12
Şapkanın altında kalın. Aylık Dergi Sayı: 9 Kültür Mantarları

Kültür Mantarları Sayı: 9

Embed Size (px)

DESCRIPTION

 

Citation preview

Page 1: Kültür Mantarları Sayı: 9

Şapkanın altında kalın. Aylık DergiSayı: 9

Kültür Mantarları

Page 2: Kültür Mantarları Sayı: 9
Page 3: Kültür Mantarları Sayı: 9

3

BaşlarkenKültür Mantarları

İçerik

Başlarken 3

Mantarın Günlüğü 4

Altın Oran 5

İçimizdekiler 7

Bu dergide yer alan her içerik, üretici-sinin izni alınmadan herhangi bir dilde ve

herhangi bir ortamda paylaşılamaz.

Kültür MantarlarıŞapkanın altında kalın.

Aylık dergi

Sayı: 9Mayıs 2014

Yazı İşleri MüdürüUfuk Murat TAÇ

Yayın YönetmeniBetül TEZCAN

Yayın KuruluArca ALTUNAYCihan AŞIKEmre SÖNMEZUğur GÖNÜL

Yayın DanışmanlarıAta Alkan TÜRKER

Jiyan AKHANKoray TEKİN

EditörKardelen KAÇAN

Kapak GörselleriStudio MUTI

(Düzenlenlenmiştir)

İç Kapak GörselleriBelhoula Amir

İç TasarımEmre GÜLSOYLU

Katkıda BulunanlarGözde GÜNGÖRHille PAUL

İletişim Adresiwww.kulturmantarlari.com

Şapkanın altında kalın. Aylık DergiSayı: 9

Kültür Mantarları

Page 4: Kültür Mantarları Sayı: 9

Mantarın Günlüğü

4

20 Nisan Bir düğünün en güzel tarafı, biteceğini bilmektir. Teyze oğlunu evlendirdik bu gece. Eve gelip ayaklarımı uzatarak televizyon izleyeceğim dakikaları bekleyerek geçti düğün. Neyse, teyze oğlu mutlu olsun, ben ayaklarımı uzatıp Galatasaray’ın Kasımpaşa’dan dört gol yediği maçın yorumlarını izleyeyim keyifle.

21 Nisan Ey insanlar! Bu kadar salak olmayın. Yok illa olacağız diyorsanız ne olur benden uzak durun.

23 NisanTanrıya mahsus değildir yalnızlık,Kim tanrılaşmaz ki yalnız kalınca.

27 Nisan Yaşamın Ucuna Yolculuk bitti bugün. Dedikleri kadar varmış. Sağlam kalemi var Tezer’in. Ayrıca kitap boyunca sözünü ettiği Italo Svevo ve Pavese de dikkate değer. Sırada onlar var. Kafayı yiyeceksin diyorlar bana. Ben de bunu istiyorum ya zaten. Gerçi kafayı yiyeceğimi ya da abuk sabuk şeyler yapacağımı sanmıyorum. Sadece bazı anlarda çevremdeki insanlardan kaçıp düşlerime sığınmak istiyorum. Düşlerimdeki dünyayı da uçuk, aykırı yazarlarda buluyorum.

2 Mayıs Dün yazdığım beyiti şiir haline getirdim ama pek beğenmedim. Beyit olarak kalacak sanırım. Her zaman dediğim gibi. Su gibi akıp gitmeli sözcükler, dizginlenmemeli.

5 Mayıs Sırf eşleri iyi anlaşıyor diye birbirlerine taham-mül etmek zorunda kalan adamlar! Yüzünüzdeki anlamsızlığı görseniz bana hak vereceksiniz. Haliniz gerçekten acınası!

7 Mayıs Sıkıntılı geçeceğe benzeyen bir gün. Erato’yla bağlantıya geçmeliyim yoksa çekilmez.

10 Mayıs Öyle uyuz şairler var ki Erato’yu bile uyutmuşlar!

İçimizdekiler Kültür Mantarları

Page 5: Kültür Mantarları Sayı: 9

Dünyanın en uzun soluklu müzik yarışma programı Eurovision. Türkiye’de genelde iki konuda dillere pelesenk olmuştur bu yarışma. Birinci sorun nasıl okunduğudur. Erovizyon, Yurovizyon, hayır hayır Yürovijın… Neredeyse halk olarak bu yarışmayı yazarak anlatacağız birbirimize. Başını geldiği gibi okuyup sonunu estiği gibi söyleyenler, yabancı kanallardan kulak dolgunluğuyla aksanlı söyleyenler ve çeşitli kom-binasyonlarda ses çıkarıp bu yarışmayı anlatmaya çalışanlar olarak kafamız çok karışık. Bir de tabi ki olduğu gibi ağızdan çıkarıp ortaya koyanlar var; Erovi-zyon! Okunuşu şöyle bir kenarda dursun ikinci sorun ise halk arasında biraz daha klişe olarak bilinir. Kimisi komşu komşuya oyunu esirgemez der, kimisi siyasi çıkarlar der kimisiyse tarihin güncel olaylarıyla oylamaları bağdaştırır. Herkes farklı anlatır ama bu sefer halk duymasıyla tek bir kapıya yönelir. O kapının arkasında ise en sade haliyle şu fikir yatar; Eurovision oylamasında adalet yok. Her ne kadar oylamasının adaletsiz olduğu düşünülse de TRT katılımından vazgeçene kadar en heyecanla beklenen ve izlenen yarışmaların başında gelirdi Eurovision. Ama bence yıllardır değişmeyen formatı günümüz şartlarına artık uyum sağlayamıyor. Bu uyumsuzluk da adaletsizliğin kulak dolgunluğundan öte bir his yaratmasına neden oluyor. Kısaca Eurovision’un kendine çeki düzen verme zamanı geldi de geçiyor bile.

Eurovision her ne kadar bir şarkı yarışması olsa da izlenirliğini milletler arası etkileşimden alıyor. Konu milletler olunca milliyetçilik de kaçınılmaz oluyor. Her şeyin aşırısı zararlı olduğu için basit bir yarışmada hissedilen aşırı doz milliyetçilik bence yarışma oylamasına gölge düşürüyor. Bunu engellemek için çok basit bir uygulama hayata geçirilebilir aslında. Önce-likle Eurovision’a katılan ülkeler bağımsız bir Eurovision genel kurulu oluşturur. Bu kurul her ülkeden tarafsızlığına inandığı kişileri jüri yapar ve halkın oylamasının yanında jüri üyelerinin tarafsız oyları harmanlanır. Bu harmanın adaleti sağlayacağı gibi izlenirliği de arttıracağına eminim. Bunun yanında Eurovision her ne kadar bir

2013’e göre %10 artış göstermiş mesela. Eurovision büyüyor büyümesine ama haksız oylama, diaspora oylaması, komşu oylaması meseleleri her sene dillen-diriliyor. Bence yarışmada haksız bir oylama yok. Zira öyle olsaydı her sene aynı ülke birinci olurdu. Komşu oylaması olmazsa Eurovision olmaz zaten. Eurovision’un amacı ülkeleri birbirine yakınlaştırmak, arada bağ kurmak. Her ülkenin bir komşu oyu potansi-yeli olduğundan komşuya oy verme meselesini dillen-dirmek pek gereksiz. Portekiz İspanya’ya 12 verince komşusuna verdi oluyor da Azerbaycan bize 12 puan verince ne oluyor?

Eurovision’da değişmesi gereken en önemli şey ise bence ‘’Jüri Sistemi’’. Şu anki sistemde %50 jüri, %50 halk oylaması ile oylama yapılıyor. Kazanan ülke değişmiyor yine ama ilk 5’ten sonra sıralama öyle bir alt üst oluyor ki sistemin bocaladığının resmi budur işte. Ne olursa olsun, halk her zaman haklı sıralamayı yapıyor. Sonuçta bir ülke dolusu insanın vereceği karar, bir masa etrafındaki beş-altı kişinin kararından daha değerli ve önemlidir.

Eurovision ev sahibi ülkeye yani bir önceki kazanan ülkeye de bir sürü getiride bulunur. Mesela yüz binlerce turist gelir her şeyden önce. Postcard denilen, şarkı öncesi ufak tanıtımlarda yarışmayı izleyen mily-onlara ülke tanıtılır. Oldukça genç bir ülke olan Azer-baycan adını birçok ülkede ilk defa Eurovision sayes-inde duyurdu. Eurovision’u kazanınca dev bir arena inşa ettiler yarışmayı düzenlemek için. Yeni taksiler alındı, şoförlere İngilizce öğretildi, Azerbaycan’ın kanayan yarası olan işgal altındaki Karabağ tüm Avrupa’ya Post-card ile duyuruldu. Politika da pek karışmaz aslında Eurovision’a Güney Kıbrıs, 2004 yılında ev sahibi ülke olduğumuz yarışmaya katılmıştı mesela. Çünkü bu bir müzik yarışması. Sadece müzik ve gösteriler yarışır bu yarışmada. Geleneksel müziğini, kıyafetlerini bile tanıtabilirsin üç dakika içinde o sahnede. Şu an tek dileğim umarım TRT ilerde yaptığı hatadan geri döner ve Eurovision maceramıza kaldığımız yerden devam ederiz.

Loş ışıklar eşliğinde yürüyordum sanki. Hani vardır ya şu Amerikan filmlerinde koleje yeni gelen pısırık çocuk, çantası omzunda daima yere bakar, öyley-dim. Her hareket yavaşça akıyordu, gözler üstümdeydi. Fazlasıyla normaldim. Işıklar bir anda patlamaya başladı, flaşlar çakıyordu. Ardından gelen müzik kanımı dondurmuştu. Asi ve hareketli. Gözler artık onların üstündeydi…

Üçyol’da oturuyorum. Burası bazen Teksas olur, bazense İtalya, ama çoğunlukla Portekiz. Ara ara İzmir olduğu da oluyor tabi. Biz azınlıklar olarak İzmir’de yaşamaya çalışanlardanız. Standartlaşmış günümüzün içinde İtalyan mafyaları, Teksaslı yaşlı kovboylar ve Portekizlilerle uğraşmak zorundayız. 2. el satan bir spotçunun duvarında yıllarca “beyaz alınır, satılır” yazan bir eyalet burası. Spotçular sokağından geçerken iyi düşün, İtalyanların mesken tuttuğu yerlerdir. Ama yine de gözlerinin içine bakmadığın sürece sorun çıkmaz. Teksaslı yaşlı kovboylarsa çeşitli kahvelerde bulunurlar, senin zaten onlarla pek işin olmaz. Ama okul yoluna gireyim deme, eğer girersen o andan sonraki hayatının ilk dakikalarına soğuk terler eşliğinde başlayacaksın.

Eğer şanslıysan azınlıklara denk gelirsin, gayet normal gözükürler, tabi sadece normallerin içinde. Burası normal bir yer değil, aklından çıkarma. Bazen İzmir olduğunu unutman gerekebilir, hatırlamaya çalışma. Eğer sen de normalsen her an dikkatli olmak zorundasın ya da şanslı.

Puma. Çorap gözükmeli, ama aykırı ve uyum-suz renklerdeyse. Çorap ve Puma'nın tarzı oldukça ayrı olmalı. Puma yok mu? Herhangi bir krampon iş görür, ama Puma önemli. Puma'dan daha önemli bir şey varsa o da eşofman altının paçalarının sıkılabilir bağcıklarla destekli olması. Çorap, ayakkabı ve eşofman altı arasında boğaz köprüsü olmalı.

Zayıflamalısın. Buralarda şişmanlara fazlaca yer yok. Eğer şişmansan kendine en az 3 tane çeteden zayıf arkadaş edin, yoksa bitaraf kalır, bertaraf olursun. Burası Üçyol. Eşofman üstün yakalı olmalı. Eşofman üstünün fermuarını sonuna kadar çekmezsen çeteden gözükmezsin. Sadece üst düzey üyeler tespih kulla-nabilir. Saç şekline kendin karar ver. Saçın için en iyi karar kararsızlığını waxla ifade etmen. İfade kabiliyetini yok et. Burası Üçyol. Burada ifade özgürlüğü küfürden

5

müzik yarışması olsa da işin içinde çok ciddi seyirlik gösteriler yer alıyor. Bu gösteriler bazen oylamaya etki ediyor gibi duruyor, bazen etki etmediği hissediliyor. Bence bu durum da Eurovision’un eskimiş yönlerinden biri. Oylamalar kategorileştirilmeli. Görsel, beste ve sanatçı sesi olarak üç ana gruba alınabilir örneğin. Bu üç temel grup üzerinden oylamalar adaleti ve seyir zevkini arttırabilir. Ayrıca görsel alanda en çok puan toplayan ülkeye küçük bir ödül verilmesi de tıpkı spor sahalarında sıklıkla rastladığımız bireysel ödüller gibi düzenlenebilir. Eskidiğini düşündüğüm bir diğer yön ise oylama sistemi. SMS hayatımızda gittikçe geri planda kalmaya başladı. Çünkü internet üzerinden ulaşmak istediğimiz kişilere daha çabuk ulaşabilir olduk. Durum buyken dünyanın en çok izlenen müzik yarışmasının oyları SMS ile toplanmamalı. İnternet üzerinden küçük, 1 dakikalık bir anket sistemi hem oyların çok daha detaylı alanlarda toplanmasını hem de daha çok kişinin katılmasını sağlayabilir. TRT yüzünden içimizde iyice sönen ateşin tüm dünyadaki yeni nesil için sönmemesi isteniyorsa bence Eurovision kurallarını bir gözden geçirmeli. Tabi oylamaların açıklanış biçimine ne olursa olsun dokunulmamalı. Çünkü Eurovision’u Erovizyon yapan işte tam da burası!

Avrupa yayın birliği tarafından Avrupa ülkeleri birbirleriyle kültürel etkileşimde bulunsun, 2. Dünya Savaşı yorgunu Avrupalı devletler arasında bir etkileşim olsun diye yapılmıştır zaten. Farklı tatları içeren bir kase salata gibidir Eurovision. Tek malzemeyi bile çıkartsanız hemen fark edilir. Ülkemizde bir zamanlar milli dava haline dönüşen bu yarışmaya günümüzde bence politik, TRT’ye göre ise adil olmayan oylama sistemi yüzünden katılmıyoruz. Türkiye’nin en muhafazakar kurumlarından olan TRT yarı çıplak dans eden çiftleri, eşcinsel öpücükleri yayınlayacak kadar açık bir kurum değil elbette. Önce bayan sunucumuz Meltem, Ömer ile değiştirildi. Oylarımız modern görünümlü bir bayan tarafından verilmemeye başlandı. Çünkü Türkiye’yi modern görünümüyle yanlış temsil ediyordu Meltem Ersan. Zamanında Türkiye’yi sarışın bir kadın temsil edemez deyip Semiha Yankı’nın saçlarını boyatan bir kurumdan böylesine ‘’açık’’ bir yarışma yayınlamasını beklemek ahmaklık olurdu zaten.

Neyse, varsın günden güne daha da muhafazakarlaşan ülkemiz katılmasın, Eurovision yoluna büyüyerek devam ediyor. Bu yıl izlenme oranı

Altın OranKültür Mantarları

geçer. Parklar en büyük mekanındır, korkma. Tekinsiz, ama senin için değil. Olabildiğince yaylanarak yürü. Tekinsiz ol. Burası Üçyol ve sen de Portekiz çetesinin bir üyesisin!

Okula gitmek için yola çıktığımda kendimi iyi hissediyordum. Okula giderken sıkça mutlu olmam. İyi görünüyorsam iyi hissedebilirim, ama bu da bir olasılık. Pazartesi. Tıraş oldum, saçlarım taralı ve düzgün. Temiz. Temiz olan saçlarım ifademe benziyor. Temiz. Gömlek ve pantolon giyiyorum. Normal. Yürürken içimde hiçbir tedirginlik yok. Sadece yürüyorum. Yürümek böyle zamanlarda mutluluk verir. Mutlu oldukça ifadem temizleşir. Tıraşlı yüzümde temiz bir ifadeyle 20 yaş gençleşerek yok olsam kimse yadırgamaz. Ama Üçyol'daysanız yadırganırsınız. Burada yadırganmak iyi değildir.

Portekiz çetesi genelde meslek lisesinin orada konuşlanır. Zaten meslek lisesinin 750 kişilik nüfusu-nun 550'si bu çeteye dahildir. Genelde 1 erkeğe 5 erkek dolaşılır. Her çete lideri başına 5 erkek. Portekiz çetesi birçok küçük çetenin birleşmesiyle oluşur. Genelde bu çetecikler farklı bir okulla münakaşa(!) yaşandığı zaman toplanır. Nedense o gün de oldukça toplu gözüktükleri ender günlerden biriydi.

İçlerinden geçmem gerekiyordu. Duraksadım. Göze almam gereken birçok göz vardı. Önce gözlemleyerek çetecikleri tartmayı tercih ettim. İlk çete Ronaldo’nun çetesine benziyordu, saçlar jiletlenmiş ve yana doğru jölelenmişti, zayıflık da cabası. Çete lideri ne kadar zayıfsa o kadar tehlikeli olur genelde. Bu onun ne kadar arbede yaşadığını gösterir. Ronaldo ve çetesi tehlikeliye benziyordu. İçlerinden geçersem faul çala-bilecek bir hakem yoktu. Haksız bir gol günün seyrini değiştirebilirdi. Biraz yanında konuşlanan diğer çeteyi gözüme kestirdim. Biraz daha olgun gözüküyorlardı, buradan sınıfta oldukça kaldıkları anlaşılıyordu. Böyle-lerinin çetesinde dışarıdan çokça adam bulunur. Bu grubun ise lideri Figo'ydu. Saçları geriye doğru jölelenmiş hafif kısa ve esmerdi. Diğerlerine göre daha normal dursa da yaşı çetenin tehlikesini ele veriyordu.Zaman ilerliyor. Kaçırmamam gereken bir metro var. Şimdilik gözüme kestirdiğim iki çete de oldukça tehlikeli duruyordu. İlerleyemiyordum. Küçükken kendi okulumda da Portekiz çetesinin ümit vadeden elemanlarıyla oldukça fazla haşır neşir olmuştum. Hoş ve istenen şeyler değildiler. Beklemeyi tercih ettim. Metro kaçacaktı. Tıraş olmuş, temiz ifadeliydim.

Bunları düşünürken aynı zamanda çözümü çevrelediğimi fark edemiyordum. Tıraş olmuştum, metroyu kaçırmamam gerekti. Bunların ifade ettiği tek

bir neden vardır bir öğrenci için. Pazartesi!

Portekiz çetesi üyeleri eskiden 19 buçuk gün şimdilerde ise 9 buçuk gün devamsızlıkla okul hayatlarına devam etmeyi seven kimselerdir. Okudukları okul ise İstiklal Marşı'ndan sonra yokla-maya sonradan gelen öğrencileri dahil etmez. Bunları biliyordum ama hatırlamıyordum. Çözüm ayağıma 30 saniye sonra gelecekti ama bunu düşünebilecek psikolojide değildim. İçlerinden geçmeye karar verdim. Pazartesiydi ve okula geç kalmamalıydım. Alnımdan soğuk bir damla ter yere damladı. Loş ışıklar birazdan gözlerimde patlayacak, kulaklarımda o asi şarkı yankılanacaktı…

Kulaklarımda yankılanan şey Portekiz çetesinin inlemeleri olmadı. Şaşırdım. Kafamı yukarı doğru kaldırdığımda tüm grupların okula koştuğunu gördüm. Liderler biraz daha geriden yürüyorlardı, ama gidiyorlardı. Boş yoldan yavaşça süzülerek geçtim. Mutluluğum tekrar eski yerini aldı. Bu sefer loş ışıklar benim için, arkamdan yanıyordu. Tıpkı mutlu biten bir filmin son sahnesinde olduğu gibi.

Metroya yürürken kulağıma uğultu şeklinde İstiklal Marşı sesi geliyordu ama bu sefer biraz farklıydı. Bu sefer benim zaferim için okunuyordu…

Gözlerinin içinde bir dünya sakladın senNe çare o dünyayı bana yasakladın senBir kere bile olsun gelme demedin amaSana çıkan yolları bir bir tuzakladın sen

Eurovision- Emre SÖNMEZ - Uğur GÖNÜL

Page 6: Kültür Mantarları Sayı: 9

Dünyanın en uzun soluklu müzik yarışma programı Eurovision. Türkiye’de genelde iki konuda dillere pelesenk olmuştur bu yarışma. Birinci sorun nasıl okunduğudur. Erovizyon, Yurovizyon, hayır hayır Yürovijın… Neredeyse halk olarak bu yarışmayı yazarak anlatacağız birbirimize. Başını geldiği gibi okuyup sonunu estiği gibi söyleyenler, yabancı kanallardan kulak dolgunluğuyla aksanlı söyleyenler ve çeşitli kom-binasyonlarda ses çıkarıp bu yarışmayı anlatmaya çalışanlar olarak kafamız çok karışık. Bir de tabi ki olduğu gibi ağızdan çıkarıp ortaya koyanlar var; Erovi-zyon! Okunuşu şöyle bir kenarda dursun ikinci sorun ise halk arasında biraz daha klişe olarak bilinir. Kimisi komşu komşuya oyunu esirgemez der, kimisi siyasi çıkarlar der kimisiyse tarihin güncel olaylarıyla oylamaları bağdaştırır. Herkes farklı anlatır ama bu sefer halk duymasıyla tek bir kapıya yönelir. O kapının arkasında ise en sade haliyle şu fikir yatar; Eurovision oylamasında adalet yok. Her ne kadar oylamasının adaletsiz olduğu düşünülse de TRT katılımından vazgeçene kadar en heyecanla beklenen ve izlenen yarışmaların başında gelirdi Eurovision. Ama bence yıllardır değişmeyen formatı günümüz şartlarına artık uyum sağlayamıyor. Bu uyumsuzluk da adaletsizliğin kulak dolgunluğundan öte bir his yaratmasına neden oluyor. Kısaca Eurovision’un kendine çeki düzen verme zamanı geldi de geçiyor bile.

Eurovision her ne kadar bir şarkı yarışması olsa da izlenirliğini milletler arası etkileşimden alıyor. Konu milletler olunca milliyetçilik de kaçınılmaz oluyor. Her şeyin aşırısı zararlı olduğu için basit bir yarışmada hissedilen aşırı doz milliyetçilik bence yarışma oylamasına gölge düşürüyor. Bunu engellemek için çok basit bir uygulama hayata geçirilebilir aslında. Önce-likle Eurovision’a katılan ülkeler bağımsız bir Eurovision genel kurulu oluşturur. Bu kurul her ülkeden tarafsızlığına inandığı kişileri jüri yapar ve halkın oylamasının yanında jüri üyelerinin tarafsız oyları harmanlanır. Bu harmanın adaleti sağlayacağı gibi izlenirliği de arttıracağına eminim. Bunun yanında Eurovision her ne kadar bir

6

2013’e göre %10 artış göstermiş mesela. Eurovision büyüyor büyümesine ama haksız oylama, diaspora oylaması, komşu oylaması meseleleri her sene dillen-diriliyor. Bence yarışmada haksız bir oylama yok. Zira öyle olsaydı her sene aynı ülke birinci olurdu. Komşu oylaması olmazsa Eurovision olmaz zaten. Eurovision’un amacı ülkeleri birbirine yakınlaştırmak, arada bağ kurmak. Her ülkenin bir komşu oyu potansi-yeli olduğundan komşuya oy verme meselesini dillen-dirmek pek gereksiz. Portekiz İspanya’ya 12 verince komşusuna verdi oluyor da Azerbaycan bize 12 puan verince ne oluyor?

Eurovision’da değişmesi gereken en önemli şey ise bence ‘’Jüri Sistemi’’. Şu anki sistemde %50 jüri, %50 halk oylaması ile oylama yapılıyor. Kazanan ülke değişmiyor yine ama ilk 5’ten sonra sıralama öyle bir alt üst oluyor ki sistemin bocaladığının resmi budur işte. Ne olursa olsun, halk her zaman haklı sıralamayı yapıyor. Sonuçta bir ülke dolusu insanın vereceği karar, bir masa etrafındaki beş-altı kişinin kararından daha değerli ve önemlidir.

Eurovision ev sahibi ülkeye yani bir önceki kazanan ülkeye de bir sürü getiride bulunur. Mesela yüz binlerce turist gelir her şeyden önce. Postcard denilen, şarkı öncesi ufak tanıtımlarda yarışmayı izleyen mily-onlara ülke tanıtılır. Oldukça genç bir ülke olan Azer-baycan adını birçok ülkede ilk defa Eurovision sayes-inde duyurdu. Eurovision’u kazanınca dev bir arena inşa ettiler yarışmayı düzenlemek için. Yeni taksiler alındı, şoförlere İngilizce öğretildi, Azerbaycan’ın kanayan yarası olan işgal altındaki Karabağ tüm Avrupa’ya Post-card ile duyuruldu. Politika da pek karışmaz aslında Eurovision’a Güney Kıbrıs, 2004 yılında ev sahibi ülke olduğumuz yarışmaya katılmıştı mesela. Çünkü bu bir müzik yarışması. Sadece müzik ve gösteriler yarışır bu yarışmada. Geleneksel müziğini, kıyafetlerini bile tanıtabilirsin üç dakika içinde o sahnede. Şu an tek dileğim umarım TRT ilerde yaptığı hatadan geri döner ve Eurovision maceramıza kaldığımız yerden devam ederiz.

Loş ışıklar eşliğinde yürüyordum sanki. Hani vardır ya şu Amerikan filmlerinde koleje yeni gelen pısırık çocuk, çantası omzunda daima yere bakar, öyley-dim. Her hareket yavaşça akıyordu, gözler üstümdeydi. Fazlasıyla normaldim. Işıklar bir anda patlamaya başladı, flaşlar çakıyordu. Ardından gelen müzik kanımı dondurmuştu. Asi ve hareketli. Gözler artık onların üstündeydi…

Üçyol’da oturuyorum. Burası bazen Teksas olur, bazense İtalya, ama çoğunlukla Portekiz. Ara ara İzmir olduğu da oluyor tabi. Biz azınlıklar olarak İzmir’de yaşamaya çalışanlardanız. Standartlaşmış günümüzün içinde İtalyan mafyaları, Teksaslı yaşlı kovboylar ve Portekizlilerle uğraşmak zorundayız. 2. el satan bir spotçunun duvarında yıllarca “beyaz alınır, satılır” yazan bir eyalet burası. Spotçular sokağından geçerken iyi düşün, İtalyanların mesken tuttuğu yerlerdir. Ama yine de gözlerinin içine bakmadığın sürece sorun çıkmaz. Teksaslı yaşlı kovboylarsa çeşitli kahvelerde bulunurlar, senin zaten onlarla pek işin olmaz. Ama okul yoluna gireyim deme, eğer girersen o andan sonraki hayatının ilk dakikalarına soğuk terler eşliğinde başlayacaksın.

Eğer şanslıysan azınlıklara denk gelirsin, gayet normal gözükürler, tabi sadece normallerin içinde. Burası normal bir yer değil, aklından çıkarma. Bazen İzmir olduğunu unutman gerekebilir, hatırlamaya çalışma. Eğer sen de normalsen her an dikkatli olmak zorundasın ya da şanslı.

Puma. Çorap gözükmeli, ama aykırı ve uyum-suz renklerdeyse. Çorap ve Puma'nın tarzı oldukça ayrı olmalı. Puma yok mu? Herhangi bir krampon iş görür, ama Puma önemli. Puma'dan daha önemli bir şey varsa o da eşofman altının paçalarının sıkılabilir bağcıklarla destekli olması. Çorap, ayakkabı ve eşofman altı arasında boğaz köprüsü olmalı.

Zayıflamalısın. Buralarda şişmanlara fazlaca yer yok. Eğer şişmansan kendine en az 3 tane çeteden zayıf arkadaş edin, yoksa bitaraf kalır, bertaraf olursun. Burası Üçyol. Eşofman üstün yakalı olmalı. Eşofman üstünün fermuarını sonuna kadar çekmezsen çeteden gözükmezsin. Sadece üst düzey üyeler tespih kulla-nabilir. Saç şekline kendin karar ver. Saçın için en iyi karar kararsızlığını waxla ifade etmen. İfade kabiliyetini yok et. Burası Üçyol. Burada ifade özgürlüğü küfürden

İçimizdekiler Kültür Mantarları

müzik yarışması olsa da işin içinde çok ciddi seyirlik gösteriler yer alıyor. Bu gösteriler bazen oylamaya etki ediyor gibi duruyor, bazen etki etmediği hissediliyor. Bence bu durum da Eurovision’un eskimiş yönlerinden biri. Oylamalar kategorileştirilmeli. Görsel, beste ve sanatçı sesi olarak üç ana gruba alınabilir örneğin. Bu üç temel grup üzerinden oylamalar adaleti ve seyir zevkini arttırabilir. Ayrıca görsel alanda en çok puan toplayan ülkeye küçük bir ödül verilmesi de tıpkı spor sahalarında sıklıkla rastladığımız bireysel ödüller gibi düzenlenebilir. Eskidiğini düşündüğüm bir diğer yön ise oylama sistemi. SMS hayatımızda gittikçe geri planda kalmaya başladı. Çünkü internet üzerinden ulaşmak istediğimiz kişilere daha çabuk ulaşabilir olduk. Durum buyken dünyanın en çok izlenen müzik yarışmasının oyları SMS ile toplanmamalı. İnternet üzerinden küçük, 1 dakikalık bir anket sistemi hem oyların çok daha detaylı alanlarda toplanmasını hem de daha çok kişinin katılmasını sağlayabilir. TRT yüzünden içimizde iyice sönen ateşin tüm dünyadaki yeni nesil için sönmemesi isteniyorsa bence Eurovision kurallarını bir gözden geçirmeli. Tabi oylamaların açıklanış biçimine ne olursa olsun dokunulmamalı. Çünkü Eurovision’u Erovizyon yapan işte tam da burası!

Avrupa yayın birliği tarafından Avrupa ülkeleri birbirleriyle kültürel etkileşimde bulunsun, 2. Dünya Savaşı yorgunu Avrupalı devletler arasında bir etkileşim olsun diye yapılmıştır zaten. Farklı tatları içeren bir kase salata gibidir Eurovision. Tek malzemeyi bile çıkartsanız hemen fark edilir. Ülkemizde bir zamanlar milli dava haline dönüşen bu yarışmaya günümüzde bence politik, TRT’ye göre ise adil olmayan oylama sistemi yüzünden katılmıyoruz. Türkiye’nin en muhafazakar kurumlarından olan TRT yarı çıplak dans eden çiftleri, eşcinsel öpücükleri yayınlayacak kadar açık bir kurum değil elbette. Önce bayan sunucumuz Meltem, Ömer ile değiştirildi. Oylarımız modern görünümlü bir bayan tarafından verilmemeye başlandı. Çünkü Türkiye’yi modern görünümüyle yanlış temsil ediyordu Meltem Ersan. Zamanında Türkiye’yi sarışın bir kadın temsil edemez deyip Semiha Yankı’nın saçlarını boyatan bir kurumdan böylesine ‘’açık’’ bir yarışma yayınlamasını beklemek ahmaklık olurdu zaten.

Neyse, varsın günden güne daha da muhafazakarlaşan ülkemiz katılmasın, Eurovision yoluna büyüyerek devam ediyor. Bu yıl izlenme oranı

geçer. Parklar en büyük mekanındır, korkma. Tekinsiz, ama senin için değil. Olabildiğince yaylanarak yürü. Tekinsiz ol. Burası Üçyol ve sen de Portekiz çetesinin bir üyesisin!

Okula gitmek için yola çıktığımda kendimi iyi hissediyordum. Okula giderken sıkça mutlu olmam. İyi görünüyorsam iyi hissedebilirim, ama bu da bir olasılık. Pazartesi. Tıraş oldum, saçlarım taralı ve düzgün. Temiz. Temiz olan saçlarım ifademe benziyor. Temiz. Gömlek ve pantolon giyiyorum. Normal. Yürürken içimde hiçbir tedirginlik yok. Sadece yürüyorum. Yürümek böyle zamanlarda mutluluk verir. Mutlu oldukça ifadem temizleşir. Tıraşlı yüzümde temiz bir ifadeyle 20 yaş gençleşerek yok olsam kimse yadırgamaz. Ama Üçyol'daysanız yadırganırsınız. Burada yadırganmak iyi değildir.

Portekiz çetesi genelde meslek lisesinin orada konuşlanır. Zaten meslek lisesinin 750 kişilik nüfusu-nun 550'si bu çeteye dahildir. Genelde 1 erkeğe 5 erkek dolaşılır. Her çete lideri başına 5 erkek. Portekiz çetesi birçok küçük çetenin birleşmesiyle oluşur. Genelde bu çetecikler farklı bir okulla münakaşa(!) yaşandığı zaman toplanır. Nedense o gün de oldukça toplu gözüktükleri ender günlerden biriydi.

İçlerinden geçmem gerekiyordu. Duraksadım. Göze almam gereken birçok göz vardı. Önce gözlemleyerek çetecikleri tartmayı tercih ettim. İlk çete Ronaldo’nun çetesine benziyordu, saçlar jiletlenmiş ve yana doğru jölelenmişti, zayıflık da cabası. Çete lideri ne kadar zayıfsa o kadar tehlikeli olur genelde. Bu onun ne kadar arbede yaşadığını gösterir. Ronaldo ve çetesi tehlikeliye benziyordu. İçlerinden geçersem faul çala-bilecek bir hakem yoktu. Haksız bir gol günün seyrini değiştirebilirdi. Biraz yanında konuşlanan diğer çeteyi gözüme kestirdim. Biraz daha olgun gözüküyorlardı, buradan sınıfta oldukça kaldıkları anlaşılıyordu. Böyle-lerinin çetesinde dışarıdan çokça adam bulunur. Bu grubun ise lideri Figo'ydu. Saçları geriye doğru jölelenmiş hafif kısa ve esmerdi. Diğerlerine göre daha normal dursa da yaşı çetenin tehlikesini ele veriyordu.Zaman ilerliyor. Kaçırmamam gereken bir metro var. Şimdilik gözüme kestirdiğim iki çete de oldukça tehlikeli duruyordu. İlerleyemiyordum. Küçükken kendi okulumda da Portekiz çetesinin ümit vadeden elemanlarıyla oldukça fazla haşır neşir olmuştum. Hoş ve istenen şeyler değildiler. Beklemeyi tercih ettim. Metro kaçacaktı. Tıraş olmuş, temiz ifadeliydim.

Bunları düşünürken aynı zamanda çözümü çevrelediğimi fark edemiyordum. Tıraş olmuştum, metroyu kaçırmamam gerekti. Bunların ifade ettiği tek

bir neden vardır bir öğrenci için. Pazartesi!

Portekiz çetesi üyeleri eskiden 19 buçuk gün şimdilerde ise 9 buçuk gün devamsızlıkla okul hayatlarına devam etmeyi seven kimselerdir. Okudukları okul ise İstiklal Marşı'ndan sonra yokla-maya sonradan gelen öğrencileri dahil etmez. Bunları biliyordum ama hatırlamıyordum. Çözüm ayağıma 30 saniye sonra gelecekti ama bunu düşünebilecek psikolojide değildim. İçlerinden geçmeye karar verdim. Pazartesiydi ve okula geç kalmamalıydım. Alnımdan soğuk bir damla ter yere damladı. Loş ışıklar birazdan gözlerimde patlayacak, kulaklarımda o asi şarkı yankılanacaktı…

Kulaklarımda yankılanan şey Portekiz çetesinin inlemeleri olmadı. Şaşırdım. Kafamı yukarı doğru kaldırdığımda tüm grupların okula koştuğunu gördüm. Liderler biraz daha geriden yürüyorlardı, ama gidiyorlardı. Boş yoldan yavaşça süzülerek geçtim. Mutluluğum tekrar eski yerini aldı. Bu sefer loş ışıklar benim için, arkamdan yanıyordu. Tıpkı mutlu biten bir filmin son sahnesinde olduğu gibi.

Metroya yürürken kulağıma uğultu şeklinde İstiklal Marşı sesi geliyordu ama bu sefer biraz farklıydı. Bu sefer benim zaferim için okunuyordu…

Gözlerinin içinde bir dünya sakladın senNe çare o dünyayı bana yasakladın senBir kere bile olsun gelme demedin amaSana çıkan yolları bir bir tuzakladın sen

Portekiz Çetesi- Emre SÖNMEZ

Zamanında, “Türkiye’yi sarışın bir kadın temsil edemez” deyip Semiha

Yankı’nın Saçlarını boyatan bir kurumdan böylesine “açık” bir yarışma

yayınlamasını beklemek ahmaklık olurdu zaten.

Page 7: Kültür Mantarları Sayı: 9

Dünyanın en uzun soluklu müzik yarışma programı Eurovision. Türkiye’de genelde iki konuda dillere pelesenk olmuştur bu yarışma. Birinci sorun nasıl okunduğudur. Erovizyon, Yurovizyon, hayır hayır Yürovijın… Neredeyse halk olarak bu yarışmayı yazarak anlatacağız birbirimize. Başını geldiği gibi okuyup sonunu estiği gibi söyleyenler, yabancı kanallardan kulak dolgunluğuyla aksanlı söyleyenler ve çeşitli kom-binasyonlarda ses çıkarıp bu yarışmayı anlatmaya çalışanlar olarak kafamız çok karışık. Bir de tabi ki olduğu gibi ağızdan çıkarıp ortaya koyanlar var; Erovi-zyon! Okunuşu şöyle bir kenarda dursun ikinci sorun ise halk arasında biraz daha klişe olarak bilinir. Kimisi komşu komşuya oyunu esirgemez der, kimisi siyasi çıkarlar der kimisiyse tarihin güncel olaylarıyla oylamaları bağdaştırır. Herkes farklı anlatır ama bu sefer halk duymasıyla tek bir kapıya yönelir. O kapının arkasında ise en sade haliyle şu fikir yatar; Eurovision oylamasında adalet yok. Her ne kadar oylamasının adaletsiz olduğu düşünülse de TRT katılımından vazgeçene kadar en heyecanla beklenen ve izlenen yarışmaların başında gelirdi Eurovision. Ama bence yıllardır değişmeyen formatı günümüz şartlarına artık uyum sağlayamıyor. Bu uyumsuzluk da adaletsizliğin kulak dolgunluğundan öte bir his yaratmasına neden oluyor. Kısaca Eurovision’un kendine çeki düzen verme zamanı geldi de geçiyor bile.

Eurovision her ne kadar bir şarkı yarışması olsa da izlenirliğini milletler arası etkileşimden alıyor. Konu milletler olunca milliyetçilik de kaçınılmaz oluyor. Her şeyin aşırısı zararlı olduğu için basit bir yarışmada hissedilen aşırı doz milliyetçilik bence yarışma oylamasına gölge düşürüyor. Bunu engellemek için çok basit bir uygulama hayata geçirilebilir aslında. Önce-likle Eurovision’a katılan ülkeler bağımsız bir Eurovision genel kurulu oluşturur. Bu kurul her ülkeden tarafsızlığına inandığı kişileri jüri yapar ve halkın oylamasının yanında jüri üyelerinin tarafsız oyları harmanlanır. Bu harmanın adaleti sağlayacağı gibi izlenirliği de arttıracağına eminim. Bunun yanında Eurovision her ne kadar bir

2013’e göre %10 artış göstermiş mesela. Eurovision büyüyor büyümesine ama haksız oylama, diaspora oylaması, komşu oylaması meseleleri her sene dillen-diriliyor. Bence yarışmada haksız bir oylama yok. Zira öyle olsaydı her sene aynı ülke birinci olurdu. Komşu oylaması olmazsa Eurovision olmaz zaten. Eurovision’un amacı ülkeleri birbirine yakınlaştırmak, arada bağ kurmak. Her ülkenin bir komşu oyu potansi-yeli olduğundan komşuya oy verme meselesini dillen-dirmek pek gereksiz. Portekiz İspanya’ya 12 verince komşusuna verdi oluyor da Azerbaycan bize 12 puan verince ne oluyor?

Eurovision’da değişmesi gereken en önemli şey ise bence ‘’Jüri Sistemi’’. Şu anki sistemde %50 jüri, %50 halk oylaması ile oylama yapılıyor. Kazanan ülke değişmiyor yine ama ilk 5’ten sonra sıralama öyle bir alt üst oluyor ki sistemin bocaladığının resmi budur işte. Ne olursa olsun, halk her zaman haklı sıralamayı yapıyor. Sonuçta bir ülke dolusu insanın vereceği karar, bir masa etrafındaki beş-altı kişinin kararından daha değerli ve önemlidir.

Eurovision ev sahibi ülkeye yani bir önceki kazanan ülkeye de bir sürü getiride bulunur. Mesela yüz binlerce turist gelir her şeyden önce. Postcard denilen, şarkı öncesi ufak tanıtımlarda yarışmayı izleyen mily-onlara ülke tanıtılır. Oldukça genç bir ülke olan Azer-baycan adını birçok ülkede ilk defa Eurovision sayes-inde duyurdu. Eurovision’u kazanınca dev bir arena inşa ettiler yarışmayı düzenlemek için. Yeni taksiler alındı, şoförlere İngilizce öğretildi, Azerbaycan’ın kanayan yarası olan işgal altındaki Karabağ tüm Avrupa’ya Post-card ile duyuruldu. Politika da pek karışmaz aslında Eurovision’a Güney Kıbrıs, 2004 yılında ev sahibi ülke olduğumuz yarışmaya katılmıştı mesela. Çünkü bu bir müzik yarışması. Sadece müzik ve gösteriler yarışır bu yarışmada. Geleneksel müziğini, kıyafetlerini bile tanıtabilirsin üç dakika içinde o sahnede. Şu an tek dileğim umarım TRT ilerde yaptığı hatadan geri döner ve Eurovision maceramıza kaldığımız yerden devam ederiz.

Loş ışıklar eşliğinde yürüyordum sanki. Hani vardır ya şu Amerikan filmlerinde koleje yeni gelen pısırık çocuk, çantası omzunda daima yere bakar, öyley-dim. Her hareket yavaşça akıyordu, gözler üstümdeydi. Fazlasıyla normaldim. Işıklar bir anda patlamaya başladı, flaşlar çakıyordu. Ardından gelen müzik kanımı dondurmuştu. Asi ve hareketli. Gözler artık onların üstündeydi…

Üçyol’da oturuyorum. Burası bazen Teksas olur, bazense İtalya, ama çoğunlukla Portekiz. Ara ara İzmir olduğu da oluyor tabi. Biz azınlıklar olarak İzmir’de yaşamaya çalışanlardanız. Standartlaşmış günümüzün içinde İtalyan mafyaları, Teksaslı yaşlı kovboylar ve Portekizlilerle uğraşmak zorundayız. 2. el satan bir spotçunun duvarında yıllarca “beyaz alınır, satılır” yazan bir eyalet burası. Spotçular sokağından geçerken iyi düşün, İtalyanların mesken tuttuğu yerlerdir. Ama yine de gözlerinin içine bakmadığın sürece sorun çıkmaz. Teksaslı yaşlı kovboylarsa çeşitli kahvelerde bulunurlar, senin zaten onlarla pek işin olmaz. Ama okul yoluna gireyim deme, eğer girersen o andan sonraki hayatının ilk dakikalarına soğuk terler eşliğinde başlayacaksın.

Eğer şanslıysan azınlıklara denk gelirsin, gayet normal gözükürler, tabi sadece normallerin içinde. Burası normal bir yer değil, aklından çıkarma. Bazen İzmir olduğunu unutman gerekebilir, hatırlamaya çalışma. Eğer sen de normalsen her an dikkatli olmak zorundasın ya da şanslı.

Puma. Çorap gözükmeli, ama aykırı ve uyum-suz renklerdeyse. Çorap ve Puma'nın tarzı oldukça ayrı olmalı. Puma yok mu? Herhangi bir krampon iş görür, ama Puma önemli. Puma'dan daha önemli bir şey varsa o da eşofman altının paçalarının sıkılabilir bağcıklarla destekli olması. Çorap, ayakkabı ve eşofman altı arasında boğaz köprüsü olmalı.

Zayıflamalısın. Buralarda şişmanlara fazlaca yer yok. Eğer şişmansan kendine en az 3 tane çeteden zayıf arkadaş edin, yoksa bitaraf kalır, bertaraf olursun. Burası Üçyol. Eşofman üstün yakalı olmalı. Eşofman üstünün fermuarını sonuna kadar çekmezsen çeteden gözükmezsin. Sadece üst düzey üyeler tespih kulla-nabilir. Saç şekline kendin karar ver. Saçın için en iyi karar kararsızlığını waxla ifade etmen. İfade kabiliyetini yok et. Burası Üçyol. Burada ifade özgürlüğü küfürden

müzik yarışması olsa da işin içinde çok ciddi seyirlik gösteriler yer alıyor. Bu gösteriler bazen oylamaya etki ediyor gibi duruyor, bazen etki etmediği hissediliyor. Bence bu durum da Eurovision’un eskimiş yönlerinden biri. Oylamalar kategorileştirilmeli. Görsel, beste ve sanatçı sesi olarak üç ana gruba alınabilir örneğin. Bu üç temel grup üzerinden oylamalar adaleti ve seyir zevkini arttırabilir. Ayrıca görsel alanda en çok puan toplayan ülkeye küçük bir ödül verilmesi de tıpkı spor sahalarında sıklıkla rastladığımız bireysel ödüller gibi düzenlenebilir. Eskidiğini düşündüğüm bir diğer yön ise oylama sistemi. SMS hayatımızda gittikçe geri planda kalmaya başladı. Çünkü internet üzerinden ulaşmak istediğimiz kişilere daha çabuk ulaşabilir olduk. Durum buyken dünyanın en çok izlenen müzik yarışmasının oyları SMS ile toplanmamalı. İnternet üzerinden küçük, 1 dakikalık bir anket sistemi hem oyların çok daha detaylı alanlarda toplanmasını hem de daha çok kişinin katılmasını sağlayabilir. TRT yüzünden içimizde iyice sönen ateşin tüm dünyadaki yeni nesil için sönmemesi isteniyorsa bence Eurovision kurallarını bir gözden geçirmeli. Tabi oylamaların açıklanış biçimine ne olursa olsun dokunulmamalı. Çünkü Eurovision’u Erovizyon yapan işte tam da burası!

Avrupa yayın birliği tarafından Avrupa ülkeleri birbirleriyle kültürel etkileşimde bulunsun, 2. Dünya Savaşı yorgunu Avrupalı devletler arasında bir etkileşim olsun diye yapılmıştır zaten. Farklı tatları içeren bir kase salata gibidir Eurovision. Tek malzemeyi bile çıkartsanız hemen fark edilir. Ülkemizde bir zamanlar milli dava haline dönüşen bu yarışmaya günümüzde bence politik, TRT’ye göre ise adil olmayan oylama sistemi yüzünden katılmıyoruz. Türkiye’nin en muhafazakar kurumlarından olan TRT yarı çıplak dans eden çiftleri, eşcinsel öpücükleri yayınlayacak kadar açık bir kurum değil elbette. Önce bayan sunucumuz Meltem, Ömer ile değiştirildi. Oylarımız modern görünümlü bir bayan tarafından verilmemeye başlandı. Çünkü Türkiye’yi modern görünümüyle yanlış temsil ediyordu Meltem Ersan. Zamanında Türkiye’yi sarışın bir kadın temsil edemez deyip Semiha Yankı’nın saçlarını boyatan bir kurumdan böylesine ‘’açık’’ bir yarışma yayınlamasını beklemek ahmaklık olurdu zaten.

Neyse, varsın günden güne daha da muhafazakarlaşan ülkemiz katılmasın, Eurovision yoluna büyüyerek devam ediyor. Bu yıl izlenme oranı

7

geçer. Parklar en büyük mekanındır, korkma. Tekinsiz, ama senin için değil. Olabildiğince yaylanarak yürü. Tekinsiz ol. Burası Üçyol ve sen de Portekiz çetesinin bir üyesisin!

Okula gitmek için yola çıktığımda kendimi iyi hissediyordum. Okula giderken sıkça mutlu olmam. İyi görünüyorsam iyi hissedebilirim, ama bu da bir olasılık. Pazartesi. Tıraş oldum, saçlarım taralı ve düzgün. Temiz. Temiz olan saçlarım ifademe benziyor. Temiz. Gömlek ve pantolon giyiyorum. Normal. Yürürken içimde hiçbir tedirginlik yok. Sadece yürüyorum. Yürümek böyle zamanlarda mutluluk verir. Mutlu oldukça ifadem temizleşir. Tıraşlı yüzümde temiz bir ifadeyle 20 yaş gençleşerek yok olsam kimse yadırgamaz. Ama Üçyol'daysanız yadırganırsınız. Burada yadırganmak iyi değildir.

Portekiz çetesi genelde meslek lisesinin orada konuşlanır. Zaten meslek lisesinin 750 kişilik nüfusu-nun 550'si bu çeteye dahildir. Genelde 1 erkeğe 5 erkek dolaşılır. Her çete lideri başına 5 erkek. Portekiz çetesi birçok küçük çetenin birleşmesiyle oluşur. Genelde bu çetecikler farklı bir okulla münakaşa(!) yaşandığı zaman toplanır. Nedense o gün de oldukça toplu gözüktükleri ender günlerden biriydi.

İçlerinden geçmem gerekiyordu. Duraksadım. Göze almam gereken birçok göz vardı. Önce gözlemleyerek çetecikleri tartmayı tercih ettim. İlk çete Ronaldo’nun çetesine benziyordu, saçlar jiletlenmiş ve yana doğru jölelenmişti, zayıflık da cabası. Çete lideri ne kadar zayıfsa o kadar tehlikeli olur genelde. Bu onun ne kadar arbede yaşadığını gösterir. Ronaldo ve çetesi tehlikeliye benziyordu. İçlerinden geçersem faul çala-bilecek bir hakem yoktu. Haksız bir gol günün seyrini değiştirebilirdi. Biraz yanında konuşlanan diğer çeteyi gözüme kestirdim. Biraz daha olgun gözüküyorlardı, buradan sınıfta oldukça kaldıkları anlaşılıyordu. Böyle-lerinin çetesinde dışarıdan çokça adam bulunur. Bu grubun ise lideri Figo'ydu. Saçları geriye doğru jölelenmiş hafif kısa ve esmerdi. Diğerlerine göre daha normal dursa da yaşı çetenin tehlikesini ele veriyordu.Zaman ilerliyor. Kaçırmamam gereken bir metro var. Şimdilik gözüme kestirdiğim iki çete de oldukça tehlikeli duruyordu. İlerleyemiyordum. Küçükken kendi okulumda da Portekiz çetesinin ümit vadeden elemanlarıyla oldukça fazla haşır neşir olmuştum. Hoş ve istenen şeyler değildiler. Beklemeyi tercih ettim. Metro kaçacaktı. Tıraş olmuş, temiz ifadeliydim.

Bunları düşünürken aynı zamanda çözümü çevrelediğimi fark edemiyordum. Tıraş olmuştum, metroyu kaçırmamam gerekti. Bunların ifade ettiği tek

bir neden vardır bir öğrenci için. Pazartesi!

Portekiz çetesi üyeleri eskiden 19 buçuk gün şimdilerde ise 9 buçuk gün devamsızlıkla okul hayatlarına devam etmeyi seven kimselerdir. Okudukları okul ise İstiklal Marşı'ndan sonra yokla-maya sonradan gelen öğrencileri dahil etmez. Bunları biliyordum ama hatırlamıyordum. Çözüm ayağıma 30 saniye sonra gelecekti ama bunu düşünebilecek psikolojide değildim. İçlerinden geçmeye karar verdim. Pazartesiydi ve okula geç kalmamalıydım. Alnımdan soğuk bir damla ter yere damladı. Loş ışıklar birazdan gözlerimde patlayacak, kulaklarımda o asi şarkı yankılanacaktı…

Kulaklarımda yankılanan şey Portekiz çetesinin inlemeleri olmadı. Şaşırdım. Kafamı yukarı doğru kaldırdığımda tüm grupların okula koştuğunu gördüm. Liderler biraz daha geriden yürüyorlardı, ama gidiyorlardı. Boş yoldan yavaşça süzülerek geçtim. Mutluluğum tekrar eski yerini aldı. Bu sefer loş ışıklar benim için, arkamdan yanıyordu. Tıpkı mutlu biten bir filmin son sahnesinde olduğu gibi.

Metroya yürürken kulağıma uğultu şeklinde İstiklal Marşı sesi geliyordu ama bu sefer biraz farklıydı. Bu sefer benim zaferim için okunuyordu…

Gözlerinin içinde bir dünya sakladın senNe çare o dünyayı bana yasakladın senBir kere bile olsun gelme demedin amaSana çıkan yolları bir bir tuzakladın sen

İçimizdekilerKültür Mantarları

Rubai- Ufuk Murat TAÇ

Page 8: Kültür Mantarları Sayı: 9

8

Geçen yıl Mayıs ayının sonunda başlayan ve etkilerini yıllarca göreceğimiz bir olay yaşadı toplumu-muz. O olaylarda aslında yıllardır ortada olan ama kimsenin aldırış etmediği konular parlamaya başladı. Parlayan olgulardan biri de twitter oldu o olaylarda. O olaylara kadar belli kişiler twitter’ı içi boş, gençler için vakit öldürme yeri olarak görüyordu. Fakat daha sonradan anlaşıldı ki doğru kullanıldığında bir örgütlenme aracı olarak da kullanılabilirdi twitter. Üste-lik daha önce örnekleri de vardı, Arap Baharı gibi, Wall Street olayları gibi. Bizim toplumumuz da twitter’ın aslında güçlü bir silah olabileceğini Gezi olaylarıyla anlamış oldu. Twitter sayesinde her saniye, olayların yaşandığı hemen her sokaktan bilgi alabiliyorduk. Hatta kimi durumlarda apartman numaraları ve daire numaraları da giriyordu işin içine. Dolayısıyla sadece twitter’ı kulla-narak müthiş bir örgütlenme sağlanabiliyordu. Bu detaylı bilgiler, örgütlenme için Gezi olayları sırasında olmazsa olmazdı. Çünkü aksi halde insanlar tepkilerini bu ölçekte gösteremeyecek, dağılıp gidecek ve kimileri de bildiğini rahatça okuyabilecekti. Şimdi geriye dönüp baktığımızda çok rahatlıkla görebileceğiz ki Gezi olayları bize daha önce sahip olmadığımız bazı alışkanlıklar verdi. İnsanlar artık tepkilerini daha rahat gösterebilir hale geldi. Fakat hala bir şey çok açık ki bizim daha çok fırın ekmek yememiz gerekiyor tepkimizi tam olarak gösterebilmek için. Gezi olaylarında halk sokağa çıkıp tepkisini göstermiş olabilir, bu tepkinin sonuçları başarılı sayılabilir. Fakat

tepki gösterilmek istendiğinde başvurulması gereken ilk yol sokağa çıkmak mıdır ya da tepki göstermenin tek yolu sokağa çıkıp eylem yapmak mıdır? Gezi olaylarının ardından toplumumuz bu sorulara maalesef “Evet” yanıtını veriyor. Artık devletle iletişime geçmenin tek yolunun sokağa çıkmak olduğu düşünülüyor büyük bir kesim tarafından. Yakın zamanda yaşanan bir örneği var bu durumun: Berkin Elvan için eylemler yapılmaya başlandıktan birkaç gün sonra konuyla ilgili yasal süreç başlamıştı. Bence Berkin Elvan için yasal süreç eylem-lerle birlikte başlamalıydı. Konuyla ilgili tepki gösterile-bilecek her kanalda gösterilmeli bence. Aksi halde eylemler kuru gürültü olmak dışında bir şeye yaramıyor. Gezi olaylarının bize kattığı bir diğer alışkanlık da her türlü olayda en az Gezi olaylarında edindiğimiz bilgiyi edinmeye çalışmak. Gezi olaylarında nasıl her sokaktan bilgi alabiliyorduysak, diğer olaylarda da bunu yapmaya çalışıyoruz. Bu bazı durumlarda çok saçma sonuçlar doğurabiliyor. Çok yakın zamanda yaşadığımız Soma kazasında insanlar yine twitter’a sarıldı, sadece twitter’a haber üretmek için Soma’ya gitti. İnsanlar Soma’daki madenin bütün inceliklerini, bütün galerile-rindeki durumu öğrenmeye çalıştı. Meraklı olmak, bir olayı derinlemesine anlamaya çalışmak çok değerli bir şeydir. Fakat Soma’daki kazada insanlar son derece detaylı bilgiyi, belki sadece kriz masasındaki insanlar için gerekli olan bilgiyi, kendisine ve kazazedelere hiçbir yardımı olmamasına rağmen talep etti. Bence bunun da tek açıklaması sanal ortamın bize sunduğu “olduğundan daha önemli hissetme" durumu.

İçimizdekiler Kültür Mantarları

Gezi Sonrası- Emre GÜLSOYLU

Page 9: Kültür Mantarları Sayı: 9

9

Home must be a place, I guess. Maybe your parent’s house, maybe the woods of your childhood, the arbour, the loft or the buttery. But maybe it is a really small place that is invisible--a feeling for example. Or a movement, a smell, a special touch, a known scene. That might be home, the place you feel "at home". Then neither at home nor home means origin. It only means the place where you are happy. And perhaps a little wistful, because you remember the old things. Maybe it is a collecting point of memories, or maybe the starting point of everything we do. Or even the end. Because all stories end with arriving home. And of course that doesn't have to be your parent’s house. Not even the place from you started your travel. It can be everything, something that you define as your home, where you are able to feel this weird sense of home, familiarity. That is where we arrive. And for me home is something else, too. The wistful feeling of releasing. We don’t like to release old, beautiful things. Because who knows if it will be the same as it used to be? While asking ourselves this question, we know it is not going to be like old days. Life goes in segments. Sometimes the transition is soft and we don’t feel it happening. But later when we realize it is over, we think back and remember old times. Child-hood. It is hard to define the clear end of childhood. But one day it is over for sure. For me childhood is a place, I sometimes wish to go. Of course that is not possible. But still, when I sit at the playground again, climbing on grandmother’s apple-tree or or finding some old pictures while cleaning, it makes me smile and lets me return for a second to the old days. Those that are the best I know, where I have my roots. Home. I guess for me home is a windy place. Where the air smells like salt and see and the skin becomes sticky after a time. With a lot of clouds and plain or some dunes. Since my parents are divorced and kind of busy, I used to be at di�erent places at home. At some I am still there and others have lost their meaning or they are simply not exciting anymore. That was no bad childhood, perhaps only a little bit unstable. The most beautiful hours I spent at the coast, at the beach with some fall storms together, or in the forest at frozen lakes. At the water hidden between white canvas, with those big bellies bloated by the wind. Even though wind and waves are anything but solid, nothing seemed more trustworthy to me than a

boat. A little world, where everything had its strict order that never would be changed. And the smell of ships is always the same, familiar. On a ship I slept the deepest. Even if our boat crashed at one of the nearby Swedish cli�s, I would not think about waking up. Maybe it was exactly this predictability of the ship, the noises and movements that were always the same, and the same way to crash into waves, and the knowledge that it would be the same everywhere in the world. We used to travel a lot and in every harbour would sing the same song every night. When I was little we sailed to Turkey and in those times the country seemed to be endlessly far away. But even in this foreign world, where nobody had blue eyes and blond hair and everything seemed to be di�erent, the harbours and ships sounded and smelled the same. So I immediately felt at home. Maybe that might be one of the things that made me return here after more than ten years, without any reason. Now, since my time comes close to the when I will return, I'm kept busy by the question of where my home is. Maybe the di�erences are not that huge between Turkish and German culture--at least it seems like that. But the people are really di�erent. Though I got older, I stopped measuring my sense of home with places. As a child it is enough to carry your doll or pillow with you. To see something you have at your home too, or to eat something familiar to feel at home. I guess that is a huge di�erence between being an adult and being a child. Everybody has these objects that makes him feel at home, because it’s a reminder of childhood, when this things "meant" home. But when childhood is over, you start to define what home means for you in a new way. For me it is two things nowadays and only god knows if that will change again. The smell of paper and paint and people. The first thing is a boat, oil paint smells the same every-where and a brush always makes the same noise. But people are di�erent. So this is something that depends on the place I am. So I have the danger of homesick-ness. Though through my life I haven’t been homesick. I didn't miss my mum or dad. Because I knew they would come back or I would come back. But the people I stayed with mostly behaved the in a similar way, they acted familiar, predictable. That might be culture, so I felt home enough. Here is a general di�erence in the character of people that are Turkish and German. In Turkey I miss German discipline and hardness. Maybe it is because of the weather that people seem to complain more. People are at least more relaxed because of that. To me it often seems undisciplined and weak since my family is really a Prussian one.

Home- Hille PAUL

İçimizdekilerKültür Mantarları

Maybe the Turkish lifestyle could be described as “live and let live”. Since you are not doing the things as promised or announced, you don’t for ask perfection from somebody else. Beside I know myself how tempting it is to complain. So every time I open my mouth to have a good cry, I hear my mum’s voice, "pull yourself together" and then probably my father says, "nobody can stand that" and I am immediately quiet. Back then in Germany I didn’t know to appreci-ate the German tough and hardness. Nowadays it is one of things I miss the most. Sentences like: “business before pleasure” or “hard work never hurt anyone” became my matter of heart, industriousness and constancy as well. That this just happened in Turkey, compared to Germany the paradise of disorganisation and indiscipline, might be because of homesickness, might be the wistfulness of the releasing. If I wanted to adapt to a new culture, I would have to leave my own before. And every time something seems to be foreign and unknown and wants to have a place in our life, we remember the “good, old times”. And if it is possible, we keep the known things. Still I know that German discipline and sober-ness won’t seem that holy to me anymore after I have returned, but the pluses of Turkey will. It will be again the people, a specific and cultur-ally dependent character that I will miss the most. Maybe complaining and annoying but in one amazing point all Turks are the same. They are excited by people that still have empty space in their hearts. Every time it is again a miracle, how they open, with a certain easi-ness and a natural trustfulness, open doors for me. To their house and their heart. And they would love it the most, to close these doors right behind me, and never let me out again. I will miss being loved by everybody unconditionally. As I said, years ago we had come to Turkey to go sailing. In one of the harbours an old man I didn’t know came to me and presented me a big shell that was a treasure in my eyes. I didn’t understand at all how somebody could give me such a gift with no reason, it seemed like a fairytale to me. So I put the shell to a special place and even brought it with me to Turkey. Here it lost the magic, because I learned how normal this kind of present os here. But a piece of home is now saved in the shell itself.

Muhteşem bir şehirMuhteşem bir geceMuhteşem şarkılarFakat yine yalnızımTek başıma dinliyorumGeceyi ve Sinatra'yıPencerenin önünde Hayallerimi ve şehri kollarıma almış dans ediyorumBu iki beden ve yıldızlarVe kocaman ayVe sen ve gece ve müzikBeni deli ediyorsunuzYalnızlığımlaUyumayan şehirdeSensiz uyumak Sensiz nefes almakSensizlik ne zor,Ah bir bilsen…

Page 10: Kültür Mantarları Sayı: 9

Home must be a place, I guess. Maybe your parent’s house, maybe the woods of your childhood, the arbour, the loft or the buttery. But maybe it is a really small place that is invisible--a feeling for example. Or a movement, a smell, a special touch, a known scene. That might be home, the place you feel "at home". Then neither at home nor home means origin. It only means the place where you are happy. And perhaps a little wistful, because you remember the old things. Maybe it is a collecting point of memories, or maybe the starting point of everything we do. Or even the end. Because all stories end with arriving home. And of course that doesn't have to be your parent’s house. Not even the place from you started your travel. It can be everything, something that you define as your home, where you are able to feel this weird sense of home, familiarity. That is where we arrive. And for me home is something else, too. The wistful feeling of releasing. We don’t like to release old, beautiful things. Because who knows if it will be the same as it used to be? While asking ourselves this question, we know it is not going to be like old days. Life goes in segments. Sometimes the transition is soft and we don’t feel it happening. But later when we realize it is over, we think back and remember old times. Child-hood. It is hard to define the clear end of childhood. But one day it is over for sure. For me childhood is a place, I sometimes wish to go. Of course that is not possible. But still, when I sit at the playground again, climbing on grandmother’s apple-tree or or finding some old pictures while cleaning, it makes me smile and lets me return for a second to the old days. Those that are the best I know, where I have my roots. Home. I guess for me home is a windy place. Where the air smells like salt and see and the skin becomes sticky after a time. With a lot of clouds and plain or some dunes. Since my parents are divorced and kind of busy, I used to be at di�erent places at home. At some I am still there and others have lost their meaning or they are simply not exciting anymore. That was no bad childhood, perhaps only a little bit unstable. The most beautiful hours I spent at the coast, at the beach with some fall storms together, or in the forest at frozen lakes. At the water hidden between white canvas, with those big bellies bloated by the wind. Even though wind and waves are anything but solid, nothing seemed more trustworthy to me than a

boat. A little world, where everything had its strict order that never would be changed. And the smell of ships is always the same, familiar. On a ship I slept the deepest. Even if our boat crashed at one of the nearby Swedish cli�s, I would not think about waking up. Maybe it was exactly this predictability of the ship, the noises and movements that were always the same, and the same way to crash into waves, and the knowledge that it would be the same everywhere in the world. We used to travel a lot and in every harbour would sing the same song every night. When I was little we sailed to Turkey and in those times the country seemed to be endlessly far away. But even in this foreign world, where nobody had blue eyes and blond hair and everything seemed to be di�erent, the harbours and ships sounded and smelled the same. So I immediately felt at home. Maybe that might be one of the things that made me return here after more than ten years, without any reason. Now, since my time comes close to the when I will return, I'm kept busy by the question of where my home is. Maybe the di�erences are not that huge between Turkish and German culture--at least it seems like that. But the people are really di�erent. Though I got older, I stopped measuring my sense of home with places. As a child it is enough to carry your doll or pillow with you. To see something you have at your home too, or to eat something familiar to feel at home. I guess that is a huge di�erence between being an adult and being a child. Everybody has these objects that makes him feel at home, because it’s a reminder of childhood, when this things "meant" home. But when childhood is over, you start to define what home means for you in a new way. For me it is two things nowadays and only god knows if that will change again. The smell of paper and paint and people. The first thing is a boat, oil paint smells the same every-where and a brush always makes the same noise. But people are di�erent. So this is something that depends on the place I am. So I have the danger of homesick-ness. Though through my life I haven’t been homesick. I didn't miss my mum or dad. Because I knew they would come back or I would come back. But the people I stayed with mostly behaved the in a similar way, they acted familiar, predictable. That might be culture, so I felt home enough. Here is a general di�erence in the character of people that are Turkish and German. In Turkey I miss German discipline and hardness. Maybe it is because of the weather that people seem to complain more. People are at least more relaxed because of that. To me it often seems undisciplined and weak since my family is really a Prussian one.

Gece ve- Cihan AŞIK

10

Maybe the Turkish lifestyle could be described as “live and let live”. Since you are not doing the things as promised or announced, you don’t for ask perfection from somebody else. Beside I know myself how tempting it is to complain. So every time I open my mouth to have a good cry, I hear my mum’s voice, "pull yourself together" and then probably my father says, "nobody can stand that" and I am immediately quiet. Back then in Germany I didn’t know to appreci-ate the German tough and hardness. Nowadays it is one of things I miss the most. Sentences like: “business before pleasure” or “hard work never hurt anyone” became my matter of heart, industriousness and constancy as well. That this just happened in Turkey, compared to Germany the paradise of disorganisation and indiscipline, might be because of homesickness, might be the wistfulness of the releasing. If I wanted to adapt to a new culture, I would have to leave my own before. And every time something seems to be foreign and unknown and wants to have a place in our life, we remember the “good, old times”. And if it is possible, we keep the known things. Still I know that German discipline and sober-ness won’t seem that holy to me anymore after I have returned, but the pluses of Turkey will. It will be again the people, a specific and cultur-ally dependent character that I will miss the most. Maybe complaining and annoying but in one amazing point all Turks are the same. They are excited by people that still have empty space in their hearts. Every time it is again a miracle, how they open, with a certain easi-ness and a natural trustfulness, open doors for me. To their house and their heart. And they would love it the most, to close these doors right behind me, and never let me out again. I will miss being loved by everybody unconditionally. As I said, years ago we had come to Turkey to go sailing. In one of the harbours an old man I didn’t know came to me and presented me a big shell that was a treasure in my eyes. I didn’t understand at all how somebody could give me such a gift with no reason, it seemed like a fairytale to me. So I put the shell to a special place and even brought it with me to Turkey. Here it lost the magic, because I learned how normal this kind of present os here. But a piece of home is now saved in the shell itself.

Muhteşem bir şehirMuhteşem bir geceMuhteşem şarkılarFakat yine yalnızımTek başıma dinliyorumGeceyi ve Sinatra'yıPencerenin önünde Hayallerimi ve şehri kollarıma almış dans ediyorumBu iki beden ve yıldızlarVe kocaman ayVe sen ve gece ve müzikBeni deli ediyorsunuzYalnızlığımlaUyumayan şehirdeSensiz uyumak Sensiz nefes almakSensizlik ne zor,Ah bir bilsen…

İçimizdekiler Kültür Mantarları

Page 11: Kültür Mantarları Sayı: 9
Page 12: Kültür Mantarları Sayı: 9

Şapkanın altında kalın.Kültür Mantarları