Upload
others
View
12
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
AYLIK
İLİM K
ÜLTÜ
R V
E EDEB
İYAT DER
GİSİ
www.somuncubaba.net
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 23 • SAYI: 195 • OCAK 2017 • Fiyatı: 10 TL
195 Sünbül Sinan HazretleriniŞiirle Anlatmakİstanbul’un Fatih semtinde yer alan Kocamustafapaşa da bu tür yerlerden biri olarak karşımıza çıkar.
Maneviyatın Merkezinde Bir Hak Dostu: Merkez EfendiGönül göğümüzün parlayan yıldızlarından biridir Merkez Efendi.
00
19
5
Rahman’aUzanan Bağ: Akrabalık
Halide YENEN
Mahremlerimizve Namahremler
Emine Büşra YÜKSEL
Akrabaİlişkileri
Sümeyye Büşra YILDIZ
HazırcılığaAlıştırılan Çocuklar
M. Emin KARABACAK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net - [email protected]
Aile Eki
ÇIKTI
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
başyazı Bekir AYDOĞAN
HERŞEY MERKEZİNDE VE ÖLÇÜLÜHer şeye kadir olan Cenab-ı Allah; evrende yarattığı her varlığı belirli bir ölçü ve nizam içerisinde
özenle yaratmıştır. Bu sebepledir ki, Allah’ın yarattığı varlıklarda âhenk, güzellik, ölçü, uyum ve denge vardır. Bu konuda Yüce Rabb’imiz Kamer Sures’inin 49. ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”
Gerçekten Allah’ın kudreti bilmesi ve dilemesi ile yaratılan her şey hakikatin bir ifadesidir. Bu kadar varlığın kaos olmadan bir denge içindeki seyri ancak ilahi kuvvet sahibi Allah’ın eseridir. Akıl sahipleri-nin böylece yaratılıştaki ince hikmet ve gerçekleri kavraması kendine düşen kulluk vazifesini yapması bizlere ilahi emirdir. Dergi konumuzla ilgili bir menkıbe nakledelim:
Muslihuddîn Mûsâ Efendi, Koca Mustafa Paşa’daki bir tekkede şeyhlik yapan Sünbül Sinân Hazretleri’nin şöhretini işitir. Fakat bazı kimselerin onun hakkında yaptıkları dedikodular sebebiyle, bir türlü gidip sohbetine katılamamıştır. Bir gün rüyasından Sünbül Efendi’nin, kendi evine geldiğini görür. Sünbül Efendi’yi içeri koymamak için hanımı ile kapının arkasına pek çok eşya dayarlar fakat Sünbül Efendi kapıyı zorlayınca, kapı arkasına kadar açılır. Bu sırada uyanan Muslihuddîn Mûsâ Efendi, yaptığı hatayı anlar ve sabahleyin Sünbül Sinân Hazretleri’nin huzuruna gitmeye karar verir. Sabahleyin Sünbül Sinân Hazretleri’nin camisine gidip vaaz ettiği kürsînin arkasına o görmeden oturur. Sünbül Sinân, vaaz u nasihat esnasında Tâhâ Suresi’nin bazı âyet-i kerimelerini tefsire başlar. Tefsirden sonra; “Ey cemâat! Bu tefsirimi siz anladınız. Hatta Muslihuddîn Mûsâ Efendi de anladı.” buyurur. Sonra aynı âyet-i kerime-leri daha yüksek mânâlar vererek tefsir ettikten sonra tekrar; “Ey cemâat! Bu tefsirimi siz anlamadınız, Muslihuddîn Mûsâ Efendi de anlamadı.” buyurur. Vaaz biter, namaz kılınır, herkes camiden çıkar. Sadece Sünbül Efendi kalınca, Mûsâ Efendi huzuruna varıp elini öptükten sonra af diler. Sünbül Efendi de: “Ey Muslihuddîn Mûsâ Efendi! Biz seni genç ve kuvvetli bir kimse sanırdık. Akşam bizi kapıdan içeri sok-mamak için gösterdiğiniz gayrete ne dersiniz?” buyurunca, Muslihuddîn Mûsâ Efendi iyice şaşırır. Pek çok özürler dileyerek ağlamaya başlar, affının kabulü ve talebeliğe alınması için istekte bulunur. Sünbül Efendi, onu kabul ettiğini, dergâhta hizmete başlamasını söyledikten sonra; “Artık Allahu Teâlâ’nın zâtı ve sıfatları hakkında mârifet sahibi olmak zamanıdır.” buyurur.
Bundan sonra Muslihuddîn Mûsâ Efendi her gün Sünbül Sinân’ın dergâhına gelip, ondan ders almaya ve hizmete başlar. Bir gün Sünbül Efendi, sohbet esnasında Muslihuddîn Mûsâ Efendi’ye; “Hâşâ, âlemi sen yaratsaydın, nasıl yaratırdın?” diye sordu. Mûsâ Efendi; “ Hâşa, bu mümkün değil! Ama mümkün ol-saydı, her şeyi merkezinde bırakırdım. Âlem öyle bir tatlı nizam içinde ki, buna bir şey ilâve etmek veya bir şeyi eksiltmek düşünülemez.” dedi. Sünbül Efendi bu cevap üzerine; “Aferin Mûsâ Efendi! Demek her şeyi merkezinde bırakırdın. Öyleyse bundan sonra ismin Merkez Muslihuddîn olsun.” dedi. Böylece Mûsâ Efendi, Merkez Efendi ismiyle meşhur olur.
Başkalarının da hukukuna riayet ederek âlemin nizamını ibret nazarıyla seyredip bundan dersler alalım. Selam ile…
Everything is in the Right Place and Measured
Allah (Praise be to Him) created everything in the universe in a certain measure. That’s why, all the created things have harmony, measure and balance. On this point, in Surah Al-Qamar verse 49, Allah says: “Indeed, all things We created with predestination.”
Indeed all the things He created have a measure and are the proofs of the real truth. The existence of universe and everything in it without chaos can only be the work of Allah. Our duty here is to understand this philosophy in creation and act accordingly because that is the divine command.
Best Regards…
somuncubaba 1
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 23 Sayı: 195 - Ocak 2017
Basım Tarihi: 01 Ocak 2017
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN
Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR
Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİMusa TEKTAŞ
Kapak FotoğrafıOrhan DİNÇ
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71 44700, Darende / MALATYA Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79 www.somuncubaba.net • [email protected]
Yapım
www.grafiturk.com.tr
Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK
Sanat YönetmeniEnes İSLAM
Baskı ve Üretimİhlas Gazetecilik A.Ş.Merkez Mah. 29 Ekim Cad. No: 11A /41Yenibosna/İSTANBULTel: 0 (212) 454 30 00
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAKProf. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİLProf. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİLProf. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır.
Kurum Abone : 180 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 - Vakıf Bank: TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
/SomuncuBabaDergisi
Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise rek-lam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somun-cu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.
içindekilerkünye
6
54
30
68
5018
İMAR İÇİN YIKIM: KURTULUŞ İÇİN DELİNEN GEMİ
SÜNBÜL SİNAN HAZRETLERİ’NİŞİİRLE ANLATMAK
NEFSİN HEVASINA ALDANMAMAK
MANEVİYATIN MERKEZİNDE BİR HAK(İKAT) DOSTU: MERKEZ EFENDİ
SÜNBÜLİYYE ŞEYHİ MERKEZ EFENDİ
RASÛL’ÜM! SEN VE MÜ’MİNLER İSTİKÂMET ÜZERE OLUN!
Ali AKPINAR
Açılan deliğe rağmen gemi batmadan yolculuğuna
devam eder. ..
Mustafa KARABACAK
İstikâmet üzere olmak “Yaratıcı’nın nasıl bir Müslüman istiyor?” sorusunun cevabıdır...
Mürsel GÜNDOĞDU
Hem eserleri hem de yaşantısıyla gül ve gönül medeniyetimizin kendisinden sonraki nesillere aktarılmasında...
Mustafa ÖZÇELİK
Atalarımız “Şeref’ü-l mekânî bi’l-mekîn” sözünü sıkça kullanırlardı. Bu söz, günümüz Türkçesiyle söyleyecek olursak “Makamların şeref ve izzeti oturanlarla kaimdir.”
Kadir ÖZKÖSE
Merkez Efendi’nin yeşil bir sarıkla kürsüye çıkmakta olduğunu müşâhede eder, Şeyh kürsüye...
M. Nihat MALKOÇ
Gönül sultanlarımızdan Merkez Efendi’nin ölümünün ardından Yavuz Sultan Selim’in kızı Şah Sultan...
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
ABONE İLETİŞİM HATTI
Altın Silsile: Ebu’l-Hasan El-Harakânî (k.s.) 10 • Çoklukta Birlik Düşüncesi 14 • Birlik Gerek 17 • İhlâslı ve Sadakatli Olabilmek 24 • Hicran Ederler... 29 • Merkez Efendi 35 • Nakşibendîlik Sempozyumu 36 • Âhiret Hedefinden Uzaklaşmak 42 • Hafsa Sultan 46 • Nâbî ve Öğütler Manzumesi: Hayriyye 58 • İnsan Şahsiyetine, Onuruna ve Özgürlüğüne Önem Veren Bir İslâm Hukukçusu: Ebû Hanîfe 62 • Niyaz 65 • Sevgi Ekelim 71 • Öğrencime Mektup 72 • Hayatı Yar ile Yaşamak 75 • Unutulan Değer Âdâb-ı Muâşeret 76 • Osmanlı’sız Yüzyılda Barışa Hasret Topraklar 78 • Din ve Gelenek 84
Şeyh Hamid-i Velî Minberinden Hutbeler
Yirmialtıncı Hutbe
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
Cemâat-i Müslimîn!
Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’inde buyuruyor ki; “Allah’ın sana verdiği kuvvetlerle
âhiretini ara, âhiret için çalış, üzerine farz olan ibâdeti hakkıyla îfâ et, vazîfe-i dîniyyeni
güzelce yap, dünyâdan nasibini de unutma. Dünyâ için de çalış, sana vermiş olduğum
kuvvetle; akıl, fikir, irâde ile ilm ve irfan ile mal ile dünyânı ma’mûret. Allah’ın kullarına,
din kardeşlerine, hısım ve akrabana iyilik et. Verdiğim ni’metlerin şükrünü böylece edâ et.
Bir de, sakın yeryüzünde bi’z-zât veyahut bi’l-vâsıta fesâd çıkarmaya çalışma! Muhakkak
bil ki; Allah müfsidleri sevmez.” (28/Kasas, 77.)
İnsanın hayırlısı; dünyâsı için âhiretini, âhireti için de dünyâsını terk etmeyip
her ikisi için çalışan ve halkın başına yük olmayandır. İnsan hiç ölmeyecekmiş gibi
dünyâya sarılmalı, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışmalıdır.
Âhiretiniz için çalışın, dünyânızı da unutmayın! Allah (c.c.)’ın verdiği ni’metleri ma-
halline sarf edin. Hem dünyânızı, hem âhiretinizi ma’mûr etmeye bakın. Herkese iyilik
edin, bir de sakın ha yeryüzünde fesâd çıkarmayın, fesada âlet olmayın. Allah (c.c.)’ın
emirlerine itaat ve nehy ettiklerinden hazer ediniz ki; dünyâ ve âhirette felah bulaşınız.
Cemâat-i Müslimîn!
Cenâb-ı Allâh Kur’ân-ı Kerîm’inde buyuruyor ki; “Hem Allâhu Zü’l-celâl, hem onun
peygamberine mütî olunuz, birbirinizle uğraşmayınız. Korkaklaşır kuvvetten düşer, şev-
ketiniz de elinizden gider. Bir de hiçbir düşman, hiçbir tehlike karşısında metaneti elden
bırakmayınız. Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfâl, 25.)
Ey Mü’minler, Ey Allah’ın Sevgili Kulları!
Dünyâda sefil, âhirette rezîl olmayalım dersek, bu âyet-i kerîmenin gösterdiği yolu
ta’kîb etmeliyiz. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz de bir hadîs-i şeriflerinde şöyle bu-
yuruyorlar. “Birbirinize buğz etmeyiniz. Birbirinize hased etmeyiniz. Birbirinize dargın
durmayınız. Ey Allah’ın kullan kardeş olunuz! Bir Müslim için darılıp da din kardeşini üç
günden ziyâde terk etmek, onunla görüşmemek helâl olmaz.”
Cemâat-i Müslimîn!
Allah (c.c.)’a ve Rasûlü’ne dâima itaat edelim, aramızda tefrika ve nifaka meydân
vermeyelim. Her vakit sabır ve metaneti, hüsn-i muaşereti elden bırakmayalım. Sabit
bir azîm ile dâima yükselmeye, dâima ileri gitmeye çalışalım.
İLİM VE HAYAT / Ali AKPINAR*
Kehf Suresi’nde anlatılan Hz. Mûsâ’nın,
‘kendisine Allah katından rahmet ve ilim
verilmiş bir kul’ ile olan yolculuğunda,
‘bindikleri gemiyi delivermesi’ de oldukça dikkat
çekicidir. Olay kısaca şöyledir:
Hz. Mûsâ, kendisine Yüce Allah’ın katından
özel ilim verilen kul olan Hz. Hızır’la buluşur ve
onun ilminden istifade etmek için birlikte ilim-
irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-
sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-
larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye
binerler, gemi geçimlerini deniz taşımacılığın-
dan sağlayan fakir kardeşlere aittir. Hz. Hızır,
gemiyi deliverir. Bu olay karşısında Hz. Mûsâ
dayanamaz, soru sormama ve itiraz etmeme
konusunda verdiği sözü unutarak, gemiyi niçin
deldiğini sorar. Açılan deliğe rağmen gemi bat-
madan yolculuğuna devam eder. Hızır (a.s.) ver-
diği sözü hatırlatınca Hz. Mûsâ (a.s.) itirazından
vazgeçer ve yolculuk devam eder. Daha sonra
Hz. Hızır, gemiyi delme gerekçesini ona anlatır.
Olay ayetlerde şöyle anlatılır:
“Bunun üzerine yürüdüler. Nihâyet gemiye
bindikleri zaman gemiyi deliverdi.
Mûsâ, ‘Halkını boğmak için mi gemiyi deldin?
Gerçekten sen çok tehlikeli bir iş yaptın!’ dedi.
O kul, ‘Sen benimle beraber bulunmağa daya-
namazsın demedim mi?’ dedi.
Mûsâ, ‘Unuttuğum şeyden ötürü beni kınama
ve bana bu işimden dolayı bir güçlük çıkarma.’
dedi.”1
Yolculuk devam eder. Yolculuğun sonunda
Hz. Hızır, gemiyi delme sebebini de şöyle açık-
lar:
“O (yaraladığım) gemi, denizde çalışan yok-
sullarındı. Onu kusurlu yapmak istedim, çünkü
onların ilerisinde her (sağlam) gemiyi zorla alan
bir kral vardı.”2
“Bunları, ben kendiliğimden yapmadım. İşte
senin sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.”3
Mesajlar
1- İlim adamlarıyla tartışma yapmak, bilgi-
lenmek için önemli bir metottur. Yeter ki kişi,
tartışırken inatlaşmasın ve bilgisiyle gurur ve
kibre kapılmasın. Bu kıssada Hz. Mûsâ (a.s.)’nın
itirazı yerindedir. O, kendine göre zâhiren gör-
düğü bir yanlışa itiraz etmiştir. Çünkü denizin
ortasında gemiyi delme, içindekilerle beraber
batmasına davetiye çıkarmak demektir. Elbette
her Müslüman, zararlı olduğu açık olan bir şeye
seyirci kalmayacak, onu engellemeye çalışa-
caktır.
2- Yanlış yapan uyarılmalıdır. Hz. Mûsâ da
olayın zâhirine bakarak, yanlışa itiraz etmiş ve
ona engel olmaya çalışmıştır. Ancak geminin
batmadığını gördüğünde ve Hz. Hızır (a.s.)’ın
kendi kafasından bir şey yapmadığını, vahiyle
irtibatlı olduğunu hatırladığında itirazından vaz
geçmiştir.
3- İlim yolu sabırlı olmayı gerektirir. İlim
yolcusu, hocasına güvenmeli, acele ederek ge-
reksiz soru ve itirazlarda bulunmamalıdır. Hz.
Mûsâ, Hz. Hızır’ın uyarısıyla ona daha önce ver-
diği sözü tuttu ve itirazından vazgeçti.
4- Hoca konumunda olanlar, talebelerinin
itirazlarını anlayışla karşılamalı, onların itiraz
ve sorularına iknâ edecek cevaplar vermelidir.
Nitekim Hz. Hızır, Mûsâ Peygamber’in itirazını
anlayışla kabul etmiş ve ondan ayrılmadan da
itirazı cevaplamıştır. Gemiyi kusurlu hale ge-
tirmesindeki amacının, gemiyi batırmak değil,
tam tersine gemiyi kurtarmak olduğunu açıkla-
mıştır.
5- “Hz. Mûsâ, ‘Halkını boğmak için mi gemi-
yi deldin.” diyerek gemi halkını kendi nefsine
tercih etmiştir. Hâlbuki gemi batacak olsa bo-
ğulacaklar içerisinde kendisi ve yol arkadaşı
İMAR İÇİN YIKIM: KURTULUŞ İÇİN DELİNEN GEMİ
“Açılan deliğe rağmen gemi batmadan yolculuğuna devam eder. Hızır (a.s.) verdiği sözü hatırlatınca Hz. Mûsâ (a.s.) itirazından
vazgeçer ve yolculuk devam eder.”
6 OCAK 2017 somuncubaba 7
da olacaktır. Ancak o, halkı kendi nefsine tercih
etmiştir. Zaten peygamberler ve onların izinde
giden önderler, halkları için fedâ-yı cân etmeye
hazır olan kahramanlardır.
6- Dinin getirdiği şeylerin dış görünüşü akla
uygun görünmese de onlara inanmak gerekir.
Nitekim Yüce Allah’ın işaretiyle hareket eden
Hz. Hızır’ın gemiyi delmesi, geminin batması-
na sebep olmamıştır. Genel olarak İslâm dini,
akıl dinidir. Onun emir ve nehiyleri, selîm akla
uygundur. Ancak dindeki her şeyi akla uydura-
cağız diye bir şey yoktur. Zaten insanların aklî
seviyeleri farklı farklıdır. Bir akıl sahibinin doğ-
ru, yararlı gördüğü bir şeyi; başka bir akıl sahibi
yanlış ve zararlı görebilir. Onun için asıl olan
vahyin aydınlığında aklı işletmek ve vahyin bil-
dirdiğine tâbi olmaktır.
7- Şer gibi görünen şeylerde hayır, hayır gibi
görünen şeylerde şer olabilir. İmtihan gereği,
çok değişik olaylarla karşılaşan insan, yapması
gerekenleri yapmalı alınması gereken tedbirleri
almalı, ancak olayları bir bütün olarak oluş ve
sonuçlarıyla birlikte değerlendirmelidir.
8- Bazen hoşumuza gitmeyen şeyler hay-
rımıza olabilir. Sözgelimi güzel ve mükemmel
olan şeyler bazen sahipleri için zarar sebebi
olabilir. İmtihanın gereği kusur gibi olan şeyler,
hayrımıza kurtuluşumuza vesîle olabilir. Kıssa-
mızda geminin kusurlu oluşu, onun korsanlar-
dan kurtulmasına vesîle olmuştur. Dolayısıyla
her şeyin hayırlısını istemek esas olmalıdır.
9- İki zarar karşı karşıya geldiğinde, ağır
olanı savmak için hafif olan tercih edilir. Çoğu
korumak için, az fedâ edilebilir. Beterin beteri
ile karşılaşmamak için, bazı olumsuzluklara göz
yumulabilir. Nitekim Hz. Hızır, kusursuz gemile-
ri gasbeden zâlimlere karşı kendince tedbirini
almış ve gemiyi kusurlu hale getirmiştir. O, bu
hareketi ile geminin batmayacağını bildiği için
böyle yapmıştır.
10- İnsanlar mallarını koruyabilmek için bir
kısım fedâkârlık ve harcamalarda bulunmasını
bilmelidirler. Nitekim zekât ve infâk da malı
koruyan ve bereketlendiren şeylerdir. Pey-
gamberimiz, “Mallarınızı zekâtla koruma altına
alınız, hastalıklarınızı sadaka ile tedâvî ediniz.”
Dipnot* Prof. Dr. Ali AKPINAR
1. 18/Kehf, 71-73.2. 18/Kehf, 79.3. 18/Kehf, 82.4. Bkz. Şemseddin Sivâsî, Nakd-i Hâtır, v, 109b-110b.
buyurmuştur. Malımızın çok az bir kısmını infâk
etmek, dünya ve âhirette bize bereketli kaza-
nımlar olarak dönecektir.
11- Buradan insanların içlerindeki kötülük
tutkularını harekete geçirecek süs ve debde-
beden kaçınmanın gereğini de çıkarabiliriz. Es-
kiden mü’min hanımlar, imkânı olmayan başka
hanımlar kıskanmasınlar, art niyetli kimselerin
akıllarına kötülük gelmesin diye kollarında-
ki ziynetlerini gizlemek için kolluk takarlardı.
Benzer şekilde göz hakkı olmasın diye, eskiler
pazardan aldıkları eşyaları kapalı heybe yahut
çuvallar içerisinde evlerine getirirlerdi.
12- Kıssanın işârî yorumu ile ilgili olarak da
şunlar söylenebilir: Gemiyi delmekle Hz. Hızır,
Hz. Mûsâ’ya şu hatırlatmayı yapmak istemiştir:
“Ey Mûsâ, bir zamanlar annen seni tabuta ko-
yup Nil deryasına atınca Rabb’in seni boğul-
maktan nasıl korumuştu. Şimdi ne diye geminin
batmasından endişe edersin? Bilmez misin, her
şey Rabb’inin dilemesi iledir, Rabb’in dilemezse
hiçbir şey olmaz. Seni bir başına denizin orta-
sında batmaktan ve boğulmaktan koruyan Yüce
Allah, gemiyi ve gemidekileri de koruyacaktır.”
13- Kıssadaki geminin delinmesi olayında
Mûsâ, Ruh’a; Hızır, sırra; gemi, cisme; geminin
delinmesi, ibadet ve riyâzâtla bedenin ben-
zinin solgunluğuna; geminin yolu üzerindeki
zâlim kral ise, şeytana işarettir. Sivâsî’nin bu
konudaki işârî yorumunun özeti şöyledir:
“Kıssada geçen Mûsâ, ruha; Allah katından
kendisine ilim verilen kul ise sûfîlerin sır de-
dikleri şeye işarettir… Gemi ise cisimdir… Ruh
ve sır bir bedende karar kılmışken; sır, riyâzât
ve ibadetle cismin zâhirini harâb eder… Ruh’un
‘şu bedene biraz merhamet etsen de onu tahrîb
etmeyip rahat bıraksan’ şeklindeki itirazına sır
şu cevabı verir: Ey ruh, bu beden gemisinde
olanlar bir alay miskinlerdir ki, bu dünya deni-
zinde âhiret azığını bununla tahsîl etmelidirler.
Ama yolları üzerinde şeytan denilen zâlim bir
kral vardır… Şâyet ibadet ve riyâzât sebebiyle
beden gemilerinin benzi bozuk, teni soluk ol-
mazsa şeytan onları etkisi altına alır… Bu yüz-
den o bedende ibadet ve riyâzât eserlerinin gö-
rünmesini istedim…”4 En doğrusunu Yüce Allah
bilir.
8 OCAK 2017 somuncubaba 9
Onuncu yüzyılın son çeyreği ile on birinci
yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Harakânî’nin
tam ismi, Ali b. Ahmed b. Cafer, künyesi
Ebu’l-Hasan Harakânî’dir. 352/963 yılında,
Horasan’ın Bistâm şehrine bağlı Harakân kö-
yünde fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya
gelmiştir. Çocukluğunda Harakân’da anne ba-
basının geçimini sağlamak maksadıyla çobanlık
yapmıştır. Çiftçilikle de uğraşarak ailesinin ge-
çimini sağlamıştır.
Kaynaklar onun ümmi olduğunu, Bâyezîd-i
Bistâmî’nin mânevî işareti üzerine Kur’ân oku-
maya başladığını belirtmektedirler. Devrinin
değişik âlim ve şeyhlerini tanıyan ve onlardan
istifade eden Harakânî, en sonunda hemşerisi
Bâyezîd-i Bistâmî’nin dergâhında karar kılmış,
kendisinden senelerce önce vefat etmiş olan
Bistâmî’nin yolunu devam ettiren müridleriyle
görüşmüş, Bistâmî’nin kabrine on iki yıl türbe-
darlık etmiştir. Harakânî on iki yıl süreyle yatsı
namazını cemaatle kıldıktan sonra Bistâm’daki
Bâyezîd-i Bistâmî’nin kabrine teveccüh eder;
“Allah’ım! Bâyezîd’e ihsan ettiğin hil’atten bize
de bir koku ihsan et!” demiştir. Sevgi ve aşkla
bağlandığı bu kapı onun gönül dergâhı olmuş-
tur. Yılları aşıp gelen Bistâmî’nin sevgisi, onu
yoğurmuş ve vuslata götürmüştür. Dolayısıyla
Harakânî’nin tasavvufî intisabı, âriflerin sulta-
nı Bâyezîd-i Bistâmî’dir. Seyr u sülûk eğitimini
Bistâmî’nin ruhaniyetlerinden almıştır. Tasav-
vuf geleneğinde, vefat etmiş bir büyüğün ruha-
niyetinden faydalanan, yardım ve terbiye gören
zâta üveysî, bu yolla kemâle erip olgunlaşmaya
da üveysîlik denir.
Mâneviyat önderlerinin ruhaniyetlerinden
istifade, tasavvuf tarihinde üveysî, üveysîlik ve
üveysiyyu’l-meşreb gibi tâbirlerle anılmaktadır.
Tarih içinde değişik mânâlara gelmekle birlikte
Üveysîliğin ortak özelliklerini şu dört ana gu-
rupta toplamak mümkündür:
1. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ruhaniyetinden
doğrudan nasip alanlar,
2. Veysel Karânî’nin ruhaniyetinden feyiz alan-
lar,
3. Kendilerinden önce vefat etmiş herhangi bir
şeyhin veya kutbun ruhaniyetinden istifade
edenler,
4. Bizzat Hızır (a.s.) aracılığı ile irşad edilenler.
Bu dört gurupta ortak olan nokta, daha önce
yaşamış birinin ruhaniyetinden feyiz almaktır.
Çünkü sûfîler nezdinde cismânî sohbet olduğu
gibi, rûhânî sohbet de vardır. Sâlihlerle manen
beraberlikle de kemâl elde edilebilir. Ancak bu,
şuuraltı hayatının kuvvetliliği ve şiddetli bir ca-
zibeye kapılmakla sağlanabilir.
Kaynakların ifadesine göre Harakânî,
Bâyezîd-i Bistâmî’nin meşrebindendir. Onun gibi
coşkulu, cezbesi ve sekri, sahvına galiptir. Fenâ
ve bekâ, sekr ve sahv ile tevhid ve vahdet ko-
nularında çok sözler söylemiş, Hallâc-ı Mansûr
gibi “Ene’l-Hak” anlayışına uygun terennümler-
de bulunmuştur. Sekr ve cezbe ehli olduğu için,
kişinin sahv ve uyanıklılığını bile vecde yakın
bir üslupla anlatmıştır. Aynı zamanda Harakânî,
cezbeli ve coşkulu meşrebi ile Sıddîkî üslûbu ge-
liştirmiştir. Bu tür yaklaşımları ile Bistâmî’nin ta-
savvuf tarzını benimseyen Harakânî’nin Hakk’a
ermek için zor riyazetlere, çetin mücahede ve
çilelere katlandığı bilinmektedir.
Harakânî’nin vaaz ve nasihatlerini, bazı söz-
lerini, münacat ve menkıbelerini ihtiva eden
Nûru’l-ulûm, Risale der Tarîk-ı Edhemiyye ve
Külâh-ı Çâr- Terk isimli kendi eserleri ile Attâr’ın
Tezkiratü’l-evliyâadlı eserinde onun birçok şat-
hiyesi nakledilir. Ruzbihan Baklî, şathiyeleri
bakımından daha çok Bistâmî’ye benzeyen
Harakânî’nin bir şathiyesini yorumlamıştır.
Herevî de “Sûfî mahlûk değildir.” şeklindeki bir
şathiyesini aktarır ve bunun yorumunu yapar.
Ebu’l-HasanEl-Harakânî (k.s.)
ALTIN SİLSİLE / Kadir ÖZKÖSE* - H. İbrahim ŞİMŞEK**
Hat: Emre ÖZDEMİR
10 OCAK 2017 somuncubaba 11
tarmaktadır: “Harakânî’nin bulunduğu şehre
vardığım zaman, o şeyhin haşmetinden fesa-
hatim sona ermiş, ifadem yok olmuş ve dilim
tutulmuştu. Hatta velayetimden azledildiğimi
zannetmiştim.”
Kendisine gerçek anlamda sûfînin kim ol-
duğu sorulduğunda Harakânî şu şekilde cevap
vermiştir: “Kişi, yamalı elbise ve seccade ile
sûfî olmaz. Sûfî belli kurallar ve âdetlerle de
sûfî olmaz. Sûfî ‘yok olan’ kimsedir.” Bu sözü
ile Harekânî, müntesiplerini fenâ bilincine er-
meye, kendi nefsinden fânî, Hakk’ın varlığı ile
bâkî olmaya davet etmektedir. Bir başka tes-
pitlerinde de bu yaklaşımını perçinlemektedir.
Sûfînin gündüz güneşe, gece de ay ve yıldız-
lara ihtiyacının olmayacağını, varlık kisvesine
ihtiyaç duymayan bir kimlik olduğunu beyan
etmektedir. Dervişliği takva, cömertlik ve in-
sanlara karşı müstağni davranmak olarak tarif
eden, Harakânî, dervişin özelliklerini şu şekilde
sıralamaktadır:
1. İçinde endişesi olmayan,
2. Konuştuğu halde konuşulmayan,
3. Gördüğü halde görülmeyen,
4. Duyduğu halde duyulmayan,
5. Yediği halde yediğinden lezzet almayan,
6. Hareket ve sakinliği bulunmayan,
7. Sıkıntısı ve mutluluğu olmayan kişidir.
Tasavvufun kişiyi vesveseden kurtarmayı
hedeflediğinden bahseden Harakânî, vesvese-
nin de şu üç kaynağı bulunduğundan bahse-
der: Göz, kulak ve lokma. Kişi gözle kalbi meş-
gul etmemesi gereken şeyi görür, kulakla kalbi
meşgul etmemesi gereken şeyi duyar ve haram
lokma ile de kalbi kirletir. İşte bu üç etkenle
vesvese ortaya çıkar.
Harakânî, tevbe, teslimiyet, rıza, sabır, şükür
ve ihlâsı tarikatın binası; ilmi, hilmi, zühdü, tak-
vayı, kanaati ve yakini tarikatın altı hükmü; ih-
sanı, zikri, istek ve arzuları terk etmeyi, dünyayı
terki, havf ve şevki tarikatın altı gereği; gayreti,
ayıpları örtmeyi, özür dilemeyi ve sükûtu der-
vişlerin dört derecesi; güneş gibi şefkatli ol-
mayı, deniz gibi cömert olmayı, yeryüzü gibi
tevazu sahibi olmayı fakrın üç nişanesi; iyilik
istemeyi, Allah (c.c.)’ın rızasını, ayıpları örtmeyi,
hırka giyinmeyi, sabrı, şükrü ve kanaati dervişli-
ğin yedi mertebesi olarak dile getirmiştir.
İlim, irfan, din ve diyanet yolcularının ku-
lağına küpe olacak tavsiyelere sahip olan
Harakânî’nin yanına gelen sevenlerinden birisi
dini tebliğ hususunda kendisinden müsaade
ister. O da: “Halkı kendine davet etmeyecek-
sen, olur!” cevabını verir. Müridi de: “Halkı ken-
dime davetten maksadınız nedir?” diye sorar.
Harakânî: “Halkı başka birisi davet eder ve bu
davet senin hoşuna gitmezse, bu, başkalarını
kendine davet etmiş olmanın nişanı olur.” di-
yerek hakikati kimlerden duyduğumuz değil,
kimlerin hakikati söylediğinin önemli olduğu-
nu, hakikat ehli ile birlikte olmak gerektiğini ve
dini kendi menfaatlerimiz için kullanmamanın
önemini dile getirir.
Seyr u Sülûk risalesinde tavsiye ve telkinle-
ri ile müntesiplerine kemâle ermenin yollarını
öğreten Harakânî, şu öğütleri ile eserine son
vermektedir:
“Hak yolunda yürümek isteyen kimsenin
şu dört gurubun sözlerini dinlemesi gerekir:
Âlimler, muttakîler, evliya, yol gösteren mür-
şidler. Geçen ömür geri gelmez. Ey dost, doğru
yola ermek istersen, yol gösterici mürşidden
dile. Çükü bu hususta yol yordam bilmek fayda
verir.”
Harakânî’yi, sûfî meşâyıhın büyüklerinden
biri, Bâyezîd-i Bistâmî’nin irşadıyla iç dünyası
aydınlanan, şiire meyyal bir tabiata sahip şah-
siyet olarak tanıtan Şemseddin Sâmî, eserinde
onun şu rubâîsine yer vermektedir:
Esrari ezel râ ne tüdânivü ne men,
Veyn harfi muâmma ne tühânivü ne men,
Hesti ez pesi perde guftuyi men ve tû,
Ger büderberüfted ne tû mani vü ne men.
Yani,
Gönül sırrını ne sen bilirsin ne de ben,
O harf gizli bir muammadır ne sen okursun ne
de ben,
Perde arkasında konuşmamız vardır
Eğer açıklanırsa ne sen kalırsın ne de ben.
Farsça bir divanının olduğu da bilinen
Harakânî’nin Pehlevî lisanıyla yazılmış birçok
şiiri de yazma eserlerde yer almaktadır. Örne-
ğin;
Tâküberneş’e-yibâtû pet yâr nebû
Der küber şe ez beheritârnebû.
Yani;
Âteş-perest olmayınca Mahbûb’a yâr ola-
mazsın,
Mahbûb’un hatırı için âteş-perest olmak ar
değildir.
Tasavvufî remizlerle dolu mânâları içeren
bu beyitte, “Mahbûb” ile Hüsn-i Mutlak/Mutlak
Güzel’e işarette bulunulmaktadır. “Âteş-perest
olmak” ise ilâhî aşkla tutuşmak ve onda yok ol-
maktır. Hüsn-i Mutlak’ın evveli yoktur, ezelîdir,
sonu da yoktur; ebedîdir. Noksanlıklardan mü-
nezzeh ve berîdir. Böyle bir mahbuba karşı âşık
olup O’nun aşk ateşiyle yanıp yok olmak ar de-
ğildir.
Altın silsilenin önemli bir halkasını teşkil
eden ve üveysiliği ile dikkat çeken Harakânî,
Aynü’l-kudat el-Hemedânî, Necmeddin-i Dâye,
Feridüddin-i Attâr, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî
gibi büyük mutasavvıfları derinden etkilemiş,
10 Muharrem 425/5 Aralık 1033 tarihinde
vuku bulan ölümünden sonra da etkisi uzun
süre devam etmiştir.
Evliya Çelebi de Kars Kalesi’nin III. Murad
devrinde Lala Mustafa Paşa tarafından tamir
edildiğini anlatırken bir askerin paşaya aktar-
dığı rüyasını nakleder. Asker, rüyasında gör-
düğü yaşlı bir zâtın kendisinin Ebu’l-Hasan el-
Harakânî olduğunu ve kendisine makamının
burada bulunduğunu söylediğini, kendisinden
ayağını bastığı yeri kazmasını istediğini an-
latmıştır. Bunun üzerine yüz işçi yeri kazmaya
başlamış ve üzerinde “Menem şehîd ü saîd
Harakânî” ibaresi yazılı dört köşe bir somaki
mermer bulunmuştur. Gaziler mermeri tekbir
ve tevhidle kaldırınca kabir ortaya çıkmıştır.
Yaralı pazusuna sarılı makrame ile sırtındaki
hırkasının bile henüz çürümediği görülmüş; vü-
cudunun sağ tarafındaki yarası hâlâ kanamak-
taymış. Gaziler yine tekbirle kabri kapamışlar.
Kalenin içine ilk olarak Lala Mustafa Paşa tara-
fından Ebu’l-Hasan Harakânî adına bir tekke ile
cami inşa ettirilmiştir. Evliya Çelebi’nin anlattığı
bu olay, daha sonra yaygınlık kazanarak Kars ve
çevresinde Harakânî’nin Kars’ın fethine katıldı-
ğı ve burada şehit olduğu şeklinde bir inancın
doğmasına yol açmıştır.
Harakânî, uzunca boylu, kumral tenli, ge-
nişçe alınlı, gökçek yüzlü, irice gözlü, açık ve
tok sözlü birisiydi. Şekil bakımından Hz. Ömer
(r.a.)’e benzerdi. İlim ve irfanı sebebiyle zama-
nın kutbu ve gavsı unvanlarıyla anılan bir gönül
sultanıdır. Hucvirî kendisini gözde imam, o dö-
nemde halkın şeref âbidesi, meşâyıhın büyük-
lerinden, o dönemin evliyası tarafından övgüye
lâyık görülen isim olarak tanıtmaktadır. Sözle-
rinin devamında Hucvirî çağdaşı Kuşeyrî’nin
Harakânî hakkındaki şu değerlendirmesini ak-
Dipnot
* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsile-den Altın Halkalar kitabının 111-125. sayfalarından özet-lenmiştir.
12 OCAK 2017 somuncubaba 13
İTİKAT / Ramazan ALTINTAŞ*
SANA YÜCE ALLAH’IN Tefsir ilminin önemli konuları arasında “iniş sebebi” anlamına gelen “sebeb-i nüzûl” yer alır. Yüce Allah (c.c.), Kur’an-ı Kerim’i
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e indirirken bazı sûre ve âyetleri bir sebebe bağlamıştır. Âyetlerin bir kısmı ya bir olay ya da bir soru üzerine inmiş-tir. İşte, sûre ve âyetlerin inmesine vesîle olan hâdise ve sorulara “sebeb-i nüzul” (iniş sebebi) diyoruz. Elbette her âyet için bizim bildiğimiz bir sebep yoktur. Kur’an, sadece Hz. Peygamber (s.a.v.) dönemine ait bir kitap değil, varlığını ve rehberliğini dünya durdukça sürdürecek olan, çağları aşan ve kucaklayan bir kitaptır. Sade-ce ilk indiği Arap toplumunun değil bütün in-sanların kitabıdır. Kur’an, zamanın geçmesiyle eskiyen değil, dâimâ tazeliğini ve güncelliğini koruyan, insanları geriye değil dâimâ ileriye götüren, ilim, teknik ve gelişmelerle çatışan de-ğil örtüşen ve kucaklaşan bir kitaptır. Emir ve yasakları, helal ve haramları, hüküm ve tavsiye-leri, öğüt ve ilkeleri, misal ve kıssaları, va’d ve vaîdleri, geçmişe, geleceğe, Allah’a, insana ve diğer varlıklara dair bildirdiği gerçekler, bilgiler ve tanımlar, zamanın geçmesiyle değişmez ve değerini yitirmez.1
Kur’an-ı Kerim’de geçen sûre ve âyetlerin nüzûl sebeplerini bilmenin kaynağı, Hz. Pey-gamber (s.a.v.)’den rivâyet edilen sahih hadis-lerdir. Nüzûl sebeplerinin bilinmesi, Kur’an’ın anlaşılmasında bir yol olarak görülmektedir. Kur’an’ın indirilmesinden asıl amaç, beşerî ne-fisleri ıslah edip, bâtıl inanç ve fâsit amellerden kurtarma dâvâsıdır. Kur’an-ı Kerim, Allah’ı ve insanı tanıtır. Allah’ın emir ve yasaklarını, helal ve haramlarını, öğüt ve tavsiyelerini, hüküm ve sınırlarını, va’d ve vaîdini, iman, ahlâk ve iba-det kurallarını, iman edip sâlih amel işleyen-lerin mükâfatlarını, inkâr ve isyân edenlerin âhiretteki cezâlarını, ibret alınması için geçmiş kavimlerin kıssalarını ve âhiret ahvâlini anlatır. İnsanın kendisine, Yaratıcısına, insanlara, çevre-ye ve diğer varlıklara karşı görevlerini bildirir. Ayrıca, yaratılışın başlangıç, devam ve sonuç-larından bahseder. Tarihî olaylara dair geçmiş
peygamberlerin ve ümmetlerinin hayatından bilgiler verir. Kur’an’da anlatılan bu olayların asıl amacı, iyi insan yetiştirmeye katkıda bulun-maktır.
Diğer taraftan, esas olan, her bir sûre ve âyeti belli bir tarihsel kesit ve olgu ile sınırlandırma-dan, vahyin evrensel ölçekte bir bütün ola-rak iniş amacını ortaya koyabilmektir. Sebeb-i nüzûl fer’, Kur’an’ın bir bütün olarak indirilmesi ise, asıldır. Fer’ olan asıl üzerine binâ edilmeli-dir. Asıl, fer’in gölgesinde kalmamalıdır. İşte biz de bu bağlamda sûre ve âyetleri yorumlama ve günümüze dönük mesajlarını ortaya çıkarmada sebeb-i nüzûlden yararlanma cihetine gidece-ğiz. Sebeb-i nüzûlün iki yönü vardır. Birincisi özel, bir diğeri de genel hükümler taşımış ol-masıdır. Bunlardan hüküm bildirme bağlamın-da her iki yöne yeri geldiği zaman misaller ve-receğiz.
İhlâs Sûresi’nin İndiriliş Sebebi ve Tevhîd Mesajı
İhlâs Sûresi, Mekkî sûrelerdendir. Tevhîd akîdesini kısa ve özlü bir şekilde açıklayan Kur’an’ın üçte birine denk bir sûredir. Bir rivâyete göre Mekke müşrikleri Rasûl-i Ekrem’e (s.a.v.), gelerek, “Bize Rabb’inin soyunu an-lat.”; bir başka rivâyete göre de, “Bize O’nun mâhiyetini anlat.” diye sormuşlar ve bunun üze-rine “İhlâs Sûresi” nâzil olmuştur.2 Bu sûrede İlâhî hitâbın “Söyle!” emri, sadece Rasûlullah’a değil, evrensel ölçekte kıyâmet sabahına kadar bütün insanlığa dönüktür. Sebebin husûsî ol-ması ilâhî mesajın umûmî olmasını engellemez.
Tevhîdden bahsettiği için bu sûreye “İhlâs” ismi verilmiştir. Kur’an’da geçen “hâlis ve ihlâs” sözcüğü; bir yere ait olma3, bir kenara çekilme4,
dini salt Allah’a özgü kılma5 ve inanç boyu-tunda O’na gönülden samimiyetle bağlanma6 gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bu bağlamda ihlâs, insanı Allah’tan alıkoyacak her şeyden gönlü arındırmaktır.7 Asıl ihlâs, Kur’an’ın “İhlâs Sûresi”nde anlatıldığı gibi İslâm’ın tevhîd boyutunda ortaya çıkar. Bu sûrede Cenâb-ı
“Asıl ihlâs, Kur’an’ın ‘İhlâs Sûresi’nde anlatıldığı gibi İslâm’ın tevhîd boyutunda ortaya çıkar. Bu sûrede Cenâb-ı Hakk’ın
ne olduğu ve ne olmadığını anlatan sıfatlara değinilir.”
“MÂHİYETİNİ”SORUYORLAR?
14 OCAK 2017 somuncubaba 15
Hakk’ın ne olduğu ve ne olmadığını anlatan sıfatlara değinilir. Çünkü Mekkeliler İlâhî zatın mâhiyetini soruyorlar, Kur’an’da Cenâb-ı Hak kendisinin ne olduğunu şöyle anlatıyor:
“De ki: O, Allah’tır, bir tektir.”8 Tevhîd keli-mesi kök anlamı itibariyle, “tek” anlamına ge-len “ehad” ve bir anlamına gelen “vâhid” söz-cüklerinden türemiş olup, “birlemek, bir şeyin tek olduğuna hükmetmek” mânâlarına gelir. Bu anlamda tevhîd, Allah hakkında kullanıldığı zaman, “Eşi, ortağı ve benzeri olmayan bir ve tek.” demektir. “Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır.”9 âyetinde geçen “vâhid” ile “De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir.”10 âyetinde geçen “ehad” sözcüğü tevhîd kelimesiyle aynı köktendir. Vâhid, sayı cinsinden bir olan; ehad ise, biricik, yegânece, bir benzeri olmayan anlamlarına gelir. Bir başka açıdan, vâhidiyyetin anlamı, bütün mevcûdât birinindir, birine bakar ve birinin îcâdıdır. Eha-diyyetin mânâsı ise, “Her bir şeyde Allah’ın isimleri tecellî eder.” demektir. Bu yönüyle eşya, Allah’ın ehadiyyet isminin mazharıdır. Meselâ bir meyve bir ağaçtan parça olmakla, o ağacın tamamı hükmünde olup, bu yönüylevâhidiyyete işaret eder. Yine her bir meyve, ağacın bir parçası olduğu gibi, ağacın bütün özelliklerini, yani genetik şifresini içinde sak-laması yönüyle, onun tamamı hükmünde olup, bu yönüyle de ehadiyyete işaret eder. Biz eha-diyyetin yansımalarını başta insan olmak üzere, nebâtat, hayvânât ve cemâdât gibi bütün var-lıklarda görebiliriz. Nasıl ki Yüce Rabb’imiz tek ve hiçbir benzeri yoksa O’nun yarattığı varlıklar da DNA bakımından tektir ve hiçbirisi birbirinin aynısı değildir.
“Allah Samed’dir.”11 Her şey, O’na muhtaç-tır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Nitekim bir âyette şöyle buyrulur: “Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her bakımdan sınırsız, zen-gin olandır, övülmeye hakkıyla lâyık olandır.”12 Arapça’da “samed”, bir şeye doğru yönelmek mânâsındaki “samd” kökünden türemiş bir sıfat olup “muhtaç oluştan dolayı kendisine yöne-linen, ihtiyaçların giderilmesi için başvurulan
makam” demektir.13 Bu anlamda tek samed, Al-lah (c.c.)’tır. O, biriciktir, her şey O’na aittir, her şeyin yegâne mercii ve maksûdu O’dur.
“O’ndan çocuk olmamıştır. (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır. (Kimsenin ço-cuğu değildir).”14 Tek ve biricik oluş, başkasına muhtaç olmayış sadece ve sadece Yüce Allah’a mahsustur. Doğurmak ve doğrulmak yaratıl-mışlık nitelikleridir. İnsanlık tarihinde Yahudi ve Hıristiyanlar, Cenâb-ı Hakk’a çocuk isnâd et-mişlerdir. Kur’an-ı Kerim’de geçen şu âyette bu iftirâ reddedilir: “Yahudiler, ‘Üzeyir Allah’ın oğlu-dur.’ dediler. Hıristiyanlar ise, ‘İsa Mesih Allah’ın oğludur.’ dediler. Bu onların ağızlarıyla söyledik-leri (gerçeği yansıtmayan) sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söyle-diklerine benziyor. Allah onları kahretsin. Nasıl da haktan çevriliyorlar?”15 Yüce Allah ise, bütün yaratılmış olan niteliklerden münezzehtir. O, varlığı zorunlu olandır. Varlıkta “Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.”16
Sonuç olarak İhlâs Sûresi’nde; tevhîdin bü-tün berraklığı ile Yüce Allah’a özgü kılındığı, ulûhiyyette benzerleri ve rubûbiyyet sıfatla-rında da ortaklarının bulunmadığı, her şeyin O’nun hâkimiyet ve tasarrufu altında olduğu açıklanmaktadır. Öyleyse her Müslüman, bu te-mel ilkelere dayalı bir kulluk ortaya koymalıdır.
Dipnot* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
1. Bkz. 18/Kehf, 27; 6/En’âm, 115. 2. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 133-134; Ebû Mansûr Mu-
hammed el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’an, tahk. Ahmet Vanlı-oğlu, İstanbul, Dâru’l-Mîzân, 2010, XVII, 2010.
3. 6/En’âm, 139.4. 12/Yûsuf, 80.5. Bkz. 39/Zümer, 2-3.6. Bkz. 2/Bakara, 139.7. 12/Yûsuf, 24.8. 112/İhlâs, 1. 9. 2/Bakara, 163.10. 112/İhlâs, 1.11. 112/İhlâs, 2.12. 35/Fâtır, 15. 13. Râgıb el-İsfehânî, Müfredât, İstanbul, 1986, s. 422. 14. 112/İhlâs, 3.15. 9/Tevbe, 30.16. 112/İhlâs, 3.
İkilikte ne ki, söylen erenlerBir’de birlik için, gül dermek gerekBaşlayan yol varsa, çile de olsaO yolu menzile, erdirmek gerek
Mazlumlar ağlıyor, gözleri kanlıÖtede yanıyor, ah! ArakanlıZâlimler dipdiri, etinden canlıZâlimi, zulmeti, durdurmak gerek
Türkistan durulmaz, Halep’de kan varÖzgürlük yoluna, çekmişler duvarYabanıl saldırmış, yerliyi kovarHalkları el ele, verdirmek gerek
Kalpleri sâdıklar; dostlar, yarenlerVatanı kutsayıp, canlar verenlerİman atlasında, postlar serenlerKardeşlik yayını, gerdirmek gerek
Yezit’in sofrası, hercai olsunBırakın envai, taamla dolsunYollar Hüseyin’in, yolunu bulsunYarayı bu yolda, sardırmak gerek
Madde kutsanıldı, hâşa bir ilâhMazluma çekildi, onunla silahHüküm Kardinalden, başında külahBu hükmü kökünden, kırdırmak gerek
Birlik, beraberlik kutlu türküdürBizleri bir eden, hakça ülküdürKâinat yapısı, Hakk’ın mülküdürAkıllara bunu, erdirmek gerek
Celalettin KURT
Birlik Gerek
16 OCAK 2017 somuncubaba 17
CAMİİ GÜZELLEMESİ / M. Nihat MALKOÇ
MERKEZ EFENDİ
MANEVİYATIN MERKEZİNDE BİR HAK(İKAT) DOSTU:
“Gönül sultanlarımızdan Merkez Efendi’nin ölümünün ardından Yavuz Sultan Selim’in kızı Şah Sultan, tarikat külliyesi
niteliğindeki İstanbul’un Zeytinburnu ilçesinde Topkapı semtindeki yere camiyi ve tevhidhaneyi 1552- 1557 yılları
arasında yaptırmıştır.”
Şehzadeler, sultanlar ve veliler diyarıdır
Manisa. Osmanlı’nın gözbebeğidir bu
şehir. Nice şehzade bu şehirde saltanatı
düşleyerek yaşamıştır. Manisa Hak ve hakikat
dostlarının ve âlimlerin yatağıdır aynı zamanda.
Bunlardan birisi de birçok ilim sahasında derin
bilgilere vakıf olan Merkez Efendi’dir. Gönül
göğümüzün parlayan yıldızlarından biridir Mer-
kez Efendi. O, bir Hak ve hakikat dostuydu. Son
nefesine kadar da bu hususiyetini korumuştur.
Halvetî, Sünbülî şeyhi olan Merkez Efendi’nin
asıl adı Muslihuddin Ebu Taki Musa bin Mustafa
bin Kılıç’tır. Bu Hak ve hakikat dostu, hicrî 868
(milâdî 1463) yılında Denizli’nin Sarı Mahmutlu
köyünde dünyaya gelmiştir. Asıl adı Musa, kün-
yesi Ebü’t-Taki, lakabı Merkez Muslihuddin’dir.
Babasının adı Mustafa, dedesinin adı Kılıç
Bey’dir.
Merkez Efendi, ilk eğitimini memleketi
Denizli’de aldıktan sonra 1478’de Bursa’ya gi-
derek on beş yıl süren bir tahsilin ardından ica-
zet almış,1493’te de İstanbul’a gitmiştir. Hızır
Velüyiddin Efendi ve Mevlâna Ahmet Paşa’dan
dersler almıştır. Müderrislik için Bursa, Kara-
Foto: Orhan DİNÇ
18 OCAK 2017 somuncubaba 19
man ve Amasya şehirlerine gitmiştir. Bu dö-
nemde Halvetiye Tarikatı icazetini almıştır. Et-
yemez Tekkesi’ne devam eden Merkez Efendi
burada Şeyh Yusuf Sinaeddin Efendi (Sünbül
Efendi)’nin müridi, halifesi ve talebesi olmuş,
onun rahle-i tedrisatından geçmiştir.
Yaşadığı çağın mühim âlimlerinden Merkez
Efendi’nin öğrenmeye çok büyük hevesi var-
dı. O, tefsir, hadis, fıkıh ve tıp alanında eğitim
görmüştür. Küçük yaşlarda hafız olmuştur. Za-
manında dinî ilimlerde önemli bir otorite sa-
yılmıştır. Bu Allah dostunun hayatı, insanları
eğitmekle ve onlara nasihat etmekle geçmiştir.
Ömrünü Hak ve hakikat yolunda harcamış, in-
sanları doğru yona yöneltmiştir. 959’da (1552)
vefat eden Merkez Efendi, Mevlânakapı dışın-
da kendi adıyla anılan dergâhın yanına defne-
dilmiş, daha sonra kabrinin üzerine bir türbe
inşa edilmiştir. Türbesi İstanbul’un en önemli
ziyaretgâhlarından biridir. Halvetî-Sünbülî Şey-
hi Yusuf b. Yakup’un verdiği bilgiye göre cenaze
namazı Fatih Camii’nde Şeyhülislâm Ebussuûd
Efendi tarafından kıldırılmıştır. Onun hayatıyla
ilgili birçok rivayet mevcuttur.
Kalp gözü açık olan Merkez Efendi’nin beş
yüzden fazla halifesi olduğu belirtilmektedir.
Merkez Efendi öldükten sonra yerine, önce oğlu
Ahmet Çelebi, sonra da diğer oğlu Yakup Hali-
fe geçmiştir. Yüzlerce talebe yetiştiren Merkez
Efendi’nin herhangi bir telif eseri bulunmamak-
tadır. 1514-1520 yılları arasında, Yavuz Sultan
Selim’in eşi Ayşe Hafsa Sultan’ın Manisa’daki
külliyesine ait zaviyede şeyhlik yapan Merkez
Efendi, şeyhi Sünbül Efendi’nin 936’da (1529)
vefatı üzerine İstanbul’a gelerek Koca Mustafa
Paşa Külliyesi’ndeki tekkenin meşihatını üst-
lenmiş, hayatının sonuna kadar bu görevi sür-
dürmüş, bu arada zaman zaman sur dışındaki
tekkenin çilehanesinde halvete girmiş, muhte-
melen bu tekkenin de şeyhliğini yürütmüş, ve-
fatında (H. 959-M. 1552) buraya gömülmüştür.
Merkez Efendi’nin İcadı: Şifalı Mesir Macunu
“Çiçeklerin Efendisi” olarak nitelendirilen
Merkez Efendi, dinî ilimlerde önemli bir şahsi-
yet olduğu gibi, tıbbî ilimlerde de önemli bir
kişidir. O, çiçekler ve baharatlar konusunda
engin bilgilere sahipti. Geçmişten günümüze
Manisa’nın Sultan Camii minarelerinden hal-
ka atılan mesir macunu Merkez Efendi’nin bir
icadıdır. 1522 yılında Yavuz Sultan Selim’in eşi,
Kanunî Sultan Süleyman’ın annesi Ayşe Haf-
sa Sultan hastalanınca, dönemin ünlü hekimi
Merkez Efendi, 41 çeşit baharatı karıştırarak
elde ettiği ürünü Sultan’a yedirdi. Bir süre son-
ra iyileşen Ayşe Hafsa Sultan, bu macunun her
yıl aynı dönemde üretilerek halka saçılmasını
buyurdu. Bunun üzerine her yıl nevruz günü 41
çeşit baharat karılarak hazırlanan mesir macu-
nu, Manisa’daki Sultan Camii’nin kubbe ve mi-
narelerinden halka saçılıyor.
İlk kez Merkez Efendi’nin yaptığı mesir ma-
cunu 475 yıldır üretiliyor. Bu şifa kaynağında
“Tarçın, karabiber, yenibahar, karanfil, çörek otu,
hardal tohumu, anason, kişniş, zencefil, tarçın çi-
çeği, zerdeçal, Hindistan cevizi, rezene, kebabi-
ye, sinameki, sarı halile, vanilya, dârıfülfül, kaku-
le, havlıcan, zulumba, hıyarşembe, safran, iksir,
kimyon, galanga, çam sakızı, mirsafi, meyan balı,
şamlışaşlı, limon kabuğu, kremtartar, zağfiran,
udülkahır, çöpçini, eskir, tiryak, ravend, limon
tuzu, tekemercini tohumu, günbalı.” kullanılıyor.
Merkez Efendi Külliyesi, Camii ve Türbesi
Büyük bir âlim olan ve herkesin saygısını
kazanan Merkez Efendi de her fani gibi vak-
ti gelince bu dünyadan göçmüştür. Merkez
Efendi’nin türbesi İstanbul’da Zeytinburnu ilçe-
sinin Topkapı semtinde bulunmaktadır. Merkez
Efendi’nin türbesinin de bulunduğu külliyenin
içinde cami, tevhidhâne, harem, dârülkurrâ,
hamam, mutfak, taam-hâne, derviş hücreleri,
çeşme, çilehâne, kuyu ve şadırvan gibi birimler
bulunmaktadır.
Merkez Efendi Camii’nin banisi Yavuz Sultan
Selim’in kızı Şah Sultan’dır. Avlu kapısı üzerin-
deki yeşil kitabede yapılış tarihi 1580 olarak
verilmektedir. Camiyi Mimar Sinan yenilemiş-
tir. Cami 1837’de II. Mahmut tarafından tekrar
onarılmıştır. Kare planda, kâgir, ahşap çatılı,
bitişik tek şerefeli minaresi bulunan cami sarı
boyalıdır. Camiye avlu kapısından girildiğinde
solda küçük bir türbede Merkez Efendi’nin iki
torununun sandukaları bulunur. Buranın karşı-
sında Merkez Efendi Türbesi vardır. Burası tabir
caizse Halvetîliğin üssüdür.
Gönül sultanlarımızdan Merkez Efendi’nin
ölümünün ardından Yavuz Sultan Selim’in
kızı Şah Sultan, tarikat külliyesi niteliğinde-
ki İstanbul’un Zeytinburnu ilçesinde Topka-
pı semtindeki yere camiyi ve tevhidhaneyi
1552- 1557 yılları arasında yaptırmıştır. Bizans
surlarının Mevlâna Kapısı yönünden çıkınca
caddenin karşısında Merkez Efendi Mezarlığı
ve Merkez Efendi Camii bulunmaktadır. Merkez
Efendi türbesi de yine caminin olduğu yerde
bulunmaktadır. Türbenin giriş kısmındaki ah-
20 OCAK 2017 somuncubaba 21
şap tavanlı bölümdeki parmaklıkla çevrili taraf-
ta Şeyh Hüseyin Efendi, Şeyh Ahmed Mesud,
Mustafa Efendi, Nurullah Efendi, Hatice Hanım,
Sıdıka Hanım, Fatma Hatun, Şeyh Mehmed Nu-
reddin yatmaktadır. Zaman içinde yıpranan
yapı 1837 senesinde II. Mahmut tarafından ye-
nilenmiştir. Merkez Efendi’nin türbesiyle ilgili
TDV İslâm Ansiklopedisi’nde şu önemli bilgile-
re yer verilmektedir:
“Merkez Efendi’ye ait olan kare planlı asıl
türbe ilk inşa edildiği haliyle zamanımıza ka-
dar gelememiş ve muhtemelen duvar hizala-
rı korunarak II. Mahmud döneminde yeniden
yapılmıştır. Ayrıca yine bu dönemde1836’da
yapının kuzeyine, Merkez Efendi’den sonraki
bazı şeyhlerle bunların aile fertlerinin sandu-
kalarının yer aldığı dikdörtgen planlı bir bölüm
eklenmiş, bu arada asıl türbenin kuzey duvarı
kaldırılarak bu açıklık, yanlarda mermer sütun-
lara oturan sepetkulpu biçiminde bir kemerle
geçilmiştir. Her iki kesimin duvarları moloz taş
ve tuğlayla örülmüş, cümle kapısının karşısına
gelen batı cephesi baştanbaşa mermer kaplan-
mıştır. Esas türbe içeriden bağdâdî sıva, dışa-
Dipnot
1. TDV İslâm Ansiklopedisi, Merkez Efendi Külliyesi Maddesi, M. Baha
Tanman, cilt, 29, s. 202-205.
rıdan kurşun kaplı bir kubbeyle, ek bölüm ise
kiremit kaplı kırma çatıyla örtülüdür.
Yapının batı cephesinde kilit taşlı yuvarlak
kemerleri olan üç adet pencere sıralanmakta,
pencerelerin alt hizasından geçen bir silme
cephe boyunca devam etmektedir. Türbenin
girişi ek bölümün kuzey duvarındadır. Merkez
Efendi’nin gömülü olduğu kesimin duvarları
kubbe eteğine kadar XIX. yüzyıl Avrupa çinile-
riyle kaplıdır. Kubbenin içinde çinilerle aynı dö-
neme ait, benzerine Yıldız Hamidiye Camii’nde
ve Yıldız Sarayı Tiyatrosu’nda rastlanan yıldızlı
gökyüzü görünümünde bir süsleme bulunur.
Sandukaları kuşatan oymalı ahşap parmaklıklar
içinde Merkez Efendi’ye ait olanı XVIII. yüzyıl
üslûbunu yansıtan sedef ve bağa kaplamalı-
dır.”1
Merkez Efendi’nin sandukasının önünde
Hattat Aziz Efendi’nin yazdığı şu mısralar yer
almaktadır: “Merhaba Ey Merkez-i Devran-ı Can/
Merhaba Ey Kutb u Kevneyn-i mekân/Zahir ü ba-
tında nurun olmada/Aftab ve sen cümleye şu’le-
feşan/Kıymetin bilinmekte acizdir ukûl/Ayni nûr-ı
Mustafasın bî-güman/Doğsa şems garbden dedi
Molla-yi Rum/Aynı hurşittir ki meşrikten doğan/
Zarf değişse hak hakikat payidar/Gafil olma aç
gözün bir gör ayan/Daire meydanda biz içinde-
yiz/Nur-ı zahir körlere Merkez nihan/Lütfü ulviye-
tini tarif mahal/Çünkü bu tariften acizdir lisan/
Âşık-ı hayranının şahım senin/Melceim sensin
Habib-i müs’tean/Bendelikten etme azad bizleri/
Daima kurban sana ken’an cenan...”
Foto: Orhan DİNÇ
Foto: Orhan DİNÇ
22 OCAK 2017 somuncubaba 23
Tasavvuf, kişinin zahiren ve bâtınen İslâm
edebiyle edeplenmesi ve ilâhî ahlâk ile
ahlâklanmasıdır. Tasavvuf, Hakk’a karşı
sadakatli, halka karşı güzel ahlâklı olmaktır. Ta-
savvuf, şerîat’ın, en üst düzey olan ihsân ma-
kamında yaşanmasına verilen isimdir. Ebu’l-
Hüseyin en-Nûrî’ye göre tasavvuf, nefsin bütün
zevklerini terk etmektir. Tasavvuf, hallerin, işle-
rin ve huyların en iyisini alıp uygulamaktır.
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri tasavvufu, için-
de sulh ve sükûn olmayan bir harptir, diye tarif
etmektedir. Hz. Mevlânâ’ya göre ise tasavvuf,
billurlaşmış belli kaide ve akideler mecmuası
değil, duyulan, yaşanılan bir vakıadır ki, öyle
aklî ve hissî muhakemelerle değil, ancak keşif,
ilham ve aşk ile anlaşılabilir.
“Allah, hanginizin daha iyi davranış sahi-
bi olduğunu denemek için ölümü ve hayatı
yarattı.”1ayet-i kerimesinde belirtildiği üzere,
tasavvufun başlıca gayesi, bedenin ve maddî
isteklerin odaklandığı “nefs”in kemâle erme-
sini, bir bakıma onun ruh seviyesine çıkmasını
sağlamaktır. Bu da sonuç olarak gafletten uzak
bulunmak, uyanık olmak, manevî hayatla diri
olmak demektir. Bir başka ifadeyle Rab’le bir-
likte olmaktır.2Tasavvuf ehlinde bulunması ge-
reken ön önemli iki haslet ihlâs ve sadakattir.
Sadakatten Ayrılmamak
Abdullah b. Mes’ûd tarafından nakledildi-
ğine göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş-
tur: “Doğruluktan ayrılmayın. Çünkü doğruluk
(insanı) iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi
devamlı doğru söyler ve doğruluktan ayrılmaz-
sa Allah katında ‘doğru/sıddîk’ olarak tescil-
lenir. Yalandan sakının! Çünkü yalan (insanı)
kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür. Kişi
devamlı yalan söyler, yalan peşinde koşarsa Al-
lah katında ‘yalancı/kezzâb’ olarak tescillenir.”3
Cenab-ı Hakk da yüce kitabımızda sıd-
dıklar hakkında şöyle buyurmaktadır:
“İçlerinden bir adama: ‘İnsanları uyar. İman
edenleri Rablerinin katında yüce değerlerle müj-
dele.’ diye vahyettiğimizi, insanlar tuhaf mı karşı-
ladılar da, kâfirler: ‘Şüphesiz ki bu adam, apaçık
bir sihirbazdır.’ dediler?”4
Tasavvuf yolunu benimseyen bir mü’minin
dünyada ve ahirette en faydalı olan şey ihlâslı
bir gönüle ve sadakate sahip olmasıdır. Sıdk
ihlâslı bir kimsenin nefsindeki büyüklenme
gibi birtakım hastalıkları tedavi eden en güzel
ilaçtır. Sıdk sahibi olan kimseler, her türlü mu-
radına erişirler.
Sâdık olmayanlar ise nice nimetlerden mah-
rum kalırlar. Bayezid-i Bestâmî Hazretleri’ne
şöyle soruldu: “En büyük haslet nedir?” O da
cevaben şöyle buyurdu:
“En büyük haslet sıdktır. Zira o Allah’ın bü-
yük isimlerinden biridir.”
Dua ve ibadetlerin tesirli olabilmesi için
ihlâs ve sıdk sıfatlarına sahip olmak gerekir.
Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri bu konuya muvafık
olarak şöyle buyuruyor:
“Sıdk; Allah’ın kılıcıdır. Yeryüzünde neye
değerse onu keser.” Âşığın doğruluğu asaya
ve dağa tesir etti; hatta azametli denize bile
dokundu. Musa’nın doğruluğu asaya ve dağa
tesir etti hatta azametli denize bile dokundu.
Ahmed’in doğruluğu ayın yüzüne tesir etti. Hat-
ta parlak güneşin bile yolunu vurdu.
Kısacası fiillerde, tavır ve davranışlarda
hâsılı her şeyde ihlâs ve sadakat sahibi olmak
lâzımdır. Bu iki güzel hasletin fazileti çoktur.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Dîvân’ındaki
bir beyitlerinde şöyle buyururlar:
Sıdk u ihlâs ile koy gel kapısında baş u cân
Tâ sana râm ola dil-ber gece gündüz arama5
(Ey gönül, gel, doğruluk ve ihlâs ile sevgili-
nin kapısına canını ve başını koy ki sevgili se-
İHLÂSLI VE SADAKATLİ OLABİLMEK
EDEBİYAT / Musa TEKTAŞ
“Ey gönül, gel, doğruluk ve ihlâs ile sevgilinin kapısına canını ve başını koy ki sevgili senin gönlüne göre arzuna etsin; onu gece gündüz
arayıp durma.”
Sıdk u ihlâs ile koy gel kapısında baş u cânTâ sana râm ola dil-ber gece gündüz arama
24 OCAK 2017 somuncubaba 25
Önce kalbini kıskançlıktan temizle de kendini
ondan sonra imanlı bir insan say. Dilini yalan-
dan, gıybetten sakla ki imanın boşa gitmesin.
Gidişini riyadan kurtarırsan, iman ışığı sana nur
saçar. Hele karnını haram lokmadan sakınırsan
tam manasıyla imanlı kişi olursun vesselam.
İşte bu sıfatı takınanlar şerefli insan olurlar. Bu
vasıflardan nasipsiz olanlar da zayıf iman taşı-
yanlardır. Karnını haramdan temizleyemeyen
kimsenin ruhu felekler tarafına yükselemez.
Amel ve hareket, riyadan temizlenemezse ha-
sır üzerindeki nakışlar gibi faydasız olur. Ame-
linde ihlâs olmayan kişi, cihanda has kullardan
olamaz. Riyasız ve hak yolunda çalışanların işi
daima parlak ve güzel olur.”
Peygamberimiz (s.a.v.)’e Sadakatle Bağlı Bir Sahabi
Zeyd b. Hârise ( r.a.) küçük bir çocukken kaçı-
rılır. Köle pazarına götürülür ve orada köle ola-
rak satılır. Mekke’nin önde gelenlerinden Hz.
Hatice’nin akrabası ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in
de gençlik arkadaşı olan Hakîm b. Hizâm, onu
Hz. Hatice için satın alır. İlk gördüğü andan iti-
baren ona kanı ısınıp onu bağrına basan Allah
Rasûlü’ne de biricik eşi tarafından hediye edilir.
Babası Hârise, biricik oğlunun Mekke’de ol-
duğu haberini hacca giden akrabalarından öğ-
renir. Vakit kaybetmeden yol hazırlıklarına baş-
lar. Yanına kardeşini de alarak Mekke’ye gitmek
üzere yola çıkar.
Şehre geldiklerinde doğru Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in yanına gidip Zeyd hakkında görüşmek
isterler. Zeyd, babasıyla amcasını gördüğüne
tam olarak sevinemez. Allah Rasûlü (s.a.v.) onu
hürriyetine kavuşturup yanlarında götürmek is-
teyen baba ve amcasının talebi üzerine şöyle
der: “Onu çağırın ve istediğini seçmesine izin ve-
rin. Eğer sizi tercih ederse o size aittir. Fakat beni
tercih ederse Allah’a yemin olsun ki beni tercih
edene, ben kimseyi tercih etmem.”
Allah Rasûlü’ne olan sadakat ve bağlılığı-
nı gösteren şu sözcükler Zeyd’in kararını açık
biçimde ortaya koydu: “Onları istemiyorum.
Ben hiç kimseyi sana tercih etmem. Sen be-
nim için baba ve amca yerindesin.” Zeyd’in bu
tercihi üzerine Allah Rasûlü, Kâbe’nin etrafın-
da bulunan Mekkelileri de şahit tutarak şöyle
dedi: “Zeyd, (bugüne kadar benim hizmetçimdi,
artık hürdür. Bugünden sonra da) benim oğlum-
dur (evlâtlığımdır). O, benim mirasçımdır, ben de
onu vârisim kılıyorum. Hepiniz şahit olun.”6
Kendisini “el-Emin”e emanet eden Zeyd,
Kur’an tarafından evlâtlıkla ilgili hüküm deği-
şinceye kadar “Muhammed oğlu Zeyd” diye
isimlendirilir. Zeyd, Kur’an’da ismi açık açık
zikredilmiş olan tek sahâbî olma şerefine nail
olmuştur.7
“Allah’a Yemin Olsun ki Sen Şu Denize Dalacak Olsan Biz de Seninle Birlikte Dalarız.”
Sahâbe-i kirâmın hayatı sadakatin yaşan-
mış örnekleriyle doludur. Bedir Muharebesi
öncesinde Muhacir ve Ensar’dan söz alan bazı
sahâbîlerin Allah Rasûlü (s.a.v.)’ne hitapları ve
onun yanındaki kararlı tutumları, onların Hz.
Peygamber (s.a.v.)’e sadakatlerinin, İslâm’a olan
bağlılıklarının en güzel göstergesidir. Enfâl
Suresi’nin yedinci âyetinin nâzil olmasından
sonra, Allah Rasûlü savaşın kaçınılmaz oldu-
ğunu arkadaşlarına söyler. Bu konuda onlarla
istişare eder. Bu istişare neticesinde Mekke
Müslümanlarından Mikdâd b. Amr ayağa kalkar
ve hem tarihe mal olacak hem de daha sonra-
ki devirler için sadakat nişanesi olacak şu ko-
nuşmayı yapar: “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah sana
ne emrettiyse onu yap. Biz seninle beraberiz.
Biz İsrâiloğulları’nın Hz. Musa’ya dedikleri gibi,
‘Sen ve Rabb’in gidin, onlarla savaşın. Biz bu-
rada oturacağız.’8 demiyoruz. Biz sana ancak,
‘(düşman üzerine) yürü, biz de seninle berabe-
riz!’ diyoruz.9 “Seni hak üzere gönderen Allah’a
nin arzuna göre hareket etsin; onu gece gündüz
arayıp durma.)
Kul, Allahu Teâlâ’nın yoluna doğruluk ve
ihlâs ile samimi bir kalp ile düşerse, Rabbi de
kuluna ihsan ile yaklaşacaktır.
Feridüddin Attar Hazretleri Cevahirname
adlı eserinde ihlâsın önemiyle ilgili Hz. Pir İb-
rahim Düssûki (k.s.)’ın şu öğütlerini can kulağı-
mıza fısıldar:
“Ey beni izlemekte olan dervişânım; size
sesleniyorum ve söylüyorum. Herhangi biri size
gelir de tasavvuftan sorarsa ona hemen cevap
vermeyin. Hele bu, sözden öte aşmayan dili-
nizle hiç cevap vermeyiniz. Ta ki sizlere işlerin
aslı/aşkı tecelli edinceye kadar... İçinizden bir
kimse dinî emirlere tam sadakat gösterir, yap-
tığı amelde sadâkati belli olursa, işte o zaman
dilinden faydalı şeyler dökülür ki, bu kelam
sadakatinin meyvesidir. Tasavvuf sadece sofi
elbisesi giymek değildir. Ancak bu elbise tasav-
vuf nişanlarından, alametlerinden bir tanesidir.
Tasavvufun dikkat edilecek tarafı odur ki insan
sıfat ve suret bakımından ince ola. Yani ahlâken
zarif ve kibar ola. Özünde her gün birbirinden
üstün tecelliye ere ve terakki kaydede. Sofi bir
kimse tasavvufun tam manasını bulduğu vakit
letafet makamına vasıl olmuştur. Hissî olan dış
yönü, Allahu Teâlâ’ya yakınlık için dönmüştür.
Bu hali bulan zat artık başka bir âleme geçmiş-
tir, ayrılık bitmiştir.”
Doğruluk ve Emanet
Cevahirname’deki bir başka öğüt ise şu şe-
kildedir:
“Dört şey Hakk’ın kerametlerindendir. Ma-
demki benden ders alıyorsun iyi öğren; birincisi
sözlerinde doğruluk, ikincisi emaneti korumak-
tır. Bunu iyi anla; cömertlik Allah’ın kerametle-
rindendir. Gözünü kötü şeylerden sakınmayı da
Allah’ın bir lütfu bil. Elinden geldikçe madrabaz
ve muhtekirden kaç. Çünkü onlar Allah düşma-
nıdırlar. Ve bu dört meziyeti kime vermişse O,
kötülüklerden sakınan mü’minlerden olur. Halk
yanında senin sırlarını açıklayan cahil ahmak-
la yoldaşlık etme. Hele vergi ve zekâta mani
olanlarla namazını gafletle kılanlara yaklaşma.
Böyle kimselerden daima sakın ki, cihanda çok
ızdırap çekmeyesin.
Ey oğul, eğer adalet ve ihsanın-
dan haberin varsa daima Allah’ı an.
Geceyle gündüzü Allah’ı anmakla
yaşat, günlerini gafletle geçirme. Al-
lah zikri, bu ruhun gıdası, bu yaralı
gönlün merhemidir. Allah zikri, sana
can yoldaşı olduktan sonra, nasıl
köşk ve saray hevesinde olabilirsin?
Allah’ı unuttuğun anda şeytanla yol-
daş olursun. Ey iman ehli, Allah zik-
rini dilinden bırakma ki iki âlemde
kuvvet ve şeref bulasın. Zikirde
önce ihlâs gerekir. Samimi olmayan
zikir nasıl dürüst olabilir?
Ey aziz, iman ehli olan kimse,
dört şeyi dört şeyden temizler.
26 OCAK 2017 somuncubaba 27
yemin ederim ki sen bizi (çok uzak bir yer olan)
Berkü’l-Gımâd’a kadar yürütecek olsan, seninle
birlikte oraya kadar yürürüz.”10
Muhacirlerin bu tavrı Allah Rasûlü’nü çok se-
vindirir, ondaki kaygıyı, gam ve kederi giderir.11
Daha sonra Ensar’ı temsilen Sa’d b. Muâz ayağa
kalkar ve şu konuşmayı yapar: “Ey Allah’ın Rasûlü!
Biz sana iman edip, seni tasdik ettik. Getirdiğin
her şeyin hak ve gerçek olduğuna şahitlik yaptık.
Sana itaat etmek ve sözüne uymak konusunda
söz verdik. Ey Allah’ın Peygamberi! Allah’ın emri-
ni uygula (biz seninle beraberiz). Seni hak üzere
gönderen Allah’a yemin olsun ki sen şu denize
dalacak olsan biz de seninle birlikte dalarız. Biz-
den bir kişi bile geride kalmaz. Dilediğinle görüş,
dilediğinle ilişkiyi kes. Mallarımızdan dilediğini al.
Doğrusu mallarımızdan aldığın bizim için bıraktı-
ğından daha hoştur.”12
Kime karşı sadakat denildiğinde, inanan bir
kul için hiç şüphesiz ilk akla gelen, her şeyin
yaratıcısı olan Yüce Allah’tır. Mü’minin bağlılık
duygusunu, sadakat hissini gönlünde hissetti-
ği en önde gelen varlıktır O. Bu, onun imanının
gereği ve göstergesidir aynı zamanda. Kul O’nu
görmese de O, kullarını daima görmektedir, gö-
zetmektedir, onların yaptıklarını melekleri vası-
tasıyla kaydetmektedir.
Teklifleri Reddeden Sadakatli Duruş
Kur’ân-ı Kerim’den alınan ilhamla,13 “Ceyşü’l-
Usre (Güçlük Ordusu)” diye anılan14 bir orduyla
Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ashâbı meşakkat dolu
bir seferden nihayet zaferle Medine’ye döner-
ler. Bizanslılara karşı düzenlenmiş olan Tebük
Seferi’nin başarısıyla herkes sevinç içindeyken
ashâbdan üç kişi vardı ki onların kalplerindeki
sıkıntı sevinmelerine fırsat vermemiştir. Onlar,
Kâ’b b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî
idi. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in güzide ashâbından
olup iyilikleriyle tanınan bu kimseler, nasıl ol-
duysa dünya işleriyle oyalanmış, tembellik et-
miş, zahmet ve meşakkat yerine zevk ve sefayı
seçmiş ve nihayetinde de seferden geri kalmış-
lardır. Her zaman görmek için can attıkları Allah
Rasûlü’nün yüzüne bakmaktan korkmaktadır-
lar bu defa. Ona asla yalan söyleyemezler, ni-
çin sefere iştirak edemediklerini ortaya koyan
bir bahaneyle de çıkamazlardı onun huzuruna.
Neticede Müslümanları yalnız bırakmanın ce-
zası olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) tüm Müslü-
manların onları boykot etmesini ister. Boykot
günlerinde, bu üç kişinin en genci olan Kâ’b,
çok büyük bir imtihandan daha geçer. Zira boy-
kotu haber alan Gassân kralı, Medine’yi ve Hz.
Peygamber (s.a.v.)’i bırakıp gelmesi hâlinde,
kendisini rahata erdireceğini bildirip ona ken-
dilerine katılmasını teklif etmiştir. Komşu ül-
kenin kralından gelen bu teklifi tereddütsüz
reddeden Kâ’b, sadakatin en güzel örneklerin-
den birini ortaya koyar. Nihayet affolunduğunu
müjdeleyen âyeti15 nazil olur; böylece Rabbi
onu mükâfatlandırır.16 Sadakat sadece Allah ve
Rasûlü’ne karşı bir bağlılık olmayıp sorumluluk
ve aidiyet duyulan her alanda ve herkese karşı
gösterilmesi gereken bir erdem, bir fazilettir. 17
Dipnot
1. 67/Mülk, 2.
2. ”İsa Çelik, Türk Tasavvuf Düşüncesinde Ölüm, A. Ü, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı, 40, Erzurum, 2009, s.119-120.
3. Müslim, Birr, 105.
4. 10/Yunus, 2.
5. Ateş, Divan, s.9.
6. İbn Abdülber, Üsdü’l-gâbe, I.352.
7. Heyet, Hadislerle İslâm, III Sadakat / Sadakat İyiliğe, İyilik de Cennete Götürür, D:İ.B. Yayınları, Ankara, 2014, Cilt: 3, Sayfa: 239.
8. 5/Maide, 24.
9. Buharî, Tefsir, (Maide) 4.
10. VM1/48 Vakıdî, Meğâzî, I, 48.
11. Buharî, Tefsir, (Maide) 4.
12. Vakıdî, Meğâzî, I, 48-49.
13. 9/Tevbe, 117.
14. Buharî, Meğâzî, 79; M4264 Müslim, Eymân, 8.
15. 9/Tevbe, 118.
16. Buharî, Meğâzî, 80; Müslim, Tevbe,53.
17. Heyet, Hadislerle İslâm, D.İ.B. Yayınları, Ankara, 2014, s.241.
İstanbul velîlerinin ileri gelenlerinden Zâhir ve bâtın ilmini hakkıyla bilenlerinden
1460 yılında başlar tercüme-i hâli Doksan küsur yaşlarında bu fânîden irtihâli
Kayda geçmiştir Selçuklu Germiyanoğulları’ndanKaryesi Sarımahmudlu, il: Denizli, ilçe: Buldan
Asıl adı Muslihiddin, Mustafâ’nın oğlu MûsâDenizli’de ilk hocası, babası Hâfız Mustafâ
İstanbul, Bursa, Karaman... yıllarca ilim öğrendi Tefsîr, Hadîs, Fıkıh, Tıp’ta mâhirdi Merkez Efendi
Kocamustafapaşa’da tekkesinde irşad yapan Halvetiyye Tarîkatı şeyhlerinden Sünbül Sinan
O’nu mânen yetiştirdi, sonra da icâzet verdi Manisa’da yaptırılan yeni tekkeye gönderdi
Mesir macunu yoğurdu, kırk bir çeşit baharattan Nice derde şifâ oldu, devâ buldu tabîattan
Merkez Efendi
“Nasıl olurdu bu dünyâ, sen yaratmış olsan hâşâ?”“Hiçbir değişiklik yapmazdım, her şey merkezinde zîrâ”
Cenâzesini Fâtih’te Ebussuud kıldırmıştırCâmi ile avlusunu, sevenleri doldurmuştur
“Muslihiddin Ebû Tâki, Mûsâ-Mustafâ bin Kılıç”Evliyâ, vuslattan sonra, “kınından sıyrılmış kılıç”
Zeytinburnu Külliyesi, mâneviyâtın merkezi Ziyâretine çağırır, vesîle için herkesi...
Bekir OĞUZBAŞARAN
28 OCAK 2017 somuncubaba 29
Şeyh Sünbül Sinan’ın meşhur halîfesi
Merkez Efendi’nin asıl ismi Mûsâ, lakabı
ise Merkez Muslihuddin’dir. Fakat daha
çok “Merkez Halîfe” ve “Merkez Efendi” diye
anılmaktadır. Onun Uşak’ta, Denizli’de, Kü-
tahya Sancağı’nın Sarı Mahmudlu köyünde ve
Manisa’da doğduğuna dair farklı rivâyetler bu-
lunmaktadır.
Merkez Efendi ilim tahsiliyle meşgul olup
medresede Şerhu’l-Akâid okurken tasavvu-
fa meyletmiş, Amasya’ya giderek Habîb-i
Karamânî ile görüşmüştür. Derviş olma ar-
zusuyla dergâhına gelen Merkez Efendi’ye
Habîb-i Karamânî, “Senin şeyhin henüz posta
oturmadı.” deyip irşâdının başkası elinden ola-
cağını beyân etmiştir. Buluşmasının hâtırası
olarak Habîb-i Karamânî Merkez Efendi’ye
Muslihiddin adını vermiş ve kendine va’z etme
icâzeti vermiştir. Habîb-i Karamânî’nin izniyle
Amasya’dan İstanbul’a dönen Merkez Efendi,
Ahmed Paşa b. Veliyyiddin’in dânişmendi ol-
muş ve uzun yıllar ondan ders okumuştur.
Tahsilini sürdürürken, aynı zamanda
dânişmendi olarak Ayasofya’da va’z ver-
miş ve meşâyih meclislerine devam etmiş-
tir. İstanbul’da Etyemez Tekkesi şeyhi Mirza
Efendi’nin kızıyla evlenmiş ve Mirza Efendi’nin
yanında riyâzetle meşgul olmuştur. Merkez
Efendi’nin İstanbul’da faaliyet gösteren büyük
şeyhlerden her birinin meclisine gittiği halde
devrân ile zikir yaptırdığı ve vahdet-i vücûd an-
layışına sahip olduğu gerekçesiyle ilk zamanlar
Sünbül Efendi’nin meclisine gitmediği, ancak
daha sonra kerâmet ehli olduğuna inanarak
ona biat ettiği belirtilmektedir.
Merkez Efendi, Sünbül Efendi’nin ya-
nında mücâhedesini sürdürmüş, her türlü
müşkilâtını şeyhi Sünbül Efendi’ye arzetmiş,
seyr u sülûkünu tamamlayarak hilâfet almış ve
İstanbul’da Koğacı Dede Zâviyesi/Abdüsselâm
Tekkesi’nde irşâd faaliyetine başlamıştır.
Merkez Efendi, şeyhi Sünbül Efendi’nin ka-
tında ayrı bir hususiyete, diğer müritleri ara-
sında da ayrı bir meziyete nâil olmuştur. Şeyhi
katındaki saygın konumunu yansıtmak için kay-
naklarda şu anekdot anlatılmaktadır: “Sümbül
Efendi çiçek toplamak üzere müritlerini gön-
dermiş. Hepsi de, kucaklarında birbirinden gü-
zel çiçeklerle geri dönmüşler; ancak içlerinden
biri, Merkez Efendi, elinde ufak, solmuş bir çi-
çekle çıkagelmiş. Neden şeyhine lâyık bir şeyle
gelmediği sorulduğunda şöyle demiş: ‘Bütün
çiçekler Rabb’i zikrediyordu, zikirlerini nasıl
kesebilirdim ki. Baktım aralarından biri zikri-
ni bitirmiş, ben de onu aldım geldim.’ Merkez
Efendi, Sümbül Efendi’nin halîfesi olur; bugün
İstanbul surları boyunca uzanan kabristanlar-
dan biri hâlâ onun adını taşımaktadır.”
SÛFİ PERSPEKTİF / Kadir ÖZKÖSE*
SÜNBÜLİYYE ŞEYHİ MERKEZ EFENDİ (K.S.)
“Merkez Efendi’nin yeşil bir sarıkla kürsüye çıkmakta olduğunu müşâhede eder, Şeyh kürsüye oturduğunda başındaki yeşil sarık
siyaha dönüşür. Bu esnada birisinin yüksek sesle; ‘Yeşil şerîat, siyah tarîkat sûretidir. Bu zatın şerîatı ve tarîkatı mâmurdur.’
diye bağırdığını duyar.”
30 OCAK 2017 somuncubaba 31
Merkez Efendi, bir süre Koğacı Dede
Zâviyesi’nde faaliyette bulunduktan son-
ra, Kânûnî Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa
Sultan, Manisa’da bir cami ve zâviye yaptırıp
Sünbül Efendi’den bir şeyh göndermesini rica
edince, Merkez Efendi buraya gönderilmiştir.
Bu görev de Merkez Efendi’nin Kânûnî Sultan
Süleyman’la yakın temasını sağlamıştır.
Kânûnî’nin annesi Hafsa Sultan’ın Manisa’da
yaptırdığı zâviyeye Sünbül Efendi’nin halîfesi
olarak görevlendirilen Merkez Efendi’nin bu-
rada yaptığı oldukça tesirli sohbetlerine, pek
çok kimse gibi Şehzade Süleyman da katılmaya
başlamıştır. Hatta zaman zaman sohbetin etki-
siyle duygulanıp ağladığı bile rivâyet edilmek-
tedir.
Merkez Efendi ile Kânûnî arasında bu şe-
kilde başlayan dostluğun, zamanla tahmin
edilenden de ileri boyutlara ulaştığı görül-
mektedir. Nitekim Merkez Efendi Manisa’da
iken, Yavuz Sultan Selim’in bir câriyesinden
dünyaya gelmiş olan, Şehzade Süleyman’ın kız
kardeşi Şah Sultan ile evlenmiş ve bu evlilik-
ten oğulları Ahmed Çelebi dünyaya gelmiştir.
H.918-926/M.1512-1520 tarihleri arasında
gerçekleşmiş olan bu evlilik uzun sürmemiştir.
Merkez Efendi’den ayrılan Şah
Sultan daha sonra 940/1533-
34’te Lütfi Paşa ile evlenmiştir.
Merkez Efendi burada kırk bir
çeşit bitkiden meydana getirdi-
ği “mesir macunu”nu îcâd ede-
rek halka dağıtmış ve bu suretle
boş bir araziye kurulmuş olan
bîmarhânenin (hastahane) etra-
fına halkın yerleşmesini temine
çalışmıştır.
Hüseyin Vassâf, Merkez
Efendi’nin tabipliği ve îcâdı
olan mesir macunu ile alâkalı
şu tesbitlerde bulunmaktadır:
“Merkez Efendi’nin Manisa’da
iken tabiplik yaptığını ve bura-
da bir hastanın tedâvisi ile meş-
gul olduğunu bazı meâyihten
duymuştum. Bunu, Sünbüliy-
ye şeyhlerinden Şeyh Zekâî
Efendi’ye sordum, “Mâlûmâtım
yok.” dedi. Manisalı bir zat bana,
Mart ayında Nevruzda tertîb olu-
nan Nevrûziye’yi (mesir mâcunu)
Merkez Efendi’nin îcâd ettiğini ve
Manisa’da halka dağıtığını söyle-
di. Bunun elbette bir aslı var ki,
350 seneden beri intikâl ede ede bu zamana ka-
dar gelmiştir.”
Merkez Efendi’nin neslinden geldiğini ifade
eden Emel Esin, şeyh hakkında yazdığı maka-
lesinde, nesir reçetesinin İlyas Horasânî’nin
halvetle alâkalı risâlesinde açıkladığı “üçüncü
halvet” esnâsında iftar için yenmesi gereken
lokmanın reçetesine çok benzediğini söylüyor.
Belki de Merkez Efendi şeyhliği esnâsında hal-
vete soktuğu müridlerine bu reçeteyi uyguladı,
daha sonra ise halk arasında yayılınca, onlara
da aynı reçeteyi hazırlayıp şifâ niyetiyle da-
ğıttı ve muhtemelen bu hâdiseden sonra halk
nezdinde tabip olarak anılır oldu. Öte yandan
o devirde Manisa’da yine Kânûnî’nin annesi ta-
rafından bir de bîmarhâne yaptırıldığı bilindiği
için sonraki kaynaklarda şeyh, muhtemel ki, bu-
ranın tabibi olarak kaydedildi.
Merkez Efendi, Sünbül Efendi’nin vefâtından
sonra İstanbul’a gelerek Kocamustafapaşa
Dergâhı’nda postnişin olmuştur. Sünbül Efen-
di, vefâtına yakın müridleri tarafından sorulan,
“Makâmınıza kimi tayin ediyorsunuz?” suali-
ne, “Onu Hz. Allah tayin eder. Başınıza bir köle
(abd-i Habeşî) bile gelse ona uyun, aslâ hafif
görmeyin.” demiştir. Lemezât müellifinin kay-
dına göre ise, “Taşradan hangi halîfemiz daha
önce gelirse, seccâdemiz onundur.” diye cevap
vermiştir. Sünbül Efendi’nin vefâtından on gün
geçtikten sonra Merkez Efendi İstanbul’daki
zâviyeye geldiğinde kendisiyle kimse ilgilen-
memiştir. Yâkub Efendi ise, Şeyh Sünbül’ün va-
siyetini hatırlamış ve hemen Merkez Efendi’yi
hücresine davet etmiştir. Rivâyete göre o gece
Yâkub Efendi istihâreye yatar, rüyasında yük-
sek bir yere kürsü konduğunu ve herkesin bu-
rada konuşacak zatı beklediğini görür, Merkez
Efendi’nin yeşil bir sarıkla kürsüye çıkmakta
olduğunu müşâhede eder, Şeyh kürsüye otur-
duğunda başındaki yeşil sarık siyaha dönüşür.
Bu esnada birisinin yüksek sesle; “Yeşil şerîat,
siyah tarîkat sûretidir. Bu zatın şerîatı ve tarîkatı Foto: Orhan DİNÇ
Foto: Orhan DİNÇ
32 OCAK 2017 somuncubaba 33
mâmurdur.” diye bağırdığını duyar. Sabah oldu-
ğunda anlar ki, Sünbül Efendi’nin “abd-i Habeşî”
diye işaret ettiği zat budur. Hemen kendisine
biat eder. Bunu gören diğer dervişlerden bir kıs-
mı da biat ederler. Atâî rüya hakkında ilâveten
Merkez Efendi’nin kürsüye çıktığı zaman Tâhâ
Suresi’ni tefsir ettiğini, bunun da Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in isimlerinden olması hasebiyle, şeyhin
Muhamnedî yolda irşâdı için selâhiyetli olduğu
anlamını taşıdığını ifade etmektedir.
Sünbül Efendi’nin 936/1529’da vefâtından
sonra makamına Merkez Efendi geçince, Kânûnî
Sultan Süleyman’ın onunla vâli iken başlayan
münâsebetleri, o tarihten sonra İstanbul’da de-
vam etmiştir. Sultanın Merkez Efendi’den bah-
sederken ona sevgisinden dolayı “Bizim Mer-
kez” diye söz ettiği nakledilmektedir.
Merkez Efendi İstanbul’da faaliyet gösterdi-
ği sırada kendisine en büyük desteği eski eşi
Şah Sultan vermiştir. Merkez Efendi, Kânûnî’nin
hemşiresi Şah Sultan’la evlendiği, ancak bu ev-
lilik çok uzun sürmediği yukarıda söylenmişti.
Merkez Efendi’den boşandıktan sonra Lutfi
Paşa ile evlenen Şah Sultan, kocasının Yanya
Beyi olması üzerine Yanya’ya gitmiştir. O za-
manlar Yanya’da Sünbüliyye halîfesi Yâkub
Efendi faaliyet göstermekteydi. Yakub Efendi
önce Şeyh Sünbül’ün yanında yetişmiş, şey-
hinin vefâtından sonra Merkez Efendi’ye biat
ederek bir müddet hizmetinde bulunmuştur.
Merkez Efendi tarafından irşâd faaliyetleri için
Yanya’ya gönderilen Yâkub Efendi, Lütfi Paşa ve
eşi Şah Sultan’la özel dostluk kurmuş, sonunda
karı-koca her ikisini de müridleri halkasına kat-
mıştır. Lütfi Paşa, 940’/1533 tarihinde Karaman
Beylerbeyi olarak tayin olması üzerine, Şah
Sultan, Yâkub Efendi’den İstanbul meşâyihini
sorar. Yâkub Efendi, “Merkez Efendi’ye vara-
sın.” diye tembih edince, Şah Sultan ile Merkez
Efendi arasında 940/1533 yılında ikinci olarak
yeni bir münâsebet başlamış olur. Şah Sultan
ile eşi Lutfi Paşa, Yanya’dan gelirken yollarını
kesen eşkıyaâdan Merkez Efendi’nin mânevî
yardımıyla kurtulup sâlimen İstanbul’a ulaş-
tıklarında Şah Sultan şeyhin huzuruna çıkarak
kendisine biat etmiştir.
Sünbüliyye şeyhi Merkez Efendi’ye biat eden
Şah Sultan, müntesip olduğu tarîkata destek
sağlamış ve bu çerçevede İstanbul’da tarîkat
adına tekkeler kurmuştur. Onun hayır eserle-
rinden birisi de, eşi Lütfi Paşa Safer 946/Tem-
muz 1539 sadrazamlığa yükseldikten sonra
Davutpaşa’da kendi sarayı yanında inşa ettir-
diği cami ve zâviyedir. Yanya’da bulunan Şeyh
Yâkub Efendi’nin (ö.979/1571) gelmesini ve
burada görevlendirilmesini ricâ etmiştir. Yâkub
Efendi’nin Yanya’da dünyaya gelmiş olan oğlu
Yûsuf Efendi, babasının Yanya’dan adı geçen
zâviyeye gelmesini şöyle anlatmaktadır: “Şah
Sultan, Davudpaşa’da bir câmi ve zâviye yap-
tırıp, merhum babama bir hüküm göndererek
Yanya’dan getirdiler. Ben o zaman dört yaşımda
idim. Davutpaşa’ya gelip burada on sekiz sene
kaldık. Sultanın çok büyük ihsanlarını gördük.
Babam, Davudpaşa’daki dergâhta bulunur-
ken Merkez Efendi de Kocamustafapaşa’daki
dergâhta bulunuyordu. Aralarında o kadar sev-
gi, muhabbet, bağlılık ve teslîmiyet vardı ki, her
birinin dervişleri karşılıklı olarak diğer şeyhi zi-
yaret eder birlikte tarîkatın ihyâsına çalışırlardı.”
Merkez Efendi’ye intisabı sonrasında Şah
Sultan’ı ziyarete gelen Kânûnî, kız kardeşini ça-
maşır yıkarken görmüştür. Mânevî terbiyenin
ve riyâzâtın hemşiresinde meydana getirdiği
bu hale hayran kalan Kânûnî, “Hemşire, şimdi
merkezi buldun.” diyerek iftihar etmiştir.
İstanbul’da çoğunlukla Kocamustafapaşa
Dergâh’ında bulunan Merkez Efendi, Sünbül
Efendi’nin âdetini devam ettirerek, Ayasofya ve
Fâtih camilerinde va’z etmiştir. Çevre vilâyetleri
dolaşarak oralarda da va’zlar vermiş ve halkı irşâd
etmeye çalışmıştır. Sohbetlerinde sürekli namaza
ve bilhassa cemâatle namaza çok önem vermiştir.
İman ile küfür arasını ayıran ölçütün namaz ol-
duğunu belirtip her defasında namazı terk eden
kişinin yaramaz olduğunu belirtmiştir. Gençliğin-
den beri “sâhib-i tertîb” olduğu ve ömrünün so-
nuna kadar cemâati terk etmediği rivâyet edilmiş-
tir. Çok alçak gönüllü olduğu, yanına aldığı bazı
meyve ve yiyecekleri yolu üzerinde rastladığı ço-
cuklara, mektepte okuyan çocuklara dağıttığı ve
“Siz günahsız ve masum yavrularsınız, duâlarınız
geri çevrilmez, bu yüzü kara, sakalı ak âsi için duâ
edin.” dediği nakledilmiştir.
Kânûnî Sultan Süleyman, 1537 yılı Ma-
yıs ayında Korfu Seferi’ne çıkarken Merkez
Efendi’yi bir “hatt-ı hümâyûn”la ordu şeyhliği-
ne tayin etmiştir.
Kendisini irşâda adamış bir mürşid-i kâmil ola-
rak bereketli bir ömür süren Merkez Efendi, dok-
san dört yaşında, 959/1557-52 senesinde vefât
etmiştir. Cenaze namazı o zaman şeyhülislâmlık
makamında bulunan Ebussuûd Efendi tarafından
Fâtih Camii’nde kılındıktan sonra, bugünkü türbe-
sinin bulunduğu yere defnedilmiştir.
Merkez Efendi’nin bir eser telif edip etme-
diği bilinmemektedir. Yalnız Bursalı Mehmed
Tâhir, üç tane ilâhisi bulunduğunu kaydetmiş,
bunlar İsmail Yakıt tarafından, ihtivâ ettiği bazı
kavramlar açıklanarak neşredilmiştir.
II. Beyazid’in yanında Cemal Halveti’nin, Ya-
vuz Sultan Selim’in yanında Sünbül Sinan’ın,
Kânûnî’nin yanında Merkez Efendi’nin bulun-
ması Halvetiyye’nin İstanbul ahâlisi üzerinde
müessir olmasının sebeplerinden biridir. Beş
yüzü aşkın halîfe yetiştiren Merkez Efendi’nin
şeyhliği döneminde tarîkat, İstanbul ve
Anadolu’nun muhtelif şehirlerine yayılmıştır.
Tarîkatı, halîfelerinden Yâkup Girmanî ve Hasan
Adlî tarafından Balkan coğrafyasına intikâl et-
miştir.
Dipnot* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEBu makâle, dergimizin internet sayfasında geniş dipnotlu hali
ile yayınlanacaktır..Foto: Orhan DİNÇ
34 OCAK 2017 somuncubaba 35
Marmara Üniversitesi ve Aziz Mahmut
Hüdayi Vakfı’nın ortak olarak düzen-
ledikleri Nakşbendîlik Sempozyumu
2-3-4 Aralık 2016 tarihlerinde İstanbul’da ya-
pılmıştır. Uluslararası alanda düzenlenen sem-
pozyumun açılışı Haliç Kongre Merkezi’nde
yapılmış olup, sempozyum tebliğleri ise 12
oturum şeklinde Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde
gerçekleştirilmiştir. Bizim Bağlarbaşı Kültür
Merkezi’nde ilk oturumda sunmuş olduğumuz
tebliğin özeti aşığadadır.
Ehli Sünnet Akidesi İçerisindeki Sırat-ı Müstakim: Nakşbendîlik
O şâh-ı Nakş-bend’in bendesiyiz bâb-ı lutfunda
Sırât-ı müstakîme muttasıl dergâhımız vardır
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den günümü-
ze kadar devam eden Nakşbendî Yolu “Altın
Silsile”nin, altın halkaları da yaşadıkları asra
manevî mühürlerini vurmuş, içinde bulun-
dukları topluma örnek olmuş şahsiyetlerdir.
Hayatlarındaki düstur hâl ehli olmaktır. Söz-
le değil yaşayışla örneklik teşkil etmişlerdir.
Nakşbendî-Hâlidî yolunun önemli hizmet hal-
kalarından biri de Abdullah Mekkî’den günümü-
ze kadar devam eden Darende Silsilesi’dir. Biz
bu tebliğimizde tarihten günümüze, tertemiz
bir şekilde bozulmadan gelen Nakşbendîlik yo-
lunun ehli sünnet akidesi içerisindeki yerini ve
sünneti seniyyeye nasıl ittiba ettiğini, İslâm’ın
kurallarına harfiyen uyduğunu, sırat-ı müsta-
kim içerisinde bulunduğunu örneklerle izaha
çalışacağız. Örneklemelerimizde Hace Yusuf
Hemedânî, Abdulhâlik-ı Gucdevânî, Şah-ı Nakş-
bend Bahaeddin, Muhammed Zâhid, İmam-ı
Rabbanî, Mevlana Halid-i Bağdadî, İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi, Es-Seyyid Osman Hulûsi
Efendi, Seyyid Hamid Hamideddin Ateş Efendi
ile ilgili eserlerinden alıntılar, sohbetler, özlü
sözler, beyitler, hayatlarından hatıralar ve kesit-
ler bulunmaktadır.
Şah-ı Nakşbendî: Abdulhâlik-ı Gucdevânî
ona âlem-i manada şu nasihatte bulunur:
“Oğlum Bahaeddin! Zikr-i İlâhîden fariğ olma!
Mahlûkata halisane hizmet et. Çünkü Hakk’a
giden yol, hizmetten geçer. Ayağını şeriat sec-
cadesine koy, emir ve nehiyde istikamet üzere
ol. Daima azimetle amel et, sünnete ittiba et,
ruhsatları bırak, bidatlerden kaç. İnsanlar, hay-
vanlar ve bitkiler senden hizmet bekliyor. Hafî
zikre sarıl. Allah (c.c.) yâr ve yardımcın olsun.”
Mevlana Halid-i Bağdadî (k.s.)’ye göre tarikat-
ta uyulması gereken edeplerin en önemlileri
“Marmara Üniversitesi ve Aziz Mahmut Hüdayi Vakfı’nın ortak olarak düzenledikleri Nakşbendîlik Sempozyumu 2-3-4 Aralık 2016 tarihlerinde İstanbul’da yapılmıştır. Uluslararası alanda düzenlenen sempozyumun açılışı Haliç Kongre Merkezi’nde
yapılmış, sempozyum tebliğleri ise 12 oturum şeklinde Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilmiştir.”
TARİH / Resul KESENCELİ
36 OCAK 2017 somuncubaba 37
“Abdestsiz yere basma, Akşamın işini saba-
ha bırakma, Sizinledir dualarımız ve Ehl-i Beyti
Muhammed-i Mustafa.”
Hz. Peygamber Sevgisi
Tasavvufî sistemde ulaşılmak istenen gaye,
ahlâkın kemal mertebesine varmak için her
hususta Hz. Peygamber (s.a.v.)’in gittiği ve gös-
terdiği yoldan yürüyüp iç ve dış olgunluğu iti-
bariyle insanlığın kemaline en güzel örnek olan
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hakikî vârisi olmaktır.
Sünnete ittiba ve takva ehli olmaktır. Muham-
med Zâhid (k.s.)’e göre Hz. Peygamber (s.a.v.)
her Müslüman için örnek alınması gereken bi-
ricik rehberdir. Mü’minler her hâllerinde onu
örnek almalı ve onun gibi muttakî olmalıdırlar.
Bu sebeple sufîlik iddiasında bulunanlar Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in uygulamalarını yaşaya-
rak kendilerine kadar ulaştıran manevî veraset
sahibi mürşidlere uymalıdırlar. Çünkü onlar,
insan-ı kâmillerin en mükemmeli olan Hz. Pey-
gamber (s.a.v.)’in ahlâkı ve sünnetini nesilden
nesile aktarmaktadırlar.
Tasavvufun gayesi de, Hakk’ın rızasını ka-
zanmak için nefisleri tezkiye etmek, güzel
ahlâk sahibi olmaya çalışmak, kısaca Allah ve
Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlaklanmaktır.
Yolun büyüklerinin hassasiyetle üzerinde
durdukları ve uyulmasını istedikleri hususiyet-
ler: “Kur’an-ı Kerim’in hükümlerine ve sünnet-i
seniyyeye uymak, muhabbet ehli olmak, tâbi
ve teslim olmak, vefa sahibi olmak, sohbetlere
devam etmek, namazları cemaatle kılmak, hiz-
met ehli olmak, tüm işleri Allah rızası için yap-
maktır. Tabi ki şu da unutulmamalıdır; maddiyat
ve zahiri hayat geçicidir, asıl olan maneviyattır,
manevî hâl ise bakidir.”
Sevgili Peygamberimiz’in: “Ümmetim fesa-
da düştüğü zaman sünnetime sarılana, yüz şehit
sevabı vardır.” hadisinin yorumu şöyledir: “Hz.
Peygamber (s.a.v.), ümmetinden tavsiyelerine
uyanlara, ahir zamanda fitneler ortaya çıktığı
zaman, bütün işlerinde sünnetlerine yapışmak
suretiyle nefs-i emmâre ile mücadele etmeleri-
ni tavsiye etmektedir. Düşmanların en büyüğü
ile savaşıp şehit olan kimse ise Allah katında
sevap açısından en büyük şehittir. Sünnetine
sarılana ise yüz şehit sevabı müjdesi verilmek-
tedir.” buyurmaktadır.
Sana ârif olan ilm ile irfânı n’ider sensiz
Senin lütfunla dil-gûn olduğum irfânım ol-
muşdur
İlim, irfan ve hakiki ilim Hak mektebinden
okunmalıdır. Burada okuyan da fenâfillah mer-
tebesine yükselir. İlim-irfan tahsil etmeyen-
lerin sonu hüsrandır; dosttan, meclisten ayrı
kalmaktır. Gerçek ilim aşkla olur, aşk okumakla
bitmez, bilmekle de tükenmez. Allah âşıkları
aşk kitabını okudukça ilim erbabı olurlar. Ceha-
let, genel manada insanı inkâra kadar götüren
bir hastalıktır. İlim ve irfan ehli olmayan kişi ne
olursa olsun faydalı olmayacak, gayretleri boşa
gidecektir. İlmi ile mağrur olanlar ise Hakk’ı ta-
şunlardır: Kur’an-ı Kerim’in hükümlerine ve
sünnet-i seniyyeye yapışmak, çirkin-kötü bi-
datlerden sakınmak, zorlukta ve darlıkta sabırlı
olmak, bolluk ve sevinç anlarında şükretmek,
azimeti tercih edip mecbur kalmadıkça ruhsat-
lara sarılmaktan sakınmak, kalbe gelen havatıra
itibar etmemek, kalbi dış bağlardan arındıra-
rak onun gerçek sevgiliden başkasıyla ilgisini
kesmek, ehli sünnet âlimleri tarafından kesin
delil olarak kabul edilmeyen vakıalara (rüya-
lara) ve ilhamlara tam olarak itimat etmemek-
tir. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi ise: “Şeri-
atı olmayanın tarikatı olmaz, şeriatı gözetmek
gerekir. Tarikatımız Halidî-Hâkî-Nakşbendî’dir.
Evveli şeriat ortası tarikat ve ahiri şeriattır.” der
ve ihvanlarından hassasiyetle bu hususiyetlere
uymalarını ister, şeriattan kıl kadar tavize izin
vermez, Kur’an ve sünnete göre yaşama husu-
sunda ihvanını yönlendirirdi.
Hutbeler isimli eserinde Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi(k.s.) şu şekilde buyurmaktadır:
“Hakiki bir Müslümanın gaye-i ahlâkîyesi, ne
maddî bir lezzet ve menfaattir ve ne de başka
bir şeydir. Bil ki, dinen uhdesine düşen vazifele-
ri ifa ile manevî bir kemâle ermek, rıza-i Hakk’a
nailiyetle ebedî bir saadete nail olmaktır. Zira
Müslüman bilir ki, asıl gaye-i hilkat “Ben cinleri
ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye ya-
rattım” (51/Zâriyât, 56) ayet-i celilesi mantukun-
ca marifetullah ve bu sayede Hakk’ın rızasına,
ebedî saadete nailiyettir.” Yine Hulûsi Efendi
(k.s.) şöyle buyurur: “Şeriat tarikatın kabıdır.
Şeriatsız tarikat olmaz. Şeriatsız tarikat, elekle
Tohma’dan su taşımaya benzer. Doldur, doldur
boş çıkar.”
Tasavvufî sistemde ulaşılmak istenen gaye,
ahlâkın kemal mertebesine varmak için her hu-
susta Hz. Peygamber (s.a.v.)’in gittiği ve gösterdi-
ği yoldan yürüyüp iç ve dış olgunluğu itibariyle
insanlığın kemaline en güzel örnek olan Hz. Mu-
hammed (s.a.v.)’in hakikî vârisi olmaktır. Sün-
nete ittiba ve takva ehli olmaktır. Allah Rasûlü
(s.a.v.)’ne itaat, ancak Allah’a itaatin bir gereğidir.
Hace Yusuf Hemedânî (Yolu Sahabenin
Yolu): Büyük Selçuklu Hükümdarı Sultan Sen-
cer, “Siz de bizim işimiz için Fâtiha okuyu-
nuz. Tüm arzumuz, Hazreti Şeyh’in ahlâk ve
ahvâlinin yazılıp bize gönderilmesidir. Çünkü
duyduğumuza göre, Hazreti Şeyh’in yolu ve ta-
vırları tıpkı sahâbenin yolu gibiymiş. Mutlaka
buna önem veriniz ve duâcınızı da bu nasîb ile
şereflendiriniz.” Hazreti Şeyh ise: “Ey dervişler!
Bizde hatadan başka ne zuhûr etmiştir ki, onu
Sencer’e gönderebilelim?” der. Bunun üzerine
Hâce Alyâne: “Efendim! Dervişlerin sizden iste-
diği, onlara müsâde etmenizdir.” deyince, Haz-
ret: “Bizde, Allah Rasûlü’nün şeriatına uygun ne
gördüyseniz yazın.” buyururlar.
Darende’yi ziyaret eden devlet erkânına Hamit
Hamideddin Ateş Efendi tarafından tarihî özelliği
olan bir ibrik hediye edilmişti. Hediye edilen bu
ibriğin üzerinde ise şu nasihat yazıyordu.
38 OCAK 2017 somuncubaba 39
(Ahmed’in şeriatını baş tacı etmeli; bütün
varlığımızı onun yolunda saçmalı; bedenden
kurtulup manen miraç etmeliyiz ve gerçek sev-
giliyi anlamalıyız.)
Elinde var iken fırsatı ganîmet bil
Hebâ olmadan ömr tarîk-i Mustafâ’yı tut
(Elinde imkân varken fırsatı ganimet olarak
bilmeli; ömür bitmeden Peygamberimiz’in yo-
lunu tutmalıyız.)
Vücut Azaları ile İlgili Teşbihler
Rasûlullâh Efendimiz’in, görünen bütün
uzuvlarının şekli, sıfatları, güzel huyları, hayatı,
bütün incelikleriyle, çok geniş ve açık olarak,
O’nunla ilgili teşbihlerde ay, güneş, inci, servi
gibi unsurların yanı sıra bazı ayetler de teşbih
için kullanılmıştır. Hulûsi Efendi de, Dîvân’ında,
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bedeni ile ilgili teşbih-
ler yapmıştır.
Serviler olmaz kıyas zîbâ vü tûbâ kaddine
Üstümüze tal’at-ı mihr ile servin sâye sal
(Hz. Muhammed (s.a.v.)’in boyu, servi ağa-
cı gibi ve cennetteki tubâ ağacı gibi uzun ve
düzgündür. Hatta onlar onun boyuna kıyas bile
edilemez.)
Yüzün âyîne-i âlemdir andan Hakk hüveydâdır
Kamusu mahv-ı Zât’ın cüz’ ü küll hep sende
peydâdır
(Ey sevgili! Yüzün âlemi gösteren aynadır,
orada Hak apaçık, bellidir. Hepsi Allah’ın zatının
mahvıdır, büyük küçük hep sende peydadır.)
Şer’-i pâkin başa tâc et bul dalâletden rehâ
Şems-i tâbân-ı hidâyetdir Muhammed Mustafâ
Çâr-yârı sıdk u adl ü hilm ü ilmin menba’ı
Cümle ashâbı hakîkâtda nücûm-ı ihtidâ
(Hz. Muhammed (s.a.v.), her tarafı aydınlatan
bir hidayet güneşidir. Bundan dolayı onun ge-
tirdiği şeriatı baş tacı edip dalaletten kurtulmak
mümkündür. Onun dört dostu (ilk dört halife)
sıdk, adalet, hilim ve ilmin kaynağıdır. Ashabı
ise hidayet yıldızlarıdır.)
Görmedi mislini âlem görmeyiserdir ebed
Zübde-i âlemsin olmaz sana âlemde misâl
(Hazreti Muhammed (s.a.v.), âlemde bir ben-
zeri daha görülmemiş ve görülmeyecek olan bir
kişidir, âlemin özüdür. O aynı zamanda bütün
yaratılmışların güzel özelliklerinin özü ve en
şerefli ve olgun olanıdır.)
Allah dostlarında Peygamber sevgisi son
derece güçlüdür. Onlar, kâinatın yaratıcı ilkesi
olarak ilkin Nur-ı Muhammedî’nin yaratıldığını,
varlığın o nurdan halk edildiğini bilirler. Onun
zamanında olduğu gibi kıyamete kadar da an-
cak ona uymak ve sünnetine ittiba etmekle kur-
tuluşa erileceğini bilirler ve insanları bu inanışa
davet ederler.
nımaktan gafil olacaklardır. “Hayrü’n-nâs men
yenfeu’n-nâs. Hayrun nâs men yenfeu hümün
nâs.” ve “Seyyidül kavmü hadimühüm” hadis-i
şeriflerine göre insanların hayırlısı ve efendisi
insanlara hizmet edenlerdir. Hizmet; er işidir.
Çünkü bünyesinde, feragât ve istikrar taşır.
Âlemi sen kendinin kölesi kulu sanma
Sen Hakk için âlemin kölesi ol kulu ol…
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî
Divân-ı Hulûsî-i Dârendevî her bakımdan
“Tasavvufî Edebiyat”, daha yaygın bir ifade ile
“Tekke Edebiyatı” mahsulleri içinde ele alına-
cak özelliklere ve değere sahiptir. O bir taraftan
şeriat, tarikat, hakikat ve marifetten haber verir-
ken bir taraftan kâmil mü’minden, âşıklardan ve
gönül erenlerinden bahseder.
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî’de Peygamber Efendimiz (s.a.v.)
Peygamber Efendimiz’i sevmek ve ona ita-
at etmek her Müslüman için kaçınılmaz bir gö-
revdir. İyi bir Müslüman olabilmek ve Allah’ın
sevgisini kazanabilmek için, Kur’ân’da en güzel
örnek (usve-i hasene) olarak takdim edilen Hz.
Muhammed (s.a.v.)’i iyi tanımalı ve onu canımız
dâhil dünyadaki her şeyden çok sevmeliyiz.
Sen ki gülden bûyunu aldın meğer Peygamber’in
Mazharı oldu anın bu devlet-i uzmâ neden
(Sen gülden Hz. Peygamber (s.a.v.)’in koku-
sunu aldığın için bu büyük devlet onun mazharı
oldu, anla bunu!)
İsm-i Şerifleri
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e nispet edilen bir-
çok isim vardır. Bu konuyla ilgili manzum veya
mensur bazı eserler yazılmış ve bunlara esmâ-i
nebî adı verilmiştir. Bazı hilye levhalarında da
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ait doksan dokuz isim
kaydedilmektedir. Peygamberimiz’in en meş-
hur isimleri Muhammed, Ahmed, Mahmud ve
Mustafa’dır. Hulûsi Efendi, Dîvân’ında bu isim-
lerden Ahmed, Muhammed ve Mustafa’yı zik-
retmiştir.
Ahmed’in şer’ini başa tâc edip
Varını râhında hep târâc edip
Hâne-i tenden çıkıp mi’râc edip
Âşinâ ol anla yârı âşinâ
40 OCAK 2017 somuncubaba 41
Her insanın içinde fıtrî olarak bazı istek-
ler vardır. Bunları yok etmesi mümkün
olmadığı gibi bu yöndeki bir çaba doğru
da karşılanmaz. Asıl olan içteki duygu ve düşün-
celeri Allah’ın râzı olacağı yola kanalize etmek-
tir. Ancak Allah rızâsı unutulur da insanın bütün
hedefi dünyalıklar ve makamlar olursa haram
helal çizgisinden uzaklaşması kolay olur. Çünkü
nefsinin peşine takılan kişinin aklını hırs bürü-
düğünden dolayı, gözünü diktiği makamlar ile
dünyalıklar için her türlü yolu denemeye çalı-
şır. Öyle olur ki, başvurduğu haramlar gözünde
basitleşmeye başlar. Hatta kendisini iknâ etmek
için aklından fetvâlar ve mâzeretler bile uydu-
rur. Yaptığını kendisine mübah göstermek için
kalbini kandırmaya çalışır. Her ne kadar vicdânı
râzı olmasa da yavaş yavaş elde etmeye başladı-
ğı nimetler veya küçük makamlar sebebiyle az-
gınlaşmış bir hırsa kapılır ve durması çok zordur.
Nitekim önceleri çok iyi bir dindar, ibadetlerine
düşkün biri olarak tanıdığımız kişilerin dünyalık
ve makamla tanışmaya başladıktan sonra değiş-
meye başladığını ve bir süre sonra dinden ne-
redeyse tamâmen koptuğunu çok görmüşüzdür.
Kopmasa bile dinî hayatı sadece şekilde kalmış-
tır. Bir taraftan namaz gibi ibadetlerini yerine
getirmektedir, ancak öte yandan bir mü’mine hiç
yakışmayacak hâl ve hareketler içine girmekte-
dir. Çünkü kulluk hayatı sadece görüntüde kal-
mıştır, kalbinden uzaklaşmıştır. Bu yüzden bir
müddet sonra zaten baştan savmak için yaptığı
ibadetleri tamamen bırakması söz konusu olur.
Kötü olan başlangıç, insanın dünyalığı elde
etmeye başlamasıyla âhiret ile dünya arasında-
ki dengeyi kaybetme yoluna girmesidir. Esasın-
da kulun içinde dünyalığını artırma veya daha
iyi makamlara gelme yönünde bir isteğinin ol-
ması ve bunun için çabalaması yadırganamaz.
Çünkü yaşadığı dünyayı hem kendisi hem de
ailesi için daha güzel bir hale getirmek isteme-
si normaldir. Tabiî olmayan, insanın bütün bir
yaşam telaşı içinde dünyaya gönderiliş amacın-
dan kopmasıdır. Makamların ve dünyalıkların,
elde etmeyi hedeflediği tek amaca dönüşme-
sidir. Oysa bunu yaptığında âhireti ıskalamakta
ve ebediyet yurdu hedefinden hızla uzaklaş-
maktadır. Oysa Allah şöyle buyurmuştur: “Al-
lah, dilediği kimseye rızkı genişletir de, daraltır
da. Onlar ise dünya hayatı ile ferahlanmaktalar.
Oysa dünya hayatı âhiret hayatının yanında bir
yol azığından ibarettir.”1
Bu satırları okuyan hangi insan dünyalık ola-
rak daha iyi şartlarda yaşamak istemez? Çoluk
çocuğunun daha iyi imkânlar elde etmesini
arzulamaz? Bunu sadece kendimiz için değil
sevdiğimiz herkes için isteriz. Esasında bura-
ya kadar bir sorun yok. Ancak sorun bu yön-
deki duyguların insanın zihninde nasıl bir yer
tuttuğudur. Şâyet hedeflediklerini elde etmek
için her şeyi yapmayı mubah görüyorsa, haram-
helal çizgisi tanımıyorsa, onun Allah’ın murâd
ettiği bir Müslüman olduğunu söylemek aslâ
mümkün değildir. Rabb’imizin ne buyurduğunu
KÜLTÜR / Enbiya YILDIRIM*
ÂHİRET HEDEFİNDEN UZAKLAŞMAK
“Tabiî olmayan, insanın bütün bir yaşam telaşı içinde dünyaya gönderiliş amacından kopmasıdır. Makamların ve dünyalıkların,
elde etmeyi hedeflediği tek amaca dönüşmesidir. Oysa bunu yaptığında âhireti ıskalamakta ve ebediyet yurdu hedefinden hızla
uzaklaşmaktadır.”
42 OCAK 2017 somuncubaba 43
den bize düşen görev, mü’min kardeşlerimizle
birlikte olmaya önem vermek, ibadet aşkımızı,
Allah’ımıza olan bağlılığımızı diri ve güçlü tuta-
cak ortamlara devam etmektir.
Allah Rasûlü’nün ve arkadaşlarının hayatına
baktığımızda esasında ne yapmamız gerektiğini
çok iyi anlarız. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
arkadaşları içinde de Hz. Osman, Abdurrahman
bin Avf gibi çok zengin insanlar vardı. Pek çok
devesi olan, ticârî faâliyetlerle zenginleşen
ve geniş hurmalıklara sahip olanlar mevcuttu.
Dolayısıyla o dönem şartlarına göre dünyalık-
larını artırabiliyorlardı. Her gün artan zenginlik-
leri dünyaya dalmalarına, dinî hayattan ve Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in çevresinden kopmalarına
sebebiyet de verebilirdi. Çünkü insan hangi
dönemde yaşarsa yaşasın, içinde bulunduğu
şartlara göre dünya nimetlerinin en güzelle-
rini ve en fazlalarını isteyebilir. Kul açısından
değişen bir şey yoktur, her dönemde aynıdır.
Değişen, peşinden koşulan dünyalığın cinsidir.
Bununla birlikte Allah Rasûlü’nün etrafındaki
maddî durumu iyi olan dostlarına baktığımızda
çok ilginç bir tabloyla karşılaşırız. Zengin olan
bu sahâbîler aynı zamanda cemâatle namazın
müdâvimleri oldukları gibi Allah Rasûlü’nün
istişâre ettiği kimselerdi. Yani Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in etrafında olan kişilerdi. Bu demek
oluyor ki, dünyalıklarının artması onları Al-
lah ile kutlu elçisinden uzaklaştırmıyordu. Bir
taraftan zenginlikleri artarken diğer yandan
tevâzûları ve cömertlikleri katlanıyordu. En gü-
zeli de camiye olan bağlılıklarında bir değişiklik
olmuyordu.
Bu yüzden biz bugün Hz. Osman dediğimiz-
de onun zenginliğini değil, Allah Rasûlü’ne olan
bağlılığını ve hayatını İslâm’ın emirleri doğrul-
tusunda düzenlemesini hatırlıyoruz. Aynı şe-
kilde İmâm-ı A’zam’ı telaffuz ettiğimizde hiç
birimizin aklına onun zenginliği gelmiyor. Tam
tersine kulluğu, Müslümanların yollarını aydın-
latmak için sarf ettiği çaba ve istikâmet üzere
hayat sürme çabası geliyor. Aynı şekilde büyük
hadis âlimi İmam Buhârî durumu oldukça iyi
bir insandı. Ancak Kur’an’dan sonra en sağlam
kitap olarak kabul edilen hadis eserini yazabil-
mek için şehir-şehir gezmiştir. Bu yüzden çekti-
ği sıkıntıları okuduğumuz zaman gözyaşlarımı-
za hâkim olmamız aslâ mümkün olmamaktadır.
Demek ki, asıl olan dünyalığa sahip olmak de-
ğil, dünyanın insana sahip olmamasıdır.
Allah’ın herkese takdir ettiği ömrün bir son-
lanma zamanı var, ebedîlik hiç kimse için söz
konusu değil. Her birimiz ölümle bir gün yüzle-
şeceğiz. Ancak kendimizi buna ne kadar inan-
dırdığımız şüpheli. Öleceğimizi biliyoruz ama
buna rağmen sanki hayatta hep kalacakmışız
gibi bir yaşam sürüyoruz. Ölümü her zaman
kendimizden uzak görüyoruz. Unutmamak ge-
rekir ki, bizim kendimizi kandırmamız ve avut-
mamız ölüm gerçeğini aslâ değiştirmiyor. Şu
yazıyı okuduğunuz anda ölmeyeceğimizin bir
garantisi var mı? Yok. Peki, gereğini yerine geti-
riyor muyuz?
Dipnot*Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
1. 13/Ra’d, 26.2. 31/Lokmân, 33.
hatırlayalım: “Ey insanlar! Rabb’inizden sakının
ve bir günden korkun ki, baba çocuğuna hiçbir
fayda veremez. Çocuk da babasına hiçbir şeyle
fayda sağlayacak değildir. Şüphesiz Allah’ın va’di
gerçektir. O halde dünya hayatı sizi aldatmasın,
sakın o çok aldatıcı şeytan sizi Allah’ın affına gü-
vendirerek aldatmasın.”2
İnsan kendi çizgisinin nereye doğru kaydı-
ğını anlayabilir. Yaşantısına baktığında soru-
sunun cevabını hemen bulur. Dünyayla olan
meşgûliyeti arttıkça Allah’ı daha az mı hatırlı-
yor, namazlarından eskisi gibi lezzet almıyor
mu, haramlar hususunda nefsinin baskısı ar-
tıyor mu? Bunlar ve benzeri soruları kalbine
sorduğunda alacağı cevaplar, hangi yönde yol
aldığını anlamasını kolaylaştıracaktır. Eğer bu
soruyu çok kısa zamanda kendisine sormazsa,
kat ettiği yanlış yoldaki haramlar yaşadığı haya-
tı kanıksamasına sebebiyet verebilir ve -Allah
muhafaza- çok kötü bir ölümle Allah’ın huzuru-
na çıkabilir.
Yaşadığımız dönemde dünya sınavının her
döneme göre daha ağır olduğunu, haramların
daha fazla çeşitlendiğini ve bu sınavın her do-
ğan için daha da ağırlaştığını söylemeye hacet
yok. Önceleri haramların sayısı sınırlıyken, gü-
nümüzde bu fazlalaştı. Sadece internet ve te-
levizyon ile bile binlerce günaha dalmak müm-
kün olabilmektedir.
Müslümanın hele de dindar olanın dünyayla
sınavında başarısız olmasının sebebi bellidir.
Bir yandan dünyaya yoğunlaşırken diğer yan-
dan kulluğunu kendi başına yaşamaya gayret
ederse istikâmet üzere kalması çok zorlaşır. Bu
sebeple öncelikle cemâatten kopmamaya gay-
ret etmesi gerekir. Zira cemâatle namaz onda-
ki Allah’a ibadet etme lezzetini her dem canlı
tutar. Bunun yanında sırf Allah rızâsı için arka-
daşlık yaptığı dostlarından da kopmaması îcâb
eder. Çünkü bir araya gelinip Allah anıldığında
ve İslâm büyüklerinin eserlerinden okumalar
yapılıp hep beraber duâ edildiğinde bu atmos-
fer insandaki kulluk bilincini canlı tutar. Bu yüz-
44 OCAK 2017 somuncubaba 45
Yavuz Sultan Selim’in hanımı ve Kanunî
Sultan Süleyman’ın validesidir. Belge-
lerde babasının adı Abdülmuin, Abdül-
hay ve Abdurrahman şeklinde geçmektedir.
Bu durum onun saraya cariye olarak girdiğini
göstermektedir. Bazı kaynaklar kendisini Kırım
Hanedanı’na veya Dulkadıroğulları’na bağla-
makta iseler de bunları teyit edecek bir bilgi
mevcut değildir. Vefatında yaşının elli altı ol-
duğu bilindiğinden doğum tarihinin 1478 veya
1479 yılı olduğu anlaşılmaktadır.
Osmanlı haremine ne zaman ve kim vası-
tasıyla getirildiğine ve Yavuz Sultan Selim ile
hangi tarihte evlendiklerine dair kesin bir bilgi
mevcut değildir.
Haremde kendisine Ayşe Hafsa adı verildi.
İleride padişah eşi ve validesi olabileceklerin
de seçildiği sarayda, aranılan özelliklere faz-
lasıyla sahipti. Bu güzel, zeki, kabiliyetli ve iyi
ahlaklı cariye, tecrübeli hocaların nezaretinde
kısa zamanda eğitildi ve ardında da Selim’in ha-
remine getirildi. Gençlik yıllarını, kocası Yavuz
Sultan Selim’in sancakbeyi olduğu Trabzon’da
geçirdi. 6 Kasım 1494 tarihi bu asil çiftin en sa-
adetli günü oldu. O tarihte, yıllar sonra Batı’nın
“Muhteşem Süleyman” diye tavsif edeceği Şeh-
zade Süleyman dünyaya geldi.
Oğlunun II. Bayezid tarafından 1509’da Kefe
valiliğine getirilmesi üzerine kendisiyle buraya
gitti. Daha sonra eşi Yavuz Sultan Selim tahta
geçince Süleyman’ı Saruhan Sancakbeyliği’ne
tayin etti. Ayşe Hafsa Sultan bu defa oğluyla
birlikte Manisa’da idi.
Böylece Hafsa Sultan için eşine hasretle ge-
çen yıllar devam ediyordu. Zira büyük cihangir
Selim Han cihat aşkı ile zaferden zafere koşup,
ülkeler fethetmekle meşguldü.
Hafsa Sultan ise yazdığı mektuplarla bir taraf-
tan ona olan hasretini dile getirmekte diğer taraf-
tan fetihlerini ve kazandığı zaferleri kutlamaktaydı:
“Maruza-i nahife-i zarife budur ki, devletlü
padişah hazretlerinin eyyâm-ı devletlerinde
bi-hamdilillâhi ve’l-minne külliyen cariyeleri ri-
ayet olmuşlardır. Ümmiddir ki bu zaife dahi sa-
irleri gibi inayet-i padişahiyle manzur buyurula.
Şimdiye dek ümmid bu idi ki, Hüdavendigâr
halledet hilafetühü hazretleri şerir-i saltana-
ta geldiklerinden sonra bu nahifeyi dahi hâk-i
pây-ı kimya-bahşlarına yüz sürmek ile müşerref
ve müstes’id olmak tasavvur olunur idi. Lâkin
bu tebah tali’inden ol şereften mahrum olduk.
Ümmiddir ki, Padişah-ı âlem-penahın ayağı
toprağından bu cariye feramuş buyurulmayup
inayet-i sultani ile behremend ola.”
Öte yandan Hafsa Sultan, eşinin yokluğunda
bütün özlemini ve hasretini içine akıtıp, müs-
takbel padişah adayının iyi yetişmesi için elin-
den gelen gayreti gösterdi. Ayrıca Manisa’da
geçen uzun yılların hatırasını tarihe mal etmek
için şanına uygun hayır eserleri de yaptırdı.
Manisa’da bulunduğu sırada aylık altı bin akçe
alan Hafsa Sultan, bu paranın büyük bir kısmını
bu hayır eserlerinin yapımında harcamıştır.
1520’de Yavuz Sultan Selim Han’ın ani ve-
fatının ardından tahta çıkan oğlu ile birlikte
İstanbul’a geldi. Artık Hafsa Sultan “Mehd-i
Ulyâ-yı Saltanat” olmuştu.
Hafsa Sultan, oğlu Kanunî Sultan Süleyman
üzerinde etkili olmuş, sarayda müspet manada,
idareci bir rol oynamıştır. Oğlunun zaferleriyle
gurur duyan, yokluğunda hasret acılarıyla yanıp
tutuşan, memleketin ve evladının selametinden
başka bir şey düşünmeyip duasını üstünden ek-
sik etmeyen, zor zamanlarında dayanağı ve da-
nışmanı olan müşfik bir valide sultandır. Böyle
bir oğula sahip olma mutluluğuyla yazdığı mek-
tupların üzerine, “El-mütevekkil alallah, Valide-i
Sultan Süleyman Şah” yazılı mührünü basıyordu.
Kanunî Sultan Süleyman da aynı şekilde
annesine düşkün ve hürmetkârdı. Mohaç Mu-
TARİH / Ahmet ŞİMŞİRGİL*
HAFSA SULTAN
“Hafsa Sultan, oğlu Kanunî Sultan Süleyman üzerinde etkili olmuş, sarayda müspet manada, idareci bir rol oynamıştır. Oğlunun
zaferleriyle gurur duyan, yokluğunda hasret acılarıyla yanıp tutuşan, memleketin ve evladının selametinden başka bir şey düşünmeyip duasını üstünden eksik etmeyen, zor zamanlarında dayanağı ve
danışmanı olan müşfik bir valide sultandır. ”
46 OCAK 2017 somuncubaba 47
harebesi sonrasında imparatorluğun dört bir
köşesine zafernameler gönderilirken, Sultan
Süleyman bu haberi annesine bizzat yazmıştı.
Bu örnekten anlaşılacağı üzere Kanunî ile an-
nesi Hafsa Sultan’ın ilişkisi çok kuvvetli idi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun zirve yapmış
olduğu bir dönemde Osmanlı hareminde ida-
recilik görevini valide sultan sıfatıyla on üç yıl
sürdürmüş ve 1534 tarihinde Hakk’ın rahmeti-
ne kavuşmuştur. Vefatında elli altı yaşında bu-
lunuyordu.
Saray nişancısı ve tarihçi Celalzade Mustafa,
cenazesini anlatırken Hafsa Sultam uzun uzun
övmüştür. Övgüleri arasında onu Hazret-i Mu-
hammed (s.a.v.)’in ilk hanımı Hazreti Hatice’ye,
kızı Hazreti Fatıma’ya ve üçüncü olarak ve en
sevgili eşi Hazreti Aişe’ye benzeterek Müslü-
man bir kadın için söylenebilecek en coşkulu
ifadeleri kullanmıştır. Şöyle ki:
“O dinine bağlı, dürüst bir hanım, iffet diya-
rının ecesi, saflık payitahtının Hazreti Hatice’si,
hayırlı vakıflar kurucusu, kendini din işlerine
adamış zamanın Fatıma’sı, çağın Aişe’si idi.”
Hafsa Sultan sarayda eşiyle birlikte uzun
günler geçirememiş olsa da Yavuz Sultan Se-
lim Camii Haziresi’nde onun türbesi yanında,
Haliç’e hâkim bir tepecikte, ebedî saadet saray-
larında eşiyle birliktedir.
Eşi Bulunmaz Hayır Eserleri
Güzelliği kadar hayırseverliğiyle de bilinen
Hafsa Sultan, yaptırdığı birçok hayır müesse-
sesi arasında bilhassa Manisa’daki cami, med-
rese, sıbyan mektebi, hangâh, imaret, hamam
ve darüşşifadan müteşekkil külliyesiyle tanınır.
Külliye, hamam ve darüşşifası hariç 1523 yılın-
da tamamlandı. Hamam ve darüşşifa ise Hafsa
Sultan’ın vefatından sonra oğlu Kanunî Sultan
Süleyman tarafından 1538- 1539 yıllarında
inşa olunarak külliyeye ilave edilmiştir.
Burada bulanan maaşlı personel sayısı yüz
on yediyi bulmaktadır. Camide iki imam, bir ha-
tip, dört müezzin ve diğer hizmetliler mevcuttu.
Ayrıca imaret kısmında düzenli olarak yemek
çıkarılıyordu. Burada yirmi kişi çalışmaktaydı.
Darülkurrada dokuz, hangâhta ise on üç derviş
bulunuyordu. Medresede bir müderrisle, onun
on talebesi vardı. Talebelere günde ikişer akçe
yevmiye veriliyordu. 1575 tarihli vakıf defterin-
de camiin batı yanında bulunan darüşşi- fada
görevli personelle ilgili kayıtlara rastlanmakta-
dır. Buna göre burada baştabip, ikinci tabip, ve-
kilharç, göz hekimi (kehhal), cerrah ve yirmi beş
kadar da hizmetli görevliydi. Ankara’da Vakıflar
Genel Müdürlüğü Arşivi’nde yer alan Arapça
vakfiyesi Ayşe Hafsa Sultan’ın hayırseverliğini
ve sosyal yardım anlayışını gösteren mükemmel
bir örnektir. 929/1522 tarihli vakfiyenin başın-
da Hafsa Sultan şöyle vasıflandırılmaktadır:
“Hafsa Hatun: Allah hayrat kılâdelerini (ger-
danlıklarını) kopmaktan ve dağılmaktan sak-
lasın, iyilikler nükudunu gözlerin göremediği
nazarlardan korusun. Sultan Süleyman Şah’ın
anasıdır. O padişahın olay okları düşmanlarının
kalplerini daima delik deşik etsin.”
Hafsa Sultan bu vakfının tevliyetini Hacı Ta-
cüddin İbrahim isminde birine vermiştir. Sağ ol-
dukça bu mütevelli olacak, ölünce zamanın pa-
dişahı yerine ehil bir mütevelli tayin edecektir.
Cami, imaret ve medresesindeki bazı görev-
lilerin durumlarını, işlerini ve alacağı ücretleri
belirten ifadeler bu hayırsever kadının düşünce
ve inanç yapısını göstermesi bakımından mü-
himdir.
“On hafız. Bunların âlimi ser mahfil olacak-
tır. Kur’an okumaya evvelâ o başlayacak, son
okuyan da o olacaktır. Bunlar haftada bir hatim
indireceklerdir. Mütevelli bunlara her hafta yüz
dirhem yiyecek ve içecek parası verecektir. Ay-
rıca ikişer dirhem de gündelik alacaklardır.
Bir meddah. Bu, güzel sesli bir hafız olacak,
Hazreti Peygamber (s.a.v.)’i metheden kasi-
deler, naatlar okuyacak, güzel sesiyle cemaati
vecd ve istiğrak hâline getirecektir.
Bir muarrif. Bu iyi konuşan, fasih, tatlı dilli,
istiareleri, nükteleri bilecek, her namazdan ev-
vel ve sonra dilin bütün fesahat ve belâgatiyle
(tarif) okuyacaktır. Vakfeden Hafsa Hatun’a,
bütün mü’minlere dualarının ve ibadetlerinin
kabulü için hayır dualar edecektir. Dua yüksek
sesle ve tam bir huzur ve huşû içinde yapıla-
caktır. Bunun gündeliği üç dirhemdir.
Otuz hafız. Her gün öğle namazından sonra
camide birer cüz Kur’an okuyacaklar, yevmiye-
leri ikişer dirhemdir. On tesbihçi (Allah’ı zikre-
den). Bunlar her gün öğle namazından sonra
camide tespih çekecekler, ecrini ve sevabını
vakfedenin ruhuna bağışlayacaklardır.
Bir müderris. Bu müderris tatil günlerinden
başka her gün medrese dershanesinde ders
verecektir. Bu nakil (Tefsir ve Hadis gibi) ve akıl
ilimlerini, aslî ve fer‘î bilgileri çok iyi bilecek, her
müşkülü çözmeye ve şüpheleri gidermeye kud-
retli olacaktır. Medresede istidatlı, iyi huylu çalış-
kan on talebe bulunacaktır. Bunlar her gün ikişer
dirhem alacaklardır. Hangâh-i Sufıyye denilen
zaviyede on müridli bir mürşid şeyh bulunacak-
tır. Dervişler hangâhın on odasında oturacaklar,
bunlar ehl-i sünnet ve’l-cemaatten olacaklardır.
Heva ve bidat ehlinden olmayacaklardır.
Şeyh her gün irşâd seccadesine oturacak,
yanındakileri doğru yola yöneltecektir. Bunlar
ibadetle, taatle meşgul olacaklar ve zikrede-
ceklerdir. Şeyhe her gün on, müritlere ikişer
dirhem verilecektir.
Mektepte fakir, yetim çocuklar okuyacaktır.
Yetim çocuklar için vakıftan her gün ikişer dir-
hem ayrılacaktır. Her sene bu paralar toplana-
rak Ramazan bayramlarında kendilerine elbise
alınarak dağıtılacaktır.
Günümüzde gerek belediyelerin, gerekse
vakıflar genel müdürlüğünün gayretli çalışma-
ları ile tarihî eserlerimize gereken değerin gös-
terilmesi memnuniyet vericidir.
Bu arada Hafsa Hatun, döneminde ve günü-
müzde çok önemli bir şifa kaynağı ve Manisa
için ticarî meta olan mesir macununun ortaya
çıkmasına da vesile olacaktır.
Tasavvuf büyüklerinden Merkez Efendi,
Hafsa Sultan’ın isteği ve hocası Sümbül Sinan
Efendin’in tembihi üzerine Manisa’ya gitmişti.
Burada Valide Sultan’ın Manisa’da yaptırdığı
imaretin yanındaki dergâhta hocalık yaptı. Tıp
bilgisi kuvvetli olan Merkez Efendi, Manisa’da
bulunduğu sırada Hafsa Sultan rahatsızlanmış
ve çare bulunamamıştı. Bunu haber alan Mer-
kez Efendi kırk bir çeşit baharattan meydana
gelen bir macun yaptı. Göndermiş olduğu bu
macun Valide Sultan’ı iyileştirdi.
Eskisinden daha sağlıklı ve zinde olduğunu
fark eden sultan Merkez Efendi’ye, “Bu macun-
dan bol miktarda yapalım ve halka dağıtalım,
böyle bir şifa deposundan herkes faydalansın.”
diye buyurdu.
Bundan sonra darüşşifadaki hastalar için
mesir macunu hazırlanması, mesir macunun
“Nevruz-ı Sultanî’de yapılması, hekimbaşı ne-
zaretinde pişirilmesi, artan macunun şehirdeki
muhtaçlara dağıtılması şeklindeki şartlarla, tah-
minen 1540 yılından beri halka mesir macunu
dağıtılmaya başlanmış ve daha sonra Mesir
Macunu Şenlikleri ortaya çıkmıştır. 21-22 Mart
Nevruz-ı Sultanî gününde saçılan mesir macu-
nundan alabilmek için çevreden insanlar şehre
akın etmişler ve Manisa’da âdeta bir panayır
oluşmuştur.
Dipnot
*Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
48 OCAK 2017 somuncubaba 49
Atalarımız “Şeref’ü-l mekânî bi’l-mekîn”
sözünü sıkça kullanırlardı. Bu söz, günü-
müz Türkçesiyle söyleyecek olursak “Ma-
kamların şeref ve izzeti oturanlarla kaimdir.”
anlamına gelmektedir. İstanbul’un Fatih sem-
tinde yer alan Kocamustafapaşa da bu tür yer-
lerden biri olarak karşımıza çıkar. Adını Bizans
döneminden kalan
Ayios Andreas Manas-
tırı Kilisesi’ni 1489 yı-
lında camiye çeviren
Sadrazam Koca Mus-
tafa Paşa’dan alan bu
semtin hayli geçmişe
uzanan tarihi hakkın-
da çok söz söylene-
bilirse de dün olduğu
gibi bugün de Koca-
mustafapaşa demek
semte adını veren
paşadan çok “Sünbül
Sinan” demektir.
Kimdir Sünbül Si-
nan? Adıyla başlaya-
lım söze. Asıl adı Yusuf Sinan’dır. “Sümbül” la-
kabı ona şeyhi Cemâl-i Halvetî tarafından veril-
miş ve zamanla asıl adı unutularak hep bu isim-
le anılmaya başlamıştır. Kendisi Halvetiyye’nin
Sünbüliyye kolunun kurucusu bir mutasavvıf-
tır. Öncesinde medrese kökenli bir müfessir
ve vaiz olduğunu da burada söylemiş olalım.
Tabi bir önemli özelliğini de Merkez Efendi gibi
bir maneviyat büyüğünü yetiştirmesidir. İşte
Kocamustafapaşa’nın maneviyat coğrafyası-
nı bu iki kandil aydınlatır. Ondan hatıra kalan
dergâh ise bugün de bir irfan ocağı olarak hiz-
metine devam etmektedir.
Şiir Söyleyen Bir Veli
Sünbül Sinan, pek çok bakımdan önemli bir
şahsiyettir. Her şeyden önce sadece bir sufi
olarak dergâhta sohbetle meşgul olmayıp İs-
tanbul camilerinde tefsir dersleri yapan, vaaz
veren bir âlimdir de. Ama onun bu manada öne
çıkan tarafı sanata, şiire açık bir sufi olmasıdır.
Nitekim “Risâletü’t-tahķîķiyye” ve bu eserin bir
özeti mahiyetinde olan “Risâle Der Hakk-ı Zikr
ü Devrân” adlı eserlerinde devranın raks olarak
görülmesine şiddetle karşı çıkar ve müziğe helal
dairesinde yaklaşır. Bu
da onun müntesiple-
rinin daha çok sanata,
şiire, musikiye ilgi ve
muhabbet duymaları-
nı sağlamıştır. Kendi-
sinin “Risâletüetvâri’s-
seb’a” isimli seyr-ü
sülûk mertebelerin-
den bahseden bir ese-
ri daha bulunmakla
beraber konumuz açı-
sından bahsedeceği-
miz yönü az önce bah-
settiğimiz devranla
ilgili eserinde bazı şi-
irlerinin yer almasıdır.
Bursalı Mehmed Tâhir’in belirttiğine göre şiirle-
rinden iki örneğe “Sefîne”de de rastlanmakta-
dır. “Gel ey sâlik diyem bir söz ki haktır” mısraıyla
başlayan on beyitlik bir ilâhîsi bestelenmiş ve
tekkelerde âyin sırasında okunagelmiş bir eser-
dir. Hatta onunla ilgili Cebbarzâde Ârif Bey ta-
rafından “Miftâh-ı Hısn-ı Hazâin-i Rahmâniyye”
adıyla bir de şerh yazılmıştır. Teberrüken bir
şiirini alalım: “Aşk ile iki cihanda şah olan gel-
sin beri/Rah-ı Hak’ta bende-i dergâh olan gelsin
beri/Devlet-i dünya ile mağrur olanlar gelmesin/
Aşk-ı fani, fena fillah olan gelsin beri/Sümbülî,
ince durur kıldan sırat-ı müstakim/Destgîri dai-
ma Allah olan gelsin beri.”
Hakkında Şiir de Söylendi
Bir sufi; şiiri sever, şiir yazar da şairlerin ilgi
alanına girmez mi? Elbette girer. Bu konuda en
EDEBİYAT / Mustafa ÖZÇELİK
SÜNBÜL SİNAN HAZRETLERİ’Nİ
ŞİİRLE ANLATMAK
“Kutb-i vakt olmuş idi asrında hem Sümbül SinanŞüphe yokdur böyle olduğunda hem sen de inan
Mürşidi olmuş idi Şeyh Cemal HalvetiTerbiyet bulmuş idi andan oldu hem kutb-i zaman”
Molla Murad
50 OCAK 2017 somuncubaba 51
anlaşılmaz. Gel beraber bir kere toplantısında
bulunalım. Sohbetini dinle, sonra karar ver.”
diyerek onu ikna eder. Toplantıya giderler ve
sohbet esnasında Çelebi Halife, Sünbül Sinan’a
dönerek: “Dileyen ister, isteyeni (şeyh) vasıl ey-
ler; bir nazarla maksudun hâsıl eyler” deyip ona
bir nazar eyler. Bu bakış Sünbül Sinan’ı kendin-
den geçirip bayıltır. Kendine gelince de şeyhin
elini öper ve o güne kadar yaptığı tenkitlerden
pişmanlık duyar.
Sünbül Sinan o gece eve dönmemiş,
dergâhta kalmıştır. İşte o gece orada bir rüya
görür. Rüyasında bir kuyunun başında toplan-
mış ve kuyudan kovalarla su çekmek isteyen
insanlar görür. Su içmek arzusuyla kendisi de
su çekmek ister ve bu amaçla kuyunun başına
varır. Bu sırada kuyunun suyu dolarak taşmaya
başlar. Herkesin büyük zorluklarla ulaşmaya
çalıştığı suya kolayca kavuşur ve susuzluğunu
giderir.
Sabahleyin hemen Şeyhi’nin yanına koşar.
Rüyasını anlattığında, Şeyhi Çelebi Halife, “Se-
nin gönlünde ilâhî füyuzatın coşkunluğu vardır.
Sana karşı geliyor. Niçin onu kuvveden fille çı-
karmazsın. Rüyanın hakikat olmasını istemez
misin?” deyince, hemen Şeyh Hazretleri’ne in-
tisap eder ve tarikata girer.
İşte Hilmi Yavuz’un şiiri bir bakıma bu men-
kıbenin hikâyesi olarak yazılmıştır. “Sünbül
Sinan! Seni ağır kuyulardan derledim; seni/Aşk-
lara, aşklara yolladım/Ve tayy-ı zaman/Güzleri
vardır/İşte bir söz ağarır dizelerde/Bu ‘akşam’dır
ve o’dur/Sende kalan, sende kalan...”mısralarıyla
başlayan şiir onun kuyu hikâyesine atıfla şöyle
biter: “Sünbül Sinan! Bir suyu/Öper gibi geçtin
tenimizden/İşte bu, bir kuytuyu/Okşamak ve var
olmaktır/Bir dağ kendi gölgesinde kaybolur/Ve
bir su, bu akar su/Yeniden-akmayı öğrenir/Sende
duran, sende duran...” mısralarıyla devam eder.
Şiirin son bölümü ise şairin Sünbül Sinan’ın
hikâyesiyle bütünleşmek isteyen ruh halini
yansıtır. “Sünbül Sinan! Hüzünler/Durmuyor; her
şey gelgit.../Bir yaprak, kendini sürgit/Sana ben-
zetiyor/Bu kuyu, kalbim ve talanla birlikte büyü-
yen kuyu/Kendi dibindeki çiçekle besleniyor/Sen-
de solan, sende solan.../Ah, tayy-ı zaman, tayy-ı
zaman!..”
Bu iki şairden yaptığımız bu alıntı Sünbül
Sinan’ın hatırasının bugüne kadar gelmesinin
ve bundan sonra da unutulmayacak olmasının
birer ifadesidir. Zira şiire, menkıbeye, musikiye
konu olanlar ebedilik çeşmesinden/kuyusun-
dan âb-ı hayat içmiş olanlardır. Bunlardan biri
olan Sünbül Sinan da bugün dinlendiği türbe-
sinde ziyaretçilerini krem rengi duvar üzerinde
kimi sağa, kimi sola doğru boyun eğmiş aşı bo-
yalı sünbül motifleriyle karşılar. Bu maneviyat
mekanında onunla birlikte biz de şair gibi “Ah,
tayy-ı zaman, tayy-ı zaman!..” demek durumun-
da kalırız. Ve o kuyu… Eğer türbe ziyaretinizde
yüreğinize bir kor ateş düşmüşse dışarı çıktığı-
nızda hemen türbenin yanında bulunan kuyu-
dan şifa niyetine bir tas su içebilirsiniz. Şiir, su,
Sünbül Sinan Hazretleri… İşin özeti de hikmeti
de bu üç kelimedir aslında.
meşhur şiirlerden biri Molla Murad tarafından
yazılan “Saray-ı vahdet olmuşken makamın/
Çü birdir Sümbüli mar’uf u ârif” beytiyle baş-
layan şiirdir. Hayli uzun olan bir şiirde Sünbül
Sinan’ın tarikat şeceresi ve türbesi anlatılır.
Bir diğer örnek şiir ise Yahya Kemal Beyatlı’nın
“Kocamustafapaşa” şiridir. Şairin “Kocamusta-
fapaşa! Ücrâ ve fakîr İstanbul!/Tâ fetihten beri
mü’min, mütevekkil, yoksul/Hüznü bir zevk edi-
nenler yaşıyorlar burada” mısralarıyla başlayan
bu şiirinde önce semtin ne kadar bizim özellik-
lerimizi ve tarihî hatıralarımızı taşıdığından söz
edilir. Ardından “Mânevî çerçeve beş yüz senedir
hep berrak” mısraı ile başlayan kısmında bura-
nın nasıl bir maneviyat coğrafyası olduğundan
söz edilir. Burada hayatla ölüm iç içedir. “Âhiret
öyle yakın seyredilen manzarada/O kadar kom-
şu ki dünyâya duvar yok arada/Geçer insân bir
adım atsa birinden birine/Kavuşur karşıda kay-
bettiği bir sevdiğine.” mısraları bu durumu çok
çarpıcı bir şekilde tasvir eder. Burada “Kuru
ekmekle, bayat peyniri lezzetle yiyen/Çeşmeden
her su içerken: ‘Şükür Allah’a’ diyen” insanlar ya-
şamaktadır. Ardından semte adını veren paşa-
nın yaptırdığı caminin hikâyesine geçilir. Şair,
böylesi bir semtten geçerken gizli bir çağrıyla
Sünbül Sinan’ın türbesine gelir. Burada derin
ruh halleri içersinde Sünbül Sinan’ı şöyle anla-
tır: “Ne ledünnî gecedir! Tâ ağaran vakte kadar/
Bir mücevher gibi Sünbül Sinan’ın rûhu yanar/
Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak/Vata-
nın fâtihi cedlerle berâber yaşamak! ...” “Vatanın
cedleriyle yaşamak…” Bu mısra Kocamustafapa-
şa semtinin ne kadar bizim olduğunun ifadesi-
dir. Oraya bu havayı veren de elbette Sünbül
Sinan’dır.
Yahya Kemal’in “Resimli Hayat” dergisinin
15 Temmuz 1953 tarihli sayısında çıkan bu şii-
rinden yıllar sonra bu defa başka bir şairin yolu
yine Kocamustafapaşa’ya düşer. O da Yahya
Kemal’inkine benzer duyguları yaşayarak bu
ziyaretin hatırasına “Sünbül ile Kuyu” şiirini
yazar. Tabi burada bu şiirin anlam dünyasına
girebilmek için kuyu meselesine temas edilme-
lidir. Bu hikâye Sünbül Sinan’ın
tarikata giriş hikâyesidir. Buna
göre kendisi medresedeki tah-
sili sırasında sufîlerin aleyhin-
de birisidir. Arkadaşlarından
biri de Çelebi Halife’nin mü-
ridlerindendir. Sünbül Sinan
zaman zaman bu arkadaşına,
“Bu sufîlerin meclisinde ne bu-
lursun?” diye takılmaktadır. Bir
gün bu arkadaşı ile medrese-
den çıkmış yürüyorlarken yolda
Çelebi Halife ile karşılaşırlar.
Arkadaşı “İşte bizim efendimiz
geliyor.” deyince, Sünbül Sinan
arkadaşının kulağına eğilerek;
“Pilav âşıkı bir sûfiye benziyor.”
der. Fakat arkadaşı bu duruma
aldırmaz. “İnsan, uzaktan gör-
mekle ve kıyafetine bakmakla
52 OCAK 2017 somuncubaba 53
KÜLTÜR / Mustafa KARABACAK*
RASÛL’ÜM! SEN VE MÜ’MİNLER İSTİKÂMET ÜZERE
OLUN!
“İstikâmet üzere olmak ‘Yaratıcı’nın nasıl bir Müslüman istiyor?’ sorusunun cevabıdır aynı zamanda. İstikâmet üzere
olmak her şeyiyle kaliteli bir Müslüman olmak demektir.”
İstikâmet, hakka tabi olmak, adâleti yerine ge-
tirmek, doğru yola gitmek, itaat olan şeyleri
yapıp isyan olan şeylerden sakınmak, verdiği
sözü tutmak ve haktan meyletmemek demek-
tir. Böyle kimselere ve hiçbir yerinde meyil
ve eğrilik bulunmayan dümdüz ve doğru şeye
mustakîm denir. Mustakîm aynı zamanda dos-
doğru din anlamındadır ve İslâm Dini’dir.1 “Bu
(Din), Rabb’inin dosdoğru yoludur.”2 “Şüphesiz
bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Baş-
ka) yollara sapmayın. Zira o yollar sizi Allah’ın
yolundan ayırır…”3 Bu yol aynı zamanda İbrahim
ve diğer peygamberlerin yoludur. “De ki: Şüp-
hesiz Rabb’im beni doğru yola, dosdoğru dine,
Allah’ı birleyen İbrahim’in dinine iletti…”4 Allah
Rasûlü Mekke müşriklerinden istikâmet üzere
olan dine gelmelerini ve Allah’tan af dilemele-
rini istemektedir: “De ki: Ben de ancak sizin gibi
bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu
vahyolunuyor. Artık O’na yönelin, O’ndan mağfi-
ret dileyin. Ortak koşanların vay haline!”5
İstikâmet kelimesinin, tanımdan da anlaşıla-
cağı üzere anlaşmaya sâdık kalmak, dürüst olmak
gibi anlamları da bardır. “Mescid-i Haram’ın ya-
nında kendileriyle antlaşma yaptıklarınızın dışında
müşriklerin Allah ve Rasûlü yanında nasıl (mute-
ber) bir ahdi olabilir? Onlar size karşı dürüst dav-
randıkları müddetçe siz de onlara dürüst davranın.
Çünkü Allah (ahdi bozmaktan) sakınanları sever.”6
Allahu Teâlâ, Rasûlü’nden ve mü’minlerden
kâfirlerin yaptıkları ne olursa olsun haktan
uzaklaşmamalarını ve istikâmet üzerine olma-
larını istemektedir. “Şüphesiz Rabb’in onların
her birine, yaptıklarının karşılığını tastamam ve-
recektir. Şüphesiz Rabb’in onların yaptıklarından
hakkıyla haberdardır. Öyle ise emrolunduğun gibi
dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dos-
doğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın.
Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.”7
Allah Rasûlü’nün tebliğ ve beyan görevinin
yanında bir başka görevi de insanları getirdi-
ği dine hikmetle ve güzel öğütle çağırmaktır:
“(Rasûlüm!) Sen, Rabb’inin yoluna hikmet ve gü-
zel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mü-
cadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en
iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bi-
lir.”8 Rabb’imiz, Rasûlü’nden hikmetle ve güzel
öğütle davetine devam etmesini, müşriklerden
gelecek olumsuz tutumlarına karşı sabretme-
sini ve onlarla mücadele ederken haktan ve
adâletten ayrılmamasını istemektedir. “(Ey Mu-
hammed!) Bundan dolayı sen çağrıya devam et
ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâ
ve heveslerine uyma ve şöyle de: ‘Ben, Allah’ın
indirdiği her kitaba inandım ve aranızda adale-
ti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de
Rabb’imiz, sizin de Rabb’inizdir. Bizim işledikleri-
miz bize, sizin işledikleriniz sizedir. Bizimle sizin
aranızda tartışılacak bir şey yoktur. Allah, he-
pimizi bir araya toplayacaktır. Dönüş de ancak
O’nadır.”9
Düşman ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir
zaman doğruluktan ayrılmamak gerekir. Alla-
hu Teâlâ, Mûsâ ve Hârûn Peygamberlere şöyle
tavsiyede bulunmaktadır: “Allah, ‘Her ikinizin
de duası kabul edildi. Öyleyse dürüst olmakta
devam edin ve sakın bilmeyenlerin yolunda git-
meyin.’ dedi.”10
54 OCAK 2017 somuncubaba 55
- Günahlarımın azalmasını istiyorum.
- Allah’tan bağışlanma dile günahların azalır.
- İnsanların en cömerdi olmak istiyorum.
- Allah’ı yaratılmışlara şikâyet etme, insanların
en cömerdi olursun.
- Rızkımın çok olmasını istiyorum.
- Temiz olmaya devam edersen, rızkın çok olur.
- Allah’ın ve Rasûlü’nün en sevgilisi olmak is-
tiyorum.
- Allah ve Rasûlü’nün sevdiğini sev, Allah ve
Rasûlü’nün sevmediğini sevme!
- Allah’ın kızmasından emin olmak istiyorum.
- Kimseye kızma ki Allah’ın gazabından ve kız-
masından emin olursun.
- Duamın kabul olmasını istiyorum.
- Haramlardan sakın, duan kabul olsun.
- Allah’ın kıyamet günü ayıplarımı insanların
huzurunda otaya çıkarmamasını istiyorum.
- Namusunu korursan kıyamet günü insanların
huzurunda Allah seni rezil etmez.
- Allah’ın ayıplarımı örtmesini istiyorum.
- Müslüman kardeşlerinin ayıplarını ört, Allah
da senin ayıplarını örtsün.
- Benim günahlarımı ne temizler?
- Gözyaşı dökmek, Allah’a itaat ve hastalıklara
sabır.
- Hangi iyilik Allah katında daha faziletlidir?
- Güzel ahlak, alçak gönüllülük, belalara sabır,
kadere rızadır.
- “Hangi kötülük Allah katında daha büyüktür?
- Kötü ahlak, insanın kendisinin esiri olduğu
cimriliktir.
- Rahman’ın gazabını ne dindirir?
- Sadakayı gizli vermek ve sıla-ı rahimde (yakın
akrabayı ziyaret) bulunmaktır.
- Cehennem ateşini ne söndürür?
- Oruç söndürür.”12
İstikâmet Üzere Olanlara Vaat Edilenler
Kur’an’da, istikâmet üzere olanlara hem
dünyada ve hem de ahirette birçok güzellikler
vaat edilmiştir. İnanıp da istikâmet üzere olan-
lara dünyada bol yağmur vereceğinden bahset-
mektedir Rabb’imiz. “İçimizde, (Allah’a) teslimi-
yet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da
var. Teslimiyet gösteren kimseler, doğru yolu ara-
yanlardır. Hak yoldan sapanlara gelince, onlar
cehenneme odun olmuşlardır. Şayet doğru yolda
gitselerdi, onlara bol su verirdik. Bu hususta ken-
dilerini denememiz için, kim Rabbinin zikrinden
yüz çevirirse, (Rabb’in) onu gitgide artan çetin bir
azaba uğratır.”13
“Şüphesiz, ‘Rabb’imiz Allah’tır.’ deyip, sonra
dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler
iner. Onlara: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vâd olu-
nan cennetle sevinin!’ derler. ‘Biz dünya hayatın-
da da, ahirette de sizin dostlarınızız. Orada sizin
için canlarınızın çektiği her şey var ve istediğiniz
her şey orada sizin için hazırdır. Gafûr ve rahîm
olan Allah’ın ikramı olarak.”14
“Rabb’imiz Allah’tır.’ deyip sonra da dosdoğru
yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecek-
lerdir. Onlar cennet ehlidirler. Yapmakta oldukla-
rına karşılık orada ebedî kalacaklardır.”15
İstikâmet üzere olanlara selâm olsun…
Bir sahabi Allah Rasûlü’ne gelerek “Ey
Allah’ın Rasûlü! Bana İslâm hakkında öyle bir
şey söyle ki bu konuda başkasına soru sorma
ihtiyacı hissetmeyeyim?” Allah’ın Rasûlü de
“Allah’a inandım de sonra da dosdoğru ol!” bu-
yurdu.11
İstikâmet Üzere Olan Müslümanın Özellikleri
İstikâmet üzere olmak “Yaratıcı’nın nasıl bir
Müslüman istiyor?” sorusunun cevabıdır aynı
zamanda. İstikâmet üzere olmak her şeyiyle
kaliteli bir Müslüman olmak demektir. Tabir uy-
gunsa Allah, bizim 24 ayar olmamızı istiyor. 24
ayar olamazsak da buna yakın bir ayarımız ol-
ması gerekir. Ama hedef Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) gibi Kur’an‘ı hayatına uygulayarak adeta
yaşayan bir Kur’an olabilmektir. Kaliteli, her şe-
yin en idealini isteyen, istikâmet üzere olan bir
Müslümanın özellikleri birçok âyette farklı şe-
killerde sayılmıştır.
“Bir adam peygambere geldi ‘Dünya ve ahiret
hayatı ile ilgili bazı sorularım var.’ dedi. Rasûlullah
(s.a.v.) ona ‘Aklına ne geliyorsa sor?’ dedi.
- Ey Allah’ın Rasûlü! İnsanların en bilgilisi ol-
mak istiyorum.
- Allah’tan kork, insanların en bilgilisi olursun.
- İnsanların en zengini olmak istiyorum.
- Kanaatkâr ol, insanların en zengini olursun.
- İnsanların en hayırlısı olmak istiyorum.
- İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır.
Böyle olursan insanların en faydalısı olursun.
- İnsanların en adaletlisi olmak istiyorum.
- Kendin için istediğini kardeşin için de istersen,
insanların en âdili olursun.
- Allahu Teâlâ katında insanların en özeli ol-
mak istiyorum.
- Allah’ı çok zikredersen, Allahu Teâlâ katında
kulların en özeli olursun.
- Muhsinlerden (iyi kimselerden) olmak isti-
yorum.
- Allah’ı görüyormuş gibi ibadet et. Her ne ka-
dar sen onu görmesen de o seni görüyor.
- İmanımın mükemmel olmasını istiyorum.
- Ahlâkını güzelleştir. İmanın mükemmel olur.
- İtaatkâr kullardan olmak istiyorum.
- Allah’a karşı farzları yerine getir, itaatkâr kul-
lardan olursun.
- Günahlardan arınmış olarak Allah’a kavuş-
mak istiyorum.
- Cünüplükten güzelce temizlen, Kıyamet günü
Allah ile günahlardan temizlenmiş olarak kar-
şılaşırsın.
- Kıyamet günü nurda haşr olmak istiyorum.
- Hiç kimseye zulmetme ki kıyamet günü nurda
haşr olursun.
- Rabb’imin bana merhamet etmesini istiyorum.
- Kendine merhamet et, Allah’ın yarattıklarına
merhamet et. Allah da sana merhamet etsin.
Dipnot*Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK 1. 1/Fatiha, 7.2. 6/En’âm, 126.3. 6/En’âm, 153.4. 6/En’âm, 161.5. 41/Fussılet, 6.6. 9/Tevbe, 7.7. 11/Hud, 111-112.8. 16/Nahl, 125.9. 42/Şûrâ, 15.10. 10/Yunus, 89.11. Muslim, İman, 62.12. Ali el-Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, XVI, 127-129 (Hadis
No: 44154.)13. 72/Cin, 14-1714. 41/Fussılet, 30-32.15. 46/Ahkâf, 13-14.
56 OCAK 2017 somuncubaba 57
NÂBÎ VE ÖĞÜTLER MANZUMESİ:
HAYRİYYE
EDEBİYAT / Vedat Ali TOK
Şanlıurfa’da doğan Yûsuf, Nâbî mahlasıy-
la tanındı. Seyyid Mustafa’nın oğludur.
Gençlik yıllarını Urfa’da geçiren Nâbî,
burada iyi bir eğitim almış, Arapça ve Fars-
ça öğrenmiştir. Yâkub Halife adında bir şeyhe
bağlanarak tasavvufa yönelmiştir. Bir süre ço-
banlığını da yaptığı şeyhi onu İstanbul’a gitme-
si için teşvik etmiştir. Nâbî’nin İstanbul’a gitme
sebebi olarak bir de onun Urfa’da arzuhalcilik
yaparken mutasarrıfın dikkatini çekmesi ve
onun telkini gösterilir. Her halükarda Nâbî, ha-
yatını değiştirecek bir kararla İstanbul’a gider.
Sultan IV. Mehmed’in musâhibi Damad Musta-
fa Paşa ile tanışır. Onun ölümüne kadar süren
bu dostluk sayesinde oldukça rahat bir hayata
kavuşur. IV. Mehmed’in yakın çevresine girdiği
dönemde Musâhib Mustafa Paşa’nın maiyetin-
de Lehistan Seferi’ne de katılır ve Kamaniçe’nin
fethi üzerine iki tarih düşer. Hac görevini eda
etmek için padişahtan izin alır. Urfa yoluyla
Medîne-i Münevvere’ye varan Nâbî’nin, “Sakın
terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu” mıs-
raıyla başlayan ünlü na’t-gazelini bu sırada ka-
leme aldığı sanılmaktadır.
Hac dönüşünde Mustafa Paşa’nın
kethüdâlığına yükselir. Bundan sonra hayatın-
da iniş çıkışlar olur. Halep’te bulunduğu sırada
ünlü eseri Hayriyye’yi tamamlar.
Eserleri
Tuhfetü’l-Haremeyn, Münşeât, Fetihnâme-i
Kamaniçe, Zeyl-i Siyer-i Veysî, Divan, Dîvânçe,
Hayriyye, Tercüme-i Hadîs-i Erbaîn, Hayrâbâd,
Surnâme.
Sanatı
Nâbî’nin en başarılı olduğu nazım şekli ga-
zeldir. Türk şiirindeki hikemî tarzın temsilcisi
olarak görülmüştür. Nitekim sosyal meselele-
re işaret edip onları eleştirirken çözüm yolları
da önerir. Nâbî’nin didaktik nitelikli şiirlerinde
mevcut dünya ve hayat görüşü, ondan son-
ra bu tarzda şiir yazanların çoğalmasına ve
‘Nâbî Okulu’ diye adlandırılabilecek hikemî bir
şiir okulunun doğmasına yardımcı olmuştur.
Nâbî’nin şiirlerinde histen ziyade fikrin ağırlığı
dikkat çeker. Edebî sanatlara meyil göstermek-
le beraber zamanına göre oldukça açık, sade bir
dile sahiptir. Fakat bizim asıl üzerinde durmak
istediğimiz noktayı Abdülkadir Karahan şöyle
dile getirir: “Nâbî, kendi zamanına kadar klasik
edebiyatımızda yeteri kadar işlenmemiş, haya-
tı, haksızlıkları, ıstırapları, sakatlıkları en güzel
yazı Türkçesiyle dile getirmesini bilmiş ve ba-
şarmış şairimizdir.”1
Zamandan Şikâyet ve Zamanıyla Çatışmaları
Her dönemde aydınlar, sanatkârlar çağından
şikâyet ederler fakat bunların bir kısmı fantastik
şikâyetler iken 18. asırda durum daha objektif,
nesnel ve gözle görülür konular üzerinde gerçek
değerlendirmelere dayanmaktadır. Yaşadığı dö-
nemdeki aksaklıkları değerlendiren ve bunlara
karşı duyarlı davranan şair Nâbî istikbalin genç-
lerde olduğu düşüncesindedir çünkü toplumun
en dinamik yapısının gençler olduğunu iyi bil-
mektedir. Bunun için gençlerin iyi eğitilmesi
ve onlara idealler verilmesi gerekmektedir. İşte
Urfa’dan kalkıp Osmanlı’nın pay-i tahtına kadar
gelip memleket meselelerine çözüm bulma şu-
uruyla hareket eden Nâbî, oğlu Hayrî için fakat
Hayrî’nin şahsında bütün gençliği bir fikir bütün-
lüğü etrafında birleştirmeyi amaçladığı Hayrî-
nâme’sini böyle bir ortamda kaleme alır.
Nâbî’nin memleketi teslim etmek istediği,
yönetimde, sokakta, evde görmek istediği Hayrî
hangi karaktere sahip olmalıdır? Bütün bunların
cevabını şairin eserinde arayalım. Çalışmamıza
esas olarak aldığımız eser Mahmut Kaplan’ın
“Hayriyye-i Nâbî” isimli yayınıdır.2
Eserde Nâbî’nin en çok dikkat çeken üslu-
bu her bölümün başlangıcında oğluna tatlı bir
58 OCAK 2017 somuncubaba 59
söz ile hitap etmesidir. Bir babanın, annenin
çocuğuna nasihat ederken, sözlerinin etkili ola-
bilmesi için takınacağı üslubun böyle olması
gerektiği modern pedagoji bilimlerinde de tav-
siye edilen bir husus olarak karşımıza çıkmak-
tadır. Bu da Nâbî’nin çağını aşmış bir sanatkâr
olduğunu gösterebilir.
Nâbî’nin Özlediği Gençliğe Dinî Konularla İlgili Nasihati
Bu bölüme, yaptığımız uzun ve mukayeseli
bir çalışmanın hülasasını alarak Nâbî’nin, din
nasihattir, fehvasınca oğluna yaptığı nasihatler-
den kısa kesitler alacağız.
Hayri, iyi bir Müslüman ve iyi bir mü’min ol-
malıdır. Bunun için İslâm’ın şartlarını öğrenme-
lidir.
Kelime-i Şehadet
Kelime-i şehadet, İslâm’ın önderi ve dinî hü-
kümler denizinin ilk dalgasıdır. Milletin güven-
de olacağı yer, cennet kapısının süsü de olan
kelime-i şehadettir. İman nuru ile küfür karanlı-
ğı onunla birbirinden ayrılır.
Bu şehâdetdür imâm-ı İslâm
Evvelîn mevc-i muhît-i ahkâm
Bu şehâdetdür emân-ı millet
Zîver-i cephe-i bâb-ı Cennet
Bu şehâdetle bulur fark a’yân
Zulmet-i küfr ü şu’â’-ı îmân
Namaz
Nâbî, her şeyden önce gençliğin İslâm üze-
re olmasını ve hayatını İslâm’ın şartları üzeri-
ne bina etmesi gerektiğine işaret eder. Çünkü
İslâm’ın şartlarına uygun olan binanın içinde
huzur, dışında ise fenalıkların ayakları altında
kalmışlık vardır:
İdüp encâm-ı umûrın tedbîr
Eyleye hâne-i dînin ta’mîr
İtdi endâze-i hikmetle kıyâm
Penc erkân-ı binâ-yı İslâm
Bu binâ içre olan râhatdur
Taşrası pâ-zede-i âfetdür
İslâm üzere bina edilen bir hayatın şartlarını
da yerine getirmek gerekir o halde Hayri na-
mazını kılmalı ve asla aksatmamalı. Vakti gelir
gelmez abdest alıp namaza hazır olmalı çünkü
namaz müminin miracı kabul edilmiştir. Yalnız
namaz kılarken de onu sıradan bir görev gibi
savuşturmadan namazın erkânına riayet eyle-
meli. Zaten insan namazdaki güzelliği, secde-
deki hikmeti anlayabilse dünyayı bir tarafa bı-
rakır, başını secdeden kaldırmaz.
Anlayan secdeyi baş kaldurmaz
Devlet-i ‘âleme çeşm aldurmaz
Anla ki “Namaz kılmayan kişi, hiç âdem olur mu?” sözündeki sırlar sana açılır. Ve namaz di-nin direğidir. Onun için Hayri’nin din direğini
dik ve İslam sarayını mamur eylemesi gerekir.
Din ‘imâdını ikâmet eyle
Kasr-ı İslâm’ı imâret eyle
Oruç
İslâm’ın şartlarından biri de oruç tutmaktır.
Hasta olmayıp sıhhatte oldukça Ramazan oru-
cunu terk eylemek doğru olmaz. Oruç, Allah’ın
kullarına bir lütfudur. Orucun mükâfatını vere-
cek olan bizzat Allahu Teâlâ’dır. Oruç rahmetin
sofrasıdır. Oruçlu olan, nurdan bir elbise giy-
miştir. Peygamber efendimiz diyor ki oruç ko-
kanın nefesi, Allah katında miski amberdir.
Bî-maraz tâ ola cismünde tüvân
Eyleme fevt-i siyâm-ı Ramazân
Savmdır kullarına lutf-ı Hudâ
Savma bizzat ider Allah cezâ
Savm bir mâide-i rahmetdür
Nûrdan sâime bir hil’atdür
Nefes-i sâim içün didi Rasûl
Müşkden pîş-i Hudâ’da makbûl
Hac
Seyahat edilecekse mutlaka Kâbe yolu tutul-
malıdır. Kâbe’de insan için birçok nimet vardır.
Meselâ Hacer-i Esved, Allah’ın sevgili kullarının,
öperek şifa buldukları bir taştır. Günahlardan
minnetsizce yıkanıp temizlenmek için Altın
Oluk’tan rahmet dökülür. Zemzem suyu ferah-
lık verici bir ilaç gibidir. Ondan içen kullar şifa
bulur, günahlarından arınır. Allah’ın evini tavaf
etmek gibi bir ikbal olamaz.
Bu ne devlet ne sa’âdet bu ne câh
K’olasın tâ’if-i dergâh-ı İlâh
Zekât
Nâbî’nin en çok üzerinde durduğu konular-dan biri zekâttır.
İnsan üzerinde zekâta ait olan bir tanecik bile bırakmamalı. Zekâtını verenin malında bereket ve hayır vardır. Zekâta ayrılan o mal Hazret-i Allah’ın hakkıdır, bu yüzden Hayri’nin zekâtı ihmal etmemesi gerekir. Zekât, fakirlerin hakkıdır. Üstelik zekâtını veren Allah’ın emri üzerinedir ve Allah zekâtını verenin malının bi-rine on verir. Malın telef olması, zekâtını verme-mektendir. Ayrıca zekâtı vermemek bazı musi-betlere de hedef olur.
Bir toplumda huzur ve refahın bulunması ge-lirin eşit dağılımıyla mümkündür. İdeal bir dev-lette zengin ve fakir arasında uçurum bulunmaz. Zekât ise dengeyi sağlayan hassas bir terazidir. Zekât, zenginin fakire vermesi gereken bir hak-tır. Sosyal hayatta fakirliği ve zenginliği yaratan Allah, zekâtı fakirlere tahsis etmiştir.
Eyleyen fakr ü gınâyı temkînİtmiş anı fukaraya ta’yîn
Her şeye kadir olan Allah’ın birini zengin yaratırken diğerini fakir etmesinin elbette bir hikmeti vardır. Bu yüzden zenginlerin, fakirlerin hakkını kesmeyip senesi geldikçe zekâtını ver-mesi gerekir.
Ey Hayri, senin elinden bir açın doyması, nice camiyi tamir ettirmenden yeğdir. Bir susuza su vermen, her yıl Kâbe’yi ziyaret etmenden daha hayırlıdır. Senin yüzünden ihtiyaç sahiplerinin sevinmesi ne büyük saadet, ne büyük yücelik, ne büyük devlettir. Hem gizli gizli ve çok çok şükret; hem de aynı şekilde ihtiyaç sahiplerine ihsanda bulun. Yaptığın hayrı da başa kakma.
Fakirlere lütuf ve ihsanda bulunduğunda
riyakâr davranmamak da ayrıca teşekküre değer.
Dipnot1. Prof. Dr. Abdülkadir Karahan, Nâbî, Ankara, 1987, s. 60.2. Yrd. Doç. Dr. Mahmut Kaplan, Hayriyye-i Nâbî (İnceleme-
Metin), Ankara 1995
60 OCAK 2017 somuncubaba 61
İNSAN ŞAHSİYETİNE, ONURUNA VE ÖZGÜRLÜĞÜNE ÖNEM VEREN BİR İSLÂM HUKUKÇUSU:
EBÛ HANÎFE
FIKIH / Abdullah KAHRAMAN*
Yüce dinimiz İslâm’ın insanlığa getirdiği
en temel değer insanı muhâtap alması,
onu merkeze koyması ve insan şahsiyeti-
ni korumasıdır. Tîn Sûresi’nde insanın en güzel
surette yaratıldığını ifade eden Yüce Rabb’imiz,
hükümlerini de bu güzel surete uygun olarak
vaz etmiştir. İnsanın insanca onurlu ve şahsi-
yetli olarak yaşaması İslâm’ın en temel hedef-
lerinden biridir. Bunun için de Allah (c.c.) insanı
kendisine kul yapıp başkalarına kul olmaktan
kurtarmıştır. Zira başkasına kul ve köle olanın
Allah’a gerçek anlamda kul olması mümkün
olmaz. Şahsiyeti olmayan insan İslâm’ın yüce
hakikatlerini temsil edemez. Eski ve çağdaş
bütün sistemler bir şekilde insanı köleleştirme
ve şahsiyetsizleştirme esasına dayanır. Bunu
yapmak için de insanların zaaflarını kullanırlar.
Paraya, mala ve makama düşkünlük insanın en
önemli zaaflarındandır. Bu zaaflarını putlaştıran
insan daima şahsiyet ve onurundan taviz verir.
İslâm ise getirdiği esaslarla insanları bunlara
karşı uyarır.
Dört büyük mezhebin meşhur imamların-
dan biri olan İâam-ı Âzam Ebû Hanîfe de icti-
hadlarında insan onur ve şahsiyetine büyük
önem vermekle dikkat çeker. Ebû Hanîfe’nin
sisteminde kamu yararının ve kişi hak ve hürri-
yetlerinin gözetilmesinin önemli bir yeri vardır.
Mesela ona göre; bülûğa ermiş kız velîsiz ev-
lenebilir, babası tarafından evlendirilen bülûğ
çağındaki kız nikâhı feshedebilir, malını saçıp
savuran sefîhin ve borçlunun ehliyeti kısıt-
lanamaz, vakıf işlemi bağlayıcı olmayıp vakfı
yapan bu kararından dönebilir, zimmîler bir-
birine şahitlik yapabilir, atıyla savaşa katılana
ganîmetten iki pay verilir. Onun bu gibi fıkhî
görüşleri insan onur ve şahsiyetini koruma an-
layışının sonucu olarak değerlendirilmiştir. Zira
belirtilen görüşleriyle o, kişilerin temel hak ve
hürriyetlerini güvence altına almak istemiştir.
Hatta o, fetvâlarında bir takım ilke ve amaçları
göz önünde bulundurmuştur. Mesela kişilerin
kural olarak borçsuz ve sorumsuz olması, yetiş-
kin insanın hukûkî işlemlerini mümkün olduğu
ölçüde geçerli sayması, ihtilaflı konularda fakir
ve zayıf tarafı gözetmesi böyledir.1
Onun insan onur ve şahsiyetine verdiği de-
ğeri anlatmak için sefîh denilen ve malını ted-
birsiz şekilde harcayan ya da saçıp savuran
kimsenin hukûkî tasarruflarına ilişkin ictihadını
örnek olarak verebiliriz.
Ebû Hanîfe’nin hürriyetçiliğini ön plana çı-
karan meselelerden birisi sefîhin hacri yani
sözlü tasarruflarının kısıtlanması konusundaki
ictihâdıdır. Zira o, İslâm hukukçularının çoğun-
luğunun aksine, sefîhin hacir edilmeyeceği ya
da sefîhliğin hacir sebebi sayılamayacağı görü-
şünü benimsemiştir. O, bu konuda öne sürdüğü
gerekçelerde insan hürriyetine ve onuruna ne
kadar değer verdiğini ortaya koymaktadır.
İslâm hukukçularının çoğunluğu, çeşitli ge-
rekçelerle sefîhin hacir altına alınabileceğini
kabul etmişlerdir. Sefîhin hacrini savunan İslâm
hukukçularına göre sefîhe getirilen kısıtlama-
nın olumsuz bir yönü yoktur. Hacrin gerçek se-
bebi, sefîhin malının korunması ve kendisinin
bir süre sonra başkalarına el avuç açacak duru-
ma düşmemesi ve kamu yararının korunması-
dır. Sefîh, malında yerli yerince tasarruf yapa-
madığından kendisini kontrol edecek ve malını
koruyacak birisine muhtaçtır. Bu da ancak onun
hacir edilmesiyle gerçekleştirilebilir. Sefîhin
hacir edilmesi kamunun zararını bertaraf eder.
Zira hacir ile malı korunan sefîh başkasına el
avuç açmaktan kurtulur, nafakasını temin husu-
sunda devlet hazinesine de yük olmaz.2
Çoğunluğun bu yaklaşımına karşılık Ebû
Hanîfe sefîhin hacr altına alınamayacağını sa-
vunmuştur. Onun gerekçeleri şöyledir:
Prensip olarak bülûğa ermiş akıllı ve hür bir
kişi hacir altına alınamaz. Ona göre malını amaç-
sız ve maslahata uygun olmayan tarzda, yani
“Dört büyük mezhebin meşhur imamlarından biri olan İmam Azam Ebû Hanîfe de içtihatlarında insan onur ve şahsiyetine
büyük önem vermekle dikkat çeker. Ebû Hanîfe’nin sisteminde kamu yararının ve kişi hak ve hürriyetlerinin gözetilmesinin
önemli bir yeri vardır.”
62 OCAK 2017 somuncubaba 63
Dipnot*Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN1. Bk. Abdullah Kahraman, “Ebû Hanife’nin İctihatlarında İnsan
Hürriyetine ve Onuruna Verdiği Önemi Gösteren Bir Örnek-Sefi-hin Hacredilmemesi”, İslâmî Araştırmalar, 2002, cilt: XV, sayı: 1-2 [Ebû Hanîfe Özel Sayısı], s. 247-253.
2. Abdullah Kahraman, a.g.m., s. 249-250. 3. Abdullah Kahraman, a.g.m., s. 252.
yersiz olarak sarf edecek derecede savurgan
olsa da, sefîhin kendi malındaki tasarrufları ge-
çerlidir. Hatta hâkim hacir altına aldıktan sonra
borç ikrârında bulunan sefîhin ikrârı geçerlidir.
Sefîh, dinî hükümlerle yükümlüdür. Zira kişinin
dinî yükümlülüklerle muhâtap olması ehliyet-
le olur. Bunun şartı da akıllı olarak bülûğa er-
mektir. Sefîhlik akıl ve temyizde bir noksanlık
meydana getirmez. O zaman hukûkî hükümle-
re de muhâtap olan sefîhin evlenme, boşama
gibi sözlü tasarrufları geçerli sayılır. Aynı şekil-
de sefîh kul haklarına ait borçları karşılığında
hapsedilir, suç işlediğini ikrar ederse bundan
sorumlu tutulur ve suçlarından dolayı cezalan-
dırılır. Bülûğdan sonra bir kimse sefîhliğinden
dolayı hacredilecek olsaydı, öncelikle suç
ikrârından dolayı hacredilmesi gerekirdi. Çünkü
cana gelecek zarar mala gelecek olandan daha
büyüktür. Üstelik sefîh malını ölçüsüz harcadığı
için ona kısıtlama getirenler, nikâh akdi yapma-
sını câiz görmektedirler. Böyle bir kimsenin ha-
nımına vereceği mehir konusunda da bir kısıt-
lama getirmemektedirler. O zaman sefîh isterse
evlenme ve boşanma yoluyla da bütün malını
harcayabilir. Ebû Hanîfe’ye göre bu görüşü sa-
vunanlar büyük bir çelişki içerisindedirler. İn-
sanları ıslahın yolu yasaklama değildir.
İnsan akıllı olarak bülûğa erince ehliyeti ta-
mamlanır ve şahsiyeti oluşur. Böyle bir durum-
da iken onu hacir altına almak, yani ehliyetini
kısıtlamak insanlığının çiğnenmesi ve saygınlı-
ğının heder edilmesi anlamına gelir. Şayet ‘’Bu
onun yararını korumak içindir.” denilirse, buna
şöyle cevap verilir: “Kişinin insanlığının heder
edilmesi ve onun hayvanların ve delilerin se-
viyesine düşürülmesi malının zarara uğratılma-
sından daha kötüdür. Zira yerleşik genel hukuk
kuralına göre, ‘Daha büyük zararın bertaraf
edilmesi için daha hafif olana katlanılır.’ Bu se-
beple sefîhin hacr altına alınmaması onun ya-
rarı açısından daha uygundur.”
Bu bilgilerden anlaşıldığına göre Ebû Hanîfe,
sefîhin hukûkî tasarruflarının kısıtlanmasını kişi
onur ve hürriyeti açısından uygun görmemek-
tedir. Bu onun başıboşluğu onayladığı anlamı-
na gelmez. Çünkü onun fıkhının temel özellik-
lerinden birisi de, hükümlerin hukûkî tarafını,
âhirete ilişkin dinî yönünden zaman zaman ayrı
değerlendirmesidir. Yani bir şeyin hukûken ge-
çerli olması ayrı, dinen sorumluluk getirmesi
ayrı bir şeydir. Şekil şartları açısından hukûken
geçerli olan bir işlem dînen ve vicdânen câiz
olmayabilir. Mesela taraflar içlerinde bir takım
gizli niyetler taşıyıp, hatta gizlice anlaşarak
şeklen uygun olan işlemleri yapabilirler. Şek-
len uygun olduktan sonra bunların geçersiz ol-
duğu söylenemez. Ancak bunu yapanlar dînen
ve vicdânen sorumlu olurlar. Ebû Hanîfe ferdî
hürriyete önem verdiği için, dinî ilkelere aykırı
olmadıktan sonra devletin ferde müdâhalesini
doğru bulmaz. O, insan şahsiyetinin yasaklarla
değil, hürriyetlerle gelişeceğini savunur.3
Ebû Hanîfe insanın özgürlüğünü savunur-
ken aslâ onun sınırsız bir başıboşluğa ve so-
rumsuzluğa düşmesine müsâade etmez. Bütün
meselesi insana güvenmek ve hak ettiği değeri
vermektir. Onun fıkıh sisteminde boşluk gibi
gözüken bazı hususlar mutlaka başka ilkelerle
kontrol altına alınmıştır. Mesela bülûğ çağına
eren kızın evlilik kararını verebileceğini söy-
leyen Ebû Hanîfe, velîyi tamamen devreden
çıkarmaz. Kızın yanlış karar verme ihtimaline
karşı velîye denklik noktasında evliliğe itiraz
etme hakkı tanır. Şayet velî kızının denk biri-
siyle evlenmediğini mahkemede isbat ederse
nikâhı bozdurabilir.
Sen yılanın zehrine, dermanı saklayansın.Geceyi sabah eden, karayı aklayansın.
Ne olur yüreklere derdi hüznü değdirme.Gariplerin boynunu, Kadir Mevla’m eğdirme.
Viran olmuş kalpleri, vefasıza yıktırma.Dip köşede yatırıp, kapılara baktırma.
Cümle öksüz yetimin sen derdini bana yaz.Bir ananın babanın, hasretliğidir ayaz.
Sen Rahmansın Rahimsin, kulu bırakma darda.El ver düşene Mevla’m, dipsiz derin o yârda.
Eller sana açılır, kudretin hürmetine.Afiyet ver sıhhat ver, Resul’ün ümmetine.
Cananı can yanında, canı canan yanında. Ayırma hem dünyada hem de gönül hanında.
Hayırla gelsin ölüm, kapımı çalacaksa Hazır kıl beni sana, bu vuslat olacaksa.
Dert senden derman senden, türlü derdi sun ama.İmtihan dünyasında ailemle sınama.
Niyaz
Umut kapılarından ümitsizce çevirme Kara haberle bizi, bir dağ gibi devirme
Elbet senden gelmişiz, elbet bu dönüş sana.Kaynayan bir ihlâsı, azık eyle insana.
Şafi sensin yarabbi, şifa bekleyen kula.Sen ki filiz verensin, kırılmış kuru dala.
Ne bir çocuk ağlasın, ne de bir yürek yansın Sen rahmeti bol rabbim, yeri göğü duyansın
Huzur bir muştu gibi kapımıza dayananKalp gözü açık olsun, Arif olsun uyanan
İbrahim ŞAŞMA
64 OCAK 2017 somuncubaba 65
Günümüzde roman, in-
sanların tarihe karşı bakı-
şını etkileyen ve tarihe ilgi
duyulmasına sağlayan bir
edebî tür olarak bilinmek-
tedir. Vedat Ali Tok tara-
fından kaleme alınan Kadı
Burhaneddin romanı “Kadı”
da günümüz okuyucusunun
ilgiyle karşılayabileceğini
düşündüğümüz bir eser.
Romanda Selçuklular-
dan sonra ortaya çıkan
beylikler arasındaki müca-
deleler canlı tasvirlerle yer
almaktadır. Eserin merke-
zinde 14. yüzyıl ortalarında Kayseri’de kurulan
Eretna Beyliği ve burada bulunan bir kadı, daha
sonra kendi devletini Sivas’ta kuracak olan Kadı
Burhaneddin bulunmaktadır.
Burhaneddin Ahmed 1345 yılında Kayseri’de
dünyaya geliyor. Harezm’den Anadolu’ya göç
eden Oğuzlar’ın Salur Boyu’na mensup bir ai-
leden gelmektedir. Farsça “Bezm ü Rezm” adlı
biyografisini ve hükümdarlık döneminin tari-
hini yazan Aziz bin Erdeşir-i Esterabadî, Kadı
Burhaneddin’in cedlerinin âlim-kadı olduklarını
bildiriyor.
Romanda Kadı Burhaneddin’in daha 4 ya-
şında iken eğitim öğretime başladığı, çile ve
mücadele dolu bir hayatın
içinde geçen yaşantısı ay-
rıntıları ile veriliyor. 14 ya-
şında iken babası ile birlikte
Mısır’a gidiyor burada fıkıh,
usûl-i fıkıh, ferâiz, hadis,
tefsir, heyet ve tıp gibi bi-
lim derslerini takip ederek
dört mezheb (Hanefî, Şâfiî,
Mâlikî, Hanbelî) hakkında
tahsil görüyor. Şam’a geçip
burada da devrin önemli
âlimlerinden dersler alıyor.
Hac dönüşü babasını kay-
bediyor. Nihayet Kayseri’ye
gelerek burada kadılığa
başlıyor. Kayseri o zaman Selçuklu Devleti’nin
yıkılmasından sonra kurulan ufak beyliklerden
biri olan Sivas ve çevresinde kurulmuş olan
Eretna Beyliği idaresi altındadır. Kadılığı es-
nasında haksever tutumu, başarılı hükümleri
ve adaletli idaresi ile halka kendini sevdiriyor.
Daha sonra ise daha yüksek mevkilere kadar
tırmanıyor.
Kadı Burhannedin bu siyasal uğraşları yanın-
da edebiyat ve özellikle şiir ile yakından meş-
gul olmuş ve özellikle gazel, tuyuğ ve rubailerle
dolu büyük bir Divan ortaya çıkarmıştır. Onun
en bilinen şiiri aynı zamanda hayat felsefesini
de ortaya koyan şu tuyuğudur:
KİTAP / Yusuf HALICI
Ezelde Hak ne yazmış ise bolur
Göz neni ki görecek ise görür
İki âlemde Hakk’a sığınmışuz
Tohtamış ne ola, ya Ahsah Temür
Kadı romanında aynı zamanda şair ve bilim
adamı olan Kadı Burhaneddin’in şiirlerine de
yer veriliyor, günümüz Türkçesiyle açıklamaları
yapılıyor.
Eserin arka kapağındaki şu ifadeler ise roma-
nın muhtevasını en iyi şekilde ortaya koyuyor:
“Türk tarihinin en kırılgan zamanlarında
kendini gösteren adaletli bir kadı, akıllı bir hü-
kümdar, lirik bir şair… Her yaşta ilme talip bir
er… Gençliğinden itibaren kendisini heyecanlı
ve çoğu zaman tehlikeli bir hayat macerasın-
da bulmuş ömrünün sonuna kadar neredeyse
âsûde bir gün görmemiş fakat bundan hiç de
şikâyet etmemiş bir lider… Kayseri’de temelini
attığı, Sivas’ta kurduğu devlet ile komşu bey-
likleri hükümranlığı altına almaya çalışan bir
sultan… Timur’un çekindiği ender savaşçı… Bir
âlim… Kahramanlık, felsefe ve aşk şairi… Kadı,
şair, âlim, hükümdar… Kadı Burhaneddin Ah-
med… Bu eser Kadı Burhaneddin’in mücadele
dolu yaşantısının romanıdır.”
Daha çok biyografik romanları ile tanıdığımız
Vedat Ali Tok, Fuzûlî ile ilgili Pervanenin Rüyası,
Şeyh Galip’le ilgili Semender, Gevher Sultan ve
1921 yılında Sakarya Savaşına katıldıkları için
o yıl mezun veremeyen Kayseri Lisesinin genç
kahramanlarını anlattığı “Kayseri Lisesinden
Nûra Koşanlar” isimli romanların yazarıdır.
Kadı (Kadı Burhaneddin Romanı) Akıl Fikir
Yayınları, 2016 İstanbul.
Gıybet “Ölü Eti Yemenin Adı”İmam GazalîGelenek YayıncılıkTel: 0212 562 01 71
Senden Seni İstiyorum Allah’ımŞerif YusufSufi KitapTel: 0212 511 24 24
Karabekir’in KavgasıCemil KoçakTimaş YayınlarıTel: 0212 511 24 24
Allah İçin SevBilal İşgörenNesil YayınlarıTel: 0 212 551 32 25
Nefs PsikolojisiDr. Mustafa MerterKaknüs YayınlarıTel: 0 216 341 08 65
KİTAPLIK
Kadı Burhaneddin Romanı
66 OCAK 2017 somuncubaba 67
NEFSİN HEVASINA ALDANMAMAK
EĞİTİM / Mürsel GÜNDOĞDU
İnsan, Hevasının Kölesidir
İnsanoğlu heva ve hevesinin peşinden git-
meye meyilli olan bir yaratılışa sahiptir.
Fıtratın ve vicdanın direnişine, Yüce
Rabb’imizin ve O’nun kutlu elçilerinin olanca
uyarılarına rağmen âdemoğlu, nefsinin heva ve
heves tuzağına düşmekten geri durmamıştır.
İnsan nefsi, hevasının telkinleriyle helallerden
ziyade haramlara heves etmiş, Rabb’inin yasak-
ları ve dünya hayatının çirkinlikleri ona daha
güzel ve cazip hale gelmiştir.
Furkan Suresi 43. ayet-i kerimede Yüce
Rabb’imiz bu hususu şöyle ifade buyurmaktadır:
“Hevesini kendine tanrı edineni gördün mü?
Ona sen mi vekil olacaksın?”
Hevesinin peşinden koşup giden kimse
dünya hayatında otorite olarak kendi arzusunu
kabul etmekte, Yüce Allah’ın mutlak hükümran-
lığını ise göz ardı etmektedir. Bu durum insa-
noğlunu hidayetin aydınlık yolundan koparıp
dalaletin, fıtrata ve vicdana ihanetin karanlık
dehlizlerine gark etmiş ve sonu hüsranla neti-
celenen sonu gelmez yolların yorgun ve bitkin
yolcuları haline getirmiştir. Oysa bu konuyla il-
gili ayetler çok sarihtir ve insanı açık olarak bu
tuzaklardan koruyup kollayacak mesabededir.
Gelin görün ki Yüce Rabb’imizin nasihatleri-
ne, uyarılarına göz ve gönüllerini tıkayanlar bu
uyarıları görmezden gelmiş ve bunlardan ibret
almayarak heva ve heveslerinin esiri olmaktan
kurtulamamışlardır.
Casiye Suresi 23. ayet bu husustaki en çıp-
lak uyarıcıdır insanoğluna:
“Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah’ın
(kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, ku-
lağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne
de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu
Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ
ibret almayacak mısınız?”
Heva, İnsanı Gurur Bataklığına Sürükler
Yüce Rabb’imizin sadra şifa veren emir ve
yasaklarının yolundan giden gönül dostları,
bunları kendi hayatlarının baş düsturları olarak
sadece yaşamakla kalmamış aynı zamanda ken-
di dostlarını ve ihvanlarını bu güzelliklere da-
vet edip tuzaklar hususunda da uyarmışlardır.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in heva ve heves
hususundaki aşağıdaki ölçüsü, bütün gönül ta-
biplerinin olduğu gibi sohbetleri ile binlerce
gönül eri yetiştirmiş Es-Seyyid Osman Hulûsi
Efendi Hazretleri’nin de temel kıstası olmuştur.
Rasûlullah Efendimiz bu hususta şöyle bu-
yurmaktadır:
“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası
için çalışandır. Âciz kişi ise, nefsini hevâsına tâbi
kılan ve Allah’tan dileklerde bulunup durmayı
kâfi görendir.”
Nefis, Yüce Allah’ın emir ve yasaklarının ken-
disine yükleyeceği zorluk ve sıkıntılara göğüs
germekten hiç hoşlanmaz. Bununla da yetin-
meyerek insanı gelip geçici dünyalık sevdaların,
oyun ve eğlencenin peşine sürükler. Bu hileye
kanan insan bir anda küçük bir su damlasından
yaratıldığını unutarak mağrur olmaya, alçak dağ-
ları sanki kendisinin yarattığı gibi devasız bir
gurur illetine müptela olur. Bu durum modern
asrın insana dair en büyük yanılgısıdır ve sadece
insanın kendisini ifsat emekle kalmayan aksine
bütün yeryüzünü fesada uğratan bir aldanıştır.
Yaşadığı bütün zorluklar ve sıkıntılar karşı-
sında sabretmesini bilmiş, tevazuu ve ihlâsıyla
küçüklüğünden itibaren herkesin saygı ve sev-
gisini kazanmayı başarmış bir Allah dostu olan
Hulûsi Efendi Hazretleri Nasihat adlı veciz şii-
rinde; “Nefsin hevâsı için mağrûr olup aldanma”
buyurarak insanları bu kör kuyudan çıkarmayı
murat etmiş ve çağın aldanışına karşı dikkat
çekmek istemiştir.
Nefsin hevâsı için mağrûr olup aldanmaYüzüne bassın kadem her ayağın yolu ol.
“Hem eserleri hem de yaşantısıyla gül ve gönül medeniyetimizin kendisinden sonraki nesillere aktarılmasında bir irfan köprüsü
olan Hulûsi Efendi Hazretleri Nasihat şiirinde; ’Yüzüne bassın
kadem her ayağın yolu ol’ buyururken yolundan gidenlere
tevazuun asıl zirvesini işaret etmiştir.”
68 OCAK 2017 somuncubaba 69
Zira dünyanın alev sarmalına dönüştüğü ve
mazlum insanların, kadınların ve masum çocuk-
ların feryatlarının arş-ı alaya ulaştığı günümüz
dünyasında en büyük vebal, heva ve hevesleri-
ni ilâh edinip gurur ve kibir hastalığına müptela
olanlarındır. Görünen odur ki insanoğlu, fıtratın
dingin sularına ve vicdanın engin göklerine ka-
natlanmadıktan sonra bu tufan ve aldanış din-
meyecektir. İşte bu yüzdendir ki Allah dostla-
rının en büyük gayreti insanoğlunun kirlenmiş
vicdanına gür nasihat ırmakları akıtmak ve bu
sayede insanları saf fıtratlarının huzurlu dünya-
sına avdet ettirmek olmuştur.
Heva Hastalığının İlacı, Tevazudur
Heva ve heves, sonu azap olan yolun zehre
bulanmış cilalı azıklarıdır.
Bu yüzden insanoğlu dünyalık hayatın izafî
parıltısına aldanmamak için bir adım atarken
heva ve hevesinin peşinden mi gittiğini yoksa
hayra yönelip sırf Allah rızası için mi çalıştığını
sürekli olarak kontrol etmek zorundadır.
Zira bu gösteriş ve aldanış çağında akıp gi-
den günlük hayatımız ve koşturmalarımız ara-
sında zaman zaman bunu unutabiliyor, vaktimi-
zi, gücümüzü gereksiz yere harcayabiliyor, çıkar
tartışmalarına girebiliyor, kendimizden zayıf
durumda olanlara karşı gücümüzü kabul et-
tirmek için haksız tutumlar sergileyebiliyor ve
dünyalık hayatın hilelerine boyun eğebiliyoruz.
Bütün bunların hepsi Allah’ın rızasını unutarak
heva ve hevesimizin peşine düşmek ve nefsi-
mize hoş gelen gurur perisinin hayallerine al-
danmaktan kaynaklanıyor.
Sad Suresi 26. ayette Yüce Rabb’imiz Davut
Peygamber’in nezdinde biz insanları bu tuzak-
lara karşı şiddetle uyarmaktadır oysa;
“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O
halde insanlar arasında adaletle hükmet. Heva ve
hevese uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan sap-
tırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap
gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.”
Ne var ki insanoğlu unutkanlık hastalığıyla
maluldür. Buna bir de modern çağın sinsi has-
talıkları eklenince işte o zaman âdemoğlu için
felaket kaçınılmaz olmaktadır. Fıtratın ve vicda-
nın susuz kaldığı, açlığa mahkûm edildiği her
asırda gönül sultanlarının yürekleri tevazu azı-
ğıyla beslemeye koyulması ve nasihatlerini bu
minvalde serdetmesi manidardır. Hem eserleri
hem de yaşantısıyla gül ve gönül medeniye-
timizin kendisinden sonraki nesillere aktarıl-
masında bir irfan köprüsü olan Hulûsi Efendi
Hazretleri Nasihat şiirinde; ”Yüzüne bassın ka-
dem her ayağın yolu ol” buyururken yolundan
gidenlere tevazuun asıl zirvesini işaret etmiştir.
Hulûsi Efendi Hazretleri’nin bu nasihati ile
yıkanmak ve çağın heva, heves ile gurur kirle-
rinden arınmak insanoğlu için gerçek bir saade-
tin yollarını açacaktır.
Ne mutlu bu özge nasihat pınarında yıka-
nanlara…
Rûhu okşarcasına öyle ki ılık ılıkİnsanların kalbine bir yol bulup akalım.Kem sözler elin olsun kin ve nefret yerineSusamış gönüllere bol bol sevgi ekelim. Âcizliğin gizlidir dilediğin emândaGüzel olan ne varsa biliniz ki îmandaDönüş olmasın diye gerektiği zamandaTarık bin Ziyat gibi; gemileri yakalım. Orada azık lâzım cennete girmek içinHem dünyada, ukbâda murada ermek içinSâni’nin sanatını her yerde görmek içinYaratılmış ne varsa ibret ile bakalım. Allah rızası için, cephede döktün kanı Çekinmeden her zaman bu yolda verdin canıMelekler arasında nöbet değişim ânıSabahın seher vakti gözlerden yaş dökelim. Îmansızsa bir insan o insan adam olmazNe yapsanız yapınız sevgisiz gönül dolmaz“Sevelim, sevilelim; dünya kimseye kalmaz”Ne Kâbe, ne de Ravza; ne de gönül yıkalım…!!! Hanifi KARA
Sevgi Ekelim
Foto: Ayhan İŞCEN
70 OCAK 2017 somuncubaba 71
Bereketli bir gün... Güya çalışacak, yapıla-
cak işleri tamamlayacağım. Fakat evvela
e-postalarıma ve mesajlarıma bakmam
lazım. Beklediğim mektuplar var, geldi mi? On-
ları görmeliyim evvela...
Bu niyetle bilgisayarımı açtığımda, karşıma
daha evvel görev yaptığım bir fakülteden tanı-
dığım zekî ve fakat ilmî gayreti birazcık az olan
bir öğrencimin mesajıyla karşılaştım. Öğrenci-
miz, okuma ve düşünme gayretiyle harekete
geçen varoluş sorunuyla karşı karşıya. Haklı
olarak, “Ben kimim?” sorusunu sormaya başla-
mış. Demek ki gayrete gelmiş ve okumaya baş-
lamış.
Bu güzel... Okumak, soruları çoğaltmak anlamı-
na geliyor. Ama sorular, “Ben kendimi nasıl tanı-
rım?” şekline dönüşünce... İşte o yaşta sorulması
gereken ve hemen hepimizin bir şekilde sorduğu
ve hâlâ sorduğumuz bu sorular, nasıl oluyorsa bir-
denbire insanı sanki içinden çıkılmaz bir kuyuya
düştüğü zehabıyla baş başa bırakıyor.
Hayır, telaşlanma... O soruyu hepimiz sor-
duk. Kimimiz cevaplar bulduk, yol aldık; kimi-
miz hâlâ bir cevabın peşindeyiz. Bu cümleyi ku-
ruyorum; zira öğrencim samimiyetle şunu not
etmiş mektubuna: “65 yaşına gelince kendimi
tanıdım demek istemiyorum. 21 yaşındayım
zararın neresinden dönersem kârdır diyorum.
Cevabınızı sabırsızlıkla bekliyorum...”
Şimdi ben ona, 51 yaşındayım ve hâlâ o
sorularla boğuşuyorum, desem ne olacak? Bir
hayal kırıklığı mı? Hayır, hayır... Okuyan, araştı-
ran ve derdi olan her insanın varlık sorunu et-
rafında zaman zaman bu gibi soruları sorması,
“havf” ve “recâ” arasında saatin sarkacı gibi
gidip gelmesi lazım. Çünkü düşünce bu gidiş
gelişlerde ortaya çıkıyor. Bu hale sufiler, telvin
demişler. Telvin, renkten renge girmektir. Evet,
sorularımız olacak, sorgulayacağız ve kendimizi
bu sorularla tanımaya ve anlamaya çalışacağız.
Telvinin bir üstü temkindir... Oraya gelinceye
kadar çalışıp çabalamak, kendi hakikatimizi id-
rak yolunda gayret sarf edeceğiz. İlim, düşünce
ve sanat bu gayretin meyvesidir.
Aspirin tedavi bekliyordu “genç adam”, o
yüzden ivedilikle mektubuna cevap yazmamı
istemişti... Eskiden olsa, aspirin çözümler su-
nardım. Şimdi kaçınıyorum. Ama yine de ona
değer verip bir mektup yazmalıydım. Oturdum
ve bir mektup yazdım. Şimdi bu mektubu bura-
da, başka öğrencilerimin de yaralarına merhem
olabilir mi bilemem ama özel mektup hüviye-
tinden çıkararak ve ihtisar ederek paylaşıyo-
rum. Buyurun:
KÜLTÜR / Bilal KEMİKLİ
“Sevgili Ahmet, insanın kendini tanıması da biraz ‘öteki’ni tanımasından geçer... Ötekisi kimdir? Son dönemlerde
yüklenilen anlamıyla farklı kültür veya dil değildir sadece. Ötekisi, bizim dışımızdaki herhangi birisi. Bu bazen
kardeşim veya annem ve babam da olabilir. Ötekisi bir aynadır. Buna bakar, kendimi tanırım.”
ÖĞRENCİME MEKTUP
72 OCAK 2017 somuncubaba 73
“Sevgili Ahmet, insanın kendini tanıması da
biraz “öteki”ni tanımasından geçer... Ötekisi
kimdir? Son dönemlerde yüklenilen anlamıyla
farklı kültür veya dil değildir sadece. Ötekisi,
bizim dışımızdaki herhangi birisi. Bu bazen kar-
deşim veya annem ve babam da olabilir. Öteki-
si bir aynadır. Buna bakar, kendimi tanırım.
Şunu demek istiyorum; evvela, insan insanı
ayna edinmeli...
Evet, başka bir şehre gidip orada yükseköğ-
renime devam etmek, “gurbette” insanın ken-
dini tanıma çabasına girmesi işini biraz daha
kolaylaştıracaktır. Neden? Çünkü baktığını ve
gördüğünü eleştirmen, anlamaya çalışman ve
inceleme konusu yapman daha kolaydır. İnsan
yakınını kolay kolay eleştiremez, incelemekten
çekinir, anladığını sanır.
Bu bakımdan kalkıp başka bir şehre gitmen
güzel... Şehri değiştirmen, kalkıp bir başka yere
gitmen, düşünmeye, anlamaya ve anlamlan-
dırmaya başlamana katkı sağlayacaktır. Şimdi;
bak, seyret, anlamaya çalış... Toleranslı ol, tenkit
et ve doğrula!
Bu gözlemin dışında bir de sağlıklı bir oku-
ma listen olsun.
Bu gayretin doğal olarak kendini tanımanı
sağlayacaktır... En önemlisi insan sadece bak-
mak ve okumakla değil, doğru ve hakiki yolu
kendisine göstermesi için niyaz da etmeli. Ni-
yaz, duadır. Allah’a iltica edip, Rabb’im bana
doğru olanı göster demeyi de ihmal etmemeli.”
Buradaki “Ahmet”e takılıp, “Kim bu Ahmet
demeyiniz?” O, Ahmet’i ben burada yazdım.
Ama kim bilir, belki de o Ahmet sizsiniz. Ben
Ahmet’e bunları yazarken, sadece bir “hoca”
kimliği ile meseleye bakmadım; evet hocayım,
ama aynı zamanda bir babayım. Benzeri sorula-
rı çocuklarımdan da duyuyorum. Onlara oturup
böyle bir mektup yazmadım. Yazmadım; çünkü
bu sorular arttıkça hayretleri ve gayretleri de
artacak diye düşündüm. Ne diyelim? Hak, iyiliği
artırma niyetinde ve kendini tanıma çabasında
olan çocuklarımızın sayısını artırsın.
Akşam yaklaştı, hava kararmakta
Ay çıkacak, yine güneş batmakta.
Kalbim dargın küskün, kırık, yamalı
Gönlüm kararmış katı, yumuşamalı.
Kulağım hep açık bıraktığım kapımda,
Ümitsizce bakar gözüm, ta uzaklarda,
Gönlüm vefalı, hep dostun kapısında
Bir dost yüzü, bir dost sözü, aramakta
Sevdiğim yerde, sevdiğimle olmalıyım.
Umutsuzluğum yok, yari bulmalıyım
Yaşamanın manası, adı, tadı yarmış
Hayatı yar ile yaşamak varmış.
M. Nazmi DEĞİRMENCİ
Hayatı Yar ile Yaşamak
74 OCAK 2017 somuncubaba 75
Günümüz şehir yaşantısı içinde zaman hızlı bir şekilde akıp gidiyor. Her şey sa-yılara odaklanmış âdeta. Sabah şu saat-
te kalkacağız, şu saatte işte/okulda olacağız. Şu kadar iş yapacağız, şu kadar para kazanacağız vb. gibi bir liste uzadıkça uzuyor. Sürekli sayı-ların içerisinde rutin bir döngü halinde günler peşi sıra böyle akıp gidiyor. Tabii bununla bir-likte ömür de gidiyor.
Her zaman daha fazla kazanma hırsı, rızık korkusu gibi nedenlerle bazen burnumuzun ucunu dahi göremeyebiliyoruz. Modern dün-yada insanî değerlerin gitgide unutulması ve kalplerimizin katılaşması ise kapıda duruyor. Karamsar bir tablo çizmek gibi olmasın ama çocuklara nasihat dahi verememenin getirdiği nokta maalesef bu. Eskiden büyüklerimiz biz-lere nasihat ederlerdi ve biz onları saygıyla dinlerdik. Şimdi ise büyükler nasihat etmez ol-muş, bunun nedeni de nasihat edilen kişilerin anlamsız, orantısız tepkisi. “Sana ne be adam, annem misin babam mısın?” gibi tepkilerle bü-yükler, çocuklara ve gençlere nasihat edemez oldu. Dahası aileler de buna zemin hazırlıyor, “Benim çocuğuma ne karışıyorsun?” gibi cüm-lelerle yine nasihat kapısını kapatıyorlar. Tabii herkes böyle değil ama bu çok fazla ve bugün bunun örneklerini acı bir şekilde görüyoruz.
Görgü kurallarından yoksun olma yolunda gitmemiz, şu soğuk kış günlerinde bir dizi has-talıkları da beraberinde getiriyor. Grip, soğuk algınlığı gibi hastalıklar malumunuz bu aylarda çok sık yaygın. Görgü kuralları, toplumsal hayatı-mızı belli bir düzene koyduğu gibi aynı zamanda sağlığımız açısından da büyük bir öneme sahip. Görgü kuralları evlerde neredeyse bahsedilmi-yor ve bunun sonucunda çocuklar, gençler hatta büyükler dışarıda neler yapması gerektiğini bil-miyor. Bakınız otobüslerde sıkça rastladığım bir şey var, bazı çocuklar ve gençler patates cipsle-rini yedikten sonra o yağlı elleri ile tutamaçları tutuyorlar, bu tutamaçları bütün insanlar tutuyor ve böylelikle bir kirlilik hızla yayılmış oluyor. Görgü kurallarına göre araçlarda bir şey yenmez, yense dahi temiz tutmak bir zorunluluktur. Son-
ra telefonla konuşmaya başlayan bazı büyükler, gideceği yere kadar bağırarak konuşmaya de-vam ediyor, bu, diğer yolcuları rahatsız eden bir tutumdur. Bunun yerine otobüste olduğunuzu belirtip daha sonra arayan kişiye, arayacağını belirtip kapatması makbuldür. Bu satırları yaz-mayı istemezdim ama bu kadar olumsuzluğun peş peşe sıralandığı ve kimsenin de umurunda olmaması bu satırların yazılmasına vesile oldu. Bakıyorsunuz adam hapşırıyor, öksürüyor; elini yıkamadan, silmeden tokalaşıyor. Bunlar hep görgü kurallarını bilmemekten, karşımızdakilere verdiğimiz zararları bilmemekten kaynaklanıyor. Hapşırdığımız, öksürdüğümüz zaman ellerimizi yıkamalı, elimiz temiz değilse tokalaşmakta ısrar etmemeli.
Bir diğer konu da otobüslerde büyüklere, hamilelere ya da engelli bireylere yer verilme-mesi sorunu. Benim aklımın almadığı şeyler var, gayet akıllı ve bir şeyler öğrenen nesil, toplum-sal konularda vurdumduymaz olmamalı. Hepsi olmasa bile ezici çoğunluğunda şahit olduğum bu durum beni rahatsız ediyor. Yaşlı bir adam ya da teyze otobüse bindiğinde bakıyorum genç-lerin umurunda değil ve özellikle genç kızlar da hiç yer verme zahmetinde bulunmuyor, görgü kuralları noktasında genç kızlar bundan muaflar mı acaba? Zaman zaman sosyal medyada bunu çeşitli görsellerle ifade ediyorum çünkü doğru bir davranış şekli değil. Ama yazmak da gere-kiyor ki, bir silkinip kendimize gelelim, neler yaptığımızın farkına varalım. Bazen olur ki bi-rilerinin bizlere bunları hatırlatması gerekiyor. Hem kendime hem de siz değerli okurlarıma hatırlatmış olayım ki belki dalga dalga yayılır.
Büyüklerden bu incelikleri görmeyen çocuk-lar ve gençler de haliyle kendi bildikleri gibi hareket edip bu ve bunun gibi konulara çok fazla dikkat etmiyorlar. Oysa birlikte yaşamanın bir kültürü var. Evvela kendimize saygımızın olması lazım ve sonra da bu etrafımızdakilere yansıyacaktır. Sevginin saygının unutulmadığı, insanın özünde sevginin yattığını bilmek ve ona göre davranmak durumundayız. Gönül kapısı sevgi yoluna açılır.
EĞİTİM / Erol AFŞİN
“Görgü kuralları, toplumsal hayatımızı belli bir düzene koyduğu gibi aynı zamanda sağlığımız
açısından da büyük bir öneme sahip.“
UNUTULAN DEĞER
ÂDÂB-I MUÂŞERET
76 OCAK 2017 somuncubaba 77
Osmanlı, tesis ettiği devlet ve medeni-
yetle, kanatları altındaki milletler-din-
ler topluluğuna yüzyıllarca insanlık,
adalet ve hoşgörüyle hükmetti. ‘Medeniyetin
Efendisi’ olarak dünyaya ve gönüllere taht kur-
du. İnsanlığa sunduğu barış, medeniyet ve ada-
letle ülkesini, “Selamet Cenneti”, “Güneş Ülke”
ve “Barış Kalesi“ burcuna yükseltti. Yüzyıllar
boyunca kendi ülkesini ve kanatları altındaki
devlet ve toplumları şenlendirdi.
Nice mazlum/zayıf devletlere ve toplumlara
barış ve medeniyet götürdü. Kıtalar ve okyanuslar
ötesindeki devletler ve toplumlar bile Osmanlı’yı
topraklarına davet etti. Kendilerini kurtarmasını
ve rahata kavuşturmasını istedi. Osmanlı, aranan
ve yolu beklenen kurtarıcı bir devletti. Barış ve
adaletin tek güvencesi ve sığınağıydı. O, tarihin
son medenî ve insanî devletiydi.
Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesi baş-
ta Ortadoğu ve Balkanlar olmak üzere geride
kalan coğrafyalarda “barışın sonu” oldu. Pan-
doranın kutusu açıldı; Os¬manlı zamanındaki
barış ve medeniyete hasret kalındı. Buralara
Osmanlı’nın arkasından, sömürge, asimilasyon
ve teröre dayanan Batı ve güdümündeki dü-
zenler egemen olunca, barış ve insanlık esası
üzerinde yükselen ve tesisi asırlar süren has-
sas siyasî-içtimaî dengeler bozuldu, medeniyet
kubbesi çöktü; sulh ve sükûnun yerini krizler ve
savaşların alması kaçınılmaz hale geldi.
Osmanlı’yı meydana getiren ve yüzyıllar bo-
yunca ayakta tutan sebepler, günümüzde sanki
yeniden tezahür etmektedir. İnsanlık; dünya-
nın dengesini bozan, barış ve istikrarını tehdit
eden haksızlık, zulüm ve anarşiler karşısında,
“Osmanlı benzeri” bir devlet düzenine ve me-
deniyet projesine/pratiğine ihtiyaç duyduğunu,
her geçen zaman daha güçlü olarak dışa vur-
maktadır. Yeryüzünde süre giden bunalım ve
karmaşalar gayri ihtiyari olarak eski “Osmanlı
Ruhu”nu geri çağırmaktadır.
Barış ve Medeniyetin Efendisi
Osmanlı Devleti, hâkimiyetindeki farklı
etnik-dinî kimliğe mensup sayısız milleti asırlar
boyunca bir arada tutmuş ve İslâmiyet’in vaat
ettiği ideal barış ve medeniyeti, çatısı altındaki
bütün insanlara ve gölgesinin uzandığı bütün
coğrafyalara teneffüs ettirmeyi başarmıştır. 24
milyon kilometrekarelik bir sahada 72 buçuk
milleti, 265 farklı dini anlayışı, 600 küsur sene
sükûnet ve huzurla bir arada tutabilme/kay-
naştırma; tüm zamanların ideal birlikte yaşa-
ma modellerinden birini tatbik etme başarısını
göstermiştir.
TARİH / İsmail ÇOLAK
“Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesi başta Ortadoğu ve Balkanlar olmak üzere geride kalan coğrafyalarda ‘barışın sonu’ oldu. Pandoranın kutusu açıldı; Osmanlı zamanındaki barış ve
medeniyete hasret kalındı.”
OSMANLI’SIZYÜZYILDA
BARIŞA HASRET TOPRAKLAR
78 OCAK 2017 somuncubaba 79
ulaştığı dönem itibariyle yüzölçümü 24 milyon
km²’ye ulaşan, tesiri altındaki coğrafyalarla bir-
likte dünya genelinin %37,8’ini (nüfus olarak
da %40,1’ini) idaresinde tutan ve otuzdan fazla
milleti, devleti ve üç ilâhî dinin müntesiplerini
içinde barındıran dev bir cihan devleti konu-
muna erişmişti.
Bu çerçevede, Rus Çarı II. Aleksadr’ın görev-
lendirmesiyle Sırplar ve Bulgarların isyan edip
bağımsızlıkları kazanmalarında büyük rol oyna-
yan General Çernayev (1828-1896), Osmanlı’nın
kurduğu sağlam düzeni yıkmakta ne denli zorlan-
dıkları hakkındaki itirafı oldukça dikkat çekicidir:
“Türklerin, düzinelerce milleti idare edebilmele-
rindeki başarının sırrını anlamıyorum. Onlar, mil-
letleri bir kere yeniyorlar. Fakat kazandıkları zaferi
ruhlarda ve nesillerde yaşatmayı biliyorlar. Bir de-
ğil, birkaç ihtilal bile Türk’ün iliklere işleyen gizli
hâkimiyetini yıkmaya kâfi gelmeyecektir. Zaten
yarı Avrupa’yı asırlarca boyunduruk altına almak
başka türlü mümkün olamazdı.”
Üstelik Osmanlı coğrafyasının karmaşık ya-
pısına rağmen, sınırlar dâhilinde herhangi bir
“medeniyet çatışması” da vuku bulmamıştı. Bu
bakımdan, farklı coğrafya, kültür, din ve hayat
geleneğine sahip toplulukları, büyük bir coğraf-
ya içerisinde uzun asırlar bir arada yaşatabilme
becerisini, devlet ve medeniyet anlayışını or-
taya koyan Osmanlı tecrübesi, Prof. Mehmet
Genç’in ifadesiyle “Hem Türk hem İslâm tari-
hinde rakipsiz olduğu gibi, dünya tarihinde de
benzeri az olan büyük bir siyasî tecrübedir.”
İnsanlık Âleminin Velinimeti
Devlet-i Âli Osman, az önce de belirttiğimiz
gibi Millet Sistemi çerçevesinde farklı her mil-
letin kendi kimliğini, inancını ve var olma hakkı-
nı korumasına izin vermiştir. Millet Sistemi’nin,
Osmanlı düzeninin/medeniyetinin ve birlikte
yaşama kültürünün teşekkülündeki rolü olduk-
ça mühimdir.
Bu noktada İlber Ortaylı’nın şu tespitleri ga-
yet yerindedir: “Millet teşkilatı, kavim ve lisan
aidiyetine göre değil, din ve mezhep aidiyeti
esasına dayanan, içtimaî teşkilatlanma ruh ha-
lidir. Millet sistemi bir kompartıman sistemidir
ve insanlar kendi dinî kompartımanının üyesi
olarak en alttan üst çizgiye yükselme imkânına
sahiptir ve bunun için mücadele ederler. Millet-
lerin idarî teşkilatı onların merkezle antlaşma,
müzakere ve istimalet sisteminde olduğu gibi
bir tür akitle dinî hürriyet, kültürel muhtariyet
ve idarî işbirliği statüsünü vermesidir. Millet
nizamı, tarihin kendine özgü bir olayıdır; ne ko-
loniyalist imparatorluklarda azınlık milletlerin
durumuyla ne de federatif yapılarla benzeştiri-
lemez. Batı tipi milliyetçiliğe temel olamaz; Batı
tipi milliyetçilik, bu sistemle çatışarak ve onun
silinmesiyle gelebilmiştir.”
Osmanlı, kılıç zoru ve kaba kuvvete fazla
tevessül etmeden, sahip olduğu uçsuz bucak-
sız topraklarda mucizevî bir düzeni ve İslâmî
bir medeniyet modelini fevkalade maharet ve
hassasiyetle tesis ederek asırlar boyunca ayak-
ta kalmıştır. Bu harikulade düzenin temelinde,
kay¬nağını İslâm’ın cihanşümul hoşgörü ve
adaletinden alan, karşılıklı güven ve gönül rı-
zasına dayanan, gerçek insan haklarının geçerli
olduğu âdil, insanî ve hoşgörülü bir sistem yat-
maktaydı.
Son dönem Osmanlı devlet adamlarımızdan
Sadrazam Said Halim Paşa, Osmanlı’nın birbi-
rinden çok farklı özelliklere sahip topluluklar
arasında sağladığı birliktelik ve ahengin esas-
larını ve bunda İslâmiyet’in oynadığı rolü şöyle
izah etmiştir:
“Osmanlı Devleti’nin kuruluş esasları çok
özel bir mahiyet taşır. Bu devleti teşkil eden
milletler, ırk, lisan ve millet olmak bakımların-
dan o kadar farklıdır ki, böyle bir siyasî teşek-
küle bir Avrupalı pek güç akıl erdirebilir. Çün-
kü Avrupalıların fikir ve inançlarına göre siyasî
birlik, lisan ve mezhep beraberliği ile birbirine
bağlı olan kimselerin birleşmesinden meydana
gelir. Hâlbuki Osmanlı siyasî birliği ırk ve lisan
birliğinden ve hatta çoğu zaman âdet ve ge-
lenek birliğinden bile uzaktır. Bu sebeple Os-
manlı siyasî birliği, Avrupa Hıristiyan hükümet-
lerinde olduğu gibi milliyet esasına değil, İslâm
birliği ve kardeşliği esasına dayanmaktadır.
Esasen İslâmiyet’e esas olan bu his sayesinde-
dir ki, dünyadaki bütün Müslümanlar kendileri-
ni birbirlerinin kardeşi sayarlar.”
Osmanlı devlet geleneği, “devlet-i ebed
müddet” ve milletin refah, huzur ve sükûnunu
temin etme esasına dayanıyordu. Osmanlı, ka-
natları altında yaşayan farklı dine, mezhebe,
ırka ve kültüre mensup toplulukları, ülkesinin
dört bir köşesinde açan ve korunması gereken
adeta narin bir çiçek olarak kabul ediyordu.
Büyük bir hoşgörü harmonisi içerisinde, hâlen
tartışması yapılan demokrasi, özgürlük, âdil yö-
netim gibi modern mefhumları doruk seviyede
harmanlayıp tatbik ederek, o narin çiçekleri ya-
şatma başarısını gösterdi. Hiçbir ayrıma maruz
tutmadan kendisine itaat ve sadakat gösteren
bütün tebaasına “vedi’atullâh” (Allah’ın ema-
neti) yaklaşımını sergilemesi ve gayri Müslim
topluluklara gösterdiği müsamaha ve verdiği
haklar, demokrasinin beşiği olarak anılan çağ-
daş batı ülkelerinde bile henüz erişilememiş
bir merhaledir.
Cemil Meriç’in de muhteşem ötesi ifade-
lerle şahikalaştırdığı gibi Osmanlı; “Osmanlı
Dünyası” olarak adlandırılabilecek, “nal sesleri
ile tekbir seslerinin birbirine karıştığı” ayrı bir
kıta haline dönüşecek kadar; nihai sınırlarına
80 OCAK 2017 somuncubaba 81
dukları halde, başkaldırma ve ayaklanmalar çok
nadir oluyordu. Savaş zamanı, devletin asayişi
korumakla görevlendirdiği kuvvetler de teba-
anın başında sadece birkaç idareci bırakarak
cepheye gittikleri zaman bile bu gibi hâdiseler
olmuyordu.”
Ortadoğu’da Barışın Teminatıydı
Ortadoğu da Osmanlı’dan sonra büyük bir
siyasî anafora kapılmış; huzur, güven ve istikra-
rın sigortası “Osmanlı Barışı” tarihe karışmıştır.
Osmanlı sancağı ve medeniyet şemsiyesi altın-
daki asude yıllar, özlemle yâd edilen tatlı bir
hatıra olarak kalmıştır. Yaklaşık bir asırdır İslâm
Âleminde tarih benzer biçimde tekrar etmek-
tedir. Başta Suriye, Irak, Mısır, Libya ve Gazze
olmak üzere tüm bölgede, Osmanlı’yı paylaşım
kavgasından kaynaklanan eski meselelerin iz-
düşümleri, birbirini andıran kısır döngüler ha-
linde yaşanmaya devam etmektedir.
Tarih araştırmacıları Jane Burbank ve Fre-
derick Cooper’ın kaleme aldıkları “İmpara-
torluklar Tarihi” isimli eserdeki şu tespitlere
katılmamak mümkün değildir: “Dünya hâlâ Os-
manlı İmparatorluğu’nun baştan savma bir şe-
kilde parçalanmasıyla ortaya çıkan sonuçların
cezasını çekmektedir.”
Ortadoğu, Emperyalizm ve Siyonizm’in or-
taklaşa ürettiği bu fasit daireden çıkabilmek
için sancılı bir süreçten geçmektedir. İslâm
Dünyasının bağrında ve mukaddes mekânlarda
tezahür eden müessif olaylar, Osmanlı’nın böl-
gede dört asır boyunca tesis ettiği kalıcı barışın
ve medeniyet pratiğinin ne anlam ifade ettiğini
bugün daha iyi anlatmaktadır.
Topyekûn Ortadoğu, İslâm’ın/Osmanlı’nın
huzur, medeniyet ve barış yüklü iklimini büyük
bir hasretle aramaktadır. Dolayısıyla Devlet-i
Ali İslâm’ın bu coğrafyada sağladığı, özünü
İslâm’dan ve İslâmî tecrübelerden alan barış/
medeniyet modelini ve birlikte yaşama tecrü-
besini tetkik etmek bugün daha fazla önem arz
etmektedir.
Dünya Ona Muhtaç!
Dünya barış ve istikrarını temin etmesi, in-
sanlığın aradığı huzur ve refahı sağlaması açı-
sından Osmanlı, alternatif bir model olarak
günümüz toplum ve devletlerine hâlâ hayat
vaat etmektedir. Dünya ve insanlık, “Osmanlı
benzeri” bir devlet ve medeniyete bugün hava
gibi su gibi muhtaç! İnsanlık, onun yokluğunu
büyük bir hasretle arıyor ve yaşadığı ıstırap ve
feryatlarla aslında şu ortak intizarı seslendiri-
yor: “Neredesin ey Osmanlı!”
Hulâsa, özünde İslâm’ın insanlığa vaat ettiği,
âlemşümul sulh ve selameti mükemmelen tem-
sil ve tatbik eden Osmanlı benzeri bir nizam ve
medeniyet, tüm dünyanın on yıllardır hasretini
çektiği barış ve istikrarın yegâne reçetesi ola-
caktır. (Geniş bilgi için bkz. İsmail Çolak, Dün-
ya Osmanlı’ya Hasret, Mavi Yayıncılık, İstanbul,
2014, 4. Bölüm.)
Osmanlı devlet ve medeniyet sisteminin,
mevcut yapıyı zorlamadan, ona saygı duyarak
ve sürekli toplumsal nabzı tutarak geçerliliği-
ni koruduğu bariz biçimde göze çarpmaktadır.
Osmanlı muhayyilesi, kendisini yeryüzünde
mazlumların sığındığı “son kale” ya da “sela-
met cenneti” olarak görüyordu. Osmanlı, azgın
emperyalist dalgaların surlarını dövdüğü, maz-
lumların koruyucusu yalçın bir kale gibiydi.
Osmanlı’yı, bu nev-i şahsına münhasır
vasfından dolayı Ortaylı, “Müslüman Üçün-
cü Roma” olarak tavsif etmektedir: “Osmanlı...
Ortadoğu-Akdeniz imparatorlukları içinde kla-
sik Roma’ya en çok benzeyenidir. Orijinal, son
derece renkli bir cemiyettir... Ama bu yapıya
rağmen ideolojisi İslâm’dı ve İslâm için sava-
şıyordu... Osmanlı devlet idaresi, herkesin dinî
vecibesini yerine getirmesi ve hayatını yaşa-
ması için asayiş kuvveti rolünü üstleniyordu.”
Kanunî Sultan Süleyman’ın ifadesiyle, reaya
devletin efendisiydi.
Raphaela Lewis, yukarıda ifade ettiğimiz
çerçevede sağlam temellere dayanması ve ba-
şarılı bir yönetim ve medeniyet modelini uygu-
laması sayesinde, Osmanlı’nın uzun bir ömre ve
hükümranlığa sahip olduğunu tasdik etmiştir.
Lewis’in değerlendirmeleri şöyledir:
“Osmanlı idaresinin insanî yönünü ve aklı-
selimini ortaya koyduğu gibi kudretini de ispat
eden bir faktör, Müslüman olmayan tebaanın
durumları idi. “Eğri başa vurulmaz” prensibi
altında Ehl-i Kitap olan dinlerin taraftarları-
na, vergilerini ödeyip ayaklanmadıkları sürece
Müslümanların dokunmayacağı tabii idi... Os-
manlı Devleti’nin sırrı, mükemmel yetiştirilmiş
bir mülkî idareyi, İslâm’ın kutsal kanunlarına
dayandığı için bütün Müslümanların saygısı-
nı kazanacak bir adlî sistemi ve yırtıcı olduğu
kadar sadık ve disiplinli bir orduyu birleştirme-
sindedir... Gerçekten de, birçok bölgede halkın
büyük bir kısmı, kendilerini idare eden Osman-
lılardan ırk ve din bakımından çok değişik ol-
82 OCAK 2017 somuncubaba 83
Tarih boyunca inançsız insana rastlanmıştır
ama inançsız bir topluma rastlanamamış-
tır. Din, Allah’ın insanlar için öngördüğü
ve insanların dünya ve ahiret mutluluğunu he-
defleyen bir hayat tarzıdır. Gelenek ise toplum-
ların asırlar boyu yapageldikleri ve bir sonraki
nesle aktardığı yerleşik alışkanlıklarıdır.
Din, inanç, ibadet ve ahlak olmak üzere üç
ana bölümden oluşur.
İnanç, kulun Allah inancını düzenler.
İbadet, inancı kuvvetlendirir, Allah-kul ilişkisi-
ni sağlamlaştırarak bu ilişkinin devamını sağlar.
Ahlak ise, fert ve toplumların davranışlarını
ve yaşantılarını insanî, hukukî, vicdanî ve edebî
prensiplere uygun hale getirir.
Müslüman bir toplumun geleneği de İslâmî
prensiplerle bir şekilde ilintilidir ama gelenek
dinden farklıdır. Eğer gelenek;
a- Dine tamamen uygunsa dinî değeri haiz-
dir. Temizlik alışkanlığı ve misafire ikram gibi.
b- Dine aykırı değilse uyulmasında bir mah-
zur yoktur. Kadınların ticarî ve sosyal faaliyetle-
re katılması, düğünlerde ve çeşitli faaliyetlerde
içinde haram olmayan etkinlikler vs.
c- Dine aykırı gelenek mutlaka terk edilmeli-
dir. İçkili ve israfa varan eğlenceler vs.
Birinci ve ikinci maddede işaret ettiğimiz
gelenek, örf adı altında İslâm fıkhının tali de-
lil kaynakları arasında da yer alır. Dine uygun
olan, en azından aykırı olmayan geleneğe uyul-
ması tavsiye edilir, uymayanlar toplum tarafın-
dan kınanır ve dışlanırlar.
Dinî ve örfî hükümlerin değerini ve gereğini
de ayrı ayrı belirtmek gerekirse;
- Din, Allah’ın kanunudur, uymayan günahkâr
olur, örf, toplumun kanunudur, uymayan kınanır.
- Dinî hükümler, inanç ve yüksek bir bilinçle
ifa edilir. Örf, bir alışkanlık olarak daha ziyade
bilinçsizce yapılır.
- Dinî hükümleri ifa edenler sevap kazanır-
lar, örfî davrananlar da toplumda hüsnü kabul
görürler.
Her inanç grubu tarihî süreçte inanç merkez-
li geleneğini de oluşturur ama yine de ibadetin
âdetleşmemesine ve gelenek gibi işlenmeme-
sine dikkat etmek gerekir. Bir ibadet, âdet halini
alırsa ibadet olmaktan çıkar. Bir âdet de ibade-
te dönüşürse bid’at kapsamına girer.
Mesela, Mevlâna, Allah’ı zikretme düşüncesiy-
le kendi tarikat disiplini içerisinde “sema zikri”ni
geliştirmiş. Mevlevî semasını günümüzde bazı
meraklı ve bu işe yetenekli kimselerin çeşitli et-
kinliklerde gösteri amaçlı yaptıklarına şahit olu-
yoruz. Bu gösteri, bir ibadet değil gelenektir.
Gelenek, milleti bir arada tutan, kaynaştıran
ve diğer toplumlardan ayıran faaliyetlerdir.
Gelenek, toplumun kültürel birikimidir, ya-
şanmış tecrübeleridir ve tarihin hafızasıdır.
Gelenek, atanın nesillere devrettiği paha biçil-
mez bir mirastır ancak gelenek ne kadar değerli
olursa olsun eğer dinî bir referansı yoksa ona
dinî bir anlam ve değer yüklenmemelidir.
EĞİTİM / Mukadder Arif YÜKSEL
“Din, Allah’ın insanlar için öngördüğü ve insanların dünya ve ahiret mutluluğunu hedefleyen bir hayat tarzıdır. Gelenek ise toplumların asırlar boyu yapageldikleri ve bir sonraki nesle
aktardığı yerleşik alışkanlıklarıdır.”
DİN VE GELENEK
84 OCAK 2017 somuncubaba 85
Kur’an ve Sünnet, dinin aslı ve iki temel
kaynağıdır, dinin anlaşılması, yorumlanması ve
yüzyıllarca uygulanmış şekli ise dinî mahiyetli
gelenektir, uygulanış şekli ve maksadı dayan-
dığı kaynağa aykırı değilse değerlidir, bunun-
la birlikte dinin aslı gibi takdim edilemez. Öte
yandan dini, dinî gelenekten büsbütün soyutla-
yamayız. Bu durumda din kolayca anlaşılamaz,
soyut ve soğuk bir öğreti gibi durur. Âlimlerin,
ariflerin ve abidlerin dinî tecrübeleri, yakla-
şımları ve yorumları da bu günün ve geleceğin
birçok sorununa çözüm üretebilir. Bu hususta
hassas denge şöyle olmalıdır:
- İbadetler, rutin işler ve bilinçsizce tekrarlanan
ve uygulanan davranış haline gelmemelidir.
- Dinî dayanağı olmayan bir gelenek de sırf ata-
larımız yaptı diye dinden sayılmamalıdır.
Niçin namaz kılıyorsun sorusuna, “Ben ba-
bamdan, atamdan böyle gördüm, biz Türkler
Müslümanız, dinin ve caminin bizim kültürü-
müzde önemli bir yeri vardır.” diyen birine göre
din, gelenek haline gelmiştir ve ibadet olmak-
tan çıkmıştır. Niçin namaz kılıyorsun sorusuna,
“Çünkü ben Müslümanım Yüce Rabb’im namaz
kılmamı emrediyor, Allah’a şükreden bir kul ol-
mak için namaz kılıyorum.” diyen birisine göre
ise din, ibadet olarak yerine getirilen bir yaşam
tarzıdır.
Din, gelenek halini alınca, toplum hayatın-
dan çekiliyor ve insanı olgunlaştırma, toplumun
ahlâkî seviyesini yükseltme işlevini kaybediyor.
Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an adlı tefsirinde
şöyle bir hikâye anlatır:
“Saray erkânı, içinde muhafızlar, şairler, dal-
kavuklar, medyumlar, müneccimler, kâhinler,
din adamları vs. hepsinin bulunduğu geniş bir
halka oluşturmuş halde krallarını ayakta dinli-
yorlarmış. Günün birinde Kral susamış ve su is-
temiş. Kralın su isteğine hazirunun cevabı şöyle
olmuş:
Şair: ‘Yüce Efendimiz ve haşmetli kralımızın
emrindeki şu zarafete bakın. Böyle bir şiir dün-
ya tarihinde daha söylenmedi: Su getirin, su ge-
tirin, su getirin.’
Dalkavuk: ‘Efendim sizin sözünüzün üstüne
söz söylenmedi şu âlemde: Su getirin, su geti-
rin, su getirin.’
Din adamı: ‘Her kim bunu günde 100 kez
söylerse, cennet köşkleri onu bekliyor, aşk ile
bir daha: Su getirin, su getirin, su getirin.’
Medyum: ‘Kralımız bu sözüyle gelecek yılın
bolluk ve bereket ile geçeceğini haber veriyor,
şevk ile bir daha: Su getirin, su getirin, su ge-
tirin.’
Kâhin: ‘Bana bir su getirin.’ cümlesinin eb-
ced hesabı ile değeri 2015’tir. Kralımız bu yıl-
da kıyametin kopacağını haber veriyor. O yıla
dikkat edin ve bu cümleyi sakın unutmayın: Su
getirin, su getirin, su getirin.’
Velhasıl, bir bardak suyu getiren olmamış
ama sarayın her yanı, su getirin sesleriyle inle-
miş. Bir su edebiyatıdır almış başını yürümüş.
Dilden dile dolaşmış, hafızlar ezberlemiş, en
güzel hatlarla yazılıp duvarlara asılmış. Ama
kral bir türlü suyunu içememiş.”
Biz burada, “Şu hususlar Allah’ın emridir.”
diyoruz. Sizler, “Amenna Allah’ın emrinin başı-
mızın üzerinde yeri var.” diyorsunuz. Camiye
gelmeyenler dahi, “Evet din kutsal ve gerekli
bir müessesedir ve biz dine saygı duyarız.” der-
ler. Birçok kimse Kur’an-ı Kerim’i alıyor, süslü
kılıflar içerisinde evinin en müstesna yerine
koyuyor, okumasa da eve bereket getirir diye
duvarda asılı tutuyor. Dinin, adına, emirlerine,
kitabına, mabedine her yerde saygı var, ancak
yaşayan ve yaşanan bir din görmek oldukça zor.
Bu durum, dinin gelenekselleşmesi ve toplum
hayatından çekilmesi tehlikesini doğuruyor.
Bir televizyon belgeselinde, yüzyıllarca
önce Danimarka ve Norveç’e taşınmış bir Türk
topluluğu tanıtılıyordu. Bu Türk topluluğu, pik-
niğe çıkmışlar, çocuklar eski folklorik kıyafetler
giymişler, namaz için saf tutmuşlar, önlerinde
biri de imam olmuş, namaza benzeyen hareket-
ler yapıyorlar, selam verince de onları izleyen
topluluk alkışlıyorlar. İçlerinden biri, zor anlaşı-
lan bir Türkçe ile yaptığı konuşmada, bu şekilde
Hristiyan bir toplumda kimliklerini korudukları-
nı söylüyor. Fakat bu yapılan ibadet değil, folk-
lorik bir etkinlikten ibaret. İşte dinin geleneğe
dönüşmesi böyle bir şeydir.
Mehmet Akif Ersoy da Orta Asya gezisi izle-
nimlerini şöyle anlatıyor bir şiirinde:
O Buhara, o mübarek, o muazzam toprak
Horlamanın koynunda uyuyor kendinden
geçmiş olarak
İbn Sinalar doğurmuş o topraklar asırlardır
Şimdi tek çocuk vermiyor kucağına ilmin, ne
kısır
Dünyanın rasathanesi o Semerkand bile
Öyle dalmış ki hurafelere o geçmişiyle
Ay tutulmuş, kovalım şeytanı kalkın, diyerek
Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek
Çekecek memleketin hali ne olmaz düşünün
Sayısız medrese var gerçi Buhara’da bugün
Okunandan ne haber? On para etmez fenler
Ne bu dünyada soran var ne ahirette geçer
Çin’de, Mançurya’da din bir görenek başka değil
Müslüman unsuru gayet geri, gayet cahil1
İslâm gelmeden önce Mekke’de kız çocuklar
öldürülüyordu hem de iyi niyetle. Büyüdüğün-
de kötü kadın olabilir korkusuyla öldürüyorlar-
dı. İslâm, “Bu çocukları, hangi suçundan dolayı
öldürüyorsunuz?”2 sorusunu sorunca şok oldu-
lar. Bu soru, onların insafa gelmesine yetti, arttı
bile.
Gelenek, kör taassup ve bilinçsiz taklitle
uygulanınca akıl ve mantık dışı tezahürlere yol
açabiliyor. Allah geleneğe körü körüne bağlı
olanlara mealen şöyle sesleniyor:
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun.’ denildi-
ğinde, ‘Hayır, atalarımızı neyin üzerinde bulduy-
sak ona uyarız.’ dediler. Ya ataları bir şeye akıl
erdirememiş ve doğruyu seçememiş idiyseler?”3
Güzel dinimiz İslâm’ı, Allah’ın ferdi ve sos-
yal hayata ilişkin nizamı, geleneği ise ecdadın
mirası olarak görmek, dini gelenekle, geleneği
de din ile karıştırmamak, içinde batıl inanç ve
hurafe bulunmayan geleneğe de millî bir değer
olarak sahip çıkmak gerekir. Yeni neslin, yaban-
cı geleneklere ve kültürlere özenerek ve millî
benliğinden uzaklaşarak yabancılaşmasına fır-
sat vermemek için sorumluluk sahibi herkesin
gerekli tedbir alması gerekir.
Dipnot 1- Safahat; Süleymaniye Kürsüsünde. 2- 81/Tekvir, 8-9. 3- 2/Bakara, 170.
86 OCAK 2017 somuncubaba 87
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.
No: 71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00
Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79
[email protected] www.somuncubaba.net
2017 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Aile ve ÇocukEkiyle Birlikte
Yıllık Abone Bedeli
120
2017 Yılı
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Halkbank TR 49 0001 2001 4740 0010 1000 23
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir
Telefon:
Faks:
E-posta:
Vergi Dairesi: Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi: İmza:
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Türkiye : 120 Avrupa: 72 Euro ABD: 102 USD
(0422) 615 15 54444 36 61
ABONE İLETİŞİM HATTI
(0546) 544 60 44