Upload
others
View
13
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
i
İÇİNDEKİLER
önsöz ....................................................................................................................................................İİİ
özet.......................................................................................................................................................Vİ
summary ........................................................................................................................................... Vİİ
GİRİŞ .................................................................................................................................................... 1
1. MODERN KURAMI VE ROMANTİZM...................................................................................... 5
2. SAF AKLIN ELEŞTİRİSİ............................................................................................................. 13
2.1. İNSANIN EDİMLERİ VE DİZGELİLİK................................................................................. 21
2.2. ANLAMA YETİSİ VE DİZGELİLİK....................................................................................... 29
2.3. TOPLUM VE DİZGELİLİK ..................................................................................................... 35
3. PRATİK AKLIN ELEŞTİRİSİ..................................................................................................... 41
3.1. KANT VE ROUSSEAU.............................................................................................................. 42
3.2. AHLAK’IN METAFİZİĞİ VE HÜMANİZM.......................................................................... 49
3.3. YASA VE ÖZNELLİK ............................................................................................................... 52
3.4. ÖZNE VE ÇATIŞMA ................................................................................................................. 56
3.5. ÖZNE VE DİL............................................................................................................................. 59
4. TÜMEL VE TİKEL ARASINDAKİ BİRLİĞİN AUTONOM DENEYİM ALANINDA KURULMASI..................................................................................................................................... 65
5. ESTETİK DENEYİM VE ZORUNLU KARŞILIKLILIK İLİŞKİSİNİN BİÇİMDEN GEÇMESİ........................................................................................................................................... 71
6. AKLIN DONATTIĞI NESNENİN YARGI GÜCÜ TARAFINDAN SORGULANMASI ...... 75
7. BÜTÜNLÜK İDESİNİN BİREY VE TOPLUM İÇİN GEREKLİLİĞİ ................................... 82
7.1. DOĞA VE TEKNİK ................................................................................................................... 84
7.2. GÜZEL, GÜZEL YARGISI....................................................................................................... 90
7.3. ESTETİK YARGININ EREKLİLİK KAVRAMI ................................................................... 93
8. AYDINLANMA DÜŞÜNCESİ VE İNSAN.................................................................................. 96
ii
8.1- KANT’IN AYDINLANMA ANLAYIŞI VE FOUCAULT’NUN DEĞERLENDİRMESİ . 101
8.2- AYDINLANMA AKLI VE ELEŞTİREL TEORİ ................................................................. 113
9. EBEDİ BARIŞ PROJESİ ............................................................................................................ 132
10. KANT’IN SİYASET FELSEFESİ VE HANNAH ARENDT ................................................. 147
11. KANT’IN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ ÜZERİNE VE SONUÇ .................................................. 160
KAYNAKLAR.................................................................................................................................. 183
SÜRELİ YAYINLAR DERGİ VE DERLEME KİTAPLARDAKİ MAKALELER.................. 201
v
SUMMARY
Kant’s construction of reason’s system of cognition, his inquiry for the limits and the possibility of knowledge is not only an expression of his anthropocentrism, but also an answer to the question of the problem of duty of being an human, moreover to the question of “what is being?” While Kant reverts the gaze into itself on the edge of knowledge, he covers almost all human actions. Here we may say, that Kant criticized the reason, by seeing it as the source of all disasters and destruction caused by the human act. This capacity of reason by the limits of experience, re-relates the reason with the praxis, by making the experience, which is the condition for the knowledge, also the condition for the praxis.
Kant’s stress on the reason attaches man not to a being without sensibility, but to a feeling of duty of the human being, who holds the tools and the ways of using this sensibility in his responsibility. This point is very interesting; the external structure of duty is transformed into an internal state, thereby the externality of the destructive employment of reason is attached to an internal law. The law is derived from inner sense, not from the outer world. Now, the reason gets enclosured again. It can be said, that Kant and the German Idealists have forseen all the disasters of the reason realized in the 20. century and secured the order with an internal law; -this fabricated catastrophe is very ideological, attached to this world of ideas by force in order to make up a guilty. Kant has liberated reason from its sovereignty. The reason, by getting this active role under control, added the notion of responsibility to the speech which is based on transmitability in the public sphere.
With all the acts of reason getting related to a principle of law and with the particularity of the subject who sets the rules for the artwork, a subjective sphere gets reestablished. The artwork is placed where the subject who sets the rules reaches the universal.
The man has found the possibility to touch the cosmos. Keywords; capacity for cognition, goal, order, categorical imperative, critical
philosophy, maxim, principle of will, principle of happiness, thing in itself, the generality of the law, comformable to duty, from duty, the idea of freedom, autonomy, jurisdiction, obligation, necessity.
iv
ÖZET
Kant’ın aklın bilme sistemini inşası, bilginin sınırlarını ve olanaklılığını araştırması
onun insan, özne merkezli oluşuna olduğu kadar insan olmanın sorumluluğuna belki de
insan nedir sorusuna verilmiş bir yanıt olduğu söylenebilir. Kant, bakışı sadece bilgi,
bilebilme sınırında kendi üzerine çevirirken insanın bütün etkinliklerine de
kapsayıcılık taşır. Bu noktada denilebilir ki, Kant insan edimin yol açtığı felaketlerin,
yıkımlarında sebebini bu akılda görerek aklın eleştirisi yapmıştır. Aklın, deneyimin
sınırlarında bu yetisi, bilginin koşulu olan deneyimi pratik yaşantının deneyiminin de
koşulu olmasıyla aklı yeniden pratik olanla ilişkilendirmiştir.
Akla yapılan vurgu, insanı duyarlılıktan uzak bir varlığa değil, bu duyarlılığı
kullanma araçlarını ve yollarını kendi sorumluluğunda bir ödev duygusuna
bağlayacaktır. Bu noktada oldukça ilginçtir, ödev dışsal olan yapısı, içsel bir duruma
dönüştürülerek, aklın yıkıcı kurumlarının dışsallığı da iç yasaya bağlanmış olur. Yasa
dışarıdan değil içeriden gelir. Akıl bir kez daha kuşatma altına alınır. Kant, ve tabii
alman idealizmini yirminci yüzyılda yüzyılda vardığı söylenen felaket sonuçlarının –
bu tez bu felaket yakıştırmasının sadece ideolojik olduğunu, bunun bu düşünce
dünyasına zorla yakıştırılan bir suçlu arayışı olduğunun düşüncesiyle bu tez seçildim
- aklın felaketlerinin önceden farkına vararak bir iç yasayla zapturapta aldığı
söylenebilir. Aklı kendi kendisinin hükümranlığından kurtarmıştır. Akıl, yasayla bu
etkin rolünü denetim, kontrol altına alarak, kamusal alanda iletilebilirlik üzerine
oturan söz söyleme yeteneğine de sorumluluk kavramını katmıştır.
Aklın bütün edimlerinin bir yasa ilkesiyle ilişkilendirilmesi, sanat yapıtında ilkeyi
koyan öznenin tikelliğiyle yeniden bir öznellik alanına geçilir. Sanat yapıtı yasa
koyucu öznenin evrensele ulaştığı alan da olacaktır.
İnsan, kozmosa dokunabilmenin olanağını bulmuştur.
Anahtar kelimeler; anlama yetisi, amaç, buyruk, kategorik buyruk, eleştirel
felsefe, maksim, isteme ilkesi, yasanın genelliği, kendi başına şey, mutluluk ilkesi,
ödeve uygun, ödevden dolayı, özgürlük idesi, özerklik, yargılama gücü, yasa,
yükümlülük, zorunluluk.
T.C. MİMAR SİNAN GÜZEL SANATLAR ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SOSYOLOJİ ANA BİLİM DALI
GENEL SOSYOLOJİ VE METODOLOJİ PROGRAMI
ALMAN ROMANTİZMİNİN KURAMSAL YAKLAŞIMLARININ TOPLUMSAL ALANA ETKİLERİ
(Doktora Tezi)
Hazırlayan: 200060007 ZELİHA BÜRTEK
Danışman PROF.DR. ALİ AKAY
İSTANBUL 2007
1
GİRİŞ
İnsan yörüngesel ağaçlıklı yol (bu, iki yanı ıhlamur ağaçlarıyla çevrili Kant’ın her
gün sekiz kez bir yönde sekiz kez aksi yönde yürüdüğü halk arasındaki “filozofun
yolu”da denilen yolda, kendi “yörüngesi” denebilecek bir meditasyon yürüyüşüyle
şaşmazlığın ve sıradanlığın bir motifini vermesiyle, tümel bir durum olarak
kurulabilir) denebilecek sonlu yaşamı içindeki sonsuz yaratımı, kendisinin evrenin
sonsuz yaratımı içindeki sonlu varlık olmasıyla, varlık – öznede hem hissedilen hem
aşılmak istenilen hem de çözülmesi gereken bir giz kurar. Kurucu öğenin mi önceliği
yoksa kurulanın mı önceliği, sonsuzun sonluya mı gebe oluşu ya da sonlu olanın
sonsuz olanın varlık sebebi mi olduğu sorusu yaratıcı olanın gizini oluşturur.
Yolun bir kenarından öteki kenarına geçiş yol boyunca yürüyüşün düzenini
bozarken doğal olan karşısına öznel olanı çıkarır. Bir harmoni ve birliğin varlığının
sezildiği bu noktada, Kant’ın deyimiyle bir “birlik noktası” olarak estetik yargı
gücüne ulaşırız. Kant, soyut biçimde kendinde odaklaşmış özne ile nesne, arasındaki
karşıtlığın çözülümü için gerek duyulan bir birlik noktası olarak bir estetik yargı
gücüne ulaşmıştır. Kant bu eleştirisinde hem felsefe sisteminin bütünlenişine hem de
somut insani özneye ve bu anlamda bütünsel insana geçişe imkân veren estetik
boyutla bu alanı otonom (özerk) bir deneyim alanı olarak ayrıştırır. Teorik akıl ile
pratik akıl arasında bir köprü olma niteliği yanında aklın her iki formu arasında “sui
generis” bir bağlantı olan yargı gücünü ortaya çıkarır.
Estetik sözcüğü Grekçe “aisthesis” ya da “aisthanesthai” sözünden gelir. Duyum,
duyulur algı anlamına gelen aisthesis sözünün yanında aisthanesthai ise duyu ile
algılamak anlamına gelir. Estetik, duyulur algının sağladığı bir alan olmasının
yanında, estetiğin konusu olmadan da var olabilen duyusal bir “yeti”dir. Bir bilim
2
alanı gibi düşünülecek estetik yanında, öznelliğin bir parçasını da oluşturan
“duyusallık” anlamında estetiktir.
Güzelin ve duyulur olanın bilgisi olarak estetik, Alman idealist düşünce geleneği
içinde duyulur olan ile zihinsel olan arasında kurulan köprü olması dolayısıyla
yargının zorunluluğu ile öznel zorunluluk arasında ilişki kurar. Doğa nesnesinin
zorunluluğu öznenin duyduğu hazzın, genel olmayan belirlenimi ile birlikte “güzel,
kavram olmaksızın zorunlu bir hazzı nesnesi olarak bilinen şeydir. Yargının hem
soyut hem de kavramsız oluşu onun tekilliğini ve tümelliğini sorunlu bir duruma
sokar. Eğer ki, Kant beğeni yargısında düşünülen zorunluluğu “bir ortak duyu
varsayımı altında nesnel olarak tasarlanan öznel bir zorunluluk” şeklinde ifade
ediyorsa, burada, öznel olan ile doğanın zorunluluk durumu arasındaki sınır nasıl
aşılır ya da iki etkinlik alanı gibi kendini sunan düşünme ve yaratımın tikelliği ve
tümelliği nasıl ayırt edilebilir.
Tikellik ve tümellik arasında sanat nesnesi üzerinden kurulan ilişkide Kant aynı
zamanda siyaset felsefesini de inşa etmiş olur. Kant’ın siyaset felsefesi, Edebi Barış
idesinin uzlaşmaya dayalı niteliğini de taşıyacaktır.
Özne, dışsal koşullardan bağımsız bir şekilde Kant’çı anlamıyla “özgürlüğü
içinde” duyu algılarının yanılsamalarından uzak, hem kendi özne oluşunu hem de bu
sürecin sonucu olan genel bir güzel kavramına nasıl ulaşılır? sorusu idealist felsefeye
sanat üzerinden sorulabilecek bir soru gibi kendini göstermektedir. Güzel, yaygın
belli bir egoya bağlı motivasyonlardan doğmadığına ve fiziksel ya da entelektüel bir
arzuya da bağlı olmadığına göre, yargılayan özne yargısının dayandığı temelin diğer
insanlarda da bulunabileceğini ancak varsayabilir. Öznel arzular ve koşullar dışta
kaldığında öznelliği içinde özne, yargısı için genel “onay” umabileceği nesnel bir
konum kazanır. Bu genel onay ve onun sonucu gibi gözükebilecek uygunluk
postulatı, zihinsel a priori karakteri ortaya çıkarır. Genel bir onay uylaşımsallığı
3
içinde, nesnesiz edilgenliğin edimsel boyutunu kuran zihinsel tümellik yasasında, bir
anlamıyla, Descartes’in Söylem Üzerine Metod’unun girişinde geçen, “herkese eşit
dağıtılmış sağduyu”ya yakın bir tümel estetik yargıdan söz edilir.
Zihinsel eylemlerinde, yaratı alanında olduğu gibi bir zaman aralığı ve soyut bir
uzamı varsa nesne ile öznenin durduğu yer sorusu önem kazanır. Kendinde şeylerin
bilinemezliği estetik alan ile aşılıyorsa, bilmenin özgünlüğü ile öznenin bağımlı bilişi
onun aşkın idealizmin, tam da romantik sanatçıların eleştirdiği yönünü oluşturur.
Romantik ressamlar, bu özneyi doğayı bilme aşkı ve doğa karşısında onun parçası
oluşla ona tabii oluşun arasında doğanın içine yerleştirirler.
Nesne ve özne arasındaki ayrımın aşıldığı, öznenin bilimin bilinebilir bir nesnesi
olma durumunu aştığı hem koşulluluk hem de koşulsuzluk içinde kendi sınırlarının
ötesine geçiş romantik sanatçıların izleğini oluşturur. Bu noktada sanatçı bir deha
olarak hem mucizeyi hem de ideali arayan birisi olarak sahneye çıkar. Özlenen
sanatın kendisidir.
İçinde bir coşkunluğun, kişilerle kurulmuş bir bağın ötesinde yüce olanın,
koşullunun koşulsuza açıldığı uzak ülkelere yapılan deniz yolculuğu romantik
ressamların temel izleklerindendir. Hem felsefenin hakikat arayışına verilmiş yeni bir
soluk ve kendinden geçiş dansı hem da düşler ülkesinin güzel görünümlerin içinden
doğan bir yeni insanın habercisidir.
Hayal gücünün önemi, dünyanın, tarihselliğin yazgısından kurtuluşunu ve hem
insanın hem de tanrının dünyası olmaktan çıkışıyla kazanılır. Akıl, kendi doğasını ve
tinini ancak mitolojileri – alaca renkliliği içinde belki de Derrida’nın söylemiyle bir
“beyazlaştırma” içinde tek renkli kılarak – yıkarak ya da yeni mitoslar yaratarak
kurar. Bu Homeros’un engin denizleri değil, aklın engin yıkıcılığıdır – güç noktaları
değil iktidar noktaları yaratan bir yıkım –.Romantik anlatımın bütün kurucu öğeleri –
4
iktidar anlamında olmayan, ilkselliği ve saflığı taşıyan – güncel yaşantı içinde
estetize edilmiş ya da edilecek olan yaşam alanlarını dinsel olmayan bir “sublim” ile
kurmaya yeteneklidir.
5
1. MODERN KURAMI VE ROMANTİZM
Modern olanın ütopya ile karşıtlığı ki bu durum bir iç içeliği bir de varoluş
imkânları üzerinden düşünüldüğünde romantik tin ile yakınlık ortaya çıkarır.
Yakınlık sorunsalı akla şu soruyu getirir: “…bugün hâlâ içinde mi yoksa sonrasında
mı yaşadığımız konusunda pek de emin olmadığımız modernlik sorunsalıdır.
Romantizm, bir erken modernizm olduğu gibi, aynı zamanda en erken modernizm
eleştirisidir. Modernizm zaten modernliğin enfant terrible’idir. Modern sanat,
modern toplumun baş belasıdır. Romantikler, henüz modernliğin kirli çamaşırlarını
ortaya çıkarmak konusunda ilk öncü romantiklerdir. Romantizm, modernliğe karşı
ilk isyandır.”1
Alışıla gelen düşünce geleneği içinde ahlakın dinsel bağlantılı ele alınışı, yani
insan yaşamının temel düzeneklerinden birinin belli bir bağımlılık ilişkisi içinde
insandan bağımsız olarak yaşıyor olması, Kant’ın özgürlüğü kavrayışıyla çelişir. Bu
kavrayış bir “otonomi ahlakı”nı temellendirir. Bu saf, değişmez geçerliliği içindeki
bağımsız ahlak yasası, bireyi doğuştan ve toplumsal durumu dolayısıyla sahip olduğu
temel haklar olduğuna inandırır. Bu noktada şu soru sorulabilir: temel haklara sadece
insan varlığında olmakla sahipsek, temel haklar ve yasalar kimin için yaratılmıştır ya
da yaratılmaktadır. Çünkü kendi yasalılığı içinde kozmos da “doğuştan” haklarıyla
süre gider: mekanik işleyişini değiştiremeyiz. Eğer ki, fiziksel anlamda
bilebildiğimiz evren dışında başka evrenler olduğunu kabul edersek, yani ahlak
evreni, yaratı evreni, eylem evreni, dil evreni vb. böylece her bir evrenin otonom ele
alınışı ve keşfi çözülebilir. Kozmos insan varlılığı karşısında sürekliliğini koruyandır
ve onun kavranışı en çok değişen akıl tarafındandır: yani insan.
1 Besim F. Dellaloğlu, Romantik Muamma, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2002, s.8.
6
Kavrananın değişmezliği kavrayanın değişirliği eşit olmamayla başlar. Uzlaşma
ancak insan varlığını ölümüyle gerçekleşir. İlk yasası olan ilk evren değildir. Başka
evren düşüncesi Kant’ında değindiği noktadır:
…modern düşünürler arasında ilk kez Montaigne, ahlaklılığı her tür dinsel bağlantılardan çözmek isterken ve “aklın” tohumlarından, özgür bir kökten gelişip yeşerecek bir ahlak talep ederken; Kant’da, insan yüreğinin doğrudan doğruya kendi ahlaksal buyruklarını içerip içermediğini ve insanın her yerde bu buyrukların belirlemesine göre hareket etmesi için bu buyrukların mekanik evren düzeni dışında bir başka evrene yerleştirilmelerinin gerekip gerekmeyeceğini sorar.2
Kant felsefeyi teorik ve pratik olmak üzere bölümlediğinde, düşüncenin formunun
kavramlarını belirler: a priori ilkelere göre teorik bilgiyi yani doğa felsefesini,
özgürlük kavramına göre işleyen pratik kısım ise aklın pratik yasa koyuşunu yani
ahlak felsefesini belirler. Bu kavramların ait olduğu alanlar dışında, sanatın ya da
doğanın yüce ve güzel kavramlarını içeren ve estetik yargılar içinde özel bir ilke
sorusu, estetik bir yargı gücü olarak beğeninin incelenmesine olanak verir:
Yargı gücü genellikle evrensel (genel-geçer) olanda tikel olarak bulunanın (içerilenin) düşünülmesi yetisidir. Eğer evrensel olan (kural, ilke, yasa) verilmişse, tikel (özel) olanı, onun altına koyan yargı gücü belirleyicidir. (transendental yargı gücünde olduğu gibi tikel olan a priori olarak bu alta koymanın yer alabildiği koşulları gösterse bile). Eğer yalnız tikel olan verilmişse ve yargı gücü genel olanı bulmak zorunda ise, o zaman yargı gücü tam olarak reflektiftir (refleksiyonludur).3
Doğanın içinde anlama yetisinin ilkelerinin bozguna uğradığı hoşlanma duygusu
yaratan belirsiz bir durumda mevcuttur. Bu durum yargı gücünde bir ereksellik
2 Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, Çev: Doğan Özlem, İnkılap Yayınları, İstanbul, 1996, s.98. 3 Immanuel Kant, Seçilmiş Yazılar, Çev: Nejat Bozkut, Remzi Yayınları, İstanbul, 1989, s.118.
7
tarafından canlandırılır. Bir deyişle salt aklın nasıl pratik olabileceği sorusu, doğa
karşısında seyir durumundaki öznenin özgürlüğünün, izlenilenin de bir iç –
özgürlüğü olasılığını telkin edebilir. Özgür nesne, yine bir özgür yapı karşısında
duygulanım yaşayabilir. Belki de özgürlük ve sonsuzluk ancak başka bir benzer
durum içinde ortaya çıkar. Bu noktada şu sorular akla gelir: eğer bakıyorsak, bu
bakışın bakılanın zihinde kalışına oranı çok küçükse bakılan ile aynı ereksellik mi
taşınır, zamanın küçüklüğü ve mekânın büyüklüğü ile [yaşantı içinde şeylerin
deneyimlenme tekrarları, bunarlı yaşantı içindeki yayılım hızları] ters orantılımıdır.
…evrenin amaçlarımızla … görünür işbirlikçiliğine öyle hemen sevinmemeliyiz. Çünkü Kant’çı estetik – olanda, tüm bunlar, adeta mutlu bir rastlantıyla olup biter. Dünyanın çeşitliliğinin zihnin güçleriyle böyle itaatkâr bir şekilde uyuşur görünmesi talihlidir; öyle ki tam da bu görünür önceden – düzenlenmiş uyumdan keyiflenme ediminde, Doğa’nın yapısı ile öznenin yapısının bu hemen hemen mucizevi eşlenmesinde, aynı zamanda çarpık bir şekilde, dünyanın umulmadık yönlerinin bilincine varırız. Yalnızca estetik olanda kendi üzerimize dönebilir, neredeyse her şey görebileceğimiz avantajlı bir bakış açısına yerleşebilir ve Rus Biçimcilerinin bütün bir politikayı üzerinde temellendirecekleri şaşkınlık uyandırıcı bir kendine – yabancılaşma anında, yeteneklerimizin gerçeklikle ilişkisini kavramaya başlayabiliriz. Anlama yetisinin rutinleşmiş, otomatlaşmış süreçlerinde, böyle bir şaşkınlık ortaya çıkmaz; buna karşı, estetik – olanda, yetilerimiz, uyuşurluklarına dikkat çekecek tarzda birdenbire öne çıkarlar. Fakat bu aynı zamanda yetilerimizin sınırlarına da dikkat çekmektir. Kendi kişisel bakış açımızın eşine az rastlanır bir deneyime yeterli olmak, sonuçta, bunun yalnızca bizim bakış açımız ve bu yüzden de aşılması tasarlanabilecek bir bakış açısı olduğunu duyumsamaktır.4
Kendine bakış ve kendi sınırlarını bilmek isteği sanatçının ediminin de sessiz
nedenidir. Romantik tin içinde, yaratıcı imgelenimin gücü, duygu ve sezginin
yüceltilmesi yaratıcı özne üzerine bir vurguyu gösterir. Bu noktada, Kant sonrası
geleneğin eleştirel tininin açılımlarından biri görülebilir. Gerçi bu durum, çağdaş
4 Terry Eagleton, Estetiğin İdeolojisi, Özne Yayınları, İstanbul, s.106.
8
Alman yazınında da –sanat ve müziklerinin de içinde olduğu- izlerini devam ettirir.
Örneğin, Thomas Mann, Schönberg gibi deha yaratıcısı dehalar yapıtlarında benzer
bir yaratıcı örneğini sunarlar.
…romantiklerin yaratıcı deha üzerine vurguları onları Fichte ile olmaktan çok Schelling ile bağlar… sanatın metafiziksel imlemini ve sanatsal dehanın rolünü vurgulamış olan Fichte değil ama Schelling idi. Friedrich Schlegel sanat dünyasından daha büyük bir dünyanın olmadığını ve sanatçının ideayı sonlu biçimlerde sergilediğini ileri sürdüğü zaman ve Novalis ozanı gerçek “büyücü”, insanın kendisi’nin yaratıcı gücünün tenselleşmesi olarak ileri sürdüğü zaman Fichte’nin güçlü bir biçimde törel görüşü ile olmaktan çok Schelling’in düşüncesi ile uyumlu olan yollarda konuşuyorlardı.5
Kant bilginin sınırlarını, nesnenin aslını göstermeye çalışırken insan ile dünyayı-
dış dünyayı- karşı karşıya koymuştur. Burada felsefenin merkezinde insan yer
almaktadır. Bu insan hem dünya karşısında duyuları ve doğuştan getirdiği
tasarımların yardımıyla bilmenin sınırlarını yaşayan hem de dünyanın yol
göstericiliğinde bir birleşmeyi yaşayan insandır. Bu insan merkezli bakış Novalis’in
“Sır dolu yol, içe açılır”6 ifadesinde olduğu gibi iç dünyanın zengin, karanlık
dünyasını araştırmaya koyulur. Burada bir tarafta Kant’ın anlayışındaki insan
merkezli bakışı diğer tarafta romantik kavrayıştaki insan bakışını görürüz.∗
5 Copleston, Alman İdealizmi, Çev: Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 1998, s.25. 6 Ricarda Huch, Alman Romantizmi, Çev: Gürsel Aytaç, Doğu Batı Yayınları, Ankara, Ocak, 2005, s.109.
∗ Romantik düşüncenin insan kavrayışına bakılacak olunursa;bu insan dünyayı nüfus etmenin, onun ruhuna dokunmanın, her şeyi bilmeye çalışmanın yollarını arayacak keşfedecektir. Romantik felsefede bir tarafta doğaya dost bir bakışla onu keşfetmeye çalışan, diğer tarafta da bir ben bilincinin ben’in kendi içinde olduğunu yani ben olmayanın var olduğunu düşünen bir anlayış yer alır. Bu ben olmayan ben’in dışında değil içinde yer alır. Burada
Ruhlar alemi kilitli değildir,
Kapalı olan senin duygun, ölü senin kalbindir,
Haydi, yıka dünyevi bağrını ey öğrenci
9
Modern ve romantik kavramlarını yan yana alırken aslında modern aydınlanmanın
içindeki bir durum olarak kabul edilirse; modern ve romantik iki karşıt anlayış olarak
hatta aydınlanmanın eleştirisi olarak romantizm çıkar.
18. yy.’ın düşünce dünyasını belirleyecek olan Aydınlanma, İsaiah Berlin’in
Romantikliğin Kökleri kitabında bahsettiği üç temel önermeyi çeşitlendirmiştir:
birincisi “bütün gerçek sorular yanıtlanabilir ve eğer bir soru yanıtlanamazsa soru
değildir…” yanıtını bilemediğimiz bir sorunun yanıtı bizde değilse Tanrı’dadır… bu
Hıristiyanlığın, skolastikçilerin, Aydınlanmanın ve yirminci yüzyıl pozitivist
geleneğinin ilkesidir…” ikincisi: “…bütün bu yanıtların bilinebilir, öğrenilebilir ve
başka kimselere de öğretilebilen yollarla keşfedilebilir olduklarıdır… öğrenmeye ve
bunları keşfetmenin yollarını öğrenmeye imkan veren yöntemler olduğudur.” Üçüncü
ise: “…bütün yanıtların birbirleri ile bağdaşabilir olmasının gerektiğidir. Doğru bir
önermenin bir başkasıyla çelişemeyeceği mantıksal bir gerçektir.”7 İfadeleri Batı
düşünce tarihinin genel varsayımlarıdır.
Bütün bu cevaplara Aydınlanma düşüncesi içinde dogmayla değil, tek yol olan
“aklın doğru olarak kullanılması” ile erişilebileceği, “matematik bilimlerinde
tümdengelimle, doğa bilimlerinde tümevarımla” fizik, kimya gibi alanların
Çekinmeden şafak vakti
Sözlerini söyleyen Goethe ve bu sözleri ve yazarını dost kabul eden romantik çevrenin dergisi Athenaum’un izlediği yolun yanında Kant’ın öğrencisi olan doğayı kendisinden uzaklaştıran Fichte karşımıza çıkar. Şöyle bir yerleştirme ile; Kant bu iki yol arasında yer alır. Kant’ın modern gündelik yaşamdaki insanın tahlilini yapmaya daha yakın olduğu söylenebilir.
Burada Fichte’nin “ben” merkezli bakışı ben ve dünyayı iç içe gören anlayışla eleştirir. Novalis bu iç içeliği ben’in dünyayı kucakladığını ve doğadaki ahenk ve düzenin insan içinde geçerli olduğunu söyleyerek açıklar. Fichte tarafında ben’in dışındaki doğa ölü ve biçimsiz bir kütle olarak ele alınırken buna düzen ve ahengi verecek olan “ben” olacaktır: “Fichte, insandan o duyulmamış beklentilerini sadece şu emir cümlesiyle temellendirebiliyordu: Yapmalısın! Her bilincin gökyüzünde yıldız yazısıyla parlaması gereken, varlığı şart koşulacak, doğuştan gelme bir ahlaki güneş”. Ricarda Huch, Alman Romantizmi, Çev: Gürsel Aytaç, Doğu Batı Yayınları, Ankara, Ocak, 2005, s.109. 7 İsaiah Berlin, Romantikliğin Kökleri, Çev: Mete Tunçay, YKY Yayınları, İstanbul, 2004, s.40-41.
10
kazanımlarının ahlak, siyaset gibi alanlara da uygulanabileceği düşünülüyordu. Bu
aklın doğru kullanımına, insan doğasının doğa mekanizmi gibi kanunlara
bağlanacağını düşünmeyen Rousseau gibi düşünürlerde vardı. Burada insan ve doğa
arasındaki ayırımda insanın inşa ettiği kurumlar nedeniyle yıkıma uğrayan bir doğası
olduğu, bu nedenle insanın doğal yaşamının yeniden canlanması savunuluyordu.
Düşünsel dünyanın önermeleri yanında evrensel kalıpları yanında sanatlarda da bu
evrensel kabul imgelerle düşünülüyordu. Doğanın matematiksel kavranılışı gibi
doğanın geometrik kavranılışı da mümkündü. Akla, bilime olan bu inanç, “ne bir
Paris’leri, ne merkezleri, ne yaşamları, ne gururları, ne gelişme, dinamizm ve iktidar
duyguları” parçalanmadan sonra kalmayan Alman kültüründe bir tepkiyle
karşılanacaktır. Alman kültürü “taşralaşır”. Bu çevre içinde, kutsal kitabın dikkatle
okunmasını, insanın Tanrı’yla ilişkisine önem verilmesini öğütleyen Lutherci bir tür
sofuluk, yoğun bir iç yaşam, bu iç yaşamın şiddetli ifadesinde bir edebiyat Fransız
yaşam tarzının cisimleşmiş bütün figürlerinden nefret eder.*
Aydınlanmış insanın “ergin olma durumu” hem bir sosyal düzenin içinde bu
sosyal düzenin kurallarıyla belirlenmiş hem de tinsel dünyasının bireysel yaşamının
içinden çıkacaktır. Bir kez daha denebilir ki, Kant, Fransız aristokrasi ve
burjuvazisinin çizdiği toplumsal tabloyla, Alman taşrasının toplumsal tablosu
arasında yer alacaktır. Kant’ın idealizmi bu “uzlaşma”nın teorisi olarak karşımıza
çıkar.
Modernin mikro kavrayışı atomcu toplum kavrayışı yanında, romantizmin
makrokozmosu –evrenseli– “kozmik birlik” (l’unite cosmigue) anlayışı, insanın canlı
organizma oluşuna koşut doğayı da canlı bir organizma olarak alacaktır.
* Burada bir hatırlatmayla, Fransız saraylarının şatafatlı yaşamı içinde imparatorların servetleri, yiyicilikleri ve kötülüğün cisimleştiği bütün hallere karşı Alman düşünürleri toplumun alt kesimlerinden gelen ailelerdendi. Salon adamları yanında Tanrı’nın insana bahşettiği cömert gizlilikleri keşfetmekteydiler. Bir tarafta Roma kilisesinden diğer tarafta Fransa kralından nefret edenlerle Alman Romantizmindeki Fransız aydınlanmasına karşıtlığın köklerinin inşa edileceği bir topluluk vardı.
11
Doğa, çeşitli elemanlara ayrılacak değil, canlı bir organizmadır. Burada söz konusu olan hayvan yaşamıyla basit bir karşılaştırma değil, özsel bir sezgidir. Bu, görünürlüğün çeşitliliğini (la multiplicité des apparences) temel bir birlikte toplama ihtiyacına itaat eden bütün bu öğelerin toplamıdır.8
Doğanın bir bütün olarak kavranılışı, modern aklın egemenliğindeki doğayı değil
her şeyin evi olarak doğayı açıklar. Kant’ın doğada nedensellik ilkesi bir egemenlik
söyleminin tersine aklın kurallı yapısına uygun bir içerik ve örnek teşkil etmesinden
dolayı önemlidir. Bu noktada Aydınlanma’ya yapılan doğanın ele alınışı eleştirisi
Kant’ın doğa anlayışı olamayacaktır. Kant’ın düşüncesindeki doğa iki kavranışla
karşımıza çıkar: Birincisi, görünüşlerin birliğin, tüm görünüşlerin toplandığı “tek bir
doğa” kavramı, ikincisi; bu birlik içinde yani “a priori birlik” olmaksızın olanaklı
olamayacak deneyimin birliğinin çıkacağı “aşkınsal doğa yasalarının” izlenebileceği
doğa kavramı.9 Deneyimin birliği ile a priori doğa yasalarının anlıksal aynı
zamanda bireşimli olan a priori önermeleri, hem anlığa bağlı hem de kendi birliği ile
deneyimin dışındadır. Bu doğa hem aklın izlediği yol üzerinde hem de bu yolun
dışındadır.
Bilimin; doğanın determinizmine dayanması bu bilimin konusunu oluşturan varlık
olarak insan bu bilimin yasalarına tabi olacağından organik bir fenomendir. Bu
haliyle doğal nedensellik yasalarına bağlı olacağından insan kendi dışında nedenlerce
belirlenir. Bunun yanında ahlakı konusu olarak yani bir değerlendirmenin konusu
olmanın yanında pratik aklın kurallarına özgür irade ile uyup uymamakta numenal
bir varlıktır.10 Kant için insan bir taraftan deneyim dünyasının, diğer tarafta aklın
denetiminde akılla anlaşılabilir dünya olan numenal dünyaya ait irade sahibi özgür
8 Albert Béguin, L’ame Romantique et le Reve, Librairie José Corti, Paris, 1991, s.91. 9 Emmanuel Kant, Critique de la raison pure, Çev: A.Tremesaygues et B. Pacaud, Puf Yayınları, Paris, 1993, s.198-199. 10 Ahmet Cevizci, Aydınlanma Felsefesi, Ezgi Yayınları, Bursa, 2002, s.263.
12
bir varlıktır. Kant aklın buyruklarına itaat eden bu insanın otonomisine özgürlük
diyecektir.
Modern toplumun yasalarla belirlenmiş hakları hem doğuştan getirdiği hem de
sonrasında inşa ettiği kurumlar tarafından ona verilen hakları sözde özgür bir varoluş
içinde sahiptir. Burada bu toplumsal sözde özgürlük kavramına karşın Kant’ın
özgürlük kavramı insanı numenal varlık olarak otonom bir özellik taşıyan
özgürlüğünden farklıdır. Bu farkla da Kant modern toplum eleştirilerinin içinde
yeniden okunmaya olanak verecektir. İktidarın dışarıdanlığı ve Foucault’nun ifadesi
ile iktidarın içselleştirilmesi yanında iktidar bir otonomiye sahip olamayan sürekli
şekil değiştiren bir unsur olarak karşımıza çıkar. Burada otonom olan bir kez daha
özgürlük olacaktır. İktidar ve özgürlük ilişkisi, ilişki olmayan bir ilişki içinde
yanılsamayla inşa edilmiştir. Çağdaş toplumların özgürlük sorunu üzerinden
çözümlenişi var olan gerçekliğin örtünmesinden öte bir şey olmayacaktır. Küresel
hareketlerdeki otonomi, karşı karşıya geldiği iktidar ile ancak bir bağdaşıklık içinde
değerlendirilirse anlam kazanır. Otonomiye sahip fail kendi buyruklarına
uyacağından bu buyruk, dışarıdaki dayatmacıya da kendisinin dışarıya dayattığı
buyruk (yasa) olmayacaktır.
13
2. SAF AKLIN ELEŞTİRİSİ
Kant’ın “Metafiziğin Düşleriyle Aydınlatılan Bir Büyücünün Hayalleri” başlıklı
yazısı, 1766 yılında yazarın adı geçmeksizin Königsberg’de yayınlanır. Kant’ın
öznesi olarak aldığı büyücünün, metafiziğin ışığında “bir gelecek” habercisi olması,
aydınlanmış özne ve “gelecek umudu” arasında bir ilişki kurduğunu gösterir. Kant,
aydınlanmış öznesinde eylemleriyle özgürleşen bireye öncelik verir. Çünkü aklın
kavramları ve kategorileri içinde akla eşlik eden manevi, dinsel problemler teorik
problemler “gelecek ümidi” olduğundan aklın kavramlarında ona eşlik edenler her
zaman olacaktır. Bu noktada Kant aklın serbestliğinden değil, teorik aklın pratik
akılla olan ilişkisinin teorisini yapar. Çünkü akıl “yapısı” gereği antinomileri
yaşayacaktır. Aklın doğası gereği yaşadığı çatışma (Widerstreit) hem mantıksal hem
de pratik bir çatışmadır. Bu çatışmanın sebebini de Kant insan zekâsının yansız
olmamasına bağlar.
Saf aklın eleştirisinde kendi pratik etkinliğinin bilincinde olup diğer bir deyişle,
kendi yapabilme gücünün sınırlarının farkındalılığı içinde, kendi ütopyasını
gerçekleştiremeyeceği ümitsizliğinden aklı kurtarmak aydınlanmamış aklın hedefidir.
Aydınlanmış akıl sahibi burjuvayı örneklerken aklın bilme sınırları yanında
deneyimin sınırlarının gelecek içinde bir sınır oluşturduğu kapanından burjuva
yaşamını kurtarmaktır. Aklın sorularının Kant’ta antinomilerle kurulması metafizik
kategorilerle bilgi arasındaki ayrımın antinomilerle kurulan belirsiz düzenleme içinde
aklın sorularının olanaklılığı yanında bunların rasyonel olmayan yönünü belirtir.
Kant’ta aklın bilme eylemi yanında bu bilme ve içeriği olacak olan bilgi, güncel
yaşamın kurucu öğesi olurken, aklın rasyonel olmayan yaşamını da ortaya çıkarır. Bu
rasyonel yaşam, bilginin içeriğinin gündelik yaşamın olmayan içeriğinin bilgisi
olarak dönüşmesidir.
14
Aklın alanı ile aklın görece alanı arasındaki ilişkide Kant’ın antinomiler şeklinde
düzenlediği belirsiz alanı oluşturan kavramlar –Tanrının varlığı ve yokluğu,
ölümsüzlük, ruh– polemiğe dönüşmez. Saf Aklın Eleştirisi’nin, Aşkınsal Diyalektik
bölümünde aklın bilme gücüne, bilme kuramı içinde bu kavramlar ve karşıtları için
şu bakışı geliştirir:
“…Elimizde bir bilme kuramı vardır – iki anlamda. İlk anlamı şudur: Bu kuram Kant’a göre doğrulanmış ve kuşkudan arındırılmış olan bilimlerin, yani matematiğin ve doğa bilimlerinin temellerini ortaya koymaya çalışır. İkinci anlamı ise şu: Kant, temel alma eğilimi gösterdiğimiz mutlak kavramların bilgisinin olanağını kısıtlamaya yönelik bir girişimde bulunur. Net olmak gerekiyor: Saf Aklın Eleştirisi bu kavramları polemikleştirmez, örneğin Tanrı’nın varlığını yadsımaz.”11
Aklın, mutlak olanın alanına sapma, Saf Aklın Eleştirisi’nde geçtiği şekliyle
“düşünülür dünyalara sapma” hakkının olmaması, aklın sınırlarının ilk
belirlenmesidir. Aklın bilme eyleminin temelinde oluşu yanında, sorularının ve
cevaplarının sınırlandırılması aklın, aydınlanmış bireyin aklının hem ayaklarının
sağlam basmasını hem de yaşamın sınırlarının belirliğine vurgu yapmasıyla
önemlidir. Sorular ve cevaplar karşısında bir geri duruşun varlığı, kesin olarak
bilebileceğimiz hakkında ki bilgi, umutsuzluğun ilacı gibi gözükür. Burada, ilerde
bahis edilecek olan düşüncenin iletilebilirliği bir sorumluluk ilkesine bağlanacaktır.
Kamusal alanın konuşan insanı sadece bilebilmenin sınırlarının değil, sorumluluğun
sınırlarının da farkında olacaktır. Bu burjuva toplumunun tekil insanı aklın sınırları
yanında topluluk yaşamının sınırlarının da farkında olacaktır. Topluluk kavramı, bir
insan topluluğunu verdiğinden düşünme ediminin en az iki arasında olduğu
düşünülürse ilk topluluk bu en az iki arasındadır denilebilir. Yani topluluk, zorunlu
bir durum, iletişimin ilk biçimi olarak ilk iki kişi arasında başlar.
11 Theodor W. Adorno, “Aşkınsallık Kavramı Üzerine”, Çev. Mine Haydaroğlu, Cogito 41-42, YKY Yayınları, s.60.
15
Akıl, Kant için dolaylı ve belirsiz araçları örgütleme yetisidir. Aklın kendi doğası
gereği yanıtlayamayacağı soruları sorması, onun özdüşünümsel doğası sonucu kendi
üzerinde düşünürken, aynı zamanda kendini “sıkıntıya sokan” kendi tarafından
üretilen soruları ve bu soruların yanıtlanamazlığını kendi içinde taşıyarak bilme
yetisinin olanaklarını anlar. Burada dikkat çeken nokta, yeti ile olanaklılık arasında
Kant’ın kurduğu ilişkidir. Anlama yetisinin temel yeti olması yanında bu yetinin
sınırları ve dizgeliliği insanın olanaklılık içinde ki, teolojik olmayan gündelik
yaşamının sınırlandırılışıdır. Kant bu noktada her şeyi bilen, her şeyi yapabilen
insanın yerine yapmak ve bilmek edimleri sınırlı olan bir insanı kabul eder. Bu
insanın varoluşunu tanımlamak değildir. Varlık yüklemi ve özne arasındaki ilişki
Kant’ta varlık yargılarının sentetik olduğunu durumlarda ele alınırken, “varlık açıktır
ki olgusal bir yüklem, e.d. bir şeyin kavramına eklenebilecek herhangi bir şeyin
kavramı değildir ”12 argümanıyla değerlendirilir.
Varlık ve sentetik yargı arasındaki ilişki, varlık kavramının bir nitelik
oluşturmayacağını gösterir. Bir şeye dair bir bilgi ile o şeyin var olması arasındaki
ilişki o şey hakkındaki bilgiyi artırmayacaktır. Kant Saf Aklın Eleştirisi’nde şu
soruyu sorar:
Şimdi sorabiliriz: şu ya da bu şey (ki ne olursa olsun olanaklı sayılmaktadır) vardır önermesi çözümsel bir önerme midir? Yoksa bireşimsel mi? Eğer çözümselse, o zaman şeyin dışsallığı yoluyla şeyin düşüncesine hiçbir şey eklenmiş değildir, ama bu durumda ya düşünce ya şeyin kendisi olacaktır, ya da bir dışsallığın olanak alanına ait olduğunu varsaymış ve sonra bu gerekçe üzerine varoluşunu iç olanaktan çıkarsamışızdır -ki sefil bir genellemeden başka bir şey değildir… buna karşın tüm ussal insanların haklı olarak yapmaları gerektiği gibi, her varoluş önermesinin bireşimli olduğunu kabul edersek, varoluş yükleminin hiçbir çelişki olmaksızın ortadan kaldırılabileceği nasıl ileri sürülebilir?13
12 Immanuel Kant, Arı Usun Eleştirisi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 1993, s.292. 13 Immanuel Kant, Arı Usun Eleştirisi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 1993, s.292.
16
Analitik yargıların yükleminin özneyi içermesi, yüklem aracılığıyla özneye bir şey
eklenmemesi yanında, sentetik yargılar yüklemin öznenin kavramını genişlettiği
yargılardır. Varlık yükleminin bir nitelik olmaması, tümcenin öznesinin kavramını
değiştirmeyeceğinden var olma ya da olmama öznenin kavramını değiştirmeyecektir.
Kant’ın çok bilinen “… Üç yüz alman parasıyla üç yüz mümkün alman parası”
arasındaki ayrım kalıcılıkla ilişkilidir. Yani alman parası kavramıyla. Paranın gerçek
ya da mümkünlüğü ötesinde para kavramına vurgu yapmaktadır. Adorno bu noktada,
bu örnekte Kant’ın dilinin metaforik yönüne dikkat çeker: “…çünkü bir metindeki
benzetmeler ve metaforlar asla yansız değildir, derinde yatan ve çoğunlukla yazara
atfedilen gerçek niyetlere ilişkin bir şeyler gösterir.”14
Yukarıdaki örneğin ışığında varlık meselesi Kant’ta nitelik olmazken, süreklilik
arz eden bir anlam taşır. Kant’ın bu açıklamayla sadece tek bir yaklaşıma sahip
olduğunu söylemek eksik olacaktır. Çünkü Kant Saf Aklın Eleştirisi’nin (B 423)
dipnotunda;
“…ama yalnızca kendisine ilişkin bir kavramımız olan ve kavramının dışında varolup olmadığını bilmeyi istediğimiz bir nesne ile bağıntısı vardır… Düşünceye gereç verecek herhangi bir tasarım olmaksızın düşünüyorum edimi yer almaz ve görgül yalnızca arı anlıksal yetinin uygulama ya da kullanım koşuludur.”15
Kant yukarıda ki alıntıda varlık koşulunu nesnelere uygulayarak, varlık ve kavram
arasındaki ilişkiyi bir nitelik olarak ele alır. Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’nde
başlangıçta ele aldığı varlık ve yüklem ilişkisini cogito’nun düşünüyorum undaki
varlıkla ilişkilendirerek, düşüncedeki birlik yanında, olanaklı deneyimin ötesinde
olan bilgiyi (ki burada Tanrı’nın varlığı sorusu hatırlanabilir) aklın sınırları içine
yerleştirmesini görürüz. Aklın mantıksal ve deneye dayalı kullanımı var olma
14 Theodor.W.Adorno, “Aşkınsallık Kavramı Üzerine”, Çev. Mine Haydaroğlu, Cogito, Sayı: 41-42, YKY Yayınları, s.79. 15 Immanuel Kant, Arı Usun Eleştirisi, Çev: Aziz Yardımlı, İstanbul, 1993, s. 220.
17
sorununda birlik gösterir. Bu noktadan hareketle insanın edimlerindeki nedenler hem
gerçek hem de mümkün nedenler olacaktır. Mümkün üç yüz alman parası para
gerçeğini değiştirmediği gibi paranın günlük yaşamdaki itibarının göstergesi
olacaktır. Burada, para ile yapılan metafor, zorunluluğun ve kalıcılığın birlikteliğidir.
Paranın yaşam için olmazsa olmaz koşulu onun zorunluluğunu belirler. Toplum
yaşamındaki, zorunluluklar topluluğun sürekliliğinin koşulu olacaktır. Kant’ın
kavramlar ile uzun uzadıya açıkladığı anlama yetisinin sınırları ve genel geçerliliği
aslında topluluğu bir deyişle sözleşmeye dayalı yaşamın gereklilikleridir. Bütün
istekler ve bunlara bağlı edimler nedensellik ilkesine göre açıklansaydı, edimde
bulunanın ruh hali, önceden gelişmiş olaylar bu edim ve istekleri belirleyecekti.
Diğer bir deyişle zamanın içinde doğanın parçası olarak, özgür edim ve istekler
olmayacaktı. Doğanın ve zamanın zorunluluğu içinde olan özgür olamayacağından,
Kant özgürlüğü deneyimin şeylerinin alanından almaz:
Çünkü eğer görüngüler kendilerinde şeyler olsalardı, özgürlük kurtarılamazdı. O zaman doğa her olayın yeterli ve belirleyici nedeni olurken, her olayın koşulu ise her zaman yalnızca görüngüler dizisinde kapsanır, etkisi ile birlikte doğa yasası altında zorunlu olurdu.16
Özgürlüğün koşulsuz düşünülebilir kılınması, özgürlüğü kendinde şeyin bir
özelliği olarak alan Kant’ın zamandan bağımsız olan bir istek ve edimin için
belirlenmiş olan istenci kabul etmesidir. Bu noktada doğadaki nedensellik, insan
istencinin doğal, dışsal belirleniminden arınmış kendini belirlemesiyle
çelişeceğinden, Kant’ta bu kendisini zamandan bağımsız belirleyen istençle aşılır. Bu
insan istemesinin tabi olduğu özgürlüğü şart koşan bir istençtir. Kant burada insanı
doğanın nedensellik yasalılığı yanında ahlakın gereksindiği özgürlük alanında var
eder. Ahlakın zorunlu ilkesi özgürlük yanında doğanın yasalılığı ya da diğer bir
deyişle dizgeliliği insanın pratik edimlerinin de temelinde bulunur.
16 Immanuel Kant, Arı Usun Eleştirisi, Çev: Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 1993, s.271.
18
“…eğer ahlakın zorunlu olarak özgürlüğü (sağın anlamda) istencimizin bir özelliği olarak öngerektirdiğini kabul edersek, eğer usumuzda yatan kökensel kılgın ilkelere onun a priori verileri olarak götürdüğünü ve bunların özgürlük varsayımı olmaksızın saltık olarak olanaksız olacaklarını kabul edersek ve aynı zamanda kurgul usun bu özgürlüğün hiçbir biçimde düşünülmesine izin vermediğini tanıtlamış olduğunu kabul edersek… buna göre özgürlük ve onunla birlikte törellik yerini doğa-düzeneğine bırakmalıdır. Ahlak için gereksindiğim tek şey özgürlüğün yalnızca kendi ile çelişmemeli ve bu yüzden onu daha öte anlamak zorunlu olmaksızın en azından düşünülebilmesine izin vermesi olduğu için, ve böylece doğa-düzeneğine göre yer alan eylemin… yoluna engel çıkarmadığı için, törellik öğretisi ve doğa öğretisi her biri kendi yerlerini ileri sürebilirler.”17
Ahlak ile doğa bilgisinin yasalılık alanları olarak insanın yaşamındaki yerine
yapılan vurgu, bir yandan insanın doğa-düzeneği karşısında varsaydığı bir birlik
fikrini diğer yandan da istenç özgürlüğü içinde eylemde bulunurken her insanın aynı
özgür istençle davrandığının ve davranacağının kabul edilmesiyle ortaya çıkan genel
maksim’ler. Kant, “Eğer fenomenler kendinde şeyler olsalardı, özgürlük
kurtarılamazdı” ifadesinde fenomen ve numen arasındaki ayrım, insanın duyulur
düzene ya da alana ait olduğunu ve belirli nedensellik yasalarının altında yaşadığını
gösterir. Ahlaksal yaşamın özgür olarak numenal düzene ait olması, özgürlük
kavramını düşünülür dünyaya ait olması yanında “insana iye bir durum” olarak alır.
Bu noktada Kant insanı iki dünya arasında değerlendirir. Kant’ın Opus
Postumum’da, özgürlüğe sahip olan insan “Böylece dünyanın üstünde bir varlık
vardır, eş deyişle insan tini*”18 olarak özgürdür.
17 Immanuel Kant, Arı Usun Eleştirisi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 1993, s.28.
∗ Tin kavramı üzerine yapılacak bir kısa düşünmede, kavram Kant’ı değil Hegel’i akla getirecektir. Tin tin bilimler olarak Hegel’de karşımıza çıktığında, bu alan, doğa bilimsel dünya ile özgürlük ilişkilerinden meydana gelen düşünülür dünya arasında yer alacaktır. Tin bilimleri ya da toplum bilimlerini, bu alanı keşfeden Hegel olmuştur. (Sonsuzluğun Sınırında Kant; Cogito Kant Özel Sayısı, Kış 2005, YKY Yayınları, Karl Otto Apel’in konuşmasından, s.481) Hegel Tinin Görüngü Biliminde, “.tin törel edimselliktir… Töz olarak ve evrensel, kendine özdeş, kalıcı öz olarak Tin herkesin eylemi için sarsılmaz ve çözülmez zemin ve başlangıç noktası, onların amaç ve hedefleri, tüm özbilinçlerin düşünsel “kendinde”leridir (Hegel, Tinin Görüngübilimi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 2004, s.286).
19
Açıktır ki, numen olarak insan ve fenomen olarak insan arasında ayrım yapabileceğimiz anlamına gelir. “Dünyadaki insan dünyanın bilgisine aittir; oysa dünyada ödevinin bilincinde olarak insan fenomen değil ama numendir; ve bir şey değil ama kişidir.” Ama gerçi İnsan bu ikili doğayı taşısa da, bir bilinç birliği söz konusudur.”Ben (özne) bir kişiyim, yalnızca kendimin bilincinde değil, ama ayrıca uzay ve zamanda sezgi nesnesi olarak ve böylece dünyaya ait olarak da [bilincindeyimdir].”19
Bir yeti olarak bilmenin sınırlarını arayan anlama yetisi bir yandan nesnelere dair
bilginin yani saf akıldan kaynaklanan kavramlar içermesi, bu bilgilerin biçimsel
olarak akla ve genel mantık kurallarına uygunluğuna koşut, insan özgürlüğünün ve
bunun sınırlarının ve olanaklılığının araştırılmasını mümkün kılar. Nasıl ki, Kant’ın
insan aklı bütün bilginin olanaklı koşuları karşısında “soruların hiçbir zaman sonu
gelmez” dediğinde olduğu gibi, koşullar ve bağlı oldukları mutlak bir koşulla ilişki
olmadan bilgi ve deneyimimizle elde edemeyeceğimiz gerçeklik olamayacak.
Hegel’in “nesnel tin” kavramı, gerçekliği bilmek için gereklidir.
Tin bilimleriyle, Hegel’in Torel alanı, etik alanı, hukukun içinde yer almasını düşünmesinin yanında, Wolf’da “doğal hukuk” ve yükümlülük kavramları arasındaki bulanık bir ilişki yer aldığından bu iki alan birbirinden ayrılmamıştır. Kant, yükümlülük ifadesinde“en büyük mükemmelliği istemem gerekir veya Tanrının isteğine uygun eylemde bulunmalıyım” ifadesinde, eylemin doğrudan doğruya zorunlu ve kesin bir amaç koşulu altında bulunmayan bir durum olarak alır. Koşulsuz olanın bir amaç eylemin bir araç olması, yapılması gereken şeyi, hiçbir nesne ya da kavramdan çıkarmak mümkün olmayacağından koşulsuz buyruk (kategorik imperatif) başka bir şeyden türetilemezler.
Kant hukuk ve etiği birbirinden ayıracaktır. Kant’ın temel sorusu, “olanaklılığın koşulları nelerdir?” sorusu, Dilthey’ında sorusu olacaktır. Dilthey dış dünyanın gerçekliği sorusunu, “dış dünyanın gerçekliğine duyduğumuz inancın kökeni ve haklılığı sorusunun çözümüne katkılar” adlı yazıda, dış dünyanın (belki burada “nesnel tin”de işin içine girecek) sadece fenomen olarak bilinebileceğini söyleyerek, Kant’ın düşüncesini devam ettirir. Olanaklılık bu dış dünyayı bilmeye çalışan öznenin bizzat kendisinin bu dış dünyaya göre daha kesin bir veri olduğunu kabul ederek sorulur. Ayrıca Dilthey için, “Kant’ın mantık ilkelerinde, akıl yürütme kalıplarında, zihin kategorilerinde ve bunlar aracılığıyla elde edilen doğa bilgisinde, “insan düşünmesinin/tininin özgürlük ve otonomisinin işaretini görüyor ve bilgi ve bilimde “insan düşünmesinin / tininin biçim verici üretkenliğinden” söz etmesi” (Wilhelm Dilthey, Hermeneutik ve Tin Bilimleri, çev: Doğan Özlem, Paradigma yay, İstanbul, 1999.s.25, Dipnot içinde Doğan Özlem’in açıklması), kendisinin ilkeler ve bunlara göre gerçekleşen bilimi “tinsel olgular topluluğu” olarak belirtmesinde etkilidir. 18 Copleston, Felsefe Tarihi, Kant, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 2004, s.253
20
Bu noktada Kant koşul ve ön koşul ilişkisinde “koşulsuz bir koşulun” var
olmasının zorunluluğunun aklı çelişkiye düşüreceğini düşünür. Saf aklın eleştirisiyle
metafizik bilginin olanaklılığı sorusu, neyin onun olanakları dâhilinde olduğu,
olanakların gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceğinin ölçütleri aklın kendisi
tarafından yapılacaktır.
Olanak, insan tarafından yerine getirilip getirilemeyeceğinin ölçütlerinde
olacağından saf aklın bu eleştirisi, insanın özgürlük kavramını ve bu kavram ışığında
“sosyal varlığı”nın da ölçütlerinin ilk sorgulanışı, eleştirisi olacaktır.
Özgürlük kavramı gibi, Tanrı ve ölümsüzlük kavramları da metafiziğin nesneleri
olacağından, Kant’ın “insan aklının kalıtsal özelliği” dediği aklın kendisini
düşünmesinin sonucu bu kavramlara ilgisiz kalınamayacağından, aklın bu
kavramlara yönelmesi olağan bir sonuçtur. İnsanın bu bakışta kendinden kuşku
duyması ya da Kant’ın ifadesiyle sağlam ilke arayışında matematik ve doğa
bilimlerini alması düşünceye dair diğer bilim alanlarının sözde bilim olma iddialarını
bırakarak kendi inceleme nesnelerini a priori olarak elde edecektir.
Aklın “açık ve özgür sınamaya karşı saygısı” yanında topluluk yaşamının
temelleri arasındaki din ve yasama alanları kendi eleştirilerini yapmayacağından,
insan aklının ilkeleri yanında bu alanlar da yeniden kuşkuya düşecektir.
19 Copleston, Felsefe Tarihi, Kant, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 2004, s.253.
21
2.1. İnsanın Edimleri ve Dizgelilik
Aklın ilkeleri ve anlama yetisi bilginin kuruluşunda temellenirken, bilginin aklın
kategorileri içinde kuruluşunun dışında yer alanlar diğer deyişle toplumsal pratiği
oluşturan halkanın öğeleri bu dizgeliliğin dışında yer almalıdır. Dizgeliliğin kurallı
yapısı yanında ancak insan aklının inşa ettiği yapılar bu yolla eleştirilebilir. İnşa
etmenin kurallı yapısı ile aklın kurallı yapısı arasındaki fark ya da çatışma insanın
edim ve istencinin yapısıyla ilişkili olacaktır. Bu nedenle Kant, edimleri öznel
istencin dışında yasa olabilecek üst bir istence bağlı kılmıştır. Akıl yoluyla yargının
imkânı insan pratiklerinin benzer bir kurallılıkla ilişkisi olduğu sürece tarafsız
olacaktır.
Öznelliğe vurgu yapan bir görüşün uzağında, öznedeki nesnelliğe vurgu yapan
Kant, bu nesnellik içinde bilmenin nesnel doğasını kurmak isterken, insanın
edimlerinin ürünlerini de bu nesnelliğe tabi tutmuştur. Burada yargı kavramının
Kant’ta biçimlendirilmesi bu nesneliğin günlük yaşamdaki ifadelerinin de
eleştirisinin olanağı olacaktır. Akla yapılan bu vurgu, insanın doğa-düzeneği
karşısında bir düzen olarak durduğunun da göstergesidir. Bu düzen ancak mevcut bir
düzenin dışında olduğu nispetçe eleştirilebilir. Onun içindir ki Kant insanı numenal
ve fenomenal dünyanın arasında yerleştirmiştir ya da kabul etmiştir. Kant’ta en
önemli yenilik buradan hareketle Tanrı fikrinin bir yükümlülükle açıklanmasıdır.
Evren, düzenleyici Tanrı ve Dünya İdealarında insan tarafından düşünüldüğü biçimiyle, insanın ikili doğasının bir izdüşümüdür. İki İdeadan hiç biri verili bir nesneyi temsil etmez. Ve aşkınsal İdeal olarak Tanrı İdeasından bir töz olarak Tanrının varoluşunun çıkarsayamayız. Tanrının varoluşundan verili ya da belirtik olarak söz edilebildiği sürece, bu ancak yükümlülük olgusunu ayrımsayan ahlaksal bilince belirtiktir.20
20 a.g.y., s.254.
22
Yukarıdaki alıntıda şu sorular sorulabilir: Tanrı düşüncesi sadece ahlaki alanla mı
sınırlıdır?, Tanrı olgusu sadece insandaki duyulur üstü dünyaya mı aittir? Kant
burada insanın kendisindeki numenal dünyanın bilincinin varlığına dayanarak, zaten
özgürlük kavramını da fenomenal dünyanın değil numenal dünyanın içinde kendinde
şeyin bir özelliği olarak alması da benzer biçimde bu kavramaların koşulsuz
düşünülmesidir. Kant’ın felsefesi bir olanaklılıklar felsefesidir. Kant burada ben’in
kendini koyuşundan türetilmiş bir numenal dünyadan bahsetmez. Kant zorunluluk ve
özgürlük alanlarını uzlaştırarak, ben’in kendini koyuşundan türetilmiş bir dünyayı
değil, bu iki alanın çatışmasında duran insanın ahlaksal bilincinin içinde duyulur üstü
dünyaya bağlanır.
Yukarıdaki açıklamayla şu söylenebilir; Kant insanı doğanın parçası olması
yanında, bu durum onun dışındaki bir zorunluluktur, doğaüstü dünyanın da parçası
olmasının bir insan olmanın koşulu olarak görür. Bu koşulu hem nesnelliğin kuruluşu
hem de özneler arası sorumluluğun temeli olarak varsayacaktır. Burada sözleşmeye
dayalı kurumların temelini toplu yaşamanın zorunlu sonucu olarak değil kendi
kendisindeki özgür istencin koşulu olarak alır. Nasıl ki özgürlük, zamanın
koşullarına tabi olmayan istencin koşulu olduğu gibi. Buradan hareketle yasanın
sürekliliği ve kuruluşu bir zorunluluk olarak görülür, insan edimleri bu yasaya içsel
olarak bağlı olur. Aklın sormaktan çekinmediği sorular gibi yasaya bu bağlılıkta
kaçınılmaz bir durumdur. Bu noktadan itibaren yasanın geçerliliği ya da gerekliliği
tartışılabilir. Kant numenal ben’in kendini koyuşundan türetilmiş bir insan fikrini
değil, ben’in bu dünya karşısındaki edimlerinin belirlediği insan olgusunu düşünür.
Belirli nedensellik yasaları altında yaşayan ve düşünen insanın bilincini sergiler.
Saf Aklın Eleştiri’nde Kant, Tanrı bilincini “aşkınsal İdeal”in ideası olduğunu
söylerken, onu bir töz olarak ele almaz. Kendisinden önceki Tanrı ve töz ilişkisinden
Kant ayrılır ve bu kavramı arı usun yaratısı olarak değerlendirir. Çünkü saf aklın
kategorileri içinde bu Tanrı kavramı anlama yetisinin sınırlarını aşar. Saf aklın
kategorileri içinde Tanrı kavramı sorulamayacağını söyleyen Kant, ikinci
23
eleştirisinde bu kavramı ahlaksal erdemin, ahlaksal buyrukların içinde
değerlendirerek pratik düşünceye sokar. Tanrı’nın akıl yoluyla kuruluşundan, pratik
alana geçişinde ödevin, buyruğun ilkesini kapsıyor oluşu Tanrı’ya inancı da bir töz
olarak kavranılışın dışındadır. Kant, Saf Pratik Aklın Eleştirisi’nde (224) tanrının
varlığı için ahlaklılığın zorunluluğu, mutluluk istemenin ilişkisinden bahseder:
“…ahlak yasası, duyusal güdülerin hiçbir katkısı olmaksızın, yalnızca saf aklın buyurduğu bir pratik soruna götürüyordu: bu da, en yüksek iyinin ilk ve başlıca bölümünün, yani ahlaklılığın zorunlu yetkinliğiydi; bu sorun da ancak sonsuzlukta tam olarak çözülebileceğinden, ölümsüzlük koyutuna götürüyordu… en yüksek iyinin ikinci öğesinin olanağı da, yani o ahlaklılığa uygun olan mutluluğa götürmelidir;....bu etkiye tam uygun bir nedenin varsayımına götürmelidir, yani tanrının varlığını,… en yüksek iyinin olanağına zorunlulukla ilişkin bir koyut olarak koymalıdır.”21
Akıl sahibi varlığın tasarımlarına göre eylemde bulunması, aynı zamanda
yasaların, istemenin bir sistem oluşturduğunu da göstermiştir. Burada Kant ahlak
konusunda da temel bir ilke arar. Saf Aklın eleştirisi’nde de temel kavramların
türetilebileceği sistematik bir birlik arayan Kant, ahlak konusunda da ödevlerimizin
temel olarak geçerli olan bir ahlak ilkesinden türetmeye çalışır. Burada bu birlikli
sistem arayışı, Kant’ta ki özneler arası uygunluk için varsayılan bir durum değil,
kavramların doğruluğunun kaynağını oluşturacak kendinde doğru ilkelerin arayışıdır.
Temel ilkenin a priori olmasının yanında, temel ilkeden türetilen tikel ikinci ödevler
ampirik olgulara dayanır.22
Nasıl ki bir doğa metafiziğinde, genel anlamda deneyim nesnelerinden oluşan bir doğanın en üst dereceden evrensel ilkelerine uygulanabilen ilkeler olması gerekiyor, bir ahlak metafiziği de uygulanabilir ilkelerden vazgeçemez, çoğunlukla nesnemiz olarak, tikel insanların-ancak deneyim
21 Immanuel Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, Çev: İonna Kuçuradi, Ülker Gökberk, Füsun Akatlı, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 1999, s.136 22 Paul Guyer, “Kant’ın Ödevler Sistemi”, Çev. Ali Kaftan, Cogito 41–42, YKY Yayınları, s.281.
24
yoluyla tanınabilen- doğasını ele almamız gerekir, onda neyin evrensel ahlak ilkelerinden çıkarılabildiğini göstermek için.”23
Kant, ahlak metafiziğinle temel ilkelerden insan doğasına ilişkin somut ödevleri
türetmeye çalışır. Yukarıdaki alıntıda da geçen tikel insan doğasının ahlakın
metafiziğinin temellendirilmesinde türetilen ilkelerle olan ilişkisi hem özgüllüğü hem
de çeşitliliği içinde taşır. Tikel ifadesinde çeşitlilik yanında a priori zeminin
oluşturulması isteği de ahlak alanın da özgül olanın, bir diğer deyişle genel ilkelerin
bulunmasıdır. Kant, bu bakış açısıyla, öznelliği yok saymamıştır. Öznelliği
belirleyecek edimlere temel ararken, bu temelin dayandığı kaynağın doğruluğuna
önem verir. Öyle ki, eylemleri içinde insan, diğer insanlarla benzer istek ve arzulara
sahip olduğunu unutmadan davranacaktır. Burada ilkenin genel geçer yapısı
dayatmacı bir dışsallıktan değil, içsel bir bağdan geçecektir.
Seçilen maksimler, eylemlerimizden etkilenecek diğer insanlar temel ilkenin
içinde varsayılır. Burada maksimin koşulu, sadece eylemde bulunan insanın en iyiyi
istemesi değil, eylemiyle diğer insanlara karşı da yükümlülükleri belirtmesidir.
Kant’ın genel ilkesi, sadece eylemin dayandığı en doğru kavramı değil, diğer
insanlara karşı yükümlülüklerin neler olduğunu da gösterir.
Bu tezin temel amaçlarından biri de, bu yükümlülüklerin sadece insan “varlığı”
için değil tüm diğer var olanlar için geçerli olduğunun açıklanmasıdır. Bu yola çıkışa
karşılık Kant’ın Opus Postumum’da söylediği “…ve özgürlüğe iye olmak tine iye
olmaktır. Böylece dünyanın üstünde bir varlık vardır, eş deyişle insan tini… Dirimli
tensel varlık canlıdır (hayvan). Eğer bir kişi ise, bir insandır.”24 ifadesi insan ve
hayvan ayrımının niteliksel yönünü aşarak sadece canlılık üzerinden yükümlülük
23 a.g.y., s.282.
24 Copleston, Felsefe Tarihi, Kant, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 2004, s.253.
25
alanını genişletmek bu temel kavramların temel dayanağını da sağlamlaştıracaktır.
Çünkü sadece insan ilişkileri üzerinden yapılan temellendirme, yasanın içeriğini
oluşturan insan edimi olmayan ya da insan ediminin nesnesi olan diğer canlılarında –
bunlar cansız da olabilir (inorganik doğa)- aynı yükümlülükler içinde alınmasının
zorunluluğudur.
Kant’a getirilecek temel eleştirilerden biri, Kant’ın insanlar arası edimlerde
yasanın ilkeselliğini temel almasıdır. Günlük yaşamdaki ilişkiler ya da çatışmalar
sadece insanlar arasındaki ilişkilerle kuşkusuz belirlenmekte. Ama bu ilişkilerin
içeriği diğer var olanlar ile doludur. Bunlar canlı cansız, insan kaynaklı ya da insan
kaynaklı olmayan olgulardır. Buradan hareketle Kant’a getirilebilecek ikinci eleştiri
Kant’ın düşüncesinin şeylere dair bir ruhtan yoksun olmasıdır. Tabii bu noktada, bu
düşünce eleştirilecektir. Çünkü Kant duyulur üstü dünyanın kavramlarını aklın
anlama yetisinin sınırlarının dışında bırakmıştı. Ruh kavramı da bu dünyaya aittir.
Aklın belirleyemediği türdeş olmadığı varlık alanları için aklın ilkelerini uygulamak
önceki cümledeki eleştiriyi yinelemek olacaktır.
Aklın ilkeleri sadece aynı aklın sahipleri için geçerli olacaktır. Tanrı için geçerli
olamadığından Tanrı kavramı aklın ilkelerinin dışındadır. Aynı akla sahip olmayan
canlılar içinde geçerli olamayacak bu ilkeler ancak temel bir “iyiyi isteme” ilkesinin
içinden ilişkilendirilebilir. Kant’ın aklın temelinde kurduğu düşüncesi, sistem
arayışının dayanağını oluşturur. Burada aklın ilk çıkış noktası olmadığı hatırlanabilir.
Sistematik ideal arayışında aklın sınırları içinde kalan Kant aklı tek bir akıl
varsaymakla sınırlı gözükür. Kant burada antik felsefenin evrenin aklı düşüncesine
yakındır. Her ne kadar Platon’un∗ ideasından farklı bir idea anlayışına sahipse de
aklın tek oluşuyla antik dünyanın evreni kavrayan aklına yakındır.
∗ Burada, bu konuda Adorno’nun “Aşkınsallık Kavramı Üzerine” makalesinde açıklaması önemlidir. “…Kant ile Platon arasındaki ilişkinin çok derin olduğu haklı olarak pek çok kez yinelenmiştir, ama çok önemli bir noktada ayrılırlar. İkisi için de çok önemli bir rolü olan, idelerin mutlak alanına yaklaşımları, birbirlerinden çok farklıdır. Ayrım şudur: Kantçı terminolojiyle
26
Kant, modern epistemolojide bulunan indirgeyici yönteme benzer bir yöntemle
mutlak ilkelere ulaşmaya çalışır. Bu indirgeyicilik içinde de Platon’a yakın durur.
Hakikat arayışında, yok edilmez olana ulaşmak ister, ulaştığı yerde bu ilkelerini
düşüncesinin sistemlerinin temellerine yerleştirir.25 Burada Kant haklı görülerek
genel geçerliğin her zaman ve mekândaki önemini gösterir. Genel geçerliliğe paralel
olarak alınan aklın da tek akıl oluşu diğer bir eleştiri noktasıdır. Kant haklı olarak
sisteminin temel dayanağını doğrular üzerine kurarken bu doğruların aklı tek bir
akıldır. Burada gelecek için olası bir varlık türü için geçerli olabilecek başka bir akıl
için genel geçerin ne olacağı sorulabilir. Kaldı ki dünya üzerinde sadece tek bir akıl
yoktur. Kant Aydınlanmanın aklının örneği olarak karşımıza çıkar. Bu akıl bütün
toplulukları aynı aklın dizgeselliği içinde varsayacaktır. Kant’ı bu eleştiriden
kurtaracak olan şu gibi gözükür: özellikle Saf Pratik Aklın Eleştirisi’nde söylediği
evrensel maksimler insan varlığı için genel geçerdir. İstemenin genel bir maksim
olması, en yüksek iyiyi isteme, ahlaki yükümlülük kavramları dünya toprağındaki
tüm insanlar için geçerli olacaktır. Ahlakın Metafiziğinin Temellendirilmesi’nde
genel olarak düşünmenin eylem ve kurallarının diğer alanlardan ayırdığını yazar:
“…genel olarak istemeyi, bu genel anlamda ona ait bütün eylemler ve koşullarla birlikte göz önünde bulundurur, böylece de genel olarak düşünmenin eylem ve kurallarını ortaya koyan genel Mantığın, sırf saf düşünmenin, yani nesnelerin a priori olarak bilinmesini sağlayan düşünmenin, özel eylem ve kurallarını ortaya koyan Transsendental felsefeden ayrıldığı gibi, o da Ahlak Felsefesinden ayrılır. Nitekim Ahlak Metafiziğinin işi, olanaklı bir saf istemenin idesini ve ilkelerini araştırmaktır; büyük bir kısmı Psikoloji tarafından ortaya çıkarılan, insanın istemesinin eylem ve koşullarını araştırmak değil.”26
konuşacak olursak, Platon’da idelerin kurucu bir anlamı vardır; başka bir deyişle, ideler zorunlu ve yegâne şeylerdir; öte yanda Kant onlara sadece düzenleyici ilkeler olarak geçerlik tanır, kabaca söylersek, onları, gerçekliğin kendisinin basit bir biçimde indirgenemeyeceği “sonu gelmeyen ödevler” olarak görür. Theodore. W.Adorno, “Aşkınsallık Kavramı Üzerine”, Çev. Mine Haydaroğlu, Cogito, Sayı: 41-42, YKY Yayınları, s.77. 25 a.g.y. s.77 . 26 Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev: İonna Kuçuradi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, 1982, Ankara, s.6.
27
Adorno burada bu hakikat anlayışına “arta kalan hakikat kuramı” diyecek.
Buradaki anlamıyla hakikat geçici, duyumsal ve yanıltıcı olan çıktıktan sonra
kalandır. Unutulmaması gerekir ki, Kant Saf Aklın Eleştirisi’nde bilgimizin
deneyimle başladığını yazar. Bir tarafta değişmez, kalıcı olan diğer tarafta
bilgimizin deneyimle başladığının kabul edildiği Kant düşüncesinde, deneyimle
birlikte değişmeyen kalıcı, sonsuz ve zamansız objektif olan hakikat kavrayışı
sentetik a priori yargılarda ortaya çıkar. Adorno’nun da haklı olarak gösterdiği gibi
bu yargılar deneyimden doğan ve deneyimin yokluğunda onlar hakkında bir şey
söylenemeyeceği unsurla doludur. Adorno, “deneyimden bağımsız olarak” ve “her
türlü deneyim” için arasında bir uçurum olduğunu söyleyerek bu durumun genel her
epistemolojinin sorunu olduğunu söyler. Adorno’nun alıntıladığı Kant alıntısı
şöyledir:
Tüm bilgimizin deneyimle başladığı konusunda hiçbir kuşku olamaz; çünkü bilgi yetisi, duyularımızı uyararak etkinliğimizi devinime geçiren nesneler yoluyla olmasaydı, başka hangi yolla uygulamaya geçirilebilirdi? Öyleyse zamana göre bizde hiçbir bilgi deneyimi öncelemez ve tüm bilgi deneyimle başlar. Ama bütün bilgi deneyim ile başlasa da, buradan bilginin deneyimden geldiği sonucuna varamayız.27
Adorno buradaki vurgu için yaptığı değerlendirmede farklı bir okumanın
olanağını verir. Tez içinde öncede bahsedildiği gibi Kant düşüncesi olanaklılıklar
sunar. Her ne kadar kavramların ışığında temellenmiş olan bu düşünce kavramların
olanaklılığıyla hem en kesin dilsel ifade için çaba gerektiren hem de kavramların
etkisiyle yaratılan güç alanlarının kesişim noktalarını bulmak gerektiren bir
düşüncedir. Nasıl ki zorunluluk ve özgürlük kavramları ya da ahlak ve akıl
kavramları bu kesişimin örnek güç alanlarıdır.
27 Theodore W. Adorno, “Aşkınsallık Kavramı Üzerine”, Çev. Mine Haydaroğlu, Cogito, Sayı: 41-42, YKY Yayınları, s.77.
28
Adorno’nun analizine dönersek, deneyimin bilginin kökeninde yer aldığını
söyleyen Saf Pratik Aklın Eleştirisi alıntısı için şu okumayı yapar:
Söz konusu düşünce, bütün bilgimizin deneyimle başladığının doğru olduğu, ama bunun bilgimizin deneyimden doğduğu anlamına gelmediği söylendiğinde ifade bulur. Bu kaba ikilemde dogmatik bir şey olduğunu eklemeliyim. Bir şey belli bir noktada başlıyorsa, kökeninden tümden bağımsız olamaz. Zamanın, uzamın ve düşüncenin tüm formlarının tek başına deneyimden çıkarsanamayacağı, mantıksal önermelerin fiziksel dünyada yaptığımız gözlemlerle kıyaslanabilecek basit deneyim olguları olmadıkları bir yere kadar doğru -ki bu bizi Kant’ın temel kaygılarıyla ilgili bir tartışmaya götürür. Ama öte yanda, deneyim diye bir şey hiç olmasaydı, deneyimden, önermelerle formüle edilen o öğeleri hiç almasaydık, deneyimden bağımsız olduğu söylenen önermeler bile olanaklı olmazdı- “gelecek her türlü deneyim için” şeklindeki farklı okumanın kaynağı işte budur.28
Buradaki mutlak olanın kalıcılığı, sürekliliği fikri yanında gelecek fikrinin de
zamansal bir nitelik taşıması ilginçtir. Çünkü hakikat zamansız olandır. Her yerde her
zaman geçerli olandır. Değişmeyecek olandır. Geleceğe dair böyle bir olanak
zamanın paradoksal bir şekilde sentetik a priori yargılara sokulduğunu ya da
sokulabileceğini gösterir.
Bu açıklamalardan hareketle, Kant için eleştiriler yanında yeni olabilecek şu
varsayımda bulunabilinir: Kant’ın numenal dünyanın özgür istencine ait özgürlük
kavramı savaş ve barış durumlarında sebep olarak temellendirilemeyecektir.
Özgürlüğün zamanın dışında oluşu onu çatışmaların dışında tutacaktır. Bugünkü,
adaletsizliğin yaşandığı olayların kaynağı olmayan bir özgürlük.
28 a.g.y., s.80.
29
2.2. Anlama Yetisi ve Dizgelilik
Kant’çı düşüncenin dizgeselliğinden hareketle, örneğin aklın ilkeleri, aklın bilme
biçimi ve bilginin kendisi arasındaki ilişki bir dizgelilik içerir. Yani dizgelilik sadece
temel ilkeleri aramaktan değil bu ilkelerin uygulanışıyla da ilintilidir. Bu dizgelilik
kendi içinde her zaman genellikleri taşıyacak. Bu genellikler istisnaları dışlayacaktır.
Burada istisnaya dair ilginç bir tanım bulabiliriz. Şöyle ki, olağan olanın dışındaki
istisna olağanın güvencesi altındadır. Aklın antinomilerinde aklın sınırlılığı ile
güvence altına alınmıştır. Aklı hem kendini sanrılardan korur hem de antinomilerin
cevaplarını aklın ilkeleri içinde temellendirir. Yani Kant bir deyişle saçma olanı da
aklın ışığı altında tanımlanır kılarken, dilsel ifadenin doğruluğu saçmanın akıl
dışılığıyla dengelenmiş olur. Bir totoloji gibi gözüken bu ifade akla yeni imkânlar
verir.
Kant sınırların içinde çatışmalardan haber veren düşünürdür. Hatırlanmalıdır
ki yüce, coşku gibi kavramlar yetiler arasındaki çatışmaların ürünüydü. Coşku ile,
özne içinde bulunduğu durumdan yüce duygusuyla çıkarak, ilgi dağılmasının ya da
ilginin çözünmesinin aşkın durumudur. Coşku bir yüklem değildir. Yücenin insani
koşulunu oluşturan bir ilgi dağılmasının durumudur. Bu nedenle bir yüklem değildir.
Kant’ın aklın önermelerinde yükleme yaptığı vurgu, yüklemin bir nitelik olarak
özneye eklenmesi ya da eklenmemesidir. Eğer yüklemdeki kavram öznedeki
kavrama bir şey ekler, yani yüklemdeki kavram, öznenin kavramında kapsanmış
değilse bu yargılar sentetik yargılar, önermelerdir. Yüklem, öznenin bir tekrarı, yani
öznenin içinde ima ediliyorsa bu yargılarda analitik yargılardır.
Yukarıdaki istisna kavramına dönersek, doğruluk konusunda Kant doğruluk
ve ödevi aynı dizge içine alarak, bu ilişkideki istisnaları dışarıda bırakmıştır.
Buradaki ilişki, dışsal hiçbir eğilimi gerek duymayan, Kant’ın diliyle “…hiçbir
eğilim onu buna itmeden…”29 sadece ödevin kendisinden kaynaklanan bir
durumdur. Kant’ın bu ilişkili durumları aklın kategorilerinden çıkıp eylem alanında
29 Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev: İonna Kuçuradi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, 1982, Ankara, s.13.
30
genelliklerin kurulmasının olanağıdır. Kant, ödevden dolayı yapılan ve ödeve uygun
yapılan eylemler arasında ayrım yapar. Bunu şöyle örnekler:
“…yaşamını sürdürmek ödevdir, ayrıca da herkesin buna doğrudan doğruya bir eğilimi vardır…insanların çoğunun yaşamlarına gösterdikleri çok kez endişe dolu dikkatin, yine de hiçbir iç değeri, maksilerinin de hiçbir ahlaksal içeriği yoktur. Yaşamlarını ödeve uygun olarak koruyorlar, kuşkusuz, ama ödevden dolayı değil. Buna karşılık, eğer talihin kötü cilveleri ve umutsuz acı, yaşamdan tad almayı büsbütün yok ettiyse, eğer ruhu güçlü olan mutsuz kişi, cesareti kırılmış ya da yıkılmış olmaktan çok alınyazısına küserek ölmeyi dilerse, ama yaşamını, onu sevmeden, eğilimden ya da korkudan değil, ödevden dolayı yine de sürdürüyorsa: işte o zaman maksiminin ahlaksal içeriği vardır.”30
Ödev kavramı üzerinden yapılan bir ahlaklılık tanımı, günlük dildeki uyulması
talep edilen, beklenen davranışların ötesinde bir temellendirmedir. Kant nasıl ki,
metafiziği safsatalardan kurtararak ona itibarını yeniden vermeye ve bunun için bir
bilim olarak bu alanı temellendirmeye çalışmışsa, benzer bir yöntemi ahlak içinde
yapmıştır. Bu Kant’ın sistem arayışının kendisidir. Kant her iki alanda da
sistematiğini kurmaya çalışmıştır. Gündelik yaşamın ötesinde bu sistematik gündelik
yaşamın bir kurulma çalışmasıdır. Biraz cesur bir iddiayla, Kant’ın bu sistematiği
gündelik yaşamın estetize edilmesi gibi düşünülebilir. Aynı savı metafizik için de
söylemek mümkündür. Kant yöneldiği alanları sınırlandırarak kurtarmaya
“arındırmaya” çalışmıştır. Estetize etmemeyi bu anlamıyla alınca bu alanlar
kurtarılmış bölgeler olacaktır. İkinci bir iddiayla Kant’ın bu tavrı, Frankfurt
Okulu’nun sanat anlayışına yakın gibi durur. Arındırılmış alan olarak sanat, gündelik
dilin aynası değil, gelecek olanın alanıdır.
Adorno’nun “gelecek her türlü deneyim için” okuması da benzer bir gelecek
varsayımını taşır. İnsanlar arası ilişkilerin ilkelere dayandırılarak açıklanması,
olgusal ahlak kuralları yanında eylemlerin ilkelerinin belirlenmesi istemeye yönelik
30 a.g.y., s.13.
31
ilkeleri de kapsar. Bu noktada Kant, bu istemeyi “kesin buyruk” adını verdiği ilkeye
bağlar: “ancak, aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin bir maksime
göre eylemde bulun”, yani “senin istemeni o durumda belirleyen ilke bu nitelikte
olsun”.31 Kant bu isteme ilkesiyle durumlar karşısında nasıl davranılacağını değil,
isteklerimizi değerlendirebileceğimiz bir ölçü verir.
Ölçü, aklın sınırlarında olduğu gibi insanın yapısal olanaklarının bilgisinden
türetilmiştir. Nasıl davranılacağı, nasıl düşünüleceğidir, aynı zamanda. İsteme ve
eyleme tarzının bilgisi, günlük ilişkilerde bir etiğin olanağının bilgisini verir. Burada
değer eylemin bilgisinde olduğundan eylemin kendisi değerin nesnesi olur. Bu
açıklamayla Kant’ın değer kavramını eylemin kendisinde tutması insanlar arası
ilişkide değeri öteki’nin ölçüsü değil, eylemin kendisinin ölçüsü olarak aldığını
söyleyebiliriz. Ölçünün nesnede olması onun genelliğini de sağlayacaktır.
İlkeselliğin kavramları insanlar arasında fark yaratacak bir iyelik değil, ilişkiler
için geçerli olan koşulsuz durumlardır. Bu iyeliklerin doğuştanlığı ya da sonradan
kazanılmışlığı da her ilişki için geçerli oluşunun dışındadır. Sonradan kazanılan
ilkesellik, toplumsal yapıların yaşamındaki eşit olmayan durumları ortadan
kaldıracaktır.
Diğer bir önemli, bu ilkelerin biri ve diğeri arasında tanınmış haklar olarak
değerlendirilemeyeceğidir. Tezin önceki sayfalarında Kant’ın bir aydınlanma
düşünürü olarak her toplum, her insan için varsaydığı durumu eleştirirken, burada bu
eleştiri yerini olumlu bir değerlendirmeye bırakacaktır. Haklar bir ayrıcalık değil,
ilişkilerin düzenlenmesine yardımcı olacak genelliklerdir. Kant bu noktada hukuksal-
eylemsel temel ilkelerin kesin doğruluk içermesini ve bu ilkelerin politik alanda bir
takım ara ilkeler bulabileceğini ama hiçbir zaman onların istisnalarını içermeyeceğini
31 İonna Kuçuradi, Uludağ Konuşmaları, Türkiye Felsefe Kurumu, 1997, Ankara, s.31.
32
söyler. Bu genellikler sayesinde temel ilkelerden hukuk metafiziğine geçişte bu
alanlar arasındaki genel ilkelerin kuruluşunu çözümlemek ister:
Şimdi bir hukuk metafiziğinden... politikanın bir ilkesine... ve deneyim aracılığıyla, politikanın bir meselesini, hukukun genel bir ilkesine uygun olarak çözmeye, ulaşmak için: Filozof ortaya, 1) bir aksiyom… 2) bir postula… 3) bir problem koyacaktır… bu da o zaman, öyle bir politika ilkesi olacaktır ki, bunun kuruluşu ve düzenlenişi, deneyimden çıkan insan bilgisinden çıkarılarak oluşturulan; yalnızca hukukun uygulanmasının dizgelerini içeren ve bunların amaca uygun olarak nasıl oluşturulacağını öngören, hükümleri kapsayacaktır.—hukukun politikaya hiçbir zaman; politikanın ise hukuka her zaman, uygun olması sağlanmalıdır.32
Bu ilkelerin yanında, doğruluğun ödev olması “Bütün açıklamalarda doğruluklu
olmak, eleştirilecek bir yönü de taşıyacaktır. Kant’ın bilme yetisine dayalı aklı
Nietzsche tarafından eleştirilecektir:
Bir zamanlar, sayısız güneş dizgeleriyle akarak uzayıp giden evrenin kıyıda-köşede kalmış bir yerlerinde, bir gökcismi varmış; bunun üstünde yaşayan bazı kurnaz hayvanlar da, bilme yetisini bulup kurmuşlar. Bu, “Dünya Tarihi”nin en gözüpek ve en yalancı dakikası olmuş: ama işte, yalnızca bir dakika sürmüş. Doğanın birkaç soluk alıp verişi sonrası, gökcismi donup kalmış; o kurnaz hayvanlar da ölüp gitmişler.- Birisi böyle bir fabl kurabilir; ama gene de, insan zihninin doğa içinde ne denli zavallı, ne denli gölgemsi ve uçup geçici, ne denli ereksiz ve gelişigüzel bir yer tuttuğunu, yeterince serimle- yememiş olabilirdi. Zihnin varolmadığı sonsuz zaman süreleri vardı; o yok olup geçip gittiğinde de, hiçbir şey olup bitmiş olmayacak.33
32 Immanuel Kant, “İnsan Severlikten Ötürü Yalan Söylemek Konusunda Bir Sözüm Ona Hak Üzerine”,Cogito 16, Güz 1998, YKY Yayınları, İstanbul, s.50. 33 Friedrich Nietzsche, “Ahlakdışı Anlamda Doğruluk ve Yalan Üzerine”, Cogito 16, Güz 1998, YKY Yayınları, İstanbul, s.55.
33
Nietzsche, bilmenin yani “aldatıcı, bir bilince sürmek ve onun içine kapanmak”34
dediği insanın kendi kendisiyle bilme eylemini doğruluk güdüsüne ulaşmak adına ilk
adım olarak barış antlaşmasına gereksinim duyarak bellum omnium contra omnes∗
ilkesinin yok olduğu bir dünyaya çabalar.
Nietzsche’nin bu insan varlığı örneği, çatışmanın doğal durum olduğu halden
barış durumunu ve savaşın kendisini doğal durum olarak alan aklın kendisini düşler
içinde aldattığını varsayar. Aklın ilkelerinin devamındaki genel ilkeler Nietzsche için
aldatmacanın dünyasıdır. “Doğruluk güdüsüne ulaşmanın ilk adımı neyin hakikat
olması gerektiğidir” diyecek olan Kant, aklın ilkelerinin genel geçerliliğini hakikatin
verilmesi olarak alacaktır.
Bu noktada Nietzsche’nin doğru söylemek üzerine, söylemek ve doğruluk
ilişkisinde ses ve kavram arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkinin hiçbir zaman yerinde bir
dile getiriş olamayacağını, daha ileride “öyle olsaydı, bu kadar çok dil olmazdı”35
diyecektir. Şeylerin ne’liklerinden çıkmamış bir dile vurgu yapan Nietzsche, Kant’ın
kendinde şeyini insan ve şeyler arasındaki ilişki olarak niteler ve bunun içinde
eğretilemelere başvurur. Aklın ilkelerinin bilgisinin kuruluşunun temeli yanında aynı
aklı “sanrılar oldukları unutulmuş sanrılar: hakikatler yaratması” şu soruyu ya da
düşünceyi akla getirir: aklın uyanıklığı ve düş yaşamı arasındaki ayrım hangi dille
kurulacaktır?
Bu noktada Kant haklı olarak belki de modern eleştirinin araçlarından olan aklın
hükümranlığını varsayarsa da aklın bilebilme ölçüsüyle sınırlarını çizmeye
çalışacaktır. Bu sınırlar bir alanın da belirlenmesidir. Aklın sınırları yani bilmenin
34 a.g.y. s.56.
∗ Herkesin herkesle savaşı; insanın ‘doğal durum’dayken- sözleşme öncesi- içinde olduğu düşünülen durum. Nietzsche’nin makalesini çeviren Oruç Aruoba’nın notu. 35 a.g.y., s.57.
34
sınırları alanın sınırları olacağından düşün ya da sanrının alanının günlük yaşamın
kuruluşunda yer alması mevcut çatışmanın sorunlu alanını oluşturacaktır:
Eğer bir bilginin bilim olarak serimlenmesi isteniyorsa, her şeyden önce onu diğer bilgilerden ayıranın, yani ona özgü olanın kesinlikle belirlenebilmesi gerekir; aksi halde bütün bilimlerin sınırları birbirine karışır ve hiçbiri kendi yapısına göre, esaslı bir biçimde ele alınamaz.36
Kant bilgi ve alan arasındaki bu dolaysız ilişkiyle bir ortak zeminin
oluşturulmasının genel geçer ilkesini yakalamak istemiştir. Nasıl ki, metafizik
bilginin kaynağının deneysel olamayacağı gibi, onun “…ne asıl fiziğin kaynağını
oluşturan dış deney, ne de deneysel psikolojinin esasını oluşturan iç deney, bu
bilginin temelini oluşturabilir.”37 ifadesinde bir bilim olma yolunda metafiziği a
priori bilgi veya saf anlama yetisi ve saf akıl bilgisi olarak kabul eder. Kant’ın
Aydınlanma nedir? Makalesinde: “Oysa Aydınlanma için özgürlükten başka bir şey
gerekmez ve bunun için gerekli ola özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır:
aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak
kullanmak özgürlüğü’n.”38 bahsettiği öğe, serbest ve kamuya açık aklın açık halde
kullanma özgürlüğü, aynı zamanda din ve yasama eleştirisinin nasıl olması
gerektiğinin işaretidir.
Bir yayın yasağı altında olmayan kullanım, aklın ilkeleri içinde bilmesinin
sınırları yanında pratik alanda özgürlüğün kullanımıyla kurumların, ki bu kurumlar
kamuoyunun oluşturulmasında en etkili araçlar olarak bir eleştiriye tabi tutulur.
36 Immanuel Kant, Prologemena,Çev: İonna Kuçuradi, Yusuf Örnek, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 1995, s.13. 37 a.g.y., s.14. 38 Immanuel Kant, ““Aydınlanma Nedir?” Sorusuna Yanıt (1784)”, Toplumbilim, Aydınlanma Özel Sayısı 11, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2000, s.18.
35
Kant, aklın kurallılığı ve dizgeliliği içinden çıkacak olan kurallar inşasını aklın
kendisi tarafından eleştiriye maruz bırakır. Buradaki önemli nokta, aklı kuran aklın
yeni bir akıl metafiziğini yine akıl tarafından sorgulanışı ve eleştirisidir.
Nietzsche bir eğretilemeler dizgesi olarak kabul ettiği bilme eylemi, tasarımların
kavramlar altında toplanmasının vardığı sanrılı durum aslında “çerçevenin” içinden
yeniden sorgulanır. Bu noktada Nietzsche’de bir çerçeve yoktur denilebilecekken,
Kant hem çerçeveyi kuran/çizen hem de dönüştürmeye çalışandır. Yıkmak fiili
burada çok yerinde bir kullanım olmayacaktır. Kant yıkıntılar üzerinden yükselen bir
filozof olmamıştır. Kant’ın aklın dizgeliliği temellendirilmesi bu eleştiriyle kırılmış
olur. Aklın öncesi ve sonrası ilişkide karşılıklı olarak birbirini desteklemez. Önce ve
sonrası meselesinde aklın kuralları ve aklın kurduğu kurumlar arasındaki kopuş söz
konusudur.
2.3. Toplum ve Dizgelilik
Akla dair kurallığın çözümlenişi ve aklın bu kurallığı taşıyor olması yanında,
toplum ki her akıl sahibinin oluşturduğu organik topluluk da, bu kurallığa sahip
olacaktır. Temsili bir ifadeyle aklın ‘yaşamı’ toplumun yaşamından farklı diğer
deyişle toplumun yaşamı aklın yaşamından farklı olmayacaktır. Burada ki öncelik ve
sonralık ilişkisinin önemsizleşmesi her iki unsurun temelinde bu kurallığın
bulunması kaynaklıdır.
Kant’ın yaşadığı zamanın ve mekanına yakın siyasi, toplumsal, ekonomik
sahnesine bakılacaksa, bu sahnenin bu kurallı yapının dışında bir kargaşaya sahip
olduğu görülür. Fransız Devrimiyle (1789) mutlakıyetçi eski rejimin (ancien régime)
36
yerine liberal cumhuriyetçi bir devlet anlayışı kurulmaya çalışılırken, 3 Eylül
1791’de ilk anayasa ilan edilir, bir taraftan Konvansiyon hükümeti kurulur. Yeni
hükümet kral XVI. Louis’i idam eder. Bir taraftan kurulmaya çalışılan cumhuriyetçi
devlet anlayışı bir kargaşa ortamı içinde 9 Kasım 1799’da Napolyon’un 1804’de
kendini bir roma imparatoru gibi ilan etmesiyle sonlanır. Bu 18. Brumaire darbesiyle
Fransız ordusuyla diğer restorasyon güçleri arasında bir mücadele başlamış. Başta
Prusya olmak üzere diğer Avrupalı güçler yeni hükümetle barış antlaşması
imzalamışlardı.
Bu siyasal sahnenin içinde Kant “Edebi Barış Üzerine Felsefi Deneme”si39
yazacaktır. 1795 tarihli bu deneme, Prusya ile Fransa arasında yapılan barış
antlaşmasının arkasından yazılmıştır. Kant burada ‘barış’ kavramını
değerlendirecektir. Devrim düşüncesi bir yandan yeni bir doğum olurken diğer
yandan da sonsuz bir esnekliğe sahip olacaktır:
Eski düzen doğumsuz fakat sonlu yapan nedenlerden ötürü Devrim de doğumlu fakat sonsuzdur. Biri olumsuz, yani ölüme sürükleyici kronolojik bir tanıtlamanın acısını çeker, diğeri ise öylesine uçsuz bucaksız bir vaaddir ki, sonsuz bir esnekliği vardır. Kısa dönemde bile yerleştirilmesi kolay olmaz: Tarihçi, belli başlı olaylara verdiği anlamlara göre onu kesin sonucun esaslarının elde edildiği, Eski Düzenin defterinin dürüldüğü 1789’a kapatabilir. İsterse, komite ve mahallelerin (section) diktatörlüğüne, Jakoben destanına, II. yılın eşitlikçi seferberliğine ağırlık vererek, 1794’e, yani Robespierre’in öldürülüşüne kadar uzatır... XVI. Louis’nin ölümü yönünde oy kullananlara, krallıklar Avrupa’sıyla savaşlara olan saygısından 18 Brumaire 1799’a kadar da gidebilir. Hatta, ister konsüllük döneminde kessin, ister Habsburg’larla kurulan evlilik bağından ya da Yüz Günler’de, Napoleon macerasını da Devrim’e katabilir: bütün bu dönemle melere akla yatkın nedenler bulabiliriz.40
39 Immanuel Kant, “Edebi Barış Üzerine Felsefi Deneme”, Seçilmiş Yazılar, Çev. Nejat Bozkurt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984, s.223-266; Kant, Vers La Paix Perpetuelle. Que Signifie s’orienter dans la penseé ?. Qu’est-ce que les Lumieres. çev. Jean François Poirier et Françoise Proust, GF Flammarion, Paris, 1991, s.73-133. 40 François Furet, Fransız Devrimini Yorumlamak, Çev: Ahmet Kuyaş, Alan Yayınları, 1989, s.59.
37
Bu denemenin incelenmesinden önce Kant bu denemesini bir siyasi kargaşanın
ardından yazdığı düşünülürse, aranılan barış durumu yine bir kargaşanın ardından
aranılan diğer bir barış ve istikrar arayışı olan Auguste Compte’un sosyolojisine
benzetilebilir. Her iki durumda da devletin içindeki iç savaş demek olan kanunlarla
insanların çatışmasına engel olmak, hem de barış ile Kant denemesinde gelecek olan
‘yazgı’ arasındaki ilişkide özgür edimleri içindeki insanın kendine koşulsuz amaçlar
koyabilmesiyle daha iyiye doğru yürüdüğüne inanacaktır. Burada hem insan doğası
hem de insanın doğaya bağlı oluşu kabul edilir. Kültürü, Kant için insanın doğadaki
en ileri varlık olarak son amaç olması yanında özgürlükle doğa arasındaki bağı
sağlar. Özgürlük kavramı Kant’ın düşüncesinde ahlaki olanında koşulu olacağından
denilebilir ki; Kant’ın tarih anlayışı yada tarih felsefesi pratik felsefesidir.
Kant Yargıgücünün Eleştirisi’ni tamamladıktan sonra eleştirel düşüncesini, felsefe
sistemini temellendirişini tamamlayarak, barış denemesinde olduğu gibi, yani 1790’lı
yıllarda felsefe-din, felsefe-devlet ilişkisi, çağın hukuksal, politik, dinsel sorunları
üzerine eğilmeye başlar. Eleştirel filozof, yerini yazılarında zaman zaman bir
‘publisist’41e terk eder.
Kant yaşamının sonlarına doğru eleştirel felsefesinin yayılan ünü ve bu
düşüncenin temellendirilmesinin ardından politik sorunlarla ilgilenir. Bir yandan
felsefi eleştiriye yöneltilen eleştirilere karşı diğer yandan da çağını hareketlendiren
sorunlara karşı kendi politika ve devlet düşüncelerini geliştirir. Bu arada Kant, Aylık
Berlin Dergisi’nde güncel olaylarla ilgili yazılar yazar. Berlin Aydınlanma
felsefesinin ana organı olan bu derginin Prusya’da ki politik ve manevi gericiliğe
karşı duruşunun yanında yer alır.42
41 Doğan Özlem, Felsefe Yazıları, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2002, s.13. 42 Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, Çev: Doğan Özlem, İnkılap Yayınları, İstanbul, 1996, s.391.
38
Kant politik yazılarında özellikle kendisine yöneltilen teori ve praksis arasındaki
kopukluğu da eleştirir bir sertlikte, kendi etiğine karşı ileri sürülen kopuk düşünce
eleştirisini aydınlanma çizgisini de belirleyecek bir plan geliştirir. Kant
Prologemana’da yer alan duyarlık ve anlık arasındaki ayrımın öznel niteliğini, uzay
ve zamanın saf formunun yöntemselliğini, a priori kavramlarla doğuştan ideler
arasındaki karşıtlığı vurgularken Wolffçu okulun yaptığı gibi tekil öğeleri eleştiriden
koparıp birer bölüm olarak parçalara yönelmesine karşılık bir sistem olarak birlik ve
bütünlük olarak düşüncesini tanımlar. Eleştirel etiğe yöneltilen bu etiğin sınırsız
uygulanabilirliğine karşı eleştiri için benzer bir birlik değerlendirmesi yapar:
…iddia şuydu: ahlak yasası bir koşulsuz buyruk olarak tasarımlansa bile, ödev olarak koşulsuz buyruğun uygulama yeri en sonunda ampirik dünyadır ki, koşullu (ampirik-nedensel) bir dünyada koşulsuzun nasıl gerçekleştirileceği problematiktir. Bu iddiaya karşı Kant şöyle der: ‘Ödev kavramı üzerinde temellenen bir teoride, bu kavramın boş idealitesinden duyulan kaygı tamamen ortadan kalkar. Çünkü kendi istencimizin bir tür etkisini hedef almayan şey ödev olamaz; bu etki deneyde mümkün olmasa da (o ancak tamamlanmış veya tamamlanmaya yakın bir şekilde düşünülür). Ve bu teori hakkında günümüzdeki incelemelerde yalnız bunun sözü ediliyor ve bir felsefe skandalı olarak, onun teoride doğru olabileceği ama pratikte geçersiz (uygulanımsız) kalacağı sık sık ileri sürülüyor. Ve pek azarlayıcı ve dışlayıcı bir ton ve kendini beğenmişlikle, aklın en yüksek saygınlığına kavuştuğu yerde bile, onun deney yoluyla reforma tabi tutulması isteniyor; ve bir ukalalık içinde, sonuncusuna (deneye) tutuklanmış köstebek kemiriciliğiyle, karşımızda duranı apaçık görme yerine,…deneyin yolu daha güvenilir sayılabiliyor. Bu bizim lafazan ve hiçbir eylemde bulunmayan çağımızda pek sıradan hale gelmiş olan bu maksim, ancak, eğer o bir ölçüde ahlaksal ise,…en büyük zarara götürecek olan bir maksimdir. Yasanın uygulanımının ampirik ve bu yüzden rastlantısal olan koşulları bizzat yasanın koşulları yapılırsa ve şimdiye kadarki deneylere göre olası bir çıkış yolu sayılan böyle bir praksisi, kendi kendisini oluşturan teoriye üstün kılmak haklı görülürse, akıl, …bir ampirik yasa altına konmuş olur ve her şeyin kaybolduğu bu yerde praksisin değeri de ortadan kalkmış olur.43
43 Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, Çev: Doğan Özlem, İnkılap Yayınları, İstanbul, 1996, s.395-396.
39
Kant, yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi teori ve pratik arasında bir öncelik
sonralık ilişkisini değil, bir bütünlük ilkesini öngörüyor. Yaşamının sonlarına doğru
yazılarının içeriğini oluşturacak konulardan olan devlet yaşamıyla bu bütünlük, etik
ve politika ilişkisi içinde yeni bir biçim alır. Kant, ahlak yasasının saf geçerliliğini
tekil durumlar içinde ele alarak saf teorinin savının ampirik-somut uygulanabilirliğini
göstermeye çalışır. Ödev kavramı ‘kendi tam saflığı içinde’ örneklemeye uygun
olmazken, pratik durumda herkes için yalın kavranılabilirdir. Ödev kavramının bu
kavranılışı onu tek bir normatif anlamdan uzaklaştırır. Herkes için kavranılır oluşuyla
‘ödev, mutluluktan hareketle ve mutluluğu gözetmekle sınırlanmış bir motif değildir;
tersine, mutluluk ilkesinden çıkan tüm harekete geçirici motiflerden insan aklının bir
yazgısı ile daha geniş bir alanda etkili olan ve daha fazlasına nüfuz eden ve başarı
vaad eden bir motiftir.’44 Ödevin tam saflığından, motive edici güç oluşa genişlemesi
Kant’ta ki ‘form’ ve ‘içerik’ ayrımının saf olan ‘ide’nin yani ödev idesinin ampirik
mutluluk duygusuna erişmesinin gösterilişi pratik alanda saf teorinin
uygulanabilirliğine örnek olur. Burada Kant’ın devlet yaşamı üzerine yazılarında
devlet anayasası yanında ulus ve devlet kurumlarının hukuksal-anayasal bir yapı
altında toplamanın ötesinde bir ‘uluslar hukuku’ ve ‘dünya yurttaşlığı’ düşüncesi de
bu etiğinin uygulanabilirliğinin genişlemiş örnekleridir. Kant’ın sivil yaşamdan
bahsettiği noktalarda, insanların birbirlerini etkiledikleri durumlarda herhangi bir
sivil örgüt içinde bulunmaları gerektiğinin altı çizilir. Kişileri ilgilendiren hukuksal
örgütlerin dayandığı hukukları şöyle belirtir:
1) Bir ulusun içindeki insanların kamu hukuku (jus civitatis)
2) Devletlerin birbirleriyle ilişkilerine göre, devletler hukuku (jus gentium),
3) Evrensel Bir insanlık devletinin üyeleri olmasından dolayı, birbirlerini
etkileyen insanlar ve devletler olmaları bakımından bir dünya yurttaşlığı
hukuku (jus cosmopoliticum).45
44 a.g.y., s.396-397. 45 Kant, Vers La Paix Perpetuelle. Que Signifie s’orienter dans la penseé?. Qu’est-ce que les Lumieres, Çev. Jean François Poirier et Françoise Proust, GF Flammarion, Paris, 1991, s.83-84.
40
Kant bu ayrımı yaparken ebedi barış için gerekli bir durumdan bahseder. Sivil
duruma geçişin bir zorunluluğu olarak görülen bu hukuksal ayrım, insanlar arası
ilişkilerdeki karşılıklı fiziksel etkilerin çıkaracağı zorunlu savaş durumunu ortadan
kaldırmak gereklidir. Kant’ın saf ide anlayışı yanında, form kavramı bir
‘olanaklılığın koşulları nelerdir?’ sorusuna cevap arayışı içinde deneyimsel bilginin
dünyasında olacaktır. Bu özgürlük ilişkisinin yaşandığı dünya düşünülür bir
dünyadır. Ampirik dünyanın özgürlük ilişkileriyle oluşturduğu düşünülür dünya,
Kant’ın ‘olanaklılığın koşullarını nelerdir’ sorusunu sorduğu dünyadır. Kant’ın bir
avucunda elma tutan kişinin elmayı elinde basınç hissi içinde hissetmesi örneği,
doğa bilimsel bir deneyimdir. Bu da etiğin alanıdır. Bu elmanın başkasına ait olması
durumu ise, bu deneyim dünyası yani elma ile kişi arasındaki nesnel ilişkiyi fiziksel
olarak betimlemek için başka bir deneyim dünyası olan ‘totel’ bir dünya vardır.46
46 Karl-otto Apel, Manfred Baum, Paul Guyer, Kaan H.Ökten, E.Efe Çakmak, “İkiyüzüncü Ölüm Yıldönümünde: Immanuel Kant ve Kantçılık” (Manfred Baum’un Konuşması), Çev. Kaan H. Ökten, Cogito, Sayı: 41-42, YKY Yayınları, s.479-478.
41
3. PRATİK AKLIN ELEŞTİRİSİ
Kant ahlak yasasının, numenin yani düşünümsel alanın nedensel yasası olduğunu
söylerken, doğal bir yoğunluktan bahseder. Özgür ifadeli bireyler arasındaki ilişkiden
bahsederken, radikal kötülük hakkında, bu doğal zorunluluk yoktur. Ahlak yasasını,
bu noktada özgür insanların nasıl olması gerektiğiyle ilişkilendirilir. Kant ayrıca aynı
nesneye yönelen özgür ifadeler arasındaki ilişkinin ya şiddete dayandığını ya da
taraflar arasında consensus’a dayandığı söyler. Bu noktada özgür ifadenin
sorumluluğu, hem fiziksel olmayan düşünülür bir dünyanın ilişkilerinin olgusal bir
dünyada zorunluluktan uzaklaşan bir “nasıl olması gerektiği” sorusunu birlikte
getirir. Burada, Kant’ın söylem etiğiyle, sorumluluğun çağdaş toplumlardaki
toplumsal ve siyasal pratiklerdeki zorunluluğunu gördüğü söylenebilir.
Kant’ın pratik felsefeyi yani ahlakı pragmatik alan içine sokmadan
değerlendirmesi, praksisin insanın istemesinden doğan edim normlarına ya da
kurallara dayanması özgürlük kavramını temel almasıyla sağlanır. Kant doğada olan
ve insana da verilmiş olan bir hedefe ulaşma amacının, insanın edimlerinin bu hedefe
ulaşma için amaç olduğunu reddeder. Buyruklar koşullu ve kesin olarak buyururlar.47
İlk buyruklar insanın ulaşmak istediği bir şeye araç olarak olanaklı bir eylemin zorunluluğunu ortaya koyarlar. Kesin buyruk ise (kategorishe Impperativ) bir eylemin kendisi için, başka herhangi bir amaçla ilgi kurmadan nesnel zorunlu olarak sunan buyruk olur.
47 Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev. İonna Kuçuradi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1982, s.30.
42
Kategorik imperativ, praksisin bağımsızlığını güvence altına alırken, özgürlük
kavramını kategorik temel almıştır. Burada praksis denilince etik ve hukuk alanı ilk
akla geleceğinden bu alanlardaki bütün edimlerin, özgürlüğe yönelik olduğu kabul
edilir. Özgürlüğün bu önceden varsayılması, irade özgürlüğünün savunulmasıdır.
Kant burada özgürlüğün öncelliğini edim normlarına bağlayarak, bu normların
koşulsuzluğunu belirtir. Kuramdan bağımsız bir praksisin imkanı hem koşulsuz bir
buyruğa hem de iradenin özgürlüğüne bağlanır.
Kant, istemenin kendiliğinden yasayla uygunluk içinde olduğunu söyler.
Buyruklar bir formül olarak, genel istemenin nesnel yasalarının akıl sahibi varlıktaki
öznel yetkinsizlikle bağlantısını belirtir. Burada nesneyle olan ilişkideki isteme, her
tek insan için bir içsel yasaya bağlanırken, koşulsuz ahlak yasası, başka bir şeyden
türetilmez ve temelini kendi dışında bulmaz. Kant burada matematik ve mantıktaki
gibi kanıtlanamaz saf formel ilkeler arar. Kant bu noktada özgürlük kavramına yeni
bir yaklaşım getirmiştir. Kant’ın özgürlüğü bu değerlendirişi, iradenin özgürlüğünün
savunulması, Rousseau’nun “doğal” olan özgürlük kavramına da yakındır.
Rousseau’nun özgürlüğü: “insan özgür doğar; ama her yerde zincire vurulur”48
ifadesi insanın hiyerarşik bir tabi olmanın, yetki ve denetim dışında kendi özünden
gelen bir özgür güçlere sahip olduğudur.
3.1. Kant ve Rousseau
Rousseau’nun özgürlük ve eşitlik kavramlarını, değerlendirilişi, Kant’a
yakınlıkları taşır. Kant’ın siyasi yazılarından olan ‘Ebedi Barış Denemesi’,ndeki
insanlar arası ilişkilerdeki eşitsiz durumda, benzer yakınlığı taşır. Kant’ın ahlakı
temellendirişine benzer, Rousseau’nun Emil’i ve yeni Eloise’i de insanların
48 Jean Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Çev. Vedat Günyol, Adam Yayınları, İstanbul, 1999.
43
kendilerine ve ahlaka bakışlarında dönemi için bir etki taşımıştır. Kant’ın kendinden
önce Rousseau’dan bu etkilenişi yanında, bu etkilenişinde özel türden deneyimlere
verilen öncelik söz konusudur. Kant’ın ahlak metafiziğinin öznel genel yasası
yanında, “İtiraflar”ı yazan Rousseau’nun kendini çıplaklığıyla insanlara göstermesi
genel olan yanında ‘saf’ bir öznelliğin ifadesi olacaktır. Kant genel ve özel için
getirdiği yasa temellendirmeli ayrım Rousseau da özel hayatın olası bir dış otoriteden
bağımsız olan itiraflarıdır. İtirafların I. Cildinde 1712-1728 tarihli birinci bölümde:
Şimdiye kadar bir benzeri hiç görülmemiş ve hiç kimsenin gerçekleştirmeyi aklının ucundan dahi geçiremeyeceği bir girişimde bulunarak, bir insan yaratılışındaki tüm çıplaklığıyla insanlara göstermek istiyorum. Kendim anlatacağım sizlere… ben elimde bu kitapla yüce yargıcın huzuruna çıkacak ve yüksek sesle söyle diyeceğim: “işte yaptıklarım, işte düşündüklerim ve işte ne olduğum! Bu kitapta ben yaptığım iyilikleri ve kötülükleri olduğu gibi açık açık söyledim.49
Kant Pratik Aklın Eleştirisi’nde etik problemleri başlangıçta Saf Aklın
Eleştirisi’nde aklı etik problemlerle ilişkilendirir. Ahlak da geometrik yargı ve ilkeler
gibi “kanıtlanmış kesinlik” arar. Burada Kant, Locke’un ahlakta da metafizikte
olduğu gibi bu ilkeler bulunmalıdır düşüncesine yaklaşır.
Kant, ahlak felsefesinin temel gereğinin “yükümlülük” kavramını çözümlemek
olduğunu belirtirken “gereklilik” (söllen) fiili yerine, yani olması gereken (sollen de)
yerine, olana (seiende)yönelir. Burada Kant’ın amaçladığı insanın ahlaksal
yaşamının empatik yönünü çözümlemektir. Kendisinden önce Wolf’un doğal huhuk∗
49 Jean Jacques Rousseau, İtiraflar, I. Cilt, Çev. Serkan Özbutun, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1998, s.7.
∗ Wolf’un düşüncesinde Kant gereken açıklığı göremediğinden bahseder: “… Daha önce ünlü Wolf’un ahlak felsefesinin ön eğitiminde, yani onun Genel Pratik Dünya Bilgeliği dediği kısımda bulunduğunu ve burada yepyeni bir alanın açılmasının söz konusu olmadığını hiç kimse düşünmemeli. O genel bir pratik dünya bilgeliği olması gerektiğinden, tam bu nedenden özel türden bir istemeyi hiçbir -deneysel hareket nedeni olmaksızın, tamamen a priori ilkelerce belirlenen ve saf isteme adını alabilecek bir istemeyi -hiç göz önünde bulundurmaz; genel olarak
44
hakkında yazılarında bahsettiği doğal hakların ve görevlerin temelini oluşturan
yükümlülük (Verbindlichkeit) kavramı tam bir açıklığa sahip değildir. Kant 18.
yy.’da psikoloji tarafından ortaya atılan insanın istemesinin eylem ve koşullarını
araştırmak istemediğini anlama yetisinin ahlaksal olan nedenlerini deneysel hareket
nedenlerinden ayırdığı bir yükümlülük kavramını ele alır.50
Kant’ın yükümlülük temeli bu ahlak metafiziği 18.yy.’daki ahlak isteminin
aşıldığı çağdaş toplumların da temel düşüncesi olacak yeni bir etiğin kuruluşudur.
Kant pratik felsefesinin, saf aklın kendisinin yanında eylemleriyle birlikte insanı
da yani ahlakın öznesini bir “olanaklı amaçlar krallığı olan” pratik bir ide, ahlak gibi
alması, doğadaki amaçlılığa, “amaçlar krallığına” bağlı, “bir doğanın krallığı” olan
istemeyi, bu genel anlamda ona ait bütün eylemler ve koşullarla birlikte göz önünde bulundurur, Böylece de genel olarak düşünmenin eylem ve kurallarını ortaya koyan genel mantığın, sırf saf düşünmenin yani nesnelerin a priori olarak bilinmesini sağlayan düşünmenin özel eylem ve kurallarını ortaya koyan transsendental felsefeden ayrıldığı gibi o da ahlak felsefesinden ayrılır… Bu bilimin yazarları ona ilişkin kendi idelerine burada da sadık kalırlar; Özelliklerinden dolayı tamamen a priori olarak akıl tarafından tasarlanan ve esas anlamda ahlaksal olan hareket nedenlerini, anlama yetisinin, deneyleri karşılaştırarak, genel kavramlar haline getirdiği deneysel hareket nedenlerinden ayırmazlar; onları kaynaklarını farkını dikkate almadan… yalnızca toplamlarının daha büyük ya da daha küçük olmalarına göre ele alırlar, böylece de yükümlülük kavramını oluştururlar. ... Bu kavram ahlaksal olmaktan geri kalmaz…ister a priori ister sırf a posteriori olsunlar bütün olanaklı pratik kavramların kaynağı konusunda yargıda bulunmayan bir felsefeden beklenebilir ancak.”
Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev: İonna Kuçutadi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1982, s.6.
Burada Kant’ın “yargı tanımı hatırlanırsa; saf aklın eleştirisinde, yargı, öyleyse bir nesnenin dolaylı bilgisi ve bu yüzden onun bir tasarımının tasarımıdır.”* açıklamasında yargı içselliği ve dışsallığı ilişkisi düşünülebilir. Yargının hem nesnenin kavramıyla, hem de birçok başka kavramlarla ilişkili oluşu, [saf] bir yargıda bulunmanın olanaklılığı sorusu, pratik ve teorik alan arasındaki var olan zorunlu ilişkinin niteliğini düşündürür. Yargı aklın ilkelerinden, kavramlarından, insan olmaktan oluşacağından, hem bölünebilir, hem de bölünmeyebilir. * Immanuel Kant, Critique de la Raison pure, Çev: A. Tremesaygues et Pacaud, Puf Yayınları, Paris, 1993, s.88. 50 Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev. İonna Kuçuradi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1982, s.30.
45
ahlak alanını, yani “amaçlar krallığı”nı doğanın bu amaçsallığı olanı açıklamak için
kullanılır. Bu krallığa bağlı olan “olanaklı amaçlar krallığı” ise, bizim yaptıklarımız
ve yapmadıklarımızla gerçekleşebilecek olanı, olmayanı, gerçekleştirmek için bir
pratik ide olarak, yargı alanında ki “genişlemeye” örnektir.∗
Kant doğa kavramını, “görüngüngülerin dış varlığındaki birlik” olarak
değerlendirirken kavramı hem sıfat hem de ad olarak alındığında da bu bütünlük
fikrine vurgu yapar. Sıfat olarak alındığında, bir şeyin iç nedensellik ilkesine göre
belirleniminden bahseder. Ad olarak alındığında ise bu iç nedensellik ilkesine göre
birbirleriyle bağlantı içinde olan görüngülerin toplamını belirtir. Kant’ta doğanın bir
bütünlük ile birlikte taşıdığı nedensellik, yani doğa zorunluluğu, özgürlüğün yani
“görüngüdeki nedenin koşulsuz nedenselliği”51 olarak özgürlük kavramıyla birlikte
ilişkilendirilir. Doğanın “dışvarlığının” özgürlükle ilişkilendirilmesi, Rousseau’nun
doğa kavrayışında, doğanın bir romantik kavranılışı olarak çıkar.
Rousseau, “doğa” ve “doğal” kavramlarını yaşamın çeşitli yönlerini ifade etmek için kullanır. İnsanın yapısının doğal olarak saf ve yaratıcı olduğunu düşünür… İnsanın doğayla ilk ve bozulmuş ilişkisini anlatır… Tanrı’nın yarattığı dünya ile ilişkisini ve insanın bu dünyadaki yerini anlatır… Fiziksel dünyanın kendisi söz konusu olduğunda Rousseau, doğayı -“ehlileştirme”, insanın damgasını vurma arzusundakilere karşı, yabani, el değmemiş doğaya yönelik bir duyarlılığa sahip olanların yanında yer alır -ki bu da romantizm’in en belirleyici niteliğidir.52
∗ Burada, metaforik bir denemeyle, krallık, hem bir genişlemenin hem de usül ve kuralların yeridir. Krallıkta eğlence düzenlenir, etkinlik yapılır. Krallık renkli oluşuyla varlığını kaynağından alır. Krallığa bağlı krallık ise, belki teba krallık nispetinde kral olabilir. Aklın kendini bilmesi, kendi kral oluşunu bilmesi, onu doğa krallığının katına çıkarır. Doğanın ancak mevcudiyetinde, bir pratik krallık mevcuttur. Burada şu soru sorulabilir; “doğanın yok olduğu bir çağda, pratik krallık nasıl kurulacaktır ya da böyle bir krallık insanlık için hâlâ zorunlu olmaya devam edecek midir?” 51 Emmanuel Kant, Critique de la raison pure, Çev: A.Tremesaygues et B. Pacaud, Puf Yayınları, Paris, 1993, s.334. 52 N.J.H.Dent, Rousseau Sözlüğü, Çev: B. Gözkan, N. Ilgıcıoğlu, A. Çitil, A. Kovanlıkaya, Sarmal Yayınları, İstanbul, s.34.
46
Rousseau’nun bu doğa kavrayışı, insanın “doğal” kavranılışıyla da ilişkilidir.
İnsan “doğal olarak” iyidir. “Doğal hal” sakindir; “doğa”nın içinde romantik
düşüncenin temel kavrayışlarından olan iyileştirici ve yücelticidir. Doğa, bir varlık
kavramı gibi ele alınır. Bu varlık hem içinden çıkılan ilk temel, ilksel hal; diğer
taraftan da insanın kendisine geri dönmesi gereken, aynı zamanda doğaya da
dönüşünün nedeni olan, erek ve sondur. Kant’taki doğanın kavranılışındaki doğa
zorunluluğu gibi koşulsuz özgürlük bu dönüşün ifadesidir. İnsan doğası ve ahlak
arasındaki ilişki, insan davranışının ampirik yönünü ortaya çıkaracağından Kant,
Rousseau’yu okuduktan sonra şöyle yazacaktır:
Bu körelmiş yok ortadan kalktı; insana saygı duymayı öğrendim ve genel şeylerle uğraşan biri olarak, bu yoldaki çalışmaların tümünün, insan haklarının yerleşmesi bakımından bir değer taşıyamayacağına inandığım anda da, kendimi pek işe yaramaz sıradan bir insan olarak gördüm.53
“Varlık” ve “gereklilik” ilişkisini Kant birbirinden ayırarak, saf doğruluk
kavramının eleştirel çözümlemesi yanında Saf Aklın Eleştirisi’nde de, bilginin
kuruluşunu değeri ve objektif geçerliliğinden ayırarak, kendine özgül felsefi
anlatımını arar. Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi’ni 1785 yılında
yayınladığında, 1781 yılında Saf Aklı yayınlamıştır. İki yapıtın anlatım ve içeriğinin
farkı hissedilir. Saf Akıl’daki zorlu anlatım yanında, Ahlak’ın Metafiziğinin
Temellendirilmesi’nde örneklerle birlikte, insan psikolojisinin çözümlemeleri,
kavramsal kesinlikle yan yanadır.54
Düzenli yaşamı içinde Kant, her öğleden sonra, Königsberg sokaklarındaki
yürüyüşünü iki kez bozdu, “güzergahı öylesine düzenli, adımları öylesine sayılıydı
ki, kasabanın halkı, Kant’ın sokakta belirmesine bakarak saatlerini ayarlayabilirdi…
53 Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, Çev: Doğan Özlem, İnkılap Yayınları, İstanbul, 1996, s.249. 54 a.g.y., s.251.
47
bu dillere destan rutin iki kez bozuldu. Biri… Fransız devrimi’nin yapıldığını haber
aldığı gündür. Diğeri ise iki-üç günlük bir süreydi: Rousseau’nun Emile’ini okuduğu
dönem.”55 Kant Rousseau’da insanı gelişmenin ve özgürlüğe yönelik olanakların
ifadesini bulurken, Rousseau’daki özerk benliğin ortaya çıkarılmaya çalışılması da
onu etkilemiştir. Rousseau, “zihnim” der, “kendi zamanı içinde ilerlemeye ihtiyaç
duyar, bir başkasının zamanına boyun eğmez”56 diyecektir. Rousseau’nun, kendi
hayatını sunuşu, ki hem Emile, hem itirafların içinde yeni bir benlik anlayışıdır.
Duygusal yaşam, bu yeni benliğin temelini oluşturacaktır.
İnsanın özgül durum içinde doğması sonradan zincirlere vurulması, Kant’ın
Aydınlanma Nedir? denemesinde de temel noktadır. Bu durumdan çıkış ve
sonrasında, hukuk içinde yer alan insan yaşamı, yasaların belirlediği sivil toplum
yaşamı Kant’ta özgürlüğün bir ilksel durum oluşunu değiştirmez.
Rousseau, insanın doğuştan gelen yapısında, içinde bulunduğu zamanın ve
nesnelerin değişmeleri içinde doğanın “kendisini şekillendirdiği şekilde görmeyi
nasıl başaracaktır ve kendi ilkel durumuna şartların ve gelişmelerin yaptığı ekler
veya değişiklikler ile kendi özüne bağlı olan hususları nasıl birbirinden ayırt
edebilecektir?”57 sorusu insanın kendi hakkındaki bilgisinin yararlı bilgi olduğunu
düşünür. Burada Rousseau, Delf tapınağındaki “kendini tanı” kuralını, eşitsizliğin
aşılması için gerekli görür. Bu Rousseau, insanın tanınması ilkesinde “hangi kanun
doğrudur”, “iyi hükümet hangisidir” sorularını soracaktır. İnsan tanınırsa doğal
hukukta bilinmiş olacaktır. Kant’ın aklın bilme sınırlarını soruşu aklın yapısının
eleştirel çözümlenişi, kesin ilkelerin bulunması yanında insanın kendini insan
varlığını tanıma yolunda ciddi bir adımdır. Kant insanın hem teorik hem de pratiği
55 Michel Foucault, Huck Gutman, Patrick H. Hutton, Kendini Bilmek, Çev: Gül Çağlı Güven, Om Yayınları, İstanbul, 1999, s.78. 56 a.g.y., s.79. 57 Jean Jacques Rousseau, insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı, Çev: Rasih Nuri İleri, Say Yay, İstanbul, 1998, s.79. Rousseau bu kitabı 1973 yılında Dijon Akademisinin “insanlar arasındaki eşitsizliğin Kaynağı” konulu programı, üzerine konuyu kaleme alır.
48
inşa edişini, subjektif “ethos” içinden gösterir. Rousseau’nun itiraflarında “olduğum
gibi görünmeye çalıştım” ifadesi onun bütün yapıtlarında hakimken, Kant’ta yaşadığı
gibi yazmıştır. Kant, iyiyi, “aklın kendi başına iyi bir istemeyi otaya çıkarması”,
olarak görürken yasa tasarımının kendisini ve buna göre eylemde bulunmayı iyi
olarak kabul eder.
Rousseau ahlak ve bilgi ya da bilim arasındaki ilişkiyi, bilgiye ölçüp biçmeden
verilen değer nedeniyle yozlaştığını, Dijon Akademisinin 1749’da ortaya attığı, ve
birincilik kazandığı “Birimlerin ve Sanatların gelişmesi ahlakın düzelmesine yardım
etmiş midir?” sorusuna verdiği cevapta yazmıştır. Kant’ın yazdıklarına bağlı kalarak
yaşaması gibi, Rousseau’da bu söylevdeki fikirlerine bağlı kalarak, yaşamış, diğer
yazılarında da aynı fikirleri geliştirmiş ve genişletmiştir.
Rousseau bu söylevde bilimin insan yaşamına getirdiği kötülüğü şöyle dile getirir:
Mısırlıların Yunanlılara geçmiş bir geleneğe göre bilimleri icat eden, insanların rahatına düşman bir Tanrı’dır.∗59
58 Jean Jacques Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev, Çev: Sabahattin Eyüboğlu, Cem Yayınları, İstanbul, 1998 s.35.
∗ Aynı eserde; prometheus efsanesindeki anlam açıktır: onu Kafkasya’nın bir dağına çivileyen Yunanlılar, her halde Mısırlıların bilgi Tanrısı Teuthus’tan iyi saymıyorlardı. Eski bir masalda şu vardı: “Orman Tanrısı ateşi ilk gördüğü zaman onunla kucaklaşıp güreşmek istedi: ama Prometheus ona bağırdı ve dediki: “Orman Tanrısı, çenendeki sakaldan olursun, çünkü ona dokunan yanar.” Bir hatırlatmayla; Jacques Derrida “Platonun Eczanesi” makalesinde, şunu yazar; “Logos’un babası, hikaye şöyle başlar: “Sokrates hikaye ederler ki Mısır’da Naukratis yakınında, bu memleketin eski tanrılarından biri yaşardı. Bu tanrının kutsal işareti, bildiğin gibi, İbis dedikleri konuştu. Tanrının adı da Theuth idi. Sayıyı, hesabı, geometriyi ve astronomiyi, tavla oyununu ve zarları, nihayet-haberin olsun-yazıyı (grammata) ilk bulan işte bu Tanrıdır. Öte yandan, aynı çağlarda bütün Mısr’a Thamus hakimdi; memleketin yukarı taraflarında, helenkerin Mısır Tebaisi dedikleri şehirde otururdu. Bu şehrin tanrısına Mısırlılar Amon derler. Theuth birgün Thamus’un yanına vardı, bulduğu sanatları ona gösterirdi: “Bunları bütün Mısırlılara tanıtmak gerekir!” dedi. Kral bu sanatlardan her birinin ne işe yaradığını sordu, Theuth anlattıkça işe yarar bulduklarını övüyor, işe yaramaz bulduklarını yeriyordu. Söylendiğine göre Thamus, sanatlardan her biri hakkında Theuth’a beğenme veya beğenmeme ifade eden birçok şeyler dedi. Bunları bir bir saymak uzun sürer. Sıra yazıya gelince: “Ey Kral, dedi Theuth, işte bir bilgi (tomathema) ki bunun
49
Rousseau, söylevi, “... yasaları öğrenmek için herkesin kendi içine bakması,
tutkuların sustuğu bir anda vicdanı dinlemesi yetişmiyor mu?” diyerek bitirir ve içsel
alanın gerçek felsefe olduğunu söyler:
“…olmaz sözü bilgelerin ağzından binde bir çıkar; daha sık söyledikleri söz bilmem’dir.”60
3.2. Ahlak’ın Metafiziği ve Hümanizm
Kant “ahlak yasası”nı oluşturmadan önce, insanı bilme yeteneklerinin sınırlarını
gösterdiği “Saf Aklın Eleştirisi”nden sonra, “Pratik Aklın Eleştirisi”nde, “Ahlak
Yasası”nı hazırlamaya koyulur. Burada, ahlak yasası, deneysel olarak koşullanmış
aklı, istemenin belirlenme nedenini olma savının dışında tutularak kişilerin kendi
maksimlerini değerlendirebilecekleri bir kriter olarak “Ahlak Yasası”nı oluşturur. Bu
kavrayışta, insan olmanın bir arada yaşamanın ahlakın metafiziğin’de de önemli
kavramları olan “mutluluk”∗ ve erdemi birleştirerek olduğunun önemi ortaya
çıkacaktır.
sayesinde Mısırlılar daha bilgili ve kendi geçmişlerini hatırlamaya daha istidatlı olacaklar (sophoterous kai mnemonikoterous): Belleğin de, bilgilendirmenin de devası (pharmakon) bulundu.”
Jacques Derrida, “Platon’un Eczanesi”, Çev: Zeynep Direk, Toplumbilim, Jacques Derrida Özel Sayısı, Bağlam Yayınları, Ağustos 1999, s.64, içinde. 59 a.g.y., s.85. 60 N.J.H.Dent, Rousseau Sözlüğü, Çev: B. Gözkan, N. Ilgıcıoğlu, A. Çitil, A. Kovanlıkaya, Sarmal Yayınları, İstanbul.
∗ Kant burada, aklı mutluluğun kaynağı olarak alırsak, bunun yalnızca bir içgüdü olacağını söyleyecektir: “…Şimdi, eğer aklı ve istemesi olan bir varlıkta doğanın asıl amacı bu varlığın korunması, refahı, tek kelimeyle mutluluğu olsaydı, doğa bu yaratığın aklını göstermekle, pek isabetsiz bir gerçekleştirici bulmuş olur… doğa, yalnız amaçların seçimini değil, araçların seçimini de üstüne almış olacak ve her ikisini bilgece bir öngörüyle yalnızca içgüdünün eline bırakacaktı.”
50
Kant Antropolojide humaniteyi kullandığı yerde, humanité ve l’animalité’yi art
arda cümlelerle, ilişkilendirerek açıklar: “l’animalité saf bir humaniteden daha önce
gelmiş ve temelde daha güçlüyken ev hayvanları insan için eşsiz yaban
hayvanlardan∗ daha yararlıdır, bu durumda bir şekilde onun zayıflığıdır. Bireyin
niyeti her zaman komşusuna karşı düşmanlığını ortaya çıkartmaya hazırdır, bunu
koşulsuz bir özgürlük savıyla yalnızca bağımsız olmak için değil, öteki varlıklara
kendi kurallarını, düzenlerini dayatmak içinde yapar. Bu niteliğin doğasını bütün
bunlar oluşturur”.62
Kant’ın yukarıdaki alıntıdan anlaşıldığı gibi Humanite’ın “insan olma”yı bireyin
niyetindeki ötekiyle ilişkinin, kendisinin etkinliğinde kurduğu ilişkiden geçeceğini
söylerken, “ahlak yasası” bu paylaşım içindeki paylaşım duygusuna sahip insanlar
Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev. İonna Kuçutadi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1982, s.10.
Kant burada, aklın olanağını yani istemenin nesnelerine ve bütün gereksinimlerimizin karşılanmasında, yeterli olamayacağını anlatırken, ister aklın hakiki belirleniminin “araç olan” iyiyi değil, “kendi başına iyi bir istemeyi” ortaya çıkarmak olduğunu söyleyerek, amaç için aklın yetenekleriyle, doğanın “dağıttığı” yetenekleri ayıracaktır. Doğa amaca yönelik araç seçimi ve bu araçla donatılmış olmanın yanında akıl, kendi kendinde en üstün iyiye ulaşma ilkesini kendinde belirleyecektir. Burada bu “en üstün pratik belirlenimini iyi istemeye temel olmada gören akıl, bu amaca ulaşınca, ancak memnunluk, kendine özgü… bir memnunluk duyar.” Kendi kendinde bir iyi istem ilkesi, kişinin kendi maksimi olacak, bu da, kişinin kendi pratik istemelerini değerlendirebilecekleri bir “ahlak yasası”nı türetecektir.
∗ Kant hayvanlardan bahsettiği “Etik Üzerine Dersler”de hayvanlara karşı ödevlerden bahseder. Bu konuyu “insanlar dışındaki valıklara karşı ödevler” bölümünde değerlendirir. Kant burada hayvanları insanların bir andırımı (analog) olarak düşündüğünden onlara karşı dolaylı ödevlerimiz olduğunu söyleyerek, bu ödevlerin yapılmasını insanlara karşı ödevlerin yapılması olarak görür. “… hayvanların davranışları insanlarınki gibi aynı ilkeden kaynaklanıyor ve hayvanlarınki bir andırım oluyorsa, o zaman hayvanlara karşı ödevlerimiz vardır ve bunları yerine getirirken dolaylı olarak insanlığa karşı ödevlerimizde yerine getiririz. Demek ki, bir kimse besleyip bakamadığı için köpeğini ölüme terk ederse köpeğe karşı yükümlü olduğu ödevlerine aykırı hareket etmez, çünkü köpek hüküm verecek durumda değildir. Ama bu kişi böyle davranmakla birer insanlık ödevi olan içindeki mültefitliği, insaniyeti ihlal eder, zedeler. Bunların kökünün kurutulmaması için hayvanlara karşı da iyi yüreklilikle davranmak gerekir, zira hayvanlara zulmeden bir kimse insanlara da acımaz. İnsanın iyi yürekli olup olmadığını hayvanlara karşı davranışından da anlamak mümkündür.”
Immanuel Kant, Ethica, Çev. Oğuz Özügül, Pencere Yayınları, İstanbul, 2003, s.255. 62 Kant, Antropologie, Çev. Alain Renault G.f-Flammarion, Paris, 1993, s.317.
51
arasında bir iletişim kurabilmenin olanağı olarak çıkacaktır. Burada dikkat çekici
olan, bir yandan “kural” niteliğindeki ilkeleri bulmaz (Pratik Aklın Eleştirisi), diğer
yandan “insan olma”nın zorunlu koşulu olarak, iletişim kurabilme ve kendini ifade
etmenin zorunluluğudur (İnsan dışındaki diğer canlılarda da iletişim söz konusudur.
Kant insan ödevlerinin bütün bu diğer canlılarla ilişkide de önemli olduğunu
söylemiştir.)
İnsan olmak, aynı zamanda “mutluluk” ve erdemi birleştirerek yaşamak,
Antropoloji’de Humanitet’i tanımlarken Kant buna “gesittete glükseligkeit”
(ahlaklaştırılmış mutluluk) diyecek. Kant Humaniora ile Filoloji arasında ilişki
kurarak, filologun aynı zamanda, “hümanist” olmasını söyler.
Humoniora, filolojinin zevki eğitmeyi amaçlayan yanını oluşturur. Humoniora,
bilim ve zevki birleştirerek, insan olmanın temeli olan iletişim kurmak ve medeni
olmayı öğütleyen klasik yazarların eserleridir. Hümanist bu yapıtlarda zevk eğitimini
amaçlar.63
Pratik Akılda, Kant, “kendimizi ve başkasını yalnızca araç olarak değil, aynı
zamanda amaç olarak görmek” düşüncesinde, insan olma durumunun kişinin hem
kendisinde, hem de karşısındakinde olduğunu anlarız. Kavramlar arasında kavramlar
üreten Kant, sıradan insan olma durumunu da sürekli olarak koruyacaktır. Burada
asıl önemli olan insan durumunun “evrensellik” kavramı içinde –iddiası-
genelleştirerek, bir “iyi” istemenin evrensel olduğuyla ilişkilendirilmesidir. Ancak
evrensel bir “buyruk” genel bir insan durumunu “insan olma”yı temellendirebilir.∗
63 Cogito, Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant, “Kant, Etik ve Ahlak Üzerine”, YKY Yayınları, İstanbul, Kış 2005, s.235, (içinde).
∗ a.g.y., s.236’da İonna Kuçuradi, “Etiğin Temellendirilmesi” konusunda, temellendirme kavramını şöyle inceler: “… Etiği insansal bir fenomen olan etik fenomen hakkında insanlararası ilişkilerde değer sorunları ve benzeri hakkında bilgi ortaya koymaya çalışan bir alan olarak
52
Buyruğun evrensel iddiası, yasanın mı önce geldiğini yoksa, buyruğun insan
eyleminden pratiğinden sonra mı geldiği sorusu bir yasa kavramını
değiştirmeyecektir.
3.3. Yasa ve Öznellik
Soyut yasanın ampirik özne ile ilişkisi yasanın ampirik bir özelliğe sahip
olduğunu gösterir. Ampirik öznenin katkıları ve deneyimleri yasaya bir mesafeyi
içinde taşıyorsa yani onun habercisi olma yönündeki bu mesafe aynı zamanda onun
ampirik yönünün de habercisidir. Kant’taki şekliyle bilgi insan yetilerine uygun ise
yasa da aklın yetilerine uygun, ampirik öznenin deneyim alanı içerisindedir. Olmazsa
olmaz bu unsur-yasa-ilke- çözünme ve biraradalılığın gizli unsurudur. Nasıl ki
bulanık bir tabloya bakan göz bu renklerde ana renkleri ararsa çözünmüş olan içinde
de her zaman çözünmemiş olan kendini var edecektir. “Vicdana yöneltilen kanunla
alemin kanunun aynı olması”,64 öznenin bir yandan genel geçer olanla öte yandan
bilemediği ama Kant’ın fenomenler dediği yani nesnelerin belirişleriyle ilişkisi ve bu
ilişkiyi yine ilkeli bir anlama yetisi ile bulması, bu öğelerin birbirlerinden
soyutlanamayacağına ya da birini diğerinin yanında olmakta olanın suçlusu olarak
gösterilemeyeceğinin kanıtıdır. (Suç, suçlu ve yargıç her zaman yan yanadır.)
Akıl en başında iletişim araçlarından önce (dil, mimik, sözcük, vb.) kendi
ilkeliliği ile ortak iletimi sağlamıştır. Bu başlangıç tersine çevrilemeyeceğine göre
Kant’ın da yapmış olduğu gibi duygunun bu iletimdeki payı değerlendirilerek aklı
görürsek, “etiğin temellendirilmesi” … pek anlamlı görünmüyor… Almanca’da Begründung, İngilizce’de ise Justification kelimeleriyle dile getirilen “temellendirme”, terimi … temellendirmesi söz konusu olan savlardır… savları temellendirmek, türetildikleri/türetilmiş olabilecekleri öncüllere geri gitmekle yapılabilir… “Etik”ten bir insan fenomenini araştırmayı ve bunun hakkında bilgi ortaya koymayı “temellendirmeden” de biraz önce söylediğimi anlarsak “etiğin temellendirilmesi” anlamsız bir ifade oluyor. 64 Alfred Weber, Felsefe Tarihi, Çev: Sosyal Yayınları, İstanbul, 1998, s.96.
53
sonsuz olan karşısındaki bilgisinin de kaynağı bulunmuş olur. Yani, yüce
karşısındaki insandır söz konusu olan. Burada yasayla çevrili olmak; içsel bir yasanın
yüceyle karşı karşıya olmaktır.
Bu ifade şu düşünceyi de çağrıştırır. Dinsel doğmanın yasaları aslında içsel
yasanın nesnel görüntüleridir. Dinsel kurumsal yapılar bu doğmaların üzerine inşa
edildiğinden yasanın öznelliği göz ardı edilir. Yasanın öznelliği meselesi, oyun
kavramını düşündürecektir.
Hayal gücü ile anlama yetisinin uyum içine sokulması insanda zorunlu olan
özgürlüğün yanında tasarımın, bağlantının olanağı olan ikinci bir özgürlüğü sağlar.
Bu hali ile özgürlük yaratımın ve sanatın olanağıdır. Kant için düşünürsek özgürlük
öznel-formal olanı verirken, bir taraftan da insanın tercihi olan tikelin ve tümelin
genel geçer durumunu formüle eder, sosyallik içindeki tercihin de genel geçer
durumu formüle edilmiş olur. Yani bir yönü ile varolmakta olan ile kurulan özgül
ilişki diğer tarafta varolmakta olanın sürekliliği aynı kavram altında toplanmış olur.
Düzene, yasaya uygunluk yetiler arası özgürlük oyunu ile çözündürülür. Bu ifade de
özgürlük aynı zamanda düzenin ve yaşamın da özgürlüğüdür. Yeni olan bu durumun
var olmakta olanın çözündürülmesinde kullanılmasıdır. Yani yasa ve düzen tekrardan
oyun amacı ile kullanılır. Bir önermede özne durumunda olan bu iki kavram, yeni
içeriğiyle yüklem olmuş olur.
Estetik yargı gücü, böylelikle hayal gücünün özgürlüğü ile anlama yetisinin yasaya bağlılığını ya da özgür hayal gücü ile yasaya bağlı anlama yetisini uyum içine sokar. Kant burada, iki yetinin karşılıklı etkisindeki özgürlüğü vurgulamak yönünde “oyun” terimini kullanır. Oyun, dışsal bir amaçla ve belirlenim (zorlama) taşımaksızın içsel bir kurallığı içermekle, hem özgür hem de yasal bir etkinliktir. Bu bağlamda, estetik deneyim, kavramların uygulanmasını içermeksizin, bir tasarımın
54
verilmesi durumunda; öznenin bilgi yetkilerinin oyunundaki formal amaçlılığın bilinci olarak ifade edilir.65
Yukarıdaki alıntının da gösterdiği gibi oyun, kavramların bir yer değiştirmesi
önermelerin yeniden kurulmasıdır. Önermenin ifade ettiğinin derinlerine inmektir.
Söz konusu olan mantıksal ifadenin güncel geçerliliği ancak bu oyun yolu ile
sağlanır. Nasıl ki, estetik bir yapıtın gerçekte var olmayan dünyasının ontolojik
analizi yapılırken mantıksal bir dil ile varolmakta olana ya da var olabilecek olana
tekabül etmesi gerektiğinden, aynı oyun yolu ile yapıt dünyasal durumunu kazanır.
Reel zaman dilimi içindeki irreel olanın verilmesi, anlam düzenlerinin oyununa
bağlıdır.
Tikeli genelin bir parçası olarak düşünme yetisi olan yazgının, belirleyici ve
düşünümsel yargı olarak ayrıldığı yargı gücünün eleştirisinde, Kant, doğadaki etik ve
amaç için “doğanın ortaya koyduğu ürünün” her parçası etek ve aynı zamanda araç
olan bir ürün olarak66 çalışan makinelerden farklı olarak, biçimlendirici güç
tarafından harekete geçirilen organizmalardır der. “Teleolojik yargı gücünün
çözümlenmesinde”, genel olan verili olduğu için yargı belirleyicidir. Eğer sadece
Tikel verilmişse, genel olan aranıyorsa yargı düşünümseldir. Belirleyici yargılarda,
belirleyici yargı nesneleri kendisini verili yasaların ya da kavramların altında
sınırlandırır.
Kant, üçüncü eleştiride, yargı yetisinin antinomisini sorduğu bölümde, bu
yargıları “nesnelerin kavramlarını kuran ilkeleri içermediğinden”, aşkınsal yargı
yetisi “kendinde yasa koyucu” değildir, bu nedenle bir nesnenin bir kavramı
temellendirilecekse “verilmemiş bir yasaya uygun bir şekilde düzenlenmesi gereken
65 Taylan Altuğ, Kant Estetiği, Payel Yayınları, İstanbul, 1989, s.32. 66 Emmanuel Kant, Œevres Philosophiques II, des Prolégomènes Écrits de 1791, Gallimard, Bibliotheque de la Plerade, Paris, 1985, s.1168.
55
“düşünümsel yargı tarafından belirlenmesini yazarak, kavrama uygun bir şeyi hayal
edebiliriz. Ya da formu ile şeyin kendisinin olanağı arasında bir ilişki düşünebiliriz.67
Düşünümsel yargı, nesneler üzerinde düşünümde bulunmanın bir ilkesi olarak, bu
nesnelerin, nesnel yasaları ya da nesne kavramları yoktur. Burada böyle bir nesnenin
yargı nesnesi, bir amaca yönelik olmayan bir ereğe, ilgiden doğan bir haz kaynağına
sahip olmamaya hayal gücü ile anlık arasında özgür uyumun olması durumunda söz
konusu edilir.
Kant tamamlamada diyebileceğimiz bu durum için oyun kavramını kullanır.
Anlama gücü ve hayal gücü arasında yer alan “oyun” kavramı özgür hayal gücü ile
yasaya bağlı anlama yetisini uyum içine sokar. Hayal gücü, dışsal bir amaç ve
belirlenim taşımaksızın içsel bir krallığı içerdiğinden hem özgür hem de yasaya bağlı
bir etkinlik gerçekleşecektir. Kant burada da, içsel yasanın kurallığını özgür
deneyimin içinde kabul edecek.
Bu hali ile Kant, teorik ve pratik aklın eleştirisinde kurduğu reel dünyayı oyun ile
yeniden estetik yargı gücünde, yani sanatta yeniden kurmayı denemiştir. Kant, oyunu
yetiler arasına yerleştirirken yasaya ve düzene kendilerine müdahale edilebilme
olanağını vermiştir. Bu ifade bir paradoksu da ortaya koyar. Şöyle ki; sanki bu oyun
öznenin tekelindeymiş gibi gözükse de aslında ilkelerin içeriklerinde ve ilk
anlamlarındaki değişikliktedir. Nasıl ki, yasa içeriği henüz reel varlık düzeni ile
doldurulmamışken bir buyruk olarak veriliyorsa – öldürmeyeceksin de olduğu gibi
ne öldüren nede öldürülen henüz ortada yoktur – buyruk sadece bir üst anlam olarak
kendini gösterir. Gösterenin gösterdiği ortada yoktur. Yani hiçbir yerdedir. Ancak bir
eylemle buyruk kendisinden haber verir. Öldürmeden öldürmeyeceksin denemez.
Yasanın kendisi katmaları içinde olabilecek olanın ya da olmuş olanın imkanını taşır.
Öyleyse denebilir ki olmakta olan yada eylemin kendisi buyruktur, yasanın kendisi
67 a.g.y., 1178.
56
yasa değildir, ancak habercisi olan edim yasa yada buyruktur. Her tikelin edimi
özgürlük oyunu içinde yasayla ilişkisini her zaman koruyacaktır. Her tek, tek başına
bir ilkeymiş gibi özgürlüğü kurar. Yasa ile kurulan ilişki yaşantıların farklılığından
doğacaktır. Yasalılık alanların ve bütünlerin değişmesi ve çeşitlenmesi ölçüsünde
kendi kendisine çözülmeye başlayacak, yani öldürmeyeceksin kendini öldürüşe
geçecektir. Yasa ancak çözündüğü ölçüde, tikellere nüfus ettiği ölçüde ki bu tikeller
tarafından yeniden tersine bir hareketle ondan haber verildiği bir edimle yeniden
kendisine dönüldüğü bir çevrimsellik içine girecektir.
Kant’ın zorunlu ilkeleri olan uzam ve zaman, zamanın çözündüğü sınır olmaktan
çıktığı anlamını kazanmışken bu yasa ile olan ilişki ile yeniden bir çevrim içine
sokulmuştur. Burada yeni olan çevrimin çözünürlük içinde oluyor olmasıdır.
Monogram bir çözünürlük değil sürekli değişen bir çözünürlük. Tek renkli kalacak
olan, bunu gerçekleştirenlerin genel geçer edimleridir. Bu hali ile yasa hem çeşitliliği
oluşturan hem de bütünü oluşturandır.
3.4. Özne ve Çatışma
Aydınlanma temelli idealler olan özgürlük, adalet ve benin otonomisi, özerkliği,
Aydınlanma’nın kendisinin iç gerilimine neden olurken, diğer taraftan da bu
ideallerin sonuçlarının yani Aydınlanma’nın dışı denebilecek olanın (demokratik
olduğu düşünülen yönetimler, totaliter yönetimler, pozitivist başlığı altında anılan
düşünce edimleri) yani dışın bir iç gerilimine neden olmuştur. Aydınlanmanın
yönelimleri de denebilecek olan bu idealler çağdaş toplumların farka ve çelişkiye
dayanan teorilerini kurar:
57
Lyotard, The Differend’da felsefi bir dönemece girer ve kendisinin ortaya çıkmakta olan postmodern teorisine yeni bir dilsel büklüm sağlayan bir “deyimler felsefesi” geliştirir… “Bu noktadan sonra “dil oyunları” kavramının dili bir aletedevat kutusu gibi kullanan oyuncuları ima ettiği ve bunun da Batı’nın o değişmeyen insanmerkezci kibrini çoğalttığı kanaatine vardım. Oysa “deyimler” bunun tersine, oyuncu dediklerimizin, herhangi bir amaçtan “önce” deyimlerin sunduğu deyimler evreni tarafından konumlandırıldığını söyler.” Teorisini özneden mahrum bırakma doğrultusundaki bu proje Lyotard’ı Baudrillard’ın buna benzer projesiyle ittifaka sokar ve bu da geç dönem Foucault’nun “kendi üzerinde egemenlik kurma” kavramıyla ve Deleuze ile Guattari’nin yeni öznellikler arayışıyla karşıtlık içerisine konulabilir... Öznenin total silinişi Lyotard’ın en teknik, can sıkıcı ve karmaşık felsefi metni olan The Differend’ın üslubu ve duygusunda belirgindir.68
Sözü geçen alıntı içinde özne’ye dönüş yollarından birinin izi sürülebilir. Bu
noktada, yazılanları bir arayışlar olarak değerlendirebiliriz. Heidegger
“…yazdıklarının “eserler” (!) olarak görülmek yerine, arayışlar, bilinmeyene doğru
kararlı (resolute) dememiz gereken yolalışlar (Yunanca’da me-hodos), yol açmalar,
düşünce patikaları olarak da anlaşılması gereğinin altını çizer”, söylediklerinin ya da
yazdıklarının birer işaret gibi anlaşılmasını belirtir.69
Öznelliğin bir bütün (tout) içinde nesnellik olarak kurulması isteği romantik
geleneğin temalarından birini oluşturur. Öznellik daha sonra Kant’ta izini bulacak
olan “çatışma” kavramını da hissettirir. Toplum bilimsel açıdan özneler arası
çatışmanın yol açtığı savaş durumları, faşist uygulamalar “çatışma” kavramına insan
varlığının yetileri içinde kendine yer buldurulması, bu kavramın felsefi –
antropolojik bir incelenişine olanak vermiştir. [Buldurulma, bu dolayımlılığın sebebi;
Kant’ın “duyulur” (sensibl) ve “düşünülür” (intelligibl) dünyalar arasında koyduğu
karşıtlık, kendinde şey ile (Ding an sich) fenomen arasındaki, kendindenin (an sich)
68 Steven Best-Douglas Kelenler, Postmodern Teori, Çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, 1998, s.209. 69 Ünal Nalbantoğlu, Martin Heidegger ve Modern Çağı, Patika Yayınevi, İstanbul
58
fenomenin “aşkın neden”ini belirtmemesi, daha başında teorik düzeyde bir
çatışmayla başlamaya işaret etmesidir.] Felsefi anlamdaki bu çatışma öznenin bilgiyi
inşa etme sürecinde karşımıza çıktığı gibi, öznelerarası ilişkide de karşımıza
çıkacaktır.
Kant saf aklın eleştirisinin, “Transandantal Estetik” bölümünde, bilgi ve nesne
arasındaki dolaysızca ilişkiyi sağlayanın sezgi (P’in fuifion) olduğunu söyler. Bu
sezgi bir yandan matematik ve geometrinin genel kavramlarını kurarken, diğer
yandan da, “estetik” içinde de “duyarlığın sezgilerin mümkün olan tek kaynağı
olduğunu”70 söyleyerek, hem matematiğin hem de estetiğin insanın duyarlılık
yapısından kaynaklanan zaman ve uzay sezgilerinde temellendirerek insanın
tikelliğini bu genel kavramlarla ilişkilendirir. Kant sezgi kavramını belli özel bir şeyi
temsili olarak alacağından, bunun a priori’lerin dışında “genel kavramlarla” karşılık
içinde olduğunu kabul eder.
Kant estetik teorisini, estetik için söylediklerini saf aklın eleştirisinde,
matematiğin metodolojisi için yaptığı tartışmaların üzerinde temellendirir. Kant,
eleştirilerini temellendirirken, öncülerinin savlarına geri döndüğünden, bu
temellendirmede çeşitli savları içinde taşıyacaktır.
Matematik ve geometrinin, genel kavramların tikel temsillerde (represantation)
kullanılmasıyla oluşturulduğu gibi, sezgi de bir oluşturmadır. Estetik kavramında
Kant uzlaşımı göreceğinden, çatışmayı da bu alana yerleştirir. Burada bir ikame etme
kavramı düşünülebilir. Bu kuruluş şeması, nasıl ki; Kant iki eleştirisini, üçüncü
eleştiri olan “Yargı gücünün eleştirisi” ile bir uzlaşıma sokmasında olduğu gibi bir
70 Emmanuel Kant, Critique de la Raison Pure, Çev: A.Tremesaygues et B. Pacaud, Puf Yayınları, Paris, 1993.
59
orta yolu hedefler. Bir diğer deyişle belki de “adalet”in kendisinin bu kuruluşta
tanımlanır kılınması, teoriyi insanlararası bir ilişki düzeyine yakınlaştırıyor.
Çatışma sorunu insanbilimsel değil, dinseldir. Çatışmalardaki mesele, öyle
görünmesine rağmen, çıkarların veya “insani” tutkuların tatmini değildir. Böyle bir
şeyi kabul etmek, ancak bir doğa, bu bir insan doğası olsun yada olmasın, bir doğa
varsaymakla olasıdır; bu da her halükarda ereğe yönelik olacak,….. çatışmaların
ortaya çıkarılması için, fazlaca kaba, fazla acılı veya kahramanlık dolu bir İde
olacaktır. Aynı şekilde, eğer daha baştan logos’a da, nihai bir birliği güvence altına
almaya yönelik olarak, dışavurumcu olsun, iletişimsel olsun, “şairane” olsun, bir
“doğa” atfedilecekse, anthropos yerine logos’u koymak da boşunadır. Hatta
Wittgenstein’ın dediği gibi, “dilin (die Sprache) yolların labirenti (ein Labyrinth von
Wegen)” olduğunu söylemekte yeterli değildir; Çünkü bu da yine, içinde kaybolmak
için bile olsa, orada en az birinin yürüdüğünü varsaymaktır.71
3.5. Özne ve Dil
Dilde yapılan vurgu, Benjamin’in yazılarında teolojik öğretinin gelecekte
tasarlanmış biçimi gibi konulur. Benjamin, “arı bilginin bütünlüğü olarak da
felsefenin yalnızca Tanrı’yı düşünebileceğini ve düşünmesi gerektiğini” çıkış noktası
alır. Bu noktada Kant’ın ve devamın da eylem felsefecilerinin deneyimi
indirgemelerinin “... İnsani görgül bilince indirgemesinin hiçliğinin duyurulması
yoluyla, daha yüksek bir deneyim kavramının temelini atmaya girişilebilir”
eleştirisinin sesi yükselir gibidir.
71 Felsefe Logos, Güç ve İktidar Felsefesi, Jean François Lyotard, “Çatışmada Adalet”, Bulut Yayınları, s.63, içinde.
60
Benjamin, arı bilginin aracı olarak dili yeniden tanımlıyor; çünkü dilde yalnızca
geleneksel özne-nesne karşıtlığının aşılmakla kalmayıp, aynı zamanda dilin, burada
henüz dinsel olarak kabul ettiği, en yücesinden en alt noktaya dek deneyimin
sürekliliğini güvenceye aldığını düşünüyor… bu kökeni dilde olan dinsel deneyim …
romantiklere özgü bir tanrı arayışıdır.72 … romantik eleştiri kavramından, eleştirinin
modern kavramı doğmuştur; ama romantiklerde “eleştiri”, bilgi söz konusu
olduğunda mistik varsayımlara dayanan, tümüyle içrek bir kavramdı, ve sanata
ilişkin olarak da birçok bakımdan bizim sanat kavramımızı içinde barındıran, yeni bir
kavramdı.73
Dile yapılan bu vurgu, dilin insanın tinsel yaşamının dışavurumunda önemli bir
araç oluşundan kaynaklanır. Aslında bu dışavurumun her biçimi için dil kavramı
kullanılabilir; kısaca; “her tinsel içerik aktarımı dildir; sözcükler aracılığıyla aktarım
ise insan dilinin ya da bu dilin temelinde yatan ya da üzerine kurulmuş şeylerin
(hukuk şiir) yalnızca özel bir durumudur ifadesini kullanan Walter Benjamin,
dışavurumdaki tinsel özü iletmeyen bir şeyin bulunamayacağını söyler. “Kendi
başına Dil ve İnsan Dili” adlı denemesinde kendisini bu dille ileten şeyin dolaysız
dışavurumu olarak, dilin yani “kendisi” de tinsel bir öz olarak değerlendirilir. “Dil
şeylerin dilsel özünü iletir” ifadesi tinsel öz ile dilsel öz arasında ayrım yaparken,
tinsel özün iletilebilir olduğu ölçüde … içerildiğini söylecektir. Burada bu iki ayrım
arasındaki uzlaşma, metaforik olarak sanat yapıtının gövdesinde∗ sağlanır.
Kant’ın ilk eleştirinin metod teorisi bölümünde matematik sezginin insan
duyarlılığının yapısından kaynaklanan bütün sezgileri içerdiğini söylemesi yanında,
insan aklındaki “hususu” (individut) veya “özel bir şeyi” veya tikeli (“particular”)
temsil edenleri de içereceğinden, estetik bölümünde, bu tikel temsilcilerin bir “inşa
72 Bernd Witte, Walter Benjamin, YKY Yayınları, İstanbul, 2004, s.41. 73 a.g.y., s.40.
∗ Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, Yay. Haz. Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları, İstanbul, 1995, s.169.
61
etme” (construction) kavramında genelin içinde bir “ikame etme” işlemine
dayanacaktır.74
Dışavurum kavramına geri dönülürse, bu dilsel ifadelerde bir ikame etme olarak
karşımıza çıkacaktır. Araçların dolayımında ifadesini bulan dil, ifadenin şekliyle
“ikame edilir.” İkame etmek, bir denemeyle misafir etmek, geçici olan ile kalıcı olanı
düşündürür. İletişimin içeriğini oluşturacak olan “tinsel öz ve dilsel öz” [Walter
Benjamin’e göre]: “şeylerin dilsel özü onların dilidir:75 ifadesinde iletilebilir olanı
dilin kendisi olarak görür.
Kant dilsel anlamı, bu anlamı oluşturan kavramlara nesne verilmedikçe
anlamların bütünüyle olanaksız olacağını düşünür. Kant, saf aklın eleştirisinin
“Tamalgının Birliği Bölümünde”, birlik ilkesi uyarınca, deneyimin temel alındığı bir
anlayış yargı gücünün eleştirisinde “anlık, deneyimi nesnenin harekete geçirici
güçlerinin etkinlikte bulunabileceği yapıyı tasarlayarak gerçekleştirir” düşüncesiyle
düşünürsek yargının doğayı gözlemek değil, bu gözlemle şema üretmek, gözlem ve
74 Felsefe Logos, Egemenlik Sorunu “Russe’in Kant Eleştirisi üzerine”, Samet Bağçe, Bulut Yayınları, İstanbul, 2003, s.90 75 Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, Yay. Haz. Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları, İstanbul, 1995.
Bu makalede, formel mantığın sorunlarına Kant’ın formel olmayan biçimlerde yaklaşması, Russel’in ifadesiyle, formel mantığın kavramlarını formel bir şekilde ifade edemiyor olmasını eleştirirken, Kant’ın bunları ifade edecek başka araçlara sahip olduğu savunulur. Bu “formel olmayan” biçim öklid geometrisinin akıl yürütülmesini ve düşünmesinin de esasını teşkil etmesiyle ilişkilendirilir.
Aristoteles, tasımı şöyle tanımlanır: “tasım öyle bir sözcüktür ki, kendisine bazı şeylerin katılmasıyla bu konulan şeylerden başka bir şey sadece bunlar dolayısıyla zorunlu olarak çıkar. “(Doğan Özlem, Mantık, İnkılap Yayınları, İstanbul, 1999, s.179). Burada iki yada daha fazla öncül ile bir sonuçtan oluşan çıkarımlar olan tasım diğer adlarıyla dolaylı çıkarımlar. Kıyas ve sillogizm olarak geçer; “Burada tikel niceleyici, tümel niceleyiciye bağlıdır.
62
deneyimi olanaklı kılan şemalar üretmek olduğu düşüncesiyle ilk eleştirinin ötesine
geçecektir.76
Kant’ın aşkın ve evrensel uğraklarının dışında “eleştiri” teorisi; teorik, ahlaki ve
estetik yetilerini eleştirirken özgül durumlarda tözsel ölçütler yada evrensel
yargıların yaratılamayacağını belirtir. Modern “bizin çatlaklarla yaşatılıyor olması
Lyotard’ın “insanlık durumu”nu belirtemez. [Toplama kampları ile birlikte
ütopyanın/ütopyaların hiç de ufkun öte yanında olmadığı, ta yanı başımızda hatta her
an kapımızı çalabileceği hatırlanırsa, durum farklılıklarının bir “biz” değil, tekil ve
çoğul zamirlerin tümü için geçerli olabileceği düşünülür.] Yetiler kendi kuralları ve
ölçütleri gereğince yönetiliyor olsa da, bu yetilerin mekansal (terresse) izleri
diyebileceğimiz adalet, topluluk, karşılıklı anlama vb. ideallerin farklı kültürel ve
toplumsal konumlar tarafından bütünlüklerinin çözünebileceği ve aynı şekilde
dildeki çatışmanın da töz kavramını dirence sokabileceği bir durum söz konusudur.
İnsanlık tarihi gözünden bakılınca tarihin de kültür gibi bir “taşınan” olduğu
düşünülürse, Rousseau’nun doğal durumundaki varlığının yapamayacağı bir
sahneyle karşılaşabiliriz. Rousseau için bu tarih henüz toplumsallaşmaya geçememiş
ve toplumsal birliğe dönüşmemiş bir bir-arada olanın suçsuzluktan, doğal mutluluk
durumundan bir düşüş süreciydi. Her yerin ufuk olduğu bir noktada sınırlar
çizilemez; yani özgürlük için bir fiil ya da sübjektif ideal durumun varlığından söz
edebiliriz. Kant’ta karşımıza çıkan birey ve ahlaksal kişilik temel kavramları, ergin
olmuş olanın kendini bilmesi ve tanımasıdır: Sapere aude.
Yukarıda Aydınlanma için bahsi geçen iç çelişki, parola da denilebilecek olan bu
sözle kendini savunur:
76 Umberto Eco, “Kant ve Ornitorenk”, Çev. Yasemin Tezgiden – Ali Kaftan, Cogito: Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant, YKY Yayınları, s.147-148, içinde.
63
“…bu Aydınlanmacı buyruk, bu özdeyiş, aynı zamanda tüm insanlık tarihi için de geçerli olan şiardır (Motto). Çünkü insan, bir kendini-özgürleştirme (Selbstbefreiung) süreci içinde, doğal bağımlılıktan ötede kendi tininden (Geist) hareketle yine bizzat kendisi ve görevleri hakkında bir otonomi bilincine doğru bir ilerleme içindeyse, burada tarihin biricik gerçek “olgu” su olarak gösterebileceğimiz bir şey meydana geliyor demektir.”77
Özgürlük konusu Benjamin’in de üzerinde durduğu bir konudur. Özgürlüğün,
geleneğin tahrip olmuş olduğu meta fetişizmi içinde yeni olanakların ortaya
çıkabileceğini savunulması geleneğinde bir yeniden değerlendirilmesini gösterir.
Benjamin Pasajlar’da (Passagen-Werk) üretim güçlerinin gelişmesiyle doğa
karşısında tahakküm, teknik gelişmenin zorunluluğu ile sonuçlanan bir insanlık
ilerlemesinden (d’un progres de l’humanité)* bahsederken bunu ölümcül bir
tehlikeye sahip bir mit olarak değerlendirir. Bu yeni mit bir “meta fetişizmi” altında
ortaya çıkar. Özgürlük bu noktada bir olanak niteliği taşır. Ünsal Oskay, Benjamin
üzerine bir derleme olan kitabında bu durumu şöyle açıklar:
Benjamin’in temel sorunu özgürleşim (liberation) olduğu için; özgürleşim de özgürlüğe yöneltilen tehdit ve engellemeleri bilmeyi, farkında olmayı gerektirdiği için, çağdaş yaşamdaki imgelerin ve nesnelerin de mistifiye edilmesi ana uğraş konusu durumundadır. Bunun
77Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, Çev: Doğan Özlem, İnkılap Yayınları, İstanbul, 1996, s.239. * Bu ifade 1983 yılında Walter Benjamin ve Paris konulu bir kolokyumda sunulan bildirilerden olan, Michel Löwy’nin, “Walter Benjamin critique du progres: a la recherche de l’expérience perdue” makalesinde bahis edilen ilerleme ve modernite fikirlerinin geçtiği kısımlardan alınmıştır. Buradaki mitik öğeler Benjamin’in Pasajlar çalışmasında 1939 yılında Charles Baudlaire denemesinde geçen, mevcut kapitalist “cehennem” (L’Enfer) ve pre-historique cennet (le Paradis) arasındaki karşıtlıktır. Bu cennet, XIX. yy’ın başkenti Paris adlı denemesinde Blanque’nin Yıldızlarla Sonsuzluk (L’eternité par les astres) kitabına göndermeyle, modern dünyanın özüne açılan (dévoile) astral fantasmagorik biçim altında olan “komşu bir cehennem”dir. Burada metaforik bir ifadeyle, kapitalist satıcının, sürekli tekrar içinde “la répétition”, tekrarın olağanüstü evreninde bir yer olarak değerlendirdiği bir dünya tasavvuru vardır. Bu tekrar (toujours-le-meme) yeni biçiminde tanınmayacak bir kılığa sokularak sonsuz dönüşün (L’éternel retour) cehennemi, kaygı verici evrenidir. (Walter Benjamin et Paris, Colloque international 27-29 juin 1983, Cerf Yayınları, Paris, 1986, s.636, içinde)
64
yapılabilmesi özgürleşmeye yönelimlenmiş (oryante olmuş) bir Tarih anlayışına sahip olabilmek için, bütün bu nedenlerle, “edebi bir aynılık” (sameness) aldanımı (illüzyon) oluşturan meta fetişizminin/ve geleneğin tahribinin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Geleneğin yıkılması, kapitalizmin karanlıklaştırdığı, karışık ve anlaşılmaz kıldığı, ayrıca karşı çıktığı özgürleşim için yeni olanaklar da oluşturabilirdi. Fakat, bilinen nedenlerle bu olanakları oluşturamamıştır. Benjamin, bunun içindir ki, modern olanın üzerine ışık tutmak; böylece, onun ütopyan yanını fark etmemizi sağlamak istemektedir.78
78 Walter Benjamin, Estetize Edilmiş Yaşam, Der: Ünsal Oskay, Dergah Yayınları, İstanbul, 1999, s.130.
65
4. TÜMEL VE TİKEL ARASINDAKİ BİRLİĞİN AUTONOM DENEYİM ALANINDA KURULMASI
Tikel kuruluş deneyim alanlarının sadece tümel alanlar içinden geçmeden
kurulma olanağının verilmesi noktasında Kant, deneyimin ‘autonom’* yapısından
bahsederek, tikelinde ‘kendi emsalsizliğine’ vurgu yapmış olur. Estetik deneyimin
kendinden başka şeye indirgenememesi yanında, insan deneyiminin de bir ‘genel
olarak deneyim’ içinden ayırt edilebilecek öğesi belirmiş olur. Deneyimin kurucu
sıfatının yanında bir ‘yıkıcı’ sıfatının deneyim öznesinin autonom yapısı içinde
verilerek, evrenselin ortasındaki tikelin bir kendine yeterliliğine işaret edilir. Ampirik
bilgi düzeninde doğanın a priori önkoşullar içinde verilmesi yanında, estetik kendi
kendine yetebilen alanın sanatın alanını oluşturduğu görülür. Ampirik öznenin,
ampirik deneyimleri yanında tamamlayıcı, ‘bütünleştirici’ rolünü sanat oynar. Bir
özerk ‘birey’ olma ile karşı karşıya kalınır. Eğer ki bir modern analizi yapılırken,
evrensel kavramlar içindeki yıkıcı güçleri modern eleştirisi için yardıma çağrılıyorsa,
benzer bir tutum ile tikel içindeki yıkıcı öğeler bu sefer özerkliğin inşası için
kullanılır: Estetik deneyimin dolaysızlığı, ‘estetik-duygusal varlık görüsü’nün tikel
içinde yer alması.
* Burada estetik deneyimin kendisi düşünülerek açıklama yapılırsa, güzel’in kavram olmaksızın tümel bir hoşlanma verdiği savı, bu hoşlanmanın a priori karakterini gösterir. Kant için bir yargının apriori olmasının koşulları tümellik ve zorunluluktur. Burada zorunluluk, “formüle edilemeyen bir tümel kuralın örneği olarak bir yargının tümel onay zorunluluğudur.”
Kant için bu auto-nomie özgürlüğün kendinden- yasalılığı olarak alınır: Jean Luc Nancy şöyle yazacaktır: “kendi’nin önceden-varolmadığı bir kendi tarafından yapılan bir yasama. Zira bizzat bu kendi’nin varoluşu yasa tarafından buyurmuştur ve bu yasanın kendisi hiçbir hak üzerine dayanmaz, çünkü kendi has hak-buyurmasıyla [juri-diction] genel olarak “hukuk”un olanaklılığını tesis eder. Jean-Luc Nancy, Özgürlük Deneyimi, Çev. Aziz Ufuk Kılıç, Ara-lık Yayınları, İzmir, 2006.
66
Kant güzel idesinin, öznenin evrenselliğini kurmak adına, onun nesneyle olan
tikellik ilişkisini koparır. Burada evrensel olarak inşa edilecek öznellik, nesnenin bu
şekilde yok sayılmasını Adorno eleştirecektir. Adorno için Kant’ın tikellik ve
tümellik arasındaki ilişkisi zayıftır. Güzelin nesnesi olan sanat yapıtı Kant için tikel
ve tümel arasındaki düzenli özdeşlikten meydana gelir. Sanat yapıtı tikel ve tümelin
uzlaşma alanı olurken şöyle devam ederek: Kant’ı “güzelin nesnesindeki tikellik ve
tümellik arasındaki, zayıf bir ilişki kurmakla suçlar, çünkü estetik kuramına karşın
Kant, geçişliliğin teknolojik mekanizmalarının görünmezliği korumalarına, destek
olmaktadır… Kısacası, Kant’ın güzelinde ne gerilim, ne diyalektik ne de kayma
vardır…” Adorno burada güzelin evrenselliği adına vazgeçilen nesneyi doğada yer
alacak olan bir yüce karşısında yeniden nesnel tikelliğe kavuşturur.79
Estetik yargı gücünün, ‘doğadaki amaçlılık’ ve ‘nesnelerin formları’ndan geçerek
elde edilmesi, anlama yetisindeki yasalılığın içsel yapısının dışarıya açılmasıdır.
Anlama yetisine dair aşamalı dizilerin dolaysızca akılda bulunması onu ‘başkalarına
‘bağlı kılmadan tasarım yapma olanağını tanır: “Her tasarım türüne uygun düşecek
terimler açısından hiçbir eksiğimiz yoktur ve başkalarına ait olan terimlere
sarılmamız gerekmeyecektir. Bunların aşamalı bir dizileri şöyledir: cins genelde
tasarımdır (repraesentatio ). Altında bilinçli tasarım durur (perceptio). Bir algı
yalnızca özne ile onun durumunun değişkisi olarak ilişkili olduğunda duyum
(sensatio) ve nesnel bir algı ise bilgidir (cognitio). Bu ya sezgi ya da kavramdır
(intutius vel conceptus ). Birincisi dolaysız olarak nesne ile ilişkili ve tekildir;
ikincisi dolaylı olarak, birçok şeyin ortaklaşa taşıyabilecekleri bir özellik
aracılığıyla.”80
79 Tom Huhn, “Kant, Adorno ve Estetiğin Toplumsal Geçişsizliği”, Çev. E. Efe Çakmak, Cogito, Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe, Sayı 36, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.261. 80 Kant, Arı Usun Eleştirisi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, s.185.
67
Bu ayrımlı dizgesellik içersinde ‘özeklik’, dizgeli yapıyı bozan bir unsur olmadan
‘amaç’ ilkesini hem deneyimin hem de doğanın içine yerleştirir. Doğadaki amaçlılık
nesneye yönelen akıl ilkelerinden bağımsız, şeylerin formları üzeriden kurulur. Akıl
dizgeleri içinde başkalılığa ihtiyaç duyulmadığı yerde, tam bu dışarıda olanın sıfatı
olan ‘biçim’ kavramı başkayı yeniden tikelin alanına sokar.
Görece özerklik bu biçim ilişkisi ile sağlanırken bunun bir bilgi nesnesi olmaması
bilgi mekanizmalarının dışında sağlanması tümel ile tikelin karşılıklı kendiliklerini
gösterir. Bu noktada zincirleme bir ilişki içerisindeki özne ‘bir dışsallık ilkesini’
muhafaza eder. Aklın edimleri içinde özneye ait bu özgün dışsallık aynı zamanda
yukarıda geçen aklın dizgeselliğini parçalar. Özerk deneyimin ‘keyif’, hoşlanma
kavramları ile bağlantısı yasa ile hoşlanma arasındaki ilişkinin de göstergesidir.
Tikele dair yıkıcı edim tümelin aracı da olabilir. Özerklik deneyiminin genişletilmesi
bir ucu totaliterizme varabilecekken diğer ucu da kuşatılmışlığa varabilir. Kant’ın
hazla zorunluluk arasındaki ilişkiyi kurması böylesi bir kuşatılmışlığın ortadan
kaldırılmasıdır. Genişleyen –genişleyen zihin kavramına atıfla- bir tikellik alanı,
tümeli bir örnek olarak içereceğine kendi kendini kuşatır. Tikelin ‘ortak duyu’ya
göre yargı vermesi, hem tikelin durumunun bir süreklilik stratejilerine sokulması
hem de ‘topluluğa dair’ olanın bu özerk deneyiminin dışında tutulmasına engel
olunur. Birinci durumda, baskıcı rejimlerin bir süreklilik içinde, statülerin korunduğu
durumları ısrarcı politikalarla sağlaması, bu davranışta baskı sistemi kendini var eder
: ‘Baskıcı desüblimasyon’un, id ile süper ego arasında egonun hilafına kurulan bu
sapkın uzlaşmanın anahtarı da buradadır :”Baskıcı desüblimasyon, ‘totalitarizm’de,
toplumsal yasanın süper egodan gelen bir komutum özelliklerine büründüğünü
söylemenin bir yoludur – Frankfurt Okulu ufku içindeki tek yoludur…”81
Özerk birey, - tikel değil çünkü, tikellik ancak bir edimin, deneyimin öncesine
vurgu yaparken, özerklik kazanılmış bir deneyimin nihai sonucudur. – öznel
81 Slavoj Žižek, Kırılgan Temas, Çev: Orhan Koçak, Metis Yayınları, İstanbul, 1999, s.31.
68
mekanizmaların sağladığı tümeliyle, kendi yargı gücünün sağladığı ortak güzelin
evrenselliği arasındaki farkı göstermiş olur. Kant bu hali ile tümelin de bir
birleşenlerine olanak tanımış olur. Özerk birey, evrensel mekanizmaların hem
güdümünde hem de kendisi bir evrensel mekanizma olarak ‘ortak iletişim’ olan dilin
yaratıcısıdır. Özerk özne evrenseli yaratır.
Sonlu ve sonsuz arasındaki ilişkinin özerk bir deneyim içinden kurulması, Kantçı
anlamda bir bireyselleşmenin inşası olur. İdealizmin öznelliğinin gücünün Kant ile
keşfedildiği Alma idealizmi, aynı zamanda olağanüstü aktivitesi olarak tamamlanmış
olur. Kantçı düşüncede sonsuz mutlağın içkinliği kendinde şeyin yerine konulmasına
varmak zorunda kalırken, sonuz mutlağı da sonlu da kurar. Sonlu ve sonsuz ilişkisi
panteizmin aşıldığı denebilir ki bir panteizmin mücadelesinin (Panteismusstreit)
verildiği bir durumda öznelliğin yaşamla bir tutulduğu durum verilir.82
Bilinebilecek olan ile bilinemeyecek olan arasında bir ayrım üzerinden
düşünülürse, bu çatallanmanın zihin kendisine yaratacağı ‘semptom’lar estetik yargı
gücü ile aşılmış olur. Bu noktada Kant’da getirilebilecek yukarıdaki eleştiri, aslında
Kant’ın bir yapısal bileşenler arasındaki ilişkinin sürekliliğinin sağlanması adına
yapılmış olur. Alman idealizmi içinde sonsuzluk, bilinmeyen, töz kavramlarının
dinsel kavranılışının varacağı Schleiermacher örneğinde olduğu gibi ele alındığı
Kant’da gözükmezken, Kant’ın bu problemi bir bireyleşme yönünde
semptomlarından kurtarmak adına yaptığı sonlu ve sonsuz ilişkisinin aşılan alan olan
‘sanat’ı yani ‘estetik’i koyarak sağlaması yeniden bir benin etkin bir aktivitesinin,
yaşamın adına ele alınması olarak değerlendirilebilir. Yukarıda geçen yaşamı benin
tek aktivitesi yapma yönündeki uğraş, yargı gücünün sanatı ve güzeli ‘bütünsel insan
‘olma yolunda ele alışı ile aydınlamanın bireyinin amaçlı doğasını doğadaki
amaçlılığa dönüştürmüştür.
82 Jean-Marie Vaysse, Totalité et Subjectivité, VRIN,1999, s.139.
69
Doğanın amaçlılığı, tikel tarafından doğaya atfedilmesi, doğanın bir amaç için var
olduğu düşüncesini dışarıda bırakır. Amaç için kullanılacak bir doğa değil, kendinde
amaçlılığa sahip bir doğadır söz konusu olan. Kant erken denebilecek denen bir
tarihte aydınlanma eleştirisini bir yönüyle görmüştür. Akla dair olan bir doğadan
uzaklaşmanın sonunda varacağı bir ‘mitlerin yitirilmesi’ paradigması aydınlanmanın
diyalektiğinde geçtiği şekliyle verilirken Kant bu kaybolan mitlerin yerini
sağlamlaştırmaktaydı. Burada şu soru sorulabilir: Mitin yazılım araçlarından biri de
sanat değil midir?
Bu başlık altında düşünülebilecek diğer bir konu da, tümel ve tikel ilişkisine
paralel bir kuruluşta kozmos ve mikrokozmos ilişkisinde Alman idealizminde
üzerinde durulan evren tasavvurunun aynı zamanda bir ‘toplum’ tasavvuru da
olmasıdır. Platon’da yer aldığı şekliyle sitenin, kozmosun ve ruhun karşılıklılığı
içinde sadece düşünceden gelen bir tanrı idesi kozmostan uzaklaşırken, doğanın
kendisi olan bir tanrı fikrine varılır. Bu noktada Kant’ın panteist olmayan felsefesi
benzer bir karşılıklılığı özerk insan ve amaçlı doğa arasına sokmuştur. Her iki
durumda da doğa kendi ‘bütünselliğini’ koruyarak, bir güzel ve özgürlük ilişkisinin
olanağı olmuştur: “Evren, etki ve tepki ile ‘güzel yaşamın’ içinde olandır; evrenin
sonsuzluğu bizim ölümsüzlülüğümüzü eritir.”83
Evren kavramından hareketle, evrenin içindeki bir öğenin örneğin güneşin
diğerleri üzerindeki egemen durumuna benzer bir monarşik yapı, toplum
yaşantısında da kaçınılmaz olacaktır:‘Mutlu toplum’ kozmik demokrasinin,
aristokrasinin ve monarşinin mistik bir kompozisyonudur.”84
Hayvanların ve bitkilerin bir sonsuz gibi edildiği, aristokrasi ve demokrasinin aynı
anda olabileceği bir kozmik monarşide tek bir yönetim şekli yerine parçalı ve farklı
83 Jean-Louis Vieillarde-Baron, Hegel et L’idealisme Allemand, VRIN, Paris, 1999, s.157. 84 a.g.y., 157.
70
alanlarda farklı uygulamaların olduğu bir ‘çok toplumluluk’ olanağı aranabilir. Nasıl
ki amaçlılık doğada öznenin dışında var kabul ediliyorsa, her varlık içinde aynı
amaçlılık ilkesinden hareketle ‘bütünlükler’ oluşturulabilir. Bu noktada ayrılış yolu
belki, kurumsal yapılardan, yapılanmalardaki çeşitli uygulanışlardan geçebilir. Nasıl
ki kilise içindeki inançlının bir trompe-l’oeil içinde yansıtılan algısının kilise
kurumunun sürekliliği içindeki rolü ve bunun sorgusuz sualsiz sanat tarihi tarafından
kabul edilerek, sitlerin içerisinde yer almasında olduğu gibi, ‘organların’ bir yaratı
edimi içinde var edilmesi, monarşik ya da aristokratik ayrımının çok önünde
duracaktır.
Kutsala dair sanat tarihi içinde bir ayrımın sorun edilişine gidilmeden, sanata dair
olanın ‘meşru’ zemine oturtulması bir yol göstergecilik yapabilir. Sanatın içinde
olağan olan, kurban edilişler, adak törenleri, kutsal çözümlemeleri gibi, konular ne
oluyor da ‘toplum yaşamında’ sorunlu kılınıyor. Yan yana olabilirliliğin ‘güzel’
içinden açılması, toplumun içinde de bu güzele yöndeş kavramların aranmasını
gerekli kılacaktır. İde anlamında bir güzelin kendisini yer toprağı üzerinde sanatta
buluyorsak bunun kopyası da toplumda yapılabilir. Platon’un idealizmindeki yer ve
yukarısı arasındaki ilişki hem seviyelik içinde ‘karşılıklılık’ içine sokulabilir. Kant,
güzel deneyimi ile bu olayı hatırlatır. Toprağın üstünde olan.
Bütün ile tikel arasındaki ilişkinin bir güzelle ilişkisi, aynı zamanda bir uyumu
ilişkisini de hatırlatır. Alman idealizminde Heinse’nin bahsetmiş olduğu: Bir her
şeydir, her şey birdir’ (Eins ist alles, und Alles ist eins), ya da ‘Bir olmak ve her şey
olmak’ (Eins zu sein und Alles zu werden) olduğu gibi bir ‘en yüksek iyi’ ancak bir
uyum ilişkisi içinden açılır.∗
∗ Kant, estetik yargı gücünün eleştirisini dehayı oluşturan “Aklın Yetileri” bölümünde güzel ve iyi için şöyle yazar: Hoş, güzel, iyi üç ayrı tasarım ilişkisidir. Buna göre “hoş, insana haz veren, güzel yalnızca hoşa giden iyi ise değer verilen şeydir” diyecektir. İyi akılsal bir gereksinmeyi yerine getirerek hoşlanma sağlamış olur. Akılsallık durumu, tümel olarak değerli bulunan şeyin aynı zamanda bir davranış biçimi olmasıdır.
71
5. ESTETİK DENEYİM VE ZORUNLU KARŞILIKLILIK İLİŞKİSİNİN BİÇİMDEN GEÇMESİ
‘Tasarım içinde, bilginin bir bileşeni haline gelemeyen, tasarıma ait öznel nitelik
gibi, genel ahlak ilkeleri ile ilintili olmayan ama ilintili kılınan bir bir arada
yaşamanın kurallarına sahibiz.”85 Estetik bağlantıların doğada olduğunu bizde
duyuran şey ‘öznenin hoşlanma duygusudur’ estetik deneyimin özgür bir deneyim
alanı olması, düşüncenin kavramları dışında, bilgi kriteri taşımadan ‘serbestçe’
nesnenin salt formundan kaynaklanması aynı zamanda bir ‘dışarısı’ ilişkisini verir.
Dışarıya olan ilişkinin a priori’leri olan, hoşlanma ve form ampirik bilgini
a priori’leri olan zaman ve mekanın aşıldığı ve bu iki kavramın niteliksel olarak
belirlendiği bir durumu yaratır. Bilginin zorunlu bu ilkeleri güzel deneyimi içinde
kendi özerklik alanlarını yeniden kazanır. Bilginin koşulu olarak zaman ve mekan
genel geçerliliği içinde bir heryerdelik içindeyken, estetik deneyimde özerklik
kazanırlar: halklar, topraklar, diller arasındaki farkların ‘en has’ olma durumları.
Kant tam da bu noktada, deneyimin bağımsız yönüne vurgu yaparken, aynı zamanda
genel geçerliği o andalığı ve o yerliliği içinde ele alır. Bu noktadaki ‘evrensellik’
arzusunu da ‘sensus communis’ (ortak duyu) ile aşacaktır.
Kant yargı gücünün eleştirisinin “Güzelin Analitiği” bölümünde sout insani
durumdan, “bütünsel insana geçişin imkanı olarak “estetik boyut” görürken, bu
estetik olan için otonom kelimesini kullanır. Bu otonom yani özerklik alanı aynı
zamanda güzelin özel bir deneyim alanı olarak ayrıştırıldığını da gösterecektir. İnsan
hem akılsal (rational) hem de ahlaksal (pratik) varlık olduğundan her iki durumun
“genel deneyim”i yarattığı görülür. Güzelin analitiğinde indirgenemez bir unsur
olarak insan deneyiminin estetik alan içinden oluşan bir deneyim alanı, estetik
85 Taylan Altuğ, Kant Estetiği, Payel Yayınları, İstanbul, 1998, s.28.
72
alanının açıldığı görülür. Buradaki özerklik (otonom) durumu, insanın varlık
bütünlüğünü bir alan olarak, estetik alan ve alanın deneyimi için kullanır.86
Doğadaki heterojenlik, ampirik yasaların içinde dizgelere oturulmuş, ‘mümkün
doğa sistemi’ ancak anlama yetisi ile kurulmuştur. Doğadaki sayısız tekil olgu,
‘hoşlanma’ duygusu ile yeniden bir birliğe getirilerek, bu birliğin söz sahipliğini
hayal gücü yapmıştır. Hayal gücünün hem bir bağlayıcı yönü hem de bir ‘var-
olmama’ durumunda etkin olduğu düşünülürse, doğadaki birlik bir tamamlanma,
mevcut olmayanın doldurulması olur: Anlama yetisinin sahip olmadığı imge
gücünün hayal gücü ile tamamlanması olduğu gibi doğadaki nesnenin bilgisinin
yokluğunda biçimini tamamlayan hayal gücü olur.
Yukarıda geçen kozmik monarşinin parçalılığı, hayal gücündeki ‘bağlanma’
rolünü anımsatır. Aklın dizgeli yapısı yanında formu bilinen nesne yanında bir
bağlama tamamlanma yetisi olarak hayal gücü vardır. Her parçanın farklı bir görevi
kendi kesin belirlediği yapı içinde yapması, aklın katı ve kurallı yapısının içinde
sorunu doğanın biçimlerinin değişip değişmemesi, hayal gücünün bunu kesinlik
içinde yapıp yapmadığı gibi soruları bertaraf eder. Çünkü yan yana gelişler tekil
sorunları ve bunlara dair eleştirileri uzak tutar. Değil mi ki, Kant üç eleştiriyi yargı
gücü ile yan yana getirmiştir. Beğeni yargısında içerilen genel-geçerlilik devamı “her
türlü ilgiden bağımsız” nesnelere bağlanmış tümellik değil, öznel bir tümellik iddiası
taşır. Buradaki bağlanma öznel bir bağlanmadır.87
Amaçsız doğaya yönelimdeki doğadaki amaçlılığın bulgulanması, ilgi nesnesini
değil de ‘ortak bir kanının’ verilmesi olanağı ise, burada doğa içinde olma, doğanın
araçsallığını ortadan kaldırır. Burada pan motifi hatırlanabilir: Orta Avrupa
86 Immanuel Kant, Œuvres Philosophiques II, Les Prolegomenes Ecrits de 1791, Gallimard, Bibliotheque de la Plerade, Paris, 1985, s.957-958. 87 a.g.y., s.1006.
73
ormanlarında, kuzey ormanlarında gezen pan, elinde flüt, baharın geldiğini haber
veren pan, flütün sesiyle baharı mı çağırmakta yoksa baharın mı flütün sesini
çağırdığı sorusu sorulabilir. Özgür panın hem flütü çalmayı bilmesi hem baharı
yaşaması hem de bahar ve sesi bir araya getirmesi söz konusudur. Ne oldu da bu
parçalılık, bu parçalılık içindeki özne buradan çıkartılmaya zorlandı. Bu soru
yayılmanın neden şiddetle birleştiği sorusunu da sordurur.
A priori altında kavram ampirik olarak elde edilerek, bu apriori altında olma
durumu en sonuna kadar götürülerek bir belirlenimi çıkarır. Bu doğanın
amaçlılığıdır.88 Varılan nokta çıkılan noktaya geri dönmüştür. Kant başlangıçta
varacağı noktayı öngörmüştür. Deneyime dair ‘sui generis’ karakter indirgenemezlik
içinde birliği kurar. Yeni bir soru kendini duyurur: yasanın askıya alındığı an bu
estetik deneyim anı değil midir ? Bu askıya alınış bir taraftan da Agamben’nin
bahsettiği ‘hukukun askıya alınması’nı hatırlatır. Agamben’in ‘exceptio’ kavramı ile
ilişkilendirdiği aslıya alınış bir istisna durumu olarak, egemen olanın varlığına
gönderme yapar. Buradaki istisnai durumu bir genel duruma geçirme estetiğin
alanında sağlanır. Bu estetik alanının Benjaminci bir ‘yaşamın estetize’ edilişi ile
karşı karşıya koymak gerekir, bu estetik deneyim bir ‘faşist iktidar’ın tekler üzerinde
süreklilik sağlama adına yaşama yaymasına koşut bir durum söz konusudur. Yayılma
deneyimin kendisinde değil, deneyimlenme fiilinin kendisindedir. Kant doğaldır ki,
bir intersubjectivité’nin dışına alınıyorsa bu fiilin deneyimi oluşturmasındandır.
Jean François Lyotard, yücenin çözümlenmesi üzerine yazdığı kitapta, beğenin
paylaşımından bahsederken güzel üzerine yargının kendi kendisine bir evrensellik
taşıdığını söyler. Saf aklın kategorileri tarafından işaret edilen saf estetik duygunun
içinde de yer alan birlik/çeşitlilik (unité/diversité) ve belirleme/belirlenmişlik de
(détermination/déterminable) ilki için güzel olan her şeyin zevki de verdiğini, ikincisi
için ise zevki vermeyen bir güzelin söz konusu olduğunu söyler. Burada Lyortard’ın
88 Kant, La Faculté de Juger, Le Pleiade, Paris, 1998, s.936
74
“partage possible” dediği mümkün paylaşımın hem zorunluluk hem de evrensellik
arzusunu gösterdiğine işaret eder. Bu mümkün paylaşım (mittelbarkeit) yani
paylaşılabilirlik nosyonunu da taşıdığını söyler. Beğeni yazgısı herkes için de geçerli
olacakken bu beğeninin özel bir durum olarak iletisi paylaşılabilirlik nosyonu içinden
mümkün olacaktır. Evrensellik ve zorunluluk ilkeleriyle bu paylaşılabilirlik sağlanır.
Aynı zamanda tikel doğasındaki her bir tek için bu beğeni geçerli olacaktır. Bu tekil
bir yargıdır.89
89 Lyotard, François Jean, Leçons sur l’Analytique du sublime, Galilée, Paris, 1991, s.232-233.
75
6. AKLIN DONATTIĞI NESNENİN YARGI GÜCÜ TARAFINDAN SORGULANMASI
Kant’ın yargı yetisinin saf ideler dediği büyüklüğü, mutlaklığı yada gücün
sonsuzluğunu zaman ve mekanda ele alıyordu. Jean François Lyotard’a göre Kant bir
takım anıştırmalarda bulunuyordu. ‘Presentation negative’ adını verdiği şey
aracılığıyla, hiç bir şeyin temsil edilmediği bir temsilin paradoksundan bahseder.
Kant bunun için yasasınca imajların yasaklanması örneğini verir. Lyotard, bu yasakta
bir belirti olarak figürün hapsinden kaçmanın yollarını arayan resmin (la peinture)
minimalist ve soyutlamacı çıkış yollarının verildiğini söyler.90
Presentation negative’den anlaşılan, Kant’ın transendentale estetikte, bilmenin
nesnesini noumen ve fenomen ayrımında bahsettiği, noumena için söylediği şu
ifadeyle ilişkilendirmek gerekir: “duyarlılığın teorisi, artık aynı zamanda negatif
duyumun (le sens negatif) içindeki noumenlerin teorisidir”. Burada, biz noumenleri,
sadece negatif bir duyum (burada olumsuz bir duyum) içinde ortaya çıkarırız.91 Bu
noktada, bir hatırlamayla yukarıdaki bu negatif kavramına yakın anlamda olumluluk
ve olumsuzlama arasında bir kavrama yaklaşım da hatırlanabilir: “Olumsuzlamanın
olumluluk doğurabileceği inancının can verdiği… sonsuz varlık” olarak
kavranılması. Burada yüce için beğeni kavramından yola çıkan bir yaklaşımla
yüceyi, beğeninin başarısını gölgeleyen bir şeyin ifadesi gibi düşünürsek;
Yücelik, doğanın terbiyesi, tinsel bir varlık olarak insanın görkemi sayılıyordu. Gelgelelim yücenin deneyimi, insanın özbilinciyle doğal olmadığının ayrımına varması gibi bir şeye dönüşünce, yücenin yeniden
90 Jean François Lyotrd, L’inhumain, Galilée, Paris, 1998, s.98. 91 Hermann Cohen, Lathéotie Kantienne de, L’expérience, Çev. Éric Dufouret, Julien Servois, Cerf, Paris, 2001, s.231-232.
76
kavramlaştırılması gereği doğmuştur. Kantçı formülasyon bağlamında bile yücelik hiçliğin ve ampirik bir varlık olarak insanın geçiciliğinin izlerini taşıyordu; ampirik bir varlık olarak insan rahatlıkla evrensel niteliğinin sonsuzluğunu, örneğin tini bir kenara atabilmeliydi.
Kant’ın nesne üzerinden kurduğu, tikel’den tümel’e geçiş eylemi, nesnenin bir
sanat yapıtı olduğu düşünüldüğünde, yapıtın aşıldığı bir durum söz konusudur.
Aslında burada şu söylenebilir: öznelliğin oluşturulmasında yapıt böyle bir rolü
taşıyorsa, öznelliğin baskı potansiyeli yapıtın doyalımında öznenin kendi üzerine
yeniden geri döner, réflexion, réflechir fiiliyle yapılan bu edim karşılıklı bir
kavranma olacaktır. Özne, kendi kendini, kendi gücüllüğünde∗ bütünleyecektir. İki
özne arasındaki ilişki bu noktada, birinin diğerine yaptığı güç merkezli mevcudiyet
değil bütünlükler olarak bir karşılaşmadır. Buradaki ilişki, sanat yapıtının bir “eğitici
görevi olduğunun altını çizer. Bu görev, belki de ontolojik nitelikli yapıtı evrensele
bağlayacaktır. Özne merkezli bir evrenselliğin yerine, sanat yapıtını oluşturan bütün
unsurların oluşturduğu bir evrensellik. İdeallerin bugün için vardığı sonuç olarak
düşünülen, ki aynı zamanda aklın vardığı sonuçlar olarak da düşünülebilecek olan
felaketlerin nedeni olmayacaktır.
∗ Yüce kavramı ve güç konusunda, Tom Huhn, “Kant, Adorno ve Estetiğin Toplumsal Geçişsizliği” makalesine dönülürse, yüce yorumundaki güç figürünün, birçok düşünürde, ortaya çıktığı söylenir ve devamla: “…Kant’ın yüce yorumu, yücenin gücünü üstel bir biçimde artırarak, onu tam olarak güce, güçle baskın olma aşamasına getirir; Kant’ın güçlerüstü bu oluşum için kullandığı terim, kudret (gewalt). Adeta, doğal güzellik deneyimiyle kendisini yeniden üretemeyecek olan güzelliğin bu zaafı, üstün bir güce gereksinim duymaktadır. Gücün önünde, kendisini güzelden tanımasını sağlayacak açık bir fırsat olmadığı için yüce, güzellikle bastırılanın döneceği yer haline gelir. Aynı biçimde güzellik deneyiminde ancak, örgüt bir ifadesini bulabilen güç, böylece yücede belirtir ve hakim olur. Yüce, yalnızca özdeşlik vaadi değil, aynı zamanda öznel bilinçli yetkenin ve dolayısıyla ondaki hazzın vaadidir… Öyleyse yüce, güzelin diyalektik sürekliliğidir… Bu süreklilik, temel de estetikte egemenliğin rolünü yani bu koşulları altında yüceyi belirtik, kılar: “Kant, yüceyi böylesine ezici bir büyüklüğe, bir güç ve iktidarsızlık karşıtlığına yerleştirmekle, hafife alınmayacak iktidarla bir ortaklığına girmiştir”. Cogito, Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe, Sayı: 36, YKY Yayınları, İstanbul, 2003.
77
Burada bir yandan yargı gücünün form ile olan ilişki içinde kurduğu estetik
deneyimdeki biçime dair yapılan vurgu, öte tarafta bir temsil edilmeyenin temsili,
yani biçimi ile sadece var olanın temsil edilmesi olanağı verilmiş olur. Yani mozaiğe
dair kurallılık aynı zamanda bir temsil edilmeyenin verildiği andır.
Resim düzlemindeki sonluluk içindeki sonsuz ‘yüce’ duygusunun tarafından özne
özerk deneyimi olan‘güzel ’de doğa karşısındaki kavramın ve bilginin yokluğunda
bir ‘mevcut’ olmanın imkanıdır. Kant bu noktada önceki iki eleştirisinde donattığı
‘çerçevelediği’ şeyi/nesneyi yargı gücünün eleştirisinde çıplak bırakır ve hem
deneyim öznesinin hem de nesnesinin ‘karşılıklılığı’ bir bilgi olasılığından uzak
yaşanır. Kant, yüce kavramında bir beğeni nesnesi değil, “heyecan, coşku nesnesi”
görecektir. Alışılmadık durumlarıyla izleyende bir şaşkınlık bırakan yüce nesnesi,
öznede hayranlık ile korku karışımı bir “saygı” uyandırır. Burada beğeni nesnesinin
estetik deneyim içinde “kuşatıcı” bir şekilde kavranılmasına karşıt yücenin nesnesi
böyle bir kuşatılmışlıkla kavranılamaz. Lyotard bu kuşatılamazlık durumu için
büyüklük (la grandeur) kavramından yola çıkarak hayal gücünü sunan formun burada
“a-forme” yani informel bir durum olarak çıktığını söylecektir (formlos oder
ungestalt). “Estetik Yargı Gücünün Yücenin Çözümlenmesi” bölümünde Kant güzeli
ve yüceyi düşünümün yargısına bağlarken bunun nesnenin formunu da doğanın
güzelliğine dokunan bir kavram olarak alır, bir sınırlandırma taşıdığını söyleyecektir.
Formsuz bir nesneyle bu karşılaşma, burada Lyotard’ın büyüklük kavramı
hatırlanırsa, bir nicelikselliğin temsil edildiği duruma işaret eder. Kant için güzelde
niteliksel olan yüce’de niceliksel olanın sunumu olacaktır.92
Kant, Yargı Gücü’nün eleştirisinde büyüklük kavramını, sayısal kavramlarla
ilişkilendirerek, bir estetik düzene bağlar. Kant için bu sayısal kavramlar, aynı
zamanda basit bir sezginin içinde (la simple intuition) yer alan, çünkü bir büyüklük
için bakışın kriterleri gereklidir, bir estetik düzendir. Büyüklük ve estetik düzen
92 Immanuel Kant, Œuvres Philosophiques II, Les Prolegomenes Ecrits de 1791, Gallimard, Bibliotheque de la Plerade, Paris, 1985, s.1010.
78
arasındaki bu ilişki, aynı zamanda belirlenmiş olarak ortaya konur. Kant şöyle devam
edeerk: “… Doğanın nesnelerinin büyüklüğünün tam bir açımlanışı (toute
évaluation) düzenin bir ifadesidir, estetik tanımlanmasıdır (definition).93
Kant için güzel gibi yüce idesi de estetik bir konumdur. Yüce, güzel gibi bir
duygu yargısını ya da anlığın belirlediği düşünümsel yargıyı gerektirir. Yücenin
informel ile olan ilişkisi, güzel duygusunda olduğu gibi ne hoş’un dayandığı bir
duyum ne de iyi’nin dayandığı bir kavramdır.
Güzelin cisimlendirildiği yer olan sanat yapıtı yani güzel olan, temel olanla bir
ilişkiye sahiptir. Güzelin, tekil yapıtı biçiminden gelen düşünümsel yazgısı, yapıta
özgü bir düşünüm olacaktır. Bu biçim, bu “yapıta özgü düşünümün nesnel ifadesi”
olarak yapıt ve biçim arasındaki ilişkiyi öne çıkaracaktır. Buradaki form ve informel
arasındaki ilişkide “form” kavramının önemi, “sanat yapıtının özünü”
oluşturmaksındandır. Walter Benjamin sanat yapıtı ve biçimi arasındaki ilişkide,
Romantik kuramın temelini de görecektir:
… Sonuç olarak biçim yapıta özgü düşünümün nesnel ifadesidir. Yani biçim, sanat yapıtının özünü oluşturur. Biçim, yapıttaki düşünümün olanağıdır, dolayısıyla varoluş ilkesi gibi, yapıtın a priori temelidir. Sanat yapıtı biçimi sayesinde canlı bir düşünüm merkezi haline gelir. Bu düşünüm alanında, sanatta, aralıksız yeni düşünüm merkezleri oluşur. İçlerinde taşıdıkları bir tinsel özden yola çıkarak bu merkezler, oldukça geniş bağlantıları kucaklarlar. Bir sınır değer olarak alınan böylesi bir merkez içinde sanatın sonsuzluğu öncelikle düşünüme, yani kendini kavramlaştırmaya ve buradan da genel olarak kavrama ulaşır. Bu sınır değer, kendisinden tekil yapıtın çıktığı biçimdir. Sanat alanında, yapıtın göreli birliğinin ve sınırlılığının olanağı biçiminden kaynaklanır. Ancak bu alanda, tüm tikel düşünüm yalnızca yalıtılmış, olumsal bir düşünüm olabileceğinden, yapıtın birliği de, sanatın birliği açısından, sadece göreli bir birlik olabilir; yapı toplumsal bir anın damgasını taşır. Bu tekil
93 a.g.y., s.1019.
79
olumsallığı ilkesel bir zorunluluk yani kaçınılmaz olarak kabul etmek, bu olumsallığı düşünümün kendi kendini sınırlamasında tanımak, işte biçimin gerçek işlevi budur. Pratik düşünüm, yani belirlenmiş, kendi kendini sınırlama anlamındaki düşünüm, işte sanat yapıtının biçimini ve tekilliğini ortaya koyan budur. Çünkü, eleştirinin bütün sınırlamalarının aşılması için bütün yapıtın sınırlandırmaya dayanması gerekir. Eleştiri, görevini tamamlayabilmek için, kapalı olan düşünümün çeşitliliği ve yoğunluğunu ve yapıtın kesin biçimini olabildiğince ortaya çıkarmak, ilk düşünümü daha derin bir düşünüm içinde çözündürmek durumundadır. Bu çalışmada, eleştiri, düşünümün kök hücrelerinden, evrensel biçimsel uğraklar içinde çözündürdüğü yapıtın pozitif biçimsel uğraklarından destek alır bu şekilde. Eleştiri, tikel yapıtın sanat idesiyle ilişkisini görünür kılar, buradan da tikel yapıtın idesinin kendisini ortaya çıkarır.94
Aklın donanımlılığından uzak bu ‘oluş’ aynı zamanda aklın ilkeleri ve kategorileri
dışında dolaysızca gelişir.
Barok sanata dair trompe-l’oeil oyunu, Kant’daki yetiler arasındaki ilişkiyi
sağlayan ‘oyun’ kavramını anımsatır. Yargı gücünün özerk estetik deneyimindeki
biçimsel ilişkideki ‘mevcut – olmayan’ baroğun bu kavramında gözün fiziksel
aldanımı sonucu, doğallaştırılarak yaşanan bir ‘sonsuzluğa’ açılımın mekansal
yaşanan tecrübesidir. Tecrübe, çünkü doğadaki gibi bir karşılaşmadan çok, bilinçli
olan, girilen mekanın yaşattığı yanılsama aslında bir kontrol mekanizmasının güçlü
yapısıdır. Mekanın içindeki sonlu yapısallık – ki burada kilise kurumuna dair olası
bir süresizlik hissedilir – mekanın dışında varsayılan sonsuzluğa açılır. Açılmayan
bir kubbenin açılımı, şiirini veren güzel ve yücenin ‘oyun’udur. Bu yargı gücünün,
temsil edilmeyenin temsili için örnek seçilirken, aynı zamanda bu mevcut olmama
halinin insanı ‘somut varlığı’ içinde güçlüce kuşattığı görülür.
Bu na-mevcudiyet durumunu, sadece bir temsil üzerinden düşünümsel olarak
varılan nokta olan sanat yapıtı, insan üretimlerinin “ereksiz erekliliği” içinde
94 Walter Benjamin, “Sanat Yapıtı”, Benjamin, Yay. Haz. Besim F. Dellaloğlu, Çev. Zeliha Burtek, Besim F. Dellaoğlu, Say Yayınları, 2005, s.137-138.
80
alındığında insanın duygusal yaşamı benzer bir temsil durumuna da diğer bir örnek
olacaktır. İnsanın tutkularının karşılığı olan iki temel durum, Kant’ın deyimiyle
tercih edilir durum aşk ya da saygıdır. Her ikisinde de bir na-mevcudiyet durumu söz
konusudur. Burada diğerleri üzerinde bir tutku üretimi söz konusu olduğundan bu
tutkuların nesnesinden çok, insanın içsel dünyasındaki yaşantısından
kaynaklanacaktır. Kant, Ahlakın Metazifiği’nde saygı için şunu yazar:
“… Kendim için bir yasa olarak tanıdığımı, saygıyla tanıyorum. Bu da başka herhangi bir etkileme aracılığı olmadan istememin yasa altında bulunduğu bilincinden başka bir şey demek değildir. İstemenin yasa tarafından belirlenmesinin ve bunun bilincinin adı saygıdır; öyle ki bu saygı yasanın özneye etkisi olarak görülür; … ben sevgisini yıkan, bir değerin olarak tasarımıdır… saygının nesnesi yalnız ve yalnız yasadır…”95
Buradan hareketle, Kant insan varlığında diğerleri üzerine ürettiği iki tercih edilir
biçim olan, saygı ve aşk dediği tutkulardır. Biri yüceyi diğerinin güzeli uyaracağını
da belirtir ve şöyle devam eder: “Bu duygudan biri güçlüyse, diğeri zayıf
olacaktır.”96
Kant’ın bahsettiği Ğeistesgefühl’un (sentiment de I’esprit), yücenin yetiler arası
bir ekonomisinin doğa ve akıl arasındaki ‘uyuşma’sından ileri gelir. Bu kavram,
doğadan ‘yoksun’ akla akıldan ‘yoksun’ doğaya işaret ederek, idede, yasada, saf
pratik aklın içerisinde bir ‘yoksunluk’ ya da doğanın bir ‘disparation’u sayesinde bir
yarı – algılama (quasi – perception) olarak kendini gösterir. Bu hali ile ‘yüce’ estetik
95 Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev: İonna Kuçuradi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, 1982, Ankara, s.17. 96 Immanuel Kant, Remarques touchant les obervation sur le sentiment du beau et du sublim, Çev. Brigitte Geongel, VRIN, Paris, 1994, s.85.
81
alanında ‘etik’in kurban edilişinin açıklanmasından başka bir şey değildir. Böylece
estetiğin sonu, aklın son varacağı yer olur.97
Kant, estetik yargı gücü ile en ‘başa ’, her şeyin ‘en başına’ geri döner.
97 a.g.y., s.149.
82
7. BÜTÜNLÜK İDESİNİN BİREY VE TOPLUM İÇİN GEREKLİLİĞİ
Kant açısından bakıldığında bütünlük fikri, tekilin genel içine yerleştirilmesi, yani
kavram altına sokma, verili bir özel içine genel atama durumu, toplum açısından
kimlik farklılıklarının genel içinde belirlenmesini düşündürür. Kimlik farklılıklarının,
bütünlüklü cemaat yapıları oluşturması, bu toplulukların temsil probleminin yeniden
düşünülmesine yol açtığı bir gerçektir. Temsil ile birlikte, bütün içinde yer alma,
ereksellik fikri toplumun organik yapısında yeniden düşünülebilir. Temsilden bahis
edilen, tikelliğin kendi gibi olanlar tarafından temsili, tikellikler arası birlik yanında,
genelin “organik birliğini” sağlayacaktır. Söz sahipliğine yargı gücünü haklı bir
planda gerçekleştirecektir.
Burada Kant’ın sensus communis kavramını düşünmek yararlı olacaktır. Kant,
insanın diğer duygularından farklı olarak güzel duygusunu göstererek, ki bu güzel yüce
duygusunu da kavrayacağından, dolaysız bir geçişlilik (transitivité) olmak zorundadır.
Böyle bir durumun gerekliliği, estetik yargıyı evrensel olarak vereceğinden bu im-
mediatement (dolayımsız) olan durum, genel olarak antropolojik, sosyal, psikolojik bir
ifadeyi de verecektir. Kant’ın dolaysız iletilebilirlik (communicable) olarak aldığı bir
duyarlılık olan sensus communisé bir topluluk ide’si fikrini de taşır.98
Bütün, bir birlik içinde, benzer tikellerin birliğinin aralarından birlikli yapıya
geçecektir. Bu aynı zamanda evrenin birliği düşüncesinde varolan tüm özel formların
“formların formu” içerisinde içerilmesini ve doğanın bütünlüğü düşüncesi bu
durumun doğanın yani bütünün kendi içinde taşıdığı erek olması, her bütünün nihai
98 Jean François Lyotard, L’inhumain, Causeries sur le temps, Galilée, 1988, Paris, s.121.
83
ereğinin “birlikli bir form” oluşturma düşüncesine dayanacaktır. Erek kavramının
bütün ve tikel için taşıdığı önem, aynı zamanda, bir şeyin erkli olduğu ve onun aynı
zamanda bir “iç form” tarafından şekillendirilmiş olduğu, yargımızın haklığı ve yargı
verme gücü (Beurfeilungstrafl) arasındaki ilişki önem kazanacaktır.99
Yargıdaki objektif aynı zamanda dünyanın bir kavranılışında işaret edecektir.
Bunu, Hannah Arendt, “L’imagination” makalesinde imagination’un, hayal gücünün
“a priori duyarlılığı” belirlemesinin yanında, bütün duyumların algısından
ayrılamayacağını söyleyerek, “onsuz, yani hayal gücü olmadan ne dünyanın
nesnelliğinin ne de hiçbir iletişim olanağının olamayacağını” söyler.100 İletişim
objektivitenin bu ortak yetiye bağlanması, sanat yapıtında bu iki kavram için bir
cisimleşme alanı olduğunu gösterir. Arendt, Kant’ın “insanın mukadderetanın temel
sonunun toplumculuk yeteneği (geselligkeit)” olduğunu söylediğini belirterek burada
ilerleme fikrine de dikkat çeker.
Kant’ın saf aklın eleştirisinde değindiği obje ve yargı arasındaki ilişki korrelatif
kavramlardır. Kant’taki, yargı çözümlemesi, objeyi subjektivizmin dışında bırakmaz.
Subjektivizmin yargı içinde, bir nesnenin ampirik bilgisinin, onda olan “doğa ereği”
düşüncesiyle nasıl yan yana geldiğini sorgulayışı, hem teorik hem de pratik temel
yargılardan, yani doğa alanı ile özgürlük alanını birliğe getirecek olan “estetik
yargı”ya geçişi gösterir. Doğal yasaların nedensel ve mekanik açıklamaları yanında,
nesnelerin kendinde taşıdığı kendi ereksellikleri, yargıyı subjektif alandan özgürlük
alanına taşıyacağından, doğa içindeki nesneleri mimesisin dışında tekil alanları
içinde değerlendirecektir. Özgürlük her tekilin dışındaki içinde geçerli olacağından,
özgürlükteki ereksellikle doğal mekanizmdeki erekselliğin birliği oluşturduğu
nispette, genelin birlikli bütünü yargıda objektif olacaktır.
99 Kant, la faculté de Juger, le Pleiade, Paris, 1998, s.1011. 100 Hannah Arendt, Juger, Çev. Myriam Revault d’Allonnes, Seuil, 1991, s.126.
84
7.1. Doğa ve Teknik
Kant’ta doğanın “özgürlük yasalarına göre oluşan bir erek” düşüncesiyle
incelenmesi, doğaya biçim veren yasallığın içinde özgürlük yasalarına göre bir ereğin
imkanı sorusu, doğayı deney objesi yani genelin altındaki matematiksel, fiziksel
yasalar olmanın ötesinde, bütün ve parçalardan oluşan karşılıklı bağlantılara sahip
anlamını verir. Bu noktada, doğanın kendini nasıl meydana getirdiği düşüncesi akla
gelir. Teknik, bu anlamda “doğa tekniği” doğanın parçaları arasındaki konum ve
bağıntı, doğal bakıştaki mekanik nedensel belirlenimin tersi bir durumdur.101
Doğa ve teknik ilişkisi söz konusu olunca, mimesis akla gelir. Mimesis’in
Aristoteles’in verdiği açıklama yanında yani doğaya öykünme bir uyum, uygunluk
ilişkisini de taşıyacak. Taklit yanında bu uyum, uygunluk, taraflar arasındaki
heterojen bir gücünde göstergesi olacaktır. Doğa ve sanat yapıtı arasındaki içsel bağ,
her ikisini bir içsel zorunluluk taşımasından geçer. Kant için doğal, sanat
olmadığından, doğanın mekanik zorunluluklarına karşılık sanat bir özgürlük oyunu
içerir. Burada bu özgür oyun, tikellerin tümeller altında toplanmasıdır, bir arayıştır
bu aslında. Deha bu noktada ortaya çıkar, mimesisin taklit kuralına karşıt, deha bir
araç rolünde kendine döner, doğayı yansıtır. Kant, deha kavramıyla bu kendine
dönen doğayı öznelliğinde kurduğu evrensellik yoluyla yansıtır. Derrida
“Ekonomimemis” makalesinde, bu anti-mimetik biçim için şunu yazar:
Doğayı taklit etmemek gerekir, ancak doğa dehaya kurallarını, dayatarak, kendi üzerine, kıvrım yapar, kendine geri döner, sanat aracılığıyla kendini yansıtır. Bu kurgusal bükülme hem yansıtıcı [réflechissant] yargıların ilkesini –burada, özelden hareketle başlayan bir süreçte doğanın yasallığı güvencelemesi sözkonusudur- hem de mimesis’e yapılan gizli bir yardım çağrısını verir: Buradaki mimesis öncelikle bir sanatın doğayı taklidi değil, ancak physis’in bir bükülmesi,
101 a.g.y., s.1110.
85
doğanın kendine [à soi] olan ilişkisidir. Burada artık physis ile mimesis, ve dolayısıyla da physis ve tekhne arasında bir karşıtlık yoktur, bu en azından böyle olup olmadığı şimdi saptanması gereken noktadır.102
Kant’ta sanat doğadan kendini ayırdıktan sonra, özgürlük oyunu tarafından
üretilen sanat yapıtı aracılığıyla “sanat” adını alarak, doğal güzelliği ile sanat
güzelliği birbirinden ayrılır, bu sanatın Derrida’nın deyişiyle:
“Sanat, aynı yapma’nın [(Thun) (facere)], davranma (Handeln) ya da genel olarak etkide bulunmadan (Wirken) (agere) ayrılması, ve de ürünün (Produkt) ya da sanatın sonucunun, yapıt [(Werk) (opus)] olarak doğanın ürününden, yani etki’den [(Wirkung) (effectus)] ayrılması gibi doğanın kendini ayırır.”103
Teknik kavramını, sahne anlamında düşünürsek, aynı zamanda bir kurallar
alanıyla karşı karşıyayızdır. Şeylere dair nedensellik bir kurallar alanı olan teknikle
bir form verme düşüncesine geçer. Burada Kant, doğayı “içkin bütün form”dan form
verici bir dışa vuruma sahip “form verici istencin” bir ifadesi olarak görürken, burada
yaratma düşüncesini doğanın kendisinde de bulur. Nedensel bağlamlar dışındaki
doğa ile karşılaşırız. Adorno, Kant’ı sanat nesnesi üzerinden değerlendirirken tikellik
ve tümellik konusunda zayıf bir ilişki kurduğunu söyler, nesnenin içerdiği teknolojik
mekanizmaların korunmasına devam etmekle eleştirir. Burada sanat nesnesinin
ideolojinin de saklandığı bir yer olduğu düşünülebilinir. Teknik ve sanat,
teknolojinin amaç merkezci yapısına karşılık sanatın doğal güzelliğin iletisi olması,
bu güzelliği doğanın erekselliğinden uzaklaştırıp teknolojinin erekselliğine,
hakimiyetine bağlayacaktır. Bu noktada Adorno’nun Kant’a getirdiği eleştiri, bu
ilişkinin hem gizlenmesine hem de yok sayılmasına yardımcı olduğudur. Araçsal aklı
102 Jacques Derrida, “Ekonomimesis”, Toplumbilim Jacques Derrida Özel Sayısı, Çev. Melih Başaran, Bağlam Yayınları, 1999, s.84. 103 a.g.y., s.84.
86
teknolojinin dünyasında düşünürsek doğaya yönelik amaçsal akıl ilki lehine baskıya
alınır.104
Teknik sorusunun sanatta, doğada bulduğu erekliliğin nihai sonucu olmasına
paralel bir sonluluk anlamını, Jean-Luc Nancy şöyle değerlendirir: “Teknik sorusu
söz konusu olduğunda, varlığın bir sonlanması gibi hesap edilir, ama bu sonlanma
bilimdeki ustalıktaki, mutluluktaki vs. alan türde bir sonlanma (finition) değildir.
Kendinde bir son, bir sui generis’dir. Sözkonusu teknik, “sonsuz bir sonluluktur”
(finituté sans fin) = sans fin extrinséque), bu sonsuz sonluluk, bir tür de couvrir’dir.
Böyle bir découverte (buluş), varlığın teknolojik olması –devenir-technologique
(teknolojik oluş)- olarak, ya da kendi sonluluğunu teknolojik olması olarak bize
kendi tarihimizi sunar”.105
Tekniğin bu oluşla (devenir) ilişkisi, bir yandan da tarihin, burada bu tarihi
kültürün sahnesi olarak da düşünürsek, açıklanmasındaki rolü, tekniği bir yandan bir
yaratımın koşulu, bir yandan gerçek olanın (tarih sahnesi) açıklayıcısı olarak
değerlendirilmesini gösterir. Tekniğin bir anlamıyla bu olumlu değerlendirilişi,
Adorno’nun teknik ile ideoloji arasında kurduğu eleştirel, ilişkiden uzaktır. Bugün
düşüncemiz, tekillik durumumuz “teknik” ile “doğa” arasındaki savaşla niteliklenir.
Kant’ın genel olanı özel olan için bir birlikli bütün düşüncesi, özel olan
verilmişse, onun altına konulacağı genelin bulunması durumunda, yargı gücünü
“düşünücü” (reflective) olarak ele alır. Kavram bulmaya yönelik bu yargı gücü,
belirleyici yargı gücünden farklı olarak kavram bulma ve bu kavram yoluyla tikel ve
genel (tümel) arasındaki ilişkiyi kurmaya çalışır. Doğanın bu değerlendirilişi
subjektif olacağından, bunu saf aklın birlik formu içine yerleştirilmesi sorusu,
104 Tom Huhn, “Kant, Adorno ve Estetiğin Toplumsal Geçişsizliği”, Çev. E. Efe Çakmak, Cogito, Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe, Sayı: 36, YKY Yayınları, İstanbul, 2003, s.261-262. 105 Jean-Luc Nancy, Être singulier pluriel, Galilei, 1996, s.144.
87
düşüncü ve belirleyici yargı gücü arasındaki ilişkiyi düşündürür. Tekil bir durumun
bir kavramla ifade bulması onun genel altındaki ifadesinin ön formu gibi
düşünülebilir. Bu noktada toplum genelinde, bireylerin birey öncesi durumları ile
yerleşik kimlikleri arasındaki ilişkide bu süreci anımsatır. Maddeye içkin olan
potentia (edim gücü) bu birey öncesi durumda, “hareket”e geçecek bir gizli form gibi
düşünülebilir. Her tekin taşıdığı potencia toplumsal kuvvetlerin dolayımında fiile
geçer. Bu iki durum arasındaki bağ bir uygunluk içinde olabiliyor mu sorusu, Kant’ın
yargı gücünün bu biçimi içinde geçerli olacaktır.
Tekil ve genel arasındaki bu bağ kurma durumu ihtiyacı, anlığın kendinden çekip
çıkarttığı bir düşünce formudur. Onun için ki, Kant doğadaki ampirik yasaların,
doğadaki sınırsız formun heterojenliğini anlamakta yetersiz kalmasının önüne,
anlığın yasa koyma yetisini koyar. Bu noktada anlık doğa formlarının çokluğu
karşısında sistematik bir ilişkiselliğe ihtiyaç duyarak, tekili genel altına sokar. Kant
bu noktada, bizim ampirik tasarılarımıza karşılık verecek, bizim yargı gücümüze
uygun bir yapıyı, doğanın kendisinde de bulacaktır. Ancak bu uygunluk sayesinde,
doğanın sınırsız formları yasaların formal yapısına, bir diğer deyişle basit ve düzenli
yapısına bağlanır. Doğa da tasarımlarımız için bu a priori yargı gücü ilkesi, anlığın
tasarımları ve doğanın kendi yasaları arasındaki bu uygunluk, tekil ve genel
arasındaki temel ilişkidir.
Kant’ın bu ilişki biçimi, tekil olanı genele bağlayışı, zorunluluk değil, benzer
yapılara sahip olmayla ilintilidir. Antik Yunan’da platonik idea düşüncesindeki
genel’in, tikel şeylerin ondan yansıdığı ve “pay aldığı” yani bir archetype olduğu
düşüncesi, doğayı, formlar dünyasını, ampirik oluşumların dışında kendiliğinden
mevcut “formların” yansıması olarak kabul edilişi aşılmış gözükür. Buradaki “pay
alma” kavramı, “uygunluk” kavramıyla yer değiştirir. Varlığın, her tek olanın bir
genelle ilişkisi ikisinin de aynı “arzu”yu taşımasıyla ilgilidir. Burada soru, bu isteğin
zorunluluğu ve kaçınılmazlığı yanında her tekilin öznel yapısını nasıl koruyacağıdır.
88
Doğa karşısında, düşünücü yargı gücünün, doğanın erekselliğine, erek kavramına,
fenomenler arası bağlantılar için ihtiyaç duymuştur. Uygunluk düşüncesi, saf aklın
düzenleyici ilkelerinin doğanın özünde bulduğu belirlenimler, mutlak belirlenimler
değil, yol gösterici, doğa üstüne a priori bir ilkeyi subjektif bir düşünüm içinde,
kendindeki “kendi kendisine” yasa koyma yetisiyle ilişkilenir.
Doğanın tekniği, doğadaki ereksellik, forma içkin olan nesnelerdeki ereksellikte
olduğu gibi doğa mutlak olanı anlığa bağlamaz, belirleyici yargı gücünün yanında
düşünü yargı gücü, birlik içindeki farklı olanı yasanın erekselliği ilkesine uygun
olarak bu durumu sübjektif kılar. Burada aklın yasa koyuculuğu, aklın ilkelerine
uygun bir doğa yasalarıyla ilişkili olacağından, Kant burada aklın doğayı
dönüştürmesini, mevcut doğanın dışında bir eylem olarak aldığını düşündürür.
Burada dikkati çeken, doğanın aklın ilkelerinin öznel örgütlenişi dışında bir
“başkalık” taşıdığıdır.106 Kant, denilebilir ki, Adorno’nun araçsal doğayla
ilişkilendirdiği araçsal akıl kavramını olumsuz bir doğa kavranılışı olarak
önvarsaymıştır. Aklın araçsallaştırdığı doğanın dışında, “başka doğa” düşüncesi
kendini hissettirir. Tekil ve genel arasındaki, başka olma durumu, aslında olmayan,
bir başkalık değil, sadece aklın kendi dizgeselliği içinde, tercih edilmemiş olandır.
Bu doğa, Kant’ın barış idesinin çıktığı doğadır. Kozmopolitik düşüncesi, barış
için doğaya dönüşten itibaren inşa edilir. Bu noktada şu söylenebilir Kant’ın doğaya
dönüş denilebilecek doğa değerlendirişi, hukuk ve doğa durumu arasındaki sınırı
geçen düşüncenin başarısıdır. Doğa hem özgürlüğün amaçlılığının yöneldiği son
nokta, hem de bir sınır özelliği taşır. Kant için, bu sınır özgürlük oyununun en nihai
sonu olurken, yani sanat yapıtının ortaya çıkışı, siyasi olarak da bir hukuk
durumunun belirlenmesidir, “doğaya dönüş ya da doğanın dönüşü”107 bir sınırın
dışsal civarı olarak alınabilir: Bu sınır grek sitesini, polis’in sınırını da
düşündürecektir. Bir politik durum olarak çevrelenmişliği, bir devletin temel modeli
106 a.g.y., s.1117. 107 Geoffrey Bennington, Frontières kantiennes, Galilée, 2000, s.54.
89
olarak düşünülürse, sınır ile devlet, siyaset arasındaki ilişki cisimlenir. Buradaki sınır
kavramı, sistemin civarı olarak hem bir eşit olma durumu ile doğa durumu arasındaki
ayrımı da içselleştirecektir. Polis’in hem politik örgütleniş olarak eşitler için alan
olması yanında sınırsal belirlenim içinde yurttaşları bir doğa durumunda değil,
ötekilerle olan ilişkisinde belirleyecektir. Kant bireyi, Ahlakın Metafiziği’nde bu
ötekilerle ilişki içindeki birey olarak değerlendirdiğinden, ötekilerle çevrili olarak,
ödeve uygun davranmaktadır.108 Buradan hareketle, yani doğadan hareketle siyaset
felsefesi inşa edilir. Ötekilerle birlikte olmak iletilebilirliğin sorumluluk ilkesini de
gerektirir.
Başkalık, aynı zamanda, spekülatif metafiziğin, doğanın mutlak genelden geldiği
fikrinin aşıldığı, aklın zorunlu yanıt alma eyleminin doğasında aşıldığı, yani deney
alanı dışında bir doğa fikridir. Yargı gücü bu noktada belirleyici yargı gücü,
düşündürücü yargı gücü ilkesini deney alanına keyfi bir durumda sokamaz, ama her
bireysellik, tekilin bağlantı kurma ilkesi içinde bunu yapmaya çalışacaktır. Aklın
yasa koyuculuğu yanında, soru sorma zorunluluğu, çözümlenemeyecek soruları
sorma eylemi aklın kaçınılmaz girişimidir.
Doğaya bu yaklaşım, aklın doğası ve doğa arasında, insan anlığının yetilerinin de
sorgulandığı bir durumu gösterir. Aklın bilebilmesinin ilkeselliği, bilmenin
başkalığına her zaman “mesafededir”. Toplum üzerinden düşünülürse, temsil
edilişin, temsil edilene her zaman mesafede olacağı hatırlanabilir. Foucault’nun
Kelimeler ve Şeyler kitabında bahis konusu ettiği temsil edilme, temsil etme
kavramlarını değerlendirişinde Kantçı episteme içinde kaldığı düşünülebilirse, her
tikelliğin genel bağlantısı yardımıyla sürekli bağ kurmaya ihtiyacı kaçınılmaz bir
girişimdir.
108 Geoffrey Bennington, Frontières kantiennes, Galilée, 2000, s.53-54.
90
7.2. Güzel, Güzel Yargısı
Düşünücü yargı gücü ve belirleyici yargı gücü arasındaki ilişkide düşünücü yargı
gücünün tekil yasalar koyma girişimi ve nesnelerin formlarına tekil form verme
girişimi, düşünücü yargı gücünün özgül formlarını sanat alanında gerçekleştirmesiyle
olur. Şekil almış ve şekil verilmiş şeyler, saf anlığın yasaları içinde tekil olanın genel
bir kavram altında kavranması, bu özgül formların yasalarının dışındadır. Düşünücü
yargı gücü, Kant’ın insan dünyadaki koşulları karşısında sosyallikten farklı olarak
politik bir bilince sahip olduğuna işaret eden Üçüncü Eleştiri’nin önemli kavramıdır.
Burada Kant, Arendt’in deyişiyle tamamlayabilseydi, belki yazacağı eleştirinin
siyaset yetisi olabileceğini, yani bir siyaset felsefesi olabileceği noktaya dikkat
çekerdi.
Pratik aklın özgürlük kavramı, her tikelin genel geçer yasayı taşıması, maksiminin
bir genel yasa olması, bu tikelliği bir genele bağlı kılmıştır. Saf aklın özeli genel bir
yasanın içinde kavraması ve pratik özgürlük kavramında, eylemin ilkesinin bir genel
yasada bulunması ilkesi, tikel olanı bağımlı ve kendi genel yoluyla kavrayıcı bir
durum yaratır. Burada bu tekillik, “Güzel ve Yüce Üzerine İncelemeler” bölümünde
hoşlanma duygusunun iletilebilirliği ve bunun tekilliğinin ilişkisinde örneklendirilir:
“… herhangi bir kavram tarafından belirlenmemiş bir özne ilkenin aynı zamanda da evrensel bir değeri de olan bu ilke, hoşlanma ya da hoşlanmamadır. Böyle bir prensip, sağduyudan (le bon sens) farklı olarak bir sensus communis olmuş olacaktır. Bu ortak duyu, duyulara göre bir yargı taşımayacak aydınlatılmamış karanlık (obscure) bir temsilin prensiplerine göre ortak olacaktır (communément) … böyle bir ortak duyu bilgi yetilerinin özgür oyununda sadece koşullanacaktır.”109
109 Emmanuel Kant, Œuvras Philosophiques, II Der Prolégomènes aux Ecrits de 1791, Gallimard, Paris, s.1001.
91
Hannah Arendt, bu yeti yaklaşımının yanına Kant’ın neyi bilebilirim (“Que-puis-
je connaitre?”) ... ve sonunda insan nedir “Qu’est-ce que l’homme” sorusunun
eklenebileceğini söyleyerek Kant’ın bu “ne” sorularının, nasıl değil (comment) ne ile
sorusunda bütün bu soruları antropolojide toplanabileceğini söylediğine işaret eder.
İnsanın olanaklarının sorulması Kant’ta bir insan amaçlılığının da sorulması
olacaktır. Kant Yargı Gücü’nda “Doğanın mukadderatı, yazgısı nedir?” diye sorar.
Burada bu yazgıyla ilişki bir çokluk kavramına da işaret edecektir. Kant için çokluk
içindeki insan, toplum içinde yaşayan insan dünyasında yaşayan (l’espèce humaine)
bir insandır.110
Düşünücü yargı gücüyle, erekselliğin anlığın bir ilkesi oluşunun tersine ereğini
kendinde taşıyan sanat yapıtı, kendi içinde özgül bir nokta taşır. Düşünücü yargı
gücünün subjektifliği, teorik aklın objektifliği ile bir sanat yapıtı için de (reflexive),
soyut-evrensel bir simge olarak, kendini bir evrensel imge olarak koyar.111
Teorik yasanın ve pratik yasanın evrensellik yolunda genel bir yasa olarak
bütünlük fikri sanat yapıtının evrenselliği ile paralellik taşır. Yapıt, eser genel bir
yasa altına sokulma olan evrenselin simgesi olur. Subjektif ve objektif arasındaki
ilişki, bütünlük fikrinin anlık tarafından kabul edilmiş bir “bütünlük” fikrinde,
bağımsız sanat yapıtındaki kapalı-özgül nitelikle, her iki yargı gücünü aşar.
Söylediğimiz gibi, deneyim içinde, bilginin oluşmasındaki belirleyici yargının
temeli olan genelin tikel için belirleyici olması, sanatsal biçim vermede yeni bir yargı
biçimine gerek duyurur. Doğada formların “çokluk birliği” form almışlık, sanatsal
biçimlendirmeden farklıdır. Jean Luc-Nancy, Être singulier pluriel kitabında, bu
çokluk içindeki tekilliğin aynı zamanda ayrılamaz ve ayrılabilir olduğuna da işaret
eder: “Tekil olarak çoğul, çoğul olarak tekil” olma durumu ötekilerle, ötekiler
110 Hannah Arendt, Juger¸ Seuil, Paris, 1991, s.30-31. 111 a.g.y., s.1115.
92
arasında olma durumunun aşılamıyacağı bir sürekliliktir. Diğerlerinin “arasında” ve
onlar “ile” bir olma, bir’i birçokluk içinde alır. Burada bir hatırlatmayla diyalog bir
içinde iki olmak olduğundan çokluk bir’in birliğinin içinde bulunur.112
Kant, burada yaratılmış ve yaratılan arasındaki ayrımda durur gibidir, çünkü,
doğa, yaratılmışlığı içinde, anlığın yasaları ile bir “uygunluk içinde” kavranır.
Sanatsal edim ise, bir “biçim verme” ilkesinin koşullarını açıklamak ister. Estetik
yargı gücüde, bu biçim verme ilkesini diğer bir deyişle estetik anlayışı “güzel” ve
“çirkin” kavramlarının anlığın temel ilkesi olan yasallığıyla ele alır.
Güzel ve çirkin kavramları, bir beğeni yargısı değildir. Kant, bu kavramlar
aracılığıyla sanat yapıtlarını değerlendirmez, biçim verme ilkesini, sanat yapıtının
doğrudan verili oluşu içinde ele alır. Birlik kavramıyla, tikelin genel altına
sokulması, sanatsal edimde neden ve sonuç ilişkilerinden bağımsız, dedüksiyon
yoluyla değil, doğrudan kavranılır. Yani bir birlik altında toplama değil sanat
yapıtının kendisinde kalan, estetik seyrin içinde kalan bir bütünlük söz konusudur.
Burada, Kant’ın sanat yapıtını, seyir içine yerleştirmesi, çağdaş seyircinin yapıtla
olan sürecini de hatırlatır. Bütünlük, evrensel simge olarak, kabul edilen yapıt
seyredenin seyri içinde kavranır ve anlıksal bir ilişkiye sokulur.Seyrin zamanı ve
mekanı değiştikçe, yapıtın bütünlüğü de değişecektir. Kant burada erken bir tarihte
“procès” kavramını sanat yapıtının kavranılışının içine sokmuş gibi gözükür.
Yargı kelimesinin, verili bir şeyden geçiyor olması, aynı zamanda verili
kavramların genel geçerliliğini de kabul eder. Kant’ın beğeni yargısı bu ön kabulü
tersine alarak, estetik bilinci, teorik bilinçten ayırır. Teorik ve pratik aklın, ilkeselliği
yanında, estetik yargı dış bir ilkeye ihtiyaç duymadan, dıştan bir tamamlamaya gerek
112 Jean-Luc Nancy, Être singulier pluriel, Galilei, 1996, s.48.
93
duymayan bir kendine yeterlik içindedir. Kant bu noktada zaman kavramını süreli
oluştan kopartarak, anlık kavramına indirger (indirger sözü, sadece zamanın
yaygınlığı karşısındaki site anlamıyla alınırsa), zaman seyir eyleminde, yapıtın
tamlığında kesintiye uğratılarak, saf bir “forma” ulaşılır.
Seyrin (temaşanın) önemi, romantik düşüncenin doğanın yüceliği fikrinin de
içinde yer alacaktır. Aslında, Kant burada, teorik aklın yasalarının, doğa yasalarıyla
uygunluğu için de bilinen “doğa formu”nda, yukarıda bahsi geçen başka doğa
imkanını verir. Yasallığın içine giremeyen doğadır. Genel geçer olamayan bir
doğadır söz konusu olan.
Çağdaş toplum açısından seyrin önemi, metropol yaşamın içinde imgelerin şok
edici gücü, yeniden bir gerçekliğin aranılacağı plan gibi durmakta. Metropol
kalabalığı, anlamsızlığı ve uçuculuğu içinde seyir eyleminin önemini yeniden
düşündürebilir. Geçici olanın, nasıl kalıcıya dönüştüğü, hızla tüketilenin nasıl her
yerde olduğu sorusu bu “anlık saf form” ile ilişkilendirilebilir.
7.3. Estetik Yargının Ereklilik Kavramı
Kant’ın nesnelere, doğa yaklaşımında kullandığı kavramlar, bilgimizin
niteliğinden hareketle oluştuğu için, dış dünya kavrayışı da bu kavramların seçimi ve
onların formlarıyla olacaktır. Erek kavramının tikel ve genel içinde bir bütünlük
oluşturması, yine mantıksal bir bütünlük olacaktır. Doğa ve parçaları arasındaki bağ,
bu bağı arayan, böyle bir bağ ile ilkelerini kuran anlığın saf görüşünün ve saf
94
kavramının zorunlu bağıntıları içinde “ereklik” kavramı (zweckmassigkeit) bir anlık
sistemi içinde var olur.113
Burada, doğaya büyük bir sistem olarak bakan modern felsefe yani doğa ve onun
öğeleri arasındaki birlikli yapı, zihnin birlik oluşturma ihtiyacına ve ilkesine
bağlanarak doğada olumsal, deney verisi anlamında bir özellik değil bir ilkeler
bütünlüğüdür. Bu ilkeler görünün ilkeleridir. Kant “Saf Aklın Eleştirisi”nde, bu
görüyü, kavram dizisi oluşturmada temele koyar. Bu kavramlar dizisi, aynı zamanda
bir tümdengelim (dedüksiyon) yoluyla temel ilkeyle ilişki kesilmeksizin yapılır.
Kant’ın “Saf Aklın Eleştirisi”ndeki öklitçi matematiğin, saf matematiksel
kavramlarını verirken, bu kavramlar dizisi içinde bir basamak formunda gelişen
sistemi anlatır. Matematiğin temel kavramlarının, burada geometriyi vererek ilke
oluşturması bunun a priori ilke olması, evrendeki uyumun da ilkesi olması, eleştirel
teoride, aklın nesnelerin özüne yerleştirdiği kavrayıştır. Bütün ve parça arasındaki
uyumun, Saf Aklın Eleştirisi’nin “Transendental Estetik” bölümünde geçen
geometride çoklukta birlik fikrinin verili olmayıp aklın kurgusu olduğu ve bu düzen
fikrinin nesnelerin, doğanın ilksel özü olduğunu söylemez.114 Saf görülerin,
dedüksiyonla ulaştığı çokluk yapısı, düşünücü yargı gücünün ampirik formların
çokluğu karşısında uyguladığı yasadan farklı değildir. Sadece matematiğe
uygulanmayan dedüksiyon “çoklukta birlik” yasası duyusal sistemimizin de ondan
hareketle kurduğu modeldir.
Burada, anlık olanın heterojen formları karşısında nedensel bir düzen içinde
tamlık fikri kurulur. Saf aklın eleştirisindeki anlığın yasa düzenleyici önselliği,
anlığın kategorileri yardımıyla hem kendi düzeni hem de doğanın düzen ve işleyişi
arasında bir uygunluğu varsayılır. Kant’ın ereksellik kavramını yargı gücünün
113 a.g.y., s.1120. 114 Kant, la Critique de la Raison Pure, Çev. A. Tremesaygues et Pacaud, P.U.F., Paris, s.1008.
95
koşullarına uygun bir düzene yerleştirmesi ereği “formel” bir kavrayışta ele aldığını
düşündürür.
Hem kavrayışımızın, kavram üretişimizdeki bağlantılarda kendini gösteren erek
kavramı aynı zamanda ampirik bilgimizin içeriği oluşturan “form verme” istenciyle
yani düşünücü yargı gücüyle ilişkili olmadığından “objektiftir”. Çünkü sanatsal edim
bu yargı gücünün öznel form verme istencinden geçtiğinden, ereksellik estetik yargı
gücünde, yapıtın evrenselliği ve tamlığı olarak ortaya çıkacaktır. Bu haliyle de yapıt
objektif olacaktır.
96
8. AYDINLANMA DÜŞÜNCESİ VE İNSAN
Kant aydınlanmayı; 1784 yılında “Aydınlanma nedir?” sorusuna, cevap verdiği
denemesinde şöyle tanımlar: Aydınlanma insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin
olma durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını
bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin
olmayışa kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedeni de aklın kendisinde değil, fakat
aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve
yüksekliğini göstermeyen insanda aramalıdır. Sapere Aude! “Aklın kendin115
kullanmak cesaretini göster!” aydınlanma sorusunu soran çağ, aklın otonomisini
keşfettiği gibi, bu aklın bütün edimlerimin bir geçerlilik kazançlığı çağı düşün…”
Akıl bir yandan tümel varlığın bütün edimlerinin kaynağı olurken, diğer yandan
da “araçsal akılı” yönlendirdiği doğa hakimiyeti ile iç içe geçmiş bir tahakkümün
yükselişin de kaynağı olacaktır. İlkinde Kant’ın cevabında bahsettiği bir içine
düşülmüş durumundan kalkışın olanağı olurken, Kant aklın kendisini eleştirmektedir.
Burada akıl bir kurtuluşun olanağı olarak insanın doğa karşısındaki özgür doğa ile
mücadele eden durumunu varsaymaktadır. Burada doğa ikinci anlamında olduğu gibi
tahakküm edilecek doğa değildir.
Kant, doğa felsefesi alanında, doğanın tarihini merkeze alarak, mekanik
konulardaki temel kavramlara geri döner. Kant kozmolojiye yönelirken, ilk doğa
115 Immanuel Kant, Seçilmiş Yazılar, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984, s.123
97
bilimsel yazılarını da vermiş olur. Evrensel kozmogoni∗ bir doğa tarihi “olarak
bilimsel temellere dayanır.
Kant’ın bilimsel temelli köken problemi, bilgi edimlerinin önemli bir işlevini
gösterirken akıl hem bilginin aracı, hem de praksisin doğrulayıcısı olur. Akıl hem
ampirik eylemin öznesi, hem de kendi üzerine düşünümü ile öz-düşünme’yi
(selbstbenken), kendini temele koyacaktır. Aklın bu temellendirilişi akla yönelik
eleştirilerde aklı vazgeçilemeyecek bir unsura dönüştürür.
Kant, aklın otonomisini, kuramsal felsefe ile ahlak felsefesini birleştirirken ana
tema olarak aklın özerkliğini, aynı zamanda bir özerklik düşüncesini, kendi kendine
yasa koyma talebi olarak ele alırken, aklın bir denetimine de vurgu yapar. Bilme ve
istemede kendi kendine yasa koyucu akıl, aynı zamanda kendi kendinin eleştirisini
de taşır. Aklın otonomisine yapılan eleştiriler bilimsel ve tekil açıdan ilerlemeye,
ilerleyen Avrupa’ya∗ yapılan eleştirilerle aynı potada değerlendirilmesi insan
∗ Kant, “Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı: Tüm Evrenin Oluşumu Ve Mekanik Kökeni Konusunda Newton İlkeleri Uyarınca Bir Deneme”sini 1755 yılında yayınlar. Kant’ın temel amacı evren ve tüm içindekilerin kökeni ve gelişim evreleri ile bunların yanı sıra tüm astronomik sistemlerin uzaydaki dağılımı ve sistematik organizasyonuna etken olan fizik ilkeleri hakkında açıklamalar getirmekti. “kozmoloji” terimi özellikle bu konu ile yani bir bütün olarak evrenin zamansal ve mekansal yapısı ve bu yapının bölümlerini birbirine bağlayan fizik ilkeleri ile ilgilidir diye nitelenebileceğine göre, Kant’ın yapıtı bir kozmoloji çalışması olarak tanımlanabilir. Immanuel Kant, Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı, Çev. Seçkin Seluç, Sarmal Yayınları, Sunuş yazısı, Milton K. Munitz, s.10. Kozmogoni terimi, kozmosun bir bütün olarak yaratıldığının belirtilmesi ile, bir yandan doğa üstü bir olayı aslında Kant’ın doğaüstü nitelikte olmayan bir evrenin “kökeni”ni bilimsel temellere dayandırır. Burada bir hatırlatma ile evrenin kökeni için yazılan ilk kaynaklar düşünülürse, Heseidos’un teogonisi, bir hikaye anlatısını içerdiğinden doğa, evren karşısındaki varlık, onunla mücadele birlik içinde yaşar. Bilimsel bir temellendirmede ise doğa gözlemin içeriğini oluşturacaktır. Doğa ve insan hikayelerindeki baş öğe değildir. Bir Odyseus’un yolculuğunda kahramanın savaştığı doğa değildir. Kant’ın bilimsel temel arayışı doğayı bir birlik, bütünlük ilkesine göre açıklarken, eleştirel düşüncenin bir bütünlük ilkesini de hatırlatır. Kahramanın mücadele ettiği doğa yerine, Kant’ın doğası hem içinde bütünlük ilkesi uyarınca, hem de dışında olan olarak bir doğadır.
∗ Burada Edmund Husserl’in Viyana Kültür Birliği’ne 7 ve 10 Mayıs 1935 tarihinde sunduğu “Avrupa İnsanlığının İçinde Bulunduğu Kriz ve Felsefe” başlıklı denemesi düşünülebilir. Husserl denmenin başlarında, doğa bilimi ve tin bilimi arasındaki ayrımın ve her iki alanın kavrayışındaki
98
farklılıkların farklı sonuçlarını şöyle değerlendirir: “Dünya eşit hakla iki gerçeklik alanından, doğa ve tinden oluşmuş bir yapı olsa idi, hiçbirine öbürü karşısında yöntemsel ve olgusal öncelik tanınmasa idi, o zaman durum farklı olurdu. Ama tek başına doğanın kendine göre kapalı bir dünya gibi ele alınması gerekmektedir. Yalnızca doğa bilim içine geçilmez bir sonuç olarak tüm tinsel alandan kendini soyutlayabilir ve doğayı salt doğa olarak araştırabilir. Bir yandan ters yolla doğadan böylesine tutarlı bir soyutlama, salt tinsel ile ilgilenen tin bilimciği kendi içinde kapalı, salt tinsel ile bağlantılı, salt doğa bilimin paraleli olarak salt evrensel bir tin biliminin konusu olabilecek bir “dünya” ya götürmez. Çünkü, tüm bu türlü tinselliğin kendisine dayandığı insan ve hayvanın “ruhlarının” hayvansal tinselliği nedenini tek tek olarak cisimsellikte bulmakta ve onun üzerinde kurulmaktadır. Bundan da anlaşıldığı gibi böyle salt tinsel ile ilgilenen tin bilimci betimleyici yöntemin, bir tin kuramının dışına çıkamaz, yani, görülür sonluluklara bağlı kalır. Her örnek bunu gösterir. Ör: bir tarihçi eski Yunan’ın derken fiziksel coğrafyasına değinmeden eski yunan tarihini, yapıların cisimselliğine değinmeden onun mimarisini ele alamaz vb. vb. Bu nokta apaçık ortada.” Edmund Husserl, Avrupa İnsanlığının Krizi ve Felsefe, Çev: Önay Sözer, Afa Yayınları, İstanbul, 1994, s.31-32.
Husserl, Avrupa insanlığının içinde bulunduğu krizin asıl anlamı için salt tinbilimsel bir soru olarak bu krizi tin tarih açısından kavramanın önemine değinir. Burada, “Avrupa tinselliği”olarak anılan durum, eylemlerin, yaratmaların, çabaların amaçların bir bütünlüğünü söz konusu eder. Avrupa kavramı altında, Avrupa tinsel Gestalt’ını belirleyen bir teleoloji söz konusudur. Bu coğrafi temellenişin yanında, düşünsel temellenişte yani tinsel bir ürün olarak felsefe ortaya çıkar, evrene duyulan ilgi, varlığın genel formlarına, tikele duyulan ilgiyle bir bilimlere ayrılır. Bu adımdan sonra felsefe ve kültür arasındaki ayrımda, sonsuzluk açısından sonsuzluğun idealitelerinin ancak felsefeyle tanınabileceğine değinir. Bilimlerin ilerleyişinde felsefeyle sorulan varoluş sorularının tek yönlü bir bakışla bir bilimsellik altında nesnelleştirilmesi, aklın aydınlanma döneminin akılcılığı biçiminde gelişmesinin bir yanılgı olduğunun kabulüyle yeniden yunan felsefesinin klasik dönemindeki akılcılık anlamıyla karıştırılması gerektiğini, Alman idealizmini erken bir adımla kavramıştır.
Husserl’in akılcılık olarak, Rönesans’tan bu yana evrensel – akılcılık olarak kabul görmüş akılcılığın, tinin doğallaştırılmasının değişik tipleri olarak genel başlıkta bir nesnelcilik olduğunu söyler, bu nesnelciliğin Alman idealizmi tarafından da aşılmadığını söyleyecektir. Aydınlanma akılcılığının bu eleştirici aklın ilerlemesinin bir yanlış yolda ilerlediğinin gösterilmesidir. Bu noktada, kriz sorusu, “nasıl oluyor da yüzyıllardır kuramsal ve pratik başarıyla bu kadar gurur duyan “yeniçağ’ın kendisi sonuçta büyüyen bir hoşnutsuzluğun içine sürükleniyor, hatta durumunu acil durum olarak algılaması gerekiyor?” olarak Husserl’in ilgilendirir. Aklın eylemleriyle ilişkili bu eleştiriler soru, Heidegger’in yeni bir varlık sorusunu, Nietzsche’nin pre-sokratik dönemin varlık kavrayışına yaptığı vurguyu ve bir hakkını verişle Kant’ın insan varlığının bilgi kuramını yeniden temellendirilişi sorularını düşündürecektir. Çözüm olarak, Husserl, Avrupa kavramının sonsuz “akıl hedeflerinin tarihsel teleolojisi olarak ortaya konulmasını” önerirken, Avrupa “dünyası”nın aklın idelerinden, felsefenin tininden nasıl doğduğunun gösterilmesi gerektiğini söyleyecektir. Aklın başarısızlığı, akılcılığın kendisinin yapısında değil onun tin düşmanlığı ve barbarlıkla sonuçlanan nedenselcilik ve doğalcılık tarafından ele geçirilmesine karşı çıkışla aşılacaktır.
Husserl’in Avrupa kavramında bulduğu kökensel bütünlük ve bunun felsefi akılcılıkla yeniden kazanabileceği varsayımı, bu günün AB gibi örgütlerin ayrımcı politikaları ve pratikleriyle ne kadar bağdaştığı önemli bir sorudur. Krizi yaratan krizden çıkmak isterse,etrafa saldırır. Bu sıcak
99
doğasının bir yanlış anlama sonucu ilerleme, kötülük, zalimlik kavrayışında
değerlendirilmesine de yol açmıştır. Burada Kant’ın aklın yönlendirdiği bir dünya
hakimiyeti gibi açıklanabilecek eleştirel teorisine, Kant’ın hümanizma anlayışı ile
bağdaşmayacaktır.
18. yy. Aydınlanması, “tinin incelik ve uçurumlarını, duyguların derinliğini,
inancın özünü ve bireyselliğin kavramsal olarak tanımlanamaz oluşunu göz ardı
eden, sığ ve zararlı bir rasyonalizmin ifadesi” olarak Alman idealist ve romantikleri
tarafından eleştirilirken, 20. yy.’da Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno 1944’de
tamamlanan, 1947’de yayınlanan Aydınlanmanın Diyalektiği’nde, Aydınlanma’ya
ideoloji eleştirisi aracılığı ile, insanın dışsal doğa ve kendi doğası üzerinde araçsal
aklın yönlendirdiği, totaliter sistemlerin ve aynı aklın toplumsal yaşamda diğerleri
üzerindeki tahakkümüne dayalı anlayışı geliştirirler. 116 Burada, rasyonalizmin hem
ilerleme ilkesi, hem de aklın yaşamı eleştirilmektedir. Birgit Recki makalesinde,
Aydınlanma’ya dair yanlış anlaşılmaya nasıl varıldığını soracaktır. Voltaire ve
Rousseau, Codillac ve Baumgarten, Hume ve Kant gibi birbirinden son derece farklı,
onca filozofun hangisi, insani öz-anlayışın temel ve çok yönlü işlevi için, akıl
kavramına normatif yetki affetmemiş ki! Bu akıl, bir çıkarcı tasarruf, bir teknik
teçhizat ve bir politik baskı aracından mı ibarettir? Kant tarafından, insanın kendini
ahlaksal bir görünüşe tabi kılma düşünümünde oraya konan akılsal disiplin, ilkece
Marquis de Sade’ın∗ şehvet makinesinin can sıkıcı nakaratlarından açığa vurulan
savaş olmasa da, tamda akılcılık denen yönelimin (intentionalite) halen bir akıl-dışı yöntemle varolduğunu gösterir. Akıl sahnenin dışındadır. 116 Birgit Recki, “Kant ve Aydınlanma”, Çev. Hakan Çörekçioğlu, Cogito; Sonsuzluğun Sınırında; Immanuel Kant, YKY Yayınları, Kış 2005, s.192-193, içinde.
∗ Bu adın zikredilmesi konusunda, Slavoj Žižek Cogito’nun aynı sayısında “Kant ve Sade = İdeal Çift” başlıklı makalesinde bu çifti şöyle değerlendirir: “Kant ve Sade, “Kant Sade’dir” ifadesi iki radikal karşıt arasına bir eşitli işareti koyduğu için, başka bir deyişle şu yansız etik tavrın bir yönü ile, haz verici şiddete yönelik dizginleşmeyi bir düşkünlükle özdeş olduğunu yada bu düşkünlükle örtüştüğünü öne sürdüğü için, modern etiğin “sonsuz yargı”sıdır” (s.181) S. Žižek bu ikili arasındaki bağlantıyı Lacan’ın “Psikanalizin Etiği” üzerine verdiği seminerlerde, ilk kez kurduğunu, ve 1963’de Ecrits içinde aynı adlı makalede yazdığını söyler.
100
boyunduruk mekanizmasını mı hazırlamaktadır? Aydınlanma doğaya hakimiyetten
ve toplu aldanmadan başka bir şey değil midir? bu yanlış anlamaya nasıl
varılmıştır?... kötü niyetle bir kavram çarpıtması yolu ile, tinsel bir hareketin…
değerini düşürme çabasına işaret etmiyorsa (…) tarihsel olarak (…) ilerleyen Avrupa
Žižek, Kant’ın katı ahlakçılığını, yasanın sadizimi olduğunu söylerken şöyle örnekler:
öğrencilerine olanaksız ödevler vererek işkence eden, onların başarısızlıklarından gizli haz duyan bir öğretmen, “öznenin içine düştüğü çıkmazdan, sonu gelmez buyrukları karşılayamamasından sadistçe bir haz duyan bir süper ego ajanı olduğunu” söyler. Žižek pratik akıl’dan şu örneği vererek Lacan’ın ilgilendiği noktayı açıklar:
Diyelim ki birisi arzusunun nesnesi ve olanak bir arada bulunduğunda, şehvetine karşı koyamadığını söylüyor. Ona bu olanağı bulduğu evin önünde şehvetini doyurduktan hemen sonra asılacağı bir darağacı kurulduğunda, tutkularını kontrol edip edemeyeceğini soralım. Buna yanıtının ne olacağını pek uzun düşünmemiz gerekmez. Lacan, arzunun “patolojik” çıkar ya da güdülerinin üzerinde temellenmeden, Kant’ın etik ölçülerine uyan “kişinin kendi arzularına uymasının”, “kişinin ödevini yerine getirmesi” ile örtüşmesini sağlayan “paradoksal tersinimi vurgularken, her etik edimin “patolojik” güdülenime dayandığını söylemez. Kant, patolojik duygulanım ile ahlak yasasının formu arasındaki mutlak ayırımdan bahseder.
Burada Kant patolojiyi nasıl açıkladığı hatırlanabilir. Tüm ahlak yargılarının en yüce ilkesi akılda bulunurken, eylem için ise ahlaksal itici güç bu ilke yürekte bulunur. İtici güç teşvik ilkesi olarak yargının yani normun yerine geçmez. “akıllılı ilkesi patolojik değildir; şayet öznel nedenlerden, eğilimlerimizden, duygularımızdan türeseydik, o zaman patolojik olurduk. Ahlakta patolojik hiçbir ilke yoktur, çünkü o nesnel yasaları, neyi yapılması gerektiğini içerir, yoksa insanın yapmayı arzu ettiği şey değil, ahlak eğilimin analizi değil, tüm eğilimlere karşı bir kuraldır. Ahlaklılıkta patolojik ilke, ancak tüm eğilimlerin tatmin edilmesinden ileri gelirdi; bu da kaba Epikürcülük olurdu, ama gerçek Epikürcülük değil” (Kant, Philosophia Practica Universalis, Etik Üzerine Dersler I, Çev: Oğuz Özügül, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 1994, s.54 ).
Lacan için Kant etiğindeki, duyguların ve ahlak yasası arasındaki ilişkide, Kant’daki sadist yön değil Sade’in gizli bir Kantçı olduğunun gösterilmesidir önemli olan. Lacan kavramı üzeriden Kant’da yasaya karşı davranışın a priori sonucu olan acı duygusu, Sade’in jouissance’a ulaşmak için ötekine işkence etmekten ve işkenceye uğramaktan geçen acı ile bağlantılandırır. Burada özne, işkenceci işkenceye maruz kalan biri olarak, Lacan acının öznenin etik deneyimindeki önemini “telaffuz öznesi”, ile “telaffuz edilenin öznesi” olarak ayırır. Acı kavramı ile Lacan, Sade’daki beden merkezli fantezinin, her türlü aşağılama ve acıya şiddete rağmen, bedenin gizemli bir şekilde sapasağlam kalması ile, bedenin ölümsüzlüğü ile Kant’daki ruhun ölümsüzlüğü arasında ilişki kurar. Ahlaki kusursuzluğa ulaşmaya çalışan ruhun ölümsüzlüğü burada bedenin ölümsüzlüğü karşıtına dönüşür. Bu araç ve kusursuzluk ahlak yasasına “telaffuz eden” öznenin bu yasayı hiçbir yerden gelmeden, kendisi tarafından kabullenilmiş olmasının, Lacan için bir “bastırılmış özne durumunu gösterir. Bir yandan yasayı telaffuz özne’si olarak öznenin varlığı, öte taraftan da bu buyurunun kişiden bağımsız olması öznenin bastırıldığı, onu “sadist” infazcı - işkenceci şeklinde görünür kılan Lacan’ın gözünde hem yasayı telaffuz eden, hem de acı ve aşağılanmadan haz duyan Sade’da Kant’ın evrensel buyruğunun “ödevini yerine getir!” maksiminin karşıtı olarak; “Bizimle aynı konumda bulunan bütün insanları acımasızca, hazza ulaşmak için kullandığımız araçlar haline getirerek bize haz veren tüm patolojik olumsal kaprisleri sonuna dek izle” buyruğu olarak ortaya çıkar.
101
ülkelerinden birinin … rasyonel sosyalizmle barbarlığa düşmesinin… algıda
travmalaşmasının bir ifadesi … Frankfurt Okulu’nun başını çektiği ve bu algıya
göre… Batı’da hayvani gücün … kontrolden çıkmasını … faşist terörü batının tarihi
ile süreklilik içinde … totaliter vahşetin gerçek nedenlerini bu şekilde kavrayarak …
“hümanizmin kılıfının altına saklanan… gerçekte hümanizmin asıl ruhundan başka
bir şey olmayan zalimin…” bu olaylarda… kendini ortaya çıkardığını söyler.117
8.1- Kant’ın Aydınlanma Anlayışı ve Foucault’nun Değerlendirmesi
Kant, bir derginin sorusuna verdiği yanıt olan Aydınlanma Nedir? Denemesinde,
yaşadığı günün gerçekliğine, içinde bulunduğu zamana cevap veriyordu. Kant,
felsefesinde zaman kavramını deneyimin a priori’lerinden biri olarak alırken,
güncellik anlamında bir “şimdiki zamanı” bu metin içinde ele alır. Kant düşüncesine
yöneltilen eleştirilerden biri olan, Hegelci eleştiri Kant’ın kategorik buyruğa dayalı
evrenselci ahlakında, Kant’ın somut tarihsel durumu hesaba katmadığını söyler. Bu
özne Kantçı formalizmin içinde belirlenimsizlik içindedir. Aslında burada ahlak
yasasında ödevin ne olduğunu buyruk söylemez, bu ödev özne tarafından
belirlenecektir. Kant bu metinde, Foucault’nun belirtmiş olduğu gibi, “ilk defa ele
alınır göründüğü soru, şimdiki zaman sorusu, güncellik sorusudur: bugün neler olup
bitmektedir? Şu an neler olup bitmektedir? Ve hepimizin kendimizi içinde
bulduğumuz ve halen yazmakta olduğum şu anı tanımlayan bu “şimdi nedir?”
sorusunu sorarak şimdiki zamanı felsefi düşünme açısından değerlendirir.118
117 a.g.y., s.193. 118 Michel Foucault, Seçme Yazılar; Özne ve İktidar, Çev: Işık Ergüden, Osman Akınay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1994, s.162.
102
Kant, aydınlanma sorusundaki, öznenin içinde bulunduğu ergin olmayıştan
çıkışını, günün insanının kurumlarıyla, “kendi suçu ile” düştüğü durumdan çıkmasını
söylerken günün toplumsal siyasal yapısına da eleştiri getirir. Bu metinde, ergin bir
insanın yanında vaaz veren bir din adamı, yasa koyucu, yer alır. Kant’ın
Aydınlanmacı olup olmadığı, 18. yüzyılın tarihsel ve felsefi olarak aydınlanma
dönemi olup olmadığı soruları, felsefi bir soru olan aydınlanma nedir? sorusuyla
güncelleştirilmiştir. Bugünden geriye bakışla, Kant’ın bir şimdiki zamanı, bu soruya
cevapla verdiği hem döneminin bir aktörü hem de bir düşünürü olduğunu gösterir.
Aydınlanmayı, aklın etkinliklerine bağlanan bir çağ olarak düşünürsek, Kant’ın
insan bilgisini anlamak için aşkınsal idealizmi kurması Aydınlanmanın rasyonalist
tarafının bir eleştirisi gibi düşünülebilir. Kant pratik aklın ilkeleriyle, özgürlük
idesinin Tanrı’nın spekülatif olarak kabul edilişiyle mümkün olduğunu varsayarak,
Aydınlanmanın geleneğinin hakikatlerine de yüz çevirmiş olur. Burada Kant’ın,
makaledeki soruyu şimdiki zamanın felsefi olay olarak ortaya çıkması olarak ele
aldığını düşünürsek, Kant aydınlanmaya bu yaklaşımıyla da, bir aydınlanma eleştirisi
yapar. Aklın eleştirisinde birlik savında bulunduğundan bir sistem düşünürüdür. Kant
eleştirisinde bir yönüyle, saf alın eleştirisinde akla kazandırdığı, pratik aklın
eleştirisinde özgürlük idesiyle eylemin öznel yapısına kazandırdığı anlamı yanında
yargı gücünün eleştirisinde duyguya verdiği anlamla aydınlanmanın klasik
eğilimlerini de eleştirmiş olur.
Bu noktada Foucault Aufklärung üzerine yazılmış bu metinde felsefi söylemin
“kendi söylemsel güncelliğini sorunsallaştırdığını” görür. Güncellik şimdiki zamana
aidiyetin sorgulaması, bir geleneğe ya da doktrine ait olma sorusuna değil, bir “belirli
bir “bize”, insanın kendi güncelliğinin karakteristik özelliğini yansıtan bir kültürel
bütünlükle ilişki içinde olan bir bize ait olma sorunudur.” Felsefenin ya da filozofun
bu şimdiki zaman sorgulaması felsefenin modernlik üzerine bir söylem ya da
modernliğin söylemi olduğunu niteleyebilir. Modern söylemin, ya da modernlik
sorunun antik modern ilişkisi üzerinden değerlendirilmesine karşılık, olarak
103
“antikçağla bağlamasına bir ilişki içinde değil, ama insanın kendi güncelliğiyle
“enlemesine” bir ilişki içinde olduğu düşünülür. Söylem kendi güncelliğini bir
yandan bu güncellik içindeki kendi asıl yerini bulmak, öbür yandan anlamını
söylemek, bu şimdiki zaman içerisinde uygulamaya dökebileceğini eylem tarzını
belirlemek için dikkate almak zorundadır.”119
Felsefe ve gündelik hayal arasındaki ilişki burada gündelik kelimesiyle şimdiki
zamanın arasında gündelik hayatın yani pratik yaşamın bir şimdiliği söz konusu
edeceğinden felsefi kavramlarla, felsefi olmayan dünyanın bir karşılaşması söz
konusu olacak.∗
119 a.g.y., s.165.
∗ Gündelik yaşamla, felsefenin bu ilişkisini spekülasyonu terk ederek, üretim ilişkilerini, üretim etkinliğini ve aşılması gereken yanılsamaları inceleyen XIX yy.’ın Marx’ın yapıtlarını, sosyal bilimlerini düşünürsek, felsefe burada kendi dışındaki dünyayı bir hakikat dünyası olarak alacaktır. Henri Lefevre’ın Modern Dünyada Gündelik Hayat kitabı bu ilişkiyi, Marx’ın yapıtı odaklı olarak incelenmiştir. “Felsefeyi ortadan kaldırdıklarını iddia eden pozitivizm ve pragmatizm bir yana, felsefe bu incelemeler üzerindeki egemenliğini sürdürüyor. Parçalı düşünceleri ve ayrışmış bilgileri birbirine bağlayan şey yalnızca ve yalnızca felsefedir. İnsan (öz ve varoluş) üzerine, bilinç (doğru ya da yanlış) üzerine olanaklı ve olanaksız üzerine bir araştırma olarak felsefeyi hesaba katmamak imkansızdır.
Keşfedilen unsurlara ve parçalara değer biçmek ve bunları bağlandırmak için başka kaynak yoktur. Neden? Çünkü bütünlüğü içinde, toplamı içinde ele alınan felsefe, aynı anda özgür, tamamlanmış, tamamen gerçekleşmiş ve gerçek olan tek kelimeyle bütünsel bir “insan” tasarısı kurar. Sokrates’in “ebelik” (maieutike) yaparak doğruyu doğurtma yönteminde örtük olarak bulunan bu tasarı yaklaşık yirmi yüzyıl boyunca ayrıntılandırılmış yeniden gözden geçirilmiş, tartışılmış, geliştirilmiş, eklemelerle gereksiz eklerle ve abartmalarla bezenmiştir. (Henri Lefebvre, Modern Dünya da Gündelik Hayat, Çev: Işın Gürbüz, Metis Yayınları, İstanbul, 1998, s.18). Felsefe, gerçeği bilmek için uğraşır, bu uğraşısı sırasında kendi kendini de değerlendirerek, kendi gerçekliğini de sergiler. Gündelik hayatın şimdiki zamanını soran felsefe kendi şimdisini de aramaktadır. Felsefeye göredir. Dünya olan gündelik hayat, ideal olana kıyasla bir gerçek dünya olacağından, bir yandan gerçeğin esrarını bu dünyada çözmeye çalışırken, diğer yandan da kendisi ile bu dünya arasına mesafe koymayı da ihmal etmez. Felsefe bir yandan insana gündelik hayat içinden, diğer yandan da felsefi eylemi yapan insan ve bu insanın anlamı olarak dünyayı ve insanı düşünür. Bu “… felsefenin gündelik hayata dair hem eylem hem de radikal bir eleştiri olduğu düşünülürse, felsefe tarafından belirleyici bir bilinç ve tanıklıkla donatılan gündelik insan açısından da imkansız bir ayrım olarak belirecektir. Felsefenin bir yandan kendini tamamlanmış bir bütün olarak görmesi yanında bu dış dünyaya “bayağılık”, “bayağı bir pratik olarak” yaklaşması, diğer yandan da, felsefenin bu tamamlanmışlığı karşısında gündelik hayata üstünlük
104
Aslında burada, gündelik ile felsefe arasındaki ilişkide yada olması gerekli ilişkiyi
Foucault’nun entelektüel uğraşının sonuna değin açıkladığı gerçek amacında
“kültürümüzde insanların özneleştirilmelerini sağlayan farklı işleyiş tarzlarının
tarihini ortaya çıkarmak120 ifadesi, gündelik olanın sorunlaştırılarak, öznel
deneyimlerinde hakikatlerin tarihsel kuruluşlara da değineceğinden, bireyselliğin
dönüştürülmesi de bu sorunsallaştırma yoluyla gerçekleşecektir.
Bu noktada, Kant’ın “Aklını kendini kullanmak cesaretini gösterir” sözü bir
yönüyle insanın, kendisiyle birlikte çevresini de kurtarabileceği bir yaşam ortamının
koşulunu da iletir.∗ Toplumu oluşturan bireylerin hem kendileri, hem de bu topluluk
göstermesi onu kendi kaderine mi bırakacaktır soruları, felsefenin hem felsefi olmayan dünyayı dönüştürmesi hem de bu dünya karşısında gereksiz bir şey olarak düşünülecektir.
Gündelik yaşama dair bu bayağılık yaklaşımı felsefeden yola çıkılarak yapılacak bir çözümleme ile, gündelik yaşam içindeki “yaratıcı etkinliği, tamamlanmamış etkinliği, tamamlanmamış yapıtı” çıkaracak devrimci kurtuluş tasarısını gerektirir. Devrim kavramı ile, gündeliklik kavramının felsefeden geldiği, felsefi olmayanın düşünmenin ve ele almanın “bir felsefe eleştirisi” geliştirmenin olanağı anlaşılır. Felsefe burada soyutlanmış, aşkın bir dünyanın içinden değil, “… canlı varlıklardan … oldukça farklı ürünler ve yapılar bütünü olarak gündelik hayat, yalnızca doğanın, tanrısal olanın ve insani olanın göremedikleri… gündelik hayat, bir ilk anlam küresi, … ne bir düşüş yönü, ne de bir engelleyici ya da durdurucudur; aynı anda hem bir alan hem de bir ara istasyondur, bir aşamadır ve aklama tahtasıdır. … olanaklı olanı… kaçınılmaz olanın diyalektik bir çıkmanın etkileşimidir.” … felsefi değerlendirişin kendi hakikatleri uğruna, meseleleri …, bıraksa da, kendi “ felsefi yabancılaşmasını yani, gerçekliği olmayan hakikate, gündelik yani hakikati olmayan gerçeklik, yabancılaşma tekabül edecektir. Gerçeklik problemi, olayların, görünüşlerin bir toplamı olarak gündelik hayatın “dönüşümünün” tasarlandığı kategoriler halinde üst ve alt yapıların ayrımına dayanmayan, felsefenin kendisini “kozmogonik” ve teolojik mitosların” sonuncusu haline geldiği, bir felsefenin inşası ile birlikte ele alınır. Gündelik hayat kavramı ile Hegelci orta sınıf ve devlet bürokrasisi eleştirilirken, o buraya işçi sınıfını yerleştirir. Max’ın felsefi – politik sistem çizgisinde Platon’dan Hegel’e kadar uzanan pratik sistemi, bir “tarihin anlamını açıklayarak tarihe son veren” akılcılığın eleştirisi de alır. Bu akıl gündelik hayat içinde akılcı olan ile akılcı olmayanın modern içinde aklın kimin yanında olduğunun sorulduğu akıldır. Modern söz konusu olunca bu akıl, yaratılmış imgelerin bunların işlevlerinin yerlerinin incelenmesini, bir gözden geçirilmesini varsayacaktır. 120 Michel Foucault, Söyleşi Duccio Trombadori, Çev. Gökhan Aksay, Çivi Yazıları, İstanbul, 2004, s.27.
∗ Ortega Y. Gasset, kendisi ile birlikte çevresini de kurtarma çabasını yaşam olarak değerlendirdiği, Tarihsel Bunalım ve İnsan adlı kitabında, Alman bilgin ve aydını için şunu söyler: “gördüğümüz gibi, yaşamı ortamımızdaki koşulların benimsenmesi olarak alırsak insanın kendisi ile birlikte çevresini de kurtarmadıkça kendisini kurtaramayacağı sonucu çıkar… yirmi beş
105
adına yaşantısını kendi kendisini aydınlatması “özgür olma hakkı yanında, bunun
sonucu olarak “kendindekini akıllıca değerlendirmesi”ni herkes için bir ödev
olduğunu” çevresine yayacaktır. Güncellik, ve felsefe arasında ilişkide, felsefenin
kendi güncelliğini sorması, ilerleme, ilerlemenin insanlık için söz konusu olup
olmadığının da cevabının arandığını hatırlatır. Kant, 1784’deki cevabın arkasından
1798’de “ona yaşadığı kendi zamanının yönelttiği ama 1784’den beri Almanya’daki
yaşımda bir kürsüye yerleşmişken, benim için bir Alman Gelehre’ine öykünmekten daha kolay iş olamazdı… 1910’da yaptığım siyasal program olarak toplumsal pedagoji konulu konuşmada şöyle diyordu: “başka ülkelerde belki de bireylerin kendilerini zaman zaman ulusal sorunlardan soyutlanmalarına izin vardır: Fransızlar, İngilizler, Almanlar yerleşik bir toplumsal çevre içinde yaşarlar. Yurtları kusursuz toplumlar sayılmaz belki, ama tüm temel işlevleri güvenceye alınmış, işlerliği olan kurumların hizmet gösterdiği toplumlardır. Alman Filozofu, … Almanya’nın nereye gittiği sorunu ile ilgilenmeyebilir; kendi yurttaş yaşantısı kendisinin duruma el koymasını gerektirmeden tümü ile örgütlenmiş bulunmaktadır. Vergilerin yükü altında ezilmez, sağlığı belediye kuruluşlarının koruması altındadır; üniversitesi bilgisini artırması için nerede ise makineleşmiş bir ortam sunar; yakındaki kitaplık kaç tane kitaba gereksinim varsa hepsini birden sunar, masrafsız tarafından yolculuklar yapabilir, seçim zamanı gidip oyunu verdikten sonra iradesinin çarpılacağından korkmadan gerisin geri çalışma odasına döner. Betimsiz tanrısal gerçekler denizinde yelken açmasını ömrünün yirmi yılını yalnızca sonsuzluğu düşünerek geçirmesini kim engeller ki Alman filozofunun...” (Ortega Y. Gasset, Tarihsel Bunalım ve İnsan, Çev. Neyire Gül Işık, Metis Seçkileri, İstanbul 1998, s.133, “Almanlar İçin Önsöz” içinde. Bu sözler Walter Benjamin, Paris yaşamı içinde “Homme de Lettres”, kavramı ile açıkladığı, düşünür tipi, hem flanörlük yapan hem de zorunlu çalışma saatleri dışında yaşayan, gözlemci düşünürünün dışında, sorumluluk ve ödevleri ile yaşar. Burada Alman aydın kimliğine yapılan bu yaklaşım bir yönü ile kamu ile kuşatılmış olmanın diğer yönü ile de tanrısal ufkun açıklığında yaşayan bir aydın yurttaşı niteler. İçinde bulunduğumuz Türkiye toplumunda, aydın, düşünür olmanın hem sosyal güçlükleri, güvenden yoksun söylem alanı, baskı stratejilerinin belirlediği bir gelecek kaygısı, ne bir Alman aydınının yaşadığı zamana inancını, ne de Gasset’in kendini bir İspanya tutsağı olarak görmesi gibi değildir. Ne bir Türkiye tutsağı ne de günlük yaşama inanç içinde ne yurttaş ne aydın olamadan olmamak; gerçekleşmemek üzerinden geçen yaşamımız için bu sözler anlamlıdır. Gasset “Almanlar İçin Önsöz” adlı denemesinde şöyle devam eder: “bize gelince durum pek farklıdır: ulusal kaygılardan sıvışmak isteyen İspanyol günde on kez onların ağına tutsak düşecek, sonunda anlayacaktır ki, Bidasoa ile Cebelitarık arasında doğmuş bir insan için, bir numaralı, dörtdörtlük kaçınılmaz sorun İspanya’dır.” (a.g.y., s.134 ). Bu sözlerin ardından Gasset “Alman biliminde ve Alman Gelehre’inin varlığında, enfes … yanı sıra, … yaşamın yüce varlığından bir sapma olduğunu duyuyordum”, diyecek, ve bilimin “hiç kimseye ait olmayan toprak” ında , … bilim sanki başlı başına bir ülke, “… gibi görülmesini eleştirecek sonunda bu düşüncenin vardığı noktanın açık ve seçik ve acı geliştiğini söyler.
106
bütün felsefi tartışmalarda formüle edilmiş bulunan bir sorguyu” cevaplamaktadır.
Bu soru “devrim nedir”dir.∗
Aydınlanma, ilerleme ve devrim kavramları ortak bir bütünün parçaları gibi
dururken aslında, farklı tarihsel dönemlerin etkinliğinde öne çıkmıştır. Aydınlanma
ile belirlenen XVIII. yy.’da ilerleme fikrini her tarihsel dönem içine yerleştirilebilir.
Bu nedenle ki Kant’ın “insanlığın sürekli bir ilerlemesinden söz edilebilir mi?”
sorusu bu genel duruma gönderme yapar. İnsan ve ilerleme kavramı ancak
Foucault’nun belirtmiş olduğu, gibi bu soru için “… ilerlemeyi mümkün kılan …
örüntüyü takip etmek yeterli değildir; bunun için daha fazla şeye, tarih içerisinde bir
işaret değeri taşıyacak bir olayı göstermeye gerek vardır.” Şimdi düşüncesini akla
getiren Foucault burada bu ilerlemeyi mümkün kılan nedenin, sadece tarihin bir
noktasında değil, bu fikrin varlığını gösteren, “bu eğilimi güvence” altına alan bir
işaret olarak devrim düşüncesini alacaktır. Ve Kant’ın da kendisi gibi düşündüğü
yani devrimi bir işaret∗ değeri taşıyan bir olay olarak gördüğünü şu alıntı ile gösterir:
“… insanların yaptığı, insanlar içinde büyük olanı küçük, küçük olanı büyük hale
∗ Michel Foucault “Aydınlanma Nedir” makalesini, Mayıs 1984’de, Magazine Litteraire
yayınladığında, Şah rejimi ile ilgili olarak bir ekim 1978’de “Modernleşmenin Ayak Bağı” adı ile yayınlanan makalede, modernleşmenin istenmeyen içler acısı yenilgiye sebep olduğunu yazar. Foucault, Tahran yolculuğuna çıkmış ve Şah dönemi İran’ın “kendisi arkaik olan bir modernleşmenin bütün bir kültür ve bütün bir halk tarafından reddi” olarak karşı çıkan bir “çok kaba modernleşme” içinde olduğunu görür. Şöyle devam eder: “dolayısı ile, artık istenmeyen “modernleşme”, bu bir dizi içler acısı yenilgidir. Ama aynı zamanda daha eskiye dayanan bir şeydir. Bugünkü hükümranın bir parçasıdır ve onun varlık nedenidir. Sadece yönetimin değil, hanedanlığında temelinde olan bir şeydir” (Michel Foucault, Seçme Yazıları: Entelektüelliğin Siyasi İşlevi, Çev. Işık Ergüden, Osman Akınhay, Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2000, s. 290 )
Foucault, İran rejiminden karlı çıkan küçük bir “klan”, ekonomik girişimleri kendi haklarına katan Şah ailesinin “arkaik bir modernleşme’yi gerçekleştirdiğini söyler: “… “kendi” polisini, “kendi” ordusunu donatabildiği ve batılılarla şaşkınlık verici ve karlı sözleşmeler imzaladığı da buna eklenirse, İran halkının Pehlevi’leri bir işgal rejimi olarak görmesini anlamamak mümkün mü? … İran’da yaşlı olan Şah’tır: elli yıl, yüz yıl gecikmelidir. Yağmacı hükümranların yaşındadır, laikleşme ve sanayileşme yolu ile ülkenin açılacağı şeklindeki modası geçmiş hayali taşımaktadır. Günümüzde, arkaizmin, Şah’ın modernleşme projesidir, despotik silahlarıdır, kokuşmuş sistemidir. Arkaizm, “rejim” dir.” (a.g.y., s.293)
∗ Bu işaret kavramı için Foucault, şunu söyler: Rememolati Vum, Demonstrativum, Prognosticum. Hatırlatıcı işaret, kanıtlayıcı işaret, gelecek için yargı bildirici işaret.
107
getiren asil jestlerden yada işlediği ağır suçlardan yada bir anlamı ile toprağın
derinliklerinden başkaları yükselirken sanki sihirli bir değnek değmiş gibi kaybolan
şaşalı eski binalardan oluştuğunu sanmayın, hayır öyle bir şey yoktur”121
Kant, felsefe, hukuk ve teoloji fakülteleri arasındaki ilişkiler üzerine üç tezden
oluşan fakülteler çatışmasında, bu işaretin (Comme Signe Historique) aynı zamanda
insanlığın bir genel eğilimi (La Tendance de l’humanite) olduğunu söyleyecek.122
Kant devrimin bir büyük olay olmadığını söylerken aynı zamanda devrimin
insanlığın çıkarları ile iç içe geçmiş, yeni etkiler uyandırmış bir olay olduğunu da
söyler. Foucault, devrimin akıldan çıkarılamayacak potansiyel gücünün yanında,
daima eski duruma dönmesi riskini taşıdığını da söyler. Kant, devrimle –tabii Fransız
Devrimi ile– insanların özgürce seçtikleri bir siyasi anayasa ile savaştan uzak bir
durumda barış içinde yaşama ihtiyacının yanında, Aufklärung sürecinin kendisinin
de bu devrim süreci ile tamamladığını söyleyerek, devrim ve Aufklärung arasında
birbirlerini unutması mümkün olmayan olaylar olduğunu dikkat edecektir. Bu
noktada Foucault Kant’dan şu alıntıyı yapar: “Ben kahinlik yapmadan da insan
türüne, yalnızca dönemimizin görünümleri ve uyarıcı işaretlerine bakarak, insanlığın
bu aşamaya ulaştığını, yani insanların kendi diledikleri bir Anayasaya, saldırgan bir
savaşı önleyecek, dolayısıyla bu ilerlemenin artık sorgulanmayacağı bir Anayasaya
kavuşacakları bir duruma erişeceğini öngörebileceğimi iddia etmekteyim. İnsanlık
tarihinde böyle bir fenomen artık unutulamaz, çünkü bu insan doğasında bir eğilimi,
hiçbir siyasetin, olayların daha önceki akışından çıkaramayacağı; yalnızca insan
türünde bir araya gelmiş doğa ile özgürlüğün, hukukun içsel ilkelerini izleyerek,
biraz belirsiz bir biçimde ve olumsal bir olay olarak da olsa ilan edebileceği bir
ilerleme yetisini ortaya çıkarmıştır. Ancak, bu olayın amaçlarına henüz ulaşılmamış
olsaydı, devrim ya da bir halkın Anayasasının reformu nihayetinde başarısız kalmış
121 Michel Foucault, Seçme Yazılar; Özne ve İktidar, Çev. Işık Ergüden, Osman Akınay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1994, s.162 122 Kant, Le Conflit Des Facultés en Trois Section, Çev. J. Gibelin, VRIN, Paris, 1997, 100.
108
olsaydı ya da şimdi bazı siyasetçilerin öngördüğü gibi belli bir zamanın geçmesinden
sonra her şey eski akışına dönmüş olsaydı bile, bu felsefi kehanet gücünden en ufak
bir şey kaybetmezdi. Çünkü bu olay, uygun koşullarda yeniden insanların aklına
gelmemesi ya da bu tür yeni girişimlerdeki kriz anlarında hatırlanmaması mümkün
olmayacak kadar önemli, insanlığın çıkarlarıyla iç içe geçmiş ve dünyanın her
yanında çok geniş etkisi olan bir olaydır; çünkü insanlık için bu kadar önemli bir
olayda, gelmekte olan yapının en sonunda bu sağlamlığa, tekrarlanan deneyimlerin
kendisine insanların zihninde mutlaka kazandıracağı sağlamlığa ulaşması gerekir.”123
Kant, devrimi tanımlayışı ve bu devrimle birlikte siyasi anayasanın bir barış
durumunu getirmesinde, devrimin başarısının yada başarısızlığının değil, “coşku
derecesine varan bir özlem birliğini” nin olmasında görecektir. Bu coşku ∗ devrim
123 Michel Foucault, Seçme Yazılar; Özne ve İktidar, Çev: Işık Ergüden, Osman Akınay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1994, s.170.
∗ Coşku kavramının yani devrimden coşku duymak Kant için, insanlıktaki ahlaki eğilimin bir işareti, Foucault için devrim istenci olan coşku, 18. yy. düşüncesinde bilmeye dair bir heyecan, felsefe çağı olarak adlandırılan bu yüzyılın gelişen bilimlerinin de temelinde bulunur. D’Alambert, “felsefenin elemanları üzerine araştırma” adlı kitabında, bu yüzyıldaki coşkuculuk için şunu yazar: bizim çağımız her şeyden önce felsefe çağı olarak adlandırılmaktan hoşlanıyor. Gerçekten de bilgimizin bugünkü durumu önyargısızca sınandığında, felsefenin bizim aramızda önemli bir ilerleme sağladığı inkar edilemez. Doğa bilimi günbegün yeni zenginlikler kazanıyor; geometri sınırlarını genişletmiş ve onun tutturduğu meşale fizik alanına taşınmıştır; gerçek dünya sistemi en nihayet bilinmiş, geliştirilmiş ve yetkinleştirilmiştir. Dünyada Satürn’e, gökyüzü tarihinden böceklerin tarihine kadar, doğa biliminin görünümü değişmiştir. Ve doğa bilimi ile birlikte tüm diğer bilimlerde yeni bir biçim almışlardır. Doğayı bizim arzu ve ideallerimizden bağımsız, kendiliğindenliğe sahip bir şey olarak tanımak, tabii ki onun karşısında soğukkanlı ve sakin olmayı gerektirir. Bu soğukkanlılık, bu nesnellik kendi tutkularımızın üstesinden gelmek içinde oldukça uygundur. İçimizde uyanan hoşnutluk, yine içimizde, bir sükunet, süreklilik ve eş bilimcilik duygusu yaratmış görünüyor. Öyle ki, felsefe yapmada yeni bir yöntemin keşfinde ve kullanımında, tüm büyük keşiflere eşli etmiş olan coşkuculuktan çok, idelerdeki bu genel dönüşüm etkili olmuştur. Fakat öbür yandan, bu dönüşümün kendisi düşünürlerimizde yeni ve canlı bir coşku ile karşılanmış, yüzyılımızdaki coşkuculuğun nedeni olmuştur. Her yönde etkisini gösteren bu coşkuculuk, önüne çıkan her şeye ateşli bir şekilde el atmıştır, önündeki seti yarıp geçen bir sel gibi. Bilimlerin dayandığı ilkelerden vahyedilmiş dinin temellerine, müzikten ahlaka, dinsel tartışmalardan ekonominin ve ticaretin sorunlarına, siyasete, uluslar arası hukuka ve medeni hukuka kadar; her şey tartışılmış, analiz edilmiş, yerinden oynatılmıştır. Bir çok konuya yeni bir ışık serpilmiştir; yeni pek çok karanlık nokta ortaya çıkmıştı; ve bunların hepsi düşünürlerin bu genel coşkucuklarının meyveleri olmuşlardır. Tıpkı med ve cezirin sahile bazı yeni eyler atması ve fakat başka bazılarının da sahilden koparıp götürmesi gibi!” (Doğan Özlem alıntısı, Doğan Özlem,
109
kendisini değil aynı zamanda bu devrimi yapmayanları, onu etkin faili olmayanların
bu devrimle kurdukları ilişkidir. Kant için bu coşku “insanlıkta ki ahlaki eğilimin bir
işaretidir. Bu eğilimin dışa vurulmuş şekli Kant’a göre iki şekildedir: birincisi,
insanların kendilerine uygun düşen siyasi anayasayı benimseme haklarından, ikincisi,
saldırganlıktan uzak hukuk ve ahlaka uygun bir siyasi anayasa ilkesinde. Burada,
Kant’ın bu siyasi anayasa ilkesi aynı zamanda bağımsız düşünme örgütlüğünü işaret
eder. Bu nitelik, pratik, ahlaki ve politik olgunluk olarak özgür insanlara aittir.
Denilebilir ki; özgür insanların kendi akıllarına işaret eden bu durum, kişinin kendine
uygun düşen siyasi anayasayı belirlemesi kendi özgürlüğünü kullanmasını da
belirlemesidir. “kendi adına konuşma özgürlüğü” ne vurgu yapan Kant, aydınlanma
makalesinde, olgun olmayışın insanın kendi suçu olduğunu söyleyerek burada da
kışkırtıcı bir coşkudan bahsedilebilir. Kant, bunu döneminin insanı için kendi aklını
kullanabilecek insan için talep eder. Özgür konuşma hakkı, Kant’a yaşamının
sonlarına doğru din üzerine yazdığı makalelerde uygulanan sansürü hatırlatır; dinsel
özgürlük ve sivil özgürlük arasındaki ilişkinin devlet sansürü tarafından
belirlenmesinin iyi bir örneğidir.
Foucault’nun “Aydınlanma” makalesindeki düşüncesinden biraz uzaklaşmayla
birlikte bu sansür, aynı zamanda kamuoyunu da belirleyecektir. Devlet sansürünün,
sivil özgürlük alanlarını belirtmesi, kamuoyunun içeriğini olduğu kadar, özgürlük
alanlarının nereler olacağının da işareti olacaktır. Kendi aklını kullanan insanın bu
kullanma alanlarını sınırlanması, dilin de sınırladığı bir pratik alanı yaratacaktır.∗
Bilim, Tarih ve Yorum, İnkılap Yayınları, 1998, s.214, Ernst Cassirer’ın, Aydınlanma Çağının Düşünme Bilimi, adlı yazısından alıntısı ).
∗ Ernst Cassirer’in, Kant’ın Yaşamı ve Öğrentisi adlı kitabında, Kant’ın politik görüşlerini, kişinin politik uygulamaları kamuoyu önünde eleştirmesi” hakkında şunları yazacaktır. “Kant politik görüşleri bakımından, teorik ifadesini Rousseau’da, somut patik etkilerini ise Fransız devriminde bulan düşüncelere sahiptir. O, Fransız devriminde saf akıl hukukunun gerçekleşmesinin bir vaadini bulur. Çünkü Kant için her politik teorinin özgül sorunu, çok çeşitli bireysel istençlerin ortak istençte birleşmelerinin nasıl mümkün olacağı sorunudur. Burada bireysel istençlerin otonomisi ortadan kalkmaz; tersine burada bireysel istençlerin yeni bir anlam içinde geçerli ve haklı kılınmasına ulaşması gerekir. Felsefi olarak kavrandığında, tüm hukuk ve devlet teorileri, bu yüzden geçerliliği onaylanan ve bireyi sınırlayan bir akıl yasasının zorunluluğu altında bireyin
110
Kant’ın Aufklärung’un devrimci coşkusunun bir ilerleme olması, tarihsel
söylemin inşasında da önemli bir rol oynayacaktır. Tarihin farklın biçimlerinin, farklı
söylemler üretmesinden hareketle, Foucault XVIII. yüzyılın sonundan bu yana
Avrupa tarihinde etkin olan devrimci söylem için şunları söyleyecektir: “Sonuçta,
önce, yasaların düzenine rağmen, yasaların düzeni altında, yasların düzeni içerisinde
ve sayesinde işleyen bakışımsızlıkların, dengesizliklerin, adaletsizliklerin ve
özgürlüğünün nasıl sınırlandırılabileceği sorusuna çözüm getirmek isterler.” Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, Çev: Doğan Özlem, İnkılap Yayınları, İstanbul, 1996, s.397.
Kant’ın, II. Frederick döneminin liberal sosyal yapısının izleyen, Frederick’in ölümünden sonra “filozof ve puplisist” yönünü değiştirecek olan yönetimsel değişimden bahsetmek gerekir. Büyük Frederick’in ölümünden (1786) sonra, yeni kral Johann Christoph Fredherick’in “hilekar ve entrikacı bir papaz” olarak nitelediği Wöllener’i atar. Wöllener, göreve başlar başlamaz, “sansür kurucu emirnamesi ve özel bir sansür komisyonu kararı uyarınca Prusya’da yayınlanan tüm basılı yazılar için uygulanması öngörülen ünlü “dil kurulu emri”ni yürürlüğe koydu.” Aydınlanmanın düşünce özgürlüğüne karşı yürtülen bu girişim filoloji öğrencilerinin İncil üstüne yemin ederek öğretilen bilgilerin sınırlarını aşmayacakları bir uygulamaya kadar vardı.
Kant “Tanrı Kanıtlamasında Her Türlü Felsefi Girişimin Başarısızlığı Üstüne” adlı yazısında, Eyüp’ün evren düzeninin tanrısallığı kavrayışına karşı bir kuşku duymasına atıfta bulunur.. Kant kutsal öğretmenin kendisinden inayet ve saygı beklemenin yerine, din adamına karşı bir saygı, ve övgüye yönelinmesine karşı, Eyüp’ün kuşkusunu koyar. İktidar sahiplerinin (Prusyalı, tanrıya yaranma ve onun gözüne girme tarzındaki dinsel tasavvurlarını, Eyüp’ü kuşkuculuğun karşısında yargılayan mahkemeyi temsil edenlere benzetir. Kant herkesi ortak bir düşünme tarzına sokmanın yanlışlığını Wöllener’in uyguladığı politikasını, amaçlarını, hedefini gözler önüne seriyordu.
Kant din felsefesi olarak “Saf Aklın Sınırları İçinde” kalındığı sürece, hiçbir vahiye ihtiyaç duymayan, etiğiyle ilişkili, bu etiğin içeriğinin haklı çıkarılması olarak görülür. Kant, saf aklın dinini geliştirmek ister. Burada Kant, “Saf Aklın Sınırları İçinde Din” adlı çalışmasını Konigsberg teoloji fakültesinden aldığı “incilci teoloji” ye aykırı bir yön bulunmadığı açıklaması üzerine yayınlar. Burada saf ahlak içeriğinin simgesel bir ifadesi olarak din karşımıza çıkar, kişinin kendi ödevini tanımak için, kendi üstünde bir varlık idesine ne de hareket geçirici ahlak yasasının dışında başka bir nedeni özgürlük en yüksek ide olarak saf aklın içinde ancak tasarımlama, “şemalaştırma” içinde kavrandığından, bu yetenek dinin ampirik varoluşunun yanında, bir “kendindelik” düşüncesi taşıdığını düşündürür. Bu kendindelik, dinin ampirik varoluşu olan kilise ile vücut bulmuş yönünün karşısında yer alır. Burada ampirik, zamana bağlı betimleme yanında, kendindelik içinde sonsuz olanı betimleme de Kant, dinin tarihselliği içinde bir evreler olarak görür. Ahlaksal din ancak bu tarihsel süreçlerin tamamlanmasını sağlayacaktır. Kant’ın burada dogmatizm karşısında yaptığı eleştiri ve özellikle üstün bir varlık idesinin dışarıdan değil, içersinden yani kişinin kendi yasalarından gelmesi düşüncesinin arkasından 1794 mayıs ayında “Dünyanın Sonu” adlı yazısı Kant’ın din, dogmatizm hakkındaki düşüncelerinin Prusya yönetimi tarafından hoşlanılmaması sonucu, bir tehdit yazısı gönderilir. 1 Ekim 1794 tarihli bu kraliyet yazısında “kutsal kitaba ve Hıristiyanlığın bazı temel ve ana öğretilerine karşı tutumda olduğu ve bunların değerini kötü niyetle alçaltmaya hizmet ettiği” belirtilerek, sonunda tehditkar bir ifade ile… gelecekte böyle şeyler “tevessül etmemesi; aksi halde bu tutumun sürdürülmesinde ısrar edildiği taktirde, istenmeyen sonuçları beklemekten kuşku duymaması” bildirilir.
111
şiddetin… okuması olmaksızın devrimci düşünce ve tasarı ne anlama gelirdi, ne
olabilirdi ki? Yapılmış ve yapılmaya devam edilen, ama kesin olarak iktidarın sessiz
düzeninin örtbas etme ve maskeleme işlevini üstlendiği ve böyle yapmakta yarar
gördüğü, gerçek bir savaşı gün ışığına çıkarma istenci olmasa devrimci düşünce,
uygulama ve tasarı ne olurdu? Kesin bir tarihsel bilme yolu ile bu savaşı yeniden
alevlendirme istenci ve bu bilmenin, bu savaşta araç olarak ve sürdürülen gerçek
savaş içerisinde taktir öğe olarak kullanımı olmadan devrimci uygulama tasarı ve
söylem ne olurdu? Güç ilişkisini nihai olarak tersine döndürme maksadı ve iktidar
uygulamasında kesin bir yer değiştirme olmadan devrimci tasarı ve söylem ne
anlama gelirdi? 124
Foucault’nun yukarıdaki alıntıda bahsettiği hem yasanın hem de iktidarın
varlığında yani bir savaşımın içinde gerçekleşen bir şeydir devrim. Kant’ın özgürlük
idesi de bir kendi yasallığı içinden çıktığı düşünülürse, devrim ve yasa ilişkisi
Foucault’nun ifadesi ile “…sürekli iç içe geçmeler ve bilme alanlarının ve
içeriklerinin üretimi”ni doğurur.
Devrim coşkusu içindeki özne, (Foucault özne kavramını kullanır) hukukçunun
yada filozofun yani evrensel öznenin durumu değil, mücadelenin içinde, “zafer için
dövüşen” öznedir. Burada Kant’ın siyasi barış durumu için, bir siyasi anayasa için
özgürlüğünü kullanan bireyin [anayasa söz konusu olduğu için birey kavramın
kullanıyorum ] durumu devrim coşkusu içinde böyle bir “zafer için dövüşen öznedir.
Foucault bu öznenin bir mütareke sonucu, uzlaşma sonucu ulaşacağı bir düzeni
varsaymadığını söyleyerek Kant’tan ayrılır.
Bu özne, sözünü ettiği genel mücadelede şu ya da bu yanda olmak zorundadır. Yani muharebenin içindedir, hasımları vardır. Ve bir zafer için döğüşmektedir. Hiç kuşkusuz hakkı ve hukuku da geçerli kılmak
124 Michel Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, Çev: Şehsuvar Aktaş, YKY Yayınları, İstanbul, 2003, s.90.
112
ister, ama burada söz konusu olan onun kendi hakkıdır ve hak, bir fetih, egemenlik yada eski olma durumuna dayanan bir haktır; ırkın, zafere ulaşmış istilaların yada bin yıllık işgallerin sağladığı haklardır bunlar. Hakikatten söz ettiği zamanda bu, zafer elde etmesini sağlayan perspektifli ve stratejik bir hakikattir. Demek ki burada, hakikate ve hakka sahip olduğunu iddia eden bir siyasal ve tarihsel söylem söz konusudur, ama bu söylem, hukuksal felsefi evrensellikten kendi kendini dışlamaktadır. Bu söylemin rolü, Solon’dan Kant’a kadar yasa koyucuların ve filozofların düşledikleri rol değildir. Yani çalışmanın ortasında ve üstünde, hasımlar arasında bir mütareke sağlamak, uzlaşma sonucu veren bir düzen kurmak söz konusu değildir. Amaç, simetrik olmayan ve durumu sürdürmeye yada yeniden kurmaya yönelen bir hak ortaya koymak ve bir silah gibi iş gören bir hakikati geçerli kılmaktır. Bu söylemin sahibi olan özne için, evrensel hakikat ve genel hak, hayali bir tuzaktan başka bir şey değildir. 125
Kant, doğru bilginin olanaklığını ararken bu arayışı içinde bir felsefe geleneğinin
temellerini atar. Kant eleştirel felsefesi içinde, bilginin olanağı olarak deneyimi a
priori olarak kabul ederken, aynı deneyimin “güncellikle” ilişkisi yada Foucault’nun
sorusu olan “güncelliğimiz nedir? Şimdiki zamanda yaşanabilecek mümkün
deneyimler alanı nedir?” sorusu olarak karşımıza çıkar. Aufklärung nedir? ve devrim
istenci ile ne yapılabilir? Soruları bilginin öznesi olan bir kendiliğin ötesinde
güncelliği içinde ne olduğumuzun felsefi sorgulama alanını da gösterir.
Deneyim, burada, bilginin üretiminden gündelik pratik alandaki varoluşların
imkanı olarak çıkacaktır. Foucault modern felsefede başka bir sorgulamadan
bahseder: “Gel gelelim, modern ve çağdaş felsefede, başka bir tipte bir soru, başka
bir tipte eleştirel sorgulama vardır: bu sorunun, tam da Aufklärung sorusunda ya da
devrim üzerine kaleme aldığı metinde ortaya çıktığını görmekteyiz. Bu diğer eleştirel
geleneğin ortaya attığı soru, “güncelliğimiz nedir? Şimdiki zamanda yaşanabilecek
mümkün deneyimler alanı nedir?” sorusudur. Burada söz konusu olan, bir hakikat
analitiği değil; şimdinin ontolojisi, kendimizin bir ontolojisidir. Bence bugün için
125 Michel Foucault, Ders Özetleri 1970-1982, Çev: Selahattin Hilav YKY Yayınalrı, İstanbul, 1995, s.95.
113
bizim önümüzdeki felsefi tercih şöyle özetlenir; ya kendini genelde hakikatin analitik
felsefesi olarak sunan bir eleştirel felsefe tercih edilebilir yada kendimizin bir
ontolojisi, şimdiki zamanın bir ontolojisi biçimine bürünecek eleştirel bir düşünceden
yana seçim yapılabilir; nitekim, Hegel’den gelip Nietzsche ve Max Weber üzerinden
Franfurt Okulu’na kadar uzanan, benim de içinde çalışmaya çaba harcadığım bir
düşünme biçimi kurmuş olan felsefe biçimi budur.126
8.2- Aydınlanma Aklı ve Eleştirel Teori
Kant’ın Berlinische Monatschrifts’ın “Was İst Aufklärung” sorusuna cevap
verdiği metinde, modern felsefenin, tarihi içinde tekrarlanan en temel soruyu
düşünce tarihine soktuğunu söyleyebiliriz. Aslında, bu sorunun sorulması da cevabı
kadar önemlidir. Çünkü, cevap sorunun devamıdır. Soruya hem cevaptır, hem de
sorunun soru durumunun devamıdır. Foucault bu durumu bir hayalle şöyle devam
ettirir; “Berlinische Monatschrifts’ın hâlâ sürdüğünü ve okurlarına şu soruyu
sorduğunu hayal edelim: “modern felsefe nedir?” modern felsefe de “Was İst
Aufklärung” sorusu cevap vermeye çalışan felsefedir diyecektir Foucault.
Kant, Saf Aklın Eleştirisi’nde, aklın tarihine ilişkin şema, aydınlanma makalesinde
açıkladığı şekli ile felsefeyi felsefesini, Aydınlanma çağı içinde, yeni bir eleştirel
tutumun belirlendiği bir çağda görür. Bu eleştirel dönem aynı zamanda Aydınlanma
makalesinde de söz konusu edilen bir kamuoyunun da ortaya çıktığı çağdır. Bu
kamuoyu, Kant’ın eleştirel düşüncesinde aklın eleştirisinin, deneyimin olanağının
koşullarını temellendirme ve bunun gerçekliği de ortaya çıkaran niteliğe sahip
126 Michel Foucault, Söyleşi Duccio Trombadori-Marx’tan Sonra, Çev. Gökhan Aksay, Çivi Yazıları, İstanbul, 2004, s.19.
114
olduğu düşünülürse, Kant’ın ödevlerin yerine getirilmesini bir politik kullanım içinde
düşündüğü söylenebilir. Bu politik kullanım, Kant’ın olgun olmaya yönelik
aydınlanmacı talebe karşılık, tahakküm, baskıcı yönetimler, despotizm karşısında ve
bu kavramların değerlendirilişinde bağımlılık ilişkisine bağlanacaktır.
Özgürlüğün ergin olma talebiyle ilişkisi, tahakküm, baskı edici güçleri bu
özgürleşmenin en üst noktası olarak değil, bir sancılı, yanılsamalı metaforları olarak
görülecektir. Kant’ın pratik ilişkiler içinde, olgun olmayı değerlendirişi bu baskı
ilişkilerini dışlar. Kant’ın aklın eleştirisinde, aklın taleplerini, öz eleştirel bir
sınırlamaya tabi tutularak pratik alandaki eylemin özdenetimi sağlanacağından,
bilme, bilginin dolayımında gelen güç öz belirlenime bağlı olacaktır. Bu öz
belirlenimde, bütün ön yargıların karşısında ödevlere uyan insanın kendinde
olacağından çatışma ve karşıtlıklar, aydınlanma makalesinde olduğu gibi olgun olma
durumlarının farklılığında ortaya çıkacaktır. Denilebilir ki, olgun olma, tek bir koşul
gibi çıkarken, bu olgunluklar farklılıklarıyla politik alanda yer alacaktır. Burada bu
farklılıklar arasındaki çatışma, ödeve uygunlukla aşılırken, “Aydınlanmanın
Diyalektiği” söyleminin içsel diyalektiği, farklılığın dinamizmi olacaktır. Burada,
Diyalektik karşıtların mücadelesi değil, farklılıkların bir “kamuoyu”∗ içindeki
dinamizmi olacaktır. Kant için bu yaklaşımın ardından, Aydınlanmanın Diyalektiği
kitabının yazarları, Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer’e gelirsek, insanın
dışsal doğa ve kendi doğası üzerinde bir rayından çıkmış, tahakküm talepleriyle
karşılaşırız.
Bir karşılaştırmayla modern felsefenin Was isf Auflärung’dan beri hesaplaşmaya
çalıştığı Aufklärung’dan beri, aynı düşünce sistemi (Batı düşüncesi), eleştirel teorinin
de dikkat çektiği Homeros’un Odysseia’sından beri tahakkümün, totaliter rejimlerin
yükselişinin tarihi oldu. Aufklärung sorusu bir anlamıyla bu totaliterliğin sorgulanışı
∗ Kamuoyu, herkesin olduğu gibi, “hakim fikir” anlamına da gelir. İnsanın içinde bulunduğu topluma inancı, söylemlerden bu söylemlerin eleştirisi, yeniden düşünülmesi olan kanılardan oluşur.
115
olarak değerlendirilirse, Aklın eleştirisiyle eleştirel teorinin akıl eleştirisi aynı şey
olmayacaktır. Bu bakış ancak bir kabulden hareketle kurulacağından aklın rasyonel
gücünün vardığı noktayla aydınlanmanın akıl kavramı arasında kurulan ilişki
sorunludur. Eğer ki, insan zoonpolikon ise, akıl onun doğasında olacağından bu aklın
kullanımının vardığı nokta, yani aklın kullanılışı eleştirilecek unsur olacaktır. Aklın
varlığı değil, aklın kullanımı eleştirilirse, Kant’ın özdenetim ve özbelirlenime dayalı
eylem düşüncesi özeleştiriye dayalı sınırlandırılmaları tekrar karşımıza çıkacaktır.
Aydınlanmanın Diyalektiği, 1947 yılında Amsterdam’da yayımlandı. Eleştirel
düşünmenin ilerleme ve sonuçlarının karşısında sadece pratik alanda değil teorik
alanda da vardığı sonuçlarını anlamsal yönelimli çabası, kitabın öndeyişinde de
denildiği: “insanlığın gerçekten insani bir düzeye çıkmak yerine niçin yeni türden bir
barbarlığa düştüğünü anlamaktan fazlası değildi… Modern bilimsel çalışmalarda
büyük buluşların, kuramsal yapıda atlan bir yozlaşmaya mal olduğunu yıllarca
öncede görmüştük… Yani Aydınlanmanın hiç durmadan kendi kendini tahrip edişi,
düşünmeyi, çağın zihniyetinin alışkanlıkları ve eğilimleri karşısında iyi niyetliliğin
son kalıntılarını da yasaklamaya zorlamaktadır. İnsanlık, kaçınılmaz olarak
düşüncelerin biten meta ve dilinde onların övgüsü olduğu bir konuma geldiyse, o
zaman böyle bir yozlaşmanın nedenini anlamak için girişilen deneme geçerli dilsel
düşünsel taleplerin ardına takılmayı reddetmelidir, hem de bu taleplerin tarihsel
sonuçları denemeyi tamamen boşa çıkarmadan önce” düşüncesidir.127
Aydınlanma ve ilerleme kavramlarını yan yana anılması, yukarıda bahsi edilen
Kant’ın “İnsanlık için sürekli bir ilerleme mümkün müdür?” sorusu yanında bu
ilerlemenin başlangıçta kitlelerin yüceltilmesi ve mutluluğu için gerekliliğine inancın
bugün artık, bir yozlaşmanın mutsuzluğun kaynağı olarak görülür. Adorno Minama
Moralia’da şöyle yazar:
Eğitimli filistenler Nietzsche’nin zamanında, ilerlemeye, kitlelerin tereddütsüz yücelmesine ve olabildiğince çok sayıda insan için olabildiğince büyük mutluluk fikrine inanıyorlardı; bugün de pek farkında olmadan tersine inanıyorlar: 1789’un ilgasına, insan doğasının
127 Max Horkheimer, Theodor W. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği, Felsefi Fragmanları I, Çev. Oğuz Özügül, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 1995, s.11.
116
düzeltilemezliğine, mutluluğun antropolojik imkansızlığına kısaca, işçilerin fazla ücret aldığına. Bir önceki dönemin en derin sezişlerinin daha ötesi olmayan bayalıklara indirgendiğini görüyoruz bugün. Toplumca kabullenilmiş son filozoflar olan Nietzsche ile Bergson’dan geriye kalan kendi mazaretçileri tarafından kertilmiş bir doğa adına öne sürülen bir anti-entelektüalizmden başka bir şey değil.”128
Frankfurt okulunun düşünceye, ilerlemeye yaptığı eleştiri, içinde modern
toplumun dayattığı toplumsal işbölümüne ve dar uzmanlaşmaya da ciddi bir eleştiri
içermektedir. Disinlinlerüstü yaklaşım, okulun tipik yöntemsel tavrıdır.129 Bir yandan
bilgi kuramı ile toplum kuramının diğer yandan da kavramsal kapsama ile pratik
boyunduruk Aydınlanmanın Diyalektiğinde tahakküm ülkesi altında bulunurlar.
Adorno, Aydınlanma’nın “Başkasının yönetimine ihtiyaç duymayan anlık”ının
akıl tarafından yönetildiğini söylerken, aynı aklın “eylemlerinde belirli bir kolektif
bir bütünlüğe ulaşmak amacını güttüğü, bunun da sistem olduğunu söyler.
Aydınlanmanın sistem anlayışı, “olgularla en iyi şekilde baş eden, doğaya egemen
oluş sırasında özneyi en etkili şekilde destekleyen bilgi biçimidir. Adorno sistem ile
doğaya egemen oluş arasında olguların yargılara doğru şekilde bağlı kalmasının
doğayı bu uyum içinde bağımlı kılınması öznenin kendini korumasını görür. İlkeleri
kendi korumanın ilkeleridir. Erginliğe ulaşmamışlık, kendi kendini koruma acizliği
128 Theodor W. Adorno, Minima Moralia, Çev. Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, İstanbul, 1998, s.193.
Aynı fragmanın devamında, Adorno şöyle devam eder: “… Almanca’yı yapmacık bir yabancı vurguyla konuşmakta ısrar eden kökeni biraz bulanık bir aristokrat kız bana Hitler’den hoşlandığını itiraf ettiğinde kapıldığım korkuyu da unutmuyorum. Kızın görünüşü Hitler imgesiyle bağdaşacak gibi değildi. Pek tatlı bir boş kafalılık kızdan kendi gerçeğini gizliyor olmalı diye düşünmüştüm o tarihte. Oysa benden daha kurnazdı kız, çünkü temsil ettiği şey artık ortadan kalkmış ve kızın sınıfsal bilinci de bireysel yazgısını silmekle kendinde - varlığının, toplumsal karakterinin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Tepedekilerin saflarını büsbütün sıklaştırdıkları böyle bir ortamda her türlü öznel sapma imkanı ortadan kalkıyor ve farklılık da sadece bir gece elbisesinin daha seçkin kesiminde aranabiliyor. 129 Besim F. Dellaloğlu, Frankfurt Okulunda Sanat ve Toplum, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1995, s.19.
117
olarak ortaya çıkar. Birbirini izleyen, köleci, iş adamı, bürokrat biçimlerine giren
yurttaş Aydınlanmanın mantıksal öznesidir.”.130
Aklın gasp eylemi, hem kendini korumayı hem de öznelliğin ifadesi olacağından,
bu çelişki Adorno için Aydınlanmanın yargılarının sözde seçikliğinin arkasında
gizlenmiştir. Saf Aklın Eleştirisi’nde transendental Ben ve Ampirik Ben ayrımı aklın
çift anlamlılığını gösterir. Adorno bu noktada Kant’ın kavramları çift anlamlıdır
diyecek ve akıl için şu ayrımı yapacaktır: “Transendental bireyüstü Ben olarak akıl,
insanların genel özne halinde örgütlenerek ve saf akılla ampirik akıl arasındaki
çelişkiyi bütünün bilinçli dayanışması içinde ortadan kaldırarak özgürce bir arada
yaşama düşüncesini içerir. Bu durum gerçek genellik düşüncesini ütopyayı∗ temsil
eder. Ancak aynı akıl aynı zamanda hesap yapan düşünme merciini oluşturur, ki bu
düşünme dünyayı kendini koruma amacına göre düzenler ve nesnenin, duyusal bir
130 Marx Horkeimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, s.101. Burada, Minama Matalia’nın “Daha kısa sunumlar” adlı fragmanını okursak, düşünce ve düşüncenin kendini var etmesinin bir “gasp öğesi” taşıdığı anlatılır. Sesli okumanın doğasında da bulunur bu öğe. Denilebilir ki, düşünce kaçınılmazca şeyi gasp etmektir. İzinsiz bir şekilde söylemin içine sokmaktadır. Adorno bu fragmanda şöyle devam eder. s.102.
∗ Adorno ütopya kavramına, Ömer Naci Soykan, onun müzik üzerine düşüncelerinden yola çıkarak, Adorno’nunda sanat ve ütopya ilişkisini kurduğu yaklaşımını ele alarak şunları yazar: “Bir toplum ya da iyisi mi bir dünya düşünün; orada her şey kendi kendisinde olsun; ama müzikte her şeyin kendi kendisinde olması gibi… Ve bu, tüm toplumsal ilişkilerde, kuruluşlarda böyle olacak!. Kim olsa böyle bir dünya tasarımına ütopya der… her şey ne ise kendi neliğinde kendi gerçeğinde öyle olacak; kendi haklılığını, doğruluğunu, saydamlılığını, namusunu, özerkliğini, özgürlüğünü, geçerliliğini, anlamını kendi hakikatiyle yüzleşmesinde bulacak. Üstüne bir düzen örtüsü serilmeyecek.”. Burada düzen ve örtü kavramları aslında aynı kavramlardır, düzende, örtüde gizler. Neyi gizler: “ne varsa örtünün altında var: Kaos..” Örtü, iktidardır aslında. Uzlaşmaz çatışmalar, “kontrpuanlar”. Nietzsche’nin Leichtmotiv’i “ezgi ezgi üstüne bindirme”, zıtlığın diyalektiğin öteki kutbu olacaktır. “Ütopya, bir tarz zıtlığın ya da diyalektiğin öteki kutbudur.” Ütopya, gerçekliğin, yaşamın ağırlığı ütopyayı yok etmez. Gerçeklik ve ütopya arasında gerçeklik, ütopyayı yok etseydi, kendini de yok edeceğinden, Adorno bu noktada şunu söyler: “Auschwitz durum, artık sanata izin vermediği esnada - -cümle burada Auschwitz üstüne şiirlerin olanaksızlığını amaçlıyor- ona ihtiyaç duyar. Çünkü resimsiz gerçeklik, resimsiz durumun tam karşıtı olmuştur; bu resimsiz durumda sanat ortadan kaybolmuştur. Çünkü her sanat yapıtında şifrelenmiş olan ütopya, icra edilmiş oldu.” gerçekliğin yok olması ya da edilmesi diğer deyişle sanat yapıtında içkin kodun deşifre edilmesi ütopyayı, sanatın olanağını “-bu ikisi aynı şeydir-” yok eder. Ömer Naci Soykan, Müziksel Dünya Ütopyasında Adorno İle Bir Yolculuk, Bulut Yayınları, İstanbul, 2000, s.19-20.
118
malzemeyi boyunduruk altına alma malzemesi haline getirmeye yarayan
işlevlerinden başkasını tanımaz. Geneli ve özeli, kavramı ve tekil durumu, dıştan
koordine eden şematizmin gerçek doğası, sonuçta sanayi toplumunun çıkar olarak
güncel bilimde ortaya çıkar. Varlık, malzeme gibi işlenme ve yönetimi açısından
incelenir… Bürokratik, şeyleştiren bilim, kamu bilinci ve bireysel deneyim
arasındaki çelişki durum ve koşullar vasıtasıyla önlenmiştir. Duyular daha algı
gerçekleşmeden önce kavram aygıtı tarafından belirlenmiştir, yurttaş madde yerine,
bu maddeden kendine yarattığı dünyayı a priori diye algılar.”131
Kant’ın çift anlamlı kavramları benzer bir kavrayışla modern öznenin de
toplumsal totalite karşısında, nesnel bir görünüş olan durumunu sürdürecektir. Müzik
ve ütopya ilişkisi, doğanın bilinebilirliğinin aynı zamanda bir totalite olan toplum
karşısında da öznenin aklın kontrolünde bir yabancılaşmaya sokulduğunun da
ifadesidir. Bilinebileceğinin güvencesi bilebileceğinin gücü altında akıl bir totalite
olan en olumsal anlamıyla toplum, karşısında bir görünüşe dönüşecektir. Adorno
aklın Kant’taki özdenetim özdüşünme niteliğinin yerini bu totalite karşısındaki
yabancılığa dönüştüğüne dikkat çekerken, bu yabancılaşma bir üretim şemasının
nihai sonucu değil, aklın kavranılışının, aydınlanma aklının kendi kendisinin içine
düştüğü kendini içine düşürdüğü durumdur. Adorno, aklın Kantçı değerlendirilişini
eleştirirken, Kant’ın aklın düşeceği bu durumu varsaymadığını düşündüğü
söylenemez. Kant ergin olmama durumunda herhangi bir dışsal otoriteyle uzlaşmayı
aklından geçirmez. İster devlet, ister toplum olsun, bu totalitelerin kabahatlerini
örtecek bir uzlaşıma karşı çıkarken, aklın kendi isteğiyle düşeceği, durumları, bireyin
sorumluluğundan başka herhangi bir şeye atıfta bulunarak temellendirmez. Son
kertede Kant aklı, yine aklın kendisi tarafından yargılar. Yasa koyucu,∗ kendinin hem
yargıcı hem de davacısıdır.
131 a.g.y., s.101-102.
∗ Jean François Lyotard, “Çatışmada Adalet” adlı makalesinde, Kant’ın çatışma kavramını hem olgusal bir durum hem de dilsel bir durum olarak değerlendirir. Makalenin girişinde şunu söyler: “Düzen dahilinde ve de sivil haklara kutsal saygı içinde yürütüldüğü taktirde, savaş bile kendinde
119
Bu savaş durumunun Hegelci bir varlığın kendi bilincine varmasında doğayla
giriştiği bir mücadelede doğanın, nesnel olgusal algılanışta bir kutup değil aşılması
gereken bir öğe oluşu, savaşı bir gün bitecek bir durum olarak değerlendirilişine
karşın Kant’la mücadele sürekli bir durum olarak karşımıza çıkar. Çatışma aynı
zamanda, düzen ve hakların bir sürekliliğini varsayar.
Frankfurt Okulunun, eleştirel teorinin, Aydınlanmanın, Aydınlanma biliminin tek
yanlı rasyonalitesine karşı daha fazla kaynaktan yararlanır. Eleştirel Teorinin, insanın
sadece bir akıl varlığı olmanın ötesinde, varolan toplumsal düzende ihmal edilen
gizli güçlerini de ortaya çıkaracak, gerçekliğin varolan gerçekliğin “olumsuz”
uğraşını ortaya çıkartmaya çalışır. Bu “olumsuz” kavramı uğraşını aynı zamanda
okulun “negatif diyalektik” kavramını da ortaya çıkaracaktır. Gerçekliğin, pozitivist
yüce bir şey barındırır…” Bu alıntıya Lyotard Yargı Gücünün Eleştirisinden yapar (§ 28), bu savaş durumunu düşünümlü yargıda devreye giren olgular kurallar karşısında aklın güvencesinin ötesinde –dışında- bir şaşkınlığın, “coşkulu devinimin” simgeleştirilmesidir. Akıl bir icracı olmaktan çok, kendi kendinden emin olamayacak bir “araştırmacı” olarak karşımıza çıkar. İmgelem ve akıl çatışmaya düştüğü anda, burada aklın şematizmi işlerlik taşımaz, bu durum bir nesneye karşılık düşmek değil, “bir çatışma sessizliği … coşkulu bir devinim olan duygu…” ya işaret edeceğinden bu çatışma kendi kendine işaret eder. öyleyse mahkeme metaforu, aklın kendini kürsüye çıkarması olacağından, Adorno’nun aydınlanma aklının vardığı sonuçlarının tarihsel söylemi, bu mahkemeyle aklın kendinde taşındığı kendisini her an tahtından edecek ötekinin rollerini kendine bir mim yeteneğiyle “alaylı bir zevk” alırcasına gerçekleştiren yargıç olarak çıkar. Burada denilebilir ki, Aydınlanmanın vardığı sonuç bir bilimin meselesi ve çıkarları değil, aklın varlığının hakikatidir. Mahkeme metaforu için Lyotard şunları söyler: “Kant’ın metninde mahkeme benzetmesine bilindiği gibi sıkça rastlanır. Çok fazla ileri gitmeden, daha Birinci Eleştirinin İlk Önsözünde, … öğretiler savaşı romanının bir happy end’le sonuçlandırılmasına yönelir. Savaş dönemlerinin kamuoyunu metafizik meseleler hakkında … “umursamazlık” … bu aynı zamanda bir mahkemenin kuruluşunu hazırlayan … “daha derin bir düşünme biçimine” bir “yargıda bulunma gücü”ne … tanıklık eder: “İmdi, bu mahkeme Saf Aklın Eleştirisi’nin ta kendisinden başka bir şey değildir. “… metafizik çatışmaların … alanı… bir mahkeme salonuna dönüşür. “Burada metafizik çatışma, eleştirel düşünceyle yeni bir “kutlu doğum” yaşayan felsefenin ereğinin ne olduğunu gösterir. Bu çatışma sadece felsefe ereğin ne olduğunu değil, aklın gelişimi içinde olanaklar sağlar. Kant, saf aklın içinde savaşı sonlandırır ve savaşın yerine “çatışmamızı (Unsere Streitigkeit) mahkeme süreci dışında başka hiçbir şekilde sürdürememize izin vermeyen yasal bir durumu” koyar. Bu çatışma durumunun, aklın eleştirisine giden yolun olanağı olarak çıkıyorsa, içine girilen yolda bir gözlemcinin konumunda “bunları barış içinde (geruhig) seyredebilir, ve de bundan hoş bir boş zaman (unterhaftend) keyfi çıkarabiliriz.” Jean François Lyotard, “Çatışmada Adalet”, Çev. Melih Başaran, Felsefelogos, Güç-İktidar Felsefesi, Bulut Yayınları, İstanbul, 2001/4, s.57.
120
bilimin sınırlarının içinde yer alan bu olumsuz boyut, eleştirel teorinin ütopya
kavramı altında yeniden bir umuda sarılma imkanı bulur. Burada ütopya,
Adorno’nun değerlendirmesinde olduğu gibi sanatın içinde yer alacaktır. Aynı
zamanda bu sanat “Burjuva felsefesi” gibi “genel insani örgütleşme talebini”
gerçekleştirmede, bir ütopyanın içinden umuda sarılacaktır. Bu olumsuz kavramı için
Herbert Marcuse şunu söyler:132
“… Sanatın hüküm sürdüğü alanda protesto geleneği, “verili” olanı olumsuzlaması kendi dünyasında, kendi hakkı olanda ısrar eder. Burada başka dil ve başka imgelerin iletişimi, duyulması, sürüp gider… Bugün sanatta burjuva geleneğinin… yıkımı tamamen tamamlanmamış görünmektedir. Yeni “açık” biçimler veya “özgür biçimler” sadece tarihsel gelişim çizgisi içinde yeni bir üslubu ifade etmekle kalmaz, içinde sanatın hareket ettiği evrenin olumsuzlaması, sanatın tarihsel işlevini değiştirme çabalarını da ifade eder.”
Sanatın toplumsal yanlışlıkların ve bölünmüşlüklerin içinde bir sığınma yeri
olarak doğruluğun ülkesi olması burjuva toplumunun kurtuluşu olarak da sanat ülkesi
örneğine işaret edecektir. Bu ülke mimesis kuramını karşısına alır. Toplumsal
yanlışlıkların, aynı zamanda toplumsal gerçeklik de olan bu yanlışlıkların yansıtıcısı
olmayacak bir yol gösterici ülke olacaktır. Burada sanat yapıtının ütopik başkalığı
bütün bu toplumsal doğruluk, düzenleniş öğelerinin ütopik bir başkalık içinde
düzenlendiğini gösterir. Sanatın ülkesi bu başkalık içinde bütünlükten uzak değildir.
Buradaki bütünlük yanlışlığı toplumsal gerçeklikle örtüştüren olumsal bakış açısını
eleştiridir.
Toplumsal gerçekliğin ontolojisi sanat yapıtının ontolojisiyle karşıtlık taşır.
Yukarıda konu edilen olumsuzlama kavramı ile yeni bir kavram olan “getto”,
sığınılacak ülke kavramı arasındaki ilişki şöyle kurulabilir: “Sanat böyle bir karşı
132 Herbert Marcuse, Karşıdevrim ve İsyan, Çev. Gürol Koca-Volkan Ersoy, Ayrıntı Yayınları, 1998, s.76.
121
kültür olarak içinde bulunduğu burjuva toplumunda belli niteliklerle belirlenmiş ve
sınırlanmış bir “getto” oluşturur. Sanatın bu sınırlanmışlığı, onun yanlış ve çarpık bir
burjuva toplum gerçekliği içinde kaybolup gitmemesini sağlar. Çünkü sanat, doğru
düzenli toplum gerçekliğinin güvencesidir. Sanatın bu sınırlanmışlığı, burjuva
gerçekliği içinde batmış, kaybolmuş olan doğruluğu kurtarır. Sanat, içinde doğmuş
olduğu topluma yönelir ve yanlış gerçekliğe karşı olduğunu ifade eder.”133
Toplum ve sanat ilişkisinde sanatın hüküm sürdüğü alanda bir protesto geleneği
“verili” olanın varolan gerçekliğin olumsuzlaması olarak bu dünyanın içinde yer
alarak kendi hakkında ısrar eden bir gelenektir. Burada sanatta ki bu protesto
geleneği, aynı zamanda yıkıcılık niteliği, hem yerleşik topluma karşı yürütülen
siyasal savaşta hem de burjuva kültürün “sistematik desüblimasyonu” olarak ortaya
çıkar. Bu desüblimasyon, estetik biçimin yıkılmasını hedeflediğinden bu biçimi
oluşturan düzen ve içindeki uyum, ritim, kontrastın gerçeklikle olan ilişkisinin
hükümsüz kılındığı bir “… olma” durumu yaşanır. Sanatın, gerçek dünyayla olan bu
“yanılsamalı” ilişkisinin bir hüküm süren düzenin dönüştürüldüğü yeni bir durum
söz konusudur. Marcuse bu noktada şöyle yazacak: “Bu dönüşüm, “yanılsamadır”,
ama sunulan içeriğe bir anlam katan ve geçerli söylem evreninde olanlardan farklı
işlevi olan bir yanılsama. Başka bir boyuttan gelen sözcükler, sesler ve imgeler
yerleşik gerçekliği, gelecekte kurulacak yeni bir uzlaşma adına “paranteze alır” ve
hükümsüz kılar.”134 Sanatın gerçeklikten ayrılması, yeni estetik biçimin bir özelliği
olacağından, yeni oluşan sanat için geçerli olacak desüblimasyon şu anlama gelir;
Yalnızca akla ve rafine “damıtılmış”, kısıtlanmış bir duyarlığa değil, ilk olarak miyadını doldurmuş sömürgen bir toplumun gerekliliklerinden kurtarılmış doğal bir duyu deneyimine cevap veren ve onu harekete geçiren “dolayımsız” bir sanata dönüş. Arayış, vücudun (ve “ruhun”) deneyimini, işgücü ve teslimiyet araçları olarak değil, özgürleştirme
133 Besim F. Dellaloğlu, Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1995. 134 a.g.y., s.75.
122
araçları olarak ifade eden sanal biçimlerinin arayışıdır. Bu duyusal bir kültürün arayışıdır.135
Yukarıdaki alıntıda özgürlüğün bir aracı olarak görülen sanat, Kant’ın bir ide olan
özgürlük kavramının cisimleşmesi olarak görülebilir. Kant için özgürlük pratik aklın
da koşulu olacağından sanat yapıtı ancak bir düşünümsel yargının tikel örneği olarak
karşımıza çıkacaktır. Görünür dünyanın, gerçekliğin “paranteze” alınması, Kant’ın
göründükleri şekliyle bilemeyeceğimiz fenomen ve numen ayrımındaki şeyin kendi
olacaktır. Neyin gerçek olabileceği, Kant’ın yöntemsel varsayımlarında, şeylere göre
değil, bizim nesneleri kavrayışımıza göre belirlenir. Bu noktada gerçekliğin ne
olduğunu, yani deneyimin nesnesi olarak neyi kabul ettiğimizi belirlemek için, bu
deneyimin koşullarına sahip olabildiğimiz genel ve zorunlu koşulları belirlemek
gerekir. Kant burada deneyim nesnesini ilk önce bir görünürde bilinebilirlik ilkesi
içinde, sonraki adımda, bu genel ve zorunlu koşul, deneyimden önce deneyim
öznesinde bulunduğunu varsaydığı a priori ilke, nesneyi ikinci defa “paranteze”
almış olur. Kant’ın sadece özgürleşme aracı olarak sanat yapıtının gerçekliğin bu
desublimasyonunu, nesnel dünyanın şeylerindeki unsurlara başlangıçta uygulanır, bu
desüblimasyonu doğanın şeylerinde varsaymış denilebilir. Kant, “aşkınsal”, “aşkınsal
felsefe” ifadeleriyle, şeyin fenomen ve numen ayrımında onları bizim özne olarak
belirlenimimiz karşısında, yani bizim durumumuza bağlı olarak göründükleri
şekliyle bilebileceğimizi varsaydığında Saf Aklın Eleştirisi’ndeki düşünme biçimini
de ifade eder.
Akılsal özneye dönüş, ampirik bireyi değil, zihinsel etkinliğin bir genelleştirme
öznesini ortaya çıkarır. Bu genelleştirme bilginin göreceliliğini ortadan kaldırarak,
öznel işlevlerin aşkınsal ifadesine ulaşır. Kant burada “yeti” kavramıyla, bu öznelliği
bir bütün olarak insanın kavranılabilirliliğinin göstergesi olarak alacak, zihinsel
etkinliği bu kavramla analiz edecektir. Burada zihnin her bir fonksiyonu işin
kullanılan yeti, aynı zamanda insanın yeteneklerine de işaret edecektir. Bu yetilerin
135 a.g.y., s.76.
123
ilki için Kant, uyaranlardan etkilenen duyarlığı ve bu duyarlığın görüleri tasarımlar
altında toplama yetisi olarak imgelemden bahseder.
Bu iki kavramla yeniden Adorno ve Marcuse’ye dönersek, yukarıdaki açıklamada,
özgürleşme aracı olan sanat, duyusal kültürün arayışı olarak, duyu deneyimi ve
alımlama yeteneğinin, yetisinin dönüştürülmesini amaçladığından, Kant’ın temel
yetilerinden birinin “burjuva kültürü” ve onun belirlendiği üstyapı, ideoloji” içindeki
vardığı noktanın ortaya çıkarılması olacaktır. Kant, bu yetinin saf aklın bu
yeteneğinin doğasını belirtirken, bu doğanın vardığı sonuç ancak bir tarihsel analizin
içine yerleştirilerek anlaşılır. Kant’ın çıkış ve kuruluş noktaları, bir insan
topluluğunun kültürel değişikliklerinin analizi için kullanılacaksa bu yetilerin
üsluplar içinden değerlendirilmesi gerekir. Marcuse, bu duyu deneyimine dayalı
duyusal kültürü, yıkıcılık içinde üretimin kapitalist köklerini çürütmek için “radikal
dönüşüm” içinde dönüştürür. Burada halen saklı bir umut vardır. Adorno’ya
geçtiğimizde kültür kavramı söz konusu olduğunda, “kültür endüstrisi” kavramını
kullanacaktır. Bu kültür endüstrisi, “kitle kültürü” kavramının yerine kullanılır:
“Adları Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’yle birlikte anılan diğer teorisyenler daha kötümserdiler. Onlar kitle kültürü terimi kültürün kapitalist örgütlenişinin gerçekte olduğu gibi, sermayenin ihtiyaçlarına değil de kitlelerin ihtiyaçlarına hizmet ettiği için, ‘kitle kültürü’nden değil de ‘kültür endüstrisi’nden söz ederler. Kültür endüstrisinin her ne kadar kendilerine yönelmiş olduğu milyonların bilinçli ve bilinçsiz halini hesaba kattığını inkar etmek mümkün olmasa da ‘kitleler gerçekte bir hesaplaşma objesi, makinenin dişlisidirler.’ Sanat eserleri, kâr güdüsüyle sermaye birikiminin mantığına daha sistematik bir biçimde tabi tutulurlar. Entelektüel kültürün eleştiri potansiyeli kültür endüstrisinin bireyin kapitalizme intibakını kolaylaştıran, konformist ya da ‘olumlayıcı’ tarafından ortadan kaldırılır.”136
136 David West, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, Çev. Ahmet Cevizci, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1998, s.95.
124
Adorno kültür endüstrisi kavramı yanında kültür eleştirisi kavramını burjuva
toplumundaki ifade özgürlüğü olarak değerlendirirken, bu özgürlüğün teolojik ve
feodal vesayetten uzaklaşırken, mevcut denetimin anonim denetimine bağımlı
kaldığını yazar: Tinin özgürlüğü fikri kültür endüstrisinde sadece dışardan dayatılan
bir bağımlılığın yanında, bu bağımlılığın içsel kılındığı bir durum vardır. Özgürlüğün
bu yanılsamaları bağımlılığı, tinin egemen toplumsal kategorileri üretmesi yanında
“kendini meta haline getirmediğinde bile, nesnel olarak statükoya benzer” bir durum
yaratır. Farklılığın, bir değişme ediminin tekdüzeliği içinde, piyasa arzının
tekdüzeliğinin bu farklılığı bir “nüans halinde yozlaştırarak bireysel bilincin
farklılaşma olanağını neredeyse a priori elinden alacağı”, bir özgürlük yanılsamasını,
“böyle bir düşünümün özgür olmayışıyla” çelişki yaratacağı durumlara kıyasla
bağımlılığı artıracak yönde artırır. Bu bağımlılık sadece özgürlük ve altyapı arasında
değil, kültür eleştirisi ve ekonomik sistem arasında da mevcuttur. Toplumsal
dinamizmin sonucunda, kültürün kültür eleştirisine dönüşmesi, aynı zamanda
diyalektik kuramında bu eleştiriyi içermesini gerektirir. Kültürel gelişmenin, bu bir
çürüme olsa da ancak bu kuramın yardımıyla içerdiği hakikatsizliğin bir “kendi
bilincine” varması sağlanır. Sanatın, burjuva toplumunda üstlendiği görevi, kültür
eleştirisi de içerecektir.
Adorno, kültür eleştirisinin karşısına yerleştirdiği diyalektik kuramı, kültürün bir
bütün olarak alındığı, aynı zamanda kültürle bağlarını koparsa da kültüre hesap soran
eleştiriye karşı, kültürü yadsımaya kadar vardırmasıdır. Adorno bu noktada şöyle
söyleyecek: “Kültürü bir bütün olarak görmek, onun kendi hakikatinin mayası olan
yadsımayı çekip almaktır. Kültür dostu olmak, savaş resimleriyle ve askeri müzikle
uyumlu bir tavırdır. Diyalektik eleştiriyi kültür eleştirisinde ayıran şey ise onun
kültürü eleştirmeyi kültürün yadsınarak aşılıp tamamlanmasına kadar
vardırmasıdır.”137
137 Theodor W. Adorno, Edebiyat Yazıları, Çev. Sabit Yücesoy, Orhan Kocak, Metis Yayınları, İstanbul, 2004, s.l71-172.
125
Kültür endüstrisinin, sayısız insana temas etmesi, bu insanların tikelliklerinin
ortaya çıkarıldığının göstergesi değildir. Burada sanat ile estetiğin iletişimsel yönü
arasındaki ilişki sanatı, sanatsal “züppeliğin” karşısında, onun zararlı toplumsal
yönlerinin savunulmasına götürür. Burada görsel yaşantının oluşturduğu duyusal
dünya Marcuse’nin de bahsetmiş olduğu sanatın dünyası olan duyusal dünya, kültür
endüstrisinin zararlı toplumsal sonuçlarına karşı savunma yolu olarak gözükmesi
eleştirilir.
Kant’ın ortak duyuya dayanan, yargı yetisi olarak aldığı estetik alan, yani beğeni
yargılarının alanıdır. Kültür endüstrisinin ürünlerinin, nesnel meşruluğu özsel
nitelikleri, sadece zararlı toplumsal sonuçların eleştirisi adına sanatı kullanması değil,
bu ürünlerin aynı zamanda nesnel zihin durumunun da dayalı ortak bir duyu (sensus
communis) olduğunu da düşünmek gerekecektir.
Adorno toplumsal bütünlüğün yapıtın şeyleşmesini artıracağını söylerken, ardında
bu bütünlüğün içindeki Kant’ın nesnel zihin durumlarının alanı olarak gördüğü
estetik alanını da bir şeyleşme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söyleyecektir. Bu
bütün hali üzerine Adorno şunu söyleyecek:
Toplum ne kadar bütün (total) hale gelirse, tinin şeyleşmesi o kadar artar ve şeyleşmeden kendi başına kaçınma çabası da o kadar paradokslaşır. Felaketin en uç, en keskin bilinci bile yozlaşıp gevezeliğe dönüşme tehlikesinden muaf değildir. Kültür eleştirisi kültür ve barbarlık diyalektiğinin son basamağıyla karşı karşıyadır: Ausschwitz’ten sonra
Adorno, kültür araştırmalarında kültürel seçkinciliğe kaçmamak gerektiğini söyleyerek, “sözde iletişim sosyologlarının kültür endüstrisi niteliğine, onun ürünlerinin estetik düzeyine ait soruların dışlandığını söyleyerek, bir “küstahça anlaşılmazlığa” sığınılarak yapılan eleştirilerin suçlandığını söyler. Theodor W. Adorno, “Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken”, Cogito, Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe, Sayı 36, YKY Yayınları, İstanbul, 2003, s.79.
Adorno, bir yandan diyalektik kuramın, kültür eleştirisine yaklaşımını belirlerken diğer yandan da kültür araştırmacı ve sosyologlarının bu eleştiri karşısındaki farkını kültür eleştirisinin kültürün sözde olumsuzluklarını felaketlerin nedeni sayması kadar tartışılır olduğunu söyler.
126
şiir yazmak barbarlıktır ve üstelik bu, şiir yazmanın bugün neden imkansız hale geldiğine ilişkin bilgiyi de kemirmektedir. Eleştirel ruh kendinden memnun tefekkürle sınırlığı kaldığı sürece, geçmişte tinin ilerleyişini kendi unsurlarından biri olarak varsaymış olan ve onu artık tümüyle yutmaya hazırlanan mutlak şeyleşme karşısında çaresizdir.138
Adorno nesnel bir durum olarak toplumsal totalitenin toplumsal tezatlıklarla
yeniden üretilmesinin bireyin durumunun önünde yer alacağını söylerken, burada
sanatın modern sanatın taşıdığı hakikatin de bu kopukluk içinde taşınacağına vurgu
yapan Lucas’ın estetik anlayışına yakındır. Adorno, sanatla -gerçeklik arasındaki
farklılığın sürdüğünü, uzlaşmaz- çelişkinin devam ettiğini söyleyecektir. Eleştirel
kuramın sanat anlayışı da bu iki alanın gerçekliğinin çakışması üzerine kuruludur.
Toplum ve özne ilişkisinde Adorno totalitenin bireyi nasıl dönüştürdüğü için şunu
yazacaktır:
Nesnel bir durum olarak, toplumsal totalitenin; yani yabancılaşma aracılığıyla, toplumun tezatları aracılığıyla oluşmuş bulunan ve kendini bunlarla yeniden-üreten bir totalitenin birey’e öngelme durumu sürdükçe, bağlantısız öznenin yalnızca bir görünüş-olan olma durumu da sürecektir. Modernist edebiyatın büyük yapıtları öznelliğin bu görünüş-olan’lığını, birey’i gerçekteki güçsüzlüğü ve hiçliğiyle bütün bağlamı içinde tasvir edip ortaya koyarak ve söz konusu totaliteyi, yani bireyin yalnızca bir moment’i olduğu ve bireyin (yabancılaşmayı kendine temel almış bir toplumsal hayat içinde kendi yaşamını her şeye rağmen/katlanmaya çalışarak sürdürebilmek için-Ç.) bilisizlik içinde kalmak (ve hakikati’ni öğrenememek-Ç.) zorunda bulunduğu totaliteyi birey’in içinde kavrayıp anlayarak paramparça etmektedir.139
Adorno’nun totalite karşısında bu totalitenin aşılmasını sanat eserinin ayrıcalıklı
alanında bulacağından, Kant’ın estetik yargının nesnesini bastırarak, burada bir öznel
138 Theodor W. Adorno, “Kültür Eleştirisi ve Toplum”, Edebiyat Yazıları, Metis Yayınları, İstanbul, 2004, s.179. 139 Theodor W. Adorno, “Baskı Altında Uzlaşma”, Estetik ve Politika, Çev. Ünsal Oskay, Eleştiri Yayınları, İstanbul, 1985, s.244.
127
ve nesneler arası yapı görmesi, bu aynı zamanda ortak duyu olacak olan, nesnenin
güzel yargısının aracı olacağı sanat eserini değerlendirişinden farklıdır. Kant’ta
estetik kurama, yargı gücüne, bir yeti olan yargı gücüne işlerlik kazandıran şeyin
kendisidir. Burada özneye dair bir öncelik durumu dikkat çekerken Adorno’nun
eleştirel kuram’ın sanat nesnesini değerlendirişi hem nesneyi hem de özneyi
aydınlatmak adına sanat nesnesinin ayrıcalıklılığına dayanır. Kant’ın estetik yargı
gücü, Adorno için sanat eserinin ayrıcalıklı alanı olur. Burada Kant’ın estetik
kuramındaki, güzel ve yüce kavramları insan anlığının yapısıyla da ilişkili
olacağından Kant’taki öznenin payına düşen umut, özgürlük ilkesiyle de ilişkili
olacaktır. Sanat nesnesinin eleştirel teoride taşıdığı, umudun, estetik umudun, Kant
için insanın özgürlüğünün gerçekleştiği doğanın terk edilmesinin reddine
dayanacağından Adorno bu iki alanı doğa güzelliğini ve sanat güzelliğinin ayrı
tutuluşunu eleştirecektir. Kant’ta doğanın nesnel zorunluluğu ile güzeldeki nesnel
olan öznel zorunluluğu burada bir araya gelir.
Kant güzel ve yüce yargılarının her özne için geçerliliğinden bahsederken, bu
kavramların evrenselliğine de işaret etmiş olur. Doğal güzelliğin nesnesinin formu,
bu form kendi sınırlılığı içinde bulunacağından yüce (le sublime) ise formsuz bir
nesne (un objet informe) olacağından bu sınırlamanın yokluğunda (cette absence de
délimitation) aklın belirsiz bir kavramını temsil edecektir (le sublime un concept in
indetérminé de la raison).140 Kant’ın güzel ve yüce kavrayışı Adorno için eleştiri
noktası olacağından Adorno, bu güzellik kavrayışını, yüce yargısından ayrı tutmak
adına estetikteki diyalektiği devinimsiz hale getirdiğini söyler. Kant ve Adorno
arasındaki ilişki içinde bu diyalektiğin yeniden kurulması denilebilir. Adorno’nun
hem Aydınlanmanın diyalektiğinde Odysseus’ın kişiliğinde çıkan hem özgür hem de
140 Emmanuel Kant, Œuvras Philosophiques, II Der Prolégomènes aux Ecrits de 1791, Gallimard, Paris, s.1009-1010.
128
doğal güçlerin bir yeniden üretimi, öznenin payına bir sesi olurken, sanat yapıtı da
tikelin tümele bağlandığı yer olacaktır.*
* Kant ve Adorno arasında, estetik kavrayış üzerinden bir ilişki için Tom Huhn’un, “Kant, Adorno ve Estetiğin Toplumsal Geçişsizliği” makalesine bakılacak olunursa, Adorno, Kant’ın estetik yargı gücünün hem bir araştırma alanı, hem de bir baskı alanı olarak görür. Makale şöyle devam edecektir; “Adorno’nun Kantçı yücelik yorumuyla ilgili birkaç değinisiyle başlamak istiyorum. Kantçı yücelik, bilindiği gibi, sanatta değil, ancak doğanın huzurunda yer eder:
Kant’a göre bu yücelik doğa karşısında hissetmemiz gereken bir şeyler, fakat öznel yapı kuramı açısından değerlendirildiği takdirde bunun anlamı doğanın kendisinin yüce olması gerektiğidir. Doğanın yüceliğinde gerçekleşecek bir ben imgesi, onunla bir tür uzlaşmayı öngörür.
Yüce bir vaattir, gerçekten de güzelin verdiği vaatten çok daha gerçek çok daha etkili bir vaattir… çünkü yüce, uzlaşma ve dolayısıyla kurtuluş vaat etmektedir. Öte yandan Kant için böyle bir vaat ve kurtuluş ancak doğayla mümkündür. “Burada Kant’ın özne merkezli felsefesinin aslında doğayla sıkı ilişki içinde olduğunu görürüz. Burada şu sorulabilir ki canlı doğanın nesnelleştirilmesi, yücenin kaynağı olan doğayı bir şey’e dönüştürmez mi? Ya da ideal kavramların insanın dışında temellendirmesi, aklın sömürüsünün olanağı olmaz mı? Bu sorular Kant’a direkt yönetilseydi Kant ne derdi bilemeyeceğiz, ama bir haddi aşmanın bilincinde şöyle tasavvur edilebilir; ilk soru için, ideal kavramların dışsallıkta yer alması ya da kendinde olandan gelmesi, bu kavramların birer kurucu öğe olduğunu gösterecektir. Vaati kuran unsur olarak, yüce. İkinci için; sömürü için aklın aklı sömürmesi önce geldiğinden, doğayla irilen ilişki sonra gelen bir sömürü olacaktır. Metine dönersek, şöyle devam edecek: “Kant’ın yüce yorumunun en önemli öğesi, herhalde sürekli dinamizmi, daha doğrusu negatif diyalektiğidir. (Adorno için, Hegelci diyalektik özne ve nesne arasındaki ayrımı ve uzaklığı, özne lehine ve nesne aleyhine, geri dönüşü olmayan bir biçimde yıkar; Adorno’nun negatif diyalektiğiyse nesne lehine ve özne aleyhine, kendini nesnesinin yanında konumlandırır. Kant’ın yücesin dinamizmi, tıpkı negatif diyalektik gibi, nesnenin bütünüyle silinmesine –ki buna zaten hazırdır- yönelir.) Yüce, kendisi kurtuluş olmasa da kurtuluşun çok yakın olduğu beklentisinin sürekli etkinliğidir. Yalnızca umudun değil, gerçek yaşamın doğrudanlığının ve varlığının terk edilmesinin reddidir. Yüce, öte yandan, Hıristiyan değildir –düşkün bir öznellik öngörmez. Öyleyse, ne de nostaljiktir – bir kez var olduğunu kurguladığı şeyi geri kazanmak peşinde değildir. Yüce alegorik de değildir, şimdiliğini ölmüş başka bir şey üzerinde konumlandırmaz. Yüce aksine doğanın mimetik, kestirimci bir ürünüdür – insan doğasıdır bu, ya da toplumsal doğa, ki şu koşullar altında ikincil doğa dememiz uygun düşecektir.”
Yukarıda ara açıklamada olduğu gibi Adorno’da doğanın kendisini “buyurgan öznellikten kurtarması” gerektiğini söyleyecek: “Tinin etki alanından çıkan doğa kendini doğallığın ve buyurgan öznelliğin lanetli kollarından kurtarmalıdır. Bu özgürlük doğanın dönüşümü beraberinde getirmelidir; daha özele inecek olursak, yücenin, arı yaşamın karşıt-imgesinin dönüşümü.”
Adorno, bu karşıt-imge vurgusuyla, muhalif sanatın bu buyurganlıktan doğayı kurtaracağını söyler. Burada doğa, bu sanat aracılığıyla, bizden intikam alarak ona karşı yitirdiğimiz saygının intikamını alarak yücenin doğanın huzurundan sanata geçişidir burada söz konusu olan. Adorno, doğa huzurunda olan yücenin tarihsel dönemini, “temel güçlerin, öznenin özgürlüğe, dolayısıyla tinin özbilince kavuşmasını içeren salıverilmesine” denk gelen bir dönem olarak niteler. Burada öznenin kendine geldiği ve kendisini yüce olarak (yanlış) tanıdığı bir durum içinde, umut ve
129
düşünüm vaadinin içinde “kendisinin gerçekten de arı yaşamdan fazla bir şey olduğunun bilincine varamamasına yönelik öznel eksikliği sebebiyle süreksizdir.” Burada bu beğeni anlayışı öznenin kendisini evrensel öznel kılma çabası olarak görebiliriz. Yüce deneyimi karşısında yer alan güzellik deneyimiyle, öznellik, estetik haz anının ürünü olacağından, öznel, öte taraftan da bu anın henüz öznellik tarafından tanınmamış bir anın evrenselliği olduğu düşünülürse bunu bir başarısızlık olarak yargılamayız. Bu yukarıdaki yanlış olarak öznenin kendisini yüce doğa olarak kabul etmesinin ardından ikinci eleştirilecek nokta bu öznellik deneyim anının evrensel oluşudur. “Temelde bu geçişsizlik, estetik öznenin kendisini bir aracı olarak tanıyamamasına yönelik başarısızlık, estetik öznenin kendisini bir aracı olarak tanıyamamasına yönelik başarısızlık, estetik yargı gücünün eleştirisine doğuran şeyledir.” Adorno için Yüce’nin doğadan sanata geçmesi tek başına doğanın öcünün ürünü değildir. Hem toplumsalın hem de öznelin şeyleştirilmesinin belirtisi olacaktır. Adorno öznellik deneyiminin bu şeyleştirilmesin ardında öznenin toplumsal anlamda kendini yeniden üretemediğini düşünecek: “Öznellik beğenide kendisinin ayrımına varır ama kendisini orada, onun içinde tanımlayamaz ve öyle görünüyor ki böylelikle kendisini toplumsal anlamda yeniden üretmeyi başaramaz. Her ne kadar Kant’a göre, beğeninin tekil başarısı özneler arasılık koyultama edimine bağlı olsa da başarısızlığı iki yönlüdür: Beğeni ya elde ettiği evrensel öznelerarasılığı nesnel bir şeye aktarmada başarısız oluyor ya da öyle görünüyor ki en azından başarısını, dolayısıyla süregiden geçişsizliğini de anlamlandıramaz. Beğeninin tek başına bu eksikliği… yücenin projesinin hayata geçmesinin yolunu açar. Yücenin ilk hedefi, beğeniden, kendisini nesnel olarak yanlış tanımasına olanak veren sunumu uzaklaştırmaktır.” Adorno için, yücenin doğadan sanata geçmesi toplumsal totalitenin yol açtığı hem öznel hem de toplumsal şeyleşmenin belirtisidir. Adorno bu noktada şeyleşmenin arttığı oranda bir dinamizm gereksinimi olacağını söylerken, sanatta göçün yol açacağı yücelik için, negatif gücün başladığı saf bir biçim geliştireceğini söyler. Aslında burada, bu makalede söz konusu edilmeyen şu nokta düşünülebilir; nesnelleşme aynı zamanda sanat yapıtının kendisinde gerçekleşirken burada bir biçim altında toplanan yargıların, yani tikelin nesnelleşmesi olacağından aslında Kant şeyleşmeyi aşmamış mıdır? Eserin tikelliğinden geçen bir tümellik düşüncesi en nihayetinde sanat eserini tekrar doğaya bağlayacaktır. Nasıl ki, Kant, Ebedi Barış düşüncesinde doğadaki “Barış” idesinin insanlar arasında olan ona yazgıyla bağlanarak yeniden bir doğayla bağlanma söz konusudur. Burada sanat yapıtı hakikatin alanıdır.
Metine dönersek Adorno’ya gelirsek sanat yapıtı eğer Kant’ın ifade ettiği gibi bir özgür oyun alanıysa, yücenin ona ulaşması, bundan sonra böyle olamayacağının göstergesidir. “Adorno’ya göre sanat artık yüceyi gerektirmektedir, arıtk salt görünüşlerin alanı değildir, bunun ötesinde, sahte görünüşlerin diğer bir deyişle reddedilmeyi talep eden alanıdır. Eğer estetik görüntü, Nietzsche’nin izinden gidecek olursak, bir zamanlar düşünümü ve yaşamı kışkırtan bir darbe işlevi gördüyse, o zamandan bu yana sertleşerek, özellikle de kendisi için, bir engel haline gelmiş olmalıdır:”
Adorno’nun Nietzsche’nin yukarıdaki yaklaşımına destekle sanat yapıtının başarısı olarak gördüğü yücenin sanata göçü noktasında, yine Nietzsche’nin etkisinde sanatın hem yaratma hem de yok etme niteliğinin bireyleşme şeması altında değerlendirilmesinin izinden gider: “Şurası açıktır ki, sanat evrenselliği bir sorunsal haline getiren kendisini, ne pahasına olursa olsun bireyleştirmelidir.” Sanat eseri bir geçiş olanağı olarak diyalektik yolla bu olanağı kendi başına yapar. Burada bu geçiş, tikelden tümele geçişte Adorno Kant’ın örneklem kavramına atıfta bulunarak, Kant’ın sanat yapıtında varsaydığı özdeşlik ve evrensellik ilkesinin hem kural hem de tikel nitelik olarak formüllendirir. Örneklem tikeldir aynı zamanda da kendi dışındaki tüm örnekler için ideal bir niteliğe sahiptir.
130
Marcuse’nin ‘olumsuz’ kavramını değerlendirişi yukarıdaki alıntıda olumlu olanın
bireyin özerkliğinin ortadan kaldırarak onun bir üretim ilişkileri içinde, tüketimin
öznesi kılındığı çağdaş toplumların örtüsü olduğu anlaşılır. Bu olumlu kavramı aynı
zamanda pozitivist düşüncenin, Aydınlanmanın da içinde olduğu, nesnel bilimsellik
kılıfı altında, varolan düzenle anlaşan toplum teorilerinin bir eleştirisi olacaktır. Bu
noktada eleştirel teori, bu yöntem ve kabullerden oluşan teoriye “geleneksel teori”
diyecektir. Eleştirel teori pozitivist yaklaşımın doğanın bilinebilirliği ilkesiyle
büyüsü bozulan doğanın yerine yeniden ütopya kavramıyla “gerçekliğin
kutsallaştırılması” olan şeylerin birer sanat objesine dönüştürür. Bu noktada Adorno
bu dönüşüme paralel olarak kitle kültürü kavramının yerine kültür endüstrisini∗
koyuşunun da sebebini bulabiliriz.
∗ Adorno, kültür endüstrisi terimini kullanışını “Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken” adlı makalesinde şöyle açıklar: “Kültür Endüstrisi terimi yanılmıyorsam ilk defa 1947’de Amsterdam’da Horkheimar’la birlikte yayınladığımız Aydınlanmanın Diyalektiği’nde kullanıldı. Müsveddelerde “kitle kültürü” terimini kullanmıştık. Fakat daha sonra, yandaşlarının işine gelecek yorumları dışarıda bırakmak amacıyla kitle kültürü yerine “kültür endüstrisi” terimini kullanmayı uygun bulduk; ne de olsa onun kitlelerden kendiliğinden çıkan bir kültür sorunu olduğunu ortaya atabilirler. Onu popüler sanatın çağdaş formu sayabilirlerdi ki bu ikincisinin kültür endüstrisinden kesin olarak ayırt edilmesi gerekir. Kültür endüstrisi eski olanla tanıdık olanı yeni bir nitelikte birleştirir. Kitlelerin tüketimine göre düzenlenen ve büyük ölçüde o tüketimin yapısını belirleyen ürünler, tüm sektörlerde az çok bir plana göre üretilir. Tüm sektörler yapısal olarak benzerdir ya da en azından birbirinin açıklarını kapatarak, neredeyse tamamen gediksiz bir sistem oluştururlar… Kültür endüstrisi kasıtlı olarak tüketicileri kendisine uydurur. Bin yıllardır ayrı duran yüksek ve düşük sanat düzeylerini, her ikisinin de zararına bir araya gelmeye zorlar. Yüksek sanatın önemi, yararı konusundaki spekülasyonlarla yok edilirken, düşük sanatın da önemi de (toplumsal denetim kusursuz olmadığı sürece) içinde barındırdığı isyancı direniş özelliğine dayatılan medeni sınırlamalarla yok edilmektedir… Endüstrinin kültürel malları özgül içerikleri ve yapılarındaki uyuma göre değil, piyasada gerçekleşen değerlerine göre yönetilir. Tüm kültür endüstrisi pratiği, kâr güdüsünü dolaysız olarak kültürel formlara aktarır… Sonuçta, kültür endüstrisinin, kökeninde yatan kâr güdüsü ideolojisini dört bir yana saçmasına bile gerek kalmamıştır. Bizzat kâr güdüsü onun ideolojisinin nesnesi haline gelmiş ve her koşulda yerine getirilmesi gereken kültürel malların satılma zorunluluğundan bile bağımsızlaşmıştır… Bu nedenle, “endüstri” teriminin ilk anlamında alınmaması yerinde olur. Bu terim doğrudan doğruya üretim sürecini değil, kültürel malın standardizasyonunu –her sinema seyircisinin aşina olduğu Western filmlerinde olduğu gibi- ve dağıtım tekniklerinin rasyonelleşmesini anlatmak amacıyla kullanılmaktadır… Kültür endüstrisindeki teknik kavramı, sanat eserlerindeki teknikle sadece ad bakımından benzeşir. Sanat eserlerine teknik, bizzat nesnenin iç örgütlenmesi, özgün içsel mantığıyla örgütlenmesiyle ilgilidir. Kültür endüstrisindeki teknik ise tam aksine, başlangıçtan itibaren dağıtım ve mekanik yeniden üretimle ilgidir. Bu yüzden daima nesnesine dışsal kalır.” Theodor W. Adorno, “Kültür
131
Böyle bir ortamda Adorno felsefe yapmanın da zorluğundan bahsedecektir.
Felsefe artık küçük ve kapalı aydınlar topluluğunun görüş alışverişi bulundukları
dönemdeki meseleler dışında yukarıda da geçtiği gibi toplumsal teorilerle de
uğraşmak durumundadır. Klasik felsefe düşünüşün iddialı öğretileri olan meseleler
“adeta filozoflara vefa borcu ödercesine felsefe yapan, aslında çok da iddialı
olmayan öğretileriyle yeni Kantçılık ve Hegelcilik, durumu özünde pek
değiştirmemiştir” diyen Adorno felsefenin çevremizdeki dünyanın toplumsal
hedefleri karşısında iflas etmiş olduğunu söyler. Çağdaş toplumun düşünce
dünyasında her şeyi kapsayan bir sistem olma iddiasıyla felsefe “çılgınca bir
aldanmalar dizisini” düşeceğinden felsefe her şeyi bilme iddiasından vazgeçerek
geleneğinden gelen tüm yükü de sırtından atmalıdır. Felsefenin toplum içindeki her
şeye yönelik bir sorumluluk duygusu tarafından yönlendirilmesi sorumluluk duyduğu
şeylere itaat etmesinden vazgeçerek tarihsel ön yargılardan uzak kendini üstün gören
mutlaklar arayışında olan niteliğinden vazgeçmelidir.
Kant’ın felsefenin modern toplum için sorulabilecek soruların olanağını taşıdığını
söylediğini düşünürsek felsefe ve güncellik konusunda Adorno da toplumsal ve
politik gerçeklerin içinde olan bunların göreli ağırlıklarını da kabul eden bir felsefi
sistemin bütünlüğünden bahsedecektir.
Endüstrisini Yeniden Düşünürken”, Cogito, Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe, Sayı 36, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.76-77.
132
9. EBEDİ BARIŞ PROJESİ
Kant 1793 yılında Saf Aklın Sınırları İçinde Din adlı kitabını yayınlandığında
kilise düzenine eleştiriler getirerek, kendi pratik ahlak yasasına dayalı bir “din”
anlayışında kilise Hıristiyanlığı eleştirmiştir. Kant bu kitabından sonra hem politik
hem de üniversite çevrelerince eleştirilmiştir ve 1 Ekim 1974’te Prusya Hükümeti
Kant’a bir kraliyet emirnamesi gönderir. Kant bu emirname karşısında dinle ilgili
konularda derslerde konuşmayacağına dair taahhütte bulunur.
Kant yaşamının sonlarına doğru siyaset yazılarını yazacak ve yukarıda geçen
olayın ardından yönetimle “hesaplaşma”da olabilecek 1795’te Ebedi Barış adlı
yapıtını yayımlar. Kant, olgunluk, öz-düşünme kendi özgürlüğünü kullanma olarak
yorumlarken, “kendi adına konuşma özgürlüğüne de vurgu yapar”. İnsanın kendi
kendini belirleme yeteneğini gerçekleştirilmesini engelleyen toplumsal ilişkileri
eleştirir. Ebedi Barış kitabı, hukuksal sözleşme devletinin temellerini atmanın
gerekliliğini, yine kendi kendini belirleme için gerekli olacaktır.
Kant din yazılarında da bu temellendirmenin gerekliliğini ifade eder:
Akıllı insanların bile dile getirebildiği şu ifadeyi kabul edemem: “sivil özgürlük için mücadeleye girişmiş bir insan topluluğunda bazı insanlar özgürlük için yeterince olgunlaşmamıştır”; “bir toprak sahibinin köleleri, özgürlük için henüz olgunlaşmamıştır”; ve benzer biçimde, “insanlar genel olarak inanç özgürlüğü için henüz olgunlaşmamıştır”. Böyle bir önkabule göre özgürlüğe asla erişilemez; çünkü özgürlüğün içine yerleşmeden özgürlük için olgunlaşılamaz (insan güçlerini özgürlük amacında kullanmak için ilkin özgür olmak zorundadır). Tabii ki başlangıçlar zorlu olacaktır ve bu başlangıçlara, başkalarının
133
buyruklarına ve korumasına tabi olduğumuz durumdan … çok daha acı verici ve çok daha tehlikeli bir durum eşlik edecektir; ama biz akılsal olarak, kendi çabamızdan başka hiçbir şeyle olgunlaşamayız (Çaba sarf etmek içinse özgür olmamız gerekir).141
Kant’ın “ebedi barış” kavramının Jürgen Habermas ilk olarak Abbé St. Pierre
tarafından benimsendiğini söylerken, bu kavramın Kant için, “kozmopolit düzen
fikrine sezgisel güç katan bir ideal” olduğunu söyler.142
Kant hukuk devletine dair görüşlerini ilk yazdığı Edebi Barış yazısında kamu
hukuku, devlet hukuku ve dünya vatandaşlığı hukuku dediği kozmopolitik hukuktan
bahseder. Bu üç alan arasında ilişki kurarken, devletlerin medeni hukuklarının
yanında, uluslararası bir hukukun varlığı ve önemine işaret ettikten sonra bir dünya
vatandaşlığına dayalı “kozmopolit hukuk idesi”, devletlerin dış ilişkilerinde göreve
sahip bir idedir.
Demokratik devletlerin bir üst ide olan bu kozmopolit ideye bağlanması, devleti
kendi içindeki yasal düzeni sadece kendi tebası için değil, tinin insanlık için tüm
insanlığı birleştiren bir yasal düzen olduğuna işaret edecektir. Burada Kant’ın bu
genişlemiş hukuk idesi, içinde yaşadığımız dünya sisteminde dünya örgütlerinin tüm
insanlık idealinin yakından, uzaktan ilişkili olmadığını görebiliriz. Dünya
örgütlerinin aynen dünya bankası gibi adaletsizliği yaymaya çalıştığı günümüzde
kozmopolit ide sadece bilimkurgu yazınında temsil edilir. Yine bir yanılsamayla,
dünya bir hukuk idesi gibi bu yapıtlarda ortaya çıkar.
141 Birgit Recki, “Kant ve Aydınlanma”, Çev. Hakan Çörekçioğlu, Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant, Cogito, Sayı: 41-42, YKY Yayınları, İstanbul, Kış 2005, s.197, içinde. 142 Jürgen Habermas, “İki Yüzyıl Sonrasından Geriye Bakışın Kazanımlarıyla Kant’ın Ebedi Barış İdesi”, Çev. Ayşegül Çakal, Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant, Cogito, Sayı: 41-42, YKY Yayınları, Kış 2005, s.381.
134
Kant’ın ister devlet, ister toplum söz konusu olsun, uzlaşmayı, bireyin
sorumluluğundan başka bir şeye atıfta temellendirir. Bu sorumluluk hukuk idesiyle
dünya ölçeğinde genişleyerek, kozmopolit bir ide olur. Habermas bu noktada
Kant’tan şu alıntıyı yapar:
“Devletin bütün formları doğal insan hakları ile bağdaşan bir anayasa idesi temelinde kurulmalıdır, böylece yasalara uyanlar aynı zamanda bir yasa koyucular bütünü olarak hareket edebileceklerdir. Benzer şekilde, eğer uluslar topluluğunu saf aklın kavramları bakımından düşünürsek, Platoncu anlamda bir ideal [respublica noumenon] olarak adlandırılabilir ki, bu imgelemin boş bir düşü değil, ayırt edilmeksizin bütün ulusal anayasaların daimi normu olup, tüm savaşları ortadan kaldırmanın aracıdır.”143
Kant’ın bir barış durumu için varsaydığı bu normlar, savaş durumunun
sonlanacağı, kozmopolit bir düzenin yolunun açılmasına kadar geçerlidir.
Kant’ın özgürlük ve zorunluluk, ahlak ve doğallık gibi kavramlarının tarih
anlayışındaki değerlendirilişine bakılırsa, “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik
Genel Bir Tarih Düşüncesi” adlı yazısında Herder’in “insan türü”, “insanlık”, “kültür
halkaları” gibi kavramlarından yararlanır. Kant, Herder’in tarihe hümanite açısından
bakmamızı söyleyen düşüncesini benimseyerek, tarihe hümanite açısından olduğu
kadar ilerleme açısından da bakmak gerektiğini söyleyecek. İlerleme fikri teorik
değil, pratik olarak ele alınması gerekli bir kavram olduğundan, ahlaksal bir diğer
taşır. Burada ahlaksal ödevin bir gereklilik olduğu düşünülürse insanlığın gelişimi
için bu kavram “son derece yararlı bir ide”dir.
143 Jürgen Habermas, “İki Yüzyıl Sonrasından Geriye Bakışın Kazanımlarıyla Kant’ın Ebedi Barış İdesi”, Çev. Ayşegül Çakal, Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant, Cogito, Sayı: 41-42, YKY Yayınları, Kış 2005, s.381, içinde.
135
Kant’a göre tarihe ilerleme idesiyle bakabilmek için, “insanı yaşamda bir
ereklilik” tasarlamak gereklidir.144
Kant burada ilerleme idesiyle, insanların bakış açısıyla yazgı arasında ilişkiyi,
yeni bir anlayışın lehine ayırarak tarih ve tarih olaylarının özgür aktörlere bağlı
olayları önceden bilinemeyeceğine de işaret eder.
İlerleme ve ereklilik ilişkisinden hareketle, Kant, ereklilik (lafinalité) kavramını
“Yargı Gücü Eleştirisinde, doğa nedensellik yasasını, açıklarken, mekanik bir
düzenle ilişkilendirir. Bu düzen içinde şeyler belli bir erek taşır. Yargı gücünün
eleştirisinin, teolojik yargı gücünün eleştirisi olan, ikinci bölümde bu erekselliği,
doğanın erekliliğini açıklarken, tarih felsefesini, teleoloji ile ilişkilendirerek,145 ahlak
yasasında nihai amaç olan özgürlüğü, dünyayı ahlaki bir dünya olarak kavrayışın
içinde görür. Burada özgürlük idesinin, zorunluluğundan vazgeçilmeyecek bir dünya
düzeni varsayılır. Özgürlük, idesine bağlı yani insanda olan bir düşünülür ide olan
özgürlük ve doğa arasındaki ilişki kültür, yani 18. ve 19. yy.’da Almanya’da
yaygınlık kazanacağı anlamıyla “kültür tarihçiliği” adını alacak olan tarihin içeriğini
oluşturacaktır. Denilebilir ki, Kant’ın özgürlük ve doğa arasında yerleştirdiği insanı
kültürle (son amaç olarak) pratik alanda yer alacaktır. Kant’ın tarih felsefesi, ahlaki
ilkelere dayandığından pratik felsefe olacağından, dünya için varsayılacak projede
“ahlak yasasına uygun olacaktır. Kant tarihe bu yaklaşımıyla, aslında özne merkezli
düşüncesini bir çevre içine yerleştiririz. Kant’ın öznesi tarihsiz değildir. Özgürlük ve
kendine koşulsuz amaçlar koyan insan, dünya karşısında da doğaya bağlı olduğunu
bilerek eylemde bulunur. Bu eylemin güdüleyicisi de dışsal bir neden değil içsel bir
nedendir.
144 Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2001, s.81. 145 Emmanuel Kant, Œuvter Philosophiques, II Der Prolégomènes aux Ecrits de 1791, Gallimard, Paris, s.1148-1150.
136
Kant burada özgürlük ile ilişki kurularak açıklanan tarih anlayışında özgürlüğü,
politik-pratik alandaki somut özgürlükle ilişkilendirmiş olur. Somut özgürlük toplum
sözleşmesine dayalı politik yaşamdaki özgürlük anlayışı olacağından, Edebi Barış’ta
Kant, hukuksal sözleşme devletiyle bu özgürlüğü güvence altına alır.
Özgürlük ide merkezli hem bir pratik felsefe ve onun dolayımında bir tarih
anlayışı, bu tarihin öznesinin özgürlüğünün güvence altına alındığı bir hukuksal
sözleşme devleti, insanı burada varlık olarak özgürlük idesiyle birlikte
değerlendirmenin zorunluluğunu da belirtir. Öznenin, varlığın tekilliği, bu özgürlük
idesiyle kavranılır olur. Bu noktada Jean-Luc Nancy, özgürlük temasının zorunluluğu
hakkında şöyle yazacaktır:
“Varlık sorusunun, varlığın anlamı sorusunun –varoluş artık hiçbir olan tarafından temellendirilemediği zaman varoluşta beliriveren şeyin anlamı sorusu- belki de son çözümlemede tek bir anlamı vardır, o da artık tam anlamıyla bir “soru”nun anlamı değildir: varlığın özgürlüğünün varlığın tekilliğinde tanınması.
O halde, artık mesele insanın özgürlüğünü ya da insanların özgürlüklerini, sahipliği ve mülkiyeti teminat altına alınabilir bir mal gibi, asli kıymeti insana ne ise o olmasına izin vermek olan (sanki insan ile özgürlük, basit bir içkinliğin bağrında, birbirlerine dairesel olarak geri gönderirmiş gibi) bir mal gibi, ele geçirmek ve savunmak değildir; mesele, insanı olma özgürlüğüne [une liberté de l’être] ikram etmek, insanın insanlığını (“öz”ünü) olmak anlamında bir özgürlüğe sunmaktır, öyle ki bu sayede varoluş mutlak ve kararlı olarak aşsın [transcende], yani var-olsun [ex-iste]. Tüm özgürleşme hareketlerinde ve özgürlüğün kazanılmış tüm kurumlarında, bu, yani bu aşkınlık, hâlâ özgürleştirilmesi gereken bir şeydir. Etik, hukuki, maddi ve medeni özgürlüklerde, bu özgürlükleri bir yandan son çözümlemede olanaklı ve düşünülebilir kılan, diğer yandan onlara kendi içkin öz-tüketimlerinden başka bir yönelim verebilecek olan şey özgürleştirilmelidir: böylesi bir aşkınlık -yani hiçbir öteki dünya ile işi olmayan, dünyada-varoluş olarak aşkınlık- aşar,
137
demektir ki içinde bekindiği [insiste] sonlulukta olduğu şey olan “özü” gerçekleştirir…”146
Kant’ın yukarıdaki ilişkilendirmelerinin ardından, Edebi Barış, doğanın kendisiyle
ilişkilendirdiği “Ebedi Barışın Teminatı” başlıklı birinci bölümün uzun dipnotunda,
bu ideyi hukuksal bir temele değil doğanın mekaniğinin sonucuna olduğunu gösterir.
Kant doğanın diyalektiğinin farkında olarak, insanı doğa mekaniğinin içinde kabul
eder. Bu dipnotta yazgıyı şöyle tanımlar; “Dünya yaratıcısının (un auteur du monde)
önceden belirlenmişliğine genel olarak yazgı deriz.”147
Doğadaki diyalektik bu mekanizm niteliği içinde, kendi amacına “doğası gereği”
varmak ister. Doğanın mekanizminin içindeki bu erek, insanın yazgı konusundaki
tutum ve kavrayışının açıklanması için önemlidir. Bu dipnotta, yazgı kavramını hem
doğa (Tanrı) hem de insan için aynı ahenkli yapının içinde olacağından insanda bu
“mekanizmaya dahil bir varlıktır. Mekanizma belirli bir forma sahip olarak, insan
aklın doğadaki bu formu onun “erek”i olarak kabul eder. Alıntıya bakılacak
olunursa;
Duyu sahibi bir varlık olan insan doğa mekanizmasının içindedir. Bu doğa mekanizmi, kendi varlığına temel olan bir form kendini gösterir. Bu formu, daha önce onu belirleyen bir dünya yaratıcısının amacını temel almaktan başkaca kavrayamayız. Dünya yaratıcısının genel olarak önceden belirlenimine yazgı (tanrısal) deriz. Eğer bu yazgı dünyanın başlangıcına yerleştirilirse temellendirici yazgı olur (providentia condirix; semel jüssit, semper patent, Augustin): erekselliğin genel yasalarına göre korunur ve doğanın akışı içine yerleştirilirse hükmedici yazgı (proridentia gubernafrirc), sonra sadece sonuçları açısından tahmin
146 Jean-Luc Nancy, “Özgürlük Temasının Zorunluluğu: Karışık Öncüller ve Vargılar”, Özgürlük Deneyimi, Çev. Aziz Ufuk Kılıç, Ara-lık Yayınları, İzmir, 2006, s.13-14. 147 Kant, Vers la paix perpétuelle, Que signifie s’orienter dans la pensée? Qu’est-ce que Les lumiéres? Çev. Françoise Proust et Jean François Poirier, GF Flammarion, Paris, 1991, s.98.
138
edilip, insanlar arasından öngörülemeyen özel amaçlar açısından idare edici yazgı (providentia directrix) ve nihayetinde tanrısal amaçlar değil, tanrısal amaçlar gibi tikel olaylar olarak kabul ettiğimiz circonstancer extraordinaires (directio extraordinaria) [burada tikel olan yazgı için alın yazısı diyecek]; alın yazısı, öyle olarak adlandırılmasa da mucizelere işaret ettiğinden, onu bu şekilde bilmek isteyen insanın kendini beğenmişliğidir. Bu tikel olaydan etkin nedenin özel ilkesi çıkarılmaya çalışılır (bu olayın bize tamamıyla yabancı başka bir bilinmeyen doğa mekanizmasının sonucu olmadığı ve kendisinin amaç olduğu); burada kullanılan dil alçakgönüllü ve inançlı olsun..148
Tikel ve genel arasındaki bu ilişkide genelin yani doğadaki yazgı kavramının tikel
olaylar için alınyazısı olması Kant’ın insanı doğaya, doğa mekanizmasına
bağladığını gösterir. Dipnotun sonralarında şöyle devam eder:
“… ahlaki-pratik tasarı (tamamıyla duyular üstüne yönelik) örneğin, eğer kendi adaletimizdeki noksanlıkları bizce kavranılamaz yollardan gidererek yerine getirecektir,” inancı, iyiye doğru çabalarımızdan vazgeçmememizi söyler. Burada Tanrısal consursus tamamen zorunludur. Anlaşılır ki, hiç kimse (dünyadaki bir olay olarak) iyi bir edimi açıklayamaz. Buradan hareketle onunla ilgili önceden verilmiş duyularüstü bilgi tamamıyla absürddür.149
Kant, bu yazgı anlayışında başlangıca koyduğu Tanrısal yazgıdan sonra, onun
temellendirici rolünden sonra gelen diğer yazgılar ve nihayetinde tikel olaylara
yönelik olarak alın yazısında yukarıdaki alıntıda olduğu gibi önceden
bilinemeyeceğini söyler. Kant’ın tarih felsefesini kavrayışında, ereklilik ilkesini
yazgının karşısına konulursa her yazgının kendisinin diğerleriyle olan ilişkisi
önceden bilenemeyeceğinden bunlar arasında birliği, ahengi sağlayan doğa olacaktır.
Burada yücenin doğa hayatında yer alışı belki daha anlaşılır kılınır. Buradaki uyum,
ebedi barışın sanatsal ifadesi olacaktır. Denilebilir ki doğanın ahengi, tabii bu ahengi
148 a.g.y., s.98-99. 149 a.g.y., s.100.
139
bozduğu düşünülen olaylar olacaktır, doğanın diyalektiğini oluşturacaktır. Bu
şemanın zeminine yerleştirilen varlık, insan, bu yazgılar arasındaki içsel zorunluluğu,
özgürlük idesinin altında keşfedecektir. Burada, yeniden doğa içindeki barış fikri,
ahlaksal pratik alana bağlanmış olur.
Ebedi Barış’ın güvencesini veren Kant için, “doğa diye adlandırdığımız (natura
doedala rerum – şeylerin yaratıcısı doğa) büyük sanatçıdan başkası değildir,” şöyle
devam eder. “Doğanın rastlantısal olmayan mekanik akışı insanlar arasındaki
anlaşmazlıktan hatta onların iradesine karşın, uyum yaratma amacını güttüğünü
açıkça göstermektedir.”150 Kant’ın doğa terimi tanıyamayacağımız bir varlığı
anlatırken akıl mümkün deneyin sınırları içinde bulunur. Kant zorunlu sonuçlar
yaratan neden olarak doğaya yazgı derken, insan türünün nihai amacı olması
bakımından ise şunu söyler: “Dünyanın akışı içinde ortaya çıkan ereğini (amacını)
göz önünde tutarak, insan türünün en son ve nesnel amacı bakımından şeylerin
akışını çok önceden (ezelden) takdir eden ve belirleyen bir yüce nedenin derin
bilgeliği olarak düşününce doğaya Tanrısal Takdir olarak diyoruz”.151 Bu
adlandırmanın ardından tanıyamayacağımız bir varlığı açıkladığımız zaman insan
aklının sınırlarına daha uygun olan doğa teriminin Tanrısal Yazgıdan daha
“alçakgönüllü” olduğunu düşünür Kant.
Kant, Ebedi Barış’ın güvencesi için coğrafi öğelere de başvurur.
Doğanın geçici önlemleri için şunu yazacaktır.
1- Doğa, insanlara dünyanın her ikliminde yaşayabilme olanağını sağlamıştır;
150 Immanuel Kant, “Sürekli Barış Üstüne Felsefi Bir Deneme”, Seçilmiş Yazılar, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984, s.243. 151 a.g.y., s.243.
140
2- En barınılmaz bölgeleri yurt edinmek ve yerleşmek üzere, savaş
aracılığıyla, insanları dünyanın dörtbir yanına dağıtmıştır;
3- İnsanları, yine savaş aracılığıyla, azçok hukuksal ilişkilere girişmeye
zorlamıştır.152
Doğanın bu geçici tedbirler, insana dünyanın her yanından yaşama olanağını
vermiştir. Bu yaşamın içinde savaş ise insanın ahlaksal yasanın boyunduruğu
olmaksızın boyun eğecekleri durumu yaratır. Kant bu noktada geçici önlemler
arasında sayılan savaşın rolü için şunu söyler:
Doğa, düzenini insanları dünyanın her yanında yaşabilecekleri biçimde kurmakla, bu yaşamın onlar için, hatta eğilimlerine aykırı olarak ve herhangi bir ahlaksal yasanın zoru olmaksızın, boyun eğecekleri bir zorunluluğun oluşmasını despotçasına istemiştir. Savaş, doğanın bu amaca varmak için kullandığı tek yoldur. Doğa, kaynaklarının aynı olduğunu dillerinin de aynı olmasıyla anladığımız insan topluluklarını savaş yolu ile birbirlerinden ayırmıştır: Örneğin, Buz Denizi’nin kıyılarında oturan Samoyed’ler, kendilerinden iki yüz mil uzakta Altay Dağları’nda oturanlarla aynı dili konuşurlar, bu iki kavim arasında binici ve savaşçı olan bir Moğol kavmi bulmaktayız; bu ilk iki budunu, kendiliklerinden kalkıp gidemeyecekleri buzlu ve barınılmaz yerlere bu sonuncu bunun sürmüş olması olasıdır. Avrupa’nın en kuzey ucunda yaşayan ve Laponlar adı verilen Finliler için de aynı şey olmuştur; bunlar uzaktan, Got ve Salmat kavimlerinin araya girmeleriyle ayrılmışlardır. Yeni Dünya’nın bütün kavimlerinden farklı olan bir ırkın insanları, belki de birkaç Avrupalı maceracının torunları olan Eskimoları Amerika’nın kuzeyine, Peşeras’ları ve Ateş Adası’na kadar güneye, doğanın bir yerleştirme aracı olarak kullandığı savaş sürmemişse, acaba bunu hangi güç yapmıştır?
Bir başka deyişle savaş, insanın “ilkel” [hayvan sınıfı sayılabilecek] haldeyken
terbiye edilmesi için doğanın kullandığı araçtır.
152 a.g.y., s.244.
141
Kant Ebedi Barış’ın hem aklın hem de mekanizmanın içinde bulunduğunu
söylerken doğanın emrettiği “doğanın olmasını istediği” bir durumdan bahseder. Bu
ifade yükümlülük kavramının yani pratik aklın yükümlükler olarak
değerlendirildiğini göstermez. Pratik akıl özgür iradeli varlıklara baskı yapmadan
yükümlülük yükler. Ama doğanın bu istemesi, sadece kendisinin yaptığı bir
durumdur. Kant, doğanın izlediği yolu açıklarken Seneca’dan şu alıntıyı yapar:
“Alınyazısı kesin kararlı olanları yürütür, ayak direyenleri ise sürükler:”153
Kant’ın doğanın zorlaması ile özgür irade arasındaki insanı yazgının,
gerçekleştirilmesidir. Doğa isteyelim ya da istemeyelim “şeylerin olmasını ister”.
Doğanın, ebedi barışa içsel yasalarının zorunluluğuyla ulaşmasına karşılık, insan
iradi olarak istese de istemese de bu amaca ulaşacaktır. Kant doğa ve insan
arasındaki bu ilişkiyi şu için örnekleri verir:
“Eğer bir ulus iç anlaşmazlıklar yüzünden, kamu yasalarının yaptırımlarına uymamak zorunda kalmışsa, bu yasalara boyun eğmeye, uymaya dışarıdan gelen savaş yüzünden mecbur kalır… doğa her ulusun karşısına kendisini baskı altında tutan bir komşu ulus koymuştur; bu yüzden her ulus, ötekilerinin baskısına karşın dayanabilecek bir erk, güç haline gelmek için bir devlet kurmak zorundadır. Böyle olunca, insan haklarına bütünüyle uygun biricik örgüt olan cumhuriyetçi anayasa, aynı zamanda kurulması ve sürdürülüp yaşatılması en güç olanıdır. Ama, akla dayanan ve ne kadar övülürse övülsün pratik sonuçlar vermeyen iradeye yardım etmek için, bu bencil eğilimlerin kendisinden yararlanır… bu eğilmenin karşılıklı etkileri, zarar verici sonuçları önlesin ya da ortadan kaldırsın; sonunda da bunlar sanki yokmuş gibi görünerek, akla aykırı düşmesin; herkeste kendisini, ahlaksal bakımdan iyi bir insan saymasa bile hiç olmazsa iyi bir yurttaş olmak zorunda görsün. Örgütlenmeleri (anayasaları) yetkin olmaktan ne denli uzak bulunursa bulunsun, varolan devletler bu söylediklerimizi doğrulamaktadırlar. Devletler dış davranışlarında öz ahlak ilkelerini pek fazla bir etkisi olmasa bile hukuk
153 a.g.y., s.246.
142
düşüncesini (idesini) buyurduğuna bir dereceye kadar yaklaşmışlardır (iyi bir devlet anayasasının ahlaka dayanmasını istemek yerine böyle bir anayasanın insanı ahlaksal bakımdan geliştireceğine ümit etmek gerekir). Bu örnek öz nitelikleri bakımından birbirine karşıt olan çıkarcı eğilimlerin ortaya koyduğu doğa mekanizmasının, akıl tarafından, aklın amacı olan hukuk ilkelerine varmak için kullanılabilecek bir araç olabileceğini, böylece devletin, iç ve dış barışı gerçekleştirmesini mümkün kılabileceğini yeter derecede gösterir.154
Devletler hukuku düşüncesi (idesi), komşu ve birbirinden ayrı birçok devletin bağımsızlığına dayanır; böyle bir durum, eğer federatif bir birlik düşmanlıkları önleyemiyorsa kendiliğinden bir savaş durumudur; fakat bu durum bile, akıl yönünden, devletlerden birisinin sivrilerek ötekilerini baskısı ve zorbası altına almasından ve hepsinin en sonunda dünya monarşisi (tek erkliliği) içinde eriyip kaynaşmasından iyidir… hiçbir devlet… yoktur ki, kendisini ebedi bir barışı, eğer mümkün olsaydı dünyaya egemen olarak sağlamak istemesin. Doğanın arzusu ise başka türlüdür: Doğa, ulusların birbiriyle karışmasını önlemek ve onları birbirinden ayrı tutmak için iki aracı kullanır; bunlar, dillerin ve dinlerin çeşitli olmasıdır.155
Doğa, her devletin gerek hile, gerekse zor kullanarak, hatta devletler hukuku ilkelerine uygun olarak bir araya toplamak istediği ulusları, bilge bir davranışla birbirinden ayırmakta ise de aynı biçimde dünya vatandaşlığı hakkı kavramının yalnız başına kıyım ve savaşa karşı yeter derecede koruyamayacağı bu ulusları aralarındaki çıkar ortaklığı aracılığıyla yine birleştirmektedir… Devletin kullanabileceği araçlardan en güvenilir olanı para gücü olduğundan, devletler kendilerini, ahlaksal etkenlerin etkisiyle olmasa bile, soylu bir barış yapıtı için çalışmak ve herhangi bir yerde bir savaş tehdidi doğarsa, bunu, sanki bu konuda devamlı bir ittifak (bağdaşma) anlaşması yapmışlar gibi, arabuluculukla önlemeye çaba harcamak zorunda görürler… İşte doğa ebedi barışı insanların doğal eğilimlerinin kendisine özgü mekanizmasıyla, böylece güvence altına alır; bu güvence her ne kadar ebedi barışın ileride kurulabileceği hakkında teorik kehanetlerde bulunmaya, olacakları bilmeye elverişli değilse de, pratik bakımdan böyle bir kehanette
154 a.g.y., s.246. 155 a.g.y., s.247.
143
bulunmaya, geleceği bilmeye elverişlidir; ayrıca bu güvence yalnız hayal ürünü olmayan bu amaç uğrunda elimizden geleni yapmayı bizim için bir yükümlülük haline sokar.156
Yukarıdaki alıntıların da gösterdiği gibi doğa için önüne geçilmez bir biçimde en
son zafer hukuk olarak gözükür. Doğanın ebedi barışı güvence altına almasının aracı
ve sebebi de hukuktur. Kant “dillerin ve dinlerin çeşitli olması” için doğanın
insanları bu çeşitlilik adına yeryüzüne dağıttığını söylerken “çoğulculuk”un da
teminatını verdiğini belirtir. Bu noktada hukuk barışın aracı olacaktır. Çoğulculuk
içindeki diğer bir deyişle çeşitlilik içindeki savaş durumu Kant’ın ifadesiyle
“özgürlüğün mezarı üzerine kurulan ve bütün erkleri (güçleri) sıfıra indiren
despotizm ile değil de tersine, en canlı bir karşı koyma (muhalefet) ortasında bütün
güçlerin kurdukları dengeyle oluşturan ve güvence altına alınan bir barış içinde
anlaşmaya götürecektir”.
Kant’ın bu Ebedi Barış yazısının incelenmesinin ardından hukuk düzenine
ulaşılmasının hedefini “negatif bir şekilde savaşın ortadan kaldırılması olarak
tanımladığını söyleyen Habermas, Kant için savaşın yıkımlarının sona ermesi
gerektiğine işaret eder. Kant dünya vatandaşlığının hukukundan bahsederken, savaş
durumunu dünyasal değil, tek tek uluslar ya da ittifaklar arasında gerçekleşen
savaştır. Burada, bir bastırmayla, Kant dünya savaşların yaşasaydı ne düşünürdü? ya
da bu kozmopolit düzenin ebedi barışın ilkesinin olanağını düşünmeye davam eder
miydi? Bugünün globalleşen dünyasının ekonomik kökenli ilişkilerinin oluşturduğu
kozmopolit yapı barış ile değil, bir para ekonomisine dayandığı için, doğanın bir
barış imgesi olması yerini soyut bir kavram olan paranın barış değil savaş
durumunun idesi olduğu bu dünya için gerçekliği sorunu önemini taşıyacaktır. Kant
aslında barış idesini doğanın somut yapısında kurarak para ekonomisine dayalı
çalışmalarında önüne geçmiş olur. Barışın temeline hukuku koymuştur.
156 a.g.y., s.248.
144
Kant’ın yaşadığı tarihsel dönem düşünülürse, zihnindeki savaş, sınırlı bir
mekandaki savaş olacağından, bu savaşın sona ermesiyle güçler dengesi sistemi
içinde barış koşulları yerleşecektir. Kant’ın kozmopolitik düzen idesi, bugün içinde
dünyanın mevcut durumu düşünülürse yeniden değerlendirilmesi gerekir. Bu ide
dünya ölçeğinde kurulan örgütlerin politikaların da içlendiğinden, ide’nin saf varlığı
yerini bu politikaların içindeki söylemsel ve pratik uygulanışına bırakmıştır. Burada
Ebedi Barış idesinin çokuluslu örgütlerin içinde somut bir biçim alması aslında
tersine düşünülürse 20. yüzyılın savaş ve çatışma dünyası olduğunu gösterir. İdenin
somutlanışı olan bu örgütlerin her uygulama alanı, her coğrafi ve etnik unsurlarla
biçimleneceğinden, barış idesi saf formu içinde değil bir söylem içinde var olacaktır.
Bu noktada Habermas, Küresel örgütlenmelerin bu barış durumunu oluşturmada
ulusaşırı kamuoyları yaratmak ve bunları herkese yaymak için sivil toplum
kurumlarını, uluslararası bir ağ oluşturarak, bir farklı organı olarak devletlere kafa
tutan aktörler olması ve basın ve diğer medya organlarının üzerinde de göstermesi
bakımından önemli görür. Habermas bu noktada Kant’ın kamusallığa ve kamuoyuna
biçtiği rol ile siyasal düzen hukuksal ve kültürel düzen arasındaki ilişkinin soru akla
geldiğini söyler:
“Liberal politik kültür, özgürlüğünü onun kurumlarının kök saldığı zemini oluşturduğu gibi, halkın uygarlaştırılmasına yönelik politik süreçteki ilerlemenin dolayımını da oluşturur. Elbette Kant ilerlemenin, ilkeler üzerinde daha geniş bir uzlaşıya yol açacak bir “kültürel gelişimden” söz etmektedir. Yine Kant’a göre, iletişim örgütlüğünün kamusal kullanımı, politik bir sosyalleşme içindeki halkın tutumunu ve düşünme tarzlarını etkileyecek aydınlanma süreçlerine dönüşecektir. Bu bağlamda Kant “her aydınlanmış kişinin iyi bir şeye karşı, onu bütünüyle anlamaya başladığında kaçınılmaz olarak duyacağı içten sempatiden söz eder.”157
Kant, politik süreçlerin dolayımında yani bu liberal ekonomik yapının oluşturduğu
ortamda kişinin çıkarları ile ahlaki alışkanlıklarının arasındaki ilişkide içsel
157 Jürgen Habermas, “İki Yüzyıl Sonrasından Geriye Bakışın Kazanımlarıyla Kant’ın Ebedi Barış İdesi” Çev. Ayşegül Çakal, Cogito: Sonsuzluğun Sınırında Immanuel Kant, s.392-393.
145
koşulların belirlediği ahlaksallığı dışsal koşulların belirlediği yararlılıktan ayırır.
Buradaki önemli nokta, Kant’ın liberal politik düzenin, kültür ile yaptığı arabulucuk,
aynı zamanda bu ortamı destekleyen kamuoyun da uygun koşullarını yaratır. Kant’ın
buradaki açıklaması “patolojik olarak dayatılan bir sosyal birliğin ahlaki bir bütüne
nasıl dönüştürülebileceğini” açıklamak için metafizik “doğa ereği” kavramına
başvurmadan açıklamasıdır.158
Kamuoyunun arabuluculuğu üstlenmesi, Kant’ın ahlak ile yasallık arasındaki
ayrımı koruyarak, politik öğrenme süreçlerini de bu arabuluculuk içinde
değerlendirmesi, devletinde benzer bir arabuluculuk rolü üstlendiğine işaret eder. 20.
yüzyılın doktrinlerinden olan, Üçüncü Yol, devlet için böyle bir işlevi öngörmüştür.
Bu kendilerini yenilikçiler olarak tanıtan Üçüncü Yol, ekonominin siyasi kontrolle
yönetilmesini eleştiriyor. Devlet için ise:
Demokratik devleti, zaman zaman ekonomik verimlilik ve sosyal adalet talepleri arasında işlev gören bir arabulucu olarak yeniden tanımlıyor, ama devletin ortak iyiliği temsil etme hakkını reddediyor. Üçüncü Yol, ortak iyiliği kiliselerde, komşuluklarda, cemaatlerde, gönüllü dernekler ve benzeri her yerde bulunan sivil toplumun işleyişi içinde eritiyor. Ama bu sivil toplum aynı zamanda hiçbir yerde değil; çünkü hiçbir şey piyasanın egemenliğine karşı gelemiyor. Yurttaşlık, ekonomik ve toplumsal sorumluluğun uygulanması haline geliyor. Refah devletinin işlevleri yavaş yavaş özelleştiriliyor… Ülkelerin ekonomik açıdan kendi kendilerini yönetmelerine son verilmesini kabul eden Üçüncü Yol, küresel ekonomiyi de uluslararası bankalara ve çokuluslu şirketlere bırakıyor.159
Ulusaşırı örgütlerin, ekonomiyi yönetmesi, bugünün yoksulluk dünyası için ne
kadar doğru olduğu eleştirilecek bir konudur. Üçüncü Yol teorisinde olduğu gibi
Kant’ın kozmopolitik fikri bu örgütlerle ne kadar amacına ulaştığı, ulusal
158 a.g.y., s.393. 159 Norman Birnbaum, İlerleme ve Sonrası, Dost Kitabevi, Ankara, 2002, s.197.
146
egemenliğin dışsal yapılara bağlanmasının, Kant’ın kozmopolit toplum anlayışının,
dünya yurttaşlığına değil, devletler federasyonu olarak düşünmesiyle ne kadar
örtüştüğü eleştiri konusudur. Habermas, Kant’ın uluslararası hukukun öznelerinin
oluşturduğu devletler federasyonu ve bunun hukuk sistemi için şu kavramsal
revizyonu önerir.
“Kant’ın önerisine getirilecek köklü bir kavramsal revizyonun üç noktaya odaklanması gerekir: (1) devletlerin dış egemenliklerinin ve aralarındaki ilişkilerin değişen doğası; (2) devletlerin iç egemenliği ve klasik güç politikalarının getirdiği normatif kısıtlamalar ve (3) tabakalaşan dünya toplumu ve küreselleşerek, “barış”tan ne kasettiğimizi yeniden düşünmemize sebep olan tehdit ve tehlikeler.”160
160 Jürgen Habermas, “İki Yüzyıl Sonrasından Geriye Bakışın Kazanımlarıyla Kant’ın Ebedi Barış İdesi”, Çev. Ayşegül Çakal, Cogito: Sonsuzluğun Sınırında Immanuel Kant, Sayı: 41-42, YKY Yayınları, İstanbul, 2005, s.394.
147
10. KANT’IN SİYASET FELSEFESİ VE HANNAH ARENDT
Arendt, felsefi düşünce biçiminin temelini de oluşturan kendi benliğimizle
sürdürdüğümüz sessiz diyalog olan düşünmeyi, Sokrates ve Platon’dan beri bir
geleneğin belirlediğini söylerken bu geleneğin sadece Sokrates ve sonrasında
söylediklerinden sorumlu olan düşüncelerin hesabını veren, sorulara yanıt veren bir
soru-yanıt yöntemine dönüştürdüğünü söyler. Bu soru yanıt yöntemi aynı zamanda
kendisiyle birlikte yaşama alışkanlığının ifadesidir. Düşünsel anlamda yanıt verme
zorunluluğu kişisel sorumluluğundan belirtildiği bir durumları Arendt, sivil
itaatsizlik üzerine “Diktatörlük Döneminde Kişisel Sorumluluk” adlı makalesinde bu
sorumluluğu, politik sorumluluktan ayıracaktır: Arendt şöyle devam eder:
(…) Öncelikle belirtilmesi gereken kişisel sorumluluğun politik sorumluluktan ayırt edilmesi gereğidir. Her hükümet kendinden öncekinin yaptıklarının ya da yapmadıklarının, her millet ise geçmişte yapılanların ve de yapılmayanların politik sorumluluğunu üstlenir. Ve politik sorumluluk üstlenen herkes günün birinde: “Dünya çağrından çıkmış: Ah kör talih, onu düzene sokmak için ne yazık ki ben doğmuşum” (Shakespeare’in Hamlet oyunundan) deme noktasına gelir.161
Bu kişisel sorumluluk, aynı zamanda hem kendi tarihine hem de hitap edilen
topluluğa işaret eder. Arendt Kant’tan şu alıntıyı yapar:
Güce sahip olanların, konuşma ya da yazma özgürlüğümüzü elimizden alabilecekleri, ama düşünme özgürlüğümüzü asla elimizden alamayacakları söylenir. Oysa düşüncelerimizi ilettiğimiz ve düşüncelerini bize ileten kişilerle, bir topluluk halinde düşünmeseydik, ne kadar ve ne ölçüde doğru düşünebilirdik ki! Öyleyse insanı
161 Hannah Arendt, “Diktatörlük Dönemlerinde Kişisel Sorumluluk”, Kamu Vicdanına Çağrı Sivil İtaatsizlik, Çev. Yakup Coşar, Yay. Haz. Ender Ateşman, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1997, s.172.
148
düşüncelerini kamuya açık bir şekilde iletme özgürlüğünden mahrum eden dış güçlerin düşünme özgürlüğünü de, yani uygar yaşamımızda elimizde kalan ve mevcut durumun tüm kötülüklerine çare olabilecek tek hazinemizi de elimizden aldığını, tereddüt etmeden söyleyebiliriz.162
Burada iletilebilir olan, bir topluluğun karşısında gerçekleşeceğinden aynı
zamanda düşünmenin de gerçekleşebilmesi için başkalarına ihtiyaç olduğuna dikkat
çekilir. Bu başkaları aynı zamanda düşünülenin, söylenilenin bir hesabına verileceği
kişiler olduğundan, düşünce bir “çözümleme” içine sokulur. Arendt, Kant’ın eleştirel
düşüncesinin büyük ölçüde çözümlemeden oluştuğunu söyleyecektir. Düşünmenin,
bilginin olanağını soran Kant felsefesi bilginin temellerini ve sınırlarını çözümlerken,
kanıya nasıl varıldığını, söz konusu kanının hangi temellerde oluştuğunun
araştırılmasıdır. Burada sorumluluk kavramı bu kanıyı oluşturan kavramları nasıl
ulaşıldığı ve bu kavramları kullanma hakkına sahip olunup olunmadığıdır.
Yargı sorusunda Arendt, bir olgunun kavramının kullanma hakkına sahip olup
olmamak olan Kant’ın düşüncesini paylaşarak kültürel mirasın bütün öğelerinin,
önyargıların bu soruya maruz bırakılarak, eleştirel ölçütlerde değerlendirilmesi
kişinin düşüncelerine de uygulanır. Bir olgunun kavramına sahip olmak, yani yargıda
bulunmak, biz kamu önünde, başkalarının düşünceleriyle karşılaşmadan söz konusu
olmaz. Burada Arendt’in Kudüs’te Eichmann Davasını izlerken, Eichmann’ın
mahkemeye verdiği yanıt ve mahkemenin sorusu düşünülebilir:
Sonuç olarak, mahkemenin sanığa sorusu, “Siz, şu isimli, şu doğum tarihli, şurada doğmuş, yani herhangi başka biriyle karıştırılamayacak, hüviyeti belli bir birey olarak, suçlandığınız eylemleri yaptınız mı? Yanıtınız evet ise, neden?” biçimindedir. Sanığın, “Bunları yapan, birey olarak ben değildim; benim kendi inisiyatifimle bir şeyler yapmaya ne iradem ne de gücüm vardı; ben çarkın, yeri bir başkasıyla doldurulması mümkün basit bir dişlisiydim; benim yerimde olan herkes aynı şeyi
162 Hannah Arendt, “Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Notlar”, Çev. Yasemin Tezgiden, Cogito: Sonsuzluğun Sınırında Immanuel Kant, Sayı: 41-42, YKY Yayınları, İstanbul, 2005, s.340.
149
yapardı; benim bugün mahkeme önünde olmam sadece bir rastlantıdır” biçimindeki yanıtı özle ilgili olmadığı gerekçesiyle değerlendirilmeye alınmaz. Çünkü eğer yanıt: “Ben değil, benim sadece bir dişlisi olduğum sistem bunu yaptı” biçimindeyse, derhal ikinci soru gelir: “Peki siz neden böyle bir dişli oldunuz ya da o koşullar altında böyle bir dişli olarak kaldınız?” Sanığın, bir sistemin temsilcisi olarak suçluluğu ya da suçsuzluğu araştırılmaya kalkışılsa, ortaya sonuçta zavallı bir günah keçisinden başka bir şey çıkmazdı.163
Buradaki akıl yürütmede Arendt, sorumluluk problemiyle ilgili ciddi sorunlar
doğduğunu söyleyecek, “kendilerini kamusal yaşamlar tümüyle geri çekip, ahlaki ve
hukuki sorumluluktan” kendilerini kurtarabilmiş insanlar olarak, “Biz bugün suçlu
sandalyesinde oturanlar, aslında, daha kötü şeylerin olmasını engellemek için duruma
katlanan insanlarız; sadece bizler, yani sistem içinde kalanlar, olayları hafifletme
yönünde etkide bulunup, hiç değilse birkaç insana yardım etme olanağına sahip
olduk; hiçbir şey yapmayanlar, her tür sorumluluktan kaçarak, kendi ruhsal
selametlerini düşünürken bizler, elbette ki ruhlarımızı satmadan, şeytana bedel
ödüyorduk.” Bu yaklaşım, eğer ta başlarda Hitler rejimi yakılabilseydi ya da hiç
değilse bu doğrultuda bir girişim söz konusu olsaydı, politik olarak kabul görebilirdi.
Ancak, bu tür yaklaşımları dillerinden düşürmeyenler, ne bir komplo kurmaya
yeltenmişler, ne de böyle bir şeyi akıllarından geçirmişlerdi. Eklemek gerekir ki,
burada söz konusu olan insanlar genelde, Hitler rejiminin de, Adenauer hükümetinin
de uzmanlıklarına başvurmadan ayakta kalamayacakları devlet görevlileriydi.”164
Arendt burada, hukuki sorumluluğu, ahlaki ve kişisel sorumluluktan ayırarak,
bunların özel yaşamlarına çekilerek, “en ucuz şekilde sorumluluktan kaçmakta”
itham edildiklerini söyler. Arendt ahlaki ve hukuki ölçütler arasına ayrım koyarak,
aslında kamusal alanın önemine de dikkat çeker. Bu kamusal alan insanlardan insan
topluluğundan oluşur. Hukuki ölçülerin genel olarak daha iyi tanımlanmış olduğunu
belirterek hukuki alan dışında olan kimsenin yargılayamacağı fiil olarak ahlaki
163 a.g.y., s.174. 164 a.g.y., s.175.
150
ölçütlerin karşıtların karşısına koyar. Arendt bu ayırt edişi, totaliter iktidarları ve
onun fiilerinin, eylemlerinde varlıklarının ve egemenliklerinin tehlike anlarında
başvurdukları anlayış olarak göreceklerinden böyle bir durum hukuken ölçütleri
içinde yer alacaktır. Totaliter rejimlerin, Eichmann makalesinde olduğu gibi, iktidarı
korumak adına yapılmış eylemler kuraldışı istisnaları değil, bu “caniyane eylemler”
içinde durdurma emirleri, geçerli “hukukun” istisnalarını oluşturur. İstisna durumu
hukukun istisnası olması, istisna kavramının tersine dönüşle iktidarın içine düştüğü
acizane durumun göstergesi, bu durumun itirafı olacaktır. İstisna, dışarıda olma
ayrıcalıklı olma anlamlarını, totaliter rejimin payına, “zımni” olarak, meşru müdafaa
durumunda koşulu olacaktır.
Kamusal, ifadenin sınırlarından olan düşüncenin eleştirel ölçütler içinde
değerlendirilmesi kamusal alana olan inancın da korunması ve toplumsal katılımın
sağlanması gereklidir. Burada bu düşünen insanın dışındaki alanın önemi için
Richard Sennett, içinde bulunduğumuz yüzyılla bir karşılaştırma ile şunları söyler:
“Bir önceki yüzyıl ile çağımız arasındaki fark, önceki yüzyılda kişinin belirli
görevlerinin, her şeyden önce kendiliğinden duyguların… yalnızca kişi dışı alanda
ortaya çıktığına inanılmasıydı. Kişi dışılığa bu sığınmayı günümüzde
kınayabiliriz…”.165
Kişi dışı olanın bu önemi, hukukunda zorunluluğu gösterir. Düşüncenin ötekiyle
karşılaşması, Arendt’in Kant’tan yaptığı iki alıntıda bu sürecin nasıl işlediğini
gösterir; ilk alıntı 1770 yıllı bir mektup:
Mantıklı karşı çıkışlara salt onları çürütmek amacıyla yaklaşmadığımı bilirsiniz, tersine bu karşı çıkışlar üzerinde düşünürken onlarla kendi yargılarımı bir araya getiriyorum ve bu karşı çıkışlara en değerli inançlarımı tersine çevirme olanağını veriyorum. Böylece kendi yargılarıma başkalarının bakış açısından tarafsız olarak bakarak, daha
165 a.g.y., s.276.
151
önceki öngörülerim hakkında üçüncü bir bakış açısı geliştirmemin mümkün olabileceği umudunu besliyorum.166
Yukarıdaki alıntıda “tarafsızlık” kavramın, başkalarının bakışlarını hesaba katarak
elde edilir.
[Zihnin hareketliliğini koruyabilmesi için makul ölçüde dinlenmeye ve yanlış yönlere sapmaya ihtiyacı vardır] ki nesneyi her yönden tekrar tekrar görmesi mümkün olsun; kendi bakış açısını mikroskobik boyuttan genel bir bakış açısına genişletip, anlaşılabilir her bakış açısına böyle bakarak, her birinde el edilen gözlemleri ötekiler aracılığıyla doğrulayabilsin.167
Arendt, “genişletilmiş zihin kavramını” kullanır, bu kavram yargı gücünün
eleştirisinde başkalarının düşüncelerini hesaba katabilmek için “genişletme”
kavramıyla karşılaşırız. Yargı gücünü, Kant’ın siyaset felsefesinin en önemli
içeriğini oluşturan “Estetik Yargının Eleştirisi” bölümünde izleyen ve yargıda
bulunanın bakışıyla güzel’in çözümlemesinin yapıldığı bölüm, ilk önce güzel ile
beğeni arasındaki ilişkiden hareket eder.
Burada sanat ve siyaset kavramlarının yan yana yer alınması, bu iki kavramın
kamu dünyasına ait etkinliklerin genel ifadesi olmasıyla Arendt’in de üzerinde
durduğu konulardır. Burada Arendt’in kamusal alan aktörleri aynı zamanda sanatın
aktörleri olan sanatçı ve izleyici arasındaki, “beğeni” sadece bu yapıtları üretenlerde
değil izleyen için de geçerli olacaktır. Arendt şöyle yazacaktır: “Cicero’nun cultura
animi deyişi, “beğeni” [zevk] ile birlikte, sadece güzel şeyler üreten kimselerde yani
166 Hannah Arendt, “Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Notlar”, Çev. Yasemin Tezgiden, Cogito, Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant, Sayı: 41-42, YKY Yayınları, İstanbul, s.342. 167 a.g.y., s.343.
152
izleyenlerde de güzelliğe duyarlılık gibi bir şeylerin varlığını akla getirmektedir.
Elbette Yunanlılarda bu güzellik sevgisi olağanüstü ölçülere varmıştı.”168
Arendt’in bu Yunan toplumuna göndermesi, Adorno’nun Aydınlanmanın
Diyalektiğinin birinci cildinde Odyseuss mitinde bahsine paralel, onların “doğayı
işlememiş, tanrıların insanlardan sakladıkları (Hesiod) meyveleri yeryüzünün
meyveleri yeryüzünün rahminden adeta koparmışlardır”, henüz doğa insanın araçsal
aklının tahakkümünde değildir.
Beğeni temelinden hareketle estetik yargı, yani yargı gücü salt bir teoriyi değil,
pratik alanı da içerir. Bu noktada Kant’ın siyaset felsefesinin Pratik Aklın
Eleştisi’nde de içeriğini bulunacaktır. Aklın yasa koyuculuğunda eylemin ilkesinin
genel bir yasa olması ve bu yasaya göre hareket etme, “kendi” ile girilen uzlaşmayı
içerecek. Burada da, barış idesindeki uzlaşma kavramını, bir kendi kendiyle, kendi
rasyonel düşüncesiyle uzlaşma zorunluluğu olduğu söylenebilir. Arendt, kişinin
kendi kendisiyle anlaşma içinde olması ilkesinin çok eski bir ilke olduğunu ilk
keşfedenin Sokrates olduğunu söyler. “İlk olarak Sokrates tarafından keşfedilmiştir
ve temel düsturunu Platon’un formüle ettiği şu cümlede bulur: “Bir[i] olduğum için
kendimle anlaşmazlık içinde olmayı yeğlerim.” (Platon’un Gorgias diyalogundan
alıntı) Kişinin kendi vicdanıyla anlaşma halinde olması gerektiğini ile süren Garp
etiği ile çelişkiyi aksiyon olarak alan Garp mantığı hareket noktalarını bu cümlede
bulmuşlardır.”
Kant burada kendisiyle uzlaşmanın ötesinde daha geniş bir uzlaşma alanı olarak
“[kendini], “başkasının yerine [koyarak] düşünebilmek” olarak ele alır. Yargı Arendt
için, insanın zihni yetilerinin en temel ve en politik olanıdır. Arendt yargıyı
“...doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırma yetisi” olarak tanımlarken, düşünme
168 Hannah Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında, Çev. Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınları, İstanbul, 1996, s.253.
153
içinde yukarıdaki bir’in kavranılışında olduğu gibi kişinin kendi içinde bir diyalog,
kendi içinde bir, ikisi içinde olduğumuz faaliyet olduğunu söyler. Düşünme edimi,
yalnızlık gerektirirken, cisimleşmek için kamusallığa ihtiyaç duyar. Buradan
hareketle Arendt için kamusallığa verdiği önem buradan anlaşılır.
Kamusal alanın daha geniş uzamsal ifadesi olarak kozmopolit karış idesi aynen
genişlemiş uzam olarak başkaları fikri başkalarını varmış gibi düşünmenin
uzantısında, Kant’ın dünya vatandaşlığı düşüncesine vardır. Burada önemli olan
nokta, imgelem gücüyle, başkalarını varmış gibi düşünmenin olanağıdır. Düşüncenin
kendi [Bir] ilkesi üzerinde olması, yani kapalı yalıtılmış yalnızlığı, bu başkaları
durumuyla kamusal alana açık düzleme geçer. Kant burada özneler arasındadır
denilebilir. Düşünce yargı kendini başkalarının huzurunda açık ve özgür bir
sınamaya tabi tutar.
İletilebilirlik ilkesi, “genel iletilebilirlik” ilkesi iletişim için zorunludur. Arendt
“[...] iletilebilirlik, hitap edebileceğimiz sizi dinleyen ve sizin dinleyebileceğiniz bir
insan topluluğuna işaret eder.” diyecek.169
Burada kanının iletilebilir olması, Kant’ın Estetik Yargı Gücü bölümünde güzeli
tariflediği, özçıkarlardan ve ilgilerden arınmış, kişinin öznel koşullarının ve
çıkarlarının kamu alanında savunulabilir göstergesidir. Kant, burada sensus
communis (ortak duyu) kavramını kullanarak, topluluğun duyusuna hitap edecektir.
Sens commun (sensus communis), estetik yargı veren özneyi, bir kavrama değil,
kendini diğer öznelere bağlayan bir duyguya dayanmaktadır. Kant, Estetik Yargı
Gücünün, Güzelin Analitiği bölümünde ortak duyu için: “Burada beğeni yargısı;
ortak duyu yargısının bir örneği olarak ileri sürerim ve bu sebeple yargıma örnek
sıfatıyla geçerlilik atfederim. Ortak duyu ideal normdur. Bundan dolayı böyle bir
169 Hannah Arendt, “Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Notlar”, Çev. Yasemin Tezgiden, Cogito, Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant, Sayı: 41-42, YKY Yayınları, İstanbul, s.340.
154
normun varsayılması, hem bu normla ulaşan170 yargı hem de bu yargının ifade ettiği,
hoşlanma haklı olarak herkes için bir kural haline dönüştürülür.”
Kant güzeli “kavram olmaksızın zorunlu bir hazzın nesnesi olarak bilinen şey”
olarak tanımlar.171 Her beğeni yargısı, öznenin düşünüm (la reflexion) edimi içinde
ideal bir normla bağlanır. Örnek olmak niteliğiyle, ideal norm’un bir örneği olarak
dışsallaşır, cisimlenir. Beğeni nesnesinin bu ortak duyuya örnek teşkil etmesi,
tümelliğe doğru seyreden özneyi “... insan topluluğuna” açar. Yargı aracılığıyla
kendi içsel benini iletilebilir kılarak, öznellik içinde tümelleşir.
Zihinsel genişleme, kişinin başkalarının zihninde neler olup bittiğini bilmek
değildir. Arendt burada Kant’ın aydınlanma anlayışından hareketle şunları
yazacaktır: “Kant’ın aydınlanma anlayışına göre, düşünmek kendi için, yani
Selbstdenken anlamına gelir; “bu asla pasif hale gelmeyen bir aklın maksimidir.
Böylesi bir pasifliğe teslim olmaya önyargı denir” ve aydınlanma, her şeyden önce,
önyargılardan kurtulmaktır.172
Arendt, dünyanın başkalarının gözünde nasıl göründüğünü, kendimizin anlamaya
çalıştığı bir “tarafsızlık” içinde, insanların dünyalarıyla aramızdaki mesafeyi
kopartarak yargılama olanağı sağlamanın olanağını “ziyaret”∗ verecektir.
170 Emmanuel Kant, Œuvres philoshiques, II Der Prolégomènes Aux Écrits de 1791, Gallimard, Paris, s.1003-1004. 171 a.g.y., s.1004. 172 Hannah Arendt, “Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Notlar”, Çev. Yasemin Tezgiden, Cogito, Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant, Sayı: 41-42, YKY Yayınları, İstanbul, s.343.
∗ Ziyaret kavramıyla Kant başka ülkelere yapılan seyahatleri belirttiğinden ironik bir ifadeyle yaşadığı kasabadan çıkmamış olan Kant, evrensel aklın sınırları içinde bu diğer ülkeleri bilebilmenin olanaklarını da aramıştır.
155
Arendt, Kant’ın Konigsberg’den ayrılmamasına rağmen, mümkün olduğunca
mümkün çok ülke hakkında bilgi edinmek isteğine değinirken burada onun “dünya
vatandaşlığı” ifadesinin bu ülkelerle ilgilenmesiyle ilişki kurarak, bu ifadenin sınırlı
bölgelerde haklara ve yükümlülüklere sahip vatandaşı Weltbetrachter olarak yani bir
dünya izleyicisi olarak kabul ediyordu. Kant kozmopolitik hukuk anlayışında da,
devletleri birer sınırlı demokratik bölgeler olarak kabul ettiğinden, dünya devleti
değil dünya vatandaşı kavramını kullanır. Hannah Arendt burada Kant’tan uzun bir
alıntı yaparak, Kant’ın Fransız Devrimi sonrasında, hem devrimin savunucusu hem
de bu olayları hazırlayanları kınadığını göstererek bunun Kant’ın kendisindeki çelişki
içinde anahtar olacağını söyler.
“Bu olay [Devrim], ne insanlar arasında büyük olanların küçülmesine ya da küçük olanların büyümesine neden olan doğru-yanlış büyük işler; ne de eski eksiksiz politik yapıların, büyülü bir şekilde, birdenbire ortadan kaybolmasını ve onların yerini adeta dünyanın derinliklerinden çıkıp gelen başka yapıların almasını içeriyor. Hayır, olan bu değil. Bu büyük dönüşüm oyunu, izleyicilerin, herkesin önünde kendini açığa vuran düşünme tarzından öte bir şey değildir; bir taraftaki aktörlerde, diğer taraftakilere karşı genel, ama ilgisiz bir sempatinin ortaya çıkmasına yol açan bir düşünme tarzından söz ediyoruz; söz konusu izleyiciler, bu taraflılığın, farkına varılması durumunda, kendileri için büyük dezavantajlara neden olacağının bilincinde değillerdir. Bu düşünme tarzı, genelliğine bağlı olarak, tüm insan ırkının bir arada sahip olduğu bir karakteri ortaya koyar; ilgisizliğine bağlı olarak da insanlığın ahlaki bir karakterini, en azından bir yatkınlık biçiminde ortaya koyar – bu karakter insanların iyiye doğru bir ilerlemeyi ümit etmelerini olanaklı kılmanın yanında, kapasitesi bakımından o an için yeterli olduğu sürece, gelişimin kendisidir de.
Günümüzde adım adım açığa çıktığını gördüğümüz, yetenekli insanların başlattığı devrim, başarılı olabileceği gibi başarısızlıkla da sonuçlanabilir; devrim öylesine acı ve zulümle yoğrulabilir ki, aklı başında bir insan, devrimi ikinci bir kez gerçekleştirmeyi umacak kadar cesur olsa bile, asla böylesi bir bedel karşılığında yeni bir deneye girişemez – bu devrim, yine de (kendileri bu oyun içinde yer almayan) bütün izleyicilerin kalplerinde, coşkuya çok yakın olduğu söylenebilecek
156
bir katılma arzusu bulur, ki bu coşkunun dile getirilmesi bile kendi başına tehlikelidir; öyleyse bu sempatinin insan ırkında bulunan ahlaki bir yatkınlıktan başka bir nedeni olamaz.
[...] Parasal ödüller, devrimin düşmanlarını, saf hak kavramının [devrimlerde] yarattığı heves ve ruh yüceliği düzeyine çıkaramadı; eski savaşçı soylular sınıfındaki, (coşkunun bir benzeri olan) onur kavramı bile, halk -haklarını gözetenlerin -halkın içinden gelip halkı savunduklarını düşünenlerin- silahları karşısında kaybolup gitti; olup biteni olaylara hiçbir sekice karışmadan, sempatiyle izleyen halk, destek verme niyetinde değilse bile, ne tür bir esriklik içindeydi [...]
Şimdi -bir kâhinlik yeteneğim olmasa da- günümüzdeki belirti ve işaretlere göre, insan ırkının bu hedefe ulaşabileceğini tahmin edebileceğimi iddia ediyorum. Yani, öyle tahmin ediyorum ki insanlığın ilerlemesi daha iyiye doğrudur ve bundan sonra artık tamamen geri döndürülemeyecek: Çünkü insanlık tarihindeki böyle bir fenomen unutulamaz...
Bu olaya bağlı olarak konulan erek hemen elde edilemese; devrim ya da ulusal anayasa reformu sonunda ya da belirli bir süre geçtikten sonra amacından sapsa; (politikacıların şimdiden tahmin ettiği gibi) her şey yine eski halini alsa bile, bu felsefi kehanet gücünden hiçbir şey kaybetme Çünkü bu olay öylesine önemlidir, insanlığın çıkarıyla öylesine iç içe geçmiştir ve etkisi dünyanın bütün bölgelerine öylesine geniş biçimde yayılmıştır ki, uygun bir durum ortaya çıktığında, bu türden yeni girişimlere, bulunmaya çalışacak olan halklar tarafından hatırlanmaması mümkün değildir [...] Tek bir ülkede olup bitenleri düşünmekle kalmayan, yavaş yavaş bu olaylara katılmaya başlayacak olan tüm dünya halklarım kapsayan bütüncü bir bakışa sahip biri için, ölçülemez bir zaman aralığına yayılan bir manzaradır bu.
Arendt, Kant’ın yargı gücünden yola çıkarak, genişletilmiş zihniyet üzerine
kurduğu siyaset felsefesinde, politik yargıyı, estetik yargı gücünü oluşturan
düşünümsel yargıya dayandırır. Düşünümsel yargı tikel bir durumu, tümel verili
olmadığı durumda evrensele varmak için, bir tümellik altında toplamadır. Politik
yargıda, Kant’ın yazgı kavramında olduğu gibi, öngörülemez bir niteliğe sahip
157
olacağından, hem tikelliklere, politik açıdan da tarihsel ilklere açıktır. Bu ilklere
örnek olarak Fransız Devriminin temsil ettiği öncül evrensellik yoktur. Kant tikel
yargıdan bir genel, tümel yargıya geçmenin ancak genişletilmiş düşünmeyle
olacağını söyler.
Kant “Ebedi Barış İdesi”nde ve Ahlakın Metafiziği’nden iki alıntı yaparak Kant
devrim için şu düşüncelerini şu iki alıntıda gösterirken;
Kötü bir anayasanın neden olduğu şiddet dolu bir devrim, yasadışı yollarla daha yasal bir anayasa getirirse, insanların önceki anayasaya dönmesine izin verilmeyecektir; ama devrim sürerken açık ya da gizli bir şekilde devrime karışanlar da, adil bir şekilde isyancıların hak ettikleri cezaya çarptırılacaklardır.
Eğer bir devrim başarıyla sonuçlandı ve yeni bir anayasa hazırlandıysa, kökenini ve başarısının yasadışı olması, özneleri iyi vatandaşlar olarak yeni düzene uyum sağlama yükümlülüğünden kurtarmaz.
Aslında yargıda bulunma ilkesiyle eylemde bulunma ilkesi arasındaki çelişkiyi
gösterir. Kant Ebedi Barış’ın ikinci cildinde genel kurallarla uzlaşmaya eylem ve
davranışları hak ve adalete aykırı bulacaktır:
“Kamu hukuku ile devletler hukuku kavramlarının deneye dayanarak içerebilecekleri şeylerin hepsini (örneğin, insan doğasının yaptırımı zorunlu kılan sözde kötü yanını) bir yana bırakırsak, kamu hukukunun deneyüstü (transendental) formülü diyebileceğimiz şu cümle ortaya çıkar: “Başka insanların haklarıyla ilgili olan ve dayandığı genel kurallar apaçıklıkla (aleniyetle) uzlaşmayan bütün eylem ve davranışlar hak ve adalete aykırıdır.”173
173 Immanuel Kant, “Ebedi Barış Üstüne Felsefi”, Seçilmiş Yazılar, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984, s.261.
158
Kant burada aşkınsal bir kamuya açıklık ilkesine göre yönetilen politik
eylemlerden bahseder. Uzlaşmaya dayanmayan eylemler Kant’ın eleştireceği
pratikleri oluşturur.
Kant yargı gücü eleştirisinde beğeni yargısının sadece sanatçıda değil izleyicilerde
de olduğunu söylerken, yaratıcı deha ile izleyiciyi karşı karşıya getirir. Kant politik
meseleler içinde Fransız Devrimi için dünyasal bir olay olarak aktörler değil onu
izleyen eylemlerin içinde yer almayan izleyicilerin kanılarının ve coşkulu
övgülerinin bu devrime dünyasal niteliğini verdiğini söyleyecektir.
Kant yargı gücü beğeni/tat duyusunu değerlendirdiği bölümünde, “her bir tikelin
kendine has bir beğeni”si olduğunu söylerken, beğeni eleştirisinin yani eleştirisinin
bir nesneye ilişkin görme duyusundan değil tat, koku, duyularından görmeye
dayanmayan duyulardan çıktığını söyleyerek, yeniden tasarımlanamayan duyumları
yargının aracı yapmıştır.174
“Hoşlanmanın tartışılabilir olması”, tat ve koku duyularında karşı konulmaz
düşünce olması nedeniyle bu duyular hiçbir düşünüm tarafından dolayımlanamaz.
Kamusal alanda iletilebilir olanın zorunluluğunun yanında, Kant’ta zevk konusu
iletilebilir olan değildir.
İletilebilir olmayan duyuya dayalı yargı yetisi bu duyunun öznesinin bir ortaklığın
da üyesi olduğu düşünülürse, buradaki ortaklık sensus comunis olarak, aynı zamanda
dünya topluluğunun da üyesi olacaktır. Kant’ın “kozmopolit varlık” kavramı kişinin
bu üye olma durumuna işaret eder. Burada dikkat çeken nokta Kant’ın dünyasal bir
devlet idesinin karşısında yer alması yanında kozmopolit varlığı, yargıda ve eylemde
174 Emmanuel Kant, Œuvres philoshiques, II Der Prolégomènes Aux Écrits de 1791, Gallimard, Paris, s.1126-1127.
159
temele oturtmasıdır. Kant’ın iletilebilir olmayan üzerinden genelle kurduğu bu ilişki
tikeli çatışmanın dışında tutacaktır. Burada şu söylenebilir: Dünyadaki savaş
durumlarının sebebinin aslında bu tekillikler değil bu tekilliklerin ifade edilememesi
olduğu açıktır. Kant sonsuz ilerleme fikrinde insanın kendi tikelliği içinde bir genel
insan olmaklığını da temsil ettiğini söyler. İlerleme bir erek olurken bu ereğin
aktörlerinin bir farklılaşma içinde genel olarak insanlığa bağlanması gerekir.
160
11. KANT’IN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ ÜZERİNE VE SONUÇ
“Doğa, tümel yasaların bilgi yetilerimiz için bir amaçlılık ilkesine göre, yani
onları insanın anlama yetisine uygun hale getirmek üzere özelleştirir. “Kant’ın bu
sözünün göstermiş olduğu gibi sürmekte olanlar kendi “yararlarına” hem kendilerini
hem de diğerlerini sürekli dönüştürürler. Bu dönüştürme edimi özgürlüğün de
biçimini oluşturur. Tek’e dair olan her yerde ve herkes için olan olarak “özgürlük
herkes’tir, herkes özgürdür” ifadesi ile bir karşılıklı kabul ve tikelin bir tümeli
yaratışı ile doğa başında özgürlüğü, bir ilişkililik içine yerleştirmiştir. Tikelden
tümele, tümelden tikele. Böylelikle özgürlük sürekli bir değişimin biçimi olarak
ortaya çıkar, Kant’ın sürekli değişmenin biçimidir dediği zaman ile aynı kavranılışa
sahip olarak. Öyleyse nasıl ki deneyin zorunlu koşulu olan “uzam ve zaman” ise,
varolmakta olanın da zorunlu koşulu özgürlüktür. Her an, ki bu an içinde hem toprağı
hem de tarihi taşır, o an’dan uzaklaşma yada daha da o an’a yaklaşmadır söz konusu
olan.
Hayal gücünün ve anlama yetisinin uyumu, uyum içine sokulması, aklın sonsuz
karışımındaki bilgisinin kaynağı yüce kavramı ya da yüce karşısındaki insandır.
Yüce iki şeye denir. İşte Kant’ın cevabı: iki şey hakkında yüce denir. Matematik
yüce (böyle denir çünkü yayılımsaldır) ve dinamik yüce (bu ise yeğinliğine bir
yücedir). İşte örnekler: sakin denizin sonsuz görüntüsü, gösterişi – bu matematik
yücedir; hava açık, yıldızlı gök kubbesi – bu da matematik yücedir. Bana saygı huşu
benzeri bir his verir – ve bu da dinamik yüce: Bu kez yayılmanın sonsuzluğu yerini
maddenin kudretlerinin sonsuzluğuna bırakıyor. Bu kudretler mekanı ve zamanı
dolduruyorlar – dinamik yüce kudurmuş denizin öfkesidir, bir kasırgadır. Bu defa,
161
dehşettir… Kant’ın ne ölçüde Alman romantizmine dair bir kavrayışın eşiğinde
olduğunu bir düşünün.175
Metafiziğin temelini oluşturan a priori bilgi veya saf anlama yetisi saf aklın
bilgisini oluştururken uzam ve zaman duyusallığın biçimsel koşulları olarak
görünüşleri verir. Burada bir yandan onların görüsünün nasıl bir yapısı olduğu, öte
yandan da onların bilebilmenin nasıl olanaklı olduğu soruları sorulur. Bu görünüşün
biçimi saf görü olarak kendimizden geldiğinden a priori olarak tasarımlanabilir.
Ancak duyusallığımızın biçimsel koşulları olarak bildiğimiz nesneler kendinde şey
olarak değil uzam ve zamanın olmazsa olmaz varlığında kendilerini belirişler olarak
verirler “Duyularımıza (dış duyulara uzamda, iç duyuya zamanda) verilen her şey, ne
olursa olsun bizim tarafımızdan kendi başına olduğu gibi değil göründüğü gibi
görülür”176 önermesi beliriş ile anlama yetisi arasındaki bağlantıyı gösterir. Bu
bağlantıda yüce de olduğu gibi sonsuzca büyük ve kudretli olan yer almaz. Çünkü,
Kant’ın deyişi ile, şekle sığmayan yada şekilsiz olan bütün mekandan taşan ya
sonsuzdur ya da bütün mekanı altüst eden sonsuzdur.177 Hayal gücünün sınırlarına
geldiği bu noktada aklın kavranabilirin ritmik ilişkisi yerini Deleuze’un deyişi ile bir
kaosa bıraktığı andır. Ritmik kavrayış bir yönü ile saf aklın bilgisinin de biçimidir.
Ritmik kavrayış bir yönü ile saf aklın bilgisinin de biçimidir. Bu taşıma hali ile
“güzel” ile yeniden ritme oturulur. Hayal gücünün kendi sınırları ile karşılaşması ve
nesnenin belirişinin biçimsizliği güzel yolu ile nesnenin biçiminin yeniden hayal
gücünde yansımasıdır.
Aklın etkinliğinin doğasını oluşturan sentez etkinliği çok çeşitliliğin zihni biçim
öğesi olan a priori öğeleri aracılığı ile bağlayıp birleştirme, birliğe getirme etkinliği
175 Gilles Deleuze, Kant Üzerine Dört Ders, Çev. Ulus Baker, Öteki Yayınları, İstanbul, 2000, s.90. 176 Immanuel Kant, Prolegomena, Çev. İonna Kuçuradi, TFK Yay. Ankara, 1995, s.34. 177 Gilles Deleuze, Kant Üzerine Dört Ders, Çev. Ulus Baker, Öteki Yay., İstanbul, 2000, s.90.
162
onun öz – etkinliğini oluştururken, bu biçim ve anlam kazanması belli bir tümel
zorunluluk öğesinin katılması ile gerçekleştirildiğinden bu her tikel için gerçekleşir.
Bir olan, onun benzer bir zorunluluk ve tümellik ilişkisi içinde olacaktır. Bu ritmik
kavrayış bilginin imkanını verirken aklın kavramsal veriler ile mekansal – zamansal
belirlenimlerini çakıştırması, bu iki farklı türden olanın sentetik işlemi yaratıcı hayal
gücünün tasarımları bağlantılandırmasında gerçekleşir. Yani söz konusu olan fikirler
edinme yada bir imaj üretme değil yukarıdaki iki başkalılığın çakıştırma eylemedir.
Bir yandan kavramdan türememiş olan hayal gücü beliriş ile diğer yandan da
beliriş ile ilişki içinde olduğundan yaptığı şey “yeniden-üreten” hayal gücü olarak
üretmektir. İşte bu üretme çok çeşitliliğin de kaynağında yer alacaktır. Çünkü,
bağlayıp birliğe getirme yani sentez edimi, geleneksel epistemolojideki zihinsel
tasarımın nesne ile olan bağıntısının varsayılmış bir özdeşlik çerçevesinde
kavranılışını ortadan kaldırır. Kant nesnenin kurulmuş hali ile zihinde
oluşturulduğunu varsayarken ilkenin yada yasanın kurulmuşluğunu ve onun tek ile
olan bağlantısallığını söz konusu eder. Yasa tikeli içerir. Aynı zamanda tikel de
yasaya uygundur. Bu uygunluk bir özdeşlik ilişkisi değil, bir bağlantısallık bir
“uzlaşmadır”.
Aklın yasalara nasıl ki şeylere dair olanı içinde barındırıyorsa toplumun yasaları
da tikellere dair olanları içinde barındırır. Eğer bir uzlaşmazlık söz konusu ise, bu
varolmakta olanın o anının yasanın o anı ile uzlaşmamasından kaynaklanır. Çünkü,
yasanın ek içerikliliği o an varolmakta olanın her durumu ile örtüşmeyeceğinden,
yasa o an içinde olmayanı içerecektir. Başka bir deyişle çatışma o an olmakta olanın
yasada içirilmediği anda olur. Yasa tek içerikliliği ile her ne ise o olmalılığı ile her ne
ise odur. Yasaya karşı çıkış, onu ihlal o an içinde olmayan duruma baş kaldırmadır.
Yasanın tek bir anı vardır. Aynı içinde devam eden yanının anlamlılığı onun
değişmez o anla olan ilişkisindeki upuygunluk uyarınca devam eder. Yasa
evrenselliğini tek anı ile olan sürekli ilişkisinde sağlar. Ne zaman ki bir andan öteki
ana geçilir yasa tekliğini ve evrenselliğini değiştirir, yasa başka bir anın
163
evrenselliğine izin vermediğinde hep anında kalkmak için direnir. Yasanın
değişmezliği onun bu andaki ısrarından hep o anda kalışından kaynaklanır. Varlık tek
bir anda değil sadece belirlenmiş zaman diliminde olduğu için varlığını korur ve o
hep ne ise onun içinde kalmaya devam eder. Yani söz konusu olan, değişen anın
değişen varlığıdır. Anla olan ilişkiden çıkan bu değişme yasada değişmemezliktir.
Yasa ile bu değişen an arasındaki ilişki deneyimin içinde her zaman yer alacaktır. Bu
nedenle bu karmaşık durumda örtüşme söz konusu olmadan, bir birlik ilişkisi
yaşanır.
Kant’taki hali ile doğanın çok çeşitliliğinin yanında bizim form verme çabamızın
her zaman doğaya uygun düşmememsi ve doğanın bundan muaf oluşu bir hoşlanma
duygusunu verir. Yani örtüşmeme anının boşluğu bir duygu parçası ile doldurulur.
Yukarıdaki uyuşmama anı içinde benzer bir duygu doldurulması söz konusu
edilebilir. Bu amaçlılık içindeki kanıtlanamayanın ifadesi olan bir duygu. Duyu ve
duygu arasındaki fark, birincisinin nesnenin tasarlanmasındaki önceliğidir,
ikincisinde ise, tasarımın özne ile bağlantıya girmesi sağlanır. Antik dönemin
tümellerden pay almış olan reel varlıkları duygu ile bu tümellerle bir yan yanalık
ilişkisi içine girer.
Antik dönemin tümellerden pay almış olan reel varlıkları duygu ile bu
tümellerle bir yan yanalık ilişkisi içine girer. Çünkü, ilke ile yakınlığı empatiyi
sağlayacak olan yine bu duygudur. Bu duygu ancak doğanın içinde olduğu için biz
boşluğu onunla doldururuz. Kant’ın estetik tasarımının temelinde de böyle bir duygu
vardır. Bu tasarımdaki öznel olanın tarafı, kavramdan önce kavramanın kendisidir.
Bilgi yetisinin doğadaki amaçlılık yanında bulunan tikel formlarla da ilişki içinde
olduğu düşünülürse Kant estetik için bu tikel formlardaki önceden de tasarlanmamış
biçimi bulgulayacaktır:
Estetik amaçlılık tasarımının temelinde yer alan hoşlanmanın intellektüel kökenini, Kant, ampirik yasaları içinde doğanın bilgi yetimize uygunluğunun, doğanın tikel formlarında, önceden tasarlanmamış biçimde bulgulanmasına bağlamaktadır. Buna göre,
164
doğanın heterojen çeşitliliğinde öznel amaçlılık (doğanın bilgi yetilerimize bir uyumunu) bulguladığımız her zaman belli türde bir hoşlanma duyarız. Fakat şunu belirtmek gerekir ki, bu hoşlanma, doğanın anlama yetisinin genel ilkelerine uygun düşmesi olgusunda ortaya çıkmaz; çünkü zaten bu uygunluk olmasaydı eğer, doğa, ben bilinci ve nesneler mümkün olmazdı. Ayrıca şunu da biliyoruz ki, doğadaki çok çeşitlilik, bizim form verme çabalarımıza sonuna kadar tabi değildir. Anlama yetisinin kavram ve ilkelerini kullanarak ancak mümkün bir doğa sisteminin iskeletini elde ederiz. Aktüel doğa sistemi, sayısız tekil olgu ve nedensiz yasa içerir ve bunların hiçbiri transcendental kanıtlama ile tesis edilemez. Bu bakımdan, ampirik gerçekliliği içindeki doğa alanına geçildiğinde, burada anlama yetisi ile doğa arasında bir örtüşmeden hiçbir şekilde söz edilemez artık.
İşte bu yüzden, karmaşıklıkta birlik, düzensiz görünüşlerde yasa vurguladığımız her durumda bir hoşlanma duygusu elde ederiz.178
Örtüşmeme ve hoşlanmanın ortaya çıktığı genel durum, sosyal çatışma anlarını
nasıl ki, doğanın anlama yetisi ile olan kavramsal ilişkisinde olduğu gibi bir
kavramsal – duygusal zemine oturtulabilir. Aklın ancak hoşlanma yolu ile bir
yabancılıktan ve karmaşadan kurtulduğu durum sosyal ilişkilerdeki kopuklukların ve
“başkalılık” olanın ve olmanın da çözümünü sağlayabilir : komşusundan hoşlanma,
işinden hoşlanma, anlamaktan ve anlamadan hoşlanma, varolmakta olandan
hoşlanma… akılda herhangi bir kavram olmaksızın, hoşlanma bir dışsallıkta yani
sensenin formu üzerinde düşünümde elde edilmiş bir duygudur. Yukarıda
bahsedilmiş olduğu gibi yasanın da bir biçimi vardır. İşte kopukluk anında yasa ile
yaşanılan çatışma böyle bir duygulanım imkanı ile yasanın dışına atılmışlıktan
kurtulunur: o da bizden biri, bizim gibi, yaşamak, hayatta kalmak, çocuklarına
bakmak, iyi olanın kendisi için olanı istemek ister. Benzer durum ve koşulların
varolmakta olanın genel geçeri olması, farklılığı nasıl doğurur sorusu bu ifade
düzleminde kendini sordurur.
178 Taylan Altuğ, Kant Estetiği, Payel Yayınları, İstanbul, 1989, s.21.
165
Hoşlanmanın alanı olan estetik deneyim, bir estetik nesneyi ve bir duyguya dair
olan öğeyi taşıdığı gibi yasa da belirli bir iç yapıyı yani kendi zamansal oluşumunu
ve kendi nesnesini, var olmakta olanı gerekli kılar. Bu ikili yapılar nesnelerinin
değişme durumlarına göre farklılık gösterirler. İlki değişmeyen bir nesnenin değişen
iç duyumu ile ilişkide iken yani estetiğin iç yasası değişmezken yasada ise, var
olmakta olan sürekli değiştiğinden yasanın iç yapısı biricikliğini sadece o andaki ile
ilişkisinde kuracaktır. Yani estetik beğenideki ilkesel yöntem yasada tersine döner.
Estetiğin otonomluğu onun kendi kendisini zaten bir biricik olanla ilişkisi içinde
kurduğundan sürekli kalacak yasada ise biriciklik sadece yasanın o andaki ısrarında
kalacak. Şey var olma koşulunu öteki üzerinden kuruyor ise, bu kendi kendine, kendi
anı ile biriciklik genel geçer olanı vermeyecektir; yani yasa eğer değişme ile her an
karşı karşıya ise kendisi de değişen anlarda değişen biriciklikler taşımalıdır. Zihinsel
ve duyusal çatışmalar değil, her iki durumun yaşandığı bir tasarım imkanı “biricik”
olanı vermelidir. Nasıl ki, “o halde estetik nesne, bir yandan, duyusal olmak,
duyulara hitap etmek zorundadır; çünkü o bireysel, somut, “biricik” olmalıdır; yani
duyulara sunulan gerçek bir şey olmalıdır. Öte yandan o, aynı zamanda, zihinsel bir
oluşum nesnesi olmalıdır. Çünkü duyusal olan, duyusal olmak sıfatı ile güzel
değildir. O, nounemenal özellikleri açığa vurabilen bir duygu nesnesi olduğu için
güzel’dir. Burada da teorik önemini sürekli vurgulayan “birlik noktası”na bir
gönderimin söz konusu olduğu görülüyor”179 da olduğu gibi estetik deneyimin de
bir bilgiyi vurgulaması onun öznel – formal niteliğini zedelemez.
Bu alanın yani estetiğin, insanın bütünlüğünü kuran autonom birimlerden olması
onu birlikli yapıdan dışlamaz. Birlik duyusal olan ile zihinsel bir etkinlikte değil, iki
tarafın birbirlerini tamamlaması ve sürekli yer değiştirmesi ile olur. Birlik, şeylerin
bütünlüğü veya oluşmuş anlamı değil, karşılıklı sürekli yer değiştirebilme ve aynı
unsurlara sahip olmaktır. Toplumu bir bütün olarak ele alırsak öznellikler bilginin ve
hoşlanmanın oluşumunda olduğu gibi bir birlik içinde öznenin deneyiminin aynı
zamanda bütünün de deneyimine katkıda bulunduğu bir durum olacaktır. Bütüne ait
179 A.g.y. 40
166
deneyim tikelliğin deneyimine benzeyecektir. Yani bütünün de belli bir duygusal
dünyası ve kavramların söz konusu olmadığı bir kendi yönü vardır. Bu bir anlamı ile
öznenin yaşadığı yaşamı değil, yaşamın hep var olan kendisidir. Şöyle ki, belirişler
ile bilebildiğimiz nesneye dair olan kendinde şey bilinmiyorsa, yaşama dair olan
kendinde şey ise tam da bu estetik yargıda bulunacaktır. Bu yargının öznel yönü
önemli gibi dursa da asıl söz konusu olacak olan her türlü ilgi ilişkisinin ötesinde ve
onun dışında olan yaşamın kendisindendir: hem yaşamı tanıyan hem de ilgi – çıkar
ilişkisinin dışında olan. Estetik yargı bu evrende yer alarak “biricik” olanlar
tarafından duyurulur.
Özneye – özneye – gönderimli önermeler bir dünya içinde cereyan ederken bilgi
yargılarındaki nesneye gönderimli önermeleri ortaya koymaz. İşte biriciklik hem
burada olmanın hem de öznel olmanın koşuludur. Bu bakış açısı ile çok çeşitlilik
biricikliğin içinde yer alır. Estetik karakter nesne ile ilişkisini kopararak öznel bir
biçim alırken, yaşamda topluluğun kendisinden her bir teke indirgenir.
Nesnenin kendi kendisi ile ilişkiye geçmeden ancak bilgisi aracılığı ile bir
rahatlama bir güven duygusu kazanan özne bu bilgi ile nesne karşısında kendi
tarihliliğini kalıcı kılar. Benzer bir işleyiş doğa karşısındaki tefekkürde
erişilemeyenin yaşamın gövdesi ile ilişkisi estetik yargı ile sağlanır. Sosyal alanda bu
erişilmeyenin imkanını ancak toplum özneye verir. Eğer ki; bu imkanların çıkış
noktaları birer yapı ve ilke olarak kendilerini kuruyorsa onların olmazsa olmaz
varlıkları çok çeşitliliğin içinde hep yer alacaktır. Nasıl ki; saf aklın bilgisinin
olanaklılığını veren a priori önermeler ise çok çeşitliliğin olanaklılığını verecek olan
toplumdur: kurallar, uygulayışlar, kabuller vb. Estetik yargı seyreden bir nesneyi
gerektiriyorsa çok çeşitlilikte bir kurulmuş olanı gerektirecektir. Çünkü nesne
Kant’ın epistemolojisindeki bilgi yetilerimize bir uyumu taşısa da doğanın içinde
olmakla bir kendi yaslılığını korur. Öznel bilgi, böyle bir yasalı olanın seyrinin
duygusundan kaynaklanır. Birlik içindeki çeşitlilik benzer bir yasalı olanla dolaysız
ilişkiden doğar.
167
Kantçı düşünce sisteminde otonomluğun bileşenlerini şöyle ayırt edebiliriz: zihnin
olağan işleyişi, beliriş olarak bilinebilen nesne, seyir olanağı ve öznel kutup. Bilginin
genel geçer özelliği tek bir biçimliliği, bu otonom yapı ile tek bir biçim altında
gözükenin yani zihnin tasarımlarının sentezinin “hayal gücü” yetisi ile sağlanması,
bu otonomluluğun kaynağını oluşturur. Hayal gücü içinde görülerin çok çeşitliliğine
taşınıldığından burada da bir kavramadan söz edilir. Kavramdan önce kavrama,
nesnenin formunun kavrayışı olduğundan burada da “düşünücü yargı gücü” işlemde
bulunur. Bu kavrama, kategorilere göre değil fakat, ampirik çok çeşitliliğin
başlangıçtaki alımlanışını yöneten ilkeye uygun olarak işlemde bulunur. Duyusal
içerik, kategorilerin formları uzam ve zamanda belirlense de bu özel bir uzam ve
zaman birliğidir.
“Estetik birlik sui generisi’dir. Böyle bir birlik ayrıştırılamaz, analiz edilemez,
basit olduğu için değil fakat, kavramsal olmadığı için.” 180Formun dışsallığı sonunda
öznel olanın bir katkısında son bulur. Bu formla ilişki tek olan yargıyı meydana
getirse de, çünkü bu yargı ortak bir hoşlanma üzerinde gelişecek ise genel geçer bir
nesnel bilginin çoğul paylaşımı yine aynı nesnenin özneler için geçerli olacak bir
verili biçim algısı altında gerçekleşecektir. Biçim, nesnelleştirilmiş olan bilginin
bileşeni olurken aynı biçim estetik ile bir sapma ile teke ait biricik olanı meydana
getirir. Öznede oluşan biriciklik, kendinde şeyin tekliğinin bir genel geçer hal
almasıdır. Hem tek olan hem de genel geçer olan başlangıçtaki durumlarından bir
sapmaya girer. Aklın yetileri de benzer bir yasallığın içinden bir sapışla -yargı
gücünün eleştirisi böyle bir sapışın yasasına genel geçerliliğini açıklar- öznel bilginin
kendisine ulaşır. Doğa bilgi formlarına uygun tasarımları içinde barındırdığı içindir
ki, aklın yasaları deneyim nesnesinin yasalarını keşfeder.
Bu sapma aynı zamanda bir “kopma”yı ortaya çıkarır. Nesnenin deneyde beliriş
olarak bilindiği, duyu temelli doğa dünyasında ise, görüden bağımsız “kendinde şey”
180 a.g.y. s.32
168
olarak düşünüldüğü özgürlük dünyası arasındaki kopuştur. Yani, bilginin konusu
olan duyulur şeylerle düşüncenin konusu olan duyular – üstü dünya arasındaki bir
bağın mümkün olmamasıdır. Kant’a göre; doğa kavramları teorik bilginin temelini a
priori olarak içerirken aynı zamanda bu kavramlar anlama yetisinin yasa
koyuculuğuna dayanırlar. Özgürlük dünyası, koşulsuz pratik buyrukların tümünü a
priori olarak içerir ve aklın yasa koyuculuğuna dayanır. Teorik felsefenin nesnesi,
doğa dünyası ile pratik dünyanın nesnesi özgürlük dünyası arasında bir “kopma”
ortaya çıkarır. Bu iki alanın birbirini belirleyememesi öznenin özgür olma koşulunu
içerir. İki alanın yasa koyuşları birbirlerinden farklıdır. Kant bu iki alan arasında yasa
koyuşların bir arada varlığını “çelişkisizlik” düşüncesine dayandırır. Birlik düşüncesi
bir uzlaşmayı gerektirirken bu uzlaşma duyular üstü olandan duyulur olana bir
ilişkidir. Ahlaki eylem duyular dünyasında gerçekleşirken duyular üstü dünyasının
yasalarına uyar. Bir deyişle öznenin kendisi için koyduğu amaçlar gerçek olmalıdır.
Doğadaki nedensellik ile ahlaki eylemlerin amaçlılığı birbirleri ile ilişki içindedir.
Çünkü özgürlük duyulur dünyada amaçlılık içinde kendi yasalarını uygular. Doğanın
amaçlılığı ile özürlüğün amaçlılığı arasında bir uygunluk, yani doğanın
imkanlarından aklın edimlerinin gerçekliği yargı gücünün ilkesine dayanarak
açıklanır. Yargı gücü ile bu bağlantı gerçeklik kazanır. Doğa bunun imkanını yalnız
çelişmemekle değil aynı zamanda olgular olarak da karşılar.
Doğanın kendi aracılığı ile birlik sağlaması, aklın etkinliğinin bir ürünü olmayan
kendi içinde taşıdığı öznenin deneyimleyip yaşantıladığı verileri kendinde taşıması
ile olur. Yani bu birlik insan etkinliğinin bir sonucu değil doğanın kendi içinde olan
buna olanak tanıyacak olan karşılıklarından kaynaklanır. Doğada karşılaşılan olgu
düzeyindeki bu sunumlar (representation) özne tarafından duyup hissedilir: doğada
güzel, doğada yüce. Bu olgular özne tarafından kurulmadığı gibi özne ile nesne
arasındaki bir uyumdur. Doğa ile girilen bu ilişki gerçek dünya ile akıl yetimiz
arasındaki birliği gösterir.
169
Bu doğa, “anlama yetisinin a priori olarak hem de en başta uzamın belirlemesinin
genel ilkelerinden bildiği şey, yasalara dayanan doğadır”.181Bu noktada şu söz
konusu edilemez mi; Doğanın bilebileceğimiz anlama yetisine uygunluğu yanında,
metafizik dünyanın da anlama yetisinin yasalarına uygun olup olmadığı sorusudur.
Bu alan, içine Tanrının ve ruhunda girdiği ve anlama yetisi ile ilişkili dünya mümkün
müdür? sorusu, aklın kontrolü altındaki deney dışı dünyanın aklın yasalarının bir
duyulur olandan geçecektir. Yani bilinmeyenle ilişki bir duyulur olanın duygusunun
dünyası olacaktır.
Doğa ve özgürlüğün formal amaçlılık ilkesince birbirine bağlanması nedenselliğin
ve amaçlılığın birbirine bağlanmasıdır. Bu amaçlılık doğanın yasalarının estetik yargı
gücündeki hoşlanma ve hoşlanmama duygusunun kurucu öğeleri olduğu yetilerin
harmonik uyumunu oluşturur. Hoşlanmanın nesnesinin tikelliği ve onun formunun
oluşturduğu tümellik bilgi yetilerinin özgür oyununda gerçekleşir. Oyun, bilginin
hem hayal gücü ile hem de anlama yetisi ile olan “özgür” karşılıklı bağıntısını
gösterir. Burada önemli olan oyunun hem yasalı oluşu hem de özgür oluşudur. Biliriz
ki, çocuk oyun esnasında oyunun kurallarını bilir, öte taraftan da onu kendi yararına
değiştirmeye çalışır: oyun üzerinde oyunbozanlık yapma yada oyunu terk etme onun
tekelindedir.
Oyun ve özgürlük ilişkisinde özgürlük, oyunu ortadan kaldırmak değil oyunu
seçme ve oyunun içinde yeni belirlenimler yaratma olanağıdır. Yani doğa içindeki
varolan, oyun içindeki özgür oyuncudur.
Kant’ın kavramlarının bir ardı ardına dizilişini oluşturursak – ki Kant doğadaki
dizilerin zorunluluğundan ve onun karşıtı olan rastlantısallıktan önermelerin
antinomisiden bahseder- bu dizi transcendental alanda bir çelişki oluşturmaz. Şöyle
181 Immanuel Kant, Prolegomena, Çev: İonna Kuçuradi, TFK Yayınları, Ankara, 1995, s.74.
170
ki; özgür oyun, kendiliğinden bir uyumun, öznel değerlendirilmesinin zihin
durumunun öznel tümellik kazandırılmış halidir. Bu Kant kavramlarını bir dizi
halinde sıralama oyununun tam da kendisidir. Çünkü burada tümelliğin tasarımıdır
söz konusu olan. Zihin kavram altında toplamayı kaçınılmazca yapmakta, burada
iradenin istemi dışında tümellik söz konusudur. Bu olmakta olanla amaçlılık ilkesi
uyarınca direkt bir ilişkidir.
Özgürlük bu hali ile aynı anda yan yana olmanın imkanını verir. Yaşanılan
dünyada aynı anda iki şeyin üst üste olamaması gibi, kaçınılmaz yan yanalık
toplumsal yapının da olmazsa olmaz ilkesidir. Yan yanalığın sağladığı tümellik
kavramsız olanın toplumsal görüntüsüdür. Yani Kant’da ki saf bir duyu düzenin,
tümelliği genel geçer bir yargıya varıyorsa toplumsal olanın yan yanalığı da
tümelliğe varacaktır. Bu durumda, yargının ezici rolü estetik yargı ile kavramsız elde
edilen tümellik ile sarsıntıya uğrar. Yargının hem öznel hem de genel oluşu onun
tikelliğine zarar vermez. Çünkü Kant’da ki dizilerde olan uzlaşım burada da
olacaktır. Özgür yargı edimi bağımlı bir koşulu yaratır. Dizi ya da dizge fikri bir iç
ilişkiyi, kaçınılmaz dışsallığın ilişkisinde taşır. Dilin kurallı gramer yapısı, ancak
içeriği olan yapısının, dolaylı iletimiyle tikellik niteliği kazanır.
Yargının duygu düzeni ile ilişkisi onun kavramsal ve zihinsel düzenden çıkması
bir “en derindeki” ile olan ilişkisini gösterir. Bu en derinde olan en yüksek içinde
olan ile ilişki içindedir.
Akıl kaçınılmaz olarak kendi dışındakileri anlamak, tanımak ister. Bu istek tek
taraflı değildir, dışarıda olanı da ister, aklın tek başına kendine de şey olarak edimi ki
bu aynı zamanda bu edimin dışta olanın kendi varlık koşulu ile de ilintili bir durum
olacağından, aklın bilme isteği nesnenin görüselliği gibi aklın bir görüselliğini
171
gösterir. Nasıl ki şeyleri bir kendinde şey (Ding an sich) ile fenomen arasında bir
bilinebilme düzlemine oturtuyorsak, aynı iki bilinmezlik aklın kendisinde de yer
almaktadır. Akıl kendi kabusundan, ancak edim içinde olduğunu kendine kanıtladığı
bir ilişki sistemine girerek kurtulacaktır.
Kant nesnelere dair aslında iki bilinmeyenden bahsederken bunlar, kendinde şey
yani duyarlık (sinnlichkeit) içinden bilinmeyeni bir noumen ve fenomen olarak her
iki edimin vardığı nokta olan aklın, iki yönlü ama tek doğrultulu özelliğinden
bahsetmiş olur. Burada önemli olacak şu her iki yönlü içerik farklı olduğu zaman ya
da aynı olduğu zaman şeyin kendisi yada aklın kendisi bir değişim yaşayacaktır. Bu
temel kopuşun, çatlağın kapanması gerekecektir. Bu sanatın ve güzelliğin alanı
olacaktır. Sanat yarılmanın alanında, sınırların arasında bulunur.
Anlama yetisinin, nesnenin tasarımlama kurallarına göre edinilmiş bilgisine
yakınlığı ve uzaklığı bu yetideki bilginin tamlığını verir. Bu tamlık görülerin ve
nesnelerin tamlığı değil ilkelerin tamlığı olabilir. Nesnenin tamlığı belirlenmiş olarak
tasarlanması, kurallara göre belirlenmiş bilgisidir. “Bu nesne ise bir idedir; bunu
yapmakla saf akıl anlama yetisinin bilgisini bu ideye özgü tamlığa elden geldikçe
yaklaştırmayı amaçlar”.182 Tamlık, idenin tamlığı ile nesnenin bilgisinin tamlığı
aklın edimi olmuş olur. Bu tamlık bir mesafeyi gerekli kılmıştır. Doğa karşısında
yakınlık, uzaklık doğa ile girilen bir tefekkür değil, doğanın içinde olmak değil bu
mesafenin koşulu, aklın kendinde tamamlamak ve sonucunda kaçınılmazca doğada
olduğunun farkına varmaktır. Bir deyişle doğanın kendi kendisinin anlamını aklın
mesafesinde en yakın olana getirmektir. Anlamın tamlığı yada en duygusal ifadelerin
mesafelerinin sıfıra yaklaşması bu sıfırın ne soluna ne de sağına geçmeden sadece bir
yaklaşma içinde olacaktır. Bu hal ile belki de Kant’ın mekan ve zaman yetileri
sürekli bir belirlilikle değil de değişen bir belirlilik olarak kurulabilir. Ancak bu yolla
ki özgürlüğün temel ilke oluşu (Kant’ın bütün eleştirilerinin temelini oluşturan bu
182 a.g.y., s.85.
172
ilkedir) bu değişen zaman ve mekandaki bir değişmenin koşulu, bu değişmenin
anlamı oluşundan kaynaklanır.
Süreklilik eğer zamansal ifadeden soyutlanır ise yeni anlamı ile yaşamın içindeki
kalıcılık ile ilişkilendirilerek ifade edilir. Bu kalıcılık aslında insanın deneyimleme
şansı olmayan öte dünyanın, ruhun ve aynı zamanda tözün yaşam içindeki izlerinin
olanağının verilmesidir. Algı içine girenin önemi ve canlılığı bu kalıcılık ilkesi
altında homojenleşme şansı elde eder. Yasanın temel unsuru, bu kalıcılık ilkesinin
kendini deneyim dışında olan içinde de aynı benzer anları taşımasıdır. Bu bakış ile
deneyim içindeki ve onun nesnesi olan ile olmayan aynı nitelik altında toplanır. Bu,
evrensel denebilecek yasaların içeriğini farklı uzamlarının bir araya gelmesidir.
Kalıcılık ancak yasanın içinde olmakla mümkündür. Yani kalıcılığı kendisi yaşamın
içinden gelir. “… ruhun kalıcılığı ancak insanın yaşamında gösterilebilir (ki bunun
kanıtlanmasa izin verilebilir), ölümden sonra değil (ki aslında biz bununla ilgileniriz)
bunun genel nedeni de töz kavramının kalıcılık kavramına zorunluluk olarak bağlı
görünmesi gerektiğinden, bunun ise ancak olanaklı deneyim bir ilkesine göre ve
ancak deney için olabileceğindendir”183 öyle ise yasallık yaşamın içindedir.
Deney içeriği olamayacak olanın deney içeriği olarak sunulması, duyular-üstü
olanın deney ile ilişkisini sağlamıştır. Nasıl ki; iç deney aracılığı ile zamanda
ruhumun var oluşunun da bilincindeyim diyen Kant, ruhu bir yaşanılan zaman içine
yerleştirmiştir. Doğanın duyular-üstü içeriği deneyin içinde genellik başlığı altında
boş sözden kurtarılarak, bağlantılılık içinde özgür kılınmış olur. Genelin kuruluşu
bağlantılılığın özgür kılınışı özgürlük kavramının da temel öğe oluşunu gösterir.
Çünkü, iç duyu ve iç varlığın kendi kendisini bir dış deney ve onun ilkelerinin sessiz
ev sahipliğinde gerçekleştirir. Çünkü, bu dış deney saf aklın zorunlu edimidir.
Böylece özgürlük, şeylerin ortaya çıkışlarındaki “ilkeli ilkesizlik” olarak kendini
korumuş olur. Deney nesnesi olabilme tümelinde bir çözündürme ve yeniden bir ilke
183 A.g.y. s. 88
173
içine sokulma olanağını verir. Bu hali ile her tümel estetik obje gibi katmanlardan
oluşmuş gibidir. Gerçekliğin çözünüşü onu inceltmez; söz konusu olan sahip olunan
katmanların bir yer değiştirilmesidir. Bu bir heykeltıraşın bir mermer taşa bir insan
figürünün yerleştirilmesinde olduğu gibi taşın sahip olduğu potansiyelin dışarıya
yüzeye çıkarılmasıdır. Öyle ki, her heykeltıraşın farklı bir figürü yüzeye çıkarması
yada aynı mermerin başka bir amaçla kullanılması bu sahip olunan katmanlı yapıdan
kaynaklanır.
Kant’ın bahsetmiş olduğu önermeler arasında var olan antinomi-dünyanın, zaman
ve zam bakımından bir başlangıcı vardır. (karşıtı) dünya, zaman ve uzam bakımından
sonsuzdur. Vs.- kendinde şeylerin doğa yasaların içinde açıklanamayışı, duyular
dünyasının nesnelerinin kendinde şeyler olmayışı bunların birer görünüş olması
ancak şu koşulla aşılır: “…doğa zorunluluğu yalnızca görünüşlere, özgürlük de kendi
başına şeylere yüklenirse; eğer her iki tür nedensellik – ikincisinin kavranılır
kılınması ne kadar zor veya olanaksız olursa olsun – kabul edilip tanınırsa, hiçbir
çelişme ortaya çıkmaz.”184
Doğa ve özgürlük aynı şeye ama başka açılardan; bir kere görünüş olarak bir kere
de kendi başına şey olarak, çelişmeye düşmeden yüklenebilecek. Bu özgürlüğün
temelinde, benin kendi kendisi ile uyumu değil başka benler ile uyumu söz
konusudur. Çünkü deneyin sağladığı bilgi anlama yetisinin ve nesnenin belirli bir
tamlığını gerektirir. Bu tamlık özneler arasında değil, başlangıçta akıl ile şeyler
184 a.g.y.. s.97.
Özgürlük idesi, yalnız ve yalnız, etki olarak görünüşün nedeni olarak düşünsel olanla ilgisinde bulunur. Bundan dolayı, uzamını onunla doldurduğu son bulmaz eylemine bakarak –bu eylem bir iç ilkeden gelse bile- maddeye özgürlük yükleyemeyiz… Ne var ki, bir eylemle bir şey başlayacaksa, böylece de etki zaman dizisinde ve dolayısıyla duyular dünyasında bulunacaksa (söz gelişi dünyanın başlangıcı gibi); o zaman “nedenin kendisinin nedenselliğinin de mi başlangıcı olması gerekir? Yada “nedenselliği başlamaksızın bir neden bir etki başlatabilir mi ? sorusu ortaya çıkar. İlk durumda bu nedenselliğin kavramı doğa zorunluluğunun, ikincisinde ise özgürlüğün kavramıdır. Okuyucu bundan görecektir ki, özgürlüğü bir olayı kendiliğinden başlatma yetisi olarak açıklamakla, Metafizik problemi olan kavramın tam üstüne düştüm.
174
arasında kurulur. Öznenin bu eylemsizlik içindeki zihinsel edimi benler arası bir
uyum yolu ile kendi edimi olacaktır. Bu noktada doğaya uygunluk, onu çözmek en
küçük parçasına kadar kontrolünü bilmek değil onun içinde “erimek” olacağından
uyumun olduğu her durumda benzer bir çözülmeden bahsedilebilecektir. Ancak bu
yolla aklın tek yönlü hegomanyası bir nesnelleşme içerisinde uysallaşacaktır.
Doğanın en küçük tohumuna kadar keşfinin yaratacağı bir masalın sonu değil,
masalın sürekliliği sağlanacaktır.
Aklın kendi düzeninin ve doğanın yasallığının farklı varoluş koşulları özgür benin
edimi ile aşılır. Aşma eylemi, bir yok sayma yada yok etme değil bir uyum ve birliğe
sokmadır. Şeyler kuruldukları düzenden kopmadıkça bu uyum sağlanamayacaktır:
Dalgalı deniz algının sınırlarını aşan bir doğa olayı gibi görüldüğü sürece böyle bir
aşma olmayacaktır. Bu dalgalı denizi kendi başına parçasallığı kavrandığı anda uyum
da sağlanır. Çünkü bütün başından beri parçaları ile ilişkide olacağından, ancak
yetiler aracılığı ile bu tersine çevrilerek aklın, parçanın içindeki bütünü keşfederek
kendi bütünselliğini bulgulaması benzer işleyişin tersine yönlerini gösterir. Bir
tarafta parçadan kendi bütününe varış, diğer tarafta parçadan bütününü kavrama. Bu
hali ile katı ilkesellik potansiyel bir uylaşıma ulaşır.
Çözünme, iletişimin sessiz biçimidir. Bu estetik yargının kendisidir. “estetik
yargı, başkaları ile potansiyel bir uylaşıma (agreement) dayanır. Burada, yargı
vermede etkin olan düşünüm süreci, salt akıl yürütmede olduğu gibi, “ben” (me) ve
“kendim” (myself) arasında bir diyalog değildir. Bu düşünüm daima ve öncelikle
kendisini başkaları ile öngörülmüş bir iletişim içinde bulunur; öyle ki, yargı veren
özne sonunda başkaları ile bir uylaşıma varmak zorunda olduğunu bilir”. 185
185 Taylan Altuğ, Kant Estetiği, Payel Yayınları, İstanbul, 1989, s.63.
175
Herkesin yerine düşünebilir olmak, bir fikir birliğini herkese yüklemek ile
herkeste olan bir durumu vurgu yapar. Herkes için olandan öte herkeste olanın
önemi, teklerin kendi kendileri ile bir yükümlülüklerinin ve olan bitenden bir
dolaysız ilişkinin kurulmasını sağlar. Herkeste olan yaşamda olan demektir. Böylece
yaşamı tanımak, yaşamı ilkelerle kavramak değil yaşamın bir kendinde her ne ise o
hali ile buluşmaktır. Ancak bu yolla ki her teke yapılan direnç, şiddetin “sorgusu
değil, yaşamın kendisini keşfi ve yaşam ile ben arasındaki mesafenin kapatılmaya
çalışılmasıdır. Yani bir “sıfıra yaklaşma” durumudur.
Yetiler dünyasını bir yayılma olarak kabul edersek, bu yayılma hem doğanın
varolanlara hem de onun aklı olduğunu “iddia” eden öznelerin varolanlara doğru olan
yayılışı nihai bir sonla sonlanmadan-tanrı, ölümsüz ruh gibi- “yaşanılan dünya da”
duyular-üstünün açıldığı yani şeylerin-ki bunun içine canlı organizma da dahil- akılla
kuşatılmışlığının kaldırıldığı bunu yerine “yayılmakta olan bir güzel” in ve
“yüce”nin aldığı tablo ile karşılaşırız. Bu hali ile güzel estetiğin sıfatı, yüce ise
tanrısal olanın sıfatı olmaktan kurtarılır.
Yukarıda geçen sıfatların kendi alanlarından alınarak, eleştirel-epistemolojik
analizi, bu kavramların dünya sahnesinde olağan olanın alanına sokulması, Kant’ın
toplum teorileri açısından oldukça erken bir tarihte olanaklı bir toplumun
bileşenlerini bulduğunu gösterir. Bu bileşenleri epistemenin içine yerleştirerek
onların zorunlu birer imkan olarak alınmasını sağlamıştır. Estetik yargının yayılışı
yaşamın yayılışıdır. Yaşam alanlarının uzlaşma içinde birini ötekinin olanaklılığına
geçmesidir. Deneyin vermiş olduğu şeyin bilgisi, öznenin deneyimi olan yargı
yetisinin “öznel bilgisi” yaşamın bilgisidir. Burada romantikler içinde önemli olan
nokta şudur: Bir tam öznellik içinde bir tam nesnelliğe varıştır. İşte Kant’ın en
çarpıcı noktası; bunun yaşam sahnesinde hem bir algılama sonsuzluğunda
gerçekleşiyor olmasıdır.
176
Klasik düşüncede, en büyük ve en küçük olanla ilişkinin güzel duygusunu
veremeyeceği söylenir. Özellikle Aristoteles, kavrayabileceğimiz büyüklüklerin bize
bu duyguyu verebileceğini söyler. Yani bir en küçük ve bir en büyük sanatın içinde
düşünülmezdi. Kant bunu tamalgının (apperception) içinde izlenimler yığının içinde
ele alarak, bunu bir senteze sokar. Kant’ın transcendental tamalgı kavramı bu
sentezin imkânı olarak, birlikli bir beni senteze sokma edimidir. Ampirik algının bir
sentez oluşturması eleştirel felsefenin temel ilkelerindendir. Farklı tasarımların
ampirik algı içinde ayrışıklığı tam algının sentetik birliği ile birbirine bağlanır. Saf
aklın bu etkinliği aklın en başında bir ağla bir araya getirme niteliğini gösterir. Saf
akıl şeylerin “profillerini” bir bağlama ile bir araya getirir. Aklın içinde uzlaşma
imkânını sağlayacak olan şeylerin ortak görüsü ve bilgisi elde edilir. Kant içsel
olanağı dışarı çıkararak dışarı olanın da birliğinin imkânını vermiştir.
Biraz daha ileri gidilerek, doğada var olmakta olan şeylerle olan ilişkinin benler
arası bir uzlaşmada son bulması bir anlamı ile özne nesne karşıtlığını da
çözündürmüş olur. Bir karşıtlık değil, birbiri içinde bir erimedir söz konusu olan.
Tıpkı tanrısal esinin, tanrısal imkânların içinde erimede olduğu gibi, ama bu bir
dünyasallık taşıyarak gerçekleşir. Bilgi olanağı olan şeyler aynı zamanda
öznel-formel olanında olanağı kılınarak, tek özneli tek yüklemli klasik önerme
vurgunun tümleçlerinde-hem bilgi hem de özne olarak- olduğu yeni bir önerme verir.
Vurgu bu haliyle hem özneye hem de nesneye eşit uzaklıktadır. Belki, dil bilimsel
açıdan bir yenilik gibi görülecek bu eşit uzaklık, yakınlık ve uzaklığın ortadan
kalktığı bir durumdur. Önceden bahsedilmiş olan kozmolojik idelerin saf akıldaki
antinomileri bu önerme ile aşılmış olur:
Bilgi, hem nesnenin hem de öznenin olanağıdır.
Bu önermenin transcendentale temelde ele alınışı, olası bir olumsuz eleştiri
imkânını da ortadan kaldırır. Aşkın bir özne nesne ilişkisi, özneyi kendi durumu
177
üzerinde düşünüm, şeylerle ilişkiyi de verdiğinden her yönden kuşatılmış –olağan
olanın kuşattığı bir durum- olduğundan önerme hiçbir zaman çelişkili olmayacaktır;
bir karşıtını taşımayacaktır.
Saf aklın temel edimi olan bilmek, her zaman dışta olanı gerektirdiğinden onun
varoluş imkânın da bu bir arada olmada temellendiği görülür. Bu noktada Kant’ın
erken bir tarihte fenemolojiyi haber verdiği söylenebilir. Fenemolojinin temel
kavramlarından olan intentionalité (yönelimsellik) burada saf aklın temel etkinliği
içinde olağan olarak verilir.
Zorunlu ilkeler olan uzam ve zaman ötekini bir tanımayı sağlar. Koşullar olan bu
kavramlar, yaşamın kendi kategoriler olacaktır. Şöyle ki: var olanın bir mekânı
olmalı ve onun kendi zamanı olmalı. Bu güncel bir sorunda olan barındırma ve
zaman sorunlarını hatırlatır. Her var olmakta olan bir dünya toprağında kendi
zamanını belirleme hakkına sahip olmalıdır: barınma herkesin hakkıdır, zamanın
ekonomisi herkesin hakkıdır. Barınmanın herkese sağlanması bir dış yardımın bir
sosyal kurumun düzenin sorgulanışını, zamanın ekonomisi ise bunun öznenin
tekelinde oluşmayışı aktüel günlük yayıştaki hızın ve absürd değişmenin yani bir
kendi üzerine ve düzen üzerine düşünmeyi sağlayacaktır. Uzam ve zaman olmazsa
olmaz varlık koşulları olarak eleştirinin temel ilkelerini oluşturacaktır. Toprak
üzerine yapılan günlük savaşların argümantasyonlarının değiştirilmesi ile yeniden
sorgulama imkânın verecektir.
Kant’ın felsefesi imkânlar ve olanaklar felsefesidir. İlkeler belirlendikten sonra
olanak onu kuşatarak her şeye bir imkân yaratılmış olur. Olanak duygu düzeninden
kaynaklanır. Estetik yargı içindeki bir duygu düzeni şöyle açıklanabilir:
Estetik yargının içerdiği özneler arası genel onay talebinin hem dolaşım kanalı hem dayanağı hiç bir kavramsal müdahalenin yer
178
almadığı saf bir duygu düzenindir. Estetik hoşlanmaya yol açan bilgi yetileri arasındaki uyumun farkına varılması da ancak duyum yolu iledir. Bu bakımdan güzel, nihai olarak hissedilebilir olan bir şeydir; onunla ilgili bir akıl yürütme hiçbir kavramsal müdahale, dolaysız bağıntı içerisinde hissedilen bu duygunun aynısını meydana getiremez. Bu öznel duygunun birliğine giden yol, yargı veren öznenin özgürlüğü ile rationel alanda verilmiş olan transcendental temele bağlanmadan geçer.186
Transcendental temel bir en derin ve en yüksek içinde bulunan düşey doğrultunun
geometrisi olacaktır. Ayakları üzerindeki varlığın en derin ve en yükseği uyuyan
varlığın en ufku ve ufku olacaktır. Bu düşeylik her zaman için korunup gerektiğinde
yatağın içini dolduracak ufku var edecektir. Bu noktada da ufuk en yüksek olan
olacaktır. Öznenin sağında ve solunda ufuk vardır – öznenin sağında ve solunda öteki
özneler vardır – her yerin aynı olması bir mekân belirlenimini sağlamaz, ancak
mekân ayakları üzerinde duranın uyur pozisyonda başı bir ufka ayakları bir koyuşu
ile mekân kavramını geliştirir varlık sadece dik duruyor olsa idi mekân, yükseklik ve
derinlik bir anlam kazanmayacaktı çünkü yastığın üzerindeki başın derinliğidir asıl
derinlik. Derinlik gerçek anlamında bu pozisyondaki yani uyuyanın bir aracı onun
kullandığı bir iletişim kavramdır. Yani kavram tek başına gösterdiği ile ilişkisinde
var olmaz. Ancak kavramın ilk belirlenimindeki mekânın, onun mekânı olmayan
ama ona ihtiyaç duyulan mekândaki hali ile asıl anlamını bulur. Bu şekilde uyuyan
baş ya da ufka uzanan baş derinliğin mekânın oluşturmadan derinlik mekânını
belirler, onun göstereni olur. Burada hareketle nesnelerle olan ilişkideki amaçlılık
yani aklın kaçınılmaz edimi, bilgi edinme estetik yargı gücü ile yani güzel olan ile bir
uzam değişikliğine uğrayarak aşkın konumunda olanın açıklanışı sağlanır. Yani
doğaya karşı seyrin ilgiden bağımsızlığındaki boşluğun formal olan tarafı da
doldurulur. Nasıl ki uyuyan başın derinlikle olan ilişkisi derinlik kavramının
kendisini çağrıştırırsa derinlik kavramını hakiki anlamı bu ikincisinde ise, nesnenin
formu da formun asıl anlamını oluşturacak olan estetik yargıda kendisi açacaktır.
186 a.g.y. s. 70
179
Yoksa form, fenomendeki belirişin sınırı, belirişin kendisi olarak sadece deney
algısı içinde ve şeylerle duyusal kuruluşun ötesindeki kurucu anlamı elde
edemeyecekti. Buradan güzel nesneye ilişkin açıklamanın öznel-formal yapısı da
çıkmış olur. Nesnenin formu bilgi yetileri arasında bir uyumu canlandırarak buna
bağlı bir hoşlanma oluşturur. Bu noktada yasanın formuma benzer bir ilişki kurucu
role sahiptir. Yasa ilkenin tikelle olan ilişkisinde tikelin içindeki ilkeyi çıkarma
yönündedir. Burada nahif bir hatırlatma ile Kant’ın son sözleri sesini duyurur gibi:
Üzerimdeki bu yıldızlı gökyüzü
Ve içimdeki ahlak yasası.
Bu ifade bir paradoksu barındırdı, şöyle ki göğün fiziki derinliği ve genişliği,
ahlakın yani içte olanın derinliği ve genişliğidir. Kant biraz evvel bahis edilen
derinlik misalindeki ilişkiyi daha da karmaşıklaştırarak derinliğin uzamını ortadan
kaldırır. Çünkü aynı anda iki uzamlı tek anlamlı bir derinliğin mantık dizisi
içerisinde olamayacağını bildiğimizden Kant tam da burada a priori sentetik
önermelerine bir ilk örneği verir gibidir. Sanki bu deyiş bu tip önermenin ilkidir. Bu
bir bilgi yetisi ile ulaşılabilen mantık içinde değil seyir halindeki özneye tıpkı
güzelde olduğu gibi formun sağladığı bir durumdur. İlk önerme baştan beri hem
yasalı hem de özgürdür; varolmak yasalı ve özgür olanın sonucudur.
Kant’ın bilinemeyeceğini düşündüğü noumenonları kendinde belirlenmiş
tümellerin güzel fenomeninde ortaya çıkışıyla bir kendiliğin çıkışına imkân yaratılır.
Kendinde şeyin tam da felsefi söyleme sokulmadan olağan bir yaşayışta
atfedilebileceği doğa şeylerinin karşısında felsefi bir yaşayışın bulduğu, kendinde
tümellik ile zihnin kendiliğinden bir tamamlama işlemine geçmiş olur. Yani bu güzel
fenomenin de aslında Kant sanatın, estetiğin kendisinde zihin yetisindeki
bütünlemesini gösterirken özneler arası dengesizlikleri, düşünüşün farklı uçları
arasındaki eşitsizliğin mesafesi kat edilmiş olur. Ahlakın güzel ve iyi olan temelliği
tersine bir yolla çözülmüştür. Çünkü verili bir güzel ve iyi ilişkisi yeniden kurularak
yerinden edilir. Öznel-formal bir bağıntı olarak estetik yargı gücünden bahsediyorsak
180
bu her kuruluş ahlakının da özgürce kuruluşunun ön gösterimidir. Bir deyişle yasalı
olanın tekrar edilebilecek başlangıçlarına da vurgulanır. Zihinsel bütünlük zihnin
kendinde yasalılığı ile doğanın kendinde yasalılığının uzlaştığı andır: güzelin anıdır.
“Güzel de başka bütün durumlarda bilincimize ayrılmış olarak ön gerektirilen şeyin;
tümel ile tikel, amaç ile amaçlılık ve düşünülür olan ile duyulur olanın ayrılmazlığı
talebi, doyurulma yeterliliğine kavuşur. Estetik amaçlılıkta öznenin bütün zihin
yetileri, estetik duygu içinde harmonik bir tarzda harekete geçmiş durumdadırlar ki,
özne, bunu saptadığı anda nede bilincinin bütünlüğünün de farkına varır.” 187
Estetik objeyi tanımlarken Baumgarten onun katmanlı, tabakalı yapılı olduğunu,
seyir içindeki öznenin bu tabakalı yapı içinde derinlere gerilere doğru, ilerlediğinden
bahseder. Yani estetik objenin bir deyimler toplamı, bir yaşantılar toplamı olduğu
kendini hissettirir. Yukarıda bahis konusu olan bütünleştirme benzer şekilde özne ile
obje arasındaki bir ilişkiyi biridir. Yani bağıntı hem parçalar arasında hem de
tasarımların zihinde hayal gücü ile olan durumudur. Bu katmanlı yapı her katmanın
farklılığı duygu içeriğinin her yeni karşılaşılan katmanda bir arayışı ya da yeni
karşılaşılanla rastlantısallığı gösterir. Bu her defasında yeni bir içeriğin
oluşturulmasıdır. Çağdaş sanat yapıtlarına dair Umberto Eco’nun kullandığı açık
yapıt kavramı benzer bir içerik çeşitliliğini gösterir. Katmanlı yapı, ilkenin yada
yasanın içinde aranır. Yasa formu ile tek gibi dururken onun yukarıda ki
deneyimlenmiş estetik objeye benzer bir katmanlı yapısı vardır. En basiti ile tüm
zamanlar, tüm halklar deyişini ele alalım; burada tek bir dünya tarihi tek bir halkın
tarihi anlatılır gibi gözükse de buradaki tümlük nereye giderseniz gidin olması lazım
gelendir.
Aristoteles sanatın içeriğini “ bu içerik olması gerekeni anlatmalıdır” şeklinde
tanımlar. Örneğin iyi bir adamdan bahsediyorsak bu iyi adam her yerde iyi olacak bir
iyi adam olacaktır. Burada dikkat edilecek husus adam tiplemesinden çok iyinin ne
187 a.g.y., s.80.
181
olduğu üzerinedir, içeriğin kendisidir. Formlar çeşitlilik gösterir, içerik ise öznel
olarak keşfedilir, yaşanarak bulunur; tıpkı yapıtın katmanları içinde dolaşan seyirci
gibi. 188Yasada kendisini açmadan Ancak içeriğinin keşfi ile çözünebilir. Yasanın
çok çeşitliliğin bir sentezi olduğu kabul edilirse, damıtılmış bir kavramı kendinde ilk
gösteren olması bir çelişkiyi gösterir: Oku, öldürmeyeceksin.
İlk kavram bir yoldur, yola giriştir. Ve yolun imkânın koşuludur. Sentezin
imkânını koşulu olarak Kant’ın bahsettiği birlik nasıl ki, ben’den çıkarsa toplu
yaşamın, toplu olanın koşulu da böyle bir ilkelilikten yasadan çıkacaktır. Kavram ile
gölgelenmiş yasa gölgesinden ancak onun katmanları keşfedilerek kurtulacaktır.
Bilincin birliği kavramı, verilmiş bir görü çok çeşitliliğinin bağlanıp birleştirildiği
nesnenin tasarımlarının her birleşiminden oluşuyorsa toplu yaşayış da böyle bir
aşamalı ve tabakalı yapıya sahiptir.
Çok çeşitlilik ile tasarım ilişkisi hem yaratının olanağını hem de bu olanağın her
yerde ve her zaman olanağını gösterir. Kozmosun her köşesinde bu tasarım bulunur.
Kant’ta ki aklın ediminin bu içeriği sosyal faaliyetin hem bir bilimsel çözümlenişini
hem de bir genel yapısını gösterir. Transcendental ben bu olanağa sahip olarak
fenemonal dünyanın birliğinin ve düzeninin kaynağıdır.
Kant ta önemli bir noktada zamanın değişmezliğini kabul ederek ona yeni bir
tanım aramasıdır. Zaman deneyin olmazsa olmaz koşulu olarak değişme ve hareketin
değişmeyen biçimi olarak tanımlanır. Bu yeniden tanımlayış zamanın önemini
zedelemez. Onun klasik anlayışta ki döngüsünden çıkarıp bir çizgisellikten de öte
öncesi ve sonrası olmayan şeyin biçimi olarak kurar. Bu noktada aydınlanma
felsefesinin en dikkat çekici eleştiri yapılan noktası olan çizgisel tarih anlayışının
Kant’ta ne kadar yer aldığı sorgulanabilir. Çünkü kant öncesi ve sonrası olmayanla
amanın sınır ile olan ilişkisini ortadan kaldırmıştır. Düz çizgisel tarih anlayışının hep
188 Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınları, İstanbul, 1994.
182
bir iyiye ve mükemmel olana erekli yapısı eleştirel felsefede ereğin an’la eş zamanlı
biçimini almıştır. Şeyler anda açılır. Öncesizlik ve sonrasızlık hali bir yaratan ile
üretilenin ilişkisine dönüşerek koparılamaz bir ilişki kurulmuştur.
Zaman, önce ve sonra içinde bu ilişkinin zorunlu hali olarak korunarak zamana
dair olan şiddetten de kurtarılır. Yani tanrı sözü yada kurucu ilke ve kurallar
zorunluluk içerisinde kendi baskıcı anlamlarını yitirirler, nasıl ki, bir şey her yerde ve
her şeyde olmakta ise o şey baskı yada baskın olmama gibi niteliklerden arındırılmış
olur. Yasa her türlü sıfattan arınmış olmakla genel geçerliliğini sağlar. Bu noktada
uzam ve zamanın farklılığında oluşan söylem çeşitlenmeleri, tarihi olaylar, davalar
çokta önem taşımayacaktır: 1780’lerde ki Avrupa’nın bir yerinde ki meselenin
işleyişi ile eski kıtadaki yerli kabilesinin reisinin kararı arasında en biri ileri ve
modern ne de öteki geri ve ilkel görülecektir. Çünkü zamanın sıfatları ve anlamı
silinmiştir. Kronolojinin önemi silinir.
Aynı şekilde çağdaş sanat içindeki müze mirası yapıtlarının mekân değişimiyle
oluşan otantikliği sorunu önemini yitirmeye başlar. Bu noktada otantiklik mekânda
olmayacaktır. Sergilendiği hali ile yapıt, otantikliği kendi üzerinde taşıyacağından
dışsal imkânların katkısını çözecektir.
Bu metin gündelik yaşamın zamanının ve mekânının doldurulan şiddetle
aynılaştırıldığı zamanımızın yeniden değerlendirilişi için Kant’ta olası “ olanakların”
bulunabileceğini düşündürür.
183
KAYNAKLAR
Adorno, W. Theodor (1985) Estetik ve Politika, Çev. Ünsal Oskay, Eleştiri Yayınevi, İstanbul.
Adorno, W. Theodor (1998) Minima Moralia, Çev. Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, İstanbul.
Adorno, W. Theodor (2004) Edebiyat Yazıları, Çev. Sabit Yücesoy, Orhan Koçak, Metis Yayınları, İstanbul.
Agamben, Giorgio (1990) La Communauté Qui Vient, Éditions de la Seuil, Paris.
Agamben, Giorgio (2001) Kutsal İnsan, Çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Agamben, Giorgio (2004) Auschwitz’den Artakalanlar, Çev. Ali İhsan Başgül, Bağımsız Kitaplar, Ankara.
Akal, Bâli Cemal (2004) Özgürlüğün Geleceği Yoktur, Dost Kitabevi, Ankara.
Akal, Bâli Cemal (2004) Yokolma Direnci ve Özerklik, Dost Kitabevi, Ankara.
Akarsu, Bedia (1982) Ahlak Öğretileri, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Akay, Ali (1995) Michel Foucault İktidar ve Direnme Odakları, Bağlam Yayınları, İstanbul.
184
Altuğ, Taylan (1989) Kant Estetiği, Payel Yayınları, İstanbul.
Apel, Karl-Otto; Baum, Manfred; Guyer, Paul; Ökten, H. Kaan; Çakmak, E. Efe (2005) “İkiyüzüncü Ölüm Yıldönümünde: Immanuel Kant ve Kantçılık” (Manfred Baum’un konuşması), Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant, Cogito, Sayı: 41-42, YKY Yayınları, İstanbul.
Arendt, H.; Dworkin, R.; Habermas, J.; Galtung, J.; King, M.L.; Rawls, J.; Saner, H.; Thoreau, H.D. (1997) Kamu Vicdanına Çağrı Sivil İtaatsizlik, Çev. Yakup Çoşar, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Arendt, Hannah (1991) Juger, Sur la philosophie politique de Kant, Éditions du Seuil, Paris.
Arendt, Hannah (1996) Geçmişle Gelecek Arasında, Çev. Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınları, İstanbul.
Arendt, Hannah (2003) İnsanlık Durumu, Çev. Bahadır Sina Şener, 2. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.
Aristoteles (1999) Poetika, Çev. İsmail Tunalı, 8. Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Arnott, S.J., Holland, E.W., Patton, P., Hardt M., Beller J.L., Akay, A. (2005) Gilles Deleuze’de Toplum ve Denetim, Çev. Barış Başaran, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Badiou, Alain (2003) Etik – Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme, Metis Yayınları, İstanbul.
Badiou, Alain (2006) Sonsuz Düşünce, Çev. Işık Ergüden, Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul.
Balibar, Étienne (2004) Spinoza ve Siyaset, Çev. Sanem Soyarslan, Otonom Yayıncılık, İstanbul.
185
Barrett, Michéle (2004) Marx’tan Foucault’ya İdeoloji, Çev. Ahmet Fethi, Doruk Yayınları, Ankara.
Bauman, Zygmunt (1996) Yasakoyucular İle Yorumcular, Çev. Kemal Atakay, Metis Yayınları, İstanbul.
Béguin, Albert (1991) L’âme Romantique et le Rêve, Librairie José Corti, Paris.
Benhabib, Şeyla (1999) Modernizm, Evrensellik ve Birey, Çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Benjamin, Walter (1986) Le concept de la critique de l’art dans la romantique Allemand, Çev. Philippe Lacoue-Labarthe, Jean Luc Nancy, Flammarion, 1986.
Benjamin, Walter (1995) Son Bakışta Aşk, Yay. Haz. Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları, İstanbul.
Benjamin, Walter (1999) Estetize Edilmiş Yaşam, Der: Ünsal Oskay, Dergah Yayınları, İstanbul.
Benjamin, Walter (2005) Benjamin, Yay. Haz. Besim F. Dellaoğlu, Say Yayınları, İstanbul.
Benjamin, Walter et Paris (1986) Colloque international 27-29 juin 1983, Cerf Yayınları, Paris.
Bergson Henri (2004) Ahlâkın ve Dinin İki Kaynağı, Çev. M. Mukadder Yakupoğlu, Doğubatı Yayınları, İstanbul.
Berlin, İsaiah (2004) Romantikliğin Kökleri, Çev: Mete Tunçay, YKY Yayınları, İstanbul.
186
Best, Steven; Kelenler, Douglas; Postmodern Teori, Sarmal Yayınları.
Birnbaum, Norman (2002) İlerleme ve Sonrası Yirminci Yüzyılda Amerikan Toplumsal Reformu ve Avrupa Sosyalizmi, Çev. Ali Tartanoğlu, Dost Kitabevi, Ankara.
Blanchot Maurice (1997) İtiraf Edilemeyen Cemaat, Çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Bubner, Rüdiger (1993) Modern Alman Felsefesi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, İstanbul.
Buhr, M. W. Schroeder, K. Barck (2003) Aydınlanma Felsefesi, Der. Veysel Aytaman, Yenihayat Yayıncılık, İstanbul.
Cassirer, Ernst (1996) Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, Çev: Doğan Özlem, İnkılap Yayınları, İstanbul.
Cevizci, Ahmet (2002) Aydınlanma Felsefesi, Ezgi Yayınları, Bursa.
Cioran, E.M. (2000) Çürümenin Kitabı, Çev. Haldun Bayrı, Metis Yayınları, İstanbul.
Cohen, Hermann (2001) La Théorie Kantienne de L’expérience, Les Éditions du Cerf, Paris.
Colebrook, Claire (2004) Gilles Deleuze, Bağımsız Kitaplar, Ankara.
Copleston (1998) Alman İdealizmi, Çev: Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul.
Copleston (2004) Aydınlanma, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul.
187
Copleston (2004) Felsefe Tarihi,Kant, Çev. Aziz Yardımlı, İstanbul.
Cresson Andre (2004) Filozofik Sistemler, Çev. Dr. S. Becarano, Yeni Zamanlar Yayınları, İstanbul.
Cristofolini, Paolo Par (1995) Vico et l’histoire, P.U.F., Paris.
Cuvillier, Armand (Der.) (1996) Felsefe Yazarlarından Seçilmiş Metinler, Çev. M. Mukadder Yakuboğlu, Bilim ve Sanat, Ankara.
Çiğdem, Ahmet (1993) Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul.
Çüçen, K.A.; Erzıkan, H.N.; Ateşoğlu, G. (Haz.) (2004) Anlama ve Yorum Doğan Özlem Armağan Kitabı, İnkılap Kitabevi, İstanbul.
Çüçen, Kadir A. (2001) Felsefeye Giriş, Asa Kitabevi, İstanbul.
David West (1998) Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, Çev. Ahmet Cevizci, Paradigma Yayınları, İstanbul.
Deleuze, Gilles (1990) Diyaloglar, Çev. Ali Akay, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Deleuze, Gilles (1990) Pourparlers, Les Editions de Minuit, Paris.
Deleuze, Gilles (1995) Kant’ın Eleştirel Felsefesi, Çev. Taylan Altuğ, Payel Yayıncılık, İstanbul.
Deleuze, Gilles (2000) Kant Üzerine Dört Ders, Öteki Yayınları, Ankara.
Deleuze, Gilles (2000) Spinoza Üstüne On Bir Ders, Gilles Deleuze Felsefe Dersleri 1, Çev. Ulus Baker, Öteki Yayınları, Ankara.
188
Deleuze, Gilles (2003) İki Konferans, Çev. Ulus Baker, Norgunk Yayıncılık, İstanbul.
Deleuze, Gilles (2006) Kıvrım, Leibniz ve Barok, Çev. Hakan Yücefer, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Deleuze, Gilles (2006) Nietzsche, Çev. İlke Karadağ, Otonom Yayıncılık, İstanbul.
Deleuze, Gilles; Guattari, Felix (1980) Mille Plateaux, Capitalisme et Schizophrénie 2¸ Les Éditions de Minuit, Paris.
Deleuze, Gilles; Guattari, Felix (1990) Kapitalizm Şizofreni 1 Göçebilimi İncelemesi: Savaş Makinası, Çev. Ali Akay, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Deleuze, Gilles; Guattari, Felix (1993) Kapitalizm Şizofreni 2 Kapma Aygıtı, Çev. Ali Akay, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Dellaloğlu, F. Dellaloğlu (1995) Frankfurt Okulunda Sanat ve Toplum, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Dellaoğlu, F. Besim (1998) “Toplumsal”ın Yeniden Yapılanması Habermas Üzerine Bir Araştırma, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Dellaoğlu, F. Besim (2002) Romantik Muamma, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Demiralp, Oğuz (1999) Tanrı Bakışlı Çocuk, YKY Yayınları, İstanbul.
Dent, N.J.H., Rousseau Sözlüğü, Çev: B. Gözkan, N. Ilgıcıoğlu, A. Çitil, A. Kovanlıkaya, Sarmal Yayınları, İstanbul.
Derrida, J.; Descombes, V.; Kortian, G.; Lacoue-Labarthe, P.; Lyotard, J.-F.; Nancy, J.-L. (1985) La Faculté de Juger, Les Editions de Minuit, Paris.
189
Derrida, Jacques (2003) Öteki Hedef (Başka Baş), Çev. Melih Başaran, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Derrida, Jacques (2004) Marx ve Mahdumları, Çev. Alp Tümertekin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Dilthey, Wilhelm (1999) Hermeneutik ve Tin Bilimleri, Çev: Doğan Özlem, Paradigma Yayınları, İstanbul.
Dumouchel, Daniel (1999) Kant et la Genèse de la Subjectivité Esthétique, VRIN, Paris.
Eagleton, Terr, Estetiğin İdeolojisi, Özne Yayınları, İstanbul.
Engels, Friedrich (1992) Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara.
Ernst Cassirer (1996) Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, Çev: Doğan Özlem, İnkılap Yayınları, İstanbul.
Esthétique et philosophie de l’art, De Boeck, Brüksel, 2002.
Fichte (2006) Alman İdealizmi I, Yay. Haz. Eyüp Ali Kılıçaslan, Güçlü Ateşoğlu, Doğu Batı Yayınları, İstanbul.
Finley, I. Moses (2003) Antik ve Modern Demokrasi, Çev. Deniz Türker, Ayraç Yayınevi, Ankara.
Foucault, Michel (1994) Seçme Yazılar; Özne ve İktidar, Çev: Işık Ergüden, Osman Akınay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
190
Foucault, Michel (1995) Ders Özetleri 1970-1982, Çev: Selahattin Hilav, YKY Yayınları, İstanbul.
Foucault, Michel (2000) Seçme Yazılar 1:Entelektüelliğin Siyasi İşlevi, Çev. Işık Ergüden, Osman Akınbay, Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Foucault, Michel (2002) Seçme Yazılar 2: Özne ve İktidar, Çev. Işık Ergüden, Osman Akınbay, Yay. Haz. Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Foucault, Michel (2003) Seçme Yazılar 4: İktidarın Gözü, Çev. Işık Ergüden, Yay.Haz. Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Foucault, Michel (2003) Toplumu Savunmak Gerekir, Çev: Şehsuvar Aktaş, YKY Yayınları, İstanbul.
Foucault, Michel; Gutman, Huck; Hutton, H. Patrick (1999) Kendini Bilmek, Çev: Gül Çağlı Güven, Om Yayınları, İstanbul.
Foucaut, Michel (2004) Söyleşi Duccio Trombadori-Marx’tan Sonra, Çev. Gökhan Aksay, Çivi Yazıları, İstanbul.
Furet, François (1989) Fransız Devrimini Yorumlamak,Çev: Ahmet Kuyaş, Alan Yayınları.
Gasset, Y. Ortega (1995) İnsan ve “Herkes”, Çev. Neyire Gül Işık, Metis Yayınları, İstanbul.
Gasset, Y. Ortega (1998) Tarihsel Bunalım ve İnsan, Çev. Neyire Gül Işık, Metis Seçkileri, Metis Yayınları, İstanbul.
Geuss, Raymond (2002) Eleştirel Teori, Çev. Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
191
Gökberk, Macit (1998) Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Guattari, Félix (1990) Üç Ekoloji, Çev. Ali Akay, Hil Yayınları, İstanbul.
Habermas, Jürgen (1997) Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, Çev. Tanıl Bora – Mithat Sancar, İletişim Yayınları, İstanbul.
Habermas, Jürgen (2002) “Öteki” Olmak, “Öteki”yle Yaşamak, Siyaset Kuramı Yazıları, Çev. İlknur Aka, YKY Yayınları, İstanbul.
Habermas, Jürgen (2002) Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti, Çev. Medeni Beyaztaş, Bakış Yayınları, İstanbul.
Habermas, Jürgen (2003) İnsan Doğasının Geleceği, Çev. Kaan H. Ökten, Everest Yayınları, İstanbul.
Hardt, A.; Negri, A. (2004) Çokluk, Çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Hegel (2004) Tinin Görüngübilimi, Çev: Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul.
Hegel, Friedrich Wilhelm Georg (1995) Tarihte Akıl, Kabalcı Yayınevi, İstanbul.
Hegel, G.W.F. (1986) Seçilmiş Parçalar, Çev. Nejat Bozkurt, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Hegel, G.W.F. (1991) Hukuk Felsefesinin Prensipleri, Çev. Cenap Karakaya, Sosyal Yayınlar, İstanbul.
Heidegger, Martin (1982) Interprétation Phénoménologique de la “Critique de la Raison Pure” de Kant, Gallimard, Paris.
192
Heidegger, Martin (1997) Tekniğe Yönelik Soru, Çev. Doğan Özlem, Afa Yayınları, İstanbul.
Holloway, John (2003) İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, Çev. Pelin Siral, İletişim Yayınları, İstanbul.
Horheimer, Max; Adorno, W. Theodor (1995) Aydınlanmanın Diyalektiği, Felsefi Fragmanları I, Çev. Oğuz Özügül, Kabalcı Yayınları, İstanbul.
Horheimer, Max; Adorno, W. Theodor (1996) Aydınlanmanın Diyalektiği, Felsefi Fragmanları II, Çev. Oğuz Özügül, Kabalcı Yayınları, İstanbul.
Huch, Ricarda (2005) Alman Romantizmi, Çev: Gürsel Aytaç, Doğu Batı Yayınları, Ankara.
Husserly, Edmund (1994) Avrupa İnsanlığının Krizi ve Felsefe, Çev: Önay Sözer, Afa Yayınları, İstanbul.
Hünler, Zelyut Solmaz (2003) Spinoza, Paradigma Yayınları, İstanbul.
Jameson, F.; Lyotard, J.F.; Habermas J. (1994) Postmodernizm, Haz. Necmi Zekâ, Çev. Gülengül Naliş, Dumrul Sabuncuoğlu, Deniz Erksan, 2. Baskı, Kıyı Yayınları, İstanbul.
Jusdanis, Gregory (1998) Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul.
Kant (1991) Vers la paix perpétuelle, Que signifie s’orienter dans la pensée? Qu’est-ce que Les lumiètes? Çev. Françoise Proust et Jean François Poirier, GF Flammarion, Paris.
Kant (1997) Le Conflit Des Focultés en Trois Sections, Çev: J. Gibelin, Vrin, Paris.
193
Kant, Emmanuel (1985) Œuvres Philosophiques II, Les Prolegomenes Ecrits de 1791, Gallimard, Bibliotheque de la Plerade, Paris.
Kant, Emmanuel (1986) Œuvres Philosophiques III, Les Derniers Écrits, Gallimard, Bibliotheque de la Plerade, Paris.
Kant, Immanuel (1982) Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev: İonna Kuçuradi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara.
Kant, Immanuel (1989) Seçilmiş Yazılar, Çev: Nejat Bozkut, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Kant, Immanuel (1991) Vers La Paix Perpétuelle. Que Signifie s’orienter dans la pensée? Qu’est-ce que les Lumières, Çev. Jean François Poirier et Françoise Proust, GF Flammarion, Paris.
Kant, Immanuel (1993) Arı Usun Eleştirisi, Çev. Aziz Yardımlı, İstanbul.
Kant, Immanuel (1993) Critique de la Raison Pratique, PUF, Paris.
Kant, Immanuel (1993) Critique de la Raison pure, Çev: A. Tremesaygues et Pacaud, PUF, Paris.
Kant, Immanuel (1993), Antropologie, Çev: Alain Renaut G.f-Flammarion, Paris.
Kant, Immanuel (1994) Remarques Touchant Les Observations Sur Le Sentiment Du Beau Et Du Sublime, VRIN, Paris.
Kant, Immanuel (1994) Theorie et Pratique D’un Pretendu Droit de Mentir Par Humanite La Fin de Toutes Choses, Flemmarion, Paris.
194
Kant, Immanuel (1995) Prologemena, Çev: İonna Kuçuradi, Yusuf Örnek, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 1995.
Kant, Immanuel (1997) Pratik Usun Eleştirisi, Çev. İsmet Zeki Eyuboğlu, Say Yayınları, İstanbul.
Kant, Immanuel (1999) Pratik Aklın Eleştirisi, Çev. İonna Kuçuradi, Ülker Gökberk, Füsun Akatlı, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara.
Kant, Immanuel (2003) Ethica, Çev: Oğuz Özügül, Pencere Yayınları, İstanbul.
Kant, Immanuel, Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı, Çev. Seçkin Seluç, Sarmal Yayınları.
Kant, Immanuel, Philosophia Practica Universalis, Etik Üzerine Dersler I, Çev: Oğuz Özügül, Kabalcı Yayınları, İstanbul.
Kızılçelik, Sezgin (2000) Frankfurt Okulu, Anı Yayıncılık, Ankara.
Kofman, Sarah (1992) Explosion I, De l’«Ecce Homo» de Nietzsche, Galilée, Paris.
Kuçuradi, İoanna (1997) Uludağ Konuşmaları, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara.
Kuçuradi, İoanna (Haz.) (1997) Yüzyılımızda İnsan Felsefesi, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara.
Kuçuradi, İonna (1988) Etik, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara.
Kuçuradi, İonna (1997) Çağın Olayları Arasında, Ayraç Yayınları, Ankara.
195
Kuçuradi, İonna (Haz.) (1988) Dünya Problemleri Karşısında Felsefe, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara.
Küçük, Mehmet (Der.) (1993) Modernite Versus Postmodernite, Vadi Yayınları, Ankara.
Labarthe-Lacoue, Philippe (1986) L’imitation des modernes, Typographies II, Galilée, Paris.
Labarthe-Lacoue, Philippe (1987) La fiction du politique, Détroits.
Lefebvre, Henri (1998) Modern Dünya da Gündelik Hayat, Çev: Işın Gürbüz, Metis Yayınları, İstanbul.
Levinas, Emmanuel (2003) Sonsuza Tanıklık, Haz. Zeynep Direk, Erdem Gökyaran, Metis Yayınları, İstanbul.
Levinas, Emmanuel (2005) Zaman ve Başka, Çev. Özkan Gözen, Metis Yayınları, İstanbul.
Lyotard, François Jean (1988) L’inhumain, Causeries sur le temps, Galilée, Paris.
Lyotard, François Jean (1991) Leçons sur l’Analytique du sublime, Galilée, Paris.
Lyotard, J.F. (1997) Postmodern Durum, Çev. Ahmet Çiğdem, Vadi Yayınları, Ankara.
Malherbe, Michel (1993) Kant ou Hume, WRIN, Paris.
Marcuse, Herbert (1998) Karşıdevrim ve İsyan, Çev. Gürol Koca-Volkan Ersoy, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
196
Marcuse, Herbert (2000) Us & Devrim, Hegel ve Toplumsal Kuramın Doğuşu, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul.
Moretti, Franco (2005) Modern Epik, Goethe’den Garcia Marquez’e Dünya Sistemi, Çev. Nurçin İleri, Mehmet Murat Şahin, Agora Kitaplığı, İstanbul.
Naci Soykan, Naci Ömer (2000) Müziksel Dünya Ütopyasında Adorno İle Bir Yolculuk, Bulut Yayınları, İstanbul.
Nalbantoğlu, Ünal, Martin Heidegger ve Modern Çağı.
Nancy, Luc-Jean (2006) Özgürlük Deneyimi, Çev. Aziz Ufuk Kılıç, Ara-lık Yayınları, İzmir.
Nancy, Luc-Jean (1990) Une pensée finie, Galilée, Paris.
Nancy, Luc-Jean (1996) Être singulier pluriel, Galilée, Paris.
Nancy, Luc-Jean (2001) La Communauté Affronté, Galilée, Paris.
Nancy, Luc-Jean (2001) La pensée dérobée, Galilée, Paris.
Nancy, Luc-Jean (2001) Les Muses, Galilée, Paris.
Negri, Antonio (2006) İmparatorluktaki Hareketler, Geçişler ve Görünüler, Çev. Kemal Atakay, Otonom Yayıncılık, İstanbul.
Nietzsche, Friedrich (1990) İyinin ve Kötünün Ötesinde, Çev. Ahmet İnam, 2. Baskı, Ara Yayıncılık, İstanbul.
Özlem, Doğan (1996) Felsefe ve Doğa Bilimleri, İnkılap Yayınları, İstanbul.
197
Özlem, Doğan (1998) Bilim, Tarih ve Yorum, İnkılap Yayınları, İstanbul.
Özlem, Doğan (1999) Mantık, İnkılap Yayınları, İstanbul.
Özlem, Doğan (2001) Tarih Felsefesi, İnkılap Yayınları, İstanbul.
Özlem, Doğan (2002) Felsefe Yazıları, İnkılap Yayınları, İstanbul.
Özlem, Doğan (Der.) (2001) Günümüzde Felsefe Disiplinleri, İnkılap Kitabevi, İstanbul.
Reijen, van Willem (1999) Adorno, Çev. Mustafa Cemal, Belge Uluslararası Yayıncılık, İstanbul.
Renaut, Alain (1997) Kant Aujourd’hui, Flammarion, Paris.
Rousseau, Jean Jacques (1990) Essai sur l’origine des langues, Gallimard, Paris.
Rousseau, Jean Jacques (1998) Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev, Çev: Sabahattin Eyüboğlu, Cem Yayınları, İstanbul.
Rousseau, Jean Jacques (1998) İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Bir Dizi Mektup, Çev. Melahat Özgü, Milli Eğitim Yayınları, İstanbul.
Rousseau, Jean Jacques (1998) İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Çev: Rasih Nuri İleri, Say Yayınları, İstanbul.
Rousseau, Jean Jacques (1998) İtiraflar, I. Cilt, Çev. Serkan Özburun, Kaknüs Yayınları, İstanbul.
198
Rousseau, Jean Jacques (1999) İtiraflar, II. Cilt, Çev. Serkan Özburun, Kaknüs Yayınları, İstanbul.
Rousseau, Jean Jacques (2005) Ekonomi Politik, Çev. İsmet Birkan, İmge Kitabevi, İstanbul.
Rousseau, Jean Jacques, Toplum Sözleşmesi, Kaknüs Yayınları, İstanbul.
Sagnol, Marc (2003) Tragique et Tristesse, CERF, Paris.
Scheler, Max (1998) İnsanın Kosmostaki Yeri, Ayraç Yayınları, Ankara.
Scheler, Max (2004), Hınç, Çev. Abdullah Yılmaz, Kanat Kitap, İstanbul.
Schelling (1988) La Liberté Humaine, Çev. Bernard Gilson, VRIN, Paris.
Schiller (1990) Estetik Üzerine, Çev. Melahat Özgü, Kaknüs Yayınları, İstanbul.
Sennett, Richard (1996) Kamusal İnsanın Çöküşü, Çev. Serpil Durak, Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Sennett, Richard (2005) Eşit Olmayan Bir Dünyada, Çev. Ümmühan Bardak, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Soykan, Naci Ömer (1995) Kuram-Eylem Birliği Olarak Sanat, Kabalcı Yayınevi, İstanbul.
Soykan, Naci Ömer (2000) Müziksel Dünya Ütopyasında Adorno İle Bir Yolculuk, Bulut Yayınları, İstanbul.
Soykan, Naci Ömer (Haz.) (1990) Felsefe ve Sanat, Ara Yayıncılık, İstanbul.
199
Taylor, Charles (1995) Modernliğin Sıkıntıları, Çev. Uğur Canbilen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Tekelioğlu, Orhan (1999) Michel Foucault ve Sosyolojisi, Çev. İbrahim Sirkeci, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Tuğcu, Tuncar (2001) Immanuel Kant ve Transendental İdealizm, Alesta Yayınları, Ankara.
Urhan, Veli (Der.) (2002) Foucault ve Bilginin Arkeolojisi, Derleme ve Tercüme: Veli Urhan, Paradigma Yayınları, İstanbul.
Ülken, Hilmi Ziya (2000) Genel Felsefe Dersleri, Ülken Yayınları, İstanbul.
Ülken, Hilmi Ziya (2001) Ahlâk, Ülken Yayınları, İstanbul.
Vaysse, Marie-Jean (1994) Totalité Et Subjectivité, VRIN, Paris.
Walia, Shelley (2001) Edward Said ve Tarih Yazımı, Çev. Gürol Koca, Everest Yayınları, İstanbul.
Weber, Alfred (1998) Felsefe Tarihi, Çev: Sosyal Yayınları, İstanbul.
Weber, Max (1998) Sosyoloji Yazıları, Çev. Taha Parla, 2. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.
Witte, Bernd (2004) Walter Benjamin, YKY Yayınları, İstanbul.
Žižek, Slovaj (1989) İdeolojinin Yüce Nesnesi, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul.
200
Žižek, Slovaj (2002) Kırılgan Temas, Çev. Tuncay Birkan, Metis Seçkileri, Metis Yayınları, İstanbul.
Žižek, Slovaj (2003) Kırılgan Mutlak, Çev. Mehmet Öznur, Encore, İstanbul.
Žižek, Slovaj (2004) Yamuk Bakmak, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul.
201
SÜRELİ YAYINLAR DERGİ VE DERLEME KİTAPLARDAKİ MAKALELER
Adorno, W. Theodor (1985) “Baskı Altında Uzlaşma”, Estetik ve Politika, Çev. Ünsal Oskay, Eleştiri Yayınevi, İstanbul.
Adorno, W. Theodor (2003) “Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken”, Cogito, Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe, Sayı 36, YKY Yayınları, İstanbul.
Adorno, W. Theodor (2004) “Kültür Eleştirisi ve Toplum”, Edebiyat Yazıları, Metis Yayınları, İstanbul.
Adorno, W. Theodor (2005) “Aşkınsallık Kavramı Üzerine”, Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant, Cogito 41-42, YKY Yayınları, İstanbul.
Apel, Karl-Otto; Baum, Manfred; Guyer, Paul; Ökten, H. Kaan; Çakmak, E. Efe (2005) “İkiyüzüncü Ölüm Yıldönümünde: Immanuel Kant ve Kantçılık” (Manfred Baum’un konuşması), Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant, Cogito, Sayı: 41-42, YKY Yayınları, İstanbul.
Bağçe, Samet (2003) “Russe’in Kant Eleştirisi Üzerine”, Felsefelogos, Egemenlik Sorunu, Bulut Yayınları, İstanbul.
Cogito (1998) “Derrida: Yaşamı Yeniden Düşünürken”, Sayı: 47-48, 2. Baskı, YKY Yayınları, İstanbul.
Cogito (1998) “Yalan”, Sayı: 16, YKY Yayınları, İstanbul.
202
Cogito (2001) “Nietzsche: Kayıp Bir Kıta”, Sayı: 25, 2. Baskı, YKY Yayınları, İstanbul.
Cogito (2003) “Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe”, Sayı: 36, YKY Yayınları, İstanbul.
Derrida, Jacques (1999) “Platon’un Eczanesi”, Çev: Zeynep Direk, Toplumbilim, Jacques Derrida Özel Sayısı, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Eco, Umberto (2005) “Kant ve Oxnitorenk”, Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant, Cogito, YKY Yayınları, İstanbul.
Felsefe Dünyası (2001) Sayı: 31, Türk Felsefe Derneği Yayını, Ankara.
Felsefe Tartışmaları (2001) Sayı: 28, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul.
Felsefelogos (1999) “Ekoloji Felsefesi ve Etiği”, Sayı: 6, FelsefeLogos Yayınları, İstanbul.
Felsefelogos (1999) “Savaşın Felsefesi”, Sayı: 8, FelsefeLogos Yayınları, İstanbul.
Felsefelogos (2000) “Demokrasi Bilinci”, Sayı: 11, FelsefeLogos Yayınları, İstanbul.
Felsefelogos (2000) “Tarih Bilinci”, Sayı: 9, FelsefeLogos Yayınları, İstanbul.
Felsefelogos (2001) “Güç-İktidar Felsefesi”, Sayı: 16, FelsefeLogos Yayınları, İstanbul.
Felsefelogos (2001) “Sefaletin/Dayanışmanın Felsefesi”, Sayı: 14, FelsefeLogos Yayınları, İstanbul.
203
Felsefelogos (2006) “Egemenlik Sorunu”, Sayı: 21, FelsefeLogos Yayınları, İstanbul.
Felsefelogos (2006) “Entelektüeller ve Toplumsal Muhalefet”, Sayı: 30-31, FelsefeLogos Yayınları, İstanbul.
Felsefelogos (2007) “Hak ve Hukuk / Evrim Düşüncesi”, Sayı: 32, FelsefeLogos Yayınları, İstanbul.
Guyer, Paul (2005) “Kant’ın Ödevler Sistemi”, Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant, Cogito 41–42, YKY Yayınları, İstanbul.
Habermas, Jürgen (2005) “İki Yüzyıl Sonrasından Geriye Bakışın Kazanımlarıyla Kant’ın Ebedi Barış İdesi”, Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant, Cogito, Sayı: 41-42, YKY Yayınları, İstanbul.
Huhn, Tom “Kant, Adorno ve Estetiğin Toplumsal Geçişsizliği”, Cogito, Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe, Sayı: 36, YKY Yayınları, İstanbul, 2003.
Kant, Immanuel (1984) “Sürekli Barış Üstüne Felsefi Bir Deneme”, Çev. Nejat Bozkut, Seçilmiş Yazılar, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Kant, Immanuel (2000) ““Aydınlanma Nedir?” Sorusuna Yanıt (1784)”, Toplumbilim, Aydınlanma Özel Sayısı 11, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Kant, Immanuel, (1998) “İnsan Severlikten Ötürü Yalan Söylemek Konusunda Bir Sözüm Ona Hak Üzerine”, Nietzsche: Kayıp Bir Kıta, Cogito 16, YKY Yayınları, İstanbul.
Lyotard, François Jean (2001/4) “Çatışmada Adalet”, Çev. Melih Başaran, Felsefelogos, Güç-İktidar Felsefesi, Bulut Yayınları, İstanbul.
204
Nietzsche, Friedrich (1998) “Ahlakdışı Anlamda Doğruluk ve Yalan Üzerine”, Nietzsche: Kayıp Kıta, Cogito 16, YKY Yayınları, İstanbul.
Recki, Birgit (2005) “Kant ve Aydınlanma”, Cogito: Sonsuzluğun Sınırında; Immanuel Kant, YKY Yayınları, İstanbul.
Toplumbilim (1999) “Jacques Derrida Özel Sayısı”, Sayı: 10, Yay. Haz. Ali Akay, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Toplumbilim (2000) “Aydınlanma Özel Sayısı”, Sayı: 11, Yay. Haz. Besim F. Dellaoğlu, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Us Düşün ve Ötesi (1998) “Aydınlanma Sorunu”, Anadolu Aydınlanma Vakfı, İstanbul.