Upload
iskenderbey
View
121
Download
8
Embed Size (px)
DESCRIPTION
awesome
Citation preview
RİSALE-İ NUR KÜLLİYATINDAN
SABIR RİSALESİ
Bediüzzaman Said Nursî
NESİL YAYINLARI
Sanayi Cad. Bilge Sk. No: 2 Yenibosna-Bahçelievler / İstanbul Tel: (0212) 551 32 25 pbx ■ Fax: (0212) 551 26 59 www.nesil.com.tr www.nesilyayinlari.com www.erisale.com www.risaleinur.com.tr www.bediuzzaman.net www.sozbasimyayin.com e-posta: [email protected] © Bu Eserin Yayın Hakkı Nesil Basım Yayın Gıda Tic. ve San. A.Ş.’ye aittir. ISBN: 978-975-269-983-0 Baskı: Nesil Matbaacılık Beymer San. Sit. 2. Cad. No: 23 Yakuplu-Beylikdüzü / İstanbul Tel: (0212) 876 38 68 İstanbul – Temmuz 2011
İÇİNDEKİLER
Birinci Lem’a ..............................................9 İkinci Lem’a..............................................20 Hâtime......................................................44 İkinci Lem’a hakkında Bediüzzaman’a
gönderilen bir mektup ...........................47 Ey sabırsız nefsim! ....................................49 Sabrın çeşitleri ..........................................53 Sabır ve dua .............................................63 Belâ ve musibetler geçicidir ......................65 Mesnevî-i Nuriye, Habbe’den...................68 Sabır içinde şükür.....................................71 Sekizinci Söz’den......................................88 On Üçüncü Söz’ün İkinci Makamı’ndan...89 On İkinci Şuâ’dan.....................................90 Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci
Makam’dan ...........................................90 Otuz İkinci Söz, 3. Mevkıf’tan ...................96
6 Sabır Risalesi
Bediüzzaman’ın hayatından sabır örnekleri ................................................98
Yirmi Sekizinci Mektup, 4. Risale Olan 4. Mesele’den ..................................... 105 İhtiyarlar Risalesi’nden........................... 109 Meyve Risalesi, Sekizinci Mesele’den .... 112 Emirdağ Lâhikası, 148. Mektup’tan ...... 114 İmanla gelen sabır ................................. 118 Bakara Sûresi, 14-15, Münafıklar
Hakkında............................................ 119 Barla Lâhikası, 172. Mektup’tan............ 120 Barla Lâhikası, 214. Mektup’tan............ 122 Barla Lâhikası, 255. Mektup’tan............ 123 Barla Lâhikası, 48. Mektup’tan.............. 125 Kastamonu Lâhikası, 8. Mektup’tan ...... 128 Kastamonu Lâhikası, 84. Mektup’tan.... 129 Sabrın hikmetleri ve meyveleri .............. 131 Kastamonu Lâhikası, 95. Mektup’tan.... 133 Kastamonu Lâhikası, 119. Mektup’tan.. 137 Kastamonu Lâhikası, 138. Mektup’tan.. 139 Emirdağ Lâhikası, 15. Mektup’tan......... 141 Emirdağ Lâhikası, 123. Mektup’tan ...... 141 Sünûhat, Rüyada Bir Hitabe’den .......... 144 Hutuvat-ı Sitte’den ................................ 146 Hakikat Çekirdekleri’nden..................... 148
İçindekiler 7
Sabırsızlığın ilâcı......................................149 Bediüzzaman’dan sabır tavsiyeleri..........150 On Dördüncü Şuâ’dan...........................157 Münâzarat’tan.........................................158 İşârât’tan.................................................160 Kastamonu Lâhikası, 7. Mektup’tan.......160 Kastamonu Lâhikası, 120. Mektup’tan...162 Emirdağ Lâhikası II, 100. Mektup’tan ....164 Umum Nur talebelerine Üstad Bediüz-
zaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir ...........................165 İndeksler .................................................167
Birinci Lem’a
HAZRET-İ YUNUS ibni Mettâ Alâ Nebiy-yinâ ve Aleyhissalâtü Vesselâmın münâcâ-tı, en azîm bir münâcâttır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır.1
Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın kıssa-i meş-huresinin hülâsası:
Denize atılmış, büyük bir balık onu yut-muş.2 Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve ——————————— 1 Tirmizî, Deavât: 81; Müsned, 1:170. 2 Bk. et-Taberî, Câmiu’l-Beyân: 17:79-81.
alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm: pey-gamberimize ve ona salât ve se-lâm olsun
aleyhisselâm: Al-lah’ın selâmı onun üzerine olsun
azîm: büyük dağdağa: karışıklık
Hazret-i Yunus: so-yu, Hz. Yusuf’un kardeşi Bünyamin vasıtasıyla Hz. Ya-kup’a ve onunla Hz. İbrahim’e da-yanan ve Kur'ân'-da kıssası anlatı-lan peygamberler-den biri
hülâsa: özet
ibn: oğul kıssa-i meşhure: meşhur kıssa
Mettâ: Hz. Yu-nus’un (a.s.) ba-basının adı
münâcât: Allah’a yalvarış, duâ
vesile-i icabe-i dua: duanın ka-bulüne vesile
10 Sabır Risalesi
karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vazi-yette,
ك ا 1 ا ت ا ه ا ا مطېەئیخبخت ا ن ا ڦت
münâcâtı, ona sür’aten vasıta-i necat ol-muştur. Şu münâcâtın sırr-ı azîmi şudur ki: O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti.
Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem de-nize, hem geceye, hem cevv-i semâya ge-çebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, de-niz ve hût ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir Zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsaydılar, yine ——————————— 1 “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan ten-
zih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden ol-dum.” Enbiyâ Sûresi, 21:87.
bilkülliye: bütü-nüyle
cevv-i semâ: gök-yüzü, hava boşlu-ğu
esbab: sebepler hût: büyük balık ittifak: anlaşma,
birlik musahhar eden: boyun eğdiren
münâcât: Allah’a yalvarış, duâ
necat: kurtuluş sahil-i selâmet: kurtuluş sahili
sırr-ı azîm: büyük sır
sukut etmek: düş-mek; hükümsüz hâle gelmek
sür’aten: hızlıca vasıta-i necat: kurtuluş aracı
Birinci Lem’a 11
beş para faydaları olmazdı.1 Demek esba-bın tesiri yok. Müsebbibü’l-Esbabdan baş-ka bir melce olamadığını aynelyakin gör-düğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid için-de inkişaf ettiği için, şu münâcât birden bi-re geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiş-tir. O nur-u tevhid ile hûtun karnını bir tah-telbahir gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağvâri emvac dehşeti içinde, denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahrâ, bir mey-dan-ı cevelân ve tenezzühgâhı olarak o nur ile semâ yüzünü bulutlardan süpürüp, kameri bir lâmba gibi başı üstünde bulun-——————————— 1 Bk. En’âm Sûresi, 6:17; Yûnus Sûresi, 10:107; Fâtır Sûre-
si, 35:2.
aynelyakin: gözle görerek kesin bil-gi edinme
dağvâri: dağ gibi emvac: dalgalar esbab: sebepler hût: büyük balık inkişaf etme: orta-ya çıkma
kamer: ay melce: sığınak meydan-ı cevelân: gezinti alanı
musahhar eden: boyun eğdiren
münâcât: Allah’a yalvarış, duâ
Müsebbibü’l-Es-bab: bütün sebep-leri ve sebeplerin sonucunu yaratan Allah
nur-u tevhid: her şeyin bir olan Al lah’a ait olduğuna ve Onun yaptığı-
na inanmaktan doğan nur
sahrâ: geniş düz-lük alan
semâ: gökyüzü sırr-ı ehadiyet: Al-lah’ın her bir var-lıkta birliğinin gö-rülmesinin sırrı
tahtelbahir: deni-zaltı
tenezzühgâh: se-yir ve gezinti yeri
12 Sabır Risalesi
durdu. Her taraftan onu tehdit ve tazyik eden o mahlûkat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çık-tı, şecere-i yaktîn1 altında o lûtf-u Rabbâ-nîyi müşahede etti. İşte, Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın bi-
rinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikba-limiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Deni-zimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulu-nuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtu-——————————— 1 Bk. Saffât Sûresi, 37:146.
aleyhisselâm: Al-lah’ın selâmı onun üzerine olsun
cihet: yön, taraf Hazret-i Yunus: so-yu, Hz. Yusuf’un kardeşi Bünyamin vasıtasıyla Hz. Ya-kup’a ve onunla Hz. İbrahim’e da-yanan ve Kur'ân'-da kıssası anla-tılan peygamber-
lerden biri hevâ-yı nefis: nef-sin yasak arzu ve istekleri
istikbal: gelecek küre-i zemin: yer-yüzü
lûtf-u Rabbânî: Allah’ın lûtfu
mahlûkat: varlık-lar
mevc: dalga müşahede etmek:
gözlemlemek nazar-ı gaflet: bir şeyin mânâsını anlamadan bak-mak
sahil-i selâmet: kurtuluş sahili
sergerdan: şaş-kın, başı dönük şecere-i yaktîn: kabak ağacı
tazyik: baskı
Birinci Lem’a 13
muzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvı-na çalışıyor.1 Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hû-tumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mah-vına çalışıyor.
Madem hakikî vaziyetimiz budur. Biz de, Hazret-i Yunus Aleyhisselâma iktidaen, umum esbabdan yüzümüzü çevirip, doğ-rudan doğruya, Müsebbibü’l-Esbab olan Rabbimize iltica edip
2 ه ا ا ك ا ا ت مطېەئیخبخت ا ا ن ا ڦت ——————————— 1 Bk. Yusuf Sûresi, 12:53. 2 “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan ten-
zih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden ol-dum.” Enbiyâ Sûresi, 21:87.
aleyhisselâm: Al-lah’ın selâmı onun üzerine olsun
esbab: sebepler hakikî: gerçek, doğru
hayat-ı ebediye: sonsuz hayat, âhi-ret hayatı
Hazret-i Yunus: so-yu, Hz. Yusuf’un kardeşi Bünyamin vasıtasıyla Hz. Ya-
kup’a ve onunla Hz. İbrahim’e da-yanan ve Kur'ân'-da kıssası anlatı-lan peygamber-lerden biri
hût: büyük balık iktidaen: uyarak iltica etme: sığınma mahv: yok olma muzır: zararlı Müsebbibü’l-Es-
bab: bütün sebep-leri ve sebeplerin neticesini yaratan Allah
Rab: her bir varlı-ğa muhtaç olduğu şeyleri veren, on-ları terbiye edip idaresi ve ege-menliği altında bulunduran Allah
umum: bütün
14 Sabır Risalesi
demeliyiz ve aynelyakin anlamalıyız ki, gaflet ve dalâletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve hevâ-yı nef-sin zararlarını def edecek yalnız o Zat ola-bilir ki, istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir. Acaba Hâlık-ı Semâvat ve Arzdan başka hangi sebep var ki, en ince ve en gizli hâtı-rât-ı kalbimizi bilecek? Ve bizim için istik-bali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dün-yanın yüz bin boğucu emvâcından kurta-racak-hâşâ-Zat-ı Vâcibü’l-Vücuddan başka hiçbir şey, hiçbir cihette, Onun izin ve iradesi
âhiret: öldükten sonraki sonsuz hayat
aynelyakin: gözle görerek kesin bil-gi edinme
cihet: yön, taraf dalâlet: hak yol-dan sapkınlık, inançsızlık
emvâc: dalgalar gaflet: duyarsızlık, umursamazlık
Hâlık-ı Semâvat ve Arz: göklerin
ve yerin yaratıcısı olan Allah
hâşâ: asla hâtırât-ı kalb: kalb-den geçenler
hevâ-yı nefis: nef-sin yasak arzu ve hevesleri
icad: var etme irade: istek, arzu istikbal: gelecek ittifak: anlaşma, birlik
nefis: can, kişinin
kendisi taht-ı emir: emir altında
taht-ı hüküm: hü-küm altında
taht-ı idare: idare-si altında
Zat-ı Vâcibü’l-Vü-cud: varlığı zo-runlu olan ve var-lığının devamı için hiçbir sebebe muhtaç olmayan Zat, Allah
Birinci Lem’a 15
olmadan imdad edemez ve halâskâr ola-maz.1
Madem hakikat-i hal böyledir. Nasıl ki Hazret-i Yunus Aleyhisselâma o münâcâ-tın neticesinde hûtu ona bir merkûb, bir tahtelbahir ve denizi bir güzel sahrâ ve ge-ce mehtaplı bir lâtif suret aldı. Biz dahi o münâcâtın sırrıyla
ه ا ك ا ا ا ت مطېەئیخبخت ا ا ن ا ڦت
demeliyiz. 2 ه ا ا ت -cümlesiyle istikbali ا
mize, 3 ك ا kelimesiyle dünyamıza, ——————————— 1 Bk. Kehf Sûresi, 18:23-24; İnsan Sûresi, 76:30; Tekvîr
Sûresi, 81:29; Hac Sûresi, 22:65. 2 Senden başka ilâh yoktur. 3 Sen her noksandan münezzehsin.
aleyhisselâm: Al-lah’ın selâmı onun üzerine olsun
hakikat-i hal: o andaki durumu-nun gerçeği, me-selenin iç yüzü
halâskâr: kurtarıcı Hazret-i Yunus: so-yu, Hz. Yusuf’un kardeşi Bünyamin
vasıtasıyla Hz. Ya-kup’a ve onunla Hz. İbrahim’e da-yanan ve Kur'ân'-da kıssası anlatı-lan peygamber-lerden biri
hût: büyük balık imdad: yardım istikbal: gelecek
lâtif: güzel, hoş mehtap: ay ışığı, ay merkûb: binek münâcât: Allah’a yalvarış, duâ
sahrâ: geniş düz-lük alan
suret: şekil, biçim tahtelbahir: deni-zaltı
16 Sabır Risalesi
1 مطېەئیخبخت ا ا ن ا fıkrasıyla nefsimize ڦت
nazar-ı merhametini celb etmeliyiz.2 Tâ ki, nur-u iman ile ve Kur’ân’ın mehtabıyla is-tikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe in-kılâp etsin. Ve mütemadiyen mevt ve ha-yatın değişmesiyle seneler ve karnlar em-vâcı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur’ân-ı Hakîmin tezgâhında yapılan bir sefine-i mâneviye hükmüne geçen hakikat-i İslâ-miyet içine girip, selâmetle o denizin üs-——————————— 1 Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum. 2 Bk. Buhârî, Ezan: 149, Tevhid, 9; Müslim, Zikr: 47-48, Hu-
dûd: 23. adem: yokluk celb etmek: çek-mek
emvâc: dalgalar fıkra: bölüm, kısım hadsiz: sayısız hakikat-i İslâmiyet: İslâmiyet gerçeği
inkılâp: dönüşme istikbal: gelecek karn: asır, çağ Kur’ân-ı Hakîm: sonsuz hikmetler-
le dolu Kur’ân mehtap: ay ışığı, ay mevt: ölüm mütemadiyen: sü-rekli olarak
nazar-ı merhamet: merhamet bakışı
nefis: can, kişinin kendisi
nur-u iman: iman aydınlığı
sefine-i mânevi-
ye: mânevî gemi selâmet: kötülük-lerden kurtulma, esenlik
tenevvür etme: aydınlanma
tenezzüh: gezinti ünsiyet: canaya-kınlık
vahşet: ürküntü, yabanîlik
zemin: yeryüzü
Birinci Lem’a 17
tünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak ha-yatımızın vazifesi bitsin. O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenez-zühün manzaralarını tazelendirmekle, vah-şet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefek-kürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur’ân’la, o terbiye-i Furkani-ye ile, nefsimiz bize binmeyecek, merkû-bumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebe-diyemizin kazanmasına kuvvetli bir vasıta-mız olsun.
Elhasıl: Madem insan, mahiyetinin câmii-yeti itibarıyla, sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizâzâtından ve kâi-natın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrâ-
arz: yeryüzü câmiiyet: geniş, kapsamlı oluş
ebedî: sonsuz elhasıl: kısaca, özetle
hayat-ı ebediye: sonsuz hayat, âhi-ret hayatı
hengâmında: sı-rasında
ihtizâzât: sarsıntı-lar
mahiyet: öz nite-lik, özellik
merkûb: binek müteellim: acı çe-ken
nazar-ı ibret: ibret gözüyle bakış
nefis: insanı lez-zetlere, maddî menfaatlere sevk eden duygu
sahil-i selâmet: güvenli yer
sırr-ı Kur’ân: Kur’-ân’ın sırrı
tefekkür: düşün-me
tenezzüh: gezinti terbiye-i Furkani-ye: doğru ile yan-lışı birbirinden ayıran Kur’ân’ın verdiği eğitim
vahşet: ürküntü, yabanîlik
zelzele: deprem
18 Sabır Risalesi
sından müteellim oluyor. Ve nasıl ki hur-debinî bir mikroptan korkar, ecrâm-ı ulvi-yeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasıl ki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasıl ki küçük bahçesini sever; öyle de, hadsiz ebedî Cen-neti dahi müştakane sever. Elbette, böyle bir insanın Mâbudu, Rabbi, melcei, ha-lâskârı, maksudu öyle bir Zat olabilir ki, umum kâinat Onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyârat dahi taht-ı emrindedir.1 Elbette öyle bir insan daima Yunusvâri (a.s.) ——————————— 1 Bk. Âl-i İmrân Sûresi, 3:180; Zümer Sûresi, 39:63; Şûrâ
Sûresi, 42:12; Hadîd Sûresi, 57:10.
ebedî: sonsuz ecrâm-ı ulviye: gök cisimleri
hadsiz: sayısız halâskâr: kurtarıcı hane: ev hurdebinî: mikros-kobik
kabza-i tasarruf: hüküm ve idare eden el
mâbud: kendisine ibadet edilen
maksud: kastedi-
len, hedef alınan şey
melce: sığınak müştakane: şevk-le, çok isteyerek
müteellim: acı çe-ken
Rab: her bir varlı-ğa muhtaç olduğu şeyleri veren, on-ları terbiye edip idaresi ve ege-menliği altında bulunduran Allah
seyyârat: geze-genler
taht-ı emir: emrin-de, emri altında
umum: bütün Yunusvâri: Yunus gibi
zelzele-i kübrâ: büyük deprem, kı-yamet
zerrat: zerreler zuhur etme: ortaya çıkma, görünme
Birinci Lem’a 19
1 ا ت ا ه ا ا مطېەئیخبخت ك ا ا ن ا ڦت
demeye muhtaçtır. م ك ا ا ا ڈڈا ا ت ا ك ا م ا
ې نت2 م ا
——————————— 1 “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan ten-
zih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden ol-dum.” Enbiyâ Sûresi, 21:87.
2 “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğretti-ğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hik-meti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.
İkinci Lem’a
اد اذ ه یخبخت ا ى ر ت ار ر وا ى ا مط ا ر 1 ڦم ا
SABIR KAHRAMANI Hazret-i Eyyub Aley-hisselâmın şu münâcâtı, hem mücerreb, hem tesirlidir.2 Fakat, âyetten iktibas sure-tinde, bizler münâcâtımızda
مطڦ 3 ا ر م ا ت ار ر وا ى ا خت .demeliyiz ر ىئحسمنحن ا یخب——————————— 1 “Eyyub’u da hatırla ki, Rabbine şöyle niyaz etmişti: ‘Bana
gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en mer-hametlisisin.’” Enbiyâ Sûresi, 21:83.
2 Bk. Enbiyâ Sûresi; 21:84. 3 Ey Rabbim! Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise mer-
hametlilerin en merhametlisisin. aleyhisselâm: Al-lah’ın selâmı onun üzerine olsun
âyet: Kur’ân’ın her bir cümlesi
Hazret-i Eyyub: Hz.
İshak’ın torunu olan ve Kur’ân-ı Kerimde adı ge-çen peygamber-lerden biri
iktibas: alıntı
lem’a: parıltımücerreb: denen-miş
münâcât: Allah’a yalvarış, duâ
suret: şekil, biçim
İkinci Lem’a 21
Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın meşhur kıssasının hülâsası şudur ki:1
Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfâtını düşünerek, kemâl-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra, yaralarından tevellüt eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için,2 o vazife-i ubudi-yete halel gelir düşüncesiyle, kendi istira-hati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: “Yâ Rab, zarar bana dokundu. Li-sanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel ——————————— 1 Bk. et-Taberî, Câmiu’l-Beyân: 17:71-72; İbn-i Hacer, Fethü’l-
Bârî: 6:421; İbnü’l-Mübarek, ez-Zühd: s.49. 2 Bk. Ebnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh: 1:98-100
aleyhisselâm: Al-lah’ın selâmı onun üzerine olsun
azîm: büyük halel: zarar Hazret-i Eyyub: Hz. İshak’ın torunu olan ve Kur’ân-ı Kerimde adı ge-çen peygamber-lerden biri
hülâsa: özet kemâl-i sabır: tam
sabır lisan: dil mahal: yer marifet-i İlâhiye: Allah’ı tanıma
müddet: süre mükâfât: ödül Rab: her bir varlı-ğa muhtaç olduğu şeyleri veren, on-ları terbiye edip idaresi ve egemen-
liği altında bulun-duran Allah
tahammül etme: dayanma
tevellüt eden: kaynaklanan
ubudiyet: kulluk ubudiyet-i İlâhiye: Allah’a kulluk
vazife-i ubudiyet: kulluk görevi
zikir: Allah’ı anma
22 Sabır Risalesi
veriyor” diye münâcât edip, Cenâb-ı Hak o hâlis ve sâfi, garazsız, lillâh için o münâ-câtı gayet harika bir surette kabul etmiş, kemâl-i âfiyetini ihsan edip envâ-ı merha-metine mazhar eylemiş.1 İşte bu Lem’ada Beş Nükte var.
BİRİNCİ NÜKTE
Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın zâhirî ya-ra hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyub’dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görünece-ğiz. Çünkü işlediğimiz herbir günah, kafa-——————————— 1 Bk. Enbiyâ Sûresi, 21:84; Sâd Sûresi, 38:42-43. Ayrıca bk. Bu-
hârî, Gusül: 20, Tevhid: 35; Müsned: 2:314.
aleyhisselâm: Al-lah’ın selâmı onun üzerine olsun
bâtınî: iç Cenâb-ı Hak: Hak-kın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
envâ-ı merhamet: merhamet türleri
garazsız: başka bir niyet taşımak-sızın
hâlis: saf Hazret-i Eyyub: Hz. İshak’ın torunu olan ve Kur’ân-ı Kerimde adı ge-çen peygamber-lerden biri
ihsan: bağış kemâl-i âfiyet: tam anlamıyla sağlıklı olma
lem’a: parıltı lillâh için: Allah
için mazhar etmek: eriştirmek
mukabil: karşılık münâcât: Allah’a yalvarış, duâ
nükte: derin ve ince anlamlı söz
ruhî: ruhla ilgili sâfi: temiz, arınmış suret: şekil, biçim zâhirî: görünürde ziyade: çok, fazla
İkinci Lem’a 23
mıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumu-za yaralar açar.
Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyor-du. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor. O münâcât-ı Eyyubiyeye, o hazretten bin de-fa daha ziyade muhtacız.
Bahusus, nasıl ki o hazretin yaralarından neş’et eden kurtlar kalb ve lisanına ilişmiş-ler. Öyle de, bizleri, günahlardan gelen ya-ralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler—neûzu billâh—mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ili-
aleyhisselâm: Al-lah’ın selâmı onun üzerine olsun
bahusus: özellikle bâtın-ı kalb: kal-bin içi
hasıl olan: ortaya çıkan
hayat-ı dünyevi-ye: dünya hayatı
hayat-ı ebediye: sonsuz hayat
hazret: hürmet için kullanılan ün-van
Hazret-i Eyyub: Hz. İshak’ın torunu olan ve Kur’ân-ı Kerimde adı ge-çen peygamber-lerden biri
lisan: dil mahall-i iman: ima-nın yeri
münâcât-ı Eyyu-biye: Eyyub pey-gamberin duası
neş’et etmek: or-taya çıkmak, mey-dana gelmek
neûzu billâh: Al-lah’a sığınırız
vesvese: kuruntu zevk-i ruhanî: ru-hun aldığı zevk
ziyade: çok, fazla
24 Sabır Risalesi
şip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak sus-turuyorlar.1
Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra si-yahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya ka-dar katılaştırıyor.2 Herbir günah içinde küf-re gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki kü-çük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.
Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işle-yen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor.
Hem meselâ, Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennemin tehdidâtını işittikçe istiğfarla ——————————— 1 Bk. Tâhâ Sûresi, 20:124; Zuhruf Sûresi, 43:36. 2 Bk. Tirmizî, Tefsîru Sûre: 83:1; İbni Mâce, Züht: 29; Mu-
vattâ, Kelâm: 18; Müsned, 2:297.
emâre: belirti, işaret hicap etme: utan-ma ıttıla: haberdar olma intaç eden: netice veren
istiğfar: Allah’tan bağışlanma dile-
mek küfür: inkâr mazhar: görünme ve yansıma yeri
melâike: melekler nefretkârâne: nef-ret edercesine
nur-u iman: ima-
nın aydınlığı ruhaniyât: maddî yapısı olmayan ruhanî varlıklar
tehdidât: tehditler vücud: varlık zikir: Allah’ı anma
İkinci Lem’a 25
ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Ce-hennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, Cehennemin inkâ-rına cesaret veriyor.
Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir ada-mın, küçük bir âmirinden küçük bir vazife-sizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mü-kerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sı-kıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keş-ke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan, bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlâhiyeye dair kalbe gelse, kat’î bir delil gibi ona yapışmaya meyle-
adâvet-i İlâhiye: Allah’a düşmanlık
adem: hiçlik, yok-luk
emâre: belirti, işa-ret
farz: Allah’ın ke-sinlikle yapılması-nı emrettiği şey
işmam etme: his-
settirme mânen: mânevî olarak
mükerrer: tekrar-lanan
müteessir: etkile-nen, üzülen
Sultan-ı Ezel ve Ebed: başlangıç ve sonu olmaksı-
zın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan, Al-lah
tekdir: azarlama vazife-i ubudiyet: kulluk görevi
vücud-u İlâhiye: Allah’ın varlığı
26 Sabır Risalesi
der; büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki, inkâr vasıtasıyla, ga-yet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gel-meye mukabil, inkârda milyonlarla o sıkın-tıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara ken-dini hedef eder.1 Sineğin ısırmasından ka-çıp yılanın ısırmasını kabul eder.
Ve hâkezâ, bu üç misale kıyas edilsin ki,
ل ران 2 م مب و sırrı anlaşılsın.
İKİNCİ NÜKTE Yirmi Altıncı Sözde sırr-ı kadere dair be-
yan edildiği gibi, musibet ve hastalıklarda in-sanların şekvâya üç vecihle hakları yoktur.
BİRİNCİ VECİH: Cenâb-ı Hak, insana giydirdiği vücut libasını san’atına mazhar ——————————— 1 Bk. Nûr Sûresi, 24:39; Hac Sûresi, 22:31. 2 “Kazandıkları günahlar, kalblerini kaplayıp karartmıştır.”
Mutaffifîn Sûresi, 83:14.
bedbaht: talihsiz, bahtsız
beyan etme: açık-lama
Cenâb-ı Hak: Hak-kın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
cüz’î: ferdî, az, kü-çük
hâkezâ: bunun gibi helâket: mahvolma libas: elbise mukabil: karşılık musibet: belâ, bü-
yük sıkıntı sırr-ı kader: kader sırrı şekvâ: şikâyet vazife-i ubudiyet: kulluk görevi
vecih: yön
İkinci Lem’a 27
ediyor. İnsanı bir model yapmış; o vücut libasını o model üstünde keser, biçer, teb-dil eder, tağyir eder, muhtelif esmâsının cil-vesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor, ve hâkezâ...
ف ر ك ك ا ا اء fiخت ف ېوئه نت1 İKİNCİ VECİH: Hayat musibetlerle, has-
talıklarla tasaffi eder,2 kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar.3 Yeknesak ——————————— 1 Mülkün mâliki, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. 2 Bk. Müslim, Birr: 52; Ebû Dâvud, Cenâiz: 1; el-Hâkim, el-
Müstedrek: 1:1500. 3 Bk. Buhârî, Merdâ: 1; Müslim, Birr: 52; Tirmizî, Zühd: 57;
Muvatta’, Cenâiz: 40. cilve: görüntü, yansıma
esmâ: isimler hâkezâ: bunun gibi iktiza etmek: ge-rektirmek
kemâl: olgunluk, mükemmellik
libas: elbise mazhar etmek: ayna yapmak
muhtelif: çeşitli
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
Rezzak: bütün var-lıkların rızıklarını veren Allah Şâfî: yarattıklarına şifa verip iyileşti-ren Allah
tağyir etmek: de-ğiştirmek
tasaffi etmek: saf hâle gelmek, te-
mizlenmek tebdil etmek: de-ğiştirmek
tekemmül etme: mükemmelleşme
terakki etme: ge-lişme
vazife-i hayat: ha-yat görevi
vecih: yön yeknesak: tekdü-ze, monoton
28 Sabır Risalesi
istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ade-me yakındır ve ona gider.
ÜÇÜNCÜ VECİH: Şu dâr-ı dünya, mey-dan-ı imtihandır1 ve dâr-ı hizmettir.2 Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir.3 Has-talıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sab-retmek şartıyla,4 o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve herbir saati bir gün ibadet hükmüne getir-diğinden,5 şekvâ değil, şükretmek gerektir. ——————————— 1 Bk. Bakara Sûresi, 2:155; Âl-i İmrân Sûresi, 3:154, 186;
Mâide Sûresi, 5:48; En’âm Sûresi, 6:165. 2 Bk. Tevbe Sûresi, 9:105; Necm Sûresi, 53:39. 3 Bk. Bakara Sûresi, 2:21; Necm Sûresi, 53:36. 4 Bk. Tirmizî, Deavât: 79; Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ: 6:106. 5 Bk. Dârimî, Rikak: 56; Müsned: 2:159, 194, 198, 3:148,
238, 258.
adem: hiçlik, yok-luk
dâr-ı dünya: dün-ya yurdu
dâr-ı hizmet: hiz-met yeri
hayr-ı mahz: sırf hayırdan ibaret
mahall-i ubudi-
yet: kulluğun ya-pılacağı yer
meydan-ı imtihan: imtihan meydanı
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
muvafık: uygun mükâfât: ödül
şekvâ: şikâyet şerr-i mahz: ta-mamıyla şer ve kötü
ubudiyet: kulluk vecih: yön vücut: varlık ziyade: çok, fazla
İkinci Lem’a 29
Evet, ibadet iki kısımdır: bir kısmı müs-bet, diğeri menfi. Müsbet kısmı malûmdur. Menfi kısmı ise, hastalıklar ve musibetler-le, musibetzede zaafını ve aczini hissedip, Rabb-i Rahîmine ilticâkârâne teveccüh edip, Onu düşünüp, Ona yalvarıp hâlis bir ubu-diyet yapar. Bu ubudiyete riyâ giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfâtı-nı düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık öm-rü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne ge-çer. Hattâ bir âhiret kardeşim, Muhacir Ha-fız Ahmed isminde bir zatın müthiş bir has-talığına ziyade merak ettim. Kalbime ihtar
acz: acizlik, güç-süzlük
âhiret: öldükten sonraki sonsuz hayat
hâlis: içten ilticâkârâne: sığı-narak
menfi (ibadet): hastalık gibi insan iradesi dışında gerçekleşen ve sabırla ibadet
hükmüne geçen tecelliler
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
musibetzede: be-lâya uğrayan
mükâfât: ödül müsbet (ibadet): insan iradesiyle yapılan ve yapıl-masının zorunlu-luğu şer’î delille ispatlanmış, kesin
ve sabit olan; na-maz ve oruç gibi
Rabb-i Rahîm: ya-rattığı herbir varlı-ğa sonsuz şefka-tini gösteren Rab
riyâ: gösteriş teveccüh etme: yönelme
ubudiyet: kulluk zat: kişi ziyade: çok, fazla
30 Sabır Risalesi
edildi: “Onu tebrik et. Herbir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçiyor.” Zaten o zat sabır içinde şükrediyordu.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE
Bir iki Sözde beyan ettiğimiz gibi, her insan geçmiş hayatını düşünse, kalbine ve lisanına ya “ah” veya “oh” gelir. Yani, ya teessüf eder, ya “Elhamdülillâh” der.
Teessüfü dedirten, eski zamanın lezâizi-nin zeval ve firakından neş’et eden mâne-vî elemlerdir. Çünkü zevâl-i lezzet elemdir. Bazan muvakkat bir lezzet daimî elem ve-rir. Düşünmek ise o elemi deşiyor, teessüf akıtıyor.
Eski hayatında geçirdiği muvakkat âlâ-mın zevâlinden neş’et eden mânevî ve dai-mî lezzet, “Elhamdülillâh” dedirtir. Bu fıtrî
âlâm: elemler, acı-lar
beyan etmek: açık-lamak
elem: üzüntü elhamdülillâh: hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur
fıtrî: doğuştan, ya-ratılıştan
firak: ayrılık ihtar edildi: hatır-latıldı
lezâiz: lezzetler lisan: dil muvakkat: gelip geçici
neş’et eden: kay-naklanan
teessüf etmek: üzülmek
zevâl: geçip gitme, yok olma
zevâl-i lezzet: lez-zetin bitmesi
İkinci Lem’a 31
hâletle beraber, musibetlerin neticesi olan sevap ve mükâfât-ı uhreviye ve kısa ömrü musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmü-ne geçmesini düşünse, sabırdan ziyade, şük-reder,
د ا ـ مب وى ا ال ـل ر وا نت1 ل demesi iktiza eder. Meşhur bir söz var ki, “Musibet zamanı uzundur.” Evet, musibet zamanı uzundur. Fakat örf-ü nâsta zanne-dildiği gibi sıkıntılı olduğundan uzun değil, belki uzun bir ömür gibi hayatî neticeler verdiği için uzundur.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE
Yirmi Birinci Sözün Birinci Makamında beyan edildiği gibi, Cenâb-ı Hakkın insana ——————————— 1 Küfür ve dalâletten başka her türlü hal için Allah’a hamd
olsun. Ayrıca bk. Tirmizî, Deavât: 45; İbni Mâce, Mukad-dime: 23; Dua: 2.
beyan: açıklama Cenâb-ı Hak: Hak-kın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
hâlet: vaziyet, du-rum
iktiza etmek: ge-rektirmek
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
mükâfât-ı uhrevi-ye: âhirete ait ödüller
örf-ü nâs: insanlar arasında kabul görmüş, gelenek haline gelmiş hu-suslar
ziyade: çok, fazla
32 Sabır Risalesi
verdiği sabır kuvvetini evham yolunda da-ğıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm et-mesiyle, sabır kuvvetini mazi ve müstakbe-le dağıtıp, halihazırdaki musibete karşı sab-rı kâfi gelmez, şekvâya başlar. Adeta—hâ-şâ—Cenâb-ı Hakkı insanlara şekvâ eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesi-ne şekvâ edip sabırsızlık gösterir.
Çünkü, geçmiş herbir gün, musibet ise zahmeti gitmiş, rahatı kalmış; elemi gitmiş, zevâlindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekvâ değil, belki mütelezzizâne şükretmek lâzım gelir. Onla-
bâki: devamlı ve kalıcı
Cenâb-ı Hak: Hak-kın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
divanece: akılsız-ca
evham: kuruntu-lar, şüpheler
fâni: gelip geçici gaflet: dikkatsizlik, umursamazlık;
âhirete ve Allah’ın emir ve yasakla-rına duyarsızlık hâli
halihazır: şimdiki zaman
hâşâ: asla kâfi: yeterli mazi: geçmiş za-man
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
müstakbel: gele-
cek zaman mütelezzizâne: lezzet alarak
suret: biçim, şekil şekvâ: şikâyet tahakküm: baskı, zorbalık
tevehhüm etme: kuruntuya kapıl-ma
vehim: kuruntu zevâl: gelip geçici-lik, yokluk
İkinci Lem’a 33
ra küsmek değil, bilâkis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fâni ömrü, musi-bet vasıtasıyla bâki ve mes’ut bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı vehimle düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı da-ğıtmak divaneliktir.
Amma gelecek günler ise, madem daha gelmemişler, içlerinde çekeceği hastalık ve-ya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekvâ etmek, ahmaklıktır. “Ya-rın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım” diye bugün mütemadiyen su içmek, ek-mek yemek ne kadar ahmakçasına bir di-vaneliktir. Öyle de, gelecek günlerdeki, şim-di adem olan musibet ve hastalıkları düşü-nüp, şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet ol-madan kendi kendine zulmetmek öyle bir
adem: yokluk, hiç-lik
âlâm: elemler, acı-lar
bâki: devamlı ve kalıcı
bilâkis: aksine, tersine
divanelik: akılsız-lık
fâni: gelip geçici mes’ut: mutlu musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
müteellim: acı çe-ken
mütemadiyen: sü-rekli olarak
nevi: tür şekvâ: şikâyet vasıtasıyla: aracı-lığıyla
vehim: kuruntu
34 Sabır Risalesi
belâhettir ki, hakkında şefkat ve merhamet liyakatini selb ediyor.
Elhasıl, nasıl şükür nimeti ziyadeleştiriyor;1 öyle de, şekvâ musibeti ziyadeleştirir. Hem merhamete liyakati selb eder.
Birinci Harb-i Umumînin birinci senesin-de, Erzurum’da mübarek bir zat müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim. Ba-na dedi:
“Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım” diye acı bir şikâyet etti.
Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim:
“Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün, şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onla-rı düşünüp şekvâ etme. Onlara bakıp şük-ret. Gelecek günler ise, madem daha gel-——————————— 1 Bk. İbrahim Sûresi, 14:7.
belâhet: aptallık elhasıl: kısaca, özetle
giriftar olma: tu-tulma
harb-i umumî: dün-ya savaşı
liyakat: lâyık olma musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
mübarek: hayırlı selb etmek: orta-dan kaldırmak
sürurlu: mutlu, se-
vinçli şekvâ: şikâyet şükür: Allah’a kar-şı minnet duyma, teşekkür etme
zat: kişi, şahıs ziyade: çok, fazla
İkinci Lem’a 35
memişler; Rabbin olan Rahmânü’r-Rahî-min rahmetine itimad edip, dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücut ren-gi verme. Bu saati düşün. Sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir. Divane bir ku-mandan gibi yapma ki, sol cenah düşman kuvveti onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol ce-nahındaki düşmanın sağ cenahı daha gel-mediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini sa-ğa sola dağıtıp, merkezi zayıf bırakıp, düş-man ednâ bir kuvvetle merkezi harap eder.”
Dedim: “Kardeşim, sen bunun gibi yap-ma. Bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid et. Rahmet-i İlâhiyeyi ve mükâfât-ı uhrevi-
cenah: taraf divane: akılsız ednâ: en küçük, en ufak
harap etme: yok etme
iltihak etmek: ka-tılmak
kâfi: yeterli mükâfât-ı uhrevi-ye: âhirete ait ödül
Rab: her bir varlı-ğa muhtaç olduğu şeyleri veren, on-ları terbiye edip idaresi ve ege-menliği altında bulunduran Allah
Rahmânü’r-Ra-hîm: rahmeti bü-tün kâinatı kuşat-tığı gibi her bir varlığa da özel
rahmet tecellisi olan Allah
rahmet: İlâhî şef-kat, merhamet
Rahmet-i İlâhiye: Allah’ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmeti
tahşid etmek: desteklemek, odaklanmak
36 Sabır Risalesi
yeyi ve fâni ve kısa ömrünü uzun ve bâki bir surete çevirdiğini düşün. Bu acı şekvâ yerinde ferahlı bir şükret.”
O da tamamıyla bir ferah alarak, “El-hamdülillâh,” dedi, “hastalığım ondan bire indi.”
BEŞİNCİ NÜKTE
Üç Meseledir. BİRİNCİ MESELE: Asıl musibet ve muzır
musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye ilti-ca edip feryad etmek gerektir.1
Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ih-tar-ı Rahmânîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tar-lasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten ——————————— 1 Bk. Tirmizî, Deavât: 79; Nesâi, es-Sünenü’l-Kübrâ: 6:106.
bâki: kalıcı, daimi dergâh-ı İlâhiye: Allah’ın yüce katı
elhamdülillâh: hamd, şükür ve minnet yalnızca Allah’a mahsustur
feryad: bağırıp
çağırma gayr: başka hakikat: doğru ger-çek
ihtar-ı Rahmânî: Allah’ın şefkât ve merhametle yap-tığı uyarılar
iltica etmek: sığın-mak
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
musibet-i diniye: dine gelen belâ
suret: şekil şekvâ: şikâyet
İkinci Lem’a 37
kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler.1 Öyle de, çok zâhirî musibetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur.2 Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musi-betin hastalık olan nev’i, sabıkan geçtiği gibi, o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbânîdir, bir tathirdir.3
Rivayette vardır ki, “Ermiş bir ağacı silk-mekle nasıl meyveleri düşüyor; sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.”4 ——————————— 1 Bk. Buhâri, Îman: 39, Büyû’: 2; Müslim, Müsâkât: 107; Ebu
Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ: 1:11. 2 Bk. Tirmizî, Tefsîr-u Sûre: 4:24; Müsned, 2:303, 335, 402. 3 Bk. Müslim, Birr: 52; Ebû Dâvud, Cenâiz: 1; ed-Deylemî, el-
Müsned: 1:123; el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl: 1:286. 4 Buharî, Merdâ: 3, 13, 16; Müslim, Birr: 45; İbni Mâce, Edeb:
56; Dârimî, Rikâk: 57; Müsned, 1:381, 441, 455, 3:152.
acz: acizlik, güç-süzlük
beşerî: insanî gaflet: dikkatsizlik, umursamazlık; âhirete ve Allah’ın emir ve yasakları-na duyarsızlık hâli
ihtar: uyarı İlâhî: Allah tarafın-
dan olan iltifat-ı Rabbânî: Allah’ın lütfu
keffâretü’z-zünub: günahların bağış-lanmasına vesile
memnunâne: memnun kalarak
musibet: belâ, bü-
yük sıkıntı nevi: çeşit rivayet: bir sözü nakletme; Hadis-i Şerifin nakledil-mesi
tathir: temizleme zaaf: zayıflık zâhirî: görünürde
38 Sabır Risalesi
Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm, münâcâtın-da, istirahat-i nefis için dua etmemiş. Belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mâni ol-duğu zaman, ubudiyet için şifa talep eyle-miş. Biz, o münâcâtla birinci maksadımız, günahlardan gelen mânevî, ruhî yaraları-mızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hasta-lıklar için, ubudiyete mâni olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizâne, müşteki-yâne bir surette değil, belki mütezellilâne ve istimdatkârâne iltica edilmeli. Madem Onun rububiyetine razıyız; o rububiyeti nok-tasında verdiği şeye rıza lâzım. Kazâ ve ka-
aleyhisselâm: Al-lah’ın selâmı onun üzerine olsun
Hazret-i Eyyub: Hz. İshak’ın torunu olan ve Kur’ân-ı Kerimde adı ge-çen peygamber-lerden biri
iltica etmek: sı-ğınmak
istimdatkârâne: medet ve yardım istercesine
istirahat-i nefis: kişinin rahat et-
mesi kazâ: olacağı Al-lah tarafından bili-nen ve takdir olu-nan şeylerin za-manı gelince ya-ratılması
muterizâne: itiraz eder şekilde
münâcât: Allah’a yalvarış, duâ
müştekiyâne: şi-kâyet eder gibi
mütezellilâne: ku-sur ve güçsüzlü-ğünü anlayarak
rıza: hoşnut olma, kabullenme
rububiyet: Allah’ın bütün varlık âle-mini kuşatan ege-menliği, yaratıcılı-ğı, idaresi ve ter-biyesi
suret: şekil, biçim tefekkür-ü kalbî-ye: kalp ile yapı-lan tefekkür
ubudiyet: kulluk zikr-i lisanî: Allah’ı dille anmak
İkinci Lem’a 39
derine itirazı işmam eder bir tarzda ah, of edip şekvâ etmek, bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ittihamdır. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış el-le intikam almak için o eli istimal etmek nasıl kırılmasını tezyid ediyor; öyle de, mu-sibete giriftar olan adam, itirazkârâne şek-vâ ve merakla onu karşılamak, musibeti iki-leştiriyor. İKİNCİ MESELE: Maddî musibetleri bü-
yük gördükçe büyür, küçük gördükçe kü-çülür. Meselâ, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şi-şer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hü-cum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm
ehemmiyet: değer, önem
giriftar olma: tutul-ma, girme
istimal etme: kul-lanma
işmam etmek: his-settirmek
itirazkârâne: itiraz eder gibi
ittiham etmek: suç-lamak
kader: Allah’ın eze-lî ilmi ile kâinatta olacak herşeyi bi-lip takdir etmesi
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
nevi: çeşit örs: üzerinde de-mir ve benzeri ma-denler dövülen çe-lik yüzeyli, kalın ve bir tarafı sivri
alet rahîmiyet: herbir varlığa rahmetiyle özel tecelli ediciliği
rahmet: İlâhî şef-kat, merhamet şekvâ: şikâyet tehacüm: hücum etme
tenkit etmek: eleş-tirmek
tezyid etme: arttırma
40 Sabır Risalesi
göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gi-bi, maddî musibetlere de büyük nazarıyla, ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vası-tasıyla o musibet cesetten geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî musibeti dahi neti-ce verir, ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazâya rıza ve tevekkül va-sıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesil-mesi gibi, maddî musibet hafifleşe hafifle-şe, kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider. Bu hakikati ifade için bir vakit böyle demiştim:
Bırak ey bîçare feryadı belâdan kıl tevekkül,
Zira feryat belâ ender hatâ en-der belâdır bil.
Eğer belâ vereni buldunsa, safâ ender atâ ender belâdır bil.
atâ ender: bolluk ve lûtuf içinde
belâ ender: belâ içinde
bîçare: çaresiz ehemmiyet: de-ğer, önem
hakikat: doğru gerçek
hatâ ender: hatâ içinde
istinad etme: da-yanma
izale etme: gider-me, ortadan kal-dırma
kazâ: olacağı Al-lah tarafından bili-nen ve takdir olu-nan şeylerin za-manı gelince ya-ratılması
lâkayt: ilgisiz musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
nazar: bakış rıza: hoşnut olma, kabullenme
safâ ender: huzur ve rahatlık içinde
tevekkül: Allah’a dayanma ve gü-venme
İkinci Lem’a 41
Eğer bulmazsan, bütün dünya cefâ ender fenâ ender belâdır bil.
Cihan dolu belâ başında var-ken, ne bağırırsın küçük bir belâ-dan? Gel, tevekkül kıl.
Tevekkülle belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.
Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle, adâvet musalâhaya, husu-met şakaya döner, adâvet küçülür, mah-volur,1 tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.
ÜÇÜNCÜ MESELE: Her zamanın bir hükmü var.2 Şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş. Bazı zamanda ve bazı ——————————— 1 Bk. Fussilet Sûresi, 41:34. 2 Bk. Beyhâkî, Şuabü’l-Îmân: 4:263; Hâtîb el-Bağdâdî, el-
Cami’ li Ahlâki’r-Râvî ve Âdâbi’s-Sâmî’: 1:212, 407.
adâvet: düşmanlık cefâ ender: işken-ce içinde, sıkıntılı
cihan: âlem fenâ ender: yok-luk içinde
gaflet: sorumsuz-luk, âhiretten ve
Allah’ın emir ve yasaklarından ha-bersiz davranma
hasım: düşman husumet: düş-manlık
musalâha: barışma musibet: belâ, bü-
yük sıkıntı mübareze: karşı-lıklı mücadele, çatışma
tebeddül: değişme tevekkül: Allah’a dayanma ve gü-venme
42 Sabır Risalesi
eşhasta belâ, belâ değil, belki bir lûtf-u İlâ-hîdir. Ben şu zamandaki hastalıklı sair mu-sibetzedeleri—fakat musibet dine dokun-mamak şartıyla—bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor. Ve ba-na, onlara acımak hissini iras etmiyor. Çün-kü, hangi bir genç hasta yanıma gelmişse, görüyorum, emsallerine nisbeten bir dere-ce vazife-i diniyeye ve âhirete karşı mer-butiyeti var. Ondan anlıyorum ki, öyleler hakkında o nevi hastalıklar musibet değil, bir nevi nimet-i İlâhiyedir. Çünkü, çendan o hastalık onun dünyevî, fâni, kısacık ha-yatına bir zahmet iras ediyor, fakat onun ebedî hayatına faydası dokunuyor. Bir ne-vi ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bul-
âhiret: öldükten sonraki sonsuz hayat
bahtiyar: talihli, mutlu
çendan: gerçi ebedî: sonsuz emsal: benzer eşhas: kişiler fâni: gelip geçici,
ölümlü iras etmek: ver-mek, bırakmak
lûtf-u İlâhî: Allah’ın lütuf ve ikramı
merbutiyet: bağlı-lık
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
musibetzede: mu-
sibete uğrayan nevi: tür, çeşit nimet-i İlâhiye: Allah’ın nimeti
nisbeten: kıyasla sair: diğer sıhhat: sağlık, sağ-lamlık
vazife-i diniye: di-ni görev
İkinci Lem’a 43
sa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın se-fahetiyle, elbette hastalık hâletini muhafa-za edemeyecek, belki sefahete atılacak.
hâlet: durum, hâl muhafaza: koruma
sefahet: yasak zevk ve eğlence-
ye düşkünlük
Hâtime
Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmâsını göstermek için insanı öyle bir surette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış.
Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Adeta insan-ı ekber
acz: acizlik, güç-süzlük
Cenâb-ı Hak: Hak-kın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
cihet: yön derc etme: yerleş-tirme
elem: keder, üzüntü
fakr: muhtaçlık hadsiz: sonsuz hâtime: sonuç, son söz
insan-ı ekber: bü-yük insan
kudret: güç, iktidar makine-i insani-ye: bir makine hükmünde olan
insanın beden ve cihazları
mükâfât: ödül nihayetsiz: sınırsız nukuş-u esmâ: İlâhî isimlerin na-kışları
rahmet: İlâhî şef-kat, merhamet
suret: biçim, şekil
İkinci Lem’a/Hâtime 45
olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-i İlâ-hiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umumiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezâiz gibi nâfi emirler nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihet-lerle vazifelerine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olur. Öyle de, musibet-lerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalarla, o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyiç eder. Ma-hiyet-i insaniyede münderiç olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisan-la değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir ilti-ca, bir istimdat vaziyeti verir. Güya insan o
acz: acizlik, güç-süzlük
âlâm: elemler, acı-lar
âlem: dünya; kâinat âlem-i asgar: en küçük âlem
ârıza: aksama âzâ: uzuvlar, or-ganlar
cihet: yön cilve: görüntü, yan-sıma
esmâ: isimler esmâ-i İlâhi: Al-
lah’ın isimleri fakr: muhtaçlık iltica: sığınma istimdat: yardım isteme
lezâiz: lezzetler lisan: dil mahiyet-i insani-ye: insanın temel özelliği
muharrik: hareke-te geçirici
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
müheyyiç: heye-
can verici münderiç: yerleş-tirilmiş
nâfi: faydalı sair: başka sevk etme: gönder-me, yönlendirme
tecellî: görünüm, yansıma
tehyiç etme: he-yecanlandırma
umumiyetle: ge-nellikle
zaaf: zayıflık, güç-süzlük
46 Sabır Risalesi
ârızalarla, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur, sahife-i hayatında veyahut levh-i misalîde mukad-derât-ı hayatını yazar, esmâ-i İlâhiyeye bir ilânnâme yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhâniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratı-nı ifa eder.
ârıza: aksama esmâ-i İlâhi: Al-lah’ın isimleri
ifa etme: yerine getirme
ilânnâme: duyuru kaside-i manzu-me-i Sübhâniye: bütün noksanlık-lardan uzak olan Allah’ın hassas
ölçülerle düzenli bir şekilde yazdığı kaside
levh-i misâlî: mad-dî âlemdeki olay-ların ve varlıkların üzerinde yansıdı-ğı mânevî levha
mukadderât-ı ha-yat: kader kale-miyle yazılmış ha-
yat programları müteharrik: hare-ketli
sahife-i hayat: ha-yat sayfası
tazammun eden: içeren
vazife-i fıtrat: ya-ratılıştan gelen görev
İkinci Lem’a hakkında Bediüzzaman’a gönderilen
bir mektup
(Barla Lâhikası, 172. Mektup’tan)
(...) Bu defa mânevî mahrumiyetin uza-
ması, beni cidden müteessir etmişti. Sabra gayret ettim; fakat gariptir ki, bu mübarek mektubun bura postahanesine vürudu gü-
nünün sabahında 1 ن ر ا ع ا ان ا emr-i
celîlinin kuvvetine dayanarak tahammül etmekte olduğumu, fakat meraktan da hasbe’l-beşeriye kurtulamadığımı nâtık kü-çük bir mektubu, uhrevî kardeşimiz Hakkı Efendiye göndermiştim. ——————————— 1 “Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir.” Bakara Sû-
resi, 2:153.
emr-i celîl: sonsuz derecede haşmet, heybet ve görkem sahibi Allah’ın emri
hasbe’l-beşeriye: insanlık icabı ola-
rak mübarek: bereket-li, değerli
müteessir etmek: etkilemek, üzmek
nâtık: konuşan,
söyleyen tahammül: katlan-ma, dayanma
uhrevî: âhirete da-ir, yönelik
vürud: geliş, gelme
48 Sabır Risalesi
Bu nurlu mektubun başını işgal eden beş nükteli İkinci Lem’a, başıma tokmak vura-rak: Ey bîçare, sabırdan bahsetmek sana yakışır mı? Gözünü aç da Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın sabrına bak! Aklın varsa, o Peygamber-i Zîşânın (a.s.) sabırdaki kahra-manlığını taklide çalış. Ve korkunç manevî yaralarından kurtulmak için
مطڦ 1 ا ر م ا ت ار ر وا ى ا -duası رب ا یختيب
nı vird-i zebân et, diye tenbih ve ikazda bu-lunduğuna yakîn hâsıl ettim. Elhamdülillâh dedim.
Hulusi
——————————— 1 “Ey Rabbim! Bana gerçekten zarar dokundu. Sen merha-
metlilerin en merhametlisisin.” Enbiya Sûresi, 21:83’ten alınma bir dua.
Aleyhisselâm: Al-lah’ın selâmı onun üzerine olsun
bîçare: çaresiz elhamdülillâh: Al-lah’a hamd olsun
hasıl etme: mey-dana getirme
Hazret-i Eyyub: Hz. İshak’ın torunu olan ve Kur’ân-ı Kerimde adı ge-çen peygamber-lerden biri
nükteli: ince ve derin anlamlı
Peygamber-i Zîşân: şanlı peygamber; Hz. Eyyub (a.s.)
tenbih: ikaz, uyarı vird-i zebân: de-vamlı yapılan zikir
yakîn: kesin ve doğru bilgi
Ey sabırsız nefsim!
(Yirmi Birinci Söz, Birinci Makam’dan)
ÜÇÜNCÜ İKAZ
Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günler-deki ibadet külfetini ve namazın meşakka-tini ve musibet zahmetini bugün düşünüp muzdarip olmak; hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini bugün tasavvur edip sa-bırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır? Şu sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem
kumandana benzer ki: Düşmanın sağ ce-nah kuvveti onun sağındaki kuvvetine ilti-hak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde, o tutar, mühim bir kuvvetini sağ ce-naha gönderir, merkezi zayıflaştırır. Hem
cenah: kanat, yön elem: acı, sıkıntı iltihak etmek: ka-tılmak
kâr-ı akıl: akıl kârı külfet: yük, zorluk
meşakkat: güçlük, sıkıntı
muztarip olmak: ıztırap çekmek
nefis: kişinin ken-disi; insanı daima
kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu
tasavvur: zihinde şekillendirme, ta-sarlama
50 Sabır Risalesi
sol cenahta düşmanın askeri yokken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönde-rir, “Ateş et” emrini verir, merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi an-lar, merkeze hücum eder, târümâr eder.
Evet, buna benzersin. Çünkü geçmiş gün-lerin zahmeti, bugün rahmete kalb olmuş. Elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, kera-mete iltihak; ve meşakkati, sevaba inkılâb etmiş. Öyle ise, ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve deva-ma ciddî bir gayret almak lâzım gelir. Ge-lecek günler ise madem gelmemişler; şim-diden düşünüp usanmak ve fütur getirmek, aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bu-gün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir di-vaneliktir.
Madem hakikat böyledir. Âkıl isen, ibadet
âkıl: akıllı cenah: kanat, yön divanelik: akılsız-lık
elem: acı, sıkıntı fütur: usanç iltihak etmek: ka-tılmak
inkılâb etmek: dö-nüşmek
kalb olmak: dö-nüşmek
külfet: yük, zorluk meşakkat: güçlük, sıkıntı
rahmet: şefkat, merhamet şevk: şiddetli arzu ve istek
târumâr etmek: da-ğıtmak
ulvî: yüce
Yirmi Birinci Söz/1. Makam’dan 51
cihetinde yalnız bugünü düşün. Ve “Onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarf ediyo-rum” de. O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılâb eder. İşte, ey sabırsız nefsim! Sen üç sabırla mü-
kellefsin. Birisi, taat üstünde sabırdır. Bi-risi, mâsiyetten sabırdır. Diğeri, musibete karşı sabırdır. Aklın varsa, şu Üçüncü İkaz-daki temsilde görünen hakikati rehber tut, merdâne “Yâ Sabûr” de, üç sabrı omuzu-na al. Cenâb-ı Hakkın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebi-lir; ve o kuvvetle dayan.
Cenâb-ı Hak: Hak-kın tâ kendisi olan yüce Allah
cihet: yön fütur: usanç hakikat: gerçek, doğru
inkılâb etmek: dö-nüşmek
kâfi: yeterli külfet: yük, zorluk
mâsiyet: günah, isyan
merdâne: mertçe meşakkat: güçlük, sıkıntı
musibet: belâ, fe-laket
mükellef: mükem-mel şekilde hazır-lanmış
Sabûr: günahkâr-
lara ve isyan edenlere ceza vermekte acele etmeyen ve kulla-rına sabır gücü ihsan eden Allah
sarf etmek: harca-mak
taat: itaat, Allah’ın emirlerine uyma
ulvî: yüce
Sabrın çeşitleri
(Yirmi Üçüncü Mektup’tan)
ه ا ا نت1ه
ن وان ىء ح ا ده نت2م ـ ا ة ۀ ور ه ا ا ر دا و دد ا
رات ا ق د رك ا ات ودك وذر نت3وAZİZ, gayretli, ciddî, hakikatli, hâlis, di-
rayetli kardeşim, Bizim gibi hakikat ve âhiret kardeşlerin,
ihtilâf-ı zaman ve mekân, sohbetlerine ve ——————————— 1 Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla. 2 “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ
Sûresi, 17:44. 3 Ömrünün dakikalarının âşireleri ve vücudunun zerreleri
adedince, Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
âhiret: öldükten sonraki sonsuz hayat
aziz: izzetli, değerli
dirayet: bilgi ve kuvvetli tecrübe sahibi olma
hakikat: gerçek
hâlis: içten, samimi ihtilâf-ı zaman ve mekân: yer ve zaman farklılığı
Yirmi Üçüncü Mektup’tan 53
ünsiyetlerine bir mâni teşkil etmez. Biri şarkta, biri garpta, biri mazide, biri müs-takbelde, biri dünyada, biri âhirette olsa da, beraber sayılabilirler ve sohbet edebi-lirler. Hususan bir tek maksat için bir tek vazifede bulunanlar, birbirinin aynı hük-mündedirler. Sizi her sabah yanımda ta-savvur edip, kazancımın bir kısmını, bir sü-lüsünü—Allah kabul etsin—size veriyorum. Duada, Abdülmecid ve Abdurrahman ile berabersiniz. İnşaallah her vakit hissenizi alırsınız.
Sizin dünyaca bazı müşkülâtınız, senin hesabına beni bir parça müteessir etti. Fa-kat madem dünya bâki değil ve musibetle-rinde bir nevi hayır vardır; senin bedeline “Yâ Hû bu da geçer” kalbime geldi.
âhiret: öldükten sonraki sonsuz hayat
bâki: kalıcı, daimî garp: batı Hû: O, Allah (c.c.) hususan: özellikle hüküm: kesin bir karara varma
maksat: amaç
mâni: engel mazi: geçmiş zaman
musibet: belâ müstakbel: gele-cek zaman
müşkülât: zorluk-lar, sorunlar
müteessir: etkile-nen, etkilenmiş
nevi: tür, çeşit sülüs: üçte bir şark: doğu tasavvur etme: düşünme, hayal etme
teşkil etme: oluş-turma
ünsiyet: dostluk, alışkanlık
54 Sabır Risalesi
1 ش ش ا رة ا düşündüm.
ان 2 ر ع ا ا ن ا okudum.
3 ا ا ه اوا ون ا dedim. Senin yerine را
teselli buldum. Cenâb-ı Hak bir abdini se-verse, dünyayı ona küstürür, çirkin göste-rir.4 İnşaallah sen de o sevgililerin sınıfın-dansın. Sözlerin neşrine mânilerin çoğal-ması sizi müteessir etmesin. İnşaallah, neş-rettiğin miktar bir rahmete mazhar olduğu ——————————— 1 “Gerçek hayat, ancak âhiret hayatıdır.” Buharî, Rikak: 1;
Cihad: 33, 110; Menâkıbu’l-Ensâr: 9; Mağâzî: 29; Müslim, Cihad: 126, 129; Tirmizî, Menâkıb: 55; İbni Mâce, Mesâ-cid: 3; Müsned, 2:381; 3:172, 180, 216, 276; 5:332.
2 “Şüphesiz, Allah sabredenlerle beraberdir.” Bakara Sûre-si, 2:153; Enfâl Sûresi, 8:46.
3 “Muhakkak ki biz Allah’ın kullarıyız ve Ona döneceğiz.” Bakara Sûresi, 2:156.
4 Tirmizî, Tıb, 1; Müsned, 5:427; Müstedrek, 4:207; Mec-meu’z-Zevâid, 10:285; Kenzü’l-Ummal, 3:204.
abd: kul Cenâb-ı Hak: Hak-kın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
inşaallah: Allah’ın izniyle
mâni: engel mazhar olma: eriş-me, nail olma
müteessir etme: üzme, etkileme
neşr: yayma rahmet: merhamet ve şefkat
Yirmi Üçüncü Mektup’tan 55
zaman, pek bereketli bir surette o nurlu çe-kirdekler, kesretli çiçekler açacaklar.
(...) DÖRDÜNCÜ SUALİNİZ:
ان 1 ر ع ا ا ن ا de hikmet ve gaye ne-
dir? Elcevap: Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muk-
tezası olarak, vücud-u eşyada, bir merdi-venin basamakları gibi bir tertip vaz etmiş. Sabırsız adam, teennî ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya nok-san bırakır, maksut damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise, müşkülâtın anahtarıdır ki, ——————————— 1 “Şüphesiz, Allah sabredenlerle beraberdir.” Bakara Sûre-
si, 2:153; Enfâl Sûresi, 8:46.
Cenâb-ı Hak: Hak-kın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah
Hakîm: herşeyi hikmetle yaratan Allah
hikmet: herşeyin anlamlı ve bir ga-yeye yönelik ola-
rak tam yerli ye-rinde yaratılması
kesretli: çok sayı-da
mahrumiyet: yok-sun kalma
maksut: istek, ar-zu
mukteza: gerekli-lik
müşkülat: zorluk-lar
suret: biçim, şekil teennî: tedbirli ve akıllıca hareket
tertip: düzen vaz etme: koyma, yerleştirme
vücud-u eşya: var-lıkların yaratılması
56 Sabır Risalesi
ر ص ا ب ر ا ا نت 1 اح ر وا رج 2 اdurub-u emsal hükmüne geçmiştir. Demek, Cenâb-ı Hakkın inâyet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir. Çünkü sabır üçtür:
Biri: Mâsiyetten kendini çekip sabretmek-tir. Şu sabır takvâdır;
ان 3 ع ا ڦمطا sırrına mazhar eder.
İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, te-vekkül ve teslimdir.
ن 5 ر ا ب ا نت وا مطڦ 4 و ب ا ان ا——————————— 1 “Hırslı olan kimsenin ümidi boşa çıkar ve hüsrâna uğrar.” 2 “Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır.” Aclûnî, Keşfü’l-
Hafâ, 2:21. 3 “Allah takvâ sahipleriyle beraberdir.” Bakara Sûresi, 2:194. 4 “Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever.” Âl-i İmrân
Sûresi, 3:159. 5 “Allah sabredenleri sever.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:146.
Cenâb-ı Hak: Hak-kın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah
durub-u emsal: atasözleri
inâyet: Allah’tan
gelen yardım mâsiyet: günah mazhar etmek: kavuşturmak
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
takvâ: Allah’ın
emirlerini tutup, günahlardan sa-kınma
tevekkül: Allah’a güvenme ve Onu vekil kabul etme
tevfik: yardım
Yirmi Üçüncü Mektup’tan 57
şerefine mazhar ediyor. Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikâyeti tazammun eder. Ve ef’â-lini tenkit ve rahmetini ittiham ve hikme-tini beğenmemek çıkar.
Evet, musibetin darbesine karşı şekvâ su-retiyle elbette âciz ve zayıf insan ağlar. Fa-kat şekvâ Ona olmalı; Ondan olmamalı. Hazret-i Yakup Aleyhisselâmın
1 ز یخت ا زبزث ا ى و وا ا ا -demesi gibi ol ا
malı. Yani, musibeti Allah’a şekvâ etmeli; yoksa Allah’ı insanlara şekvâ eder gibi “Ey-vah! Of!” deyip “Ben ne ettim ki bu başı-ma geldi?” diyerek âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, mânâsızdır. ——————————— 1 “Ben derdimi de, üzüntümü de ancak Allah’a şikâyet ede-
rim’ dedi.” Yusuf Sûresi, 12:86. âciz: zayıf, güçsüz aleyhisselâm: Al-lah’ın selâmı onun üzerine olsun
ef’âl: fiiler, işler Hazret-i Yakup: Kur’ân’da bahsi geçen peygam-berlerden olan Hz. Yakup, Hz. İs-hak’ın oğlu olup,
İsrail lâkabıyla anılmıştır
hikmet: sebep, gaye
ittiham: suçlama mazhar etmek: ka-vuşturmak
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
rahmet: merhamet
ve şefkat rikkat: acıma, yuf-ka yüreklilik
suret: biçim, şekil şekva: şikayet tahrik: harekete geçirme
tazammun etme: kapsama, içerme
tenkit: eleştiri
58 Sabır Risalesi
Üçüncü sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor, en büyük makam olan ubûdiyet-i kâmile cânibine sevk ediyor.
(On Yedinci Lem’a, Beşinci Nota’dan)
Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana ema-nettir. O emanetin mâliki herşeye kadîr, herşeyi bilir bir Rahîm-i Kerîmdir. O senin yanındaki mülkünü senden satın almak is-tiyor—tâ senin için muhafaza etsin, zayi olmasın. İleride mühim bir fiyat sana vere-cek. Sen muvazzaf ve memur bir askersin.
cânib: taraf, yön kadîr: gücü yeten iktidar sahibi
makâm-ı mahbû-biyet: Allah’ın sevgisini kazan-ma makamı, de-recesi
mâlik: her şeyin hakikî sahibi olan
Allah muhafaza etmek: korumak
muvazzaf: görevli mühim: önemli mülk: sahip olu-nan şey
nefis: kişinin ken-disi
Rahîm-i Kerîm:
sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan ve sınırsız bir cömertliği olan
sevk etme: gön-derme
ubûdiyet-i kâmi-le: mükemmel kulluk vazifesi
zayi: zarar, kayıp
On Yedinci Lem’a/5. Nota’dan 59
Onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et. Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızık olarak gönderiyor ve senin takatin yetme-diği şeylerden seni muhafaza eder. Senin şu hayatının gayesi, neticesi, o Mâlikin es-mâsına ve şuûnâtına bir mazhariyettir. Sa-na bir musibet geldiği vakit, de:
1 ا ا ون ه را ا ا -Yani, “Ben Mâliki وا
min hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer Onun izin ve rızasıyla geldinse, merhaba, safâ geldin. Çünkü, elbette bir vakit Ona döne-ceğiz ve Onun huzuruna gideceğiz ve Ona müştâkız. Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden âzâd edecektir. Hay-di, ey musibet, o terhis ve o âzâd etmek ——————————— 1 “Biz Allah’ın kullarıyız; dönüşümüz de ancak Onadır.” Ba-
kara Sûresi, 2:156.
âzâd etmek: ser-best bırakmak, hürriyetine kavuş-turmak
esmâ: isimler mâlik: her şeyin hakikî sahibi olan Allah
mazhariyet: elde
etme, edinme muhafaza etmek: korumak
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
müştâk: düşkün, aşık
safâ geldin: hoş geldin
şuûnât: fiiller, işler takat: güç, kuvvet tekâlif: yükümlü-lükler, ağır görev-ler
terhis: göreve son verme, serbest bı-rakma
60 Sabır Risalesi
senin elinle olsun, razıyım. Eğer benim emanet muhafazasında ve vazifeperverliği-mi tecrübe suretinde sana emir ve irade et-miş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rı-zası olmazsa, benim takatim yettikçe, emin olmayana, Mâlikimin emanetini teslim et-mem” der. İşte, binden bir nümune olarak, dehâ-yı
felsefînin ve hüdâ-yı Kur’ânînin verdikleri derslerin derecelerine bak. Evet, iki tarafın hakikat-i hali, sabıkan beyan edilen tarzla gidiyor. Fakat hidayet ve dalâlette insanla-rın dereceleri mütefavittir, gafletin merte-beleri de muhteliftir. Herkes her mertebe-
beyan edilen: açık-lanan
dalâlet: hak yol-dan ayrılma, sap-kınlık
dehâ-yı felsefî: fel-sefeden güç alan yüksek akıl
gaflet: Allah’ın emir ve yasaklarına du-yarsız davranma hâli
hakikat-i hâl: bir durumun ardında
gizlenen gerçek hidayet: Allah’ın gösterdiği doğru ve hak yol, İslâmi-yet
hüdâ-yı Kur’ânî: Kur’ân’ın göster-diği hak ve hida-yet yolu
irade etmek: iste-mek, dilemek
mâlik: her şeyin hakikî sahibi olan Allah
muhtelif: çeşitli mütefavit: çeşitli, farklı
nümune: örnek rıza: memnuniyet, hoşnutluk
sabıkan: bundan önce
suret: biçim, şekil takat: güç, kuvvet vazifeperver: va-zifesini seven, işi-ne düşkün
On Yedinci Lem’a/5. Nota’dan 61
de bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çün-kü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zaman-da öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hisset-miyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin teza-yüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebîlerin tâğutlarıyla ve fü-nun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenle-re binler nefrin ve teessüfler!1
Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri ——————————— 1 Bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:100.
âyâ: acaba dalâlet: hak yol-dan ayrılma, sap-kınlık
ecnebî: yabancı ehl-i medeniyet: dünyaya yalnız maddî zevk ve menfaatleri için bakanlar
elem: acı, keder elîm: acı ve sıkıntı veren
Frenk: Avrupalı
fünun-u tabiiye: tabiatın dış görü-nüşüyle ilgilenen ilim dalları
gaflet: Allah’ın emir ve yasakları-na duyarsız dav-ranma hâli
hakikat: gerçek, doğru
hassasiyet-i ilmi-ye: ilmî duyarlılık
ikazat: uyarılar
iptal-i his: duygu-yu etkisizleştirme, uyuşturma
ittibâ etmek: tabi olmak, uymak
mevt: ölüm nefrin: beddua tâğut: ibadet edi-len bâtıl şey, put
teessüf etme: üzül-me, esef duyma
tezayüd: ziyade-leşme, artma
62 Sabır Risalesi
hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına it-tibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam edi-yorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcası-na ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalan-cılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâı-nız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve mille-te bir istihzâdır.
اېەئد وا مزبزث ا ۀـا ا راط ا نت1ڤ ا
——————————— 1 Allah bizi de, sizi de sırat-ı müstakime eriştirsin. adâvet: düşmanlık âgâh: uyanık, aklı başında
bâtıl: hak olmayan efkâr: fikirler, dü-şünceler
hadsiz: sınırsız, sayısız
hamiyet: din ve
vatan gibi mukad-des değerleri ko-ruma gayreti
iltihak etmek: ka-tılmak
istihfaf: hafife al-ma
istihzâ: alay etme ittibâ etmek: tabi
olmak, uymak sefahet: zevk ve eğlenceye düş-künlük
sefihâne: zevk ve yasak şeylere düşkün olarak
suret: biçim, şekil zulüm: haksızlık
Sabır ve dua
(Mesnevî-i Nuriye, Lasiyyemalar’dan)
... Bu âlemin Sâni’inde pek rahîmâne bir şefkat vardır. Zira görüyoruz ki, bu âlemde yardım isteyen bir musibetzedeye kemâl-i sür’atle yardım ediliyor. Dergâh-ı izzete il-tica eden kurtuluyor. Sual eden sâillerin is-tekleri veriliyor. En âdi bir zîhayatın sesi işitiliyor ve hâceti kabul ediliyor. İşte böyle bir şefkat sahibi, nev-i beşerin en büyük, en lâzım, en zarurî, şedit bir hâceti hakkında, bütün insanlar namına yaptığı duada iste-diği Cenneti ve saadet-i ebediyeyi ve ba’-
âdi: basit, sıradan âlem: dünya; kâi-nat
dergâh-ı izzet: Al-lah’ın üstünlük, yücelik kapısı
hâcet: ihtiyaç iltica etmek: sı-ğınmak
kemâl-i sür'at: çok hızlı bir şekilde
musibetzede: be-
lâya, sıkıntıya düş-müş olan kimse
namına: adına nev-i beşer: insan-lar, insanlık türü
rahîmâne: çok mer-hametli ve şefkatli bir şekilde
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk
sâil: dileyen, iste-yen
Sâni’: herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allah
sual etmek: iste-mek şedit: şiddetli şefkat: merhamet zarurî: zorunlu zîhayat: canlı, ha-yat sahibi
zîra: çünkü
64 Sabır Risalesi
sü ba’del mevti yapacaktır. Bilhassa, o re-is-i muhteremin şu umumî duasına, bütün zevilhayat, bütün mahlûkat “Âmin! Âmin!” diyorlar.
âmin: kabul eyle, ey Allahım
ba’sü ba’del mevt: öldükten sonra âhirette tekrar di-riltilme
bilhassa: özellikle
mahlûkat: yaratıl-mış varlıklar
namına: adına reis-i muhterem: hürmet ve saygı-ya lâyık olan ön-der
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk
umumî: genel, her-kese ait
zevilhayat: canlı-lar
Belâ ve musibetler geçicidir
(On Üçüncü Söz’ün İkinci Makamı’ndan)
İkinci nokta: Zevâl-i lezzet elem olduğu
gibi, zevâl-i elem dahi lezzettir. Evet, her-kes geçmiş lezzetli, safalı günlerini düşün-se, teessüf ve tahassür elem-i mânevîsini hissedip “Eyvah” der. Ve geçmiş musibet-li, elemli günlerini tahattur etse, zevâlinden bir mânevî lezzet hisseder ki, “Elhamdülil-lâh, şükür, o belâ sevabını bıraktı, gitti” der, ferahla teneffüs eder. Demek bir saat muvakkat elem, ruhta bir mânevî lezzet bı-rakır ve lezzetli saat, bilâkis, elem bırakır.
bilâkis: aksine, tersine
elem: acı, keder, sıkıntı
elem-i mânevî: mâ-nevî elem, acı
elhamdülillâh: ezelden ebede her türlü hamd ve öv-gü, şükür ve min-
net Allah’a mah-sustur
musibet: belâ, fe-laket, dert
muvakkat: geçici safa: zevk, keyif tahassür: özlem, hasret çekme
tahattur: hatırlama teessüf: eseflen-
me, üzülme teneffüs: nefes al-ma, nefeslenme
zevâl: geçip gitme zevâl-i elem: acı ve kederin sona ermesi
zevâl-i lezzet: lez-zetin sona ermesi
66 Sabır Risalesi
Madem hakikat budur. Ve madem geç-miş musibet saatleri, elemleriyle beraber mâdum ve yok olmuş; ve gelecek belâ gün-leri, şimdi mâdum ve yoktur. Ve yoktan elem yok ve mâdumdan elem gelmez. Me-selâ, birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimalinden, bugün o niyetle mütemadi-yen ekmek yese ve su içse, ne derece di-vaneliktir.
Aynen öyle de, geçmiş ve gelecek elemli saatleri—ki hiç ve mâdum ve yok olmuş-lar—şimdi düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp Allah’tan şekvâ etmek gibi “Of, of” etmek divaneliktir. Eğer sağa sola, yani geçmiş ve geleceklere sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hazır saate ve gü-ne karşı tutsa, tam kâfi gelir; sıkıntı ondan bire iner. Hattâ, şekvâ olmasın, ben bu üçüncü medrese-i Yusufiyede, birkaç gün
divanelik: delilik, akılsızlık
elem: acı, keder, sıkıntı
hakikat: gerçek, doğru
kâfi: yeterli mâdum: yok
medrese-i Yusufi-ye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kal-masına benzetile-rek, iman ve Kur’-ân hizmetinden dolayı tutuklanan-ların hapsedildiği
yer mânâsında hapishane
musibet: belâ, fe-laket, dert
mütemadiyen: sü-rekli olarak şekva: şikayet
On Üçüncü Söz/2. Makam’dan 67
zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve mânevî sıkıntılı, hastalıklı musibetimde, hususan Nurun hizmetinden mahrumiye-timden gelen meyusiyet ve kalbî ve ruhî sı-kıntılar beni ezdiği sırada, inâyet-i İlâhiye bu mezkûr hakikati gösterdi. Ben de sıkın-tılı hastalığımdan ve hapsimden razı ol-dum. “Çünkü benim gibi kabir kapısında bir bîçareye, gafletle geçebilir bir saatini on adet ibadet saatleri yapmak büyük kâr-dır” diye şükreyledim.
bîçare: çaresiz gaflet: umursa-mazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davran-ma
hakikat: gerçek, doğru
hususan: özellikle inâyet-i İlâhiye: Al-lah’ın yardımı
mahrumiyet: yok-sunluk
meyusiyet: ümit-sizlik
mezkûr: sözü ge-çen
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
zarfında: içinde
68 Sabır Risalesi
(Mesnevî-i Nuriye, Habbe’den)
Vücut zaten senin mülkün değildir. Onun
mâliki ancak Mâlikü’l-Mülktür. Ve senden daha ziyade senin vücuduna şefkatlidir. Bi-naenaleyh, Mâlik-i Hakikînin daire-i emrin-den hariç o vücuda karıştığın zaman zarar vermiş olursun: ümitsizliği intaç eden hırs gibi.
Biri de belâ ve musibetlerdir. Bunlar zâil-dir, devamları yoktur. Zevalleri düşünülür-se, zıtları zihne gelir, lezzet verir.
Biri de, sen burada misafirsin. Ve bura-dan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza,
binaenaleyh: bun-dan dolayı
daire-i emir: emir dairesi, alanı
intaç etmek: neti-ce, sonuç vermek
keza: bunun gibi mâlik: sahip Mâlik-i Hakikî: her-
şeyin gerçek sa-hibi olan Allah
Mâlikü’l-Mülk: bü-tün mülkün gerçek sahibi olan Allah
menzil: yer, mekân musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
mülk: sahip olu-nan şey şefkat: merhamet vücud: beden zâil: geçip gidici, yok olucu
zeval: geçici olma ziyade: çok, fazla
Mesnevî-i Nuriye/Habbe’den 69
bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mûci-dine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın. Çünkü, feda etmediğin takdirde, ya bâd-ı hevâ zâil olur, gider, veya Onun malı olduğundan, yine Ona rücû eder.
(...) İ’lem eyyühe’l-aziz! Mer’ayı tecavüz
eden koyun sürüsünü çevirtmek için çoba-nın attığı taşlara musâb olan bir koyun, li-san-ı haliyle, “Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faidemizi düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim” diye kendisi döner, sürü de döner.
Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll
âsi: isyan eden aziz: çok değerli, izzetli
bâd-ı hevâ: karşı-lıksız; boş, boşu boşuna
dâll: hak yoldan sapan
fâni: geçici olan, ölümlü
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygı-değer kardeşim!”
mânâsında mu-hatabı uyarmak ve dikkatini çek-mek için kullanı-lan bir söz
lisan-ı hâl: hâl, davranış ve be-den dili
mer’a: hayvanların otladığı yer, otlak, çayır
Mûcid: icad eden, varlıklara vücut
verip yaratan Al-lah
mukabilinde: kar-şılığında
musâb olan: isâ-bet alan; vurulan
rıza: hoşnutluk rücû etmek: dön-mek, geri dönmek
vücud: beden zâil: geçip gidici, yok olucu
ziyade: çok, fazla
70 Sabır Risalesi
değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına mâruz kaldığın zaman,
1 ون ا ه را ا ا وا -söyle ve merci-i hakikî ا
ye dön, imana gel, mükedder olma. O se-ni senden daha ziyade düşünür.
——————————— 1 “Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz.” Ba-
kara Sûresi, 2:156.
mâruz kalmak: uğ-ramak, bir şeyin tesirinde kalmak
merci-i hakikî: ger-
çek başvurulacak, sığınılacak yer
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
mükedder olmak: dertli, üzüntülü, kederli olmak
ziyade: çok, fazla
Sabır içinde şükür
(Hastalar Risalesi’nden)
İKİNCİ DEVÂ
Ey sabırsız hasta! Sabret, belki şükret. Senin bu hastalığın, ömür dakikalarını bi-rer saat ibadet hükmüne getirebilir. Çünkü ibadet iki kısımdır. Biri müsbet ibadettir ki, namaz, niyaz gibi malûm ibadetlerdir. Di-ğeri menfi ibadetlerdir ki, hastalıklar, musi-betler vasıtasıyla musibetzede aczini, zaafı-nı hisseder, Hâlık-ı Rahîmine iltica eder, yal-varır. Hâlis, riyâsız, mânevî bir ibadete maz-har olur.
Evet, hastalıkla geçen bir ömür, Allah’tan
acz: güçsüzlük devâ: ilâç, çare Hâlık-ı Rahîm: sı-nırsız rahmet sa-hibi ve bütün var-lıkların yaratıcısı olan Allah
hâlis: samimi iltica etmek: sı-
ğınmak malûm: bilinen mazhar olmak: erişmek, sahip ol-mak
menfi: olumsuz, negatif
musibetzede: be-lâya, sıkıntıya düş-
müş olan kimse müsbet: olumlu, pozitif
niyaz: dua, yalvar-ma
riyâ: gösteriş, baş-kalarına iyi görün-me
zaaf: zayıflık
72 Sabır Risalesi
şekvâ etmemek şartıyla, mü’min için iba-det sayıldığına rivâyât-ı sahiha vardır.1 Hat-tâ bazı sâbir ve şâkir hastaların bir dakika-lık hastalığı, bir saat ibadet hükmüne geçti-ği ve bazı kâmillerin bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiği, rivâyât-ı sahiha ve keşfiyat-ı sadıka ile sabittir. Senin bir da-kika ömrünü bin dakika hükmüne getirip, sana uzun ömrü kazandıran hastalıktan te-şekkî değil, teşekkür et.
ÜÇÜNCÜ DEVÂ
Ey tahammülsüz hasta! İnsan bu dünya-ya keyif sürmek ve lezzet almak için gel-mediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadi-yen zeval ve firakta yuvarlanması şahittir. ——————————— 1 el-Elbânî, Sahîhu Câmii’s-Sağîr, 256.
devâ: ilâç, çarefirak: ayrılık kâmil: mânevî mer-tebelerde yükse-lip olgunlaşan
keşfiyat-ı sadıka: doğru keşifler; ma-nevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme
mü’min: Allah’a ve Ondan gelen herşeye inanan
mütemadiyen: sü-rekli olarak
rivâyât-ı sahiha: Peygamber Efen-dimize (a.s.m.) ait olduğu kesin ola-rak bilinen rivayet,
hadissâbir: sabreden şâkir: şükreden şekvâ: şikâyet tahammülsüz: da-yanıksız
teşekkî: şikayet etmek
zeval: gelip geçici olma
Hastalar Risalesi’nden 73
Hem insan, zîhayatın en mükemmeli, en yükseği ve cihazatça en zengini, belki zîha-yatların sultanı hükmünde iken, geçmiş lez-zetleri ve gelecek belâları düşünmek vası-tasıyla, hayvana nisbeten en ednâ bir de-recede, ancak kederli, meşakkatli bir hayat geçiriyor. Demek insan bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safâ ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî, daimî bir hayatın saadeti-ne çalışmak için gelmiştir. Onun eline veri-len sermaye de ömürdür.
Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getir-mek istemiyor. Sermaye-i ömrünü bâd-ı heva boş yere sarf ettiriyor. Hastalık ise,
bâd-ı hevâ: boşu boşuna
belâ: büyük sıkıntı cihazat: cihazlar, donanımlar
ebedî: sonu olma-yan, sonsuz
ednâ: en aşağı gaflet: sorumsuz-
luk, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından ha-bersiz davranma
meşakkat: güçlük, zorluk
nisbeten: kıyasla saadet: mutluluk safâ: rahat ve huzur
sarf etmek: harca-mak
sermaye: servet, varlık
sermaye-i ömür: ömür sermayesi
vasıtasıyla: aracı-lığıyla
zîhayat: canlı
74 Sabır Risalesi
birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cese-dine der ki: “Lâyemut değilsin, başıboş de-ğilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni Yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan.” İşte hastalık bu nokta-i nazardan hiç al-
datmaz bir nâsih ve ikaz edici bir mürşid-dir. Ondan şekvâ değil, belki bu cihette ona teşekkür etmek, eğer fazla ağır gelse sabır istemek gerektir.
DÖRDÜNCÜ DEVÂ Ey şekvâcı hasta! Senin hakkın şekvâ de-ğil, şükürdür, sabırdır. Çünkü senin vücu-dun ve âzâ ve cihazatın, senin mülkün de-ğildir. Sen onları yapmamışsın, başka tez-gâhlardan satın almamışsın. Demek baş-kasının mülküdür. Onların mâliki, mülkün-de istediği gibi tasarruf eder.
âzâ: uzuvlar, or-ganlar
cihazat: cihazlar, organlar
cihet: yön ikaz edici: uyarıcı lâyemut: ölümsüz mâlik: sahip
mülk: sahip olunan şey
mürşid: irşad edici, doğru yol gösteren
nâsih: nasihat edennokta-i nazar: ba-kış açısı şekvâ: şikâyet
şükür: Allah’a kar-şı minnet duyma, teşekkür etme
tasarruf etmek: di-lediği gibi kullan-mak ve yönetmek
tezgâh: satış yapı-lan yer
Hastalar Risalesi’nden 75
Yirmi Altıncı Sözde denildiği gibi, meselâ gayet zengin, gayet mâhir bir san’atkâr, güzel san’atını, kıymettar servetini göster-mek için, miskin bir adama modellik vazi-fesini gördürmek maksadıyla, bir ücrete mu-kabil, bir saatçik zamanda, murassâ ve ga-yet san’atlı diktiği bir gömleği, bir hulleyi o fakire giydirir. Onun üstünde işler ve va-ziyetler verir. Harika envâ-ı san’atını gös-termek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zata dese: “Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmak-la verdiğin vaziyetten bana sıkıntı veriyor-sun. Beni güzelleştiren bu gömleği kesip kı-saltmakla güzelliğimi bozuyorsun” demeye hak kazanabilir mi? “Merhametsizlik, insaf-sızlık ettin” diyebilir mi? İşte, aynen bu misal gibi, Sâni-i Zülcelâl
envâ-i san’at: san’at türleri
hulle: elbise insafsızlık: vicdan-sızlık
kıymettar: değerli mâhir: hünerli, san’atkâr
maksat: amaç,
gaye merhamet: acıma, şefkat
miskin: fakir, zavallı mukabil: karşılık murassâ: yaldız-lanmış, süslenmiş
san’atkâr: sanat-çı, usta
Sâni-i Zülcelâl: bü-yüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şe-kilde yaratan Al-lah
servet: zenginlik vaziyet: durum, hâl zat: kişi
76 Sabır Risalesi
sana, ey hasta, göz, kulak, akıl, kalb gibi nuranî duygularla murassâ olarak giydirdi-ği cisim gömleğini, Esmâ-i Hüsnâsının na-kışlarını göstermek için, çok hâlât içinde seni çevirir ve çok vaziyetlerde seni değiş-tirir. Sen açlıkla onun Rezzâk ismini tanıdı-ğın gibi, Şâfî ismini de hastalığınla bil. Elemler, musibetler bir kısım esmâsının ah-kâmını gösterdikleri için, onlarda hikmet-ten lem’alar ve rahmetten şuâlar ve o şuâ-ât içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş ve nefret ettiğin has-talık perdesi arkasında sevimli, güzel mâ-nâları bulursun.
(...)
ahkâm: hükümler, esaslar
cisim: beden elem: acı, keder esmâ: Allah’ın isimleri
esmâ-i hüsnâ: Al-lah’ın sınırsız gü-zellikteki isimleri
hâlât: durumlar, hâller
hikmet: bir gaye ve faydaya yöne-lik olarak, tam
yerli yerinde olma lem’a: parıltı murassâ: yaldız-lanmış, süslenmiş
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
nakış: işleme, süs-leme
nuranî: nurlu, par-lak
rahmet: İlâhî şef-kat, merhamet
Rezzâk: bütün var-lıkların rızıklarını
bol bir şekilde tek-rar tekrar veren ve ihtiyaçlarını karşılayan Allah Şâfî: yarattıklarına şifa verip iyileşti-ren Allah şuâ: ışık, parıltı şuâât: şuâlar, ışık-lar, parıltılar
tevahhuş etmek: korkmak, ürkmek
vaziyet: durum, hâl
Hastalar Risalesi’nden 77
ON BİRİNCİ DEVÂ
Ey sabırsız hasta kardeş! Hastalık, hazır bir elemi sana vermekle beraber, evvelki hastalığından bugüne kadar, o hastalığın zevâlindeki bir lezzet-i mâneviye ve seva-bındaki bir lezzet-i ruhiye veriyor. Bugün-den, belki bu saatten sonraki zamanda has-talık yok; elbette yoktan elem yok. Elem olmazsa teessür olamaz. Sen yanlış bir su-rette tevehhüm ettiğin için sabırsızlık geli-yor. Çünkü, bugünden evvel bütün hasta-lık zamanının maddîsi gitmekle elemi de beraber gitmiş, kendindeki sevabı ve zevâ-lindeki lezzet kalmış. Sana kâr ve sürur ver-mek lâzım gelirken, onları düşünüp müte-ellim olmak ve sabırsızlık etmek divanelik-tir. Gelecek günler daha gelmemişler. On-ları şimdiden düşünüp, yok bir günde, yok olan bir hastalıktan, yok olan bir elemden
divanelik: akılsızlık elem: acı, keder evvel: önce lezzet-i mânevi-ye: mânevî lezzet
lezzet-i ruhiye: ru-
hun lezzet alması müteellim: acı çeken, üzülen
suret: biçim, şekil sürur: mutluluk, sevinç
teessür: üzüntü tevehhüm etmek: sanmak, zannet-mek, kuruntu
zevâl: yok olma, sona erme
78 Sabır Risalesi
tevehhüm ile düşünüp müteellim olmak, sabırsızlık göstermekle, üç mertebe yok yo-ğa vücut rengi vermek divanelik değil de nedir?
Madem bu saatten evvelki hastalık za-manları ise sürur veriyor. Ve madem, yine bu saatten sonraki zaman mâdum, hasta-lık mâdum, elem mâdumdur. Sen, Cenâb-ı Hakkın sana verdiği bütün sabır kuvvetini böyle sağa sola dağıtma, bu saatteki ele-me karşı tahşid et, “Yâ Sabûr” de, dayan.
(...)
ON ÜÇÜNCÜ DEVÂ Ey hastalıktan şekvâ eden bîçare adam!
Hastalık bazılara ehemmiyetli bir definedir, gayet kıymettar bir hediye-i İlâhiyedir. Her
bîçare: çaresiz, zavallı
Cenâb-ı Hak: Hak-kın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
divanelik: akılsızlık ehemmiyet: değer, önem
elem: keder, üzüntü evvel: önce
hediye-i İlâhiye: Al-lah’ın hediyesi
kıymettar: değerli mâdum: yok müteellim: acı çe-ken, üzülen
Sabûr: kullarına sabır gücü ihsan eden Allah
sürur: mutluluk, sevinç
şekvâ: şikâyet tahşid etmek: öne-minden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durmak
tevehhüm etmek: sanmak, zannet-mek, kuruntu
vücut rengi vermek: olmayan bir şeyi var kabul etmek
Hastalar Risalesi’nden 79
hasta, kendi hastalığını o neviden tasavvur edebilir.
Madem ecel vakti muayyen değil; Cenâb-ı Hak, insanı ye’s-i mutlak ve gaflet-i mut-laktan kurtarmak için, havf ve recâ orta-sında ve hem dünya ve hem âhireti muha-faza etmek noktasında tutmak için, hikme-tiyle eceli gizlemiş. Madem her vakit ecel gelebilir; eğer insanı gaflet içinde yakalasa, ebedî hayatına çok zarar verebilir. Hastalık gafleti dağıtır, âhireti düşündürür, ölümü ta-hattur ettirir, öylece hazırlanır. Bazı öyle bir kazancı olur ki, yirmi senede kazanamadı-ğı bir mertebeyi yirmi günde kazanıyor.
âhiret: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz ha-yat
Cenâb-ı Hak: Hak-kın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
ebedî: sonsuz ecel: ölüm vakti gaflet: sorumsuz-luk, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından ha-
bersiz davranma gaflet-i mutlaka: bütünüyle umur-samazlık, âhiret-ten ve Allah’ın emir ve yasakla-rından habersiz davranma
havf ve recâ: kor-ku ve ümit
hikmet: bir gaye ve faydaya yöne-lik olarak, tam yerli yerinde olma
muayyen: belirli, bilinen
muhafaza etmek: korumak, sakla-mak
nevi: tür tahattur etmek: ha-tırlamak
tasavvur etmek: düşünme, hayal etme
ye’s-i mutlak: tam bir ümitsizlik
80 Sabır Risalesi
Ezcümle, arkadaşlarımızdan—Allah rah-met etsin—iki genç vardı: Biri İlâmalı Sab-ri, diğeri İslâmköylü Vezirzâde Mustafa. Bu iki zat, talebelerim içinde kalemsiz oldukla-rı halde, samimiyette ve iman hizmetinde en ileri safta olduklarını hayretle görüyor-dum. Hikmetini bilmedim. Vefatlarından sonra anladım ki, her ikisinde de ehemmi-yetli bir hastalık vardı. O hastalık irşadıyla, sair gafil ve ferâizi terk eden gençlere be-del, en mühim bir takvâ ve en kıymettar bir hizmette ve âhirete nâfi bir vaziyette bulundular. İnşaallah, iki senelik hastalık zahmeti, milyonlar sene hayat-ı ebediye-nin saadetine medar oldu. Ben onların sıh-hati için bazı ettiğim duayı, şimdi anlıyo-
âhiret: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz ha-yat
bedel: karşılık ehemmiyetli: önemli
ezcümle: örneğin ferâiz: farzlar, Al-lah’ın kesin emir-leri
gafil: Allah’ı dü-
şünmeyen ve so-rumluluklarından habersiz
hayat-ı ebediye: sonsuz hayat, âhi-ret hayatı
hikmet: sebep, gaye
irşad: doğru yolu gösterme, uyarma
kıymettar: değerli medar olmak: se-
bep olmak, vesile olmak
mühim: önemli nâfi: faydalı saadet: mutluluk sair: diğer, başka sıhhat: sağlık takvâ: Allah’ın emir-lerini tutup, günah-lardan sakınmak
vaziyet: durum, hâl zat: kişi
Hastalar Risalesi’nden 81
rum, dünya itibarıyla beddua olmuş. İnşa-allah, o duam, sıhhat-i uhreviye için kabul olunmuştur. İşte bu iki zat, benim itikadımca, on se-
nelik bir takvâ ile elde edilecek bir kazanç kadar bir kâr buldular. Eğer ikisi, bir kısım gençler gibi sıhhat ve gençliğine güvenip gaflet ve sefahete atılsaydılar, ölüm de on-ları tarassut edip tam günahlarının pislikle-ri içinde yakalasaydı, o nurlar definesi ye-rine, kabirlerini akrepler ve yılanlar yuvası yapacaklardı.
Madem hastalıkların böyle menfaati var. Ondan şekvâ değil, tevekkül, sabır ile, belki şükredip rahmet-i İlâhiyeye itimad etmektir.
(...)
beddua: kötü dua define: hazine gaflet: sorumsuz-luk, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından ha-bersiz davranma
inşaallah: Allah izin verirse
itikat: inanç itimad etme: gü-venme, dayanma
menfaat: fayda, yarar
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmeti
sefahet: yasak zevk ve eğlence-ye düşkünlük
sıhhat: sağlık sıhhat-i uhreviye: ahiret hayatında
sağlıklı olma şekvâ: şikayet, ya-kınma
takvâ: Allah’ın emir-lerini tutup, günah-lardan sakınmak
tarassut etmek: gözetlemek
tevekkül: Allah’a dayanma ve gü-venme
zat: kişi
82 Sabır Risalesi
ON BEŞİNCİ DEVÂ
Ey âh ü enîn eden hasta! Hastalığın su-retine bakıp ah eyleme; mânâsına bak, oh de. Eğer hastalığın mânâsı güzel birşey ol-masaydı, Hâlık-ı Rahîm en sevdiği ibâdına hastalıkları vermezdi. Halbuki, hadis-i sa-hihte vardır ki,
اس د ا ا ل ء ا م ا اء، و م ا اء ل نت1 ا
(ev kemâ kàl). Yani, “En ziyade musibet ve meşakkate giriftar olanlar, insanların en ——————————— 1 el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:519, no: 1056; el-Hâkim, el-
Müstedrek, 3:343; Buharî, Merdâ: 3; Tirmizî, Zühd: 57; İbni Mâce, Fiten: 23; Dârimî, Rikâk: 67; Müsned, 1:172, 174, 180, 185, 6:369.
âh ü enîn eden: âh çekip inleyen
ev kemâ kàl: veya buna benzer şe-kilde buyurmuş-lardır
giriftar olan: tutu-lan
hadis-i sahih: sa-hih hadis; Pey-
gamber Efendimi-ze (a.s.m.) ait ol-duğu kesin bilinen ve doğru sened ve güçlü râvîlerle rivâyet edilen ha-dis
Hâlık-ı Rahîm: sı-nırsız rahmet sa-hibi ve bütün var-
lıkların yaratıcısı olan Allah
ibâd: kullar meşakkat: güçlük, zorluk
musibet: belâ, büyük sıkıntı
suret: biçim, görünüş
ziyade: çok, fazla
Hastalar Risalesi’nden 83
iyisi, en kâmilleridir.” Başta Hazret-i Ey-yub Aleyhisselâm, enbiyalar, sonra evliya-lar ve sonra ehl-i salâhat, çektikleri hasta-lıklara birer ibadet-i hâlisa, birer hediye-i Rahmâniye nazarıyla bakmışlar, sabır için-de şükretmişler, Hâlık-ı Rahîmin rahmetin-den gelen bir ameliyat-ı cerrahiye nev’in-den görmüşler.
Sen, ey âh ü fîzâr eden hasta! Bu nuranî kafileye iltihak etmek istersen, sabır içinde şükret. Yoksa şekvâ etsen, onlar seni kafi-
âh ü fîzâr eden: âh çekip ağlayan
Aleyhisselâm: Al-lah’ın selâmı onun üzerine olsun
ameliyat-ı cerrahi-ye: cerrahî ameli-yat
ehl-i salâhat: din-darlıkta çok ileri olanlar
enbiya: nebiler, peygamberler
evliya: Allah dost-ları
Hâlık-ı Rahîm: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi
olan ve herşeyi yaratan Allah
Hazret-i Eyyub: Hz. İshak’ın torunu olan ve Kur’ân-ı Kerimde adı ge-çen peygamber-lerden biri
hediye-i Rahmâ-niye: sonsuz rah-met sahibi Allah’ın hediyesi
ibadet-i hâlisa: sa-mimiyetle, içten-likle yapılan iba-det
iltihak etmek: ka-tılmak
kafile: grup, toplu-luk
kâmil insan: mâne-vî mertebelerde yükselip olgunla-şan, fazilet sahibi insan
nazar: bakış, görüş nev’: tür nuranî: nurlu, ay-dınlık
rahmet: İlâhî şef-kat, merhamet şekvâ: şikâyet şükretmek: Allah’a karşı minnet duy-mak, teşekkür et-mek
84 Sabır Risalesi
lelerine almayacaklar. Ehl-i gafletin çukurla-rına düşersin. Karanlıklı bir yolda gideceksin.
Evet, hastalıkların bir kısmı var ki, eğer ölümle neticelense, mânevî şehid hükmün-de, şehadet gibi bir velâyet derecesine se-bebiyet verir. Ezcümle, çocuk doğurmak-tan gelen hastalıklarHAŞİYE ve karın sancı-sıyla, gark ve hark ve tâun ile vefat eden şehid-i mânevî olduğu gibi, çok mübarek hastalıklar var ki, velâyet derecesini ölümle kazandırır. Hem hastalık, dünya aşkını ve alâkasını hafifleştirdiğinden, vefat ile dün-yadan, ehl-i dünya için gayet elîm ve acı olan mufarakati tahfif eder, bazan da sev-dirir. ——————————— HAŞİYE Bu hastalığın mânevî şehadeti kazandırması, lohu-
sa zamanı olan kırk güne kadardır.
ehl-i dünya: sade-ce dünya ile ilgile-nen, ahireti dü-şünmeyen kişiler
ehl-i gaflet: âhire-te, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar
elîm: acı ve sıkıntı
veren ezcümle: örneğin gark: suda boğulma hark: yanma haşiye: dipnot mânevî şehadet: mânevî şehitlik
mufarakat: ayrılık mübarek: uğurlu, hayırlı
sebebiyet vermek: sebep olmak şehadet: şehitlik şehid-i mânevî: mânevî olarak şe-hit sayılan
tahfif etmek: hafif-letmek
tâun: veba hastalığı velâyet: velilik
Hastalar Risalesi’nden 85
ON SEKİZİNCİ DEVÂ
Ey şükrü bırakıp şekvâya giren hasta! Şekvâ bir haktan gelir. Senin bir hakkın zayi olmamış ki şekvâ ediyorsun. Belki se-nin üstünde hak olan çok şükürler var, yapmadın. Cenâb-ı Hakkın hakkını verme-den, haksız bir surette hak istiyorsun gibi şekvâ ediyorsun. Sen, kendinden yukarı mertebelerdeki sıhhatli olanlara bakıp şek-vâ edemezsin. Belki sen, kendinden sıhhat noktasında aşağı derecelerde bulunan bî-çare hastalara bakıp şükretmekle mükellef-sin. Senin elin kırık ise, kesilmiş ellere bak. Bir gözün yoksa, iki gözü de olmayan âmâ-lara bak, Allah’a şükret.
Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden
âmâ: kör bîçare: çaresiz Cenâb-ı Hak: Hak-kın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah
devâ: ilâç, çare musibet: belâ, bü-
yük sıkıntı mükellef: yükümlü nimet: iyilik, lütuf, ihsan
sıhhat: sağlık surette: şekilde şekvâ: şikayet, ya-kınma
şükretmek: Allah’a karşı minnet duy-mak, teşekkür et-mek şükür: Allah’a karşı minnet duyma, te-şekkür etme
zayi: kayıp
86 Sabır Risalesi
musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin. Bu sır bazı risaleler-de bir temsille izah edilmiş. İcmâli şudur ki:
Bir zat, bir bîçareyi bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. Tam minarenin başında da en büyük bir hedi-yeyi veriyor. O mütenevvi hediyelere karşı ondan teşekkür ve minnettarlık istediği hal-de, o hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sa-yıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar. “Keş-ke bu minare daha uzun olsaydı, daha yu-karıya çıksaydım! Niçin o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?” deyip şekvâya başlarsa, ne kadar bir küfran-ı ni-mettir, bir haksızlıktır. Öyle de, bir insan
bîçare: çaresiz icmâl: özet ihsan: iyilik, bağış, lütuf
izah etmek: açık-lamak
küfran-ı nimet: ni-mete karşı nan-körlük
minnettarlık: şük-ran duygusu
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
mütenevvi: çeşit çeşit
risale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisi şekvâ: şikayet, ya-kınma
şükretmek: Allah’a karşı minnet duy-mak, teşekkür et-mek şükür: Allah’a karşı minnet duyma, te-şekkür etme
temsil: benzetme, örnek
zat: kişi, şahıs
Hastalar Risalesi’nden 87
hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir derece-i nimet ka-zandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve âfi-yet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla veya sû-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekvâ etmek, sabırsızlık göstermek, “Aman, ne yaptım böyle başıma geldi?” diye rububiyet-i İlâhiyeyi tenkit etmek gibi bir hâlet, maddî hastalıktan daha musibetli, mânevî bir has-talıktır. Kırılmış elle döğüşmek gibi, şikâye-tiyle hastalığını ziyadeleştirir. Âkıl odur ki,
ن اذ ذ اا ا ة م ا ا وا ا ون اوا ا ه را 1 ا——————————— 1 “O kimseler ki, başlarına bir musibet geldiğinde ‘Biz Al-
lah’ın kullarıyız; dönüşümüz de ancak Onadır’ derler.” Ba-kara Sûresi, 2:156.
âfiyet: sağlıkderece-i nimet: ni-met derecesi
hâlet: durum, hâl musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
rububiyet-i İlâhi-ye: Allah’ın bütün varlık âlemini ku-
şatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve ter-biyesi
sıhhat: sağlamlık, sağlık
sû-i ihtiyar: iradeyi kötüye kullanma
sû-i istimal: kötü-ye kullanma
şekvâ: şikayet, ya-kınma
tenkit etmek: eleş-tirmek
vücuda gelme: var olma, ortaya çıkma
ziyadeleştirmek: artırmak, fazlalaş-tırmak
88 Sabır Risalesi
sırrıyla teslim olup sabretsin, tâ o hastalık vazifesini bitirsin, gitsin.
(Sekizinci Söz’den) Elhasıl: Her kim hayat-ı fâniyeyi esas mak-
sat yapsa, zahiren bir cennet içinde olsa da, mânen cehennemdedir. Ve her kim ha-yat-ı bâkıyeye ciddî müteveccih ise, saa-det-i dâreyne mazhardır. Dünyası ne ka-dar fena ve sıkıntılı olsa da, dünyasını Cen-netin intizar salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır için-de şükreder.
hayat-ı bâkiye: ka-lıcı, sürekli âhiret hayatı
hayat-ı fâniye: ge-çici, ölümlü dünya hayatı
intizar: bekleme
maksat: gaye mânen: mânevî yönden
mazhar: erişme, nail olma
müteveccih: yö-nelmiş
saadet-i dareyn: dünya ve âhiret mutluluğu
tahammül: katlan-ma, dayanma
zahiren: görünüşte
(On Üçüncü Söz’ün İkinci Makamı’ndan)
Madem ölüm ölmüyor. Ve ecel gizlidir,
her vakit gelebilir. Ve madem kabir kapan-mıyor; kafile kafile arkasında gelenler ora-ya girip kayboluyorlar. Ve madem ölüm, ehl-i iman hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrildiği, hakikat-i Kur’âniye ile gösterilmiş; ve ehl-i dalâlet ve sefahet hakkında, gözle göründüğü gibi, bir idam-ı ebedîdir, bütün mahbubâtından ve mev-cudattan bir firâk-ı lâyezâlîdir. Elbette ve elbette, hiç şüphe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki, sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların
bahtiyar: talihli ecel: ölüm vakti ehl-i dalâlet ve se-fahet: doğru ve hak yoldan sapan, inançsız kimseler ve zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olanlar
ehl-i iman: iman
edenler, mü’min-ler
firâk-ı lâyezâlî: so-nu olmayan ayrılık
hakikat-ı Kur’âni-ye: Kur’ân’ın ger-çeği
idam-ı ebedî: diril-memek üzere son-suz yok oluş
istifade etmek: fay-dalanmak, yarar-lanmak
kafile: grup mahbubât: sevilen-ler, sevgililer
mevcudât: varlıklar terhis: göreve son verme
tezkere: belge
90 Sabır Risalesi
dersini alarak istikamet dairesinde imanına ve Kur’ân’a hizmete çalışmaktır.
(On İkinci Şuâ’dan)
Hem madem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Ve zahmet ise rahmete kalb oluyor. Elbet-te biz sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz.
(Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Makam’dan)
BİRİNCİ REMİZ Yirmi Altıncı Sözün hâtimelerinde denil-
diği gibi, nasıl ki bir mahir san’atkâr, kıy-
fâni: geçici hâtime: sonuç, son istikamet: doğrulukkalb olma: dönüş-me
mahir: becerikli
rahmet: merha-met, şefkat, ihsan
remiz: işaret san’atkâr: sanat-çı, usta
sükût: sessiz kal-
ma, susma tevekkül: Allah’a dayanma ve gü-venme, sebeplere sarılıp neticeyi Al-lah’a havale etme
Yirmi Dördüncü Mektup/1. Makam’dan 91
mettar bir elbiseyi murassâ ve münakkaş surette yapmak için, bir miskin adamı, lâ-yık olduğu bir ücrete mukàbil model yapa-rak, kendi san’at ve maharetini göstermek için, o elbiseyi o miskin adam üstünde bi-çer, keser, kısaltır, uzatır; o adamı da otur-tur, kaldırır, muhtelif vaziyetler verir. Şu miskin adamın hiçbir hakkı var mıdır ki, o san’atkâra desin: “Beni güzelleştiren bu el-biseye neden ilişip tebdil ve tağyir ediyor-sun ve beni kaldırıp oturtup meşakkatle benim istirahatimi bozuyorsun?”
Aynen öyle de, Sâni-i Zülcelâl, herbir ne-vi mevcudatın mahiyetini birer model itti-haz ederek ve nukuş-u esmâsıyla kemâlât-ı
istirahat: rahat etme
ittihaz etme: edin-me, alma
kıymettar: değerli maharet: beceri, ustalık
mahiyet: nitelik, özellik
meşakkat: güçlük, zorluk
mevcudat: varlık-lar
miskin: zavallı muhtelif: değişik, farklı
mukabil: karşılık murassâ: süslen-miş, süslü
münakkaş: nakış-lanmış, süslen-miş
nevi: tür, çeşit nukuş-u esmâ: isimlerin nakışları
san’atkâr: sanatçı, usta
Sâni-i Zülcelâl: son-suz yücelik ve haş-met sahibi ve her-şeyi san’atla yara-tan Allah
suret: biçim, şekil tağyir: değiştirme, başkalaştırma
tebdil etme: değiş-tirme
92 Sabır Risalesi
san’atını göstermek için, herbir şeye, husu-san zîhayata, duygularla murassâ bir vücut libasını giydirerek, üstünde kalem-i kazâ ve kaderle nakışlar yapar, cilve-i esmâsını gösterir. Herbir mevcuda dahi, ona lâyık bir tarzda bir ücret olarak, bir kemâl, bir lez-zet, bir feyiz veriyor.
اء 1 ف ه ى ف ر ك ك ا ا sır-rına mazhar olan o Sâni-i Zülcelâle karşı hiçbir şeyin hakkı var mıdır ki, desin, “Ba-na zahmet veriyorsun, benim istirahatimi bozuyorsun.” Hâşâ!
Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü’l-——————————— 1 Mülkün sahibi, mülkünde nasıl dilerse öyle tasarruf eder.
cihet: yön, taraf cilve-i esmâ: Al-lah’ın isimlerinin varlıklardaki yan-sıması, görüntüsü
feyiz: mânevî gıda hâşâ: asla hususan: özellikle istirahat: rahat etme
kalem-i kazâ ve kader: Allah’ın olacak hadiseleri
olmadan önce bi-lip takdir etmesi ve bu bilinen ve takdir olunan ha-diseleri zamanı gelince meydana getirmesi
kemâl: kusursuz-luk
kemâlât-ı san’at: san’attaki mükem-mellikler
libas: elbise
mazhar: erişme, nail olma
mevcud: varlık mevcudat: varlıklar murassâ: süslen-miş, süslü
Sâni-i Zülcelâl: son-suz yücelik ve haş-met sahibi ve her-şeyi san’atla yara-tan Allah
vücut: varlık zîhayat: canlı
Yirmi Dördüncü Mektup/1. Makam’dan 93
Vücuda karşı hakları yoktur ve hak dâvâ edemezler. Belki hakları daima şükür ve hamd ile, verdiği vücut mertebelerinin hak-kını edâ etmektir. Çünkü verilen bütün vü-cut mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânâttır. İmkânât ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler. Nihayetsize il-let olamaz.
Meselâ madenler diyemezler: “Niçin ne-bâtî olmadık?” Şekvâ edemezler; belki vü-cud-u madenîye mazhar oldukları için, hak-ları Fâtırına şükrandır.
Nebâtat, “Niçin hayvan olmadım?” deyip şekvâ edemez. Belki, vücut ile beraber, ha-yata mazhar olduğu için, hakkı şükrandır.
adem: yokluk, hiçlik edâ etmek: yerine getirmek
Fâtır: herşeyi ben-zersiz olarak, ha-rika, üstün san’a-tıyla yaratan Allah
hamd: teşekkür ve övgü
illet: esas sebep imkânat: olabilir-likler; varlığı ile
yokluğu imkân dahilinde olanlar
mazhar olma: eriş-me, kavuşma
mertebe: derece nebâtat: bitkiler nebâtî: bitkisel nihayetsiz: sonsuz şekva: şikâyet şükran: teşekkür etme şükür: Allah’a kar-
şı minnet duyma, teşekkür etme
Vâcibü’l-Vücud: var-lığı zorunlu olan, var olmak için hiç-bir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah
vukuat: meydana gelmiş olaylar
vücud-u madenî: madenî varlık
vücut: varlık
94 Sabır Risalesi
Hayvan ise, “Niçin insan olmadım?” di-ye şikâyet edemez. Belki, hayat ve vücut ile beraber, kıymettar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şük-randır. Ve hâkezâ, kıyas et.
Ey insan-ı müştekî! Sen mâdum kalma-dın, vücut nimetini giydin, hayatı tattın, câmid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmi-yet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün, ve hâ-kezâ... Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenâb-ı Hakkın sana ver-diği mahz-ı nimet olan vücut mertebeleri-ne mukàbil şükretmeyerek, imkânât ve ade-miyat nev’inde ve senin eline geçmediği
ademiyat: yokluk-lar, hiçlikler
câmid: cansız Cenâb-ı Hak: Hak-kın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
cevher: değerli şey, öz
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inanç-sızlık
hâkezâ: bunun gibi
imkânat: olabilir-likler; varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olanlar
insan-ı müşteki: şikâyet eden in-san
kıyas: karşılaştırma kıymettar: değerli mâdum: yok, hiçli-ğe mahkum olan
mahz-ı nimet: ni-metin tâ kendisi
mertebe: derece, makam
mukàbil: karşılık nev’i: tür, çeşit selâmet: esenlik, güven
sıhhat: sağlık şükran: teşekkür etme şükür: Allah’a karşı minnet duyma, te-şekkür etme
vücut: varlık
Yirmi Dördüncü Mektup/1. Makam’dan 95
ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla Ce-nâb-ı Haktan şekvâ ediyorsun ve küfrân-ı nimet ediyorsun?
Acaba bir adam, minare başına çıkmak gibi âli derecatlı bir mertebeye çıksın, bü-yük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şük-retmesin ve desin: “Niçin o minareden da-ha yükseğine çıkamadım?” diye şekvâ ede-rek ağlayıp sızlasın—ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfrân-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder; divaneler da-hi anlar.
Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız, şekvâlı, gafil insan! Kat’iyen bil ki, kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasâret-
âli: yüce bâtıl: hakka uyma-yan
Cenâb-ı Hak: Hak-kın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
derecat: dereceler divane: akılsız, deli gafil: duyarsız, so-rumsuz
hırs: aç gözlülük iktisat: tutumluluk israf: savurganlık kanaat: Allah’ın nasip ettiği rızka razı olma, yetinme
kat’iyen: kesin ola-rak
küfrân-ı nimet: ni-mete karşı nan-
körlük makam: konum mertebe: derece, makam şekva: şikâyet şükran: teşekkür etme şükür: Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme
96 Sabır Risalesi
li bir küfrandır. Ve iktisat, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır. Eğer aklın varsa kanaate alış ve rızaya çalış. Taham-mül etmezsen, “Yâ Sabûr” de ve sabır iste, hakkına razı ol, teşekkî etme. Kimden ki-me şekvâ ettiğini bil, sus. Herhalde şekvâ etmek istersen, nefsini Cenâb-ı Hakka şek-vâ et; çünkü kusur ondadır.
(Otuz İkinci Söz, 3. Mevkıf’tan)
İKİNCİ NÜKTE: (…)
Evlâtlarını, o Zat-ı Rahîm-i Kerîmin hedi-yeleri olduğu için kemâl-i şefkat ve merha-
Cenâb-ı Hak: Hak-kın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
hasâret: zarara uğrama, ziyan
ihtiram: saygı gös-terme
iktisat: tutumluluk israf: savurganlık istihfaf: hafife alma kanaat: Allah’ın
nasip ettiği rızka razı olma, yetinme
kemâl-i şefkat ve merhamet: tam bir şefkat ve mer-hamet
küfran: nankörlük nefis: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden duygu
Sabûr: kullarına sabır gücü ihsan eden Allah şekva: şikâyet tahammül: dayan-ma, katlanma
teşekkî: şikâyet Zat-ı Rahîm-i Ke-rîm: sonsuz rah-met ve ikram sahi-bi olan Zat, Allah
Otuz İkinci Söz/3. Mevkıf’tan 97
metle onları sevmek ve muhafaza etmek, yine Hakka aittir. Ve o muhabbet ise, Ce-nâb-ı Hakkın hesabına olduğunu gösteren alâmet ise, vefatlarında sabır ile şükürdür, meyusâne feryad etmemektir.1 “Hâlıkımın, benim nezaretime verdiği sevimli bir mah-lûku idi, bir memlûkü idi. Şimdi hikmeti iktiza etti, benden aldı, daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlûkte bir zâhirî his-sem varsa, hakikî bin hisse onun Hâlıkına
aittir. 2 ـ ۀ ا deyip teslim olmaktır.
——————————— 1 Bk. Bakara Sûresi, 2:156. 2 “Hüküm (yetki ve karar) Allah’ındır.” Mü’min Sûresi, 40:12.
alâmet: belirti, işa-ret
Cenâb-ı Hak: Hak-kın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah
feryad: bağırıp ça-ğırma
Hak: varlığı hak olan ve her hakkın
sahibi olan Allah hakikî: gerçek, doğru
Hâlık: herşeyi ya-ratan Allah
hikmet: yaratılış-taki İlâhî gaye, fayda ve tanzim
iktiza: gerektirme mahlûk: yaratık
memlûk: köle, kul meyusâne: ümitsiz-cesine
muhabbet: sevgi muhafaza: koruma nezaret: gözetim şükür: Allah’a karşı minnet duyma, te-şekkür etme
zâhirî: görünürde
Bediüzzaman’ın hayatından sabır örnekleri
(On Altıncı Mektup’tan)
ÜÇÜNCÜ NOKTA Halimi, istirahatimi düşünen ve her mu-
sibete karşı sabırla sükûtumu istiğrap eden dostlarımın şöyle bir sualleri var ki: “Sana gelen zahmetlere, sıkıntılara nasıl taham-mül ediyorsun? Halbuki eskiden çok hid-detli ve izzetli idin; ednâ bir tahkire taham-mül edemezdin.”
Elcevap: İki küçük hâdiseyi ve hikâyeyi dinleyiniz, cevabını alınız.
Birinci hikâye: İki sene evvel benim hak-kımda bir müdür sebepsiz, gıyabımda tez-yifkârâne, hakaretli sözler söylemişti. Son-ra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said
ednâ: en basit, en küçük
gıyap: hazır ve mevcut bulunma-ma, yokluk
istiğrap: şaşırma,
hayret etme izzet: değer, kıymet, şeref, yücelik
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
sükût: sessizlik
tahammül: dayan-ma, katlanma
tahkir: hakaret et-me, aşağılama
tezyifkârâne: kü-çük düşürürcesine
On Altıncı Mektup’tan 99
damarıyla müteessir oldum. Sonra, Ce-nâb-ı Hakkın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helâl ettirdi. O hakikat şudur:
Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söy-lemişse, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemişse, beni riyadan ve ri-yanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtar-maya yardımdır. Evet, ben nefsimle musa-lâha etmemişim. Çünkü terbiye etmemi-şim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gös-terse, ondan darılmak değil, belki mem-nun olmak lâzım gelir.
beyan: açıklama Cenâb-ı Hak: Hak-kın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
hakikat: gerçek, esas
izale etme: gider-me
musalâha etmek: barışmak
müteessir: etki-lenme, üzülme
nefis: kişinin ken-disi; insanı zevk ve isteklere sevk eden kuvvet
rahmet: şefkat,
merhamet riya: gösteriş sevk etmek: yö-neltmek şöhret-i kâzibe: yalancı şöhret
tahkir: hakaret et-me, aşağılama
100 Sabır Risalesi
Eğer o adamın tahkiratı, benim imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım sıfatıma ait ise, o bana ait değil. O adamı, beni istihdam eden Sahib-i Kur’ân‘a havale ediyorum. O Azîzdir, Hakîmdir.
Eğer sırf beni sövmek, tahkir etmek, çü-rütmek nev’inden ise, o da bana ait değil. Ben menfi ve esir ve garip ve elim bağlı ol-duğundan, haysiyetimi kendi elimle dü-zeltmeye çalışmak bana düşmez. Belki mi-safir olduğum ve bana nezaret eden şu kö-ye, sonra kazaya, sonra vilâyete hükmeden-lere aittir. Bir insanın elindeki esirini tahkir etmek, sahibine aittir; o müdafaa eder.
Madem hakikat budur. Kalbim istirahat
Azîz: izzet, şeref ve haysiyet sahibi Allah
hakikat: gerçek, esas
Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde ya-ratan Allah
haysiyet: itibar, şeref
hizmetkârlık: hiz-metçilik
istihdam: çalıştır-ma
istirahat etme: ra-hatlama, dinlen-me
menfi: sürgün edil-miş
müdafaa: savun-
ma nev’i: tür, çeşit nezaret etme: gö-zaltında tutma
Sahib-i Kur’ân: Kur’ân’ın sahibi olan Allah
tahkir: hakaret et-me, aşağılama
tahkirat: hakaretler, aşağılamalar
vilâyet: il
On Altıncı Mektup’tan 101
etti, 1 اد ا ر ان ا رى ا زبزث ا ض ا و -de وا
dim. O vakıayı olmamış gibi saydım, unut-tum. Fakat maatteessüf sonra anlaşıldı ki, Kur’ân onu helâl etmemiş. İkinci hikâye: Şu senede işittim ki, bir hâ-
dise olmuş. O hâdisenin vukuundan son-ra, yalnız icmâlen vukuunu işittiğim halde, o vakıa ile ciddî alâkadarmışım gibi bir muamele gördüm. Zaten muhabere etmi-yordum; etsem de, pek nadir olarak bir mesele-i imaniyeyi bir dostuma yazardım. Hattâ dört senede kardeşime bir tek mek-tup yazdım. Ve ihtilâttan hem ben kendimi men ediyordum, hem de ehl-i dünya beni men ediyordu. Yalnız bir iki ahbapla haf-——————————— 1 “Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Muhakkak ki Allah
kullarını hakkıyla görür.” Mü’min Sûresi, 40:44. ahbap: sevilenler, dostlar
alâkadar: alâkalı, ilgili
ehl-i dünya: dün-yaya dalıp, âhireti düşünmeyenler
hâdise: olay icmâlen: kısaca,
özetle ihtilât: karışıp gö-rüşme, insanlarla bir arada bulun-ma
maatteessüf: ne yazık ki
men etme: yasak-lama
mesele-i imaniye: imana dair mesele
muamele: davranış muhabere: haber-leşme
vakıa: olay vuku: meydana gelme
102 Sabır Risalesi
tada bir defa görüşebiliyordum. Köye ge-len misafirler ise, ayda bir ikisi, bazı bir iki dakika, bir mesele-i âhirete dair benimle görüşüyordu. Bu gurbet halimde, garip, yalnız, kimsesiz, nafaka için çalışmaya be-nim gibilere muvafık olmayan bir köyde, herşeyden, herkesten men edildim. Hattâ, dört sene evvel, harap olmuş bir camii ta-mir ettirdim. Memleketimde imamlık ve va-izlik vesikam elimde olduğundan, o cami-de dört senedir—Allah kabul etsin—imam-lık ettiğim halde, şu mübarek geçen Rama-zan’da mescide gidemedim. Bazan yalnız namazımı kıldım, cemaatle kılınan nama-zın yirmi beş sevabından ve hayrından mahrum kaldım. İşte, başıma gelen bu iki hâdiseye karşı,
aynen iki sene evvel o memurun bana kar-şı muamelesine gösterdiğim sabır ve taham-mülü gösterdim. İnşaallah devam da etti-
evvel: önce hâdise: olay hayır: iyilik mahrum: yoksun menetme: yasak-lama
mesele-i âhiret:ahiretle ilgili me-sele
muamele: davranışmuvafık: uygun mübarek: bereket-
li, hayırlı nafaka: geçim için gerekli olan şey
vaiz: nasihat eden, öğüt veren
vesika: belge
On Altıncı Mektup’tan 103
receğim. Şöyle de düşünüyorum ve diyo-rum ki:
Eğer ehl-i dünya tarafından başıma ge-len şu eziyet, şu sıkıntı, şu tazyik, ayıplı ve kusurlu nefsim için ise, helâl ediyorum. Be-nim nefsim belki bununla ıslah-ı hal eder; hem ona keffâretüzzünub olur. Dünya mi-safirhanesinin safâsını çok gördüm. Azıcık cefâsını görsem, yine şükrederim.
Eğer imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım cihetiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azîz-i Cebbâra havale ediyorum.
Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kı-racak bir şöhret-i kâzibeyi kırmak için te-
Azîz-i Cebbâr: di-lediği herşeyi ya-pabilecek kudrete sahip olan, herşe-yi ve herkesi ister istemez kudretine boyun eğdiren, iz-zet ve yücelik sa-hibi Allah
cefâ: eziyet, sıkıntı cihet: yön, taraf ehl-i dünya: dün-yaya dalıp, âhireti düşünmeyenler
hizmetkârlık: hiz-metçilik ıslah-ı hal: kendi halini ıslah etme, düzeltme
ihlâs: samimiyet; ibadet ve davra-nışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme
keffâretüzzünub: günahlara keffâ-ret, bağışlanmaya
vesile müdafaa: savunma nefis: kişinin kendi-si; insanı zevk ve isteklere sevk eden kuvvet
riya: gösteriş safâ: rahat ve huzur şöhret-i kâzibe: ya-lancı şöhret
tahammül: dayan-ma, katlanma
tazyik: baskı, şiddet
104 Sabır Risalesi
veccüh-ü âmmeyi hakkımda bozmak mu-rad ise, onlara rahmet! Çünkü teveccüh-ü âmmeye mazhar olmak ve halkların naza-rında şöhret kazanmak, benim gibi adam-lara zarardır zannederim. Benimle temas edenler beni bilirler ki, şahsıma karşı hür-met istemiyorum, belki nefret ediyorum. Hattâ kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tekdir etmişim.
Eğer beni çürütmek ve efkâr-ı âmmeden düşürtmek, iskat ettirmekten muradları, ter-cümanlık ettiğim hakaik-i imaniye ve Kur’â-niyeye ait ise, beyhudedir. Zira Kur’ân yıl-dızlarına perde çekilmez. Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapa-maz.
beyhude: boşu boşuna
efkâr-ı âmme: ka-muoyu
hakaik-i imaniye ve Kur’âniye: iman ve Kur’ân hakikatleri, esas-
ları iskat: düşürme kıymettar: kıymet-li, değerli
mazhar: erişme, nail olma
murad: kastedilen, istenen
mühim: önemli rahmet: şefkat, mer-hamet
tekdir: azarlama, uyarma
teveccüh-ü âmme: halkın ilgisi, sevgisi
(Yirmi Sekizinci Mektup,
4. Risale Olan 4. Mesele’den)
DÖRDÜNCÜ NOKTA Bana karşı bu yedi senedeki muamele-
ler, sırf keyfî ve fevkalkanundur. Çünkü, menfîlerin ve esirlerin ve zindandakilerin kanunları meydandadır. Onlar kanunen ak-rabasıyla görüşürler, ihtilâttan men olun-mazlar. Her millet ve devlette ibadet ve taat, tecavüzden masundur. Benim emsal-lerim, şehirlerde akrabalarıyla ve ahbapla-rıyla beraber kaldılar. Ne ihtilâttan, ne mu-habereden ve ne de gezmekten men olun-madılar. Ben men olundum. Ve hattâ ca-miime ve ibadetime tecavüz edildi. Şâfiî-
ahbap: dostlar, sevgililer
emsal: benzerler, örnekler
fevkalkanun: ka-nun üstü, kanun dışı
ihtilât: insanlarla görüşme, bir ara-
ya gelme masun: dokunul-maz, korunan, ko-runmuş
menfi: sürgün menolunma: ya-saklanma
muamele: davra-nış
muhabere: haber-leşme
taat: itaat, Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından ka-çınma
tecavüz: sınırı geç-me, haddi aşma
106 Sabır Risalesi
lerce, tesbihat içinde kelime-i tevhidin tek-rarı sünnet iken, bana terk ettirilmeye çalı-şıldı.
Hattâ Burdur’da eski muhacirlerden Şe-bab isminde ümmî bir zat, kayınvalidesiyle beraber tebdil-i hava için buraya gelmiş; hemşehrilik itibarıyla benim yanıma geldi. Üç müsellâh jandarma ile camiden istenil-di. O memur, hilâf-ı kanun yaptığı hatayı setretmeye çalışıp, “Afedersiniz, gücenme-yiniz; vazifedir” demiş, sonra “Haydi, git” diyerek ruhsat vermiş.
Bu vakıaya sair şeyler ve muameleler kı-yas edilse anlaşılır ki, bana karşı sırf keyfî muameledir ki, yılanları, köpekleri bana
hilâf-ı kanun: ka-nuna zıt, kanun dışı
itibarıyla: özelli-ğiyle
kelime-i tevhid: “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah”
kıyas etme: karşı-laştırma
muamele: davranışmuhacir: göçmen
müsellâh: silâhlı ruhsat: izin sair: diğer, başka setretme: örtbas etme, gizleme Şafiî: Şafiî mezhe-bine uyan Şebab: Bediüzza-manı Burdur’da zorunlu ikâmet-teyken bulunduğu sırada kayınvali-desiyle birlikte zi-
yarete gelen kişi tebdil-i hava: hava değişimi
tesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yü-ce tutarak şanına lâyık ifadelerle an-ma
ümmî: okuma yaz-ma bilmeyen, tah-sil görmemiş
vakıa: olay zat: kişi
Yirmi Sekizinci Mektup’tan 107
musallat ediyorlar. Ben de tenezzül etmi-yorum ki onlarla uğraşayım. O muzırların şerlerini def etmek için, Cenâb-ı Hakka ha-vale ediyorum.
Zaten sebeb-i tehcir olan hâdiseyi çıka-ranlar, şimdi memleketlerindedirler. Ve kuv-vetli rüesalar, aşâirlerin başındadırlar. Her-kes terhis edildi. Başlarını yesin, dünya-larıyla alâkam olmadığı halde, beni ve iki zat-ı âhari müstesna bıraktılar. Buna da pe-ki dedim. Fakat o zatlardan birisi bir yere müftü nasb olunmuş; memleketinden baş-ka her tarafı geziyor ve Ankara’ya da gidi-yor. Diğeri, İstanbul’da kırk binler hemşeh-rileri içinde ve herkesle görüşebilir bir va-ziyette bırakılmış. Halbuki bu iki zat, be-nim gibi kimsesiz, yalnız değiller; maşâal-lah büyük nüfuzları var. Hem... Hem...
aşâir: aşîretler, ka-bileler
Cenâb-ı Hak: Hak-kın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah
hâdise: olay musallat etme: sa-taştırma, baskı yaptırma
muzır: zararlımüstesna: hariç naspolunma: atan-ma, tâyin edilme
nüfuz: etki, tesir rüesa: reisler, baş-kanlar
sebeb-i tehcir: sürgün sebebi,
uzaklaştırma se-bebi
tenezzül etmek: inmek, alçalmak
terhis: serbest bıra-kılma, salıverilme
zat: kişi zat-ı âhar: diğer, başka zat
108 Sabır Risalesi
Halbuki, beni bir köye sokmuşlar, en vic-dansız insanlarla beni sıkıştırmışlar. Yirmi dakikalık bir köye altı senede iki defa gide-bildiğim gibi, o köye gitmek ve birkaç gün tebdil-i hava için ruhsat verilmediği bir de-recede beni, muzaaf bir istibdat altında eziyorlar. Halbuki, bir hükûmet ne şekilde olursa olsun, kanunu bir olur. Köyler ve şahıslara göre ayrı ayrı kanun olmaz. De-mek hakkımdaki kanun, kanunsuzluktur. Buradaki memurlar, nüfuz-u hükûmeti, ağ-râz-ı şahsiyede istimal ediyorlar. Fakat Ce-nâb-ı Erhamürrâhimîne yüz binler şükredi-yorum ve tahdis-i nimet suretinde derim ki:
Bütün onların bu tazyikat ve istibdatları, envâr-ı Kur’âniyeyi ışıklandıran gayret ve himmet ateşine odun parçaları hükmüne
ağrâz-ı şahsiye: şahsî, kötü mak-sat ve gayeler
Cenâb-ı Erhamür-râhimîn: merha-metlilerin en mer-hametlisi olan şe-ref ve azamet sa-hibi yüce Allah
envâr-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın nurları
himmet: yardım istibdat: baskı, zulüm
istimal: kullanma muzaaf: katmerli, kat kat
nüfuz-u hükûmet:
hükûmetin etkisi ruhsat: izin suret: biçim, şekil tahdis-i nimet: İlâ-hî nimeti şükrede-rek anlatma
tazyik: baskı tebdil-i hava: hava değişimi
İhtiyarlar Risalesi’nden 109
geçiyor, iş’âl ediyor, parlatıyor. Ve o taz-yikleri gören ve gayretin hararetiyle inbisat eden o envâr-ı Kur’âniye, Barla yerine bu vilâyeti, belki ekser memleketi bir medrese hükmüne getirdi. Onlar beni bir köyde mah-pus zannediyor. Zındıkların rağmına ola-rak, bilâkis, Barla kürsî-i ders olup, Isparta gibi çok yerler medrese hükmüne geçti.
د ا ل ر ن ذا 1ى
(İhtiyarlar Risalesi’nden)
ON BEŞİNCİ RİCA: (...) İhtiyarlığımın sergüzeştliğinden gelen ağrı-
lara ve meyusiyetlere, imandan ve Kur’ân’-——————————— 1 Rabbimin bu fazlından dolayı Allah’a hamdolsun.
bilâkis: aksine, tersine
ekser: pekçok envâr-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın nurları
hararet: sıcaklık inbisat etme: ge-nişleme, yayılma
iş’al etmek: tutuş-turmak, alevlen-dirmek
kürsî-i ders: ders kürsüsü
mahpus: hapsedil-miş
medrese: eğitim
yapılan müessese, okul
rağmına: zıddına, inadına
rica: ümit tazyik: baskı zındık: dinsiz
110 Sabır Risalesi
dan imdada yetişen kudsî tesellilerle bu ih-tiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençli-ğimin en ferahlı on senesine değiştirmem. Hususan hapiste farz namazını kılan ve tev-be edenin herbir saati on saat ibadet hük-müne geçmesiyle ve hastalıkta ve mazlu-miyette dahi herbir fâni gün, sevap cihe-tinde on gün bâki bir ömrü kazandırmasıy-la, benim gibi kabir kapısında nöbetini bekleyen bir adama ne kadar medar-ı şük-randır, o mânevî ihtardan bildim, “Hadsiz şükür Rabbime” dedim, ihtiyarlığıma sevin-dim ve hapsime razı oldum. Çünkü ömür durmuyor, çabuk gidiyor. Lezzetle, ferahla gitse, lezzetin zevâli elem olmasından, hem
bâki: devamlı ve kalıcı olan, sonsuz
cihet: taraf, yön elem: acı, keder fâni: geçici olan, ölümlü
farz: Allah’ın kesin-likle yapılmasını emrettiği şey
ferah: rahatlık hadsiz: sayısız hususan: özellikle ibadet: Allah’a kul-
luk etme ihtar: hatırlatma imdat: yardım kudsî: kutsal, her türlü kusur ve nok-sandan uzak
mazlumiyet: zul-me uğramışlık
medar-ı şükran: teşekkürün, şük-rün kaynağı, se-bebi
meyusiyet: ümit-
sizlik Rab: Her bir varlı-ğın her türlü ihtiya-cını karşılayan, onları terbiye ve idare edip egemen-liği altında tutan Allah
sergüzeşt: bir kim-senin başından ge-çen hâl ve olaylar
zevâl: geçicilik, yokluk
İhtiyarlar Risalesi’nden 111
teessüf, hem şükürsüzlükle, gafletle, bazı günahları yerinde bırakır, fâni olur, gider. Eğer hapis ve zahmetli gitse, zevâl-i elem bir mânevî lezzet olmasından, hem bir ne-vi ibadet sayıldığından, bir cihette bâki ka-lır ve hayırlı meyveleriyle bâki bir ömrü kazandırır. Geçmiş günahlara ve hapse se-bebiyet veren hatalara kefaret olur, onları temizler. Bu nokta-i nazardan, mahpuslar-dan farzı kılanlar, sabır içinde şükretmeli-dirler. (...)
ON ALTINCI RİCA: (...) ... Madem İmam-ı Âzam gibi eâzım-ı müç-
tehidîn hapis çekmiş ve İmam-ı Ahmed ibni
bâki: devamlı ve kalıcı olan, sonsuz
cihet: taraf, yön eâzım-ı müçtehi-dîn: âyet ve ha-disler başta olmak üzere, diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kabiliyetine sahip olan büyük İslâm âlimleri
fâni: geçici olan, ölümlü
farz: Allah’ın kesin-likle yapılmasını emrettiği şey
gaflet: Allah’ın emir ve yasakları-na duyarsız dav-ranma hâli
ibadet: Allah’a kul-luk etme İmam-ı Âzam: İmâm-ı Âzam Ebu Hanife
kefaret: günahlar-dan ve hatalardan
arınma vasıtası mahpus: tutuklu nevi: çeşit, tür nokta-i nazar: ba-kış açısı
rica: ümit şükür: Allah’a karşı minnet duyma, te-şekkür etme
teessüf etmek: üzül-mek
zevâl-i elem: acının bitmesi
112 Sabır Risalesi
Hanbel gibi bir mücahid-i ekber, Kur’ân’ın birtek meselesi için hapiste pek çok azap verilmiş ve şekvâ etmeyerek, kemâl-i sa-bırla sebat edip o meselelerde sükût etme-miş. Ve pek çok imamlar ve allâmeler, siz-lerden pek çok ziyade azap verildiği halde, kemâl-i sabır içinde şükredip sarsılmamış-lar. Elbette sizler, Kur’ân’ın müteaddit ha-kikatleri için pek büyük sevap ve kazanç aldığınız halde pek az zahmet çektiğinize binler teşekkür etmek borcunuzdur.
(Meyve Risalesi,
Sekizinci Mesele’den)
... Benim ve bir kısım kardeşlerimin bu sebepsiz hapsimizde ve dehşetli musibeti-
allâme: büyük âlim dehşetli: korkunç, ürkütücü
hakikat: gerçek, esas
kemâl-i sabır: tam bir sabır
musibet: belâ, dert, felâket
mücahid-i ekber: en büyük mücahit
müteaddit: birçok sebat etmek: ka-rarlı olmak
sükût etme: susma şekvâ: şikâyet şükür: teşekkür et-me, Allah’a karşı minnet duyma
ziyade: çok, fazla
Meyve Risalesi/8. Mesele’den 113
mizde, eğer iman-ı âhiret yardım etmesey-di, bir gün dayanmak, ölüm kadar tesir edip bizi hayattan istifa etmeye sevk ede-cekti. Fakat hadsiz şükür olsun, benim ca-nım kadar sevdiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim ve gözüm kadar sevdiğim binler Risale-i Nur risaleleri ve benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar kitaplarımın ziyaları ve ağla-malarından teessüflerini çektiğim ve eski-den beri az bir ihaneti ve tahakkümü kal-dıramadığım halde; sizi kasemle temin ede-rim ki, iman-ı bi’l-âhiret nuru ve kuvveti bana öyle bir sabır ve tahammül ve tesellî ve metanet, belki mücahidâne, kârlı bir imtihan dersinde daha büyük mükâfatı ka-zanmak için bir şevk verdi ki, ben bu risa-lenin başında dediğim gibi, kendimi med-
elem: acı, keder hadsiz: sayısız, sınırsız
iman-ı âhiret: âhi-rete iman
iman-ı bil’âhiret: âhiret gününe iman
kasem: yemin
kıymettar: kıymet-li, değerli
metanet: sağlam-lık, kararlılık
musibet: belâ, dert, felâket
mücahidâne: ci-had edercesine
mükâfat: ödül tahakküm: baskı, zorbalık
tahammül: dayan-ma, katlanma
teessüf: eseflenme, üzülme
ziya: ışık
114 Sabır Risalesi
rese-i Yusufiye ünvanına lâyık bir güzel ve hayırlı medresede biliyorum.
(Emirdağ Lâhikası, 148. Mektup’tan)
Bu sıkıntılı zamanda nefsim sa-
bırsızlıkla beni tâciz ederken, bu fıkra onu tam susturdu, şükrettir-di. Size de fâidesi olur diye leffen takdim edilen bu fıkra, başımın ya-nında asılı duruyor.
1. Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde dok-san adamdan ziyade zevklerden hisseni al-mışsın. Daha hakkın kalmadı.
fıkra: bölüm; kısa yazı
leffen: ekli, bitişik medrese-i Yusufi-ye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kal-masına benzetile-rek, iman ve Kur’-ân hizmetinden dolayı tutuklanan-
ların hapsedildiği yer mânâsında ha-pishaneye verilen ad
nefis: bir kimsenin kendisi; insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve is-teklere sevk eden duygu
şükrettirme: Allah’a karşı minnet du-yurma, teşekkür ettirme
tâciz etmek: rahat-sız etmek
takdim edilen: su-nulan
ziyade: çok, fazla
Emirdağ Lâhikası/148. Mektup’tan 115
2. Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arı-yorsun. Onun için, onun zevaliyle ağlama-ya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışı-nın tam tokadını yersin. Bir dakika gülme-ye bedel on saat ağlıyorsun.
3. Senin başına gelen zulümler ve musi-betlerin altında kaderin adaleti var. İnsan-lar, senin yapmadığın bir işle sana zulme-diyorlar. Fakat kader, senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye, hem hatana kefaret ediyor.
4. Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nef-sim, kat’î kanaatin gelmiş ki, zahirî musi-betler altında ve neticesinde inayet-i İlâhi-yenin çok tatlı neticeleri var.
bedel: karşılık beka: devamlılık ve kalıcılık, son-suzluk
binaen: dayana-rak, dolayı
fâni: gelip geçici hissiyat: duygular, hisler
inayet-i İlâhiye: Al-lah’ın inâyeti, yar-
dımı kanaati gelmek: tatmin olmak, bir hükme varmak
kat’î: kesin olarak kefaret: günahın bağışlanmasına vesile olan şey
musibet: belâ, dert, felâket
nefis: bir kimsenin kendisi; insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve is-teklere sevk eden duygu
zahirî: görünürde olan
zeval: geçip gitme, sona erme
116 Sabır Risalesi
1 ېۇئ ېەئى ان ر و ا و وا çok م ر
kat’î bir hakikatı ders veriyor. O dersi dai-ma hatıra getir.
Hem, feleğin çarkını çeviren kanun-u İlâ-hî, senin hatırın için o pek geniş kanun-u kaderî değiştirilmez.
5. 2 ن ېەئا ن ا ن در ا ا ن در kudsî düs-
turunu kendine rehber et. Hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lez-zetlerin peşinde koşma. Düşün ki, fâni zevkler, sana mânevî elemler, teessüfler bı-rakıyor. Sıkıntılar, elemler ise, bilâkis, mâ-nevî lezzetler ve uhrevî sevaplar veriyor. ——————————— 1 “Birşey sizin için hayırlı olduğu halde, olur ki siz ondan tik-
sinebilirsiniz.” Bakara Sûresi, 2:216. 2 “Kadere iman eden, kederden emin olur.” ed-Deylemî, el-
Müsned 1:113; el-Müsavî, Feyzu’l-Kadîr 3:187; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl 1:106.
bilâkis: aksine, tersine
düstur: kural, pren-sip
elem: acı, keder, sıkıntı
fâni: geçici hakikat: gerçek
kanun-u İlâhî: Al-lah’ın koyduğu kanun
kanun-u kaderî: Allah’ın takdiri ile tespit edilmiş ka-der kanunu
kat’î: kesin olarak
kudsî: kutsal, mu-kaddes, yüce
muvakkat: geçici teessüf: hayıflan-ma, üzülme
uhrevî: âhirete dair
Emirdağ Lâhikası/148. Mektup’tan 117
Sen divane olmazsan, muvakkat lezzeti yal-nız şükür için arayabilirsin. Zaten lezzetler şükür için verilmiş.
Said Nursî
divane: akılsız, deli
muvakkat: geçici şükür: Allah’a kar-
şı minnet duyma, teşekkür etme
İmanla gelen sabır
(İşârâtü’l-İ’câz, Bakara Sûresi Gayba İman’dan)
İman, Sa’d-ı Taftazanî’nin tefsirine göre;
“Cenâb-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur” denilmiştir. Öyleyse, iman, Şems-i Ezelîden vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki, vicdanın içyüzünü ta-mamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede, bütün kâinatla bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve
Cenâb-ı Hak: Hak-kın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yü-ce Allah
cüz-i ihtiyar: in-sandaki çok az seçim gücü, irade
ihsan etmek: ba-ğışlamak, lütfet-mek, ikram etmek
ilka etmek: ver-mek, atmak
kâinat: evren, bü-
tün yaratılmışlar kesb-i muarefe et-mek: tanışmak, ta-nışıklık kazanmak
peydâ etme: mey-dana gelme
sarf: harcamak, kullanmak Şems-i Ezelî: Ezelî güneş; ezelden beri var olan, za-manla kayıtlı ol-mayan ve bütün tecellilerin kayna-
ğı olan Allah şua: ışın, güçlü ve ince ışık hüzmesi
tefsir: açıklama, izah
ünsiyet: alışkanlık, dostluk
vicdan: kalbe ait hislerin mazharı, aynası
vicdan-ı beşer: kal-bî hislerin mazharı ve aynası olan in-san vicdanı
İşârâtü’l-İ’câz/Bakara Sûresi, 14-15 119
insanın kalbinde öyle bir kuvve-i mânevi-ye husule gelir ki, insan, o kuvvetle her musibete, her hadiseye karşı mukavemet edebilir. Ve öyle bir vüs’at ve genişlik verir ki, insan o vüs’atle geçmiş ve gelecek za-manları yutabilir.
(İşârâtü’l-İ’câz, Bakara Sûresi, 14-15, Münafıklar Hakkında)
İnsanın musibet ve elemlere karşı nokta-i
istinadı ve ihtiyaç ve emellerini tesviye için nokta-i istimdadı olan imanın üç hassası vardır.
Birincisi: Nokta-i istinadından neş’et eden
elem: acı, keder, sıkıntı
emel: arzu, istek hadise: olay hassa: özellik, ni-telik
husule gelmek: oluşmak, meyda-na gelmek
kuvve-i mânevi-ye: mânevi güç,
kuvvet mukavemet: da-yanıklılık, direnç
musibet: belâ, sı-kıntı
neş’et etme: doğ-ma, meydana gel-me
nokta-i istimdad: yardım dileme
noktası, imdat noktası
nokta-i istinad: dayanak dileme noktası
tesviye: düzenle-me; gerçekleştir-me, yoluna koy-ma
vüs’at: genişlik
120 Sabır Risalesi
izzet-i nefistir. İzzet-i nefsi olan, başkalarına kendisini zelil göstermeye tenezzül etmez. İkincisi: Şefkattir. Şefkati olan, kimseyi tah-
kir ve tezlil etmez. Üçüncüsü: Hakikatlere ihtiram etmek ve
yüksek şeylerin kıymetini bilmekle istihfaf etmemektir.
(Barla Lâhikası, 172. Mektup’tan)
(...) Bu defa mânevî mahrumiyetin uza-ması, beni cidden müteessir etmişti. Sabra gayret ettim; fakat gariptir ki, bu mübarek mektubun bura postahanesine vürudu gü-
hakikat: asıl, ger-çek
ihtiram etmek: saygı göstermek
istihfaf: hafife al-ma, küçümseme
izzet-i nefis: insa-nın vakar, şeref ve haysiyetini ko-ruma duygusu
mübarek: bereket-li, değerli
müteessir etmek: etkilemek, üzmek şefkat: içten ve karşılık bekleme-den duyulan mer-hamet, sevgi
tahkir: aşağılama, hakaret etme, kü-
çümseme tenezzül etmek: inmek, alçalmak
tezlil etmek: aşağı-lamak, hor ve hakir görmek
vürud: geliş, gelme zelil gösterme: aşa-ğılama, hor, hakir görme
Barla Lâhikası/172. Mektup’tan 121
nünün sabahında 1 ن ر ا ع ا ان ا emr-i
celîlinin kuvvetine dayanarak tahammül et-mekte olduğumu, fakat meraktan da has-belbeşeriye kurtulamadığımı nâtık küçük bir mektubu, uhrevî kardeşimiz Hakkı Efendi-ye göndermiştim.
Bu nurlu mektubun başını işgal eden beş nükteli İkinci Lem’a, başıma tokmak vura-rak: Ey bîçare, sabırdan bahsetmek sana yakışır mı? Gözünü aç da Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın sabrına bak! Aklın varsa, o Peygamber-i Zîşânın (a.s.) sabırdaki kahra-manlığını taklide çalış. Ve korkunç manevî yaralarından kurtulmak için ——————————— 1 “Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir.” Bakara Sû-
resi, 2:153.
aleyhisselâm: Al-lah’ın selâmı onun üzerine olsun
bîçare: çaresiz emr-i celîl: son-suz derecede haşmet, heybet ve görkem sahibi Allah’ın emri
hasbelbeşeriye: in-
sanlık icabı olarakHazret-i Eyyub: Hz. İshak’ın torunu olan ve Kur’ân-ı Kerimde adı ge-çen peygamber-lerden biri
nâtık: konuşan, söyleyen
nükteli: ince ve
derin anlamlı Peygamber-i Zî-şân: şanlı pey-gamber; Hz. Ey-yub (a.s.)
tahammül: dayan-ma, katlanma, sabretme
uhrevî: âhirete dair, yönelik
122 Sabır Risalesi
مطڦ 1 ا ر م ا ت ار ر وا ى ا -duası رب ا یختيب
nı vird-i zebân et, diye tenbih ve ikazda bu-lunduğuna yakîn hasıl ettim. Elhamdülil-lâh dedim.
Hulûsi
(Barla Lâhikası, 214. Mektup’tan)
Sizin gibi hakikate yetişmiş ve hakikatte-ki hakikî tesellî ve esaslı sevinci bulmuş zatlara, envâr-ı imaniyenin ve esrar-ı Kur’â-niyenin neşirlerine karşı—ehl-i dalâletin ve ——————————— 1 “Ey Rabbim! Bana gerçekten zarar dokundu. Sen merha-
metlilerin en merhametlisisin.” Enbiya Sûresi, 21:83’ten alınma bir dua.
ehl-i dalâlet: doğ-ru ve hak yoldan sapanlar, inanç-sız kimseler
elhamdülillâh: Al-lah’a hamd olsun
envâr-ı imaniye: iman nurları
esaslı: köklü esrar-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın sırları
hakikat: gerçek hakikî: asıl, ger-çek
hasıl etme: mey-dana getirme
neşir: yayma, du-yurma
tenbih: ikaz, uyarı vird-i zebân: de-vamlı yapılan zikir
yakîn: kesin ve doğru bilgi
zat: kişi
Barla Lâhikası/255. Mektup’tan 123
şeytanların desâisle tehacümünden neşet eden müşkülât ve gam ve kedere karşı sa-bır ve metanet et ve hüzün ve merak et-me—demeye ihtiyaç hissetmem.
Said Nursî
(Barla Lâhikası, 255. Mektup’tan)
Aziz, sıddık, gayyûr kardeşim, Süleyman Efendiden anladım ki, bazı hu-
susî müşkülâta mâruz oluyorsun. Sizin gibi metin insanlara sabır tavsiyesi zâiddir. Hiz-metin kudsiyeti ve o hizmetteki zevk ve gayretindeki şevk, o acı hususî müşkülâta karşı gelir ve galebe eder tahmin ediyo-
aziz: çok değerli, izzetli
desâis: hileler, al-datmacalar
galebe etme: ga-lip gelme, yenme
gayyûr: gayretli, hamiyetli, çalış-
kan hususî: özel kudsiyet: kutsallık mâruz olma: tesiri altında kalma
metanet: sağlam-lık, kararlılık
müşkülât: zorluk-
lar, güçlükler neşet eden: kay-naklanan
sıddık: çok doğru ve bağlı
tehacüm: hücum etme
zâid: fazlalık, fazla
124 Sabır Risalesi
rum. Mümkün olduğu kadar aldırmamalı-sın. Kıymettar, kusursuz bir malın dükkân-cısı müşterilere yalvarmaya muhtaç değil. Müşterinin aklı varsa o yalvarsın.
1 ا ز ور ا ر ا sırrınca, azîm hayırların
müşkülâtı çok oluyor. Müşkülât çoğaldıkça ehl-i himmet fütur değil, gayret ve sebatını ziyadeleştirir. İnşaallah siz de öyle metîn ve sebatkârlardansınız.
ا اىئخت ا و ا ىئختKardeşiniz Said Nursî
——————————— 1 “İşlerin en hayırlısı zorlu olanıdır.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ,
1:55
azîm: büyük ehl-i himmet: him-met ve gayret sa-hipleri
fütur: usanç, gev-şeklik
kıymettar: kıymet-li, değerli
metin: sağlam, kuvvetli
müşkülât: zorluk-lar, güçlükler
sebat: kararlılık sebatkâr: sebat eden, kararlı
ziyadeleştirme: artırma, fazlalaş-tırma
(Barla Lâhikası, 48. Mektup’tan)
Hamd ve şükürler olsun, mü’miniz. Ha-
yatta tesadüf edeceğimiz binlerle musibet
ve acılara 1 ن ا در ن ا ن در ا ا ن gibi
çok müessir devamız var. Yine idrak edi-yoruz ki, burada vazifeleri nihayet bulanlar için, ebedî mev’ûd bir hayat başlıyor. Biz de bu yolun yolcusu, bu hanın misafiri, bu fabrikanın muvakkat bir amelesi olduğu-muz için, er geç o kafileye iltihak edeceğiz. Kısa, müz’iç, dağdağalı, elemli, hüzünlü, fi-raklı ve ancak o sermedî hayatın mezraası ——————————— 1 Kadere imân eden kederden kurtulur.
amele: işçi dağdağalı: gürül-tülü, dehşet verici
ebedî: sonsuz, so-nu olmayan
elemli: acı veren, üzücü
firak: ayrılık hamd: övgü, teşek-kür
idrak etmek: anla-mak, kavramak
iltihak etmek: ka-
tılmak kafile: grup, toplu-luk
mev’ûd: vaad edil-miş
mezraa: tarla musibet: belâ, sı-kıntı
muvakkat: geçici mü’min: iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği
şeylere inanan müessir: etkili müz’iç: rahatsız eden, sıkıntı veren
nihayet bulma: sona erme, son bulma
sermedî: daimi, sürekli şükür: Allah’a kar-şı minnet duyma, teşekkür etme
126 Sabır Risalesi
olan bu fanî ve kararsız âlemde başlayan garazsız, ivazsız, pürüzsüz ve kimsenin ar-zusuna tâbi olmadan, sırf hasbî ve ciddî, hâlis ve muhlis arkadaşlığımızın meyvesini ve her türlü saadeti câmi hayatta idrak edeceğiz.
Ümit ve iman gibi pek âli sermayemiz var. Hoca Efendi Hazretlerinin âli tavsiye-leri: Beş vakit namazını tâdil-i erkânla kıl. Yani, başka ibadete gücün yetmez. Nama-zın nihayetindeki tesbihleri yap. Yani, baş-ka zikri yapamadım diye teessüf etme. Ye-di kebâiri terk et. Çünkü sagairi arayacak zamanda değiliz. İttibâ-ı sünnet et. Zira bu
âlem: dünya, kâi-nat
âli: yüce câmi: içine alan, kapsayan
fâni: geçici olan, ölümlü
garazsız: iyi niyetli hâlis: içten hasbî: karşılıksız; sırf Allah rızası için
idrak etmek: an-lamak, kavramak
ittibâ-ı sünnet:
Peygamberimizin sünnetine uyma; onun gösterdiği yoldan gitme
ivazsız: bedelsiz, karşılıksız
kebâir: büyük gü-nahlar
muhlis: samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sa-dece Allah’ın rıza-sını gözeten
nihayet: son
saadet: mutluluk sagair: küçük gü-nahlar
sermaye: servet tâdil-i erkân: na-mazı, rükünlerini birbirinden ayıra-cak şekilde, tertip ve düzenin hak-kını vererek kılma
teessüf etme: üzülme
zikir: Allah’ı anma zira: çünkü
Barla Lâhikası/48. Mektup’tan 127
zamanda arkasında gidilecek ve harekâtı taklide değer, saf, hâlis ve muhlis bir hâ-di—ki, o da seni yine bu yola götürecek-tir—maalesef bulamayacaksın. Belki bu yola çıkaracaklar vardır; fakat kömürle el-ması kim fark edecek? Öyleyse, sen çalış, ondan daha iyi kılavuz bulamazsın. Ders-lerinden birinde ki, her vakit zikrettiğim
در 1 ن ا ن در ا ا ن ن ا şifâbahş vecizesi
hatırımızda varken, şüphesiz her musibet ve her elem hoş karşılanacaktır.
Hulûsi
——————————— 1 Kadere imân eden kederden kurtulur. elem: acı, keder hâdi: doğru yolu gösteren
hâlis: içten harekât: hareket-ler
muhlis: samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sa-dece Allah’ın rıza-sını gözeten
musibet: belâ,
dert, felâket şifâbahş: şifâ bah-şeden, şifâ veren
vecize: kısa ve öz-lü söz
zikir: Allah’ı anma
(Kastamonu Lâhikası, 8. Mektup’tan)
Aziz kardeşlerim, Bilmukabele bayramınızı tebrik ederim. Sıhhatimi soruyorsunuz. Buranın çok şid-
detli kışı ve odamın çok soğuğu ve üç ha-zin gurbetin tesiri ve üç asabî hastalığın sı-kıntısı ve bütün bütün yalnızlıkla kabil-i ta-hammül olmayacak çok zahmetlere maruz olduğum halde, Hâlıkıma hadsiz şükrede-rim ki, her derdin en kudsî dermanı olan îmanı ve îman-ı bilkaderden, ka-zâya rıza ilâcını imdadıma gönderdi, tam sabır içinde şükrettirdi.
asabî: sinirle ilgili; sinirsel
aziz: izzetli, çok değerli, saygın
bilmukabele: kar-şılıklı olarak
hadsiz: sınırsız Hâlık: herşeyin ya-ratıcısı olan Allah
hazin: hüzün ve-ren, acıklı
iman-ı bilkader: kadere iman
imdad: yardım kabil-i tahammül olma: tahamül edilebilme
kaza: olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması
kudsî: her türlü ku-sur ve noksandan uzak, kutsal
maruz olma: başa gelme, uğrama
rıza: memnuniyet sıhhat: sağlık şükür: nimetlere karşı memnunluk gösterme, Allah’a teşekkür etme
(Kastamonu Lâhikası, 84. Mektup’tan)
Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i ar-
zın bu yangınında ve fırtınalarında selâ-met-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafa-za eden ve kurtaran yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur’un dairesine sadakatle girenlerdir.
Çünkü bunlar, Risale-i Nur’dan aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gö-züyle, herşeyde rahmet-i İlâhiyenin izini, özünü, yüzünü görüp herşeyde kemâl-i hik-metini, cemâl-i adaletini müşahede ettikle-
cemâl-i adalet: adalet güzelliği
ehl-i iman: Allah’a ve Allah’tan gelen herşeye inanan kimseler, mü’min-ler
ehl-i tevekkül: Al-lah’a tevekkül için-de olanlar
hakikî: asıl, gerçek iman-ı tahkîki:
inandığı şeylerin aslını, esâsını bi-lerek inanma; sar-sılmaz iman
istirahat-i ruh: ru-hun dinlenmesi
kemâl-i hikmet: eksiksiz, tam ve mükemmel bir hikmet
küre-i arz: yer küre, dünya
muhafaza: koruma müşahede: gözle-me, gözlem
rahmet-i İlâhiye: Al-lah’ın herşeyi kuşa-tan sonsuz rahmeti
sadakat: bağlılık, doğruluk
selâmet-i kalb: kalp huzuru, rahatlığı
ziyade: çok
130 Sabır Risalesi
rinden, kemâl-i teslimiyet ve rızayla, rubu-biyet-i İlâhiyenin icraatından olan musibet-lere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlâhiye-den daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler. İşte buna binaen, değil yalnız hayat-ı uh-
reviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, hadsiz tecrü-beleriyle, Risale-i Nur’un imanî ve Kur’ânî derslerinde bulabilirler ve buluyorlar.
azap: acı, sıkıntı, ceza
binaen: -dayanarak elem: acı, sıkıntı, üzüntü
hadsiz: sonsuz, sınırsız
hayat-ı uhreviye: âhiret hayatı
icraat: faaliyet, iş yapma
imanî: imana ait kemâl-i teslimi-
yet: tam bir tesli-miyet
Kur’ânî: Kur’ân’a ait
merhamet-i İlâhi-ye: Allah’ın mer-hameti
musibet: belâ, fe-laket, sıkıntı
rıza: hoşnut olma, kabullenme
rububiyet-i İlâhi-ye: Allah’ın herbir
varlığa yaratılış gayelerine ulaşma-ları için muhtaç ol-duğu şeyleri ver-mesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması şefkat: acıma, mer-hamet
teslimiyet: bağlılık, kendini Allah’ın iradesine bırakma
Sabrın hikmetleri ve meyveleri
(Kastamonu Lâhikası, 3. Mektup’tan)
Sabri kardeş, Sabırlı ol; ehemmiyetsiz ve zararsız olan
vehmî ve asabî hastalığına ehemmiyet ver-me. Şifaya dua edilmekle beraber, zarar-sız, hatarsızdır. Çünkü, eğer hatarat, seyyie ise, nasıl ki âyinede temessül eden pislik, pis değil; ve âyinedeki yılan sureti ısırmaz ve ateşin timsali yakmaz. Öyle de, kalbin ve hayalin âyinelerinde rızasız, ihtiyarsız ge-len pis ve çirkin ve küfrî hatıralar zarar ver-mezler. Çünkü ilm-i usulde tasavvur-u kü-für, küfür değil; ve tahayyül-ü şetm, şetm olmaz. Hasene ise, nuranî olduğundan, ta-
asabî: sinirle ilgili hasene: iyilik, sevaphatar: tehlike hatarat: akla gelen fikirler
ihtiyarsız: irade dışı, istemeden
ilm-i usul: bir işin nasıl yapılacağını gösteren ilim; me-todoloji
küfrî: inkârcılığa
ait; inkâr ve inanç-sızlığa sebep olan iş, söz
nuranî: nurlu, ay-dınlık
seyyie: günah, kö-tülük şetm: çirkin söz, kötü düşünce
tahayyül-ü şetm: çirkin ve kötü şey-leri hayal etme
tasavvur-u küfür: küfrü düşünme, hayal etme
temessül eden: görüntü şeklinde yansıyan
timsal: aynadaki görüntü; akis
vehmî: olmayan bir şeyi var gibi kabul etme
132 Sabır Risalesi
savvur ve tahayyülü dahi hasenedir. Çün-kü âyinede nuranînin timsali ziya verir, hâ-siyeti var; kesifin misali ölüdür, hayatsızdır, tesiri yoktur. Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rab-banî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca muvazenesinde sabır ve şükürde bu-lunmak için kabz—bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.
celâl: büyüklük, azamet, haşmet
cemâl: güzellik düstur-u meşhur: meşhur düstur, kural
ehl-i hakikat: doğ-ru ve hak yolda olan kimseler
emn: eminlik, güven hâsiyet: özellik, hususiyet
havf: korku hikmet: sebep, sır, gaye
intibah ehli: uya-nık olanlar; hak
ve hakikati anla-yıp yanlıştan dö-nenler
kabz-bast hâleti: kalbin bir açılıp genişlemesi, bir kapanıp kısırlaş-ması hâlleri
kesif: yoğun, katı medâr-ı terakki: yükselme, ilerle-me sebebi
muvazene: denge, ölçü
mücahede: cihad etme; mücadele etme
nuranî: nurlu, ay-dınlık
Rabbanî: Rab olan Allah’a ait
recâ: ümit sair: diğer, başka tahayyül: hayale getirme
tasavvur: düşünme teellümât-ı ruhani-ye: ruhun çektiği elemler, acılar
varta: tehlike, ba-taklığa düşme
ye’s: ümitsizlik ziya: ışık, parlaklık
(Kastamonu Lâhikası, 95. Mektup’tan)
Endişeli sual: Bu âhirzaman fitnesinde aç-
lık, ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalâlet, bîçare aç ehl-i imanı, derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmaya çalışacak diye, rivayetlerden an-laşılıyor. Acaba, herşeyde hattâ kaht azâbın-da ehl-i iman ve mâsumlar için bir veçh-i rahmet ve kader-i İlâhî cihetinde adalet ol-duğu, bunda ne tarzda olur? Ve ehl-i iman, hususan Risale-i Nur talebeleri bu musibe-
âhirzaman: dünya hayatının kıyame-te yakın son dev-resi
bîçare: çaresiz derd-i maişet: ge-çim derdi
ehl-i dalâlet: doğ-ru ve hak yoldan sapanlar
ehl-i iman: Allah’a ve Allah’tan gelen herşeye inanan kimseler, mü’min-
ler fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve boz-gunculuk
hissiyat-ı diniye: dinî duygular
hususan: bilhas-sa, özellikle
kader-i İlâhî: Al-lah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce tak-dir etmesi, plânla-
ması kaht: kıtlık, kurak-lık, kıtlık sebebiy-le meydana gelen açlık
mâsum: günahsız, suçsuz
rivâyet: Peygam-berimizden duyu-lan ve görülen şeylerin nakledil-mesi
vech-i rahmet: rahmet yönü
134 Sabır Risalesi
te karşı iman ve âhiret hesabına ne cihetle istifade edip nasıl davranacaklar ve muka-vemet edecekler?
Elcevap: Şu musibetin en ehemmiyetli se-bebi, küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve ni-met-i ilâhiyenin kıymetini takdir etmemek-likten gelen bir isyan olduğundan, Âdil-i Hakîm, nimetinin, hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakikî lezzetini ve çok ehem-miyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalâde derecesini göstermekle, hakikî şükre sevk etmek hikmetiyle, Ramazan gi-bi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükür-süz insanlara bu musibeti verip, aynı hik-met için adalet etmiş.
Âdil-i Hakîm: her-şeyi hikmetle ya-pan, sonsuz ada-let sahibi Allah
cihet: yön, taraf elcevap: cevap olarak
fevkalâde: olağa-nüstü, çok güzel
hakikî: asıl, gerçek hikmet: sebep, ga-ye, maksat
hususan: bilhas-sa, özellikle
istifade: faydalan-ma, yararlanma
küfran-ı nimet: ni-mete karşı nan-körlük, nimete saygısızlık
mukavemet: di-renç, dayanıklılık
musibet: belâ, fe-laket, sıkıntı
nimet-i İlâhiye: Al-lah’ın nimeti
nimetiyet: nimet olma
riyazet-i diniye: dinî riyazet, az gı-da almak suretiy-le nefsi terbiyeye çalışma
takdir etme: be-ğendiğini dile ge-tirme
Kastamonu Lâhikası/95. Mektup’tan 135
Ehl-i iman, ehl-i hakikat, hususan Risale-i Nur talebelerinin vazifesi, bu musibetli aç-lığı, Ramazan riyazet-i diniyesinin tarzın-daki açlık, gibi vesile-i iltica ve nedamet ve teslimat yapmaya çalışmaktır. Ve zaruret ba-hanesiyle dilenciliğe ve hırsızlığa ve anar-şiliğe yol açmasına meydan vermemektir. Ve aç fakirlere acımayan bir kısım zengin ve bazı ehl-i maaş dahi Risale-i Nur’u din-leyip, bu mecburî açlık, hissiyle açlara mer-hamete gelip, zekâtla yardımlarına koş-maktır. Ve nefsini güzel yemeklerle şımar-tan, serkeş eden ve hevesat-ı rezile ve tuğ-yanlara sevk edip sarhoş eden gençler da-
anarşilik: karga-şa, otoriteye kaşı gelme
ehl-i hakikat: ha-kikat ehli, doğru ve hak yolda olanlar
ehl-i iman: Allah’a ve Allah’tan gelen herşeye inanan kimseler, mü’min-ler
ehl-i maaş: maaş-la geçinenler
hevesât-ı rezile:
rezilce hevesler, günah ve çirkin olan arzular
hususan: bilhas-sa, özellikle
musibet: belâ, fe-laket, sıkıntı
nedamet: pişman-lık
riyazet-i diniye: dinî riyazet, az gı-da almak suretiy-le nefsi terbiyeye çalışma
serkeş: başkaldı-ran, isyan eden
sevk: gönderme; sürme
teslimat: emanet-lerin asıl sahibine teslim edilmesi
tuğyan: azgınlık, taşkınlık
vesile-i iltica: sı-ğınma vesilesi, sebebi
zaruret: zorunlu-luk, mecburiyet
136 Sabır Risalesi
hi, Risale-i Nur’un irşadıyla, bu hâdiseden merdane istifade ederek, fuhşiyat ve gü-nahlardan ellerini bir derece çektiği ve ne-fislerinin zevklerini ve pisliklere karşı gale-yanlarını kırdığı vesilesiyle taate ve hayra-ta girip, o hâdiseyi kendi aleyhlerinden çı-karıp lehlerinde istimal etmektir.
Ve ehl-i ibadet ve salâhat dahi, ekser in-sanların aç kaldığı bu zamanda ve çok ka-rışmış ve haram ve helâl fark edilmeyecek bir tarzda gelmiş ve şüpheli mal hükmün-de ve mânen müşterek olan erzak-ı umu-miyeden helâl olmak için miktar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum diye bu mec-burî belâya bir riyazet-i şer’iye nazarıyla
ehl-i ibadet: iba-det edenler
ekser: pekçok erzak-ı umumiye: umumî, herkese ait erzaklar, rızık-lar
fuhşiyat: çok çir-kin, aşağılık, helâl olmayan işler
galeyan: coşup taşma, azgınlık
hayrat: hayırlar,
iyilikler irşad: doğru yolu gösterme, uyarma
istimâl: kullanma kader-i İlâhî: Al-lah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce tak-dir etmesi, plân-laması
merdâne: mertçe miktar-ı zaruret: zorunlu olan miktar
müşterek: ortak nazar: bakış, görüş riyazet-i şer’iye: az gıda almak suretiy-le nefsi terbiyeye çalışma
salâhat: dindarlıkta çok ileri olma hâli, günahsız ve temiz oluş
taat: Allah’ın emir-lerine uyma, yasak-larından kaçınma
Kastamonu Lâhikası/119. Mektup’tan 137
bakmaktır. Kader-i İlâhîye karşı şekvayla değil, rızayla karşılamaktır.
(Kastamonu Lâhikası, 119. Mektup’tan)
“Bir hâdisede hem insan eli, hem kader müdahalesi olduğundan, insan, zâhirî se-bebe bakıp, bazan haksız hükmedip zulme-der. Kader, o musibetin gizli sebebine bak-tığı için adalet eder” diye, Risale-i Nur’da bir kaide-i esasiyedir.
(…) İkinci nokta: Bu dehşetli ihtikârdan çıkan
kaht ve galâ ve açlık, ve zaruret, yaşamak damarını şiddetiyle yaralandırıyor. Bu ya-
galâ: pahalılık, kıt-lık
hâdise: olay ihtikâr: vurguncu-luk; fazladan ka-zanç sağlamak amacıyla, hayat için zaruri olan ih-tiyaç maddelerini satın alıp fiyatı
artsın diye bir sü-re saklama
kader/kader-i İlâ-hî: Allah’ın mey-dana gelecek hâ-diseleri olmadan önce bilmesi, tak-dir etmesi, plânla-ması
kaht: kıtlık
kaide-i esasiye: esas kaide, temel kural
musibet: belâ, fe-laket şekvâ: şikayet zahirî: görünürde, dış görünüşte
zaruret: zorunlu-luk, mecburiyet
138 Sabır Risalesi
ra, hissiyat-ı ulviye-i diniyeyi bir derece sus-turmaya vesile olup, ehl-i dalâlete yardım ediyor. Herkes midesini düşünmeye başlı-yor. Kalb, hakikatten ziyade ekmeği düşü-nüp hayata, yaşamaya, yardıma koşup va-zife-i hakikiyesini ikinci derecede bırakır. Buna karşı Risale-i Nur’un şakirtleri bir uzun Ramazan nazarıyla bakıp, keffaretü’z-zü-nûb ve bir riyazet-i şer’iyeye çevirebilirler. Alenen nakz-ı sıyamla Ramazan’ın hürme-tini kıran bedbahtlara gelen o musibet, mâ-sumları da incitir. Fakat Risale-i Nur şakirt-leri ve mâsumları, o musibeti lehlerine dön-dürüp, hayırlı bir riyazete kalb ederler, ka-naat ve iktisatla karşılarlar.
alenen: açıktan bedbaht: kötü bahtlı, tahlihsiz
ehl-i dalâlet: doğ-ru ve hak yoldan sapanlar
hissiyat-ı ulviye-i diniye: dinden gelen yüksek his-ler, yüce duygular
iktisat: tutumluluk kalb etme: dönüş-türme
kanaat: hırs gös-
termeyip kısmeti-ne razı olma
keffâretü’z-zünub: günahlara keffaret, günahların bağış-lanmasına vesile
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
nakz-ı sıyam: oru-cu bozmak
nazar: bakış, görüş riyâzet: gelip geçi-ci şeylerden nefsi çekerek, kanaat
içinde yaşama; ilim, ibadet ve fi-kirle meşgul olma
riyazet-i şer’iye: şer’î riyazet, az gıda almak sure-tiyle nefsi terbiye-ye çalışma şakirt: talebe, öğ-renci
vazife-i hakikiye: asıl vazife
ziyade: çok, fazla
(Kastamonu Lâhikası, 138. Mektup’tan)
Aziz, sıddık kardeşlerim, Bu şiddetli kışta ve mânevî, dehşetli, ayrı
tarz bir kışta ve nev-i beşer ictimaî haya-tında müthiş kanlı diğer tarz bir kışta, çırpı-nan bîçarelere rikkat-i cinsiye ve şefkat-i neviye cihetinden gayet derecede bir hü-zün ve elem hissettim. Çok yerlerde beyan ettiğim gibi, yine Erhamürrâhimîn ve Ah-kemülhâkimîn olan onların Hâlık-ı Kerîm ve Rahîmin hikmet ve rahmeti, benim kal-bimin imdadına yetişti. Mânen denildi ki:
Ahkemülhâkimîn: hâkimlerin hâkimi olan Allah
aziz: izzetli, şerefli, çok değerli
beyan etme: açık-lama, izah
bîçare: çaresiz elem: acı, sıkıntı, üzüntü
Erhamürrâhimîn: merhametlilerin en merhametlisi olan Allah
Hâlık-ı Kerîm ve Rahîm: sonsuz cömertlik ve mer-hamet sahibi ve her şeyi yaratan Allah
hikmet: fayda, ga-ye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, fay-dalı ve tam yerli ye-rinde yaratılması
ictimaî hayat: top-lumsal hayat
nev-i beşer: insan-lar
rahmet: şefkat, mer-hamet ve ihsan
rikkat-i cinsiye: kendi cinsinden olana karşı duyu-lan acıma hissi
sıddık: çok doğru ve bağlı şefkat-i neviye: kendi nevinden olana duyulan şefkat, acıma
140 Sabır Risalesi
“Senin bu şiddet-i teessürün, o Hakîm ve Rahîmin hikmetini, rahmetini bir nevi ten-kit hükmüne geçer. Rahmet-i İlâhiyeden ile-ri şefkat olunmaz. Hikmet-i Rabbaniyeden daha ekmel hikmet, dâire-i imkânda ola-maz. Âsiler, cezalarını; mâsumlar, mazlum-lar, zahmetlerinden on derece ziyade mükâ-fatlarını alacaklarını düşün. Senin daire-i ik-tidarının haricinde olan hâdisâta, Onun mer-hamet ve hikmet ve adaleti ve rububiyeti
âsi: isyan eden, başkaldıran
daire-i iktidar: ik-tidar dairesi
daire-i imkân: var-lığı da yokluğu da eşit olan daire; kâinat
ekmel: en mükem-mel
hâdisât: olaylar Hakîm: herşeyi belirli maksat ve faydalara uygun ve tam yerli yerin-de yaratan, hik-met sahibi Allah
hikmet: fayda, ga-ye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı,
faydalı ve tam yer-li yerinde yaratıl-ması
hikmet-i Rabbâni-ye: kâinatın Rab-bi tarafından her-şeyin belirli gaye-lere yönelik olarak anlamlı, faydalı ve tam yerli yerin-de yaratılması
mâsum: suçsuz, günahsız
mazlum: zulme, haksızlığa uğrayan
mükâfat: ödül nevi: çeşit, tür Rahîm: rahmeti her şeyi kuşatmak-la birlikte, dilediği varlıklara çok özel
ihsanı ve hususi rahmet tecellîsi olan Allah
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın sonsuz rahmeti, şefkat ve merhameti
rububiyet: Rablık; Cenâb-ı Hakkın herbir varlığa ya-ratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemen-liği altında bulun-durması şiddet-i teessür: şiddetli üzüntü
ziyade: çok, fazla
Emirdağ Lâhikası/15. Mektup’tan 141
noktasında bakmalısın.” Ben de o lüzum-suz şiddetli elem-i şefkatten kurtuldum.
(Emirdağ Lâhikası, 15. Mektup’tan)
Bu hizmet-i Nuriyede şimdiye kadar ba-şımıza gelen belâlar yüz derece ziyade olsa yine ucuzdur; biz kazanıyoruz. O belâlar, ehemmiyetsiz fâni şişelerimizi ve cam par-çalarımızı kırmalarıyla, bâki ve uhrevî el-masları bize kazandırıyorlar diye sabır için-de şükretmeliyiz ve sevinmeliyiz bildim.
(Emirdağ Lâhikası, 123. Mektup’tan)
Aziz, sıddık kardeşlerim, Evvelâ: Isparta’nın acip yangınında mu-
acip: acayip, şa-şırtıcı
aziz: çok değerli, izzetli
bâki: devamlı ve
kalıcı olan elem-i şefkat: şef-kat acısı
fâni: geçici hizmet-i Nuriye: Ri-
sale-i Nur hizmeti sıddık: çok doğru ve sadık
uhrevî: âhirete ait ziyade: çok, fazla
142 Sabır Risalesi
sibetzedelerin elemlerine ben cidden işti-rak ediyorum. Çünkü müteaddit vecihle ben Ispartalı olduğum gibi, o mübarek şe-hir, taşıyla, toprağıyla nazarımda çok ehem-miyeti var; ve Nurların Câmiü’l-Ezheri ve Medresetü’z-Zehrasının merkezi hükmün-dedir.
Benim tarafımdan o musibetzedelere de-yiniz ki: “Nass-ı hadisle, böyle musibetler-de, ehl-i imanın zâyi olan malları tam sa-daka hükmündedir. Hususan bu zaman-da, yüz sadaka kadar o fâni malları, bâki ve daha çok ebedî mallara inkılâp ederler.
bâki: devamlı, ka-lıcı, ölümsüz
Câmiü’l-Ezher: Mısır’ın başkenti olan Kahire’de bulunan ve bin yıldan fazla bir süreden beri hiz-met veren İslâm dünyasının en es-ki üniversitesi
ebedî: sonu olma-yan sonsuz
ehl-i iman: Allah’a inananlar, mü’-
minler elem: sıkıntı, üzüntü fâni: geçici, yok olucu
hususan: bilhassa, özellikle
inkılâp: değişim, dönüşüm
iştirak etmek: or-tak olma, katılma
Medresetü’z-Zehra: Bediüzzaman’ın doğu illerinde kur-mayı hayal ettiği üniversite; Risale-i
Nur talebelerinin oluşturduğu mâ-nevî üniversite
musibetzede: be-lâya, sıkıntıya düş-müş olan kimse
müteaddit: bir çok, çeşitli
nass-ı hadis: ha-disin hükmü
nazar: bakış, gö-rüş, düşünce
vecih: şekil, tarz zâyi: elden çıkan, kaybolan
Emirdağ Lâhikası/123. Mektup’tan 143
Onun için, sabır içinde bir cihette şükret-mek gerektir. İnşaallah, dünyada dahi o kef-fâretü’z-zünub olan zayiatın yerine Erha-mürrâhimîn ihsan eder. Geçmiş olsun, ba-şınız sağ olsun, fâidesiz merak etmeyiniz” deyiniz.
Saniyen: Bu çeşit kazaların bir sebebi: Be-şerin çirkin bir hatası bulunmasından, bu Ramazan-ı Şerifin hürmetini ve kıymetini muhafaza etmek ve Nurları himaye etme-ye, her yerden ziyade Nurların menbaı ve medresesi olan Isparta borçludur ve vazife-sidir. Ve sefahetlere karşı şeair-i İslâmiyeyi muhafaza etmekle mükelleftir.
Erhamürrâhimîn: merhametlilerin en merhametlisi olan Allah
himaye etmek: korumak
ihsan etmek: ik-ram etmek, ba-ğışlamak
keffâretü’z-zü-nub: günahlara
kefaret, günahla-rın bağışlanması-na vesile
menba: kaynak muhafaza etmek: korumak
mükellef: yüküm-lü, sorumlu
saniyen: ikinci olarak
sefahet: helâl ol-
mayan zevk ve eğlenceye düş-künlük, beyinsizlik şeair-i İslâmiye: İslâma sembol ol-muş iş ve ibâdet-ler
zayiat: kayıplar, zararlar
ziyade: çok, fazla
144 Sabır Risalesi
(Sünûhat, Rüyada Bir Hitabe’den)
Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i mi-
sâle girdim. Biri geldi, dedi: “Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden
bir meclis-i muhteşem seni istiyor.” Gittim, gördüm ki, münevver, emsalini
dünyada görmediğim, Selef-i Salihînden ve a’sârın meb’uslarından her asrın meb’us-ları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hi-cap edip kapıda durdum. Onlardan bir zat dedi ki:
“Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et!”
Ayakta durup dedim:
a’sâr: asırlar âlem-i misâl: bü-tün varlıkların ve olayların görüntü-lerinin yansıdığı madde ötesi âlem
beyan et!: açıkla! emsal: benzer felâket: belâ, mu-sibet
helâket: yıkımlar, tahripler
hicap etme: utan-ma, çekinme
meb’us: temsilci, vekil
meclis-i muhte-şem: muhteşem, görkemli meclis
mukadderat-ı İs-lâm: İslâm ve Müslümanların içinde bulunduk-ları durum; yaşa-
nan hâdiseler münevver: nurlu, aydın
nevm: uyku rey: fikir, görüş Selef-i Salihîn: İs-lâmın ilk asırların-da yaşayan Ehl-i Sünnet âlimleri
teşekkül eden: kurulan, meydana getirilen
Sünûhat/Rüyada Bir Hitabe’den 145
“Sorun, cevap vereyim.” Biri dedi: “Bu mağlûbiyetin neticesi ne
olacak; galibiyette ne olurdu?” Dedim: “Musibet şerr-i mahz olmadığı
için, bazan saadette felâket olduğu gibi, fe-lâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullah ve bekâ-yı istiklâliyet-i İs-lâm için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini yekvücut olan âlem-i İslâma feda-ya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telâfi edi-
âlem-i İslâm: İslâm dünyası
bekâ-yı istiklâliyet-i İslâm: İslâmın ve Müslümanların ba-ğımsızlığının deva-mı, kalıcı olması
deruhte: yerine getirme, üstlenme
devlet-i İslâmiye: İslâm devleti, Os-manlı Devleti
farz-ı kifaye-i cihad: Müslümanların bir kısmının mutlaka yapması gereken cihat görevi
felâket: belâ, mu-sibet
galibiyet: yengi, yenme
hilâfet: hâlifelik makamı; Peygam-ber Efendimizin (a.s.m.) vekili ola-rak Müslümanla-rın din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel baş-kanlık görevi
i’lâ-yı kelimetul-lah: Allah’ın adını yüceltme; Allah adına, iman ve İs-lâm hakikatlerini yaymaya çalışma
mağlûbiyet: yenil-gi, yenilme
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı, felâket
saadet: mutluluk saadet-i müstak-bele: gelecekte gerçekleşecek olan mutluluk ve huzur şerr-i mahz: her yönüyle şer ve kötü olan
telâfi edilme: kay-bın ve zararın karşılanması
vazifedar: görevli yekvücut: tek vü-cut, tek bir insan gibi birlik ve bü-tünlük içinde
146 Sabır Risalesi
lecektir. Zira, şu musibet, maye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiye-nin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde tacil etti.”
(...)
(Hutuvat-ı Sitte’den)
BİRİNCİ HATVESİ: Der veya dedirir:
“Siz kendiniz de dersiniz ki: Musibete müs-tehak oldunuz. Kader zâlim değil, adalet eder. Öyleyse, size karşı muameleme razı olunuz.” Şu vesveseye karşı demeliyiz: Kader-i İlâ-
hi isyanımız için musibet verir. Ona rızadâ-
âb-ı hayat: hayat suyu
hârikulâde: olağa-nüstü, şaşırtıcı derecede
hatve: basamak, mertebe
inkişaf: gizli şeyle-rin ortaya çıkması ve gelişmesi
kader/Kader-i İlâhi:
Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce tak-dir etmesi, plânla-ması
maye-i hayat: ha-yatın mayası, ha-yat için gerekli olan unsur
muamele: davranışmusibet: belâ, bü-
yük sıkıntı müstehak: hak eden, lâyık
tacil etme: hızlan-dırma, çabuklaş-tırma
uhuvvet-i İslâmiye: İslâm kardeşliği
vesvese: kuruntu, şüphe
Hutuvat-ı Sitte’den 147
de olmak, o günahtan tevbe demektir. Sen ey mel’un! Günahımız için değil, İslâmiye-timiz için zulmettin ve ediyorsun. Ona rıza veya ihtiyarla inkıyad etmek—neûzü bil-lâh—İslâmiyetten nedamet ve yüz çevir-mek demektir.
Evet aynı şeyi—hem musibettir—Allah verir, adalet eder. Çünkü günahımıza, şer-rimize zecren ondan vazgeçirmek için ve-rir. O şeyi aynı zamanda beşer verir, zul-meder. Çünkü, başka sebebe binaen ceza verir. Nasıl ki düşman-ı İslâm, aynı şeyi bi-ze icra ediyor. Çünkü Müslümanız.
binaen: -dayana-rak
düşman-ı İslâm: İslâm düşmanı
icra etmek: tatbik etmek, uygula-mak
ihtiyar: dileme, is-tek, irade
inkıyad etmek: bo-
yun eğmek, itaat etmek
mel'un: lânetlen-miş
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
nedamet: pişman-lık
neûzü billâh: Al-lah korusun
rızadâde: kabul eden şer: kötülük, fena-lık
zecren: sakındır-ma, yasaklama
zulmet: karanlık zulmetmek: hak-sız yere kötülük etmek
148 Sabır Risalesi
(Hakikat Çekirdekleri’nden)
62. Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasın-
dan terettüp eder. Musibet, cinayetin neti-cesi, mükâfâtın mukaddimesidir.
ekseriyet: çoğun-luk
mukaddime: baş-langıç, giriş
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
musibet-i âmme: büyük ve genel
musibet terettüp etmek: sonuç olarak orta-ya çıkmak
Sabırsızlığın ilâcı
(Yirmi Dokuzuncu Mektup, 2. Risale Olan 2. Kısım, 8. Nükte’den)
(...) İnsanın ekseriyet-i mutlakası açlığa
çok defa müptelâ olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muh-taçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, on beş sa-at, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve taham-mül ve bir riyazettir ve bir idmandır. De-mek, beşerin musibetini ikileştiren sabır-sızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilacı da oruçtur.
beşer: insan ekseriyet-i mutla-ka: genel çoğun-luk
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
müddet-i açlık: açlık müddeti
müptelâ: bağımlı, düşkün
Ramazan-ı Şerif: şerefli Ramazan ayı
riyâzet: gelip geçi-ci şeylerden nefsi
çekerek, kanaat içinde yaşama; ilim, ibadet ve fi-kirle meşgul olma
tahammül: dayan-ma, katlanma, sab-retme
Bediüzzaman’dan sabır tavsiyeleri
(On Üçüncü Şuâ’dan)
Tahmin ederim, şimdi küre-i arzda Risa-
le-i Nur şakirtlerinden, kalben ve ruhen ve fikren daha az sıkıntı çeken yoktur. Çünkü kalb ve ruh ve akılları iman-ı tahkikî nurla-rıyla sıkıntı çekmezler. Maddî zahmetler ise, Risale-i Nur dersiyle hem geçici, hem sevaplı, hem ehemmiyetsiz, hem hizmet-i imaniyenin başka bir mecrâda inkişafına vesile olmasını bilerek şükür ve sabırla kar-şılıyorlar. İman-ı tahkikî dünyada dahi me-dar-ı saadettir diye halleriyle ispat ediyor-lar. Evet, “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” deyip, metinâne bu fâni zah-
fâni: geçici, ölümlühizmet-i imâniye: iman hizmeti
iman-ı tahkîki: inandığı şeylerin aslını, esâsını bi-lerek inanma; sar-
sılmaz iman inkişaf: açığa çık-ma, açılma
küre-i arz: yerkü-re, dünya
mecrâ: kanal, bir işin gidiş şekli
medar-ı saadet: mutluluk sebebi
metinâne: sağlam ve kuvvetli bir şe-kilde şakirt: talebe, öğ-renci
On Üçüncü Şuâ’dan 151
metleri bâki rahmetlere tebdile çalışıyor-lar.
Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, onların emsal-lerini çoğaltsın, bu vatana medar-ı şeref ve saadet yapsın ve onları da Cennetü’l-Fir-devste saadet-i ebediyeye mazhar eylesin. Âmin.
Evet, Cennet ucuz değil. İki hayatı imha
eden küfr-ü mutlaktan kurtarmak, bu za-manda pek çok ehemmiyetlidir. Bir parça meşakkat olsa da şevk ve şükür ve sabırla karşılamalı. Madem bizi çalıştıran Hâlıkımız
âmin: Allahım ka-bul eyle
bâki: devamlı, ka-lıcı
Cenâb-ı Erhamür-râhimîn: merha-metlilerin en mer-hametlisi olan şe-ref ve azamet sa-hibi yüce Allah
Cennetü’l-Firdevs: Firdevs Cenneti; Cennetin en yük-
sek yeri emsal: benzerler, örnekler
Hâlık: her şeyi ya-ratan Allah
imha etmek: yıkıp yok etmek
küfr-ü mutlak: tam bir küfür, inkâr ve inançsızlık; hiçbir kutsal değere inanmama tarzın-da dinsizlik
mazhar eylemek: eriştirmek, kavuş-turmak
medar-ı şeref: şe-ref sebebi
meşakkat: güçlük rahmet: İlâhî şef-kat, merhamet ve ihsan
saadet: mutluluk saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk
tebdil: değiştirme
152 Sabır Risalesi
Rahîm ve Hakîmdir; başa gelen herşeyi rı-za ile, sevinçle, rahmetine, hikmetine itimat-la karşılamalıyız.
Aziz kardeşlerim, Ben, bu sabah tesbihatta Hâfız Tevfik’e
acıdım. Bu iki defadır zahmet çekiyor ta-hattur ettim. Birden hatıra geldi: Onu teb-rik et. O, kendini faidesiz bir ihtiyatla Risa-le-i Nur’daki çok ehemmiyetli makamın-dan ve büyük hissesinden bir derece çek-
aziz: çok değerli, izzetli
Hafız Tevfik: (1889-1965) Risale-i Nur’un kâtiplerin-den olan Hafız Tevfik Göksu, Bar-la’da cami imam-lığı yapmıştır
Hakîm: hikmet sa-hibi; herşeyi hik-metle, belirli ga-yelere yönelik ola-rak, mânâlı, fay-dalı ve tam yerli yerinde yaratan
Allah hikmet: fayda, ga-ye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yer-li yerinde yaratıl-ması
ihtiyat: önlem al-ma, tedbirli hare-ket etme
itimat: güven, gü-venme
Rahîm: merhamet-li; rahmetinin çok
özel tecellîleri olan ve sonsuz şefkat ve merha-met sahibi Allah
rahmet: İlâhî şef-kat, merhamet ve ihsan
tahattur etmek: hatırlamak, hatıra gelmek
tesbihat: Allah’ı her türlü kusur-dan yüce tutarak şanına lâyık ifa-delerle anma
On Üçüncü Şuâ’dan 153
mek isterdi. Fakat hizmetinin kudsiyeti ve azameti, onu yine o büyük hisseye ve pek büyük sevaba muvaffak eyledi. Az bir sı-kıntı ve geçici bir küçük zahmetle böyle bir şeref-i mânevîden geri kalmamak gerektir.
Evet, kardeşlerim, madem herşey gidi-yor; ve gittikten sonra eğer lezzet ve keyif ise, boşu boşuna gider, bir hasret kalır! Eğer sıkıntı ve zahmet ise hem dünyevî ve uhrevî, hem böyle bir kudsî hizmet nokta-sında öyle bir lezzetli faideler var ki, o zah-meti hiçe indirir. İçinizde biri müstesna, en ihtiyarı ve en ziyade başına sıkıntılar topla-nan benim. Sizi temin ederim, tam bir sa-bır ve şükür ve tahammülle halimden mem-nunum. Musibete şükür ise, musibetteki se-vap ve uhrevî ve dünyevî faideleri içindir.
azamet: büyüklük, yücelik
kudsî: mukaddes, kutsal
kudsiyet: mukad-des olma, kutsallık
musibet: belâ,
dert, felâket muvaffak eylemek: başarılı kılmak
müstesna: dışında şeref-i mânevî: mâ-nevî şeref, rütbe
uhrevî: âhirete ait
ziyade: çok tahammül: katlan-ma, dayanma şükür: Allah’a kar-şı minnet duyma, teşekkür etme
154 Sabır Risalesi
Kardeşlerim, Gerçi yeriniz çok dardır; fakat kalbinizin
genişliği o sıkıntıya aldırmaz. Hem yerleri-mize nisbeten daha serbesttir. Biliniz, en esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız te-sanüddür. Sakın, sakın bu musibetlerin ver-diği asabîlik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakmayınız. Kısmet ve kadere itiraz hük-münde olan şekvâlar ve “Böyle olmasaydı şöyle olmazdı” diye birbirinizden gücen-meyiniz. Ben anladım ki, bunların hücu-mundan kurtulmak çaremiz yoktu. Ne yap-saydık onlar hücumu yapacaktılar. Biz sa-bır ve şükür ve kazâya rıza ve kadere tes-limle mukabele ederek tâ inayet-i İlâhiye imdadımıza gelinceye kadar, az zamanda ve az amelde pekçok sevap ve hayrat ka-zanmaya çalışmalıyız.
asabîlik: sinirlilik hayrat: hayırlar, iyilikler
inâyet-i İlâhiye: Allah’ın şefkati, yardımı
kaza: olacağı Allah
tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı ge-lince yaratılması
mukabele etmek: karşılık vermek
musibet: belâ,
dert, felâket nisbeten: kıyasla, oranla
nokta-i istinad: dayanak noktası şekvâ: şikayet tesanüd: dayanışma
On Üçüncü Şuâ’dan 155
Madem biz kadere teslim olup bu sıkıntı-
ları, 1 ا ز ور ا ر ا sırrıyla, ziyade se-
vap kazanmak cihetiyle mânevî bir nimet biliyoruz. Madem geçici, dünyevî musibet-lerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor. Ve madem hakkalyakîn derecesin-de yakînî bir kat’î kanaatımız var ki, biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir. Elbette biz bu sıkıntılı hallerle müftehirâne, müteşek-kirâne bir mücahede-i mâneviye yapıyo-ruz diye, şekvâ etmemek lâzımdır.
——————————— 1 “İşlerin en hayırlısı zorlu olanıdır.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ:
1:55. ekseriyet: çoğun-luk
hakikat: asıl, ger-çek, doğru
hakkalyakin: biz-zat yaşayarak, kuşkuya yer bı-rakmayacak şe-kilde elde edilen kesin bilgi
kader: Allah’ın mey-dana gelecek hâ-
diseleri olmadan önce bilmesi, tak-dir etmesi, plânla-ması
kat’î: kesin musibet: belâ, dert, felâket
mücahede-i mâ-neviye: mânevî mücadele
müftehirâne: övü-nerek, gurur duya-
rakmüteşekkirâne: teşekkür ederek
saadet-i ebediye: sonu olmayan, sonsuz mutluluk şekvâ: şikâyet vakfetmek: bağış-lamak
yakînî: kesin, şüp-hesiz
ziyade: çok
156 Sabır Risalesi
(...)
Elbette bize lâzım: Kemâl-i teslimiyetle sa-bır ve temkinde bulunmak ve bilhassa in-kisar-ı hayale düşmemek ve bazen ümidin hilâf-ı zuhuruyla meyus olmamak ve mu-vakkat fırtınalarla sarsılmamak.
Evet, gerçi inkisar-ı hayal, ehl-i dünyada kuvve-i mâneviyelerini ve şevklerini kırar; fakat meşakkat ve mücahede ve sıkıntıla-rın altında inayet ve rahmetin iltifatlarını gö-ren Risale-i Nur şakirtlerine inkisar-ı hayal, gayretlerini ve ileri atılmasını ve ciddiyetle-rini takviye etmek lâzım geliyor.
ehl-i dünya: dün-yaya dalıp, âhireti düşünmeyenler
hilâf-ı zuhur: aksi durumun ortaya çıkması
inayet: yardım, ih-san, lütuf
inkisar-ı hayal: hayal kırıklığı
kemâl-i teslimi-yet: tam bir tesli-
miyet kuvve-i mânevi-ye: mânevî kuv-vet, moral gücü
meşakkat: güçlük meyus: ümitsiz muvakkat: geçici mücahede: cihad etme, din uğrun-da çaba harcama
rahmet: İlâhî şef-
kat, merhamet ve ihsan şakirt: talebe, öğ-renci şevk: şiddetli arzu, istek
takviye etme: des-tekleme, güçlen-dirme
temkin: ihtiyatlı hareket etme
(On Dördüncü Şuâ’dan)
Salisen: Meşakkat derecesinde sevabın
ziyadeleşmesi cihetinde, bu şiddetli hale şükretmeliyiz. Vazifemiz olan hizmet-i ima-niyeyi ihlâsla yapmaya çalışmalı, vazife-i İlâhiye olan muvaffakiyet ve hayırlı netice-leri vermek cihetine karışmamalıyız.
ا 1 ز ور ا ر ا deyip bu çilehanedeki
sıkıntılara sabır içinde şükretmeliyiz. Ame-limizin makbuliyetine bir alâmet ve kudsî mücahedemizin imtihanında tam bir şeha-detnâme almamıza bir emâredir bilmeliyiz.
(…) ——————————— 1 “İşlerin en hayırlısı zorlu olanıdır.”
alâmet: belirti, işaret amel: iş, fiil cihet: şekil, yön çilehane: çile yeri, nefsi terbiye hüc-resi
emâre: belirti, işaret hizmet-i imâniye: iman hizmeti
ihlâs: samimiyet, ibadet ve davra-
nışlarda sadece Allah rızasını gö-zetme
kudsî: kutsal, mu-kaddes
makbuliyet: kabul edilmiş olma
meşakkat: güçlük, sıkıntı
muvaffakiyet: ba-şarı
mücahede: cihad etme, din uğrun-da çaba harcama
salisen: üçüncü olarak şehadetnâme: şa-hitlik belgesi
vazife-i İlâhiye: Al-lah’a ait olan iş
ziyadeleşme: faz-lalaşma, artma
158 Sabır Risalesi
Biz küçücük sıkıntılarımızı “kinin” gibi bir acı ilâç bilip sabır ve şükretmeliyiz, “Yâhu bu da geçer” demeliyiz.
(Münâzarat’tan)
Sual: Zindan-ı atâlete düştüğümüzün se-bebi nedir?
Cevap: Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir. İşte, himmetiniz şev-ke binip mübareze-i hayat meydanına çık-tığı vakit, en evvel düşman-ı şedîd olan yeis rastgelir. Kuvve-i mâneviyesini kırar. Siz o
düşman-ı şedît: şiddetli ve kor-kunç düşman
himmet: ciddî ça-ba ve gayret
kinin: ateşli hasta-lıkların ve özellik-le sıtmanın teda-visinde kullanılan bir tür bitki
kuvve-i mânevi-ye: mânevî kuv-
vet, moral gücü matiyye: binek hay-vanı
mübareze: karşı koyma, çarpışma
mübareze-i hayat: hayat mücâdelesi
sabır: acıya ve zorluğa katlanma şevk: çok istek ve arzu, coşku şükür: Allah’ın
(c.c.) nimetlerine karşı memnunluk gösterme; Allah’a teşekkür etme
yeis: ümitsizlik zindan-ı atâlet: zindan gibi toplu-mu mânevî hapis-te yaşatan tem-bellik ve faaliyet-sizlik
Münâzarat’tan 159
düşmana karşı 1 وا kılıncını istimal
ediniz. Sonra müzahemetsiz olan hakkın hizme-
tinin yerini zapteden meylüttefevvuk istib-dadı hücuma başlar. Himmetin başına vu-
rur, atından düşürttürür. Siz 2 وا -ha ېەئو
kikatini o düşmana gönderiniz. Sonra da ilel-i müteselsiledeki terettübü
atlamakla müşevveş eden aculiyet çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz,
3 وا روا ورا ا روا و (...) .yu siper ediniz’ ا——————————— 1 “Ümidinizi kesmeyin.” Zümer Sûresi, 39:53. 2 Allah için olunuz. 3 “İbadette, musibette ve günahtan kaçınmakta sabırlı olun;
sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın; her an cihada hazırlıklı bulunun ve murabıt olun.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:200.
aculiyet: aceleci-lik, sabırsızlık
hakikat: asıl, ger-çek, doğru
himmet: ciddî ça-ba ve gayret
ilel-i müteselsile: zincir gibi birbirine bağlı olup devam eden sebepler, il-
letleristibdat: baskı ve zulüm
istimal etme: kul-lanma
meyl’üt-tefevvuk: başkalarına nis-betle üstünlük el-de etme meyli, eğilimi
müşevveş: dağınık, karışık, düzensiz
müzahemetsiz: zahmet ve zorlu-ğu olmayan
terettüb: birbiriyle bağlantılı olarak sıralanma
zaptetmek: ele ge-çirmek
160 Sabır Risalesi
(İşârât’tan)
Nisyan bir nimettir, yalnız her günün âlâ-
mını çektirir, müterakimi unutturur. (...) Derecat-ı hararet gibi, her musibette bir
derece-i nimet vardır. Daha büyüğünü dü-şünüp, küçükteki derece-i nimeti görüp, Allah’a şükretmeli. Yoksa isti’zam ile üflen-se şişer, merak edilse ikileşir. Kalbdeki mi-sâli, hakikate inkılâp eder.
(Kastamonu Lâhikası, 7. Mektup’tan)
Salisen: Hulûsi’nin bir gailesi var diye his-
sediyorum. Merak etmesin, Risale-i Nur’un
âlâm: elemler, acı-lar
derecat-ı hararet: sıcaklık dereceleri
derece-i nimet: ni-met derecesi
gaile: sıkıntı, dert
hakikat: doğru, ger-çek
inkılâp etmek: dö-nüşmek
isti’zâm: büyütme misâl: benzer, ör-nek
musibet: belâ, bü-yük sıkıntı
müterâkim: birik-miş, yığılmış
nisyan: unutkanlık salisen: üçüncü olarak
Kastamonu Lâhikası/7. Mektup’tan 161
şakirtlerine inâyet ve rahmet, nezaret ve hi-mayet ederler. Dünyanın meşakkatleri ma-dem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde şükürle, metanetle muka-bele edilmek gerektir. Hem o, hem sizler bütün dualarımda ve kazançlarımda benim-le berabersiniz.
Rabian: Risaletü’n-Nur, kendi kendine Kur’ân’ın himayeti ve hıfz-ı Rabbânî altın-da intişar ediyor. İmâm-ı Ali (r.a.) iki defa sırren, sırren demesi işaret eder ki, perde altında daha ziyade feyiz ve nur verir. Si-zin gibi kardeşlerim, zamanın sarsıntılı hâ-disâtına karşı—şimdiye kadar gibi—yine tam mukavemet eder ümidindeyim.
feyiz: bolluk, bere-ket
hâdisât: hâdiseler, olaylar
hıfz-ı Rabbânî: her-bir varlığa yaratılış gayelerine ulaş-maları için muh-taç olduğu şeyleri veren, onları ter-biye edip idaresi ve egemenliği al-tında bulunduran Allah’ın koruması
himayet: korumaİmâm-ı Ali: Hz. Ali (r.a.)
inâyet: Allah’ın yardımı
intişar etme: ya-yılma
meşakkat: güçlük, zorluk
metanet: sağlam duruş, kararlılık
mukabele edilmek: karşılık verilmek
mukavemet etme:
direnme, dayanma musibet: belâ, fe-laket, sıkıntı
nezaret etme: ba-kıcılık yapma
rabian: dördüncü olarak
rahmet: İlâhî ih-san, bağış
sırren: gizli olarak, gizlice şakirt: talebe, öğ-renci
ziyade: çok, fazla
162 Sabır Risalesi
1 ن ېەئا ن ا ن در ا ا ن düsturumuz در
olmalı.
(Kastamonu Lâhikası, 120. Mektup’tan)
Evet kardeşlerim; bu zamanda öyle deh-şetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsa-cak hâdiseler içinde hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık ta-şımak gerektir.
2 ون ا ا د رت وة ا رة ا âyetinin
sırr-ı işarîsiyle, âhireti bildikleri ve iman et-tikleri halde dünyayı âhirete severek tercih ——————————— 1 Kadere iman eden, kederden emin olur. 2 “Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler.” İbrahim Sûresi, 14:3.
âhiret: öteki dün-ya, öldükten son-raki ebedî hayat
cereyan: hareket, akım
cihan: dünya düstur: genel kâi-
de, kural hissiyat: hisler, duy-gular
itidâl-i dem: kızgın-lığa mağlup olma-yış, soğukkanlılık
metanet: sağlam-lık, kararlılık
nihayetsiz: sınırsız, sonsuz
sırr-ı işarî: işaret edilen sır
Kastamonu Lâhikası/120. Mektup’tan 163
etmek ve kırılacak şişeyi bâki bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkı-beti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, ha-zır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir bat-man sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O mu-sibet sırrıyla, hakikî mü’minler dahi bazan ehl-i dalâlete taraftar olmak gibi dehşetli hatada bulunuyorlar. Cenâb-ı Hak, ehl-i imanı ve Risale-i Nur şakirtlerini bu musi-betlerin şerrinden muhafaza eylesin. Âmin.
akıbet: netice, son âmin: Allah’ım ka-bul eyle
bâki: devamlı, ka-lıcı, ölümsüz
batman: eskiden kullanılan ve 8 ki-loluk ağırlığa kar-şılık gelen bir ölçü birimi
Cenâb-ı Hak: Hak-kın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yü-
ce Allah dirhem: eskiden kullanılan ve yak-laşık 3 gramlık ağırlığa karşılık gelen bir ölçü bi-rimi
ehl-i dalâlet: doğ-ru ve hak yoldan sapanlar
ehl-i iman: Allah’a ve Onun bildirdiği her şeye inanan
kimseler hakikî: asıl, ger-çek
hissiyat: duygular, hisler
maraz: hastalık muhafaza: koruma musibet: belâ, fe-laket
sâfi: arınmış, temiz şakirt: talebe, öğ-renci şer: kötülük
164 Sabır Risalesi
(Emirdağ Lâhikası II, 100. Mektup’tan)
Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i maddi-
yeye ehemmiyet vermedikleri gibi, bir kıs-mı, âzamî iktisat ve kanaatle ve fakirü’l-hal olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan is-tiğna ile ve hizmet-i Kur’âniyede hakikî bir ihlâs ve fedakârlıkla; ve çok kesretli ve şid-detli ehl-i dalâlete karşı mağlûp olmamak için ve muhtaçları hakikate ve ihlâsa davet etmekte bir şüphe bırakmamak için ve rı-za-yı İlâhîden başka o hizmet-i kudsiyeyi hiç-birşeye âlet etmemek için, bir cihette ha-yat-ı içtimaiye fâidelerinden çekiniyorlar.
âzamî: en fazla, en büyük
cihet: taraf, yön ehl-i dalâlet: doğ-ru ve hak yoldan sapanlar
fakirü’l-hal olma: muhtaç durumda olma
hakikat: gerçek hakikî: asıl, gerçek
hayat-ı içtimaiye: sosyal hayat
hizmet-i kudsiye: kutsal hizmet
hizmet-i Kur’âni-ye: Kur’ân haki-katlerini yayma görevi
ihlâs: ibadet ve davranışlarda sa-dece Allah’ın rıza-
sını gözetme iktisat: tutumluluk istiğna: ihtiyaç duy-mama, kaçınma
kanaat: yetinme kesret: çokluk menfaat-i maddi-ye: maddî fayda
rıza-yı İlâhî: Allah’ın rızası, memnuni-yeti
Umum Nur talebelerine Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir
(Emirdağ Lâhikası II, 151. Mektup’tan)
Aziz kardeşlerim, Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir.
Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi mu-hafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.
Meselâ, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı bo-
âsâyiş: bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması durumu, güvenlik
aziz: izzetli, şerefli, çok değerli
hizmet-i imaniye: iman hizmeti
menfî hareket: yıkmak, yakmak, saptırmak, inkâr etmek vs. gibi
olumsuz ve yıkıcı hareket, davranış
misal: örnek muhafaza: koruma mükellef: sorum-lu, yükümlü
müsbet hareket: yapmak, yol gös-termek, yardım etmek vs. gibi olumlu ve yapıcı hareket, davranış
müsbet: olumlu, yapıcı
rıza-yı İlâhî: Allah’ın rızası, memnuni-yeti
tahakküm: baskı, zorbalık
terzil: rezil ve al-çak gösterme
vazife-i İlâhiye: Al-lah’a ait olan iş
166 Sabır Risalesi
yun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hâdiselerle sabit ol-muş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, divan-ı harb-i örfîde idam teh-didine karşı mahkemedeki paşaların sual-lerine beş para ehemmiyet vermediğim gi-bi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, ta-hakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket et-mek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.
aleyhisselâm: Al-lah’ın selâmı onun üzerine olsun
Bedir muharebe-si: Bedir Savaşı
Cercis: zalim hü-kümdara karşı çıktığı ve Allah’ın birliğini anlattığı için uzun süre ağır işkencelere maruz bırakılan ama me-tanetinden ödün vermeyerek şehit
olan peygamberdivan-ı harb-i örfî: sıkı yönetim mah-kemesi
hakikat: doğru ger-çek
menfî hareket: yıkmak, yakmak, saptırmak, inkâr etmek vs. gibi olumsuz ve yıkıcı hareket, davranış
mukabele etmek: karşılık vermek
müsbet hareket: yapmak, yol gös-termek, yardım etmek vs. gibi olumlu ve yapıcı hareket, davranış
rıza: hoşnut olma tahakküm: baskı, zorbalık
Uhud muharebe-si: Uhud Savaşı
vazife-i İlâhiye: Al-lah’a ait olan iş
İndeksler — Konu İndeksi — Esmâ-i İlâhiye İndeksi — Şahıs İndeksi — Mekân İndeksi
Konu İndeksi aculiyet, 159 acz, 29, 37, 44, 45, 71 açlık, 133, 135, 137 adalet, 140 âhiret, 79, 80 âhirzaman fitnesi, 133 asayiş, 165 atâlet, 158 ba'sü ba'de'l-mevt, 64 belâ, 40, 41, 42 Cehennem, 24, 25 cemal ve celâl, 132 Cennet, 63, 151 cihad, 145 çile, 157 dehâ ve hüdâ, 62 dilencilik, 135 dünyanın faniliği, 53–54 ecel, 79 emanet, 58, 60
emaneti sahibine satmak, 58–59
esbab, 10, 11, 13 esmâ-i İlâhiye, 27, 45, 46,
76 faaliyet, 158
fakr, 44, 45 fen, 60 gaflet, 79, 81, 84 gark, 84 gençlik, 135 günah, 22, 111
küfür ve günah, 24–26 hapis, 67, 89, 110, 111 haram, 136 Harb-i Umumî, 34 hareket, 158 hark, 84 hasenat, 131–32
tezauf, 157 hastalık, 22, 26, 27, 28, 29,
33, 37, 38, 42, 43, 45, 71, 72, 73, 74, 76, 77, 78, 80, 82, 83, 84, 87, 88
esmânın tecelliyatı, 74–76
ibadet, 71–72 ihsan-ı İlâhî, 78, 83
havf ve recâ, 79 hayal, 131 hayat, 27, 28, 30, 93–94
170 Sabır Risalesi
hevâ, 12, 14, 16 hırs, 95 hikmet, 139, 140, 152 himmet, 158 hissiyat, 115 hüdâ ve dehâ, 62 i’lâ-yı kelimetullah, 145 ibadet (menfî ibadet), 29–
30, 71, 109–11 ihlâs, 157, 165 iktisat, 96 iman-ı tahkikî, 129 imkân, 92–95 imtihan, 28 insan
esmâ ve sıfâta aynadar-lığı, 44–46, 58–59, 75–76
hayatının gayesi, 59 iptal-i his, 61 İslâmiyet, 16, 94–95
istikbal ve İslâmiyet, 145 israf, 96 istibdat, 159 istiğfar, 24 istikbal, 12–17 izzet-i nefis, 119–20 kabir, 73, 74, 81, 90, 110 kabz-ı bast, 132 kader, 39, 92, 154, 155
adalet ve kader, 115 kaderi tenkit, 39
kâinat iman ve dalâlet gözüyle,
62 kalb, 20–24, 68
bâtın-ı kalb, 23 kanaat, 95
kanun, 116 kaza, 38, 40, 92, 154 kebair, 126 kefaret, 37, 111, 138, 143 Kur’ân, 16, 17, 103, 104,
109 Kur'ân ve felsefe, 62
küfrân-ı nimet, 95 küfür
Allah'a düşmanlık, 25 günah ve küfür, 24–26 küfr-ü mutlak, 151 tasavvur-u küfür, 131
lezzet, 92 lohusa, 84 mahbubiyet, 58 maişet, 133 mazi ve müstakbel, 32 medrese-i Yusufiye, 114 Medresetü’z-Zehrâ, 142 mekan, 52 milliyet, 62 model, 27, 75, 90–92 musibet, 26–46, 53, 51–
58, 59, 65, 66, 67, 68, 70, 71, 85, 86, 87, 26–46, 148, 153, 154, 155
dine gelen musibet, 36 kâmiller ve musibet, 82–
83 merak ve musibet, 39–
40, 160 musibet ve mâsumlar,
82–83 sebepleri, 134
münacat Hz. Eyyub'un münacatı,
20
İndeksler 171
namaz, 110, 126 namaz tesbihatı, 126 namazın terki, 25
nefis, 12, 14, 58 nimet
küfrân-ı nimet, 95, 134 nimet mertebeleri, 90–96
nisyan, 160 ölüm, 59–60, 73, 79, 81,
84, 89, 90 ömür, 71, 73, 110 rahmet, 76, 80, 81, 152
rahmeti itham, 39, 140 rıza, 38, 40, 137, 152 rızık, 76 Risale-i Nur
emniyet ve asayiş, 90 sadakat, 129 sebat, 124, 156 telifi, 54–55 tesanüd, 154
riyazet, 134, 135, 136, 138 rububiyet, 87, 140 ruh, 23, 94 saadet-i ebediye, 63 sabır, 19–46, 58, 66, 71,
74, 77, 78, 81, 83, 89, 96, 97, 111, 112, 131, 132, 150, 151, 154, 158, 159
sadaka, 142 Selef, 144 sıhhat, 85, 87 sünnet, 126 şeair, 143 şefkat, 63, 120
suiistimali, 139–40 şehidlik
manevî şehid, 84 şekvâ, 26, 28, 32, 33, 34,
36, 39, 74, 78, 81, 85, 87, 93, 112, 154
şetim, 131 şevk, 151, 158 şöhret, 103–4 şuunat, 59 şükür, 74, 83, 85, 95, 110,
111, 150, 151, 153, 154, 158
şüphe, 23 şüpheli mal, 136–37 tabiat, 61 tâdil-i erkân, 126 tağut, 61 tahayyül, 131 tâun, 84 tefevvuk
meyl-i tefevvuk, 159 teslim, 56 tevbe, 110, 147 tevekkül, 40, 41, 56, 81 uhuvvet, 146
âhiret kardeşliği, 52 ücret, 28 vesvese, 131 vücut mertebeleri, 92–95 yaktîn, 12 yangın, 141 yeis, 132, 158 zaman, 52 zaruret, 135, 136, 137 zekât, 135 zeval, 30–31, 68, 115
zeval-i lezzet ve elem, 77–78, 110–11
zikir, 24
172 Sabır Risalesi
Esmâ-i İlâhiye İndeksi Âdil-i Hakîm, 134 Ahkemü'l-Hâkimîn, 139 Allah, 53, 57, 66, 99, 102 Azîz, 100 Azîz-i Cebbâr, 103 Cenâb-ı Erhamürrâhimîn,
108, 151 Cenâb-ı Hak, 26, 51, 54,
55, 56, 78, 79, 85, 94, 95, 96, 97, 99, 107, 118, 163
Erhamürrâhimîn, 139 Fâtır, 93 Hakîm, 55, 100, 140, 152 Hâlık, 14, 71, 82, 83, 97,
128, 151 Hâlık-ı Kerîm ve Rahîm,
139 Hâlık-ı Rahîm, 71, 82, 83 Hâlık-ı Semâvat ve Arz, 14 Kerîm, 58
Mâlik, 59, 60 Mâlik-i Hakikî, 68 Mâlikü'l-Mülk, 68 Mûcid, 69 Müsebbibü’l-Esbab, 11, 13 Rab, 13 Rahîm, 58, 71, 82, 83,
140, 152 Rahîm-i Kerîm, 58 Rezzâk, 27, 76 Sabûr, 51, 78, 96 Sahib-i Kur’ân, 100 Sânii, 63, 75 Sâni-i Zülcelâl, 75, 91, 92 Şâfî, 27, 76 Şems-i Ezelî, 118 Vâcibü’l-Vücud, 14, 93 Zât-ı Rahîm-i Kerîm, 96 Zât-ı Vâcibü’l-Vücud, 14 Zülcelâl, 75
Şahıs İndeksi Abdurrahman (Biraderzâ-
de), 53 Ahmed ibni Hanbel, 112 Ali (r.a.), 161 Bediüzzaman Said Nursî
asayişe hizmeti, 165 gurbet ve nefiy, 101–2
şefkat ve rikkat-i cinsiye, 139
tazyikler, 109 Eyyub (a.s.), 20, 21, 22, 23,
38, 48, 83, 121 Hulûsi (İbrahim Hulusi Efen-
di), 160
İndeksler 173
İmam-ı Âzam (Ebu Hanife), 111
Muhacır Hafız Ahmed, 29 Nursî, Abdülmecid, 53 Sa’d-ı Taftazanî, 118 Sabri (Arseven, santral,
Nur iskele memuru, sıddık, hoca), 131
Sabri (İlemalı), 80 Süleyman (Kervancı, Bar-
lalı Süleyman Efendi, Sıddık), 123
Şamlı Hafız Tevfik, 152 Vezirzâde Küçük Mustafa,
80 Yunus (a.s.), 9, 12, 13
Mekân İndeksi Ankara, 107 Avrupa, 61 Isparta, 141, 142, 143
İstanbul, 107 Rusya, 166