11

Click here to load reader

İsar dergi sayı 2

  • Upload
    isar

  • View
    247

  • Download
    10

Embed Size (px)

DESCRIPTION

dergimizin ikinci sayısı

Citation preview

Page 1: İsar dergi sayı 2

Yıl: 1 / Sayı: 2Nisan 2014

“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”

> Boşa Geçmeyecek Kadar Kıymetli Yıllar... 2> Delikanlı 4> İlim İlim Bilmektir, İlim Kendin Bilmektir 6> Üniversite Yolculuğu 7> Nerden Başlamalı! 12> Başımı Alıp Filistin’e Mi Gitsem? 14

Page 2: İsar dergi sayı 2

O Erler Ki

O erler ki, gönül fezasındalar,Toprakta sürünme ezasındalar.

Yıldızları tesbih tesbih çeker de, Namazda arka saf hizasındalar.

İçine nefs sızan ibadetlerin,Birbiri ardınca kazasındalar.

Günü her dem dolup her dem başlayan,Ezel senedinin imzasındalar.

Bir ân yabancıya kaysa gözleri,Bir ömür gözyaşı cezasındalar.

Her rengi silici aşk ötesi renk;O rengin kavuran beyzasındalar.

Ne cennet tasası ve ne cehennem;Sadece Allah’ın rızasındalar.

Necip Fazıl KISAKÜREK

İkinci sayımızla karşınızda olmayı nasip eden Allah’a hamd olsun. İlk sayımızda dergi çıkarmanın acemiliğini üstümüzden atıp bu sayıda arkadaşlarımızla beraber sizler için daha iyi bir dergi hazırlamaya çalıştık. Çünkü elinizde bulunan bu dergi bizim için farklı anlam ve öneme sahip. Bunun sebebi mi?

“Dergi bir neslin vasiyetnamesidir.” demiş Cemil Meriç. Ne kadar da yerinde bir tespit değil mi? İşte bizim için de tamda burada başlıyor o önem. Bulunduğumuz zamana kalemimizden dökülen kelimelerle imzamızı atabilmek. Her sayıda farklı konular ele alarak o konu hakkında bildiklerimizi sizlerle paylaşabilmek ve belki bir nebze de olsa bir şeyleri bilmenin sorumluluğunu yüklenebilmek.

Bu sayımızda ana başlık olarak ele aldığımız ‘Üniversite’ konusuna ek olarak farklı konuda denemeler ve Filistin üzerine yapılmış röportajımızı bulabilirsiniz. Bu süreçte üzücü bir şekilde kaybettiğimiz kardeşimiz Özge’nin anısına da birkaç sayfa hazırlamaya çalıştık, bu son olsun diyerek… Arkadaşlarımızın emekleriyle hazırlanan dergimizle sizleri baş başa bırakıyoruz, bir sonraki sayımızda buluşmak dileğiyle…

Selam ve Dua ile.

Kübra USLU

İletişim Adresimiz: [email protected]

1Nisan’14

ÖNSÖZ

Page 3: İsar dergi sayı 2

Üniversite yılları… Hemen hemen hepimizin hayatında şu ya da bu şekilde bir öneme sahip olmuş yıllar... Kimi zaman şevkle dinlenen, kimi zaman girmeyin dercesine kendini monotonlaştıran dersler... Söz sırası geldiğinde tam da dersten kopmuş bulunulan anlarda ‘hoca bana sormasın’ düşüncesiyle göz göze gelmekten kaçınıldığı, ciddi bir hale bürünüp bir anda düşünür olunan zamanlar… Bütünlemesiz tadı olmayan finaller... Sınav sonuçlarına bakmanın zevki (!) de unutulamaz; bunun için tam o an titremeye başlayan ellerin, çoğu zaman hata veren otomasyona yönelip, sahibini mutlu edecek ya da hüzne büründürecek klavye üzerindeki dokunuşları… Sonuçlara göre kişinin bir süreliğine sıra dışı halleri… Geçen bu vakitleri neşeyle doldurmayı başarabilen her daim var olan dostluklar… Ve yaşanan tüm bu güzellikleri fark edebilmek ve onlara bir değer de kendi tarafımızdan katabilmekti asıl olan…

Hep sormuşlardır; istediğin üniversite ve bölüm müydü? Ortamın arkadaşlıkların kafana göre miydi? Biz de demişizdir; tam hayalimdeki gibi ya da hiç istediğim gibi değildi diye... Ama aslında çoğumuz ya hayallerimizin farkında değildik ya da onları gerçekleştirmek için onlara gebe olmanın sorumluluğunu üzerimize almamıştık. Hâlbuki içimiz gibi, bu samimi ortamda doğmaları, bizim onları tanımamıza sebep olacak ve bundan sonra kendi potansiyelimizi ortaya çıkartmada büyük rol oynayacaktı. Bunun için de, bulduğumuz ortam ve arkadaşlıklar hep memnuniyetimiz ölçüsünde dilediğimiz şekle dönüşebilecekti… Zaten karşılaşılan her insan ve olay bizi biz yapmaya yaklaştıran vesile değil midir? O halde hayal edileni gerçekleştirmek de sarf edeceğimiz çabamızda saklı değil midir?

Üniversite yılları… Neşeli geçen vakitlerin yanında bu gibi sorgulamaları da kendi üzerimizde yapacağımız dönemdir. Ve tam bu noktada meylettiğimiz alana içsel bir dürtüyle dalıp hangi sularda yüzdüğümüze bakma ihtiyacımız doğacak ve artık en büyük düzenin hangi parçası olacağımızı anlayacağız. Ona göre atacağımız adımları tereddüde imkân bırakmayacak biçimde şekillendirme ihtiyacımız haiz olacaktır. Toplumsal ilişkilerimizi de rayına oturttuktan sonra üniversitenin asıl amacı olan üretkenlik için potansiyelimiz ölçüsünde çalışmamız gerekecek. Mesela bunun için, öğrendiğimiz teorik bilgilerin yanında üniversite için bulunduğumuz çevrenin sorunlarını göz ardı etmemek, onlar hakkında düşünüp çözüm üretmek ve güzelliklerini görünür kılmaya çalışmak da gayretlerimizin bir parçası olmalıdır. En zevklisi de budur aslında; fakülte yolundaki gözlemlerimiz ve onlar üzerinde düşünmemizdir. Tüm bunlar bizi biz yapan değerleri hatırlamamıza ve benlikten sıyrılıp mutlu, huzurlu ve dingin bir zihinle yaşamamıza yol açacaktır. Ve ancak bu ruh ile adaleti sağlayıcı projeler ortaya çıkarıp, gerçek anlamda ‘Üniversite okudum’ inancını kendimizde ve çevremizde oluşturabilecektir.

Üniversite yılları… Kendimizi tanıyıp hayata adım atmadan önceki son öğrencilik günlerimiz... Bu dönem, insanlara değer vermeyi, onları anlamayı öğrenip, halkın hizmetkârı olmak için can atarak, tüm yaşamımız boyunca Hakk’a teslimiyet bayrağını çektiğimiz yılların başlangıcı olmalıdır.

Boşa Geçmeyecek Kadar

Kıymetli Yıllar...Betül SONKAYA / Kamu Yönetimi

2 Nisan’14 3Nisan’14

EĞİTİM EĞİTİM

Page 4: İsar dergi sayı 2

Büyüdük. En azından dünyanın merkezinde olmadığımızı anlayacak, o eski her istendiği olsun diyen şımarık çocuk olmaktan sıyrılacak, paylaşmanın ve çok sevmenin önemini daha derinden keşfedecek, sabah uyandığımızda sırf kendi hayallerimiz için değil aynı zamanda dünya insanlarını da içine alan ideallerimizi edinebile bilecek kadar büyüdük. Bu kadar büyümek kâfi...

En güzel yaşlarımda olduğumun bilinciyle ve bu yaşta hep kalmak istemenin hevesiyle sana sesleniyorum sevgili okur! Kâfi değil mi? Daha fazla büyümek ve her şeyin farkında olmak belki yaşam ışığımı söndürür, umudumu günden güne tüketir ve belki de beni çekilmez biri yapar diye düşünüyorum. Fakat her neyse... Şimdi bunlardan bahsedip seni sıkacak değilim.

Öğrencilik seneleri. Okurken her insan tarafından bitse de gitsek denilen bittiğinde ise o günlere geri dönmek isteğiyle iç geçirilen güzel zamanlar. Üniversite son dönem virajına girmiş bir öğrenci olarak bildiriyorum sana. Üzülüyorum. Sanırım bundan sonra benden küçük öğrencilere bir yaşlıya yakışır türden nasihat verircesine ‘’Öğrenciliğin kıymetini bilin. Biz bilemedik. Siz bilin. Yakınmayıııın yakınmayııın okuyun. İyi de arkadaşlar edinirseniz hani... işteeeeee! Bu da işin kaymağı’’ diyeceğim.

Bu zamanların en güzel yılları ise şüphesiz lise ve üniversite yıllarıdır. Benim fikrim ne yetişkin ne çocuk yahut hem yetişkin hem çocuk olduğumuzdan. Üniversiteye nasıl başladığım, kafamda nelerle geldiğim hâlâ aklımdadır. İnsanın her aklında olan gerçekleşmiyor ama gerçekleşenler de güzel sürprizler olarak hayatın bir armağanı oluyor insana. Ufak bir pencereden baktığımız bu dünyaya şimdilerde çerçeveden kafamızı uzatmış bir halde bakıyoruz. Ufkumuz, kalbimiz, beynimiz, fikrimiz, tarzımız, birikimimiz, vizyonumuz, idealimiz. işte bütün hepsi. Bütün hepsi bu güzel yıllar arasında. Kanımızın deli gibi aktığı ve her aklımıza eseni yapma enerjisini kendimizde bulduğumuz bu yıllardan kim 40’lı

yaşlarına gitmek ister ki değil mi? Güzel güzel, çok güzel. Fakat unutulmaz. O her sınav öncesi ‘’O neydi? peki bu çıkar mı?’’, ‘’Hadi ya! Onu hiç okumadım bile’’, ‘’Ya sen neden bahsediyorsun öyle bir konu yok kardeş yanlış çalışmışın’’, ‘’Reis ben nokta atışı yapıyorum yapacak bir şey yok bu saatten sonra’’ diyalogları. Peki ya derslerden çıkıp güzel güneşli havalarda bahçedeki çimlerde oturmalar, yatmalar, yuvarlanmalar. Arkadaşlar ile beraber çekirdek çitleyip kola içip arada hayırsever arkadaşların katkısıyla pasta börek kısır ilaveleriyle dönen hoş sohbetler. Kapının önündeki güvenlik görevlisine eşlik ederek çay ve muhabbet ile vakit geçiren sınıfın demirbaş öğrencilerini hep aynı şekilde bulmak ve sırf bu yüzden okula geldikleri düşüncesine kapılmak. Kantindeki çayı sabah tercih edip -akşama kadar çok acı oluyor- akşama doğru çay ocağına müracaat

etmek. Her final sınavından sonra ‘’Ben büte bıraktım’’ diyen en az 1 arkadaş gösterebilmek. En ufak bir sevinç haberini bizimle paylaşan güzel insana ‘’eee artık bize bir çay ısmarlarsın’’ diyen bir bedavacı arkadaş ve dolayısıyla çevredekilere çay ısmarlamak. Fakültenin çevresinde müdavimi olunan bir kaç kafeye ritmik aralıklarla uğramak. Okulun kapısının önünde, kampüsün bahçesinde, fakülte kapısında, duvarın altında, duvarın üstünde, ağacın yanında, lavabo aynasında velhasıl gerekli gereksiz her yerde gerekli gereksiz her türlü pozu vermek istemek,verebilmek. Derslerde hocayla hararetli tartışmalara katılıp bazen beyninin yandığını hissetmek bazen ise hiç anlamaya çalışmadan sırayı yatak niyetine kullanmak.

Bütün bunlar bir yana en güzel şey edinilen dostluklar. Flört grubunun dediği gibi;

‘’Aah sen de bize az çektirmedin be birader. Sürekli devinimler sürekli darbeler..Bugün nasılsın eski dostum. Her şey yolunda mı eski dostum.’’ sözlerindekine benzer dostluklara işte bu yıllarda sahne oluyor insan.

Ah! İşte bütün bunlar unutulur mu? Bu anlar? Aşklar, heyecanlar, üzüntüler, mutluluklar... Bunlar yaşamımızın her anında olsa da sevgili okur, işte bunlar özellikle bu yaşta ve bu yıllarda bambaşkadırlar. Söylediğim gibi üzülüyorum; bir daha bütün bunları bu yaşta yaşayamayacak olmak hüzünlendiriyor beni. Fakat bitmese güzellikler güzel kalır ve iz bırakır mıydı ki?

Sevgilerle.

Merve TORUN / Kamu Yönetimi

Deli-Kanlı

4 5Nisan’14 Nisan’14

DOSYA DOSYA

Page 5: İsar dergi sayı 2

Ey Darülfünûn-ı Şahane! Asırlar boyu İlim ve irfan yuvası olan koca Sahn-ı Seman Medresesi! Ey Bab-ı seraskeri! Ne güzel bir kelam ile şereflenmişsin: ‘’Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik’’ 2011’in eylül ayında Üniversite kayıt zamanı o kapının ihtişamı karşısında büyülenmiştim. Fatih ve Fethiyelerin mezun olacağı Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanmıştım.

Bir yıllık hazırlık döneminden sonra nihayet fakülteme geçmiştim. Sosyolojiden Siyaset bilimine, İktisattan Hukuka birçok sosyal bilimin yer aldığı kapsamlı bir bölüme yerleştiğim için çok mutluydum. Dersler ilerledikçe büyük bi hayal kırıklığı yaşadım zira bize öğretilen tek medeniyet Avrupa’ydı! Avrupalı sosyologlar, filozoflar, hukukçular.

İnsanı tanımladılar ilkin. ‘’Düşünen bir hayvan’’ ‘’Konuşan bir hayvan’’ ‘’Siyasal bir hayvan’’ dedi her biri. Ne hocalarımız ne de biz kendimize ‘’Eşrefi Mahlukat’’ diyebildik.

‘’Amaca giden her yol mubahtır.’’ Niccolo Machiavelli’nin bu sözü ile başladık siyaset bilimine. Alparslan ve Melik Şah’a vezirlik yapan Siyasetnamenin yazarı Nizamülmülk’ten nasibimizi alamadık. Platon’un giydiği sandaletten Pythagoras’ın 1 sayısına yüklediği özel anlama kadar her şeyi ezberledik. Peki ya ‘’Ben ilmin Şehriysem, Ali kapısıdır’’ hadisine mazhar olmuş Hz. Ali’yi tanıyabildik mi?

Sosyoloji temelimiz atılacaktı ilk yıl. ‘’19. yy’dan sonra gelişen bir bilim dalıdır ve bu bilim dalının babası Auguste Comte’dir. Diğer büyük sosyologlar: Emile Durkheim, Thomas Hobes, Adam Smith, Max Weber... Avrupa’da aile yapısı şöyledir;.. Avrupa’da kent yapısı...’’ Sosyolojiye hem analık hem de babalık yapan 14. yüzyılda besleyip bir asır sonra Avrupa dünyasının keşfettiği hemen hemen dünyanın bütün dillerine tercüme edilmiş Mukaddimeyi kaleme alan İbn Haldun’un isminin anılmadığı bir sosyoloji işledik. kendi toplumumuzu, insanımızı tanıyamadık bu sebeple. İnsanların makinalaştığı ve yabancılaştığı, kadının alternatif bir erkek haline geldiği, manevi her türlü duygudan arındırılmış toplum, bizim toplumumuz olabilir mi?!

Dünyada nice medeniyetler gelip geçti. Abbasiler, Osmanlılar, Yunanlar, Hititler, Mısırlılar..Avrupalılar bunlardan sadece biri. Eleştirdiğim nokta şu ki; dünya Avrupa’dan ve Avrupalıdan ibaret değildir. Son üç asırdır bilim ve teknikte dünyaya yön verdiklerini inkar edemeyiz. Fakat insanlık tarihini unutup neden onlar ile başlıyoruz? Neden kendi tarihine, kültürüne, dinine, geçmişine, özüne yabancı başkalarına hevesli insanlar olduk? Ne güzel diyor Mevlana: ‘’Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın, nerden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini şaşırmayasın’’.

Klasik bir eğitim sistemi eleştirisi yapıp, müfredatı yahut hocaları eleştirmek gayesinde değilim. Haçlı sevdalısı, Avrupa hayranı olup kendi toplumuna yabancı aydınlarımız, eski hayat tarzlarına sımsıkı bağlı olup cemiyet hayatından uzak durmayı tercih eden muhafazakarlarımız, bilimi bir canavar olarak gören mollalarımız ve ilmi, irfan ile yoğurup hakikati anlamaya çalışmak gerektiğini bilip de bunu uygulamayan; Kitab-ı Mukaddesi, İlmin Şehrini, Mevlana’yı İbn Haldun’u, Gazali`yi okumayan aydın olmaya aday olan bizler suçluyuz. Bu toprakların ilimle yeniden bereketlenmesi umuduyla...

Lisedeyken tek hedefimiz üniversiteyi kazanmaktı. Mesleğimizi ve onun hayat mücadelemizdeki yerini düşünemez olmuştuk. Çoğumuz, üniversite sınavını kazanmayı çevremiz ailemiz ya da öğretmenlerimiz tarafından yapılan baskılar sonucu sadece, bize verilen bir görev gibi algılamaya başlamıştık. Hele okulda başarılı kimselersek, sınavı kazanmak boynumuzun borcu olmuştu. Kazanamadığımızda verilecek tepkileri düşünmek, kaygı ve stresimizi arttırmıştı... Bu yüzden hangi üniversiteyi ya da hangi bölümü seçmemiz gerektiğinden çok ilk sene bir şekilde bir bölüme girebilmeye odaklanmıştık.

Önce sandık ki devletin üniversitesine devletin lisesindeki eğitim hazırlar bizi ama sonra bunun yeterli olamadığını fark ettik. Üniversite sınavı için okulda almamız gereken dersleri dershanelerde para vererek almaya başladık. Okula da gitmeye devam ettik tabi... Müfredatın kalabalık görünmesi için koyulan onca gereksiz derse girmeye mecbur kaldık. Hafta içi okul, hafta sonu dershane derken test, tost, çay üçlüsüyle geçti yıllarımız. Bedenimizin yorulduğu yetmezmiş gibi sağlıksız nesiller oluverdik. Bizlere daha verimli olabilecek sosyal aktivitelerde bulunmayı bırakın, kitap okumaya dahi ne vaktimiz ne de halimiz kaldı. Ve kazandık üniversiteyi. Çevremiz memnundu da biz ne durumdaydık? Öğrenciler şaşkın, hocalar daha şaşkındı… ‘Şu kitabı okumadınız mı, bu yazarı nasıl tanımazsınız, herhangi bir sivil toplum kuruluşuna üye misiniz, yabancı diliniz var mı?’ gibi onlarca soruya yanıtsız kaldık. Test çözmekten, okuldaki sınavlara hazırlanmaktan, dershane, okul yolu derken beynimizin ve bedenimizin yorulduğunu ve bunları yapmaya fırsat bulamadığımızı farkındalar mıydı? Hiç sanmıyorum.

Şimdi bu soruların cevaplarının hayatımızdaki etkilerini daha iyi anlıyoruz. Sadece ders çalışmanın yeterli olmadığını biliyor, ufkumuzu genişletmek adına; kitap okuyor, faaliyetlere katılarak aktif olmaya çalışıyoruz. Evet, üniversitede bunları yapabilmemiz için boş vakit ve imkanlara sahibiz ama bahsettiklerime daha erken yaşlarda başlanılması gerekir. Sürekli değiştirilen sınav sistemi, okuldaki derslerin verimsizliği, çevre baskısı ile oluşan yorgun ve bıkkın ergenlik çağındaki gençleri düşünürsek, başarısız bir neslin oluşması olağan hale gelebilir. Bu kadar önemli bir meselede insanların daha bilinçli davranması, eğitim sisteminde derin düşünülüp, gerçekçi ve geçerli kararların alınması gerekmez mi?

İlim İlim Bilmektir,

İlim Kendin Bilmektir! Üniversite Yolculuğu.Zeynep ÖZALP / Uluslararası İlişkiler Zeynep KARAKAN / Uluslararası İlişkiler

6 7Nisan’14 Nisan’14

EĞİTİM EĞİTİM

Page 6: İsar dergi sayı 2

“De ki: Sizin duanız olmasaydı, Rabbim size değer verir miydi?” (Furkan Suresi/77) Öyle ya, neden yaratılmıştı insan? Kulluk için şüphesiz. Peki kulluğunun gereği, nefes aldığı her an imtihan içinde olmasından kaynaklanmıyor muydu?

Kulluğunun bilincinde olan, haddini bilen bir insan duaya sığınır elbet. Elinden gelen her şeyi yaptığı halde amacına ulaşamayan bir kimse Allah’a tevekkül etmeli; kibrini, gururunu bir kenara bırakıp Allah’ın kudreti karşısında acizliğinin farkında olup duaya el açmalıdır. Yerin, göğün ve her ikisi arasındakilerin yaratıcısı ve sahibi olan Rabb’inin huzuruna çıkıp yalnız O’ndan yardım istemeli, O’na güvenmelidir. Duası kabul edilip istediği kendisine verildiğinde hamd etmeli, verilmediğinde ise “Bunda da bir hayır gizlidir elbet.” deyip kanaat etmelidir. Bilinmelidir ki; her iki durumla da sınanmaktadır ademoğlu. Eğer isyan etmeyip, sıkıntıya sabrederse kazanacaktır bu sınavı. Hepsinden önemlisi Allah’ın rızasını… Şeytanın kendisini isyana sürüklemesine izin vermemelidir ki kurtuluşa erebilsin. Çünkü ümit Allah’tan, ümitsizlik ise şeytandandır… Dolayısıyla her daim sabırlı olmakta fayda vardır. Çünkü zaman içinde şartlar değişir. Acele ettiğinde ise kendine yazık eder insan… İşte bu yüzden Allah’tan ümit kesilmez ya zaten.

Hz. Yakub’un kıssasını bilirsiniz. 40 yıl boyunca oğlu Yusuf (a.s)’ın hasretiyle kahrolan, ağlamaktan gözleri kör olan Hz. Yakub Allah’tan hiçbir zaman ümidini kesmemiştir. Ve en sonunda oğluna kavuşmuştur. Allah-u Teala Hz. Yakub’a şöyle seslenir: “Ey Yakub! Yusuf’u sana yeniden neden bağışladım biliyor musun? Çünkü sen benden hiçbir zaman ümidini kesmedin” Ve Yusuf Suresi 87. Ayette şöyle buyrulur: “… Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah’tan ümit kesmez”.

Bir mümin için dua etmek, Allah’ı anmak, dua ile ümidini ayakta tutmak kadar güzel bir şey var mıdır?

Madem ki hayat bir sınav, bizi ayakta tutacak olan ise ümidimizdir. Mustafa Ulusoy bir yazısında okuyucularına şöyle sorar: “Umudu yanlış yerde arayarak mı tüketiyoruz ömrümüzü yoksa?” İşte bu soru üzerinde durup epeyce bir düşünmemiz lazım. Acaba biz umudu nerede arıyoruz? Farkında olmadan kimlerden medet umuyor, Allah’ın rahmetinden sırt çeviriyoruz?

Umut sandığımız gibi bilmediğimiz bir gelecekte saklı değil elbet. Güneşin her sabah yeniden doğuşunda, çiçeklerin her mevsim yeniden açmasında, ağaçların filiz vermesinde, aldığımız her nefeste birer ümit saklı aslında… Bütün bunlar hayata dair henüz bizim için hiçbir şeyin son bulmadığının, bizim için her an bir ümidin var olduğunun belirtileri değil midir? Öyleyse pes etmenin, vazgeçmenin manası nedir? Geleceğe dair hiçbir bilgiye sahip değilken henüz, daha yolun en başında peşin hükme varmanın, hayatın kötü olduğunu düşünmenin bir faydası var mıdır? Hem nereden bilebiliriz ki şu an bizim için kötü sandığımızın içinde aslında ne hikmetler saklı olduğunu? Ayrıca şimdi mutsuzsak bile bunun hep böyle devam edeceğini ummak ne kadar doğrudur? Ne güzel söylemiştir Şems-i Tebriz-i ; “Hakkın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden iyi olmayacağını” Tabi ki her şerde bir hayır saklıdır. Mesele, o hayrı görebilmek, ders çıkarabilmektedir. Hayatta her istediğimiz olacak diye bir kural da yoktur ayrıca. Kendini dünyanın merkezine koymak haddini aşmak değildir de nedir? Öncelikle insan haddini bilmelidir!

Başına gelenlerin yalnız onun başına gelmediğini, herkesin türlü sıkıntılarla mücadele ettiğini bilmek biraz olsun güç verir insana. Yalnız olmadığını hissettirir. Hatta bazen başkalarının acılarını görüp haline şükrettirir. Ancak bu da yeterli değildir elbet. O acıyı yaşayanlara elini uzatabilmek ise ayrı bir meseledir.

Ümitsizliğe kapılıp ‘’Halimiz ne olacak?’’ diye sorduğumuzda “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz” (Zümer Suresi/53) cevabını alırız derhal.

Bazen çok zorluk çektiğimizi söyleriz ve bize şöyle seslenildiğini işitiriz; “Şüphesiz, her zorlukla beraber bir kolaylık vardır” (İnşirah Suresi/5)

Dedik ki; “Dayanamıyoruz” O halde buyrulur: “Allah sabredenlerle beraberdir” (Bakara Suresi/153).

Ya da çok huzursuz olduğumuzu hissettik diyelim, bize şöyle yol gösterilir: “Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur” (Rad Suresi/28).

Öyleyse dua ile ümidi ayakta tutmalıdır. Olmayacak duaya amin denmez, diyerek kimsenin ümidini kırmamalıdır. Çünkü ümidi var eden de dualara cevap veren de yalnız Allah’tır. O, bir işe karar verdiğinde ona sadece ‘’Ol!’’ der ve o, oluverir. İşte ümit etmek, tevekkül etmek bu kudreti bilmektendir.

Ne de olsa dünya da, içindeki sıkıntılar da, mutluluklar da hepsi gelip geçicidir. Öyleyse ömrünü yavaş yavaş tüketirken, açık yüreklilikle şunu söyleyebilmelidir: “Dünya bir imtihan yeriydi belli. Bu da bir sınav amenna” (Nazan Bekiroğlu/Nar Ağacı)

Dua Ümidi Ayakta TutarSerpil ALPARSLAN / Kamu Yönetimi

8 9Nisan’14 Nisan’14

İSLAM İSLAM

Page 7: İsar dergi sayı 2

Yerinde ben olsaydım keşke dediğim hikaye kahramanlarına sesleniyorum! Her ne kadar hayatta olmadıklarını bilsem de, beni duyamayacak olsalar da. Bunca yıl beni var olmayan gerçeklere inandırdıkları için biraz kırgınım onlara bunu söylemek istedim. Kırgınım sadece, kızgın değil. Kızmıyorum çünkü kızmak yeni bir sayfa açmak için gereken cesaretin önüne kin ile set koyar. Bu yüzden kızamıyorum.

Dünyanın rutin sıkıcılığından bir nebze de olsa sıyrılmak için ele alınan her kitap, sayfalarının her çevrilişinde ne kadar gerçek olabilecekse o kadar kırgınım. Kırgınım ama bir yandan da inanmak istiyorum. Olaydan ve yazardan ziyade kahramanlara bu sitem. Kitapta yazan bir kelimenin ardına düşüp, okura bütün bir ömrü onu arayarak geçirebilecek cesareti vermek de ne demek? Çıksa mesela ölümsüz olarak adlandırılan şu hayal kahramanlarından biri cevaplayıverse soruyu. Ya da tamam bulduk aradığımızı yani hikaye kahramanının ballandıra

ballandıra anlatıp yaşadığı o duyguyu, bulduk bulmasına da öncesi uysa da basit benzerliklerle, sonrası tamamen farklı. Kırılmak bir yana dursun üstüne kandırılmışız da.

Gerçeğin içine hayal nasıl hapsedilebilir ki? Yaşanması muhtemel olayları zorunluluklara karşı neyle savunabiliriz ki? Açılan kitap kapağında bizi bambaşka bir dünyaya götüren kahramanımız son sayfasında bu soruların cevabını verebilseydi keşke. “Bu kitaptaki olaylar ve kişiler tamamen hayal ürünüdür” diyerek kolaya kaçmak yerine “Bu dünyaya ait değiliz, ondandır bu hayal kırgınlıkları, sevinçlerimiz hüzünlerimiz hep geçici, beklentilerimizin tam olarak karşılık bulmasının imkanlılığı da, bu yüzden sonsuz bir arayış içindeyiz hep, ve sen bir kelimeye umut bağlayıp peşine düştüğün hayalin için hesap soramazsın benden, sırf bu sebepten kendini sonsuz hayata sakla (malısın).” Deseydi, anlardım.

Bizim üniversite memleket gibi, her topraktan bir avuç insan ile dolu.

Hatırlıyorum da, birinci sınıfın ilk günleriydi. Hukuka giriş dersindeyiz. Hoca dedi ki, “Ne olmak isterdiniz, sırayla hepiniz söyleyin.” Ezelden beri, hocaların herkese sırayla bir şey söyletmesi hoşuma gitmemiştir. Sorduğun soruya isteyen cevap verir, isteyen cevap vermez. Neden zorunluluk getiriyorsun? Neyse, sıra bana gelince nasıl bir cümle kuracağımı zihnimde canlandırırken sırayla konuşmaya başlamışlardı:

- Karınca olmak isterdim çünkü çalışkanlığı…- At olmak isterdim çünkü…

Sınıf gülmeye başlamışken hoca müdahale etti. Meslek seçimizi sormak istemiş aslında. Sonrasında farklı seslerin çoğunlukla tekrar ettiği kelime şuydu: Kaymakam.

Aklıma geldikçe yüzümü güldürecek anılarımdan bir tanesi daha anlatacağım!

Hazırlık sınıfındayken ders bitiminde hep beraber yemekhaneye giderdik, 50 kuruştu yemek. Uzun bir masayı dolduracak kadardık o gün. Sürahiden bardağa su dolduruyordu birimiz, diğerleri çorbasını kaşıklamakla meşguldü derkeen.. Hoop! İlk kavgaya şahit oldum. Yan masadaki öğrenciler kavga etmeye başlamıştı. Masaları devrilmiş, tabldotlar yerlerdeydi. Hepsinin elinde oturdukları demir sandalyeler ve birbirlerine acıyı hissetmeksizin vuruyorlardı. Her biri olmuş mu birer Rocky! O an ne yapabilirdim? Sadece yapmayın diye bağırabildim. Sonrasında kavganın etrafındaki herkes gibi yemekhaneden dışarıya çıktım/kaçtım.

Dondum kaldım. Moralim altüst olmuştu. Neden insanca yaşayamıyorlardı, neyin kavgasıydı bu? İstanbul Üniversitesi için bu olayların normal olduğunu söylüyorlardı.

Zamanla öğrendim ki bizim üniversite memleket

gibiymiş. Memlekette her ne oluyorsa, buraya yansıyormuş. Kavga anına şahit olmak ne kadar korkutucu olsa da, şöyle bi’şey var: Buradaki öğrencilerin derdi latte, macchiato değil. Buradaki öğrencilerin derdi memleket. Cebindeki para ile dört duvar örüp, içine hoca koymak orayı üniversite yapmıyor. Öğrencisinin kalitesi, idealleri ruh veriyor üniversiteye. Bizimkinde memleket ruhu var, doğru ve yanlışlarıyla.

He bu arada, biz yemekhane kavgasından kendimizi dışarıya zor attık ama o sırada tabldottan mandalinaları alıp çantama atmışım. Hangi ara yapmışım, ne kadar da açmış karnım meğer! Aklıma geldikçe yüzümü güldüren anılardan biri de mandalinalar oldu.

Üniversite ile birlikte Anadolu’ya merakım arttı. Mezuniyetimin ardından Anadolu’yu adım adım gezmeyi, köylerdeki çocukların oyunlarını izlemeyi, yaşlı teyzelerin mutfak marifetlerini tatmayı, köy kahvesindeki amcalar ile memleket hakkında keyfimce genellemeler yaparak siyaset konuşmayı hayal ediyorum.

Sitemvari Memleket AynasıHuri AKYILDIZ / Kamu Yönetimi Öznur HACIOSMANOĞLU/ Kamu Yönetimi

10 11Nisan’14 Nisan’14

DOSYA DOSYA

Page 8: İsar dergi sayı 2

“Ben insanları ve cinleri yalnız Bana kulluk etsinle diye yarattım”*

Bu ayet-i kerimedeki “kulluk” ibaresini alimlerimiz “bilsinler, tanısınlar” olarak açıklamaktadır.** İnsan bilmediğine nasıl inansın? Allah bizlere yaratılış sebebimiz olarak O’nu bilmemizi istediğini söylüyor. İnsan en temel vazifesi kulluğa bilerek başlıyor. Bilmek soru sormakla başlar, soru sormak sorgulamayı, sorgulama ise seçenekleri beraberinde getirir. Ve nihayet insan cüzi iradesiyle seçimlerde bulunarak hayatını şekillendirir. Ömrü o seçimle yolunu bulur.

Hangi sosyal çevrede, Hangi maddi ya da manevi konumda olursa olsun her insanın hayatında en az bir kere sorduğu ortak bir soru vardır: “Neden var oldum?” Kimileri buna anlam veremeyip vermeye de çalışmayıp “Hiç” cevabını vermiş; kimileri kendini doğayla bütünleştirip bir sirkülasyonun, evrimin parçası olduğunu söylemiştir. Sorulan soru ortakken alınan bunca farklı cevap hangisinin doğru olduğu konusunda kafa karıştırıyor. Bazıları buna da “Herkesin kendi doğrusu vardır” diyerek haklılık kazandırmaya çalışabilir. Ama hayır! Nasıl ki her insan 23 kromozomdan yaratıldı, bir kafası iki kulağı varsa Allah, Adil sıfatı gereği her yarattığına inanma ihtiyacı vermiştir. Yoksa bilinmeyi isteyen Allah bunu sadece bazı kullarına verirdi ki bu da imtihanı ve hesabı temelsiz bırakırdı.

Peki neden O’na inanan kadar O’nu reddeden de var? Ne demiştik, bilmek soru sormakla başlar. İlmin yarısı meraktır. Tersi ise soru sormaktan dolayısıyla da cevabından korkmakla başlar. Sonra ise hayat akışına bırakılır, her şey olduğu gibi kabul edilir ve nihayet her devrin adamı olunup çıkılır. İdeali,

duruşu, prensibi olanla olmayanın aralarındaki fark, sorgulamanın getirdiği sorumluluktadır. Merak etmeyene cevap verilmez. İhtiyaç duyduğunu istemek istediğini de kontrol edebilecek cesarete sahip olmak çoğumuza zor gelir. Beyin her yeni bilgiyle kendini yeniden düzenlemek zorunda kaldığından yeni şeyleri hele de belli bir yaştan sonra çok zor kabul eder, uğraşmak istemez. Hele nefis! Ona nasıl da zor gelmektedir sorumluluklar. Rahatına düşkün ağustos böceği misali yaz-kış keyfine bakmak ister, mutlu olma hakkı anayasada bulunsun ki*** hep mutlu olmam gerektiğini düşüneyim ister. Hiç üzülmeyeyim, kırılmayayım, çaba sarf etmeyeyim ama istediğim her şey de eksiksiz olsun ister. Yoksa her an isyana, “Ben ne günah işledim de…” diye serzenişlere hazırdır. Kolaycılığa meyillidir. Arkasına devleti, kişileri almak ister ki hep garantide(!) olabilsin. Örnekler uzar gider.

Velhasıl kişi karakterini kendisine sorduğu sorularla ve cevap almayı tercih ettiği kaynaklarla şekillendirirken…

Biz gerçek hayata yeni adım atan nesil!

Nefisle cihadı kim kazandı?

*Zariyat Süresi 5. Ayet

**Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi“Ehl-i Sünnet İ’tikadı”

*** ABD Anayasası madde 4

NerdenBaşlamalı?

Kevser ÇELİK / Kamu Yönetimi

12 Nisan’14 13Nisan’14

İSLAMİSLAM

Page 9: İsar dergi sayı 2

Başımı AlıpFilistin’e Mi Gitsem?

Veyl! Peygamber sana, orada Allah’ın insanlarının boğazlandığını söylüyor!

Tevfik Alhamss (27 Haziran) 1990 Filistin doğumlu.2008 yılında üniversite eğitimi için Türkiye’ye gelen Alhamss Atatürk üniversitesi Kimya Mühendisliği mezunu. En son 4 yıl önce Filistine giden Alhamss genç yaşta ülkesinden ayrılmasına rağmen Filistin ile ilgili konulara uzak kalmamış aksine oldukça hakim durumda. Aynı zaman da ‘twitter fenomeni’ olan Alhamss ile uzun süren röportajımız da birçok noktaya değinmeye çalıştık.

T.P: Bize göre bir devletin tüm unsurlarını taşıyan Filistin bazı ülkelerce devlet statüsünde sayılmıyor. Bunun en önemli gerekçesi ise hükümetin halk üzerinde egemenliğinin olmaması gösteriliyor. Neden böyle gösteriliyor ve gerçekte durum nedir?

T.A:Bu konu da çok haklısınız fakat konuya duygusal bakmamak lazım. Açıkçası hem var hem yok. Egemenlik var, halk bir egemenliği kabul

etmiş ki 2006’daki seçimlerde Hamas seçildi. Halk açısından durumsa bambaşka bir noktada, halk ikiye ayrılmış durumda. Şuan biri Gazze de biri Batı Şeria’da iki hükümet var. Biri parlamenter, diğeri ise başkanlık sistemiyle yönetiliyor. Birbirlerinin verdiği kararı tanımıyorlar. Biz eskiden bir devlet istiyorduk, şimdi iki devletimiz oldu. Şu açıdan egemenliğin olmadığını söyleyebiliriz. Polis var ama yokmuş gibi; yapması gereken şeyleri yapamıyor. Sonra bir ordunuz var ama oda bizi koruyamıyor çünkü silahı yok. Mesela Filistin’li olarak aldığımız her kimlikte ismimiz hem Arapça hem İbranice yazılıyor. Nasıl bir ülke ki vatandaşların kimliğinin üzerine başka bir ülkenin diliyle yazılmış olsun. Şunu da unutmayalım ki, biz hala işgal altındayız. İşgalci devlet işgal ettiği halka nasıl bir egemenlik tanıyabilir?

T.P:Filistin direnişinde bugüne kadar farklı metodlara başvuruldu. Mesela Leyla Halid’li uçak kaçırmalar,İntifada hareketleri vs. Fakat bir takım kazanımlar olsa da net bir sonuç alınamadı. Bugün Filistin’deki direnişin bu kadar uzun sürmesinin nedeni nedir?

T.A: Sonuç alınamadı demek haksızlık olur. Filistin direnişi taş atarak başlamıştı fakat bugün uygulanan ambargoya rağmen Filistinliler kendi füzelerini yapıp geniş alanları vurarak, İsrail saldırılarına karşılık verebiliyor. Mesela hapishanedeki Filistinli esirler istendiğinde, bırakın esirleri vermeyi resimleri bile verilmiyordu. Sonraki zamanlarda İsrail’den bir asker kaçırıldığı zaman elimiz güçlendi ve pazarlık şansımız doğuyordu. Onların bir askerine karşı bizden on kişiyi serbest bıraktırabiliyorduk. Uzun sürmesinin nedenine gelecek olursak; unutmamak gerekir ki bu topraklar üç din içinde çok kutsaldır. Bu topraklar için mücadele hiç bitmeyecektir.

“Yaser Arafat Filistin’e direnişi getiren adamdır.”

T.P.: “İsrail Devleti’ni ortadan kaldırmayı ve saf bir Filistin devleti kurmayı planlıyoruz.Biz Filistinliler:Kudüs’ün tamamı da dahil olmak üzere her şeye el koyacağız.”Filistin için önemli bir lider olan Yaser Arafat’ın tüm Filistinlilerin ve islam coğrafyasının da ortak isteği olan bu idealini inşallah gerçekleştirecek olan kişi Filistinden mi yoksa başka ümmet coğrafyasından mı çıkar?

T.A.: Bu kişinin ne Filistin’den ne de başka bir yerden çıkacağını düşünmüyorum. Çünkü bu topraklarda mücadele her zaman devam edecek. Herkesin bu dünya da bir sınavı vardır, biz Filistinlilerin sınavı da bu topraklarda doğup İsrail gibi bir devlete karşı mücadele vermekmiş. Burada ki mücadele ancak Mesih’in gelmesiyle kurtuluşa erecektir.

T.P.: Mısır’daki darbeyle birlikte Filistin’e açılan son yardım kapısı olan Refah sınır kapısının da kapatılmasıyla zaten zor olan koşullar daha da zorlaştı.Peki şu anda durum nedir? Yardımlar o bölgeye ulaşıyor mu?

T.A.: Mübarek döneminde bazı tüneller mevcuttu. Bunlar çok iyi koşullar da olmamakla beraber yardımlar bu tüneller vasıtasıyla ulaşıyordu. Mursi döneminde bu tünellerin durumu oldukça iyileştirildi ve Filistin hiç olmadığı kadar rahatladı. Ancak darbeyle birlikte Sisi’nin iktidara gelmesiyle yardımlar tamamen kesildi ve tüneller kapatıldı.Haliyle tüm yardımlar kesilmiş oldu.

T.P.: Filistin halkının neden İsrail malları kullandığının cevabı verilmiş oluyor.

T.A.: Evet çünkü başka seçenek yok.Örnek verecek olursak 25 kuruşluk bir suyu İsrail bize 75 kuruşa satıyor ve talep edilen miktarda da değil kendi istediği kadar.Acil ilaç ihtiyacı olduğu zaman gelmesi gereken ilaçlar ya vaktinde gelmiyor yada istenilen miktarda getirilmiyor.

“Ne Araplar hain ne Filistinliler topraklarını sattı.”

T.P.: Arap dünyasında bazı çevreler Osmanlı’yı işgalci bir yönetim olarak görüyor.Bu kanı neden oluşmuş olabilir?Böyle mi düşünüyorsunuz?

T.A.: Biz öyle düşünmüyoruz. Zaten o topraklar hiçbir zaman Filistin tarafından yönetilmedi. Ancak Osmanlı döneminde Müslüman bir yönetim bize hakkımızı veriyordu. Bir memnuniyet vardı ve isyana sebep yoktu. Osmanlı’nın işgalci olduğu algısı sonradan çıkarılan yanlış bir medya algısıdır. Bu şekillerde ortaya farklı algılar çıkıyor Araplar hain, Filistinliler topraklarını sattı gibi. Halbuki işgalci devlet belirlediği bölgedeki halkı katlederek ya da çeşitli yollarla korkutarak oradan uzaklaştırıyor ve sonrasında kendi halkını yerleştirerek orada kalıcılığını ve tahakkümünü arttırma yoluna gidiyor. Benim dedem de böyle bir durumla karşı karşıya gelmiş ve evinin anahtarları boynunda geri dönmek umuduyla yanlarına hiçbir eşya almadan evlerini bırakmak zorunda kalmışlar.120 yaşındaydı ve boynunda hala evinin anahtarını taşıyordu…

T.P.: Kudüs ve Mescid-i Aksa sizin için ne ifade ediyor?

T.A.: Her Müslüman Kudüs’ün işgal altında olmasından bir rahatsızlık hissetmelidir.Eğer hissetmiyorsa bir sıkıntı var demektir.Müslümanlar için ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyoruz.Allah kutsal olduğunu Kur’an ile bize bildiriyor.Peygamberler şehridir.Hz. İsa’nın doğum yeri, Hz. Musa ve Hz. Süleyman’ın vefat ettiği, İsra ve Miraç olaylarının gerçekleştiği yerdir.

T.P.: Son olarak ne söylemek istersiniz?

T.A.: Oradaki insanlar unutulmasın.Ben bir şey yapamıyorum elimden bir şey gelmiyor demek olmaz.Dua edebilirsin.Herkes bir şey yapabilir. Bir şey yapamıyoruz demekle, aynı yerde kalmaya devam ederiz.

Rabbim her şeye kadirdir vesselam…

14 15Nisan’14 Nisan’14

RÖPORTAJRÖPORTAJ

Page 10: İsar dergi sayı 2

Bir düşüncenin başarılı olabilmesi için o düşünceye sağlam bir şekilde iman etmek, ona karşı sadık ve samimi olmak, onun yolunda coşkuyla, şevkle çalışmak ve uğruna kendini feda edecek kadar gerçekleşmesi için çalışma eğilimine sahip olmak gerekir.

Bu dört esas; iman, sadakat, coşku ve çalışma gençlerin sahip oldukları özelliklerdir. Çünkü imanın aslı zeki bir kalp, sadakatin aslı temiz bir gönül, coşkunun aslı güçlü bir bilinç, çalışmanın aslı ise azimdir. Bu özelliklerin hepsi de gençlerde vardır.

Bu sebeple tarihte ve şimdi gençler halkların dirilişinin dayanağı, her dirilişin sırrı ve her düşüncenin sancağının taşıyıcısıdırlar. “Onlar gerçekten de Rablerine yürekten inanan gençlerdi; ve biz de kendilerini doğru yolda derin bir bilinç ve duyarlıkla güçlendirdik.” (Kehf, 13)

Ümitsizliğe düşmeyiniz. İnananların ahlakında ümitsizlik yoktur. Bugünün hakikatleri dünün hayalleriydi. Bugünün hayalleri de yarının hakikatleri olacaktır.

Hala vakit vardır. Bütün bozulma ve çürüme görüntülerine rağmen inanan halkların benliklerinde bu unsurlar dipdiri ve sağlamdır.

Zayıf hayatı boyunca zayıf kalmaz. Güçlü de gücünü sonsuza dek sürdüremez. Yeryüzündeki zayıflara yardım etmek istiyoruz. Onları yeryüzünün efendileri ve gücün varisleri kılmak istiyoruz. Zaman birçoğunu büyük olaylarla yerinden edecek ve büyük işler yapmak için fırsatlar doğacaktır.

Dünya sizin davetinizi beklemektedir. Yaşanan acıları dindirecek barış, kurtuluş ve hidayet çağrınızı beklemektedir. Halklara yol gösterme ve önderlik etme sırası size gelmiştir. “Zira böyle [iyi ve kötü] günleri insanlara sırayla paylaştırırız.” (Ali Imran, 140) “Allah’tan onların ümit edemediklerini [alacağınızı] ümit ediyorsunuz.” (Nisa, 104)

Hazırlanın gençler!

Yarın yapamayacaklarınızı bugün yapın!

Ey Gençler!Hasan El BENNA

Özge...Üzücü bir olay sonucu kaybettiğimiz kardeşimiz… Ne desek boş şimdi ne yapsak boş. Ama bir an olsun ‘sen’ dedik ve ellerimizi semaya açıp dua ettik, tanıdığın tanımadığın herkes senin için oradaydı. Mekanın cennet olsun kardeşim..

Zeynep ÖZALP

7 Mart Cuma günü… Arkadaşların olarak belki hiç de bu kadar elem duymamıştık. Cenaze günü evine geldik, odanda her şeyi olduğu gibi bırakıp gitmiştin. Dikkatimi çeken “Yaşamak Güzel Şey” adlı şiiri yazmıştın.

Kar gibiydi alnın, tertemizdi gönlün, dostlarına güveniyordun, iyi günler bekliyordun, hava da güzeldi kardeşim ama gitme vaktin gelmişti. Şimdilik Allahaısmarladık Özgem. Cennette buluşmak ümidiyle…

Tuğçe PEHLİVANOĞLU

İnne lillahi ve inne ileyhi raciun. Gerçeği ötelemeye çalıştığımızdan belki ömrümüzün bittiği anın bu kadar yakın da olduğunu unutabiliyoruz. Bir saat önce karşında yemek yiyen insana geliyor sonra ölüm ve sen yaşadığını hatırlıyorsun. Acı geliyor olabilir bize ancak N. Fazıl’ın dediği gibi “Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?” İnşaallah bütün güzellikler seni orada bulsun ‘hanım kız’. Efendimiz’in sancağı altında buluşmak duası ile…

Büşra ÖZDEMİR

Özge’m canım!

Seni tanıyalı bir sene bile olmamıştı ama sen öyle samimiydin ki benim gibi soğuk, kolay arkadaş edinemeyen biriyle bile yıllardır arkadaş gibi oldun. Bundan dolayı gidişin çok ağır oldu, daha doya doya geçireceğimiz birçok sene vardı; geçiremedik, doyamadık.Gidişine hâlâ inanmıyorum ben, hâlâ aramızda gibisin; hâlâ o güler yüzünle yanımıza gelecek gibi. Şairin dediği gibi “Geleceksin diye bir gün seni hâlâ bekliyorum.” Allah seni hesabını kolay verenlerden eylesin canım arkadaşım, mekanını cennet eylesin.

Zeynep KARAKAN

Hazırlık sınıfında tanıştığımızda sana karşı hissettiğim yakınlık her geçen gün artarak devam etti.Dertleştik,eğlendik,her zaman birbirimize destek olmaya çalıştık.Planlar yaptık,hayaller kurduk.Ölümün bu kadar erken geleceğini düşünemedik.Güzel gözlü,güler yüzlü dostum benim..Seni artık göremeyeceğimizi bilmek o kadar zor ki …Biz biliyoruz ki süreleri biten insanların yaşamı ne bir an geri kalır,ne de bir an ileri gidebilir.Kadere olan bu inancımız sabrımızı arttırıyor.Hala inanmakta zorlansak da bu fani alemden baki aleme geçişin bizlere çok şey öğretti.Rabbim suallerini kolaylaştırsın,mekanını cennet eylesin,ailene ve bizlere sabır versin. Seni çok özlüyoruz.

Ve geride bıraktığın arkadaşlarının satırlarından senin için dökülenler..

16 Nisan’14

DOSYA

Page 11: İsar dergi sayı 2

Bir milletin asıl gücü: Topu,

tüfeği, tankı değil; imanlı ve

inançlı gençliğidir!

Prof. Dr.

Necmettin ERBAKAN

Hayata tepeden bakarsan insanların sadece tepesini görürsün. Hayata daima insanlarla aynı mesafeden bak. O zaman onların hem yüzünü hem kalbini görürsün.

Şems Tebrizi

Tembellik vücudun aptallığı, aptallıkta vücudun tembelliğidir.

Shakespeare

“Kim ilim talebi için yola

çıkarsa geri dönünceye

kadar Allah yolundadır.”

Tirmizi