Upload
others
View
6
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
_____________________________________________________________________________________
Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
Yayın Geliş Tarihi / Article Arrival Date Yayınlanma Tarihi / The Publication Date
24.01.2018 30.03.2018
Dr. Hamdi BİRGÖREN
Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe Eğitimi Bölümü
HAKİKAT-i MUHAMMEDİYYE DÜŞÜNCESİNİN TASAVVUF
ŞİİRİNDEKİ YANSIMALARI
Özet
Tasavvufun önemli meselelerinden birisi hiç şüphesiz Hakikat-i Muhammediyye
konusudur. Hakikat-i Muhammediyye, Hazret-i Muhammed’in beşerî hayatından
önce manevî bir varlığını kabul eden düşünceye denmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de
açıkça konuyu ele alan âyetler bulunmasa bile bazı hadis-i şeriflerin bu konuya te-
mas ettiği bilinmektedir. Yahudîlikteki Adam Kadmon, Hıristiyanlıktaki Logos ve
Yeni Eflatuncuların Nous düşüncesiyle benzerlikler taşıması, bazı araştırmacıların
konuya kuşkuyla bakmasına yol açmıştır. Bu konunun, Kur’ân-ı Kerim’de açıkça
zikredilmemesi ve İslam’ın ilk yıllarında ele alınmamış olması bu kuşkuları artır-
maktadır. Bazı hadis-i şeriflerde ilk yaratılanın nûr, akıl, kalem olduğu belirtilmek-
tedir. Yine ilk yaratılanın Hazret-i Muhammed’in hakikati olduğuna ilişkin ifadeler
yer almaktadır. Vahdet-i vücutçu mutasavvıflar bütün bunları Hakikat-i Muham-
mediyye görüşü etrafında temellendirmektedirler. Bu makalede, Muhammed Fet-
hü’l-Maarif’in Mensur Vahdetnâmesi1 adlı doktora tezinde alt başlık olarak ele al-
dığımız Hakikat-i Muhammediyye konusu; Hakikat-i Muhammediyye fikrinin do-
ğuşu, âlemin yaratılışı, varlık mertebeleri ve kâmil insan çerçevesinde yeniden ele
alınarak tasavvuf şiirindeki yansımaları üzerinde durulacaktır.
Anahtar kelimeler: Vahdet-i vücut, Hakikat-i Muhammediyye, Tasavvuf,
Kâmil insan, Varlık mertebeleri.
1 Hamdi Birgören, Muhammed Fethü’l-Maarif’in Mensur Vahdetnâmesi (İnceleme-Metin), Sakarya Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, 2017.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
239
REFLECTIONS OF THE THOUGHT OF TRUTH OF MUHAMMAD IN
THE MYSTIC POETRY.
Abstract
There is no doubt that the “truth of Muhammad concept”, “Hakikat-ı Muhamme-
diyye” is one of the key issues of the Islamic sufism. Hakikat-ı Muhammediyye
acknowledges the thought that Muhammad is a spiritual existence beyond his hu-
man life. Even though there are no verses that explicitly deal with this subject in
the Qur'an, it is known that there are significant references in the Islamic tradition
and the hadiths to the Muhammad concept as a spiritual existence. The similarities
to the thought of “Adam Kadmon in Judaism”, of “the Logos in Christianity” and
of the “Nous in Neo-Platonism” led some researchers to suspicion about the sub-
ject. Furthermore, the fact that this issue is not explicitly mentioned in the Holy
Qur'an and not taken up in the first years of Islam have increased these doubts.It is
stated in some hadith-i sheriffs that the first creation is light, intelligence and pen.
There are also statements that the first creation was the truth of Hazrat Muhammad.
Wahdat-i wujud (Unity of the entities) mystic believers base all of this around the
view of the Truth of Muhammad, “Hakikat-ı Muhammadiyya”.In this article, the
subject of the Truth of Muhammad, which we have treated as a sub-title in the PhD
thesis named Muhammad Fethu'l-Maarif's Mensur Wahdatnâme, is reconsidered by
the light of the Truth of Muhammad, the creation of the universe, the ranks of enti-
ties and the perfect human being.
Keywords: Vahdet-i Vücut /Unity of the entities, Hakikat-ı Muhammediy-
ye/the Truth of Muhammad, Sufism, Perfect human being, Ranks of the entities.
Giriş
İslam tasavvufunda ele alınan konulardan birisi hakîkat-i Muhammediyye’dir. Bu konu Allah,
âlem ve insan konusunu anlama ve izahını yerli yerine oturtma çabasının bir neticesi olarak
düşünülebilir. Genelde İslam filozoflarının, özelde vahdet-i vücûd düşüncesini benimseyen mu-
tasavvıfların önemsediği hakîkat-i Muhammediyye konusu, mevcûdâtın ortaya çıkışı ve buna
paralel olarak kâmil insan düşüncesiyle birlikte incelenmektedir. Bu sebeple varlık, varlık mer-
tebeleri, kâmil insan gibi konularla ilişkili olarak ele alınmasında fayda olduğunu düşünüyoruz.
Kur’ân-ı Kerim’de, bu konuya doğrudan işaret eden âyetler bulunmamaktadır. Ancak hadîs-i
şeriflerde hakîkat-i Muhammediyye konusuna değinilmiş olması, âyetlerden bazılarının bu ko-
nuyla ilişkilendirilmesine zemin hazırladığı bilinmektedir.
Asr-ı Saâdet’te gündeme gelmeyen bu tür konuların Kur’ân-ı Kerim’de de açıkça zikredilmedi-
ğini belirten kelamcılar ise hakîkat-i Muhammediyye konusuna delil sayılan hadis-i şeriflerin
sıhhati üzerinde durarak sahih hadis kaynaklarında geçmeyen bu hadislerin uydurma olabilece-
ğini ileri sürmektedirler.
Bazı araştırmacılar; Yahudilikteki “âlemin Tanrı suretinde yaratıldığı” inancı, Hıristiyanlıktaki
Logos düşüncesi ve Yeni Eflatunculuktaki “her şeyin Bir’den (Tanrı’dan) sudûru” görüşü ile
vahdet-i vücûdu benimseyen mutasavvıfların hakîkat-i Muhammediyye düşüncesi arasında ben-
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
240
zerlik olduğu varsayımından hareketle hakîkat-i Muhammediyye fikrinin yabancı kültür ve din-
lerin etkisiyle oluştuğunu ileri sürmektedirler.
Bütün bu olumlu ve olumsuz görüşlere rağmen, İslam tasavvufunu meşgul eden konular arasın-
da hakîkat-i Muhammediyye düşüncesinin özel bir yeri olduğunu söyleyebiliriz. Türk edebiya-
tında da azımsanamayacak kadar şair ve yazarımız, bu düşünceyi ortaya koyan şiirler ve nesirler
kaleme almışlardır.
Varlıkların ortaya çıkışını zuhûr ve tecellî ile açıklayan mutasavvıflar, hakîkat-i Muhammediy-
ye’yi kâmil insan görüşüyle irtibatlandırmaktadırlar. Kâmil insan mertebesi, bütün âlemleri
toplayan mertebedir. Çünkü âlem, kâmil insan için var edilmiştir ve zuhûr ve tecellî onunla ta-
mamlanmaktadır.
Hakkîkat-i Muhammediyye Fikrinin Doğuşu
Hakîkat-i Muhammediyye kavramı, Hazret-i Peygamber’in beşerî hayatından önce manevî bir
hakîkate sahip olduğunu ifade etmek üzere kullanılmaktadır. Asr-ı Saadet’te söz konusu edil-
meyen bu tür düşünceler hicrî üçüncü yüzyıldan itibaren tasavvuf literatürüne girmiştir. Hazret-i
Peygamber hayattayken daha çok onun maddî (beşerî) varlığı ve insanlara yaptığı manevî ön-
derlik (nübüvvet) üzerinde durulurken beşerî hayatı nihayetlendikten sonra insanlar onun ma-
nevî yönüne daha fazla önem vermişler ve o yüce insanın beşerî olmayan hakîkatini anlamaya
çalışmışlardır. Bu tutumun hakîkat-i Muhammediyye düşüncesine yol açtığı söylenebilir.
Hakîkat-i Muhammediyye ismini vermeksizin Hz. Muhammed’in manevî şahsiyetini ilk kez
dile getiren Zünnûn-ı Mısrî (ö. 859 veya 862) ve ardından Sehl b. Abdullah Tüsterî (ö. 896)
olmuştur. Onlara göre, Allah, Hz. Muhammed’i kendi nûrundan yaratmıştır. Hz. Muhammed
beşer olarak dünyaya gelmeden önce manevî bir hakîkat olarak yaratılmıştır. Hazret-i Peygam-
ber’in, “Âdem su ile balçık arasında iken ben peygamberdim”2 hadîsini de bu manaya yorumla-
maktadırlar. Daha sonra aynı konuya değinen Hallâc-ı Mansur (ö. 922), Kitâbü’t-Tavâsin adlı
eserinde şöyle ifade etmektedir:3
Nübüvvet nûru, yalnız Onun nûrundan çıkmıştır. Nurların aydınlığı bile Onun nûrundandır.
Nûrlar içinde Kıdem’den daha parlağı, daha eskisi, daha belirlisi olamaz. Fakat O Kerem Sa-
hibi’nin nûru müstesna. Onun himmeti bütün himmetlerin önünde. Vücûdu yokluktan, adı Ka-
lem’den önce. Zira bütün ümmetlerden evveldi O. Varlıkların efendisidir O. O ki ismi Ahmed,
vasfı Avhad, zâtı Evced, sıfatı Emced, emri Evked, himmeti Efred. O ölmez. O hep yaşar. Oldu-
ğu gibi durur hep. Hâdiselerden de önceydi O, şeylerden de. Kâinatlardan önce meşhurdu O.4
Hallâc’a göre Hz. Muhammed’in iki hüviyeti vardır: Birincisi nûr olan ezelî yönü, ikincisi bir
beşer ve peygamber olan maddî yönüdür. Hz. Peygamber’in nûr’dan yaratılan manevî yönüne
ve beşer olan maddî yönüne mutasavvıf şairlerimizden Yunus Emre (1240-1321) ve Salih Baba
(1820-1908) da şiirlerinde şöyle işaret etmektedirler:
Çalap nûrdan yaratmış cânını Muhammed'ün
Âleme rahmet saçmış adını Muhammed'ün5
2 Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfü’l-Hafâ ve Mezîlü’l-İlbâs ammâ’eştehera mine’l-Ehâdîsi alâ Elsineti’n-Nâs, el-
Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1405, C. II, s. 187. 3 Demirci, “Hakîkat-i Muhammediyye”, DİA, 1997, C. 15, s. 179-180. 4 Yaşar Nuri Öztürk, Hallâc-ı Mansûr ve Eseri (Kitâb’üt-Tavâsin), 1. Basım, Fatih Yayınevi Matbaası, İstanbul, 1976,
s. 69-70. 5 Mustafa Tatçı, Yûnus Emre Dîvânı (Tenkitli Metin), Ankara: Kültür Bakanlığı, 1990, s. 155.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
241
***
Zemin ü asuman nûru anın nûru değil midir
O'dur hem zübde-i âlem O'dur hem sadr-ı "erselnâk"6
Mutasavvıf şairlerimizin, Hazret-i Peygamber’in dünya hayatından önceki hakîkatinden bahse-
derken Ahmed ismini, beşerî hakîkatinden bahsederken Muhammed ismini kullandıklarını gör-
mekteyiz:
Gökde Ahmed dahi cennetde ana Mahmûd dinür
Yir yüzinün rûşenâsıdır Muhammed Mustafâ7
***
Semâda ismi Ahmed'dir bu âlemde Muhammed'dir
Ahad'den vâhidiyyettir bu sözde olmagıl sekkâk8
Tasavvuf literatüründe ilk defa Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö. 896) tarafından kullanılan
hakîkat-i Muhammediyye teorisini sistematik olarak izah eden İbn Arabî (1165-1240) olmuş-
tur.9 İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiye’sinde vücûdun bir tek olduğunu, onun varlığından başka bir
şeyin mevcut olmadığını, evvel ve âhir vücûdun Hakk’a mahsus olduğunu söylemektedir. Ona
göre evvelde var olan vücut şimdi de vardır, yok olan şeyse hiçbir zaman var olamaz. Yokluk,
kendisinden hiçbir şeyin meydana gelmediği bir karanlıktır. 10 Vücûd, sonsuz olduğundan yok-
luk diye bir şeyden de söz etmek mümkün değildir. Kâinat ise ilahî vücûdun tenezzül ve te-
cellîlerinden ibarettir. Bâtın olanın zâhir olması biçimindeki bu tecellî ve tezahürler, mertebeler
halinde izah olunmaktadır. Vücûdun birinci mertebesi, künhüne hiçbir varlığın ulaşamayacağı
Mutlak Gayb ya da Ahadiyyet mertebesidir. Hiçbir taayyün ve tezahürün gerçekleşmediği bu
mertebede Hakk’ın mahiyeti bilinemez. Gayb-ı mutlak, gaybü’l-guyûb, gayb-ı meçhul, kenz-i
mahfî de denilen bu mertebeyi mutasavvıflar sır, sırrü’l-esrâr olarak da ifade etmektedirler.
Niyâzî-i Mısrî (1618-1694)’nin aşağıdaki beytinde bu mertebeye işaret olunmaktadır:
Zehî kenz-i hafî k'andan gelür her var olur peydâ
Gehî zulmet zuhûr eyler gehî envâr olur peydâ11
“Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim (bilinmeyi sevdim), mahlukatı yarattım”12 hadisine isti-
naden mevcûdâtın yaratılışı “Allah’ın bilinmeyi arzu etmesine” ya da “bilinmeyi sevmesine”
bağlanmaktadır. Bundan dolayı bazı şairler, Allah’ın bilinme arzusunu, “aşk” olarak nitelendir-
mektedirler:
Cümle mevcûdât u ma’lûmâta aşk akdem dürür
Zîra aşkun evveline bulmadılar ibtidâ13
6 Fehmi Kuyumcu, Salih Baba Divanı, G. 80/6. Bkz. www.sohbetican.com/pdf_dosyalari/salih_baba.pdf.
Erselnâk: “(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ suresi, 107) âyetinden iktibas
olarak kullanılmaktadır. 7 Ahmet, Doğan, Kuddûsî Divanı, Akçağ Yayınları, Ankara, 2002, s. 103. 8 Kuyumcu, a.g.e., G. 80 9 Abdurrezzak Tek, Tarihi Süreçte Tasavvuf ve Tarikatlar, Bursa Akademi Yayınları, Bursa, 2017, s. 144. 10 Hilmi Ziya Ülken, Eski Yunan’dan Çağdaş Düşünceye Doğru İslam Felsefesi, 6. Basım, Doğ Batı Yayınları,
Ankara, 2015, s. 249. 11 Kenan Erdoğan, Niyazi-i Mısrî Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları, 1998, s. 4. 12 Aclûnî, a.g.e., C. II, s. 132. Bu hadisin değerlendirilmesi için bkz. Enbiya Yıldırım, Kutsi Hadisler Üzerine Bir
Değerlendirme, http://www.cumhuriyet.edu.tr/akademik/fak_ilahiyat/bolumlery/enbiya.htm 13 Kenan Erdoğan, a.g.e., s. 3.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
242
Zâtî aşkın zuhûra meylettiği bu mertebeye, “âlem-i ceberût” ismi verildiği gibi rûh-ı küllî,
imâm-ı mübîn, ilk madde, mirât-ı Hak, arş” gibi isimler de verilmektedir. Mevcûdâtın henüz
bilkuvve olarak var olduğu bu mertebede âlim, malum ve ilim birdir. Bu makama ilk nûr ismi
de verilir, çünkü Hazret-i Muhammed, “Allah’ın ilk yarattığı şey benim nûrumdur” buyurmuş-
tur.14 Bütün mevcûdâtın aslı ve başlangıcı bu mertebedir. Mutasavvıfların naklettiği bir kutsî
hadise göre Allah, Hazret-i Peygamber’e, “Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmaz-
dım”15 buyurmuştur. Âlemlerin yaratılışına vesile olan bu ilahî nûr hakkında Nesîmî de şu ifa-
deyi kullanmaktadır:
Hılkat-i eflâke sensin vasıta nûr-ı ilâh
Hem senin şânında münzel oldu levlâke lemâ16
Levlâk ile zât-ı pâki mevsûf
Kur’ân’a sıfâtı zarf u mazrûf17
İslam filozoflarının ve vahdet-i vücûdcu mutasavvıfların âlemi ve insanı izah ederken
başvurdukları hakîkat-i Muhammediyye düşüncesinin edebiyattaki izlerini Mevlânâ gibi ilk
dönem şairlerinden itibaren görmekteyiz:
“Pak aşk, Muhammed’le esti. Tanrı aşk yüzünden ona ‘Sen olmasaydın’ dedi. Hâsılı o, aşktan
tekti. Onun için Tanrı, onu peygamberler içinden seçti. Sen, pak aşka mensup olmasaydın, sen-
de aşk olmasaydı dedi, hiç gökleri var eder miydim?”18
Âlemin Yaratılışı
Âlem kelimesi, soyut ve somut bütün varlıkları, kavramları içine alacak genişlikte kullanılmak-
tadır. Türkçe Sözlük, “Yeryüzü ve gökyüzündeki nesnelerin oluşturduğu bütün, evren; dünya,
cihan; aynı konu ile ilgili kimseler veya bu kimselerin uğraşlarının bütünü; hayvanlar ve bitki-
lerin bütünü”, evren kelimesini ise “gök varlıklarının bütünü, kâinat, âlem, kozmos”19 biçiminde
tanımlamaktadır.
Âlem (evren)in ne zaman, nasıl ve kim tarafından yaratıldığı, hatta yaratılıp yaratılmadığı, nasıl
bir sistem içerisinde varlığını devam ettirdiği konusu tarih boyunca insanları meşgul eden
önemli konuların başında gelmektedir. Âlem; filozofların, ilahiyatçıların ve mutasavvıfların
üzerinde kafa yorduğu ve çeşitli görüşler ileri sürdüğü bir konudur. Bu konudaki görüş farklılı-
ğına, maddenin ezelî olup olmadığıyla ilgili varsayımlar sebep olmaktadır. Maddenin ezelî ol-
duğunu ileri sürenler, Tanrı’ya, bu maddeyi düzenleme, işleme görevi vermektedirler.20 Yani
14 Mahmud Erol Kılıç, İbnü’l-Arabî, İstanbul: İSAM Yayınları, 2015, s. 98. 15 “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım.” Aclûnî (ö.1748)’nin Keşfü’l-Hafâ, C.II, s. 123’te “hadis
olmasa bile anlamı sahihtir” dediği bu sözü, bazı kaynaklar ufak tefek değişikliklerle vermektedir. Bunlardan hadisin
merfu olduğunu belirten Aliyyü’l-Kârî (ö.1606) “Sen olmasaydın dünya yaratılmazdı” biçiminde rivayet ederken,
Sağânî (ö.1252) ise hadisin mevzu olduğunu kaydeder. Bkz. Muhammed Yılmaz, “Bazı Hadîslerin Sıhhat Durumuna
Dair Ünlü Sûfî Necmüddin el-Kübrâ’ya Yöneltilen Sorular ve Cevapları”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, 14 (1), s. 7. 16 Hüseyin Ayan, Nesîmî Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları, 1990, s. 75. 17 Muhammed Nur Doğan, Hüsn ü Aşk, Kültür Bakanlığı e-kitap, s. 4. www.kulturturizm.gov.tr 18 Metin Ekici, Mesnevî, Kültür Bakanlığı, e-kitap, 2003, C. , s. 74. Pdf. 19 Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, s. 668. 20 Necip Taylan, Ana Hatlarıyla İslam Felsefesi, İstanbul: Ensar Yayınları, 2016, s. 240.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
243
maddeyi ezelî sayanların düşüncesine göre Tanrı, bu maddeyi yaratan değil, önceden beri var
olan maddeyi işleyerek âlemi inşa edendir.
Tanrı’yı ezelî sayan diğer görüş ise Tanrı dışındaki her şeyin yaratılmış olduğunu kabul etmek-
tedir. Bu görüşe göre önceden varlığı söz konusu olmayan âlem, sonradan ve Tanrı tarafından
var edilmiştir. Ancak ezelî ve ebedî varlık olan Tanrı’nın âlemi nasıl var ettiği konusunu kelam-
cılarla vahdet-i vücûd düşüncesini benimseyen mutasavvıflar farklı açıklamaktadırlar. Kelamcı-
lar, “O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona sadece ‘ol’ der, o da hemen
oluverir”21 âyetine ve diğer bazı âyetlere22 istinaden âlemin yaratılışını “yaratma” fiiliyle izah
etmeye çalışmakta ve bu âlemin, Allah’ın “ol” emriyle bir anda yaratıldığını söylemektedirler.
Âlemin, “ol” emriyle bir defada yaratıldığı düşüncesini Süleyman Çelebi, Vesiletü’n-Necât’ında
şu şekilde ifade etmektedir:
Bir kez ol demek ile oldı cihân
Olma dirse girü yok olur hemân23
Mutlak ve ezelî bir tek Tanrı fikrine sahip filozoflar ve vahdet-i vücûd görüşünü benimseyen
mutasavvıflar ise âlemi, “sudûr” nazariyesiyle izaha çalışmaktadırlar. Bu teoriye göre âlem,
mutlak varlığın zuhûr ve tecellîsinden ibarettir. Bâtın olan varlığın kendisini değişik âlemler
biçiminde izhar etmesiyle (görünür kılmasıyla) mevcûdât meydana gelmektedir. Vahdet-i vücûd
anlayışına göre, Allah’tan başka varlık yoktur. Kenz-i mahfî (gizli hazine)24 olan Mutlak Var-
lık’ın, bilinmeyi istemesi üzerine, kendisini izhar etmesi, aşama aşama kendisini görünür hâle
getirmesi ya da bâtın olan varlığın kendisini zâhire çıkarması neticesinde bütün âlem ve içinde-
kiler meydana gelmektedir. Bu zâhire çıkma, isimlerin tecellî ve tezahürü biçiminde olmaktadır.
Her varlık bir ismin görüntüsü iken insan, bütün isimlerin görüntüsüdür.
İlk yaratılanla ilgili bilgilerin yer aldığı tasavvufî kaynaklarda geçen hadîs-i şerifler farklı ifade-
lere yer vermektedirler. Allah’ın ilk yarattığı şeyin “akıl”25, “kalem”26, “nûr”27, “arş”28, “su”29
olduğunu veya “Hazret-i Peygamber’in rûhu”30 olduğunu bildiren hadîs-i şerifler rivâyet edil-
mektedir. Azizüddin Nesefî (ö. 1300) bu ilk yaratılan şeyin çeşitli isimlerle ele alındığını ve ona
“cevher, akıl, nûr, rûh, kalem, yakın melek, büyük arş, Âdem” 31 benzeri isimler verildiğini belir-
terek bunların hepsinin ilk cevherin değişik isimleri olduğunu söylemektedir. Bir başka hadîs-i
şerifte Hazret-i Peygamber, “Âdem su ile balçık arasında iken ben peygamberdim”32 buyurmak-
tadır. Bu tarz ifadeleri izah etmek üzere Hz. Peygamber’in bir manevî, bir de beşerî cephesinin
bulunduğunu, manevî cephesinin Hz. Âdem’den önce mevcut olmasına rağmen beşerî varlığının
21 Bakara suresi, 117. 22 Her şeyin Allah tarafından yaratıldığını bildiren âyetlerden bazıları şunlardır: Ra’d 16, Haşr 24, Fâtır 3, Nûr 45,
Vâkıa 58-59, Hicr 86, Yâsin 81.Mü’minûn 14, Saffât 125, A’râf 54. 23 Osmanzâde Hüseyin Vassâf, Mevlid (Süleyman Çelebi ve Vesiletü’n-Necât’ı), Cemal Kurnaz-Mustafa Tatçı (hzl.),
Ankara: Akçağ Yayınları, 1999, s. 62. 24 “Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.” (Aclûnî, a.g.e., C. II, s. 132) 25 Aclûnî, a.g.e., H. No: 823. 26 Ebû Davut, Sünnet 16; Tirmizî, Kader 17, Tefsiru Sure-i Kalem; Ahmed b. Hanbel, V/317; Hâkim, II/498;
Beyhakî, 3/9, 204. 27 Aclûnî, a.g.e., H. No: 827. 28 Buhârî, Bed’ü’l-Halk 1, Tevhid 21, Cihad 4; Tirmizî, Tefsiru Sure-i En’âm 58, 68, Sıfatu’l-Cennet 4, Menakib
(3946). 29 Tirmizî, Cennet 2. 30 Aclûnî, a.g.e., H. No. 723, 823, 824, 827. 31 Azizüddin Nesefî, Tasavvufta İnsan Meselesi: İnsan-ı Kâmil, Mehmet Kanar (çev.), İstanbul: Dergâh Yayınları,
2013, s. 247-248. 32 Aclûnî, a.g.e., C. II, s. 187.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
244
Hz. Âdem’den sonra yaratıldığını ileri sürenler olmasına rağmen mutasavvıfların bu düşüncesi-
ne Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı âyetlerle karşı çıkanlar da bulunmaktadır:
De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu
vahyediliyor.”33
Peygamberleri, onlara dedi ki: “Biz ancak sizin gibi birer insanız. Fakat Allah, kullarından
dilediğine (peygamberlik) nimetini bahşeder.”34
Kur’ân âyetlerinin zâhirinden hakîkat-i Muhammediyye anlayışına ulaşamayanlar, İslâm dışı
tesirlerin etkisiyle geliştiğini söyledikleri hakîkat-i Muhammediyye düşüncesinin, Peygamber’i
insanüstü bir konuma yükselttiği iddiasıyla bu “aşkın peygamber” anlayışına karşı çıkmaktadır-
lar.35
Eski kültür ve dinlerle felsefecilerde de bütün âlemin kendisinden oluşturulduğu bir “ilk mad-
de”36 anlayışı vardır. Bunlardan Yunan filozoflarının, özellikle Yeni Eflatuncuların, Yahudile-
rin, Hıristiyanların, hatta Hint kültürünün İslâm’ın hakîkat-i Muhammediyye görüşü üzerinde
etkisi olduğu ileri sürülmektedir. H. Z. Ülken, Muhyiddin İbn Arabî’nin vahdet-i vücûdcu olma-
sına rağmen felsefî köklerinin Kur’ân’ın mistik yorumuna, Yeni Platonculara, İşrakîlere, kelâm-
cılara, Meşşâîlere, Kabbalistlere dayandığını belirtmektedir.37 Kabbalist Yahudilere göre Tanrı,
evreni kendi suretinde yaratmıştır. Adam Kadmon* adını verdikleri, insan aklının idrak edeme-
yeceği Tanrı’nın, kendisine benzer yarattığı ilk varlık, evrendir. Daha sonra bunu prototip insan
veya ilk insan olarak Sephirotik Sistem (Hayat Ağacı)* ismiyle sistemleştirmişlerdir.38 Hıristi-
yanlığın Logos (kelime) anlayışıyla İslâm tasavvufundaki hakîkat-i Muhammediyye anlayışı
arasında ilgi kurmak da mümkün görünüyor. Çünkü İncil’de geçen şu ifadeler mutasavvıflar
üzerinde etkili olmuşa benziyor:
“Başlangıçta Söz (Logos, Kelâm) vardı. Söz, Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta
o, Tanrı’yla birlikteydi. Her şey onun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey onsuz olmadı.
33 Kehf suresi, 110; Fussilet suresi. 6. 34 İbrahim suresi, 11. 35 Örnek olmak üzere bkz. Süleyman Ateş, İşârî Tefsir Okulu, 2. Baskı, Yeni Ufuk Neşriyat, İstanbul 1998, s. 284;
Mahmut Ay, “İşârî Tefsirlerde Hakîkat-i Muhammediyye Anlayışı”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
2010, 23, 77-120. 36 Taylan, a.g.e., s. 46-47. 37 Hilmi Ziya Ülken, İslâm Düşüncesi, 5. Basım, Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2015 s. 157. * Adam Kadmon, Kabala düşüncesinde kâmil insan olarak düşünülür ve Sefirot Ağacı ile temsil edilir. Zohar (Nur)
Kitabında “Tanrı hiçbir biçimde betimlenemez ve tanımlanamaz olandır. Bunun için Onu işaret edecek herhangi bir
şey ya da söz olamaz. Her şey ondan çıkar ama O, hiçbir şeyle nitelendirilemez. Tanrı, evreni sözleriyle yaptı ve
Adam Kadmon ile sözünü tamamladı. Bu nedenle, insan kendini bilmekle nura kavuşur” ifadesi yer almaktadır
(Cengil, Kabbalah, s. 180). Ayrıca Tevrat’ta Süleyman’ın Özdeyişleri kitabında insanın ontolojik yönüne vurgu
yapılarak şunlar söylenmektedir: “Rabb yaratma işine başladığında ilk beni yarattı. Dünya var olmadan önce, ta
başlangıçta, öncesizlikte yerimi aldım. Enginler yokken, suları bol pınarlar yokken doğdum ben. Dağlar daha
oluşmadan, tepeler belirmeden, Rabb dünyayı, kırları ve dünyadaki toprağın zerresini yaratmadan doğdum. Rabb
gökleri yerine koyduğunda oradaydım, engin denizleri ufukla çevirdiğinde, sular buyruğundan öte geçmesinler diye
denize sınır çizdiğinde, dünyanın temellerini pekiştirdiğinde, Baş Mimar olarak onun yanındaydım.” Bkz. Kutsal
Kitap, Süleymanın Özdeyişleri 8: 22-30; Arzu Cengil, Kabbalah (Yahudi Gizemi), 3. Basım, İstanbul: Ayna
Yayınevi, 2004, s. 180. * Varlık konusunu işleyen eserlerden Muhiddin İbn Arabî’ye ait olduğu iddia edilen Varlık Ağacı (Şeceretü’l-Kevn)
isimli eser de varlık konusunu işlemektedir. Bkz. İbn Arabî, Varlık Ağacı (Şeceretü’l-Kevn), Hüseyin Şemsi Ergüneş
(terc.), Ercan Alkan-Osman Sacid Arı-M. Nedim Tan (hazl.), İstanbul: İz Yayıncılık, 2013. 38 Hanife Dönmez, “Doğu Düşüncesinde İnsan-ı Kamil”, Doğu Batı Dergisi, yıl: 15, Sayı: 65, Mayıs-Haziran-
Temmuz 2012, s. 73-88.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
245
Yaşam ondaydı ve yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta parlar. Karanlık onu alt edeme-
di.”39
Yeni Platoncu ve gnostik (gizemci) düşünceleri İslâm’a uyarlamaya çalışan gruplar arasında
sufî çevrelerin, İhvân-ı Safâ gibi teolojik-felsefî grupların ve İsmailîlerin bulunduğunu belirten
Goldziher, “Peygamber’i adeta Yeni Platoncu ve sezgici fikirlerin mütercimi olarak takdim
eden büyük bir hadis külliyatının neş’et ettiğini” belirttiği bildirisinde40 bu hadîslere ilişkin iddi-
alarını dile getirmektedir.
Vahdetnâme adlı eserinde, Kur’ân-ı Kerîm’deki “Allah, göklerin ve yerin nûrudur”41 âyetine
işaret eden Fethü’l-Maârif (ö. 1824/25)42 nûrun hakîkatinin bir tek olduğunu ve bu yüzden Al-
lah’ın kendi zâtına nûr dediği gibi kelâmına da nûr dediğini belirtmektedir. Buna göre bütün
mevcûdâtın hakîkati ve mahiyeti bir tek nûrdur. Bir tek olanın çok olmasının düşünülemeyeceği
gibi parçalanma ve bölünme kabul etmesi de düşünülemez. Hz. Muhammed, o nûrdandır. Ma-
demki Allah’tan başka bir şey yoktur, öyleyse insanı yaratıcısından ayrı düşünmek de mümkün
olmaz. Bütün mevcûdât böyledir. Bu sebeple Allah, “Onlar dünyâ hayatının ancak dış yönünü
bilirler. Âhiret konusunda ise tamamen gaflettedirler”43 buyurmaktadır. Bir kutsî hadise göre
Allah, “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım”44 ve başka bir hadise göre “On
sekiz bin âlemi senin yüzün suyuna yarattım” buyurmaktadır. Hz. Peygamber âlemin hem men-
şei hem de yaratılış gayesidir; yaratılmışların efendisi, mevcûdâtın ekmeli ve Allah kelâmının
39 Kitab-ı Mukaddes Şirketi, Kitab-ı Mukaddes (İncil, Yuhanna), İstanbul: 2001, 1: 1-5. 40 Ignaz Goldziher, XV. Uluslararaı Oryantalistler Kongresi’nde sunduğu bildirisinde, “Allah’ın ilk yarattığı şey
akıldır” biçiminde rivayet edilen hadisin Yeni-Eflatuncu sudur nazariyesine dayandığını, Sünnî hadis kaynaklarının
itirazına cevap mahiyetinde “Senin sayende bilinirim, senin sayende bana hamdedilir ve senin sayende bana ibadet
edilir” eklemesinin yapıldığını, yine “Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir”, “Âdem su ile balçık arasındayken ben
peygamberdim”, “Ben yaratılışta insanların ilkiyim, dirilişte ise sonuncusuyum” biçiminde rivayet edilen hadîslerin
Muhammed’in varlığının önceliği telakkisine dayandığını ifade etmektedir. Hatta Şiîler, bu üstün varlık düşüncesini
biraz daha ileriye götürerek Ehl-i Beyt etrafında bir mitoloji oluşturdular. Bu mitolojiye göre Allah, Âdem’i yarattı-
ğında Muhammed, Ali, Fâtıma ve bunların oğulları Hasan ile Hüseyin’i nuranî cevherler halinde Âdem’in beline
koydu.” Meleklerin Âdem’e secde etmesinin sebebi bu ilahî nurdu. Daha sonra Allah, Âdem’e başını kaldırıp yukarı
bakmasını söyledi. Âdem, Muhammed’in ve Ehl-i Beyt’in diğer fertlerinin nurani cisimlerinin, tıpkı insanın yüzünün
temiz bir aynadaki aksi gibi arşa aksettiğini gördü. Goldziher, bu şahsiyetlerin göğe aksetmesi düşüncesinin temelle-
rini sadece İran’ın eski dinlerinde aramamak, Yahudilerin “İsrailoğullarının ilk atası Yakub’un arşa aksetmesi” dü-
şüncesiyle de ilişkilendirilmesi gerektiğini söylemektedir. Üstün insan olan Peygamber’in nuraniyeti meselesini, Hz.
Muhammed’i öven şairlerden Kumeyt’in şiirleriyle ilişkilendiren Goldziher, Şiî çevrelerde bu düşüncenin İmamları
da kapsayacak biçimde genişletildiğini söylemektedir. Âdem’in toprağı yoğurulurken, Cebrail tarafından yeryüzün-
den, Hz. Muhammed’in kabrinin olduğu yerden alınan beyaz bir toprak, cennet ırmaklarıyla yoğrularak Muham-
med’in bedeni oluşturulmuştur. İnci gibi parlayan bu toprağa Allah nazar etmiştir. Allah korkusundan terleyen bu
inciden 124 damla dökülmüş ve bunlardan da peygamberler meydana gelmiştir. Nûr-ı Muhammedî düşüncesinin
oluşumuna sebep olan nur bu nurdur. Âdem’den önce yaratılan bu nur, önce Âdem’in alnında parlamış, sonra diğer
peygamberler vasıtasıyla Muhammed’e kadar gelmiştir. Sünnî düşünce Hazret-i Peygamber’le bu nurun tamamlandı-
ğını söylerken Şiîler imamlar vasıtasıyla devam ettiğine inanmaktadır. Bu düşünce bütün peygamberlerin aynı asıldan
geldiğini, muhtelif zamanlarda farklı simalar olarak ortaya çıkan peygamberlerin Allah’ın mesajını insanlara ulaştıran
elçiler olduğunu ifade etmektedir. Hepsinin özü aynı, fakat görünümleri farklıdır. Ignaz Goldziher, bu son düşüncenin
de Hıristiyan gnostisizmindeki “Tek gerçek peygamber, her dönem Allah tarafından yaratılıp Kutsal Ruh ile donatı-
lan, dünya var olduğundan beri isimlerini ve görüntülerini değiştire değiştire dünyanın bütün safahatını yaşamak
suretiyle, kendisi için belirlenen sürenin sonunda, üzerine aldığı görev nedeniyle ilahî rahmetle kutsanmış olarak
ebedî dinginliğe ulaşan insanın kendisidir” anlayışına dayandığını iddia etmektedir. Bkz. Ignaz Goldziher, “Hadis’te
Yeni-Eflatuncu ve Gnostik Unsurlar”, Ömer Özsoy (çev.), A.Ü.İ.F.D., cilt: 36, Ankara 1997, s. 405-421. 41 Nûr suresi, 35. 42 Muhammed Fethü’l-Maârif (ö. 1824/25), Rıfaî tarikatının bir kolu olan Ma’rifîliğin kurucusu ve şeyhi. 43 Rûm suresi, 7. 44 Aclûnî, a.g.e., C. II, s. 123.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
246
muhatabıdır. Bu sebeple Elif Lâm Mîm’den Kâf ve Nûn’a kadar mukattaat harfleri bulunan 29
surede hitap Hazret-i Peygamber’edir. Kün (ol) denilince olan da odur.45
Sudûr görüşünü benimseyen filozoflar ve mutasavvıflar, âlemin meydana gelişini mertebeler
halinde izah etmektedirler. Bu mertebelerden birisine hakîkat-i Muhammediyye ismi verildiği
için burada varlık mertebelerinden de söz etmemiz uygun olacaktır.
Varlık Mertebeleri
Türkçe Sözlük’te “var olma durumu, mevcûdiyet, var olan her şey” anlamında kullanılan varlık
(vücûd) için felsefî olarak “var olan şey, var olduğu söylenen şey, var olanın varoluşu”46 gibi
anlamlar verilmektedir. İslam Ansiklopedisi’ne göre “Varlık, insan aklının ulaşabildiği en genel
kavramdır; düşünmeye gerek kalmadan akıl tarafından hemen anlaşıldığından apaçık (bedîhî)
ve önsel (kablî) bir kavramdır. Varlık, Antik Çağ filozoflarından beri üzerinde durulan bir ko-
nudur. Platon (MÖ 427-348), yokluğun izafî olduğunu söylerken Aristo (MÖ 384-322), yokluk
diye bir şeyin varlığından söz edilemeyeceğini, var olan bir şeyin yokluğundan söz edilebilece-
ğini belirtiyordu. Farabî ve İbn Sina’nın yokluk anlayışı da Aristo’ya benzemektedir.”47 Aynı
kaynakta vücûd konusunu S. S. Yavuz da şöyle açıklamaktadır: “Vücûd, Allah’ın zihin dışında
gerçekliğinin bulunduğunu ve yokluğunun düşünülemeyeceğini belirten sıfattır. Dinî bir terim
olarak vücûd, Allah’ın, zihin dışında gerçekliğinin bulunduğunu ve mevcûdiyetinin zorunlu
(vâcibü’l-vücûd) olduğunu belirtmektedir. Allah’ın varlığı, zâtının gereği yani kendindendir
(bizâtihî, lizâtihî), onun dışındaki varlıkların mevcûdiyeti ise kendileri dışındandır (bigayrihî,
ligayrihî).”48
Mutasavvıflar, Allah haricindeki her şeyi âlem olarak değerlendirmektedirler. Onlara göre, akla,
hayale gelen, düşünülebilen her şey âlem (mâsivâ)dir. “Bidayette Allah vardı, O'ndan önce baş-
ka bir şey yoktu”49 hadîsine istinaden Allah’tan başka hiçbir şeyin olmadığı lâ-taayyün merte-
besi tasavvur edilmekte, hatta bazıları bu tasavvura “şimdi de öyledir”50 sözünü ilave etmekte-
dirler. Âlemin nasıl var olduğuna ve Allah’la münasebetine dair çeşitli görüşler ileri sürülmüş-
tür. Yeni Eflatunculardan Plotinus (205-270), Tanrı’nın varlığı ve mahiyetiyle âlemin var oluşu
arasında sıkı bir ilişki bulunduğunu söylemekteydi. Her şeyin kaynağı Tanrı’dır. Ona göre âlem,
Tanrı (Bir)’dan sudûr yoluyla oluşmuştur. Elbette İslam filozofları üzerinde Platon, Aristo ve
Yeni Eflatuncuların etkisi bilinmektedir.51
Varlığı, zorunlu ve mümkün diye ikiye ayıran filozoflardan Farabî (872-951)’nin ilk kez sözünü
ettiği ve İbn Sinâ (980-1037)’nın geliştirdiği “sudûr” teorisine göre âlem, zorunlu varlık (vâci-
bü’l-vücûd)tan belli bir düzen içinde ve devamlı olarak taşma biçiminde meydana geliyor.52
Âlemin oluşumunu sudûr ve tecellî teorisiyle açıklayan sûfîlere göre varlıklar Allah'tan zuhûr
etmek suretiyle derece derece ondan uzaklaşmakta ve tenezzül ederek (aşağıya inerek) meydana
gelmektedirler.
45 Hamdi Birgören, Muhammed Fethü’l-Maarif’in Mensur Vahdetnâmesi (İnceleme-Metin), Sakarya Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, 2017, s. 374. 46 Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, s. 2079. 47 Mahmut Kaya, “Vücûd”, DİA, 2013, C. 43, s. 139-140. 48 Salih Sabri Yavuz, “Vücûd”, DİA, 2005, C. 43, s. 136-137. 49 Buhârî, Megâzî 67, 74, Bedü’l-halk 1, Tevhid 22. 50 Muhyiddin İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, Ekrem Demirli (çev.), Litera Yayıncılık, İstanbul, 2015, C. 1, s. 338. 51 Taylan, a.g.e., s, 107-108. 52 Hüseyin Atay, Farabi ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2001, s. 234-235.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
247
“Kısaca varlık (vücûd) birdir. Âlem, onun tecellî ve zuhûrudur. Bu meydana çıkma (tecellî ve
zuhûr) bir takım taayyün dereceleri ve iniş (tenezzül) mertebelerinden geçer. Yani yaratılış, bir
meydana çıkıştır ve iniş mertebeleri de sıfatlarda bilkuvve mevcut olan istidatların derece dere-
ce görünüşünden başka bir şey değildir.”53
Tasavvuf çevrelerinde, zuhûr ve tecellî biçiminde gerçekleştiği kabul edilen yaratılışın insanda
son bulduğu, yukarıdan aşağı insana kadar olan yarı dairenin kavs-ı nüzûlü, insandan yukarıya
doğru olan çıkışın kavs-ı urûcu oluşturduğuna inanılmaktadır. Bu manevî yolculuğu tamamla-
yabilmek için insanın beşerî bağlılıklarından soyutlanması gerekmektedir. Ulaşılacak olan
hakîkat tektir. Her şeyin kaynağı Mutlak Varlık’tır. Bütün kâinat ve içindeki varlıklar, onun
tezahüründen ibarettir. Mutlak Varlık’ın taayyün etmediği bu hâle sufîler zât-ı mutlak, gaybü’l-
guyûb, menbaü’l-feyz, künhü’z-zât, zâtü’z-zevât, nûrü’l-envâr gibi isimler vermektedirler. Mu-
tasavvıflara göre yaratmak, varlıkların mahiyetine vücûd vermek, onlara varlık libası giydirmek
anlamına gelmektedir. Vücûdun mertebe mertebe tenezzül etmesi, zuhûr eden görüntülerin ço-
ğalmasıdır. Varlık mertebelerinin zuhûru, anlaşılması ve anlatılması zor bir konu olduğundan
mutasavvıflar sembollere de başvurmaktadırlar: Derya-damla, nûr-gölge, ayna-görüntü, nokta-
daire, tohum-ağaç, harfler sembolizmi...54
Âyîne-i vahdet-i ilâhî
Mir’ât-ı vücûdıdır kemâhî55
Teccellîden murad, “Gizli bir hazîne idim...”56 hadîsinde bildirildiği üzere gizli olanın, yani Zât-
ı İlâhî’nin ortaya çıkmasıdır. Yoksa kastedilen mevcûdâtın ortaya çıkması değildir. Çünkü
mevcûdâtın gerçek varlığı yoktur. “Gizli bir hazine idim” ifadesinden maksat, Zât-ı İlâhî’nin
taayyün etmediği mertebedir. Mevcûdâtın zâhirine bakanlar eseri görürken, hakîkat ehli müessi-
ri görmektedir. İ. H. Bursevî bu husus şöyle ifade etmektedir: “Hakîkat ehli nazarında mevcûdât
gizli, Hak âşikârdır. Diğer insanlar nazarında Hak gizli, halk (mevcûdât) aşikârdır.”57
Mutasavvıflara göre tek ve gerçek varlık, varlığı zorunlu olan Zât-ı Mutlak’tır. Varlık âlemi ise
onun sıfat ve fiillerinin görüntüsüdür. Bu görüntüler gerçek olmayıp izafî varlıklardır. Allah’ın
varlığına tabidirler. Gerçek varlık olmasa, bu mevcûdâtın bir saniye bile ayakta kalması müm-
kün olamaz. Hakîkî varlık (vücûd) O’na aittir. Dolayısıyla âlem itibarîdir, izâfîdir. Varlık, sade-
ce O’dur. Mutasavvıfların yaygın olarak kullandıkları Farsça ifâdesiyle “heme o’st” (hepsi
O’dur). İnsan aklı, Mutlak Varlık’ın ne olduğunu kavramaktan âcizdir. İnsan aklının kavraya-
bildiği, hakîkî vücûdun değişik mertebelerdeki zuhûr ve tecellîlerinden ibaret olan mevcûdâttır.
Bu zuhûr ve tecellîler değişik tasniflere tabi tutularak anlatılmaya çalışılmaktadır. Genelleme
yaparak gayb âlemi - şehadet âlemi veya emir âlemi - halk âlemi, ulvî âlem – süflî âlem gibi
ikili ya da ceberût âlemi, melekût âlemi, mülk âlemi biçiminde üçlü58 tasnif yapanlar vardır.
Lâhût âlemi, Ceberût âlemi, Melekût âlemi, Mülk âlemi ve Nâsût âlemi veya âlem-i zât, âlem-i
sıfat, âlem-i ef’âl, âlem-i âsâr ve âlem-i insân biçiminde beşli tasnife tabi tutanlar vardır. Taay-
yün mertebelerine hazret-i lâhut, hazret-i ceberût, hazret-i melekût, hazret-i mülk ve hazret-i
53 Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Vahdet-i Vücûd md., C. 4, s. 236-237. 54 Mahmut Erol Kılıç, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Varlık Mertebeleri (Vücûd ve Merâtibü’l-Vücûd), Doktora Tezi,
İstanbul 1995, s. 315. 55 Doğan, Hüsn ü Aşk, s. 5. 56 Aclûnî, a.g.e., C. II, s. 132. 57 İsmail Hakkı Burusevî, Şerh-i Hazarât-ı Hamse, İBB, Atatürk Kitaplığı, OE_Yz_0312, vr. 2b. 58 Nesefî, a.g.e., s. 215-220.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
248
nâsût da denmektedir. Harflerle ilişkilendirip 28 ve 32 sayısına tamamlayanlar59 hatta bu iniş
mertebelerini kırka ve yüze kadar çıkaranlar da vardır.60 Varlık (vücûd), hazerât-ı hamse veya
avâlim-i hamse adı verilen beşli taayyün derecesi, altılı veya yedili tenezzül (iniş) adı verilen
iniş mertebeleriyle izah edilmeye de çalışılmıştır. Aslında vücûd (varlık) sonsuz mertebede
zuhûr etmektedir. Daha anlaşılır olacağı düşüncesiyle tenezzülât-ı seb’a (yedi iniş) adı da veri-
len yedili tasnifi esas almayı uygun gördük.61 Elbette keşfe ve akla göre yapılan bu sınıflandır-
maların itibarî olduğu unutulmamalıdır. Yoksa bir ve tek olan hakîkî varlık, her türlü kayıt ve
sınırlamalardan münezzehtir. Varlık mertebelerine bir göz atacak olursak:
1. Lâ-taayyün, Sırf Zât, Mutlak Vücûd, Ahâdiyyet
Sırf Zât mertebesidir. Bu mertebede Zât, bütün kayıtlardan, izafelerden münezzehtir.62 Hak
Teâlâ hazretlerinin künhüdür. Hakîkî Vücûd, insan tarafından idrak edilemez. Hiçbir kayıtla
mukayyet olmayan bir vücûdun, bütün kayıtlarla mukayyet olan bir varlık (insan) tarafından
idrak edilmesi, yüce varlığın sınırlandırılması anlamına gelir ki bu mümkün değildir. Mutlak
Vücûd, bu haldeyken esmâ, sıfat ve fiillerin teccelî ve zuhûrundan uzaktır. Bu yüzden lâ-
taayyün (ortaya çıkmama, belirli olmama) mertebesi denmektedir. İsimler, sıfatlar ve fiiller
Zât’ta eriyip yok olmuşlardır. Bir tek vücûud olması bakımından Vücûd-ı Mutlak, ahadiyyet
mertebesidir. Sayı ve cihet kabul etmemesi sebebiyle Sırf Vücûd (Mahza Vücûd) da denir. Son-
radan ortaya çıkacak varlıklar tarafından bilinememesi ve idrak edilememesi dolayısıyla Âlem-i
lâhut, Sırru’s-sır, Sırru’l-ezel, Gaybü’l-guyûb, Gayb-ı Mutlak63 gibi isimler de verilir. Bu mer-
tebede Zât-ı Ahadiyyetin varlığı her şeyi kuşatmıştır. Vücûd, sadece ondan ibarettir. Lâ-
mevcûde illallah’tır, yani Allah’ın varlığından başka hiçbir şey yoktur. Hatta yokluk kavramı
bile yoktur. Yokluk kavramı, zuhûr ve tecellî suretiyle meydana gelen varlıklara göre söz konu-
sudur. Sonradan ortaya çıkacak (hâdis) varlıkların mebdei ve menşei o Zât’tır. Rivâyete göre
Ebû Rezin, “Allah âlemi yaratmadan evvel neredeydi?” diye sorduğunda Hazret-i Peygamber,
“Altında üstünde hava bulunmayan bir amâ’da idi”64 biçiminde cevap verdiğinden “amâ âle-
mi”65 ismi de verilmektedir.66
2. Vahdet, Taayyün-i Evvel, Hakîkat-i Muhammediyye Mertebesi
Vahdet mertebesi, Zât’ın ulûhiyyet mertebesine tecellîsidir. Bu mertebede Vücûd, bütün isimleri
ve sıfatları câmi olduğundan Allah ismini alır. Vücûd-ı Hakîkî’nin, hakîkat-i Muhammediyye
olarak adlandırılan vahdet mertebesine tenezzülü meşiyyet (irade, isteme) ile değildir, bu ilk
tenezzül onun zâtının gereğidir. Zât-ı lâ-taayyünün taayyün suretindeki bu ilk zuhûru, ilk tenez-
59 Muhammed Nur, Mısrî Niyazî Divanı Şerhi, s. 70, 86. 60 Kılıç, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Varlık Mertebeleri, s. 314. 61 Tasavvufta varlık mertebeleri için bkz. Ahmed Avni Konuk, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, Mustafa Tahralı
(hzl.), İstanbul: İz Yayıncılık, 1992, s. 23, 35, 79; Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Vahdet-i Vücûd md., C. 4, s. 238-
239; Ahmet Ögke, “Varlık Meselesi”, Tasavvuf El Kitabı, Kadir Özköse (Ed.), 1. Basım, Grafiker Yayınları, Ankara,
2012, s. 472-490; Ömür Ceylan, Tasavvufî Şiir Şerhleri, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2000, s. 208-213; Fuzûlî,
Matlau’l-İtikâd fî Ma’rifeti’l-Mabda’i va’l-Ma’âd, Muhammad B. Tâvît At-Tancî (nşr.), DTCF Yayınları, TTK
Basımevi, Ankara, 1962, s. 24; Nur, a.g.e., s. 70, 86; Toshihiko İzutsu, İbn Arabî’nin Füsûs’undaki Anahtar-
Kavramlar, Ahmed Yüksel Özemre (çev.), 4. Basım, İstanbul: Kaknüs, 2015., s. 207-214; Karaşab-ı Velî, Miyârü’t-
Tarîkat (Tarikat Âdâbı), Mutasafa Tatçı-Cemal Kurnaz (haz.), Alperen Yayınları, Ankara, 2002, s.117-124; Mustafa
Aşkar, Molla Fenarî ve Vahdet-i Vücûd Anlayışı, 1. Basım, Ankara: Muradiye Kültür Vakfı Yayınları, 1993, s. 125-
176. 62 Aşkar, a.g.e., s.172. 63 Birgören, a.g.e., s. 609. 64 Buharî, Megâzî 67, 74, Bed’ul-Halk 1. 65 Sadreddin Konevî, Tasavvuf Metafiziği, Ekrem Demirli (çev.), 4. Basım, İz Yayıncılık, İstanbul, 2013, s. 145. 66 Çelik, a.g.e., s. 63.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
249
zül olup taayyün-i evvel, ilm-i mutlak ve vücûd-ı mutlak olarak bilinir.67 Ceberût âlemi de deni-
len bu mertebede bütün eşya bilkuvve mevcuttur. Bu mertebede Vücûd-ı Mutlak, kendi zâtını,
isimlerini, sıfatlarını ve bütün mevcûdatını topluca bilir.68 Bu yüzden mutlak ilim mertebesi de
denilmektedir.69 Fakat henüz hiçbir mevcut zuhûra gelmemiştir. Bu mertebe isimler ve sıfatlar
mertebesidir.70 Bu mertebede sıfat mevsûfun ve isim müsemmânın aynıdır. Zât, vahdet mertebe-
sinin bâtını (içi), vahdet mertebesi de Zât’ın zâhiri (dışı)dir. “Küntü kenzen mahfiyyen”71 kutsî
hadisi gereği âlemlerin yaratılmasına sebep olan zâtî sevginin (aşk-ı mutlak) ilahî bir sıfat biçi-
minde zuhûra meyl etmesiyle ortaya çıkmıştır. İlim, irâde, tekvin gibi bütün isimleri ve sonsuz
ilahî sıfatları kendisinde cem ettiği için ilmî suretlerin veya sıfatların mebdei de denir. Mücerred
“Kün” emriyle yaratılmıştır.72 Bu mertebede mevcûdâtın izafî varlıkları henüz meydana çıkma-
dığı halde Zât’ın ilminde mevcutturlar. Siyah nûr biçiminde düşünülüp bütün mevcûdâtın varlık
ışıklarını bu nûrdan aldığı kabul edildiğinden sevâd-ı azam olarak isimlendirilmektedir. Bütün
isimleri (esmâ-i hüsnâ) câmi olduğundan ism-i azam da denilmektedir. Bütün sırları kavraması
dolayısıyla ilk akıl (akl-ı evvel)dır. Bütün bilgilerin zâtî ilimden levh-i mahfûza çıkmasına ara-
cılık ettiği için kalem-i a’lâ da denir. Bu mertebe çokluğun başlangıcıdır.
3. Vâhidiyyet, İkinci Taayyün Mertebesi
Allah bu mertebede zâtını, sıfatlarını ve bütün mevcûdâtı tafsîl olarak bilir. Bu mertebede ilim
suretleri birbirine göre ayrılık gösterir. İlahî sıfatlara ait olan bu suretlere ayân-ı sâbite, hakâyık-
ı ilâhiyye,73 vâhidiyyet mertebesi de denir. Ayân-ı sâbite, henüz kuvveden fiile çıkmamış ancak
akılla idrak olunabilen bir mahiyete sahip olup fiilî bir varlığa sahip değillerdir.74 Mevcudâta ait
suretlerin hakîkatlerinden ibaret olan bu ilmî suretler, kendi varlıklarının da diğer varlıkların da
suretlerinin şuurunda değillerdir. Ayân-ı sâbite denilen bu ilmî suretler, kesret âlemindeki var-
lıkların meydana gelmesine sebep olurlar. Bu suretlerin mevcudiyet sebebi ise Allah’tır. Şehâdet
âleminde ortaya çıkan bütün mevcûdât, ayân-ı sâbitedeki bu ilmî suretlerin gölgeleridir.75 Mülk
âlemindeki mevcûdâtın hakîkatleri ve illetleri bu suretlerdir. Bu mertebeye âlem-i melekût, haz-
ret-i melekût, âlem-i hayâl, âlem-i misâl, âlem-i ervâh, taayyün-i sâni gibi isimler de verilmek-
tedir.76 Ruhlar âlemi, mücerred nefisler ve akıllar âlemi de denir. Bu mertebede yaratılış, varlık
ve isimlerin eserleri mevcuttur. Hak Teâlâ, kadîm ilmiyle her şeyi nasıl biliyor idi ve nasıl mu-
rad ettiyse hemen öylece oluvermişlerdir. İlk taayyün mertebesi bunun bâtını, bu da onun zâhi-
ridir.
4. Âlem-i Ervâh
Bu mertebede vücûd, vâhidiyyet âlemindeki ilmî suretler biçiminden ruhlar âlemine tenezzül
etmiş, latifliğini bir derece daha kaybetmiştir. Rûh, bu mertebede kendisini, kendi benzerini ve
kendisinin mebdei olan yüce Zâtı kavrar.77 Bu merhale önceki ilmî suretler, basit cevherler bi-
çiminde zuhûr eder. Bu cevherlerin biçimi ve rengi yoktur, zaman ve mekan ile de kayıtlanmış
değillerdir. Çünkü zaman ve mekan cisimle ilgili şeylerdir. Âyette geçen “Hani Rabbin (ezelde)
67 Konuk, a.g.e., s. 27. 68 Kılıç, İbnü’l-Arabî, s. 98. 69 Birgören, a.g.e., s. 610. 70 Mahmut Erol Kılıç, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Varlık Mertebeleri, s. 314. 71 Gizli bir hazine idim... (Aclûnî, a.g.e., C. II, s. 132) 72 Ceylan, a.g.e., s. 212. 73 Çelik, a.g.e., s. 63. 74 İzutsu, a.g.e., s. 166. 75 Ögke, a.g.e., s. 476. 76 Birgören, a.g.e., s. 611. 77 Kılıç, İbnü’l-Arabî, s. 103.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
250
Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)’ demişlerdi.
Böyle yapmamız kıyâmet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir”78 ifadesi bu merte-
beye işaret etmektedir. Rûh, emir âlemindendir, yani halk âleminden değildir. Bunun manası,
Allah tarafından demektir. Âyette belirtilen, “De ki: Rûh, Rabbimin emrindendir”79 ifadesini
açıklarken bazı araştırmacılar “âlem-i emir” ile kastedilenin “kün” emriyle ortaya çıkan her şey
olduğunu belirtmektedirler.80 Şehadet âleminde meydana çıkacak olan bedenin bâtını (içi) rûh-
tur. Tasavvuf ehli rûhun bedenle irtibatını, Mutlak Vücûdun mâsivâ ile irtibatına benzetmekte-
dirler.
5. Âlem-i Misâl
Rûhlar âleminde bulunan her bir ferdin, cisimler âleminde bürüneceği bir suretin benzeri bu
âlemde meydana çıkmaktadır. Bunlar muhayyile ile kavranabildiği için âlem-i hayâl denir. Bu
âlem, ruhlar ile cisimler arasında berzah (ara yer)tır. Bu yüzden âlem-i berzah da denir. Bu
âlem, cisimler âlemine göre latîf ve soyuttur; rûhlar âlemine göre kesîf ve somuttur.81 Hayal ile
anlaşılabilen bir âlem olduğu için aynadaki akis ile de izahı yapılır. Bu âlemde parçalanma ve
ayrılma söz konusu değildir.
6. Âlem-i Şehâdet, Âlem-i Mülk
Vücûdun, cisimler ve maddeler biçiminde tecellî ve zuhûr ettiği mertebedir. Dolayısıyla bu
âlemde parçalanma, unsurların parçalanması ve birbirinden ayrılması söz konusu olur. Zuhûr ve
tecellî, yoğunlaşmış ve somutlaşmıştır. İnsanlar, beş duyuyla bu âlemdeki mevcûdâtı idrak ede-
bilirler. Yani gözleriyle görebilir, elleriyle dokunabilirler. Bu âlemdeki varlıkları, canlı varlıklar
ve cansız varlıklar diye ikiye ayırmak mümkündür. Bazılarının rûhu vardır, bazılarının yoktur.
Ancak mutasavvıflar, bu âlemdeki canlı ve cansız bütün varlıkların hakîkatlerinin ayân-ı sabite-
de olduğuna, dolayısıyla hepsinin farklı derecelerde birer rûha sahip olduklarına inanmaktadır-
lar.82 Ayân-ı sâbitedeki hakîkat, bu varlıkların müdebbiri, mutasarrıfı ve rûhudur. Bu âleme,
kevn ü fesad (oluş ve bozuluş) âlemi de denir. Bu âlemde cisimler, bir var olur, bir yok olur; bu
oluş ve bozuluş o kadar hızlı olur ki biz onların farkına bile varamayız. Buradaki mevcûdât,
vücûd-ı mutlakın tenezzülünden meydana gelmektedir. Zâtın isim ve sıfatları gayriyyet elbisesi
giymiştir. Bunlara “mahlûk” ismi verilir. Mahlûklar, zât-ı mutlaka izafeten vücûd kazanmışlar-
dır, yoksa hakîkî vücûd, Hak Teâlâ’ya aittir.83
7. İnsân-ı Kâmil Mertebesi
Türkçede olgun insan veya yetkin insan biçiminde kullanılan insân-ı kâmil için Ethem Cebeci-
oğlu, “gerçek insân-ı kâmilin, vücûb ile imkan arasında berzah; hâdis sıfatlarla kıdem sıfatları-
nı ve hükümlerin arasını toplayan ayna”84 olduğunu söylemektedir. O, Hak ile halk arasında
vasıtadır. Hakk’ın feyzi, imdadı onun vasıtasıyla yayılır. Hak’tan gayrı her şey, ya ulvî ya
süflîdir. Her ikisi arasında, ikisinden de ayrı olmayan bir berzahiyyet olmasaydı, irtibatsızlık
sebebiyle ilâhî yardım âleminden hiçbir şey ulaşmazdı.
78 A’râf suresi, 172. 79 İsrâ suresi, 85. 80 Konuk, a.g.e., s. 74. 81 Kılıç, İbnü’l-Arabî, s. 103. 82 Çelik, a.g.e., s. 128. 83 Birgören, a.g.e., s. 612. 84 Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara: Rehber, 1997, s. 135.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
251
Tasavvufun üzerinde önemle durduğu kavramlardan birisi olan insân-ı kâmil, başlangıçta kâmil
mümin anlamında kullanılırken sonradan yol gösterici, kılavuz, rehber anlamlarını kazanmıştır.
Buna göre tasavvufî hareketlerin başında bulunan şeyh, mürşid-i kâmil, pîr, eren, velî kelimeleri
yerine de kullanılmaya başlanmıştır. Tasavvuf düşüncesinde beşerî duygulardan ve dünyevî
bağlılıklardan nefsini arındırarak kemâle ermiş, kendi varlığını Hakk’ın varlığında eritmiş, ta-
savvuf literatürüyle fenâ fillah (Allah’ta fanî olma) aşamasından bekâ billah (Allah’la bâkî ol-
ma) aşamasına ulaşmış kimselere de kâmil insan denmektedir.85
“Vücûd/varlık mertebelerinden biri de insandır. Vücûd mertebeleri onunla tamamlandı, âlem
kemâle erdi ve Hak Teâlâ isim ve sıfatları itibarıyla en kâmil manada tezahür etti. Şu halde
insan, mertebe itibarıyla en son, kemâl itibarıyla derecesi en yüce varlıktır. Başka varlıklar
böyle değildir.”86
Vahdet-i vücûd düşüncesine göre âlemdeki varlıklardan her biri, Hakk’ın ilahî isim ve sıfatları-
nın değişik biçimlerde zuhûr ve tecellîleridir. Hak, varlıklar biçiminde zuhûr etmektedir. Dola-
yısıyla varlıkların sıfatları, hakîkî vücûdun sıfatlarıdır. Diğer varlıklar, kendi istidatları nispetin-
de sıfatların birine veya birkaçına mazhar olurlarken insan, diğer varlıklardan farklı olarak,
Hakk’ın bütün sıfatlarına mazhar olmaktadır. Bütün sıfatların tecellîgâhıdır. Bu yüzden insan,
Hakk’ın bütün isim ve sıfatlarının zuhûr ettiği cilalanmış bir ayna gibidir. İnsan, bütün isimlere
(esmâ) mazhar olması dolayısıyla Allah, meleklere, “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım”87
demişti. İnsanın yeryüzündeki üstünlüğü (halîfeliği) bütün isimleri toplamasına ve onlara maz-
har olmasına dayanmaktadır. Bu hilâfetin yalnızca yeryüzüyle mi, yoksa bütün âlemle mi ilgili
olduğuna dair farklı görüşler varsa da İbn Arabî, “Onu arz-ı ecsâmda halîfe kıldı” demektedir.
Buna göre insanın (insân-ı kâmilin) yeryüzündeki hilâfeti umumî, rûhlar âlemindeki hilâfeti ise
umumî değildir.88 İnsanın maddî yönü, yeryüzündeki unsurlardan, manevî yönü ise Rabbin üf-
lediği rûhtandır. Âyette bu konu şöyle ifade edilmektedir: “Hani Rabbin meleklere, ‘Ben kuru
bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine rûhumdan
üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin’ demişti.”89 Çünkü Allah, meleklere isimleri
sorduğunda senin bize öğrettiğin ‘Subbûh’ ve ‘Kuddûs’ dışında bir şey bilmeyiz, cevabını ver-
mişlerdi. “Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince...”90 melekler hemen Âdem’e secde
ettiler. İnsan, bu üstün vasfını, bütün isimlerin tecellîsine mazhar olmasına borçludur. Mutlak
Vücûd’un tecellî ve zuhûru, nihayet insan (Âdem)da kemâl noktasına ulaşmıştır. Âyette, “Biz,
gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık”91 ve hadîs-i şerifte “Allah, Âdem’i kendi suretin-
de ve Rahman suretinde yarattı”92 buyurulmaktadır. Bir şehir mesabesinde olan şehâdet âlemi-
nin imarı, Hakk’ın halîfesiyle gerçekleşir. Kâmil insan olmaksızın âlemin vücûdu rûhsuz bir
ceset hükmündedir. Avni Konuk, Tedbîrât-ı İlâhiyye Şerhi’nde, “Allah, yedi göğü ve yerden bir
o kadarını yaratandır. Allah’ın emri bunlar arasından inip durmaktadır ki Allah’ın her şeye
kâdir olduğunu ve Allah’ın her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz”93 âyetini insân-ı kâmilin vü-
85 İsa Çelik, Tasavvufî Düşüncede İnsân-ı Kâmil, İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2010, s. 27-28. 86 Çelik, a.g.e., s. 128. 87 Bakara suresi, 30. 88 Konuk, a.g.e., s. 6. 89 Hicr suresi, 28-29. 90 Bakara suresi, 33. 91 Tîn suresi, 4. 92 Meclisî, Bihârü’l-Envâr, C. XI, s. 111. 93 Talâk suresi, 12.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
252
cûduna delil saymaktadır. İnsan-ı kebîr sayılan yedi kat gökyüzünün bir benzeri olarak yeryü-
zünde ve yeryüzü unsurlarından yaratılan varlık (insan-ı sağîr) da bir âlem sayılır.94
Şehadet âleminde bulunan her varlık, Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıtıyorsa da bu yansıtma
kâmil manâda değildir. Hak Teâlâ’nın bütün isim ve sıfatlarını yansıtan asıl varlık insân-ı
kâmildir. “Ey Resulüm! Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım”95 hadîs-i kutsîsinde belirtildiği
üzere âlemin yaratılma amacı insandır; insandan maksat ise insân-ı kâmildir. İnsan, âlemin bir
özeti mesâbesindedir. Şeyh Gâlib’in “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i
dîde-i ekvân olan âdemsin sen”96 beyti bu noktaya işaret etmektedir. İnsan iki cepheli bir varlık-
tır. Bir yönüyle Hakk’a, bir yönüyle halka (âleme) bakmaktadır.
İnsan-ı kâmil, Hakk’ın sûretini ve âlemin suretini birleştirmektedir. Bu yüzden Hak ile âlem
arasında berzah ve ayna vazifesi görür. Hak, suretini insan aynasında görür, mahlûkât da kendi
suretini onda görür.97
Hakîkî insân-ı kâmil olan Hz. Peygamber’in Hakk’a ayna oluşunu Hüdâyî şu beytinde ifade
etmektedir:
Âyînedir bu âlem her şey Hakk ile kâim
Mirât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim98
Mevcûdât, Hak Teâlâ’nın sıfat ve isimlerinin tecellî ve zuhûrlarıyla meydana gelmektedir. Yani
âlem, Hakk’ın sıfat, isim ve fiillerinin tecellî mahallidir. Bir nevi Hakk’ın gölgesidir. İsmin
müsemmâdan, sıfatın mevsuftan farkı olamayacağı için, vahdet-i vücûd anlayışı, âlemi, Hak’tan
farklı bir şey olarak görmez. Aslında gölgenin bir varlığı yoktur. Bir tek vücûd vardır, o da Zât-ı
İlahî’nin vücûdu (varlığı)dur. Dolayısıyla âlem ve içindekiler vehimdir, hayaldir, izafîdir.
Cîlî’ye göre insân-ı kâmil, daima birincilik makamının sahibidir. Bu durum, varlığın başlangı-
cından ebediyete kadar sürecektir. İnsân-ı kâmil, çeşitli vasıflara bürünerek çeşitli yerlerde gö-
rünür. Hazret-i Muhammed’in nûru ilk yaratılandır, meleklerden bile önce yaratılmıştır. Bu nûr
ilk defa Âdem’de tecellî etmiş, ondan diğer peygamberlere intikal etmek suretiyle asıl sahibi
olan Hazret-i Muhammed’e ulaşmıştır. Ölümsüz ve ebedî olan bu nûr, ölümünden sonra da de-
vam etmektedir. Bütün mahlukattan önce ilk yaratılanın Hazret-i Muhammed’in nûru olduğunu
ve bu nûrun Hazret-i Âdem’den diğer peygamberlere intikal etmek suretiyle Hâtemü’l-
Enbiyâ’ya ulaştığını belirten Süleyman Çelebi, konuyu beyitlerinde şu şekilde ele almaktadır:
Hak Teâlâ çün yarattı Âdem’i
Kıldı Âdem’le müzeyyen âlemi
Âdem’e kıldı ferişteler sücûd
Hem ona çok kıldı O lûtf ıssı cûd
Mustafa nûrunu alnında kodu
Bil habîbim nûrudur bu nûr dedi
94 Konuk, a.g.e., s. 15. 95 Aclûnî, a.g.e., C.II, s. 123. 96 Muhsin Kalkışım, Şeyh Gâlib Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları, 1994, s. 179-181 97 Çelik, a.g.e., s. 126-127. 98 Hüseyin Vassâf, Tasavvufî Şiir Şerhleri, Muammer Cengiz (hzl.), 1. Basım, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2015, s.
204.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
253
Kıldı o nûr onun alnında karâr
Kaldı onun ile nice rûzigâr
Sonra Havva alnına nakl etdi bil
Durdu onda dahi nice ay ve yıl
Şit doğdu ona nakl etti buğûr
Onun alnında tecellî kıldı nûr
Erdi İbrâhîm’e İsmâil’e hem
Söz uzanûr eğer kalanın der isem
İşbu resm ile müselsel muttasıl
Ta olunca Mustafa'ya müntakil
Geldi çün ol Rahmeten lil-'âlemîn
Vardı nûr onda karâr etti hemîn99
İslâm kelâmcıları arasında da sufîler arasında da üstünlük yönünden Hazret-i Muhammed’in
önünde düşünülen bir varlık yoktur. Bu manada insân-ı kâmil, izafî bir varlığın değil, gerçek
manada var olan bir insanın adı ve sıfatıdır, yani Hazret-i Muhammed’dir. Kur’ân-ı Kerim’de,
“Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı
çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır100” buyurulması da Hazret-i Muhammed’in
örnek yaratılışına işaret etmektedir. Bu makama erişen evliyâullah ise onun vârisleridir.101 Haz-
ret-i Muhammed’in yaratılmışlardan üstünlüğünü Kuddûsî şu şekilde ortaya koymaktadır:
Yaratmamış Hudâ bir kul Muhammed Mustafâdan yeğ
Be-küllî halkdan efdaldür ve cümle enbiyâdan yeğ102
Gerçek manada insân-ı kâmil Hazret-i Muhammed’dir. Sufîler bu kavramın kapsamını genişle-
terek diğer peygamberleri ve onlardan sonra gelen velîleri de birer kâmil insan saymaktadırlar.
Hazret-i Peygamber dışındakilerin, Allah’ın bütün isimlerini tam anlamıyla temsil etme imkan-
ları yoktur. Çünkü bütün İlahî isim ve sıfatlar gerçek anlamda Hazret-i Peygamber’de tecellî
etmiştir. Tasavvufî hareketlerin amacı kendi müntesiplerini ya da genel anlamda bütün insanları
kemâl mertebesine çıkarmaktır. Ancak herkesin istidadı buna müsait değildir. Hz. Peygam-
ber’in, bütün ilahî isimlerin mazharı olduğu hususuna Aziz Mahmud Hüdâyî şu şiiriyle işaret
etmektedir:
Şâhidin leyl-i İsrâ
Sübhâne'l-lezî esrâ
Câmi' cümle-i esmâ
99 Neclâ Pekolcay, Mevlid (Vesîletü’n-Necât), Süleman Çelebi, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1997, s.
56-58. 100 Ahzâb suresi, 21. 101 Demirci, DİA, C. 15, s. 179-180. 102 Doğan, a.g.e., s. 207.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
254
Sensin yâ Resûla'llâh103
Nûr-ı Muhammedî kavramını ontolojik manada kullanmasalar bile bazı tasavvufî kaynaklar, ilk
yaratılanın Muhammed’in nûru olduğunu, bütün âlemin yaratılış sebebi olan Hazret-i Muham-
med’in insan türünün en üstünü olduğunu vurgulamaktadırlar. Sonraki peygamberler ve velîler
arasında olduğu gibi peygamberlerin ümmetleri arasında da mertebe farkları bulunmaktadır. Bu
düşünceye göre dünyaya sonradan gelen ümmet olarak Muhammed ümmeti, öncekilerin hep-
sinden üstündür. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’inde, “Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve
örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet yap-
tık”104 bir başka ayette ise, “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz”105 buyurulmak-
tadır. Bu âyetler, Muhammed ümmetinin diğer ümmetlerden üstünlüğüne delil gösterilmektedir.
Hadîs-i şerifte, “Ümmetimin âlimleri, Benî İsrail peygamberleri gibidir”106 buyrulurken bir baş-
ka hadiste, “Alimler, peygamberlerin vârisleridir”107 buyurulmaktadır. Mutasavvıflara göre
Hazret-i Muhammed son peygamber olduğu için ondan sonra başka bir peygamber gelmeyece-
ğine göre Allah onları sahipsiz, öndersiz bırakmamak için Peygamber’in yolunu izleyerek in-
sanlara rehberlik yapan velîler gelecektir. Yaratılıştan bu makama istidatlı olarak dünyaya gelen
bu insanlar, tarîkatın âdâb ve erkânını bilen kimselerin gözetiminde ilmî, tasavvufî ve ahlakî bir
eğitimden geçirilirler. Velîlik makamına ulaşmak için yalnızca zahirî bilgilerle donanmak yeter-
li olmaz. Bu sebeple tasavvuf çevreleri bu görevi üstlenecek kimseyi şeyh, mürşid, rehber, kıla-
vuz edinerek onun insân-ı kâmil olduğunu kabul ederler.
İzin izle yüri bir merd-i Hakk’un
Yolın öğretsin ol merd sana Hakk’un108
***
Nâkıs vücûda çün kim noksân gelir hemîşe
Cehd eyle kâmil ol kim gelmez kemâle noksân109
***
Her mürşide dil virme kim yolunı sarpa ugradur
Mürşidi kâmil olanun gâyet yolı âsân imiş110
Sonuç
Varlığın ne olduğu, âlemin nasıl var edildiği ve insanın bu âlemdeki görevinin ne olduğu gibi
konular İslam filozofları, kelamcılar ve mutasavvıfların ciddiyetle üzerinde durdukları konular-
dandır. Allah’ın varlığı, birliği, varlığını kimseye borçlu olmayışı, evvel ve âhir, bâtın ve zâhir
oluşu konusunda hiçbirisinin şüphesi yoktur. Âlemin var edilişindeki Allah’ın “Ol” emrinin
yaratılış ya da sudûr biçiminde mi gerçekleştiği hususunda farklı düşünenler bulunmaktadır.
103 Aziz Mahmud Hüdâyî, Dîvân-ı İlâhiyât, Mustafa Tatçı-Musa Yıldız (hzl.), Kıtabevi Yayınları, Ankara, 2005, s.
53. 104 Bakara suresi, 143. 105 Âl-i İmrân suresi, 110. 106 Aclûnî, a.g.e., C. II, s. 64. 107 Ebû Dâvûd, İlm 1/3641; Tirmizî, İlm 19/2683; İbn Mâce, Mukaddime 17/223. 108 Süleyman Gökbulut, Olanlar Şeyhi İbrahim Efendi’nin Vahdetnâme/Usûl-i Muhakkıkîn’i Işığında Tasavvufî
Görüşleri (İnceleme-Metin), Dokuz Eylül Üniversitesi SBE, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir, 2003, s. 143. 109 Ayan, a.g.e., s. 277. 110 Erdoğan, a.g.e., s. 98.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
255
Mutasavvıflar genellikle varlığın birliği (vahdet-i vücûd) düşüncesi çerçevesinde gerçek varlığın
Hakk’a ait olduğunu, diğer varlıklarınsa Hakk’ın isimlerinin tecellîleri olduğunu benimsemek-
tedirler. Buna göre bâtın olan Hak, kendisini âlem suretinde zâhir etmektedir.
Türk Edebiyatında hakîkat-i Muhammediyye düşüncesinin tesirlerini XIII. Yüzyıldan itibaren
görmekteyiz. Mutasavvıf şair ve yazarlarımız da bu konuları ele aldıkları eserlerinde ortaya
koymaya çalışmışlardır. Bu eserlere bakıldığında hakîkat-i Muhammediyye düşüncesinin birkaç
açıdan ele alındığını görülmektedir:
1. “Gizli hazine” olan Hakk’ın bilinme arzusu, esmâsının zuhûr ve tecellîsine sebep ol-
maktadır. Bu anlamda Hakk’ın kendisini izhar etmeye başladığı ilk mertebenin adı
hakîkat-i Muhammediyyedir. Gizli sırların ifşa edilmeye başlandığı bu ilk varlık nûr,
rûh veya akıl biçiminde de isimlendirilmektedir.
2. Kutsi bir hadise göre Hakk’ın, “Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmaz-
dım”111 sözüyle, âlemin yaratılmasındaki maksadın Hz. Muhammed olduğuna işaret
edilmektedir.
3. Her varlık kendi istidadı nispetinde yaratıcısının vasıflarını yansıtırken insan, Hakk’ın
vasıflarını tam anlamıyla yansıtan bir aynadır. Bu yüzden âlem, insanın vücut bulmasıy-
la tamamlanmıştır. Bu itibarla insân-ı kâmil olan hakîkat-i Muhammediyye, Hak ile
âlem arasında bir ara varlık olarak düşünülmektedir.
4. Allah, bütün kâinatı Hazret-i Muhammed için, Hazret-i Muhammed’i ise kendisi için
yaratmıştır. Beşerî varlığı ve nübüvvet görevi sona ermesine rağmen Hz. Muhammed’in
manevî varlığı devam etmektedir. Peygamberin manevî hakîkati devam etmemiş olsay-
dı, yaratılış gayesini yitireceği için âlemin fesada uğraması gerekirdi. Bugün o yolun
zahirî temsilcileri, Peygamberin yolunu izleyen velilerdir.
5. Mutlak kemâl Hakk’a aittir. Hakk’ın kemâli, esmâ ve sıfatlarının tecellîsi biçiminde
müşahede edilebilmektedir. Kâinatta bulunan her bir varlık, Hakk’ın isim ve sıfatların-
dan birisinin tecellîsini yansıtmaktadır. Her bir varlıktaki tecellî eksik tecellîdir.
Hakk’ın bütün isimlerinin tecellî ettiği tek varlık insandır. Bu yüzden dünyaya gelen in-
sanın da kemâl yolunda ilerlemesi gerekir. İnsanın kemâli, Hakk’ın zât, sıfat ve fiillerini
tanımaya bağlıdır. Hakk’ın zâtını, esmâsını, sıfatlarını ve fiillerini tanıma bakımından
Hazret-i Muhammed’den daha kâmil bir varlık düşünülemez.
Türk tasavvuf şiirinin el aldığı biçimiyle hakîkat-i Muhammediyye kavramı, insanı merkeze
almak suretiyle varlığı, varoluşu ve insanın görevini açıklama çabasının bir neticesi gibi görün-
mektedir. Bu âlem insan için yaratıldığına göre varlığını insana borçludur. İnsan da bu âlem
üzerinde yaşayacağına göre varlığının devamını âleme borçludur. Âlem var olduğu sürece insan,
insan var olduğu sürece âlem hayatını sürdürecektir.
111 “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım.” Aclûnî a.g.e., C. II, s. 123.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
256
KAYNAKLAR
Aclûnî, İsmail b. Muhammed, (1988), Keşfü’l-Hafâ ve Mezîlü’l-İlbâs ammâ eştehera mine’l-
Ehâdîsi alâ Elsineti’n-Nâs I-II, Muhammed Abdülaziz el-Hâlidî (yay. haz.), 3. Basım,
Dârü’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut.
Afîfî, Ebu’l-Alâ, Muhyiddin İbnu’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesi, Mahmet Dağ (çev.), Ankara:
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, s. 59. www. Docslide.org.Pdf.
4/18/2017.
Atay, Hüseyin, (2001), Farabi ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, Kültür Bakanlığı Yayınları, Anka-
ra.
Ateş, Süleyman, (1998), İşârî Tefsir Okulu, 2. Baskı, Yeni Ufuk Neşriyat, İstanbul.
Ayan, Hüseyin, (1990), Nesîmî Divanı, Akçağ Yayınları, Ankara.
Cebecioğlu, Ethem, (1997), Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Rehber, Ankara.
Cengil, Arzu, (2004), Kabbalah (Yahudi Gizemi), 3. Basım, Ayna Yayınevi, İstanbul.
Çelik, İsa, (2010), Tasavvufî Düşüncede İnsân-ı Kâmil, Kaknüs Yayınları, İstanbul.
Demirci, Mehmet, (1997), “Hakîkat-i Muhammediyye”, DİA, 1997, C.15, s.179-180, İstanbul.
Doğan, Ahmet, (2002), Kuddûsî Divanı, Akçağ Yayınları, Ankara.
Doğan, Muhammed Nur, Hüsn ü Aşk, Kültür Bakanlığı e-kitap, www.kulturturizm.gov.tr
Dönmez, Hanife, (2012), “Doğu Düşüncesinde İnsan-ı Kamil”, Doğu Batı Dergisi, yıl: 15, Sayı:
65, Mayıs-Haziran-Temmuz, s. 73-88.
Ekici, Metin (2003), Mesnevî, Kültür Bakanlığı, e-kitap, www.kulturturizm.gov.tr
Erdoğan, Kenan, (1998), Niyazî-i Mısrî Divanı, Akçağ Yayınları, Ankara.
Goldziher, Ignaz, (1997), “Hadis’te Yeni-Eflatuncu ve Gnostik Unsurlar”, Ömer Özsoy (çev.),
A.Ü.İ.F.D., cilt: 36, Ankara.
Gökbulut, Süleyman, (2003), Olanlar Şeyhi İbrahim Efendi’nin Vahdetnâme/Usûl-i Muhak-
kıkîn’i Işığında Tasavvufî Görüşleri (İnceleme-Metin), Dokuz Eylül Üniversitesi SBE,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir.
Günenç, Yaşar, (2001), Hallâc-ı Mansur - Tavâsin, 3. Basım, Yaba Yayınları, İstanbul.
Hüseyin Vassâf, (2015), Tasavvufî Şiir Şerhleri, Muammer Cengiz (hzl.), 1. Basım, Dergâh
Yayınları, İstanbul.
İsmail Hakkı Burusevî, Şerh-i Hazarât-ı Hamse, İBB, Atatürk Kitaplığı, OE_Yz_0312, vr. 2b.
İzutsu, Toshihiko, (2015), İbn Arabî’nin Füsûs’undaki Anahtar-Kavramlar, Ahmed Yüksel
Özemre (çev.), 4. Basım, Kaknüs, İstanbul.
Kalkışım, Muhsin, Şeyh Gâlib Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları, 1994.
Kaya, Mahmut, (2013), “Vücûd”, DİA, 2013, C. 43, s. 139-140, İstanbul.
Kılıç, Mahmud Erol, (1995), Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Varlık Mertebeleri (Vücûd ve Merâti-
bü’l-Vücûd), Doktora Tezi, İstanbul.
Hakikat-İ Muhammediyye Düşüncesinin Tasavvuf Şiirindeki Yansımaları
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
257
Kılıç, Mahmud Erol, (2015), İbnü’l-Arabî, İSAM Yayınları, İstanbul.
Kitab-ı Mukaddes Şirketi, (2001), Kitab-ı Mukaddes (İncil, Yuhanna).
Sadreddin Konevî, (2013), Tasavvuf Metafiziği, Ekrem Demirli (çev.), $. Basım, İz Yayıncılık,
İstanbul.
Konuk, Ahmed Avni, (1992), Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, Mustafa Tahralı (hzl.), İz
Yayıncılık, İstanbul.
Kur’ân-ı Kerîm Meâli, (2006), Diyanet İşleri Başkanlığı, 12. Basım, Ankara.
Kuyumcu, Fehmi, (1979), Salih Baba Divanı, G. 80/6. Ankara.
Nesefî, Azizüddin, (2013), Tasavvufta İnsan Meselesi: İnsan-ı Kâmil, Mehmet Kanar (çev.),
Dergâh Yayınları, İstanbul.
Osmanzâde Hüseyin Vassâf, (1999), Mevlid (Süleyman Çelebi ve Vesiletü’n-Necât’ı), Cemal
Kurnaz-Mustafa Tatçı (hzl.), Akçağ Yayınları, Ankara.
Ögke, Ahmet, (2012), “Varlık Meselesi”, Tasavvuf El Kitabı, Kadir Özköse (Ed.), 1. Basım,
Grafiker Yayınları, s. 472-490, Ankara.
Öztürk, Yaşar Nuri, (1976), Hallâc-ı Mansûr ve Eseri (Kitâb’üt-Tavâsin), 1. Basım, Fatih Yayı-
nevi, İstanbul.
Pekolcay, Neclâ, (1997), Mevlid (Vesîletü’n-Necât), Süleman Çelebi, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ankara.
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, (1991), “Vahdet-i Vücûd”, Risale Yayınları, C. 4, s. 236-237,
İstanbul.
Tatçı, Mustafa, (1990), Yunus Emre Divanı (İnceleme-Metin), Kültür Bakanlığı, Ankara.
Tek, Abdurrezzak, (2017), Tarihi Süreçte Tasavvuf ve Tarikatlar, Bursa Akademi Yayınları,
Bursa.
Taylan, Necip, (2016), Ana Hatlarıyla İslam Felsefesi, Ensar Yayınları, İstanbul.
Türkçe Sözlük, (2005), Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara.
Ülken, Hilmi Ziya, (2015), İslâm Düşüncesi, 5. Basım, Doğu Batı Yayınları, Ankara.
Ülken, Hilmi Ziya, (2015), Eski Yunan’dan Çağdaş Düşünceye Doğru İslam Felsefesi, 6. Ba-
sım, Doğu Batı Yayınları, Ankara.
Yavuz, Salih Sabri, (2013), “Vücûd”, DİA, C. 43, s. 136-137, İstanbul.
Yılmaz, Muhammed, (2015), “Bazı Hadîslerin Sıhhat Durumuna Dair Ünlü Sûfî Necmüddin el-
Kübrâ’ya Yöneltilen Sorular ve Cevapları”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, 14 (1), s. 7.