Upload
dangdang
View
319
Download
15
Embed Size (px)
Citation preview
Saraçhane Bölgesinde Kentsel Dönüşüm, Tarihsel ve Sosyal Topografya
İstanbul Teknik Üniversitesi
Doç. Dr. Turgut SANER Ar. Gör. Bilge AR
Duygu GÖÇMEN Ebru KÜMET
Ertunç DENKTAŞ Soner ÖZIŞIK
İÇİNDEKİLER:
Valens Kemeri……………. 1 Polyeuktos Kilisesi……………. 17
Çandarlı İbrahim Paşa Hamamı……………. 26 Şehzade Külliyesi……………. 33
Ebu’l-Fazl Mahmut Efendi Medresesi……………. 43 Amcazade Hüseyin Paşa Külliyesi…………….46
Ankaravi Mehmet Emin Efendi Medresesi……………. 54 Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Külliyesi – Direklerarası……………. 60
Tayyare Şehitleri Abidesi……………. 74 Belediye Sarayı……………. 82
i
VALENS KEMERİ
Valens Kemeri ya da ileride kökenine değinilecek diğer ismiyle Bozdoğan Kemeri,
Saraçhanebaşı bölgesinde hala –kısmen- ayakta kalmış en eski yapılardan biridir. Yapı; yapım
tarihi ve şekliyle ilgili çeşitli görüşler olmasına rağmen, çoğunlukla İmparator Valens
dönemine (364 - 378) atfedilir. Bu durum, yapının Valens Kemeri diye adlandırılmasını da
beraberinde getirmiştir.
1
Hadrianus Kemeri – Valens Kemeri – Bozdoğan Kemeri
apıyı en erken döneme tarihleyen kişilerin başında Cyril Mango gelir. Hadrianus döneminde
zmanların çoğunlukla kabul ettiğine göreyse kemerin yapımına 368 yılında İmparator
Sokrates, İmparator Valens’in Kadıköy surlarının yıktırılarak taşlarının bir kamu hamamı inşasında
e ise kemerin 373’te, Prafektus Klearkus zamanında tamamlandığını
smanlı dönemindeki kaynaklarda geçen Bozdoğan Kemeri adlandırmasının kaynağı
Kemeri’ne dönüşmüş olabileceği şeklindedir. (İA, 319)
Y
(117 – 138) bir sukemeri yapıldığını ifade eden kaynaklara dayanan Mango, konumuz olan
kemeri bu kemerle ilişkilendirerek Hadrianus Kemeri olarak adlandırır (aktaran Kuban,
İstanbul, Bir Kent Tarihi, 21).
U
Valens’in emriyle başlanmıştır. Bu durum farklı birçok kaynağa (Kedrenos, Zonaras,
Sokrates) dayandırılmıştır. Bu kaynaklarda kemerin nasıl yapıldığına dair bazı farklılıklar
içeren rivayetler ortaya atılmıştır. Pierre Gilles’in İstanbul’un Tarihi Eserleri isimli kitabında
aktardığına göre:
“
kullanılmak üzere İstanbul’a taşınmasını emrettiğini yazar ve taşlardan birinde bir kehanetin yazılı
olduğunu, bunun da, taşın eski zamanlardan beri saklı olduğu yerden açığa çıkarılarak bir hamam
duvarında kullanılması halinde kente bol su geleceği ancak bu durumda sonsuz sayıdaki barbar halkın
Roma toprağına saldıracağını, etrafa dehşet saçacağını ve sonunda bu barbarların yenilecekleri anlamını
taşıdığını anlatır. …Zonaras ve Kedrenos da benzer biçimde, düşmanı Prokopios’u korudukları için hıncını
Kadıköylülerden alan Valens’in, Kadıköy’ün surlarını yıktırarak taşlarının suyolu yapımı için
naklettirdiğini yazarlar. Bu suyolunu Zonaras Valens’in suyolu, Kedrenos da bazen Valens’in, bazen
Valentinianus’un suyolu olarak adlandırır”. (Gilles, 162-164)
İstanbul Ansiklopedisi’nd
belirten bir kaynaktan söz edilir. (İA, 319)
O
hakkında da çeşitli fikirler vardır. Etimolojik olarak; bir tür doğan kuşu, armut cinsi veya
armut şeklini anımsatan bir gürz çeşidinden yola çıkılarak adlandırıldığı düşünülmekle
beraber, akla en uygun gelen açıklama 1607 tarihli bir suyolu haritasında, depremlerle yıkılmış
kemerin Bozulgan Kemer diye not edildiği ve bu adlandırmanın zaman içerisinde Bozdoğan
2
Roma Suyolları – İstanbul – Su
Bizantion, Konstantinopolis ve İstanbul sürekliliğinde yaşanan tarihsel değişim ve dönüşümü
nasında kentin karşılaştığı en önemli sorunlardan bir tanesi su sıkıntısıdır. Boğaz bölgesinin
aynaklar; Karadeniz
ıyısındaki dağlar, kuzeybatıdaki Belgrad Ormanı, Halkalı Bölgesi ve Terkos Gölü’dür.
indeki mühendislik yapılarının en önemlilerinden biri olarak kabul edilen
yollarının temel amacı; suyu genellikle 1/1000’lik bir eğimle kent dışındaki yüksek
es
jeolojik yapısı, daha farklı bir ifadeyle şehrin kayalıklar üzerine kurulmuş olması, sürekli artan
nüfusun su ihtiyacını dışarıdan karşılamak zorunluluğunu doğurmuştur.
Kentin su ihtiyacını karşılamak için kurulan sistemlerin beslendiği temel k
k
Bizantion döneminde Hadrianus’un yaptırdığı suyolu kente günde 6000 metreküp su
sağlamaktaydı (Mango’dan aktaran Kuban, İstanbul, Bir Kent Tarihi, 93). Nüfusun artmasıyla
birlikte bu miktarın genel gereksinimi karşılayamamasıyla birlikte yeni yolların yapımına
başlandı. Valens Kemeri; bu suyollarının, günümüzdeki Beyazıt Meydanı’na denk düşen
Tauri Forumu’ndaki büyük havuzla (Nimfeum Maksimus) sonlanmasından hemen önceki
bölümüdür.
Roma dönem
su
kaynaklardan kente getirmektir. Arazinin bu eğime doğal olarak sahip olduğu bölümlerinde
üstü kapalı kanallar kullanılırdı. Suyolu üzerindeki dağlar ve tepeler gibi ani yükseltileri
geçmek için ise yer altı tünelleri açılırdı. Suyu kullanılan eğime uygun olarak bir vadiden
geçirmek için kullanılan strüktür ise kemerlerdi. Kemerler vadinin derinliğine bağlı olarak tek
katlı veya çift katlı olabiliyordu. Derinliğin çok fazla olmadığı yerlerde duvarlar kullanılıyordu.
Suyu yüzlerce kilometre boyunca sabit bir eğimle şehirdeki sarnıçlara ulaştıran bu sistemler
3
hem suyun şehir için olan öneminin büyüklüğünü, hem de Roma mimarlığının mühendislik
yapılarına yansıyan kesinliğini göstermektedir.
Bizantion’un başkent Konstantinopolis’e dönüşmesiyle birlikte, şehre Roma mimarisinin
damgasını vurma isteğinin bir ifadesi olarak da okunabilecek, Valens Kemeri’nin de bir
parçası olduğu, 150 kilometrelik suyolunun inşası 30 yıl sürmüştür. Valens döneminden
sonraki 100-150 yıl içerisinde, özellikle I. Theodosius döneminde (379-395), yapılan
eklemelerle birlikte, Trakya’dan (Vize’den) Konstantinopolis’e su getiren bu hattın
uzunluğunun 250 kilometreyi aştığı bilinmektedir. Profesör Kazım Çeçen tarafından
yürütülen araştırmalarla ortaya çıkartılan bu suyolunun Roma döneminde yapılmış en uzun
suyolu olduğu kabul edilmektedir (Çeçen, ---).
4
Bu sistem içerisinde Valens Kemeri’nin üstlendiği rol, kent dışından gelen suları Havariyyun
Kilisesi ve Capitol arasında yer alan vadiden geçirerek büyük havuza ulaştırmaktır. Zaman
içerisinde şehir isim değiştirmiş, vadinin iki tarafını tanımlayan yapılar değişmiş ama Valens
Kemeri yeni isimler kazanmasına, depremlerle, yangınlarla ve istilalarla zarar görüp,
“bozulup” değişim geçirmesine karşın kentin içerisindeki baskın bir öğe oluşunu günümüze
kadar korumuştur.
Kemerin Geçirdiği Değişimler
Valens Kemeri’nin zaman içerisinde geçirdiği değişimlerin kaynaklara olan yansıması 6.
yüzyılla birlikte başlar. Müller-Wiener’in Theophylacti’den aktardığına göre II. İustinos’un
imparatorluğu döneminde (565-578) kemer onarılmıştır. 576 yılındaki bu onarımın, kemerin
depremden hasar görmesinden sonra yapılmış olabileceği düşünülmektedir. 626 yılındaki
Avar istilasında suyolları tahrip edilmiştir. Avarlar sur içine giremediğinden Valens
Kemeri’nin bu istilada hasar almadığı tahmin edilmektedir. Bu olaydan sonra suyolu
sisteminin onarımı ve böylece Valens Kemeri’nin de yeniden işlevsel hale gelişi ancak V.
Konstantinos zamanında (741-775) olmuştur (aktaran Müller-Wiener,…).
Bu dönemden sonra bilinen ilk onarım 1019 yılında, II. Basileios’un imparatorluğu
zamanındadır (976-1025). 1403 yılındaki Konstantinopolis seyahatini yazan İspanyol Elçi Ruy
5
de Clavijo’nun anlattığına göre kemer bu tarihlerde işlevini bağ, bahçe sulaması gibi daha
küçük ölçeklerde sürdürmekteydi (aktaran İA, s. 319).
Osmanlıların Konstantinopolis’i ele geçirmesinden sonra su şebekesi kapsamlı bir onarım
geçirdi. Valens Kemeri de onarılarak, Fatih Suyolu olarak adlandırılan bu sisteme dahil edildi.
II Bayezid (1481-1512) ve Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) dönemlerinde artan nüfusun
su gereksinimi karşılayabilmek adına su şebekesi genişletilmiştir. Bu dönemlerde Bozdoğan
Kemeri’nin de dahil olduğu su sistemi Halkalı Suyu olarak adlandırılmaktaydı.
1509 yılındaki “kıyamet-i sugra” (küçük kıyamet) diye nitelenen depremde kemer de hasar
görmüştür. Şehzade Camisi’nin yakınındaki kısmının bu depremle birlikte yıkıldığı
düşünülmektedir (İA, s.319). Depremde kemerin bir kısmının yıkılmasıyla oluşan gölcük
nedeniyle Vefa-Şehzadebaşı arasında kalan bölge bir süreliğine “Büyük Bataklık” olarak
tanımlanmıştır. 1556-1557 yıllarında Süleymaniye Suyolu’nun yapımıyla birlikte Bozdoğan
Kemeri de bu sisteme dahil edilerek özellikle Topkapı Sarayı’na su taşımakta kullanılmıştır.
II: Mustafa döneminde (1695-1703) Bozdoğan Kemeri’nin doğu bölümü onarılmıştır.
Kemerin 45. payesinin üstüne bu onarıma dair bir kitabe konulmuştur. Bu onarımın kapsamı
41-45 arasındaki 5 payenin eski biçimlerine göre yeniden inşa edilmesidir (Müler-Wiener, s.
277). Çeçen’e göre 52-56 numaralı açıklıklardaki sivri kemerler de II. Mustafa dönemindeki
onarımların bir sonucudur (aktaran İA, s. 319). II. Mustafa’dan sonra tahta çıkan III. Ahmed
döneminde de (1703-1730) suyolu şebekesi tamir görmüştür.
Bu onarım ve yenilemelerin dışında da, kemerin tarih içerisinde üstlendiği farklı işlevlere
ilişkin, çok da kesin olmayan ifadeler vardır. Bunlardan bir tanesi; 1748 tarihli bir suyolu
haritasında kemerin Fatih kısmında görünen bir taksim kulesidir. Bir diğeri ise; 23 Ağustos
1908 tarihli büyük yangından sonra çevredeki bütün camiler ve konutlar harap olduğundan,
ezanın kemerin tepesinden okunduğuna dair hikayelerdir.
Unkapanı-Aksaray aksı arasında Atatürk Bulvarı’nın açılması sırasında Bozdoğan Kemeri’ne
dokunulmamıştır. Prost’un bu bölge için yaptığı imar planı dikkate alınarak yol, kemerin 41-
45 numaralı açıklıkları arasından geçirilmiştir.
6
Günümüzde de İstanbul’un, Beyazıt Kulesi’nin de bulunduğu üçüncü tepesiyle, Fatih
Camisi’nin bulunduğu dördüncü tepesi arasındaki derin vadide boylu boyunca uzanan
Bozdoğan Kemeri, kentin çeşitli noktalarından bakıldığında siluet içerisinde baskın bir şekilde
fark edilebilen bir yapıdır.
Kemerin Teknik Özellikleri
1/1000 oranında bir eğime sahip olan kemerin uzunluğu 971 metre civarındadır. Denizden
yüksekliği 63,5 metre, ortalama yüksekliği 28,5 metredir. 1990-1993 arasında Doğan Kuban
ve Şirin Akıncı tarafından yürütülen restorasyon çalışmaları sırasında Atatürk Bulvarı’nın
geçtiği bölgedeki zeminin, yapının ilk yapıldığı dönemdeki zemininden 4 metre yüksekte
olduğu ortaya çıkartılmıştır.
Valens Kemeri hakkında kapsamlı bir monograf yazmış olan Dalman’ın belirttiğine göre;
kemerin göz sayısı 86’dır. Fatih bölgesinden başlayarak sayarsak; 15. göze kadar bir kat
devam eder. Bu bölümdeki duvar kalınlığı 3,40 metre olarak sabit devam etmektedir. Yapının
yıkılan ve zamanla değişen kısımlarını da dahil edersek, 15. gözden 73. göze kadar olan
bölümde kemer çift katlı bir şekilde devam eder. Bu bölümlerde duvar kalınlığı değişkendir
ve en geniş yerinde 5,65 metreyi bulur. Kemerin tek katlı olarak devam eden kalan
bölümünde ise kalınlık 4,30 metre civarına düşer.
7
Yıkılmış olan bölümün yaklaşık 335 metreyi bulduğu hesaplanmıştır. Fatih tarafındaki
bölümün ise yakın bir geçmişte yıkıldığı bilinmektedir.
Kemerin gözlerinin mevcut durumu farklı dönemlere işaret eder. İstanbul Ansiklopedisi’nin
aktardığına göre; 1-40 arasındaki ve 46-51 arasındaki gözler Roma döneminden kalmıştır ve
bunlar Fatih zamanında onarılmıştır. 52-56 arası gözler Kanuni döneminde, 52-56
arsındakilerse II. Mustafa döneminde tamirat görmüştür.
İlk başlarda kemerin üzerindeki açık bir kanalla getirilen su daha sonra künklerle, son olarak
da metal borularla şehre taşınmıştır.
8
Kişiler ve Olaylar
Flavius İulius Valens
364-378 yılları arasında Doğu Roma İmparatorluğu’nu yönetmiş olan Valens; 328 yılında,
tıpkı kendisinden 7 yaş büyük kardeşi Valentinianus gibi Cibalae’de (Hırvatistan Doğu
Slavonya’daki Vinkovci) doğmuştur. 360 yılında orduya katılana kadarki hayatını, babası
Büyük Gratius’un Britanya ve Afrika’daki aile evlerinde geçirdi. 364 yılında imparator
Jovian’ın zehirlenerek ölmesinin ardından Valentinianus Augustus oldu ve imparatorluğun
tek başına yönetilemeyecek kadar büyük olduğunu düşündüğünden, kardeşi Valens’i ortak
imparator ilan etti. 364 Aralık’ında Valens
Konstantinopolis’e geldi.
Valens’in imparatorluğunun henüz başlarında karşılaştığı
en önemli olay Prokopius’un ayaklanmasıdır. Prokopius;
Jovian’dan önceki imparator Julianus’un anne tarafından
kuzeniydi ve Julianus’un ölümünden sonraki ardılının
seçimi sırasında kendisinin taht hakkının yenildiğini
düşünmekteydi. Valens’in Kapadokya’da bulunmasını
fırsat bilerek kendini imparator ilan etti ve yaptığı
propagandayla birlikte taraftar kitlesi kazandı. Bu durum
karşısında; tahtı bırakmak, savaşmak ve hatta intihar
etmek arasında bocalayan Valens sonunda savaşmaya karar verdi. Hem kardeşi
Valentinianus’tan yeterli desteği göremediğinden, hem de kendi askerlerinin bile
Prokopius’tan yana çıkmalarından dolayı bu isyan karşısında ilk başlarda zorluklar yaşayan
Valens Kalkedon yakınlarındaki bir çarpışmada yakalanmaktan son anda kurtuldu (Bu olay
Valens Kemeri’nin yapımında Kalkedon surlarının kullanıldığını belirten rivayetlerde sebep
olarak anılan olaydır). 366 senesinde kontrolü ele geçiren Valens Prokopius’un ordularını
Thyatira (Akhisar) Savaşı’nda yenilgiye uğrattı. Prokopius 27 Mayıs’ta idam edildi ve kellesi
Trier’deki Valentinianus’a gönderildi.
9
Valens; bu isyan sırasında Prokopius’u destekledikleri için Gotlara karşı atağa geçti.
Athanaric'in Trevingisi ile karşılaşmadan önce kuzeydoğudaki Got kabilesi Greuthungi'ye
saldırdı. Buradaki başarısından sonra, Athanaric antlaşma yapmak istedi. Valens’in kabul
ettiği bu anlaşma gereğince, Gotlarla Romalılar arasındaki ticaret ve asker alışverişi sona erdi.
Valens’in imparatorluğu sırasında uğraştığı önemli bir diğer olay da; Pers kralı II. Şapur’un
Ermenistan tahtını ele geçirme girişimlerini bastırmaktır.
Valens’in imparatorluk kariyerindeki en önemli olaysa Adrinople (Edirne) Savaşı’dır. Romalı
tarihçi Ammianus Marcellinus’un yazdığı Roma Tarihi’nde geniş olarak anlatılan bu savaş bir
yandan “Roma İmparatorluğu için tüm kötülüklerin başlangıcı” kabul edilirken, diğer taraftan
da Valens’in ölümünü doğurmuştur.
Romalıların barbarlar karşısında çok büyük bir hezimete uğradığı 378 yılında yaşanan bu
savaşla birlikte Roma piyadesinin yenilmezlik unvanını sarsmıştır. Savaş esnasında ölen
Valens’in ölümü ve sonrası hakkında ise iki farklı anlatım vardır. Bunlardan ilkinde; Valens’in
bir okla ölümcül biçimde yaralanıp kısa bir süre içinde son nefesini verdiği, cesedinin
bulunamadığı ve bu yüzden gömülemediği şeklinde bir ifade vardır. Diğer anlatımsa, Roma
piyadelerinin savaş sırasında yalnız bırakıldığını ve bu savunmasız durumdayken
öldürüldüklerini, Valens’in de yaralanıp ahşap bir kulübeye taşındığı ve kulübenin Gotlar
tarafından, içerisinde Valens’in bulunduğu bilinmeden, ateşe verildiği anlatılır.
Valens’in aşırı gururuna ve askeri konulardaki tecrübesizliğine bağlanan bu ağır yenilgi, çoğu
zaman büyük kardeşi Valentinianus’un askeri başarılarıyla karşılaştırılarak, onun Roma
tarihindeki başarısız imparatorlar arasında değerlendirilmesine neden olur. Kaynaklarda geçen
bir başka karşılaştırma, Valens ve Valentinianus’un farklı dinsel görüşlere sahip olmalarıdır.
Valens Aryan olarak vaftiz edilmişti, Valentinianus ise Nicaea (İznik) İtikatı’na üyeydi.
10
Sokrates’in Aktardığı Kehanet
Sevinçli genç kızlar kente su halkalarını dalgalandıracak
dans ettiklerinde, çiçeklerle süslü yollar boyunca,
duvar, hamama uğursuz kale
olacak, o zaman, çeşitli insanların sayısız halkları,
yabanıl, kızgın, silahlar kuşanmış çok sayıda insan,
suları güzel akan Tuna’yı aştığı zaman
mızraklarıyla, umutla çıldırmış çok sayıda insan
Trakya’yı geçtiği zaman, ömrün sonu gelecek.
11
Nazım Hikmet – Kuvâyi Milliye
BEŞİNCİ BAP
920’NİN 16 Martı
ve
MANASTIRLI HAMDİ EFENDİ
ve
REŞADİYELİ VELİ OĞLU MEMET’İN
HİKÂYESİ
920’nin 16 Martı.
Öğleden evvel
saat onda
makina başında şöyle bir telgraf aldı Ankara’daki:
“Der-aliye 16/3/1920.
İngilizler bastı bu sabah
Şehzadebaşı’ndaki Muzika karakolunu.
Müsademe edildi.
İşgal altına alıyorlar İstanbul’u şimdi.
Berâyi malûmat arzolunur.
Manastırlı Hamdi.”
920’nin 16 Martı.
Harbiye Nezareti telgrafhanesi buldu Ankara’yı:
“Etrafta dolaşıyor İngiliz askerleri.
Şimdi işte
İngiliz askerleri giriyorlar nezarete.
İşte giriyorlar içeri.
Nizamiye kapısına.
Teli kes.
12
İngilizler buradadır.”
920’nin 16 Martı.
Manastırlı Hamdi Efendi
buldu Ankara’dakini tekrar:
“Paşa hazretleri,
Harbiye telgrafhanesini de işgal etti İngiliz bahriye askeri
Tophaneyi de işgale ediyorlar bir taraftan,
bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor.
Vaziyet vehamet kesbediyor efendim.
Paşa hazretleri,
Emri devletlerine muntazırım.
16 Mart 1920
Hamdi”
920’nin 16 Martı.
Durumu bir kez daha tekrar etti Hamdi Efendi:
“Sabah bizim asker uykuda iken
İngiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken
askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor.
Neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup
İngilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp
Beyoğlu ve Tophane’yi işgal edip.
İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok.
İşte Beyoğlu telgraf memurları geldiler.
Kovmuşlar.
Burası da işgal olunacaktır bir saate kadar.
Şimdi haber aldım efendim.”
13
920’nin 16 Martı
uykuda kesti kâfir üçümüzü,
kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
İngiliz’in hepsi değil domuzu
Sabaha karşı aldı canımızı.
920’nin 16 Martı
basıldı Vezneciler’de karargâh.
Uyan be tosunum uyan.
Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
üçümüz: Abdullah çavuş, Şarkışla’dan Osman,
Bir de Zileli Abdülkadir.
920’nin 16 Martı
Bozdoğan Kemeri’nde
kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı,
Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.
920’nin 16 martı
uykuda kesti kâfir üçümüzü.
Soktu Osman’ın karnına kasaturayı,
bastı göğsüne kâfirin dizi.
Dört çocuk babasıydı Abdullah çavuş.
Dıymadı dünyasına Abdülkadir.
Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kurşuna dizdi ikimizi.
920’nin 16 Mart sabahı,
karakolun karşısında
bırakmadım elimden silâhı,
yere serdim iki İngiliz’i.
14
Senin ırzını kurtardım İstanbul’um,
Sana can feda çakır gözlü gülüm.
Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kurşuna dizdi ikimizi.
Şimdi üçümüz:
Abdullah ve Osman ve Abdülkadir,
taşları yan yana yatar Eyüp’te.
Arama, bulamazsın ikimizin kabrini,
belki maşrıkta, belki mağripte,
biz de bilmeyiz yerini.
Uykuda kestiler üçümüzü,
kurşuna dizdiler ikimizi,
Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı,
Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.
Bir de altıncımız var,
kara kaytan bıyıklı bir şehit,
son mekânı şöyle dursun,
adını da bilen yok…
15
KAYNAKÇA:
İstanbul Ansiklopedisi, İlgili Maddeler
• “Bozdoğan Kemeri” Cilt II, sayfa: 319a.
Doğan Kuban,
“İstanbul, Bir Kent Tarihi: Bizantion, Konstantinopolis, İstanbul” Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul 1996 (2000)
“İstanbul Yazıları” YEM Yayın, İstanbul Kasım 1998
Murat Belge, “İstanbul Gezi Rehberi” Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul Mart 2004
(Onuncu Basım)
Pierre Gilles (Petrus Gyllius), “İstanbul’un Tarihi Eserleri” Eren Yayıncılık, İstanbul 1997
Wolfgang Müller-Wiener, “İstanbul'un Tarihsel Topografyası: 17. Yüzyıl Başlarına Kadar
Byzantion-Konstantinopolis-İstanbul” YKY, İstanbul 2002
16
POLYEUKTOS KİLİSESİ
Polyeuktos Kilisesi, 524–527 yılları arasında Anikia İuliana tarafından yaptırılmıştır.
Günümüzde, Fatih İlçesi’nde, Saraçhanebaşı’nda temel kalıntıları görülebilen –aslında Arkeoloji
Parkı kotundan daha alçakta kalan, tel örgülerle çevrilmiş bu alan çok da görünür olmamalı ki
çöplerin biriktirildiği, acil ihtiyaçların giderildiği bir yer halini almıştır- bu kilisenin yeniden
keşfinin hikâyesi çok ilginçtir.
Polyeuktos Kilisesi temel kalıntılarının günümüzdeki durumu
1960 senesinde, bölgede yapılan Haşim İşcan Alt Geçidi temel kazısı sırasında bulunan
kalıntıların üzerindeki yazıların 10.yy.da hazırlanmış bir antolojideki (Palatine Anthology) şiirle
eşleştirilmesi sonucu, bu kalıntıların Anikia İuliana tarafından Melitene’de (günümüzde Malatya)
Hıristiyan inançları yüzünden şehit edilen Romalı asker Polyeuktos’a adanarak yaptırılan
Polyeuktos kilisesine ait olduğu anlaşılmıştır. Bu keşfin ardından, Arkeoloji Müzesi Konservatörü
Nezih Fıratlı ve buradaki bilgileri çoğunu edindiğimiz kitabın da yazarı olan R.M. Harrison
tarafından 1964’te başlatılan kazılar, 1971 yılına kadar sürdürülmüştür.
Kazıların tamamlanmasının ardından bölge açık bir arkeolojik park olarak tasarlanmıştır.
Ancak bu alan bakım yapılmadan ve güvenlik önlemleri alınmadan terkedilmiş bir tarihi kalıntı
olarak günümüzde varlığını sürdürmektedir. Bölgede kalıntılar hakkında bilgi veren herhangi bir
tanıtım unsuru bulunmamaktadır. Bu durum devam ettikçe Polyeuktos Kilisesi İstanbul’un
kaybetmekte olduğu değerler arasında yerini almaya devam edecektir.
17
Kilisenin temel kalıntılarının planı
Yer Seçimi
Yer seçimiyle ilgili en önemli etken olarak mülkiyet hakkını gösterebiliriz. Anikia İuliana
soylu bir aileden gelmekteydi. II. Theodosius’un karısı Eudokia, Anikia’nın büyük-
büyükannesiydi. Polyeuktos Kilisesi’nin yapıldığı yerde Eudokia zamanında yapılmış daha küçük
bir kilisenin olduğu, bu kilisenin Eudokia’nın sarayıyla bağlantılı olduğu bilinmektedir.
Eudokia’nın sarayı Anikia’ya geçtikten sonra, Anikia İuliana’nın yaptırdığı daha büyük kilisenin bu
sarayın yakınında, eski kilisenin yerinde olması mantıklıdır. Bir başka sebep ise bu bölgenin,
törenler ve ayinlerde kullanılan yol, Mese üzerinde/yakınında olmasıdır.
18
Mimari
Kazılar sonucunda ortaya çıkan temel kalıntıları, şiirin yazılmış olduğu parçaların
konumları ve aynı dönemlerdeki yapılarla mimari karşılaştırmalar yorumlanarak, kilisenin plan
şeması ve kesiti üzerine varsayımlar yapılmıştır. Bu çalışmada gerek kilisenin planı hakkında bilgi
verirken, gerekse modeli oluştururken R.M. Harrison’ın yapmış olduğu bu yeniden tasarımlama
(restitüsyon) denemesini temel aldık.
Kilisenin tahmini dış görünüşü
Buna göre kilise büyük bir kubbeyle örtülü ana/orta
nef etrafında yan nefler, narteks, absid ve bir avludan
(atrium) oluşmaktaydı. Kilise’nin yüksekliği 40m,
kubbesinin çapının 20 m civarındadır. Atrium’un
kuzeyinde, vaftizhane olduğu düşünülen yapının
kalıntılarına rastlanılmıştır. Şiirin yazılı olduğu
parçaların şekilleri ve konumları incelendiğinde, bu
parçaların kilisenin orta nefini çevreleyecek şekilde
yerleştirilmiş oldukları sonucuna varılmıştır. Böylece
19
zemin kat planına dair varsayımlarda bulunulmuştur. Zemin katta olduğu düşünülen eksedralar
tamamen bu şiirin izlediği yoldan yola çıkılarak önerilmiştir.
Kilise mimari açıdan bulunduğu dönemdeki birçok ilkin temsilcidir. Öncelikle İstanbul’ da
kubbeli bazilika tipinde yapılmış ilk örnektir. Bundan önceki bazilikal plan şemalı kiliseler beşik
çatı ile örtülürken ilk kez bu büyüklükte bir kubbeyle orta nefin üzeri geçilmiştir. Mimari evrim
açısından kilisenin durumunu kavramak için yapının yakın dönemindeki diğer yapılarla
karşılaştırılması bu konuda daha açıklayıcı olacaktır. Bugüne kadar varlığını sürdüren
Polyeuktos’tan önce yapılan İmrahor Camii dönemindeki adıyla Saint John Studios Kilisesi
bazilikal plana sahip ve beşik çatı örtüsüne sahip bir kilisedir.
İmrahor Camii Kesit ve Planı
Polyeuktos Kilisesi ile aynı plan şemasına sahip ve onunla aynı yıllarda yapımı tamamlanan
Aya İrini ise yine bazilikal plan şemasına sahip olup, orta nefin kubbe ile geçildiği bir mimariye
sahiptir. Aynı dönemde yapılması nedeniyle Polyeuktos Kilisesi’yle en mimari açıdan an çok
benzerlik taşıyan kilise Aya İrini Kilisesi’dir.
Polyeuktos Kilisesi Kesiti Aya İrini Kilisesi Kesiti
20
Kilise yakın akranlarından farklı olarak doğu özgü mimari unsurlar taşır. Özellikle sütun
başlıkları, ve kemerlerdeki bezemeler kendilerine özgü bir üsluba ait olup gelecek kuşaklar
etkileyecektir. Büyük olasılıkla bu kilisenin yapımında çalışmış ustaların Ayasofya’nın yapımında
da çalışmış oldukları ve benzeri mimari unsurları burada da kullanmış oldukları düşünülmektedir.
Kilisenin tahrip edilen parçalarının San Marco Meydanı’nda “doğudan gelen taşlar” ismiyle
sergilenmesinin nedeninin taşıdığı doğu unsurları olduğu düşünülmektedir.
Ş
Kilisenin tahmini iç görünüşü ve kazılar
sırasında bulunan bezemeli kemer parçası
Haçlı Seferleri sırasındaki yağmadan (1204) önce de belirsiz sebeplerden dolayı kullanım
dışı kalan ve yağmalanan bu kilisenin sahip olduğu çok zengin bezemeler, süslemeler ve bazı
elemanlar çeşitli müzelerde sergilenmektedir. Kazılardan sonra bulunan kalıntılar Arkeoloji
Müzesi’nde sergilenirken, Haçlı Seferleri ve öncesinde yapılan yağmalarla götürülen bazı parçalara
San Marco Kilisesi’nde, Piazetta’da (pilastiri acritani) ve hatta Barselona Arkeoloji Müzesi’nde
rastlanmaktadır. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde kiliseye ait sütun parçaları, sütun başlıkları, niş
parçaları ve tavuskuşu içimli kemer parçaları gibi mimari öğelerin yanı sıra Meryem Ana ile çocuk
ve aziz betimlemeli ikonalar, çeşitli heykel parçaları, gümüş kaşık, kemik ikona, sabuntaşı, tunç ve
kurşun haçlar, haç sarkaçlar ve haç biçimli rölikerler;cam hamuru,ametist ve sedef kakma
birimleri,kemik ve cam süs öğeleri bulunmuştur.
21
Anikia Iuliana Hakkında
Anikia Iuliana yaşadığı dönemde Bizans
İmparatorluğu’nun soylu ailelerinden birine mensuptu.
Kocası önemli bir komutandı ve soyağacına bakıldığında
oğlunun taht üzerinde hakkı vardı. Fakat kocasının askeri
alandaki başarısızlığı ve oğlunun tahta geçememesi,ve onun
yerine soylu olmayan asker kökenli İustinanus’un tahta
geçmesi, Anikia Juliana’nın ailesinin soyluluğunu kanıtlama
ve sürdürme çabalarına yönelttiğini izlemini verir. Anikia bu
amaçla yalnızca büyükannesininkinden daha büyük bir kilise
yaptırmakla kalmamış, aynı zamanda sağlık alanında da çeşitli yazılı çalışmalar yapılmasını
sağlamıştır.
Anikia Iuliana ile İustinanus arasındaki politik rekabetin Ayasofya’nın yapımına da
yansıdığı görülür. Yapıldığı dönemde Konstantinopolis’in en büyük kilisesi olan Polyeuktos
kilisesini Anikia’nın yaptırmasının hemen on yıl sonra İustinanus kendisine karşı çıkarılan büyük
bir isyanı bastırdıktan sonra beş yıl gibi kısa bir sürede Ayasofya’yı yaptırır. Ayasofya yalnızca
Konstantinopolis değil bütün dünyadaki en büyük kilise olma unvanını uzun bir zaman üzerinde
taşıyacaktır. Polyeuktos Kilisesi, bezemelerinde taşıdığı şiirde bahsedildiği gibi Süleyman
Tapınağı’yla; yaptıran Anikia İuliana ise Kral Süleyman’la özdeşleştirilmiştir. Bu yüzden,
İustinanus’un Ayasofya’yı bitirdikten sonra “Ey Süleyman seni geçtim!” demesi Anikia İuliana’ya
bir gönderme olarak kabul edilmektedir.
Anikia ile İustinanus arasında geçtiği varsayılan bir diyalog bu rekabetin nasıl
sonuçlandığını gösterir. Bir gün İustinanus Anikia’dan bağış toplamak amacıyla Polyeuktos
Kilisesi’ni ziyaret eder. İsteğini dile getirdiğinde Anikia İustinanus’tan başını kaldırıp yukarı
bakmasını ister. İustinanus yukarı baktığında tavandaki altın bezemeleri görür. Anikia bütün
servetini kiliseye harcadığını belirtmiştir ama hemen ardından İustinanus’un koluna girer ve onun
parmağına bir yüzük takar. Bu yüzük Anikia’a atalarından miras olarak kalmış taht varisliğini
simgeleyen yüzüktür.
22
Anikia Iuliana’nın soyluluğunun simgesi haline gelmesini istediği Polyeuktos Kilisesi’nin
kemerlerni süsleyen şiir iki kısımdan oluşur. Birinci kısım Anikia ve ailesini tanıtırken ikinci
kısımda ise kiliseye ilişkin mimari betimlemeler bulunur.
İmparatoriçe Eudocia, Aziz Polyeuktos’tan aldığı esinle
Tanrı’yı onurlandırmak için ilk kez bir tapınak yaptırandı
Ama O, bu tapınağı şimdiki kadar büyük ve güzel yaptırmadı
Bunun sebebi maddi yetersizlikler ya da engellemeler değildi.
O, gelecekteki nesillerinin
bu yapıyı daha da güzelleştirecek imkanlara sahip olacağının biliyordu.
Bu imkanlarla Juliana
Dördüncü nesilden bu soylu kanı taşıyan
Kutsanmış ebeveynlerinin parlak ışığı
Kraliçeyi hayal kırıklığına uğratmadı
O ki en güzel çocukların annesi,
Bu yapıyı özgün halinden şimdiki formuna ve büyüklüğüne getirdi.
Ailesinin ayak izlerinin takip eden Juliana
Tanrı’ya hürmet eden yolda tam adımlarla ilerleyerek,
Onlara ölümsüz bir doğum verdi.
Cennetteki kralın hizmetkarlarından biri olarak ona hediyeler sundu
Ve çocuklarının korunması için adına tapınaklar yaptırdı.
Ve bu en çalışkan ailenin sonu
Güneş ateşten savaş arabasını sürdükçe var olmaya devam edecek.
Hangi koro Juliana’nın yaptıklarını söylemek için yeterlidir?
Roma’nın güzelleştiricisi Constantine, kutsal ve altın ışık Theodosius’tan sonra
Ailesinin değerinin birkaç yıl içinde yaptığı işlerle kanıtladı,
Hatta daha da fazlasını.
Tek başına zamanı yendi ve Süleyman’ın bilgeliğine ulaştı.
Tanrı’ya ulaşmak için bir tapınak yükselterek,
Zengince işlenmiş zarif parıltılı, yılların kutlayamayacağı…
Nasıl da derin köklerinden doğuyor,
Yükselerek cennetin yıldızlarını takip ediyor,
Doğudan batıya uzanıyor,
Güneşin parlaklığıyla her iki yandan da parıldıyor.
Merkezi nefin her iki yanında güçlü sütunların üzerindeki sütunlar,
23
Altın çatıyı taşıyorlar. Her iki yanda da girintiler,
Kemerlerin içinden oyularak ayın dönen ışığın doğmasını sağlıyorlar.
Birbirine bakan karşı duvarlar hayatı geri çağırıyorlar.
Uçsuz bucaksız yolların içinden değerli ve olağanüstü madeni çayırlardan,
Kayaların diplerinde çiçek açmasını sağlayan,
Doğanın parıltısı, Tanrı’nın evini örtüyor ve koruyor,
Juliana’dan bir hediye olarak.
Juliana’nın çabaları, sayısız çabadan sonra, ailesinin ruhları,
Kendi yaşamı ve şimdiye kadar olmuş ve şimdi olanlar için.
24
Kaynaklar
İstanbul Ansiklopedisi,
“Polieuktos (Ayios) Kilisesi” Doğan Kuban, Cilt VI, sayfa: 276b.
“Anikia İuliana” Nevra Necipoğlu, Cilt I, sayfa: 274b.
R. Martin Harrison,
“A Temple for Byzantium” Harvey Miller Publishers, Londra 1989
“Excavations at Saraçhane in İstanbul” Princeton Uni. Press, Princeton 1986
www.byzantium1200.com
www.wikipedia.org
25
ÇANDARLI İBRAHİM PAŞA HAMAMI
II. Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra Saraçhanebaşı semti daha önceki dönemlerde
üstlendiğinden farklı bir işlev kazanmıştır. Bu bölgede, 1475 yılında inşa edilen İstanbul
Saraçhanesi hem bu işlev değişikliğinin başlangıcı olmuş, hem de bölgenin Saraçhanebaşı
olarak adlandırılmasına yol açmıştır. Binek hayvanları için gerekli olan her türlü malzemenin
satıldığı bu çarşı yapısı, beraberinde getirdiği ticaret hayatını destekleyecek yapıların inşa
edilmesine de önayak olmuştur. Bu yapıların başında tekkeler, hamamlar ve mescitler
gelmektedir. Çandarlı İbrahim Paşa Hamamı da bu dönemde inşa edilen ve bu dönemde inşa
edilmiş birçok başka yapıyla aynı yıkılmak kaderini paylaşan bir hamam yapısıdır.
Çandarlı Ailesi ve Çandarlı İbrahim Paşa
Yapıyı yaptıran kişi olan Çandarlı İbrahim Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş
döneminde çok büyük bir güce sahip olan Çandarlı ailesinden çıkmış son sadrazamdır.
Çandarlı ailesinin kökenleri Ankara’nın Nallıhan ilçesinin Cendere köyüne dayanmaktadır.
Ailenin isminin Osmanlı kaynaklarında yer alışı Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa’yla birlikte
başlamıştır. Kara Halil Hayrettin Paşa Eylül 1364 ile 22 Ocak 1387 tarihleri arasında 22 yıl 4
ay sadrazamlık yapmıştır. Ahi teşkilatına mensup bir kişiliktir. Yeniçeri ocağı ve devşirme
sisteminin kurucusu olarak kayıtlara geçen Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa, maliye
teşkilatının kuruluşuna da katkı sağlamıştır.
Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa’nın ölümünden sonra oğlu Çandarlı Ali Paşa baş
vezir olmuştur. 22 Ocak 1387'den 18 Aralık 1406 tarihine kadar, 19 yıl 11 ay boyunca bu
görevini sürdürmüştür. Yıldırım Beyazıt döneminde, kadıların aylığa bağlanıp rüşvet
almalarının önlenmesi için tavsiyede bulunmuştur. Hakkındaki en ilginç bilgi ise Yıldırım
Beyazıt’ı içkiye alıştıran kişi olarak gösterilmesidir.
Çandarlı ailesinden sadrazamlık mertebesine ulaşan üçüncü kişi ise bu görevi II.
Murat’ın saltanatında, 1421-1429 yılları arasında yapmış olan Çandarlı İbrahim Paşa’dır.
Kendisinden 70 yıl sonra sadrazamlık yapan ve bu yazının asıl konusunu oluşturan hamamın
26
banisi Çandarlı İbrahim Paşa’yla karıştırılmaması için günümüz metinlerinde Çandarlı Birinci
İbrahim Paşa olarak anılmaktadır.
Çandarlı Birinci İbrahim Paşa’nın büyük oğlu Çandarlı Halil Paşa (Çandarlı Kara
Halil Hayrettin Paşa’yla karışmaması için günümüz kaynaklarında Çandarlı İkinci Halil Paşa
olarak da anılır), II. Murat döneminde sadrazam olarak çok büyük bir güce sahipti. II.
Murat’ın tahttan çekilmesiyle yerine geçen 13 yaşındaki oğlu II. Mehmet döneminin
başlarında bu görevini sürdürdü. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu şartlarla II.
Mehmet’in baş edemeyeceğini öne sürerek II. Murat’ın tekrar tahta çıkmasını sağladı. Bir süre
sonra tekrar tahttan çekildi fakat o sıralarda meydana gelen Edirne yangını ve yeniçeri
ayaklanması olaylarından sonra üçüncü defa tahta oturdu. Bu süreçte de kendisine Çandarlı
Halil Paşa yardımcı oldu. II. Murat’ın 1451’deki ölümüyle birlikte II. Mehmet üçüncü defa
tahta geçti. İstanbul’un fethi için hazırlıkların başlamasını isteyen padişahla, bunun yeni bir
Haçlı Seferi’ne sebep olacağını düşünen sadrazam Çandarlı Halil Paşa arasında görüş ayrılığı
yaşandı. II. Mehmet’in istediği gerçekleşti ve İstanbul alındı. Bu olaydan sonra Fatih Sultan
Mehmet adını alan II. Mehmet, kendisinin iki defa tahttan indirilmesine önayak olan Çandarlı
Halil Paşa’yı Bizans’tan rüşvet aldığı iddiasıyla 1 Haziran 1453’de idam ettirdi. Böylece,
Çandarlı Halil Paşa Osmanlı tarihindeki idam ettirilen ilk sadrazam olurken, Çandarlı ailesi de
Osmanlı devleti içerisindeki etkin konumunu kaybetmeye başladı.
Saraçhane’deki hamamı yaptıran Çandarlı İkinci İbrahim Paşa (1429 – 1499), idam
edilen Çandarlı Halil Paşa’nın oğludur. İstanbul’un alınması sırasında Edirne’de kadılık
yapmakta olan Çandarlı İbrahim Paşa ilmiye sınıfına mensuptu. Yıldırım Beyazıt Han
vakfının idaresini üstlendikten sonra Bursa beldesinin idaresinde bulundu. Sonrasında
Amasya’ya kadı olarak gitti. O dönemde henüz çocuk yaşta Amasya’da vali olarak bulunan II.
Beyazıt’la yakınlık kurdu ve lalalığını üstlendi. II. Beyazıt tahta çıktığında ise Çandarlı İbrahim
Paşa Şehzade Ahmet’in lalalığına atandı. 1485 yılında Rumeli kazaskeri, sonrasında kubbe
veziri ve en nihayetinde de 1498 yılında sadrazam oldu. 1499 yılındaki İnebahtı seferi
sırasında öldüğü için sadrazamlığı çok kısa sürmüştür. Bazı kaynaklar İnebahtı’nda
defnedildiğini söylerken; diğerleri, cesedinin İznik’e nakledilip babasının yanına gömüldüğünü
aktarmaktadır. Kaynaklarda akıllı, bilgili, cömert, ahlaklı, iyiliksever ve tedbirli olarak
27
anılmaktadır. İleriki bölümlerde anlatılacak olan hamam yapısının dışında; Uzunçarşı’da cami
ve medrese, İznik’te bir cami ve Kastamonu’da bir medrese yaptırmıştır.
Mimari Özellikleri
Eski Eserleri Koruma Encümeni’nin koruma kararına rağmen, 1956 yılında Atatürk
Bulvarı’nın açılması sırasında ortadan kaldırılan bu çifte hamam yapısı hakkındaki bilgiler çok
kısıtlıdır. Mimar Ayas Mahallesi’nde yaptırılan yapının 1494 tarihli vakfiyesine göre senelik
22.500 akçelik bir gelirinin olduğu bilinmektedir.
Yapının mimari özellikleri sadece Pervititch haritasındaki çizimden ve Glück’ün
çizdiği plana eşlik eden anlatımından öğrenilebilmektedir. Bu kaynaklara göre hamam,
Şehzade Camisi’nden Fatih Camisi’ne uzanan Şehzadebaşı Caddesi üzerinde bulunmaktaydı.
Erkekler kısmının girişi bu caddeye bakan cepheden yapılmaktayken, kadınlar bölümüne giriş
bu caddeye paralel olan Serezli Sokağı’na ulaşımı sağlayan yola bakan cephedeydi. Fakat
Glück’ün belirttiği ve Pervititch haritasında da görüldüğü gibi, kadınlar bölümüne bu giriş
zamanla örülmüş ve Serezli Sokağı’na bakan cepheye bir eklenti yapılarak kadınlar kısmına
giriş bu cepheye alınmıştır.
28
Erkekler hamamında girişten sonra camekân bölümü gelmektedir. Bu bölümde,
duvarları çepeçevre dolaşan bir seki ve ortada bir şadırvan bulunmaktadır. Ahşap çatı örtüsü
yine sekiz adet ahşap sütunla taşınmaktadır. Bu bölümün, kadınlar hamamının orijinal
girişinin olduğu sokağa bakan cephesinde bir çıkışı daha bulunmaktadır. Bu çıkışın hemen
karşısındaysa soğukluğa açılan geçiş vardır.
Soğukluk bölümü geçişi pandantiflerle sağlanan bir orta kubbe ve iki yanındaki
tromplu yarım kubbelerden oluşan dikdörtgen bir mekandır. Bu plan şeması, hamamın hem
erkekler kısmının, hem de kadınlar kısmının sıcaklıklarında tekrarlanmaktadır. Erkekler
hamamının soğukluğunun camekâna açılan duvarının ortasında bir niş bulunmaktadır.
Derinliği 37 cm. olan bu nişin genişliği 2.75 metredir. Soğukluğun her iki yarım kubbeli
biriminin sonlandığı cepheleri daha küçük hacimli iki odaya açılmaktadır. Bu mekanların
tuvalet olduğu tahmin edilmektedir.
Soğuklukla aynı şemaya sahip olan sıcaklığa geçiş, soğukluktaki nişli cephenin
karşısındaki cepheden sağlanmaktadır. Sıcaklığa girildiğinde sol tarafta kalan yarım kubbeli
bölüm, soğuklukta olduğu gibi, küçük bir odaya açılmaktadır. Bu oda, soğukluktaki odayla
birlikte hamamın Şehzadebaşı Caddesi yönündeki cephesinden dışarıya taşmaktadır. Sıcaklığa
29
girişin tam karşısında yer alan duvarda mukarnaslı eğrisel bir niş; bu nişin her iki yanında eş
büyüklükteki iki halvete açılan geçişler yer almaktadır. Sıcaklığın orta kubbesinin olduğu
bölümüyle aynı oranlara sahip bu mekanlardan soldakinde Türk üçgenleri, sağdakinde ise
(burada Glück “eğer doğru hatırlıyorsam” diye not düşmüştür) nişe benzeyen eğrisel
elemanlar geçiş elemanları olarak kullanılmıştır.
Kadınlar kısmına giriş, Glück’ün belirttiği ve Pervititch haritasında görüldüğü gibi,
yeni eklenen bir bölümün yardımıyla hamamın arka cephesinden yapılmaktadır. Kadınlar
hamamının camekân bölümü erkekler bölümündekiyle aynı ölçülere sahiptir. Soğukluk
bölümü burada, dikdörtgen bir mekanın açıldığı kubbeli bir kare mekandan oluşmaktadır. Bu
haliyle erkekler hamamındakinden farklıdır. Sıcaklık bölümü ise, daha önce de belirtildiği gibi,
erkekler hamamındakiyle aynı plan şemasını kullanır. Tek fark olarak erkekler kısmındaki
sıcaklığın halvetler dışında açıldığı küçük oda, burada yer almamaktadır. Kadınlar hamamına
giriş için kullanılan arka cephede ayrıca, manastır tonozlarıyla örtülü iki kare birimden oluşan
bir mekan bulunmaktadır. Bu bölüme hamamın içinden ulaşılamamaktadır. Glück bu
mekanın molozlarla dolu olduğunu belirtmektedir. Hamamın yıkanma yerleriyle ilişkisi
bulunmayan bu bölümün -kadınlar hamamının orijinal girişinin bu cepheden olmadığı da
dikkate alındığında- dükkan olarak kullanılma ihtimali akla gelmektedir.
Hamamın her iki bölümünün de halvetlerinin bulunduğu cephesinde külhan bölümü
yer almaktadır. Bu bölüm, eş büyüklükteki dört halvet birimine eklenen manastır tonozlu bir
birim boyunca uzanmaktadır. Pervititch haritasında görüldüğü üzere, külhanın sonlandığı
yerden itibaren, hamamın camekân bölümleriyle yakın boyutlardaki bir bahçe yer almaktadır.
Bu bahçeye giriş Serezli Sokağı üzerinden yapılmaktadır. Bahçe duvarına bitişik bir çeşmenin
olduğu da haritadan okunabilmektedir.
Kentsel Dokudaki ve Kent Hayatındaki Yeri
Çandarlı İbrahim Paşa Hamamı, inşa edildiği 1494 tarihinden yıktırıldığı 1956 yılına kadar,
bulunduğu kentsel alanda hizmet vermiştir. İşlev değiştirmeden ve işlevsiz kalmadan bu
kadar uzun süre kullanılan yapının hakkında çok daha fazla şeyin bilinmesi, isminin çok daha
fazla yerde geçmesi beklenirdi. Oysa hamam hakkındaki kaynakların, hikayelerin sayısı, bu
çalışma kapsamında yer alan diğer yapılar hakkındakilerle karşılaştırıldığında çok yetersiz
30
kalmaktadır. Söylenecek, tekrar edilecek her şey tükendiğine göre, 450 yıl boyunca mekanı
olduğu hatıralardan, hikayelerden bize tek ulaşanıyla, Yıldırım Beyazıt’ı içkiye alıştıran kişinin
soyundan gelen bir sadrazamın yaptırdığı hamamın son demlerinde gördüğü bir demlenme
hikayesiyle, bitirelim.
Neyzen Tevfik – Hamam Sefası
Bir gün Neyzen ile arkadaşı çaycı Hacı İbrahim Paşa Hamamı’na gitmişlerdi. Keyif bu ya, hamamda âlem
yapma arzusuna kapıldılar. Yani hamamda rakı içmek, birkaç gün ardı ardına demlenmek istediler. İki
dost ufak bir damacanaya o devrin çok meşhur rakılarından olan ve Büyükada’daki manastırda bir
papazın çektiği rakıdan --ki o yıllarda buna “papazın düzü” derlerdi-- doldurttular. Bardak, kadeh, fincan
alma lüzumunu görmediler. Hamam tasları ne güne duruyor? Rakıyı da kurnalardan birine döktüler,
başına geçip taslarla içmeye başladılar.
Neyzen çaldı, Hacı okudu. Hacı okudu, Neyzen çaldı. Böylece günü geçirdiler. Rakı tükenince getirttiler.
Üçüncü gün peştamalları da attılar. Çırılçıplak, ney çalarak, okuyarak, şiir söyleyerek günü geçirdiler.
Hamamın sıcaklığı da onları bol bol terletiyor ve bu yüzden içki tutmuyor, adamakıllı sarhoş olamıyorlardı.
Ne yapmalı? Neyzen hemen kararını verdi, sırtına bir peştamal alarak sokağa fırladı. Direklerarasındaki
Sokrat Eczanesi’ne koşarak büyük bir şişe eter aldı. Hamama dönünce eteri, rakıyı kurnaya döktü.
Başladılar içmeye.
Taslar çoktan kurnanın dibinde, rakının içinde, kim çıkaracak? Esasen tasa ne hacet var, beygir gibi eğilip
içmek dururken? Eğilip lakır lakır içerler. Bu cümbüş dört gün sürer. Nasıl oluyorsa, iki kafadar Adem,
Havva, Şeytan ve Cennet hakkında bir bahse, bir münakaşaya giriyorlar.
İki çıplak Adem’in cennette nasıl gezdiğini, elbisesini, donu olup olmadığını konuşuyorlar. Ve nihayet
Adem’in de cennette kendileri gibi çıplak yaşadığına hükmediyorlar. Madem ki Adem Babamız çıplak
gezerdi, onlar niçin gezmesin? “Gezerim, gezemezsin” derken Neyzen fırlayarak “Ben gezerim, işte
Şehzadebaşı’na gidiyorum!” diyerek hamamın kapısından sokağa uğruyor. Neyzenin çıkamayacağına
inanan Hacı, belki dışarıda, soğuklukta gizlenmiştir düşüncesiyle Neyzen in peşinden -kontrol kaygısıyla-
çıkıyor. Fakat Neyzen’in sokağa çıktığını öğrenince, o da fırlıyor. Neyzen önde Hacı arkada, ikisi de
çıplak, sakallar uzamış Şehzadebaşı’na kadar geliyorlar.
31
KAYNAKLAR
İstanbul Ansiklopedisi, İlgili Maddeler
“Çandarlı İbrahim Paşa Hamamı” İ. Aydın Yüksel, Cilt II, sayfa: 468b
“Saraçhanebaşı” Cilt VI, sayfa: 457a.
“Şehzadebaşı” Cilt VII, sayfa: 155c.
Heinrich Glück, “Die Bader Konstantinopels” Viyana 1921
Jacques Pervititch, “Sigorta Haritalarında İstanbul” Axa Oyak, İstanbul 2000
“Sicil-i Osmanî – Osmanlı Ünlüleri” Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul Haziran 1996
Murat Belge, “İstanbul Gezi Rehberi” Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul Mart 2004 (Onuncu
Basım) sayfa: 101, 164-165.
http://www.osmanlimedeniyeti.com/index.php/%DDbrahim+Pa%FEa+(%C7andarl%FD
+z%E2de)
http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87andarl%C4%B1lar
http://www.sodev.org.tr/kisiler_sanat/neyzen2.htm
32
ŞEHZADE KÜLLİYESİ
“Şehzadeler güzidesi, şehzade Mehmed’im”
Kanuni Sultan Süleyman (Öz, 1946, 223)
Şehzade camii, Bizans döneminde MESE olarak adlandırılan kentin en önemli aksının, Marmara
sahili boyundan, Edirnekapı’da sonlanan bir biçim almasının ardından, Fatih Külliyesi ve Beyazıt
külliyelerini takiben kent siluetindeki yerini alan üçüncü selatin camisidir. Kanuni Sultan
Süleyman’ın oğlu olan ve Manisa valisiyken, 950/1543 senesinde vefat eden ve bugün bu
külliyenin haziresindeki türbesine gömülmüş olan Şehzade Mehmet’e ithaf etmiştir. Ancak yine
de, bu yapı kompleksinin inşasını aslında Süleyman’ın kendisi için başlatmış olabileceği
düşünülmektedir.
I. Süleyman sefer dönüşü, Edirne’de ölüm haberini aldığı şehzadesinin Manisa’dan
İstanbul’a getirilmesini emreder.18 Şaban 950/16 Ekim 1543tarihinde, Beyazıt Camii’nde kılınan
cenaze namazının ardından kendisi için yapımına başlanılan camiinin kıble tarafına gömülmesini
buyurur. O vakit itibariyle bu yapı kompleksi Şehzade Mehmet adına tamamlanır. Yapının mimarı,
dönemin hassa mimarlar ocağının başında yer alan Mimar Sinan’dır. Sâi Mustafa Çelebi'nin
kaleme aldığı Tezkiretü’l-Bünyan’da külliyenin inşasına Rebiyülevvel 950/Haziran 1543 yılında
başlandığı bilgisine ulaşmaktayız.(Kuban, 1996 ,152). Gerek ölüm gerekse külliyenin inşası için
verilen başlangıç tarihleri arasında bir çelişki mevcuttur. Doğan Kuban, bizlere bu çelişkinin, bu
büyüklükteki yapı inşaatlarının kitabelerindeki başlangıç tarihlerinin altyapı inşasının
tamamlanmasının ardından, mihrabın yerine yerleştirildiği vakitlere denk geldiğini
yorumlamaktadır. Bu karmaşıklığa rağmen bugün kitabeden okuyabildiğimiz kesin bir bilgi vardır
ki o da yapının inşasının recep 955/Ağustos 1548 de bittiğidir.
Kentin ilk selatin külliyesi olan Fatih Külliyesi ve Şehzade’nin ardından yapımı
tamamlanan Süleymaniye Külliyesinde çok net okunan “camii merkeziyetli” bir külliye yerleşimi,
Şehzade Külliyesi için geçerli değildir. Yapıldığı dönem itibariyle yeniçerilere ait olan ve caminin
güneyinde yer alan Eski Odalar’ın varlığı ve de bugünde varlıklarını koruyan Şehzadebaşı ve Dede
Efendi İmareti aksları, bu “merkeziyetçi” olmayan yerleşimin etkenleri olmalıdır. Külliye, bu iki
caddenin kesiştikleri alanda yer alan haziresini de içene alan bir dış avlu duvarına sahiptir. Camiyi,
kuzeyde bu duvara yapışık yerleştirilmiş medrese, tabhane ve kervansaray yapıları izler. Dede
Efendi İmareti Caddesi’yle ayrılan güneydoğu kısmında ise külliyenin imareti ve sıbyan mektebi
bulunmaktadır.
33
Şehzade Külliyesinin Vaziyet Planı
Camii, açık ve kapalı mekanları kendi içlerinde çözümleyen, iki eşit kareden oluşan bir
biçimlenme sergilemektedir. Bu biçimlenme avlu planından çok daha rahat okunabileceği üzere
5x5 modüllenme ile oluşturulmuştur. Avluda dış çeperi oluşturan 1x1 modüller revaklarla çevrili
iken, geriye kalan 3x3lük alan ise açık bırakılmıştır. Bu açık alanın merkezini oluşturan modülde
ise, bugünkü kubbe görünümü IV. Murad zamanında gerçekleştirilmiş olan sekiz sütunun taşıdığı
baldaken şadırvan yer almaktadır.
İç mekanda ise, hem plan düzleminden, hem de çatı örtüsünden çok rahat okunabilen 3x3
modüllük bir alan kaplayan kubbeyi, 1x2 ya da 2x1’lik modüllerin kapladığı 4 yarım kubbe takip
etmektedir. Fatih külliyesinin eski camisinde tek, Beyazıt caminde ise 2 adet ve yine bir Mimar
Sinan eseri olan Mihrimah sultan Camiinde 3 olan yarım kubbe sayısı bu yapıda 4’e ulaşmıştır.
Kubbeyi 4 adet fil ayağını birbirine bağlayan kemerlerin taşıdığı bir baldaken sistem oluşturarak
taşıtan Mimar Sinan, böylelikle Selimiye’de elde edeceği mutlak merkezi mekan anlayışına bu
yapıyla bir adım daha yakınlaşmıştır.
Merkezi mekan anlayışına ulaşmak, Türk mimarisinde uzun yıllar önemli bir hedef olarak
görülmüştür. Geleneksel örtü sistemini kubbe olarak benimseyen Osmanlı mimarlığının,
İstanbul’un fethinin ardından Türk mimarisinde yarım kubbeleri kullanması, Batılı tarihçiler
tarafından Bizans’ın kopyacılığı ve devamı olarak algılanmak istenmektedir. Bizans mimarlığında,
bu strüktürel elemanın örneği olan Ayasofya’da uygulanan plan şeması, bu doğrultuda kendini
34
yenileyememiş ve 6. yydan itibaren Bizans Mimarlığındaki tek olma özelliğini korumuştur.
(Corbett, 1962, 194).
Geçiş elemanı olarak
pandantiflerin kullanıldığı, 19 m’lik çapa
ve 37 m’lik kilit taşı yüksekliğine sahip
kubbeyi, bir alt kademede 4 adet yarım
kubbe izlemektedir. Bu yarım kubbeleri
ise çeyrek kubbe olarak tanımlanabilecek
eksedralar ( küresel geçit öğeleri) izler.
Yapının masif duvarları ve yarım
kubbelerin birleştikleri noktalarda geçiş
elemanı olarak mukarnas kullanılmıştır.
Mekanın köşelerinde kalan 1x1 lik
modüller ise avludaki revaklara yakın Avludan bakış???
ölçülere sahip 4 adet kubbeyle örtülmüştür. Merkezi kubbe, yarım kubbeler ve birimsel
kubbelerden oluşan hiyerarşinin piramidal biçimlenişi dış cepheden çok rahat okunabilmektedir.
Bu durumun en önemli nedeni olarak avluda var olan dengesel bütünlüğü gösterebiliriz. Bu
dengeyi, son cemaat revağının, avludaki diğer revaklar ile eşit yüksekliğe sahip olması ile
açıklayabiliriz.
İç mekanda fazlasıyla hissedilen
merkezi mekan anlayışının
nedenlerinden biri olarak ise yapının
müezzin ve hünkar mahfilleri dışında,
cemaate mahsus mahvillerin yer
almayışıdır. (Kuban, 1996, 153) Ancak
ilk defa bu yapıda görülen yan
sahınlaşmadan bahsedebilir. Camiinin
kuzey ve güney yönlerinde kare plandan
dışarı eklemlenmiş yan mahfiller
bulunmaktadır. Bu mahfillerin
Osmanlı Mimarlığındaki masif cephe Camiinin doğu cephesinden bir görünüş
35
görüntüsüne hareket kattığı gözden kaçmayacak kadar önemli bir etki yaratmaktadırlar. Bu
sahınların kuzey yönündeki bitişleri ise minarelerle sonlandırılarak, camii ve minare ilişkisine yeni
bir boyut katmıştır. (Kuban, 1996, 153).
Medrese, Kervansaray, İmaret ve Sıbyan Mektebi
Külliyenin kuzeydoğusunda dış avlu duvarına bitişik olarak biçimlenen medresenin, yapımına
1544 yılında başlanmış ve kitabesinden okunduğu üzere 954H/1547 yılında tamamlanmıştır. Dış
avlu duvarında yer alan bir kapıdan girilen medreseyi, Selçuklu kumbetini andıran şadırvana sahip
revaklı bir avlu ve onun etrafındaki “U” biçimli bir yerleşim şekillendirmektedir. Bu oluşan
dikdörtgen şekilli yerleşmede, girişin karşısında bir eyvan yer almaktadır. Ana derslik ise güneyde
şekillenmiştir. Kıbleye yönelen ve bir mihraba sahip olan bu derslik aynı zamanda mescit olarak ta
kullanılmıştır. Ana dersliğin önünde yer alan revak ise diğerlerinden piramidal bir kubbe ile
farklılaştırılmıştır. Hücreler ise bu şekillenmede yer alıp, geçiş elemanı olarak panditifin kullanıldığı
kubbelerle örtülüdür. (Ahunbay. 1988, 245).
Şehzade medresesinin kesiti
Önce ellilik ve ardından altmışlı
olarak tanımlanan bu medrese, yapıldığı
dönem ve İstanbul’da yer aldığı konum
dolayısıyla önemli eğitim yapılarından biri
olmalıdır. (Kuban ,1996, 154). 1950lerde
kız yurdu olarak kullanılmak üzere vakıflar
müdürlüğünden kiralanan bu yapının
revakları camekanlarla kapatılmıştır..
Medrese’nin bu işlevini terk etmesinin
ardından yapı bir süre moloz yığınlarıyla Medresesin avlusundan ana dersliğe bakış
36
doluyken Türk Dünyası Araştırma Vakfı tarafından vakıflar genel müdürlüğünden kiralanarak
onarıma tabi tutulmuştur. Bunun sonucu olarak ise bugün bu vakfın bünyesinde bir restoran
olarak kullanılmaktadır.
Medreseyi, aynı duvar ekseni boyunca birbirlerine bitişik olarak konumlanan tabhane ve
ahır kısımları izler. Erken Osmanlı mimarisinde camii biriminin genel olarak bitişik bir parçası
olarak karşımıza çıkan tabhane birimleri bu külliyede yapıdan koparılmıştır. Böylelikle değişen bir
fonksiyon şeması ile tabhane ve ahır birimlerinden oluşan “kervansaray” kompleksi camii
avlusunun dışında konumlanmıştır. (Kuban, 1996, 154)
Medrese ile aynı doğrultuda ancak, birbirlerinden uzak bir konumlanmayla yerleştirilmiştir.
Bugün bu mevcut boşluktan Valens (Bozdoğan) Kemerinin altından gelen bir sokak geçmekte ve
çevresinde ise niteliksiz bir yapılaşma görülmektedir. Medresenin girişi dış avluya bakmakta iken,
tabhanenin girişi ise tam tersi, yapının kuzeydoğu cephesinde yer almaktadır. Tabhanenin hemen
bitişiğinde avluya açılan kapının konumlanma nedenlerinden biri ise bu durum olarak
gösterilebilir.
Dikdörtgen bir plan şemasına sahip olan yapı geniş bir hol ve ona açılan her birinin kendi
ocağına sahip olduğu ve kubbeyle örtülü olan 4 odadan oluşur. Bu yerleşim 2 oda güneydoğuda, 2
oda ise kuzeybatıda olarak konumlanmıştır. Girişin bulunduğu geniş hol ise aydınlık fenerine
sahip daha büyük bir kubbeyle örtülüdür. Bu plan şemasıyla Beyazıt külliyesinin tabhanesini
andırmaktadır.(Tanman, 1988, 340) Ancak Beyazıt tabhanesinde giriş holü tek bir kubbeyle
örtülüdür. Bu yapıda ise girişin bu büyük kubbenin altından gerçekleştirildiği anlaşılırken, onu ise
dış avluya bakan kısımda ise aynalı bir tonoz izlemektedir.
Tabhanenin güneydoğu duvarına yapışık olarak ise ahır yer alır. Dikdörtgen bir plan
şemasına sahip olan bu yapı, 3 taşıyıcı ayak ile 8 birime bölünmüştür. Her birim kubbeyle
örtülüdür. Ahıra giriş de ahırın önünde bulunan ve külliyenin güneydoğu ucunda yer alan bir
açıklıktan sağlanmaktadır. Bu açıklık bugün otopark olarak kullanılmaktadır. Tabhane ise boş ve
harap bir şekilde terkedilmişliğe bırakılmıştır. Ayrıca tabhanenin çatı kotunda, güneybatı ve
kuzeydoğu cepheleri boyunca tuğla örgülü parapet duvarları bulunmaktadır.
İmaret külliyenin güneydoğusunda, Dede Efendi İmareti sokağına paralel bir yerleşime
sahiptir. Depo, mutfak, yemekhane ve avlunun yer aldığı ikisi kapalı ve biri açık olmak üzere üç
37
birimden oluşur. Yapıya giriş cadde üzerindeki kapıdan avluya
girilerek gerçekleştirilir. Orjinalinde revakları olmayan ve sade bir
şekillenmeye sahip olan bu avlu, Pervititich haritasında giriş
cephesi dahil olmak üzere “U” şekilli bir revaklaşma ile
gösterilmiştir. Bugünde yapıya eklenmiş olan bu ahşap revaklar
mevcuttur. Ancak büyük oranda çökmüşler ve ıssız avlu içinde
yıkılma tehlikesi yaratmaktadırlar.
Avlunun sağ tarafında depoların bulunduğu birim yer alır.
Bu birim her biri ikişer kubbe ile örtülmüş üç eşit birime
bölümlenmiştir. Doğan Kuban, bu üç birimin ikisinin depo, bir
tanesinin ise konaklama amacıyla kullanılmış olabileceğini söyler.
Sol tarafta ise mutfak ve yemekhane yer alır. Mutfak iki adet
serbest taşıyıcıyla bölünmüştür. Mekan 4 adet kubbe ve onları
takiben 4 adet aynalı tonoz ile örtülmüştür. Yemekhane Pervititich Haritasında
de ise depolara benzer bir plan şeması kullanılarak iki adet imaret ve sıbyan mektebi
kubbe ile örtülmüştür.
Tanman, yapının 1970’li yıllarda bir onarım geçirdiğinden bahsetmektedir. Ayrıca yapının
sağ kanadının İstanbul Vakıflar Müdürlüğüne ait depolar olarak kullanıldığından bahsetmektedir.
Pervititch haritası’da bu kullanımı desteklemektedir. Ancak yapı bugün terkedilmiş ve ahşap
revaklarının çoğu yıkılmış olarak demir parmaklıklar arasındaki görüntüsü ile kent sakinlerinin
algılarındaki yerini almaktadır.
Sıbyan mektebi de imarete benzer bir şekilde Dede Efendi İmareti Sokağına paralel bir
doğrultuda konumlanmaktadır. İmaret ile mektep arasında mektebin girişi için tasarlanmış bir kapı
yer alır. Bugün bu giriş kapalıdır ve bu girişin oluşturduğu boşluğu mektebin cephesine
eklemlemiş bir duvar örgüsü kapamaktadır. Bu duvar büyük bir ihtimalle Pervititch haritasında da
yer alan, mektebin bugün bahçesi olan yerde yer alan yapının izleri olmalıdır.
Yapının bugünkü girişi güneydoğuda yer alan cephesi üzerindedir. Kare bir plana sahip
olup, pandantiflerle geçilen bir kubbe ile örtülüdür. Yapı bugün İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi
Mensupları ve Mezunları Vakfı olarak işlev görmektedir.
38
Şehzade Mehmet türbesi
1543 yılında yapımına başlanan bu türbe, Doğan Kuban’a göre çok kısa bir zamanda 1544
yılında, Tahsin Öz’a göre ise 1548 yılında
tamamlanmıştır. Sekizgen plan şemasına sahip bu
türbeye üç kemerin bölümlemiş olduğu düz saçaklı bir
revaktan girilir. Dilimli bir kubbeye sahip bir kubbe ile
örtülmüştür. Bu kubbe ise daha yoğun bir
dilimlenmeye tabii tutulmuş bir tambura
oturmaktadır.
Yapının sekiz köşesinde de birer sütun plaster
bulunmaktadır. Girişin bulunduğu cephe hariç, diğer
yedi cephede, altta ve üstte ikişer pencere dizisi
bulunur. Alttaki pencereler mermer sövelere,
üsttekiler ise sivri kemerli bir görünüme sahiptir. Bu
iki pencere dizisinin arasındaki kitabelerde ise
Besmele, Fatiha ve diğer süreler kabartma olarak Şehzade Mehmet türbesinin planı
işlenmiştir. (Öz, 1946, 224) Sahip olduğu bu dış
görünüş özelliklerine cephedeki bu bölümlerin kompozisyonunda yer alan pembe ve yeşil
porfirlerde eklenince, Şehzade Mehmet Türbesi İstanbul’daki türbelerin içinde ayrı bir görünüm
sergilemektedir.
Cephede bu kadar yoğun bir komposizyona
sahip olmasıyla birlikte, üst sıradaki pencere
dizisinin sahip olduğu büyük yuvarlak
doğramalar (revzen) cephede yalınlık sağlamış
ve gözü yormamaktadır. Bu tür doğramalar
külliyenin başka bir birimi olan imaret
yapısında da karşımıza çıkmaktadır. Türbe’de
Şehzade Mehmet’in yanı sıra sağ tarafında
kardeşi Cihangir, sol tarafında ise kızı
Hümaşah Sultan yer almaktadır.(Öz,1946, 225)
39
Rüstem paşa türbesi
Sekizgen bir plan şemasına sahip olan bu türbeyi tambursuz, doğrudan duvara oturan bir
kubbe şekillendirir. 4 adet baklava biçimli başlığa sahip sütunların üçe bölümlendirdiği düz saçaklı
bir giriş revağı mevcuttur. Yapının kubbesinde ve giriş revağının saçağında ondüle bir korniş
görülür.
Altta dikdörtgen söveli, üstte ise sivri kemerli pencereler
olmak üzere, cephede iki sıra pencere dizisi dolanmaktadır. Üst
sıradaki pencereler Şehzade Mehmet türbesindeki gibi daire
biçimli revzenlere sahiptir Girişin bulunduğu cephede ise
yapının kitabesi ve ayetler yer alır. Bu kitabede Rüstem paşanın
ölüm tarihi olan 1561 yazılıdır.
Biri Rüstem paşaya diğeri ise oğluna ait olmak üzere iki
lahitin bulunduğu bu yapının mimarı, Şehzade Mehmet
Türbesi’nin de mimarı olan Mimar Sinan’dır. Mimar Sinan
Rüstem Paşa’nın vakfiyesine birçok yapıyla katkıda
bulunmuştur. Çinileriyle ünlü olan Rüstem Paşa Camii bunun
en güzel örneklerinden biridir.
Rüstem Paşa Türbesi’nin plan ve kesiti
İbrahim paşa türbesi
Sekizgen bir plana sahip olan bu türbe, tambursuz bir kubbe ile örtülüdür. Yapı, ön
sırasında dört adet mukarnas başlıklı sütunun üçe bölümlediği bir giriş revağına sahiptir. Bu saçak
ise düz bir saçakla örtülüdür.
Yapının her bir köşesinde dairesel plasterler bulunmaktadır. Bu plasterler saçağın üstüne
kadar çıkarak alemlerle sonlanmaktadır. Bu şekillenme Şehzade Mehmet türbesindeki gibi,
cephelerin kompozisyonlarında kendi çerçevelerini oluşturur. Giriş hariç her cephede altta ve
üstte birer pencere dizisi bulunmaktadır. Diğer türbelerde de olduğu gibi alttakiler söveli
dikdörtgen bir şekle sahipken , üst sıradakiler sivri kemer şeklinde bir biçimlenişe sahiptir. Bu iki
40
sıra pencerenin arasında kalan kısımlarda ise ayet el kürsünün yer aldığı bir kuşak dolanmaktadır.
Giriş kapısının üzerinde yapının kitabesi bulunurken, kapının yan kısımlarda bitkisel motiflerle
kaplı panolar dikkat çekmektedir.
Türbenin içinde ise İbrahim paşa, oğlu ve kızına ait olmak üzere üç adet lahit yer
almaktadır. (Demirsar, 1996, 132)
Mustafa Paşa Türbesi
Diğer türbeler gibi Şehzade
Camisinin mihrabının arkasında bulunan
hazireye yerleşmektense, külliyenin dış
avlusunda yer almaktadır. Yapı şehzade
caddesindeki dış avlu duvarına yapışık
olarak , duvarın paralelinde bir
biçimleniş sergilemektedir. Ortasında
büyük bir kubbenin, güney ve kuzey
yönlerinde ise birer aynalı tonozun
örttüğü dikdörtgen bir plan şemasına Mustafa Paşa Türbesinin dış avludan görünüşü
sahiptir. Güney cephesinde yer alan girişte, dört adet türk üçgeni başlığa sahip sütunun, üçe
bölümlediği revak bulunur. Sivri kemerlerle oluşturulan bu revağın orta kemerinin başlangıç
noktalarında birer rozet rölyef bulunmaktadır. Buna benzer bir rölyef aynı kemerin kilit taşında da
yer almaktadır. Giriş kapısının hemen üstünde ise sülüs hat ile yazılı bir beyit kitabe yer alır.
(Çobanoğlu, 1996, 566)
Türbenin batı duvarının dış avlunun giriş kapısına kadar uzatılmasıyla revağın batı yönüne
bakan kısmı kapatılmıştır ve caddeyle ilişkisi ortadan kaldırılmıştır. Bu kapanmadan dolayı
cephelerde iki sıra pencere düzeni izlenirken, bu kısımda bu sayı bire düşürülmüştür. Bu
düzenleme diğer türbe yapılarında da olduğu gibi alt sırada mermer söveli pencereler üst sırada ise
sivri kemerle gerçekleştirilmiştir. Bu uzatılmış kısımda ise, mermer söveli dikdörtgen pencere
yerini korurken, üst sıra pencerenin yerini bir kitabe almıştır.
İç mekanda , ilk sıra pencerelerin bitimine kadar çini kaplaması mevcuttur. Bu çini işçiliği
ise genel olarak Beyaz üzerine mavi, yeşil ve kiremit kırmızı kompozisyonlarındadır. Sivri
41
kemerlerle taşınan kubbenin sahi olduğu kalem işleri ise yoğun tahribata uğramış olup, pek iyi
durumda değildir.
Türbenin içinde ise, Destari Mustafa Paşa, eşi,oğlu ve kızının lahitleri yer almaktadır.
Bunların dışında kimliği belirlenemeyen bir mermer lahit daha yer almaktadır.
KAYNAKLAR AHUNBAY, Zeynep (1988). Mimar Sinan’ın Eğitim Yapıları ; Medreseler, Darülkurralar, Mektepler, Mimarbaşı Koca Sinan; Yaşadığı Çağ ve Eserleri c.I, 239-309, İstanbul ASLANAPA, Oktay (1989). Türk Sanatı, Remzi Kitabevi, İstanbul CORBETT, Spencer (Çev. Nermin SİNEMOĞLU (1962). Sinan; Kanuni Süleyman’ın Baş Mimarı , Vakıflar Dergisi V, 193-198, Ankara ÇOBANOĞLU, Ahmet Vefa (1996). Mustafa Paşa Türbesi, İstanbul Ansiklopedisi c. V, 565- 566, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul DEMİRSAR, Belgin (1996). İbrahim Paşa Türbesi, İstanbul Ansiklopedisi c. IV , 131- 132, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul ERDOĞAN, Hülya (1993). Şehzade Mehmed Külliyesi İmareti Restorasyon Projesi, İstanbul Teknik Üniversitesi Uzmanlık Tezi, İstanbul KUBAN, Doğan (1996). Şehzade Külliyesi , İstanbul Ansiklopedisi VII , 152 - 155, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul KURAN, Aptullah (1988). Mimar Sinan’ın Türbeleri , Mimarbaşı Koca Sinan; Yaşadığı Çağ ve Eserleri c.I, 223-238 , İstanbul OKÇUOĞLU, Tarkan (1996). Rüstem Paşa Türbesi , İstanbul Ansiklopedisi c.VI, 377-378 , Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul ÖZ, Tahsin (1946). Şehzade Mehmet Türbesi , Arkitekt , 221-225, İstanbul TANMAN, M. Baha (1988). Sinan’ın Mimarisi ; İmaretler, Mimarbaşı Koca Sinan; Yaşadığı Çağ ve Eserleri c.I, 333-353, İstanbul
42
Ebu’l-Fazl Mahmut Efendi Medresesi “Mübarek eylesin Rahman bu medrese-i zibayı” (Ayvansarayi)
Ebu’l-Fazl Mahmut Efendi Medresesi, Saraçhane bölgesinde 1950’li yıllar içinde gerçekleşen
imar yıkımlarının boyut açısından en büyük hedef yapıları arasında bulunmaktadır. Medrese,
Şehzadebaşı’ndaki yolun genişletilmesinde ve yeni belediye binasının inşa edilmesinde engel
oluşturmaktaydı. 1954 yılında bu nedenlerle yıktırılan medrese İstanbul Belediye Sarayı’nın
hemen önündeki alanda yer almaktaydı. Banisi Rumeli kazaskerlerinden Mahmut Efendi’nin
1652 yılında ölmüş olması, kitabesi bulunmayan medresenin 17. yüzyılın ortasında inşa
edilmiş olması gerektiği görüşünü beraberinde getirmiştir. Bunu Ayvansarayi’nin tarih
düşürmesi desteklemiş ve eğitimin daha önce başlamasına rağmen inşaatın 1666-67
tarihlerinde bittiği anlaşılmıştır.
Düzgün bir kare plan üzerinde tasarlanan yapının mutlak simetrik düzeni, hemen
bitişiğinde çevre yapılarının olmadığını, yapının araziye rahatça yerleşebildiğini
43
göstermektedir. Girişi Şehzade Camisi’ne bakacak şekilde konumlandırılmıştır. Bu yönde,
aynı zamanda, kapının iki yanında üçer adet de dükkan yer almaktaydı. Plan restitüsyonunda,
kare avluyu beşer birimli, kubbeli revaklar sarmaktadır; dershanenin bulunduğu yöndeki
revak birimleri daha küçüktür. Yapının toplam 14 odası ve bir büyük dershanesi
bulunmaktadır. Eski fotoğraflarında, sivri kemerler ve bunları taşıyan Türk üçgeni motifli
sütun başlıkları görülebilmektedir.
Mahmut Efendi, tarihsel kayıtların da bildirdiği gibi “Burmalı Mescit yakınında kendi
dershanesine” defnedilmiştir. Eyice, yıkım sırasında Mahmut Efendi’nin mezar taşının
Şehzade Camisi haziresine götürüldüğünün söylendiğini, fakat orada bulunamadığını
belirtmektedir.
Plandan okunduğu kadarıyla türbe işlevinin ana yapı inşa edilirken öngörülmediği
anlaşılmaktadır; bu, baninin ölümünün ardından verilen bir karar olmalıdır. Türbenin bir ek
olduğu, beraberinde arkaya bir de sıbyan mektebi eklendiği, bu kısmın planının, düzgün kare
planlı medrese tasarımına göre daha düzensiz oluşundan belli olmaktadır. Plandaki eğrilik
yapıyı bu yönde sınırlayan sokağın getirdiği bir zorunluluktur. Yapı içinde türbenin
bulunması hemen, Anadolu Selçuklu camilerinde ve medreselerinde de yaptıran kişinin
mezarının binanın içinde veya bitişiğinde yer alması uygulamasını akla getirmektedir; bir
başka ifadeyle türbenin dershaneden ulaşılabilen bir ek olması Türk mimarlık ve yapı
kullanım geleneğine yabancı değildir. Mimari kompozisyon açısından değerlendirilirse, bir
Mimar Sinan yapısı olan 1580 tarihli Şemsi Ahmet Paşa külliyesindeki durum hatırlanabilir.
Burada da Şemsi Paşa’nın türbesi camiye bitişik, onun içinden geçilerek ulaşılacak şekilde
inşa edilmiştir. Şemsi Paşa Camisi ve türbesi yine de bütünlüğü olan bir düzenlemedir,
Mahmut Efendi Medresesi’nde ise buna benzer bir mimari fikir uygulanmakla birlikte iki yapı
gövdesinin, yani dershane ile türbenin birbirine ne oranda uyum sağladığını söylemek
mümkün değildir.
Medresenin yıkım süreci 20. yüzyılın erken yıllarında başlamıştır. Önce, tramvay
hattının yerleşebilmesi için yapının dükkanları kaldırılmıştır. Bu noktada medrese, Nevşehirli
Damat İbrahim Paşa külliyesinin arasta kısmı ile aynı kaderi paylaşmış, bir bölümünü, şehrin
modernleşmesi adına, yol genişletme inşaatı uğruna kaybetmiştir. Bunu izleyen zamanda,
1914 yılında eğitim kurumu işlevini de kaybetmiş, “kadro dışı” kalmıştır.
44
Çeşitli tarihlere ait bazı kayıtlardan, örneğin 1792’de 13 kişinin yaşadığı, 1869’da bir
mezun ile 24 öğrencinin kaldığı öğrenilmektedir. Bu iki kaydın ilkinde geçen, bir hücre sahibi
taşrada bulunduğu için hücresinde yeğeninin yaşadığı bilgisi, medrese hayatını bugün bir
miktar canlandırmaya yardımcı olacak, insana dair bir yön içermektedir.
1914’te işlev dışı kaldığı zaman yapının sadece arkadaki 3-4 odası ile dershanesi
ayaktadır; geri kalan kısmı yıkılmıştır. Mevcut kısımlar da yıkılma eğilimi göstermektedir.
Öyle olmasına rağmen 1918’de evsiz kişiler bu odalarda barınmaktadır. Bu, kullanım dışı
kaldığında medrese odalarının birçoğunda karşılaşılan bir durumdur. 1930’lu yıllara ait
Pervititch haritasında ise artık “eski medrese – yıkıntı” ibaresi okunmaktadır.
Ebu’l Fazl Mahmut Efendi Medresesi, bölgenin önde gelen yapılarından biri olmuştur.
Aynı alandaki beş büyük medreseden biridir ve mimari açıdan da, en azından planının
gösterdiği gibi, özenle tasarlanmış bir örnektir. Medrese ve sıbyan mektebi işlevleriyle bir
eğitim yapısı, dükkanlarıyla da çevreye uyum sağlayan ve olasılıkla gelirini bu yolla elde
eden bir ticaret yapısıdır. Türbesiyle ise bir “hayır yapısı” imgesini taşımaktadır. Kaybına
rağmen bugün bir miktar da olsa elle tutulur halde olmasını Semavi Eyice’nin yıkım
sırasındaki gözlemleri ile izleyen yıllarda devam eden ilgisine ve yayınlarına borçludur. Yapı
Bizans döneminden kalan bazı tonozların üzerine inşa edilmiştir; bir dönem yapısının bir
başka dönemin yapısı ile örtülmesi, “mimarlık tarihinin bir oyunu” ile aynı şekilde
medresenin de başına gelmiş, yapının bulunduğu yere Belediye Sarayı’nın inşa edilmesiyle
İstanbul’un imar tarihinde bir anı olarak kalmıştır.
Kaynaklar
M. Kütükoğlu, İstanbul Medreseleri…
S. Eyice, “Ebu’l Fazl Mehmud Efendi Medresesi”, İstanbul Ansiklopedisi, C. 3, s. 121-122.
45
AMCAZADE HÜSEYİN PAŞA KÜLLİYESİ
“Saraçhanebaşı’ndaki eserler kafilesine onsekizinci asır başında katılmış olan Amucazade
manzumesi, bomboş ve metruk kalmasına rağmen, o eski İstanbul’dan arta kalub, büyük caddelerimiz
üstünde artık benzerine hiç tesadüf edilmeyen bir timsal gibi durmaktadır.” (Ayverdi, 1959, 793)
Ekrem Hakkı Ayverdi’nin bu sözlerle betimlediği külliye içindeyken
Saraçhanebaşı’nın eski zamanlarının “sezilebildiği” ender mekanlardan biridir. Etrafındaki
istimlaklere, geçirdiği yangınlara ve depremlere karşın ayakta durmaktadır ve 18.yy
Osmanlısı’nın eğitim, hayır ve ticaret kurumlarının ne şekilde yanyana işlediğinin bir
açıklaması gibidir.
Amcazade Hüseyin Paşa
Amcazade Hüseyin Paşa Sultan II. Mustafa devrinin ünlü sadrazamıdır. Amcazade
ünvanı Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın amcaoğlu olmasından kaynaklanmaktadır. Başlangıçta
amcası ve amcaoğulları sayesinde edindiği çeşitli görevlerle sonradan devlet içinde
yükselmiştir. Sadrazamlığı (1697-1703) Osmanlı Devleti’nin “Almanya, Venedik, Lehistan ve
Rusya’ya karşı on altı yıldan beri tek başına devam ettirdiği savaştan yorulmuş, ekonomik
durumu bozulmuş, halkın ise mali külfetlerden sıkıntıya düşmüş” olduğu bir zamana denk
gelmiştir. Bu şartlar altında imzalanan Karlofça Antlaşması devletin ilk “felaketli
antlaşmasıdır”.
Amcazade Hüseyin Paşa, akıllı, dürüst, iyi bir devlet adamı olarak tarihe geçmiştir.
Savaşın her türlü güçlüklerini görmüş, halkın bu gibi durumlarda nasıl ezildiğini bildiğinden
daima barıştan yana olmuştur. Zamanında tarımı teşvik etmiş ve imparatorluğun zenginlik
kaynaklarını diriltmeye gayret etmiştir. Amcazade Hüseyin Paşa’nın önemle takip etmiş
46
olduğu işlerden biri de Yörük ve Kürt aşiretlerinin iskanı idi; hükümet gezginci olan bu
aşiretlerin Antalya, Alaiye, Manavgat, Urfa ve Malatya taraflarına yerleşmelerine çalışarak
bunların zirai kalkınmada yapacakları faaliyetten istifade etmek istiyordu.
Amcazade Hüseyin Paşa’nın zamanına kadar vezir, beylerbeyi, ümera vs. tarafından
gönderilen evrak veya diğer yazışmaların, mektupların sonlarına tarih konması ve yerinin
belirtilmesi adet değildi. Amcazade Hüseyin Paşa bundan sonra bir yanlışlığın önüne geçmek
niyetiyle bu gibi evraka tarih konulmasını emretmiştir.
Bir rivayete göre zevk ve sefasına aşırı derecede düşkündü; bu yüzden arkadaşlarının
ihtarına maruz kaldığı, halkın kendisine sarhoş lakabını verdiği de kaydedilmiştir. Diğer
taraftan ilim ve sanat adamlarını daima korumuştur. Tarihe ise son derece meraklı idi.
Nitekim Naima, meşhur tarihini Ravzatu’l-Hüseyin fî Hülâsata Ahbâri Hârikayn ı ona ithaf
etmiştir.
Sicil-i Osmani’de hakkında yazılanlar1 saygı kazanmış bir devlet adamı olduğu
izlenimi uyandırmaktadır.
Külliye – Mimari Özellikler
Külliye 17.yy sonlarında İbrahim Ağa’nın mimarbaşılığı sırasında inşa edilmiştir.
Amcazade Hüseyin Paşa, külliyesini Fatih Sultan Mehmet’in inşa ettirdiği 110 dükkanlı ve
ortasında bir de loncası bulunan meşhur Saraçhanenin karşısında yaptırmıştır. Böylece burası,
o zamanlar civarında bulunan Dülgerzade Camii, Mimar Ayas Camii, Canfedâ Hatun Sebili
ve Sultan Osman III’ün su terazisi ile birlikte Saraçhanebaşı’nda bir ‘Türk Sitesi’ meydana
getirmiştir. (Önge & Erdem, 1966, 181) Dönemdaşı külliyelerin pek çoğunun kapalı avlularla
ve dar sahalarda inşa edilmelerine karşın Amcazade Külliyesi geniş bir bahçe içinde,
2580m²lik bir alan üzerinde2 serbest ve zengin avlulu bir tasarım olarak ele alınmıştır. Eski
Saraçhane Sokağı üstündeki giriş cephesi, hazire, sebil, çeşme ve sıbyan mektebi3 altındaki
dükkanlar gibi sokak yaşantısını hem sosyal hem de görsel olarak zenginleştiren öğeler
barındırmaktadır. 1 “Dindar, akıllı ve iradeliydi.” (Süreyya, 1996, 718) 2 Önge & Erdem, 1966, 181; Ayverdi, 1959, 794 3 “Sıbyan Mektebi çok dikkatli tasarlanmış, sokak görüntüsünü derinden etkileyen yaratıcı bir binadır.” (Cerasi, 2006, 95)
47
Külliyenin serbest ve yaratıcı planı, yapıldığı dönemde herhangi bir arazi zorlamasıyla
karşılaşılmadığını düşündürmektedir. Yapı önceleri medrese, sıbyan mektebi, dershane-
mescit, kütüphane, sokak cephesinde dükkanlar ve sebilden oluşmaktayken bunlara 1702
yılında vefat eden Amcazade Hüseyin Paşa’nın sebilin güneyine gömülmesinden sonra bir
hazire ve 1739 yılında Şeyhülislam Mustafa Efendi tarafından bir çeşme eklenmiştir.
(Çobanoğlu, 1993, 236b) Kareye yakın bir alanı kaplayan külliyenin doğu cephesi ortasında
basık kemerli kapısı vardır. Yapının Arapça inşa kitabesi bu kapının üstünde bulunmaktadır.
Kapının sol tarafında iki yanı hazire olan sebil, sağ tarafındaysa çeşme ve sıbyan mektebi
altındaki dükkanlar yer almaktadır. Avlunun kuzeyinde külliyenin fevkani kütüphanesi,
güneyindeyse medrese odalarından bağımsız, üç tarafı revaklarla çevrili dershanesi yer
almaktadır. 16 esas odası4 olan medrese, önündeki revaklarıyla avluyu uzun koluyla batıdan,
iki kısa koluyla kuzey ve güneyden çevrelemektedir. Avlunun ortasında sekizgen planlı
şadırvan yer almaktadır.
4 1914 yılında hücre sayısı 17’yi bulmuştur. (Kütükoğlu, 2000, 257)
48
Medrese odaları, tabanları uzun bir ‘U’ meydana getirecek şekilde sıralanmıştır; herbiri
4x4 m boyutundadır, 11’i batı, 4’ü kuzey ve 2’si güney cephede bulunmaktadır. Hepsi
kubbeyle örtülmüştür. Bütün odaların revaklara ve dışa açılan birer pencereleri vardır. 14
birimden oluşan revaklar aynalı tonozla örtülü iki birim hariç kubbeyle örtülüdür. Güneyde
ortadaki oda ile kütüphane yanındaki üç oda hariç, odaların bazısında bir, bazısında iki tane
olmak üzere dışa açılan pencereler bulunur. Odaların içinde iki ya da üç dolap nişi ile bir ocak
nişi bulunmaktadır. Çobanoğlu revak medrese birleşiminde bir uyumsuzluk olduğunu belirtir.
(1993, 237b)
Dershane sekizgen planlıdır ve geçişleri mukarnaslarla sağlanan 11 m çapında bir
kubbeyle örtülüdür. Doğu, batı ve kuzey olmak üzere üç yönden revaklarla çevrilmiştir.
Dershanenin basık kemerli kapısında, kemerin ortasında ‘Mühr-ü Süleyman’ motifi yer alır.
Yapıya 1700 tarihini veren tek satırlık Arapça kitabe bu kısımda yer almaktadır. (Çobanoğlu,
1993, 236c) Giriş cephesi hariç diğer cephelerde altta ve üstte ikişer pencere, girişin
karşısındaysa mihrap bulunmaktadır.
49
Kütüphane avlunun kuzeyinde sıbyan mektebi ve medrese odaları arasında, odalara
bitişik olacak şekilde konumlanmıştır. Sıbyan mektebi ile arasında asıl avlunun kuzeyinde
kalan, iki yapının da ortak kullandığı bir ufak avlu bulunmaktadır. Bu küçük avluya yuvarlak
kemerli “dehliz”den geçilir. Bu kısımda üst kata ulaşan merdivenler vardır ve bu tasarım
avluya elde edilmek istenen “mahfuz” mekan özelliğini fazlasıyla vermiştir. Üst katta da girişi
önünde revak bulunan kütüphane yapısı 6,5 x 6,5 m ölçülere sahiptir, ve geçişi pandantiflerle
sağlanan kubbeyle örtülmüştür. Kütüphanenin altında asıl avluya açılan bir mahzen ve sarnıç
bulunmaktadır. (Ayverdi, 1959, 794)
Sıbyan mektebi külliyenin doğusunda dış cephede yer alan dükkanlar üzerinde
bulunmaktadır. Kütüphane ile ortak kullanımda olan avludan merdivenle dar bir sahanlığa
çıkılır. Buradan önce kuzeydeki birime, kuzeydeki birimden de mektebe geçilir. Her bir hücre
boyutu 6 x 6 md boyutundadır ve kubbeyle örtülüdür. Bir hücre altta iki dükkanın üstünü
işgal etmektedir. Dükkanlar beşik tonozla örtülmüş ince uzun dikdörtgen yapılardır, sokak
cephesinden olan girişlerinin karşısında nişler, altlarında ise mahzenler bulunmaktadır.
(Çobanoğlu, 1993, 238b)
Külliyenin doğu cephesinin hazireler ve dükkanlarla birlikte görsel zenginliğini
arttıran ve yapının sokakla sosyal ilişkisini kuran unsurlardan bir diğeri dışa taşkın bir
konumda ve dört dilimli olarak tasarlanmış sebildir. Hazireler, biri sebille giriş arasında diğeri
sebilin güneyinden yapı sınırına kadar olmak üzere iki tanedir. Bunlardan ilki 5 x 5,5 m, diğeri
9,5 x 9,5 m boyutlarındadır. Çobanoğlu bu açık hazirelerde toplam 47 mezar bulunduğunu
aktarır. (1993, 239) Sebille beraber bu hazirelerin yine Divanyolu üzerindeki Damat İbrahim
Paşa külliyesinin sebil ve haziresinde olduğu gibi sokakla ilişkisi demir şebekelerle sağlanmış,
bu yolla bu birimler hem sokakla ilişki içinde olmuş ve bu yolla külliyenin sokakla ilişkisini
kurmuş, hem de sokaktan ayrı bir mekansal bütünlüğe sahip olmuşlardır. Cerasi’nin türbe ve
hazirelerin, hanedanın önemli ailelerinin kimi zaman gözden düşen fertleri için bir “statüyü
geri kazanma” yeri olduğunu vurgulaması ilginçtir.
“Önemli vezir ailelerinin eksenin merkezi kısmındaki hakimiyetleri ve temsilci statülerini mimari
vasıtasıyla koruma yetenekleri etkileyicidir. Köprülü, Çorlulu, Merzifonlu ailelerinin ya da Amcazadeler’in
türbe ve hazireleri olmaksızın, Divanyolu mimari ve mekansal bakımdan ulaştığı konuma gelemezdi.”
(Cerasi, 2006, 71)
50
İşleyiş ve yaşantı
Külliye darülhadis olarak hizmet vermek üzere yaptırılmıştır. 1700 tarihli ilk
vakfiyesinde muhaddis, dersiam ve talebelerde aranacak özellikler ve verilecek görevler
belirlenmiştir. Vakıf kadrosunda bulunanların ve öğrencilerin günde kaçar akçe alacağı,
kütüphanenin hangi saatler arasında çalışacağı, kütüphanedeki kitaplardan ne şekilde ve ne
zaman yararlanılabileceği gibi unsurlar da vakfiyede yer almaktadır. (Kütükoğlu, 2000, 258)
Buna göre kitaplar kütüphane dışına çıkarılamaz ve ancak pazar, pazartesi ve salı günleri
öğrencilerin kütüphaneden yararlanmasına izin vardır.
Vakfiyede ayrıca külliyede alimlerin, hafızı kütüplerin, katiplerin, imamların,
müezzinin, ferraşın, ferraş çırağının, mücellitin, sebilcinin, mutemetin, meremmetçinin, su
yolcusunun, su yollarının düzenlenmesi için mezbelekeşin, sıbyan mektebi için öğretmen
yardımcısının, hattatın, bevvabın ve muhasibin de görevli olacağı belirtilmiştir.
Geçirdiği dönüşümler
Külliye günümüze orjinal haliyle ulaşamamıştır. Bunda, geçirdiği doğal afetlerin
olduğu kadar çeşitli onarımların da büyük rolü olmuştur. (Önge & Erdem, 1966, 182)
Yapılan sayımlarla külliyede belirli tarihlerde kaç kişinin yaşadığının tespit edilmesi
külliyedeki yaşantının geçirdiği dönüşümleri aydınlatması açısından önemlidir. Bu esnada
külliyenin 1718 yılındaki yangından, 1755 ve 1896 depremlerinden ciddi zarar gördüğü
bilinmektedir. 1755 depremi sonrasında hasar gören yapı Amcazade Hüseyin Paşa’nın kızı
Rahmiye Hanım5 tarafından tamir ettirilmiştir. (Önge & Erdem, 1966, 182) Bunlardan
özellikle 1896 depremi sonucunda revakların üç kemeri ve altı kubbesi ile birlikte bacalar,
sağdan dört oda tamamen yıkılmış, kısman sıbyan mektebi ve dershane-mescit de bundan
zarar görmüştür. (Önge & Erdem, 1966, 183) 1792 yılında yapılan sayımda külliyede 18 kişi
yaşamaktayken bu sayı 1869’da 58’e çıkmıştır. Büyük bir yıkımın yaşandığı 1896 depreminden
sonra 1914 yılına ait teftiş heyeti raporu medresenin esas odalarından sadece 6 tanesinin
oturulabilecek halde olduğunu belirtmektedir. (Kütükoğlu, 2000, 258) Kütükoğlu ayrıca bu
tarihte öğrencilerin bir kısmının medresenin dış bahçesine yapılmış olan barakalarda 5 Paşa’nın ölümünden sonra kızı Rahmiye Hanım vakıflarının idaresini eline almıştır.
51
yaşamakta olduğunu yazar. Birinci Dünya Savaşı’nda burada bulunan öğrencilerin askere
alınmasıyla boşalan külliye, bundan sonra zaman zaman çeşitli kişilerce işgal edilmiş ve uzun
süre harap halde kalmış, onarılmayı beklemiştir. Beklenen ilgiyi 1940’lı yıllarda Ekrem Hakkı
Ayverdi göstermiş, külliyede kısmi bir tamir yapılmış ancak bu yeterli olmamış ve güneydeki
hücrelerin ve şadırvanın yıkılmasını önleyememiştir. (Kütükoğlu, 2000, 259)
Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1957 - 1966 yılları arasında sürdürülen
çalışmalar sonucunda dershanenin yıkılan kısımları, hücreler, kütüphane ve sıbyan mektebi
onarılmıştır. Ayverdi, onarımın başlarında yazdığı makalesinde güney sınır duvarının eskisine
nazaran biraz “lüks” bir şekilde onarıldığını yazmakta ve “aslına tefavvuk etmenin
lüzumsuzluğu aşikardır” demektedir. (Ayverdi, 1959, 799)
Yapı günümüzde “Türk İnşaat ve Sanat Eserleri Müzesi” olarak işlevlendirilmiş
durumdadır. Ne şekilde işleyeceği merak konusu olmakla birlikte, orjinalliğinden –herşeye
rağmen- çok şey yitirmemiş olmasından dolayı etrafındaki 21.yy hızına ve karmaşıklığına
karşın ona kimliğini kazandıracak onarımları ve çalışmaları beklemektedir.
52
KAYNAKLAR
(1) Cerasi, M., Divanyolu, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2006
(2) Çobanoğlu, A. V., Amcazade Hüseyin Paşa Külliyesi mad., “İstanbul
Ansiklopedisi”, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul, 1993, c.1,
s.236-239.
(3) Koçu, Reşat Ekrem, Amucazade Külliyesi mad., İstanbul Ansiklopedisi, 1959,
s.792-799.
(4) Kütükoğlu, M., XX. Asra Erişen İstanbul Medreseleri, Türk Tarih Vakfı Yayınları,
Ankara, 2000, 257-259
(5) Önge, Yılmaz & Yücel, Erdem, Amca Hüseyin Paşa Külliyesi, Arkitekt XXXV,
1966, s. 181-187
(6) Süreyya, M., Hüseyin Paşa, Amcazade mad., Sicil-i Osmanî, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul, 1996, C.3, s.718.
(7) Yücel, E., Amcazade Hüseyin Paşa Külliyesi makalesi, “Vakıflar Dergisi” c. 8,
s.249
53
ANKARAVİ MEHMET EMİN EFENDİ MEDRESESİ
1707 tarihli Ankaravi Medresesi, hem Saraçhane’de yakın çevre ölçeği içindeki konumu, hem
mimarlık tarihinde medrese tipolojisi açısından yeri, hem de medreseyi yaptıran Şeyhülislam
Mehmet Efendi’nin bilim yaşamında oynadığı rol yönünden İstanbul’un özellikli yapıları
arasındadır. İşlevini kaybettiği yıllarda geçirdiği kullanım dönüşümleri, odalarına yerleşen yeni kişi
ve gruplar da yapının bugüne kadar ulaşan ömrü içinde ayrıcalıklı yer tutmaktadır. Yapıldığı
yıllarda ve hatta 20. yüzyılın ortalarına kadar geçen süre içinde, medresenin yerleşim yoğunluğu
gösteren bir kentsel dokunun parçası olduğu düşünülebilir. Başka bir ifadeyle yapı, konut alanları
içinde ve küçüklü büyüklü başka kamu yapıları ile birlikte kendine yer edinmiştir. Yapıldığı
çağdaki durum bilinmemekle birlikte, geç dönemlerde böyle bir yerleşim yoğunluğu 1935 tarihli
Pervititch haritasında görülmektedir. Medreseyi birçok başka yapının yakından kuşattığını, öğrenci
odalarının dışarıya kapalı olması, sadece avluya dönük yönlerinde pencere açılmış olması da
göstermektedir. Bu durum 1950’lere gelindiğinde bozulmuş, yakın çevrenin fiziksel karakteri
büyük ölçüde değiştirilmiş ve Belediye Sarayı’nın da inşa edilmesiyle medrese gelip geçerken
dikkatli bakılmadığında algılanmayan, çevresiyle ilişkisiz, boşlukta duran bir yapı karakteri almıştır.
Ankaravi Mehmet Emin Efendi
Şeyhülislam Mehmet Emin Efendi, yapılmasını vasiyet ettiği medresenin inşaatından 20 yıl kadar
önce ölmüştür. Başka bir ifadeyle medresenin inşaatı, şeyhülislamın yerine geç getirilmiş bir
vasiyetidir. Ölüm tarihi 1687’dir, dolayısıyla 1686’da aldığı son unvanı şeyhülislamlığı, uzun yıllar
taşıyamamıştır. Mezarı, Fatih’te Sultan Selim Camisi yakınlarında bulunan Kovacı Dede Camisi
haziresindedir.
Mehmet Emin Efendi ilk derslerini, bilim adamı olan babası Hüseyin Efendi’den almış, eğitimine
İstanbul’da devam etmiştir (Kütükoğlu). Babasının ticaretle uğraştığı bilgisi de mevcuttur (Özcan,
s. 461). Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli yerlerinde görev yapmasına, İstanbul’da medrese
54
inşaatı vasiyet etmesi ve mezarının da bu kentte bulunmasına rağmen, doğduğu yer Ankara’ya özel
önem göstermiş, cami, medrese, çeşme, hamam ve kervansaray gibi vakıf yapılarıyla kentin sosyal
yaşamına katkıda bulunmuştur (Kütükoğlu). Çeşitli medreselerdeki görevlerinin arkasından,
Yenişehir, Bursa, Mısır ve İstanbul kadılıklarını yürütmüştür (Özcan, s. 461). Genel övgü sözleri
olarak görülebilmekle beraber, titiz, araştırmacı, cömert, kerim, adil ve mütevazı ifadeleri ile
tanımlanmaktadır (Kütükoğlu).
Mimari Özellikler
Medresenin gösterişli olmaktan uzak bir kütlesi ve
tipik medrese planından ayrılmayan ortalama
özellikleri olduğu söylenebilir. Planın, kırılmalar,
dönüşler, fazla iniş çıkışlar olmadan, net bir
dikdörtgen içinde toplanmış olması, arazi
koşullarının ve yapının inşa edildiği dönemde yakın
çevredeki yapılaşmanın bir zorlama getirmediğini göstermektedir. Avluyu üç yandan kubbeli
hücreler çevrelemekte, giriş ekseni üzerinde, karşıda ana derslik konumlanmaktadır. Diğer odalara
göre daha büyük bir kubbeyle örtülü derslik basamaklı bir altyapı üzerinde yükselmektedir.
Odaların önünde avluyu saran revak, tonozlu küçük dikdörtgen birimlerden oluşmaktadır.
Yalın dış cepheyi bugün taş ve tuğla dizilerinin getirdiği doku ve kızılımsı renk belirlemektedir.
Fazla belirgin kütle hareketleri olmadığı gibi cephe yüzeyinde de doku ve rengin haricinde özel bir
ifade yoktur. Reşat Ekrem Koçu’nun ansiklopedi metnine eşlik eden, olasılıkla 1950’li yıllar içinde
yapılmış olan çizimde cephelerin sıvalı olduğu, bunun yer yer döküldüğü görülmektedir. Yapı
55
gövdesini ve cephesini hareketlendiren düzenler, ana dersliğin pencereleri, aynı mekanın yüksek
ve taşkın durumu ile odaların bacalarıdır.
Taş ve tuğla dizilerinden oluşan duvar örgüsü, Ankaravi Medresesi’ni mimari açıdan belirgin kılan
özelliklerdendir. Erken dönem Osmanlı mimarlığında da karşılaşılan bu uygulama 18. yüzyıl
mimarlığının orta büyüklükteki birçok yapısı için tipiktir. Ana dersliğin yükseltilmesi ve bunun
diğer mekanlardan bir miktar kopuk olarak inşa edilmesi de, yine bir 18. yüzyıl başı örneği olan
Feyzullah Efendi Medresesi’nde karşılaşılan bir mimari özelliktir.
Medrese yapılaşmış bir mahalle çevresinin parçası olarak diğer yapılarla ilişki kurmasının yanında,
bir de hazireye sahipti. Bu mimari kompozisyon, özellikle 18. yüzyılda küçük ölçekli yapılarda
yaygınlaşmış olduğu gibi, hem işlevsel bir yön taşımakta, hem de ağaçlıklı bir bahçe ile yapıların
kent peyzajına katılmasını sağlamaktaydı. Ancak hazire de 1956/57 yıllarında gerçekleşen yol ve
çevre düzenleme çalışmaları sırasında bozulmuş, burada bulunan mezar taşları Eyüp’te Afife
Hatun Tekkesi’nin haziresine taşınmıştır (Ersen-Ulukan, 152 vd.).
Ankaravi Medresesi çok sayıda bakım ve onarımdan geçmiştir. Belgeler ancak 19. yüzyılın ilk
yarısına inmektedir. Bunlardan 1845 ve 1871/72 tarihli belgeler yapıya su iletilen boruların
onarımından söz etmekte, 1914’te odaların tamir edildiği bildirilmektedir (Kütükoğlu). Koçu,
kendi döneminde medresenin harap olduğunu gözlemlemiş, bunu “odalarının ahşap döşemeleri
çökmüş, bir kısmının ise büsbütün kaldırılmış” ifadesiyle dile getirmiştir (Koçu, s. 87). Yeni
düzenlemeler kapsamında, Belediye Sarayı’nın inşaatına paralel olarak yapı 1958/60 yıllarında
onarılmıştır, ancak onarımın isabeti tartışmalıdır (Ahunbay)
İşlev ve Kullanım Dönüşümleri – Kişiler ve Öyküler
Özgün işlevini sürdürdüğü sıralarda medresede yaklaşık 20 civarında öğrenci ve görevlinin
yaşadığı bilinmektedir. Kayıtlarda, 1792’de 21 kişi, 1869’da 27 öğrenci ve 1914’te de 15 öğrenci
görülmektedir (Kütükoğlu). Burası, kapının üzerine yerleştirilmiş yazıtında da dile getirildiği gibi,
“en güzel ilmin kendisine komşu olduğu bir medresedir” (Yakıt, s. 33). Eğitim kurumu
sınıflandırması içinde Ankaravi Medresesi yüksek öğretime hazırlık niteliğinde dersler okutulan bir
“hareket-i dahil” medresesidir, yani orta dereceli eğitimin son aşaması uygulanmaktadır (Yakıt, s.
33). Günde 50 akçe maaşla çalışan üç müderris ders vermektedir.
56
Medrese, bir eğitim yapısı özelliğini yaklaşık 200 yıl kadar koruduktan sonra başka işlevler
yüklenmeye başlamıştır. Bazen ihmal sonucu düştüğü bakımsız duruma bağlı rastlantılarla barınak
olarak kullanılmış, bazen de, bugün de olduğu gibi, özel işlevlerle donanmıştır. Ancak bu
dönüşümlere ilişkin bilgiler de fazla kapsamlı değildir. Bunlardan en erken tarihli olanı, yapının
1918 yılında Ordu Dairesi I. Sevk Taburu 2. Bölük Karargahı olarak kullanıldığını bildirmektedir
(Kütükoğlu). Yapıya bir bölüğün yerleşmesi, mekanların askerler tarafından büro, toplantı ve
konaklama işlevleri ile kullanıldığını akla getirmektedir. En azından ana dersliğin toplantılar için
olanak sunacağı düşünülebilir, öğrenci hücrelerinin de yine toplantı, konaklama ve malzeme
depolama gibi kullanım ihtiyaçlarına cevap verdiği kabul edilebilir. Bu işlevin ne kadar sürdüğü
bilinmemektedir.
Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi için izlenimler ve öyküler kaleme aldığı yıllarda medrese harap
durumdadır. Koçu, yapının onarıldığı takdirde ev sıkıntısı çeken 30 aileye barınak olabileceğini
önermektedir. Medreseye ilişkin izlenimlerini aktarırken, o tarihten 9-10 yıl önce yapıda “Şişman
Bahriye” olarak bilinen bir kişinin oturduğundan söz etmektedir. Mahalle ölçeğindeki renkli
söylentileri de ansiklopedi maddelerine katan Koçu’ya göre, çevreye karşı vurgulu dindar bir
izlenim yansıtan Bahriye Hanım, aynı zamanda mahallede uygun karşılanmayacak kadın erkek
ilişkileri için kendi oturduğu mekanı, yani medrese odasını sunmaktaydı (Koçu, s. 87). Bu bilgi
yine de, medresenin belki 1930’lu 40’lı yıllarda kısmen konut olarak kullanıldığını göstermesi
açısından önem taşımaktadır.
Yapı geçirdiği son kapsamlı onarımın ardından Kaşgarlı Mahmut Türk Dünyası Araştırmaları
Vakfı’nın merkezi olarak hizmet vermektedir. Odalar çalışma mekanları olarak kullanılmakta, ana
derslik ile kuzey kanadın arasındaki alan kitaplık olarak değerlendirilmektedir.
Kent Yaşamında Geçmişteki ve Bugünkü Yeri
Saraçhane çevresi dar yolların, konutların, kamu yapılarının belirlediği bir mahalle iken Ankaravi
Medresesi de bu tablonun bir parçası niteliğindeydi. Şehzade Camisi’nin medresesi ile birlikte
Amcazade Külliyesi’nin medresesi ve Gazanfer Ağa medresesi bölgenin eğitime yönelik
donanımını 17. yüzyıla gelene kadar belirlemiş kurumlardır. Ankaravi Medresesi ise yakındaki
Feyzullah Efendi (1703) ve Nevşehirli Damat İbrahim Paşa (1718?) medreseleri ile bölgenin 18.
yüzyılda kazandığı yeni eğitim yapıları arasındadır. Bu kadar örnek bile kuzeyden kabaca
Bozdoğan Kemeri’nin sınırladığı alanın yoğun bir kentsel yerleşim bölgesi olduğunu, bu
mahallelerde oturan öğrencilerin de devam edebileceği eğitim olanaklarının kurulduğunu
57
göstermektedir. Onarım kaydının bulunduğu 1914 yılında yapı hala medrese görevini
sürdürdüğüne göre, çevrenin ve Ankaravi Medresesi’nin değişmeye başlaması, buraya Ordu
Dairesi’nin yerleştiği I. Dünya Savaşı yıllarıyla ilişkilendirilebilir. Anlaşıldığı kadarıyla yapı daha
sonra terk edilmiş, bakımsız kalmış ve barınma ihtiyacı olanlar tarafından kısmen işgal edilmiştir.
1950’li yıllarda kentteki yoğun imar etkinliğinin en fazla yansıdığı bölgelerden olan Saraçhane, çok
sayıdaki tarihsel yapısını yol inşaatı ve özellikle Atatürk Bulvarı’nın açılması sırasında kaybetmiştir.
Ankaravi Medresesi bu yıkımlardan kurtulmuş, ancak kentsel bütünlük içindeki konumunu
koruyamamıştır. Bugün yalıtılmış bir konumda, İstanbul Belediye Sarayı’nın, kelimenin tam
anlamıyla, gölgesinde yaşamını sürdürmektedir. Bir kültür ve araştırma merkezini barındırması,
Şehzade Medresesi gibi birçok benzerinin, işlevinden tamamen kopuk, ince bir beğeni ürünü
olmayan dekorasyonlarıyla restoran olarak hizmet etmesinin karşısında, talihli bir durum olarak
yorumlanabilir.
58
Kaynaklar Z. Ahunbay, “Ankaravi Mehmed Efendi Medresesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 1, s. 275. A. Çetin, “Ankaravi Mehmed Efendi Medresesi”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı ??, s. 20-22. A. Ersen – M. Ulukan, “Eyüp’te Afife Hatun Tekkesi ve Restitüsyon Önerisi”, Eyüp Sultan Sempozyumu 8, s. 152-159. R. E. Koçu, “Abdülhalim Medresesi”, İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 1, 1958, s. 87-88. M. Kütükoğlu, İstanbul Medreseleri, s. 297-299. T. Özcan, “Mehmed Emin Efendi, Ankaravi”, İslam Ansiklopedisi, C. 28, Ankara 2003, s. 461-462. İ. Yakıt, “Şeyhülislam Ankaravi Mehmet Efendi”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Sayı 51, 1987, s. 9-42.
59
NEVŞEHİRLİ DAMAT İBRAHİM PAŞA KÜLLİYESİ – DİREKLERARASI
Şehzadebaşı’nda Şehzade Camisi’nin güneydoğu komşusu olan Damat İbrahim Paşa
Külliyesi, 1720 yılında tamamlanmış bir Lale Devri yapısıdır. Kitaplık, dershane, sebil, hazire
ve hücre gibi temel medrese bileşenlerinden oluşan külliyenin uzun arastası, inşa edilişinden
yaklaşık bir yüzyıl sonra kent yaşamında sosyal ve kültürel açılımın yaşandığı
“Direklerarası”na mekan olmuştur. Bu açıdan külliye, hem mekanının kullanılış biçimi
açısından hem de banisi Damat İbrahim Paşa’nın, Lale Devri’nde İstanbul’da gerçekleştirilen
pek çok yeniliğin öncüsü olması bakımından Şehzadebaşı ve İstanbul için önemli bir yapıdır.
Esas olarak külliyenin ve geçirdiği dönüşümlerin hem kendi hem de çevresi açısından
incelendiği bu yazıda, öncelikle Damat İbrahim Paşa’nın ele alınmasının gerekliliği, Osmanlı
tarihinde özel bir yeri olan sadrazamın, yapının arastasını kentte unutulmuş bir cadde
geleneğinin hatırlanması olarak algılanabilecek saiklerle hareket ederek inşa ettirdiği fikrine
dayanmaktadır.
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa
“Ülke yıkıntı ve mutsuzluk içinde yuvarlanıp
dururken günün birinde Nevşehir’de İzdin Voyvodası
Ali Ağa’nın bir erkek çocuğu dünyaya gelmişti.
Karanlık bir gecenin sabahında ağlaya ağlaya gözlerini
açan bu küçük et parçasının üç yüz yıla yakın bir süre
sonra bir eğlence âleminin başı olarak incelenip
anlatılacağı kimin aklına gelirdi..” (Sevengil, 1998,
83)
Refik Ahmet Sevengil’in bu sözlerle
betimlediği doğum Ahmed Refik’in aktardığına göre
1670 yılında gerçekleşmiştir. Nevşehirli İbrahim,
damat ve paşa olana kadar sarayda helvacılık, baltacılık,
evkaf katipliği, yazıcı halifeliği gibi görevlerde
bulunmuş ve bu dönemlerde Şehzade Ahmet ile tanışmış, onun sırdaşı olmuştur. Şehzade
Ahmet’in padişah olmasını takiben İbrahim Efendi de Darüssaâde Ağası’nın katipliğine
60
getirilmiştir. Kendisine pek çok defalar vezirlik teklif edildiği ancak bunları reddettiği ve bu
şekilde itibarını arttırdığı söylenir. (Altınay, 1973, 9) İtibarı sarayda rekabet doğurunca
sürgüne gönderilmiş ve önce Mora’da sonra Niş’te, en son da Petervaradin’de
görevlendirilmiş, bir Avusturya seferi sonrasında rapor teslim etmek üzere padişahla
görüşmesi yeniden saraya dönmesine vesile olmuştur. III. Ahmet’in kızı Fatma Sultan’la
evlenmiş, Pasarofça Antlaşması’nın imzalanmasının ardından 1718 yılında sadrazamlığa
getirilmiştir. Tarihte Lale Devri diye adlandırılan, III. Ahmet’in saltanatının son 12 yılını ve
Damat İbrahim Paşa’nın sadrazamlığını kapsayan ve zevk ve eğlenceyle olduğu kadar, pek
çok yenilikle de hatırlanması gereken dönem böylece başlamıştır.
Lale Devri’nde coşkulu eğlencelerden, helva sohbetlerinden, İstanbul’u saran lale
çılgınlığından başka hatırlanması gereken şey, İbrahim Paşa’nın çabaları sonucu suriçi
semtlerde onarımların yapılmış, İstanbul’a daha fazla su temin etmek için çeşitli bentlerin, su
yollarının, anıtsal çeşmelerin inşa edilmiş olduğudur. Ayrıca Avrupa’nın teknik ve toplumsal
gelişmişliğine ilişkin çeşitli rapor, çizim ve açıklamalar İbrahim Paşa’nın ilgisini çekmiştir. Bu
dönemde İstanbul’un imarı öncelik kazanmış, yangın alanları bakımsız kalan İstanbul’u bir
kent bütünlüğüne kavuşturmak için çaba harcanmıştır. Osmanlı başkenti, anıt çeşmeler,
matbaa, itfaiye örgütü gibi yeniliklerle İbrahim Paşa zamanında tanışmıştır. Sakaoğlu, kent
yaşamını ve imarını doğrudan ilgilendiren pek çok yeniliğin bu dönemde yapılmış, pek çok
hükmün bu dönemde verilmiş olduğunu, bu yüzden kente ve kentsel sorunlara İbrahim Paşa
kadar önem veren başka bir sadrazamın gösterilemeyeceğini söyler. (Sakaoğlu, 1993, 127b)
Damat İbrahim Paşa’nın müzik ve şiire değer vermiş olduğu bilinmektedir. Sevengil bu
noktada eski şairliğin çoğu kez dalkavukluktan farklı olmadığını hatırlatır. (1998, 85)
Sicill-i Osmani’de hakkında yazılanlar, Osmanlı tarihindeki değerli bulunan ancak
tamamıyla aklanmamış sadrazamlardan biri olduğu fikrini doğurmaktadır. Öyle ki, önce akıllı,
olgun, alçakgönüllü, vakur, kerim, cömert gibi genel övgü sözleriyle başlayan ifadeler giderek
“zevk-u sefada aşırıya varmak, israf kapılarını açmak, kılıçla fetihlerin zamanını idrak
edememek” gibi yergilere dönüşmüş, nihayet “kötü hizmeti ve sefahati hem nefsini, hem
ailesini, hem de devlet ve efendisini zarara uğratmıştır” sözleriyle bitmiştir. (Süreyya, 1996,
779) Sadrazam, Patrona Halil isyanını izleyen günlerde korkunç biçimde katledilmiş,
61
cesedinin toplanan parçaları Şehzadebaşı’nda kendi adını taşıyan külliyesinin haziresinde
gömülmüştür.
Külliyenin Mimari Özellikleri
Kuban, yapının darülhadis ve kütüphane olarak inşa edildiğini aktarır. Dershane
mescit olarak kullanıldığı ve sonradan bir de minare eklendiği için Darülhadis Mescidi gibi
adlandırmalara rastlamak da olasıdır. (Kuban, 1998, 144) Darülhadisler yalnızca hadis ilmi
okutulan medreseler olma özelliğiyle diğer benzerlerinden ayrılmaktaydı. Buna rağmen özgün
bir mimari tipolojileri yoktur, işlevleri benzer olduğundan medrese tipolojisi Damat İbrahim
Paşa Külliyesi’nde ve İstanbul’da ayakta kalmış en eski darülhadis olan Süleymaniye
Darülhadisi’nde küçük farklarla tekrarlanmıştır.
İbrahim Paşa Külliyesi – plan – Zeynep Ahunbay (kaynak: İstanbul Ansiklopedisi)
Külliyenin klasik medrese tipolojisinden farklı bir tasarımı vardır. Ana öğeler olan
avlu, hücreler ve dershanenin birbirleriyle ilişkileri bu külliyede farklı bir anlayışla ele
alınmıştır. Giriş ekseninin iki yanında eksene göre simetrik planlı kitaplık ve dershane yer alır.
Zeminden basamaklarla yükseltilmiş ve kubbeyle örtülü bu odaların avluya bakan yüzlerini
aynalı tonoz örtülü birimlere sahip revaklar çevreler. Avluya karakterini bu konumlanma
62
verir. Avlunun ortasında sekizgen planlı bir şadırvan bulunmaktadır. Hücreler, önleri revaklı
ve U-planlı olarak avlunun güney kısmına doğru yerleştirilmiştir. Bunlar yer seviyesindedir ve
arka taraftaki pencerelerle hava ve ışık alabilmektedir. Revaklar bugün, farklı işlevler
yüklenerek hala kullanılır durumda olan pek çok medrese yapısında olduğu gibi niteliksiz
metal-cam elemanlarla kapatılmış durumdadır. Bu, revakların avluya nasıl bir zenginlik
kattığının görülmesini engellemekte ve hücreleri avludan koparmaktadır. Hücrelerin yer aldığı
bloğun güneybatı kolunda revak yoktur. Burada açık bir eyvanın bir yanında iki, diğer
yanında bir oda vardır. Kuban, bu odaların ve eyvanın varlığının, bu kısmın bir yazlık
dershane ya da müderris için bir daire olabileceğini düşündürdüğünü söyler. (Kuban, 1998,
145)
Giriş, külliyenin Dede Efendi Caddesi
üzerindeki kısa cephesinden verilmiştir.
Şehzadebaşı Caddesi ile Dede Efendi
Caddesi’nin birleştiği köşede sebil, çeşme ve
hazire yer alır. Özellikle sebil ve hazire, dövme
demir parmaklıklarıyla sokakla külliyenin
ilişkisini zenginleştirir. Çeşme ve sebil yol
seviyesinin yükseltilmesi nedeniyle yaklaşık 60
cm kadar zemine gömülü kalmıştır. Çeşmenin kitabesine göre bu bölüm külliyenin diğer
kısımlarından bir yıl önce, 1719’da tamamlanmıştır. Külliyenin Şehzadebaşı Caddesi’ndeki
cephesinde sebil, hazire ve yaklaşık yüzyıl önce yıkılmış revaklarından geriye, izi ancak yolun
bir tarafında ve tonozlu mekanların harap durumdaki kemerlerinden sürülebilen uzun arasta
bulunmaktadır.
63
Vakfiyeye göre Külliyenin işleyişi – Yaşantı
Yapının vakfiyesi bu tür mekanların sosyal ve kurumsal içeriğini anlamak açısından
önemlidir. Bu vakfiyeye göre medresenin 13 hücresi vardır. Bu bilgiyi Ahunbay’ın Darülhadis
plan çizimi desteklemektedir. Ancak plan çizimi ve vakfiyenin yazılması arasındaki yüzyıllarda
hücre sayısına ilişkin değişik rakamlar karşımıza çıkar. 1792’de 14, 1914’de 16 hücre
sayılmıştır. (Kütükoğlu, 2000, 150) Bunlar olasılıkla yapıya ilave edilen barakalardır. Vakfın
idamesi için yapılan dükkanlar külliye hizasında 37 tanedir.
Darülhadisler öğretim hiyerarşisinde en üst düzeydeki öğretim kurumlarıdır.
Vakfiyeden edinilen bilgi 100 akçe maaş bağlanan bir dersiam (müderris) olacağı ve bu kişiye
yardımcı olmak üzere üç kişinin görevlendirileceğidir. Bunlardan ikisi 10’ar, biri 20 akçe maaş
alacaktı. Bunun haricinde hücrelerde kalması planlanmış, derslerde görülen kitapları okuyup
anlayabilecek ve öğretebilecek kabiliyette olan ‘danişmend’lere, dersiamın derslerine devam
şartıyla 10’ar akçe verileceği gene vakfiyede öğretime ilişkin yazılı bir başka husustur.
Kitapların alınması, okunması, külliyeden dışarı çıkılmaması gibi kurallar da vakfiyede yer
almaktadır. Vakfiyede ayrıca her birine ne kadar maaş bağlanacağı kararlaştırılmış ve
külliyenin her ihtiyacı düşünülerek hazırlanmış bir hocalar ve görevliler kadrosu listesi
bulunmaktadır. Bu görevliler arasında mesnevîhan, ferâiz muallimi, imam, müezzin, sirâcî1,
kayyum, buhurcu, dershane, kütüphane, şadırvan, meydan ve abdesthaneleri temizlemekle
görevli ferraşlar, bevvab2, mezbeleci, sebilci, tamirci, kurşuncu, lağımcı, sengtraş yer
almaktadır. (Kütükoğlu, 151) Yaklaşık 35 kişiden oluşan bu kadro, Kuban’ın verdiği bilgiye
göre küçük bir külliyeye tahsis edilen en zengin vakıf kadrolarından biridir. Bu vakfiyeden
edinilen bilgilerin bir yorumu da, kadroda mesnevîhanın yer almasının, Lale Devri’nin özgün
niteliğine işaret etmekte olduğudur. Buna göre Damat İbrahim Paşa ve karısı Fatma Sultan’ın
dönemin tasavvuf ve rintlik atmosferinde özel bir ağırlıkları vardır. (Kuban, 1998, 146)
Yapının Geçirdiği Onarımlar – Dönüşümler
Darülhadis’in geçirdiği tamirlere ilişkin en eski tarihli bilgi 1841 yılına aittir. Sebilin su
yollarının tamir edildiği bu yılın ardından harap olan duvarlar onarılmıştır. 1844 ve 1849
1 Kandili yakmakla görevli. 2 Kütüphane ve darülhadis’in kapısı açıp kapamakla görevli.
64
yıllarındaki tamirler de sebil ve su yolları ile ilgilidir. 1899 depremi için de bir tamir vesikasına
rastlanmıştır. 1902 yılında medresenin kurşunları değiştirilmiştir. (Kütükoğlu, 152)
1959-1960 yıllarında yapının bir restorasyon geçirdiği bilinmektedir. Bu
restorasyondan önce külliye fakir halkın ikamet ettiği bir sefalet yuvası görünümündedir.
1964 yılında odalarının bir kısmı Verem Savaş Derneği tarafından kullanılmıştır. Yapı
günümüzde Doğu Türkistan Vakfı Kültür Merkezi olarak kullanılmaktadır.
Revaklı Caddenin Canlandırılması ve Dönüşümü
Külliyenin İstanbul sosyal hayatındaki olağanüstü yerini almasına mekanlık eden
revaklı dükkanlar (arasta) kentin unuttuğu bir geleneğin yeniden canlandırılması olarak
okunabilir.3 Çünkü arasta, kent geleneğindeki revaklı yolların (embolos) bir uzantısıdır.
(Kuban, 1998, 65) Kuban, Osmanlı tarihinde kentsel düzenlemeler içinde az bulunan
örneklerden saydığı bu revaklı dükkanların yapımını belki de İbrahim Paşa’nın tarihe olan
merakına ve antik kitaplar okumasına borçlu olduğumuzu belirtir. (Kuban, 1998, 146)
3 Şehzadebaşı Caddesi’nde külliyenin karşısında yer alan dükkanların gerisinde geçmişte kapıkulu ve acemi ocakları için yapılan ilk kışla olduğu bilinmektedir. Fetihten hemen sonra inşa edilen kışlanın yer seçimi rivayete göre Haliç tarafından İstanbul’a giren yeniçerilerin buraya bayrak dikmesiyle açıklanır. Aksaray’da 16.yüzyılda Yeni Odalar yapılınca burası Eski Odalar adını almıştır. 1718 yılındaki Cibali yangınında Acemioğlanlar Kışlası ile birlikte Eski Odalar da yanmış, ve ahşap olacak şekilde yeniden inşa edilmiştir. 1826 yılında bu bölgede gerçekleşen yıkım sonrası açılan arsaya Fevziye adı verilmiş ve bu bölge Vakıflar’ın idaresine bırakılmıştır. Vakıf dükkanları bu tarihten sonra inşa edilmiştir. (Sakaoğlu, 1993, 204a) Sakaoğlu’nun verdiği bu bilgiye göre külliye tarafına yapılan dükkanlardan başka yeniçerilerin kışlasına bitişik dükkanlar (45 dükkan) da yapılmıştır.
65
Saraçhane ve yakın çevresindeki doku dönüşümü – kırmızı yapılar yok edilmişleri işaret etmektedir. (kaynak: Divanyolu)
Cerasi’nin yorumu kentsel perspektiflerin yaratılmasına ilişkindir. Bu planlamayı
“mekan içinde süreklilik sağlamak bakımından kısa ömürlü bir deney” olarak nitelemiştir.
(Cerasi, 2006, 110) Kısa ömürlü bir deney olmuştur, çünkü dükkanların önündeki revaklar
daha 1864 yılında düzenlenen bir taslak nizamnamenin atlı tramvayların güzergahlarını
belirlemesiyle yıkılma sürecine girmiştir. (Çelik, 1996, 75) Zaten 1935 yılında tamamlanan
Pervititch haritasında (Vezneciler sigorta planı) revaksız dükkanlar ve aradaki caddede Fatih-
Beyazıt arasında çalışan iki yönlü bir tramvay hattı görülmektedir. Raşit Çavaş’ın verdiği
bilgiye göre sütunlar 1910 yılında yıkılmış ve dükkanlar açığa çıkmıştır. (Çavaş, 1994, 60a)
Son olarak, 1957 yılında Beyazıt’tan Saraçhane’ye uzanan geniş bir cadde açma uğruna
Direklerarası yerle bir edilmiştir. (Arpad, 1988, 233)
Külliye, tramvay yolu ve Direklerarası’ndaki tiyatro yapılarını gösteren Pervitich haritası – 1935 tarihli
66
“Direklerarası Devri”
Damat İbrahim Paşa Külliyesi’ni (özellikle arastasını) İstanbul’un sosyal ve kültürel
yaşamı için son derece önemli hale getiren dönem 19. yüzyılın son çeyreğinde başlamıştır.
Direklerarası’nın asıl eğlenceleri, Ramazan ayında hemen her geniş çayhanede ve
kahvehanede sergilenen Karagöz, meddah, hokkabaz oyunları, kukla ile pehlivan güreşleri
olmuştur. Bunlara daha sonra saz toplulukları ve kantocular da eklenmiştir. (Çavaş, 1994,
60a) Arpad, Direklerarası’nda Şule, Yıldız, Şark, Darüttalim-i Musiki Salonu gibi
kıraathanelerin, Mersin Çayhanesi ve Ferah Muhallebicisi gibi lokallerin ünlü olduğunu ve
Ramazan ayı geldiğinde bu kıraathanelerde gerekli düzenlemelerin yapılarak mekanların saz
topluluklarına ya da meddahlara hazır hale getirildiğini aktarır. (Arpad, 1988, 229)
“Direklerin” görülebildiği ender fotograflardan biri.
(kaynak: Gözlem Yayıncılık Arşivi) Yok Edilen İstanbul adlı kitabındaki bir yazısında Arpad’ın aktardığı gözlemler o
dönemde bu mekanlardaki yaşantıyı anlamak açısından ilginçtir:
67
“Direklerarası adını sürdüren Şehzadebaşı tiyatro ve sinemalarını 1919-1930 yılları
arasında yakından tanıdım. En son melodramları, kantocuları, komik-i şehirleriyle. Ramazan
aylarında Vezneciler’den Saraçhanebaşı’na ulaşan geniş bir alanda sirk çadırları, yaya
kaldırımlarına taşmış çay evleri, meddah bulunduran en son kıraathaneleri, Darüttalim-i Musiki
salonunda saz heyetleri, tiyatro kapılarında “Alte Kamarad”4 marşını çalarak müşteri çağıran
(tuluatçıların deyimiyle antrak <entre acte> yapan) üç kişilik bandosuyla. Osmanlı toplumunda
“temaşa” diye nitelenen bu eğlence-kültür türünün filmle bir programda sunulduğu en son yıllarında
kulisleri tanıdım. İnsanlarıyla tanıştım. Sahne üstü odalarına girdim. Amma yine o yıllarda,
Muhsin Ertuğrul ve arkadaşları, Sabık Dârülbedayi sanatkarları, Cemal Sahir opereti
topluluklarını da, yeni Türk tiyatrosunun doğuş günlerini de 13-18’li yaşların pırıl pırıl
heyecanıyla yaşadım.”(Arpad, 1988, 75)
Bu yıllar Direklerarası’nın ününün sönmeye başladığı yıllardır, 1930’lu yıllarda ise
semt canlılığını büsbütün yitirmiştir. (Arpad, 1984, 5) Direklerarası’nın İstanbul’da modern
tiyatronun kuruluş ve gelişmesinde çok önemli bir yeri vardır. Arpad, Meşrutiyet’e kadar
Direklerarası’nda gerçek biçimiyle tiyatro salonları ve yapıları bulunduğunu gösteren bir
belgeye rastlamadığını belirtir. Eğlenceler gibi tiyatro oyunları da “derme çatma ve çoğu
büyükçe kıraathanelerden bozma salaşlarda” yapılmaktadır. (Arpad, 1988, 231) Meşrutiyetin
ilanından sonra tiyatro topluluklarının sayısı artmış, oyunlar ilgi çekmiş ve bazı işadamları bu
bölgede tiyatro binaları yaptırmıştır. Yaptırılan ilk tiyatro 1911 tarihli Ferah Tiyatrosu’dur.
Ferah Tiyatrosu (kaynak: İstanbul Ansiklopedisi)
4 Alte Kameraden, yakl. 1889 yılında Alman bando bestecisi Carl Teike tarafından bestelenmiş ve zamanla çok sevilmiş bir Alman marşıdır. Dinlemek için: http://www.liedertafel.business.t-online.de/Alte_Kameraden.htm
68
1935 tarihli Pervititch haritasından görülebileceği gibi tiyatro gerektiğinde sirk olarak da
kullanılabilecek şekilde planlanmıştır. Bu tarihten hemen bir yıl sonra Pervititch haritasında
Turan Tiyatrosu (Millet Tiyatrosu) olarak görünen tiyatro binası yapılmıştır. Bu yapı Batılı
örneklere uygun şekilde at nalı biçiminde tasarlanmıştır. Yolun karşı tarafında ise Milli
Sinema5, Hilal Sineması ve Türk Salonu bulunmaktadır. Bunlardan Türk Salonu (Meşrutiyet
öncesinin ünlü Feyziye/Fevziye Kıraathanesi), Damat İbrahim Paşa Külliyesi’nin sebilinin
karşı köşesinde yer alan tek katlı bir yapı olarak tuluatçılara, saz topluluklarına ve tiyatrolara
sahnelik etmiş, sırasıyla Emperyal, Güneş, Felek isimlerini alıp sinema olarak, sonra bir süre
Türk Salonu adıyla dans salonu olarak çalıştırılmıştır. Pervititch’te arsası boş gözükmektedir,
çünkü Milli Sinemacılar tarafından satın alınıp yıktırıldıktan sonra yeni bir tiyatro yapısına
caddenin ileride genişletileceği sebebiyle izin verilmemiştir. Ferah Tiyatrosu yangın sonucu
yok olmuş, Şark Tiyatrosu ve Milli Sinema yol genişletilirken 1957’de yıkılmıştır.
Millet / Turan Sineması ise 1970’lerin sonunda “anıtlar kurulunun konuyu benimsememesi
yüzünden” yok edilmiştir. Arpad “Halbuki gerçek bir tiyatro yapısı olduğu için korunmalıydı”
demektedir. (1988, 233)
Direklerarası’nda tiyatro grupları “kumpanyalar” ve “topluluklar” olarak ikiye
ayrılırdı. Kumpanya tuluatçılar için kullanılan deyimdi. Önemli kumpanyalar arasında
Osmanlı Komedi Tiyatrosu, Türk Temaşa Heyeti, Halk tiyatrosu, Darüttemsil heyeti
sayılabilir. Bu kumpanyalarda, metne dayalı piyesler ve komediler değil, tuluatçıların kendi
deyimleriyle ‘kanava’da oluşan söz oyunları, basmakalıp yutturmacalar, en kaba düzeyde bir
güldürü doğaçlama oynanmıştır. Taslak hemen hemen hiç değişmemiş, orta oyunu ve
Karagöz tekerlemelerinden esinlenmiş ikili konuşmalarla seyirciler güldürülmüştür. Komik-i
Şehir (ünlü komik), İbiş, Fıstık ve benzeri adlarla anılırdı. Dümbüllü İsmail ve Naşit Bey
(Naşit Özcan) dönemin ünlü ‘Komik-i Şehir’lerindendir.
Tuluat kumpanyalarındaki bazı oyun adlarını Burhan Arpad şu şekilde aktarmıştır:
Beyimin Tiyatroya Merakı, Yahudi Doktorun Metresi, Sürpik Dudu, Ağamız Eğleniyor,
Hoşkadem Gebe, Kayseri Bülbülleri, Ballı Baba, Sakallı Gelin, Rüyada Taaşşuk. (Arpad,
1988, 235)
5 Acemoğlu Hamamı’nın bulunduğu sokakta eski bir handan dönüştürülmüş yapıdır. Önce Ertuğrul Sineması, sonra Sahir Tiyatrosu olmuş(Cemal Sahir Opereti’ne sahnelik etmiş), sonra Milli Sinema adıyla bir kırtasiyeci tarafından çalıştırılmıştır.
69
Sevengil tuluatçılığı, kodamanlarının sürekli maskaralık yaparak ortalığı kasıp
kavurdukları ve sürekli olarak para kazandıkları, “halkın beğenisini bayağılaştıran sanat
eşkiyalığı” olarak görmekte ve şöyle demektedir:
“Saray halkı, vekiller, vezirler, zenginler sınıfı binlerce kadın ve erkek Kel Hasan’ın süpürge
sopasını biçare Ali Rıza Efendi’nin kafasına nasıl indireceğini, gaz tenekesinin sahnede nasıl
yuvarlanacağını, uşağın evin hanımına nasıl arsızca ilan-ı aşk edeceğini görüp eğlenmek için
saatlerce yoldan araba tutup Şehzadebaşı’na gelirlerdi.” (Sevengil, 1998, 142)
Tuluatçıların bir başka önemli kolu da kantoculardır. Burhan Arpad’a göre tuluat
tiyatrosunun en olumsuz yanı olan bu gösteri, “kadın şarkıcıların yırtmaçlı eteğinden bacağını
ya da tombul kollarını, göğsünü cömertçe sergilemesi”nden ibarettir. Arpad’ın saydığı ünlü
kantocular Peruz, Kamelya, Viktorya Haçıkyan, Şamran, Verjin, Niko ve Amelya Kardeşler
ve Zarife’dir. (Arpad, 1998, 235)
Sevengil’in kantocular hakkındaki fikirleri de Arpad’ınkilere benzer. Ona göre “hiçbir
estetik değeri olmayan bir beste, güfte ve dans” olan kantoda önem taşıyan ne müziktir ne de
dans. Amaç, çıplak bir kadının beden hareketleriyle halkın uyarılıp ilgisinin çekilmesi ve
salonu yıkacak biçimde kopan ve coşan alkışları elde etmektir. (Sevengil, 1998, 143)
Diğer tiyatro grupları ise topluluklar adını almış ve ciddi oyunlar sergilemişlerdir.
Mınakyan Efendi Osmanlı Dram Heyeti, İstanbul Operet Heyeti (1920-1923), Sahir Opereti
(1922-1928), Sabık Darülbedayi Sanatkarları (1923-1924), Ertuğrul Muhsin ve arkadaşları
(1925), Raşit Rıza ve arkadaşları / Türk Tiyatrosu (1927), Aktör Faik Bey ve yazar İbnürrefik
Ahmet Nuri Bey / Şehir Tiyatrosu (1927-1928) Burhan Arpad’ın aktardığı önemli tiyatro
topluluklarıdır. Bununla birlikte Ertuğrul Muhsin’in 1925 Ramazanı’nda Ferah Tiyatrosu’nda
sunduğu oyunlar repertuarın niteliği açısından Türk Tiyatrosu tarihinde çok önemlidir. O
güne kadar sadece adapte Fransız vodvillerini ya da romantik piyesleri izleyebilmiş
tiyatroseverler İbsen, Stringberg, Andriyev’i tanıma fırsatı bulmuşlardır. Vedat Nedim Tör’ün
‘sosyal eğilimli’ oyunu “İşsizler” de Ferah Tiyatrosu’nda oynanmıştır.6 (Arpad, 1988, 239)
6 1924 Ferah Sezonu: Bu sezonda ilk kez öğrencilere indirimli matineler düzenlenmiş, salona eğitici pankartlar asılmış ve seyircilere tiyatro konusunda bilgi veren broşürler dağıtılmıştır. (İstanbul, 1993, 291b)
70
Damat İbrahim Paşa Külliyesi’nin arastasındaki dükkanların önce kıraathaneler,
çayhaneler ve lokaller olarak, sonrasında da tiyatro girişleri olarak kullanılmasıyla (Pervititch
haritasında özellikle Ferah ve Turan Sinemaları için bu çok belirgindir) semtte yukarıda
anlatılmaya çalışıldığı gibi bir kültür-eğlence canlanması olmuştur. Andre Antoine’ın Türk
Tiyatrosunu kurma çabaları Letafet Apartmanı’nda başlamıştır.
Letafet Apartmanı (kaynak: İstanbul Ansiklopedisi) Burhan Arpad “İstanbul Konservatuarı için de aynı yerin seçilmesi rastlantı değil.”
demektedir. (Arpad, 1988, 228) Damat İbrahim Paşa, revaklı dükkanlarını yaptırırken Lale
Devri’nden yaklaşık 150 yıl sonra İstanbulluyu yeniden sokağa çıkartan bu dönemin ve
mekanın oluşumuna bilmeden katkı sağlamıştır.
Şu anda ise geçmişiyle bağını koparmış ve bambaşka bir kent aksına dönüşmüş
caddenin o dönemki halini hayal etmek gravürler de olmasa imkansız hale gelmiştir.
Yıkılmaktan kurtulmuş dükkanlardan geriye kalan kepenklerin ve tabelaların arasında zar zor
seçilebilen kemerlerdir. Külliyenin ana yapısının kentten soyutlanmış kullanımı, üzüntü verici
olmakla birlikte henüz (!) geriye dönüşü olmayan uygulamalar ve yıkımlar yapılmadığı için
teselli edicidir.
71
KAYNAKLAR
(1) Ahunbay, Z., Medreseler mad., “İstanbul Ansiklopedisi”, Türkiye Ekonomik ve
Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul, 1993, c.5, s. 320-326
(2) Altınay, A.R., Lale Devri, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Yayınları, Ankara, 1973
(3) And, M., Meddahlık mad., “İstanbul Ansiklopedisi”, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal
Tarih Vakfı, İstanbul, 1993, c.5, s. 320
(4) Arpad, B., Direklerarası ‘Türk Tiyatrosundan Hikayeler’, Türkiye Turing Ve
Otomobil Kurumu Yayını, İstanbu, 1984
(5) Arpad, B., Yok Edilen İstanbul, Türkiye Turing Ve Otomobil Kurumu Yayını,
İstanbul, 1984, s.75-78; 228-241
(6) Cerasi, M., Divanyolu, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2006
(7) Çavaş, R., Andre Antoine mad. “İstanbul Ansiklopedisi”, Türkiye Ekonomik ve
Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul, 1993, c.1, s. 281
(8) Çavaş, R., Direklerarası mad., “İstanbul Ansiklopedisi”, Türkiye Ekonomik ve
Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul, 1993, c.3, s. 60-61
(9) Çelik, Z., Değişen İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998
(10) Çerçi, F., Damat İbrahim Paşa ve Nevşehir, İlya Yayınevi, İzmir, 2003
(11) Eyice, S., Arastalar mad., “İstanbul Ansiklopedisi”, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal
Tarih Vakfı, İstanbul, 1993, c. 1, s.296-297
(12) http://www.liedertafel.business.t-online.de/Alte_Kameraden.htm (Alte
Kameraden marşı için)
(13) İstanbul, Ferah Tiyatrosu mad., “İstanbul Ansiklopedisi”, Türkiye Ekonomik ve
Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul, 1993, c.3, s. 291b
(14) İstanbul, Fevziye Kıraathanesi mad., “İstanbul Ansiklopedisi”, Türkiye Ekonomik ve
Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul, 1993, c.3, s. 307-308
(15) Kuban, D., Kent ve Mimarlık Üzerine İstanbul Yazıları, YEM Yayın, İstanbul,
1998
(16) Kütükoğlu, M., XX. Asra Erişen İstanbul Medreseleri, Türk Tarih Vakfı Yayınları,
2000, s. 150-153
(17) Sakaoğlu, N., İbrahim Paşa (Damat) mad., “İstanbul Ansiklopedisi”, Türkiye
Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul, 1993, c. 4, s.126-127.
(18) Sevengil, R.A., İstanbul Nasıl Eğleniyordu?, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998
72
(19) Suner, Y., Letafet Apartmanı mad., “İstanbul Ansiklopedisi”, Türkiye Ekonomik ve
Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul, 1993, c.5, s. 203b-c
(20) Süreyya, M., Sicill-i Osmani Osmanlı Ünlüleri, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
İstanbul, 1996, c.3, s.778-779
73
TAYYARE ŞEHİTLERİ ABİDESİ VE “SARAÇHANE KENTSEL BOŞLUĞU” NUN OLUŞUM SÜRECİ
Osmanlı Devletinde Tanzimat Fermanı ile yoğunlaşan Batılılaşma sürecinde, havacılık
konusundaki yaşanan gelişmelerin hüzünlü bir göstergesi olan Tayyare Şehitleri Anıtı, 1916
yılından bu yana Fatih Saraçhane’de kent algısındaki yerini korumaktadır. 8 Şubat 1914’te
İstanbul’dan İskenderiye’ye yola çıkan ve hayatlarını kaybeden Fethi, Sadık ve Nuri Beylerin
anısına dikilen bu anıt, Abide-i Hürriyet anıtıyla beraber Osmanlı döneminde başka örneği
bulunmayan alan anıtlarını oluşturmaktadır. (Ergin, 1996, 229)
Temeli 2 Nisan 1914’te atılmış, 1916
yılında tamamlanmıştır. Beyaz mermer ve
bronzdan yapılan anıtın mimarı, ulusal mimarlığın
önemli temsilcilerinden ve dönemin Sermimar-ı
Hazret-i Şehriyarı Vedat Tek’tir. Anıt, köşelerinde
bir ve her köşe arasında ise iki adet olmak üzere
toplam 12 figüratif eleman ve bordürlerle çevrili
6,02 m x 6,02 m ‘lik yeşil bir alanın ortasına
yerleşmektedir. Taban alanı 2,01m x 2,01 m olup,
kaidesinin üstünde yer alan 84 cm çapında bir
dikilitaşla 7,50 metre kadar yükselmektedir.
(Batur,2003,122)
Anıtın kaidesi, dört köşesinde de klasik Osmanlı
cephe mimarisinde çok sık karşılaşılan
“kademeleşme” ile başlayıp, birer ulusal mimarlık Anıtın önden görünüşü
biçimine dönüşmüş babalara sahip yüksek bir podyuma
oturmaktadır. Podyumda bu kademeleşmenin yarattığı üçgen alanlarda ve kaidenin birçok
noktasında özenle tasarlanmış dekoratif örgüler yer almaktadır. Bu örgüler özellikle kaidenin Fatih
Kaymakamlığı’na bakan cephesi ve simetriği olan cephelerdeki iki madalyonda kendini
göstermektedir. Kaidenin diğer iki cephesinde ise bronz madalyonlar bulunmaktadır.
Madalyonlardan biri kitabeyi içerirken, diğeri ise yolculuğu anlatan bir rölyefi taşır.
74
Bu rölyefte, uçağın kalkış
yönünde Beyazıt Kulesi, Seraskerat
Giriş Kapısı ve camileriyle İstanbul
betimlenirken, sol köşesinde
yolculuğun varış noktası olan
İskenderiye (Mısır) Piramitler ile
tasvir edilmiştir.(Batur,2003,122)
Kaide mermer bir halka ile
sonlanırken, kaideyi, dikili olan
sütun parçasının yivlendirilmiş
kısmına bağlayan bronz bir bilezik izlemektedir. Yolculuğu anlatan madalyon ve
Bu yivlendirilmiş kısmın sonlanmasını Yiğit Senem tarafından çıkarılmış mulajı
ise ön cephede yer alan defne yaprağının taşıtıldığı bronz bilezik ve anıtın son kısmı olan ucu
kırık düz mermer sütun izlemektedir. Madalyonlarda izlenen sembolik anlatım, bu kısımda da
kendini yarım kalan yolculuğu kırık bir sütun olarak figürleştirerek göstermektedir.
Anıtın konumlandığı Saraçhane semti ise, Bizans döneminden itibaren kentte önemli yapı
faaliyetlerinin gerçekleştiği bir bölge olma özelliğine sahiptir. Bizans döneminde kentin ana ekseni
olan Mese’den ,“Philadelphion” olarak adlandırılan noktada ayrılıp, Edirnekapı’ya yönelen ikincil
bir caddenin bu bölgeden geçtiği düşünülmektedir. Bu durumla birlikte önem kazanmış
olabilecek bölgede, kentin su ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılmış olan Valens su kemeri ve
524-527 yılları arasında yaptırılmış olan Hagios Polyeuktos Kilisesi dönemin bilinen önemli
yapıları arasındadır. Bu yapılara ek olarak yeri aslında tam olarak tespit edilememiş ancak Semavi
Eyice’ye göre Belediye sarayının bulunduğu mevkide yer almış olan ve kilisenin banisi Anikia
İuliana’nın kendi adına yaptırdığı saray da bölgeye önem kazandıran diğer önemli bir yapıyı
oluşturur.
Bölge bugünkü “Saraçhanebaşı” adını ise II. Mehmet’in 1475 yılında yaptırmış olduğu
İstanbul Saraçhanesi’nden almaktadır. 20. yüzyıl başına kadar Saraçhanede sayıları kimi kaynaklara
göre 320’den 1.084 e kadar değişen dükkanlar mevcuttur. Bu dükkanlar önemli bir çekim gücü
yaratmış olmalı ki, bölgede daha sonraki yıllarda birçok yeni imar hareketiyle ortadan kaldırılacak
mescit, hamam ve külliyenin inşasına neden olmuştur. (İstanbul, 1996, 457) İstanbul kent
dokusunda bugün bile hissedilen “saraçhane kentsel boşluğu”nun oluşum nedenlerinin başında
75
ise, bütün tarihi yarımadada benzer sonuçlara neden olan büyük İstanbul yangınları gelmektedir.
Dar ve çıkmaz sokaklarda, birbirlerine bitişik bir düzen içinde konumlanmış olan ahşap yapı
topluluklarından oluşan bir kent dokusuna sahip tarihi yarımadada, yaşanan birçok yangının
ardından yeni imar planlamaları uygulanmaya çalışılmıştır. Modern bir kent dokusu oluşturmak
üzere yapılan bu planlarda mümkün olduğunca“grid sistem” kullanılmıştır.1 Başta 1856 Aksaray ve
1865 Hocapaşa yangınlarının sonuçları olarak, sokaklar ve yapılaşma adalarını oluşturmak üzere
Islahat-ı Turuk Komisyonu kurulmuştur. 1869 yılında feshedilen bu komisyon tarafından özellikle
Hocapaşa yangınından etkilenmiş bölgeler için birtakım nazım imar planları hazırlanmıştır. Bu
planlarda kentin bugün bile önemini koruyan birçok ana caddesi oluşturulmuştur. Bunların
başında gelen Divanyolu , ITK Komisyonunun uygun gördüğü bir takım istimlak ve yıkımlarla
bugünkü şeklini almıştır. Divanyolu’nun bu şekillenmesi, aynı zamanda Türkiye’de “korumacılık”
kavramının da ilk kez sorgulanmaya başlandığı uygulanmalardan birini teşkil etmektedir. (Çelik,
1986, 49) Başta Çemberlitaş meydanının düzenlenmesi olmak üzere, Ayasofya ve Süleymaniye
külliyelerine bitişik nizamdaki ahşap binaların yıkımı, bu korumacılık anlayışının önemli
örneklerini oluşturmaktadır.
19. yüzyılda şehircilik alanında yaşanan bu değişimler 20. yüzyılın başlarında da kentte
meydana gelen birkaç büyük yangınla beraber kendini göstermeye devam etmiştir. 23 ağustos
1908 günü meydana gelen Çırçır yangınından, başta Saraçhane olmak üzere, birçok semt
etkilenmiş ve 1500 civarında yapı hasar görmüştür.2 Bu yangınla birlikte oluşan bu büyük kentsel
boşluk, kente daha önceden de batılılaşma ve modernleşme adına yapılan yenilikler için yeni bir
şantiye alanı kazandırmıştır. Pervititch haritalarından da fark edildiği üzere bölgede grid sistem
oluşturularak, geniş caddeler planlanmış ve yapılaşma için ise yeni parseller öngörülmüştür. Bu
parsellerin bir kısmının kamu hizmetine, yeşil alanlara ayrılması ile, daha sonraki yıllarda
eklenecek istimlakler yoluyla oluşacak “saraçhane kentsel boşluğu”nun ilk halkası yaratılmıştır.
Bu ilk halka, 1912 yılında mimar Yervant Terziyan tarafından tasarlanmış olan Fatih
Kaymakamlığı ve 1916 yılında önündeki parka inşa edilmiş olan Tayyare şehitleri anıtı ile bölgede
yeni bir kamusal alan biçimlenmesine örnek teşkil etmiştir. Tasarlanmış olan bu alan, Osmanlı
mimarlığının klasik biçimlenmesinde etkin olan dini yapı merkeziyetli kamusal alan
şekillenmesinin aksine batıdaki örneklerine yaklaşan bir meydan anlayışıyla biçimlenmiştir. Fatih
kaymakamlığı, Tayyare Şehitleri Anıtı ve bunlara daha sonra eklenen İtfaiye yapıları, birbirleri ile
mimari bir dil bütünlüğü yaratarak, kent algısı içinde ulusal mimarlığın temsilcisi olan bir meydan
denemesinin sonucunu oluşturmuştur. (Kızıldere, 2005, 94)
76
Bölgede oluşan bu
şekillenme sırasında kentin ana
caddelerinden biri olarak
düşünülmüş olan İtfaiye Caddesi
yerini 26 Şubat 1943’te törenle
açılmış olan Atatürk Bulvarı’na
bırakmış olmalıdır. Bu bulvarın
açılması için yapılmış olan
istimlak uygulamaları, Pervititch
haritalarının bugünkü mevcut
durumla karşılaştırılması ile çok
kolay okunabilmektedir. Bu
istimlak uygulamalarına ek olarak Pervititich Haritası’nda (Axa Oyak, İstanbul 2000 )
1964 yılında yapılan Haşim İşcan Tayyare Şehitleri Anıtı’nın dikilmiş olduğu park ve dolayları çıkan Hagios Polyeuktos Kilisesi’nin temelleri de, bölgede yeni kentsel boşlukların oluşmasına yol açmıştır. 1958/1960 yılları arasında
modern mimarlığın Türkiye’deki ilk örneklerinden biri sayılan İstanbul Belediye Sarayı’nın inşası
ise, bölgeyi birçok mimari kimliğin kesiştiği bir nokta durumuna getirmiştir. Ancak bu kimliklerin
ortaya çıkmasına neden olan ulaşım bağlantıları ne yazık ki bugün bölgeyi bir çekim noktası haline
getirmek yerine, ulaşım amacıyla kullanılan bir düğüm noktası niteliğinde bırakmıştır.(İstanbul,
1996, 458)
1 Bu grid sistemin uygulanabilmesi için 1882 yılında yayımlanacak olan Ebniye
Kanunu’nda “tarla kuralı” olarak geçecek bir dizi yasal uygulama gerçekleştirilmiştir. Tarla
kuralına göre üzerinde yer alan yapılardan en az on tanesinin yanmasıyla sonuçlanan bir yangın
sonucunda arsanın tarla kabul edilip, yeniden planlanıp, parsellenmesi öngörülmektedir. (Çelik,
1986, 43) 2 Alaiyeli Aşık Kemal’in 28 dörtlükten oluşan Çırçır At Pazarı Yangın Destanı’nda
yangının Bakkal sokağından çıktığı, At Pazarı civarının yanıp kül olduğu, Saraçhane, Kıztaşı,
Sofular semtlerinin harabeye döndüğü, yardım toplandığı ve halka çadır verildiği gibi bilgiler yer
almaktadır. (KOZ, 1996, 425) Ayrıca Osman Nuri Ergin’in Mecelle-i Umur-i Belediyye’sine göre
yangın tarihi 13 ağustos 1908 ve bu yangından etkilenen bina sayısı ise 1324’tür.
77
ALTIN KANATLARIN YOLCULUĞU
Balkan Savaşları’ndan yeni çıkmış olan Osmanlı Devleti’nde savaşın yol açtığı prestij kaybını
silmek ve de halkın moralini yüksek tutmak üzere İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından, iki
uçaktan oluşacak bir ekiple İstanbul – İskenderiye arasında kat edilecek bir uçuş planlanmıştır.
“Altın kanatlar” olarak adlandırılan bu uçuş için, Eskişehir – Afyon – Konya – Ulukışla – Adana -
Halep – Humus – Beyrut – Şam – Kudüs – El’ariş – Port Said – Kahire’yi takip eden ve
İskenderiye’de sonlanması planlanan 2515 km’lik bir uçuş güzergahı oluşturulmuştur. Bu uçuş,
başta Enver Paşa olmak üzere Talat ve Cemal Paşaların da katılımıyla çok ciddi bir organizasyona
dönüşür. Uçakların takip edeceği rota üzerindeki belirli noktalara gerekli yer hizmeti, benzin,
yedek parça sağlanacağı istasyonlar kurulur ve aynı anda uçaklara karadan takip olanakları sağlanır.
Altın kanatların yolculuğu, 8 Şubat 1914’te Yeşilköy’de,
o günkü adıyla Ayastefanos’ta kurulmuş olan Tayyare
Mektebi’nden kalkan iki uçakla başlamıştır. “Muavenet-i
Milliye” isimli BLEROIT XI/B tipi ilk uçağın pilotları Yzb.
Fethi Bey ve Yzb. Sadık Bey’dir. 1887 yılında İstanbul
Ayazpaşa’da doğup, 1907 yılında Bahariye Mektebini bitiren
tayyareci Fethi Bey, 3 Temmuz 1912 tarihinde İngiltere Bristol
uçak fabrikasına “uçak makinistliği” eğitimi almak üzere
gönderilir. Uçuşa olan yeteneğinin fark edilmesi üzerine
kendisine uçuş eğitimi de verilir. Ülkesine döndükten sonra ise
Türkiye’de pilotluk görevine yükselen ilk 8 kişiden biri olarak
büyük bir başarı gösterir. ŞEHİT HV.PLT.KD.YZB.
MEHMET FETHİ BEY (1887-1914)
Fethi Bey’in yardımcısı Sadık Bey ise 1887 yılında Selanik’te doğmuş, Manastır Askeri
Lisesi’ni bitirmiş ve Harbiye’den teğmen olarak mezun olmuştur. Trablusgarp savaşında Enver
Paşa ile aktif rol almış ve Enver Paşa’nın Harbiye Nazırlığı’na getirilmesi ile Başkatiplik görevini
üstlenmiştir. Başarılarından dolayı seçilen bu ilk grup pilotun yolculukları uçuşlarının Şam –
Kudüs parkurunu gerçekleştirmek üzere havalandıkları 27 Şubat 1914 günü bilinmeyen bir
sebepten ötürü düşmeleri sonucu Şam’ın Taberiye Gölü yakınlarında son bulur.
“Muavenet-i Milliye” isimli uçakla aynı gün hareket eden “Prens Celaleddin” isimli
DEPERDUSSIN tipi ikinci uçağın pilotları ise Teğmen Nuri Bey ve İsmail Hakkı Bey’dir.
78
Teğmen Nuri Bey 1890 yılında İstanbul’da doğmuş, uçuş eğitimini topçu olarak gönderildiği
Fransa’da almıştır. Yzb. Fethi Bey ile birlikte Garbi Rumeli Ordusu’nun emrindeki Tayyare
müfrezesinde yer alarak Balkan savaşlarında aktif rol oynamıştır. Pilotlar kötü hava şartları ve
mekanik arızalara rağmen birinci ekibin kat ettiği rotaya yakın bir güzergah izleyerek 27 Şubat
1914 günü Şam’a varırlar. Ancak vardıklarında Fethi ve Sadık Bey’in cenazeleriyle karşılaşırlar.
Kendileri de 11 Mart 1914 günü Yafa’dan Kudüs’e hareket etmek için havalanırken irtifa
kaybederek denize düşerler. Yzb. Fethi Bey, Yzb. Sadık Bey ve Teğmen Nuri Bey Türk Hava
Kuvvetleri’nin ilk şehitleri olarak tarihteki yerlerini alarak, Şam’daki Selahaddin Eyyübi Türbesi’ne
defnedilirler.
Yaşanan bu kazaların o dönem zarfında toplumda yarattığı iz o kadar derin olmalı ki,
kalabalık bir halk kitlesinin de katılımıyla temeli atılan Tayyare Şehitleri Anıtı bugün Fatih
Saraçhane’deki yerini korumaktadır. Türk Havacılık Tarihi’nin bu ilk şehitleri için yalnız
Saraçhane’de değil aynı zamanda şehit düştükleri yer olan Şam’da Taberiye Gölü’nün doğusunda
yer alan “Ayn Gev” yakınlarında da bir anıt dikilmiştir. (YILMAZER, Bülent)
Bu olayların gerek sosyal bellekte gerekse kent belleğinde bıraktığı izler yalnızca şehitlere
adanan iki anıtın dikilmesi ile sınırlı kalmamıştır. Muğla’nın “Megri” kasabasının adının “Fethiye”
olarak değiştirilmesi ve Sebilci Hafız Hüseyin Efendi’nin seslendirdiği neveser bir taş plak eser de
bu olayın toplumun belleklerindeki farklı yansımalarıdır.
“Telli turnam gibi çıktın yuvadan Dedi o saklar, kötü gözden yaradan, Dedim o saklar, kötü gözden yaradan, Yine akşam oldu ezan sesi var, Bülbüllerin güle karşı yeisi var, Bülbüllerin güle karşı yeisi var, O yavrumun benden gayri nesi var, O yavrumun benden gayri nesi var, Ağla annem, ağlamanın yeridir, Tayyareden düşen oğul Fethi’dir. “ Sebilci Hafız Hüseyin Efendi. 1914
Kaybedilen pilotlar ve düşen uçaklar, uçuş projesinin rafa kaldırılmasıyla
sonuçlanmamıştır. Aksine, ilk ekibin düşüşünün ardından 6 Mart 1914 tarihinde “Ertuğrul” isimli
BLERIOT tipi bir başka uçak, tayyareci Salim ve Kemal Beyler yönetiminde İstanbul’dan yola
79
çıkar. Ancak aksilik onlarında peşlerini bırakmaz ve 13 Mart 1914 günü Edremit yakınlarında
düşerler. Edremit halkı kendi aralarında para toplayarak projenin devamı için yeni bir uçak satın
alırlar. “Edremit” ismi verilen BLERIOT tipi uçak bu sefer “Sardiye” isimli gemiyle 11 Nisan
1914 tarihinde Galata rıhtımından Beyrut’a hareket eder. 19 Nisan 1914 günü Beyrut’tan başlayan
yolculuk, Kudüs, El’ariş ve Port Said’i izleyerek 9 Mayıs’ta Kahire, ardından 15 Mayıs’ta
İskenderiye’ye vararak hedeflendiği gibi sonlanır. 22 Mayıs 1914 tarihinde ise Romen bandıralı
“Daçya” gemisi ile İstanbul’a hareket etmek üzere İskenderiye’den ayrılır.
Türk havacılık tarihinin ilk şehitlerinin verildiği bu yolculuk, aynı zamanda havacılık
tarihinde birkaç ilke daha sahne olmuştur. 9 Şubat 1914 günü Nuri ve İsmail Hakkı Beylerin
komutasındaki “Prens Celaleddin” uçağıyla Lefke – Bilecik arasında ilk Türk hava postası
taşınmıştır. Ayrıca 11 Şubat günü Konya’dan havalanan “Muavenet-i milliye” uçağıyla Fethi Bey
yaptığı 4000 metre irtifa ile Toros Dağları’nı aşarak Türk havacılık tarihindeki ilk yüksek irtifa
rekorunu elde etmiştir.
Türk tarihinde, gerek
kişileriyle gerekse başarılarıyla
önem kazanan bu uçuş, 2000’li
yılların başlarında TRT
önderliğinde başlatılan “Altın
Kanatlar Projesi” kapsamında
tekrar yaşatılmaya çalışılmıştır.
TRT, ODTÜ Havacılık
Mühendisliği Bölümü,
Teknotasarım Şirketleri ve Türk
Hava Kuvvetleri 2. Hava İkmal
Merkezi’yle yürütülen ortaklaşa
bir çalışma ile Kayseri 2. Hava Türk hava Kuvvetler bünyesinde hizmet yapmış olan Bleriot tipi uçaklar (THK Uçak Albümü İkmal Merkezi’nde 1914 tarihindeki uçuşta kullanılmış olan BLERIOT XI modeli 2 uçak, bugünün sinyalizasyon teknolojisine sahip
bir yenilemeye tabi tutularak tekrar üretilmiştir. Bu uçaklar 15 Mayıs 2001 tarihinde İstanbul’dan
havalanmıştır. Fethi Beylerin 1914 yılındaki uçuşlarında izlediğine yakın bir uçuş rotası izleyerek
18 Haziran 2001 günü İskenderiye’ye varılmıştır. Tekrar gerçekleştirilmiş olan bu uçuş için, 87 yıl
öncesinin bilgilerini de içeren üç bölümlük bir belgesel oluşturulmuş ve TRT de yayınlanmıştır.
80
Bu uçuşa katılmış olan uçaklar ise Ankara Etimesgut Havacılık Müzesi ve İstanbul Yeşilköy
Havacılık Müzelerinde sergilenmektedir.
Bu yazının yazımında kullanılan bilgiler, Hava Kuvvetleri Komutanlığının web sitesinde yer alan, adı geçen kişiler ve uçuşla ilgili künye ve yazılardan derlenmiştir.
KAYNAKLAR BATUR, Afife (2003). M. Vedad Tek Kimliğinin İzinde Bir Mimar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul CEZAR, Mustafa (1963). Osmanlı Devrinde İstanbul yapılarında tahribat yapan yangınlar ve tabii afetler, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Türk San’atı Tarihi Enstitüsü Araşturma ve İncelemeleri c.I, 415-434, İstanbul ÇELİK, Zeynep (1986). 19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti Değişen İstanbul, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul ERGİN, Nilüfer (1996). Tayyare Şehitleri Anıtı , İstanbul Ansiklopedisi c.VII , 229, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul ERGİN, Osman Nuri (1995). Mecelle-i Umur-i Belediye, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul EYİCE, Semavi (2006). Tarih Boyunca İstanbul, Etkileşim Yayınları, İstanbul KIZILDERE, Selda (2005). İstanbul’da Birinci Ulusal Mimarlık dönemi yapıları’nın kent bütünü içindeki yerinin değerlendirilmesi, İTÜ Dergisi c.2 sayı:1, 87-95, İstanbul KOZ, M. Sabri (1996). Yangın Destanları , İstanbul Ansiklopedisi c.VII, 425-426, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul SÖZEN, Metin (1984). Cumhuriyet Dönemi Türk Mimarlığı, İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara SÖZEN, Metin ve TAPAN, Mete (1973). 50 Yılın Türk Mimarisi, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul İSTANBUL (1996). Saraçhanebaşı, İstanbul Ansiklopedisi c. VI , 457- 458, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul
81
İSTANBUL BELEDİYE SARAYI
1953 yılında ulusal bir mimarlık
yarışması sonucu Nevzat Erol tarafından
tasarlanan İstanbul Belediye Sarayı
yapıldığı dönem ve yer nedeniyle
Türkiye’deki mimarlık anlayışının değişim
sürecinin dönüm noktalarından biridir.
Yapının inşa edildiği dönem olan İkinci
Dünya Savaşı’nı izleyen on yıl içerisindeki
mimarlık ortamına bakıldığında, savaşın
etkisinden sıyrılmış olan dünyada, yeni fikir ve tasarım anlayışlarının yaygınlaştığı ve bunun
Türkiye’deki mimarlık ortamını etkilemesi sonucu özellikle büyük şehirlerde kent kimliğini
dönüştüren büyük ölçekli yapılar inşa edilmeye başlandığı görülmektedir. İstanbul Büyükşehir
Belediyesi kurumunu temsil eden yapı, şehrin en önemli arterlerinden birinde şehir siluetinde
önemli bir rol oynayacak şekilde konumlanması nedeniyle, kent kimliğine önemli katkıda
bulunmuştur. İstanbul Belediye Sarayı, II. Ulusal Mimarlık akımının etkisinin kaybettiği sırada
açılan ulusal mimarlık yarışmasını modern tasarıma sahip olarak kazanması nedeniyle modernist
akımın başlamasının simgesi haline gelmiştir.
İkinci dünya savaşından sonra çoğunlukla tahrip edilmiş olan Avrupa kentleriyle aynı
kaderi paylaşmasa da İstanbul, dış basın kaynaklı yeni fikirlerin henüz uygulanmadığı bir kentti ve
savaşın ekonomik zorlukları sonucunda, daha göç akımına uğramamış imar alanları ve yeşil
alanlarla doluydu. Bu haliyle yeni şehirsel planlara ve büyük imar projelerine açık bir şehir tablosu
çiziyordu. “Geriye baktığımız zaman, fiziksel çevredeki büyük değişmelerin, yeni dünya sisteminin
ve dolayısıyla ekonomisinin parçası olduğumuz 1950’li yıllardan sonra ortaya çıkan uluslararası
konjonktürlerin doğrultusunda başladığını, fakat bu atılımın Cumhuriyet’in İkinci Dünya
Savaşı’ndan önce biriktirdiği spritüel enerjiye dayanarak ve o dönemin yetiştirdiği dünya ile
bütünleşmeye hazır insanlar eliyle gerçekleştirdiğini görüyoruz. Başka bir deyişle yüzyılın birinci
yarısı bir ölüm kalım savaşı, bir nehakat ve yeni bir kimliğin tanımı dönemi, ikinci yarısı ise bu
yeni varlığın kendini kanıtlama dönemidir.”(Enis Kortan,Mimarlık Antolojisi)Bu dönemde
İstanbul’da toplum ile dünyanın ilişkisinin simgesi olabilecek, uluslararası standartlara uygun
örneğin adliye sarayı, konser salonu, konferans salonu gibi büyük ölçekli yapı ve yapı grupları inşa
82
ediliyordu. Belediye Sarayı’nın yapımına ulusal mimarlık tasarım yarışması sonucu bu tip ihtiyaca
yönelik bir yaklaşımla karar verilmiştir.
1950’ler ve Modernizm
Aynı yılların dünyadaki mimari tasarım ortamına göz atıldığında yeni bir Modernizm
akımının dünyada etkisini göstermeye başladığı görülür. Savaşın sona ermesinin etkisiyle tasarım
içerikli yurtdışı yayınlar Türkiye’ye yeniden ulaşmaya ve özellikle akademik ortam olmak üzere
dönemin Türk mimarlarını etkilemeye başlamıştır. Domus ve L’architecture d’aujourd’hui gibi
yurtdışı kaynaklı ve Arkitekt gibi yurtiçi tasarım
dergilerinde yayınlanan, çoğunlukla Amerika, Fransa,
İtalya ve Brezilya’da yapılan tasarımlarda Modernizm
ilkelerinin yeniden önem kazandığı görülür.
Modernizin ilkelerine kısaca göz atmak gerekirse, Le
Corbuser’in 1920’lerde mimarlığa getirmiş olduğu beş ilke
kıstas alınabilir. Bu ilkeler: Ronchamp Tapınağı
1)Pilotiler. Kolonlar kiriş ve döşemeler vasıtası ile bütün yükleri taşırlar ve duvarları
taşıyıcı olmaktan kurtarırlar2) İskelet ve duvarlar görsel olarak birbirinden bağımsızdır. Dolayısıyla
sürekli, şerit şeklinde pencereler yapmak olanaklı hale gelir.
3) Bağımsız plan. Bölme iç mekânı biçimlendirilen öğeler olarak kullanılırlar; çok katlı
yapılarda değişik katlarda değişik düzenlemeler yapma olanağı vardır.
4) Bağımsız cephe. İskelet strüktür tarzının doğruya sonucudur.
5)Çatı bahçesi. Yapının zeminde kapladığı yer kadar doğa parçası, düz olan çatıda
tekrar kazanılır. Artık çatılar yaşanılır, yeşillikli bahçeler haline dönüşmektedir.
Temel ilkeleri mimarlık teknolojisinin
gelişmesine paralel olarak değişimler geçirse
de tanım olarak modern mimari artık
insanların yaşadıkları dönemin ifadesi şeklini
almıştır ve her dönemde farklı modern
projeler ortaya çıkmaya başlamıştır.
Sul America Hospital , Alvar Aalto 1952
83
Bu dönem mimarları, F. L. Wright, W.
Gropius, M. Breuer, Le Corbusier, O. Niemeyer gibi
Modernizm’in öncüsü isimlerin ustalık dönemleri
olarak tanımlanacak evrelerinde birçok eseri inşa
etmelerine tanık olurlar: Ronchamp Tapınağı(1950-
1953), Guggenheim Müzesi(1943-1959), T.W.A.
Terminal Binası, Sydney Opera Binası(1956-1973) vd.
T.W.A. Terminal Binası
1950’lerde Türk Mimarlığı
II. Ulusal Mimarlık Akımı’nın etkili olduğu 1940’lı yıllarda ulusal mimari öğelerin yalnızca
tasarım felsefesi olarak benimsenmesi, biçimin taklit edilmemesi gerektiği savunulmaktaydı. Fakat
bu akımın öncüsü olarak gösterilen mimarların yapılarında kullandıkları öğelerin Osmanlı
mimarisiyle olan biçim benzerlikleri, hatta birebir kullanımlar, bu akımın sorgulanması, olumsuz
yönde eleştiriler alması ve etkisini kaybetmesine neden olmuştur. Başta mimarlık öğrencileri
tarafından dış mimari yayınların etkisiyle yaygınlaşan modern mimari akım, zamanla akademik
kadroda da etkisini göstermeye başlamıştır.
Bu sıralarda II. Ulusal Mimarlık akımının
en etkili temsilcilerinden Sedad Hakkı Eldem’in,
Modernizm döneminin başlangıç sembolü haline
gelen Hilton Oteli’nin tasarım ekibinde yer
alması da bu çözülmenin göstergelerinden biridir.
İstanbul Hilton Oteli –SOM Sedad H. Eldem
Bu dönemde yapılan mimari yarışmalara gönderilen projeler artık çoğunlukla modern
üsluba sahip olmaya başlamış ve ödüllere de bu projeler sahip olmuştur: Ankara Ulus
Meydanı,Nişan Yaubyan, Harutyun Vaporciyan, Arman Güran (İkincilik Ödülü,1952),Maltepe
Süreyya Paşa Sanatoryumu,Fatih Uran (1952), Büyükada Anadolu Klubü,Abdurrahman Hancı ve
84
Turgut Cansever (1950). Modern üslup yöntemini teknolojinin gelişmesiyle kazanmış olsa da
Türkiye’de bu dönemde modern üsluba sahip birçok yapı, gerekli teknolojinin yurtiçinde
kullanılamamasından dolayı, sadece biçim olarak modern üsluba sahip olmuş, fakat teknik olarak
modern yapım tekniklerine sahip olamamışlardır. İkinci Ulusal Mimarlık'taki çözülme 1948'de
İstanbul Adalet Sarayı için açılan üçüncü yarışmada S. H. Eldem ile E. Onat'ın ortaklaşa
düzenledikleri rasyonel nitelikteki
projenin birinci seçilmesiyle
başlamış, akım, 1952'deki İstanbul
Belediye Sarayı yarışmasıyla kesin
olarak son bulmuştur.
İstanbul Adalet Sarayı, S.H. Eldem & E. Onat, 1948
Tasarım Yarışması ve Projenin Yapım Aşaması
1952 yılında kamuoyuna duyurulan Belediye Sarayı mimari tasarım yarışmasının sonuçları
17 Nisan 1953’te açıklanmıştır. Ord. Prof. Dr. Emin Onat’ın başkanlığında Belediye Reis Muavini
Y. Mimar Sedat Erkoğlu, Aydın Boysan, Y. Mimar Orhan Alsaç’ın bulunduğu jüri heyeti ön
elemeden geçen 15 proje arasından Nevzat Erol’un tasarladığı projeyi birinci seçmiştir. Jüri
önceden açıklamış olduğu mimari programda şehrin en önemli eksenlerinden ikisinin kesiştiği bu
noktada yapılacak belediye binasının, burada oluşturulacak bir meydanın Şehzadebaşı siluetini
caminin yüksekliğini göz önünde tutan alçak bir merasim bloğu ile çevrelenmesinin en uygun
yaklaşım olduğunu belirlemiştir. Bu blokların gerek kütle, gerekse plan ve işlev bakımından
birbirinden iyi ve uygun bir şekilde ayrılmış olmasının gerekliliği vurgulanmıştır.
Nevzat Erol’un tasarlamış olduğu projenin seçilme nedenleri arasında merasim ve büro
kısımlarının ayrı tutulması, meclis toplantı salonunun yüksek bir hacimle belirginleştirilmesi yer
almaktadır. Aynı zamanda yüksek kütledeki mimari şeklin diğer kısımlarla olan uyumu ve kütle
formlarının diğer projelere göre daha uygun olması da jürinin raporunda seçilme nedenleri
arasında gösterilmiştir. Bunlara karşılık kütlelerin birbiriyle olan bağlantı noktasının ve büro binası
antresinin daha ciddi bir şekilde düşünülmesi gerektiği de rapora eklenmiştir.
İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay döneminde yapımı tamamlanan Belediye Sarayı'nın
inşaat alanında, temel kazıları sırasında Roma ve Bizans dönemlerine ait mozaiklere ve Bizans
döneminden kalma duvar kalıntılarına rastlanmıştır. Bu mozaikler, halen İstanbul Arkeoloji
Müzesi'nde bulunmaktadır.
85
Yer Seçimi ve Mimari
Yapıya bakıldığında İstanbul’un önemli ulaşım eksenlerinden Atatürk Caddesi ve Şehzadebaşı
Caddesi’nin kesişim noktasında bulunduğu görülür. Bulunduğu yerin konumu itibariyle özellikle
büro birimlerini barındıran yüksek kütlenin Atatürk Caddesi’ne hakim bir manzaraya sahip olması
yer seçimindeki önemli faktörlerden biri olarak görülebilir. İki kütlenin arasında kalan alan,
caddelerin kesişim noktasında bir meydan oluşturmaktadır. Çevresinde bulunan tarihi dokuyla
doğrudan temas etmeyen yapının merasim binası Şehzadebaşı Camisi’nin kent siluetindeki yerini
olumsuz yönde etkilememek için daha alçak olarak tasarlanmıştır. Yapı dikdörtgenler prizması
biçimindeki yüksek büro kütlesi ve yatay bir dikdörtgen prizma olan, başkanlık ve toplantı
hacimlerine ayrılmış yapı parçası olmak üzere iki ana kütleden oluşur. Kütleler birbirlerine ikinci
katta bulunan iki ayrı geçiş aracılığıyla bağlanır.
Başkanlık Bölümü
Başkanlık bölümü, başkanlık dairesi, büro
hacimleri, encümen odaları, toplantı ve sergi
salonlarından oluşan ve büro bölümünden daha
farklı olarak törensel kullanıma da yönelik olan bir
düzenlemeye sahiptir. Bu bölümün üstünde,
toplantı salonunu işaret eden ve çapraz tonoz
biçiminde, hiperbolik bir eğrisel örtü vardır. Proje
sahibi, bu örtü biçimini, karşısında bulunan Şehzade Camisi'nin örtü sistemine atıf yapan bir
tasarım olarak tanımlamıştır. Yapının meydana ve tersine bakan cephesinde, iç mekânlar
içerden başlatılarak iki kat boyunca teraslar oluşmasını sağlanmıştır.
86
Büro Bölümü
Büro ve benzeri birimleri içeren yüksek kütle, 6 kattan ve onun üzerindeki restoran
katından oluşur. Genel kat düzenlemesini, yapı gövdesi boyunca uzanan bir koridor ve bunun iki
ucunda merdivenlerden oluşan dolaşım alanları ile bu mekânlara açılan birimler belirlemektedir.
Yapının üzerinde bulunan restoranın çatısını oluşturan örtü sistemi, merasim binasındaki eğrisel
örtüyle uyum sağlayacak biçimde tasarlanmıştır.
Betonarme sistemle inşa edilen
yapıda bölme duvarların taşıyıcı nitelikte
olmaması sık pencere kullanımına imkan
tanımıştır. Tasarımcı bant pencere yerine
küçük ölçekli pencere birimlerini
kullanımını tercih etmiştir. Cephelerde ise
malzeme olarak küçük ölçekli mermer
bloklar ve mozaik kaplama seçilmiştir.
Beyaz rengin hâkim olduğu yapıda eğrisel
örtüleri oluşturan birimler mavi mozaik taşlarla kaplanmıştır.
Kütlelerin arasında kalan meydanda süs havuzlarından ve küçük ölçekli yeşil alanlardan
oluşan bir peyzaj düzenlemesi yapılmıştır. Yapının çevresinde oluşacak dolaşımı kesmemek
amacıyla, kütleleri birbirine bağlayan geçiş alanları ikinci kat hizasında yer almaktadır. Binaların
girişlerinin üstü, iki kolonun taşıdığı betonarme çıkmalarla örtülmüştür.
Yapının Geçirdiği Değişimler ve Bugünkü Kullanımı. Deprem güçlendirme ve onarım çalışmaları doğrultusunda 2000–2002 yılları arasında Belediye
Sarayı’nda güçlendirme çalışmaları yapılmıştır.
Güçlendirme çalışmaları çerçevesinde yapıya
betonarme perde duvarlar eklenmiş, var olan kolon
boyutları büyütülmüş, betonarme temellere yeni
yönetmeliğe göre takviyeler yapılmıştır. Ayrıca binaya
yük getiren ek ağırlıkları kaldırmak amacıyla,
betonarme asma tavanlar, dolu tuğladan yapılmış
duvarlar, çelikten imal edilmiş doğramalar ve benzeri
inşaat malzemeleri modern hafif malzemeler ile değiştirilmiştir.
87
Yakın dönemde başkanlık bölümü binasının bir dekorasyon projesiyle değişime uğraması
kamuoyundan bir takım olumsuz tepkiler alınmasına neden olmuştur. Modern yapının iç
mekanlarının, özgün üsluba uymayan kartonpiyerler,
kabartmalı kapılar, çiçek motifli aplikler ile bezendiği dile
getirilmiştir. Yapının özgün mimari öğeleri olan merdiven
korkulukları, kapılar, ıslak hacimler değişmiştir.
Daha önceden de başkanlık salonu ve özel kalem
gibi başkanlık hizmet birimlerinin ve yer döşemelerinin
yine projesiz bir biçimde yenilenmesi, söz konusu
uygulamaların olumsuz yönde eleştiriler almasına neden
olmuştur. Ayrıca dış bahçede yer alan meydanın bir kısmının açık otopark olarak kullanılması da
meydanın görünümü olumsuz yönde etkilemektedir.
Mimar Nevzat Erol Hakkında
Yapının mimari Nevzat Erol 1940 yılında Güzel Sanatlar Akademisi (bugünkü adıyla Mimar Sinan
Güzel Sanatlar Üniversitesi) mimarlık bölümünden mezun oldu. 1948’de İstanbul Belediye
Harbiye 2 No’lu Park Gazinosu tasarımı yarışmasında mansiyon ödülünü aldı. 1953’te Belediye
Sarayı tasarım yarışmasını kazandığında yüksek mimardı. 2003 Aralık ayında vefat etti.
Belediye Sarayı, yapıldığı dönemde İstanbul’un prestij yapılarından biri olarak tarihteki
yerini almıştır. II. Ulusal Mimarlık akımının çözülüşü ve Modernizm akımının başlangıcının
simgesi haline gelmesi, Cumhuriyet Dönemi mimarlığının dönüm noktalarından biri olmasını
sağlamıştır. Yapının özgün kullanımına günümüzde devam edilmektedir. Son yıllarda nüfusa bağlı
olarak belediye hizmetlerinin de daha büyük bir yapıya ihtiyaç duyması söz konusudur.
Kamuoyunda bazı kesimlerden mimarisi nedeniyle olumsuz yönde eleştiri alsa da, yapıldığı
dönemin gerek Türkiye gerekse dünyadaki mimari anlayışını temsil etmesi, bulunduğu çevrede
tarihi dokuya olan yaklaşımı nedeniyle halen İstanbul’un prestij yapılarından biri olarak kabul
görmektedir.
88
KAYNAKLAR
Enis Kortan ,”Mimarlık Antolojisi”,s.13-27
Artitekt, Cilt 1, 1953, s. 76-84
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Deprem Onarım ve Güçlendirme Raporu, Cilt 1, 2003
www.arkitera.com/v1/haberler/2003/12/15/
http://ansiklopedi.turkcebilgi.com/Cumhuriyet_D%C3%B6nemi_T%C3%BCrk_Mimarl%C4%
B1%C4%9F%C4%B1
http://www.ibb.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/BelediyeTarihcesi/YeniBelediyeBinalari/
http://www.arkitera.com/kose-yazisi_28_belediye-sarayi-na-ne-oldu.html
89