14
Dostoyevski’den iki karakter ÜLKÜ TAMER NİHAT ZİYALAN VEYSEL ÇOLAK 24 Ekim 2014 Cuma Yıl: 3 Sayı: 139 Aydınlık Aydınlık Aydınlık Aydınlık Aydınlık Aydınlık Aydınlık Aydınlık Aydınlık Öğretmen o kadar çok ki... Postayla gelen deniz kabuğu Geçerken ve Smerdyakov Netoçka Nezvanova KAPAK: ÇAĞDAŞ ERÇELİK

iki karakter Smerdyakov ve Netoçka NezvanovaYeraltından Notlar'ı okuduğu-muzda sövmenin en aykırı, en vurucu, en güçlü dilini okuma-dığımızı söyleyebilir miyiz? Büyük

  • Upload
    others

  • View
    22

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: iki karakter Smerdyakov ve Netoçka NezvanovaYeraltından Notlar'ı okuduğu-muzda sövmenin en aykırı, en vurucu, en güçlü dilini okuma-dığımızı söyleyebilir miyiz? Büyük

Dostoyevski’den iki karakter

ÜLKÜ TAMER NİHAT ZİYALANVEYSEL ÇOLAK

24 Ekim 2014 Cuma Yıl: 3 Sayı: 139

AydınlıkAydınlıkAydınlıkAydınlıkAydınlıkAydınlıkAydınlıkAydınlıkAydınlık

Öğretmen okadar çok ki...

Postayla gelen deniz kabuğu

Geçerken

veSmerdyakov

Netoçka Nezvanova

KA

PAK

: ÇA

ĞD

ER

ÇE

LİK

Page 2: iki karakter Smerdyakov ve Netoçka NezvanovaYeraltından Notlar'ı okuduğu-muzda sövmenin en aykırı, en vurucu, en güçlü dilini okuma-dığımızı söyleyebilir miyiz? Büyük
Page 3: iki karakter Smerdyakov ve Netoçka NezvanovaYeraltından Notlar'ı okuduğu-muzda sövmenin en aykırı, en vurucu, en güçlü dilini okuma-dığımızı söyleyebilir miyiz? Büyük

Çoğu zaman klasikleri topa tutan gençlerlekarşılaşırız, neden diye sorulduğunda okuya-mamaktan ve “sıkıcı” olduklarından dem vu-rurlar. Günümüzün sabun köpüğü romanları-

nın, sığ dilinin, zavallı kelime dağarcığının olduğu biredebiyatla gençliğini geçirenlerin klasikleri “sıkıcılık-la” nitelemeleri kimisine göre cehalet göstergesiolsa da bunu belki de “normal”görmek gerekli. Niteliği neredearadığımızla doğrudan ilintili olanbu konu günün “imaj” bağımlıtoplumunda o kadar anlaşılabilirbir durum ki...

Klasikler, okumanın ve dolaylıolarak yazmanın, daha da önem-lisi özgün yazabilmenin temelle-rini atan, olanağını veren yapıtlar-dır. Düz cümle kurmasını dahi bi-lemeyenlerin, sıkıcı addedilen be-timlemelerden dahi aciz, amafarklı olduğu iddia edilerek “pi-yasaya” sürülmüş kitapları ilekarşılaştırmaya kalkışılacak olur-sa, kuşkusuz edebiyat klasiklereher zaman muhtaç ve her zamanonlarla anlamlı kalacak. Ne deolsa dilin gücü, anlatımın derinli-ği, düşüncenin kapsamlılığı veyaşantının betimi klasiklerin gö-zümüzün önüne tane tane sun-duğu unsurlardır.

Daha önceki sunularda sıkça dile getirdik, kitabımetalaştırabiliriz ama günümüzde maalesef yazarların metalaştığı edebiyat ortamında, klasikler yaza-rın sunumu değil eserin sunumu olarak da edebiyatıve sanat ahlakını daha da değerli kılıyor. Klasiklerinhikayeleri ise insanlık durumunun sorunlarında sü-rülen tezleri kadar sahici, insana güveni ve başka birdünyanın olanaklı olduğunun estetik düzeyi en yük-sek tutanaklarıdır. Asli unsur karakterler ise bütünboyutluluğu içinde insanı çağına tanık kılmıştır ki, ta-rihin asla veremeyeceği insan ruhuna dair derinlikklasik edebiyatın armağanıdır.

Yaşama ve ölüme, ülkeye ve tarihe, aşka ve aldat-maya, insanlara, açlığa, yoksulluğa ve zenginliğe, sa-vaşa ve barışa, dine ve tanrıya, aileye ve yalnızlığa,ölmeye ve öldürmeye dair düşünebilmemizi sağla-

yan bu yapıtlar işte bu anlatım güçlerinden ve dü-şünce dünyamızı derinleştirdiklerinden dolayı klasikyapıt oldular. Teknolojiye maruz kalmayan yaşam-larda yazılan bu eserler okumanın temelinden çıkıp,yaşama bakışın da temelini oluşturan bir düzlemegeldiler. Bu özelliklerini hâlâ korumakla kalmayıp,farklılıklar içinde sıradanlaşan yeni edebiyat eserleri-

nin üretildikleri anda tüketilmeye maruz bırakılangünümüzde kalıcılığın anlamını koruyorlar. Bir polisi-ye eserin yapamadıklarını yapıyorlar kimi zaman veen iyi savaş romanı gene klasikler içindeki roman-lardan çıkıyor. Adalete, adilliğe, ahlaka ve düzenedair bu eserlerin söylediklerinin daha iyisini söyleye-bilene öyle az rastlanıyor ki.

Modern edebiyata baktığımız-da elbetteki klasiklerin önemi ka-dar değeri yüksek eserlerden sözedilemez demek fazla toptancıbir yargı olur. Ancak gözle görü-lebilen bir şey ki “best seller”egömülmüş bir üretim yapısındagörüyoruz ki işin kolayına kaç-mak revaçta. Biraz ilginç birkonu mu buldun, alla, pulla, sun.

Okur yesin! Sevgilinize attığınız en dandik aşk me-sajını düşünün, bunu 100 sayfaya çeşitli versiyonlar-la bastığınızı da düşünün. İşte böyle bir kitap ülke-mizde 250 bin satıyor. Yazar trilyoner oldu. Kutlarız!

“Sıkıcılık” demiştik... Biz sövgüyü bugün iki küfürcümlesiyle kitaplarda buluyoruz. Kötü bir durum muvar ortada? Salla iki küfür... “Boktan bir gündü.”. Ve

sinkâflar... Bitti. Peki sorarlaradama: “ Dostoyevski küfret-meyi mi bilmiyordu acaba?”Yeraltından Notlar'ı okuduğu-muzda sövmenin en aykırı, envurucu, en güçlü dilini okuma-dığımızı söyleyebilir miyiz?Büyük ihtimalle Tolstoy bugü-nün undergraund'çılarına kü-fürde on basardı, ama edebi-yat (bugün sinema onun yeri-ni mi alıyor?) gücünü buradabulamazdı. Klasikler, duygula-rın ve düşüncelerin hikayeiçinde felsefesini yapmakta,kalemin iyi kullanıldığının birgöstergesiydi.( Ve sinema,klasiklerin edebiyatından,daha çok ekmek yedi)

Bugün iyi bir okur olmakklasikleri okumuş olmayı ge-rektirir mi?

Kesinlikle. İyi bir yazar olmak için klasikleri okumak gerekir

mi? Kesinlikle. Daha da önemlisi klasikleşmemiş, sağlam bir ya-

pıt yaratabilmek için de klasikler kesinlikle okunma-lıdır.

hhhEn büyük klasik yazarlardan Dostoyevski'ye

ayırdığımız kapağımızı veorta sayfalarımızın görselle-rini çağdaş sanatımızın en

güçlü ve bir o denli dikkat çe-kici genç ustası Çağdaş Erçe-

lik'in Dostoyevski üzerineaçtığı serginin işlerinden der-

ledik. Çağdaş Erçelik'e eniçten teşekkürlerimizle.

Klasikleri okumanın belirleyiciliği

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul

Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22

Baskı: Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. Tic. A.ŞOruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34

Sahibi Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Celal Demirel

Genel Yayın Yönetmeni Mustafa İlker Yücel

Sorumlu Müdür Murat Şimşek Tüzel Kişi Temsilcisi Metin Aktaş

Reklam Müdürü Kamile Karakadılar [email protected]

Reklam Grup Başkanı Saynur Okuroğlu [email protected]

[email protected]

Reklam Servisi

Yayın Yönetmeni Haldun Çubukç[email protected]

Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı[email protected]

Sayfa Sekreteri Neşe YeşiloğluKatkı sunanlar İrem Halıç, Elif Korkut, Deniz Toprak

Görsel Tasarım Hakan Uğurluay, Şener Soysal

AydınlıkAydınlıkAydınlık

HALDUN ÇUBUKÇU [email protected]

324 Ekim 2014 CumaAydınlık

ÇAĞ

DAŞ

ERÇ

ELİK

Soçi Kış Olimpiyatları açılışı

Page 4: iki karakter Smerdyakov ve Netoçka NezvanovaYeraltından Notlar'ı okuduğu-muzda sövmenin en aykırı, en vurucu, en güçlü dilini okuma-dığımızı söyleyebilir miyiz? Büyük

“Bize hiç yardımcı olunmuyor.” Bu yakınmayıdile getiren çok genç var: “Bize yardımcıolunmuyor, bize öğretilmiyor, elimizdentutulmuyor, dinozorlar yolları tıkamış, önü-

müz açılmıyor!”Bu işin eğitimini almış, çalışmış, çaba gös-

termiş, sanata yüreğini vermiş, ama diledikleriolanakları elde edememiş gençler var. Öyle azın-lıkta kalıyorlar ki... Sözüm onlara değil. Sözüm,hiç çaba göstermeden bir gecede yıldız olmakisteyenlere.

Bakıyorsunuz, yakınan genç, bırakın kitabı,günlük gazete bile okumuyor. Sinemaya gitmiyor.Tiyatronun önünden geçmemiş. Sergi deyincekarpuz sergisi geliyor aklına. Halk deyince sa-dece üç-beş dostunu düşünüyor.

Öğrenmek için bir çaba göstermemiş. Sihirlibir değnek bekliyor. Ataol Behramoğlu onu kar-şısına alacak, şiir nasıl yazılır, on dakikada öğ-retecek ya da Yıldız Kenter, “Gel kardeşim, benartık dinozor oldum, çekiliyorum, artık sahne se-nin,” diyecek.

Yaşar Kemal’i elinden tutup da mı büyük ya-zar yaptılar? Nâzım Hikmet bir “üstad”dan şiirdersleri mi aldı? Genco Erkal kimin boşalttığısahneye çıktı?

Öğretmen o kadar çok ki... Yeter ki sen öğ-renmek iste.

hhhSüperler, Megalar, Divalar, İmparatorlar Cen-

neti“Süper”lerimiz, “mega”larımız, “diva”larımız,

“imparator”larımız hiç bu kadar çoğalmamıştı.Nereye baksak karşımıza bir üstün sanatçı çı-kıyor.

Özellikle müzik alanında dünyayı solladık.Ben bu konuda cahil kaldım. Tek “diva”m hâlâ

Müzeyyen Senar.

Televizyonda olsa olsa berbat bir komedyenolarak izlenebilecek bir hanım, sesinin olancagücüyle bağırıyor; pazarda pırasa satar gibi şar-kı söylüyor; rakı kadehlerini yerlere fırlatıyor; dü-zeysiz bile denmeyecek lâflar paralıyor; piyasaşarkılarını mumla aratacak rezilliklerden medetumuyor; sonra da Türk “musiki”sinden sözediyor. Al sana bir “diva”!

Yalın ve doğru okuma özelliğini gençliğindeterkedip uzaylı giysileriyle sahneye yenilik ge-tirdiğini ileri süren, bunu da ağdalı, yapay mı ya-pay bir “teganni” biçimiyle destekleyen “sanatgüneşi”mizin tahtına oturtulan bir “diva”...

Bellerine ceketlerini bağlayıp göbek atanlar,göbek atmakla kalmayıp kendilerini yerden yerefırlatanlar, söz konuşmaya gelince hemen cid-dî havalara bürünüp “Türk musikisi”nin soylu-luğundan, tarihinden dem vuruyorlar. Kimse dekalkıp “Sen aynı adam mısın, arkadaş?” demi-yor. Onu da “süper” ilân ediyor.

Cemal Süreya, “Bir sanatçının gerçek değe-rini saptamak için onun ‘azami’sine değil, ‘as-gari’sine bakmak gerekir,” derdi. “Bir sanatçı ‘aza-mi’yi raslantıyla da yakalayabilir. Iyi bir sanat-çının ‘asgari’sinin düzeyi hiçbir zaman çok dü-şük olmaz. Çünkü iyi bir sanatçı o düzeysizliğiiçine sindiremez.”

Cemal’in bu sözleri söylerken aklından bilegeçiremediği düzeylerde gezinen, araya sıkış-tırdığı türküler yüzünden halk müziğinin enönemli sesi olduğu ileri sürülen bir başkası, “Bensenin tabii’ni yerim” diye bağırıyor. Bize de“Afiyet olsun” demekten başka yol kalmıyor. “İm-parator” ilân edilmiş bir kere, istediğini yer.

Pop müziğimiz de “süperstar”larla, “megas-tar”larla dolu. Hanedana her yarım saatte bir yeni“prens”ler, “prenses”ler katılıyor.

Televizyonlar her yarım saatte bir olmasa bile,

haftada bir sanat dünyamıza iki çift yıldız ar-mağan ediyor.

Bu cennette en kurak bölge şimdilik edebi-yat galiba. Yaşar Kemal’e bile bir taht uydura-madık. Ama üzülmeyelim, bazı ipuçlarına ba-kılırsa bizler de, üç vakte kalmayacak, en kral “sü-per”lerimize, “diva”larımıza kavuşacağız.

ŞİİR, ÇEVRİLİNCE...Bazı şiirler, başka dile çevrilince pek bir şey

yitirmiyor. Ama bazı şiirler de var ki, ancak ya-zıldığı dilde anlam kazanıyor.

Sözgelimi, Cahit Külebi’nin şiirleri. En sevdi-ğim sanatçılardan biri olan Külebi’nin Hikâye’sinidüşünün.

“Senin dudakların pembe / Ellerin beyaz /Al tut ellerimi bebek / Tut biraz”...

Hadi, İngilizceye çevirin bakalım:“Your lips are pink / Your hands are white...”Şiirle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir or-

taokul öğrencisinin yazabileceği dizelere dö-nüşüyor hemen.

Bu “sözgelimi örnek”i yaşadım. Külebi’yle bir-likte bir uluslararası şiir toplantısındaydık. Hi-kâye’si İngilizceye çevrilmişti. Bir Amerikalıgeldi yanıma. Külebi’yi göstererek, “Doğru söy-le, gerçekten iyi şair mi?” dedi.

Külebi’yi anlaması için Türk şiirini, Türk şiiri-nin geleneğini, Türkçeyi bilmesi gerektiğinisöyledim. Türkçe bilmesi de yetmiyordu aslın-da. Bu dilin tadını alabilecek bir düzeye ulaşmasıda gerekiyordu.

Kimbilir, belki de Anadolu’da yaşaması ge-rekiyordu.

Neruda’yı bütün dünya okuyor, seviyor. AmaLatin Amerikalısı, Akdenizlisi başka türlü sevi-yor. İngilizcede değişik bir şair oluyor Neruda. Ok-yanusun İhtiyar Kadınları, Deniz Kenarındaki Ka-dınlar’a dönüşüyor. Anglo-Sakson şiir gelene-ğine göre çevriliyor çünkü. Bu yüzden, “anlatı-lan”ın öne çıktığı politik şiirleri daha kolay be-nimseniyor.

Lorca’da, Alberti’de olduğu gibi.

Öğrenmek için bir çaba göstermemiş.

Sihirli bir değnekbekliyor.

Ataol Behramoğlu onukarşısına alacak,

şiir nasıl yazılır, ondakikada öğretecek ya

da Yıldız Kenter, “Gel kardeşim,

ben artık dinozoroldum, çekiliyorum,artık sahne senin,”

diyecek.Yaşar Kemal’i elinden

tutup da mı büyükyazar yaptılar?

Nâzım Hikmet bir“üstad”dan şiir derslerimi aldı? Genco Erkal

kimin boşalttığısahneye çıktı?

4ÜLKÜ TAMER

Aydınlık24 Ekim 2014 Cuma

TEBESSÜM MOLASI

AUSTEN’İN EVİ

Jane Austen’in ölümünden yıllar sonra,onun yaşadığı binayı bir tüccar kiralamıştı.

Çok geçmedi, yakınmaya başladı:“Boyuna Amerikalı turistler geliyor.

‘Jane Austen burada yaşamış, doğru mu?Ne zaman yaşamış?’ diye soruyorlar.Meşgul ediyorlar beni. İşim aksıyor.”

Çözüm bulundu:Kapıya, üstünde “Jane Austen 1775-

1817 yılları arasında burada yaşamıştır”yazılı bir plaket konuldu.

İki hafta sonra plaketi indirtti tüccar.“Neden?” diye sordular.“Neden olacak! Gelenlerin sayısı iki kat

arttı. Şimdi de ‘Jane Austen kim?’ diyesoruyorlar.”

NOT DEFTERİ: “YAKINMAYIN GENÇLER”

Öğretmen o kadar çok ki...Im

an M

aleki,

Kita

p ve

Kızl

ar

Page 5: iki karakter Smerdyakov ve Netoçka NezvanovaYeraltından Notlar'ı okuduğu-muzda sövmenin en aykırı, en vurucu, en güçlü dilini okuma-dığımızı söyleyebilir miyiz? Büyük

Ahmet Ada’nın olgunluk dönemiverimlerini topladığı son şiir kitabı“Taşın Sesi”. Ele aldığı konuyu,kendi farkını üreterek izleklere

dönüştürdüğü, retoriği ustalıkla kullandı-ğı, ses ve ritim olarak da yetkin, birbiri ilebütünlük içeren şiirlerden oluşuyor. Liriksöylemi koruyarak varlık üstünden ger-çekleştirdiği felsefi düşünmeyi şiirsel du-yarlılığa taşıyor.

Kitaba ad olan “Taşın Sesi” şiiri, okurudokunma ve duyma duyuları arasında biraktarım ile karşı karşıya bırakıyor. Taş, sert-liğiyle dokunma duyusuna hitap ederken,Ada, onun sesini duyma ve duyurma sa-vıyla karşılıyor okuru. Sadece taşın değildoğadaki diğer varlıkların da sesini dinli-yor ve onlara ses oluyor. Doğa, bir man-zara olarak aktarılmıyor, düşündürdükle-ri ile duygu nesnesine, konuşmaya, anlamaracı olmaya ve yaşam - ölüm karşıtlığıüzerine çağrışımsal, imgesel şiir öğeleri-ne dönüştürülüyor. Şiirlerde ontolojik kay-gı kendini duyuruyor; insanın geçiciliği veölüm, zaman zaman yalnızlık ile açımla-nıyor. Ölüm duygusundan çıkış için, bilgi-ye, dile, şiire ve doğaya yaslanılıyor. “Dil var-lığın evidir” diyen Heidegger’e koşut ola-rak, Ahmet Ada ”sözcüklerin gözüyle ba-kıyorum dünyaya” derken son dönemşiir üstüne yazdıklarını topladığı “Şiir Ya-zıları”nda görüşlerini şöyle temellendiriyor:”Şair deneyimlediği dünyanın neredengelip nereye gittiğini ancak entelektüel birbirikimle kavrayabilir. İnsanın dünyadakiçıkışsızlığını varoluşsal köklerinden kav-rayarak bir olanağa dönüştürebilir. Algı-ladığı dünyanın ve verili hayatın dilinidönüştürerek yeni biçimlere yansıttığındadeneysel bir şiir ortaya koyar. Şiirin este-tiksel niteliği şiiri kalıcı kılar.”

Ahmet Ada “Taşın Sesi” ile doğayıanlamlandırmaya, insanın geçiciliğinekarşın doğanın sürekliliğine, onun kendi-ni onarma gücüne vurgu yapıyor. İnsan, do-ğanın bir parçası olmasına, onu örnek al-masına rağmen oluşturduğu kültürle do-ğadan ayırmıştır kendini. Zamanla kendiürettiği nesnelerin hayranı olmuş, bu nes-

nelerin ilk kaynağına yabancılaşmıştır.İnsana mutsuzluğunun nedenini göster-mek ve yeniden doğa ile uyumlu olması-nı sağlamak için ona “taşın sesini” duy-masını önerir Ahmet Ada: “Söylenmedikbir şey kalmaz / Taşa konuşmak kalır.” Ta-şın, suyun, yağmurun, rüzgârın, ağaçların,toprağın, ateşin sesi ve söylediklerineçevirir algılarımızı.

Şiirlerde söz edilen varlıklar bir sonra-ki şiire konu olur; doğanın iç içeliği ve bü-tünselliği geçişimlerle yansıtılır. Her bir var-lık insan yaşamına ve tarihine dair bir im-geye dönüştürülür. Örneğin mağara, ilk in-sandan günümüze insanın temel ihti-yaçlarının, kuşkularının, yaşamsal kaygı-larının bir imgesi olur. Taş uzun ömrü, da-yanıklılığı, durağanlığı işaretlerken, rüzgârsürtündüğü şeyleri sese dönüştüren can-lı bir varlığa dönüşür. Ses, ruha ürperti ve-ren, sonsuzluğu çağrıştıran bir varlık ola-rak kişileştirilir.

Bir başka söz söyleyen varlık da sudurşiirlerde. Su ile ilgili birçok dize ve dört şiirvar: “Sular Kadar Büyük”, “Sular Ne KadarGüzel”, “Su”, “Suda”. Su yaşamın kaynağıolarak canlılığı işaretlerken karşıtı ölümüde çağrıştırır, ölüm “sular kadar büyük” ol-makla karşılanır. Su doğadaki dönüşümüen iyi gösteren varlıktır. Buharlaşıyor, ka-tılaşıyor sonra yine sıvıya dönüşüyor. Ah-met Ada, insanın su gibi doğada başka bi-çimlere dönüştüğünü düşünüyor: “Geç gitderim kendime/ Suda kamış ol, bardak-ta su / Sesler içindedir dünya / Sürüp gi-der sonsuzluğu.”

“Taşın Sesi”nde; su, taş, uyku, yıldız, ağaç,kuş, mağara, yontu, yağmur, ırmak, rüzgâr…İnsanlara özgü duygular, davranışlarla,hisseden varlıklara dönüştürülüp insanaeşitleniyor. Bu varlıkları anlamlı kılan iseyaşamına bir anlam arayan insan. AhmetAda “yönünü doğaya dönerek” taşın vevarlığın sesi oluyor, bizleri baktıklarımızıgörmeye, gördüklerimizi duymaya, ya-şam-ölüm çelişkisini doğanın iyileştiricigücü ile aşmaya ve yaşamın değerini bil-meye çağırıyor.

‘Taşın Sesi’ni dinlemek

ASLIHAN TÜYLÜOĞLU

Taşın SesiAhmet Ada,

Şiirden Yayınları, 104 s.

5Aydınlık

AHMET ADA’DAN İNSANA BİR ÇAĞRI:

Page 6: iki karakter Smerdyakov ve Netoçka NezvanovaYeraltından Notlar'ı okuduğu-muzda sövmenin en aykırı, en vurucu, en güçlü dilini okuma-dığımızı söyleyebilir miyiz? Büyük

Sendikacı-yazar Yaşar Seyman’ın Bil-gi Yayınevi’nden birbiri ardına “Göç-men Kalem” ve “Yangın Yeriydi Yur-dum” adlı iki kitabı yayınlandı. Ki-

taplarda, bir göçmen kuşağın yaşadıkların-dan yola çıkarak, sendikal ve siyasal ortamlayaşamla harmanlanmış anılar, portreler vetarihe düşülen notlar yer alıyor. Seyman’la ki-tapları üzerine bir söyleşi yaptık…

n Çalışmalarınızda yurt içi ve yurt dışıgezilerinizdeki gözlemlerinizi, notlarınızıgörüyoruz. Dönüp baktığınızda sizi en çokhangi karelerin etkilediğini görüyorsunuz?

Bir göçmen kuşak olarak çocuklarınıokutmak özlemiyle ülkenin başkentine yer-leşen ailenin çocuğu olarak arka sokaklar-dan caddeye, bulvara yürümek. Tam bulva-ra çıktım. İşte burası son nokta ohh bee der-ken; birde baktım ki dünya insanları otoyol-dan koşuyor. “Ohh bee” yok! Koşmayı sür-dürmek gerekiyor.

n Anadolu’ya, kentlere olan bu tutku-nuz nereden geliyor?

İnsan yaşadığı ülkeyi öncelikle tanımalı.Yunanlı Diplomat dostum Leonidas, bana‘Anadolu Firtunası’ diye seslenir. Anadolu fır-tınası olmanın hakkını vermeli, ülkemin gü-zelliklerini yazarak ölümsüz kılmalı diyedünya görüşümün, düşlerimin, insan hakla-rının peşinden koştum. Bazen koca şehir,koca ülke bir insanın öyküsüydü. Daha çokbaşarı öyküleri beni çekti. Yaşama havlu atan-ları değil yaşama asılanları, mücadele eden-leri, dünyayı değiştirenleri sevdim. Ülkemingüzelliklerini dünya haritası ile buluştur-mayı istedim. Tıpkı bir zamanlar Süreyya Ay-han’ın Çankırı’yı dünya haritasına taşıması gibi…Bir sendikacı olarak çalışan kadın: İki işverenli, ikisömürülü, iki mesaili, dört vardiyalı (ev, eş, çocuk,iş) yorgun ve mutsuz diye tanımladım.

n ‘Göçmen Kalem’, bu tabirde kim saklı?Siz? Kadınlarımız? Bir kuşak?..

Ne güzel bir soru. Ben ve kendini göçmen du-yumsayan herkes saklı… Kadınlar, çocuklar kı-sacası göçmen kuşaklar bu tanım göçmen yur-du olan ülkemizde ve dünyada hepimizi anlatı-yor. Günümüzde savaşların, terörün, yokluğun, yok-sunluğun, doğanın açtığı göçler sürüyor. Doğu veGüneydoğu sınırlarımızda her gün yüzlerce göç-men geliyor. Göç olgusu, göçmenlerin, mülteci-lerin, sığınmacıların sorunları yarınlarda onlarca

göçmen kalemleri doğuracaktır. Göçmen birkuşak olarak bir göçmen kalemim. Erzincan’ın dağköyünde doğduğum köyün adı bile haritalarda kal-dı. Nasıl göçmen kalem olmazsınız?

n Göçmen olmak hele de ‘yurdunda göç-men olmak’ nasıl bir duygu?

Binbir umutla göç ettiğiniz kentlerde yıllarcagöçmen kalıyorsunuz. ‘Öteki’ olmaktan kurtul-mamak yurdunda bile göçmen olmak değil mi?Pir Sultan’ın türküsü “Şu karşı yaylada göç katarkatar” hâlâ yürek tellerini titretmiyor mu? Ayrıcagöç sadece bir ülkeden bir ülkeye, bir kentten birkente göçmek midir? Yaşamlara, gönüllere göçolmaz mı? Gelişen dünyanın en büyük sorunu göçsorıunları olacaktır. “Göç öyküleri” seçki kitabın-da benimde bir öyküm olacak. Orada göçün varettiği ve göçle yok olan iki dünya kentinden sözediyorum. Biri göçmeni severken; öbürü göçtenve göçmenden yorgun artık kapılarını göçmenekapatıyor.

Sadece türkülere sığınırım başka da eyvallahım yok

n Betimlemelerinizde, anılarınızda, yaşan-mışlıklarda hem ülkemiz hem de evrensel de-ğerlerden, aydınlardan, şair ve yazarlardanbahsediyorsunuz. Dörtlükler, onlara dair notlarçalışmaya renk katıyor.

Şiir okumadan yaşayamam. Dünyanın ve ül-

kemizin şairlerini büyük bir merakla arar bu-lurum. Dünyanın en büyük şairi Nâzım Hik-met’in varlığı ile gönenirim. Bir Anadolu ka-dını olarak sadece türkülere sığınırım, baş-ka da eyvallahım yoktur. Düşünürün dediği-ni şiar edinirim: “Türküleri yapanlar, yasala-rı yapanlardan daha güçlüdür.” Bir de türküyapanları Madımak da yakmasaydık. İşte oda bizim karanlık noktalarımızdan biri. Bir yan-gın yeriydi Madımak. Bütün karanlık nokta-ları aydınlatmalı. Sevgiyle, dayanışmaylayaraları sarmalı. İnsanca yönetimle acılara ta-kılmadan yürümeli. Artık yangın yeri bayramyeri olmalı…

n Erkeklerin hakim olduğu sendikalalanda uzun yıllardır mücadele veriyorsunuz.Hatta sizin anlatımlarınızda okumuştum;Türk-İş'teki tek kadın delegeymişsiniz! Kita-bınızda da sık sık vurguluyorsunuz, örgüt-süzlük hele de kadınlarımızın örgütsüzlüğü...Nasıl değişecek bu döngü?

Ülkemizde örgüt sözcüğü uzun yıllar ya-saklı ve tabu sözcüktü. Oysa çağımız insa-nı, düşünen, konuşan, örgütlü bireydir. Bun-dandır üyesi olduğumuz siyasi partinin, sen-dikanın, sivil toplum örgütünün adını sev-diklerimizin adını söyler gibi söylemeliyiz. 461delege ile toplanan Türk-İş’in tek kadın de-legesi olduğumu öğrendim ve bu uzun yıl-lar bir kariyer gibi sunuldu. Oysa kadınlarınsözüne, sesine, birikmiş potansiyeline kulakvermeyen hiçbir örgüt kendini iktidara ve ya-rınlara taşıyamaz. Çünkü dünyada uzman-lara göre mesajı en iyi algılayan ve aktarankadınlardır. Kadınlar değişimin ve dönüşümüngücü, yaşamın rengidir. Kadınlar örgüt içi ça-

lışmalarda istekli olmalı. Çağrı beklememeli. Kı-rılganlık göstermeyip, kararlı, inançlı, inatlı olma-lıdır. İnandığı yoldan yürürken; kıran döken değil,toparlayan, barıştıran ve üreten olmalı. Artık dil-lere düşen sloganımla yanıtımı noktalamak isti-yorum: Bir kelebek kadar ömrüm olsa örgütlü ya-pılarda tüketirim!

Üyesi olduğumuz siyasipartinin, sendikanın,

sivil toplum örgütününadını sevdiklerimizin

adını söyler gibisöylemeliyiz.

461 delege ile toplananTürk-İş’in tek kadındelegesi olduğumu

öğrendim ve bu uzunyıllar bir kariyer

gibi sunuldu. Oysa kadınların sözüne,

sesine, birikmişpotansiyeline kulak

vermeyen hiçbir örgütkendini iktidara ve

yarınlara taşıyamaz

YAŞAR SEYMAN’LA GÖÇMEN KALEM” VE “YANGIN YERİYDİ YURDUM” ÜZERİNE

Yangın yeriydiyurdum

Yaşar SeymanBilgi Yayınevi

6ŞENOL ÇARIK [email protected]

24 Ekim 2014 Cuma Aydınlık

Çalışan kadın: İki işveren, iki sömürü, dört vardiya

YAŞAR SEYMAN

Sendikacı-yazar ve kadın hakları savunu-cusu. İş Bankası’nda çalışma yaşamına baş-ladı, BASİSEN Ankara ve Orta Anadolu BölgeBaşkanı olarak Türk-İş ve BASİSEN adına Ulus-lararası dünya kongrelerinde çalışan kadını veişçi sınıfını temsil etti. 1998’de CHP’nin PMÜyesi, 1999’da ilk kadın genel başkan yar-dımcısı oldu.

İlk yazısı Hürriyet Gösteri dergisinde yer aldı.Milliyet ve Cumhuriyet’te yazıları yayınlandı.Birgün ve Yurt Gazetesi’nde köşe yazıları yaz-dı. İlk kitabı “Hüznün Coşkusu Altındağ” ile1986 Akademi Kitapevi araştırma incelemeödülü aldı. 23 Nisan 2007’de Avrupa’nın Ba-şarılı Kadın Sendikacısı seçildi. 10 kitabı var.Avrupalı Sanatçılar Derneği-SANDER’in Baş-kanlığını yaptı. PEN Ankara Temsilcisi. Sen-dikacı-yazar olarak yaşamını Ankara’da sür-dürüyor.

Yaşar Seyman

Page 7: iki karakter Smerdyakov ve Netoçka NezvanovaYeraltından Notlar'ı okuduğu-muzda sövmenin en aykırı, en vurucu, en güçlü dilini okuma-dığımızı söyleyebilir miyiz? Büyük

Andrej Nikolaidis, Karadağ’ın en ta-nınır kalemlerinden; 2011’de “Sin”adlı romanıyla Avrupa Birliği Ede-biyat Ödülü kazandı. Ülkemizde

pek bilinmeyen yazarın Türkçe’deki ilk ro-manı “Kıyamet”, kısa bir sürede ikincibaskısını yaptı. Adriyatik kıyısındaki Ul-cinj’de işlenen bir cinayetin izini süren “Kı-yamet” polisiye gibi görünse de, aslındapolisiye bir vakayla açılan hikayesini üç ka-nala yayan baba-oğul karmaşası üzerinekurulu edebi açıdan oldukça doyurucu biryapıt.

Biraz konudan bahsedelim: Haziran’ınortasında küçük sahil kasabası Ulcinj’desoylu bir ailenin katledilmesiyle polis so-ruşturma başlatır. Polis tarafından sıradanbir vaka olarak gürülen bu katliam, kah-ramanımız dedektif tarafından ele alına-caktır. Bu sırada da çok garip bir olay ya-şanır: kar yağmaya başlar! Haziran ayın-da yağan kar, bütün dünyayı sona götü-recek felaketin habercisi midir?

Tabii burada bahsettiğimiz, RolandEmmerich filmlerinde gördüğümüz türdenbir felaket değil! Nikolaidis, bu felaketi biryüzleşme aracı olarak kullanıyor kitapta.Felaketi gerekli olarak görüyor Nikolaidis,asıl felaket ona göre bir felaketin olmamasıhatta. Çünkü felaketle birlikte ‘büyük birgünah çıkarma alanına dönüşen evrendene kadar yalan varsa açığa çıkıyor. Ulcinj’debirbirinin karısıyla yatan, birbirinin malınıçalan, gizli kapaklı iş yapan herkes, fela-ketin (kitapta sürekli “son” olarak bah-setmiş yazar) yaklaşmasıyla günahların-dan arınmak için tüm kirli çamaşırlarını or-taya seriyor! Gerçekten de kıyamet bir neviçözüm haline geliyor yani, Nikolaidis’in be-lirttiği gibi.

Romanını çatarken yoğun bir kültürelreferansla başbaşa bırakıyor bizi Andrej Ni-kolaidis: Dedektifinin işyeri “Büyük Uyku”,“Malta Şahini”, “Çin Mahallesi” gibi afişlerledolu. Bunla birlikte romandaki betimle-melerde de bazı eserlere göndermelermevcut. Sözgelimi karakterin öfkesinianlatırken, bir anda Kubrick’in “2001”indekikocaman siyah kayanın göğsünün üzeri-ne bindiğini söyleyebiliyor yazar. James

Joyce, Kafka, Borges ve daha birçok ya-zarın isminin de anıldığı “Kıyamet”in bu ba-kımdan ‘yeni’ olduğunu iddia edebiliriz. Zirapost-modern edebiyatta da pek tercih edil-miyor böylesi yöntemler. Daha çok sine-mada rastlıyoruz bu tip bol göndermelieserlere.

“Kıyamet”in güçlü altyapısının en büyükharcı ise dedektif ile daha önce hiç gör-mediği oğlu Emmanuel ile arasındakimaille yapılan yazışmalar. İlkin kim oldu-ğunu anlayamadığınız Emmanuel, son-radan romanın gizli öznesi olup gidişatabüyük etkide bulunuyor. Bir psikiyatri ko-ğuşundan yazıyor bu mailleri Emmanuel;hayli refah bir hayat geçirmesine rağmen,küçüklükten itibaren yakasını bırakmayanfiziksel rahatsızlıklar –ki bu hastalıklarınkökünde kuşkusuz ki ‘baba’ var- ve son-rasında gelen bayılmalar sonucunda ken-disini buraya hapset(tir)miş. “Hayat ver-mek, can almaktan çok daha yıkıcı ve me-şum bir güçtür. Ne kadar sakil ve budalaolursa olsun yaşayan her mahlukta bu güçvardır. Her babanın baba olmasının tek se-bebi bu güçe karşı koyamamasıdır.” Do-layısıyla çocuk da, yani burada Emmanuelde ömrünün sonuna kadar, babalık denenbu gücün bedelini ödeyecektir.

“Kıyamet”in bir yerinde Dr Schulz, La-can portresinin altına oturarak şunlarısöylüyor: “Bir kitabı yok etmek, babalık de-nen dramın son noktasıdır. Bir kitabı ya-kan oğul, Baba’ya ve onun söz konusu ki-tapta yer alan Yasa’sına karşı isyan etmişolur. Ama kendi eserini yakan bir Baba, oğ-lunu kendi isminden ve Yasa’sından mah-rum bırakır.”

Yakılmış bir kitap, baba ile oğulun ara-sındaki bağın ortadan kalktığı yer ise“Kıyamet” gibi bir kitabın yazılmış olma-sı kopuk olan bağın kurulması anlamınagelir açık bir biçimde. Zira, babanızı öl-dürmek için (kitap) yakarsınız (Freud,“Totem ve Tabu”da ilkel kabilelerde özür-lük iseyen oğulların despot babaları öl-dürdüğünü belirtir.), babanızla yüzleş-mek için (kitap) yazarsınız. Kafka daböyle yapmamış mıydı?

Ne kadar yalan varsa

ERCAN DALKILIÇ

Kıyamet Andrej Nikolaidis

Çev: Akın TerziAylak Kitap

124 s.

7Aydınlık

Page 8: iki karakter Smerdyakov ve Netoçka NezvanovaYeraltından Notlar'ı okuduğu-muzda sövmenin en aykırı, en vurucu, en güçlü dilini okuma-dığımızı söyleyebilir miyiz? Büyük

Dikkatsiz bir okur için Smerdyakov ci-nayeti işleyen uşaktır sadece. Belki depolisiye romanlardaki 'Katil Uşak'kalıp karakterin ilk örneğidir. Onun sı-

radışı kişiliği dikkat çekmez. Yazar böyle is-temiştir çünkü. Ona verdiği rol, cinayeti işle-mesine yetecek kadardır. Romanın hacmi gözönünde bulundurulduğunda tuttuğu yer, okulyolunda kavga eden çocuklara ayrılan bölümkadar bile değildir. “Böylesine sıradan uşak-lara okuyucumun dikkatini bu denli uzunsüre çekmemin yakışık almayacağını düşü-nerek, ileride Smerdyakov’dan söz etmekfırsatı çıkar umuduyla hikâyeme devam edi-yorum.” (c.1/s.129) tümcesi, bu açıdan an-lamlıdır.

Smerdyakov, sokaklarda yaşayan mec-zup bir kadının, babası belirsiz oğludur. Top-lum, babanın Fyodor Pavloviç Karamazov ol-duğunu düşünmektedir. Smerdyakov’un an-nesi doğum sırasında ölür, kimliğini belirlemesorumluluğunu Fyodor Pavloviç üstlenir. An-nenin “Kötü kokan” anlamındaki “Smerdyaş-çaya” lakabından dolayı adını Pavel Smerd-yakov koyar. Bunlardan başka Smerdyakov’lailgili olarak 158’inci sayfaya kadar bir bilgi yok-tur. Orada da karakteriyle ilgili bir vurgu var-dır: “Vallam’ın eşeği konuşmaya başladı, hemde ne konuşma.” diyor Fyodor Pavloviç. Dipnottan “Vallam’ın Eşeği”nin Tevrat’taki birmeselden alındığını öğreniyoruz. Sonraki sa-tırlarda Smerdyakov’un kişiliğiyle ilgili özelliklerbiraz daha netlik kazanıyor. 24 yaşında, soğuk,sesiz bir uşaktır. Kibirlidir. Çocukluğunda ke-dileri asıp törenle gömmüştür.

Bir tokata mal olan soruHemen hiç konuşmayan Smerdyakov’un

birden bire 'Yaratılış Efsane’sini sorgulamasıherkesi şaşırtır. Kafaları karıştıran birdolu soruatmıştır ortaya: “Dünyayı birinci gün, güneşi, ayı,yıldızları ise dördüncü gün yaratmış Tanrı, pekibirinci gün nasıl aydınlık olmuş dünya?”

O soru bir tokada mal olur Smerdyakov’a.Sara hastalığı da ondan sonra başlar. Yine dedini inanışları sorgulamaktan geri kalmadığı içinsık sık Grigori’yi çileden çıkarır. Akılcı yorum-larıyla başa çıkamadığı için de zındıklıklasuçlar Smerdyakov’u. İnançlarındaki hurafe-leri çürüten akıl yürütmeleri sürer. FyodorPavloviç, dini reddeden İvan’a duyduğu hay-ranlıktan öyle davrandığını düşünmektedir.Oysa ilerleyen bölümlerde baba Karama-zov’un yanıldığına tanık oluruz. Smerdyakov sa-dece İvan’a değil, dogmatik nedenlerle üstünlükkazanmış herkese hınç beslemektedir. Onagöre saygı duyulması gereken; zekâ, yetenek,beceridir.

Smerdyakov aşçılık eğitimi için Moskova’ya

gönderilmiştir. Birkaç yıl sonra giyimine düş-kün, koku, krem kullanmayı seven, konuşma-yan, iyi bir aşçı olarak dönüyor. Dürüstlüğü, aş-çılıktaki başarısı ve temizliği önemsemesiyleFyodor Pavloviç’in gözdesidir. Bir de Gruşen-kaya’yı elde etme çabasında işbirliği eklenin-ce, varlığı daha da önem kazanıyor. Ama, yinebirkaç paragraftan sonra görünmez olur. Say-fa 214’te bir kez adı geçer. Sayfa 274’de sürp-riz bir başlıkla ortaya çıkar: “Gitar çalanSmerdyakov.”

Yoksul bir kıza gitarıyla serenat yapmaktadır. Onunla sohbetinden topluma öfkesine ta-

nık oluruz: “ Daha doğar doğmaz feleğin sil-lesini yemeseydim bundan kat kat çok şey öğ-renir, bilirdim. Smerdyaşçaya’dan doğma bir piçolduğum için bana “aşağılık” diyeni düellodatabancamla gebertirdim; oysa Moskova’daherkes yüzüme vuruyordu bunu (...) karnın-dayken öldürselerdi beni de, dünyaya hiçgelmeseydim. (…) Bütün Rusya’dan nefret edi-yorum Mariya Kondratyevna.”

Kafası çalışan bir ulusun boyunuruğunu istemek

Askerliğe karşı olduğunu, şiiri anlamsızbulduğunu, Fransa’nın egemenliği altına girmeyikurtuluş olarak gördüğünü o sohbetten öğre-niriz: “Kafası çalışan bir ulus avanak bir ulusuyenmiş, boyunduruğu altına almış olurdu.Bambaşka bir düzen olurdu şimdi.” (c:1/s:277)

Dimitri Fyodoroviç’le kıyaslar kendini.Onun aptal olduğu halde saygı görmesine tep-kilidir. O sırada, ağabeyini soran küçük Kara-mazov Alyoşa’ya, bir uşağın alışılmış saygısı-nı göstermez: “Dimitri Fyodoroviç’in nereye git-tiğini bilmek zorunda mıyım? Görevim bek-çiliğini yapmaksa başka.” Sonrasında Smerd-yakov’un yeniden, korkak rolüne büründüğü gö-rülür. Dimitri’den, baba Karamazov’dan, İvan’dankorkuyordur. Ancak, korkusu gizlemesi gere-kenleri Alyoşa’ya aktarmasına engel değildir.

Ardından, sayfa 327’de avluda bir banktaoturmuş keyif yaparken İvan görene kadar yinegözden yiter Smerdyakov. Onu görmekten bileruhunun sıkıldığını düşünür İvan: “Bu iğrenç al-çak böylesine huzursuz edebiliyor beni emek!”(1.c/ s. 328) İvan, içten içe rahatsızlık duysa dasonuna kadar dinliyor onu. Ağzından dökülenher söz kafa karıştırıcıdır, haddini aşan öner-melerle yüklüdür; “Sanırım yarın uzun birsara nöbeti gelecek bana.” der, İvan’ın kafası-nı daha da karıştırarak. (s. 331)

Sayfa 325’ten 346’ya kadar arada bir çıkarokur karşısına. İşlevi, sanki roman kahra-manlarının görüşlerine aykırı düşüncelerini açık-layıp kafaları karıştırmaktır! Sonra yeniden yokolur, ta ki ikinci cildin 179’ncu sayfasına kadar.

Bir cinayetin ardından

Baba Karamazov öldürülmüş, tüm delille-rin işaret ettiği büyük oğul Dimitri Pavloviç sor-guya alınmışken bir an adı geçer: Cinayetin so-rumlusu olabilir mi? Olamaz çünkü korkaklı-ğını bilmeyen yoktur. Üstelik sarası tutmuştur,kendini bilmeden günlerdir yatıyordur. Olay-ların bu kadar dibindeki kişiyi herkes unutur.İkinci cildin 326’cı sayfasında İvan, onu yeni-den ortaya çıkarır. Babasının öldürülme haberinialıp Moskova’dan dönerken trende hep Smerd-yakov’la aralarında geçen konuşmaları dü-şünmüştür. O da, onu doğrudan sorgulama-ya karar verir. Smerdyakov hala hastanede-dir, hasta görünmektedir.

Beladan uzak durun, derken felaketin yak-laştığını anlayasınız da babanızı korumak içinkalasınız istiyordum.” sözleriyle, İvan’ın içinesuçluluk tohumunu eker. “Çarmaşnya’ya bilegitmeyip evde kalacağınızı zannetmiştim.”sözleriyle de o tohumu besler. İvan’ın sezgileriniçürütmek için ne gerekirse söyledikten son-ra bir de öğüt verir: “Siz söylemezseniz o ak-şamki konuşmamızdan ben hiç söz etmem.”(c:2/s:333) İvan, ortadaki gerçeğe değil, inan-mak istediğine inanır: Katil Dimitri’dir. Ancakküçük Alyoşa’yla konuşmalarında başka birkuşku egemen olur.

Smerdyakov’la son görüşmesidir. Tüm dü-ğümler çözülür, her şey ortaya çıkar: “Kendi-niz öldüremezdiniz onu, böyle bir şeyi istedi-ğiniz de yoktu, ama başka birinin öldürmesi-ni istiyordunuz.” (c:2/s:339)

Onca koşturma, planlama, dalavere bo-şunadır. Fyodor Pavloviç’in Gruşenka tutkusuyaşamına mal olmuştur. Dimitri Pavloviç’in,Gruşenka'dan duygularına karşılık görmesi ka-vuşmaları için yeterli değildir. Durumu enacıklı olan belki de İvan Pavloviç’tir. Hiç tanı-mamışçasına aklından çıkarmak istediği ba-bası, kardeşleri ömür boyu taşıyacağı bir dikengibi saplanır beynine. Babasının öldürülüşün-deki gerçeği bile bile ağabeyinin haksız yerecezalandırılmasına katlanmak zorundadır. Al-yoşa rahip olmaktan uzaklaşmıştır. Ailesinintrajedisine müdahil olamamaktan kendinisuçlar.

Amacını gerçekleştiren tek kişi Smerdya-kov’dur ki, 919 sayfalık romanda tuttuğu yer,bir görünüp kayboluşlarını, adından söz et-meleri de sayarsak 79 sayfadır. Uğratıldığı hak-sızlıklardan aldığı intikamla dönemin dogmatikdeğerlerini ayalarının altında ezmiş, çürütm-üştür. Yaşamını kendi sonlandırarak zamaniçinde karşılaşacağı sorgulamalardan da kur-tulmuştur.

Karamazov Kardeşler, öne çıkanları anla-tırken, silik bir karakterin bütün hikayeyi be-lirlediği devasa bir yapıttır. Onun için klasiktir.

8SUNA GÜLER DAĞHAN DÖNMEZ

9

Fyodor MihailoviçDostoyevskiCan Yayınları

Çev Ayşe Hacıhasanoğlu

1088 s.

24 Ekim 2014 Cuma Aydınlık

Karamazov’ların yazgısını belirleyen silik karakter:

KaramazovKardeşler

SMERDYAKOV

Günlerden bir gün İlber Hoca’nın dersine üç öğrenci gi-rer; girer girmesine de geç girer. İlber Hoca sorar: “Ne-redeydiniz?” Konuşma nasıl olduysa, öğrencilerin kre-di notunu bilmemesine kadar gelir. Hoca İlber durur

mu? Yapıştırır cevabı: “Bilmemek de mutluluktur…” Dosto-yevski'nin “Yeraltından Notlar”ından ödünç aldığı bir repliktir bu.Sahi, bilmemek mutluluk mudur?

Mutlu bir toplum olmadığımız su götürmez. Peki ya “bildiğimiz”söylenebilir mi? Sorguladığımız veya ince-elediğimiz… Kafalarımıziyiden iyiye karışıyor, yaşadığımız her yeni gün bize bildiğimizi deunutturuyor. Ortadoğu, Kobani, Ayn-el Arap, Amerika, Suruç, Gazi-antep, Esenyurt, Okmeydanı derken; zihnimizin en kuytusu dahicoğrafi bilgilerle, haritalarla, enlem ve boylamlarla doluyor. Kin venefret de cabası!

Hristiyan Rusya ile toplumumuzun yaşadığı buhranlar kadar,halklarının yazgısı da birbirine benziyordu. 1800’lerin sonların-da Abdülhamit devri yaşanırken, Osmanlı topraklarında yaşa-nan istibdat ve sürgünler, Çarlık Rusya’sında 1840’larda yaşan-maya başlamıştı. Köleliğin kaldırılmasını isteyen aydınlar, darbeyapacakları ithamıyla sürülüyor; (hoş, bu iddia günümüzde debize yabancı değildir!) sürgün yiyen Ruslardan biri de Dosto-yevski oluyordu. Tarih 1849.

İşte Dostoyevski’nin Sibirya’ya sürüldüğü bu tarih, o sıralardayazmakta olduğu ve bir kızın çocukluğundan başlayarak, genç-lik anlatılarıyla devam eden “Netoçka Nezvanova” romanınında sonunu getirdi. Roman yarım kalmıştı. Dostoyevski, yarımbıraktığı romana bir daha mürekkep düşürmeyecekti. Her nekadar, kitabın ön sözünü kaleme alan Joseph Frank kitapla ilgi-li; “Bu eserinde Dostoyevski, natüralist ekolün sınırlarının ötesi-ne kesin bir biçimde geçmiştir ve yazacağı büyük romanlarındünyasına adım atmak üzeredir.” dese de, fikrimce o adım Ne-toçka Nezvanova’da atılmıştır. Sonu gelmemiş olsa bile…

Bilmek, bilmemek ve tepkisizlik

Annesi ve hayalperest babasıyla yoksul bir evde yaşayanküçük bir kızın ve o kızın dünyasından yola çıkarak, diğer ro-man karakterlerinin psikolojik çözümlemelerini yapar Dosto-yevski. Suyun altını görebilecek netlikte gözlemlerle dolu kitap-ta, zannımca bu pasaj daha bir çağrışım yüklüdür. Zira toplum-ların belleği de, çocukların zihni kadar öncesiz ve karışık fakatbir o kadar da; tetiktedir. Önemsenmeyecek derecede küçükolaylar, koca bir uyanışın fitili olabilir.

Büyük romancı Dostoyevski, bugün, bu toplumda, aramızdayaşasaydı; daha da büyük romanlar yazabilirdi belki… Belki de,her gün kaldırımlarda gördüğü onlarca dilenciye, küfreden ço-cuklara, sokak savaşlarına, hırsızlığa alışır ve tepkisizleşirdi biz-ler gibi… Bilinmez! Başımıza gelen onca musibet ve garabeteses etmeyen insanımız, belki de –babasının her istediğini ya-pacak durumdayken, kendisine şeker alacağını söylediğinde;onun ruhunu anlayan- Dostoyevski’nin Netoçka’sı gibi, hiç bek-lenmedik bir anda babasının(!) zihnini çözümler. Ses eder…

Bilmemek mutluluk mudur bilmiyorum, gelgelelim; bildiğiniyutkunmak ve gördüklerine cebren alıştırılmak, kuşkusuz mut-suzluktur!

NETOÇKA NEZVANOVAEvet, on dokuzuncu yüzyıl insanının her şeyden önce karaktersiz olması gerekir, böyle olmak zorundadır. Karakterli olan insan ise her şeyden önce darkafalıdır.

DOSTOYEVSKİ

DOSTOYEVSKİ, ÇAĞDAŞ ERÇELİK

Page 9: iki karakter Smerdyakov ve Netoçka NezvanovaYeraltından Notlar'ı okuduğu-muzda sövmenin en aykırı, en vurucu, en güçlü dilini okuma-dığımızı söyleyebilir miyiz? Büyük

Türk şiirin sessiz bekçileri vardır. Biripekböceği adanmışlığıyla Türkçeye veşiire çalışırlar. Güngör Tekçe, onlardanbiri. “Sabah mısın” (1994), “Büyüklere

Kuşlu Mektuplar” (1996), “Kuşlu MektuplarımDöndü” (1996), “Seğiren” (2001), “Kuşlu Mek-tuplar” (2007), “Dokunuşlar” (2009) ve “Ge-çerken” (2014) adlı şiir kitapları bulunuyor. Ya-şamın işleyişini ortaya koyan “Zâfir Konağı’ndaBir Tuhaf Zaman” (2007) adlı bir anı kitabı veradyo oyunları da var. Bunların da önemli ol-duğunu hemen söylemeliyim.

Sözü Güngör Tekçe’nin yeni kitabı “Geçer-ken”e getirmek istiyorum. Savları olan, şiir sa-natını tartışan, şiire ilişkin düşünsel itirazları içe-ren şiirlerden oluşuyor bu kitap. Böyle olduğuiçin şiir üzerine düşünmek adına önemli bir ola-nak sunduğu çok açık; ama kimsenin ‘durup inceşeyleri’ düşündüğü yok. Böyle olunca da şiirdenyana birçok arayış gözden kaçıyor.

Bir türlü rahatça çürüyemediGüngör Tekçe’nin şiir anlayışında nesnesin-

den kopmuş imgenin yeri yok. Şiirde gereksiz

süslemeleri, imge için imge oluşturmayı dahabaştan yadsıyor. Bu tutum içerisinde olanları “İm-geleme Simgeleme Devekuşu Kurgulama” adlışiirinde eleştiriyor, olumsuzluyor: “Ah nasıl bir aşk-tı o / Boğuyordunuz severken / Saç baş kar-makarışık / Zor kurtuldu elinizden / Hâlâ titre-mede şiir // Ah nasıl bir duyarlılık / Derin göldibinde hüzün gülleri / Orasından burasındançeke çeke / Bir türlü rahatça çürüyemedi // Aho kanatlanmış imgeleriniz / Evrenin ruhuna değ-di / Dönüş vakti geldiğinde / konacak yer bu-lamadı // sayenizde tüm sözcükler kendi evin-de kiracı” Kendisiyle yapılan bir söyleşide de, bubağlamdaki düşüncelerini açıkça ortaya ko-yarken şunları söylüyor: “İkinci Yeni'den sonraTürk şiiri bir bocalama yaşadı. Salt imgeye da-yalı şiirler ortaya çıktı. İmge elbette önemli, amaimgenin çok fazla ön plana çıkması, kelimeoyunlarına dayanan şiirleri ortaya çıkardı. Yaniimge nesnesinden kopmaya başladı.”

Hayata değmeyen şiirler için yapılan bueleştiriye kimsenin karşı çıkacağın sanmıyorumama Güngör Tekçe’nin bu saptamayı yaparken;büyük kitlelerle buluşan, hayat dolu 1960’lı, 70’liyılların şiirini görmezden gelmesi kabul edile-mez. Türk şiirinin bugünkü açmazları, izlekyoksunu oluşu, bir oyuna indirgenmesi, diloyunlarıyla yetinilmesi; 1980’den sonraki geri çe-kilmenin, kitabî olanla yetinmenin, yaşanılanıboşlamanın bir sonucudur. Şairin bireysel ve top-lumsal derdi yoksa; emperyalist savaşlar; aç-lık, yoksulluk, işçiler, iş kazaları, emek sömürü-sü, faşist uygulamalar, politikleşmiş dinî cina-yetler, özgürlüklerin ve geleceğin kemirilmesi…ona bir şey söylemiyorsa; ebette insandan, in-sanî değerlerden uzak, sırf oyalanmak için ya-zacaktır şiirini. Ne yazık ki uzunca bir zamandır;genel olarak yapılagelen budur.

Güngör Tekçe, buna karşı çıkıyor; hayata veinsana ilişkin bireysel ve toplumsal bir anlam

oluşturmanın peşinde. Şiirin felsefe, politika, bi-lim… gibi entelektüel disiplinlerden de yarar-lanması gerektiğini düşünmesinin nedeni debu. Bu bağlamda bir şeyler söyleyen şiirler ya-zıyor. Tema olgusuna ilişkin görüşleri de örtü-şüyor şiirleriyle. Şunları söylüyor bu konuda:“Tema önemli mi? Elbette önemli, siz önem-li kılabiliyorsanız. Bir başka anlatımla: görecelide olsa gerçekliği size özgü yönelimlerle, sizeözgü çağrışımlarla, size özgü zihin ve ruh du-rumuyla yakalayabiliyorsanız. Yoksa tek başı-na tema nedir?”

Arabesk duyarlığı yadsırkenAnlaşılacağı üzere, temanın şaire özgü, öz-

gün bir yorumunun olması gerektiğini vurguluyor.Bunun için işlerlikte tuttuğu dil anlayışı daönemli ve uyarıcı. Şiirleri, şiir düşüncesiyle bi-rebir örtüşüyor denilebilir. Örneğin, özenle uzakduruyor eleştirdiği imge anlayışından. Bu nedenleolacak, sözcüleri çıplak kullanıyor. Neredeyse sı-fat ve zarflara yer vermiyor şiirlerinde. Nokta-lama imlerini de, zorunlu olmadıkça kullanmı-yor. Güngör Tekçe’nin bu tutumu Gelecekçi (fü-türist) şiir anlayışını usa getiriyor. Onlar “Gele-cekçiliğin (Fütürizmin) Teknik Bildirgesinde”(1909) “Sözdizimine, noktalamaya, sıfata, zar-fa hayır! Sıfat kalkacaktır; çünkü bu yolla çıp-lak kalan isim, asıl rengini koruyacaktır. Zarf kal-kacaktır; çünkü zarf, cümleye tedirgin edici birton birliği verir. Hep çift isim kullanılacaktır, yaniisim, arada herhangi bir bağlaç olmaksızın, ken-dine benzeyen bir başka isim tarafından izle-necektir.” demektedirler. Tam da bunu yapıyorGüngör Tekçe. Ad soylu sözcükler üzerine ku-ruyor şiirlerini. Böylece daha elle tutulur, dahasomut bir dil oluşturuyor. Usçu bir tutumdur bu.Bu konuda “Evet, benim için önemlidir us.Usun (aklın) filtresinden geçmeyen çıkışları kuş-ku ile karşılarım. O yüzden şiirlerinde duygula-nımları arayanlar eli boş döner.” diyerek; arabesk,gözü yaşlı duyarlığı da yadsıyor. Bir bakıma, epikolan öne çıkartılıyor. Şiirde de bilinçlendirici olu-nabileceği savlanıyor. Son yıllarda bu yönelimigösteren genç şairler de görünmeye başladı. Buönemli deneyim, şiirin yeniden hayata sahip çı-kışını getirebilir. Şiirden iyice uzaklaşan okuyu-cu da, geriye dönebilir.

Bu şiir aranışı, imge-yoğun şiire yakın duranlaraçısından kolay, hatta yavan bulunabilir. Böyleyaklaşılmasının, haksızlık olacağını hemen söy-lemeliyim. Sadece ad soylu sözcüklerle yazılacakbir şiirin çok etkili, kuşatıcı olacağını düşünü-yorum çünkü. Fazıl Hüsnü Dağlarca, ‘FiilsizDünya’ adlı bir şiir yazmıştı. Türkçe, bir eylem (fiil)dili olmasına karşın denemişti bunu. Adlarüzerini kurmuştu şiirini. Kardeşleri tarafında ku-yuya atılan Yusuf’un eylemsizliğini anlatabilmekiçin; Ercüment Uçarı da, “Kuyuda Yusuf” adlı ki-tabında hiç çekimli eylem kullanmamıştı. Ol-dukça başarılı bir kitaptı bu da. Ne yazık ki göz-den kaçmıştı; şimdilerde anımsayan bile yok. Şiirkuramları, böylesi şiirlerden çıkartılır ve gene şii-re uygulanır. Bu da yeni şiir kuramlarının doğ-masını sağlayacak şiirlerin yazılmasını getirir. Şii-rin gelişmesi de buna bağlıdır. Güngör Tekçe’nin“Geçerken” adlı kitabı bu açıdan da okunmalıbana kalırsa.

Türk şiirinin bugünküaçmazları, izlek yoksunu

oluşu, bir oyunaindirgenmesi, dil oyunlarıyla

yetinilmesi; 1980’densonraki geri çekilmenin,kitabî olanla yetinmenin,

yaşanılanı boşlamanınbir sonucudur.

Şairin bireysel vetoplumsal derdi yoksa;emperyalist savaşlar;açlık, yoksulluk, işçiler,

iş kazaları, emeksömürü, faşistuygulamalar,

politikleşmiş dinîcinayetler, özgürlüklerin

ve geleceğinkemirilmesi ona bir şey

söylemiyorsa; ebetteinsandan, insanî

değerlerden uzak, sırf oyalanmak için

yazacaktır şiirini

Güngör Tekçe: ‘gece denizlerinin görevli yakomozu’

GeçerkenGüngör Tekçe

Yunus Nadi Ödülü 2014Kanguru Yayınları

10VEYSEL ÇOLAK

24 Ekim 2014 Cuma Aydınlık

Güngör Tekçe

Page 10: iki karakter Smerdyakov ve Netoçka NezvanovaYeraltından Notlar'ı okuduğu-muzda sövmenin en aykırı, en vurucu, en güçlü dilini okuma-dığımızı söyleyebilir miyiz? Büyük

Şiir, öykü, mizah eserlerinden sonraVeysel Boğatepe yazarlığının birbaşka yönünü daha ortaya koydu.Bir şairin güçlü kalemine, öykü

yazarının etkin gözlemciliğini ekleyip,bunu mizahçının yetisi ile birleştiren Bo-ğatepe, birikimini inceleme ve araştır-maları ile destekleyerek yedinci kita-bında farklı bir eser ile karşımıza çıktı:“Apo’nun Kürt ve Din Maskesi”

Yazar, Abdullah Öcalan’la ilgili olarakmadalyonun diğer yüzüne de bakmayadavet ediyor okuru. Son yılların moda ta-biri ile buzdağının görünmeyen kısmınında olduğunu düşünmesini istiyor. Bunuyaparken de sorguladığı konulara bizzatÖcalan’ın kendi ağzından söylenmiş yada yazmış olduğu ifadelerini kullanarakcevap veriyor. Kitabın türdeşlerine göreen belirgin farkı da bu noktada ortaya çık-mış oluyor.

“Yılan Avcılığından Örgütçülüğe”,“Apo’nun Kürt Maskesi”, “Apo’nun DinMaskesi”, “Apo’nun Büyük Ortadoğu Pro-jesi’ndeki Rolü” ve “Apo’nun KurtarılışOperasyonu” başlıklı beş bölümden olu-şan kitap, gereksiz uzatmalardan arınmış,sıkıcı ve uzun cümleler içermeyen ve akı-cı diliyle bir solukta kendini okutan bir ya-pıda. Abdullah Öcalan ile ilgili gizlenen,üstü örtülen veya görmezlikten gelinengerçekleri ortaya koyan yazar bu bağ-lamda ABD-PKK-Türkiye üçgeninde oy-nanan oyunları ve bunların nasıl ka-mufle edilerek kamuoyuna farklı yansı-tıldığını gözler önüne seriyor. “Sanık”Abdullah Öcalan’ın bugün nasıl “Sayın”Abdullah Öcalan olduğuna dair süreci ta-kip edebileceğiniz bu kitapta ayrıca Ab-dullah Öcalan’ın yer, zaman ve şartlaragöre aynı konularda nasıl birbirine zıt söy-lemler içine girebilmiş olduğunu da hay-retle görüyorsunuz.

Kitapta sorulanlar ve bu sorulara ve-rilen yanıtlar doğru sandığınız birçokbilgiyi yeni baştan değerlendirmenizigerektirecek. Kendini Kürt halkının sa-vunucusu ve tanrı - kral ilan eden Ab-

dullah Öcalan’ın gerek Kürtçülük ve din-cilik maskesi altında emperyalizmin tru-va atı BOP’a nasıl hizmet ettiğini, Kürt hal-kına ve dine ilişkin düşüncelerini oku-duğunuzda hayretler içinde kalacaksınız.Yazar, sorduğu soruların yanıtlarını bizzatAbdullah Öcalan’ın ifadelerine yer vere-rek yanıtlıyor. Yazarın sorduğu ve yanıt-larını verdiği sorular aslında hepimizin dü-şünmesi ve yanıtını bulması gerekensorulardır.

Birkaç örnekle belleklerimizi yokla-makta yarar olacağını düşünüyorum:Yirmi yıldır yanı başımızda (Suriye) üs ku-ran Apo, nasıl oluyor da Kenya’da yaka-lanıyor? Apo gerçekte yakalandı mı,yoksa teslim mi edildi, neden? Ala Rız-gari, Apocular veya bilinen adıyla PKK, neamaçla kuruldu? Apo, Kürdistan masa-lıyla Kürtleri nasıl ve niçin aldatıyor?PKK’yi hangi ülkeler kullandı, Irak işgalinderolü var mıydı? İki defa dağılma süreci ya-şayan PKK, hangi hükümetler zamanın-da yeniden toparlandı? Apo, peygam-berliğe mi yoksa tanrı - krallığa mı oy-nuyor? Kürtleri İslam çatısı altında top-lanmaya çağırırken diğer yandan dinle-re ve peygamberlere neden hakaretleryağdırıyor? Ona göre Kürdistan sınırlarınereleri kapsıyor?

Sözde savunduğu Kürt halkını etnik veinanç üzerinden ikiye bölen ve ağır ha-karetler savuran Apo’ya göre Kürt (Gun-di) kimdir? R.Tayyip Erdoğan, Apo’nunkendisine yazdığı ve açılımın çerçevesi-ni oluşturan mektubu tek başına sahip-lenince Apo, nasıl bir misilleme de bu-lundu? Fethullah Gülen’in BOP’taki mis-yonu ve stratejik ilişkisi nedir? R.TayyipErdoğan, Beyaz saray’da “Ya Kürtle yü-rürsün ya da Anadolu’ya sıkışırsın” şek-linde tehdit edildi mi? Hangi kurum, ku-ruluş, işadamı, şarkıcı-türkücü, gazeteci-ler PKK’ye yardım etti? Ve daha birçok so-runun yanıtlarını bizzat muhataplarının ifa-delerinden okuyacak, gerçek ile yalanlarınnasıl ters-yüz edildiğine tanıklık ede-ceksiniz.

ÖCALAN’ın maskesini çıkarmak

ERHAN GÖKBAYRAK

Apo'nun Kürt ve Din Maskesi

Veysel BoğatepeTogan Yayınları

173 s.

11Aydınlık

Page 11: iki karakter Smerdyakov ve Netoçka NezvanovaYeraltından Notlar'ı okuduğu-muzda sövmenin en aykırı, en vurucu, en güçlü dilini okuma-dığımızı söyleyebilir miyiz? Büyük

Cemal Süreya ‘Sigara içenlere ateş et-meyiniz” dizeleriyle başlayan ‘Tabanca’ şii-rinin son dörtlüğünde, “Tutalım yanılıp ateşettiniz / Şeker Ahmet Paşa’nın resimle-

rini / Eski Hececilerin şiirlerini bir de / Ben çok se-viyorum siz de seviniz” diyerek Şeker Ahmet Pa-şa’ya da gönderme yapar.

Şeker Ahmet Paşa 1841’de İstanbul’da, Üskü-dar’da doğdu, asıl adı Ahmet Ali’dir. Şeker önadı-nın ilginç bir öyküsü vardır, paşalığı 1875’de bin-başı rütbesi ile II. Abdülhamit döneminde Saray’dayaptığı ‘Misafirin-i ecnebiye teşrifatçısı’ unvanını al-masıyla başlar. Şeker Ahmet Paşa, beş yaşın-dayken Üsküdar İlkokulunda eğitime başlar. 14 ya-şındayken sınavla girdiği Tıbbiye Mektebi’ni dok-torluğun kendine göre bir meslek olmadığını an-lamasıyla bırakır. 1856’da Harbiye Mektebi’negirer. Aslında Harbiye’de resme olan ilgisi nede-niyle yine ayrıksıdır. Bu ilgisi nedeniyle resim öğ-retmen yardımcılılığına getirilir. 18 yaşında Har-biye’den teğmen rütbesiyle mezundur. Güreş, ci-rit, av ve resme meraklı olan Sultan Abdülaziz ta-rafından Paris’te resim eğitimi görmek üzereMekteb-i Osmanî’ye gönderilir. Ahmet Ali, yedi yılboyunca Paris’te Gustave Boulanger ve Jean Leon

Gerome’un atölyelerinde resim eğitimi alır.

İlk kızlı erkekli sergi1871’de İstanbul’a dönerek, yüzbaşı rütbesiyle

sırasıyla; Tıbbiye’de, Beyazıt, Zeyrek, Kaptan İbra-him Paşa ve Sultanahmet Sanayi mekteplerinderesim öğretmenliği yapar. Sultanahmet SanayiMektebinde İstanbul’da bir ilki gerçekleştirir ve ilkkez kızlı erkekli resim sergisi açılır. On yıl sonra, ser-ginin gördüğü ilgiden güç alarak 1 Temmuz1875’de Çemberlitaş’ta bulunan Darülfünun bi-nasında yerli ressamlarla birlikte yabancı res-samların resimlerinin sergilendiği ikinci bir sergi-yi de gerçekleştirir. Onun ilklerinden biri olarak, Sul-tan Abdülaziz’in 1867’de Paris’i ziyaret etmesindensonra, günümüzde Dolmabahçe Koleksiyonu için-de ve İstanbul Resim Heykel Müzesi arşivinde bu-lunan resimlerin de satın alınarak saray girme-sindeki katkısı gösterilebilir. Bu tablolar da hoca-sı Gerome ile yazışarak, dönemin tanınmış tablotüccarlarından Goupil aracılığı ile Türkiye’ye geti-rilmiş ve Şeker Ahmet Paşa tarafından saraya asıl-mıştır. Şeker Ahmet Paşa 1875’te binbaşı olduk-tan sonra II. Abdülhamit’in protokol görevlisi ola-rak ‘Misafirin-i ecnebiye teşrifatçısı’ unvanını alır.1907’de resim atölyesi olarak da kullandığı kona-ğından, Tepebaşı’na gitmek üzere yola çıktıktan birsüre sonra fenalaşarak yaşamını yitirir.

Adının önündeki ‘Şeker’ sıfatına gelince, bununda ilginç bir öyküsü vardır. Kaya Özsezgin’in “Do-ğu’nun Penceresinden Doğaya Bakış-Şeker AhmetPaşa” kitabında da belirttiği gibi ‘Son derece sevimli’,‘hoşsohbet’ olması nedeniyle ‘Şeker’ takma adı-nı almış ve sarayda şehzadeler ve arkadaşları ara-sında bu adla anılmıştır.

Şeker Ahmet Paşa, Paris’te iken eğitim gördü-ğü atölyelerin klasik-akademik resim poetikasınabağlı kalmasına karşın, yurda döndükten sonra re-simlerinde bu poetikayı kullanmaz. Toplumun de-

ğer yargılarını gözeterek resim yapmayı yeğler. Tab-lolarında ağırlıklı olarak doğacı olduğu görülebilir. Re-simlerinde Yeni Plutarkhosçuluğun etkileri sezilir.

Ressamlığı tinsel bir vecibe gibi algılamak

Özsezgin “Doğu’nun Penceresinden Doğaya Ba-kış-Şeker Ahmet Paşa”da, bunu “doğulu bir sa-natçının, işini fazlasıyla önemseyen ve ressamlı-ğı, neredeyse tinsel bir vecibe gibi algılayan bir ta-vır” olarak gösterir. Özsezgin’e göre “… manzara veölüdoğa (natürmort) resimleri çerçevesine odak-lanan çalışmalarında, onun doğaya gerçekçi bir açı-dan ve hayranlık dolu bakışlarla yöneldiğini ka-nıtlayacak izler” bulunur. Bir söylenceye göre ‘Ka-raca’ adlı tablosunu yapabilmek için de bir kara-ca yakalattırarak atölyesine getirttiği bile söylenir.Özsezgin Şeker Ahmet Paşa’nın başyapıtını ise ‘Or-mandaki Oduncu’ olarak gösterir. Bu tabloya iliş-kin John Berger, Cevat Çapan’ın Türkçeleştirdiği ‘Şe-ker Ahmet Paşa ve Orman’ başlıklı makalesindetabloya bakar bakmaz gördüklerinin ‘aklını kur-calamaya’ başladığını ifade eder. Aklını kurcalayanresmin perspektifidir. Şöyle yazar: “… sınır çizgisi-nin hem ormanın en uzak köşesi olduğunu, hemde uzaktaki ağacın (bir kayın ağacı belki) resim-de bize en yakın görünen nesne olduğunu görü-yorsunuz. Aynı zamanda bizden uzaklaşan ve bizeyaklaşan bir ağaç bu. Bir kere, yüz-yüz elli metreuzakta olması gereken kayın ağacının gövdesininadama göre büyüklüğü var. Kayının yaprakları bizeen yakın ağacın yapraklarıyla aynı büyüklükte. Ka-yının gövdesine vuran ışık onu bize yaklaştırıyor.Oysa koyu renkli öbür iki ağaç öteye doğru yas-lanıyormuş görünümünde. Hepsinden önemlisi -çünkü her inandırıcı resim kendine göre bir me-kan düzeni yaratır-köprünün beri yanından baş-layıp ormanın ucuna doğru uzanan fundalığın sı-nırını belirleyen o garip diyagonal çizgi var. Bu çiz-gi, bu kenar hem resme üçüncü boyutu veren me-kânla örtüşüyor, hem de resmin yüzeyinde kalıyor.Böylece bir mekân belirsizliği yaratıyor.” Berger’egöre sayılan şeylerin her biri, akademik açıdan ‘yan-lış’ ve ‘tutarsız’dır.

Çağdaş sanatımızda son OsmanlıKaya Özsezgin “Doğu’nun Penceresinden Do-

ğaya Bakış-Şeker Ahmet Paşa”da bunu A. Gabar’ın‘yakınlık’ ve ‘uzaklık’ ile ilgili görüşüne dayandırıyor.Gabar’a göre yakın objeler ‘gerçek büyüklükleriy-le’ ve ‘gerçek uzaklıklarıyla’ görünürlerken, uzak ob-jeler ise ‘daha küçük’ ve ‘yakın mesafeli’dirler. Şe-ker Ahmet Paşa ‘Ormandaki Oduncu’da bu kuralıyıkmıştır. Buna rağmen Berger resmi ‘inandırıcı’ bu-lur ve ‘varoluşsal bir keskinlik’ olarak kabul eder,Heidegger’in ‘uzaklığın yakınına gelmek’ felsefe-si ile özdeşleştirir. “Doğu’nun Penceresinden Do-ğaya Bakış-Şeker Ahmet Paşa” Kaynak Yayınla-rı’nın Resmin Ustaları Dizisi’nin ikinci kitabı. Seri-nin ilk kitabı “Çağdaş Sanatımızda Son OsmanlıOsman Hamdi” adını taşıyor. Kaya Özsezgin,Resmin Ustaları dizisi ile resim sanatımıza yön ver-miş, tablolarıyla bugüne kalmayı başarmış res-samları; biyografileri, sanat poetikaları ve tablola-rı ile günümüze taşıyor. Resmin Ustaları dizisi-şim-dilik ilk iki kitabıyla- görselleri ve kâğıt kalitesi ilede özenli bir basımla yayımlanıyor.

Kaya Özsezgin, Resmin Ustaları dizisi ile

resim sanatımıza yönvermiş, tablolarıyla

bugüne kalmayıbaşarmış ressamları;

biyografileri, sanatpoetikaları ve tablolarıile günümüze taşıyor.‘Sigara içenlere ateş

etmeyiniz” dizeleri ilebaşlayan

‘Tabanca’ şiirinin sondörtlüğünde

Cemal Süreya; “Tutalımyanılıp ateş ettiniz /

Şeker Ahmet Paşa’nınresimlerini / Eski

Hececilerin şiirlerini birde / Ben çok seviyorum

siz de seviniz” diyerekŞeker Ahmet Paşa’ya

gönderme yapar

Doğu’nun PenceresindenDoğaya Bakış

Şeker Ahmet Paşa Kaya Özsezgin,

Kaynak Yayınları54 s.

12HALİT PAYZA

24 Ekim 2014 Cuma Aydınlık

Nam-ı diğer şeker Ahmet Paşa

Kaya ÖzsezginKaya ÖzsezginKaya ÖzsezginKaya ÖzsezginKaya ÖzsezginKaya ÖzsezginKaya ÖzsezginKaya Özsezgin

Page 12: iki karakter Smerdyakov ve Netoçka NezvanovaYeraltından Notlar'ı okuduğu-muzda sövmenin en aykırı, en vurucu, en güçlü dilini okuma-dığımızı söyleyebilir miyiz? Büyük

NİHAT ZİYALAN13

Blacktown semti kent merkezine trenle ellidakika uzaklıkta. Sık sık yürüdüğüm için bi-lirim, evimin istasyona uzaklığı yarım saat.Şair-avukat Ata Karazincir, arkadaşı Serhat

Yıldırım’la altı günlüğüne Sidney’e geldi. Sağ olsunher gelişinde ısmarladığım kitapları - dergileri, birde Adana’dan şair Mehmed Arif B’nin (Mehmet Ba-caksızlar) yüklediklerini getirir. Bu onuncu gelişiAvustralya’ya. Akrabası o kadar çok ki, kısa süre ka-lacak olduğu halde bana zaman ayırdığı için se-vinçliyim. Bağımlısı olduğumu bildiğinden mutla-ka incir de getirmiştir! Sırt çantama Ata’ya vereceğimşeyleri (buraya listeyi çıkarmak görgüsüzlük olur)yerleştirip düştüm yola.

Sol dizimde futbol oynadığım zamandan kal-ma bir arıza hortladı, merdiven çıkarken sağ aya-ğımı kullanmak zorunda kalıyorum. Sağ kasıkta dafıtık olduğundan otobüse yetişmek için deparatamadım. Doktor yaşımdan ötürü masada kalı-rım diye ameliyat olmama karşı çıktı. New York’da-ki oğlum “böyle kahve ağzıyla tanı konulmaz” diyeöfkelendi. Kendi de doktor ya. Ey doktorlar! Duy-gularım on sekizlik, yaşım erdi seksene. İşte sorunburada. Neyseki yürüyebiliyorum. Akıllı telefonum( internet, fotoğraf makinesi, arabaya yol gösterenprogram...) olmadığı için, onun ekranına bakacağımderken tökezleme tehlikesi de yok.

Vagonda hemen herkesin elinde telefon, tab-let bilgisayar. Sanki trende değil de çalışma oda-sındalar. Karşımda oturan Hintli giysili yaşlı adam,gene kendi yaşlarında olan iki hanımla sohbete dal-dı. Kısacık da olsa yol arkadaşlığı. Adamın İngiliz-ce’si Hint aksanlı değil. Kulak misafiri olunca öğ-reniyorum, meğer Amerikan vatandaşıymış...

Etrafımdakilere bakıncaEvden çıkarken sırt çantama koyduğum Behiç

Ak’ın “Postayla Gelen Deniz Kabuğu”nun, merha-ba (selamünaleyküm değil) çizimli kapak resmi gü-lümsedi içimde. Okul çağındaki Sude’nin daha çokdış ülkelere giden babası “pantomimci”, annesi avu-kat. İşlerine koşturmaktan çocuklarına zamanayıramayan insanlar. Evde sıkılmasın, oyalansın diyeSude onlardan bir tablet bilgisayar istiyor. Günlergeçtikçe bilgisayara öyle bir dalıyor ki... Sonunda bil-gisayar bağımlısı olmasından korkuluyor. Burayıokurken etrafımdakilere dikkatlice baktım, amanAllahım!

Romanın kahramanı Sude’ye en yakın arka-daşı bilgisayar kurdu Fikret “pantomim nedir?” diyesoruyor. Yanıt şöyle “Sen her şeyi görmek isti-yorsun, babam ise senin görmek istediklerini hiçgöstermeden hissettiriyor. Aslında şöyle de di-yebiliriz: Görüneni, görünmez ve sessiz hale ge-tirerek gösteriyor. “ Dahası var ama kusura bak-mayın yerim dar.

Sude’nin tablet bilgisayarla yapışık ikiz gibi dav-ranışı aileyi tedirgin ediyor. Kızlarıyla iletişim ku-rabilmek için neredeyse bilgisayarın içine girip ora-dan seslenmek durumuna düşüyorlar. Komik de-ğil mi? Sude etrafına tablet bilgisayarla bakıyor.Anne ve babasından ayrı bir dünyada koşturu-yor. Bir de bilgisayar oyununa kaptırınca kendi-ni, işler iyice karışıyor.

Aile doktorum Murat’la konuşmalarım geldi ak-lıma. Bir şey söylemek için önce Google’a bakar, ora-dan aldıklarıyla örer konuşmasını. Kendi fikri de-ğil, Google’un fikri baskındır konuşmasında. Bilgi-

sayar kendisine yüklenen bilgilerle fikir beyaneden bir makinedir. Kalıplarla yetinen, yaratıcı yanıolmayan ve tazelik üretemeyen bir makine. Ben-ce bilgisayar yaratıcılığı körleştiren bir aygıttır.

İstanbul Boğazı’nı andıran Opera House’un ta-dını çıkaramadım bir türlü. Aklım “Postayla GelenDeniz Kabuğu”nda. Acaba ne olacak? Sevdiğim in-sanlarla olduğum halde duygularımı didikleyip du-ran bu sorudan kendimi bir türlü kurtaramadım. Et-rafıma baktıkça soru katmerleşip durdu. Çünkü do-laşanların çoğu tablet bilgisayarla bakanlardan. Çır-pıntılı deniz, arada bir sisli düdüklerini öttüren va-purlar, didgeridoolarını üfleyerek yaban bir ses çı-karan Aborijinler (işte burada Hikmet Uğurlu’nun,“Avustralya Yerlileri- Aborijinlerin –Yaratılış- Söy-lenceleri” adlı, defalarca okuduğum kitabı tekrar usu-ma düştü. Kitap Antalya’da dizilip hazırlanmış,Konya’da basılmış. Dağıtımı yapılamadığı içingüme gitmiş bir çalışma. Enfes Türkçesi için bileokunacak bir kitap oysa.) Etrafınıza bakın yahu! Sizedeğil, tablet bilgisayarla dolaşanlara sözüm. Öylebir kaptırdım ki “Postayla Gelen Deniz Kabuğu”na,dönüş boyunca trenin sarsıntısını, kapıların açılıp ka-panmasını hissetmedim bile. İçimden, keşke bit-mese diye diye, bitirdim sonunda.

Behiç Ak kime yazmış?Gogoluku (Google’dan esinlenmiş) adlı yarışmalı

bir oyuna kaptırıyor kendini Sude. Kısa sürede ba-şarılı yarışmacı olduğunu kanıtlayıp üst sıralara tır-manıyor. Kızıyla ileşim kuramayan anne çareyi tab-let bilgisayar almakta buluyor. Tarator takma adıy-la o da Gogoluku oyununa katılıyor. Bu sırada Go-goluku oyununu piyasaya sürenler anneye şirke-tin avukatlığını teklif ediyor. Çünkü korsanlar oyu-nu istedikleri zaman durduruyor. Anne işi kabul et-tikten sonra korsanların, şifre kırıcıların peşine dü-şüyor. Şirketin Gogoluku oyuncularına dağıttığı göz-lük pantomimci babanın tepesini attırıyor. Gözlü-ğü takanlar sanal yaşamı gerçekmiş gibi sürdüre-biliyor. Uluslararası bir pantomim gösterisine göz-lükle katılanlar gerçek pantomimcilerin pabucunudama atıyor. Sonunda annemiz Ahtopot adlı bir kor-san- şifre kırıcıyla tanışınca işler iyice alevleniyor...

Yaşar Kemal “uydurup uydurup yazıyorum”demişti. Behiç Ak da uydurup uydurup yazmış. Amaçok güzel uyduran bir yazar. Cumhuriyet gazete-sindeki bant çizimlerine hayranlığım vardı, yazar-lığına da hayran oldum. Kitabı bitirdikten sonra so-rular doluştu kafama? Metnin teması nedir? Dibeyatırılanı fark edebildim mi? Anne baba mı ço-cuklarına kavuşmuştur yoksa Ahtopot’la anlaşanSude, büyüklerinin kendisine daha çok zaman ayır-masını mı sağlamıştır? Ey aile büyükleri! Çocuk-larınıza zaman ayırın! Ayırmazsanız, büyüyüp ken-di yollarına gittiklerinde ah vah edersiniz! Bunlarımı demek istiyor? Farkına varmadığım, kaçırdığımşeyler çok mu? Bu şimdi çocuk romanı mı? Yap-mayın Allahaşkına!

Demiştim!Daha önce yazdım mı bilmiyorum? Taze inci-

rin tanesi 1 dolarla 2 dolar arasında satılıyor bura-da. O da ballı mallı değil. Meyveyle beslenen ya-rasalar yüzünden çok zor yetişen bir meyve. Ay-dın’daki gibi burada da bir sepeti beyaz peynirle biroturuşta yiyemem! Olmadı işte, lütfen sözünüzü

geri alın! Ata’cığım kiloluk bir paket kuru incir ge-tirmiş. Tadına bakacağım derken Blacktown’a var-dığımda bitirivermişim. Sepetle, çuvalla değil, ha-rarla incir! Sözünüzü geri alın demiştim ama!

(Selamünaleyküm değil) sözlerini bu seslenişikullanan kesimi küçümsemek için yazmadım.Aklımdan bile geçmez kimseyi küçüksemek. Gü-naydın- merhabalar diye konuşan Avrupalı kafa-ya yakın okuyucu, bence, ciddiyeti severim ama cid-diyetten hoşlanmam diyerek, ailenin bir ferdi gibigörür ve hemen içeri buyur eder Behiç Ak’ın çiz-gisini. Selamünaleyküm-aleykümselam diye ko-nuşan kesim, ciddiyetten kabız olduğunu hissetsebile, bu güler yüzlü çizgi, ailemi- ahlakımızı bozardiye kapının dışında tutar, içeri buyur etmez. BehiçAk çizgisinin yüzü batıya dönük. Bence demiştimdeğil mi?

(Sidney, 2014)

Büyüyüp kendi yollarına gittikleri zaman

Postayla gelen deniz kabuğu

Behiç AkGünışığı Kitapevi

24 Ekim 2014 CumaAydınlık

Behiç Ak

Page 13: iki karakter Smerdyakov ve Netoçka NezvanovaYeraltından Notlar'ı okuduğu-muzda sövmenin en aykırı, en vurucu, en güçlü dilini okuma-dığımızı söyleyebilir miyiz? Büyük

Bir insan hayatta ne kadar kaybedebilir?Kaybetmenin sınırı var mıdır? Yoksa hayat öyle acımasızdır ki her şeyi kay-bettiğinizde bile kaybına üzülebilmeniz için

size yeni “sahiplikler” mi yükler; acı ve kederin sınır-sız olduğu bir dünyanın içinde son kez kaybetmek veson kez üzülmek diye bir şey yok mudur?

Tüm ayrılıkların ardından dibe vuran insanlar, işinikaybeden insanlar, eşini ölüm çalan insanlar, eşinin terkettiği insanlar, eşini terk eden insanlar, çocuğunu yiti-ren insanlar, evini kaybeden insanlar, hayatını kaybe-den insanlar... Nedense ne kadar acı olursa olsun, in-san “üzülme ve kaybetme kotamı doldurdum, bundansonra artık hiçbir şekilde üzülmem ve kaybetmem ge-rekmeyecek” gibi bir şey diyemiyor. Her kara günün ar-dından parlak güneşin gözümüzü alacağını sanarak ya-şamak için ise fazla geç kaldık. Fazla akıllandık ve faz-lasıyla yaşadık. Bu yüzden, biliyoruz ki insanın başınane gelirse gelsin, daha kötüsü her zaman bir yerlerdehazır bekliyor olabilir. Son, “kaybetmenin” bildiği bir kav-ram değil maalesef.

Yaşanılan her an, alınan her nefesle bir şey ka-

zandırdığı gibi, bıraktığınız her soluk gibi her an siz-den bir şeyler götürmeye pek hazır.

7 gün boyunca bile kalabilmek“New York Times Bestseller” ifadesi, April Yayın-

ları’ndan Eylül 2014 tarihiyle dilimize kazandırılan Jo-nathan Tropper’ın “Burada Ayrılıyoruz” adlı kitabınınkapağında, en tepede yer alıyor. Gerçekten de çoksatmış olmasına şaşırmayacağınız bir kitap. Kitabınbaşkahramanı Judd Foxman’ın birinci ağızdan anlattığıbir hikaye; hüzünlü bir komedinin eşlik ettiği, karak-terin başına gelen ve etrafında olan biten her şeyinkatlanmanın ve gerçekliğin sınırlarını zorladığı bir dram“Burada Ayrılıyoruz”. Olan bitenlerin sürekli “yok ar-tık” dedirttiği, karakterlerin her birinin sayfalar ilerle-dikçe adeta daha da uçarı, saçma, komik olduğu, aynızamanda devasa bir keder içine hapsolduğu, sürük-leyici bir hikaye.

Otuzlu yaşlarının başındaki Judd Foxman, karısı-nın kendi patronu ile olan ilişkisini çok acı biçimde öğ-renir ve ardından dünyadan adeta elini ayağını çekerek,yalnızlığının ve kederinin duvarlarına sindiği bir bod-rum katı kiralayarak orada yaşamaya başlar. Bizim hi-kayemiz ise bu ayrılışın ardındaki günlerde gelen birölüm ile başlıyor: Judd Foxman, vefat eden babası-nın son isteğini gerçekleştirmek üzere çocukluğunungeçtiği eve, aile evine gitmek zorundadır. Din konu-sunda kendince bir anlayışa sahip olan baba Foxman’ınson isteği, tüm aile bireylerini şaşırtacak bir dilektir:Şiva istemiştir. Musevi bir ailenin bireyi olan Mort Fox-man, ölümün ardından tüm ailesinin yedi gün boyuncayasa girmesini istemiştir ve bu istek, çocuklarının yo-ğun çaba, fedakarlık ve en zoru da diğer aile birey-lerine katlanma/sabretme çabaları içinde gerçek-leştirilmeye başlar.

Her biri kendi başına birer öykünün kahramanı

olacak denli renkli, yer yer sinir bozucu, acımasızlıklarıve dengesizlikleriyle bazen sınırları zorlayan veatacakları her bir adımda Foxman ailesini tanıdık-ça görebileceğiniz bazı özellikleri barındıran tüm kar-deşler ve klasik “anne” modelinden oldukça uzak an-neleri eşliğinde Şiva başlar. Roman, Şiva boyunca sü-ren günleri içeriyor ve her bir bölüm, bir güne denkgeliyor.

Bir ailenin yaşadıkları onlarca trajedi içinde bir ara-ya gelme çabası ve bir kaç günlüğüne de olsa yeni-den aile olabilme ihtiyacı/çabası, başkahraman ve sü-rekli olarak bir “kaybeden” konumunda gördüğümüzJudd’ın trajik hayatının dahi önüne geçiyor. Araların-da aşılamayacak dağların oluştuğu kardeşler arasında,çocukluktan kalan ve aile evine dönme ile yenidenşekillenen dostluk, birlik zaman zaman okuyucunungözünü bile yaşartabiliyor.

Hayatlar arasındaki uçurumHer bir kardeşin birbirinin zıddı olması ve yaşadıkları

hayatlar arasındaki uçurumun, her birini diğerine uzak-laştırdığı ölçüde aslında yakın kılması, zıtlıkların bir ara-ya getirdiği, ölümün tutkal misali yeniden birleştirdi-ği Foxman ailesine dair yapabileceğimiz çıkarımlar-dan biri.

Akıcı bir anlatım, günlük hayatta bir arkadaşına dertanlatıyormuş gibi gelecek size yazar. Ya da kendi ken-disine konuşuyor, kendisi ve etrafı hakkında fikir yü-rütüyor gibi gelecek. Yazarın samimi anlatımı, çeviribir kitap okuduğunuz halde hissedilmeyecek gibi de-ğil. Bir kaç sayfa göz atmakla başlansa bile elinizdenbırakmadan bitirebileceğiniz kadar akıcı, bu akıcılık-ta payı olan güzel bir çeviri ve insanı kendisini oku-maktan alıkoyamayacak denli hareketli, garip, sürp-rizlerle dolu, “ağlarken güldüren” bir roman “BuradaAyrılıyoruz”.

Burada AyrılıyoruzJonathan Tropper

Çev: Algan SezgintürediApril Yayıncılık

384 s.

14 24 Ekim 2014 Cuma

UMUT ERDOĞAN [email protected]

Kaybetmek asla son bulmaz

Page 14: iki karakter Smerdyakov ve Netoçka NezvanovaYeraltından Notlar'ı okuduğu-muzda sövmenin en aykırı, en vurucu, en güçlü dilini okuma-dığımızı söyleyebilir miyiz? Büyük

İlişkiler (Bir Şii/Katolik)

Oruç Bey Bayat, İranlıDon Juan, YeditepeYayınevi, Çev: TufanGündüz, 272 s.

Şah Abbas tarafındanOsmanlılara karşı ittifakkurmak amacıyla 1599’daAvrupa ülkelerine gönde-rilen elçilik heyetinde yeralan Oruç Bey Bayat, mu-taassıp bir Şii olarak baş-ladığı uzun yolculuğunuinançlı bir Katolik olarak ta-mamlamıştı. Onun zihindünyasında meydana ge-len sarsıntının en önemlisebebi Batı ülkelerindegördüğü büyük kalkın-mışlık ve refah idi.

Lubitsch(Sinek Bilgeliğin Şairi)

Slavoj Zizek, EncoreÇev: Erkal Ünal, 88 s.

Aşkı tarif ederken “düş-mek” fiilini kullanırız: to fallin love (aşka düşmek).Badiou “Aşka Övgü” kita-bında, “aşka düşmek” ile il-gili çöpçatanlık ajanslarıve uzmanlar aracılığıyla“uygun bir partner bulmaarayışı”nı karşı karşıya ko-yar: Düşüş olarak -yerleşikolarak hayatımı rayındançıkaran ve yeni bir özneolarak yeniden doğma-ma vesile olan çılgın birolay olarak- aşkın kendisibütbütün kaybolur.

Üstü KalsınCemil Kavukçu, Can Yayınları, 112 s.

Çünkü her sorunun ya-nıtı doğada. Bulutların ya-rattığı bunca karmaşanınanlamı şu; sen de her an,anbean değişiyorsun, bunugörüyor ve hissediyorsun.Yakıcı düşüncelerin gücüyok artık üstünde. Kurtu-lacaksın. Onsuz yazabil-mek, okuyabilmek, duya-bilmek, görebilmek, onundışında kalabilmek ayrı birbüyü, ayrı bir yürek. Öykü-cülüğümüzün usta kalemiCemil Kavukçu, yeni öy-külerini “Üstü Kalsın”da biraraya getiriyor.

BelgeselDave Saunders, KolektifKitap, Çev: Ali NejatKanıyaş, 288 s.

Dave Saunders’ın bel-gesel sinemaya giriş ni-teliği taşıyan bu eserikurgusal olmayan sine-manın tarihini, kültürelbağlamını ve gelişimini,yaklaşımlarını, anlaş-mazlıklarını ve işlevlerinisunuyor.

Saunders bir taraftanbelgeselin anlam aktar-mada kullandığı yön-temleri incelerken, diğertaraftan sahip olduğufarklı toplumsal amaçla-rı açımlıyor.

Türkiye Yanıyor(Erdoğan’ın Terörle Dansı)

Can Ataklı, KaynakYayınları, 344 s.

Can Ataklı, kitabındaTürkiye’nin etrafını saranterör yangınının neden-lerini sözünü sakınma-dan bütün açıklığıyla or-taya koyuyor. PKK, Tür-kiye’nin Güneydoğu’sun-da okulları yakıyor, Ata-türk büstlerini kırıyor, yol-larda denetim uygulu-yor ve Türk bayrağınıgönderden indiriyor. AKPHükümeti ise müdahaleedilmesini engelliyor vesürece seyirci olmamızıistiyor. Neden?

Boruotu CinayetiLabirent, 144 s.

“Evet, toplum yüz yılöncesine göre daha ile-riydi. Peki, daha mı iyiydi?”(Kitaptan)

Gezi Direnişi sırasındaişten atılan, Sabah gaze-tesinin eski Yazı İşleriMüdürü Barış Soydan,ilk polisiye romanı Boru-otu Cinayeti’nde, politikpolisiyenin ülkemizde azgörülen iyi örneklerin-den biriyle karşımıza çı-kıyor. KCK ve Ergene-kon operasyonları; med-yaya “içeriden” bir eleşti-ri ve gerçeküstü bir cina-yet! Gerçeklerle yüzleş-meye ne kadar hazırız?

EğlencesiniYitiren ÜlkeCüneyt Özdemir,Doğan Kitap, 388 s.

Betonun, makinenin,soğuk teknolojinin karart-tığı şehir hayatının günde-lik ama sıradan olmayanayrıntıları… Savaşın, dikta-törlüklerin gölgesindekiuzak şehirler… Sokaklar,evler, neon ışıklarının ren-klendiremediği bir örnekhayatlar... AVM’ler, gökde-lenler, artık bizim olmayanparklar ve gazeteci yazı-yordu bu yitirilmiş eğlen-ceyi, yeni gelen hüznü, için-de taşıdığı umudu...” YeniTürkiye”nin eski hikâyesini.

ÜlkelerinTarihleriÜlkelerin Tarihleri, PeterFurtado, Yapı KrediYayınları, Çev: ŞahikaTokel, 320 s.

Dünyanın farklı ülkele-rindeki yazarlar ve vatan-daşlar kendi tarihlerini na-sıl görmektedirler? Bakışaçılarını hangi temel olay-lar ve etkiler şekillendir-miştir? Yabancı yorumcu-ların görüşleri ne kadardoğrudur? Eser, ulusal ta-rihleri “içeriden bir bakışla”anlatan ilk kitaptır. Yirmi se-kiz ülkeden yirmi sekizönde gelen yazar ve araş-tırmacı, kendi ulusal tarihi-nin bir tarihçesini sunuyor.

MatmazelChristinaMircea Eliade, MetisYayıncılık, Çev: RozaHakmen, 176 s.

Bir din tarihçisi olaraktanınmış olan Mircea Elia-de, bilimsel çalışmalarınıngölgesinde kalmış birçokedebi eserin de yazarıdır.Matmazel Christina içinşöyle diyor:

“Mucize, ancak onu birmucize olarak görmeyehazırlıklı olanlara görü-nür, diğerleri için görünürdeğildir, o yüzden de yok-tur; aslında nesnelerin vegünlük olayların içindegizlenir.”

Mülksüzleştirmenin YönetimiAyşegül Sabuktay, NotaBene Yayınları, 152 s.

Kitap, 2000’lerden iti-baren Türkiye’de devletinbiçimlenişini David Har-vey’in ‘mülksüzleştirme’kavramıyla ilişkili olarak‘mülksüzleştirmenin yö-netimi’ olarak yorumla-masıyla özgün. Harvey’in‘mülksüzleştirme yoluylabirikim’ kavramı, KarlMarx’ın kapitalizm anali-zinde yer alan ‘ilkel birikim’sürecinin, kapitalizmin ge-lişmesiyle sonlanmadığı,süreklilik taşıdığı düşün-cesine dayanıyor.

Selim İleri, EverestYayınları, 320 s.

İşte, selvilerin gerisin-den ateşler, kıvılcımlaryükseliyor. Dağıla dağ-da, uçuşa uçuşa, Aya-sofya’ya kadar uzanıyorve Ayasofya’nın beyazminareleri pespembe ke-siyor. Şimdi sis perdesikalkmaktadır. Kubbelermavimsi, gümüşleniyor,birçok minare, aydınlıkçoğaldıkça, kıpkırmızı. Te-peler pembe pırıltılı, sa-hiller mavimsi ve mo-rumsu. İstanbul âdetataptaze.

Ateş EtmeSilahsızımHakkı İnançKırmızı Kedi, 96 s.

Selçuk Baran ÖyküÖdülü’nü “Bozuk” adlı ilkdosyasıyla kazanan Hak-kı İnanç’tan yeni öyküler.Derin bir gözlem gücüy-le, hayatın değişik renk-lerini yakalayan, hayatıniçinden, kenarından, top-lumun farklı tabakala-rından, büyümeyen ço-cuklardan, çocuklaşa-mayan büyüklerden, ka-sabalardan, kentlerdeninsan öyküleri. Düşün-düren, acıtan, güldüren in-san manzaraları.

İstanbul’un Tramvayları Dan Dan!..

1524 Ekim 2014 CumaAydınlık

Yeni çıkanlar