126

Nurer UGURLU başkanlıQında bir kurul tarafındanturuz.com/storage/Turkologi-1-2019/5418-Siyasal_Qurumlar... · 2019. 8. 9. · Nurer UGURLU başkanlıQında bir kurul tarafından

  • Upload
    others

  • View
    4

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • Nurer UGURLU başkanlıQında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.

    Dizgi - Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Baskı: ÇaQdaş Matbaacılık ve Yayıncılık ltd. Şti. Mayıs 2000

  • Prof.Dr. TARIK ZAFER TUNAYA

    SİYASAL KURUMLAR VE

    ANAYASA HUKUKU

    ÇACDAŞ DÜNYA VE ANAYASA HUKUKU

    Cumhuriyet GAZETESİNİN OKURLARINA ARMAÔANIDIR.

  • Sevgili haya t a rkadaşım Melaha t'e

    Sonsuz sa brı ve yardımın teşekkür/erle

    5

  • ÇAGDAŞ DÜNYA VE ANAYASA HUKUKU

    1. ÇAGIMIZIN GERÇEKLERİ VE ÇATIŞMALARI il. ANAYASA HUKUKU: KAPSAMI VE YÖNTEMİ

    III. SİYASAL YAPILAR VE KURUMLAR

    7

  • GİRİŞ

    ÇAGDAŞ DÜNYA VE ANAYASA HUKUKU

    Bilim, kişi ve toplu yaşantısından soyutlanamaz. Her bilim dalının konusu da, yöntemi de, yaşanan çağın özellikleri, gerçekleri ve çatışmaları içinde anlam kazanır. Hukuk biliminin bir dalı olan Anayasa Hukuku ve kapsadığı siyasal kurumlar da bu kuralın dışında kalamazlar. Anayasa Hukuku 'nun konusunu, yöntemini ve uygulanmasını belirtmek için, şu sorulan yanıtlamalıyız: Biz, nasıl bir çağda yaşıyoruz? Çağımızın gerçekleri ve çatışmaları nelerdir?

    1. ÇAÖIMIZIN GERÇEKLERİ VE ÇATIŞMALARI

    A. Yirminci Yüzyılın Getirdikleri

    1. Tarihin dönemeci

    İçinde yaşadığımız çağı, geleceğin tarihçileri bir yandan bocalamalar çağı, bir yandan da ideolojik çatışmalar çağı ola-

    9

  • rak adlandıracaklardır. Bununla beraber, yirminci yüzyıl ta

    rihe bir hayli özellik katan bir çağ olarak geçmek üzeredir.

    Yirminci yüzyıl, derin sayılan anlaşmazlıkların gitgide kendi

    lerini yitirdikleri bir yüzeydir. Doğuda da, Batıda da verilmiş

    olan hürriyetlerin geri alınamayacağı, hiçbir devletin kapalı,

    bütünüyle otoriter, ayn ve tek başına yaşayamayacağı, yüzyı

    lımızın ortaya koyduğu gerçeklerdir. Kuşkusuz, Doğu-Batı

    ayrılığı derindir, fakat karşılıklı etkilemeler bu arayı kapama

    salar bile, önemini ve sertliğini azaltacak değerde yaklaştırı

    cı olmaktadırlar.

    Bugün, artık bazı sorunlar üzerinde tam anlaşma vardır.

    Batı, ekonomik etkenlerin insan ve toplum hayatında oyna

    dıkları rolü anlamıştır. Doğu da manevi etkenlerin aynı alan

    lar üzerindeki etkilerini çoktan hesaba katmıştır.

    2. Teknolojik ilerlemeler

    Çağımızın, daha önceki tarih dönemleriyle mukayese

    edilmesine imkan bırakmayan en anlamlı özelliği, insan ve

    toplum hayatında, uygarlıkta, bilimsel ve teknik gelişmelerin

    büyük bir hız kazanması olayıdır (1 ). Son kırk yılda varılan

    teknolojik iledemeler, bütün insanlık tarihindeki teknik oluş

    ların hepsinden fazladır ve hızlıdır. Tarih öncesi insanı, ateşi

    buluşundan itibaren, pişirilmiş tuğlaya bin yılda varabilmiş-

    ( 1 ) Prof. Seha L. Meray, bir yazısında M. Weinberg'in şu gözlemini belirtiyor: ''Tarih, nasıl Notre Darne Katedrali 'nde Orta Çağ 'ın sembol ini görmüşse, yüzyılımızın büyük bilim anıtlarında (çok büyük roketler, yüksek enerji aksele

    ratörleri, yüksek akımlı araştırma reaktörleri) çağımızın sembollerini bulacaklardır (Madaİyonun Öbür Yüzü, 1 . yazı).

    10

  • tir. Pişkin tuğladan ilk buhar makinesine geçiş on bin yılda gerçekleşmiştir. Buhar makinesinden patlamalı motora ve elektriğe geçiş içinse yüz yıl beklemek gerekmiştir. Elektrik santralinden atom piline sadece kırk yılda varılmıştır. Bu hız, üç sanayi devrimi içinde yaşıyoruz. Çekirdek enerjisi, otomasyon, elektronik, uzay araştırmaları yanı sıra biyolojide, tıpta büyük ilerlemeler kaydediliyor. İdeolojiler, ne kadar çeşitli ve farklı olsalar bile, bu gelişmelerin önünde değil, peşindedirler. Onların baskısı altındadırlar. Teknoloji, sosyal bilimleri geride bırakmıştır.

    Nasıl ki, hiçbir kayıkçı vapurun zaferini durduramamışsa, bu teknik ilerleme önünde durmak da olanaksızdır ve anlamsızdır. önüne geçilemez bir hızla, sınırları aşarak evrenselleşen, milletler ve kıt'alar üstü kaplayıcılık kazanan teknik karşısında, hukukçu da, her sosyal bilimci gibi, düşünmek zorundadır. Üzerinde derinlemesine düşünmemiz gereken olay, sosyo-ekonomik planda gerçekleşmiş ve gelişmekte olan muazzam değişmedir: Tarımdan sanayiye geçiş ... Bu devrimin onsekizinci yüzyılda patlak verişine değin, dünya nüfusunun yüzde sekseni tarımla uğraşıyor ve geçiniyordu. İnsanın tarladan fabrikaya girişi, binlerce yıl sürmüş bir hayatın, ona bağlı değerlerin ve yapıların terk edilişi, "geleneklerin gömülmesi" olmuştur. Tarım hayatının dayandığı değerler bir yana, günümüzde, elli yıl önceki düşüncelerin bile kocadıkları görülür. Yeni bir zihniyetle, yeni bir hayat, de�şik bir geleceğin yapıcı unsurları olacaklardır.

    Teknoloji yavaş geliştiği zaman, insanları yeniliklere alıştırmak zor değildi. Gelişme hızı artınca, çağımızın siyasal düşüncesini, ·hukukunu, ahlakın.ı ve felsefesini yeni tip bir

    1 1

  • toplumda aramak ve bulmak zor olmuştur. Herhalde daha "nisbi", daha yumuşak, Paul Valery'nın deyimiyle "hareket halindeki yapılar çağı"na yaraşır davranış ilkeleri keşfetmek ve bunları katı, değişmez "kanun "lara tercih etmek zorundayız. Yirminci yüzyılın karmaşık sosyal yaşamını donmaya mahkum hukuk kurallarıyla düzenlemeye olanak yoktur (2).

    Çağımızın bu çok yönlü durumunu, ünlü bilim adamı Albert Einstein'in, atom bombası hakkındaki sözleri büyük bir açıklıkla aydınlatıyor. " ... Binlerce yıldan beri doğada bu maddeler vardı. Fakat bunlar patlamadı. insanlar bu konu üzerinde düşünmeye başlatıktan sonradır ki bu sonuç ortaya çıktı".

    insanlar, hemen her çağda yok etme gücü çok yüksek silahlan, yaşadıkları zamanın teknolojisi oranında düşünmüşler ve sonra da silahlarının esiri olmuşlardır.

    Bu tutumu yenmek için, yalnız teknolojide değil, sosyal düşünce alanlarında da köklü bir değişim gereklidir.

    Bu gidişe ayak uyduramayan, hala tarım hayatının inançlarını ve geleneklerini sürdürmeleri istenen ya da "geçmiş"in esiri bırakılmak istenen toplumlar var. Sosyal bilimciler ve hukukçuların ağır ödevi işte burada beliriyor. insan ve toplum problemini yeni baştan ele almak zorundayız. Yeni şekilleri, yeni fikirleri doğal karşılamak, Atom devrinin sorunlarını

    XVIII. yüzyıl yöntemleriyle çözmeye savaşmanın yersizliğini anlamak ödevimiz olmalıdır. Hukukçuyu düşündüren baş me-

    (2) Bu konularda bk. Louis Armand, Michel Drancourt: Plaidoyer Pour

    l'Avenir. - Carlo M. Cipolla: Histoirc Economique de la Population Mondiale -Max Pietsch: La Revolution lndustrielle - Paul Mantoux: La Revolution lndustrielle au XVIII e Siecle - Andre Hauriou: Droit Constituonnel et lnstitutions Politi

    ques - Henri Van Lier: Le Nouvel Agc- Stephane Lupasco: La Tragedie de l'Ener

    gie (Bu bölümün bibliyografyasında konuyla ilgili başka kaynaklar da vardır)

    12

  • sele, tekniğin siyasal rejimler üzerinde egemenlik kurma yoluna gidişi, teknokrasidir. "O halde dünya teknokratların kumandasında mı kalacak?" sorusuna vereceği cevap ne olmalıdır?

    Kitle insan

    Yirminci yüzyıl, gruplaşmalar, kalabalıklar çağıdır. Zamanımızda insan tek başına yaşamaktan vazgeçmiştir. Kendisini, kendisi gibi düşünen, davranan toplaşmalar içinde bulmaktadır. Birbirine benzemekte sakınca görmeyen insanlar "ortalama insan" tipini ortaya çıkarmışlardır. Eskiden, birkaç kişiye, sınırlı bir gruba özgü görünen işler bugün herkese tanınmaktadır. Siyaset alanına, geniş seçmen kitlelerinin girişi durumun en canlı örneğidir (3).

    Yirminci yüzyıl, kitlenin, yığınların iktidara gelişine tanık olmaktadır. Yaşlı, klasik demokrasi bu gelişmenin dışında kalamazdı. İnsan, kendi çevresinden çıkmıştır. Aile kitleleşmiştir. Çevrenin baskısı, kişi üzerinde, doğuştan gelen etkenleri, ailenin etkisini gölgede bırakacak kadar güçlenmiştir. Sosyal karakter, kişi mizacını kendine göre şekillendirmektedir. Yığının malı olan insan, tekrarlayalım, ortalama bir tiptir. Herkes gibi olmayana hor bakan bir tip ... insan, toplumda kendi yaratmadığı, başka kuşakların eseri olan sosyal kalıplarda, karakterini ve fonksiyonunu kazanına durumunda olduğunu düşünmektedir.

    B. Çağımızın Çatışmaları

    Bugünün toplumları, içlerindeki çelişmeleri henüz çöze-

    (3) Jose Ortega Y. Gasset: La R' evolte das Masses, s. 55.

    1 3

  • memişlerdir. İki, hatta üç bloka ayrılmış bir dünya (Batı, Sos

    yalist Üçüncü Dünya) içinde sorunlar biçimlenmekte, somut

    laşmakta, her geçen gün baskılarını arttırmaktadırlar. Ne var

    ki, çözümler aynı hızla gelememektedir. Sorular cevapsız,

    sosyal davalar teoriden yoksun kalmaktadır. Sosyal planda,

    bunların belli başlıları üzerinde, kısa da olsa, durmak gerek

    lidir. Bu çatışmalara önce sosyal yapılar karşılaşmasında ta

    nık oluyoruz: Azgelişmişlik - Çok gelişmişlik gibi . . . Yine

    ekonomik sistemler çatışması dikkatimizi çekiyor: Kapita

    lizm - kollektivizm gibi . .. Ve son olarak, sosyal eğilimler ça

    tışmasının tanığıyız: Sağ - Sol gibi . . .

    Bu noktada iki özelliğe işaret edelim: Önce, çağımızda

    sadece bu çatışmalar yoktur. Şüphesiz daha başkaları da var.

    Batı demokrasisi - Marksist sistemler bunun bir örneğidir.

    Biz, bunlar üzerinde uzunca duracağımız için burada değin

    medik. İkinci özelliğe gelince, acaba karşılaşan sorunlar bir

    birinden kesin olarak mı ayrılmaktadır? Aralarında tam ve katı sınırlar var mıdır? Belirttiğimiz gibi bu karşıtlık vardır. Ka

    tı olmayabilir. Hatta bir karışıma doğru gidildiği görülüyor.

    Fakat, bize sunuluş şekillerinde bu katılık daima öne sürül

    mektedir. Sorunların derinliğine inme ödevi de böylece beli

    riyor (4).

    ( 4) Ünlü sosyolog Georges Gurvitch, çağımızı şöyle anlatıyor: " . . . Bugün, birçok kaplayıcı yapıların savaş ve rekabet halinde oldukları, geçit dönemindeki bir dünyada yaşıyoruz. Hangi yapının hilim olacağını, hangilerinin bir karışıma gidebileceğini ya da yanyana yaşama durumunu sürdürebileceklerini kestirmek ilmi bakımdan mümkün değil. Hatta, şimdilik gücünü bilemediğimiz bir yapı türünün zaferine şahit olmamız olanaksız sayılamaz." ( Andr · e Marchal: a.g.e., s. 8 1 ) .

    14

  • 1. Sosyal yapılarda çatışma: Az gelişmişlik - Çok gelişmişlik

    Az gelişmişlik kavramı

    Azgelişmişİik kavramı, "geri kalmış", "gelişme halinde", "sanayileşmemiş" deyimleriyle eş anlamdadır. Ve sadece ekonomik bir terim olmaktan, artık, çıkmıştır. Birçok kişinin sandığı ya da ard düşünceyle yorumlamak istediği gibi, bir hakaret anlamına da gelmez. Bir sosyal yapıyı, bir toplum strüktürünü belirler. Bu bakımdan, sosyolojinin olduğu kadar -belki daha fazla- Siyaset tlminin ve Anayasa Hukuku alanlarınında malı olmuştur. Biz, ilerde, bu konu üzerinde daha uzunca duracağız. Belirtmek istediğimiz, azgelişmişlik teriminin bir yirminci yüzyıl gerçeğini dile getirdiğidir.

    İktisatçılar, azgelişmiş ülke teriminin tam bir tanımı bulwıaınayacağı kanısındadırlar. Bununla beraber, azgelişmiş bir ülkenin çeşitli ölçülerini vermişlerdir: beslenme yetersizliği, tarım kesiminin kabarıklığı ve ilkelliği, milli gelir düşüklüğü, devamlı ve oransız nüfus artışı, kötü sağlık durumu gibi...

    Ekonomik tablonun yanı sıra ve bu tablonun şartlarına bağlı olarak, azgelişmiş bir ülkenin sosyal tablosu da vardır ve siyasal gerçeğine de bu kanaldan varmak mümkündür. Hemen ekleyelim ki, dünya nüfusunun 3/4'ü, iki milyardan fazla insan azgelişmişlik şartlan içinde yaşamaktadır ya da yaşamaya ma.hkfundur. Azgelişmişlik olayının problemleri yirminci yüzyılın öz problemleridir ve çözüm yolu beklemektedirler.

    Sosyal tablo, hiç de iç açıcı değildir. Azgelişmiş bir ülke, bir çeşit sömürgedir ya da şekil değiştirmiş sömürgecili-

    1 5

  • ğin baskısı altındadır. Ekonomik bağlılık hızla siyasal bağımlılığa vardırır. Azgelişmiş ülkede, ekonomik hayat üzerinde yabancı etkisi ağır basar. Gelişmemiş ülkenin toplum yapısı, sosyal hayatı geridir. Yarı feodal bağlantılar topluma hakimdir. Bu ülkelerde halk ikiye bölünmüştür: Geniş bir muhafazakar kitle ile azınlıktaki aydın bir grup. Halk, Ziya Gökalp 'in deyimiyle "ya rençber, ya da memur"dur. Gelenekçi kitlenin kalabalıklığı din adına hareket eden çevrelerin vesayetini.güçlendirir. Bu çevreleri, özellikle seçimlerde ağır basan birer siyasal kuvvet haline getirir. Azgelişmiş toplum içinde, fakir - zengin ayırımı yok, uçurumu vardır. Gerici -ilerici çatışması çok şiddetlidir. İşsizlikle, kültürsüzlük muhafazakarlığın ilkel maddeleridir.

    Azgelişmişliğin karmaşık bir gerçek olduğu söz götür

    mez. Bu bakımdan eski unsurlarla, (açlık, hastalık, gerilik gi

    bi) yeni etkenlerin birleşmesinden (nüfus artışı, kalkınma bi

    linci) doğduğu söylenir. Bu nedenle, azgelişmişlik bir yirmin

    ci yüzyıl olayıdır. Ne var ki, özellikle anayasa hukuku planında, bu sorunları gözlemekle yetinirsek, bir çözüme varamayız.

    Bütün sorun, çağımızın sorunu, "azgelişmiş bir ülkenin siya

    sal rejimi ne olmalıdır?" sorusunda düğümlenir. gerçi, azgelişmiş ülkelerde, önüne geçilmez bir kalkınma bilinci, bir sos

    yal uyanış vardır. Günümüzde, özellikle göze ve kulağa hitap

    eden (audio - visuel) kitle haberleşme araçları (Mass Maedia)

    artık sınırları ortadan kaldırmakta ve azgelişmiş toplum insa

    nı daha refahlı bir hayat hakkına sahip olduğunu, çok gelişmiş ülkelerle kıyaslar yaparak anlamaktadır. Ama, kalkınma yön

    temi ne olacaktır? Siyasal rejim demokratik mi, otokratik mi

    16

  • olmalıdır? Geri kalmış ülkelerin aydınlan henüz bu sorunları çözememektedirler. Sosyal uyanış yeterli değildir. Çünkü, yaşama çabası insanın bütün enerjisini emerse, sosyal ve ekonomik iktidar belli bir azınlık elinde olursa, o memlekette demokrasinin nasıl gerçekleşebileceği düşünülmeye değer. Azgelişmiş ülkenin sorunları henüz çözümlemnemiştir.

    Çok gelişmişligin sorunları

    Genellikle, azgelişmiş terimine karşılık gelişmiş ülke terimi kullanılmaktadır. Pek yerinde olmasa gerek . . . Zira, gelişmiş terimi statiktir. Bu ülkeler gelişip vardıkları düzeyde kalmış değillerdir. Büyük bir hızla gelişmektedirler. Bu bakımdan çok gelişmiş ya da fazla gelişme durumundaki ülkelerin gelişmemişlerden daha az sorunlara sahip olduklarını ileri sürmek yanlıştır. Aksine, onların da çözmekle zorunlu bulundukları bunalımları vardır. Ve zaten bu hızlı ve sürekli gelişme halinde bulunmaları azgelimiş ülkelerin davalarını anlamalarına ve çözmelerine engel olmaktadır.

    Önce, hızla gelişen ülkeler, daha fazla ve daha hızlı gelişme zorunda, adeta gelişmeye mahkfundurlar. Bu durum onları, gelişme durumundaki ülkelerin ekonomik, giderek sosyal ve siyasal yapılarına hakim olmaya gtöürmektedir. Hemen ekleyelim ki, sürekli gelişme aşamasının ideolojik sistemlerle ilgisi olsa bile, bugün Amerika Birleşik Devletleri de, Sovyetler Birliği de ekonomik bir gelişmişlik içindedirler. İspanya. ile Kızıl Çin'in azgelişmiş oldukları gibi . .. Sorunu, daha başka yönlerde incelemek gerekir.

    1 7

  • Çok gelişmiş ülkeler, üçüncü sanayi devriminin gerçekleşme alanlan olarak görünüyorlar. Teknolojik ilerlemelerin hızı, bu ülkelerde dengesizlik ya da derinlemesine değişiklikler yaratma eğilimini göstermektedir. "Keynesçi ihtilalin çocukları" olarak nite lendirilen kapitalist ülkelerde gerçi büyük ekonomik bunalımlar olmamaktadır. Sarsıntısız ekonomik büyümenin çareleri bulunmuşa benzemekte, uyumlu bir bolluk aşamasına girmiş oldukları belirtilmektedir. Çok gelişmiş ülkelerdeki ekonomik büyüme bilinci, aynı zamanda bu büyümenin devamını gerektirmektedir. Aynı bilinç, ürünlerin sosyal kategorileri arasında, sosyal adalet ilkelerine göre, dağılımını ve bölünümünü de kapsamaktadır.

    Sanayileşmiş toplumlarda, teknolojik, ilerleme, teknokrat denen adamın yükselişini, giderek iktidarı kontrol edişini ortaya çıkarmıştır. Bu, dünyanın ayrıldığı her iki blokta da, böyledir. O kadar ki, siyasal iktidar teknokratları idare ve kontrol edemez hale gelmek üzeredir. "Çağdaş dünyanın büyücüleri" sayılan bu adamlar, normal vatandaşın üstünde, "onun anlayamadığını anlayan" bir çeşit sınıf oluşturmaktadırlar. Böylelikle, bu devletlerde bir siyasetten arınma (d' epolitisation) olayı ortaya çıktığı belirtilmiştir (5).

    Kapitalist ülkelerde, tekniğin bu derece ilerlemesi, -anayasa hukuku planında düşünürsek- demokrasiyi zayıflatıcı olabilmektedir. İktidar kişiselleşmekte, ekonomik ve sosyal

    (5) Çeşitli açılardan bu duruma işaret edilmiştir. Prof. Himide Topçuoğlu, G. Vedel'in bir makalesini tercüme ederken bu terimi "siyasetle ilgisizleşme" olarak çevirmiştir (D'epolitisation, Mythe ou R'ealit'e?) (Ankara Hukuk Fakültesi 40. Yıl Armağanı, s. 419- 435).

    1 8

  • hayata hakim, otoriteleri kabul edilen, devletin "babası" sayılan şef karakterli başkanların etrafında toplanılmaktadır. Roosevelt, De Gaulle bu tipin temsilcileri olmuşlardır (6).

    Kısaca, ideolojik farkları ne olursa olsun, olgunluk ve bolluk ekonomilerine girmiş devletlerde, anayasa planında bunalım, ve siyasal kurumlar arasında bir dengesizlik vardır. Bloklar arasındaki karşıtlığı, hatta Batı - Doğu bloklarının anlamlarını bile değiştirmekte olan durum budur.

    Bu durumun yanı sıra, asıl büyük tehlike, zengin ve sanayileşmiş ülkelerin, kalkınmak için kalkınma, kısaca zenginken daha da zengin olma, tutkusundan doğuyor.

    İçinde yaşadığımız dünya, sayılan yetişilmez bir hızla artan insanları besleyemez bir dar boğaza girmiştir. Dünyamızın boyutları sınırlanmıştır ve maddi kaynaklan azalmıştır. Artık artmamaktadır. Eski Yunanlıların sandıklan gibi, denizler sonsuzluğun simgesi olmaktan çıkmıştır. Uzay da öyle ...

    Üstelik, kaynaklar ve gelirlerin dağılımında da adaletsizlikler vardır. Daha da zengin olma, gelişmekte olan ülkelerin sırtına yüklendiği için, onları daha da fakirleştirmektedir. Ve her iki tür ülke arasındaki çatışmalar sertleşmektedir.

    Bu bakımdan yapılmış olan bilimsel incelemeler, çok gelişmiş ülkelerin kalkınmalarına "dur" denilmesini önermişlerdir (6a). Çok gelişmişliğin asıl hastalığı budur.

    (6) Anclr' e Hauriou: a.g.e. s. 533 - 536; Benoit Jeanneau: Droit Constitutionnel et lnstitutions Politiques, s. 65 - 66. Bu duruma aynca, BAtı Demokrasisinin bunalımı bölümünde ileride değineceğiz.

    (6a) ileride "Batı demokrasisindeki gelişmeler" ve "Sosyal Devlet'e geçiş" bölümlerinde konuya yeniden değinilmiştir. Bu konuda şu esere bk: Halle a Croissance: s. 290 - 299.

    19

  • Her iki yapı üzerine

    Şimdi, bir kez daha, azgelişmiş ülkelere göz atalım. İle

    ri sanayi aşamasına varmış memleketlerle aralarındaki ilişki

    leri ve karşılıklı anlayışı nasıl kurmak kabildir? Sanayileşmiş

    ülkeler yönünden bakarsak, bu ülkelerin azgelişmiş ülkeleri

    kalkındırmaktaki çıkarlarının, onları bir pazar olarak kullan

    maktan doğan çıkarlarından daha az olduklarını görürüz. Kı

    zıl Çin'in Sovyet Rusya'yı revizyonist olmakla itham edişi bu

    nedene dayanır. Türkiye'nin, petrol davasında, yabancı şirket

    lere karşı tutumu da böyle bir tepkinin eseridir. Şu halde, çok

    gelişmiş - az gelişmiş ülkeler arasındaki ilişki eşitliğe ve ger

    çek bir iyi kalpliliğe dayanmıyor. Tersine, sanayileş�ek yani

    kalkınmak isteyen ülkelerle -ki az gelişmişliğin asıl anlamı

    budur- buna engel olan ülkeler arasında bir çatışmaya, gerçek

    bir çatışmaya dayanıyor.

    Böyle olmakla beraber, azgelişmiş ülkelerdeki sosyal

    uyanış ve bilinçlenme, onları siyasal bağımsızlıkla yetinme

    yip, ekonomik kalkınma (sanayileşme) yöntemlerini aramaya

    sevketmiştir. Bu olay nasıl gerçekleşebilir? Az gelişmiş ülke

    ler Batı ve Doğu blokları karşısında üçüncü bir blok teşkil et

    mektedirler. Bu bloka Üçüncü Dünya adı da verilmiştir. Üçün

    cü Dünya ülkeleri nasıl kalkınacaklardır? Batı örneğine göre

    mi, Doğu örneğine göre mi? Daha doğrusu, kapitalist sistem

    le mi, yoksa kollektivist sistemle mi? Yoksa ortalama bir sis

    tem bularak mı? Çağımızın sorunu budur. Kısaca, bu soruna

    değinmek ve yeni bir diyalog üzerinde durmak gerekiyor.

    20

  • 2. Ekonomik sistemlerde çatışma: Kapitalizm-Kolektivizm

    Çağımız, iki ekonomik sistemin çatışma ve çarpışma alanıdır: Kapitalizm ve kolektivizm (7). Bu karşılaşma, yirminci yüzyılın anlaşmazlığıdır. Hiç şüphe etmeyelim, ekonomik sistemler çatışması, aynı zamanda siyasal, sosyal, kısacası ideolojik bir çatışmadır. İki dünyanın karşılaşmasıdır. Biz, ilkin bu sistemlerin, konumuz açısından, ana çizgilerini belirteceğiz. Sonra da, aralarındaki ilişkilere ve az gelişmiş ülkeler bakımından önemine değineceğiz (8).

    Kapitalist sistem

    İlk çağlardan günümüze değin, değişik zaman ve mekin şartlan içinde rastlandıği belirtilen kapitalizm, XVIII. yüzyıldan beri süreli bir gelişim göstermiştir. tktisatçlara göre, bu

    (7) Bu ayınında, özellikle sistemlerarası bir diyaloğu ön pl8nda ele almak istediğimiz için sistem, rejim, kurum (müessese) ve yapı gibi kavramlann açıklanmasına geçmedik. Sözü edilen kavramlar ileride ele alııurtıştır.

    (8) Ekonomik sistemlerle ilgili olarak çok geniş bir bibliyografya vermek mümkündür. Biz, özellikle Anayasa Hukuku ve Siyaset timi açılarına yakın olmaları bakımından şu eserlerden faydalandık: Joseph Lajugie'nin iki eser: Les Doctrines Economiques - Les systemes Economiques; Raymond Barre: Economie Politique, C. I; Yüksel Ülken: XX. Yüzyılda Dünya Ekonomisi; Feridun Ergin'in iki eseri: Gelişme Hareketlerinin Tarihi Seyri - İktisat; Paul A. Samuelson, İktisat; François Perroux: Le Capitalisme: Maurice Niveau: Histoire des Faits Economiques Contemporains; A. Piettre: Les Trois Ages de l'Economie; Thomas Suavet: Dictionnaire Economique et Social - Diction-naire des Sciences Econoıniques, C. I; Andr' e Marchal: Systemes et Structures Econoıniques; Bartoll; Sysremes et Suructures Econoıniques; John Kenneth Galbraith: American Capitalism; Gregory Grossman: Economic Systems; Bertrand Nogaro: Les Grands Problemes de l'Economie Contemporaine; Erdoğan Alkin: iktisat.

    21

  • sistemin "itici kuvveti" kar ve özel menfattir. Kapitalist sistemi kabul etmiş bir devlet içinde, siyasal iktidarın işlevi nedir? Bu soruya cevap arayacağız.

    Kapitalizm, özel menfaat ekonomisidir. Özel sermayenin ve sermayedarın bilim ekonomik kuvveti ya da kuvvetleri teşkil ettiği, ekonomik hayata egemen olduğu, ya da -prensip itibariyle olması gerektiği bir iktisadi rejim içinde, devletin (siyasal iktidarın) ödevi, toplumun yapısal (bünyevi - strüktürel) kesimlerinde daha açık olarak görülür.

    Sosyal yapı kesiminde: Temel hukuk prensibi olarak, üretim araçları özel mülkiyet konusudur. Bunların sahipleri, sermayedarlar, müteşebbisler, yani kapitalistlerdir. işin yönetimi de onlardadır. Devlet, bu hususu sağlamakla ve korumakla ödevlidir. Devlet doğrudan doğruya özel mülkiyete katılmaz, fakat özel mülkiyeti korumak, görevidir.

    Bu kesimde, ortaya çıkan problem, işverenle işçi arasındaki ayrılık ve çatışmadır. Toplum, özellikle, sanayileşmiş ül� kelerde, iki büyük sınıfa ayrılır ve sınıflar mücadelesi karakterini kazanabilir. Siyasal iktidar, egemen ekonomik kuvvetlerin elinde olmakla beraber, sınıflar arasında bir denge ve düzen bulma zorundadır.

    Ekonomik ve teknik yapılar kesiminde: Müteşebbisin amacı, piyasa için çalışmaktır. Her şey piyasada oluşum kazanır. Sermaye sahibinin kan, faizi, işçinin ücreti, fiyat mekanizması ve rekabet yollarıyla piyasa içinden çıkar. Piyasa, otomatik bir mekanizmadır. Devlet, prensip itibarıyla, piyasaya bakim değildir ve olmamalıdır. Piyasaya bakim kuvvet müteşebbislerdir. Üretime de, paylaşmaya da hfil

  • milli olduğu kadar milletlerarası bir pazar da olabilir. Devlet o zaman, sınırları dışındaki alanda, kendi müteşebbislerinin yayılmasını ve ticaretini korumakla ödevlidir. (Bu yayılışa emperyalizm denecektir.) Devlet, ileri bir tekniğin gelişmesini sağlayacaktır.

    Psikolojik yapı kesiminde: Kapitalist sistemde, ekonomik hayata hakim olan kuvvetlerin amacı, "ihtiyaçları karşılamak" değildir. En dolgun kar yani rantabilitedir. Müteşebbis, toplumun ihtiyaçlarını, öncelik sırasına göre değil, karlılık sırasına göre, kendisi tayin eder. Gerekirse, yine kendisi, yeni tüketim ihtiyaçları da yaratabilir. Devlet bu oyun kurallarına saygı göstermeli ve onları korumalıdır.

    Yukarıki açıklamalar gösteriyor ki, özel mülkiyet, piyasa ve en dolgun kar (rantabilite), kapitalist sistemin nirengi noktalandır. Anayasa hukukunda, bizi ilgilendiren, bu noktalarla, devlet ya da siyasal iktidar arasındaki ilişkilerdir. Siyasal rejimlerle, devlet şekilleriyle kapitalizm arasında, daima bir anlaşma olmuştur. İster otoriter ve totaliter, ister demokratik (devletçi ve plancı) olsun, kapitalizm değişik kadrolar ve ideolojiler içinde varlığını koruyabilmiştir. Mısır'dan İsveç'e kadar ...

    Bu noktada kapitalizmin gelişmesiyle ilgilenmek gerekiyor. XIX. yüzyılda, kapitalizm liberaldir. Liberalizm, kapitalizm demek değildir. Kapitalizmin aldığı şekillerden birisidir; yoksa kapitalizmin kendine özgü niteliklerini ifade etmez. Kapitalizmin, tarihi oluşu içinde bir aşama olan liberalizm, siyasal iktidarın (devletin) ekonomik hayata karışmasını asgari (en az) dereceye indirmek ve serbest rekabet şartlarını toplum hayatına hakim kılmak isteyen bir doktrindir. Tekelci ve temerküzcü (güçleri bir merkezde toplayıcı) değildir.

    23

  • Bu bakımdan devlet müdahalesine bile karşıdır ve ekonomik iktidarı, siyasal iktidarın rahat bırakmasını ister. Kapitalizmin hürriyetçiliği ve siyasal demokrasi yanlılığı bu durumundan doğmaktadır. Küçük birimli işletmeler ve "basiretli tacir"ler, serbest rekabet meydanı olan toplum hayatında, değişmezliğe dayanan güven, bir çeşit ebedilik aramışlardır. Kişi hak ve hürriyetlerinin, iktidar karşısında, güçlü olmasını istemişlerdir ve bu hakların devlete karşı (negatif) niteliğini desteklemişlerdir. Böylece, ekonomik liberalizmin yanı sıra klasik ya da liberal demokrasi, yeni siyasal kurumlarıyla oluşmuştur.

    XX. Yüzyıl, özellikle Birinci Dünya Savaşı, kapitalizmin koşullarım da değiştirmiştir. Sanayi kapitalizmi, çeşitli ekonomik etkenlerin altında, serbest rekabet rejiminden vazgeçerek, tekelci rekabet alanını tercih etmiştir. Küçük firmalar birleşme yoluna girmişlerdir. Basiretli tüccar büyük işletmeler ve birleşmeler içinde (konzem, trust, kartel, holding şirketleri gibi. .. ) yerini uzman işletmeci gruplarına bırakmıştır. Ekonomik iktidar kitleleşince, siyasal iktidarın yardımını isteyen, müdahaleci (devletçi) sistemlerin kurulmasını varlık şartı sayan bir politikanın gerçekleşmesini istemiştir. Devletin, dış ve iç piyasaların düzenleyicisi olması tekelci kapitalizmin (ve kapitalist zümrenin) siyasal iktidarı kontrol etmesini mümkün kılmıştır. Bu suretle, kapitalizm sadece plancı ve düzenleyici bir sistemle bağdaşma durumuna girmemiştir. Siyasal iktidarı, hürriyetleri yok etme pahasına, tekelleştiren otoriter rejimlerle de anlaşabilmiştir.

    Liberalizmde tekelciliğe varan bu gelişme boyunca, kapitalizm güçlü bir organizasyonla, güvenli bir istikrar sağlayabilmiştir. Çeşitli siyasal sistemlere uyabilecek bir esnek-

    24

  • liğe sahip olabilmesi, kurduğu ve savunduğu düzene bir çeşit değişmezlik ya da değişmemesi gerekliliği inancını yerleştirmiştir. Bu amacı, "din kuvvetine, ahliika, devlet adamlarına, kanunlara ve basına dayanmak suretiyle" gerçekleştirmiştir (9). Ne var ki kapitalizm, merkantilizmden gelen, uzun geçmişine ve bütün esnekliğine rağmen, sosyal meseleyi, kapitalle ücret arasındaki problemi çözememiş, ikisi arasındaki uçurumu dolduramamıştır. İhtiyaçlarla üretim arasındaki dengeyi kolaylıkla kuramamıştır. Sermaye ve emeğin, bu sistem içinde, fiyat barometresinin işaretlerine süratle uymadıkları da ayn bir gerçektir. Yine, milli sınırları aşan, pazar arayıcı ve emperyalist politika da, kapitalizmin eseridir. Özellikle, az gelişmiş memleketlerin kalkınması bakımından, kapitalist sistemin tutumu da olumlu sonuçlar vermemiştir ( 1 0). Bu ülkeler üzerinde kurduğu yeni ve ağır baskı sistemi, az gelişmiş ülkelerde, ihtilal hareketleri yaratmıştır. Arap ülkeleri, günümüzde, bu durumun en iyi örneklerini vermektedirler.

    Kolektivist sistem

    Kapitalist sistemin karşıtı olarak sosyalist (giderek .Marksist, komünist) sistemlerden söz edilmektedir. Bir kere, terimlerin birbirine karıştırılmaması gerekir. Bugün, sosyalist, Marksist, komünist terimleri arasında hatırı sayılır fark-

    (9) Feridun Ergin: iktisat, s. 175, 1 85. ( 1 O) Marcel Niveau: a.g.e., s. 546; Prof. François Luchaire az gelişmiş ül

    kelere yardımın, ancak, siyasetten arınmış ( d · epolitis · ee) olması şartıyla etkin olabileceği kanısındadır (L' Aide aux Pays Sous - D' evelopp ·es, ıi. 124).

    25

  • lar vardır. Sonra da, sosyalizm bir sistem değil bir rejimdir. Liberalizm nasıl, kapitalizmin bir şekliyse, sosyalizm de kolektivist sistem içinde ele alınmalıdır. Bu sistemin bir şekli olunca, çeşitli sosyalizmlerden söz etmek mümkündür ( l l ). Biz bir karışmayı önlemek amacıyla "kollektivizm" deyimini kullanmayı uygun bulduk. Kollektivizmle, kastedilen nedir? Ama prensibi kar ve özel menfaat olmayan, fakat kamu yaran olan, planlı ekonomik bir sistem ... Kollektivist sistemde, üretim mekanizmasını, herkesin yapacağı işi ve milli gelirden alacağı payı, siyasal iktidar bir plan aracıyla sağlar. Kısacası, toplumun ihtiyaçlarını, merkezi otorite saptar, üretime de, tüketime de o yön verir. Kollektivist sistem, "Özel menfaat" ekonomisi değil, bfr "ihtiyaç" ekonomisidir.

    Durumu, yine, çeşitli yapı kesimlerinde izleyebiliriz: Sosyal yapı kesiminde: Temel ilke şudur: Üretim araçla

    rı özel mülkiyet konusu olamaz. Bunların tek sahibi toplum ya da devlettir. Siyasal iktidar, şu halde, üretim araçlarını kendi emredici planına göre işletir. İşveren kendisidir. İşçiye, emeği karşılığında, belirli bir satın alma gücü sağlayan da yine kendisidir. Kolektivist sistem, böylece, kapitalizmin doğurduğu sömürme olayını ortadan kaldıracağı, giderek sınıf mücadelesini yok edeceği, sınıfsız bir topluma varacağı kanısındadır.

    Ekonomik ve teknik yapılar kesiminde: Otorite, emredici plan, devletin elindedir. Bu planla üretim, tüketim, paylaşım kuralları ve oranlan tespit edilir. Piyasa (rekabet ve fiyat)

    ( 1 1 ) Yüksel Ülken: a.g.e., s. 2 1 8; Raymond Barre: a.g.e., s. 17 1 .

    26

  • mekanizması kaldırılmıştır. Plancı ve teknokrat bir idareci sınıfı, siyasal idareciler yanında, karşısında teşekkül eder. Çoğu zaman iktidar içinde yer alır ve imtiyazlı yeni bir sınıf haline gelir.

    Psikolojik yapı kesiminde: Kar ve özel menfaat, yerlerini hizmete bırakmıştır. Topluma yapılan hizmet esastır. İhtiyaçların karşılanması rantabiliteye göre değil, siyasal iktidarın öncelik listesine ve sıralamasına göre sağlanma yoluna gidilir. İhtiyaçlar hiyerarşisini saptayan devlettir. Tüketicinin tercihi, esas itibarıyla rol oynamaz. Önemli olan mesele, üretimle ihtiyaçlar arasındaki uygunluğunu ve dengenin nasıl kurulacağıdır. Bu da, plan yoluyla yapılmak istenir. Herşey plan gereğince yönetilir. Bütün üretim araçları, devletin elinde olduğuna göre, aynı devlet, bunları öngördüğü ihtiyaçları karşılamak üzere, çeşitli üretim alanları arasında bölüştürür. Bu yoldan piyasa tıkanmaları, aşın üretim gibi olayları önleme olanağını bulduğu iddiasındadır.

    Özel menfaat amacını, piyasa mekanizmasını ve km ortadan kaldırarak, bunların yerine toplum mülkiyetini, hizmet ve emek esasını, otoriter plfuıı koyan kolektivizmin ana hedefi, işçilere sağlanan satın alma gücünün, işçiler tarafından yaratılan değere eşit olmasıdır. Böylece, toplumda bilim siyasal ve ekoomik kuvvet özel sermaye sahipleri olmamakta, bizzat sınıfsızlaştınlmış toplum olmaktadır. Bütün mesele, kolektivist sistemin teorik yönü değildir. Bu sistem içinde görülen uygulamalar ve rejim tipleridir. Bu alanda, ilk olarak sosyalist rejimlerden sözetmek mümkündür. Daha ilerde, özellikle siyasal partiler bölümünde ve Marksist toplumların anayasa hu-

    27

  • kukunu incelerken göreceğimiz gibi, sadece sosyalizm sözcü

    ğünü kullanmakla hiçbir şey halledilınemektedir.

    Mesele, kolektivizmin ulaşmak istediği toplum amacına

    dayanır. Öyle bir düzeye varılsın ki, herkes "kabiliyetleri oranında" çalışsın. karşılığında da ihtiyacı kadar alabilsin.

    Kolektivizm, bu aşamaya varabilmek için, büyük yapı

    değişmelerinin yapılması gerektiği iddiasındadır. Şu halde,

    kolektivizm, sırf ekonomik bir terim değildir. Büyük çapta

    değşimlerin, yeni bir toplum modelinin yaratılması amacına

    dayanmaktadır. Tarihe bakarsak, bu gibi isteklerin, ütopyacı

    lar tarafından bile ortaya atıldıklarını görürüz. Bu bakımdan,

    sosyalizm de, hayli eski bir geçmişe sahiptir.

    Bu alandaki en büyük değişme, Marksizmin ortaya çıkı

    şıyla başlar. Mesele, ideal bir toplumu gerçekleştirmekten

    doğmuyor. Bu toplumun nasıl gerçekleştirileceği, hangi rejim

    le kapitalizmden, ideal sayılan topluma geçilebileceği konu

    sundan çıkıyor. Bu bakımdan, Marksizmin getirdiği açıklama

    ların rolü azımsanamaz. Ne var ki, Marksizmin yorumlan çe

    şitlidir ve durum derin anlaşmazlıkların kaynağı olmuştur. Ko

    lektivizm içinde iki büyük rejim, ideal topluma geçiş yöntemi

    bakımından, birbirinden uçurumlarla ayrılmışlardır eve her

    ikisi de dış Enternasyonal hareketleri içinde ele alınabilir:

    Batı sosyalizmi ya da demokratik sosyalizm adını almış

    olan rejim, demokratik yollardan sosyalizmin gerçekleştirile

    bileceği kanısındadır ve kendisini I. ve il. Enternasyonallerin uzantısı saymaktadır.

    Sovyet komünizmi ya da Marksizm-Leninizm adını al

    mış olan öteki rejim, III. Enternasyonalle başlamıştır ve komünist topluma, proletarya diktatörlüğü denen ihtiliille -ve

    28

  • yalnız bu yoldan- varılacağı kanısındadır. Komünizmin en

    derin iç anlaşmazlığı, bu ihtilalin sürekli bir dünya ihtilali ya

    da önceki tek devlet içinde (Sovyetler Birliğinde) gerçekleş

    tirilip gerçekleştirilemeyeceği konusundan doğmuştur.

    Her iki rejim de Marksizme bağlıdır. Yalnız, demokratik

    sosyalizm, Marksizmin tekeli kabul etmemekte, aynı "dini ve

    hümanist" görüşlerde· de ideal bir topluma varılacağını ön

    görmektedir. Sovyet komünizmi ise çok daha katı bir düzey

    de kalmaktadır. Bununla beraber, gerçekleştirme metodunun

    ihtilalci ya da demokratik olup olmaması, bizzat Kari

    Marx'ın açıklamalarındaki tereddütlere ya da çeşitliliğe bağ

    lanmaktadır. Kolektivist sistem, görüldüğü gibi, Batıda da

    Doğuda da uygulanma alanlan bulmuştur. ve kapitalizmin

    karşısındadır. Ne var ki, kapitalizmin karşısında bulunuşu, ra

    kip sistemin baş edemediği sorunları çözmüş olduğunu gös

    termez. Üretim-tüketim dengesi bu sistemde de kurulama

    mıştır. Kolektivizm, kendisinden önce var olan kapitalizmin

    bütün teknik ilerlemelerini almış ve işe buradan başlamıştır.

    Fakat özellikle Leninist model de, Proletarya Diktatörlüğü

    döneminde, içinde bulunduğu çelişmeleri çözememiştir. İn

    sanın mutluluğu amaç sayılmakla beraber, örneğin Sovyetler

    Birliğindeki ekonomik düzeye varmak için, özellikle Stalin

    döneminde insan değerinin hiçe indirilmesi gerekmiştir. Ko

    lektivist sistem "tüketiai..t:ercihi"ni pliina bağlamakla, hiçbir

    serbestliğe sahip olamayacak, belki bir insan modeli yaratma

    yoluna gitmiştir. Sınıfsız olması gerekli bir toplum, "yeni bir

    sınıf"ın baskısı altına girmiştir. Pliin, toplum, devlet sadece

    Komünist Partisine bakim bir ekibin emirlerine ve yasakları

    na meşruluk vermek için kullanılır kelimeler olmuştur. Yeni

    29

  • gelişmelere ilerde değinilmiştir. Kaldı ki, kolektivizmin Sovyetler Birliğindeki uygulama ve sonuçlarım, -tabii kaynaklarındaki zenginlik bakımından- Komünist Blokun öteki ülkelerine uygulamak yersizdir. Emperyalizmi yok etme amacım güden kolektivizmin, Sovyetler Birliğindeki uygulamaları, kapitalizm gibi dış pazarlar arayarak başka ülkelere ekonomik baskı altında tutma sisteminde �ar kıldığı ve bu politikayı önce komünist bloku içindeki ülkelerde denemekte olduğu bugün bir gerçektir. Az. gelişmiş ülkeler bakımından da, bu durum, ağır bir baskı niteliğine sahiptir (12).

    Onun bu durumudur ki, bir tepki olarak "Avrupa Komünizmi" (Eurocommunisme) 'ni ortaya çıkarmıştır.

    Böylece her iki sistem de kendilerinden daha aşağı ekonomik durumda olan ülkeler üzennde sömürücü baskılar yapmakta, hatta bu bakımdan "nüfuz" (etki) bölgeleri paylaşımına girişmektedirler.

    Sistem lerarası yaklaşma

    Birbirine tamamen karşıt olan, dünyayı iki bloka ayırmış olan bu sistemler arasında sanıldığı kadar katı ve bağdaşma kabul etmez bir ayrılık mı vardır? Soruyu cevaplandırmak için her ikisini de uygulama alanında ve tarihi gelişim rayları üzerinde izlemek gerek. İktisatçıların da, siyaset bilimcilerinin de, sistemleri somut olarak görmeleri gerekir. Önce, çağımızın teknolojik gelişmeleri, her iki sistemi de etkilemiştir.

    ( 12) Şu makalelerimizde konu ele alınmıştır: Az. gelişmişlikten kurtuluş savaşı (Cumhuriyet, 28.5. 1 966); Emperyalizmler arasında (Cumhuriyet, 25.5. 1 967).

    30

  • Yine belirttiğimiz gibi, her iki sistem de, üretim-tüketim dengesini kendi teorik ve ideal şemalarına göre gerçekleştirememişlerdir. Aksaklıklarını, birbirlerinin iyi taraflarıyla düzeltme yoluna gitmişlerdir. Böylece gerek kapitalizm, gerek kolektivizm (özellikle Sovyet kolektivizmi) eklektik (derleyici) bir karakter kazanmışlardır.

    Üçüncü ve önemli bir olay da, her iki sistemin mekin değiştirmeleridir. licisi de yeni ülkelere yayılmışlar ve o bölgelerin sosyal koşullarıyla bağdaşmak durumunda kalmışlardır. Yeni ve değişik yapılara uyma çabası sistemlere derin değişiklikler getirmiştir. Sovyet kolektivizmi, başka ülkelere yayılınca, kolektivizmin yeni tipleri ortaya çıkmıştır. Yugoslavya'nın Titocu rejimi (Titisme), Mao Ze Tung'un yöneldiği rejim durumun canlı örnekleridir. Kapitalizm de, önce belirttiğimiz gibi çeşitli yapılarla karşılaşmış, zaman içinde çeşitli kapitalizm tipleri vücut bulmuştur.

    Uygulama alanındaki değişmeler, her iki sistemi doğuran, yapılar arası uyuşmazlıkla açıklanabilir. Sistemler, iç çekişmelere ve ayrılıklara sahip olunca, karmaşık ve istikrarsız, değişken bir yapı doğmuştur. Her iki sistemin değişik sosyal şartlara uyma ve değişebilir unsurlara sahip olma nitelikleri zamanımızda anlamlı bir sonuç doğurmuştur: Kapitalizm de, kolektivizm de birbirlerine yaklaşmaktadırlar. Birbirlerinin amansız düşmanı olmaları, Khurchev'in "Sizleri gömeceğiz, torunlarınız sosyalist olacaklar" sloganı ilmin objektif olarak ortaya koyduğu bu yaklaşma gerçeği üzerinde bir değişiklik yapmamaktadır. İki uç, birbirine değme yolundadırlar.

    Önemli olan bu yaklaşımın varlığıdır. Bir Batı-Doğu savaşı çıksa bile bu olay artık vardır. Ve milletlerarası ilişkiler

    31

  • alanında büyük değişiklikler de doğurmaktadır. Sovyet komünizmi, eskisi gibi ihtiliilci değildir. Batı demokrasilerinde de; komünist partiler bundan böyle, proletarya diktatörlüğünden söz etmez olmuşlardır. Artık çatışmadan birleşmeye doğru bir gidiş görülüyor ( 13 ). O kadar ki, katılıklarını yitirmekte olan, bununla beraber yaşama güçlüklerini (ve esnekliklerini) ispat etmiş olan iki sistem, belki de kliisikleşmiş anlamlarını kaybetmekte ve iki ayn sistem yerine Maorice Merleau Ponty'nin isim babası olduğu -yeni bir sistemin "genelleşen ekonomi" (Economie G' en' eralis' ee)'nin doğduğu bile ileri sürülmektedir (14). Günümüzün iktisatçılarını bu sonuca vardıran, herhalde kolektivizmle kapitalizm arasında buldukları ortak noktalardır ve paralel gelişmelerdir.

    Mikro ve Makro ekonomilerin açılarından saptanmış olan bu gerçek karşısında az gelişmiş ülkelerin Üçüncü Dünya'nın tutumu ne olmalıdır? Kalkınma yollan bakımından, kapitalist ve kolektivist dünyalar arasındaki bu yaklaşma az gelişmiş ülkelerin tercihlerini zorlaştırmakta mı, yoksa daha da kolaylaştırmakta mıdır? Meselenin incelenmesini, az gelişmiş ülkelerin anayasa hukuku bahsinde gözden geçireceğiz.

    3. Sosyal eğilimlerde çatışma: Sağ-sol

    Sağ ve sol terimleri, önce birbirine karşıt iki toplum ve dünya görüşünü temsil eden eğilimlerdir. Sol da sağ da birer

    ( 13) Maurice Duverger: lntroduction ala Politique, s. 27 1 ve müt.; Maurice Niveau: a.g.e., s. 55 1 ve müt; François Perroux: Ocuvres de Kari Marx (Cilt I), ônsöz, s. xıv. -·

    ( 1 4) Yüksel Ulken: a.g.e., s. 2 1 2, 26 1 , 276.

    32

  • zihniyettir. İnsanlıkla yaşıt sayılabilecek kadar geçmişi olan zihniyetler . .. Çok sonra, Fransız Devrimini izleyerek, yaşama meclislerinde partilerin ideolojik tutumlarını, (doktrin ve eylemlerini) belli etmek ve siyasal kuvvetleri birbirinden ayırmak için kullanılmışlardır ( 1 5).

    Üç soru

    Sağ ve sol eğilimler diyaloğunun temelinde başka bir diyalog yatar: durulma (istikrar) - değişme ihtiyaçları. Her sosyal yapı, kendi iç çelişmelerini çözme ihtiyacında, yani sürekli hareket halindedir. "Hareketsizlik ki ihtilale götüren en emin yoldur." Sonuca varalım: Bu hareketlilik vle değişme ihtiyacının yanı sıra, bir toplumda yaşayanlar belli bir kararlılığa, durağan kurallara da ihtiyaç duyarlar. Özellikle, de- · mokratik bir rejim içinde, herkesin hakkını hukukunu bilmesi, yarınına güvenle bakabilmesi esastır. Toplumun en köklü çelişmesi de aslında buradan doğmakta . . . 1Ikelerde hem kararlılık, hem değişme. İki gerekliliğin çatışması oluyor.

    ( 1 5) Bu konuda şu kaynaklara bk. Encyclopedie Universelle, cilt. 5, s. 557-575; E. Beau de Lom' enie: Qu'appelez-vous Droite et gauche?; Tank Zafer Tunaya: Türkiye' de Siyasi Partiler ve şu makalemiz: Siyasi Hayatımızın Yılan Hik3yesi (Milliyet, 29.4 . 1 967); Andr'e Philip: La Gauche, Mythes et R'ealit'es -Maurice Duverger'nin dört eseri: Constitutions et Documents Politiques ( 1 957), lnstitutions Politiques ( 1964), lntroduction ala Politique ve Sociologie Politique ( 1 966); Mete Tunçay: Türkiye'de Sol Akımlar; Rene Bulman: lnitation ala Politique; J. Moreau, G. Dupuis, J. Georgel: Sociologie Politique; Georges Lefranc: Histoire des Doctrines Sçıciales; Christian Perroux: Siyasilnsan; Vilma Fritsch: La Gauche et la Droite; G 'erard Sandoz: La Gauche Allemande; Jean Andr' e Faucher: La Gauche Française sous de Gauelle; Marc Paillet: Gauche, Ann' ee Z' ero; Jean Reynaud. A1ain Lancelot: Les Attitudes Politiques.

    33

  • Kültür düzeyi ne olursa olsun, her insan kendisinden başlayarak, ailesinin, çevresinin, içinde yaşadığı toplumun sevk ve idaresiyle meşguldür. Tabii, bu, kendisine yakın ve uzak çevrelerden haber alabildiği oranda daralır, genişler, yüzeyde kalır yahut derine inebilir. İnsanlar bilgileri oranında ufuklarını genişletebilirler. Ülkelerinin dış politikasıyla, giderek dünya sorunlarıyla ilgilenirler. Ve köy kahvesinden, lüks salonlara kadar, bu sorunlara cevap ararlar. Dağcı yargılarına varabilirler (16).

    Bir yandan, insan değişme bilinci içindedir. Bir yandan da güvenliğinin teminatını kararlılıkta arar. eski çağlarla yapabileceği kıyaslamalar sonucunda bu bilinç kendisinde kökleşir. İnsan da, toplum da zamanın dışında değillerdir. Değişmeye adeta zorunlu, hatta "mahkfun" olduklarına göre, bu gerçekten kalkarak üç soru sorabiliriz:

    Bu değişmeyi biz yapabilir miyiz? Ve kolaylaştırabilir miyiz?

    Bu değişme karşısında sessiz ve kararsız mı kalacağız? Yoksa değişmeyi "biz yapamayız" düşüncesiyle yapan

    lara karşı da direnecek miyiz? Klasik ayrıma göre birinci soruya evet dersek, soldayız.

    İkinci soruya evet dersek ortadayız. Üçüncü soruya evet dersek · sağdayız. Eğilimler, cevaplara göre açıklık kazanacaktır ( 17).

    ( 1 6) Özellikle az gelişmiş ülkelerde, kültür derecesinin ne kadar düşük ol· duğu bir gerçektir. Biz, böyle bir durumu ''oy genişlemesi'' olayı ile açıklama· ya çalıştık.

    ( 1 7) Maurice Duverger, ilk olarak, -bu sorulan sormuştur (lntroduction iı la Politique, s. 1 53 vd.) .

    34

  • Sagegilim

    İnsan ve toplwn meselelerine sağ eğilim açısından bakan bir kimse, aslında bir değişmezlik yanlısıdır. İnsanın da, toplwnun da değişmeyeceğine, daha doğrusu değiştirilemeyeceğine inanır. Hiç mi değişiklik olmayacaktır? Olacaktır. Ne var ki, insan, kendi gücüyle, kendi aklı ve iradesiyle, kendi yaratmadığı bir düzeni değiştiremez. Toplwnu da, insanı da, kim -ya da kimler- yaratmışsa, o -ya da onlar- değiştirebilir. Toplwn dışı ve üstü, metafizik kuvvetlerdir ki, yarattıkları ve kurdukları şeyleri yok edebilirler, değiştirebilirler, sürdürebilirler. insan, yaratmadığı şeyi, değiştirme yetkisine sahip değildir. Bunu iddia etmesi yersizdir, hatta "küfr"dür, doğru yoldan sapmaktır. Reform, safdaki adama göre günahtır.

    Tabiat düzeninde fakir-zengin, efendi-köle olayı var. Eşitsizlik de doğal bir olay. Bunları değiştirmek olanaksız. İnsanın yaratıldığı kadar çizgisi dışına çıkamayacağı hem açıktır, hem de buna kimsenin gücü yetmeyecektir. Devlet de buna karışamaz.

    Sağ zihniyete göre, insan ve toplwn, kendi dışlarındaki, kendilerine hakim -görünen ya da görünmeyen- kuvvetler tarafından idare edilirler. Sosyal, ekonomik ve siyasal, kişisel ve toplwnsal davranış kanunlarını bu kuvvetler koymuşlardır. Bu sınırlar dışına çıkılamaz. Yeryüzünde, görünmez kuvvetlerin görünür temsilcileri, aynı zamanda üstün kanunların uygulayıcıları dırlar. İktidarını Tanrı 'dan alan bir "hanedan ", vatandaşın bir şey soramayacağı "hikmeti hükfunet" sahibi bir kral, Tanrı emirlerini bildiren ve ilahi ilmi bilen din adamları ve bu çevrelerin "tayin ve tasvip" ettikleri kişiler, aileler, ku-

    35

  • ruluşlar olabilir . . . İnsan, kendisini aşan bu çevrelerin koydukları ilkelere, sahip oldukları imtiyazlara, yetkilere ve tasdik edilmiş geleneklere sadece boyun eğer. Şu halde, sağ, insanl�r arası eşitliğe inanmaz. Aksine insanlar arasında hiyerarşiye, eşitsizliğe inanır.

    Sağ, eğilimin varabileceğı siyasal düşünce, daha doğrusu siyasal rejim doktrinleri, bu zihniyetin dokusundaki unsurlardan çıkarı labilir ve bel li bir gel işme izlemiştir:

    Sağ, ilke olarak, saltanatçı (monarş ık) ve teokratik devlet şekillerinde iyi bir toplum düzenının garantisini görmüştür. İdare edilenlere benzemeyen, onlardan üstün ve onlara siyasal bakımdan yerini borçlu olmayan, idare edilenlere karşı sorumsuz bir kişiyi ya da bir zümre, eşitsizlik ve bağımlılık inancının ürünüdür. XX . yüzyılda, kişiyi toplum içinde eriten totaliter diktatörlükler ( 18) en güçlü şekillerini ırk üstünlüğü üzerine kurulan Nasyonal-Sosyalizm'de bulabilmişlerdir.

    Zamanla, sağın belirli ve sınırlı bir siyasal demokrasiye vardığı görülmüştür. Hümanist bir dünya görüşünün sonucu olarak ortaya çıkan bu ılımlı gelişme, insan hak ve hürriyetlerini tanımıştır. Ne var ki, insanların eşitliği konusunda kararlı ve iyimser olmadığı için, toplumda yapılması gerekli köklü reform hareketlerine karşı kalabilmiştir. Aşın sağda olanlar, her türlü değişimi bidat (doğru yoldan sapma) saymışlar ve reformcularla çarpışmışlardır. Demokrasi düşmanı olmuşlar ve demokratik sistemi ihtilalci hareketlerle yıkmak

    ( 1 8 ) Totaliterlik. kişiyi tamamıyla toplum içinde eriten, ona hiçbir hürriyet alanı tanımayan. kişinin iç dünyasını tamamıyla iktidarın emrine tabi kılan rej imdir. Her diktatörlük. mutlaka totaliter olmayabi lir. Fakat. total iterlik diktatörlüğün en aşırı şeklidir. Bu konuya ileride değineceğiz.

    36

  • istemişlerdir. Ilımlı sağcılar, bazı taviz hareketlerini tanımaktan öteye gidememekle beraber, demokratik gelişmelere katılmışlardır. Demokrasiden yanadırlar. Değişmelerde, insanın akıl ve iradesine belirli bir yer tanımışlardır.

    Sol eğilim

    Sol eğilim, zihniyet olarak sağın tamamen karşısındadır. Ve yüzde yüz karşıt bir görüşü savunur. Amacı, bütün insanlar arasında, mümkün olduğu kadar, eşitliği ve adaleti gerçekleştirmektir. Bu eşitlik sadece siyasal değildir. Yani, kanun önünde ve oy sandığı başındaki eşitlik yeterli değildir. Eşitliğin aynı zamanda, toplumsal alanda ve ekonomik hayatta da gerçekleşmesi kanısı, sol zihniyete hakimdir.

    Önemli olan şudur: Yüzyıllardır, kişi ve toplum hayatının iyileşmesi yönündeki gelişmeler, insanı sadece siyasal hayatın yapıcı unsuru olarak ele almanın yetersizliğini ortaya koymuştur. insanı ekonomik hayatın dalgaları arasında yalnız başına bırakmak, onun gücünü hiçe indirmektir. Şu halde, insanı, sosyal ve ekonomik çevresi içinde izlemek, desteklemek, onu birtakım baskıların etkisinden kurtarmak, o baskılara karşı koyabilmesini sağlayacak tedbirleri devleteliyle alma anlamına gelmektedir. İşte bu tedbirleri sağladığı oranda, bır politika �osyaldir ve soldadır.

    Sol eğilim, insanın akıl ve iradesinin rehberliği altında, kendi hayatını ve toplum hayatını daha iyiye ve ileriye götürebileceği inancına dayanır. Çünkü devlet, uygarlık gibi kurumlar (müesseseler) insan yapısıdırlar. Bu nedenle gerekli düzen değişmeleri, yapı değişmeleri ve reformlar yapılabilir ve ya-

    37

  • pılmalıdır. insanın ve toplumun iyiliğine ve ilerlemesine engel gelenekler ve kurumlar değiştirilebilir ve değiştirilmelidir.

    Sol, eğilim eşitlik kanısına, hürriyetler kapısından girmiştir. Bugün eşitlik hürriyetin tamamlayıcı şartı olarak benimsenmiştir. Netekim siyasal demokrasinin sosyalleşmesi de bu bakımdan mümkün olmuştur. Solun büyük tehlikeleri, eşitlik perdesi altında hürriyetin yok edilebilmesi ve rasyonel (akılcı) bir buluşun, efsane haline getirilmesidir.

    Sol eğilim de ılımlıdan aşırıya doğru bir bölünme göstermiştir. Toplumsal değişmelerin zamanında, yavaş yavaş ve demokratik yoldan yapılmasını düşünenlerin yanı sıra, bu değişmelerin ani (birdenbire) ve şiddetli olmasını savunanlar vardır. Sosyalistler (özellikle demokratik sosyalistler) ilk tezi benimsemişlerdir. Diktatoryal ve totaliter ihtilal yoluyla (Proletarya ihtilali) düzeni yıkmayı düşünenlerse komünistler olmuştur. Bu bölünme, özellikle siyasal plandadır.

    Her iki egilim üzerine

    Belirttiğimiz gibi, sağ sol çatışmasını düşünce planında, toplumsal olaylan insanların sevk ve idaresini yorumlama planında ele aldık. Siyasal hayat içinde, eylem olarak, sağ-sol çatışması değişik bir sorundur. Duruma, ileride siyasal partiler konusunda değinilecektir.

    Düşünce planında, varılabilecek ilk sonuçlara göz atalım: a. Sağ, insanı, toplumun idaresi bakımından, hareketsiz bırakabilmekte, kişinin vatandaş olarak devlet yönetimine katılmasını yetersiz bir statüye bağlamakta, statik kalmasına amil olmaktadır. Sol, insana toplum içinde daha dinamik si-

    38

  • yasal bir işlev sağlamakta, insan yapısı saydığı toplumun yönetiminden kişiyi sorumlu tutmaktadır. b. Her iki eğilimin aşırı uçlan, karşıt akımları temsil etmekle beraber, kişiyi teorik olarak toplumun (ya da devletin) gerçekteyse sınırl ı bir zümrenin (faşist, komünist partilerin ve bunların idareci ekiplerinin) emrinde kişiliği yitirilmiş bir parçası durumuna indirmektedir. c. Anlamını yitirmiş, sosyal gelişmelere kayıtsız, biçimsel, sözde demokrasi anlayışı da aynı sonuçlan verebilmektedir. d. Şu halde, bugün için insan kafasının varmak istediği ideal : Hürriyetçi bir eşitliği gerçekleştirebilmektir. İnsanı, insanlığından uzaklaştırmamaktır.

    Sağ-sol ayrımının ortaya çıkardığı çok önemli bir sorun daha var: Düşünülen bir programın, kim tarafından ve nasıl gerçekleştirileceği. . . Bu, insanın, düşündüklerini, hangi yoldan, hangi yöntemle uygulama planına geçilebileceğini de düşünmesidir. Bir eylem planı çizmesidir. Düşünceyle eylem arasındaki kesişme noktasını da burada görüyoruz. Düşüncelerimiz bakımından sakin, kararsız, ılımlı ya da şiddet yanlısı olabiliriz. Ne var ki, sübjektif, kişisel dünyamızı aşıp, objektif alana çıktığımız anda düşüncelerimize uyan eylemlere katılmıyoruz. Solda olan bir kimsenin sağ tutumlu bir partiye girdiği, sağda olan bir kimsenin sol tutumlu bir gazeteye yazdığı görülmemiş olaylardan değildir. Düşünceyle eylem arasındaki çelişme ve çatışma, siyasal hayatı incelemenin ve siyasal hayatta (örneğin parlamentoda) bulunduğumuz yeri tayin etmenin zorluklarını gösteriyor. Düşündüklerimizi ger� çekleştirici araçların ve rej imlerin saptanması, sağ-sol arasında mutlaka bir karışıklık yaratıyor. Bununla beraber, siyasal düşünceye, teoriye rengini veren, insanın araç ve yöntem an-

    39

  • layışıdır. Düşüncelerimizin somutlaşması, müesseseleşmesi ve örgütlenmesi ancak bu suretle mümkün olmaktadır. işte insanlar, bu "düşünce + araç" anlayışları bakımından sağda, ortada ve solda olmaktadırlar.

    Son bir analizde, solun sağa oranla daha rasyonel olduğu görülüyor. Sağ, aklın, belirli sınırlar içinde gelişebilmesinde, bu sınırların metafizik ve geleneksel olmasına daha yatkın bir zihniyettir. Solda olmak, sağa nazaran daha sosyal, daha toplumsal olmaktır. insanlar sağ ya da sol zihniyetlere sahip olabilirler. Ama solda olmak, mutlaka sosyalizm değildir. Komünizm ise hiç değildir. Nasıl ki sağda olmak, faşist olmak değilse . . . Hatta insanlar Tann'nın yarattığını kabul ettikleri bir toplum düzenini, yine Tann'nın verdiğini kabul ettikleri akıl ve iradeleriyle, ıslah etmek ve değiştirmek isterlerse, sağda sayılmamalıdırlar. Ne yazıktır ki memleketimizde, sağda ya da solda olmak yerine, "sağcı, solcu" gibi yeni terimler icat ederek, kavramlara gerçek anlamlarını bozmaktayız. Ve bu icatlarımızı yanlış ve haksız ithamlar uğruna, bir lekeleme edebiyatı haline getirmekteyiz. Anlamını bilmeden kullandığımız kelimeleri, gerçek değerlerine kavuşturarak, güdülen lekeleme metodlanna son vermek bir uygarlık ödevidir.

    il. ANAYASA HUKUKU: KAPSAMI VE YÖNTEMi

    Köklü değişmeler çağında Anayasa Hukukunun çağ dışı kalacağı düşünülemez. Anayasa Hukukunun gelişmeleri üç noktada toplanabilir: Kapsam gelişimi, yöntem değişimi ve kendi sınırlarından taşarak girdiği ülkedeki uygulamalar-

    40

  • dan doğan gelişmeler. Anayasa Hukuku bugün gittikçe artan bir hızla bu yeni yolda gelişmektedir. Vardığı yeni aşamayı, biz de bu duraklardan geçerek ortaya çıkarmaya çalışacağız.

    A. Anayasa Hukukunun Çağdaş Kapsamına Kavuşması

    1. Siyasalın sosyalleşmesi

    ilk adımlar ve yorumlar

    Anayasa Hukuku, sosyal bilimlerin pek yaşlı bir kolu sayılamaz. Bir İtalyan buluşu olarak (Diritto Constituzionale) ilk kez 1797'de Ferrara Üniversitesi ders programına girdiği söylenir. Fransa'da bir İtalyan tarafından (Pellegrino Rossi) okutulmaya başlanmıştır. Droit Constitutionnel adını 1834 'te, Fransa'nın ünlü devlet adamı ve tarihçi Guizot'nun (1) etkisiyle almıştır. Üçüncü Napolyon zamanında kürsü kaldırmıştır. 1878 'de (Abdülhamid'in Birinci Meşrutiyet Meclisi Meb'usanını tatil ettiği yıl) yeniden kurulmuştur (2). Ders programlarına temelli yerleşmesi, 1889 yılına, Fransız Devriminin yüzüncü yıldönümüne rastlamıştır.

    Uzun bir süre Constitution - Constituzione terimi, temel ya da ana yapı anlamına geldiği için, kapsamı, siyasal bir açıdan bakılarak tayin edilmiştir. Sosyal hayatla ikinci planda il-

    ( 1 ) François Guizot ( 1787- 1 874), 3. Cumhuriyet dönemi öncesi büyük Fransız devlet adaınlanndandır. Çeşitli bakanlıklarda, başbakanlıkta bulunmuş, tutucu bir politika izlemiştir.

    (2) Bu bilgileri Maurice Duverger' den aldık (Institutions Politiques et Droit Constitutionnel, s. 1 )

    41

  • gilenilmiştir. Kaldı ki, hukuki sayılmayan -kanun metinlerinde yer almayan- siyasal kurumlar dahi bu siyasal kapsam içine alınmamıştır (siyasal partiler gibi . . . ) Böylece dar, sadece " şekli kaynaklarla" yetinen bir Anayasa Hukuku anlayışı, Fransız öğretim alanına hakim olmuştur ve adına positivisme denilmiştir. Bu akım, uzun sürecektir, İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar . . .

    Bu açıdan bakılınca, Constitution teriminin, temel yapı (eski deyimle: Esas Teşkilat) anlamında yorumlandığını belirtmiştik. Bu yorumda, Anglo Sakson ve Fransız esprilerinin farkları görünür. Anglo Saksonların pratik tutumlarına karşılık, Fransız Devriminin temel yapının yazılı metnidir (2a). Hem iktidar, hem hürriyet organizasyonunu kapsar ve aralarında bir denge arar. Sözleşme, XVIII. yüzyılda, ihtilalci bir kavramdı. Anayasa da aynı niteliği taşımıştır. Devrim belgesidir. Eski düzenleri yıkan yeni düzenin bir senedi, siyasal hayatın dinamik, bir unsuru sayılmıştır.

    Fransız Devrimi Anayasayı, Sözleşmenin kend,isi sayarken, onun sosyal koşulların ürünü olduğunu bir yana bırakmış, tamamen akli ve mantıki (loj ik) bir inşa faaliyetine girişmiştir. l 789'da, ilk Anayasa Komisyonu raportörü Mounier' nin tezi açıktır: "Her çeşit toplumun tabanını teşkil edecek prensipleri ve her Anayasa maddesinin de bir prensipten çıkarılan sonuç olduğwıu hatırlatmak gerek." Bu, yeni 'bir dogmatizm

  • tirilir ve bu bileşimden de kapsadığı bütün sonuçlan çıkarma çabasına geçirilir (3). İhtilal dogmatizmi buydu. Ve tümevrarncı bir metoda dayanıyordu. Zaten bütün "Social Control" , böyle bir düşüncenin eseri olmuştur. Bu tezden yana olanlara, "tarihi ve sosyal şartların rolü nedir?" diye sorulsaydı, herhalde şu cevap alınırdı: Tarih, hiçbir suretle alda ve mantığa karşıt bir kanıt olamaz ( 4).

    XIX. yüzyıldan sonra, Constitution terimi, anlamından ve niteliklerinden fazla bir şey kaybetmemiştir. Fakat dinamizminden eser kalmamıştır. Kapsamı dondurulmuştur. Yine, kollektifbir eser, ortak olarak kurulmuş bir temel yapı kanunudur (5). Ne var ki, sadece kişi hürriyetlerinin bekçisi değildir. Devletle fert arasında bir denge kurmalda da ödevlidir. Bu anlamı, bir politika sözlüğü açıkça belirtir. Anayasaya aykırılık (lnconstitutionnel)'in anlamı araştırılırken, şu sonuca varılmıştır. "İktidardan gelen ve anayasal güvenceleri çiğneyen her işlem, anayasaya aykırıdır." Fakat, dengenin öteki yam da var: "Vatandaşlardan gelen ve kamu kuvvetlerine tanınmış haldan çiğneyen her gösteri de anayasaya aykırıdır" ( 6).

    Anayasa, XIX. yüzyıl Fransasında, ihtilalci sayılmasa da halkçı ve demokratik bir olaydır. Geleneksel anayasalarla yazılı anayasalar arasındaki fark bunu gösterir: Birinciler halkın kabulüne, yani direnme göstermeyişine dayanıyordu.

    (3) Maurice Deslandres: La Crise de la Science Politiquc ( 1901 ). Ünlü Anayasa tarihçisi bu makalelerinde Jean Jacques RollSSeau. De Bonald gibi düşünürlerin eserlerinden örnekler vermiştir.

    (4) Bk. yukanda dipnotu (3). (5) Gamier - Pages: Dictionnaire Politique, Encyclop'edie Abr'ege'e du

    Langage et de la Science Politiques, s. 275. (6) Aynı eser, s. 457.

    43

  • İkinciler -yazılı anayasalar- halkın, pasifliğinden sıyrılarak vücuda getirdiği eserlerdir. Geleneksel anayasayı, halk istemiştir. Yazılı anayasayı ise dikte etmiştir. Her anayasada. fiili-hukuki çatışması vardır. Bir anayasa ile halk, iktidarı yaratmaz. Onun kullanılma şeklini gösterir (7). Bu gelişmelere rağmen, anayasa hukukunun öğretiminde sadece siyasal şeyler ele alınmıştır. Siyasal, hatta liberal demokrasinin, monarşiler karşısında, savunulmasının en ileri ve ihtilalci akım sayıldığı bir dönemde yaşanıldığı unutulmamalıdır. Buna rağmen, 1848 Avrupasının vardığı aşamada, anayasalar ihtilalci olsalar bile, Guziot modeli öğreticiler tutucu ve liberal kalmakta ısrar etmişlerdir.

    2. Sosyal Anayasa

    Temel yapı

    Bu muhafazakarlık uzun bir süre devam etmiştir. Fransız hukukçularının, siyasal gerçeği sosyalle birleştirmekte ileri gittikleri söylenemez. Bu uzun süre içinde, siyasal gerçek bile tüm olarak ele alınmamıştır. Tarih kitapları dışında, partilerden, baskı gruplarından, kamuoyundan söz eden, yok denecek kadar az, anayasacı vardır. Siyasal hukuk okuttuklarını ileri sürdükleri halde . . . Ancak, Durkheim ekolünün, L 'eon Duguit, Maurice Hauriou gibi büyük hukukçularını bu katılığa biraz da olsa su serptiğinden sözedilebilir.

    Muhafazakar bir hukukçu olmakla beraber, Maurice Hauriou 'nun, " sosyal anayasa" (Constitution Sociale) terimi

    (7) Aynı eser, s. 274 - 275.

    44

  • üzerinde, ilk olarak durduğunu görüyoruz. Ünlü hukukçu şu kanıdadır: "Birçok bakımlardan, bir memleketin sosyal anayasası, siyasal anayasasından daha önemlidir." Ve itiraf eder: Anglo Saksonlar kadar bu gerçek üzerinde ısrar eden olmamıştır (8). Öyleyse, sosyal "temel yapı" nedir? Maurice Houriou'ya göre, kendiliğinden kurduğu hukuku ve kurumlarıyla, varlığını koruyan toplum . . . O kadar ki toplum, devletin bile, kendisini tam olarak koruduğuna inanmaz, gerektiğinde, aşağıdan yukarı olarak, vücuda getirdiği kuruluşlarla, devlete karşı da koyacaktır. Aslında devlet, sosyalle siyasalın kaynaşımından doğar. Millet sosyal bir varlıktır (sivil bir toplumdur). Devlet onun siyasal kalıbıdır. Millet, devletten önce ve kendine özgü koşullarıyla vardır. Maurice Hauriou'ya göre, sosyal temel yapının unsurları, bireyci (individualiste) düzenle kaynaşma halindedirler ve üç grupta toplanabildiler: 1. Kişi hürriyetleri (sivil toplumun temelindedirler). 2 . Aşağıdan yukarı kurulan sosyal kurumlar (kişi hürriyetlerinin emrinde koruyucu kuruluşlardır (9). 3 . Yargıcın yetkisi (Hürriyetlerin en yüksek garantileridir (10). Görülüyor ki, askeri olmayan mülki (sivil) toplumun ana dokusunu kişisel hürriyetler vücuda getirmiştir. Maurice Houriou gibi, klasik hukukçuluğun doruğuna erişmiş bir anayasacının, siyasal kuruluşların örttüğü, sosyal Dır ana yapıya kadar gelmiş olması, bir yenilik sayılırsa da, tüm gerçeği yansıtmaktan uzaktır.

    (8) Maurice Hauriou: Pr' ecis de Droit Constitutionnel, s. 61 l . (9) Maurice Hauriou'nun ünlü "Müessese Teorisi"nden burada sözelmi

    yoruz. Bu teori üzerinde ileride daha fazla durulmuştur. ( 1 0) Maurice Hauriou: a. g.e., s. 6 1 1 vd.; Yine bk. Pr' ecis El' ementaire de

    Droit Constitutionnel, s. 5, 258 vd.

    45

  • 3. İçe kapanıklıktan kurtuluş

    Yaklaşık olarak onbeş yıl öncesine değin, Anayasa Hu

    kuku karmaşık bir mekanizma olarak tanımlanıyordu. Bu

    mekanizmaya "devletin ana yapısı" adı veriliyordu. Anayasa hukukunun amacı, bu yapının bütün halindeki fonksiyonları

    nı, çeşitli parçalarını ve bunlar arasındaki ilişkileri incele

    mekti. Anayasa hukuku, bir yandan da, devletin "karşısında

    ki fertlerin" haklarını ve hürriyetlerini düzenleyen hukuk ku

    rallarını ve kurumlan inceleyen bir "hukuk dalı" idi (11). Türkiye'de, bu mekanizmanın göreli, kuru bir tablosu çizilir

    ken, Batı Avrupa, anayasa hukukunu ekonomik, siyasal ve

    sosyal bir bütün halinde ve bu tümün kopmaz bir parçası olarak incelemeye başlamıştır. Sosyal haklar, kişiyi, devletin

    karşısında .olma durumundan çıkarmıştır.

    Devlet denilen kadroyu, her sosyal olgu gibi, tek yönden

    incelemenin yetersizliği Batı Avrupa'da -geç de olsa- artık an

    laşılmıştır. Gerçeklerin kavranmasındaki güçlüklerin bu yön

    temden doğmuş lduğu artık tartışmaya bile değmez. Bugün

    . için anayasa hukuku, bir tabloyu seyretmek değildir. O tablodaki çeşitli unsurların, sosyo-ekonomik tüm içinde, hangi nedenlerin ürünleri olduklarını ve hangi ihtiyaçlara cevap ver

    diklerini araştırmaktır.

    Ülkemizde -hayatın ve gerçeklerin akışlarına uymayan- bu

    inceleme usulünün, artık terkedilmeye yüz tutmuş olduğunu gö-

    ( 1 1 ) Hüseyin Nail Kubalı: Devlet Ana Hukuku ( l 950), s. 22; Ali Fuad Başgil daha farklı bir görüşe sahiptir. Esas Teşkilat Hukuku Dersleri, 1 948, s. 26).

    46

  • rüyoruz. Bugün, anayasa hukuku, tanımı ve kapsamı b�anndan, gerçeğe yaklaşık bir açıdan incelenmeye başlanmıştır. Anayasa hukukunun baş özelliğinin "siyasal" · olduğu sonucuna varılmış bulunulması bile gerçekten sevindirici olmuştur.

    Şu halde zamanımızın Anayasa Hukuku, sadece Anaya

    sa adı verilen kanunun ele aldığı kurumlan incelemekle yetinemez. Anayasa denilen kanun, adını verdiği hukuk dalının

    bir parçasıdır. Tümü değildir. Anayasa Hukuku, teknik hukuk

    cenderesine sıkıştırılmaktan ve içine kapanık ve statik bir

    sosyal bilim kolu olmaktan çıkalı, hayli zaman oluştur. Bugünün Anayasa Hukuku, siyasal ve sosyal gerçeği, tüm olarak ve her yönüyle, incelemek zorundadır (12). Öyle siyasal

    kurumlar vardır ki, Anayasa metni içinde yer almamışlardır.

    1924 Teşkilatı Esasiye Kanunumuz baskı gruplarına, siyasal partilere, parti gruplarına yer vermemişti. Ama bunlar vardı

    lar. Birçok anayasada bala yer almamışlardır. Bu yeni kurum

    lar, klasik anayasa kurumlarını, ortadan kaldırırcasına değiştirmektedirler. örneğin, kuvvetler ayrılığı prensibi içi boşal

    mış bir kalıptan farksız kalmıştır. Özellikle, 1950- 1960 dö

    neminde, TBMM içtüzüğü, Anayasadan daha önemli bir

    "sessiz anayasa" niteliği kazanmıştır. Bu gelişmeleri gör

    mezlikten mi geleceğiz? Daha doğrusu, hayatı, iki yüz yıl geriden izleyerek, olanı değil, istediğimizi görmek yolunu mu

    seçeceğiz?

    ( 12) Bu konuyu derinlemesine inceleyen Prof. Mümtiız Soysal'ın şu eserlerine bakılmalıdır: Dinamik Anayasa Anlayışı, özellikle s. 1 -6; Anayasaya Giriş ( 1969), s. 1-4; 100 Sonıda Anayasanın Anlamı (1974), s. 5-18.

    47

  • Hukuki Pozitivizm

    " Hukuk nerede başlar? " sorusu, bugün de canlılığını önemle korumakta. Eğer, sorunun cevabını belli bir açıya göre verirsek, hukukun dışında kalan şeylerle, Anayasa hukukçusunun ilgilenmesi gerekecek ve bunlar "hukuk dışı" ( ekstra jüridik ya da meajüridik) ilan edilecektir. Bu alanda iki -ezeli diyebileceğimiz- görüş çarpışıyor. Hukuk, bizim yaratmadığımız, bizim dışımızda, aklımızla saptadığımız kurallar mıdır? Yoksa, insan iradesinin, daha önce koymuş olduğu kurallara uygun olarak yarattığı kurallar mıdır? Hukuki pozitivizmden yana olanlar şu kanıdadırlar: Metafizik unsurları tüm olarak, hukuki düşünce dışına atmak gerekir. Hukukçu, olaya dayanmalıdır. Hukuku, eşyanın özünde (tabiatında) aramaya ne lüzum var . . . O, ne akılda, ne vicdanda, ne de sosyal tüm içindedir. Hukuk kanunlarda, metinlerde, sosyal hayatımızı düzenleyen maddeler ve fıkralar içindedir.

    Pozitivistler devam eder: Bir kurala hukuki değerini veren, türlü kurallar arasından bir kısmını hukukileştiren, şeyler ikidir. Her hukuk sisteminden, temel nitelikte ve birim ölçü olarak kabul edilmiş kurallar vardır: Anayasa. Bu birime uygun her kural hukukidir. Fakat, hukuki değeri sağlayan asıl unsur, bu kuralları, müeyyideli olarak devletin (ve yetkili organların) koymuş ve yaratmış olmasıdır. Hegelci görüşten süzüle süzüle hukuki pozitivizm devleti tek ve en üstün yaptırımcı kaynak ve kuvvet sayma sonucuna varmıştır. Bir sonuç daha, örf, ahlak, iktisat, siyaset ve benzerleri (örneğin, felsefi, sosyolojik) kurallarla hukukçu ilgilenmez. llgilenmemelidir. Çünkü bunlar, hukuki değerden yoksundurlar. Sadece,

    48

  • devlet eliyle konmuş (vazedilmiş = mevzu) hukuk normlarıyla uğraşır brr hukukçu . . . Anayasa hukuku da, "mevzu" hukuk alanından, ana kanun metninden dışarı çıkıp, metnindeki maddelerin sosyo-ekonomik nedenlerini, "nedir?"lerini aramamalıdır. Hukukçu kurallara biçimsel (formel) yönden bakar, onların maddi (özsel) (maf eriel) değerleriyle ilgilenmesi, görevi değildir ( 1 3).

    Bilim ve hayat

    Bu metodu, Anayasa Hukukuna, günümüzün koşullan içinde uygularsak, hiçbir şey kazanamayız demek, yanlıştır. Fakat, gerçeği kavramak doğruya ulaşmak da imkansızlaşacaktır. Tamamen akılcı bir yoldan, dışımızda olanı görme yerine, " fikri" ve "hayali" bir yapı kurarak gerçeğe vardığımızı sanarsak, yanlış yola saplanma tehlikesi her an vardır. Hukukçunun alanını daraltmak, içine kapanık bir halde, onu hayatı izlemekten alıkoyacaktır. Sadece sert ve "kemikleşmiş" kuralları saptamakla ve karşılaştırmakla yetinmek Anayasa hukukçusunu, hayattan koparacaktır. Bugünün koşullan içinde, hukuki pozitivizmle, anayasal gelişmeleri anlamaya ve anlatmaya imkan yoktur. Önce de işaret ettiğimiz, kuvvetler ayrılığı prensibini ele alalım. Montesquieu'nün, zamanında ( 1 748), İngiltere için vardığı gözlemin -kendisince değil- baş-

    ( 1 3) Bu tartışmanın, ayrıntılı açıklaması için bk. Georges Burdeau: a.g.e, s. 2 1 0-224. Bu bahiste, konuyla ilgili geniş bir bibliyografya da vardır. Açık bir özet için bk. A. Turyol: Doctrines Contemporaines du Droit. des Gens, s. 403-404. Roger Pinto, Madeleine Grawitz: M' ethode des Sciences Sociales, s. 1 76-1 93 . Yine, daha dinamik bir tartışma için bk. Dr. Rona Serozan: Yasacılık ve Hukukçuluk .Üstüne, lst. Üniv. Hukuk Fakültesi Mukayeseli Hukuk Araştırmaları Dergisi, Yeni Seri, Yıl 4, 1 970, No. 6, s. 107- 1 55 .

    49

  • ka hukukçular yönünden formülleştirilmesi, bugün için geçerli midir? 1961

    Anayasalarunızın maddelerine göre, kurulmasına çalıştı

    ğımız, yasama-yürütme dengesi, gerçekten var mıdır? Olma

    yabilir: Çift meclisli bir parlamentonun her iki meclisinde de aynı siyasal parti çoğunlukta ise, iki kuvvet arasında ayrılıktan ve dengeden sözedilemeyeceği kadar, ikinci meclisin de faydalı ve etkin bir fonksiyona sahip olduğu ileri sürülemez. Oysa,

    yalnız Anayasa metnine dayanarak aksini iddia etmek müm

    kündür. Ama, o zaman da gerçekten uzaklaşacağımız açıktır.

    Şu halde, hangi yolu seçmeliyiz? "Onsekizinci yüzyıl

    terimleriyle düşünüp, yirminci yüzyıl kurallarıyla yaşamak"

    yoluna mı gidelim ve vardığımız sonuçlarla görmek isteme

    diğimiz -fakat, ısrarımıza rağmen var olan- olaylar arasında akıl durdurucu bir uçurum mu yaratalım? ( 14) Bilim, sadece bu değildir. Gerçeğe bu yoldan varamayız. Daha geniş görüşlü olmamız gerekiyor. Anayasa Hukuku, bu gelişme

    . nin etkisi altında kalacaktır. Gelişme, daha geniş ufuklar açmak bakımından, Anayasa Hukukunun kapsamında, yönteminde ve oluştuğu coğrafya sınırlarının dışına çıkarak çeşitlenmesinde açıkça görülecektir. Bu genişlemede, Siyaset 11-

    . mi, Anayasa planına büyük yardımlarını getirmiştir. Anaya-sa Hukuku böylece, "siyasal kurumların hukuku" olma yolundadır. tık tanıma şöyle varabiliriz: Anayasa Hukuku, siyasal hayatın gerçeklerini hukuki olarak çerçeveleyen ve bunları düzenlemekle görevli hukuk koludur ( 1 5). Bir hu-

    ( 14) Hans J. Morgentbau: Scientific Man vs. Power Politics, s.3-4. ( 15) Bu tanım bir deneme sayılmalıdır. Maurice Duverger (a.g.e., s.4);

    Anclr' e Hauriou (a.g.e., s. 7-8); Georger Burdeau: Traif e de S

  • kukçunun eserine Anayasal Siyaset (Constitutiotıal Politcs)

    başlığını seçmesi bu karışımı değerlendirme bakımından an

    lamlıdır ( 1 6) .

    B. Siyaset İlmi

    Anayasa Hukukunun, çağın koşullarını gereğince, darlı

    ğını kaybedişi, belirttiğimiz gibi, kendisine nazaran daha

    genç, bir sosyal bilim koluyla akrabalık kurmasını gerektir

    miştir. Siyaset llmi 'nin nitelikleri üzerinde durmak yoluna

    gitmeden önce, llme eklenmiş olan Siyaset sözcüğü üzerine

    eğilmekte büyük fayda görüyoruz. Bazı çevrelerde bala ener

    ji uyandıran bu terime isim ve sıfat olarak sık sık rastlayaca

    ğız: Siyasal olay, siyasal kurum, siyasal hayat, siyasal iktidar, siyasal muhalefet vs. Böylelikle, memleketimizde, l 950'den beri, siyasal iktidarların üniversite öğretim üyeleriyle -özel

    likle Anayasacılarla- kurduğu diyaloğu aydınlatacak unsurla

    ra da kavuşabilecektir.

    1. Siyaset

    Siyaset, insan ilişkilerinin ve toplum hayatının kendine

    özgü bir parçası. daha doğrusu bir kesimidir. Çeşitli anlamla

    ra gelişi ve karmaşıklığı, başka kesimlerle iç içe .olmasından,

    gerekli bağımsızlığı kazanamamış olmasından doğar. Siya

    set, toplum düzeni ve amacı fikirlerine bağlıdır. Bütün mese

    le, insanları, toplum içinde ve ortak değerler etrafında kay

    naştırarak belli bir hedefe yöneltebilmek ve götürebilmekte

    dir. llkel klandan bugünün karmaşık devletine değin, insan

    5 1

  • gruplarında böyle bir yönelme görülür. Bu yönelme, bir yöneltici organın ve enerjisi doğurucusu olmuştur. �ısaca, toplumu belli amaçlara yöneltme işlevini yerine getirecek merkezileşmiş bir otorite, bir ihtiyacın sonucu olarak belirmiştir. Bu ödev, siyasal işlevin (fonksiyonunun) kendisidir.

    Siyasal işlev

    Burada sosyolojik bir parantez açmamız gerekiyor. Toplum, yaşayan bir sistem (ya da düzen) olarak, varlığını devam ettirmek ve korumak zorundadır. Fakat, her toplum içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşulların baskılarına karşı koymak, isteklerini cevaplandırmak zorundadır. Bir toplumun canlılığını ve yaşama gücü, zamanına uyma problemlerini çözme kabiliyetinde görülür. Bir toplumun çözmekte ödevli olduğu problemler nelerdir? Daha doğrusu, her toplum için aynı sayılabilecek sorunlar mıdır bunlar?

    Her çağın özelliklerini hesaba katarak, verilebilecek yanıt "Evet" olacaktır. Tamamen genel bir planda, her toplum kendini devam ettirmek, yaşamak istiyorsa, tümle parçalar arasında, kişiyle toplum ara8ında bir uygunluk kurmak ve türdeşlik sağlamak zorundadır ( 17). Doğan ya da yeni katılan insanları "o toplumdan yapmak", gerginlikleri çözmek, "sosyal sistemi çevresine uydurmak", insanın diğer insanlarla ve eşyalarla ilişkilerini düzenlemek. . . Bunlar ancak toplumu vücuda getiren kişileri asgari ortak yaşama amaçlan etrafında

    ( 1 6) Glendon A. Schubert: Constitutional Politics ( 1 964). ( 1 7) Anclr' e Nicolai: Comportement Economique et Structures Sociales,

    s.40-4 1 , 48; Sulhi Dönmezer: Sosyoloji Dersleri, s. l 00 vd.

    52

  • birleştirmekle ve bu amaçlara doğru toplumu yöneltmekle gerçekleşebilir. Öyleyse, her çağda, toplum iki -hatta tek- genel problemi çözmek zorunda kalmıştır. Türdeşlik ve tümleşme . . . Asıl ve soylu anlamında siyaset, işte bu işlevdir. Ve her yerde özdeşlik gösterir. Her devirde "toprağı kazıyoruz" . . . "Kimi kürekle, kimi de buldozerlerle . . . " . Siyasal sorun, hep aynı ve sonsuz bir nitelik taşıyor (18).

    Varılacak sonuç odur ki, siyaset ya da siyasal işlev, toplumun özündedir, yapısındadır ve yapısı gereğidir. Onu, toplumu parçalamadan, bütünden ayırmak imkansızdır. Toplumlar var oldukça, onları ortak ideallere sevketme fonksiyonu da daima var olmuştur. Ne var ki, siyasal işlevi başlangıçta, başka işlevler içine karışmış olarak görüyoruz. İdare eden-edilen ayırımı gerçekleşmiş olsa bile, toplumun yöneltici insanı ya en yüksek din adamı, ya da en cesur asker, başrahip ya da başkumandan olunca, siyasal işlev ve, dini ve askeri ödevler bileşimi içinde erimiş ve bağımsız bir biçimde ortaya çıkamamıştır. Çünkü onlar da, belli ve ortak değerler sistemi kurarak, toplumu kaynaşık tutma amacını güderler. örneğin, lslimın, "cemaat ve ittihad" kuralı, aynı zamanda bir siyaset ilkesidir. Müslümanları, "milletden üstün, milletlerüstü bir toplum (Ümmet) halinde ve yalnız din bağı ile birleşik tutma amacını gütmüştür ( 1 9). Teokratik bir anayasa hukuku ilkesi olmuştur.

    Böylece, siyasal işlev, amaçlara ulaştırma sanatı olarak, toplumsal yaşama koşullarının ürünü olarak doğal bir şekilde ortaya çıkmıştır. Sosyologlar buna alt-sistem (sous-systeme)

    ( 1 8) Rayınond Aron'un buluşudur (Georger Burdeau: a.g.e., s . 1 29, not 1 9).

    ( 1 9) lslamcılık Ceryanı kitabımıza bk., s.36.

    53

  • demektedirler. Bir düzeni yaşabnak için kurulmuş, gerçekleştirici tertipler bütünü. Mesele özellikle, zamanımızda şu: Acaba, kendi kendine yeten, başka alanlarla karışmaya mahkı'.im edilmemiş, o alanlara nazaran bağımsız ( autonome) bir siyasal fonksiyondan söz edilebilir mi? Mümkündür. Fakat ayırımın fevkalade zor olduğunu kabul etmek şartıyla . . . Siyasal işlevi, heterojenlikten kurtulmuş, kendine özgü koşullarıyla tanımlamaya çalışanlar, bu zoluğu yenememişlerdir. Öyle bir toplum düşüneceğiz ki, devletin başkanı, ne başrahip, ne başbüyücü (kahin), ne de yürekliliğiyle egemen bir emir olsun . . . Fakat, yalnız siyasal bir organı ve fonksiyonu somutlaştırsın. Sosyal bir modeli gerçekleştirici -tek olmasa bile- egemen gücü te�il etsin.

    Siyasal işlevi, nötr (tarafsız) bir karaktere sahip sayılması ve başka işlevlerden (ekonomik, din, eğitim vs. gibi alt-sistemlerden) ayrılması, onun bir çeşit layikleşmesi demektir. Böylesine bağımsız bir ayrılma, kısmen mümkün olabilmiştir ve siyasetin, öteki alanlarının tümünü kaplayıcı ve yöneltici bir güce sahip olmasını gerektirmiştir. Tarih içinde uzun bir gelişmenin sonucu olmuştur (20). Bugün, çeşitli alanların gölgelemelerinden anmış bir siyaset fonksiyonu bulmak, fevkalade zordur. Çünkü, yaşadığımız teknik ilerlemeler çağında, tarım uygarlığının değerlerini hiçe sayan sanayi devri, siyasete egemen olmuştur. Teknokrasi de aksine, bir siyasetten ayrılmaya götürmektedir. Ne var ki, bu teknokrasi, yanında,

    (20) Siyasal işlevin nötr (tarafsız) bir tanımlamasına, henüz vanlamaınıştır. Bütün çabalanna rağmen Georger Burdeau (a.g.e., s. 1 2 1 - 1 32), ve Jean Meynaud (a.g.e., s. 14 vd.) bu zorluğu yenmiş sayılamazlar.

    54

  • bir tekno-politik yaratıyor. Bu gelişme de az gelişmiş ülkeler,

    egemen ekonomierin teknolojilerine bağımlı durumdadırlar.

    Ve, yirminci yüzyılda, din sömürücülüğü, siyasal işlevleri

    içinde eritmeye uğraşan en önemli kesimdir. Az. gelişmiş ülkelerde, siyasal fonksiyon, öteki alt sistemlerle iç içedir. Siya

    set dini, din de tamamen siyasal bir kimliğe bürünmektedir.

    Siyasal işlevin, gördüğümüz özellikleriyle, var olmadığı

    bir toplum tipi var mıdır? Apolitik (siyasetsiz) toplum tipi,

    hiç şüphesiz Asefal (başsız) olmak gerekir. Gerçi, Marksizm,

    siyasal toplumun ilk ve saf toplumu yozlaştırdığı iddiasında

    dır. Ona göre, siyasal farklılaşma, iş bölümü, egemen sınıfın

    kurduğu baskıcı ve sömürücü devlet gibi unsurlar, bugünün

    siyasal toplumunu vücuda getirmişlerdir. Yeniden, saf toplu

    ma geçiş, sınıfsızlaştınlmış bir toplum olacaktır. Ne var ki,

    hukuksuz ve devletsiz bir toplum modeli, Leninizimle kurul

    muş modellerle karşılaştırılırsa, toplumun tüm alt-sistemleri

    ni kaplayıcı bir siyasileşme görülür. Marksizm, henüz bu me

    seleyi çözememiştir.

    Siyaset, "toplayıcı, birleştirici ve birliği devam ettirici"

    nitelikleriyle, toplumun dokusunda vardır. Siyasal yapıları

    doğurucu nedenler, burada kendiliklerinden ortaya çıkıyor.

    Siyaset, devletin varlık felsefesini yaratan bir işlev olarak,

    amaç saptayıcı rolünü her zaman oynamıştır. Orta Çağda Kut

    sal Roma Cermen İmparatorluğunun "emperyalist" amacı,

    eski Roma'nın kayıtsız şartsız mirasçısı olmaktı. Osmanlı

    Devleti, yayılma (fetih) politikasını amaç edinmiştir. Sovyet

    ler Birliği 'nin, Marksist amacı, komünist topluma ulaşmak

    olarak tanımlanır. İran, Mehdi bekleyişini bir Anayasa pren-

    55

  • sibi sayar. Hiç kimse, az gelişmiş bir ülkenin, kurtuluş pren

    sibini kalkınma politikasına, dayandığından şüphe etmez.

    Gelişmiş bir ülke de, büyüme ekonomisinde, varlık nedenini

    bulur. Siyaset bu anlamıyla bir kişinin, bir zümrenin ya da bir partinin icraatı demek değildir. Asıl ve soylu anlamında, siya

    set toplumca varolmanın felsefesidir, idealleştirilmesidir. Bu

    ideale varmak için, türlü şekilleri ve rejimleri, insan ve aklı

    ve çıkarları yaratabilir. Amaca varış yollarının ve iddialarının

    çeşitliliği de bu suretle doğar. Bu duruma, ilerde değineceğiz.

    Varılan gözlem şu: İktidarların ve muhalefetlerin ötesinde,

    toplumun birlik, bütünlük ve kaynaşıklık içinde yaşamasını

    ve devam etmesini ifade eden bir ilke var. Siyasal hayatın

    amacını, yaratıcılığını, başarıların ya da başarısızlıkların ölçüsü olan birim bu prensipte saklı. İtiraf etmek gerekir ki, bu

    anlamda siyaset, soylu olduğu kadar soyut kalıyor. Zaten, tanımlanamaınasının nedenleri de bu durumdan doğuyor. ör

    neğin, siyasetin şekilsiz olduğu, kurumlaşmadığı belirtilir. Görünmeyen, kurulmuş (müessese) olmadığı halde kurucu

    (müesseseleştirici) bir öz olduğu da aynca söylenir (2 1 ) . Fakat, bu açıklamalar, siyaseti bir toplum hayatı içinde, isteni

    len kalıplara sığdırma girişimlerini önleyememiştir.

    Pratik siyaset

    Soyut, öz ve biçimden yoksun olan siyasete biçim ver

    mek, onu somutlaştırmak, statik, durgun ve durağan bırakmamak gerekir. Siyasal işlev, siyasal bir enerjiyi temsil eder. Bu

    (21 ) Georges Burdeau: a.g.e., s. 1 3 1 - 1 32.

    56

  • işlev pek tabii, somut organlarca yerine getirilecektir. O kadar ki, yapılması gerekli iş, siyasetin somut şeklini, toplumun soyut varlık felsefesiyle aynı şeymişçesine, uydurmaktır. Siyasal fonksiyona, siyasete boyut vermektir. Fakat, bu eyleme girişen, tüın toplum değildir. Toplumu temsil eden organlardır. Hukuk, bu toplum felsefesini eyleme geçirişin hem aracı, hem de güvencesi olur. Bir insan, bir zümre, bir sınıf ya da bir parti, hukuk sayesinde, bu gerçekleştirme, ideali olan devlettir. Devletin yüceltilmesi, asıl siyasettir. Bu siyaseti, gerçekleştirici organ ve tek organ, Duce ve Faşist Partisidir. Otoriter bir rej imden aldığımız örnek, durumu kolaylıkla açıklıyor. İslam devletinde, yüksek siyaset prensibi şeriata uymaktır. Şeriat, Tann 'nın dini-örfi bir tüm içinde oluşturduğu siyasettir. Gerçekleştiricisi de halifedir. Demokratik rej imlerde, gerçekleştirici eylem, daha kanşık ve çoğulcu (plüralist) bir mekanizma içindedir.

    Pratik siyaset, bir devlet felsefesi ya da bir ideoloji adına, toplumu temsilen yapılan gerçekleştirme eylemleridir dediğimiz zaman, temsil terimini, anayasal anlamda almamak gerekir. Temsil, burada "toplum kafası "nı, toplum özlemlerini dile getirmektir. Gerçekleştiriciyle kitle arasında kurulan bağdır. Nedim' in Divan Edebiyatını temsil etmesi gibi, Atatürk'ün de Türk milletini temsil ettiğini söylemek mümkündür. Araya, herhangi bir seçim işlemi girmeden . . . Seçim mekanizmasının, çeşitli sistemleriyle, seçmen ve seçilenleri kapsayarak ortaya çıkarılması, idare eden-edilen uyumunu sağlamak nedeniyle olmuştur. Böylece, demokratizasyon ve politizasyon (siyasallaşma) olaylan toplum yapısına girmişlerdir. Bunlara ileride değinilmiştir. Bizim, burada göstermek is-

    57

  • tediğimiz, siyasetin, gerçekleştirmek için, siyaset yapanlara, icracılara (uygulayıcılar