152
Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE KAYSERİ EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI YAYIN NO: 13

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

  • Upload
    others

  • View
    33

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE

KAYSERİ EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI YAYIN NO: 13

Page 2: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı Nu. 13Birinci Basım : Mart 2013Kapak : Mustafa İBAKORKMAZTashih : Mustafa CABATDizgi-Baskı : Orka Matbaa / Kayseri Tel: 0352 322 17 00İsteme Adresi : Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı İstasyon Mahallesi Depo Cad. Nu. 3 Kocasinan/Kayseri Tel: 0352 222 54 17 e-posta : [email protected] www.kekvakfi.gen.tr

Page 3: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

İÇİNDEKİLERÖnsöz / Mustafa Tekelioğlu....................................................................................................................5Gönüldaşlar Topluluğu / Abdullah Gül ...................................................................................7Medhal / Mustafa Özer ............................................................................................................9Dua Niyetine / Prof. Dr. Mehmet Tekelioğlu .............................................................................. 17Büyük Doğu Fikir Kulübü Çevresinde(*) / Mustafa Miyasoğlu ..............................................19Umut Suları’ndan Rüya Çağrısı’na(*) / Mustafa Özer ..............................................................22Dostlarımdan Kalan / Prof. Dr. Mehmet Tekelioğlu ...........................................................24Büyük Doğu Havuzunda / Ahmet Taşçı ................................................................................26Yüreklerine Çamur Değmeyenler / Taner Yıldız ....................................................................27İyilerin İzi / Yaşar Karayel .....................................................................................................28Ölüm Gerçeği / Mustafa Cabat ..............................................................................................31Dost Bir İnsan / Mehmet Güldeste .......................................................................................34Abdülkadir Binbaşıoğlu / Mustafa Özer ................................................................................36İş Disiplininden Cemiyet Nizamına Mustafa Biraderoğlu / Mustafa Özer .............................40Hasan Nail Canat / Biyografi ..................................................................................................42Canat, Davasının Sâdık Bir Mensubuydu / Prof. Dr. Mehmet Tekelioğlu ...........................45Deniz Feneri / Mustafa Özer .................................................................................................46Etyemez* / Mustafa Özer .......................................................................................................52İlkeler Ve Ülküler / Mustafa Özer ..........................................................................................56Kürsüde Şiir Okurken Öldü / (Gazeteler) ..............................................................................58Mehmet Gökalp / Biyografi ....................................................................................................61Ararenk / Mustafa Özer .........................................................................................................62Deha Ve Zeyl / Mustafa Özer ................................................................................................64Necip Fazıl’ın Oğlu Ömer Kısakürek Vefat Etti... / Gazeteler..................................................67Kuzuların İmamı / Mustafa Özer ...........................................................................................69Kadim Dostum Kenan Kuzuimam / Fehtullah Dinçsoy .......................................................75Fuat Livdemir / Mustafa Kanlıoğlu ......................................................................................77Özel Bıyıklar /Mustafa Özer ..................................................................................................78Mustafa Özküçük / Halit Kantarcı .........................................................................................81Patriyot / Mustafa Özer .........................................................................................................82Dişçi’nin Paltosu / Mehmet Kasap .........................................................................................87Ekrem Sağıroğlu / Röportajı Yapan: Osman Akyıldız ........................................................89Sağır Hoca / Mustafa Özer ....................................................................................................94Kadim Dostum Arkadaşım Ekrem / Mustafa Ekinci .............................................................97Abdullah Saraçoğlu / Biyografi ............................................................................................102Müsevvidlikten Müftülüğe / Mustafa Özer .........................................................................104Ülfet Hala’nın Mehmet / Prof. Dr. Şükrü Karatepe ............................................................120Nükte Gezegeni / Mustafa Özer ...........................................................................................124Gönül Dostu Bir Adam! / Dr. Ahmet Alpay ........................................................................129Büyük Doğu Halkası / Rıfat Besceli .....................................................................................132Mustafa Şencanlar Vesilesiyle / İbrahim Ulueren................................................................133Aşk Ziya’ya Düştü / Prof. Dr. Şükrü Karatepe ....................................................................135Tekesağan / Mustafa Özer....................................................................................................138Bir Necip Fazıl Delisi / Galip Boztoprak .............................................................................142Hamdi Zeyrek / Biyografi .....................................................................................................144Anılarımdaki Hamdi Zeyrek / Murat Yerlikhan ..................................................................145Albüm .................................................................................................................................................. 147

Page 4: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE4

Page 5: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 5

Gönül isterdi ki “Kayseri’den mavera-ya yolcu ettiğimiz gönüldaşlarımıza MERSİYE’’ adını verdiğimiz bu kitapta

o mesud yolcuların son sözleri bulunsaydı. Sokakları ve işyerlerini denetleyen kameralardan bu verileri onlardan habersiz derleyebilseydik. Bu çılgın hayal herkese sürpriz olurdu. . . Biz ise bencil yolu tercih ederek bizdeki arkadaşların yansımalarını perdeye aktardık. . İzlenimlerimizi ve hayallerimizi anlattık. Aczimiz hala sonsuzmuş demek ki. Aczimizi itiraftan da keyf alabiliyor olduğumuza göre arkadaşlarımızla aramızdaki rabıta sağlam kalmış olmalı. Buna sevin-mek lazımdır. Zira onları kayıp gibi değil yaşıyor gibi anlatabildik. Zira çok ciddi olarak ele alınabilecek geçmişimizi didikleyen bu konuyu, bütün açık yü-reklilikle ele alıyoruz. Bu kitabı hazırlarken çocuklar gibi, neşeli ve ağırbaşlı bilgeler gibi edep içinde, hem de, arkadaşların yüzüne bakabilir durumda kalmak önemliydi…Bu vaziyeti kavradığımızı ve eserin te-sadüf eseri olmadığını belirtmek isteriz. Sayın Cum-hurbaşkanımızın mültefit yazıları, İzmir Milletveki-limiz Prof. Dr. Mehmet Tekelioğlu’nun dostça yakla-şımları, yoğun meşguliyetinin içerisine kitabımıza değerli katkılar veren Prof. Dr. Şükrü Karatepe, Milli gazetedeki köşesini bize açan sanatçı yazarımız Mus-tafa Miyasoğlu, Kitabın isim babalığından ve büyük hacmini emeğine borçlu olduğumuz, sıcak ve canlı terennümleri ve önümüze açtığı renkli tablolarıyla şair ve yazar Mustafa Özer, kitabın oluşmasındaki

teknik yükün tamamını üslenen ve yazılarıyla tenvir eden Felsefecimiz Mustafa Cabat, şirin katkılarıyla Ahmet Taşçı ve bize zaman ayırıp anısını gönde-ren; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Kayseri Milletvekili Yaşar Karayel, Rıfat Besceli, Dr. Ahmet Alpay, Mehmet Güldeste, İbrahim Ulueren, Mustafa Ekinci, Galip Boztoprak, Murat Yerlikhan, Mehmet Kasap, Fetullah Dinçsoy, Mustafa Kanlıoğ-lu, Halit Kantarcıoğlu vakfımızın teşekkürünü gönül borcu saysınlar. Çam sakızı çoban armağanı...

Diğer yandan Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfını himayelerinden ayırmayan ve bu güzel hizmetlere vesile kılan Kocasinan Belediye Başkanı Bekir Yıldız ve bu kitabın oluşmasına katkı sunan Vakıf yönetici ve çalışanlarına da şükranlarımız olacaktır .

Kitaba girecek resimlerin seçimi ve toparlanma-sı, yazı alınabilecek arkadaşlara tebliği ve yazıların derlenmesi ile o yazıların düzelti ve düzeni Mustafa Cabat ve Vakıf müdavimlerine yüklenmiş olmasına rağmen yüksünmeden bu işi başardıkları için, teşek-kür borumuz onların hakkıdır.

Mustafa Fikri TEKELİOĞLU KAYSERİ EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI BAŞKANI

ÖNSÖZ

Page 6: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE6

Soldan sağa (oturanlar): Mehmet Tekelioğlu, Mehmet Biraderoğlu, Mustafa Dinçel, Azmi Şenol, Abdullah Gül, Necip Fazıl Kısakürek, Ra-sim Arslan, Ali Gengeç, Ahmet Taşçı, Ahmet Damar, Abdülkadir Bin-başıoğlu, Mehmet Taşkıran.

Soldan Sağa (ayaktakiler): Ahmet Kaplan, Emin Halim, Emin Özyurt, Mahmut Fidanil, Ziya Olgunharputlu, Sabit Abdülazizoğlu, Necmettin Gevri, ......., Ali Taşçı, İsmail Köse, Mahmut Gürgür.

Soldan Sağa Arka sıradakiler: Ali Yılmaz, Özer Koç, Mehmet Bozdo-ğanlı, Halil Yücel, Mustafa Eren, Ali Pehlivanoğlu, Nazım Erinmez.

• Resim 1968-69 yılında eski müftülük binasının bitişiğindeki Din Gö-revliler lokalinde çekilmiştir. Bu resmin çekilmesinden kısa bir süre önce Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “İdeolocya Örgüsü” isimli eserinin yayın hakkını Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü Talebe Derneği satın al-mıştı. Üstadın önündeki siyah çantada “Temlik Senedi” başlıklı anlaş-manın bir kopyası ve anlaşmanın imzalandığını gösteren resimler vardı.

Page 7: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 7

Bir insanın yaşı ve konumu ne olursa olsun, anlamlı ilk dostlukların tazeliği, hayat boyu daima devam eder.

Bizim için de bu anlamlı arkadaşlıklar lise yılla-rında başladı. Bugün hasretle andığımız arkadaşları-mızla birkaç sene arayla Kayseri Büyük Doğu Fikir Kulübü’nde tanıştık. O günlerde kurulan dostluklar gerçek anlamda gönüldaşlığa dönüştü. Bazı arkadaş-larımızla beraberliğimiz üniversite yıllarında da sür-dü. Aynı evleri, aynı yurtları paylaştıklarımız oldu.

Geçen zaman içinde kader hepimiz için farklı yollar çizdi. Arkadaşlarımızdan iş hayatına atılan da oldu, akademik çalışmalara yönelen de, devlet kade-mesinde görev alan da, siyasete giren de. Ancak gö-nüldaşlık bağlarımız hiç kopmadı. Hayatın akışı için-de uzak düşsek de, hep birbirimizi takip ettik, gönül-daşlık ruhunu koruduk, kalben yakın olduk.

Aramızdan çok erken ayrılanlar olduğu gibi, ya-kın zamanda ayrılanlar da oldu. Bir dönemin gönül-daşlar topluluğu, erken ayrılanları unutmadı. Hepsi-nin anısı gönüllerimizde bütün canlılığıyla duruyor.

Bu duygu ve düşüncelerle kardeşlerimize Allah’tan rahmet, geride kalanlara sağlık, afiyet ve ba-şarılar diliyorum.

Gönüldaşlar Topluluğu

Abdullah GÜLT.C. Cumhurbaşkanı

Page 8: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE8

Uzun süre Büyük Doğu Fikir Kulübüne mekan teşkil eden Türk Ocağı levhası altında, tahta sandalyaler üzerinde faaliyetimizi sürdürdüğümüz Hunat Camiinin güney cehpesindeki eski müftülük binasının arka tarafında bulunan, müftünün garajından çevrilme dernek binamızın önünde Mustafa ve Mehmet Tekelioğlu.

Page 9: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 9

Tarih niçin var ve var olacaksa, bu kitap-ta aynı nedenlerle varolmak zorundaydı. Zaman seçimi ise arkadaşların yaşlarına

bağlı bir tercih olduğu kadar, ekonomik sorunlarını kişisellikten kurtararak toplumsalı daha iyi anlama-larından kaynaklanıyor olabilir. Bütün hikmetiyle tarih ilmi çerçevesinde bu anıların basım zamanını göremeyebiliriz. Lakin sisli bir havanın gerisindeki nesneler gibi yanı başımızda asılı duran arkadaşların anıları, elbette ki ruhumuza çok şeyler fısıldadığın-da, sisin gerisinde görünenin de kendimiz olduğu fikri ortaya çıkmış olmuyor mu? Bütün gayretimizle unutkanlık süngerinin emmesine müsaade etmek istemediğimiz, maveranın güneşleri kendi anıla-rıyla bizleri de, o süngerin önünden almış olmuyor mu?Bütün nedenleriyle olmasa bile, kaybolmasını istemediğimiz ideallerimiz de dahil olmak üzre biz faniler de, arkadaşlarımızın tarafına geçme fikrinin ürpertisiyle davranmış olabiliriz. Evet bir çok ne-denle bu kitap oldu, olmalıydı, olacaktı ve birçok gayret bir araya geldi ve ortaya kondu. Hakkı olan herkese müteşekkiriz.

Bizlerin gayretine şaşmamak mümkün mü? Nostaljik gibi geliyor önce insana. Konu kaybettik-lerimizin nisyanımızı beslemesi, hem bizi yıpratıyor hem de kaybettiklerimizin bizde bıraktığı değerle-rin de zamanla eskiyerek azalması ve hatta giderek dağılması erimesi çözülmesini kanıksıyoruz. Acının kanıksanması bir fecaat gibi geliyor bana. Anıları-

mızdaki güzelliklerle ya da hazırlandığımız bu mer-siye çevreninde bile öylesine dilemmalarla meşbu-yuz ki inşallah başka bir esere vesile olur demekten kendimi alamıyorum. Ben Kardeşlerimden uzaktay-dım . Alışkanlık haline gelen davranışlardan da bir an önce sıyrılmak için özel çaba sarf ederdim. Alış-kanlıkların ucuzluğu ve tembelliği beni hep korkut-muştur.

2003 yılında Avustralyalı filozof Glenn Albrecht tarafından ortaya atılan bir kavram vardı:Solastalgia. Türkçe karşılığını doğduğun yere olan hasret. “ ben senin yanında bile hasretim sana” diyor ya şair, ya da “diz dize otururken yüz yüze hasret kaldım”da demiş olabilirdi şair. Derin hasret çekmek ilk gelişim döne-mine. Bizlerin yaşadığı devirlerdeki Kayseri ve o de-vir insanlarıyla birlikte güzeldi. Bu gün Kayseri ye-rinde duruyor ve fakat bu Kayseri başka Kayseridir. Bu mersiyeyi dirilten belki de yukarda saydığımız nedenlerin başında solastalji geliyor olabilir. Eko-nomiden, sosyolojiden, düşünceden elhasıl her şey-den mücerret bir o günler var. O günler “zaman olur hayali cihan değer’’ diyoruz ya. . İşte o berzahta du-ruyoruz. Nostalji dilekçemizin “özü” kısmını üslen-miyor. Gençliğimiz de dahil ailemiz, arkadaşlarımız, bitki ve hayvanlarımız da dahil olmak üzere dağları-mız, derelerimiz, ova ve tozlu yollarımızı özlüyoruz. Bugün bunların hepsi başkalaşmış, değişmiş bile di-yemiyorum. Oysa içimizdeki o gün özlemi, biraz da bu güne tepkiyi de içeriyor.

Mustafa ÖZER

MEDHAL

Page 10: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE10

Şu devirmek kökünden gelen devrim sözcüğü ne kadar zalimmiş, ne çok zulmedermiş kişilikli in-sana, bunu bu gün rahatça söyleyebiliyorum. Her şeyi değiştirme merakı insanlığın en büyük ayıbıy-mış. Şimdi daha iyi anlıyorum. Devrim kirlenmek ve kirletmekmiş bu gün daha iyi değerlendiriyoruz. Ve devrimci bataklığına dönmüş güzel yurdumun ne-den yıllardır süründüğünü şimdi açıkça gözleyebili-yoruz. Hep bu moda denen illet insanları kendi kul-varının dışında uçuruyor. . Modanın ürettiği albenili mutantan dünya herkesin ayağını yerden kesiyor. Diğer yandan ezberin dünyası da başka felaketlere serüven hazırlamaktan geri durmuyor. Güdücülerin güttüklerine hazırladıkları tuzaklara, her yeni çağ, daha çok imkan hazırlıyor. Onun için kendini bil-menin erdemi büyük olmuştur. Bu giriş ağır olsa da olmalıydı. Büyükdoğu ucuzluğun tembelliğin, alış-kanlıklarla yürümenin, hayali amaçların besleneceği bir pınar değildir. Hakikatin, eşya ve hadiselerin öte-sine geçme sevdasını dava yapan kişilerin uykusuz gecelerinde tek yıldız vardır:Büyükdoğu yıldızı. O yıldızın altında müsterih uyumasını dilediğimiz ar-kadaşlara dönelim.

Gelelim maveradan yansıyan ışınların kelime kalıplarına dökülüşüne;

Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle ifadelendirebi-len, bölgeden aldığı destek ve teşviki bölgeye ödeme fikrinde olan ve her şeye rağmen, İslamın emir su-baylığı olan Büyükdoğu idealinin alem şümul bey-niyle dünyayı okuyabilen, çoğunluğu da, bu bölgede sonsuzluğa kavuşan kardeşlerimizi, en azından aile-lerinin desteğinde bulmak için…evet. . havzacılığa karşı olduğumuz halde, Kayseri’den maveraya yolcu ettiklerimiz olarak gördük. İdeal anlayışımıza halel getirmediğini düşündüğümüz içindir ki, böylesine açıkça isim verdik. Değilse asaletin topraktan devşi-rilmediğini, suyu tanıdığımız kadar biliyoruz. Diğer yandan Kayserinin toprağındaki zirai olarak nega-tifliği ise herkes biliyor.

Gönlümüz, Sezai Karakoç’un “Diriliş dergisi”nden, Nuri Pakdil’in “Edebiyat dergisi”nden ve arkadaşların “Maraş cenahı” diye tesmiye ettiği grubun çıkarttıkları “Mavera dergisi’’nden ebediyete uğurladığımız gönüldaşlarımızı da unutmayacaktır, Elbette ki bir ümmete ait olan hareketi bir havzaya indirgemeye kimsenin hakkı yoktur. Bizim de bu nedenle havzacı olmadığımızı belirtme gereği duy-mamızı, çevremiz anlayışla karşılayacaktır. . . En azından siyasetin çizdiği sınırlar içinde kalarak milli olma vasfıyla baktığımızı tebarüz ettirmek istedik. Ve yine dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar diğer kardeşlerimize de hep dualarımız açık olacaktır.

Bu kitap ağıt yerine kaim olmak üzere hazır-

landı, adını da mersiye olarak taltif ettik. “Alpertun-ga öldü mü/ıssız acun kaldı mı /ödlek öcin aldı mı/imdi yürek yırtılır.’’ Diyen ağıtçı ozanla çok gerilere gidebildiğimiz gibi, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın irtihaliyle, arkadaşı ve sırdaşı şair Baki’nin “Baki ka-lan bu kubbede bir hoş seda imiş”dizesinin ışığında yaktığı mersiyesine kadar, şiirsel anıtlar hem çok, hem de insanlığın ortak terennümüdür.

Şair Baki kırk yaşlarında yazdığı Kanuni mersi-yesi divan şiirinin şaheserlerindendir. Aynı dönem-deki mimari olarak Süleymaniye ne ifade ediyorsa Kanuni Mersiyesi ‘de edebiyatta onun gibidir. Güzel sanatların ironik görüntüsüne bakın ki Baki nere-de, Sinan nerede. Diğer yandan Süleymaniye camii ne durumda ve Kanuni Mersiyesi kimin umurun-da. Zamanın çelişkileri bunlar. Erbabınca bilinen kıymeti büyüktür. Öyle ki Kanuni Sultan Süleyman Hanın cenazesinin önünde Bakinin mersiyesi beste-lenmiş ölüm marşı gibi orkestra tarafından seslendi-rilmektedir.

Dostu, arkadaşı kazaskeri Baki, sultanı Süley-man Hanın bile dünyaca toprağa dönüştürüldüğünü içi yanarak anlatıyor;

Ol şehsüvar-i mülk-i saadet ki rahşineCevlan deminde arsa-i alem gelirdi tengBaş eğdi ab-ı tığına küffar-ı engürüsŞemşir-i gevherini pesend eyledi fireng

Dostunun ayrılık acısıyla inci gibi göz yaşı dök-tüğünde ne kadarda samimidir;

Hurşide baksa gözleri halkın dola gelirZira görünce akla ol mehlika gelirGün doğdu şah-ı alem uyanmaz mı habdanKılmaz mı cilve hayme-i gerdun-tınabdanYollarda kaldı gözlerimiz gelmedi haberHak-i cenab-i südde-i devlet meabdan

Devlet-i aliyyenin cihangir ve muhteşem sultanı Süleyman hanın yiğitliği anlatılırken Bakinin coş-kusu sultanına bağlılığını ne güzel ifade ediyor;

Şemşir gibi ruy-i zemine taraf tarafSaldın demir kuşaklı cihan pehlivanlarıAldın hezar bütgedeyi mescid eyledinNakus yerlerinde okuttun ezanları

Şair Bakinin Mihrimah mersiyesi de içli nazik ve güllerle donatılmış çelenk gibidir.

Ebr-i baran ki yağar bağ-ı gülistan üzreKatreler kim dökülür sünbül ü reyhan üzreCuylar kim dolanır damen-i sahralardaJaleler kim görünür lale-i numan üzreHep o göz yaşlarıdır aktı bisat-ı arza

Page 11: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 11

Ağlaşur ehl-i sema hazret-i sultan üzre(1) Güncel olan ve özel bir televizyon kanalında

gösterimdeki yerli dizi “muhteşem yüzyıl’’da gün-deme gelen, Kanuni Sultan Süleymanın büyük oğlu şehzade Mustafanın babasının bilgisi dahilinde öl-dürülmesi üzerine dönemin şairi Yahya Bey tarafın-dan yazılmış bir mersiye parçasını da takdim edelim;

O bedr-i kamil ü ol aşina-yı bahr-i ulumFenaya vardı telef ittdi anı tali’-işumDöğündü kaldı heman dağ-ı hasret ile nücumGöyündü şam-ı firakında toldı yaş ile rumKara geyürdi karamana gussa itti hücumO mahı ince hayal ile kıldılar ma’dumTolandı gerdenine hale gibi mar-ı semumRıza-yı hak ne ise razı oldu ol merhumHatası gayr-ı muayyen günahı na –malumZihi said ü şehid ü zihi şeh-i mazlumYıkıldı yer yüzüne aslına rücu itdiSaadet ile heman kurb-i hazrete gitdi ***Bir iki eğri fesat ehli nitekim şemşirBir iki name-i tezviri kıldı katline tirGelür ezelde mukadder olan kalil ü kesirHezar kayserün oldu leyal-i ömri kasirEceldür ademe derbend-i teng ü tar-ı asirZaruridir bi ki uğrar ana cuvan ile pirYerini zir-i zemin eyledi o mihr-i münirYerini gitdi cihandan niteki merd-i fakirBu vakıa olamaz halka kabil-i tabirKi Erdişir-i vilayetde ola adet-i şirBunun gibi işi kim gördü kim işitdi acebKi oğlına kıya bir server-i Ömer-meşreb ***Sipihrin ayinesinde görindi ruy-i fenaKodı bu kesret-i dünyayı kıldı azm-i bekaGaribler gibi gitdi o yollara tenhaÇekildi alemi balaya hemçü murg-ı hümaHakikaten sebeb-i rif ’at oldı düşman anaNasibi olmasa tan mı bu cife-i dünyaHayat-ı bakiye irişdi ruhı ey yahyaŞefikı ruh-ı Muhammed refikı zat-ı_ HüdaEnisi gayib erenler celisi ehl-isafaZiyade ide yaşum gibi rahmetin Mevlaİlahi cennet-i Firdevs ana turağ olsunNizam-ı alem olan padişah sağ olsun(2)Okunma farklılıklarına dikkat edilir ve remizler

bilinirse günümüz Türkçesine yakın bu edebi metin sosyal bir vakıanın da çığlığı olduğu anlaşılır . Bu an-latımda Şair Yahya’nın büyüklüğü de tebarüz etmiş oluyor. Hürremlerin ve Mustafaların son olmadığı-nı yaşadıkça, okuyor, duyuyor ve görüyoruz. ‘’Tarih, geleceğe suyun suya benzemesi gibi benzer’’ diyen İbni Haldun’u ve ünlü eseri Mukaddime’yi anma-

mak mümkün mü hiç? Yunus’u, Mevlana Celaled-din Rumi’yi nasıl geçelim. Şeb-i Arus törenleri gör-sel bir şölen olarakta ağıtsal bir tiyatrodur. Mevlana hazretlerinin maveraya göçünün ihtifale dönüşmüş halidir. Ölüm bir gerdek gecesi olarak görülmekte-dir. Ölüm bir yok oluş değildir. Dini itikatlara azami özen gösterilerek uygulanan bu törenler, kültürün edebi olarak yayılmasına da sahne hazırlamaktadır. Hem tarikata bağlı olanlara bir şölen hem de o yıl içerisinde müridanın ürettiklerine gösteri imkanı sunmaktadır. Ayrıca cemaatin sürekliliğini temin et-mek gibi bir hayatiyeti de izhar etmektedir.

“Bir garib ölmüş diyeler üç günden sonra du-yalar

Soğuk su ile yuyalar şöyle garib bencileyin’’ Derken Yunus Emre’nin o herkesi kucaklayan

dili, bir başka şiirinde “Yiğit iken ölenlere göğ ekini biçmiş gibi’’diyordu(3). Yunus Emre hüzün deryası gibidir. O gönülde varlık ve yokluk denilen şeylerin toplamının, Allah sevgisi olması hasebiyle, ölüm, basit bir yolculuktu. Elbette Dosta götüreceğin ar-mağanlarını derlemiş olmalısın yaşarken.

Abdülhak Hamit Tarhan’n makber şiiri de gü-zel bir ürperiştir ve yüksek sesle okunmaya müsa-it tiyatral bir ağıttır. (4) Diğer yandan Recaizade Mahmut Ekrem, türbedara çıkmış gönlüyle, bir baş-ka ürperiş, gözyaşı simgesidir. “Şevkiyok” Şirinin, bestesi ve hikayesini dinleyip te ağlamayan göz ve vicdan olur mu?(5) . Günümüz şairlerinden Sezai Karakoç ‘un Endülüse Ağıt hazırlaması da anılmağa değer mersiyelerdendir. Şiirimizde ağıt ya da sagu, ve yahutta mersiyeler, bir edebi antolojik külliyat oluşturacak kadar çoktur. Maksadı aşmamış olmak için örneklerle yetindik, fakat güzelliklerden de bir buket yapmadan edemedik.

Ağıt sadece sözlü sanatlara konu da değildir. Arkeoloji Müzelerinde “ağlayan kadınlar lahdi” den tutun da, ağlayan heykellerle süslü mezartaşlarına kadar, antik medeniyetin ve hatta ilkçağdan kalma objelerin olduğunu müzelerden gözleyebiliyoruz. Yakın zamanlarda da bir çok alanda tezahür eden te-essürün ifadesi sanat eserlerinde seslendirilmekte ve renklendirilmektedir.

Tasavvufun temelindeki sevgi bu dünyadan göçe de özel bir anlam yüklemiş anmalara vesile kılmıştır. Fuzuli’nin hadiktül sueda’sı en güzel örneklerden bi-ridir. Ehl-i Beytin şehitlerine yapılan muharrem tö-renleri de mersiyenin görüntüye yansımasıdır. Ölüm kültürü şiirimizin ana damarlarındandır. Ölüm Ne-cip Fazıl’da da en belirgin çizgilerden biridir. Yakın zamanlardaki şarkılardan birisinde ifade edilmişti “ölümden başkası yalan” diye. Yunusta da asli çizgi-lerden birisi de ölüm temidir.

Ağıt insan oldukça olacak bir olgudur. Ağıtın

Page 12: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE12

esere dönüştürülmesi ise Maveraya yolcu edilenlerin geride bıraktıklarındaki vicdanın titremesi ile yakın-dan alakalıdır. Göçmenin yok olmak demek olma-dığını düşünüyorsak, içimizdeki göçene ayırdığımız sevgiyi açıklamakla başlar. Yapıt işi ise çağın vicdanı ve imkanların elverdiği sınırlar içindedir. Bizler de arkadaşlarımızla ilgili bu eseri başlangıç olması di-leğiyle ilerde daha şümullü ve hayatı kapsayan ve de herkesle paylaşabilen eserlerin doğmasını dileriz. .

Sagu, ağıt ya da mersiye aynı anlamın sanat mah-fillerinde değişik nüfus cüzdanları gibidir. Hele bir yurdun kayboluşuna yakılan ağıt tam da olgun bir mersiyedir. ENDÜLÜSE AĞIT veya Endülüs mersi-yesi olarak İslam şiir sanatının ölümsüz anıtlarından biridir. Örneğimizi aydınlatan yıldız tam da bu mer-siyedir. Ülkenin her yanını nehirler, ovalar, dağlar, tepeler ve şehirler olarak gezer. Bitkiler aleminin her yanına sarkar. Çiçeklerini, güllerini bir arı gibi dola-şır. Renk renk ve çeşit çeşit kokularıyla cenneti andı-ran çayırları yad eder. Şırıl şırıl suları olanca berrak ve serinliğiyle adeta size tattırır. Müzik nağmelerinin o eşsiz bestelerini kulaklarınıza koymuşçasına mest olursunuz . Hele insan emeği göz nuru eserlere gelin-ce say say bitmez. Ne Gırnatanın sarayları ne Mürsi-yenin sokakları anlatabilir tüm Endülüs’ü. Bir vatan ve önemli bir milletin yok edilişinin sanat adesesince tespitidir, bu Endülüse ağıt. Başka milletlere millet olmanın ne olduğunu anlatır. O güzelim sanatçıların ve eserlerinin hepsi yok edildi. Giyim kuşamından kullandığı mendillere kadar özel olan bir medeniyet ve bu medeniyetin bütün kitaba yansıyanlarıyla yok edilmesi söz konusu. Delikanlıları, güzel kızları ol-gun ve üretken insanları, anaları, babaları ve olgun sabırlı ihtiyarları sanki fotoğraftan izler gibisiniz.

Günümüzde kına gecesi ağıtlarından fışkıran “Gesi Bağları”çığlığı, terörün sonuçlarında yükse-len feryatların önünü aldığı içindir ki, toplum, is-yan yerine barışı tercih ediyor. Onbinlerce insanın cenazelerde bir ağızdan mırıldandığı dua, elbette toplumsal anlamda söylenen en güzel mersiyedir. Bu mersiyenin tacı ise, o güzel şehitlerin mezarların-da dalgalanan ayyıldızlı albayraklardır. Ne güzel bir kelam-ı kibardır o “Doğarken kendisi ağlar, velakin maveraya göçerken kendini yolcu etmeğe gelenleri ağlatır”cümlesi. Evet Üstad Necip Fazıl’da sıklıkla “yek katre hunest ve hezar endişe” derdi tüketti-ğimiz hayat için. Yani, insan: bir damla kan binbir işkence…. Gönüldaşlarımız dünyanın bir debdebe yeri olmadığını bilirler. Yine bilirler ki maveranın manevra alanı olan bu dünyada öteye hazırlık ve cenneti kazanmak asıl amaçtır. Cenneti kazanırken başa gelen kazalar mersiyelerin gözyaşartan renkle-ridir.

Mustafa Dinçel’in ölümü bende dehşetli bir gü-

vensizlik yarattı. Bu trafik kazaları iğrendiriyor insa-nı. Şehrin orta yerinde ve üstelik suçlanarak ölmek ne acı. Tam bir dilemma. Diğer yandan şu hastane mi bu hastane mi derken ortada kalıp ölüme koş-makta Mehmet Soyak’a düştü. Acılardan acı beğen der gibi. Ortamın rezaletine katlanmamız gönül-daşımızın imanî hüviyetine saygı göstermek içindi. Bu hal bile içimi yaralıyor. Diğer yandan hastalık-ları hafife alma cesareti, Ali Taşçı’da tebarüz etmiş. Belirsiz bir şekilde bir anda herkesin gözü önünde yapa yalnız ölmek insanı çileden çıkarabilir. Mustafa Eren trafik canavarının elinde kayboluyor. Ömür-lerinin baharındaki bu kardeşlerimize gerçekten içimiz yanıyor. Ziya’mız vardı hani. Pis bir hastalık elimizden onu gün gün aldı ve biz yanında hastalık konuşmamak uğruna o acıları da yaşadık. Ziya’nın izinde Mustafa Özküçük’te yürüdü. Diğer yandan Ekrem Sağıroğlu hocamız da kanserin aramızdan aldıklarındandı. Hasan Nail de ani bir kalp krizinin bizden aldıklarındandı. Mustafa Bayır, Rasim Öz-can, Mehmet Gökalp, daha sonra Kenan Kuzuimam ve Mustafa Biraderoğlu arkalarında güzel anılar bı-rakarak ebediyete yürüdüler. Abdullah Saracoğlu ve Abdülkadir Binbaşıoğlu’nu da anmak bize borç ol-muştu. Kahramanmaraş belediye başkan yardımcısı iken dünyada bir ilke hayat veren Necmeddin Gevri, Üstadın Sakarya şiirini okurken mikrofon önünde, canlı yayında ve bir salon dolusu gönüldaşlarının gözleri önünde ruhunu Rahmana teslim etmişti. Diğer yandan Ziya’dan alıştığımız süreci Abdullah Sarımermer’de de yaşamak mukaddermiş. Bunlar-dan Mustafa Şencanlar, Fuat Livdemir ve askerken kaybettiğimiz Hamdi Zeyrek’te ailelerini kedere bo-ğarak aramızdan ayrılmıştı. Ebediyete yürüdüğünü bilmemize rağmen aileleriyle irtibatlaşamadığımız kardeşlerimiz olduğu gibi geçmişi hakkında bilgi vermeyen kardeşlerimizin yakınları da oldu. Birer isim vererek te olsa rahatsız etmek istemediğimiz bu kardeşlere Allahtan rahmet diliyoruz. Büyükdoğuya verdikleri hizmeti unutmayacağımızı aileleri dahil herkeste bilsin istiyoruz. Hepsinden Allah razı olsun ve Ebediyete yürüyenlere de bu vesileyle Allah rah-met etsin. Kanser ve trafik kazalarının bizde bırak-tığı izde olumlu bir yan yok. Bu iki konudaki ölüm oranının yüksekliği konusunda ise, hayatı ve içeri-sinde bulunduğumuz medeniyete tepkiden mi acaba diye bir soru üretiyor kafam. Eğer durum böyleyse mersiyenin hacmi önümüzdeki yıllarda artacak de-mektir ki, buna şimdiden üzülüyorum.

Üzülmemin menbaı, medeniyetimizi yasladığı-mız teknoloji, bir yanda dünya nimeti olarak övünç kaynağı, diğer yanda bizleri dişlilerinde öğüten ca-navar. Kanser ve trafik kazaları ki bu yapıya iş ka-zalarını da eklememiz gerekirse, ağzıyla yemek ve-

Page 13: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 13

rip sapıyla göz çıkarmak kabilinden bir medeniyetle karşı karşıyayız. . Batı medeniyeti diye adlandırdığı-mız ve on sekizinci yüzyıldan beri de taklide çalış-tığımız bu medeniyet belirsiz geleceğinde daha çok canımızı yakacağa benziyor. Avrupa bu bedeli ödedi, ödüyor ve ödeyecek. Fakat doğulu olan bizler, acıları da taklit eder gibiyiz. Bizi üzen bu yapıdır. Değilse her canlı ölümü tadacaktır. Ölümün yüzü soğuktur. Herkes te üzülür, doğal olarak. Burada da ayrılığın hüznüyle tedavi olur gibiyiz. Ah bir anlayabilsek te “miş gibi’’ yapmadan bedelini ödeyerek, içselleştire-rek uygarlaşabilsek, bu hüzünler boşa gitmeyecek. . Kamunun genelde anladığı fakat, günlük hayatın va-veylasında her şeyi taklit kalıplarına döktüğünü gö-rüyoruz. Yani kör olarak hayatı doğru algılayıp, gör-düğü alemde apışan insan modeli gibiyiz. Bu üzüyor bizi.

Arkadaşlarımızın hepsi özel ve güzide kişiler-dir. O nedenle kitaptaki sıralamaları, astlık üstlük esasıyla yapılmadı. Soyadı sıralaması yapıldı. Elden geldiğince aileleriyle görüşülerek bilgiler derlendi, en azından doğrulukları saptandı. Gerçi arkadaşla-rımızın bilgileri yakın bilgisi olduğu için anı tadın-dadır. Varlıklarıyla birbirlerini bilgi ve eğitim olarak besleyen Büyükdoğunun nasipdarları göçtükleri dünyanın hakikatiyle de, gönüldaşlarını yolcu etme-ğe gelen gözleri nemli kardeşlerine ışık olmaktalar. Yolumuzu aydınlatan bu hazan ışıklarında davamızı daha derinden anlamaya çalışıyoruz. .

Biz neyle meşgulüz, alem nelerin peşinde zama-nı savsaklamakta. Biz kendi yangın yerinde milli iz-leri bulmaya, bulduklarını korumaya ellerimiz yana yana uğraşırken, yitiklerimizi “kayıp eşek” arar gibi ıslıklar çalarak kendilerini farklılaştıranları görü-yoruz. Oysa onlar ıssız kalan gönüllerindeki yarayı saklamak için birbirini aldatan birbirine zıt gibi gö-züken ve fakat aynı kalpazanlıkta örtüşenler oldu-ğu da saklanamaz gerçeklerden... Kendilerine tevdi edilen kamu oyu oluşturma görevlerini, şahsi çıkar-larını alenen koruma alemine çeviren bu tipler, bir üslup sahibi olsalar, hiç değilse, edebi açıdan örnek olacaklar denebilir. Belki de suçlarına özür sayılması bakımından empati kurulmaya değer. Eski tüfeklerin ikameleri ile, Şevket Eygi’nin tabiriyle “din baronla-rı’’ el ele vermiş iktidardan azami faydalar devşirmek için iktidardakilerin sevdiklerine hücumdalar. Allah sizi ıslah etsin emi?İktidardakiler ise kişisel zevkle-rini terennüm edecek vaziyette bile değiller. Kaldı ki olsalar bile Necip Fazıl’ın bir iktidar karşılığı yok ki, hem iktidardakilere bir faydası olsun, hem de Necip Fazılın varislerine.

AK partinin iktidar olmasından bu yana Üstad Necip Fazıl’a öylesine saldırılar var ki, görmezden gelmek hiç bize yakışmıyor. İktidardakiler ne kadar

samimi olursa olsun Necip Fazılı gündemde tut-maları onun şiirlerini okumaktan öteye geçmiyor. Yakın zamana kadar biliyoruz ki Necip Fazıl’ın dev-letin kurum ve kuruluşlarında bir alt yapısı yoktur. Zannımız o ki muktedirler de henüz Necip Fazıl’ın devlette kapladığı yer kadar yer kaplıyor, bir başka deyişle devlette alt yapı çalışmaları yetersiz. Kurum-larda altyapı olmadığı için zannediyoruz ki Necip Fazıl muhalif kızgınların öncelikle paravanı neticede de iktidarın paratoneri olmaktadır. Necip Fazılın bu milleti uyaran çığlığı, ekonominin tüketim kanalla-rına yöneliyor. Necip Fazılın ademe mahkum oluşu bile bize böylesine acı vermiyordu. Necip Fazıl gü-rültülere boğularak gündemdeyken gündem dışı ka-lıyor. Yukarıdaki birkaç cümlemi alıp ta iktidardan Necip Fazıl için bir hareket istediğim sanılmasın. Hak adına dilencilik olmaz. Bizim tebliğ görevimiz var, onu yaparız. Birilerinin de ne yaptıklarını ne ka-dar yaptıklarını kendisine anlatırız. Necip Fazıl bir tüketim malzemesi değildir.

Can taşıyan nice Napolyon taklitleri tanıdık. Kendini korumak adına başkaları için çene çalıp duruyor. Oysa çaldığı çenenin ucuz ekonomik çı-karlarına hiçbir yarar sağlamayacağını bildiği halde, korkularını Necip Fazıl’la ilişkilendiriyor. Eski tü-feklerin ikamesi bu canlar garip horozluk numarası yaparken dahi tavuğu taklit ettiğini göremiyor mu acaba ? Bu ikame malzeme, cinselliklerden derlediği bilgileri sözüm ona “aşka dair” diye abartarak maişet motorunu çalıştırıyor. . Aynı canlar, tarikat mukaye-seleriyle başkalarının kullanması için sahte dünyalar üretirler. Hem de tek kullanımlık. İnançlarını kıyasa yaslayınca iktidardan istifadeleri gündeme getirirler. Oysa gazeteci kimliklerinin bir yanına iliştirdikleri istismar pozuyla bulunduğu gazeteyi tam da eleştir-diği kimlikle soyarlar. Ve yine bir fatih edasıyla gö-zaltı torbalarından tanıdığımız nice insana örnek ol-ması gerekenler var ki, merhametsizce ağıt perdele-rinin arakasında, kendine rakip gördüğü kurumlara sinsice yüklenmektedir. Necip Fazıl’ın iğrendiği bu liyakatsiz gündemi riyakarca sömüren solcu ve ölü can bezirganı bazıları kendi işlerine baksalar daha faydalı olamazlar mı ?

Önüne bir prizma konulunca bütün renklere ay-rılan güneş ışığının bir rengini seçerek bütün haki-kati tek renkte zannedip avunanlar, bir araya gelerek neden güneşin hakikatini de teslim etmezler?Eğer söz konusu olan vatan ise ve gerisine teferruat di-yorsanız neden tercihinizi tek hakikat sanıyorsunuz? Zekanızdan şüphemiz yoktur. Lakin kör inat ve yö-netme enaniyetinizin sizi yanlış yere saptırdığını zannediyoruz. Tek renkle kişisel avunmalarınıza bir diyeceğimiz olamaz. Çünkü hürriyet mükellefiyetin temelidir. Asgaride ilkeli olmak adına eleştirmiyo-

Page 14: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE14

ruz. Güneşe muhtacız. Kendin için istemesen bile bizim için engel olma .

Şu gerçeği bilmeyenlerde bilsin ki, gazetecilik bir kamu hizmetidir. Devletin kontrolü altındadır. Devlet kendisine yakın veya paralel veya kendisin-den hizmet satın aldığı basın yayın organlarını ko-rur, kurar veya kırar. Devleti halkla temasta tutan hükümettir. Dolayısıyla halk üzerinden olanla halka dair olanları, hükümet basın yayın üzerinden izler. Necip Fazıl mesleği yazarlık olan birisidir. Bütün hizmetleri iktidarlarca izlenmiştir. Hiçbir iktidara yaranamadığı içindir ki, sürekli tehdit de edilmiştir . Yattıkları hariç 102 sene kesinleşmiş hapis cezası olan birisidir. Hayatında gizlilik de yoktur. Sanatını da değer olarak kimse küçümseyemez. Necip Fazıl ve devlet birbirine böylesine gart vaziyetinde durur-ken, hangi hakikate istinaden (aramızda olmaması-na rağmen bir fatiha bekleyen bu insana) hakaret edilir? İnsafın bazı gözleri açmasını beklemek hakkı-mız olsa gerek. Ya da bazı açıkgözlerin insafsızlığını hatırlatacak tedbirler gerekmez mi acaba. ?

Diğer yandan bir dönemin devlet ricaline hitap üslubunu “yalvarmak” biçiminde anlamak, en azın-dan bir gazeteci için densizliktir. Halini en halisane anlatan durum Menderes kitabında da mukayyet iken yeni bir keşifmiş gibi kullanan yalakalara hiçbir şey demek istemiyorum. Onu demeye bile değmez-lermiş. O dönemin mektupları hep ‘köleleri’ ‘ben-deniz’’ veya daha ağır nefsini indirgemiş olarak tak-dim edilir. İmparatorluktan kalma abartılı klişeler…Hakikati, yaşanan dönemlerinde bile kaybolmuş. . Şener Şen’in klasikleşen Züğürtağa filmindeki ma-rabaların ağalarına yaptıklarına denk bir yapılanma.

Bir büyük Muzdarip için bu küçücük mersiye içerisinde savunma alanı açmak hiç hoş değildi. . O büyük insanı anlayamayıp ayıplarını yayın yoluyla da şeddelendiren akıl fukaralarına Rabbim kendi adaletinde versin. Ey güzel insan açtığın çığırda yü-rümüş ve seninle aynı dünyada olan gönüldaşlarınla selviler gibi serin uyu. Kaldırımlarında duyduğumuz ayak sesleri her zaman olacaktır. Ve senin ayak sesle-rin çilemizin öz musikisi gibi gündüzleri göznurun-da hakikate erişerek, geceleri yıldız yakamozlarında rahmani rüyalara dönüşerek idealimizi seslendire-cektir.

Sanatın kocaman büyük harfle başlayan nefsin arkasından yürüdüğünü birazcık sanatla ilgili herkes bilir. En halim selim sanatçının bile çok az akıl karış-tırarak sanatını icra ettiğini bilmeyen mi var. İnsiya-ki olan tasarım kısmı ile alete yansırken kullanılan aklın, zaman farklarını da yine ayarlayan ve bilen sanatçının kendisidir ve dehadan beklentinin de bu olduğunu, uluslararası düşünürlerin ve eleştirmenle-rin hepsi teyit etmektedir. Necip Fazıl ulusal olduğu

kadar uluslararası bir büyük sanatçımızdı. Devletin gereksiz paranoyaları yüzünden yoksulluk çektiği kadar zulme de uğramıştı. Onun imdat sesini küfür perdelerinin kapatması yüzünden uluslararası hiç-bir yardım kuruluşu ona el uzatmadı. Gerek Avrupa devletleri, gerek Amerika Bileşik Devletleri öncülü-ğünde Vatikan diliyle hazırlanan icra emirleriyle ya-pılan perdeleme, diğer yandan eski tüfeklerin sosya-list ambargosu ve en önemlisi de batı yakalı, mason ve laik parfüm kokulu yönetimlerce, İslam bloğuna konan resmi ambargo, bu büyük muzdarip sanatçıyı kendi ülkesinde mağdur ve muğber pozisyona getir-mişti. O yalnız ve muzdarip deha, çilesinin, kaderi olduğunun da bilincindeydi.

Tek parti dönemi tartışmasız bir yana konulma-lı. Bunu unutmak anlamına değil de tek başına ele alınması gerektiği için yana bırakalım. Celal Bayar’ın Demokrat Partisi tek parti döneminin bütün hasta-lıklarını taşıdığı gibi, ABD kokulu her tür mikroba da açık vaziyetteydi. İkinci dünya savaşından da ga-liplerin safında yer alınmaması nedeniyle güvenil-meyen ülke konumundaydık. Yokluklar, yoksulluk-lar sadece mideleri boş bırakmıyordu, beyinlerde de tahribatı yüksekti. DP büyük veballer alarak iktidarı omuzladı. Fakat Bayar batıya gidiyor, hükümetin başı Adnan Menderes doğuya gidiyordu. Devlet iki ayrı zihniyete bölünmüştü. Dolayısıyla askerler zo-runlu olarak vesayeti üslenmişlerdir. Sonuç malum, onyıllık uyumsuzluk mahkemede sona erdi. Kayıp yıllara eklenen Ragıp Gümüşpala’nın Adalet Partisi de Süleyman Demirel’in eline DP nin yaklaşık iki katı oyalanma süreci eklemişti. Süleyman Demirel’e atfedilen nurlu ufuklar vaat edilmekten öteye gide-medi. Nurlu ufukları rüyalarımızda gösterecek olan 12 eylül 1980 aymazlığı da, bir başka Amerikanizm-le ödüllendirildi. Ve fakat bu kez Turgut Özal direk-siyondaydı. Kavanozu dışarıdan yalayanlar, iktidar-ları hep Necip Fazıldan yana zannediyorlardı. Oysa Necip Fazılın hayatını verdiği davayı bizzat devletin kendisi dışlıyordu. Halk Necip Fazılın seslendirdiği fasıldaydı ve fakat siyasal yapı batı yanlısıydı. Batı yanlısından kastımız batılıların siyaseten gösterdik-leri hedeflerdi. Bu hedefler ise batılıların sömürme siyasetinin dışında bir yer değildi. Hele hele vesayet rejiminin komuta kademesinde siyasilerle vasilerin uzun çekişmelerine şahit olmadık mı? Hayr umulur mu bu uğursuz gecenin sabahından derler ya, işte öyle bir düzen. Halk Müslüman ve fakat din bezir-ganlarıyla (komünisti, sosyalisti, liberali, kapitalis-ti, sosyal demokratı ve daha bilmem ne şakralarına dek) devlet elele laiklik adı altında, Müslümanları izole etmekten yana siyaset yapıyorlardı. Sağcı diye genel bir ifadeyi bir dava adamının tekelinde görme-diklerine biz de eminiz . Lakin kamu oyu öyle oluş-

Page 15: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 15

turulmuştu. Necip Fazıl yalnız bırakılmış ve yazar-lığının dışında imkanları elinden alınıyordu. Üstelik yazarlığını icra edeceği her yere de ambargo konu-yordu. Necip Fazıl bütün bu olumsuzluları yaşarken, bugün ona sahip çıkmayanlar onun üzerinden neyin davasını sürdürüyorlar dersiniz. Kendine köşe yaza-rı süsü ve parfümlü kokona görüntüsü veren sözüm ona İslamcı, milliyetçi ve mukaddesatçı diyen gaze-teciler, tafra atacak ve Necip Fazıl’da kusur arama yarışına gireceklerine, yüreklerine dolan o amansız, İslam’ın yasakladığı (insana elzem erdemlerle dona-nıp), hasetlik hastalığını silseler ya. Hem cennetleri-ne ecir biriktirmiş olurlar, hem de Türkiye’nin bütün halkına hizmet etmiş olurlar.

Salya sümük kürsü ağıtlarıyla Türkiye’de hü-kümdar olmayı deneyenler, Nazım Hikmeti düşün-müyorlar mı dersiniz. Sovyetlerin imkanlarıyla ko-münistlik yapanlar, başkalarının elbiseleriyle damat-lığa gidenlere benzerler, en olmadık yerde bu haklar elinden alınınca yaya kalırlar. Onun için bu necip millete yurtdışlarından yabancı şarkılar söyleme-sinler. Bu ölü can tacirlerini tanıyoruz. Fransızların kanatları altındaki Namık Kemal’den, Sovyetlerin evinde misafir Nazım hikmet gibi niceleri açık ör-neklerdir, ders almak için.

Ziya Paşamız buyurmuşlar ki;Güller güler, figanla geçer ömr-ü andelip;Bimar ihtizarda, ücret diler tabip

Manend-i laşe naş-ı tüvanger zelil ü har Herkes misal varis ü gassal naşekip. Balin_i naza hâce-i şehreyler ittika, Hak-i mezellet üzre yatar aç bir garip Rahmetli Üstadıma bir zamanlar holdinglere

arkalarını yaslayarak Türkiye nam mevkutenin per-dedarlığında saldırılarda bulunmuşlardı. Herhalde hicap duyuyorlardır, hilkaten utanmak diye bir yi-ğitlik varsa. O gazete sayfaları kimseye faydası do-kunmayan hezeyanlar yüzünden heder olup gitmiş-ti. Oysa bir süre sonra o bataklıktan gelen kokularda boğulanların imdat sesleri yüreğimizi dağlamıştı. Ticari hayatın gerçekleri deyip geçiştirilecek ekono-mik bir vetire değildi. Buna rağmen milli bünyeye zarar gelecek diye üzülmüştük. O grubun bu dünya-da verdikleri zararları telafi imkanları olacak mı bil-miyorum. Bildiğim şu ki İslam ahlakıyla mümeyyiz olmamız gerektiğidir. Tarikatta olmakla ahlak sahibi olunmadığını da zaman öğretmişti. Zira sevgili üsta-dımın yanlışlıklara ayıracak zamanı da yoktu, sıhhati de sıkı perhizlerin tıbbi disiplinindeydi. Bu güzel in-sana yapılan çirkinlikler hep yapanlarla anılacaktır.

Zaman Türkiye’deki siyasal yapının da sorgula-nabildiğini gösterdi. Türkiye’nin Necip Fazılın dedi-ği açıdan bakabilmesi için, batı kültürünü de aşması

gerekmektedir. Herkesin her düşüncenin bu yarışta Türkiyenin yanında yer alması gerekir. Ki öncelik-le CHP nin bile ezberlerinden boşanması elzemdir. Yoksa pis koku mutfağımızdan hiçbir zaman çık-mayacaktır. Hiçbir partinin vesayet hakkı yoktur. Herkesin ödevi ve hakları vardır, dünyadaki herkes kadar. Büyükdoğunun estetik anlayışı ve Müslüman olmanın şeref ve erdemiyle aksiyonda kalmak, in-sanlığın şiarıdır. Yeni bir medeniyet sentezi gelişiyor, orada kurucu sıfatıyla bulunmak bu milleti tekrar diriltecektir. Belki 20. yy başlarında eldeki ideolo-jilerden kurulacak devlet o kadar olacaktı. Namık Kemallerle başlayan batılılaşma serüveni giderek meşrutiyete dönüştü. Siyasal bilinç bununla yetin-meyerek hızla gelişti. Hiçbir kurumsal önlem alın-madan imparatorluk, İttihat Terakki partisiyle ikti-dara onsekizinci yüzyıla ait bir ideolojiyi de taşımış oldu . Onsekizinci yüzyıla ait zihniyetle yirmibirinci yüz yıla ait olan bir devlet fikri nasıl telif edilebilir. Bu günün imkanları muvacehesinde derin ve sabırlı arayışlara ihtiyaç olduğu açıktır. O günün şartların-da devlet o kadar anlaşılıyordu. Bugünün imkanla-rında devletin güvenliğinden kültürüne varıncaya kadar bakış konsepti bile değişmiş olabilir. Onun için devletin de insanların da ezmeden büzmeden ve hakları verilerek düzenlenmeli ki, mersiyeye konu kişiler bile haklarını bağışlayabilsinler.

“Derde uğrar kim sadakat etse elbet devleteİstikamet mahz-ı cinnettir bu mülk ü millete”

diyen Ziya paşayı daha fazla inletmemek için her şeye insanlıktan dirsek teması hizası verilmelidir. . İkiyüz senedir bu milleti tahrip eden şeytani vesve-selere son verilmelidir. Bu konuya Ziya paşanın bir şiir parçasını koyarak sorunu ariflerin irfanına bıra-kalım;

Herkes zebun-i fikr-i maaş oldu asrdaEvvelki şevk-i meclis-i rindane kalmadı

Taşlar yedirdi nan yerine bir zaman felekNan verdi şimdi, ah ki dendane kalmadı

Tevsi-i maişette bütün zikr ile fikrin;Şeyhim, ne zaman, söyle, müselman olacaksın

Rindi yaklaştırmamak ister civar-ı cennete, Vaizin bu hayhuyu hep sınır kavgasıdır.

***

Page 16: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE16

Notlar------------

(1) Baki ve ziya paşaya ait şiir ve dökümanlar;Vasfi Mahir KOCATÜRK-Türk Edebiyatı

Tarihi/ANKARA- (Adı geçen eserin ilgili maddeleri. ) (2) Yahya Bey ve Divanından örnekler. Mehmet ÇAVU-

ŞOĞLU mersiye bölümü

(3) GELDİ GEÇTİ ÖMRÜM BENİM /YUNUS EMRE

Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibiHele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi

İşbu söze Hak tanıktır bu can gövdeye konukturBir gün ola çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi

Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciyeKimi biter kimi yiter yere tohum saçmış gibi

Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özümYiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi

Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin iseYarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi

Bir miskini gördün ise bir eskice virdün iseYarın anda sana gele Hak libâsın biçmiş gibi

Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalur derlerMeğer Hızır İlyas ola abı hayat içmiş gibi

(4) Makber/ Abdülhak Hamit TARHAN

Eyvah! Ne yer, ne yâr kaldı, Gönlüm dolu ah-u zâr kaldı. Şimdi buradaydı, gitti elden, Gitti ebede gelip ezelden.

Ben gittim, o haksar kaldı, Bir köşede tarumar kaldı, Baki o enis-i dilden, eyvah, Beyrut’ta bir mezar kaldı.

Bildir bana nerde, nerde Yarab, Kim attı beni bu derde Yarab? Nerde arayayım o dil rübayı, Kimden sorayım bi-nevayı?

Derler ki unut o aşnayı, Gitti tutarak reh-i bekayı, Sığsın mı hayale bu hakikat? Görsün mü gözüm bu macerayı?

Sür’atle nasıl da değişti halim, Almaz bunu havsalam, hayalim. Çık Fatıma! Lahdden kıyam et, Yadımdaki haline devam et.

Ketmetme bu razı, söyle bir söz, Ben isterim, ah, öyle bir söz. Güller gibi meyl-i ibtisam et, Dağ-ı dile çare bul, meram et.

Bir tatlı bakışla, bir gülüşle, Eyyamı hayatımı temam et, Makber mi nedir şu gördüğüm yer? Ya böyle reva mı ey cay-ı dilber? (5) ŞEVKİ YOK/ Recaizade Mahmut Ekrem

Gül hazin, sümbül perîşan. . . Bağzârın şevki yok;Derdnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok;Başka bir hâletle çağlar, cûybârın şevki yok;Âh eder, inler nesîm-i bî karârın şevki yok;Geldi ammâ neyleyim, sensiz bahârın şevki yok.

Farkı yoktur girye eden rûy-ı çemende jâlenin, Hun-ı hasretle dolar câm-ı safâsı lâlenin, Meh bile zücretle âgûşunda ağlar hâlenin, Gönlüme te’siri olmaz âteş-i seyyâlenin. . . Geldi ammâ neyleyim, sensiz bahârın şevki yok.

Rûha verdikçe peyâm-ı hasretin her bir sehâbCâna geldikçe temâşâ-yı ufukdan pîç ü tâbİhtizâz eyler çemen, izhâr eyler bin ızdırâbHem tabîat münfail hecrinle hem gönlüm harâbGeldi ammâ neyleyim, sensiz bahârın şevki yok.

Page 17: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 17

Eskiler yakınlarını kaybedince duyguları-nı bir şiirle ifade ederlermiş. Günümüzde artık pek kullanılan bir yol değil bu. Eli-

nizdeki kitap da buna bir canlı örnek. Bütün yazılar nesir. Oysa bizim medeniyetimiz hem yaşayanları hem vefat edenleri mersiyelerle yâd etme konusun-da muhteşem örneklerle dolu. Bunlardan biri, Şeyh Galib’in genç yaşta kaybettiği yakın dostu Esrar Dede için yazdığı mersiye. Esrar Dede Mersiyesi Türk şii-rinin de bu anlamda en güzel örneklerinden biri. Bu şiiri sanki vefat eden dostlarımız için yazılmış gibi okumakta ne mahzur var… Ne diyor ki Şeyh Galib: “Mevlâ müyesser ede makaam-ı şefâati”. Biz de, gön-lümüzde bütün arkadaşlarımız, ‘âmin’ diyoruz.

1Kan ağlasın bu dîde-i dür-bârım ağlasın Ansın benim o yâr-ı vefâdârım ağlasın Çeşm ü dehân u ârız u ruhsârım ağlasın Baştanbaşa bu cism-i siyeh-kârım ağlasın Ağyârım ağlasın bana hem yârım ağlasın Gûşeyleyen hikâyet-i Esrâr’ım ağlasın Nâ-dide bir güher telef etdim dirîg u âh Hâk içre defnedüp gerü gitdim dirîg u âh

2Zât-ı şerîfi âleme bir yâdgâr idi Fakr u fenâ vü aşk u hüner-ber-karâr idi Her şeb misâl-i şem’ benimle yanâr idi Sâye gibi yanımda enîs-i nehâr idi Hakkâ tamâm âşık idi yâr-ı gâr idi Birkaç zaman muammer olaydı ne vâr idiAllah verdi aldı yine kurb-i Hazrete Biz kaldık intizâr ile rûz-i kıyâmete

3Âhir nefesde sohbeti oldu mahabbet âh Bir yâre urdu bağrıma âh derd-i firkat âh Gelmezdi hiç kalb-i fakîre bu sûret âh Ey kâş etmeyeydim o âşıkla sohbet âh Yakmazdı belki cânımı bu nâr-ı hasret âh Telh etdi kâmımı o zehirnâk şerbet âh Eyvâh elden o gül-i handânım aldı mevt Esrâr’ım aldı cümle dil ü cânım aldı mevt

4Olsun mübârek ol mehe kabr-i saâdeti Mevlâ müyesser ede makaam-ı şefâati

Prof. Dr. Mehmet TEKELİOĞLUİzmir Milletvekili

Dua Niyetine

Page 18: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE18

Bitmiş ne çâre dâne vü gelmişdi sâati Dehrin budur hemîşe muhîbbâna âdeti Tefriyk içündür etse de izhâr vuslatı Zehri yutulmaz ağza alınmaz harâreti Ben gördüğüm bu dâr-ı fenânın fenâsıdır Baakî Hudâ rızâsı bekaa Hâk bekasıdır

5Meydân-ı Mevlevîde nişân âşikâr edip Pervâz ederdi şevk ile ankaa şikâr edip Eylerdi nây u defile semâ’ âh u zâr edip Bulmuşdu kân-ı matlabı Hak’da karâr edip Almışdı müjde kûyuna yârın güzâr edip Gitdi ne çare Gâlib’i hasretle yâr edip Olsun visâl-i Hazret-i pîrânla kâm-yâb Kıldı karîn-i kabr-i Fasîh-i felek-cenâb

Günümüz Türkçesi ile verdiğimiz metin Abdülbaki Gölpınarlı’ya ait.

1Bu inciler yağdıran gözüm kan ağlasın; benim o vefâlı dostumu ansın, ağlasın. Gözüm, ağzım, yüzüm, yanağım, baştanbaşa, şu karalara batmış, (yaslara girmiş) bedenim ağlasın; bana hem yabancılarım ağlasın, hem dostlarım ağlasın; Esrâr’ımın hikâyesini duyan ağlasın.

Yazık âh görülmemiş bir inciyi kaybettim; yazık, âh; toprağa gömüp geri gittim.

2Yüce zâtı âleme bir yadigârdı. Varlıktan geçiş, yokluğa eriş, aşk, hüner, hepsi de onda vardı. Her gece benimle mum gibi yanardı; gündüz de gölge gibi bana eş dost olurdu. Gerçekten tam bir âşıktı, en sıkıntılı demde, mağarada bile eşti, dosttu, birkaç zaman yaşasaydı ne vardı?

Allah verdi, gene mânevi yakınlık makamına aldı; kıyâmet gününü bekleyerek biz kalakaldık.

3Son nefeste konuştuğu, söylediği söz, sevgiydi âh. Ayrılık derdi, bağrıma bir yara açtı ki, âh. Bu yoksulun gönlüne böyle bir şeye uğrayacağı hiç gelmezdi; âh. Âh, keşke o âşıkla tanışmamış,

görüşmemiş olsaydım; belki canımı bu hasret ateşi yakmazdı, âh. O zehirli şerbet, dilimi, damağımı acıttı, âh.

Eyvah, o gülen gülümü ölüm, elden aldı; Esrâr’ımı aldı ölüm, gönlümü, canımı aldı.

4 Kutlu kabri o Ay’a mübârek olsun; Tanrı şefâat makamına erişmeyi ona kolaylaştırsın. Ne çâre yiyeceği, tanesi bitmişti, ecel saati gelmişti. Zamânın âşıklara âdeti, dâimâ budur. Buluşup kavuşmayı meydana getirmesi bile ayırmak içindir; zehri yutulmaz; sıcaklığı yüzünden ağza alınmaz.

Benim gördüğüm bu yokluk yurdunun yokluğudur; kalan ancak Allah rızâsıdır; ebedîlik, ancak Allah’ındır.

5Mevlevî meydanında apaçık bir aşk nişanı dikmişti; şevkle uçar, zümrüdü-ankayı bile avlardı. Âh edip ağlar, inler, neyle, tefle semâ’ ederdi. Tanrı varlığında karar ederek dilek mâdenini bulmuştu. Sevgilinin civârına uğrayıp müjde almıştı. Ne çâre, Galib’i hasrete eş-dost edip gitti.

Pîrlerle buluşarak murâdına ersin; eşiği gökyüzü olan Fasîh’in kabrine komşu oldu.

Page 19: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 19

Bugün kargoyla gelen pakette Necip Fazıl’ın hitabe ve konferanslarından oluşan iki CD seti ile Ali Biraderoğlu’nun Necip Fa-

zıl ve Büyük Doğu adlı kitabı beni 50 yıl öncesine götürdü. Lise talebesi olduğumuz yıllarda, Kayseri Kültür Derneği ile Büyük Doğu Fikir Kulübü Kay-seri Şubesi’nde geçirdiğimiz günleri hatırladım. O dönemde hafta sonlarını 1963 yılından itibaren der-nekte, sonra da 1965 yılında kurulan Büyük Doğu Fikir Kulübü’nde geçiriyorduk.

İlk gençlik yıllarımızdan beri tanıştığımız kadim dostum Kocasinan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın gönderdiği bu paket aslında Kayseri Eğitim ve Kül-tür Vakfı’nın yayını. Elbette bunlardan başka Mus-tafa Cabat’la Mustafa Özer’in kitapları da yayınlan-mıştı. Bu arada, Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nde buluşan ve Hakkın rahmetine kavuşan dostların hikâyesinin de yer alacağı başka bir kitabın yayına hazırlandığını duymak beni sevindirdi.

Bence asıl tahsil lise tahsilidir, çünkü gençlerin ruhi ve fiziki varlığı bu dönemde kimlik sahibi olur. O yüzden biz şahsiyetimizi lise yıllarında tanıdığı-mız dostlar ve ağabeylerin sohbetleriyle geliştirdik, konferanslar dinledik, hatta konuşmacı bulunama-dığı günlerde kendimiz konferans vermeye hazırlan-dık. Üniversiteye de bu şuurla geldiğimiz için MTTB bizim fikir ve sanat alanında bir varlık ortaya koy-mamıza, arkadaşlarımızla birlikte kendimizi geliştir-memize imkân verdi. Bunun önemini anlatmaktan

çok bazı yönlerini vurgulamak isterim. BÜYÜK DOĞU FİKİR KULÜBÜ 27 Mayıs’tan sonraki yıllarda Kayseri Kültür

Derneği’ne aynı okulda okuyup aynı iş yerinde ça-lışan arkadaşlar olarak Bekir Oğuzbaşaran ve Ha-san Nail Canat ile konferans dinlemeye gitmemizin önemli bir faydası oldu. Biz ders dışında da önemli meseleleri konuşup tartışma alışkanlığı kazandık. Burada yalnız konferans verilmiyor, belli başlı haf-talık ve aylık dergiler getirilip gençlerin okumasına tahsis ediliyordu. Fakat 1964-65 yıllarında Kayse-ri Kültür Derneği atmosferinde hava değişmeye, Türkeş’in siyasete girmesiyle birlikte Ülkücülük rüzgârları esmeye başladı.

Biz bundan rahatsız olmaya, bir süre sonra siya-setten uzak, farklı bir hava aramaya girişince 1964 ve 1965 yıllarında yayınlanan Büyük Doğu dergi-lerindeki Necip Fazıl’ın tavrını benimsemeye baş-ladığımızı hatırlıyorum. Çünkü Demokrat Partili ailelerin çocuklarıydık ve 27 Mayısçılara katıldığı için Türkeş’in siyasi tavrına güvenmiyorduk. Bazı Demokrat Partililerin çocuklarının Solcu olmaktan-sa Ülkücü olmasını tercih ettiğini görüyorduk. Bu “ehven-i şer” mantığını hiç benimsemediğimiz için, Necip Fazıl’ın günlük siyaset üstü tavrını sevdik.

Bu arada, Necip Fazıl’ın konferans için gelece-ği ve Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nin kurulacağı haberi bir büyük müjde olarak ruhları-

Mustafa MİYASOĞLU

Büyük Doğu Fikir Kulübü Çevresinde(*)

Page 20: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE20

mızda yankılandı ve o günü iple çektik. 15 Nisan 1965 Cumartesi günü Kayseri’de Camlı Kahve ola-rak bilinen yerde Necip Fazıl’ın Dünya Görüşümüz adlı konferansını verdiğinde kendimizi bulduğumu-zu söyleyebilirim. Benden yaşlı birine yer verdiğim için, ayakta dinlediğim bu konferansı su gibi içtim ve dinleyicilerin tavrını da takip edebildim. O gü-nün akşam namazını Mimar Sinan Camii’nde Müftü Yardımcısı Abdullah Saraçoğlu’nun imam olduğu cemaatte Necip Fazıl’la birlikte kılmıştık. Bir ağabe-yin evinde toplanan büyüklerimizin yanında Üstad’ı yakından dinledik. Ertesi gün öğleden sonra Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi Sivas Caddesi’nde kuruldu. Bu büyük salonda Üstad’ı üçüncü defa bir sohbet havasında dinlemiş olduk. Hava serindi, ama atmosfer çok sıcaktı. Ali Biraderoğlu havayı açacak şekilde Üstad’a bazı sorular sordu.

Tabii o günlerde Doğu Menzil Komutanı olarak Diyarbakır’da değil de Kayseri’de bulunan General Faruk Güventürk’ün de makam arabasıyla bu konfe-ransı bir saat kadar dinlediğini, sonraki günlerde de gittiği her yerde hep Üstad Necip Fazıl’ın aleyhinde konuştuğunu hatırlıyorum. Çünkü biz askeri işye-rinde çalışıyor, Akşam Lisesi’nde de okuyorduk. En çok lise talebelerini derslerde, askeri iş yerleri işçile-rini de mesai saatlerinde toplayıp konuşurdu.

Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi kurul-duktan sonra orada geçirdiğimiz günleri sadece bir gençlik hatırası olarak anmıyoruz. Çünkü buralarda ya konferans veriliyor veya Büyük Doğu dergisiyle birlikte o günün haftalık ve aylık dergileriyle klasik-ler okunuyordu.

O konferans Kayserili Büyük Doğucuların haya-tında çok önemli bir yere sahiptir, ama nedense pa-ragraf paragraf hatırladığımız bu Dünya Görüşümüz adlı konferansın metni elimizde yok. Ne ses kaydı ve ne de metin olarak elde bulunmayan bu konferansın ruhu, belki de öteki eserlerine sinmiştir. Çünkü ben ve arkadaşlarım bu dünya görüşünü ruhumuza sin-dirdik.

O günlerde Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayse-ri Şubesi’nin kurulmasına öncülük eden Abdullah Saraçoğlu’nu gerçek şahsiyetiyle tanımak bizim için sürpriz oldu, çünkü evimiz aynı mahallede olduğu için, Gülük Camii’nde hasbî vaazlar veriyordu. Muh-temelen Hasan Nail ile benim gibi Abdullah Gül de camiin öte tarafından gelip onun Ramazan vaazla-rını dinlemiştir. O yüzden biz onu daha çok “Hoca Emmi” olarak tanıyorduk. O da bize, “Ben Necip Fazıl’ı tanımasam sıradan bir müezzin olarak ka-lırdım!” gibi sözlerle Üstadın önemini belirtir, tek parti döneminde Büyük Doğu’yu nasıl gizlice oku-duğunu anlatırdı.

DÜNYA TATLISI PORTRELER1959 yılında okumak için girip işçi olarak mezun

olduğum Kayseri Anatamir Fabrikası Orta Sanat Okulu’nda pek çok insan tanıdım, üniversite tahsili için 1967 yılında ayrıldığımda çok önemli bir tecrü-be kazandım. Hem fabrika ve okulda, hem de Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nde tanıdığım insanlar, benim için dünya tatlısı bir portre galerisi oldu.

Abdullah Saraçoğlu’nun yanında Ahmet Sara-çoğlu da bizim için müşfik birer akraba gibiydiler. Bunlarla birlikte konferans için İstanbul’dan gelen Ali Biraderoğlu ve onun babası Mustafa Biraderoğ-lu ile Rasim Özcan gibi amca ve ağabey dediğimiz şahsiyetleri tanımak bizi birkaç yaş birden büyüttü, pek çok önemli meseleye muhatap olduk. Ankara’da okuyan Mehmet Soyak ve Avukat Mustafa Bayır gibi ağabeyler bize cesaret verdiler. Biz derken kimleri kastettiğimizi de ifade edelim. Öncelikle Anatamir’de çalışıp Akşam Lisesi’nde okuyan, o yüzden de Bekir, ben ve Hasan Nail, aşağıda isimlerini sayacağım ar-kadaşlardan üç-beş yaş büyüğüz. Fakat bu yaş me-selesi davamızın büyüklüğü yanında önemsizdi ve akraba gibiydik:

Abdullah Gül, Mehmet Tekelioğlu, Nazım Erin-mez ve ikisi de rahmetli olan Mustafa Dinçel ile Ziya Olgunharputlu da lisede talebe idiler. Bunların en önemli özelliği, Necip Fazıl’ın Dünya Görüşümüz adlı konferansını dinlemek ve Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nin açılışında bulunmaktı. Ayrıca, rahmetli Ekrem Sağıroğlu, arkadaşı Mustafa Ekinci ile İslam Enstitüsü’nde okur ve sık gelirlerdi. Mahalli gazetede Faruk Güventürk’le mücadelesiyle tanınan Muhsin İlyas Subaşı da aynı okuldandı, on-lardan ayrı olarak bazen gelirdi.

İmam Hatip öğretmeni olan Mehmet Tekden de bazen hoca, bazen arkadaş gibi Av. Mustafa Bayır’la birlikte Büyük Doğu Fikir Kulübü’nün geniş salo-nunda bizimle sohbet eder, bize zaman ayırırlardı. Daha sonra Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri İş Hanı’na gelince yerimiz küçüldü, ama merkezi yerde toplanıp ev sohbetlerine daha çok imkân bulabildik.

Büyük Doğu Fikir Kulübü’nün biz gençlere hazır-ladığı en büyük imkân, bizden büyük yaştaki şahsi-yetlerle samimi bir atmosferde buluşmaktı. 27 Mayıs öncesi ve sonrasıyla darbe atmosferinin insanları na-sıl değiştirdiğini bizzat gözlemleyenlerden dinlemiş olduk. Çok dikkatli bir okuyucu olan Rasim Özcan ağabeyin bazı yazar ve siyasetçilerin nasıl bir şahsi-yet zaafı ortaya koyduklarını anlatması bizim için ufuk açıcı örneklerdi. Aile ve okul çevresinde bize uzak gelen bilgileri ve tavırları, büyük bir zarafetle Necip Fazıl perspektifinden anlatırdı.

Bu arada, Osmanlı’nın son devrinde yetişen sa-

Page 21: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 21

natçılarının gençlik ve edebiyat hatıralarıyla çocuk-luğumuzu dolduran CHP-DP-27 Mayıs günlerini doğru değerlendirmeyi de öğrendik. Bunlar aslında bizim hayatımızın çok önemli 15 yılını çok iyi değer-lendirmek demekti.

Mehmet Tekelioğlu’nun zaman zaman isabetle belirttiği gibi, burada toplanan insanlar, yaş ve mev-ki farkı olmaksızın bir hakikatin peşine düşmüştü. O yüzden birbirlerimizle ilgimiz her türlü aile ve ak-rabalık bağlarının üstüne çıkmış, hakikat aşığı birer şahsiyet olmuştuk…

Benim çocukluğumdan sonra duyduğum en gü-zel sesin sahibi Necip Fazıl’ın Ayasofya hitabesiyle İman ve Aksiyon konferansını dinlemek, bana çok iyi geldi. Herkese tavsiye ederim! Sivas Caddesi’nde-ki büyük salonda bu iki konuşmayı arkadaşlarla de-falarca dinlemiştik.

Bu hitabe ile konferansı en çok dinleyenlerden biri olan rahmetli Mustafa Dinçel, o günlerde ödev olarak okuduğu Sinekli Bakkal romanının üslubun-dan çok sıkılıyor ve Necip Fazıl ile Peyami Safa’nın insanı saran üsluplarıyla mukayese ediyordu. Onun ödev belasından kurtulmasına yardımcı oldum. Yıl-lar sonra da Halide Edib’in romanlarını uyku ilacı gibi kullandığını söyleyen Reşat Ekrem Koçu’yu din-lerken, rahmetli Mustafa Dinçel’e hak verdim.

Bir hafta sonu Nazım Erinmez’in hepimizi gül-düren esprisini dinlemek, bize iyi gelmişti. Çünkü o yıllarda 27 Mayıs’tan sonra Anayasa’da yer alan “sos-yal devlet” kavramı artık sosyalist yazarlar kadar Köy Enstitüsü kökenli öğretmenleri de cesaretlendirmiş, bazı tuhaf görüşleri için yeni profesörlerin abuk-sa-buk kitaplarını da kaynak göstermeye başlamışlardı. Bizim Nazım Erinmez yan sınıftaki arkadaşının adı önüne bir unvan koyarak, felsefe dersinde hocası-nın tekerine taş koymuştu. Şöyle bir konuşmaydı bu: “- Hocam siz böyle söylüyorsunuz, ama Prof. Dr. Abdullah Gül de tam aksini söylüyor, biz hangisini doğru sayacağız?” Hoca tanımadığı birisi de olsa, el-bette “Prof. Dr. ”un sözüne itibar edilmesi gerektiği-ni söyler.

Hocayı bilmediği bir alanda çuvallatmada hiçbir dahli olmayan Abdullah Gül, “Doç. Dr. ” olarak si-yasete atıldı ve bu alanda çok başarılı oldu. Aslında uzlaşmacı kişiliğiyle İstanbul MTTB’deki merkezi yönetimde kendini kabul ettiren Abdullah Gül, siya-setin zirvesine çıkarak herkesin değerini bildiği bir Cumhurbaşkanı oldu. Elbette onunla herkes onur duyar…

Hasan Nail Canat’ı tiyatroya teşvik için her fırsatta onu taklit yapmaya zorlayan Ziya Olgunharputlu’nun nasıl diğergam biri olduğunu anlatacak kelime bu-lunmaz. Onun “ustad” diyerek konuşmasında öyle bir muhabbet vardı ki, Allah için sevmenin müşah-

has örneğiydi. Bizim gibi gençlerin bir çatı altında buluşmasını

dert edinen rahmetli Abdullah Saraçoğlu ile evinde-ki Büyük Doğu koleksiyonunun bir kısmını getiren Mustafa Biraderoğlu’nu ve sık sık bizimle birlikte olan Mustafa Bayır ile Rasim Özcan’ı unutmanın imkânı yok. Allah onlara ve bizi genç yaşta bırakıp giden daha genç arkadaşlara rahmet etsin! Onları çok sevdik!

Esprileriyle her toplantıya renk katan Ali Pehlivanoğlu’yu, bizi hep seven Mehmet Tekden’i, küçük dükkânını kalbi gibi büyüten Saatçi Ahmet Saraçoğlu’nu sevgiyle hatırlarız.

Bunlarla ve daha da önemlisi Üstadla aramızdaki ilişkileri her zaman vakarla ve vukufla belli bir se-viyede korumamızı telkin eden Ali Biraderoğlu’yu hep saymışızdır. Onun sayesinde Büyük Doğu Fikir Kulübü’nün merkezi kendisini feshedip kapattığı halde benzeri olmayan bir şekilde Kayseri Şubesi’nin faaliyetleri 12 Eylül 1980 yılına kadar, aralıksız sür-dürmüştür.

Evet, 1965-1980 yılları arasında, resmen 15 yıl varlığını koruyan, daha sonra Söğüt Kitabevi’ne dö-nüşüp Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı olarak da faa-liyetini sürdüren bir topluluğun hizmetleri saymakla bitmez. Bu insanların arasındaki münasebet, Allah için bir mücahit ve mütefekkir şairi sevmek, onun perspektifinden dünyaya bakmaya çalışmaktan iba-rettir.

(*) 13 Ocak 2013 Pazar –Milli Gazete

Page 22: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE22

Lise son sınıftaydım o zaman. Sırılsıklam aşıklar gibi gece-gündüz demeden için-den çıkmadığımız ve üstüne titrediğimiz

bir düşünce kulübümüz vardı. Anılarımı o günlere uzatınca, coşkunca “hey gidi günler hey!” demeden edemiyorum.

Mustafa Miyasoğlu’yla o yıl tanışmıştık. Hiç unut-mam o günü. Kayseri’nin kavuran kuru sıcaklığında, dernekte, her zamanki gibi gazete, dergi karıştırıyor, günlük olaylar üstüne yorumlar yapıyorduk.

Dinçel zemini sulayıp derneğin içerisini serin-letmek istedi. Zira en çok terleyenimiz o idi. İş mu-zipliğe döküldü dökülmesine ama, Canat, Taşçı ve Dinçel havuza düşmüşe döndürdüler birbirlerini. Gerçi hepsi de durumlarından memnundular. Çün-kü Büyük Doğu’dan kültürlenip, derneğin potasında pişenlerde birbirlerine kızma, çatma olamazdı. Bir-birimize bağlıydık, bu bir gelenekti.

Şaka sonrası tahta sandalyeleri dışarı çıkarıp oturduk. Miyasoğlu’yla sohbete dalmıştık ki, zama-nı karşı kahvenin kumarbazları birbirlerine “saat üç” diye bağırmasalardı bilemeyecektik.

Evet, o günden bu yana Miyasoğlu’nun düzyazı ve şiirlerini izlerim. Tümüyle Büyük Doğu düşüncesine bağlı olan yazıları, yeni bir üslûp getirmişti ufkumu-za. Üstad ve Karakoç’un ardından gelen bu üslûp hiç değilse bu aradaki sanat soluğunun boşluğuna can verdi. Zira Miyasoğlu, ne bulutların ötesiyle ne de litosferin altıyla çok ilgiliydi. Sanatı batı-doğu, yeni-

eski, ideoloji ve estetiğiyle bir senteze götürmeye ça-lıştığı apaçıktı. Ve toplumuna yön vermeye yönelikti üstelik.

Şiirleriyle, tiyatro kritikleri yazılarının en bere-ketlisiydi sanırım. Anlaşılıyordu ki, bu iki sanatı çok daha içten üsleniyordu.

Tiyatro kültürünün kaldırılamaz potansiyele ulaşması ilk eserini vermeye zorladı Miyasoğlu’nu. İçinde bulunduğu grubu çıkarmak istedi sahneye. Oysa ne toplumun öğrencilere iyi bir tavrı vardı, ne de yönetimin. Eser MTTB(**) sahnesinde gereken ilgiyi ne yazık ki göremedi. Eserin konusu, sahnenin ürkekliği ve oyuncularının oynanan eserin yazarını anlayamamaları sonucu bir yerde normal karşılan-masına neden oldu.

Fare kovalamakta birleşen günümüz insanını Mi-yasoğlu çok iyi biliyordu. O yüzden olacak ki, Umut Suları’ndaki o sahneyi, hem oynayanlar ve hem de oyunu izleyenler rollerini tam üstlenerek yaptılar. Fareler ve insanlar arasında da bir ilginin olduğunu böylece biz de anlamış olduk, yazar da.

Umut Suları’nın akmasını yazardan istemek hak-kımızdır. İnşallah yeni tiyatro eserlerini göreceğiz. Bu sanatkârımıza bir tarih görevidir.

Anadolu insanının üstünde, bir kapitalist sınıf, yargılarını –siyasal düzenin de yardımıyla- sürdür-mekte ve içerisinden geldiği toplumu ezmektedir. Ama bizim toplumumuz buna rağmen sınıfsız bir toplumdur. Zira bu ezen ve sömüren sınıf birkaç on

Mustafa ÖZER

Umut Suları’ndan Rüya Çağrısı’na(*)

Page 23: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 23

senelik geçmişine güvenemez konumdadır. Bu yüz-dendir ki bir yağmacılık içerisindeler.

Yazarın ya da sanatkârın görevi yapılan yağma-cılığa karşı toplumunu uyarmaktır. Yukarda sözünü ettiğimiz tarih görevi budur. Zira her istediğimize ulaştığımız cennette değil, iki buçuk liraya adam bo-ğazlanan dünyada yaşıyoruz. Umut Suları’na atılan taş, halka halka bunu yaymalıdır.

“Şehri ve insanı tutan güçlü silâh”ın sanatına Miyasoğlu çok daha önce başlamıştı. Yıllar, şiirle-rin yeni yeni doğuşuna sahne oldu ve kitaplık çapa ulaşmasını gördü. Böylece şairin ilk göz ağrısı sonu-ca ulaşıp “Rüya Çağrısı”nda karar kıldı. “Şiirin kan kardeşi/ Rüyanın çağrısıdır” (Rüya Çağrısı Sf. 43) ve yine “Sen bana şiirlerle gelen rüya varlığı” (Rüya Çağrısı Sf. 58) v. ö.

Varoluş şartına çağrı şiirle iç içedir. Acılara, sevgi-lere açılan kapılar şiir yolundan geçer. İdeolojik ko-numu beyinlere öyle mıhlar ki, o anda şiir saçaklar-dan akar. (Sf. 61) İşte bu duygu “Kentlerin Ölümü”nü duyurmağı yüklenir. “Savaş Diyalogu” kurulunca kent uygarlığı ölümden başka şey istemeyecek. Kara adamların kurduğu kapkara kent uygarlığı, kendile-rine yerlerde sürünmeyi bile çok görecektir. Gözler önünden dumanlar kalkınca aklar ve karalar ayrıla-cak, bilenlerle bilmeyenlerin sınav sonuçları görüle-cek ve inananların başarısı kuşkusuz sağlanacaktır.

Rüya Çağrısı şiirin tanımıdır. Ve Miyasoğlu’nun kişiliğinde gelişen Büyük Doğu soluğudur. Yorum, “Savaş Diyalogu”, “Kentlerin Ölümü”, ve “Bırakma Ellerimi” şiirlerinde oldukça yoğun biçimde sunul-muştur. Yorumdan kastımız objektif ve tarihin sü-recinden gelip de topluma duyurulması gerekendir. Diğerlerine romantik duygular karıştığından ve ma-sal çeşnisi verildiğinden yorum daha az yer tutmuş-tur. Oysa şairin yetişme bölgesi, “bu duygulara yer vermemesi gerekmez mi?” diye bir soru uyarıyor içimizde.

Dileğimiz genel kültür yönünden çok değerli ve yeni kuşaklara aktarılacak özü sunan düz yazıların da kitaplaşmasıdır. Değerli olduğu kadar gerekli olan bu düz yazıların Miyasoğlu’nun ustalığını da göstermek gibi bir yönü olacaktır.

Sanılır ki Miyasoğlu’nun sanatkâr konulu şiir, ti-yatro, sanat üstüne uzanır. Onun çok büyük kültü-rü daha da geniş sahaya uzanmasını sağlar. Bu ko-numda roman ve hikâyeyi söyleyebiliriz. Miyasoğ-lu nedense bu dalda hep kendini anlatmak istiyor. Üstad’ın, “Büyük Kapı” ve “Yılanlı Kuyu” eserlerini anmadan edemiyoruz. Ustanın etkisi “Metod”da da kendini göstermiş oluyor.

Umut Suları’nın yapımcısına umudumuz tamdır.

______(*) (Milli Gazete, 1 Eylül 1974, Pazar)(**)Umut Suları adlı eser o yıllarda MTTB(Milli

Türk Talebe Birliği) Cağaloğlu’ndaki Genel Mer-kez binasının Konferans salonunda sahnelendi.

Page 24: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE24

Bir dostu kaybettiğinizde siz de dilinizde Fatiha, gönlünüzde hüzün, ne diyeceğini-zi bilmez hale gelir misiniz? Siz de benim

gibi kaybettiğiniz dostunuza karşı kendinizi suçlu hisseder misiniz? Hayattayken yeterince arayıp sor-mamanın ezikliği sizi de bürür mü? Vefakâr olama-manın burukluğu bütün benliğinizi sarar mı? Hele de o dostlarla hiçbir dünyevi işin içinde değilseniz bu duygular dayanılmaz hale gelir mi?

Ben bu tür bir ezikliği Ziyayı kaybettiğimizde yaşadım. O vefat edince ilk kez içimin karardığını zannettim, hayat anlamsız gibi geldi. Ne kadar içten gelen bir tabiilik vardı tavırlarında Ziya’nın. Biraz aceleci miydi? Ömrünün kısalığını aceleci tavırlarıy-la telafi etmek ister gibi miydi? Acele etti ve erken ay-rıldı aramızdan. Ben Ziyayı her andığımda “ne kadar hasbi bir arkadaştı” diye geçiririm içimden.

Ben Allahın sevgili kullarından biri olabilir mi-yim acaba? Bu soruyu boş yere sormuyorum. Sebebi var. Allah bana Mustafa Özküçük’le arkadaşlığı na-sib ettiğine göre yalnız benim için değil Onun bü-tün arkadaşları için böyle bir ihtimal mevcut. Ben Özküçük’de vefayı, sadakati, sır saklamayı, esrarlı konuşma ve tavırlar içinde sadeliği, bir iş yaparken nasıl sebat edileceğini gördüm. Hastalığı bedeni-ni yıpratmıştı belki ama zihni faaliyetini ve olayları muhasebe gücünü zirveye çıkarmıştı.

Bizim arkadaş çevremizde Mustafa Dinçel’i ilk tanıyan Ahmet Taşçı’dır belki, fakat ben ikinciliği

kimseye kaptırmam. Lisede aynı sınıftaydık. Yakın-lığımızı hangi hadise temin etti, bugün hatırlamıyo-rum. Bana Büyük Doğu’ya gitme teklifi ilk ondan geldi. Aynı sınıftaydık ama ben Ona hep abi dedim. Bu, biraz benden iri oluşundan ziyade beni Büyük Doğuya götürmüş olmasından dolayıdır. Bizim hem sınıf arkadaşlığımız hem Büyük Doğu gönüldaşlı-ğımız uzun yıllar devam etti. Sonra hayatın gailesi aramıza manialar koydu, fakat Mustafa Abideki sa-mimiyet ve kime nasıl faydalı olurum kaygısı hep devam etti.

Abdullah Saraçoğlu bizim mahallenin hoca-sıydı. Çocukluğumda babam beni Gülük Camisine götürürdü. Oradan aklımda iki sima kalmış. Biri çok güzel bir sesi olan caminin imamı Davut Hoca, diğeri de kürsüde bağırıp çağırmadan konuşan Ab-dullah Hocaydı. Bu vaazlar bende ne gibi tesirler bıraktı bilmiyorum ama her zaman hatırlarım. Ben başka camilere de gittim, pek çok hocayı dinledim. Bugün düşünüyorum, niye acaba cemaati ağlatan hocalar değil de Abdullah Hoca bu kadar tesirliydi diye. Bizim sohbet geleneğimizde Abdullah Hoca kadar tesirli daha kaç kişi var dersiniz? Rahmetle yad ederek İbrahim hocayı da sayalım. Bir kelime bir insanın dilinde nasıl tatlı ve güzel hale gelebilir… ‘Lan oğlum’ diyerek başladığı konuşmalarının ne ka-dar sağlam bir örgüsü olurdu. Bu güzel sohbetlerin içinde bilgiden öte bir şeyler vardı. Bizi cezbeden de işte o “bir şeyler” idi. Bir şarkı var, şöyle diyor: “Bir

Prof. Dr. Mehmet TEKELİOĞLUİzmir Milletvekili

Dostlarımdan Kalan

Page 25: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 25

melek sîma peri gördüm der-i meyhânede/ Kalmadı gamdan eser asla dîl-i divânede/ Var imiş bir başka hâlet sohbet-i mestânede/ Gözlerim sakîde kaldı, el-lerim peymânede” Siz de hocayı dinlerken çay bar-dağı elinizde, kala kalmaz mıydınız? Onu müftülük ve emeklilik dönemlerinde fazla dinlememiş olsam da Abdullah Hoca zihnimde bir davanın tavizsiz mümessili olarak kazıdığı yeri hep muhafaza edecek.

Hasan Nail Canat benim gıpta ettiğim insanlar-dan biriydi. Onunla ilgili olarak Hasan Nail Canat sitesine yazdığım birkaç satırın bu kitapta müstakil bir yazı olarak yer alacağını öğrendim.

Ali Taşçı bende esprileriyle yer etmiş bir sima idi. Fakat bu espriler hep bir dünya görüşünün söz-lü karikatür biçiminde ya övgüsü ya yergisi olarak tezahür ederdi. Öyle sağlam bir zihni yapısı vardı ki Adalet Bakanlığına intisab ettiğini duyunca ister is-temez “nasıl olacak, orada nasıl yapacak Ali” demek-ten kendimi alamamıştım. Nitekim çok sürmedi, bağımsızlığı seçti. Kendi bürosunda avukatlık yaptı. Bir gün dediler ki, Ali vefat etti, inanamadım, kon-duramadım üstüne, bıyıklarını gererek gülümseyen hali gözlerimin önünde Fatiha okudum.

Mehmet Soyak, Üstadın tabiriyle mustaribler cemaatindendi. Onu ben o haliyle sevdim. Hem de çok sevdim. Ankaraya gidiş gelişlerimde Onunla bir sohbet ortamı yaratmak için gayret ettim. Biraz der-beder halini zihninin aşırı meşguliyetiyle açıklayabi-lir miyim diye geçirirdim içimden. ‘Davasına sarıl-mış, dünyaya boş vermiş adam kim’ derseniz, işte o

Soyaktır diyebiliriz. Hayat bu, belli olmuyor, herke-sin bir imtihanı oluyor. Allah da onu mizaç itibariy-le çok uzak olduğu bazı dünya işleriyle imtihan etti. Başardığını sanıyorum. Ben roman merakımı biraz ona borçluyum. Onun sayesinde roman da okuma-nın tadını ve ehemmiyetini kavradım. Uzun yıllar Kayseriden uzakta daha çok İzmirde yaşamanın ge-tirdiği mecburiyetler bazı dostlarımın vefatını son-radan duymama yol açtı ama asıl önemlisi çoğunun cenaze namazını bile kılmaktan mahrum kalmamdı. Ne tür bir tesadüf diyelim bilmem, Mehmet abinin İstanbuldaki cenaze namazını kılmak nasib oldu.

Mustafa Şencanlar, Mustafa Eren, Kenan Kuzu-imam, Hamdi Zeyrek, Ekrem Sağıroğlu ve Abdullah Sarımermer gibi Büyük Doğucu kardeşlerimiz bizim hep beraber olgunlaştığımız, hep beraber büyüdü-ğümüz, birlikte var olduğumuz, birbirimizden güç ve kuvvet ve hatta ilham aldığımız kimselerdi. Birini kaybettiğimizde o heybetli ağacın ana dallarından biri kesilmiş gibi gelirdi bana. Bugün o ağaç mey-ve verdi mi dersiniz? Kaybettiğimiz her dal bin dal-la kendini yeniliyor. Yeni dallar işte o kaybettiğimiz dalların yerine filizlendi. Meyveden ziyade heybetiy-le öne çıkıyor bu muhteşem ağaç. Bugünkü meyve-den ziyade gelecekteki meyvesi ilgilendiriyor bizi.

“Diz çök, ey zorlu nefs, önümde diz çök!” diye-bilen Büyük Doğu’culara ne mutlu…

Allahım, burada andığımız anmadığımız bütün kardeşlerimiz için senin rahmetin ve sevgilinin şefa-atinden başka ne talep edebiliriz ki…

Page 26: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE26

Zor yapılan işler vardır hayatta. Bunlardan biri de kaybedilen arkadaşlar hakkında bir şeyler söylemek olsa gerek. Bu arka-

daşlar hakkında bir şeyler söylemek gerçekten zor zira bir dönem gelmiş kader birliği yapmışsınız, bir dönem gelmiş bir lokma ekmeğinizi paylaşmışsınız, bir dönem gelmiş aynı şeylere sevinmiş aynı şeylere üzülmüşsünüz. Belki aynı kavganın içinde yumruk atmış yumruk yemişsiniz. Şimdi onlar için ne söy-lense az desem haklı olmaz mıyım? Şöyle desem de haklı olurum: onlar için ne söylense gereksiz, ne söy-lense faydasız ve ne söylense çok. Onlar için hisset-tiklerimi kelimelerle ifade etmek hem zor, hem keli-melerden öte bir şeyler var.

Bu arkadaşlarımızın pek çoğu ile ilk gençlik yıllarımızı ve ilk heyecanlarımızı beraber yaşadık. Bizim kaygılarımız hep “din, iman” içindi o dönem-lerde. Bugün o idealist dönemlerini özlemle hatırla-mayan var mı? O dönemlerin idealizmini bugünkü ile kıyaslayıp bu değişim hangi yönde, neyi kaybettik diyenlerimiz o kadar çok ki. Biz mi bir şeyler kaybet-tik yoksa hayat mı bize bunu dayatıyor, karar vermek zor.

İlk gençlik yollarından sonra bu sevgili arkadaş-larımızın bir kısmıyla temasımız azaldı. Hayat her birimizi bir yerlere fırlattı. Çoluk çocuk kaygısı ister istemez bir tarafımıza asılmaya başladı. Fakat hepi-miz için önemli bir nokta vardı. Ne kadar sağlam bir fikir havuzunda yıkanmışız ki bu arkadaşlarımızdan

çizgisini kaybeden bir kişi bile çıkmadı. Bu havuzun adı Büyük Doğu. İçi zemzem suyuna eşdeğer fikir suyu ile dolu. Necip Fazıl, ilk gençlik yıllarımızda bizleri bir arada tutan, insan olmanın anlamını kav-ramamızı sağlayan, mevcut durumun verdiği tüm bedbinliğe rağmen bize ümitvar olmayı ve çalışmayı öğütleyen, birçoğumuzda edebi çalışmalar gibi bir-çok merakı uyandıran bir büyük adamdı. Havuz, Necip Fazıl ve Büyük Doğu bizler için hala ulviyetini koruyor.

Bu havuz benim ve arkadaşlarımız için susuzlu-ğumuzu giderdiğimiz bir yer oldu hep. Çok içenler oldu az içenler oldu bu havuzun suyundan. İçen her-kes içtikçe susuzluğu daha derinden hissetti. Daha çok içenler, her hadiseye daha çok nüfuz ettiler.

Bizim bu arkadaş grubumuzdan vefat edenler eğer Türkiye bugün onların özledikleri istikameti tutturma yolundaysa rahat uyuyabilirler.

Fakat biz bir şeye iman etmişiz. “Allah emekleri zail etmez”. Onların gayretleriyle geldik bugünlere.

Yukarda bu kardeşlerimiz için “ne söylesek az, ne söylesek çok” demiştik ya... Hem az, hem çok söy-lemenin yine de bir yolu var: Fatiha...

Ahmet TAŞÇI

BÜYÜK DOĞU HAVUZUNDA

Page 27: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 27

Taner YILDIZEnerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı

Yüreklerine çamurdeğmeyenler

Yüreklerine çamur değmemiş dava arkadaşla-rımızın, ağabeylerimizin şahsen üzerimizde

hakları var. Onların olgunluk yılları bizim gençliğimi-zi kuşatmıştı.

Onların hayatında sanki para, makam ve dün-yevi şeyler yoktu. Hissetmezdik onlarda bu tür şey-leri. Onlar parayı, acıyı, sevinci, duyguları büyük bir fedakârlıkla paylaşırlardı.

Ağabeylerimizden biri aramızdan ayrılmadan önce, 10 m2’lik bir kütüphanenin, derneğin anahta-rını vermişti. Kendimi çok yetkili ve sorumlu hisset-miştim. Her hafta sonu da bir kitap hediye ederdi. Di-ğer kitaba kadar bir öncekini okumuş olurduk.

Dava şuuru, dernekçilik, yönetmek, idare etmek, yetişmek lazım derlerdi. Bütün bunları, onlar ayrıl-dıktan sonra dünyanın ortasında, merkezinde uygu-lamamız gerekiyor.

Şimdi onları, daha çok minnetle şükranla ve rah-metle anıyoruz.

Onlara olan muhabbetlerimizle…

Page 28: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE28

Yaşar KARAYELKayseri Milletvekili

İYİLERİN İZİ

İnsanlar vardır şafak vakti doğar gün batımın-da ölürler. Bu insanların varlıkları ve yokluk-ları cemiyet tarafından çok hissedilmezler.

Öyle insanlar da vardır ki çilelerini doğduklarından ölümlerine kadar yanlarında taşırlar. Yetiştikleri aile ortamı, yaşadıkları arkadaş çevreleri ve toplum, on-ların yareni ve hayat felsefesi olmuştur.

Bu güzel ve kadir bilir biyografi çalışmaları , hatıralar listesinde isimleri bulunan değerli dost ve gönül adamı merhumlar ve nicelerini, yeniden hatır-lamamıza ve anılmasına vesile olmuştur. Bu çalışma-yı düşünen ve hayata geçiren dostlarıma gönülden teşekkür ediyorum.

Öğrencilik ve daha sonraki dönemlerimizde bir-likte yaşadığımız gönül dostları ve dava arkadaşları-mızla aynı havayı ve aynı sofrayı paylaştık.

Bunlardan Hasan Nail CANAT; beslendiği Bü-yük Doğu ekolüyle fikri hayatını ve hayat tarzını be-lirledi. Merhum üstat Necip Fazıl KISAKÜREK’in sohbetleri ve kitaplarıyla kendine yön çizdi. Bir avuç vefakar arkadaş gurubu ile yoksulluklar içerisinde kendi davasının tiyatro ile tebliğcisi oldu. ‘’Moskof Sehpası’’ adlı tiyatro oyununu gençlik yıllarında bin-lerce kere sahneye koydu. Sonraki yıllarda temsil et-tiği karakterler Hasan Nail CANAT’ın hayatının da özetidir. Hasan Nail CANAT güzel yaşadı yaşantısı hak içindi yazdıkları ve yaptıkları inancına uygundu.

Çocuklarına ve ailesine bir terekesi kalmadı, ama ülkesine ve gençlerimize bir klasik kitap külli-

yeti bıraktı.Kayserimizin ve ülkemizin sevilen ve sayılan bir

sanatkârı olan CANAT’ın herkesin aklında kalacak ya bir romanı, ya bir tiyatrosu ya da filmi vardır. O bir ‘‘Osmancık’’ olup çok sevdiği sevgilisine ‘‘yaralı serçe’’ olarak kavuştu.

Eserlerini ve dostlarının babasıyla olan anıları-nı bir sitede toparlamaya çalışan oğlu Mehmet Safa CANAT’a başarılar diliyorum.

MTTB de bulunduğumuz zamanlarda, her za-man birlikte olduğumuz Mustafa DİNÇEL, Ziya OLGUNHARPUTLU, Seyit Ali KAHRAMAN, Ga-lip BOZTOPRAK, gibi arkadaşlarımızla birlikte olu-yorduk. MTTB bizler için, bir ev bir okul bir ocaktı. Buralarda merhum üstad Necip Fazıl KISAKÜREK’i tanıdık bilgi aldık fikir edindik.

O dönemde en fedakar arkadaşlarımızdan biri de merhum Mustafa DİNÇEL’di. Özellikle ramazan aylarında MTTB’deki ve bugünde Birlik Vakfı genel merkezi olarak kullanılan Atik Ali Paşa Medresesin-deki pompalı gaz ocaklarında zor zahmet yaptığı if-tar yemekleri, fakir öğrencilerimiz için ne büyük bir nimetti. Rahmetli DİNÇEL’in en büyük yardımcısı yine rahmetli Ziya OLGUNHARPUTLU’ydu. Ne zaman bir adam arasak Ziya kardeşim orda olur-du.Fedakârlık ve vefanın her türlüsünü vasıf olarak üstünde taşırdı. Bekir YILDIZ başkanımın MTTB spor kulübü yöneticisi ve karate hocalığı yaptığı 1970’li yıllarda spor salonu hepimizin evi gibiydi. Salonda futbol oynadığımız bir gün rahmetli Ziya OLGUNHARPUTLU’ya sordum, Ziya sen çok faz-la terliyorsun bir sıkıntın mı var diye. Bana söyledi-

Page 29: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 29

ği bir cümleyi hiçbir zaman unutmadım. Bana hep dayı derdi. Dayı ben karpuz gibiyim dışım yeşil ama içim kırmızı diye söyledi. Daha sonra ki yıllarda ben Vakıf Gureba Hastanesi Yönetim Müdürü olunca hastaneye geldi. Akciğer ameliyatı sonrasında Bekir YILDIZ, Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah GÜL, Mustafa ve Mehmet TEKELİOĞLU Bakırköy’deki evde ilgi ve dostluklarını ve yardımlarını hiç esirge-mediler.

Vefalı fedakâr tam bir Büyük Doğu’cu dava ada-mı olarak genç yaşta rabbine kavuştu. Allah (cc) yo-lunun bu yılmaz davacılarını saygı ve rahmetle anı-yorum mekânları cennet olsun.

Kayseri’de okuduğumuz yıllardaki spor müsa-bakalarında uzun boylu iri yarı voleybolcu imam ha-tip lisesi öğrencisi olan Hamdi ZEYREK’i İstanbul’da MTTB’de Bekir YILDIZ spor kulübünde himayesin-de almıştı. Arap Fars Edebiyatı bölümüne gidiyordu.

Bizim voleybol kulübünde rahmetli Ali SAYI ve diğerleri gibi iyi sporcular vardı. Rahmetli Hamdi ZEYREK saf, temiz fedakarlık abidesi bir kardeşi-mizdi. Talebe Birliği yıllarımızda hep beraber olduk. Fakirlik ve yoksulluk bizler gibi Anadolu’dan gelen arkadaşlarımızın büyük çoğunluğunun müşterek ha-yat tarzı idi. MTTB’deki büfeyi işleten merhum Akif ŞERVANLI ve Halil ŞERVANLI kardeşler, Hamdi gibi hepimize fakir babalığı yapıyorlar, yemek mas-raflarını deftere yazıyorlardı. Bu hayat tarzı hepimizi hayata bağladı daha çok gayret ettik ve çalıştık.

Hamdi kardeşimle bir gün İbrahim ULUEREN İktisat Fakültesi’deki bir konusu için Bekir YILDIZ ve benimle birlikte birkaç arkadaşla İktisat Fakül-tesine gittik. Okulu sol guruplar işgal etmişler biz içeri girince okul karıştı. Rahmetli Hamdi kafasını usturaya vurdurmuş, şalvar giymişti. İri yarı yapısı ve sporcu vücudu oradakilere büyük bir korku saldı. Bildiri dağıtan solcu militanın elinden bildirileri aldı ve çocuğu da tuttuğu gibi okulun dışına çıkardı.Çıka-rırken de baktım çocuğun ayakları yerden kesilmişti. Yere basmasıyla militanın kaybolması bir oldu. Bu bile Hamdi’yi anlatmaya yeter sanırım. Hamdi kar-deşimiz ailesinden yardım alacak durumda değildi. Aldığı kredi ve burslarla okumaya gayret etti. Bu zorluklar ona okulu bıraktırdı ve askere gitti. Asker-liğini jandarma olarak Küçükçekmece’de yaparken uzun müddet mektuplaştık. Orada da voleybol oy-nuyordu. Bir müddet sonra askeri bölge içerisindeki çamlık alanda ölü bulunduğu haberini aldık. Otopsi raporunda neden öldüğüne dair bir bilgi alamadık. Yunusun dediği gibi;

‘‘ Bir garip ölmüş diyeler Üç günden sonra duyalar Soğuk su ile yuyalar

Şöyle garip bencileyin’’ Allah (cc) rahmet ey-lesin.

İki derviş meşrepli dava adamı olarak bildiğim ve yaşantıları da öyle olan Ömer KISAKÜREK ve Mustafa ÖZKÜÇÜK benim için iz bırakanlardandır.

Merhuma üstadın ailesi içerisinde dışa dönük tarafı en az olanlardan biri idi Ömer KISAKÜREK. Tam bir derviş hayatı vardı. Bayramlarda üstadı evinde ziyaret ettiğimiz zamanlarda hizmeti hep rahmetli Ömer KISAKÜREK ve küçüğü Osman KI-SAKÜREK görürdü. Konuşması oturup kalkması tutum ve davranışları hele namaz kılışı tam bir tes-limiyet içinde olurdu. Mümin sıfatlı bir insan olarak ömrünü tamamladı.

Mustafa ÖZKÜÇÜK mesleğini daha çok bir diş hekimi olarak değil Büyük Doğu Fikir Kulübü gibi, icra etti. Muayenehanesi arkadaş ve dostlarının bu-luşma yeri olurdu. Dostlarını ve eski arkadaşlarını gördükçe geçmiş günlerini yeniden anar, nelerin yapılması gerektiği konusunda düşüncelerini pay-laşırdı.Hasta olduğu dönemlerde iktidarın başına gelen sıkıntılar kapatma davaları cumhurbaşkanlığı seçimleri onu çok etkilemişti. Son yıllarda yakalanan ekonomik ve siyasi istikrarın mutlaka başarılı olması gerektiği konusunda bizlere de telkinde bulunurdu.

Bütün hasreti kendi neslini temsil eden arkadaş-larının iktidarda başarılı olması idi. Bunu da gördü en yakın arkadaşlarının devletin zirvesinde yer al-maları onun mutluluğu oldu.

Hastalık döneminde uzaktan yakından bütün arkadaşları onu yalnız bırakmadılar. Her nefis ki bir gün ölümü tadacaktır. Oda bu emre uydu. mekânı cennet olsun.

Mehmet SOYAK nevi şahsına münhasır bir şah-siyetti. B.D. ekolünün öncü isimlerindendi. Meslek hayatları öğrencilik yıllarının izini taşırdı. Yalnızlık hayat tarzı oldu. Çok geç evlendi. hem kendini hem hayatı sorgulayarak yaşadı. Kimseden bir şey isteme-di. Sorulunca söyledi, sorulmasa sustu. Uzun yıllar TRT’de denetmen olarak görev yaptı. Rahmetli üstad Necip Fazıl KISAKÜREK’den izler taşırdı. Sigara içi-şi ifade tarzı insan ilişkileri kendine hastı.Hastalığı da uzun sürmedi Ankara’da kalması kendisine söy-lendiği halde İstanbul’a gitmekte ısrar etti. En çok sevdiği şehirde İstanbul’da ebedi hayata intikal etti. hayırla anılmayı hak etmiş bir insandı. Allah rahmet eylesin.

Uzun yılların dostluğu ve kardeşliği bir telefon-la kesildi. Yaşar amca babamı kaybettik, diyen tele-fondaki ses Ali TAŞÇI’nın oğlu Orhan TAŞÇI idi. Bir kadim dostu kaybetmenin hüznü içime çöktü. Arkasından Ahmet TAŞÇI’nın hüzünlü telefonu

Page 30: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE30

çaldı, ne yapacağımı ve ne söyleyeceğimi şaşırdım. Bu ani ölümler bir anda insanı eski hatıralarına tale-belik yıllarındaki yaşadıklarına götürüyor. Hatıralar gözünüzde canlanıyor. Ankara Hukukta okurken, MTTB’de aktif sorumluluk alarak çok büyük hayırlı hizmetlere vesile olmuştu. Meslek hayatında pren-sipleri olan, doğru bildiği konularda inancından taviz vermeden yaşamaya gayret eden biri olarak gördük Ali TAŞÇI’yı. Kayseri Baro Başkanlığı dö-neminde Anadolu’daki baroların yöneticileriyle top-lantılar yaparak insan hakları, başörtüsü, eğitim ve öğretim hakları konusunda büyük katkılar sağladı. Kayseri Adliye Binasının yapımında en çok emeği geçenlerden birisi oldu. Ani ölümü tüm TAŞÇI aile-sini ve dostlarını çok üzdü. Bizde bir atasözü vardır ya “ağaçlar ayakta ölür” mekânı cennet olsun.

Tanımasanız da anlatılanlardan hizmetlerin-den dolayı gıyabında sevdiğiniz insanlar vardır. Öne çıkmadan kimliği ve kişiliği ile öncü olan eli açık yardım sever insanlar bunlar. Fakir babalığı hizmet öncülüğü yaparlar. Allah (cc)’ın kendilerine ver-miş oldu imkânlardan ihsan ederler. Ben Abdullah SARIMERMER’i böyle bir kişi olarak tanıdım ve sevdim, hele Kartal İmam Hatip Lisesinin yapılma-sından itibaren gelişmesine ve bugünlere gelişinde maddi manevi çok büyük katkıları oldu. Yaptığı ha-yırlar hasenatı olarak ona aittir. En son oğlunun dü-ğünündeki mutlu halini hatırlıyorum. Allah rahmet eylesin.

Page 31: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 31

Önce Ziya OLGUNHARPUTLU yaka-landı yulaf tabir edilen akciğer kanse-rine. “Büyük Doğu” okulunun bizim

yaş gurubundan olan ilkini hastalığının teşhisinden sonra üç ay içinde verdik toprağa 1978 yılında otuz yaşında. Bizim neslin akran ölümüyle olan ilk ta-nışmasıydı bu olay ve hepimizi derinden etkilemiş-ti. İstanbul’un soğuk, bol karayelli kış mevsiminde Bakırköy’deki öğrenci evimizde rahat ettirmeye ça-lışıyorduk onu son günlerinde. Ecevit hükümetinin gaz ve benzin kuyruğuna takılmıştık. Otomobilimiz yoktu benzin yokluğu bizi pek ilgilendirmiyordu, fakat Bakırköyündeki öğrenci evimizin gazyağı ya-kıtlı sobasını Ziya Olgunharputlu için yakmamız gerekiyordu. Çünkü Vakıf Gureba Hastanesi sırtın-dan neşteri vurmuş hiçbir işlem yapamadan yeniden kapatmış taburcu etmişti. Biz de sobamızda yakmak üzere alacakaranlıkta yakınımızdaki bir benzinlikte gazyağı kuyruğuna girerdik. Bazen peşpeşe sıralan-mış bu bidonların uzunluğu 500 metreyi geçerdi. Sobayı yakıp odayı ısıttıktan sonra vazifemizi yap-manın rahatlığı ile içimizde “acaba kurtulur mu bu hastalıktan?” diye bir ümit ışığı belirirdi. Kendisi son ana kadar bizi teselli etmeye çalışır, hastalığına hiç vurgu yapmaz, hasta bizmişiz gibi bizi o terapi eder-di. Onun en büyük ideali, Büyük Doğucu’ların mu-hanete muhtaç olmadan büyük bir müessesede hep beraber çalışmalarıydı. Bu müessesede her birimizi ayrı ayrı birimlere yerleştirir ve vazifemizin ne ola-

cağına, nasıl davranacağımıza varıncaya kadar hayal ettiği şeyleri bize anlatırdı.

Peşinden Üstadın ölümüyle karşılaştık 1983 yı-lında Mayısın 25 inde. Üstadın en küçük oğlu Osman Kısakürek’in telefon açıp “Üstad öldü gelin” diyen sesi hala kulaklarımda. Kayseri’den bir otobüsü dol-durup Üstadın Erenköy’deki evine girişimiz, oradan Vakıf Gureba Hastanesi gasil hanesinde Üstada son vazifemizi yapışımız, oradan da Fatih Camiinin mu-salla taşına getirip tabut önünde nöbet tutuşumuz . Ölüm karşısında bir kez daha kuşatılmış olmanın gerçekliğini ve çaresizliğimizi hissettirmişti bize ta derinlerden. Seyyitlerden birinin elime verdiği bir tasla suyunu dökmüş, son bir kez Üstadımın elini öpmüş ve yaşarken hemen hemen hiç görmediğim bir huzuru onun yüzünde seyretmiştim.

Kendisi “Karacaahmet” şiirinde ne güzel ifade etmişti;

“Ebedî gençlik ölüm;desem kimse inanmaz, Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz!”

Daha sonra 16 Ağustos1995 günü bağrı ya-nık arkadaşımız Kenan KUZUİMAM ‘ın apansız Mersin’de yakalandığı kalp kriziyle ölümü, Kayseri’ye getirilerek evinin önünde bir cenaze aracında yıka-nışı burnumuzun direğini bir kez daha sızlatmıştı. Aracın içinde sanki öldüğüne inanmamış gibi yü-züne bakmıştım. Yaşarken her zaman çektiği acı ve

Mustafa CABAT

ÖLÜM GERÇEĞİ

Page 32: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE32

sıkıntıyı yansıtmıyordu yüzü. Adeta ölümü kabul etmiş, benim için, hayatın acımasızlığından bir kur-tuluştur bu ölüm der gibiydi. Sıkıntılarını arkadaşla-rına hissettirmeyen küçük yaşta yetim kalmış ve ai-lesinin ekonomik yükünü omuzlamış birinin yüzüne benzemiyordu salacada yatan bu arkadaşımın yüzü. Lise sıralarındaki şen şakrak Kenan’ın arap gerillala-rın eğitim yürüyüşü taklidi ve hoca dahil bütün sınıfı gülmekten yerlere yatırışı geldi aklıma. Büyük Doğu fikriyatını derinden kavramış bu arkadaşımızın en büyük özelliği samimi olarak davasına bağlılığı ve eşya ve olayları Büyük Doğu okulunun gözlüğünden değerlendirebilme yeteneğiydi.

2005 yılının Şubat ayı sonlarına doğru bir haber bu sefer yine İstanbul’dan geldi. Ömer KISAKÜREK sessizce terk etmişti yalan dünyayı. O daima göz önünden uzak durmayı, uzleti tercih eden bir miza-ca sahipti. Aklıma son 5 sayı çıkıp yerini Rapor’lara terk eden Büyük Doğu’ların ilk sayısını beraberce matbaadan alışımız geldi. İdarehaneye getirirken “Mustafacığım bu paketler amma da ağırmış herhal-de Büyük Doğu’nun manevi ağırlığıdır. !” Deyişi o anda bizim kopuşumuzu, yükü taşıyamaz hale geli-şimizi hatırladım. Gözleri hep gerçek aleme bakar gibiydi. Sürekli Abdülhakim Arvasi Efendi Hazretle-rine rabıta ederdi. İnşallah umduğuna kavuşmuştur.

“Daha yapacak çok işimiz var” diye bizleri hep uyaran Özküçüğe Erciyes Üniversitesi Hastanesinde ilk teşhisin konuşu ve doktorların acilen kemotera-piye başlanması lazım ikazıyla bizdeki telaş ve ça-resizlik içindeki alternatif tıp arayışı daha dün gibi hatırımızda. Ve kolon kanseri teşhisinden iki yıl sonra 27 Kasım 2008 de toprağa verdiğimiz Musta-fa ÖZKÜÇÜK akran ölümünün ibret verici üçüncü örneği olarak yüreğimizi dağlamıştı . Son günlerin-de “Biraz daha yaşasak diyoruz. ” demişti bana sözü-nün arkasına bir açıklama getirmeden. İbadetimde eksik hissettiğim yerleri kaza etmem gerekir, diye düşünüyordu o anda zannedersem. O arkadaşlarını bulundukları yerlerden daha üst yerlerde görmek ar-zusunu hep yüreğinde taşıdı. Bunun için gereken gi-rişimleri sessiz ve derinden kimselere duyurmadan yapardı. Dostunu asla yere düşürmez, düşecek olana şaşırtıcı bir refleksle kol kanat gererdi. Ağır canlı ol-masına rağmen bu işi nasıl başardığına şaşar kalır-dınız. O Büyük Doğu fikriyatına yürekten bağlıydı. “Her Müslüman kendini ölçüyü tamamlayan son pi-rinç tanesi bilmeli, kendisi olmadan olmayacağının, fakat kendisiyle de olmayacağının şuuruna sahip olmalıdır. ”diyen Üstadın bu tespitini kendisine şiar edinmişti.

Derken birdenbire hiçbir hastalık teşhisi falan konmadan bürosunda kalp krizi neticesinde ölüm

gerçeğiyle bir kez daha yüz yüze geldik Ali TAŞCI ‘nın ani ölümüyle 2 Mayıs 2010 da.

Sanki bıyık altından muzip muzip gülerek nasıl da hepinizi şaşırttım der gibiydi. O, prensip sahibi bir gönüldaşımızdı ve sahteliklere asla tahammül edemezdi. Herkesin davasında samimi olması gerek-tiğine inanır, materyalistlerin dünyaya bağlılıklarını anlayışla karşılar fakat ruhçu insanların maddeye bağlılığını kabullenemezdi. İnsanların paraya olan zaaflarını gayet iyi bilir ve eğer birisinin maddi men-faati davasının önüne aldığını hissederse onun gö-zünde o kişinin hiçbir değeri kalmazdı.

Derken bir kalp krizi de Ankara’da Mehmet SOYAK’ı yakalamış, ambulans uçakla İstanbul’a ge-lirken havada ruhu teslim etmişti 26 Mart 2011 yı-lında . Hep uçlarda gezinen adam yükseklerde veda etmişti hayata.

Ve çarşamba günü Hatıroğlu camiinde yatsı na-mazını kılıp Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfının her çarşamba gecesi yapılan oturma gününü başlatmak için yola çıkan Mustafa DİNÇEL’e çarpan bir araç onun onbeş gün süreyle koma halinde yatmasına sonra da Erciyes Üniversitesi gasil hanesinde yıkanıp kefenlenmesine sebep oldu 9 Kasım 2011 tarihinde. O hepimizin anası gibiydi. Küçük yaşından itibaren çalışmaya başlamış Dinçel abimizin yapmadığı iş kolu kalmamıştı sanki. Manavlıktan muhasebeciliğe, laborantlıktan müzehhepliğe, mücellitlikten aşçılığa kadar yapmadığı iş bırakmamıştı. Karnını doyurma-dığı arkadaşımızı bulmak adeta imkansızdır. Talebe-lik yıllarımızda İstanbul’da Milliyetçiler Derneğinde 150 kişiye iftar yemeği hazırlardı ramazan aylarında. O herkesi bir arada tutmaya gayret etti ömrü boyun-ca. Hataları ve sevaplarıyla kabul etti arkadaşlarımı-zı. Kimseden incinmedi, kimseyi de incitmedi.

Sayıları hepsi hepsi bir dolmuş haydi bilemedin bir otobüs dolusu olan bu insanların içinden bir çır-pıda sayabildiğimiz bu kadarının ahrete göçüşü biz akranlarına ahreti hatırlatması bakımından belki de en büyük derstir. İnna lillah ve inna ileyhi raciun. Allahım bu insanlar belki ibadetlerinde eksik ve ku-surluydu ama onlar Resulüne aşkla, ihlasla yürekten bağlıydı. Resulüne düşman olanlara karşı buğzları hiç eksik olmadı. Tek idealleri getirdiğin ölçülerin hayata hakim kılınmasıydı. Onları ve bizi ahret gü-nünde Kainatın Efendisinin hürmetine Habibinin sancağı altında toplanmayı nasip eyle.

Page 33: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 33

KARACAAHMET             Necip Fazıl KISAKÜREK

Deryada sonsuzluğu fikretmeye ne zahmet! Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet! Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde; Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde? Mezar, mezar, zıtların kenetlendiği nokta; Mezar, mezar, varlığa yol veren geçit, yokta. . . Onda sırların sırrı: Bulmak için kaybetmek. Parmakların saydığı ne varsa hep tüketmek. Varmak o iklime ki, uğramaz ihtiyarlık; Ebedi gençliğin taht kurduğu yer, mezarlık. Ebedi gençlik ölüm, desem kimse inanmaz; Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz. Karacaahmet bana neler söylüyor, neler! Diyor ki, viran olmaz tek bucak, viraneler, Zaman deli gömleği, onu yırtan da ölüm; Ölümde yekpare an, ne kesiklik, ne bölüm. . . Hep olmadan hiç olmaz, hiçin ötesinde hep; Bu mu dersin, taşlarda donmuş sükûta sebep? Kavuklu, başörtülü, fesli, başaçık taşlar; Taşlara yaslanmış da küflü kemikten başlar, Kum dolu gözleriyle süzüyor insanları; Süzüyor, sahi diye toprağa basanları. Onlar ki, her nefeste habersiz öldüğünden, Gülüp oynamaktalar, gelir gibi düğünden. Onlar ki, sıfırlarda rakamları bulmuşlar, Fikirden kurtularak, ölümden kurtulmuşlar. Söyle Karacaahmet, bu ne acıklı talih! Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih!                                                   (1969)

Page 34: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE34

Mustafa Bayır, Eski ismi Cırlavuk, yeni adıyla Mimar Sinan kasabasından Kayseri’ye nakl-i hane eyleyen bir ai-

lenin üç çocuğundan ikincisi. Doğumu: 2.8.1937. Dedesi, “ Eczacı Mustafa efendi” namı ile maruf bir zat. Kayseri’de eczane açan diplomalı ilk eczacı oldu-ğu söylenir.

İkinci Abdülhamid Han (mekanı Cennet olsun)ın tuğralı mührünü taşıyan diploması halen

varislerin elinde bulunmaktadır. Mustafa Bayır, Kayseri Lisesini bitirdikten son-

ra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kayıt olmuş ve 1961 yılında mezun olmuştur. Av. Nevzat Türkten’in yanında avukatlık Stajını yaparken, bir taraftan da Kayseri Lisesinde edebiyat derslerine gir-miştir.

Mustafa Bayırın edebiyat dersleri hocalığı te-sadüfi değildir. O lise yıllarından itibaren edebiyatla ve özelliklede şiirle ilgilenmiş ve zaman zaman şiir yazmıştır. Bu alaka, özellikle de üniversite yıllarında artarak devam etmiş ve bazı edebiyat dergilerinde şi-irleri neşredilmiştir.

Bir takım maddi sıkıntılar içerisinde tahsili-ne devam etmek mecburiyetinde bulunan Mustafa Bayır için, bu dergilerden aldığı cüzi telif ücretleri, ehemmiyetli bir destek olmuş ve ayrıca teşvik edi-ci bir fonksiyon ifa etmiştir. Ancak Bayırın şiddetli arzusu ve gayesi, şiirlerinin, yakın irtibatta bulundu-ğu Necip Fazılın Büyük Doğu mecmuasında neşre-

dilmesidir. Bu arzusunun tahakkuku zımnında bazı şiirlerini üstada takdim etmiş ise de Üstat her sefe-rinde şiiri okumuş ve sonra çöpe atmıştır. Ve Mus-tafa Bayıra bunun iyi bir şiire ulaşmak için gerekli olduğunu ifade etmiştir. En sonunda bir şiiri hatır-ladığım kadarıyla ya Büyük Doğu’da ya da başka bir mecmuada neşredilmiş ve Mustafa Bayır da böylece arzusuna kavuşmuştur...

Mustafa Bayırın Üniversite tahsili boyunca Üs-tatla ve Büyükdoğu mecmuası ile irtibatı kesintisiz devam etmiştir. Sohbet ve konferanslarda vazife al-mış ve derginin satış ve dağıtımında vazife ifa etmiş-tir. Dünya görüşü Büyük Doğu çerçevesinde teşek-kül etmiştir.

Dost ve düşman kutupların teşhisi, tarih şuuru, İslam nizamı, ehli sünnet itikadı hassasiyeti ve daha pek çok konuda Üstattan ve Büyük Doğudan beslen-miştir.

Bu heyecan ve dinamizmi tabiî bir sonucu olarak Kayseri’de Büyük Doğu Cemiyetinin ilk kurucuları arasında yer almıştır. Gerek bu çerçevede yürütülen faaliyetler ve gerekse bir dönem yazı işleri müdürlü-ğünü yaptığı mahalli gazetedeki yazıları dolayısı ile bir takım adli takibatlara maruz kalmıştır . Ayrıca o dönemde Kayseri Doğu menzil komutanı bulunan ihtilalci general Faruk Güventürk tarafından tehdit ve takip altında tutulduğunu da kaydetmeliyim. Bü-tün bunlara rağmen o, istikametten ayrılmamış ve yoluna devam etmiştir.

Mehmet GÜLDESTEDOST BİR İNSAN

Page 35: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 35

Serbest avukatlığa Kayseri’de devam etmiş ve hukuk davaları ve icra takipleri ağırlıklı olarak ça-lışmıştır. Özel ihtisas alanı ise vakıf davaları idi . Pek çok vakfın elden çıkartılmış gayri menkullerinin geri alınmasında değerli hizmetler ifa etmiştir. Avukat-lıktan usandığı ve bırakmayı düşündüğü bir dönem-de hastalandı. Akciğerde tesbit edilen habis tümör ve oradan vücuda yayılan hastalık sonucu 22 kasım 2012 tarihinde dar-ı bekaya intikal eylemiştir. Geride iki çocuğu ve eşi kalmıştır oğlunun Ethem Fazıl olan ismindeki Fazıl ilavesi Necip Fazıla olan muhabbe-tinden dolayıdır. Mevla ona rahmeti ile muamele ey-lesin iyi bir dost ve candan bir arkadaştı . Avukatlık bürosunda özel bir hoca vasıtası ile Kuran-ı Kerim okumasını öğrendi ve ilerletti. Mehmet Zahid Kot-ku ve Esat Coşan hoca efendilere manevi bağlılığı vardı. Kişi sevdiği ile beraberdir düsturunca inşallah onlarla beraberdir. İnsanlar hata ve kusurdan azade değiller. Ancak, sağlam bir iman ümitvar olmamız için yeterlidir. İman şerefinden mahrum olanlar Ruz-i cezada hesaba çekilmeyeceklerdir hesapsız ve kitapsız olarak gitmeleri gereken yere doğrudan sevk edileceklerdir. İnanılması gerekenlere inanılması ge-rektiği gibi iman eden müminler ise yüce Rabbimiz tarafından muhatap alınacaklar ve hesaba çekilecek-lerdir. Bundan gerisi O’ nun sonsuz affı ve merhame-tidir. Bütün müminlerin ve Mustafa Bayır kardeşi-mizin Mevla’nın sonsuz rahmet ve merhametine nail olmalarını niyaz eyleriz.

MUSTAFA BAYIR

Page 36: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE36

Kayseri‘li kimliğini kullandığına bakılırsa aidiyeti tescil ettirme hevesi vardı. 19. yy son çeyreğinde doğduğu, anlattığı olayla-

ra vukufiyetinden anlaşılıyordu. Üstad Necip Fazıl’ın TANRI KULUNDAN DİNLEDİKLERİM isimli eserinde uzun uzun anlattığı ve daha sonra sadeleş-tirdiği eserleriyle tanımamızı temin ettiği tasavvuf bahçesinin nurlarından Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretlerinin hizmetinde bulunmuş biri Abdülkadir Binbaşıoğlu. Bu hizmetçiliği dahi onun kimliği hak-kında ziyadesiyle bilgi sunuyor.

Sırlar dünyasının içinde apışmış, aptallaşmış ve sonunda olgunlaşmış olan Abdülkadir Efendi, öyle-sine muhataralı dönemde dünyayı teşrif etmişler ki dünyanın kendisi atomlarına ayrılacak derecede fit-nenin ağına düşmüş, insanlık sığınacak melce ara-maktadır. Abdülkadir efendi ruh bütünlüğünü sağla-yacağı alemi içinde bulur. Kendini de içinde erittiği o alem onun her şeyi olur.

Abdülkadir Binbaşıoğlu’nun Üstad Necip Fazıl’a bağlılığı ve hayranlığı Esseyyid Abdülhakim Arvasi efendi hazretlerine sadakatle ve aşkla bağlan-masındandı. Belki biraz da yıpranmış duygularını Necip Fazıl bey kışkırtıyor olabilirdi. İmrenme ve gıpta ile Üstadın arkasında Anadolu’yu dolaşır du-rurdu. Kim bilir belki de Fuzuli’nin su kasidesinde olduğu gibi içerisinde bulunduğu aşk denizi onu kı-yıdan kıyıya taşıyordu. Üstad Necip Fazıl deryası da Binbaşıoğlu’nun küçücük sandalına bir deniz olarak

hem seviyesini koruyor hem de ona yeterli rüzgarı sağlayarak onun asaletini temin ediyordu. Abdülka-dir efendi de bir köşesinden nasiplenirken münasip bir karakterle Büyükdoğuyu temsil etmeye ve onun banisini yürekten savunmaya çalıştığını başına ge-lenlerden anlamaktayız.

Birlikte çektirmiş olduğumuz fotoğraftaki sek-sen üç yaşındaki nur yüzlü ihtiyarı hiçbirimiz ta-nımıyorduk. Üstad Necip Fazıl beyle İstanbul’dan gelmişti. Kayserili olduğunu söylemişti. Havzacılık gibi bir derdimiz olmadığından, o gün için sessiz kalmıştık. Yıllar sonra o fotoğrafın Büyük Doğu to-poğrafyasında kullanılacağı bu günler aklımızdan geçmezdi. Zira Büyükdoğuya gönül vermenin meş-guliyeti, yoksulluk ve yoksunluğun başımızda tüten dumanını savuran gençlik rüzgarı, ve hele hele de rüşte ulaşmanın kavak yelleri o günlere bizi kayıtsız bıraktı. Kayıtsızlığımıza lise yıllarının öğretim şart-ları da eklenince bahaneleri- miz yıldızlardan daha fazla olabiliyordu. Büyüklerimiz okumayı ve sohbeti önemsiyorlardı, bizde geneli aşmaya çalışmıyorduk. Hatta arkadaşlar konuşurken not alsak ajan x olarak suçlanıyorduk bile. Aslında tembelliğimize kılıf bulu-yorduk. Keşke o günlerde notlar tutsaymışım diye bu gün üzülüyorum. Şu kısacık ömrümdeki değişimler öyle bir tarih oluşturdu ki, tarifi ancak ciltler dolusu kitap eder. Şükür ki bugün de olsa o günlere ışık tut-mağa çalışabiliyoruz. Abdülkadir efendinin o nurlu yüzünü hatırlayabiliyoruz. Bu gün o yüzün nirengi

Mustafa ÖZER

ABDÜLKADİR BİNBAŞIOĞLU

Page 37: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 37

noktasına dönüştürmeden tebessümünü kalıcı kılalım isteyebiliyoruz. Zira o sima öyle taze bir tebessüm ki o yaşta ancak bir müminde bulunabilir ve görülme-ğe değer. O fotoğrafta bu-lunan, hafızası sağlam ve Büyükdoğunun dönmez davacısı olan Ahmet Taş-çı Abdülkadir Binbaşıoğlu ile ilgili epey detay içeren bilgiler aktardı. Bu bilgiler hafızamızın derinliklerin-de kalan o günleri yerinden depreştirdi. Kayseri’nin Hacıvelet Mahallesinden ve büyük ailelerinden bi-rine mensup, pamuk tüc-carı olduğunu, Esseyyid Abdülhakim Arvasi efendi hazretleriyle birlikte Sultan Mehmet Vahidüddin hanın sofrasında bulunduğunu anlattıktan başka merhum Hüseyin Hilmi Işık tarafından hazırlanan Saadeti Ebediye daha sonra genel adıyla “Tam İlmihal” isim-li eserde de Abdülhakim Arvasi efendi hazretlerine ait bir keramet tablosunun içerisinde Abdülkadir efendinin de bulunduğunu öğrenmiştik. Saadeti Ebediye isimli eserde adı geçen tablonun anlatımın-daki Abdükadir isminin olmadığını görünce önce üzüldük sonradan ilk baskılarda bulunduğunu öğre-nince de hayretimiz artmıştı. Ahmet Taşçı beye bu durumu sorduğumuzda, erbabınca dile getirildiğine göre birilerinin nefsine yenik düşmesi sonucu, bazen böylesi olaylarda olduğu gibi disiplinsizlik addedile-rek cemiyette düşman veya hain ilan edilebiliyorlar. Makamlarını hatıra borçlu olmayan gerçek efendiler için böylesi cezalara itibar yoktur. Diye söylemişti. Ve lakin gönül sultanlığındaki bu hoşgörüsüzlüğü yine anlayamamıştık. Ahmet Taşçı bey olayın özünü anlattı ve Hüseyin Hilmi Efendinin büyük ihtimalle makamını kıskanma krizinde Abdülkadir Binbaşı-oğlu efendinin Necip Fazıl tarafını tutarak, onu sa-vunması cezalanmasını intaç etmişti. Bu olay vesile edilerek te Abdülkadir efendiyi Hüseyin Hilmi Işık efendinin hem ilişik mekanlarından hem de Saadeti Ebediye denen kitaplarından çıkarmışlardır. Bu tür krizler yetersizlik ifadesi olarak her gönülde yaralan-malara da sebep olmuştur elbette. Nefs tezkiyesinin dost gönüller üzerinde denenmesi nefslerini ölme-den önce öldürmeyenlerde hep bir hesaplaşma ola-rak kalıyor ve vesvesenin günlüğünde hep kışkırtma unsuru olarak kullanılacağı günü bekleyecektir. Bir

hastalık uru olarak iç sancı-lar üreterek ve iç dengeler-de fitnelere sebep olarak... Özünde tasavvufa zerre zarar getirmeyen bir mese-ledir bu. Tasavvufun pren-sipleri belirlidir, uyama-yan kendini dışlamış olur. Yunus’un dediği gibi;

Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil

Gönlünü derviş eden hırkaya muhtaç değil

Bu nedenle bazı çev-relerde oluşmuş ve / ya oluşabilecek çiğlikleri, say-gı duyduğumuz tasavvufa aykırı ve yeni nesiller üze-rinde kötü tesirler bıraka-cağı için eleştiriyoruz. Biz hariçten gazel okumadığı-mız gibi hiçbir şerrin üzeri-nin örtülerek kalmasına da

razı değiliz. Söz konusu olan Allahın rızası ise ne bir kimse ne de bir makamın diğerleri üzerine faikiyeti olmamalı. Kaldı ki hürriyeti yok eden veya kısıtla-yanlar bilsinler ki mükellefiyetleri yok ediyorlar ve mükellefiyetleri sınırlıyorlar. Bu durum çok vahim sonuçlar doğurur, buna vesile olanlarda kardeşlerin düşmanlığına hizmetten öteye geçemezler. Mükelle-fiyetin göz ardı edilmesi sorumsuzluğun davetidir ki, hiçbir cemiyete önerilmediği ve önerilmeyeceği gibi bireye dahi teklif edilemez. Aklı başında olan herkes mükelleftir, mucibince davranmak zorundadır.

Devlet-i al-i Osmanın çöküş yıllarında, Anadolu’dan biri Dersaadet denen İstanbul’a varır, ziyaretlerde bulunur, günlerden bir gün de yolu Yeni Camiye düşer. Namazdan sonra sohbete katılır. Soh-bet sırasında kendini takdim eder, Anadolu payitah-tı merak edip durur biz dahi bu merakla onca yol geldik ağalar, fakirhanemize dönmek nasip olur ise, İstanbul’un ahvaliyle ilgili ne dememi tavsiye eder-siniz der. Caminin imamı Bekri Mustafa’dır. Der ki: (Oğlum var yurduna selam eyle Bekri Mustafa imam oldu Yeni camiye ) dersin, diyerek adem oğluna ce-vap verir. Adam beldesine dönünce ne dedi bile-meyiz ama, kıssadan hisse ayyaş denecek derecede içkiye düşkün birisinin imam olarak görevlendiril-mesinin görevlinin vicdanını bile rahatsız ettiği an-laşılmaktadır. Günümüz görevlilerinin Bekri Mus-tafa kadar olsun dürüstlük ve içtenlikleri olmamalı mı acaba. Taht kavgaları gibi, çıkar kavgaları gibi, mezhep kavgaları gibi birçok kavga türünü tarih-te okuyoruz. Lakin sosyolojinin değerlendirmeleri

ABDÜLKADİR BİNBAŞIOĞLU

Page 38: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE38

içerisinde kuma kavgalarını okuyoruz ki kıskançlık boyutları aklı aşacak derecededir, Güç elde etme çe-kişmelerini manevi alanda yapmak yapanları yücelt-miyor. Cehaletimiz böylesine mücessem iken ruhsal süblimasyonu nasıl sağlayacağız. Dünya nimetleri bir lütuf halinde hak ettiğimizden fazlasıyla bizi tal-tif ederken bir bilen arif olmak varken ilkel canlılar gibi bölünerek çoğalacağımızı mı zannediyoruz. Bö-lünen birileri olmak, gerçekten acı veriyor insana. . Kaldı ki fitneye gönlünü kaptırınca yalnızca bölünen değil bölen olmaktan da kaçılamıyor. Allah korusun . Hiç mi cennet sevgisi önünüzü aydınlatmıyor?

Abdülkadir Binbaşıoğlu efendiye ait bazı sır kalması gereken özel dünyası Saadeti Ebediye’de yazılıyor. Bunlar sır ise yayınlanmaması gerekmez mi?Madem yayınlandı sonraki baskılardan çıkarıl-ması sırrın ifşaatının kaynağı gösterilmeden değeri-nin ne olacağı düşünülmez mi? Ne diyelim. günü-müz insanının ilgileri çok daha değişik alanlara kay-mıştır. Hem aklın verilerine yaslanması anlamında hem de yaşamak gailesinin bütün ufkunu tutması bağlamında. Bu denli sekülerleşme acaba bu tür çe-kişme ve bölünmenin kaynağı olamaz mı? Seküler-leşmenin sonuçları yoksa manevi etkileri de mi et-kisiz hale getiriyor. Başka deyişle sekülerlik bu denli her yeri mi sardı? Sorular… sorular…Herkes halin-den memnun ise diyecek sözümüz var. Kapitalizmin eleştirisi yerine kaim olmak üzere, manevi dünyanın teşkilatçılığındaki kapitalizmin araştırılması, iktisat ilmine katkı sağlayacaktır. İktisat ilminin ince kori-dorlarında dolaşan bir çok iktisat düşünürü kafa yo-ruyor. Bunlardan birisi Merhum Sabri Ülgener ho-caydı (İktisadi İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri), (Ahlak ve Zihniyet) kitapları bu konuya hasredilmiştir. Meraklıları mutlaka çok istifade ede-ceklerdir okuyarak. Eğer ki kapitalizmin makamına oturmak istiyorlar ise manevi dünya ile ilişkilerini insanların bir gözden geçirmesi, en azından kendine yarar sağlayacaktır. Lineer mantık bu soruların daha ağırlaştırılmışlarını da sormayı gerektiriyor. Lakin maksadımızı aşmış olmamak, yazdığımız mersiye-nin sınırlarında kalmak adına bu konuya daha fazla girmek ve yanlışlıkları agorada tartışma konusu ya-

parak tövbekar olanları germek istemiyoruz. Abdülkadir Efendiye ait Ahmet Taşçı beyin nak-

lettiği bir anısını da burada nakletmek istiyorum: Kayseri’deki sohbet toplantısında Abdülkadir Efendi kendisinde, Efendi hazretlerinin bir mektubu oldu-ğunu izhar eder. Üstad da görmek ister. Abdülkadir efendi koynunda hamayıl gibi sakladığı yerden çıka-rır ve Üstada takdim eder. Üstad okumağa çalışınca, defalarca okumanın kolaylığında olan Abdülkadir efendi ezberinden okumaya başlar. Bu durum karşı-sında Üstad onu dinlemeyi tercih eder ve Abdülkadir efendinin evrakı hususiyesi olan mektubu ceketinin koyun cebine koyar. Abdülkadir efendi mektubun hususi olması sebebiyle, tarafına iadesini ister ise de; Üstadın İstanbul’da kendisine iade edileceğini söyle-mesiyle heyecanı yükselen Abdülkadir efendi;

- Ama efendim ben de İstanbul’a havale edilirse verilemeyeceği endişesini taşıyorum! der. Üstad’ ın demek ki sen beni anlamışsın mealli cümlesi salonu sessizleştirir. Üstadın sözleri Efendi Hazretlerine ne denli aşkla bağlı olduğunu elbette gösterir. Ama Ab-dülkadir efendinin canhıraş çığlığını anlayabiliyo-ruz. Üstadın varisleri bu özel evrakları biliyorlar mı, bulmuşlar mı, ne yapacakları hep soruların içinde. Keşke varisleri o veballerden kendilerini kurtarsalar da, bizler de güzel şeyler görebilsek.

Yıllarca bir ulu çınarın gölgesinde nasipdar ol-muş, Büyükdoğu ruhunu da o nasibin içerisinde gör-müş anlamış ve yaşamış Abdülkadir efendiyi saygıy-la ve rahmetle anıyoruz. İdeallerini sır olarak tutup yaşayacak bir gençliğe omuz verdiğin için vefamız ve vebalimiz seni fatihadan unutmamak olacaktır.

Allahın rahmeti ve merhameti seninle olsun ey adsız kahraman….

Kayseri Nüfus Müdürlüğünden aldığımız bilgi-lere göre merhumun Nüfus bilgileri şöyledir;

Abdulkadir Binbaşı O.

DOĞUM TARİHİ: 1898ÖLÜM TARİHİ: 1979

Page 39: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 39

Abdulkadir Binbaşıoğlu’nun adının geçtiği 1968 baskılı kitabın iki sayfası;

Saadeti Ebediye (Tam İlmihal) H. Hilmi Işık 6. Baskı –Işık Kitabevi-1968Sayfa-908-909

Page 40: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE40

Kayseri’de iki kurum çok önemli idi. Sos-yal bünyenin düzenlenmesini de kendine görev edinmiştir. Kurum kedini var et-

menin titizliğinde çalışanlarının statülerini cemiyet-lerine taşımalarını istemiştir. Komutanından nöbetçi erine varıncaya kadar saat gibi çalışan askeri hizmet-ler üreten bu iki kurum hem üretimini sağlamış hem de cemiyete nizam veren bir görevi yerine getiren bir fonksiyon üslenmiştir. Bu kurumlardan ilki Tayyare Fabrikası adıyla maruf ve uçak üretmek üzere oluş-turulmuş cumhuriyet döneminin önemli kuruluşla-rından biriydi. Kurulduktan kısa bir süre sonra uçak üretmiş ve ihraç dahi yapmıştı. Böylesine önemli bir kuruluş zamanla üretimden uzaklaştırılarak işlev-siz hale getirilmiştir. Uçak parçaları yapmak yerine hava kuvvetlerine istihdam imkanı yaratmış ve hava kuvvetlerinin başkaca hizmetlerini yerine getirdiği içindir ki, daha sonraları ismini Hava ikmal merkezi olarak değiştirmişlerdi. Diğeri ise Ana tamir adıyla halk arasında anılan yurt içi tank ve benzeri ağır si-lahların bakım onarım işini üslenen atölyeler silsi-lesiydi. Bu kurum ise kurulduğu günlerde daha basit bakım ve onarım işi yaparken giderek fabrikaya dö-nüşerek çok önemli görevler üslenmişti. Bu gün tank üretecek bilgi ve beceriye yükselmiştir.

Hava ikmal merkezinde çalışan işçiler öylesine bir ruh disiplinine sahip ki, Kendilerine tevdi edi-len hiçbir işe “ olamaz” diyemezlerdi. Sadece süre kazanmak için uğraştıklarını görürdük. Doğup bü-yüdüğüm yöreden hava ikmalde çalışan işçi ve tek-

nisyenler vardı. İş saatlerinden tutun da kravatlarına varıncaya kadar seçkindi. Askeri disiplin içerisinde gözükse de, sakinliğinde işi planlamasından, alet edevat gereksinmelerini hazırlamasından anlıyor-sunuz ki basit bir tamirhane mantığının çok ötesine geçmişlerdi. Kavgacılıktan uzak olaya hakim, yapma veya yaptırma iradesini taşıyan bir ruh bütünlüğün-de kişiler. İşyerindeki hiyerarşik disiplin hayatları-na da hakimdi. Çalışanlarda askerler gibi cemiyet hayatında kademelenmişlerdi adeta, işçiler teknis-yenlerin yerini bırakınız, önüne bile geçemezlerdi. . Köy kahvesine bile destur almadan giremez, girmiş olsa bile yüksek sesle konuşamazdı. Yüksek bir ruh disiplini almışlar ve bunu korumayı da titizlikle ya-pıyorlardı. . Elbette ki işyerinin bunu devam ettir-melerinde gizli bir el gibi çalışanlarına hakim olduğu anlaşılıyordu.

Bu iki kurum yasal yapıya ve yasaların uygulan-masına da çok özen gösteriyordu. Sivil işletmelerdeki laubalilik buralarda olmazdı. Buralarda çalışanların kadro görevlerinden unvanlarına varıncaya kadar yazılıdır, bilinir ve uygulanır. Sendikal haklardan, dinlenme haklarına, hasta haklarından emeklilik haklarına kısaca iş ve çalışma kanunlarından askeri görev yapma disiplinlerine kadar her düzeye riayet edilir. Atölyelere yoğurt verilecekse verilirdi, savsak-lanmazdı. Çalışanlar da ihtiyaçlarla imkanların sını-rındaki görevlerini başarırlardı.

Düzenli yerler, düzgün giyinirler, kavga etmez, yüksek sesle konuşmazlar, sakin ve mütebessim

Mustafa ÖZER

İş DisiplinindenCemiyet Nizamına

Page 41: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 41

kalmayı başarırlardı. Hele hele kırklı –ellili yıllarda istihdamın çıraklık ve ır-gatlıktan öteye anlaşılma-dığı cemiyetlerde böylesine işletmeler halkın gözünde de büyük önem kazanmıştı. Buraya işçi olarak girmenin “hayatı kurtarmak” olarak görüldüğünü söyleyebiliriz. Bu iki kurum iş okulu ola-rak ta görülürdü. işe aldığı kişileri çıraklık merkezle-rinde gereksindiği emek ihtiyacına göre eğitime alır, Okulda yeteri kadar eğitir ve işe yerleştirir. Normal olan bu hal bile sivil dünya-da çalındığı için çok büyük hak koruması olarak görü-lürdü.

Hacı Mustafa Birade-roğlu yukarda anlattığım hava ikmal merkezinde yüksek tekniker olarak çalışmış ve o disiplin içeri-sinde oluşmuştu. Yüksek disiplin içerisinde bulun-malarının sağladığı anlama ve yapma yeteneğini ne kadar çok geliştirdiğini bu mavi yakalarda çok açık şekilde görebilirsiniz. Okuduklarını bile sıradan-laştırmazlar, uyumak için okumazlar. Tuvalette boş kalmamak adına kitap okumaları hiç onlara göre de-ğildir. Elbette ki ciddi insanlardır, lakin gülmenin de değerini çok iyi bilirler.

Hacı Mustafa Biraderoğlu mübalağa etmeden söylemek gerekirse bulunduğu şehrin en eski Büyük-doğu nasipdarıdır. 1943 yılından bu yana Büyükdoğu mevkutesini takip etmiş ve onun takip edilmesinde büyük gayretleri olduğunu onu tanıyanlar yazıyor-lar ve birçok arkadaştan da dinliyoruz. Kayseri Bü-yük Doğu Cemiyetinin ilk kuruluşunda yer almıştır (1949). O kuruluş ve diğer zamanlardaki Üstad Necip Fazıl’ın Kayseri’ye geldiklerinde, konaklama mahalli elbette ki bu dost insanın evi olacaktı. Evini, gönlünü ve elinin bütün açıklığıyla kendini vakfeden bu bü-yük ruh Necip Fazıl’dan da karşılığını bulmuş olmalı ki bağlılıkları hayat boyu sürdü. Dernek geleneğinde İslamın temel prensiplerine olan riayetten ötürü abi dediğimiz bu kişiler her zaman gerçek abilerimiz ol-dular. Bunlar elbette ki sıradışıdırlar . Abdullah abi (Saracoğlu), ile başlar Ahmet abiye (Saracoğlu), Ali abiye (Biraderoğlu), Mustafa abiye (Miyasoğlu) sü-rer gider. Bir Ali Biraderoğlu’nun Hacı Mustafa abi olmadan olacağını sanmak biraz safdilliktir. Altyapı önemlidir. Sonra gelenin liyakat hakları bile altyapı-da mündemiçtir.

Büyükdoğunun yanında düzenli olarak Sebilür-

reşat, İslamın nuru, İslam, Yeni İstiklal dergilerini de takip eden birisiydi. Bugün Kayseri’de Büyükdoğu diye bir ideal adıyla da olsa var-sa bu yapılanmada abileri-mizin tuğlaları vardır. Bu önemli yapı böyle oluştu. Emeği geçenlerin hakları her ne kadar ihlal ediliyor ve parti salacaklarında taşı-nıyorsa da üstadın “Nuhun gemisindeki son meni nut-fenin korunması” üzerine titrememiz gerektiği için ihtarla yetiniyor bu konu-ya daha fazla girmiyorum. Ama şu son çığlık olarak kulaklara küpe olsun ki “bayrak düştüğü yerde du-ruyor” Büyük doğu Necip Fazılın mezarı diyenlerin dediği çıkacak gibi gözü-küyor. Ey gönüldaşlar…Ey

ehli himmet maveraya yolcu ettiğimiz şu değerli in-sanların hatırı için uyanın ve görün artık…

En azından bu kitap içerisinde hafızada kalan-larla ve anılarla gündeme getirmeğe çalıştığımız arkadaşların bize ikazı, bir ilhamı ve önemli hatır-lattıkları vardır, İstekleri vardır. Duyacak kulak ilanı vermeden bunu anlayacak ariflikte olduğumuzu da biliyorum. Onların bir ideali olduğunu ve bize dü-şen görevin sadece anmak değil de kurumsallaşma-sını istediğimiz yapının tesadüflere bırakılmamasını istedik.

Ey bu millet için kendini paralamış insan ve nis-yanın kollarında ebedi yolculuğa çıkmış abimiz . . Mekanın cennet ve dünyada bıraktığın ideallerinin bayraklaşması için dualarımız sonsuza dek sürecek ve sizlerle olacaktır. . Allah sizlere gani gani rahmet etsin.

Mustafa Biraderoğlu Doğum Yılı : Kayseri 1924Vefatı : 13.05.2007

MUSTAFA BİRADEROĞLU

Page 42: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE42

25 Ekim 1943 yılında Kayseri’de doğan Hasan Nail Canat, Kayseri İmam Hatip Lisesi öğrencisi iken okul mü-

samerelerinde arkadaşları ile küçük çaplı oyunlar sahneye koyarak sanat hayatına ilk adımını attı. Me-zun olduktan sonra Kayseri Hava İkmal ana tamir fabrikasında çalışırken sanatla ilgisini devam ettir-mek istediği zaman her seferinde babası karşı çıkı-yor; ‘Tiyatrocu mu olacaksın, soytarı mı olacaksın’ diyerek Hasan Nail Canat’ı engellemeye çalışıyor-du. O yıllarda ‘Yalnızlar Rıhtımı’ isimli şiir kitabı yayınlandı. Fakat şiir kitabı Hasan Nail Canat’ın ti-yatroya olan aşkını daha çok pekiştirdi. 1964 yılında Rusya’nın Bolşevik ihtilalinde Türk kökenli insan-lara yapmış olduğu zulümden etkilenerek ‘Moskof Sehpası’ isimli ilk eserini yazan Hasan Nail Canat, büyük bir heyecanla profesyonel tiyatro hayatına başlamış oldu. 7-8 inançlı, şuurlu, fedakar genç ile birlikte Anadolu turnesine çıktı. ‘Moskof Sehpası’ o yıllarda çok büyük ilgi gördü ve 1200 kez sahnelendi. Hasan Nail Canat bu başarısı sayesinde muhafazakar kesimin büyük ilgi ve alakasına mazhar oldu. ‘Soyta-rı mı olacaksın’ diyen babası, Kayseri Müftüsü’nün daveti üzerine Kayseri Din Görevlileri Derneği’nin organize ettiği ‘Moskof Sehpası’ isimli oyunu izle-meye geldi. Oyun sona erdikten sonra ‘Oğlum, oyu-nunu heyecanla seyrettim. Yanılmışım. Artık seni özgür bırakıyorum. Sanatını Allah yolunda kullan-dığın müddetçe yolun açık olsun’ diyerek Hasan Nail

Canat’a dua etti. Bu duanın bereketi ile Hasan Nail Canat, artık sanata kendisini tamamen adadı. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in sohbetlerine katılarak Al-lah yolunda sanatını kullanmanın püf noktalarını, mesaj kaygılarını, yol haritasını en ince ayrıntıları-na kadar öğrenip sırası ile; ‘Günahkar Baba’, ‘Dilsiz Şeytan’, ‘Bir Avuç Ateş’, ‘Afganistan Dramı’, ‘Bir De-met Gençlik’, ‘Ebabil Kuşları’, ‘Bana Mahşeri Anlat’, ‘Sokak Kızı Elif ’, ‘Süper Bekçi’, ‘Mindrella’, ‘Cimcime Tavşan’, ‘Aynalar Yolumu Kesti’ isimli eserleri hem yazarak hem yöneterek hem de oynayarak sanatını icra etti. Ayrıca ‘Şeytan Üssü Haber Merkezi’, ‘Efen-di Hayrettin Süperstar’, ‘Kara Geceler Efendim’, ‘İn-sanlar ve Soytarılar’, ‘Başkasının Ölümü’, ‘Demedim mi?’ ve ‘Metropol ve Kadın’ isimli başkalarının yaz-mış olduğu tiyatro eserlerinde de başrolde oynadı.

ÜRETKEN BİR SANATÇIYDI12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra mecburi olarak

tiyatro hayatına ara veren Hasan Nail Canat, maddi açıdan çok büyük sıkıntılar çekmesine rağmen üret-ken bir sanatçı olduğunu ‘Bir Küçük Osmancık Var-dı’, ‘Nur Dağındaki Çocuk’, ‘Yaralı Serçe’, ‘Günahkar Baba’, ‘Yasemen’, ‘Kırımlı Murat Destanı’, ‘Bir Avuç Ateş’, ‘Gül Yarası’ ve ‘Kiralık Zindan’ isimli romanla-rı yazarak kanıtladı. İlk romanı Milli Gazete’de tefri-ka halinde günlük yayınlandıkça sevincine diyecek yoktu. ‘Olacak, beni göremeyenler beni okuyacak ve ne olursa olsun bu insanlara mesajımı vereceğim’

Biyografi

Hasan Nail Canat

Page 43: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 43

diyerek 9 esere imza attı. ‘Moskof Sehpası’ isimli ilk eserini ‘Kırımlı Murat Destanı’ adında kitap haline getirdi. ‘Bir Avuç Ateş’ isimli romanı ‘Çöküş’ ismi ile yönetmen Mesut Uçakan tarafından beyaz perdeye aktarıldı. ‘Bir Küçük Osmancık Vardı’ isimli kitabı da Milli Eğitim Bakanlığı’nın ‘100 Temel Eser’i ara-sında yer almaktadır. Ayrıca Hasan Nail Canat’ın ‘Kiralık Zindan’ adlı eseri kayıptır ve bulunamamış-tır. Hasan Nail Canat, rahmetli olmadan evvel yeni yayıncılığa başladığını belirttiği genç bir yayınevine ‘Kiralık Zindan’ isimli eserini orijinal dosya halinde sözleşme yaparak teslim etmiştir. Aradan 8 yıl geç-mesine rağmen ne yayıncıdan ne yayınevinden ya-zılı veya sözlü olarak Hasan Nail Canat’ın ailesine ulaşılmamıştır.

İNANÇ VE AHLAK ÜZERİNE ESERLER YAZARDIŞiir, roman ve tiyatro eserleri incelendiği zaman

eserlerinin sadece ve sadece inanç ve ahlak üzerine olduğu açıkça belli olan Hasan Nail Canat, insanlara hayvan sevgisi ile insan sevgisi arasındaki tezatı yani kaniş köpeğini evine alıp babasını huzur evine yatı-ran insanın hayvan sevgisine karşı, Allah’a borcunu ödemek isteyenlerin kul hakkına riayet etmemeleri-ne karşı ve ilahlaştırılan tabulara karşı uyguluyordu.

ÇOK SAYIDA FİLM VE DİZİDE OYNADIHasan Nail Canat, yaklaşık 10 yıldır Altu-

nizade Kültür Merkezi’nde Üsküdar Belediyesi Tiyatrosu’nda oyunlarını sahneliyordu. Geleneksel tiyatronun örneklerini sunan Hasan Nail Canat, ‘Keloğlan’, ‘Sokak Kızı Elif ’, ‘Mindrella’, ‘Süper Bekçi’, ‘Cimcime Tavşan’ gibi çocuk oyunları ile ‘Bir Avuç Ateş’, ‘Demedim mi?’, ‘Metropol ve Kadın’ adlı oyun-larını da yetişkinler için sahnelemişti. Altunizade Kültür Merkezi’nde çocuk ve yetişkinlere tiyatro eğitimi de veren Canat; ‘Reis Bey’, ‘Minyeli Abdul-lah’, ‘Sahibini Arayan Madalya’, ‘Çizme’, ‘Sürgün’, ‘Be-şinci Boyut’, ‘Bize Nasıl Kıydınız?’ ve ‘Gülün Bittiği Yer’ adlı sinema filmleri ile ‘Kara Bir Gün - Süley-man Nazif ’, ‘Su Perisi Kayıklar’, ‘İnsanlar Yaşadıkça’, ‘Kaşağı’, ‘Müslüman’ın 24 Saati’, ‘Müslüman’ın 365 Günü’, ‘Siyah Pelerinli Adam’, ‘Hasret’, ‘Köstekli Saat’, ‘Camgöz’, ‘Deli Balta-Uçurum Adası’, ‘Evlere Şenlik’, ‘Bizim Ev’, ‘Ortaklar’, ‘Şark Kahvesi’, ‘Beyaz Savaş’, ‘Sır Kapısı’, ‘Deli Yürek’, ‘Ekmek Teknesi’, ‘Çobanın İbadeti’, ‘Kenan’da Bir Kuyu’ ve ‘Kalp Gözü’ adlı TV dizilerinde rol almıştı.

1973 yılındaki bir konuşmasında şunları söyle-mişti;

Avrupa’nın en ünlü eleştiricileri, yazarlara; “So-kaktaki adamdan bahsedin” diyorlar. Türk tiyatrosu -her şeyde olduğu gibi- Avrupa’yı taklit etmekle gö-

revini yaptığı zannediyor. Biz kendi sahnemizde Batı insanının bunalımı-

nı seyrederiz. Seks ve hızlı yaşantı gençliğin ulaşıla-cak hedefi olarak biliniyor. Manevi değerler ve milli kıymetler sinema ve tiyatroların alay konuları oldu.

Ekmek uğrunda yapılan savaşlar, hayatın deva-mı için vazgeçilmez değerdir. Ama insanın biricik hedefi ve yaratılış gayesi değildir.

Hemen hemen her tiyatro temsilimizin sonunda Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Sakarya Türküsü’nü okudum. O Sakarya Türküsü’nde bir mısra var ki, beni dehşete düşürür; “Siz hayat süren leşler”. Ve ha-yatım boyunca hayat süren leş olmamak için müca-dele ettim.

Sanatın gerçek tarifi, parolamız haline gelen “Sanat Allah’ı aramaktır”. Bu tarifin mana duvarları arasında kaç sanatçı görürseniz mahzun ve yalnız-lığa mahkum bırakılmıştır. Şuurlu Müslümanların çok değer verdiği, kozmopolitlerin kıskançlıkla diş etlerini yediği, inançsızların ateş püskürüp bir kaşık suda boğmak için fırsat kolladıkları dünyaca meş-hur Necip Fazıl Kısakürek bile bu terkedilişin içinde değil midir?

Biz 6 yıldır binlerce insana ne anlattıysak hepsi-ni Necip Fazıl’dan öğrendik. Şuur trafiğimizi ondan aldık. Ertuğrul Muhsin’in sahnede Necip Fazıl’ın temsilcisi olduğu zamana ulaşamadık. Ama ihanetle biten bu izdivacın mutluluk anılarını çok okuduk

Tarihte adı geçen bir fahişenin ya da sahte bir kahramanın hayatı, zirve imkanlarla temsil edilir-ken, Peygamberlerden sonra Allah’ın en sevgili kul-ları olan o yüce insanların hayatlarını kırık dökük temsil etmeye çalışmak onları küçültmekten başka ne işe yarar? Gişe hasılatını yükseltmek için hiçbir manevi ölçü tanımayan, öz kızlarını sahneleyerek geçinen kimseler bu işin para kazandığını farkeder-ler de, bir Tophane ekibi kurup “Hazreti Peygam-berin Hayatı” adıyla turneye çıkarlarsa; bunları nasıl durdurabiliriz ve bunun mesulü kim olur?

‘HASAN NAİL CANAT’LAR UNUTULMAMALIHasan Nail Canat, 1994-2004 yılları arasında

Üstad Necip Fazıl Kısakürek’ten almış olduğu ‘Sanat, Allah yolunda nasıl kullanılır?’ düsturunu tiyatro öğrencisi yetiştirerek inançlı, şuurlu oyuncuları ül-kemize kazandırmayı, belden aşağı olmadan kome-di yapmayı, salya-sümük demagoji yapmadan dram oynamayı, adaba ve edebe uygun ortaoyunu ve mü-zikal sergilemeyi yüzlerce çocuğa öğretti. O gençler şimdi ‘Hasan Nail Canat’lar unutulmamalı diyor ve birçok tiyatro eserlerinde, dizilerde inançlı oyuncu, sınırları olan oyuncu olarak rol alıyorlar.

Page 44: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE44

‘SANAT HAKK İÇİNDİR’ FELSEFESİNİ BENİMSEDİHasan Nail Canat, ‘Sanat sanat içindir’ ve ‘Sa-

nat halk içindir’ düşüncelerini hiçbir zaman dikkate almayıp ‘Sanat Hakk içindir’ felsefesinden hareket ederek ülkemizdeki dini, ahlaki, sosyal eksiklikleri hem yazarak hem yöneterek hem de oyunculuğu ile sahne hayatına taşımıştır. 41 yıllık sanat yaşamında inançlı ve muhafazakar kesimin kalplerinde haklı ye-rini alarak 21 Ekim 2004 tarihinde Ramazan ayının ilk haftasında son oyunu olan ‘Aynalar Yolumu Kesti’ isimli oyununu Üsküdar Belediyesi İftar Vapuru’nda son kez sahneledikten sonra Sayın Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım Bey’den de son ödülünü aldı. Evine geldikten sonra aniden fenalaşarak kalp krizi sonucu sanatını Hakk için yapan Hasan Nail Canat ruhunu Hakk’a teslim etti.

Page 45: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 45

Hayatta örnek aldığımız insanlar da var-dır, gıpta ettiğimiz insanlar da. Yaptı-ğımız işler farklı olduğu için her şeyini

örnek alacağım bir durum yoksa da azmi, ahlâkı, sadâkati, mücadeleci yapısı itibariyle Hasan Nail Ca-nat benim gıpta ettiğim şahsiyetlerden biridir. “Ben-de de O’nun hasletleri olsa” dediğim bir güzel insan Hasan Nail Canat.

Bir davanın nasıl sâdık bir mensubu olunur, O’nda gördüm. Kararlılık nedir ve nasıl sürdürülür, O’nda gördüm. Girdiği bir yolda insan nasıl sebat eder, O’nda gördüm. Karşılaşılan zorluklarla nasıl yılmadan mücadele edilir, O’nda gördüm. Dost ve arkadaşlarına bir insan nasıl vefa gösterir, O’nda gör-düm. İnandığı bir davanın muzaffer olabilmesi için bir insanın hizmetini nasıl çeşitlendirmesi gerekir, O’nda gördüm. “Tiyatro bana yetmez, başka alan-larda da yapabileceklerim var” diyerek korkmadan kitap yayınına, televizyon ve sinema oyunculuğuna, organizatörlüğe girip ferâgat ve cesaret nasıl ortaya konur, O’nda gördüm.

Hasan Nail Canat’ın ilk değilse de ilk rol ar-kadaşlarından biriyim. 1960’ların sonuna doğru Kayseri’de, Büyük Doğu Fikir Kulübü bünyesinde yaptığımız kültürel faaliyetler; kitap okumadan baş-layarak seminer, sohbet, tarih çalışmaları, örgütlen-me ve tiyatroya kadar uzanan geniş bir yelpazeye sahipti. Detaylarını bugün çok fazla hatırlamadığım bir tiyatro faaliyeti olarak, çerçevesini Hasan Abi’nin çizdiği bir oyunu Sahabiye Mahallesi’nde Kayseri Devlet Tiyatrosu olarak kullanılan İstasyon Cad-desi’ndeki salonda sergilemiştik. Berber rolündeki Hasan Nail Canat, berber koltuğunda beni hem tı-raş edecek, hem de ağrıyan dişimi çekecekti. Bile-ğine geçirdiği bir ipin diğer ucuna bulduğu bir dişi

bağlayıp, ipi ceketinin koluna ustaca yerleştirdi. Eli-ne aldığı bir pense ile güya dişimi çekmeye çalışıp çıkaramayınca ip ve penseyi beraberce kullanmaya karar verdi. Beni biraz ağlatıp bağırttıktan sonra son bir kere var gücüyle abanıp dişimi güya çekti. İpin ucundaki dişi sallayarak salonu esprilerle kahkaha-lara boğdu. O günden aklımda kalan bir espri de rahmetli Ziya Olgunharputlu ile yaptıkları “avrattan öğretmen olur mu” şakasıydı. Böyle diyen Ziya’yla Hasan Abi “neden olmasın, bu davranış yanlış” anla-mında tartışıyorlardı.

Ben 1975’de İzmir’e yerleştim. Görüşmelerimiz seyrekleşti. Ama onu kitaplarından izledim. Hem ben okudum, hem çocuklarım okudu severek. Ne zaman onun bir oyununa ait duyuruyu görsem ha-yıflanır, keşke seyredebilsem derdim. Daha sonra bazı televizyon film ve dizilerinde gördüm. Cenaze-sinde bulunmayı ne kadar isterdim.

Ben Hasan Nail Canat gibi vefat etmiş dost-ları hatırlayınca bir Fatiha okuyorum, bir de Şeyh Gâlip’in Esrar Dede için yazdığı o güzel mersiyeyi. Şeyh Gâlip’in diliyle Hasan Abi de “Hakka tamam âşık idi”. O’nun hayıflanışıyla ve duasıyla bitirelim.

MERSİYEKan ağlasın bu dide-i dür-bârım ağlasınAnsın benim o yâr-ı vefâ-dârım ağlasınÇeşm ü dehân u ârız u ruhsârım ağlasınBaştan başa bu cism-i siyeh-kârım ağlasınAğyârım ağlasın bana hem yârim ağlasınGûş eyleyen hikâyet-i Esrâr’ım ağlasın

Allah’ım bu güzel insanı rahmetin içerisine al. /16 Aralık 2011

Prof. Dr. Mehmet TEKELİOĞLUİzmir Milletvekili

Hasan Nail Canat, davasının sâdık bir mensubuydu

Page 46: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE46

Bu yazı örnek bir hayatın hikayesidir. Bu hikayenin kahramanı Mustafa DİNÇEL’dirBen onunla 1967 yılında tesadüfen tanıştım.

Kıranardı o zamanlar kerevetli kamyonlarla ulaşımı sağlanan bir köydü. Şehre on kilometre uzaklıkta ol-masına rağmen elektriği ahşap direklerle sağlanıyor, sularımızı ise mahalle çeşmesinden bir yıl önce, o da avluya kadar getirerek kurtarabildik. Köyümün damları toprak örtülüdür. Camilerimizin dışında çi-mento kullanılan yer yok gibidir. Çatı sadece yeni yapılan ilkokulumuzun üstünde vardır. Beşyüz ha-neli köyde bin beşyüz insan yaşar. Bu hayatlardan birisi de benim. Suyumuzla övündüğümüze bakma-yın, övünülecek meslekleri işgal eden kimselerimiz çok azdı, onlar da gittikleri yerden dönmüyorlardı. Böyle bir ortamda liseye gidiyordum. Ailemde her-kes okumanın kıymetini biliyor ve okulu önemsi-yordu. Ailemin ilk çocuğu olmam hasebiyle hem ai-lenin hem de kardeşlerimin önünü açma görevi bana verilmişti. Onun için köyün meydanında duvar ga-zetesini hem de el yazısı ile çıkarıyorduk. İmamdan, Öğretmenden kitap yazı akıl desteklerini sağlıyor-duk. Köyün yarısı bir şekilde akraba idi. Yoksulluk-ta eşit olduğumuz için kimse kimseyi itip kakmazdı. Bu tarihlerden sonra başlayabilirdi. İlkokulun salo-nuna hem konferansçı hem de müsamereler getiri-yorduk . Müsamerelere gelen oyuncu öğrencilerden Üzeyir isimli bir arkadaş bana Mustafa Dinçel’i ta-nıştırdı. Kayseri’ye beşinci yıldır kamyonla gidip

geliyordum. Mustafa Dinçel yiğit bir arkadaş olarak hep dost olarak kaldı. Sonraki günlerde Üzeyir’e sordum Dinçel’i tanıyıp tanımadığını, tanımadığını söyledi. Mustafa Dinçel’de Üzeyir’i tanımıyordu. Biz İstanbul’a gittikten sonra Üzeyir’i bir daha gör-medim. Hatıra olarak Dinçel kalmıştı. Üzeyir’e te-şekkür borcumuz vardı.

Beş yıl…Dile kolay karda, kışta, terde, tozda, kamyon arkasında okumak için yollardaydım…Önceleri dirsek temasını akraba olan Osman Yalnız sağlıyordu. Ama Osman şehir hayatını bilmiyordu. . Rabbim bu kez de Dinçel’i göndermişti. Hacı Mük-remin Mahallesinin bu sakini ile, sonsuzluğu adres gösterinceye dek dost kalmıştık. Çok şey yapmak isteyen nefsin ve nefsin yedindeki delikanlı hayat hızımızın turbo motorundaki sakinleştirici, yeri ge-lince, durdurucusunun bulunması öyle bir büyük nimettir ki, atmış dördüne geldiğimiz bu günlerde deneyin tanığı olarak, söyleyebiliyorum. Benim denge ve stopurlarım önce Osman sonra Dinçel ol-muştu. Osman 1945 ve Dinçel1947 doğumlu idiler. Hayatı her yönüyle yaşamış olmalıydılar ki bizleri, nefsimize uymaktan alıkoymuşlardı. Bana bir harf öğretene kırk yıl köle olurum diyen Hz. Ali, yolu-muzun ışığı ve ölçüsünü belirlemiyor mu?Oysa ben babamın tabiriyle(ayağı taşa değmemiş)lerdendim. Bu abilerimizin yanında Yunus Emre’nin deyişiyle, (Ham idik, çiğ idik . Piştik elhamdülillah).

Yıl 1969 İstanbul’dayız…Üniversitede…. . tah-

Mustafa ÖZER

DENİZ FENERİ

Page 47: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 47

sil için geldik…Kasım ayına dek İstanbulun hemen her semtinde kaldım . 1969 haziranından kasıma ka-dar başımıza gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi derler ya aynıyla vaki. Dinçel, İstanbul’dan gelecek habere göre tedarikli gelecek. Ben önce geldim. Yaz günü alışık olmadığımız yapış yapış nemli İstanbul havası. O yıllarda İstanbul su sesine bile hasretti. Yurtsuz vaziyetlerdeyim. Miyasoğlu abimizin yar-dımlarıyla Vakıflar/Fatih yurdunda kaldım biraz. Biraz akrabamdan Ömer’in uzun uzak İstanbul’un sayfiyesi Celaliye’deki evinde kaldım. Bereket ver-sin yazın okullar tatil olduğu için öğrenci yurtların-da yer bulunabiliyor. Derken zamanı geldi Mustafa Dinçel’e de haber ulaştırıldı . O da geldi Kayseri Yüksek Tahsil Talebe Derneğinin Çapa/Başvekil Sokaktaki yurduna giriş yaptı. Bir yıl önceden gelen Abdullah Gül, Mehmet Tekelioğlu, yeni gelenler ise Bekir Yıldız, Durmuş Akçakaya, Mehmet Emre, Re-cai Tülüce Halil Şervanlı, Ben ve Mustafa Dinçel. İlk defa ranzada uykuyu ve yurdu daimi mekan ola-rak seçiyordum. Uyumaları farklı, terbiyeleri farklı on iki kişiyle aynı odanın içinde uyumak öyle kolay değil. Kayseri’deki dernekte sefil uykularla antren-manlı olmasak işimiz daha da zor olabilirdi. Musta-fa abi gürültülü uyurdu onun için, yakınına benzer uyuyanın ranzası gelirdi. MTTB ile hazirandan beri içli dışlı olduğumuzdan, orda başlayan yeni dönem-deki çalışmaların programlarına uyum sağlamaya çalışıyoruz. Elbette ki Kayseri’deki derneğe oranla MTTB daha profesyonelce yönetiliyordu. Seçim-leri var, bütçesi var…Ama bize göre derya deniz.

Arkadaşların çoğu görevler aldı. Eşzamanlı olarak Büyükdoğu idarehanesine, milliyetçiler derneği-ne, Marmara ve Küllük kahvelerine, Çınaraltına ve tabiî ki iştihayla iktisat fakültesine gidiyoruz. Mus-tafa Dinçel Kayseri’deki son zamanlarını yeni işko-lu değiştirerek ayakkabı ticaretine başlayan Ahmet Saracoğlu’nun yanında geçirmişti. O işin asıl sahip ve kaynağı olan Naneciler İstanbul/Beyazıtta idiler. Dolayısıyla işini Çarşıkapı Nanecilere nakletmiş oldu. Mustafa abi her zaman bir iş bulur çalışırdı. İş seçmez miydi acaba derdim bazen. Tanımadığım or-tamda çalışmam dediğine şahit olduktan sonra işi or-tamından kopmayacak şekilde seçtiğini anlamıştım. Böylece hem her şeyden haberdar oluyor hem de muhannete muhtaç olmamış oluyordu. Ailesi muh-taç değildi ama Dinçel’e de rahat bir yaşam hazırla-yacak durumda değildi. İki kız kardeşi vardı, Annesi ev hanımı babası fabrikadan emekliydi. Mustafa’nın eve destek olma borcu bile vardı . Onun sorumlu-luğu çok gelişmişti. O yılı Kayseri Yurdunda baha-ra erdirdik. Öğrenci yurtlarında alttan alta sessizce bir rekabet hissi kendini hep açığa vurur ve çıplak heykelini bütün yarışmaların muhatabı yapardı. Bu rekabetin bazen oyun arkasına gizlenerek işlendiği-ni bazen de bir maharetini abartılı olarak herkesin önüne düşen bir futbol topuna benzetebilirsiniz. En ilgisiz gibi duranları bile muhatap haline getirebilir-di. Dinçel aramızdaki en yaşlımız olmasına rağmen belki bizim ortamdan menfi etkilenmememiz için belki de içindeki benin etkisiyle meydan okumaya rest çekerdi. Konu bir tepsi baklavanın bir oturuşta kalkmadan yenmesi ise Dinçel iddiayı kabul eder ve rakibin seçtiği tepsideki baklavaları yerdi. Seyircile-re de çayla birlikte birer dilim baklava ödülü ikram edilirdi. Tatlının dışında da bir çok yemek iddiaya konu oluyorsa Mustafa Dinçel taraf olunca iddianın sahipleri çözülürlerdi. Hele tavla oyunlarının baş zar tutucusu Dincel’di. Kazanması-kaybetmesi o kadar önemli olmayabilirdi, lakin gıcıklık kaybedenin be-nine asılan yük olduğundan Dinçel’ ile kimse oyna-mak istemezdi. Herkes yeneceği garibanı sever ve rakip görürdü. Mustafa Dinçel ise eline aldığı her işi profesyonelce başarmak isterdi. Yapardı da. Din-çel’deki bu yüksek egodur ki onu musiki korolarına korist, Hattatlara çırak ve güzel sanatların birçok dalında eylemci yapıyordu. En güzel eseri vermek yerine o ortamda olmayı bile insani bir erdem olarak görüyordu

Mustafa Dinçel Edebiyat Fakültesi Tarih Bölü-müne kaydolmuştu. . Gece bölümü öğrencisi. . Ça-lışabilmek için tercihi böyleydi. Okul, iş, MTTB, Büyükdoğu yürüme mesafesinde . O yıl ne yağmur-lar yağdı…Gökyüzünü göremiyorduk haftalarca. . Aksaray’daki yeraltı çarşısı inşaatı da trafiği cehen-

MUSTAFA DİNÇEL

Page 48: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE48

neme çeviriyor…Sağmalcılarda kolera başlamış diyorlar. . Ramazan geldi çattı . . Ağustos ayı…Su dersen yok sefalet gibi …Klasik İstanbul manzarası o yıllarda böyleydi. Biraz derse bakacak olsak baka-mıyoruz. . Okullar işgal altında. . Asker müteyakkız diyorlar. . Muhtıralar, Demirel’den gelmeler gitme-ler. Şimdilerde mecliste araştırma komisyonu kur-muşlar o günleri araştırıp yargılayacaklarmış. Ko-misyon üyelerinden Yaşar Karayel O günleri an be an yaşadı . Yapılacak işi Üniversitelere havale etse, kamuoyu bilgilerini de bilgisayar ortamına dökseler ne çıkar dersiniz. ?Sosyal statümüzü belirlemek için debelenmekten siyasetin tayinine zamanımız yetmi-yor. Oysa açlar ve yoksullar adına karnı tokların ara-larındaki mücadele öylesine bariz ki görmemek için körlük doktorası yapmak gerek. Bunları şunun için yazıyorum. Ben veya Osman veya Abdullah veya Dinçel yoksulluktan geçtik, açlık sınırında olma-mıza rağmen hamdımız arşı alâda ve kulluğumuza halel gelir mi kaygusundayız. Birazcık şükrümüzü çok görenler bize şeriatçı, …yobaz…gerici…diye saldırıyorlar. Saldırı gazete köşeleriyle başlıyor, ka-rakollar vasıtasıyla suça dönüştürülüyor, Askerlerce de bahane edilerek iktidara el konuyor. Manzara üç aşağı beş yukarı bu. . Ne suçladıkları insanda güç emaresi var ne de saldırı yaptıkları hukuk düzeyi ik-tidarda. Şeriat bir hukuksa ondan korkmak niye, an-lamıyorum. Her hukuk medeniyetin verdiği imkan-larla çalışır. Bir Müslümanın medeniyetine uygun hürriyet anlayışı ve bu hürriyetler orkestrasyonu muvacehesinde de hukukun oluşması gerekmez mi. Ata et, İte ot taksimi kime göre yapılıyor ve kimi memnun ediyor. Masallarda kalması bile taham-mül fersa iken, bizler o dönemin mağduru gençler, hiçbir hakkımızı, bize bu alçaklığı yapanlara helal etmiyoruz, etmeyeceğiz. Ta ki Müslümana küfret-meyi müsteşrik adına onun müsteciri olarak meslek olmaktan çıkarıncaya kadar sürecek. Dinçel’le din-lediğimiz onca konferans onca katıldığımız miting yaramızı hafifletmek şöyle dursun ağırlaştırmıştı. O güzel insanı kaç kez ağlarken yakalamıştım, ağla-maktan açıklama yapamazdı.

Mustafa Dinçel çok iş bilirdi. Lokantada çalıştı, lokanta malzemelerini o alırdı, mutfağı öğrendi, ye-mek yapmayı bilirdi. Daha önce manavcılık yaptığı için malzemeyi tanıyordu. İki yıl büyük bir labora-tuarda çalışmıştı. Ayakkabıcılıkta son durduğu yer-di, Gördük ki Dinçel memuriyeti seçmemiş bitirdiği okulları kariyerine katmakla yetinmişti. Okul yılla-rında iki yıl mı üç yıl mı tam bilemiyorum Emlak Kredi Bankası vardı. O zamanlar orada çalışmıştı. Bazen Mısır Çarşısı girişinde iç çamaşırı satan bir akrabasına da yardıma giderdi. Okul bittikten sonra

Kemsan Yağ fabrikasında uzun bir süre çalış-

tı derken bir tuhafiye dükkanında tezgahtar olarak gördüm. Daha sonra Mustafa Cabat okuluna muha-sip yapmıştı. Son yıllarında da aynı okulun kendisi kapatıldığı için onun Vakfında Türk Ocağı günlerini arkadaşlara yaşatmağa çalışıyordu.

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı yıllar geçtik-çe yokluğunu daha çok hissedeceği okuluna kavuş-manın yetim tavrını sürdürüyor. Okullu günler çok şen ve şanlı günlerdi. . Ana okulu, ilk öğretim ve liseden iyi bir alt yapıya kavuşmuştu ki, kapatılma kararı bana hazin geldi. Sorumlular ne yaptıklarının vebalindedirler umarım. Okul açıkken Vali Mevlüt Beyi okulda ağırlayan Şükrü Karatepe davette ye-nen yemeklerin Dinçel’in elinden çıktığını büyük ihtimalle bilmiyordu. Geleneği ve adab-ı muaşereti bilen Dinçel’in hüneriyle davetler davetleri kova-lıyordu. Okulun muhasebesi ve kasası da ondaydı. Okulda görev ne zaman biterse o zaman paydos ve-rirdi. Öğrencilerle, öğretmenlerle, velilerle birebir ilgilenir sorunları büyümeden çözerlerdi. Cabat’ta bunu teyit eder. Keşkeler çok, lakin okulun açılması yönündeki keşke bir dua gibi. Keşke okul açılsa.

Dönelim Kayseri yıllarına… Okumanın bilgi-lenmenin ve olmanın analitik işlemlerine. Dinçel’e sorarsanız bir kitabı yüz kere mi okumalı yoksa yüz ayrı kitap mı okumalı diye. Dinçel’in tercihi bin defa okundukça açılan kitap olacaktır. Okuduğunu klasikleştirirdi. Gazetenin bile belli yerlerini sindi-re sindire okurdu. Bu şartlarda üç yılda beşyüzün üzerindeydi okuduğumuz kitaplar. Zaman zaman sinemaya giderdik. Ama tiyatroyu çok severdi. Der-neğin muhasibi ve fiili başkanı olduğu için derneğin anahtarı genelde onda kalıyor, açılışları da o ya-pıyordu. Mustafa abi büyük haya sahibi birisiydi. Tanıdığım günden beri biraz sıkılacak bir şey olsa yüzü al bayrağa dönerdi. Anlarız ki Dinçel üzgün ya da kızdı. Elinden her iş gelir demiştim ya ona bir örnek olsun diye anlatayım;

Milliyetçiler derneğinde bir çok el becerisi ge-liştirme ve kaybolmaya yüz tutmuş elişi sanatçılığını geliştirmek için kurslar düzenlenirdi. Bizler de hem kendimizi geliştirmek hem de arkadaşları teşvik bağlamında bu kurslara katılırdık. Dinçel ebru ve boyama kurslarına katılıyor, kurs cumartesileri, ho-cası Nil Akdeniz… Kursun son günleri olmalı ikin-di namazını kıldıktan sonra gelecek cumartesi kursa gelenleri mantıya davet ettim tedbirli ol dedi. Dedi demesine de…lokantaya mı götüreceğiz dedim, hayır evde diye çıkıştı. Nasıl olacak dedim. Müda-vimlerin çoğunun bayan olması beni düşündürdü… Mantıdan geçtim medeniyetin içerisinde olanları üstelik titiz olduğunu zannettiğimden titizlendiğim hanımları bu öğrenci evinde misafir etmek… Nasıl olacaktı?. İkram tali konuydu benim için. Tali konu

Page 49: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 49

dediğime aldanmayın ikram edilecek nesne Kayseri mantısı…Ve ikramdan bir gün önce evi dip köşe te-mizledik, sonra sofra serdi, hamur yaptı açtı ve etli mantı yaptı. (Dinçel’in tabiriyle büktü). Ertesi günü arkadaşlarını misafir ederek mantı ikram ettiğini daha sonra dernekte dinlemiştim. Ona sormaya bile cesaretim yoktu. Dinçel o günden sonra kaynana diye bir makam edinmişti.

Kayseri yurdundan sonra yani1970 ekimin-de Alemdar Yalçın, iki hocam dediğim Dinçel ve Osman’la Vatan Caddesinde bir bekar evi şeneltmiş-tik. Kayseri Türk Ocağından sonraki okulumuz bu küçük şirin tekkemiz olmuştu. Yemekler Dinçel’den, bulaşıklar Osman’dan, ev temizliği Alemdardan ve ben sabahçı oluğumdan kahvaltılar benden sorulur-du. Bendenizi görevi Alemdarın beğenmeyeceği bir çay demlemek ve bakkaliye ürünlerini tabağa koy-mak gerisi kolay iş . Nasıl olsa Osman ve Dinçel uyanıklar sadece Alemdarı su bardağı ile korkutup bardağı eline vermekten ibaret. Ara sıra Dinçel’e pa-tates soğan soyarak yoğurt hazırlayarak veya sarım-sak döverek yardımcı oluyorum. Ama Dinçel öyle mi. Her gün farklı bir akşam yemeği yerdik. zaten Kayserinin tencere yemeklerini Dinçel’den, es-naf yemeklerini de Mustafa Cabat’tan nasiplendik. Üç arkadaşımda edebiyat fakültesinde idi Alemdar Türkolojide, Osman Arap Fars Filolojisinde, Din-çel de tarihçi. Ben aralarında Osmanlıcayı öğren-miş oldum. Ve yine güzel şiir okuru ve şairi olan Alemdar’dan çok şey öğreniyordum. Hele Osman’ın eski Arap şiiri metinleri dünya sözünün en son vara-cağı yerdeydi. Dinçel’in telhis metinleri tarihe nasıl bakacağımıza ışık tutuyordu. Bu özel mektebimizde lügat okumayı alışkanlık haline getirmiştik. divan edebiyatı felsefe ve sosyoloji çalışmalarımı bu tek-keye borçluyum. Diğer yandan Alemdar’ın tiyatro çalışmalarına da katılıyoruz. Günlerimiz şen şenlik içinde. Alemdarın Milliyetçilerle temasından onla-rı da anlama fırsatımız oluyordu. Üniversiteye her yeni gelen ardıllarımız yeni yer buluncaya dek bura-da konaklıyor, bazen bizler başka boş evlere gitmek zorunda kalıyorduk. 1973 kasımında Bahçelievlere taşındık Osman’la. Dinçel’de Latif abinin boşalttığı yere ikame olunacaktı. Öyle de oldu. Sonra yanına Mustafa Cabat, Seyid Ali Kahraman ve Mehmet Ka-sap katılacaklardı.

Bu dönemde ki belli başlı eğlence ve kültürel et-kinliğimiz sadece milliyetçiler derneği faaliyetlerine indirgeyemeyiz. Hem İstanbul Üniversitesinin et-kinlikleri, hem de MTTB nin etkinlikleri çok ve çe-şitli dallarda dır. Üstelik yoğun olduğundan bazıları-nı kaçırıyor, bazılarını tercih ediyorduk. Hatta bazen öyle sine seçmekte zorlanıyorduk ki o zaman arka-daşlarla işbölümü yapar gibi farklı etkinliklere katı-

larak birbirimizi birinci elden haberdar ediyor üze-rine değerlemeler yapıyorduk. Tiyatro, sinema, kon-ser ve gerek siyasi ve gerekse bilimsel konferanslara katılıyor, hatta bu etkinlilerin bazılarında görev bile alıyorduk. O yılların yağmur ve çamur dolu yılları, İkindi serinliğinde çıkan kırlangıç uçuşlarına para-lel geçip gidiyordu. Yaz ayları Yurtlar yaşanacak yer değildir. Bakımsız ve kokudan durulmaz. Genelde de sınavı, işi olmayanlar memleketin yolunu tut-muşlardır. Benim gibi bir hayli İstanbul’u kaçma-sın diye bekleyenlerde vardı. Dinçel ve Alemdar da böyle idi. Hafta sonları plaj günlerimizdi. Haziranın ilk günleri sezonu açar eylül sonları kapatırdık. O zamanlar Büyük Ada’da Yürükali plajı, Kadıköyün-de Caddebostan Plajı ve Florya’da Güneş plajı git-tiğimiz plajlardı. İçimizde tek göbekli ve başının ön kısmı saçsız olan Dinçel’di. Saçı erken dökülmüştü. Lakin renk pigmentlerinde kusur yoktu. Takılırdık Dinçel’e her şey yerli yerinde “Ha birazda boyun olaydı seni başbakan diye takdim edeydik. ” Sadece ters ters bakarken Alemdar diğer tarafa geçerdi,

İstanbul’da ilk yılımız ve haziran ayı. Zor ge-çen bir araf yılı…Afet dolu…Uykularımız rüya-larına kadar terörize edilmiş vaziyette…Örnek MTTB girişinde polis coplarını hatırlıyorum…Ya-şar Karayel’in kafasında parçalanıyor. Yaşarı oradan kan revan içinde alışımızı unutmak mümkün mü. Ve yine Üniversite yemekhanesi olan Turan Emeksiz’e yemek yemeğe gelmiş bir öğrenciyi düşünün… Ye-mek yerine, kendilerinin kuracakları sosyalist devle-tin militanı diye görevlendiren birilerinden ölümüne sopa yemek…Üstelik bir meziyeti de suç sayarak yapılan zorbalıklar o günlerde vakayı adiyedendi. Milliyetçilik faşizm, dindarlık gerici ve yobazlık olarak taltif edilir ve toplum kendi dinamiklerinde düşmanlaştırılarak kutuplara çekilmeğe zorlanırdı. Bu işe devletin bütün kurumları da ortaktı. Nasıl bir devlet ise yaşamasını vatandaşlarının çatışmasında buluyordu. Bu günlerde anlıyoruz ki bu horoz şeker-lerinin sahte sabah ötüşleri başka milletlerin emel-leriyle örtüşüyormuş. Yazıklar olsun. O çileli yılları Miyasoğlu’nun tabiriyle “Kaybolmuş Günler”i özel olarak sanat disiplini çerçevesinde ele alırız uma-rım. Kucağımızda cesedini hastaneye taşıdığımız arkadaşların veballerini taşıyoruz. Sosyalistlerin bi-limsel olmak adına üslendikleri cehaletin devletin akıl almaz sefaletiyle bütünleştiğini düşünmek insan onuruna indirilecek en büyük darbedir. Bu yaşandı yıllarca hem de. Asker zoruyla, polis zoruyla.

Caddebostan plajındayız… Saat sabahın onu…kaba kuşluk diyor Dinçel… Yıl 1971…ÖSYS son-rası. . Semt sakinleri çekilmek üzereler... Çünkü semt sakinleri sabah ve akşamüzeri kumsala iniyor-lar... Güneşin öfkesine misafirler maruzdur. Dinçel

Page 50: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE50

de bu misafirlerden biriydi orada…Kumsalda herkes gibi oda oyalanıyor. Ara sıra dizkapağını geçmeyen sığ suda serinlemeye çalışıyordu. Plaj çok kalaba-lık ve sınavdan bunalmış gençlerle dolu. Caddebos-tana Çapa’dan geldiğimiz için yol boyu Mustafa Dinçel’le muhabbetteyiz. Bizi uyarıyor. Gençlerin çoğu denizi ilk defa görüyordu, o nedenle ölümlü kazalar olabilir . Aman ha aman… dikkatli olalım... İşbölümü faslında da Dinçel kendisinin yüzmeyi iyi bilmediği için denizin kenarında oyalanacağını ve gençlere gözetmen olacağını söylemişti, Öyle de ya-pıyordu…Bir ara baktık ki Dinçel bir karışlık suda çırpınıp duruyordu.. Nazım koştu Dinçel’i suya bas-tı... Dinçel ayağa kalktı…“Hangi istasyona geldik?” dedi . Sonra kuma uzandı. . Çok su yutmuştu. . Kus-tu ve midesi boşalmıştı. . Nazım Dinçel’e ne istasyo-nu diye takılıyor, Dinçel’de ters ters ona bakıyordu. . . Oysa Nazım bilmeden gözümüzün önünde boğulan Dinçeli kurtarmıştı. Dinçel korkmuş, vahameti son-radan kavramıştı. O plaja bir daha gitmedik Birkaç yıl sonrada kapanmıştı. Ancak iki bin beşlerden son-ra açılacaktı. Yaz günlerinin akşam serinliğindeki sefası bir başkadır. Şehremini de Fatih’te Laleli’de Eminönü’nde İstanbul taze bir bardak çay gibi demli billur bardak gibi şeffaftır. Hele o Emirgan Çınaral-tı…Boğazın rüzgarla harmanlanan balık ve iyot ko-kulu serinliği, yakamozların tekne gürültülerinde kı-rılışı…Kıyıya çarpan büyük gemilerin geçiş sinyali dalgalar…Bu tablonun yanı başında gülen bir Din-çel tablosu olmasaydı ben de bunları yazmazdım. .

Mustafa Dinçel halktan biriydi. Bu onun bilinçli tercihiydi. Hiçbir zaman kot giymedi, mecbur olma-dıkça kravat takmadı, popüler kültüre iltifat etme-di. Saçının telinden ayakkabısının ökçesine kadar klasik ve halktan biriydi . Ondaki haya bile halktan hakkın görünüşü idi. Bizi yönlendirdiği iş edinme meslek sahibi olma fikri bile nefse pay çıkartmak değil de geçimi temin kapsamında olmuştu. Görün-me ve gösterme acziyetini hiç taşıdığını görmedim. Vurdum duymaz değil bilakis çok hassas idi. Pop kültür karşıtlığı yapmazdı ama pop kültüre dair bir emareyi de taşımazdı.

Mustafa Dinçel’in aydınlattığı yolda kitap ölme-yecektir. Ve hatta eskiden ömür verip elde ettiğimiz kitaplığın milyon katı küçücük bir Ipot’a sığacak ve küçük bir para karşılığında ele geçirilecek hale gel-di. Keşke belediyeler kamu kuruluşları böyle Ipotlar dağıtsalar. Koca koca mekanlara koca koca parala-ra da son verilir. Digital imkanlar medeniyetimizin tam kırılma noktalarından biridir . Bu fırsatı ıska-lamamamız zarurettir. Efendi tertipli düzenli güve-nilir kişiliğiyle bize iş ve meslekli olmayı öğreten Dinçel’in bizle hep yaşayacak olması bizim övünç ve sevinç kaynağımızdır.

derviş odası

duydu duvarlar dört boyutlu iman ertesiniduvarların ötesinde çağlayan derviş menkıbesininderdedil bestesini

dayandı derviş varmak için iline dayandı küçük dilinedayandı derviş içinde yürüyen güneş dişinde dayandı derviş dişine ak dişinden ak düşen saçlarına düşler görüp dayandı

dayandı derviş “dergah” “dergah” “ah” dedi “dergah”

dinler beni duyan beni duyan cinler sırtıma sarmışlar duvarları canhıraş dinlenirler

okyanusları amip yaralarından emipnamus misali palet bayramında dondulartablo kavramlarında verniklerine yenik düşüpkırılan dallara kondular

dayandı derviş dayandı küçük diline varmak için iline

uyandı derviş uyandı duvarda yürüyen güneşe içinde aydınlandı trajik neşe

umut ebedi diye tutuştu durdusonsuza dayadı damarlarını sonrasonrası susuştu

Page 51: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 51

Mustafa Dinçel İstanbul’da Mustafa Özer’le birlikte.

Mustafa Dinçel Erciyes’te

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le

birlikte.

Mustafa Dinçel Ufuk Lisesi muhasebesini yürüttüğü günlerde.

Page 52: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE52

1974 yılı olmalı, bir güz günüydü. Mustafa Eren çıkageldi İstanbul’a. Bahçelievler’in Yayla adı verilen bölge-

sinde Kasımpatı Sokak’ta, İki katlı olan bahçeli evin arkaya bakan yüzünde oturuyoruz bir arkadaşımla birlikte. Birlikte kaldığım arkadaşım Osman’ın o gün nerede olduğunu hatırlamıyorum. Üst katımızda oturan amcasının yanında olabilir. Gelir düzeyimiz oldukça düşük. Aldığımız burs ve krediyi, kira ve mutfak masrafına zor yetiştiriyoruz. Kısacası asgari ücret düzeyi bize ‘karun olmak’ gibi gelirdi. Üst üste iki gün sıcak akşam yemeği yesek midemiz bozula-bilirdi. İyi ve düzenli beslenmeye yabancı kalmıştık. Üniversite lokantasına gidebilirsek ne mutlu mide-mize. Evimiz iki oda, bir mutfak ve bir tuvaletten oluşuyordu. Mutfağımız aynı zamanda banyo idi. Odanın biri on altı metrekare diğeri sekiz metreka-re idi. Ben küçük odada kalıyor, büyük oda da ise Osman ve gelen misafirler kalıyordu. Misafirlerimiz yatılı ve şehir dışından olduğu gibi, İstanbul’un diğer semtlerinden de olabilirdi.

Mustafa Eren çıkageldi. İstanbul’da epey bir akrabası vardı. Onlarda kalmazdı. Bizle kalırdı. Eren yolca bizden ilerideydi. Dünyaya romantik bakmaz-dı, onu yönetmeyi biliyor olmalıydı. Akşam yakındı. İncirli’de beni bekleyecekti. Coca-Cola fabrikasının bekçi kulübesine sözleşmiştik. Gittim. Eren’i beni bekler buldum. Hatta Süleyman amcayla sohbeti ko-yulaştırmıştı. Kucaklaştık Eren’le. Biraz hoşbeşten sonra Yayla’ya doğru yola çıktık. Süleyman amcanın çayına teşekkürden sonra.

-‘Özer iki gündür yollardayım, başımı yıkamam

lazım.’ dedi Eren. -‘Hemmen oluyor… Su ısıtıyorum.’dedim. Küçük, mavi piknik tüp vardı evde. Su ısıtma işi-

ni çaydanlıkla yapıyorduk. Isınan çaydanlığı naylon leğene döküyor, yenisini koyuyordum. Eren’e naylon leğendeki sıcak suyun yeterli olup olmadığını sor-dum, onay alınca

-‘Gel bakalım o zaman buraya.’Eren gövdesinin üst kısmını çıplak hale getire-

rek geldi. Plastik maşrapayı ve baş havlusunu yanına koyup onu yalnız bırakarak içeriye geçtim. Eren ba-şını havluya sarmış içeri odaya gelmişti. Ben tekrar mutfağa geçip ortalığı düzelttim. Çay hazırlamıştım. Adeta çay içmek zorundaymışız gibi.

-‘Suyunuz kuyu suyu mu?’ dedi Eren. -‘Maalesef.’ Dedim. Ev sahibi zorba bir tipti. Su ve elektrik de kira-

ya dahil olarak ödendiği için bunların fazla tüketil-mesi halinde büsbütün kesilme tehlikesi vardı. Böy-lece sorunu anlatmak basit ama anlamak çok zor bir sorun. O yıllarda şehir şebeke suyu her yerde yoktu. Eski semtlerde şehir şebeke suyu olmasına karşın yeni semtlerde kuyu suyu bulunurdu. Şebeke suyu-nun da temiz ve devamlı aktığı söylenemez. Kuyu suyunun en azından devamlılığı sabit. Genelde kay-natmadan kullanmak mümkün değil. Mutfakta fazla bir eşyamız yoktu. Hepsi beş altı parça idi.

Eren gerindi. -‘ Şükür be.’ dedi. Sevimli şapırtılarla çayı açık içeceğini belirtmiş-

ti. Yanı başımda hazır duran bardakları doldurmaya başlamıştım. Eren çantasından kraker ve bisküviler

Mustafa ÖZER

ETYEMEZ*

Page 53: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 53

çıkardı. Hem yedik, hem konuştuk. O vakitler Kıb-rıs meselesi güncel idi. Gecenin yarısı olmuştu, biz hala Kıbrıs üzerine şehir efsaneleri konuşuyorduk. Dışarıda hava biraz serindi ama en azından temiz-di. Kendimizi sokağa atıp birkaç sokak turladıktan sonra yeniden eve döndük. Yolda söylemişti, ailesi-nin, kendisinin evlenmek zorunda olduğunu, belirli biri varsa bakacaklarını yok eğer bizim bulmamızı istiyorsan tekliflerinin olabileceğini, söylemişti. Ben ‘hayırlısı olur Mustafa, yine de sakin düşün.’ demiş-tim. Kayseri’yle ilgili sorular sordu. Anlattım. Esne-meye başlamıştı Mustafa. Uykusu gelmişti anlaşılan. Uykumun geldiğini bahane ederek onu kendi uyku-suyla baş başa bırakmıştım.

Mustafa Eren’in Ortaköy’de oturan, paslanmaz çelikten çay tepsisi, çay kaşığı, çay tabağı imal eden bir akrabası vardı. Sabahleyin oraya gittik. Önce Fındıkzade’ye minibüsle, oradan belediye otobüsüyle Beşiktaş’a, oradan da Bebek dolmuşlarıyla Ortaköy’e geldik. Osman bey ismindeki Eren’in akrabası yakı-şıklı, dürüst, temiz, sessiz bir aile reisiydi. Mustafa beni Osman beyle tanıştırmış, Osman bey de aile-siyle tanıştırmıştı. Mustafa aile bireyleriyle çoktan sohbete oturmuştu. Osman beyle de ben imalatları hakkında konuşuyorduk. O gün güneşi Ortaköy’de batırmıştık. Osman bey panelvanıyla bizi eve kadar bırakmıştı. Şoför mahallinde Osman bey, Mustafa ve ben vardık.

-‘Mustafacım, arabayı hem kamyon gibi taşıma ve dağıtım için, hem personel servisi gibi hem de aile arabası olarak pikniğe gitmekte kullanıyoruz.’dedi Osman bey.

Osman beye teşekkür edip onu uğurladıktan sonra eve girerek ilk işimiz çay suyunu koymak oldu. Biraz sonra çayımız olmuş ve içmeye başla-mıştık. Büyük Doğu üzerine konuşuyorduk. Bazı sayıları alamadığını ve bu sayıları nasıl tamamla-yabileceğini sordu Mustafa. Ben sorunu ertesi güne erteleyerek, diğer güncel konulara geçmiştik. Ben sabahları erken kalkarım genelde. Çayı kaçırmış olmalıydım ki o gün uyku tutmadı. Sabah ezanını duyunca kalkmıştım. Sabah ezanıyla edasını birlikte hallettikten sonra kahvaltıyı da hazırlamaya başla-mıştım. Baktım içeriden ses geliyor. Anlaşılan Eren’i de uyku tutmamıştı. Birlikte kahvaltı yapıp Bakırköy tren istasyonuna yürüyerek gelmiştik. Mustafa’ya Bakırköy’de bir tur attıktan sonra gidebileceğimizi teklif ettim. Böyle bir şeye ihtiyacı var ki kabul etti. O yıllarda Bakırköy’ün ortasında Vita yağ fabrika-sı vardı. Onun yanından geçerek sahile indik. Ata-köy 1. Kısımdan dolanarak yine istasyona gelmiştik. Trene binerek Sirkeci’ye gelip Sultanahmet’e çıktık. Öğlen ezanı çoktan okunmuştu. Önce Sultanahmet’e girdik, öğlen namazını eda ettik. Karşımızda köfte-ciler vardı. Öğle yemeğini de köftecide giderdikten sonra Tavukhane Sokağı’nın başındaki Büyük Doğu yazıhanesine geldik. Mustafa Eren’in eksik Büyük Doğu sayılarının nasıl temin edeceğimizi sorduk.

Hemen hemen hiçbir cevap almadan yola yeniden revan olduk. Cağaloğlu’na yöneldik. Milli Türk Ta-lebe Birliği’ne geldik. Şervanlı’nın kafesine oturup çay içtik. Eren Büyük Doğu’nun eksik sayılarını na-sıl temin edeceğini Halil’e sordu. Nihayet bir çözüm bulmuş idik. Arkadaşın birisinde ciltli bir takım var-mış, onu getirecekti. MTTB’den ayrılıp, Sirkeci üze-rinden Taksim’e geçtik. Devlet Tiyatrolarına bir bilet aldık. Akşam tiyatroya gidecektik. Üç saat boşluğu-muz vardı. Yol Geçen Hanı’ndaki çay salonuna dek yürüdük. Tiyatronun başlama saatine kadar olan za-manımızı burada geçirdik. Tiyatro çıkışı ise Namık Kemal Caddesi’nde bulunan Aksaray’daki arkadaş-ların evine gittik. Sabaha kadar muhabbetten sonra Aksaray’ın Laleli’ye açılan kesiminde bulunan esnaf lokantalarından birine dalıp çorba içmiştik. Şehir canlanmaya başlamıştı. Yenikapı’dan trene binerek Bakırköy’e geldik. Oradan minibüsle eve vardık. Bir süre dinlendikten sonra Bakırköy canibiyle Sirkeci’ye geçtik. Eren’in eşyaları omzundaydı. Sirkeci’den arabalı vapurla Harem’e geldik. Harem’den Eren’i Ankara’ya yolcu ettim. Mustafa ve Ali İstanbul’a gel-diğinde, onlarla İstanbul’u geziyoruz diye, diğer za-manlar geziye pek çıkmazdım. Eren’i yolcu ettiğime göre eve kapanma zamanım gelmişti. Hem Eren’le epey kitap da almıştık. O kitapların okunması, de-ğerlendirilmesi üç-dört ayımızı alabilirdi. Bu sıralar üniversitede hükümetin anarşi adını taktığı öğrenci olayları da tırmanıyordu. Eren’in bu gelişinden ev-lenmesi gerektiğini, işini ve evini belirgin hale getir-mesini gözlerinden okumuştum. Kararlıydı. Mustafa Eren bir yere ve yöreye kapılma ya da kapılanma isti-dadı yoktu. O kendini Türkiye’deki ideolojik bölün-müşlükten ve kaos gürültüsünden azade hissediyor-du. Ankara’da olması hasebiyle ve müfettiş olduğu için devletin bir çok kurumunu tanıyordu. Ona göre öğrenci olayları ve işçi olayları danışıklı dövüştü. Bi-zim gibi fakir aile çocuklarının bu olayların içinde yer almaması gerektiğine inanırdı. Çünkü ne çözü-me katkısı olabilirdi, ne de sonuca yön verebilirdi. Bu kavga tuzu kuruların kavgasıydı. Açlar ve alttaki-ler bahane edilerek yapılan bir kavgaydı. Birbirimi-ze feodal köylü diye takılırdık. Gezme ve misafirlik işleri hücre evlerine dönmüş yurtlardan ve öğrenci evlerinden güncel bilgi toplanabiliyordu. Böylece tehlikenin neresinde olduğumuzu öğrenebiliyor-duk. Geziler bizlerin sosyalleşmesini sağlıyordu. O yıllarda gruba katılmamak, zor bir işti. Ama en az onun kadar zor olan, birey olabilmekti. Saflığımızla köylülüğü, yoksulluğumuzla feodalliği yürütüyor-duk. O günlerde (çatır çatır adam öldürüyorlar)dı. O şer kapsamının içine girmemek ise, adeta bir ka-derdi. Mustafa, her ne kadar böyle yargılıyor ise de ‘komandolarla suyu duru akmıyordu.’

-‘Özerciğim, ben milliyetçiyim. Ama bu askeri yöntemli milliyetçilikle ne benim ne de hayalimin meşgul olmasını istemiyorum.’ demişti.

İdeoloji adına eylemde bulunan öğrencilerin

Page 54: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE54

büyük çoğunluğu, genelde kendini savunmak için olmadık kılıklara giriyordu. Değilse tek merkezden yönetilen o merkezin gelenekleri çerçevesinden dav-ranılan bir durum yoktu. O kaosun çerçevesinden bunları görmek mümkün değildi.

Mustafa hem burs alıyor hem de birçok arka-daşa burs veriyordu. Bu işi nasıl yaptığını sordu-ğumda, ‘Birkaç esnaf var, öğrenci okutabileceklerini söylemişlerdi, onlardan aldığım paraları fakir aile çocuklarına burs olarak veriyorum, yaptığım iş bun-dan ibaret.’ demişti. Kaç öğrencisi olduğunu sordu-ğumda ise ‘Her yıl değişiyor’ diye cevaplamıştı. Gözü tok, gönlü gani Eren, bir çok devlet memuruna dahi maddi manevi katkıda bulunuyordu.

Ankara’ya gittiğimde evinde kalır, günlerce sohbet ederdik. Uzun kış gecelerinde, bazen 30 ki-şiye varan sohbet halkaları oluşurdu. İstanbul veya Ankara ayrı güzellikler taşırdı. Pratiklikleri, farklı olan yapıları vardı. Ankara’nın evlerinin büyük ço-ğunluğu, gecekonduydu. Bu küçük sevimli evlerden biri de Eren’indi. Böyle bir evi ilk defa, Mustafa’nın evi olarak tanımıştım. Dış kapıdan girer girmez mut-fağa girilmiş olurdu. Sağda ve solda odalar, giriş ka-pısının arkasına da tuvalet ve banyo düşerdi. Basit, pratik, kullanışlı, tek kişilik evlerdi. Bu basit ve an-laşılırlığıyla Ankara’yı ve dolayısıyla devlete proto-tip olma özelliğini taşıyordu. O günlerde evlerin bu halleri bizim dikkatimizi çekmezdi. Kullandığımız eşyaların ihtiyacımızı giderme ehemmiyeti vardı. Ankara’ya gittiğimizde, bazı kamu kurum ve kuru-luşlarına gider, bazen TRT’ye gider, bazen bankala-rın genel müdürlüklerine giderdik. Hepsinde de or-tak arkadaşlarımız vardı. Mustafa Mülkiye’de olduğu için her yere dalmak istemezdi. Genelde ketum kalır, karizmasını öne çıkarmaya çalışırdı. O günlerin An-kara’sında otomobillerdeki ikinci vitesi bile lüzum-suz bulurduk. Ahmetler Caddesi’nde epey öğrenci yurdu vardı. Siteler’de Site Öğrenci Yurdu, Dışkapı ve Altındağ’da öğrenci evleri vardı. Nuri Pakdil’in Edebiyat Çevresi, daha sonra Kahramanmaraş’lı ar-kadaşların oluşturduğu Mavera dergisi ziyaret ettiği-miz yerlerdi. Yaratılırken bize eklenen ölüm gerçeği, sırası gelince herkesle dostluk kuracak ve onların koluna girerek geziye çıkacaktır. Kızmanın ve öfke-nin nasıl bir anlamı yoksa, sevinmenin de ölmek is-temenin de bir anlamı yoktur. Çoğumuz rüyada gibi bir geziye çıkar ve geriye dönmeyiz. Bu bizim kaçı-nılmaz gerçeğimizdir. İsmini saymaya çekindiğim onlarda Ankara’lı arkadaşım, uzun selviler altında yatarak bizleri beklemektedir.

Mustafa Eren Kayseri Lisesi mezunudur. Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin İşletme bö-lümünden mezun oldu. İş dünyasına Ankara girdi. Ankara’da evlendi. İlk çocuğu orada dünyaya geldi. Kayseri’ye gelişi Kemsan firmasının yönetimiyle ilgi-liydi. Kayseri’ye gelmeden önce Ankara’da buluşmuş-tuk. Benim memuriyete başlamamı tartışmıştık. O yıllarda henüz stüdyo olmamıştı. Arı sineması henüz

yeniydi. Zihnim beni yanılmıyorsa Kazancakis’in ro-manından uyarlama Zorba filmi oynuyordu. O filme gitmiştik. Yıllar su gibi akıp geçti. 80 ihtilali oldu. Askerler bir şekliyle her şeye düzen vermişlerdi. Kayseri’ye gitmiştim bir kurban bayramı, rahmetli Dinçel’le ve yine rahmetli Ali Taşçı’yla. Kemsan’da buluşmuştuk. Eren’in fabrikadaki odasına geçtik. Fabrika yönetiminin kendisine kaldığını, başarılı olmak zorunda olduğunu anlatmıştı, yardımlaşalım dedi.

-‘Ne gibi?’ dedim. -‘Sen yağ satarsan, bayilik vereyim, git o işi tez-

gahla.’ dedi. -‘Olmaz, hiç anlamam ticaretten.’-‘Yahu şu enflasyon ortamında anlamana gerek

yok ticaretten.’-‘ Var tabii. Ticaret cesarettir. O da bende yok.

Hem seni hem kendimi riske atamam.’-‘ Özerciğim, kendi beldemiz diye geldik buraya.

Lakin bilgisizlik ve fitne hat safhada. Aklen rahatım fakat ruhum azap içinde.’ Sinirlenmişti. Gerçekten yardıma ihtiyacı vardı.

-‘Ağzından yel alsın oğlum. İstanbul’a gelince ko-nuşuruz bunları. Sen ne zaman geleceksin onu söyle’ dedim.

-‘ Özerciğim seni arayacağım. Telefonunu ver.’ dedi.

Telefon numaramı verdim. Ziyaretin kısası makbuldür devlet dairlerinden diyerek izin istedim. Önümüzdeki hafta İstanbul’da olacağını söyledi. Ku-caklaştık. Oradan ayrıldım.

Mustafa’nın ‘müesses nizam’ diye bir kavramı vardı, yasal düzeni ifade ederdi bu taltif. Ona da ina-

MUSTAFA EREN

Page 55: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 55

nırdı. Sanki dolgun ve tıknaz yapısı bunun ispatıydı. İnadına ısrarcıydı. İnandığınca mücadele ederdi. Sü-rekliliği severdi, oysa Türkiye’deki siyasal ya da huku-ki ya da kültürel veya hepsi birlikte tümüyle tercüme ve adapte özelliği taşırdı. Onun için de Mustafa’nın önemli gördüğü o kişiler bile inanmadıkları halde batının çevrilebilecek her şeyini tercüme ediyor-lar, halklarına sunuyorlardı. Ne o düzlemi tercüme edenler, ne uygulayıcılar, ne de yönetilenler mutlu. Bir şov gibi, yapılanların tümü teknolojinin şunca değişiminde devletin, halkın geçmiş ve geleceğinin tümü soyguna malzeme olacaktır. Bizler için bir yö-netmelik ve hatta bir makinanın kullanım kılavuzu önem arz ederken nasıl olur da her şeyi tercümeye olan konu olan yapı önemsiz olur. Oysa biz kendi-mizi haramilerin önünde soyunmuş gibi hissediyor-duk. İncecik bir nüansla Özal’dan bu yana, anadilde bazı konuşmalar en azından küçük bir vocabulary. Olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu. Ol-mamanın da olmaktan geçtiğini bilerek. O dönem-de herkes tüten sanayi bacasını bir kurtuluş olarak görürdü. Bugün hiç değilse biraz anlaşıldı. Her yeni statüyü daha sonradan yalanlayarak ya da servisten kaldırarak nereye varabiliriz. Sanki yanlışı anlamak için geleceği tüketiyoruz.

Mustafa Eren’in de bıyık bırakma merakı bu cümledendi. Her zaman takım elbise giyerdi. Tek farkla ki koyu renk takımını görmedim. Her halde ara renkleri severdi. Özel damak zevkleri yerine, iyi beslenmeyi tercih ederdi. Elbette ki dönem dönem o da kendini değiştirmeye uğraşmıştır. Saçını subay tıraşıyla ödüllendirir ve fakat tarak taşırdı. Kemer, mendil ve kravat aksesuarlarına özen gösterirdi. Öl-çülü bir sigara tüketimi vardı. Yemeklerden sonra gibi. Günlük iki-üç gazete okurdu. Ve kendisine sü-rekli gönderilen dergiler vardı.

Slogana takılmadı. Fakat mutlak saydığı değer-leri sessizce korurdu. İnandığını tartıştırmaz, inan-cını tartışmazdı. Özel bir spora takıntısı yoktu. Fakat futbolla hiç alakası yoktu diyebiliriz. Birçok arkada-şımda gördüğüm saadetini öteleme keyfiyeti onda da vardı. Özellikle mutluluğunu elinde tutmak için ya yöntem bilmiyordu ya da bildiğini sandığı ailesine bu alanı terk ederek mutluluğu da ötelemiş oluyor-du. Akabinde içinin yangınını söndürmek için sos-yal ve dini yapılandırmadan yardım umuyordu.

Kayseri görüşmelerinin ardından bir yıl geçmiş-ti. Çamlıca Tepesini üç gün mesken tuttuk. İstanbul’u dinledik. Eren’in iç sıkıntısı, sükutunda yüzüne yayı-lıyordu. Fabrikada işler istediği gibi gitmiyordu her-halde. Eren kendini suçluyordu ama fabrika düzgün çalışsa ben şaşardım. Yedi kocalı Hürmüz’e nikah töreni mi olur?

-‘Söyle cancağzım.’-‘Hammadde tedariki yapsana.’-‘Neymiş hammadde dediğin.’-‘Kemik... Taze kemik ve hayvani yağ tedarik

edeceksin.’

-‘Araştırayım Eren.’Sonra işe giriştik. Hesaplar Eren’deydi. Birkaç

eski kamyonet aldık. Taşeronlara zimmetledik. Top-ladıkları kemik bedellerinden düşecek ödeyecekler-di. Gözetiminde de Ali Taşçı vardı. Yılın sonunda kapattık gitti. Bir sonraki yıla ben girmedim. Bece-receğimiz iş değildi. O yıl ki uğraşımızdan edindi-ğimiz görgü şu ki ‘İnsanın mesleği mizacına yansır’. Kemik toplayıcılarının her halini gördüm. Katı, sıvı, gaz halleri gramerin her kipine uyuyordu. Çok yo-ruldum. Bir daha da olmadı zaten. Antalya’daydım haberini aldığımda. Azrail’in koluna girip gittiğinin. Ölümün şekli, hikayenin alanındadır. Ölümün ken-disi değildir. Ölümün sanatı yoktur. Mustafa Eren bir Türk entelektüel ve yöneticisi olarak ne öğren-diyse aramızda yaşayarak öğrendi, uyguladı, sevin-di, kızdı. Adam gibi adam olmasında ve insanlığa eklenmesinde hiçbir kaygı ve şüphemizin olmadığı bu kardeşimize rahmet dilemek ve bunun için de Rahman’ın merhamet ikliminde dualar etmek gerek. Şunca yıl sonra bile ‘bre’ kelimesi yerine ‘aslanım’ deyişi bile kulağımın içinde, gözümün önündedir. Hayatta kalan Eren ailesinden helallik dileriz. Mak-sadımız bu armağanla onu nisyana terk etmemektir. Eren soyadı gibi, ermenin, olmanın ve vermenin alın aklığını göstermiştir bize. Allah’ım ona merhamet et.

pervaneaman vermez mekan değil zenon olmuş akan değil pervaneyle yakan değil hicret gibi hicran olmaz

bitiş ki akim umduğu yerde umuş ki aklı bulduğu yerde söyleyin lütfen işkencelerde robot gibi uzman olmaz

aman her halinden el aman tut elimden tut ki ey rahman dayanmak için daha da azman saat gibi duyan olmaz

mesafe misket gibi düşmüş içim bir zıp zıpa dönüşmüş ecel yaklaştıkça üşüşmüş mezar gibi saran olmaz

* Mustafa Eren, 1951 yılında Yeşilhisar’da doğdu. 31.12.1990’da Aksaray’da otomobiliyle bir TIRla çar-pışarak vefat etti.

Page 56: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE56

Halk tabiriyle üzüm gibi sakalıyla ve uzunca boyuyla enstitünün , çalışkan ve başarılı öğrencilerinden biri olan

Necmeddin Gevri bey, bizim derneğe ara sıra uğra-yanlardandı. Ara sıra dediğime bakmayın, ilim veya ideal olarak İslam dinini öğrenmeyi seçenlerin yolu bir şekilde –o zamanlar- bizim dernek diye özetledi-ğimiz Türk Ocağı’ndan mutlaka geçerdi. Necmeddin bey yolca da, yaşça da bizden büyüktü . O Ceyhan-Adana-1943 doğumlu idi. Ama Necmeddin Gevri bey edepte aynı yaşta görürdü bizi, bu nedenle mu-habbette hem de geceler boyu süren tartışmalarımı-za katılırdı. Kazanan hep biz olurduk. Çünkü onlar ilmi açıdan çok ilerdeydiler. Hadis ve tefsirde bizlere temiz bilgiler aktarırlardı. Hatta bazen tecahülü arif yaptığımız olurdu, anlamadığımızı söyleyerek konu-ları açardık, bazen de öylesine derinleşirdi ki konu, o gün çözümünün mümkün olmadığı anlaşıldığı için konunun İslam Enstitüsü kürsülerine taşımalarına sebep olurduk, O hiç bunları yüksünmez “bilakis ilme hizmet ettiğiniz için” diye bize teşekkür eder-lerdi. Onların kazancı ise muhabbet ve bir dost kal-biydi.

1968 yılında Kayseri’deki Yüksek İslam Enstitü-sü Öğrenci örgütü MTTB Kayseri Şubesi Üstadın İdeolocya Örgüsü isimli eserini basmayı kararlaştır-mıştı. Bu vesileyle de Üstad Necip Fazıl Kısakürek Kayseri’yi şereflendirmişlerdi. Üstadı tanıyan sever-

lerinin yanında, öğrenci derneği yetkililerinin de hazır bulunduğu toplantıda Necmeddin beyle aynı fotoğrafta yer almıştık. Yer MTTB öğrenci derneği ve Türk Ocağının da yer aldığı binada cepheyi kap-layan Din Görevlileri Lokaliydi. Çaylar içildi, soru-lar soruldu, cevaplar alındı ve basit bir seremoni ile, İdeolocya örgüsünün derli toplu basımı başlatılmış oldu. Gerçi daha önce küçük çapta İdeolocya Örgü-sü adıyla, Büyük Doğularda yayınlanan yazılardan oluşan küçük bir kitap çıkarılmıştı. Ve fakat bugün-kü olgunlukta ve cesamette ilk basım bu olacaktı. Üstat da bu yeni gelişmeyi çok önemsiyordu.

Bildiğim kadarıyla Necmeddin bey o yıl 1967 de mezun olmuş ve öğretmen atamasını bekliyordu. Beklediği de çok geçmeden oldu. Kahramanmaraş’ın adı henüz sadece Maraş’tı, yani kahraman eki 1973’ten sonra verilmişti. Necmeddin beyin ataması da Maraş İmam Hatip Okuluna yapılmıştı. Doğum yeri Adana Ceyhan olmasına rağmen Maraşta yer-leşerek Maraşlı olmuştu. Maraşta da evlendi. Kayın-validesi Adeviye hanımefendi Darendeli ve Mevlana Halid Bağdadi hazretlerine bağlanan bir kola men-sup Nakşibendi şeyhi şeyh Muhammed’in oğlu ve ardından aynı posta oturmuş Şeyh Fahri Efendinin kızıdır. Kahramanmaraş’ta da Darendeliler oymağı olarak bilinen ve bulunduğu mahallin namaz ve dini bilgilerin öğrenildiği mahalle mektebi öğretmenli-ğini de kocası ile birlikte yürüten Adeviye hanımdı.

Mustafa ÖZER

İlkeler ve Ülküler

Page 57: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 57

Necmeddin Gevri-nin kayınpederi ise Darendeli Abdul-lah efendi namıyla tarikatinin önemli simalarından biri olmakla, bölgesin-de maruf, müttaki, mütedeyyin, ehl-i tarik birisiydi. Ma-raş lisesinde de o yıl seçmeli din der-si vardı. Necmed-din Hoca liselere konan seçmeli din derslerini de dışa-rıdan görevli öğretmen olarak veriyordu. Hatta sev-gili dostum Maraş Eşrafından Ahmet Bahar beyin lisedeki din dersine de girmişti. Necmeddin beyin Kahramanmaraş’taki hayatı ile ilgili bir çok ayrıntıyı Ahmet Bahar dostumuzdan almıştık. Tek oğlu Ah-met ile biri bekar ikisi evli üç kızı var, yani dört ço-cuk babasıydı. . Oğlu Ahmet Gevri, Elektrik Elektro-nik mühendisliği eğitimi almıştır. Kızlarından birisi de Ünlü Sütçü İmamın torunu ile evlidir.

1980 yılında sakal kestirilmesini zorunlu kılan yönetimi protesto ederek çok sevdiği öğretmenlik-ten istifa etti. Allah Rezzaktır dedi birkaç arkadaşı-nın dediklerine de kanarak ticarete atıldı. Oysa tica-retin atağının diğer dallardaki ataklara benzemedi-ğini anladığında ise, yanında sadece ailesi kalmıştı. Koca çerkez gerçeği anlamıştı. Ne Suudi Arabistan ne Türkiye ona göre yeterli olgunlukta ticari altyapı-ya sahipti. Çevresinin yanıltıcı bilgilerine kendisinin sermayesizliği ve tecrübesizliği de eklenince kaçı-nılmaz sonuç, Necmeddin Gevri’nin başına gelendi. Olan olmuştu bir kere. Bu da bir kazanç diyerek, sı-kıntıları akıtacak ve şifa bulacağı memuriyete bu kez Kahramanmaraş belediye başkanlığı özel kalem mü-dürlüne gelecekti. Birkaç yıl Özel kalem müdürlüğü yaptıktan sonra oniki yıl da başkan yardımcılığına getirildi…Bu süreçte Belediyesinin yayınlarından olan “İki ödüllü şehir” kitabını hazırladı . Yayınlara paralel olarak bazı Arapça kitapları da Türk diline kazandırarak belediye alanında kullanımını sağladı-ğı belediye kültür müdürlüğünce ifade edilmektedir. Necmeddin beyin kültürel alanda gayretleri çoktur. Kahramanmaraşta nerde bir kültürel etkinlik olsa hocamızın bizzat yada dolaylı olarak katkısı oluyor-du. Musiki alanında, halkın moralinin yükseltilmesi meyanında oldukça önde olan biriydi. Şiir okumala-rını bilmeyen yoktu, hele de Necip Fazıl şiirleri olur-sa gündemde. Necmeddin Gevrinin keyfine diyecek yoktur. Coşardı seller gibi. .

Oldum olası Necmeddin Erba-kan hocanın pe-şindeydi. Bütün zamanını partiye ayırmıştı. Kahra-manmaraş beledi-ye başkan yardım-cısı olarak oniki yıl toplamda da on-beşyıl belediyeye görevli olarak hiz-met vermişti. Sesi güzeldi, dili fasihti. Hitabeti iyiydi. Sa-lonları coşturmak

onun için kolaydı. Kendisi de çabuk coşardı. Böy-lesine yüzlerce destek vermiş, sunumlar yapmış ve katılmıştı. 11 şubat 2005 günü bambaşka bir gün-dü. Batıparkta bir Kahramanmaraşın düşman işga-linden kurtulmasının sene-i devriyesi dolayısıyla düzenlenen bir şölendi. Akşam namazını müteakip başlatılmıştı. Yukarıda andığım dostumuz Ahmet Baharda o toplantıda. Herkes coşmuş vazıyette. Ho-camız Necmeddin Gevri de üstadın Sakarya şiirini okumak üzere kürsüye çağrılır. Ağır ağır gelir. Pro-jektör gibi gözleriyle salonu tarar ve şiire başlar…Su iner yokuşlardan basamak basamak …. diye gür ve güzel sesiyle tane tane okur…Benimse alın yazım…der ve fakat devamındaki susamanın su kelimesini su ihtiyacı olarak aynı mikrofondan rica ederler. . Biraz su nolursunuz su yetiştirin anonsu salonu buz gibi dondurur. Ahmet Bahar koşar hocasına son gö-revini ifa etmeğe. . Morarmış yüzünün bir süre sonra beyazlaştığını görünce kurtuldu diye sevinecek olur, lakin her tür ilk yardım teknikleri uygulandı ise de Azraille dostluğundan ayrılmaz. Ülkülerinden ve ilkelerinden tavizi alçaklık sayan Necmeddin Gevri kardeşimize Allahtan rahmet ve ailesine sabrı ce-miller dileriz. O güzel insanın Büyük Doğuya verdi-ği emek ve aldığı nasib kendisine Türkiye’de bir ilki münasip görmüş, biz dahi saygıyla eğilir aşkla fati-hamızı okuruz.

Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi onun adını verdiği bir park düzenlemiştir. Necmeddin Gevri parkı Günbet mahallesindedir. Belediyede ça-lıştığı sıralarda kayınpederinden gelen arsa mirası üzerine şimdi çocuklarının oturduğu evi yaptırmıştı. Yaptırdığı ev Divanlı mahallesindedir.

Page 58: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE58

Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardım-cısı Necmettin Gevri kürsüde şiir okur-ken kalp krizi geçirdi. Bir anda yere yığı-

lan Gevri kurtarılamadı.  

Ölüm kürsüde yakaladıKahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcısı

Necmettin Gevri, kürsüde şiir okurken kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi. Gevri’nin ölümü kame-ralar tarafından saniye saniye görüntülendi.  

Kahramanmaraş’ın düşman işgalinden kurtulu-şunun 85. yıldönümü nedeniyle düzenlenen gecede, Necip Fazıl Kısakürek’in “Sakarya” isimli şiirini oku-yan Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcısı Necmettin Gevri (62) şiiri okuduğu esnada kalp kri-zi geçirerek yaşamını kaybetti. Başkan Yardımcısı’na ilk müdahale olay yerinde yapıldı. Ancak talihsiz başkan Kahramanmaraş Devlet Hastanesi’ndeki tüm müdahelelere rağmen kurtarılamadı.

SANİYE SANİYE GÖRÜNTÜLENDİ Kahramanmaraş Belediyesi’nde 15 yıldır görev

yapan ve 12 yıldır Başkan Yardımcısı olan Necmettin Gevri, önceki akşam Anadolu Gençlik Dergisi’nin düzenlediği ve Batıpark Spor Salonu’nda gerçekleş-tirilen ‘KurtuluşGecesi’nde, Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Sakarya’ isimli şiirini okumak için davet üzerine kürsüye geldi. Şiiri okumaya başlayan Gevri, bir anda fenalaşarak yere yığıldı. Başkan Yardımcısı’na ilk müdahaleyi, salonda bulunan bir doktor yaptı.

Kalp masajı yapılan Gevri, daha sonra Kahraman-maraş Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Ancak tedavi altına alınan Gevri, tüm müdahalelere rağmen kur-tarılamayarak hayatını kaybetti. Gevri’nin ölümü programı takip eden kameralar tarafından saniye sa-niye görüntülenirken salonda bulunanlar Gevri’nin yere yığılması üzerine hep bir ağızdan tekbir sesleri getirdi.  

Sonsözleri olan satırlar İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya: Bir

yanda akan benim, öbür yanda Sakarya Su iner yo-kuşlardan, hep basamak basamak; Benimse alın ya-zım, yokuşlarda susamak. Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir: Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir. Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, ka-inat: Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat! Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne? Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine.

SIRRIBERK ARSLAN13Şubat2005/Sabah

Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcı-sı vefat etti

Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcıla-rından Necmettin Gevri, bir törende kürsüde şiir okuyordu. Gevri, ünlü Sakarya şiirini okurken bir-den fenalaştı ve...

Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcıla-rından Necmettin Gevri (62), kürsüde şiir okuduğu

(Gazeteler)

Kürsüde şiir okurken öldü

Page 59: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 59

sırada kalp krizi geçirdi. Gevri, kaldırıldığı Kahra-manmaraş Devlet Hastanesi’nde hayatını kaybetti.

Kahramanmaraş Belediyesi’nde 15 yıldır görev yapan ve 12 yıldır Başkan Yardımcısı olan Gevri, bu gece Anadolu Gençlik Dergisi’nin düzenlediği ve Batıpark Spor Salonu’nda gerçekleştirilen ‘Kurtuluş Gecesi’nde, Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Sakarya’ isimli şiirini okumak için davet üzerine kürsüye geldi.

Şiiri okumaya başlayan Gevri, birden fenalaşarak yere yığıldı. Çevrede bulunan bir doktor tarafından kalp masajı yapılan Gevri, daha sonra Kahraman-maraş Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Acil serviste tedavi altına alınan Gevri, yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak hayatını kaybetti.

İHA

•••

ŞİİRLE NEFES ALIYORDU ŞİİR NEFESİNİ ALDI/ Ünal Kalaycı

Onu ilk gördüğümde bir grup gence hitap edi-yordu. İlk defa kelimelerin hakkını vererek konuşan birini de görmüş oluyordum. O ilk konuşmasında şu üç şey aklımda kalmış: 1. Gençler çok okumalısınız. Hem öyle okumalısınız ki kafanız patlayacak gibi olmalı sonra bir an durup hiç okumamış gibi yeniden okumaya başlamalısınız. 2. Genç-ler Bill Clinton on bir yaşındayken okulundaki izci grubuyla kampa gitmiş. Yolu kampın yakınından geçen o zamanki Amerika’nın dev-let başkanı kampa uğrayıp genç-lerle tokalaşmış ve sohbet etmiş. Clinton kamptan eve döndüğünde annesine demiş ki: “ Anne ben gelecekte Amerika’nın devlet baş-kanı olacağım. Annesi : “Oğlum biliyorsun ki toplumumuz anne ve babası ayrı olanların yönetici

olmalarını desteklemiyor. Bu olmaz başka şeylere heves etme. ” der. Ama Clinton: “Hayır anne otuz yıl sonra her şey değişecek, toplumun bakışı da de-ğişecek ve ben devlet başkanı olacağım. ” der. Clin-ton okulunu bu düşüncelerle okumuş, evliliğini üst tabakadan biriyle yapmış, valilikten devlet başkanlı-ğına ulaşmış. Yani gençler büyük hedefleriniz olsun. Başaramam demeyin Clinton gibi otuz yıl uğraştığı-nız her şey olur. 3. Gazete okuyun demişti. Yine bir devlet başkanının yetişmesini şöyle anlatmıştı: “İki çocuk ve iki ebeveynden oluşan bu aile her gün dört gazete alıyorlar. Gazeteler ülkedeki dört önemli si-yasi görüşü temsil ediyor. O partilerin olaylara yak-laşımlarını da ailenin bir ferdi temsil ediyor. Ailenin oğlu yıllarca bu şekilde eğitiliyor. ”

Galiba 1995 yılının “12 Şubat” gece kutlama-sı “Batıkent Spor Salonunda” yapılacaktı. O gecede Durdu Mehmet Biçkes ile ben de şiir okuyacaktık. Belediyeden programla ilgilenen yetkili bir gün önce bizi onun yanına götürüp şiir okumamızı ona dinletti. Üstat bize bir takım tavsiyelerde bulundu. Ben onun o kadar güzel şiir okuduğunu ertesi gece kutlamaların sonunda öğrenecektim. Biz şiirimizi okumuştuk. Konferans verilmişti. Gösteriler sergi-lenmişti. Program bitmiş, salon terk edilmeye baş-lanmıştı ki salondan bir grubun başlattığı bağırmaya salonun kalanı da eşlik ediyordu. “Gevri” “Sakarya” herkesin baktığı yöne doğru baktım. Gevri önce bekledi ama salondaki tezahürat reddedilemez bir hal almıştı. Alkışlar arasında kürsüye yürüdü. O davudi sesiyle 2. Viyana bozgunuyla başlayan geri çekilmenin son noktası, aynı zamanda ilerlemenin başlangıcı olan Sakarya’yı sembolize eden Sakarya şiirini okudu. Harika bir yorumlamaydı bu. Zanne-diyorum şiir bitince insanlar ikinci defa istemişti. Gerisini tam hatırlamıyorum. Ondan sonra benzeri kutlamaların sonunda sahne hep aynı oluyordu. On-dan böylece şiirin nasıl okunacağını, kelimelere nasıl

can verileceğini öğreniyorduk. O kültür adamıyla bir sonra-

ki karşılaşmamız yerel radyoların mantar gibi bittiği yıllarda “Selam FM” de oldu. Ben üç ay kadar yap-tığım bu radyoculukta üstat haf-tada bir sohbete gelirdi. O zaman karşılaşırdık. Bir defasında çaldığı-mız “ezgi” türü müziği beğenip be-ğenmediğini sormuştum. O da “Bu çaldığınız müzik değil, tek iyi yanı içinde bir takım mesaj olmasıdır. “ demişti. O zamanlar yadırgadığım bu cevabı sonradan gayet iyi anla-mıştım. Çünkü bir zaman sonra o çaldıklarımı ben de dinleyemez ol-

Page 60: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE60

muştum. Radyoya geldiği zamanlarda muhabbetle-rinden hatırlıyorum bir arkadaş gruplarıyla haftada bir “edebiyat sohbetleri” yaptıklarını.

Aradan yıllar geçip tekrar Kahramanmaraş’a döndüğümde bir vitrinde şehre kahramanlık unva-nının verilişini anlatan kitabını yazdığını gördüm.

Saçaklızade Kütüphanesine vardığımda bir şey dikkatimi çekti: Saçaklızadelerin kim olduğu Os-manlıcadan alıntılayarak yazmıştı. Yazısı girişte bir tablo halinde tavandan tabana kadar uzanıyordu. Al-tında “1992- Necmettin Gevri” yazısı vardı.

Onun İmam hatipten öğrencisi sonrasında arka-daşı Ali Ülger diyor ki: Necip Fazıl’ın iki tiyatrosunu o sahneledi. Şehrimizde ilk mehteranı o kurdu. Pra-tik zekâlıydı. ”

Bir belediye personeli onun ölümü insanlara bir derstir. Allah o salonu dolduran insanlara onun ölümünü canlı olarak izletip bir ders verdi. “Ölümü unutmayın. ” dedi.

Ardından gazetelerde şu kadarcık haber: “Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcıların-dan Necmettin Gevri (62), kürsüde şiir okuduğu sırada kalp krizi geçirdi. Gevri, kaldırıldığı Kahra-

manmaraş Devlet Hastanesi’nde hayatını kaybetti. Kahramanmaraş Belediyesi’nde 15 yıldır görev

yapan ve 12 yıldır Başkan Yardımcısı olan Gevri, bu gece Anadolu Gençlik Dergisi’nin düzenlediği ve Batıpark Spor Salonu’nda gerçekleştirilen ‘Kurtuluş Gecesi’nde, Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Sakarya’ isimli şiirini okumak için davet üzerine kürsüye geldi.

Şiiri okumaya başlayan Gevri, birden fenalaşarak yere yığıldı. Çevrede bulunan bir doktor tarafından kalp masajı yapılan Gevri, daha sonra Kahraman-maraş Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Acil serviste tedavi altına alınan Gevri, yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak hayatını kaybetti.”

Bu kadar yıl belediye başkan yardımcılığı yapıp hiçbir şaibeye bulaşmamış bu adamı, evini cenaze ve taziye sırasında görenlerin “Ya bu insan maddi şeylere hiç değer vermiyormuş” dedikleri bu gönül adamını, bu kültür adamını, bu hizmet adamını el-bette gençlere tanıtmak herkesin görevidir. Elbette belediye de onun ismini yaşatmak için onu her yıl anma programı yapabileceği gibi adını bir bulvara, caddeye ya da sokağa verir.

Kaynak: K.Maraş Objektif, 18.06.2005 s. 1

Page 61: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 61

07. 04. 1943 yılında Talas’ta doğdu. Kay-seri’deki öğrenim hayatını sırasıyla Etiler İlkokulu, Nazmi Toker Ortaoku-

lu ve Kayseri Lisesi’nde tamamladıktan sonra İstanbul üniversitesi Fen Fakültesine girdi. Üniversite Öğren-ciliği yıllarında Üstad Necip Fazıl Kısakürek’le tanışa-rak onunla birlikte Büyük Doğu’da çalıştı. Çeşitli der-nek ve siviltoplum kuruluşunun yanı sıra, Milli Türk Talebe Birliği’nde Sekreterlik görevinde bulundu. 8 yıl devam ettiği fakültesini tamamlamadan memleketi Kayseri’ye döndü. Buradaki öğretmen okulunun sı-nıf öğretmenliği bölümünü bitirerek, bundan sonra-ki hayatını sınıf öğretmenliği ve yöneticilik yaparak sürdürdü. 53 yaşındayken yakalandığı amansız hasta-lıktan kurtulamayarak 7. 4. 1995 tarihinde (doğduğu gün) Hakkın rahmetine kavuştu. Hanımı, oğlu ve kızı hayatta olup, iki çocuğundan 4 torunu vardır.

Biyografi

Mehmet GÖKALP

Page 62: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE62

1960 lı yılların sonuna doğru tanımıştım Mehmet Gökalp ‘ı. Daha önceleri de birkaç defa görmeme rağmen karşılık-

lı konuşmamıştım. Genelde de Üstad Necip Fazıl’ın konferans öncesi veya sonrası, üstadın dinlenme zamanı sıralarında yüz yüze gelişlerdi ki konuşacak ortam olmazdı. Konferans sırasında ise dış aleme ka-palı olduğum için kimseyi görmezdim. Çünkü bize tarihi ve geleceği, dünyayı ve cenneti öğreten o kon-feranslardı. Siyaseti ve sanatı, aşkı ve aklı hep kon-feranslarda teneffüs ediyorduk. Üstad konuşmaya başladığında koskoca salon ve bir o kadarı da dışa-rıda olan dinleyici kitle büyük bir kütle halinde her biri kendi mahsubunda derin ve sessizleşirdi. Kos-koca bir topluluk birey olarak herkes kendi mantığı çerçevesinde akıl küpünü doldurmakta. Konuşmağa mecal mi var. Ağzı açık dinliyoruz. Mahcupluğumuz derin. Kendi çevrenimizden edinemediğimiz cesa-ret dahil bilgi ve usul karşısında mahcubuz . Ken-dimize ait asli insanlık derslerini öğrenmekteki geç kalışımıza yandığımızdan mahcubuz. Bilmediğimi-zi bilmemenin derin içselliği ve bir o kadar kaynak edinmenin sevinciyle ondan ayrı kalmanın mahcu-biyeti. Çelişkiler ve arzular iç içe bütün bildiğimiz ve okullardan devşirdiğimiz hiçlik içerisinde kavrulu-şumuz. Mahcubuz…

Mehmet Gökalp, büyük doğu mektebinden na-siplenenlerin yüreğinde taşıdığı, insanlığa ve Allaha karşı sorumluluklarını tam ve kamil anlamda yerine

getirememenin mahcupluğunu ifşa edercesine, bü-tünü temsil adına, münferit mahcubiyetimizi ifade eden manken gibiydi. O güzel insanın çekinikliği dahi bu mahcubiyeti dillendirmenin yüzüydü. Çağa karşı Müslüman olarak büyük yükümlülüklerimiz vardır. Aymazlıkları had safhada olan birkaç mec-nunu bahane ederek aymazlığı örnek almak hiçbir etik değere sahip olmamakla aynı seviyede değil mi. ?Ve bu ahlaksız ve dine kinle bakan, ve Müslüma-na karşı özel nefretle dolu , sözde Müslümanların devlet imkanlarıyla olan fiyakalarına karşı insanlık adına utanmamak mümkün mü. ?Ve insan olmaktan insanım diye yaşamaktan huzuru baride mahcubi-yete düşmemek mümkün mü?Mehmet Gökalp bu bilgeliği bünyevileştirmenin saadetiyle sürekli mü-tebessimdi. Öyle bir tebessüm idi ki ne karşısındaki zalime zalimliğini sürdürmesi için bahane üretir, ne de karşısındaki acizin sevincini bozardı. Mahcup ve hüzün içinde bir tebessümdü onda olan .

Mehmet Gökalp’ı baba ocağında yaptığımız soh-bet toplantısında yakinen tanımıştım. Hafızamda da öyle kaldı. O benim için hep gencecik, her zaman mahcup delikanlı, hizmeti seven, bilge ve çalışkan bir kardeşimizdi. Kılık kıyafetine dikkat eder, Bu-lunduğu sosyal mevkiyi müdrikti ve gereğini gere-ği kadar yapmanın da teknokratı görünümündeydi. Traşının kendine özge olması onun dünya algısıyla ilgili bir tavrıydı. O özel bir Mehmet Gökalp idi. Öğ-retmenlikten gelen pedagojik argoya iltifat etmez, si-

Mustafa ÖZER

ARARENK

Page 63: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 63

vil dünyanın olması gereken değerlerini taşırdı. TÖS ve Köy Enstitüleri diye farklı zamanlarda

kurulmuş ve fakat aynı zihniyetin ürünü olması ha-sebiyle biri sebepte diğeri sonuçta aynı iki ayrı ku-rumun ne olduklarını ancak gözleriyle görenlerin anlayabileceği bir gerçeği yine onların affına sığına-rak pedagojik argo diye niteledim. Aksesuar olarak malum bir gazetenin başlığı dışarıdan gözükecek şekilde ceket cebine yerleştirir, bu anılan kurum mensupları . Oysa lokallerinde oyun oynamaktan zaman bulamazlar ki gazete okumağa . Cebindeki gazetenin bir haftalık bir aylık gecikmeli olması da onu ilgilendirmiyor. Çağdaş medeniyete ulaşma gay-retinden geçtik keşke ileri gidenlere fren olmasalar. Fakir Baykurt merhum onların destanlarını yazdı . Onları idealleştirdi. Fakir neticede sanat yapıyordu aklınca . Ne tez söndü balon. Öyle bir argoları var ki demeyin gitsin. Fakir Baykurt’a adı geçen bu iki ku-rum mensuplarının argo sözlüğü olarak ta bakabili-riz. Salt köy romanı diye edebiyata taşımanın doğru olmadığını Attila İlhan bile kaç kez yazdı.

Mehmet Gökalp tek idi derken bütün olasılıkları bilerek söylüyoruz . Konuşmalarımız her şeye kar-şın tedbir aleminin dilindendir, erbabına arz olunur.

Öğrettiği her iyi doğru ve güzeli pedagojik yalıtımla izole ederek kendisine tevdi edileni aynı mazrufuy-la bize teslim eden öğretmeni temsilen Büyük Doğu dan nasiplenmiş bu kardeşimize işbu mersiyemizi seccade niyetiyle önüne seriyoruz. Kelam öğreten Rabbim ona da merhamet et.

NİCE YARALAR

nice yaralar bilirim devayı dilden umarnice yaralar bilirim dilinde deva sunar

nice yaralar bilirim yüzeyi sakin derini acınice yaralar bilirim varlığı ömür tacı

nice yaralar bilirim gündemi sükutnice yaralar bilirim gözleri yakut

nice yaralar bilirim gözünden düşmez yaşnice yaralar bilirim ağıtıyla olur ayyaş

nice yaralar bilirim varlığı aksi yöndürnice yaralar bilirim yarlığı aksiyondur

Necip Fazıl Kısakürek Kayseri’ye gelişlerinden birinde Mehmet Gökalp ve diğer Büyükdoğucularla birlikte.

Page 64: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE64

Şampiyonalarda kırılan rekorlar esas alına-rak yapılacak seçmelere yarışmacı bulmak zor olacaktır. Zira yarışmacının ve yarış-

ma organizasyonunun optimum şartlarını şanslı ya-rışmacılar yakalar ve rekorlar kırarlar. Dolayısıyla, tekdüze lineer mantıkla, sürekli rekor beklemek, ro-mantizmin sınırlarını zorlamak olacaktır. Yarışmayı hayatın her yerinde, değişik boyutlarda, başka baş-ka şiddette, hedefi farklı amaçlarda ele almak müm-kün. Lakin yarışın olduğu ve hayatın bir nevi ya-rışmalardan oluştuğu söylenebilir. Bir çiçek buketi gibi renk ve kokuları farklı da olsa bir yarıştır hayat. . Şehirlerdeki hayatın bir hukuk savaşı olması gibi. İşçilerin asgari ücrete karşı verdikleri yaşama savaşı gibi. Bir savaş daha var ki insanın insan olma onu-runu elde etme, o onuru koruma ve o onuru yücelt-me savaşıdır. Bilgi temelli bu savaş zaman bilincini de bünyesinde taşımak kaydıyla -tarihteki şeytansı-lığa karşı gözükse de- geleceği fethetme yarışıdır. Bu yarışmanın rekortmenleri bilgelerdir. Bilgelerin de-haları kendi dallarındaki rekorlarla taçlanır. Bir me-muriyet, bir makam, bir rütbe veya bir paye değildir ki bilgelik. Zamanında anlaşılan şanslıları varsa da ışığı, varlığı ufkumuzdan çekildikten sonra gelenleri de çoktur. Bilgeliğin dışındaki her türlü şampiyon-luk mali taltiflerle ödüllendirilir. Bilgelerin bahtına da hapislikler, yoksulluklar, idamlar ve toplumsal linçler reva görülür. Nisyana uğrayanları asırlarca sonra zaman tünelinden geçerek geri gelirler, ia-

dei itibar olunarak toplumlara yol gösterirler . Babalar ve oğullardaki nesil farklılıklarından

ötürü oluşan psikolojik ve sosyolojik çatışmalar Dostoyevski, ve Turgenyev gibi bir çok romancıya esin kaynağı olmuştur. Benim ele almak istediğim konunun başka bir boyutudur. Ünlüler ve çocukları veya deha ve çocukları yahut ta şampiyon ve çocuk-ları ele alınınca fenomenin sanki farkları derinle-şiyor, renkleri uçuklaşıyor. Ömer, Necip Fazıl’ın Mehmet ‘ten sonra Ayşe’den önce dünyaya gelen, beş çocuğundan ikincisidir. Ve yine Necip Fazıl ve eşi Neslihan hanımdan sora aynı ailenin ebedi ale-me göçeden üçüncü ferdidir. Ömer İstanbul 1946 doğumlu iki çocuk babasıydı. Oğlu Ahmet Fazıl babasının cenazesinde yanı başındaydı.

Rahmetli üstadın cenazesindeki devlet erkanı ve halk biraz şaşkındı. Devletin o güne değin tu kaka ettiği Necip Fazıl’dı söz konusu olan . Türkiye’de devlet ağzı gazetelerdir. Gazeteler üzerinden ne kü-fürler yağdırdılar . Ona ne zulümleri reva gördüler. O cesur yürek başını hiç eğmedi, sözünü hiç sa-kınmadı. Hiç bir habise borçlu değildi ve habisten yana olan pislik yığınlarına da sabrı yetiyordu. Bize resmi istatistikleri göstererek avutamazlar. Devlet her zaman başkalaşmış nesnel ağızlardan konuşu-yor. Necip Fazıl’la baş edemeyeceklerini anlayınca da ademe mahkum etme yolunu seçtiler. Bu mason localarından çıkma tavır sanılmasın ki kaldırıldı. İktidarı birazcık ele geçirir geçirmez bu tavrın şid-

Mustafa ÖZER

DEHA VE ZEYL

Page 65: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 65

dete dönüşeceği suyun suya benzemesi gibi irticaya dönüşecektir. İnsanlar sıkıntıda iken kazandıkları melekeleri sağlıklı zamanlarına yatırım değeri ola-rak kullanmıyorlar. Her sıkıntıda yeniden ölüm kalım savaşı veriyorlar. İnsanların çoğu camda yü-rüyen sineğe ne çok benziyor. Çıktıkça düşüyor, hiç bıkmıyor. Rahmetli dört inanmış adam isterdi tabutunu taşıyacak. Merhum Turgut Özal gelmişti cenazeye. Özal’ın gelmesiyle başlatılan süreç devlet ve erkanı için yeniydi . O nedenle de biraz şaşkınlık vardı. Protokole bile kimse riayet etmiyordu den-se yeri vardı. Refah ve MHP tam kadro neredeyse oradalardı. Bu hercümercin faturası da bize çıka-bilirdi. Çıkmayışına şaşırmadım desem yalan olur.

Üstadın oğlu Ömer’in cenazesinde de başba-kan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı olan eski başbakan Abdullah Gül vardı. Her iki devlet ve siyaset adamı aynı günde defnedilen eski dış iş-leri bakanlarından birinin cenazesine gitmeyerek siyasal farkındalık yaratmışlardı. Bu konuda eleş-tirenlerin ne kadar hakkı olduğu konusunda geriye bakmalarını öneririz. Zira eleştirilerinde toplumu nasıl ayrıştırdıklarının bellekleri ortaya çıkıyor

Kaderin ince bir çizgisidir ki Özal’la başlayan bu asla dönüş sürecinin banisi yine de batılılar olmuştur. Türkiye’deki devlet görevi tevdi ettikle-ri elitin aymazlığı nedeniyle, Türkiye’yi büsbütün kaybetme riski batıyı uyarmış ve yeni ekollerin çık-masına olanak sağlamıştır. Bu stratejik topraklarda uyumakla yok olma eşanlamlıdır, anlayanlar için. Halk zaten gafil, gafletiyle de mutlu Elbette ki sözü-müz Büyükdoğu mektebi nasiplilerinedir...

Ömer hep yakışıklı güzel giyinmeyi seven ve sevdiklerine sahip çıkan biriydi. Gür ve kıvırcık simsiyah saçı, son dönemlerindeki sakalını tamam-lıyordu. Kayseri’ye bir gelişinde biraz sohbet etmiş-tim. Üstat yaşarken sohbet imkanı pek olmadı. Osman Kısakürek çok nadir de olsa Mehmet’i gör-mek mümkündü. Ömer biraz gizemliydi. Üstadın karizmatik yapısı ortamı sürekli gergin ve disiplinli tutardı. Aile ortamının serbestisi ise bu karizmaya tezattı. O nedenle üstadın aile bireyleri pek üstadın fikri çevresinde bulunamazlardı. Üstadın evi dahi sevenlerinin işgali ve ablukasında idi. Türkiye’nin tüm sorunları günün bütün saatlerinde ve elbette ki üstadın çizdiği çerçevede ve Üstadın bulundu-ğu yer neresiyse orada tartışılabilirdi. Bu sorunlar, tarihi olduğu kadar sosyal de olabilirdi. Askeri ol-duğu kadar edebi de olabilirdi. Tek şartı Müslü-manın ilgi alanında olması ve İslamın geleceğine katkı yapmasıydı. Hal böyle olunca da üstadımızın özel ve genel diye bir hayatı olamıyordu. Necip Fa-zıl ve Büyük doğu birbirine geçmiş iki konseptin ferdiyetiydi. O tekti tek olmasına ve fakat bir çok

dünyayı temsil ediyordu. Temsil ettikleri keyfiyetin yoğunluğu nedeniyle belki en çok zaman geçirdiği ev halkına en az zaman ayırabiliyordu.

Bizlerin Necip Fazıldan beklediklerimizle ço-cuklarının bekledikleri kıyas kabul etmeyecek de-recede farklar arz eder. Belki bizler farkına varma-dan çocuklarının zamanını aldık. Biz mirîmalı diye veya Hüdai nabit bulduğumuzdan kendimize hak gördük. Onun için onun çocuklarına karşı bir ve-balimiz var. Bu mersiye ile darülbekaya göçen bu kardeşimize, çam sakızı çoban armağanı kabilin-den bir fatihaya vesile olmaktır amacımız. Ne mut-lu o Müslümana ki her yerde Rabbin merhameti-ne sığınır. Manevi hemşehrimiz olan kardeşimiz Ömer Kısakürek’e biz hakkımızı helal ediyoruz ve inşallah Rabbimiz hepimize merhamet eder.

Page 66: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE66

ANLATMAK

Ianlatmak kolay olsaydımapusluk olur muydusavaş olur muyduiğde kokulu güzelim

anlatmak kolay olsaydıgün güneş dururkenaşkımızı gecelere gömer miydikkestane rengi gözlü meleğim

anlatmak kolay olsaydımüziğe resme şiire ne gerekkoklaşır bakışır barışırdık sarmaşık gibi doğanın her yanını sarmıştık şimdiye

demek oluyor ki gözümal seyr eylevar koklatut konuş

konu komşu ne gelirse dilinehoş beş eyle bir gelişi güzelher varana bir el uzat gözüm uzat ellerini

el hasıl güzellik asılgör ve duyen iyi huy

her zaman son söz bitmemeli gözüm gözüm bu sonsuz insan bilmeli sözüm

IIgözüm anlatmak kolay olsaydıbunca HAPbunca KİTAPve bunca SAP olur muydu hiç?

gözüm anlatmak kolay olsaydıbunca SOYGUNbunca SAYGINve bunca KAYGIN olur muydu hiç?

gözüm anlatmak kolay olsaydıgözünün içine baka bakane oyunne doyumiçin etmezlerdi içine insanın

anlatmak istemem içimizi kemireniseni ve benigözyaşıyla emzirenianlatmak istememanlatma yeterkapat lügatlarınıgözlerini kapatduymamak için kokuları grip ol nezle ol -ne bileyim bir şeyler yapanlatma yeterbildiklerimizişimdi inanma faslıdıryere dökülen nar tanelerine

Page 67: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 67

Çile şairi Necip Fazıl Kısakürek’in ikinci çocuğu olan Ömer Kısakürek 59 yaşında hayata veda etti.

Ömer Kısakürek’in ağabeyi Mehmet Kı-sakürek, “Ömer Bey, Üstad’ımızın ve Büyük Doğu’nun en baş talebesiydi.

Üstad’ın en çok güvendiği evlatlarından birisiydi. ” dedi. Ağabey Kısakürek, Ömer Kısakürek’in ciddi anlamda herhangi bir hastalığı olmadığını belirterek, “Ölüm mukadder, herkesin ölümü için bir sebep var-dır. Son birkaç gün rahatsızlandıktan sonra vefat etti. ” dedi. Ömer Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları’nda Necip Fazıl’ın kitaplarının neşriyatı ile meşgul olu-yordu. İki çocuk babası olan Ömer Kısakürek’in ce-nazesi bugün Eyüpsultan Camii’nde öğle namazını müteakip kılınacak cenaze namazından sonra Eyüp Mezarlığı’nda babasının kabrinin yanına defnedile-cek. Necip Fazıl’ın Mehmet, Ömer, Ayşe, Osman ve Zeynep isimlerinde beş çocuğu vardı.

26. 2. 2005/Zaman***

Necip Fazıl’ın oğlu Ömer Kısakürek vefat etti

 15:45 26 Şubat 2005 / Cumartesi 

Erdoğan, Kırca yerine Kısakürek’in cenaze törenini tercih etti

Başbakan Tayyip Erdoğan, İstanbul’da şair Necip Fazıl Kısakürek’in oğlu Ömer Kısakürek’in cenaze törenine katıldı.

Bugün öğle namazını kılmak için Eyüp Camii’ne giden Erdoğan, Ömer Kısakürek’in cenaze törenine katıldı. Törende, Erdoğan’ın yanı sıra, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, İstanbul Valisi Muammer Güler, Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili İd-ris Güllüce ve çok sayıda ilçe belediye başkanı da yer aldı.

Kısakürek’in cenazesi Eyüp’de toprağa verilirken, Teşviki-ye Camii’nde de Dışişleri eski Bakanı Coşkun Kırca için cenaze töreni yapıldı. Erdoğan ve Gül’ün İstanbul’da bulundukları hal-de törene gelmemeleri ve hükümetten de hiçbir katılım olma-ması, Kırca’nın cenaze törenine katılanlar tarafından tepkiyle karşılandı.

CHP Milletvekili İnal Batu, “Yadırgıyorum. Dışişleri Ba-kanı Türkiye’de ise burada olması gerekirdi. Çünkü Kırca eski bakandır. Dışişleri bakanları birbirlerine cenazelerde gerekli saygıyı göstermeli, gerekli değeri vermelidir. Hepimiz bu dün-yadan gelip gideceğiz” dedi.

Kırca için düzenlenen cenaze törenine, aralarında eski başbakanlardan Tansu Çiller, Eski TBMM başkanlarından Hü-samettin Cindoruk, 1. Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon ve Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın da bulunduğu çok sayıda politikacı ve asker ka-tıldı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt ise törene çelenk gön-derdi.

Gazeteler

NECİP FAZIL’IN OĞLU ÖMER KISAKÜREK VEFAT ETTİ...

Page 68: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE68

Şair Kısakürek’in oğluna son veda.

Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül, ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek’in oğlu Ömer Kısakürek’in cenaze törenine katıldı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, önceki gün ölen ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek’in oğlu Ömer Kısakürek’in cenaze törenine katıldı. Gece saat 02. 00’de özel bir uçakla Ankara’dan İstanbul’a gelen Er-doğan, öğle saatlerine kadar evinde dinlendikten son-ra Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’le birlikte ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek’in oğlu Ömer Kısakürek’in Eyüp Camisi’ndeki cenaze törenine katıldı. Ömer Kısakürek’in vasiyeti üzerine emekli imam İbrahim Boğalı’nın tarafından kıldırı-lan cenaze namazından sonra Erdoğan, Kısakürek’in tabutunu omuzlayarak bir süre taşıdı.

MEZARA TOPRAK ATTI Daha sonra Eyüp Sultan Mezarlığı’nda Necip

Fazıl Kısakürek’in kabrinin de bulunduğu aile me-zarlığına yürüyerek geçen Başbakan Erdoğan, Ömer Kısakürek’in mezarına 3 kürek toprak attı. Cenaze törenine, Ömer Kısakürek’in oğlu Ahmet Fazıl, kardeşleri Mehmet ve Osman Kısakürek’in yanı sıra Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Gül, Saadet Partisi Genel Başkan Vekili Recai Kutan, İstanbul Valisi Muammer Güler de katıldı.  

***

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Necip Fazıl Kısakürek´in vefat eden oğlu Ömer Kısakürek´in ce-naze törenine katıldı. Cenaze namazında en ön saf-ta yer alan Erdoğan Kısakürek´in tabutunu bir süre omuzlarında taşıdı.

59 yaşında hayata veda eden Kısakürek, Eyüp Sultan Camii´nde Öğle namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından Eyüp Mezarlığı´nda ya-tan babası Necip Fazıl Kısakürek´in mezarının ya-nına defnedildi. Kısakürek´in cenazesine Başbakan Erdoğan´dan başka Kısakürek´in kardeşleri Meh-met ve Osman Kısakürek, oğlu Ahmet Fazıl Kısa-kürek, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Saadet Parti-si Genel Başkan Vekili Recai Kutan, İstanbul Valisi Muammer Güler, İstanbul Büyükşehir Belediye Baş-kan Vekili İdris Güllüce, AK Parti İstanbul Başka-nı Mehmet Müezzinoğlu, Saadet Partisi İstanbul İl Başkanı Osman Yumakoğlu, Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç, Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, Eminönü Belediye Başkanı Nevzat Er, TMSF Başka-nı Ahmet Ertürk ile çok sayıda vatandaş katıldı.

Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Gül ve Sa-adet Partisi Başkan Vekili Kutan cenaze namazında ön sırada yer alırken, birbirleri ile konuşmamaları

dikkat çekti. Edilen duaların ardından Başbakan Er-doğan Kısakürek´in tabutunu omuzlayarak bir süre taşıdı. Eyüp Mezarlığı´nda bulunan babasının kabri-nin yanına defnedilecek Ömer Kısakürek´in tabutu yokuş yukarı taşındı. Başbakan Erdoğan da tabutun ardı sıra yürüyerek yokuşu tırmandı. Babası Necip Fazıl Kısakürek´in kabrinin yanına defnedilen Kısa-kürek için Başbakan Erdoğan dua edip mezara top-rak attı. Ömer Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları´nda Necip Fazıl´ın kitaplarının neşriyatı ile meşgul olu-yordu. /26Şubat2005-Haber7. com

Page 69: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 69

Kenan’ı sevmemek kadirşinaslığı bilme-mekle özdeştir. Kenan’a sempatikliğin-den ötürü takılırdım. Kuzulara namaz

mı kıldıracaksın? Diye takılırdım. Başlardı gülme-ğe… Hani Kayseri’de (beş kuruşu var onu da gülme-ğe vermiş) deyimi var ya işte o deyim tam da Kenan Kuzuimam’ın beni görünce olan halidir. Gülmek gibi insanı tanımlayan özel tavır onu ne kadar güzel anla-tıyor. Kenan ile üniversiteyi bitirdiğimiz yıllarda ta-nışmıştık. Mustafa Cabat’ın sınıf arkadaşıydı lisede. Bizim İstanbul’a intikal ettiğimiz yıllarda yeni görevi devralan arkadaşlardandı.

Kenan Kuzuimam temiz ve traşlı teninde, genç-liğin bütün revnakını aksettiriyor, gülen simasıyla insana yaşama sevincini yayıyordu. Arkadaşlarıyla işbölümü yaparak, derneğin yönetimine omuz verdi-ğini görüyordum. Bizim dönemdeki köylerden kam-yonetlerin kasalarında yolculuklar bitmiş, yerini ya bölgelere okullar açılarak ya da teknolojik gelişmeler neticesinde o köylülerin çoğu şehirlere işçi olarak ta-şınmışlar veya otomotivdeki inkişaf o yoksunluklara son vermiştir. Trafik kurallarına hiç kimse aldırmı-yor yollar mezarlık manzarası arz ediyordu. Az ge-lişmişliğin ekonomik sonuçları bu alanda da acılarla doluydu. Elbette ki bundan daha vahimi sosyal bün-yede bu sakat ve iş göremezlerin açtığı manzara daha da acı yüklüydü. O yıllarda sosyal sigortalar kurumu işyerim olduğu için istatistiki bilgiler elime ilk elden geçiyordu. Bu sebeple bütünlüğüne hakim olmasam

da Cavit Orhan Tütengil hocadan “Az gelişmişliğin ekonomisi”ni okumuş SSK eğitim seminerlerinde de Türkiye’ nin halini gözlemliyorduk. Diğer yandan Doğan Avcıoğlu’nun “Türkiyenin Düzeni”ni oku-yorduk. Mustafa Akdağ hocadan, iktisat eğitimi çok farklıdır, Bir başka önemli isim ise İdris Küçükömer ve eseri “Düzenin Yabancılaşması” bizi şaşırtmıyor-du. Çünkü Necip Fazıl’ın Büyükdoğu’ sunda eleş-tirdiği medeniyetin istatistiki çalışmalarını oluştu-ruyordu. Kenan’la bir keresinde gazeteden okuduğu eleştiri ve rakamların İdeolocya Örgüsü’nde nasıl da açık açık ifade edildiğini tartışmıştık.

Kenan bizimkilerin içinde sesli şakacılar gru-bundandı. Ali Taşçı gibi projeye dayalı şakalardan değil de spontan gelişen şakaları daha çok yaparlardı. Derneğe bir uğradığımda radyodan verilen maçlar gibi Mısır-Türkiye milli maçını abartısız beş dakika isimleri şaşırmadan ve irticalen maçı naklen veriyor-du... Soluk soluğa kaldı. Herkes gülmekten katılmış vaziyette, o hala maç aktarıyordu. Maçın içinde yap-tığı bilinçli gaflarla hicvini sürdürüyordu. Kaşlarının yakın uçları hayretten kalkmış durumda, ağzından köpükler saçılana dek göreve devam etti. Artistik de-ğeri çok yüksek taklit kabiliyeti bile müthiş estetik değer taşıyordu. Ziya Olgunharputlu kardeşimize ne çok benziyordu. Ziya gibi biraz kısa biraz göbekliydi. Taklidi geçici ve tek seferlik değil ne zaman istense aynı coşkuyla tekrarlayabiliyordu... Bu yapı onda ar-tistik değerin olmasından kaynaklanıyordu. Zemine

Mustafa ÖZER

KUZULARIN İMAMI

Page 70: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE70

sağlam basan Kenan’ın vücutça da sağlam bir duruşu vardı.

Son gördüğümde, Kayseri Elektrik anonim şir-ketinde çalıştığını söylemişti. Ve yine belliydi ki ev-lenmişti. Kayseri’nin yerlisi her şeyin bir an önce ve vaktinde yapılmasını arzu eder. Vaktinde yapılması içinde yapabileceklerini seferber eder. Yapılmasını istediği olgunun yapılmaması sanırsınız kıyameti davet ediyor. Dünyayı birbirine katar. Bunların ba-şında öğrenim gelir, sırasıyla askerlik, iş kurmak ve evlilik, bu konular öylesine acil ve titizlenilerek ta-kip edilir ki devletlerin gizli örgütlerinin hareketleri dahi sinema filmi sayılır. Bu jenerasyonun öncüle-rinden sayabileceğim Seyid Ali Kahraman, Mehmet Kasap, Mustafa Cabat, Ahmet Gül, Mustafa Tekeli-oğlu, Kadir Seçmeler, Macid Gül… daha niceleri…Bu acil sıralı yolu izledi ve yaptırımın içinde kaldı. Öğrenime gösterilen tolerans evlilik ve iş kurmada da öne alınsa bir diyeceğim yok. Öylesine üst üste cepheden yumruk almış boksör konumuna sürük-leniliyor ki;ailede, gencimizde hayat yükünün altın-da ömür çürütüyor. Mesleki birikimine uymayan kuruluşlarda personel olmaktan tutun da, yalapşap kurulan firmalarla vergi dairesine çalışmalara kadar iş kurmuş olmalar. Heder olup giden ömür, birik-meyen bir arka, pişmanlıklardan örülen bir gelecek hayali…Ve kendinden sonraki nesli de aynı sinir bozukluğunun içine sokma stres ve inadı… Hayır umulur mu bu gecenin sabahından… Allah kerim ve gafurdur, merhamet eder de hatalarımıza soluk-lu uzun vadeli çözümler buluruz. Hele hele plansız programsız ve de hiçbir fizibilite yapılmadan zararla sonuçlanan yatırımlar, bilenlerini ve sadet dışında olanları üzüyor ve hatta çıldırtıyor. İş batmaz demi-yoruz, elbette konjonktürün tümünü okumak müm-kün değildir ve fakat bu yarım akıl sahipleri hangi tedbirler ve garantiler içinde yatırım yapmışta zarar etmiş ki?Ekonomik süreçteki değişim ve başkalaş-maları, kamu bütçesinin döküm ve dağılımı, dünya-nın diğer yerlerinde neler olup bittiği yatırımcının ilgi alanına girmiyorsa, ipek böceği misali tacirde kendi kozasında hayata veda eder. Boynu bükükle-rin kendi eksiklerinden kaynaklanan şükürleri bile kendilerine esenlik vermiyor. Acı ve ihtiyaç rahatsız eden iki sinek gibi suratlarına musallat oluyor. Sürek-li sinir gerginliği, sürekli azap. Üstüne üstelik elinde olmayan maddenin ıstırabı. Bir diğer yanda, ev kur-madaki titizlik:Borçla konfor alınır mı?Alıyorlar…. Satanlara da bir süre sonra karşılıksız senetler ha-linde geri dönüyor. Kapalı ekonomik dönemlerdeki kanaat ve evdeki anlayış ta bugün kalkmış. Her ka-fadan bir istek…Borçlananın gece gündüz kaygı ve utanç içerisinde ödemeye çalıştığı borç stoku her an daha da büyüyor. Ortaçağda kölelerin bile düşmedi-

ği bir düzey. . Toplumun rahatsızlığı ve genelde hepi-mizi saran bu kangrenden bu sosyolojik sarmaldan çıkmamız için fırsata vesile olduğundan rahmetle Kenan’ı burada yad etmek borcumuzdur. Namurat göçler herkese dokunur. Ben Kenan’ın neden ve na-sıl sonsuza yürüdüğünü bilmiyorum. Hatırlayanlar da kopuk kopuk hatırlıyor. Bu puzzel parçalarından hayat fışkırmıyor. Oysa Kenan hafızamdaki gülen resimleriyle şükür içinde kendiyle barışık gencecik biriydi. Büyükdoğu’nun amir bilgeliği bize emanet edilen aklı son kırıntısına kadar kullanma mecburi-yeti getiriyor. Aklı kullanmayıp tasarruf yapacağız. . El insaf, merhamet buyurun kardeşlerim …merha-met... Gövde akıldan uzakta mıdır?Elbette onu da bir ömrü kuşatacak selim güce dönüştürme zorun-luluğu var. Gafletin iş yapma kabiliyeti yoktur.

Titiz ve derin düşüncenin hayal olmaktan çı-kıp hayat haline dönüşü ve bu dönüşün Kayseri’de yaşıyor oluşu bizdeki umutları geliştirmişti. Ali Bi-raderoğlu abimizden söz açtığımızı bilenlere değil de belki hatırlamak isteyenlere bir flaş aralığından göstermek istiyoruz. Söğüt Kitabevi şeneltilmiş ve gençlerle olan, zaman buldukça toplanmalar, peri-yodik hale getirilmişti. Bu bilgileri İstanbul’a ileten-ler bizi Kayseri’ye rabıtalandırıyorlardı. Dedim ya İhtilal olmuş, ekonomi enkaz. Nereye el atsak ya-saklarla sınırlı…Umutların kıble yönündeki şefkati de olmasa hayatı yük sayacağız. Ali Biraderoğlu ve Söğüt o dönemdeki Büyükdoğu adına sevinecek tek tesellimiz. Şu satırların yazıldığı sırada bir risale de olsa kitaplaşma umudu içimizi ısıtıyor. Halimizi aydınlatacak projektörlerin döşenme vakti ve bunu bilgelerinden isteme hakkı doğmadı mı? Kenan Ku-zuimam kardeşimizin bu dönemde üzerine düşen su dağıtma görevi arkadaşlarının yüreğini serinletmiş olmalı ki, kendisini daima hatırlatacak, Fatihaların-dan uzakta kalmamasını inşallah temin etmiştir. Ali Biraderoğlu toplantılarının müdavimi ve meraklısı bu kültür kulağını bu tecessüsü nedeniyle gündeme almak onu nerede bulacağımızın ipuçlarını veriyor-du. Biraderoğlu’nun bilgeliğini seviyorlar ve muhab-betle izliyorlardı.

Ölümün biz insanları ne zaman ve kimden ko-ruyarak saklayacağını bilemiyoruz. Onun için de ölümden yana bir öcü üretmiyor ve korkusunu ta-şımıyoruz. İdeali uğruna “…. ölüm hoş geldi safalar getirdi” diyen Che’nin soluğu sıcak geliyor. İçi aksi-yon ve insan dolu Mehmet Kasap’ın (ni’diyim gerisi-ni) dediğini duyar gibiyim. Yine Kenan’ı anmak vesi-lesiyle gündeme getirmek istediğimiz Kayserililerin Mersin’de yazlık merakı, kapalı ekonomik dönemde-ki Adana’ya ekmek parası kazanmak için gidişlerin evrimi mi sualini sorduruyor. Enteresan bir konu. . Buna bağlı olarak sayfiyelerdeki şatafat... İnsanın içi-

Page 71: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 71

ni karartıyor. Son üçyüz yıldır başkasının cebinden yiyen devletin örnek olması daha da enteresan. Ge-leceği tüketen züğürtlük. . Aklımızı son kırıntısına kadar kullanmalıyız derken kastettiğimiz geçmişin bilgilerini de kapsıyor. Ki geleceğe dair bir projek-siyon yapılabilsin. Diğer yandan her şeyin olumsuz kötülüğü ve yükünün aklımıza zarar vermemesi için direnç tellerinin sabır ve dualarla sigorta edilmesi lazım. Çelişkilerden şaşkınız... Bıksakta bıkmasak-ta değilmi ki hayat iskelesine gövdemiz aklımızdan bağlı…Çağrışımlardan kurduğumuz bu dünyada anıların boş borularının hangisinde hayat var diye diye üflediğimiz nefesler umarız gönüldaşlara dua yerine geçer. Yaşayanlara sözümüz vardı söyledik…Erciyese göre hayat güzeldir. Erciyes ve Kuzuimam neden örnek olmasın . Eskiden kullanılıyordu “an-naç” diye bir kelime. Anlamı ise ‘’karşılık’’tır. Anna-cınız neden Kuzuimam ve Erciyes olmasın. Allahım gönüldaşlarımı merhametinle kuşat.

bir kış gecesinde garI. kedi gözleri yol gösteren yol kenarlarında yanıp söneniçimizde kedi gözleri erir yıldızlar gibi içimizdepis kentin portalinde seni yitirdim kedi gözleri söndüğündekedi gözlerince özledim seni yoksun içimde

umudum gün umudum gün umudumgün eridim gün eridim güngüm güm içimgüneş bekledim

dün güneşi gördüm yankı sevdasıydımehtap kundaklar gibi inleryollarıma kara oldu bu günlerbu günler gücümü önler

bir kış gecesinde garbir yanda kar yağar beri yanda bengardan kalan anılar içindesenin içindeyim

garda kış gecesiydi gözlerimi verdiğimzaman oldu kaydı ayaklarımızkayan ayaklarımız kırılan kafamız değildi oysaarşimed gibi“bulduk” diye sarıldık salaklığımızakayan günlerin kaydırağındahoroz şekeri sevincimizdekoştuk ateş böcekleriylekirletemediğimiz kentin sokaklarındabilmeden bulduk kendimizi

sen ilk aşkımsın dedim sanaaldandığını sandın kitaplarıma bakıp

oysa ben yalanın kendiyim dedimyalan söyleyen senin gibiekmek yerim su içerimtaşa taş suya su derimalabildiğine küfrederim ben içrebuysa anladığın gerçekanlamadığını söylekim bilecekyalanın kendi yalan dünya olduğunu

gerçeği yitirdiğimden beri yanındayalanında gerçeği buldum diye

ilk aşkımsın dedim sanaaldandığını sandın kitaplarıma bakıp

II. deklanşor iniyordu yıldırım mızrağındabıyık tutan dudaklarımı cehennem ateşiyle yerkendarmadağın düşünceler içinde yaşıyorumyaşıyorum seni derken çocukluk yıllarında

yağmur yağsın diye yılan yaktığımız yerlerşahmaranın masal diyarı olduyağmur yağsın diye yağmura bağladığımızkedi gözleri gibi dönüşümlü geceler içindeağlar durmadan gelen bereketleridiri dilber memesi emer gibi semadanyağmura ekmek sakladığımızdanveyağmur yağmur yağmursen ey tanrının çözülmez bilmecesiyağ dur yağ dur yağ dur

Page 72: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE72

köy yaşadım yıllar yılı kent hayaliylekentte seni bulurum diyekaç kamyon eskidi kimbilir beni taşımak içinyaşamak diye kent hayaliyle

yaşadın mı sen de hiç köydegece serinliğinde tozduğunuve o mağrur beldede işkencelerin sevildiğinibayram olduğunu elbiselerinelbiselerin sevgiden solduğunuyaşadın mı sen de hiç köydekadının erkek olduğunu

ve bu kent içre benim kolu kopan dağ olduğumudevliğimi yalnız sende bulduğumunasıl nasıl nasıl olur diye yıkıldığımı şimdi

küçük küçücük küçüklüğüm elleri toprak doluelleri hayat küçücük çocukluğumbüyük büyük büyümek için anadolu diyeseni bekledim

karda kış gecesi karşılanıp kaydığımdevasa tutkularım onbeşinde ayaklarımözünde buldu teri bu ter yalım benzeriyaktı sensiz gözlerikaldı kedi gözleri

şafak sürükleyen yılkılarla çarşamba kıyılarındakoştuk alcasına akçasına yağızcasınahep bir ağızcasına coştukben ve benkonuştukkonuştuk geceleri konuşturduk sakız kokan dağlarıkanayan soğuk pınarlarına köyüntürküleri dindirdikindirdik içimize dünyadan daha büyük geceleriorda bıraktık yankılarıdevasız heceleriyalçın kayalarda erimez diye

ayrılırken göç destanlarını ağladımsüt kuzuları satılıyordu celeplerebahçeler yeşil gök yine mavitoprak kokuyordu dere akıyordu yineiçimde boğulan sevi içindeselviler geçiyorduson fatiha’mdı köy gibi yarımve içten işte anlattım tek sebebi yanmak olan ömrümü bir hiçten biraz daha yarım olan ömrümüve dahasınerde yarım öykü var nerde bir türkü yarımkahramanı eksik romanlarınsusan ağıtların ezgisieskizi eski Nasrettinlerinunutulan sevgilerin unutanlarınve baharlarsa yarımonları ben tamamlarımişte ben bu kadarım

göçmen kuşlarla döndü anılarım sıcak düşlerimegözaltına aldığımda seni

yağmur yağıyordu sina çöllerine biz yalan yakıyordukyılan yanıyordu cennetten çıktığına bakmadanve yılandan farkımızı anlamadanyılan yakıyorduk

iki yanlı evrenin hep bu yanındanyalana bakıyorduk

Page 73: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 73

III. kedi gözleri süngüler ucunda sunulan sorularkedi gözleri kerbelada susanan sancı yastığıgönlüme uzanan ela gözlerin günahı kedi gözlerikedi gözleri varoluşun boğulan varoşları

evren susmadan savaş renginde susayanlarasusan alçaktır susturulan insana

güneşi ezmeliyim gül kurusu yanınıkıyam durmalı durdurmalı güneşikirli gözlerin yüz görümlüğü diyekırmalı putun boyundan düşeni

kum saatlarının ekvator boyunca yüreğime bastığıve beni kanımdan astığı zamanbilinmeli gün gün bilinmeli güngün gün olmalı gün can kırıldı cam kırıldı bir düğündü gördüğümben beni bildiğim gün

acılarım tuğla kırmızısı yapımı tutanniçin onulmaz içimde hep eriten hep terleten sorukırılan onurumu onarılmaz yerinden tutupkırılan omurların üstünde irkiliyorum

pis kentin elleri irin gözleri irintanrı tanımaz kişilerin kişiliksiz günlerikuşattı kentlerimiyokluğun anıtında

bir asık yüz pusuda yansıyanbu sularda boğulan ışıklardabağbozumlarına taşınan

yadsınan sözlerimlegarda gardayım karasevdaların karasında gardasevgilerin soluk renkleri daha da solukkonuk olduğum gözlerinizde andığım an karanın adını evren yıkılırbu yüzde kırılır kamyon klaksonlarıbu yüzde durur yosun tutan anılarbu yüzde tutulur güneşdüşlerimde açıldı sanabu kış gecesinde dondurdum sesini erimesin diye içimde

ellerim üşüyen ellerimellerinde başlayan el olmamakyakınımda ellerinnasıl nasıl nasılellerin el ellerin el ellerin

yağmurun omzunda bahar olur umudumbir gün bir gün evet bir güngün açar yeşil çağlar bir günörgün bir çağ içineseniyani senison gün diye umdum

kedi gözleri yol gösteren yol kenarlarında yanıp sönenkedi gözleri dönüşümlü kendineve bölüştüğüm yağmur içinde yağmurdelişmen yürekler inandığınca aktanrı yoluna izdüşümlü sevgiler

sevgilim sen sevgilim sen sevgilimyüreğim sevginle sengin semaiyol ikimize yol yol ikimizesevgilim sen sevgilim sen sevgilimbizimle kedi gözlerine giden yol

Page 74: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE74

Kenan Kuzuimam, arkadaşları Fethullah Dinçsoy ve Suat Ülker’le birlikte.

Kenan Kuzuimam, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in1977’de Kayseri’ye gelişinde İskender Kebap Salonu’nda.

Page 75: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 75

Büyük bir acı içinde gözlerini açtı “Allah’ım büyüksün” dedi. Hastane odasındaki bu yakarışından tam iki gün öncesi akşamı-

nın geç saatlerinde yazlığındaki havuz başında be-raberdik. Hüzünlüydü. Etrafta kimseler yoktu, ilahi söyleyelim istedi. Bildiğimiz ilahileri tekrar tekrar söyledik. Üstad’dan şiirler okuduk. Laf dönüp dolaşıp dünya meşakkatine dair işlere gelmişti. Birden bire hüznün yerini sevinç almıştı. Ne de olsa düzenli bir geliri vardı. Beraber üye olduğumuz kooperatif üç ay önce evimizi teslim etmiş, taşınmıştık. Taksitleri de-vam ediyor olsa da bir yazlık evi olmuştu. Tatile bile gelmiştik. Daha ne isterdik. Allah’a şükrettik. “Ama demişti; bu günlere gelene kadar ne sıkıntılar çek-tim. ” Çok ketum olduğu bir konuda açılmıştı, an-latıyordu; “küçük yaşta babamı kaybettim. Anneme cüz’i bir emekli maaşı bağlandı. İkisi erkek, biri kız üç kardeş var. Ve kuru kahvecide çıraklıkla başlayan çalışma hayatı. ” Büyük adam sorumluluğu yüklen-mişti omuzlarına küçük yaşta. “Lise birden sonrasını biliyorsun dedi. ” Lise son sınıftaydık;

Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddesEy kahpe rüzgâr hangi yönden esersen es

beyitini kara tahtaya yazmıştı. Solcu edebiyat öğretmeni çok kızmıştı. Bana; üzülme, son sınıftayız onlar çok güçlü bize zarar verebilirler, cevap vereme-diğimiz iyi oldu demişti. Üniversite yıllarında ayrı

şehirlere, O Ankara’ya ben İstanbul’a gitmiştik. Hep birbirimize mektuplar yazdık. Haftada iki üç mektu-bunun geldiği olurdu. Hepsi sarı zarflarda, gönderen kısmında Çarşıağası yazardı. Postacı meraklanmış bir gün Çarşıağası ne demek diye sormuştu. Mektupları hep besmele ile başlar, imanla ilgili konuları, Kayseri ile ilgili kısa haberleri yazar, Allah’ın selamı Sevgili-sini sevenlerin üstüne olsun diye bitirirdi. Mektupla-rın güzeldi, yazmalısın demiştim havuz başında. Te-bessüm etmişti. Annesi genç yaşında ağır bir hastalı-ğa yakalanmıştı. Hasta halinde hep evladını koruyup kollamak isterdi. Dünyada tutunabildiği tek dal o idi. Daha evlenmeden annesi de vefat etti. Omuzlarına yine çok büyük sorumluluk yüklenmişti. Artık hem baba, hem anne, hem kardeş, kısaca kardeşlerinin her şeyi olacaktı. Oldu da. Bunca yokluğa rağmen hep veren olmak isterdi, her zaman verdi. Sabırlı idi. Hiç şikâyet etmezdi. O’nda bir inci tanesinin oluş-masındaki sabır vardı. İçine kapandığı zaman sanki gözyaşlarından inci yapardı. Mihnetlere katlanmak da onun kalbini yavaş yavaş sabırla yormuştu, far-kında olmamıştı veya bizlere belli etmemişti. Kısa bir suskunluktan sonra, “müdür, Kayseri’ ye dönüşte bazı işlerim var bana yardımcı olda onları bitirelim dedi. ” (Allah rahmet eylesin bana hep müdür diye hitap ederdi. ) İşlerinin ne olduğunu ne ben sordum, ne de kendisi söyledi. Birkaç gün sonra O’nun tabut içinde, bizim de arkasından hüzünle Kayseri’ye dö-neceğimizi bilemezdik ki. Havuz başında geçirdiği-

Fehtullah DİNÇSOY

KADİM DOSTUMKenan Kuzuimam

Page 76: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE76

miz uzun saatlerden sonra sabah biz yanından ayrılarak başka bir yere geçmiş, başka arkadaşlarla buluşmuştuk. İki gün geçmiş, halen yanımıza gelmemişti. Ar-kadaşlara bu adam yarın gelmez ise ben yanına gideceğim dedim. Gecenin bir yarısında şiddetle kapı çalınıyordu, açtım oğlu Ali babam hastanede yatıyor dedi. Birkaç saat önceki sitemimi duy-muşçasına Kadim Dostum beni kırmamış gelmişti. Son gelişi olduğunu bilemedim. Arkadaş-larla birlikte koştuk hastaneye vardık. Kırk yaşına kadar; acılar, hüzünler, sıkıntılar ve onca mih-net o gencecik kalbini yormuştu, çalışmakta zorlanıyordu, tekli-yordu. Başında iki doktor duran kalbini çalıştırmak için uğraşı-yorlardı, çalıştırdılar da. Krizin verdiği büyük acıya rağmen göz-lerini açtı, şuuru yerine geldi, “Allah’ım büyüksün, çocuklarımın yüzüne bak, beni çocuklarıma bağışla” diye niyaz etti. Acı içinde başını çevirerek bakındı, çaresiz bir şekilde başında duran üç arkadaşını ta-nıdı. Onlardan Mersin’e götürülmesini istedi. Ama doktorlar yerinden kaldıramayız, çok tehlikeli gide-mez dediler. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum tek-rar komaya girdi. Kalbi durdu. Şok aleti ile müdahale başladı. Benim dayanacak takatim kalmamıştı dışarı

çıktım. Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum. Doktorlar ve arkadaş-lar dışarı çıktılar. Kim söyledi onu da bilmi-yorum. Öldü dediler. İçeri girdim, sanki ya-nılırlarmış gibi nabzını kontrol ettim, atmıyor-du. Gözlerini kapattım, çenesini ve ayaklarını bağladım. Bir hasta bakıcı geldi. Ceplerini boşalt dedi. Başka ne çıktı hatırlamıyorum ama bir paket sigarayı hatırlıyorum. Alnından öptüm, alnın ak, yolun açık, mekânın Cennet olsun, Allah rahmet eylesin, “Her nefis ölü-mü tadacaktır. ” dedim. Odadan çıktım. Beni

sık sık tedavi için götürdüğü ve muhabbetimize vâkıf doktora ölümünden aylar sonra rastladım, bana ar-kadaşın nasıl diye sordu. Hakka yürüdüğünü söyle-dim, doktor; beni teselli etmek için etkili ve sade bir ses tonu ile “Her hastanın başında bir ölü gezer. ” Allah rahmet eylesin dedi ve yürüdü. Âmin dedim. Kadim dostum diye ağladım.

Doğumu; 1955Ölümü: 16 Ağustos1995

Kenan Kuzuimam, Mustafa Cabat, Ali Pehlivanoğlu Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Dr. Mustafa Mıhçıoğlu 1977’de İskender Kebap Salonu’nda.

KENAN KUZUİMAM

Page 77: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 77

Büyük Doğu fikriyatının kendi yaş akranı içerisinde renkli simalarından birisi idi Kendisi imam hatipte okurken bile aydın-

lık evler orta okulunun bahçesine gelerek az çok aklı eren çocukları etrafına toplayıp sultan Abdülhamid Hanı hararetli bir şekilde anlatıp onu savunuşuna şa-hit olan arkadaşlarımız var.

İmam Hatip Lisesini bitirdikten sonra, Erzu-rum İslami İlimler Fakültesini terk edip ODTÜ sosyoloji bölümüne kayıt yaptırıp bir yıl okuduktan sonra Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü üçüncü sınıf-tan ayrılıp üniversite hayatına son vermişti. Kendi-sini idare edecek şekilde Arapça bilir, oldukça çok sayılacak şekilde hadis ezberi vardı. Bir gün Söğüt Fikir Kulübü kitap evinde hararetli bir şekilde Hadis ve Ayetlerden bahsettikten sonra hayatının vazge-çilmezi olan ve içmekten ziyade yiyor hissi verdiği sigarasını bakkaldan almak için kitap evinden ay-rıldığında orada bulunan ağabeyin ‘Fuatın Kayseri-nin en popüler vaizinden ne farkı var?’ diyerek onu övdüğünü hatırlıyoruz. Evine ziyarete gidildiğinde çok zengin bir kütüphaneye sahip olduğu görülmüş, bu zengin kütüphanenin kendisine kattığı hasletle, konuşurken kelimeleri seçerek ve farklı bir üslupta kullanırdı. Hayatının belli bir dönemini dolu dolu yaşadı belli bir dönemini de çeşitli meşakkat ve sı-kıntılarla geçirdi.

Hayattan göç ettiği gün Cami-i Kebirdeki müte-vazi tabutunda defnedilmeyi beklerken hasbel kader bir siyasinin yakını olan başka bir cenazeye gelenle-rin arasındaki bir çok dava arkadaşları onun bu fani dünyadan göç ettiğini orada öğrendiler. Tevafuken

onun da cenaze namazını kılmak onlara da nasip oldu. Namaz kılındıktan sonra siyasinin cenazesinin arkasında yüzlerce kişi Fuat Livdemir’in arkasında bir elin parmakları sayısını geçmeyen samimi dost-ları..

Üstat Necip FazılınYeryüzünde yalnız benim serseri, Yeryüzünde yalnız ben derbederim. Herkesin Dünyada varsa bir yeri, Bende bütün dünya benimdir derim. Mısraları tamda Fuat Livdemire uyuyor gibi. Et-

rafımızdaki birçok gönüldaşımız Hakkın rahmetine kavuştu, onların göç ettiği günle şimdiye kadar geçen zamanı hatırlıyor ve bu sürenin çok çabuk geçtiğini biliyoruz, onlara kavuşmak için çok az bir zamanı-mızın kaldığını düşünüyor, göç için bir hazırlığımız olmadığı için hayıflanıyor her geçen gün daha çok bozulan bu Dünyanın pisliklerinden kurtulacağımız içinde içten içe seviniyoruz.

Bu fani Dünyadan Büyük Doğu fikriyatına gö-nülden bağlı bir garip Fuat Livdemir geldi geçti

Mevlamız rahmet eyleye. 21. 12. 2012Doğumu:1955Ölümü :2006

Mustafa KANLIOĞLU

FUAT LİVDEMİR

Page 78: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE78

Üstad Necip Fazıl’ın dışında onun bıyık-daşı Rasim Özcan’dı. Efendi mi efendi sürekli mütebessim kişiliğiyle bir gün

karşıma çıkıp da hayat hikayesini yazmamı isteseydi ne yapardım bilmiyorum. Ama bu gün renk tayfında ruhlarıyla bize yaşama sevinci veren kardeşlerimize cenazelerinde bile bulunamamanın hüznüyle bir de-met çiçek yerine kaim olmak ve fakat daim anılmak üzre işbu hayatına dair izleri sürmek istedim. Ki bu küçücük papatya yaprağı kadar saflığın onu taltif et-mesi ve Fatiha dan unutulmaması için bir mersiye olacaktır.

Rasim abimizle 1966-1967 öğrenim yılı için-deki kış aylarında tanıştığımı sanıyorum. O günle-re ait birkaç fotoğraf anılara düşülen tarih gibi ha-fızalarımızdaki unutkanlığı belgeliyordu. Üstadın Kayseri’ye gelişlerinden birinin arifesindeki hazırlık-larda bazı dövizlerin yazılması için kaygılanıyorduk ki Mustafa Dinçel Rasim abinin adını andı. Daha sonra o yazılar afiş haline getirilmişti . Bu işi üzeri-ne alan da Rasim abi olmuştu. Hafızamda ve hatıra-larım içinde kalan Rasim abi -1974 ten sonrada hiç görmeme rağmen -hala elimi uzatsam sıcacık elini tutacağım kadar yakınımda biridir.

Dünya halidir deriz ya, savrulup darmadağın olduğumuz, hasretini saf bir insan olarak duyduğu-muz ve fakat bir türlü iki yakası bir araya gelemeyen kaderin içinde, uzaklarda gariban olarak kaldığımız ruh hallerinde Büyük Doğu nasibinin frekansıyla

öylesine coşuyorum ki, hatıralar romanlaşıyor. O romanın kahramanları yazıdan kahramanlar değil de yaşayanlardan birileriydi. Bunlarda biri de Rasim Özcan’dı 1932 doğumluydu. İnsan davranışlarının kalıplarını yaşadığı imkanlar alemi çiziyor. Doğum tarihini vermemden murat onun büyüyüp geliştiği dönemi takip bakımından önem arz ettiği içindir.

Kayseri’de yerel deyişle tayyarelik, hava ikmal adlarıyla iki ayrı dönemi simgeleyen isimle anılan kurum ile anatamir adıyla anılan tank bakım üsleri Kayseri’ye usta teknisyen yetiştiren iki askeri kurum ve bu kurumun açtığı çırak okulları ise işin ne denli önemsendiğini gösteriyordu. Kayseri’deki Büyükdo-ğu mektebinin iki önemli kaynağı vardı ki, bu çırak okullarıydı. Bu okullarda belli bir disiplin içerisinde mesleki bilgiler veriliyor ve yasalara uygun bir işçi hayatı düzenleniyordu. Özel sektördeki özensizlik, belirsizlik, düşük ücret ve insani haklar işçileri bu kurumlara yönlendiriyordu. Bu kurumlardaki işçi-ler hem ülkelerinin hem dünyanın sosyal ve siyasi sorunlarıyla ilgileniyor, hem de mesailerinin karşı-lığı konusunda diğerlerine oranla imrenildiği duy-gusunu taşıyorlardı. Kayseri için önemli olan bu iki kurum bir örnekti. Fabrikalar askeri kurumdu ne de olsa.

Dayanıklı hayır eserleri (cami. aşevi, köprü, çeşme vb), bilimsel ve sanat eserleri ve evlat, insanı ölümsüzleştiren varlıklardır. Rasim abide hep bunun hicranını duyduğunu dillendirirdi. Yokluk ve yok-

Mustafa ÖZER

ÖZEL BIYIKLAR

Page 79: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 79

sulluklar içinden sıyrılıp çıktığı dönem ve çabasını ve o çabada yardım edenleri unutmuyor, onları ha-yırla yadediyordu. Çocukluk yılları hem öksüz hem yetim ve hem de iki kardeşinin de büyütülmesi üze-rine kalmıştı. Sıkıntı bununla da sınırlı değildi. İkin-ci dünya savaşı yılları. Yokluk ve yoksulluk ve de yol-suzlukların tepe yaptığı yıllar, o yıllara karşı müca-dele eden üç küçük çocuk…İlkokulu bitirir bitirmez hava ikmal ‘in çıraklık okuluna kayıt ve hava ikmal merkezinde görev üslenme. . Ömrü çileler içinde ge-çen Rasim Özcan’ın yüzündeki çizgiler bu çilelerin çoktandır şüküre dönüştüğünü gösteriyor olmalı ki onun neşesinden insanlara güven, doğruluk ve iyilik yansıyordu.

Onun bize nazaran uzun olan boyu takım elbi-senin içinde zarafeti simgeleyen bir yapıdaydı. Her zaman insanların karşısına güzel bir elbise ve gülen bir yüzle çıkardı, bu nasibi dahi Üstadı temsil eder gibiydi. Pantolonu ütülü, ayakkabı pırıl pırıl ve kra-vatı son modaydı her zaman. Traşına özen gösterir özellikle bıyığını sanki kumpas kullanırcasına düz-gün keserdi. . Yüzündeki yumuşak ifade Fahri kaina-tın sünnetine uymanın fotoğrafa yansımasıydı. Hele o sesi… Yüzünden daha yumuşak o sesi, müminin merhametinden besteler gibiydi.

Hayat memat diyorlar, ne dediklerini biliyorlar mı acaba. ?Rasim ağabeyimiz hayatın memat oldu-ğunu bilenlerdendi. Ölmeden nefsini hesaba çeken Büyük Doğu nasiplisiydi. Akciğer kanseriyle davet edilen Azrail arkadaşımızı ebedi hayatına taşıdı Şu-bat ayının ayazı ikibindokuz yılında bir başka hüznü donduruyordu. Kardeşimiz göçmüştü. Allahın mer-hameti ve rahmeti onunla ve bütün inananlarla ol-sun. Amin.

DARBOĞAZ

Iyüreğim yumuşak yüreğim yükleniyor gelip geçen günleribir hüzün mayasıdır dirilten yüreğimçözmüyor düğümleri

düğümler ki aklımdan geçenboğazımdan geçmeyen madde düğümler ki yüreğime dayanmışezdikçe ezilen hadde

ve yürümek zorundayım sokağın ucuna dek nasıl zamanla sönüyorsa sokak feneri öyleyüreğimi tutan “bottle – neck” gel dostum gel de bir şeyler söyle

kimliğimize dair söz açmadıksakör döğüşünden kaostan yana göz rengimiz değiştirmiyorsa bakışlarımızıgüzel olana gel de birlikte bakalım

IIdoğrusunu söylemek nasılsa öyle anlaşılamuşmula yemiş midenin rengikaplumbağadan hızlı gide parmak çorap içindeyoklukla varlığın yitince nirengidoğrusunu söylemek nasılsa öyle anlaşıla

takvim bir nöbetinde süngülenirkan enflasyonu beslerse akvaryumda bir iki balıküç ahbap çavuş yaparsa kalabalıkbir duvar dibi avlarsa geçer şaşkınlık

RASİM ÖZCAN

Page 80: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE80

Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Ali Biraderoğlu, Mehmet Gökalp, Abdulkadir Abdusselamoğlu, Ayaktakiler (Soldan): Ahmet Kaplan, Rafet Cingil, Rasim Özcan, Mehmet Güldeste ile.

Page 81: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 81

01/01/1950 yılında Kayseri’de doğan dayım Mustafa Özküçük Kayseri Li-sesini bitirdikten sonra İstanbul Üni-

versitesi Diş Hekimliği Fakültesinden 1973 yılında mezun olarak Kayseri’ye tekrar dönmüş ve muaye-nehanesini açarak Diş Hekimi olarak hayatını sür-dürmüştür. 27 kasım 2008 sabahı bir telefonla uyan-dım. O gün dayım Mustafa Özküçüğü kaybettiğimiz gündü. Uzun zamandır çektiği çile bitmişti aslında. Oysa daha iki gün önce yanındaydım ve yine elini elime bilek güreşi yaparcasına toka etmişti, yüzünde her zamanki gülüm-semesiyle, içimizden ikimizde bunun bir veda ziyareti olabileceğini düşünü-yorduk, sonra bir anda çocukluktan o zamana kadar geçen güzel günler geldi gözümün önüne. Çok farklı bir insan-dı benim için. Bizim ailede kimin başı sıkışsa hep onun yanında alırdı solu-ğu, yardımını hiç esirgemezdi, karşılık beklemezdi. Sadece bize olsa ya, herke-se yardım ederdi herkesin Mustafa abi-siydi, teyzesinin kızı Türkan hanımla evliydi ve Şule ve Şeyma adında iki kız çocuğu vardı.

Bir ruh tutkunuydu... Hiç kibirlenmezdi, göste-rişten, şatafattan hoşlanmazdı. Eğer Mustafa Özkü-çüğe bir sırrınızı verdiyseniz asla onu kimseyle pay-laşmazdı, ağzından kerpetenle bile laf alamazdınız sır küpüydü. Dini yönünün çok kuvvetli olduğunu söyleyebilirim, İslam’ı aslından ve doğru öğrenme konusunda bir yol göstericiydi bizlere, değme ilahi-yatçılara taş çıkartacak bilgi ve birikim, sürekli oku-makla geçen bir ömür, daha çok anlatan değil din-leyen olmuştu hep, her gün en az 4-5 gazete okurdu

ve çok sevdiği Necip Fazıl kitapları, öğrencilik yılla-rında tanıştığı üstad Necip Fazılın düşünce ve fikir hayatı onu derinden etkilemişti, daha sonraki yıllar-da da hep Necip Fazılın izleri olmuştur hayatında. Bu noktada çeşitli vakıf ve derneklerde aktif rol al-mıştı. Özellikle Hekimler Birliği Vakfı’nda ve KEK. Vakfında. Ölümünden kısa bir süre önce bana ken-disinin de sürekli katıldığı, Kayseri Eğitim ve Kültür vakfına ara sıra da olsa gitmem konusunda ricada bulunmuştu. Çok ince espirili bir insandı. Bazen diş

taraması yapmak için katıldığı okullar-da “Bir Latin şairi olan (Juvenal) der ki: ‘Mens sana corpore sano’ “Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur”. Çocuk-lar onun için dişlerinize gereken önemi verin, diye diş taramasına başladığını öğretmen arkadaşlarından dinlemiş-tim. Dayımın arkadaşları içerisinde en fazla Bekir Yıldız’ın aklına, irade ve otoritesine karşı arkadaşlığın ilerisinde bir takdir duygusu vardı. Sık sık bera-ber zevk ve muhabbetle birlikte yemek yediklerine şahit olmuşumdur. Kendi-sinin erkek kardeşi olmadığından ben-

ce Bekir Yıldız’ı zımnen kardeş yerine koymuştur diye düşünürdüm. Bu samimiyete gıpta etmişimdir. Vefatından 15 gün sonra çok sevdiği arkadaşları bir anma gecesi tertiplemişlerdi, KEK Vakfında. Akşam bir ziyafet verilmiş ve hatim duaları okunuyordu, içlerinden biri, Mustafa Özküçüğün burada oturan herkese mutlaka bir iyiliği olmuştur dedi, çok etki-lenmiştim. Bu günlerde vefatının 4. yılını geride bı-raktık, hala gözyaşlarımız tam olarak kurumuş değil. Kendisini bir kez daha yad ederken, geride bıraktığı çile mirasçılarına Allah yardım etsin diyorum.

Halit KANTARCI

Mustafa ÖZKÜÇÜK

MUSTAFA ÖZKÜÇÜK

Page 82: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE82

Aramızda ne fizik ne kimya ne de başka alanlarda atoma ilgi duyan yoktur. Oysa atomun ve hatta nükleer fiziğin ne ol-

duğundan bilgi düzeyinde haberdarsınız. Bir büyük buluş olan atom gerçeğini metodik anlamda, hem de insanlığın büyük kesimi hayatına kriter yapmamış-tır. Çok az da olsa seçkin bir kesim hayatını önemser ve ilkeli yaşar. Bu ilkeler başkalarının gözüyle adeta gözükmez ilkelerdir. Burada nükleer konuya gire-cek değilim ve fakat bu bilginin hayata kriter olması oldum olası merakımdır. Hep Mustafa Özküçük ar-kadaşımızı bu yapıyı bilen olarak gördüm. Bilmesi ameli idi. Malumat olarak ta diş tabibi olması hase-biyle hücre ve mikrop ve mikrobiyolojik gerçek ve gereklilikler onu hazırlamış olmalı. Çünkü bilme dönemi, deneme dönemi, uygulama dönemi ve me-todik hale getirilme dönemi uzun bir süreçtir. Sabır ve birikim ister. Özküçük bu kriteri içselleştirmiş ye-gane kardeşimizdi. Sistemin sosyal hayatta kullanıl-ması da belli bir yaşama biçimini gerektiriyor. Onun için detay vermiş oldum. Özetin özeti herkesin gör-mediği hatta görmek istemediği ve hatta görse bile ihmal ettiği küçüklerin değerli hale getirilerek kul-lanılması meselesi. Özküçük’ün hayatı sanki bu dü-şünce helezonu vasıtasıyla duaya dönüşüyordu.

Mustafa Özküçük’ün hayatını mercek altına alınca maddesi gözükmeyen o varlığın nurunu gö-rebiliyoruz. Bu öyle bir bedahet ki karşımızdaki Erciyes’i göremeyip beş lirayı önemsemek gibi çelişik

ve absürttür. Belki bir bencillik kokusu bile gelebilir. Fakat ne hayat ne de cennet ucuz değil arkadaşlar. O yapabildiğini yapmanın erdemine inanmıştı. Kimse yoksa o vardı. O ‘bu kadar ve buraya kadar’cılara inat başkalarının eksiğini montajlamak zevkini bir yana koyarak elindekini taşıyabileceği en yükseğe taşırdı. O yapabildiğini yapmalıydı, ve onu yaptı. Ya bir odak olup birikir ya bir odağa sessizce sızar, bünyevileşir-di. Onun odakları çok merkezli ve zahiri özellikler taşır. Böyle olunca da lidere ihtiyaç çıkmazdı. Herke-se irade dağılınca hareketi senkronize emire kalıyor. Yöntem basit ve etkili. Merkez nesnel kaldığı sürece merkeze katılmakta kimse muhalifleşmiyor. Özkü-çük bu gerçeği görmüştü.

O benim özel lakabıyla patriyotum idi. Patriyot, öze müteallik konularda, halktan birisi olarak yaş meslek ve sosyal itibar gözetmeksizin duyarlı hale gelir, ilgilenirdi. Kiraz yemeye giderken de, başba-kan karşılamağa giderken de hep aynı patriyot idi. Gizemi ve olgunluğu tecahül ü arife bu kadar güzel saklayanını görmedim. O bir harikadır. Gözlüğünü acziyet unsuruymuş gibi taşımasından özel musafa-hasına kadar hep bütünü patriyotta mündemiç ak-sesuarlardı. Temiz ve sıcak renkleri seven bir başka özelliğini son iki yılda değiştirmişti. Siyasete ilgisi Büyükdoğu emirleriyle ilgiliydi. Değilse ilgi alanının dışındadır.

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfındaki son görüş-memizde halimizi hatırımızı sormuştu. İçim acımış-

Mustafa ÖZER

PATRİYOT

Page 83: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 83

tı. Gerçi bende rahatsızım kalpten, lakin ben tayin edilmiş bir güne esir değildim. Sevinmek üzülmekten de beter bir bakış. Bu kanser illeti belki bir süre sonra kontrol altına alınacak, sırları çözülecek ve mücadele edilir boyuta gelecektir. Ama şimdilerde gözümüzün içine baka baka önce Ziya Olgunharputlu’yu daha sonra Ekrem Sağıroğlu’nu ve en sonda patriyotumu-zu aldı. Kapitalizmin kirliliğine bakarak bilimden te-davi beklersek dünya zindana döneceğe benzer. Rab-bimizin de bir hesabı olsa gerek, İnancımız umutla-rımıza neşeyle hayat vermektedir.

Cumhuriyet İşhanı yeni yapılmış, Mehmet Ka-sap orada çalışıyor, zannederim onu ziyarete gittim. Yanımda Mustafa Özküçük belki yarım saat hiç ko-nuşmadan Koca Erciyes’i seyrettim. Mustafa da ara-da bir bana bakarak Erciyes’e bakarmış. Neden sonra ne değişti diye bir soru sordu. Gözlüklümü gözlük-süz mü dedim. Şuraya iki satır konuşmaya geldik Özer beğ, dedi Mustafa. Beriden Mehmet Kasap ka-tıldı, sıkılmışındır abi …Çay içer miyiz beyler dedi-ğinde çay tepsisinde şıngırtılarla çaycı geldi. Mehmet çaycıya çıkıştı “bayat çayı hakalama ha!”…Sanki baş-ka kelime bilirmiş gibi. . ayıpettin abi diyordu çaycı. Ben gidiyorum dememle Mustafa hayat buldu(bağa gidek mi Özer aa?) dedi . Kasabı çizimleriyle baş başa bırakıp, şimdilerde adını ışık meydanı diye değiştir-mişler, eski eşek meydanındaki bağevine gittik. Yol-dan Ahmet Taşçı’yı da almış olmalıyız ki hafızamda Ahmet’in duta çıkıp dut yediğini hatırlıyorum. Ha-vuzun başına bir şilte koymuştu patriyot ben de bir güzel uyku çekmiştim. Uyandığımda akşam oluyor-du. Şehre inip Kasapla buluşmuştuk.

Mustafa gözü, eli ve kapısı açık nesnel çalışmayı seven biriydi. Yok gibi dururken sizi öyle ağırlar ve taltif ederdi ki, yaptığı ikramların sizin hakkınız ol-duğuna içten sizi inandırırdı. İnsan nefsini bulaştır-madan nesnel kalması ve nesnenin akıl bulandırma-ması ve ruhu teslim alıp kirletmemesi için mukaddes olan malumunda mazruf olarak bir zarfa girmesi ge-rekiyor. İşte Özküçük bu noktada çok hassastı. Mu-hafazakardı. Hatta patriyotun temel ilkelerinden en temel olanıydı. Muhafazakarlık Mustafa Özküçük’de klasizm kazanmıştır. Yiyecek, içecek, giyim, kuşam, ve hatta kelime seçimine kadar bir çizgisi bir duruşu vardı. Bu nedenle kelime tasarrufu bile yapıyordu.

Özküçük’le lisede tanışmıştık, Kayseri lisesi. Adını sonradan Selçuk koyduğumuz Sümerde otu-ran bir sınıf arkadaşımla daha içiçeydi. Kabalığı beni rahatsız ettiği için ben Selçukla yanyana pek gelmez-dim. Dava ahlakını sevdiğim için de ondan büsbütün kopmazdım. Özküçük onunla bilardoya, sinemaya giderdi Sessizliğini Özküçüğün, gürültüsünü de Sel-çuğun eklediği bir renkli grupları vardı. Üniversite yıllarında uzak düşmüştü Selçuktan. O Ankara’da

okuyordu, Özküçük İstanbul’da . . Dişçilik fakültesi hem masraflı, hem de zor eğitimlerden biri olduğu için Özküçük, İstanbul’da biraz kendini kapatmıştı. MTTB de hiç olmazsa ayda bir görüşüyorduk. .

Mustafa şın şenlik içinde kendiyle barışık bir dostumuzdu. Eğlenmeyi bilir ve severdi. Toplumun oyunla hareket ettirildiğini keşfetmiş olmalıydı. Çif-tetelliyi ne kadar güzel oynarsa çiçekdağını da aynı güzellikte oynardı. . Bu konuda müthiş diyebilirdik. Düğün dışında hiç oynadığını duymadım görme-dim, onun içindir ki bilinçli seçim. Çerçevesini çizdi-ği alanda kalanların düğünlerini şenlendirdiği kadar aynı ölçülerde cenazelerinde acı paylaşmayı bilirdi. Mesleki aletlerindeki kullanım titizliğini şoförlüğü-ne bile taşırdı. Hiç erinmez, böylede olur demezdi. Gereğine binaen kullanırdı.

Anılar… anılar… öyle içli öyle bol ki. . çokluğu bizi alıp götürüyor. Mustafaya nasıl olmak isterdiniz deseler seçeceği hayat tarzı yine aynısı olurdu. Zira hayatıyla barışıktı. kendiyle, çevresiyle barışıktı. Öyle ki gül ve sarımsağa kadar kokularla barışık olduğu gibi dağlarla ovalarla barışıktı. Barışamadığı mo-dernlik çağdaşlık, demokratlık ve Avrupalılık adına üretilen popülizm ve popüler kültürü sevmezdi. Kot yada kes giymedi giymezdi de. Oysa aile düzenimiz-de bu çatlaktan çok mikrop gelecek gibi gözüküyor. Bizlerin yapmadığı bazı zarfa ait yaptırımlar mazrufa sızacak zararları önler mi? Bu konuyu tartışmalıyız. Ailelerimize ve topluma sahip çıkmak adına.

İnsanın ağız içinde çalışmak öyle kolay değil. Dişçi mesleki formasyonunu kazandıktan sonra mu-ayenehanesini de açmıştı. Evini de yaptırdı. Muhane-te muhtaç olmayacak ekonomik düzenini kurmuştu. Belki bundan sonra dünya adına rahat edecekti. Çok özenerek kurduğu evinden semtine, ilçesinden iline, ülkesinden İslam dünyasına dair öyle derin bağlılık-larına şahit olmuştum ki O’na ‘’patriyot’’demiştim. Bu tabirde Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı’sındaki Patriyot Ömer’den mülhemdi. Son yıllarda her şeyiy-le, nesli tükenmek üzere olan arkadaşların yanında olan Bekir Yıldız bizde olanın kendisinde olduğunu biliyor. Elinizle kötü bir şey yaptığınızda nasıl ki elim kırılaydı da diyorsanız iyi bir şey yaptığında da o eli bir kez ödül olarak öpmek gerekmez mi?Atalarımız onun için demişler ki;Marifet iltifata tabidir. Hakkı olanlara selam olsun. ve Allah haklarını korusun be-reketlendirsin, ve namerde muhtaç etmesin

Bakıyorum da çevremde ne kavgacı ve ne de kavga seven var. Barışı korumakla görevli kalbimiz Nuhun güvercini gibi alemi de barış içinde görmek istiyor. Patriyotun kahkülündeki arkaya doğru yat-kınlık takkenin dua izlerini taşırdı.

Cemaate devam edenler için elbette bedahet olan halk içinde farklı görülebilir. Onun dindarlığı

Page 84: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE84

devamlılıkla taçlandırılmış idi. Bu yanı elbette ki dost bağının bülbüllerine tuzak değildi, lakin onun titizliği davasının geçmişte geçirdiği acıların bilin-çaltında bıraktığı tortuları, ve o tortuların korkunç ihtilaçlarını unutamamaktan kaynaklanıyordu. Da-vasına aşık olan herkesin arkasına bakmadan yapa-caklarını yapmasıdır. O da bunu yapıyordu hep. Ses-siz ve bir radar gibi gökyüzüne açık. Büyükdoğunun her frekansı onu ilgilendiriyordu. sevincini, hüznü-nü aşkında taşıyanların iyi bildiği bu doğru yolda kendisine tevdi edilen susma hakkını konuşma sırası gelmedikçe bozmama karalılığıydı. Sakin ve müsek-kin… Ve de delicesine patriyot…

Yine Türkocağı …yine Mustafa Dinçel…yine Ziya Olgunharputlu. . yine Hasan Nail Canat ve daha niceleri…gülbank okumak lazım…Türkoca-ğı Patriyotun muayenehanesine taşınmak üzereydi. Ofisi dervişanı cem etmiş, kafasında takke, yüreğin-de tekke, memnuniyeti tebessümünde izhar, dervi-şanı rahatsız etmekten korkar, bağevi dahil evi her dosta aşikar olmuştu.

Ziyanın ziyade titizi, Mustafa küçük küçük bi-rikmenin, şık ve şen devliği dileriz ki devam eden dostluklarda, tevarüsen devam eder, Mustafa Özkü-çük sana ve senden olanlara Allah merhamet etsin . Bilvesile Allah hepimizi muhafaza etsin.

patriyot Iortadoğunun ev sahibesi asil türk terbiyesidir gayrı türkün müddeası amerikan kurabiyesidir

bir süredir oyalandığın oturdukça usanmadığın dolandıkça dolandırıldığın aşkına uslanmadığın sabrın ne gün bitecek

atam dermiş kigölgede duranın olmaz gölgesiburası ortadoğu bölgesibu bölgede her şey beynelmilelher şey diplomatçakaranlık basıncaduygular bastırılıpkaygular hoyratça basılır

muvattaliş mi geçmedi ramses mi

nuşurevan mı

perikles mi

iskender mi karun mukurunu vustada geçti ustacahele kan revan içinde islamın defteriömerosmanalihasan hüseyinosmanlıya emaneten verilirken ortadoğu barut kokulu ve duygulu

ortadoğuda yaşayan ulusal olduğunu sanıyor aynı yaşam da adaş oldukları halde başka yaşam bulduğunu sanıyor aynı makama aynı besteyle yalvarıyor birbirinden habersiz

patriyot II aslını bir soykacıdan almışlar gerisi encümen-i hamuşanın üyesi şu pandülü bozuk makamda konuşan ise anayola paralel koşanın üyesi

aslı girmemiş olabilir terekeye belki de varoluşun simgesi diye varis redd-i miras etmiş olabilir bu nedenle kalana demiyoruz reddiye

sayesinde dem çekip uyuyoruzne vekiliz ne müvekkilne de mütevekkiliz kadereönümüze kim gelse onu da uyutuyoruz

Mustafa Özküçük, muayenehanesinde. Ekim 1996.

Page 85: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 85

patriyot IIIyeni bir yatak pırıl pırıl gümüşdere aldırmıyor çıkışlara inişlere ne suyunda yosun yüzüyor ne taşında gümüşdere henüz işin başında

şaşma sakın bir meleğin kanatlarını yıkarken görürsen gümüşderenin söğütler ardına saklanmış küçükkoyunda

beni uyur gezer kılan melek miydi dere miydi ay mıydı tefriki zor içimde bir uzay mıydı gümüşderenin menderesleri

zaman onu da yosunla saracakyüzünde ne mücavir köy ışığı ne de yıldız parlayacak

tarihi kostümleriyle övünen nicelerine temizliğinden örnekler sunabildi sadece tarihten daha eski güzelim gümüşdere

çağdaş maskaralığa kaymadan gümüşdereşükürler etti hem de binlercesuyunu şerhederekgözyaşından alın terine dekhuyu suyu bilinenlerceçağdaş maskaralığa kaymadanokundu ve anlaşıldı güzelim gümüşdere

ayağa batmayan bir çivinin hayale batması mazlumu uyarmak içindir zalimin estetiğe ihtiyaç duyması kaçan zulmü kayırmak içindir

patriyot IVeskiden sakaltraşı geçenlere hırbo derlerdi yeni tüylenmiş kuş yavrularına benzerdi yüzleri buna ek olarak suut sakalı çıktı modaya çene ucundan

şundan bundan peydahlanıp gündeme gelen zıpırlarıherkes tanır sonucundanbiraz kıl biraz kılsızlıktır akıllılıklarıve kendine ait olmadı okuduklarıve okullulukları

çatlak havuz problemine benzer hep sorunları kaçırdıkları biriktirdiklerinden hep daha fazla oldu

başına ödül koydurup beleşe yaşamak için dine çatar devlete çatar dabelaya çatmadan hukukla uykuya yatar

uyanık mı desem cingöz müaçıkgöz mü aç göz mü desemneleri değişecek sankisoyan da soyulan da kendileriha demişin ki şıracı bozacıya karşıha demişin ki karşılıklı dibi kara tencerebu kendini soyan hırsızlaraaldanmayın orduya dair ettiği laflara

ya paşadır babası ya dayısı asker taflanlara ve papatyalara dair bilgisi muhakkak araştırmaya değer

islamla ilgisi avrupadan gelir entelim her gün avrupadan gelir herhalde harcadıkları yerlidir

her yemeğin üstüne bir draje özgürlük hapı düşünü rahatsız eden gölgelere hitler tozu iktidardan kovulmayan bir kapı kolu tamamlar yavrunun eksiğini

devlet oldukça olacak entel olsa da kendine engel

Ahmet Taşçı, Mustafa Cabat, Mustafa Özküçük, İbrahim Gengeç, Şükrü Karatepe, Bekir Yıldız, Abdullah Gül,

Ufuk Lisesi’nde bir aradalar.

Page 86: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE86

Mustafa Özküçük, İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi biyokimya labaratuvarında. 2. Aralık. 1972

Mustafa Özküçük, Kocasinan Belediyesi Meclis Üyesiyken, Turgut Reis Mahallesi muhtar evine Mayıs 2006’da, Mustafa Cabat’la birlikte bilgisayar bağışında bulunurken.

Page 87: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 87

(Birgün; Orhan Pamuk’un “Babamın Bavulu”ndan mülhem böyle bir yazı yazacağımı hiç düşünemezdim!..)

Herkes dünyada kendi kaderini yaşıyor-yaşar, mukadderatının arasında gider gelir, iner çıkar, dolaşıp durur hülasa,

bu belli de, her halde hiçbir kimse için hayat, hiç-bir zaman tamamen bir tiyatro olmamıştır. Mustafa Abi, inadına böyle yaşamaya çalıştı, tek kişilik tiyatro oynadı hep… Öyle zor ki bunu yapmak, düşünebi-liyor musunuz herhangi bir zaman, nerede olursa olsun farketmez, ilişkide olduğu, görüştüğü kişinin bu oyundan haberi yok!.. Şöyle mesela; muayeneha-nesinde, diş ağrısı veya böyle bir problemiyle ilgili görüşmek üzere gelen hastanın, dişinin sızısından, acısından fırsat bulabilirse ki, ekseriya umurlarında olmazdı, görebileceği şekilde bir kitap, aralarındaki masanın üstünde sürekli durmakta ama, hatta has-tanın dikkatini çeksin diye arada bir eliyle şöyle ileri geri, sağa sola doğru kitapla oynamalar… Tabii kita-bın kimliği çok önemli, bir kere Necip Fazıl ön şart denebilir, en aşağısı Nuri Pakdil’in Edebiyat Dergisi veya Sezai Karakoç’un Diriliş’i olacak!… Haydi diye-lim büyük keyiflerinden biri de; yere, ne sehveni, bil-hasa düşürülmüş, saçılmış bir takım madeni parala-rın, banknotların çiğnenmesi, dikkat çekmesiydi!...

Ne tiyatro amma?Muhakkak ki, tam bir Müslüman’dı… Tiyatrosu

da buydu zaten, bundan… Fakat anne-babası, ço-cukları ile ilişkilerinde; bir şey söylemek mümkün değil, belki gelenekler daha ağır basıyordu, öndey-

di… Yine de ebeveyni ile ilişkilerinde ben, gelenek-ten ziyade onda hep Veysel Karani tavrı görmeye ça-lıştım… Bu yakışıyordu Ona!... Ne olurdu sanki ki, bu yalan dünyada zaten adalet denen şey, “güçlüle-rin delip geçtiği, güçsüzlerin takılıp düştüğü ağ” değil miydi?

Mustafa Abi’yle ilgili bu dördüncü yazı, biter mi bilemem, öncekiler çok yavan geldi bana, yine de duruyorlar… Burada iki şey söylemek istiyorum; Onun için güven önemliydi, öyle daldan eğmelere de pek güvendiği söylenemez… Üzgünüm ama mesela ben de anadan doğma değildim, yani yapacak bir şey yok, bu, söyleyeceklerimin ilkiydi, ikincisi de; bili-yordum ki Onun, güvendiklerinden kendini mah-rum ettiğidir…

Tamam artık, daha fazla yazmak Onu, güncel ta-birle “Mustafa”laştıracak, önceki yazıların yavanlığı da burada, anladım şimdi!..

Kaç zamandır belki bir iki yıl var ki, paltosunu değiştirmişti, giymiyordu onu!... Aslında Dişçi’nin tiyatrosu o paltoyu çıkardığında bitmişti, “Paydos!.” demişti... 2008 Kasım’ının son Perşembesi’nde o ku-şaklı, biraz maksi, haki paltosu tabutun üstündey-di… Kendisine de çok yakışırdı hani ve bu haliyle Camiikebir’in musalla taşları, o öğlen boştu, başka cenaze yoktu, hepsi tek başına Onu, şehrin efendisi-ni kollarına almış, son yolculuğuna hazırlıyordu!. . .

Ömür boyu tiyatro böyle oynanır zahir?… Ve kaçınılmaz son, perde!.. Ne demiş büyükler; “Gel otur başka, geç otur başka!...” O hep geldi, oturdu!. ..

Dualarım Onunla; Allah’ım, rahmetini Ondan esirgeme!..

Mehmet KASAP

DİŞÇİ’NİN PALTOSU

Page 88: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE88

Mustafa Özküçük, Ufuk Lisesi Müdür odasında Ahmet Taşçı, Mustafa Cabat, İbrahim Gengeç, Şükrü Karatepe, Mustafa Özer, Bekir Yıldız ve Abdullah Gül’le birlikte.

Page 89: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 89

1943 yılında Erzincan’ın Refahiye ilçe-sinde doğdu. İlkokuldan sonra, özel öğrenimle hafızlığını tamamladı.

Kayseri İmam-Hatip Lisesi’ni 1966; Yüksek İslam Enstitüsü’nü de 1970 yılında bitirdi. Refahiye, Digor (Kars) ve Safranbolu ilçelerinde müftülük; Eskişehir ve İstanbul/Bakırköy İmam-Hatip Liselerinde öğret-menlik yaptı. Yazı hayatına lise döneminde başladı. İlk deneme yazıları Kayseri’nin mahalli gazetelerin-de, haftalık Yeni İstiklal gazetesinin Genç Kalemler sayfasında yayınlandı. Deneme ve makaleleri de sonraları Milli Gazete, Yeni Devir gibi günlük gaze-te ve Hakses, Tohum, Mavera, İslam, Altınoluk gibi aylık dergilerde yayınlandı. 2008 yılında, hayatını kaybetti.

Uzun süredir kanser tedavisi gören Eğitimci-Ya-zar Ekrem Sağıroğlu, (12. 01. 2008) tarihinde sabaha karşı evinde hayatını kaybetti.

Vefatından önce Furkan’a konuşan Ekrem Sağı-roğlu ölüme yaklaştığını şu sözleriyle ifade ediyor: “Çok önem verdiğim ve yıllarca üzerinde durduğum bir kitabım da Elest yayınlarından çıkacak inşaallah. İsmi: ‘Vade Tamam Olmadan...’ Yani ömür bitme-den, zamanımız tükenmeden... başka bir ifadeyle vade tamam olmadan, insan ne yapabilecekse onu yapmalı. Bilindiği üzere ahirette iş ve amel imkanı yok. Daha doğrusu insan, öbür tarafa ne götürecek-se göndermeli... Arkasında da birşeyler bırakmalı. Bunun için zamana hâkim olmalı. Ömrün kıymetini

bilmeli. Sonunda ‘Ömrüm eyvah!’ diyeceği bir ha-yata dalmamalı. O kitapta bunu anlatmaya çalıştım.

Galiba ben de böyle diye diye ömrümün sonuna yaklaşıyorum. Zor bir hastalığa mübtela bulunuyo-rum, o kitapta ‘çoğu insanın işi yarım kalır...’ demiş-tim. ‘Hây-ı hûyu ehl-i dünya bitmeden ömür biter’ demiştim. Hani şoförler kamyonlarına ‘ömür biter yol bitmez’ diye yazarlar ya... Biz de öyle dedik. Çoğu kimsenin işi yarım kalır dedik. Fakat dünya işlerinin yarım kalmasının hiç önemi yok. Ahiret işleri zâyi edilmişse o fenâ! Çok şükür benim bitmeyen dünya işim yok. Ancak kalıcı işlerimi, özellikle yazı ve kitap işlerimi bitirmeye çalıştım.”

***Merhum Ekrem Sağıroğlu’nun Furkan

Dergisi’ne Ekim 2007 tarihinde vermiş olduğu rö-portaj

•••

“TASAVVUF ŞERİATIN İYİ YAŞANMASI İÇİN BİR VASITADIR. ”

Furkan - Muhterem Ekrem bey, öncelikle kısa

çizgilerle hayatınızı anlatır mısınız? Ekrem Sağı-roğlu kimdir, neler yapmıştır, halen neler yapıyor?

Ekrem Sağıroğlu - Hayatımda kayda değer bir-şey yoktur. Kendimi bildikten sonra, içimde yaşadı-ğım fırtınalar elbette sadece benim için önemlidir ve

Röportajı yapan: Osman AKYILDIZ

Ekrem SAĞIROĞLU

Page 90: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE90

bana ait şeylerdir. Bu konuda söylenecek söz şudur: İnsanı biraz da acılar ve çileler olgunlaştırır. Acı, çile -fakat ulvî çile- ve ızdırap insanı hamlıktan kurtarır.

Bu içsel olgular dışında, dünyada kalış süre-miz olan hayata gelince... Zannediyorum insanın kayda değer ve anılmaya layık hayatı, ‘yaşanmaya değer hayatı’ bulmuş olarak yaşadığı hayattır. Yani hem kendisi için hem de toplum için, bir müslüman olarak İslâm adına yaptıklarıdır. Başka bir ifadeyle, geriye bıraktıkları ve böylece de ileriye, öbür tarafa gönderdikleridir. Ebedi hayat kaygısı olmadan ya-şayanların hayatı ise bir bitki, bir böcek, yani her-hangi bir canlı gibi yok olup giden biyolojik bir can-lılıktan ibarettir.

Aklımı bilip, gözümü dünyaya açtığımdan beri, hep bu arzu ile, yani ‘daha iyi müslüman olabilme’ arzusu ve hasreti içinde yaşadım. Fakat buna tam muvaffak olduğumu söyleyemem. Galiba bu bi-raz da nasip meselesi... Cenab-ı Hak buyuruyor: “Bu Allah’ın fazlıdır ki, isteyene ve istediğine verir: Zâlike fadlullâhi yü’tihi men yeşâü” Allah-ü Zü’l-Celâl, bizleri bu manevi nimetten nasipdar eylesin...

Evet, o sizin öğrenmek istediğiniz hayata ge-lince... 1943 Erzincan Refahiye doğumluyum. Ba-bam küçük bir esnaftı. Âlim değil, fakat malumatlı ve ârif bir kimse idi. İlk öğrenimim köy şartların-da geçti. Sonra babam beni hafızlığa başlattı. Çok şükür, zor şartlar altında bunu başardık. O zaman Kemah müftüsü olan Lütfi Doğan hocadan ders alırken, bize Kayseri İmam-Hatip okulunu hatırlattı ve gitmemi teklif etti. Babamın da bundan haber-dar olmasıyla 1959 yılında oraya kaydoldum. Şimdi ilahiyat olan olan Yüksek İslam Enstitüsü’nü de ora-da okudum. Fakat sadece mektep dersleriyle yetin-medim. Kayseri’nin yetkin müderris hocalarından, birkaç arkadaşla dersler aldım, Arapça okudum.

Ayrıca müthiş bir kitap okuma şevkim vardı. Okul kütüphanesi ve şehrin kütüphaneleri bel-li başlı mekânlarımdı. Raşid Efendi Kütüphanesi meşhurdur.

Yazı yazabildiğimi, kompozisyon yazılılarında anladım. Edebiyat hocam Sabit Hashalıcı da teşvik etti. Ve yazı hayatım da lise bir yıllarında, küçük denemeler ve makaleler ile başladı. Kayseri’nin ma-halli gazetelerinde yazılarım çıkardı. Yazı konusun-da, şimdi İlahiyatta profesör olan İsmail Lütfi Ça-kan Bey’le beraber hareket ederdik.

Sonra 1970 itibariyle esas resmi vazife döne-mim başladı. 8 sene müftülükten sonra Milli Eğiti-me geçtim. Müftülükte çok faydalı olamayacağımı anladım. Eskişehir ve İstanbul Bakırköy İmam-Ha-tip Liselerinde vazife yaptım.

Asıl kitap çalışmalarım 1981’de, o zaman ki ihtilâlin başı olan Kenan Evren’in bir konuşması

üzerine başladı. ‘Bilgiden Tevhide Yükseliş’ kitabım ona bir tepki olarak günyüzüne çıktı. 1985’te iki ki-tabım yayınlandı. Birisi ‘Çağdaş Dünya ve İslam.’ Tekrar basılmadı. 1999’dan itibaren hemen her yıl bir kitabım yayınlandı. Kitap çalışmalarım halen devam etmektedir. Fakat birbuçuk sene kadar önce başlayan hastalığım sebebiyle çalışma randımanım düştü. Buna rağmen, çok şükür ki, önceden başlan-mış ve epeyce ilerlemiş olan iki kitabımı bitirdim. Birisi Temmuz ayında yayınlanan Hasan-ı Basrî... Hz. Osman Radıyallahü Anh’ın hayatı ise dizgide...

F - Sizin İmam-ı Rabbani hakkında bir ese-riniz var. Bildiğimiz kadarıyla bu kitap İmam-ı Rabbani’nin biyografisi hakkında yazılmış ilk te’lif eser. Sizce İmam-ı Rabbani niçin önemli bir şahsiyettir? Ve O’nun devrimci yönü hakkında neler söylersiniz?

E. S. - İmam-ı Rabbani’yi tanımam lise yılları-na dayanır. Merhum Necip Fazıl, Büyük Doğu der-gilerinde Mektubat-ı Rabbani’den sadeleştirilmiş mektuplar yayınlıyordu. Büyük Doğu dergisindeki farklılık gibi, o mektuplardaki farklılığı da sezdim. Daha sonraki yıllarda Mektubat’ı düzenli bir şekil-de okumaya başladım. Önce bir defter tuttum, bazı notlar aldım. Sonra gittikçe iş büyüdü ve kendi ken-dime ‘bu mektuplar ve Mektubat’ın sahibi mutlaka insanlara tanıtılmalıdır’ diye düşündüm ve bir kitap yapmaya çalıştım. İlk çalışmam, Seha Neşriyat’ta, 250 sayfa kadar kitap olarak 1985’te yayınlandı. O zaman yayın dünyasından habersiz ve acemi idik. Yayınevi bana haber vermeden yıllarca basıp sat-mış. Sonra ben de onlardan yayın hakkını aldım. Kitap üzerinde yeniden çalışmaya başladım. Yeni kaynaklar buldum. Hem anlatım, hem de hacim bakımından geliştirdim ve genişlettim. Yasin Yayı-nevi sahibi muhterem Erdem Eren Bey’in teklifiyle orada 2000 yılında her bakımdan güzel bir şekil ile yayınlandı. Bu yıl ise, tekrar yenilenmiş ve geliştiril-miş şekliyle çıktı. Öncekine göre çok daha ileri bir seviyede. . . Bu vesile ile Yasin Yayınevi sahibi Er-dem Eren’e de sevgilerimi sunuyorum, hiçbir mas-raftan kaçınmadan kitapları şeklen mükemmel bir şekilde yayınlıyor.

İmam-ı Rabbani’nin önemi şuradan gelmekte-dir:

Hem müteşerri, muhakkik bir âlim, hem de bir tasavvuf adamıdır. Başka bir ifadeyle hem zâhir hem de bâtın âlimidir. Bu bakımdan ona ‘sıla’, bir-leştiren denilmiştir.

Nakşilik yolunu geliştirmiştir. Onun için onun yolu Nakşiliğin ‘Müceddidiye Kolu’ olarak anıl-maktadır.

Çok katı bir küfür dönemini yaşamış ve o ilhad çığırına karşı hem direnmiş hem de mücadele et-

Page 91: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 91

miştir. Bozulan tasavvufi düşünceyi düzeltmiştir. Mektuplarıyla ve halifeleriyle, Hindistan bölge-

sini de aşan bir coğrafyada tesirli olmuştur. Hind hükümdarı Ekber Şah’ın, 51 yıllık hükümranlığı ile, küfür ve şirk yönetimini söküp, zillete düşürülen İslâm’ı ve müslümanları tekrar eski izzetine kavuş-turmak için çalışmış ve bunda muvaffak olmuştur. Özellikle Ekber’in oğlu Selim Cihangir zamanında zindana atılmış, 2, 5 yıllık hapis hayatından sonra serbest kaldığı gibi devleti İslâm’a dost hale getirmiş-tir.

Bunun için kendisine Müceddid-i Elf-i Sânî, İkinci Bin Yılın Müceddid’i ünvanı verilmiştir.

Tirmizi’de nakledilen bir hadis-i şerife göre Pey-gamberimiz: ‘Allah-u Teâlâ, her yüz senede bir bu dini yenileyecek bir kimse gönderecektir’ buyur-maktadır.

İmam-ı Rabbani ise bin yılın yenileyicisi-dir. Ve onun tesiri halen devam etmektedir. Onun Mektubat’ı Türkiye’de yıllardan beri bazı cemaatler-de ve Kur’an kurslarında sistemli bir şekilde okutu-lagelmiştir. Ama tabiî ki son durumları bilmiyorum.

F -Tasavvufi düşünce ile alakanız ne seviyede-dir ve nasıl başlamıştır?

E. S. - Tasavvufi düşünce ile alakam ilk gençlik/talebelik yıllarımda, fakat kitaplar seviyesinde, yani okuyarak başladı. İlk olarak okuduğum ve çok etki-lendiğim kitap İmam-ı Gazâlî’nin İhyâ’sı oldu. Daha sonra Necip Fazıl’ın Halkadan Pırıltılar (şimdiki ismi Altın Silsile) isimli eseriyle, tasavvuf büyüklerinin fikirlerinin ne kadar çarpıcı olduğunu gördüm. İlk dönem âlimlerinden Hâris el-Muhâsibî’nin, Hasan-ı Basrî’nin... daha sonraki dönem büyüklerinden Cüneyd-i Bağdadi, Beyazıd-ı Bestamî, İbrahim-i Et-hem, İbn-i Arabi, Abdulkadir-i Geylânî... ve bilhassa konumuzun esasını teşkil eden İmam-ı Rabbani’nin sözlerinin ve hallerinin etkisiyle adeta büyülendim. Onlara büyük bir hayranlık duydum ve sevgi besle-dim. Müslüman olunacaksa böyle olunacak dedim.

Anladım ki tasavvuf İslam’ın kalbi yönünün kuv-vetlenmesi ve daha iyi yaşanması için gerekli olan, destekleyici ve teşvik edici bir eğitim yoludur. Şeri-atın iyi yaşanması için bir vasıtadır. Ama gaye değil vasıtadır. İnsanı takva, ihsan ve ihlas derecesine yük-selten bir ilim dalıdır. Fakat yine unutmayalım ki, ta-savvufun uygulanması demek olan tarikatlar da ayrı bir din ve gâye değildir; İslam’ın iyi yaşanması için destekleyici bir unsurdur. Asıl gaye imanın kemâle ermesi, şeriatın emirlerinin kolayca ve içtenlikle edâ edilmesidir.

Yetişebildiğim ve yetişemediğim son devrin tasavvuf önderlerinin hepsine de saygı duydum ve sevgi besledim. Erzincanlı Abdurrahim Reyhan

Efendi’nin sohbetlerine katıldım. Belki iyi bir mürid olamadım, fakat ‘muhib’ olabildiğimi zannediyo-rum.

- Üstad Necip Fazıl’la ve onun ekolünün de ismi olan Büyük Doğu ile olan alakanızdan bahseder mi-siniz? Üstad’la görüşmeniz oldu mu?

Önce kitapları ve dergisi ile tanıştım. Yıl 1961 veya 62 idi. Kayseri’de talebe idim. Çarşıda, el ara-basında eski kitaplar satan birisi vardı. Birgün kitap-larına bakarken ‘Cinnet Mustatili’ (Sonradan Yılanlı Kuyudan oldu) isimli bir kitap dikkatimi çekti. Çok kötü bir baskısı vardı. Aldım ve bir günde okudum. Tabii ben o zaman Necip Fazıl diye bir isim duyma-mıştım. Okuyunca, bu kitabın yazarının çok farklı bir kişilik olduğunu anladım. Toptaşı cezaevindeki günlerini anlatıyordu. Çok çarpıcı idi. Sonra Büyük Doğu dergisini tanıdım. Ve ondan sonra tiryakisi ol-duk. Zaten Kayseri’de çok canlı bir bağlılar güruhu ve okuyucuları vardı.

İlk görüşüm Ankara garında oldu. Belki 1964 yılı idi. Bir vesile ile Ankara’ya gitmiştim. “Necip Fa-zıl gelecekmiş” dediler, ben de istasyonda bekledim. Sonra tiren geldi. Bir topluluk halinde yürüyorlardı. Önden karşıladım. O olduğunu tahmin ettiğim kişi-ye yöneldim, eline uzandım ve ‘Necip Fazıl mı?’ diye sordum. ‘Evet, hâlâ tanımıyor musun?’ dedi. Onun düşüncesine göre tanımakta geç kalmıştık. Grupla beraber Türk Ocağı’na gittik. Sohbetinde bulunduk. Konferanstan sonra bir odada veya evde yakın çev-resiyle beraberlik olurdu, orada da bulundum defa-larca.

Kayseri’ye konferansa çok geldi. Kendisini gö-rüp dinledikten sonra da bir ‘dâhi’ ile, çok müstesna bir kişilikle karşı karşıya olduğumu anladım. Konfe-ransları genellikle tiyatro veya sinema salonlarında olurdu. Hınca hınç dolardı. Caddeye kadar insanlar ayakta dinlerdi. Çıt çıkmazdı. Onun yüzünü, jest ve mimiklerini görmek de ayrı bir zevkti. O kadar cez-bedici idi ki, düşmanları da dinlemeye gelirdi.

Büyük Doğu dergisinin de sevdalısı olduk. Cuma günlerini iple çekerdik. Ama uzun süre de-vam etmezdi. Ya kapatılırdı ya da sahibi olarak hapse girerdi.

Ankara’daki ve yakın şehirlerdeki konferansları-na da giderdik. ‘Özlediğimiz Neslin Vasıfları’, ‘Sahte Kahramanlar’, ‘Yolumuz Halimiz Çaremiz’, ‘İman ve Aksiyon’ bu konferanslardan bazıları idi. ‘Ayasofya’ isimli hitabesi de çok meşhurdur.

Denilebilir ki, fikir ve İslâmî şuur bakımından dünyaya gözümü onunla açtım. Sahte oluşları, ya-kın tarihin yalanlarını, dostu düşmanı onunla tanı-dım. Daha önce de bahsettiğim gibi İmam-ı Rabba-ni dünyasına onunla girdim. Dergide yayınlardı ve methederdi. B. D. dergisi idarehanesinde de birkaç

Page 92: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE92

defa ziyaret ettim. O celâdetine rağmen, bağlılarına karşı çok samimi ve mütevazı bir insandı. Alelâde bir cümlesi yoktu, her sözü fikirdi. Mesela bir su, bir çay istemesi bile olağanüstü idi.

Denilebilir ki, şimdi müslüman cephedeki ay-dın kesimden, yazar çizer ve mütefekkir nev’inden hemen herkes ondan etkilenmiş ve istifade etmiştir. Fakat hepsinin onu anladığı söylenemez. Sadece bazı mısralarını hoyratça kullanıyor ve harcıyorlar. Bazen de sadece esprilerine takılıp kalıyorlar. Onları bile sığlaştırıyorlar.

Ondan istifade edenler derken, özellikle Kayseri’den çıkan yazar, mütefekkir, profesör, bele-diye başkanı cinsinden ne kadar yetkin insan varsa hepsi ondan faydalanmıştır. Ayrıca, şimdi çok önem-li mevkilerde bulunan devlet ve hükümet adamları da yıllarca onun yakınında bulunmuş ve takipçileri olmuşlardır.

İslâmî düşüncenin gelişmesine ve toplumun bi-linçlenmesine çok katkısı olmuştur. Pek muhterem oğulları, vefatından sonra B. D. yayınlarını gelişti-rerek bütün eserlerini pek güzel bir şekilde yayınla-mışlardır. Yayınlanacak daha eserleri vardır. Hepsi dikkatle okunmalıdır.

F - Sizce Büyük Doğu fikriyâtı hangi ihtiyacı karşılıyor?

E. S. - Önceki sorunun cevabında da az-çok be-lirtildiği gibi bütün sahte oluşları devirerek hakikile-rini, yani İslâmî olanı ikame etmiştir. İslâm’dan başka kurtarıcı yol ve sistem olmadığı fikrini zihinlere nak-şetmiştir. ‘İyi bilmek lazımdır ki, âlemde tek doğru İslam’dır... ve bütün bir yanlışlar manzumesi ondan başka her şeydir!’ sözü, meselenin özünü ortaya koy-maktadır. Ayrıca çok müstesna bir dil, zengin bir ke-lime hazinesi, bir sanat ve edebiyatla karşılaşıyoruz onun eserlerinde. Şâhâne bir dil ve anlatım var. Eser-lerde şer’î titizlik var. Şeriata aykırı tek bir cümle bul-mak mümkün değil. Yoğun fikir yüklü eserler. Me-sela Çöle İnen Nur, alelâde bir siyer kitabından çok farklı bir şey... Siyer bilgisi verirken, yorum getiriyor, Peygamber sevgisini aşılıyor. İdeolocya Örgüsü bir proje... İdeal bir yönetimin ilkelerini örgüleştiriyor.

Bütün bunlardan dolayı, denilebilir ki Necip Fa-zıl fikriyatıyla tanışmayan her münevverin ve müs-lümanın bir noksan tarafı vardır.

F - Yakında yayınlanacak ve halen üzerinizde çalıştığınız bir eseriniz var mı?

E. S. - Evet, yakında yayınlanacak Hz. Osman Radıyallahu Anh isimli eserimiz var; dizgide. . . Mi-zanpajı da yapılırsa zannediyorum Ekim sonunda teslim ederiz. Böylece dört halife dizimiz tamamlan-mış oluyor. İkinci Ömer ve 5. râşid halife de denilen Ömer bin Abdülaziz isimli eserimizin de yenilen-mesiyle beş kitaplık bir paket olur zannediyorum.

Çok önem verdiğim ve yıllarca üzerinde durduğum bir kitabım da Elest yayınlarından çıkacak inşallah. İsmi: ‘Vade Tamam Olmadan...’ Yani ömür bitmeden, zamanımız tükenmeden... başka bir ifadeyle vade ta-mam olmadan, insan ne yapabilecekse onu yapmalı. Bilindiği üzere ahirette iş ve amel imkanı yok. Daha doğrusu insan, öbür tarafa ne götürecekse gönder-meli... Arkasında da birşeyler bırakmalı. Bunun için zamana hâkim olmalı. Ömrün kıymetini bilmeli. So-nunda ‘Ömrüm eyvah!’ diyeceği bir hayata dalma-malı. O kitapta bunu anlatmaya çalıştım.

Galiba ben de böyle diye diye ömrümün sonuna yaklaşıyorum. Zor bir hastalığa mübtela bulunuyo-rum, o kitapta ‘çoğu insanın işi yarım kalır...’ demiş-tim. ‘Hây-ı hûyu ehl-i dünya bitmeden ömür biter’ demiştim. Hani şoförler kamyonlarına ‘ömür biter yol bitmez’ diye yazarlar ya... Biz de öyle dedik. Çoğu kimsenin işi yarım kalır dedik. Fakat dünya işlerinin yarım kalmasının hiç önemi yok. Ahiret işleri zâyi edilmişse o fenâ! Çok şükür benim bitmeyen dünya işim yok. Ancak kalıcı işlerimi, özellikle yazı ve kitap işlerimi bitirmeye çalıştım.

Yıllar önce çıkmış bir kitabım vardı, onu yeniden yazdım, ilaveler yaptım, formatını ve dilini değiştir-dim, yeniden kompoze ettim. ‘Bilgiden İlme İlimden Hikmete’ ismini verdim. Elest yayınevi sahibi sevgili İsmail Demirci bey benimsedi, bir engel olmazsa o da oradan çıkacak.

Yıllardan beri, ‘Şeytan Kutusu’ adıyla, televizyo-nu irdeleyen bir kitap yapmayı düşünüyordum. Fa-kat şimdi internet ve televizyon oyunları bağımlılığı onu da geçti, konunun alanı genişledi, dolayısıyla herhalde onu yazamayacağız.

Page 93: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 93

EKREM SAĞIROĞLU; Son günlerinde...

Page 94: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE94

İmam Hatip Okulları eğitimi ve öğretimi ile dünyanın orijinal okullarındandır. Müslü-man ülkelerde elbette imam ve müezzin ve

hatta gassal yetiştiren okullar vardır. Hepsi de özel amaçlıdır. Meslekidir. İmam Hatip Okullarıysa hem bu alanda tektir, hem de Türkiye de kendi alanın-da tektir. Kısacası Türkiye’de her şeyiyle yerli olarak kurulmuş tek eğitim kurumudur diyebiliriz. Onca sanat okulu ve liselerle kolejler vardır, hepsi de üni-versal eğitim yapar. Birisinin aldığı iyi sonuçları di-ğerleri de uygulamaya başlar. Bunun Avrupa, Asya ve Amerika veya Avustralya yahutta Afrika olması olayı değiştirmiyor. İmam Hatip Okulları ise paten-ti Türkiye’ye ait, farklı bir müessesedir. Kapatılma-ya kalkışılması belki de bu yüzden olabilir, zira bu okulların kapatılması ile ilgili araştırma raporlarını TÜSİAD hazırlatmış ve yayınlamıştı. Yayınlamakla kalmamış taraf olarak siyasi tartışmalara katılmıştı. Zamanın Hükümeti rey kaygusuyla İmam Hatiplere karşı bir politikayı açıktan yürütememiş, büyük ih-timalle Avrupa birliği müktesebatına uymak adına TUSİADı harekete geçirmişti. Büyük patronlarda bu işi severek yapmışlardı. Çünkü makine ve teçhizatı ile teknolojileri, hammadde ve ara malları ile bunla-rın ihracatları Avrupa Birliği ülkelerine yapılıyordu. Hatta Pazar ve pazarlama imkanları ile Finanslar bile Avrupa Birliği ülkelerindendi. Bu bir okul kapatma denemesiydi . Denediler . Oysa Hükümet her yön-den vesayet altındaydı. Onlar borç yönetiminden

dolayı da Avrupa’nın baskısı altındaydı. Bu sorunla-rı çözecek politikaları geliştirmek yerine kaosta kur-tuluş aradılar. Seksen yıllık resmi ideolojinin devle-ti yönetemediğini bir türlü anlamıyorlar, yanlış ve yetersizlikte ısrar ediyorlardı. Avrupa Birliği ise bir Hıristiyan kulüp olarak bir yandan tembelliğine ba-hane bile bulma gereği duymadan açıkça Türkiye’yi Lozan antlaşmasıyla tesbit ettiği yerde tutmaya çalı-şıyor, diğer yandan pazar alanı ve ucuz üretim ayağı olarak elinin altında tutuyordu. Hele banka ve borsa kanalıyla tefecilikten daha koyu bir soygunu da ra-hatça yürütebiliyordu. Yerli işbirlikçi kapitalistler ile batı çıkarına körü körüne bağlı bürokrat, teknokrat ve aydın sınıflar bu sömürünün sürmesinde çok kü-çük çıkarlar karşılığı amadeydiler. Müslüman olan halkın bu ardı beslek gelgit politikalara tepkisi çok sert oldu. Onun için iktidarın ideolojik istismarla-ra açık olması doğru değildi. Ardıbeslek gruplar üniversite, basın yayın, ticari burjuvazi, azınlık ve etnik ayrılıkçılar, ve mezhebi farklılık taşıyanların aralarında kendilerini saklayabiliyor, onlara hak te-min etme zemininde siyasal sahneyi hazırlıyorlardı. Tepkiler neticesinde ulusal politikalar da atbaşı ge-lişiyordu. Tabiidir ki Türkiye’deki fitne frekansının bütün komütatörleri de son üçyüz yıldır batının elindeydi.

Namık Kemal ve ardıllarından günümüze Batı-laşmanın hazin maceracıları, arkalarına bazen tek tek Avrupa ülkelerini, bazen de Avrupa’lı ülke grup-

Mustafa ÖZER

SAĞIR HOCA

Page 95: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 95

larını alarak ve hatta bu birlikteliklerine Amerika Bi-leşik Devletleri’ni ve Rusya’ yı ekleyerek, Türkiye’de hem de politik arenada, arkalarına aldıkları ülkeler lehine çalışma yapabiliyorlardı. Bu bir sır değildir. Bırakınız İmam Hatip Okullarına müdahil olma-yı, Hilafetin ilgasında bile Avrupa’nın menfi tav-rını görmek mümkün. Tükiyenin dini her zaman Avrupa’nın endişe kaynağı olmuştur. Türkiye bu konuda politikalar geliştirerek Avrupa veya bütün dünyanın korkusunu giderecek yerde, dini ve din-darı tahribe yöneliyor. Bu ucuz politikalar devletle halkı karşı karşıya getirmektedir. Başörtüsü bunun çok net bir fenomenidir. Avrupa kendinde gelişen İslamı yasaklamayı Türkiye’ye yaptırıyordu ki kendi de demokrasi aşkına Türkiye’den ilham alarak yasak-layabilecekti. Avrupa birliğine dahil olma tavizleri-nin yazılı olmayan ön kabulleri böyle olmalıydı ki bu konu Türkiye’de ana siyasi mücadeleye dönmüştü. Laikliği bile başörtüsünün temeli haline getirdiler. Devletin görevleri arasına böylesine açmazlar so-kan beceriksiz tavır Avrupalılarca da beğenilmemiş olacak ki tasfiyelerine seyirci kaldılar. Devletin içi-ne nifak girmemeli gündemde fesat tutulmamalıydı. Din söz konusu olunca neredeyse bir asra yakındır negatif bir siyasi ortam zoraki olarak üretildi. İmam Hatip Okulları da bu ortamda çok yıpranarak ve ya-ralar alarak yol aldı. Ekrem Sağıroğlu 1943 Refahiye doğumlu idi. Yaşı itibariyle ağabeyimiz olmasına rağmen birbirimizi ismimizle sesleyecek kadar bir yakınlık ve olgunluktaydık. Bu samimi insan yukar-da anılan eğitim kurumlarında öğrenim yaptı, so-nuçta İmam Hatip Okulunda öğretmen oldu, emek-liliğini de aynı yerden elde etti. Ekrem’e çoğunlukla “sağır hoca’’derdim. Sebebini yeri gelince anlatırım. Kayseri de 1965 yılında açılan ve Türkiye’nin üçüncü sırada açtığı Yüksek İslam Enstitüsünde okuyorlar-dı, tanıştığımızda. Rahmetli Mustafa Dinçel ile Han Camii’ne Cuma namazına gitmiştik. Namaza biraz vardı. Camiin önünde sohbete dalmıştık Ekrem de sohbete dahildi, yıldızımız barışmıştı, tanışmış ol-duk, yıl 1967 kışıydı. Sonra Sağıroğlu hoca mezun olmuştu... Ben lise ikinci sınıftaydım. Ben de mezun olup İstanbul’a gelmiştim. Ekrem’le arasıra görüşü-yor ve bir şekilde selamlarını alabiliyordum.

Han Camii mimarî olarak da önemli bir mekan-dı. Bize mekan olmasını bile unutturan Cuma hut-beleri idi. O hatip Yüksek İslam Enstitüsü öğrenci-lerinden Büyükdoğu bağlılarından Mustafa Ekinci abi idi. Hem sahasında özel olan bu camiden hem de Ekrem Sağıroğlu’nun bizimle dost olmasını sağ-layan Mustafa Ekinci’yi biraz anlatmalıyım ki konu aydınlansın. Kayseri’de Selçuk eserleri çok, Şehrin şehir olma vasfını Selçuklular döneminde kazandığı için olacak. Osmanlı döneminde hiçbir medeniyet

rekabetine girilmemiş. Sade, muhteşem ve derin-liği olan Selçuk eserlerinden biri de kuşkusuz Han Camii idi. Yoğunburç tan sonra ve Döner Kümbetin karşısında ve Seyyid Burhaneddin’e bakan Erciyes’e giden anayol üzerinde bir camii. Bugün otopark ca-mii diyebileceğimiz ortaçağdaki taşıma araçlarının korunurken sahiplerinin de hem konaklayıp hem de ibadetlerini yapabildikleri bir mekan. Şehir mi yükselmiş camiler mi yarı toprağa gömülü yapılırdı bilmiyorum, Ama Han Camii birkaç basamakla ini-lerek ibadet kısmına ulaşılıyor. Değişik dikdörtgen prizma kütlelerden oluşuyordu. Küt ve kısa bir mi-nare eklenmiş . Dış büyüklüğü iç mekanda yok. Du-varlar adeta geometrik zevkin ifadesi gibidir. Selçuk denilir de Kemer olmaz mı hiç.

Mustafa Ekinciyi Hunat cami kıblesindeki Kay-seri Müftülüğü altındaki yüksek İslam Enstitüsü Talebe Derneğinde tanımıştım. Mustafa Dinçel, Ah-met Taşçı, Ahmet Damar Türkocağında otururken İstanbul’dan gelen bir Büyükdoğu mensubu abimiz MTTB seçimlerinin Kayseri’de yapılacağı tedbiren yardımımıza ihtiyaçları olduğunu izhar etti. Ahmet-ler ve Mustafa kalkıp onlara yardıma gittik. Seçime CHP nin, MHP nin ve mukaddesatçıların adayları katılıyordu. Mukaddesatçı aday kazanmıştı. Biz ne işe yaramıştık tam olarak anlayamadan seçim yapılıp bitmişti. Birkaç yerde sokak gürültüsü seçimin gü-venliğini sağlamaya yetmişti sanıyorum. O zaman-lar Sivas Caddesi üzerinde ve biraz şehrin kenarında açık ve kapalı stad vardı. Kapalı stad genelde kongre ve müzikholl gibi kullanılırdı. MTTB seçimleri de burada yapılmış ve Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü ev sahipliğinde güzel denilebilecek bir seçim yapıl-mıştı. Bizim de ulusal anlamda ilk deneyimimizdi. Bu seçim bize Mustafa Ekinci ile MTTB’yi kazandır-mıştı. İstanbul’da okuma aşkımız o günlerde kanat-lanmıştı. Mustafa Ekinci katkısız çağının tanığı ol-mak istiyordu. Hutbelerini hep siyasetin gündemin-deki konulardaki dinin ve haklarının ne olduğunu açıyor, açıklıyor ve hele batı ile hesaplaşmada çok net tavırlar alıyordu. İki yıl her Cuma namazında Ekinci hocanın arkasında olmaya gayret ettik. O dönem-de Faruk Güventürk paşadan kalma alışkanlıklarla askerler camilere gelip imamları yarı açık tehditle jurnalcilik yaparlardı. Ekinci Hoca’da tehdit almaya başlamıştı. (Hapishanede görevli bir muvazzafın çok geçmez elime düşersin) dediği şehirde yankılanmış-tı. Biraz da onu koruma içgüdüsüyle oraya gidiyor gibiydik. Aradan kırk yıldan fazla zaman geçmiş... Hey gidi günler hey... Mustafa Ekincini yanında hep Ekrem Sağıroğlu sessiz sakin, bütün işlerini yapmış-ta selam vermek için yanına gelmiş gibi. Ekinci ile konuşuyor tartışıyoruz. Gülmeler, sinirlenmeler de var. Cuma namazı sonrası Han Camii muhabbetleri

Page 96: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE96

Ekrem hep sessiz. Hulusi Dörtkulak diye bir arka-daşımız gizliden Ekrem’i göstererek bu kardeşimiz Sağır mı demişti, ben de bastım kahkahayı, Ekrem’e dönerek sağır hoca sessizliğini bozda arkadaşlar seni dilsiz sanmasın demiştim. Ekrem’in(ne diyeyim ki sevgili kardeşim. )demesiyle tılsım çözülmüş sağır hoca da bize taraf kalmıştı. Bu, Büyükdoğunun yiğit mensubu bir ömür boyu şer ve batının haçlı zihniye-tiyle mücadele etmiştir. Kulağı en sağlam arkadaşı-mız idi. Sözünü unutmaz ve yemezdi. Bir radar titiz-liğiyle küfrü imandan ayıklardı. Kulağı kendi kötülü-

ğüne zannederim şahit olmamıştır. Biz hiç olmadık çünkü. Bakırköy İmam Hatip Okulunda iken emekli oldu. Zaman zaman Bakırköyüne indikçe uğrar mu-habbet ederdik. Nihat, Cemil ve Selma isimlerindeki varisleri umarım ki bu güzel insanı unutmazlar ve kendilerini de Büyükdoğudan çekmezler.

Mahut kanser hastalığı sessizce onu aramızdan aldı. Allah rahmet eylesin.

gül taşımak

tükenen ömrün yanında yalvaran sesimleaşılmayan yüreklerin gerisinde kalangözüme dolan yolların yorgunuyum yıllardır

yorgunum yolum yolum yorgunumdurgun gözlerimi verdim de sanadurgunum bugün bugün durgunum

gözümü bürüyen rahmet sisleriyle bilenensindirilmiş bir inancın görülmeyen yanındagülle taşınmaktan yılmayan gül nedir bilmeyen avuçlarımgün gelince öğreneceksiniz gül taşımayı

gül tutmayı müslümana nasılmışve güne görevin gül taşımak olduğunu

yorgunum yolum yolum yorgunumdurgun sesimi yordum yolunavurgunum yine dünden vurgunum

Page 97: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 97

Bana dediler ki; Sen Ekrem Hocayı hayatta en çok izleyenlerden birsin Onun hatırasına bir şeyler yaz!

Ben de düşündüm. Bu sorumluluğu bana yük-lediler ne yazayım? “Ekrem Hoca doğdu, büyüdü, yaşadı, yazdı ve İrtihal-i dar-ı beka eyledi, yani dün-yadan göçtü gitti…. Tıpkı iyilerin iyi atlara binip git-tikleri gibi…. ” Deyip kısaca bitireyim dedim olma-dı. Mesele eğer birşeyler yazmaksa vefa borcu olarak uzun yıllar arkadaşlığımız oldu

İşte karalamaya başlıyorum…. İmam – Hatip okulunda ilk yıllar;Ekrem Hoca okuldan önce, o zaman Kemah

Müftüsü Lütfi Doğan Hocadan ders almış ve onun nezaretinde hafızlığı tamamlayarak yine onun teşvi-kiyle Kayseri İmam Hatip Lisesine gelmişti.

1960 yılında okula kaydolduk. Kimse birbirini tanımıyor. Erzincan’ın Refahiye Beldesinin Laleli Karyesinden Merhum Yahya Dayı nın oğlu Erkemin kaydı benim gibi 1-a sınıfına yapılmıştı. o zaman za-ten iki şube var. A ve b. Yahya dayı küçük bir esnaftı alim değil ama arif, malumatlı bir insandı.

Biz (A) şubesindeyiz. Bir hafta geçti, ikinci haf-tanın 1. Dersinde baktım Ekrem arkadaş yok. Hoca-lar yoklama yapıyor. Nereye gitti bu çocuk? Meğer gözü açık (B) şubesine gitmiş oturmuş. Çünkü (A) şubesinin yabancı dili Fransızca; (B) nin ki İngilizce. Buna demişler ki, İngilizce şubesine geç. (B) Şubesi-nin mevcudu zaten çok kalabalık. Bir de baktım ki,

Müdür Yardımcısı Bekir Bey (ki biz ona “Bakkal Be-kir” derdik) bunu tutuş (A) şubesine geri getirdi. Sen bu sınıfta okuyacaksın dedi!

İşte o zaman dikkatimi çekti. Meğer bir bildiği varmış sonra anladım. Yabancı dilin İngilizce olması önemliymiş.

Aradan aylar geçti. 1. Yazılı imtihanlar başladı. Ekrem, bütün derslerden yüksel not alıyor. Fransız-cadan On numara çekti meğer yabacı dile önem ve-riyor.

Ekrem Hoca karakter olarak ciddi, içine kapalı, çok konuşmaz, sakin, ağırbaşlı düşünen bir arkadaş idi.

Yıllar akıp gidiyor. Biz pansiyoner öğrenciler ol-duğumuz için sınıfta derslerde mütalaalarda, yatak-hanede, yemekhanede hep beraberiz.

Bizim okulun orta kısmı dört yıldı. Dördüncü sınıf ortaokul son. Orta ve lise son sınıflar imtihan sınıfıdır. Senenin sonunda bütün derslerden bitirme imtihanlarına girerdik.

Orta okul yılları bitti. Lise kısmı ikinci sınıftayız. Bizim zamanımızda okul şapkası giymek zorunluy-du. Kim giymez ise bu kasketi bir şekilde cezalandı-rılırdı.

Bir gün okul müdürü Celalettin Karakılıç ikimi-zi çarşıda şapkasız gördü. Ertesi gün çağırdı iyi bir sopa çekti. Ekrem buna çok kızdı ve bana dedi ki “ Gel çatıya çıkalım bu şapkanın içine edelim müdü-rün masasına koyalım. ”

Mustafa EKİNCİ

Kadim Dostum Arkadaşım Ekrem

Page 98: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE98

Lise yıllarında Ekrem hoca derslerin haricinde çok kitap okurdu. Edebiyata meraklıydı. Edebiyat kompozisyon yazılarında kabiliyetli idi. Edebiyat ho-camız Sabit Beyin teşvikiyle başarılı bir öğrenciydi.

Ekrem hocamın yazı hayatı da lise yıllarında başlar. Mahalli gazetelerde küçük deneme mahiye-tinde yazıları çıkardı.

İmam hatipte beşinci sınıftaydık. Rahmet-li Üstad Kayseri ye gelmiş Cıngıllıoğlu kahvesinde “Dünya görüşümüz ve İslam” adlı Konferansını ve-recekmiş. Kuran-ı Kerim hocamız Abdullah Bakır Mütalaadan bazı arkadaşlara izin verdi, gittik. O za-man Kayseri de Doğu Menzil komutanı olan Faruk Güventürk Üstadı Askeri bir cipin içinde dinliyordu. Biz de ayakta dinledik. Tabi biz acemiydik (1) Üsta-dı tanımıyorduk. Geriden geriye yüzünü gördük (ilk defa)

Bundan sonra Üstadı yavaş yavaş tanımaya baş-ladık. “Cinnet Mustatili” (sonradan Yılanlı Kuyudan oldu) isimli bir kitap elimize geçti. Üstad bu kitapta Toptaşı cezaevindeki günlerini anlatıyordu.

Necip Fazıl Diye bir isim duymamıştıkÇok çarpıcı idi. Okuduktan sonra bu kitabın ya-

zarının çok farklı bir şahsiyet olduğunu anladık. Sonra 1964 Büyük Doğularını gördük. Bu yıllar-

da Kayseri “ Büyükdoğu Fikir Kulübü” açıldı. Sivas Caddesinde bir binanın altında idi. Zaman zaman oraya gidiyorduk.

İslam Enstitüsü Yılları:Gençlik yıllarımız birlikte ve çok hareketli geçi-

yor. “İman ve Aksiyon” konferansından sonra Büyük doğu davası bizim için tek hedef, ideal oldu.

Yıllar geçti imtihanlara girdik kazandık yük-sek okula girdik. Diyanetten görev aldık. Ben “Han Camii’nin 2. İmamlığına, Ekrem Hoca da “Caferbey Camii” İmamlığına tayin oldu. Okul bitinceye kadar dört yıl bu camilerde görev yaptık. Ailece tanıştığı-mız, sırlarımızı paylaştığımız yıllar.

Türkiye din görevlileri federasyonu Kayseri Şu-besi Derneğinin yönetiminde bulunduk. Sosyal et-kinlikler ve faaliyetler sadedinde Üstadı Kayseri’ye konferansa davet ettik. Bir kış günü idi ki, her taraf kar-kış. Üstad Ankara’ya indi Ankara’dan getirmeye taksi bulamadık. Rafet Cıngıl Ağabey’e söyledik. Es-naftan bir taksi temin etti de Ali Biraderoğlu ile Rafet Abi gittik Üstadı Ankara’dan aldık getirdik. Büyük Doğu Gençliği olarak Üstadı Otobüsle Boğaz Köp-rüde karşıladık. Taksiden indi gençleri selamladı. Üstad kolay kolay elini öptürmezdi. “Eli öpülecekler toprak altında” derdi. Ama ben öptüm beni taksiye aldılar. Sordu: “Kim bizi davet eden bu genç?” dedi. İşte bu dediler. Tekrar: “İdeolocya örgüsünü okudun mu, anladın mı? “ diye sordu. Ben de “anlamaya ça-

lışıyoruz Üstadım” dedim. Rafet Abi de “ Din görevlisi Üstadım, Cuma hut-

belerinde İdeolocyadan ve Büyük Doğulardan alır hutbe hazırlar, okur” dedi.

Oturmalarımız:O senelerde oturmalarımız vardı. İdeolocya Ör-

güsünü okuyorduk. Ali abi izah ediyordu. Oturma grubumuzda; Ali Biraderoğlu, Ali Peh-

livanoğlu, Ali Gengeç, Rafet Cıngıl, Ekrem Sağıroğ-lu, Rahmetli Mustafa Dinçel, Ahmet Saraçoğlu Abi, Mustafa Miyasoğlu, Bekir Oğuzbaşaran Vs…. vardı.

Oturma bir gün Ali Abilerin Çiftönündeki eski evlerinde idi. Mustafa Bayır diye avukat bir abi var-dı. Bazen oturmaya gelirdi. Orada Ali Pehlivanoğlu abi ile münakaşa ettiler İdeolocya Örgüsünü anlama konusunda

Böyle senelerce devam etti. İdeolocyayı anlama-ya çalıştık.

Ekrem Hocanın kalemi ve yazarlığı o zamandan beri iyi idi. Zaman zaman dergilerde gazetelerde ya-zıyordu.

Yüksek İslam Enstitüsü Öğrenciler arasında bir yazı yarışması düzenledi. “ Toplum Düzeninde Matbuatın Yeri Önemi” konulu. Bir ay süre verdiler. Bir çok kişi katıldı. Ekrem Hoca da ben de katıldım. Fakat ben yazdığımı söylemedim, gizledim. Nihayet ödül günü törene gelelim. Birinciye 100 Lira para ödülü vardı. İlan ettiler. Birinciliğe M. Ekinci’nin ya-zısı layık görüldü.

O zaman Ekrem Hoca hayret etti. “Vay sen ne zaman yazdın bu yazıyı bana demedin” demişti.

Bizim Üstada hayranlığımız had safhada. Bü-yükdoğu dergisinin de sevdalısı olduk. Haftalık Bü-yükdoğu dergisi çıkıyordu. Cuma günlerini iple çe-kerdik. Aldığımız gün sabaha kadar okur bitirirdik. Benim ilk göz attığım derginin orta sayfaları olurdu. Çünkü “Haftalık Hadiselerin Muhasebesi” burada olurdu. Tabi derginin kapak kısmı da çok önemliydi.

Niğde Konferansı: Milliyetçi öğretmenler der-neği Üstadı konferansa davet etmişti gittik. Sinema salonunda muhteşem bir kalabalık dinleyici kitlesi. Mikrofon teşkilatında bir arıza oldu. Üstad bu ko-nuda çok hassastı birkaç kere rastladım. Üstad kızdı. “Nerde bunun alakalıları, ben hoparlörümle mi ge-leceğim buraya” dedi.

Ankara Konferansı: Türk Ocağı’nın davetlisi olarak Üstad Ankara’ya gelmişti. Kayseri den git-tik. Ankara garında bir grup bekliyor. Mustafa Yaz-gan Ağabey vardı. Salonda beklerken Üstadla geçen anekdotları anlattı.

Bu sırada İstanbul dan tren geldi. Koştuk gözle-rimiz vagonlarda Üstadı arıyor, indi hemen taksiye atlayıp şimdiki tarihi yapı Türk ocağı binasına gitti. Biz de peşinden geldik. Konferans saati yaklaşmıştı.

Page 99: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 99

Türk Ocağı Başkanı Rahmetle anıyorum Akif İnan idi. Üstada akşam yemeği olarak ne ikram edelim diye sordu. Üstad ne varsa dedi. Sonuçta kebapla yo-ğurt geldi. Bu arada Üstad salonu sordu. Dil Tarih Coğrafya fakültesinin konferans salonu. Ve bir tele-fon açtı. Biz kime telefon ettiğini bilmiyorduk, son-radan öğrendik.

“Sevgilim, akşam muazzam bir Konferansım var bekliyorum” dedi. O zaman A. P. den bakan olan Sa-adettin Bilgiç’miş

Fakültenin Dekanı: Emin Bilgiç salonu tahsiste çok zorlanmış. Üstad, siyasi ve tehlikeli bir adammış. Bize rejimin zararı olur demiş. Bunu Akif Ağabey anlatmış. Salona vardı. Mustafa Yazgan Üstadı uzun-ca bir takdim etti.

Üstad Sahneye çıkar çıkmaz:” Kapısının üze-rinde; “Hayatta en hakiki Mürşid İlimdir” yazan bu fakültenin diye söze başladı ve Emin Bilgiç’i iyice haşladı.

Saadettin Bilgiç geldi. Konferansta o zaman di-yanette Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi idi. Merhum İbrahim Eken, Cemal Cebeci gibi tanıdığımız sima-lar vardı. Sonunda İbrahim Eken Hoca Üstadla Sah-nede sarıldı ve fakülteden ayrılıp Kayseri’ye döndük. Böyle biz Ekrem Hocayla hiç ayrılmıyorduk. Üstadın Ankara ve diğer yakın vilayetlerdeki konferanslarına birlikte giderdik. Ekrem Hocamın Kocaman bir tey-bi vardı. Bazı konferanslarını Teybe alırdık. Halen o bantları duruyordu, bilmem ne oldu.

Üstadın Kayseri Konferanslarından birinde mevsim kış. Şiddetli kar yağıyor. Yine bir akşam yemeği. Millet caddesinde Divan Pastanesinin kar-şı köşesinde “Cumhuriyet Lokantası” vardı. Üstada sorduk “ne yersiniz?” Pırasa yemek istedi. Pırasanın aslında “Pür Hasse” olduğunu “Hasse Dolu” anla-mına geldiğini söyledi. Pırasa yemeği geldi. Üstad yarım limonu aldı, beş parmağı ile limonu pırasaya sıktı, üstüne elini avucunu iyice yaladı. Biz de Üs-tad nasıl yemek yiyor pür dikkat izliyoruz. Üzerine de yoğurt istedi ve “yoğurt natıkayı açar, ben İrticali konuşacağım için yiyorum” dedi. Üzerine çay iste-di, çay geldi bir o kadar da çaya limon sıktı ve içti. Sanki zamanı kovalıyor gibi hemen araba çağırdık ve Konferans salonuna koştuk. Konuşması 2, 5 – 3 saat sürdü. Üstad çok terlemişti. Hemen salondan al-dık “Eski Turan Oteli” ne getirdik. Lobide bir miktar gençlerle sohbet ve sabahleyin almak üzere istiraha-ta çekildi.

Sabahleyin bir kış-kar-kıyamet. Yemek yediği-miz lokantanın karşısında Kent’in yazıhanesi vardı Oradan bilet aldık. O kışta – kıyamette Üstadı oto-büsle İstanbul’a yolcu ettik. Nasıl günlerdi o günler.

70 yaşlarında bu adam hiçbir futur duymadan o kış şartlarında yollara düşüyor Anadolu Gençliğine

davasını anlatıyor. Üstad yine bir kış mevsimi Erzurum dağlarının

kar ile boran olduğu bir zamanda yollara düşüyor. Erzurum’a Konferansa gidiyor. İstanbul Haydarpaşa dan kalkan tren Erzurum’a Üstad’ı götürüyor. Güzer-gah Kayseri. Ali Abi başta olmak üzere bir grup Bü-yük Doğucu Genç Kayseri Garında Üstadı Karşıla-dık. Kayseri öyle soğuk ki “Tü” desen yere düşmüyor. Kuşetli vagon da Üstadı gördük. Üstadın Kayseri’ye özel bir muhabbeti vardı. Kaldığı vagondan kalk-tı koridor kapısına geldi ayaküstü on dakika kadar sohbet ettik. O zaman Bugün gazetesinde “Son Dev-rin Din Mazlumları” tefrika ediyordu. Abdülhakim Efendi Hazretlerini yani kendi mürşidini yazdıktan sonra bazı efendiler bundan alınmışlar gocunmuş-lar. Yani efendisini övmüş oluyor. Üstad orada fikri esprisini patlatır. “Ben Ayşe hanımın güzelliğinden bahsettim. Fatma Hanıma çirkin demedim ki” dedi.

Şevket tefrikayı kesmiş gazeteden.

1970 - 1980 li yıllar: Ekrem hoca 7-8 yıl ilçelerde müftülük yaptı.

Ondan sonra Milli Eğitime geçti. Eskişehir ve İstan-bul Bakırköy İmam – Hatip Liselerinde vazife yaptı

Bu yıllarda hep görüşürdük, mektuplaşırdık. Mektuplarımızda hep İslami meselelerden Dava ve İdeolojiden bahsederdik. Cemiyetin, Müslümanla-rın dertlerini dert edinirdik.

Ekrem Hoca yıllarca “Daha iyi bir Müslüman olabilme” arzusu ve hasreti içinde yaşadı. Zaman za-man insanın kayda değer hayatı “yaşanmaya değer hayatı” bulmuş olarak yaşadığı hayattır derdi. Bir Müslüman olarak hem kendisi için hem de toplum için İslam adına yaptıklarıdır. Ebedi hayat kaygısı ol-madan yaşayanların hayatı bir böcek gibi biyolojik bir canlılıktan ibarettir. Herhangi bir canlı gibi yok olup gider derdi.

Ekrem Hoca’nın Tasavvuf ile Alakası: Tasavvufi düşünce ile ilgisi Büyük Doğu ile tanıştıktan sonra gençlik yıllarında başlar. Üstadın “Büyük Kapı, Hal-kadan Pırıltılar (Şimdiki İsmi Altın Silsile) eserlerini okuyarak Tasavvuf büyüklerinin fikirlerinin ne ka-dar çarpıcı olduğunu gördü. Bihassa İmam-ı Rab-bani Hazretlerinin Mektubatı’nı çok okudu. Zaten İmam-ı Rabbani Hazretleri hakkında müstakil bir kitap hazırladı ki, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin bi-yografisi hakkında yazılmış ilk telif eser sayılabilir.

Tasavvuf büyüklerine büyük bir hayranlığı ve sevgisi vardı. Müslüman olunacaksa bunlar gibi ol-malıdır derdi.

Tasavvufla alakası ta gençlik yıllarına dayanır. Tabi o zaman kitaplar seviyesinde okuyarak başlar. İmam hatipte iken Şark Klasiklerini okurdu. Şeyh Sadi Şirazi’nin “ Bostan, Gülistan”, Feridüddin-i

Page 100: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE100

Attar’ın “Pendname”si gibi. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin kitaplarını oku-

yup araştırdıktan sonra O’nun Düşünce ve din anla-yışına adeta meftun olmuştu. Tasavvuf büyüklerinin fikirlerinin ne kadar çarpıcı olduğunu söylerdi.

“Anladım ki Tasavvuf, Müslümanın kalbî yönü-nün kuvvetlenmesi ve İslam’ın daha iyi yaşanması için gerekli olan, destekleyici ve teşvik edici bir eği-tim yoludur. Şeriatın emirlerinin daha iyi yaşanması için bir vasıtadır. İnsanı takva, ihsan ve ihlas derece-sine yükselten bir ilim dalıdır. ”

Tasavvufun uygulandığı yerler olan Tarikatlar da ayrı bir din ve gaye değildir. İslam’ın iyi yaşan-ması için destekleyici bir unsurdur. Asıl gaye İmanın Kemale ermesi, Şeriatın emirlerinin nefse ağır gel-meden kolaylıkla ve içtenlikle eda edilmesidir. Derdi

Yetişebildiği kadar son devir tasavvuf önderle-rinin sohbetlerine de katıldığı olmuştur. Bir hayli Erzincanlı Abdürrahim Reyhan Efendinin sohbetle-rine devam ettiğini biliyorum. Belki Evradü Ezkası tam yapan iyi bir mürid olmadıysa da, iyi bir muhib olabildiği kanaatini taşıyorum çünkü;

“İmam-ı Rabbani, Müceddid-i Elf-i Sani Ahmed-i Faruki Serhendi” gibi Nurlarıyle Hind ille-rini ışıldatan, dini bütünler ordusunun başbuğu olan bir şahsiyetin, hayatını, cihadını ve eserlerini konu alan bir kitaba imza atmıştır. Bu araştırmasıyla fay-dalı bir hizmet ve fedakarlıkta bulunmuştur.

Muhabbeti, sevgisi ve aşkı olmasa bu kadar zah-mete niye katlansın ki?

Allah-u Teala ondan razı olsun Ruhu şad olsun Allah-u Teala kabrini pür nur, mekanını Cennet kıl-sın “Amin”

1990 – 2000 li YıllarRahmetli ile ilişki ve irtibatımız ömrünün sonu-

na kadar hiç kesilmemiştir. Devamlı mektuplaşırdık. Birbirimizi zaman zaman ziyaret ederdik. Ekrem Hoca gayet ve samimiyetinden hiç taviz vermeyen, ciddi, düşünen çok okuyan çok araştıran ve yazan ve

ömrünün son on yılında her yıl bir kitap hazırlamış-tır.

Çok yazıyorsun Üstad diye takılırdım ona. Kayseri’ye gelirken kitaplarından getirirdi. Rah-

metli “Özküçük” e de imzalar verirdi. Bir gün Rahmetli Ekrem Hocaya takılarak esp-

riyi patlattı: Ya Ekrem Abi biraz az yazsanız okumayı yetiştiremiyoruz dedi.

Ekrem Hoca da ona: “Doktor Bey hepsini şimdi hemen okuyacaksın diye bir şey yok. Ömrün olduk-ça okursun. Bu kadar araştırdık hazırladık önünüze getirdik pişmiş aş” dedi. Zaten rahmetlinin muaye-nehaneye gelen kitaplar dağ gibi yığılırdı. Kendisi de okuma özürlüydü çoğunu bana verirdi.

Allah-u Teala her ikisine de gani gani rahmet eylesin.

ŞAHSİYETİ:O eğitimci idi. Araştırmacı ve yazardı. Kadim

bir dost idi vefakar, samimi bir gönül adamı idi. Dostları, arkadaşları, meslektaşları arasında çok se-vilirdi. Ahlakiyle, sözünde durması, davasından hiç taviz vermemesi ve ciddiyetiyle bilinen ve sevilen bir dost idi.

Onu Darı – Bekaya uğurladığımız zaman bü-tün dostlar olarak çok üzüldük. Fakat ben daha çok üzüldüm. Neden? Çünkü yıllarca kendisine yazdı-ğım mektupları saklamış. Kitaplığından çıkardı ve: “Dostum, bu mektuplarını al götür, artık bizim vade tamam olmuştur. Bu mektupların mahrem tarafı da var. ” deyip iade edince ben yıkıldım, ağladım ağ-ladım…. İşte bu vefakarlığına ve samimiyetine hay-randım. Ekrem Hoca tevazu timsali ahlak abidesi bir insandı.

Kanser gibi amansız bir hastalıkla imtihan edil-diğini öğrenince telefon açtı. Kendi şaşırmış ben de şaşırdım. Fakat paniklemedi “Sırr-ı Kader böyle te-celli etmiş, ne yapalım” dedi.

Evet Sırr-ı kadere akıl sır ermiyorÖlümün ayak seslerini çok yakından duyan bir

insanın halet-i ruhiyesini düşündüğün zaman elden ne gelir işte orası sözün bittiği yerdir.

Müslüman iki dünyalı bir insandır. Kadere tes-lim olması lazım. Teslim olmasa ne yapabilir ki? Ka-dere isyan, tek dünyalıların yapacağı bir kabalık. İki dünyalılar neden ben diye isyan etmez, teslimiyet gösterir.

Ekrem Hoca, içine dönük ve içine büyüktü, bir denizaltı gibiydi. Görünmeyi sevmezdi. (bu yüzden pek tanınmış yazar değildi. ) İş yapar laf yapmazdı. Toprak gibi doğurganlığı ve tevazuu ile tanınmış ve sevilirdi dostları arasında

Yoğun bir dini hayat yaşamak isterdi. Yaşanma-ya değer hayatın kulluk etmek, ibadet, zühd-ü takva

Page 101: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 101

olduğunu söylerdi. Fakat böyle bir dünyada insan nasıl zühd-ü takva gibi yoğun bir manevi havayı elde edebilir? Kolay değil.

“Eyvah dediğim bir husus da şu oldu: daha yo-ğun bir dini hayatı, öncelikle kalp derinliğinin önde olduğu bir dini hayatı hep arzu etmişimdir” diyordu.

Şöyle bir sözü de vardı: “İslamın izzetli günlerini görmeden gitmek beni kahrediyor.”

Evet, sessiz bir gemi gibi kendisini inşa etti ve gitti. Ruhu Şad mekanın cennet olsun

Ben zannediyorum ki ilimle, kitap yazmakla iş-tigal eden her insanın yaşadığı bir durum bu.

Yani araştırmak, kitap yazmak, okumak insanı çok meşgul ettiği için ibadete fazla zaman ayıramı-yor.

Aslında istenenin doğru adı Zühd-ü Takva lakin zahidce yaşamak biraz da manevi mertebelere ulaş-maya bağlı bu da bir nasip meselesi herhalde

Aslında takva hayatı konusunda sınırlar çizmek veya mertebeler belirlemek pek mümkün olmaz. Zira takvayı geliştiren, marifet amel ve duygular ki-şiden kişiye değişiklik arz edebilir. Binaenaleyh her insanın takvası ancak kendi gücü ve kulluk şuuru nispetinde olur ve mertebesi de ona göre değerlen-dirilir. Nitekim “ Gücünüz yettiği kadar Allah’a kar-şı takva sahibi olun” Ayet-i Kerimesi de bu durumu ifade etmektedir.

SON YILLARIBir buçuk yıl o kötü hastalıkla mücadele etti.

Hatta Hasta iken Hac İbadetini yerine getirmek nasip oldu. (Eğer Hac ibadeti nasip olmasaydı çok üzülecekti. ) Bu haliyle insan bazen 100 yıllık nafile ibadetle kazanacağından fazla ecir kazanır. Bir yıllık hastalıkla mücadele 60 yıllık zahidin derecesine ula-şabilir. Zira hastalıklar ömrü manen uzatır.

Duyduğuma göre aziz dostum çocuklarına ve yakınlarına ubudiyet ve ibadeti vasiyet etmiş. Görü-lüyor ki kim ne biriktirirse onu vasiyet eder

Hasta olduğu günlerde memleketi Erzincan da idi. Ziyaretine gittim. Refahiyenin Laleli Köyünde birkaç gün beraber olduk. Hep içinde bir ukde bir kaygı vardı. “vade tamam olmadan şu yarım kalan kitabımı tamamlayabilsem” o yaz günüydü bahçede bir kahvaltı yapmıştır. Onu hiç unutamam.

O en son çaresiz dönemlerinde ziyarete gitti-ğimde bir ikindi namazı vaktiydi. Oturduğu yerde namaz kılıyordu fakat acılar ve sancılar içinde kıvra-nıyordu. Olmaz böyle namaz dedi ve namazı yarıda kesti. Tabi ben dayanamadım ve öbür odaya geçtim. Sonra teselli etmeye çalıştım.

Köyün üst tarafından gürül gürül su akıyordu. O suyun başına oturduk, konuştuk, dertleştik, helal-leştik. Bu sırada halen iyileşeceği, tedavi olup tekrar

eski günlerine döneceği ümidini kaybetmemişti. Anladığım kadarıyla o duygu ve halet-i ruhiye içeri-sinde idi. Bu halini de hiç unutamıyorum.

Son bir iki ay içerisinde sık sık telefonlaşıyorduk. Telefonda gel de görüşelim, “sakın geç kalma, erken gel, sonra bulamayabilirsin, diye de beni uyarıyordu.

Biraz geç kaldım ama son olarak ziyaretine git-tim. Çok üzücü ve duygusal anlar yaşadım. Yıllar bo-yunca yazdığım mektupları saklamış. Kitaplığından çıkarıp mektupları bana geri verdi ve “ artık bizim vade tamam” dedi.

Ekrem hocamızın üç evladı var. Çocuklarını çok severdi, büyük oğlu Nihat küçükken bir kaza ge-çirdi. Rahmetli ona çok üzülmüştü. Nihatın küçüğü Cemil ve Selma, kız evladı Selmanın üzerine titrerdi Selma da babasına çok yanmıştı ve ‘ keşke babam tek başına ölmese de birlikte beraber ölsek ‘demişti .

Çocuklar beni amca olarak bilirler bende onları evladım gibi severim. Hepsine hayırlı ömürler dile-rim…

Allah cümlemizin evladını ‘Hayru-l halef ’ eyle-sin.

EKREM HOCA’NIN YAYINLANMIŞ ESERLERİ. 1- Çağdaş Dünya ve İslam (1986 İklim yayınları)2- Bilgiden tevhide Yükseliş (Timaş Yayınları)3- İmam-ı Rabbani Hayatı, Cihadı, Görüşleri (1987, Biyografik eser – Seha neşriyat) sonradan Yasin yayınevi tarafından tekrar ya-

yınlandı) 4- Kur’anda İnsan ve Toplum (1993 İnceleme, araştırma – Pınar yayınları)5- Zaman bilinci (1996 Denge yayınları)6- Bilgi Bilinci (1997 Denge yayınları)7- İmam-ı Azam (1998 Biyografi Denge Yayınları)8- Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahaeddin (2001 Yasin yayınları)9- Ömer İbn. Abdülaziz (Yasin yayınları)10- Hasan-ı basri (Yasin yayınları)11- Necip Fazıl Şiirinde Ölüm Senfonisi (1997 Esra Yayınları)

Page 102: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE102

1924 yılında Kayseri’de doğdu. İlk ve orta tahsilini Yozgat’ta yaptı. Bu arada hususi surette dini dersler almakta idi.

İki tahsilini birlikte yürütemeyeceğini gören ba-basının tavsiyesi ile ortaokul ikinci sınıftan ayrılarak kendisini tamamen dini tahsile verdi.

Toroslu Haşmet Hoca Efendi, Sağır Hoca Efendi, zamanın Yozgat Müftüsü Mehmet Hulusi Efendi ve Kayserili Balta namı ile bilinen H. Nuh Hamurculu Hoca Efendilerden sıra ile Sarf, Nahiv, Cami, Feraiz ve Fıkıh dersleri okudu.

Kayseri’ye geldiği 1940 yılından sonra askere gitti.

Daha sonra medresede babasının hocası olan Müderris Külekzade H. Ali Efendi’den Câmi’nin bir kısmını, Farsça lisanı, bazı Adab, Kelam, Akaid, Fı-kıh, Hadis, Tefsirden parçalar ve aruz okudu.

Merhum H. Hüseyin Aksakal Hoca Efendi’den bazı derslerinin tekrarı ile Tefsir, Kelam, Fıkıh, Muh-tasar, Mani v. s. okuyarak icazet aldı.

O zamandan beri babasının “Oğlum, Allah seni Din-i İslam’a hadim kılsın” dua ve teşviklerine uy-gun olarak öğrendiklerini öğretmekle meşgul oldu.

Hususi tahsil ile birlikte ticaretle meşgul iken, hocası merhum H. Hüseyin Aksakal’ın kendisini dini hizmete davetini emir telakki ederek Ankara’da verdiği müftülük imtihanını başararak Kayseri Müf-tü Müsevvitliğine tayin oldu (1951).

Büyük doğu Fikir kulübünün Kayseri Şubesinin

kurulmasında öncülük etti. Sohbetleriyle, gençlerin kişilik sahibi ve vakur birer insan olarak yetişmeleri için çalıştı.

Bu meyanda, açılışından 1965 yılına kadar Kay-seri İmam-Hatip Okulu’nda Arapça, Kelam, Akaid, Din Dersi ve Siyer okuttu.

Saraçoğlu hoca, İmam-Hatip’te bir süre dersle-re girmişti. Derste Necip Fazıl’ın “İman ve Aksiyon” konferans metnini ders kitabı olarak okutmuş, bu konferansa niçin bu kadar önem verdiğini soran öğ-rencilere;

“-Oğlum, bu konferans, bütün öğrencilerin ba-şucu kitabı olacak bir metni ihtiva ediyor. Ruhsuz, heyecansız, idealsiz imam bize lazım değil. Osmanlı-nın yıkılmasında bu tip kimselerin payı büyüktür… Onlar dini iyi anlatsalardı, nesilleri iyi yetiştirselerdi, kendi aydınımız, kendi devletinin enkazının altında kalmaya bile rıza göstererek onu yıkar mıydı?. . İm-paratorluk gitti. Bir daha geri gelmesi de mümkün değil. Yeni devleti İslam’a inanmış, başı dik, müca-deleci, meselesini bilen imamlar yüceltsin…İmam-lık camide namaz kıldırmakla sınırlı değildir. Necip Fazıl, serveti ve şöhreti tepeleyerek bu idealler için hapse girdi. Onun heyecanını taşımayan hiçbir ay-dın bu ülkeye bir çivi bile çakamaz!. . İnananlar için ölçü budur!. . ” demiştir.

Daha sonra Bursa Müftülüğüne tayin oldu (1966).

En son olarak Kocaeli ve Kayseri Müftülüklerin-

Biyografi

Abdullah SARAÇOĞLU

Page 103: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 103

de bulundu. 1978’de emekli oldu. Abdullah Saraçoğlu Hoca kimdir? Sorusuna

kendisi birçok kez oturmalarda hep aynı cevabı ver-miştir:

- Ben kendimi bilmiyorum ki size anlatayım. Allah rahmet eylesin babam, zamanında “Oğlum, Allah seni din-i İslam’a hadim etsin” diye bir hoca tuttu. Yozgat’ta okuttu. O zamanlar çok zordu. Allah, peygamber bilen azdı. Orada Hayrullah Efendi’den okudum biraz. “Sağır Hoca” diye bilinen birisi var-dı, Haşmet Hafız vardı. Onlardan okudum. Bizim zamanımız böyleydi işte, geldi geçti. Vaktinde size bir şeyler verebildiyse, siz de onları alabildiyseniz en mutlu şey bu. Benim ne tahsilim var, ne hocalığım, ne de hacılığım. Bir şeyler yaptıysak, yapabildiysek, Rabbim rızasına kabul eylesin, onları da unuttuk. “Vazifemizi yaptık” diyebilsem, def çalıp oynayaca-ğım. Ama diyemiyorum. Elimizden geleni yaptık. Kavgası gürültüsüyle. . . Gece demedik, gündüz de-

medik, kalktık seğirttik. Hayatımda bir tek şey sevdim: O da Allah için

hizmet etmek. Ne ticaret sevgim var, ne başka bir şey. Şimdi hizmet de edemiyoruz. Ondan dolayı da çok üzüntülüyüm. Hizmet dışında hiçbir şeyi sevmedim dünyada. Babamın duasına mazhar olabilmek için takatim nisbetinde çalıştım. Ama tam da yaptığı-mı söyleyemem. Biraz tefsir okuduk, olduk müfes-sir. Biraz hadis okuduk, olduk muhaddis. Biz bunu yeterince hazmedemedik. Ancak şunu ifade etmek isterim: Her zaman bildiğimin alimi, bilmediğimin cahili ve talibi olarak kaldım. Hiç bir zaman bilme-diğim bir şey hakkında fikir yürütmedim. Bakayım, araştırayım dedim. Bilmediğimiz zaman da oldu tabiî. Biz adam değildik ama, etrafta talip olanlara bakıyorsun hiç değil, Allah korusun. Biz bilmediği-mizi bildik, bunun farkındaydık hiç olmazsa.

12 Nisan 2001’de vefat etti.

Abdullah Saraçoğlu, Mustafa Özküçük’ün evinde bir oturmada...

Page 104: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE104

Türklerin Müslüman olmalarından sonra ki evrelerde İslam’ın siyasal ve toplumsal süreçteki etkinlikleri zaman içinde de-

ğişiklikler gösterdiği gibi değişik devletler içinde de farklılıklar arz etmiştir. Hatta bir devlet içinde yöre-sel ve etnik faklılıklarda başkalıklara rastlanmakta-dır. Aynı toplum olmasına rağmen Osmanlı devleti ile Türkiye Cumhuriyetinin İslam’a bakış ve ondan etkilenmeleri ideolojik aykırılıklar taşımaktadır. Osmanlı devletinde din, siyasi ve toplumsal hayatın motoru iken, Türkiye Cumhuriyetinde, devlet ha-yatından çıkarıldığı gibi, şahsi kimliklerinden de çı-karılmağa siyaseten önem verilmiştir. Laiklik temelli devletin resmi ideolojisini kuruluş yıllarından iti-baren uygulamada görmekteyiz. Elbette ki Osmanlı ulemasının tasfiye süreci de denebilecek kültür de-ğişimleriyle paralel siyasal baskılara hukuk sistemi de uyarlanmıştır. Devletin bu ideolojik yapısı içe-risinde dinin bir toplumsal tüketim ihtiyacı olarak algılandığı ve bu ihtiyacın devlet kontrolünde gide-rilmesi için bir yönetime bir başka deyişle sıkı bir de-netime alınması vardı. Onun için de diyanet teşkilatı oluşturuldu. Dini eğitim ve öğretim ihtiyacını kar-şılamak için de yıllar içerisinde geliştirilerek imam hatip okulları ve yüksek İslam enstitüleriyle ilahiyat fakülteleri kuruldu. Yavuz Sultan Selim Hanla baş-layan Hilafet makamıyla bu makama paralel bütün kurumlar ilga edilmiş, medreseler kapatılmış, tek-ke ve tarikatlar yasaklanmış, harf devrimi yapılarak

cumhuriyet öncesi bütün Türk kültürü mezara gö-mülmüştü. Osmanlı devletinin Batılaşma sürecinde yaşadığı maceralarla zaten halk-ulema ikilisi devlet yönetiminden kopmuştu. Devlet son örneği ittihat –terakki devrimcilerinin eline düşmüş, fakir halk büsbütün ezilmişti. İttihat –terakkinin kurtarma gi-rişimleri cumhuriyetin doğmasına yol açmıştı. Böy-lece iki yüz senedir Batılaşma sürecide devlet haline gelmişti. Bin yıllık dışarıda bırakılan kültürel yapı ise devletin kendine güveni geldikçe, batının kor-ku unsuru olmaktan çıkmasıyla, bütünüyle olmasa bile, çağdaş bir anlayışla ihya etmek, demokratik ge-lişimle ve dünyanın konjonktürel değişimleriyle izah edilebilir. Çok partili siyasal hayata geçtikten sonra büyük bir sabır evresinden sonra din devlet için ya-kın tehdit olarak algılanmıyor, aksine ekonomik ve siyasal başarının özgürlük temeli olarak görülüyor. Askerlerin 1980 ihtilalinde yönetime getirdikleri uygulamalar hem ulusal hem de uluslar arası küre-selleşme ideolojisine ters düşmüş, Türkiye’yi bir çık-maza sürüklemişti. Bundan sonraki olay ve siyasal gelişmeler cumhuriyet döneminde yetişen elitlerin halktan nasıl koptuklarının siyasal sonuçlarıydı. Anavatan Partisi ve Adalet ve Kalkınma Partisi ikilisi inanç hürriyeti ve eğitimi üzerine cumhuriyet döne-mi için yenilik sayılabilecek dönüşümleri uygulama-ya sokmuşlardır. Bu değişim ve dönüşümlerin orta yerinde, edasıyla da çabasıyla da kalemiyle de, bir büyük mücahit vardı. O kişi içimizden biri. eşinin

Mustafa ÖZER

MÜSEVVİDLİKTEN MÜFTÜLÜĞE

Page 105: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 105

ördüğü yelekle yetinen altı mutlaka delik pabucuyla, yalınayak önümüzde koşan, kalbi gencecik Abdullah Saraçoğlu hoca efendiydi.

İslamın cumhuriyet dönemi çınarlarından olan Abdullah SARACOĞLU hoca efendi 1924 yı-lında Kayseri’de doğar. Abdullah Satoğlu’nun hazır-ladığı Kayseri Ansiklopedisi’nde verilen bilgiye göre Saraçoğlu hoca efendi Sarf, nahiv, cami, feraiz, fıkıh, arapca, farsça, kelam, akaid, hadis, tefsir, muhtasar ve meani derslerini almış ;Sırasıyla Toroslu Haşmet efendi, Sağır hoca, Yozgat Müftüsü Mehmet Hulu-si Efendi, Balta lakabıyla ünlü Hamurculu H. Nuh Efendi Hoca, Müderris Külekçizade Hacı Ali Efendi ile Kayseri Müftüsü H. Hüseyin Aksakal hoca efen-dilerden de mesleki bilgileri tahsil ettiğini öğreniyo-ruz. Müftü Aksakal hoca efendinin teklifiyle Kayseri müftülüğüne Müsevvid görevi ile tayin olduğu bilgi-sini mezkur eserden öğreniyoruz. Yıl 1951…. Müf-tülükteki bu göreve ek olarak Kayseri İmam Hatip Okulu açıldıktan sonra meslek dersleri öğretmenliği de ekleniyor. . 1966 Yılına değin kayseri müftülüğün-deki görevi uhdesinde kalarak İHO daki öğretmen-liği de devam ediyor. Müsevvitlik, öğretmenlik ve vaaz hatta ille de vaaz bir ömür boyu kürsüden kür-süye koşarak vaazlarını hep sürdürmüştü. Onun için mesleğin de ibadetin de devamlılığı esastı. 1966dan sonra Saraçoğlu hocamızı Bursa Müftüsü olarak gö-rüyoruz. 1974 yılı Kayseri müftülüğüne atanmadan önce İzmit müftülüğünde de bulunduğunu biliyo-ruz. 1978 yılında ise emekliliğini istemiş, son yılla-rını memleketinde kendilerini tamamen Büyükdoğu ideali çerçevesinde sosyal sorunların aydınlatılması bağlamında ilmi konulara hasretmişti . O cidden iyi ve doğru alimdi.

Abdullah Saraçoğlu çok partili dönemin din ek-senli ilmin klasik eğitimli öncülerinden biriydi. Bir yanda Demokrat partinin iktidarı… Diğer yanda medrese sisteminin son nesli, Saraçoğlu hocalar… Onun ilim kürsüsünün sürekliliği cami ile müşterek-liliği idi. Abdullah Hoca her zaman kürsüde halkın karşısındaydı. Cemaatin sorularıyla gelişen karşılıklı ilim teatisiydi. Halkın içinde ve hakkın önünde il-minin ve cesaretinin sınavındaydı. Onun sesindeki otoriter tonlama imanının en rakik sergilenişiydi. Coşkusu iradesinde som ilahi değere dönüşmüş, il-mini yansıtmasıydı. Klasik eğitimli olmasına karşın mesleki bilgeliği İslam ulemasındaki peygamberî mirasın pırıltılarını taşırdı. Hele müminin korun-ması bahsindeki hassasiyeti Saraçoğlu hocanın hay-siyetiydi. Kısacası Abdullah Saraçoğlu hoca nasihat ve tavsiyelerini hayatıyla gösterirdi. Kürsüsünü mer-hamet tonuna ayarladığı, halkın en cahilinin bile en çok anlayabileceği sesle donatır, besmelenin bereke-tinde müminlerin kalbine nüfuz ederdi.

970 yıllardan biriydi …yıl olmak itibariy-le önemli olmadığından böyle bir giriş yaptım. Kayseri’ye ramazan bayramı münasebetiyle gelmiş-tim. Günlerden de tatava … Ramazanın son günle-ri…Hava değişiminden de olabilir, on iki saatlik oto-büs yolculuğunun cilvesi de olabilir . Ne evde kalıp dinlenmeye çekilebildim ne de evdeki koşuşturmaya dayanabiliyorum. Kendimi sokağa vurdum . Mahal-le camisini geçerken Ahmet Saraçoğlu ile karşılaş-tım. Ahmet abi Büyükdoğu’nun Kayseri’deki sağlam kalelerinden biridir. Gür kaşlarının arkasında sakla-dığı dürüstlük bizim rehberimiz olmuştu. Saat tami-riyle iştigal eder ve şehrin merkezinde optik konuda gözlükçü dükkanı vardı. Ahmet Saraçoğlu, Abdullah Saraçoğlu’nun yeğeni idi. Aynı fikri temelden besle-nen ve akrabalıkla taçlanan yakınlık öylesine temiz öylesine ardına kadar açık kalb ve kapılardı ki gıpta etmemek mümkün mü?Ahmet Saraçoğlu ile de ba-bamların evi yakın. Evde bayram telaşını bırakarak, rastladığımız Ahmet Saraçoğlu abimiz (Hoca bizde sohbet var) dedi. Beraberce Ahmet abinin eve girdik ve sohbete dahil olduk. Tanımadığım bir genç ( dav-ranışlarından belli ki Abdullah hocanın tanıdığı)gü-nümüzde taşıma araçlarının konforundan ötürü, in-sanın evini aratmaması nedeniyle “ seferi” olmasının lüzumsuz olduğunu anlatmaya çalışarak; Utanmadan birde çatır çatır oruç yiyorlar, dedi. Hoca gencin “ca-hil cesaretine” ve “haddini bilmezliğine” içerlemişti. Önüne gelen hak söylemek ve haktan yana olmak adına, dinin verdiği bir ruhsatı ortadan kaldırırsa, ortalık kıyamet yerine döner, Senin(genci muhatap alarak)bize yakınlığın dine laubali olmanı gerektir-memeli. Hatta daha saygılı olmalısın. Kural koymak senin ne haddine. Diye kükremişti. Hem mesleğine hem dinine sahip çıkmanın neşesinde, genci hem tedip etmiş hem de, toplumda küçük düşürülme-nin sonucunu tatlıya bağlamıştı. Kendi nefsinde bile İslam’ın feraiz ve akaid bilgisini tümüyle taşımayan-ların . usul ve esası da aşarak “nefsani yorumculuğa” soyunmalarına Saraçoğlu hocamız her dönemde il-miyle set oluşturmuştur. Nefsani yorumculuk İslami kuralların hikmeti üstünde değil de, kuru aklın laik eksende şımartılarak Müslümanlara tepeden bakma yöntemine dönüştürüldüğü için, içiçe bir çok tehli-ke arz ediyordu. Genç hem bilmiyordu hem de bil-mediğini bilmiyordu. Son zamanlarda ağızlarda sa-kızlaşan tabirle “ağzı olan konuşuyor”Bu tabir tam da “nefsani yorumcuyu” tanımlıyordu. Aynı gence araç lastiğine mevsim farklarına göre kaç hava ba-sılacağı sorulsa, ( ya şu kadar bar veya bilmiyorum) diyecektir. Lakin konu İslam olunca kendini de nefs emniyetinde bir psikolojiyle donatarak, soru ya da soruna, İslami kuralın ne olduğuna ve hangi sınırlar içinde ne dediğine değil, canının çektiği ham yobaz

Page 106: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE106

kaba softaya da icazet çıkaracak iştihada uydurma bir içtihatta bulunur. Elbette hastalıklı bir yaklaşım olmasa buraya dercetme gereği duymazdık. Bereket İslami hassasiyetler arttı da nefsani yorumcular “fi-kir hürriyeti” ile sınırlı kalan din dışılıkta kaldılar. Ebu cehil ölmüş olsa da ebucehillik öleceğe benze-miyor. Kabalığın kolaylığı ve sorumsuzluğu kimseyi entelektüel yapmaz. Türkiye’ye batı medeniyetinin normlarını getirmek isteyen herkes te entelektüel değildir. İdeolojik ve devlet çıkarları, kişisel çıkarlar bağlamında da, bu tür siyasal girişimleri görüyoruz. Ve hele gazetecilikle düşünce dünyası birbirine öyle uzaktır ;ki düşünce dünyası, bünyesinde dünya ni-metlerini toplamış en lüks lokanta ise, gazetecilik o lokantanın yemek artığını döktüğü çöplüğü mesabe-sindedir. Gazetecilik bir memuriyettir ki orda fikir üretilmez, başka membalardan gelen fikirler şeker-lemelerle kaplanarak , halkın hazmetmesi sağlanır. Zor bir meslektir. Patronların, siyasal otoritenin, re-kabetin gazeteciler üzerinde verdiği bir mücadeledir. Dış bağımlılık olabileceği gibi uluslararası veya ulus-lar üstü de olabilir. Geniş bir mücadeleyle güç trans-feri olan gazetecilikte, fikri namusu olan az sayıdaki gazetecilere bakarak gazeteciliği vicdanı hür ve fikre hizmetkar sanmak, aldanmadır.

Abdullah Saraçoğlu hoca tiryakiliğine de çok sadık ve bu sadakatini içten ve derinden öksürük-leriyle ödüllendiriyordu. Kahve, demli çay ve sigara adeta sohbetin teminatıydı. Kayseri de olduğu sürece şehrin gece hayatı sayılabilecek ‘’oturma’’ denen gece sohbetlerine hemen her gece başka bir sohbetle de-vam edildiği için O da sosyolojik umumiye ‘ye ica-bet ediyordu. Kayserinin bu gece oturmaları sosyal bir olay olmakla birlikte şehrin önemli mahfellerini sessizce birbirine bağlıyordu. Bu toplantılarda ticari, iktisadi konular tartışılır anlaşmalar yapılır, birlikte-likler oluşturulur. Hatta ortaklıklar bile kurulduğu vakidir. Şehirdeki iktisadi hayatın her yönü bilenler-ce bilmeyenlere anlatılır, iknası gereken kişi ve du-rumlar varsa izale edilmeye çalışılırdı. Haftanın en az üç günü bu toplantılara katılınır, her gece başka boyutta ve frekansta olan insanlarla toplanılır. Ge-nelde saat 22den sonra başlayan toplantılar önemine göre ucu açık olabilirdi. Her hafta başka konular ola-bileceği gibi akil kişiler davet edilerek solo sohbet-ler meraklı soruların yanıtlarıyla şenlenirdi. Yıllarca devam eden bu gece mektepleri halkın eğlence, din-lence, iletişim ve tanışmasına hizmet eder. Gerekli görülürse aylarca kitap okumaları sürerdi. Bu gece okulu bütün aile bireylerini de ilgilendirirdi. Sohbet-le oluşan kardeşlik elbette ki ailelere de yansıyordu. Saraçoğlu hoca elbette ki herkesin toplantısında ol-masını istediği karatta, ilmiyle, hitabetiyle, kitabetiy-le ve hele de karizmatik fikir öfkesiyle özel bir isimdi.

Kalemiyle ve varlığıyla yıllarca Üstad Necip Fazıl’ın yanında ve Büyükdoğu’da yerini almış, medeniyeti olanca kuşatıcılığıyla bilen, ümmete hizmette olağa-nüstü çalışan, sözünü dudaktan ve gözünü budak-tan sakınmayan bu mümin ve mücahit insanı kim sevmez ki?Böylesi toplantılarda insanların insanlık dokuları da test edilir. Abdullah Saraçoğlu hoca da bu test uzmanlarının başında gelirdi. Zira bir psi-kolog titizliğiyle anlattığı konuları bir pedagog gibi de yüreklere sindirerek öğretmiş olurdu. Abdullah Saraçoğluna tevdi edilen konuda çok ve titiz çalışır, o konuyla ilgili diğer bilimlerin de tezlerini incele-yerek toplantıya takdim ederdi. Toplantıların sami-miyetine ve tek eşeyli olması nedeniyle erkek argosu bir jargon kılığına bürünmemek şartıyla kullanılır-dı. Onun için hocanın kötü karakterleri takdiminde kullandığı “eşşoleşşek”leri Kemal Sunal kafiyesinde olurdu.

1924 doğumlu olduğundan diyelim, bizlere oranla Türkiye’yi çok daha tarihsel perspektiften derinlemesine ve ileride tanırdı. Tanışı olduğu ve duyduğu olayları, okuduğu süreli yayınları ve ki-tapları arı duru hafızasına alır, güzel bir hitabetle de bunları taçlandırırdı. “Karşılığını alacaksak canımı-zı sakınmayız” derdi. Bugün anlamı bence daha da büyüdü , büyüdü büyüdü. Sevgimizin izharı ifade edemediğimiz düşüncelerle gönlümüzü teskin et-mesindendir. Söylenişi şiir gibi olan, bu can yakan cümle, aşıklarının gözyaşını da taşımaktadır. İçli ve samimi bu vefakar ve cefakar ağabeyimize bu mer-siyeyle borcumuzu ödeyemeyeceğimizin bilincinde-yiz. Hani Hacı Murat romanında L. Tolstoy ‘’kalk-mayacak gibi geldi bağdaş kurup oturdu. Diyeceğini söyledi . Birden kalktı, geldiği hızla gitti.’’diyerek bir tanım yapar Türk’e, sanki Saraçoğlunu tasvir eder gibiydi. O koltuğa da bağdaş kurarak otururdu. Bü-yükdoğudan olmanın doğal sonucu bu karizmatik insan toplumdaki herkesin arkasında olmaya hazır-dı. Oysa toplumda onun önünde durabilecek yürek neredeydi.’’olmak ya da olmamak…işte bütün mese-le ‘’ diyen tiyatro tiradı gibi. Sakalı ve gözlüğü bile onu mülayimleştirmiyordu. . Üstad dan çizgiler var-dı. Muhteşem ve sakin. Mümin ve aksiyon içinde. Üzerinden binlerce volt akım geçen kablolar gibi.

Birey o kadar önemli ki sorun da çözüm de bire-ye göredir. . İslam hukukunda olduğu gibi tıpta dahi böyledir. Her hastalık şahsa özeldir. Tedavide de bu durum göz önüne alınır. Yoksa batı kültürünün bul-dum dediği ve fakat her bir yerini geliştirdiği sürekli değişim arz eden ve hatta kırılmalarla farklılaşarak değişik ideolojilere dönüşen sistemler ile bu sistem-lerin çalışma veya kullanma talimatı olan rejimlerin yığın haline getirdiği insanları mutlu ve birey olarak ele almak mümkün müdür?İrade kullanamayan sü-

Page 107: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 107

rünün bir parçası olan bu protoplazma yığınına va-tandaş, yurttaş, yoldaş diye isimleştirerek ne insan-lığa ne topluma ne de sisteme olumlu bir katkı olabi-lir. Elbette ki eğitim ve gelişim dönemleri müstesna kurallara bağlıdır. Fert fert yücelmeyen bir oluşum, doldurma ve tıkma mantığıyla ancak yatak ve yas-tık görevine talip olabilir. Fetvanın muhatabı ferttir, soru ondan gelir sorun onundur ve muhatap soruyu sorandır. Başka zaman başka yerde ve hatta benzer bir soru başka bir fert için fetvada farklılık arz edebi-lir. Adalet her şeyin üzerindedir. Yatay adalet kadar bunun kalitesini dikey adaletle temin edilebileceği-ni, Saraçoğlu hocadan kaç kez dinlemiştik. Konuyu uzatarak yanlış anlamalara sebep olmak istemem . Kısaca Saraçoğlu hoca ferdi, toplumu iyi analiz edip, soru ya da sorunu iyice tanımladıktan sonra şahsın durumunu da göz önüne alarak cevap bulmağa özen gösterirdi. Bu konudaki titizliğini o ilmin sahipleri iyi bilirler ve Hocanın hakkını teslim ederler idi.

Tarikat ve cemaatler konusunda da çok rahat hareket ederdi. “Ümmeti Muhammed” kendini eh-lisünnet vel cemaat olarak görür. Elbette farklılıkları olabilir. Eksik ya da yanlışları üzerine konuşulur ve yazılabilir. Eksik ve yanlış yapanlarla muhataplık fit-neyi doğurur diyordu hoca…Hatta her cemaat veya tarikat kendini öylesine cennette görür ki, girdiği cennetin kapısını içerden kilitler başkalarını içeri almaz. İnşallah cennete giderler. . Cemaatlerin güzi-deleriyle toplanarak ortak kararlar alarak topluma ve ihtiyaçlarına çareler bulunabilir. Nahif davranışlarla, hayali ve varsayımlarla sorunlara çözüm olmaz. Or-tak akıl Abdullah Saraçoğlu hocanın gerek cenneti teminde, ve gerekse dünya nimetlerini kazanmada toplumsal barışı sağlayan siyasetti…Ortak akıl kamu aklıydı. . müşterek akıldı…Ulülemr di…cumhur-du…Onun için çok önemliydi.

Sahabeyi Kiram efendilerimiz müçtehit olmak-lıkları yönünde eşittir. İnsanlıkları ve incelikleri o kadar çok ve farklı ki bu da onların bereketidir di-yordu Saraçoğlu. Kişiye amelleri sevdirildiği için (bir kişi Müslüman’ım diyorsa ona değilsin dememek gerekir. Zira insanlar, ya ümmeti davettir ki; davet edilene davet edilen hak adına saygı gerekir , ya da ümmeti icabettir ki ; davete olumlu cevap vereni de kovma hakkı yoktur. İnsanların gelişmesini temin açısında müesseseler kurulmalı. Bu müesseseler iyi denetlenmeli derdi de okullaşmaya o kadar önemli bir noktadan bakardı ki, hayran olmamak mümkün değil. Ortak aklı her cemaatle ayrı anlaşmalar yapa-rak bir bölgede başarsanız bile ulusal düzeyde bıra-kın çatlak oluşmasını uçurumlar ortaya çıkar. Oysa okul ortak aklı teminde terim ve dil zemininde sağ-lam kale olacaktır diyerek sohbeti sürdürürdü. Belli ki içi yanıyordu. Aşkından taşan bu bilimsel olgular

bir temenniden çok gerekirliliklerdi. Hep din …ve her zaman din…ve de her yerde din…Din insanlığa-dır…kötülüğü emretmez…Dinlerin de birbirilerine ölçülü olmaları gerekir. Son zamanlardaki Hıristi-yanlarla –neredeyse papazları kutsayacaklar-geliş-tirilmeğe çalışılan yapılanma yanlış zemin üzerine oturtulmaktadır. Kur’anda bahsedilen Hıristiyanlar, İslam geldiğinde ‘’semiğna ve atağna’’ işittim ve itaat ettim diyen dindar Hıristiyanlardır, bugünküler gibi algılanıyor. Bu aldatmacadır. Bir siyasettir. Biz kabul edemeyiz. Dediğine de şahit oluruz.

Dini hizmetler geçinme mesleği olmadığı gibi bu hizmetleri yapanların geçindikleri meslek-leri olmalıdır diyordu Hoca Efendi. Peygamberin varisi olacak şahısların, geçimini diğer insanlar gibi mesleğiyle sağlaması esastır, ki kalan zamanında in-sanlığa müfid ve mürşid olsun. Cemaat ve tarikat-ların yürek burkan ekonomik yapılanmaların ardı-na düşmelerine şaşmamak elde mi diyordu . Kalın çerçeveli gözlüklerini çıkararak, gözlerini sürmeler gibi silerek sakalını yolarcasına avuçlarına almıştı. Mesleki çürümüşlüğü anlatmak istemiyordu. Gece de bir hayli ilerlemişti. Bir el işaretiyle oturuma katı-lan gençlerden birisi utanırmışçasına yarım ton ses-le “asr suresi”ni okumağa başlamıştı. Sabaha yakın bu zamanda ancak sabah namazına hazırlanılır idi. Yetmiş yaşını aşan bu delikanlı “fişek gibi” abdesti-ni tazeledi, toplantıdakilere; (Hunata mı gidiyoruz )demişti. Hunat camii en az bir kilometre mesafede, Selçukludan kalma tarihi bir camiydi. Tarihi olması elbette önemliydi. Ve fakat şehrin merkezini temsil etmesi bir diğer özelliğiydi. Hunat camii banisi Hu-nat hatun (Mahperi hanım) zarafet ve asaletini de 1237 yılından beri ter ü taze taşıyordu. Gerek Türbe-si gerek medresesi, ve gerekse hamamı dipdiri ayak-taydı. Tak kapısı aşkın taşa yansımasıydı. Hunatı Kayserililer her gün gördükleri için Saraçoğlu hoca gibi hasret değillerdi. Oysa Saraçoğlu hoca gençli-ğinde kürsüsünde minberinde halkı irşad etmiş içi-çe anılarla doluydu. Onun için önce (Hunata mı )diye sormuştu. Bu kez boğazındaki sigaranın verdiği basıncı atmağa çalışarak, (Hacı Kılıç ta olabilir. )de-mişti. Hacıkılıç Camii de Selçuklu’dan kalma Huna-tın gönüldaşı ulu mabettir ki 1249 da inşa edilmiş güzelliği inşallah dünya durdukça dursun, tak ka-pısı süslemeciliği. Medresesi de bitişiktir. Saraçoğlu Hocanın zaman zaman dile getirdiği ve şaşkınlığını gizlemediği konulardan biri de ülkenin aydınlarının bu mimari, sosyal ve tarihi eserleri göre göre yaşa-dıkları kültürü sorgulayamayışlarıdır. Bu enteller anatomik değişim de geçirmiş olmalılar diye bizlere kara mizah örnekleri veriyordu. Sonuçta kimseden bir ses çıkmayınca Hoca yine kendisi pusulayı eli-ne aldı. Tabaktaki son dilim börekler ve son yudum

Page 108: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE108

çaylarda tüketilmişti. Yola çıkıldı. Sohbet şın şenlik içinde önce Hunata yöneldi. Yine de erken gelmiş-lerdi. Caminin banisine Fatihalar okudular İstasyon Caddesindeki Hacıkılıç’a yöneldiler . Şehir yeni yeni uyanıyordu. Vardiyacılar ve gıda sektörünün pişirici personelleri çoktan sokağa taşmışlardı. Ayak sesle-ri, tek tük motor gürültüsü ve sigaranın boğazdaki inhirafları olan öksürükler…Hacı Kılıç Camii imam hatibi grubu tanıdığı için hemen kolları sıvadı, müş-temilatta çay bile hazırladı. . Hal hatır sorulumunun ardınca caminin namaz bölümüne geçtiler.

Kırkayak gibi olmalıyız…kırkayak…beyin tek, eylem çoklu. . Ortak aklı içimizin içinde saklı yer-den çıkarmalıyız agoraya.. Abdullah Saraçoğlu Hoca böyle idi Nur içinde yatsın. kutsal göç

efsaneler sundu füsun içre geceleral topuklu kızlar büyüdüusulca bir incir yaprağındahicret göründü

(ay/ruhuna saray olmuş yıldızların ortasındailerlemeye başladı ancak/insanın taşıyacağı bir yükükıskanmasından dolayı yaralıydı yine de bulmanınaydınlığında dolanıp durur/ne var ki yola yaban olakesintisiz bir hicretin nesnel görünümünde“işaret parmağının” açtığı yaranın yemininidüşünmek mutluluğu yok muodur bizi yoran aydınlıkve yanan ay)

altınçağ sahneleri bürüdürüzgâr güncesi geceleryıldız böceklerinin sengin bestelerindeakıp indi sema yükü incileral topuklu kızlar yürüdü

cennet yüküdür anaların gözlerinde asılansusulan sevda sabrıdırenstant ağıt görmesin diyeher bahar bir gül kahrıdır

kangurular keselerinde giderenselerinde anne dişi duyar kedi yavrularıtüylü diliyle yalar aydoğuştan koşan taylarıve ya demeye kalmadanyollar tutar duyguları

çakal seslerini besteleyenbakır ırmaklar koşarrengini çiniler çalmış uryan denizleri

o çığlıkla çılgın dalgalar okşaruyuyan denizleri sebil seslerindekekre kadehler kırılır altın dudaklarındaaçılır benizleri

korku peşinde yürür ay şöhret burkulan gölgedir korkak budala yatayyine de bizdendir hüzünyüreğimize asılmış üzüm salkımı gibigördüğün yalnızca yüzümlakin bütünlüğün asılmıştaşınmış uzay gibi

ay devreder mutantan tenlerinirüyalarını rüzgârlar görürdeniz kızlarının sevda yakılarınıtutam tutam götürür gözlerindeyosunlu izlerinde nice zaman getirirkıblesiz bir secdenin suçlarındanice gizler eritiryankılar açar bu gizli dehlizleridilde söz onsun diye

dinlediler deprem seslerini kristal kürrelerdekorkarak azan ak dalgalardangençlik damarları topladılarzıpkınladılar yunusların gözlerinikılcal damarlarda karıncalar yürüdü sonrasonrasıyla ufukları sardılar

“hey deniz kızları denizin gel giti durdusoframıza buyurunyeni ve sıcak selvalar geldinazı bırakıp niyaza durunkolları uzun semalar geldisevdamıza buyurun”

kaderden camdı kadehten dönenakşam öfkesiyansıyan kırışıkları sayanölüm üstü ülkesinde uyananyeni kan yepyeni bir kan piri mugandilindeki camdan okudufosfor giysilere ermek içinelindeki candan okudu

Page 109: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 109

yine kumlar sağırduymamışlar bağırlarında kumruların sevdasınıya da tecahül-ü ariftir siren sesleridönmeyen ayak seslerinde

ara sıra duyarız hangi çağın içindeyizrüzgâr da ara sıra söyler bunuama kimse söylemez zamanı bulduğunu

bir elinde bir gözüm bir gözüm diğerindeisrafil surlarına rüzgâr iletirsebil dekorlarında söyletiruzakların sifenksiniufukların fireskini gezdirir çipili duygularımiskender aynasındamumyalı benizleriuyarır uykularım

muştunla hemhal olmaktan lalimhalim özgedirmethalinde evreninhangi altın ağ ilmeklerine tutunsun elimkofana yıldızların koful yalazlarınıhangi dilim unutsunki sarsın kanımda mafsalları

dön dur kızıl aşkların kampanası kalbimdön dur kıyamet göreceksingöreceksin aşk yeni yokluğu eskilakin yokluğu eskitecek diyedön dur kızıl aşkların kampanası kalbim

dinozorlar geçiyor ağırağırbağrımatıkız arzularıylahummalı zorlar geçiyorbir sus işaretiyle geçen oğuzlar gibibasa basa kanımın zulasınadinozorlar geçiyor

cengiz hançerlerini yoksayan bir hançereydigözlerimi verevine kanayankarayılan aşklarını zehirleyip bir çırpıdasevgiliydi gömleğimle oynayan-ki rüzgâr esmiyordudurgundu duygularım-yelken açmamdır ki karanlıklaraşükür yüreğim damlıyor tıpır tıpırtıpır tıpır yürüyorum aşka ve çileyeile’den ve’den kendime

rüzgâr dolu yönüm yüreğim yelken

yakam üç düğme açıkha bire unutuyorum yönlerimaraton fonlarına yaslanıpdenizi tutuyorum

elim candırbırakır tuttuğunu bir dem gelirbir dem gelir çayır çayıryakar unuttuğunu

öncesizlik sonrasızlıkıssızlık içimkararsızlık içinde yırtılan denizokyanusa ıslık tuttuiri bir güneşe yaslanan adımızmercan sofalarını unuttu

bereket ki yağar üstümüzeüstümüze kar gibi el yağareller unutalı çok oldu lakino iri güneş tuttu bizi

kara kıl bacaklarıyla keçiler yürürkeçi ayaklarını susturmak zordaha zoru atlarımızı durdurmakonlar ve iri güneşlervel leyli ven nehareylem le varvarlar

bu kez dudağınla konuşuyorum ey denizey zülf-i semensaların ıslak dudağıey gülhatmilerle ölü dudakları gusledenkuşkonmaz dalların kuşkusuey çöllere şarabnel gibi inenakbabaların gözlerinde dinlenen kaktüslerişaşkın irem bağlarında yolanve ruhunu adenin

ey mehtap süngeriışık yollarının mesihasımeryemin koynunu dolduran ılık sancıve ey çelebi yeleklerinin merhabasıbu kez dudağınla susuyorumipek böceği kusar gibi ya da bir hisar gibi yaslanıp ufuklara

ne bilgindir ne gezgindirbağrında güneş gezdirirrivayettir ancak üstüne lafgerisi gözlerindir

ancak züleyha bilir ki mushafı vardıryine de bu zorda dilin israfı vardır

Page 110: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE110

deniz saçlarında dalgalanırgüneş göğsünde batar yalazdişlerin ısırır denizin nemli teniniyalnız yılanlar arar birazbiraz ağaçlar büyür melteminisonra kirazlar dudağını

Yusuf ’a taraf oldu gönlümgördüm yar geldi mutasavvıf kunduralarıylatenini toprağa gömdüğüdört yanım tümörlerle tutulduyar tuttu yine deince parmaklarını meçimsi çekipunuttuğun ruhumu

kan ağacımdan yapışkan topladıkanımı bağladı ruhunaateş yaktı afrikadan büyük hey-hey tam-tam ve horadan sonra

ruhum bir bebekti mışıl mışılruhum beklemekti ışıl ışıl

kuşlar uçsa yürüse kediler titriyor ruhumkorkum rüzgâr içinde yar gelecekbeklenen ruhun kollarını gerecekgerecek ruhsal bir çarmıh arıyorum

Yusuf ’a taraf olunca gönlümherkes gibi her kez ben de gördüm gördüğünüyağmurun harp olduğunuellerimi uzatınca tellerinegökyüzünün kaybolduğunu gördümgördüm kimsenin görmediği bir zamandabir kurşunun ıslığında kendimitenimi mor mor teslim ettiğim masivayagördüm yine de eremedimkleopatra sandaletlerini eriten zamandaküfür görmemiş deniz kızlarının nurdan sofralarına

neden gözlerim mavi nedenneden gömleğimi rüzgâr şişirir dururhangi yöne ne zaman açılsa yelkenneden içimi bir mavi hasret doldurur

adı yok bir kuş serene konmuşkoltuğunda birkaç ekmek bir çocuk tam dönüyor sokağırüzgâr dönmüş güneş donmuş kararmıyor geceuykular yataklardan koğulmuş

sülüne benzeyen boğazceylanda olacak gerdan

beyaz giysili doktor neşterlerine gebegergedan gibi garip ve uzaksenin yokluğunda kuruldu tuzakdilim dilim satılmak için

gözleri beklemekten mavihavai gülüşleri beklemektengeldim ince bir küçük gövdemle sularınızasize sığındım yine sendelemekten

kollarımdan tutsa da dalgalarınıznazınız dinmedikçe gelememsöyledim kaç kez ben kara sevdalıyımkarada olmalıyım

anlarsınız siz de bir gün kara sevdanın ne olduğunusöz ki size karşılayacağımsahiller boyu kurduğum evlerdeaşkınızla boğulacağım

muvattalinin atları coşar eşinirardında iki tekerlekli savaş arabalarıeflatun güneşin içinde aynı atlar kesişiratlar aynı koşar oysa muvattali ve akrabalarıdeğişir ve ölürgömülür ve değişir

onurdan kuşkular da geçiyorbillur bardakta istanbulu kırıpgeçmeyen kuşkulardan yine kuşlar geçiyortüm santrallarını yıkıp istanbulunkuşlar kuşkular şuur okyanuslarını aşan susuşlar geçiyor

ölüm ihbarlarını kovan meltemli ruhunzamanı ve zamanı tutan zanlarıo kitapta yıkadı

karton saygılarından uzako kitap yıkadızamanı tutan pistonellerimce ayıkladı benifırtınalı yılkı sağrılarınaben gibi şekva sapladıve ayıkladı semayı sisten

görmemiştir hiçbir yürekhiçbir gutenberg dizmemiştirsözlük dışı kelamın kurşunu ezdiğinive beni çıldırtan güzelin zulümle gezdiğinhiçbir odak sezmemiştir

Page 111: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 111

hiçbir dudak çözmemiştir

fosfor derilerini hapşırırlar habireiğneden ipliğe ikindi devranınavoyvoda kinlerini vururlarlakin ben saklambaç oynarımdöner başımey gözüm ey arkadaşım ey dualı deniz kızlarısırıl sıklamım ağaçlardan çiçeklerden çitlerdenellerimi kaptığınızyalnız bıraktığınız evciklerdençekip çıkarınsuçlandığım geçitlerden çekip saçlarınızıgüneşin bana dair söylediğini ben de bileyimdekadan sancıların sadaka diye sana karşı suçunugöz bebeklerinde dindireyimyağmur duası diye gökleri indireyim

her suçun bir aslı varbenim suçum bendedirikrar ettikçe keremimintikamın yinelenir

zaman bitti kestane fişeklerinde sürüyüp ufuklarıdeniz kızları yelken uykularına daldılaray anaforu üstümüzde dönüp duran haritadakaç üzeyir uyukladılaralıp beni rüyalarına

bizi kıskanmaktan uyuyan okyanuslarrüyalandıkça dalgalandılaruyandık uyuyan rüyalar gibisıcacık evlerin ilyas dualarındagözlerimiz penguenlerle oynadıbu yüzden sevaplarımız yarımpenguenler gibi kara ve beyazsevimli ve uçarı ilyaslı elleri naz ve niyaz

yeni zaman uçmakla başladıbizim kaderimiz yere basmakyine de basamak basamak içimasansör dilencisi

icmal bir hayal ki kardan adamkaldırılmaz bir vebalhelali kaldırmak içinince terbiyeden geçmekbenden ve bedenden toprağı kaldırmak gerek

al canım senin olsun dilersen çağırdilersen yıldız ağıtlarından gönderuzay vuslatında beraber olalım dilersenmiraç hasretlerini dindirelimdirilelim sevgilim sevgilim dirilelimmezarların yoksunu ufuksuz bir diyarda

•••

Page 112: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE112

16 Ağustos 196724. yıl. 13. devre / 5. sayı

ALLAHIN AHLAKI İLE AHLAKLANINIZYazımıza başlık yaptığımız Hadis ile sabittir-ki

“Ahlaki mekarimi tamamlamak için” Dünyayı şeref-lendirdiklerini söyleyen Kainatın Efendisi nazarında ahlak en üstün gayedir.

ALLAH zulümden münezzeh ve mukaddes ol-duğuna göre, onun ‘alemlere rahmet’ olarak gönder-diği Peygamberine her türlü kötülük ve çirkinlikten uzak bir ahlak ve beşeri gaye timsali tanımak lazım-dır.

İman ehlinin, Allahın zatı gibi, nefslerini zulüm-den tenzih ve ahlaklarını tehzib etmeleri için tek kı-yasi vahid O’dur.

Zulüm şöyle tarif edilir. “--Bir şeyi layık olmadı-ğı yere koymak. ”

Bu tarife göre zulüm, başkalarına haksız mua-mele etmekten ibaret kalmayıp çok geniş ve şamil bir mana kazanıyor. İnsan kendisini Allahın kulu olmak manasından başka bir yere koyar.

Yaratıcısını tanımaz ve fıtratına göre hareket et-mezse nefsini zulüm etmiş olur ki, bu da zulümlerin en büyüğüdür. Şirk, İlahi kelam ile “Azim bir zulüm-dür!”

İlahi hududu tecavüz edenler de, Kur’ana karşı zalimdirler.

Allah zulmün her çeşidine karşı Kur’anında la-

net etmiştir. Fakat zalime zulüm, nasafet ve adaletin ta kendisidir . Zalime merhamet ise insanlığa zulüm ve adavettir. Zalime merhamet değil, siyaset lazım-dır. Zulmünün ateşinden halkın yandığı zalim ateş bastırılır gibi söndürülmelidir. Dost ve düşman her-kes hakkında iyi muamele etmek İslam edebi iktiza-sındayken, yalnız zalime karşı sert karşılığa ve bed-duaya izin verilmiştir.

Gerçekten mü’min ve Müslim olan kimse nasıl zulüm edebilir ki, nefsinden büyük zalim tanımaz. Biz “ cihad-ı ekber” halinde nefsimizle mücadeleye memur olduğumuza göre zalime hiçbir sahada ta-hammül edemeyiz. Böylece ahlakımızın esası olan nefsi yenmek mevzuunda nefsin en acı tezahürü olan zulümden iğrenir ve bu duyguyu ahlakımızın temel taşı biliriz.

Ahlak, fikrin dinamizması mevkiinde o kadar büyük bir haslettir ki Onu, “Emirler ve Yasaklar”dan ibaret İslam’ın iş manzumesinin yürütücü kuvveti sayabiliriz.

“Ebrarın haseneleri mukarribinin seyyieleridir.” Ölçüsüne göre, ebrar, yani cennetliklerin iyi işleri mukarribinin, yani Allaha yakın olanların kötü say-dığı işlerden oluyor ve bu incelik de sadece ahlaki bir idrakten doğuyor. Abidler günahtan tövbe ederken, arifler ibadetten istiğfar ederler. Abidler cenneti he-def tutarken arifler ilahi rızadan başka bir şey gözet-mezler. Bu ruh haleti de nefsi yenmenin, yani ahlaka esas olan hamleyi göstermenin son hattıdır.

Abdullah SARAÇOĞLU hoca efendinin çeşitli tarihlerde BÜYÜK DOĞU

DERGİSİ’nde çıkan yazıları;

Page 113: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 113

Denilebilir ki ahlak, imanın ekmeği, iman ise ahlakın buğdayıdır .

İslam ahlakında, Kainatın Efendisini sevme borcu o noktaya kadar yükselir ki anne, baba, evlat, hatta can sevgisi onun yanında hiç kalır. Bu sevgiyi şümullendirip bütün iman ve hayat çerçevesine yay-dığımız zaman İslam ahlakının aşk temeline dayan-dığı görülür.

“-- İmandan sonra en faziletli amel halka yardım ve sevgi göstermektir. ”

Mealindeki Hadis, İslam’ın aşk ölçüsüne en par-lak delildir. İmanda kemal, bir müslümanın nefsi için dilediği her nimeti başkaları için de istemesi ile gelişir. Bir açı doyurmak bir borçlunun hesabını ödemek, bir müşkülü olan kimsenin işini halletmek, hasılı gayrın iyiliği yolunda çalışmak, İslam ahlakı-nın başlıca esaslarındandır.

Müslüman odur ki, başkalarında gördüğü ayıp ve noksanları kendinde bilir ve uğradığı her zulmü öz amelinin neticesi sayar.

Zünnun(Mısri)Hazretlerinden Mısır ahalisi yağmur duasına çıkmasını rica etmişler…O da he-men Mısır’ı terk edip Medine’ye gitmiş ve orada du-aya başlamış…Çok geçmeden Mısır üzerine yağmur boşanmış ve kıtlık geçmiş…Ariflerden biri, niçin Mısır’da dua etmeyip Medine’ye gittiğini sorunca büyük veli şu cevabı vermiş:

-Kıtlığa sebep o yer halkının günahlarıdır. Uzun uzun düşündüm ve Mısır’da kendimden ziyade gü-nahkar kimse görmedim. Caizdir ki bu kıtlık benim yüzümden olsun dedim ve duamı Medine’de ettim!

İslam ahlakının en güzel tecellileri, başta kaina-tın baş örneği ve sahabileri bulunmak üzere veliler-dir. Bazı kuru zahir ehlinde küsufuna şahid olduğu-muz İslam ahlakının pırıltılarını en büyük mikyasta veliler çerçevesinden süzebiliriz.

Bunun en küçük misali olarak ve sadece mua-şeret edebi çerçevesinde bir pırıltı gösterelim:

Bir veliye ihtiyar bir kadın baş vuruyor. Dertli ve çok heyecanlıdır. Yüksek sesle derdini anlatırken ka-dından çirkin bir ses çıkıyor, kadın o kadar mahcup oluyor ki, adeta mum gibi eriyor, onu bu faciadan hangi tefsir ve tevil şekli kurtarabilir?

İslam ahlak ve zarafetinin büyük numunesi veli, elini kulağına götürüp haykırıyor:

-Hanım, yüksek sesle konuş ! Ben sağırım duy-muyorum!

Ve işte bu vakadan sonra o velinin ismi “sağır” manasına “Asam”olarak kalıyor.

Acaba insan ayıbını örtmek mevzuunda bu lev-hadan daha parlağı nerede görülebilir?

Kamuslar dolusu uzayabilecek olan bu bahsi, ona tekrar avdet etmek üzere, İslam ahlakının Pey-gamber ahlakı, Peygamber ahlakının da Allah ahlakı

olduğunu bildirmekle mühürleyelim.

***Bursa müftüsüAbdullah Saraçoğlu 30 Ağustos 1967/24. yıl 13. devre/ 7. sayı

ADALET Halkın devlet büyüğüne itaati vacip olduğu gibi,

devlet büyüğünün de halk arasında adaletle hükmet-mesi şarttır. Allah, bu lüzumu, Kur’anında yer yer emretmiştir.

Devlet büyükleri adalete riayet etmez, nefsa-niyetine uyar, Allah emaneti olan halka zulüm ve cevrederse, kendi eli ile memleketini harap etmeye çalışmış olur . zulüm ise halk arasında karışıklık ve düşmanlıkların artmasını meydana getirir. Cemi-yet unsurları, huzur ve emniyetten uzaklaşır, birlik kaybolur;ve devletle halk, nefret hendeği ile birbirin-den ayrılmış iki yabancıya döner. Bu haller, neticede cemiyetin zevaline, vatanın haraplığına ve devletin inkırazına gideceğinden, Allah, semavi kitapların hepsinde adalet emrini tekrarlamıştır.

Zulüm, rızk kapılarının kapanmasına, kıtlık ve yokluğun artmasına, sıkıntı ve darlığın meydan al-masına, ahalinin düşkünlük ve miskinliğine sebeptir. Bu yüzdendir ki, içinde zulüm cereyan eden memle-ketlerin battığı, her zaman görülen ve tarihte şahit olunan keyfiyetlerdendir. Binaenaleyh devlet büyük-lerinin, kendilerine daima adaleti rehber edinmeleri, Kur’an ölçülerinin başlıcalarındandır.

Allahın emri, itikad, iş ve muamelelerin hep-sinde adalettir. Çünkü hak ve adalet olmayan işte feyiz ve bereket bulunmaz. Adalet, her işte, bir şey yerine koymak, o şeyin layığını bulmak ve layık ol-duğu sınırı tutmak olduğuna göre, insanlar için bun-dan üstün bin mefkure düşünülemez. Allah içinse her muamelede adalet ilahi rızanın biricik yoludur.

Allah, adaleti emrettiği ayette adalet, ihsan ve akrabaya riayet tabirlerini kullanmakla hayr mef-humlarını toplamış oluyor. Aynı ayette “Fahşa, Mün-ker ve Bağıy” kelimelerinin kullanılması da bütün şer unsurlarını ifade ediyor.

Hak buyuruyor ki :“-Söz söylediğiniz ve bilhassa hakim olduğunuz

vakit, siz, adalete sarılınız! İsterse hükmünüz bir ya-kınınıza karşı olsun…Size, ancak Allahın emrini ye-rine getirmek düşer. ”

Yine, Hak buyuruyor:“-Müminler! Allahın emirlerine itaat edin, O’na

ibadette daim olun ve adaletle şahadet eyleyin!Bir kavme olan düşmanlığınız sizin o kavme adalet gös-termenize mani olmasın!Her şeyde, dost ve düşman her fert hakkında yalnız adaleti yerine getirin!Adalet

Page 114: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE114

ibadete pek yakındır ve onu terk edene Allahtan korkmak lazımdır. Allah sizin her işinizi bilir. ”

Ve Allah kelamında emrediyor:”-Ey Davut! Seni yer yüzüne halife kıldık! Ha-

lifelik sana yönelince senin de, halk arasında adalet ölçüsünü kurman gerekir. Nefs arzularına uyma, nefs seni yoldan çıkarmasın!. . Yer yüzü fesat mekanı olduğu için halk arasında adaletle hükmedecek bir hükümdar sıfatı ile, biz seni herkes üzerinde hakim ve herkes üzerinde emri nafiz bir halife kıldık. Ta ki adaletle hükmedesin fitne ve fesadı kaldırıp halk içinde nizam ve intizamı yerine getiresin:Sakın heva ve hevesine uyma eğer heva ve hevesine uyacak olur-san, bu hal seni Allahın yolundan çıkarır, delalet va-disine sürükler . ”

Hazret-i Ebubekir müminlerin Reisliğini omuz-larında taşıdığı devrede Yezid’i, ordu başında Şam’a gönderirken şöyle öğüt verdi:

-Ey Yezid! Senin akraban ve yakınların var. On-ları, başkalarına tercih ederek bazı işlere ve mevki-lere kayırabilirsin ! Senin adına en çok korktuğum nokta, bu…Allahın Resulü, (Salat ve selam onun üzerine olsun) dedi ki : ”Müslümanların işinden bir işi üzerine alıp o işe iltimasla birini kayıran, Allahın lanetine uğrar;Allah ondan bir mazeret veya fidye kabul etmez, hatta onu Cehenneme atar !”

Ve ölüm döşeğinde şöyle konuştu:-”Rahman ve Rahim olan Allahın ismiyle …

Ebu Kuhafenin oğlu Abdullah’ın ahiret yolunda va-siyeti… Son anın bittiği bir gün son anın arkasından ilk anın başladığı noktadaki vasiyeti…Küfürdekinin imana, kötülüktekinin iyiliğe geldiği ve yalancının doğruyu söylemeye başladığı noktadaki vasiyeti…Şu, Hattaboğlu Ömer’i kendime halef seçiyorum, O’na itaat ediniz! Bununla Allaha ve Peygambere, dinime, nefsime ve size, doğruluk ve iyilik murat ettim. O, adaleti yerine getirirse ne alâ!. . Kendisin-den beklediğim, umduğum da bu… Başka bir yol takip ederse, kişi işlediğini kazanır . Benim bütün gayem hayr…Gaybı bilemem. Zulmedenler nelere uğrayacaklarını görürler. Allahın rahmeti üzerinize olsun!..”

Hazret-i Ömer’in Ebu Musa’ül eş’ariye gönder-diği nâmeden:

”-Kaza, adaletin icrası, muhkem bir farzdır; ve herkesçe uyulacak bir sünnettir. Senin karşında meclisinde ve adalet huzurunda birbirine müsavi ol-mayacak hiç kimse bulunmasın!. . . Zayıflar adalet-ten ümitsizliğe düşmesin, kuvvetliler senden taraf-lılık ummasın! İddia eden ispat etmeye mecburdur. İnkar eden yemine davet olunur. Sulh, caiz ve mak-buldür. Elverir ki haram olan bir şeyi helal gösteren yahut bir helalı haram kılan bir sulh olmasın…Bu şartlar altında, hükümleri her zaman inceden inceye

ele almak ve daima Hakka dönmekte serbest bulun-mak güzeldir. Kitap ve sünnette bulamadığın nok-talar üzerinde idrak ve vicdanına baş vur!Birbirine benzeyen ve uyan şeylere dikkat et!. . . Ve aralarında bir kıyas yap! Bir kimse, delil göstermek isterse ona zaman ve imkan bağışla! Verilen zaman içinde bek-lediğin delilleri getirirse hakkını ver;Yoksa davasını düşür! Her Müslüman adalet ehliyetinin bütününe maliktir. Tek, yalan yere şahitlikten, vesayet ve ve-raset işlerinde suistimalden ve buna benzer işlerden mahkum olmuş bulunmasın. ”

- “Adalet mülkün temelidir” düsturunu kalple-rimize astığımız ve duvarlardaki ölü klişelerden ayırt ettiğimiz gün, hem adaleti anlamış, hem de adalet icrasına başlamış oluruz.

*** 6 Eylül 196724. Yıl 13. Devre/ 8. Sayı

YENİ NESİLYEPYENİ bir nesil yoğurmak borcundayız! Po-

tinin burnundaki çividen saçının en üst teline kadar, yepyeni, dipdiri, yakın ve perişan maziye doğru, hiç bir örneği olmayan, görülmemiş bir zarafet, dikkat, heybet, hakimiyet pırıldatıcı bir nesil…Dışından gü-neş gibi aydınlık bu neslin bütün nuru, içinden ge-lecektir. O nurun ismi de olanca saffet ve asliyetiyle Müslümanlıktır.

Bu nesil, tavan aralarında, bodrumlarda, ru-hunu kaybetmiş, camilerde namaz kılan babalarını değil, maziye doğru tam 5 asır boyunca cedlerinden hiç birini beğenmeyecek ve eksik görecek kadar ileri Müslüman…Başlıca vasıfları da, aşk, vecd, heyecan, hareket, zeka, irfan …

Bu nesil, ilk vazife olarak, İslam’ın dar alınlara, kirpi saçlara, kazma dişlere, sefil kıyafetlere, her şeye peşin olarak “Yasak!” yaftasını takan haşin mizaçla-ra, Dünya ve hadiselerden habersiz kabuklu bünye-lere irca edilen, yılgın, ölgün, ezgin, bitkin örneğini öz nefsi ile ve bir zuhurda tasfiye edecek yerine ken-disini kaim kılacaktır.

Bu nesil için örnek bütün ruhu ve ahlakiyle öz be öz “Sahabi” Peygamber sohbetine ermiş büyük bağ-lıların her halidir. Ve onlardan sonra Müslümanlığın fert ve cemiyet halinde gidişi, asli örneğe uygunluk veya uygunsuzluk bakımından koca bir muhasebe davasıdır.

Yeni nesil evvela bu dünya ve nefs muhasebesine sahip olacaktır ondan sonrada Doğu ve Batının bü-tün mahsubunu yapmış olarak, iki tarafa da hak ve haksızlıklarını bildirici, ilk ve üstün bir idrak sahibi …İç ve dış küfre karşı (Atom) dan üstün bir silah…

Page 115: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 115

Bu vasıfların ismi gerçek Müslümanlıktır ve beklediğimiz odur!

***

13 Eylül 196724. Yıl 13. Devre/ 9. Sayı

PAPAZ VE KOMÜNİST VE MÜSLÜMANBir papaz; evet bir papaz. Hıristiyanlık aleminde

nasıl yetiştirilir bilir misiniz? Telkin etmek borcunda olduğu, selim akla gaseyan ettirecek kadar abeslerle dolu hurafeleri yutturabilmek için, bir papaz, yir-minci asrın bütün bilgileri ve zevk ölçüleri ile teçhi-zatlandırılmıştır. Bütün şubeleriyle felsefe, edebiyat, güzel sanatlar, iktisat, siyaset, onda tam hamule ha-lindedir. (kontes) in salonunda piyanoda (Wagner) çalınırken kalkar ve hatalı tuşları, bizzat piyanonun başına geçip gösterir. İleride bir sanat meselesini ko-nuşan iki yeni şaire, eski Yunan (Lirik) şiirinin ku-rucusu (Pindaros) dan misaller verir. Diplomata batı buhranının sebeplerini izah eder ve terbiyeciye ço-cuk eğitimindeki metotları anlatır. Bütün bunlardan sonra da, önünde diz çöken dünya çapındaki fikir adamlarına kuru bir ekmek parçasını gösterip ihtar eder.

- Bu yemeğin Mesih’ in etidir;inandın mı?-İnandım!Ve bir kadeh şarap uzatır:-Bu da Mesih’ in kanı!. . İnandın mı?-İnandım!Ruhumuzda, Allah’ın öz nurunu zaptetmek üze-

re yarattığı bedahet duygusuna bu kadar zıt abesler, mükemmel bir insan ve cemiyet bilgisi ve sanat kuv-vetiyle en üstün insanlara yutturulurken, ya bizim, Hakkın hakkını savunan, fakat cihandan, insandan ve hikmetlerden gafil hocalarımızın haline ne buy-rulur? Biri, yalanı, ilim ve sanatla veriyor; öbürüyse doğruyu cehaletle öne sürdüğü için değerini veremi-yor.

Şimdi papazın yerine komünisti alalım: Kelime-lerimi, çelikten birer leblebi imişçesine, uzun emerek eritmeğe çalışınız!

Komünist, tamamen batıl fikir ve dalaleti din haline getirmiş, her şeyi ona göre damgalamış, inan-dığına ölesiye, geberesiye, kuruyasıya, donasıya bağlanmış, müthiş, ama kelimenin nihai manasıyla müthiş bir yobazdır. Şu farkla ki, İslam’ın, dini anla-mamak ve onu basık nefsine indirmek bakımından ham yobazı, asırlarca sonra meydana geldiği ve ne-silleştiği halde, bunlarınki birkaç yıl içinde hamurla-şıvermiş kaskatı kesilmiş ve hep öyle gitmiştir. Fakat siz onların yalancı dünyalarına sadakat ve davaların-

da salâbet derecelerine bakın ki, en (lüks) meraklısı ailelerin kızları, zarf iskarpinlerini çarıklarla değiş-tirerek, kalçalarına kadar açık bacaklarını mahsus kirleterek ve yüzlerine (burjuva) ların boyalarından hiçbir şey sürmeyerek, vecd ve heyecan içinde, arala-rındadır. Bütün salon kaide ve edeplerine zıt olarak, hayvanca jestleri içinde, gayet rahat, hatta kibirlidir-ler. Bu ne korkunç bir nefs güveni ve muhatabını şa-şırtma, apıştırma taktiğidir.

Her şeylerini, fikirlerini, usullerini, etiket zım-balayıcı mağrur cehaletlerini bir tarafa bırakın; fakat vecd ve heyecanlarını inkar edebilir miyiz?

Ya bizimkilerin, kendi öz yurtları ve evleri için-deki parya ve sığıntı tavırları?. . .

Şu iki misalden ibret alarak nefslerimizi tartak-layalım ve ona soralım;

- Topyekun, iyi, doğru ve güzel İslamdayken; vecd, esrar idraki ve fedakarlık ahlakı bizim malı-mızken, bu ölü, kokutucu ve çirkinleştirici halimiz ne güne kadar sürüp gidecektir?

***

20 Eylül 196724. Yıl 13. Devre/10. Sayı

ALLAH VE İTİKAD BAŞLICA MES’ELEAllah’ı münakaşa edenlere fazla abanmayınız!

Eğer muhatabınızda istek ve istidat görürseniz o baş-ka.

Fazla abanmayınız; çünkü bir sürü küfür söy-letmiş olurusunuz. Biliniz ki, Allah insan kalbinde ışıldattığı bedahet duygularının en parlağında tecelli eder. Bedahet, hepsi bu kadar… Bütün ilimlerin de temeli bedahet.

-Allah vardır. Bu söz, derin ve gerçek mümine çok giran ge-

lir. “Vardır” ne demek? Ağaç da, hayvan da, pislik de var. Her şey için “var” sıfatı ve “varlık” keyfiyeti, an-cak Allahın mahlûku olarak var. Yaratıcı, yaratıklara ait “var” ve “varlık” mefhumlarının üstünde olarak var, kendi zat ve sıfatıyla var ve ondan başka hiçbir şeyde mutlak varlık yok.

Allahın varlığına delil getirmeye çalışmayınız! Böylelikle karşı tarafa, kendince, sürü sepet inkâr delili aratmış olursunuz. Yine biliniz ki, Allahın mü-hürlediği kalbi kimse açamaz ve körlettiği aynayı hiçbir fert ışıklandıramaz.

-Ben Allah’ı bin bir delille ispat eden alimim!Diyen bir zahir ehline, büyük veli şu cevabı ver-

di;-Demek senin Allahtan bin bir şüphen varmış!Siz, ey iman gençleri, kaba bir tebliğ tavrıyla de-

ğil ince bir telkin edasıyla şöyle deyiniz:

Page 116: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE116

-Allah var ve ondan başka hiçbir şey yok. “Yok” da yok. İster “var” ister “yok”, hep onunla var… Ve işte ispat unsurlarından hiçbirine el atmaksızın, be-dahet duygunuza başvuruyorum! İnanıyor musu-nuz, inanmıyor musunuz?

“Evet” diyeceklerle uğraşınız “hayır!” diyecekle-re de sırtınızı dönünüz ve yolunuzda yürüyünüz!.

Önce itikat… İtikat meydanı, İslami inşalar si-tesinin arsasıdır. Ve arsa olmadan hiçbir çatı düşü-nülemez.

Allah ve Resulünün kitaplarından sonra dinin en büyük eserine sahip bulunan büyükler büyüğü İmam-ı Rabbani Hazretleri, daima “itikat arsası” ta-biriyle, emirlerinin her cümlesinde, her şeyden ev-vel bu arsanın tertemiz ve dümdüz hale getirilme-si lüzumunu ihtar ederler. Her şeyden evvel itikat, her amelden evvel o amelin menbaından başlayarak mansabına (suyun döküldüğü yer) kadar itikat.

İtikat, “inandım bağlandım kendimi verdim!” demekle olmaz. Görmek, bilmek, anlamak; yerin-de de anlamamayı, anlamak imkanı olmadığını an-lamak ve bütün bunları zevketmekle olur. Ve bu iş “Amentü” kadrosundan başlayarak en küçük din emrinin hak olduğunu ve topyekûn şeriatın mutlak ve şaşmaz bir mizan tablosundan ibaret bulunduğu-nu tasdik etmeye kadar varır. Mesela bütün amellere sadık bir insan, bu amellerden herhangi biri üzerin-de küçücük bir telakki zaafına düşmekle her şeyi kaybeder ve boş yere zahmete düşmüş olur.

Bu nokta, ah bu nokta, bütün inceliklerin dü-ğüm yeridir; imanın kalb nahiyesidir ve üzerinde ne kadar durulsa azdır.

İtikadın esası şudur:-O’nun; kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıl-

dığı Resuller Resulünün, bildiğim ve bilmediğim, anladığım ve anlamadığım, zevk ve hikmetine nüfuz ettiğim ve edemediğim her emir ve ölçüsüne peşi-nen ve topyekun inanıyorum.

Bu noktada en küçük tereddüt amelleri, sigara kâğıdı üzerine bina edilmeye kalkışılan apartman-lara çevirir ve ortada boş yere zahmetten başka bir şey bırakmaz. İtikadı olmayanın amel noksanı ise günahtan ibaret kalır.

Dava, sağlam temel üzerinde sağlam inşadan ibarettir.

***

27 Eylül 196724. Yıl 13. Devre/11. Sayı

HAM YOBAZ VE KABA SOFTA VE KUDUZ İSLAM DÜŞMANLIĞI

Ham yobaz – kaba softa. . Bu tabir size ne diyor?

Tabir, mukaddes şeriattan ve muazzez din ölçülerin-den başka tek bağı olmayan üstün bir veliye ait; ruhu da şu: Din ölçülerini, bütün hikmetlerinden sıyrıl-mış olarak, bir ezberleme tahtası haline getiren ve uyar, uymaz, her tarafa tatbik etmeye kalkan; vecd ve aşk, duygu ve idrak, sır ve zevk mahrumu, yalçın nefsaniyet… Yani dini, kendi nefsaniyetine indiren, havasız ruhunda boğan ve bütün sırlarından ayıran kabuk adamı… Yoksa, softalık, küfrün anladığı gibi, Şeriate, din ölçülerine titizlikle bağlılık demek olsay-dı, bizim, ondan başka gayemiz olmazdı. Halbuki softalık bu değildir; ve ham yobaz – kaba softadan şikayet hakkı, sadece gerçek müminindir. Bu bahiste küfre söz hakkı yoktur. Çünkü o, softadan yaka siler-ken bizzat Allahtan ve dinden tiksinendir; derin ve gerçek mümin ise, aynı şikayet edası içinde Allah ve dinin hakikatini yükselten…

Tarih boyunca başımıza ne geldiyse bu tipten geldi; ve yine bu tip, kendisinin ters tarafından dölü olan son 128 yıllık küfür yobazlarını türetmekte baş-lıca müessir oldu. Onlar, iman hisarının kapı anah-tarını burçlardan yere düşürüp düşman eline geç-mesine sebep olanlardır; ve İslam’ın özlediği büyük inkılapta, dışarıdan gelen düşman derecesinde, belki de daha fazla cezaya layık olanlar…

Evvela içimizi kurtaralım; çok zor sayılan dışı-mızı temizlemek kolay…

Din düşmanlığı… Bu hastalıktan memleket şimdiye kadar çok zarar gördü, fakat dert, hep baş-ka şeylere atfedildi. Pek küçük bir azınlık halinde bir takım din düşmanlarının, bir asırdan fazladır, memleket münevverlerine, gafil ve masum gençlere yaptığı telkin ve tazyik, bilhassa çeyrek asırdan beri herhangi bir meselede din temayülünün ileri sürül-mesine gerilik ve gericilik isnadı, okur-yazarlar sı-nıfımızı adamakıllı sarsmıştır. Üniversitelerimizde, hukukumuzda, içtimaiyatımızda, dinin, ilim olarak bile el sürülmez, yanına yaklaşılmaz bir mevzu diye telkini, farkında olmaksızın bizde acı bir fikir buh-ranı doğurmuş ve bu hal bin bir idari, içtimai siyasi hadisede ve başka şekillerde patlak vermiştir.

Hukuk Fakültesinde okuyanlar bilir: Bazı pro-fesörlerin ağzında İslam dini, (dogmatik = nassî), yani mutlak kanun mahiyetinde, donmuş, hayati-yet ve seyyaliyetten uzak bir mahiyettedir. Bu pro-fesörler bilmezler ki, esasen din demek mutlak hak ve hakikat çerçevesi demektir ve elbette ki, insan zekâsının teftiş ve murakabesini kabul etmez. Din-siz olmak belki mümkündür ama, dini din diye ele aldıktan sonra, onu beşeri terakki ve tekamül mer-haleleri içinde, öbür ilimler gibi zaman ve mekana göre sevk ve idare, teftiş ve murakabe etmek, küçük bir düşünce için bile mümkün değildir.

İşte bu türlü profesörlerin sığ ve züppe (güya

Page 117: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 117

modern) telkinleri altında yetişen, gelişen körpe di-mağlardan pek çoğu onlara kapılmış ve memleketin her bucağına birer gericilik düşmanı olarak dağıl-mışlardır.

İçtimai meselelerde, vatandaş hakları üzerinde söz ve salahiyet sahibi bazı kimseler (mebus, hakim, muallim, idareci, v. s. ) eski hukuk sistemimiz üze-rinde aleyhte birkaç klişeden başka bir şey bilmez-ler ve bu bilgisizliklerini ilim sayarlar. Böylece din düşmanlığı, muayyen sınıfların muayyen tiplerinde, salgın halinde yeni moda bir dans gibi alır, gider. Bu bir bilgi ve tefahhus eseri değil, sadece ve sadece, maymunvari insandan insana geçen menfi bir ruh haletidir. Tanzimatla başlayan, Meşrutiyetle gelişen ve son zamanlarda kemale eren bu ruh haleti, bir nevi salon züppeliği halinde, okur – yazarlığı adeta din istihfafı anlamında ölçülendirmeye kadar git-miş ve bütün okur – yazar meslek sınıflarına nüfuz ederek, Allah ve Resulüne inanmayı cehalet ve Re-sulüne karşı cür’eti marifet saymaya kadar gitmiştir. Hastalıktan başka bir şey olmayan bu halin devasını, Allahın yaratacağı büyük kafalardan ve gerçek genç-likten bekliyoruz. Ve görüyoruz ki o, gelmektedir.

***

27 Eylül 196724. Yıl 13. Devre/ 12. Sayı

İSLAMİYET VE MÜSBET BİLGİMüslümanlıkta, müsbet bilgi bir din emridir. “- Biz, cenkte, süngü ve kılıç yaraları gibi şiddet-

lerden kendinizi korumanız için Davut Peygambere demirden elbise giymek sanatını öğrettik. ”

Mealini takdim ettiğimiz ayet, demirden elbise, yani zırhın, insanoğluna ilk defa Davut Peygamber vasıtasıyla talim olunduğunu gösteriyor. Şu halde, gemi ve suda yüzen teknelerin esası Nuh Peygam-berin mucizesi olduğu gibi, harb aleti olarak zırh da Davut Peygamberin elinde tecelli etmiş bir mucize-dir. Demir, Davut Peygamberin elinde, ateşsiz olarak hamur gibi yumuşar ve istenen şekle girerdi. Demiri ateşle yumuşatmak ve eritmek suretiyle ona istenen şekli vermek daha sonraki devirlerin işi olduğuna göre, Davut Peygambere verilen bu marifet ve talim edilen sanat, tam bir mucizedir.

Yukarıda bahsettiğimiz ayet, insanoğluna, in-san topluluklarına ve hükümetlere harb aletlerini düşünmek ve bulmak hususunda verilmiş zımmi bir emirdir. Bu bakımdan, şimdiki garp aleminin o kadar terakki gösterdiği sınai hayat ve harb aletleri mevzuunda, İslamiyetin ne büyük bir teşvik kaynağı olduğu meydandadır.

Nuh Peygambere, bir gemi yapması için verilen

emri de, şu ayet mealinden anlıyoruz:“- Ya Nuh, bizim hıfzımızda, nezaretimizde ve

vahyimizle sen bir tekne yap! İşte deryalarda seyr ve sefer gibi, insanoğlunun

en büyük nailiyetini teşkil eden ve en ileri medeni-yet devirlerini açan muazzam keşif, böylece, ilahi emir ve vahiy sayesinde Nuh Peygambere dayanmış oluyor; ve insanları her türlü arayıcılık ve yapıcılığa teşvik edici bir emir halinde Kur’anî hüküm olarak karşımıza çıkıyor.

“- Allahın vahyi ve Cebrail’in tarifiyle Nuh ge-miyi yapıverdi. Lakin ne zaman kavminin ileri ge-lenleri, Nuh’un çalıştığı yere uğrayıp işine bir göz atacak olsalar, kendisiyle istihzaya başvuruyorlar ve şöyle diyorlardı; “ Ya Nuh, peygamberlikten vazge-çip işi dülgerliğe mi döktün? Nebilik izzetinden dül-gerlik zilletine mi düştün?”

Görülüyor ki, medeniyetlerin esası semavi ki-taplar olduğu gibi, sanat ve zanaat davası da semavi kitaplar vasıtasıyla Allahın, kullarına doğrudan doğ-ruya emridir; ve bu hususta Kur’an, bütün bir emir, teşvik ve tergip kaynağıdır. Müslümanlar, bizzat Hak emirlerinin biricik bozulmamış nüshası olan Kur’andan bu emirleri aldıkları halde, devirler bo-yunca eşyayı zapt ve teshir marifetine nasıl olup da ihmal etmişler ve bütün üstünlükleri madde keşif-lerinden ibaret Garplıların bu yüzden esareti altına girmek gibi bir fecaati nasıl kabul etmişlerdir? Hik-metlerin en incesi olan bu nokta üzerinde ne kadar düşünülse ve acı duyulsa yeridir.

Bütün sanat ve bilhassa zenaat işinin ruhu de-mirdir. Demiri öven ve bildiren ayet meali:

“- Demiri inzal ettik. Zira demirden azim şiddet ve halk için büyük menfaat vardır. Allahın resulle-rinden kayboldukları halde Allahın dinine ve resul-lerine yardım eden kimseleri bilmek için Allah de-miri yarattı ve inzal etti Çünkü Allah herkes ve her şey üzerinde kuvvetlidir. Emrine hiç kimse karşı du-ramaz. Mutlak galip odur. Mülkünde tasarruf yalnız kendisinindir. Şeriki yoktur. ”

Yalnız demir üzerindeki bu Kur’ani ölçü, tarihin demir devri diye isimlendirdiği bütün bir medeniyet çığırını Müslümanlığa bağlar.

“- Ben kulumu, eşya ve hadisleri teshir etmesi için kendime halife olarak yarattım!”

Mealindeki ayet ise, doğrudan doğruya İslami emir olarak, insanoğlunun madde planındaki fetih-lere memuriyetini açıkça bildirir.

Şu halde batı adamı, ü İslama inanmadan onun bu plandaki emirlerini tatbik ederken, biz, sözde inandığımız halde bu emirlere arka çevirmiş bulu-nuyoruz.

Her şey ve tek dava, İslamiyeti anlamak ve ona

Page 118: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE118

nüfuz etmekten ibarettir.

***

18 Ekim 196724. Yıl 13. Devre/14. Sayı

MÜSLÜMANLARA BAŞLICA İKİ ÖĞÜTEvvela aynanın karşısına geçin ve dış görüşünü-

zü inceleyin! Bakalım ortalığa hakim geçinenlerle aranızda ne gibi zahiri farklar var…

Onlar dimdik ve küstah tavırlıdır; sizse iki bük-lüm ve mahçup edalısınız! Evvela bu halinizi değiş-tirin; ve cemiyet meydanında hapishane gardiyanı tarzında kol sallayanlara karşılık, hiç olmazsa kürek mahkumları gibi dolaşmayın! Ensenizi dikin, yeleni-zi kabartın, göğsünüzü şişirin ve mukaddes Peygam-berimizin “kibirliye kibretmek sadakadır!”fermanına eş, küfre karşı ezici bir gurur tavrı takının!

Aynı nefs emniyetini, manevi edanızla birlikte maddeniz üzerinde de göstermeye mecbursunuz. Şık, pırıl pırı, tertemiz, her çizgisinden şevk ve ümit akan kılıklar içinde olmalı, her cins ve mezhepten hiç kimseye kılığınızla küçüklük ve düşüklük hissi vermemelisiniz! Şahsınızla dış ifadelere metelik ver-meyeceğiniz halde, dışarıya karşı ve mukaddes gaye adına bu noktayı sımsıkı tutmalısınız. Garplı, sizi sa-dece dış görüşünüzle, kendi frakından anladığı mana içinde görmelidir. Frakı maymun gibi taşımaktan ne çıkar; onu bir şalvar içinde ve cübbe altında bile şah-siyetinize giydirebiliyor musunuz? İş onda…

O küfür, bu günah, şu haram diye, gözlerinizi, ilminizi ve idrakinizi her taraftan kaçırmak yerine, Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin tabiriyle mutlaka küfür ve dalaletin kaynağını tanımak “niçin?” ve “nasıl” larını bilmek ve bu ölçüyle taraf taraf nazar-larınızı projektörler gibi gezdirmek, hükmünüzü vermek, sonra da çaresini düşünmek borcundasınız. Yine Şeyh-i Ekber’in ifadesiyle hiçbir ilim yoktur ki, cehlinden üstün olmasın. Hırsızlığın, katilliğin bile taktiğini bilecek fakat yapmayacaksınız. Müslüman-lık da budur, marifet de… Nasıl ki, kadını görmedi-ğini ileriye süren kör, sevap iddia edemez.

Hiç değilse, Allahın günü mukaddesatımızı bal-talayan bazı varakparelere her sabah 25 kuruşu toka etmeyecek ve toka edenlerin elini tutup çevirecek kadar dost ve düşman ayırımına ermiş olmalısınız.

En aşağı, ilk mektep kadrosunda hukuk ve ka-nunun bilgisine sahip olmamız ve Müslümanlığın fetih ülkesin de ve Müslümanların vatanında dini-mize edilen işkenceyi karşılayıcı hukuk ve kanun di-renmelerine hazırlıklı bulunmamız şart…

Ve büyük şevk ve neş’eye ermeyi gaye edinin! Şu sefil ve kendi kendimizden mahcup ve mahzun hali-

mizi bir kenara atalım da, imanımızın büyük şevk ve neş’esine erelim…

Hayatın gayesi şevk… Büyük ve sonsuz neş’e… Ama delinin, aptalın, vurdumduymazın ve ahlaksı-zın köpek neş’esi değil… Bir his ki, belirttiğimiz şevk ve neş’e, tek damlası denizler kadar ağlamadan ele geçmez… Büyük şevk ve neş’e…

Büyük fikir şövalyesi (Paskal!), geçirdiği kafa buhranının zehirli kıskacı içinde kıvranır ve ismine beşeri emniyet duyguları dediğimiz sahte tesellileri kaybederken şöyle çığlık koparmıştı:

- Şevk, şevk! Saf, ulvi ve ebedi sevinç… Seni istiyorum!

(Paskal)ın, sırrına erişir gibi olduğu ilahi se-vincin hakikatini, her şey gibi, yine İslam’da, İslam tasavvufunda bulabilirsiniz. İnsanı öz hakikatine er-diren o tükenmez sevinç kaynağının ismi de, binbir iştikak halkasıyla yine tasavvufa bağlı görünmekte-dir: Safa, saf, saffet, tasavvuf…

Varlık şevk ve iradesi, var olma neş’esi! Sen ne güzelsin!

Sabaha karşı bir horoz ötüşü, uzaklarda üç beş damlalık bir şırıltı, güneş, dünya, renk, şekil, koku, ışık….

Ve sevinç…Terazi nizamiyle ahenk içinde iki kafa, iki kafiye

çizgisi üzerinde süzülen kuşlar. Ve sevinç…Tüten baca, zıplayan çocuk, kişneyen at, dönen

değirmen, helezonlaşan fikir, düzene giren vatan… Ve sevinç…

Yaz geldi, sevinç; yaz gitti, sevinç; ölüm var, se-vinç; ölümsüzlük var, sevinç…

Beterini düşün, sevinç; Allahın rahmetini fik-reyle, sevinç…

Nihayet, en ölgün bir rahavet deminde yerin-den fırla, pencereni aç, meydan yerini bas, şehrin en yüksek kulesine çık ve haykır:

- Gafiller, Allah var, sevinin!İnsanlık yıllardır öyle bir zilf ve karanlık ikli-

minde yolunu kaybetmiş bulunuyor ki, gökleri bir boru içinden bile göremiyor; ve tek mesele, ona ha-yat şevk ve neş’esini, büyük sevinci iade etmekten ibaret kalıyor.

Bütün şehrin, bütün vatanın, bütün dünyanın çatılarında kasırga koparacak bir nida kuvvetiyle şu müjdenin şu basitlerin en basiti ve giriftlerin en gi-rifti olan müjdenin rejimini bekliyor insanlık:

-Allah var, sevinin ve bütün davalarınızın karşı-sına bu sevinçle çıkın!

Allahı unuttuğu devirlerden beri, ışıldattığı milyarlarca milyar ampullere rağmen, ruhundaki yıldızları sayısız kollu bir şamdan gibi söndüren in-sanlık, kendine büyük şevk ve neş’eyi getirecek fikir kahramanını bekliyor.

Page 119: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 119

Mustafa Tekelioğlu, Bekir Yıldız, Abdullah Saraçoğlu, Kadir Seçmeler, Mustafa Cabat bir oturmada.

Türkiye’nin beklediği ise (Egzistansiyalist) lerin-den (Modernist) lerine kadar ne türlü bunalmakta olduğunu göstermekten başka bir şey yapamayan Batı Dünyası karşısında cebinde kaybettiği güneştir.

Nice zamandır bize sahte tesellilerimiz bile kay-bettiren bir hayet şevksizlik ve neş’esizliği içinde bu-gün, yaşanmaya değer hayatın, konuşulmaya değer tek meselesi budur ve gerisi sadece palavradır.

Müslümanlar! Evvela siz bir iman sevincine eri-şin ki, küfür kedere batsın ve nefs güveninin kaybet-meye başlasın!

Kavga ve zaferin öbür şartları bunlardan son-ra…

Page 120: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE120

Ulaşımı zor olan dik bir yamaç üzerin-de kurulan Erkilet’in ovaya kadar olan etekleri bağ ve bahçeliktir. Şehir merke-

zine bağlı tüm yerleşimler gibi, Erkilet’in sosyal ve ekonomik hayatında bağların çok önemli bir yeri vardır. Erkilet bağlarının, özellikle Erciyes eteklerin-deki bağlara göre, farklı bir yönü de su kaynakları-nın bol olmasıdır. Kendi özel ihtiyacını karşılayacak miktarda kaynak suyu ve çeşmesi olan bağlar da var-dır. Fakat bağlar genellikle, “göl” adı verilen büyük ortak havuzlardan sulanır.

Bağlardan her birinin hangi mevsimde ne kadar su hakkının bulunduğu, göllerin vakfiyelerinde gös-terilmiştir. Bağ-bahçe sulamasının bittiği kış mevsi-minde, arklar temizlenerek, yazda kullanılmak üzere kuyular doldurulur. Hasbağ, Mahrem, Kirazlı ve Tımarhane, bağların arasındaki ortak göllerin en bü-yükleridir. Kayalı Bağlar mevkiinde bulunan bizim bağımız ve Hoca Gilin bağı Tımarhane gölünden su-lanır. Dip dedelerinden beri, önde gelenleri, ilmiye sınıfına mensup olduğundan, Soyak ailesi Erkilet’te Hoca Gil lakabıyla bilinir.

Mehmet Soyak’ı tanımamda ve zihnimde O’nunla ilgili ilk intibaların oluşmasında, bağın ve suyun önemli bir yeri olduğu için bu açıklamayı yap-tım. Yaz mevsiminde su çok kıymetli olduğundan, göle kadar uzanan ark boyunca, suyumuzu korumak için elimizde kürekle nöbet tutardık. Yol boyunca komşuların iki maşala domates ve biberini sulaması-

na göz yumulurdu. Fakat ölçüyü kaçırmalarına izin verilmezdi. Su arklarında nöbet tutma görevini, kü-reği taşımaya gücümün yettiği 5-6 yaşlarımdan iti-baren yaptım.

Elimde kürek, “gücünüz yetiyorsa suyumu-za dokunun” der gibi, hafif efelenerek ark boyunca dolaşırken, her seferinde yenik düştüğüm tek insan Mehmet Soyak’ın annesi Ülfet Hala olmuştur. Ülfet Hala, kendine has dili ve davranışlarıyla, mahallenin çocuklarına o günün deyimiyle “yumuşunu tuttu-ran” yetenekli bir insandı. Tanımadığı ve adını hatır-layamadığı çocukları, Adı Bişey ya da Seydi Bakkal diye çağırdı. Mahallenin ocukları da O’na Seydi Bak-kal adını takmışlardı. Ülfet Hala her seferinde, Adı Bişey, Seydi Bakkal, Hocanın Torunu, Bayırın Oğlu gibi başlayıp, uzun diller dökerek, beni razı eder ve suyu almayı başarırdı.

Erkilet’te evimizin bulunduğu Karahüseyin So-kağı, ailemin adını taşır. Fazlaca dik bir yokuş olan sokak, halk arasında Karahüseyin Bayırı olarak bi-linir. Ülfet Hala, adımı, sokağımızla ilişkilendire-rek, sonraki yıllarda beni hep “Bayırın Oğlu” diye çağırdı. Mahallenin bütün çocukları gibi, benim de Ülfet Hala’yla dostluk ve yakınlık kurmam, Mehmet Soyak’tan daha eskilere dayanır. Zaten mahallede herkes O’nu Ülfet Hala’nın Mehmet olarak bilir.

Çocukluk yıllarımda, uzaktan tanıdığım Meh-met Soyak’tan ürker ve yanına yaklaşamazdım. Bir kötülüğünü ya da yanlış bir davranışını falan gördü-

Prof. Dr. Şükrü KARATEPE

ÜLFET HALA’NIN MEHMET

Page 121: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 121

ğümden değil; nedenini bilmediğim bir duygu ürkü-türdü beni. Biraz gizemli, huysuz ve huzursuz bir in-san olduğunu düşünerek, kendisiyle konuşmaktan, hatta karşılaşmaktan çekinirdim. Değişik vesilelerle, biz annesiyle konuşurken, söze karışmadığını, fakat her şeyin farkında olan sessiz bir tavırla, uzaktan iz-lediğini hatırlıyorum.

İnek sahibi olanlar, güzün okullar açılınca he-men şehre taşınmazlar, yemden tasarruf etmek için bağda daha uzun süre otururlardı. Biz de ineklerin yayılması için Ekim sonuna kadar bağda otururduk. Bir defasında erken kar yağdığı için mahsur kaldığı-mızı hatırlıyorum. Soyaklar da inekleri olduğu için şehre geç taşınırlardı. Kendisiyle ilk olarak, bağların arasında ineklerini ararken karşılaşmış ve konuş-muştuk. Daha sonra çeşitli vesilelerle o günleri andı-ğımızda Mehmet Abi, şehirde kirada oturduklarını ve aynı zamanda kiradan tasarruf için geç vakte ka-dar bağda kaldıklarını söylemişti.

Mehmet Abi’nin babası Hilmi Hoca, belediye başkanlığı yapmış, varlıktan yokluğa düşmesine rağ-men, itibarını koruyan, çevresinden saygı gören iyi bir insandı. Orta boylu, geniş omuzlu, fötr şapka gi-yer, oğlu gibi başını hafif öne eğerek yürürdü. Hilmi Amca, yavaş sesle konuşan yavaş yürüyen, çevresin-de olup bitenle fazla ilgilenmeyen, kendi halinde bir insandı. Ülfet Hala’yla her ikisi de ileri yaşlarda ev-lenmişler. Tek çocukları Mehmet, doktor kontrolün-de özel ilgiyle doğmuş. Mehmet Bey doğana kadar annesi hiç iş yapmamış. Hilmi Hoca, hem hamileli-ğini yatakta geçiren hanımının, hem de evin ihtiyacı olan hizmetleri, yerine getirmiş. Bu şartlarda dünya-ya teşrif eden prens, doğal olarak üzerine titrenerek, çevredeki diğer çocuklardan farklı büyütülmüş.

Mehmet, normal bir çocukluk dönemi yaşama-mış; sıradan bir kasaba çocuğu gibi, koşup oynama-mış, duvarlara ve ağaçlara tırmanmamış. Yaşıtları gibi, bırakın taş dövüşünü, çelik çomak, ayak topu, saklambaç, körebe bile oynamamış. Bir çift gözün üzerinden eksik olduğu, hür bir anı olmamış çocuk Mehmet’in. Koşma Mehmet düşersin; hızlı yürüme terlersin; soğuk su içme bademciklerin şişer; havu-za girme üşütürsün; yalın ayak basma karnın ağrır, bıçakla oynama elini kesersin gibi uzayıp giden ikaz ve uyarı listesinden arta kalan dar alana sıkışarak bü-yümeye çalışmış.

Mehmet Bey’in hiçbir el becerisi yoktu. Sofra ha-zırlarken, ekmeği dilimlemeyi bile beceremezdi. Ül-fet Hala’nın biraz rahatsız olduğu bir gün, arkadaşlar yemek hazırlıyoruz, Mehmet Bey sadece seyrediyor ve her birimize ayrı talimatlar veriyordu. Arkadaş-lardan biri, “hocam siz de ekmeği dilimler misiniz” deyince, mecbur kalarak bıçağı eline aldı. Göz ucuy-la, belli etmeden izlemeye başladım. Bir ekmeğe, bir

de bıçağa baktıktı. Sonra her ikisini de bırakıp elleri-ni kaldırarak annesine sordu;

- Anne bunlar ne?- Onlar ellerin oğlum. - Bunlar neye yarar?- Mehmedim onlar…

Annesinin daha fazla konuşmasına fırsat bırak-madan, şunları söyledi: Kedi yavrusunu sevgisinden yermiş. Sen de beni yedin bitirdin. Ekmeği bile kese-meyen el neye yarar?

Değişik yönlerden, dolaşarak gelen üç dar so-kağın, Soyaklar’ın bağının önünde birleştiği kavşak, bağ arasının meydanı gibidir. Meydanın ortasında, araçların etrafından dolaşarak geçtiği, bir metre ka-dar yüksekliği olan büyük bir kaya vardı. Ulu bir ce-viz ağacının dalları, kayanın üzerini şemsiye gibi ör-terdi. Günün her saatinde değişik yaş grubundan ço-cuklar, bu kayanın üzerinde sanki kuş tünemiş gibi toplanırlardı. Hepsi daha sonra, Mehmet Soyak’la çok yakın arkadaş olan, Lüfi Baykan, Mehmet Tok-göz, Mustafa Akgül ve Ziya Olgunharputlu’nun da aralarında bulunduğu yaşıtlarımla bu kayanın üze-rinde oturur saatlerce konuşurduk. Bizden yaşlı ve genç olan gruplar da kendi aralarında toplanır konu-şurlardı. Fakat Mehmet Soyak’ın yaşıtlarının arasına katılarak kayanın üzerinde oturduğunu hiç görme-dim. Yılın en az beş ayında aynı semtte yaşamamıza rağmen, 17 yaşıma gelene kadar, kaybolan ineklerini sorması dışında, kendisiyle hiç biraraya gelmedik ve hiç konuşmadık.

Soyak’la yakınlığım, lise ikinci sınıf öğrencisi ol-duğum 1966 yılında başladı. Okullar yeni açılmıştı ve henüz bağdan inmemiştik. Erkilet’ten şehre aynı otobüsle geldik. Hilton Oteli’nin bulunduğu yerde-ki durakta otobüsten indikten sonra, Meydandaki kitapçının önüne kadar, O önde ben arkada, aralıklı olarak yürüdük. Hürriyet ya da Milliyet olduğunu sandığım, bir gazete almak için uzandığımda, So-yakla göz göze geldik. Şimdi söylenmiş kadar net ha-tırladığım bir ses tonuyla, “Şükrü, sen Büyük Doğu almıyor musun?” diye sordu. Ben de “hiç almadım, ama bundan sonra alırım” diyerek, bayiden ilk Bü-yük Doğu’mu aldım. Böylece, dünya görüşümün ve hayat maceramın yönünü belirleyen ilk adımı atmış oldum.

Mehmet Soyak’la, böylesine güzel bir vesileyle başlayan yakınlığımız, giderek kökleşti ve sağlam te-melli bir dostluğa dönüştü. Ankara’da geçen üniversi-te yıllarımda, kardeşi gibi yakınında oldum. Arkadaş çevresine katılmak, benim için ikinci bir üniversite okumak kadar değerliydi. O yıllarda düzenli olarak kendini geliştiriyor ve görüşlerine değer veriliyordu. Üstad’ın kalabalık içinde O’nu seçtiğini, ayrı bir de-ğer verdiğinin şahidi oldum. Kimsenin görmediği

Page 122: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE122

incelikleri yakalamakta üstüne yoktu. Cezbeli üslu-bu ve güven veren görünüşüyle, insanlar üzerinde etkili oluyordu. Kısa süren öğretmenliği döneminde, öğrencileri arasından geniş bir bağlılar kitlesi oluştu.

Mehmet Soyak’la dostluğumuzda, O küçük kar-deş, ben büyük kardeş rolünü oynadık. Biraz şımar-tılan, ufak tefek yaramazlıkları hoş görülmesi gere-ken küçük kardeşimdi sanki. Onunla dostluk ve ar-kadaşlık yapacakların, idare etmek gibi bir görevleri olduğunu da bilmeleri gerekirdi. Hem idare edecek, hem de idare ettiğinizi belli etmeyecektiniz. Çünkü O, mantıksal tutarlılığı olan görüşlerin sahibi, ilkeli bir insandı. Fikirlerinde direnmeden ve itiraz etme-den teslim olanları da sevmezdi.

Ancak bu önemli nitelikler Mehmet Soyak’ın başarılı ve etkili bir insan olmasını sağlamaya yet-medi. Her şeyden önce, Türkiye’nin 1980’li yıllarda içine girdiği değişim sürecinde, O’nun sahip olduğu nitelikleri tek başına başarının ölçüsü olmaktan çı-kardı. 1960-70’li yıllarda en etkili toplumsal önder konumunda olan öğretmenler, 1980’lerden itibaren geçim sıkıntısı çeken, entelektüel yönden kendisini geliştirme imkânından yoksun bir kitleye dönüştü. Bu dönemde, kariyer yaparak, üniversiteye geçenler belli ölçüde kendini geliştirme imkânı buldu. Meh-met Soyak ise, Recep Doksat’ın yanında başladığı asistanlığı bırakarak TRT’de program denetçisi ola-rak göreve başladı.

İkincisi Mehmet Soyak, karşısına çıkan zorluk-ları, kişisel gayret ve mücadelesiyle aşacak güce sa-hip değildi. Yetişme şartları itibariyle, zora ve mah-rumiyetlere katlanamazdı. Esasen tembel ve yılgındı; eleştirmeyi iş yapmaya tercih ederdi. Evlilik hayatı-nın yükü karşısında, önce düzenli okumayı bıraktı, daha sonra da düşünce ve sanat konularındaki iddi-alarını terk etti. Ailesi ve dostlukları da dâhil olmak

üzere, sahip olduğu değerleri korumak, geliştirmek ve yüceltmek için mücadele vermedi. Ne mizacı, ne de bedensel yapısı, böyle bir mücadeleyi göze almaya elverişliydi.

Mehmet Abi’yle bu hükümleri vermeme daya-nak teşkil edecek sayısız tecrübe yaşadık. 1969’da Üstad, Milli Nizam Partisi’nin kuruluş toplantısında konuşmak üzere Ankara’ya gelmişti. Reşat Erol’un Kızılay’daki bürosunda kahvesini içerek dinlendik-ten sonra, bulunduğu yerde hafifçe hareket edince, Soyak bana doğru eğilerek, “Üstad abdest almaya kalkacak, çorabını bana yıkatır” diyerek yavaşça odadan çıktı. Gerçekten de bir süre sonra Üstad ab-dest için çoraplarını çıkardı ve “Mehmet nereye git-ti” diye sordu. Ben ne isteyeceğini bildiğim için he-men uzanıp çoraplarını almak istedim. Ama Üstad “içinizde en fazla Mehmet’i severim, çoraplarımı o yıkasın” dedi. Mehmet ise, Üstad’ın çoraplarını yı-kamayı külfet olarak görüyordu. O dışarı çıktığı için Üstad’ın çoraplarını yıkama onuru bana kısmet oldu.

Mehmet Abi evimize geldiğinde, annem kendi-sine çok büyük değer veriyor ve memnun olması için bolca ikram ve iltifatta bulunuyordu. Ama her sefe-rinde, “oğlum Mehmet Bey çok zor bir insan, O’nu çekip çevirecek, kendinden emin, güçlü ve dirayet-li bir hanımla evlenmesi gerekir” diyordu. Ancak Mehmet Soyak, zihnen ne kadar tutarlı ise, pratik hayatında o kadar tutarsızdı. Bir akşam bağlarında cevizin altında, fener ışığında oturuyoruz. Abdul-lah Gül ve Mehmet Tekelioğlu da var. Söz dönüp dolaştı, evliliğe geldi. Teyze, uzaktan akrabaları olan ailenin küçük kızına dünür gitmeyi düşündüklerini söyleyerek fikrimi sordu. Düşünce o kadar ters geldi ki, birden ayağa kalkarak, olmaz, olmaz, olmaz diye ayağımı yere vurmaya başladım.

Tekelioğlu “ne yapıyorsun, kendine gel” der gibi, kolumdan hızla çekerek oturmamı sağladı. Ortalığı derin bir sessizlik kaplamıştı ki, bu kez de oturdu-ğum yerden, böyle bir evliliğin neden yanlış olacağı-nı açıklamaya çalıştım. Ayrılırken Ana ve Oğul söz-lerime kırılmış olduklarını belli ettiler. Yolda Abdul-lah Bey ve Tekelioğlu, davranışımın yanlış olduğunu ve lüzumsuz konuştuğumu söyleyerek tenkit ettiler. Hatta biraz da kızdılar. Ancak ben her iki tarafı da çok iyi tanıdığımdan, olacakları tahmin ediyordum. Aileler arasında hiçbir yönden denklik yoktu. Bir sürü zahmet ve gayretten sonra sağlam bir yuva ku-rulamayacağı baştan belliydi. Üstelik gerçekten ma-sum olan kıza yazık olacaktı. Nitekim korktuğum başıma geldi ve evlilik iki ay içinde sona erdi.

Mehmet Abi’nin yanlış kararları saymakla bit-mez. Ölümü de böyle bir karar sonucu gerçekleş-ti. Ölüm Allah’ın emri, tabi ki vade ertelenemez. Ama çok az insan ölmeye O’nun kadar can atmış-

Şükrü Karatepe, Mehmet Soyak, Erkilet’te birlikte.

Page 123: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 123

tır. Telefonla aradığında Erkilet’teydim. Kalp krizi geçirmiş, arkadaşımız Çetin kendisini Ankara Tıp Fakültesi’nin kardiyoloji servisine kaldırmış. Geçmiş olsun diyerek, telefonu kapattığım gibi Ankara’ya hareket ettim. Bu arada haberi duyan oğlunun ya-nına geldiğini öğrenince biraz daha rahatladım. Yol boyu en geç yarım saatte bir arayarak, hastaneden şikâyetlerini dile getirdi. Bir an önce taburcu edil-mesini ve İstanbul Acıbadem hastanesine sevkini is-tiyordu. Sağlık Bakanlığı Müsteşarı’nı aradım. Müs-teşar arkadaşımız, bu şartlarda bir hastanın taburcu edilmesinin doğru olmadığını, bulunduğu yerde kalmasının mutlaka sağlamasını tembih etti.

Ama ne yaptıksa ikna edemedik. İlla ki hasta-neden çıkmak istiyordu. Oğlu Hilmi telefonda, “babam bu hastanede kalırsa sinirden ölecek amca” diye ağlıyordu. Çaresizlikten Taner Yıldız’ı arayarak yardım istedim. Taner Bey Sağlık Bakanı’yla görüş-tü ve İstanbul’a nakli için bir ambulans uçak tahsis edilmesini sağladı. Uçağın tahsis edildiğini öğre-nince, biraz da gururu okşanarak keyfi yerine gel-di. Kırıkkale’ye vardığımda uçağa binmişti. İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan ambulansa alınınca

kötülemiş ve hastaneye varmadan yolda ruhunu tes-lim etmiş. Ruhu şad olsun. “Bir varmış bir yokmuş, Hem varmış hem yokmuş. ” Ölüm gelince söylenecek söz kalmıyor. Hayat yalan ölüm gerçek. Herkes bu gerçekle mutlaka yüzleşecek.

Mehmet Abi ile kaderin önümüze çıkardığı, yo-kuşlarda ve keskin dönemeçlerde karşılaştığımız ve bazen aşmaya gücümüzün yetmediği müşterek zor-luklarımız oldu. Bu zorlukların üstesinden gelme yönünde kendisinin hiçbir gayreti olmadı. Esasen yetişme şartları, bu gayreti göstermesine imkân ver-miyordu. Gayret hep bana düştü. Fakat bazen ben de bunaldım ve kolay yolu seçerek biraz uzaklaştım. En büyük tesellim ise, geçmiş ihmallerimi telafi gay-retiyle, son yıllarda yakınında olmamdır. Her gün telefonla konuşuyor, haftada iki kez buluşuyorduk. Makamı cennet olsun. Dostlarının ve sevgili oğlu Himi’nin başı sağolsun.

Mehmet Soyak, Üstad Necip Fazıl’la birlikte.

Şükrü Karatepe, Mehmet Soyak,

Beşir Atalay, Ahmet Beyazıt

birlikte.

Page 124: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE124

Anakronik yaşıyoruz, bu yargı genelde bizlerin popüler yaşadığımız gerçeği-ni de kapsar. İddiası olanlar için büyük

bir acziyet olan popülerlik, bünyesinde barındırdığı dramatik ve bir o kadar da komik bahane bulma ko-laylığıyla sorunlardan kaçma tehlikesini taşımasıdır. Günle başlayıp günle biten, istek ve arzuların çerçe-velediği, bir zaman anlayışıyla, yaşanılan mekanla sınırlı bir hareket kabiliyeti, görüntüden ibaret bir algı dünyası ve hatta gözle yaşamak denebilecek dar bir düşünme alanı. Popülerlik tek hücrelilik gibidir, Yaradanın esmasını bilmemek gibidir, kendisine ve-rilen bunca yeteneği bire indirgemek insanlığa da hakaret sayılmaz mı?

Anakronik yaşıyoruz , Ali Taşçı ise genelde za-man bilinci gelişmiş bir arkadaşımız idi. Kendi halk içinde, gönlü olanca sıcaklığıyla davasını taşırdı. Be-nini nerede yok sayacağını bencilliğini nerede ortaya çıkaracağını bilirdi. Hayatın sadece akılla elde edil-meyeceğini bilenlerdendi. Çünkü son üçyüz özel-likle de son yüzyıl aldanmışlıklarımızın tarihi ve bu tarih, içerisinde yok sayılmanın, zulüm derecesinde izlenimlerini yüreğimizde duyduğumuz bir dönem-dir. Necip Fazıla isnat edilen(ayaklarımın altı bile düşünüyor)cümlesi hal ü pürmelalimize ilm i hal oluyor. Protoplazmasını sürekli şişirdiğimiz böyle-sine hastalıklı gövdenin sağlıklı bir baş taşıyamaya-cağını elbette ki inancımızın ışığında görebiliyoruz. Popüler olmanın sakıncasından daha vahim olanı,

akıllı olduğunu söyleme budalalığıdır. Hem popüler hem akıllı hem de zengin vatandaşlarımızın dünya tutkusuyla ülke çıkarlarını nasıl telif ettiklerini Ali Taşçı ile çok konuştuğumuz için burada gündeme getirdim. Son dönem tarihimiz böylesi yüreksiz se-fillerle doludur, nerdeyse iktidarın tarihi onların ha-yat hikayesi gibidir. Gizli olarak sığındıkları nafile dünyalarını bile sekülerleştirmiş durumdalar. Yaşa-mak için dahi zevkleri kalmayan bu güruhun, halk içinden olmak gibi bir de dövizleri var. Kendinden başkasına haset bu tiplerin, inanca verdiği zarar ise laikliğe protoplazma olmakla yetinmiyor ve sos-yalist ekole kötü örnek olmayı seçerek üstü örtülü çok zarar veriyor. Bu sınıf bencilliği oynuyor, hem de banko oynuyor. Akıllılığın, popülerliğin, madde tutkusunun inananları ne hale getirdiklerini görüp te onlara yine de(çirkin ördek yavrusu)tasnifini yap-mamızı bekliyorlar. Bu konuda gerek kapitalistler gerekse sosyalist ekol yanlış teşhis ve tekliflerinde ısrarcılar.

Genel olarak büyükdoğu mektep mensupları akıl denilince zamanı, laikliğin sistem olarak kabu-lünden sonrası ve öncesi diye iki bölüme ayırarak cevaplamak ister. Laiklik öncesi peygamberi aklın semavi sevapların ince ince renk renk dokunduğu insanlığın oluşumunu ve insan gibi dik duruşunu temin eden kurumun takdir ve tedbir alemleriyle bizi kuşatan açık ve gizli bütün varoluşumuzu çev-resinde bulduğumuz evre. İçinde eridiğimiz ve her

Mustafa ÖZER

NÜKTE GEZEGENİ

Page 125: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 125

şeyiyle içimizde erimiş olan mukaddes yapı. Laiklik son-rası akıldan anladığımız ise, siyasi yapının mükellefiyet olarak üzerimize yığdığı istek ve ideolojilerden nasıl kurtu-lacağımızı gösteren tedbir ya-pılanmasıdır. Bütün insanlar sadece Yaratıcısının kuludur. Hiçbir devletin kendini mu-kaddes addederek insanlar üzerinde baskı kurma hakkı yoktur. Sosyalist devletin ne olduğunu S. S. C. B. tecrübe-siyle hem ruslar hem etnik yapılar hem de bütün dünya gördü. Ve yine bütün dünya-nın gözü önünde kapitalist AB ve ABD nin üçüncü dün-ya diye tesmiye ettikleri geri bırakılmalarında sömürüleri-nin kesinliği olan ülkelerde, nasıl kıyım yaptıklarını candaş olanları bile haykırıyor . Birbirilerini onay-layarak yalanlayarak ecellerini bekliyorlar, ölüm-süzlüğü laboratuarda bulmak adına yaptıkları araş-tırmaları da, günlük eğlence haline geldi. Her türlü kötülük ve suç işleninceye kadar teşvik, işlendikten sonra da zulme ve imhaya varan bir cezalandırmaya hukukun üstünlüğü denilerek, devlet bile dışarıda bırakılıyor.

Geç çocukluk yada erken delikanlılık çağında tanıştık Ali Taşçı ile . Benim akranım en küçük am-cası Ahmet idi, Talas’a yakın bir çiftlik evinde oturu-yorlardı. Hunat’a yakındı o zamanki müftülük bina-sının altındaki Türk ocağı, dernekten Taşçıların eve bir kaç defa yaya gitmiştik. Çünkü sohbet geçe ka-lınca son Talas belediye otobüsü de kaçıyordu. Epe-yi bir kalabalıkla Kıranardı ve Hisarcık piknikleri de yapmışızdır. Ömrün bu cennet evresinde her tür korkudan azade ve tabiatla içiçe yaşadık. Arkadaşlık-larımız da bir hesaba dayanmazdı. Sanki bilgi edin-mek için yaratılmış gibi okuyarak, okuduklarımızı tartışarak, bir çok kitabı müşterek okuyarak ve hatta, bazı yazarları toplu okuyarak çok geniş bir bilgelik alanına çıkıyorduk. Hafızamıza bilgileri kelimelerin içini iştahla doldurarak büyüyorduk. Bir yanda İslam klasikleri beri yanda Yunan, Rus, Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan klasikleri diğer yanda çağdaş dünya ve Türk edebiyatı, buna paralel klasik Türk müziği koro ve resitalleri ufkumuzu aydınlatıyordu. Ali ile birkaç konsere gitmiştik. Sonra Alinin iyi bir kitap toplayıcısı olması sanırım çocukluk günlerinin has-retini taşır. Seksenli yıllardı Fuzuli’nin Hadika’sını bulmuştu. Heyecanla anlatmıştı, dün gibi anılarım

taze. Fuzuli üstüne zaman za-man bilgiler aktarırdı. Bugün bilgiye ulaşmak kolay velakin isteksizlikte bu kolaylığa pa-ralel durumda. İsteksizliğin bilgilenme konusunda oldu-ğunu belirtmek gerekiyor. De-ğilse arzular kredi kartlarının çok çok üzerinde seyrediyor. Alinin meramını anlatacak kadar İngilizce ve Arapçası vardı. Yeri gelmedikçe bunu anlamak kolay değildi. Çünkü bilgi çekişmenin alanında tu-tulamazdı. Hele iddianın ta-rafı kesinlikle olmazdı. Sessiz sohbetlerde Ali öylesine de-rinleşir ve bilgiler aktarırdı ki toplantıdakiler mutmain olur arkalarına yaslanıp içlerinde-ki gerginliği atarlardı. Ali bu

yanıyla bilginin dost çemberinde kalmasından ya-naydı. Ülfeti ünsiyete idi.

Ali hep gayet tertipli, temiz ve özenli giyerdi. ta-kım elbiseli olarak hep güzel uyumlu kravat seçerdi, ki zevki yansırdı giyimine. Bol ve paspal giymediği gibi, içinde sıkıştırılmış gibi de giydiğini hiç görme-dim. Spor giyindiğinde de montu çok özel olurdu. Traşı gelmiş şekilde sokağa çıkmaz, hasta görünü-münde de hiç dışarıda göremezdiniz. Mızmızlanma-yı sevmediği gibi yapmazdı da. Koyu ve soğuk renk yerine hep sıcak ve ara renkleri tercih ettiği görülür-dü. saçı çok uzatmaz, daima taralı tutardı. Okul ve memuriyet yıllarında arasıra bıyık bırakırdı. Avukat-lığa başladıktan sonra ise üstdudak hizasında doğal bir bıyığı vardı . Kumral olan saç ve bıyığına son yıl-larında aklar dadanmıştı.

Ali’nin özel olan esas pabuçlarıydı. Onlar hep bo-yalı ve pırıl pırıl parlardı. Hatta ben her gördüğüm-de takılırdım:Ayakkaplarına sinekkaydı yaptırmışın derdim. O da kahkaha atardı. Ve fakat ayakkabıları-nın özelliği esas ökçesinin aşınmamış olmasıydı. Ne yapar nasıl yapar bilemem ama hep eksiksiz ökçe-li ayakkabı giyerdi. Ali moda önderlerine önderlik edecek kadar itinalı, ve zevkli giyerdi. Paltosu varsa mutlaka boyunbağı da vardır. En ince ve zarifinden.

Alinin babasına hafız amca derdik. (Allah rah-met etsin)asıl adı Mustafa:Dürüst, sakin, temiz gi-yimli, oldukça net ve açık konuşan, oldukça sosyal, cemiyetin ileri gelenlerinden biriydi. Her zaman ka-muoyu önündeydi. Hafız amcanın ilkokulu bitirip bitirmediğini bilmiyorum, lakin bizim kadar okur yazardı. Okuduğunu unutmaz ve muhakemesi çok

ALİ TAŞÇI

Page 126: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE126

sağlamdı. Arifanın önde gideni Ahmet’te öyledir. İr-sen zeki nüktedan ve edepli bir ailedir. Onun için ai-lecek hem siyasetin içindeler hem sivil toplum kuru-luşlarının içinde hem de her hayrî çalışmanın önderi değillerse mutlaka içerisinde yer alırlardı. Kayseri’de ne olur ne biter hafız amcanın yorumuyla öğrenir-dik. Ali’nin edep mektebi ailesiydi. Yeri gelmişken büyükbaba Bekir efendinin dört oğlu vardı ve en büyüğü hafız amca dediğimiz Alinin babası Musta-fa Taşçı, Hayri ve Yusuf kardeşlerin en küçükleri de Ahmet’tir…. Ahmet’le tanıştığımız yıllarda büyük aile hep bir aradaydı. Hafız amca ailenin direğiydi. birçok tanıdık Ahmet’i hafız amcanın oğlu sanırdı. Hafız amcanın altı çocuğu vardı. Ali ilk çocuğudur sonra sırasıyla Nurettin, Adil, Fatma, Hatice ve Bekir dünyaya geldiler. Ali ile Ahmet beraber büyüdüler. Amca yeğen olmaktan çok kardeş gibiydiler. bizim için eşzamanlı arkadaşlardı. Ahmet’in dobralığı Ali’de diplomasiye dönüşmüştü. Diplomasi Ali’de bilgi aktarma formatı olarak vardı. Ülfetsiz ortam-larda bu tavrı kullanırdı.

En acı en sıkıntılı konuları bile tebessüm içinde anlatırdı. Ali okuduğunu iyi anlar ve karsısındakine anlayacağı dilden aktarırdı. Alide tebessüm kahka-haya evrilirken şakalar taptaze ve özel yapıdadır. sı-rası gelince şakalarından örnek yansıtmağa çalışırız.

Dokuzyüzyetmişlerde ergin olup ta kavganın or-tasında kalmayan var mı ki bizler dışında olalım. Ali Ankara Üniversitesi hukuk fakültesini bitirdi. O dö-neminde MTTB Ankara başkanlığında bulunmuştu. Daha sonra meslek kuruluşu olan Kayseri baro baş-kanlığı yapmıştı. Bütün bu başkanlıklar da dahil sivil yönetimlerde yer almak, onun için zamanla yerine getirilmesi gereken ödevler gibiydi. Çünkü o aileden gerekli eğitimi almıştı. Aliye düşen bu zamanlama-nın seçimiydi. Hasan Celal Güzel ile olan siyasal oluşumda bu girişimlerden biriydi. Ayakkabısının ökçesine gösterdiği özen her yerde karşımıza çıka-caktır. Zemini dengede tutmak diyorum ben.

Ali yalakaları, dönekleri, yağcıları sevmez ve kendinden uzaklaştırmak için suratını asar ta ki o kişi toplantıyı terk edene dek yumuşamazdı. O gittikten sonra güler ve neşelenirdi. Fikri takipte gazeteci gibi olurdu. Sonuna kadar izler, sonuç alırdı. Onun abid ve dini vecibelere bağlılıklarını yakın çevresi iyi bilir. Orta yolun edep ve erkanını Büyükdoğu estetiğiy-le bezemiş olan Ali modernitenin, çağdaşın ve batı tefekkürünün neler teklif ettiğini ve hangi kafaların reforme edileceğini iyi bilirdi. Sloganizme ihtiyacı olmayan Ali, inancının toplumu tarafından tüketim malzemesi gibi kullanılmasından büyük acılar du-yardı. Bazı reformist devrimcilerin yaptıklarını ko-nuşurduk. Bir keresinde bir prof ’a cevap veremediği için öylesine üzülmüş ki bana aktarırken hayli vakit

geçmiş olmasına rağmen çok heyecanlanıp salya sü-mük ağlamıştık. Ali derin, samimi ve içliydi. Davası-na hep sadık kaldı.

Daha önce söylediğim veçhile ben önce Ali-nin amcası Ahmet’le arkadaştım. Aliyle daha sonra Ahmet tanıştırdı. O gün bugündür aileyle tanışırız. Ahmet daha bir güngörmüş ve bizden daha ataktı. Bu hal onun okul hayatına mal olsa da. Ahmet hep takılır bana. Ben olmasam sen şimdi nurcu idin diye. Lisede okuyorum . Sınıfımızdan bir çocuk, edebiyat dersinde eski şiirin meallerini, kelime karşılıklarını öyle güzel açıklıyor ki deme gitsin…Çocukla arka-daşlığımız eski şiir üzerinden. . Fakat O güne dek hiç duymadığım Said Nursi’yi anlatıyor. . Galiba Tabiat risalesinden okuyor, bende dinliyorum. Beni her-kese açık diye davet ettiği yere götürdü. O yaşta o dönemde gidilmez mi, kir ve kirlenmenin ne demek olduğunu dahi bilmeyecek derecede safız. Bir saat geçmişti ki polis bastı dediler. karakola götürdüler. iki saat karakolda tuttular ve serbestsiniz dediler. O günden sonra radyodan geçen haberlerdeki “ayin yapanlar ve/ya nurcu yakalandı”lara irkilirim. Zan-nederim ki bugünkü nurculuk, kavram ve kurum olarak Türkiye Cumhuriyetinin özellikle de anlı şan-lı güvenliğinden sorumlu müessesesinin eseri ola-rak dimdik ayaktadır. Oysa devletin dine ve dindara hayvanları korumağa gösterilen kadar özeni olsaydı da çarpık yapılanmalar keşke olmasaydı. . Bugün bile hem tehdit unsuru olarak gösterilip tehdit ediliyor, hem de dini tevzide siyaseten medet umuluyor. bir yandan Amerikancılıkla itham edilirken diğer yan-da ülkenin ideolojik ayarına mihenk seçiliyor. Oysa ne yeni bir mezhebiz, ne yeni bir tarikatız diyen var. Bir yanda etnik ayrılıklara birleştirme formülü gibi takdim ediliyor diğer yanda kendisini bölücü diye sunuyorlar. Ne yaman çelişkiler. İktidar yaptıklarını, yiyip yok eden siyasal dişli zamanla kimleri tasfiye edip kimleri tavsiye edecek acaba. Bir zamanların Türkiye hizbullahını da devletin kurduğunu söyle-mişlerdi. Zaman gösterecek.

Biz Büyükdoğu ekolü mensupları İslam’ın anla-şılması ve yaygınlaşması faslında çok kaygılanır ve endişe duyarız ki;İslam’ın içine girecek her yeni du-rum renk çizgi fitneyi havi ve hami olmasın. Nurcu-luk üstünde çok fazla durduk, zira bu yazı bir karde-şimizin mersiyesi olarak gündeme geldi. Dikkat et-tiğimiz husus İslam edep ve erkanının canla, akılla, ruhla tanışması ve bu tanışıklığı

eserlerine intikal ettirmenin iman ve iştiyakıdır. Dünyayı mamur ederken Allah rızasını temin etme-nin

zevk ve neşesidir. 2010yılı yazında Kayseri’ye gitmiştim . Ali geldi-

ğimi öğrenmiş. Cabat da telefonla (Cabat’ ki Ali’nin

Page 127: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 127

yaşayan ardılı) yanında ol-duğumu söyledi. Geldi bizi aldı ve hava ikmal üssünün yukarısında ki bağ evine kahve ikramı için götürdü. Kalbinden rahatsız olduğu-nu orada öğrendim. Özal’ın şişmanlığına atıf yapan( ya-naklarını şişirip)Iııh diye ses çıkararak halini arz etmişti. Gülüştük…Bizim kulüpte ye-rini aldığına göre gereklerini de yapmalısın diye sıkı sıkı tembihlemiştim. Çünkü ben iki kez kalb krizi sonucunda ameliyat masasına yatmıştım . Bizim kulüp kalb hastalarını kapsıyordu. İlaçlara özen, yü-rüyüşe dikkat, perhize sağlam durmak gerekiyordu. bunlara harfiyen uyduğunu söylemişti. Elbette ted-bir aleminin gereklerini yaparız takdire mültefitiz.

Aşağı yukarı 1968 yılının ekim ayından buyana tanışıyoruz. Bu tanışıklık aramızdaki hiyerarşiyi bir gün olsun sekteye uğratmadı. Ali cevaplamayacağı konulara gelince diplomatik alana geçer ve karşısın-dakini kırmamağa özen gösterirdi. Ali görüşmesini yapacağı konu üzerinde bir hazırlık çalışması yapar-dı. Gerekli olan ile önemli olanı birbirinden ayırır, silsileyi meratibe dikkat ederdi. Ali sivil hayatına ilişkin bütün yapılması gerekenleri 1980ihtilalinden önce bitirmişti. İki yıl doğuda ilçe mahkemesinde hakimlikten başlayıp Polatlıdaki topçu okulunda kısa dönem askerlik de dahil olmak üzere Kayseri’de-ki avukatlık stajı ve evliliği de içine alır. 1968 ila1979 Ali Taşçının sivil oluşum yılları dense yeridir.

Ali Taşçı’nın üç çocuğu oldu. Melike(evli), Orhan(baba mesleğinde devam eden avukatımız) ve Enver(Şehir planlamacısı). Allah onlara sağlıklı uzun ömür versin . Elbette ki kıymetli eşleri hayat-tadırlar. Alinin hatıralarını tevarüs eden kıymetli kardeşimize de sabrı cemiller niyaz etmek bizlerin boyun borcudur.

Türk Ocağı’nda yaklaşık yetmiş kişi kadardık. Mustafa Dinçel fiili başkan bizler de müdavimleriz. Hiyerarşide, büyükler var yılda bir gelirler, bazı bü-yükler ayda bir gelirler, çalışan arkadaşlar var haf-ta sonları gelirler, bizler ise kışları okul sonrası hep ordayız. Yazlarıysa gece gündüz demeden açlığı bile düşünmeden oradayız. Yukarda anlattığım üze-re Gazalinin İhya-yı Ulumid-din isimli dört ciltlik eserini yüksek sesle okunarak, araya bilinmeyenle-rin veya anlaşılamayanların çözümü de dahil olmak üzere kitaplar okunur. . okunur …okunurdu…Necip Fazıl üstadımızın, Çöle İnen Nur ve Çile’si kulla-

nılmaktan epey yıpranmıştı. Hatırladığım kadarıyla Şükrü Karatepe Saint Exupery’nin bütün eserlerini bir kitap günümüzde tanıtmıştı(Gece Uçuşu, Küçük Prens, Savaş Pilotu…)Ali, Siyer-i nebilerle Çöle İnen Nur’u mukayeseli anlatmıştı. Pakistanlı yazar Mevdudi’yi o gün itibariyle elde mevcut Türkçe çeviri-leri üzerinden toplu olarak değerlendirerek Türkiye ve Türkiye’de yaşayan Müslü-manların ne sorununu çö-zebilir ne de Müslümanların geleceğine dair projeksiyon yapılabilir hükmü çerçeve-

sinde bir kanaate varılmıştı. Bu konu epey bir uz-manlık isteyen alandı, buna rağmen Ali çok ter dö-kerek konuya çözüm bulmuştu. O yıllarda Pakistanlı yazarlar, Mısırlı yazarlar ile Kuzey Afrikalı yazarlar çok tercüme ediliyordu. Hem ehliyetsiz çevirmenler, hem de ehliyetsiz editörler elinde yayıncılık kepa-zeleştirilmişti. Elli sayfalık bir broşür beşyüz sayfa-lık kitap haline gelebiliyor, ve/ya orijinalindeki bazı bölümler atlanarak ve hatta bu atılan bölüm yerine başka kanallardan bölümler eklenerek kitaplaştırı-lıyordu. Ali Taşçının çalışması bu açıdan önem arz ediyordu.

Mustafa Dinçel’in demli çayları Alemdar Yalçın’ı coşturuyor çok güzel şiirler okunuyordu. Ziya Ol-gunharputlu beri yanda şarkılar okuyor, taklitler yapıyordu. Hasan Nail’i kızdırdılar mı tiyatro tirat-larını yüksek perdeden dinlemek zorundalar. Karşı-mızda Pınarbaşı’lıların kıraathanesi vardı. Tek gözü soğulmuş iri yapılı bir de ocakçısı vardı. Neşemizden etkilendiği için bize çay servisi yapar para da almaz-dı. Sessiz dernek başkanımız Mehmet Tekmen sessiz ve sade Ahmet Sevgi, gür kaşlarıyla Ahmet Saracoğ-lu, Ahmet Damar, Hulusi Dörtkulak, hele hele Meh-met Emre, Mehmet, Mustafa ve Ahmet Tekelioğlu kardeşler ile Abdullah, Macit Gül kardeşler, Ayrıca Ahmet Tahir Gül, Hava ikmal grubu…

Alinin olduğu yerde şaka olmazsa olmazlardan bir vardı, Koltuğunun altında Ziya varsa açın kome-di perdelerini. Şakalar nükteler espriler o şen gün-lerin doğal efektleriydi. Mustafa Dinçel’de şaka kal-dırabilirdi, diğer yandan Mustafa Özküçük tecahül-i arifler ile arkadaşları ince ince ipe dizerdi. Neden sonra sarakaya alındıklarını anlarlar da basarlar çığ-lığı. Sohbetler kıymetli ve uzun…

Yukarda yeri gelince örneğini serdedeceğimiz yere şimdi geldik. Alinin şakalar alemine…Ali’ye

Page 128: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE128

arkadaşları küçük bir şaka yapıyorlar. Ali anlıyor ve onlara diyor ki:bana bir daha şaka yapmayın. Arka-daşları (neden)diye soruyorlar. Ali diyor ki(Benim yaptıklarıma dayanamazsınız . Onun için)diyorlar ki (Ne yapabilirsin ki, biz şakalarına varız arkadaş) . Ali diyor ki (tamam!). . . Aradan bir süre geçiyor, arka-daşları hep Ali’yi takipte. Fakat Ali’de ses seda yok. Unuttu diye seviniyorlar için için. Oysa Ali şakanın şiddetini artırmak için bir süre daha onları kolluyor. Sınavların başladığı bir evrede çarşıdan iki enjektör alarak çantasına atıyor. Gecenin geç saatlerine dek ders çalışan arkadaşlarının yatağa dar düştükleri gece, Ali kalkıyor, traş kremini bir enjektöre, diş ma-cununu da ikinci enjektöre çekiyor. Enjektörlerdeki jelleri ters olarak tüplerine yarım yarım boşaltıyor. Gidip yatıyor tilki uykusuna. Arkadaşlarından önce uyanan doğruca banyoya koşuyor. Geç kaldığı zeha-bına nasıl kapılmasın Ali saat ayarlamakta da usta-dır. Diş fırçalamak için diş macununu alır fırçasına ve tabii ki birazdan köpükler saçılan ağızdan aynı anda çığlıklar yükselmede. Ali hemen koşup doğru enjektörden bir miktar tüplere doğru jel ilavesiyle arkadaşına. bağırarak

( hangi macunu kullandın ?)der ve sonrada ilave parçayı alır ve dişini fırçalar, bu gürültüye diğer ar-kadaşta uyanmıştır. O da olayı anlamaya çalışmakta-dır. Aliye uyarak, o da fırçasına bir miktar macun alır ağzına götürür. Lakin ayni sondan o da muzdariptir. Çünkü o da tıraş kremiyle diş fırçalamaya kalkışmış-tır. Şakanın devamı ertesi gün ortaya çıkar. Tıraş ol-mak isteyince tongaya basar biri, ve diğer arkadaşını uyarmasıyla uyarılan, paçayı kurtarır. Ali şakalarını proje yapar gibi yapardı. Tabiidir ki bir daha Aliye şaka yapmazlar. Bu şaka Ankara’da ve öğrencilik yıl-larında yaşanır.

Alinin İstanbul’a bir gezilerinde Merhum Mus-tafa Dinçel, Ali Taşçı, Osman Yalnız birlikte esnaf lo-kantalarından birine gittik. Yemekler yenildi, Musta-fa abimiz hesap ödedi, lokantadan dışarı çıktık arka-dan Ali elinde elli kuruşluk bir madeni para( Musta-fa abi paranın üstünü unuttun galiba) dedi. . Dinçel kıpkırmızı oldu, (Ali o para garsonların bahşişi) de-mesiyle biz kahkahayı basınca anladı Dinçel bunun şaka olduğunu. Fakat (Ali yapma bir daha kalbime indireceksin) demişti Dinçel. Mustafa Özküçüğün dut ağacına merdiven koyup Mehmet Soyak merhu-mu çıkarmıştı bir keresinde. Daha sonra merdiveni aldı gitti sakladı bir yerlere. Soyak yalvarır, kızar, ba-ğırır, çağırır …Ali tınmaz ve üstelik (ayıp ayıp koca adamsın kötü sözler sana yakışıyor mu ) diye de çıkı-şırdı, sonra araya gireriz tatlıya bağlanır konu. .

Her yıl sektirmeden İstanbul’a gelirdi. Bir prog-ramı varsa ona uyar İstanbul’un bir semtini gezer-dik, değilse bir program yapar bir konsere bir sergiye

veya bir filme giderdik. İstanbul Ali gibi bir aşkını Kayseri’ye kaptırdı.

Ali Taşçı geleceğe kurulmuş bir espri gezegeni-dir. Nerde bir tebessüm görseniz anlayın ki Ali ya-şıyor

Ali Taşçı sana, babana ve Büyükdoğu’dan nasip-lenmiş bugün aramızda olmayan diğer kardeşlerimi-ze de Allah rahmet eylesin…Amin

iki direkli şehir

Isiyah saçlarını yaslarken suyaardınca geceyi getirdi koya

ürperişlerin güzelinde peridenizin ardınca ürperiverdi

periyle göz göze gelince sulartenhaya kaçmak istedi dalgalar

mehtapta sessizce öpülen omzusuda halkalandı genleşen arzu

engine dolmuştu lahuti sükutgönül miftahına dek dolmuştu yakut

ateş böceğinin ışığı burdangeçerken içer elindeki nurdan

samanyolu buradan geçer yorulurburadan geçen buz olsaydı kor olur

ceylan koşar rüzgar dolar yelkeneçok can hazır girmek için ülkene

kumru dem çeker bülbül gam yüklenirey aşk senin olmadan kim büyüklenir

IIey aşkı aynasına yansıyan imsen bol olsaydın sembol istemezdim

bil ki ne konçertolar dokunurdune roman öykü şiir okunurdu

resmin renkleri ayrımlaşmazdıalında çizgiler karışmazlardı

bayramları urbalar temsil etmezhiç kimse şeker için yol gitmez

hangi kitabı açsam senden iz varbütün besteler seni gizliyorlar

nota renk kelime ve davranışlarinkar iman neşe ve kıvranışlar

seni doğrudan kavramak ne mümkünne verirsen odur “künfeyekün”

Page 129: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 129

“İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum, Nevruz?Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit iş de gerek, Lafı bol, karnı geniş soyları taklit etme; Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkı na çek. ”(1932)

Bu öğüt, altmış yaşına gelmiş mer hum Akif’in bir gence, bütün gençlere tavsiyesidir. Kişi yap-tığını söylemeli, söylediğini yapmalı, yoksa

palavracı olur. M. Akif Ersoy, Nevruz’a ve herkese yaptığı tavsiyede samimi olduğu için, kendisi de söylediğini ya-panlardan olduğu için öğüdü etkili ol muştur. Bu sebeple bugün olduğu gibi âti de de beyti ve adı yaşayacak, rahmet-le anılacaktır.

Günümüzde herkes birçok şeyden şikâyetçi. Sağlığın-dan, çocuğundan, işyerin den, mesleğinden, eşinden, ana-sından, babasından, trafikten, televizyondan şikâyetçi... Şikâyetçi olmayan varsa, o kişiden de bizim şikâyetçi ol-mamız lazım, çünkü sorgulamayan, şikâyetçi olmayan, şikâyet ettiği konuların çaresini bulamaz, dolayı sıyla te-rakki olmaz. İnsanlık saadet istiyor sa tek tek fertler vasıflı olmalı. Hz. Ali’nin ifadesiyle, parça bütünün habercisidir. Cemiyeti oluşturan fertler nasılsa, cemiyette yöneticiler de öyle olacaktır.

Amel-i salih öz manasıyla, insanı, kul, kardeşi düşün-mek ve yardımlaşmaktır, doğru adam olmaktır, mesleğini iyi yap maktır, komşusuna, büyüğüne, küçüğüne yayaya, binene, inene, uçan kuşa sevgiyle yaklaşmaktır. Dolayı-sıyla cemiyetimizin, insanlarımızın hali ortada: Her şeye rağmen cemiyetimiz de adam gibi adam elbette ki var. Ne

yok ne çok, ama var. İşte adam gibi bir adam. . Abdullah Sarımermer.

ADAM GİBİ ADAMAbdullah Sarımermer, aynı şehir, aynı mahalle ve

aynı yıllarda çocukluk ve tahsil hayatımız olan arkadaşım-dır. Tahsil hayatı parlaktır. Her dersten en üst notu alarak talebe yurdunun en çalışkan ve disiplinli ki şisi olarak, her dersi tam öğrenmeden im tihanına girmeyerek, her sınıfı iftiharla ge çerek hukuk tahsilini tamamlamıştır. Hu kuk fa-kültesindeki hocaları talep onlardan gelmek üzere kendi-lerine asistan kalma sını istemişlerse de; İmam Hatip men-şeli olduğunu öğrenince bağnazlıkları, parlak bir istikbal vadeden talebelerini asistan ka zanmalara galebe çalmış-tır. Başarılı avu katlık stajından sonra mesleğini icra ede-cekken kaza kaderi ile ticaret yapmaya mecbur olmuştur. Bu sebeple Türkiye’nin ihtiyacı olan Hereke halıcılığının kaybolmaya başladığı yıllarda tekrar kaliteli yün ve ipek halı imalatını üstlenmişler. Guinnes rekorlar kitabına gire-cek kadar da imalatı başarmışlardır. Mümin, müstakim ve gayyur olduğu için hayatının her safhası başarılı, yurduna ye insanlara hep faydalı ol muştur. Arkadaşlığımızın yanın-da yirmi yıl dan beri de Hereke Özipek halıcılıkta işyeri he-kimi olarak beni göreve davet ettiği için teşrik-i mesaimiz, teşrik-i yolculuğumuz ve teşrik-i dostlarımız olmuştur.

Bu ortak dostlarımızdan sayın Doç. Dr. Sefa Saygılı ile tanıştırdığımda, Saygılı bana “Hakikaten bahsettiğin gibi değerli bir kimse imiş” kanaatini bildirdi. Zaman geçti, Sa-yın Saygılı, Sağlık Yolu mecmuası nı neşre başladı. Faydalı

Dr. Ahmet ALPAY

GÖNÜL DOSTU BİR ADAM!

Page 130: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE130

yazılar yayınlandı. Kayda değer kişileri tanıtıcı yayınlar oldu. Bir gün bana Abdullah beyi tanıtan bir ya zı istediği-ni söyledi, ben “Hayır” dedim. Bir süre sonra tekrar istedi, yine hayır. Neden hayır; çünkü öncelikle şahıs tanıtıcı ya-zılar, kaide olmasa da bu dünyadan göçenler için yapılı-yor. Kanaatimce bu doğru değil, yaşayanlar da timsal olan kişiler de tanıtıl malı, anlatılmalı ki diğer yaşayanlara ör-nek olsun, ibret olsun. Peki, o halde neden ha yır? Kaleme alacak olan bensem, bir kim seyi tanıtırken onun müspet ve menfi yön lerini açıkça yazmalı yım, samimi olmalıyım. Düşündüm taşındım; iyi kötü müşterek gün lerimiz olan yarım asır lık arkadaşım Abdullah Sarımermer’de kayda değer menfi bir va sıf bulamadım. Bu kanaatimi kendisine söylesem beni beceriksizlikle itham eder dedim. Ama ol-sun, bir sefer de bu ithamı na mazhar olurum.

Alışkınız. Bende menfi vasıflar oldukça onun da it-hamları elbet bitmez. Ancak bu son ithamında haksızlık olur, çünkü menfi vasıf bulamadığım bu sefer beceriksizli-ğimden değil, bulunacak bir şey olmadığındandır. Kaleme almaktaki itiraz ve gecikmenin sebebi objektif olun duğu halde methiye zannedilmesi endişesi idi. Sayın okuyucu, muhterem kârî bu sa tırlar katiyen; bir methiye değil, sami-mi bir nakl-i kanaattir, müdellel bir nakl-i müşahededir.

MÜKEMMEL BİR KİŞİLİK Abdullah Sarımermer, mükemmel bir kişiliğe sa-

hiptir. Bir insanın mükemmel olması çok zordur, ama imkânsız değildir. İnsanlarda hedef mükemmelliktir, an-cak hedefe giden yolun şarampolü, kademeleri, çeyrek yolda, yarı yolda kalanlarla doludur. Yine de hedefe ula-şanlar elbette vardır. Bu bahtiyar kişilerden biri de Sarı-mermer kardeşimdir. Merhum Mahir İz’den mükemmel insanı tarif etmesi istendiğinde “Doğru adam olacak, işinin ehli ola cak, mümin olacak, nezaket ve nezafet sahibi, vakur ve hilm sahibi olacak” derdi. İşte bu tarife uyan nadir ki-şilerden biridir. Abdullah Sarımermer Bey. . . Yine Mahir İz, üstün bir zatı tanıtırken “O alim adam fazıl adam”, gibi vasıfları sayar sonunda da “Hitabet yerinde, nükte tamam” diye biti rirdi. Yine de tarife uyarak günümüzde hi tabet ve nükte kabiliyeti olan sayısı az kişi lerden biridir. Abdullah Sarımermer bey…

İslam’ı hakkıyla anlayan, anlatan ve yaşayanlardandır. İslam’da hedef hakkın rızasıdır. Hakkın rızasının da halkın rızasın dan geçtiğini bilen ve tatbik edenlerden dir. Daima çevresine yardımcı olmuştur. Okul, cami, yurt gibi hay-ratın banisi olma yanında yüzlerce talebeye devamlı burs verdiğinden bahsedilmesini istemez. O ya pılan hayrın giz-li kalmasından yanadır ve öyle de yapıyordur. Her yaptığı ve yaptırdı ğı işin mükemmel olmasına dikkat etmiş tir. Te-ferruatta bile hiçbir işi yarıda bırak maz, her vaadini bihak-kın yerine getirmiş, huzurlu, vakur ve mütevazıdır.

Üstad Necip Fazıl’ı birçok defa beraber ziyaret etmi-şizdir. Üstada “O Erler ki” şiirindeki:

Yıldızları tesbih tesbih çeker de, Namazda arka saf hizasındalar.

İçine nefs sızan ibadetlerin, Birbiri ardınca kazasındalar.

Ne cennet tasası ve ne cehennem;Sadece Allah’ın rızasındalar. Beyitlerini terennüm ettiren erlerden birisi mutlaka

Abdullah Sarımermer’dir. İs lam’ı anlayanlardandır dedim. Bir hırka bir lokma afyonuna kanmayıp maddi ve ma nevi zenginliği ile insanlara daima yardımcı olmuştur. Hem de geçiştirici, zevahiri kur tarıcı, kaypak ve siyasi davranış-larla değil, derdi olanla hem dert olup hakkıyla yar dımcı olmuştur. Bu hususlarda benim şehadetim yetmezse bin-lerce şahit bulabili riz. Bu şehadetleri Sarımermer istemese de.

FEDAKÂRLIK SEMBOLÜKardeşimiz; cemiyetimizde az bulu nan ama çok ihti-

yacımız olan bir vasfa, fedakârlığa hakkıyla sahiptir. (Va-sıfları sayar ken hakkıyla ilavesi fazla ifade ediliyor zanne-dilmesin, zira öyle kişiler tanıdık, tanıt tık, tanıtıcı yazılar okuduk ki, ufak bir emaresi olsa; cesur, âlim, hayırsever, fedakâr gibi sıfatlar rahatlıkla atfediliyor. ) Fedakârlık fazla elekten geçirmeden her kula yar dımcı olmaktır. Acılı gün-leri, sıkıntılı za manları dâhil ne zaman ve kim bir yardım dilemişse, dileyenin düşündüğünden fazla sını yaptığına şahit olmuşumdur. Onu tak dirim; kendi nefsimle kıyasla-dıkça daha da artmıştır. Bazı şahıslar için hüsn-ü şehadet-te bulunurlarken insanın içinden; eh, ne de olsa, nispeten, hadi neyse, sayılır. . . gibi zorlamalarla evet demek gelir ve “evet” diyebilirsiniz. Abdullah Sarımermer için hüsn-ü şe-hadet gerektiğinde yakinen tanı yanlar olarak gönül rahat-lığı ile yürekten “evet” derim, siz de diyebilirsiniz.

Müşterek bir dostumuz bana “Yahu sen insanları çok eleştiren, kolay kolay tak dir etmeyen, makam, varlık, kudret ve siyaset gibi güçlü olanlara daha da temkinli davranan bi-risin. Dostluğun sağlam olsa da kolay dost edinmeyen biri-sin. Abdullah Sarımermer de nihayet bir kul, biraz fazla tak-dir etmiyor musun?” diye sordu. Anın da cevabım, “Karde-şim bende dost kapa sitesi diye bir şey yok. Sınırlı değil ki, bu iş vasıfla müşahede ile ilgili. Sen de onun gi bi rakik ve dakik olsan, onun kadar seni de severim. İnsanların sevilmesi se-venden çok sevdirenin hüneridir, yalan mı?” dediğim de, düşündü ve samimiyetle “Evet doğru dur” dedi.

Evet, rakik ve dakik olmak her yiğide nasip olmuyor. Bu bir hilkat işi, azim işi, inanç işi, takat işi. Sevgi, saygı ve idrak işi dir. Herkes başaramaz, ama başaranlar var.

Birkaç misal:Tam yirmi yıldan beri cumartesi günle ri, Hereke’ye

gidiyoruz. Sabahları “Araba ile geliyorum, yola in” demek için telefon eder. Saat 8. 59-9. 00 arası telefon başında bu-

Page 131: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 131

lunurum, mutlaka o bir dakika içinde telefon açar. Bu ha-reket yirmi yılda hiç şaşmaz mı, diyebilirsiniz, birçok insan için şaşması gayet tabiidir. Çok insan “Ne var yani 3-5 da-kika, 10 dakika sapabilir”, in sanlık hali diye kendi yaptığını mazur gös terir. Ama Abdullah Sarımermer yirmi yıl da dakika değil, neredeyse saniye saptır mamış, telefonu aç-mıştır. Bu kadar dakik lik kaç kişide bulunur?

İş icabı birçok ülke gezmiştir. Gördüğü ülkelerde, şehir lerde bir kere gördüğü mağazayı, büfeyi, belde adını, konuştuğu kişilerin adını, ko nuları tamamına yakın hatır-lar. Seyahatte beraber olduğu kişiler unutsa da o unut maz. Uzun yıllar geçtiği halde beraber ol duğu kişileri hayrete düşürecek kadar nü ansları, isimleri, adresleri nakleder. Dolayısıyla birçok nükteye sebep olur.

HASSASİYET BU KADAR OLURİstanbul-Hereke arasındaki yollarda ne zaman hangi

noktada trafik kazası oldu ğunu, hangi senede ve tarihte ilk karın yağdığını, hangi ağacın erken çiçek açıp soğuk çarptığını, hangi tarihte kendisinin veya senin nereye se-yahat ettiğini harfiyen hatırlar; yeri geldikçe, soruldukça te reddütsüz cevap verir. Yol arkadaşlarının hayreti, takdiri ve “maşallah ne güçlü hafı zanız var, hakikaten öyle olmuş-tu” hitabıyla karşılanır. Arabası da her şeyi gibi kaliteli dir, içini bırakın bagajında bile bir damla toz, leke bulunmaz, lastik havaları milimi ne kadar nizamidir.

Bir gün İstanbul’a dönüyoruz. “Dok tor, bir şey fark et-tin mi?” dedi. “Hayır” de dim. Hafif bir ses var ne olabilir diye direk siyon elinde dikkat kesildi, arabayı sağa çekti ve durdu. “Yanılmıyorsam sağ arka lastiğin bijon vidalarından

birisi gevşemiş” dedi, indik ve açıp baktık, aynen doğru. Vidayı sıkıştırdı, kapattı ve bindik. Gider ken nihayet sor-dum “Nasıl fark ettin, hay ret” dedim. “Kulağıma ses geldi. Dikkat edince hissettim, çözdüm, lakayd kala mazdım ya” dedi. “Kardeşim Allah seni nazardan korusun, maşallah” diyebildim.

Her gittiği yere hediyesiz ve sevgisiz gitmez, gördüğü her çocuğu sever. Ço cukları sevindirir, her çocukla şakala-şır, oy nar ve oyuncaklar verir. Dolapları hediye oyuncakla doludur. Samimi olarak, üzü lenle üzülür sevinenle sevinir.

Yıllarca birlikte yolculuk yaptık, araba sındaki titizliği-nin ve temizliğinin yanında her türlü trafik kuralına uy-duğu gibi, sürü cü ahlakına da sahiptir. Binlerce defa tur-nikeden geçmişizdir. Hiçbir zaman gişe memurunu üz-memiş, daima hazır bulun durduğu bozuk parayı hem de tertemiz yeni paralarla hazır bulundurup, parasını güler yüzle şaka yaparak ödemiştir. Düz gün ve dürüst iş yapınca karşıdaki de memnun olur, sen de.

Yine bir yakın kardeşim onu göstere rek bana, “Sen de Abdullah’a, başkaların dan çok farklı davranıyorsun. Bütün insan lar eşit değil mi? O da insan, o da” dedi. Yine cevabım, “Ağabey insanlar hukuken eşit ve fırsat eşitliği var, ancak hiç insanlar birbirleriyle eşit olur mu be? Şu yanındakine bak, efalini düşün, öbürünü ve yaptık larını düşün, bunu düşün. Huyları, işleri, sözleri hiç aynı olur mu” şeklinde oldu. Bu kardeşim bir müddet sonra “Hakikat ten çok farklılar, eşitlik başka insanlık baş ka” demiştir.

HER NEVİ AKIL HOCASIGeniş çevresi olduğu için, birçok dostu veya gönderil-

miş birisi kendisine “Bir müş külüm var” diye akıl danışır. Ticari, ilmi, edebi, dini, adli ve siyasi konularda her bi risine gerekli bilgiyi verir, kılavuzluk yapar, ekseriya müşkülü halledilir. Akıllı ve pratik yol gösterdiği için ülke çapında her nevi akıl hocasıdır.

Şahit olduğum çok misal var. Bu bir kaç misali mec-buren “rakik ve dakik” diye tavsif ettiğine delil olarak ver-dim. Herhal de yeter. Uzatmaktan, konulara, misallere geç-mekten içtinap etmeliyim. Çünkü uza masını, izahatı ben de istemem o da.

Ey Sarımermer kardeşim! Senin de ka tılacağını bildi-ğim dileğim şudur ki: insanlık senin gibi mümin gayyur, faydalı kişilere muhtaçtır. Cenab-ı Hak sayınızı artırsın. Cemiyet çok sayıda hayırsever insan yetiş tirsin ve hak ede-rek biiznillah saadete ka vuştursun.

Bu dünyada dost olduk. Dilerim baki âlemde de dost-luğuna layık olurum.

Ben Abdullah Sarımermer’den razı yım, sen de razı ol ya Rab. Şahidim ya Rab, tavizsiz Müslüman olduğuna, hayır sever olduğuna, Abdullah-ül emin olduğuna.

Lütfunla, kereminle böyle insanların artmasını mura-deyle. Âmin. . .

ABDULLAH SARIMERMER

Page 132: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE132

Yalnız Kayseri’de değil Kayseri’den uzakta da çoğuyla kader birliği yaptığım arka-daşlarım hakkında, keşke, Allahın rah-

metine kavuşmalarından önce bir şeyler söylemek zorunda kalsaydım.

Oysa onların arkasından şimdi bir şeyler söyle-mek o kadar zor ki. .

Hepsi bir anda gözlerimin önüne geliyor.   Bi-rinin hatırası diğerininkini bastırıyor. Kimiyle gü-lüşüyor, kimiyle tartışıyor, kimiyle gelecek planları yapıyor, kimiyle bir sevinci paylaşıyor, kimiyle ağla-şıyorum.

Beni çok mutlu eden bir hususu yazmadan ede-meyeceğim. Vefat eden arkadaşlarımdan uzun süre beraber olduklarım da var, hayatın beni ara sıra gö-rüşmeye mahkûm ettikleri de. Bir muhasebe yapın-ca görüyorum ki içlerinde vefatını duyunca “yine bir yıldız kaydı bu âlemden” demediğim kimse yok. On-ların her biri bizim camiamızda birer parlak yıldızdı. Her birinin varlığı bizim bir camia olarak varlığımı-zın göstergesiydi. Her birimiz, birimiz yoksa hiçbiri-miz yok diye düşünürdük.

Elbette hepimizin buluştuğu pek çok değerimiz var. Bunların başta geleni Büyük Doğu ve Necip Fa-zıl. Benim Üstadla ilişkim sürekli İstanbul’da olmam münasebetiyle diğer arkadaşlarımdan daha fazlaydı. Kayseri’de bulunan ve bir vesileyle İstanbul’a gelen arkadaşlarımı Üstadla buluşturmak benim için adı konulmamış bir vazifeydi. Bütün bu buluşmalarda Üstadın bana “Rifat, sevgilim. . . ” diye seslenişi be-nim için uzun bir süre sevinç vesilesi olur, kaygı ve sorunlardan kendimi arınmış hissederdim.

Allahın rahmetine kavuşmuş dostlarımı adlarıy-la teker teker zikretmek gibi bir kaygı içinde değilim. Bunu layıkıyla yapamamaktan endişe ederim. Ama bunlardan birini anmazsam olmaz. Onu anmak,

hepsini anmak gibi bir şey aslında. Abdullah Sarımermer’le, nasıl söylesem, arka-

daşlığımız mı, kardeşliğimiz mi, dostluğumuz mu desem, neredeyse 50 yıl sürdü. Mehmet Tekelioğ-lu, Sarımermer’le benim yakınlığımı ‘can kardeşliği gibi’ diye zikrederdi. Onunla biz sadece bazı idealleri paylaşmakla kalmadık, atacağımız adımları bile bir-likte kararlaştırdık. İkimizin de İstanbul’da olması, aynı mahalleyi paylaşıyor olmamız, oturmalara bir-likte gidip gelişimiz, pazara bile birlikte çıkmamız, dost ve arkadaş çevremizin neredeyse aynı olma-sı,  bizi birbirimize daha büyük bir bağ ile kenetledi.

Günümüzde bol keseden atanlar çoktur. Bunlar çok şey vaat ederler. Yaptıkları hayrı abartarak an-latırlar ve göstermeyi pek severler. Sahip oldukları iyi vasıfları büyüterek devamlı dile getirirler. Kötü vasıflarından bahsedilmesinden hiç hoşlanmazlar, bunları hemen öfkeler saçarak ört bas etme derdine düşerler. Böylesi tipler için kolaycılık bir amaç haline gelmiştir. Sözleri özlerine uymaz.

Abdullah Sarımermer ise özü sözü bir olanlar-dandı. Dili tatlı, imanı, ameli ve ihsanı tamdı. Gü-nümüz cemiyetinin muhtaç olduğu, ismiyle müsem-ma Abdullah-el Emîn idi. Herkese maddi ve manevi yardımı seven, doğru, dürüst, işinin ehli, halkı ve Hakkı, hakkıyla seven dost bir insandı. Onun bakî âleme geçmesi ile çok şey kaybettik, onu arıyoruz. ‘Bakî âlemde sevenler birleşecektir’ hükmü bize te-selli veriyor. Cenab-ı Hak bolca rahmet eylesin.

Onu en verimli çağında 22 Ağustos 2008 tari-hinde kaybettik, ama bir sebeple müsterihim. Gü-nahlarını bilmem, fakat inanıyorum ki sevabı daha çoktur.

Bugün bize düşen Üstad dahil Büyük Doğu Hal-kasını Fatihalarla anmaktan başka ne olabilir ki!..

Rıfat BESCELİ

BÜYÜK DOĞU HALKASI

Page 133: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 133

Mustafa ile arkadaşlığımız lise sıraların-da başladı ve kısa sürede bu dostluk bir dava kardeşliğine dönüştü. Lisede ba-

bası vefat ettiği için bize de danışarak akşam lisesine geçti, gündüzleri ise akrabası olan iplikçi İbrahim ağabeyinin dükkanında nafakasını çıkarmaya başla-dı. Çalıştığı ufak dükkan buluşma yerlerimizden bi-riydi ve her buluşmamız dava konuştuğumuz, inan-cımızı paylaştığımız ticari gelecekten bahsettiğimiz sohbetlerden ibaretti. Bu ilk hayat deneyiminden sonra Mustafa benim teklifimle babamın mütevazi toptan peynir ve gıda maddesi satan dükkanında üç yıl kadar çalıştıktan sonra kendi iş yerini açtı ve mücadeleli, çileli, sıkıntılı, hareketli bir ticari hayat yaşadı.

Ticari hayatında hırslı idi, çalışkandı, babamdan kazandığı İstanbul türkçesini gayet güzel kullanır, herkesi ikna edebilirdi. Ticarette bulmak istediği şey paradan çok başarı idi, bir kere başarılı olmak isti-yordu, daha sonra bu hal kendisini hayatta tek kuruş borcu kalmadan ölme emeline bıraktı. Fakat ne ya-zık ki kaderi yokuşlarda susamaktı. Arkadaşımın bu yönü ile beraber her şeyini anlatmak için bir kitap yazılabilir ancak bu yazı sınırlı olmak zorunda oldu-ğundan ticari hayatını burada noktalayalım.

Kardeşimizin gerçekten çok az insanda bulunan mümeyyiz vasıfları vardı. Belki ilk özelliği samimi-yet, canhıraş bir samimiyet;evvela Allaha ve Resu-lüne karşı sonra sırasıyla ve derece derece Allah ve Resulünün dostlarına, dava arkadaşlarına ve hayata karşı canhıraş bir samimiyet içindeydi, o rol yapmayı beceremezdi, olduğu gibi olan mahzun bir insandı. Yolculuk yapardık, her namazda camiden çıkmak is-temezdi . Allah bilir günde kaç kere kenz-ül arş dua-sı okurdu. Bana telefon açar bugün babanın yasinini gönderdim derdi. Kelimenin tam manası ile namaz

hastası, secde delisi idi. Öyle düşünürdüm;Allah bilir gece ne çok namaz kılardı. (yengeye sormak lazım ). Tek tek kaza namazlarını hesab eder, bol bol kaza kılardı.

Mustafanın bir diğer özelliği yalan söylemezdi; ama ben hiç yalan söylemem deyipte söze yalanla başlayanlara karşı gerçekten belki hiç yalan söyle-mezdi. Doğru veya yanlış iş yapar, fakat asla yalana tevessül etmezdi. Bugün ki ticari hayatta yalan söyle-meden yapabilmenin ne demek olduğunu düşünün.

Şencanların haiz olduğu asli vasıflardan dostlu-ğu ise imrenilecek çapta gerçek bir dostluktu.

Dostlukları devamlı ve mesafesizdi. Benim için örneği kalmayan candan, yürekten, hakiki bir dost, arkadaş ve kardeşti. Bugünün Amerikalıların işine girince kendini büyük sanan ve en küçük bir vefa duygusu taşımayan, dünyası ve dünya görüşü de-ğişen, yaşadığı gibi inanmaya başlayan, davasını ve dostlarını unutan ahmak tiplerine karşı ne kadar ha-kiki bir dosttu. İnsan gerçekten eksikliğini hissediyor ve mahzun oluyor.

Rabbim kabrinin nurla doldursun inşallah.

Başka ne söyleyebiliriz; Hanesi, olmayan imkan-ları dostlarına sonuna kadar açıktı. Vefakar, fedakar ve cefakardı. Allah her bayramda ziyaret ettiğim kabrini yağmur gibi rahmetle doldursun ve cennette Resulullaha komşu olmayı nasip etsin inşallah. / 09. 01. 2013

Kayseri Hacı Kasım mahallesinde 10 ocak 1952 yılında doğmuş,

5 Mayıs 2004 yılında vefat etmiştir. Bir kız bir erkek olmak üzere iki çocuğu vardır. Kayseri Akşam Lisesi’ni bitirmiştir.

İbrahim ULUEREN

MUSTAFA ŞENCANLAR VESİLESİYLE

Page 134: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE134

MUSTAFA ŞENCANLAR

Mustafa Şencanlar, Temmuz 1996 tarihinde, Mustafa Tekelioğlu ve diğer arkadaşlarıyla birlikte.

Page 135: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 135

Kayseri’de 1970’lere kadar, henüz araç tra-fiği yoğun olmadığı için, sokaklar gü-venliydi. Mahalle hayatında, herkes bir-

birini tanır, dışarıdan gelen yabancılar fark edilirdi. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği Erkilet’te, güvenli sokakların sağladığı hürriyeti doyasıya ya-şadım. Varsa okul ödevlerimizi ve çocuklar için uy-gun bulunan küçük ev işlerini tamamladıktan sonra, sokağa atardık kendimizi. Kışları kasabada, yazları bağların arasında, birlikte koşup oynadığım, sokak arkadaşlarımla karşılaştığımızda, komşuların eriği-ni ve kirazını yolarken başımıza gelenleri hatırlar ve güleriz.

Nasi Amca’nın oğlu Ziya, bağ arasından sokak arkadaşımdır. Esas ismi Nasuh olan babasına, her-kes Nasi diye hitap ederdi. Ziya ile arkadaşlığımız, ceviz ağaçlarının altında, taşla, toprakla, çamurla oy-nayarak başladı. Kayalı Bağlar mevkiindeki bağımı-zın “yukarı bağ” adını verdiğimiz bölümü Ziya’ların bağına bitişiktir. Bağların sulandığı Tımarhane Gölü, aynı zamanda gençlerin en fazla itibar ettiği yüzme havuzudur. Erkilet’in bütün çocuklar gibi, Ziya ve ben de yüzmeyi Tımarhane’de öğrendik. Tam olarak dolduğu ikindi saatlerinde, gölün başı şenlik alanına dönüşürdü. Ziya her zaman, bu şenliği renklendiren baş aktörlerden biriydi.

1964’te babamı kaybedince, yazları çalıştığım için gölde yüzmeye fazla vakit ayıramadım. Ama Ziya akşamları uğrar ve gündüz gölün başında olup

bitenlerin raporunu verirdi. Ziya ile çocuklukta baş-layan arkadaşlığımız, lise yıllarımızda derin anlam-lar kazanarak gelişti. Bizim nesil, reşit olmaya henüz ilk adımını attığında, yaşından daha hızlı büyüyerek, ülkesi ve milleti için sorumluluk taşıyan olgun in-sanlar haline geldi. Henüz dünyada neler olup bitti-ğinin farkında olmayan saf aklımızı ve körpe bede-nimizi, tarihin yükünü omuzlarken bulduk.

Lise yıllarımızda, arkadaşlarımızla bir araya gel-memizi sağlayan, oyun, eğlence, gezme ya da yüz-me değildi. Büyük Doğu Fikir Kulübü kapandığı için, Kayseri’de Büyük Doğu idealine gönül verenler Türkocağı’nda toplanıyordu. Okuldan artan vakitle-rimizde, Eski Müftülük Binası’nın zemin katındaki Türkocağı’na veya Belediye İş Hanı’ndaki Türk Kül-tür Derneği’ne gidiyorduk. Türkocağı’nda, bizim nesilden müşterek arkadaşlarımız, Abdullah Gül, Ahmet Taşçı, Bekir Yıldız, Mehmet Tekelioğlu, Mus-tafa Dinçel, Ziya Olgunharputlu ile birlikte, kültür faaliyetlerine, dernek toplantılarına, konferans ve mitinglere katılıyorduk.

Yazın bağa göçtüğümüzde, Ankara’dan gelmiş-se, akşamları genellikle Mehmet Soyak’ta toplanır-dık. Bazen Abdullah Gül, Ahmet Taşçı, Mehmet Tekelioğlu, Mustafa Akgül, Lütfi Baykan ve Ömer Türktekin’in de katıldığı toplantılarda, bolca çay-kahve-sigara içilir, edebiyat, tarih ve siyaset sohbet-leri yapılırdı. Toplantıların tek eğlencesi, Ziya’nın yaptığı komik esprilerden ibaretti. Ziya, insanlara ta-

Prof. Dr. Şükrü KARATEPE

AŞK ZİYA’YA DÜŞTÜ

Page 136: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE136

kılmaktan hoşlanan, şakacı bir mizaca sahipti. Toplantıya ka-tılanların zaafları üzerine ince espriler icat ederek hepimizi güldürmeyi başarırdı. Şakala-rını bazen çok ileri götürerek, Mehmet Soyak’ı deyim yerin-deyse çileden çıkarırdı.

Ziya, sinema ve tiyatroyla yakından ilgilenir; Sadri Alı-şık, Yıldırım Önal ve Nejat Uygur’un taklitlerini yaparak, film ve tiyatrolarından ezberle-diği sahneleri kendi başına oy-nardı. Üstad’ın sinema ve tiyat-royu, dönemin en etkili iletişim ve kültür aracı olarak görmesi nedeniyle, sinema ve tiyatroy-la az-çok hepimiz ilgilendik. Abdullah Gül, Milli Türk Ta-lebe Birliği’nde Tiyatro Müdürü olarak görev yaptı. Mustafa Miyasoğlu, Bekir Yıldız, Galip Boztoprak, bir grup arkadaşımızla, Yedinci Sanat adıyla sinema dergisi çıkardılar.

Ziya işi daha da ileri götürerek, Kayseri Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenen “Palas 99” ve “Sinek Kaydı Berberi” adlı iki tiyatro oyununda baş aktör olarak rol aldı. Her ikisi de komedi tarzı olan oyunlarda, geleneksel Kayseri esnafının gündelik hayatından kesitler sahnelenir. Bekir Yıldız’ın önemli rollerden birini oynadığı Palas 99’da, İstanbul’a mal almaya gi-den esnafın, kaldığı otelde yaşadıkları, yiyip içtikle-ri ve pazarlık usulleri ince bir dille hicvedilir. Sinek Kaydı Berberi’nde ise, geleneksel mahalle berberi-nin, kırık ve çıkıkları tedavi etmesi, diş çekmesi, si-vilce ve çıban tedavisi komik yönleriyle anlatılır.

1968’de annesini kaybettiğinde Ziya 20, karde-şi Kadir 17, küçük kardeşi Şükrü 15 yaşındaydı. Üç erkek çocukla kalan Nasi Amca, aynı sene içinde, genç bir hanımla yeniden evlendi. Ziya, hayatında şok etkisi yapan bu gelişmenin olumsuz etkisini öle-ne kadar üzerinden atamadı. Eve barka fazla uğra-maz oldu. Yazları aile bağa göçünce, tek başına şehir evinde kalıyordu. Kışları ise, geç vakte kadar Bele-diye İş Hanı’ndaki Yeşilay Derneği’nde vakit geçir-dikten sonra, çoğu zaman Bekir Yıldız’ın mahallede kiraladığı bekâr odasında, bazen bizde, bazen de da-yılarında yatıyordu.

Annesini kaybedince, Ziya’nın hayatında yeni bir dönem başladı. Giderek neşesini kaybetti; arka-daşlarına takılmaz, şaka yapmaz oldu. En çok bera-ber olduğu arkadaşı Bekir bu duruma kızıyor, kendi-sini toplaması için baskı yapıyordu. Bekir’in baskı-larından yılarak bize geldiğinde, annemin dizlerinin

dibine oturuyor, “ana” diye hi-tap ederek, sürekli onunla ko-nuşuyordu. Artık Ziya benden çok annemle arkadaşlık yapı-yor, arayı açıp uzun süre uğra-madığında, annem merak edip “Ziya neden gelmiyor” diye soruyordu. Annemle ufak-te-fek konuları tartıştığımız ya da fikir ayrılığına düştüğümüzde kızıyor, “ananın kıymetini bil samsın” diye bağırarak üzerime yürüyordu. Ziya birini tenkit edeceği zaman, “samsın” diye hitap ederek söze başlardı.

Ruh dünyasının karmaşık hale geldiği bu dönemde, bir de gönlüne aşk ateşi düştü. Ger-çi, aşk yüzünden çektiklerini ya da çevresine çektirdiklerini

Bekir benden iyi bilir. Ama görev bana verildiğine göre, konuya ucundan kenarından dokunma zarure-tim var. Doğrudan dile getirilmediği için, muhatabı tarafından hiçbir zaman bilinmeyen, olabildiğince temiz bir sevginin derin sıtma nöbetlerini yaşadı. Nerede ne zaman tutacağı belli olmayan nöbet ateşi bastığında, vücut ısısının normalleşmesi için mut-laka yukarı Erkilet’e çıkması gerekiyordu. Uzaktan evlerine bakarken, “perdenin arkasında olduğunu hayal etmek cihana değer” demişti.

Aşık olduğu dönemde, musiki repertuarımız ol-dukça genişledi. Vakit bulduğumuzda, biraz yiyecek ve su alarak “ver elini” deyip, Dulun Tepe’ye tırma-nıyorduk. KASKİ’nin üzerine su deposu yaptığı Hacı Şirin’deki Dulun Tepe dile gelse, en güzel şarkıları tereddütsüz bizden dinlediğini söyler. Halen ezbe-rimde olan şarkıların çoğu o günlerden Ziya’nın he-diyesidir.

Hacı Faik Bey’den; “Nihansın didede ey mesti na-zım”

Münir Nurettin’den; “Leyla bir özge candır, kara gözlü ceylandır”

Tanburi Ali Efendi’den; “Senden bilirim yok bana bir faide ey gül”

Sadettin Kaynak’tan; “Kara bulutları kaldır ara-dan”

Şevki Bey’den; “Dil yaresini andıracak yare bu-lunmaz”

Süleyman Erguner’den; “Ömrün şu geçen neşvesi tam olsun erenler”

İsmail Dede Efendi’den; “Ey buti nev eda olmu-şum müptela”

Kaliteli müziğe ulaşma konusunda, çok şanslı bir çevrede bulunuyorduk. Türkiye’nin yetiştirdiği

ZİYA OLGUNHARPUTLU

Page 137: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 137

en değerli müzikologlardan Fikret Karakaya ve İlhan Özkeçeci, Türkocağı’nda haftanın belli günlerde hem ders, hem de konser veriyordu. Her iki sanatçı-nın da musikimize sonradan yapacakları değerli kat-kılar, henüz lise öğrencisi oldukları o günlerde ser-giledikleri başarıdan belliydi. Ziya ile Türkocağı’nda öğrendiğimiz yeni şarkıları, Dulun Tepe’de defalarca meşk ederek repertuarımızı genişletiyorduk.

Arkadaşlarımız arasında, para-pul hesabı yapıl-dığını hatırlamıyorum. Kimde varsa o harcar, hangi-miz erken davranırsa hesabı öderdi. Benim üzerimde bir de evin yükü olduğu için daha dikkatli harcamak zorundaydım. Liseyi bitirdikten sonra, üniversiteye gitmem konusunda annemle anlaşmazlığa düştük. O yıllarda, lise mezunları ilkokul öğretmeni olabili-yordu. Annem kendince haklı nedenlerle, öğretmen olmamı istiyor ve üniversiteye gitmeme karşı çıkı-yordu. Hem annemi razı etmek, hem de üniversiteye gittiğimde rahat olmalarını sağlamak için, ne kadar param varsa evin ihtiyaçlarına harcadım.

Üniversiteye giriş sınavı sonuçları açıklanmış ve ön kayıtlar başlamıştı. Param olmadığı için kayıt yaptırmaya gidemiyordum. Ziya sıkıntım olduğunu fark ederek, ısrarla sebebini sordu, fakat söyleme-dim. Bir akşam bize geldi, normalden fazla neşeliy-di. Yine annemin yanına oturdu, elini dizine vura-rak arada bir de bana laf dokundurarak durmadan konuştu. Faka benim kafam başka yerdeydi ve ne konuştuğunu dinlemiyordum. Israrımıza rağmen gece kalmayıp, geç vakit ayrıldı. Sabahleyin masanın üzerinde bir zarf olduğunu fark ettim. Zarfı açtım, içinde 350 lira vardı. Hepsi beş ve on liralık banknot; belli ki, uzun süre harçlığından kısarak biriktirmişti. Ziya’nın masanın üzerine bıraktığı o parayla ertesi gün Ankara’ya giderek, Hukuk Fakültesi’ne kaydımı yaptırdım.

Liseyi bitirdikten sonra okumaya ara veren Ziya,

benim mezun olduğum sene İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne kaydını yaptırdı. Ziya İstanbul’a gittiğinde, Abdullah Gül ve Mehmet Tekelioğlu’nun Bakırköy’deki evlerine yerleşti. Bazen Üstad’ın bile kaldığı Bakırköy’deki evin, misafiri eksik olmazdı. MTTB Kayseri Teşkilat Başkanlığı görevini yürüt-tüğüm 1975-76 yıllarında, İstanbul’a gittiğimde ben de misafirleri oldum. Abdullah Bey ve Mehmet Te-kelioğlu İstanbul’dan ayrılınca, Ziya evde Mustafa Tekelioğlu ile birlikte kaldı. Bizim kuşak üniversiteyi bitirerek İstanbul’dan ayrılınca Ziya, Mustafa Cabat, Hakkı Ahmetbeyoğlu, Seydali Kahraman gibi bir kuşak sonraki arkadaşlarımızla beraber olmaya baş-ladı.

1977 Nisanında İngiltere’ye gitmeden önce İstanbul’da üç gün beraber olduk. Birlikte Üstad’ı ziyaret ettik, arkadaşlarımızla görüştük, gezip do-laştık, sinemaya bile gittik. Bakırköy’deki evde aynı yatağı paylaşarak yattık. Hava biraz soğuk olduğu için, yorgana sarınıp otururken, elimizde sigarayla fotoğraf çektirdik. Sağlığı yerindeydi ve İstanbul’da yaşamaktan memnundu. Sadece, daha önce şahit ol-madığım, tok bir sesle öksürüyordu. Sarılıp vedala-şarak ayrıldık ve dünya gözüyle bir daha görüşmek kısmet olmadı.

İngiltere’de bulunduğum dönemde, Türkiye’deki angarya işlerimin yükünü, inceliklere dikkat eden, görgülü ve saygılı tavrıyla Mustafa Tekelioğlu taşıdı. Mustafa Bey’le, zorunlu olarak, diğer arkadaşlardan daha sık yazışıyorduk. Ziya’nın hastalığını da o ha-ber verdi. Ölüm haberini ise, Turan Koç’un gönder-diği Büyük Doğu’dan okudum. Başta Münip Dayısı ve Kazım Dayısı’nın oğlu Hakkı olmak üzere tüm sevenleri ve dostları, acısını hafifletmek için insan olarak ellerinden geleni fazlasıyla yapmışlar. Hasta-lığının ilerleyen safhasında, doktorlarının tavsiyesi üzerine Kayseri’ye getirilmiş. Kardeşleri Kadir ve Şükrü, dayı çocukları, Hakkı, Ali ve Âlim, hizmette yarışırken kader hükmünü icra etmiş.

Ziya, yaşından hızlı büyüyerek, tarihin yükünü omuzlayan bir dolmuşluk Anadolu gencinin en ka-lender meşrep olanıydı. Mal, mülk, mevki, makam, şan, şöhret gibi, Dünya için değeri olan hiçbir şeye itibar etmedi. En yakın arkadaşları, Abdullah Gül Cumhurbaşkanı, Mehmet Tekelioğlu milletvekili, Bekir Yıldız belediye başkanı, Ahmet Taşçı müteah-hit, Mustafa Dinçel bankacı, Mustafa Özküçük diş hekimi, Şükrü Karatepe profesör oldu. Aşk ise Ziya-ya kaldı. Hepimizden daha hızlı büyüyüp olgunla-şarak, görevini tamamladıktan sonra sevgiliye göçe etti. Yüce Rabbim makamını nurlandırsın. Zorunlu göç günü geldiğinde, gönül huzuruyla yola çıkabil-mek cümlemize nasip olsun.

Ziya Olgunharputlu Büyük Doğu Dergisinde. “Son haftalarda Kayseri’de kanserden vefat eden Ziya

Olgunharputlu, Büyük Doğu manevi zeminin bereketli toprağı Kayseri’yi her bakımdan temsil ehliyetine müstesna

bir gençti. Hak, Ziya’ya kabrinde nur nasip etsin.”

Page 138: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE138

Kayseri’nin Ankara ve Adana girişi sayı-lan Boğazköprüsü mevki ile Sivas, Kah-ramanmaraş ve Malatya girişi sayılan

Kumalı arasındaki uzun yol Kayseri’yi ikiye ayırıyor-du. Bugün Erciyes tarafına Melikgazi Erkilet tarafına da Kocasinan ilçesi adı verildi. Boğaz köprüsü yö-nündeki caddeye İstanbul Caddesi, Kumalı yönün-deki caddeye de Sivas caddesi deniyor idi. Bu iki cadde prestijli caddelerdi. Hele Sivas caddesi 1960 devriminden sonra çok kıymetlenmiş idi. O yıllarda apartmanlarda oturmak ayrıcalıktı. Zira geleneksel yapılarda oturanların çoğu hayvan besliyordu. Ha-nımlar işin yükünü çektikleri içinde apartmana ta-şınmayı istiyorlardı. Hem apartmanlarda ısınma ka-loriferle sağlandığı için hanımlara çok cazip geliyor-du. Gelenekselde olsa sabit geliri olanlar apartmana geçiyordu.

Ziya Olgunharputlu Sivas caddesinin başlangıç bloklarında oturuyorlardı. Babası sanayici idi. O za-manlarda yeni sanayi olan mahalde balata imalatı yapıyorlardı. Ziya’nın tabiriyle (balata çakıyoruz)derdi. bizden yaşça biraz büyüktü. Sık ve kıvırcık saç-ları simsiyahtı. Çenesinin ortasındaki derin gamze küçük sayılan yüzünü sevimlileştiriyordu. Elleri ince parmaklarıyla boyuna uyumda zıtlık yapmıyordu. Hele o kara gözleri ve çevresindeki doğal esmerlik sürme çekilmiş hissini uyandırıyordu. Ziya anadan doğma artist idi. Futbola düşkünlüğünü bacakları-nın eğimi inkar etmiyordu.

Ziyanın evi Türkocağına yakındı . Türkocağın-dan çıktık (adını şuanda hatırlamıyorum, ama Ali Taşçının sınıf arkadaşıydı ve Niğde Çamardı’ndan idi )o, Ziya ve ben ve niçin geldiğimizi dahi bilme-den Ziyaların eve geldik. Arkadaşla ben kapının önünde çene çaldık. Ziya da evinde işini yapıp dön-dü. Saathane dediğimiz şehrin meydanına yürüdük. Arkadaşla yolboyu oynadıkları bir komediden söz ettiler, komik alıntı taklitlerle zenginleştirerek mey-dana gelmiştik. Arkadaş (mütealaya yetişmek için)izin istedi. Ziyayla başbaşa kaldık. Ne yapalım de-dim. Gel arkamdan dedi. Ortam kararmış sokak lambaları yanmıştı. Hava serin arada bir soğuk rüz-gar deniz dalgası gibi kendini hissettiriyordu. Asfal-tın yüzeyi parlayacak kadar ıslanmıştı. Araba farları bu ıslak zeminden yansıyarak hem ıslaklığı hem de farın aydınlığını artırıyor gibiydi. Zümrüt pastane-sinin yanından geçerek Şıhaslan Fırınına yöneldi. Akşamın sıcak ekmeklerinden üç adet alıp, kale ka-pısına yöneldik. Yirmiyedi Mayıs Caddesinin Hunat tarafındaki marketten yarım kilo kadar da kaşar alıp Türkocağına geldik. Dinçel, Hasan Nail Ahmet Da-mar oturuyorlar. Bizi görünce ortalık bir kaynadı. Dinçel’e hitaben bacanak çay hazır mı? dedi Ziya. Hasan Nail kalktı Ziya’yı kucakladığı gibi yukarı kaldırdı. Daracık yer diye Dinçel çıkıştı hatta (ayıp oğlum ayıp biraz medeni olun). Herkes yerine otur-du . Üç adet küçük masa birleştirildi, üzeri gazetey-le örtüldü, ekmekleri Dinçel böldü, peyniri ortaya

Mustafa ÖZER

TEKESAĞAN

Page 139: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 139

koyup bir çakıyla parçalara ayırdı. Herkese su bar-daklarıyla çay doldurdu. Yakın zamanda oynadıkları bir oyunu Hasan Nail’le Ziya tartışmaya başlamıştı. Dinçel de onlara biraz daha konuşun beyler diyerek yemelerine vurgu yapıyordu. Hasan Nail yeni ha-zırladıkları bir oyundan söz açtı. Özet olarak anlat-mıştı. Söz döndü dolaştı Büyükdoğuya geldi. Dinçel onları aydınlattı. Dinçelin teklifi üzerine Hasan Nail üstad Necip Fazıl’ın Reis Bey piyesini gür ve tiyatral sesiyle okumağa başlamıştı. Ben gece işçi servisiyle Kıranardına gideceğim için kalkma zorunluluğumu söyleyerek izin istedim. Ziya bana bakarak (Anam bunu saymayız yarın gene gel. Belki tekeyi sen sa-ğarsın. )Hep birlikte esenleştik ve ben yola düştüm.

Ahmet Damar, Ziya Olgunharputlu ve Hasan Nail Canat beylerle o gün tanışmıştım. Dinçel’le de üçüncü görüşmem sayılır. Dinçel beni tutmuş ben de onu abi olarak kabul etmiştim. Ziyalar daha bir pratik sanatın içerisindeydi. Tiyatro ve musiki Kay-seri gibi yerde kolay mı?. Ziya da top oynama işi de var. Ahbaplık kısa sürede o boyuta geldi ki deme gitsin. Bir gün önceden sözleşiyoruz ertesi gün bu-luşuyorduk. Garibim sırılsıklam aşıktı. Mecnunun Kayseri şubesi sanki. Leylayı bilmiyorduk korkarım kendi de bilmiyordu. Şiir gibi nağme gibi bir şeydi. Hep yıllarca nasıl aşık olduğunu duyduk, ne kadar aşık olduğunu anladık lakin karşılığının ne olabi-leceği konusunda hiçbir fikrimiz olmadı. Olamadı. Babası Nasuh efendi saygın mütedeyyin sanayi esna-fıydı. Ziyaların anneleri vefat ettikten sonra yeniden evlenmişti. Ziya buna hiç razı olmadı. Kaba tabirle içine sindiremedi. Nasuh efendi haklı idi ama ço-cuklarla bir mutabakat gerekli gözüküyordu. Belki bir psikologun sağlayacağı ortamla çocukların rıza-sının temini aile saadetini yükseltecekti. Ziyanın ve Şükrünün dramatik ölümleri Nasuh efendiyi de bü-yük acılara gark etmiştir.

Ziyayla buluşacaktım. Hunatın önünde bekliyo-rum. Mehmet Emre(Sanat ökulu öğrencisiydi. ) atöl-yesi varmış iş erken bittiği için Türkocağına gelmek istemiş . Yolda beni görünce gelmiş . Hoşbeş ediyor-duk, arkamızdan Ziya omuzlarımız arasından ken-dini sarkıtarak (hanginizin babası zengin)diye hem soruyor hem gülüyordu. Mehmet, Ziya’yı belinden yakaladı yere indirdi. Mehmetten özür dileyerek Ziya ile özel bir ziyaretimizin olduğunu söyledim izin is-tedim . Ziya ile Düvenönüne yöneldik. Düvenönü, Amelepazarı, Kiçikapudan Yirmiyedimayıs’taki Tu-rist Otelin terasındaki restorana geldik. Şef garsonu tanıdık, bize özel çay yaptı adamcağız. Sekizde onun servisi başlayacaktı. Buna rağmen servise garsonları ayarladı geldi . Ziya aşkını anlatıyordu. O da ağla-maklı olmuştu. Kayseri oradan ışılışıldı. Biraz üşü-müştük Mevlutten izin isteyip şehrin sokaklarına

vurmuştuk kendimizi . İkimiz vardık bir de Ziyanın aşkı vardı. Bana uyku hazretleri musallat olmuştu.

Ahmet Taşçı Bekir Yıldız, Mehmet Biraderoğ-lu kardeşlerimizin destekleriyle az da olsa avunu-yor yüreğindeki acıya teselli buluyordu. Mustafa Dinçel’in sabırla verdiği destek ise Ziyayı bize daha çok bağlıyor ailesinden uzaklaştırıyordu. Bu durum kardeşlerini de üzüyordu. Kendisi de çözümsüz ma-ceralara kucak açarak koşar hale gelmişti. Yorgun ve isteksizdi. Çay ve sigara beslenme kaynağıydı.

Şen ve şakacı Ziyanın göz halkalarında gizlenen derin bir hüzün vardı. Hep gülüyormuş gibi duran ince dudaklarını ağlamaya hazır gözleri yalanlıyor-du. (ulan çulsuz )dedim bir gün. (ders notlarını ne zaman çekeceksin)diye sordum ama cevap boş bir duvar gibiydi karşımda. (Ver defterleri)deyip elin-den aldım eve götürüp bir kopyasını Ziyaya vermiş-tim . Ona da baktığını sanmıyordum. La havleleri-miz kursağımızda kalıyordu. Cahit Zarifoğlu’nun (artist milletizdir bizde defaten ölünür)mısraı Ziyayı kısadan özetliyor. Zarifoğlu Ziya’yı tanımamıştı. Ta-nısa durum değişecek değil ya. Ziya iyi bir artistti biz bunu anlamamayı seçtik. Ben buna yanıyorum işte. İçi yangın yeri olan arkadaşımızın hasletini anlamak yerine onu okutarak adam etmeyi denedik gibi geli-yor bana. Mevlana’nın dediği(kimde yoksa ateş ce-hennem olsun …)dediği aşk Ziyada öyle yüksekti ki, aramızdan sıyrıldı göçtü. Herbirimiz (teke sağma) yarışında rekorlar egale edebilecek, kabara kabara hindi çirkinliğine dönüştürdüğümüz Ziyanın (löğ-men ağa)sını ibra edecek konumdayız. Onun kısa ve ince boynu, yaşını ifade eden yüzü emniyet veren gözü, incecik parmaklarıyla özel yaratılmış ince bir ruhtu. Güzel şarkı söyler, harika şiir okur, düzgün diksiyonuyla Türkçemize yol gösteren arkadaşımız-dı.

İnancında samimiliğini kıvırcık siyah ve sık saç-ları bile terennüm ederdi sanki. Siyahı çok severdi. Takımları ve pardösüsü hep siyah olurdu. Hep ütülü ve temiz giyinirdi.

Ah Ziya ah . Yıllar geçti aradan. O gece muhab-betleri sabahlara kadar süren, Erkileti suyolu yapan yaya ve yaman hallerimiz. Seni dinlemek birkaç ki-tap okumaya bedeldir. Zira Fuzuli

“Aşk imiş her ne var âlemde. İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak’’derken senin gibi ‘’sanayi uşağı’’nın önünde çerağ oluyordu. Büyükdoğu nasipdarlarının Ziyaya akran olanların hemen hepsi Erkilet seferi yapmıştır. Marsel Prust’un Swanların Ülkesinde isimli büyük romanını yaşamış gibi oluyorsunuz. Zira kılavuz bi-zatihi aşık olan kişi aşık olduğu coğrafyada size özel tur servisi veriyor. Bundan daha somut ve bundan daha büyük roman olabilir mi. ?Ziya hepimize bu aşkı anlattı ve gezdirdi. Ziyanın yalnız kalmasını is-

Page 140: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE140

temeyen büyüklerimiz bile olmuştu. Lise yılları şiir gibi, İstasyon Caddesinde gezer gibi geçti gitti. Sıra-da üniversite vardı. Ve İstanbul ufukta gözüküyordu. Ziyanın bıraktığı yürekle ilerleyelim bakalım.

Ziya sahnede …Ön dişlerinin çoğu düşmüş bir yaşlı kadın. Dişsizliğinden ötürü konuşmaları bile zor anlaşılıyor . Esas konu yaşlılığı ya da dişsizli-ği değildir. Kandıncağız henüz para ekonomisine geçememiş, dahası okuma yazması yok. Her gelen otobüse önce biniyor sonra geri iniyor, herkesi sinir-lendiriyor. Sonunda gideceği otobüsü bulup bine-biliyor. Bu kere de sorun parası yetmiyor. Biletçi ile pazarlığa başlıyor, bilet bedeli elli kuruş kadında var üç adet on kuruşluk, biletçiye hitaben(Evladım! Üç on kuruşun eksiğine bir avuç kuru üzüm versem?) Biletçi saçını başını yolmaktadır. Kadın bir yere oturmadan inse de bir şey vermese de biletçi razı. Zira kadın geleceği durağa gelmiş otobüsü tutuyor. Sevgili Ziya bu tabloyu iki ay kadar başına bir tül-bent örterek üretir… Bizde gülmekten hal kalmazdı.

Yine bir hafta sonu ve yaz günü Erkilet’teyiz. Ziya gidelim dedi gittik. İkindi camisi de dağıldı. . . . Sokaklarda kimse yok kahvelerin kapıları ardına da-yalı…Ziya bana burada bekle ben şöyle bir dolaşıp geleyim dedi. O dolaşmaya gitti bende bekliyorum. Kıraathane tam karşımda çevremde birkaç tek kat-lı köy evi var. geriden köpek havlamaları daha ya-kındaki tavuk sesleri de olmasa kovboylardan kaçıp saklanan sessiz kasabalara dönecek çevrem. Yorul-dum beklemekten kıraathaneye yöneldim. Fötürü başımdan çıkarıp elime aldım. Yakası oldukça geniş deri montun önünü açtım. kıraathanenin içerisine daldım içerde kim varsa bir anda dışarı çıkıp mey-danı bile terk ettiler. Kıraathanenin camları meyda-

na hakimmiş…Neden sonra Ziya, Mustafa hoca ile döndü. Oturup biraz hoca ile muhabbetten sonra kalkacaktık. Kahveye dalışımız olay olmuş. . Beni polis zannetmişler. Kahveci bile öyle inanmış ki ya-nımızda hazır ol duruyor ve çayın ikram olduğunu söyleyerek paramızı geri çeviriyordu. Ne gülmüştük …Ziya bu olayı da birkaç ay diline doladı. Benim fö-türü bile almıştı.

İstanbul… İstanbul…biribirinin olan biribirine bağlı hazar, Azak, Karadeniz, Marmara, Ege ve Ak-denizin merkezi, …Asya ile Avrupanın merkezi…Hava, kara ve denizin merkezi…Salt bir coğrafya söz konusu değil…. Canların ve ruhların merkezi. . Feda ettiklerimizin avuntusu kazandıklarımızın kaynak merkezi ve özetin özeti Merkez Efendilerin merkezi…İstanbul. .

İstanbul’un nemli havası bu koca aşığa iyi gel-medi. Sigara ve çay hastalığı besledi. Diğer yandan dengeli, düzenli ve sağlıklı beslenme imkanı da yok-tu, isteği de. 1975 yılında Fındıkzade’deki evde ko-nuştuk uzun uzun . Ziya çok öksürüyorsun önce si-garayı bırak ta gerisini konuşuruz. Olmadı bir daha görüşemedim. tayinim çıkmıştı. Arkasından da as-kerlik ben Kayseri’dedir diye Kayseriye geldiğimde o İstanbula geçmiş, ben İstanbulda yakalarım diye İstanbula geldiğimde de Kayseriye gitmişti. Son dö-nemine ben tanık olmak istemedim. Hayalimde sa-pasağlam aşık olma hasleti olan, tiyatrocu olacakken kerhen filoloji okuyan, bu güzel, tek ve azade dosta selam durmak vardır. Ey koca aşık sana binlerce se-lam…Sen hep gür sesinle gür saçınla yakışıklı artis-timiz olarak kalacaksın.

Allah sana ve yanına gelen gönüldaşlarına rah-met eylesin.

Bekir Yıldız ve Ziya Olgunharputlu birlikte.

Page 141: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 141

deklanşorun gördüğü -ziya’ya-

ince uzun menekşe rengiyle paylaşılmışaşılmamış dağların gül kokularındainleyen Erzurum dağlarını dinledimdaldı gözlerim efe oyunlarının fırlak kaslarınakasnaklarına naralar oturmuş çingen rakkaslarına

açıldı zeybekler kınlar sıyrıldıkapandı gözkapaklarımçiçek dağının civelek dansına

kar yağdı boran bastızeval indi yollarave güneş dondukara gözlerin serin yolcularında

ayazdı inen beyaz bir gelin gibizeval içindegözlerimde ısınan yavrularınhalleri anlatılmaz bir hal içindehayal ki kar karda kalmış yolcularçığların ipini kesen çığlıklar

sesten umut yokses ki boradan bora ki kardanama umut aplikleridirumulan yaratandan

kan tutmuş benek benek ellerikoltuk altlarına dolmuşmor ölüm sinekleridirsekleri kollarından kesilmişduran karda korkuları gerilmişayak ilgisiz donan kunduradandudaklara oturan tunduradan ovasız semasız dağsız ve dağdağasızdonan hayattan

elveda ey kefeni çok gören karelveda ey üşümeyi hayat sanan ve yalnız hayata aldanan ellerimdüşlerimdüşlerimde ısınan düşüncelerimelveda karelveda

hayat ve kar yarışıölmek korku değilsetanrıya varmak yarışıkar yalvarışı için de beyaz ölmek için

elveda ey gelinleri sızlatan gelimgözlerimi sızlatan gerilimelvedon ağaçlarına karşı sema süsledinlakin unutuyoruz senden sonra seninbize bakan ılık buseni

kar üstüne düştü kaderbahar özlenmez ölmek içininsan bu kadarkara düşen elleri toplasamkitlenen dişlerinedeklanşoru dondursamkara kader gidişlerine

deniz mizanlarını sardı mizanlarağır felek çıkınları açıldı deniz dualarınakapanan gökler indi indirdi denizleribeyaz yolcu sofralarına

Ziya Olgunharputlu Mustafa Tekelioğlu ile MTTB Turizm bürosunda birlikteler.

Page 142: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE142

Ziya Olgunharputlu. Tam bir üstad sev-dalısı. Kabına sığmaz, ele avuca gelmez keskin bir zeka. Üstad hakkında en ufak

tenkide tahammül etmez, edemez muhatabını olan-ca acımasızlığı ile hırpalayıp perişan ederdi.

Üstadın yanından ayrılmaz Büyük Doğu yazıha-nesinde hizmet eder arada sırada fakülteye uğrarsa da derslerle pek arası olduğu söylenemezdi.

Sık sık MTTB Kitap Kulübüne yanıma uğrardı. Bolca çay içer sohbet ederdik.

Bir gün Özer Koç geldi Kitap Kulübüne. Ziya ile beraber sohbet ediyorduk. Ziya dediğim kitabı oku-dun mu? Dedi. Ziya yahu Özer öyle bir kitap söyle-din ki hiçbir yerde bulamadım, dedi. Ben de hangi kitap dedim. Bitmeyen Kavga. Bekleyin geliyorum dedim ve dışarı fırladım. Cağaloğlu Yokuşunda Bit-meyen Kavga romanını kapıp geldim. İşte Bitmeyen Kavga dedim.

Ziya, ulan Galip başıma iş açtın dedi. Meğerse Özer Koç Ziya’yı öyle bir sıkıştırmış,

hırpalamış ki, “Ulan karar ver bir düşünce adamı mı olacaksın ya da inandığın davanın militanı mı ola-caksın? Git Bitmeyen Kavga romanını oku ve tekrar konuşalım. Değilse serseri mayın gibi sağa sola sal-dırıp durma” demiş.

Bol çaylı sohbetten sonra dağıldık. Ziya o gün-den sonra onbeş yirmi gün ortalıkta görünmedi. Özer Koç’la birkaç kez karşılaştık bu arada. Nerde bu haylaz ortalıkta görünmüyor dedik birbirimize.

Nihayet bir öğle vakti “Ulan Galiiiib nerde bu Özer Koç” diye Kitap Kulübüne daldı. “Nışadır sü-receğim Özer Koç’a” diye öfke kusuyordu. Bitmeyen Kavga romanını okumuş, etkisiyle ruh dünyası altüst olmuştu. Özer Koç’la bir araya gelip neler konuştular hiç bilmiyorum.

MTTB den akşam saatlerinde çıktıktan son-ra Çemberlitaş’ta Milliyetçiler Derneğine kaçamak yapar bütün arkadaşlar orda buluşur rahmetli Ziya Nur ağabeyin sohbetlerine gönlümüzü açardık.

Milliyetçiler Derneğinde musiki çalışmaları ya-pan bir dostumuz vardı. İnce nahif bir arkadaştı. Sık sık nezle grip olurdu. O sebepten de nezle grip ilaçla-rı da eksik olmazdı. Ziya bu dostumuza “mistir ilaç” adını taktı.

Bu ince, zarif, nahif dost boş bulunup, boş bo-ğazlık ederek Necip Fazıl’ın aleyhinde konuşma gafletinde bulunmuş. Yememiş içmemişler hadiseyi Ziya’ya yetiştirmişler. Ziya öfkeden kudurarak “mis-tir ilaç”ı bulmuş. “Ulan Mistir İlaç bir daha Üstad’ın aleyhinde konuşursan maslahatı cop yapar kafana vururum” demiş. O ince, zarif, nahif bu dostumuz alı al moru mor perişan olmuştu. Uzun zaman bu hadise konuşuldu.

Onulmaz bir hastalığa yakalandı Ziya. Çok çek-ti. Eridi, dostlarının yüreklerini paraladı. Hastalığın-da birkaç kez ziyaret ettim, edebildim. Perişan halini görmeyi içim kaldırmıyordu. Son ziyaretimde çok kısa görüşebildim. Yeni evliydim. Hal hatır sorup

Galip BOZTOPRAK

BİR NECİP FAZIL DELİSİ

Page 143: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 143

moral vermeye çalıştım. O da benim halimi hatırımı sordu. Galipçiğim hadi sen gecikme, sık gelemiyo-rum diye üzülme, gönüllerimiz birlik olsun bu bize yeter, dualarından eksik etme yeter, Allah selamet versin dedi ve vedalaştık.

Vefat haberini birkaç gün sonra aldım. Ben ka-rakter olarak ölümü çok metin karşılayan bir mizaca sahiptim. Aklım erdiğinden beri ağladığımı, gözya-şı döktüğümü o güne kadar hatırlamıyorum. Ama Ziya’nın ölüm haberini aldığımda çocuklar gibi ağla-dım. Öyle ağladım ki eşim bu halimi hayretler içinde karşıladı, sen hiç ağlamazsın zannederdim dedi.

O günlerde Yeni Devir gazetesine haftada bir de-neme yazıları yazıyordum. Ziya’nın vefatı ile ilgili bir yazı yazdım. Bu yazıyı sadece yazmış olmak için yaz-mamıştım. Kafamda tenkit yazılarımda Ziya’yı bir kahraman olarak canlandırıp yaşatmaktı. Çok güzel hayaller kurmuştum. Gazete yazıyı yayınlamadı. Hiç yapmadığım bir şey, yazının suretini kendime alma-mıştım. Nasıl bir yazı idi tek kelimesini bile bugün hatırlamıyorum. Yazının yayınlanmaması tüm şev-kimi kırdı. Bu hayal kırıklığı ile uzun bir süre yazı da yazamadım. İnsanın hayatında böyle kırılma nokta-ları hep vardır.

Bu vesile ile tekrar, tekrar Sevgili Ziya’ya Fatiha-lar ve dualar. Ahirimiz hayr olsun.

Ziya Olgunharputlu, Palas 99 adlı oyunu icra ederken.

Ziya Olgunharputlu, son günlerinde Şükrü Karatepe ile birlikte Bakırköy’deki öğrenci evinde.

Page 144: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE144

Türkiye’nin en önemli gençlik hareketlerinin arasında yer alan Milli Türk Talebe Birliği’nde kendini yetiştirme şansına erişmiş olan Hamdi Zeyrek, 1 Şubat1950 tarihinde Kayseri’de dünyaya

gözlerini açtı. 1969 yılında tamamladığı Kayseri İmam Hatip Okulu’ndan sonra. Lise eğitimini 1973 yılında Kayseri Lisesi’nde tamamladı ve aka-binde lisans eğitimi için İstanbul’a gitti.

1973 yılında İstanbul Üniversitesi’nde bir yandan lisans eğitimine de-vam ederken diğer yandan Milli Türk Talebe Birliği’nin çalışmalarında aktif olarak yer aldı. Hamdi Zeyrek, bu yıllarda memleket meseleleriyle yoğun olarak ilgileniyordu. Sosyal, kültürel ve fikri donanımlarını geliş-tirmesinde Milli Türk Talebe Birliği onun için adeta bir okuldu.

Hamdi Zeyrek, cüsseli, çevik ve zinde fiziki yapısıyla yer aldığı sosyal ve sportif faaliyetlerle göz doldururdu. Lise ve yüksek öğrenim yıllarında okul takımlarında voleybol oynadı. Yine, 1972-1973 sezonunda Eczacıba-şı Voleybol takımında profesyonel olarak voleybol oynadı.

Voleybol dışında atletizmde de kendini gösteren Hamdi Zeyrek, gül-le atma sporuyla da bir süre ilgilendi ve Atatürk Eğitim Fakültesi adına yarıştığı orta dereceli okullar arası atletizm Türkiye Şampiyonası’nda 1975 yılında birinci oldu.

Hamdi Zeyrek, ne yazık ki hayatının baharında henüz 28 yaşında iken İstanbul’da askerlik hizmetini sürdürdüğü kışlasında 1978 yılında hayata gözlerini yumdu.

BİYOGRAFİ

HAMDİ ZEYREK

Page 145: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 145

Hamdi Zeyrek, kafasında o eski kışlarda genellikle köylülerde ve köy kökenliler-de görmeye alıştığımız tüylü yün ipten

yapılmış papağıyla, sırtında belli ki kendinden bü-yük bir aile mensubundan kalmış kalın kumaştan bol paltosuyla, geniş ve ütüsüz pantolonuyla, çamur-lu ayakkabılarıyla ve bunların içerisinde dekatlon yarışçısına eş iri yarı ve yüz güzelliği sanki gizlenmiş, yaklaşık 1. 75 boyunda sürekli tebessüm eden, hafif pembe yüzlü, çok kısa saçlı ve kaba konuşan samimi-yet, saflık dolu ve yoksul birisiydi. Şevket Süreyya’nın dediği gibi, Anadolu’nun bir başka mahsulüydü.

Yazları inşaatlarda çalışarak okurdu. Merak et-tiğimden, bir gün ben de kendisiyle inşaatta çalış-mak istediğimi söylemiştim. İşe başladık. Çimento torbaları dördüncü kata çıkarılacaktı. Hiç unutmam, çimento torbasını şöyle bir kaldırmaya çalıştım, he-men işi bıraktım. Hamdi, iki-üç çimento torbasını sırtına alarak taşırdı. Onun için, daha fazla ücret öderlerdi.

“Kesin inançlılar” kategorisinde İslam’a bağlı Hamdi, her yönüyle köy delikanlısıydı. Ta ki şor-tunu, formasını ve ayakkabılarını giyinceye kadar. Sahada bambaşka birisi olu verirdi. Kaslı ve düzgün fiziğine forma çok yakışırdı. Voleybolu bıraktıktan sonra İstanbul Altunizade’de MTTB’nin bir maçını seyretmeye gittiğimde, yalnızca onu izlemeye gelen birkaç kızdan oluşan özel seyircisi olduğunu fark et-miştim.

Smaçördü. Geride ve file önünde çok iyi savun-ma yapar, toplu ve topsuz oyunu çok iyi takip ederdi. Servisleri mükemmeldi. Sıçradığında yay gibi olduk-tan sonra omuzları ağın üzerine kadar yükselir, san-ki havada bir an asılı durur, rakip sahaya yukarıdan şöyle bir bakar ve topu istediği alana gönderirdi.

Sanki, antrenman yapmadığı gün ve saat yoktu. Buluştuğumuzda, yaptığı antrenmana ilaveten evin tavanındaki ağaçlara doğru 5-6 bin kez zıpladığını ifade ederdi.

Voleybol aralarında, nasıl gülle ve disk atıldığını gösterirdi. Disk atan İyonyalı atletlere benzetirdim. Seyretmeye bayılırdım. Güllede liselerarası yarışma-larda dereceleri olduğunu anlatırdı.

İmam-Hatip’in 1970 öncesi güçlü sporculara sahip güreş ve voleybol takımı vardı. Onu, İmam-Hatip Lisesi voleybol takımındayken tanıdım. Yete-nekli bir voleybolcuydu. Mahallede evimizin önün-de, İmam-Hatip Lisesi’nin bahçesindeki sahada her fırsatta keyifli maçlar düzenlerdik. Milletvekili Salih Kapusuz, yıllarca sonra o grubun içerisinde kendi-sinin de olduğunu söylemişti. Zaman zaman o tek başına, biz üç kişiyle veya altı kişiyle iddialı maçlar da oynardık. Kurduğumuz illegal takımla Yozgat’a maça bile gitmiştik.

Aynı zamanda, lise döneminde ve sonraları Kayseri’nin övünç kaynağı Kayseri Demirspor’da li-sanslı voleybolcuydu.

1970’lerde İstanbul’da lisans eğitimimi sürdü-

Murat YERLİKHAN

ANILARIMDAKİ HAMDİ ZEYREK

Page 146: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE146

rürken bir gün Hamdi telefonla aradı, İstanbul’a ge-leceğini ve Topkapı’da karşılamamı istediğini söyle-di. Karşıladım ve Çapa’da kaldığım Kayseri Yüksek Öğrenim Öğrenci Yurdu’na getirdim. Yolda, voley-bola İstanbul’da devam etmeyi arzuladığını anlattı, yardımcı olmamı istedi. Konuyu Bekir (Yıldız) ağa-beye açınca, “hallederiz, Voleybol Milli Takımı ve Eczacıbaşı Voleybol Takımı antrenörü Cengiz Göllü ile tanıştıralım” dedi.

Hamdi, Cengiz Göllü’nün bir iki antrenmanına katıldıktan sonra kendisine o gün itibariyle çok iyi bir para olan 300 lira aylık ödenebileceği ve ikameti için sporcular lojmanında bir oda tahsis edilebile-ceği iletildi. Hamdi teklifi kabul etti, smaçör-pasör olarak antrenmanlara katılmaya başladı.

Hamdi, Eczacıbaşılı olmuştu. Hepimiz sevini-yorduk. Aradan bir-iki ay geçmişti. Sömestre tatili için Kayseri’ye gelmiştim. Hamdi telefonla aradı ve buluşmak istediğini söyledi. Zümrüt Pastanesi’nde buluştuk. Babası vefat ettiği için Kayseri’ye geldiğini, voleybolu bırakacağını ve İstanbul’a döndüğümde Eczacıbaşı’na durumu iletmemi söyledi. Hamdi’nin Eczacıbaşı’ndaki voleybolculuğu kısa sürmüştü. Daha sonraları, Hamdi’nin babasının ölmediğini, bana yalan söylediğini anladım. Kendisine neden yalan söylediğini sorduğumda, “kardaşım, antren-manlarda ve maçlarda hepsi duşa çıplak giriyorlar-dı, ben girmiyordum, bu da alay konusu oluyordu, oyunda beni zor pozisyonlara sokuyorlardı, bunlar beni kabullenemiyorlardı, bir bahaneyle ayrıldım” dedi.

Parasızdı. İstanbul’da okumak istiyordu. Ziya (Olgunharputlu) ve Bekir (Yıldız) ağabey ayakkabı boyaması için sandık aldılar ama, uzun sürmedi, ya-pamadı. Kısa süreli işlerde çalıştı. Burs bulundu.

Bu arada, üniversiteler arası yarışmada 1975’de gülle atmada birinci olduğunu hatırlıyorum.

Yoksulluğuna rağmen, bizimle kaldığı Fatih Vakıflar Yüksek Öğrenim Yurdu’nda bulgur pilavı yapar, arkadaşlarıyla paylaşırdı. İstanbul’daki ikinci dönemde MTTB Voleybol takımında yer aldı, güzel maçlar çıkardı. Aynı zamanda okumaya başlamıştı. Bu dönemde kafasını Arapçasını geliştirmeye adeta taktı. Kısa süre sonra, Arapça yayın yapan radyolar-dan bize çeviriler yapmaya başladı.

Canımız sıkıldığı bir gün, Hamdi’le birlikte Be-yoğlu’ndaki Emek Sineması’na gitmiştik. Suareye bilet aldım. Sinemanın önünde beklemeye başladık. Hava soğuk. Hamdi sabırsızlanmış ki, sevgilisiyle gişeye yaklaşmakta olan adama o kalın paltolu iri cüssesiyle “Goçum saat kaç?” dediği anda, şaşkın bir şekilde ikilinin korkarak kaçışını unutamam. Ayrık-sıydı, İstanbul’da. Yabancıydı İstanbul’a, her Anado-lulu gibi.

Ben İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Hamdi’ye bir kez karşılaştım. İstanbul’a gitmiştim. Galiba, 80’li yılların başıydı veya öncesiydi. Kayserililer’in Be-yazıt’taki Erciyes Oteli’nde ona rastladım. Hamdi, yine aynı Hamdi’ydi. Giyinişiyle, hal ve davranışla-rıyla hiç değişmemişti. Hal hatır sorduk. Askerliğini yapıyormuş. Ordu takımında voleybol oynadığını söyledi. Voleybol malzemesi almaya geldiğini, ko-mutanlarıyla pek geçinemediğini anlattı. Meğer onu son görüşümmüş.

Bir süre sonra, bir tarlada başı çürümüş vücu-dundan ayrılmış bir şekilde, ölü bulunduğunu duy-dum. Türkiye ve Kayseri önemli bir sporcusunu, biz arkadaşları da bir parçamızı kaybetmiştik. Keşke otelde onunla daha çok konuşsaydım.

Gençlik dönemim spor, ideoloji ve arkadaşlık-larla dolu dolu geçti diyebilirim. Pek sorun yaşama-dım. Ama, bu dönemde beni derinden üzen üç ölüm var. Rahmetli Ziya Olgunharputlu öldüğünde çok üzülmüştüm. Tam bir ağabeydi. Bu günleri görme-sini, tepkilerini görmek isterdim. Rahmetli Sedat Yenigün ağabeyi unutamam, örnek bir kişiliği vardı. Beni, Cemil Meriç’le o tanıştırmıştı. Bir de, Hamdi Zeyrek. Üçünü, diğer arkadaşlarım gibi yaşlanmış olarak da görmek isterdim.

Gençliğimden bu güne eşya ve olaylara bakışım çok değişti. Gençlik arkadaşlarım o gündür bu gün-dür oldukları yerdeler. Her şeyin değiştiği bir dün-yada, değişmemek iyi midir, sanmıyorum. Fakat; eksiği, yanlışlığı ve kusurlarına rağmen çoğu insanın tadamayacağı arkadaşlığı onlarla tattım.

Baki kalan bu kubbede bir hoş sedaymış. 03 Ocak 2013, Kayseri

HAMDİ ZEYREK

Page 147: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 147

ALBÜM

Page 148: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE148

Oturanlar (Soldan): Ziya Olgunharputlu, Mustafa Dinçel, Mustafa Eren, Ahmet Taşçı, Mehmet Tekelioğlu.Ayaktakiler (Soldan): Hasan Nail Canat, Ahmet Kaplan, Hayri Kahyaoğlu, Rasim Özcan, Mehmet Eke, Ali Biraderoğlu, Nazım Erinmez, Rafet Cingil, Ali Pehlivanoğlu, Abdullah Gül, Ahmet Damar.

Necip Fazıl Kısakürek Kayseri’ye gelişlerinden birinde, istasyonda karşılanırken.

Page 149: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 149

Kayseri Büyük Doğu Cemiyeti’nin açılışı

Page 150: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE150

Soldan sağa (oturanlar): Mehmet Tekelioğlu, Mehmet Biraderoğlu, Mustafa Dinçel, Azmi Şenol, Abdullah Gül, Necip Fazıl Kısakürek, Ra-sim Arslan, Ali Gengeç, Ahmet Taşçı, Ahmet Damar, Abdülkadir Bin-başıoğlu, Mehmet Taşkıran.

Soldan Sağa (ayaktakiler): Ahmet Kaplan, Emin Halim, Emin Özyurt, Mahmut Fidanil, Ziya Olgunharputlu, Sabit Abdülazizoğlu, Necmettin Gevri, ......., Ali Taşçı, İsmail Köse, Mahmut Gürgür.

Soldan Sağa Arka sıradakiler: Ali Yılmaz, Özer Koç, Mehmet Bozdo-ğanlı, Halil Yücel, Mustafa Eren, Ali Pehlivanoğlu, Nazım Erinmez.

• Resim 1968-69 yılında eski müftülük binasının bitişiğindeki Din Gö-revliler lokalinde çekilmiştir. Bu resmin çekilmesinden kısa bir süre önce Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “İdeolocya Örgüsü” isimli eserinin yayın hakkını Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü Talebe Derneği satın al-mıştı. Üstadın önündeki siyah çantada “Temlik Senedi” başlıklı anlaş-manın bir kopyası ve anlaşmanın imzalandığını gösteren resimler vardı.

Page 151: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE 151

mavera yolcularına

Mustafa ÖZER

kahpe dünya senin severin çokturmeylim sana değil haberin olsunyağmurlar yağıyor haberin yokturgözünden düşenler özerin olsun

hastalık dediler onları buldutrafikle ceza kazadan bolduhülasa dost’ların “dediği oldu”gözünden düşenler özerin olsun

mustafa ziyade ziyamız genciali ekrem kenan hamdi’n güvencinail mehmet ile abdullah incigözünden düşenler özerin olsun

erciyes erise ağıt göz olsabüyükdoğu lügat olup söz bulsamersiye dostlarla duada kalsagözünden düşenler özerin olsun

onca dostum göçtü dostu sormadanselam yoldaş olsun sona varmadanözerin özünden varan armağangözünden düşenler özerin olsun

Page 152: Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYEkekvakfi.gen.tr/mersiye.pdf · Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağ-men, oluşumunu Kayseri iklimiyle

YÜZ BİN PEYGAMBER YUNUS EMRE

Hor bakma sen toprağa, toprakta kimler yatur?Kani bunca evliya, yüz bin Peygamber yatur.

Cennette buğday yiyen, gaflet gömleğin giyen, Hem dünyaya meyleden, Adem Peygamber yatur.

Arkasıyla kum çeken, göz yaşıyla yoğuran, Kabeye temel kuran, Halil Peygamber yatur.

Vücudunu kurt yiyen, kurt yedikçe şükreden, Belalara sabreden, Eyyub Peygamber yatur.

Balık karnında yatan, deryaları seyreden, Kabak kökün yaslanan, Yunus Peygamber yatur.

Kuyuda nihan olan, kul deyüben satılan, Mısır’a sultan olan, Yusuf Peygamber yatur.

Yusuf ’un yavu kılan, Kurt ile dâvi kılan, Ağlayıp gözsüz kalan, Yakup Peygamber yatur.

Asasın ejder kılan, bahre urup yol eden, Firavun’ı helâk eden, Musa Peygamber yatur.

Ol Allahın habibi,dertlilerin tabibi, Enbiyalar serveri, Resul Muhammed yatur.

Hayber kal’asın yıkan, kafiri oda yakan Şahinler gibi bakan, Ali gibi er yatur.

Ata ana gülleri, Kur’an okur dilleri Fatmana oğulları;Hasan, Hüseyin yatur.

İğnesin suya atan, balıklara getirten Tacın tahtın terkeden, İbrahim Edhem yatur.

Gündüzler saim olan, geceler kaim olan. Ariflerin sultanı, Bayezit Bestam yatur.

Hakikat erleri, geçti dünyadan her biri. Konyada ol Mevlana, Hüdevandigâr yatur.

Çoktur Hakkın has kulları, fikr eyle bunları. Saysam erenleri, görsen ne sultanlar yatur.

Yunus, sen de ölürsün, kara yere girersin. Kara yer altında, çok günahkar kullar yatur.