların içine düştüğü bu durumda, o dönemin sosyal ve ekonomik şartlarının

belirleyici etkisini göz önünde tutmak gerekir. Kadın ekonomik bakımdan o kadar çâresizdir ki,

boşanması tam bir perişanlık içine düşmesi anlamına gelmektedir. Nitekim, İncil'de bile,

boşanmanın yasaklanmasının gerekçesi olarak, "boşanan kadının fâhişeliğe itilmiş olacağı"

gösterilmektedir. [Matta: V/ 32], Aynı âyetin devamında "Boşanmış bir kadınla evlenen de zina

etmiş olur" hükmü de, herhalde kadınlar için, boşanma yolunu tamamıyla tıkamaya ve onu tam bir

çâresizliğe mahkûm etmeye dönük olmalıdır.

Eğer evlenen kızın bâkire olduğu kanıtlanamazsa, ki, kanıtlama yükü ithâm eden tarafa

değil, ithâm edilen tarafa verilmektedir, o zaman durum bu sefer tam bir fâciaya dönüşmekte:

- "Eğer, kızın bâkire olduğuna ilişkin bir kanıt bulunamazsa, kızı baba evinin kapısına

çıkaracaklar. Kent halkı taşlayarak kızı öldürecek. Babasının evindeyken fuhuş yapmakla İsrail'de

iğrençlik yapmıştır. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız". [Tesniye: XXII/ 20-21].

Aslında, daha önce belirtildiği gibi, zina suçunda, öldürme cezası kadının evli veya nişanlı

olması ve tabii, rızasının bulunması durumunda uygulanmaktadır. Ancak bu son durumda, olay

evlenmeden önce vuku bulmuş olsa bile aynı cezânın uygulandığı görülmektedir. Bir başka

hükümde ise, fâhişelik yapan kız eğer bir hahamın kızı ise daha farklı ve ağır bir cezâya mâruz

bırakılmaktadır:

- "Bir hahamın kızı fâhişelik yaparak kendini kirletirse, hem kendini hem de babasını rezil

etmiş olur. Yakılmalıdır". [Levililer: XXI/ 9].

Page 184: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

184

Tabii, yukarıdaki uygulamalar kadının özgür statüde olması durumuyla ilgilidir.

Başkasının câriyesi ile zina etme durumunda düzenleme farklıdır. Bu durumda, hahama bir koç

ikram edilmesi işlenen günahın bağışlanması için yeterli olmakta:

"Bir adam bir câriyeyle yatarsa, eğer kadın nişanlı, bedeli ödenmemiş ya da âzât

edilmemişse, ikisi de cezalandırılacak ama öldürülmeyecek. Çünkü kadın özgür değildir. Adam

RAB’be, suç sunusu olarak bir koç getirecek. Haham bu koçla, adamın işlediği günahı RAB'bin

önünde bağışlatacak...". [Levililer: XIX/ 20-22].

Ensest ve homoseksüel ilişkiler de en ağır cezâya çarptırılan suçlardandı. Keza, hayvanlarla

cinsel ilişkiye girenler ve hayvan da öldürülürdü:

- "Kadınla yatar gibi bir erkekle yatma. Bu iğrençtir. Bir hayvanla cinsel ilişki

kurmayacaksın. Kendini kirletmiş olursun. Kadınlar cinsel ilişki kurmak amacıyla bir hayvana

yaklaşmayacak. Sapıklıktır bu". [Levililer: XVIII/22-23].

- “Hayvanlarla cinsel ilişki kuran herkes öldürülecektir". [Çıkış: XXII/19].

Böyle bir fiile karışan hayvanın da öldürülmesi uygulaması, başka toplumlarda (bu arada

İslâm hukukunda) da görülmektedir. Daha önce Hitit bahsinde de işaret edildiği gibi, bu fiile ve

de hayvana bu kadar sert bir cezâ verilmesi; böyle bir ilişkiden insan-hayvan arası acayip bir

mahlûkun dünyaya gelebileceği yolunda duyulan şüphe ve dehşetin neticesi olabilir. Nitekim,

Tevrat'ta farklı cinsten iki hayvanın birleştirilmesinin de yasaklandığı görülmekte:

- "... Farklı cinsten iki hayvanı çiftleştirme... ". [Levililer: XIX/ 19].

7. ULUSLARARASI HUKUK/SAVAŞ HUKUKU

İbranî savaş hukuku savaşta esir düşenlerle konusunda, gönüllü olarak teslim olanlarla, zor

kullanılarak teslim alınanlar arasında bir ayırım yapmaktadır. Zorla esir alınanlar öldürülürdü;

gönüllü olarak teslim olanlar ise öldürülmez, köle yapılırdı. Diğer yandan, Peygamber İlyas

(Elijah, M.Ö. 9. Asır) zamanında Tanrı'nın vâdettiği topraklardan putperestlerin tamamen

çıkarılması ilkesi getirilmiştir.

Bu genel hükümlerin ötesinde, diğer kavimlerle ilişkiler ve savaş hukuku bakımından

Tevrat'ın çok sert ve acımasız hükümler içerdiği görülmektedir. Gerçekten, belki de başka hiç bir

yerde, Tevrat'taki kadar, savaşlarda gösterilen vahşet ve insan boğazlama temalarıyla

karşılaşılmaz. Bu noktada Ahd-i Atîk metinleriyle karşılaştırılabilecek tek örnek belki de Assur

savaş menkıbeleridir. Ancak, aradaki şöyle bir farka işaret etmek uygun olur. Assur kaynakları

savaşlarda yaptıkları zulümleri övünçle ve büyük bir utanmazlıkla anlatırlarken; İbranî kaynakları

bunları yapmadan önce hasretle anmakta ve yaptıktan sonra da aynı övünçle dile getirmektedir.

Tevrat'ta Musa'ya, "Vâdedilmiş Topraklar"a ulaştığında, oranın yerli halkına karşı savaş

hukuku olarak nasıl davranması gerektiği husûsunda da bâzı emir ve tavsiyelerde bulunulmaktadır.

Bu cümleden olarak, yerli halkla hiçbir şekilde anlaşma yapılmaması ve onlara merhamet

edilmemesi buyrulmakta; Filistin dîninin kökünün kurutulması, tek bir dikili taş kalmamacasına

tapınaklarının tahrip edilmesi emredilmektedir:

Page 185: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

185

- "Tanrınız RAB mülk edinmek üzere gideceğiniz ülkeye sizi götürdüğünde, önünüzden

birçok ulus Hititleri, Amorluları, Kenanlıları, Perizlileri ... sizden daha büyük ve daha güçlü yedi

ulusu kovacak. Tanrınız RAB bu ulusları elinize teslim ettiğinde, onları bozguna uğrattığınızda,

tümünü yok etmelisiniz. Bu uluslarla antlaşma yapmayacaksınız, onlara acımayacaksınız. Kız alıp

vermeyeceksiniz. Çünkü onlar oğullarınızı beni izlemekten saptıracak, başka ilahlara tapmalarına

neden olacaklardır. O zaman RAB size öfkelenecek ve sizi çabucak yok edecek. Onlara şöyle

yapacaksınız: Sunaklarını yıkacak, dikili taşlarını parçalayacak, Aşera putlarını devirecek, öbür

putlarını yakacaksınız. Siz Tanrınız RAB için kutsal bir halksınız. Tanrınız RAB, öz halkı olmanız

için, yeryüzündeki bütün halkların arasından sizi seçti". [Tesniye: VII/1-6]. "Tanrınız Rabbin

elinize teslim edeceği halkların tümünü yok edeceksiniz. Onlara acımayacaksınız...". "Tanrınız

Rab onları elinize teslim edecek ve hepsi yok oluncaya dek onları şaşkına çevirecek. Krallarını

elinize teslim edecek; adlarını göğün altından sileceksiniz. Onları yok edene dek kimse size karşı

duramayacak". [Tesniye: VII /16; 23-24].

- "İşte Erden (Şeria) ırmağından batıya doğru büyük denize (Akdeniz) kadar kırmış

olduğum tüm milletlerin arazileri ile geriye kalan milletlerin arazilerini boylarınız için miras olarak

kurayla böldüm. ... ve Allah'ınız Rabbin size söylediği gibi onların ülkesini mülk edineceksiniz".

[Yeşu: XXIII/ 4-5].

Nitekim, zafer kazanan Musa, büyük bir öldürme çılgınlığına kendini kaptırır ve erkek,

kadın, çocuk demeden düşmanlarını boğazlamalarını emreder:

- "Musa, savaştan dönen ordu komutanlarına öfkelendi. Onlara, “kadınları sağ mı

bıraktınız?" diye çıkıştı. “Şimdi bütün erkek çocukları ve erkekle yatmış kadınları öldürün. Yalnız

erkekle yatmamış genç kızları kendiniz için sağ bırakın!". [Çölde Sayım: XXXI/ 14-18].

Şaşılacak derecede stratejik derinliğe sâhip olduğu anlaşılan Yahova'nın, istilâ etmeleri için

İbrânîleri kışkırttığı ülkeler arasında Fırat'a kadar Anadolu topraklarının ve hiç bir antlaşma

yapmamacasına tümüyle yok etmelerini emrettiği kavimler arasında Anadolu (Hitit) halkının da

bulunması oldukça câlibi dikkattir:

- "Dehşetimi önünüzden gönderecek, karşılaşacağınız bütün halkları şaşkına çevireceğim.

Düşmanlarınız önünüzden kaçacak. Hivlileri, Kenanlıları, Hititleri önünüzden kovmaları için

önünüz sıra eşek arısı göndereceğim. Ama onları bir yıl içinde kovmayacağım. Yoksa ülke vîrân

olur; yabanıl hayvanlar çoğaldıkça çoğalır, sayıları sizi aşar. Siz çoğalıncaya, toprağı yurt

edininceye dek onları azar azar kovacağım. Sınırlarınızı Kızıldeniz'den Filist denizine, çölden Fırat

Irmağı'na kadar genişleteceğim...[Çıkış: XXIII/ 27-31].

- "Tanrınız RAB'bin mîras olarak size vereceği bu halkların kentlerinde soluk alan hiç bir

canlıyı sağ bırakmayacaksınız. RAB'bin size buyurduğu gibi, onları Hitit, Amor vs. halklarını

tümüyle yok edeceksiniz". [Tesniye: XX/16-17].

Başka bölümlerde de, bu emirlerin nasıl yerine getirildiğinden bahisle, Filistin yöresindeki

tüm şehirler tek tek sayılarak, "Rabbin izniyle" oradaki halkı, kadın, çoluk-çocuk demeden nasıl

boğazladıkları; bununla da yetinilmeyip eşeklere varıncaya kadar nefes alan canlı bırakmadıkları,

toprağın kana doyduğu ve kalan enkazı da yağmalayıp yaktıkları büyük bir övünçle anlatılmakta:

Page 186: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

186

- "Kadın erkek, genç yaşlı, küçük ve büyük baş hayvanlardan eşeklere dek, kentte ne kadar

canlı varsa, hepsini kılıçtan geçirip yok ettiler. Sonra kenti içindekilerle birlikte ateşe verdiler.

Ancak altını ve gümüşü, tunç ve demir eşyayı RAB'bin Tapınağı'nın hâzinesine koydular". [Yeşu:

VI/ 19, 21; VIII/ 1-30].

Tevrat'ın daha pek çok yerinde, Îbrânîlerin savaşta düşmanlarına nasıl davranmaları

gerektiği ve geçmişte nasıl davrandıkları da örnek gösterilerek anlatılmakta, bu hükümler, iç

karartıcı bir tablo hâlinde uzayıp gitmektedir:

- "Bugünden başlayarak gök kubbenin altındaki tüm milletlere sizin korkunuzu ve

dehşetinizi salacağım. Haberinizi duyunca korkuyla titreyecekler." "Bütün kentlerini ele geçirdik,

hepsini yok ettik. Kadın, erkek, çocuk, kimseyi sağ bırakmadık". [Tesniye: II/ 25, 34].

- "... Hiçbirini sağ bırakmadan hepsini yok ettik". [Tesniye: III/ 3].

- "Kılıcım öldürülenlerin ve tutsakların kanıyla, düşman önderlerinin başlarıyla ve etle

beslenecek". [Tesniye: XXXII/ 42].

- "Rab gazaba geldi...Ölüleri dışarı atılacak, pis kokacak cesetleri; dağlar kanlarıyla

sulanacak. Onlarla birlikte yaban öküzleri, körpe boğalarla güçlü boğalar da yere serilecek.

Toprakları kana doyacak, yağla sulanacak ", [Yeşaya: XXXIV/ 2-7].

Bütün bu kılıçtan geçirmelere rağmen, yine de köşe bucağa kaçmış olanlar kalmışsa,

Yahova'nın onların da sağ kalmalarına tahammülü yok ve onlara ilişkin olarak da bir plânı var:

Onların üzerine eşek arısı sürüleri göndererek, bir eşek arısının girebileceği kadar küçük bir deliğe

sığınmış olsalar bile yok edilecekler. Herhalde bu kadarı, gaddarlıkları ile meşhur Assur krallarının

bile aklına gelmemiştir:

- "Sizden gizlenerek sağ kalmış olanların üzerine, hepsi yok olana dek eşekarısı gönderecek

[Tesniye: VII/ 20].

Mezmurlar’da, Bâbillilerden, sürgün edilmelerinin hıncını nasıl alacaklarının hayâli şöyle

düe getirilmektedir:

- "Ne mutlu, Bâbillilerin bebeklerini kayalara çarpıp, beyinlerini darmadağın edecek

olanlara!...". [Mezmur/Zebur: CXXXVII/ 8-9].

Acımasızlık sadece düşmanlara değil, onlara karşı merhamet gösteren İbrânîlere bile

uzanmakta. O kadar ki, merhamet ederek harpte alınan bir esiri öldürmeyen İsrail kralı dahi

Yahova tarafından ölüme mahkûm edilir. [Krallar: XX/ 34, 42]. Savaşma husûsunda en ufak bir

gevşeklik gösteren İbraniler ve İbrani kabileleri bile bu müthiş acımasızlık ve öfkenin kurbanı

olurlar:

- "Ordugâha gelenler sayıldığında, İsrail oymaklarından Yaveş-Gilat'tan kimsenin

olmadığı anlaşılmıştı. Bunun üzerine topluluk Yaveş-Gilat halkının üzerine on iki bin yiğit savaşçı

gönderdi. "Gidin, Yaveş-Gilat halkını, kadın, çoluk çocuk demeden kılıçtan geçirin" dediler,

Yapacağınız şu: Her erkeği ve erkek eli değmiş her kadını öldüreceksiniz". [Hâkimler: XXI/ 9-

11].

Page 187: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

187

Yahûdî kabileleri arasındaki savaşlarda meyve ağaçlarının kesilmemesi gibi savaş hukuku

kuralları konmuş olmakla beraber Yahûdî olmayanlara karşı savaşta çok gaddar davranıldığı ve

böyle olmanın emredildiği, teşvik edildiği görülmektedir. Öyle ki, İbranî olmayan kavimlere karşı

özellikle savaş meydanlarında gösterilen gaddarlık, bir savaş çılgınlığı ve kana susamışlığa

dönüşmektedir. Bilhassa Filistinlilere karşı yapılan savaşlarda kazanılan zaferlerden sonra yapılan

kutlamalarda insan eti yemeye ve insan kanı içilmesine kadar varan çılgınlıklar ve kendinden

geçme halleri karşımıza çıkmakta. Herhalde bu hâlin psikiyatrideki karşılığı "paranoyanın

paylaşılması" durumu olsa gerek:

- "Sizin için hazırlayacağım şölene, İsrail dağları üzerindeki büyük şölene gelin, her yandan

toplanın! Orada et yiyecek, kan içeceksiniz... Koçların, kuzuların, tekelerin, boğaların etini yiyip

kanını içer gibi yiğitlerin etini yiyecek, dünya önderlerinin kanını içeceksiniz. Sizin için

hazırlayacağım kurbandan doyana dek yağ yiyeceksiniz, sarhoş oluncaya dek kan içeceksiniz.

Soframda atlardan, atlılardan, yiğitlerden ve her çeşit askerden bol bol yiyip doyacaksınız. Egemen

RAB böyle diyor". [Hezekiel: XXXIX/17-20].

Bu tavrın dînî yönden kaynağı ve dayanağı, Yahova ile yapılan anlaşma, "seçilmiş halk"

konsepti ve bu anlaşmanın bir sonucu olarak Yahûdî kavminden diğer inançlara ve bu inanç

topluluklarına çok sert ve haşin davranılması beklenti ve vecibesi olsa gerektir. Bu zihniyet,

İbrânîlerin politik ve askerî yönden zayıf oldukları dönemlerde hasır altı edilmekte, güçlü oldukları

zamanlar ise, teokratik bir devlet olarak kurulan bugünkü İsrail devletinin Filistin politikasında da

kendini gösterdiği gibi, âşikâre çıkmaktadır. Günümüzdeki İsrail devletinin kurucularının

Ortadoks-Yahûdî inancına sâhip olmamalarına, hattâ bir çoğunun agnostik vs. olmasına rağmen,

tarih boyunca, bir aksülamel olarak kendilerinin de büyük acı çektikleri milliyetçi/ırkçı ve dinci

bir ideolojiyi devletin temeline yerleştirmeleri oldukça gariptir; ve insanların tarihten hiç de ders

almadıklarının acı bir örneğini teşkil etmektedir.

Muller'e göre, kadîm İbrânîlikte görülen bu barbarca tavır, "Batı Medeniyetinde, yüzeyin

hemen altında yatan barbarlığın" bir parçasını oluşturur. Batı Hıristiyanlarının, on bir ve on ikinci

yüzyıllarda düzenledikleri Haçlı Seferlerinde, Yahûdîlere ve Müslümanlara karşı yürüttükleri bu

kutsal savaşta da, Yahûdîlerin sonraki dönemlerde kaybettikleri ve Siyonist cereyanla tekrar

gündeme gelecek olan bu "tanrısal misyona sahip seçilmiş halk" olduklarına dair inançlarının

oldukça etkin bir rol oynadığı anlaşılmaktadır. Hattâ Amerika'nın istilasında da ilk öncüler

kendilerinde böyle bir misyon vehmediyor, işgal ettikleri kıtayı kendilerine "vâdedilmiş" bir

toprak olarak görüyorlardı.

Freud'e göre, dinler, konumuz açısından ele alırsak Musevîlik; ayrıca, ulusalcı ideolojileri

de buna eklemek gerekir eğer kendi mensupları arasmda bir dayanışma ve sevgi bağı

oluşturabilmişse, bunu ancak diğer dinlerden olanlara karşı düşmanlığı kışkırtarak

sağlayabilmişlerdir. Ona göre bu duruma en iyi örnek de Hıristiyanlıktır. Ancak, dinleri bu ayrım

ve düşmanlığı yaratan olgu olmaktan çok, genellikle bu yolda kullanılan bir olgu olarak

değerlendirmek belki daha doğru olur. Çünkü, hemen bütün ilkel toplumlarda kendi aralarındaki

kaynaşma duygusunun teşvik edilmesine paralel olarak, kendilerinden olmayanlara karşı beslenen

husûmet ve dinmez bir öç alma isteği yaygın olarak görülmektedir. Bu meyanda, genel olarak tek

tanrıcılığın diğer dinlere karşı kesin bir tahammülsüzlüğü de beraberinde getirdiği ileri

Page 188: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

188

sürülmektedir. Halbuki, "Paganizm, temelde hoşgörülü bir inançtı. Yeni bir tanrının gelişi eski

kültler için bir tehdit oluşturmadıkça, mevcut panteonda her zaman başka bir tanrıya da yer vardı”.

Özetle, İbrânî savaş hukukunun, Montaigne'in işaret ettiği, "düşmanlarımıza bile yapılması

doğru olmayan şeyler vardır. ... Ne kralına/ulusuna hizmet için, ne kamu yararı, ne de yasalar

uğruna her şeyi hoş görebilir iyi bir insan..." noktasından çok uzak olduğu anlaşılmaktadır.

8. MAHKEMELER VE MUHAKEME USÛLÜ

İbrânî Hukukunun özgün niteliklerinden biri, yargılama sürecinde din adamlarının temel

bir yer işgal etmeleridir. Dînî yasalar İsrail'in yegâne yasası olduğundan, hahamlar yargıç, mâbetler

de mahkeme konumundaydı. Esasen, yargılama işi Tanrı'ya ait bir faâliyet olarak

değerlendirilmekteydi ve Yahova yargıçlara ne yapmaları gerektiği hususunda her an yardımcı

olurdu. O kadar ki, yargıçların verdikleri yanlış kararlar bile “Tanrı’nın işi” olarak görülür:

- "... yargıçlarınıza, 'Kardeşleriniz arasındaki sorunları dinleyin' dedim ... Yargı Tanrı'ya

özgüdür. Çözemeyeceğiniz bir sorun olursa bana getirin, ben gerekeni yaparım. ... yapmanız

gereken her şeyi size buyurmuştum". [Tesniye: 1/16-18].

- "Dünya kötülerin eline verilmiş, Yargıçların gözünü kapayan O’dur. O değilse, kimdir?"

[Eyüp: IX/24].

-"Levili hahamlar da oraya gidecek. Çünkü Tanrınız RAB, onları kendisine hizmet etsinler,

O'nun adıyla kutsasınlar diye seçti. Kavga, saldırı dâvalarına da onlar bakacak ", [Tesniye: XXI/5].

İbrânîlerin kurdukları adlî sistem büyük ölçüde Bâbil ve Mısır'daki uygulamalardan

esinlenmiştir. Meselâ, Tevrat'ta Mısır'da Amon râhiplerince yürütülen hukuk uygulamasının takdir

ve tavsiye edildiği görülmektedir. Ayrıntılı bilgilere sâhip olmamamıza rağmen, çıkan ihtilâfları

çözmekle görevli ruhbân hâkimler yanında, her şehrin kapısında mekân tutan, o şehrin

yaşlılarından oluşan ve belli konularda yargılama yetkisi olan İhtiyarlar Heyeti'nin (Zekenim)

bulunduğu anlaşılmaktadır. Daha hafif ve basit suçlar bu heyetin önüne getirilirken, önemli suçlar

haham-hâkimlerin önüne getirilirdi. Konumlarının ve yaptıkları işin kutsallığı cihetiyle, haham-

hâkimlere büyük bir ihtirâm ve itibâr gösterilmesi gerekirdi. Onların verdikleri kararlara karşı

itiraz etme veya onlara karşı çıkmanın cezâsı çok ağırdı:

- "Eğer kentlerinizde adam öldürme, dâva, saldırı konusunda yargılamada sizi aşan

sorunlarla karşılaşırsanız, Tanrınız RAB'bin seçeceği yere gidin. Sorunlarınızı Levili hahamlara

ve o dönemde görevli yargıca götürüp soruşturun. Yargı kararını onlar size bildirecekler. RAB'bin

seçeceği yerden size bildirilen karara uymalı, size verilen öğüdü tutmaya dikkat etmelisiniz. Size

öğretilen yasa ve verilen karar uyarınca davranın. Size bildirilenin dışına çıkmayın. Orada,

Tanrınız RAB'bin önünde görev yapan hahamı ya da yargıcı kim dinlemeyip saygısızlık ederse

öldürülmeli. İsrail'den kötülüğü atmalısınız. Bütün halk bunu duyup korkacak, bir daha saygısızlık

etmeye kalkışmayacaktır ", [Tesniye / Yasanın Tekrarı: XVII/8-13].

Bu durumda, Hammurabi Kanunnâmesi'nden bin yılı aşkın bir süre sonra ortaya çıkmış

bulunmasına rağmen, İbrânî Mecellesi, Hammurabi Kodu'na kıyasla bir gelişmeye işaret etmediği

Page 189: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

189

gibi; tersine, yasaları yorumlama ve uygulama yetkisinin tamamen din adamları sınıfının elinde ve

yetkisinde olması cihetiyle arkaik döneme doğru bir gerileme bile göstermektedir.

Tevrat'ta, yargılamanın nasıl yapılacağı ve yargılama usûlüne, delil ve şahitlik gibi

konulara ilişkin hükümler de bulunmaktadır. Belli bâzı suçlar için Tevrat'ta belirlenmiş cezâların

dışında, sair suçlar için, hâkimlere, suçları sâbit görülen kişilere, "tâzir cezası" diyebileceğimiz

şekilde, kırk değneğe kadar cezâ verme yetkisi tanınmış; "İbranî kardeşinin onurunu zedeleyeceği"

düşüncesi ile, bundan daha fazla cezâ verme yetkisi verilmemiştir:

- "Kişiler arasında bir sorun çıktığında, taraflar mahkemeye gittiğinde, yargıçlar dâvaya

bakacak; suçsuzu aklayacak, suçluyu cezaya çarptıracaklar. Eğer suçlu kişi kamçılanmayı hak

ettiyse, yargıç onu yere yatırtacak ve önünde suçu oranında sayıyla kamçılatacak. Suçluya kırk

kırbaçtan fazla vurulmamak. Kırbaç sayısı kırkı aşarsa, kardeşiniz gözünüzde aşağılanabilir".

[Tesniye: XXV/1-3].

Kişinin suçlu olup olmadığını belirlemede, diğer delillerin yanında, en büyük önem

kişilerin şahadetlerine verilmiş ve bu konuda özel hükümler getirilmiştir. On Emir’in dokuzuncusu

şahitliğin tam bir dürüstlük içinde yapılması ile ilgilidir. Bir kişinin, atfedilen suçu işlediği ancak

iki veya üç kişinin şahadeti ile tahakkuk eder. Tek bir kişinin şahadeti ile karar verilemez:

- "Bir kimse aleyhine, işlemesi mümkün görülen her nevi suç ve günah için tek bir şahit

asla muteber değildir. Lâkin, iki veya üç şahidin şahadeti ile mesele sübût bulmuş olacaktır ",

[Tesniye: XIX/ 15]. "Ölümle cezâlandırılması gereken kimse, iki veya üç şahidin şahadetiyle

öldürülecektir. Fakat tek bir şahidin şahadetiyle öldürülmeyecektir. O kişiyi önce tanıklar, sonra

bütün halk taşa tutsun. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldırmalısınız". [Tesniye: XVII/ 6-7).

Yalan yere şahitlik durumunda verilen cezâ, Hammurabi Kanunnâmesi [m.3] ve diğer Ön-

Asya hukuk sistemleriyle paralellik gösterir. İtham edilen suçun cezâsı ne ise, aynısı yalancı şahide

verilir:

- "Hâkim, şahidin yalancı olup biraderi hakkında yalan yere şahadette bulunduğunu

görürse, bu takdirde, ona, kendi biraderine yapmayı kastettiği şeyi yapacaksın ve bu suretle fenayı

kendi muhitinden uzaklaştıracaksın [Tesniye: XIX/ 18-19].

Kişinin, ithâm edilen suçu işleyip işlemediğine karar verilirken başvurulan delillerden biri

de “yemin” teklifidir. Şahit ve başka delillerin bulunamadığı durumlarda ithâm edilen kişi söz

konusu fiili işlemediğine dair yemin ederse beraat eder. Yemin bir dînî seremoni şeklinde icrâ

edilirdi. Tevrat'ta, Hz. İbrahim döneminde el genital organlar üzerine konarak, onlar üzerine yemin

edildiği nakledilmekte. [Yaradılış: XXIV/ 2]. Sonraki dönemlerde ise Tanrının huzurunda ve onun

adâleti önünde yemin edilmekteydi.

Diğer yandan, Mezopotamya hukuk sisteminin bir başka nişânesi olarak, oradaki

"sınama/tecrübe" uygulamasını hatırlatan bir hükümle karşılaşmaktayız. Bâzı karışık durumlarda,

zanlının suçlu olup olmadığını tesbit için bu metoda başvuruluyor, zanlıya lânet getireceğine

inanılan bir su içiriliyor ve bunun neticesi müşahede ediliyordu. Tevrat'ta öngörülen böyle bir

uygulamaya göre, karısının kendisini aldattığından kuşku duyan ve onu zina yapmakla ithâm eden

erkeğin elinde bir delil yoksa, şöyle bir yol izlenecektir:

Page 190: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

190

- Erkek, zina ile ithâm ettiği karısını hahama/yargıca götürecek, râhip, kadına diyecek ki:

"Eğer kocanla evliyken yoldan çıkıp başka biriyle yatarak günah işlediysen, lânet getiren bu su

karnına girince karnın şişsin, kalçanı eritsin". O zaman kadın, "âmîn, âmîn" diyecek, haham bu

lânetleri yazdığı kâğıdı suda yıkayacak ve lânet getiren acı suyu kadına içirecek. Eğer kadın içtiği

bu sudan bir zarar görmezse suçsuz sayılacak. [Çölde Sayım/Sayılar: V/ 12-30].

Dikkat edilirse, daha önce de işaret edildiği gibi, kadınla ilgili her durumda, kadının

aleyhine bir ithâmda bulunulduğunda, isbat yükü ithâm edene değil, kadına yüklenmektedir.

Tevrat'ta, hâkimlere dönük olarak da, hüküm verirken adâletten ayrılmamaları, kişilere

mevkilerine göre farklı muâmele yapmamaları; yabancıların, yetimlerin haklarını korumaları,

rüşvet almaktan kaçınmaları emredilmektedir:

- " Bir adamla İsrailli kardeşi ya da bir yabancı arasındaki dâvalarda adaletle karar verin.

Yargılarken kimseyi kayırmayın; küçüğe de, büyüğe de aynı gözle bakın. Hiç kimseden

korkmayın...". [Tesniye: I/16-17].

Page 191: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

191

VII. KADIM İRAN'DA HUKUK

"Adaleti sevdim; yalanı sevmedim. Arzu ve iradem yetime ve dula karşı hiç bir suretle

adaletsizlik yapılmaması olmuştur. Yalancıyı şiddetle cezalandırdım; fakat, tarlasını süreni de

mükâfatlandırdım''.

[Darius I’in mezar taşındaki kitabeden]

İran, hem tarih boyunca bu coğrafyada vücut bulan büyük devlet ve medeniyetler

sebebiyle; hem de Doğuyu Batıya, Hindistan'ı Avrupa'ya bağlayan konumu dolayısıyla insan

medeniyetinin gelişiminde çok önemli bir yer işgal eder. Binlerce yıl öncesinden günümüze kadar

devam ede gelen bu büyük medeniyetin kadîm dönemlerini biz burada Pers İmparatorluğundan

önceki dönem; Pers dönemi ve Sâsâniler dönemi olmak üzere üç başlık altında ele alacağız.

A. PERSLERDEN ÖNCEKİ DÖNEM

Milâttan önce üçüncü mîlenyumun başlarında İran'da yerel bâzı küçük prensliklerin

kurulmuş olduğa anlaşılıyor. Bunların içinde de Elam'ın yüksek tepelerinden biri üzerinde

kurulmuş olan Sus ile bunun kuzeyinde dağlık bölgedeki Avan en güçlüleriydi. Bu sitelerin her

birinin başında, aynı zamanda hem prens, hem baş rahip rolünü gören bir hükümdar bulunuyordu.

Önce Avan, daha sonra da Sus devletinin, civar prenslikler üzerinde nüfuzunu artırarak kral

unvanını aldığı, diğer sitelerin başına da Şukkal/Şukkalmaş unvanını "taşıyan beyleri getirdiği

görülüyor. Kral ve prensler hem dînî hem de dünyevî reis durumunda olmuşlar; önce "mabudun

hadimi" sıfatıyla başlayan liderliklerini, daha sonra vekili sıfatıyla dünyevî bir nitelikte

sürdürmekle beraber, kudsî boyutlarını da hep muhafaza etmişlerdir.

İran coğrafyasında bilinen eski imparatorluk Elam imparatorluğudur (takriben 2700-660).

Elam'da askerî ve mülkî idare birbirinden ayrı olmakla beraber, hükümdar ikisinin de âmiri idi.

Kralın yanında Dörtler Meclisi denen, baş rahip ile yardımcısı ve bir askeri komutan ve adli işlere

bakan yüksek hâkimden mürekkep bir istişare organı vardı. Mühim işler kralın başkanlığındaki bu

Meclis tarafından karara bağlanırdı. Elâm'da tahta varis olabilmek için hem baba hem de ana

tarafından asıl olmak şarttı. Böyle olunca, tahta çıkacak prensler birbiriyle evlenmiş iki kardeşin

çocukları oluyorlardı. Kral ailesinden bir prensesin en büyük erkek kardeşi ile evlenmesinden

dünyaya gelen en büyük erkek çocuğa kanunî vâris olarak bakılırdı.

Elâmlılar çok tutucu bir kavim idiler, en eski zamanlardaki İdarî teşkilâtlarını uzun süre

aynen muhafaza etmişlerdir. Milâttan önce üçüncü bindeki devlet teşkilâtı yapılan ile Assurlular

devrindeki yapıları arasında büyük bir ayrılık görülmez, hükümdar adları bile aynen korunmuştur.

Elam bölgesinde ikinci binin başlarında feodalite temelli bir siyâsî yapılanma olduğu, diğer

sitelerin başında da hanedana mensup prensler bulunduğu görülmekte. Bu prensler, yaşlarına göre

aşağıdan yukarıya derece derece yükselerek Büyük Krallığa kadar çıkabiliyorlardı. Kendilerine

tanrıların vekili gözüyle bakıldığından Elâm'da kralların otoriteleri sınırsızdı. Büyük Kral'ın

Page 192: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

192

veliahdı, oğlu değil, kardeşleri veya onların çocukları, yâni hanedan prenslerinden yaşça en

büyüğü oluyordu. Yalnız kral değil, hânedâna mensup tüm prensler de kutsal sayılırdı.

İran'ın bu kadîm medeniyeti, hem Sümer'le askerî hâkimiyet mücadelesi içinde olmuş, hem

de bu medeniyetten çok etkilenmiştir. Buna rağmen, daha sonra Mezopotamya'ya hâkim olan Sâmi

kültürü ile karşılaştırıldığında önemli bâzı farklılıkların olduğu görülür. Meselâ, Elâm'lılarla

Mezopotamya'nın Sami toplulukları arasında, kadın cinsine bakış açısından görülen telâkki ayrılığı

çok dikkat çekicidir. Sâmîler kadına bir şahsiyet ve hak tanımadıkları halde Elamda kadınlar

hayatın her alanında erkeklerle aynı haklara sahipti. Ticarî hayatta erkeklerle ortaklık eder,

taahhütlere girişir, mukaveleler yapar, hâkimlik eder, köle ve câriye sahibi olabilirlerdi. En eski

Elam belgelerinde hükümdarların adlarıyla beraber, analarının, kız kardeşlerinin, ve kızlarının da

adları zikredilmektedir.

Bu coğrafyada Elam sonrasında bir süre Assurlular egemen oldu. Daha sonra Med'ler

(M.Ö. 728-550), onları takiben de Pers Dönemi (M.Ö. 550-330); İskender ve sonrası Selevkos

Sülâlesi Dönemi (330-248); İkinci Pers Dönemi (M.Ö. 248-224) ve Sâsânî İmparatorluğu (M.Ö.

224- M.S. 651) dönemi gelmekte, ardından da İslâmî Dönem başlamaktadır.

Aşağıda, Persler ve sonrası kadîm İran tarihini Pers ve Sâsânî dönemi olarak iki başlık

altında ele alacağız. İran hukukuna dair bilgileri de Sâsânî İmparatorluğu dönemine ilişkin olarak

ve Pers dönemini de kapsayacak şekilde bir arada vereceğiz.

B. PERS İMPARATORLUĞU DÖNEMİ (538- 331)

1. TARİH

Bugünkü İran coğrafyasında Elâm sonrası dönemde iki kavim bulunuyordu. Buhara ve

Semerkant bölgelerinden kuzey ve kuzey-batı İran'a ("Parsua" Ülkesi'ne) geldikleri düşünülen

Med'ler; güneye yerleşmiş Persler. Fars adı da bu coğrafyanın isminden gelmektedir. Bölge

halkının aryan dilinin de Med'lerden kalma olduğu anlaşılmaktadır. Med'ler ayrıca, otuz altı

karakterden oluşan bir alfabe ve, kil tabletler yerine parşömen üzerine kalemle yazma, mimaride

sütünün yoğun bir şekilde kullanılması gibi uygulamaları geliştirmişlerdir. Sulh zamanlarının

çalışkan çiftçileri, harp zamanının da cesur savaşçıları idiler. Zerdüşt dînini, "çok-eşli pederşahî

aile kültürü" nü de onların mîras bıraktıkları düşünülmekte. Bu durumda, Parslar, bugünkü coğrafî

mekânlarında takriben üç bin yıldır kesintisiz olarak varlıklarını ve kimliklerini devam

ettirmektedirler. Bu eski dönemlerde, Mezopotamya'ya hâkim olan gücün, komşusu İran'ı da

kontrol altında tuttuğu tahmin edilmektedir.

Medler ve Persler; Akkadlar, Assurlular, Hattiler gibi kanunlarını muhtevi tabletler

bırakmadıklarından, onlar hakkındaki bilgilerimiz Grek kaynaklarının parça parça ve çok noksan

olarak verdikleri bâzıbilgilere dayanmaktadır. Kadîm dönemler İran'ına dair bilgiyi, Herodotos

tarihi gibi komşu ülkelerin kaynaklanırdan ve İranlıların millî destanı olan Şahnâme ile, hukuk

mecmuaları olan Dâdistân ve Bundehişî gibi kaynaklardan temin ediyoruz.

M.Ö. 708' de Medler, Assur boyunduruğuna karşı çıkarak, İran'da bir devlet kurdular. Bu

Med hâkimiyeti yüz elli yıl kadar devam etti; M.Ö. 550 yılında bu sefer Persler, Kurus

(Kuruş/Keyhüsrev)'un liderliğinde Med egemenliğine karşı başkaldırdılar ve yeni bir devlet

Page 193: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

193

kurdular. Bu devlet, kısa bir süre içinde sınırları Batı Anadolu'ya uzanan ve Mezopotamya'yı da

içine alan bir imparatorluk hâline dönüştü: Pers İmparatorluğu.

M.Ö. 546 yılındaki savaşta Lidya kralı Krezus'u yenen Kurus, tüm Anadolu'yu kontrol

altına almaya muvaffak oldu. Kurus'un oğlu Kambuz (Keykâvus) zamanında Mısır bile işgal

edildi. Onun oğlu Darius I (MÖ. 549-485) İmparatorluğun sınırlarını Hint'ten Trakya'ya kadar

genişletti. Böylece o zamana kadar görülmedik büyüklükte bir İmparatorluk [ilk mega-

imparatorluk] ortaya çıktı ki, bu siyasî birlik daha önce hiç olmadığı ölçüde geniş bir coğrafya

içinde ticarî ve kültürel ilişkilerin artmasına ve insanlığın bilgi birikiminin hızlanmasına yol açtı.

Persler milâttan önce altıncı ve beşinci asırlarda güçlerinin doruğuna ulaştılar.

Belli bir coğrafyada mevcut bulunan belli başlı insan topluluklarının ve devletlerin hemen

tamamının tek bir siyasî birlik, imparatorluk altında toplanmalarının yol açtığı bir başka gelişme

de; tek bir insanlık toplumu tasavvuru ile, bütün insanları yaratan tek bir Tanrı konseptine kapıları

aralamasıdır. Bazılarınca ilk tek tanrı inancının kurucusu olarak kabul edilen Zerdüşt de işte bu

tarihî şartlarda ortaya çıktı. Child'a göre, "Tüm üyeleri birbirlerine karşı ortak ahlâksal

davranışlarda bulunmakla yükümlü tek bir toplum olarak insanlık fikri, tüm kesimleri arasında

malların karşılıklı değişimine dayanan bir uluslararası ekonominin ideolojik karşılığıdır."

2. KÜLTÜR

Kadîm İrâniler Mezopotamya medeniyeti ile çok yalan bir ilişki içinde olmuşlar ve

onlardan büyük ölçüde etkilenmişlerdir. Zâten, aynı topraklar daha önce Bâbil ve Assur’ların

egemenlikleri altında bulunuyordu. Aynı zamanda Grek kültür ve medeniyeti ile de karşılıklı alış

veriş ilişkileri içinde olmuşlardır. Helenik tacirler Pers ülkesinde aktif olarak faaliyet

gösteriyorlardı. Ayrıca, Pers ordusunda Grek paralı askerler de istihdam edilmekteydi. İskender'le

savaşan Pers ordusunda önemli miktarda Grek paralı asker vardı.

Persler'in, kendi dönemlerinde Yakın-Doğu’nun en centilmen halkı oldukları söylenir.

Grek tarihçisi Herodotos (MÖ. 484-425), Perslerin kendilerinin diğer insanlardan üstün

olduklarına, diğer insanların Terslerden uzakta yaşadıkları ölçüde daha aşağı bir konumda

bulunduklarına inandıklarından bahsetmektedir. Bugün de Parsların tarihten gelen bu üstünlük

duygusunu sürdürdükleri belirtilmektedir. Terslere göre en ayıp şey yalan söylemekti, en fena ve

ayıp olan şeylerden ikincisi de borçlu olmaktı; çünkü, borçluluğun insanı yalan söylemeye

iteceğine inanırlardı.

Daha önce de işaret edildiği gibi, kadîm İran medeniyeti bir çok bakımdan Mezopotamya

medeniyetine benzemekte ise de Elâmlı’larla Mezopotamya Sâmîleri arasında bâzı önemli telakki

farklılıklar mevcuttu. Meselâ, Sâmî kültüründe kadın cinsi, ikinci sınıf oir insan olarak görüldüğü

halde, Elâmlılarda kadın Sumerler ve Etrüsklerde olduğu gibi, erkek kadar ve hatta ondan üstün

bazı haklara sâhip bir varlık telâkki edilmekteydi. Diğer yandan, Persler arasında çok oğul babası

olmak övünç kaynağı idi. Nüfusun çoğalmasına önem verildiğinden, krallar, en çok erkek evlat

sahibi olan babalara her yıl hediyeler verirlerdi. Bu yüzden Pers erkekleri nikâhla aldıkları birçok

kadından başka bir sürü de odalık bulundururlardı.

Page 194: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

194

Pers devleti, kendilerine itaat ettikleri sürece, imparatorluktaki halkların kendi kültürlerini

korumaları husûsunda çok müsamahakâr bir tutum takınıyordu. Her eyalet halkının kendilerine

has din ve inançlarını, dillerini, kanunlarını, örf ve âdetlerini, paralarını ve bâzı durumlarda kendi

kraliyet sülalelerini bile muhafaza etmeleri ve devam ettirmelerine müsâade edilirdi.

3. DİN VE DÎNÎ HAYÂT

Kadîm İran kültürüne ait günümüze ulaşan en eski kaynak, İran'da Zarathustra (Zaratuştra)

Batı'da Zoroaster olarak bilinen, Zerdüşt (660-583) tarafından kurulan Mazdeizm (Zerdüştlük,

Mecusîlik, Ateşperestlik, Parsîlik) dininin kutsal kitabı Zend Avesta'dır. Zerdüşt'ten önceki

dönemlerde de daha ilkel düzeyde Mazdeist inançların mevcut olduğu ve bu inançlarla Hint Vedik

metinler arasında benzerlikler bulunduğu ileri sürülür. Her ne kadar Zerdüşt'e izafe edilmekte ise

de, Avesta kitabının aslında Zerdüşt zamanında yazılmadığı; bir kısmının ilk milâdî asır içinde,

diğer kısımların da Sâsânî döneminin büyük ruhanî reislerinden Tansar tarafından üçüncü asırda,

bugünkü Farsça'ya çok benzeyen ve Hintçeye de yakın olduğu üeri sürülen Pehlevice diliyle

yazıldığı tahmin edilmektedir.

Zerdüşt, kâinatın yaratıcısı Ahura-Mazda'run (Ormuzd, Hürmüz), İran dirini çok

tanrıcılıktan, şeytana tapıştan, sihir ve âyincilikten kurtarmak üzere kendisini görevlendirdiğine

inanıyordu. İnsanlara çok yüksek ahlâkî ilkeler telkin ettiği görülen Zerdüşt'e göre, hayatın gayesi

insanın kendini geliştirmesi, manevî/ruhî tekâmüldür; kâmil insan olma yolunda ilerlemektir. O,

her konuda iyiliği, fazileti, şefkatli ve merhametli olmayı, adaletli davranmayı tavsiye etmekte;

böyle davranmayı, üretmeyi ve çalışmayı en hakikî bir ibâdet olarak değerlendirmekteydi: "Bir ev

inşa edip orada ateş yakan, hayvan besleyen, eş ve çocuklarına hakan adam ruhî arınmasına

yardımcı olur. Bunları yapmakla, bir insan, yüz kurban kesen kişi kadar makbul bir iş yapmış olur".

Zerdüşt dîni, ruhun ölümsüzlüğüne ve öte dünya inancına da yer veriyordu, ölümden sonra,

insanlar yaşamlarının hesabını verecekler; iyi ve kötü davranışları tartılıp değerlendirilecek ve ona

göre cennete ve cehenneme gideceklerdir.

Mazdeizm inanana göre, Ahura-Mazda (Hürmüz = Ormozd = Yezdan) yaratıcı bir ruh, nur,

ışık, alev (enerji), akıl, eylem ve güzelliktir. Bu hayır ilahının yanında, bir de, kâinat yaratıldıktan

sonra zuhur eden; zulmet, kötülük ve yıkım tanrısı Ehrimen vardır. Kâinat işte bu iki gücün, hayır

ve şer, iyilik ve kötülüğün çekişme ve çatışma yeridir. Bu iki tanrıya bağlı hayır ruhları/güçleri

(melekler) ile fenalık güçleri (kötü cinler, ifritler, şeytani varlıklar) karşılıklı mücadele

içindedirler. İnsan da bu zıt güçlerin etkisi altındadır ve ona düşen görev, hayırla şer, adaletle

zulüm arasında cereyan eden bu kozmik mücadelenin sonunda nurun ve hakkın zafere ulaşması

için gayret etmek, bu gelişme ve evrimleşme yoluna girmek ve bu yolda katkıda bulunmaktır.

"Zerdüşt'e göre, nihayet Hürmüz, Ehrimen'e galebe çalacak, ve âlemin cidali bir ahenk ve sükûn

ile nihayet bulacaktır."

Mazdeizm, nur ve ışığın sembolü olarak ateşe hürmet etmeyi talep ediyor, yanan bir ateşin

söndürülmesini iyi saymıyordu. Bu yüzden kendilerine, yanlış ve haksız olarak ateşe tapanlar

anlamına gelen "ateşperest" de denmektedir. Başlangıçta, tapınak kurumu ve putlara tapınma gibi

uygulamalar bulunmuyordu; kutsal metinlerin dua ve ilâhîler şeklinde okunması yoluyla ibâdet

ediliyordu. Zerdüştlük; zamanla, Sâsânî İmparatorluğu döneminde, ruhbanları tarafından ahlâkî

Page 195: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

195

boyutlarından ziyade dînî merasimler ve âyinler yönünün (ateşe tapma âyinlerinin) ön plâna çıktığı

bir şekil aldı. Kurucusunun muhteşem monoteistik inanç sistemi, Hristiyanlıkta olduğu gibi,

zamanla politeist bir çizgiye dönüştü.

Mecûsîlik, kendinden önceki dinlerden etkilendiği gibi, kendisinden sonra gelen dinler (bu

arada kitabî dinler) ve felsefî düşünce üzerinde de önemli etkilerde bulunmuştur. Meselâ,

Hıristiyanlıktaki Kristmas âyinlerinin kökünde Zerdüşt dininin Mitra kutlamaları yatmaktadır.

İslâm dünyasında Şeyh-i Yunani olarak bilinen Neo-Platonizmin kurucusu Plotinus'un (205-270),

Mitra /Mitraizm felsefesini öğrenmek için İran'a gitmek üzere Mısır'dan, yola çıktığı ama Antakya

civarından geri dönmek zorunda kaldığı bilinmektedir. Zerdüştlüğe ait itikatlar Müslümanların

İranlılarla karşılaşmalarından başlayarak, hattâ daha öncesinden de İslâm ülkelerine sızmıştır.

Müslüman filozof Sühreverdî'nin, nur ve zulmet kavramlarını Zerüştlük'ten alarak iki ezelî prensip

şekline dönüştürdüğü kaydedilmektedir. Diğer yandan, bir Aryan dîni olması ve otentik bir nitelik

taşıması sebebiyle Mazdeizm'in ve onun, kurucusunun, meşhur Alman filozofu Nietzche (1844-

1900) tarafından "Böyle Buyurdu Zerdüşt" adlı eseriyle on dokuzuncu asrın gündemine getirilmiş

olmasına da burada işaret edelim.

Ülken'e göre, "Yunan ve İran hikmetleri birbirinin tamamıyla zıddı vasıflara maliktir. Biri

varlıkçı diğeri insaniyetçidir (humaniste). İran hikmeti, insanı âlemin merkezi ve bütün eşyanın

mânâ ve gayesi olarak telakki eder. Varlığın hikmet-i vücud'u insandır. ... millî ve zümrevi

farkların üstünde insanî birliğe inanır. ... Zerdüşt, Zend Avesta'da bize insanın hayırla şer

arasındaki mücadeleye sahne olan vicdanını ve insan iradesinin kâinat içindeki yüksek mevkiini

gösterir...”.

4. SOSYAL VE EKONOMİK HAYÂT

Sosyal ve hukukî statüleri bakımından kişilerin ruhban, aristokratlar (zâdegân/eşrâf) ve

halk olmak üzere üç ayrı zümreye ayrıldığı görülmektedir. Aristokrat sınıf, Pers devletini kuran

hanedan mensuplarından oluşurdu ve devletçe kendilerine tahsîs edilen malikanelerde yaşarlardı.

Kullandıkları bu araziler karşılığında harp zamanı hükümdarın ordusuna katılmak üzere belli

miktarda askeri hazır tutmak zorunda idiler. Halk zümresini çiftçiler, tüccarlar, esnaflar, işçiler vs.

oluştururdu. Halk tabakası da, hâkim millet konumundaki Persler, fethedilen ülkelerin halkları ve

sınır boylarındaki memleketlerin halkları olmak üzere üç kısma ayrılırdı. Hâkim unsur olan

Persler, kendilerini bütün tâbi kavimlerin efendisi sayarlardı. Bu sınıflara mensup kişilerin

aralarında hukukî ehliyet bakımından ne gibi farkların olduğu konusunda açık bir bilgiye sahip

değiliz. Ancak, Sâsâni dönemine âit uygulamalardan bu döneme ilişkin bâzı kıyaslamalar

yapmamız mümkündür.

Her sınıftan halk, fert planında hükümdarın kölesi (kulları) sayılırdı. Ferdî hak ve özgürlük

kavramları söz konusu olmamakla beraber, çeşitli din ve kültürlere mensup halklara müsamaha

gösterildiği, kendi din ve kültürlerini yaşamalarına izin verildiği görülmektedir. Bu müsamahakâr

politikanın, işgal edilen ülkelerde ve Assur’ların gaddar uygulamalarını yaşamış halklar arasında

Pers yönetimine dönük olarak olumlu ve benimseyici bir tutumun doğmasına yol açtığı

anlaşılmaktadır. Meselâ, Pers kralı Kurus, Bâbil hükümdarı Bahtunnâsır'ın Kudüs'ten sürdüğü

Yahûdîlerin tekrar Kudüs'e dönmelerine müsâade ettiği; keza, Fenikelilere ve Mısır halkına da

Page 196: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

196

kendi iç işlerinde bir nevi muhtariyet tanıdığı görülmekte. Keza, Mısır'ı fetheden Kambuz

(Keykâvus), Mısır halkı tarafından kendi firavunları gibi benimsenmiş ve "firavun” unvanını

almış; daha sonra gelen oğlu Darius da Mısırlı ruhbanları himaye etmiş, kadîm Mısır dininin

mensupları için mabetler yaptırmıştır.

İmparatorluğun merkezlerini birbirine bağlayan yolların inşa edilmiş olması sonucu,

merkezin eyaletlerle irtibatı ve onlar üzerinde etkin bir yönetim tesis etmesi gerçekleştiği gibi; bu

yollar sayesinde ticaret canlanmış, uzak bölgeler arasında kültür alışverişi imkânı doğmuştur.

Darius I'in (550-486) yaptırdığı, Sus şehrinden Sard' a (Basra Körfezi'nden Ege Denizine) kadar

uzanan kervan yolu (Kral Yolu) üç bin kilometreye yaklaşıyordu ve bir kervan bu mesafeyi doksan

günde alabiliyordu. Bu güzergâh boyunca 111 konak yeri vardı ve buralarda yolcular için istirahat

edip ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri kervansaraylar; ayrıca resmî habercilerin kullanmaları için

özel atlar bulunmaktaydı. Her konakta hazır tutulan atlar sayesinde bir imparatorluk mektupçusu

bu mesafeyi bir haftadan az bir sürede kat edebiliyordu. Yunan tarihçisi Herodot, Pers

İmparatorluğunda görülen bu düzen ve ihtişamdan büyük bir hayranlıkla bahsetmektedir.

5. DEVLET YÖNETİMİ VE DEVLET TEORİSİ

Pers İmparatorluğu, eski dünyada kurulan devletler içinde gerçek mânâda bir imparatorluk

sistemi kurmayı başaran ilk devlettir. Daha önce Assurluların aynı coğrafyadaki zulüm ve şiddet

üzerine dayalı imparatorluklarıyla kıyaslandığında bu imparatorluk insan medeniyetinin

gelişmesinde önemli bir aşama oluşturmaktadır. Yeryüzünde o zamana kadar görülen devletlerin

en büyüğü ve en nizamlısı olan Pers İmparatorluğu, farklı ırkları, dilleri, dinleri ve gelenekleri bir

arada tutan etkin bir devlet örgütlenmesi kurmayı başarabilmiş; her milleti kendi husûsiyetlerinde

serbest bırakarak Pamir'den Akdeniz'e, Ege'den İndus'a, Hazar'dan Mısır'a kadar uzayan bölgede

hakikî bir Şark ülkeleri konfederasyonunu gerçekleştirmiştir.

a. Devlet Yönetimi

Pers imparatorluğu, Roma öncesi döneminin en büyük siyasî organizasyonu ve tarihin

kaydettiği en iyi devlet yönetimlerinden biri olarak, daha sonraki dönemlerde Çin, İskender, Roma,

Selçuklu ve Osmanlıların imparatorluklarına da model oluşturmuştur, Persler bu mutlak monarşi

yönetimini Assur ve Bâbil İmparatorluklarından almış bulunmakla beraber, onu çok daha

geliştirmişlerdir.

Krallık babadan büyük oğula geçerdi, fakat büyük oğulun anasının asîl olması ve babasının

krallığı zamanında doğmuş bulunması da gerekiyordu; ancak, uygulamada bu durum daha çok

suikast ve isyanlarla belirlenirdi. Krallar Kralı, Şehinşah gibi unvanlara sahip Büyük Kral'ın,

kendisine Ahura-Mazda tarafından verildiğine inanılan yetki ve otoritesi teorik olarak sınırsızdı.

Fakat, elbette böyle muhteşem bir devletin asırlarca keyfî ve gelişigüzel bir biçimde yönetilmesi

söz konusu olamazdı. Büyük Kral, uygulamada, tâc ile halk arasında mutavassıt bir rol oynayan

aristokrasinin gücü tarafından sınırlanırdı. Dînî ve millî mahiyetteki örf ve âdet ilkeleri, kendileri

ve daha önceki krallar tarafından konulmuş hüküm ve fermanlar, fiilen hükümdarın mutlak

yetkilerini, sınırlayan bir çerçeve oluştururdu. Pers krallarının yedi büyük Pers sülâlesinin

reislerinden oluşan bir müşavere heyetleri vardı, imparatorluğun en önemli konularında karar

verirken bu heyetle istişare ederlerdi. Lüzum görüldükçe, eyaletlerden gelen yüksek yöneticiler de

Page 197: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

197

bu heyete katılıyorlardı. Büyük Kral, imparatorlukla ilgili önemli meseleleri, bu heyetle görüşerek

kararlaştırırdı. Diğer yandan, imparatorluk yirmi üç ilâ otuz civarında değişen eyaletlere ayrılmıştı.

Bunların başına, devleti koruyan anlamına gelen ve "kşatrapavan" denilen valiler atanırdı.

[Yunanlılar bu kelimeyi satrapos (satrap) şeklinde telaffuz etmişlerdir]. Bu eyaletlerden bazıları

daha muhtar bir statüde idiler.

Eyaletlerde, satrap, sivil işlere bakan, baş kâtip ve askerî birliklerin başındaki komutandan

her biri doğrudan Krala bağlı bir konumdaydı, merkezle doğrudan haberleşebilir, doğrudan

doğruya saraydan emir alırlardı. Satraplarla, onun yanında bulunan mülkî ve askeri görevlilerin

böyle birbirlerinden tamamen müstakil bir tarzda yönetilmeleri, hem birbirlerini kontrol etmelerini

sağlamaya, hem de merkeze karşı bir güç odağı oluşturmalarını önlemeye dönüktü. Başkâtipler

satrapları kontrol eder ve olup bitenlerden merkezi haberdir ederlerdi. Şehir kaleleri kaymakamlar

tarafından idare edilirdi. Ayrıca, Büyük Kral, eyaletlerde olup bitenleri teftiş etmek üzere ülkenin

her yanına, "kralın gözü/kulağı" denen müfettişler yollar, bunlar devamlı ve düzenli olarak

maiyetlerinde bir bölük askerle ülkeyi dolaşarak merkeze rapor gönderirler; suçlu gördükleri

kişileri yargılanmak üzere merkezdeki "Büyük Kral Mahkemesi"ne sevk ederlerdi.

Satrapların en önemli görevi, belirlenen miktardaki vergileri toplayıp merkeze

göndermekti. Her eyaletin ödemekle mükellef olduğu vergi miktarı, zenginlik durumuna göre ayrı

ayrı belirlenmişti. Vergilerini ödeyip, devlete bağlı kaldıkları sürece İmparatorluk bünyesindeki

halkların inanç ve kültürlerine karışılmazdı. Fars'lar hâkim millet konumunda idi ve onlardan vergi

alınmazdı. Harp zamanlarında ordunun esas kadrosunu oluşturan göçebeler, iç Asya'ya kadar

yayılan ve Kralı metbû tanıyan aşiretlerden oluşmakta idi.

b. Devlet Teorisi

Ahuramazda'nın, yeryüzünde kendisine vekili olmak üzere ismen ve şahsen seçtiği

müstesna bir şahsiyet olarak Büyük Kral (Krallar Kralı, Şehinşah} 'ın yetki ve otoritesi mutlaktır;

O, hiç bir kayıtlamaya tabî değildir. Bu yetkinin kendisine Ahura-Mazda tarafından verildiğine ve

icrââtlarında da onun arzusuna göre hareket ettiğine inanılır. Böyle olunca, İlâhî iradenin bir

tecellisi olarak kabul edilen kralın ilân ettiği yasa ve fermanlar tartışılamaz; keza O'nun temsilcisi

olarak hâkim sıfatıyla verdiği hükümlere karşı yapılacak bir itiraz ve karşı çıkma da, Ahura-

Mazda'ya karşı bir saygısızlık olarak değerlendirilirdi. Büyük Darius (Darius I), Nakş-ı Rüstem

Yazıtı'nda bu konumunu şöyle dile getirmekte:

- "Ahuramazda, yeryüzü nizamının bozulduğunu görünce onu bana havale etti. Ben de

yeryüzüne nizam verdim."

Yazıtın devamında, kendisini, “Ahuramazda'nın rızasıyla hüküm süren bir kral” olarak

tasvir etmekte ve, bir çok kişi arasından kendisini seçen ve tek kral yapan Büyük Tanrı'nın

dilemesiyle ve O'nun yardımları sayesinde düşmanlarına üstünlük sağladığını da eklemektedir.

Ancak, Mısır firavunlarda görüldüğü, gibi, Büyük Kral’ın şahsına ilahlık niteliği atfedilmez; fakat,

sıradan bir insan olarak da düşünülmezdi. İran'da bu mânâda Tanrılık iddiasına kalkan ilk kişi

İskender olmuştur.

Page 198: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

198

Teb'a ve kral ilişkilerinde temel prensip, Ahuramazda'nın mümessili olarak Büyük Kral'a

ve hanedana sadâkat ilkesidir. En yüksek devlet yöneticilerinden en basit halka, kadar herkes

Büyük Kral'ın bandaka’sı, yâni bendesi ve kulu idi ve önünde secdeye kapanmakla mükellefti.

Ancak, Firavunlar gibi Tanrılık iddiasında bulunmadıklarından, bu secdeyi tapınma anlamında

değil, belki tâzîm anlamında anlamak daha doğru olur.

Teoride yetkileri sınırsız gözükse de, uygulamada, hükümdar bile, yerleşik teamülleri

değiştirmiyor, değiştiremiyordu. Meselâ, bu kurallara göre Büyük Kral ülkede hakkı ve adâleti

gerçekleştirmekle mükellefti. Nitekim, Devlet yönetimine ilişkin olarak, bir başka yazıtta Büyük

Kral’ın ağzından, şu ifadeler yer alıyor:

"Hakkaniyet ve adalet esaslarına göre hareket ettim. Ne fakire, ne de yetime karşı şiddet

irtikâp ettim. Evimde hizmet eden adama iyi muamele ettim. Haksızlık edeni şiddetle

cezalandırdım... Ey, sen ki sonra kral olacaksın! Yalancı, amansız adamı dost edinme! Belki onu

şiddetle cezalandır".

Darius I'in mezarı üzerindeki uzun kitabede, kendi yönetim ilkeleri şöyle sıralanmakta:

"Adâleti sevdim; yalanı sevmedim. Arzu ve iradem yetime ve dula karşı hiçbir suretle

adaletsizlik yapılmaması olmuştur. Yalancıyı şiddetle cezalandırdım; fakat, tarlasını süreni de

mükâfatlandırdım".

c. SÂSANÎ İMPARATORLUĞU DÖNEMİ (M.Ö. 224-651)

1. TARİH, TOPLUM, DEVLET

a. Tarih

III. Darius döneminde, M.Ö. 331 yılında, İran, İskender tarafından işgal edildi ve Pers

İmparatorluğu son buldu. İskender sonrası dönemde İran coğrafyasında seksen yıl kadar Makedon

egemenliği devam etti. Bu dönemin ardından, M.Ö. 224 yılında İran'da Sâsânî Devleti kuruldu ve

bu devlet 650’lerde Müslüman Araplar tarafından yıkılıncaya kadar dokuz asra yakın bir süre

hükümrân oldu. Sâsâni İmparatorluğu'nun da hemen her bakımdan Pers İmparatorluğunun devamı

olduğu göz önünde tutulursa, kısa (330-248 yılları arası 82 yıl) süren İskender Dönemi hariç

tutulduğunda, her iki imparatorluğun toplam süresi on bir asrı aşmaktadır ki, dünyanın en uzun

süren imparatorluklarından biridir.

Arap fütûhâtından sonra İran coğrafyasında Emeviler ve Abbasîler egemen oldu. Dikkat

çekici bir husûs da Abbasilerin son dönemlerinden günümüze kadar devam eden süreçte İran

halkını yarı yarıya Turanî menşe'li kavimlerin oluşturmakta olması ve son zamanlara kadar, İran

coğrafyasının, hep Türk hükümdarlar tarafından yönetilmiş bulunmasıdır. Abbasileri tâkiben,

Gazneliler, Büyük Selçuklular İran'a hâkim oldular. 1200'lerde Cengiz Han'ın orduları İran'a girdi.

Ardından, sırasıyla İlhanlılar, Timur, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Safeviler, Kaçarlar ve son

olarak da Pehlevî sülâlesi (1921-1979) İran'ı yönetti. Pehlevî sülalesinin son şahı Rıza Şah'ın bir

halk devrimiyle tahttan uzaklaştırılmasından sonra (1979) bugünkü İran yönetimi başa geçti.

Page 199: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

199

b. Kültür

Kadîm İran'ın, büyük bir medeniyet ve kültür olarak, civar coğrafyalarda, meselâ Anadolu

ve Arabistan bölgelerindeki kültür üzerinde çok önemli etkileri olmuştur. Hz. Muhammed'in,

İran'ın âdil hükümdarı Nûşirevân (Hüsrev) zamanında (531-579) dünyaya gelmekle övündüğüne

dair bir sözü nakledilir. Mâverdî, İran Medeniyetinin insan medeniyetine yaptığı katkı bakımından

İslâmiyet açısından da önemli ve saygın bir kültür olduğunu belirtme sadedinde şöyle bir hadis

nakletmektedir: Huzurunda bir İranlı'ya hakaret edilmesi üzerine Peygamber şöyle buyurdu:

"Onlara küfretmeyiniz (çünkü) onlar yeryüzünü imâr ettiler". Diğer yandan, İran, İslâm

mistisizminin asıl doğuş ve gelişme yeri olmuştur. İslâm tasavvuf hareketinin doğuşunu

açıklarken, Nicholson, Hint tesiri ve Yeni Eflatunculuk üzerinde durur; Blochet, Dozy, Von

Kremer, daha çok Hind-İran etkisini ön plâna çıkarır; Brown ise, Sâmî bir dîne karşı ârî bir

reaksiyon olarak izah etme yoluna gider.

c. Din ve Dînî Hayât

Ruhani sınıfa mensup din adamlarına "mobed" denirdi ve mahkemelerdeki hâkimler de

mobed'lerden olurdu. Mobed'lerin tepesinde de hükümdar tarafından tâyin edilen en yüksek ruhânî

lider "mobedi mobedân" bulunurdu ki, kendisinin devlet ve halk nezdinde çok önemli ve îtibârlı

bir mevkii vardı; diğer rûhânîleri de o tâyin ederdi. Bütün dînî ve îtikâdî meselelerde bu dînî reis

nihâî merci durumunda idi. Mobed'lerin başlıca görevleri mabetlerin yönetimi ve dînî merasimleri

icra etmekti; ancak, bu dînî işlerle meşgul olmaları yanında, zaman zaman, ondan da daha çok

devlet işlerine karışmaya çok hevesli idiler. O kadar ki, bâzı tarihçilere göre, Sâsânî

İmparatorluğunda bu rahimlerin onaylamadığı hiç bir şey meşrû ve caiz sayılmazdı. Rûhâniler

imtiyazlı bir sınıf oluşturuyorlardı; onlar genel hukuk kuralları ile bağlı değildiler, kendilerini

sadece dînî kanunlarla bağlı sayarlar, aralarında çıkacak ihtilâfları, kendi içlerinden belirledikleri

hakemler marifeti ile çözerlerdi. Mobed’lere bu gücü sağlayan başlıca iki kaynak vardı. Biri sahip

oldukları dînî/ruhânî otorite; diğeri de, iktisadî güçleri. Tapınaklara bağışlanmış çok büyük

miktardaki arazileri ve onların gelirlerini onlar kontrol etmekteydiler. Ayrıca, halktan topladıkları

öşür vergisi de onlara büyük gelirler sağlıyordu.

Daha önce de işaret edildiği gibi, Zerdüştlüğün zamanla ahlâkî muhtevasından oldukça

uzaklaşarak, ateşe saygı temelinde ve şekilci dînî merasimlere dayalı bir uygulamaya dönüştüğü

görülmektedir. Her hâne, köy ve kasabada sönmeyen bir ateş bulundurmak gerekirdi. Hâne ateşini

söndürmemek o hâne reisinin başlıca görevleri arasında idi. Her köyün ateşinin başında iki tane

rûhânî bulundurmak zorunlu idi. Kasaba ve şehirlerdeki mabetlerde yanan ateşlerin başında daha

fazla sayıda rûhânî bulunurdu ve bunların başlıca görevleri bu ateşlerin sönmesine meydan

vermemekti. Mobed’lerin bir başka vazifesi de, halkın günahlardan arınmasını sağlamak, bunun

için de onların itiraflarını dinlemek, af merasimi yapmak ve işlenen günahlara karşılık nakdî ceza

miktarlarını belirlemek ve toplamak; doğum, nikâh ve defin merasimlerini yönetmek vs. idi.

Rûhânî sınıfa mensup olmayanlar dînî kaideleri, emir ve yasakları bilmediklerinden, mütemadiyen

günah işlerlerdi ve onun için de işledikleri günahların affı için mabed'lere başvurmaları ve onlara

ödemelerde bulunmaları gerekirdi.

Page 200: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

200

Bu haksız ve adâletsiz uygulamalara karşı, beşinci asrın sonlarında bir kıtlık yılında

Mazdek isminde bir Zerdüşt mobedi mobedân, köylüleri ve diğer ezilen sınıfları etrafında

toplayarak ayaklanma başlattı ve peygamberliğini ilân etti. O kadar güç kazandı ki, kral Kavad I

bile onun Mazdekizm dînini kabul etmek durumunda kaldı ve kendi tahtı yanında Mazdek için de

bir taht yaptırdı. Mazdek'in belli başlı ilkeleri şunlardı:

- Her türlü ayrıcalıkların kaldırılması, insanlar arasında mal ve servet eşitliğinin

sağlanması. "Hava, su gibi para vs. her türlü zenginliğin de eşit olarak paylaşılması gerekir";

- Evliliğin kaldırılması, kadınların ortak olması;

- Hayvan eti yemenin yasaklanması.

Bu eşitlikçi/komünist ilkeler İran'da bir süre uygulandı; bütün mal ve servetlere,

malikânelere el konulup eşit olarak paylaştırıldı. Ancak, bu uygulamalar İran'da halkın hayat

seviyesinde iyileşmeye yol açmadığı gibi, tersine birikmiş servetlerin yok olmasına ve kaynakların

işletilememesine, üretim düzeyinin düşmesine sebep oldu. Kimse çift sürmek, hayvanların

bakımını yapmak istemiyordu. Sonunda büyük bir iktisadî buhran ortaya çıktı; fakirlik ve sefalet,

önceki dönemi aratacak kadar arttı ve tekrar eski düzene dönülmek durumunda kalındı. Mazdek

inancı reddedildi ve sapık bir inanç olarak kabul edildi. Kral Kavad'ın ismi ise dilimizde hâlâ

“kavat” şeklinde olumsuz bir çağrışım, olarak kullanılmaktadır.

d. SOSYAL VE EKONOMİK HAYÂT

Pers dönemindeki toplumsal yapı ve sosyal sınıfların bu dönemde de devam ettiği

anlaşılmaktadır. Bununla beraber, ruhanîler, asiller (zadegan, eşraf, yönetici sınıf ve askerler) halk

(esnaflar, çiftçiler vs.) olmak üzere üçlü sınıfsal yapı, kast mahiyetinde değildi. Hemen bütün arazi

asiller ve ruhanî sınıfın elinde toplanmıştı. Köylüler, bu iki sınıf için çalışır durumdaydı. Soylu

Pers sülâlelerinden gelen mülkî ve askerî erkân, malikânelerinde oturur ve arazilerini yarı-köle

durumundaki çiftçiler vasıtası ile işletirlerdi. Köylüler, işledikleri toprakların mülkiyetine sahip

değillerdi; ruhban ve zadegan sınıfın kontrolündeki arazilerde toprağa bağlı serf statüsünde idiler.

Farklı din ve kültürlere karşı Persler'de gösterilen hoşgörü anlayışının daha sonra Sâsaniler

döneminde de sürdüğü ve onlardan da Bağdat halifelerine intikâl ettiği anlaşılmaktadır. Meselâ,

aynı dönemde Bizans ve İskenderiye'de teokratik devletin baskısı altında gelişme imkânı

bulamayan bilimsel ve kültürel etkinlikler; 530-580 yılları arasında Sâsâni yöneliminin hoşgörülü

ortamında faaliyet gösteren Jundişabur Üniversitesi'nde ve daha sonra Bağdat Halifeleri

döneminde (750-900) canlanma ve gelişme imkânı bulabilmiştir. Bilindiği gibi, bu serbesti

ortamında klasik döneme ait Grek eserlerinin Arapçaya çevrilmesi ve sonra da Avrupa'ya intikâl

etmesi, Avrupa'nın Orta Çağ'dan uyanmasında ve Rönesansın başlamasında çok önemli bir rol

oynayacaktır.

e. DEVLET YÖNETİMİ VE DEVLET TEORİSİ

ea) Devlet Yönetimi

Sâsânî devlet teşkilâtı, daha sonraki devletlerin, bu arada Roma, Abbasî ve Osmanlı

imparatorluklarının da örnek aldıkları bir model olmuştur. İran'ı işgal eden Müslüman Arapların

Page 201: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

201

kurdukları Emevi ve Abbasi devletlerinin, daha sonra da Selçuklu ve Osmanlıların, Sâsânî devlet

örgütlenmesini ve yönetim tarzını kendilerine adapte ettikleri, bazen de aynen aktardıkları

görülmektedir. Hattâ, Sâsânî döneminin yöneticileri ve eğitimli kadrosu, fütuhatı takip eden

dönemlerde vezirliğe ve diğer İdarî görevlere atanmışlardır. Bilindiği gibi, Anadolu Selçuklu

devletinin resmî dili Farsça idi; sultanların ve yüksek düzey yöneticilerin unvanları da Farsça olup,

eski Sâsânî hükümdarlarının adlarını çağrıştırırdı. Mevlânâ'nın Mesnevisi de Farsça yazılmış olup,

muhtevasında Sâsânî dönemine ait pek çok menkıbeye atıfta bulunulur.

"Devlet Dîvânı," hükümdarca atanan vezir ve diğer yüksek düzey yöneticilerden oluşurdu.

"Sasanî kralları, belli zamanlarda bir imparatorluk Dîvânı toplar, orada yüksek memurlarıyla

çevrili olduğu halde halkın yetkililerden şikâyetlerini dinler ve derhal karar verirdi. Avlanıyorsa

ya da savaştaysa, halkın yazılı şikâyetlerini bizzat kabul ederdi. Ya da, her Doğulu hükümet içinde

temel bir kurum olarak, çok gelişkin bir gizli örgüt bulunurdu ve zulüm iddialarını araştırmak için

eyâletlere gizli ajanlar gönderilirdi".

Baş vezir hükümdarın vekili durumunda idi ve son derece geniş yetkilere sahipti; gerekli

konulara hükümdara arz eder, diğer tüm devlet işlerini hükümdar adına icra ederdi. Ordunun

başında da "sipâh bed" denen bir komutan bulunurdu.

Düzenli bir vergi sistemi ve teşkilâtı, vardı. Topraktan alınan vergiye "kharag" denirdi. [bu

kelimenin aslı Ârâmîce olup Talmud’da da geçmektedir. Kelime Arapçaya "haraç" şeklinde intikâl

etmiş, Osmanlılarda da aynen kullanılmıştır]. Şahıslardan alınan vergiye de "gezit" derlerdi. [Bu

kelime Arapçaya "cizye" olarak geçmiş ve İslâm devletlerinde Müslüman olmayanlardan alınan

şahıs vergisi olarak uygulanmştır]. Kişi/baş vergisi olarak alınan bu "gezit vergisi" toprak sâhibi

olmayanlarla, Hıristiyan ve Yahûdilerden alınırdı.

eb) Devlet Teorisi

Pers yönetiminin bir devamı olarak, Sâsâni yönetiminde de mutlak ve teokratik monarşi

düzeni devam etmektedir; hükümdarın iradesi kanundur, cismanî ve ruhanî tüm yetkiler onun

şahsında toplanmıştır; o hiç bir hareketinden sorumlu tutulamaz; halk sadece onun teb'ası değil,

kullarıdır da. Ancak, sahip olduğu sınırsız yetkilere rağmen, uygulamada Sâsânî hükümdarlarının

koyu bir istibdat rejimi yürüttüklerini söylemek doğru olmaz. Ruhanîler sosyal hayatta ve devlet

yönetiminde büyük ölçüde etkin idiler. Zaman zaman, bir şekilde iktidardan uzaklaştırılan ve hattâ

öldürülen hükümdarlar görülmektedir. Ayrıca, başlangıçta ırsî olan (babadan oğula geçen)

monarşik sistemin, sonraları seçime dayanan bir mahiyet taşıdığı da görülmektedir. Ancak, ileri

gelen devlet yöneticilerinin katıldıkları bu hükümdarın belirlenmesi sürecinde sadece Sâsânî

hânedânından bir prens hükümdar seçilebilirdi.

Sâsanîlerde devlet teorisi ve buna ilişkin uygulamalar ile, bunun Selçuklu ve Osmanlı

üzerindeki etkileri husûsunda en kıdemli tarihçimiz İnalıcık'a kulak verelim:

"Eski Hint-İran ’nasihatname’ edebiyatı, çoğu kez, hükümdarı bir çobana, uyruklarını ise

sürüye benzetir. Tanrı, uyrukları korusun ve doğru yola gütsün diye çobana emânet eder;

hükümdara mutlak itaat de uyrukların görevidir.'' Teb'anın görevi bir koyun gibi hükümdara itaat

etmek, pâdişâhın görevi de âdil ve insaflı bir çoban gibi davranmaktır. "Bu tür adaleti daha da

Page 202: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

202

çarpıcı olarak sergilemek için Sâsânî hükümdarları yılda iki gün dinsel önder Ulu Magi'nin

huzurunda sıradan kişiler gibi durur ve yönetimine ilişkin her çeşit şikâyeti dinlerdi". Bin yıl sonra

aynı kurumun ve uygulamanın, yılda bir kez başkentteki "Kadı Mahkemesi"ne giden Anadolu

Selçuklu sultanlarınca sürdürüldüğünü görüyoruz. Sultandan dâvâa olan biri olursa, sultan kadı

önünde hazır dururdu.

Sâsânî Şehinşah'ı I. Hüsrev, âdil bir hükümetin ilkelerini şöyle ortaya koyar: "Köylünün

ödeme gücüne göre vergi salmak ve toplanmasında yolsuzlukları engellemek; ayrıcalıklıların

zayıfları ezmesini ve halkın can ve malıyla oynamasını önlemek; kamu yolarını koruyup,

kervansaray ve köprüler yaptırmak ve sulamayı teşvik etmek; ordu kurmak; eyâletlere âdil yargıç

ve valiler atamak; yabana düşmanların saldırılarını engellemek."

Bu yükümlülükleri yerine getirmek için Sâsânîler, dört yönetim bölümü kurmuşlardı:

politik bölüm, yargı, hazine ve genel dîvân. Fakat hükümetin en önemli bölümü, yetkililere karşı

şikâyetleri dinlemek ve adâletsizlikleri önlemek için toplanan "devlet dîvânı" idi. Ortadoğu

devletinin bu temel işlevleri, şeriat ve Hellen politik düşüncesinin etkisine karşın, değişmeden

Osmanlı dönemine kadar gelmiştir". Bu modelde, toplum iki ayrı sınıftan oluşur: Vergi verenler

ve vergi vermeyenler. Hükümdar ve onun emri altındaki mülkî ve askerî erkân, ki bunlar vergi

vermezlerdi, ikinci sınıf ise vergi veren zümre, yâni "reaya" dır.

2. HUKUKÎ HAYÂT

Bu bölümde Sâsânîlerde hukuk üzerinde durulurken, daha önce de işaret edildiği gibi, konu

Pers dönemini kapsayacak şekilde bir bütünlük içinde verilmeye çalışılacaktır. Çünkü, Perslerin

kanunlarını ihtiva eden kaynaklar elimize geçmemiş olduğundan, bu kanunların mahiyeti hakkında

bilgimiz bulunmamaktadır. Onların dönemindeki hukukî kural ve uygulamaların Sâsânîler

döneminde de devam ettiği düşünülmekte; bir başka ifade ile, Sâsânî dönemine ilişkin olarak

ulaştığımız bilgi ve bulguların Pers dönemi için de geçerli olabileceği farz edilmektedir.

Daha önce de değindiğimiz gibi, kadîm İran hukukuyla ilgili doğrudan kaynaklardan, pek

azı günümüze ulaşabilmiştir. Bu döneme ilişkin hukukî ve diğer bilgileri, İran'a ait dînî ve edebî

kaynaklardan ve, Grek, Hint gibi komşu ülke tarihlerinden sağlıyoruz. Eski İran'la ilgili olarak,

Heredot (484-406) tarihinde önemli bilgiler bulunmaktadır. Meşhur Müslüman tarihçi Taberi

(838-923) de kadîm İran kültürü ve tarihi açısından önemli bir kaynaktır. Bu konuda bir diğer

önemli kaynak da, İran tarihini destan şeklinde anlatan ünlü dâhi şair Firdevsî'nin (935-1020)

Şahnâme adlı eseridir. Bu destanın yanında, içlerinde hukukî bâzı ilkelerin de yer aldığı, X. Asırda

Pehlevî dilinde yazıldığı anlaşılan Dâdistân ve Bandehîş gibi eserleri de zikretmek gerekir. Söz

konusu kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre yaptığımız çıkarsamalar bizi Pers kanunlarının,

Assur-Bâbil kanunlarına nisbetle çok daha insanî olduğu sonucuna götürmektedir. Kadîm

kaynaklarda, "Med ve Perelerin kanunlarının bir eşi daha olmadığı" kaydedilir; İran hükümdarları

da, âdil olmalarıyla iftihar ederlerdi.

Kadîm İran kültürüne ait en eski ve en önemli kaynak olan Zend- Avesta'nın aslının yirmi

bir cilt olduğu, bunlardan dokuzuncu cildin ahlâk, hukuk ve yargılama usûlleri ile; on dokuzuncu

cildin ise medenî ve cezâ hukuku ile ilgili olduğu ve altmış iki baptan oluştuğu rivayet edilmekte

ise de, bu kitaptan sadece Vendidât adını taşıyan ve akaitle ilgili küçük bir metin günümüze intikal

Page 203: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

203

edebilmiştir. Söz konusu kaybın müsebbibi olarak, İskender'in Asya içlerine doğru istilâsını

sürdürürken, buralarda egemenliğini devam ettirebilmesi bakımından Zerdüşt dinini önündeki en

büyük engel olarak gördüğü için, bu kültürle ilgili olarak rastlanan her türlü belge ve kitabenin

tahrip edilmesini emretmesi ve yaktırması gösterilmektedir.

a. Eşya Hukuku

Kadîm İran'da gelişmiş bir mülkiyet müessesi mevcuttu. Gayrimenkullerin iktisabı ve devri

mutlaka yazılı senetle olmak gerekirdi. Taşınmaz mülkiyeti sadece üst sınıflara ait bulunuyordu.

Zaman aşımıyla mülkiyet iktisap edilebilmesi de mümkündü; ancak, bunun için kırk yıl gibi uzun

bir süre öngörülmüştü.

b. Aile Hukuku

Aile içinde babanın tartışılmaz bir otoritesi vardı. Karı, kocaya; çocuklar da babalarına

karşı mutlak bir hürmet ve itaatle mükelleftiler. Ancak, özellikle çocukların yetiştirilmesine dönük

olarak anaya da önemli ve îtibârlı bir yer verilmekteydi. Her çocuk yedi yaşına kadar annesinin

nezaretinde terbiye edilirdi; annenin vefatı hâlinde bu görev teyze ve halaya düşerdi. Kız çocukları

için bu durum evlenmelerine kadar devam ederdi.

Müstakbel karı-koca daha çocuk yaşlarda iken aileleri tarafından nişanlanırlardı. Nikâh

aşamasına gelindiğinde ise, muhtelif nikâh tipleri ile karşılaşmaktayız:

- "Pâdeşâhzen nikâhı": Ana-babanın rızası ile bir kızın nişanlısı olan erkeğe

nikâhlanması. Bu nikâhla evlenen kadınlar "pâdeşâhzen eş", yâni imtiyazlı eş sayılırlardı.

- "Yogânzen nikâhı": Bu nikâhı ile evlenen kadın, doğacak ilk erkek çocuğunun,

kocasının değil de, 'erkek çocuk bırakmadan vefat eden babasının' veya yine 'erkek çocuk

bırakmadan vefat eden erkek kardeşinin' çocuğu olarak kabul edilmesi şartıyla evlenirdi. Ve doğan

ilk erkek çocuk, oğlu sayıldığı kişiye (ana-dedesi veya dayısına) halef ve mirasçı olurdu. Ana bu

çocuğu on beş yaşına gelinceye kadar büyüttükten sonra, kocasıyla ikinci bir evlenme daha yapar

ve bu defa kocasının çocuklarını yetiştirirdi.

- "Sadharzen nikâhı": Kadının ilk erkek çocuğunun, çocuğu olmayan herhangi bir kişinin

oğlu sayılması şartı ile yapılan nikâh.

- "Çagârzen nikâhı": Kocası ölen dul bir kadın ile yapılan nikâh. Kadının ilk kocasından

çocuğu yoksa, ikinci kocadan olan çocukların yarısı ilk kocaya ait sayılırdı; ancak, ikinci koca

isterse bu çocuklarını evlat edinebilirdi.

- "Khodsarâyzen nikâhı": Yetişkin bir kızın, ana-babasının rızası olmadan yaptığı nikâh.

Bu tarz evlilik, en fena sayılan bir evlilikti.

Kadîm İran aile hukukunun çok değişik bir yanı da, yakın kan bağı bulunanlar, hattâ

kardeşler arasındaki evliliğin bile meşru görülmesidir. [Hatırlanacağı gibi, Mısır'da da böyle bir

uygulama vardı]. Ancak, bu uygulamanın yüksek sınıflarda görüldüğü, halk kesiminin, buna iltifat

etmediği tahmin edilmektedir.

Page 204: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

204

Evlenme için, asgari bir yaş haddi tesbit edilmemişti. Genellikle evlenme yaşının on beş

yaş gibi küçük bir yaşta gerçekleştiği anlaşılmaktadır. İran hukuku, bir erkeğin birden fazla kadınla

evlenmesini meşrû gördüğü gibi; bu meşrû karılarının yanında câriyeleri olmasına da izin

veriyordu.

Kocanın erkek çocuk bırakmadan vefat etmesi hâlinde, karısının, ölen eşinin en yakın

akrabalarından birisi ile evlenmesi gerekirdi. Bu durumda, ikinci evlenmeden doğan ilk erkek

çocuk, ilk kocanın çocuğu sayılırdı. Ünlü İslâm bilgini Bîrûnî, bu uygulama hakkında daha geniş

bilgi vermekte ve Mecusilerin Tavsar kitabından şöyle bir nakilde bulunmaktadır:

"Bir adam ölüp arkasında halef bırakmazsa bakarız. Eğer bunun karısı varsa ölen kimsenin

adına mirasçılarından en yakın kimseyle nikâhlandırırız. Yoksa ölenin kızını, yahut yakın

akrabasından bir kadını, yakın akrabasından bir erkekle evlendiririz. Eğer kızı, ya da kadın

akrabası yoksa, ölenin malıyla yabancı bir kadın evlendirilir. Doğacak çocuk ölünün nesebinden

sayılır."

Evlat edinme müessesesinin de kabul edildiği ve bâzı esaslara bağlandığı anlaşılmaktadır.

Evlat edinecek kişinin reşit olması, Zerdüşt dinine mensup bulunması ve büyük bir günah

işlememiş bulunması gerekirdi. Eğer evlat edinecek kişi, kadın ise, evli ve iffetli olması, kendisinin

bir başkası tarafından evlat edinilmiş olmaması şartları aranırdı.

c. Miras Hukuku

Kadîm İran Hukukuna göre, babanın vefâtı hâlinde, miras, eğer vasiyetname bırakmadan

vefat etmiş ise erkek çocukları ile, henüz evlenmemiş kız çocukları ve karısı arasında eşit olarak

paylaşılırdı. Evli kızlar mirasçı olamazdı, çünkü evlenirken aldıkları cihazın, onların miras

hisselerine karşılık olduğu düşünülürdü. Vasiyet müessesi vardı, fakat, vasiyetname yoluyla

vârisler miras hakkından mahrum edilemezdi.

d. Ceza Hukuku

Ceza Hukuku yönüyle suçlar üç kısımda ele alınırdı: Tanrıya karşı işlenen suçlar (küfür);

hükümdara karşı işlenen suçlar (isyan, vatana ihanet, askerlikten firar vs.) ve insanlara karşı

işlenen suçlar. Birinci ve ikinci çeşit suçların cezası idamdı. Keyhüsrev I zamanında, Tanrıya karşı

işlenen suçlarla ilgili kanunlarda değişikliğe gidilmiş, bu nevi suçluların önce bir yıl

hapsedilmeleri ve bu süre içinde nedamet gösterirlerse serbest bırakılmaları uygulamasına

geçilmiştir. Keza, aynı dönemde, devlete karşı işlenen suçlarda da idam cezâsı sadece isyan ve

askerden kaçma gibi suçlara inhisar ettirilmiştir. Üçüncü çeşit suçlarda ise, suçun çeşidine göre

para cezaları, diyet (suçlunun yakınlarının rıza göstermesi hâlinde), idam, uzuv kesme (mutilation)

cezâları uygulanırdı.

Esas olarak “cezanın şahsîliği ilkesi" benimsenmiş olmakla beraber, bâzı durumlarda bu

ilkeye aykırı cezâ uygulamalarına da yer verilmekteydi. Meselâ, devlete isyan suçunda, cezâ,

suçlunun tüm aile fertlerine de teşmil edilirdi. İsyan eden kişilerin suçları tesbit edildikten sonra,

burunları ve kulakları kesilir, bu şekilde halka teşhir edildikten sonra, isyan ettikleri mahalde idam,

edilirlerdi.

Page 205: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

205

Özellikle cinayet gibi suçlarda, kişinin çok yakınları için “intikam” (şahsî öç alma, ihkâk-

ı hak) uygulamasına izin verilmekteydi; ölüm cezasının infazında, öldürülen kimsenin yakınlarına

öç alma imkânı tanınırdı. Gnostik düşünür Bardesanes (154-222), kendi döneminde Partlar ve

Ermeniler arasında cinayet işleyenlerin infazının bazen devlet görevlilerince, bazen de maktulün

akrabaları tarafından yapıldığını nakletmektedir. Avesta'da açıkça intikam hakkından

bahsedilmektedir; ancak, karşı tarafın diyet teklifinin kabul edilmesi de tavsiye edilmekteydi.

Diğer yandan, Tanrıya ve hükümdara karşı işlenen suçların dışındaki suçlarda, suçlunun yakınları

razı oldukları takdirde idam cezası uygulanmaz, fidye/diyet cezası verilirdi. İntikam duygusunun

kültüre ne ölçüde sinmiş olduğunu göstermesi bakımından son Sâsânî şahlarından Husrev Perviz'in

(591-628) ölüm döşeğindeyken söylediği rivayet edilen şu söz oldukça ilginçtir: "Pederinin katilini

öldürmeyen kimse piçtir". Konfüçyüs'ün aynı konuya ilişkin benzer minvaldeki görüşleri için de

ilgili bölüme bakılabilir.

Mülkiyete karşı işlenen suçların cezası da oldukça ağırdı. Meselâ, suçüstü yakalanan hırsız,

zincire vurulur ve çaldığı şeyler boynuna asık vaziyette hâkimin huzuruna çıkarılır; eğer suçu sabit

görülürse ölüm cezâsına çarptırılır ve asılarak idam edilirdi.

Suçlulara uygulanan cezalar hakkında da şunlar zikredilebilir: Göz çıkarma, göze mil

çekme cezâsı yaygın bir uygulama idi ve özellikle isyan eden prenslere ve yüksek yöneticilere

tatbik edilirdi. İdam cezası, suçlunun başının kılıçla kesilmesi şeklinde uygulanırdı. Bâzı

durumlarda, özellikle dînî suçlarda taşlayarak öldürme (lapidation) cezasının da tatbik edildiği

görülmektedir. Devlete karşı işlenen suçlarda bâzan çarmıha germe (crucification) cezası

uygulanır; ayrıca, suçlunun derisi samanla doldurularak halka teşhir edilirdi. Vatana hıyanet

suçunun cezası, baş ve kol kesmekti. Suçlu ölmüş ise bu ceza naaşına tatbik edilirdi. Devlete karşı

isyan eden kişilerin bütün ailesine de aynı cezâ uygulanırdı.

Ağır cürümlerin dışındaki suçlar için, beşten iki yüz sopaya kadar değişen kamçılama

cezâsı uygulanırdı. Bir çoban köpeğini zehirleyene iki yüz değnek, kasıtsız olarak bir adamın

ölmesine yol açana doksan değnek vurulurdu. Kamçı cezalarını paraya çevirmek, adlî hizmetlerin

bir finansman yolu olarak kullanılır, kamçı başına altı rupi bedel alınırdı. Daha ciddî suçlar için

ise, dağlamak/damgalamak, organ kesmek, sakatlamak, gözlerine mil çekmek, hapis ve idam

cezaları verilirdi. Küçük bâzı dinimler için idam cezâsı verilmemesi kanunla emredilmişti; ancak,

hainlik, tecavüz, sodomy, katil, kuyuları vs. kirletme, kralın mahremiyetine tecavüz etmek, devlete

karşı direniş gibi cezalar bu kuralın dışındaydı. İdam cezaları zehirleme, haça germe, kazığa

oturtma, taşlama, diri diri toprağa gömme gibi değişik biçimlerde uygulanırdı. Bu idam

uygulamalarının bir kısmı, kendilerinden sonra bölgeyi istilâ eden Türklere de geçmiştir.

e. Mahkemeler ve Muhakeme Usûlü

Ahuramazda adına adaleti yeryüzünde yaymakla görevli olduğundan, en yüksek hâkim

Büyük Kral'dı. Şahsına, fermanlarına ve devletin güvenliğine karşı işlenen suçlar söz konusu

olduğunda suçlular bizzat Büyük Kral veya kendisinin riyaset ettiği, yedi üyeden oluşan Büyük

Kral Mahkemesi heyeti tarafından muhakeme ve tecziye edilirdi. İlâhî iradenin tecellisi olarak

kabul edilen kralın ilân ettiği yasa ve fermanlar tartışılamadığı gibi, gördüğü bir dâvada, hâkim

sıfatıyla verdiği hükümler de tanrı Ahuramazda’nın ilhamıyla vuku bulduğuna inanıldığından

Page 206: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

206

bunlara karşı yapılacak bir itiraz ve karşı çıkma, doğrudan tanrıya karşı bir saygısızlık olarak

değerlendirilir ve şiddetle cezâlandırılırdı.

Aslında, kanunları formüle edenler rahiplerdi ve eski dönemlerde yargılama görevini de

onlar yerine getirirlerdi, fakat daha sonraları bu görev giderek ruhanî sıfatı olmayan hâkimlerce

îfâ edildi. Belki de durumu şöyle ortaya koymak daha doğru olur: Pers İmparatorluğunun adlî

sistemi içinde iki çeşit yargı organı olup, Tanrıya (dine) karşı işlenen suçlar ruhban sınıfından

oluşan mahkemelerde görülürdü. Diğer yandan, Durant, yargılama işlerinin saraydan gelen ve

görevlendirilen hadımağaları tarafından yapıldığını; Bâbil ülkesinden Fars ülkesine her yıl hadım

edilmiş beş yüz çocuğun gönderildiğini kaydetmektedir.

Merkezdeki yüksek mahkemenin altında tüm ülkeye dağılmış mahallî mahkemeler yer

alırdı. Eyaletlerde, adâleti temin husûsünda satrap'lar Büyük Kralı temsil ederlerdi. Eyaletlerde, o

memleketin mahallî kanun ve nizamları, âdet ve gelenekleri uygulanır, her şehir ve kasabada

bulunan hâkimler bunlara, göre hüküm verirlerdi. Ayrıca, her köyün muhtarı ("dehkan") da küçük

dâvalara bakmakla yetkili kılınmıştı. Mobadlar ve asiller (askerî sınıf) genel mahkemelere tâbi

değildi; onlarla ilgili dâvalar ayrı mahkemelerde görülürdü. Diğer yandan, zadegan sınıf,

kendilerine kral tarafından tahsîs edilmiş bulunan, bâzıları neredeyse bir devlet kadar geniş olan

iktâlarında büyük bir otonomi içinde otoritelerini, kullanır, kendi yasalarını koyar, adâleti icra

ederdi.

Görevlendirilen hâkimlerden adaletle hükmetmeleri istenir, adalete aykırı ve keyfi karar

veren hakimler hakkında çok şiddetli ve ibretamiz cezalar verilirdi. Rüşvet aldıkları anlaşılan

hakimler idam edilir ve derileri yüzülerek mahkemede oturdukları koltuklara kaplanırdı.

"II. Kambises (MÖ.529-522), rüşvetçi yargıç Sisamnes'in derisini yüzdürerek öldürmüş ve

Sisamnes’in oğlu Ottanes’i aynı göreve atamış, atarken eski yargıcın derisini yargıçlık

sandalyesinin üzerine gerdirmiş ve yeni yargıca da, ‘nasıl bir sandalye üzerinde oturduğunu

unutmamalısın' demiştir."

Büyük Kral, hâkimlerin acele ile ve şiddetli cezâlar vermelerini iyi karşılamaz, böyle

davranan hâkimleri tâzir ederdi. Suçluların, işledikleri ilk suçtan dolayı hemen en ağır cezâlara

çarptırılması tasvip edilmez; suçlanan her kişinin iyi ve kötü hareketleri karşılaştırılarak,

fenalıkları iyiliklerinden fazla ise o zaman, fiilnin durumuna göre cezalandırılması istenirdi.

Kölelerin bile, Sâmî toplumlarda görüldüğü gibi, hemen ilk kusurlarından dolayı efendileri

tarafından vahşice cezalandırılmalarına müsâade edilmezdi; hak ve adâletin koruyucusu sıfatıyla

Büyük Kral, böyle davranan kişileri cezalandırırdı.

Diğer yandan, mahkemeler, cezalandırma yönünde olduğu kadar, gerektiğinde ilgili tarafın

mükâfatlandırılması yolunda da karar verirdi. Suç işleyen kişinin hâl ve davranışlarında herhangi

bir hafifletici sebep varsa bunların ortaya çıkarılmasına ve suçlunun lehine bir faktör olarak

değerlendirilmesine çalışılırdı. İhtilâfların, tarafların anlaşma yoluna giderek veya arabulucu

mârifetiyle uzlaşarak çözülmesi teşvik edilirdi.

Page 207: HUKUK TARİHİ - dnviz.net

207

Görülmekte olan dâvalarda, en önemli delil olarak şahitlerin beyânlarına dayanıldığı

anlaşılmaktadır. İşlenen suçla alâkalı şahit ve sair delillerin bulunmadığı hallerde, sanığa işkence

edilmesi ve ateş tecrübesi gibi uygulamalara da gidiliyordu. Yemin teklifi uygulaması da vardı.

Muhakeme usûlü bakımından ilginç bir uygulama da, gerekli incelemeyi yaptıktan sonra

hâkimlerin kararlarını, hiçbir gerekçe ve açıklama göstermeksizin; ceza dâvalarında

"suçludur/suçsuzdur"', hukuk dâvalarında ise, "haklıdır/haksızdır" şeklinde açıklamalarıdır.