40
Devrimci sanat tartışmaları neden cahil ve kaba parti komiserlerinin hayaletiyle gölgeleniyor? Parti deyince akla ne gelir? SAYFA 36 KOMÜNİST KOMÜNİST “Bölgemiz, Yunanistan, Türkiye ve bölgedeki diğer ülkeler için esas konu, bir ülkedeki burjuva sınıfı ile işbirliği yapmayan, muhtemel bir savaşta o ya da başka bir emperyalistin tarafını yer almayan halklardır. Bir diğer önemli husus, halk için emperyalist savaşa ve emperyalist planlara karşı çıkmaktır. Komünistler, anti-emperyalist mücadeleye öncülük yapmak zorundadır.” ALEKA PAPARİGA yunan komünistleri kriz sürecinde ne yapıyor, nasıl bir strateji uyguluyor? “Halk hareketi oluşturulmalıdır, bu hareket kararlı olmalıdır ve kapitalist barbarlığı alaşağı etmek için tarihsel fırsat kaçırılmamalıdır.” eŞitlik v e ÖZgÜrlÜk MÜcad eleSinin yayInIdIr 1 aralIk 2011 SAYI 339 FiyatI: 5 tl SAYFA 12 SAYFA 4 tSk’nın 80 yılın ürünü olan tarihsel-kurumsal karakteri “yapıcı” misyonlar karşısında kilitlenmeyi gerektirmektedir. akP’yi 80 yıllık cumhuriyet’in temeline kazma vuran bir “irticai” hareket olarak görenler, şimdi akP’nin yaşayacağı ciddi bir sendelemenin tüm bir düzeni yere sereceğinden çekinecek hale gelmişlerdir. akP Hukukuna kiMler yardIM etti? Solda “Yeni- Osmanlı adaleti”nin kılıcının başkalarını kesmesinden memnuniyet duyanlar, aynı anlama gelmek üzere, AKP’nin destekçisi ve kendi yenilgilerinin mimarı olmuşlardır. liBya Ve Suriye’de kOMÜniSt OlMak Tarih komünistlere hiçbir zaman steril, akla karalardan ibaret koşullar yaratmıyor. Devrimci çıkışlar çoğu kez içinden çıkılamayacak denli karma- şık denklemlerin mücadele içinde çözülmesiyle gerçekleşiyor. SAYFA 6 SAYFA 8 ve 18 İkinci Cumhuriyet, ordu ve orducular

Komünist 339

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Komünist Aralık 2011, Sayı: 339

Citation preview

Page 1: Komünist 339

Devrimci sanat tartışmaları neden cahil ve kaba parti komiserlerinin hayaletiyle gölgeleniyor?

Parti deyince akla ne gelir?SAYFA 36KOMÜNİSTKOMÜNİST

“Bölgemiz, Yunanistan, Türkiye ve bölgedeki diğer ülkeler için esas konu, bir ülkedeki burjuva sınıfı ile işbirliği yapmayan, muhtemel bir savaşta o ya da başka bir emperyalistin tarafını yer almayan halklardır. Bir diğer önemli husus, halk için emperyalist savaşa ve emperyalist planlara karşı çıkmaktır. Komünistler, anti-emperyalist mücadeleye öncülük yapmak zorundadır.”

ALEKA PAPARİGA yunan komünistleri kriz sürecinde ne yapıyor, nasıl bir strateji uyguluyor? “Halk hareketi oluşturulmalıdır, bu hareket kararlı olmalıdır ve kapitalist barbarlığı alaşağı etmek için tarihsel fırsat kaçırılmamalıdır.”

eŞitlik ve ÖZgÜrlÜk MÜcadeleSinin yayInIdIr 1 aralIk 2011 SAYI 339 FiyatI: 5 tl

SAYFA 12

SAYFA 4

tSk’nın 80 yılın ürünü olan tarihsel-kurumsal karakteri “yapıcı” misyonlar karşısında kilitlenmeyi gerektirmektedir. akP’yi 80 yıllık cumhuriyet’in temeline kazma vuran bir “irticai” hareket olarak görenler, şimdi akP’nin yaşayacağı ciddi bir sendelemenin tüm bir düzeni yere sereceğinden çekinecek hale gelmişlerdir.

akP Hukukuna kiMler yardIM etti?Solda “Yeni-Osmanlı adaleti”nin kılıcının başkalarını kesmesinden memnuniyet duyanlar, aynı anlama gelmek üzere, AKP’nin destekçisi ve kendi yenilgilerinin mimarı olmuşlardır.

liBya Ve Suriye’de kOMÜniSt OlMakTarih komünistlere hiçbir zaman steril, akla karalardan ibaret koşullar yaratmıyor. Devrimci çıkışlar çoğu kez içinden çıkılamayacak denli karma-şık denklemlerin mücadele içinde çözülmesiyle gerçekleşiyor.

SAYFA 6SAYFA 8 ve 18

İkinci Cumhuriyet, ordu ve orducular

Page 2: Komünist 339

PanO 1 ARALIK 2011 SAYI 339 KOMÜNİST2

Sahibi: Mehmet Yavuzkan Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hetem AyazAdres: Osmanağa Mah. Serasker Cad. No: 104/6 Kadıköy İstanbul Tel: 0216 346 95 92 Baskı: Kayhan Matbaacılık Güven Sanayi Sitesi C Blok No: 244 Zeytinburnu

tÜrkiye kOMÜniSt Partililer, Parti’nin dOStlarI... kOMÜniSt’in SayFalarI, Parti’yle SÖyleŞMek, tartIŞMak, PaylaŞMak Ve SOrMak için!

KOMÜNİSTAYLIK TÜRKÇE DERGİ - 2011

YEREL SÜRELİ YAYIN

www.tkp.org.tr e-posta: [email protected]

kOMÜniSt, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin aylık sesi olarak yeniden hazırlandı. Partili yaşamı zenginleştirmek, yoldaşlık hukukunu güçlendirmek, kavgamızın ortak aklını geliştirmek için daha nitelikli kOMÜniSt, daha iddialı

kOMÜniSt, daha fazla okunan kOMÜniSt, düzenli tartışılan kOMÜniSt, her fırsatta katkı konulan kOMÜniSt. daha çok komünist için kOMÜniSt!

29 Ocak’ta ankara’da

SOSyaliStlerin MecliSi

niHat BeHraM’a ÖdÜl

Partinin örgütlenme hamlesi, 29 Ocak Pazar günü Ankara’da büyük bir kapalı salon buluşması ile başka bir evreye taşına-cak. Mustafa Suphilerin mücadelesinin sonuçsuz kalmadığı-nı ve kalmayacağını hep birlikte, bir kez daha göstereceğiz. SOSYALİZM KAZANACAK! Türkiye’de de, Yunanistan’da da, Küba’da da, Arap ülkelerinde de...

4 Aralık’ta ikinci toplantısını yapacak olan ve katılımcısı yüzü geçen Sosyalistlerin Meclisi’nin internet sitesi açıldı. www.sosyalistlerinmeclisi.org adresindeki sitede yapılan basın açıklamaları, katılımcılar ve sunulan tebliğleri oku-yabilirsiniz.

yoldaşımız nihat Behram’a 46.sı yapılan Salihli Şiir ikindileri edebiyat günleri’nde “dionysos Şiir Ödülü” verildi. rutkay aziz’in de “Sanata emek Ödülü” aldığı Şiir ikindileri türkiye’nin en uzun soluklu edebiyat etkinliklerinden biri olarak biliniyor.

akadeMi gÜnleri’nin ardIndanNâzım Hikmet Akademisi’nin Almanya’ya Emek Göçü’nün 50. yılı nedeniyle düzenlediği “Akademi Günleri” 26 Ekim-3 Kasım tarihleri arasında İstanbul NHKM’de gerçekleştirildi.Ellinci yıl vesilesiyle devlet tarafından nostaljik etkinliklere konu edilen, diğer taraftan medyaya anekdotlar biçiminde ama hayli yaygın olarak taşınan “emek göçü”nün temel karakteri adında açık olarak ortaya konuyor. NHA bu etkinlik zincirini düzen-lerken göçmenlerin işçi sınıfının önemli bir parçası olduklarını merkeze koydu. Almanya’nın 2. Dünya Savaşı sonrasında yeniden imarı ve kapitalizmin genel genişleme döneminin gündeme getirdiği, ayrıca ülkenin 1945’te bölünmesiyle artan işgücü gereksinimi-nin Güney Avrupa ülkelerinin yanısıra Türkiye’den karşılanması bir taşla birçok kuş vurmak anlamına geliyordu. Göçmen işçiler çok daha azla yetinebilir ve Alman kapitalizminin kâr oranlarına büyük katkılarda bulunabilirlerdi. NHA milyonlarca insanımızı doğrudan ilgilendiren bu çok boyutlu konuyu emekçi kimliği merceğinden ele almayı denedi.“Bir Bavul, Umut ve Hayalleriyle Çıktılar Yola” başlığıyla düzen-lenen etkinliklere farklı alanlardan akademisyenler, hayatının bir bölümünü Almanya’da geçirmiş göçmenler, NHA bünyesinde emek göçü üzerine üretimde bulunan öğrenciler emek verdi. Akademi Günleri kapsamında göç sergisi açıldı, film göste-rimleri düzenlendi, tanıklıklar adıyla söyleşiler yapıldı, emek göçünün tartışıldığı bilimsel panellerin yanısıra edebiyat ve sinemaya odaklananlar paneller organize edildi. NHA öğrenci-leri ise yalnızca izleyici değil, “Gavurun Parası” adlı belgeselin temsil ettiği gibi aynı zamanda katkıcı oldular.

www.sosyalistlerinmeclisi.org

Page 3: Komünist 339

SiyaSet1 ARALIK 2011 SAYI 339KOMÜNİST 3

cHPTekelci medya her gün Cumhuriyet Halk Partisi’ne yeni bir genel başkan seçiyor! Muharrem İnce, Mustafa Sarıgül, Ümit Boyner geçtiğimiz haftanın güçlü adayları olarak manşetlerde yerlerini aldılar. Aynı medyanın rüzgarıyla CHP’nin başına konu-veren Kemal Kılıçdaroğlu ise tutarsız açıklama ve davranışlarını sürdürmeye devam ediyor.

BAYKAL’IN YERİNE KILIÇDAROĞLU’NU CHP GENEL BAŞKANI YAPAN SÜRECİN BİR AMERİ-KAN OPERASYONU OLDUĞUNU YAZDIĞIMIZDA BİZE ÇOK KIZILMIŞTI. ŞİMDİYSE “MEĞER ABD’NİN ADAMIYMIŞ” SÖZÜ BİZZAT CHP İÇİNDEN DUYULUYOR. BU PARTİNİN SINIFSAL TEMELLERİ, SIRTINI DAYADIĞI GÜÇLER VE ON YILLAR BOYU ÜSTLENDİĞİ MİSYON HESABA KATILDIĞINDA KILIÇDAROĞLU’NUN İKİNCİ CUMHURİYET’İN ÖNÜNÜ AÇMAK İÇİN YÜ-RÜTÜLEN ÇALIŞMALARDA “GEÇİCİ” OLARAK GÖREVE ATANMASINA ŞAŞIRMAMAK GERE-KİYOR. ŞAŞIRTICI OLAN BU PARTİYE HALA SOLDAN UMUT BAĞLAMAK…

yeni MecZuBuMuZTopkapı Sarayı’na pompalıyla dalıp saatlerce sağa sola ateş eden kişinin amacının ne olduğu bilinmiyor. Bilinen bu kişinin Libya pasaportu taşıdığı, pompalı tüfekle saraya girdiği ve “Alla-huekber” diye bağırarak ateş etmeye başladığı. Dinsel referanslarla, sloganlarla düzenlenen her bu tür saldırıdan sonra olduğu gibi Samir Salem Ali Elmahdhavri’nin de akıl hastası olduğu emniyet ta-rafından daha bu kişinin kimliği bile saptanamadan basına emniyet tarafından servis edildi. Sonra bu yetmedi, saldırganın bir gece önce bir bara gittiği dedikodusu yayıldı.

MEDYANIN ve DEVLETİN İDEOLOJİK MÜCA-DELEDE HİÇ AMA HİÇ BOŞLUK BIRAKMADI-ĞININ EN GÜNCEL ÖRNEKLERİNDEN BİRİ. HİÇ YORULMAKSIZIN BUNLARA ANINDA YANIT ÜRETMEK, BEYİN YIKAMA OPERASYONLARINI BOŞA ÇIKARMAK İÇİN SESLENME ARAÇLARI-MIZI YETKİNLEŞTİRMEK, ONLARI ÇOK DAHA FAZLA KİŞİYE ULAŞTIRMAK DURUMUNDAYIZ. AKIL SAĞLIĞIMIZ İÇİN!

Suriye ve akP’nin dOStluĞuSiyasi iktidar, Suriye’deki silahlı gruplara Esad re-jimini devirmek için siyasi, maddi ve askeri destek vermeye devam ediyor. AKP’ye göre Şam’da “halka karşı zulmeden” bir yönetim var. Çatışmaların yol açtığı ölü sayıları şişiriliyor, muhalif çetelerin provokasyonları Suriye ordusunu mal ediliyor, en önemlisi CIA beslemesi silahlı gruplar Türkiye sınırları içinde kampa alınıyor!

BİR BAŞKA ÜLKENİN MEŞRU HÜKÜMETİNİ YIKMAK İÇİN ASKER TOPLAMAK TCK’NIN 306. MADDESİNDE AÇIKÇA AĞIR SUÇ OLARAK TA-RİF EDİLİYOR. KONU 29 KASIM’DA SOL PORTAL TARAFINDAN HABERLEŞTİRİLİRKEN, ADALET İÇİN HUKUKÇULAR DA SUÇ DUYURUSUNDA BULUNDU. TÜRKİYE’NİN KOMÜNİSTLERİ DOĞAL OLARAK SURİYE’NİN EMEKÇİ HALKLA-RININ YANINDA TUTUM ALIYOR, ONLARIN EM-PERYALİSTLERİN UŞAĞI ÇAPULCU GRUPLARA KARŞI DİRENİŞİNİ DESTEKLİYORLAR.

SerVer tanilliTürkiye’nin en üretken ve onurlu aydınlarından Server Tanilli yaşamını yitirdi. Çok sayıda kitabı olan hocamız 7 Nisan 1978’de faşistlerin saldırısına uğramış ve yaşamının geri kalan kısmını bu sal-dırının neden olduğu felç rahatsızlığı ile geçirmek durumunda kalmıştı.

BİR AYDINLANMA NEFERİ OLAN TANİLLİ’NİN ÖLÜMÜ ARTIK BÜTÜN DEĞERLERİNİ GÖZDEN ÇIKARAN VE KENDİ DEĞERSİZLEŞEN BİR KISIM “SOL” AÇISINDAN PEK AZ ANLAM İFADE ETTİ. BELKİ DE 1978’DEKİ FAŞİST KURŞUNLAR Sİ-YASİ İKTİDARI TANİLLİ’Yİ ŞU YA DA BU SİYASİ DAVANIN İÇİNE DAHİL EDEREK İTİBARSIZ-LAŞTIRMAKTAN ALIKOYMUŞTU. TÜRKİYE’DE HAKSIZLIĞA BİR TEK AHMET ŞIK VE NEDİM ŞENER’İN UĞRADIĞI KANAATİNİ YAYMAYA ÇALIŞAN LİBERAL SOL EĞER TANİLLİ’YE DE BİR ŞEYLER BULAŞTIRILSAYDI, EMİN OLUN BU KOCA ÇINARIN ÖLÜMÜNÜ MUTLAK BİR SESSİZLİKLE KARŞILAYACAKTI.

MeHMet eyMÜrHakkında onca suçlama olan, bunların bir bölümü belgelenen MİT eski Daire Başkanı Mehmet Eymür gözaltına alındı ve sorgusundan sonra mahkeme kararı beklenmeksizin serbest bırakıldı. Eymür sayısız faili meçhul ile ilişkilendirilirken, Susurluk dosyasının en kritik isimlerinden biri haline gelmiş, Ergenekon operasyonlarının başlangıcında onun “tanıklığı”nın büyük rolü olduğu iddia edilmişti.

GAZETECİ ve YAZARLARIN YILLARDIR TUTUK-LU KALMALARINA NEDEN OLAN SUÇLAMA-LARIN GERÇEK KAHRAMAN ve SORUMLULA-RINDAN EYMÜR’ÜN SORGULANMASI AKP’YE DEMOKRATİKLEŞME KONUSUNDA ROL BİÇEN LİBERALLERİ VE LİBERAL SOLCULARI HEYE-CANLANDIRMIŞ OLABİLİR. ANCAK DİKKATLİ BİR GÖZ, 9 SAYFALIK İFADENİN “İTİRAF” DEĞİL DE “İTHAM”DAN İBARET OLDUĞUNU, BURA-LARDAN İNANDIRICILIĞI YERDE SÜRÜNEN BAZI DAVALARA YENİ SOLUK KATILMAYA ÇALIŞACAĞINI GÖRECEKTİR.

kOMÜniSt’in nOtlarI

Page 4: Komünist 339

AKP tipi demokraside

Kabahat kimde?Dizginlerinden boşanan bir iktidarla karşı karşıyayız. Son örneklerinden yal-nızca biridir, BDP’nin Anayasa Komisyonu’na temsilci olarak gönderdiği bir profesörün terör örgütü üyeliğiyle suçlanarak tutuklanması. Aslında AKP’nin “son örneği” anlaşılan bir süre daha olmayacak, hükümet partisi cüretin ve yüzsüzlüğün sınırlarını hep zorlayan bir davranış kalıbını hayata geçirmeye devam edecektir. Van’da iki deprem arasında dezorganize görüntüyü ve olası toplumsal mu-halefetin yükselmesine elverecek bir ortamı engellemek için insanları hasarlı binalara girmeye çağıran kişi, ikinci depremden sonra neredeyse “neden giri-yorsunuz kardeşim” diye halkı suçlayan başbakanın kabine üyesidir! Deprem AKP için şişen inşaat sektörünü yeniden sıçratma vesilesi olmuştur.Hükümetin deprem bölgesine kaynak aktarmaktan politik nedenlerle uzak duracağını yüzünü kızartmadan anlatan bizzat başbakandır. Afet bölgesi ilan etmek diye adlandırılmış bir prosedürün uygulanmaması ve sonuçta koca kentin boşaltılmaya başlanması da tasarlanmış bir politikaya benzemektedir. Yeri gelmişken; boşaltılmakta olan kentin yakın çevresinde insan yerleşiminin tarihi 7 bin yıldır ve Van 3 bin yıla yakın zaman önce bir krallığa başkentlik etmiştir... Ergenekon’a, Devrimci Karargah’a, Dink komplosuna, kadına yönelik şidde-tin zirvesi olarak tecavüz ve töre cinayeti dalgasına, Meclis zorbalığına vb… Erdoğan’ın sahip çıkışına değinmeyeceğim. Karşımızda pervasızlık, yüzsüzlük veya cüret örnekleri yok. Bu bir davranış kalıbı. Giderek AKP’yi karakterize etmenin ötesine geçen ve Türkiye kapita-lizminin bütününe yayılan, bir siyasi partiden çok daha geniş bir yapıdan söz ediyoruz. AKP’nin iktidardan hiç ayrılmayacakmış gibi düşündüğünü ve davrandığını not edersek bu manzara anlaşılır hale gelir. “İktidardan hiç ayrılmamak” gerçekçi sayılmayacaksa ve hatta sol için temelsiz, abartılı bir kötümserlik sayılırsa, şöyle diyebiliriz: AKP gün gelir iktidardan inerse, sonrasında da memleketin onun soktuğu yoldan ayrılmamasını hedeflemektedir. Zira ısrarla anlatmaya çabaladığımız gibi, bu hükümetin “herhangi bir” hükümet olmadığı, AKP’nin bir rejim değişikliğini gerçekleştirdiği açıktır. Rejimler arası geçişler, hükümet-ler arası geçişlerden, kuşkusuz çok daha zordur.Türkiye kapitalizminin belli başlı kurumları, akımları, organları, başta büyük sermaye sınıfı giderek yeni davranış kalıplarının hem bir zorunluluk haline gel-diğini (bunlardan kendilerinin de kaçınamayacaklarını, çünkü oyunun kuralla-rının değiştiğini), hem de bunların aslında hayatı çok kolaylaştırdığını gördü. Kast ettiğim şu: Sosyal güvenlik sistemini ortadan kaldırırsanız ve bunun radikal arayışları körüklemesini de engellemeniz gerekiyorsa, islami yardım kuruluşları, tarikatlar, sadaka kültürü bulunmaz nimettir. Türkiye’de TÜSİAD’da

akP işi ifrada kaçıran, hukuku ayaklar altına alan bir parti olarak türkiye’de bir “aşırılığı” mı temsil etmektedir, yoksa bu tarz artık dinci, anti-demokratik bir oluşumun özgünlüğü olmaktan çıkıp türkiye siyasetinin karakteristik özelliği haline mi gelmiştir? gerçekçi bir bakış durumun ikincisi olduğunu saptayacaktır.

SiyaSet 1 ARALIK 2011 SAYI 3394 KOMÜNİST

Page 5: Komünist 339

üslenen geleneksel büyük sermaye, özellikle kriz koşullarında AKP’ye ve onun tarzına muhtaç olduğunu açıkça görmüş olmalıdır. Yazının birinci tezi yukarıda açıklan-maya çalışıldı: AKP’nin ülkeye getirdi-ği, dayattığı, kabul ettirdiği davranış kalıbı, düzenin bütünü tarafından be-nimsenmiştir. Bu anlamda AKP sınıfına önderlik etmeyi becermiş bir partidir. Elbette izlenen yol, en fazla onu ilk keşfedenin işine yarayacak, hatta baş-kalarının üstünden dökülecektir.

Sadece AKP mi suçlu ?Bir siyasi ekibin kendi uç tarzını bu ölçüde yaygınlaştırıp toplumun bütününe bir model haline getirmesi için egemen güçlerin konum alması ve emperyalist rüzgarların yelkenleri doldurması çok büyük destektir. Bizde de böyle olmuştur.Ancak Türkiye’de sol düşünce, bir kez “kutsal ittifak” kurulduğunda karşı tarafın her şeye kadir hale geleceğini kabul etmekten vazgeçmelidir. Sınıflar mücadelesi yalnızca güçlü temsilcile-rin, yaygın örgütlülüklerin, grevlerin, barikatların olduğu yerde hükmünü icra etmez. Sınıflar mücadelesi bu tür somut görüngüler üzerinden anlamlan-dırılır elbette, ama aynı zamanda ya da öncelikle bir metodolojidir. Sınıflı bir toplumda, egemen güçler icraatlarını ezilen, yönetilen sınıflara bir biçimde kabul ettirmeli, “onay” almalı-dırlar. Onay sessiz biçimlerde de verilir...Sonuç olarak AKP’nin adaletsizliği ve keyfiliği bir yönetim tarzı olarak ilan etmesinin arkasında yalnızca egemen güçler blokunun desteği var denirse, analiz eksik kalır. Teorik olarak eksik kalmasından daha fazla, asıl, politik olarak eksik kalır.AKP’nin adaletsizliği ve keyfiliği, yö-netilen sınıfların adına konum alanlar üstünden de okunmak zorundadır. Solda “Yeni-Osmanlı adaleti”nin kılıcının başkalarını kesmesinden memnuniyet duyanlar, aynı anlama gelmek üzere, AKP’nin destekçisi ve kendi yenilgilerinin mimarı olmuş-lardır. Türkiye’de, egemenlerin Kürt hareketine uyguladıkları baskıdan açık veya örtülü bir memnuniyet duyan ulusal sol kesimler bugünün yalnızca yenikleri değil, aynı zamanda mimar-larıdır. Bugün tasfiye edilen kemalizm ve tanım alanını yitiren ulusal sol, 1999’u izleyen yıllarda Kürt sorununun üstüne bir örtü çekilmesini hiç sorun etmemişlerdi.Bunun simetriği de vardı. Kürt hareke-ti ve “Kürt-merkezli” diyebileceğimiz sol kesimler de, Ergenekon operasyo-nunda bariz biçimde görüldüğü gibi yaşananları demokratikleşme olarak yorumlamış, hatta desteklemişlerdi. Kimileri açıkça, kimileri “yan cebime koy” biçiminde! Ancak kendileri hedef tahtasına yer-leştirildiğinde AKP’nin ne yaptığına biraz aymaya başlayan bu kesimlerin AKP’nin zaferine çok önemli katkılarda bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu yaklaşıma ulusal solun sınırlı bir etkinliğe sahip olabildiği, Kürt hare-

ketinin gücünün bu ölçekteki süreçleri etkileyecek boyutlara hiç çıkmadığı, hele Kürt-merkezli solun ihmal edile-bilir bir faktör olduğu sıralanarak itiraz edilebilir. Bahsi geçen kesimler, bu betimlemede söylenenden daha etkili oldukları için değil, siyasetin mantığı-nın kaba güç kriterleriyle çizilmediği için bu itirazlar geçersiz olacaktır. AKP, kemalizm, sol, Kürtler vb. karşıtları adına kendisine sunulan kısmi destek-lere ihtiyaç duyuyordu. Bu partinin “kimseyi takmayan” bir kadir-i mutlaklığa erişmesi, siyasetin yukarıda sınıf mücadelesi kavramıyla hatırlatmaya çalıştığımız yasasının geçersizleşmesi anlamına gelmez. Egemen sınıf, yönetilen sınıfların onayını, rızasını almalıdır. Hangi yolla olursa olsun...AKP’nin muhalefetinden aldığı kısmi desteklerin bileşkesi, yöneti-len kesimler ve emekçi sınıflar dahil tüm toplumun yeni modele tabi hale getirilmesini temsil eder. AKP’yi suçla-mak ve başkalarının varılan sonuçtaki katkılarını görmezden gelmek kritik bir yetersizliğe işaret edecektir. Çünkü bugünkü mücadeleler için gereken kı-lavuz bu boyut olmaksızın yazılamaz. Bu bakış açısı ihmal edildiğinde zama-nında gericilikle mücadele etmek ye-rine uzlaşarak Tayyip Erdoğan’a meclis kapısını açan Baykal’ın yarın öbür gün sola umut diye pazarlanması bile mümkün olabilir. Bütün anketler, toplumun -Türküyle Kürdüyle- Ame-rikan emperyalizminden tiksindiğini gösterdiği günlerde Vaşington’da

temsilcilik açma veya bu ülkenin “dü-şünce kuruluşları”na kendini anlatma telaşına düşenler az çıkmamıştır. Kemalist ve Kürt ulusalcı heyetlerin gözlerini bir biçimde oralara dikmeleri ile, Erdoğan’ın kendisini Büyük Orta-doğu Projesinin Eşbaşkanı ilan etmesi arasında bir bağ yok mudur? Ya da; AB’nin Diyarbakır’a demokrasi getire-ceğini iddia edenler, AB’nin getireceği “demokrasi” nin en azından o günün Türkiye’sinden daha iyi olacağını anla-tanlar, emperyalizm hakkındaki klasik sol yaklaşımların esnetilmesini iste-yenler... AKP’nin yurtseverlik ideoloji-sinin altını oymasından belli ölçülerde sorumlu değiller midir?

Demokrasi mücadelesinin sonu Aman, yukarıdaki eleştiriden “de-mokrasinin ve hukukun üstünlüğü” çıkartılmasın! Demokrasi mücadelesi ve demokrasi söylemi Türkiye solunu siyasetin sınıf özünden uzaklaştırmış-tır hep. Sınıflar üstü bir demokrasi yanılsaması, sosyalizmin demokrasinin kazanılmasından sonraya ertelenme-si... solu tarihinde iktidarsızlaştıran temel sapma budur. Demokrasi, olsa olsa sınıf mücadelesinin ortaya çıkart-tığı kimi pat durumlarının adı olabilir. Demokrasi, eğer olursa, sosyalizm mücadelesinin yan ürünü olacaktır. Başlı başına hedef sayıldığında ise solun kendi kendisini silahsızlandır-masına çıkar.Bizim meselemiz siyasette hukukun ve demokrasinin keyfiliğin altında kal-ması karşısında enkazdan kurtarma

çalışması olamaz. İkinci Cumhuriyet burjuva anlamıyla da demokrasinin altyapısının dinamitlenmesidir ve bu “geri döndürülebilir” bir süreç değil-dir. Bu anlamda AKP mutlak biçimde kendisini değil, ama kapitalizm ko-şullarında bugünkü yönetim biçimini mutlaklaştırmakta haklıdır. İkinci Cum-huriyetin alternatifinin bu düzenin içinde geliştirilemeyeceği bugünkü verilerle kesin. Hukuksuzluk, burjuva demokratik hukuka geri döndürülerek aşılmayacak. Hem burjuva demokra-sisinin olanaksızlaştığı hem de bunu talep eden kimseciklerin kalmadığı koşullarda, gerçekçi ve doğru alterna-tif tekleşmekte, sosyalizme indirgen-mektedir. Türkiye’de sosyalizm hedefini acil ve güncel olarak algılayan, bu çerçevede programlaştıran biricik hareket komü-nistler. TKP’nin bu tutumu nedeniyle zaman zaman hayalcilikle, bazen de gündelik mücadelelere ertelemeci yaklaşmakla eleştirildiği de bilinir. Sos-yalizm hayal midir, onu tartışmayalım, ama gündelik mücadelelerin demok-rasi değil sosyalizm çerçevesinde an-lamlandırılabilir olduğu tezinin nesnel dayanakları giderek güçlenmektedir.Komünistlerin dışında duran ve sık sık aralarında zıtlaşma yaşayan muhalif akımların, mücadelelerinde sosyalizmi en azından daha güçlü bir referans noktası haline getirmeleri, bu anlam-da, bir gereksinim olarak daha fazla hissedilecektir.

Aydemir GÜLER

keyfilik ve adaletsizlik kural haline geldiyse, bunun nedeni tek başına karşı tarafın gücü değildir. akP’nin dışında kalan bütün politik kesimlerin, ama özellikle etki alanlarının sınırlı olmasına bakmaksızın, halk kitleleri, sol, ilericilik, yurtseverlik, yoksullar adına konuşanların politik performansını da değerlendirmemiz gerekir. Bugün tutarlı biçimde keyfiliğe itiraz edebilmek için akP’li yılların bütününde, adı geçen parti bir başka kesime vurduğunda “yan cebime” dememiş olmak gerekmez mi? Bu yanlışa hem ulusal sol, hem liberal sol, hem de kürt ulusalcılığı düşmüştür.

KOMÜNİST SiyaSet1 ARALIK 2011 SAYI 339 5

Page 6: Komünist 339

SiyaSet 1 ARALIK 2011 SAYI 339 KOMÜNİST6

Irak’ta, Libya’da, İran’da ve şimdilerde Suriye’de...

Komünist olmak!esad rejiminin iç çelişkilerinin derinleşmesi, yoksul halk kitlelerindeki hoşnutsuzluk, ulusal-etnik ayrımcılığa duyulan tepkiler, yolsuzluk ve hukuksuzlukla ilgili birçok gerçek “neler oluyor” sorusuna yanıt olabilir ve bunlar önemsizleştirilemez. ama hiçbirinin “emperyalizm saldırıyor” yanıtı gibi devrimci siyasetin geçebileceği tek kapıyı aralayamadığı da ortada.arap sonbaharı kışa dönüşürken, bölgemizdeki gelişmeleri doğru okumak, doğru sorular kurmak ve doğru yanıtlara ulaşmak için...

Page 7: Komünist 339

SiyaSet1 ARALIK 2011 SAYI 339KOMÜNİST 7Hiç kendinizi Irak’ta, Libya’da, İran’da, Suriye’de mücadele eder-ken düşündünüz mü? Farklılıkları ortak yönlerinden hayli fazla olan bu ülkeleri aynı düzleme yerleştiren tarihsel arka plan ama daha çok emperyalist müdahalenin mantığı. Yoksa bugün aralarında gevşek bir müttefiklik ilişkisi olduğunu söyle-yebileceğimiz mollaların İran’ı ile Esad Suriyesi arasında “tarihsel rol” bakımından bir analoji kurmak bize değil liberallere düşer. Öte yandan bu ülkelerde komünist olmak, zorluk derecesi değişmekle birlikte, son derece güç fiziki koşul-larda sürmekte. Kurşuna dizilmek, ağır işkencelerin ardından yıllarca zindanlara kapatılmak; ihanete zorlanmak ve ancak ihanetle yaşa-yabilmek; egemen siyasi aktörün himaye ve yönlendirmesini kabul-lenmek... Bunlar başka ülkelerde de, Avrupa’da da yaşanabilir, üstelik yaşandı da ama yaygın ve örgütlü kültürü olan bir işçi sınıfı devrimci mücadeleye her zaman alan açar ve onu korur. İran’ı belli ölçülerde ayırmak gerekse de komünistlerin bu saydığımız ülkelerde tutunabile-cekleri sınıf dalının kırılgan olduğu-nu aklımızdan çıkarmamalıyız.Komünist hareketle işçi sınıfı ara-sındaki ilişkiyi dışsallaştırmak gibi bir niyetim yok. Ancak bilinmeli ki, bir kez ortaya çıktıktan sonra, ko-münizm işçi sınıfının sınırlı gelişim gösterdiği coğrafyalara da nüfuz etti, hatta gün oldu buralarda bazı gelişkin ülkelerden daha hızlı yük-selişe geçti. Eşitsiz gelişme yasası, kurallar kadar sürprizlerle de ilgili malumunuz...Yine de bu ülkelerde komünistler açısından legal alanın bir eğilim olarak hep sınırlandığını söylemek durumundayız. Zorlukları hafife alamayız. Ne var ki, bir yerden sonra (ve vicdan muha-sebesinin cılkının çıktığı Türkiye’de) bu ülkelerin halklarıya empati geliş-tirmek, onların içinde bulunduğu insani sıkışmayı anlamakla yetine-meyiz.Dışarıdan gazel okumak da olma-malı niyetimiz; her ülkede müca-delenin doğrultusunu öncelikle o ülkenin komünistleri belirleyecektir. Hiçbir ülke diğerlerinden yalıtık olmasa da, emperyalist-kapitalist çark her yeri öğütse de, bölgede olup bitenler herkesi bağlayan çık-tılar üretse de...Amacımız öncelikle siyasi sonuçlar çıkarmak olmalı...Çıkartırken abartmamalı... Tarih komünistlere hiçbir zaman steril, akla karalardan ibaret koşullar ya-ratmıyor. Devrimci çıkışlar çoğu kez içinden çıkılamayacak denli karma-şık denklemlerin mücadele içinde çözülmesiyle gerçekleşiyor.Almanya’da 1933‘e gelinirken, sos-yal demokrasinin işçi sınıfını kötü-rümleştirici ikiyüzlü politikalarıyla

mücadele ederken giderek yakıcı hale gelen faşizm tehdidini berta-raf etmek durumunda kalan ve son tahlilde bunda başarısız olan Alman komünistlerinin durumu İran’da bir yanda gerici molla rejiminin zorba-lığı, öte yanda emperyalist müda-hale tehdidi ile karşı karşıya kalan komünistlerin durumundan siyasi açıdan daha kolay değildi.Uzağa gitmeye gerek yok... 1920‘lerin başında emperyalizmle farklı bir zeminde uzlaşmak için onun planlarını bozmaya karar ve-ren kemalistlerle ilişki, Anadolu’daki komünistler için basit, çözümü hazır bir sorun muydu?Daha ötesi, AKP’nin Birinci Cum-huriyeti bitirici operasyonlarına odaklanırken, statükoyu savunma yanlışına düşmemek için gayret gösteren ama güncel görevlerden uzak durmayı korkaklık sayan bizler çok mu rahattık siyaseten?Onca halk düşmanı pratikten sonra, ölümünü ABD emperyalizmine ve işbirlikçilere karşı mücadeleyle onurlandıran Saddam Hüseyin’in ardından üzülmemiz, siyasi ve ideolojik akrabalığımız olmayan Kaddafi’nin linç edilirkenki görün-tülerine isyan etmemiz kuşkusuz insanlığımızdan biraz ama temel-de siyasi misyonlarımızın yarattığı zihin açıklığından değil mi?Yesinler birbirlerini, beter olsunlar... Demedik!Güncel görevi, devrimci halkayı yakalamak gerekiyor.Mücadelenin sürekliliği ve tutarlılığı var, öte yandan somut durumun somut çıktıları...Bu karmaşada yolumuzu yitirme-mek, en kötüsü sınıf düşmanımızın dümen suyuna girmemek için doğ-ru sorulara doğru yanıtlar vereceğiz öncelikle. Vereceğiz ki, çoğu kez bıçak sırtında yürümeye benzeyen sosyalizm mücadelesinde karar verirken bunu sağlıklı parametre-ler üzerinden gerçekleştirelim. Her zaman 12‘yi isabet ettiremeyebilir-siniz ama doğru sorular ve doğru yanıtlar olmadan direnmek de, ba-şarıyı zorlamak da mümkün değil.Irak’ta, Libya’da bir evre geride kal-dı, İran’sa sırasını bekliyor; o zaman Suriye’ye odaklanalım. Sorularımızı Suriye üzerinden kuralım...Soru ve sorunların nasıl bir hiyerar-şiyle yan yana getirildiği her zaman önem taşır, hele hele öncelikli soru neredeyse belirleyicidir.İşte bizden istenen, ilk sıraya şu soruyu yerleştirmemizdir: Esad rejiminin devrilmesi iyi bir gelişme midir?Aklar, karalar yok ama kem küm ederek de siyaset yapılamaz! Oysa bu soruya “devrimci” saiklerle “evet” de diyebilirsiniz, “hayır” da! Suriye’ye ilişkin bugünün önce-likli sorusu bu değildir de ondan! Medya, haberle aptallaştırmak için hep yanlış soruyu yanıtlamanızı

ister; gözden düşürmek istediği siyasetçiye bu tür sorular yöneltir, okuru da bunlarla teslim alır. Hö-dük solcunun da tartışma kültürü bu kadardır: “TC’yi mi savunuyor-sun” sık karşılaşılan sorulardandır... Emperyalizm, sermaye sınıfının yönelimleri, her şey bu soruyla buharlaştırılır.“Esad rejiminin devrilmesi iyi bir gelişme midir”, ancak ve ancak baş-ka soruların ardından yanıtlanabilir.Peki ilk sıraya “Suriye halkı ne istiyor”u koyabilir miyiz? Siyasette “halk” siyasi aktörlerin kendilerini meşrulaştırmak için özdeşleştir-dikleri bir “toplam”dır; gerçekteyse aynı yöne bakan, aynı doğrultuda hareket eden bir “halk” yoktur, farklı sınıfsal katmanların, farklı ide-olojik şekillenmelere sahip kesim-lerin farklı arayış ve tercihleri söz konusudur. Bunların ağırlık nok-tasını ölçmek elbette önem taşır ama hiçbir durumda bir devrimci hareket kendi doğrultusunu buna göre saptamaz. Dahası, bu soru Suriye’de halkın ipleri eline aldığı-nı ve gelişmelere yön veren temel güç olduğunu da varsayar. Oysa biliyoruz ki, emekçi halk ancak çok özel durumlarda, nesnel ve öznel dinamiklerin yan yana gelmesiyle kendi kaderini eline alır.AKP’nin seçim başarılarını “halk tercihi” olarak selamlayan sahte solcuların düştüğü zavallılığı hatır-layalım!Bu ve benzer durumlarda bana göre işe yarayan, soruyu mümkün olduğunca soyut, yanıtıysa bir o ka-dar somut hazırlamaktır. Bir başka örnek, “komünistler Esad’ı savuna-bilirler mi” fazlasıyla kesinlik arar, berbat bir sorudur. “Suriye halkına celladına sahip çık denebilir mi” Amerikan ağzıdır, solcuların dudak-larından dökülse de... İşe “Suriye’de ne oluyor”la baş-lamak en iyisidir! Bu devasa ge-nişlikteki sorunun yanıtını daral-tabilirseniz, devrimci çıkış yolunu bulabilirsiniz. Saflaşma da buradan geçer...1980‘lerin sonunda Doğu ve Orta Avrupa’da, 1991’de Sovyetler Birliği’nde ortalık karışmışken de aynı soru gündemdeydi: Ne oluyor?Uçsuz bucaksız bir alan açmaktaydı bu soru... Yanıtlar da sıraya dizilebi-lirdi. Örneğin diyebilirdik ki, “içe-riden çürüyen sosyalizm yıkılıyor”, doğru olurdu; diyebilirdik ki “uzun yıllara yayılan hataların bedeli öde-niyor”, haksız sayılmazdık; diyebi-lirdik ki “sınıf temelleri zayıflayan, öncüsü havlu atmış bir düzenin yaşama şansı da hakkı da yok”, pek itiraz edilemezdi...Ama doğrusu, ilk sıraya yazılması gereken şuydu: Karşı-devrim ger-çekleşiyor.Gerçekliği budamak için değil, gerçekliği siyasi mücadele verilebi-lecek bir zeminde yeniden üretebil-

mek için gerekliydi bu saptama. Bunu söyleyemeyenler, 1991 uğrağına “karşı-devrim” diyemeyenler, solun lanetlileri olarak ortalığa saçıldılar.“Suriye’de neler oluyor”un altı çizilecek yanıtı da bellidir: Emper-yalizm saldırıyor!Merkezde bu olacak, ondan sonra aynı sorunun diğer yanıtlarını üre-tecek ve nihayetinde diğer sorulara geçilecek.Esad rejiminin iç çelişkilerinin derinleşmesi, yoksul halk kitlele-rindeki hoşnutsuzluk, ulusal-etnik ayrımcılığa duyulan tepkiler, yol-suzluk ve hukuksuzlukla ilgili birçok gerçek “neler oluyor” sorusuna yanıt olabilir ve bunlar önemsizleş-tirilemez. Ama hiçbirinin “emperya-lizm saldırıyor” yanıtı gibi devrimci siyasetin geçebileceği tek kapıyı aralayamadığı da ortada.Bu kapıya yöneldikten sonra başka sorular masaya konabilir, “komü-nistler Esad’ı savunabilirler mi”ye de yanıt arayabiliriz. Ancak ilk soruya verilecek diğer karşılıklarla ulaşacağımızdan oldukça farklı bir çerçeve içine girmişizdir artık.“Suriye’de halklar ayaklandı” da denebilirdi “ne oluyor” sorusuna yanıt olarak. Daha da uçup “devrim oluyor”a kadar uzatabilirdik işi. O zaman şu sorulara yanıt arayacaktık hemen ardından:Ayaklanmaya nasıl öncülük edile-bilir; iktidara karşı mücadele eden aktörlerden hangileriyle nereye kadar yürünebilir; devrim en ileri noktaya kadar nasıl taşınabilir vb.Oysa şimdi sorularımız şunlar: Emperyalizmin planları nasıl bo-zulur; komünistler emperyalizme karşı mücadeleye nasıl devrimci bir içerik kazandırabilir, nasıl inisiyatif alabilirler; Esad’ın emperyalizme karşı mücadele bahanesiyle emekçi sınıfları sindirmesi, devrimci güçle-re kazık atması nasıl engellenebilir vb.Gördüldüğü gibi, ilk soru pake-tinden sadece ve sadece ihanet çıkıyor, öncelikli soruya yanlış yanıt verildiği için sonrasında durumu toparlamak imkansızlaşıyor. Diğe-rinde ise devrimci bir perspektifin garantisi olmasa bile ama kapının aralandığını söyleyebiliriz.Baştaki soruya ne mi oldu? Artık yanıtlanabilir! “Esad rejiminin dev-rilmesi iyi bir gelişme midir”? Hayır, bugünkü uğrakta ve bugünkü güçler dağılımı hesaba katıldığında Esad rejiminin devrilmesi hiç istenir bir şey değildir!“Siz Suriyelilerin Esad’dan neler çektiğini biliyor musunuz” mızmız-lanmalarını ise örneğin artık illallah dedirten bayan vicdan Ece Temel-kuran ve hayranlarına bıraksak iyi olacak sanırım.Sahi bu dünyada en çok neden çekiyoruz?

Kemal OKUYAN

Page 8: Komünist 339

SiyaSet 1 ARALIK 2011 SAYI 339 KOMÜNİST8

Birinci ve İkinci Cumhuriyet arasındaki köprü

kemalizm ile yeni Osmanlıcılık, “sırtımızdan vuran araplar” ve “kürtlerin vatana ihaneti” şeklinde özetlenebilecek, her ikisinin de askeri sonuçları olan iki

ortaklaşma hattına sahiptir. Bunun barındırdığı tehlikenin ciddiyeti, çukurca baskını ardından akP’nin intikam naralarıyla gelişen saldırganlığın,

sözde akP karşıtı olan Sözcü gazetesi tarafından, sayfalarından püsküren bir kürt düşmanlığı eşliğinde nasıl şakşaklandığına bakılırsa daha net görülecektir.

Page 9: Komünist 339

KOMÜNİST SiyaSet1 ARALIK 2011 SAYI 339 9Partimizin kemalist Birinci Cumhuriyet’in yıkıldığı ve artık dinci liberal İkinci Cumhuriyet’in geri dö-nüşsüz biçimde kurulduğu saptaması en fazla ulusalcı solda yankı buldu. Bu kesim tarafından geliştirilen tavır, halkın yaşanan dönüşümü kabullene-meyen ancak paralize olmuş kemalist kesimin üzerindeki etkisi nedeniyle eleştirilmeyi hak ediyor. Ulusalcılar özetle TSK’nın halen direnen tek mevzii olduğunu iddia ediyor ve AKP karşıtı toplumsallığı bu mevzi-iye davet etmeyi sürdürüyor. Biz bu yazıda, günümüzde TSK’dan ilerici bir çıkış beklentisi içinde olmanın İkinci Cumhuriyet’e teslim olmanın bir başka biçimi olduğunu gerekçeleriyle göstereceğiz.Orducuların güncel açmazı Ulusalcı solun, partimizin İkinci Cumhuriyet tahliline parçalı yaklaşıyor ve özellikle TSK’nın generallerin istifasıyla birlikte AKP karşısında beyaz bayrak çektiği saptamamızdan rahatsız oluyor olma-sı dikkate değerdir. Bütünlüklü bir çö-zülme tahlilinin bu şekilde bir parçası üzerinden eleştirilmesi, ulusalcılığın güncel sıkışmasından kaynaklanıyor. Görelim…Bilim ve Gelecek dergisinin Ekim sayısında Okan İrketi, mealen söyle yazıyor: Generallerin istifası ve Nec-det Özel’in TSK’nın başına gelmesi, TSK’nın direnişinde bir son değil, tüm subay kademesini içine alan bir AKP karşıtı kalkışmanın tetikleyicisi olabilir. Bu olasılığı reddetmek, yaşanan dönüşüme onay vermektir. Necdet Özel’in, bilhassa da bu tehlikenin bilincinde olarak AKP’ye uzak bir politika izlemesi çok daha büyük bir ihtimaldir.Özel’in, niyetinden bağımsız olarak İkinci değil Birinci Cumhuriyet’e bağlı bir Genelkurmay Başkanı olacağı iddiası, tartışmanın düğümlendiği noktadır. Biz de buradan başlayalım.İkinci Cumhuriyet’in Yeni Osmanlı politikasının yalnız içişleri değil, dışiş-lerini de belirliyor olduğu muhatapla-rımızın da kabul edeceğini düşündü-ğümüz bir olgudur. O halde, Özel ile AKP’nin arasında bir değil, iki zorunlu ortaklaşma zemini var demektir: PKK ile savaş ve Türkiye’nin başta Suriye olmak üzere başka ülkelere yönelik askeri müdahaleci çizgisi. Soru şudur: bugün bu iki başlıkta AKP ile TSK ara-sında bir ayrım olduğunu söylemek mümkün müdür?Siyasetten daha iyi anlayan Doğu Perinçek tehlikenin farkında, 26 Ekim günü Aydınlık’ta yazıyor: “Özel’in Suriye’den beklentisi, ne acıdır ki Washington penceresindendir.” Ne var ki, tehlikenin farkında olmak yet-miyor, zira tek mücadele mevzii TSK! Çok değil, bir hafta sonra, 2 Kasım günü Perinçek bu sefer, PKK’ye karşı kimyasal silah kullanıldığına dair gö-rüntülerin Özel’e yönelik bir komplo olduğunu iddia ediyor.Ulusalcı düşünceye kulak kabartan kemalist cenahtaki hâkim görüşün PKK’ye karşı kimyasal silah kullanımı konusunda olumsuz olmayacağı açık-

tır. Ya aynı cenahın hafızasının, yandaş medya tarafından aylardır Öcalan’ın son komuta merkezinin Suriye’de olduğu konusunda tazeleniyor olması tesadüf müdür? İç ve dış düşmanı bu eksen üzerinden ortaklaştıracak bir girdinin, AKP’nin Suriye’ye karşı yü-rütmekte olduğu düşmanca politikayı emperyalizm taşeronluğu değil, AKP ve TSK tarafından ortaklaşa yürütülen bir ulusal güvenlik operasyonu olarak algılanması bir ihtimal değil, bu mani-pülasyon boşa çıkartılmadığı takdirde gerçekleşmesi mümkün tek ihtimaldir. Kemalizm ile Yeni Osmanlıcılık, “sırtı-mızdan vuran Araplar” ve “Kürtlerin vatana ihaneti” şeklinde özetlenebi-lecek, her ikisinin de askeri sonuçları olan iki ortaklaşma hattına sahiptir. Bunun barındırdığı tehlikenin ciddiye-ti, Çukurca baskını ardından AKP’nin intikam naralarıyla gelişen saldırgan-lığın, sözde AKP karşıtı olan Sözcü Gazetesi tarafından, sayfalarından püsküren bir Kürt düşmanlığı eşli-ğinde nasıl şakşaklandığına bakılırsa daha net görülecektir.Şimdi sormamız gerekiyor: AKP’nin Suriye’ye yönelik saldırgan politika-sının emperyalizm destekli olduğunu yadsımak ya da TSK’nın bu politikaya karşı olduğunu söylemek mümkün müdür? Benzer biçimde AKP’nin arka-sındaki emperyalist destek sayesinde Kürt hareketine böylesine yükleniyor olduğunu, bunun sonucunda Kürt hareketinin tek muhatabının AKP ha-line geldiğini yadsımak ya da TSK’nın bu başlıkta halen bağımsız bir özne olduğunu söylemek mümkün müdür? Burada Kürt hareketinin emper-yalizme dair ikircikli pozisyonu da, kimyasal silah kullanımı iddialarının Ergenekon operasyonunun bir parçası olarak gündeme getirilip getirilme-diği de önemini yitirmektedir. Açık olan TSK’nın Kürt sorunu ve Suriye meselesi konusunda AKP’nin yedeği-ne girmiş olmasıdır. Milli Demokratik Devrim düşüncesine göre Türkiye’nin baş çelişkisi, emperyalizm ile mazlum halk arasındaki çelişki değil midir? Sizin antiemperyalist hassasiyetiniz söz konusu TSK olduğunda uykuya mı yatıyor?27 Mayıs özlemi Ulusalcılar tarafın-dan bu başlıkta bize yöneltilen kadim eleştiri bir 27 Mayıs’ın daha mümkün olduğu ve bizim bu olasılığı önem-semeyerek tarihsel bir hata içinde olduğumuzdur. İrketi, bunu güncel bağlamda yeniden üretiyor. Özetle şöyle: Komünistler, TSK’nın ilerici niteliğini göz ardı ederek devrimci siyasetin orduya yönelik yüzünden vazgeçiyorlar.TSK dahil tüm devlet kurumlarının bir mücadele alanıdır. Diğer yandan, biz kurumları, kendi kurumsallıklarında ele almadığımız gibi, herhangi bir kuruma kendinde bir ilericilik atfet-meyiz. TSK’nın Türkiye siyasetine mü-dahalelerinin tümü burjuva düzenin bekasına yöneliktir ve içlerinden yal-nızca 27 Mayıs ilerici sonuçlar doğur-muştur. 27 Mayıs, Türkiye kapitaliz-minin gelişmesinin önünde bir takoz

haline gelmiş Demokrat Parti iktida-rına karşı, burjuva düzeninin çıkarları ve emperyalizmle uyumu doğrultu-sunda yapılmış bir müdahaledir. Bu müdahalenin başarısız Talat Aydemir girişiminde görülen kimi düzen dışı riskler barındırması bir yerden sonra kaçınılmaz ve önemsizdir. 27 Mayıs konjonktür gereği yapılmış ve ABD tarafından desteklenmiştir.Bugün ise konjonktür bambaşkadır. Bugün emperyalizmin, reel sosya-lizmin etkisini azaltıcı müdahalelere ihtiyacı yoktur. Örneğin sosyal de-mokrasinin burjuva düzeni içerisinde-ki ağırlığı çok azalmış, emek düşmanı sağcılık gemi azıya almıştır. Türkiye’de “düzenin teminatı” olarak kurum-sallaşmış bir TSK’nın Türkiye’nin bu içerikle yeni kurulan düzeniyle tam olarak barışık olmasa da devrimci olanaklar sağlayacak biçimde yık-maya kalkışmasını beklemek ham hayaldir.Bir ulusalcı buna, bolşevizmin as-kerler arasındaki örgütlenmesini hatırlatarak karşı çıkabilir, zira Çarlık ordusunu TSK gibi kurumsal pence-reden ele alması bu düşünce sistemi-nin zorunlu bir sonucudur. Bu yüzden İrketi, Birinci Cumhuriyet’in yıkılması-na dair tahlilimizi Sovyetler Birliği’nin dağılmasına benzetecek kadar tuhaf-laşabilmektedir. Marksizm-leninizm ile cuntacı ulusalcılık arasındaki fark budur: Biri işçi sınıfına önder-lik edecek devrimci öncü olma ve devrimcileşen askerleri de kapsama iddiasındadır; diğeri ise sınıfsal içeriği belirsiz bir milli devrimin öncülüğünü TSK kurumsallığının şu veya bu alt kümesine havale etmekte ve bu ika-meciliği “TSK’nın hükümete bağlılığı arttıkça hiyerarşisi zayıflar” gibi kısmi doğrularla kamufle etmektedir. Kemalizmin ideolojik krizi Kema-list ideoloji bugün genlerinde olan zaaflardan dolayı dinci liberal ideoloji karşısında çaresizdir. Bu zaaflı yapının özet tahlili şudur: Kemalizm, gecik-miş bir kapitalistleşmenin, tek parti iktidarı altında gerçekleştiği süreçte kurgulanmıştır. Bunun sonucunda kapitalist üretim biçiminin özü olan sınıf mücadelesinden doğan temel ideolojik hatlar farklı burjuva aktör-ler tarafından temsil edilmek yerine; azgelişmiş biçimleriyle kemalizm çuvalına tıkılmış ve amalgam bir iktidar ideolojisi oluşturulmuştur. Bu ideolojik azgelişmişliğin yarattığı boşluk zorunlu olarak kurumsallıkla doldurulmuş ve ortaya “komünizm gelecekse onu da biz getiririz” diye-cek kadar tarih bilincinden yoksun; aynı öznede temsil edilemeyecek çe-lişkili ideolojik motifleri, bu motiflerin azgelişmişliğine dayanarak bir arada tutan, fetişleştirilmiş bir kerim devlet aygıtı ve algısı çıkmıştır. Ne var ki, kapitalist sınıf müca-delesinin temel ideolojileri olan muhafazakârlık, milliyetçilik, libera-lizm ve sosyalizm, Türkiye kapitalizmi geliştikçe kendi hatlarını oluştur-muştur. 27 Mayıs, bu konuda ilk öne çıkan İslamcı muhafazakârlığın geçici

olarak baskılanmasıdır. 12 Eylül dar-besinin ardından İslamcılık, 1960’tan itibaren işçi sınıfına karşı palazlan-dırılan milliyetçilikle birlikte bu sefer Türk-İslam sentezi çuvalına sokulma-ya çalışılmış, ancak mızrak çuvala sığ-mamıştır. Emperyalizmin 1980’lerden itibaren baskın hale gelen neoliberal yöneliminin yarattığı ideolojik salgı güçlü devlet fetişine dayalı kemaliz-min altını daha da oymuş, sonuçta İslamcılık, emperyalizmin yeni dünya düzeninde başat hale gelen libera-lizmle buluşup İkinci Cumhuriyet’in egemen ideolojisi olarak iktidara yerleşmiştir. Kemalizm burjuva niteli-ği nedeniyle bu gelişmeler karşısında çaresizdir.Diğer yandan kemalizm, sıradan bir insanın hayatına içkin hale gele-bilecek bir ideoloji değildir, zira iç çelişkileri gündelik hayatı onunla anlamlandırmayı imkânsız kılmakta-dır. Kemalist birey bu zaafı aşabilmek için, kemalist iktidarla aynı yola baş-vurmakta ve ideolojinin özü yerine onun taşıyıcısı olan kuruma bağlılık geliştirmektedir. Bu kurum halkın “gözbebeği” TSK’dır.Güncel tartışmaların gösterdiği üzere ulusalcı sol tarafından da sergilenen bu sorgulayıcılıktan uzak sahiplenme, bugün büyük bir tehlike yaratmakta-dır. Birinci Cumhuriyet’in yıkılmasıyla muhalefete düşen kemalizm, sadece iktidar olmayı bildiği için muhalefet edemez, her cephede ricat eder-ken; artık AKP’nin yedeğine çekilen TSK’nın kendisiyle birlikte kemalist cenahın önemli bir bölümünü İkinci Cumhuriyet’in etki alanına sokma-sı gündemdedir. Bu kesimin Arap ve Kürtlere tepeden bakma, Kürt hareketine düşmanlık ve Türkiye’nin komşularına yönelik güvensizlik hissiyatı, AKP’nin Kürt hareketine ve başta Suriye olmak üzere doğu kom-şularına yönelik politikasıyla örtüşme içerisindedir ve AKP bu başlıkların ikisinde de Ergenekon operasyo-nuyla siyaset sahnesinden attığı TSK’yı araçsallaştırmış durumdadır ve zamanla Ergenekon operasyonu bu başlıkta önemsizleşecek, yeni bir güçlü ordu miti yaratılarak süreç tamamlanacaktır.Bu yüzden sol adına orduculuk yapmak çok büyük bir sorumsuzluk haline gelmiştir. Bunu yapanlar, tüm kaygılarına rağmen TSK kurumsal-lığının Birinci ve İkinci Cumhuriyet arasında kurduğu biçimsel köprü-den, bu kuruma duydukları bağlılık nedeniyle geçmek üzere olan kema-listleri durdurmamakta, aksine teşvik etmektedir.Yapılması gereken, tüm AKP karşıtı toplumsal kesimleri ne kemalizmin, ne de AKP’nin dinci liberalizminin asla içerebileceği sosyalist ideolojiye çağırmak, bugünkü karanlığın ancak sosyalist devrimle aydınlanacağını ısrarla ve ikna edici biçimde anlat-maktır. Komünistler bugün bunu yapmaktadır.

Nadir ÖNCÜ

Page 10: Komünist 339

dÜnya 1 ARALIK 2011 SAYI 339 KOMÜNİST10

Avrupalı emekçilerin ‘Euro’ kabusu bitecek mi?

Burjuva medyada artık neredey-se her gün “Euro nasıl kurtulur” sorusu üzerine çeşitlemelere rast-lıyoruz. Örneğin bir ülkenin açtığı tahvil ihalesine yeterli talebin gelmemesi, faizlerin artması gibi tekil olaylar, “krize çare” diye sunulan mekanizmaların işlev-sizliğinin görülmesi ya da AB’nin “çekirdeğindeki” çatlamalar üzerinden mütemadiyen soru-yor egemen basın: “Euro nasıl kurtulur?”Bizim sorumuz ise bunun tam karşısında duruyor: Avrupalı emekçiler Euro kabusundan, onunla birlikte emperyalizmin geçen yüzyıldaki en büyük “en-tegrasyon” projesi olan Avrupa Birliği’nden nasıl kurtulur?Burada iki ayrı konu sorgulanıyor denilebilir. Ancak kanımca para birliğinin çökmesi, Avrupa Birliği projesinin de sonu anlamına gelir. Zaten sermaye sınıfının da “Euro nasıl kurtulur”, başka bir ifadeyle, “Euro’yu nasıl kurtarırız” sorusunu sorup durması bu hususun pek açık olmasından kaynaklanıyor.Belki de sermaye sınıfı ile işçi sınıfının uzun zamandır görme-diğimiz kadar yalın bir biçimde karşı karşıya geldikleri, sınıf çıkarları arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın hayli berrak bir şekilde ortaya çıktığı bir durumla karşı karşıyayız. Bu tabloda karşıtımızın endişelerini, korkularını, bize karşı kullandığı silahları ve kendi içinde yaşadığı çelişkileri olduğu kadar, sınıfımızın kazandığı ve kazanabi-leceği mevzileri ve olanaklarımızı da tartmak durumundayız.Bu yazıda ağırlıklı olarak konunun birinci bölümü üzerine kısa bir giriş denemesi yapmış olacağım.

Sermayenin korkularıMevcut durumu nasıl görüyorlar; yani korkuları ne kadar derin? Bu soruya sermaye sözcülerinin yaptıkları değerlendirmelerden kalkarak kabaca yanıt verebiliriz. “İktisadi analizlere” değinme-den birkaç örnek vermeme izin verin. Birkaç gün önce Berlin’de konuşan Polonya Dışişleri Bakanı

Radoslaw Sikorski “bir uçurumun eşiğinde duruyoruz” diyordu. Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy ise, “eğer Euro çökerse Avrupa da çöker. Euro, korkunç savaşların yaşandığı bir coğrafya-da barışın garantisidir” diyordu…Bu sözleri basit birer belagat örneği sayıp sayamayacağımıza, bir nebze daha olgusal bir dil kullanan, dolayısıyla sermaye sınıfının korkularının nesnel te-melini kavramamıza da yardımcı olan iktisadi değerlendirmelere baktıktan sonra karar verelim.En son değerlendirmelerden bir tanesini Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) İktisadi Görünüm raporunda bulabiliyoruz. Bir beklentiler yelpazesi çıkartıyorlar: Bir temel, yani gerçekleşmesini en fazla bekledikleri, senaryoları ve onun üstünde ve altında yer alan, biri “kötü” öteki “iyi” durum beklen-tilerini betimleyen iki ayrı senar-yoları daha var. Elbette “iyi” ve “kötü”, onlara göre…Temel senaryoya göre Euro bölgesi 2011’in son üç ayıyla 2012’nin ilk üç ayını küçüle-rek geçirecek. Yıllık bazda ise 2011’de yüzde 1,5, 2012’de yüzde 2, 2013’te yüzde 2,7 büyüyecek. Resmi işsizlik 2011’de yüzde 9,9, 2012’de yüzde 10,3, 2013’te ise yine aynı oranda, yüzde 10,3, kalacak.Bunun Türkçesi şu: Sermayenin bir büyük kuruluşu Euro bölge-si ekonomisinin 2013’e kadar “toparlanmasını” beklemiyor. Genel yaklaşım da bu yönde… 2008 kriziyle birlikte roket hızıyla yükselen işsizlik oranlarının ise “çevrimsel”, yani iktisadi konjonk-türe bağlı olmaktan çıkıp yapısal olmasını “bekliyorlar”. Başka bir deyişle iş bulmaktan umudunu kesenler, hatta iş aramayı aklın-dan bile geçirmeyenlerden olu-şan kocaman bir “unutulmuşlar kütlesi”nin kalıcı hale gelmesini…Bu ise aslında “kötünün iyisi” senaryoları… Daha kötüsünün de gelmesi, Yunanistan’da patlayan, Portekiz, İrlanda, İspanya derken

İtalya’ya ulaşan krizin daha da fazlasına “bulaşması”; görünüşte en büyük korkuları bu. Görünenin ardına bakmamız gerekir; ama sermayenin kor-kularının göründüğü biçimiyle bile hayli derin olduğunu söyle-yebilecek durumdayız. Demek ki Sarkozy ve Sikorski’nin sözleri sadece belagat değil.

Sermayenin silahlarıOECD raporundan devam ede-biliriz. Kötünün iyisi yerine “iyi senaryonun” gerçekleşmesi nasıl mümkün olabilir diye soruyorlar. Cevap: “Euro bölgesi içindeki hükümetlerin krizin bulaşmasını önlemeye yönelik, yeterli kay-nakla desteklenmiş güvenilir bir taahhütte bulunmasıyla…” Bunun da Türkçesini yazalım: Bankalara daha fazla kamu kaynağı aktarılması, “krizi önleme mekanizmaları” diye sunulan ku-rumsallıklara kamu kaynaklarının boca edilmesi ve sömürü oran-larının artırılması için her şeyin yapılması.Bunlar, ellerinde patlama riski de bulunan silahlar; biraz daha ayrıntı verelim. “Kamu borç krizi” olarak adlandırılan sürecin esas itibarıyla evvela ABD’de patlak veren ipoteğe dayalı menkul kıymetler balonunun patlamasın-dan bir farkı yok. Mali sermaye hanehalklarının üzerine boca edi-len riskli kredileri bütün dünyada dolaştırıp nasıl dev bir balona çe-virdiyse, ülkelerin borç kağıtlarını da o şekilde dolaştırıyor. Sonuçta “Yunanistan batacak mı, İspanya batacak mı” gibi sorular, esasen “batmak için çok büyük bankalar ne olacak” sorusunun bir teza-hüründen başka bir şey değil. Ve esas korkulan da, Yunanistan’ın, İspanya’nın vs. batması değil; tıpkı ipotekli krediyle ev sahibi olduğu için sevinirken faizlerin bir anda jet hızıyla arttığını gören ve bu arada işinden de olup ev bark ne varsa üç kuruşa satan ailelerin akıbetinin mali tekellerin zırnık umurunda olmaması gibi… “Bulaşma riski” denilen korkunun

taşıyıcısı, başta bankalar olmak üzere mali sermaye. Basit bir örnek verelim: Fransız bankalarının Yunanistan’da batma riski bulunan kredilerinin toplamı 55,7 milyar dolar, Alman banka-larının 21,4 milyar dolar. Fransız bankalarının İtalya’da batma riski bulunan sermayesinin toplamı 416,4 milyar dolar, Alman ban-kalarının ise 161,8 milyar dolar… Balonun nasıl büyüdüğü bu kadarcık veriden bile görülebilir. “Ya patlarsa”; bu ihtimal ödlerini kopartıyor.O halde silah ne, bu bohça yama tutar mı? “Kamu kaynaklarından bankalara yeniden sermaye aktarın.” Bu düsturla bir de araç tanımlandı; Avrupa Finansal İstikrar Fonu (EFSF)… Ama o silah daha bir yılını yeni doldurmuşken tutukluk yaptı. Kasım ortasında İrlanda için 3 milyar Euro değerinde tah-vil ihraç eden kurumun ihalesine gelen talep 2,7 milyar Euro’da kaldı. IMF destekli fonun bir yıl içeri-sinde pas tutması, sermayenin başka ve daha etkili silahlar üzerindeki çalışmalarına hız vermesini beraberinde getirdi. Zaten adına “kurtarma pake-ti” denilen ve dönüp dolaşıp AB çekirdeğinde yerleşik mali tekellerin kasasına giren kay-nakların faturası, daha düşük ücretler, işsizlik, sosyal hakların budanması vb. yollarla emekçi sınıflara çıkartılıyor. Şimdi bunun üzerine bir de “mali birlik” adını verdikleri, tek tek üyelerin ulusal egemenliklerini tamamen yok eden bir başka ek yapma gayreti içindeler. Saldırıyı mutlak bir eşgüdümle yürütmek istiyorlar. Mali tekellerin sesi The Econo-mist dergisi planın amaçlarını şu şekilde özetliyor: “Bu planın üye devletlerin bütçe-leri üzerinde gözetimi -ve buna eşlik eden bir egemenlik kaybını- beraberinde getirmesi muhtemel. Plan, böylesi bağlantıların kamu borcundan kaynaklanan risklerin, Euro-tahvil gibi enstrümanlar aracılığıyla paylaşılmasını kolay-laştıracağı anlayışına dayanıyor. Kamu maliyesinin Euro bölgesi-nin büyük güçlerinin iradesine tabi kılınacak olmasının çevre ülkeleri cezbetmesi zor, ama bu ülkelerin pek çoğu zaten bir düzeyde acil durum desteği kapsamında maliyeleri üzerinde denetim uygulanmasını kabul

avrupa halklarının “euro” kabusundan kurtulması, emperyalizmin son yüzyıldaki en büyük projelerinden bir tanesinin sonunu getirebilir. karşı taraf bu büyük riski görüyor, bunun gerçekleşmesi

olasılığından dolayı dehşet içerisinde, bütün gücüyle saldırıyor. Bir yandan iç çelişkileriyle boğuşan emperyalizm, diğer yandan bizim tarafa kıta çapında olanca kuvvetiyle yükleniyor.

Page 11: Komünist 339

dÜnya1 ARALIK 2011 SAYI 339KOMÜNİST 11etti ve alternatifler de plana kıyasla çok daha kötü. Uzun ve belirsiz bir antlaşmaların değişmesi sürecinin başlatılmasını gerektiren plan, Schen-gen anlaşmasının coğrafi hareketlilik çerçevesi içerisinde hazırlanabilir. Ülkeler gönüllülük esasına göre plana imza atabilirler; plan, ya hep ya hiç mantığıyla hazırlanmaz. Mevcut borç krizinin boyutları düşünüldüğünde kamu maliyesiyle ilgili sorumlulukla-rın karşılıklı hale getirilmesi düzen-sizliği gidermeyecek. Planla ilgili asıl umut, kamu maliyesi kurumlarının daha iyi hale getirilmesinin Avrupa Merkez Bankası’nın tahvil piyasalarına müdahalesini artıracak olması.”Uzunca bir aktarım olduğunun farkın-dayım, ama neyle karşı karşıya oldu-ğumuza ilişkin pek çok ipucu verdiği için mazur görüleceğini umuyorum. İpuçları şunlar: Demek ki Yunanistan ve İtalya’da teknokratlar hükümetle-rinin işbaşına gelmesi arızi bir durum değil. AB emperyalizmi para birli-ğiyle (zayıf) ülkelerin para politikası yapma yetkisini yok etmişti. Şimdi, zaten bir hayli sınırlandırılmış olan, kamu maliyesi politikalarını belirle-me inisiyatifi de ortadan kaldırılacak. O halde birliğin zayıf devletleri, AB kurumları üzerinden, tam anlamıyla egemen güçlerin denetimi altına alınacak. Bu bir. Avrupa Merkez Bankası (ECB), ulusal bir merkez bankası gibi, “son ödünç verme merci” olarak çalışacak. Yani ECB, bugüne kadar yaptığına kıyasla daha fazla müdahale eden bir kuru-ma dönüşecek. Böylece tekleyen ve arızi silahların, örneğin EFSF’nin, yerini AB’nin asli kurumları alacak. Bu mü-dahalelerin etkili olabilmesi için “mali birlik” planın uygulanması gerek. İşlem tamamlandığında AB içinde ulusal egemenlikten söz edilemeyecek; tek tek ülkelerdeki emekçi sınıfları karşı-larında çok daha açık bir biçimde AB emperyalizmini bulacak. Aslında son bir yılda gerçekleşenler, kurumsallık kazanacak da denilebilir. Bu da iki…

Sermayenin çelişkileriÖyleyse sermaye sınıfı ne yapmak istediğini biliyor, silahlarını kuşanıyor ve kullanıyor. Ama bu sürecin emperyalist güçler arasında hiçbir sürtüşme olma-dan gerçekleştiğini düşünmek yanıltıcı olur. Zaten bu kadar gürültü, biraz da bu iç sürtünmelerden geliyor. Yukarıdaki ipuçların-dan devam edelim. “Teknokratik rejimler” le yola devam et-mek istiyorlar de-dik. Ancak bunun önemli riskleri olduğu daha ilk adımda görüldü: AB’nin

yarısı ABD merkezli bir mali tekelin, Goldman Sachs, mümessillerinin elin-de toplandı. İtalya’nın yeni başbakanı Mario Monti, eski bir Goldman Sachs danışmanı. Yunanistan’ın yeni baş-bakanı Lukas Papademos, Goldman Sachs, kriz öncesinde Yunanistan’ın kamu borçlarını makyajlama operas-yonunu yaparken Merkez Bankası’nın başındaydı. Aynı dönemde şimdi Yunan borcunun idaresiyle sorumlu Petros Hristodolou da bankada çalış-maktaydı. Avrupa Merkez Bankası’nın başındaki isim, bir başka İtalyan, Mario Draghi de Goldman Sachs’ın uluslara-rası bölümünün yöneticileri arasınday-dı. İrlanda’nın “kurtarılması” planının mimarlarından Peter Sutherland halen Goldman’ın İngiltere merkezli menkul kıymetler şirketinin yöneticisi. Avrupa Merkez Bankası yönetim kurulu üyesi ve Euro’nun mimarlarından Alman Ot-mar Issing de Goldman’ın uluslararası danışmanları arasında yer alıyordu.“Ne fark eder” denilebilir. Ancak ABD mali sermayesinin AB bürokrasisi içerisinde böyle bir güce kavuşması küçümsenecek bir gelişme değil. Bu durumun ne gibi sonuçları olduğu konusundaki “dedikoduları” geçe-lim, ama Almanya’nın geçen hafta gerçekleşen tahvil ihalesine yeterli talep gelmemesinin kıta çapında faiz oranlarını hoplattığını hatırlatalım. Bu olay, Alman mali sermayesini Avrupa Merkez Bankası merkezli bir “kurtarma operasyonu” fikrine bir adım daha yaklaştırdı. Söz konusu adımın “mali birlik planı” devreye girmeden atılma-sına ayak direyen Alman emperyaliz-mi, belki de ABD mali sermayesi-

nin kıtadaki “teknokratlar” egemenliği sayesinde istediğinde kalesine gol atabileceğini fark etmiş oldu. Zira “teknokratik rejimler” ABD’nin eli-ne çok kullanışlı bir oyuncak vermiş bulunuyor.İkinci ipucuyla, yani Avrupa Merkez Bankası’nın oynayacağı role ilişkin tartışmayla ilgili bir diğer iç çelişki ise Almanya ve Fransa arasında. Alman-ya, mali birlik planı olmadan “ECB’nin özerkliğine dokundurtmam” diyor. Elbette Alman emperyalizmi, ekono-mik durumunun göreli olarak iyi ol-ması sayesinde işleri yavaştan almaya, yüzyıllık “Mitteleuropa” hayaline biraz daha yaklaşmaya çalışıyor. “EFSF’ye aktarılan kaynakların karşılığı mali birlik olacak; şimdilik ECB’yi ‘kurtarma işlerine’ karıştırmayın”… Almanya’nın politikası bu… Devasa İtalyan borçları ve zembereği boşalmış gibi artan faiz oranları da düşünüldüğünde işleri ağırdan almaya çalışmak konusun-da haksız sayılmazlar. Bankaları iflas riskiyle karşı karşıya olan ve kamu ma-liyesi felaket durumda bulunan Fransa ise “bir an önce ECB devreye girsin” diye bağırıyor. O halde AB’nin “çelik çekirdeği” çatlamış durumda…

Bizim taraf her şeyi altüst edebilirAvrupa halklarının “Euro” kabusun-dan kurtulması, emperyalizmin son yüzyıldaki en büyük projelerinden bir tanesinin sonunu getirebilir. Karşı taraf

bu büyük riski görüyor, bunun ger-çekleşmesi olasılığından dolayı dehşet içerisinde, bütün gücüyle saldırıyor. Bir yandan iç çelişkileriyle boğuşan emperyalizm, diğer yandan bizim tarafa kıta çapında olanca kuvvetiyle yükleniyor. Buradaki nirengi noktasının ise Yunanistan olduğu çok açık... Yunan emekçilerine boyun eğdirmeyi ba-şarırlarsa bu iş biter ve halklar çok daha korkunç bir emperyalist tahak-kümle baş başa kalır. Yunanistan’ı izole etmek, Avrupa’nın geri kala-nında benzer bir meydan okumanın gelişmesini önlemek için bastırı-yorlar. Şimdilik bu konuda başarılı oldukları da söylenebilir. İspanya seçimleri sağın zaferiyle sonuçlandı örneğin. Ancak Yunanistan işçi sınıfı, bütün çabalara rağmen teslim alınamıyor. Üstelik Yunan komünistlerinin öncü-lüğünde bir direnişin ötesine geçme, karşı saldırıyı örgütleme evresine yakınlaşıyor. Genel seçim bu geçişi tescilleyebilir. Sermayenin kabusları giderek kara-basana dönüşüyor. Çünkü bu kararlı mücadele her şeyi altüst edebilir; sermayenin bütün silahlarını etkisiz hale getirebilir ve Avrupa halkları-nın on yıllardır süren kabusuna son verebilir.

Alper BİRDAL

Page 12: Komünist 339

DÜNYADA KOMÜNİSTLER 1 ARALIK 2011 SAYI 339 KOMÜNİST12Yunanistan Komünist Partisi Genel Sekreteri Aleka Papariga Komünist’in sorularını yanıtladı

‘Tarih işçiler tarafından yazılır’

YKP’nin acilen seçim çağrısı yaptığı bir dönemde her iki burjuva partisi PASOK ve Yeni Demokrasi Partisi seçim sürecini uzatmak konusunda başarılı olmaya çabalıyor. Bu şekilde yaparak ne elde etmeyi hedeflediklerini düşünüyorsunuz? YKP, işçileri sosyal demokrat PA-SOK, liberal Yeni Demokrasi Partisi ve milliyetçi LAOS’un oluşturduğu hükümetten gelen halk düşmanı saldırıdan siyasi sonuçlar çıkar-maya çağırmaktadır. Söz konusu hükümeti, “kara cephe hükümeti” olarak nitelendirdik, çünkü hükü-metin anılan formülasyonunda burjuva partilerinin, sermayenin ve emperyalist AB’nin çıkarları buluşmuştur. Elbette, bu “kara cephe”, daha uzun bir periyot için bu veya benzer özellikteki bir hükümet koalisyonunun varlığını koruması ile alakadardır. Çünkü PASOK hükümetinin halkı boyun eğdirmek ve hazırlanmakta olan yeni halk düşmanı önlemleri uygulamak hususundaki güç-süzlüğü açık hale gelmiştir. Bu hükümet, bir önceki hükümet gibi ülkenin iflası adına, halkı iflas ettiren tedbirleri daha da şiddetli bir şekilde sürdürmenin, kapitalist

krizin sonuçlarını halkın üzerine yüklemenin, sermayenin karlılığı için koşulları yaratmanın ve aşırı birikmiş sermayenin yatırımı için olanak sağlamanın peşinde koş-maktadır. Elbette, seçimler halk düşmanı politik hattın alaşağı edilmesi için yeterli değildir, ancak YKP ve sınıf merkezli işçi sınıfı hare-ketinin sermaye güçlerine daha iyi karşı durabilmesine yardımcı olabilir. Parlamento, yalnızca bizim yönlendirmemizde değildir ama işyerlerindeki işçi sınıfı organi-zasyonları, halka ait mahalleler, mücadelenin sokakları bizim ana yönelimimizdir. Sokaklarda bin-lerce işçi tarafından haykırılan bir sloganın vurguladığı gibi “Müca-dele et, yık, iktidarı devir! Tarih işçi sınıfı tarafından yazılır.”

“Solcu” olarak adlandırılanların YKP’ye yönelik saldırıları, çok sayıda grubu içeren “tanımlanamaz” bir blok tarafından gerçekleştirilmektedir. Size göre anarşistlerden liberallere kadar uzanan tüm bu grupları biraraya getiren sebepler nelerdir? Sermaye işçi sınıfına karşı savaş

ilan etmiştir. Kazanımları etkisiz hale getirmekte, sosyal hakları ve emek gücünün değerini azalt-maktadır. Sermaye, söz konusu savaşta, bir “cephe”ye sahiptir. Anti-komünizm ve partiye yönelik her türlü iftira ve çarpıtma kulla-nılarak, partinin legal sınırlar da-hilinde hareket etmesi hususunda doğrudan gözdağı verilerek YKP düşman hale getirilmektedir. PAME’de biraraya gelen sınıf mer-kezli emek hareketine saldırılmak-tadır. Yunanistan’daki sınıf mer-kezli hareketin yalnızca ekonomik çıkarlar için mücadele etmeyip, “rekabetçilik” gibi burjuva sınıfı-nın temel ideolojik argümanlarını sorgulaması ve ayrıca, ülke için burjuva iktidarından bir kopuş anlamına gelen ve halkın iktidarını ve üretim araçlarının toplumsal-laşmasını temel alan başka bir ilerleme yolunu desteklemesi sermayeyi rahatsız etmektedir.Bu savaşta her “araç” komünist-lere karşı kullanılmaktadır: gerici yasalar, baskıcı mekanizmalar, patron ve devlet terörizmi. Bütün bu yıllar boyunca halk kitlele-ri nezdinde burjuva sınıfının “ideolojik-politik temsilcisi” rolünü oynayan siyasi güçleri kullan-maktadır. “Sol” bir kılıf ile burjuva

ideolojisinin megafonu olarak faaliyet yürüten farklı oportünist parti ve grupların oynadığı bu rolden bahsediyoruz. Partimizin kanıtlarıyla ortaya çıkardığı üzere “otorite düşmanı” – “maskeliler” olarak adlandırılanlar halk hare-ketinin bir bölümü değildir, ancak provokasyon aracının parçasıdır, burjuva sisteminin diğer baskı ya-pıları, holigan gruplar ve milliyetçi çevreler ile bağlantılıdır.YKP, 93 yıllık faaliyetinin sonucu olarak engin bir deneye sahiptir. Bu güçler ve mekanizmaların buna zarar verebilmesi çok zor olacaktır.

Kamuoyu araştırmalarında YKP’nin oyunun radikal bir şekilde arttığını gözlemlemekteyiz. Partinin hiçbir koşulda herhangi bir burjuva partisi ile koalisyon kurmayacağını göz önüne aldığımızda YKP’nin oylarındaki artış politik alandaki hangi değişiklikleri getirecektir? Komünist partiye verilen oy, politik bilinç düzeyini ve işçi sınıfı ile diğer halk kesimlerinin özgür-leşmesini gösteren bir oydur. YKP, her fırsatta kapitalizmi yönetmek ve “insanileştirmek”e yönelik nafile

Bugün, aB içindeki çelişkilerin ve sıkıntıların keskinleştiği ve aB vizyonunun bozulduğu bir zamanda, ykP daha ısrarlı bir şekilde halkı, işçi sınıfı için ülkede iktidarı almak, üretim araçlarını toplumsallaştırmak, merkezi planlama ve işçilerin kontrolünü sağlamak ve borçları iptal etmek ihtiyacı ile birleştirilen söz konusu emperyalist yağmacı ittikaftan kopma hedefi doğrultusunda hareket etmeye çağırmaktadır.

Page 13: Komünist 339

DÜNYADA KOMÜNİSTLER1 ARALIK 2011 SAYI 339KOMÜNİST 13bir çaba ile ilgilenmediğini belirtmiştir. Bu bakış açısından hareketle YKP’yi oylarıyla destekleyen işçiler YKP’nin kapitalist sistemi yönetecek koalis-yon hükümetinin bir parçası olmakla ilgilenmeyeceğini büyük çoğunlukla kavramıştır. Çeşitli “merkez-sol” koalis-yon hükümeti senaryolarının dışında kalma yönündeki kararımız partimizin zayıflığı değildir, aksine YKP’nin duru-şunun istikrarını ve samimiyetini takdir eden ülkemizin bilinçli işçileri tarafından onaylanan üstünlüğü ve avantajıdır.Halk muhalefetine YKP’nin katkısı her nasılsa “sol” ya da “radikal” olarak nite-lendirilen herhangi bir parti ile değişti-rilemez. Zira mecliste ve halk arasında daha güçlü YKP, her şeyden önce halk düşmanı önlemlerin engellenmesi ve ertelenmesinde, kısmi kazanımların elde edilmesinde ve burjuvazinin tavizler vermesi için zorlanması konusunda ge-lişmelerin halk için daha olumlu olacağı anlamına gelir. YKP’nin parlamenter faaliyeti, sınıf mücadelesine tabidir, karşı tarafa değil. YKP’nin daha genel anlam-da güçlenmesi, yerli burjuva sınıfına ve aynı zamanda emperyalist organizas-yonlar olan AB ve NATO’ya halkın ikti-darının güçlü bir mesajını gönderecektir. YKP’nin genel anlamda güçlenmesine halk güçlerinin burjuva partiler ve opor-tünist kuvvetlerden kitlesel kopuşu eşlik ettiği müddetçe, bu durum halk güçleri arasındaki ilişkide bir değişime katkı su-nacak ve ülkemizi halk iktidarı ve halkçı ekonomiye kavuşturacak bir Cephe’nin oluşmasına hız verecektir.

Yakın dönemde YKP, bir yandan suçu ve sorumluluğu AB’nin üzerine atmaya çalışan Yunan burjuvazisiyle mücadele ederken AB’ye karşı tepkileri de örgütlemek konusundaki çabalarını artırdı. YKP’nin bu politikasının emekçi kitleler nezdinde bir karşılığı olacağını düşünüyor musunuz? İşçiler, YKP’nin Yunanistan’da ve AB’de yaşananlar hakkındaki öngörülerinin haklı çıktığını bugün çok net görebili-yorlar. Oysa aynı süreçte burjuva par-tileri AB içinde ve güvenli liman olarak tanımlanan Avro’ya geçiş çerçevesinde halkın yemeklerini “altın kaşıklarla yiyeceği”ni vaat ediyorlardı. Bugün gayrıresmi işsizlik oranı yüzde 20’nin üzerinde ve her üç Yunanlıdan biri yok-sulluk sınırının altında yaşıyor. YKP, belli bazı oportünist güçlerin aksine, gerçek bir zemine yaslanmayan ülkemizin AB tarafından ya da onun motor gücü olan ülke yani Almanya tarafından işgal edildiği yönündeki gö-rüşlere katılmamaktadır. Böyle bir görüş, Yunan burjuva sınıfını aklıyor dahası kapitalist krizin temel nedenlerini ve Yunan burjuva hükümetleri ve yerel ka-pitalistlerin desteği ile hayata geçirilen halk düşmanı önlem paketlerini perdeli-yor. Zira bu paketler Yunan burjuva sını-fının ve hükümetlerinin çıkarları ile tam bir uyum içindedir. Yunanistan burjuva sınıfı, AB ve NATO çerçevesinde ve gücü yettiğince, emperyalist merkezlerin halk düşmanı tercihlerini bu merkezlerle birlikte şekillendiriyor. Bir önceki Başba-kan, halk düşmanı önlemlerin “reform”

olarak tanımlandığı hükümet-AB-İMF protokolünü kabul etmişti, söz konusu protokol onların niyetlerini yansıtmak-tadır. Bugün, AB içindeki çelişkilerin ve sıkın-tıların keskinleştiği ve AB vizyonunun bozulduğu bir zamanda, YKP daha ısrarlı bir şekilde halkı, işçi sınıfı için ülkede iktidarı almak, üretim araçlarını toplumsallaştırmak, merkezi planlama ve işçilerin kontrolünü sağlamak ve borçları iptal etmek ihtiyacı ile birleşti-rilen söz konusu emperyalist yağmacı ittikaftan kopma hedefi doğrultusunda hareket etmeye çağırmaktadır.

YKP, klasik anlamda Yunanistan’da bir devrimci durumun işaretlerini saptayabiliyor mu? Yoksa halen krizin derinleşme dönemi içinde miyiz?Kriz faktörünü ve kontol edilemeyen iflası göz önüne almak zorundayız. Aynı zamanda, bölgemizden daha geniş bir alanda (Ege, Balkanlar, Doğu Akdeniz, Ortadoğu, Basra Körfezi, Kuzey Afrika, Hazar Denizi ve Kafkaslar) emperyalist güçler ve tekellerin doğal kaynakla-rın kontrolü, ulaşım güzergahları ve piyasadaki paylara ilişkin net çatışmaları bulunmaktadır.Bu sert rekabet, güçlü emperyalist unsurları (ABD, AB) etkilemiş olan ve dikkati emperyalist arenadaki yeni güçlü aktörlere (Çin, Rusya, Brezilya, vs.) çeken kapitalizmin genelleşen kriz ko-şullarında ortaya çıkmaktadır. Bu durum kapitalistlerin çıkarları için kan dökmeye ve yıkımlara yol açabilecek bölgemiz-deki bir emperyalist savaşın tohumlarını

barındırmaktadır.Ayrıca, emperyalist “barış” koşulları altında dahi geniş halk kesimlerinin çelişkilerin yoğunlaşmasını, dayanıl-maz yoksulluğu ve toplumsal sefaleti deneyimlediğini görebiliyoruz. Yukarıda bahsedilen gelişmeler, genel bir politik krizi, “zayıf halka” olarak adlandırılan bir ülkede veya bir grup ülkede devrimci bir durumu doğurabilir. Önemli nok-ta, öznel faktörün, Komünist Parti’nin, durumu ve söz konusu verili tarihsel momentte halkın örgütlenmesinin ve işçilerin iradesinin elde ettiği düzeydir.Bölgemiz, Yunanistan, Türkiye ve bölgedeki diğer ülkeler için esas konu, bir ülkedeki burjuva sınıfı ile işbirliği yapmayan, muhtemel bir savaşta o ya da başka bir emperyalistin tarafını yer almayan halklardır. Bir diğer önemli husus, halk için emperyalist savaşa ve emperyalist planlara karşı çıkmaktır. Ko-münistler, anti-emperyalist mücadeleye öncülük yapmak zorundadır. Komü-nistlerin önemli bir görevi de kapitalist

krizin nedenlerine, ilerlemenin sosyalist aşamasının tesisine, devrimci işçi iktida-rına ve onun ekonomik politik içeriğine ilişkin burjuva ideolojik argümanlarını çürütmektir. Bu görev, bütünsel olarak sendikalardaki örgütlenme, kitle ör-gütlenmesi, kitlelerle devrimci bağların oluşması ile ilişkilendirilerek ilerletilmek zorundadır. Kapitalizm, ne kadar çok zorluğa sebep olursa olsun, her türlü yarattığı çürüme ve zorluklara rağmen halkın mücadelesi, çatışmalar ve fedakarlıklar olmaksızın olgun bir elma gibi düşmeyecektir. Halk hareketi oluşturulmalıdır, bu hareket kararlı olmalıdır ve kapitalist barbarlığı alaşağı etmek için tarihsel fırsat kaçırıl-mamalıdır.

Partinin işçi sınıfı içerisindeki örgütlülük düzeyi kadar gençlik hareketi üzerinde de etkisinin olması, işçi sınıfı ile gençlik hareketleri arasında, geçmişte başka ülkelerde gözlemlendiği gibi bir kopukluk oluşmasını önledi. PAME’nin bir kitle örgütü olarak etkinliğini biliyoruz. Mücadeleci Öğrenciler Cephesi’nin (MAS) gençlik içerisindeki etkinliği PAME’nin işçiler arasındaki etkisine kıyasla ne durumda?Öncelikle KKE’nin kuruluşundan bu yana ve bütün mücadelesi boyunca gençler arasında bağımsız bir komünist gençlik örgütü oluşturma inisiyatifiyle çalışma sorumluluğu olduğunun altını çizdiğini belirtmeliyim. Bu komünist gençlik örgütü partinin ideolojik ve siyasi sorumluluğu altında hareket

ediyor. 1958’de partinin örgütlerinin dağılmasının ardından KKE’nin illegalite koşulları altında tekrar faaliyete geçme ve 1968’de KNE’yi yeniden kurma kararı alması haklı çıkmıştır. KKE’nin önderliği altında devrimci bir gençlik örgütünün kurulması son derece gerekliydi.KKE gençliğin ve gençlik hareketinin antiemperyalist, tekel karşıtı mücadele cephesinde, halk iktidarı, ekonomisi ve sosyalizm için verilen mücadelede özel bir rolü olduğunun altını çizmektedir. Gençlik hareketi Cephe’nin özel bir bileşenidir, dolayısıyla antiemperyalist, tekel karşıtı mücadelenin sonucunda oluşacak iktidarın da özel bir bileşeni olacaktır.Ancak gençlikten söz ettiğimizde genç-liğin sınıfsal temelini ve sınıf perspektifi-ni unutmamamız gerekir. Bütün gençler aynı değil. KKE dikkatini işçi gençlik, yani çalışan ya işsiz gençler, yoksul köylüler, kendi hesabına çalışan yok-sullar, işçi ve emekçi ailelerinden gelen öğrenciler üzerinde, yani yarının işçi

ve emekçileri üzerinde yoğunlaştırıyor. Bu bakış açısıyla, 20. yüzyılda gençlik hareketi tarihinde, niyetlerden bağım-sız olarak, gençliği emek hareketinin karşısında konumlandıran, gençliğin özerk, devrimci rolüne işaret eden yak-laşımların bir hata ve ütopya olduğunu gördük.PAME ve MAS arasındaki karşılaştırma doğru, ancak PAME, henüz kısa bir sure once oluşturulan MAS’a karşın 10 yıldır mücadele veriyor ve PAME saflarında fabrikalarda, işyerlerinde çetin sınıf mü-cadelelerinden geçmiş, yılların deneyi-mini taşıyan işçi ve memurlar yer alıyor. MAS saflarında yer alan genç yaştaki insanlar (öğrenciler) ise öğrenimlerini tamamlayıp üretim sürecine geçtikten sonra, nesnel nedenlere bağlı olarak mücadeleyi bırakan kişiler de mevcut. Buna karşın MAS’ın özel bir önemi var ve bu örgütlenme üniversiteler ve teknik okullarda militan bir tekel karşıtı mücadele teşkil ettiği için çok yararlı. Bugün MAS’ın daha fazla tanınmasının ön koşulları mevcut ki bu da öğrenci hareketinin en büyük kazanımı. Öğrenci hareketi içinde, özellikle de kapitalist kriz döneminde ve zenginlerin tam boy saldırısı devam ederken çürümeyi ve tasfiyeciliği kavrayanlar bulunuyor. Bir sonraki dönemde MAS’ın temellerinin, üniversitelerde bir kitle hareketi niteliği kazanarak ve öncülük yapan, yorulmak bilmeyen, sürekli çalışan mücadele ko-miteleri aracılığıyla, öğrencileri ilgilendi-ren bütün başlıklar üzerinde mücadeleyi yükselterek güçlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Mücadele komiteleri,

öğrenci derneklerinin büyük kısmının bir örgütlenme ve mücadele örgütü bi-çimini almadığını, yanlış bir güç denge-sini yansıttıklarını ve öğrencileri kitlesel süreçlerden yalıttıklarını hesaba katarak örgütlenecek. MAS, örgütlenmesi ve çok boyutlu faaliyetleriyle, canlı, kitlesel ve mücadeleci öğrenci derneklerine dayanarak yeniden güçlenecek öğrenci hareketine çok önemli bir katkı sunabilir.MAS’ı KNE’nin bir yedeği olarak görme-diğimizi açıklığa kavuşturmamız gerekir. MAS, derneklerin, öğrenci komitelerinin, yıllık ve dönemlik komitelerin; tekellerin iktidarından kopulması, üniversiteler ve teknik okullarda tekel karşıtlığını temel alarak hareket etmen gerekliliğini kav-rayan öğrencilerin örgütlenmesi. MAS, Okullarda Mücadelenin Koordinasyonu Komiteleri (SAS) ile ortak faaliyet içinde bulunuyor ve sınıf perspektifiyle hareket eden sendikal hareketlerin, yani PAME, PASY ve PASEVE’nin yanında yer alıyor.

Çok teşekkürler Aleka yoldaş.

Bölgemiz, yunanistan, türkiye ve bölgedeki diğer ülkeler için esas konu, bir ülkedeki burjuva sınıfı ile işbirliği yapmayan, muhtemel bir savaşta o ya da başka bir emperyalistin tarafını yer almayan halklardır. Bir diğer önemli husus, halk için emperyalist savaşa ve emperyalist planlara karşı çıkmaktır. komünistler, anti-emperyalist mücadeleye öncülük yapmak zorundadır.

Page 14: Komünist 339

14 eMek 1 ARALIK 2011 SAYI 339 KOMÜNİST

İkinci Cumhuriyet’in sağlık politikaları alt edilebilir

Sağlık emekçileri mücadeleye hazır!

İkinci Cumhuriyet ilan edilir-ken halkımız sağlığına kavuştu mu?Bu sorunun yanıtının koskoca bir hayır olduğunu biliyoruz. Sürecin bütününe bakıldığın-da, halkın sağlık hakkı ile ser-maye sınıfının yönelimleri ve AKP politikalarının tamamen uyumsuz hale geldiğini görül-mektedir. Gelinen noktada ise “sağlıkta dönüşüm” adıyla or-taya konulan bütün piyasacı ve gerici politikaların, emekçilerin politik-ideolojik dünyasında bir yere oturmasıdır. Örneğin, sağlık ocakları yarı özel yerle-re dönüşür ama oraya giden bir ev kadını çıkışta katkı payı ödemesine ve eşi sigortasız çalışmasına rağmen daha az

sıra beklediği için AKP’ye şük-reder. Veya tam gün yasasının çıkması ile birlikte AKP’nin iyi bir şeyler yaptığını düşünen bir işçi, politikleşme kanalını buradan yakalarken üzerindeki sömürü mekanizmaları perde-lenmektedir.Baştaki soruya geri döner ve biraz daha ilerletirsek, önü-müzdeki günlerde bu tablonun AKP açısından aynı netlikte devam etmeyeceğini öngöre-biliriz. Mesele sadece, örneğin yeşil kartların kaldırılması veya katkı paylarının arttırılması-na emekçilerin kaba bir tepki göstermesi ile sınırlandırıla-maz. Hatta genel anlamda emekçiler cephesinde bunlar üzerinden bir hareketlilik bek-

lemek de yanlış olabilir. Ancak önemli nokta bu durumun, emekçilerin politik-ideolojik dünyalarında AKP’nin tüccarlı-ğının ve piyasacılığının (do-layısıyla İkinci Cumhuriyet’in) somutlanmasının sağlanma-sıdır. Buralara siyasi olarak müdahale etmek mümkündür.İkinci Cumhuriyet sağlık emek-çilerini sindirdi mi?Bu soruya da koskoca bir hayır vererek başlayabiliriz. An-cak Türkiye’deki bütün sağlık emekçilerini daha çetin bir sürecin beklediğini öngörmek yanlış olmayacaktır. Bu sürecin çetin olmasının en önem-li sebeplerinden biri sağlık emekçileri ile halkın geçmişte var olan dolayımsız ve açık

ilişkisinin (tıbbi anlamda da siyasi anlamda da geçerlidir) tersine dönmesi ve para ilişki-sinin tamamen buraya monte edilmiş olmasıdır. Örneğin, yukarıda bahsettiğimiz ev kadını ya da işçi, AKP’nin sağ-lık hizmetlerinden memnun kalmasının ötesinde, hekim-lerin hepsinin muayenehane açmak istediklerini düşünme-ye başlamışlardır. Son dönem hekim hareketinde de örnek verdiğimiz başlığın ceremesi fazlasıyla çekilmiş ve önü-müzdeki dönemin en önemli mücadele başlıklarından biri-nin hekim-müşteri ilişkisinin reddedilmesi olduğu bir kere daha ortaya çıkmıştır. Dola-yısıyla yine örnekten hareket edersek, bugün muayeneha-neciliği savunan bir mücadele hattı kabul edilemez olmanın ötesinde yenilmeye mah-kumdur. Tersi örnekler , yani kamuculuğu savunan, sağlıkta müşteri ve performans ilişkile-rini reddeden örnekler, geçti-ğimiz dönemi diri ve başarılı bir şekilde kapatmışlardır.İleriki süreçte AKP’nin çok iyi kullandığı bu dolayımları boşa çıkaran bir mücadele hattı başarıya ulaşabilecektir. Salt ekonomik mücadeleye odak-lanmış, siyasi olarak kendini ifade etmeyen sağlık emek-çileri hareketi yenileceğini baştan ilan edecektir.Tüm bunlarla birlikte bugün hekimler ve diğer sağlık emek-çileri içerisinde örgütlenmek düne göre daha mümkün ve zorunludur. Bu örgütlenmenin ise bildik yöntemlerle ve araç-larla yapılması pek mümkün görünmemektedir.Partili sağlıkçılar duruma nasıl müdahale edecek?Gelinen noktada Türkiye Ko-münist Partili sağlıkçıların ko-numlanışlarını ve yapacaklarını şu maddeler ile sıralamamız mümkün görünüyor:1. AKP’nin sağlık alanındaki piyasacı, sermaye yanlısı ve gerici saldırıları püskürtülmek zorundadır.2. Yaşanan süreç yaklaşık otuz

kanun Hükmünde kararname bizlere bir kere daha ikinci cumhuriyet’in ne menem bir şey; buna karşı sağlık emekçilerinin örgütlenmesinin ve mücadelesinin ne

kadar önemli olduğunu hatırlatıyor ve gösteriyor. Bir de sosyalizm mücadelesinin ne kadar ertelenemez ve ne büyük bir ihtiyaç olduğunu...

Page 15: Komünist 339

yıldır devam ettiği söylenen “sağlıkta dönüşüm”ün AKP ayağının hayata geçirilme-sinin ötesindedir. Partili sağ-lıkçılar, İkinci Cumhuriyet’in yapısal bir dönüşüm oldu-ğunu ve bunun sağlık aya-ğının çok kapsamlı olduğu-nu hatırlamalıdırlar.3. Dolayısıyla bu sürecin karşısına sosyalizm alterna-tifinin dikilmesi zorunludur. Sosyalist kimliğin sağlık emekçileri içerisinde inşası, bunun belli noktalarda yer etmesinin sağlanması ve bir örgütlülüğe dönüşmesi uzun vadeli amaç edilmesi gereken başlıklardandır.4. Sosyalizm propagandası, “herkese eşit parasız sağlık hizmeti” sloganına indirge-nemez. Bir ucu toplumcu-luk, ilericilik ve yurtseverlik-te olan, diğer ucu AKP’nin güncel saldırılarını karşısına alan ilerici bir hattın oluş-turulması için harekete geçmek gerekir.5. AKP’nin son dönem sağlık alanı üzerinden attığı po-pülist adımların siyasi ranta dönüştürülmesinde yavaş yavaş sona doğru geldiği ön-görülebilir. Son çıkan Kanun Hükmünde Kararname ve bununla birlikte atılacak ek adımlar (yeşil kartın kaldırıl-ması, katkı paylarında artış vb… gündemler), emekçilerin genelinde var olan “sağlık reformcusu AKP”-“çıkarcı sağlıkçılar” ikileminin tarafsız bir bölgeye çekilmesi gibi bir sonuç verebilecektir. Böylesi anlarda toplumun bütününe seslenmeyi de hedefleye-cek, sosyalizm alternatifini güçlendirecek çıkışlar sağlık emekçileri eliyle yapılabile-cektir.6. Sağlık alanında örgütlü olan ve düzen cephesinin yardakçılığını yapmayan sendikalar (SES ve Dev-Sağlık İş) ve odalar (Türk Tabipleri Birliği ve diğer meslek örgütleri), komü-nistlerin verdikleri müca-dele açısından bir düzlem olarak değerlendirilmelidir. Buralardaki konumlanışımız piyasacılığa, özelleştirmele-re ve gericiliğe karşı duruşu içermeli, sosyalist kimliğin adresi haline dönüşmeli-dir. Partili sağlıkçılar oda ve sendika çalışmalarında öncülüğün taşıyıcısı olurken, politik mücadele kanalları ile ekonomik mücadele-nin çakıştırılması için çaba sarf etmelidirler. Yapmamız gereken daha sosyalist bir oda veya sendika arayışı değil, bu kurumların işçi

sınıfı ve sosyalizm mücade-lesi açısından daha anlamlı bir pozisyonda olmalarını sağlamaktır. Tersinden, komünistlerin aslında çok iyi bir sendikacı veya oda aktivisti olduklarını kanıtla-maya çalışmak da günümüz sendikal anlayışı tarafından başka sonuçlar çıkmasına sebebiyet verecektir.7. Bu noktada önemli baş-lıklardan birisi bu kurum-ların var olan belli başlı söylemlerini geliştirmek ve/veya değiştirilmesi yönün-de adımların atılmasıdır. Buradaki hedefimiz, TTB ve SES içerisinde ayrı (ve dar) gruplardan birisi olmaya çalışmak değil, odalar ve sendikaların örgütlenme alan ve olanaklarını yatayı-na genişletirken, sosyalizmi derinlemesine örgütlemek ve alana kök salmaktır.8. Söylem değişikliği ve yenilenme açısından bazı örnekleri şu şekilde verebi-liriz: Geçtiğimiz dönemde, AKP’nin hekimlere dönük tam gün çalışma yasasına Türk Tabipleri Birliği’nin temel karşı çıkışı, bunun sağlıkta dönüşümün önemli bir ayağı olduğu ve aslın-da hekimlerin tam güne karşı olmadıklarını içeren karmaşık bir çizgi üzerinde dolaşmakta idi. Ne zaman ki asistan hekimlerin öncü-lüğünü yaptığı performans sistemine ve hekim-hasta ilişkilerinde para merkez-li düşünceye karşı duruş ağırlık kazandı, hekim ha-reketinin ivmesi ve düzlemi değişti. Pek tabii ki piyasa-cılığa ve sağlıkta özelleş-tirmelere karşı kamucu bir bakış açısından bahsediyo-ruz. 13 Mart 2011 tarihinde Ankara’da yapılan sağlıkçı-lar eylemi ve o zaman dilimi içerisinde hayata geçen asistan grevleri, AKP’ye bazı işlerin yolunda gitme-yeceğini hatırlatan içerikte eylemler oldu.9. Son noktada TKP’li sağlık emekçileri, İkinci Cumhuriyet’in sağlıktaki piyasacılık ve özelleştirme başlıklarına karşı koyup kamuculuğu savunan; per-formans ve para ilişkilerinin sağlık sisteminden kaldırıl-masını hedefleyen; güvence-siz ve hakların tasfiye edildiği bir çalışma sistemi yerine eşitlikçi bir anlayışın egemen olduğu sosyalist ilkeler çer-çevesinde sağlık emekçilerini örgütleyeceklerdir.

eMek1 ARALIK 2011 SAYI 339KOMÜNİST 15

asistan hekimler, genel hekim hareketliliğinin öncü kolunu oluşturmaktadır. Bu dinamizmi bütün hekimlere, oradan bütün sağlık emekçilerine yaymak bugün türkiye komünist Partili hekimlere düşen en önemli sorumluluklardan bir tanesidir.Özellikle son dönemde AKP’nin sağlıkta dönüşüm politikaları bir yandan sağlık hizmetlerinin piya-salaşmasını, sağlıkta tekelleşmeyi içerirken diğer taraftan sağlıkçıların güvencesiz çalışmasını da beraberinde getirmiş oldu. Kadrolu çalışma tarih olmaya başlarken özellikle hastanelerde taşeron çalışma yaygınlaştı, çalışma süreleri uzadı ve sağlık emekçilerinin bütünü bu saldırıdan nasibini almış oldu. Güncel olarak bu başlıkların hepsine dair sağlık emekçilerinin birleşik mücadelesi bir zorunluluk olmaya devam etmektedir. Tüm bunlarla birlikte, ülkemizdeki hekimlerin bu süreçteki konumlanışı parçalı bir şekilden daha bütünlüklü bir hale gelmektedir. Üniversitedeki hocalardan asistan hekimlere, pratisyen hekim-lerden özel sektörde çalışan hekimlere kadar geniş bir toplam AKP’nin saldırıları karşısında tek vücut görüntüsünü daha fazla verebilir durumdadır. 2 Kasım tarihinde çıkartılan Kanun Hükmünde Kararname’ye karşı Türk Tabipleri Birliği’nin çağrısını yaptığı “Hekim Meclisi” yukarıda bahsetti-ğimiz durumu pekiştirdi. Partili hekimler olarak önümüzdeki süreçte gerek tabip odalarının güncel mücadele başlıkları gerekse hekim meclisinin örgütlenmesine önem atfetmek faydalı olacaktır. Bu tür bir meclis örgütlenmesinin belirli bir vadede bütün sağlıkçıları kapsayan meclis tipi bir örgütlenmeye taşınması mümkün görünmektedir. Kanun Hükmünde Kararname’ye karşı verilecek mücadelede öncü bir pozisyona yerleşmeyi hedefleyen partili hekimler, sürecin siyasal bir karak-ter kazanmasında da önemli bir faktör olacaklardır. Unutulmaması gereken nokta kendiliğinden ve ekonomik temelli bir sınıf hareketinin sönümlenme ihtimalinin çok fazla olduğudur.Bu noktada özel bir dinamik taşıyan asistan hekimler, genel hekim hareketliliğinin öncü kolunu oluşturmaktadır. Bu dinamizmi bütün hekimlere, oradan bütün sağlık emekçilerine yaymak bugün Türkiye Komünist Partili hekimlere düşen en önemli sorumluluklardan bir tanesidir. Gerici sermaye partisi AKP’nin İkinci Cumhuriyet’ine karşı sosyalizm perspektifinin taşıyıcısı bir konumlanış, hem mücadelenin dinamizminin artmasını sağlayacak, hem de meslek örgütleri ve sendikaların ortala-macı pozisyonlar almasının önüne geçecektir.

HekiM ÖrgÜtlenMeSi Ve tkP

2 Kasım 2011 tarihinde gece yarısı ve meclisin bütününün haberi olmadan kabul edilen “Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname”, sağlık sisteminin topyekün dönüştürülmesini içermektedir. Bu kararname sağlık emekçilerinin bütününü kesen ve sayısal olarak yaklaşık 475.000 kişiyi (taşeron işçiler hariç) ilgilendiren yasal bir düzenlemedir.AKP’nin kanun hükmünde kararname çıkarmak için aldığı altı aylık yetkinin son gününe denk getirilen ve yangından mal kaçırırcasına çıkartılan 663 numaralı bu kararname için, gerici İkinci Cumhuriyet’in sağlık sisteminin anayasası yakıştırmasını yapmak yanlış olmayacaktır.Kararname’nin içerdiklerini ise şu şekilde özetleyebiliriz:• AKP piyasacılığı: Bütün kamu hastaneleri ve üniversite hastaneleri Kamu Hastaneleri Birliği adı (süsü) verilmiş şirketlere devredilecektir. Birlikleri finansmanı sağlayan şirketin CEO’su birliğin sorumlusu olacaktır. Sömürü mekanizması devlet eliyle özel şirketlere sağlanacaktır. Yönetsel ka-deme tamamen piyasa odaklı gerçekleşecektir. Tıbbi ürün ve hizmetlerin teşvik edilmesi için her türlü piyasa mekanizması harekete geçirilirken, sağlık tesislerinin yapımı konusunda özel sektör ile TOKİ arasında ortaklıklar kurulacaktır. Hastanelerdeki klinik şeflerinin görevlerine son verilerek sermaye diktatörlüğünün önündeki bütün potansiyel direnç unsurları ortadan kaldırılacaktır.• AKP faşizmi: Kararname ile “Sağlık Meslekleri Kurulu” kurulmaktadır. Kurulun eğitim müfre-datı düzenlemek, meslekî düzenlemelerde ve istihdam planlamalarında görüş bildirmek, meslekî yeterlilik değerlendirmesi yapmak, meslekî müeyyide (men veya ihraç) uygulamak, etik ilkeleri belirlemek ve uyumu denetlemek gibi yetkileri bulunmaktadır. 15 üyeli kurulun üyelerinin 14’ü AKP hükümeti veya ona bağlı aygıtlar tarafından belirlenmektedir. Kurulun görevlerine dikkatli bakılırsa faşizan uygulamaların nasıl kolaylaşacağı da görülecektir.• AKP fırsatçılığı ve gericiliği: TTB kanununda yer alan “tabipliğin kamu ve kişi yararına uygu-lanıp geliştirilmesini sağlamak” ibaresi çıkartılmaktadır. Meslek örgütü de tamamen piyasa ile uygun hale getirilmeye çalışılmaktadır. Bunun dışında serbest sağlık bölgeleri adı verilen yerlerin “ülkenin sağlık alanında bölgesel bir cazibe merkezi haline getirilmesi, yabancı sermaye ve yüksek tıbbi teknoloji girişinin hızlandırılması” gibi gündemleri olmasından bahsedilmektedir. Bu serbest sağlık bölgelerinde, örneğin organ nakilleri gibi bazı önemli tıbbi müdahaleler (yüksek tıbbi teknoloji) parayı bastırana (yabancı sermaye) çok ucuza (cazibe merkezi) yapılabilecektir.

kanun HÜkMÜnde kararnaMe nedir?

Kamil TEKEREK

Page 16: Komünist 339

eMek 1 ARALIK 2011 SAYI 339 KOMÜNİST16Arçelik çağrı merkezi

Mutluluğumuz için mi? İstek ve şikayet merkezleri olarak çalışmaya başlayan çağrı merkez-leri bugün, “müşteri ilişkileri yö-netimi” olarak ifade ediliyor. İlgili şirketin ya da söz konusu hizmetin çoğu zaman müşterileri ile ilk kar-şılaştığı yüz ve en önemli hizmet alanlarından birisi haline geldi. Müşteri odaklı yönetim denilen sistemin önemli bir parçasını oluş-turan çağrı merkezleri, toplumun her kesimine hizmet veriyor. Sanayi sektörüne göre ağırlığı her geçen gün artan hizmet sektörün-de çağrı merkezleri önemli bir yer tutuyor. GSM şirketleri, bankalar, sigorta şirketleri, beyaz eşya, telekomü-nikasyon gibi pek çok alanda hizmet veren çağrı merkezleri rezervasyon, yardım masası, müş-teri ilişkileri, teknik destek, bilgi hatları gibi alanlarda çalışabiliyor. Masada bilgisayar, kulaklık ve mikrofonla hizmetin verildiği çağrı merkezleri, yalnızca yurt içine de-ğil, yurt dışına da hizmet veriyor. Çağrı merkezleri de ucuz emek gücünün bulunduğu ülkelere kaydırılıyor, çoğu kez. Arçelik çağrı merkezi ülkemizde ilk kurulan çağrı merkezlerinden biri. Beyaz eşya-klima, televizyon ve uydu sistemleri, bilgisayar, montaj kaydı, sipariş ve memnuniyet alanlarında hizmet veren çağrı merkezinin 300’e yakın çalışanı var. 300 çalışan binlerce ürün için danışmanlık yapıyor.

Şirkette çalışan aile bireylerinin referansı öncelikliÇağrı merkezi çalışanları, en az iki yıllık meslek yüksek okulla-rından seçiliyor. Arçelik’in servis güzergahlarına yakın oturanlar, işe alınmada önceliğe sahip olabiliyor. Elbette, asabi olmamak, diksiyonu düzgün olmak gibi kriterleri de var. Ama en önemli faktör akraba bağı ile verilen referanslar. İrili,

ufaklı pek çok fabrika ve atölyede geçerli olan akrabaları işe alma-da öncelik verme Arçelik’te de geçerli. Akrabaların işe alınmasına öncelik verilmesi patronların çok işine yarıyor. Akrabalardan biri patronun istemediği bir şey ya-parsa, ailenin tamamının işine son verileceği için akrabalar patron ve müdürlerin isteklerinin dışında hareket etmiyor.

Bir hafta sonra “deneyimli” teknik elemanÇağrı merkezinde bir teknisyen gibi gelen sorulara yanıt veren çalışanlara yalnızca bir hafta eğitim veriliyor. Müdürler tarafından eğitim süresinin bir ay olduğu söylenmesine kar-şın, mesainin çok yoğun olması gerekçe gösteriliyor ve eğitimler bir haftaya sıkıştırılıyor. Çalışmaya başladıkları ilk hafta çalışanlar çok büyük bir gerilimle baş başa bıra-kılıyor. Eğitimlerde paket prog-ramlar anlatılıyor, çağrı dinletiliyor. Bir haftanın ardından çalışanlar, gelen çağrılara yanıt vermek üze-re, kulaklıkları ve mikrofonları ile masa başına geçiriliyor.

Deneme süreleri sonunda çalışanlar işten çıkarılıyorÇalışanların tamamı sözleşmeli olarak işe alınıyor. Kadrolular, söz-leşmeliler arasından seçiliyor. Genellikle 2, 4, 6 aylık sözleş-meler yapılıyor. Sözleşmesi sona eren çalışanlar işten çıkarılmazsa çalışmaya devam ediyor, an-cak kendilerine sözleşmelerinin yenilenip yenilenmediği, ne kadar süre çalışmaya devam edecekleri konusunda hiçbir şey söylenmiyor. Çalışanlar üzerinde çok büyük bir basınç yaratan bu uygulama ile çalışanlar her an işten çıkarıl-ma korkusu ile çalışmaya devam ediyor. Sözleşmelilerin kadroya alınması ise son derece keyfi.

Hiçbir standart yok. Kadrolu çalışanlar açısındansa durum hiç de farklı değil. Altı ay ara ile yapılan performans değer-lendirmeleri kadrolu çalışanların işlerine devam edip etmeyeceğini belirliyor.

Performansın kaç?Bilgisayar ekranından hazırlanan menülerdeki verileri kullanarak sorun çözmeye çalışan çağrı mer-kezi çalışanlarının performansı da yaptıkları görüşme ile ölçülüyor. Sorun çözme yeteneği, bilgisayar ekranındaki gerekli menüye ulaş-ma ve bu menüye göre müşteriyi yönlendirmeye bağlı. Örneğin klima ısıtmıyorsa neden ısıtmadı-ğını bulmak, bilgisayarda sorun varsa gidermek, buzdolabının sesli çalışmasının nedenini bulmak zorundalar. Bunun için ise çalı-şanlara verilen süre 3,5 dakika. Bu süreyi geçen görüşmeler sorunlu kabul ediliyor. Çalışanların günde kaç çağrı aldığı, çağrıda kalma süresi, çağrı kaçırıp kaçırmadığı, kaç sorun çözdüğü, sorun çözme süresi çalı-şanların tamamı için günlük olarak raporlanıyor. Bu raporlar çalışan-ların tamamı tarafından görülebi-liyor ve çalışanlara yalnızca kendi çalışma kapasiteleri hakkında bilgi vermiyor. Diğer çalışanların bilgi-leri bu raporlar da yer alıyor. Bir-birinin verilerine ulaşan çalışanlar diğerlerinden daha iyi değerlere ulaşmak için çaba gösteriyor. Bu durum çalışanlar arasında rekabeti doğruyor. Çalışanların performansını etkile-yen diğer veriye, haftalık olarak her çalışanın rastgele iki görüşmesinin dinlenmesi ile ulaşılıyor. Dinlenen bu çağrılar üzerinden çalışanlara haftalık puan veriliyor. Dinlenen çağrıların rastgele seçilerek din-lendiği ifade edilse de genellikle en kötü görüşmeler dinlemeye

takılıyor. Konuşmaları dinleyenler performans ölçümü dışında başka işi olmayan çalışanlar.

İş güvencesi, gelir güvencesi yokPerformansı düşük olan çalışanlar tazminatsız işten atıyor. Mevcut yasaya göre, performans ölçü-münde objektif, gerçekçi ve makul kriterler olması gibi pek çok şartın sağlanması gerekiyor ki bu şartların sağlanıp sağlanmaması her zaman tartışmalı. Bu şartlar sağlanmışsa performans ölçümü geçerli kabul ediliyor. Bu durumda da çalışanların performansının düşük olması nedeniyle işten atılması gerçekleşiyorsa kıdem ve ihbar tazminatlarının verilmesi gerekiyor. Arçelik çağrı merkezi çalışanları bir yılı aşan sürede çalışmaya hak kazansa bile elde ettikleri haklarından yararlandı-rılmıyor. Güvence elde ettiğini düşünen kadrolu çalışanlar da güvencesiz çalışıyor.

Size küfür edilse de çok sakin olmalısınız!Tüketiciler, ilk kez arıyorsa ol-dukça sakin davranırken, sorunu çözülmemişse giderek sinirleni-yor ve doğrudan çağrı merkezi çalışanlarından sinirini çıkarıyor. Çağrı merkezi çalışanlarının santral operatörlüğü ve teknik servis danışmanlığına psikolojik yardım da ekleniyor. Arçelik hatalı üretim yapmışsa, yetkili servisin bir hatası varsa, sorunu çözülme-mişse, yetkili servis randevusuna gitmemişse çağrı merkezi çalı-şanları tüketicilerin ilk tepkileri ile karşılaşıyor. Tüketiciler, çağrı merkezi çalışanlarını şirket yetkilisi yerine koyuyor ve öfke patlamala-rını çalışanlara yöneltiyor.

Bu tavır ile sıkça karşılaşan çalı-şanlar sakinliğini korumalı, ses tonunda değişiklik dahi olmamalı, çok sabırlı olmalı. Tüketiciye “evet efendim, sizi anlıyoruz efendim” demek zorundalar.

İş kariyerinin ilk basamağıÇağrı merkezinin Arçelik’in diğer bölümlerine geçmek için ilk basa-mak olduğu söyleniyor. Genellikle gençlerin çalıştığı çağrı merke-zinde yeni işe girenler için bu olasılık çok cazip görünüyor. Son derece stresli ve sinirleri yıpratan çalışma koşullarına dayanabilmek için genç çalışanlar bu olasılık ile motive ediliyor. Gerçekte diğer bölümlere geçebilen çalışanların sayısı ise çok az.

Page 17: Komünist 339

akadeMi1 ARALIK 2011 SAYI 339KOMÜNİST 17

Üniversitelerde dönüşüm ve ÜKD’nin mücadelesi

Türkiye geçirdiği dönüşümü tamamlar ve İkinci Cumhuriyet bütün kurumları ile inşa edi-lirken üniversiteler de bundan payını aldı. 12 Eylül Askeri Dar-besi Birincisinin son suç pake-tini yaratırken ikincisine geçiş için uygun bir zemin yaratı-yordu. Üniversite herhangi bir devlet dairesi gibi yönetilmeye başlarken, sol üniversiten silin-meye çalışılıyor, gerici kadro-laşmanın önü açılıyordu. Ancak ikinciye giden yol asıl olarak piyasalaşma ile örüldü. Üniver-sitenin kendi kazançlarını elde etmesi, öğrenimin paralı hale gelmesi, öğretim üyelerinin maaşlarının önemsizleşmesi ve yaşayabilmek için sermaye-ye bağımlı hale gelmeleri son yirmi yılda bir asidin dokuyu yavaş yavaş eritmesi gibi yayıl-dı. Üniversite insani sermaye-ye yatırım yapan küçük insan şirketlerin rekabet ettikleri bir arenaya dönüştü, toplumsal yarar ve sorumluluk geride bırakılan ve gittikçe silikleşen hatıralar gibi kaldı. Üniversite, AB’nin direktifleri doğrultusun-da eğitim içeriğini belirlemeye razı edilirken, rekabet, kalite, paydaşların yönetişimi, vizyon/

misyon gibi piyasa kavramla-rına direnecek gücü bulamadı. Bu koşullarda üniversite ikti-darlara karşı koyabilecek siyasi kişilikten uzak kaldı, gericilere onursal doktora filan derken sonunda Rize Üniversitesi’nin ismini Recep Tayip Erdoğan Üniversitesi olarak değiştirecek kadar kendini kaybetti.Bütün bu süreçte fay hattı Kemalistler ile AKP arasında kuruldu. Uzun süren bir kadro savaşı yaşandı. Türbanlı öğren-cilerin üniversiteye girmesi ve cemaat kadrolarının yerleşmesi üzerinden yaşanan çatışma öğretim elemanlarının kitlesel olarak yarılmasına yol açtı. Her dönüm noktasında Anıt Kabir ziyaretleri hala akıllarda. Cum-huriyet mitinglerine üniversite-nin verdiği destek de hatırı sa-yılır bir güçteydi. Ancak yenilgi kaçınılmaz bir şekilde geldi,

YÖK’ten rektörlüklere kadar AKP’nin cemaatçi veya devşiri-lerek yandaşlaştırılmış kadroları hemen her yeri işgal ettiler. Kemalistlerin yenilgisi sadece Birinci Cumhuriyet’in suçlarına bulaşmış olmalarından veya ABD-AB emperyalizminin tüm desteğini AKP’ye sunmasından kaynaklanmıyordu. Yenilginin esas nedeni, AKP’nin önüne konan yol haritasına karşı alter-natif bir programlarının olma-masından, daha doğrusu böyle bir dünyada ne yapacaklarını bilememelerinden kaynaklandı. Onlar da AKP kadar AB’ciydiler, piyasalaşma ile başlıca bir dert-leri bulunmuyordu, AKP’liler kadar tüccar hırsları yoktu belki ama sermaye egemenliğine karşı olmaları ise doğaları ge-reği imkansızdı. Üniversite Konseyleri Derneği (ÜKD) bu dönem boyunca ana fay hattına yakın yerleşti, öğre-tim elemanları arasında kitle-sel bir gücü yoktu ancak yeri gelince aydınlanma mücadelesi üzerinden etkili çıkışları örgüt-leyebildi. Öyle bir an geldi ki bir türban krizi esnasında geri-cilerin imzaları, ÜKD bildirisine verilen imzaların çok gerisinde

kaldı. ÜKD Evrim Kuramı’na ya-pılan ve genel olarak akılsızlaş-tırarak teslim alma politikasının bir parçası olan saldırıya da nitelikli bir yanıt verdi. Aralık ayında üçüncüsü düzenlenecek dünyadan ve Türkiye’den bu alandaki önemli akademisyen-lerin bir araya geldiği Evrim, Bi-lim ve Eğitim Sempozyumları’nı düzenledi, bunların ürünlerini kalıcılaştırdı.Kemalistlerin bir yenilgi psiko-lojisiyle çözüldüğü ve AKP’nin üniversitelerin şirketleşmesi, devletten koparılarak doğrudan sermaye egemenliğine girmesi için son atağa hazırlandığı bu dönemde ÜKD’nin işlevi deği-şiyor. Bolongya sürecini deşifre eden çalışmaları ile bunun işa-retini veren ÜKD, üniversitede direnişi örgütleyecek sosyalist-lerin sesi olmaya hazırlanıyor. 03 Aralık 2011’de Ankara’da yapılacak Genel Kurulu’nu bir ÜKD üyesi olsun olmasın tüm akademisyenlerin katılımına açık bir çalışma toplantısına dönüştüren ÜKD, genel kurulda son hali verilecek bir “Üniversi-te Manifestosu” taslağı hazır-ladı. Manifesto; özerlik, üniversite

bağımsızlığı, temel bilim üre-timi, üniversite/toplum ilişkisi gibi kavramları, toplumun geri kalanından bağımsız bir süreç olarak ele almıyor, aksine onu verili tarihsel dönemler ve sıçramalar boyunca iktisadi/si-yasi süreçler ile birlikte değer-lendiriyor. Birinci Cumhuriyet üniversitesinden ikinciye geçişi irdeliyor ve bağımsız, özerk, bilim üreten, toplumsal sorum-lulukla çalışan ve toplumsal ilişkilerde karakterli bir işlevi olan üniversitenin ancak sosya-list bir cumhuriyette mümkün olduğunu söylüyor. Böylece sosyalistlerin öncülüğünde or-ganize olacak yeni bir fay hattı tanımlıyor.ÜKD; Üniversitede Emek Komisyonu ile önümüzdeki dönemde yaygın olarak yaşa-nacak hak kayıplarını göğüs-lemeye hazırlanırken, Bilim Politikaları Komisyonu ile karşı ideoloji üretecek şekilde kendini donatıyor. ÜKD bir kitle örgütü olmayı hedeflerken, ancak yeni bir cumhuriyetin, sosyalizmin nasıl kurulacağını bilenlerin öncülük yapabilece-ğini dosta düşmana gösterme iradesi ile genel kurula gidiyor. Şimdiden çok sayıda öğretim elemanının yazılı ve sözlü katkı ile Üniversite Manifestosu’na verdiği destek yeni bir döne-min açıldığının kanıtı olarak kabul edilmeli.

Üniversite konseyleri derneği aralık ayında yapacağı genel kurula sosyalizm vurgulu “Üniversite Manifestosu” ile gidiyor.

Page 18: Komünist 339

POleMik 1 ARALIK 2011 SAYI 339 KOMÜNİST18

‘Merak etmeyin ordu var’Ertuğrul Özkök’ün, AKP’nin iktidar olduğu 2 Kasım seçimlerinin ardından yazdığı bir köşe yazısında yer alan bu cümleler çeşitli kesimlerce tartışıldı. Tartışanlar ağırlıklı olarak bu cümlelerin ima ettiği “darbeciliği” beğenmiyordu.Özkök, kimilerine göre aba altından sopa gösteri-yordu, kimilerine göre düzenin sigortalarına işaret ediyor ve modern/postmodern darbeleri meşrulaş-tırıyordu.Asıl tartışılması gereken şeyse çok sonraya ertelendi.Cumhuriyet mitinglerinin sönüşünü işaret eden 22 Temmuz 2007 seçimlerinde belirginleşen şeyden söz ediyorum.AKP, toplumsal dayanaklarını güçlendirip, karşısında konumlanan toplumsal güçleri etkisizleştirirken en çok bu duygudan yararlandı. “Merak etmeyin ordu var.” Solda hiç de “orducu” bilinmeyen kimi isimlerin bile gericilikle mücadeleyi “Teseka”ya havale ettiği bir dönemi atlatmayı ve hatta yönetmeyi iyi becer-diği için AKP bugün Türkiye tarihinde çok fazla isme kısmet olmamış “kurucu babalığın” hakkını verebili-yor. Söylediğim, orduculuğun, AKP’nin kendi çevresin-de yarattığı demokrasi halesini güçlendirdiği değil.

Demokrasi adına bir sivil hükümet – askeri darbe ikiliği yaratarak bunun üzerinden AKP destek-

çiliği yapanlar olduğu kadar, ordunun sanal ya da gerçek ortamda her sahne alışında

işgüzarca “sivilcilik” yapanlar da var el-bette. Öte yandan bunun kendisinin bir sorun olduğunu zannetmeyelim.Askeriye kanadından “irtica tehlike-si” konulu bir çıkış geldiğinde bunu alelacele “demokrasi” adına mahkum edenlerin (dolayısıyla AKP’ye kalkan olanların) varlığı, tek başına siyasal çözümlemenin asker – sivil zıtlığı ile

sınırlandırılmış olması ile de ilgili değil. Türkiye solunda dinci gericiliğin nasıl bir

sınıfsal zeminde ne tür bir tehdit oluş-turduğunu görememenin ciddi bir ağırlığı

oldu. 28 Nisan “muhtırası”nın AKPcilik için bir gerekçe olması esasen AKP ve temsil

ettiği gerici toplumsal yığınak karşısında mutlak bir aymazlık içinde olunması ile

ilgili. Dikkat edilmeli, solun genişçe bir kesimi 28 Nisan muhtırasına “sizi bili-

yoruz, gericilikle mücadele söylemi-nizi samimi bulmuyoruz” diyerek

değil de, “sivil hükümete karşı bu tür açıklamaların yapılması-

Dün manşeti hazırlarken, bir arkadaşım şöyle bir espiri yaptı: Önce ‘‘Yarın

herkesin içinden geçen sözü manşet yapmamızı ister misiniz?’’ diye sordu.

Biz ‘‘evet’’ deyince de esprili manşet önerisini patlattı:

‘‘Merak etmeyin Ordu var...’’(Bir şakanın ardındaki duygular,

Ertuğrul Özkök, 4 Kasım 2002)

Page 19: Komünist 339

nı doğru bulmuyoruz” diyerek yanıt vermişti. Ne büyük aymazlık! Sivil hükümet ülkeyi bir islam faşizmine doğru götürürken, onu “darbeciliğe” karşı savunmak!

Merak etseydiniz iyi olurmuşİşaret ettiğimiz soruna dönelim. So-run, orduculuğun kimi önemli ve sa-mimi aydınları da kapsayacak şekilde solu ve geniş bir halk kesimini pasifize etmesi olmuştur.“Merak etmeyin ordu var” cümlesi tam da 2002 yılında Özkök’ün istediği etkiyi göstermiştir. Gerici ve ameri-kancı AKP karşısında etkisiz ve uyuşuk bir halk tepkisi... Siyasal yapı/rejim için ciddi bir gerilim kaynağı olması gereken islamcı parti iktidarı, zamanla bir komediye dönüşen askeriye/akp çatışması ile meyve vermiş ve buradan varılan nokta AKP’nin devlet içindeki dirençli burjuva unsurları sabırlı bir bi-çimde çözerken, toplumsal muhalefeti de yıldırmayı başarması olmuştur.Ülkemiz son on yılda köklü ve so-nuçları açısından can yakıcı bir rota değişikliğine giderken, elbette bunun önemli bileşenlerinden birisi devletin yeniden yapılandırılması ve bir başlan-gıç olarak çözülmesiydi. Toplum ke-simlerinin yandaşlaştırılması/pasifize edilmesi/etkisizleştirilmesi ya da ezil-mesi kadar önemli ve bunu da üst be-lirleyebilecek bir adımdı bu. “TSK’nın itibarsızlaştırılması” olarak tanımlanan operasyonun AKP saldırıları içinde “önemsiz” ya da “bizi ilgilendirme-yen” bir şey olarak görülmesi elbette gerekmiyor. Öte yandan son 50 yılda altına imza attığı onca adımdan sonra sol için fazlasıyla itibarsızlaşmış olması gereken bir yapıya umut bağlamak solun son on yılda seçtiği “intihar” yolları arasında yerini almış oldu.Ordunun bir düzen içi direnç noktası olarak AKP’nin karşısına çıktığı bir dönemde, kendi direniş hattını da bu gerilimin çevresine yerleştirmek bedelleri olan bir hataydı. Ülkenin AKP eliyle sokulduğu yoldan çıkar-tılması için umudu Jandarma Kuvvet Komutanı’nın tapuladığı kürsüye yüklemenin ne büyük bir hata olduğu, Cumhuriyet Mitingleri’nin bir bilanço-su çıkartıldığında görülecektir.

Cumhuriyet Mitingleri: Şimdi doğru eveCumhuriyet Mitingleri ortaya koyduğu tepki, dile getirdiği talepler ve ifade ettiği direncin ne olduğu bir yana, çı-kışı nerede aradığı ile sorgulanmalıdır. Ülke çapında basit hesap üzerinden bakıldığında az sayılamayacak sayıda insanı harekete geçiren bu eylem-ler, bir kısmı oldukça radikal çizgide sayılabilecek aydınları kürsüye sürdü. Öte yandan çeşitli biçimlerde dayatı-lan “tek biçimlilik” ve eylem disiplini çıkmaz sokağa işaret ediyordu: Ordu göreve! Miting çıkışında doğru eve.Bu söylediklerimiz geçmişe ait. Cumhuriyet’in AKP elinde can çekiş-tiği ve bir bakıma kendi hazırladığı sona karşı son çırpınışları ile direndiği döneme ait.

Bugün aynı sazı çalmaya devam eden-lerin olması ise gerçekten çok şaşırtıcı.“Orduculuk” AKP’nin koçbaşı olduğu dönüşümler karşısında yanlış, etkisiz ve ters tepen bir politik tercih olarak görülebilirdi. Bugün durum bundan vahim. Geçmişte yanlış bir yol, bugün artık hiçbir temeli olmayan bir karika-tür halini almış durumda. Cumhuriyet mitingleri döneminde “neyse ki ordu var” diyenlerin duru-mu trajikti. Bugün bu konumda ısrar etmek bir komedi oluyor.

Yıkıcı AKP, yapıcı AKPÖncelikle şunu vurgulayalım, ordunun bir toplumsal kesim olarak tepkilerinin ve yönelimlerinin değerlendirilmesinden söz etmiyoruz burada. Bir kurum olarak, devletli bir yapı olarak TSK’nın ve elbette başta onun komuta kademesinin ne yönde hareket edeceğini, belirli dönü-şümler karşısında hangi hatta konum-lanacağını tartışıyoruz. Son dönemde çeşitli kesimlerde yürütülen tartışmaların bu açıdan içler acısı olduğunu söyle-yebiliriz. Bu kesimlere bakarsak, şunu söylemek mümkün: “Türk Silahlı Kuvvet-leri, iyi komutanlar zamanında devrimci, kötü komutanlar zamanında teslimiyetçi olmuştur.”Öyleyse ilk hedefimiz komutanların iyi mi kötü mü olduğuna karar vermektir, ileri.Gerçekten kötü bir karikatür. Üç aşağı beş yukarı benzer geçmişlerden gelen, benzer kariyer hikayeleri olan “ko-mutanlar” çeşitli zamanlarda aldıkları tavırlara bakılarak tasnif edilmekte ve umut tazelenmektedir.“Koşaner paşa iyidir.”“Yok yok asıl Özel paşa iyidir.”2010 yazından bu yana askeriye kanadında yaşananları açıklamak için bunlardan daha kuvvetli araçlara ih-tiyacımız var. Komuta kademelerinde ne değişti? Yoksa Fethullahçı paşalara mı sıra geldi? Nereye kadar sızdılar? Kimi satın aldılar?Bunlar işlevsiz sorulardır.İşin özü şudur: AKP 2011 seçimleri ile işaretlenen ve aslında daha önce tamamlanmış bir sürecin sonunda “devleti çözen”, “yıkıcı” bir iktidar par-tisi olmaktan çıkmış 2. Cumhuriyetin kurucu partisi haline gelmiştir.Kimi muhaliflerinin hiç anlamadığı gerçekse şudur: AKP, en radikal ham-lelerini yaparken bile Türkiye toplu-munun damarlarında dolaşan “sta-tükoculuğu” dikkate almış, kendisini “yıkan” değil, restore eden bir iktidar olarak sunmuştur.Bunların konumuzla ilgisi ise şudur: TSK’nın 80 yılın ürünü olan tarihsel-kurumsal karakteri “yapıcı” misyonlar karşısında kilitlenmeyi gerektirmek-tedir. AKP’yi 80 yıllık Cumhuriyetin temeline kazma vuran bir “irticai” hareket olarak görenler, şimdi AKP’nin yaşayacağı ciddi bir sendelemenin tüm bir düzeni yere sereceğinden çekinecek hale gelmişlerdir.Devlet artık AKP’dir ve bu devletin ordusu AKP’yi yıkmayacaktır.

POleMik1 ARALIK 2011 SAYI 339KOMÜNİST 19

Mehmet KUZULUGİL

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sadece bir silahlı güç olarak değil, geç gelişen kapitalist Türkiye’nin en örgütlü ve şekilli devlet kurumu olarak da görül-mesi gerekir.Bu tablo, kapitalizmin bekası için gerekli örgütlü müdahalelerin (sadece fiziki güç anlamında da değil) merkezine ordunun yerleşmesinin de bir nedenidir.Bunun ötesinde TSK, burjuva sınıfının çeşitli kesimleriyle, tekel başları, ideo-loglar ve örgütlü yapılar ile, kurduğu özgün bağlantıları da taşıyarak, devletin stratejik akıl merkezlerinden biri olagelmiştir.“Soğuk savaşın sona ermesi” olarak ifade edilen dönemeçte bu stratejik aklın bir zafer havasından çok bir panik havasına girdiği herkesin malumudur. “Sovyet tehtidi”nin ortadan kalktığı bir dünyada kapitalist Türkiye, emperya-list hiyerarşi içinde tepetaklak yuvarlanma korkusu yaşamıştır.2000’li yıllarda kimi ordu mensuplarında, subaylarda ortaya çıkan ilerici nabızdan çok bu korku TSK’nın “hamlelerini” belirlemiştir.Anti-komünizm komuta kademesinin hemen tüm çıkışlarında işin ruhuna sinmiş olarak var olmaya devam ederken geri plana düşmüşse, neden budur. “Türk ordusunun geleneksel ilerici misyonu” gibi garipliklere bir de bu yüzden yer yoktur. Yıllarca baş düşman olarak gördüğü bir gücün sahneden çekil-mesi ile eli ayağına dolaşan TSK kurmaylığı, ilerici yapısından değil, bu panik halinden dolayı zaman zaman gözünü sola da çevirmiştir.

SOVyetlerSiZ dÜnyanIn ŞaŞkIn anti-kOMÜniStleri

Komünist’in geçtiğimiz sayısında yayınlanan “Hükümetin zam manyaklığının anlamı” başlıklı yazı içindeki “Bir karar verin” başlığını taşıyan kutuda “cari açık” ve “bütçe açığı” kavramları karıştırılıyor. Yayınlandıktan sonra fark ettiğim bu yanlış nedeniyle okurlarımızdan özür diliyorum.Cari açık, ülkenin ihraç ettiği tüm mal ve hizmetlerin karşılığı ile ithal ettiği tüm mal ve hizmetlerin karşılığı arasındaki farktan doğuyor. Özetle, ülke dışı-na yapılan satışların karşılığı olan gelirin üzerinde bir dış alım gerçekleştiğinde cari açık ortaya çıkıyor. Bütçe açığı ise devletin gelir ve giderleri arasındaki farktan kaynaklanıyor. Ağırlıklı olarak ithal ürünlerden oluşan bir sektörde vergilerin artırılması yoluyla tüketimin dolayısıyla ithalatın azalması bekleniyor ve bunun cari açığı düşüreceği söyleniyor. AKP, sigaranın vergilendirilmesinden bu sonucu beklediğini söylüyor.Elbette bu ek vergilerin, devlet bütçesi için ek gelir yaratarak bütçe açığını da azaltacağı öngörülüyor.Yazıda AKP’nin ek vergilerle bütçe açığını kapama çabasıyla, içki ve sigara tüketimini düşürme çabası arasındaki çelişkiye dikkat çekmek istemiştim.

dÜZeltMe Ve ÖZÜr

Page 20: Komünist 339

MarkSiZM 1 ARALIK 2011 SAYI 339 KOMÜNİST20

Birinci Enternasyonal için ne, nasıl okunmalı?

Emile Zola’nın başyapıtı sayı-labilecek “Germinal” 1860’lı yıların başında Kuzey Fransa’da maden işçilerinin arasında geçer. Madencilerin zor yaşam koşullarını, çocuk işçiliğini, kadın işçilerin çilesini bütün ayrıntılarıyla ortaya koyar, işçilerin geliştirdiği tevekkülün yeri gelince patronlara karşı nasıl bir öfke kasırgasına yol açtığını, ancak yenilginin ise kaçınılmazlığını anlatır. Birinci Enternasyonal, Germinal’de bahsedilen, işçi sınıfının defa-larca büyüdüğü, fakat örgütsüz olduğu koşullarda doğmuştur. Biraz ilgisiz gibi dursa da bu

dönemle ilişkili bir diğer roman 1860’larda Çar’ın zindanlarında yazılan Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı?”sıdır. Roman bize kahramanlarının çağlarını aşan devrimci görüşleri ve Rahme-tov gibi Rus romanındaki ilk profesyonel devrimci karak-tere rağmen insanlığın henüz marksizmden yoksun olduğu bir dönemdeki arayışlarına işaret eder. Gerçekten “Germi-nal” partisiz ve sınıfın aklından yoksun işçi kitlelerinden bah-sediyorsa, “Nasıl Yapmalı?” da marksist kılavuzdan muaf bir ilericiliği anlatmaktadır. Birinci Enternasyonal bu her iki durum

için de sıçramayı önüne koyan bir mücadelenin hikayesidir.

Neden Birinci Enternasyonal üzerine okumalıyız?Parti yayınlarında, Metin Çulhaoğlu’nun Sol’un 333. sa-yısındaki her üç Enternasyonal’i özetlediği yazısını, Gelenek’in 63. sayısındaki Meriç Şengül’ün “Sosyalizm tarihinden iki port-re: Babeuf ve Blanqui”yi say-mazsak Birinci Enternasyonal’e hemen hiç rastlanmaz. Bu doğal sayılmalıdır. Sosyalist devrimi güncel bir mesele olarak gören bir parti, Ekim Devrimi’ne ve Lenin’in mü-

dahalesine elbette daha fazla odaklanacaktır. Marx’ın eserleri içinde ise tarihselci yöntemin eşsiz örnekleri olan Fransız Üçlemesi’ne eğilen Parti yazını, özellikle 1848 Devrimi ve he-men sonrasındaki restorasyonu incelemiştir. Her ne kadar biraz sonra bahsedeceğimiz gibi, Paris Komünü Birinci Enternas-yonal ile bir şekilde ilişkiliyse de, 1864-76 dönemi nispeten ilgi dışında kalmıştır. Oysa bu dönem de okunmaya değerdir. Özellikle içinden geç-tiğimiz karanlık dönemde ko-münistler tarihsel süreçlerden öğrenmesini ve umut üretme-

Özellikle içinden geçtiğimiz karanlık dönemde komünistler tarihsel süreçlerden öğrenmesini ve umut üretmesini bilmek zorundadırlar. Bu ancak tarih bilinciyle gerçekleştirilebilir ve 1800’lerin ikinci yarısı gericilik dönemlerinden sonra işçi sınıfı

hareketinin nasıl kabararak, daha güçlü ve nitelik değiştirerek dalgalar halinde geldiğine tanıklık etmektedir.

Page 21: Komünist 339

KOMÜNİST MarkSiZM1 ARALIK 2011 SAYI 339 21sini bilmek zorundadırlar. Bu ancak tarih bilinciyle gerçekleştirilebilir ve 1800’lerin ikinci yarısı gericilik dö-nemlerinden sonra işçi sınıfı hareke-tinin nasıl kabararak, daha güçlü ve nitelik değiştirerek dalgalar halinde geldiğine tanıklık etmektedir.Bu dönemin irdelenmesi için bir diğer neden, Birinci Enternasyonal’in burjuvaziden bağımsız işçi sınıfı par-tisinin oluşumunda çok önemli bir aşama olarak tarihimizde yer alma-sıdır. Yine bu dönemde marksizmin işçi sınıfıyla buluşmaya başlamasının dışında, işçi sınıfı siyasetinin burjuva devlet aygıtını yıkarak kendi devle-tini kurmasına dair tezi pratik olarak sınanabilmiş ve bu deneyime daya-narak marksist kuram bizzat Marx tarafından geliştirilmiştir. Son olarak da bu dönem, marksizmi akademik bir uğraş olarak gören-ler veya Marx’ı sadece bir kuramcı olarak tanıyanlar için nasihatlerle doludur. Marx Birinci Enternasyonal’i ilk elden yönetmiş, siyasi pratiğin doğrudan uygulayıcısı olarak bulun-muştur.

Birinci Enternasyonal’in kuruluşu1864’de kurulan Birinci Enternasyonal’i ve içine doğduğu koşulları kavramak için 16 yıl ön-cesine, 1848’e kadar dönmeliyiz. Bir burjuva devrimi dalgası olarak bütün Avrupa’yı kasıp kavuran 1848 Devrimi, burjuvazinin kendilerini destekleyen işçi kitlelerinin radikal istemlerinden ürküp aristokrasiy-le uzlaşmaları sonucu yenilgiyle sonlanmıştı. Fransa’da Marx’ın 18 Brumier’de anlattığı gibi, aristok-rasinin, burjuvazinin ve köylülüğün onayıyla tekrar imparatorluk ku-rulmuş, Almanya’nın birliği sağ-lanamamış, Avrupa üzerinde Rus Çarlığı’nın etkisi devam etmiş ve yıllarca sürecek bir gericilik dönemi başlamıştı. Avrupa’nın hiçbir yerinde işçi sınıfının bağımsız siyasi partileri yoktu. 1848 Devrimi esnasında kuru-lan, Komünist Manifesto’nun sahibi Komünist Birlik hemen 1850’lilerin başında dağılmıştı. Zaten bir nüve olarak önemliydi, hiçbir zaman işçi kitlelerine ulaşmamış dar bir kad-ro hareketi olarak kalmıştı. Kapital bu karanlık dönemde yazıldı, ve ancak 1867’de basılacağı düşünü-lürse, eldeki en ileri metin Komünist Manifesto’ydu. Ne var ki bırakın işçi yığınlarını, aydınların bile elinde bu-lunmuyordu. Dolayısıyla bu karanlık dönem boyunca yegane marksistle-rin Marx ve Engels olduğunu söy-lemek abartı olmayacaktır. 1848’de etkili olan Blankistler hapis veya sür-günde, Prudoncular ise 3. Napolyon rejimi ile uzlaşmış gözükmekteydiler. İngiltere’de işçilerin genel oy hakkı için militanca mücadele eden Çartist hareket ise çoktan çözülmüştü.Diğer yandan İngiltere’nin yanı sıra Fransa ve Almanya’da sanayi hızlı bir artış göstermiş, kömür ve çelik üreti-mi katlanmış, demiryolu ağı özelikle

Fransa’da büyümüş, sanayi işçisi sa-yısında hatırı sayılır bir artış olmuş-tu. Aynı şekilde Amerika’da Birleşik Devletlerde de sanayi üretimi hızla gelişmişti. 1850’li yıllarda Amerika Avrupa’nın en dinamik işçi kesimle-rini kendisine çekmiş, bu göç dalgası da işçi hareketlerine ket vurmuştu.1860’la birlikte siyasi ortam birden hareketlendi. Rusya’da toprak köleli-ği sonlandırıldı, Birleşik Devletlerde Kuzey ve Güney Eyaletleri arasında iç savaş çıktı, Polonya’da demokratik bir devrim için başlayan ayaklanma Rusya tarafından şiddetle bastırıldı. Özelikle İngiltere’de sendikal bir et-kinlik yürüten işçi dernekleri tüm bu olaylara görece bağımsız ve siyasi bir refleks ürettiler, miting alanları dolmaya ve etkili olmaya başladı. Sanayi kesimlerinde hak grevleri birbirini izledi. Burjuvazi grevleri kıta Avrupa’sından göçmen işçi getirerek çözmeye çalışıyordu. İşçi önderleri bir araya gelerek uluslararası bir işçi dayanışması için dernekleşmeye karar verdiler. Böylece 1864’de son-radan Birinci Enternasyonal olarak adlandırdığımız “Uluslararası İşçiler Derneği” Londra merkezli olarak kuruldu.Bütün gücü ile Kapital’i tamamla-maya çalışan Marx, Derneğe İngiliz Sendikacılar tarafından davet edilir ve teorik birikiminin yanı sıra o dönemdeki işçi sınıfına ait verilere hakim tek insan, ama en önemlisi geliştirdiği tarih tezi ile sınıf hare-ketini nereye evriltilmesi gerektiğini bilen bir siyasi olarak, Derneğin Konsey’ine seçilir. Derneğin kuruluş bildirgesi ve tüzüğü Marx tarafından kaleme alınır. Eğer abartılırsa çok hataya yol açabilecek bir benzetme, Birinci Enternasyonal’in kuruluşunda olduğu gibi yüz yıl sonra Türkiye İşçi Partisi’nin de marksist olmayan sendikacılar tarafından kurulması ve yönetmek üzere marksist aydınların davet edilmesidir. 1864’den Birinci Enternasyonal’in resmi olarak dağıldığı 1876 yılına kadar olan siyasi olaylar ve bu yıların genel olarak dünya tarihi içine yer-leştirilmesi için Hobsbawm’ın “Ser-maye Çağı, 1848-1875” ve Yeliseyeva ile Manfred’in “Yakın Çağlar Tarihi”ne bakmak yararlı olacaktır. Jacques Duclos’ın “Birinci Enternasyonal” adlı kitabında ise Enternasyonal’in her yıl düzenlenen kongrelerine katılan delegelerin isimlerini ve meslek-lerini dahi bulmak mümkündür. Ancak nasıl Ekim Devrimini Lenin hayatından ayrı düşünemiyorsak, Enternasyonal’i de Marx ve Engels’in hayatından ayrı düşünemeyiz. Bu nedenle Enternasyonal üzerine ya-zılarak Türkçe’ye çevrilmiş ve süreci analitik bir şekilde irdeleyen iki kitap şüphesiz, Riyazanov’un “K. Marx, F. Engels, Hayat ve Eserlerine Giriş” ile Fernbach’ın “Siyasal Marx” kitap-larıdır. Bunların yol göstericiliğine başvurmadan bu dönemi anlamak mümkün gözükmüyor.

Öte yandan Enternasyonal günle-rinde Marx ve Engles’in mektup-laşmalarına göz atmak çok yararlı olacaktır. Sonuçta Marx, reformist eğilimler gösteren, ekonomik müca-dele ağırlıklı bir hareketin içine giren komünist olarak, hareketi bir işçi sınıfı partisine evriltmeye çalışmakta ve o koşullarda devrimi aramakta-dır. Marx’ın 1867’de, o sırada Marx’ı finanse etmek için Manchester’de çalışmakta olan Engels’e yazdığı mektup bu konudaki umudunu yan-sıtır: “…İşler yürüyor. Belki de görün-düğünden daha yakın olan devrimde biz (yani sen ve ben) elimizin altında bu güçlü makineye sahip olacağız.” Bir de Lenin tarafından 1914’de bir ansiklopedi için yazılmış Marx biyografisi Marx’ın hayatı ve müca-delesi içinde Enternasyonal’in yerini algılamak için kullanılabilir. Burada Lenin kısa ama parlak bir şekilde Enternasyonal’in tarihsel değerini özetlemektedir: “… Marx bu örgütün kalbi ve ruhu, Kuruluş Çağrısı’nın, bir dizi kararın, bildiri ve tebliğin yaza-rıydı. Çeşitli ülkelerdeki işçi hare-ketlerinin birleştirilmesinde, proleter olmayan, marksizm öncesi sosyaliz-min çeşitli biçimlerini (Mazzini, Pro-udhon, Bakunin, İngiltere’de liberal sendikacılık, Almanya’da Lasalcılığın sağa kaymaları) ortak bir harekette birleştirme çabalarında, bütün bu fraksiyonların ve akımların teorile-riyle savaşta Marx, çeşitli ülkelerdeki işçi sınıfının proleter mücadelesi için ortak bir taktik oluşturdu.”

Enternasyonal içinde siyasi mücadele ve polemiklerMarx’ın Birinci Enternasyonal için-deki mücadelesi yukarıda Lenin’in özetlediği gibi şiddetli bir ideolojik, siyasi mücadeleyle geçmiştir. Daha 1847’de “Felsefenin Sefaleti” ile Proudhon’un küçük burjuva kökenli, iktidarı ve siyasi mücadeleyi red-deden ütopik sosyalizmine gere-ken yanıt üretilmişti. Ancak Fransız delegeler aracılığı ile Prudonculuk Enternasyonal’in ilk yıllarında etkili bir hizip olarak kendini gösterdi. Enternasyonal’in, herkes kendine göre yorumlasa da, işçi sınıfının iktidarı istemesi konusunda Marx’a katılmasının yanında, Prudonculu-ğun kesin bir yenilgiye uğratıldığı 1868 Brüksel Kongresi’nde toprağın ve sanayinin bu iktidarda kolektifleş-tirilmesi kararı alındı.Bakunincilik ile uğraşmak ise çok daha zordu. İdeolojik şiddetin düze-yini anlamak için Bakunin’in yazıla-rından oluşan “Bakunin Marx’a Karşı” kitabına (Yazılama yayınevi) bakıla-bilir. Zorluk burjuva devlet aygıtını komplolarla yıkma ama yerine bir işçi sınıfı iktidarı koymaya karşı ol-maya dayanan anarşizmin ideolojik kofluğunun yenilmezliğinde değildi. Sorun Bakuninci örgütün sinsiliğin-de, iftira atmasında ve gizlice dolap çevirmesindeydi. Enternasyonal’in 1876’da sonlanmasının esas nedeni

olarak görülmese de, var olan koşul-larda çözücü bir rol oynadı. Bütün bu akımların tarihin sayfala-rında kaldığı sanılmamalıdır. Bugün-kü sapmaların kökenini derinden incelemek isteyen bir okur, bu gözle de o yıllarda verilen mücadeleye dönmelidir. Örneğin, o dönemdeki anarşistlerin iktidarı reddetmeleri fakat yerellerde özerk komünler kurmak istemeleri hiç de bugünün sosyalistlerinin kulağına yabancı gelmeyecektir.

Paris Komünü ve sonrasında Enternasyonal’in sonlanmasıParis Komünü doğrudan Enternas-yonal tarafından yönetilmemiştir, ancak bu ilk işçi iktidarının liderleri-nin önemli bir kısmı Enternasyonal üyesidir. Paris Komünü’ne ilişkin Marx tarafından kaleme alınan, Enternasyonal’e sunulmak üzere hazırlanan ve sonra “Fransa’da İç Savaş” olarak basılan kitap mutlaka okuma programına dahil edilmelidir. Bu bir sonraki döneme neyin devre-dildiğini anlamak için yaşamsal bir değer taşır.Paris Komünü’nden sonra Avrupa’da burjuvazinin baş şeytanı Enternas-yonal olmuştur. Artık Enternasyonal güçlü grevleri örgütleyebilmekte, grev kırıcılığını önleyebilmektedir. İngiltere hariç her yerde yasak-lanmaya, üyeleri kovuşturulmaya başlanacaktır. “Marx, Engels, Basın Söyleşileri” adıyla Sol yayınları tara-fından yayınlanan kitapta, bugünün CNN muhabirinin tüm önyargılarını taşıyan bir Amerikalı gazetecinin hemen Paris Komünü’nden sonra Marx ile yaptığı röportaj keyifle okunmalıdır.Aslında Birinci Enternasyonal’i bitiren ne burjuvazinin korku ve baskısı, ne de Bakunin’in komploları olmuştur. Yeni bir dönem, emper-yalizm çağı başlamaktadır. 1871’de Parisli işçiler kurşuna dizilirken Almanya’nın birliği, emperyalizme doğrudan geçişi sağlayan burjuva-zinin tepeden inen müdahalesi ile sağlandı. Emperyalist devletler bir yandan işçi sınıfının sendikacılar başta olmak üzere önderlerini satın almaya ve düzen içine çekmeye başlarken, bir yandan eşitsiz gelişim içinde ulusal işçi sınıfı partileri boy atmaktaydı. Reformizm ve Bolşevik-liğin yol haritası döşenmeye başlan-mıştı. Bu geçiş dönemini anlamanın en iyi yolu Almanya’da kitlesel bir işçi partisinin kurulmasına müdahale eden, 1875’de Marx tarafından yazı-lan “Gotha Programı’nın Eleştirisi”dir.Artık emperyalist devletlerin egemenliğindeki Avrupa, ikinci Enternasyonal’e doğru ilerlemekte ve ikincisinin içinde barındırdığı örgütsel, siyasi çelişkilere zemin hazırlamaktadır.

Marksist-Leninist Araştırmalar Merkezi bünyesinde Erhan Nalçacı tarafından hazırlanmıştır

Page 22: Komünist 339

MarkSiZM 1 ARALIK 2011 SAYI 339 KOMÜNİST22

Devrimci Durum: Koşulların daveti İradenin cesareti

Eyleminin ve düşüncesinin mer-kezine sosyalist devrim hede-fini koymuş olanlar açısından, devrim için gerekli hazırlıkların eksiksiz yerine getirilmesi kadar, bir devrimi doğuracak koşulların tanımlanması ve saptanması da büyük önem taşımaktadır. Çünkü devrimci bir özne, devrimin koşulları hakkında olabildiğince kolektif bir algıya sahip olmak zorundadır. Söz konusu algı, çözümleme ve saptama süreçle-rindeki kesinlikten öte, devrime yönelik siyasal çalışmaların doğ-rultusunu belirlemek açısından da zorunludur. Bu çerçevede, devrimin öznel ve nesnel koşul-ları, devrimci durum, toplumsal devrim/siyasal devrim ve iktida-rın ele geçirilmesi gibi kavramlar hakkında oluşturulacak kolektif algı, sadece basit bir bilgi üret-me ve çözümleme işlemi olarak değil, aynı zamanda devrim mücadelesinin çalışma başlıkları olarak da değerlendirilmelidir.

Toplumsal devrim, siyasal devrimMarx’ın devrim konusundaki en bilinen sözlerinden başlayalım. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın meşhur Önsöz’ünde şöyle diyor: “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde devindikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olma-yan, mülkiyet ilişkilerine ters dü-şerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar”.Bu sözlerle, Marx, bizim buradaki konumuz açısından iki önemli noktaya işaret etmiş oluyor. Birin-cisi, devrim ancak üretici güçlerin belirli bir gelişme göstermesi ve mevcut üretim ilişkileri ile derin bir çelişki içerisine düşmesiyle müm-kün hale gelir. Bu ise, devrimin maddi temelini oluşturur. Üstelik Alman İdeolojisi’nde belirtildiği

gibi, “bu çelişkinin, bir ülkede çatış-malara neden olması için o ülkede aşırı ölçüde artmış olması da zorunlu değildir”. Ancak dev-rimin maddi temeli ile kast edilen devrimin nesnel koşulları değildir. Bir ülkede devrimin nesnel koşul-larından en ufak bir eser yokken dahi, ülkedeki kapitalist üretim tarzının egemenliği karşısında devrimin maddi temellerinin sap-tanması mümkündür. Marx’ın Önsöz’ün devamındaki sözleri ise, devrim konusunda lafazanlık yapanlar tarafından sıklıkla kullanılmıştır: “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişme-den önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz”. Kimilerine göre Marx’ın bu sözlerinde işaret edilen düşünce, devrim için kapitalizmin son derece gelişmiş olması gerek-tiği, kapitalizm bütün dinamiğini tüketmeden önce devrime kalkış-manın ise iradeci bir zorlama ola-cağı yönündedir. Oysa dikkatli bir

göz, Marx’ın sözlerinin toplumsal devrim boyutuyla ilgili olduğu-nu görecektir. Diğer bir deyişle, Marx’ın sözlerinden, kapitalizmin son noktasına kadar gelişmesini beklemek gerektiği yönünde bir anlam çıkarmak imkansızdır. Kapi-talizm son noktasına kadar gelişip, içerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce de, burjuvazinin siyasal iktidarına son verilebilir. Dolayısıyla bir toplumsal devrim perspektifiyle dile getirilen sözler, siyasal devrim perspektifinin terki için gerekçe olamaz. 1874-75 yıllarında, Marx, Bakunin’in Anarşi ve Devlet kitabı hakkında tuttuğu eleştirel notlarda, aynı olguya şu sözlerle değiniyordu: “Köklü toplumsal devrim, ekonomik gelişmenin belli tarihsel koşullarına bağlıdır, bu ko-şullar devrimin öncülleridir”. Yani, kapitalizmin egemen üretim tarzı haline geldiği, kapitalist üretim

devrimci durum koşullarının öznenin iradesinden

bütünüyle bağımsız bir biçimde gelişmeyeceğini

vurgulamamız gerekiyor. Öncü irade, devrimci durum

koşulları oluşana kadar kenarda bekleyen, ancak

o koşullar oluşunca sahneye çıkma sırası gelen

bir oyuncu değildir. Bu anlamda, devrimin nesnel

koşulları ile öznel koşulları bir ardışıklık ya da

dışsallık ilişkisi içerisinde değildir. devrimci durum,

bir nesnellik tarifi olduğu kadar, öznel olanın da

nesnel olanla etkileşim içinde olduğu, onunla

birlikte olgunlaştığı bir süreçtir de aynı zamanda.

Page 23: Komünist 339

KOMÜNİST MarkSiZM1 ARALIK 2011 SAYI 339 23ilişkilerinin belirli bir düzeyde gelişme gösterdiği ve kapitalist siyasal-hukuksal yapının az çok oluştuğu bir toplumsal formasyonda devrimin maddi temel-lerinin oluştuğunu söylemekte sakın-ca yoktur. Yeri gelmişken belirtelim; Marx’ın aşırı iradecilik olarak nitelediği de, devrimin bu maddi temellerinin ya da öncüllerinin bulunmayışına rağmen devrimi mümkün gören siyasal pers-pektiftir.Gelelim ikinci noktaya. Marx’ın sözleri bir toplumsal devrim saptamasıy-la bitiyor ve üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin çözümü için toplumsal devrime işaret ediliyor. Toplumsal devrim ile kast edilen, ileri ucu komünizme kadar varan çok boyut-lu bir dönüşüm sürecidir. Sürecin hedefi ise, kapitalist üretim tarzının ve ilişki-lerinin varlığına tümüyle son vermek; sadece iktisadi olarak değil, toplumsal ve kültürel olarak da kapitalizmin izlerini yok etmektir. Bu anlamda, Marx’ın bu sözlerinde toplumsal devrim boyutu-nun öne çıkarıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Lenin’in işin içine siyasal devrim boyutunu eklediğini söylemek ise, yanlış olmasa da eksik kalacaktır. Çünkü kimilerinin iddia ettiği gibi, Marx ve Engels’te siyasal devrim perspek-tifinin olmadığını söylemenin imkanı yoktur. Örneğin, Komünist Manifesto’da “komünistlerin acil hedefi, (…) siyasal iktidarın proletarya tarafından ele geçi-rilmesi” diyerek ya da 1872’de kaleme aldıkları ve Lahey’de toplanan Enternas-yonal Genel Kongresi’nde karar haline getirmeyi başardıkları “siyasal iktidarın ele geçirilmesi proletaryanın büyük görevi haline gelir” sözleriyle ifade ettikleri düşünce gayet açıktır.

Devrimci durum: Nesnel koşulların davetiŞimdi devrimci durum kavramına ge-çebiliriz. Devrimin maddi temellerinden farklı olarak, devrimci durum saptama-sının yapılmasında, üretim tarzı düze-yindeki soyutlamalardan çok, toplumsal formasyon ölçeğinde gözlenen siyasal koşullara daha fazla yönelmek gerek-mektedir. Diğer bir deyişle, devrimci du-rum saptaması somut durumun somut çözümlemesi yoluyla, sınıf mücadele-sinin aldığı güncel biçimler aracılığıyla kavranabilecek bir olgudur. Bu anlam-da, ülkenin iktisadi yapısının özellikleri kadar, siyasal ve ideolojik yapısıyla da ilgilidir.Lenin’in Sol Komünizm kitabında dile getirdiği devrimci durum tanımı hayli tanıdıktır: “Aşağıdakilerin eski tarzda yaşamak istemedikleri ve yukarıdakilerin de eski tarzda yaşayamadıkları” özgün konjonktür. Bir başka ifadeyle, devrimin başarıya ulaşması için gerekli olan ko-şulların başında, ülke içinde yönetenleri de yönetilenleri de derinden sarsan bir kriz durumunun oluşması geliyor. Bu kriz durumu, yönetici sınıfların egemen-lik kapasitelerini büyük ölçüde tüket-melerine, emekçi sınıfların ise keskin bir mücadele içerisine girmelerine ve giderek devrimci bir sınıf bilincine ulaş-malarına yol açacak bir toplumsal alt üst oluşa neden oluyor.Burada dikkat edilmesi gereken bir

nokta, Lenin’in tanımında keskin bir kriz vurgusu olmasına karşın, krizin hangi somut başlıkla ilgili olacağına dair bir saptama yapmamış olmasıdır. Yani Rusya’da söz konusu kriz savaş koşullarıyla çok yakından ilgili olsa da, Lenin için krizin tek biçimi savaş değildir. Ülkenin içerisinde bulunduğu iç ve dış koşullar çok farklı kriz dinamiklerini öne çıkarabilir. Hatta böylesi büyük bir alt üst oluş yaratan krizin, ekonomik bir kriz olması dahi zorunlu değildir. Ülkeyi devrimci duruma taşıyacak kriz, ekono-mik olabileceği gibi, siyasal, ideolojik ya da birden çok kriz dinamiğinin çakışma-sıyla oluşacak genel bir kriz de olabilir. Devrimci durum, krizin başlığıyla değil, etkisi ve dinamiğiyle ilgilidir.Devrimci durum saptamasının en önemli unsurlarından bir diğeri ise, krizin yarattığı alt üst oluşun kitlesel bir siyasallaşma ile sonuçlanmasıdır. Devrimci durum koşulları, sadece emek-çi sınıflarda kitlesel bir huzursuzluk ve tepkisellik yaratmakla kalmaz, aynı zamanda bu dinamikleri yoğun bir siyasallaşma ile buluşturan bir nesnellik de oluşturur. Bu yoğun siyasallaşma ise, ülkedeki kriz konjonktürünün başlıca sonucu olduğu gibi, söz konusu krizin daha da derinleşmesine yol açar. Öte yandan, emekçi sınıfların aranışına bir yön ve hedef tayin edecek olan öncülü-ğün müdahaleleri de böylesi bir yoğun siyasallaşma uğrağı sayesinde daha de-rinlere nüfuz edebilecektir. Aksi takdir-de, ülkedeki kriz emekçi sınıfları yerden yere vursa dahi, belirgin bir siyasallaşma ve siyasal mücadele dinamiği oluşma-dıkça, devrimci durumdan söz etmemiz mümkün olmayacaktır.Dolayısıyla, nesnel koşulları açısından devrimci durum olgusunu, ülkede top-lumsal bir alt üst oluşa yol açacak derin bir kriz ortamının oluşması; bu kriz orta-mında burjuvazinin egemenlik kapasi-tesinin hızla tükenmesi; emekçi sınıflar içerisinde giderek yayılan bir mücadele ve siyasallaşma sürecinin gelişmesi olarak tanımlayabiliriz. Bu durumda, devrimci durumu, bir ülkedeki tüm nes-nel koşulların öncü iradenin müdahale-sine açık hale geldiği, giderek bu öznel müdahaleyi zorunlu kıldığı ve öncüyü de buna zorladığı özgün bir mücadele uğrağı olarak görmek mümkündür.

Devrimci durum: İradenin cesaretiO halde, devrimin öznellik boyutuna geçebiliriz artık. Öncelikle, devrimci durum koşullarının öznenin iradesinden bütünüyle bağımsız bir biçimde geliş-meyeceğini vurgulamamız gerekiyor. Öncü irade, devrimci durum koşulları oluşana kadar kenarda bekleyen, ancak o koşullar oluşunca sahneye çıkma sırası gelen bir oyuncu değildir. Bu anlamda, devrimin nesnel koşulları ile öznel ko-şulları bir ardışıklık ya da dışsallık ilişkisi içerisinde değildir. Devrimci durum, bir nesnellik tarifi olduğu kadar, öznel olanın da nesnel olanla etkileşim içinde olduğu, onunla birlikte olgunlaştığı bir süreçtir de aynı zamanda.Nesnel koşulların öncü iradeyi mü-dahaleye davet ettiği, hatta buna zorladığı bir konjonktür, kuşkusuz, söz konusu öncü iradeden kimi şeyler de

beklemektedir. En başta, öncülüğün siyasal hedeflerini olanca açıklığı ve berraklığıyla belirlemesi, kitleleri bu hedef doğrultusunda harekete geçirme kapasitesini kanıtlaması gerekmekte-dir. Bu anlamda, öncü iradenin iktidar perspektifine kıskançlıkla sahip çıkması zorunluluktur. Lenin, bu nedenle, 1917 Nisan’ında dile getirdiği “her devri-min temel sorunu, iktidar sorunudur” biçimindeki sözlerine şöyle devam ediyordu: “Bu sorun aydınlatılmadıkça devrimde kendi rolünü bilinçli biçimde oynamak ve hele devrimi yönetmek söz konusu olamaz”. Dolayısıyla iktidar perspektifi, okundukça sevap yazılan bir dua değil, devrimci durum koşullarında öncü iradenin vazgeçilmez hedefidir.Benzer biçimde, öncü iradenin müda-halelerinin bir başka hedefi de, emekçi sınıfların hareketini ve aranışını sürekli siyasal başlıklarla buluşturmak; mü-cadeleyi siyasal içeriğinden ayıracak her tür etkiyi boşa çıkarmak olmalıdır. Emekçi sınıfların öncelikle ekonomik koşullarıyla ilgilenmesini salık vermek düpedüz işçi sınıfını burjuvazinin kolla-rına atmak demektir. Devrimci durum koşulları, emekçi sınıflar arasında yoğun bir siyasallaşma yarattığı ölçüde, öncü iradenin görevi de bu siyasallaşmayı canlı tutmak ve iktidar perspektifiyle buluşturmaktır. Engels’in 1871’de, Paris Komünü’nün acı yenilgisinin hemen ertesinde, Londra’daki Enternasyonal Kongresi’nde yaptığı konuşmada sarf ettiği şu sözler önemlidir: “devrim, en üstün siyasal eylemdir; devrimi kim istiyorsa onun aracını da, yani devrimi hazırlayan, işçileri devrim için eğiten siyasal eylemi de istemek zorundadır”.Bu noktada, devrimci durum koşulların-da geniş emekçi kitlelerin hareketliliği konusuna, öncü irade bağlamında yeniden dönmek gerekiyor. Bir devrimci durum konjonktürünün başlıca belirti-lerinden birinin, emekçi sınıflar arasında yaygın bir huzursuzluk, aranış ve yoğun bir siyasallaşma olduğunu söylemiş-tik. Fakat bu koşulun, emekçi sınıfların mutlak çoğunluğunun parti saflarına kazanılması ya da partinin işaret ettiği hedefe yönelmesi anlamına gelmediğini de belirtmek gerekiyor. Devrimci durum koşullarında böylesi bir zorunluluk ileri sürenler hakkında, 1917 Ekim’inde şöyle yazıyordu Lenin: “Böyle konuşabilen insanlar ya gerçeği bilerek değiştirmek-tedirler ya da devrimin gerçek durumu-nu hiç hesaba katmaksızın, her halde, Bolşevik Partisinin bütün ülkede oyların tam tamına yarıdan bir fazlasına sahip olduğu yolunda önceden bir güvence elde etmek isteyen onmaz formalistler-dir. Tarih, hiçbir zaman, hiçbir devrimde böyle güvenceler vermemiştir”.Kuşkusuz, bu söylenenler, devrimci durum koşullarında kitle desteğinin ve öncü iradenin emekçi sınıflar içerisin-deki örgütlülük düzeyinin önemsizliği anlamına gelmiyor. Söylenen, sadece, devrimci durumun taleplerini, biçimci kaygılarla ve önceden verilmiş güven-celer arayarak karşılamanın mümkün olmadığıdır. Zira devrim, tek başına sayısal çoğunlukla ilgili değildir. Partinin mutlak olarak yanına çekmesi gereken-ler, emekçi sınıfların öncü ve mücade-

leci kesimleridir. Bu kesimlerin siyasal olgunlukları ve bilinçli mücadeleleri ise, sayıca az oluşlarının eksikliğini kapata-cak temel unsurdur.Bununla birlikte, emekçi sınıfların dev-rim mücadelesine en yaygın düzeyde kazanılması, öncü iradenin öncelikli siyasal gündemlerinden biridir elbette. Ancak böylesi bir gündemin varlığı, bizi tekrar iktidar sorununa götürüyor. Çünkü hem Marx ve Engels, hem de Lenin emekçi halkın ve ülke nüfusunun mutlak çoğunluğunun kazanılmasını siyasal iktidarın ele geçirilmesi için zorunlu bir koşul olarak değil, siyasal ik-tidarın ele geçirilmesi ile gerçekleşecek toplumsal bir hedef olarak değerlendi-riyorlar. Örneğin Lenin 1919’da yazdığı Kurucu Meclis Seçimleri ve Diktatörlük adlı makalesinde şöyle yazıyor: “Hal-kın çoğunluğunu kendine kazanmak için proletarya, ilk olarak burjuvaziyi devirmek ve iktidarı ele geçirmek; ikinci olarak eski devlet aygıtını paramparça ettikten sonra Sovyet iktidarını örgütle-mek zorundadır”.

Kuram değil, öngörüSon olarak, devrimci durum kavramının bir kuram mertebesine yükseltilmesi çabalarına değinelim. Özellikle Ekim devriminin ardından, birçok ülkenin ko-münisti için devrimci durum, Rusya’da gerçekleşen sürecin kendi ülkelerinde de birebir yaşanmasıyla özdeş tutulur hale gelmişti. Bir anlamda, devrimci durum Rusya’daki özgül biçimlenişin-den koparılmış ve bir tür kuram haline getirilmeye çalışılmıştı. Devrimci durum kavramını evrensel düzeyde kuramlaş-tırmanın tehlikelerini fark eden Lenin’in diğer ülke komünistlerini uyarması rastlantı sayılamaz. Lenin Ekim devri-minin evrensel özelliklerini gösterirken, her ülkenin komünistlerinin somut durumun somut çözümlenmesi ilkesin-den ayrılmaması gerektiğini de ısrarla belirtmişti. Bu uyarıda, devrimci durum konjonktürünün tanımlayıcı öğeleri olan kriz, siyasallaşma gibi unsurlar vardı elbette. Ancak Lenin, bu unsur-ların somut biçimlenişlerinin farklılıklar göstereceğini, dünya komünistlerinin de kendi ülkelerindeki somut biçimle-nişleri gözden kaçırmaması gerektiğini belirtmek istiyordu. Bu anlamda, devrimci durumun, her ül-kenin somut koşulları içerisinde oluşacak ve saptanabilecek ve özne tarafından buna göre müdahale edilebilecek özgül bir konjonktür olduğunu söyleyerek bitirebiliriz. Söz konusu somut koşulların izlenmesi ve çözümlenmesi sürecin-de, öncü iradenin sergileyebileceği en yaşamsal yetenek öngörü gücüdür. Öngörü ise, istiareye yatarak görülen düşler değil, somut duruma pratik olarak müdahale eden öznenin önüne serilen siyasal ufkun dışavurumudur. O halde öngörünün doğruluğu bir bilgi sorunu olmaktan çok, devrimci irade ve hedef sorunudur. Ve Gramsci’nin dediği gibi, “koşullar varsa görevlerin sonuçlan-dırılması ödev, irade ise özgür olur”.

Marksist-Leninist Araştırmalar Merkezi bünyesinde Can Soyer tarafından hazırlanmıştır

Page 24: Komünist 339

kadIn 1 ARALIK 2011 SAYI 339 KOMÜNİST24

İkinci Cumhuriyet: toplumsal dokunun değişerek dönüştüğünden söz ediyoruz. Özellikle muhafazakarlık tırmanıyor. yaşamın heralanı, dinin ve geleneklerin izin verdiği sınırlar içinde tanımlanıyor. akP hükümete geldiğinden bu yana hayatageçirdiği politikalarda, kadınla erkeği eşit görmeyen, kadının yerini evde ve ancak aile içinde tanımlayan biryaklaşım hakimdir. kadından sorumlu bakanlığın adının değiştirilerek “aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı”yapılması, sembolik ama önemli bir adımdır.Özellikle din toplumsal yaşamda giderek daha fazla belirleyici kılınmakta, kadınların aile içi ilişkilerdeki rol vetutumları, toplumsal yaşama katılımları, eğitim hakkına ulaşmaları ve çalışma yaşamına girmeleri, dinin vegeleneksel değerlerin izin verdiği sınırlara çekilmeye çalışılmaktadır.

Hem gerici hem piyasacı

düpedüz kadın düşmanı

Page 25: Komünist 339

KOMÜNİST kadIn1 ARALIK 2011 SAYI 339 25AKP hükümeti yaklaşık on yılı geride bırakırken, yasaların ve kurumların yanı sıra toplumsal dokunun da geriye dönüşsüz biçimde değiştiğini, dönüş-tüğünü görüyor, içinde bulunduğu-muz süreci “İkinci Cumhuriyet” olarak tanımlamak gerektiğini düşünüyoruz.Bir dizi başlıkta olduğu gibi “kadına karşı şiddet”in vardığı boyutu ve aldığı biçimi anlayarak buna karşı nasıl mü-cadele edebileceğimizi netleştirmek açısından da öncelikle, sürecin İkinci Cumhuriyet’in politikaları ve top-lumsal dokusuyla ilişkisini kurmamız gerekiyor.

Şiddet yeni değil belki amavardığı boyut, aldığı biçim yeniŞiddet, her zaman tüm toplumlarda yaşanabilecek bir olgudur. Kendini “güçlü” hissedenin, kendinden “zayıf” gördüğü üzerinde tahakküm kurma-sına dayanır. Bu yönüyle, psikolojik, ekonomik ya da fiziksel olabilir, ancak her zaman “zayıf” olana, böyle “algı-lanana” yönelir. Dolayısıyla, şiddetin “mağduru” toplumsal olarak “zayıf” hale getirilendir. Bu çerçeveden bak-tığımızda, kadın cinayetlerinin AKP hükümeti döneminde yüzde 1400 artmış olması bize önemli bir ipucu vermektedir. AKP, Türkiye’de kadını za-yıf hale getirmiş ve şiddetin mağduru kadın olmuştur.Ayrıca, kadınlara dönük cinsel taciz ve tecavüzün de 2005-2011 yılları arasın-da yüzde 38 artmış olması bu tab-loyu tamamlayan önemli bir veridir. Dünyada cinsel istismar oranı yüzde 1 ile yüzde 10 arasında olmasına karşın, Türkiye’de bu oran yüzde 53’lere ka-dar çıkmaktadır.Bilindiği gibi AKP cinsel saldırıyı saldırganın “sapkınlığı” ile ilişkilendi-rerek, çözümü “hadım etmede”aramaktadır. Oysa cinsel saldırı, tam da muhafazakar namus söyleminin yükseldiği bir toplumsal yapıda, en savunmasız konumda bulunanlar olarak çocukların ve kadın üzerinde tahakküm kurmanın, onları baskı altına almanın ve cezalandırmanın en şiddetli biçimi olduğu için tercih edilmektedir. Hormonlarla ilişkili değildir.Öte yandan, şiddetin özellikle işsizlik ve yoksulluğa bağlı olarak artış gös-terdiği bilimsel araştırmalarla ortaya konmaktadır. Dolayısıyla, şiddetin tırmanması AKP’nin halkı yoksullaş-tıran politikalarının bir sonucuyken, kadına yönelik şiddetin ve özellikle de “namus” cinayetlerinin yanı sıra cinsel şiddetin artması yükselen gericiliğin bir çıktısı olmaktadır.

Kadını korumak bahane, toplum esir alınıyor Toplumsal dokunun değişerek dö-nüştüğünden söz diyoruz. Özellikle muhafazakarlık tırmanıyor. Yaşamın her alanı, dinin ve geleneklerin izin verdiği sınırlar içinde tanımlanıyor. AKP hükümete geldiğinden bu yana hayata geçirdiği politikalarda, kadınla erkeği eşit görmeyen, kadının yerini evde ve ancak aile içinde tanımlayan

bir yaklaşım hakimdir. Kadından so-rumlu bakanlığın adının değiştirilerek “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” yapılması, sembolik ama önemli bir adımdır.Ayrıca, 12 Eylül referandumuyla anayasaya, engelliler ve çocuklar yanında kadınların da koruma altına alınmasına dair bir madde eklenmiş-tir. Bu madde, kadınların eşit haklarla donanması gereken yurttaşlar olmak yerine “korunası varlıklar” olduğu ve “erkeğin dengi olmadığı” kabulünü yansıtmakta ve pekiştirmektedir. Bu madde gelecekte, kadınların bazı haklarının onları “korumak” bahane edilerek sınırlandırılabilmesine zemin oluşturmaktadır.Özellikle din toplumsal yaşamda giderek daha fazla belirleyici kılın-makta, kadınların aile içi ilişkilerdeki rol ve tutumları, toplumsal yaşama katılımları, eğitim hakkına ulaşmaları ve çalışma yaşamına girmeleri, dinin ve geleneksel değerlerin izin verdiği sınırlara çekilmeye çalışılmaktadır.• Milli Eğitim Şurasında kız ve erkek öğrencilerin ayrı okullarda eğitim alması gündem edilmektedir.• AKP tarafından şekillendirilen yargı kurullarında, “iş yükünü hafifletmek” bahanesiyle, kadının tecavüzcüsüyle evlendirilmesi önerilebilmektedir.• AKP’li belediyelerin kimi danış-manları çok eşliliği, kadınlar açısın-dan “olumlu” ve “güvenli” bir evlilikbiçimi olarak tanımlamaktadır.• Aile İmamlığı, Aile İrşat ve Rehber-lik Büroları üzerinden her ailenin bir imamla “aktif ilişki içinde olması” hedeflenirken, kadına yönelik şid-detle mücadelede yürütülecek “Ay-dınlanma Projesinde” koordinasyon görevi Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilmektedir.

“Kadının yeri evidir” yaklaşımı: Gerici olduğu kadar piyasacı Çalışma yaşamında, güvencesizlik ve örgütsüzlük anlamına gelen esnek ve yarı-zamanlı çalışmanın yaygınlaş-ması hatta en yaygın çalışma biçimi haline getirilmesi hedeflenmektedir. Ücretlerin düşürülmesi ve sosyal güvenlik haklarının sınırlandırılması nedeniyle sermaye açısından kârın artırılması anlamına gelen ve tercih edilen esnek ve yarı zamanlı çalışma, kadınlar açısından düşünüldüğün-de, günün ev işleri ve çocuk / hasta / yaşlı bakımı gibi sorumlulukları da üstlenecek biçimde organize edilmesi anlamına gelmektedir. Böylece kadın piyasa açısından ucuz emek gücü anlamına gelirken, geleneksel rol ve değerlerle uyumlu biçimde hasta, yaşlı ve çocukların bakımıyla ev işlerini de üstlenebilmektedir.“Kadının yerini evi” olarak gören gerici yaklaşımla da gayet uyumlu olan bu uygulamalar, kadın açısından güven-cesiz ve niteliksiz bir iş yaşamı anla-mına gelmektedir. Dahası, ücretinin ve sosyal haklarının sınırlılığı ile gelenek-sel rol ve sorumluluklarının değişmez-liği bir arada düşünüldüğünde, bu tip istihdam biçimleri ile kadınların ne yaşam koşullarının ne de toplumsal konumlarının istenilen biçimde değiş-meyeceği ortadadır.Türkiye’de kayıt dışılık ve esnek çalış-ma kadın istihdamı açısından uzunca bir süredir söz konusudur. Ancak, ka-dın istihdamında bir hedef olarak “ka-dınların ev ve iş yaşamının uyumlaş-tırılması” ülkemizde AB politikalarıyla uyumlu olarak ilk kez AKP hükümetle-ri döneminde kullanılmaya başlanmış bir ifadedir. Esnek ve yarı zamanlı çalışma biçimleri AKP döneminde yaygınlaşmıştır ve özellikle kadın is-

tihdamı açısından üzerinde durulması gereken bir süreç yaşanmaktadır. Zira, AKP hükümetinin, öncüllerinden farklı olarak, kadınlar açısından güvenceli – nitelikli istihdamı söylemsel düzeyde bile hedeflemediği izlenebilmektedir. İstihdama yönelik eğitim ve kurslar da ağırlıklı olarak yarı zamanlı – evden çalışmaya imkan verecek iş alanların-da düzenlenmektedir.

Geleceğe umutla bakabilmek için birlikte yol almak…Bugün ülkemizde kadınlar, kolay vurulabilir hedefler haline getirilmiştir. Kadınlar için hayat, adeta orta çağ karanlığına dönmek üzeredir. Nerdey-se hergün bir kadının öldürüldüğü ülkemizde kadınların kurtuluşunun polisiye tedbirlerle sağlanmayacağı ortadadır. Üstelik böyle bir yaklaşım samimi de değildir.Açık ki, İkinci Cumhuriyette de kadının özgürleşmesi mümkün değildir. Mu-hafazakarlığın alıp başını gittiği bu iki yüzlü ortamda, kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz vakalarına yaşamın her alanında dinin ağırlığının artması eşlik ediyor.Sigortasız, sendikasız ve hatta çoğu zaman ücret almadan çalışan, evinden dışarıya çıkmasına izin verilmeyen, kadın olduğu için daha az ücret alan, evinde eşinden ailesinden şiddet gö-ren kadınlar için bu düzen umut vaat etmiyor. Kadınların özgürleşmesi için tek seçenek örgütlenmekten ve bu düzene karşı ve sosyalist cumhuriyet için mücadele etmekten geçiyor.Çağrımız kadınlaradır. Hayatını de-ğiştirmek isteyen, insanca bir yaşam isteyen kadınlaradır.Kurtuluşumuz Sosyalist Türkiye’dedir.

TKP’li Kadınlar

nâzım Hikmet kültür Merkezi’nde her ay “kadın ve Ülke Sohbetleri” başlığıyla düzenlenen panel forumlar

2. cumhuriyet’in kadına biçtiği muhafazakar, güçsüz, muhtaç rolü güncel başlıklar üzerinden tartışmak için iyi bir fırsat.

Page 26: Komünist 339

Partili yaŞaM 1 ARALIK 2011 SAYI 339 KOMÜNİST26Tuğrul Bal’la “hoşgeldin” sohbeti

Komünist partisiz yapamaz...Öncelikle “Türkiye Komünist Partisi’ne hoşgeldiniz” diyerek başlayalım. Gerçi, partili yaşantınız oldukça eski ve “bir komünist örgütsüz olmamalı” dediğinizi biliyoruz. Ama yine de soralım, sizi Türkiye Komünist Partisi’ne üyelik başvurusunda bulunmaya iten nedenler içinde hangileri özellikle ön plana çıktı? Hoşbulduk. Örgütsüz olalı çok olmuştu. Parti sempatizanlı-ğım da uzun sürdü. Uzun yıllar profesyonel devrimci yaşamın üzerine yakışmıyordu doğrusu… Örgütsüz olmamalıydım, örgüt-süz ölmemeliydim. Şahsınızda bunu örgütleyenleri saygıyla selamlıyorum. “Duvarların yıkıl-dığı”, “uygarlığın sonu” denilen günlerde garibanların, yoksul-ların, mazlumların yerlerde sürünen bayrağını nasıl kaldır-dığınızı izledim. İnsanık tarihi en gerici dönemini yaşıyordu, her şey öylesine kasvetliydi. Karamsarlık, bezginlik, çü-rüme, ihanet, cehalet, vahşi sömürüyle kol kola girmişti. Günümüzdeki gibi… Parti-nin silkinişi birçok denemenin en sıkısı oldu kanımca. 70’li yıllarda “Genç Sosyalistler Birliği” GSB-ÖNCÜ hareketini ağır, zor koşullarda örgütle-yenlerdenim. Temkinli de olsa heyecanla izledim bu dirilişi. Partinin yurtsever, enternasyo-nalist, Marksist geleneğe sıkıca bağlı güven duygumu tamladı: Önce seçmen, sonra sempati-zan düzeyine yükselsem de… Kesmedi… Tekrar hoşbulduk. Şimdi huzurluyum…

1970’li yılları TKP’nin çok faal bir neferi olarak geçirdiniz. O yılların dünyası ile bugünü kıyasladığınızda devrimci olanaklar açısından ne tür bir değişim söz konusu. Devrimciler umutlarını hep korurlar elbette ama bunun ötesinde neler söylenebilir? Yani değişim yalnızca olumsuz yönde mi oldu? Devrimciler yeryüzünün vicdanı en gelişmiş canlılarıdır. Onlar insanlığın vicdanıdır. Buna ta-rihsel iyimserlikleri yani: “Güneşi zaptedecekleri” güne inanışları da eklenince tatlarına doyum olmaz. Devrimcileri sıradanlık-tan ayırteden de budur. Bu-gün, dünden geriye düşüldüğü doğrudur. Devasa sosyalist

sistem yerle bir edildi. Üstelikte geriye dönüldü. Şaka gibi… Tari-hin bu evresinde insanlık geriye düştü. Bugün sosyalist sistemin, ulusal kurtuluş mücadelelerinin itici gücü yok. Halen gericilik yılları hüküm sürüyor. Dünden daha kolay değil devrimcilerin işleri. Cılız dalgaların üzerinde sörf yapmak maharet istiyor. Zaten kolay işler de onlara göre değil. Onlar “o gün” den umut kesmez. Tohum gibi toprağa düşer. Onlar devrim duasına çıkmaz, devrim yapar. Abbas Sa-yar bir şiirinde “Baktım yağmur düşmeyecek toprağa / Tohumu buluta ektim” dizeleriyle onları tanımlar.

Bugün partimizde sizi en çok etkileyen ne? Ve bununla birlikte, hangi boşluklar, zayıf noktalar gözünüze çarpıyor? Biraz önce söyledim yinele-mekte sakınca yok. Yurtsever-Enternasyonalist-Marksizme ve devrimci geleneklere bağlı oluşu, sınıf partisi karakteri kazandı-rıyor partiye. Genç kadroları ve ataklığı da övgüye değer. Bir sempatizan olarak yeterince kat-kıda bulunmamış bir sempatizan olarak üstelikte partide eksik gedik bulma hakkını kendimde bulmam. Örgütleyenlerin bin-lercesine saygısızlık olur. Eleştiri hak edilmelidir. Örgüt terbiyem buna el vermez.

1960’ların sonundan itibaren sürekli sosyalizm mücadelesinin içindesiniz. Hiç kuşkusuz bu mücadele içinde sayısız yoldaşınız, dostunuz oldu. Bir bölümüyle yollarınız ayrıldı, bir bölümünüyse hatırlamak bile istemiyorsunuzdur. Ama belli bir hukuğunuz olup da bugün mücadelede tereddüt edenlerle tartışırken en çok üzerinde durduğunuz ne oluyor? “Duvarlar” , sosyalist sistem yıkıldığında, TKP likide (tasfiye) edildiğinde yakın çevreme asıl şimdi sosyalizm, asıl şimdi par-ti dedim. Demeye de devam ediyorum. Bir diğer söylemim biraz izan, biraz vicdan dev-rimci olmaya yeter. Ancak ödünsüz devrimci kalabilmek zordur. - Geçmisini pazarlayıp ruhunu satanlara,- Bilerek tarafını şaşıranlara,- İflah olmaz kariyersiz çap-sızlara, öteden beri “ görevli” olanlara sözüm yok burada.- Zararsız “ yol arkadaşlarına” sözümüz olamaz. Sağ olsunlar. Mahsuni’nin dediği gibi “kimi-leri uzun yol gider”.

Siyasi kişiliğinizin yanı sıra, daha doğrusu, onunla birlikte, edebiyatla da ilgili bir yanınız var. Yeni romanınızla ne zaman buluşacağız? Başka projeleriniz var mı? Yazılama’dan yayınlanan Kar Kapanı’nı kendiniz bir okur olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Sorunuzu sırasıyla yanıtlayayım. Yeni romanı kurguluyorum. Süre verebilseydim keşke… Nedense yazmaya elim gitmiyor… Bu kış bir öykü kitabını yayına hazırla-mayı umuyorum. Ayrıca bir film senaryosuyla boğuşuyorum. Bu senaryoyu çok önemsiyorum, teknik tarafı kaldı sayılır. KAR KAPANI’yla ilgili bir şey söyleme-sem iyi olur. Öznel olur kaygısın-dan değil, bu kitabı yüreğimle yazdım, okuru değilim.

Kolay gelsin...Hepimize...

Page 27: Komünist 339

ÖĞrenciler1 ARALIK 2011 SAYI 339KOMÜNİST 27

Baran bizi sessiz bıraktı, o gür sesi özlüyoruz

‘Aklıma yeni bir şey geldi uygun olduğunda konuşalım olur mu’ deyişi kaldı aklımda Baran’ın. Babası, ‘partili olmak kolay değildir’ dedi diye mi bil-miyorum ama Baran her anında başarma inadıyla beraber yaşadı. “Aklımı teslim etmedim” demesiyle beraber tanıdı parti-yi ve parti üyesi olarak kaldığı zaman boyunca da aklını teslim etmemeye inat etti. Hep haşarı

bir çocuk olduğunu tahmin ederdik ancak devrimciliğinin de haşarılığı kadar dinamik, enerji dolu hatta bu derece öğrenmeye öğretmeye aç olacağını biz tahmin edemedik. Söyleneni kabul etmeyi bilmi-yordu, erkenden uyanamıyor-du, dakik ise hiç değildi ama Baran tanıdığımız onca düzenli dakik kabulcu insandan daha aydınlık bir akla, daha dinamik bir hayata, daha sevecen bir

yüreğe sahipti. Tüm haylazlıkla-rıyla ve tüm enerjisiyle tanıdık onu. Partimizi de bütün o enerjisiyle kucakladı. “Yaşamak kuvvetli bir şey” diye düşünür-dü, zaten hep düşünüyordu. Bazılarının duyup bildiklerini o tekrar tekrar düşünüp, yeniden keşfediyordu. Baran’ın bir süre yalnız kalması “aklımda bir sürü şey var konuşalım mı” deme-siydi. Baran’ın kahkahası tüm

kahkahaların sessiz kalmasıydı. Baran’ın selamı sımsıkı sarılma-sıydı. Nasılsın derken bile sarılır gibi olurdu. Ne ara gülse, ne ara sarılsa öpse bilemezdi ve hep “yoldaşım” derdi. Yoldaş demek önemliydi onun için. Her yoldaş deyişinde de aynı gururu taşıdı.Babası Rahmi Saltuk’tur Baran’ın. Baran, yoldaşları söyleyene kadar bilmiyordu babasının Rahmi Saltuk olma-

sının ne anlam ifade ettiğini. “Sen Rahmi Saltuk’un oğlu musun” diyenlere, “ne var ki” diye bakardı. Jandarmayı çal dendiğinde çalmazdı, Flamen-ko çalardı onun yerine. Baba-sının türkülerini söyleyenlere bakışları boştu, ancak sonraları meraklı bakmaya başlamıştı. Yoldaşlarıyla beraber babasını bir başka tanıdı Baran, baba-sını yeniden öğrendi. Türküleri

yarım bırakan yoldaşlarının türkülerini tamamlar oldu. Rakı soframızda babasının sazına eşlik etti, yine babasının türkü-leriyle. Partisinin paraya ihtiyacı olduğunda “babamın arkadaş-larına gideceğim” derdi, son dönemde bağlı olduğu Şişli örgütünde açılan kütüphaneye kitap gerektiğinde de ilk ba-basına koştu “baba bize kitap” diye... Övünecek hiçbir şey yoktu ona göre kendisine dair...

Yalnız Baran vardı ve biz Baran’ı kendisi gibi sevdik, Baran her-kesi kendisi gibi seviyordu. Annesinin, ailesinin hatta za-man zaman benim bile “Baran yapabilir mi” diye üzerine tit-rediğimiz tüm zaman boyunca Baran’ın aslında hayatında hep yeni uğraşlar edinmiş olduğu-nu gördük. Meydan okuyordu sanki. Hep yeni sorumluluklar üstlendi. Hep yeni hedefler koydu önüne. Okulu bitire-bilecek mi diye telaşlanırken Baran TKP üyesi oldu. “Komü-nist parti üyesi olmak kolay değildir” dendi, Baran daha çok sorumluluk almaya kalktı, daha çok sorumluluk aldı. Onca şeyin arasında kendi çaba-sıyla ilerlettiği gitarıyla geldi pikniklerimize, bize hep daha fazlasını kattı. Yetiştiremez-sin, yetemezsin diyenlere inat gitarını daha verimli olabileceği yerlerde çalmaya karar verdi. Tayyip Erdoğan’ın dava açtığı bir tiyatro topluluğuna girmek istedi ve o uyanamayan Baran, seçim dönemi boyunca şehir-şehir mahalle-mahalle boyun eğmeyen beş yüz bin kişi aradı uykusuz, yorgun. Birbirlerinin mutluluklarında da yanlarında oldular, uykusuzluğa ve yor-gunluğa rağmen inatla yapılan provalarına da. İki yıl aynı örgütte çalışmak Baran’ı daha iyi tanımanın ölçütü olamadı hiçbir zaman, olamazdı da. İlk tanıştığında da zaten tanıyor gibi samimiydi, kimseye de uzak duramıyordu. Babası “kimlerlesiniz” diye sor-duğunda “yoldaşlarlayız baba” dediği yoldaşlarıydık biz onun. “İsminizi bilmiyoruz” demişti ailesi, biz onlar için yalnızca Baran’ın yoldaşlarıymışız. Bö-bürlene böbürlene yoldaşlarla-yım dermiş, yoldaş demekten hep gurur duymuştu.Baran’ı düşündüğümüzde -ki hep düşündürürdü zaten kendini; ilk o canlı canlı bakan gözleri geliyor aklımıza. O gür kahkahası, o enerjik deli dolu koşturmaları, eğlenmeleri, o mutluluğu geliyor. Tek adımının üç adıma karşılık gelen yürü-yüşü ama en çok da o yoldaşça sımsıkı sarılması geliyor. Sarılı-şını unutamadık yoldaşımızın, artık sarılmalar bizim için hep eksik olacak. Baran’ın yoldaşı

Babası “kimlerlesiniz” diye sorduğunda “yoldaşlarlayız baba” dediği yoldaşlarıydık biz onun. “isminizi bilmiyoruz” demişti ailesi biz onlar için yalnızca

Baran’ın yoldaşlarıymışız. Böbürlene böbürlene yoldaşlarlayım dermiş, yoldaş demekten hep gurur duymuştu.

Page 28: Komünist 339

ÖĞrenciler 1 ARALIK 2011 SAYI 339 KOMÜNİST28

Gelecek Hapsedilemez!

Hapisliği, insanın özgürlüğün-den mahrum edilmesi olarak anlıyoruz. Hapishane dendiğin-deyse aklımıza dikenli tellerle çevrili, içinde demir parmak-lıkların bulunduğu bir yerleşke geliyor. Peki, bir insanın özgür-lüğünden mahrum edilebilmesi için dikenli tellerle çevrili bir yerleşke ve demir parmaklıklı bir koğuş yeterli midir? Eğer özgürlüğü dar anlamda ele almıyorsak yukarıdakinden daha kapsamlı bir hapishane tanımına ihtiyacımız var de-mektir.İnsanın özgürlüğünden mah-rum kalmasını, elleri ve ayakla-rıyla beraber aklının ve ruhu-nun da prangalanması olarak anlıyorsak, hapishanenin bizler için başka bir anlamı olur. Hapishane; insanın onu insan yapan bütün imkan, hak ve de-ğerlerden uzak tutulduğu yeri anlatır bizlere. İnsanın, insan olarak kalamadığı her yer onun hücresidir. Türkiye’ye yukarıdaki tanım-larla baktığımızda, milyonlarca genç insan için“içerde” olmakla “dışarıda” olmak arasında-ki farkın her gün biraz daha silikleştiği, inşaat halinde bir hapishane görüyoruz. Ülkemiz, “insan olan” için günden güne bir hapishaneye dönüşüyor. Gazetelerde ve televizyonlar-da ellerine kelepçe vurulan yüzlerce öğrenciyi görüp haline

şükreden milyonlarca gencin özgürlüğü bir parça daha eriyip yok oluyor.Akılımıza ve ruhumuza vurulan her bir pranga bu inşaata ekle-nen bir yeni tuğla oluyor.

ÜniversiteZifiri karanlıkta insan yönünü bulamaz. Yönsüz kalan insan, iradesi kendi ellerinde olma-

yan insandır,esirdir. İnsanı bu durumdan kurtaran bilmek ve anlamak yetisi oldu. İn-san, dünyaya ve kendisine dair bilinmeyenleri bilinir hale getirdikçe özgürleşti ve iler-ledi. Bilim o yüzden hep zifiri karanlığı aydınlatan, insana yön veren oldu. Üniversitelerse bilim yapılan, bilginin hem üre-tildiği hem de insanlara sunul-duğu yerler olarak tanımlandı, insanın özgürleşme ve ilerleme

sürecinde hep bir yerde durdu. Türkiye’nin gençlik için bir hapishaneye dönüştürülmesi sürecinde de üniversite bu yüz-den en başa yazıldı. Bilimi üni-versiteden kovmak, üniversiteyi bitirmek istiyorlar. Bir hayli de yol aldılar. AKP Türkiyesi’nde üniversite; ders notlarının sa-tıldığı fotokopici abinin dükka-nıyla büyük şirketlere eleman

yetiştiren meslek kursu olmanın arasında bir yerdedir. Ülkesine ve insanlığa karşı sorumluluğu-nu yerine getirmekte ısrar eden, namuslu bilim insanları engizis-yon mahkemelerini aratmayan baskılara maruz kalırken, kür-süler ülkenin ve insanlığın kötü gidişi karşısında 3 maymunu oynayan akademik papağanlar, YÖK memurlarıyla dolduruluyor. Düşünmekten, tartışmaktan, kültürel ve sanatsal etkinlikler-

den bağımsız düşünülemeyen üniversite bütün bunların yok sayıldığı, kupkuru, küflenmiş ders notlarının ezberletildiği, şirketlerin ihtiyaç duydukları “personel”i yetiştirmeyi ken-disine “iş” edinmiş bir kuruma dönüşüyor ve gençliğin etrafı cehalet duvarlarıyla örülüyorsa biz hiç de özgür değiliz de-mektir.

KorkuAKP korkuyu körüklüyor. Karşı-mıza “yeldeğirmenleri”ni dikip, onlardan korkmamızı, korktukça sinmemizi, küçülmemizi istiyorlar. Her anında işsizlik korkusu, aç kalma korkusu, polis-devlet kor-kusu ile nefes alıp veren gençler olmamızı istiyorlar, her an korka-rak yaşayan bir insanın, bir süre sonra korktuğu nesneye kölece bir hayranlıkla yaklaştığını, ona teslim olmaktan iğreti bir huzur duymaya başladığını biliyorlar. Düşüncelerimizi ifade etmemiz halinde okuldan atılmaktan, “mimlenmek”ten, anlı şanlı “iddianame”lerde bize de bir yer ayrılacağından korkmamı-zı, hakkımızı aramak için eylem yapmamız durumunda “terörist” olarak damgalanmaktan korkma-mızı istiyorlar. En düşük ücretlerle çalışmaya razı olmamızı aksi halde işsiz kalacağımızdan, aç-açıkta ka-lacağımızdan korkmamızı, laiklikte ısrarcı olmamamızı, “bu halimizle” bize “hoşgörü ve tahammül” gös-terilmesine şükretmemizi, şeriat-tan korkmamızı istiyorlar.Git gide onlara teslim olmamızı, onlara esir olmakla “huzur ve güven içinde” yaşayıp eni sonu bir böceğe, esaretinden” mutlu” ola-

Özgürleşmenin yolu açık. 500 üniversiteliye vurulan kelepçelerin aslında hepimizin aklına ve ruhuna vurulduğunu kabul etmeli ve onlar aramıza dönene kadar susmamalıyız. Üniversiteyi düşünce ve eylemle yeniden ayağa kaldırmalıyız. Üniversite; bilimsel düşünce, halkçı-ilerici siyaset, eylem ve kültürle dolup taşmalıdır. korkuyu yayanların en büyük korkaklar olduğunu bilerek akP’nin kendi yarattığı “yel değirmenleri”nin üzerine hep beraber yürümeliyiz.

akP korkuyu körüklüyor. karşımıza “yeldeğirmenleri”ni dikip, onlardan korkmamızı, korktukça sinmemizi, küçülmemizi istiyorlar. Her anında işsizlik korkusu, aç kalma korkusu, polis-devlet korkusu ile nefes alıp veren gençler olmamızı istiyorlar, her an korkarak yaşayan bir insanın, bir süre sonra korktuğu nesneye

kölece bir hayranlıkla yaklaştığını, ona teslim olmaktan iğreti bir huzur duymaya başladığını biliyorlar.

Page 29: Komünist 339

ÖĞrenciler1 ARALIK 2011 SAYI 339KOMÜNİST 29bilen “küçük insana” dönüşme-mizi istiyorlar. İnsan korkularını yönetir. AKP’nin model insanı ise AKP’nin yaydığı korkularca yönetilen “küçük insanıdır.”

Sanat ve “sanat”Sanat insanı yüceltir. İnsanın güzel ve ileri olana dönük eğilim ve tutkusunun yüksek ifadesidir. İnsan bu tutkusu ve eğilimleriyle insandır. Sanat her dalıyla özgür insanın uğra-şıyken, insanın özgürleşme-sinin bir parçasıdır da. İnsan, sanatının gelişimiyle daha da özgürleşir. AKP ve dünyanın her yanında gericilik bunun farkındadır. Bu yüzden, AKP’nin ülkemizde gençliği esir alma hedefinin bir yanını da gerçek sanatı baskılama, onun üretilmesinin önündeki imkan ve olanak-ları yok etme, gençlikle sanat arasına aşılmaz duvarlar örerek gençliği insanlığın büyük birikiminden bihaber bırakmak vardır. Sanatın yokluğunda insan, geçmiş-bugün-gelecek sürekliliğini algılayamaz, geç-mişle arasındaki sağlıklı bağı kuramadığı ölçüde geleceği kurgulayamaz, havada uçuşan bir sabun köpüğünü andıran “bugün”e hapsolur. AKP öte yandan sanattan arta kalan boşluğu çürütücü salgılarıyla “doldurmaktadır”. Ülke gündemi daha geçtiğimiz günlerde Nihat Doğan ve İzzet Yıldızhan adlı kişilerin “yapıp ettikleri” ile meşguldü. Bu kişi-lerden biri AKP’ye yakınlığıyla bilinen bir televizyon kanalında program yapmaktadır diğe-ri ise Başbakan’ın davetiyle Somali’ye kadar gitmiş ve her platformda AKP’nin sözcülü-ğünü yapmaktadır. Bu halde AKP’nin topluma, milyonlarca gence “işte size sanatçı” diye takdim ettiği rol modellleri as-lında AKP’nin ülkemizde insanı bitirmek için üzerimize saldığı çürütücü salgılarıdır. Bu insan-ların “ürettikleri” ile beslenmek, onların propaganda ettiği yaşam tarzını benimsemek hapishanelerin en korkuncunu aklımıza ve ruhumuza kuruyor. AKP, “sanatçılarıyla” bizi kısır, yaratıcı damarları kurumuş, dü-şünemez, ifade edemez esirlere çeviriyor.AKP İnsan yanımızı kemiriyor. AKP, insanın içinden paylaşma erdemini, dayanışma duygusu-nu çekip çıkarma gayretinde. Bencil, çıkarcı, küçük hesapların adamı, kurnaz ve sinsi kendisi dışında tüm çevresini kendine düşman ya da rakip olarak gören, dünyadan yalıtılmış “in-sanı” yaratmanın derdindeler. Dayanışma, beraber çalışıp ka-zanmanın ya da başarmanın ne

olduğunu bilmeyen, yükselme-nin tek yolu olarak başkalarının sırtına basmayı bilen ve birileri de kendi sırtına bastığında bunu hayatın kuralı zannedip ezikçe köşesine sinen, yalnız, yalıtık “bireycik”ler olmamızı istiyorlar. Kadının ve erkeğin birbirleri-ne karşı, birbirlerini besleyen duygusunu, aşkı yok ediyorlar. Yerine aynı madalyonun farklı yüzleri gibi insanın insanı tü-kettiği bir yozluğu ve kadın ile erkeğin birbirine yasaklandığı dincileşmeyi koyuyorlar. İnsanı sürekli karşısındakini tüketme-ye iten tükettikçe kendisi de yok olan esirlere benzetmek istiyor, ülke, bağımsızlık, insan, aşk ve onur kavramlarından yoksun bir kuşak yaratıyorlar.Yukarıda AKP’nin gizli odalarda yaptığı planlarla yeni türde bir “frenkenştayn” yarattığı anlatılmıyor. Burada bir komplo yok. Kendileri nasılsa, bizi de öyle kılmak istiyorlar, gemiyi bu şekilde yürütebileceklerini, hizmet ettikleri kapitalizmin ancak böylesi bir “insan”la varlığını devam ettirebileceğini düşünüyorlar, bu kadar. Bu şe-kilde akıllarımızdaki “hapisha-ne” ile her gün gittiğimiz okul, yaşadığımız ev, yürüdüğümüz sokaklar arasındaki fark silikle-şiyor, asıl kendileri korktukları için kelepçelere vurdukları 500 üniversiteli genci, bir korku metaforu olarak gözlerimize sokup, koskoca bir ülkenin milyonlarca genç için bir ceza-evinden farksız hale geldiğini gizliyorlar.Özgürleşmenin yolu açık. 500 üniversiteliye vurulan kelepçelerin aslında hepimizin aklına ve ruhuna vurulduğunu kabul etmeli ve onlar aramıza dönene kadar susmamalıyız. Üniversiteyi düşünce ve ey-lemle yeniden ayağa kaldır-malıyız. Üniversite; bilimsel düşünce, halkçı-ilerici siya-set, eylem ve kültürle dolup taşmalıdır. Korkuyu yayanların en büyük korkaklar olduğunu bilerek AKP’nin kendi yarattığı “yel değirmenleri”nin üzeri-ne hep beraber yürümeliyiz. Üniversiteliyiz, genciz, gerçek sanata tutkuyla sarılmalı, insanlığın binlerce yıllık biriki-mini özümsemek için, aklı-mızı esir almaya çalışanlara inat çok daha fazla okumalı, dinlemeli ve izlemeliyiz. Pay-laşmayı, dayanışmayı, insan yanımızı kemirmelerine izin vermemeli, yaratmak istedik-leri “bireycik” lerin karşısına tarihe ve emekçi halka karşı sorumluluğunu bilen okumuş insanı koymalıyız.

Erçin FIRAT

ODTÜ geçmişten gelen solcu, muhalif kimlik taşıyan bir üniversite. Aynı şekilde üniversite bileşenlerinin dayanışmacı karakteri de göz önüne alındığında Hopa davasının okulda yarattığı atmosfer hakkında neler söyleyebi-lirsin?Rıza Can Temizel: “Üniversiteli kimlik” diye tarif ettiğimiz olgunun en fazla anlam kazandığı yerlerden biri ODTÜ. Bununla birlikte Türkiye toplumunun özellikle AKP’li yıllarda artan yozlaşma ivmesi ODTÜ’yü etkilemedi diyemeyiz. Ancak yine de belli bir vicdanı ve toplumsal duyarlılığı taşıyor ODTÜ öğrencisi. Bu anlamıyla Cüneyt ve diğer Hopa tutukluları için yürüttüğümüz çalışma ODTÜ’de bir karşılık buldu elbet. Örneğin kartpostal gönderme çalışması örgütledik geçtiğimiz günlerde. Hatırı sayılır sayıda kartpostal yolladık Hopa tutuklusu arkadaşlarımıza. Bununla birlikte öğrenci toplulukları ve akademisyenler konuya özel bir duyarlılıkla yaklaşıyor. Örneğin geçtiği-miz haftayı Hopa tutuklularına adadı ODTÜ öğrencileri. Akademisyenler ve öğrenci toplulukları bu hafta boyunca düzenlenecek etkinliklerde aktif rol aldılar.

TKP’li Öğrenciler ODTÜ’de nasıl bir kampanya yürütüyorlar?Mehmet Ali Çelik: İlk olarak bu kampanyaya başladığımızdan sonuna kadar olan süreçte nabzı yavaş yavaş yükselen bir programı-mızın olduğunu söyleyebiliriz. İşe başta ODTÜ’lü Hopa tutukluları yoldaşımız Cüneyt Çakır, Öğrenci Kollektiferi üyeleri Çağdaş Ersoy ve Demet Yılan’la birlikte Hopa tutuk-lularına mektup ve kartpostal göndererek başladık. Elbette bu mektup ve kartpostal-ların göndericileri yalnızca bu işi örgütle-yenler değil olabildiğince geniş bir şekilde ODTÜ öğrencileri idi. Sonrasında bir “Hopa Tutukluları ile Dayanışma Haftası” örgütle-meye karar verdik. Bu haftanın ana ekseni “Hopa tutuklamaları ve bunun AKP’nin seçim sonrası politikaları ile ilişkisi” oldu. AKP’nin yeni Türkiye düzeninin tartışıldığı bir siyasi panel, ardından Türkiye’de bası-nın durumu ve basın özgürlüğü konusun-da bir gazeteci etkinliği ve AKP’nin yeni Türkiye’sinde üniversite ve gençlik müca-delelerinin nereye doğru gittiğine yönelik bir forum/söyleşi düzenledik. Aynı zamanda birçok ODTÜ topluluğu katkı ve destekleri ile dayanışma haftasının içerisinde bulun-du. Haftanın sonunda da bir film gösterimi düzenledik. Kampanyamızın zirve yaptığı noktayı ise 7 Aralık akşamı ODTÜ’de düzen-leyeceğimiz “Hopa Tutukluları ile Daya-nışma Konseri”, hemen ardından da ODTÜ Yurtlar Bölgesinde yapacağımız yürüyüş ve Devrim Stadına mumlarla “Özgürlük” yazımı olacak. Bunlar işin “etkinlikler” boyutu idi. ODTÜ’deki faaliyetimizin bir diğer önemli boyutu da ODTÜ’lü akademisyenler ve toplulukların da katkıları ile çıkarttığımız “Gelecek Hapsedilemez” adlı dayanışma

gazetesiydi. Tüm bunları toparladığımızda çalışmalarımızın somut hedefinin duruşma günü olan 9 Aralık’ta özellikle ODTÜ’den güçlü bir katılımla kalabalık bir biçimde orada olmak olduğunu söyleyebiliriz.

Kısa bir zaman önce “Gelecek Hapsedilemez” başlıklı bir dayanışma gazetesi çıkardınız. Çalışmanızın ODTÜ dışında da kimi ayakları olduğu görülüyor. Bunlar hakkında bilgi verir misin?Rıza Can Temizel: “Tutuklu öğrenciler” meselesi toplumsal hayatın bir parçası oldu artık Türkiye’de. Gelecek Hapsedilemez ga-zetesi Cüneyt özelinde bu olguya karşı mini bir manifesto özelliği taşıyor aslını sorarsa-nız. Bununla birlikte Cüneyt’le dayanışma mesajları da var gazetenin içerisinde. Bu mesajlar akademisyenlerden, aydınlara, uluslararası gençlik örgütlerinden, ODTÜ topluluklarına, Cüneyt’in arkadaşlarından, ODTÜ çalışanlarına kadar çok geniş bir yel-pazeyi kapsıyor. Gazete Türkiye’nin bütün üniversitelerinde pek çok öğrenci arkadaşı-mıza ulaştırıldı. Çalışmanın geneline dairse şunlar söylenebilir belki: Hopa davasının salt Hopa davası olarak yaklaşmak hatalı olur. Bu ve benzeri davalar sosyalist öğren-cileri ve toplumsal muhalefeti kriminalize ederek yıldırma çabasının ürünü. Bizde toplumsal farkındalığı artırmaya çalıştık bu meselede .Elimizin uzandığı her yeri haber-dar ettik.Toplumsal odakların bu meseleye duyarlı yaklaştığını gördük.

İlk duruşmanın yapılacağı 9 Aralık gününe odaklandığınızdan bahsettin. Duruşma günü neler yapacaksınız?Mehmet Ali Çelik: En başta orada bulunma-mızın bir dayanışma amacı var tabi. Bunun yanında Türkiye’de epeydir süregelen yar-gılamaların bir de “adliyenin önü” boyutu olduğu göz ardı edilemez. Kastettiğim siyasi bir yargılama ve bunun taraflarından birinin orada kalabalık bir biçimde bulunması. Somut olarak da TKP’li Öğrenciler dostları, sanatçılar, aydınlarla birlikte 9 Aralık günü Ankara Adliyesi önünde olacağız.

Cüneyt Çakır ile her hafta görüşüyorsun. Cüneyt neler düşünüyor?Rıza Can Temizel: Öncelikle bütün dostlara Komünist aracılığıyla Cüneyt’in selamlarını ileteyim. Cüneyt’in kaygıları partimizin kaygılarından çok da farklı değil aslını sorarsanız. Cüneyt kendi tutukluluğunu, genel olarak sosyalist siyasete ve toplum-sal muhalefete dönük baskıların bir örneği olarak anlamlandırıyor. Bu noktada şunun altını tekrar çizmek gerekiyor herhalde. Cüneyt’i özgürlüğüne kavuşturmak bizim mücadelemizin konusu. Hukukun iğdiş edil-diği bir ülkede adaleti “adalet saraylarına” bırakmak hayalci bir tutum olur. Elimizden geleni ardımıza koymamak gerekiyor bu meselede.

rÖPOrtaJ

Page 30: Komünist 339

ÖĞrenciler 1 ARALIK 2011 SAYI 339 KOMÜNİST30

AKP susturamadıklarını, teslim alamadıklarını “marjinal” kılmaya, asılsız suçlamalarla toplum tarafından sahiplenilmelerinin önüne geçmeye çalışmaktadır. Bugün Türkiye, üzerine “ölü toprağı” serilmiş bir görüntü sunuyor. Bunda AKP’nin halkı ideolojik, siyasal ve örgütsel olarak kuşatma girişimi kadar; memleketin durumundan kaygı duyan, en kaba ifade ile “bir şey yapmalı” diyen kesimlerin ortaya koyduğu atalet havası da önemli bir rol oynamaktadır. Türkiye Komünist Parti’li Öğrenciler cezaevlerindeki öğrencilerle dayanışmanın ve onları “uyduruk” suçlamalarla hapseden AKP iktidarından hesap sormanın önemli olduğunu düşünüyor. Önemli, çünkü hiçbir dayanağı olmadan çok sayıda üniversiteli aylardır hukuksuzca cezaevlerinde tutuluyor. Önemli, çünkü AKP biz “alıştıkça” saldırılarına yenilerini ekliyor. Önemli, çünkü AKP üniversitelilerin dayanışmasını görmekten korkuyor. Önemli, çünkü AKP kendi sonunu getirecek olanın, dayanışan, bir araya gelen bir toplum olacağının farkında. 9 Aralık’taki ilk duruşma için Ankara’ya gidiyoruz!Tutuklu bulunan öğrencilerin ilk duruşması 9 Aralık günü Ankara’da olacak. Ülkenin dört bir ya-nından üniversiteliler; ülkesine, üniversitesine, geleceğine ve arkadaşlarına sahip çıkanlar, orada olacak. Türkiye Komünist Parti’li Öğrenciler seni de bu dayanışmanın parçası olmaya çağırıyor. Gerici hükümet partisine, diktatörlük heveslilerine, “hukuksuzluğu” hukuk diye yutturmaya çalı-şanlara, halk düşmanlarına, gelecek hırsızlarına, “2.Cumhuriyet”çilere ülkeyi dar etmek için, halkı depremde çaresiz bırakanların, ırkçıların, insan müsveddelerinin, dolandırıcı bakanların “kültürsüz-lüğüne” karşı dayanışma kültürünü örmek için…“GELECEK HAPSEDİLEMEZ” diyenler 9 Aralık’ta Cüneyt’i ve tutuklu öğrencileri “hukuksuzluktan çıkarmak” için Ankara’da olacaklar.

9 aralIk’ta ankara adliyeSindeyiZ!Dostlar, Arkadaşlar, İlerici Öğrenciler;Türkiye mücadele tarihinin simgesi haline gelen ODTÜ mensuplarına, Sincan 1 No’lu F tipi hapishanesinden yazıyorum. Hopa’da bir öğretmenin ölümüne sebep olan vahşeti protesto etmek amacıyla Ankara’da yapılan basın açıklamasına katıldıktan sonra hakkımda yakalama kararı çıkartılmıştı. TKP üyesi olarak katıldığım basın açıklamasının ardından var olmayan “ THKP/C Dev Yol Devrimci Gençlik (!)” adlı örgüte üye olmaktan tutuklandım. Hopa’da “eşkıya” , Ankara’da “yasa dışı örgüt üyesi” olduk! Başbakan “ Arap baharı” olarak yansıtılan gelişmelerde, gençliğe özgürlük öğütleri verirken, ülkesinde muhalefet eden, hak arayan gençliğe ise tutsaklığı, baskıyı reva görmektedir. Tüm muhalefet baskı altına alınarak düşünceler hapsedilmek istenmektedir. “Erdoğan’ın Yolu” kendi ülkesindeki gençliği; yani ülkenin geleceğini mahpus ederken, Arap ülkelerindeki gençleri de emperyalizme (yani sahte özgürlüğe) mahkum etmenin peşindedir. Onların isteği gençlik Mısır’da Erdoğan’a “hoşgeldin” pankartı açan, İstanbul Üniversitesi açılışında muhalif öğrenciler şiddete maruz kalırken dahi Başbakan lehine tezahürat edebilen cemaatçi gençliktir.Ben ve biz ODTÜ’nün ilerici geleneğini taşıyoruz. Boyun eğmedik eğmeyeceğiz. Tarafımızı ve yolumuzu seçtik. Tıpkı TEKEL işçileri Ankara ayazında direnirken, onlarla birlikte olduğumuz gibi. Köşke lüks arabaları ile çıkan gençler sultan sofralarında yemekleri paylaşırken, biz tekel işçisiyle umudu paylaştığımız gibi.9 Aralık’ta “Erdoğan’ın yolu”na boyun eğmeyenlerin mahkemesi var. Biz orada olacağız. Düşünceyi hapis etmelerine onay vermediğini göstermek istiyorsan, orada görüşmek dileğiyle. Dostça, Yoldaşça...cüneyt çakır ankara 1 no’lu F tipi cezaevi c-6-85 Sincan/ankara

cÜneyt’in MektuBu

Page 31: Komünist 339

tariHiMiZden1 ARALIK 2011 SAYI 339KOMÜNİST 31

Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde TKP kemalistlere nasıl yaklaştı?Türkiye Komünist hareketinin kemalist-lerle ilişkisi hepimizin bildiği gibi esasın-da bir katliamla başladı. 1921’in Ocak ayının son günlerinde Mustafa Suphi ve TKP Merkez Komitesi üyelerinin içinde olduğu 15 komünist, Bakü’de partinin kuruluşunu gerçekleştirmiş, Rusya’daki Türk savaş esirleri arasında örgütlenmiş olarak yurda, ulusal kurtuluş mücadele-sine komünistlerin de gücünü katmaya gelirken kemalistler tarafından oyuna getirilerek Trabzon açıklarında katledil-diler. Ancak denilebilir ki Türkiye’deki komü-nistlerin kemalistlerle asıl ilişkisi bu katli-amın ardından başladı. Şefik Hüsnü’nün başını çektiği İstanbul’daki komünist grup Komintern’in de onayıyla TKP’nin kendisi haline geldikten sonra, Ankara merkezli bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermekte olan kemalistler ile nasıl bir ilişki içerinde olunabileceği üzerine kafa yormaya başladı. Bu ilişkinin bir tarafın-da kanı hala kurumamış olan katliam diğer tarafında ise ulusal kurtuluş mü-cadelelerinin devrimi içinde bulunduğu sıkışıklıktan kurtarabileceği öngörüsün-de bulunan, Batı’dan umudu kestikçe yüzünü doğuya çeviren ve kemalistler örneğinde olduğu gibi İngiliz ve Fransız emperyalizminin önünü kesmekte ulu-sal devrimci hareketlerin önemli bir rol oynayacağına inanan –ya da inanmak zorunda kalan- Sovyetler Birliği duru-yordu.1920 yazında Lenin dünya devriminin üç unsurunu şu şekilde tanımlıyordu: Sovyetler Rusyası, kapitalist ülkelerdeki komünist hareketler ve emperyalizmin tahakkümü altında yaşayan sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki anti-emperyalist hareketler. 1920 itibariyle Sovyet Rusya yüzünü doğuya, doğudaki halkların emperyalizme karşı verdikle-ri ya da potansiyel olarak verecekleri

mücadelelere dönmüştü. Komintern’in ikinci kongresinde ilan edilen bu yöne-lim Bakü’de Doğu Halkları Kongresi ile pekiştirildi. Dönemin antiemperyalist mücadeleleri içerisinde en öne çıkan ve umut veren de tabii ki Türkiye’deki kemalist hareketti. Sovyetler Birliği emperyalizme karşı verdiği mücadelesinde Anadolu’daki direnişi hem maddi hem de mane-vi olarak desteklerken Komintern’in Türkiye’deki komünistlerden beklentisi de bu mücadeleye mümkün olduğunca katkı koymaları idi.Böyle zor bir konjonktürde hem kuruluş ve var olma mücadelesi veren hem de ülkenin varoluşunun tehlikede olmasına karşı mücadele etmesi gereken komü-nistler zor bir durumla karşı karşıyaydı-lar. İstanbul’daki komünist hareketin ve lideri Şefik Hüsnü’nün bu süreçte ke-malistlere yaklaşımını bu veriler ışığında değerlendirmek gerekiyor.Daha önce Komünist’te bahsedildi-ği gibi İstanbul’daki Komünist grubu oluşturanlar, Mustafa Suphi ve Rusya’da TKP’yi kuranlar ve Ankara’daki Halk İştirakiyun Fırkası’na mensup millet-vekillerinden farklı bir formasyonla komünist harekete dahil olmuşlardı. Özellikle Şefik Hüsnü açısından dü-şünüldüğünde Avrupa’daki marksist ve sosyalist aydınların etkisi oldukça belirgindi. Bu nedenle Sovyet Rusya ve Komintern ile doğrudan temas edene kadar Şefik Hüsnü’nün Türkiye’deki gelişmeleri Avrupa Marksizmi’nin bakış açısından değerlendirdiğini söylemek mümkün. Bu bağlamda Şefik Hüsnü 1920 ve 21 yılları boyunca Türkiye’de kapitalist anlamda sınıfların var oldu-ğunu kanıtlamakla ve İstanbul’da hem aydınlar arasında ideolojik bir mücadele vermekle hem de cılız olmakla birlikte var olan işçi örgütlenmelerinde etkin

olmaya çalışmakla meşguldü. Kemalist-ler söz konusu olduğunda Şefik Hüsnü, Anadolu’daki ulusal kurtuluş hareketinin yarattığı mücadele dinamiğinden çok ulusalcıların burjuva sınıf karakteri ile ilgileniyordu. Kendisinin bu dönem-de Komintern’e yazdığı mektuplarda kemalistlerin burjuva sınıf karakterine ve Mustafa Suphi’lerin başına gelenlerden yola çıkarak kemalistlere güvenileme-yeceğine vurgu yaptığı görülüyor. Şefik Hüsnü 1921 Mayıs’ında Komintern’in Üçüncü Kongresi’ne hitaben yazdığı bir mektupta, Komintern’in Anadolu’daki ulusal hareketi destekleme kararını eleştirerek Suphi’lerin öldürülmesinin ardından Mustafa Kemal ve arkadaşla-rına kesinlikle güvenilemeyeceğini ve ulusalcıların Sovyetlerden kendi amaç-ları için faydalandıklarını, Türkiye’nin varlığı tanınır tanınmaz bir saniye bile Sovyetlerin yanında yer almayacaklarını belirtiyor.Ancak 1922 itibariyle İstanbul’daki komünist grubun Türkiye’de komünist hareketin tek temsilcisi olarak kalma-sı ve bu nedenle Komintern ile daha yakın ilişkiler kurulması sonucu Şefik Hüsnü’nün Anadolu’daki ulusal kurtuluş hareketini yeni bir gözle değerlendir-meye başladığını görüyoruz. Bu süreç aynı zamanda Şefik Hüsnü’nün Leniniz-min Marksizme katkısı konusunda fikir sahibi olmaya başladığı dönemdir. Şefik Hüsnü’nün yönetiminde yayınlanan Aydınlık dergisinde de 1922 itibariyle Lenin ve Sovyet devrimi konusunda ayrıntılı makaleler yayınlanmaya baş-lanır. Burada aynı dönemde KUTV’da eğitim alarak İstanbul’a sönen Şevket Süreyya ve Vedat Nedim gibi isimlerin İstanbul’daki parti çalışmalarına katılma-ya ve Aydınlık’ta yazmaya başladıklarını da not etmek yerinde olur.1922’de ulusal kurtuluş mücadelesi-

nin zafer kazanması ile birlikte Şefik Hüsnü ve İstanbul’daki TKP grubu-nun kemalistler ile dirsek mesafesine girdiği görülür. Zaferin kazanılmasının ardından Şefik Hüsnü Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası genel sekreteri imzasıyla TBMM’ye bir telgraf gönde-rerek kazanılan zaferden dolayı mil-letvekillerini tebrik eder ve “İstanbul münevverleri arasında müşahede edilen irticai vaziyeti nefretle tekabbuh; terakki yolunda yapılacak mücadelede tekmil emekçi sınıfının inkılapçılarla sonuna kadar beraber olacağını temin; ve yakın bir atide işçi ve çiftçilerimizi hakiki kur-tuluşa mazhar edecek yegane çare olan müşterek istihsal ve mülkiyete müstenid içtimai inkılabın husul bulacağını kuvve-yen ümit” ettiğini ifade eder. Bu TKP açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Ulusal kurtuluş mücadele-sinde rol oynamasına izin verilmeyen genç bir siyasi hareket olarak TKP, kuruluş döneminde saltanatı ve hali-feliği savunan gericilere karşı kema-listleri destekleyeceğini ilan etmiştir. Bundan sonrasında Şefik Hüsnü’nün Aydınlık’taki yazılarında Kemalistleri gericilere karşı mücadelede teşvik ve “içtimai inkılap” yani toplumsal dev-rim konusunda daha ileri itmek üzere tenkit ve önerilerde bulunduğu görülür. Temel iddia, Türkiye’nin bağımsızlığını korumak için Sovyetler Birliği tarafından saf tutmak zorunda olduğu ve kuruluş sürecinde ülkede burjuva bir sınıfın yok-luğu göz önünde bulundurulduğunda, işçi sınıfının müdahalesi ile kemalistlerin sosyalizme yönelmesini sağlamanın mümkün olduğu şeklindedir. Buna uygun olarak örneğin Şefik Hüsnü İstanbul işçi delegeleri ile birlikte İzmir İktisat Kongresi’ne katılarak işçi sınıfının taleplerinin bu kongrede dile getirilme-sini sağlamak üzere çalışır. Ancak kuruluş süreci, kemalistlerin kapitalizm yolunda kararlılığı ve kendi iktidarlarını konsolidasyonu ile ka-rakterize olurken, 1925 itibariyle TKP, 1922 itibariyle benimsediği politikada iki taraftan da darbe alır. İlk darbe Komintern’den gelir. Komintern 1924 başında İstanbul’daki komünistleri, işçi sınıfının burjuvazi ile işbirliğini savun-makla, oportünizmle ve Legal Mark-sizmle suçlar. TKP asıl darbeyi ise yine kemalistlerden yiyecektir. Gericiliğe karşı Kemalistlerin yanında yer alacağını dek-lare eden Aydınlık dergisi, 1925 başında Şeyh Sait isyanının ardından çıkarılan Takrir-i Sükun yasası ile yasaklanır ve bu tarihten itibaren Türkiye’de komünist-lerin herhangi bir açık çalışma yapma olanaklarının tamamı ortadan kaldırılır.

(Marksist-Leninist Araştırmalar Merkezi bünyesinde Neslişah Başaran tarafından hazırlanmıştır)

Page 32: Komünist 339

Partili yaŞaM 1 ARALIK 2011 SAYI 339 KOMÜNİST32

Siyaset ve insanlık ölçeğinde

Işıkara depremin doğanın insan-lığa bir cezası olduğunu, evleri kötü yaptığımız için öleceğimizi ve bunun devletin değil bizim sorunumuz olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Tayyip Erdoğan bu fikri başka bir doğa olayından sonra “derenin intikamı” diye özetlemişti. Aynı kafanın çı-kardığı sesi Van depreminden sonra da duyduk. Bu sese göre deprem ilahı bir ikazdı. Fuhuşa, kumara, gafillere, tanrı tanımaz

cahillere, PKK’ye, dinimizin kötü diye öğrettiği ne varsa ona bir ikazdı. Tanrının mütevazı bir cezasıydı.İşte bu deprem dedesi geç-tiğimiz günlerde görevini ifa etmek için yine televizyonlara çıktı. Telefonla yayına bağlanan

Kızılay Başkanı’na “Başkanım çalışmalarınızdan dolayı çok teşekkür ederiz, Kızılay çok iyi işler yapıyor, hızla yetişti dep-rem bölgesine” gibi övgülerde bulundu. Zira Işıkara aradan geçen yıllarda sadece çocukların deprem dedesi olmamış, Kızılay Genel Başkanı Başdanışmanı

olmuştu. Türkiye’de yeni bir düzen kurulmuş, Işıkara da bu düzene hizmet ederek pozisyon kazanmıştı.Işıkara bir liberal olarak oluştur-maya çalıştığı perspektifle geri-ciliğe yatak hazırlamıştı. Devletin sorumluluğunu gözden kaçırıyor, toplumun kendisini suçlamasını

genel bir deprem tablosu oluşturmaya yeni düzenin bilim insanlarından birisi olan ahmet Mete Işıkara ile başlayabiliriz. Malum, bu zat Marmara depremi’nde gösterdiği performansla son 12 yılımızın deprem otoritesi olmuştu. Marmara depremi gerçekleştiğinde Işıkara, kandilli rasathanesi adına televizyon kanallarını mekan edinmiş ve sürekli olarak “depremin önceden anlaşılamayacağını”, “depremle yaşamaya alışmamız gerektiğini” topluma dikte etmişti. Işıkara ve onun gibiler sayesinde yüz binlerce insan depremde ölmemek için hayatına daSk’ı soktu. daSk (devrimci anarşist Sosyalist komünist değildi) bildiğimiz deprem sigortasıydı ve sorumluluğu devletten alıp toplumun sırtına bindiriyordu.

Page 33: Komünist 339

Partili yaŞaM1 ARALIK 2011 SAYI 339KOMÜNİST 33sağlayarak psikolojik travmayı derin-leştiriyor böylece dinci propagandanın ekmeğine yağ sürüyordu. Bizim na-zarımızda ilahı ikaz diye feveran eden gericilerden çok farklı değildi. Yeni düzenimizin bilim alanında oluşturduğu tabloyu görebilmek için Şener Üşümezsoy’a da değinmeliyiz. Üşümezsoy siyasi saikleri olan; Birinci Cumhuriyet’in ideolojisini savunan bir bilim insanı olduğu için de tab-lomuzun bir parçası haline gelmeli. Kovboy şapkası, kısa kollu tişörtü ve şişkin kaslarıyla televizyonda yorum-lar yapan Üşümezsoy, katıldığı bir programda yayına bağlanan muha-bire “Edremit’te, Özalp’te yıkım var mı, Adilcevaz’da yıkım var mı?” diye soruyor, “bunları fayın yerini anlamak için soruyorum” diye ekliyordu. Mu-habir stüdyoda oturan Üşümezsoy’un fayın yerini bu sorularla oradan nasıl anlayacağını anlayamadı ve konu-yu değiştirdi. Buradan çıkardığımız sonuç Üşümezsoy’un bilime yapacağı bir katkının kalmamış olmasıydı ve kendisi magazinin konusu haline gel-mişti. Üşümezsoy kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan ve Kemalizmin en ortodoks sentezlerini üretme misyonu üstlenmiş bir derginin yazarlarındandı. Boşvermişliği, iddiasızlığı, şaklabanlığı genel geçer bir durum değil manidar-dı. Gericiliğe direnemeyip sineye çe-ken diğer birinci cumhuriyetçiler gibi yeni bir kimlik, yeni bir “öz benlik” arı-yordu. Altı okla olmuyorsa, şapka, kas, tişört ve bacak bacak üstüne atarak olur diye düşünüyordu muhtemelen. İkinci Cumhuriyet’te Işıkara ve Üşümezsoy’un sık sık televizyonlara çıkarılmasının da, Ahmet Ercan gibi eleştirel bir dil kullanan bilim insanla-rının sesinin kesilmesinin de kuşkusuz bir anlamı vardı. Yeni bir düzen kuran iktidar bilimi pas geçmeyecek ya Işıka-ra gibi kendisine bağlayacak ya da Üşümezsoy gibi maymuna çevirecekti. Sunulan seçenekler bunlardı.Dikkat çeken bir diğer nokta yeni düzenin medyasıydı. İnsanların çığlık-larını değil de hükümetin bakanlarını ve “yağma görüntüleri” göstermeye çalışan, buna karşın ilerici, sosyalist örgütlenmelerin bölgedeki çalışmala-rını görmezden gelen, ırkçılık için mal-zeme servis eden, BDP’li belediyenin çalışmalarını perdeleyen bir medya… Yıllar önce “basın etiğini yitiriyor mu?” tartışmaları yapılırdı. Bugün bunu tartışmanın bir anlamı yok zira basın kuruluşlarının önemli bir bölümü AKP faşizminin çürütücülüğüne teslim olmuş durumda. Bunun en açık örneğini sadece Müge Anlı vermedi. Kadir Çöpdemir, Ertuğ-rul Özkök ve İskender Pala; “kim ne zaman döndü”, “kim yalpaladı”, “kim daha net döndü” ve “ne güzel dönek-liğimizi rahat rahat konuşuyoruz” mu-habbetini deprem günlerinde yaparak faşizmin sunduğu konforu ferahfeza sergiliyorlardı. Bir ek daha yapmamız lazım.Televizyonda gördüğü “tuvalet ihtiya-cımızı gideremiyoruz” diyen deprem-zedeye, dolabında giymediği tuvaleti yollayarak yardımcı olmaya çalışan

burjuva kılıklı orta sınıflar ve taş, sopa fetişisti faşist gebeşler… Faşizm; her şey bir yana herhalde insanın şiraze-sinden çıkması, ar damarının çatlama-sıydı. Vicdan kararmasıydı.

Tablonun diğer yüzü: Kürt sorunuÖzetle ifade edecek olursak: Türkiye’de hükümet tarafından birkaç yıldır Kürt sorunu söz konusu oldu-ğunda değişmeyen, zaman zaman gösterdiği esnemelerle yanıltıcı olabilen stratejik önemde bir politika uygulanıyor. Bu politikaya göre düzen cephesinde Kürt sorununun çözümü yeni bir “Kürt kimliği” ve “Kürt algısı” yaratmak anlamına geliyor. Piyasa koşulları içerisinde kabul edilebilir, bölgesel çıkarlarla uyumlu bir “Kürt olgusu” ortaya çıkarmak, şimdiye dek AKP hükümetinin adı “çözüm” olan bütün politikaların esas unsuru oldu. Bu politikanın tamamlayıcı aşaması ise “Yeni Kürt Kimliği”ni AKP’nin istediği biçimde tasarlamasına izin vermeyen ve sürecin bir tarafı olma özelliğini koruyan Kürt hareketinin küçültülme-sidir. Amaç Kürt hareketinin kadro-larının, örgütsel işleyişinin ve siyasi üretim mekanizmalarının zayıflatılma-sı, Kürt halkı nezdindeki kudretinin ortadan kaldırılmasıdır. Bu yapılırken BDP merkezli siyasi dayanışmanın da dağıtılması hedeflenmektedir.BDP’ye yönelik KCK operasyonu, bu operasyon kapsamında Ergenekon sürecinde olduğu gibi önemli birçok kişinin gözaltına alınması ve de bu operasyonun sonunun öngörüleme-mesi yukarıda çizilen çerçeve düşü-nüldüğünde normal sayılmalıdır. Hükümet açısından savaşın da barış görüşmelerinin de doğrudan PKK ile yapılabildiği ve bunun Türkiye toplu-munca artık normal karşılandığı bir dönemde BDP siyasi anlamını yitir-mektedir. Bu nedenle Başbakan’ın kısa süre önce söylediği “BDP Meclis’te olsa ne olur, olmasa ne olur” sözleri-nin Erdoğan’ın samimi düşüncelerini yansıttığı düşünülebilir. Yukarıda özetlenen AKP’nin Kürt poli-tikasını Van depremi de değiştiremedi ve insanlık galebe çalamadı. Üstelik tam aksine, AKP depremi fırsata çe-virmeye de çalışarak Kürt hareketine dönük bir “burun kırma” operasyonu-na girişti. Depremin iyice gözümüze soktuğu yoksulluk, Van’a gidip bir gece geçiren bütün herkesin tespit edebildiği bir gerçekti. Evsiz, işsiz kalan, yakınlarını kaybeden on binlerce insan ‘bölge gücü’ olduğunu söyleyip yardım-ları reddeden ve üç beş gün içinde ‘bölge balonu’ olduğunu düşündüren AKP’nin siyasi emellerinin kurbanı oldu.Van’a aktarılan devlet olanaklarını ve Türkiye’nin her yerinden gönderilen yardımları öncelikle kendi seçmenleri-ne dağıtan hükümet, bu yardımlardan yararlanmak isteyenleri adım başı ku-rulan cemaat çadırlarına yönlendiriyor, bunların dışında kalanları ise “kafanız-daki ve kurgularınızdaki devlete gidin” diyerek cezalandırıyordu. Vanlıların

depremzede olması onların emekçi ve Kürt olduğu gerçeğini, AKP’nin de suskun, itaatkâr toplum oluşturma projesini değiştirmedi.Depreme yaklaşımını Kürt sorununa dönük tavrından ayrı tutmayan AKP, BDP’yi de bu cenderenin, taraflaşma-nın bir parçası haline getirdi. Depremin ilk saatlerinde kente giden Başbakan’ın Belediye Başkanı’nı dışla-ması birinci örnek oldu. AKP, BDP’nin sadece siyasi temsilcilerini değil BDP’li olan herkesi aynı uygulamaya tabi tuttu. Erciş’te hükümetin aç bıraktığı Kürt beldesi Çelebibağ’ı Diyarbakır Belediyesi doyurmaya çalışıyordu. Sonrasında yapılan eleştirilere, Van Valisi’nin bütün rezilliğin sorumlusu olarak ortada kalmasına rağmen BDP ile eşit bir düzlemde buluşmamaya özen gösterildi. AKP’ye maddi yanıt üretmeye çalışan ve kendi seçmenlerini sahiplenen BDP ise bütün desteğe ve iyi niyetli çalışmalarına rağmen devletin sahip olduğu olanakların haliyle çok gerisin-de kaldı.

Depremin ortaya çıkardıkları…Deprem, kapitalizmde yaşanan her fe-laket gibi yoksul emekçi halkın hayatı-nı ciddi tahribatlar yaratarak değiştir-di. Sadece göç rakamları Van halkının cefasını yansıtmaya yeter de artar bile. İşgalden sonra yapılan bir Birleşmiş Milletler araştırmasına göre Irak’ı her gün 2000 kişinin terk ettiği tespit edil-miş ve bu 2. Dünya Savaşı’ndan sonra en büyük göç hareketi olarak kabul edilmişti. Van’ı ise bir ayda 500 bine yakın insan terk etti. Bir milyonluk bir kentin yarasını sarma hünerini ve isteğini göstermeyen Devlet savaş ve işgal koşullarındaymış gibi yüz binler-ce insanı bilmedikleri, düşünmedikleri, istemedikleri bir yaşama zorunlu kıldı.Kocaman gözlü Yunus, çadırlarında çıkan yangından ya da soğuktan ölen Bahar, İsmail, Mikail, Öznur ve Deniz, zatürre olan yüzlerce güzel çocuk, AKP gericiliğinin 21. Yüzyıla sadece Osmanlı’yı değil verem hastalığını da geri getireceğinin en acı örnekleri oldular.Ve kadınlar... Enkaz altında kalan çocuğunu bulmak için yüzlerce kilo-

metre öteye başka bir şehre gelerek yıkılmış binaları dolaşan, kışın ortasın-da ayağında patik üstü terlik, elinde çocuğu çadırları gezip yardım isteyen, evi varken evinden çıkarılmayan, şimdi çadırın içine tıkılan, yemeğini bile yalnız, erkek olmayan bir yerde yemek zorunda olan gericiliğin kurbanı kadınlar… En az onlar umursamaz olabiliyorlar.Günlerce aç ve soğukta kalan, depre-min ilk günü özel hastaneleri kapı-duvar bulup devlet hastanesinde tedavi olmaya çalışan; kendileri için yardımdan önce özel eğitimli çevik kuvvet polisi gönderilen, gelen yar-dımlara el koyup depolayan Valiliğe tepki olarak kamyonların üzerine çıkıp malzemeleri dağıttığı için yağmacı olarak suçlanan yoksul insanlar… “Vali istifa” dediği, Beşir Atalay’ın “Dinleye-cek misiniz?” tehdidine sloganla kar-şılık verdiği için coplanan, biber gazı sıkılan, “provokatör bunlar, depremze-de değil” diye suçlanan depremzede-ler… Kapitalizmin insanlığı düşürdüğü durumun göstergesi oldular. Bu karanlık tabloda yüzümüzü aydın-latan, insanlığın geleceğinin henüz kararmadığını gösteren ve hem Van’a hem de ülkemize karşı sorumlulukla-rımızı unutturmayacak olan örnekler de vardı… Japonya’dan, Meksika’dan başka birçok ülkeden Van’a gelen ve hü-kümetin “size ihtiyaç yok” demesine karşın kurtarma çalışmalarına katılan, depremzedelere sıkılan biber gazını onlarla birlikte paylaşan kurtarma ekipleri, itfaiye işçileri, belediye işçileri, ülkenin her yanından yardım çalışma-larına destek olan milyonlarca değerli insan…Depremin olduğu ilk anda parti bina-larına koşan, yoldaşlarına ulaşmaya çalışan, bölgeye yardım toplamak için seferber olan, topladıkları yardımları kimsenin sahip çıkmadığı mültecilere, eşitçe, ihtiyaç sahibinin kime oy verdi-ğini önemsemeden dağıtan, gittikleri köylerde “biz komünistiz” deyince “estağfurullah” yanıtı ve samimi teşek-kürler alan, yıkılan binadan saniyelerle kurtulan onurlu komünistler…

Onur ALGÜN

Page 34: Komünist 339

Deri Değiştirmeden YaşamakMustafa Kemal Erdemol

“ (…) Erdemol’un kitabı biraz işte bu tarihin savrulmuş insanlarına, döneklerine, ruhlarını atmış ya da kiraya vermiş olanlarına dairdir. Çokturlar, korkutacak kadar çokturlar, çünkü kendi başına bir şey olmayanlar, desteklerini zorbaların hizmetine verdikleri zaman bir şey olurlar.Erdemol derisini sık sık değiştirenleri anlatıyor, ama asıl hedefinin onlar olduğunu da söyleyemeyiz. Peki gerçekten ne anlatıyor?Mustafa Kemal Erdemol, şu geçen zaman içinde geçmişten bugüne geniş bir alan içinde karşı olduğu insanları, durumları anlatıyor. İyi de anlatıyor. Neden karşı olduğunu anlatıyor, karşı olduklarının ciğerlerine neşter vuruyor,kurumuş yüreklerini masanın üzerine fırlatıyor.”

Güray Öz

Yazar: Mustafa Kemal ErdemolYazılama Sıra No: 49Dizi: Yaşamın İçindenKapak: Gökçe ErbilSayfa Sayısı: 213Ebatı: 13,5x21Fiyatı: 15 TL

Sosyalizmin Ön Koşulları ve Sosyal Demokrasinin GörevleriEduard Bernstein

“Bernstein (...) gerçekten de ‘revizyonizmin babası’ sayılabilir mi? Bu sorunun yanıtı, tereddütsüz bir ‘evet’ olmalıdır. Bir kere Bernstein, bir dönem Marksizm dendiğinde en yetkin kişi, ‘otorite’ sayılmıştır. Başka bir deyişle Bernstein,

dışarıdan herhangi bir eleştirmen değil, içinden geldiği, baş temsilcisi sayıldığı bir düşünce sistemine kimi yönleriyle bayrak açan ilk ve en önemli figürdür. İkincisi, aradan geçen yüzyılı aşkın süreye karşın bugün bile Marx’a veMarksizm’e

yönelik eleştirilerin, zamanında Bernstein’ın yüklendiği noktaların fazla ötesine geçtiği söylenemez. Bernstein bu nedenlerle ‘revizyonizmin babası’ tanımını hak etmektedir. Aradan geçen uzun süre ve bugünkü Marksizm eleştirmenleri

düşünüldüğünde ‘revizyonizmin büyük dedesi’ bile denilebilir.”

Metin Çulhaoğlu’nun sunumundan

Yazar: Eduard BernsteinÇevirmen: Levent Bakaç

Yazılama Sıra No: 50Dizi: Teorik Bakış

Kapak: Gökçe ErbilSayfa Sayısı: 232

Ebatı: 13,5x21Fiyatı: 15 TL

Üç Enternasyonalin Tarihi1848’den 1955’e dünya sosyalist ve komünist hareketleriWilliam Z. Foster

Bu kitap ABD’nin en önemli Marksistlerinden birisinin, ABD Komünist Partisi’nin liderliğini yirmi yıl boyunca üstlenmiş Willi-am Z. Foster’ın kaleminden çıktı. Yazıldığı dönemin siyasal atmosferini yansıtırken Marx ve Engels’ten Lenin’e, emeğin ulus-lararası mücadele tarihinin en önemli dönemeçlerini ele alan bu çalışma bir komünist olarak Foster’ın kişisel mücadelesini de renkli bir biçimde sergiliyor. Kitapta zaferi, ihaneti, teorik ve pratik yol ayrımlarını, uluslararası hareketin iniş-çıkışlarını yakından takip etme olanağı bulacaksınız. Her üç enternasyonalin tüm önemli tartışma başlıklarını ve kişiliklerini önümüze seren Üç Enternasyonalin Tarihi, döneme ilişkin ilk okumalarını yapanlar kadar uzman araştırmacılar için de oldukça verimli bir kaynak.

Yazar: William Z. FosterÇeviren: Can SadayYayına Hazırlayan: Nevzat Evrim ÖnalYazılama Sıra No: 51Dizi: Dünyaya PencereKapak: Gökçe ErbilSayfa Sayısı: 539Ebatı: 23x16,5Fiyatı: 30 TL

yazılamaya çağırıyoruz...

Page 35: Komünist 339

“En koktuğum ve en tehlikeli gördüğüm şey bu. (“Sloganvari bir sinemaya dönüşme riski”ni soruyor ntvmsnbc muhabiri, ne demekse. Korkunç bir şey olduğu hissediliyor.) Çünkü ne kadar ağır bir konuyu işlersem işleyeyim politika yapmıyorum, sinema ya-pıyorum ben. Sinemanın kendisini asla araç olarak görmüyorum. Bu dikkat ettiğim bir şey. Evet, çok ağır meseleler ama sanat insanı anlatır. Diğer yandan propaganda yapmamak için hiçbir şeye bulaş-mamak da bir tehlike. O yüzden durduğum yeri bilerek ama açık davranarak, dokunmam gereken yerlere, insanlara dokunarak bir araştırma sürecine giriyorum. Ve filmi yaparken anlatıyor gibi değil de öğrenmek isteyerek yapmaya çalışıyorum. Sadece gördüğüm değil, benim de göremediğim, görünür olan değil ‘görünmeyen süreçleri nasıl anlayabilirim’i de düşünüyorum. Senaryo yazmanın yarısı bu oluyor benim için. Bunu yaşayan insanlarla görüşmek, ne

hissettiklerini bilmek gibi... Zaten bunu yaptığınız zaman sanat tarafında duruyorsunuz. Bıçak sırtı yerde yürümeye çalı-şıyorum. Ama açıkça söylemek gerekirse bu film ‘Sonbahar’a göre çok daha zordu. Çünkü bıçak sırtı yerde iki tarafa da kayabilir insan. Böyle çok ağır politik bir meselede travmayı anlatamama hatasına da düşebilirsiniz. Buna da müsait bir konu. Çok uzağımda bir mesele olarak da görmedim hiçbir zaman. Kürt meselesi aynı zamanda benim de meselem. Kürtçe anadilde eğitim ne ise, bir Hemşinli olarak benim için anadilde eğitim de o kadar acil ve önemli. Yok olmakta olan bir dilin ne ifade ettiğini biliyorum.”Özcan Alper, “Gelecek Uzun Sürer” adlı filmiyle ilgili pek çok söyleşide kendi durduğu konumu ve sinemasını anlattı. Tümünü okuduğumu iddia edemeye-ceğim, ama yeterince okudum. Yukarıdaki alıntı Alper’i iyi ifade ediyor.

Umutsuz da olsa insanSanatın insanı anlatması… Politik ağırlığı olan meseleleri seçmesi-nin sebebini buralarda bulabiliriz. Başka yerde “insan” kalmamış durumda çünkü. Sonbahar’da çaresiz insanı anlatmanın nasıl bir “sinema” ürünüyle sonuçlandığı-nı gözlemleyebiliyoruz. Çaresiz, umutsuz ama insan işte; Alper an-latacak insanı bulmuştu. Onu “in-sanların anlayacağı dilde” anlat-mayı da becermişti. Sonbahar’daki kahramanının, kendisinin de daha iyi kavradığı bir “insan” olduğunu sanıyorum. “Gelecek uzun sürer”e gelin-ce… Burada biraz zor bir alana giriyoruz. Özcan Alper’in “insan hikayesi” politikanın ağırlığı al-tından çıkamıyor. Çıkamaz da. Bu örnekte, bu çıkmazın, yönetmeni aslında pek de benimseyeme-yeceği bir siyasi konuma sürük-lediğini gözlüyoruz. -Samimi olduğuna inandığım için böyle yazıyorum, yoksa bu ülkede ‘po-litik sinemacı’ iddiası taşıyan bir liberal/istismarcı kanal gelişebi-lir ve buradan daha çok “genç yetenek” çıkabilir, o başka.Her şeyden biraz “fazla” varSanıyorum Alper, “bıçak sır-tında” ilerledikçe çareyi insan hikayesini bulanıklaştırıp filme “her şeyi, kabul edilebilir ölçüde” yerleştirmekte bulmuş. Sonuçta ortada hikaye kalmamış, politi-ka da öyle olunca kendi yolunu bulmuş. Tam da Avrupalıların pek beğeneceği bir “film” ortaya çıkmış. Türkiye’nin insanı içinse –liberal ve Avrupacıları dışında tutuyoruz- biraz “yabancı” bir anlatım olmuş. (Hopalı Sumru –“gerçek”liğini tartışmıyorum ama- yerine Kopenhaglı Susan geçseydi, ne değişirdi? sorusunu sorabiliriz) Ortada bir savaş var, savaşan taraflar var, süregiden bir mücadele var. Özcan Alper’in –“Bunca olaya, işkencelere, faili meçhullere, ceset tarlalarına, ya-kılan köylere rağmen, sinemada, edebiyatta –müziği ayrı tutuyo-rum çünkü onlar bu konuda her zaman öncü oldular– yaptıklarımız bana çok az geliyor. Bu hikayele-rin, bu kadar az yer bulması asıl sorun bence”- dediği realitenin olmazsa olmazları. Ama biz bunla-ra Brüksel’den bakıyoruz. Brüksel gözlükleriyle bakıyoruz.İndirgeyecek olursak; Kürt sorunu, bir Batılıya, bir Batılı gözünden,

bir Batılı dilinden ve alçak sesle duyurulmuş olmuş. Ama bu zaten yapılıyor. Hatta bunun üzerinden çok pis pazarlıklar da yapılıyor. Bir de sinema alanından yapılması gerekli mi? Alper’in sinema ala-nında tarif ettiği boşluk “buradan” mı doldurulmalıydı? Özcan Alper, sinemaya araç olarak bakmadığını söylüyor. Ancak siyasete de araç olarak bakmamak gerekiyor. Kimi konular ağırdır gerçekten ve alan parsellenmiş-tir. Kürt sorununa değen bir film nasıl yapılır ve tarif edilen eksiklik nasıl giderilir? Bunun yanıtının kolayca verilebileceğini sanmı-yorum. Tartışmanın düzleminin siyasete kayacağı ve asıl sorunun burada düğümlendiği söylene-bilir. Sinema açısından ise, belki de yine Alper’in saptaması daha doğrudur: “Güneydoğu’da da inanılmaz bir genç kuşak yetişiyor. Hatta mağdurların kendisi kame-rayı eline almaya başlıyor. Esas önemsediğim bu. Bu taraftakiler de yapmalı ama asıl onların kendi hikayelerini anlatması sinemaya çok şey katacaktır.”Kurda-kuşa araç olmasınSiyaset sanattan, sanat siyasetten rol çalmamalı. Kastedilen “ba-ğımsızlık” meselesi değil elbette. Burada “sloganvari sinema” nite-lemesinin tümüyle bir kampanya konusu olduğunu ve kabak tadı verdiğini not ederek geçelim. Sistemin/piyasanın sinema üzerin-deki hakimiyet araçlarını; yönet-menin “kendiliğinden” ideolojisini; tüm bunlara karşın neyin “bağım-sızlığından” söz ettiğimizi; niye ısrarla “slogan” kodlamasıyla so-lun refere edildiğini ve sinemanın soldan bağımsızlaştırılması için bu kadar çaba harcandığını; solun niye ısrarla “slogancılıktan çok korkarım” özürcülüğüne başvur-duğunu; vs.vs. tartışmıyoruz. Si-nemanın nerede başlayıp bittiğini, siyasetin nerede devreye girdiğini –ya da tersi- de tam saptayamı-yoruz. Ama “Gelecek uzun sürer” örneğini incelediğimizde, siyasi bir alanda, insanı ararken, “doku-narak geçme”nin tehlikeli olduğu sonucunu netleştirebiliyoruz. En azından Özcan Alper’in “asla araç olarak görmediği” sinemasının kurda-kuşa “araç olması” ihtima-lini yüksek görebiliyoruz. Öyle olunca, ne insan, ne cesaret, ne sorumluluk, ne sinema, ne sanat anlamını buluyor. İnsana, cesarete, sorumluluğa, sinemaya ve sanata dair umudumuzu ise yitirmemek gerekiyor.

Gamze ERBİL

• Alıntılar ntvmsnb’de 11 Kasım’da yayım-lanan söyleşiden: http://www.ntvmsnbc.com/id/25295770/

yaratIM1 ARALIK 2011 SAYI 339KOMÜNİST 35

Sinema, siyasete ‘teğet’ geçince…Özcan alper, sinemaya araç olarak bakmadığını söylüyor. ancak siyasete de araç olarak bakmamak

gerekiyor. kimi konular ağırdır gerçekten ve alan parsellenmiştir. kürt sorununa değen bir film nasıl yapılır ve tarif edilen eksiklik nasıl giderilir? Bunun yanıtının kolayca verilebileceğini sanmıyorum.

tartışmanın düzleminin siyasete kayacağı ve asıl sorunun burada düğümlendiği söylenebilir.

Page 36: Komünist 339

Sanat ve SiyaSet 1 ARALIK 2011 SAYI 339 KOMÜNİST36

Sanat-siyaset ilişkisinde aklımıza neden “parti komiserleri” geliyor?

Partili gibi üretmek, partili gibi tartışmak!

“Bütünüyle katıldığı”nı söy-leyenler de vardı, “rezervleri olduğu”nu kibarca hissettirenler de... Kimilerine göreyse bu yak-laşım yaratıcılığı öldürürdü. He-nüz tartışmayı örgütleyemediği-miz için neye katılındığını, neye itiraz edildiğini bilemiyorum ama hiç değilse mutlak sessiz-likle karşılanmadı sanat-siyaset ilişkisi üzerine Komünist’te yazılanlar. Yeni (en azından partimiz için) soru ve sorunların da gündeme geldiğini sevine-rek gördük. Kendi hesabıma, bunların bir bölümüne, özellikle yazdıklarımdan hareketle bana yöneltilenlere yanıt vermek, dü-şündüklerimi açmak istiyorum.

Sanatsal yaratıcılığa siyasal müdahalelerle yön vermeye çalışmak sanatın doğasına aykırı değil mi?Sanat, boşlukta sallanan, doku-nulmazlıkları olan bir alan değil ki! Sürekli müdahale ediliyor o alana. Bizim buna yanıtımız “sanatı rahat bırakın” olmayacak herhalde. Bunun karşılığı obu-lunmadığı için bir, dünyayı de-ğiştirme mücadelemizde sanata gereksinimimiz olacağı için iki... Sanatın ortaya çıkış nedenlerini, sonrasında sanatın yüceldiği dö-nemlerin özelliklerini ve sanatın üstlendiği işlevleri unuttuğu-muzu düşünüyorum. İnsanlığın gelişmesiyle birlikte soyutlama yeteneğinin de gelişmesi, sana-tın köken ve işlevlerinin flulaş-masına yol açmış olabilir ama bugün “sanat”ı farklı ve bağım-sız bir düzleme yerleştiren temel etmen, kesinlikle ve kesinlikle çürüyen, çoktan tarihin çöplü-ğüne atılması gereken bir sınıfın sanatı bir “geciktirici” olarak kullanmak istemesi ve bunu iyi becermesidir. Bugünkü “sa-natsal beğeni”, geçmiş mirasla nasıl bağlar kurulursa kurulsun,

burjuvazinin tam da istediği gibi şekillenmiştir. Sanatın kendini ideolojisiz ve siyasetsiz kılarak burjuva sınıfının çıkarlarına daha az hizmet edeceğini, kendine steril bir alan yaratabildiği-ni, bunun değerlendirilmesi gerektiğini düşünenler yanılıyor. Sözü ve geleceği olmayan bir sınıfın elinde tamamen popüler tüketim unsurlarından “teknik” mükemmelliğin teşhir edildiği “rafine” ürünlere kadar, bütün skala sermayenin tekelindedir. Biliyoruz ki, büyük toplumsal dönüşümler, örneğin burjuva devrimleri sanat alanında ilk başta yadırganan yeni ifade biçimlerine, ancak devrimci bir içeriğin ortaya atabileceği yeni yaratıcı tekniklere yol verdi. Bu karmaşık dönemin hemen ardından, yeni atılımın gelişkin estetik örneklerinin sergilendi-ği, deyim yerindeyse devrimin kendi klasiklerini, standartla-rını ortaya çıkardığı bir başka yaratıcı döneme geçildi. Arada Ekim Devrimi, sonrasında onun yarım kalan “istikrarlı yaratıcılık” evresi var. Şimdi ise yalnızca ve yalnızca çürümeden söz edi-yoruz. Sanatın doğasından söz edeceksek, bu çürümenin de doğal olduğunu bileceğiz. Sa-natın iç dinamikleri bu çürümeyi durduramaz.

Bu durumda, devrimler çağınden bugüne taşınan “miras”a yaslanarak çürümeye karşı duramaz mıyız?Bu mirasın değerini kimse sorgulayamaz. Öte yandan eski Yunan’dan başlayarak sanatın ciddi toplumsal roller üstlendi-ği ve yeni çağların açılmasına yardımcı olduğu tüm tarihsel dönemler, kendi önceliklerine sahip oldukları gibi, toplumsal mücadele, toplumsal üretim ve toplumsal yaşam bağlamında

özgün fotoğraflar veriyorlardı. Biz geçmişteki sanatsal yaratı-cılığı, kendi tarihsel koşullarıyla kurduğu ilişki üzerinden de-ğerlendiririz, miras dediğimiz şey aslında tam da budur ama bütün bunlar bugün bu mirası kendi niyetimize istediğimiz gibi koşabileceğimiz anlamına gelmez. Kapitalizm mutlaka alt edilecek. Çok direndiği ve çok çürüttüğü için, bu tarihsel işlem muazzam bir enerji ortaya çıkaracak. Sermaye diktatörlü-ğü ile hesabı olan emekçi sınıf hareketinin, bu hesaplaşma sırasında, etkisi bütün topluma yayılan ideolojik ve kültürel bir yenilenmeye yol açacağını ra-hatlıkla düşünebiliriz. Bu mevcut “beğeni”, mevcut “standartlar”la asla yapılamaz. Şimdi bu hesap-laşmanın “düşük yoğunluk”lu ama her an ivme azanabilecek etabındayken sanat anlayışımızı gerçekten gözden geçirmemiz gerekiyor.

Yeni bir atılım için eskinin özümsenmesi gerekmiyor mu? Sanatsal yaratıcılığın bir alt yapısı yok mu ve bu bir eğitim konusu değil mi?Buna kim itiraz edebilir? Sanat-sal yaratıcılığın alt yapısında yetenek ve birikim varsa, bun-ların gelişiminde “öğrenme”nin payını nasıl küçümseyebiliriz ki? Ancak “eğitim”in pekala mirasın popüler tüketim kalıplarına so-kulması ya da teknisist bir mü-kemmelliyetçilikle içinin boşaltıl-masına hizmet edebileceğini de unutmamalıyız. “Önce fırçanın nasıl tutulacağı öğretilmeli” evet ama ondan da önce fırçanın hangi amaçla tutulacağına karar verilmelidir, fırçanın nasıl tutula-cağı da buna göre değişecektir... Biliyoruz ki, devrimci dönemler mevcut sanatsal kalıpların da altüst olduğu dönemlerdir. Yeni

araçların kullanıma sokulması, eskilerin bambaşka amaçlar için değerlendirilmesi “teknik” keşiflerden çok, çağın dilinde, gereksindiği duygulanımda ortaya çıkan çarpıcı değişimle ilgilidir. Somut konuşalım, hep hatırlatmak durumunda kalıyo-rum, biz bir partiyiz ve doğal olarak bu meseleyi bir parti gibi değerlendirmek durumundayız. Bana göre, konvansiyonel eğitim süreçlerinin dışında (ki buna itirazım kesinlikle yok) en iyi eği-tim, projeler üzerinden, üretim üzerinden yürütülecek eğitimdir. Burjuvazinin dayattığı kalıplar-dan uzaklaşmanın yolu budur ve bu anlamda parti sanatçıya büyük ufuklar açabilir.

Ama bu projelendirme ve onu değerlendirme işlemi sırasında “parti adına” söz söyleme yetkisini kendinde gören ya da gerçekten böyle bir yetkiyle hareket eden “komiserlerin” yaratıcılığı boğma tehlikesi yok mu?İnisiyatif almayı, üretkenliği, ka-tılımı, gelişkin düşünceyi engel-leyen bir yönetme tarzı, partili mücadelenin bütün alanlarını tehdit eder. Biz de bu sorunlar-dan nasibimizi alıyoruz, bunları ortadan kaldırmaya çabalıyoruz. Sanat-siyaset ilişkisi ya da partili sanat anlayışı dendiğinde akla “parti komiserleri”nin gelme-si son derece saçma, üzücü. İnsanlar ve bu arada sanatçılar partiye gönüllü olarak geliyor ve yaşamlarını, yaratıcı enerjilerini partinin hedeflerine koşmayı ta-ahhüt ediyorlar, bunu istiyorlar. Bu ilişki “ben bir düzlemde par-tiliyim ama sanatım söz konusu olduğunda ben sanatçıyım” diyerek kurulamaz. “Ben sanat-çıyım, üretirim, parti de yararla-nabiliyorsa bundan yararlansın” da olacak şey değildir. Partinin sanatçının ufkunu daraltacağına, bu nedenle sanatçının “göreli özerk” bir düzlemde hareket etmesi gerektiğine ilişkin düşün-celerin zararlı olduğuna inanıyo-rum. Bunu sendikacı da düşüne-bilir, düşünüyor ve sorun çıkıyor; bunu akademisyen de düşüne-bilir, düşünüyor ve sorun çıkıyor! Kimin ne kadar özerk olduğuna

komünist’te devrimci sanat anlayışı üzerine yazmış olduğum yazıların ilgi çekmesi olumlu bir gelişme. Bununla birlikte bu konuların sağlıklı bir biçimde tartışıldığını, daha da ötesi yeterince tartışıldığını düşünmüyorum. tkP’nin bu tartışmayı sağlıklı bir biçimde yürütecek birikim ve kaynakları var, dahası böyle bir sorumluluğu var.

Page 37: Komünist 339

Sanat ve SiyaSet1 ARALIK 2011 SAYI 339KOMÜNİST 37kafa yoracağımıza partinin iç doku-sunu üretimi, yaratıcılığı teşvik eder hale getirmemiz gerekiyor. Bunun tek yolu var: Kolektif mücadelemizle bağ kurarak, onu veri alarak! Bu bağı ko-miserler kurmayacak, öncelikle partili sanatçılar kuracak, kendilerine özerk alanlar yaratmak için değil, farklı kulvarlardan burjuva ideolojisine karşı sanatı silah olarak nasıl daha etkili kullanabiliriz sorusuna yanıt arayarak, burada denemeler yaparak, tartış-maya ve görüşlere tahammül ederek, kolektif biçimleri zorlayarak. Dost acı söyler, bugün partili sanatçıları, yakın sanatçı dostlarımızı bıktırmak, küs-türmek, yıldırmak için parti komi-serlerine ihtiyaç yok ki! Bunu zaten, alanı iyi örgütlemediğimiz, ne için ürettiğimizi zaman zaman unuttuğu-muz için “sanatçı birikimimiz” kendi kendine yapıyor. Üretimi planlamayı, akıl ortaklığını “müdahale” olarak mı göreceğiz? O zaman partililik, devrimcilik nerede kalır? Tartışmayı “bence olmamış” türü yargı beyanları-na mı indirgeyeceğiz, yoksa yaratıcısı, eleştirmeni, izleyicisi, okuru, dinleyici-si hep beraber sağlıklı, yapıcı, dostça bir “değerlendirme” süreci mi örgüt-leyeceğiz? Kaç roman yazarımız var, dahası parti üyesi olarak kaç roman yazıldı da Ozan Özgür’ün olağanüstü emek ürünü Gecenin Kapıları’nı bu kadar az tartışma lüksünü kullandık! Kaan Arslanoğlu’nun aynı zamanda roman yazdığını onca serzenişten ve sonunda partiyi romanın tam da göbeğine çakıp herkesi ilgilenmeye mecbur bırakmasından sonra hatırla-mak ayıp olmadı mı? Parti gündemine en fazla giren eser olarak Devrimden Sonra’yı gerçekten verimli ve ilerletici bir biçimde tartıştığımızı düşünü-yor muyuz? Orhan Aydın’ın, Metin Coşkun’un çabalarını, diğer tiyatrocu-larımızı, belgesel filmlerimizi, Nazım Kumpanya’yı, Beyoğlu Kumpanya’yı... Nihat Behram’ın her dizesi, her sözcü-ğü “devrim” için kurulmuş şiirlerini okuyup büyük ustaya kaçımız teşek-kür etti, kaçımız birkaç sayfa eleştiri ulaştırdı? Şöyle de sorabilirim: Partili kaç sanatçı bunları yaptı? Komiserlere ihtiyacımız yok, bu partide komiserle-re yer de yok. Ama önce sanat alanını başıboşluktan kurtarmalıyız.

Devrimci sanatçının şu toplumsal misyonlarla, şu duyguları harekete geçirmek için üretmesi gerektiğini söylemek, yaratıcılığa müdahale değil mi?Bunlar tartışılsın ve ortak aklımız oluşsun. “Bugün sanat katmalı, umut aşılamalı, kapsamalı, heyecan vermeli” önermesi de tartışılsın. İnanan varsa, “hayır bugün toplumun yaşadığı acı-lar öncelikle dillendirilmeli” deniyorsa, bu da söylensin. Ama bir yön bulalım, boşa konuşmayalım. Bir de sanatı ve sanatçıyı sırça köşke bari biz yerleş-tirmeyelim. Bütün devrimci dönem-lerde, gönüllü olarak bu dönemlerin ruhuna uygun olarak üretenlerin yanı sıra belli dayatmalarla, hatta siparişle toplumu şekillendirme uğraşına katı-

lan sanatçılara rastlanmıştır. Lunaçars-kiy bir konuşmasında Jakobenlerin devrim fikirlerini yaymak için kitle konserleri düzenlediğini, dönemin birçok müzisyeninin bu konserler için bestelediğini, Beethoven’ın da bu çabalardan etkilendiğini söyler. 1800‘ler klasik müziğin doruğuy-sa, bu devrimle besteci arasındaki bağlarla ilgili. Bugün toplumsal çürümeden söz ediyoruz, insanların bireycileştiğinden, karamsarlığından, neşelenmeyi ise ancak aptallaşma-ya koşut becerebildiğinden. Hal böyleyse, bizim sanatımızın buraya müdahale etmesi gerekir. Çağımız çıkışsızlığın, mahkumiyetin en büyük din olduğu bir çağsa, sanatımız ele aldığı sorunları, üzerinde hareket ettiği çelişkileri bir yere bağlamak durumundadır. Bu devrimci sorumlu-luğumuzdur; sinemamız, romanımız, şiirimiz, şarkımız, resmimiz, fotoğ-rafımız insanı toplumsal koşullarla baş başa bırakmamalı, cümleyi yarım kesmemelidir. Ernst Fischer sanat

ile büyü arasındaki ilişkiyi ortaya koyarken, “şimdi de ezilen sınıfların ayağa kalkması için büyü yapmak” gerekir der. Güzel! Artık hangi kalıp-ların, hangi enstrümanın, hangi ses dizilerinin insanda hangi duyguları ortaya çıkardığını ölçebiliyorlar. Her-hangi bir ezgiye uygun sözler monte ederek devrimci müziğe ulaşılmıyor yani. Görsel efektlerin insanda neleri harekete geçirdiği de neredeyse bilimsel kesinlik kazanıyor. Ekim Devrimi’nden sonra korolara ağır-lık verilmesinin yalnızca “eğitsel” yanıyla ya da “kolektif”liğiyle ilgili olduğunu mu düşünüyoruz? Koro-ların “daha ikna edici” olduğunu, bu nedenle özellikle önemsendiğini bir kenara not edelim derim. Sovyet şarkılarında bu nedenle nakaratların çoğunlukla solistlere değil korolara bırakıldığını da... Bunlar işin teknik kısmı... Ama öte yandan devrimci sanatı bu teknik özellikler de bağ-lıyor. Evet, açık ki, bu teknikleri de tartışmalıyız.

Sonuç?1935 yılında ABD Komünist Partisi tarafından örgütlenen Birinci Amerikalı Yazarlar Kongresi’nde Earl Browder “iyi yazarları alıp onlardan kötü grev liderle-ri yaratmak istemiyoruz” derken, sanatçı ve aydınlarla ilişkisinde “havlu atmak-ta” olan bir partinin temsilcisi olarak konuşuyordu. Oysa kimsenin böyle bir niyeti yoktu, hakkını aramak için greve çıkacak, çıkması gereken sanat emekçisi de bir güzel değersizleştiriliyordu bu anlamsız lafla. Bizim de TKP olarak iyi yazarlara, iyi sanatçılara; devrimci sanat eserlerine ihtiyacımız var. Hedefe kilit-lenmek, üretmek ve her daim tartışmak durumundayız. Komiser hayaletiyle boğuşarak bunu beceremeyiz. Hem ilk komiser bildiğiniz gibi Lunaçarskiy’di... Herhangi bir makale ya da konuşma-sını alıp okuyun, sözgelimi “Beethoven Bizim İçin Neden Değerlidir”i... Bizim devrimci sanatçılarımız olmalı... Komi-serlerimiz olmasın tamam ama Luna-çarskiy gibi siyasetçilerimiz?

“insan kölecilik düşüncesini istediği biçimde, uygun bir biçimde yansıtabilir, ama bu, proletaryanın zor hoşuna gider; buna karşın, hiç de uygun bir şekilde dile getirilmemiş köle ayaklanması düşüncesi, ona son derece sempatik gelecektir.” anatoliy lunaçarskiy-Sovyetler Birliği’nin aydınlanma komiseri

K. OKUYAN

Page 38: Komünist 339

Partili yaŞaM 1 ARALIK 2011 SAYI 339 KOMÜNİST38

Örgütlenme hamlesi çok boyutludur

Üye güncellemesi parti üyelerini daha verimli kılma amacını taşıyorTKP geçmiş yıllarda birkaç kez “üyelik yenileme” kararı almış, bunu hayata geçir-miş, kağıt üzerinde üyeliği sona erdirmişti. 2011 yılı tamamlanırken girişilen “üye güncelleme”de ise asıl hedef tüm parti üyele-rinin işlevlendirilmesi. Tek bir parti üyesinin dahi atıl kalmaması için” önlem alı-nırken, burada örgüt yöne-ticilerine ve birim sekreter-lerine özel bir sorumluluk düşmekte.

daha güçlü bir örgüt, partileriyle daha barışık mücadeleci üyeler, daha fazla tkP’li ve daha etkili bir parti siyaseti...

TKP’nin Sesi daha somut ve vurucu olacakYeni dönemin en temel araçlarından olan TKP’nin Sesi’nin daha etkili bir bi-çimde kullanılması için örgütsel önlemler alınırken, bu yayının parti siyasetinin genel doğrularından çok, somut başlıklara yoğunlaş-ması, o başlıklarda parti ça-lışmalarını güçlendirmesi ve yakın çevremize ışık tutması hedefleniyor.

Partiyi tanıtıcı broşürTürkiye Komünist Partisi’nin örgütlenme hamlesinde kullanılmak üzere partinin hedeflerini, partinin ilkelerini ve parti yaşamını özlü bir biçimde yansıtan bir broşür hazır-landı. Bu broşür ilk elde Aralık sonuna kadar yo-ğun bir biçimde kullanıla-cak ve bu dönem boyunca TKP’nin Sesi yayınlanma-yacak.

Yeni bir seslenme ve tavır aracıPartinin günlük siyasi yaklaşımlarını hızlı bir bi-çimde yaymak, partiyi bu yaklaşımlar doğrultusun-da gerektiğinde çabuk bir biçimde konumlandırmak amacıyla hafta içi her gün saat 17’de kısa, çarpıcı, siyasi iktidar ve diğer bur-juva aktörlere yanıt üreten açıklamalar yapılacak. Bu açıklamaların geniş bir ke-sime ulaşması için her tür araçtan yararlanılacak ve yeni medya unsurları parti yaşamına sokulacak.

TKP’nin SesiDünyada demagojiye kendini

kaptıran, yoksulluktan köleleşerek

kurtulmaya çalışan kitleler az

değil. Ama demagojiden uyanan,

yoksulluğa isyan eden, örgütlenen

örnekler de çok. Bizim ülkemiz

hangi kategoriye girecek?

2 Aralık 2011

Önümüzdeki haftadan itibaren TKP’nin Sesi iki haftalığına yayınına

ara verecek. Ama yerini bütün ülkede yaygın olarak dağıtacağımız

bir tanıtım broşürüne bırakacak.

Türkiye Komünist Partisi Haziran seçimlerinin kararttığı, cumhuriye-

tin düpedüz yıkıldığı, baskıların her alanda sistematik biçimde arttığı

2011 yılının bu karamsarlıkla kapanmasına razı değil.

TKP Türkiye’nin çok daha iyisine layık olduğunu düşünüyor ve iddia

ediyor. Tanıtım broşürü 2012’ye daha güçlü bir Partiyle, daha umut-

lu bir ülkeyle girebilmek için yayınlanıyor.

Cezaevlerine doldurulan 500’e yakın öğrenciden biri de TKP üyesi Cüneyt

Çakır. Hopa olaylarından sonraki eylemlerde gözaltına alınanlardan biri

olan Cüneyt, protesto eylemlerine katılmak ve terör örgütü üyesi olmakla

suçlanıyor.

Türkiye Komünist Partisi halka karşı işlenen suçları elbette protesto

edecektir. Cüneyt Çakır partisiyle birlikte halka karşı sorumluluğunu

yerine getirdiği için içerdedir.

Terör örgütü suçlamasını ise TKP üyeleri değil halka saldıranlar hak ediyor.

Halkımızı 9 Aralık’ta Ankara Adliyesine çağırıyoruz.

Bu ampul patlayacakTamam; AKP güçlü.

Evet; AKP’nin karşısındaki belli başlı muhalefet

odakları zayıf.

Peki, AKP’nin gücü sınırsız olabilir mi?

Bu iktidarın en önemli güç kaynaklarından biri ağza

çaldığı bal, dağıttığı sus payı. Şaka değil; AKP’den

önce burjuva hükümetler halka “iki anahtar” vaat

ediyordu. AKP iktidarı boyunca 50 milyona yakın

insana çeşitli başlıklarda yardım dağıtmış!

Bunun kadar önemli bir diğer kaynak da, AKP’nin

sayısız başlıkta, din, vatan, demokrasi diye yaygın

bir demagojiyi yükseltmesidir.

Peki bu güç sınırsız mıdır?

Sınırlı olduğunu düşünenler ikiye ayrılıyor. Bir kısmı

AKP’nin ipinin ABD tarafından çekileceğini umuyor.

Ya da Tüsiad’ın “bu kadarı da olmaz” diyeceğini

düşünüyor. Belki hâlâ askeri bekleyen de vardır.

Ara sıra tarikatla parti arasındaki çelişkiler veya

Cumhurbaşkanlığı ile Başbakanlık arasındaki kara

kediler hakkında büyük teoriler yazılıyor...

Gerçekten de bunların arasındaki ilişkiler

uyumlu olmaya ilanihaye devam etmeyebilir. Ama

bilinmelidir ki, düzenin şu veya bu iç çelişkisinin

sonucu olarak AKP gerilerse, yerine daha iyisi

gelmez!

AKP’nin gücünün sınırlı olduğunu düşünen diğer

taraf biziz! AKP’nin ayağının altındaki halıyı

emekçiler çekmelidir ve çekebilirler de. Yani

çekebiliriz! Biz, halkın gücüne güveniriz. Halkın

güçlenebileceğine güveniriz.

Halkımızın geniş kesimleri yalana, vicdansızlığa,

kendine dokunmayan yılana alışmış görünüyor.

Bu alışkanlığın bir bölümü dağıtılan sadakadan,

bir bölümü de din ve vatan demagojilerinden ileri

geliyor.

Ama kriz sadakayı riske ediyor. Din ve vatan

demagojisi ise doğası gereği mutluluk ve huzur

değil; gerginlik, tehdit, kavga, cinnet getiriyor.

Hal böyleyken, düzenin belli başlı muhalefetlerinin

kendi derdine düşmesi, neden halkımızı sadakaya

ve demagojiye bir kez daha mahkum etsin? Önce

bu umutsuzluğu silkinip atacağız. Türkiye halkı bu

ampulü patlatmayı öğrenecek.

Cüneyt’in duruşması 9 Aralık’ta

TKP’nin Sesi iki hafta ara veriyor

Page 39: Komünist 339

SOSYALİST DEVRİM İÇİN YAZILAR1 ARALIK 2011 SAYI 339KOMÜNİST 39

Şu heyecan meselesi...soL Portal’da öyle ardı ardına değil, aynı gün Metin Çulha-oğlu ve Asaf Güven Aksel’in “heyecan gerek”le özetleyebile-ceğimiz yazılarının yayınlanma-sını rastlantıyla açıklamayaca-ğız herhalde. Tamam Metin’in yazısından bihaber, yazdıklarını iç rahatlığıyla okur huzuruna çıkaran Asaf’ın birkaç saatlik rötarı en azından onun için kötü bir tesadüf anlamına geldi ama bu yazıları “heyecan”la okuyan herkes biliyordu ki, “bize heyecan lazım”!Şu ana kadar okumayanlar için hatırlatalım, tarih 12 Kasım!Sosyalizm mücadelesinde “haydi eller havaya” olmuyor elbette. “Gaz verme” yöntemi de memlekette işe yaramıyor, TKP’de ise her zaman ters tepi-yor, partinin ruhuna uymuyor.Demek ki bir ruhumuz var! İyi ki var... Türkiye Komünist Partisi, insanın kötücül eğilim-lerini tetikleyecek bir zeminde yürümekte olan siyaseti ola-bildiğince “insanca”, uğruna mücadele ettiğimiz değerlerle en barışık bir biçimde üretmek için çaba harcıyor... Türkiye Komünist Partisi gerçeklerden uzaklaşmamak için uğraşıyor,

gerçekliği değiştireceksek, onu iyi kavramalıyız mantığıyla... Türkiye Komünist Partisi azla yetinmiyor, küçük dünyalarda mutluluk aramıyor... Türkiye Komünist Partisi kolay beğen-miyor, kendini çok eleştiriyor... Türkiye Komünist Partisi fetiş-lerden hoşlanmıyor, devrimci mücadelenin o mücadeleden çalan biçimselliklerine pek prim vermiyor... Evet, burada bir ruh var. Lakin yetmiyor. İnsanlığın yaşadığı trajedi, memleket-te gerçekleştirilen uğursuz dönüşüm ve bizim bu evrede arzu edilen toplumsallaşmaya ulaşamayışımız daha fazlası-na, ruhumuza heyecan aşısına ihtiyaç duyuyor.Burada sıkıntının merkezinde “şimdi ne yapıyoruz” sorusunun yanıtındaki belirsizliğin dur-duğunda çoklukla birleşiliyor. Zaten genellikle inanç yitimi, bu belirsizliğin ürünü olarak karşımıza çıkar. Üreten, çalışan, hedefe kilitlenen kişi inanç da tazeler. Bu bir kandırmaca filan değildir; yol alan, yaptıklarının işe yaradığını hisseden, faali-yetlerini tarih bilinci ve kapita-lizme dönük öfkeyle birleştirdi-ğinde, inanır...Heyecan bu temellerde kendini hissettirir.O halde öncelikle “ne yapmak-ta olduğumuz” konusundaki her tür belirsizlikten kurtulma-mız gerekiyor. Çok kabaca, bir dönem kapandı bizim memle-ketimizde. Ortaya çıkan “yeni cumhuriyeti” hiçbir biçimde ka-bullenmek durumunda değiliz ama bir dönemin kapanıp yeni bir dönemin açıldığını kabul etmeliyiz. Sermaye egemenliği, kendini yeniden yapılandırıyor. 1920‘lerdeki kuruluş sürecinin bir benzeri şimdilerde ama bu kez karşı-devrimci, gerici bir momentte yaşanıyor. O halde mücadele ettiğimiz nesnelliğin değiştiğini bilmek,

bu değişikliğe, karşımızdakine “kalıcı bir başarı” atfetmeden, zamanı iyi kullanarak yanıt üretmek gerekiyor. Bu açıdan bizim için de bir “yeniden kuru-luş” söz konusudur.Örgütsel, siyasal, ideolojik düz-lemlerde bir yeniden konum-lanma süreci...Yeniden kuruluş her zaman heyecan verir. Yeniden kuruluş, sermaye siyasal ve ideolojik alanda tektipleşme yaşıyor, seçeneklerini hızla tüketiyorsa, bu heyecan artar.En statik gözüken toplumlarda bile, kuruluş süreci, daha önce ruşeym halde olan kimi ögeleri gerçek bir dinamik haline geti-rebilir, o ana kadar hissedilme-miş, yok sayılan kimi özellikleri aktive edebilir. Bizim yeniden kuruluşumuz ise öncekinden çok daha büyük kaynaklara sahip olduğumuz ve geride bırakılan dönemde “yenilen” blokta yer almadığı-mız için daha fazla iyimserlik barındırmaktadır.Yeter ki, paldır küldür hareket etmeyi bırakıp, yeni rejimin “oturma” döneminin doldu-rulmaz boşluklar bırakarak tamamlanacağı, yani sistemin yeniden meşruiyet kaybedeceği, iç çelişkilerinin de-rinleşeceği, bugün-kü “yönetebilme” yeteneğini yitireceği evreye kadar sos-yalizmin örgütsel ve siyasal ağırlığını hızla artıralım.Geride bırakılan on yıl boyunca her gün, ama her gün ince hesaplarla siyaset yaptık, bu ince hesaplarda ilke ve prog-ramımızı, geleneğimizin bize mirasını korumayı başardık. Şimdi daha az oynak bir zeminde, daha kalın çizgilerle sosyaliz-

min devrimci öznesini güçlen-dirmeliyiz. Siyasi mücadelenin bir kez daha güncel referans-larla yürütüleceği, daha kısa aralıklarla belirlenen rotalarda hareket edeceğimiz günlere kadar...Bu anın gelişi için fazla bek-lenmeyecektir. Ancak şimdi dönemin gerekleri yerine geti-rilmelidir. Güncel hiçbir görev-den kaçmadan, daha planlı bir biçimde hareket ederek birkaç ay mı, birkaç yıl mı süreceğini kestiremeyeceğimiz ama fazla uzaması mümkün olmayan dönemden en iyi şekilde yarar-lanmalıyız.Bazen güncelliğin baskısında hareket etmek büyük heyecan verir. Ne ki, geride bıraktığımız dönemde bu düzenin bir ka-nadını yenilgiye uğratan süreç bizi de başarısızlığa mahkum etti, işin heyecanı kaçtı. Bazen de, emeğinin karşılığı-nı almanın açık güvencelerini hissettiğinizde heyecan duyar-sınız.Bugün sosyalizmin ağırlığını ar-tırmak için yürütülen çalışmada sarf edilen her birim enerjinin işe yarayacağından emin olabi-liriz. Dünse bu ülkenin komü-nistleri “felaketin eşiği”ndeki ülkede ortaya çıkan yarılma-

lardan enerji çıkarmak için uğraşıyorlardı zo-runlu olarak. Büyük işti, heyecanlıydı ama başarısızlık ruhumuzu kararttı açıkçası... 1980 ve 1991 dönemeçle-rinden sonra bu kadarı fazlaydı...Şimdi aynı he-deflerle başka bir şey yapıyo-ruz.

Sosyalist siya-set ve ideolojiyi yeni

koşullarda bir kez daha kuruyoruz.Heyecan verici değil mi?

Kemal OKUYAN

Sosyalizm mücadelesinde “haydi eller havaya” olmuyor elbette. “gaz verme” yöntemi de memlekette işe yaramıyor,

tkP’de ise her zaman ters tepiyor, partinin ruhuna uymuyor.

demek ki bir ruhumuz var! iyi ki var... türkiye komünist Partisi,

insanın kötücül eğilimlerini tetikleyecek bir zeminde yürümekte olan siyaseti

olabildiğince “insanca”, uğruna mücadele ettiğimiz değerlerle en barışık bir biçimde üretmek için çaba harcıyor...

Page 40: Komünist 339

2010

KA

SIM

- 70

x 1

00 c

m. -

PAR

TİM

İZİN

27

KASI

M 2

010

TARİ

HİN

DE

GERÇ

EKLE

ŞTİR

DİĞİ

90,

YIL

KUT

LAM

ASI İ

ÇİN

BAS

ILAN

AFİ

ŞTİR

.