Upload
others
View
11
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
I
İSLAM TARİHİ II
İLAHİYAT
LİSANS TAMAMLAMA
Prof. Dr. Nurettin GEMİCİ
Prof. Dr. İlyas TOPSAKAL
Doç. Dr. Hüsnü KOYUNOĞLU
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin SARIKAYA
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ
AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ
II
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ
AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ
İLAHİYAT
LİSANS TAMAMLAMA
İSLAM TARİHİ
Prof. Dr. Nurettin GEMİCİ
Prof. Dr. İlyas TOPSAKAL
Doç. Dr. Hüsnü KOYUNOĞLU
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin SARIKAYA
Yazar Notu
Elinizdeki bu eser, İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi’nde okutulmak için
hazırlanmış bir ders notu niteliğindedir.
III
ÖNSÖZ
İslam Tarihi I konularının Türklerin İslamlaşma süreciyle başlatmak yerinde olur. Sadece Türklerin tarihinde değil Dünya tarihinde de büyük değişikliklere sebebiyet veren bu safha iyi incelenmesi gerekmektedir. Bu dönemin iyi anlaşıldığı ölçüde daha sonraki bölümlerde yer alan Karahanlı, Gazneli, Selçuklu ve diğer Türk hanedanlarının yeri ve önemi doğru olarak ortaya konulabilir. Türklerin İslamlaşması diğer milletlerden farklı olarak topyekûn sayılabilecek şekilde bir ırkın İslamlaşması da denilebilir. Mevzi bazı Yahudi, Hıristiyan veya şaman inancına sahip topluluklar oldukça azınlıkta olup bütün içinde çok az yer teşkil ederler.
İslam tabir yerindeyse Türklerin kimyasını değiştirip yeniden mayalanmalarına ve özlerindeki yüksek değerleri zirvelere taşımalarına imkân ve zemin hazırlamıştır. Bu değişim ve dönüşüm bir anda gerçekleşmemişse de Milletlerin tarihine göre uzun sayılmayacak birkaç yüz yıla sığdırılmış bir süreçtir.
Özellikle ilk iki ünitede ağırlıklı olarak Arap toplumunda Türk algısı ve Türklerin tanınmışlığı İslam Tarihinin temel kaynaklarının ışığında değerlendirilmiştir. İslam öncesi Arap toplumunda fazla ma’kes bulmayan Türk kavramı İslam’ın gelişinden itibaren ve Hz. Ömer’in İran’ı zaptından sonra Müslüman Araplarla komşu olmalarıyla hız kazanmıştır.
İslam’ın Türkler arasında en erken olarak kabul eden topluluk İdil Bulgarlarıdır. Yaygın kanaatinin aksine Kara-hanlılardan önce Müslüman olan İdil Bulgarları yaşayışlarına ve kültürlerine yakın buldukları İslam’ı benimsemeleriyle örnek bir toplumdur.
Sırasıyla Müslüman Türk Hanedanlarından Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Eyyubiler, Memluklular ve diğerleri üçüncü üniteden itibaren anlatılmaktadır. Selçukluların Anadolu kolu da müstakil iki ünitede ele alındıktan sonra kalan Ünitelerde Osmanlı Tarih, Kültür ve Medeniyeti irdelenecektir.
İslam Tarihinin ele alındığı safhalardan Dört Halife, Emevi ve Abbasi dönemlerini kısmen sonrasını anlatan bu çalışmanın en büyük zorluğu ciltler dolusu malumatı muhtasar bir metne dönüştürebilmek olduğunu belirtmek gerekir. Her bir konu müstakil bir cildi kapsayacak kadar geniş olan Müslüman Türklerin günümüze kadar olan hikâyesinin tamamını öğrenilmesi konusunda bir ilgi uyandırmak yazı heyetinin hedefleri arasındadır.
Bilindiği üzere mazi-istikbal ve yaşanmış bütün bu tarihi hadiseler hiçbir zaman geçmişte kalmamıştır. Bugün yaşadığımız dünyada karşılaştığımız pek çok sorunun köklerinde geçmişin izleri vardır. Tarih öyle bir hakikattir ki, aradan asırlar geçse de tazeliğini koruyan ve yaraları hala kanayan bir organizma gibidir. Geçmişte yaşanmış örnek devirleri anarken gururlanırken yaşanan hezimetler, zilletler hatıra düştükçe insan mahzunlaşabilmektedir.
İlahiyat Fakültesi öğrencilerinin sağlam, sahih ve yol gösterici bir tarih bilgisine ve donanımına
ihtiyaç izahtan varestedir. Müslüman Türklerin İslam’la şereflenmelerinin üzerinden neredeyse 1000 küsur yıl geçmesine rağmen İslam’la bağını koruması ve devam ettirmesinde sağlıklı bir İslam inanç ve kültürüne sahip olmak kadar şuurlu bir tarih bilgisine de ihtiyaç duyulmaktadır.
IV
Bu sebeple son 3-4 Ünitede ağırlıklı olarak İslam Medeniyet Tarihinin konusu olarak kabul edilen Müslüman Türklerde Devlet, Askerlik ve Eğitim konuları ağırlıklı olarak ele alınacaktır. Kuru siyasi tarih bilgisiyle açıklanamayacak İslam’ın medeniyet anlayışı da bu vesileyle aktarılmaya çalışılmıştır.
Müslüman Türk Milletinin en önemli vasıflarından birisi hâkimiyet kurdukları coğrafyalarda Hukuk nizamı tesis etmeleridir. Adalet ve hak kavramları bu bakımdan Müslüman olan Türk topluluklarında hep ön planda ele alınmıştır. Hukuk sisteminin var olduğu ve doğru bir biçimde uygulandığı toplumlarda refah ve zenginlik kendiliğinden oluşmakta ve toplum katmanları arasında kaynaşma ve dayanışma ve birlik ortaya çıkmaktadır.
Bu çalışma başta İlitam öğrencileri olmak üzere tarihe meraklı okuyuculara tarihi sevdirme, öğretme ve yaşanılanlardan ibret alıp günümüze taşıyabilme imkânı sağladığı ölçüde kendisini başarılı kılacaktır. Bu metni oluştururken ortak hareket ettiğimiz Doç. Dr. İlyas Topsakal’in ilk yedi ünitenin oluşumuna katkısı ve şekillendirmesi için özel teşekkürü hak etmektedir. Kalan bölümler de Doç. Dr. Nurettin Gemici’nin ve Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Sarıkaya’nın emeği ve özverili çalışmasıyla meydan geldiğini ifade etmek yerinde olur. Son okuma ve tashih
noktasında Doç. Dr. Hüsnü Koyunoğlu katkı sunmuştur. İslam Tarihi II kitabının oluşumunda katkısı olan herkese teşekkür ederken, bu metinleri okuyacak olan İLİTAM öğrencilerimize zihin berraklığı ve üstün başarılar diliyoruz.
Prof. Dr. Nurettin GEMİCİ
Prof. Dr. İlyas TOPSAKAL
Doç. Dr. Hüsnü KOYUNOĞLU
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin SARIKAYA
V
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ .................................................................................................................................................... III
İÇİNDEKİLER ............................................................................................................................................. V
KISALTMALAR .......................................................................................................................................... X
YAZARLAR NOTU .................................................................................................................................... XI
1. İSLAMİYET Ve TÜRKLER ..................................................................................................................... 13
1.1. Türkler ve İslamiyet ........................................................................................................................ 19
1.2. Hadislerde Türkler .......................................................................................................................... 19
1.3. Hulefa-i Raşidin Dönemi Türk-Arap İlişkileri ................................................................................... 20
1.4. Emeviler Dönemi Türk-Arap İlişkileri ( 661-750) ............................................................................ 21
1.5. Abbasiler Dönemi Türk-Arap İlişkileri ( 750-1258) ......................................................................... 24
2. TÜRKLER ve İSLAMİYET ...................................................................................................................... 30
2.1. İslamiyetin Türkler Arasında Yayılışı ............................................................................................... 35
2.2. İslamı Kabul Eden İlk Türk Devletleri .............................................................................................. 39
2.3. Türkleri İslam Dinine Kabule Sevk Eden Sebepler .......................................................................... 41
3. İDİL BULGARLARI ........................................................................................................................... 47
3.1. İdil Bulgarlarının Tarihi .................................................................................................................. 52
3.2. Bulgarların Etnik Kökeni ................................................................................................................. 52
3.3. Bulgarların İdil Boylarına Yerleşmeleri.......................................................................................... 54
3.4. İdil Bulgar Devleti’nin Sınırları..................................................................................................... 55
3.5. İdil-Ural Boylarının Tabii Şartları ..................................................................................................... 55
3.6. İdil Bulgarları’nın Siyasî Tarihi ........................................................................................................ 56
3.7. İdil Bulgar Devleti’nin Bilinen Şehirleri ........................................................................................... 60
3.8. İdil Bulgarları Edebiyatı ve Eserleri ................................................................................................. 62
3.9. İdil Bulgarları Ve İslamiyet ................................................................................................. 63
4. GAZNELİLER ....................................................................................................................................... 68
4.1. Siyasi Tarih ...................................................................................................................................... 74
4.2. Kültür ve Medeniyet ....................................................................................................................... 79
5.1. Doğu Karahanlılar (1032-1210) ...................................................................................................... 95
5.2. Batı Karahanlılar (1052-1212)......................................................................................................... 97
5.3. Kültür ve Medeniyet ....................................................................................................................... 98
6. SELÇUKLULAR .................................................................................................................................. 104
VI
6.1. Büyük Selçuklular (1040-1157) ..................................................................................................... 113
7. DİĞER MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERİ ............................................................................................ 124
7.1. Eyyubiler (1171- 1462) ................................................................................................................. 130
7.2. Memlükler ( 1250-1517) ............................................................................................................... 135
7.3. Altın Orda Hanlığı ( 1241-1502) .................................................................................................... 141
7.4. Timurlular (1405-1507) ................................................................................................................ 142
7.5. Safeviler ( 1501- 1722) ................................................................................................................. 143
7.6. Kaçarlar (1779-1925) .................................................................................................................... 145
8. HİNDİSTANDA MÜSLÜMAN DEVLETLER .......................................................................................... 149
8.1. İslâmiyet’in Hindistan’da Yayılışı .................................................................................................. 155
8.2. Hindistan Türk Sultanlıkları .......................................................................................................... 155
8.3. Hindistan’da Türk-İslam Hâkimiyeti ve Batıyla Münasebetler ..................................................... 158
8.4. Kültür ve Medeniyet ..................................................................................................................... 160
9. OSMANLI DEVLETİ ( KURULUŞ DÖNEMİ) ......................................................................................... 165
9.1. Osman Bey Devri (1302-1324) ..................................................................................................... 171
9.2 Orhan Bey Devri (1324-1362) ........................................................................................................ 172
9.3. I. Murad Devri (1362- 1389) ......................................................................................................... 174
9.4. I. Bayezid Devri (1354-1403) ve Fetret Dönemi (1403-1413) ...................................................... 176
9.5. Çelebi Mehmed Devri (1413-1421) .............................................................................................. 177
9.6. II. Murad Devri (1421-1444; 1446-1451) ..................................................................................... 179
10. OSMANLI DEVLETİ (YÜKSELME DEVRİ) .......................................................................................... 183
10.1. Fatih Sultan Mehmet (1451-1481) ............................................................................................. 189
10.2. II Bayezid Devri (1481-1512) ...................................................................................................... 190
10.3. Yavuz Sultan Selim (1512-1520) ................................................................................................. 191
Yavuz’un Mısır seferi ................................................................................................................... 192
Mercidabık Savaşı ........................................................................................................................ 192
10.4. Kanuni Sultan Süleyman ( 1420-1466) ....................................................................................... 193
Mohaç Savaşı ............................................................................................................................... 194
Kanuni Dönemi’nde Denizcilik ..................................................................................................... 195
Şehzadeler meselesi .................................................................................................................... 196
Kanuni’nin son seferi ................................................................................................................... 196
10.5. II. Selim ( 1466-1475).................................................................................................................. 197
10.6. Sokullu Mehmet Paşa ................................................................................................................. 197
11. OSMANLI DEVLETİ ( DURAKLAMA DÖNEMİ) ................................................................................. 201
VII
11.1. III. Murad (1574-1595) ............................................................................................................... 207
11.2. III. Mehmed (1595-1603) ........................................................................................................... 207
11.3. I. Ahmed (163-1617) ................................................................................................................... 208
11.4. Duraklama Dönemindeki yenilik girişimleri ................................................................................ 208
11.5. Genç Osman (1618-1622) ........................................................................................................... 208
11.6. Sultan IV. Murad (1623-1640) .................................................................................................... 208
11.7. Sultan İbrahim (1640-1648) ....................................................................................................... 209
11.8. Sultan IV Mehmed (1648-1687) ................................................................................................. 209
11.9. II. Süleyman (1687-1691)........................................................................................................... 209
11.10. II. Ahmed (1691-1695) .............................................................................................................. 209
Viyana Kuşatması ................................................................................................................................ 210
12. OSMANLI DEVLETİ GERİLEME ve ÇÖKÜŞ DÖNEMİ ........................................................................ 213
12.1. Lale Devri .................................................................................................................................... 219
12.2. Dağılma ve Çöküş ....................................................................................................................... 220
12.3. Sened-i İttifak ............................................................................................................................. 221
12.4. Navarin, Osmanlı-Rus savaşı ve Yunanistan ............................................................................... 221
12.5. Mısır Meselesi ve II. Mahmud Devri Islahatları .......................................................................... 222
12.6. Eflak ve Boğdan’da Karışıklıklar ve Kırım Savaşı ......................................................................... 222
12.7. Tanzimat’ın ilanı ve Islahat Fermanı ........................................................................................... 223
12.8. Kırım Savaşı Sonrası Durum ........................................................................................................ 224
12.9. Meşrutiyet’in İlanı ...................................................................................................................... 224
12.10. Osmanlı Rus Savaşı (1877-1878) .............................................................................................. 225
12.11. İttihat ve Terakki (1895) ........................................................................................................... 225
12.12. Balkan Savaşları ........................................................................................................................ 226
12.13. I. Dünya Savaşı .......................................................................................................................... 226
13. OSMANLI DEVLETİNDE MODERNLEŞME ÇABALARI ...................................................................... 229
13.1. Osmanlı Modernleşmesinin etkilendiği alanlar .......................................................................... 238
13.1.1. Felsefî Düşünce bağlamında modernleşme çabaları ............................................................... 238
13.1.2. Eğitim ve Öğretim .................................................................................................................... 239
13.1.3. Hukuk Sahasında Yapılanlar .................................................................................................... 240
13.1.4. Edebiyat, Mimari ve Musiki sahasında Yapılanlar ................................................................... 241
14. OSMANLI HUKUKİ-ASKERİ YAPI VE EĞİTİM SİSTEMİ ..................................................................... 245
14.1. Hukuki Yapı ................................................................................................................................. 252
14.1.1. Örfî Hukukun Ortaya Çıkışındaki Amiller ................................................................................. 252
VIII
14.1.2. Şerî ve Örfî Hukuk Çatışma(ma)sı ............................................................................................ 253
14.1.3. Mahkemeler ............................................................................................................................ 254
14.1.3.1 . Şeriyye Mahkemeleri yapısı ve işleyişi ................................................................... 254
14.2. Askeri Yapı .................................................................................................................................. 255
14.2.1. Kara Kuvvetleri ........................................................................................................................ 255
14.3. Askeri Alanda Islahat Çabaları .................................................................................................... 260
14.4. Nizam-ı Cedîd Ordusu ................................................................................................................. 260
14.5. Asakir-i Mansure-i Muhammediye ............................................................................................. 260
14.6. Deniz Kuvvetleri .......................................................................................................................... 261
14.7. Osmanlı Devletinde İdari Açıdan Sınıflar .................................................................................... 268
14.7.1 Askerî Sınıf ........................................................................................................................... 268
14.7.2. Osmanlı Devletinde Yerleşim Açısından Sınıflar ...................................................................... 271
14.7.3. Osmanlı’da Eğitim Sistemi ve Kurumları ................................................................................. 272
IX
X
KISALTMALAR
b.: bin (Oğlu)
C.: Cilt
c.c.: Celle Celâluhû
DA: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
Hz.: Hazret
İA: Milli Eğitim Bakanlığı İslam Ansiklopedisi
M.Ö.: Milattan Önce
M.S.: Milattan Sonra
(r.a.): Radiyallâhu ‘anhü
s. Sayfa
s.a.s.: Sallallâhu Aleyhi ve Sellem
Sa.: Sayı
thk: Tahkik eden
trc.: Tercüme eden
ty.: tarih yok
vd.: Ve devamı
vdg.: Ve diğerleri
yy.: Yüzyıl .
XI
YAZARLAR NOTU
İslâm Tarihi I bölümünde Hz. Peygamber (s.a.s) ve dört halife dönemi üzerinde öncelikli olarak durulmuştur. Dört Halife sonrası İslam Tarihinin omurgası sayılan Emevi, Abbasi, Abbasilere bağlı vassal devletler, Afrika’daki İslamî yönetimlerle Endülüs’ün tarihi, kültür ve medeniyetinin yanı sıra bazı kurumları hakkında bilgiler İslam Tarihi I olarak bilinen bölümün konuları arasındadır. Dersin tamamında bütüncül olarak devletlerin yönetim yapıları ve organizasyonları, bu çerçevede geliştirdikleri müesseselerin gelişimi ve kültür ve medeniyete dair verdikleri eserlerden de
bahsedilmiştir.
Bu sebeple İslâm Tarihi II adını taşıyan bu çalışmada Müslüman Türk devletleri ağırlıklı olarak ele
alınmıştır. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Ve Sanatları Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. İlyas Topsakal Bey’le birlikte bir ikili çalışma gurubu oluşturularak kitabın oluşturulmasına başlanmıştır.
İslam Tarihi II kitabı 14 ünite’den oluşmaktadır. İlk yedi Ünite Doç. Dr. İlyas Topsakal tarafından, kalan Üniteler Doç. Dr. Nurettin Gemici tarafından ikmal edilmiştir.
Buna göre ilk üniteler; İslam sonrası dönemde Türkler ve İslamiyet, İdil Bulgarları, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular bunlar arasında saymak mümkündür. Diğer Müslüman Devletler ve Osmanlı Tarihi, Kültür ve Medeniyeti Doç. Dr. Nurettin Gemici tarafından ikmal edilmiştir.
Aslında rahatlıkla birkaç cilt tutabilecek çalışmalar kısaltılarak verilmeye çalışılmıştır. Uzaktan Eğitim programınca belirlenen esaslar kitabı oluşturmada etken olmuştur. Çalışmamızla ilgili yapıcı önerileri öncelikli olarak uzaktan eğitim fakültesi İlahiyat Lisans Tamamlama öğrencilerimizden ve çalışmamızı okumak lütfunda bulunan ilim erbabından istirham ettiğimiz açıkça beyan ediyoruz.
Doç. Dr. Nurettin Gemici
Doç. Dr. İlyas Topsakal
05 Ağustos 2015, İstanbul
12
Bölüm özellikleri
Türk milletinin islamiyeti kabulü öncesi gelişmeler ve Türklerin islamiyeti kabulü Dünya tarihini değiştiren olgulardan birisidir. Türklerin bu önemli kararı aynı şekilde kendi tarihlerini yeniden oluşturmalarına sebebiyet vermiştir. Bu durumun nasıl ve ne şartlarda ortaya çıktığı konusu anlaşılmadan Müslüman Türk devletlerinin tarihi doğru anlaşılamaz. Dün Değiştirme ve bunun 200-300 yıllık kısa bir süre içinde gerçekleşmesi Türklerin islamiyette ne bulduklarıyla da alakalıdır.
13
1. İSLAMİYET Ve TÜRKLER
14
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
Türk- Arap ilişkilerinin İslam öncesi tarihsel kökenleri,
İslamiyet sonrası Türkler hakkında Hz. Peygamber’in hadisleri
Dört halife, Emevi ve Abbasi dönemlerinde Türkler,
Türklerin İslamiyete yakınlaştıran Talas savaşı ve sonuçları
15
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
Türkler niçin Müslüman oldular?
Türkleri İslamiyete yaklaştıran hususlar nelerdir?
Hz. Peygamber’in Türkler hakkındaki hadisleri nedir?
16
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği
Türkler ile Araplar arasındaki ilişkinin tarihi temelleri
Türkler hakkında Arapların ve Hz. Peygamberin kanaati,
Türkler ile Araplar arasındaki ilişkinin tarihi temelleri
Dört halife, Emevi ve
Abbasi dönemlerinden Türklerin durumu
Türklerin İslamlaşmasının sosyo-psikolojik nedenleri,
17
Anahtar Kavramlar
Türkler ve İslamiyet, Talas, Horasan, Samarra, Abbasiler.
18
Giriş
Türklerle Araplar arasındaki ilişkiler cahiliye dönemine kadar uzanmaktadır. Hz. Peygamber de bazı hadislerde Türklerden bahsetmektedir. İlk İslâm fetihleri sırasında Türklerle Araplar birbirlerini daha yakından tanıma imkânı bulmuşlardır.
Emevî halifesi I. Velid devrinde Horasan valiliğine getirilen Kuteybe b. Müslim 705-715
yılları arasında gerçekleştirdiği seferlerle Mâverâünnehr’i İslâm egemenliği altına almış, Horasan’da birbirleriyle mücadele halinde olan grupları, yani Arap asıllı olmayan Müslümanlarla (mevâlî) Arapları, Kays kabilesi mensuplarıyla Yemenlileri birlik ve beraberlik içinde idare etmiştir.
Türkler erken tarihlerden itibaren Abbasîlerin hizmetine girerek önemli mevkileri ele geçirmişler, Me’mun ve Mu’tasım devrinde nüfuz ve otoriteleri daha da artmış, halifelerin tayin ve görevden uzaklaştırılmalarında önemli rol oynamışlardır. Mütevekkil ve Muntasır ise Türklerin desteğiyle halife olmuşlardır.
19
1.1. Türkler ve İslamiyet
Arap şiiri ve atasözlerinde Türklerden bahsedilmesi Türklerle Araplar arasındaki ilişkilerin cahiliye dönemine kadar uzandığını gösterir. Cahiliye devri Arap şairlerinden Nâbiğatü’z-
Zübyânî, Hasan b. Hanzale, Şemmah b. Dırar şiirlerinde Türklerin cesaret ve kahramanlıkları üzerinde durmuşlardır. Ayrıca çeşitli Türk kavimlerinin İran ve Arap hakimiyetindeki topraklara indikleri ve onlar hakkında az da olsa bilgi edindikleri anlaşılmaktadır. Nitekim Hazar Türkleri zaman zaman Derbend'i geçip Hemedan ve Musul’a kadar ilerlemişlerdir. Sâsanî hükümdarı Enuşirvan (531-579) da Derbend (Bâbü’l-ebvâb) seddini Hazarların bu akınlarına mani olmak amacıyla yaptırmıştır. Enuşirvan ayrıca Kuzey İran’da yaşayan Ağaçeri, Sul ve Yazur Türklerini de Azerbaycan’a göçe zorlamıştır. Eftalitler (Ak Hunlar), Halaçlar ve Karlukların bir bölümü Afganistan ve Sistan (Sicistan) topraklarına yerleşmişlerdi. Sâsanî ordusu içinde Türklerin yanında Araplar da vardı. Dolayısıyla onların da bu vesileyle birbirlerini tanıma imkânı mevcuttu.
1.2. Hadislerde Türkler
Hz. Peygamberin Türkler hakkında söylediği veya ona nisbet edilen çok sayıda hadis mevcuttur. Bunlardan bir bölümü Sahîh-i Buhârî ve Sahîh-i Müslim başta olmak üzere Kütüb-i sitte ve diğer önemli hadis kaynaklarında yer almaktadır. Bunun yanında Hz. Peygamber’e isnad edilen ve Türkler aleyhinde ifadeler içeren uydurma (mevzû) hadis ve
sahabeye atfen söylenmiş asılsız haberler de bulunmaktadır. Peygamber efendimizin Türklerin savaşçı yönlerine dikkat çekerek Türklerle mücadele ve savaş konusunda ashâbını ve sonraki nesilleri uyaran ve onlarla iyi geçinmeyi tavsiye eden hadisler: “Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız” (Ebû Davud, “Melâhim”, 8; Nesâî, “Cihâd”, 42).
1. Türklerin fizyolojik özelliklerinden ve Müslümanlarla savaşacaklarından bahseden hadisler. “Siz küçük, çekik gözlü, kırmızı yüzlü, basık burunlu, çehreleri sanki örs üzerinde dövülmüş ve üzeri derilerle kaplanmış sağlam kalkanlar gibi bir kavim olan Türkler ile savaşmadıkça, kıyamet kopmaya-caktır. Siz kıldan örülmüş çorap giyen bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır.” (Buhârî, “Menakıb”, 25; Ebu Dâvûd, “Melâhim”, 9).
2. Türkleri Benî Kantûrâ (Kantûrâ oğulları) olarak gösteren ve Müslümanlarla savaşacaklarını ifade eden hadisler: “Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın. Allah’ın ümmetime verdiği mülk ve saltanatı ellerinden ilk olarak alacak kavim Kantûrâ oğullarıdır.” (Ebu Davud, “Melâhim”, 10; Müs-ned, V, 40) Türklerin Irak ve el-Cezîre’yi ele geçirip iktidarı Abbâsîlerin elinden alacaklarını beyan eden hadisler de vardır. Ayrıca VII. yüzyılda İran’da olduğu gibi Arabistan yarımadasında da Türk çadırı kullanıldığını bu bilgilerde yer almaktadır. Hz. Peygamber Hendek Savaşı sırasında bir Türk çadırında oturarak hendek kazma işlerine nezaret etmişti. Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste de Hz. Peygamber’in Medine’de bir Türk çadırında itikâfa girdiği belirtilmektedir.
20
1.3. Hulefa-i Raşidin Dönemi Türk-Arap İlişkileri
Türklerin İslamla tanışmasının başlangıcı peygamber efendimizin ebedi dünyaya irtihalinden
sonra yönetimi devralan halifeler döneminde olduğu söylenebilir, zira Ebû Bekîr (r.a) irtidad
olaylarını ve isyanlarını bastırdıktan sonra, Hz. Peygamber’in tebliğini bıraktığı yerden devam ettirmiştir. Bu amaçla önce Sâsanî İmparatorluğunun hakimiyeti altında bulunan sevad topraklarına ordular sevk etmiş ardından Irak cephesi baş kumandanlığını kurup başkumandanlığına Halid b. Velid getirerek, İslâm tarihinin en hızlı ve en kalıcı fetih hareketini başlatılmıştır(633). Hz. Ömer devrinde (634-644) ise İslâm ordusu Sâsanîler’in başkenti Medâin’e, sonra da Hulvan’a girer. Bunun üzerine Kisrâ III. Yezdicerd Hulvan’ı terk etmek zorunda kaldı. 642 yılında kazanılan ve İslâm tarihinde “Fethu’l-fütûh” (fetihler
fethi) denilen Nihavend zaferinden sonra İran kapıları Müslümanlara açıldı. Hz. Osman döneminde de Nişabur ve Serahs fethedildikten sonra Merv üzerine ilerleme kaydedilmiştir.
III. Yezdicerd son İran şahı, Ceyhun nehrinin kuzeyine geçerek Müslümanların takibinden kurtuldu. Topladığı kuvvetlerle Belh üzerine yürüdü ve şehri Müslümanlardan geri aldı. Mervürrûz’a kadar ilerleyip Türk hakanından yardım istediyse de Ahnef b. Kays’a yenilerek geri çekildi. Hz. Ömer önce Ahnef b. Kays’ın kazandığı zaferlerden duyduğu memnuniyeti dile getirmiş, ancak daha sonra muhtemelen Türk ordularıyla karşı karşıya gelecek Müslüman askerlerin kayıplar vermesinden endişe ederek “Keşke Horasan’a ordu göndermeseydim, keşke Horasan ile aramızda ateşten bir deniz olsaydı” demiş ve Ceyhun nehrini geçerek fetihlere devam etmek isteyen Ahnef e “Sakın nehrin karşı tarafına geçmeyiniz, bulunduğunuz yerde kalınız”diye haber göndermiştir. Hz. Ömer’in şehid edilmesinden sonra Horasan ve Toharistan’da meydana gelen olaylar sonucu bazı şehirler Türkler tarafından geri alındı. Ancak Abdullah b. Âmir daha sonra bu bölgeyi tekrar fethetti. Bu sırada Kuzey Azerbaycan ve Dağıstan’da Hazarlar, Cürcan’da Sûl Türkleri (Sûlîler), Sistan’da Eftalitler ve Halaçlar, Bâdegis’te Nizek Tarhan, Toharistan’da ise Karluklar’a bağlı bir Yabgu bulunuyordu. Sâsanîlerin yıkılması ve Göktürk nüfuzunun zayıflaması üzerine Mâverâünnehr ve Hârizm’deki mahalli hanedanlar bağımsızlıklarını ilân ettiler.
Hz. Ömer (r.a)ın şehid edilmesiyle halife seçilen Hz. Osman döneminde İran içlerine süratle ilerleyen İslâm ordusu daha sonra Gürcistan, Dağıstan, Azerbaycan ve Arran’a kadar uzanan toprakları ele geçirdi. Azerbaycan’ın çeşitli yerlerine askerî birlikler yerleştirildi. 651 yılında bütün İran İslâm hakimiyeti altına alınmış oldu. Böylece daha Hz. Ömer döneminde Türkler ile İslam orduları Maveraünnehir bölgesinde karşı karşıya geldiler.
Kafkasya bölgesi ise, İslâm ordusunun Türklerle mücadele ettiği ikinci cephe idi. Azerbaycan ve İrminiyye’nin fethinden sonra Müslümanlar, Hazar Türkleriyle karşılaştılar (639). Hz. Ömer, Süraka b. Amr’ı Derbend’in (Bâbü’l-ebvâb) fethine memur etti (643).
Abdurrahman b. Rebîa’nın sevk ve idaresindeki İslâm ordusu Derbend hakimi Şehrbârâz ile antlaşma yaptı. O da Müslümanlara tabi olmayı kabul etti (642-43). Abdurrahman b. Rebîa daha sonra Hazar topraklarına akınlar düzenleyerek mücadeleye devam etti (645-46). Hazar
başkenti Belencer yakınlarında meydana gelen bir savaşta İslâm ordusu yenildi ve Abdurrahman şehid düştü (652-53). Bu olaydan sonra İslâm dünyasındaki iç karışıklıklar yüzünden Hazar Türkleri ile Araplar arasında önemli bir savaş olmadığı anlaşılmaktadır.
21
1.4. Emeviler Dönemi Türk-Arap İlişkileri ( 661-750)
İslam orduları ile Türk ordularının en şiddetli çarpışmaları Emevîler devrinde görülmüştür. Muaviye halife olunca iç karışıklıklara son verip yeni bir fetih harekâtı başlattı ve Basra valisi Abdullah ve Âmir’in kumandanlarından Abdurrahman b. Semüre’yi Sistan’ın (Sicistan) fethine memur etti (663-64). O da Kabil, Belh ve Büst gibi şehirleri ele geçirdi. Abdullah b. Sevvâr da Sind bölgesinde fetihlere girişti, ancak Türkler karşısında mağlup olunca yerine Mühelleb b. Ebû Sufra getirildi. Mühelleb 664 yılında Türkler’i yenerek bölgede İslâm hakimiyetini sağladı.
Ziyâd b. Ebîh Basra valiliği sırasında Horasan ve Sistan’a daha plânlı bir askerî harekât başlattı. Kûfe ve Basra’dan yaklaşık 50.000 kişiyi Horasan’ın Merv, Herat, Nişabur gibi şehirlerine yerleştirdi. Merv 671 yılından itibaren Horasan eyaletinin askerî üssü haline geldi.
Artık Türkistan’a yapılacak seferler buradan idare edilecekti. Hakem b. Amr el-Gıfârî Ceyhun (Amuderya) nehrini geçerek Sağâniyân’a (Çağaniyan) kadar ilerlediği gibi Kisrâ III. Yezdicerd’in oğlu Fîrûz’u yenerek Çin’e sığınmaya mecbur etti. Mühelleb de Türkler karşısında yeni başarılar kazandı. Horasan’ın yeni valisi Rebi b. Ziyâd el-Hârisî Belh şehrinde 671 yılında çıkan bir isyanı bastırdıktan sonra Kûhistan üzerine bir sefer düzenledi ve bölgede karşı karşıya geldiği Eftalit Türklerini yenerek Ceyhun nehrine kadar ilerledi.
Burada Türk hükümdarı Nizek Tarhan’ı mağlup etti. Âmul gibi bazı şehirleri fethedip Hârizm’e kadar ilerledi ve aldığı idarî tedbirlerle Horasan’daki İslâm hakimiyetini sağlamlaştırdı. Böylece Horasan ve Toharistan topraklarının büyük bir kısmı Müslümanların egemenliğini tanımış oluyordu.
Ziyâd b. Ebîh'in ölümünden sonra Horasan valiliğine tayin edilen oğlu Ubeydullah b. Ziyad Maverâünnehr’e yeni bir sefer başlattı. Ubeydullah 674 yılında Beykent’i fethettikten sonra Buhara üzerine yürüdü. O sırada Buhara'da Buhârhudât sülâlesine mensup olan Türk hükümdarı Bîdûn’un dul eşi nâibe Kabaç Hatun çevredeki Türklerden yardım istedi. Ancak Türk birlikleri Ubeydullah karşısında tutunamayınca Kabaç Hatun bir milyon dirhem vergi vermek suretiyle sulh talebinde bulundu. Ubeydullah onunla bir barış antlaşması yaptıktan sonra Râmisen, Beykent, Nesef gibi önemli Türk şehirlerini ele geçirdi. Said b. Osman 675-
76 yılında Horasan valiliğine tayin edilince Ceyhun nehrini geçip Semerkand üzerine sefer düzenledi. (677). Semerkandlılar üç gün boyunca ona karşı koydular. Ağır kayıplar veren şehir halkı 700.000 dirhem vergi ödemek ve ileri gelenlerin çocuklarını rehine bırakmak suretiyle anlaştı.
Selm b. Ziyâd Horasan valiliğine getirilinceye kadar seferler durdu. Selm 680-81 yılında Irak’tan topladığı çok sayıda askerle Semerkand ve Hârizm üzerine yürüdü. Abdullah b. Zübeyr’in hilâfet mücadelesine giriştiği dönemde bazı Türk prensleri şehirleri geri almak için seferber oldular. Ancak Horasan valisi Abdullah b. Hâzım Türk taarruzlarını başarıyla geri püskürttü. Abdülmelik b. Mervan devrinde Musa b. Abdullah Tirmiz’i ele geçirdi. Musa, Türkler, Araplar, Eftalitler ve Tibetliler’den müteşekkil bir orduyu mağlup etti. Bunun üzerine bölge halkı ona itaat etmiştir.
Bu hadiselerden sonra Kuteybe 20.000 kişilik bir orduyla yeni bir sefere çıktı (713). Kuteybe Kaşgar’ı fethedip Çin topraklarına kadar İslâm hakimiyetini tesis etmeyi planlıyordu (714).
22
Şaş, Hocend ve Fergana’nın bir kısmı ele geçirildikten sonra ertesi yıl İslâm ordusu İscâb’a kadar ilerledi. Bu fetihler gerçekleştirilirken Irak umumi valisi Haccac öldü (714). Kuteybe her zaman yakın ilgi ve desteğini gördüğü Haccac’ın ölümüyle fetih harekâtını durdurup askerlerinin bir kısmını terhis etti. Ancak halife I. Velid Kuteybe’ye bir mektup gönderip kendisini Irak’tan ayrı olarak müstakil bir eyalet haline getirilen Horasan’a vali tayin ettiğini bildirdi ve seferlere devam etmesini istedi. Bunun üzerine Kuteybe Fergana-Kaşgar ticaret yolunu ele geçirmek amacıyla sefere çıktı (715). Fergana'ya varıp karargâhını kuran Kuteybe Halife Velid’in ölüm haberini alınca Halife Süleyman b. Abdülmelik’e isyan etti (715). Kuteybe'nin öldürülmesi ile (715) Mâverâünnehr ve şarktaki İslâm fetihleri durmuştur.
Ardından Horasan valiliğine getirilen Müslim b. Saîd el-Kilâbî 723-24 yılında Fergana’yı ele geçirmek üzere hazırlıklara başladı ve bazı başarılar kazandı. Daha sonra Taşkent üzerine yürüdü fakat Türgiş hakanı Sulu’nun mukavemeti karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Onları takip eden Türk askerleri Seyhun nehri kıyısında kendilerine yetişti ve “Yevmü’l-Atş” adıyla tarihe geçen savaşta Müslüman Araplar ağır kayıplar verdiler ve Hocend’e geri çekildiler. Bu olaylar Mâverâünnehr’deki Müslüman hâkimiyetini oldukça sarstı. Türkler
kaybettikleri toprakları geri almak için seferber oldular. Esed b. Abdullah el-Kasrî’nin valiliği döneminde de Müslüman Araplar Türkler karşısında başarı sağlayamadılar. Türkler Mâverâünnehr’de Türgiş Hanı, Kursul kumandasındaki bir orduyu Semerkand üzerine sevk
etti. Horasan valisi Said b. Abdülaziz ile savaşan birlikler Müslümanları mağlup ettti ancak Semerkand’ı kuşatamadan geri döndüler. Horasan valiliğine getirilen Said b. Amr el-Haraşî zamanında Müslüman Araplara karşı Türgiş hakanını destekleyen ahali zulme maruz kaldılar ve yurtlarını terk ettiler.
Türk Arap münasebetlerinde Hazarlar ile yapılan mücadelelerin önemli bir yeri vardır. Hazarlar Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Derbend ve Kuzey Azerbaycan’da hakimiyet kurmuşlar, Muaviye devrinde İrminiyye’ye akınlar düzenlemişlerdi. Emevîlerle Hazarlar arasındaki mücadele de Emevî halifesi Velid devrinde başlamış ve Mesleme b. Abdülmelik 710 yılında Hazarlar üzerine bir sefer düzenleyip Derbend’e kadar gelmiştir. Bundan iki yıl sonra İrminiyye valiliğine tayin edilen Meslemen’in Hazarlara karşı 714’te iki sefer daha düzenlediği anlaşılmaktadır.
Mesleme b. Abdülmelik’in İstanbul muhasarasına katılmak niyetiyle bölgeden ayrılması üzerine Hazarlar 717-18 yılında İrminiyye ve Azerbaycan’a seferler düzenleyerek çok sayıda Müslümanı esir almış, birçok kişiyi öldürmüşlerdi. Bu olay üzerine Halife Ömer b. Abdülaziz, Hatim b. Nu’man el-Bâhilî’yi Hazarlar üzerine gönderdi. Hatim Hazarlarla yaptığı mücadeleyi kazanıp 50 kadar Hazar esirini halifeye gönderdi. Ancak Hazarlarla
mücadele daha yıllarca devam edecektir.
Emevî halifeleri arasında seçkin bir yeri olan Ömer b. Abdülaziz hilâfet makamına gelince (717) faaliyetlerini tasvip etmediği idarecileri görevden aldı. Horasan valisi Yezid b.
23
Mühelleb’i de azlederek yerine Cerrah b. Abdullah el-Hakemî’yi tayin etti. O devlet yönetiminde ve fetih harekâtında önceki halifelerden farklı bir siyaset takip etmekte kararlıydı. Nitekim Mâverâünnehr ve Türkistan’da ganimet elde etmek amacıyla yapılan fetihleri durdurdu; fethedilen topraklarda ise halkla iyi ilişkiler kurarak İslâmiyet’in gönülden benimsenmesini sağlamayı hedefledi. Bölge halkını küçük düşürücü, Müslümanlardan nefret ettiren haksız muamelelere ve vergilere son vermek istiyordu. Cerrah b. Abdullah’a gönderdiği mektupta İslâmiyet’i kabul edenlerden alınan cizye ve haracı kaldırmasını istedi. Takip edilen yeni siyaset kısa sürede meyvelerini verdi ve Mâverâünnehr halkı akın akın İslâm’a girmeye başladı. Ömer b. Abdülaziz Mâverâünnehr’deki bazı hükümdarlara İslâm’a davet mektupları yazdı. Onların bir kısmı Müslümanlığı kabul etti. Halifenin bölge halkına yaptığı samimî, âdil ve insanî muamele Semerkand ve Soğd halkı arasında da sevinçle karşılandı. Semerkand halkı halifeye elçilik heyeti gönderip önceki haksız uygulamaları kaldırmasını istedi.
Ömer b. Abdülaziz, Cerrah b. Abdullah’tan sonra Horasan valililiğine getirdiği Abdurrahman b. Nuaym’dan gayrimüslim Türk akınlarıyla karşı karşıya kalan Mâverâünnehr’in bazı şehirlerinde yaşayan Müslümanları aileleriyle birlikte Ceyhun
nehrinin beri tarafına iskân etmesini istedi. Ancak halk böyle bir teklife yanaşmayınca vazgeçildi. Abdurrahman’ın mülayim politikasından istifade etmek isteyen Semerkand hükümdarı Gurek ve Mâverâünnehr’in diğer hükümdarı Çin’e müşterek bir heyet gönderip imparatordan askerî yardım istedi (718). Ancak bu yardım gerçekleşmedi.
Ömer b. Abdülaziz’in vefatından sonra Horasan valisi olan Abdullah sertlik yanlısı bir politika izledi. Daha sonra Horasan valiliğine getirilen Cüneyd el-Mürrî Türkleri Beykend
yakınlarında mağlup ederek Türk hakanının oğlunu veya yeğenini esir almıştı. Cüneyd 730 yılında bazı şehirlerde başlayan isyanları bastırmakla meşgul oldu. Semerkand’daki İslâm ordusu kumandanı Sevre b. Hürrün’ün yardımıyla Semerkand’a girdi. Çok geçmeden isyan bütün Tohoristan’ı sarınca (731) Cüneyd azledilip yerine Asım b. Abdullah getirildi. Ancak bu komutan değişikliği de bölgeye sükûnet getirmedi bilakis ayaklanmaları artırdı. Bu olaylar Mâverâünnehr’deki İslâm hakimiyetinin zayıflamasına sebep oldu. Bu sefer de
Asım’ın yerine Esed b. Abdullah getirildi. Toharistan ve Huttel’deki karışıklıklara son vermek isteyen Esed Ceyhun kıyısında Türkler’in saldırılarına maruz kaldı ve ağır kayıplar verdi. Türgiş Hakanı Sulu Esed’i takip ettiyse de yapılan savaşta bozguna uğradı. Bu feci mağlubiyet onun itibarını kaybetmesine sebep oldu (736).
Esed’in ölümünden sonra Horasan valiliğine o bölgeyi iyi tanıyan Nasr b. Seyyar getirildi (738). Mâverâünnehr halkını zorla itaate almaya çalışmaktan ziyade Türkler ve diğer kavimlerle Araplar arasında çatışmaya sebep olan unsurları ortadan kaldırmaya çalıştı ve oldukça başarı sağladı. Türklerle iyi ilişkiler kurdu ve aldığı akıllıca tedbirler sayesinde Türkleri İslâm idaresine alıştırdı. Katan b. Kuteybe’yi Ceyhun’un doğusunda bulunan askerî birliklerin sevk ve idaresine memur ederek Buhara ve Kiş’te meydana gelmesi muhtemel olaylara karşı gerekli tedbirleri aldı. Kendisi de Semerkand’a gitti ve 740 yılında Şaş üzerine yürüdü. Şaş’ta Türgiş Hakanı Sulu’yu öldüren Bağa Tarkan (Kursul) ile savaşa girdi. Kursul
24
esir alınıp öldürüldü. Bunun üzerine Şaş hakimi de itaat arz etti. Böylece Mâverâünnehr üzerindeki Türk baskısı azaldı. Şaş’tan Fergana’ya hareket eden Nasr buranın hükümdarıyla da barış antlaşması imzaladı. Onun döneminde Taraz’a kadar uzanan topraklarda İslâm hakimiyeti kökleşti. Toharistan, Mâverâünnehr ve Hârizm bölgelerindeki önemli şehirlerde Arap kolonileri kuruldu.
Öte yandan 732’de el-Cezîre, İrmîniyye ve Azerbaycan valiliğine getirilen Mervân b. Muhammed Suriye ve Irak’tan topladığı kuvvetlerle Hazarlara karşı yürüyüp bazı şehirleri ele geçirdi. 732, 735 ve 736 yıllarında Hazarlara karşı akınlar düzenledi. 737’de 150.000 kişilik bir orduyla Kür nehri kıyısındaki Kasak şehrinden Semender’e doğru yola çıkan Mervân ordusunu iki kola ayırıp Derbend ve Daryal Geçidi’nden Hazar ülkesine girdi. Hazar hakanı başkumandanı Tarhan’ı 40.000 kişilik bir orduyla Emevî kuvvetlerine karşı sevk etti. Hazar ordusu mağlûp olarak geri çekildi. Hazar hakanı barış teklifinde bulundu, hakanın başşehir İdil’e (Etil) dönmesine izin verildi. Hazar Türklerine İslâmiyet’i öğretmek için Nuh b. Sâbit (Sâib) el-Esedî ile Abdurrahman el-Havlânî adlı iki âlim bölgeye gönderildi. Emevîler’in Arap olmayan Müslümanlara (mevâlî) ikinci sınıf insan muamelesi yapmaları, 747 yılında Horasan’da Emevîlere karşı büyük bir isyan hareketinin başlamasına yol açtı. Oradan diğer eyaletlere yayılan isyana önderlik eden Ebû Müslim-i Horasânî mevâlî idi. İsyan Emevî hânedanının yıkılması ve Abbâsîlerin iktidara gelmesiyle sonuçlandı. İslâm tarihinde bir dönüm noktası sayılan bu olaydan sonra mevâlî ile Araplar arasındaki fark ortadan kalktı, hatta mevâlî Araplar karşısında üstünlük kazandı. Abbâsî ihtilâlinin başarıya ulaşmasında İranlılar kadar Horasan bölgesinde yaşayan Türklerin de önemli rolü oldu.
1.5. Abbasiler Dönemi Türk-Arap İlişkileri ( 750-1258)
Halife II. Mervân ile Seffâh’ın amcası Abdullah b. Ali arasında cereyan eden Büyük Zap Suyu Savaşı’nda (750) Türk asıllı Muhammed b. Sûlün Abbâsî ordusunun karargâhında önemli hizmetlerde bulunduğu bilinmektedir. 751 yılı Temmuz ayında Ebû Müslim’in kumandanı Ziyad b. Salih ile Çin’in Kuça valisinin sevk ve idare ettiği ordular arasında başlayan Talas Savaşı beş gün devam etmiş ve iki ateş arasında kalan Çin birlikleri ağır kayıplar vermiş başkumandan canını zor kurtarabilmiştir. Türklerin Müslüman Arapları desteklediği Talas Savaşından sonra Çin artık Batı Türkistan için bir tehdit unsuru olmaktan çıkmıştır. Savaştan önceki yıllarda Batı Türkistan’da sarsılmış olan Türk nüfuzu Talas Savaşından sonra yeniden tesis edilmiştir. Hz. Ömer devrindeki fetihler sırasında başlayan
Türk-Arap mücadelesi uzun süre devam etmiş ve bu yüzden İslâmiyet Türkler arasında fazla rağbet görmemişti. Talas Savaşından sonra bu mücadele yerini barış ve dostluğa bırakmıştır. Bu sayede İslâmiyet Türkler arasında daha hızlı yayılmaya başlamıştır. Talas Savaşı'nın kâğıt sanayiinin İslâm ülkelerinde ve ardından da Avrupa’da yaygınlaşmasında önemli rol oynadığı da unutulmamalıdır.
25
Abbâsîler’in ilk döneminde Hazarlar ile münasebetler oldukça sakindir. İrminiyye valisi Yezid b. Esîd ile evlenen Hazar prensesinin ölümü Hazarlarla Abbâsîler arasındaki ilişkilerin bozulmasına ve yeni bir mücadele döneminin başlamasına sebep olmuştur. Hazar hakanı bu olay üzerine Müslümanlara karşı Astarhan el-Hârizmî’nin kumandasında ordular sevketmiş ve onlara ağır kayıplar verdirmiştir (762-764). Halife Ebû Cafer el-Mansûr (754-775)
döneminde Astarhan kumandasındaki Hazar ordusu Kafkas dağlarını aşıp İslâm hakimiyetindeki topraklara girdi. Suriye, el-Cezîre ve Musul’dan takviye birlikler gönderilmesine rağmen Yezid b. Esîd kumandasındaki İslâm ordusu yenildi. Bu bozgun haberi üzerine halife hapishaneleri tahliye etti; binlerce gönüllüden oluşan büyük bir orduyu Hazarlara karşı sevk etti. Ayrıca sınırlarda kaleler inşa ettirerek gerekli savunma tedbirleri aldı. Hazarlar daha fazla ilerleyemediler ve aldıkları ganimetlerle ülkelerine döndüler. Halife el-Mansur devrinden Harunurreşid devrine kadar yarım asra yakın bir süre Hazarlarla Müslüman Araplar arasında kayda değer bir savaşın cereyan etmediği anlaşılmaktadır.
Türkleri hizmetine alan ilk Abbâsî halifesi el-Mansur’dur. Mansur komutanlarına mevâliye iyi muamele etmesini, onların gönüllerini kazanmasını ve özellikle Abbâsîler’in iktidara gelmesinde büyük katkıları olan Horasan halkına itina göstermelerini emretmiştir. Fethedilen birçok şehirdeki Türklerin İslâmiyet’i kabul ederek el-Mansur devrinde Bağdat’a yerleştirilen askeri birliklerin varlığı aşikardır. Mübarek et-Türkî’nin Halife Mehdî Billâh ve Hâdî İlel-hak devrinde de görev aldığı ve Kazvin yakınlarında Medinetü Mübarek adıyla yeni bir yerleşim merkezi kurduğu bilinmektedir. el-Mansur devrinde 756-57 yılında Malatya’ya yerleştirilen Horasanlı askerler arasında muhtemelen Türkler de vardı. 758-60
yıllarında da Adana’ya Horasanlı birlikler yerleştirildi. 778-79 yılında Hasan b. Kahtabe’nin Bizans’a karşı düzenlediği bir seferde çeşitli bölgelerden gelen gönüllüler yanında Horasan askerleri de vardı. Halife Mehdî Billâh Türkistan hanlarına elçiler gönderip İslâm’a davet etmiş, onlardan bir kısmı bu teklifi kabul etmişlerdir. Nitekim Râfî b. Leys’e yardım eden Karluk Yabgusu Halife Mehdî vasıtasıyla Müslüman olmuştur. Bu arada Oğuzların bir kısmı, IX. yüzyılda ise Şaş halkı Müslümanlığı kabul etmiştir.
Hindistan’dan Harun Reşid’e gönderilen elçilik heyeti halifenin huzuruna çıktığında sarayın Türk muhafız askerlerince korunduğu bilinmektedir. Halifenin kumandanlarından Herseme b. A’yen de Ebû Süleym Ferec et-Türkî’yi Tarsus’un tahkimiyle görevlendirmişti (787). Buraya yerleştirilen askerî birlikler arasında üç bin kişilik Horasan kuvvetleri de vardı. 796-
97 yılında Aynu Zarba’nın (Anazarva) tahkim ve imar edilmesinden sonra buraya da Horasanlı askerler yerleştirildi. Ferec et-Türkî’nin Suğûr bölgesindeki şehirlerin tahkim ve imarıyla görevlendirilmesi ve büyük ölçüde Horasan’dan getirilen birliklerin buralara yerleştirilmesi dikkat çekicidir. Horasanlı bu askerler arasında Farslar yanında Türklerin de olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu tarihlerde Horasan, Mâverâünnehr, Azerbaycan ve Kafkasya Türklerin yoğun olarak bulunduğu yerlerdir. Ayrıca Ön Asya’daki büyük şehirlerde de Müslüman Türkler vardı. Ön Asya’ya gelen bu Türklerin bir kısmı ülkelerine dönmüşlerdir. Ancak bir kısmı da Halife Mu’tasım’ın kendilerine değer verip himaye etmesi sebebiyle onun hizmetinde kalmayı tercih ettiler.
26
Abbâsî halifesi Me’mûn Merv’de bulunduğu sırada meydana gelen olaylar ve siyâsî karışıklıklardan sonra Araplar ve Farslara karşı fikirlerini değiştirmişti. Horasan’da iken yakından tanıma imkânı bulduğu Türkleri askeri kabiliyetleri ve sağlam karakterleri sebebiyle Arap ve Fars askerlere karşı bir güven ve denge unsuru olarak hizmetine almaya karar verdi. Me’mûn devrinde kardeşi Mu’tasım hilafet ordusunda Türkleri istihdam etmeye çok önem verdi. Mu’tasım Türkistan’a adamlarını gönderip Türk gulamlar getirdi. Böylece Me’mûn’un hizmetinde yaklaşık üç bin Türk askeri görev aldı. Horasan valisi Abdullah b. Tâhir hilâfet merkezine bölgenin harac vergisini gönderirken iki bin esir Oğuz'u da yollamıştı. Oğuzlar arasında Tolunoğulları Hanedanının kurucusu Ahmed’in babası Tolun da vardı. Me’mûn’un Bağdad’a dönmesinden sonra hilâfet ordusunda bulunan Türklerin sa-
yısında büyük bir artış gözlendi. Me’mûn meydana gelen bazı isyanların bastırılmasında özellikle Türk kumandanlardan yararlanmıştır. Bunlar arasında Eşnâs et-Türkî ve Said b. Sâcûr zikredilebilir. Mu’tasım Me’mûn’un emri üzerine dört bin Türk askeriyle yola çıkıp Mısır’da çıkan bir isyanı bastırmıştır. Me’mûn’un Türkler’e ordusunda yer vermeye başlamasıyla hilâfet ordusundaki Türklerin hem sayı hem de nüfuzu artmıştır. Abbâsî tarihinde ilk defa Me’mûn zamanında Türkler’in halifenin yanında seferlere katıldığı ve isyanların bastırılmasında görev aldığı görülmektedir.
Me’mûn’un 833 yılında ölünce yerine kardeşi Mu’tasım Billâh geçti. Onun halife olmasında Türklerin önemli rol oynadığı görülmektedir. Me’mûn Türklerden askeri birlikler teşkili için Mu’tasım’ı görevlendirmişti. Bu sebeple hilâfet ordusundaki Türk askerler Mu’tasım’ın emrinde veya onun vali olduğu bölgelerde faaliyette bulunmuşlar; Afşin, Eşnâs, Boğa el-Kebîr ve Inak et-Türkî gibi kumandanlar da ordu içinde söz sahibi olmuşlardı. Bunlar Mu’tasım’ın veliahdlığı ve hilâfet makamına geçişinde önemli rol oynadılar.
Mu’tasım’ın halifeliği döneminde Araplar ve Farslar yönetimdeki nüfuzlarını büyük ölçüde kaybetmişler orduda hakim unsur olan Türkler devletin geleceğine tesir edecek seviyeye gelmişlerdir. Kaynaklar Mu’tasım devrinde Türk ordusunun sayısı hakkında 18.000 ile 70.000 arasında farklı rakamlar vermektedir. Bununla beraber hilâfet ordusunda görev alan Türklerin sayısının 20.000-25.000 civarında olduğu, aileleriyle 70.000’e yaklaştığı tahmin edilebilir. Türklerin ordudaki sayı ve nüfuzunun artması ve onların Bağdat’taki faaliyetleri halkı rahatsız etmeye başlayınca Mu’tasım hilafet merkezini nakledecek bir yer aradı ve Samarra’da karar kıldı (835). İnşaatın yürütülmesini Türk askerlere tevdi etti ve şehir kısa zamanda tamamlandı. Burada Türkler için geldikleri bölgeler esas alınarak ayrı ayrı mahalleler kuruldu. Böylece tarihe Samarra devri (836-892) olarak geçen ve Türk hakimiyetinin zirvede olduğu bir dönem başladı. Türkler sadece askerî değil siyasî ve idarî sahada da önemli görevler üstlendiler. Bu durum Arap unsurun da tahrikleriyle halifeleri rahatsız etmeye ve onlara karşı tedbir almaya sevk etti. Samarra devri boyunca sürüp giden bu mücadelelerin sonunda halifeler askerî ve siyasi kudretlerini Türk birlikleri de sayıca üstünlüklerini, buna bağlı olarak kuvvet ve nüfuzlarını kaybettiler.
Halife Vâsık’ın veliahd tayin etmeden ölümü üzerine kardeşi Mütevekkil Abbâsî devlet adamlarına rağmen Türklerin desteğiyle hilâfet makamına geçti. Ancak o kendisini iktidara
27
taşıyan Türklerden kuşku duyuyordu. Bu sebeple devletin en güçlü adamlarından Inak et-Türkî bir hileyle katledildi (849). Türkler muhafız birliklerinden uzaklaştırılmaya, sayıları azaltılmaya ve hatta onların yerine orduya başka unsurlar alınmaya başlandı. Mütevekkilin bu faaliyetlerinden rahatsız olan Türkler onu öldürmeye kalktılar, ancak yine bir Türk olan Boğa el-Kebîr’in müdahalesiyle başarısız oldular. Ancak daha sonra Boğa es-Sağîr, Musa b. Boğa el-Kebîr, Harun b. Suvartegin, Bagir et-Türkî gibi Türk kumandanlar Halifeyi
katlettiler (861). Bu olay Türklerin Abbâsî halifeliğinde iktidarı tamamen ele geçirdiklerini ve kendilerine mani olacak bir gücün bulunmadığını gösterir.
Mütevekkilden sonra hilâfet makamına yine Türklerin desteğiyle Muntasır Billah geçti. Türkler hakkında olumsuz düşünen Muntasır’ın ertesi yıl muhtemelen Türkler tarafından zehirlenerek öldürülmesi üzerine yine ordudaki nüfuzlu Türk kumandanların baskısıyla Musta’in halife seçildi (862). Musta’in Vasîf et-Türkî ve Boğa’nın tesiri altında idi ve onlara
en ufak bir müdahalede bulunamıyordu. Sonunda Mustaîn hilâfetten çekildi ve Mu’tez Billah halife ilan edildi (866). Ancak o da Türkler’e güven duymuyor ve onlardan çekiniyordu. Vasîf et-Türkî ile Boğa’nın katledilmesine rağmen Halife Mu’tez hâlâ Türklerin baskısı altında bulunuyordu. Türk askerleri maaşların verilmemesini bahane ederek isyan ettiler ve halifeyi saraydan zorla çıkarıp hilafetten çekilmek zorunda bıraktılar. Mu’tez devri Türklerin siyasî sahada varlıklarını açıkça hissettirdikleri, buna karşılık kendilerine muhalif güçlerin de toparlandıkları bir devirdir.
Mu’tez’in yerine halife olan Mühtedî Billah büyük ölçüde Salih b. Vasîf et-Türkî’nin tesirinde kaldı. Halifeliğe eski itibarını kazandırmak isteyen Mühtedî devlet yönetimin nüfuzunu kırmak istediyse de başarılı olamadı, hem makamını hem de hayatını kaybetti. Yerine geçen Mutemid Alellah devrinde de Türk nüfuzu devam etti. Ancak askeri sahada kontrol Türklerin elinde olsa da siyasî ve idarî alanda etkin değillerdi. 892 yılında hilâfet merkezinin Samarra'dan taşınması Türk nüfuzunun zayıflamasına sebep olmuştur. Fakat bir müddet sonra halife Râzî Billâh, İbn Râik’i geniş yetkilerle emîrü-l ümerâ tayin edince Türk nüfuzu yeniden kuvvetlendi. Bu durum Abbâsî halifeliği yıkılıncaya kadar devam etmiştir.
28
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Türklerle Arapların arasındaki ilişkilerin tarihsel temelleri neler olduğu
Türklerin Müslüman Araplarla mücadelesi
Türklerin, Emevilerin son devresinde Türklerin İslamlaşması
Türkleri İslâmiyet’i seçmelerinde etken unsurlar
Talas harbinin İslamlaşma üerine etkileri
Abbasiler döneminde geliştirilen münasebetlerin sonuçları
Türklerin Abbasileri bağlı devletler kurmaları.
29
Uygulama Soruları
1) 892 yılında hilâfet merkezinin ............'dan taşınması Türk nüfuzunun zayıflamasına
sebep olmuştur. (Samarra)
2) Mütevekkilden sonra hilâfet makamına yine Türklerin desteğiyle ..........................
geçti. (Muntasır Billah)
3) Türkleri hizmetine alan ilk Abbasi halifesi ............ dir. (el-Mansur)
4) II. Mervan ile Seffah’ın amcası Abdullah b. Ali arasında geçen savaş
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Büyük Zap Suyu Savaşı (Doğru Cevap)
b) Talas Savaşı
c) Harre Vakası
d) Fergana Savaşı
e) Semerkand Seferi
5) Türkler ile Araplar arasındaki mücadele ................. dönemine kadar uzanmaktadır. (Cahiliye)
30
2. TÜRKLER ve İSLAMİYET
31
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
- İslamiyetin Türkler Arasında Yayılışı - İslamı Kabul Eden İlk Türk Devletleri - Türkleri İslam Dinine Kabule Sevk Eden Sebepler
32
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1. Türkleri İslamiyeti kabul etmeye teşvik eden sebepler nelerdir?
2. İslamiyet’i kabul eden ilk Türk devletleri hangileridir?
3. Türklerin sosyal yaşamı ile İslam’ın emrettiği yaşam arasında nasıl bir uyum vardır?
4. Emevi ve Abbasi politikaları Türklerin İslamlaşma sürecini nasıl etkilemiştir?
33
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği
İslamiyetin Türkler arasında yayılıma sürecini açıklar.
İslamiyet’i kabul eden ilk
Türk devletlerini bilir.
Türkler’in İslam’ı seçmesini teşvik edici faktörleri ifade eder
Emevi-Abbasi iktidarı ve Türklerin İslamlaşması arasındaki ilişkiyi açıklar.
34
Anahtar Kavramlar
İslamiyet, Türkler, Gök Tanrı İnancı, Karahanlılar, Oğuzlar.
35
Giriş
Abbasilerle birlikte Türklerle Araplar arasında yıllarca devam eden siyasî ve askerî müca-
deleler nihayet yerini büyük ölçüde barış ve sükûna bırakmıştı. Bu da İslâmiyet’in Türkler arasında savaşın hâkim olduğu dönemlerle mukayese edilemeyecek ölçüde hızlı yayılmasını sağlamıştır. İslâm ordularının uçsuz bucaksız Asya topraklarında savaşlardaki yetenekleriyle
tanınmış Türk beylerine karşı başarı kazanmaları, muhtemelen bu dönemde parçalanmış Türk imparatorluğunun gücünün sınırlı olmasından kaynaklanmıştır.
2.1. İslamiyetin Türkler Arasında Yayılışı
Abbasilerle birlikte Türklerle Araplar arasında yıllarca devam eden siyasî ve askerî müca-
deleler nihayet yerini büyük ölçüde barış ve sükûna bırakmıştı. Bu da İslâmiyet’in Türkler arasında savaşın hâkim olduğu dönemlerle mukayese edilemeyecek ölçüde hızlı yayılmasını sağlamıştır. İslâm ordularının uçsuz bucaksız Asya topraklarında savaşlardaki yetenekleriyle
tanınmış Türk beylerine karşı başarı kazanmaları, muhtemelen bu dönemde parçalanmış Türk imparatorluğunun gücünün sınırlı olmasından kaynaklanmıştır.
Emevîlerin başlangıçtan beri takip ettiği politika Türkleri ve diğer kavimleri İslâmiyet’e ısındırmak şöyle dursun nefret ettiriyordu. Zira gayri Arap Müslüman ahaliden Müslüman oldukları halde cizye alınmaya devam edilmiştir, yine mevaliden olan askerlerine Arap süvarilerinden daha az maaş ödemişlerdir. Yapılan açık adaletsizlikler ve asabiyet politikası her ne kadar siyasi otoriteyi güçlü kılsa da İslâmiyet’in gönüllere girmesini engellemiştir. Bu çerçevede Emevîlerin daha çok cizye almak amacıyla Horasan ve Toharistan halkının Müslüman olmalarını önlediklerine dair rivayetler vardır.
Aynı şekilde Horasan ve Türkistan’da hüküm süren Türk ve Fars beylerin de kendi tebaala-
rını kaybetmemek için Emevîler ile işbirliği yaptıkları iddia ediliyordu. Eğer zayıf ve yoksul kimseler İslâmiyeti seçerlerse hem Emevî idarecilerden hem de mahallî beylerden tepki
görüyorlardı. Bu zulüm ve baskılara dayanamayan ve Hz. Peygamber’i örnek alan sadık Müslümanların önderlik ettiği Merv halkı sonunda isyan etmiştir. Haris b. Süreyc çeşitli kavimlere mensup mazlum insanları etrafına topladı ve mağlup olunca da Türkler’e sığınıp Türk hakanı Sûlu Çor’un maiyetinde Emevîlerle savaşmıştır (735).
Emevî halifeleri arasında farklı ve seçkin bir mevkii olan Ömer b. Abdülaziz Emevîler’in umumî politikasına, yani Arap milliyetçiliğine dayanan siyasetine karşı çıkmış ve bütün tebeaya eşit muamele eden bir siyaset takip etmiştir. Bu siyaset bütün İslâm ülkelerinde müspet sonuçlar doğurmuştur. Çünkü o, valilere gönderdiği mektuplarda bütün insanlara iyi
36
davranılmasını, Müslüman olanlardan asla vergi alınmamasını istiyordu. Bu sayede özellikle Mâverâünnehr bölgesindeki Türkler arasında İslâmiyet daha büyük bir hızla yayılmaya başladı. O vefat edince (720) yeniden Emevî Devleti’nin eski politikasına dönüldü. Türgiş Kağanlığı da Mâverâünnehr’i almak için Müslümanlarla mücadeleye girdi. Bu gelişmeler Mâverâünnehr’deki İslâm hakimiyetini ve İslâm’ın yayılmasını tehlikeye soktu.
Hişam b. Abdülmelik (724-43) döneminde Horasan valisi Eşres b. Abdullah Türkler arasında İslâmiyetin yayılması için çalıştı. Salih b. Tarîf ve Rebî b. İmran’ı Semerkand ve civarında halkı İslâm’a davet etmekle görevlendirdi ve bu sayede büyük başarılar kazandı. Belh şehrinde bir cami inşa edildi. Halife Hişam Türk hakanına bir elçilik heyeti göndererek kendisini İslâm’a davet etti. Keza Horasan valisi Cüneyd b. Abdurrahman Türk hakanı ile karşılaşmış ve hakana İslâm dini hakkında bilgi vermiştir. Bu hakan muhtemelen Türgiş hükümdarı Sûlu’dur.
Emevîler’in son Horasan valisi Nasr b. Seyyar da Mâverâünnehr halkına eşit muamele ederek onların gönüllerini kazanmaya çalışmış ve bu sayede bölgede İslamiyet’in yayılmasına katkıda bulunmuştur. Öyle anlaşılıyor ki Mâverâünnehr halkı idareci ve kumandanların kendilerine insanca muamele ettiği dönemlerde İslâmiyete daha sıcak bakmış ve aynı oranda Müslümanlığı benimsemişlerdir. Emevî hanedanının iyi muamele yerine mücadeleyi tercih ettiği Mâverâünnehr ve Kafkasya’da İslâmiyet daha yavaş yayılmıştır. Bununla beraber Buhara ve Semerkand gibi Mâverâünnehr’in iki büyük şehrinde, buraya yerleştirilen Müslüman halkın Türklerle iyi ilişkiler kurması ve onların da İslâmiyeti yakından tanıma imkânı bulması sebebiyle Müslüman olanların sayısı daha fazla idi.
Haricîlerin ve Emevîlerin ayrımcı zihniyetine karşı bütün Müslümanların eşitliğini savunan Mürcie bir bakıma gayri Arap Müslüman unsurların temsil ettiği bir zihniyet, siyasî ve itikadî bir fırka olarak ortaya çıkmıştır. İslâmiyet’in Horasan ve Mâverâünnehr’de Türkler arasında yayılmasında, hoşgörü, adalet ve fikir hürriyetini savunan, birlik ve beraberliği esas alan, ılımlı ve uzlaştırıcı vasfıyla tanınan Mürcie’nin büyük katkısı olmuştur. Emevîler, Hâricîler ve Şiîler gibi iktidarı ele geçirme hırsı olmayan Mürcie mensupları daha çok Horasan ve Mâverâünnehr’de yürütülen fetih harekâtına katılmışlardır. Bu mezhep Müslümanların eşitliğini, cizye ve haracın kaldırılmasını öngördüğü için Horasan ve Mâverâünnehr’de Türkler ve değişik kavimlere mensup yeni Müslümanlar arasında çok sayıda taraftar kazanmıştır. Mürcie itikadî ve fıkhî konularda ileri sürdüğü görüşlerde kolaylığı esas aldığı için yeni fethedilen topraklarda ortaya çıkan sosyal, ekonomik ve siyasal
problemleri çözmeye çalışmış, bu yönüyle de özellikle Türkler arasında İslâmiyet’in yayılmasını kolaylaştırmıştır. Türklerin Müslüman olup Mâtürîdiyye mezhebini
benimsemesi de Mürcie’nin uzlaşmacı tavrı sayesinde mümkün olmuştur. Türklerin büyük bir kısmı fıkıhta Hanefî mezhebini, itikadda ise Mâtürîdîliği benimsemişlerdir.
37
Abbâsîlerin iktidara gelmesiyle mevaliye karşı izlenen politikanın değişmesi ve bu hanedanın kendilerini iktidara getiren gayri Arap halka iyi davranmaya başlaması, Horasan ve Mâverâünnehr’de İslâmiyet’in yayılmasına hız kazandırmıştır. Ebû Cafer el-Mansur
İslamiyet’i kabul edenlerden asla cizye alınmamasını istemiştir. 751 yılında meydana gelen
Talas Savaşı da Türklere Müslümanların yakınlaşmasına ve İslamiyet’i benimsemelerine müsait bir ortam hazırlamıştır. Bu savaştan sonra İslamiyet’in Türkler arasında daha geniş çapta yayıldığı gözlenmiştir. Halife Mehdî de bu yeni ortamdan istifadeyle İslamiyet’in yayılması için çalışmış ve Soğd, Toharistan, Fergana, Uşrûsene, Karluk, Dokuz Oğuz (Uygurlar) ve diğer bazı Türk hükümdarlarına elçiler göndererek onları İslamiyet’e davet etmiştir.
Halife Me’mûn bir yandan Soğd, Fergana ve Uşrûsene’de meydana gelen karışıklıkları bastırmak için askerî seferler düzenlerken bir yandan da halkın İslamiyet’i kabul etmesi için çalışıyordu. Me’mûn Mâverâünnehr’de tam anlamıyla hakimiyet tesis ettikten sonra özellikle hükümdar ailesi arasında İslâmiyetin yayılmasına özen gösterdi. Müslümanlığı kabul edenler ödüllendirildi. Afşin, Eşnâs et-Türkî, Boğa el-Kebir ve İnak et-Türkî gibi o devrin ünlü kumandanları geldikleri yörenin asil ve idareci sınıfına ya da hükümdar ailesine mensup kişilerdi. Halife Mu’tasım da Türklere karşı yakın ilgi gösterdi ve Fergana, Uşrûsene, Şâş ve Soğd gibi Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerden asker temin etti. Sirderya (Seyhun)’nın do-
ğusunda, Karadeniz ve Hazar Denizi’nin kuzeyinde ikamet eden Türk boyları Müs-
lümanların hâkimiyetine girmedikleri için bu bölgelerde İslâmiyet zaman zaman düzenlenen seferler ve ticarî faaliyetler neticesinde yayılma imkânı bulabilmiştir.
Abbasilerin en güçlü kuzey bölgesi emirliklerinden olan Sâmânîler de Türkler arasında İslâmiyet’in yayılması için çalışmıştır. İslâm dininin Türkler arasında büyük kitleler halinde yayılması, Sâmânîler döneminde gerçekleşti. Sâmânî hükümdarı İsmail b. Ahmed 893 yılında Karlukların başkenti Talas’a bir sefer düzenlemiş ve şehir fethedildikten sonra büyük kilise camiye çevrilmiştir. Sâmânî başkenti Buhara’da, Özkent’te, Taşkent’te, Sayram’da, Otrar (Fârâb-Karacuk)’da İslâm kültürünün ilk âbideleri cami-mescidler, türbeler ve zamanla bir ilim müessesesi haline gelecek olan ribatlar inşâ edilmiştir. Bu dönemde Buhara İslâm ilâhiyatının en önemli merkezlerinden biri haline geldi. Müslüman Türklerin yaşadığı şehirlerle gayrimüslim Türkler’in yaşadığı şehirlerarasında kültürel ve ticari münasebetler zaman zaman vukû bulan çatışmalara rağmen devam ediyordu. Bu münasebetler sayesinde İslâmiyet Türkler arasında yayılma imkânı buluyordu. Samanîler’in Türk topraklarına düzenlediği seferlere karşı Türkler de cevap veriyordu. Meselâ 904’te Mâverâünnehr’i kısa bir süre ele geçirdikleri gibi 942’de de Balasagun’u geri aldılar. Türkler İslâmiyeti kabul ettikten sonra diğer Müslüman kavimlerle birlikte gayrimüslim Türklere karşı cihada katılmışlardır. Türk sınırlarında dârü’l-cihâd ilan edilmiş, buralarda gazilerin barınması için çok sayıda ribat yaptırılmış ve bunlar için vakıflar tahsis edilmiştir.
Samanîlerin Mâverâünnehr’den gelen göçmenlere yakın ilgi göstermeleri ve onları
38
bozkırlardaki yeni kurulan şehirlere yerleştirmeleri de Türkler arasında İslâmiyetin yayılmasına katkı sağlamıştı. Oğuzların elinde bulunan Yenikent, Cend ve Huvâr gibi şehirler ile Sâmânî hâkimiyetindeki Talas şehri arasında gelişen ticarî münasebetler de Türklerin İslâmiyet hakkında bilgi edinmelerine ve Müslümanları daha yakından tanımalarına zemin hazırlamıştır. İslâm ülkeleriyle Türk ülkeleri arasında ticaretin en yaygın olduğu ve yoğunluk kazandığı bölge Mâverâünnehr idi. Bunun yanında Hârizm de ticarî hayatın canlı olduğu bölgelerden biri idi. Ticaret kanalıyla gelen din bilginleri ve sûfîler halk arasında İslâmiyet’in yayılmasına çalışıyorlardı. Hârizmliler Hazar ordusundan ücretli askerlerin esasını teşkil etmekle beraber onlar Müslümanlarla yapılan savaşlarda görev almıyorlardı.
Müslümanlarla Türkler arasında iki asırdır devam eden askerî mücadeleler, siyasî ilişkiler ve ticarî faaliyetler sonunda, Türkler İslâmiyet’e yakın ilgi duymaya başlamışlardı. Horasan ve Mâverâünnehr’de İslâmiyet’in yayılmasında dinî-kültürel ilişkilerin ve sûfîlerin de önemli rolü oldu. Ünlü mutasavvıf Şakîk-i Belhî (ö. 790) Türklerle görüşmüş ve onların İslamiyet’i seçmelerinde etkili olmuştur. O zengin bir tüccar olduğu halde fakirler gibi yaşıyor, servetini yoksul insanlara dağıtıyordu. Halkı İslâm’a davet maksadıyla Belh şehrinden kalkıp Türkistan’a giden Şakîk orada İslâmiyet’i yaymaya çalıştı. Yine Belh şehrinden sûfî İbrahim b. Edhem (ö. 783) de aynı şekilde Türkler arasında İslâm’ı yaymak için çaba gösterdi.
Huttel’de hüküm süren eski Türk hükümdarlarından Bânîcûr ailesi de VIII. yüzyılda İslamiyet’i kabul etmişti. Bânicûr hatunlarından biri Belh’te bir cami-mescid yaptırmak için mücevherlerini satmıştır. Nuhgunbaz Mescidini bu hatun yaptırmış olmalıdır. Sınır boylarında, Merv ve Belh gibi kültür merkezlerinde yaptırılan ribatlarda kalan din adamları ve gaziler de (murâbıtlar) bölgede İslâmiyetin yayılmasında etkili oldular. İlk ribat 727’de Merv kadısı tarafından kurulmuştur. Böylece Talas ve İsfecâb gibi bazı şehirlerde nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar oluşturmuştur.
IX. yüzyılın sonlarında Yakub b. Leys adlı İranlı bir Müslüman Kabil ve Gazne’deki Türk beylerini mağlup ederek bölgede İslâm hakimiyetini tesis etti. X. yüzyıl başlarında ise burada hüküm süren Türkşâhîler devletinin yıkılmasından sonra Amuderya ve Sind arasında yaşayan Türk boyları İslamiyet’i kabul etmeye başladı. Bu süreç X. yüzyılın başlarından itibaren hızlandı. Ordu şehrinin Türk hükümdarı; bunu takiben Balasagun ile Talas’ın doğusunda bulunan Mirki kasabasında yaşayan Oğuzlar kalabalık guruplar halinde Müslüman oldular. Gazne ve Gur bölgesinde yaşayan Halaç Türkleri de İslâmiyeti kabul edip zamanla Gaznelilere tâbî oldular. Sind ve Hindistan’a giren Türkler ise buralarda devletler kurup İslâmiyeti yaymış ve XI. yüzyıldan itibaren bölgede Türk (Turuşka) adı Müslüman kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
Mâverâünnehr’de IX. ve X. yüzyılda İslâmiyeti kabul eden Türk aile ve beylerinden bazıları şunlardır: Uşrûseneli Afşin (Haydar b. Kâvûs), Sâcoğulları hanedanının kurucusu Ebu’s-Sâc,
39
Semerkand İhşidleri, Soğdlu Merzuban et-Türkeşî, Uceyf b. Anbese, Buhara hükümdarları (Buhârhudâtlar), Sulu-Çor’un ahfadından İbn Hakan ailesi, Artuç b. Hakan, Feth b. Hakan, Ebû Müzahim b. Yahya b. Artuç, Ahmed b. Tolun, Fergana İhşidlerinden İhşidler’in kurucusu Muhammed b. Tugc, Bânicûr ailesi ve Eşnâs et-Türkî, Alptekin oğlu İbrahim ve Simcûrîler.
2.2. İslamı Kabul Eden İlk Türk Devletleri
Türkler arasında İslâmiyeti resmî din olarak kabul eden ilk devlet ise İdil (Volga) Bulgar Devleti’dir. 922’de İslâm’ı kabul eden Bulgar hükümdarı İlteber Almuş, Abbâsî Halifesi Muktedir Billâh’a bir elçilik heyeti göndererek kendisine İslâm dinini tebliğ edecek din bilginleri (fakihler), cami ve kale yapımına yardımcı olacak ustalar istemiştir. Halife Muktedir de bu isteği memnuniyetle kabul edip Mart-Nisan 921 tarihinde istenen din
adamları, usta ve parayı hakana göndermiştir. 16 Mayıs 922 tarihinde toplanan İdil Bulgar beyleri halifenin İslâm’a davet mektubunu büyük bir hürmetle ayakta dinlediler. Yeri-göğü titreten tekbir sesleriyle Müslümanlığı kabul ettiler. Türkistan’da olduğu gibi burada da Müslüman olan İdil Bulgarları göçebe hayatı terk edip yerleşik hayata geçmeye başladılar. Böylece İdil Bulgarları Müslümanların kuzey-batıdaki temsilcileri oldular ve Başkurtlar gibi Batılı Türk boylarının da İslâmiyeti kabul etmesinde önemli rol oynadılar. İdil Bulgarları arasında Müslümanlığın yayılmasında Hârizmli tüccarların da çok önemli rol oynadığı anlaşılmaktadır.
X. yüzyılda Musevî Hazar hakanının diğer din mensuplarına hoş görüyle davrandığı, İdil’de çok sayıda caminin bulunduğu ve hukukî ihtilaflarına kadıların baktığı on bin kadar Müslümanın yaşadığı bilinmektedir. Ancak Hazarlar Rus istilâsına uğrayarak yıkılınca Müslümanlar diğer İslâm ülkelerine göç etmişlerdir.
İslâmiyet’i devlet dini olarak benimseyen ilk büyük Müslüman Türk devleti kabul edilen
Karahanlılar, 893 yılında Sâmânîler’e mağlup olarak merkezleri Talas (Taraz) şehrini terk edip Kaşgar’a çekilmek zorunda kalmışlardı. Daha sonra Sâmânî şehzadelerinden Ebû Nasr b. Mansûr kardeşinden kaçarak Kaşgar’a sığınınca Karahanlı hükümdarı Oğulcak tarafından misafir edilmiş ve Artuç ilinin idaresi ona verilmiştir. Ebû Nasr, Oğulcak’tan küçük bir mescid yapacak yer istemiş ve bu isteği kabul edilmiştir. Oğulcak’ın yeğeni olan Satuk bir kervanın getirdiği malları görmek için Artuç’a gidince Sâmânî şehzadesi Ebû Nasr tarafından misafir edilir. Ebû Nasr ve maiyetindekiler Satuk’a İslâmiyet hakkında bilgi verdiler. Satuk Nişaburlu Ebu’l-Hasan el-Kelemâtî gibi âlim ve sûfîlerin de etkisiyle artık Allah’tan başkasına tapmayacağını ve peygamberinin yolundan gideceğini belirtip Müslüman oldu;
maiyeti de onu takip etti (920-21 veya 944-45). Rüyasında İslâmiyeti kabul ettiği ve sabah olunca da bunu herkese açıkladığı rivayet edilmektedir. Müslüman olduktan sonra
Abdülkerim adını alan Satuk Buğra Kaşgar ve Atbaş’ı fethedip Artuç’ta bir mescid yaptırdı ve Karahanlıların batıdaki topraklarında İslâmiyet’in yayılması için çalıştı.
40
Onun Müslümanlığı kabulü Türk-İslâm tarihinde bir dönüm noktası teşkil eder. Böylece Batı Türkleri arasındaki din savaşı sona ermiş, Karahanlıların İslâm’ın bir kalesi olarak yükselmesi Çin kültürüne karşı da bir sed oluşturmuştur. Satuk Buğra Han’ın İslâmiyeti kabulüyle Sâmânî-Karahanlı mücadelesi yerini dostluk ve işbirliğine bırakmıştır. Bu gelişme Orta Asya Türklerinin daha sonraki bütün tarihlerini etkileyen büyük bir hadisedir. Karahanlıların kurduğu Türk-İslâm medeniyeti ve oluşturduğu Türk-İslâm mefkûresi Türklüğün öz üslûbu oldu. Bu medeniyet ve mefkûre Selçuklular, Hârizmşahlar ve Delhi Sultanları’nın idaresindeki ülkelerde de benimsendi. Türk-İslâm medeniyeti zamanla Karahıtaylar’ı ve Moğollar’ı da kendi potasında eritmiştir. Karahanlı kültürüne mensup ünlü mutasavvıf Ahmed Yesevî de VI. (XII.) yüzyılda tasavvuf yoluyla İslâmiyetin Türk toplumları arasında yayılmasında etkili olmuştur.
Karahanlılar’dan sonra kurulan ikinci büyük Müslüman Türk Devleti Gazneliler’dir (963-
1186). Sâmânîler’in kumandanlarından Alptegin tarafından kurulan Gazneliler de hakim oldukları topraklarda İslâmiyeti yaymış ve özellikle Gazneli Mahmud Hindistan’a birçok sefer düzenleyerek bu bölgede İslâmiyetin yayılmasında önemli rol oynamıştır.
X. yüzyılda Yenikend, Cend ve Huvar gibi şehirlerde yerleşmiş bulunan Müslümanlar
Oğuzlarla iyi ilişkiler içindeydi. Oğuzlar onlardan İslâmiyet hakkında bilgi ediniyorlardı. Ayrıca çeşitli ülkelerden gelen Müslüman tacirler ve bunlarla birlikte Oğuzların hakimiyetindeki şehirlere giden derviş ve şeyhler de bu yörelerde İslâmiyetin yayılmasına gayret sarf ediyorlardı. Böylece İslâmiyet Türkler arasında büyük bir hızla yayıldı ve bölük bölük insanlar İslâma koştular. İbnü’l-Esîr 960 yılında 200.000 çadırdan oluşan Türk halkının Müslüman olduğunu kaydeder. Her çadırda 5 kişinin kaldığını düşünürsek bir milyonu aşkın Türkün İslâmiyeti kabul ettiği söylenebilir. Bu Türklerin Karahanlılar’ın hakimiyetindeki Karluk, Yağma ve Çiğil boylarına mensup olduğu tahmin edilmektedir. Aynı dönemde Oğuzlar da İslâmiyeti kabul ettiler. Sirderya havzası eski Türk kültürünün hakim olduğu topraklar olup burada İslâmiyet hızla yayılma imkânı buldu. 961-977 yılları arasında ilk Kur’an tercümesini gerçekleştirmek amacıyla Taşkent ve Sayram’dan alimler davet edildi.
X. yüzyılda Oğuz Yabgu devletinde sübaşı (ordu kumandanı) olan Selçuk Bey, Oğuz Yabgusu ile aralarında çıkan ihtilaf sebebiyle Oğuzların kışlık merkezi Yenikend’den ayrılıp Türk ülkeleriyle İslâm ülkeleri arasında bir uç şehri olan Cend şehrine göç etmiştir (961). Büyük Türk kitlelerinin İslâmiyeti seçtiği bu dönemde Selçuk’un burada Müslüman olması Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Çünkü onun torunları tarafından kurulan Selçuklu İmparatorluğu Türklerin İslâmî dönemde kurdukları en büyük devletlerden biridir. Böylece XI. yüzyılın başlarında Oğuzların büyük çoğunluğu Müslüman olmuştur. Ancak bütün Oğuzlar’ın Müslüman olması için iki asrın daha geçmesi gerektiği söylenebilir. Kıpçak Bozkırlarındaki İslâmlaşma süreci ise XIV. yüzyıla kadar devam etmiştir.
41
2.3. Türkleri İslam Dinine Kabule Sevk Eden Sebepler
Fetihler:
Müslüman Arapların Türkistan’da hakimiyet kurabilmeleri için Türklerin mutlaka İslâmiyeti benimsemeleri gerekiyordu. Bunun farkında olan Haccac ve Kuteybe İslâmiyetin Türkler arasında yayılması için sistemli bir İslâmlaştırma kampanyası başlattılar. Bu maksatla siyasî, askerî vb. her çeşit yola başvurdular. Eski dinlere ait mabedleri tahrip ettirip mescidler (namazgâhlar) yaptırdılar. Bu hususta ihmali görülenler cezalandırıldı. Kuteybe b. Müslim her yönüyle kabul edilebilir bir İslâmlaştırma politikası takip etmediyse de Orta Asya’da İslâm’ın yayılmasına yönelik sağlam temeller atmıştır. İslâmiyet Türkler arasında ilk defa onun tarafından fethedilen Amuderya nehrinin kuzeyindeki topraklarda, Kaşgarlı Mahmud’un Çayardı dediği Mâverâünnehr bölgesinde yayılmaya başlamıştır. Sonraki yıllarda gerçekleşen İslâmlaşma hadiselerinde Kuteybe’nin önemli bir yeri olduğu inkâr edilemez. Bu gayretler sonunda Mâverâünnehr’de İslâmiyet kesin olarak yerleşti ve Türk beylerinin hakim olduğu şehirlerde İslâm yegâne güç haline geldi. Ribatlar inşa edilerek İslâmın yayılışı kurumsal hale getirildi.
Türkler İslâmiyetle büyük ölçüde fetihler sırasında temasa geçmişlerse de büyük kitlelerin İslâmiyeti kabulü, fetih harekâtının sönmeye yüz tuttuğu IV. (X.) yüzyılda gerçekleşmiştir. Çünkü İslâm dini manevî dinamizmini fetihlerin zayıfladığı dönemde çeşitli kavimler ve özellikle Türkler arasında yayılarak devam ettirmiştir. Hatta ilk yıllarda savaşlar yüzünden İslâmiyet’in Türkler arasında fazla rağbet görmediği rivayet edilir. Arap kumandanlar siyasî ve askerî hakimiyet tesis ettikten sonra halkın Müslüman olması için maddî ve manevî baskı yaptıkları, bazılarının da Müslüman olan ve camiye gelenlere nakdî mükafaat vadettikleri ileri sürülmektedir. Türkler İslâm’a değil Arap istilasına karşı mücadele vermişler ve bu mücadele sona erince Şamanist Tükler büyük bir hızla Müslüman olmuşlardır.
Öyle anlaşılıyor ki Türk kavimleri arasında İslâmiyetin yayılması sadece fetihlerle değil, dinî, siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel birçok faktörün etkisiyle gerçekleşmiştir. Bu bakımdan Türklerin ve diğer bazı kavimlerin bazı münferid olaylara bakarak kılıç zoruyla Müslüman olduklarını söylemek doğru değildir. Çünkü bu İslâm’ın ruhuna aykırıdır: “Dinde zorlama yoktur” (Bakara 2/2, 56). Müslümanların hakim oldukları topraklardaki halkı Müslüman olmak veya haraç ya da cizye ödemek durumuyla karşı karşıya bıraktıkları ve bunun onların Müslüman olmalarında belirli bir rolünün olduğu ileri sürülse de bu usulün Türklerin veya diğer kavimlerin ihtidasında tek seçenek olarak sunulması yanlıştır. Nitekim Asr-ı Saadet’ten itibaren çeşitli kabile ve toplulukların Hz. Peygamber’in davetini kabul ederek Müslüman oldukları bilinmektedir. Bunun yanında ticarî münasebetler, din bilginlerinin ve sûfîlerin telkin ve tavsiyeleri gibi çeşitli vesilelerin de etkili olduğu unutulmamalıdır.
42
Ticarî İlişkiler
Türk ülkelerinde İslâmiyetin yayılmasında şehirler arası ticarî ilişkiler önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. İbn Fazlan’ın verdiği bilgilerden İpek Yolu’nu kullanan tüccarların Türkler arasında İslâmiyet’in yayılmasında önemli rol oynadığı anlaşılmaktadır. İslâmiyet hakkında kısa ve özlü bilgiler edinme fırsatı bulan Türkler özellikle Kur’an-ı Kerim’i dinlediklerinde oldukça etkilenmişlerdir. Ticaret kafilesinde yer alan sûfîler ve din adamları onların İslâmiyeti seçmelerinde önemli rol oynamışlardır. Ticarî faaliyetlerin IV. (X.) yüzyıldan sonraki tarihlerde de etkili olduğu ve Buharalı Erzekyan adlı birisinin ticaret maksadıyla Çin’e, oradan da deniz yoluyla Basra’ya geldiği ve Hz. Ali’yi Kûfe’de ziyaret ederek Müslüman olduğu bilinmektedir.
Mâverâünnehr ve Horasan’da gerçekleştirilen ilk fetihlerden sonra bölgeye yerleştirilen Müslüman Araplarla Buhara ve Soğdlu tüccarlar arasında kültürel ve ticarî münasebetler tesis edilmiş ve kısa süre içerisinde Müslümanları tanıma imkânı bulan Türkler arasında İslâmiyet yayılmış, mescid ve medreseler yapılmıştır.
Gök Tanrı ve Allah İnancı
Türkler İslâmdan önce geleneksel Gök Tanrı inancını benimsemişlerdi. Bu inancın başlıca unsurları Gök Tanrı, tabiat güçlerine inanma, atalar kültü ve Gök Tanrı’ya takdim edilen kurban ibadetidir. Dinden daha çok bir sihir karakteri arz eden Şamanlığın ise Türkler’deki tanrı inancıyla bir ilgisinin olmadığı ispat edilmekle beraber, ikisi arasında dikkati çekecek ölçüde bir uyum olduğu kabul edilmektedir. Türklerin asıl inancı, Tanrı’yı (Tengri) en yüksek güç ve en büyük yaratıcı kuvvet kabul eden ve semavi bir mahiyeti olan Gök Tanrı diniydi. Hükümdarlar Gök Tanrı tarafından tahta çıkarıldıklarına, zaferleri onun yardımıyla kazandıklarına, çeşitli hile ve tuzaklardan kurtulduklarına inanır ve “Ey Gök Tanrı sana şükürler olsun!” diye duygularını dile getirirlerdi. Avar hakanı Bizans imparatoruyla yaptığı bir antlaşmada Gök Tanrı adına yemin etmişti. Gök Türkler de devletlerinin Gök Tanrı’nın isteğiyle kurulduğuna inanırlardı. Türkler ölüm ve hayatın Tanrı’nın iradesine bağlı olduğuna, insanın fânî, Tanrı’nın ebedî olduğuna inanırlardı. Tanrı kelimesi Başkırtça hariç bütün Türk lehçelerinde ortak olarak kullanılan bir kelimedir. Gök Tanrı dini Türklerin İslâm öncesi millî dinî olarak kabul edilmektedir.
Bazı araştırmacılar, kâinatın ezelî ve ebedî Gök Tanrı tarafından idare edildiğine inanan
Türklerin, zamandan ve mekândan münezzeh, her türlü yorum ve tasavvurdan uzak bir tanrı fikrini İslâm’ın Allah inancında buldukları için Müslümanlığı benimsemekte zorlanmadıklarını iddia ederler. Allah’ın sıfatları, ahiret hayatı, ruhun ebediliği, kıyamet hayatı, kadere iman, ahlak anlayışı sevap-günah, cennet, cehennem, şehitlik, aile hayatı, fetih felsefesi, cihad, adalet, hakimiyet, vatan sevgisi istiklâl aşkı ve şûra gibi çeşitli konularda İslâm dininin ortaya koyduğu prensip ve esaslarda Türklerin benimsemiş olduğu inanç sistemi ve ilkeler arasında büyük bir uyum olması, onların İslâm’a bakış açılarını etkilemiş ve diğer dinlere tepki göstermelerine rağmen İslâmiyet’e karşı çıkmak şöyle dursun, kendi
43
istek ve iradeleriyle rahatlıkla benimseyip kabul etmişlerdir.
Hiç şüphesiz Türkler tarih boyunca Budizm, Zerdüştlük, Maniheizm, Mûsevîlik ve Hıristiyanlık gibi inanç sistemlerini benimsemişler, ancak bunların büyük çoğunluğu Türklerin inanç ve hayat felsefesine uygun olmadığı için bu dinlere karşı tepki gösterilmiş ve bu dinlerin Türkün karakterine ve ruh yapısına ters düştüğü açıkça ifade edilmiştir. Halbuki Türklerin İslâm dinine geçişleri, bazı tarihçilerin dediği gibi “adeta farkında olmadan” tabiî bir seyir içinde gerçekleşmiştir. Nitekim XII. yüzyılda yaşamış olan Süryanî tarihçi Mikhail Türk Milleti tek tanrıya inanmakta idi. Arapların da tek Allah’a inanmaları Türkerin İslâmiyeti kabul etmelerine sebep olmuştur” diyerek bu gerçeği dile getirmektedir.
Türklerin İslâmiyeti kabul etmeden önce, Müslüman Araplarla uzun süre mücadele etmiş olsalar da, İslâmiyeti kabul etmelerinde bu yeni dinin, esas itibariyle kendi inançlarıyla zıtlık teşkil etmediğini fark etmeleri etkili olmuş olmalıdır. Bazı araştırmacılar bu konuda farklı görüşler de ileri sürmektedir. Yaygın kanaate göre, Türk milleti Arapların siyasî hakimiyetleri altında kaldıkları, baskı ve zulüm gördükleri için, yani kılıç zoruyla değil, kendi istek ve iradeleriyle adeta tabiî bir geçiş süreci içinde çok çeşitli ve karmaşık faktörlerin etkisiyle İslâmiyeti kabul etmiştir.
Sûfîlerin Tebliği
Türklerin İslâmlaşma sürecinde sûfîlerin faaliyetleri de önemli bir yer işgal eder. Ticaretin sağladığı imkân ve fırsatları değerlendiren sûfîler insanların gönlünü kazanarak onların Müslümanlığı benimsemelerini sağlamışlardır. Onlar uclarda kurdukları zaviyelerle Mâverâünnehr’in İslâmlaşmasında etkili olmuşlar ve gazî sıfatıyla savaşlara da katılmışlardır. Gazâ ruhunu daima canlı tutarak Türklerdeki “alp” ile Müslümanlar arasındaki “gazi” tipini birleştirmişlerdir.
Horasan sûfîlerin önemli bir merkezi olmuş ve tebliğ faaliyetlerini yürütmek için bölgeye yerleşmişler, Karahanlıların İslâmiyeti kabulünden sonra da göçebe Türk boyları arasında dolaşmışlardır. Kitâbî bu sufilerin İslâm anlayışının temsilcileri olan fakihler ve kelâmcılarla yan yana, hatta onlardan daha etkili bir şekilde bozkırlarda ve şehirlerde, Buhara, Hârizm, Belh, Tirmiz ve Çağaniyan’da İslâm’ın yayılmasında önemli rol oynadıklarını ifade etmiştir. Özellikle Horasan melâmetîliği denilen tasavvuf ekolüne mensup İranlı ve Türk sûfîlerin daha çok etkili olduğu söylenebilir. Ayrıca birlikte yaşama, İslâm ülkelerinin maddî ve manevî açıdan diğer toplumlardan üstün olması gibi sebeplerin de etkili olduğu bilinmektedir.
Dinler tarihinde bu kadar kısa bir zaman zarfında bu kadar büyük kitlelerin hiçbir baskıya maruz kalmadan kendi istek ve iradeleriyle başka bir dine geçtiklerine çok az rastlanmıştır. Kısacası Türkler kendi töre, inanç, ideal ve karakterleriyle bütünleşen prensiplere sahip bu mükemmel din ve medeniyet dairesine girmekte zorlanmadıkları gibi, İslâm kültür ve medeniyetine pek çok alanda önemli katkılarda bulunmuşlardır. Türkler İslâmiyet’i kabul ettikten çok kısa bir süre sonra dinî ilimler başta olmak üzere çeşitli ilim dallarında, tefekkür ve felsefe konusunda dünya çapında haklı bir şöhrete kavuşmuş bilim adamları ve
44
mütefekkirler yetiştirdiler ve Ortaçağ İslâm kültür ve uygarlığının kurulup gelişmesinde rol oynadılar.
45
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Emeviler’in Orta Asya’ya düzenledikleri akınlar neticesinde fethedilen Maveraünnehir bölgesinde uyguladıkları mevali politikası sonucu İslamiyet ilk
dönemlerde Türkler arasında yeterli sempatiyi bulamamıştır. Abbasilerle birlikte, değişen politika ve buna ilave olarak sufilerin tebliği, ticari faaliyetler ve İslam’ın Türk yaşamına uygunluğu sebebiyle bu din Türkler arasında hızla yayılmış ve benimsenmiştir. Gök Tanrı inancı, Allah’ın sıfatları, ahiret hayatı, ruhun ebediliği, kıyamet hayatı, kadere iman, ahlak anlayışı sevap-günah, cennet, cehennem, şehitlik, aile hayatı, fetih felsefesi, cihad, adalet, hakimiyet, vatan sevgisi istiklâl aşkı ve şûra gibi çeşitli konularda İslâm dininin ortaya koyduğu prensip ve esaslarda Türklerin benimsemiş olduğu inanç sistemi ve
ilkeler arasında büyük bir uyum olması, onların İslâm’a bakış açılarını etkilemiş ve diğer dinlere tepki göstermelerine rağmen İslâmiyet’e karşı çıkmak şöyle dursun, kendi istek ve iradeleriyle rahatlıkla benimseyip kabul etmişlerdir İslam’ı benimseyen ilk Türk devletleri: İtil Volga Bulgarları, Hazarlar ve Karahanlılar olmuşlardır.
46
Bölüm Soruları
1) TÜRKLERİN İSLAMLAŞMA SÜRECİNDE SUFİLERİN TEBLİĞİ ÖNEMLİ BİR YER
TEŞKİL EDER.
DOĞRU: ( ) YANLIŞ ( )
2) TÜRKLER İSLAMDAN ÖNCE ............ İNANCINI BENİMSEMİŞLERDİ.
3) TÜRKLER İSLAMİYET İLE BÜYÜK ÖLÇÜDE ............. SIRASINDA TEMASA
GEÇMİŞLERDİR.
4) TÜRK İSLAM MEDENİYETİ ZAMAN İÇERİSİNDE KARAHİTAYLARI VE MOĞOLLARI KENDİ POTASINDA ERİTMİŞTİR.
DOĞRU ( ) YANLIŞ ( )
5) ............ ‘IN İSLAMİYETİ KABULÜ TÜRK-İSLAM TARİHİNDE BİR DÖNÜM NOKTASINI TEŞKİL EDER.
47
3. İDİL BULGARLARI
48
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
1. İdil Bulgarlarının Tarihi
2. Bulgarların Etnik Kökeni
3. Bulgarların İdil Boylarına Yerleşmeleri
4. İdil Bulgar Devleti’nin Sınırları
5. İdil-Ural Boylarının Tabii Şartları
6. İdil Bulgarları’nın Siyasî Tarihi
7. İdil Bulgar Devleti’nin Bilinen Şehirleri
8. İdil Bulgarları Edebiyatı ve Eserleri
9. İdil Bulgarları ve İslamiyet
49
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1. İdil Bulgarları köken itibariyle Türk müdür?
2. İdil Bulgarları’nın İslamlaşma süreci nasıl gerçekleşmiştir?
3. Abbasiler ve İdil Bulgarları arasında gelişen ilişkiler hakkında neler biliyorsunuz?
4. İbn Fazlan’a göre İdil Bulgarları nasıl bir toplumdur?
5. 1112’de yazılmış “Bulgar Tarihi” adlı eser hakkında neler biliyorsunuz?
6. Bulgar, Suvar ve Biler isimlerini daha önce duydunuz mu?
50
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği
İdil Bulgarlarının etnik kökeni hakkında ulaşılan en son bilimsel veriler
hakkında bilgi sahibi olur
İdil Bulgarlarının İslam’ı kabul eden ilk Türk devleti olduğunu bilir.
İdil-Ural bölgesinin coğrafi şartlarının bu bölgedeki Bulgarlar’ın kültürü üzerindeki etkisini açıklar
İslamiyet’i kabul ettikten sonra İdil Bulgarları’nın siyasi hayatında gerçekleşen değişikliklerin farkında olur.
51
Anahtar Kavramlar
İdil Bulgarları, İslamiyet, İbnFazlan, İdil-Ural, Yakup Bulgari, Bulgar, Suvar,
Biler.
52
Giriş
İdil Bulgarları İslamiyeti Orta Asya merkezli kabul etmişlerdi bu nedenle Hanefi mezhebindeydiler. Ayrıca günümüzde de hala bu mezhepte olmaları bu görüşü kuvvetlendirmektedir.
İdil Bulgarları’nın İslamiyeti kabul ettikten sonra çevrelerinde yayılması için çaba gösterdikleri en eski ana kaynaklardan biri olan “Hududü’l-Alem” ve Yakut el Hamevî’nin eserlerinde geçmektedir. Mercanî de bu konu hakkında örnek olarak Başkurtların ve Rusların İslamiyete davet edilişini gösterir. Ruslar bu daveti reddetmişler Müslümanlık yerine Hıristiyanlığı kabul etmişler. Başkurtlar ise Bulgarların çabaları sonucu müslüman olmuşlardır.
3.1. İdil Bulgarlarının Tarihi
“İslamın temelini teşkil eden bir Allah fikri atalarımız, Bulgarların devletinin kuruluş devrinde devletin ideolojik sistemini teşkil etti. Bulgar devletinin kuruluş devrinde, Bulgar kabilelerinin yanı sıra Fin-Ugor ve diğer Türk kabileleri de bu oluşumun içinde yer aldı. İslam bu devlet içinde yer alan farklı kabileleri birleştirdi. Onların birlikte yaşamaları için gerekli olan ahlaki ve ruhi prensipleri verdi. Devam eden ilişkilerini güçlendirdi. Bulgar devletinin kuruluşunda birleşen kabilelerin eski inançları olan Mecusilikle benzer inançları arasındaki farklar nedeniyle bir birlik teşkil edemiyorlardı. Bunun için inançlarında sağlam bir ideolojik bir temel yoktu. Mecusiliğin yerini alan İslam, uyum ve gelişen din olarak dağınık kabileleri bir Allah fikri etrafında topladı. Büyük etnik birimlerin ahlaki ve ruhi
prensiplerde birleşme rolünü üstlenen İslam, Bulgar devletinin kuruluşunda yer alan farklılıkları ortadan kaldırdı. Onların psikolojik yönden yakınlaşmalarını sağladı. Neticede, bu kabileler Bulgar devleti içinde bir millet olarak birleştiler. Bu kuvvetli birleşme sonucu kendine has etnik durum, dil ve medeniyet oluştu. Onlar bu oluşumun ortak ismi olan Bulgar ismini aldılar, devletleri yıkılsa da tarihte beraberlikleri bu temelde devam edip gitti.”
Yahya Abdullin
3.2. Bulgarların Etnik Kökeni
Bulgarların “Türk kökenli bir kavim” olduklarından artık kimse şüphe etmemektedir. Bunun en açık delilleri, gerek yakın zamanda meydana çıkarılan arkeolojik kalıntılar ve gerekse Proto Bulgar dil kalıntıları ile İdil Bulgarları’na ait mezar taşlarındaki kitabelerdir. Henüz kesinlikle belirlenemeyen konu ise, Bulgarların eskiden nerede yaşadıkları ve tarih sahnesine çıktıkları Azak Denizi çevresine ne zaman geldikleridir.
Eski kayıtlarda, Şerafeddin Mercanî’ye göre Bulgar; dağ, ülke veya şehre verilen isimdir. Arap tarihçi ve coğrafyacılarına göre de Bulgarlar bir Türk boyudur. İbn Mes’ud, İbn Fazlan ve Şemseddin ed-Dımeşki bu görüştedir. Bulgarların yöneticilerine “Han” ismi vermeleri, onların bir Türk boyu olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda Bulgarlar “Han” yerine
53
“Belekvar” ünvanını da kullanıyorlardı ki, bu kelime de yüzde yüz Türkçe’dir ve bilmek fiilinden türemiştir. Akıllı, bilgili kimse anlamına gelmektedir. Ancak, Bulgarların İslâm Dini’ni benimsemesiyle “Melik” şeklini almış ve zamanla unutulmuştur. Yine Şerafeddin Mercanî, Mustafa b. Şemseddin’in Ehter-i Kebir adlı sözlüğünde Bulgarların Kıpçaklar’ın bir kolu olarak geçtiğini söylemektedir.
Bulgarlar Orta İdil’e Barsıllar, Belenjerler ve Suvarlar ile birlikte geldiler. C. A. Pletineva’ya göre bu göçün sebebi Hazar Kağanlığı içindeki problemlerdi. Ancak, Orta İdil’e geldiği söylenen bu kabilelerin tamamının Hazar Devleti’nden göç ettiğini söyleyemeyiz. Bulgarların Orta İdil’e gelişlerini arkeolojik eserlerde de görebiliriz. Tataristan ve etrafında çıkarılan maddi kültüre ait eserler ile Azov-Kuban kıyılarında bulunan Bulgar arkeolojik eserleri birbirine çok benzemektedir. Özellikle mezar kalıntılarında bu benzerliği daha da iyi görebiliriz. Batı Proto Bulgar dünyasında ve Orta İdil yeni Bulgar yerlerinde ölünün gömüldüğü yerler ile eşyaları birbirine şaşılacak derecede benzemektedir.
Tataristan’da, ilk Bulgarların mezarları Teteş bölgesinin Ulu Tarhan, Spas bölgesinin Tankayefka, Alekskıyevski bölgesinin Zurtigeneli ve Ulyanoski bölgesinin Kaybeli köyü yakınlarında bulundu. Ulu Tarhan ve Kaybeli mezarlarının, Salt-Mayat kültüründen kaldığı sanılmaktadır. Tankeyef mezarlarında ise, eski Bulgar kalıntıları ile birlikte doğudan ve güney doğudan gelen diğer kabilelerden eşyalar da bulunmuştur. Bu kalıntılar Ural ötesi halklarının Ugor kabilesine aittir. Ugorlar, Büyük Hun göçüyle beraber bu bölgeye geldiler ve yerleştiler. Yine son zamanlarda yapılan arkeolojik kazılarda bölgede Oğuz, Kıpçak kabilelerinin maddi kültürlerine benzer bir çok sanat eseri bulunmuştur. Bütün bu çalışmalardan sonra Bulgarların etnik kökeni konusundaki tartışmalar sona ermiş ve Bulgarların bir Türk boyu olduğu kabul edilmiştir.
Yapılan araştırmalar, Bulgarların köklerini Orta Asya’daki Usunlara kadar götürmüştür. Usunlar M.Ö. III. y.y.’ların sonlarında Tanrı dağı eteklerinde yaşayan Hunlar, Sakalar ve Yüeçilerin komşularıdır. M.Ö. bu kavim Tanrı dağlarının batısında Issık göl çevresinde yaşamıştır. Hisiyung’nu Devletinin parçalanması ve Hunlardan bir kısmının M.S. I. yüzyılda batıya göç etmesiyle Bulgarlar da Orta İdil’e geldiler. Bazı Tarihçilere göre ise Bulgarlar, Onogurlar’a dayanmaktadır. Miladın ilk yıllarında Onogurlar Batı Sibirya da bulunmuşlar ve nüfuslarını Orta İdil sahasına kadar yaymışlardı. Onogurlar II. ve III. asırlarda Büyük Hun kitlelerine karışmışlar ve onlarla beraber büyük göçte bulunmuşlardır. Attilla zamanında Bulgarların Karadenizin üst ve doğu kısmında bulundukları sanılmaktadır. Hun Devleti’nin dağılmasıyla birlikte Bulgarlar da ikiye ayrıldılar. Bunlardan Utigurlar, Kuban çevresine; Kutrigurlar ise Don nehrinin batısına yerleştiler. Bu iki zümrenim ortak adı olan “bulgar”ın “karışık” anlamına gelen “bulgamak” tan çıktığı tarihçiler tarafından kabul edilmektedir.
Daha sonraları Kutrigurlar, Don ve Tuna nehrine kadar uzanmışlar ve Bizans sahasına hücum etmişlerdir. Ardından Bizanslılar, Bulgarların iç karışıklıklarından faydalanarak, bir kısmını hizmetlerine aldılar. İlk Bulgar askerleri 482 yılında Bizans emrine girmiş ve böylece Bizans
kroniklerince bu tarihten itibaren Bulgar ismi literatüre sokulmuştur
Ötüken Dağları ve Altaylar çevresinde 552 yıllarında cereyan eden büyük siyasi değişiklikler sonuç olarak yalnız Orta Asya’da değil Doğu Avrupa’da da etkisini gösterdi. Avarlar’ın
egemenliği altında yaşayan Türk urugları 535 tarihlerinden itibaren Bumin ve İstemi (Kağan) kardeşlerin idaresi altında “milli kurtuluş” savaşına başlayarak 552 tarihlerinde, Avarlar’ı
54
yenince “Türk” adı ile ilk Kağanlık kurulmuş oldu. Bu Gök-Türk Kağanlığı süratle büyümüş, doğuda Kadırgan Dağları’na; batıda da Azak denizi kıyılarına kadar genişlemişti. Böylece İdil ve Don boylarında yaşayan bütün Türk kökenli kavimler, Utigur ve Kutrigur Bulgarları da dahil olmak üzere, Gök-Türk Kağanlığı’nın egemenliği altına girmişti. Bulgarlar üzerindeki Gök-Türk hakimiyetinin 630 yıllarına kadar devam ettiği anlaşılmaktadır. 659’da Batı Gök-Türk Devleti’nin çökerek, Çinlilerin hakimiyeti altına girmesiyle Kutrigurların başı olan Kubrat, kendini Bulgarların Han’ı ilan etmiş ve böylece Büyük Bulgar Devleti’ni kurmuştu. Yine bu tarihlerde Gök-Türklere tabi olan Hazarlar’ın da kendi başlarına bir kağanlık kurduğu görülmektedir. Kutrigurlar, Hazarların baskısıyla Tuna’ya doğru gitmişler ve Asparuh adlı Hanları’nın idaresinde 671 tarihinde Balkanlara girerek Tuna Bulgarları Devleti’ni kurmuşlardır. Don boyundaki esas Utigur kitlesi ise kuzey-doğu istikametine çıkarak Orta İdil boyuna geldikleri bilinmektedir. Ancak bu hareketin ayrıntısı ve zamanı tespit edilememektedir.
3.3. Bulgarların İdil Boylarına Yerleşmeleri
İdil Bulgar Devleti’nin kurucuları olan Utigur Bulgarları’nın eski yerleşim merkezleri olan Kuzey Kafkasya’dan ayrılarak İdil ve Kama nehri kıyılarına göç ettiklerinden yukarıda bahsedilmişti. Utigur Bulgarlarının Avar ve Hazar tazyiki altında yahut Gök-Türklerin baskısı sonucu batıya değil de, İdil boyunca kuzeye çıkmalarının sebebi, düşmanları olan Kutrigur Bulgarlarının yolları tutmuş olmasından ileri gelmiş olsa gerektir. Utrigurların bir kısmı da Kafkas Dağları’na sığınmışlar ve galiba “Kara Bulgar” adı ile tanınmışlardı. Kafkasya’daki Balkarlar’ın bunlarla alakası olsa gerektir.
Utigur Bulgarları Orta İdil boyuna geldiklerinde buralarda Türk kökenli kavimlerin bulunduğu muhakkaktı. Nitekim Tataristan’da yapılan son arkeolojik araştırmalar, Orta İdil boyunun M.S. III. y.y.’lardan beri mütemadiyen “Türkleşmiş” olduğunu ortaya koymuştur. 100–370 yıllarında buralarda Hunlar bulunmuşlardı. Şüphesiz Hunlar’dan bu bölgede bir çok kavim kalmıştı. Bu suretle İdil-Ural mıntıkası iki buçuk asırdan fazla kuvvetli bir Türk-Hun
tesiri altında kalmıştır. V. y.y.’da Batı Sibir’den gelen Sabirler de bir müddet orada yaşamışlardı. Suvar şehri ile belki Simbir (sonraki Simbirsk, şimdiki Ulyanovsk) adı bu kavim ile ilgilidir. Otokton Fin-Ugor kavimlerine gelince, bunlar üç gruptu: Çirmişler (Udmurt), Ar (Mari) ve Mokşılar (Mordva). Daha kuzeyde de yine Fin-Ugor kökenli Votyak (Arların akrabası) ve Zıryanlar vardı. Votyak –Zıryan dillerindeki Bulgarca unsurların, bu iki kavmin ortak bir dil kullandıkları “Pro-Perm” diline girdiği de öne sürülmüştür. Bulgarların bu Fin-Ugor kavimleri ile temaslarının VI. y.y.’a kadar çıkarılması da mümkün görülüyor. Belki de bu temaslar henüz kitle halinde Orta İdil boyuna gelip yerleşmelerinden
çok önce başlamış olabilir.
Bulgarların İdil boyuna gelip yerleşmeleri tesadüfi değildir. Büyük Hun hareketinden önce de Bulgarların yine Kama civarında oturdukları uzak bir ihtimal sayılamaz; aynı zamanda bu büyük göçten sonra da burada kalmış olmalıdırlar.
İdil ırmağının orta ve çıkış yeri ile İdil-Kama nehirleri eski zamanlarda beri Türk kabilelerinin toprakları idi. Türkler, bu yerlerde devletler ve şehirler kurmuşlar, yakın ve
55
uzak kabileler ile çeşitli ilişkilerde bulunmuşlardı. Bazen savaşmışlar bazen de barış içinde yaşamışlardır. Eski Birleşik Bulgar Türkleri de, İdil boyunda devletlerini, V. asırda kurmuşlardı. Hazar Türkleri ise VIII. yüzyıldan beri medeniyet sahasında yüksek bir hayat sürüyorlardı. XI. asırda Hazar topraklarına Kıpçak-Kuman Türkleri geldiler. Bunlar Hazarlar
arasına karıştıktan sonra, İdil-Kama Bulgarları arasına geçip onların önemli bölümünü teşkil ettiler. O zamanlarda devlet sınırlarının belli olmayışı, örf ve adetlerinin bir oluşu, dillerinin benzerliği elbette birbirleriyle kaynaşmalarına büyük etken olmuştur.
“Büyük Bulgarya” devletinin parçalanması üzerine, İdil-Kama sahasına çekilen Bulgarların çoğunluğunu, buraya yakın oturdukları bilinen Oğuz-Ogurlar’ın teşkil ettiği anlaşılıyor. Bölgenin yerli halkı Fin-Ugorlar’ı (Çeremiş, Mordva, Zuryan, Votyak kavimleri v.b.) da idarelerine alan Bulgarların, orada, Hunlardan, Sabarlardan, Uzlardan ve Hazarlardan bazı kalıntılar buldukları muhakkaktır. Böylece bölge daha büyük süratle Türkleşmiş oluyordu. Bulgarlar Güney Rusya’da iken bir çok akraba kavimlerle temas etmişlerdi. Bulgar ve Avar kültürleri ile Bulgar ve Macar kültürleri arasındaki benzerlik bu temasların tabii sonucudur.
Rusların güneyinde hakimiyet kuran Göktürkler, Bulgarlar da dahil olmak üzere bir çok Türk halklarına kültür etkilerinde bulunmuşlardı. Göktürk yazıtlarını andıran Bulgar damgaları ve yazısı da bu devrin hatıraları olarak kabul edilebilir.
3.4. İdil Bulgar Devleti’nin Sınırları
Bulgarların Kirmencik, Mamadış ve İdil-Kama sahasında işgal ettiği yerler kesin olarak bilinmemekle beraber, arkeoloji ve yer adları araştırmalarına dayanarak birçok araştırmacı, çeşitli fikirler ileri sürmüşler ve şu sınırları tespit etmişlerdir. Doğuda Şuşma, Çirmişen ve Zey sularının başları, Ik nehrinin başı, kuzeye doğru Vyatka nehri, Kazan ırmağı; Batıda Zuye suyundan, Sura (Suru) suyuna kadar; güneyde Çirmişen ile Samar suyuna kadar uzanıyordu. Bu sahanın Fin asıllı olan eski ahalisi olan Çirmişler, Mokşı (Mordva) ve Arlar kültür bakımından Bulgarlardan aşağı olmaları nedeniyle gittikçe Türkler tarafından temsil edilmeye başlandılar. Bulgarların komşuları, güney-doğuda Başkurtlar (Başkurtlar); İdil ile Orta Don sahasında yaşayan Burtaslar; güneyde Hazarlar ve batıda ise Ruslardı.
3.5. İdil-Ural Boylarının Tabii Şartları
Orta İdil coğrafyası bu çağlarda tabii servet ve iletişim için gerekli yollar bakımından çok elverişli bir konuma sahipti. Büyük nehirleri, bereketli toprakları, meraları, ormanları ve
sağlam iklimiyle gerçekten yaşam şartlarını taşıyan bir bölgeydi. Bu ülkeye hayat veren İdil (Etil) ve onun kolu Kama (Çolman) nehirleriydi. İdil’in en eski adı Fin kökeninden gelen “Rha” idi. Ancak daha sonraları Finler ona “Volga” demişler, Slavlar da bu ismi
benimsemişlerdir. İdil adı ise Türkler tarafından verilmiştir. Bu gün de bütün Tataristan Türkleri bu nehre İdil der. Çuvaşlar ise Atal derler ki “su” anlamına gelir.
56
İdil, Avrupa’nın en büyük nehridir. Tataristan’da sınırları içersindeki yaklaşık uzunluğu 180 km.dir. Toplam uzunluğu 3690 km olup, 200 den fazla kolu vardır. Bazı noktalarda genişliği 30 km.ye kadar çıkar. İdil boyunda tarihten günümüze Kazan, Bulgar, Teteş, Zilnedovsk, Hazar Devleti’nin başkenti Etil gibi meşhur şehirler kurulmuştur. Yavaş akımlı ve sakin olan İdil’in kıyıları geniş ormanlarla kaplıdır. Tatar Türkçesi’nin açıklamalı sözlüğünde İdil, “Zur Yılga” (Büyük Nehir) olarak; İdil yurt kelimesi ise, İdil boyuna yerleşen eski Bulgar ve Kıpçak ülkesi anlamına gelir. “İdil” ve “İdil yurt” kelimeleri meşhur Tatar Türkleri’nin meşhur destanı Edigey’de de geçer. Ayrıca İdil için “Ana İdil”, “İdil İl”, “İdil Su” tabirleri de kullanılmaktadır.
İdil nehri, İdil-Ural sahasının ekonomik, siyasî ve tarihî gelişmesinde daima tesirini göstermiştir. Bu büyük nehir, Hazar Denizi’ne akmakla Orta İdil sahasını ve Uralları (Kama vasıtasıyla) Kafkaslar ve İran’a bağladığı gibi, Türkistan-Harezm’den gelen büyük ticaret kervan yolunun üzerinde olması hasebiyle de Orta Asya’ya, Çin’e dahi bağlamaktaydı.
İdil’in en büyük kolu olan Kama (Çolman) da çok mühim bir ulaşım vasıtası olup, Orta İdil boyunu, Ural ve Batı Sibir ile bağlamakta idi. Bu iki nehirden başka daha bir çok büyük ve küçük ırmak mevcuttu. Bunlar: Kama’nın kolu olan Ak İdil, kuzeyden Kama’ya akan Vyatka, güneyden Kama’ya akan Ik, Zey ve Şuşma ırmakları ile İdil’e akan Çirmişen ve İdil’in batısındaki Züye ile Sura ırmakları idi.
İdil’in sağ kolu olan Oka (Uka) nehrinin toplam uzunluğu 1500 km.dir. İdil-Kama arazisini
Rusya’nın merkezi Moskova’ya bağlar. Bu nehir sayesinde ticaret malları bu bölgeden Moskova’ya taşınır. Başkurtlar bu nehre akım manasına gelen “Aga-agım” derler.
İdil’in bir başka sağ kolu olan Züye nehri, Kazan’da İdil nehrine birleşir. Bu ırmak Ülgen ülkesinden çıkar ve İdil’e ters istikamette akar. Ördekli nehir veya kıvrımlı nehir anlamlarını taşır. İdil bölgesinin en büyük gölü Züye de bu ırmağın ismini taşır. İdil bölgesinde 1000 den fazla ırmak bu göle akar. Ve bu göl bölgenin en büyük gölüdür.
İdil-Kama nehrinin kuzey kısımları ve Şuşma ile Zey boyları büyük ormanlarla örtülü idi. Buralarda kıymetli hayvan avlanırdı, ayrıca çok miktarda ıhlamur ağaçları bulunduğundan arıcılık için çok müsait idi. Nehirlerde her türlü balık bol idi. Toprağa gelince, Kama ve İdil boyu ziraat için çok elverişli, mümbit kara toprak idi. Bu suretle Bulgarlar kendileri için her bakımdan müsait olan bir sahaya gelmiş oluyorlardı. Fakat bütün bunların en mühimi, yine de İdil nehrinin sağladığı büyük imkanlardı. Bu nehir boyunca VI. y.y.’dan itibaren
İskandinavya ile Sasaniler arasında başlayan ticaret faaliyeti sonraları çok gelişecek, Vareg-
Ruslar’ın da bu ticarete katılmaları ile Bulgar ülkesi, milletler arası ticaret faaliyetinin en önemli merkezlerinden biri olacaktır.
3.6. İdil Bulgarları’nın Siyasî Tarihi
Türk Devletleri içinde İslamiyeti resmî olarak kabul eden ilk devlet olan İdil Bulgar Devleti’nin ilk yılları hakkında elimizde yeterli bilgi olmamakla beraber, İslamiyeti kabulünden sonra özellikle Arap dünyasıyla ilişkileriyle dikkat çekmiştir. Ticari faaliyetleri sayesinde İdil nehri boylarında zengin bir devlet ve köklü bir uygarlık kurmuş olan Bulgar Türkleri’nin ilk devirlerinde önemli rolü oynayan faktör, güney komşuları Hazar Kağanlığı
57
olmuştur. Bulgar Devleti’nin Hazar Kağanlığı himayesi altında olduğunu İbn Fazlan da bahsetmiştir. İbn Fazlan, Bulgar Devleti’ne ve halkına İslamiyeti öğretmek, devlet yöneticilerin istediği kaleyi yapmak ve para yardımında bulunmak üzere Abbasi halifesi Muktedir Billah tarafından yollanan heyetin başkanıdır. İbn Fazlan’ın belirttiğine göre, bu kale Rus Çarını esir alan Yahudilerden korunmak için yaptırılmak istenmiştir.
Bulgar Devleti’nin tâbi olduğu Hazar Kağanlığı’nın yalnız üst tabakası Yahudi dinini kabul etmişti. Kalan halk ise İslamiyet, Hristiyanlık, Budizm ve eski Türk inancı olan Gök Tanrı dinine mensuplardı. Bulgar Hanı Almış’ın Hazar Kağanına bağlı olduğunu İbn Fazlan birkaç kez belirtmiştir.
İdil Bulgarlarının bilinen hanlarından en meşhuru olan Almuş (Almas) Hanın babası hakkında da kaynaklarda bir çok rivayet vardır. Ancak onun kimlik bilgileri hakkında da tarihçiler ortak bir kanıya varmış değillerdir.
İslamiyet’in kabulüyle beraber, İdil Bulgar Devleti, Hazar Kağanlığı’nın kontrolünden yavaş yavaş çıkmaya başlamıştır. Çünkü İdil Bulgar Devleti’nin doğu komşuları müslümanlar; kuzey komşuları, dağınık kuzey kabileleri; batı komşuları, Rus knezlikleri; güney komşuları ise Hazarlar’dı. Hazarlar hariç, diğer bütün devlet veya devletçikler İdil Bulgar Devleti için herhangi bir tehdit oluşturmamaktaydı. Devrin en güçlü İmparatorluğu olan Abbasi Devleti’ni de müttefik olarak arkalarına alınca, politik anlamda tamamen bağımsız oldular. Ekonomik anlamda İdil Bulgar Devleti Hazarlar’a zaten bağlı değildi. Hazar Kağanlığı devrinde Bulgar Devleti’nin başkenti Bulgar şehri; doğu-batı, kuzey-güney ticareti açısından önemli bir merkezdi. Hazar Devleti’nin yıkılışıyla beraber İdil Bulgar Devleti, Orta ve Aşağı Volga kıyılarında tek güç olarak kaldı. İslamiyet’in İdil Bulgar Devleti’nde resmi din olarak
kabulüyle birlikte Bulgarlar ve İslam ülkeleri arasında ilişkiler daha da canlandı. İslamiyet’in resmi olarak kabul edildiği yıl olan 922’den çok az bir zaman sonra, Almuş’un oğlu olan Bulgar Hanı, 943-944 yıllarında hacca gitmek üzere yola çıkmış ve Bağdat’a uğramıştı. Bu vesileyle Abbasi Halifesi Muktedir Billah’la da görüşmüş, Halife ona hediye olarak sancak, siyah kürkler ve değerli eşyalar vermiştir.
İdil Bulgarlarının yakın komşularının birisi de Rus devletiydi. İki devlet arasındaki ilişkiler
zaman zaman dostluk anlaşmaları yapsalar da ekseriyet savaş hali şeklinde cereyan etmiştir. Rus vakayinamelerinde, ilk Rus-Bulgar anlaşmasına dair bilgiler 985 yılına aittir. Bu tarihte yazılmış olan bir belgede şu bilgiler vardır. “Kiev Knezi Vlademir, Amcası Dobrınya ile birlikte gemilere binip Bulgarlar üzerine yürüdü. Torkları (bu tabir o zamanlar güney Rusya’da bulunan Oğuzlar için kullanılıyordu) atlı olarak nehir boyundan getirdi ve Bulgarları yendi. Dobrınya, Vlademir’e, “ Ben esirleri gözden geçirdim, onların hepsi çizme giyiyorlar. Bunlar (Bulgarlar) bize vergi vermezler, çarıklıları arayalım” demiş Bunun üzerine Knez Vlademir Bulgarlar ile bir anlaşma yapmış ve Kiev’e geri dönmüştür.
Ruslar öteden beri İdil boylarına inerek Bulgarlarla doğrudan ilişkilere giriyorlardı. Bu nedenle Orta İdil boylarının zenginliği Ruslar tarafından gayet iyi bilinmekteydi. Yukarıda konusu geçen seferi de, Kiev Knezi Vlademir, verimli ve zengin Orta İdil boylarına sahip olmak amacıyla düzenlemişti. Ayrıca vakayinamede yazılan bu olay, Nestar Kroniğinde aynen geçmektedir. Yapılan anlaşmada Ruslar ve Bulgarlar; “taşın yüzmeye şerbetçi otunun batmaya başlamasına kadar” sözleriyle ant içtiler. Bu kayıtlardan İdil Bulgarlarının orta devirlerde Ruslardan kültür ve medeniyette çok ilerde olduklarını göstermektedir.
58
985 yılında yapılan anlaşmadan sonra, Ruslar ile İdil Bulgarları arasındaki ilişkiler bir müddet normale dönmüştür. Öyle ki yapılan bu anlaşmadan bir yıl sonra, 986’da Bulgarların Knez Vlademir’e bir elçi göndererek, Rusları İslamiyete davet ettiklerini öğreniyoruz. Bir vakayinamede kayıtlı olan bu olayın gerçek olup olmadığını bilmiyoruz; ancak; o sırada Bulgarların ve İslam ülkelerinden gelen diğer müslümanların, Kiev’de kültür tesirlerinin epeyce olduğu bilinmektedir, ancak onların Bizansla ilişkileri çok daha fazla olduğundan Ortodoksluğu kabul etmişlerdir. Çok geçmeden Ruslarla Bulgarlar arasında (1006 tarihinde) bir ticaret anlaşması yapılmıştır.
1024 yılı olaylarından sonra Rus kaynakları bir müddet Bulgarlar’dan bilgi vermeyi kesmektedir. Ta ki 1088 yılına kadar. Bu yılda bu sefer İdil Bulgarlarının Ruslar üzerine sefer açıp Murom şehrini ele geçirdiklerini görüyoruz. Rus tarihçi Tatişev bu olayları şöyle anlatmaktadır: “Bulgarlar Volga ve Oka kenarlarındaki köyleri yangın içinde bıraktılar. İnsanları yerlerinden yurtlarından uzaklara sürdüler ve bütün mallarına el koydular. Ve buralardan ayrılan insanlar civardaki Rus şehirlerine yerleşti.”
1163yılında Rus Knezi Andrei İvanoviç Bulgarlar üzerine bir sefer daha yapmış ve bu sefer sonunda Bulgar hanını yenilgiye uğratmıştır. Bu seferde Ruslar başta İbrahim şehri olmak üzere bir çok Bulgar şehir ve köylerini tahrip etmişlerdi. Ruslar bu zaferi milli bir bayram
haline getirmişler, her yıl Ağustos ayının ilk haftasında bu zafer gününü kutlamışlardır. 1171 yılında yine aynı Rus Knezi, oğlunu Bulgarlar üzerine sefere gönderdi. Ancak bu defa Bulgarlar Rusları büyük bir hezimete uğrattılar, prens, bütün ordusunu bırakarak canını zor kurtarmıştır.
1183 yılında Ruslar Murom ve Riyazan şehirlerine tekrar hücum ettiler. Bu olaydan birkaç yıl sonra tekrar Kıpçaklar’la birleşen Ruslar Bulgar şehrine saldırıp ele geçirdiler. Ancak Rus Knezi Vsevolod İgoroviç’in genç kardeşi İsyaslovin’in yaralanması sebebiyle bu savaşta daha fazla başarılı olamadılar ve Bulgarlar tarafından tekrar mağlup edildiler ve anlaşma yapmak zorunda kaldılar. Ruslar 3 yıl sonra tekrar Bulgarlara karşı hücuma geçtiler ve Bulgar üzerine yürüdüler ancak, bu sefer de bir sonuç alamadan geri dönmek zorunda kaldılar. 1218 yılında ise bu sefer Bulgarlar, Ruslara karşı bir sefere çıktılar ve Üstyug şehrini Rusların elinden aldılar.
Bu olaydan iki yıl sonra, 1220 yılına gelindiğinde Rus Knezi Yuri, Bulgarların elinden Oşel’i (Aşgıl veya Isgıl ?) almış ve yıkmıştır. Kale ahalisinin tamamını öldürmüştür. Bu savaştan zarar gören Mordavalıların Beyi Burgas, (Burtas) karşılık olarak Ruslar’ın 1221 yılında İdil ile Oka’nın kavuştuğu noktada, yeni inşaa ettikleri Nijnıy-Novgord isimli şehirlerine saldırmış, bu şehri yağmalamıştır. Oşel’i yıkan Ruslar’la Bulgarlar arasında 6 yıl süren savaşlar nihayetinde, anlaşma sağlanmış, esirler mübadele edilmiş ve karşılıklı rehineler verilmiştir. Yapılan barış anlaşmasına rağmen bu hadiselerden sonra, Rus kaynaklarının iddiasına göre, Hristiyan bir Rus tüccarı Bulgar’da idam edilmiştir. Rusların İdil ile Oka nehrinin birleştiği noktada, kale yapmalarının amacı Aşağı ve Orta Volga boylarına hakim olmak istemeleriydi. Zayıf Mordva ve Çuvaş unsurunun bu hareketi durdurmaya gücü yetmeyeceğini Ruslarda çok iyi biliyordu. Bölgedeki teşkilatlı tek güç olan İdil Bulgar Devleti’ydi. Nihayetinde Ruslar, bu devletin sınırlarına kadar kolayca ilerlediler, XIV. yüzyıla kadar burada sıkışıp kaldılar. 1220 de ki savaşta Ruslar, Oşel’i yıkmayı başardılar
59
ama esas Bulgar kuvvetleri karşısında tutunamayınca 1230’lu yılların başında anlaşma yapmak zorunda kaldılar.
Batu’nun idaresi altındaki Cengiz Han’ın orduları, İran ve Azarbeycanı aldıktan sonra 1223 yılında, Kafkasya’daki Şirvan Dağları’nı aşarak Deşt-i Kıpçak’a girdiler ve Kalka nehrinde müttefik Kıpçak-Rus ordusunu darmadağın ettiler. Bundan sonra Moğol ordusu Bulgar ülkesine doğru hareket geçti. Bu ilk seferde Bulgarlar Moğolları burada hezimete uğrattılar. Cengiz orduları, Bulgarlar üzerine saldırı hazırlığı yaparken, Bulgarlar onlardan daha önce davranarak, geçiş yollarına pusu kurdular. Bu pusudan habersiz harekete geçen Moğol ordusu, Bulgarların hazırladığı pusuya düştü ve bu Moğol ordusu, Bulgarlar tarafından imha edildi. Bu olayla Orta İdil boyu Moğol istilasından bir müddet korundu, ticaret bölgede canlılığını yitirmedi. Bundan sonra 1229 ve 1332 yıllarında, Moğollar tekrar hücum ettiler. 1232 hücumunda büyük şehir diye bilinen Bileri de kuşattılar, fakat başarılı olamadılar ve geri çekilmek zorunda kaldılar. Moğolların bu hücumları aslında düşmanlarının gücünü sınamak için yapılan küçük seferlerdi. Çünkü Subutay komutasındaki esas Moğol ordusu, 1236 yılında Bulgar ülkesini baştan başa ele geçirmiştir. Devrin yazarlarının ifadelerine göre Moğollar, işgal ettikleri yerleri yakıp yıkarak insanlara eziyet etmişlerdir. Canlanmakta olan şehir kasaba ve köyleri yağmalamışlar, su kanallarını, tarlalarıve sebze bahçelerini tahrip etmişlerdir.
Subutay’ın büyük ordusu Bulgar şehrine girince, ordu komutanı Subutay, Bulgarlar tarafından hürmetle karşılandı. Bulgarlar kendilerinin Cengiz İmparatorluğu’nun bir parçası olmayı kabul ettiklerini bildirdiler ve yıllık vergi vereceklerini taahhüt ettiler. Bundan böyle İdil Bulgar Devleti yaşamını Cengiz İmparatorluğunun bir parçası olarak devam ettirecekti. Bu tarihten sonra Bulgar’da hutbeler Moğol hanlarının ismiyle okunmaya başlandı.
Bu olaylardan sonra Bulgarlar, kendi ülkelerden kuzeydeki yakın bölgelere göç etmeye başladılar. Bulgarların bir kısmı, Knez Yuri Vsevolodoviç’in topraklarına sığındı. Büyük bir kısmı Kazan ötesine göç etti. Neticede Moğollar’dan önce kurulan Kaşan şehri büyüdü, Çulman ve Nokrat ırmaklarının İdil’e kavuştuğu yerden (Vyatka) uzak olmayan bir yerde
Kirmençek şehri kuruldu. Ayrıca, Kazan suyu boylarında, başka şehirlerin de, bu tarihten itibaren kurulduğu görülmektedir. Ürmet köyü şehre dönüştü, ayrıca, nehrin öteki tarafında şimdiki Kamay köyü yanında bir de sur inşa edilmiştir.
Moğol İstilasıyla tahrip edilen Bulgar şehri, kısa zamanda kendini yeniledi. Şimdi Bulgar’da bulunan binalar ve kitabeler Moğol hakimiyeti dönemine aittir. Bulgar şehri, Altınordu döneminde Moğol Hanlarının sikkelerinin kesildiği şehirdir.
1236 yılında, tamamen tahrip edilen, 50000 nüfuslu Bulgar şehri, Moğol orduları çekildikten sonra, Altınordu zamanında tekrar canlanmaya başladı. Ancak kılıç artığı Bulgarlar da, 1361’de Pulat Timur Han tarafından ikinci darbeyi yediler ve üçüncü defa Timur Han’ın Altınordu hanı Toktamış’a karşı seferi sırasında tahrip edildi. Burada tutunmaya gücü yetmeyen halk dağılmak zorunda kaldı. Bir kısmı Kama’nın kuzeyine Kazan nehri boyuna göçtü. XV. yüzyıl ortalarında, buralarda, Bulgar-Kıpçak karışımı müslüman ahali bulunuyordu ki, sonraki Kazan Hanlığı’nın esas nüfusunu bunlar teşkil etmiştir.
60
3.7. İdil Bulgar Devleti’nin Bilinen Şehirleri
Bulgar:
İdil Bulgar Devleti’nde şehirlerin kuruluşu X. yüzyılın 20. yıllarında görülmeye başlamıştır. Bu olay, İdil Bulgarlarının göçebe hayatından yerleşik hayata geçişiyle de doğrudan ilgilidir. Diğer taraftan, yine bu yıllarda, İdil Bulgarlarının resmen İslam dinini kabul ettiklerini de kaynaklardan öğreniyoruz. Buradan hareketle İslam dininin İdil Bulgar Devleti’nde şehirleşmeyle yakından ilgili olması düşünülebilir.
İdil Bulgarlarının en önemli ve en büyük şehri tarihî kaynaklardan bizlere ulaştığı kadarıyla, başkentleri Bulgar’dı. Bu şehrin X. y.yılın başlarında İdil Bulgar Devleti’nin kuruluşuyla devamlı surette gelişip büyümesi gayet tabiiydi. Zira Bulgar şehri gelişmek için çok elverişli bir yer olan Doğu Avrupa’nın iki büyük nehri İdil ve Oka’nın kesiştiği noktaya kurulmuştu. İşte bu stratejik bölgede kurulan bu devlet, kısa sürede medeni ve siyasi alanda kendisini dünya da hissettirdi. Bulgar’ın bu öneminden dolayı kurulan bu devlete de Bulgar Devleti dendi.
Bulgar şehrinin harabeleri bugünkü Tataristan Cumhuriyeti Spassk bölgesinde, Kazan şehrinin 115 km kuzeyinde, İdil Nehrinin sol sahilinde ve nehre 6,5 km içerde
bulunmaktadır. Rızaeddin Fahreddin ise bu mesafenin 4 km içerde olduğunu yazar. Şehabeddin Mercanî “Müstefadü’l Ahbâr fi Ahvâli Kazan ve Bulgar” isimli eserinde Bulgar şehri hakkında şunları yazmaktadır: “Bulgar şehri İdil nehrinin kuzeyinde, Çulman’ın İdil’e kavuştuğu noktada kuruldu. Halk inanışına göre, Bulgar şehrini İskender el- Makdusî kurmuştur. Bulgar, İsa Aleyhisselam’ın doğumundan 2 asır önce kurulan orta büyüklükte, evleri itinayla ve düzenli bir şekilde yapılmış, iki önemli ve büyük nehrin kesiştiği noktada olması nedeniyle ticareti gelişmiş, pazarları canlı ve büyük bir şehirdi. Bulgar şehrinin ahalisi gerçekten kültürlü ve medeniydiler. Dünyanın her bölgesinden özellikle de Arap ülkelerinden öğretmenler, alimler, tacirler ve vaizler bu şehre çalışmak için geliyorlardı. Bulgar şehri X-XII. asırlar arasında dünyanın belli başlı büyük şehirleri arasındaydı.”
Bulgar şehrinin çevresi 10 km kadar olup, kapladığı alan yaklaşık 3,5 km sahayı kapsamaktaydı. Şehir üç taraftan (kuzeyi hariç burası nehrin dik kısmı) hendek ile çevrilmişti. Hendeğin gerisinde meşe ağacından yapılmış bir sur bulunuyor, bu sur da toprak tabyalarla desteklenmişti. Şehir, kuzeyden güneye daralan bir şekilde inşa edilmişti. Büyük surun güneyinde, ayrıca surlarla çevrili bir kale daha vardı ki, bu kale ileri karakol görevini icra ediyordu. Yapılan araştırma ve harabelerin durumuna göre şehrin nüfusu 50000 olarak tahmin ediliyor. Ancak X ve XI. yüzyıllarda bu rakama ulaşılmadığını tarihî kaynaklardan bilmekteyiz.
X. yüzyılda sosyal hayatın gelişimiyle birlikte Bulgar şehrinde zanaatkâr toplulukların da oluştuğu görülmektedir. Bu topluluk, tahkimatın batı bölümünde oturmaktaydı. Şehrin toplam tahkimat alanı, yaklaşık 90 km kadardı. Burada yapılan kazılar sonucunda mahzenleriyle birlikte ağaçtan yapılmış ev kalıntıları, maden işlemek için kurulmuş ocaklar, ve işlenmiş kemikler bulunmuş ve burada bütün bu sanatların icra edildiği arkeolojik olarak
61
ispat edilmiştir. Ayrıca Bulgar şehrinde yapılan kazılar sonucunda çanak, çömlek tezgahları da bulunmuştur.
XII. yüzyılda şehrin surları genişleyerek 240 km.’ye kadar çıkmıştır. Kısa bir zamanda bu büyüme hızı, şehrin stratejik değerini de açıkça göstermektedir. Bulgar Şehri'’in coğrafi yönden avantajlı bir yere kurulması –yani Doğu Avrupa’nın İdil-Oka, Klyazma-Kama gibi
büyük nehirlerinin kesiştiği noktada bulunması; karadan ise doğrudan doğruya Kiev ve kervan yoluyla Orta Asya ile bağlantılı olması- bütün bölgelerle ticaret yapmasını kolaylaştırmıştır. Son yıllarda yapılan arkeolojik kazılar sonucu, Orta Asya ve Rusya’nın çeşitli bölgelerinde bulunan Bulgar eserleri, Bulgarların ticari alanlarının çok geniş olduğun delildir.
Şehir tahkimatlarının dışında ise mezarlıklara rastlıyoruz. Mezarlıkların birisi, batıda Han Camisi’nin yanında, diğeri ise biraz daha uzakta, Babıy Tepeciği’nde bulunuyordu. 1236 yılında Batu Han Ordusunun Bulgar’ı işgal etmesiyle şehrin tahkimatları yıkılmıştır. Bölgede yapılan arkeolojik kazılarda insan organlarının çok düzensiz bir şekilde bulunması, Moğolların burada çok büyük bir katliam yaptığını gösterir. Moğollar Ruslar üzerine gidip bölgeyi terk edince, Bulgar şehri yeniden eski konumuna gelmiş, ancak bir daha tahkimat yapılmamıştır. Şehir XII-XIV. yüzyıllarda en parlak dönemlerini yaşamıştır. Bugünkü kalıntıların çoğu bu dönemlere aittir.
Bulgar şehrinde, son zamanlara kadar muhafaza edilen ve üzerinde araştırma yapılan eserler şunlardır:
Han Cami, Doğu Türbesi (Kutsal Nikolay Kilisesi), Kuzey Türbesi, Şehrin Merkezindeki İmalathaneler, Kızıl Pulat Hamamı, Eski Rus Mahallesi, Ermeni
Kolonisi, Grek Pulatı, Aga Pazar, Tahkimatlar, Galan Gölü-İmalathaneler, Ak Saray,
Kara Saray, Küçük Minare, Han Kabri (Han Türbesi), Han Sarayları ve Büyük Minare, Dört Köşe (Dört Puçmak),
Suvar
İdil Bulgarları’nın tarihte yer alan ikinci büyük şehri, Suvar’dır. Şehir mahallinde yapılan kazılar neticesinde, şehrin 5 km kadar bir alanı olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca iç kalenin tam ortasında da tuğladan yapılan bir sarayın temel kalıntıları bulunmuştur.
Talib b. Ahmed ve Mü’min b. Ahmet’in dönemlerinde, Suvar’da basılan sikkeler bulunmaktadır. Bu paraların o dönemde Bulgar ve Suvar şehirlerinde basıldığını anlıyoruz. Aynı zamanda Suvar’ın İdil Bulgar Devleti’nin ikinci büyük şehri olduğunu buradan çıkartabiliriz. 976 yılından sonra, İdil Bulgar Devleti’nin önemli şehirlerinden biri olan Suvar’da, sikke basımı yapılmamıştır. Bu tarihten itibaren Suvar’ın İdil Bulgar Devleti’ndeki konumu kaybolmuş, şehir yavaş yavaş küçülmüştür.
1930 yılında Sovyet Arkeolog Smirnov, burada yaptığı kazılar sonucu bizlere önemli bilgiler sağlamıştır. Yapılan kazılarda, önce şehrin ortasında kerpiçten yapılmış çok büyük bir sur ve onun ortasında büyük bir saray bulundu. Saray iki katlı inşa edilmiştir. Sarayın giriş kısmı el işleriyle süslenmiştir. Sağ tarafına minare konulmuştur. Etrafı ise surla çevrilmiştir. Bahçesi
62
ve giriş yolları taşlarla döşenmiştir. Bu sarayın X–XI. asırlarda yapıldığı tahmin edilmektedir. Saray Moğol istilası sırasında yıkılmış. Ancak kısa sürede yeniden inşa edilmiştir. XI. y.yıldan sonra, şehirle beraber tamamen yok olmuştur.
Günümüze kadar ulaşmış Suvar surlarının etrafı araları balçıkla doldurulmuş iki kat setle desteklenmiştir. Surların üstünde her ok uçumu aralığına birer kule yapılmıştır. Surların dışına ise derin hendekler açılarak, içleri su ile doldurulmuştur. Ayrıca hendeklerden geçişi zorlaştırmak için su içlerine kazıklar çakmışlardır. Tahkimatların güçlü hale getirilmesi için hendek önlerine dikenli tellerle engeller oluşturmuşlardır. Aynı zamanda bütün sur boyunca mancınık ve okçular yerleştirilmiştir. Bugün bu şehrin yerinde bir Rus köyü olduğu söylenmektedir. Suvar şehrinin bugünkü Sakmar şehri olduğunu söyleyenler de vardır.
Biler
Kiçi Çirmişen nehrinin sağ tarafında, bugün bir Rus köyünün yerleştiği yerde eski Biler şehri bulunuyordu. XII. yy.’da İdil Bulgarları Rusların hücumuna uğrayınca, burayı başkent yaptılar. Biler şehrine Rus vakaînamelerinde 1164 yılından itibaren rastlanmaktadır. Fahreddinov Bulgarların kısa tarihini anlattığı eserde Rusların yıllıklarındaki bilgileri tahlil ederken, “Andrey Bogolupsky, oğlu Mistislav ve Muran Knezi ile beraber 1164 yılında İdil Bulgarları’na karşı sefere çıktı. Bulgar Beyi askerleriyle birlikte Biler şehrine girip kurtuldu” diye tutulan kayıtın şehrin o dönemde önemli bir kale olduğunu söylemektedir. Ancak bu kayıtlardan sadece şehrin varlığı hakkında bilgilenilmekte, fiziki şartları hakkında herhangi bir bilgiye sahip olunamamaktadır. Bu olaydan 20 yıl sonra ( 1184 ) bu defa başka bir Rus Knezi Vsevolod III emrindeki ordu ile bu şehre saldırmıştır. Ulu şehir yani Biler’i kuşatmasına rağmen alamadan geri çekilmek zorunda kalmıştır. Ulu şehir (Velikigord) tarihi kayıtlarda Çirmişen ırmağı boyunda kurulan bir şehir olarak geçmektedir. Yani, bugün arkeolojik kazılar sonucunda bulunan Biler şehrinin yeri, tarihî kaynaklarda doğru olarak tarif edilmektedir.
X – XI. y.yıllarda Bulgar şehri başkent olurken XII. y.yılda Biler, İdil Bulgarları’nın başkenti olmuştur. Bu durum Moğol istilasına kadar devam etmiştir. Moğol istilasıyla birlikte tekrar Bulgar şehri önem kazanmış, ancak Biler şehri de hayatiyetini devam ettirmiştir. Biler şehrinde Bulgar paralarının basılmış olduğunu da bilmekteyiz. Basılan en yeni tarihli Biler sikkesi 1423 tarihini taşımaktadır. 1552 yılında Kazan Hanlığı’nın Ruslar tarafından işgaliyle Biler şehri harabe haline gelmiştir. 1654 yılında Rus okçularının bu şehre yerleşmesiyle şehrin ismi Bilyar veya Bilyarski olarak değiştirilmiştir. Bugünkü Tataristan Cumhuriyeti’nin Alekskiyevski bölgesindeki, bu köy eski yerleşim merkezinin bir bölümünü kapsamaktadır. XVIII. yy.’da bu bölgeyi gezen tarihçi Tatişçev’in bildirdiğine göre; şehirde birçok cami ve minare bulunuyordu. 1769 yılında burayı ziyaret eden başka bir Rus bilgini
N.P.Riçkov ise burada yıkık pek çok bina gördüğünü kaydetmektedir.
3.8. İdil Bulgarları Edebiyatı ve Eserleri
63
İslamiyetin kabulü ile lehçe bakımından “R” Türkçesinden “Z” Türkçesine kayan ve yüksek bir kültür seviyesine ulaşmış olan İdil Bulgarları’nın yazılı bir edebiyata sahip oldukları şüphesizdir. O zamandan kalma yazılı eserler cümlesinden olarak, Bulgar mezar taşlarını, aslı henüz bulunmamış olmakla beraber isimleri bilinen edebî, tarihî eserleri, ve Bulgar döneminden intikal ettiği sanılan halk edebiyatı örneklerini sayabiliriz. Bunlardan biri İdil Bulgarları’nın baş kadısı “Numan oğlu Yakup Bulgarî” tarafından 1112’de yazılmış olan “Bulgar tarihi” adlı eserdir. Bu eserin nüshasını görmüş olan Ebu Hâmid el-Endelûsî gibi Arap seyyahları, bu esere büyük bir kıymet biçmişlerdir. Bu eserin bulunması yönünde yapılan çalışmalar, henüz bir netice vermemiştir. Meşhur Kazan tarihçisi Şihabeddin Mercani (1818-1889) “Müstefadü’l Ahbar” ın birinci cildinde (s.78-79) Bulgar devri ile ilgili
kaynakları sayarken 20 şahıslarla eserlerinden bahsetmektedir ki bunlardan 8 tanesi “el-Bulgarî” (Bulgarlı) ikisi “es-Sarayî” (Saraylı) biri “el-Kazanî” (Kazanlı), biri “el-Kırımî” (Kırımlı) olarak geçmektedir. Diğerleri yine çoğu aslen Türk olan ve bilinen İslam
müverrihleridir.
3.9. İdil Bulgarları Ve İslamiyet
920 senelerinde, Orta Tiyanşan’da Karahanlılar, Orta İdil sahasında Bulgarlar az sonra da Aral-Hazar sahasında, Hazar Kağanlığına bağlı Oğuzlar, 940-960 yılları arasında ise Çu Havzasında yaşayan (Kazakistan, Başkurdistan) Türkler tamamen Müslüman oldular. Bu olaylarla birlikte Batı ve Doğu Türkistan’da İslamiyet tamamen yerleşti. 920–960 yılları arasında Türklerin önemli bir kısmı İslamiyeti kabul etmiş oldu. Bu hadise dünya ve İslam tarihi açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü İslam dini bu coğrafyaya yayılmasıyla cihan dini olarak ilelebet yaşamayı garanti altına almış oldu.
921 yılının Mayıs ayının ortalarında, Abbasi hanedanının Bağdat Halifesi el-Muktedir
Billah’ın yanına, uzaktaki Bulgar ülkesinden bir elçilik heyeti geldi. Elçi, Müslümanların siyasi ve manevi otoritesi olan Halifeye, İdil Bulgar Hanı Almas’ın iki namesini sundu. Almas Han bu namede Bağdat Halifesi’nden ülkesinde İslamı anlatacak ve öğretecek öğretmenler, sur ve cami yapımı için ustalar ve maddi yardım talep ediyordu. Bu çağlarda Bulgarların İslamiyeti kabul ettikleri etrafındakiler ve İslam ülkeleri tarafından biliniyordu. Almas Hanın bu nâmesi İslamiyetin o dönemki merkezi olan Bağdat’da büyük bir heyecanla karşılandı. Çünkü X. asrın başlarında Bağdat Halifeliği’nin siyasi gücü zayıflamaya başlamıştı. Azerbaycan, Samanîler ve Harezm, Halifeliği resmen tanısalar da, aslında her yönleriyle bağımsız hareket ediyorlardı. Ayrıca Taberistan bölgesi, bu asırda iyice kontrolden çıkmıştı. Abbasi Halifeliği’nin kuzeye açılan ticaret yolları ise o devrin kudretli devleti olan Hazar Kağanlığı’nın kontrolü altındaydı. Aynı zamanda, gerek Hazar Devleti’nde, ve gerekse onların doğu komşuları olan Uzlar’da, İslamiyet her geçen gün hızla yayılmaktaydı. Bütün bu gelişmeler dolayısıyla Bağdat, kendisi ile Avrupa ve Asya arasındaki önemli ticaret yollarını ellerinde tutan Hazarlar, Uzlar ve Bulgarlar arasında İslamiyet’in yayılmasını arzu ediyordu.
Bağdat halifeliğine Almış Han’dan elçi heyetinin gelmesi, halifeliğin dini ve siyasi otoritesi için de çok önemliydi. Ve çok geçmeden Bağdat halifesi kendi elçilik heyetini, İdil Bulgarları
64
ülkesine gönderdi. Bu elçilik heyetinde İdil Bulgarları hakkında bu gün bizlere en önemli tarihi kaynağı bırakan İbn Fazlan elçilik katibi olarak bulunuyordu. Beş bin insan, develerin harici üç bin attan oluşmuş elçilik heyeti, 921 yılının Temmuz ayında Bağdat’dan yola çıkarak, Buhara, Uz, Peçenek ve Başkurt ülkelerini aşarak, 12 Mayıs 922’de Bulgar’a ulaştı. Elçilik heyeti burada İdil Bulgarları’nın İslamiyeti resmi olarak kabul ettikleri törene katıldılar ve Almış Han’a Halife’nin hediyelerini sunup, 923 yılında Bağdat’a geri döndüler.
Bağdat’tan yollanan elçilik heyeti, umulan siyasî ve iktisadî faydaları getirmedi. Yol
güzergahında İslamiyet’e davet edilen Uzlar ve Hazarlar İslamiyeti kabul etmediler, ayrıca halifenin taahhütte bulunduğu nakdi yardım da Bulgar ülkesine ulaşmadı ve bu durum elçilik heyeti ile İdil Bulgarları Hanı Almış arasında önemli bir soruna neden oldu.
IX. yüzyılın başlarında Hazarlara tabi olarak yaşayan İdil Bulgarlarının büyük bir bölümü İslamiyeti kabul etmişti. Bağdat Halifeliği’nden gelen resmi heyetle birlikte İdil Bulgar Devleti’nin yönetici sınıfı da İslamiyeti resmen kabul etti. Bu hadise bölgede siyasî güçlerin değişmesine de doğrudan etki etti. Çok geçmeden 965 yılında Normanların akınları sonucu Hazar Kağanlığı iyice zayıflayıp, bölgedeki rolünü İdil Bulgarları’na bıraktı ve tarihten silindi. Hazarların hakimiyet alanları bu sefer Türklerin Kıpçak ve Oğuz boyları tarafından dolduruldu.
Bu çağlarda Biyarm bölgesinde Şaman inançlarıyla birlikte Gök Tanrı inancı hakimiyetteydi. Bu inanç sistemi kesin ve tek tanrı olarak “Gök”ü kabul ediyor, diğer bütün çok tanrılı inançları reddediyordu. Ancak daha sonraları bu bölgede İslamiyet, Hrıstiyanlık ve Budizm dinleri yayılmaya başladı.
İdil Bulgarları İslamiyet öncesi, Hazar Kağanlığı’na bağlı olarak yaşıyorlar, onların egemenliğini resmen tanıyorlardı. Bulgarların Hanı Almas Silki, Hazar egemenliğinden kurtulmak amacıyla, İslamiyeti kabul etmeye karar verdi ve hilafetin merkezi Bağdat’dan resmi elçilik göndermesini istedi. Bağdat halifesinden gelen resmi elçilik huzurunda İdil Bulgarlarının yönetici sınıfı resmen İslamiyeti kabul ettiğini ilan ettiler. O zamanki doğu kaynakları ve arkeolojik kazılardan daha VIII. asırlarda İdil Bulgar Devleti’ndeki bazı kabilelerin müslüman olduklarını bilmekteyiz.
Bütün bu gelişmeler sonucu, İdil Bulgarları müttefiki Abbasî İmparatorluğu’ndan aldığı destekle IX. asrın sonlarında bölgenin iktisadi ve siyasi yönden en güçlü ülkesi konumuna yükseldi. Orta İdil sahasında bu asrın sonlarından başlayarak zengin Türk İslam medeniyeti doğmaya başladı. XIII asırdaki Moğol istilasına kadar yaşayan bu medeniyet her alanda
ölmez eserler bıraktı. Moğolların istilasıyla Kuzey Avrupa’nın içine düştüğü fakirlik ve sefalet bu medeniyetin bölgedeki etkisini göstermesi bakımından çok önemlidir.
Yukarıda görüldüğü üzere İdil Bulgarları İslamı kabul edişleriyle bekledikleri siyasî neticeleri almışlardır. Ancak Abbasî Halifeliği bu bölgeden beklediği verimi alamamıştır. Zira elçilik heyeti, Hazarları ve Oğuzları İslamiyete davet etmiş, ancak olumlu cevap
alamamıştı. Oysa Abbasîlerin politik anlamda rahatlamaları için Hazar Kağanlığı ve bölgedeki diğer Türk kavimlerinin İslamiyeti kabul etmeleri eşdeğer önem arz ediyordu.
12 muharrem 310 (12 Mayıs 922) de İdil Bulgarı Hanının yanına ulaşan elçilik heyeti, birkaç gün dinlendikten sonra Halifenin mektubunu Bulgar Hanına sunmuş, Bu mektup orada hazır
65
bulunan devlet erkanı tarafından ayakta dinlenmiştir. Abbasî halifesinin gönderdiği ve hükümdarlık alametleri olan hediyeler, Almas Hana takdim edilmiştir.
Buradaki özet bilgilerden İdil Bulgarlarının İslamiyeti bir devlet töreniyle kabul ettikleri görülmektedir. Bu din değiştirme şekli Türk tarihinde benzersiz olarak kalacaktır.
Yine İbn Fazlan’ın anlattığına bakarsak, Hükümdar camisinde hutbeyi “ Bulgarların hükümdarı Yıltavar’ı ıslah et” girişiyle okutuluyordu. İbn Fazlan bunun hata olduğunu, hutbelerin sadece Allah adına okutulabileceğini söylemiş. Bütün bunlar Bulgar ülkesinde dinî kurumların ve ibadet normlarının elçilik heyetinin gelişinden çok önceleri var olduğuna delildir.
İbn Fazlan’ın Bulgar’a geldiği 922 yılında Bulgar’daki dini yaşantının ve bilginin seviyesi hangi boyuttaydı? Bu sorunun cevabını Han Almış ile İbn Fazlan arasında geçen şu konuşmada bulabiliriz. “ ona sor: Muhasara altında bulunan, köle haline getirilmek istenen zayıf kimselere yardım etmek istenen zayıf kavimlere yardım etmek maksadıyla, bir adam bazı kimselere para gönderse, onlar da emanete ihanet etseler, bu kimseler hakkında ne der? dedi. Ben “Bu caiz değildir ve bunu yapan kimseler kötüdür” deyince O “ İcma ile mi yoksa İhtilaf ile mi”? diye sordu. Burada ki cevap ve sorulardan fıkıh literatürünün daha bu yıllarda İdil Bulgar Devleti’nde var olduğu görülmektedir. Yine İbn Fazlan’ın Bulgar Camisi’nin müezzini ile yaptığı namaz vakitleri ile ilgili konuşma namaz fıkhının da daha bu yıllarda Orta İdil’de var olduğunu gösterir
İdil Bulgarları İslamiyeti Orta Asya merkezli kabul etmişlerdi bu nedenle Hanefi mezhebindeydiler. Ayrıca günümüzde de hala bu mezhepte olmaları bu görüşü kuvvetlendirmektedir.
İdil Bulgarları’nın İslamiyeti kabul ettikten sonra çevrelerinde yayılması için çaba gösterdikleri en eski ana kaynaklardan biri olan “Hududü’l-Alem” ve Yakut el Hamevî’nin eserlerinde geçmektedir. Mercanî de bu konu hakkında örnek olarak Başkurtların ve Rusların İslamiyete davet edilişini gösterir. Ruslar bu daveti reddetmişler Müslümanlık yerine Hıristiyanlığı kabul etmişler. Başkurtlar ise Bulgarların çabaları sonucu müslüman olmuşlardır.
66
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti M.S. III. yüzyıldan beri bölgede yerleşmiş bulunan muhtelif Türk unsurlarla birlikte yerlileri de bünyesinde barındıran Bulgarlar arasında İslâm dini, başta ticarî ilişkiler olmak üzere Hazarlarla Müslüman Arapların münasebetleri, itimat ettikleri ileri gelenlerin Müslüman olmaları, Hoca Ahmed Yesevî 99 müritleriyle diğer bir kısım tarikat ehlinin faaliyetleri neticesinde tanınmış ve kabul edilmiştir. Çok kısa sürede olmamakla birlikte devamlılık gösteren İslâm’ın kabulü, Bulgarların bağımsızlığına da etki etmiş ve bu gelişmelerin de neticesinde 900’lerde Hazarlara bağımlılık son bulmuş, 922’de Abbasî Halifesi Muktedir’in gönderdiği heyetin Bulgar’a ulaşmasıyla İdil (Volga) Bulgar Hanlığı İslâmiyet’i resmen kabul etmiştir. İdil (Volga) Bulgar Hanlığı, yakın ve uzak komşularıyla türlü görünümler arz eden ilişkilerde bulunmuşlardır. Her ne kadar büyük bölümü günümüze ulaşmamışsa da Orta İdil bölgesinde Türk-İslâm kültürünün yazılı ürünleri olarak nitelenebilecek önemli eserler telif edilmiştir. Gelişmiş ve canlı bir ekonomik hayat söz konusu olmuştur. Ziraat, hayvancılık, maden işleme de dahil olmak üzere çeşitli zanaatlar gelişmiştir. Bulgar ekonomisinin en önemli unsuru ise hiç şüphesiz ticarettir. Ülke ve özellikle de başşehirleri farklı yönlerden gelen/giden yollar dolayısıyla transit ticaretin merkezi olmuştur. İdil (Volga) Bulgarları köyler ve bilhassa da İbn Fadlan sonrasında şehirler kurmuşlardır. Bunlardan en önemlileri başkent Bulgar ve Suvar olmak üzere bir kısmında yapılan arkeolojik kazılar sayesinde ülkede ulaşılan gelişmişlik düzeyi hakkında sağlam bilgiler elde edilebilmektedir. Bugün kısmen restore edilmiş bulunan Bulgar’da önemli bazı bina ve abideleri görmemiz mümkün olabilmektedir.
67
Bölüm Soruları
1) İlk Bulgarların mezarları ................... ‘da bulunmuştur.
2) Bulgarların kökeni Orta Avrupa’ya dayanmaktadır
Doğru ( ) Yanlış ( )
3) ................ İdil-Ural sahasının ekonomik, siyasi ve tarihi gelişmesinde daima tesir
göstermiştir.
4) Aşağıdakilerden hangisi İdil Bulgarlarının şehirlerindendir?
a) Kazan
b) Suvar
c) Volga
d) Fergana
e) Sofya
5) .......... Bulgar şehrinde son zamanlara kadar muhafaza edilen eserlerdendir.
68
4. GAZNELİLER
69
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
- Sâmânî Devletinde otorite boşluğu çıkmasıyla Alp Tegin’in Gazne şehrinde bağımsızlığını ilan etmesi
- Gazneliler ile Sâmânîler arasındaki mücadeleler
- Gazneli Mahmûd Hindistan’da İslam’ı yaymak için gösterdiği çabalar
- Gazneliler ile Selçuklular arasındaki mücadeleler
- Gaznelilerin Gurlular ile mücadelesi ve yıkılışı - Gaznelilerin İslam kültür ve medeniyetine katkıları
70
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1. Gaznelilerin Sâmânîlerden bağımsızlığını kazanmasını sağlayan etkenler nelerdir?
2. Alp Tegin neden devletini Gazne şehri ve çevresinde kurdu?
3. Gaznelilerin bölgesinde hâkim güç olmasını ve Hindistan’a başarılı seferler yapmasını sağlayan askeri stratejileri nelerdir?
4. Gazneli Mahmûd’un İslam dünyasında büyük yankı uyandırması ve Sultan ünvanı almasını sağlayan sebepler nelerdir?
5. Gaznelilerin İslam kültür ve medeniyetine katkıların temelindeki eğitim yatırımları nelerdir?
71
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği
Gazneliler döneminde İslam’ın Hindistan’da yayılma süreci
Gaznelilerin Hindistandaki
fetihlerinin İslam dünyasındaki yansımaları
Gaznelilerin Sâmânîler, Karahanlılar, Selçuklular ve Gurlular ile mücadeleleri
Gaznelilerin adalet ve
yönetim sistemindeki eski uygulamalar ve yeni
uygulamalar
Gaznelilerin İslam kültür ve medeniyetine katkıları
72
Anahtar Kavramlar
Gazneliler, Sâmânîler, Gazneli Mahmûd, Horasan, Selçuklular, Gurlular, Şehname.
73
Giriş
Gazneliler Devleti (963-1186) Afganistan’da, Türklerin ilk kurdukları devletlerden biridir. Gazneliler iki asrı geçen hâkimiyetleri döneminde sadece Afganistan bölgesinde değil Kuzey Hindistan’da da önemli ölçülerde varlık göstermişlerdir. Bu bölgelerde Sünnî İslâm’ın yayılmasındaki çabaları bilhassa kayda değerdir. Bu gayretleri sayesinde, hâkim oldukları bölgelerde Türk-İslâm medeniyetinin izleri bu gün de hâlâ görülebilmektedir. Gazneliler Devleti’nin temelleri Sâmânîler Devleti kadrolarında yetişmiş Alp Tegin tarafından atılmıştır. Bu devletin en meşhur idarecileri Sultan
Mahmud (998-1030) ve Mesud (1030-1040) olmuştur. Özellikle Sultan Mahmud’un gerçekleştirdiği 17 Hint seferi ile Hindistan ve çevre bölgelere İslâmiyet taşınmıştır. Gazneliler Devleti 1040 yılında Selçuklulara karşı yaptıkları Dandanakan Savaşı sonrasında güç kaybetmeye başlamış 1186’da da yıkılmıştır.
74
4.1. Siyasi Tarih
963-1186 yılları arasında Horasan, Afganistan ve Kuzey Hindistan'da hüküm sürmüş olan
Türk hanedanlarındandır. Kurulduğu yerin adını alan Gazneliler, Gazneli Mahmûd’un
lakabının Yemînü’d-Devle oluşundan Yemînîler, babası Sebük Tegin’den dolayı da Sebük
Teginîler diye de bilinir.
IX. ve X. yüzyılda Abbasi halifesinin ve ona bağlı eyaletlerdeki Arap ve İranlı valilerin
hizmetinde asker veya muhafız olarak vazife yapan Türkler, Büveyhîler ve Sâmânîler’in de
askerî kuvvetlerinde yer almaktaydılar. X. yüzyıldan itibaren sayılarını artırarak ağırlıklı
olarak Sâmânîlerin bünyesi altında hizmet vermeye başladılar. Merkezi idarenin zayıfladığı
dönemlerde vali olarak atanan Türkler, bölgelerde merkeze gevşek bağlarla bağlı kalmak
şartıyla idareyi ele geçirerek hakimiyetlerini güçlendirmekteydiler.
Sâmânîlerin 6. Hükümdarı I. Abdülmelik b. Nuh zamanında Türk kölelerinden biri olan Alp
Tegin, zekası ve atılganlığı ile dikkat çekmiş ve Abdülmelik’in hacibi olmayı başarmıştır.
Abdülmelik’in ölümü üzerine yerine geçen Mansur b. Nuh, zamanında hükümdarlığını
istemeyen Alp Tegin’i Horasan sipehsaları olarak tayin ederek görevinden uzaklaştırdı.
Bunun üzerine, Belh’e çekilen Alp Tegin, Samani hükümdarının üzerine gönderdiği 4.000
askeri yendi ve başlarında Lavik adında yerli bir hanedanın bulunduğu Gazne şehrine,
hanedana son vererek Türk askerleri ve bölgede yaşayan Türk toplulukları ile beraber
yerleşti.
Yerleştiği yerin ismini devletine vererek, Gazne şehrini de başkent yaparak Gazneli
Devleti’nin temellerini atan Alp Tegin bundan kısa bir süre sonra vefat etti.
Alp Tegin’den sonra yerine, babası kadar başarılı olamayan oğlu Ebu İshak İbrahim geçti ve
halef bırakmadan vefat etti. Ebu İshak İbrahim’den sonra güçlü bir devlet adamı olarak
devletin başına gelen Türk komutanlarından Bilge Tegin’in saltanatı kısa süreli oldu ve
Gerdîz Kalesi'ni almaya çalışırken vefat etti (974-75). Daha sonra Bilge Tekin’in yerine Böri
Tekin adında bir köle geçmiş olsa da, yöneticilikteki zaafından kaynaklı başarısızlığı sebebi
ile tahtından uzaklaştırılıp yerine 997’de Alp Tegin’in en güvendiği kişilerden Sebük Tekin
geçti. Isık Göle sahili olan Barshân’da doğan zeki, dindar, cesur bir hükümdar olan Sebük
Tegin’in göreve gelmesiyle, hükümdarlık babadan oğla intikal eden bir saltanata dönüştü.
Görünüşte Samaniler’e bağlı bir vali gibi görünse de, ileriki zamanlarda bağımsız bir devlet
kurma gayesi ile sınırlarını genişleterek Zebulistan, Zamindaver, Gür bölgelerini ele geçirdi.
Hakimiyet sahasını Doğu Afganistan'daki Zâbülistan’a kadar genişleterek, Afganistan’ın
75
büyük bir kısmını elde eden Sebük Tegin, Zâbülistan eşrafından bir zatın kızıyla da
evlenerek bölge halkının gönüllerini fethetti. Yine bu bölgeye yakın diğer Türk gulâm
gruplarının denetimindeki Büst şehrini 997’de zaptederek, Kuzeydoğu Belûcistan'daki
Kusdar bölgesinin Zemindâver'e kadar olan geniş bir coğrafyasını hükümranlığına kattı.
Daha sonra zorlu bir fetih bölgesi olan Hindistan’a doğru ilerlemek isteyen Sebük Tegin,
onun zamanla büyümesinden tedirginlik duyan Hindistan hakimi Caypal ile karşı karşıya
geldi ve 979’da Samgan’ı ele geçirerek Caypal’ı yenmiş oldu. Ardından Lâmgân ve Kabil
bölgesinin hükümdarı Hindûşâhî racasını yenerek Kabil nehrinden Peşâver'e kadar olan
bölgeyi ele geçirdi ve Hindistan’da Hindistan’ın İslamileştirilmesi konusunda ilk somut
adımların bu dönemde atılması hususunda muvaffak oldu (986-987).
Sebük Tegin cesurca yaptığı bu bağımsız fetihlere rağmen, yine de Samanilerin hakimiyetini
tanıyordu. Hindistan’dan döndükten sonra Ebu Ali b. Simcur ve Faik el-Hasan’ın isyanları
sebebiyle Samani hükümdarı Nuh b. Mansur’un bulunduğu güç durumdan faydalanarak
Samaniler’in iç siyasetine karışmaya başladı. Zor durumda olan Sâmânîlerin emîri II. Nuh,
kendisine karşı olan bu ayaklanmayı Sebük Tegin ve oğlu Mahmud’un yardımı ile
bastırabildi(995). Sebük Tegin’in isyanı başarı ile bastırması Sâmânî emîri tarafından
“Nasiruddin’’ unvanına, oğlu Mahmud’un ise ‘’Seyfeddevle’’ unvanına laik görülmesiyle
hakimiyetinin daha da güçlenmesine sebep olmuştur. Aynı zamanda Sebük Tegin’in oğlu
(Sultan) Mahmud Horasan orduları komutanlığına getirildi. Gazneliler’in gerçek kurucusu
olan Sebük Tegin, 997 yılında vefat edince tahta veliahtı İsmail çıktı. Sebük Tegin’in büyük
oğlu Mahmud buna itiraz ederek Gazne tahtını ele geçirdi ve 998’de Gazneliler’in hükümdarı
oldu. Sultan Mahmud, II. Mansur b. Nuh’un onu Horasan valiliğinden alması sebebiyle
Samaniler ile mücadele etmeye karar verdi. Tam o sırada Samaniler’de Begtüzün ve Faik’in
sebep oldukları iç karışıklıklar Sultan Mahmud’un işine yaradı ve Samani ordusunu Merv’de
bozguna uğrattı. Abdülmelik’in Maveraünnehir’den çekilmesi üzerine boş kalan Horasan
Sultan Mahmud’un hakimiyeti altına girdi. Aynı zamanda Karahanlıların da Maveraünnehir
bölgesine girmesiyle, Samani hakimiyeti son bulmuş oldu.
Daha sonra Gazneli Mahmud Samaniler tarafından kabul görmeyen Bağdat’taki Abbasî
Halifesi Kadir-billâh’a, Şafii fakihi olan Ebu Hamid İsferani aracılığı ile, adına Gazne’de
hutbe okuttuğu haberini ulaştırdı. Samaniler tarafından kabul görmeyen Halife, Sultan
Mahmud’un bu davranışını çok iyi karşılayarak, onu "Yemînü'd-devle ve emînü'l-mille"
unvanlarıyla taltif etti ve ele geçirdiği topraklar üzerindeki egemenliğini kabul ettiğini
bildiren, Sultan Mahmud’un hakimiyetinin meşru olmasına sebep olan bir ahidname
76
gönderdi. 999’da etki alanı azalan ve iyice zayıflayan Sâmânî devleti Karahanlılar tarafından
tarih sahnesinden silindi. Ardından İsmail el-Muntasır Samani devletini toparlamak
çabasıyla girişimlerde bulunsa da, Gazneliler ve Karahanlılar toprakları aralarında
paylaşarak buna müsaade etmediler.
Daha sonra Sultan Mahmud Sîstan, Cûzcân, Cagâniyân, Huttel ve Hârizm bölgelerini
zaptederek topraklarına dâhil etti. Horasan’da varlığını güçlendiren Sultan Mahmud, henüz
Müslüman olmamış puta tapan Gurluların topraklarına ilki 1011, ikincisi 1020 olmak üzere,
iki sefer düzenleyerek, bölgeyi ele geçirdi ve İslamiyet’in yayılması için oralara yüzlerce
ilim adamı sevketti. Fakat Gurluları tam anlamıyla Gaznelilerin itaati altına almak mümkün
olmamakla birlikte İslâm dininin bu bölgede yayılması oldukça yavaş gerçekleşmiştir.
Sultan Mahmud, Sâmânî Devletini tamamen kontrol altına alıp bölgede hâkimiyetini iyice
kabul ettirdi. Artık Hindistan'ı fethetmek ve oralarda İslâm dinini hâkim kılmak için yeni
girişimlerde bulunabilirdi.
Bu girişimlere atılmadan önce topraklarını güvenceye almak için komşu devletlerle arasını
düzeltmek adına, 1001 yılında Karahanlı İlig Nasr Han ile iki devlet arasındaki sınırı
konusunda anlaşıp, Nasr’ın kızı ile evlenerek iki hanedan arasında akrabalık ilişkisi
oluşturdu.
Sultan Mahmud on yedi defa askeri hareket düzenleyeceği Hindistan seferlerine başladı.
Daha sonra Gazne'nin stratejik bir mevkide oluşunun Kuzey Hindistan fethinin gerçek-
leşmesinde sağladığı kolaylıklar sayesinde 1003’te Vayhand’ı ele geçirdi. Bu zaferinden
sonra kendisine ‘’Gazi’’ unvanı verildi. Ertesi yıl, Karmati mezhebine bağlı olan Murtan’a
İslamiyet’i yaymak amacı ile giderek şehri zapetti ve halkı yıllık vergiye bağladı. Hint
racalarının ittifakını kırmak için mücadele veren Sultan Mahmud 1014’te Keşmiri aldıktan
sonra, Keşmir’e yaptığı düzenli akınlar sayesinde İslamiyet yayılmaya başladı ve Keşmir’de
tapınakları ile meşhur olan Muthura şehrinden elde ettiği ganimetler ile, Gazne Camii’ni
yaptırdı.
Müslümanlığı yaymak için yapılan Hint Seferlerinin en meşhuru olan on altıncı seferi, 1025-
1026’da Somnat’a yapılan askerî harekâtın zafer ile sonuçlanması ile, Hintlilerin en kutsal
putu olan Somnat putu da dahil olmak üzere binlerce put, yerle bir edildi. Sultan Mahmud’un
İslâm dünyasında kahraman olarak yankı uyandırmasına ve tanınmasına sebep oldu.
Bağdat’taki Abbasî halifesi Kâdir-billâh, Mahmud’a "Sultan" ve ailesine yeni üstünlük ifade
eden lakaplar verdi.
77
Bu sırada Sultan Mahmud yer yer ihtilafa düştüğü Karahanlılar ile savaşmış, ve her defasında
Karahanlıları mağlup etmiştir. Aynı zamanda topraklarını genişletmek amacıyla Irak'taki
Büveyhîler’le de savaşarak Irak-ı Acem diye bilinen bölgeyi hakimiyet bölgesine eklemiştir.
Sultan Mahmud 1030 tarihinde vefat etmiştir. 61 yıllık ömrünün yaklaşık 45 yılını harp
sahalarında geçirmiştir. Yapmış olduğu seferlerde yüzlerce putu kırarak, İslam dünyasında
‘’putkıran’’ lakabını almıştır.
Gazneli Mahmud 1029’da Rey şehrini aldığında oğlu Mesud’u Rey valisi olarak tayin etmiş
ve Mesud da eyaletin tamamını ele geçirmişti. Babasının ölüm haberi üzerine, Gazne’ye
giderek kendisini Sultan ilan eden kardeşi Muhammed ile uzun süren taht mücadelelerine
girdi ve galip gelerek Gazneli tahtına tek başına oturdu. Sultan Mesud kabiliyetli ve gözü
pek bir asker olarak babasının Hindistan politikasını sürdürmek istedi ancak Selçuklular ile
sürekli çatışma halinde olması yönetimde babasının yerini dolduramaması sonucunu
doğurdu. Sultan Mesud, isyan eden valisi Ahmed b. Yınal Tekin’in harekatını önlemek için
Hindistan’a girdi ve 1033 yılında Hindistan seferinde Keşmir’in güneyindeki Sarsûtî
Kalesi'ni fethetti. Daha sonra Hansi ve Sonipat kalelerini aldı.
Hindistan’da olduğu sırada, 1035 tarihinden itibaren Selçukluların yurt arayışlarının Gazne
bölgesine yakın Horasan’da yoğunlaşması ve giderek Merv, Serahs ve Ferâve arasındaki
topraklara yerleşmeleri karşısında Sultan Mesud, Hâcib Bey komutasında Selçuklular'a bir
ordu gönderdi. 1035’te ordunun Hisâr-ı Tâk'ta, Selçuklulara karşı tutunamayarak mağlup
olması karşısında Sultan Mesud bizzat Horasan’a geldi. 1037 ve 1038 yıllarında Çağrı Bey'in
ustaca taktikleri yüzünden Gazne ordusu iki defa ağır yenilgiye uğradı ve Horasan üzerindeki
hakimiyeti zayıfladı. 1038’de Serahs yakınlarında sulh yapılsa da, Selçukluların Serahs,
Nesa ve Baverd halkını kendi tarafına çekmesi sonucunda Sultan Mesud savaşmaya karar
verdi. 1040 yılında üç gün süren Dandanakan savaşında Gazneliler mağlup oldular ve Sultan
Mesud ailesini ve hazinesinden kalanı yanına alarak Hindistan'a doğru çekildi. Ancak Sind
nehrini geçtikten sonra köleleri tarafından yağmalanarak öldürüldü. (1041)
Sultan Mesud'un oğlu Mevdûd babasından sonra, amcası Muhammed’i yenerek 1041 yılında
Gazneli Devleti'nin tahtına oturdu. Mevdûd de dedesi ve babası gibi Hindistan sefelerine
yoğunlaşmak istemekteydi ancak o günün şartları Selçuklulardan dolayı buna pek müsait
değildi. Buna rağmen 1044 yılında Hindistan’da Caypal’in oğlunun diğer Hind racaları ile
kurduğu ittifakı bozmak için Hindistan’a bir ordu gönderdi ve ordunun başarılı olması ile
bölgede tekrar Gazneli hakimiyeti kuruldu. Ancak Hindistan seferleri bu kadarla kalmak
78
zorunda kaldı. 1049’da Horasan’a girdi fakat Selçuklu Devleti’nin başında olan Alp Arslan
tarafından geri püskürtüldü. Sultan Mevlüd Selçuklular’a karşı hazırladığı bir ordu ile yola
çıkarken öldü.
Mevdûd'un vakitsiz ölümünden sonra taht kavgaları başladı. Sırasıyla II. Mesud ve I.
Mesud'un oğlu Ali ve sonrasında Sultan Mahmud'un oğlu Abdürreşîd sultan oldu (1049).
1052 yılında bir Türk komutanı olan Tuğrul, Sultan Abdürreşîd ve on bir şehzadeyi
öldürterek Gazneli tahtına çıktı. Daha sonra Tuğrul’un yerine Gaznelilerin başına geçen I.
Mesud'un oğlu Ferruhzâd Selçuklular'a karşı yer yer başarılar gösterdi. 1059’da vefat etmesi
üzerine yerine gelen kardeşi İbrahim, 1059 yılında bir barış anlaşması imzaladı ve 30 yıl
süren Selçuklu-Gazneli mücadelesini bitirmeyi başararak 41 yıl boyunca ülkesini sulh içinde
idare etti. Bu sulh Gazneli Devleti’nin eski ihtişamlı haline dönüşü için önem arz ettiğinden,
anlaşmayı ayakta tutmak için evlilik yoluyla sıhriyet kurarak devletini güvence altına almaya
çalışmıştır. Bu sakin dönemde Hindistan’a seferler düzenleyerek yeni kaleler fethetti ve Gur
bölgesinin kontrolünü ele geçirerek bölgedeki hakimiyetini güçlendirdi. Aynı zamanda
sikkelerinde ‘’sultan’’ unvanına yer veren İlk Gazneli hükümdarı olarak tarihe geçti ve
1099’da vefat etti.
Sultan İbrahim'in yerine geçen ve Hindistan üzerinde hakimiyet kurmak için çok sık sefere
çıkan III. Mesud, Hindistan’ın fethini tamamlayamadan 1115 yılında öldü. Tahta geçen oğlu
Sultan Şîrzâd taht mücadelelerinden dolayı 1 yıl tahtta kalabildi. Gazneli Devleti’nde
yaşanan bu karışıklıklara Selçuklu Devleti müdahale etti. Şîrzâd'dan sonra başa gelen Arslan
Şah’ın Mesud’la evli olan ve onun ölümü ile dul kalan Melikşah’ın kızına kötü davranması
üzerine, Selçuklu Devleti ile arası açıldı ve Selçuklu tarafından esir edildi. Selçukluların
Horasan meliki Sencer'in desteğini alan Behram Şah 1117’de Gazneli tahtına oturdu. Behram
Şah Selçuklu Devleti’ne bağlı olarak geçirdiği uzun saltanat yıllarında, Gaznelilerin
Hindistan'da kaybolan kontrolünü sağlamak için isyancı Racalara karşı uzun mücadeleler
verdi. Behram Şah döneminde, her ne kadar Selçuklular ile barış içerisinde olunsa da,
Gazneli devleti gücünü kaybetmiştir. Behram Şah’ın Selçuklu Sultanı Sencer’e her yıl
ödemekle yükümlü olduğu bağlılık vergisi 250.000 altını vermemesi üzerine bu barış 1135
yılında bozuldu ve Selçuklular Gazne'ye kadar geldiler. Selçuklular’a karşı koyamayacağını
anlayan Behram Şah önce Hindistan’a kaçtı ve sonra af isteyerek tahtına yeniden geçti.
1146’da Gur Melik’inin Behram Şah’a sığınması ve Behram Şah’ın Gur Melik’ini
zehirleterek öldürmesi üzerine Gurlular büyük tehlike arz etmiştir. 1151’de Gurlular güç
kazanarak Gazne’ye kadar geldiler ve şehri mezarlarına kadar yaktılar. Gazneliler artık
79
yıkılış öncesi son duruma gelmiş olsalar da 1152’de Behram Şah, Gazne'ye yeniden hâkim
olmayı başardı fakat 1157’de vefat etti.
Ölümünün ardından yerine geçen oğlu Hüsrev Şah da babası gibi Gurlular ile mücadeleye
devam etti. Sultan Sencer Oğuzlar tarafından esir alındığından Gazneliler'in bu sultanın
yardımından mahrum kalması Gaznelileri zayıflatırken, Sencer tarafından esir edilen
Alaaddin’in tekrar Gur Meliki olarak serbest bırakılması da Gurlular'ı güçlendirdi.
Gaznelilerin bu zor durumundan faydalanan Gurlular hızlıca bölgede hakim olmaya
başladılar. Artan baskılar sonucu Hüsrev Şah şehri Gazne'yi bırakarak Lahor şehrine yerleşti
ve varlıklarını Hindistan'da sürdürmeye başladılar. Hüsrev Şah'ın 1160’ta vefatından sonra
oğlu Hüsrev Melik son Gazneli Hükümdarı oldu. 1186’da Gurlular’dan Muizüddin’in bir
hilesiyle esir düşen Hüsrev Melik’ten sonra Gazneli Devleti sahipsiz kalarak tarih
sahnesinden çekilmek zorunda kaldı.
4.2. Kültür ve Medeniyet
4.2.1. Devlet Teşkilatı
Sâmânî Devleti’nin içinde tohumlarını atan, bağımsızlığına yaptığı mücadelelerden sonra
kavuşan Gazneli Devleti, yerleşmiş İranlı unsurlardan vazgeçememiş ve genel hatlarıyla İran
menşeli bir görünüm arz etmiştir. Devlet idaresinin genel hatları İran menşeili Sâmânîlerden
alan Gazneliler, silahlı bir güç olan ordu ve askerî teşkilatlarında ise eski Türk geleneğine
bağlı kalmışlardır.
Gazneliler’de Sultan "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" kabul ediliyor ve devletin kesin hakimi
olarak sadece onun emirleri uygulanıyordu. Alp Tegin, Bilge Tegin, Sebük Tegin gibi
kölelikten gelme şahsiyetlerin hizmetleri ve zekaları sayesinde aşama aşama devlet
kadrolarında yükselmelerinden, sarayda köle olarak yetişmiş kişilerin de Sultan
olabildiklerini görmekteyiz. Gaznelilerde hükümdarlık müessesesinde hanedanlık ve irsiyet
usulüne dayalı yönetim anlayışı da hâkim olmuştur.
Sultanın görevleri devlette kanun koyma, muhakeme, infaz ototritesi bakımından en üstün
olup idam veya af yetkisine sahip olmaktır. Ayrıca Gazne hükümdarlarından en meşhuru
olan Mahmud, ilk defa “Sultan” unvanını kullanan kişi olmuştur.
Gazneli Devleti’nin Türk unsurlardan uzak olan bölgelere konuşlanmış olmasından dolayı,
80
Türkler’den farklı uygulamalar göze çarpmaktadır. Sarayda sıkı bir protokol sistemi
uygulanarak, idare eden ile idare edilenler kesin çizgilerle ayrılmışlardır. En üst mevkide
sultan ile askeri ve sivil memurlar, onların altında çalışan tücar, sanatkar ve köylüler
bulunmaktaydı. Halkın sultanlar ile direk görüşmeleri zorlaştırılarak, sultanın iradesine karşı
itiraz etme hakları ellerinden alınmış, görevlerinin hükümdarın kudretine itaat etmek olduğu
benimsetilmiştir. Buna karşılık olarak Sultan onları dıştaki istilalardan ve içteki
huzursuzluklardan korumaktaydı. Halk ile sultanın doğrudan temas kuramamalarının
yanında, şikayetlerin dile getirildiği ‘’Mezalim Divanı’’ gibi İslami Müesseselere de
rastlamak mümkündür.
Devletin İran ve Horasan bölgesi üzerinde kurulmuş olmasının getirdiği bir özellik olarak,
halkın büyük bir çoğunluğunun Farsça konuşması ve bürokratik kesimin İranlı unsurlardan
meydana gelmesi, devletin resmî dilinin Farsça kabul edilmesine sebep olmuştur.
Emevilerle başlayan ve Abbasilerle önemli gelişmeler kaydeden merkez teşkilatının
hiyerarşisi ve üstlendikleri görevler Gaznelilerde de hemen hemen aynı şekilde devam
etmiştir. Merkez teşkilatında beş divan bulunmaktaydı. Başında vezir bulunmakta, devlette
en yüksek derecede mali işler ile ilgilenen Dîvân-ı Vezâret, devletlerin ve eyaletlerin
muhaberelerini yapan Dîvân-ı Risâlet (Resmî yazışmalar divanı), asker toplama,
teşkilatlanma, teçhizat tedariki ve askerin maaşı gibi işlerle meşgul olan Dîvân-ı Arz (Askerî
işlerden sorumlu divan), devletin dahili muhaberat işlerini idare eden Dîvân-ı İşrâf (Devlet
görevlilerinin teftişiyle ilgilenen divan) ve hükümdara ait emlaki idare ve hükümdar ailesinin
mali işlerine nezaret eden Dîvân-ı Vekâlet (Hükümdar ailesinin mâlî işleriyle ilgilenen
divan) idi.
Bunların dışında Dîvân-ı İstifa (Devletin mâlî işleriyle ilgilenen divan), Dîvân-ı Berid
(Haberleşme işleriyle meşgul olan divan), Dîvân-ı Ab (Su işleriyle ilgilnen divan) ve Dîvân-
ı Müsâdere’dir (Ölen devlet adamlarının mallarına el konulmasıyla ilgilenen divan) gibi
farklı görevleri yerine getiren divanlar da bulunmakta idi.
Gaznelilerdeki bu kurumlar içerisinde en mühim yeri teşkil eden divan, merkezi yönetimin
temelini oluşturan Vezâret Divanı idi. Yönetimde geniş yetkilere sahip olan vezir, onun
vekili sıfatıyla devleti yönetirdi.
Gaznelilerde taşra yönetimi eyaletlere ayrılarak idare edilmiştir. Eyaletlerde merkezi
yönetime benzer bir yapılanma olmakla beraber, sivil ve askerî yetkilileri bulunur, sivil
idarenin başında görevliye “Sahib-i Dîvân” denilirdi. Sahib-i divan, sultan veya vezirin
81
mutlak vekili konumunda vergilerin toplanması, eyalette düzenin korunması, yönetim
işlerinin düzenlenmesi, yönetimi altındaki ordunun ihtiyaçlarını karşılaması, yönetimi
altındaki diğer görevlileri denetlemesi gibi görevlerden sorumlu idi.
4.2.2. Adlî Teşkilat
Müslüman bir devlet olabilmenin ilk gerekçelerinden bir tanesi de adaleti sağlayabilmekti.
Diğer İslam devletlerinde olduğu gibi Gaznelilerde de halka karşı adil olmak, adaleti yayarak
zulmü engellemek, sultanların halkına karşı yegane sorumluklarındandı.
Gaznelilerde adliye teşkilatında yargı işlerini kadılar yürütmekteydi. Her şehirde bir kadı ve
her eyalette bir Kâdı’l-Kudât bulunurdu. Kadı’l-Kudât’lar eyaletlerde görevli olan diğer
kadıları denetler ve merkezdeki davalarla ilgilenirlerdi.
Kadıların devlet yönetiminde çok önemli mevkileri olduğundan sadece sultanlara karşı
sorumlu olurlar ve vazifelerini kötü yaptıklarında ancak görevlerinden sultan tarafından
alınabilirlerdi. Diğer devlet görevlilerine hesap vermek veya hizmetleri altında bulunmak
gibi bir duruma düşürülmezlerdi. Mahkemede savunma vekili veya avukatlar olmadığından
kadılardan haksızlığa karşı kararlarında adil olmaları beklenmekteydi. Kadının kendisinin
kanun sayıldığı bu kurulu düzende, kadıların ilimleri ve ahlakî meziyetleri göz önünde
tutulurdu. Rüşvet, iltimas gibi yollara düşmemeleri için dolgun maaş alırlardı.
Gaznelilerde de diğer İslam devletlerinde olduğu gibi, büyük küçük rütbeye bakmadan
halkının şikayetlerini dinlemek amacı ile bizzat hükümdarın başkanlık ettiği, kadıların
bakmaktan aciz oldukları davalarla ilgilenen ve bugünkü yüksek mahkeme görevini haiz olan
Divân-ı Mezâlîm vardı.
4.2.3. Askerî Teşkilat
Gazneliler Türk devletlerinde olduğu gibi güçlü bir orduya sahipti. Gazneliler Türk
diyarından uzakta konuşlanmış bir devlet olsa da, onu ayakta tutan ordunun esas bölümünü
Türkler oluşturmaktaydı. Bu şekilde Gazne yönetiminin kendini güvence altında
hissettiğinden bahsedilir. Sultan Mahmud’un ömrünün çoğunu seferlerde geçirmesi Gazne
ordusunun onun döneminde en güçlü zamanını yaşadığını göstermektedir.
Gulamlar, düzenli birlikler, eyalet askerleri, ücretli askerler ve gönüllülerden oluşan Gazneli
ordusu, Gulâmların çoğunluğu Türk olup yaklaşık 4000 ile 6000 arasında değişmekteydi.
Daha sonraki dönemlerde bunlara Hint ve Tacik asıllı askerler de katılmıştır. Gazne
82
ordusunun en önemli gücünü oluşturan gulâmların başında “Salâr-ı Gulâm” bulunurdu.
Gulamların içinde Sultanın çadırını koruyan özel birliklere ise “Gulâm-ı Hâs” denilirdi.
Gazne ordusunda ücretli askerlere de yer verilmiştir. Bunların yanında Sultan Mahmud’un
meşhur Hindistan seferlerinde Horasan ve Maveraünnehir’deki varlıklarından fazlasıyla
yararlandığı “mütetavvia” denilen gönüllüler de, Gazne ordusunda ücretsiz olarak sadece
cihadın faziletine kavuşmak amacıyla savaşlara katılmışlardır. Bunların dışında Oğuzlar,
Karluk, Yağma ve Halaçlar gibi Türk boylarından da yardımcı kuvvet alarak
faydalanılmıştır.
Gazneli ordusundaki birliklerin çoğu atlı süvarilerdi. Kalelerde muhafız kuvvetleri olarak ve
kale kuşatmalarında görev yapmak üzere yaya askerlerinin sayısı azdır. Silah olarak kılıç,
ok, yay, kalkan, mızrak kullanılmaktadır. Kale kuşatmalarında mancınıklardan da
faydalanılırdı. Fakat Gazne ordusunun en önemli ve vurucu gücü düşman saflarını bozan ve
okçular için uygun atış pozisyonu yaratan, sayıları 1700’e varan savaş filleriydi.
4.2.4. İlmî Hayat
Gazneli sultanları, bizzat iyi yetişmiş ilim adamları olmalarından dolayı ilim ve medeniyet
eserlerinin gelişmesine önem vermişlerdir. Sultan Mahmud’un Gazne’ye büyük bir akademi
kurarak burayı ilim adamlarının ve şairlerin toplandığı bir müessese haline getirmesinden de
anlaşıldığı gibi, İslam kültür ve medeniyetinin kalkınması adına büyük gayret sarf etmiştir.
Arkasından gelen sultanlar da Gazneli Mahmud’un izinden gitmişlerdir. Sultan Mahmud,
Harezm’i işgal ettiği sırada burada yaşayan değerli astronomi alimi el-Birûnî’yi (973-1048)
Gazne’de kurmuş olduğu akademiye getirtmiş ve kendisine büyük değer vermiştir. Birûnî’ye
Sultan Mahmud gibi Sultan Mesûd ve Mevdûd da aynı ilgiyi göstermişlerdir. Biruni Sultan
Mahmud’un Hint seferlerine katılmış ve burada Sankristçeyi öğrenerek, Tahkîk mâ li’l-Hind
adlı eseriyle Hint medeniyeti hakkında bilgiler vermiştir. Diğer bir önemli eseri ise, Sultan
Mesud’a takdim ettiği astronomi ile ilgili ‘’el-Kanunu’l Mesudi’’dir. Değerli taşlar ve
mineraller ile ilgili eseri ‘’Kitabü’l-Cemahir fi Ma’rifeti’l-Cevahir’’ ve şifalı bitkilerle ilgili
‘’Kitabu’s-Saydala’’yı da Sultan Mevlud’a ithafen yazmıştır.
Gazneliler döneminde tarihçilikte de büyük alimler yetişmiştir. Dönemin en büyük tarihçisi
975-1021 yıllarına ait olayları ihtiva eden Târîhu’l-Yeminî adlı eserin sahibi Ebû Nasr
Utbî’dir. Bu kitapta özellikle 975-1021 yılları arasındaki olaylar ayrıntılı bir şekilde
anlatılmaktadır. Diğer zikredilmesi gereken büyük tarihçiler Zeynü'l-Ahbâr adlı eserin
müellifi Ebû Saîd Abdülhayy b. Dahhak Gerdizî, Târîh-i Beyhâk’ın müellifi Ebu’l-Fazl
83
Muhammed Beyhâkî (1078), Tafdîlü’l-Etrâk ‘alâ Sâ’iri’l-Ecnâd adlı risalenin yazarı olan ve
bir müddet Gaznelilerin hizmetinde çalışan İbn Hassûl’dür.
Gazneliler döneminde sultanlar, alimlere ilgi duydukları gibi şairlere de duymuşlar ve onları
saraylarında konuk etmişlerdir. Bu şairler arasında Türk asıllı Ferruh-i Sistânî, Menuçehr-i
Damgânî gibi şairlerin yanı sıra İran asıllı Escedî, Razî, Unsûrî, Rûnî, Senâî, Seyyid Hasan-
ı Gaznevî gibi şairler de bulunmaktadır. Fakat bunların içerisinde şüphesiz en meşhuru İran
asıllı olan Firdevsî’dir. Osmanlı tarih yazcılığında da büyük etkisi olan bu büyük şairin
60.000 beyitten meydana gelen Şehnâme adlı eserini Sultan Mahmud’a sunmuş ancak daha
sonrasında Sultan Mahmud’un eseri için 60.000 gümüş vermesi üzerine, kızarak sultanın
aleyhinde hicviyeler kaleme almıştır.
Her ne kadar Gazneli döneminin mimari yapılarının pek çoğu günümüze kadar ulaşamamış
olsa da geriye kalan az sayıdaki örnekler Gazne mimarisi hakkında ipuçları vermektedir.
11.yy’ın başlarında yapılan ve kısmen günümüze kadar gelen bir ordugah cami niteliğinde
olan Leşker-i Bâzâr Ulu Câmi Türk mimarisi açısından oldukça önemlidir. Bunun dışında
dönemin Arslan Câzib Türbesi, Leşker-i Bâzâr Sarayı gibi yapıları da önem teşkil
etmektedir.
Ayrıca bu dönemde ticaretin canlandırılması ve güvenliği temin edilmesini sağlayan
şehirlerarası ana yollar üzerinde yapılan Ribat denilen kervansaraylar da dönemin önemli
mimari eserleri arasındadır. Bunlardan en meşhuru Sultan Mahmud tarafından Meşhed
yakınında ve Serahs yolu üzerinde yaptırılan ‘’Ribat-i Mahi’’dir.
Gazneliler tarihte Hint coğrafyasının hem devlet teşkilatı hem de kültür ve medeniyet
açısından İslamlaşmasında büyük bir rol oynamışlar ve bir nebze günümüz Pakistan
Devleti’nin kurulmasında da birinci derecede etkili olmuşlardır. Kültürel her türlü
faaliyetlerinde idarî ve askerî açıdan örnek bir devlet geleneğine sahip olmuşlardır.
84
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Sâmânîlerin 6. Hükümdarı I. Abdülmelik b. Nuh vefat etmesiyle otorite bpşluğundan yararlanan Alp Tegin’in Gazne şehrinde bağımsızlığını ilan etmesi
Sultan Mahmud’un Hindistan’a 17 sefer düzenleyerek İslam’ı Hindistan’da kalıcı bir şekilde yerleştirmesi
Gazneliler’in bölgede hâkim güç olmalarını sağlayan ve Hindistan’a başarılı seferler yapmalarını sağlayan askeri stratejiler uygulamaları
Sultan Mahmud’un Hindistan’a başarılı seferlerinin İslam dünyasında uyandırdığı yankılar
Gaznelilerin Selçuklular ile mücadelesi ve bu mücadelenin Gaznelileri zayıflatması
Gaznelilerin Gurlular ile mücadelesi ve Gurlular’ın hileleriyle tarih sahnesinden silinmeleri
Gaznelilerin İslam kültür ve medeniyetine yaptığı katkılar ile inşa ettiği yapılar
85
Bölüm Soruları
1) Gazneli Devletinin kurucus .............. ‘dır.
2) Gazneli askeri teşkilatında, çoğunluğu Türk olup sayıları 4000-6000 arasında değişen
kuvvete ............. denirdi.
3) Aşağıdakilerden hangisi Gazneli Devletinde kurulan divanlardan biri değildir?
a) Divan-ı vekalet
b) Divan-ı istifa
c) Divan-ı Ab
d) Divan-ı Müsadere
e) Divan-ı Asefi
4) Gaznelilerde sivil idarenin başındaki görevliye ............................... denirdi.
5) Gazne ordusunun en önemli ve vurucu gücü düşman saflarını bozan ve okçular için
uygun atış pozisyonu yaratan, sayıları 1700’e varan savaş filleriydi.
Doğru ( ) Yanlış ( )
86
5. KARAHANLILAR
87
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
İslam dünyasında ve Türk tarihinde ilk Müslüman Türk devleti olması yönüyle büyük önem taşıyan 840 yılında kurulan ve 1212 yılına kadar hüküm süren Karahanlı Devleti’nin tarihi ve
İslam Medeniyetine yaptığı katkılar bu ünitenin başlığı altında ele alınacaktır.
88
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1. Karahanlılar isminin kökeni hakkında neler biliyorsunuz?
2. Satuk Buğra Han’ın İslam ve İslam Devleti’ne karşı nasıl bir politika izlemiştir?
3. Karahanlılar’ın ikiye bölünmesi ile kadim Türk geleneğinin bir yansıması olarak algılanabilir mi?
4. Karahanlılar’ın devlet yönetimine dair hangi kaynaklardan bilgi edinebiliriz?
5. İlig, Ulu Hacib, Terken Hatun, Atabetü’l-Hakayık kelimeleri size neyi hatırlatıyor?
89
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği
Kuruluşundan yıkılışına kadar Karahanlılar’ın siyasi tarihi hakkında genel bilgiye sahip olur
Türkler’in İslamlaşma sürecinde Karahanlılar’ın rolünü bilir.
Karahanlılar döneminde te’lif edilmiş olan edebi eserler hakkında bilgi sahibi olur.
Doğu ve Batı Karahanlılar’ın ayrılma süreçlerini bilir ve bu süreç üzerinde yorum yapabilir.
90
Anahtar Kavramlar
Karahanlılar, İslamiyet, Atabetü’l-Hakayık, Divan-i Lügat-i Türk, Doğu Karahanlılar, Batı Karahanlılar.
91
Giriş
840-1212 yılları arasında Mâverâünnehir ve Doğu Türkistan'da hüküm sürmüş ilk Türk-İslâm
hanedanı olarak tarihe geçen Karahanlılar, toprakların doğu-batı istikametinde uzanmasının
bir icabı olarak, tarihçilerin ‘’Altay sistemi’’ olarak adlandırdıkları, Türk idare geleneğinde
ise ‘’ikili teşkilat’’ olarak geçen çifte hükümdarlık anlayışına göre bölgeyi iki kağan
idaresinde doğu-batı şeklinde ayırdı ve ilk olarak Balagasun’u merkez olarak benimsedi.
Karahanlı hanedanının ilk kağanı Bilge Kül Kadir Han'dan sonra büyük oğlu, Arslan Han
Bezir bölgenin doğu kısmını ‘’büyük kağan’’ statüsünde Balasagun'da idare ederken, küçük
oğlu Kadir Han Oğulcak ise büyük kağanın yüksek otoritesini tanımak şartıyla batı kısmını
‘’yardımcı kağan’’ statüsünde Talaşta ve Kâşgar'da idare etti. Karluk, Çiğil ve Yağma gibi
Türk boylarının bir araya gelmesinden oluşan Karahanlı Devleti, bazı tarihçiler tarafından
‘’İleg Hanlar’’ ve ‘’Türkistan Uygur Hanları’’, Osmanlılar tarafından ‘’Türkistan Hakanları’’
isimleriyle zirk olunurken, muhtelif İslam kaynaklarında el-Hâkaniye, el-Haniye, Müluku’l
Hakaniye, Al-i Afrasiyab, Arslan-Buğra Hanlar gibi değişik isimlerle de anılmıştır.
Avrupalı oryentalistler büyüklük ve yücelik anlamına gelen ‘’Kara” unvanının hanedan
tarafından çokça kullanmasından dolayı devlete Karahanlılar ismini vermişlerdir.
Uygur Devleti’nin Kırgızlar tarafından yıkılması sonucunda 840 yılında, Karahanlılar Orta
Asya’da Maveraünnehir bölgesinde Bilge Kül Kadir Han tarafından kuruldu. Kadir Han,
Mâveraünnehir'e hakim olmak isteyen Sâmânîler ile uzun bir süre mücadele ettikten sonra,
onun büyük oğlu Bazır Arslan Han Karahanlılar’ın hükümdarı olarak ‘’büyük kağan’’ sıfatı
ile Balasagun'da, kardeşlerinden Oğulçak Kadir Han ise ‘’ortak kağan’’ sıfatı ile Taraz'da
devleti yönetti. Sâmânîlerle sürekli bir çatışma halinde olan Oğulcak Kadir Han, Samanilerin
Taraz’ı zabtetmesi üzerine, idare ettiği bölgenin merkezini 883 yılında Taraz’dan Kaşgar’a
taşıyarak Samaniler üzerine yaptığı akımlara bölgenin yeni merkezi Kaşgar’dan devam etti.
Oğulçak Kadir Han’ın Sâmânî topraklarına gerçekleştirdiği akınlar Ebu Nâsır isimli bir
Sâmânî şehzadesinin ve mahiyetindeki Müslüman din adamlarının Karahanlılar’a
sığınmasına ve İslam dinini Satuk Buğra Han’a anlatması üzerine Han’ın Müslüman olmasına
sebep olacak böylelikle Karahanlılara İslam bayrağını taşıyan ilk Türk İslam Devleti olma
şerefini yaşatacaktır. Müslüman olduktan sonra Abdülkerim adını alan Satuk Buğra Han’ın
İslamiyeti bir devlet dini olarak benimsemesi, neredeyse iki asırdır İslamı tanıyan Türklerin
bu dine toplu bir şekilde girmesi sonucunu doğurmuştur. Böylelikle Türklerin dinlerini
92
yaymak amacıyla savaşlarda boy gösteren bu mukavim, cesur mücahitler Abbasilerin kolu
altında zayıflayan İslamiyeti gururla yeni, güçlü, taze bir Türk çehresiyle tarih sahnesine
taşımış oldular. 995 yılında vefat eden Abdülkerim Satuk Buğra Han İslamiyeti kabul
ettikten sonra Samaniler ile ilişkilerini dostluk şeklinde devam ettirmiş, büyük kağan amcası
ile müslüman gönüllülerden yardım alarak mücadelelere girişmiştir. Kendisinden sonra oğlu
Musa Baytaş Karahanlı tahtına çıksa da onun hükümdarlığı kısa süreli olmuştur. Müteakiben
Karahanlı tahtına kardeşi Baytaş Arslan Han gelerek doğu kağanı Arslan Han’ı mağlup etmiş
ve böylelikle Karahanlıların doğu kanadını ortadan kaldırarak Karahanlıları tek bayrak
altında toplamıştır. 960 yılında Karahanlı Devleti tamamen bir İslam devleti haline gelmiştir.
Baytaş Arslan’dan sonra büyük kağan olarak devletin doğusuna Ebü'l-Hasan Ali, batısına ise
ortak kağan olarak Harun Buğra Han geçmiştir. Ebü’l-Hasan Ali, İslam dinini yaymak amaçlı
açtığı savaşlardan birinde 998 yılında vefat etmiştir. Ortak kağan olan Harun Buğra Han ise,
Samaniler ile çetin mücadelelerde bulunmuş ve 990‘da İsficab’ı zaptetmiş, 992’de ise
Maveraünnehir’in iki önemli merkezi olan Semerkant ve Buhara’yı ele geçirerek
Samaniler’e karşı mühim başarılar elde etmiştir. Onun bu başarısında Ceyhun sınır olmak
üzere Samani topraklarını paylaşmak için kavilleştiği Samani Horasan valisi Ebu Ali
Simcuri’nin rolü bulunmaktadır. Harun Buğra Han’ın Samaniler’in başkenti Buhara’yı ele
geçirmiş olmasına rağmen, hastalanması üzerine burada kalamayıp Kaşgar’a dönmesi
gerekti ve 992 yılında yolda vefat etti.
Harun Han’ın ölümünden sonra devletin batı bölgesinde boş kalan ortak kağan koltuğuna
hükümdar olarak Ebul Hasan Ali Arslan’ın oğlu, Togan Han unvanını taşıyan Ebu Nasr
Ahmed geçti. 998’de babasının ölümünden sonra ise, ortak kağan tahtından büyük kağan
tahtına geçerek Karahanlı Devleti’nin hükümdarı oldu. Büyük kağan sıfatıyla Doğu
Karahanlı tahtına oturan Ebu Nasr Ahmed Abbasi Halîfesini tanıyan ilk Karahanlı
hükümdarı olarak devrin hakimiyet anlayışı gereği sikkelerde Abbasi halifesinin adı yer
almıştır.
Toğan Han’ın doğu hükümdarı olarak boşalttığı ortak kağan makamına ‘’ilig Han’’ ünvanı ile
Nasr Han geçti. Karahanlı hükümdarlarının İslamiyet’i kabul etmiş olmaları Maveraünnehir
ulemasının hoşgörüsünü kazanmalarına sebep olmuş ve Samaniler mukavemette bulunmadan
Karahanlılar’ın hakimiyeti altına girmiştir.
Karahanlılar’ın Samaniler’e karşı elde ettikleri bu başarı Gazneli Devleti hükümdarı, Sebük
Tegin’den sonra tahta geçmiş olan oğlu Gazneli Mahmdud’u endişendirdi ve Hint seferlerine
93
çıkmadan bölgesinin kuzey sahasını emniyet altına almak amaçlı Karahanlılar ile Ceyhun
nehrini sınır belirleyerek Karahanlılar ile bir antlaşma yapmıştır. Aynı zamanda dostluk
ilişkilerini kuvvetlendirmek adına Nasr’ın kızlarından biri ile evlenmiştir. Ebu Nâsr, Gazneli
Mahmud'un Hindistan seferine gitmesi üzerine Sâmânî topraklarını ve özellikle Horasan’ı
alma niyetiyle, antlaşmaya sadık kalmayarak Horasan’ın bazı şehirlerini ele geçirdi. Haberi
alan Gazneli Mahmud Hint seferini tamamlamadan geri döndü ve Karahanlı ordusunu
mağlup etti. İlig Han Nasr Hoten’i elinde tutan Kadir Han Yusuf b. Hasan’dan yardım aldıysa
da, 1008’de gerçekleşen Belh savaşında fil takviyeli Gazneli ordusuna yenik düşmekten
kendini kurtaramadı. Bu mağlubiyet Karahanlı ailesinde taht mücadelelerinin başlamasına
sebep oldu. İlig Nasr Han bağımsızlığını ilan ederken devletin doğu kısmında hüküm süren
büyük hakan Togan Han Ahmed, Gazneli Mahmud ile iş birliği içerisine girdi. İlig Nasr
Han’ın Kaşgar üzerine yürümesi ağır kış şartları sebebiyle başarıyla sonuçlanmadı ve
Gazneli Mahmud aracılığı ile iki kardeş arasında barış sağlandı.
İlig Han Nasr’ın 1012’de vefat etmesinin ardından yerine kardeşi ‘’Arslan ilig’’ ünvanını
taşıyan Mansur geçerek, ağabeyini Togan Han Ahmed’i yok saydı ve kendini büyük kağan
ilan etti. Fergana, Özkent, Hocend, Buhara gibi pek çok şehri zapt ettikten sonra kardeşi
Muhammed'e de Arslan İlig sıfatı vererek, onun hakimiyetini tanımasını sağladı. Ailenin
diğer fertleri Ortak Kağan Yusuf Kadir Han ve Ali Tigin büyük kardeşleri Togan Han
Ahmed’in yanında olsalar da 1017’de hasta olan Togan Ahmed Han vefat etti. Bunun üzerine
Yusuf Kadir Han büyük kağan ünvanını kendisi kullamak istediğinden Gazneli Mahmud’dan
yardım istediyse de yardıma karşılık alamayınca Arslan İlig Han Mansur ile antlaşma
yaparak, Gazneli Mahmud’a karşı birleştiler. Ancak 1019’da Belh civarında yapılan savaşta
yenilgiye uğradılar. Yenilgi sonrasında Yusuf Kadir Han Gazneli Mahmud ile antlaşma
yaptı. Bu sırada Arslan İlig Han Mansur’un çok geçmeden bir çok şehirde hakimiyetini
kurarak gücünü pekiştirdi. Arkasından Yusuf Kadir Han’ın kardeşi Ahmed b. Hasan’ın
1019’da Mansur’un başşehri Özkent’i alması, bir diğer kardeşi Ali Tegin’in ise esir düştüğü
Mansur’un elinden kurtulup Selçuklu ailesinden yardım alarak Buhara’yı zapt etmesi (1020),
Mansur’un Arslan ilig sıfatını verdiği kardeşi Muhammed b. Ali’yi bozguna uğratması gibi
Arslan ilig Han Mansur’un aleyhine bir takım gelişmeler de yaşandı. 1024 yılında tahtından
vazgeçip züht hayatını seçen Arslan İlig Han Mansur büyük kağan makamını Yusuf Kadir
Han’a bıraktı.
Hoten hakimi olan Yusuf Kadir Han Buhara ve Semerkant’ı bir süre idare etti. Ancak bu
durum Ali Tegin ve Ahmed’in kendisine karşı ittifak kurmalarına ve Ahmed’in kendisini
94
büyük kağan ilan ederek Balagasun, Hucend ve Ferganayı ele geçirmesine ve Buhara’yı zapt
etmesine sebep oldu. Bunun üzerine Gazneli Mahmud ile antlaşma yapmaktan başka çare
bulamayan Yusuf Kadir Han Gazneli Mahmud ile bir araya gelerek Selçukluların Horasan’a
geçirilmeleri ve Buhara’nın Ali Teginden alınıp Yusuf Kadir Han’ın oğluna verilmesi,
ArslanYabgu ve ona bağlı Oğuzların kendilerine problem çıkarmamaları için Horasan'a
nakledilmesi kararlaştırıldı.
Sultan Mahmud hile ile Arslan Yabgu’yu yakalatıp Hindistan'daki Kalincâr kalesine
hapsettirdi. Bu sırada Ali Tegin Buhara ve Semerkan’ı terk edip bozkırlara kaçtı. Yusuf Kadir
Han’nın hakimiyetinde ona rakip olacak kimse kalmadığını gören ve güçlenmesinden endişe
duyan Gazneli Mahmud, Ali Tegin’i tamamen etkisiz hale getirmekten vazgeçti ve bu fırsat
ile Ali Tegin tekrar eski Samani topraklarını hakimiyeti altına aldı. Aynı zamanda Gazneli
Mahmud Karahanlılar’ın güçlenmesine karşı bir temkin daha alarak Abbasi halifeliğinin
Karahanlılar’la olan ilişkilerini kendi aracılığı ile yapması için Abbasiler ile antlaşma yaptı.
Yusuf Kadir Han'ın 1032 yılında vefatıyla, yönetimi Süleyman Arslan Han ve Muhammed
Buğra Han ele geçirdi. Bu sırada 1030 yılında tahta çıkan Sultan Mesud kardeşi
Muhammed’e karşı başlattığı mücadele de Ali Tegin’den yardım istedi. Bu yardım çağrısı
Huttal’ın Ali Tegin’e verilmesi vaadi ile kabul edildi. Sultan Mesud’un Ali Tegin’in yardımı
ile tahta geçmesine rağmen, Sultan Mesut sözünde durmayıp Huttal’ı vermeyerek Ali
Tegin’e karşı Yusuf Kadir Han’ın oğullarından Muhammed Buğra Han’ı destekledi. Bu
münasebet Ali Tegin ile Gazneliler’in arasının açılmasına sebep oldu. Bunun üzerine Ali
Tegin, Harizmşah Harun ile anlaşarak Gaznelilere karşı birleşse de ömrü harekete geçmesine
izin vermedi, 1034 yılında vefat etti. Akabinde babasının yerine geçen Yusuf, babasından
ona kalan harekatı tamamlamak üzere Harizmşah Harun ile ile birlikte Çağaniyan’ı
zaptederek Tirmiz’i kuşattı. Ancak bu sefer de müttefiki Harun’nun ömrü yetmedi ve 1035’te
vefat etti.
Bu sırada İlig Han Nasr’ın oğulları Muhammed ve İbrahim bölgede hakimiyetlerini
güçlendirdiler dolayısıyla Yusuf onların yanında çok zayıf kaldı. Karahanlı hânedanı
arasında kıyasıya devam eden mücadele sonucunda, 1042 yılında ülke kesin olarak ikiye
ayrıldı. İlig Han’ın oğullarından Muhammed Arslan, Kara Hakanlık mevkiinde Büyük
Kağan ve İbrahim de Tabgaç Buğra Kara Hakan ünvanını alarak, Maveraünnehr ile
Fergana’ya uzanan Batı Karahanlılar devletini meydana getirdiler. Yusuf Kadir Han'ın
95
oğulları Arslan Han Süleyman ile Buğra Han Muhammed de Balagasun, Talas, İsficab, Şaş,
Doğu Fergana, Kaşgar ve Hoten’i kapsayan Doğu Karahanlı devletini idare ettiler.
5.1. Doğu Karahanlılar (1032-1210)
Yûsuf Kadır Han'ın ölümünden sonra 1032 yılında Doğu Karahanlı kolunun başına oğlu
Arslan Han Süleyman geçti. Dindar ve ilim adamlarını koruyan kişiliğinin ön plana
çıkmasıyla Şerefüddevle Ebu Şuca lakabıyla anıldı. O dönemde İslamiyet’i yayma gayesi ile
Doğu Türkistan’da Kaşgarlı Mahamud’un Divanı’nda destan olabilecek kadar çetin savaşlar
gerçekleştirilmiştir. Bu savaşlarda Kuzeydoğuda bulunan Yabaku, Basmil ve Çomullar’ı
hükümranlığına katarak henüz daha İslamiyeti kabul etmemiş Türkleri himayesi altına aldı.
Balkaş ve Aral gölü ve civarı kısa bir süre için de olsa Karahanlı hâkimiyetine girdi. Bu
mücadelenin sonucunda 1044 tarihinde Bulgar ve Balasagun bölgesinde yaşayan 10.000
çadırlık göçebe Türk topluluğu İslâma girdi. Arslan Han Süleyman Batı Karahanlılara karşı
bir bütün olarak durabilmek amacıyla, kardeşleriyle işbirliği yapmaya karar verdi.
Topraklarında huzur ve düzeni sağlamak amacı ile, öncelikle kendisine Balagasun ve Kaşgar
yönetimini bırakmayı, hakimiyeti altında geriye kalan Talas ve İsficab’ı kardeşi Muhammed
Buğra Han’a ve devletin en doğusunda kalan eyaletleri ise diğer kardeşi Mahmud’a vermeyi
uygun gördü. Bu birliktelik Kardeşler Batı Karahanlılar’ın elinde olan Fergana civarındaki
bazı yerleri ve Özkent'i ele geçirdi.
1056 yılında Arslan Han Süleyman, kardeşi Muhammed Buğra Han’ın yönetimine vermiş
olduğu Talas ve İsficab’a geri almak istemesi üzerine, yenilerek esir düştü ve zindana kondu.
Muhammed onu hapsettirdikten sonra Büyük kağanlık makamına kendisi oturdu. Ancak bu
görevde 1 yıl 3 ay kaldıktan sonra yerini büyük oğlu Huseyn Çağrı Tegin’e bıraktı. Kendi
oğlu yerine üvey oğlunun tahta geçmesini kabullenemeyen Muhammed’in ikinci eşi,1057’de
bir takım oyun ve entrikalarla Hüseyn’i zehirlettirerek kendi öz oğlu İbrahim’i tahta çıkarttı.
Batı Karahanlıların büyük Kağan’ı İbrahim’in Fergana’yı zapt etmesi üzerine Doğu
Karahanlılar’ın kağanı İbrahim b. Muhammed 1059 yılında Batı Karhanlılarla geçen bir
savaşta öldürüldü. Bunun üzerine 1059 yılında yerine Yusuf Kadir Han’ın 3. oğlu Tuğrul
Karahan Mahmud getirildi.
Karşılıklı bu toprak mücadelesi sonucunda Batı Karahanlılar’a Sirideryâ ile Hucend
96
arasındaki bölgenin, Doğu Karahanlılar’a ise Fergana’nın tamamının verilmesi uygun
görüldü. 1059-1075 yılları arasında yönetimi sürdüren Mahmud'dan sonra, yerine geçen oğlu
Tuğrul Tegin Ömer’in iktidarı iki ay sürdükten sonra yerini Tamgaç Buğra Han’a bırakmak
zorunda kalmıştır.
Kaşgar’ı zamanında bir kültür merkezi haline getiren Tamgaç Buğra Han’ın, toprakları
başarılı bir şekilde idare etmesine rağmen Selçuklu sultanı Melikşah’ın 1089
Mâverâünnehir’da bulunan Özkent ele geçirmesinden sonra Tamgaç Buğra Han ona
bağlılıklarını bildirmek durumunda kalmıştır. Tamgaç Buğra Han'ın kardeşi Yâkub Tegin’in
istifa ederek Semerkant tahtına çıkmaya kalkışması, Melikşah tarafından isyan olarak kabul
edildi ve ordusuyla üzerine yürüdü. Ağabeyi Tamgaç, Melikşah’ın emri üzerine kardeşini ele
geçirerek, teslim etmek üzere Özkent’e hareket ettiği sırada Karahanlı prensi Tuğrul b.
Yınal’ın kuvvetlerine esir düştü. 1011 yılında Tamgaç Buğra Han esirlikten kurtulup
hâkimiyeti ele alarak, oğlu Çağrı Tegin’i kendi namına Yarkent ve civarına hâkim atadı.
Büyük kağan olarak 1075-1102 arasında 27 yıl hükümranlık süren Tamgaç Buğra Han
döneminde, Balagasun’lu Yusuf Has Hacib’in, Kutadgu Bilig adlı eserini kendisine takdim
etmesinden de anlaşılacağı gibi, Kâşgar önemli bir kültür merkezi haline gelmiştir.
Tamgaç Buğra Han'ın ölümünden sonra büyük kağan olarak Doğu Karahanlı tahtına oğlu
Ahmed b. Hasan geçti. Ahmed ilk iş olarak Abbasi Halifesi Müstazhir-Billâh’dan kendisini
destekleyici bir unvan istedi. Halife de ona Nûrüddevle lakabını takdir etti. Bu ona siyasi bir
nüfuz kazandırmaktaydı.
Ahmed 1128 tarihlerinde Karahıtaylar'ı mağlup ederek onların ilerleyişini durdurdu. Ancak
1141 yılında vefat edip yerine gelen II. İbrahim b. Ahmed, göçebe unsurlarının sebep olduğu
iç karışıklıklarını giderememesi sebebiyle yardım etmeleri için, Balagasun kapılarını
Karahıtaylar’a açtı. Yardım amacıyla gelen Karahıtaylar’dan Gürhan Balasagun’u ele geçirdi
ve burayı başkent yaparak kendisini büyük kağan ilan etti. Balagasun’da kalma şansı
kalmayan II. İbrahim kendisine başkent olarak Kâşgar’ı seçti. Bu şekilde Batı Karahanlılar
Karahıtaylılar’a bağlı bir ülke durumuna geldi.
II. İbrahim’in Karluk Türkmenlerinin ayaklanmasını bastırmak için Mâverârünnehir’e gittiği
sıradaki bir savaşta öldüğü sanılmaktadır. II. İbrahim’den sonra yerine geçen hanlar varlık
sürdüremediler. Doğu Karahanlılar’ın son temsilcisi II. Muhammed’in Kaşgar’da bir isyan
sırasında ölümünden sonra Devlet toparlanamayarak siyasi varlığını kaybetti ve tarih
sahnesinden çekildiler.
97
5.2. Batı Karahanlılar (1052-1212)
Aynüddevle lakaplı Muhammed b. Nasr, Batı Karahanlıları, devletin merkezi Özkent’te
büyük kağan olarak idare etmeyi tercih ederken, kardeşi Tamgaç Han İbrahim ise ortak kağan
olarak Maveraünnehr’i Semerkant’dan idare etmeyi tercih etti. Aynüddevle’nin 1052 yılında
vefat etmesi üzerine, Batı Karahanlılar’ın en namlı hükümdarı İbrahim b. Nasr, Tamgaç
Buğra Karahan unvanı alarak büyük kağanlık makamına getirildi ve Maveraünnehr’i idare
ettiği Semerkant’tan ayrılmayarak Batı Karahnalı Devleti’nin merkezini Özkent’ten
Semerkant’a taşıdı.
Batı Karahanlılarının soyu, Muhammed b. Nasr’ın Ahmed ile Abbas ismindeki oğullarının
çocuklarının olmaması sebebiyle Tamgaç Han İbrahim b. Nasr üzerinden devam etti.
Tamgaç Han İbrahim hakka hukuka hassasiyet besleyen, halkının huzurunu önemseyen,
dindar bir hükümdar olarak bilinir. Devleti adilane idare etmek ve iç asayişte sükuneti
sağlamak amacıyla yeni düzenlemeler yaptığı, devlete ait kararları kaleme aldığı, fiyat
kontrollerini sıkı takip ederek halkı ekonomik bakımdan koruduğu, para işlerini
düzenleyerek kendi adıyla ‘’tamgaç dirhemleri’’ni bastırdığı tarih kaynaklarında
geçmektedir. Dindar kişiliğinin gerektirdiği bir hassasiyet olaraktan Buhara ve Semerkant
gibi merkez yerleri dini müesseselerle zenginleştirmiş, Semerkant’ta büyük bir hastane ve
medrese yaptırmıştır. Bunların yanında şehirlere de bir çok imaret yaptırmıştır. Yusuf Has
Hacib’in meşhur eseri Kutadgu Bilig’in çizdiği ideal hükümdar karakteri akıllara Büyük
Tamgaç Han unvanlı İbrahim b. Nasr Han’ı getirir. (1052-1068)
Tamgaç Han İbrahim şii propagandasına karşı çıkarak Mâverâünnehir’e yerleşmiş
İsmâilîler’le uğraşmıştır. Aynı zamanda Doğu Karahanlılar kendi içlerindeki ihtilafları fırsat
bilerek kendi sahasını Şaş, İlak, Tünhas ve Fergana’yı alarak genişletmiştir. Selçukluların
hızla yükselişine şahit olmakla kalmamış, kendi topraklarına saldırılarına da tanık olmuştur.
Yapılan bu akınları durdurmak amacı ile, Abbasi Halifesinden yardım istemiş olsa da, sadece
halifenin gönderdiği lakap ve hil’at ile yetinmek durumunda kalmıştır.
Tamgaç Han’ın felç olmasıyla yerine oğlu Şemsülmülk II. Nasr b. İbrahim geçti (1068-1079).
II. Nasr, Selçuklu akınlarına babasından daha sert bir şekilde karşılık verdi. Alparslan’ın
Maveraünnehir’deki beklenmedik ölümünü fırsat bilerek 1072’de Tirmiz ve Belh’i zapetti.
Selçuklu Devleti’nde başa gelen Melikşah döneminde de mücadelelere devam edildi.
Melikşah zaptedilen Tirmiz’i geri aldıktan sonra Semerkant üzerine yürüdü ancak araya
98
veziri Nizamülmülk’ün girmesi ile 1074’te sulh sağlandı. Anlaşmayla Maveraünnehir
Bölgesinde Selçuklu hakimiyeti tanındı. Aynı zamanda II. Nasr’ın Alparslan’ın kızı Ayşe,
Melikşah’ın da II. Nasr’ın amcasının kızı Celaliye Hatun (Terken Hatun) ile nikah kıyması
iki devlet arasında akrabalık ilişkisi oluşmasına sebep oldu.
Karahanlı hükümdarları içerisinde imar faaliyetlerine en çok önem veren hükümdar olarak
geçen II. Nasr Han, şehrin bir çok yerine, ribatlar, mesdresesler, camiler yaptırmıştır. En
önemli eseri, 1068’de tamamlanana Buhara (Ulu) Camii’dir. Onun zamanında Buhara şehri,
köşkler, havuzlar, bahçeler, korularla bezenmiş bir kent haline gelmiştir.
II. Nasr’dan sonra yerine gelen kardeşi Ebû Şücâ’ Hızır Han’ın çok kısa süren hükümdarlığı
sonrasında tahtına oğlu Ahmed gelmiştir. Ahmed’in Semerkant uleması ve halkıyla sürekli
ihtilafa düşmesi sebebi ile, huzuru kaçan halk Selçuklu Sultan’ı Melikşah’tan yardım
istemiştir. Yardıma olumlu yanıt veren Melikşah, ordusu ile Semerkant’a 1089’da girerek,
Ahmed’i İsfahan’a götürerek esir etmiştir. Ahmed Han bir müddet sonra serbest bırakılsa da,
onun hakimiyetini kabul etmeyen halk, bir süre sonra onu zındıklıkla itham ederek 1095’te
idam etmiştir.
Sultan Ahmed döneminden sonra ihtilaflar Batı Karahanlılar’ın yıkılışına kadar devam etmiş,
başa gelen hanlar bir otorite olmaktan uzak daha çok Selçuklular’ın denetimi altında çalışan
devlet adamları haline gelmiştir.
1204 yılında Harizmşahlar’ın güçlü olduğu bir dönemde büyük kağan olarak tahta çıkan son
Batı Karahanlı hükümdarı Osman, Karahıtaylar ve Hârizmşahlarla iki yüzlü ilişkiler içerisine
girerek, kendi sonunu hazırladı. Osman’ın Semerkant’ta çıkan bir isyanda Harizmlileri
öldürmesi üzerine Hârizmşah Muhammed orsusuyla Semerkant’a girdi ve fethederek
Semerkant’ı başkent ilan etti. (1212) Batı Karahanlıları da böylelikle tarih sahnesinden
çekilmiş oldular (1212).
5.3. Kültür ve Medeniyet
Türklerde olduğu gibi Karahanlılarda da Tanrı en yüksek varlık olarak tam iktidar sahibi idi.
Gökte olduğuna inanılan bu kudreti sonsuz Tanrı, hükümdarlık anlayışı ile
ilişkilendirilmiştir. Tanrı’nın hükümranlık yetkisini, ancak ona layık olan kişiye bahşettiğini
düşündükleri için, ‘’kut’’ olarak ifade edilen hükümdarın gücüne ve yetkisine bir dine itaat
eder gibi itaat etmişlerdir. Bu kutsallaştırılmış görevin kan yoluyla babanın hatundan doğan
oğullarının hepsine intikal ettiği kabul edilmiştir. Ancak hükümdarlık için konulmuş kesin
99
veraset usullerinin olmaması, hükümdar oğullarının hangisinin hükümdar olacağının kesin
olarak bilinmemesine ve devlette taht kavgalarının olmasına sebep olmuştur.
Eski Türklerdeki itikata göre, Tanrı’nın siyasi hakimiyetini Türkler’in başında bulunan Kut’a
verdiğine inandıkları için, Kut’u ilâhî kaynaklı görmüşlerdir. Tanrı Türklerin istiklali ile
ilgilendiğinden, savaşlarda Tanrı’yı mahcup etmemek adına mücadele edilirdi. Tanrı’nın
egemenliğini temsil eden bu hükümdar, ona layık bir erke ve idari yetiye sahip olmak
zorundadır. Kut’u bir emanet ve sorumluluk olarak algılayan hükümdar, bu ilahi mesuliyeti
en iyi şekilde yerine getirmek için, halkının da huzur ve zenginliğine çaba göstermek
zorundadır.
Karahanlılar hükümdarlık alameti olarak Sultan yerine Beg, İlig; Sâhibü’d-devle, Hakan ve
Han unvanlarını kullanmışlardır. Bu ünvanların genellikle Arslan, Buğra, Tonga gibi havyan
adları veya Tavgaç, Kara, Kadir ve Kılıç gibi sıfatlarla beraber kullanıldığını görmekteyiz.
Hükümdarların unvanlarına gelince Muizzüddevle, Şemsülmülk, Müşeyyidüddevle, İzzü’d-
din, Burhânü'l-mülk gibi Abbasi halifelerince layık görülen lakaplar da kullanılmıştır.
Karahanlılar hükümdarları adına minberlerde hutbe okutmak, halifenin adının olması şartıyla
yanına hükümdarın kendi adını da yazdırarak para bastırmak, devletin yönetildiği başkent,
hükümdarın oturduğu saray, bir resmi devlet çadırı görevini gören otağ (çuvaç), hükümdarlık
makamı olan taht, hükümdarlık sembolü olarak başa takılan taç, çetr, devleti temsil eden
bayrak, devlet ve hakanlık sembolü olan tuğ, bir çeşit mızıka takımı olan nevbet ve
hükümdarın sanatkarane işlenmiş elbisesi hil'at hükümranlığın alâmetleri olarak kabul
edilirdi. Hakan’ın hanımı Terken Hatun, şehzadelere de Tegin denirdi.
Karahanlılar’da devlet teşkilatında hükümdar ve vezirden sonra en yetkili kişi, Ulu Hacib’tir.
Ulu Hacib’in sarayda; hükümdarın halk ile dialog kurabilmesini sağlamak, halkın çeşitli
şikayetlerini dile getirerek halka tercüman olmak, haksızlığa uğrayıp adalet isteyenleri
huzura çıkarmak, yabancı devlet elçilerinin işleriyle ilgilenmek gibi geniş idare sahasına
sahipti. Ulu hâcibin emrinde başka hacibler ile teşrifat memurları, onların emirlerinde de
çeşitli işleri gören gulamlar bulunmaktaydı.
Merkez teşkilâtının başında hükümdarın en büyük yardımcısı Yuğruş adlı vezir, hükümdar
adına devleti idare eder ve devlet işlerinin görüşüldüğü Büyük Divan’da başkan olarak
bulunurdu. Vezirin hazineyi idare etmek, halkın huzurunu sağlamak, sınırları genişletmek
gibi mühim görevleri olmaktaydı. Vezir tayin edilen kimseye, hükümdar tarafından bir
unvan, tuğ, davul, zırh, hil’at, eğer takımı, at, vezirlik mührü ve dirlik verilirdi.
100
Vilâyetler ise hanedan mensupları, nâibler ve valiler tarafından yönetilirdi. Karahanlılar da
askeri teşkilat, başlıca görevi hükümdar ve sarayı korumak olan saray muhafızları,
hükümdarın şahsına bağlı ve ücretli askerlerden oluşan hassa ordusu, bölge ve vilayetleri
idareyle görevlendirilen hanedan üyeleri ile öteki devlet adamlarının kuvvetleri ve Çiğil,
Karluk, Uğrak, Basmil, Çomullar gibi devlet sınırları içinde yaşayan devlete bağlı Türk
boylarına mensup kuvvetlerden oluşmaktaydı. Askeri harekatın durumuna göre kumandanlık
hükümdar, hanedan üyesi şehzadeler ya da öteki beyler tarafından yapılmaktaydı.
Karahanlı devleti İslamiyeti kabul ettikten sonra, bulundukları şehirleri gerek mimaride
gerekse bilim ve edebiyatta İslam’ın imzasını atmışlardır. Doğu Karahanlılar’da
coğrafyasından ötürü Çin ve Uygar medeniyetlerinin izleri görünse de, Balagasun ve Kaşgar
o devirde birer ilim ve kültür merkezi olmuşlardır. Batı Karahanlılarda ise daha çok İran-
İslam kültürünün etkisi görülür.
Doğu Karahanlıların egemen olduğu bölgelerde Türkçe’nin bir edebiyat dili olabilecek
seviyeye getirilmiş olduğunu, Türk İslam Edebiyatı’nın bu dönemde önemli eserlerinin
kaleme alınmış olmasından anlamaktayız.
O zamandan kalan en önemli eser 1069/1070 yılında Yusuf Has Hacib tarafından yazılmış
olan Kutadgu Bilig’dir. Bu eser İslam devrinin Uygur ve Arap harfleri ile Türk dilinde
yazılmış olan bu eser 6500 beyitten meydana gelmiştir. Eserde ideal devlet sisteminin ve
hükümdarın nasıl davranması gerektiğinden bahseden bu eser siyasetname türünde
yazılmıştır. Türk dilinin en eski abidesi olmaktadır.
Yine bu devredeki başka bir alim olan Ebü’l-Fütûh Abdulgafûr’un (ö.1096) günümüze
ulaşmayan Tarih-i Kaşgar adlı eseri de tarihsel açıdan değerli teliflerden biri olmuştur.
1073-1077 yılları arasında Bağdat’ta, Türkçe’nin güzelliklerini yabancılara göstermek için
yazılmış olup, Abbasi halifesi Muktedi’ye sunulan Kaşgarlı Mahmud’un eseri olan Divan-ı
Lugati’t-Türk de dönemin kült eserleri arasındadır. Kaşgarlı Mahmud bu eserinde, Bizans
hududundan Çin hududuna kadar muhtelif Türk kabilelerinin lehçelerinden örnekler vererek,
Türk dilinin gücünü ve zenginliğini ispat etmeye çalışmıştır. Ayrıca Türk tarihi, coğrafyası,
folkloru, siyasi ve soyal hayatı ve inançlarına dair değerli bilgiler bırakmıştır.
Uygur harfleri ile yazılan bir başka Karahanlı devri eseri ise, Atabetü’l Hakayık’tır. Edib
Ahmet Yükneki tarafından yazılan bu eser 101 dörtlükten oluşan bir ahlak kitabı denilebilir.
Yabancı kelime oranı Kutadgu Bilig’e göre daha fazla olan eserdeki başlıca konular
101
bilgi,dil,cömertlik,hırs, kibir, dünya bozukluğudur.
Bugünkü Kazakistan toprakları içerisinde yer alan Yesi şehrinde dünyaya gelen Ahmet
Yesevî’nin Divan-i Hikmet adlı eseri de Karahanlılar döneminde zikredilmesi gerekilen
eserlerden bir diğeridir. Halkın anlayabileceği bir Türkçe ve hece vezni ile yazılan ve halka
hitap eden bu eser Türklerin İslam’a giriş süreçlerini hızlandırmış, İslam dininin temel
felsefesini yeni Müslüman olan daha çok Türkistan olmak üzere, Türk topluluklarına
Yesevilik olarak aşılamıştır. Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektâş gibi döneminde yaşamamış
olan mühim tasavvuf erbabını ise eseri ile derinden etkilemiştir.
Sistemli olarak ilk Türk-İslam devletlerinden biri olarak kabul edilen Karahanlılar Devleti,
Bilge Kül Kadir Han tarafından kurulmuştur. Kuruldukları coğrafyanın bir icabı olarak Türk
unsurlarını bünyesinde barındırmışlar ve eski Türk devlet geleneklerini İslami bir çerçevede
devam ettirmeyi tercih etmişlerdir. 1042 yılında kardeşler arasındaki taht mücadeleleri
sebebiyle ikiye ayrılarak, büyük kağan sıfatı ile Doğu Karahanlı Devleti’nin başında Arslan
Han, ortak kağan sıfatı ile Batı Karahanlıların başında ise Muhammed b. Nâsır bulunmuştur.
Doğu Karahanlılar Karahıtaylar tarafından 1210 senesinde Batı Karahanlılar ise 1212
senesinde Harezmşahlar tarafından yıkılmışlardır
102
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Karahanlılar, Maveraünnehir ve Doğu Türkistan’da hüküm sürmüş olan ilk müslüman Türk devletidir. Bilinen ilk kağanları Bilge Kül Kadir Han’dır. Ondan sonra oğulları yerine geçmiştir. Büyük oğul Aslan Han Bezir büyük kağan olmuştur ve küçük kardeşi Kadir Han Oğulçak ise ona bağlı olarak Kaşgar ve Talas’da hüküm sürmüştür. Karahanlılar’ın İslamla karşılaşması Oğulçak’ın yeğeni Satuk Buğra Han’ın Samaniler vasıtasıyla İslam’la tanışmasıyla gerçekleşmiştir. Satuk Buğra Han’dan sonra gelen yöneticiler halkın İslamlaşması için çaba göstermişlerdir. Devletin iki ayrı aile tarafından yönetilmesi bir süre sonra fiilen devletin ikiye bölünmesi ile sonuçlanmıştır. Doğu ve Batı Karahanlılar olmak üzere devlet ikiye bölünmüştür. Karahanlı Devleti’nin kullandığı dil Karahanlı Türkçesi’dir. Kaşgarlı Mahmut’un Divan-
i Lügati’t-Türk, Edip Ahmet’in Atabetü’l-Hakayık, Ahmet Yesevi’nin Divan-ı Hikmet adlı eserlerinin yanı sıra Satuk Buğra Han ve Manas destanları Karahanlı Türkçesi ile yazılmış önemli edebi ürünlerdir.
103
Bölüm Soruları
1) Tarihçiler Türk idare geleneğindeki ikili teşkilat sistemine .............. sistemi adını
vermektedir.
2) Karahanlılar İslam bayrağını taşıyan ilk Türk İslam Devleti’dir.
Doğru ( ) Yanlış ( )
3) İlig Nasır Han 1012’de vefat etmiştir.
Doğru ( ) Yanlış ( )
4) Şii propagandasına karşı çıkarak Maveraünnehr’e yerleşen ve İsmaililer ile
mücadele eden Türk Sultanı ................ ‘dır.
5) ................. Karahanlılarda kullanılan hükümdar ünvanlarından biridir.
104
6. SELÇUKLULAR
105
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
Bu ünitede, 1040 Dandanakan zaferiyle kurulan ve 1157 yılına kadar Maveraünnehr, Anadolu, Orta Asya’nın büyük bölümünde hüküm sürmüş olan, kendisinden sonra gelen Türk-İslam devletlerinin idari ve diğer alanlarda örnek aldığı Büyük Selçuklular ile
Anadolu coğrafyasının Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında büyük rol oynayarak Osmanlı Devleti’nin kurulmasında temel teşkil eden Anadolu Selçuklularının (1077-1308) idari,
siyasi, ekonomik ve kültürel tarihleri hakkında genel bilgiler verilecektir.
106
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1. Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluş süreci hakkında neler biliyorsunuz?
2. Büyük Selçuklu Devleti Türk İslam tarihi açısından nasıl bir öneme sahiptir?
3. Büyük Selçuklu Devleti’nin hakim olduğu topraklarda bugün hangi devletler hüküm sürmektedir?
4. Büyük Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra yerine hangi devletler kurulmuştur?
5. Büyük Selçuklu Devleti’nden Anadolu Selçuklu Devleti’ne uzanan süreç hakkında neler biliyorsunuz?
6. Selçuklular toprak bütünlüğünü korumak adına nasıl bir politika izlemişlerdir?
107
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği
Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluş sürecini açıklar.
Malazgirt Savaşı’nın sonuçları hakkında bilgi sahibi olur.
Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılış süreci hakkında bilgi sahibi olur.
Büyük Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra yerine kuruan devletleri bilir.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluş ve yıkılış sürecini bilir
Büyük Selçuklu Devleti’nin Abbasi hilafeti açısından önemini kavrar.
108
Anahtar Kavramlar
Büyük Selçuklu Devleti, Tuğrul Bey, Malazgirt, Alparslan, Anadolu Selçuklu Devleti, Büveyhiler.
109
Giriş
Oğuzlar’ın Kınık boyuna mensup olan Selçuklular, isimlerini Oğuz Devleti'nin ordu
kumandanı Selçuk Bey'den gelmektedir. Selçuk Bey'in Mîkâil, Arslan (İsrail), Mûsâ, Yûsuf
ve Yûnus adlarında beş oğlundan bir savaşta şehit düşen Mîkâil'in oğlulları Çağrı Bey ve
Tuğrul Beyleri Selçuk Bey büyütmüştür. Selçuk Bey 961 yılında Yenikent'ten Cend şehrine
gelmiş ve burayı kendi beyliğine merkez seçmişti. Selçuk Bey Cend'de kalırken oğullarından
Arslan 985-86 yılında kendine bağlı Oğuzlar boylarıyla Buhara yakınlarındaki Nur
kasabasına göç etti. Selçuk Bey, Karahanlılar’a karşı zor durumda kalan Sâmânî Hükümdarı
İsmail b. Nûh el-Müntasır 1003 yılında yardım etti. Oğlu Arslan Yabgu Samanîlerle birlikte
Karahanlıları Semerkant'a yakınlarında Kûhek'te mağlup etmeyi başardı. Ardından aynı
tarihlerde Karahanlı Hükümdarı İlig Han Nasr’ı Semerkant’ta bir gece baskınıyla yendiler.
Selçuk Bey'in yaklaşık 1007’de ölümünün ardından başa Arslan Yabgu geçti. Arslan
Yabgu'nun 4000 süvariden oluşan güçlü bir ordusu vardı. Buna Selçuk Bey'in diğer oğulları
Yûsuf ile (Yinal) Musa'nın ve torunları Çağrı ve Tuğrul beylerin de askerleri eklenince
oldukça büyük bir güce sahip sayılırdı. Bu sebeple özellikle Karahanlı hanedanının
aralarındaki ihtilaflarda etkin rol oynamaya başladı. Karahanlılardan Ali Tegin, Arslan
Yabgu ile aralarındaki kuvvetli ittifak sayesinde Buhara’yı ele geçirmişti. Fakat bu gücü
etkisizleştirmek isteyen Karahanlı hükümdarı Yûsuf Kadir Han, "Mâverâünnehir görüşmesi"
olarak tarihe geçen toplantıda Gazneli Mahmud’la Selçuklular'ın bağımsızlık peşinde
olduklarını ve nihai olarak Gaznelilerin topraklarında gözü olduğunu ve bölgeye hakim
olmak istediklerini öne sürerek bunlara karşı ortak mücadele için ittifak ettiler. Gazneli
Mahmud bu toplantının akabinde Arslan Yabgu'yu hile ile Semerkant'a getirterek zindana
koydu. 1025 yılında Arslan Yabgu’yu önce Gazne’de sonrasında Hint bölgesindeki Kâlincâr
Kalesi'ne hapsettiler. Arslan Yabgu 7 mahpus yıl kaldığı bu kaleden kurtarılamayarak 1032
yılında öldü. (1032). Ölmeden önce Arslan Yabgu’nun yeğenleri Tuğrul ve Çağrı beylere
haber göndererek Gazneli Mesud karşı koymalarını vasiyet etti. Arslan Yabgu öldükten sonra
Selçukluların başına Musa (İnanç) Yabgu getirildi. Fakat yönetim Tuğrul Bey ve Çağrı
Bey’ler tarafından yürütülmekteydi.
Mâverünnehir’de sıkışmış kalan aileleri için Tuğrul ve Çağrı Beyler daha verimli bir toprak
arayışına girdiler. Tuğrul Bey çölün içine doğru çekilirken Çağrı Bey, 3000 kişilik bir süvari
birliğinin başında Gaznelilerin hâkimiyetindeki Horasan şehrinden Anadolu’nun içlerine
doğru hareket etti (1016-1021). Ermeni ve Gürcü topraklarında bir süre kaldıktan sonra ciddi
bir mukavemetle karşılaşmadan tekrar Tuğrul Bey'in yanına geldiler. Arslan Yabgu'nun
110
Kutalmış ve Resul Tegin ismindeki oğulları ile akrabaları Arslan Yabgu'ya bağlı Oğuz
boyları Gaznelilerle Horasan'a geçip Serahs, Ferâve ve Bâverd çölünü kendilerine yurt
tuttular. Böylece Oğuzlardan ilk defa Amuderya (Ceyhun) nehrinin diğer kıyısına
ayakbastılar. Fakat burada kaldıkları dönemde haklarındaki şikâyetlerden ötürü üzerlerine
kuvvet gönderilerek dağıtıldılar.
1030 yılında vefat eden Gazneli Mahmud’un ardından önce Muhammed tahta çıkarıldı.
Kardeşinin hükümdarlığını kabul etmeyen Mesud İsfahan'dan bir orduyla onun üzerine
yürüdü. Mesud Gazne'ye doğru yürürken Oğuz beylerinden Yağmur'u da hizmetine aldı.
Yahya oğlu Kızıl Bey, Rey yöresinin hâkimi olunca Selçuklularla iyi ilişkiler kurdu ve onlara
damat oldu. Bu Oğuzlara Rey yöresinde oturdukları için Irak Oğuzları denilmiştir.
Arslan Yabgu ile Karahanlı Ali Tegin'in arasındaki dostane münasebetler işbirliği onun
ölümünden sonra devam etti. Hârizmşah Altuntaş ile Ali Tegin arasında 1032 yılında cereyan
eden Debûsiye savaşında Karahanlı ordusuna Selçuklu askerleri yardım ettiler. Ali Tegin'in
1035 tarihinde ölümünden sonra tahta geçen oğlu küçük yaşta olduğu için iktidar
kumandanların elindeydi. Bu yeni yöneticiler Selçuklularla olan ilişkileri yürütemeyince
Selçuklular oturdukları Nur bölgesinden Hârizmşahların topraklarına göç ettiler. Horasan'ı
Selçukluların yardımıyla tekrar zaptetmek isteyen Altuntaş'ın oğlu Harun onlara
topraklarında kalmak için izin verdi.
111
1034 yılında Cend hakimi Emîr Şah Melik kuvetli bir orduyla Hârizm'e gelerek Selçukluları
gafil avladı. Pek çok zayiat veren Selçuklular Ceyhun'un sol tarafına geçmek zorunda kaldılar.
1035 yılında hamileri Hârizmşah Harun, bir suikasta kurban giderek ölünce Tuğrul ve Çağrı
bey ve diğer ileri gelenler Hârizm'den Ceyhun nehrini geçerek Horasan’a geldiler. Selçuklular'ın
etrafına kısa zamanda toplan Oğuz boylarıyla Gazne’lilere büyük bir tehdit oluşturmaya
başladılar. Aslında Horasan geçiş bir anlamda Selçuklu Devleti'nin başlangıcı olarak kabul
edilebilir. Selçuklular'ın topraklarına geçtiğini Cürcân'da öğrenen Sultan Mesud kaygısını
Veziri Ahmed b. Abdüssamed’e "Bugüne kadar işimiz çobanlarla idi, şimdi ülkeler zapt eden
beyler geldi" diye dile getirdi.
Mûsâ Yabgu, Tuğrul ve Çağrı beyler bir mektupla hizmetine girmek istediklerini Sultan
Mesud'a bildirdiler. Nesa ve Ferave vilayetlerine karşılık kendisini düşmanlarına karşı
savunacaklarını Irak ve Hârizm Oğuzlarını da bölgeden süreceklerini bildirdiler. Bunu kabul
etmeyen Sultan Mesud, Hâcib Begtoğdı nezaretinde on yedi bin kişilik orduyu Selçuklulara karşı
gönderdi. 1035 yılında Gazne ordusu Nesâ yakınlarında yapılan bu savaşta mağlup oldular.
Savaşın kazanılması üzerine Selçuklular kendilerine olan güvenleri artarak çok yakında
bağımsız bir devlet kurabileceklerine olan inançları tazelendi. Sultan Mesud yenilginin
ardından barışı tercih etti. Dihistan'ı Çağrı Bey'e, Nesâ'yı Tuğrul Bey'e, Ferâve'yi Mûsâ
Yabgu'ya vermek zorunda kaldı. Yapılan anlaşmaya göre; bir tür özerklik hakkı elde eden
Selçuklular buna karşılık Gazneli sultanına bağlı olacaklar ve içlerinden biri devlet merkezi
Gazne'de temsil için bulunacaktı. Bunu teyit eden menşur, hil'at, sancak, külah, Türk geleneğine
göre eyerli at ve altın kemer gibi hediyeleri Gaznelilerin zafiyeti olarak düşünen Selçuklu
beyleri kabul etmediler. Nesâ’da kazanılan zaferin ardından Selçuklulara akın akın Oğuz
boyların katılmasıyla daha da güç kazandılar.
Selçuklular, sözde yapılan bu barış anlaşmasına uymayarak Belh ve Sîstan'a kadar yağma
akınlarına giriştiler. Olayın ciddiyetini kavrayamayan Sultan Mesud Hindistan fethiyle
uğraşmaktaydı. Sultan Mesud Horasan bölgesindeki vilâyetleri korumak ve Selçukluları
sindirmek maksadıyla Nîşâbur’da bulunan Hâcib Subaşı’yı 15.000 kişilik bir orduyla
gönderdiyse de bir şey elde edemedi. Rey bölgesindeki Irak Oğuzları da Selçukluların
Horasan'daki gösterdiği kahramanlığı örnek alarak Rey'de ayaklandılar. Rey valisi Taş-ı
Ferrâş'ı öldürüp üzerine Gazne kuvvetini mağlup ettiler. Rey bölgesinin büyük bir kısmına
hâkim olan Kızıl, Selçuklulara bağlılıklarını bildirdi. Buna karşılık Tuğrul Bey de onu kız
kardeşiyle evlendirdi. Sultan Mesud, Hâcib Subaşı'nın bütün imkanlara rağmen üç yıl boyunca
112
Selçuklularla başa çıkılamaması karşısında büyük bir orduyla karşı konulmasını ve gerekirse
bir meydan muharebesi yapılması için emretti. Selçuklular 1038 yılında Serahs yakınlarında
Talhâb’da yapılan savaşta Gaznelileri ağır bir hezimete uğrattı. Savaş sonunda Gazne
ordusunun bütün hazinesi ve silahları Selçukluların eline geçti. Çağrı Bey Merv’i, Tuğrul Bey
Nîşâbur’u, Mûsâ Yabgu Serahs’ı sorunsuz bir şekilde zaptetti. Merv'de Çağrı Bey, Nîşâbur'da
Tuğrul Bey adına "melikü'1-mülûk" unvanı ile hutbe okundu. Bu sırada Abbasi Halifesi Kâim-
Biemrillâh, Irak'taki Oğuz beyleri vasıtasıyla elçi göndererek zaptolunan yerlerde yaşayan
ahalinin Müslüman oluşunu dikkate alarak yağmalama ve her türlü zarar ve ziyandan uzak
kalınmasını talep etti. Tuğrul Bey ile eniştesi Rey hâkimi Kızıl Bey halifenin elçisine onun
isteğini yerine getireceklerini bildirdiler.
Gazne Sultanı Mesud, Selçuklular’ın kesinkes son darbe vurmak için 300 fille donatılmış
50.000 süvari ve piyadeden oluşan ordusuyla birlikte Gazne’den Belh'e geldi (1039). Belh
civarında Ulyââbâd denilen yerde Çağrı Bey'in kuvvetlerini bozarak mağlup etti. Bu mağlubiyet
karşısında Selçuklu komutanları görüş ayrılığına düştüler. Bazıları Gaznelilerle uğraşmak
yerine Cürcân'a ve Irâk-ı Acem ve Anadolu taraflarına fethe çıkmanın daha kolay olacağını
teklif ettiler. Çağrı Bey ise bu kaçışın çözüm olmayacağını ve aksine Sultan Mesud'un peşlerini
bırakmayacağını öne sürerek savaşı önerdi. Çağrı Bey'in görüşü kabul edilerek savaşa karar
verildi. Serahs çölünde yapılan savaşta Selçuklular yenilince (1039) ümitlenen Sultan Mesud
kısa bir süre sonra Selçuklularla tekrar savaşmak zorunda kaldı. Selçuklular, Gaznelilere karşı
etkisiz ve tutunamamış görüntüsü veren farklı bir savaş taktiği geliştirerek Gazne ordusunu
yıpratarak zor durumda bıraktı. Bu bıktırıcı mücadeleden usanan Sultan Mesud vezirinin
tavsiyesiyle Selçuklularla barış yapmak istedi. Selçuklular sözde bu barış teklifini kabul
etmelerine rağmen ele geçirdikleri şehirleri boşaltmadılar. Barış şartlarına uymayan
Selçuklulardan büsbütün kurtulmak isteyen Gazneli Sultan Mesud 1039 yılında, Selçuklular’ı
kovalayamaya başladı ve bu takip Ferâve çölüne kadar sürdü. Kendisinden birkaç misli fazla
kuvvetlerle savaşmak yerine Selçuklular oyalama ve yıldırma taktiği geliştirdiler. Gazneli
Mesud’un ordusunun önünden savaşmayıp sürekli içerlere doğru geri çekildiler. Bu durum
ağırlıklarıyla savaşa katılan Gaznelileri çok etkiledi ve yıprattı. Yorucu bu takipten usanan
Sultan Mesud kesin bir netice elde edemeden Nîşâbur'a geri dönmek zorunda kaldı.
1040 yılının ilk aylarında Nîşâbur'dan yola çıkan Sultan Mesud Serahs'a vardığında Ülke
çapında başlayan büyük bir kıtlıkla karşı karşıya kaldı. Askerinin içinde bulunduğu duruma
aldırmaksızın ve vezirlerinin uyarısını hiçe sayarak ordusunu Merv’e kadar yürüttü. Gazne
113
ordusunun seçkin birlikleri Türklerden oluşmaktaydı. Sultan Mesud Merv yakınlarına gelince
Selçuklularla savaşmanın akıllıca bir iş olmadığı kanaatine ulaşmasına rağmen Dandanakan
Kalesi önünde savaşı kabul etmek zorunda kaldı. Gazne Türk hassa ordusundan bir gurubun
Selçuklulara katılmasıyla başlatılan şiddetli bir hücumun ardından Gazneliler dağılarak
kaçmaya başladılar. Üç gün müddetle süren savaşı Selçuklular kazandılar (1040). Sultan Mesud
100 kişilik maiyetiyle kaçarken orduyla beraber taşıdığı hazinesini ve diğer ağırlıklarını savaş
meydanında bırakmak zorunda kaldı.
Bu galibiyetten sonra Tuğrul Bey tahta çıktı ve kendisini Horasan emîri olarak selâmladılar.
Dandanakan galibiyetinden sonra Çağrı Bey Merv’de kaldı, Tuğrul Bey Nîşâbur'a, amcaları
Mûsâ Yabgu da Herat'a gittiler.
6.1. Büyük Selçuklular (1040-1157)
Dandanakan savaşının galibiyetle tamamlanmasından sonra Tuğrul Bey, Büyük Selçuklu
İmparatorluğu'nun ilk hükümdarı olarak tahta çıktı (1040-1063). Bu büyük zafer ve Selçuklu
devletinin tarih sahnesine çıkışını komşu devletlere fetihnameler gönderilerek ilan edildi. Ebû
İshak el-Fukkâî, Tuğrul Bey’in adına elçi olarak Halife’ye gönderildi. Tuğrul Bey mektubunda
emîrü'l-mü'minîn olarak halifeyi tanıdığını ve Horasan'da adaleti esas alarak idare edeceğini ve
halifeye sadâkatten ayrılmayacağını bildirdi. Türk devlet geleneği esasları doğrultusunda ülke
toprakları hanedana mensup kimselere paylaştırıldı. Serahs ve Belh ve Ceyhun bölgesiyle
Gazne arasında kalan topraklar merkezi Merv olmak üzere Çağrı Bey’e, merkez Herat olmak
üzere Büst ve Sîstan yöresini Amcası Mûsâ Yabgu'ya verildi. Tuğrul Bey Başkent Nîşâbur’da
kalarak Irak ve batı topraklarını kendi idaresine ekledi.
İbrahim Yinal’a Kuhistan, Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış Cürcân ve Damgan, Çağrı Bey'in
oğlu Kavurd Bey’e Kirman toprakları pay olarak ayrıldı. Fakat hepsi Tuğrul Bey'e bağlı
olacaktı. Tuğrul Bey'in kendi soyundan bir çocuğu olmamasının da etkisiyle Çağrı Bey’le
aralarında devlet idaresinde hiçbir ihtilaf yaşanmadı. Çağrı Bey Gazneliler'le olan savaşını
sürdürerek topraklarına Belh, Tohâristan, Tirmiz, Velvâliç, Kubâdiyan, Vahş şehirlerini dahil
etti. 1059 tarihinde Gazneli Sultanı İbrahim ile yaptığı sulh antlaşmasına göre her iki taraf o
güne kadar ellerinde tuttukları yerleri muhafaza edecekler birbirlerinin topraklarına
saldırmayacaktı. Gazne Sultanı Mevdûd'un kışkırtmasıyla Tirmiz'i zapteden ve Belh’i almak
maksadıyla Ceyhun nehrini geçen Karahanlı Hükümdarı Arslan Han’n ordusu Alparslan
114
komutasındaki Selçuklu ordusuna yenilerek geri çekilmek zorunda kaldı.
Altuntaş’ın oğlu İsmail, Hârizm bölgesini Emîr Şah Melik’in elinden Çağrı ve Tuğrul beylerin
yardımıyla kurtardı (1042). Mağlup olan Şah Melik, bağlı olduğu Gaznelilerin yanına giderken
yolda yakalanarak Çağrı Bey’e getirildi ve öldürüldü. Hârizm bölgesinden bir türlü elini
çekmeyen Gazneli Sultanı Mevdûd buraların idaresini Kıpçaklara bıraktı. Fazla direniş
göstermeyen Kıpçaklar buraları Selçuklulara terk ettiler. Askerî dehası yanında iyi bir devlet
adamı olan Çağrı Bey yetmiş yaşlarında iken vefat etti( 1060).
Öte taraftan Tuğrul Bey Dandakan zaferinden sonra sırasıyla 1042-43 de Cürcân'ı arkasından
Hârizm'i fethederek Rey’i devletin başkenti yaptı. Daha sonra Hemedan’ı fethedip İsfahan’ı
vergiye bağladı. Halifenin hamisi olan Büveyhilerle iyi ilişkiler kurmaya özen gösterdi. Yeğeni
Hasan’ın intikamını almak isteyen İbrahim Yinal, Pasinler ovasında Bizans ordusunu yenerek
yüklü bir ganimetle geri döndü. 1051’de İsfahan'ı topraklarına dahil eden Tuğrul Bey 1054
tarihinde Azerbaycan ve civarını kendine bağladıktan sonra Anadolu’ya girerek Malazgirt
Kalesi'ni kuşattıysa da fethedemedi.
Tuğrul Bey, 1055 yılında Halife Kâim-Biemrillâh'ın davetine uyarak Bağdat'a gitti. Tuğrul
bey’in maiyetinde gelen askerlere kötü muamelede dahli düşünülen Büveyhî Sultanı Hüsrev
Fîrûz yakalatılarak önce bir kaleye kapatılarak ardından cezası verilmek üzere Rey'e götürüldü.
el-Hüsrev Fîrûz’un Rey şehrinde ölümüyle Büveyhî hanedanının dönemi sona erdi. Bir dostluk
nişanesi olarak 1056 yılında halife Çağrı Bey'in kızı Hatice'yi nikâhladı. 1058 tarihinde
Bağdat’ta Halife tarafından Tuğrul bey’e yedi cihan hâkimi anlamına gelen yedi siyah hil’at
giydirildi ve kendisine "melikü'1-meşrik ve'l-mağrib" unvanı verildi. İbrahim Yinal’ın
ayaklanmasını Tuğrul Bey yeğenleri Alparslan ve Kavurd Bey’in yardımlarıyla bastırabildi. Eski
bir Türk geleneğine uyularak İbrahim Yinal yayının kirişi ile boğuldu (1059). Aynı tarihlerde
Büveyhî kumandanı Arslan Besâsîrî Musul Emîri Kureyş b. Bedrân ile ortak hareket ederek
Bağdat’ı işgal ettiler. Halife azledilerek Hadîse şehrine gönderildi. Bağdat'ta Fâtımî halifesi
adına hutbe okutulmasına başlandı. Bu durum karşısında Tuğrul Bey hemen harekete geçip
halifey Bağdat'a geri getirdi, olayın tertipçileri Arslan Besâsîrî’yi yakalayıp öldürdü (1060).
Tuğrul Bey, Halife Kâim-Billâh'ın kızı Seyyide Hatun ile Şaban 454'te (Ağustos 1062) nikâhları
kıyıldı, fakat düğün ertesi yıla kaldı. 1063 yılında vefat eden Tuğrul bey adaletli, şefkatli, doğru,
eli açık ve samimi Müslüman bir devlet adamıydı.
Arkasından çocuk bırakmayan Tuğrul Bey, Çağrı Bey'in oğlu Süleyman'ı kendisine veliaht
115
tayin etmişti. Ağabeyi Süleyman'ın hükümdarlığını kabul etmeyen Alparslan Merv’den
ayrılarak Kazvin’de kendisini sultan ilân etti ve hutbeleri kendi adına okuttu. Ağabeyi
Süleyman Kutalmış'ı Damgan civarında yenerek Rey’deki devletin merkezine gelerek tahta
çıktı. Nizâmülmülk’ü kendisine vezir olarak atadı. Alparslan, Çağrı Bey'in hâkimiyet alanı olan
toprakları amcası Tuğrul Bey'in hâkimiyetindekilerle birleştirerek Ceyhun ve Dicle arasındaki
devasa bir devletin Sultanı oldu. Halife tarafından Alparslan da Tuğrul Bey gibi sultan ilân
edildi (1064).
Alparslan Gürcistan bölgesinde ve Bizans hâkimiyetindeki Ani şehrini fethedip Gürcüleri yıllık
vergiye bağladı. Ertesi yıl Bizans elinde olan Kars zapt olundu ve Gürcü Kralı Selçuklulara tabi
olmayı kabul etti. Anadolu’ya yapılan ardı arkası kesilmeyen akınları durdurmak ve gerekirse
tekrar geldikleri topraklara sürmek için Bizans imparatorluğuna Romanos Diogenes seçildi.
1070 yılında Mısır’ı teslim almak için yola çıkan Alparslan, Halep önlerinde Romanos
Diogenes’in kalabalık bir orduyla İstanbul’dan yola çıktığını öğrenerek geri döndü. Bizans
ordusunu Malazgirt ovasında 26 Ağustos 1071 yılında hezimete uğrattı. Bu savaşla
Anadolu’nun kapıları bir daha kapanmamak üzere Türklere açıldı. Alparslan 1072 yılında
Ceyhun taraflarında Yusuf isminde bir kale komutanının hançeriyle yaralanarak vefat etti.
Alparslan'ın ölümü üzerine yerine veliahtı olan oğlu Melikşah geçti. Melikşah'ın genç
oluşundan yararlanarak kaybettiği toprakları almak isteyen Karahanlılar ve Gazneliler, bir
taraftan Selçuklu topraklarına saldırırken öte taraftan Kavurd olmak üzere bazı Selçuklu
hanedanına mensup beyler başa geçmek için isyana kalkıştılar. Ayaklanmaları bastıran
Melikşah’a Halife Kâim-Biemrillâh hükümdarlık alameti bir menşur ve sancak gönderdi
(1073). Sultan Melikşah, Hasan Sabbah ve Bâtınîlerle mücadeleyi bir devlet politikası haline
getirmesine rağmen nihai olarak Alamut Kalesi'ni zaptedip Bâtınî faaliyetlerini durduramadı.
Hatta veziri Nizâmülmülk Bâtinîler tarafından yapılan bir suikastla öldürüldü (1092). Melikşah
da vezirinin ölümünden yaklaşık bir ay sonra Bağdat'ta vefat etti (1092). Melikşah dönemi
Selçuklu İmparatorluğu'nun en parlak dönemi olup devletin sınırlarının Kâşgar'dan Ege
adalarına, Aral gölü ve Kafkasya'dan Yemen’e kadar uzandığı bir zirve dönemi olarak kabul
edilir.
Melikşah'ın vefatından sonra hanedan mensupları arasında taht kavgası başladı. Melikşah'ın en
büyük oğlu Berkyaruk, Rey'de hükümdarlığını ilân etti (1092). Berkyaruk Terken Hatun’un
küçük yaştaki oğlu Mahmud’u sultan yapma planlarını bozarak onu barışa zorladı. Varılan
anlaşmayla İsfahan ve Fars eyaletleri Terken Hatun ile oğlu Mahmud’a bırakılacak ve
116
Berkyaruk geri kalan diğer eyaletlerde sultan olarak kabul edilecek ve tanınacaktı (1093).
Berkyaruk kendine karşı ayaklanmış olan dayısı Azerbaycan Meliki İsmail b. Yâkütî’yi öldürttü
(1093). Bu zaferinden dolayı Berkyaruk, Halife Muktedî-Biemrillâh tarafından "Rükneddin"
lakabıyla sultan ilân edildi (1094). Berkyaruk, Suriye Selçuklu sultanı amcası Tutuş’u Rey
yakınlarında yapılan savaşta mağlup etti. Tutuş muharebe sırasında öldürüldü (1095). Bir
taraftan isyanlarla boğuşurken öte taraftan Kılıçarslan’ı mağlup eden Haçlılar Kudüs’ü ele
geçirdiler. Arrân meliki olan kardeşi Muhammed Tapar’la beş kez yapılan savaş sonunda
Muhammed Tapar mağlup olup (1103), Ahlat'a çekildi. Ertesi yıl taraflar arasında barış
imzalandı. Buna göre Hârizm, Horasan Muhammed Tapar’ın öz kardeşi Sencer'in, Irâk-ı Arab
ve Irâk-ı Acem, Fars, Hûzistan bölgeleri Berkyaruk'un, Arrân, Azerbaycan, Doğu ve
Güneydoğu Anadolu, el-Cezîre ve Suriye Muhammed Tapar'm hükümranlığına bırakıldı. On
iki yıl süren bu saltanat mücadelesi yüzünden yıpranan Selçukluların zafiyeti Haçlıların kolayca
Kudüs ve civarını ele geçirmelerine ve Bâtinîlerin güçlenmelerine yol açtığı gibi Anadolu
Selçuklu Devletinin de büyük oranlarda toprak kaybetmesine sebep olmuştur.
1104 tarihinde vefat eden Berkyaruk'un küçük yaştaki oğlu Sultan Melikşah’ı tahttan indirerek
tahta geçen Muhammed Tapar, Selçuklu İmparatorluğu’nu yeniden bir araya getirmeyi başardı.
Muhammed Tapar 1107 yılında Bâtınîler’i ele geçirdiği yerlerde öldürttü. Döneminde hem
Karahanlılar hem Gazneliler kendisine tabi olmak zorunda kaldı. Sultan Muhammed Tapar
1118 yılında vefat etti.
Muhammed Tapar’ın ölümü üzerine yerine geçen oğlu Mahmud, (1118) Abbasî Halifesi Müs-
tazhir-Billâh tarafından sultan ilân edildi ve hutbeler onun okundu. Fakat Horasan meliki olan
amcası Sencer onun hükümdarlığını tanımayarak Haziran 1118'de Sultan Sencer, Gazneli
Devleti'ni tekrar Büyük Selçuklulara bağladı. Altmış yıla yakın melik ve Sultan olarak
yönetimde kalan Sencer, hükümdarlığının son yıllarında Oğuzlarla yapılan bir savaşta esir
düştü (1153). Üç yıl esaretin ardından öldü (1157). Sultan Sencer’in ölümüyle Büyük Selçuklu
Devleti tarih sahnesinden silinerek sona erdi. Büyük Selçuklu devlet teşkilâtı onun zamanında
zirveye çıkmıştı. O bakımdan Sencer, teşkilatçılığı nedeniyle Sultan Melikşah ile birlikte örnek
hükümdar olarak kabul edilir. Devlet teşkilâtına dair resmî yazışmalarının yer aldığı münşeat
kayıtları pek çoğu Sencer döneminden kalmadır.
Tuğrul Bey zamanında eski Türk geleneklerine göre paylaşılan Selçuklu toprakları üzerinde çok sayıda
Selçuklu hanedanı devlet kurmuşlardır. Bunlardan bazıları Kirman, Suriye, Irak ve Anadolu
Selçuklularıdır
117
6.2. Anadolu Selçukluları (1077-1308)
İlk dönem İslam Tarihine dair eserlerde Selâcıka-ı Rûm (Selcûkıyân-ı Rûm) olarak bilinen
Anadolu Selçukluları için yakın dönemde Türkiye Selçukluları tanımı da kullanılmaktadır.
Büyük Selçuklular bölümünde de anlatıldığı üzere Türkiye Selçukluları Anadolu’nun
neredeyse tamamını fethetmiş ve Haçlı seferleri sırasında direniş göstererek İslam Dünyasını
büyük bir tehlikeden korumuştur. İlk defa olarak denizler üzerinde hakimiyet tesis etmiş ve
kara üzerinde olduğu gibi denizler üzerinde de büyük zaferlere imza atmıştır. Kurucusu olan
Süleyman Şah, Oğuzların Kınık boyundan gelmekte olup Selçukluların önemli ismi
Kutalmış’ın oğludur.
1071 yılında kazanılan Malazgirt savaşından sonra kısa sürede Anadolu’nun fethine girişildi.
Anadolu’nun fethini gerçekleştirmede en büyük çabayı gösteren Kutalmış oğlu Süleyman Şah
İznik'i başkent ilan ederek Anadolu Selçuklu Devleti'ni kurdu (1075-1080). Süleyman Şah
bunun öncesinde 1074’de Konya ve civarını, 1075’de İznik’i de fethetmişti. Özellikle Bizans’ın
içinde bulunduğu durumdan faydalanarak devletin sınırlarını İstanbul Boğazı'na kadar
genişletti. Bizans kaynaklarında Selçukluların Boğaziçi kıyılarında gümrük daireleri kurarak
gelen geçen gemilerden vergi aldığına dair kayıtlar bulunmaktadır. 1081 yılında Süleyman Şah
ile Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos barış antlaşması imzalayarak iki devlet arasında
İzmit-İstanbul arasında yer alan Drakon deresi sınır tayin edildi.
Anadolu Selçuklu devletinin başlattığı fetih hareketleri sonucu bölgeye göçler başladı.
Çoğunluğu Türkmenlerden oluşan bu göç dalgasına Bizans’ın idaresinden hoşnut olmayan yerli
Rum aileler de katılıyordu.
Anadolu’daki etkinliklerini sürdürmek isteyen Ermeni topluluklarının bu yeni yapılanmaya
karşı Çukorova ve Kilikya bölgesinde bir araya gelme teşebbüsleri 1082'de Sultan I. Süleyman
Şah tarafından durdurularak Tarsus, Adana, Misis şehir ve kalelerinin fethi gerçekleştirildi.
Antakya şehrini savaşmaksızın idaresi altına aldı.(1084)
Musul-Halep Emiri Şerefüddevle’yi yenen Süleyman Şah, Halep kuşatması sırasında Suriye
Selçuklu Hükümdarı Tutuş’la 1086 tarihinde Aynüseylem’de yapılan savaşta mağlup olarak
muharebe meydanında öldü. Savaşta ele geçen oğulları ve hanımı bölgeye gelen Sultan
Melikşah tarafından İsfahan'a götürüldü. Süleyman Şah, Anadolu’nun Türkleşmesi konusunda
yerine getirdiği fonksiyonları bakımından çok önemli bir lider olarak kabul edilmektedir.
118
Sultan Melikşah’ın yanında kalan Sultan I. Kılıç Arslan, 1092 yılında babasının tahtına vekalet
eden Ebü’l-Kasım’ın öldürülmesi ve arkasından Melikşah'ın da vefatı üzerine Sultan Berkyaruk
tarafından serbest bırakıldı. 1092’de İznik şehrine gelen Sultan I. Kılıç Arslan tahta çıktı.
Devletin yeniden düzene sokulmasıyla ilgilenirken Bizanslıların saldırılarına karşılık
verdiKılıçarslan, fethe giriştiği Malatya seferini yarıda keserek Avrupa’dan gelen ilk Haçlı
ordusuna karşı çıktı. Fakat kuşatılan İznik’i kurtaramayarak geri çekilerek İznik’i ve arkasından
Eskişehir yakınında yapılan savaşı da kaybetti (1097). Bununla beraber Haçlılara karşı
sürdürdüğü takip savaşlarıyla büyük kayıplar verdiren Kılıçarslan, İznik'in kaybından sonra
Konya'yı devletin yeni başkenti yaptı. Bu yenilgilerden sonra Selçuklular, Marmara ve Batı
Anadolu bölgelerini Bizans'a terk edip Orta Anadolu'ya çekilmek zorunda kaldılar.
Kılıçarslan, Niksar bölgesine doğru yola çıkan Haçlılara karşı 1101 yılında büyük bir zafer
kazandı. Kalan Haçlı kuvvetleri de Ereğli civarında onun tarafından bir kez daha mağlup edildi.
Kılıçarslan, (1106) yılında Malatya'yı ele geçirdi. Güneydoğu Anadolu yöresinde bütün beyler
Kılıçarslan'a bağlılık bildirdiler. Tâbi olan beyleri telkiniyle Büyük Selçuklulara karşı savaş
ilan edildi. Kılıçarslan yetersiz sayıda orduyla giriştiği savaşta Selçukluların Musul valisi
Çavlı’ya esir düşmemek için atını Habur nehrine sürüp kurtulmak isterken boğularak vefat etti.
(1107)
Kılıçarslan'ın vefatıyla devletin başına en küçük oğlu Tuğrul Arslan getirildi. Annesinin
devletin idaresinde güçlü birine duyulan ihtiyaç karşısında Artuklu beyi Belek’le evlenmesi
sadece geçici bir çözüm sağladı (1113). Belek'in 1124 tarihinde ölümüyle Malatya
Dânişmendliler tarafından zaptedildi. Fakat bu kargaşa dönemlerinde Bizans durumdan istifade
ederek Selçuklu hakimiyetindeki Anadolu’ya saldırdı. Buna karşı mücadele etmek maksadıyla
Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar Kılıçarslan'ın büyük oğlu Melikşah'ı (Şehinşah)
Anadolu'ya gönderdi. Konya'ya gelerek tahta oturan Melikşah, Aleksisos Komnenos ile altı yıl
mücadele etmesine rağmen kardeşi Mesud’un kayınpederi Dânişmendli Emîr Gazi’nin
yardımıyla onu tahttan indirerek yerine başa geçti (1116).
Sultan I. Mesud, Dânişmendlilerin üzerinde kontrolü ele alarak Anadolu’da yeniden Bizans
hâkimiyeti kurmak isteyen İmparatoru Manuel’i Konya yakınlarında mağlup etti (1146). Ertesi
yıl II. Haçlı seferiyle Anadolu’ya gelen Alman-Fransız ordularını Eskişehir yakınlarında ağır
bir yenilgiye uğrattı. Sultan Mesud Anadolu'da güveni sağlayarak devleti tekrar istikrar ve
yükselişe taşıdı. Sultan Mesud ilk defa Selçuklular adına para bastırmıştır. Sultan Mesud
döneminde Selçuklu toprakları genişleyerek batı ve doğu Anadolu dışında geniş bir bölgeye
119
yayılmıştır. 1155 yılında vefat eden Sultan Mesud’un yerine oğlu II. Kılıçarslan tahta çıktı.
Onun en büyük başarısı 1178 tarihinde Dânişmendliler hanedanına son vermesidir. Anadolu’ya
gelen Türkmen akınlarını durdurmak için harekete geçen Bizans İmparatoru Manuel
Komnenos, yediği gece baskınları yüzünden büyük kayıplar verince geri dönmek zorunda
kaldı. Fakat Bizans imparatoru Kılıçarslan’dan kardeşi Şehinşah ve Danişmend hükümdarı
Zünnun’un topraklarını geri vermesini istedi. Bu isteklerin reddedilmesi üzerine orduyla
Anadolu içlerine sefere çıktı. Bizans ordusu Miryokefalon (Karmukbeli) denilen yerde II.
Kılıçarslan tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldı (1176). Tarihimizde Malazgirt yurt açan bir
galibiyet ise bu zafer da yurt tutan olarak tarihlere geçti. II. Kılıçarslan döneminde medreseler,
kervansaraylar inşa ettirilmiştir. Hayatının son yıllarında ülkesini on bir oğlu arasında taksim
etti. Aynı dönemde İslam dünyasında Selahaddin Eyyubî’nin Kudüs’ü fethi Avrupa’nın III.
Büyük Haçlı seferine sebebiyet verdi. Kalabalık Haçlı ordusunun önü alınamayarak Filistin
bölgesine ulaştılar.
II. Kılıçarslan'ın 1192 yılında vefatından sonra yerine önce oğlu I. Keyhüsrev geçti. Daha sonra
kardeşi II. Süleyman Şah, 1197 yılında kardeşlerinin ellerindeki bütün toprakları ele geçirerek
birliği kurmayı başardı. Bizans’ı vergiye bağladığı gibi Selçuklu sınırlarına tecavüz eden
Ermenileri sindirdi. Oğlu III. Kılıçarslan'ın yedi sekiz ay süren hükümdarlığından sonra I.
Gıyâseddin Keyhüsrev 1205 yılında tekrar ikinci defa sultanlığı ele geçirdi. Denizli ve Antalya
yörelerini zaptederek (1207) Çukurova'daki Ermeni Krallığını devlete bağladı. İznik’teki
Bizanslılarla 1211 yılında girişilen savaşta galip geldi. Savaş meydanında bir düşman askeri
tarafından şehit edildi.
Yerine gelen büyük oğlu ve halefi I. İzzeddin Keykâvus Sinop Limanı'nı fethetti (1214).
Antalya ve Sinop'un fethinin gelişmekte olan Selçuklu ticaretine büyük katkıları oldu. Ülkenin
imarına çalıştı. Ülkenin her tarafına medrese, kervansaray ve camiler inşa ettirdi. 1220’de
Viranşehir’de vefat ederek Sivas’taki Darüşşifasına defnedildi.
I. Keykâvus'un kardeşi I. Alaaddin Keykubad devri Anadolu Selçukluları tarihinin en parlak
devridir. Devrinde yaklaşan Moğol tehlikesine karşı Konya, Kayseri, Sivas ve diğer önemli
şehirlerin surlarını sağlamlaştırdı. Ayrıca fetihlere devam edilerek Erzurum ve Van gölünü
içine alan bölge zaptedildi. Antalya'nın doğusundaki Kalonoros Kalesini fethedip (1222) baştan
aşağı yeniden inşa imar ederek ismini Alâiye’ye çevirdi. I. Keykubad imar faaliyetleri ve
hayırseverliğiyle meşhur olup Anadolu’da yaptırdığı ulu camilerin yanı sıra Konya-Aksaray ve
Kayseri-Sivas arasında yaptırdığı iki kervansarayı ve bir hastanesi vardır. 1230 yılında
120
Yassıçimen’de Celaleddin Harzemşahı mağlup ederek bir anlamda Moğolların işini
kolaylaştırdı. Anadolu Selçuklu Devleti'nin yükseliş devri I. Keykubad'ın ölümüyle sona erdi
(1237).
Kendisinden sonra tahta geçen oğlu II. Keyhüsrev ile birlikte gerileme ve çöküş başladı.
II.Keyhüsrev'in hükümdarlığının ilk yıllarında Âmid, Selçuklu topraklarına katıldı (1240). II.
Keyhüsrev, güçlü bir devlet miras almasına rağmen kendisinin zaafları yüzünden onu
koruyamadı. II. Keyhüsrev’in devlet işlerine olan ilgisizliği, korkaklığı, ileri görüşlü olmayışı
ve üstüne üstlük eğlencelere düşkünlüğü devletin sonun hazırladı. Önce 1240 yılında Baba
İshak isyanı karşısında acze düşüp mağlup oldu. Baba İshak isyanıyla zayıflayan Selçukluları
Moğollar Kösedağı muharebesinde mağlup ettiler (1243). Bu mağlûbiyet üzerine Anadolu
Selçuklu Devleti, Moğollar’a yıllık vergi vermeyi kabul etti ve barış yapıldı. Buna rağmen
devlet içine düştüğü durumdan kendini bir türlü kendini kurtaramayarak bir türlü tekrar
toparlanamadı. 1246 yılında II. Keyhüsrev'in vefatından sonra oğlu II. Keykâvus tahta çıktı. II.
Keykâvus 3 yıl kadar süren tek başına yönetiminin ardından IV. Kılıçarslan ve II. Alaaddin
Keykubad arasındaki taht mücadelesini çözmek için Celâleddin Karatay’ın önerisiyle ortak
sultanlık ilân edilerek, her üç Sultan adına hutbe okunup para darbedildi
Sultanların müşterek saltanatı uzun sürmedi. Celâleddin Karatay ve II. Keykubad'ın ölümünden
sonra II. Keykâvus ile IV. Kılıçarslan birbirlerine düştüler. Sultan Keykâvus, Moğollara karşı
Sultanhanı'nda yapılan savaşta yenildi. (1256).
Bu aşamadan sonra Selçuklular aralarındaki ihtilafları çözemeyerek zor duruma düştüler. IV.
Kılıçarslan ile İzzeddin Keykavus anlaşmazlıkları bir sonuç sağlamadı. İzzeddin Keykâvus
Moğollarla yapılan mücadelede başarılı olamayarak Bizans’a sığındı. (1262). II. Keykâvus'un
kaçısından sonra tek kalan IV. Kılıçarslan veziri Muînüddin Pervane tarafından Moğollar'a
öldürtülür (1266).
Çocuk yaştaki III. Keyhüsrev'i kullanarak yönetimi elinde tutan Muînüddin Pervane,
Moğollar’a karşı Sultan Baybars’tan yardım alarak (1277) yılında Elbistan ovasında meydana
gelen savaşta Moğolları yenilgiye uğrattı. Baybars'ın ardından büyük bir orduyla Anadolu'ya
gelen İlhanlı Hükümdan Abaka Han, Memlüklerle işbirliği eden idarecileri ve halkı öldürttü.
Tarihçiler, öldürlenlerin sayısını 20.000’e kadar çıkartmaktadırlar. İlhanlılar, Pervâne'yi
öldürerek Anadolu Selçuklu Devleti’ni kendi gönderdikleri idarecilerle yönettiler.
Moğollara karşı Karamanoğlu Mehmed Bey, Eşrefoğulları ve Menteşeoğulları'yla birlik olup
121
II. Keykâvus’un sözde oğlu Alaeddin Siyavuş’u (Cimri) Selçuklu sultanlığı tahtına oturttular.
(1277) Moğolların gölgesindeki Selçuklu idaresi ise önce Karamanoğlu Mehmed Beyi (1277),
daha sonra Cimri’yi (1279) öldürdü.
II. Mesud uzun süren mücadelelerden sonra Argun Han tarafından sultan ilân edildi (1282).
Fakat tahta III. Keyhüsrev'i öldürülmesinden sonra Anadolu'ya gelip önce Kayseri’de, ardından
Konya'da tahta çıktı (1284). II. Mesud Karamaoğullarıyla ve hanedandan diğerleriyle girdiği
uzun mücadeleden sonra Hemedan’da zorunlu olarak ikamete tabi kılındı. İki yıl sonra kardeşi
Ferâmurz'un oğlu III. Keykubad tahta çıktı.(1298)
Onun idaresindeki beceriksizlik ve halka karşı yaptığı zulümler nedeniyle tahttan indirilerek
yerine II. Mesud getirildi (1302). Başarısız bir dönem geçiren II. Mesud (1308) öldü. Her ne
kadar arkasından tahta Kılıçarslan b. III. Keyhusrev çıkmışsa da II. Mesud son Selçuklu
hükümdarı olarak kabul edilmektedir.
Oğuzların ilk olarak Amuderya (Ceyhun) nehrinin kıyısına ayak basmalarının ardından böge
ile tanışan boylar ve bu boylardan Kınıklara mensup olan Selçuklular nehri geçerek Horasan’a
gelmişler, etraflarında Oğuz boylarını toplayarak yeni yurt edinme arayışlarına girişmişlerdir.
Bu amaçla özellikle Gaznelilerle giriştikleri mücadelelerden galip çıkarak bağımsızlıklarını
ilan etmişlerdir.
Devletin kurulup gelimeşisinden sonra Tuğrul Bey, 1060 senesinde Şii Büveyhî komutanı
Arslan Besasirî’yi alt ederek Abbasi idaresini Şii tahakkümünden kurtamış ve İslam
dünyasında Türklerin hakimiyet dönemi başlamıştır. Alparslan’ın 1071 Malazgirt zaferinin
ardından Türklere Anadolu’nun kapıları açılmıştır. Böylece Avrupa’ya karşı yapılacak fetih
hareketlerinde önemli bir mevki olan Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması süreci de
başlamıştır. İç karışıklıklar ve dış baskılar sonucunda Selçukluların son hükümdarı Sultan
Sencer’in 1157’de vefatıyla birlikte Büyük Selçuklular tarihe karışmıştır.Anadolu’nun
Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında en büyük rolü oyanayan Anadolu Selçukluları da
1077’de I.Süleyman Şah tarafından İznik başkent olmak üzere kurulmuştur. Bizans, Haçlı ve
Ermenilerle mücadele etmiştir. Anadolu Selçukluları, Moğol ve Haçlı baskısı sonrasında
yıkılmaya yüz tutmuş, ardından da Beylikler Dönemi olarak adlandırılan dönem başlamıştır.
122
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Büyük Selçuklu Devleti Türklerin kurmuş olduğu en büyük devletlerden biridir. Dokak-Selçuk-
Mikail-Tuğrul ve Çağrı Beyler şeklinde devam edegelen bir silsile ile yönetilmiş olan Selçuklular ismi geçen son iki lider döneminde tarih sahnesinde önem kazanmışlardır.Bununla birlikte bu devletin resmen kuruluşu Dandanakan Savaşı’nda ( 1040) Gazneliler’i mağlub etmeleri ile başlar.
Tuğrul Bey’den sonra yerine Alparslan geçmiş ve bu dönemde Malazgirt (1071)savaşı gerçekleşmiştir. Bu savaşla birlikte Anadolu’nun kapıları Türklere açılmıştır. Veziri Nizamü’l-Mülk ile birlikte önemli başarılara imza atmıştır. Alparslan’dan sonra Melikşah geçmiştir. Daha sonra Tutuş, Mahmud, Berkyaruk gibi yöneticiler geçmiştir. Berkyaruk’un oğlu Sultan Sencer döneminde Büyük Selçuklu Devleti yıkılmış ve yerine Irak Selçukluları, Kirnam Selçukluları, Suriye Selçukluları ve Türkiye Selçukluları kurulmuştur.
Türkiye Selçukluları İznik merkez olmak üzere Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından kurulmuştur. Süleyman Şah’tan sonra yerine oğlu I. Kılıçarslan geçmiştir. Daha sonra ise torunun Mesud tahta geçmiştir. Bu ikisi döneminde Haçlı saldırılarına karşı konulmuştur. Onun yerine geçen II. Kılıçarslan döneminde Bizanslılarla yapıln Miryakefalon Savaşı (1176)
sonucunda Bizanslılar yenilgiye uğratılmış ve Anadolu Türk yurdu haline getirilmiştir. II. Kılıçarslan’dan sonra yerine sırasıyla I. Gıyaseddin Keyhüsrev, Rükneddin Süleyman Şah, İzzettin Keykavus ve Alaaddin Keykubat geçmiştir. Bu dönemde Anadolu Selçuklu Devleti en kudretli ve müreffeh devresini yaşamıştır. Onun yerine geçen oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde Moğollarla yapılan Kösedağ Savaşı (1243) kaybedilmiş ve devlet çöküş sürecine girmiştir.
123
Bölüm Soruları
1) Selçuk Bey’in yaklaşık 1007’deki ölümünden sonra başa .......................... geçmiştir.
2) Debusiye Savaşı Harizmşah Altuntaş ile Ali Tegin arasında 1279 yılında
gerçekleşmiştir.
Doğru ( ) Yanlış ( )
3) Büyük Selçuklular ......................... yılları arasında hüküm sürmüştür.
4) Melikşah’ın ölümünden sonra ..................... Rey’de hükümdarlığını ilan etmiştir.
5) Kılıçarslan ............... seferini yarıda keserek Avrupa’dan gelen ilk Haçlı ordusuna
karşı çıktı.
124
7. DİĞER MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERİ
125
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
Bu ünitede, Selçuklu, Karahanlı ve Gaznelilerin haricinde ve yakın dönemlerinde kurulmuş olan Eyyûbî, Altın Orda, Timurlu, Safevî ve Kaçarlar gibi Türk-İslam devletlerinin siyasi ve kültürel tarihleri hakkında bilgiler verilecektir
126
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1. Altınordu Devleti ve Rusya arasındaki ilişkiler hakkında neler biliyorsunuz?
2. Altınordu Devleti’nin yıkılışı ve Rusya’nın güçlenmesi arasında nasıl bir ilişki vardır?
3. Selahaddin Eyyubi’nin Haçlılarla mücadelesi hakkında neler biliyorsunuz?
4. Timur ve Yıldırım Beyazıt arasındaki mücadelenin sebepleri nelerdir?
5. Şah İsmail’in Anadolu politikası hakkında neler biliyorsunuz?
6. “Kaçarlar” ismini daha önce duydunuz mu?
127
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği
Eyyubiler’in kuruluş sürecini açıklar.
Eyyübiler’in Haçılılar’la mücadelesini açıklar.
Altınordu Devleti’nin yıkılış süreci ve Rusyanın güçlenmesi arasındaki ilişkiyi açıklar.
Safeviler ve Osmanlı arasındaki mücadelenin sebeplerini temellendirir.
Ankara Savaşı’nın sonuçlarını ifade eder.
Kaçarlar hakkında bilgi sahibi olur.
128
Anahtar Kavramlar
Eyyubiler, Kaçarlar, Timur, Ankara Savaşı, Safeviler, Şah İsmail, Altınordu Devleti.
129
Giriş
Türklerin yüzyıllardır yaşadıkları coğrafyaların başında Orta Asya, İran ve Hindistan gelmektedir. Türkler; uzun yüzyıllar söz konusu bölgelerin siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatında belirleyici olmuşlar, yön vermişlerdir. VII. yüzyıldan itibaren Müslümanlarla karşılaşarak ilişki içerisine giren Türkler X. yüzyılda, Bulgarlar ve Karahanlılar örneğinde olduğu gibi, devlet düzeyinde İslâm’ı kabul etmişlerdir. Bu yüzyıldan itibaren İslâmiyet, Türklerin büyük çoğunluğunun dini haline gelmiştir. İslâmî dönemde, söz konusu coğrafyalarda kurulan İdil (Volga) Bulgar Hanlığı (VII-XIV. yüzyıl), Karahanlılar (840-1212), Gazneliler (963-
1186), Büyük Selçuklular (1040-1157) ve Hârizmşahlar (1097- 1231)
hakkında daha önceki ünitelerde bilgi verilmişti. Biz de bu ünitede Hârizmşahlardan itibaren günümüze kadar bu bölgelerde kurulmuş olan belli başlı Türk-İslâm devletlerini ele alıp, değerlendireceğiz. Bu devletler
siyaseten çok büyük bir görünürlüğe sahip olacak derecede etkin
olmayabilirler ancak kültür ve medeniyetin halkalarını birleştiren ve devamını, gelişmesini sağlayan önemli unsurlardır.
130
7.1. Eyyubiler (1171- 1462)
Filistin, Mısır, Hicaz, Yemen ve Kuzey Afrika'da 1171-1462 yılları arasında hükümranlık
yapmış olan bir Türk-İslam devletidir.
Eyyûbîler Devletini Necmeddin Eyyüb b. Şâdr kurmuştur. Aslında Eyyûbîler bir anlamda
Zengiler'in takipçileridir. Sahip olduğu coğrafya gereği devletin başındakilerin Türk-Kürt-Arap
kökenli oluşları ileri sürülmüştür. Çağrı ve Tuğrul Beyler zamanında Selçuklular'ın hizmetine
girmişlerdir. 1138 yılında ise, Musul Atabeyi İmadüdddin Zengi’nin emrine girdiler.
Daha sonra Eyyûbîler, İmâdüddin Zenginin hizmetinde Haçlılara karşı düzenlenen savaşlara
iştirak ettiler. İmâdüddin Zengî 534 (1140) yılında fethedilen Ba’lebek’i Necmeddin Eyyûb'a
iktâ olarak verdi. Yine Eyyûb'un kardeşi Şîrkûh el-Mansûr da Zengîlerin önemli emîrleri
arasına girdi ve Urfa'nın fethinde bulundu (1144). İmâdüddin Zengî'nin 541/1146 şehadetinden
sonra eski bir geleneğe göre devlet, oğulları Seyfeddin Gazi ve Nûreddin Mahmud Zengî
arasında pay edildi. Halep’te vali olan Şîrkûh el-Mansûr'un arka çıkmasıyla Nûreddin Mahmud
Zengî başa geldi. Necmeddin Eyyûb ve kardeşi Şîrkûh Nûreddin'in idaresindeki Zengîlerin
güçlenmesine ve Dımaşk'ın ele geçirilmesinde yardım ettiler. Dımaşk'a Necmeddin Eyyûb vali
olarak (549/1154) atandı. Necmedddin Eyyûb'un oğlu Selâhaddin Eyyûbî’yi Nûreddin
Zengî’nin yanında en önemli görevler üstlenen emîrlerinden saymaya başladı.
Tarihçiler Eyyûbîler'in devletleşme sürecini ve kendilerini göstermelerini Mısır seferiyle
bağlantılarlar. 559-564 (1164-1169) yıllarında yapılan Mısır seferi sırasında Şîrkûh’la birlikte
Selâhaddin Eyyubî uzun uğraşılardan sonra burasını ele geçirdiler. 564/1169 tarihinde Fatımî
Halifesi Âdıd-Li idînillâh tarafından vezir tayin edilen Selâhaddin 1169 tarihinde hem Fâtımî
veziri hem de Nûreddin Zengî’nin Mısır ordusu başkumandanı oldu.
131
Selâhaddin kısa süre içinde Fâtımîleri yönetimden uzaklaştırdı ve 1169 yılında Dimyat'ı kuşatan
Bizans-Haçlı kuvvetlerini mağlup etti. Mısır’da Fâtımîlere rağmen Sünnî kalabilen yerli halkın
yardımlarıyla Nûreddin Zengî’nin ve Eyyubî ailesinin desteği eklenince başarılı oldu. Mısır'da
hutbe Abbasîler adına okunmaya başladı. Selahaddin Eyyubî, Nûreddin Zengi’nin ölümüne
kadar onun emrinde hizmetini sürdürdü.
Nûreddin Zengî'nin 569/1174 Dımaşk'ta ölümüyle on bir yaşındaki oğlu el-Melikü's-Sâlih
Nûreddin İsmail başa geçti. Nûreddin'in Dımaşk ve Halep emîrleri İsmail'in atabegliğini elde
etmek için birbirlerine düştüler. Atabeglik görevi Halep'te bulunan Sâdeddin Gümüştegin’e
verilince bunu istemeyen Nûreddin Zengi’nin Dımaşk'taki emirleri Selâhaddin'i Suriye'ye
çağırdılar.
Selâhaddin başında bir sürü gaile olduğu halde Suriye'deki gelişmeleri yakından takip ederek o
tarafa yönelip kısa zaman içinde başta Dımaşk, Ba'lebek, Humus ve Hama olmak üzere önemli
merkezleri ele geçirdi. Musul ve Halep bölgesinde kendisine karşı eş zamanlı başlayan hareket
Frenkler (Haçlılar) ve Haşhaşîler’in birlikte hareket etmeleriyle Selahaddin Eyyubî’yi uzun bir
süre uğraştırdı. Ancak bu savaşlarda Selâhaddin galip geldi. 570 yılında Abbasî halifesi Mısır,
Suriye ve el-Cezîre’de Selâhaddin Eyyubî’yi hükümran olarak tanıdı. Halepliler ve Musullular
Selâhaddin Eyyubî’ye karşı yeniden savaş açtılarsa da yenildiler. Anadolu Selçukluları,
Artuklular ve Abbasî Halifesi Müstazî-Biemrillâh'ın da desteğiyle taraflar arasında bir antlaşma
gerçekleşti (571/1176). Bu anlaşma sonrası Nûreddin İsmail’e Halep ve birkaç kale bırakıldı.
Selâhaddin Eyyubî 1177 tarihleri arasında Mısır'dan Gazze-Askalân’a hücum eden Franklar'ın
baskınına uğradı. Buna karşılık vermek ve Haçlılar’la tam bir savaşa başlamayı düşünürken
Halep-Musul meselesi ortaya çıktı. 576/1181 yılında hem Musul hâkimi II. Seyfeddin Gazi hem
de akabinde 577/1181 tarihinde Nûreddin İsmail'in ölümleri üzerine Selâhaddin Eyyubî birliği
sağlamak ve tekrar birlik konusunda yeni sorunlarla karşılaşmamak için Mısır'dan Suriye'ye
geldi (578/ 1182). Bu seferi sırasında el-Cezîre, Sincar, Âmid'i ve en son olarak 579/1183
Halep'i aldı. Selâhaddin Eyyubî’nin Halep'in kontrolünü eline aldıktan sonra Kudüs Haçlı
Krallığı üzerine başarılı seferler düzenledi. 581-582 (1185-1186) tarihinde II. Şark Seferi'nde
Meyyâfârikîn ve Şehrizor bölgesini fethetti. Musul'u zaptedip idaresi altına aldı.
Selâhaddin Eyyubî Müslümanlara ait bir ticaret kervanının saldırıya uğraması ve zararın tazmin
edilmemesi üzerine Kudüs Haçlı Krallığı karşı bir sefer gerçekleştirdi. 583/1187 yılında Hıttîn
Savaşı'nda Haçlıları büyük bir yenilgiye uğrattı. Bir yıl içinde Sûr şehri dışındaki Kudüs Haçlı
132
Krallığına ait bütün topraklar fethedildi. Antakya Prinkepsliği
topraklarının neredeyse tamamını ve Trablus Kontluğu topraklarının bir bölümünü de
topraklarına kattı. Bütün bu kayıplar Avrupa'da büyük bir yankı bulup infial yarattı. Avrupa
kralları Almanya İmparatoru Friedrich Barbarossa, Fransa Kralı Philippe Auguste, İngiltere
Kralı Aslan Yürekli Richard Selâhaddin Eyyubî’ye karşı yeni bir Haçlı seferi başlattılar. İslâm
dünyasının Selâhaddin Eyyubî’yi yalnız bırakmasına rağmen o bu muazzam güce karşı direndi.
Yapılan anlaşma sonunda Sûr-Yafa arasındaki kıyı bölgesi Haçlılar'a bırakıldı. Buna karşılık
Haçlılar da Kudüs’ü ve etrafındaki diğer bölgeleri Selâhaddin Eyyubî’ye bırakmaya razı
oldular. 21 Şaban 588/1192'de üç yıl sekiz ay süreli, karada ve denizde geçerli bir barış
antlaşması imzalandı. Ancak Haçlılar Eyyûbîlerin kendi aralarındaki anlaşmazlıklardan
faydalanarak kaybettikleri toprakların bir kısmını geri aldılar.
Bu anlaşmanın ardından bir yıl geçmeden Selâhaddin Eyyubî 589/1193 tarihinde Dımaşk'ta
vefat etti. Eyyubîler’in bu altın devrinde devletin sınırları Trablusgarp'tan Hemedan ve Ahlat’a,
Yemen'den Malatya'ya kadar uzanıyordu. Selâhaddin Eyyubî’ye tâbi olan bu emirler arasında
en güçlüsü kardeşi el-Melikü'l-Âdil idi.
Selâhaddin'in vefatından sonra veliaht tayin ettiği büyük oğlu el-Melikü'l-Efdal Şam'da büyük
sultan oldu. Efdal’in yumuşak huylu, devlet tecrübesinin azlığı, zayıf karakterli oluşu, sefahata
düşkünlüğü sonucunda çıkan taht kavgalarında Selâhaddin Eyyubî’nin kardeşleri Azîz ile Âdil
anlaşıp 1196 yılında Şam’ı el-Melikü'l-Efdal'in elinden aldılar, el-Melikü' 1-Azîz'i büyük sultan
ilân ettiler.
Melikü'1-Azîz'in 1198'de ölümünün ardından el-Melikü'l-Âdil 1200’de Kahire'ye girip Azîz'in
oğlu el-Melikü'l-Mansûr'un atabeği görevine geldi. Çok geçmeden de kendisini büyük sultan
ilân etti. 1201 yılında Selâhaddin'in oğullarının karşı çıkmalarına rağmen Melikü’l Âdil bütün
Eyyûbîlere sultanlığını kabul ettirdi. Âdil hâkimiyetindeki toprakları oğullarına paylaştırdı.
Sadece Haleb şehri hakimiyeti dışında kaldı. 1202 yılında Mardin’de hüküm süren Artuklular
da onun hâkimiyetine girmek zorunda kaldılar.
el-Melikü'1-Âdil engin devlet tecrübesine rağmen Haçlılar’la mücadeleyi bırakarak devletin
menfaatleri bakımından ticari münasebetleri arttırmanın daha uygun olacağı görüşündeydi. el-
Melikü'l-Âdil 1204 yılındaki IV. Haçlı seferini çok az bir toprak kaybıyla atlattı. Ahlat, Erciş ve
Van'ı ele geçirerek Ahlatşahlar hanedanına son verdi. Bu dönemde Eyyûbî ailesi içinde
133
ayrılıklar baş gösterdi. 1205 yılı başında el-Melikü' 1-Efdal Eyyûbîler'den ayrılıp Anadolu
Selçuklularına katıldı. el-Melikü'l-Âdil'in 1209’da Habur ve Nusaybin'i ele geçirip Sincar'ı
kuşatması karşısnda Erbil’de Kök-böri, Musul’da Arslanşah, Halep’de el-Melikü'z-Zâhir Gâzî
bir araya gelerek Anadolu Selçuklu Sultanı I. Gıyâseddin Keyhusrev’le bir ittifak oluşturdular.
el-Melikü'l-Âdil daha sağlığında hakimiyeti altındaki topraklardan Fizan ve Yemen’de çeşitli
kargaşalar çıkmıştı. el-Melikü'1-Âdil'in oğlu el-Melikü'I-Kâmil 1215 yılında oğlu Atsız'ı
Yemen'e göndererek bu bölgeyi tekrar Eyyubîlerin denetimine aldı.
1218 yılında gerçekleşen V. Haçlı Seferi sırasında Kıbrıs ve Akkâ'da toplanan kuvvetlerin ilk
hedefi deniz kuvvetlerinin de yardımıyla Mısır'ı ele geçirmekti. Haçlıların aynı yıl içinde
başlattıkları bu girişimleri sırasında el-Melikü'l-Âdil vefat eti. Onun ölümüyle ortaya çıkan
iktidar kavgası ve otorite boşluğu sayesinde Haçlılar, Dimyatı ele geçirdi. Fakat kısa zaman
içinde kardeşleri Muazzam, Eşref ve Îsa ile aralarındaki ihtilafı çözen Kâmil, onların yardımıyla
Haçlıları zor durumda bıraktı. Haçlıları Dimyat’ı ve işgal ettikleri diğer bölgeleri terke razı
ederek barışa zorladı. Zor durumda kalan Haçlılar 1221 tarihinde Dimyatı boşalttılar.
Tecrübeli bir hükümdar olan el-Melikü’l-Kâmil’in Haçlılar'ı yenmesinden ve başarı elde
etmesinden sonra kardeşler arasında taht konusunda ihtilaflar çıktı. Çaresiz kalan el-Melikü’l-
Kâmil, Alman İmparatoru II. Friedrich ile bir anlaşma yapmak zorunda kaldı. Anlaşma
şartlarına göre Kudüs Haçlılar'a bırakılarak iki tarafca kutsal kabul edilen mukaddes yerlerin
yönetimindeki özerklik korunacaktı. Ayrıca Kudüs’ün askerî anlamda savunmasını artırıcı
tedbirlerden uzak kalınması esas kabul edilecekti.
el-Melikü' 1-Kâmil, el-Cezîre bölgesinin yönetimini kardeşi el-Melikü'l-Eşref e bıraktı. 1230
yılında Celâleddin Hârizmşah Ahlat'ı Eşref'in elinden aldı. Aynı yıl içinde Eşref de Ahlat’ı geri
almak için Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad ile anlaştı. Eşref Yassıçimen
Savaşı’nda Celâleddin Hârizmşah'ı yenerek Ahlat’ı geri aldı.
el-Melikü'1-Kâmil 1232 yılında Anadolu’nun güney bölgelerinde bazı idarî düzenlemelere
girişti. Önce Âmid'i, daha sonra Hasankeyf i zaptederek Artuklular'ın bu kolunu ortadan
kaldırıdı. Artuklular Anadolu Selçuklularını kendilerine yardıma çağırdılar. 1. Alâeddin
Keykubad Eyyubî hâkimiyetindeki el-Cezîreyi ele geçirdi ve Urfa, Harran, Rakka şehirlerini ve
Ahlat'ı kuşattı. Kâmil 1234 tarihinde Keykubad’a karşı mağlup olması üzerine Anadolu
Selçukluları Harput ve Ahlat'ı kolayca ele geçirdiler.
134
Bu sırada Moğollar yavaş yavaş Güneydoğu Anadolu bölgesindeki devletleri tehdit etmeye
başlamışlardı. O sırada Anadolu Selçuklu Sultanı Keykubad ölmüş, yerine oğlu II. Gıyâseddin
Keyhusrev geçmişti. el-Melikü'1-Kâmil 23 Receb 635'te Dımaşk'ta ölünce yerine veliahtı olan
küçük oğlu el-Melikü'1-Âdil geçti. II. Âdil'in sultanlığı Eyyûbîler tamamı tarafından tanınmadı.
Mısır'daki emîrlerin II. Âdil'i tutuklamaları üzerine el-Melikü's-Sâlih Necmeddin Eyyûb 17
Mayıs 1240 tarihinde başa geçti.
el-Melikü's-Sâlih Necmeddin Eyyûb merkezî idarenin beylikler üzerindeki otoritesini
kuramadı. Necmeddin Eyyûb ile Şam’da bulunan İmâdüddin İsmail'in araları iyi değildi.
İmâdüddin İsmail Haçlılar’ı yanına çekmek için Sayda, Taberiye, Safed, Kevkeb, Kudüs ve
Askalân'ı verdi. Fakat 642 tarihinde Gazze yakınında meydana gelen savaşta el-Melikü's-Sâlih
Necmeddin Hârizmliler'in desteğiyle İmâdüddin İsmail ile müttefiklerini ağır bir yenilgiye
uğrattı ve Kudüs'ü geri aldı. Öte taraftan Moğollar Suriye ve el-Cezîre'deki Eyyûbî beyliklerini
vergi vermek zorunda bıraktılar. el-Melikü's-Sâlih Necmeddin 1247 Dımaşk, Kudüs gibi önemli
merkezleri yeniden yapılandırdı. Taberiye ve Askalân şehirlerini Haçlılar'dan elinden kurtardı.
Haçlılar 1248 yılındaki VII. Haçlı Seferi’nde Dimyat’ı ele geçirdiler. el-Melikü's-Sâlih
Necmeddin Eyyûb'un 23 Kasım 1249'da ölümünden sonra idareyi eşi Secerüddür ele aldı.
Şeçerüddür, oğlu Turan Şah'ı Mansûre'ye çağırarak 1250 tarihinde sultan ilan etti. Yeniden
toparlanan Eyyubîler 1250 yılında Haçlıları yenilgiye uğrattılar. Kral IX. Saint Louis maiyetiyle
birlikte esir alındı ve Haçlılar'ın Dimyatı iadesi karşılığında serbest kaldı. 7 Mayıs 1250’de
Dimyat Müslümanlara teslim edildi. Bu zaferin ardından Turan Şah vaktini oyun ve eğlenceyle
geçirmeye başlayınca muhalifleri Baybars’ın etrafında toplanarak aynı yıl içinde Turan Şahı
öldürdüler. Turan Şah'ın ölümüyle Mısır'da Eyyûbîler dönemi kapandı.
Turan Şah'tan sonra Şecerüddürr'ün sultanlığına ve Memlükler'den Aybek’in ordu
kumandanlığına getirilmesi kararlaştırıldı. Şecerüddür çok geçmeden Aybek ile evlenip eşi
lehine sultanlıktan geri çekildi. Bunun sonucunda 1250 tarihinden itibaren Mısır'da Memlükler
devri başladı. Ancak bu duruma karşı çıkan Eyyubîler el-Melikü'n-Nâsır Selâhaddin Yûsuf un
etrafında birleştiler. Selâhaddin Yûsuf ordusuyla 1251de Mısır'a sefere çıktı; fakat yapılan
savaşta yenildi. 1252 yılında Aybek Eyyubîlerin hoşnutluğunu kazanmak için sultanlığa
getirilen Musa’yı görevden uzaklaştırıp yerine kendi sultanlığını ilan etti.
1257 tarihinde Aybek ile eşi Şecerüddürr'ün öldürülmeleri üzerine tahta Aybek'in oğlu el-
135
Melikü'l-Mansûr Nûreddin Ali geçti. Nûreddin Ali kendisine Kutuz’u nâib olarak atadı.
Moğollar 1258 yılında Bağdat'ı işgallerinden kısa süre sonra Meyyâfârikîn ve el-Cezîre ve
Halep'i zaptettiler. Moğol komutan Ketboğa Noyan 1260'ta Şam'ı savaşsız teslim aldı.
Memlükler’e karşı yenilen Moğollar'ın son Halep Sultanı Selâhaddin Yûsuf'u öldürmeleri
üzerine Eyyûbîler'in Halep kolu tarih sahnesinden çekildi (1260). Moğollar, Cezîre
Eyyûbîlerine, Baybars 1263 yılında Kerek ve Humus Eyyûbîlerinin hâkimiyetlerine son verince
Eyyübîler'in elinde sadece Hama ve Hısnıkeyfâ bölgesi kaldı. Hama Eyyûbîleri 1342 yılına
kadar kesintilerle varlığını sürdürdü. Tarihçi Ebü'1-Fidâ bu beyliğin son bağımsız
hükümdarıdır.? Moğollar ve Timurlular devrinde de varlığını devam ettiren Hısnıkeyfâ kolu ise
1462'de Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan tarafından zapt oluncaya kadar varlıklarını devam
ettirdi.
7.2. Memlükler ( 1250-1517)
Mısır, Suriye ve Hicaz bölgelerinde hâkimiyet kurmuş Müslüman Türk devletidir (1250-1517).
Eyyubîlerin büyük ölçüde tarih sahnesinden çekilmelerinden sonra Mısır'da Eyyûbî
ordusundaki Türk asıllı azatlı emîrler tarafından kurulmuştur. Tarihçilere göre Türk Devleti
olarak kabul edilen Memlükler (Kölemenler), Bahrî Memlükleri ve Burcî Memlükleri olmak
üzere iki dönemde ele alınabilir.
Eyyubîlerin özel ordusu olarak yetiştirilen askerlerden oluşan bu birliğin çoğunluğu Türklerden
oluşmaktaydı. Bunların Bahrî Memlükleri diye isimlendirilmesi Nil nehrinde Bulunan Ravza
adasında askerî kışlalarda kalmaları sebebiyledir.
Eyyûbî hükümdarı Turan Şah, Bahrî memlüklerinden Baybars el-Bundukdârî ve arkadaşları
tarafından bir suikastla öldürülmesinden sonra Mısır'da Eyyûbîler devri resmen sona ermiş ve
Memlükler adıyla bilinen Türk Devleti tarih sahnesine çıkmıştır. Baybars ve diğer önemli
Memlük komutanları tahta Necmeddin Eyyûb'un dul kalan eşi Şecerüddürr'ü çıkarmışlar, onun
memlüklerinden İzzeddin Aybek’i de kendisine atabek yapmışlardı. Türk asıllı Şecerüddür
hâkimiyeti esnasında esir Fransa kralı IX. Saint Louis’le bir anlaşma yaparak Dimyat’ı tahliye
ettirdi. Ayrıca kendisini ağır vergilere bağlayarak elinden saldırmazlık anlaşması belgesi alarak
serbest bıraktı. Ancak onun bu başarıları sultan olması için tek başına yeterli görülmedi. Suriye
Eyyûbîlerinin ileri gelenlerinin onun sultanlığına karşı çıkması üzerine Şecerüddür, Bahrî
Memlük emirlerinin tavsiyesiyle, İzzeddin Aybek'le evlendi ve seksen gün sonra tahtı ona
136
bıraktı. Böylece tarihçilerin bir kısmına göre İzzeddin Aybek ilk Memlük hükümdarı olarak
tahta çıktı ve Memlük Devleti de resmen kuruldu.
Sultan İzzeddin Aybek’in ilk yılları iktidar mücadeleleriyle geçti. Birlikte hareket ettiği
Eyyubîleri gücendirmemek için tahtından feragat ederek altı yaşındaki el-Melikü'l-Eşref
Musa’yı tahta çıkardı. Bunun ardından üzerine gelen Suriye Eyyûbî birliklerini Abbâsiye
civarında mağlûp etti. Fakat Eyyûbîler'in yeni bir saldırısı yaklaşan Moğol tehlikesi nedeniyle
gerçekleşemedi. Abbasî halifesinin aracılığıyla taraflar arasında antlaşma sağlanarak barış
yapıldı. Eyyûbî emîrleri artık bu anlaşmayla birlikte Memlük Devleti'ni resmen tanımış oldular.
İzzeddin Aybek ortak hareket edemediği ve sürekli anlaşmazlığa düştüğü Bahrî emirlerine karşı
mücadele etmek zorunda kalıp onları itaat altına aldı. Bu meseleyi hallettikten sonra Aybek,
Moğollar'ın Bağdat’ı ele geçirmeleri üzerine daha önce kendi eliyle yerine getirdiği el-Melikü'l-
Eşref Musa’yı tahttan indirerek yerine sultan oldu. Akabinde Saîd bölgesinde başlatılan
isyanları bastırarak ayaklanmanın üstesinden geldi. Birlik çabalarından yola çıkarak Eyyûbî
emirleriyle anlaşıp istikrarı sağlamış ve aynı doğrultuda gerçekleştirmek istediği siyasî bir
evlilik farkında olmadan sonunu hazırlamıştır. Musul Emîri Bedreddin Lü'lü'nün kızıyla
nişanlanmasını bahane eden hanımı Şecerüddürr'ün emriyle öldürüldü. Bir yıl sonra da
Şecerüddürr, İzzeddin Aybek’in cariyeleri tarafından öldürüldü. İzzeddin Aybek'in memlükleri
Aybek’in oğlu Nûreddin Ali'yi sultanlığa ve onun naipliğine de Seyfeddin Kutuz’u da getirdiler.
On beş yaşında tahta geçen Nûreddin Ali zamanında (1257-1259) bütün yetkileri elinde tutan
Seyfeddin Kutuz, 656/1258 yılında Bağdat Abbasî hilâfetini ortadan kaldıran Moğolların
Suriye taraflarına yaklaştığını duyunca kuvvetli bir sultana olan ihtiyacı öne sürerek kendisini
sultan ilân etti.
Bu sırada İslâm tarihinin bu kırılma noktasında gücünü iyice arttıran Kutuz, Moğol hükümdarı
Hülâgû'nun teslim olma tekliflerini kabul etmeyerek savaşmaya karar verdi. Filistin'deki
Aynicâlût denilen yerde 1260 yılında Moğollara karşı büyük bir zafer kazandı. Bu galibiyetle
Suriye'nin büyük kısmı Memlükler'in eline geçmiş oldu. Hama, Humus ve Kerek Eyyûbî
emirleri bağlılık bildirmeleri üzerine yerlerinde bırakıldılar. Moğolları mağlup etmeleri
Memlükleri İslâm dünyasının en prestijli devleti haline getirerek nerdeyse Osmanlıların
yükselme dönemine kadar İslam dünyasında tek güç olarak kabul edildiler. Seyfeddin Kutuz
bu zaferi yaşayamadan dönüş yolunda Bahrî emîrlerinden Baybars tarafından öldürüldü.
Kendisini sultan ilân eden I. Baybars Memlüklerin gerçek kurucusu olarak kabul edilerek
137
Memlûk tarihinde yeni bir dönemi başlattı. Memlüklerin hükümranlığına dinî meşruiyet katmak
ve bundan yararlanmak isteyen Baybars, Abbasî soyundan Halife Zahir’in oğlu Ahmed’i usulen
halife ilân etti. Abbasî hilâfeti şeklen de olsa Mısır'da güç kazandı. Mekke şerifinin kendisine
olan güveni Mekke ve Medine’nin ve Kızıldeniz’in hâkimiyeti sağladı. İdarî anlamda yaptığı
düzenlemelerle bir anlamda kendisinden sonra gelen Memlük sultanlarının takip edeceği siyasî
starejilerin esaslarını tespit etmiş oldu. Merkezî otoritenin tesisine önem verdi. On yedi yıl süren
saltanatı sırasında (1260-1277) İlhanlılarla ve Haçlılarla savaştı. Özelikle Moğol hükümdarı
Abaka Han’ı 1271’de Harran’da yendi. Bu sayede sağladığı nüfuzla Ermeni Krallığı ve Asvan'a
saldıran Nûbe Krallığı’nı yıllık vergiye bağladı. Antakya Haçlı Prensliği'ni ortadan kaldırdı.
Bâtınîler'i itaat altına aldı.
Baybars bu başarısı üzerine İslam dünyasında büyük bir nam kazandı. Moğol işgali korkusu
yaşayan Anadolu beyliklerinin daveti üzerine Anadolu’ya geçen Baybars 1277 yılında Elbistan
ovasında karşı karşıya geldiği Moğol ordusunu mağlup etti. Aynı başarıyı Haçlılara karşı da
gösterdi. Sultan Baybars’ın ardından gelen hükümdarlardan Bereke ve Sülemiş dönemlerinde
asıl iktidar Seyfeddin Kalavun’un elinde idi.
On sekiz yaşında tahta çıkan Bereke Han'ın saltanatı 1277-1279 yılları arasında iki yıl kadar
sürdü. Seyfeddin Kalavun, orduda ekseriyeti teşkil eden Baybars memlüklerinden çekindiği için
onun oğullarından henüz yedi yaşındaki Sulamış'ı tahta çıkartarak kendisini ona atabek olarak
tayin etti. “Müdebbirü'l-Memleke” unvanıyla idareyi elinde tutarak üç ay içinde Baybars yanlısı
memlüklerin önde gelenlerini ortadan kaldırarak tahta geçti.
Kalavun da Baybars yolundan giderek İlhanlılarla Ermeni Krallığıyla ve Haçlı kontluklarıyla
mücadele verdi. Suriye'ye saldıran İlhanlı ordusunu 1281 yılında Humus savaşında ağır bir
yenilgiye uğrattı. İlhanlılarla ittifak eden Haçlıların planını bozdu; ancak Akkâ seferine
çıkarken 1290 yılında vefat etti.
Kalavun'un Memlüklerde yapmış olduğu önemli yeniliklerden birisi de Karatülcebel’deki kale
burçlarında görevlendirdiği seçme askerî birliktir. Burçlarda görev yaptıkları için Burcî ismiyle
tanınan bu birlikler ileride tahtı ele geçiren Burcî Memlükleri'nin öncüleridir. Kalavun
yaptırdığı tapu tahrir kayıtlarıyla bozulan iktâ sistemini düzeltmiş, ticarî hayatı canlandırmak
ve olası işbirliklerini boşa çıkarmak ve karşılıklı iyi ilişkileri geliştirmek için gerek Müslüman
ve gerekse Hıristiyan devlet adamlarıyla başta askerî, siyasî ve ticarî konularla alakalı olmak
138
üzere çeşitli anlaşmalar imzalamıştır.
Kalavun'un yerine geçen oğlu el-Melikü’l-Eşref Halîl (1290-1293), babasının hazırlamış
olduğu orduyla Haçlılar'ın bölgedeki son başşehri Akkâ'yı alarak Suriye bölgesini haçlıların
elinden kurtardı. Buradaki iki yüz yıllık Haçlı varlığına son verdi. Ancak savaşlardaki başarısını
devlet idaresinde gösteremedi ve yaptığı yanlış tayinler yüzünden öldürüldü. Yerine dokuz
yaşındaki oğlu Muhammed el-Melikü'n-Nâsır unvanıyla tahta geçti. Tahtını üç defa kaybeden
Muhammed ilk defasında 1293-1294 yıllarında ardından 1299-1309’da ikinci defa tahta geçti.
En son olarak 31 yıl aralıksız tahtta kaldığı 1310-1341 tarihleri arasında tahta geçerek ülkede
mutlak anlamda istikrarı sağladı. On yedi yıldan beri sürmekte olan siyasî krizi sona erdirdi.
Ölümüyle birlikte ülke yaklaşık olarak 40 yıl kadar siyasi krizden kurtulamadı.
Burcî Memlükleri'nin lideri olan Berkuk, “Atabekü'l-Asâkirlik” makamını sultanın vefatı
üzerine on bir yaşındaki kardeşi Zeynüddin II. Haccî’yi tahta çıkardı. Fakat kısa müddet sonra
küçük yaştaki sultanın aczini sebep göstererek kendisi tahta çıktı. Burcî Memlükleri’nin ilk
sultanı olan Berkuk (1382-1399) Türk emirlerin ayaklanması karşısında 1387 yılında tahtını
bırakmasına rağmen sekiz ay sonra tahtı tekrar ele geçirdi. Onun sayesinde Memlüklüler
yeniden istikrarlı bir döneme girdiler. Berkuk, dış siyasette Timurlulara karşı Osmanlılar ve
diğer Müslüman devletlerle işbirliği için çaba gösterdi. Celâyir hükümdarıyla Kahire’de
görüşüp Timur’a karşı iktidar mücadelesinde destekledi.
1399 yılında Berkuk'un yerine tahta geçen Ferec Timur'un Suriye'yi istilâsı ve bölgede ele
geçirdiği şehirlerde yaptığı katliamların ardından çıkan karışıklıklar esnasında bir isyan
sırasında öldürüldü. Memlük Devleti'nde ilk ve son defa halifelik ve sultanlık makamlarına
Halife Müstaîn-Billâh getirildi. Fakat sultanlığı ancak altı ay sürdü. Yerine Şeyh el-Mahmûdî
sultan ilân edildi. Şeyh el-Mahmûdî (1412-1421) Suriye ve Mısır'da çıkan isyanları bastırdı,
itaatten ayrılan Karamanoğulları’nı ayrılık isteyen Güneydoğu Anadolu'daki Türkmenleri
kontrol altına aldı.
Şeyh el-Mahmûdî'nin 1421 yılında ölümünden sonra tahta geçen henüz iki yaşında oğlu
Ahmed'in saltanatı yaklaşık yedi ay sürdü. Vasîsi olarak devleti yöneten Tatar zorla tahta geçti.
Saltanata geçen Tatar'ın üç ay içinde ölmesinden sonra tahtı onun oğlundan gasp eden Barsbay,
1422-1438 yılları arasında tahta geçti. Dönemindeki en önemli olayların başında 1426 tarihinde
gerçekleştirdiği Kıbrıs’ın fethi gelmektedir. Kısa süren Barsbay'ın oğlu Yûsuf'un idaresi sadece
139
üç ay sürmüştür. Yerine tahta geçen Seyfeddin Çakmak dönemi Memlüklerin uzun bir aradan
sonra aradıkları istikrarı tekrar sağladı. Saint Jean şövalyelerine karşı kararlı bir mücadele
sürdürdü. Komşu müslüman hükümdarları Şâhruh, II. Murad ve diğer Anadolu beyleriyle
dostane ilişkilerini düzeltti. Çakmak'ın oğlu Osman ise tahtını sadece bir buçuk ay koruyabildi.
1453-1461yılında yetmiş yaşının üzerinde sultan ilân edilen el-Melikü'l-Eşref sekiz yıl süren
saltanatında ülkede dirlik ve düzeni sağlamayı başardı. Fakat hükümdarlığı döneminde
Osmanlılarla olan ilişkiler bozuldu. el-Melikü'l-Eşref in ardından taç giyen oğlu Ahmed dört ay
sonra emîrlerin işe karışmasıyla tahttan indirilerek tahta Hoşkadem çıkarıldı. Arnavut asıllı
Hoşkadem 1461-1467 yılları arasında Memlüklerin başına geçtiğinde ülkede çıkan
ayaklanmaları bastırarak ülkesinde yeniden barış ve huzuru sağladı. Kendisine bağlılık bildiren
Uzun Hasan'ı Karakoyunlular ve Dulkadiroğulları’na karşı destekledi. Osmanlılarla bozulmuş
olan ilişkilerde düzelme olmadı. Aksine daha da kötüleşti. Hoşkadem'in ölümünün ardından
dört ay içinde tahta dört farklı sultan getirildi. Bunlardan Emîr Yelbay ve Temürboğa bu
makamda ancak iki ay oturabilmişken üçüncüleri Hayır Bey zorla geçtiği tahtında bir gece
oturabildi. Son olarak Hayır Bey'e görevi bıraktıran emirlerin önde geleni Kayıtbay diğer
emirlerin de baskısıyla sultanlığı kabul ederek tahta geçti.
1468-1496 yılları arasında saltanata geçen Kayıtbay Burcî Memlüklerinin en büyük sultanı
olarak kabule edilir. Yirmi sekiz yıl saltanat süren Kayıtbay'ı tahta geçtiğinde uğraştıran birincil
mesele Osmanlılarla olan olumsuz ilişkilerin bir sonucu olarak sürdürülen savaşlardı. Memlük
ve Osmanlı orduları arasında devam eden savaşlar Çukurova'da beş yıldan fazla sürdü ve
sonunda taraflar on beş yıllık bir barış anlaşması imzalayarak bu tatsızlığa bir son verdiler.
Kayıtbay bu dönemde iyice bozulan iktisadi yapıyı düzeltmeye gayret etti.
Kayıtbay'ın ardından ülke yeniden iktidar mücadelelerine sahne oldu. Beş yıl içinde içlerinden
birisi iki defa olmak üzere beş farklı sultan tahta çıktı. Her ayaklanma tahttan indirilen
sultanların ölümüyle sonuçlanınca tahta çıkmak cazibesini yitirdi. Bu yüzden Tomanbay el-
Âdil'i hal eden Burcî emirlerinden hiçbirisi tahta çıkmak istemedi. İçlerinden tahta çıkmada gözü
peklik gösteren Kansu Gavri şartlı olarak tahta çıktı. Buna göre o emirler istedikleri anda tahtı
bırakacağını taahhüt etti. Fakat bu fedakarlığına karşılık emirlerden can güvencesi aldı. Orduda
görevli askerlerin maaşlarını ödeyebilmek için Kansu Gavri iktisadi anlamda tavizsiz bir siyaset
takip etti. İktisadi buhranı aşmak için mevcut vergileri arttırdı ve bazı yeni vergiler getirdi. İlk
defa olarak vakıflardan ve diğer hayır müesseselerinden vergi toplandı. Memlûk ekonomisini
140
düzeltme çabaları sonucu vermedi. Kansu Gavri, Hindistan ticaret yolu için Portekizliler'le
girdiği mücadelede başarı elde edemedi. Portekizlere karşı deniz savaşlarında kullanılmak üzere
Osmanlılar’dan teknik ve askerî yardımlar aldı. Fakat iki ülke arasındaki ilişki bir süre sonra
bozuldu.
Şah İsmail'i Çaldıran ovasında mağlup eden Yavuz Sultan Selim, Memlükler’e bağlı
Dulkadiroğulları’nı yenerek saltanatlarına son vermesi Memluklular ile Osmanlılar arasındaki
ilişkileri kopma noktasına getirdi. Sonunda Kansu Gavri’nin Şah İsmail ile işbirliğini bahane
eden Yavuz Sultan Selim, Memlüklere savaş ilan etti. Osmanlı orduları teknik üstünlüğe
dayanarak Mercidâbık Savaşında Memlük ordusunu mağlup etti. Savaştan sonra Memlük
hazinesi Osmanlılar'ın eline geçti. Sultan Gavri’nin cesedi savaştan sonra bulunamadı.
Mercidabık savaşının ardından Halep, Hama, Humus ve Dımaşk Osmanlıların eline geçti.
Kahire’de sultan ilân edilen son Memlûk hükümdarı Tomanbay güç de olsa yeniden kuvvet
toplamayı başardı. O sırada Şam’da bulunan Yavuz Sultan Selim'in kendisini itaate çağıran
mektubu geldi. Yavuz Sultan Selim, kendisine bağlılık teklifini kabul ettiği takdirde Mısır valisi
olarak görevinin başında kalabileceğini aksi takdirde Mısır’a geleceğini bildirdi. Tomanbay
sadece bu teklifi reddetmekle kalmadı ve üstüne üstlük Osmanlı elçisinin emirleri tarafından
öldürülmesine mani olmadı. Bu durumda savaş kaçınılmaz hale geldi. Tomanbay, bütün
zorluklara rağmen yılmayarak Kahire’yi savunmak için Mukattam dağıyla Nil nehri arasındaki
bölgede mevziler hazırladı. Venediklerden almış olduğu 200 civarındaki büyük topu Osmanlı
ordusunun geleceği yöne sabit olarak yerleştirdi. Ancak Tomanbay’ın bu savaş hilesinden
haberdar olan Yavuz Selim Mukattam dağına başka bir tarafından gelince satın aldığı topları
savaşta kullanamadı. İki gün süren Ridâniye Savaşını Osmanlılar kesin olarak kazandılar. Savaş
meydanından kaçıp Kahire’de mücadelesini sürdüren Tomanbay sonunda yakalanıp,
Bâbüzzüveyle'de asılarak idam edildi. 1517 yılında Memlükler Devleti tarihe karıştı ve
hâkimiyetindeki bölgeler Osmanlıların eline geçti.
141
7.3. Altın Orda Hanlığı ( 1241-1502)
Günümüz Avrupa Rusyası, Karadenizin kuzeyi, Gürcistan bölgelerinde 1241-1502 yılları
arasında monarşiye dayalı hüküm süren Altın Orda Hanlığı, adını Moğolcada “çadır, otağ”
manasına gelen Orda kelimesine dayalı olarak devletin kurucusu Batu Han’ın çadırının üst
kısmının altın yaldızlı olması sebebiyle “Altın-Orda” olarak almıştır.
Cuci Han’ın oğlu ve Cengiz’in torunlarından olan Batu Han, Cengiz Han’ın 1227’deki vefatının
ardından başlatılan batı seferlerine katılmış ve Macaristan, Avusturya ve Dalmaçya’ya kadar
olan bölgeleri yağmalayıp, Orta ve Kuzey Asya steplerindeki Rus knezliklerini itaat altına
alarak 1241 senesinde Doğu Avrupa ile Batı Sibirya arasında önemli ticaret merkezi haline
getirdiği Orda’da bağımsızlığını ilan etmiştir.
Batu Han’ın vefatından sonra han olan Berke Han zamanında İslamiyet devlete hakim oldu.
Berke Han, içteki gaileleri kısa zamanda bastırdığı gibi İlhanlılara karşı da başarılı seferlere
girişti. Fakat İlhanlı Hakanı Abaka Han ile 1266 senesinde yaptığı savaşta mağlup oldu ve
dönüş yolunda vefat etti. Mengü Timur (1266-1280) zamanında devlet istikrarını yeniden
kazanmışsa da Tuda Mengü Han (1280-1287) devrinde karışıklıklar baş gösterdi ve ilk fetret
devri başladı. Özbek Han (1342-1357) ve Canıbeg Han (1342-1357) zamanında devlet tekrar
bütünlüğünü sağladı. Fakat bu iki Han’ın ardından prensler arasındaki mücadeleler, beylerin
merkezî otorite ile muhalefetlerinden dolayı devlet zayıflamaya ve Litvanya Dukalığı ile Tatar
beyleri isyanlara girişmeye başladılar. Bu arada Rus knezlikleri de ilk defa Altın Orda
kuvvetlerine karşı başarıyla mücadelelere giriştiler.
Batıdaki bu gelişmelerin yanı sıra doğuda beliren ve önemli bir güç olan Timur Devleti, Altın
Orda ile Azerbaycan meselesi yüzünden mücadeleye girişti. Timur’un 1391’de Kondurca ve
1395’te Terek zaferi ile Altın Orda Hanlığı hızla çöküşe geçti. Toktamış Han’dan (1379-1396)
sonra gelen idarecilerin ülkeye tam anlamıyla hakim olamamaları, nüfuz mücadeleleri, taht
kavgaları, Rus knezliklerinin Lehler ile birlik olarak devamlı surette merkezi rahatsız
etmelerinden dolayı 1502’de Ahmed Han’ın ölümünün ardından tarih sahnesinden silindi.
Altın Orda Hanlığı X. yüzyıldan itibaren hakim olduğu topraklarda İslamiyet’i yaymaya ve
bölgelerin iktisâdî, idârî, dînî, kültürel ve sosyal dokusunda Türk-İslam sentezini oluşturmaya
142
gayret göstermişlerdir. Alimleri ve şairleri saraylarında ağırlayan Hanlar döneminde er-Râzî,
Saadeddin et-Teftâzânî gibi meşhur İslam alimleri Altın Orda’nın başkenti Saray şehrinde
ikamet etmişlerdir.
İdari teşkilatlarını eski Türk idare sistemine göre dizayn eden Altın Orda Hanlığı, zamanla
yerleşik hayatın ilerlemesine bağlı olarak sistemlerinde çeşitli düzenlemelere gitmiştir.
Devletin önemli meseleleri için "kurultay" adı verilen meclisler kurulmuştur. Bu meclislere
bölgelerin emirleri, Hanların hatunları katılır ve serbestçe konuşma ve tartışma imkanı
bulurlardı. Altın Orda Hanlığı’nın getirdiği idari ve kültürel sistemler yıkılışından sonra yerine
kurulan Kırım, Kazan, Nogay, Astrahan ve Sibir Hanlıkları tarafından da takip edilmiştir.
7.4. Timurlular (1405-1507)
Timur, Çağataylıların arasından göç eden Türkleşmiş Moğolların Barlas boyundan gelmiştir.
Timur ailesi kendilerini Cengiz’in soyuna dayandırmaya çalışmış olsa da Timur’un kendisini
bu soya nispet ettiğini gösteren ifadelere yer vermediği kaynaklarda zikredilmiştir. Timur, Türk
unvanlarından “Han” yerine Arap unvanlarından “Emîr” ifadesini kullanmıştır. Kendisi,
“Güregen” ve “Lenk” lakaplarıyla anılmıştır. Güregen (Kralın kayınbiraderi) lakabı, Cengiz’in
prenseslerinden biriyle evlenmesinden dolayı, Lenk lakabı ise bir ayağının aksak olmasından
dolayı verilmiştir.
Timur’un kurduğu devlet, Gurkânî ve/veya Timûriyân adlarıyla anılmıştır. Devletin başkenti
Semerkand’dır. Sınırı ise Anadolu’nun doğusundan başlayıp, Hint kıtasının kuzeybatı
kesimlerine kadar ulaşmıştır. 1370-1405 yılları arasında Orta, Batı ve Doğu Asya’da çeşitli
seferlere çıkan Timur, bölgede hakimiyetini güçlendirirken Altın Orda Han’ı Toktamış üzerine
yaptığı seferler sonucunda bu devletin zayıflamasında ve Rus knezliklerinin güçlenmesinde de
rol sahibi olmuştur.
Timur’un Türkistan'a hâkimiyeti Özbek, Kazak ve Türkmenlerin günümüze kadar ulaşacak
olan tarihlerinin de dönüm noktasını teşkil etmektedir. 1398-1399’da Hindistan Delhi
Sultanlığı’na düzenlediği sefer ile bölgedeki siyasî ve kültürel yapının değişmesinde rol
oynamıştır. 1401’e kadar yapılan dört seferler ile Irak ve Güney Anadolu’yu, 1401-1402’de ise
143
Suriye'yi fethetmiştir. Batı’da yükselen Osmanlı sultanı Yıldırım Bayezid’e karşı giriştiği 1399-
1402 seferinde Sivas, Ankara, Bursa ve çevresini yağmalamıştır. 1402’de meydana gelen
Ankara Savaşı’nda, Sultan Yıldırım’ı mağlup ederek Osmanlı Hanedanlığında on yıl sürecek
olan fetret devrinin başlamasına neden olmuştur. Aynı zamanda bölgede I. Bayezid tarafından
sindirilen beylikleri, kendine bağlı kalmak üzere, yeniden ihya etmiştir.
Timur, 1405 yılındaki Çin seferinden önce eski Türk adetlerine bağlı kalarak devletin
topraklarını oğulları arasında paylaştırmıştır. Buna göre; torunu Muhammed başkent
Semerkand’da tahta çıkarken, diğer torunları Pîr Muhammed ile İskender İran’da, üçüncü oğlu
Miranşah Bağdat ve Azerbaycan’da, en küçük oğlu Şahruh ise Horasan’da yerleşmişlerdir.
Bundan sonra parçalanmış olan devlet yavaş yavaş yıkılmaya yüz tutmuştur. Timur
hanedanlığının son hükümdarı Hüseyn-i Baykara’nın 1507’de Herat’ı kaybetmesiyle
Timurlular tarihe karışmışlardır.
7.5. Safeviler ( 1501- 1722)
Anadolu'da 15. yüzyıl boyunca Osmanlı ilerlemesi devam etmiş Türkmenler de kontrol altına
alınmıştı. Kuruluş döneminde heterodoks zümrelere daha müsamahakar davranan Osmanlı
Devleti, bu sıralarda kontrol etmekte zorlandığı göçebe Türkmen boylarını yasadışı ilan ederek
baskı altına almıştı. İşte bu ortamda Erdebil Safeviye şeyhi İsmail, Azerbaycan’dan Anadolu
içlerine kadar yayılmış bulunan küskün Oğuz-Türkmen boy ve oymaklarını ruhanî otoritesiyle
birleştirerek 1501’de zamanın en güçlü Sünnî Türkmen federasyonu olarak bilinen Elvend
Mirza liderliğindeki Akkoyunlular’dan Tebriz'i ele geçirdi. Bundan sonra İran coğrafyası
üzerindeki hakimiyetini Sünnî Osmanlılara karşı Şiî İran anlayışıyla hareket ederek, hem
taraftar topladı hem de meşruiyet zeminini güçlendirmeye çalıştı. İran’ın bugünkü kabataslak
sınırları ilk olarak Safeviler (1501-1722) çizmişlerdi. Safeviler’in kuruluşu İran coğrafyasında
asırlar sonra istikrar ve birlik anlayışının gelişimi açısından bir ilk teşkil etmektedir. Safeviler
Türklerin boy ve kabilelerinin kurmuş olduğu bir devletti. Safeviler’in Şii kimlikleri Sünnî
Osmanlıya ve Osmanlı devletinin Sünnî grupları muhafaza eden dînî görüntü ve yapısına karşı
bir tepkisi olmakla beraber, Osmanlı devletinin varlığına karşı kendi varlık ve otoritesini
meşrulaştırma gayretini ihtiva etmekte idi. İkinci olarak da Safeviler’in Safeviye tarikatından
144
doğan hareketleri Şah İsmail’e gelene kadar, İran coğrafyasının Şii temayüllerinin gittikçe
artmasına sebep olmuştur.
Bir taraftan Akkyoyunlu devletinin kalıntılarını temizleyen Şah İsmail diğer taraftan da
Osmanlılar ile mücadelelerine devam etmiştir. Doğuda 1503’te Hemedan, 1504’te Şiraz ve
Kirman, 1507’de Şiîlerin kutsal mekanları Necef ve Kerbela, 1508’de Van, 1509’da Bağdat,
1510’da Özbek Şeybani Hanlığının kurucusu Muhammed Şeybani Han’ı hezimete uğrattığı bir
savaş neticesinde Horasan ve Herat şehirlerini ele geçirmiştir. Batı’da ise uzun zamandır Şah
İsmail’in faaliyetlerini yakından izleyen ve onun 1511’de Anadolu’da çıkarttığı Şah Kulu
ayaklanmasıyla ne kadar etkili olabileceğini gören Yavuz Sultan Selim, 1514’te Safevileri
ezmek maksadıyla Doğu Anadolu ve Azerbaycan seferine çıkmıştır. Çaldıran Ovası’nda yapılan
savaş, Osmanlı kuvvetlerinin ezici mağlubiyeti ile İran Safevileri için bir dönüm noktası da
teşkil etmiştir. Zira Safeviler, bu savaşta aldıkları ağır mağlubiyet sonrası ordu
modernizasyonunda Osmanlıları örnek almaya başlamışlardır. Ayrıca bu savaşın hezimetini
unutmayan Safeviler, Osmanlı kuvvetlerine karşı bir daha meydan savaşına girişmemişlerdir.
Fakat Osmanlılarda bu zaferden istedikleri neticeyi alamamışlardır. Öncelikle karşı tarafın da
Müslüman olması askerlerin kaçanları takip etmeye teşviki noktasında sıkıntılar yaratmıştır.
İkinci olarak bölgenin sarp ve engebeli yapısıyla birlikte savaştan alınacak ganimet miktarının
azlığı ve bu zahmet karşısında askerin direnci, Osmanlıların İran coğrafyasına tamamıyla hakim
olmasını daima engellemiştir.
Osmanlıların klasik dönemdeki ikinci seferi ise İran’ın Anadolu’yu siyasi ve dini yönden
rahatsız etmesi üzerine Irak-ı Acem ve Arap, yani 1534 Irakeyn seferidir. Bu seferlerle Irak
toprakları alınarak Basra körfezine ulaşılmıştır. 1553’te yapılan üçüncü sefer ile Tebriz,
Nahcivan, Van ve Erzincan fethedilerek İran Şahı Tahmasb Osmanlı ile anlaşmak zorunda
kalmıştır (Amasya antlaşması-1555).
Safevilerin şüphesiz en ihtişamlı hükümdarı I. Şah Abbas olmuştur (1587-1629). Ordusunu
modernize etmekle işe girişen Şah Abbas, ülkede alevî ulemasının nüfuzunu kırarak merkezî
otoritesini güçlendirmeyi de başardığı gibi Basra körfezine kadar olan bölgeyi hakimiyeti altına
alarak ticaret hacmini de genişletmiştir. Güçlenen otorite ve ordusunun ardından önce Özbekleri
sindirmiş, ardından da Osmanlılardan Trans Kafkasya, Irak-ı Acem ve Bağdat’ı almıştır. Şah
Abbas döneminde Osmanlılarla 17 yıl süren üç farklı tarihte gerçekleşen mücadeleler
Osmanlılar açısından olduğu kadar Safeviler açısından da yıpratıcı olmuştur. Nitekim son
145
mücadele (1623-1639) bugünkü Türk-İran sınırının da aşağı yukarı çizilmesinde etkili olan
Kasr-ı Şirin (1639) antlaşmasıyla ancak sona erebilmiştir. Bundan sonraki Osmanlı-Safevi
siyasi münasebetlerinde mücadeleler devam etmiş olsa da sınırlar aşağı yukarı aynı kalmıştır.
1722’de Mir Veys’in oğlu Mahmud’un komuta ettiği bir Afgan ordusunun doğudan İran’a
girmesi ve başkent İsfahan’ı kuşatıp yağmalaması ve kendisini İran şahı ilan etmesinin ardından
Safevilerin siyasi hakimiyetleri sona ermiştir. 1736-1747 yılları arasında Nâdir Şah bölgede Şiî
Afşar hanedanlığını kurmuş; fakat uzun ömürlü bir devlet inşa edememiştir. 1751’de
Muhammed Kerîm Han tarafından İran coğrafyasında hakim olan Zendler’in hükümetleri ise
sözde hakimiyetleriyle ancak 1794’e kadar devam edebilmiştir. Safevilerin 1722’deki
yıkılışlarının ardından 1779 yılına kadar geçen ara mücadeleler dönemi 1779’da yerini Kaçar
rejiminin hâkimiyetine bırakmıştır. Kaçarlar da Türk’tür. 19. yy. boyunca İran’da hakim olan
bu güç, İran’daki Şiiliğin yerleşmesine ve ulemanın daha da güçlenmesine engel olmamıştır.
Kaçarlar dönemi için zaten merkezi bir otoriteden bahsetmek mümkün değildir. Çünkü
Kaçarlar, gücünü kabile, aşiret ve boylardan almakta idi.
7.6. Kaçarlar (1779-1925)
İran coğrafyasında Kaçar boylarının desteğiyle kurulan bu devlet, bazı alevi grupları da
meydana getiren topluluğun önderidir. Ağa Muhammed’in 1794’te Zendleri mağlup etmesi,
Afşarların İran coğrafyasından sürülmesi, Tahran’ın başkent yapılması (1786) ile uluslararası
siyasette etkin olmaya başlayan Kaçarlar, modern İran’ın da kurucusu sayılırlar.
Feth Ali Şah devrinde Avrupalı güçlerle düzenli diplomatik ilişkiler başlamış, Rus
kuvvetlerinin artan baskısından dolayı da orduda modernize hareketine önem verilmiştir. Fakat
Rusların 1828’deki Türkmençay antlaşmasını imzalamaya mecbur kalmışlardır. Bu da İran’ın
ekonomik ve siyasi yönden kısmî Rus tahakkümüne girmesine sebep olmuştur.
Bugünkü fasit daire Kaçarlar rejimi ile ortaya çıkmıştır. Kaçarlar, otoriteyi bir fetret ve kargaşa
döneminin ardından ele geçirdiler. Fakat rejim hiçbir zaman tam anlamı ile kuvvet bulamadı.
Kaçarlar’ın askeri kanadını Türkmen muhafız güçleri ve Gürcü köleler oluşturmakta idi.
Merkezi idare etkin bir vergi sistemini de oturtamamıştı. İdareleri altındaki bölgeler kabile
reislerinin güç ve rekabet merkezleri idi. İran coğrafyasındaki bu idari boşluk zaman içerisinde
146
Şii ulemanın güçlenmesini sağladı. Şiiler imamın yokluğunda kendilerine hükmeden güçlerin
gayr-i meşru bir otorite olduğuna inanıyorlardı. Bu durum ulemanın devlet yönetimine karşı
etkin bir muhalefet yürütmesinde de etkili olmakta idi. Kaçarlar’ın devlet yönetiminde var olan
zaafları şunlardı:
1. Şiilerin politik teorileri
2. Ulemanın tavrı
3. Aşiretlerin güç dengeleri
4. Batılılaşma ve modernizasyon temayüllerinin başıbozukluğu
5. Yönetimin meşruiyet zemininde hareket edemeyişi.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen Kaçarlar, teknolojik üstünlüğe sahip olan Pehlevî
yönetiminden daha uzun bir süre İran coğrafyasını kontrol etmişlerdir.
Bu olumsuzlukların yanında ekonomik savurganlık, aşırı dış borçlanma, İran coğrafyası
üzerinde devam eden dış menşeli mücadeleler, I. Dünya savaşının ağır yaraları sonunda
Kaçarların otoritesinin zayıflamasına ve Rıza Pehlevî’nin 1925’teki askerî darbesiyle
yıkılmasına sebep olmuştur.
147
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Türklerin İslam dinini kabul etmelerinin ardından, geldikleri bölgelerde kendi devletlerini ve
otoritelerini kuran Türk-İslam devletleri, bir taraftan İslam’ın yayılması için gayret ederken bir
taraftan da Türk-İslam sentezinde medeniyet ve kültür öğelerinin gelişmesine katkıda
bulunmuşlardır. Bu amaçla kurulan Eyyûbîler (1171-1462), Memlûkîler (1250-1517), Orta
Asya ve Rus steplerindeki Altın-Orda Hanlığı (1241-1502), Timurlular (1405-1507), itikâdî
açıdan Şiî mezhebini benimsemiş olan Safevîler (1501-1722) ve Kaçarlar (1779-1925) hakim
oldukları bölgeleri uzun yıllar korumaya ve İslâmî öğeleri yerleştirmeye çalışmışlardır.
148
Bölüm Soruları
1) Aşağıdakilerden hanhisi Eyyubiler’in yönettiği bölgelerden değildir?
a) Filistin
b) Mısır
c) Yemen
d) Hindistan
e) Kuzey Afrika
2) Tarihçiler Eyyubiler’in devletleşme sürecini ve kendilerini göstermelerini .................
seferi ile bağlantılandırmaktadır.
3) Selahattin Eyyubi ............ yılında .............’da vefat etmiştir.
4) Memlükler ...................... yılları arasında hüküm sürmüştür.
149
8. HİNDİSTANDA MÜSLÜMAN DEVLETLER
150
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
Hint coğrafyası, güneyinde Hint Okyanusu, batısında Umman Denizi ve doğusunda Bengal Körfezi'nin bulunan ve deniz kıyısı 7.517 kilometre uzunluktan olan, batısında Pakistan, kuzeydoğusunda Çin Halk Cumhuriyeti, Nepal ve Butan ve doğusunda Bangladeş ve Myanmar ülkeleri ile çevrili olan bölge olup, Sri Lanka, Maldivler ve Endonezya'ya çok yakındır. Hindistan coğrafyası çok kültürlü ve dinli bir bölgedir. Müslümanlar daha ilk zamanlardan itibaren bu coğrafya ile ekonomik ve siyasi münasebetlerde bulunmaya başlamışlardır. Günümüze kadar gelen çeşitli ilmî, dinî, mimarî ve ekonomik faaliyetler ve yapılarıyla bu coğrafyanın gelişmesinde özellikle Müslüman Türk toplulukları büyük rol oynamışlardır. Bu amaçla da bu ünitenin başlığı altında İslamiyet’in Hindistan coğrafyasında yayılış süreci, Hindistan ve civarında kurulan çeşitli Türk-İslam hanedanlıkları ve bunların teşkil ettiği kültürel unsurlar üzerinde durulmaktadır
151
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1. Müslümanlar Hindistan’a ilk olarak ne zaman ulaşmışlardır?
2. Kalıcı olarak Hindistan’a sefer düzenleyen ilk Türk devleti kimdir?
3. Babürlüler’in İngilizler’le olan ilişkilerini nasıl değerlendirmeliyiz?
4. Türk Kültürü kurulan devletler bağlamında Hindistan’ı ne kadar etkilemiştir? Buna dair hangi örnekleri verebiliriz?
5. Türklerin Hindistan’da uzun süre kalmalarındaki sebepler hangileridir?
152
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği
Hindistan’da Türk-İslam hakimiyetinin ilk olarak
Gazneliler tarafından kurulduğunu bilir.
Babürlüler’in bölgeye kültürel bakımdan önemli etkiler bıraktığını ifade eder.
Delhi Türk Sultanlığı ve Babürlüler hakkında bilgi sahibi olur.
Babürlüler’in bölgeyi uzun süre İngiliz sömürgeciliğinden koruduklarının bilincinde olur.
Tac Mahal’in sanatsal/mimari özellikleri itibariyle üstün bir yapı olduğunun farkında olur.
153
Anahtar Kavramlar
İslamiyet, Hindistan, Babürlüler, Şah Cihan, Tac Mahal, İngilizler.
154
Giriş
Çeşitli dillerin ve dinlerin yaşadığı kadim medeniyet merkezlerinden olan Hindistan, Türklerin devlet kurdukları coğrafyalardandır. İslâm öncesinde Ak Hunlar bölgede Türk hâkimiyetini temsil etmişlerdir. İslâmiyet, Hindistan’a Emevîler zamanında gelmiş, Gazneliler ile de Türk-İslâm hâkimiyeti kurulmuştur. Bu hanedânın mensupları bölgede İslâmiyet’in yayılması ve İslâm medeniyetinin yerleşmesi için büyük çaba harcamışlardır. Biz burada, bu kitapta Gazneliler başlı başına bir ünite olarak işlendiğinden, Türk-İslâm hâkimiyetini XIX. yüzyıl ortalarına kadar sürdüren Delhi Türk Sultanlığı ve Babürîleri ele almakla yetineceğiz.
155
8.1. İslâmiyet’in Hindistan’da Yayılışı
İslamiyetin büyük bir hızla yayılmaya başladığı Hz. Ömer döneminde doğuya yapılan seferlerle Hindistan’ın batısını oluşturan Sind bölgesine kadar ulaştı. Bu ilk seferlerin ardından daha kalıcı fetihler dönemi başladı ve 685 yılında Afganistan’ın başkenti Kabil alındı. Haccâc dönemine tesadüf eden 713 yılında Muhammed b. Kasım es-Sakâfî, Sind bölgesinin tamamını ele geçirdi.
Ülkenin kuzeybatısından yapılan bütün bu seferler geçici oldular ve Hindistan’da idarî bir yerleşimi beraberinde getirmediler; ama halkın İslamlaşması yönünden bir başlangıç oldu. Ayrıca Arap denizcileri Hindistan’ın Uman Denizi sahillerindeki şehirlerle ticari münasebetler kurmuş ve daha hicrî 1. asırda İslâm’ın yayılmasında önemli katkıda bulunmuşlardı.
Hindistan’a İslam’ı idarî bir güç olarak yerleştiren hiç şüphesiz Gazneliler’in kurucusu Sultan Mahmud (ö.1032) oldu. 997’de Afganistan’ın Gazne şehrini payitaht merkezi yapan Sultan Mahmud 1001-1026 yılları arasında Hindistan’a toplam 17 sefer düzenledi. Seferlerinin ilkini
15.000 askerle Pencap’a, sonuncusunu ise Gucerat’a yaptı. 1008 yılında bütün Hint rajaları Sultan Mahmud’a karşı birleştilerse de yaptıkları savaşta yenildiler. 12. yüzyılın sonunda Gazneli hanedanına son veren Gûrîler’in kurucusu Afganlı Muîzüddin Muhammed
Hindistan’ın Ganj vadisini ve Bangladeş’i ele geçirerek bölgede İslam’ın yayılmasını devam ettirdi.
Kısa zamanda Gazne, Multan, Sind, Lahor ve Delhi gibi önemli yerler onun hâkimiyetine geçti. 1198 yılında 120.000 askerden oluşan ordusuyla 300.000 kişilik Hint ordusunu yendi. Delhi’yi ele geçiren ilk Müslüman devlet adamı oldu ve buraya Hindistan Türk hanedanlarının ilki olan Memlûk hanedanın kurucusu Kutbeddin Aybek isimli komutanını vali tayin etti. Diğer komutanı Muhammed İbn Bahtiyar’ı ise Ganj vadisine gönderdi ve burayı ele geçirdi. Ardından Bihar eyaletine geçerek buradaki Budizm geleneğine yok edici darbeyi vurdu. Bengal’i ise herhangi bir direnişle karşılaşmadan elde etti. 1206 yılında Muhammed Gûrî, Lahor’u ele geçirdikten sonra Gazne’ye dönerken bir İsmâilî tarafından öldürüldü. Erkek çocuğu olmadığı için Türk soylu askerlerine evladı gibi davranıyor ve onları önemli görevlere tayin ediyordu. Bunlardan birisi de Delhi’ye vali tayin ettiği Kutbeddin Aybek idi ve Muhammed Gûrî’nin vefatı üzerine kendi bağımsızlığını ilan etti.
8.2. Hindistan Türk Sultanlıkları
Gazneli Mahmud ve Muhammed Gûri zamanında Orta Asya’dan getirilen Türk askerleri
zamanla Hindistan’ı kendilerine vatan edindiler ve burada asırlarca sürecek olan hanedanlar
kurdular. 13. yüzyılın başından 19. yüzyılın sonuna kadar Hindistan’da çok sayıda İslam devleti
kuruldu. Bunların ilki Delhi Sultanlığı olup sırasıyla buraya hâkim olan beş hanedanın
idaresinde kaldı. Birincisi Memlûk hanedanı olup kurucusu Kutbeddin Aybek idi ve onun
kurduğu devlet 1206-1290 yılları arasında hüküm sürdü.
156
Bangladeş ve Hindistan’ın orta bölgeleri bu dönemde Delhi’ye bağlandı. Kendisinden sonra bu
hanedanın diğer iki önemli sultanı 1211-1236 yılları arasında tahtta oturan Şemsüddin İltutmuş
ve 1266-1287 yılları arasında hüküm süren Balbân idi.
Delhi’de kurulan bir diğer önemli hanedanlık ise 1175 ve 1192 yılları arasında Gurlu
Muhammed önderliğinde Uç, Multan, Peşaver, Lahor ve Delhi gibi merkezlerin ele
geçirilmesiyle teşekkül eden Gurlu Hanedanlığı’dır. 1206’da Gurluların ordusunda yer alan
Türk bir general olan, Delhi'yi fethetmiş Kutbettin Aybek bağımsızlığını ilân ederek bu
hanedanlığın ilk basamağını teşkil etmiştir. Gurlulara ait yazılı kaynakların birçoğu günümüze
ulaşamamış olsa da sanat ve edebiyatta oldukça ileri gittikleri tahmin edilmektedir. Horasan'da
gördükleri mimarîye ait tarzları hakimiyet kurdukları Hindistan topraklarına uyarlamışlardır.
Delhi’de kurulan üçüncü hanedan ise Celâlüddin Fîrûz’un kurduğu Halacîler olup 1290-1320
yılları arasında 40 yıl Delhi Sultanlığı’nı idare etti. Halacîler, uzun yıllar önce Afganistan'a
yerleşmiş bir kabileden gelen Türk kökenli bir topluluk olup, diğer unsurlarla
melezleşmişlerdir. Halacîlerin üç hükümdarı da güneydeki Hindu topraklarını ele geçirmeye
çalışmıştır.
İlk Halaci hükümdarı Firuz Şah, bir grup soylunun desteğiyle son Kölemen hükümdarı
Keyûmers'i devirerek başa geçmiştir. Afgan olduğu gerekçesiyle halk arasında sevilmediği için,
uzun süre başkente girmeye cesaret edememiş ve Hindu egemenliğindeki Dekkan'a bir sefer
düzenleyerek Elliçpur'u ve hazinesini ele geçiren damadı Cuna Han tarafından öldürülmüştür.
Bundan sonra Cuna Han, Aleaddin adıyla 20 yıl boyunca otoritesini tesis etmeye çalışmıştır.
Dördüncü Türk Sultanlığı ise 1320’de Celâlüddin Tuğluk tarafından kurulan ve 1412 yılına
kadar devam eden Tuğlûk Hanedanlığı’dır. Ayrıca bu döneme tesadüf eden 1350 yılında İbn
Battûta da Hindistan’ı ziyaret etmiştir.
1356 yılında Bağdat’taki Abbasi halifesi Hindistan’ın hâkimi olarak Fîrûz Şah Tuğluk’u tanıdı.
Güneyde ise Delhi sultanlığına muhalif olan Afgan asıllı Alâeddin Behmân tarafından
Behmâniler devleti kuruldu. 1470 yılında Vijayanagara Hindu krallığını yıkarak merkezleri
Goa’yı aldılar. Bu devlet 1518’de beş ayrı idareye ayrıldı ve bunlara Dekan Sultanlıkları adı
verildi.
1414-1451 yılları arasında Hızır Han Seyyîd’in kurduğu Seyyîdler hanedanı ve son olarak da
yine Afgan asıllı Behlûl Lûdî’nin kurduğu Lûdîler hanedanı 1451-1526 yılları arasında bölgeye
hakim oldu. Bu döneme tesadüf eden 1486 yılında Keşmir bölgesi de Müslümanlar’ın idaresine
157
girdi.
Delhi’de kurulan bu hanedanlıklar döneminde Hindistan’ın güneyindeki Vijayanaraga isimli
Hindu krallığı hariç ülkenin tamamı Müslüman tarafından ele geçirilerek idare edildi. Dekkan,
Gucerat, Malva ve Bengal’de kurulan müstakil idareler hariç bugün Pakistan toprakları da dahil
olmak üzere hepsi Delhi sultanlığının kontrolündeydi. Bağdat merkezli Abbasî halifeliğiyle
manevî bağlılıkları dışında irtibatları yoktu. Hindistan yerlilerinden İslamiyet’i kabul etmeyen
diğer din sahiplerine cizye vermeleri karşılığında inançlarını serbest yaşama hakkı verildi. 1221
yılında Cengiz Han’ın Delhi ve çevresini istilasına karşı korudular; ama 1398 yılında
Timurlenk’in bu şehri yağmalamasını engelleyemediler. Kâbil’i kendisine payitaht yapan ve
Çağatay Türklerinden olan Babür Şah’ın kurduğu Babürlüler devleti 1526 yılında son Delhi
Sultanı İbrahim Lûdî’nin ordusunu yenerek Hindistan’ın yeni hâkimi oldu. Babür Şah İslam
dinine sadakatle bağlılığı kadar Türk kimliğinin yaşatılmasına da öncelik verdi. Bu devlete
Mongol veya Moğol denmesi Babür Şah’ın anne tarafından Cengiz soyundan gelmesiyle
alakalıdır. Babür’den sonra Hindistan’da hüküm süren sultanlar içinde iki asır Babürlü devletini
idare eden Hümâyun (1530-1556), Celâleddin Ekber Şah (1556-1605), Nureddin Cihangir
(1605-1627, I. Şah Cihan (1628-1657) ve Nâsırüddin Muhammed Şâh (1719-1748) gibi
hükümdarlar öne çıkan isimler olmuşlardır.
Özelikle Ekber Şah kendisinden önce Müslüman olmayanlardan alınan cizyeyi kaldırması ve
bir Hindu prensesle evlenmesiyle dikkatleri üzerine çekti. Kurân-ı Kerim, İncil ve Hindu
metinlerini Din-i İlahî adıyla birleştirmeye teşebbüs etti. Kendisinden önce mahalli
sultanlıkların eline geçen yerlerden Melva (1560), Gucerat (1572), Bengal (1576), Kabil
(1581), Keşmir (1586), Bijapur (1589), Sind (1591), Orissa (1592), Kandehar ve Belûcistan
(1595) ve son olarak Ahmedinagar’ı (1599) yeniden Delhi’ye bağladı. 1707 yılında Babürlüler
devleti her ne kadar parçalanmaya başlamışsa da 150 yıl daha varlığını muhafaza etti. 29 Eylül
1719’da hükümdarlığa geçen Nâsrıüddin Muhammed ile yeniden toparlanan Bâbürlüler,
Türkmen Reisi Nâdir Şah’ın 1738’de Kâbil’i ve 1739’da da Delhî’yi işgal edip
yağmalamalarına engel olamamışlardır. Bu tarihten sonra da Türkmenler ile mücadele devam
etmişse de tam bir netice alınamadığı gibi 1748’de Nâsırüddin Muhammed’in oğlu Ahmed Şâh
Dürrânî’nin başında bulunduğu ordusu Abdalîler tarafından hezimete uğratılmış ve Ahmed Şâh
bu savaşta ölmüştür. Nâsırüddin’in ölümünden sonra ise Bâbürlüler hızla çöküşe girmişlerdir.
II Bahadır Şâh döneminde artan İngiliz baskısı ve 1858’de Şâh’ın Birmanya’ya Rangun’a
sürgün edilmesiyle Bâbürler tarihe karışmışlardır.
158
Osmanlı Devleti ile Babürlüler döneminde sağlanan dostane ilişkiler giderek gelişti ve özellikle
İstanbul’dan Hindistan’a giden mimarlar bu ülkede büyük sanat eserlerinin inşasında görev
aldılar. Hintli Müslümanlar Osmanlı halifesine bağlılıklarını 20. yüzyıla kadar devam ettirdiler.
Özellikle Osmanlı Devleti’nin uluslararası ilişkilerine daima en büyük desteği verdiler. 1877-
78 Osmanlı Rus Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’na büyük oranda maddi katkıda bulundular. Hatta
İngilizlerin buradan Hint Okyanusu’ndaki Moritus adası ve Güney Afrika başta olmak üzere
diğer sömürgelerine götürdükleri Hint asıllı Müslümanlar da güçleri nispetinde yardımda
bulundular. Buna karşılık Osmanlı Devleti de onların İngiliz sömürgeciliğinden fazla zarar
görmemesi için büyük gayret göstermiştir. Bâbürlülerin kültürel ve ilmî hayata da önemli
katkıları olmuştur.
8.3. Hindistan’da Türk-İslam Hâkimiyeti ve Batıyla Münasebetler
Hint medeniyeti dünyanın en eski medeniyetlerinden birisi olarak kabul edilmektedir. Geçmişte
büyük ticaret yollarının kavşağı konumundaydı. M.Ö. dokuzuncu yüzyıla kadar uzanan bir
tarihî geçmişe sahiptir. Ancak Hindistan’ın en iyi bilinen tarihi M.Ö. 1000’li yıllarda ülkenin
önemli kısımlarını fetheden Müslümanların dönemine rastlamaktadır. Özellikle Orta Asya’dan
gelen Türklerin kurdukları ve Gazneliler ile başlayıp Gûrlular ve Delhi Sultanlığı ile devam
eden İslâmî dönem Babürlüler ile doruğa ulaşmıştır. Bu dönemde en etkili ikinci unsur
Türklerle müşterek hareket eden Afganlılar oldu.
1001 yılından 1858 yılına kadar yaklaşık dokuz asır Hindistan’a hükmeden Müslümanlar bu
geniş topraklarda İslâm medeniyetinin önemli örneklerini bıraktılar. Bu dönemde Vijayanâgara
gibi Hindu inancına sahip ve belli bir dönem hâkimiyetini devam ettirebilen küçük bir krallık
dışında bugünkü Pakistan, Afganistan, Nepal ve Bangladeş isimli ülkeler de dahil tamamı Delhi
merkezli Hindistan Türk hanedan devletlerinin idaresinde kaldı.
Tarih boyunca son derece göz kamaştıran bir medeniyete sahip olan Hindistan’a gelen ilk
Avrupalılar seyyahlar oldu. 16. yüzyılın başında Afrika’nın güneyindeki Ümitburnu’nu
donanmalarıyla dolaşmaya başlayan Avrupalı devletlerden Portekizler, Hollandalılar,
Fransızlar ve İngilizliler bu bölgeye akın etmeye başladılar. Kısa zamanda Hindistan’ın sahil
şeridinde birbirlerine rakip ticarî koloniler oluşturdular. Ülkede yaşanan iç kargaşaları fırsat
bilerek içlerinden kendilerine müttefikler edindiler ve 17 ve 18. yüzyıllarda Hindistan’ı
159
yakından tanıdılar. Özellikle Portekizliler, ülkenin batısındaki Goa limanına daha 16. yüzyılda
demir attırdığı donanması sayesinde Uman denizi ve Hint Okyanusu çevresinde yer alan
ülkeleri sömürgeleştirmeye başladı.
Her ne kadar Mısır’daki Memluklular bu gelişme karşısında Osmanlılardan aldıkları destekle
Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’nda onların karşısına çıkarak mücadele ettilerse de başarılı
olamadılar. 1517 yılında Mısır’ı Memluklulardan alan Osmanlı Devleti derhal onlardan
devraldığı donanmayı güçlendirerek Hint Okyanusu’nda Portekizlilerin karşısına çıktı.
Memluklularla başlayan Hindistan ile münasebetler yeni dönemde daha da gelişti ve karşılıklı
işbirliğine dönüştü.
Portekizliler Osmanlılar yüzünden bölgede tek güç olma özelliğini kaybettiler. Bunların
zafiyetinden istifade eden diğer Avrupalı sömürgeci devletlerden İngiltere ve Fransa ile birlikte
Hollanda da bu bölgeye göz diktiyse de bu koskoca ülke ve çevresi İngiltere’nin sömürgesi
oldu. İngilizler 1612 yılında ilk ticaret tezgâhlarını Gucerat eyaletindeki Surat’ta kurdular. 17.
yüzyıl içinde Doğu Hindistan İngiliz Şirketi (East India Compagny) Bombay, Medras, Kalküta
gibi şehirlerde de mahalli idarecilerin himayesinde yeni ticaret tezgâhlarına sahip oldular.
Yine 1835 yılında bu ülke çocuklarına eğitim verme amacıyla okullar açtılar. Bu arada bölgede
başka Avrupalı rakip istemedikleri için Hollandalıların daha önce ele geçirdikleri yerleri 1845
yılında onlardan satın aldılar. 1850’li yıllara gelince bu imtiyazlarını ülkeyi sömürgeleştirecek
girişimlere çevirdiler. 1858 yılında ise Hindistan’ı sömürgeleri ilan ettiler. Ancak Hindistan
halkının çoğunluğunu oluşturan Hindular da ülkenin dokuz asır idaresinde bulunduran
Müslümanlar gibi İngiliz sömürgeciliğini hiçbir zaman benimsemediler ve toplam 90 yıl süren
bu dönem bağımsızlık hareketlerinin mücadelesiyle geçti. Bu hareketlerin en önemlilerinden
birisi 1906 yılında kurulan ve bugünkü Pakistan devletinin Hindistan ayrılarak müstakil devlete
dönüşmesini sağlayan İslam Birliği’dir (All Muslim Leauge).
1920’li yıllarda Mahatma Gandi kurduğu Kongre Partisi ile İngiliz sömürgeciliğine karşı
bağımsızlık mücadelesi iyice yükselişe geçti. İslam Birliği 1940 yılına kadar Hindu-Müslüman
birlikteliğinden yana tavır sergilemişse de Hinduların üzerlerinde büyük bir güç
oluşturacaklarından çekinerek Pakistan ve Bangladeş’i içine alan bağımsız bir İslam Devleti
kurulmasını sağladı. Ancak Hindistan hemen her tarafında büyük bir Müslüman nüfus vardı ve
bunların her iki devlete de gitmeleri mümkün değildi. Bunlardan Hindistan Müslümanlarının
üçte ikisi yeni devletlerin tebaası olarak ayrılsa da diğer kısmı Hindularla birlikte varlıklarını
160
sürdürmeden yana tavır koydular.
8.4. Kültür ve Medeniyet
M.Ö. 2700 yılında İndüs Vadisi’nde doğan Hint kültürü dünyanın en eski kültürlerinden
birisidir. Aryan ırkının M.Ö. 1000’li yıllarda yerleştiği Ganj vadisi, ardından Bengal bölgesi
aynı şekilde onların getirdiği kültürden etkilendi. Buda’nın M.Ö. 566’da, Caynizm’in kurucusu
Mahavira’nın 528’de Hindistan’da doğmaları bu ülkenin kültürel zenginliklerinden kabul
edilmektedir. Pers imparatoru Birinci Daryüs’ün M.Ö. 518’de İndüs vadisine sefer düzenleyip
üç yıl elinde tuttuğu dönemde ve Büyük İskender’in M.Ö. 327’de Pencap’a yaptığı seferlerle
Avrupa ve Ortadoğu bölgesi kültürleri Hindistan’da önemli izler bıraktı. M.S. 50 yılında
Hrıstiyanlığı yaymak üzere havarilerden Aziz Thomas’ın, 189 yılında ise İskenderiye piskoposu
Pantaneus’un Hindistan’a geldikleri ama bu dini yaymayı başaramadıkları bilinmektedir. Farklı
milletlerin yaşadığı Hindistan’da çok çeşitli kültürlerin izleri her yerde görülmektedir. Özellikle
Babürlüler döneminde yüksek bir seviyeye ulaşan İslam sanatı ülkenin mimarî bakımdan
zengin bir kültüre sahip olmasını sağlamıştır. Delhi Sultanlığı döneminde Kutbeddin Aybek’in
1193 yılında inşa ettirdiği Agra’daki Kuvvetül-İslam Camii ve Kutub Minar adıyla bilinen
minaresi, Babürlüler döneminde ise Delhi Camii (1644-48), Agra Camii (1648), Hümâyûn
Türbesi (1570), Agra’daki Ekber Şah’ın Türbesi (1614), dünya kültür mirasları arasında önemli
bir yeri olan ve Şah Cihan’ın Mümtâz Mahal adıyla bilinen eşi Ercümend Banu adına Osmanlı
mimarı Mehmed İsa Efendi’ye yaptırdığı Tac Mahal (1630-47), Evrengzîb’in Delhi’de
yaptırdığı Muti Mescid (1659) ve Dekkan’da hüküm süren Tippu Sultan için inşa edilen
Mümbâz Türbesi bunlardan sadece birkaç tanesidir. Müslümanlar Hindistan’ın her köşesini
camilerle, saraylarla, kalelerle ve türbelerle süslemişlerdi.
Hindistan topraklarının İslamlaşmasında büyük rol oynayan Türk-İslam devletleri bölgedeki bu
mimârî faaliyetlerinin yanı sıra eğitim alanında da önemli gelişmelere katkıda bulunmuşlardır.
Hindistan’a yaklaşık dokuz asır hükmeden Müslümanlar İngiliz sömürgeciliği ile birlikte her
ne kadar iktidarı ellerinden kaybetmişlerse de Endülüs’te olduğu gibi tamamen yok
edilemediler. Pakistan ve Bangladeş’in ayrılmasından sonra da ülkenin kaderinde söz sahibi
olmak için mücadele ettiler. Ne var ki bugün eğitimde, iktisâdî hayatta ve diğer alanlarda
geçmişte olduğu kadar ağırlıklarını hissettirememektedirler.
161
162
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Günümüz Hint coğrafyasına Müslümanların ilk fetih hareketleri Hz. Ömer devrinde başlayıp,
Emevilerin en muktedir valisi Haccâc zamanında devam etmiş olsa da kalıcı fetihler Gazneli
Mahmûd devrinde gerçekleşmiştir. O, gerçekleştirdiği on yedi sefer sonucunda Sind, Lahor,
Delhi, Mutlan gibi önemli mevkileri İslam nüfuzunun altına almayı başarmıştır.
Müslümanlar Hint coğrafyasıyla M.S. 12. yüzyıldan itibaren bölgeyle yakından
ilgilenmişlerdir. Bu amaçla Ganzeliler, Gurlular, Delhi Sultanlıkları ve Babürler bölgede
hakimiyet kurmuşlardır. Osmanlılarında 16. yüzyıldan itibaren yakından ilgilendikleri bu bölge
yavaş yavaş İngiliz hâkimiyetine girmiş ve 1858 yılında kesin olarak İngiliz sömürgesi
olmuştur. Fakat İngiliz sömürgesini kabullenemeyen Müslüman ve Hindular sürekli
bağımsızlık hareketlerine girişmişlerdir. Bunlardan en başarılısı Mahatma Gandi’nin hareketi
olmuştur.
Hindistan topraklarında hüküm sürmüş olan Türk-İslam devletleri bölgenin İslamlaşmasının
yanında, mimarî, ekonomik, siyasi alanda da pek çok önemli girişimlerde bulunmuştur.
163
Bölüm Soruları
1. Hindistan’a ilk fetihler Hz. Ömer zamanında başlamıştır. (d) (y)
2. Hindistan’daki Türk İslam hakimiyeti Gazneliler döneminde sağlanmıştır. (d) (y)
3. Tac Mahal………………..Devleti zamanında………………………….tarafından ………………………..ı için yaptırılmıştır.
4. Babürlüler …………………yılında ……………………tarafından kurulmuştur ve ………………yılında……………………..tarafından yıkılmıştır.
5. Hindistan’da hangi Türk devletleri kurulmuştur?
164
Bölüm özellikleri
Başlangıcında küçük bir beylik olan Osmanoğulları’nın devletleşerek üç kıtaya hakim olması hem Türkler hem de Müslümanlar açısından oldukça önemlidir. Osmanlıların kuruluş devresinde meydana gelen önemli hadiseler ve savaşlar iyi bir şekilde bilinmeden Osmanlı Devleti’nin diğer dönemlerinin anlaşılması mümkün değildir.
165
9. OSMANLI DEVLETİ ( KURULUŞ DÖNEMİ)
166
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
Bu ünitede Osmanlıların beylik halinde kuruluşları, bağımsızlıklarını kazanarak devlet sürecine
geçişleri ve bu sırada Osman Bey, Orhan Bey, I. Murad, Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed ve
II. Murad’ın siyasi ve askeri faaliyetleri üzerinde durulmuştur.
167
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
Osmanlılar nasıl ve ne zaman kuruldu?
Fetret devrinde meydana gelen hadiseler nelerdir?
Osmanlı askerî teşkilatının (Yeniçeriler) kuruluşu hakkında bilgi veriniz.
168
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği
Osmanlı Devletinin kuruluş devresini öğrenme
Devletin yükselişi ve sukûtunun nasıl gerçekleştiğini daha iyi kavrama
Osmanlıları siyasî, ekonomik ve askerî açıdan kavrama
169
Anahtar Kavramlar
Osman Bey, Orhan Bey, I. Murat, I. Beyazıd, Çelebi Mehmet
170
Giriş
Türk tarihi başlangıcından günümüze kesintisiz devam eden siyasi bir meceraya sahiptir. Orta Asya steplerinde uzun yıllar yaşayan ve devletler kuran Türk kabileleri, kendilerine yurt ve hayvanlarına otlak aramak için yaşadıkları ana vatanı terk etmişlerdir. Bu toplulukların bir kısmı Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa içlerine girerken bir kısmı da İran ve Kafkas coğrafyası üzerinden Anadolu çevresine yerleşmişlerdir. Büyük Selçukluların Bizans ile olan mücadeleleri sonunda Malazgirt zaferiyle Anadolu kapıları Türklere açılmış ve günümüze kadar Anadolu toprakları üzerinde çeşitli hanedanlıklar kurmuşlardır. İşte bu göç ile Anadolu’nun uç boyları arasında yerini alan, Oğuzların Kayı Boyu’ndan olan Osmanlı hanedanlığı Anadolu ve çevresinde 620 yıl boyunca devam edecek olan Türk-İslam hâkimiyetinin baş mümessili olmuştur.
Anadolu’nun Söğüt ve Domaniç taraflarına yerleşen Osmanlı Beyliği’nin kuruluşu sırasında Balkanlarda Bulgar ve Macar Krallıkları, Eflak ve Boğdan Prenslikleri, Sırp ve Rum Despotlukları bulunuyor ve Bizans ile sürekli mücadele ediyorlardı. Anadolu’da ise birbirinden bağımsız küçük beyliklerin kurmuş olduğu devletçikler bulunuyor, Moğol baskısı ve nüfuzu devam ediyor, Bizans’ın Tekfur denilen valileri beylikler arasında sürekli kargaşa çıkartıyordu. Trabzon taraflarında Pontus Rum Devleti yer alırken Akdeniz ve Ege kıyıları ise Ceneviz ve Venedik şehir devletleri koloniler halinde bulunuyordu.
Osmanlıların kurulduğu sırada Anadolu ve Balkanlardaki karışık ve merkezi güçten yoksun
bir siyasi ortamın olması, Osmanlıların fethettikleri yerlerde -özellikle Balkanlarda-
istimalet politikasını etkin bir şekilde kullanmaları, Anadolu beylikleri ile yorucu mücadelelere girmeden daha çok Bizans’a karşı gaza ve cihadı tercih ederek diğer beylikler
nezdinde itibar ve nüfuzlarını artırmaları, stratejik konumu, tekfurlar arasındaki mücadelelerden faydalanması, merkeziyetçi sistemin etkili bir şekilde uygulanması, doğudan gelen Türkmen boylarının katılmasıyla ordu ve nüfus açısından kısa sürede
güçlenmeleri gibi sebepler Osmanlı beyliğinin güçlenmesine katkıda bulunan bir dizi etkiler arasında sayılabilir.
Osmanlı Devleti’nin genel karakteristiği şunlardır:
- Devletin baş yöneticisi padişahtır.
- Şerî hukuk esas olup, ona tabi olan örfî hukuk da devletin yasa ve yürütme şekillerini
belirlerdi.
- Bir hanedanlığın hüküm sürdüğü en uzun ömürlü devlettir.
- Üç kıtaya yayılmıştır.
- Kesin olarak Anadolu Türk-İslam birliğini sağlamıştır.
- Fatih’ten itibaren yönetim merkezi İstanbul olmuştur.
- Yavuz Sultan Selim’den itibaren padişahlar “halife” ünvanı da almıştır.
- Müslüman olmak şartıyla padişahlık hariç en üst makamlara kadar çıkmak mümkündür.
171
- Padişahların yetkileri sınırsız değildir.
9.1. Osman Bey Devri (1302-1324)
Osman Bey’in babası Ertuğrul Gazi 1281’de vefat ettiğinde üç oğlu hayatta idi: Gündüz, Saru Yatı (Savcı) ve Osman Bey. Osman Bey daha babası hayatta iken onun vekilliğini yapmaya başlamış ve cesareti, atılganlığı, yönetim kabiliyeti ile kardeşlerinin en küçüğü olmasına rağmen onlar arasından sivrilmiştir. 1257 senesinde doğduğu tahmin edilen Osman Bey, bu özelliklerinden dolayı 1281 senesinde beyliğin başına geçmiş ve 1324 yılına kadar beyliği yönetmiştir.
Osman Bey, beyliğin başına geçtiği dönemlerde Anadolu Selçukluları, Moğollar ve Bizans tekfurları ile iyi geçinmeye gayret göstermiştir. Anadolu Selçuklarına karşı başlatılan Türkmen isyanları ile Sülemiş’in isyanı sırasında bölgede oluşan idare boşluğundan faydalanmak isteyen kendisi aleyhinde faaliyete başlayan İnegöl tekfuruna karşı harekete
geçen Osman Bey, ilk olarak İnegöl yakınlarındaki Kulaca Hisar’ı fethetmiştir. Ardından 1286 senesinde Domaliçbeli’nde Osman Bey ile Bizans tekfur güçleri arasında ilk ciddi savaş vuku bulmuştur. 1288 senesinde Karacahisar Kalesi’nin Osmanlı beyliğine katılmasıyla beyliğinin burası ilk merkezi yapılmış ve fetih hareketleri buradan sürdürülmeye başlamıştır. Osman Bey’in bu fethinden sonra kendisine bir gaza alanı açılmış ve Osman Bey, Selçuklu Sultan’ının sancak sahibi bir Gazi Bey mertebesine yükselmiştir. 1299’da Bilecik ve Yarhisar, 1301’de Yenişehir ve Yund Hisar fethedilmiştir.
Yenişehir’in fethedilmesinin ardından bölgenin güvenliğini sağlamayı amaçlayan Osman Gazi, 1302’de İznik’i kuşatma altına almıştır. Durumu haber alan Bizans merkezi derhal bir
ordu hazırlamış ve bu ordunun başına Heteriarch Mouzalon’u geçirmiştir. Yaklaşık olarak iki bin piyadeden oluşan Bizans ordusu İstanbul’dan gelen askerler, Rumlar, tekfurların kuvvetleri ve paralı askerlerden müteşekkildir. Bizans ordusunun kendi üzerine geldiğini öğrenen Osman Gazi, kuşatmayı kaldırarak düşmanı karşılamak üzere harekete geçmiş ve önce Koyunhisar sonra da Yalova’da iki ordu muharebeye girişmiştir. Bizans ordusundaki Alanlar ile Rumlar arasındaki çekişmeyi değerlendiren Osmanlılar bu mücadeleyi
kazanmışlardır. Bu savaş (1302-Bapheus Savaşı) ile Osmanlı beyliği resmen kurulmuştur.
Osman Gazi döneminde Bizans’ın Sakarya, Bursa ve İznik ile bağlantısının kesilmesi için uzun süreli abluka hareketi başlatılmıştır. Fakat dönem itibariyle yeterli güce ulaşamamış olan Osmanlı kuvvetleri bu büyük kaleleri ancak Orhan Bey döneminde ele geçirebilmiştir. Bu dönemde Bizans tekfurlarına karşı girişilen seferler ile Bizans’ın merkezi psikolojik olarak baskı altına alınmış, bölgedeki Türk-İslam varlığı pekiştirilmiş, gazaya katılmak isteyen çeşitli Türkmen boylarının en önemli sığınak yeri Osmanlı Beyliği olmuştur. Bundan sonraki tarihlerde bu durum artarak devam edecektir. Osman Bey 1324 yılında vefat etmiştir. Kaynaklarda faziletli, cesur, atılgan ve dini bütün bir insan olarak tasvir edilmektedir. Ömrünün sonlarına doğru oğlu Orhan Bey’i Köse Mihal, Konur Alp, Akça Koca gibi çok
172
yakın silah arkadaşları ve deneyimli kumanlar olan kişilerle seferlere göndermiş ve beyliğin yöneticisi olması için hazırlamıştır. Osman Gazi’nin Orhan Bey’den başka Alaaddin, Pazarlu, Melik Bey, Hamid ve Çoban Bey isminde beş oğlu ve Fatma isminde bir kızı vardı. Orhan Bey, çocuklarının en büyüğü olması ve diğer hayatta olan kardeşlerinden Alaaddin Bey’in devlet işleri ile meşgul olmaması, Pazarlu Bey’in de Orhan’ı Bey olarak tanıyarak seferlere birlikte iştirak etmesinden dolayı beyliğin başına geçmesi zor olmamıştır.
9.2 Orhan Bey Devri (1324-1362)
Orhan Bey, Osman Gazi’nin en büyük çocuğudur. 1281 senesinde doğduğu tahmin edilmektedir. 1324 yılında beyliğin başına geçmiş ve 38 sene beyliği yönetmiştir. Orhan Bey devri devlet teşkilatlanmasının gelişmeye başladığı ve beyliğin devlete dönüştüğü bir devredir. Bu dönemde önemli merkezler fethedilmiş, devlet teşkilatında yeni kurumlar ihdas
edilmiştir.
Orhan Bey döneminin ilk önemli hadisesi Bursa’nın fethedilmesidir. 1300’lerden itibaren abluka altında olan Bursa, 1326 tarihinde teslim olmuştur. Bu fetihle Osmanlıların yeni başkenti Bursa olmuştur.
Bursa’dan sonra önemli bir yere sahip olan İznik’i almak için harekete geçen Osmanlı kuvvetlerine karşı büyük bir Bizans ordusu hazırlanmış ve bu orduyu bizzat Bizans İmparatoru idare etmiştir. Bizans kuvvetlerinin İznik üzerine geldiği haber alan Orhan Bey, Eskihisar (Palekanon) tepelerini ele geçirmiş ve 2 Haziran 1329’da başlayan karşılıklı umumî taarruzun ardından savaş Osmanlı kuvvetlerinin lehine sonuçlanmıştır. Palekanon zaferinin ardından Türkiye Selçukluları’nın ilk başkenti olan İznik’in fethedilmesi de nispeten kolay olmuştur (1331). İznik’ten sonra 1337 tarihinde İzmit de ele geçirilmiştir.
Bir taraftan Bizans seferlerine çıkan Osmanlılar diğer taraftan Anadolu’daki beylikler arası mücadeleleri de takip etmişlerdir. Bu durum Osmanlıların Anadolu Türk-İslam birliğini sağlama politikalarının bir ürünü sayılmaktadır. Bu durum Orhan Bey devrinde Karesioğullarının ve Ankara’nın ilhakı ile ortaya çıkmıştır. Anadolu’da önemli bir yere sahip olan, İpek yolu üzerinde sof imalatı ve ticaretiyle zengin bir konumu bulunan Ankara, bu sırada Eratnaoğullarının elinde bulunuyordu. Ertana Beyi Gıyâseddîn Mehmed’in tahtını bırakarak Karamanoğullarına sığınması üzerine, Karamanoğulları bu bölgeyi ele geçirmeye çalışmıştır. Bölgedeki bu karışıklığı değerlendiren Orhan Bey, Amasya Emiri Hacı Kutluşah ile anlaşarak oğlu Süleyman Paşa’yı Ankara üzerine göndermiştir. Ankara’daki ahîlerle de anlaştığı tahmin edilen Süleyman Paşa, 1354’te Ankara ve Sivrihisar’ı ele geçirmiştir. Ankara’nın ele geçirilmesi Karamanoğulları ile Osmanlıların Anadolu için bir dizi
mücadelelerinin başlangıcı sayılmıştır.
Rumeli’ye Geçiş ve İlk Mücadeleler:
173
Osmanlıların Rumeli’ye geçiş tarihleri kaynaklarda her ne kadar 1354 olarak gösterilse de bu tarihten önce 1322, 1329, 1331, 1334 tarihlerinde Osmanlı kuvvetleri Trakya bölgesinde
akınlar ve bir dizi askeri faaliyetlerde bulunmuşlardır. 1354 tarihinin önemi, Rumeli’ye kesin yerleşmeye ilk ciddi adımın atılmasını sağlayan Çimpi Kalesi’nin alınması ve iskan politikasının uygulanmaya başlanarak Anadolu’dan sonra yeni bir yurt edinme politikasının hayata geçirilmesidir.
Osmanlıların Rumeli’ye geçişleri ile birlikte cihan devleti yolunda ilk ciddi adım atılmıştır. Osmanlıların Balkanlarda izledikleri gaza siyaseti sebebiyle Anadolu Türk beylikleri üzerindeki nüfuzları artmış ve Anadolu’ya gelen Türkmen kitlelerinin Osmanlı topraklarına gelmesiyle nüfus ve askeri güç açısından Osmanlılar ciddi bir kuvvet kesp etmişlerdir. Balkanlarda izlenen istimalet (gönül kazanma) ve iskan politikaları sayesinde devletin sarsıntı geçirdiği Fetret Dönemi’nde bölge toprakları Osmanlıların elinde kalmaya devam etmiş ve Osmanlıların tekrar canlanmasında önemli bir fayda sağlamıştır.
Osmanlılar Trakya ve Balkanlara geçtikleri tarihlerde bölgede uzun yıllar devam eden siyasi mücadeleler ve çeşitli salgın hastalıklardan dolayı nüfus azalmış, ekonomik hayat zayıflamış, kilise, idareciler ve köylüler arasında devam eden gerginlik had safhaya çıkmıştır. Bölgedeki otorite boşluğu ve sosyo-ekonomik yapıdaki bu çözülmeler Osmanlıların Balkanlarda yerleşmesini kolaylaştıran etkenler arasında sayılmaktadır.
Rumeli’ye geçişteki ilk önemli adım Karesioğullarına ait toprakların ele geçirilmesidir. 1345’te Demirhan Bey’in ölümüyle Karesioğullarına ait Balıkesir ve çevresi Osmanlıların eline geçmiş ve bölgenin yönetimi Süleyman Paşa’ya verilmiştir. Karesioğullarının Osmanlılara ilhak edilmesinin ardından beyliğin denizcilikteki tecrübelerinden ve Hacı İlbeyi, Ece Halil, Gazi Fazıl Bey gibi tecrübeli denizcilerinden faydalanmıştır. Böylece Bizans seferlerinde ve Rumeli’ye geçişte Karesioğullarının tecrübelerinin büyük katkısı olmuştur.
Bizans Kıralı Kantekuzenos’un Sırp ve Bulgarlara karşı Orhan Bey’den yardım istemesiyle başlayan Rumeli’ye geçiş süreci, Süleyman Paşa’nın 1352’de Sırpları bozguna uğratması ve 1355’te Sırp Kıralı Stephan Duşan’ın ani ölümü ile hızlanmıştır. Bu sırada 1354’te Gelibolu’nun fethiyle Rumeli’ye geçiş için stratejik bir nokta ele geçirilmiştir. 1357’de Orhan’ın küçük oğlu Şehzade Halil’in İzmit Körfezi’nde kaçırılması, aynı tarihlerde Süleyman Paşa’nın vefatı, Şehzade Halil’in kurtarıldığı 1359 tarihine kadar Rumeli’deki faaliyetlerin duraklamasına sebep olmuştur. Bu tarihten sonra Trakya ve Rumeli’de Bizans, Sırp ve Bulgar kuvvetlerine karşı fetih hareketleri Lala Şahin ve Şehzade Murad ile tekrar başlamıştır. 1363 tarihinde Lala Şahin Filibe’yi fethetmiştir. 1371 Çirmen zaferiyle Edirne ve Batı Trakya emniyete alınmıştır.
İdari Değişim ve Yenilik:
Orhan Bey devrinde idari sahada bir dizi değişiklikler ve yenilikler yapılarak beylikten devlete geçiş sürecinin temelleri atılmıştır. Bunlar:
174
a. İlk defa vezirlik kurumu oluşturuldu. İlk Vezir Alaeddin Paşa olmuştur.
b. Vezirliğin ihdas edilmesinin ardından devlet işlerinin görüşüldüğü Divân-ı Hümâyûn
teşkil edildi.
c. Türk köylülerinden vergi muafiyeti ve seferde günde iki akçe maaş verilmesi
karşılığında yaya ve müsellem (süvari) adı altında düzenli bir askeri teşkilat oluşturuldu.
d. İllere ilk kez kadı ve sübaşılar atandı.
e. İlk küçük çapta donanma kuruldu.
f. İlk gümüş para (akçe) bu dönemde bastırıldı.
9.3. I. Murad Devri (1362- 1389)
Üçüncü Osmanlı Padişahı olan Murad’ın babası Orhan Bey, annesi Yarhisar Tekfuru'nun kızı Nilüfer Hatun’dur. 1326 senesinde dünyaya gelmiştir. Bey, Emîr-i azam, Hân, Sultân, Padişah, Melikü'l-mülûk, Sultânü's-selâtîn gibi unvanlarının yanında kaynaklarda daha çok Hudâvendigâr veya Gâzî Hünkâr unvanlarıyla zikredilmektedir. I. Murad devri, kuruluş yıllarında Osmanlı Devleti’nin fetihlerinin hızlandığı ve idari alanda Orhan Bey devrindeki değişimin ve gelişmenin en üst düzeye çıktığı dönemdir.
Anadolu’daki Faaliyetler
Batı’daki Hıristiyan güçlerle mücadeleyi devam ettiren Sultan Murad, Anadolu’da Osmanlı nüfuzunun çeşitli girişimlerine de hız vermiştir. Osmanlıların bu dönemdeki faaliyetleri Anadolu’daki toprak kazanma stratejilerinin de temelini oluşturmuştur. Bu amaçla çeşitli öncelikle diplomatik faaliyetlere yer verilmiş, bunun etkili olmadığı yerde fiili mücadeleye girişilmiştir. Bu faaliyetlerden en göze çarpanı evlilik suretiyle beyliklerle akrabalık tesis edilmesi ve güçlü müttefik ve çeyiz toprak kazanma stratejisinin izlenmesidir. Sultan Murad,
kızı Nefise Hatun’u Karamanoğlu Alaeddin Bey ile evlendirmiş ve bu güçlü beylik ile yakınlık sağlamıştır. Ayrıca oğlu Bayezid’i Germiyanoğlu Süleyman Bey’in kızı ile evlendirerek Kütahya, Simav, Emet ve Tavşanlı gibi şehirleri çeyiz olarak Osmanlı topraklarına katmıştır. Bir diğer usul ise toprak satın almaktır. Sultan Murad, 1382’de Hamidoğullarından Akşehir, Beyşehir, Seydişehir, Yalvaç, Karaağaç ve Isparta şehirlerini satın alınmıştır. Bu toprak satın alımını kabul etmeyen ve bölgeye göz diken Karamanoğlu Alaeddin Bey Sultan Murad 1385 Sırp seferinde iken, Hamidili arazisine saldırınca 1386 baharında sefere çıkıldı. Frenkyazısı denilen yerde yapılan savaşı Osmanlı kuvvetleri kazanıp, Konya kuşatıldı ve Alaeddin Bey aman dileyince affedildi. Konya’dan kuşatmayı kaldıran I. Murad, Antalya ve Tekeili topraklarını ele geçirmiştir. Böylece Anadolu’nun birliğini sağlama noktasında önemli bir adım atıldı.
Balkanlardaki Faaliyetler
175
Sultan Murad, Haçlı donanmasının 1366 yılında Gelibolu’yu işgal etmeleri üzerine
Rumeli’ye geçmiş ve bölgedeki fetihlere hız vermiştir. Gelibolu’nun işgalden kurtarılması 1377 senesinde gerçekleşmiştir. 1371’de Sırp ve Bizans patriklikleri arasında problem çözülmüş ve kiliseler birliği sağlanmıştır. Bu birliğin sağlanması ile Sırplar Balkanlarda
Çirmen’e kadar ilerlemeye başlamıştı. Bunun üzerine Balkanlarda bulunan Lala Şahin, Sultan Murad’dan yardım isteyince Balkan topraklarına geçen Sultan, Sırpları Hacı İlbeyi’nin ani bir gece baskınıyla bozguna uğratmıştır (Çirmen-Sırpsındığı Savaşı). Bu savaş sonrasında Edirne Niş (1384), Selanik (1387), Sofya (1385), Batı Trakya ve Makedonya’nın bir kısım toprakları Osmanlıların eline geçmiştir.
Sultan Murad’ın endişe veren ilerleyişi, Balkanlarda orta kol fetihlerini devam ettiren Kara Timurtaş Paşa’nın Ploçnik’te (1388) mağlup olması Osmanlıları Balkanlardan atmak için yeni bir Haçlı birliğinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. I. Murad’ın Anadolu’da olmasını fırsat bilen Bosna, Sırp, Bulgar Kralları ittifak kurmuş ve ilerlemeye başlamışlardı. 1388
sonbaharında Çandarlı Ali Paşa, ani bir baskınla Bulgar Kralı’nın saf dışı bırakarak Osmanlı kuvvetlerinin arkasını sağlama almış ve 1389’da Kosava’da meydana gelen muharebeyi
Osmanlılar kesin bir şekilde kazanmışlardır. Bu zafer ile Balkanlarda Macarların dışında Osmanlıların karşısına çıkabilecek ciddi bir güç kalmamıştır. Kuzey Sırbistan toprakları Osmanlılara açılmış, Sırp Kralı Lazar bu savaşta öldürülmüştür. Savaştan sonra meydanı gezen Sultan Murad, Sırp despotu damadı Miloş Obilic tarafından şehit edilmiştir.
İdari Alandaki Yenilikler
Sultan Murad döneminde idari alandaki yenilikler şunlardır:
a. Çandarlı Hayreddin Paşa’nın teklifi ile savaş esirlerinden Yeniçeri ordusu kuruldu.
b. Yerli Hıristiyan askerlere de timar verilerek Müslüman ve Hıristiyan erlerden oluşan bir
Rumeli ordusu teşkil edildi.
c. Acemi Oğlanları Ocağı oluşturuldu
d. İlk kez pençik (savaş esirlerinin beşte birinden asker alma usulü) sistemi uygulandı.
e. Mali alanda ilk defa yıllık bütçe hazırlandı.
f. Vezirlerin sayısı artırıldı.
g. Defterdarlık kurumu oluşturuldu.
h. Divan üyelerinin sayıları artırıldı.
i. Rumeli Beylerbeyliği kuruldu. İlk Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa’dır.
j. Veziriazamlık teşkil edildi. İlk veziriazam Çandarlı Hayreddin Paşa’dır.
176
9.4. I. Bayezid Devri (1354-1403) ve Fetret Dönemi (1403-1413)
“Yıldırım” lakabıyla anılan I. Bayezid, 1354’te doğdu. Babası Murad Hudavendigar, annesi Gülçiçek Hatun’dur. Germiyanoğlu Süleyman Bey’in kızı Sultan Hatun ile evlenmiştir. Bu evlilik sonrasında kendisine çeyiz olarak verilen topraklarda sancak beyi olarak görev yapmıştır. Karamanoğlu Alaeddîn Bey’e karşı giriştiği seferlerde ve Frenkyazısı Savaşı’nda gösterdiği cesaret ve atılganlıktan ötürü “Yıldırım” lakabını almıştır. Bir rivayete göre de tahta geçer geçmez kardeşi Yakub Çelebi’yi katlettirmesindeki sürati bu lakap ile anılmasına sebep olmuştur.
Balkanlar’daki Faaliyetler
Anadolu’daki problemleri kısmen çözen I. Bayezid yüzünü Balkanlara çevirmişti. Venedik ve Macarların aleyhteki faaliyetlerine karşı Balkan seferine çıkmıştır. Bu sefer sırasında Tırnova (1393), Selanik (ikinci kez 1394), Tımaşvar, Kraşova, Mehadiye, Beçerek, Titel, Slankamen ve Kral Şişman’ın elinden Niğbolu alındı (1395). Yıldırım’ın bu hızlı fetihleri karşısında Venedikliler, Osmanlılara karşı yeni bir Haçlı ittifakı kurmuştur. Bu sırada 1394 ilkbaharında İstanbul sıkı bir kuşatma altına alınmış; fakat Doğu’daki gelişmelerden dolayı kuşatma kaldırılmıştır. Haçlı ordularının Niğbolu’yu kuşatmaları üzerine harekete geçen Yıldırım, 1396’da büyük bir zafer kazanmıştır. Bu zafer ile Balkanların ve İstanbul’un kaderi tamamıyla Osmanlıların eline geçmiştir. Bu zor durum karşısında bir antlaşma yapmak zorunda kalan Bizans Kralı, İstanbul’da bir Türk mahallesinin kurulmasına, cami yapılmasına ve bir Kâdî’nın yerleştirilmesine izin vermek durumunda kalmıştır. Bu durum aynı zamanda yakın bir tarihte İstanbul’un fethinin işareti olarak sayılmıştır. Fakat doğuda baş gösteren Timur tehlikesi bu fethin gecikmesine sebep olacaktır.
Anadolu’daki Gelişmeler ve Ankara Savaşı (1402)
I. Kosava zaferinden sonra tahta geçen I. Bayezid, derhal Balkanlardaki işleri düzene koyduktan sonra itaatsizlik gösteren Anadolu beylerinin üzerine yürümüştür. Bu amaçla Aydın, Saruhan, Menteşe, Germiyan ve Candar ülkelerini Osmanlı topraklarına katmıştır. Kadı Burhaneddîn ile yapılan mücadelelerde tam bir başarı sağlanamamışsa da Niğbolu zaferinin ardından Karaman, Kadı Burhaneddîn ve Canik beyliğinin hakimiyeti Osmanlıların eline geçmiştir. Anadolu’daki bu faaliyetleri sırasında Timur tehlikesine karşı Memluklerle anlaşmak yerine Elbistan, Malatya, Behisni, Divriği ve Kahta gibi toprakların Memluklerin elinden alınması I. Bayezid’i Timur karşısında yalnız bırakmıştır.
İran’a hakim olan ve Büyük Selçuklular ile İlhanlıların varisi olduğu iddia eden Timur’un, Anadolu Türk birliğini sağlamaya çalışan Yıldırım’ı kendine bir rakip olarak görmesi, Anadolu beylerini Timur’un, Ahmed Celayir ve Kara Yusuf’u Yıldırım’ın korumaları, Timur’un Sivas’ı yağmalaması gibi sebepler ile Ankara Çubuk Ovası’nda yapılan savaşın (1402) Timur’un lehine sonuçlanması Osmanlı tarihinde dönem noktalarından birini teşkil
177
etmiştir. Bu mağlubiyet ile Osmanlılar 10 yıl sürecek fetret devrine girmiş, yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmış, taht mücadeleleri başlamış, İstanbul’un fethi gecikmiş, savaşta esir edilen Yıldırım Bayezid esaret halinde iken vefat etmiş, Bayezid’in oğlu Mustafa da esir edilmiştir.
Fetret Dönemi
Ankara mağlubiyeti sonrası 1413 tarihine kadar fetret devri olarak anılmaktadır. Bu dönem Yıldırım Bayezid’in oğullarından Süleyman, İsa, Musa, Mehmed Çelebilerin taht kavgalarına sahne olmuştur. Çelebi Mehmed önce kardeşi İsa’yı ortadan kaldırdı (1403-
1404). Emir Süleyman ile giriştiği mücadeleyi kaybedince Amasya taraflarına çekilen Mehmed Çelebi, kardeşi Musa Çelebi’yi Rumeli’ye bir miktar askerle gönderdi. Musa Çelebi’nin Rumeli’de güçlenmesi üzerine Bursa’yı terk eden Emir Süleyman, Musa’ya karşı çeşitli başarılar elde etse de 1410’da yenilerek öldürüldü. Emir Süleyman’ın Bursa’dan çıkışını fırsat bilen Çelebi Mehmed, burayı ele geçirdi ve bu defa kendisine itaat etmeyen Musa Çelebi ile mücadelelere girişti. Musa Çelebi de bu sırada Balkanlarda Sırpları ve Macarları sindirmiş, 1411’de İstanbul’u kuşatmıştır, Çelebi Mehmed ile yaptığı iki savaşı da kazanmıştır. Fakat sertliği yüzünden pek çok önemli devlet adamının yanından ayrılması sonucu gücü tükenmiş ve 5 Temmuz 1413’te Sofya’nın güneyindeki Çamurluova’da yapılan savaşta Çelebi Mehmed’e mağlup olarak ortadan kaldırılmıştır.
Musa Çelebi’nin ortadan kaldırılması üzerine Edirne’ye gelen Çelebi Mehmed hükümdarlığını ilan etmiştir.
9.5. Çelebi Mehmed Devri (1413-1421)
I. Mehmed 1386 veya 1387 senesinde dünyaya gelmiştir. “Çelebi” ve Yunanca Krytsez (genç efendi) kelimesinden gelen Kirişçi lakabıyla tanınmaktadır. Ankara savaşından sonra Amasya’ya giden Çelebi Mehmed, kardeşlerine nazaran mekan ve güç olarak dezavantajlı olmasına rağmen, onları alt etmeyi başarmış ve tahta tek başına çıkmıştır. Osmanlı’yı böylesine karışık bir dönemden (Fetret Dönemi) çıkarıp yeniden ihya ettiği için “Bânî-i Sânî” (ikinci kurucu) olarak da adlandırılmıştır. Fetret devrinde “Sultan” unvanını kullanan tek şehzade Çelebi Mehmed olmuştur ki, bu da onun ileri görüşlülüğü ve ufkunun genişliğine haml edilmiştir.
Anadolu’da Mücadeleler
Çelebi Mehmed devletin başına geçip Bizans, Sırbistan, Eflak ve Mora prensliklerinin itaatlerini bildirmelerinin ardından, fetret devrinde iç kargaşadan yararlanarak Osmanlı’dan ayrılan ve Osmanlı topraklarını ilhak etmeye çalışan Anadolu beyliklerinin üzerine yürüdü. Bu amaçla İzmir Beyi Cüneyd Bey’i Candaroğullarını 1414’te, Karamanoğullarını da
178
(Isparta ve civarı ile Saidli, Niğde ve Kırşehir ele geçirilmiştir) 1415 ve 1417 seferleri ile etkisiz hale getirdi. Çelebi Mehmed, Anadolu beylikleri ile mücadelelerinde Memlûklar ve Timurlular ile genellikle iyi geçinmeye ve gerektiği zaman itaatlerini sunmaya gayret ederek
bu iki güçlü devletin arasında Osmanlı güçlerinin ezilmesini önlemeye çalışmıştır. Bu amaçla Karaman seferinde (1415) Memlûk sultanına hediyeler göndermiş, Azerbaycan’ı işgal ederek Batı seferine çıkma tehdidinde bulunan ve Karakoyunluların himaye edilmemesini isteyen Timur’un oğlu Şahruh’a bağlılık hediyeleri gönderilmiştir.?
Fetret döneminde Edine’yi ele geçiren Musa Çelebi’nin kadıasker tayin ettiği; fakat Çelebi Mehmed’in bölgeyi ele geçirmesinden sonra maaşlı olarak İznik’e sürülen ve burada kendine
bağlı Börklüce Mustafa, Torlak Kemal gibi şahısları etrafa göndererek Anadolu’da devletin düzenini bozan Bedreddin Simavi’ye karşı harekete geçen Çelebi Mehmed, önce Şeyh Bedreddin’in adamlarını ortadan kaldırmış ve Rumeli’de Şeyh Bedreddin’i ele geçirmiştir. Bundan sonra ulemadan kurulan bir heyet tarafından yargılanan Bedreddin Simavi 1416’da idam edilerek öldürülmüş ve bu dini karakterli ilk isyan hareketi bastırılmıştır.
Bu sıralarda Timur Devleti’nin başında olan Şahruh, Yıldırım’ın oğullarından Ankara
savaşında esir edilen Mustafa Çelebi’yi serbest bırakarak, Anadolu’da ve Rumeli’de yeni bir iç mücadelenin başlamasına zemin hazırlamıştır. 1416’da Selanik taraflarında yapılan mücadelede Mustafa Çelebi savaşı kaybedince Bizans’a sığınmış ve Çelebi Mehmed,
Mustafa Çelebi’nin Bizans’ın elinde kalması karşılığında yıllık 300 akçe vermeyi kabul etmek zorunda kalmıştır. Çelebi Mehmed’in saltanatı boyunca kardeşi Mustafa Çelebi, Limni Adası’nda esir edilmiştir. Hayatının sonlarına doğru oğlu Murad’ı tahta sağ salim
geçirmek isteyen Çelebi Mehmed, etrafa Mustafa Çelebi’nin (Düzmece Mustafa) babası Yıldırım’ın oğlu olmadığı şayiasını yayarak kardeşinin taht üzerindeki meşruiyetini ortadan kaldırmaya çalışmıştır.
Rumeli ve Ege Kıyılarında Mücadeleler
Çelebi Mehmed döneminde devletin askeri gücü henüz eski kuvvetini kazanmaya çalıştığından Rumeli’de etkin bir rol oynayamamıştır. 1416’da Batı Anadolu seferleri sırasında itaat etmeyen Venedikliler üzerine Çalı Bey’i göndermişse de Çalı Bey, mağlup ve şehit olmuştur. Bu savaş Osmanlıların Venediklilerle denizde yaptığı ve kaybettiği ilk mücadeledir.
Karaman ve İsfendiyaroğullarının itaat altına alınmasından sonra, 1419’da Balkanlara geçen Çelebi Mehmed, Macar Kralı Sigismund tarafından desteklenen Eflak Voyvodası Mircea
üzerine yürüyerek onu etkisiz hale getirmiş, Macarlardan da Severin Kalesi’ni almıştır. Ardından Osmanlı üzerine sefere çıkan Macar Kralı Sigismund, Niş ile Niğbolu taraflarında yapılan savaşları kazanmış ve bunun üzerine Osmanlı kuvvetleri daha ileri gidememiştir.
Devleti yeniden toparlayan Çelebi Mehmed, 1421’de Edirne’de vefat etmiştir. Vefatından sonra yerine oğlu II. Murad geçmiştir.
179
9.6. II. Murad Devri (1421-1444; 1446-1451)
1404 Haziran’ında Amasya’da doğmuştur. Babası I. Mehmed (Çelebi), annesi Divitdâr Ahmed Paşa’nın kızı Şehzâde Sultan’dır. On iki yaşında iken Rum Vilayeti beyliği ile Amasya’ya gönderilmiştir. Börklüce İsyanı’nı bastırmak için Saruhan ve İzmir taraflarına hareket etmiştir. Ölüm döşeğinde olan babası, kendisini Bursa’ya gizlice çağırmış ve herhangi bir isyan vuku bulmadan tahta geçirmiştir. Tahta geçtiği sırada kendisini tebrik etmeye gelen Bizans elçilerini kabul etmiş, bu kabul sırasında babasının vasiyeti gereği iki kardeşi Yusuf ve Mahmud adlı şehzadelerin kendilerine teslimini istemiştir. II. Murad, Bizans’ın bu talebini reddetmesi üzerine Limni’de gözetim altında tutulan Mustafa Çelebi ile İzmir Beyi Cüneyd Bey yeni sultanı sıkıştırmak şartıyla Bizans tarafından serbest bırakılmışlardır. Bu sırada Anadolu’daki bazı beylerin ayaklanmış olması, II. Murad’ı zor durumda bırakmıştır. Bizans’ın yardımı ile Gelibolu’ya çıkan Mustafa Çelebi ve Cüneyd Bey, Çanakkale Boğazı, Edirne ve civarını hâkimiyetlerini altına aldılar. Balkanlardaki bu taht mücadelesinde Cenevizlilerden yardım alan II. Murad, 1422’de Gelibolu üzerinden Rumeli tarafına geçmiş, yapılan mücadeleyi kazanmış ve Çelebi Mustafa yakalanarak Edirne’de idam edilmiştir. 1425 senesinde ise Cüneyd Bey ve ailesi ortadan kaldırılmış, İzmir, Aydın-ili, Menteşeoğulları, Hamîdoğulları’nı itaat altına almışlardır. Karamanoğulları dışındaki beylikler böylece Osmanlı hakimiyetine girmiştir.
Bizans ve Rumeli’deki Mücadeleler
II. Murad, Çelebi Mustafa’yı ortadan kaldırarak taht mücadelesinden galip olarak çıktıktan sonra, Haziran 1422’de İstanbul’u kuşatmış elli günden fazla süren kuşatma başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
1425’te Venediklilerin Mustafa adında birini Yıldırım’ın oğullarından olduğu iddiasıyla ortaya çıkmalarının ardından Osmanlı-Venedik savaşı başlamış (1425-1430) ve bu savaş boyunca Macar, Sırp ve Venedik ittifakına karşı Osmanlı güçleri başarılı bir mücadele vererek 1430’da yapılan antlaşma ile Selanik’te ve civarındaki Osmanlı hakimiyeti tanınmış, Arnavutluk’taki şehirlerle İnebahtı’daki Venedik hakimiyeti yıllık 236 duka karşılığında Osmanlılar tarafından tanınmıştır.
Macar Kralı Sigismund’un 1437’de ölmesinin ardından harekete geçen II. Murad, 1439’da Sırp Despotluğu’nu ortadan kaldırmış, Belgrad kuşatılmışsa da alınmamıştır. Bu kuşatmadaki başarısızlığın ardından Osmanlı kuvvetleri arka arkaya mağlubiyetlerle karşılaşmışlardır. Haçlı kuvvetlerinin başına geçen Hunyadi’nin başkent Edirne’yi tehdit edecek kadar başarı kazanması, II. Murad’ın büyük oğlu Alaaddin Bey’in vefatı, Karamanoğullarının Rumeli’de bulunan Osmanlılara karşı Anadolu’da harekâta geçmesi, içkiye düşkünlüğü nedeniyle ? II. Murad’ın halk tarafından sürekli eleştirilmesi, kapıkulları ile Türk beyleri arasındaki nüfuz mücadelelerinin devleti yıpratmaya başlaması, II. Murad’ın savaşçı bir kişilikten çok barışçıl bir tabiata sahip olması gibi sebeplerden dolayı II. Murad
180
1444’te Macarlar ile Edirne-Segedin antlaşmasını imzalamış ve tahtını 12 yaşındaki oğlu Mehmed’e (Fatih) bırakmıştır.
Edirne-Segedin antlaşmasına göre;
- Bulgaristan Osmanlı toprağı kabul edilmiştir
- Sırbistan bağımsızlığını kazanmış; fakat Osmanlı devletine vergi vermeyi kabul etmiştir
- Eflak, yıllık olarak Osmanlıya vergi verecek; fakat Macaristan’a katılacaktır
- Tuna Nehri sınır kabul edilmiştir
- Antlaşma 10 yıl geçerli sayılmıştır
1444’te imzalanan bu antlaşma Osmanlıların batıda imzaladığı ilk antlaşmadır. Bu antlaşma Osmanlıları Rumeli’deki kazançlarının bir kısmından vazgeçmek zorunda bırakmıştır.
Küçük yaşta birinin tahta geçmesini fırsat bilen Haçlılar, Osmanlı ile 1444’te yaptıkları Edirne-Segedin antlaşmasını bozarak, Osmanlı topraklarına hareket edince genç hükümdar Mehmed’in karşı çıkmasına rağmen Çandarlı Hayreddin Paşa’nın tesiriyle II. Murad ordunun başına geçerek Varna’ya hareket etmiş ve yapılan savaşı Osmanlı güçleri kazanmıştır. Varna Zaferinin ardından Edirne’ye gelerek ikinci defa tahta geçen II. Murad, 1448’de Kosava’da üç gün süren savaşı da kazanarak Balkanlardaki Osmanlı hakimiyetini pekiştirmiştir (II. Kosava).
Balkanlardaki hakimiyetin pekiştirilmesinin ardından oğlu Mehmed ile 1450 yazında Arnavutluk ve Rumeli seferlerine II. Murad, Dulkadiroğlu Süleyman Bey’in kızı Sitti Hatun ile oğlu Mehmed’in evliliklerinin ardından 3 Şubat 1451 hastalanarak vefat etmiştir.
“Ebü’l-Hayrât” unvanıyla da bilinen II. Murad, devrinin şartlarına göre Osmanlı nüfuzunu hem batıda hem de doğuda önemli bir seviyeye çıkarmış, devletin gücünü ve ekonomisini toparlamış, yerine geçen oğlu Mehmed’in 1453’te İstanbul’u alması için gerekli ekonomik, siyasi ve askerî gücü hazırlamıştır. Kendisi kaynaklarda musiki, edebiyat, sanat dallarını ilgi duyan ve mutasavvıfâne bir hayata düşkün olan hükümdar olarak tanıtılmıştır
181
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Bu bölümde: Osman Bey Devri (1302-1324), Orhan Bey Devri (1324-1362) ve döneminde meydana gelen idari değişim ve yenilikler, I. Murad Devri (1362- 1389) döneminde idari
alandaki yenilikler, I. Bayezid Devri (1354-1403) ve Fetret Dönemi (1403-1413),
Anadolu’daki gelişmeler ve Ankara Savaşı (1402), Fetret Dönemi, Çelebi Mehmed Devri
(1413-1421), Anadolu’da mücadeleler, Rumeli ve Ege kıyılarında mücadeleler ve II. Murad
Devri (1421-1444; 1446-1451) hakkında bilgi sahibi olundu.
182
Bölüm Soruları
1) Osmanlı Devletinda şer’i hukuk esas olup ona tabi olan örfi hukuk da devletin yasa ve
yürütme şekillerini belirlerdi.
Doğru ( ) Yanlış ( )
2) Osmanlı Devleti’nde Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren yönetim merkezi ....................
olmuştur.
3) Osmanlı’da padişahın yetkileri sınırsızdır.
Doğru ( ) Yanlış ( )
4) Osmanlı’da vezirlik teşkilatı ..................... devrinde kurulmuştur.
5) Sultan Murad döneminde idari alanda yapılan değişikliklerden biri de
............................................. ‘dir.
183
10. OSMANLI DEVLETİ (YÜKSELME DEVRİ)
184
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
Osmanlı devletinin yükselişi ve bir cihan devleti haline dönüşmesi II. Mehmet’in tahta çıkışı
olan 1451 yılıyla başlatılır. İstanbul’un fethinden sonra Fatih ismini alacak olan II. Mehmet,
büyük dedesi Yıldırım Beyazıt’ın başlattığı ve babası II. Murat’ın sürdüre geldiği yeni yerlerin
fethini ve devleti merkeze alma programlarını ciddi olarak devreye sokmuştur.
185
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1- İstanbul’un fethine sebep olan etmenler nelerdir?
2- İstanbul’un fethi bağlamında birarada yaşama kültürü açısından Müslümanların gayri müslimlerle ilişkileri nasıl olnuştur?
3- Hilafetin Araplardan Türklerin eline geçişi nasıl olmuştur?
4- İlk kapitülasyonlar hakkında bilgi veriniz.
186
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği
Osmanlıların yükseliş devrini kavramak
Hilafetin Türklerin eline geçmesinin sebep ve sonuçlarının anlaşılması
İlk kapitülasyonların ortaya çıkışı ve sebepleri hakkında bilgi sahibi olmak
İstanbul’un fethinin sebep ve sonuçlarını kavramak
187
Anahtar Kavramlar
İstanbul, fetih, hilafet, kapitülasyon
188
Giriş
189
10.1. Fatih Sultan Mehmet (1451-1481)
Osmanlı devletinin yükselişi ve bir cihan devleti haline dönüşmesi II. Mehmet’in tahta
çıkışı olan 1451 yılıyla başlatılır. İstanbul’un fethinden sonra Fatih ismini alacak olan II.
Mehmet, büyük dedesi Yıldırım Beyazıt’ın başlattığı ve babası II. Murat’ın sürdüre geldiği yeni
yerlerin fethini ve devleti merkeze alma programlarını ciddi olarak devreye sokmuştur. II.
Mehmet’in İstanbul’un fethinde ısrarcı olmasının en önemli nedeni; Osmanlı toprakları
arasında sıkışmış kalmış ve üzerine gelen her saldırıda Avrupa Hıristiyan dünyasını arkasına
alarak Haçlı seferleri başlatan Doğu Roma’ya yaygın adıyla Bizans’a ait son parça olan
İstanbul’u ele geçirmekti. Neredeyse Balkanların tamamının fethedildiği halde İstanbul’un
fethinin gerçekleşmemesi nedeniyle bir anlamda diğer fetihler beklemekteydi. İstanbul’un
fethine girişilmesinin Avrupa’da Haçlı dünyasında uyandıracağı tepkilerden endişeli olan
Çandarlı Halil Paşa’nın muhalefetine ve karşı çıkışlarına rağmen lalası Zağanos Paşa’nın
teşvikleriyle İstanbul’un fethedilmesine öncelik verdi. Bu savaşla birlikte bir şehir
fethedilmiyor, aynı zamanda orayı zapt eden komutanın ismi de yüceltilmiş oluyordu. Hz.
Muhammed’in meşhur hadisinde geçen müjdelenmiş komutan olmak arzusu ağır basarak fethin
hazırlıklarına girişildi. Yaklaşık iki yıllık ön hazırlıktan sonra İstanbul kuşatıldı. Şehrin
direnmesi 53 gün kadar sürdükten sonra 29 Mayıs 1453 yılında İstanbul Osmanlıların eline
geçti.
İstanbul fethinden sonra beldenin imar işini öne alan Fatih Sultan Mehmet burada
eskiden beri yaşayan yerli halkı muhafazaya çabalarken ayrıca Osmanlı topraklarında ve
özellikle Anadolu’da yaşayanları İstanbul’da yaşamaya teşvik etti. Bunu sağlamak için de
zorunlu göç ve sürgün metoduna başvurdu. O sebeple zorlamayla da olsa değişik zanaat
kollarından gelenler sayesinde İstanbul kısa zamanda tekrar eskisinden daha canlı ve mamur
oldu.
İstanbul’un fethinden sonra Fatih sultan Mehmet, aralarının iyi olmadığı Çandarlı Halil
Paşa’yı idam ettirdi. Bunun sebepleri olarak Tarihçiler Buçuktepe vakası olarak bilinen bir
Yeniçeri isyanına destek verdiği ve II. Mehmet’i tahtan indirme emelinde oluşu gibi bazı
vakaları sıralarlar. Bu hadiseden sonra Çandarlı ailesi gibi Türk aileler bertaraf edilerek
yerlerine devşirme veziriazamlar getirildi.
Fatih Sultan Mehmet fetih hareketini İstanbul’u aldıktan sonra da devam ettirdi.
Bizans’a bağlı küçük hâkimiyet yerlerini fethettikten sonra Sırbistan’da Sırp Kralı Brankoviç’in
ölümü ile Semendire’yi (1459), ardından Belgrat’a kadar olan bölgeyi kendi topraklarına kattı.
190
1456 yılında Belgrat’ı alma teşebbüsü gerçekleşmese de Mora’nın fethi gerçekleşti (1460).
Bunda Katolik-Ortodoks çatışmasının payı büyüktür. 1463’den 1479’a kadar süren Osmanlı
Venedik savaşları sonunda barış antlaşması yapıldı. Bu savaşlarda Deniz güçlerinin zayıflığı
nedeniyle zor anlar yaşayan Osmanlılar deniz kuvvetleri oluşturmak için faaliyete başladılar.
1480 yılında başarısız bir Rodos seferinin ardından İtalya’nın fethini başlatabilecek Otranto
şehrinin fethi gerçekleşti. Fatih’in 1481 yılında vefatı üzerine bu teşebbüs devam ettirilemedi.
Fatih Sultan Mehmet’in doğuda gerçekleştirdiği fetihlerden en önemlisi 1461 yılında
Trabzon’daki Rum İmparatorluğunu topraklarına katması ve ardından Doğu Karadeniz’in fethi
gerçekleşmiş ardından Kırım bölgesinin 1475 yılında Osmanlı himayesi altına alınması
tamamlanmıştır. Bununla birlikte Kefe, Azak gibi eski Ceneviz kolonileri fethedilmiş, Boğdan
Osmanlı’ya bağlı bir beylik haline getirilmiştir. Karadeniz’in Türk gölü olma sürecinde büyük
bir mesafe alınmıştır.
Fatih sultan Mehmet döneminin önemli diğer gelişmeleri de Karamanoğullarının 1468
yılında iktidarı kaybetmelerine karşın Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın desteğiyle
1472’de Osmanlı topraklarına saldırmasıyla savaş kaçınılmaz hale gelmiştir. 1473 yılında
Otlukbeli’nde karşılaşan iki ordudan Osmanlıların teknik üstünlüğü bariz ortada idi. Haliyle
savaş Osmanlı’ların galebesiyle sonuçlanmıştır. Fetih sonrası Bayburt, Şebinkarahisar
fethedildi. 1474 yılında Toroslar üzerinden Dulkadiroğullları itaat altına alınmaya çalışıldıysa
da bundan Osmanlı- Memlûk ilişkileri zarar gördü.
10.2. II Bayezid Devri (1481-1512)
Fatih Sultan Mehmet’in 1481 yılında ani ölümünden sonra tahta geçmek üzere Cem
Sultan Ve II. Bayezid’in mücadelesi başladı. Özellikle Fatih Sultan Mehmet döneminde idarede
etkisizleştirilen mütegallibe sınıfın bir de ellerinden topraklarının alınıp devletleştirilmesi
muhalif, küskün bir gurubun teşekkülüne sebebiyet verdi. Taht mücadelesinde bu muhalif
gurupların oynadığı rol göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür.
Erken davranıp İstanbul’a gelip tahta çıkan Bayezid, ilk olarak kardeşi Cem Sultan’a
karşı bir mücadele başlattı. Cem gailesinin ortadan kaldırılmasına katkısı olan İshak Paşa ve
Gedik Ahmet Paşaları ileride kendisine başkaldırabileceği endişesiyle öldürttü. Cem Sultan’ın
önce Rodos’a oradan da İtalya’ya Papaya sığınmasının Osmanlı fetihleri ve akınlarını azaltan
bir etkisi olduğu da kesindir. 1495 yılında Cem Sultan’ın ölümüyle birlikte önü açılan
191
Osmanlılar Avrupa’da akınlara tekrar başlamıştır. Öncesinde II. Bayezid 1484 yılında çıktığı
Boğdan seferinden Kili ve Akkirman’ın fethiyle dönerek bu fetihlerle Karadeniz’in güvenliği
sağlamıştır. Bununla da yetinmeyen Osmanlı orduları akınları bir adım daha ileri götürerek
Lehistan hakimiyetindeki topraklara akınlar düzenlemiştir.
Cem Sultan’ın Papalığın elinde olmasından ötürü uzun süredir devam etmekte olan
Venediklilerle hoşgörü ve iyi geçinme siyaseti yerine mücadele yöntemi benimsenmiştir.
Venedik dışında değişik nedenlerle İspanya ve Portekizlilere de savaş ilan edilmesiyle dört bir
cepheden mücadele yürütülmüştür. Bu mücadeleler sırasında Akdeniz’de güçlü olmayan deniz
kuvvetlerine rağmen Osmanlılar İnebahtı, Moron ve Koron gibi önemli Venedik şehirlerini ele
geçirdiler. Aynı dönemde Cem Sultan vakası yüzünden ihmal edilen Endülüs Müslümanlarına
yardım da sadece Akdeniz’deki Müslüman Türk Korsanlarına bırakılmayarak Kemal Reis
komutasında Osmanlı deniz güçleriyle İspanya’dan gemilerle Müslümanlar Kuzey Afrika ve
Anadolu’ya getirilmiştir. 1492 yılından itibaren İspanya’dan kurtarılanlar arasında hatırı sayılır
sayıda Yahudi de bulunmaktaydı. Bunlar da İspanyolların ve enginizyon mahkemelerinin
zulmü altından kurtarılarak İstanbul’a getirilmiştir.
Venediklerle olan mücadelesini yaklaşan Safevi tehlikesi nedeniyle 1503 yılında barış
anlaşmasıyla sonuçlandıran Osmanlı devleti bu sefer yönünü doğuya dönmüştür. Bayezid’in bu
meselede istenilen ölçüde hızlı davranamaması sebebiyle oğulları arasında daha sağlığında
çıkan taht kavgasını uzun mücadelelerden sonra Yavuz Sultan Selim kazanarak 1512 yılında
tahta geçmiştir.
10.3. Yavuz Sultan Selim (1512-1520)
II. Bayezid’in oldukça durgun ve sakin geçen uzun saltanatından sonra daha Trabzon’da
şehzadeliği sırasında farkına vardığı siyasal anlamda Şiiliğin Anadolu’da yol açtığı tehlikeye
karşı Yavuz Sultan Selim’in karşılık vermesi kaçınılmazdı.
Özellikle yerleşik hayatın gerekleri olan mali ve idari tedbirlerle zapt ve rapt altına
alınmaya çalışılan Türkmen boyları arasında artarak yükselen Safevî propagandasını kırmak
gerekiyordu. Özellikle Şahkulu Baba Tekeli’nin Şah adına taraftar toplaması ve Anadolu’da
şehirleri basıp idarecilerini ve halkını katletmesi, ele geçirdiği yerleri yağmalaması ve üzerine
gelen kuvvetleri bozması gibi hadiseler Yavuz Sultan Selim’i teyakkuz halinde harekete
mecbur etmekteydi. Bu tehlikeye karşı gereken önemi vermeyen babasının yerine tahta geçmek
192
için acele etmesi de bu yüzdendi. Anadolu’da Şah İsmail’in adamlarını ve elebaşlarını kısa
zamanda tespit ederek en ağır cezalara çarptırmıştır. Fakat bu sebeple kırk bin kişiyi kılıçtan
geçirdiği iddiası temelsizdir.
Çaldıran Savaşı: Sefer için yola çıkarılan ordunun yolda çıkardığı bir takım sıkıntılara
rağmen Yavuz Sultan Selim yolundan dönmeyerek Sivas’ta ordusunun kırk binini ayırarak 100
kişilik ordusuyla Şah İsmail’in üzerine yürümüştür. Taraflar Çaldıran ovasında 2 Recep 920/
23 Ağustos 1514 tarihinde karşı karşıya gelmişlerdir. Osmanlı kuvvetlerinin yorgunluğuna
rağmen sahip oldukları ateşli silahlar sayesinde Şah İsmail’in ordusunu hezimete
uğratmışlardır. Savaştan Şah canını zor kurtararak önce Tebriz’e oradan da İran içlerine
kaçmıştır. Osmanlı ordusu Tebriz’in fethini gerçekleştirdikten sonra yaklaşan kış ve ordunun
sefer yorgunluğu hesaba katılarak dönülmüştür. Çaldıran zaferinden sonra Anadolu’da pekişen
Osmanlı hâkimiyetinin tesiriyle 1515 yılında Dulkadiroğulları hanedanına son verilerek Maraş
ve bölgedeki pek çok şehir fethedilmiştir. Diyarbakır’ın fethinden sonra burada yaşayan
Türkmen boylarına yeni bir düzen verilerek Boz-ulus ve Kara-ulus isminde iki zümre teşekkül
ettirildi.
Yavuz’un Mısır seferi Yavuz Sultan Selim Anadolu’da tam bir hâkimiyet kurmak adına fetih faaliyetleri
yürütürken Memluk hâkimiyetindeki Antep, Malatya gibi şehirleri ele geçirmiştir. Yavuz
Sultan Selim Mısır seferine çıkmasının meşru dayanağı olarak da Portekizlerin 1502’den
itibaren Ümit Burnu üzerinden Hindistan’a ulaşmalarının ardından Basra Körfezi ve
Kızıldeniz’de Arap tacirlerin gemilerini vurmaları ve Mekke ve Medine gibi kutsal şehirlere
saldırı ihtimaline binaen bazı tedbirler almak gerekiyordu. Olası tehlikelerin ortadan
kaldırılması için bölgede güçlü bir devlete ihtiyaç duyulmaktaydı. Osmanlı devleti bu görevi
yerine getirmek amacıyla fetva alıp Memlukların üzerine yürüdü.
Mercidabık Savaşı
24 Ağustos 1516 yılında Mercidabık ovasında karşılaşan iki ordu sabah güneş doğarken
başlayan ve öğleden sonraya kadar süren bir harp sonrasında Memluk ordusunu yenerek bütün
karargâhı Osmanlı kuvvetlerinin eline geçmiştir. Savaştan sonra Memluk sultanı Kansu Gavri
savaş meydanında vefat etmiştir. Ardından Mısır üzerine sefer yapılarak Ridaniye’de yapılan
savaşta yeni Memluk sultanı Tomanbay mağlup edildi. Kısa süren direnişten sonra Kahire’ye
girilerek Mısır’ın fethi tamamlandı. Mısır ve Suriye’nin fethiyle Osmanlılar sadece iktisadi
193
açıdan kazançlı çıkmadılar. Ayın zamanda mukaddes yerlerin de hamiliğini üstlenerek İslam
dünyasında seçkin bir mevkii kazandılar. Arap dünyasıyla olan münasebetin miladı olan bu
yeni dönem imparatorluğun dağılışına kadar sürmüştür.
Bu yeni dönemdeki en önemli gelişme de hilafetin Osmanlılar’a geçmesidir. Bilinen son
halife Mütevekkil’in Yavuz Sultan Selim adına feragat ederek bıraktığı iddiası doğru değildir.
Yalnız hilafet görevinden Osmanlı padişahlarının anladığı yeryüzünde yaşayan bütün
Müslümanların ve hac yollarının güvenliğini sağlama, mukaddes beldelerin her türlü düşman
tehlikesine karşı korunması, İslam dinini yayma, savunma ve bunları sağlamak için de seferlere
çıkılmasıdır. Hilafetin siyasallaşması XVIII.’da ortaya çıkmıştır.
10.4. Kanuni Sultan Süleyman ( 1420-1466)
Yavuz Sultan Selim’in kısa süren saltanatından sonra başa geçen oğlu Sultan Süleyman
dönemi oldukça uzun askeri, siyasi ve idari anlamda hummalı bir çalışmaya sahne olmuştur.
Sünni dünyanın lideri olmanın getirdiği sorumluluk nedeniyle doğuda İran’daki Safevilerle ve
batıda da Hıristiyan dünyasına karşı mücadele verilmiştir. Aynı dönemde Osmanlı toplumunu
ileri taşımak amacıyla yapılan kanun çalışmaları, adalet anlayışının herkese teşmil edilmesi,
ardı arkası kesilmeyen fetihler ve başarılara Kanuni Sultan Süleyman damgasını vurmuştur.
Yükselişin ve zirvenin yaşandığı bu dönemde gerçekleştirilen fetih ve galibiyetlere kültür ve
sanat faaliyetlerindeki ilerlemenin da katılmasıyla bu yüzyıla Kanuni çağı da denilmektedir.
Osmanlılar adına sevindirici bir durum olarak o günkü batıda egemen tek denk güç olan
Habsburg İmparatorluğu’nun kendi içinde yaşadığı sorunlarla boğuşmasıdır. Bunların başında
Habsburg’ların İngiltere, Fransa krallıklarıyla olan hakimiyet tanıma mücadelesi ve Martin
Luther’le başlayan Protestan harekâtının sebep olduğu karışıklıklar gelmekteydi. Her bakımdan
uygun olan bu ortamda harekete geçebilmek için öncelikle Fatih tarafından teşebbüs edilerek
fethedilemeyen yerlerden Belgrat ve Rodos adasının zaptı gerekmekteydi. 1521 yılında
Belgrat’ın fethi ardından 1522 senesinde Rodos’un alınması Osmanlı fetihlerinin bir anlamda
müjdecisi olarak da kabul edilebilir.
Habsburg Hanedanının başına neredeyse Kanuni Sultan Süleyman’la eşzamanlı
denebilecek tarihte getirilen V. Karlos imparatorluğuna karşı çıkan Fransa Kralı François’i
1525’de mağlup ederek hapsetti. François’in yardım talebi üzerine Osmanlılar harekete
geçerek Macaristan üzerine yürüdüler.
194
Mohaç Savaşı Macarlarla Balkanların fetih faaliyetleri başladığı ilk günden itibaren sürekli karşı
karşıya gelen Osmanlıların yaptığı Mohaç savaşı bir dönüm noktasını oluşturmaktadır. Orta
Avrupa’nın kapısı mesabesinde olan Belgrat şehrinin fethinden sonra başlayan Türk akınları
Mohaç muharebesine kadar artarak devam etmiştir. Osmanlı ordusunun gelişini haber alan
Macar Kralı II. Layoş diğer krallıklardan yardım çağrısında bulunarak savaşa bizzat katılmaya
karar verdi. Mohaç ovasında 29 Ağustos 1526 tarihinde karşılaşan iki ordu arasındaki savaş iki
saat kadar sürdü. Osmanlıların zaferiyle biten savaşta Kral Layoş hayatını kaybetti. Bu
galibiyetle birlikte Avrupa’nın kapıları Türklere açıldı. Kanuni Sultan Süleyman’ın akıllı
politikasıyla tabi bir devlet olarak Macaristan’da başına getirilen Yanoş Zapolyai’nin tahtı
üzerinde hak iddia eden Avusturya Arşidükası Ferdinand’la olan mücadelesi Osmanlıların
Macaristan üzerindeki hâkimiyetlerini tedrici olarak gerçekleştirme fırsatı vermiştir. Bu arada
gerçekleştirilen başarısız Viyana Kuşatmasının gayesi Macaristan’daki yeni durumu
pekiştirmek maksadıyla gelen Osmanlı ordusunun karşısında savaşacak kuvvet bulaması
nedeniyle yapılan bir gözdağı, korkutma teşebbüsü olarak da değerlendirilmiştir.
Budin’in kuşatılmasına tepki olarak 1532 yılında gerçekleştirilen Alaman seferinde
hudut bölgelerinde Güns (Köszeg) gibi önemli pek çok kale fethedilmiştir. Kanuni’nin bu
seferinden sonra Katolik Habsburg hanedanı Protestanları dini ve siyasi bir kurum olarak
tanımaya başlamıştır. Özellikle Protestanların Osmanlı topraklarında dini hayatlarını
yaşayabilmeleri ve baskı görmemeleri övgüyle karşılanmıştır.
Osmanlıların Macaristan’ı kademeli olarak fethetme girişimlerinin bir sonucu olarak
orta ve Doğu Macaristan bölgesi Beylerbeyliğe dönüştürüldü. Ölen Kral Zapolyai’nin küçük
oğlu Erdel’e gönderildi. Budin çevresinde bir güvenlik halesi oluşturan Osmanlılar bunu
sağlamak için Estergon, İstolni gibi kaleleri 1543 yılında fethettiler. Ardından Erdel bölgesinde
oluşturulan Tımeşvar beylerbeyliğiyle bölgedeki Türk hâkimiyeti artırılmıştır.
Batıda bütün bunlar olurken Kanuni Sultan Süleyman doğuda Sünni Müslümanların
halifesi, vekili olarak İran’a karşı mücadelesini sürdürmüştür. II. Bayezid döneminde olduğu
gibi yerleşik düzene geçirilmek istenen Türkmenlerin artan sorumluluklarına tepki olarak
İran’daki Safevi yönetimiyle yakınlaşmasının önüne geçmek isteyen Kanuni Sultan
Süleyman’ın aldığı tedbirler fayda verdi. Oluşabilecek tehlike bertaraf edildi. 1534 yılında
Irakeyn seferi olarak da bilinen bir harekâtla Bağdat ve Tebriz’in fetihleri gerçekleşti. Bu
sayede İpek ve Baharat yollarının güvenliği sağlandı. Şah Tahmasb’ın kardeşi Elkas Mirza’nın
195
Osmanlılara sığınmasıyla başlayan süreçte Safevilerle 1548 yılında yapılan sefer sonucunda
Tebriz tekrar yeniden fethedildi. İran sınırında durumu sağlamalaştırmak için Van ve Erzurum
beylerbeylikleri kuruldu.
Safevilerin kendileri için kutsal kabul ettikleri Bağdat ve civarını ele geçirme
teşebbüslerinin arkası kesilmeden devam etmekteydi. Bağdat’ın güvenliğini sağlamak
maksadıyla yola çıkan Osmanlı ordusunun Nahcıvan’a kadar ilerlemesi üzerine Safeviler zor
durumda kalıp Barış istediler. 1555 yılında Amasya’da yapılan antlaşmayla Bağdat ve Kars
üzerindeki Osmanlı Hakimiyeti tescil edildi. Aslında bölgenin sarp ve yerleşimin dağınıklığı
sebebiyle İran’a yakın bölgelerin elde tutulması çok zor olmuştur. Buradaki ana siyaset İran’ı
sindirme ve etkisizleştirme olmakla birlikte Sünni İslam’ın temsilcisi olan Osmanlı’ların Şii
İran’a karşı galebesinin altında İslam dünyasındaki prestij ve itibarlarını artırmak da
yatmaktadır. Amasya Antlaşması Şah Tahmasb’ın 1576 yılında ölümünden sonra çıkan
karışıklıklara kadar devam etmiştir.
Kanuni Dönemi’nde Denizcilik
Osmanlı ordusunun karadaki başarılarına paralel olarak denizlerde de üstünlüklerinin
görüldüğü yüzyıl ağırlıklı olarak Kanuni dönemlerine tekabül etmektedir. Akdeniz’de
korsanlıkla kendini geliştiren denizcilere Fatih’ten sonraki devirlerde rastlanmaktaydı. II.
Bayezid’in saltanatı sırasında Venediklilerle olan mücadelede ve İspanya’dan kurtarılan
Müslüman ve Yahudilerin nakli sırasında faaliyetleri bildiğimiz denizcilerin devamı olan
Barbaros Hayrettin Paşa’nın tek başına Cezayir ve civarını fethedip Osmanlılara bırakması
üzerine kendisinin kısa bir süre sonra Osmanlı Donanmasının başına getirildiğini görmekteyiz.
Böylelikle karadan Habsburglarla yapılan mücadele Almanlarla sürdürülürken denizden
imparatorluğun diğer ayağı olan İspanyollarla sürdürülmüştür. Osmanlı deniz kuvvetlerinin
İspanyollara karşı yürüttüğü bu mücadelede Fransızların desteğini de unutmamak gerekir.
Akdeniz’de Rodos’un alınmasıyla başlayan süreç Barbaros Hayrettin Paşa’nın 1538 tarihinde
Preveze’de Andrea Dorya komutasındaki birleşik Haçlı deniz kuvvetlerini mağlup etmesiyle
birlikte Osmanlı deniz kuvvetlerinin üstünlüğüne dönüştü. Artarak giden bu başarılara 1541
yılında İspanyol donanmasının Cezayir açıklarında mağlup edilmesi ve 1560 yılındaki
İspanyolların elindeki Cerbe’nin fethi de eklenebilir. Bu başarıların yanı sıra Malta adasının
fethinin akamete uğraması gibi bazı tatsızlıklar da yaşanmıştır. Süveyş’te inşa edilen
gemilerden oluşan Osmanlı Donanması 1538 yılında Hadım Süleyman Paşa komutasında Hint
Okyanusunda Portekizlilerle mücadeleye girişti. Müslüman Hint devletlerinin Osmanlıdan
yardım talepleri üzerine gerçekleşen bu seferlerde Yemen ve Aden bölgesi fethedilmiştir.
196
Osmanlıların eski ticaret yollarına hâkimiyet sağlamasıyla bölgede ekonomik canlılık arttı. Öte
taraftan Portekizlilerin olası Haremeyn bölgesine yapacakları saldırılar da bertaraf edilmiş oldu.
Osmanlıların Hint Denizini kontrolleri XVI. yüzyılın sonundan itibaren bölgeye gelen İngiliz
ve Felemenklerden sonra iyice azaldı.
Kanuni döneminde iki başlı olarak hem karada hem de denizde yürütülen fetih politikası
daha sonraki padişahlar döneminde istenildiği ölçüde devam ettirilemedi. Özellikle hac yolları
ve İstanbul-Mısır arasındaki deniz ticaret yolu üzerindeki Kıbrıs adasındaki korsanların
verdikleri zararın giderek artması üzerine burasının fethine karar verildi. Adanın fethi zorlu
mücadelelerden sonra gerçekleşti. Venediklilerin Kıbrıs’ı kurtarmak üzere talep ettikleri
Birleşik Haçlı donanması gecikmeli olarak 1571 yılında yola çıkmıştı. Onlara engel olmak için
yola çıkan Osmanlı donanması İnebahtı önlerinde mağlup oldu. Bu mağlubiyetin ardından
yenilmezliği tartışılır hale gelen Osmanlı Donanması tekrar toparlanarak yeniden Akdeniz’de
üstünlük sağlamayı başardı. Osmanlı Deniz kuvvetlerinin 1574 yılında Tunus’u fethetmeleri
İspanyolların ümidini iyice azalttı. İspanyolların 1578’de Kasrü’l-kebîr’de uğradıkları
mağlubiyetten sonra Portekiz hakimiyetine girmesi ve İngilizlerle olan yakınlaşmaların iyi
değerlendirilmemesi sonucu Osmanlı deniz kuvvetleri Akdeniz ötesine geçemediler.
Şehzadeler meselesi Kanuni Sultan Süleyman’ın büyük oğlu olan Şehzade Mustafa, şeklen ve bedenen
dedesi Yavuz’u andırmaktaydı. Hürrem Sultan’ın kendi oğullarından Bayezid’i tahta geçirmek
isteğini gerçekleştirmek üzere Şehzade Mustafa’nın Sancakbeyi olduğu Manisa’dan Konya’ya
getirilmesini sağladı. Bunun arkasından Damat Rüstem Paşa da Şehzade Mustafa’nın İran
şahıyla muhaberatına dair sahte yazışmalar düzenledi. Sultan Süleyman’ın İran seferine memur
ettiği Rüstem Paşa Aksaray’a geldikten sonra askerlerinin Şehzade Mustafa’yı ordunun başında
görmek istedikleri şayiasının hızla yayıldığını Kanuni’ye bildirdiler. Bunun üzerine sefere
bizzat kendisi çıkan Kanuni Sultan Süleyman oğlu Şehzade Mustafa’yı boğdurttu. Arkasından
Şehzade Cihangir’in ölümünden sonra geride kalan Selim ve Bayezid anneleri Hürrem’in
ölümünden sonra birbirlerine düştüler. Özellikle bu isteğinde aceleci davranan Bayezid’in Lala
Mustafa Paşa tarafından kandırılması sonucunda kardeşiyle arasının açılması ve ona savaş açıp
mağlup olması üzerine İran’a kaçıp Şah’a sığınmak zorunda kaldı. İran Şahı’nın teslim ettiği
Bayezid boğduruldu ve cenazesi İstanbul’a getirildi.
Kanuni’nin son seferi
197
Zigetvar adıyla bilinen Kanuni’nin komutasındaki bu son fetih hareketi onun on üçünçü
ve son seferidir. Avusturya ile Osmanlı himayesindeki Erdel’in aralarındaki ihtilaftan
kaynaklanan sınır ihlalleri ve işgaller nedeniyle başlayan bu sefer sırasında Kanuni 73
yaşındaydı. 7 Eylül 1566 yılında Kont Zerini’nin kontrolünde olan Zigetvar kalesi bir ayı aşkın
muhasaradan sonra zapt olundu. Kalenin fethinin tamamlanmasından bir gün önce Kanuni
Sultan Süleyman 73 yaşında vefat etti. Oğlu II. Selim Zigetvar’a gelip tahta geçinceye kadar
vefatı gizli tutuldu.
10.5. II. Selim ( 1466-1475)
Kanuni Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan’dan olan oğlu Selim 1524 yılında
doğmuştur. Şehzadeler meselesinde kısaca geçtiği üzere saltanata geçmesi kardeşlerinin ya
öldürülmesi veya ecelleriyle ölmesi sayesinde olmuştur. Kısa süren saltanatı sırasında bütün
devlet işlerini Sokullu Mehmet Paşa tarafından yürütülmüştür. Osmanlı Padişahları içinde
sefere çıkmayan ilk padişahtır. 1574’e kadar saltanatı sırasında Kıbrıs’ın, Tunus’un fethi
gerçekleşti. İnebahtı mağlubiyetinden sonra Venediklilerle barış antlaşması gerçekleştirildi.
Batı’da Avusturyalılara sulh gerçekleştirildi.
10.6. Sokullu Mehmet Paşa
Sokullu Mehmet Paşa, Kanuni sultan Süleyman tarafından 1564 yılında veziriazamlığa
getirilmiştir. Kanuni’nin Zigetvar kalesi önünde ölümünden sonra olası çıkabilecek kargaşayı
akıllıca önlemiştir. Yeni Padişah II. Selim tarafından tam yetkilendirilen Sokullu Mehmet Paşa
tam bir serbestî içinde devlet işlerini yürütmüştür. Özellikle Karadeniz’le Hazar, Akdeniz’le
Kızıldeniz’i birleştirme projesi onun dehasına işaret eder. 1574 yılında II. Selim’in ölümünden
sonra oğlu III. Murat’ın saltanatında veziriazamlık görevini sürdürdü. Fakat devlet işlerini
yürütürken kendisini çekemeyen bazı vezirlerin ve saraya mensup kimselerin çeşitli
düşmanlıklarıyla huzuru kaçırıldı. 1579 yılında vezirlerle yaptığı bir ikindi divanı sırasında
meczup bir dilenci tarafından hançerlenerek öldürüldü. Onun ölümüyle birlikte Osmanlı
devletinin yükselişinin durduğunu ve devlet işlerinde aksamaların ortaya çıktığı görülmeye
başlanmıştır.
198
Osmanlıların yükselme dönemi sadece siyasi fetihlerin gerçekleştiği bir dönem olmayıp
aynı zamanda ilim ve sanatın yükselişe geçtiği dönemlerdir. Başta devlet idaresi olmak üzere
saray, ordu, donanma, medrese ve benzeri müesseselerin gelişme gösterdiği dönemler olarak
da göze çarpar. Devlet idaresinde Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman gibi kanun
ve nizam tesis eden padişahların yanı sıra Sokullu Mehmet Paşa, Çandarlı Halil Paşa, Maktul
İbrahim Paşalar gibi kudretli ve müdebbir veziriazamlar da gelmiştir. Aynı dönemde deniz
kuvvetlerinde nam salan Kemal Reis, Burak Reis, Barbaros Hayrettin Paşa, Turgut Paşa, Kılıç
Ali Paşa ve Piyale Paşalar gibi önemli Kaptan-ı deryaları da buna eklemek gerekir.
Mimari sahada yüzlerce eser vermiş olan Mimar Sinan uzun ömrünü Osmanlı Cihan
devletinin dört bir tarafını camiler, çeşmeler, medreseler, türbeler, köprüler yaparak süslemiştir.
Kendisinden önce ve sonra pek çok kıymetli mimarlar gelerek sanat değeri çok yüksek abideler
meydan getirmiştir. Hat sanatında Amasyalı Hamdullah, Ahmet Karahisari ve diğerleri nefis
yazılarıyla devri güzelleştirmişlerdir.
Şiir’de başta Baki olmak üzere Necati, Zati, Nevi, Sinan Paşa ve Mihri Hatun gibi namlı
şairler ve edipler yetişmiştir. Aslında 1451’den başlayıp 1579’da sona eren süreçte
imparatorluğun siyasi, coğrafî ve askeri genişlemesi kısa süre içinde bütün sahalara sirayet
etmiştir.
Devrin yetişen alimlerine göz attığımızda Hızır Bey, Hocazade Muslihiddin, Molla
Hüsrev, Mola Lütfi, İbn Kemal, Zenbilli Ali Cemalî, Celalzade Mustafa Bey, Taşköprülüzade,
Kınalızade Ali Efendi ve Ebussuud Efendi’yi görürüz.
Osmanlı Devletinin en ihtişamlı olan bu devrinin Osmanlı cihan devletinin
üstünlüğünün kabul edildiği, doğuda ve batıda büyük fetihlerin yapıldığı çağ olarak da kabul
etmek yerinde olur. Aynı dönemde peş peşe gelen başarılı hükümdarları tamamlayan dirayetli
vezirler de devlette kötü gidişata fırsat vermemişlerdir. Bütün bunları da ilim ve sanatta yetkin
kişilerin aynı dönemde yaptıkları katkılar yükseliş ve ilerlemeyi hızlandırarak devleti zirveye
taşımıştır.
199
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Fatih Sultan Mehmet (1451-1481)
II Bayezid Devri (1481-1512)
Yavuz Sultan Selim (1512-1520)
Yavuz’un Mısır seferi
Mercidabık Savaşı
Kanuni Sultan Süleyman ( 1420-1466)
Mohaç Savaşı
Kanuni Dönemi’nde Denizcilik
Şehzadeler meselesi
Kanuni’nin son seferi
II. Selim ( 1466-1475)
Sokullu Mehmet Paşa
200
Bölüm Soruları
1) Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden sonra Anadolu’da yaşayan Türkleri
İstanbul’a çekmek için zorunlu göç ve sürgün metoduna başvurmuştur.
Doğru ( ) Yanlış ( )
2) Trabzon Rum İmparatorluğunun Posmanlı topraklarına katılması ........... senesinde
gerçekleşmiştir.
3) II. Bayezid ................... yılları arasında hükümdarlık yapmıştır.
4) Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail üzerine giderek yaptığı savaş ................. savaşıdır.
5) Yavuz Sultan Selim ile Memlükler arasındaki ilk savaş Mercidabık Savaşı’dır.
Doğru ( ) Yanlış ( )
201
11. OSMANLI DEVLETİ ( DURAKLAMA DÖNEMİ)
202
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
Bu ünitede, Osmanlı İmparatorluğunun doğal sınırlarına ulaşması ve Avrupa’daki gelişmeler
karşısında siyasi açıdan nüfuzunu kaybetmeye başladığı dönem olan Duraklama devri siyasi
hadiseler üzerinden ele alınacaktır.
203
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1- III. Murat döneminde meydana gelen hadiseleri anlatınız.
2- Lehistan’ın Osmanlı Devleti tarafından fethinin önemi nedir?
3- Haçova savaşının sebep ve sonuçları nelerdir?
204
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği
Osmanlı’nın duraklama dönemini girmesine sebep olan etmenleri kavrama
Osmanlı’nın en geniş sınırlara ne zaman ulaştığının öğrenilmesi
Bu döneme neden duraklama
devri denildiğinin anlaşılması
Askerin siyasete müdahalesi ve bunun sonuçlarının kavranması
205
Anahtar Kavramlar
Yeniçeri, III. Murat, Genç Osman, Viyana
206
Giriş
Osmanlı devleti daha yükseliş döneminin sonunda iyice su üstüne çıkan bozulmanın ve gerilemenin ve bunun sonucunda ortaya çıkan pek çok yanlış uygulamanın işaretlerinin başlangıcını Kanuni’ye kadar götürmek mümkündür. Osmanlı devletinin Duraklama dönemi diye adlandırılan bu safhasında doğuda İran cephesinde Safevilerle batıda Habsburg hanedanının başını çektiği Birleşik Haçlı güçleriyle yapılan uzun süreli savaşlar idari ve mali anlamda yıpratıcı oldu. Fetihlerin belli bir noktadan sonra azalması veya fethedilen yerlerde elde edilen gelirlerin azlığı iktisadi şartların siyasi yapıyı etkilemesine iyi bir örnektir. Bu zaafın temel nedenleri arasında devletin her kademesinde ve gerek merkezde gerekse taşrada idareye liyakatli kimselerin getirilmemesi, devşirme usulünde görülen aksamalar, Yeniçeri ocağının yozlaşması ve hazinenin çarçur edilmesi gibi diğer bozulmalar eklenebilir. Osmanlı devletinde 1579’da Sokullu Mehmet Paşa’nın öldürülmesiyle başlayıp 1683 yılında II. Viyana kuşatmasında yaşanan bozgunla perçinlenen dönemdeki bocalamanın ve sarsıntıların amilleri çok yönlüdür. Bunların başında II. Selim’le birlikte başlayan padişahların ordunun başında bizzat savaşlara katılmaması yerlerine veziriazamlarını göndermesi gelmektedir. İkinci olarak da 14 yaşında tahta geçen Sultan I. Ahmet’le başlayan çocuk denecek yaşta padişahlar tahta geçme sürecinin en hassas dönemlerde ortaya çıkmasıdır. Bu durum sarayda valide Sultanlar saltanatına sebebiyet vermiştir. Ayrıca Sultan I. Mustafa ve Sultan İbrahim gibi bazı padişahların uzun süren kafes hayatı ve değişik nedenlerle melekelerinin zayıflaması idari anlamda zafiyete yol açmıştır. 1618 yılında tahta geçen Genç Osman’ın gençlik ve tecrübesizliği kendisinin hayatına mal olmuştur. Ardından idareye gelenlerden IV. Murat’ın tahta çıktığı sırada küçük yaşta oluşu nedeniyle idare resmen Kösem Sultan tarafından yürütmüştür. Sultan İbrahim sonrası tahta geçen IV. Mehmet’in de yaşının küçüklüğünden idarî işler annesi Valide Turhan Sultan tarafından yürütülmüştür. XVI. asrı çok az bir zararla atlatan Osmanlı Devleti’nin XVII. yüzyıl’da gücünün hissedilir bir biçimde azaldığı, idarî ve askerî sahalarda zaaf belirtilerinin ortaya çıktığı dönemdir. Aslında klasik taksimata göre Osmanlı’nın duraklama döneminin Sokollu Mehmet Paşa’nın öldürülmesiyle başlatılmasının nedeni daha sonraki yüzyıllarda kendisinin çapında ve donanımında başka bir devlet adamının gelmeyişidir. Bununla birlikte Osmanlı devletinin hayatiyetini sürdürmesinde Avrupa devletlerinin kendi aralarında bitip tükenmeyen iç meselelerinin ve buna bağlı savaşların etkisini göz ardı etmemek gerekir. Bu sayede Osmanlı devletinin idarî, askerî ve siyasî zaafları tebarüz edip su yüzüne çıksa da Avrupalı rakiplerince XVII. yüzyılın neredeyse sonuna kadar ciddi bir biçimde anlaşılmadığı da bir gerçektir. Zira Saray idaresinin tamamen kadınlar saltanatına dönüşüp padişahların valideleri tarafından yürütüldüğü bu yüzyılda; birbiri arkasına patlak veren Anadolu’daki Celalî isyanları ve aralıklarla da olsa Avusturyalılarla Avrupa devletlerinin kendi
aralarında sürüp giden savaşlardan başını kaldırarak Osmanlılara yürüttüğü mücadeleler bile ciddi anlamda devleti sarsmaktadır. Yeni fetihlerin durmuş olması ve hesapta olmayan masraflar için kaynak temini gibi hususların yanı sıra Amerika’dan gelen tonlarca altının ekonomi piyasalarını alt üst etmesi ve buna karşılık elde yapılacak fazla bir şey olmaması da dönemin tipik çıkmazlarındandır. Bunun yanı sıra Avrupa’nın erken dönemde maddî değerleri öne çıkaran bir sisteme geçişi, yeni keşfedilen bölgelerin zengin kaynaklarını insafsızca sömürmeleri, ekonomide korumacılığa dayalı merkantilist sistemi doktrin gibi benimserken Osmanlı devletinin hak ve
207
adalet kavramına olan bağlılıklarından dolayı bunun zıddına bir uygulamanın tatbiki bir tarafa telaffuz edilip gündeme gelmesi bile söz konusu olmadığından iktisadi ve mali sıkıntılarla yüz yüze gelmiştir. Ayrıca Osmanlı devletin çöküş zamanlarında bile borç para tuzağına düşmek pahasına emrinde çalışanların maaş ödemelerini elinden geldiği ölçüde gerçekleştirmeye çalışmıştır. İdari anlamda ise yetkin idarecilerin görevlerinde rahat bırakılmaması sebebiyle görevden kaçınmaları veya bir bahaneyle merkezden uzaklaşmaları sorunu daha da ağırlaştırmaktaydı. Rüşvet hayatın değişik alanlarında etkin olmaya başlamış, idarî, hukukî ve ilmî makam ve mevkiler alınır satılır hale gelmişti.
XVI. yüzyılın son çeyreğiyle XVII. yüzyılın ilk yarısından itibaren başa geçen padişahların bir kısmının kendi zayıflıkları veya küçük yaşta tahta geçmiş olmaları yönetimde bir boşluğa yol açmıştır. Haliyle oluşan bu de facto durumdan birileri yararlanarak söz sahibi olmuştur. Bunlar arasında dönemin Haseki sultanları, Padişah anaları olan valide sultanları, saray idaresinin önde gelenlerinden Kızlar ağası, musahip nedimler ve diğer saray görevlileri içeriden dışarıdan Yeniçeri ocaklarının ağaları, müderrisler, şehrin eşrafından olan kimselerle görevden alınmış bazı vüzera da buna dâhil edilebilir. Osmanlı ordusunun belkemiğini yeniçeri ocağı oluşturmakla beraber ordunun askerî gücünün başka kaynakları da vardı. Bunun başında Osmanlı coğrafyasının pek çok noktasında devletin sahip olduğu mirî arazileri işletip karşılığında orduya sipahi hazırlayanlar da vardı. Bu kimseler tahsis edilen has, zeamet, tımar gibi tahsisatların ve asker besleyen vüzeraya ümeraya ve ulemaya verilen arpalıkların da layığı olmayanlara verilmesi devletin askeri gücünü zayıflatmış ve mevcut nizamın bozulmasına sebebiyet vermiştir.
Yükselme dönemindeki kendine özgüveni tam, başta hukuk olmak üzere devletin tüm kurum
ve kuruluşlarının birbirleriyle uyum içinde çalıştığı halkın taleplerinin, şikâyetlerinin anında değerlendirildiği, usulsüzlük, iltimas, adam kayırma, rüşvet ve yolsuzlukların en aza indirgendiği bir dönemdi. Fakat duraklama dönemine gelince padişahlık makamına gelenlerin genç veya çocuk olanların yanı sıra aklî melekeleri zaafa uğramış şehzadelerin getirildiğini görmekteyiz. Balık baştan kokar kavlince en üstte yapılan bu hatalar yukarıdan aşağıya doğru bir çözülmeyi beraberinde getirdi. Özellikle XVII. yüzyılı ele alan eserlerin neredeyse tamamı dönem içinde meydana gelen bu bağlamda usulsüzlükleri ve bunların acı neticelerini anlatır.
11.1. III. Murad (1574-1595)
Kısmen Sokollu’dan bahsederken değindiğimiz üzere III. Murad, zayıf iradesi yüzünden devlet işlerine saray kadınlarının karışmasına ve söz sahibi olmasına sessiz kalmıştır. Özellikle Sokullu sonrası dönemde idaredeki boşluk yüzünden saray halkının ve nüfuzlu kimselerin devlet idaresine müdahaleleri artmıştır.
11.2. III. Mehmed (1595-1603)
III. Murad’ın büyük oğlu ve babasının yerinde Sancakbeyi olarak görev yaparken 1595 yılında tahta geçmiştir. Devrinde Eğri seferine çıkmış ve Haçova savaşını kazanmıştır.
208
Babası III. Murad dönemindeki idari işlere müdahale bunun devrinde de devam etmiştir. Özellikle annesi Safiye Sultan’ın üzerinde etkisi oldukça büyüktü.
11.3. I. Ahmed (163-1617)
Tahta çıktığında on dört yaşında olan Sultan I. Ahmed 14 yıl hükümdarlıktan sonra 28 yaşında vefat etmiştir. Dönemi daha çok Avusturyalılara, İranlılarla yapılan harpler ve
Celalilerle mücadeleyle geçmiştir.
11.4. Duraklama Dönemindeki yenilik girişimleri
Duraklama döneminde bu durumu aşmak ve tekrar eski ihtişamlı günlere dönüş yapma yolunda çabalar boşa gitmese de istenileni verememiştir. Zira XVII. yüzyıla gelindiğinde oluşan otorite boşluğu merkezi idareyi elinde tutan Kapıkullarının etkisini artırmış ve onlar da kapılandıkları paşaların iktidarları doğrultusunda hizmet vermeye başlamışlardır. Dönemdeki iyi bir gelişme olarak Sultan I. Ahmed’ten itibaren kardeş katli uygulamasının kaldırılması ve Ekber ü Erşed kuralı denilen saltanata hanedanın en yaşlı üyesinin getirilmesi uygulaması başlatılmıştır. Bu sefer de merkezi iktidarı paylaşmak ve söz sahibi olmak isteyen saray halkı ve valide sultanlar idaredeki bu zaaftan faydalanıp etkilerini artırdılar. Bu açmazdan kurtulmak isteyen Genç Osman gibi tecrübesiz sultanların şahsi girişimleri de acıklı bir şekilde sona erdi.
11.5. Genç Osman (1618-1622)
Osmanlı tahtına geçen I. Mustafa’nın rahatsızlığı nedeniyle 3 ay 10 gün gibi kısa süren saltanatından sonra tahta geçen Genç Osman’ın Lehlilerle Osmanlılar arasındaki ihtilafları bahane ederek Hotin önlerinde yaptığı savaşta istenilen manada mutlak galibiyet alınamasa da Lehistan içlerine korku salındı. Fakat yeniçeri Ocağını ıslah etmek adına yaptığı girişimlerinin açığa çıkması üzerine tahttan indirilip Yedikule zindanlarında boğduruldu. Yerine tekrar kısa sürede tahtta kalan amcası I. Mustafa geçti.
11.6. Sultan IV. Murad (1623-1640)
On yedinci asırda gelen Osmanlı Padişahları içinde en liyakatlisi olan IV. Murad çocuk yaşta tahta çıktı. Yaşı biraz ilerleyince idareyi ele alarak sorumlularını en ağır biçimde cezalandırdı. Özellikle İstanbul’daki zorbaları ve Anadolu’daki Celalileri sindirdikten sonra İranlıların eline geçen Bağdat’ı geri aldı. Bu sebeple kendisine Bağdat Fatihi denildi. Devrinde başlattığı tütün yasağı uygulamalarında çok kan dökülmüştür. Fakat şahsi hayatında men ettiği yasaklara dikkatsizliği sebebiyle vücudunu harap etmiş ve genç yaşta vefat etmiştir.
209
11.7. Sultan İbrahim (1640-1648)
IV. Murad’ın ölümünden sonra tahta çıkan Sultan İbrahim devlet idaresinde istenileni gösterememiş, sinirlerinin bozulması nedeniyle sağlıklı kararlar veremediğinden 1648 yılında hal edilerek öldürülmüştür.
11.8. Sultan IV Mehmed (1648-1687)
Küçük yaşta tahta çıkan Sultan IV. Mehmed’in saltanatının ilk yılları zor geçmekle birlikte Köprülülerin başa geçmesiyle rahat etmiştir. Halk arasında bilinen Avcı lakabı da aşırı denecek ölçüde av merakından dolayı verilmiştir. Viyana bozgunundan sonra kötü gidişata son verememesi nedeniyle tahttan indirilmiştir.
11.9. II. Süleyman (1687-1691)
Sultan İbrahim’in ikinci oğlu olan Sultan II. Süleyman uzun süreli kafes hayatından sonra ağabeyi IV. Mehmed’in hal edilmesiyle başa geçmiştir. Devrinde sadarete getirdiği Fazıl Mustafa Paşa sayesinde Avrupa’da başlayan yenilgiler ve kayıplar durdurulmuş ve Belgrad’ın geri alınması gerçekleşmiştir.
11.10. II. Ahmed (1691-1695)
Ağabeyi gibi uzun süreli kafes hayatından sonra saltanatı devralan II. Ahmed dönemi oldukça sönük geçmiştir. Devlet işlerinde ilgili gözükmesine karşın gerekli donanımdan uzak oluşu nedeniyle başarılı olamamıştır.
Ayrıca döneme damgasını vuran Köprülüleri de unutmamak gerekir. 1656 tarihinde veziriazamlığa getirilen Köprülü Mehmed Paşa’nın 5 yıllık sadareti zamanında Girit meselesinden dolayı Venediklilerin Çanakkale önlerindeki ablukasını bozarak Limni ve Bozcaada’yı geri aldı. Döneminde Erdel ve Girit sorunlarının hallinde oldukça mesafe alındı ve devlette asayiş ve düzen yeniden hâkim oldu. Devlet işlerinin düzeldiği görülmesi üzerine vefatından sonra genç yaştaki oğlu Fazıl Ahmed Paşa 1661 yılında aynı göreve getirilmiştir. 15 yıl kadar sadarette kalan Fazıl Ahmed Paşa’nın Avusturyalılarla yapılan savaşlarda gösterdiği başarılara Venediklilerin elinde olan Girit’i alması, Lehistan üzerine yapılan bir seferle Ukrayna bölgesindeki önemli kalelerden Podolya ve Kamaniçsa fethedildi. Ruslarla Batı Ukrayna’nın Osmanlılara aidiyeti tescillendi.
Köprülülerin damadı olmakla tanınan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın başa gelmesiyle birlikte Orta Macaristan’da ortaya çıkan Protestan ağırlıklı devlete Avusturyalıların baskı yapması üzerine Viyana’nın fethi gündeme geldi. Belki tarihi değiştirecek olan bir
210
hareketin yanlış planlanması ve değişik başka nedenlerle Viyana’nın fethi gerçekleşmediği gibi gerileme ve çöküşün önü açıldı.
Viyana Kuşatması
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusunun 1683 yılındaki Viyana Kuşatması Leh ordusunun yardıma gelmesiyle başarısız olup yapılan savaşta ağır bir mağlubiyete uğradı. Osmanlı Ordusu Begrad’a çekildi. Askeri anlamda geri kalmışlık ve idari anlamda bozulmanın ağır faturasını acı bir şekilde ödettirildiği Karlofça antlaşmasına kadar dört bir cephede yapılan savaşlardan kayıplar dışında bir şey elde edilemedi.
Karlofça antlaşması
Ağır şartlar taşıyan bu anlaşmanın önemli maddeleri şunlardır:
1- Macaristan’ın tamamı, Slovenya ve Transilvanya Avusturyalılara terk edildi.
2- Hırvatistan Avusturyalılara, Bosna Osmanlılara bırakıldı.
3- Budin eyaletinden yalnız Semendire Osmanlılara kalıyor, Belgrad Türklere
verildi ve sınır olarak kabul edildi.
4- Venedikliler’e Mora Yarımadası, Cerigo, Cerigotto, Hidra, Salamin, Ayamavri
adaları ile Dalmaçya'nın bir kısmı terk edildi.
5- Lehistan, Podolya, Galiçya, Kamaniçe Kalesi ve Ukrayna'daki bazı topraklar
elde etti ve Dinyester (Turla) Nehri Osmanlı Devleti ile Lehistan sınırı oluşturuldu.
211
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
III. Murad (1574-1595)
III. Mehmed (1595-1603)
I. Ahmed (163-1617)
Duraklama Dönemindeki yenilik girişimleri
Genç Osman (1618-1622)
Sultan IV. Murad (1623-1640)
Sultan İbrahim (1640-1648)
Sultan IV Mehmed (1648-1687)
II. Süleyman (1687-1691)
II. Ahmed (1691-1695)
Viyana Kuşatması
212
Bölüm Soruları
1) Osmanlı Devletinde duraklama dönemi .............................. tarihleri arasında
yaşanmıştır.
2) Kardeş katlinin kaldırılması ve ekber ü erşed kuralı ..................... padişahlığı
döneminde getirilmiştir.
3) IV. Murad daha önce İranlıların ele geçirdiği Bağdat’ı tekrar fethetmiştir.
Doğru ( ) Yanlış ( )
4) Karlofça Anlaşması ile Avusturya’ya bırakılan yerler arasında aşağıdakilerden hangisi
yoktur?
a) Macaristan
b) Slovenya
c) Transilvanya
d) Bosna
e) Hırvatistan
5) 1683 yılındaki Viyana Kuşatması .............................. komutasında gerçekleştirilmiştir.
213
12. OSMANLI DEVLETİ GERİLEME ve ÇÖKÜŞ DÖNEMİ
214
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
Bu ünitede, Osmanlı imparatorluğunun Batılı güçler karşısında gün geçtikçe güç kaybederek yıkılmaya başlaması ve bu yıkılışa karşı Osmanlı idaresinin ıslahat politikaları siyasi ve idari açıdan ele alınmıştır.
215
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1- Türklerin Avrupa’dan geri çekilişleri ne zaman başlamıştır?
2- Lale devri hakkında bilgi veriniz. 3- Gerileme döneminde meydana gelen iç isyanlar hakkında bilgi veriniz. 4- Bu dönemde Yeniçerilerin siyasete müdahalesinin sonuçları neler olmuştur?
216
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği
Osmanlı’nın gerilemesine sebep olan etmenlerin
anlaşılması
Türklerin taarruzdan savunmaya geçişinin kavranması
Osmanlıların Avrupa’ya karşı gücünü yavaş yavaş kaybettiğinin anlaşılması
Ordu-siyaset ilişkisi ve bunun sonuçlarının kavranması
217
Anahtar Kavramlar
Yeniçeri, Karlofça, Ruslar, Avrupa
218
Giriş
Osmanlı Devletinin imzaladığı Karlofça anlaşmasının sonucunda idari, mali, askeri ve sosyal yapı büyük oranda yıkıma uğramıştır. Özellikle kaybedilen topraklardan sonra nüfus yapısı değişmiştir. Köylerde yaşayan halk şehirlere göç etmek zorunda kalmış veya çeteler kurarak devlete asi olmuşlardır. Savaşlarda yetersiz kalan ordunun yerine yerel halktan asker toplanmasıyla hem içte yüzyıllardır bir arada yaşayan farklı topluluklardan oluşan gayrimüslimlerin ayrılık hareketlerine karşı mücadele edilmiş, hem de dışta Avusturyalılar, Ruslar ve diğer milletlerle savaşlar yapılmıştır. Osmanlılar bu anlaşmadan sonra artık geri kalmışlıklarını kabul ederek batılı devletleri model alma çabalarına girişmişlerdir.
Gerileme döneminde Kapıkulları da durumdan vazife çıkararak değişik bahanelerle ayaklanmıştır. Kapıkullarına ödenen bunca ücret ve aylığa rağmen cephelerdeki gerilemenin bir türlü durdurulamaması halkın tepkilerine yol açmakla birlikte buhranın arkası kesilmiyordu. Sultan II. Mustafa’yı avucuna alan Şeyhülislam Feyzullah efendinin etki alanının artması, siyasi otoriteye nizam vermek istemesi ve tasarruflarında sınır tanımazlığı tepkilere yol açtı. Çıkan bir isyanda şeyhülislam feci şekilde katledildikten sonra hamisi II.
Mustafa da tahtı kardeşi III. Ahmed’e bırakmak zorunda kaldı.
Karlofça anlaşmasından sonra Erdel’de meydana gelen hadiselerden sonra Macarların isyanı Osmanlılar tarafından ciddiye alınmamıştı. İsveç’in Lehistan üzerinde söz sahibi olma
isteğinde Rusya’ya karşı ittifak talebine olumlu karşılık verilmedi. Fakat Poltova’da yenilen İsveç kralı Demirbaş Şarl maiyetiyle Osmanlı’ya sığındı. Durumu bahane eden Ruslar 1711 yılında Boğdan’ı zapt ettiler. Fakat Ruslar tedbirsiz davranarak Prut nehri yakınlarında Osmanlı kuvvetlerinin hazırladığı pusuya düşürüldüler. Rusları bir daha belleri doğrultamayacakları hezimete uğratabilecek durumda olan Baltacı Mehmed Paşa’nın maiyetindeki ordusuna olan güveninin eksikliği sebebiyle barış antlaşması yapıldı.
Rusya’ya karşı yapılan seferin böyle kolay ve başarılı geçmesi üzerine Venediklilerin eline geçen Mora’yı geri almak üzere harekete geçen Osmanlılar 1716 yılında burasını yeniden fethettiler. Venediklilerle birlikte ittifak edip harekete geçen Habsburglar başarısız Avusturya seferini kaybeden Osmanlıların elinden Tımışvar bölgesini aldılar. Ardından Petervaradin’de yapılan savaşı kaybeden Osmanlılar Belgrad’ı kaybetti. Osmanlılar bu kayıplarıyla Macaristan’ı tamamen kaybetmekle kalmayıp Belgrad’ın düşüşüyle Balkan
bölgelerindeki hakimiyetlerini tehlikeye soktular. Yapılan Pasarofça Barış anlaşmasıyla Osmanlılar elinden pek çok yer daha çıkmış oldu.
1- Avusturya ile Niş, Banat Dağları ve Transilvanya Alpleri sınır olarak kabul edildi.
2- Osmanlılara sığınan Erdel prensi II. Rákóczi Ferenc emniyeti sağlanmak şartıyla iade
edildi.
3- Venedikliler, Mora Yarımadasını, Korintos ile çevresini, Egin Körfezindeki adaları,
İyonya Adalarını, Aya Mavri Adasını ve Girit’te üç iskeleyi Osmanlılara terk ettiler.
219
12.1. Lale Devri
Lale Devri, Osmanlıların Pasarofça anlaşmasını imzalaması sonrasında Damad İbrahim Paşa’nın Sadrazam olması ile başlayıp, 1730 tarihinde Patrona Halil isyanı ile son bulan dönemdir. Osmanlıların özellikle Avrupa’da olup biteni doğru anlamak amacıyla gerçekleştirdikleri Pasarofça barış anlaşmasından sonra İstanbul’da Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın başlattığı Lale devri’nde batının sağladığı gücün kaynaklarının tahliline girişilmiştir. Bu kısa süren huzur döneminde İbrahim Müteferrika tarafından matbaanın açılması (1727) gibi bazı yenilikler başlatılmıştır. Batı etkisi sanat, mimari ve edebiyatta sınırlı kalmayarak teknik konularda da bazı değişiklikler başlatılmıştır.
Batı’da Pasarofça barış antlaşması nedeniyle rahatlayan Osmanlı devleti zor durumda kalan İran’da 1723 yılında başlayan Rusların Azerbaycan bölgesinde Bakü’yü zapt etmelerinin ardından Kirmanşah, Hemedan, Revan ve Tebriz aldılar. Arkasından Gence ve Gürcistan’da hakimiyetlerini tesis ettiler. 1730 yılında İranlıların başına geçen Nadir Şah’ın başlattığı karşı atak İstanbul’daki isyanla birleşince elde edilen topraklar bir bir elden çıktı. İstanbul’daki isyan III. Ahmed’in tahttan indirilmesi ve yerine I. Mahmud’un getirilmesiyle tamamlandı. Osmanlıların İran üzerine yaptıkları seferde Tebriz yeniden fethedildiyse de elde tutulamadı. 1723 yılından itibaren aralıklarla devam eden mücadele karşılıklı üstünlüklerle devam ederken 1746 yılında Kasrı-şirin antlaşmasındaki sınırlar esas kabul edilerek barış sağlandı.
Osmanlılar, aynı dönemde sıcak denizlere inmek isteyen Ruslarla uğraştılar. Rusların eline
geçen Azak ve işgale uğrayan Kırım uzun mücadelelerden sonra kurtarıldı. Avusturyalıların 1737’de Bosna ve Eflak bölgesini ele geçirme isteğiyle başlattıkları saldırıya Hekimoğlu Ali Paşa karşılık vererek geri püskürttü. Osmanlıların bu başarılarını Belgrad’ın yeniden fethi perçinledi. 1739 yılında yapılan anlaşmayla Pasarofça’da kaybedilen yerler geri alındı. Karlofça anlaşmasından sonra kaybedilen yerlerin tamamına yakını geri alındı.
Prusya’nın Avrupalıların kendi aralarındaki 7 yıl savaşlarına çekme isteğine rağbet etmeyen Osmanlılar durumdan kazançlı çıktılar. 1768 yılına kadar toparlanma sürecine giren devletin hazırlıksız bir şekilde Lehistan’daki krallık seçiminde muhalif Bar Konfederasyonuna hamilik etmesi Ruslarla çatışmayı doğurdu. Savaş tam bir hezimete dönüşerek Ukrayna’dan başlayarak Tuna boyunca geniş bir bölge, Eflak ve Boğdan kaybedildi. Kırım elden çıktı. Ayrıca, Ruslar İngilizlerle işbirliği yaparak 1770’de Çeşme’de Osmanlı donanmasını yaktılar. 1772 yeniden başlayan savaş sonunda mağlubiyet yaşanması üzerine ağır şartlar taşıyan Küçük Kaynarca Antlaşması imzalandı. Bu anlaşma sonunda Ruslar, Kırım’a hâkim oldukları gibi Ortodoksların manevi himayesini de elde ettiler. Karadeniz’deki Türk hâkimiyeti bir anlamda sona erdi.
Neredeyse parçalanıp Venedik ve Lehistan gibi tarih sahnesinden silinmesine ramak kalan Osmanlı devletinin ömrünü uzatan yegâne etken büyük devletlerin bu paylaşımda aralarında anlaşamamalarıdır. İçinde bulunduğu bu zor durumdan kurtulmak isteyen Osmanlı devleti
220
1779-1782 yılları arasında sadarete getirilen Kara Vezir Mehmed Paşa ve halefi Halil Hamid Paşa zamanlarında Fransa’dan askeri uzmanlar getirterek Topçu ve Lağımcı ocaklarını ıslahata giriştiler. Bunları boğazların güçlendirilmesi ve Baron de Tott’un açtığı ileride
Mühendishane’nin nüvesini oluşturan mekteplerin açılışı takip etti. Donanmanın Cezayirli Hasan Paşa tarafından yeniden elden geçirilmesi ve kapanan matbaanın açılması da bunları takip etmiştir.
Kırım üzerinde emellerinden vazgeçmeyen Ruslar bir bahaneyle Kırım’ı işgal ettiler. Zor durumda kalan Osmanlılar da bu oldubittiyi 1784’de kabul ederek tasdik etmek zorunda kaldılar.
1787 yılında Rusların Kırım’da yaptıklarına tepki olarak savaş başlatan Osmanlıları bir sürpriz beklemekteydi. Avusturyalıların da Rusya ile müttefik olduklarını ileri sürerek savaşa katılmaları tam bir yıkım oldu. Ordunun zaten var olan yetersizliği mağlubiyete sebep oldu. Özellikle Rusların Özi kalesini alıp içindeki masum yirmi beş bin kişiyi katletmeleri yıkılışın habercisi oldu. Felaket haberine dayanamayan I. Abdülhamid üzüntüsünden vefat etti. (1789)
Her şeyin kötüye gittiği sırada Fransız ihtilalı patlak verdi. Bu beklenmedik gelişmenin kendi iç bünyelerinde ne gibi tesirleri olacağından emin olmayan Ruslar hem Osmanlılarla hem
İsveçlerle iki ayrı cephede savaşmanın güçlüğünü de göz önüne alamayarak Osmanlılarla barış yapmak zorunda kaldılar. Avusturya’nın güçlenen Prusya karşısında içine düştüğü zor durum sebebiyle Osmanlılarla Ziştovi anlaşması yapmak zorunda kaldılar. Böylelikle
Osmanlılar neredeyse kaybettikleri toprakların tamamına yakınını Avusturya’dan geri aldılar. 1792 yılında Ruslarla imzalanan Yaş barış antlaşmasıyla Kırım’ın elden çıktığı kesin olarak tescillendi. Bu arada Özi gibi bazı yerler de Ruslara terk edildi. Buna karşılık Ruslar tarafından daha önce işgal edilen topraklardan Eflak-Boğdan, Bender, Kili ve Akkirman geri alındı. Bir kez daha Osmanlı Devleti rakipleri olan diğer devletlerin kendi aralarındaki ihtilaf ve çekişmelerinden istifade ederek içine düştüğü müşkül durumdan en az zararla kurtulmayı başardı.
12.2. Dağılma ve Çöküş
Osmanlı devletinin içine düştüğü zor durumdan kurtulması için bir takım yeniliklere başvurulması gerekliydi. Bu amaçla model ülke olarak Fransa benimsendi. Bu sırada 1798 yılında Mısır, Fransa İmparatoru Napolyon Bonapart tarafından işgal edildi. Napolyon’un
Mısır’dan sonra Suriye’yi ele geçirme isteği Akka’da bulunan Cezzar Ahmed Paşa’nın güçlü müdafaası nedeniyle başarıya ulaşmadı. Fransızların Mısır’ı işgalleri ve olası diğer saldırılarının önüne geçebilmek maksadıyla Ruslarla ittifak antlaşması yapıldı. Anlaşma gereği de olsa Rus filosu ilk defa Boğazlardan geçerek Akdeniz’e indi. İdaresi Fransız generallere bırakılan Mısır 1801 yılında işgalden kurtarıldı. Mısır’ın işgaline karşı koymak üzere görevlendirilen askerler arasındaki Mehmet Ali Paşa’nın da idarede gösterdiği dirayet kendisini adım adım valiliğe taşıdı. Eskiden beri süregelen Mısır’daki Kölemenlerin
221
uzlaşmaz tutumu ve isyanlarını da bastırmak işinde yer alan Mehmet Ali Paşa’nın başarılı olması üzerine önü açıldı.
Bütün bu olup bitenlerden kendisine ders çıkaran III. Selim ordunun modernleştirilmesi konusuna ağırlık verdi. Mevcut yeniçerilerle birlikte oluşturulmak istenen Nizam-ı cedit ordusu bu teşebbüsün önemli bir kısmını oluşturmaktaydı. Zira Nizam-ı cedit sadece yeni ordunun adı olmayıp aynı zamanda Osmanlı devletinin Avrupa’nın ilim, sanat, ticaret ve medeniyetteki birikimlerine ortak olma yolundaki çabalarının tümüdür. Mühendishane-i
Bahr-i Hümayun (1773) Mühendishane-i Berr-i Hümayun (1794) açılması da bu dönemde yapılan önemli girişimlerdir.
Fakat bütün bu yapılanların tanıtılmasındaki eksiklikler ve eski düzenin devamından fayda uman çevrelerin tepkisi üzerine Nizam-ı cedit uygulamaları iptal edilerek her şey eski hale getirilmeye çalışıldı. Bu arada III. Selim de tahttan indirildi. (1807). Tahta geçen Sultan IV. Mustafa eski düzen taraftarlarının yanında yer almasına rağmen zaman içinde fikri reformcuların safına geçmek oldu. Bu vesileyle Rumeli’deki güçlü ayanlardan Alemdar Mustafa Paşa’nın asayişi sağlamak amacıyla İstanbul’a gelmesine izin verildi. Şehirde kontrolü ele geçiren Alemdar Mustafa Paşa’nın III. Selim’i tahta çıkartmasına mani olmak için Sultan IV. Mustafa, amcası III. Selim’le kardeşi II. Mahmud’un öldürülmesine müsaade etmişse de II. Mahmud bir şekilde hayatta kalmayı başarabilmiştir.
12.3. Sened-i İttifak
Osmanlı devleti tarihinde bir eşi görülmeyen bu belgenin mahiyeti şöyledir: Osmanlı devletinin kendi tebaasından olan ayanların konumlarının belirlendiği bu anlaşmanın temel sebebi yeniçerilerdir. Zira XVIII yüzyılın sonundan itibaren gittikçe azgınlaşan ve savaş tekniği konusunda hiçbir yeniliğe yanaşmayan Yeniçeriler karşısında düşülen çaresizlik buna neden olmuş da denilebilir. Özellikle Rus ve Avusturya savaşları başta olmak üzere hemen hemen hiçbir cephede istenilen manada fonksiyon icra edemeyen, sürekli mağlubiyetler yaşatan yeniçeri ordusu karşısında tamamen çaresiz kalan Osmanlı sultanlarının hükümranlık haklarından feragat etmek bahasına yapmak zorunda kaldıkları selahiyet ve yetkilerin paylaşımı de denilebilir. Fakat idarede yetki paylaşımı anlamına da gelen bu muahede uzun soluklu olmamıştır. Alemdar Mustafa Paşa’nın Nizam-ı Cedit ordusu yerine oluşturmak istediği Sekban-ı cedit ordusu da kendisi gibi bir ayaklanmayla tarumar olmuştur. (1808). II. Mahmud kardeşi IV. Mustafa’yı öldürterek kendi tahtını ve canını koruyabilmiştir. 1812 yılında imzalanan Bükreş antlaşmasıyla Rusya’ya Beserabya ve bazı bölgeler verildi. Burada Slav ırkından olan Sırplara ilk defa olarak imtiyaz tanındı.
12.4. Navarin, Osmanlı-Rus savaşı ve Yunanistan
222
Peş peşe gelen mağlubiyetlerin yanında, Rumların Mora bölgesinde başlattıkları isyan ateşi büyüyerek dış ülkelerin de müdahalesiyle içinden çıkılmaz bir hal aldı. Mehmed Ali Paşa’nın yardımıyla isyanın bastırılmasına rağmen istenilen elde edilemedi. İngiltere ve Rusya’nın bastırmasıyla zor duruma düşen Osmanlı devletinin Mısırla beraber oluşturdukları donanma 1827’de Navarin’de yakıldı. Buna rağmen Yunanistan’ın bağımsızlığını tanımamakta direnen Osmanlı devletini Rusların ilan ettiği savaş ve Rus ordularının 1828 yılında Edirne’ye kadar gelmeleri ve Mora yarımadasının İngiliz-Fransız müdahalesi dize getirdi. 1829 yılında yapılan Edirne Antlaşmasıyla Yunanistan bağımsız devlet olarak tanındı.
12.5. Mısır Meselesi ve II. Mahmud Devri Islahatları
Mısır’da gitikçe güçlenen Mehmed Ali Paşa’nın bağımsız olma yolundaki mücadelesinde Osmanlı devletine karşı yürüttüğü savaşlarda peşpeşe galibiyetler elde etmesi üzerine çaresiz kalan devlet 1833 yılında Ruslarla Hünkâr İskelesi Anlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı. Boğazları geçen Ruslar karşısında endişelenen İngiltere ve Fransa’nın yardımlarıyla Mehmed Ali Paşa’ya Mısır, Girit, Suriye, Adana ve Cidde bırakıldı. Osmanlı devleti varlığını sürdürebilmek için Avusturya ve Rusya’nın aralarında yaptığı anlaşmaya bağlı olarak ortak himayelerine girmeyi kabullenmişti.
Osmanlı ordusunun bir iki önemsiz başarısı sayılmazsa yüz yıldan fazla zamandır savaş tekniği bağlamında gerilemiş oluşu ve modernizasyona ayak uyduramaması Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’ya karşı verilen savaşlarda yaşanan hezimetlerle iyice belirgin hale gelmiştir. Artık 1826 yılına gelindiğinde Yeniçeri ocağı ıslahının imkansız oluşu nedeniyle ortadan kaldırıldı. Bunlara yandaşlık ve yataklık ettikleri gerekçesiyle Bektaşi dergâhları da dağıtıldı. Asakir-i Mansure-yi Muhammediye adı altında yeni bir ordu oluşturuldu. II. Mahmud tarafından, yeni ordunun masraflarını karşılamak üzere mahalli idarelerin gelirlerin merkezi bütçeye aktarılması, vakıf gelirlerinin kontrolü için Evkaf Nezareti’nin kurulması gibi Tanzimat öncesi bazı reform hareketlerine girişildi. Yeni ordunun ayakta kalması ve başarılı olması için hazine gelirlerinin 2/3’den fazlası tahsis edildi. Bir anlamda Tanzimat’ın hazırlayıcısı idari ve mülki alanlarda yapılan bu yeni düzenlemeler sayesinde Osmanlı hâkimiyetindeki toprakların (Mısır dışında) tamamında merkezi otorite tesis edildi. Bunu klasik Osmanlı müesseselerinin yerini batılı anlamda oluşturulan yeni kurumlara bırakması takip etmiştir. Merkezi idare ve hükümet teşkilatının modernizasyonuyla ilk defa olarak
Sadrazam Başvekil unvanını alırken varlıkları bugüne kadar devam eden modern tarzda kurumların temelleri atılmıştır.
12.6. Eflak ve Boğdan’da Karışıklıklar ve Kırım Savaşı
Fransız devrimin rüzgârıyla Avrupa’da başlayan milliyetçilik hareketleri 1830’dan itibaren Avusturya ve Rusya’yı uğraştırırken beklenmedik gelişmeler konuya Osmanlı devletini de dahil etti. 1849 yılında ayaklanan Macar ve Polonya asıllı milliyetçilerin başarısız olup
223
Osmanlı topraklarına sığınması üzerine Avusturya ve Rusya mültecilerin iadesini talep ettiler. Osmanlı devletinin buna karşı çıkışı üzerine savaş ilanına hazırlanan Rusya ve Avusturya Avrupa kamuoyunu arkasına alan Osmanlı devletine saldırmaya cesaret edemediler. Sorun Osmanlı devletinin bu gelen mültecilere yerleşme izni, din değiştirme hakkı veya göç edebilme şartlarını sunmasıyla çözüldü. Fakat mültecilerin himayesi 1853 yılında Rusya ile çıkan krizde İngiltere, Fransa ve Sardunya devletinin desteğinde 1854’de yürüttüğü Kırım savaşında işine yaradı. Kırım savaşı bu bağlamda gelecekte ortaya çıkacak dünya savaşlarının minik ölçekli bir provası da denilebilir. Fakat savaşın Osmanlı devletine yaptığı olumsuz bir etki de dış borçlanmanın başlatıcısı olmasıdır. Ayrıca bu savaş sonunda 1856 senesinde kabul edilen Islahat Fermanı’yla Osmanlı devleti sınırları içinde yaşayan gayrimüslim tebaa Müslümanlarla tam ve mutlak manada eşitliğe kavuştu. Aynı yıl yapılan Paris Antlaşmasıyla Rus saldırıları 1871 yılında Fransa’nın Prusya’ya karşı mağlubiyetine
kadar kesilmiş oldu. Anlaşmanın Karadeniz’in silahsızlandırılması, Rusların Eflak ve Boğdan’dan çekilmesi gibi maddeleri yıkıcı 93 harbine kadar Osmanlı devletinin savaşsız bir döneme girmesini sağlamakla birlikte ülke sınırları içinde birbirini takip eden
ayaklanmalar, kanlı çatışmalar, özerklik amaçlı arayışlar, ayrıcalıklı statülerini genişletme çabaları, aşırı borçlanmayla çöken mali yapı, Abdülaziz ve Sultan Murad’ın tahttan indirilmesi gibi acı olaylarla gölgelenmiştir.
12.7. Tanzimat’ın ilanı ve Islahat Fermanı
Sultan II. Mahmud’un devletin bekası içine yürütmeye çalıştığı uygulamalara bir anlamda hayatiyet kazandıran Tanzimat fermanı halefi I.Abdülmecid tarafından 3 Kasım 1839 yılında ilan edilmiştir. Tanzimat fermanı bütün olarak ele alındığında görülecektir ki, Avrupa devletleri içine katılmak isteyen Osmanlı devletinin modern devlet olma yolundaki uğraşıların ilk manifestosu da denilebilir. Bu fermanla birlikte can-mal-ırz dokunulmazlığı, müsaderenin meni, hakkaniyet ölçülerinde adilane vergilendirme, mecburi fakat süreye bağlı askerlik gibi vatandaşlık hukukuna uygun bazı önemli uygulamalar başlatılmıştır. Özellikle Müslümanlarla diğer din mensupları vatandaşların arasında eşitlik sağlanmaya çalışılmıştır. Bir anlamda reform denilebilecek bu uygulama sayesinde Osmanlı devleti çıkmaza düştüğü Mısır meselesinde ve boğazların kullanımı konusunda Avrupa efkâr-i umumiyesinin
teveccühünü kazanırken politik çıkarlar sağlamıştır.
Yüzyıllardır süregelen Müslüman gayrimüslim ilişkilerinde Müslümanlar lehine olan bazı ayrıcalıkların kaldırılmasının yankıları ve tepkileri de oldukça şiddetli olmuştur. Bu durumun daha fazla sürmesine müsaade etmek istemeyen Osmanlı Devleti 18 Şubat 1856
yılında ilan ettiği Islahat Fermanı’yla Tanzimat’ın ilanından sonra karşılaşılan zorlukları giderecek kalıcı çözümler bulmayı hedeflemekteydi. Osmanlı devletinde Müslüman ve gayrimüslim tebaanın karışık yaşadığı yerlerin başında gelen Lübnan, Suriye’nin yanı sıra Balkanlarda Bosna Hersek, Bulgaristan, Yunanistan gibi yerlerde çatışmalar çıktı. Cidde’deki Müslüman-Hıristiyan kavgasına İngilizler askerleri müdahalede bulundu. Tanzimat ve sonrasında sadece karşı din mensupları arasında çatışma çıkmayıp aynı dine
mensup Hıristiyanlar arasında da eşitlik prensibinden dolayı hakları zedelenen Kiliselerden
224
kadim Ortodoks ve Gregoryan Ermeni kiliseleri arasında sürtüşmeler başladı. Bunun sonucunda kiliseler parçalanarak Bulgar, Romen, Katolik ve Protestan Ermeni Kiliseleri
ortaya çıktı.
12.8. Kırım Savaşı Sonrası Durum
Paris antlaşmasının getirilerinden daha faydalanamadan Eflak ve Boğdan’ın statüsünün tek prensliğe dönüşümü ve 1866 yılında yeni prens olarak Fransızların desteğindeki Karol’un getirilmesi, Girit bunalımı nedeniyle oldubittiye getirildi. Lübnan ve Suriye’deki Hıristiyan Marûnî ve Dürzî ayaklanmaları, kanlı bir Hıristiyan-Müslüman çatışmasına dönüştü. Fuad Paşa dış müdahaleye fırsat vermeden ayaklanmayı bastırsa da burada idari hukuki ve mali bazı değişikliklere gidildi. İlk defa olarak 1861 yılında Lübnan mutasarrıflığına Hıristiyan David Efendi “paşa” ünvanıyla atandı.
Mısır’da Mehmed Ali ve oğlu İbrahim Paşa’nın vefatından sonra 1849’da valiliğe gelen Abbas ve sonrasında 1854’den 1863’e kadarki Said dönemlerinde hukuki yapıda değişiklik olmadı. Fakat 1863’te İsmail Paşa’nın Osmanlı devletinden elde ettiği imtiyazlara Süveyş kanalını açması eklendi. İdari ve mali anlamda elde edilen özerkliklerin kötüye kullanılması sonucu Mısır mali krize girdi. Yerine gelen Tevfik Paşa’nın seçim usulü nedeniyle hidiv seçilemeyen Mustafa Fazıl Paşa’nın Genç Osmanlıların hamiliğine yol açarak Osmanlı devletinde gerçekleşecek köklü değişikliklerin önü açıldı.
Sırbistan, II Mahmud döneminde kazandığı özerklik statüsünü Osmanlı-Rus mücadelelerini fırsat bilip genişleterek 1867 yılında müstakil bir devlete dönüştürmüştür. Yunanistan da aynı şekilde Enosis yolunda çabalarını sürdürmüştür. Girit isyanının bastırılması Âli Paşa’nın gayretleriyle çözüme kavuşturulsa da Balkanlardaki Panslavist hareket Bulgaristan
ve Bosna-Hersek’te karışıklıklara yol açtı. Âli Paşa’nın vefatından sonra sadarete getirilen Mahmud Nedim Paşa’nın takip ettiği mali ve siyasi politikalardaki tutarsızlık ve meşhur Muharrem kararnamesiyle devletin içine düştüğü mali kriz iç karışıklıklara yol açarak Abdülaziz’in tahttan indirilmesine yol açtı. 14 Haziran 1876 yılında tahta geçen V. Murad’ın ruh sağlığının yerinde olmayışı nedeniyle yerine 31 Ağustos 1876 tarihinde II. Abdülhamid getirilmiştir.
12.9. Meşrutiyet’in İlanı
Osmanlı devletinin içine düştüğü durumun anayasalı bir rejimle çözüleceğine inanan aydınların oluşturduğu Jöntürk hareketinin erken dönemde kazandıkları bir başarının sonucu olan Meşrutiyet 23 Aralık 1876 yılında ilan edilmiştir. I. Meşrutiyet’in silahların gölgesinde oluşturulma biçimi ve çok kısa süreli oluşu ve akabindeki baskı idaresinin hazırlayıcısı olmak bakımından günümüzde de hala tartışılan yönetim biçimine tarihe [12]93 harbi diye geçen meşhur Osmanlı-Rus harbiyle son verilmiştir (13 Şubat 1877).
225
12.10. Osmanlı Rus Savaşı (1877-1878)
Osmanlı devletinin Sırbistan bölgesindeki ayaklanmaları bastırma girişimi nedeniyle başlattığı hareketin başarılı olması üzerine olaya müdahil olan Rusya’nın verdiği ültimatom sonrasında Osmanlı devleti Sırbistan ve Karadağ’la mütareke yapmak zorunda kalmıştır. Bundan cesaret alan Rusya’nın Balkanlarda ardı arkası kesilmeyen şartlar ve dayatmaları sonucu iki taraf savaşın eşiğine gelmiştir. Düzenlenen İstanbul Konferansı ve Londra Protokollerinden bir netice çıkmayınca savaş kaçınılmaz duruma gelmiştir. Her bakımdan hazırlıksız ve zayıf olan Osmanlı ordusu bazı cephelerde münferit başarılar elde etse de yenilgi kaçınılmaz olmuş ve yüzyıllardır Osmanlı hâkimiyetindeki vatan toprakları elden çıkmıştır. Savaş sonunda ağır şartlarla barış sağlanabilmiştir.
Buna göre Sırbistan, Karadağ, Romanya müstakil birer devlet haline geldi. Kısa zaman sonra Bosna Hersek Avusturyalılara terk edildi. Yunanistan sınırlarını genişletti. Anadolu’nun doğusunda Rus savaşı sonunda elden çıkan bazı yerler geriye alınsa da Kars işgalden kurtulamadı. Bölgede yaşayan Ermeniler arasında bağımsızlık arayışları nedeniyle bugüne kadar devam eden Ermeni sorunu başladı. Tunus’un 1881 yılında Fransa tarafından işgalini İngilizler’in 1882 yılında Mısır’ı işgali takip etti. 1875 yılındaki mali iflasın tahsili için Düyun-u Umumiye idaresi kuruldu.
Devletin geçirdiği bu acı tecrübelerden sonra II. Abdülhamit’in oluşturduğu baskı rejimi kaçınılmaz oldu. 1878 yılından 1909 yılına kadar süren 30 yılı aşkın dönemde II. Abdülhamit’in takip ettiği politikalar devletin dağılmasını yavaşlatmıştır. Bu dönemde eğitim, ulaşım ve askeri sahalarda çok büyük atılımlar gerçekleştirilmiştir. Aynı şekilde, Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra Osmanlı topraklarında kurulan devletlerin kurucu kadroları, II. Abdülhamit döneminde kurulan modern eğitim kurumlarında yetişen kişilerden oluşmaktaydı. 1900 yılında açılan Darülfünun bugünkü İstanbul Üniversitesinin temelini oluşturmuştur. Burada II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminin önemli aydınların yetişmiş olması önemlidir.
II. Abdülhamid’in Almanlara yakınlaşması sonucu başta Bağdat Hicaz demiryolu inşası gerçekleşirken ordudaki subayların eğitimi ve silah temini konusunda işbirliğine gidildi. Berlin antlaşmasıyla doğu Anadolu’da altı vilayette yaşayan Ermenilerin durumlarıyla ilgili reformların yürürlüğe konulmasına rağmen istenilen netice elde edilmedi.
12.11. İttihat ve Terakki (1895)
Abdülaziz döneminde ortaya çıkan Yeni Osmanlılar hareketi, şartların da el vermesiyle I. Meşrutiyeti kolayca ilan edebilmişti. Osmanlı-Rus harbinin ardından açılan Meclis’in kapatılmasından sonra 1889 yılında gizli bir cemiyet olarak kurulan İttihad-i Osmanî cemiyeti 1895 yılında muhaliflerin ortaklaşa buluştukları bir platforma dönüştü. Hafiye teşkilatı ve sansürün de tesiriyle faaliyetlerini yurtdışına taşımak zorunda kaldılar. Ordu mensuplarının da örgüte destek vermeye başlamasıyla güçlenen İttihat-Terakki hareketi, II.
226
Abdülhamid’in zayıflayan idaresinin şeklen devlete bağlı fakat gerçekte elden çıkan Bosna-
Hersek, Romanya, Bulgaristan, Girit, Mısır, Tunus ve diğerlerine Makedonya’nın katılacağı endişesiyle Selanik’te ayaklanmayı başlattılar. Balkanlarda başlayan bu hareketin varacağı boyutların ne olacağı kestiremeyen Abdülhamid Meşrutiyeti tekrar ilana mecbur oldu. Açılan yeni meclisteki temsilcilerin dağılımı da ilginçti. Yeni meclisin atadığı hükümetlerin uzun soluklu olmaması ve 1909 yılında çıkan 31 Mart hadiselerinin ardından Selanik’ten İstanbul’a gelen Hareket ordusunu arkasına alan Meclis Abdülhamid’i tahttan indirdi. Yerine geçen V. Mehmed Reşad 1909’dan 1918 yılına kadar İttihat Terakki partisinin gölgesinde idareyi sürdürmüştür.
12.12. Balkan Savaşları
1911 yılında Osmanlı devletinin İtalya’nın oldu bittiye getirerek işgal ettiği Trablusgarp ve Bingazi’yi kurtarma girişimleri sürerken Balkan devletleri aralarındaki işbirliğine engel olan kiliseler ihtilafını çözerek Osmanlı’ya karşı birleştiler. Sırp-Bulgar ve Yunan kuvvetleri
karşısında 1912 tarihinde ağır bir yenilgi yaşayan Osmanlı devleti Balkanları ve Rumeli’deki bütün topraklarını kaybetti. Savaşta kaybedilen Edirne, Balkan devletlerinin kendi aralarında çıkan savaşları sırasında geri alındı (1913).
12.13. I. Dünya Savaşı
Uzun yıllar süren isyanlar, savaşlar ve yaşanan ayrılıklarla Osmanlı Devleti oldukça zayıfladı. 1914 yılı içinde Rusların baskısıyla Ermenilerin yaşadıkları bölgelere umumi müfettiş tayini, Hamidiye alaylarının ilgası, Ermenileri sosyal ve kültürel anlamda ayrıcalıklı kılan hakların tanınması gibi uygulamalar başlatıldı. Bu sırada I. Dünya savaşı başladı. Fransız ve İngilizlerin uzak durmaları üzerine Osmanlı devleti ile Almanlar arasında bir yakınlaşma ortaya çıktı. İtithat ve Terakki kadrolarının Alman hayranlığının da etkisiyle Almanlarla önce gizli bir antlaşma yapıldı. Ardından da İngiliz gemilerinin sözde takibinden kaçan (Göben ve Breslau) adlarındaki iki Alman zırhlı gemilerin satın alınması ve peşinden Osmanlı donanmasıyla birlikte Rus limanlarına saldırı başlatmasıyla birlikte Osmanlı Devleti de savaşa resmen dahil oldu.
Osmanlı Ordularının Rus, Irak, Filistin, Mısır, Arabistan, Yemen, Çanakkale ve Galiçya cephelerinde sürdürdüğü savaşlarda yer yer başarı elde etmesine rağmen önce Rusyadaki ihtilal nedeniyle Rusların savaştan çekilmesi ve daha sonra Almanların mağlubiyetiyle savaş itilaf devletlerinin galibiyetiyle sona erdi. 30 Ekim 1918 yılında imzalan Mondros mütarekesiyle Osmanlı Devleti’’nin hâkim olduğu son toprakların çoğunda hükümranlık haklarını kaybetmesinin ardından 13 Kasım 1918 yılında İstanbul’un işgal edilmesiyle durum vahim bir hal aldı. Anadolu’nun dört bir tarafında başlayan düşman işgallerine karşı başlatılan müdafaa girişimlerinin bir araya gelmesiyle kurtuluş mücadelesi başlatılması ve 30 Ağustos tarihinde kazanılan büyük zaferle Ankara hükümetinin başarısı tescillendi. 1 Kasım 1922 yılında saltanatın kaldırılmasıyla 600 yıllık Osmanlı devleti fiilen sona erdi.
227
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Lale Devri
Dağılma ve Çöküş
Sened-i İttifak
Navarin, Osmanlı-Rus savaşı ve Yunanistan
Mısır Meselesi ve II. Mahmud Devri Islahatları
Eflak ve Boğdan’da Karışıklıklar ve Kırım Savaşı
Tanzimat’ın ilanı ve Islahat Fermanı
Kırım Savaşı Sonrası Durum
Meşrutiyet’in İlanı
Osmanlı Rus Savaşı (1877-1878)
İttihat ve Terakki (1895)
Balkan Savaşları
I. Dünya Savaşı
228
Bölüm Soruları
1) Aşağıdakilerden hangisi Venediklilerin Pasarofça Anlaşması ile Osmanlılara bıraktığı
yerlerden biri değildir?
a) Mora yarımadası
b) Korintos ve çevresi
c) Egin körfezindeki adalar
d) Aya Mavri adası
e) Transilvanya
2) Lale Devri ......................................................... ile başlamış,
.........................................ile sona ermiştir.
3) Ordudaki yenilik çalışmalarının ürünleri olan iki müesseseden Mühendishane-i Bahr-i
Hümayun .......... yılında, Mühendishane-i Berr-i Hümayun ise .......... yılında
açılmıştır.
4) Osmanlı Devleti’nin kendi tebasından olan ayanların konumlarının belirlendiği
anlaşma Sened-i İttifak anlaşmasıdır.
Doğru ( ) Yanlış ( )
5) Islahat Fermanı .............. senesinde kabul edilmiştir.
229
13. OSMANLI DEVLETİNDE MODERNLEŞME ÇABALARI
230
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
Osmanlı Devleti’nde modernleşme, 1770 - 1876 yılları arasında, yaklaşık bir asırlık dönemde Osmanlı Devleti'nin "ıslahat" olarak adlandırılan düzeltmeleri ve reformlarını kapsayan dönemdir.
231
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1- Garplılaşma hareketi ilk ne zaman ve hangi alanda başlamıştır?
2- Askeri alanda yapılan yeniliklerin sonuçları ne olmuştur?
3- Osmanlı garplılaşmasıyla Cumhuriyet batılılaşması arasındaki farklar nelerdir?
232
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği
Osmanlı garplılaşma serüvenini kavama
Askeri alandaki yenilikleri
kavrama
Modernleşme hareketinin sebep ve sonuçlarını anlama
Eğitim ve öğretim alanındayapılan yenilikler ve sonuçlarının anlaşılması
233
Anahtar Kavramlar
Modernleşme,batılılaşma, cumhuriyet, tanzimat, eğtim, öğretim
234
Giriş
Osmanlı Devleti'nde modernleşme iki döneme ayrılabilir;
a. 1770-1830 yılları arası
b. 1830-1876 yılları arası
İlk dönem devletin Batılı güçler karşısında yenilgilerin getirdiği etkenlerle birlikte batının hemen her yönüyle dikkatlice irdelenmesi, merakla araştırılması ve gerektiği noktaların taklit edilmesi gibi askeri, hukukî, idarî alanda ilk olarak ıslahatlardan da daha ileri boyutta
bir yenileşmeye doğru gittiği dönemdir. Bu dönem Nizam-ı Cedid, ve II. Mahmud’un ıslahatlarını ihtiva ederek, ikinci dönemin bir nevi hazırlayıcısıdır.
İkinci devir Yeniçeriliğin ilgasından sonra hemen her alanda batılılaşmanın artık bir
gereklilikmiş gibi algılanmaya başladığı yıllardır. Bu yıllar Tanzimat, Islahat fermanları gibi hukukî ve sosyal alanın tam orta noktasından bir kanunlaşma ile modernleşmenin ivme kazandığı ve cumhurî idarenin temellerinin hukuk ve idari alanda atıldığı yıllardır. Bu tarihlerden sonra Osmanlıda meşruti yapının başlaması ve I. Dünya savaşı sonrası yerini yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktığı yıkım ve kargaşa dönemi gelmektedir. Bu dönemde de birtakım ıslahat, reform ve modernleşme hareketleri devam etmiştir.
Osmanlılarda batılılaşma hareketi yaygın bir anlayışla Mustafa Reşid Paşa’nın Gülhane’de irad ettiği Hatt-ı Hümâyun’la başladığı kabul edilmektedir. Bu görüş batılılaşma’nın miladi olarak doğru olmakla birlikte bunun öncesi de vardır. Osmanlının batıyı tanıması, kitaplardan ve misyonerlerden veya oraya gönderdiği öğrencilerle olmamıştır. Bu tarz bir Batılılaşma herhangi bir Asya, Afrika veya Uzakdoğu ülkesi için kabul edilebilir. O ülkelerdeki tatbikat çoğunlukla bir bütün halinde batı normlarını hayat biçimi kabul etmekteydi. Osmanlılar için Batı bir meçhul veya bilinmeyen ütopik bir bölge değildir. Osmanlılar için Batı önceleri fütuhatın karşısındaki bir amansız rakip, sonraları gerileme ve çöküş sürecinde çıkış noktası arayışlarının hayali bir kapısıdır.
Osmanlı Batı’yı ve Avrupa’yı Orhan Gazi’nin Oğlu Süleyman Paşa’nın sallarla Rumeli’ye bir anlamda Avrupa kıtasına geçişi olan 1354 tarihinden beri tanımaktadır. Fakat bu tanıma ona hayranlık biçiminde olmayıp sahip olduğu bütün değerleri inkâr ederek onun kollarına bırakma şeklinde olması ise çok sonralarıdır. O günkü Garp veya yeni adıyla Batı diye bilinen Avrupa’nın kendi içinde yaşadığı bölünmüşlük ve beraberlikten yoksun oluşun getirdiği fetihler zaman zaman kesintiye uğramakla beraber Fatih’in İstanbul’u fethiyle birlikte büyük bir ivme kazanmıştır. Bu fetihler esnasında İslam’ın ve Müslümanların yaşadığı coğrafyanın muhafazası ve müdafaasıyla alakalı bütün müspet gelişmelere İslam alimleri ve yöneticileri sıcak bakmıştır. Mesela Çinliler tarafından bulunan Barut’un Topçulukta kullanılması ve geliştirilmesi ve bu iş için yardımcı eleman olarak gayrimüslimlerden yararlanılma yoluna gidilmiştir. 1444 yılında Haçlıların inanılmaz baskılarına karşı koymak maksadıyla ilk olarak Batı’da bilinen bir savaşma biçimi Tüfenk ve Tabur cengi (Wagenburg savaş taktiği) hiç tereddütsüz kabul edilmiştir.
235
Önceleri Batı kültürünü düşmanını tanıma, merak ve farklı olanı kavrama olarak yaklaşan konuya yaklaşan Osmanlı’nın o sebeple özünde İslam’da olmayan resimler, portreler,
madalyonlar ve Hıristiyan Krallara özgü Taçlar yaptırma teşebbüsleri anlaşılabilir. Osmanlı’nın güçlü zamanlarında bir fantezi ve bazı egzotik hazlarının tatmini gibi gözüken bu türden bazı teşebbüsleri tetikleyen önemli faktörlerin başında gelen öğelerin başında karşılıklı ticaret, Osmanlı limanlarına gelen yabancılar, sürgünler, mühtediler ve özellikle askeri ve teknik sahalarda getirtilen batılı uzmanlar gelmektedir. İspanya’da yaşayan Yahudilerin 1492’den itibaren zorunlu bir şekilde İstanbul’a göçü sonucunda Osmanlı Devletinde tekstil, silah yapımı gibi zanaat kollarında mühim bir inkişafa yol açtı. Fetihlerle birlikte merkeze gelen sanatkârların katkılarını da unutmamak gerekir. Topkapı sarayında sadece İranlı, Arap ve Türk ırklarına mensup Müslüman sanatkârların yanı sıra Avrupalı bir gurup sanatkâr da bulunmaktaydı.
Osmanlıların uç beyliği döneminde bile sosyal hayat eski Türk örf ve adetlerinin izini taşımaktaydı. Daha sonraki dönemlerde bu dünya görüşü değişerek özellikle İstanbul’un fethinden sonra dini yorumlamada formel anlayışın; etkisiyle Kadı-zadeliler nevinden selefi,
katı ve telif kabul etmez gurupların yükselişe geçişiyle farklı bir yapıya bürünmüştür. Bunda ayrıca şehirleşme ve yerleşik hayata geçişinde umulmayacak kadar çok etkisi de vardır. Bunu en çok tebarüz ettiren bir başka oluşum saray kurumunun Osmanlı’da aristokrat, kentsoylu bir yüksek sınıfın ortaya çıkışına neden oluşudur. Müziği, eğlencesi, törenleri, yeme içme kültürü içinde yaşadığı halktan farklı bu zümre kendisi dışındaki dünyada olup bitenlere tamamen bigâne kalmasa da onunla eş kültüre kendisini asla indirgememiştir. Osmanlı’da harem’in tesisi II. Murad dönemine kadar götürülmektedir. Haremin inanılmaz derecede kalabalıklaşması Kanuni devrindedir. Bu da bir anlamda kadını sosyal hayatta belli bir alana yerleştirme girişimin resmiyetteki tezahürüdür denilebilir. Modernleşme çabalarındaki Osmanlı sarayının ilk dönemlerdeki etkisi bir vakıadır. Yükseliş döneminden sonra ise Kadınlar saltanatı denilen dönemin getirdiği kargaşa ve karışıklıklardan sonra Saray modernleşme çabalarına ivme kazandıran Lale devrine kadar fazla bir varlık göstermez.
Duraklama dönemini bitiren 1683 yılındaki II. Viyana kuşatmasından sonra yaşanan ağır mağlubiyet Mümtaz Turhan’ın “Kültür Değişmeleri” isimli çalışmasında yer verdiği gibi, neredeyse 250 yıldır Cihangir, Fatih, gözü pek ve yenilgi tanımaz Osmanlı insanının Weltanschauung diye tanımlanan dünya görüşünü ve mantalitesini alt üst etti. Özellikle trajik Viyana bozgununun neticesi olan 1699 yılındaki Karlofça antlaşmasıyla kendi özgüvenini bile kaybettirecek bir ruh haline sevk ettiği de söylenebilir. Bu konuyu adı geçen eserde şu şekilde kısaca tasvir etmektedir:
Diğer taraftan Viyana bozgununa kadar zaferlerle dolu, uzun ve şanlı tarihi boyunca Avrupa
kıtasında tek ciddi bir mağlubiyet tanımayan, karada ve denizde asırlarca rakipsiz bir surette hâkim olan, tahtından krallar indirip hükümdarlar nasp ve himaye eden bir imparatorluğun garp âlemi karşısındaki psikolojik atitüdü sadece üstünlük duygusuyla vasıflandırılabilir. Bu hissin sevkiyle daima hakir görüp her nevi inkılâp ve ve tekâmülüne karşı lakayt kaldığı bir dünyadan bozgunla neticelenen ilk darbeyi yediği zaman, mağlubiyetinin sebeplerini
236
kavrayamamış, onu eski bir müttefikin; J. Sobieski’nin ihanetine veya kumandanının beceriksizliğine hamletmişti (Turhan 1987: 148).
Bu şoku üzerinden atamayan Osmanlı’nın buna doğru gidişinin öncüllerini ve sebeplerini, ipuçlarını sadece Koçi bey risalesi ve benzeri ıslah ve nasihat içeren kitaplarda değil Evliya Çelebi Seyahatnamesinin ciltlerinin ilgili satırlarında bulmak mümkündür. Fakat bu metinlerin hiç birinde salt batılı tarzda modern bir hayata geçilmesi hakkında bir ifadeye rastlanmaz. Yükseliş dönemlerindeki birlik beraberlik ve dirayetli yöneticilere duyulan özlem ve adaletin yüceltilmesi ve dinî konularda gerekli hassasiyetin korunması başlıklarını taşıyan bu nasihat ve ıslah kitaplarının müelliflerini büyüleyecek bir batı tanısı daha teşekkül etmemiştir. Bu durum Lale devrine gelinceye kadar sürmüştür. Lale devrinde Fransa’ya gönderilen Yirmi sekiz Mehmed Çelebi’ye verilen ödev şudur: Fransa’nın vesâit-i umrân ve maârifine dahi layıkıyla kesb-i ittilâ ederek kâbil-i tatbik olanların takriri’dir. Yani günümüz Türkçesiyle Çelebi’den Fransa’daki medeniyet ve eğitim araçlarını tam anlamıyla kavrayarak bünyemize uygun olanlarından uygulanabilecekleri yazılı bir rapor haline getirmesi istenilmiştir. Fakat Tanzimat dönemine kadar olan bütün bu çabaların tamamı devletin içine düştüğü çıkmazdan kurtulması ve eski debdebeli günlerine dönebilmesidir. Tanzimat’la birlikte bu geriye dönüşün imkânsızlığına karar verilerek devletin bekası için kısmen de olsa Batılılaşma veya Batılı devletlerin dümen suyuna girmeyi kabul etmişlerdir. Özellikle XIX. Yüzyıldaki batı’da başlayan Materyalizm düşüncesi Osmanlı aydınlarında İslam Dini hakkında bazı tereddütlere ve inkârlara kapı aralamıştır. Kötü idare ve ardı arkasına kaybedilen savaşlar neticesinde elden çıkan topraklar ve çaresizlik Osmanlı Aydınları ve bazı idarecilerini siyasi yapıyı batı normlarına göre düzenlemeyi ve uluslararası arenada batı devletleri ile paralel hareket etmeye zorlamıştır. Parlak bir zaferle sonuçlanan 1854 yılındaki Kırım Harbi’nin sonucunda İstanbul’a gelen sayısız derecedeki müttefik
askerleri ve yaşam biçimleri Osmanlı aydınının gözünü açmıştır. Alafranga bir anlayış artık kolayca taraftar bulmaya başlamıştır. Özellikle erkeklerin kıyafetlerini ve konuşma tarzlarını etkileyen bu değişim Meşrutiyeti ve arkasından Cumhuriyeti doğuracaktır. Aynı yüzyılda başlayan tercüme hareketini ve yaygınlaşan Fransızca eğitimi ve yurtdışına gönderilen öğrencilerin dönüşlerinde başlattıkları toplumu modernleştirme çabalarını da gözden uzak tutmamak gerekir.
Osmanlı’da sosyal hayatın değişmesinde etkin olan saiklerden en önemlilerinden birisi de İstanbul, İzmir ve benzeri liman şehirlerinde bir kısmı fetih öncesinde kalan bir kısmı da değişik sebeplerle oralara yerleşmiş olan topluluklardır.
XVI-XVIII yüzyıllar arasında ekonomik ilişkilerin sıklaştığı dönemde İstanbul’da batılı koloni diyebileceğimiz bir zümrenin varlığına da şahit olmaktayız. Bunlar içinde Venedik Balyosu, daimi statüdeki elçilikler, ticaret, sanat ve zanaat erbabı sayılabilir. Bunların İstanbul’da mekân tutması ve batılı bir hayat tarzını ilk defa ciddi olarak Osmanlı sarayının içine ve yüksek tabakanın arasına sokmaya muvaffak olmasıyla orduda başlatılan yenilikler kısa zamanda eğitim, hukuk ve iktisat sahalarına sıçramıştır. Bu değişime ortalama insanın iştiraki daha geç dönemdedir. Ferdî bazda ve kadınlar arasında bazı moda akımların yaygınlık kazanmasına müsaade edilmemiştir.
237
Sosyal hayatta tavizsiz dinsel yorumlarla birlikte artarak devam eden kültürel tesirler ve yeni gelinen coğrafyalardaki farklı hayat biçimleri Osmanlı Devleti’nde toplumu dönüştürmeye başlamıştır. Başlangıçta askerî ve mimarî sahalarda yaygınlık kazanan etkinin zamanla sosyal hayatın diğer sahalarına da tesir ettiğini kabul etmek gerekir.
Osmanlı Devleti’nin sosyal hayatta iyi adına gerçekleştirdiği bu türden düzenlemeler ev dışındaki yaşam alanlarını kapsamaktaydı. Bu anlamda bir dualite söz konusuydu.
Konuya başka bir açıdan bakarak tahlil edebilmek maksadıyla geç dönemde Osmanlı’daki din algısının nerelere sürüklendiğini gösteren bir belge olarak Namık Kemal’in bir mektubunda geçen vaizler hakkında değerlendirmelerini burada değerlendireceğiz.
Namık Kemal de dostlarından Kaptan Hüsnü Efendi’ye yazdığı mektuplarının birisinde dini anlama noktasında eksikliğimizin bir sebebinin iyi yetişmemiş din adamları olduğunu açıkça ifade eder. Bunun sonucunda da sosyal hayatla ilgili meselelerin niye çıkmaza girdiğini insan daha iyi anlamaktadır.
“…Aman vaizleri söyleme kardeş, bir on beş kadar söz anlar mahluktan mürekkep bir cemiyet olduğumuz halde içlerinden birini sekiz sene terbiye ettik; herif bir dereceye geldi
ki, millet meclisinden falandan bahse başladı. O sırada kolera zuhur etti. Halkın, dünyada ne kadar muzır bir şey varsa ise yiyip içip gebermeğe ettiği meraka çare bulmak için, herifi gecelerce önümüze aldık. Hıfz-ı sıhhate ve kavl-i etıbbaya müteallik ne kadar evamir-i şeriye var ise, cümlesini birer birer müzakere ettik. İşi bir hale getirdik ki, mesaili bir kere camide mevki-i bahse koyduktan sonra gazetelerde neşredersek umum İslam’ı idam-ı nefis belasından kurtarabileceğimize hükmettik. Yadigârı Şehzade Camii’nde vaaza çıkardık. O da başımıza gelen belalar, hep ahkam- şeriyeye muhalefettendir sözü ile başladı. Tertip ettiğimiz delâil yerine, saç koyuvermek, fes giymek meşru olmadığında karar verdi. Saraçhane halkının saçlarını tıraş ettirdi. Başlarına sarık sardırdı.Bir çokezkiyanın dinsizliğine sebep vaizlerdir. Anları insan haline getirmedikten sonra mülkte ıslahattan hiçbir şey yapılmak kabil olmaz….”(Namık Kemal 1969: 280)
Yukarıda metinden açıkça anlaşılacağı üzere sosyal hayatı ilgilendiren pek çok konuda Osmanlı’da sosyal konularda telakkiler yıllar içinde gerilemiş ve içinden çıkılmaz bir hale bürünmüştür. Doğru dini anlatması gereken din adamlarının çok azı da olsa konjonktüre uyarak ilgili konularda halkı aydınlatmak yerine gerekenin tersini yapmışlardır.
Namık Kemal’in de başını çektiği Yeni Osmanlılar hareketinin nihai hedefi Batı tipi bir yönetim biçimi yeni bir anayasa ve batılı anlamda kurumlarını Osmanlı’ya getirmektir. Fakat içlerinden bir bölümü de bir anlamda doğrudan karşı çıkamadıkları İslam dinine ve Tanrı fikrine karşı Avrupa’daki biyolojik materyalizmin temel eserlerinden olan Büchner’in Madde ve Kuvvet gibi eserlerini Türkçeye tercüme ettiklerini unutmamak gerekir. Bu eserlerin etkilerinin ortaya çıkışıyla birlikte Batılılaşma ve mevcut olanın dışında farklı bir sosyal nizama geçiş arzuları seçkinlerin gayesi haline gelmiştir. Aslında umumun şikayeti olan geri kalmışlık ve sürekli gerileme karşısında çaresizlikten Batıya ve Avrupa’yı kurtarıcı olarak gören geniş bir kitlenin içindeki aydın bir zümre bu değişimi sadece belli sahalara hasretmek yerine bütüne teşmil etmek arzusundaydı. Cumhuriyete kadar uzlaştırıcı ve
238
birleştirici bir şekilde reformların yürütülmesi Cumhuriyet’le birlikte Devlet eliyle ve katı bir biçimde uygulanmıştır.
13.1. Osmanlı Modernleşmesinin etkilendiği alanlar
Batılılaşma Çabaları altı sahada yoğunlaştığı görüşmüştür, bunlar sırasıyla
1) Felsefe
2) Eğitim,
3) Öğretim
4) Hukuk
5) Mimarî
6) Musikî
13.1.1. Felsefî Düşünce bağlamında modernleşme çabaları
Fatih dönemine kadar götürülebilecek olan bu sahadaki dönüşümün ilk işaretlerini Gazli ve
İbn Rüşd çekişmesinin Osmanlı alimleri tarafından bir sorun olarak algılanıp tartışılmasıyla
başlar. Hocazade Muslihiddin ve Alâeddin-i Tûsî’ninTehafüt üzerinden tartışmalarına
rağmen dönemlerinde yaşayan Molla Lütfi’ye sahip çıkamamaları da bir paradoks olarak
kabul edilse de Medrese eğitiminde felsefî ilimlerin yer alması önemli bir olgudur.
Medresede bu derslerin kaldırılmasına ve eğitimin istenilenden geri olması konusunu Koçi
bey ve Katip Çelebi’de dikkat çekmişlerdir.
Tanzimat dönemine gelindiğinde Devletin bekası için kendi medeniyetine sıkı sıkıya
sarılarak modernleşmeyi sağlamak buna karşın batıdan gelecek manevi ve kültürel yıkımı
durdurma çabaları her sahada ikili bir yaklaşıma yol açtı.
Özellikle batı dillerinden çoğunlukla da Fransızcadan yapılan felsefî eserlerin çevirileri
batıcı anlayışının bu topraklarda neşv ü nema bulmasına yol açmıştır. Mustafa Reşid Paşa
tarafından Fransa’ya gönderilen Şinâsi orada karşılaştığı pozitivist düşünürlerden Ernest
Renan ve onun üstatları konumundaki filozoflardan Voltaire, Montesquieu’nun
düşüncelerini gazetesi Tasvir-i efkâr’da yayınlamıştır. August Comte’un Mustafa Reşid
Paşa’yla olan yazışmaları gibi gelişmelere bakarak Tanzimat’ın Osmanlı Devletine yeni bir
rotaya doğru yavaş yavaş sürüklediğini çıkarmak mümkündür. Yüzyılın son çeyreğinde
239
etkisini iyiden iyiye hissettiren Materyalizmin rüzgârına kendisini kaptıran Ahmed Midhat
efendi’nin lehte kaleme aldığı bir iki makale sonrası çark ederek karşı cepheye geçmesi de
ilginçtir. Aynı dönemlerde materyalizmin etkisinde kalmış ve bu sahadaki dönemine ait
filozofları ve eserlerini tanıtan Osmanlı aydını Beşir Fuad’ın intiharla sona eren hayatına
bakarak da dönem içindeki çalkantıları anlamak mümkündür.
Felsefi hareketteki modernleşme çabaları bağlamında Abdullah Cevdet’i de unutmamak
gerekir. Özellikle II. Meşrutiyet’e giden süreçte İttihat ve Terakki cemiyetinin adının ve
prensiplerinin Fransız pozitivistlerinin etkisiyle konulduğunu unutmamak gerekir. II.
Meşrutiyet sonrası felsefedeki batılılaşma düşüncesi Garpçılık adı altında yaygınlık
kazanmıştır. Abdullah Cevdet’le birlikte Celal Nuri, baha Tevfik gibi isimlerin de destek
verdiği hareketin meyveleri cumhuriyetle birlikte derlenmiştir.
Yüzyılın başından itibaren materyalist düşünceye karşı ilmî olarak pek çok reddiye kalem
alınmıştır. Bunlar arasında Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh, İsmail Ferid, Ahmed,
Harputizade İshak sayılabilir.
Kısaca Osmanlı felsefi düşünüşünün batı etkisinde tekrar vücut bulmasında Fransa’da
öğrenim gören gençlerle birlikte orada yazılmış olan eserlerin Türkiye’ye getirilmesi ve
dilimize çevrilmesi etkili olmuştur. Cumhuriyet sonrası da süren benzer uygulamaların etkisi
yakın tarihlere kadar devam eden bu süreç ince bir çizgi halinde devam etmektedir.
13.1.2. Eğitim ve Öğretim
Tanzimat öncesi mevcut eğitim anlayışı batı etkisiyle zamanla değişerek klasikmedrese,
sıbyan mekteplerinin yanında XVIII. Yüzyılda açılan askerî ve teknik okullar açılmıştır.
Kısa bir süre bunları Tıbbıye(1826), Harbiye(1834), Mızıka-ı Hümâyun (1834) okullarının
eğitim takip etmiştir. Genel öğretim sahasında medreselere paralel olarak Rüşdiyelerde
(1839) öğretim yapılmaya başlanmıştır.
Osmanlı’daki eğitim ve öğretim sahasındaki modernleşme çabalarının altında da askerî
kaygılar yatar. Yani batı ordularına karşı XVIII. Yüzyıl’ın sonundan itibaren bir türlü başarı
kazanamayan ordunun ıslahı tetikleyici olmuştur. Osmanlılarda Medrese ve Sıbyan
mekteplerinin de ıslahı teşebbüslerine aralıksız devam edilmiştir. Modern anlamda açılan
okullarda Osmanlılık idealini sağlamak maksadıyla azınlıklarla birlikte ortak eğitime yer
verilmiştir. Özellikle yükseköğrenim sahasında yapılan çalışmalara örnek olarak 1851
240
yılında oluşturulan Encümen-i Daniş (İlimler akademisi?) ve 1863 yılında açılan Darülfünun
çabalarını unutmamak gerekir. Açıldıktan kısa süre sonra eğitimine ara vermek zorunda
kalan Darülfünun 1870 yılında yeniden faaliyete geçmiştir. 1872 yılında yeniden öğretime
ara eren Darülfünun’ un yeniden açılışı 1900 yılında olmuştur. Maarif sahasında batıda
olduğu gibi ilmî gelişmeleri teşvik etmek dil, tarih ve edebiyat konularında yeni eserler
neşretmek gayesiyle kurulan Encümen-i Daniş’in en büyük eseri de Ahmed Cevdet
tarafından kaleme alınan tarih olmuştur. Ahmed Cevdet Paşa’ya göre Osmanlı Devletinin
bekası ve yükselişi için yeniliklere karşı direnmek doğru değildir. Fakat batıda ortaya çıkan
her şeyi de sorgusuz ve sualsiz almak hiç doğru değildir. Batıdan alınacak yeni ilmî ve teknik
yenilikleri Osmanlı tarih ve kültürüyle yoğrulmuş bünyesini sağlamlaştırmak için kullanmak
gerekir. Şu kadarını söylemek gerekirse Teknik ve Kültürün birbirinden izole edilerek
ayrıştırılması ve adaptasyonu imkânsızdır. Tarih de göstermiştir ki Osmanlı’da veya başka
toplumlardaki bu türden reformların temelinde teknik ve Kültürün birbirinden ayrılmazlığı
yatmaktadır.
Meşrutiyetten sonra açılan kızların eğitimi ve öğretimine dönük açılan Darülfünun’da
Edebiyat, Riyaziyat ve Tabiat bölümleri açılmış ve kız öğrencilerin Hukuk ve Tıp
bölümlerine öğrenci kabulüne başlanılmıştır. 1915 yılında Almanya’dan gelen Profesörlerin
de Darülfünuna katkılarını unutmamak gerekir.
3 Mart 1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisât kanunuyla darülfünunda bazı değişiklikler
gidilmiştir. Açılan İlahiyat Fakültesi de 1933 Üniversite reformuyla kapanmış ve yeniden
1992 yılında açılabilmiştir.
Osmanlı modernleşmesinin eğitim sahasında sıkça vuku bulan bu açma ve kapamalar onu
belli bir temelden yoksun hale getirmiştir. Cumhuriyetle birlikte Batılaşmanın bir göreve
dönüşmesi ve yer yer dayatılarak yerleştirilmeye çalışılması da ayrı bir çalışma konusudur.
13.1.3. Hukuk Sahasında Yapılanlar
Hukukta batılılaşma ve genel görünümle uyumlu bir şekilde XIX. Yüzyılda başlatılmıştır. Hukukla ilgili devrim niteliğindeki değişiklikler Cumhuriyetten sonra gerçekleşmiştir. Burada amaç devletin siyasi ve hukuki yapısını tamamen Avrupa’daki devletlerin standart ve normlarına taşıma şeklinde olmuştur. Tanzimat’tan sonra yapılan Batılılaşma hareketleri içinde hukukla ilgili olanlar azımsanmayacak kadar çoktur. Ahmed Cevdet Paşa’nın Mecelle ve Arazi Kanunnamesi gibi ferdi gayretler dışında alınanlar doğrudan iktibas ve tercüme şeklinde olmuştur. Osmanlı hukuk düzenlemelerinde Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar çoğunlukla İngiliz ve Fransız etkisi görülür. 1856 yılında çıkarılan Islahat fermanında bu
241
etki bariz bir şekilde görülür. Buradaki azınlıklar lehine olan düzenlemelerin tamamı batıda çok olumlu karşılanmıştır. Bununla kalmayan bu düzenlemeler Kara Ticaret, Deniz Ticaret kanunları başta olmak üzere Ceza kanunu, Ceza ve hukuk usulü sahalarında kendini hissettirmiştir. Bu kanunlar Fransız kanunlarından tercüme veya örnek alınarak hazırlatılmıştır.
Cumhuriyetten sonra başlatılan ihtiyaç duyulan kanunların hazırlatılması projesi de hukuki sahada kökten değişikliğin olası yönünde ağırlık kazanınca çalışmalar durdurularak yeni
kanunlar farklı ülkelerden derlenmesi yoluna gidilmiştir. Türkiye’deki bu yeni hukuki yapılanmada da dün olduğu gibi batılı ülkeleirn dayatmaları söz konusu olmuştur. 24 Temmuz 1923 yılında kabul edilen Lozan antlaşmasının ilgili maddesinin yargı yönetimine
ilişkin maddesi gereği Türk hükümetinin medeniyetteki gelişmelere paralel bütün uygulamaları beş yıl süreyle denetime açık olmak şartıyla yapması taahhüt edilmiştir. Cumhuriyet dönemindeki yapılan hukuk devrimiyle Tanzimat’tan itibaren devam eden hukuki çatışmaya son verilmiş ve batı lehindeki düzenlemelerin uygulanmasına karar verilmiştir. Fakat sosyal ve kültürel alanda ortaya çıkan gelişmelerin tekrar yeni düzenlemelere ihtiyaç duyulduğu gerçeğine de işaret ettiğini belirtmek gerekir.
13.1.4. Edebiyat, Mimari ve Musiki sahasında Yapılanlar
Türk edebiyatında batılılaşma Tanzimat’la birlikte başladığı görüşü yaygın olmakla birlikte kesin bir tarih vermek zordur. Türk edebiyatında batılılaşma etkisinde eserlerin daha sık görüldüğü tarih olarak Tanzimat sonrası ifadesi ise doğrudur. Burada Şinasi’nin milat olduğunu kabul etmek gerekir. Batı tarzında şiir, tiyatro ve gazete gibi öğeler hep onunla başlamıştır. Burada yine Batıdan yapılan tercümelerin Edebiyatta etkisini de unutmamak gerekir. Türk Edebiyatında batılılaşma edebi ve türlerde etkisini göstermekle kalmayıp konu ve muhtevaya da sirayet etmiştir. Batı kaynaklı edebi türlerden Roman ve Tiyatro eserleri ve bu eserlerde ele alınan konularda hep batının tesiri olmuştur.
Mimari sahada Batılılaşma Mimar Sinan’la birlikte klasikleşmiş üslubun Lale devrinde süsleme sahasında batı hâkimiyetini hissettirmesiyle başlatılabilir. Lale devriyle başlayan Barok üslup XIX. Yüzyıla gelindiğinde yerini Empire (İmparatorluk) üslubuna bırakmıştır. Klasik Türk sanatının tamamen devre dışı kaldığı bu üslubu Tanzimat üslubu olarak da isimlendirenler de olmuştur. Fakat aynı yüzyıl içinde bazı batılı mimarların eklektik bir üsluba geçtiğini bilmekteyiz. Burada Türk Sanatının barok, empire ve gotik tarzlarla karıştırılarak melez bir üslup ele edilmeye çalışıldığı görülür. Mimaride batılılaşma Cami Saray ve benzeri yapılarda tesir gösterirken ev, konak ve yalılarda dış yapıya tesir edememiştir. Fakat iç süslemelerde batı tarzı motiflere geniş yer verilmiştir. Meşrutiyetle birlikte bize has neo-klasik üslupla birlikte klasik üslubun yeni formlarda verilmesi denenmiştir.
Musikideki modernleşme çabalarının tarihi oldukça erkendir. İstanbul’un fethiyle birlikte burada yaşayan gayrimüslim vatandaşların kendi sinagog ve kiliselerindeki ayinler sırasında
242
okunan dini eserlerde Türk Musikisi makamlarının açık bir tesir icra ettiği bilinmektedir.
Osmanlı’nın batı musikisiyle tanışması 1543 yılında Fransa kralı François’le imzalanan dostluk antlaşmasıyla başlar. Aradan çok uzun bir süre geçmeden Sokollu Mehmed Paşa’nın sarayında konserler veren batı musikisi enstrümanlarından müteşekkil bir topluluğun icra ettiği konserlerden birindeki bir parçayı beğenen Padişahın teşvikiyle ilk defa Frenkçîn usulü diye bilinen bir tarz ortaya çıkmıştır. XVII. Yüzyılda Ali Ufkî bey’in ve DimitriusCantemir’in batı tarzında musiki eserlerinin notalama çalışmaları dikkat çekicidir. XVIII ve XIX. Yüzyıllarda batı musikisinin etkilerinin esintisi çok az olarak hissedilmektedir. Dönemin ünlü musikişinasları arasında yer alan Tanburî Emin Ağa (ö. 1814) Şakir Ağa (ö. 1840), ve İsmail Dede Efendi (ö.1846) batı etkisini eserlerine çok ince bir usulle işlemişlerdir.
Yeniçeri ocağının lağvedilmesinden sonra Mehterhane’nin yerine 1828’de faaliyete geçen Mızıka-i Himayun batı tarzında Bando ile marş adlı eserleri seslendirmeye başlamıştır. Artık Bando’nun ardından Opera, operet ve komik temsiller yapılmaya başlandı. Batı musikisinin önemli sazlarından olan piyano’nun yaygınlaşması da bu yıllara rastlar. Musiki’deki bu eklektik çabalara rağmen istenilen düzeyde bir gelişme sağlanamadı. II. Meşrutiyet’ten sonra Mehterhanenin tekrar canlandırılması, Darülbedayinin açılması ve darü’l-elhan isimli
bağımsız bir musiki müessesesinin açılışıyla klasik döneme dönüş özlemleri olsa da Cumhuriyetten sonra Batılılaşma çabalarının hız kazanmasıyla klasik Türk müziğinin yasaklanması ve ikincil plana itilmesiyle bu teşebbüs akamete uğramıştır. Uzun yıllar sahipsiz bir dönem geçiren Türk musikisine son yıllarda tekrar dönüş olmakla birlikte batı musikisi açılan konservatuvarlarda ve devlet himayesinde gelişimini sürdürmüştür.
243
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Batılılaşma veya Osmanlı modernleşme çabaları bilinenden farklı olarak çok boyutludur. O bakımdan burada genel anlamda hakkında bilgi verilen sahalar dışında da etkileşimler olmuştur. Bunların başında sosyal hayatta kadının aldığı konum ve görevler, teknolojik gelişmelerde batı etkisi gibi konular da buna dâhil edilebilir.
Tarihimizde içine düşülen çıkmazdan kurtulmak amacıyla başlatılan yenilik çabalarını, özellikle Tanzimat-Meşrutiyet-Cumhuriyet dönemlerini eski devirlerle kıyaslarken ölçütleri doğru seçmemiz gerekmektedir. Bu da asla şu anlama gelmemelidir ki, yaşanmış olan her şey doğrusu ve eğrisiyle tarihe mal olmuştur. Bu da göstermektedir ki, tarihte yaşanmış bir olayın günümüze olan ilintisi veya günümüzde yaşananların geriye doğru bir bağlantısı mutlaka vardır. Fakat unutulmamalıdır ki, Braudel’in deyişiyle “Tarih, günümüzü aydınlattığı gibi, şimdiki zaman da tarihi açıklayan bir ayna görünümdedir”.
244
Bölüm Soruları
1) Osmanlı’da sosyal hayatın değişmesinde etkin olan saiklerden en önemlilerinden birisi de İstanbul, İzmir ve benzeri liman şehirlerinde bir kısmı fetih öncesinde kalan bir kısmı da değişik sebeplerle oralara yerleşmiş olan topluluklardır.
Doğru ( ) Yanlış ( )
2) Modernleşme kapsamında ilk askeri ve teknik okullar .......... yüzyılda açılmıştır.
3) Osmanlı’da 19. Yüzyılda açılan eğitim kurumlarının açılış sırası aşağıdakilerden hangisinde doğru olarak verilmiştir?
a) Tıbbiye – Harbiye – Rüşdiye
b) Harbiye – Tıbbiye – Rüşdiye
c) Tıbbiye – Rüşdiye – Harbiye
d) Rüşdiye –Tıbbiye – Harbiye
e) Rüşdiye – Harbiye –Tıbbiye
4) Meşrutiyetten sonra açılan kızların eğitimi ve öğretimine dönük açılan Darülfünun’da Edebiyat, Riyaziyat ve Tabiat bölümleri açılmış ve kız öğrencilerin Hukuk ve Tıp bölümlerine öğrenci kabulüne başlanılmıştır. Doğru ( ) Yanlış ( )
5) 3 Mart 1924 yılında .................... kanunuyla darülfununda bazı değişikliklere gidilmiştir.
245
14. OSMANLI HUKUKİ-ASKERİ YAPI VE EĞİTİM SİSTEMİ
246
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
Bu ünite başlığı altında öncelikle Osmanlı devletinde adil bir yönetimin sağlanması için devletin hukûkî yapısının işleyişi, görevlileri ve görev kuralları ele alınacak, ardından ise devletin koruyucu gücü olan askerî yapı konu edilecektir.
Yine Osmanlıdaki sosyal sınıflar çeşitli açılardan ele alınıp tanıtılacak, ardından Osmanlıda eğitim sisteminin keyfiyyeti konu edilecektir.
247
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1- Örfi hukukun oluşumundaki amilleri anlatınız.
2- Örfi hukuk ile şer’i hukuku mukayese ediniz.
3- Kadıların görevleri nelerdir?
248
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği
Örfi hukuk hakkında bilgi sahibi olmak
Şer’i hukuk hakkında bilgi sahibi olmak
Osmanlı yargı sistemini kavrama
Osmanlı asker teşkilatını kavrama
Osmanlı döneminde sosyal yapı hakkında bilgi sahibi olmak
Gayri müslimlerin toplum içerisindeki konumu hakkında bilgi sahibi olmak
Farklı kültürlerin bir arada yaşamasının önemini kavrama
Sosyal hayat-medeniyet
tasavvuru ilişkisini kavrama
249
250
Anahtar Kavramlar
Örfi hukuk, şer’i hukuk, kadı, Yeniçeri, askerlik, hukuk, şeriat, Sosyal yapı, müslüman, gayri müslim, azınlık
251
Giriş
252
14.1. Hukuki Yapı
Osmanlı Hukukunun varlığı ve tatbikatındaki çeşitlilik konusunda farklı düşüncelerden yola çıkılarak Şerî ve Örfî hukuk ayrımına gidilmiştir. İslam hukukunun hayatın tamamını kuşatan anlayışı nedeniyle kendisinden önce kurulmuş İslam devletlerinden hukuki bağlamda büyük bir değişiklik göze batmaz. Bir anlamda onların devamı tarzında hareket ettiği de söylenebilir. Fakat yüzyıllar içinde değişen gelişmelere bakılarak yer yer bazı farklı tasarruflarda bulunulmuştur. 600 küsur yıl süren bu tatbikat sırasında orijinal, nev-i şahsına münhasır bir Osmanlı Hukuku’ndan söz etmek de mümkün değildir. Osmanlı’daki hukuki uygulamaların temeli İslam hukukuna dayanmakta olup, hayatın bütününü kuşatıcı ve düzenleyici oluşuyla doğrudan alakalıdır. Fakat İslam hukukunun klasik uygulamalarının yanı sıra devlet reisine tanınan yetki kapsamında müstakil ferman ve kanunlar da düzenlenmiştir. Buna göre klasik fıkıh kitaplarıyla paralellik arz eden hukuka şerî hukuk denirken, padişahın emir ve fermanlarıyla meydana gelen hukuka da örfî hukuk denilmiştir. Örfî hukuk kapsamında ilk uygulama olarak Osman Gazi döneminde alınan Bâc vergisi dikkate alınırsa örfî hukuk uygulaması kuruluşa kadar geriye götürülebilir. Örfî hukuk tarihte gelmiş geçmiş diğer İslam devletlerinde de değişik adlarla ortaya çıktığı bilinmektedir. İlhanlıların Moğolca asıllı kelime olan Yasayla ifade ettikleri örfî hukukla örtüşmektedir. Benzer uygulamalar başta İran, Hindistan ve Mısır olmak üzere değişik İslam devletlerinde görülmüştür.
Örfî hukukun kaynağı örf, adet ve gelenekler değildir; ama fetihlerden sonra geçiş dönemlerinde mahalli adetler ve hukuki teamüller de dikkate alınmıştır. Fakat bunlar kanunlaşması bizzat padişahın ilgili uygulamaları yasallaştırmak maksadıyla irade buyurduğu ferman ve düzenlemelere dayanmaktadır. Örfî hukuk da özünde kanunlara dayalı bir hukuk olduğu açıktır.
Örfî hukukun oluşumu tedricî olup uzun bir zaman içinde yavaş yavaş şekillenmiştir. Bu kanunlaştırma oluşumun ortaya çıkışı esnasında özellikle arazi ve vergi hukuku sahalarında
mevcut örf adetlerle birlikte o bölgeye has uygulamalar dikkate alınmıştır. Fakat bu uygulamaların büyük bir kısmı genelleştirilmeyerek çoğunlukla ilgili sancaklarda uygulanmıştır. Tatbikatta devamlılık adına ilgili bölgelerin tahrir defterlerinin ilk sayfalarında bu kanun dercedilmiştir. Fatih dönemiyle birlikte yukarıda esaslar çerçevesinde bir araya getirilen kanunlar Kanunname şeklinde yayınlanması cihetine gidilmiştir. Belirli konularda kaleme alınan kanunnamelerden en meşhurları; Aynî Ali Efendiye ait Kavânîn-i
Âl-i Osman Der Hulâsa-i Mezâmin-i Defter-i Divân, Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnâmesi ve Hezarfen Hüseyin Efendi’ye ait Telhîsü’l-beyân fî Kavânîn-i Âl-i Osman
isimli çalışmalar sayılabilir. Bu türden kanuni düzenlemeler kanunun tatbikinden sorumlu
kadıların işini kolaylaştırmıştır. Bunların matbaa öncesi nüshalarının çoğaltılarak kadılara verilmesi veya tellallarla halka duyurulması da Osmanlı hukuk sistemindeki açıklık ve adalet anlayışının bir yansımasıdır.
14.1.1. Örfî Hukukun Ortaya Çıkışındaki Amiller
253
Osmanlı Örfî hukukunun ortaya çıkışında İslam Hukuk sisteminin oluşumu ve Osmanlı devletinin hâkimiyet sahasındaki farklı hukuki uygulamalarla doğrudan ilgisi vardır. Özellikle Emevilerle birlikte başlayan dünyevileşme girişimlerinin bir göstergesi olan yönetimin saltanata dönüşmesiyle Anayasa hukuku ve Kamu hukuku sahalarında bir kopma yaşandığı vakıadır. Bir anlamda dokunulmazlık zırhına bürünen bu tatbikat yerine fakihler kendilerine uğraşı alanı yerine özel hukuk ve kamu hukukunun bazı sahalarında göstermeye başlamışlardır. Evlenme, boşanma, ticaret, miras, akitler, zekat, öşür gibi şer’î vergiler, hadler konularında pek çok eser yazılmış veya o güne kadar yazılan mevcut eserlerde önemli bölümleri kaplamışlardır. Devletin siyasi ve idari yapısı konusunda ise genel hükümlerle konu geçiştirilmiştir. Bunun sebepleri konusunda farklı düşünceler hep var olagelmiştir. Özellikle Örfî hukuka geçişi kolaylaştıran bir etken olarak rey ekolü diye bilinen ehlü’r-rey’e mensup fakihlerin farazî problemler üzerine zihni çabalarını da takdirle karşılamak gerekir. Yüzyıllar içinde fakihlerin yeni meselelere getirilen içtihatlara tereddütlü ve mesafeli kalışı üzerine ortaya çıkan defacto durumu aşma çabalarında adet ve örfün yanı sıra devlet adamlarının re’sen belirledikleri emir ve iradeler dayanan siyasi ve idarî maslahatın dikkate alındığı bir hukuk şekli oluşmuştur.
14.1.2. Şerî ve Örfî Hukuk Çatışma(ma)sı
Osmanlı devletinin hukuki uygulamalarındaki ana nirengi noktası hiç şüphesiz İslam Hukukudur. Bu sebeple zaman içinde gelişen yeni durumlara ayak uydurmak veya çözüm bulmak maksadıyla yapılan düzenlemelerin adı olan Örfî hukuk yüzyıllar boyunca İslam hukukuyla çatışma yerine uyum ve birlikte hüküm koymayı tercih etmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken incelik Osmanlı Padişahlarının yukarıda geçtiği üzere Şerî hukukun detaylıca düzenlendiği alanlara ve İslam hukukunun genel prensiplerine ters düşmemeye özen göstermiştir. Osman Gazi’nin pazara mal getirenlerden almış olduğu Bâc vergisini, şeriatla çelişmediği konusunda kendisine teminat verilmesi üzerine almayı kabul etmiştir. Ayrıca bu çıkarılan örfî düzenlemelerin Şeyhülislamların denetiminde olduğu da bilinmektedir. Arazi kanunnamesi çıkarılırken buna dair hazırlanan mazbata da konu dile getirilmektedir.
Her iki hukuk sisteminin tek bir kaza mercii tarafından tatbikatından anlaşılmaktadır k,i burada asıl olan her iki hukukun da tek bir mahkemece uyum ve bütünlük içinde çalışılmasının hedeflenmesidir. Bir arşiv belgesinde “mukteza-yı şer’ ve kanun üzere” ve “şer’-i kavime muhalif ve kanun-ı kadime mugayir” hareketlerden kaçınılmasının ısrarla talep edilmesi de gösteriyor ki, Örfî hukuk, İslam hukukundaki kıyas uygulamasına benzer bir uygulamayla şerî Hukukun bir parçası gibi görülmüştür.
Yüzyıllar süren bir sistem içinde mutlaka genel çerçeveyi zorlayan bazı uygulamalar da görülmesinden tabi bir şey olamaz. Bazı had cezalarının tatbikatındaki farklılıklar zaman zaman görülse de kalıcı ve devamlı olmamıştır. Mesela, Kazığa vurulmak, mütecavizin
254
tenasül uzuvlarının kesilmesi, zani bir kadının uzvunun dağlanması, kısas uygulamasında diyetin beklenilmemesi sayılabilir.
Şerî ve Örfî hukukun birbirinden ayrılmazlığı nedeniyle çoğunlukla atbaşı birlikte hareket edilmiştir. Osmanlı’da şahıs, aile, miras, eşya, borçlar, ticaret hukuku sahalarında açıkça şerî hukuk egemendir. Fakat ihtiyaca binaen bunlarda örfî hukuku da yer verilmeye çalışılmıştır. İmamların nikâh kıymaya yetkilendirilmesinde mahkeme veya kadı’nın izni gibi.
14.1.3. Mahkemeler
Osmanlı mahkemelerine bir anlamda tarihte ortaya çıkmış Emevi, Abbasi, Selçuklu, Memluk adli yapısının tekâmülü denilebilir. Genel benzerliklerin yanında Osmanlı adliye teşkilatının genel yapıdan ayrılan bazı hususiyetleri olduğu gerçeğini de unutmamak gerekir. Burada normal kaza mercii kabul edilen şer’iyye mahkemeleri ve diğer yargı organlarının üzerinde ayrı ayrı durmak gerekir.
14.1.3.1. Şeriyye Mahkemeleri yapısı ve işleyişi
Bu mahkemelerin tarihini Osmanlı Devletinin kuruluşuyla başlatmak gerekir. Tanzimat dönemine kadar her türlü hukuki ihtilafın çözüme kavuşturulduğu bir merci olmuştur. Kadı ve mahkemenin bulunduğu yerlerde kendilerine yardımcı elemanlarla görevlerini yürütürler. Mahkemelerde çoğunlukla tek hâkim uygulaması görülmektedir. Kadıların atamaları önceleri üç, daha sonraları iki ve en son bir yılla sınırlandırılmıştır. Mevleviyet denilen büyük kadılıklarda atamalar bir yıllığına yapılırdı. Kadı atamalarının sınırlı süreliğine yapılmasında görev yaptığı yörelerde objektifliklerini koruyamamaları endişesi hakim olmuştur. Kadı yargı bağımsızlığı çerçevesinde görev yaptığı yerdeki sancakbeyi, beylerbeyi ve benzeri amirlerden emir almazlar fakat yargının yerine getirilmesi konusunda birlikte
hareket ederlerdi.
Kadıların görevleri
Kadıların birincil görevleri arasında hakim sıfatıyla yürüttükleri yargılama görevi gelmektedir. Kadılar hem şerî hem de örfî hukuktan kaynaklanan meselelere bakmakla yükümlüdürler. Osmanlı dönemine ait hukukî dokümanlarda kadıların hükümlerini şeriata ve kanunlara uygun olarak vermeleri istenmiştir. Örfî hukukun kaynağı olan kanunnameler kendilerine düzenli bir biçimde gönderilmiştir. Osmanlı devletinde kadılar hukuk ve ceza davalarına bakmaktaydılar. Askerîye mensup kimselerin bazı davalarına kadıaskerler bakmaktaydı. İhtisas mahkemeleri belli davalara bakan mahkemelerdi. Kapitülasyonlardan
255
sonra yabancılara ait davalara konsolosluklar karışmaktaydı. Ruhban sınıfın davalarına Divân-ı Hümâyun yetkiliydi. Fakat gayr-i Müslimlerin de ceza davaları şeriyye mahkemelerinde görülmekteydi. Fakat hukuki davalarına kendi cemaat mahkemeleri müdahale etmekteydi.
Kadılar, özellikle ceza davalarının takibi ve sonuçlandırılması gibi gerekli hallerde mahalli idarecilerle işbirliğinde bulunmuşlardır. Yine kadılar gerek şahısların ferdi haklarının ihlalinin önlenmesi, mağduriyetlerin giderilmesi, kamu hakkının korunmasına dönük konularda kolluk güçlerinin yardım ve desteklerine başvurmuşlardır. Ehl-i örfün keyfi
cezalandırmalarının önüne geçmeye çalışmışlar ve mahalli idarecilerden suiistimali görülenleri de Divân-ı Hümayuna sevk etmişlerdir.
Kadıların üstlendikleri diğer görevler arasında, İhtisab ağalığın bağlı muhtesiplerin yardımıyla çarşı ve pazarın denetimi, narh gibi bugünkü mahalli idarenin, zabıtanın üstlendiği işlerin yanı sıra imam-hatip ve vaizlerin tayini, akçanın ayarı, has, zeamet ve tımarların teftişi de görülmektedir. Keza vakıfların idaresi, ordunun sefer sırasında ihtiyacı olan iaşe ve malzemenin temini, köle azadı, vasiyetname tanzimi, terekenin taksimi, icare, vekalet, rehin, nikâh, boşanma gibi her türlü hukuki muamelenin tatbikinden sorumluydular. Bu çok yönlü kazaî, idarî, mülkî, askerî görevlerin büyük bir kısmını Tanzimat’tan sonra vali, kaymakam, belediye başkanı gibi diğer idarecilere bırakmıştır.
14.2. Askeri Yapı
Osmanlı devletinin kuruluşunda düzenli ordu uygulaması bulunmamaktaydı. Çoğunluğunu ahilik teşkilatına bağlı Gaziyan-ı Rum, Baciyan-i Rum (müsellah kadınlar) ve Abdalân-i
Rum Uçlarda görev yapan topluluklardı. Fakat devlet büyüdükçe teşkilatlı bir orduya duyulan ihtiyaç arttı. İlk düzenli birlikler Orhan Gazi zamanında İznik’in fethinden sonra kuruldu. Çandarlı Kara Halil Paşanın önerisiyle Yaya ve Atlı birliklerden oluşan ordunun
mevcudu başlangıçta 1000 yaya ve 1000 atlıdan oluşmaktaydı. Askerlere sefer sırasında ücret verilirken sair zamanlarda kendilerine ekip biçmeleri için ve geçimlerini temin maksadıyla toprak tahsisi yapılmıştır. XV. Yüzyılın ilk yarısına kadar faaliyet gösteren bu kuvvetler sayıları artınca seferlere münavebe usulüyle gitmişlerdir. Bugün de geçerli olan Onbaşı, Yüzbaşı, Binbaşı gibi kavramlar o tarihten itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Yayalar 10 kişiden oluşan birlikler-100 kişilik manga ve bölüklere taksim olundu. Atlı sınıf olan müsellemler ise 30 kişilik ocaklara ayrılarak her seferde bunlardan en az beş atlının bulunması zorunlu kılındı. XV. Yüzyılda Kapıkulu ocağının teşkilinden sonra gönüllü birliklerden azeb, canbaz, garip ve benzerleri geri hizmet birliklerine alındı.
14.2.1. Kara Kuvvetleri
256
a. Kapıkulu Ocakları
Acemi Ocağı: Osmanlı devletinin kısa zamanda Balkanları ve Avrupa’nın önemli bir bölümünü fethetmelerinin ardından ordunun asker ihtiyacı ortaya çıktı. 1363 yılında yapılan bir düzenlemeyle Pençik kanunu uygulamaya geçirildi. Buna göre savaşlarda ele geçirilen esirlerden beşte biri vergi karşılığı devletin olacaktı. Önceleri doğrudan Yeniçeri ocağına yani orduya dahil edilen bu esirler daha sonraları Anadolu’daki Türk ailelerin yanına
verilerek eğitildikten sonra Acemi ocağına kabul edildiler. İlk Acemi Ocağı I. Murad zamanında Gelibolu’da kurularak Kapıkulu ocaklarının asker ihtiyacını karşılamıştı. Acemi ocağının nefer ihtiyacını karşılamakta esirler yetersiz kalınca Pençik kanununun kapsamında hıristiyan tebaadan devşirme adı verilen erkek çocukların toplanmasına girişildi. Devşirme kanununa göre yapılan bu işlem önceleri mahallinde yapılırken sonraları merkezden gönderilen görevlilerce yapılmasına devam edilmiştir. Toplanan Hıristiyan çocuklar çocuklarından durumu uygun olanlar belli bir terbiyeden sonra saraydaki Enderun’da eğitilerek devlet adamı olarak yükseltilmişlerdir. Devşirme uygulaması XV. Yüzyıldan itibaren Anadolu’ya da teşmil edilmiştir.
Kanun gereği 8-20 yaş arasındaki çocuklardan özellikle 14-18 yaş arasındakiler tercih edilmiştir. Devşirme işlemleri sırasında sancak beyleri, kadılar ve papazlar İstanbul’dan gelen memura yardımcı olurlardı. Kiliselerdeki doğum kayıtlarının yer aldığı vaftiz defterlerinden yararlanarak hazırlanan listelerde öncelik papazların erkek çocukları, iki veya daha fazla çocuk sahibi ailelerin en gürbüzü alınırdı. Tek çocuklu ailelerden devşirme yapılmazdı. Çoğunlukla orta boylu olanlar seçilirdi, uzun boylu ve bedenen gösterişli olanlar saraya ayrılırdı. Devşirme işlemlerinin ardından çocuklar 100-200 kişilik kafileler halinde payitahtın merkezine sevkedilirdi. Kontrolden sonra sünnet merasimi icra edilirdi. Vasıflarını taşıyanlardan bazıları saraya alıkonulurken geri kalanlar ailelerin yanına
yerleştirilmek üzere köylere gönderilirdi. Önceleri Gelibolu’da sekiz bölükten oluşan acemi ocağı daha çok tanınmışken İstanbul’un fethiyle birlikte Şehzadebaşı civarındaki 31 bölükten oluşan Acemi Oğlanlar kışlası önem kazanmıştır. Burada devşirmelerin eğitimi tamamlatılırdı. Acemi oğlanların sevk idaresinden sorumlu olan Anadolu ve Rumeli Ağalarına ocakta kethüda ve çavuşlar yardım ederlerdi. Diğer kapıkulu neferler gibi ulufelerini alan acemi oğlanlar yedi-sekiz yıllık eğitimlerinin akabinde Yeniçeri veya
Kapıkulu ocaklarına geçirilirdi. Acemi ocağının varlığı 1826 yılında yeniçeriliğin kaldırılışıyla birlikte sona ermiştir.
Yeniçeri Ocağı
Kapıkulu ocaklarının en kalabalık ve itibarlısı hiç şüphesiz Yeniçeri Ocağıydı. Edirne’nin fethinden sonra Çandarlı Kara Halil Paşanın gayretleriyle Sultan I Murad tarafından kurulmuştur. Yeniçeri ocağının nefer ihtiyacının karşılanması; Pençik kanunun gereği savaşa esirlerinin beşte birinin kısa süreli bir eğitimden sonra Yeniçeri yapılması, savaş esirlerinin Türk çiftçi aileleri nezdinde çalışmalarından sonra Ocağa alınması son olarak da esir veya devşirmelerin Türk hizmetinden sonra bir müddet Acemi oğlanlar Ocağındaki eğitimlerinden sonra Yeniçeri ocağına kabulleriyle mümkündü. Yeniçeri ocağına alınan
257
neferlerin kaydı adına kütük denilen defterlere yapılmaktaydı. Yeniçeri kışlaların ilki Edirne’de kurulmuştu. Fetih’ten sonra İstanbul’a da kışlalar yapıldı. Yeniçeri ocağı yaya, sekban ve ağa bölüklerine ayrılmıştı. Yeniçeri ocağının nefer ihtiyacı uzun süre devşirme yoluyla karşılanmıştır.
Yeniçeri Ağası
Yeniçeri ocağının en büyük zabiti Yeniçeri ağasına bağlı rütbe sırasına göre Sekbanbaşı, Kul kethüdası, Zağarcıbaşı, Saksoncubaşı, Turnacıbaşı, Haseki Ağalar ve başçavuşlar bulunmaktaydı. Yeniçeri ağaları içinden devletin üst kademelerine yükselenler de olmuştur. Yeniçeri ağasının resmi merasim elbisesi sırmalı kadife veya satendi. Divana çıkarken başına serpuş takar, diğer günlerde ise sırtına kırmızı çuhayla kaplı samur kürk giyip başına sarık dolardı.
Sekbanbaşı
Başlangıçta Sultanın ava çıktığında görev yapan sekban bölüklerinin komutanı olan sekbanbaşı Fatih döneminde Yeniçeri Ocağına ilhak olunmuştur. Ocaktaki mevkii Yeniçeri ağasından sonra gelirdi. Terfi ederse Yeniçeri Ağası veya dış hizmette Sancak beyi veya müteferrika olabilirdi.
Kul Kethüdası
Ocakta üçüncü mevkii alan kumandan olan kul kethüdası Yeniçeri ağasının yardımcısıdır. Ocakta nüfuzu ve ağırlığı olduğundan isyanlarda önemli rol oynardı. Yeniçerilerin zabitleri de Padişahın ocaktaki vekili olduğundan ve yeniçerileri dilerse harekete geçirebileceğinden ötürü kendisine hürmet eder çekinirlerdi.
Zağarcıbaşı
Cemaat ortalarından 64. Ortanın kumandanı olan Zağarcıbaşı, kul kethüdasından sonraki mevkiye sahipti. Bunlar Padişah’ın av köpeklerini beslemek için kurulmuşlarsa da varlıklarını devam ettirmişlerdir. Bunlar dışında Saksoncubaşıları ayı avında savaş için yetiştirilen köpeklerden sorumluydu. Sırasıyla Turnacıbaşı, dört haseki diye simlendirilen cemaat ortalarının kumandanları, Başçavuş, Muhzir ağa ve kethüda yeri gibi görevliler de bulunmaktaydı.
Önceleri önemli görevler üstlenen Yeniçeri Ocağı XVI. Yüzyılın sonu itibarıyla bozulma sürecine girmiştir. Bozulmanın temelini ocağa alınan neferlerde nizamnamelere aykırı davranılması ve Kanuni Sultan Süleyman’la başlayan ve IV. Murad sonrası ordunun başında sefere padişahların bizzat katılmaması gösterilebilir. Bunun sonucu olarak asker üzerinde
kontrollerini kaybeden padişahlar bunun cezasını XVII. Ve XVIII. Yüzyıllarda bazen tahtlarıyla bazen de canlarıyla ödemişlerdir. 1826 yılına gelindiğinde tamamen fesat ocağına dönüşen Yeniçeri Ocağı lağvedilerek ortadan kaldırılmıştır.
Cebeci Ocağı
258
Cebeci ocağı kendi arasında Bölük ve cemaat olarak ikiye ayrılmıştır. Bunların asli görevleri yeniçerilerin savaşta ve talimde kullanacakları silahları temin ve bunları korumaktır. Sefer sırasında ise bunların taşınması ve tamire muhtaç olanları onarmak görevleri arasındaydı.
Topçu Ocağı
Yaya Kapıkulu ocaklarından olan Topçu ocağının kuruluşu Yeniçeri ocağından sonradır. Mensupları Acemi Ocağından seçilirdi. Topçu ocağının görevi top imali ve top atışı gerçekleştirmekti. Topçu kışlaları ve Top imalatı Tophane semtindeydi. Tophane ilk olarak
Fatih Sultan Mehmet döneminde kurulmuş daha sonraki hükümdarlar zamanında geliştirilmiştir. Osmanlı devletinin gerileme döneminin sonlarına doğru III. Mustafa döneminde Fransa’dan getirilen Topçu Ustası Baron de Tott, topçu ocağını yeniden elden geçirmiş ve Sürat topçuları adıyla yeni bir birlik oluşturmuştur.
Top Arabacıları Ocağı
Büyük topların nakli maksadıyla XV. Yüzyılın sonlarında kurulan ocağın neferleri Acemi Ocağından sağlanmaktaydı. Arabacıların kışlaları Şehremini’nde arabaları çeken atların ahırları ise Ahırkapı’da bulunmaktaydı.
Humbaracı Ocağı
Humbara ismini taşıyan bu bombanın kullanıcıları Cebeci ve Topçu Ocaklarına bağlı olarak faaliyet göstermekteydiler. Daha sonra bağımsız Ocak kuran Humbaracıların merkezdekilerine maaş İstanbul dışındaki yerlerde görev yapanlara dirlikler verilmekteydi. 1729 yılında ıslah çalışmalarının başına mühtedi Comte de Bonnewal getirilmiştir.
Lağımcı Ocağı
Lağımcı ocağı neferleri, kale kuşatmalarında yerin altında lağım adı verilen tünelleri kazarlar ve buralara yerleştirdikleri patlayıcılarla fethi kolaylaştırırlardı. Maaşlı ve tımarlı olarak vazife yapan Lağım Ocağı mensupları Cebecibaşına bağlıydı. 1782 yılında Halil Hamit Paşa’nın sadareti döneminde ıslahı tamamlanmış ve III. Selam zamanında modernize edilerek kendi arasında lağım bağlama, köprü, tabya ve kale yapımı gibi belli bölümlere ayrılmıştır.
Atlı Kapıkulu Ocakları
Osmanlı devletinin başarılarında katkısı büyük olan diğer askeri sınıf da Atlı Kapıkulu Ocağı mensuplarıdır. Atlı birlikler ilk olarak Sipah ve silahdar olarak bölükten oluşmaktaydı. Sonradan sağ ve sol ulufeciler ve sağ ve sol garipler buna eklenerek altı bölüğe ulaşmıştır. Atlı Kapıkulu Ocağı mensupları mevkii bakımından Kapıkulu neferlerinden üstün idarede ise nüfuz ve etkisi daha azdı. Süvari bölüklerine nefer kapıkulu ocaklarından veya saray ve doğrudan saraya bağlı müesseselerden alınırdı. Atlı Kapıkulu mensuplarının itibarlıları Sipah bölüğü idi. Fatih devrinde kuruluşunda tahsis edilen bayrağın renginden ötürü Kırmızı Bayrak Bölüğü de denilirdi. Padişahın maiyet askeri olarak kabul edilen Sipahiler barış zamanı mirî malını tahsiliyle meşgul olurlar. Savaş sırasında da Padişah’ın çadırını
259
korumakla mükelleftiler. XVI. Yüzyılda mensupları arasında bu işe ehil olmayanların girmesiyle bozulmaya başlayan Ocak XVIII yüzyılda değişik isyanlara da katılmaktan dolayı kıymetten ve gözden düşmüşlerdi. II. Mahmud’un yeniçeri Ocağını ortadan kaldırmasıyla Kapıkulu Ocağını da lağvetmiş, süvarilere mazul maaşı bağlanarak
mağduriyetleri önlenmiştir.
b. Eyalet Kuvvetleri
Tımarlı Sipahiler
Osmanlılarda eyaletlerdeki askerler asıl savaş gücünü teşkil ederdi. Klasik dönemde eyalet askerleri; tımarlı Sipahiler, yayalar, müsellem, yürük, cerehor, canbaz, akıncı, deli, azeb, gönüllü ve beşli denilen birliklerden oluşurdu.
Eyalet kuvvetlerinde sayıca üstünlük tımarlı sipahilerdeydi. Osmanlı öncesi Selçuklu başta olmak üzere Müslüman Türk devletlerinde görülen “Ikta” sisteminin devamı olan Tımar uygulamasındaki maslahat ikiye ayrılmaktaydı: Tımar sistemiyle toprağın işlenmesi ve devletin atlı ihtiyacının karşılanmasıydı. Devlete ait araziyi işleyen toprak sahipleri elde ettiği gelire oranla belli bir miktarda atlı asker yetiştirmek zorundaydı. Yeme, içme, silah ve at gibi her türlü iaşe ve ibadesinin karşılandığı askerlere cebelü denilirdi. Bunlar tımar sahibi sipahinin savaşta esir ettiği veya ücreti mukabili satın aldığı esirlerden oluşmaktaydı. Tımarlı Sipahilerin gelirleri 1000-19999 akçe arasında değişmekteydi. 3000 akçe gelir karşılığı bir cebelü yetiştirmek mecburiyetindeydi. Yıllık geliri 20000 akçenin üzerindeki toprak sahiplerine Zeamet ehli denirdi. Bunlar da her 5000 akçe karşılığı bir cebelü beslemek ve donatmak zorundaydı. Devletin askeri ihtiyacını karşılayan Tımar, Zeamet sahipleri vergiden muaf tutulurlardı. Tımarlı Sipahi bağlı olduğu alay beyiyle birlikte sefer çıkardı. Bu alaylarda zabit olarak üç veya dört Subaşı bulunurdu. Subaşılar savaş dışında kalan zamanlarında bulundukları şehrin asayişinden sorumluydular. Mazeretsiz bir şekilde sefere katılmayan tımarlı sipahinin dirliği elinden alınırdı.
Tımarlı sipahi teşkilatı XVI. yüzyılın ortasında en itibarlı ve zirve dönemini yaşamıştır. Tımar defterlerinde kayıtlarını tutan beylerbeyleri sefer sırasında denetlemelerde bulunur, kaçak veya vefat sebebiyle boş kalan tımarları yeni sahiplerine tevcih ederdi. 1529’dan itibaren bu tevcihlerin merkeze zorunlu bildirimi kalkması bozulmasına sebep olmuştur. Yeniçeri ocağının lağvından sonra Humbaracı ve Lağımcı olarak orduda muhafaza edilmeye çalışan Tımarlı sipahilerden beklen görülmeyince 1847 yılında ilga edilmiştir.
Atlı kapıkulu ocaklarına yardımcı kuvvetler arasında Öncü kuvvetler (Akıncılar), deli, azeb, müsellem, yürük, canbaz, cerehor, gönüllü ve beşliler sayılabilir. Ayrıca kale savunmasında görev yapan azeb askerleri de buna eklenebilir.
Askeri teşkilatın bozulma sürecine girmesi üzerine bazı tedbirler alınmaya çalışılmıştır. Bozulmanın tarihini II. Selim’e kadar götürmek mümkündür. Teamüllere göre dağıtılan cülûs akçelerinin Kapıkulu Ocaklarından esirgenmek istemesi üzerine Yeniçerilerin tepkisi
sonucunda verilmesi Padişah’ın ocak üzerindeki otoritesi sarsılmıştır. Yine III. Murad döneminde düzenlenen meşhur Sünnet töreni sırasında görev alanların kul kardeşi adıyla
260
orduya devşirilmesi Yeniçeri Ocağının yapısını tamamen değiştirmiştir. Artık Yeniçeri ocağının adı isyan, kargaşa, yağma ve ayaklanmalarla anılır olmuştur.
14.3. Askeri Alanda Islahat Çabaları
Merkezdeki Kapıkulu Ocakları ve Eyaletlerdeki Tımarlı askerlerin ıslah çalışmalarına ciddi anlamda XVIII. Yüzyılın başında girişilmiştir. 1701 yılında çıkarılan bir fermanla Ocak’taki askerlikle ilişkisi olmayan gayri unsurlar temizlenerek mevcut sayı yarıya düşürülmüştür. Sadece ıslahat Yeniçeri Ocağıyla kaim tutulmayarak öteki yaya ve süvari birliklerinde de ciddi tensikata gidilmiştir.
Tımarlı Sipahilerin ıslahı için Tımar sahiplerine verilen berat ve belgeler tek tek gözden geçirilerek yeniden düzenlenmiştir. Ayrıca Tımar sahiplerinin sancaklarında ikameti mecbur tutulmuştur. Askeri usuller bakımından ıslahat çalışmaları I. Mahmud döneminde başlamış ve Humbaracı teşkilatı yeniden yapılandırılmıştır. III. Mustafa döneminde açılan Mühendishane-i Berri Hümâyun’un bir nüvesi olan bir mektep I.Mahmud tarafından Üsküdar’da açılmıştır. III. Mustafa’nın kurucusu olduğu Mühendishane-i Berri Hümâyun 1795 yılında III. Selim tarafından yeniden ve kalıcı olarak eğitim ve öğretim faaliyetlerine başlamıştır.
14.4. Nizam-ı Cedîd Ordusu
Osmanlı Devleti’nde askeri sahada yapılan en büyük kapsamlı ıslahat girişimi hiç şüphesiz Nizam-ı Cedîd ordusunun kurulmasıdır. Yeniçerilerin ıslahındna ümidi kesen III. Selim’in yeni ordu kurma teşebbüs olarak bilinen bu girişim aslında modern ordunun da bir nüvesi olmuştur. Üniforma ve rütbelerin yanı sıra askeri sınıfların teşkili de bölük, tabur, alay şeklinde yapılandırılmıştır. Sayısı 12000 ulaşan Ordu Yeniçerilerin kıskançlığı ve tahammülsüzlüğün bir yansıması olan Kabakçı Mustafa isyanından sonra lağvedilmiştir
14.5. Asakir-i Mansure-i Muhammediye
1826 yılında Yeniçeri Ocağının lağvedilmesinden sonra II. Mahmud tarafından kurulan yeni askeri yapının adı Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyedir. Bu yeni orduya yaşları 15-30
arasındakiler kabul edilmiştir. Şehzadebaşındaki Acemi Kışla Ocağı talimhane olarak kullanılmıştır. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye ordusu kısa sürede gelişme göstermiştir. Üsküdar ve Levent’teki kışlalara yenileri ilave edilmiştir.
Tanzimattan sonra askerlik sistemi değişerek bütün tebaaya şamil zorunlu askerlik uygulaması düzenlenmiş, fakat gayrimüslimler bundan muaf kılınmıştır.
261
14.6. Deniz Kuvvetleri
Selçuklularla birlikte başlayan Deniz kuvvetlerine sahip olma geleneğine Osmanlılar geç tarihli olarak Yıldırım beyazid döneminde Gelibolu bir tersane ve deniz üssü kurarak başlatmışlardır. İstanbul’un fethinden sonra önem kazanan Denizcilik II. Beyzid döneminde büyük bir sıçrama yapmıştır. O güne kadar Akdeniz’de bağımsız olarak dolaşan ünlü Denizcilerden Kemal ve Burak Reislerin devlet hizmetine alınmasıyla Osmanlı deniz kuvvetleri büyük bir güç kazandı. Yine Kanuni döneminde Barbaros Hayrettin’in Osmanlı deniz kuvvetlerine katılması ve donanmalara kaptan-ı Deryalık etmesiyle birlikte Osmanlı denizciliği gücünün zirvesine ulaştı. Akdeniz bir Türk gölüne dönüştü. Bunların peşi sıra gelen Turgut Reis, Piyale Paşa ve Kılıç Ali Paşalar bu başarıları sürdürdüler. Osmanlı Denizciliği İstanbul, Gelibolu dışında Karadeniz, Marmara, Akdeniz ve Ege’de açılan liman ve tersanelerle yüzyıllarca üstünlüğünü devam ettirdi.
262
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
263
264
265
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1- Osmanlı’nın etnik yapısı hakkında bilgi veriniz. 2- Azınlıkların Osmanlı Devleti içerisindeki konumu hakkında bilgi veriniz. 3- Osmanlılar döneminde farklı din ve ırklardaki insanların bir arada barış içerisinde
yaşamasının size göre sebepleri nelerdir?
266
267
Giriş
Bir beylik olarak ortaya çıkışından itibaren bünyesinde taşıdığı şartların gereği değişiklileri yapmaktan çekinmeyen Osmanlı devleti, sağlam temeller üzerine oturttuğu müesseseleri vasıtasıyla uzunca bir hükümranlık dönemi yaşamış ve üç kıtaya hakim bir güç olarak hem coğrafi hem de nüfus açısından azametli bir konuma sahip olmuştur. Bu coğrafyanın farklı noktalarına dağılmış olan toplumu ise çeşitli katmanlardan ve tabakalardan oluşmuştur. Bu ünitede Osmanlı Devleti’nin farklı tabakalardan oluşan toplumsal yapısı üzerinde duracağız
268
14.7. Osmanlı Devletinde İdari Açıdan Sınıflar
Osmanlı Devleti’nde vatandaşlık hukuku ile devlete bağlı insanların sınıf ve tabakalara ayrılması, gördüğü hizmetlere göre değişiklik arz etmektedir. Bu açıdan Osmanlı Toplumu:
a. Askerî (İdari Görevliler) b. Reâyâ
olmak üzere iki tabakadan müteşekkildir. Böyle bir tasnife göre ilk gruba dahil olanlar devlet hizmetlerinde çalışan, kısmen vergi muafiyeti olan gruptur. Reâyâ ise şehirli, köylü ve göçebe aşiretlerden meydana gelmekte ve devletin vergi yükü genellikle bu grubun üzerinde olmakta idi.
14.7.1 Askerî Sınıf Osmanlıda devlet hizmetlileri olarak da adlandırılan bu sınıfa girmek için;
a. İslam dinini kabul etmek, ibadetleri uygulamak, b. İdareye ve Padişah’a karşı sadık olmak
c. Osmanlı hayat nizamını meydana getiren örf, adet ile dil sistemine vakıf olmak gerekiyordu.
Askerî sınıf kendi içerisinde 4 gruba daha ayrılmaktaydı:
269
1. Saray Halkı 2. İlmiyye Sınıfı 3. Seyfiyye Sınıfı 4. Kalemiyye Sınıfı
1. Saray Halkı
Saray halkı timar, hazine veya vakıflardan gelir sağlayan yönetimin en üst tabakasını oluşturan gruptur. Bu grubun en tepesinde ise yetkileri İslam hukuk normları ile sınırlandırılmış olan; fakat devletin yegane yetkili ve sahibi konumunda bulunan Padişahlar yer alırdı. Osmanlıda padişahlar memleketin sahibi olarak telakkî edildiklerinden, vasıtalı veya vasıtasız olarak halkın üzerinde egemenlik haklarına sahip ve tebaasının mal, namus ve canından birinci derecede sorumlu kişiler olarak telakkî edilirlerdi. Bu durum padişahların yetkilerini sınırsız olmasa da önemli ölçüde etkin ve yetkin kılmıştır. Padişahların en önemli vazifeleri, devletin yönetiminin düzenli ve sıhhatli işlemesini sağlamak, adaleti yaymak, kötülükleri engellemek, halkını koruyup kollamaktı. Çünkü tebea Padişahlara verilen bir
Vedîatullah (Allah’ın emaneti) olarak kabul edilirdi.
Saray halkı ifadesi ilk başta Padişahı akla getirse de burada da bir hiyerarşi mevcuttu. Harem, Enderûn ve Bîrûn’dan müteşekkil olan sarayın üç bölümünde ağalar, hocalar, vezirler, eminler, hekimler saray görevlileri arasında sayılmakta idi. Saray, teşkilat itibariyle bir yönetim tabakasının buluştuğu ve idari işlerin idare ve tanzim edildiği en üst mekandı.
1a. Harem
Arapça kelime olan harem, “korunan, mukaddes ve muhterem şey veya yer” manasına gelmektedir. Mukaddes olması itibariyle Mekke ve Medine’ye “Haremeyn” denilmesi de buna matuftur. Aynı manadan olarak insanların kendi aile efradının bulunduğu, dışarıdaki insanlara mahrem olup, onlara karşı koruduğu mekan olması açısından evlere de harem denilmiştir. Harem kelimesi Osmanlı’da padişahın aile efradının bulunduğu mekandır. Buraya “Daru's-sa‘âde” de denilmekte idi.
Padişahın özel mekanı haremde Valide sultan, padişah hanımları, padişah kızları, şehzadeler, hizmetli usta, kalfalar ve cariyeler yaşamakta idi. Bu kısım cariyelerin en alt kademeden başlayıp, en üst kademeye kadar bir yetiştirildiği bir eğitim kurumu yapısına da sahipti. Harem’e belirli görevlilerin dışında herhangi bir kimsenin mümkün değildi. Fakat 1909 senesinde II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra Harem’in kapıları dış dünyaya açılmış ve padişah, harem ağaları ve özel doktorlardan başka insanlar da haremi görme imkanına kavuşmuşlardır.
1b. Enderûn
Topkapı Sarayı’nın üçüncü kapısı olan Babu’s-saâde’den başlayan, Arz Odası’nın bulunduğu, üçüncü yer ile bunun arasındaki köşklerin ve bahçelerin yer aldığı bölümün adı Enderûn’dur. Burada padişah cülusları, Divan-ı hümayun müzakereleri, elçi kabulleri, bayramlaşmalar,
270
ulufe dağıtımı vb. devleti ilgilendiren idari ve siyası hadiseler hep burada meydana gelmiştir. Ayrıca burası devşirme usulü devlet hizmetine alınan çocukların en üst düzey eğitim aldıkları mekan idi. Liyakatlerine göre burada yetişen öğrenciler önce “Küçük” ve “Büyük” odalara alınırlardı. Terbiye gördükten sonra muhtelif devlet hizmetlerine gönderilmek üzere yine yeteneklerine göre “Seferli”, “Kiler” veya “Hazine” odalarından birine girerlerdi. Bundan sonra da en mümtaz oda olan “Has Oda” gelirdi. Enderûn Ağaları
Has Oda’da kalırlar ve diğer odaların idaresini tanzim ederlerdi. Burada devlete büyük hizmetleri geçmiş olan Kapıkulu süvarileri, vezirler, veziriazamlar, taşra görevlileri, valiler, ilim ve kalem ehli olan kişiler yetişmiştir. Enderûn’da yer alan görevliler dış hizmete çıkıncaya kadar hayatlarını genellikle saray içinde ve çevresinde geçirmişlerdir.
1c. Bîrûn
Sarayın dış hizmetlerine bakan, mutlak olarak devşirmeden gelmeyen ve sarayda yatıp kalkmak zorunda olmayan görevlilerin bulunduğu bölümdür. Topkapı Sarayı’nın Orta Kapısı’ndan Babu’s-saâde’ye kadarki bölüme Bîrûn denilmiştir. Kelime anlamı itibariyle de “dış, dışarı” manalarına gelmesi bu bölümün adının Bîrûn konulmasına sebep olmuştur.
Farklı kategorilere ayrılan Bîrûn halkı iş ve gördüğü hizmetlere göre ulemâ ve ümenâ
(eminler) olmak üzere ikiye ayrılırdı.
2. İlmiyye Sınıfı (Ehl-i Şer‘)
İlimle meşgul olan ve devletin idari, hukûkî ve eğitim alanında görev alan ilmiye sınıfının bir diğer adı da Ehl-i Şer‘, yani şerîât ilimlerine vakıf kimseler demektir. Bu sınıf içerisinde müderrisler, müftîler, kadılar, kadıaskerler, Nakibüleşraflar ve şeyhülislam bulunurdu. İlmiye sınıfının en tepesinde şeyhülislam bulunur ve bu makamda bulunan zatlar zeki, dirayetli, ilim ve dirayet sahibi insanlar arasından seçilirdi. Medreselerdeki çeşitli eğitimlerden geçen ilmiye mensupları istek ve kabiliyetlerine göre kendilerine uygun alanlarda istihdam edilirdi. Bazıları medreselerdeki görevleriyle eğitim, bazıları cami ve vakıflardaki görevleriyle dînî, bazıları kadılık kurumundaki görevleriyle hukuk, bazıları ise Divân-ı hümâyûn silsilesindeki görevleri itibariyle idari sahada istihdam edilmişlerdir. İlmiye sınıfı Osmanlı’da daima önemli addedilmiş ve bu sınıfa kabiliyetli, namuslu ve zeki kişilerin girmesine özen gösterilmiştir. İlmiye mensupları yaptıkları görevleri itibariyle çeşitli vergilerden de muaf tutulmuşlardır.
3. Seyfiyye Sınıfı (Ehl-i Örf)
Arapça kılıç manasına gelen seyfiye, Osmanlı idari yapısında askerlik ve buna bağlı hizmetlerde görevli olan kimselerdir. Ehl-i Örf’de denilen bu sınıf Kapıkululları ve Tımarlı sipahiler olmak üzere ikiye ayrılırdı. Bu sınıflar da verdikleri hizmet karşılığında hem maaş alırlar hem de çeşitli vergilerden muaf olurlardı.
Devşirme usulü ile eğitilen Kapıkulları piyade ve süvari olarak ikiye ayrılırdı. Piyadelere Kapıkulu Süvarileri, yayalara Yeniçeriler denilirdi. Tımarlı sipahiler ise devletin kendilerine
271
tahsis ettiği toprakların işletme ve idaresinden sorumlu olup, savaş zamanı yetiştirdikleri cebelü’leriyle birlikte savaşlara iştirak ederlerdi.
4. Kalemiyye
Büro ve daire anlamına gelen devlet kademelerinde çalışan her seviyedeki memurları ifade eden kalemiyye sınıfı devletin yönetici sınıfı da bir bakıma ifade etmektedir. Bu sınıf usta-
çırak ilişkisi içerisinde yetişir, ve bu kalemlerin şeflerine de Hacegân denilirdi. Bu haceganların üzerinde ise nişancı, defterdar, reisülküttab, defter eminliği, şıkk-ı sânî ve salis defterdarlıkları –ki bunlara Menâsıb-ı Sitte denilmişti- yer alırdı. Kendini yetiştiren bir kimse
sırasıyla bu kalemlerde yükselirdi.
A. Reâyâ Sınıfı
Osmanlıda devlet hizmetlerinin dışında bulunan, ticaret, sanat, ziraat ve hayvancılık gibi çeşitli yollarla geçimlerini sağlayan, devletin vergi yükünü taşıyan gruba reâyâ denilirdi. Reâyâ devletin en kalabalık grubunu teşkil etmekte ve bu grup vergileri karşılığında askerlik, zorunlu devlet hizmetleri gibi görevlerden muaf olmakta idi. Biraz öncede belirttiğimiz gibi reâyâ devletin temel taşı olup, Allah’ın birer emaneti olarak kabul edilmiş ve her türlü zorbalık, zulüm ve haksızlığa karşı hakları bizzat padişah tarafından koruma altına alınmıştır.
14.7.2. Osmanlı Devletinde Yerleşim Açısından Sınıflar
Osmanlı toplumu yerleşim şekli açısından üç ana gruba ayrılır:
a. Şehirliler b. Köylüler c. Göçebeler
a. Şehirliler
Şehirliler şehirde yaşayan, askerlik hizmetlerinden muaf olan, genellikle ticaretle uğraşan tüccarlar, Ahilik sistemi ile örgütlenerek ticaretin iç hacmini önemli ölçüde sıhhatli işlemesini sağlayan esnaflar, şehirler devlet hizmetinde görevli olan askerîler, dışarından gelen yabancı tacirleri, dış devletlerin resmi temsilcileri ve halktan müteşekkildir.
b. Köylüler
Şehirlilerin dışında üretime katılan bir diğer grup da köylülerdi. Devletin sisteminin büyük oranda tarım işletmesine bağlı olması köylünün devlet nazarındaki önemini artırmıştır. Zira köylüler bağlı bulundukları statüye göre (timar, mülk, vakıf, yurtluk gibi) mahsullerinden hasıl olanları vergi (öşür, harac vb vergiler) bakımından aynî veya nakdî olarak sahib-i arza
verir ve bu vergiler sayesinden devletin askerî, ekonomik ve idârî işleri bir düzen içerisinde çalışırdı. Devletin idaresinin zayıflaması ile birlikte köylünün zayıf kalarak ezilmesi sonucu
272
toprağın işlemesinin terk edilerek hem mâlî hem sosyal hem de askerî çöküntünün başlaması kaçınılmaz olmuş ve bu durum İmparatorluğun yıkılışına zemin hazırlamıştır.
c. Göçebeler
Herhangi bir toprak parçasına sahip olmayan ve geçimlerini genellikle hayvancılık ile sağlayan göçebeler, Osmanlı toplumunun bir diğer unsuru olmuştur. Göçebeler yazlık ve
kışlık olarak gittikleri mahallerde hem devlete bazı hizmetler sunarlar hem de çeşitli bölgelerin İslamlaşmasında büyük hizmet verirlerdi. Çadırlarda yaşayan göçebeler orduya et, bazen zahire ve genellikle silah ürünleri sağlarlardı. Bunun karşılığında çeşitli vergilerden muaf olurlar ve kendilerine göç edebilecekleri mekanlar devlet tarafından tahsis edilirdi.
14.7.3. Osmanlı’da Eğitim Sistemi ve Kurumları
Osmanlı devleti de diğer devletler gibi kendi vatandaşlarını kendi düşünceleri doğrultusunda yetiştirmek amacıyla eğitim-öğretim müesseseleri kurmuştur. Devlet ve çoğunlukla vakıflar aracılığıyla kurulan ve devletin kuruluşundan yıkılışına kadar çeşitlenerek gelişen bu müesseseleri iki ana guruba ayırabiliriz:
A. Örgün Eğitim Müesseseleri B. Yaygın Eğitim Müesseseleri
A. Örgün Eğitim Müesseseleri:
Bu müesseseler belirli yaş ve bilgi seviyesine gelmiş insanları belirli zaman ve disipline göre yetiştirmek amacıyla kurulmuş müesseselerdir. Bu eğitim müesseseleri askeri ve sivil olmak üzere iki kısma ayırabilir:
1. Sivil Eğitim Müesseseleri
a) Sıbyan Mektepleri
İlk tahsil veren bu okullar 5-6 yaşlarındaki çocuklara okuyup yazmayı bazı dini bilgileri ve dört işlemden ibaret olan matematik dersini verirdi. İslam’dan öncede küttab adıyla Hire de varlığı görülen bu okullar daha önceki Türk devletlerinde ve Osmanlı Devletinde çeşitli adlarla anılmıştır (Daru't-Talim, Mektep mahalle mektebi vs..). Osmanlılarda bu okulların hocalarına muallim veya şakirt denirdi. Talebelerine de talebe, suhte, tilmiz gibi isimler verilirdi.
1846’ya gelindiğinde dört yıllık eğitim veren Sibyan mekteplerinde elifba, Kur’an, ilmihal, tecvit, harekeli Türkçe, Muhtasar Ahlakı memduha risalesi, sülüs ve nesih yazıları öğretiliyordu. Tanzimat’tan sonra 3 yıllık mektebi iptidai olarak faaliyet göstermeye başlar. Osmanlılar devrinde kız çocukları da bu mekteplerde erkeklerle birlikte okumuşlardır. Bununla beraber Osmanlı da kız ve erkek çocuklarının ayrı ayrı okuduğu okullarda mevcuttu.
273
Sıbyan mekteplerinde öğretim görevlisi olarak medrese mezunları görev yapmışlar daha sonra ise bu ihmal edilmiş, medrese mezunu olmayan kişiler de hocalık yapmaya başlamışlardır. Kızlara ait mektepler de ise yaşlı kadınlar öğretmenlik yapmıştır.
b) Medreseler:
İslam tarihinde medrese orta ve yüksek seviyede eğitim ve öğretim veren müesseselerinin ortak adıdır. Daha önceki devirlerde olduğu gibi Osmanlı’da da şahıslar tarafından tesis edilen ve yaşaması için vakıflar kurulan medreselerin hocalarına müderris ve yardımcılarına muid denirdi. Medrese talebelerine ise danişmend, softa (suhta) veya talebe diye adlandırılırdı. Osmanlıda ilk medreseyi Orhan Gazi 1331’de İznik’te kurulmuştur. Osmanlı Medrese teşkilatında ilk köklü değişim Fatih Sultan Mehmet zamanında olmuştur. Fatih kanunnamesini hazırladığı sırada Molla Hüsrev ve Ali Kuşçu’nun içinde bulunduğu bir maarif komisyonuna “Kanun-ı Talebe-i ‘Ulûm”u hazırlatmış, böylece Osmanlı medrese sistemi hazırlanmış oldu.
Osmanlı medreselerini umumi medreseler ve ihtisas medreseler olarak ikiye ayırabilir:
Umumi Medreseler
1.Haşiye-i Tecrit (Yirmili) Medreseler: Bu medreseler Seyyid Şerif Cürcani’nin Haşiye-i
Tecrit adlı eserinden almıştır. Daha çok fıkhî eserlerin okutulduğu bir medrese olarak eğitim vermiştir.
2.Miftah(otuzlu) Medreseleri
3.Kırklı Medreseler
4.Ellili Medreseler
5.Sahn-ı Seman Medreseleri: Bu medreseler Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’da kurduğu külliyede bulunan 8 medresedir. Bu medreselerde fıkıh, usûl-i fıkıh, hadis, tefsir, astronomi(heyet), hendese, tıp gibi ilimler okutulmuştur.
6.Altmışlı Medreseler
İhtisas Medreseleri
Bu medreseler;
a)Darulkurralar
b)Darulhadisler
c)Daruşşifalar’dır.
Osmanlı Medrese sistemindeki ikinci en büyük gelişme Kanuni Sultan Süleyman devrinde meydana gelen gelmiştir. Kanuni devri her sahada olduğu gibi medrese teşkilatında da zirveyi ifade eder. Kanuni Sulan Süleyman, Süleymaniye külliyesinin inşa ettikten sonra burada tesis
274
ettiği medreselerde Sahn-ı Seman medreselerinin üstünde medreseler kurmayı planlarken diğer tarafından da Osmanlı medreselerinin payelerini yeni bir sisteme göre tekrar tanzim etmiştir.
XV. ve XVI asırda en yüksek seviyelerine ulaşmış olan Osmanlı Medrese sistemi XVII asırdan itibaren gerilemeye başlamıştır. XVIII. asırda Süleymaniye medreselerine Musile-i
Süleymaniye’den sonra Hâmis-i Süleymaniye adıyla yeni bir medrese, XVIII.asırda da camilerde tedrisatı sürdüren dersiyyeler ilave edilmişse de medreselerin kalitelerinin düşmesi önlenememiştir.
Medreselerin bozulma sebepleri genelde şu şekilde sıralanmıştır:
a) Zâdeliğin zuhuru
b) İlim sahiplerinin ağa ve paşalara intisapları
c) Müderris ve kadıların cehaleti
d) Cehaletle fazlın birbirinden fark olunmaması
Sistemdeki bozulmanın önüne geçmek için birçok düzenlemeler yapılmıştır. Özellikle II. Mahmud devrinde medreselerin ıslahının mümkün olmaması nedeniyle padişah Avrupa usulü bir eğitimin kurulmasına teşebbüs etti ve bir fermanla ilköğretimin mecburi ve parasız olacağı ilan etti. I. Meşrutiyet devrine gelindiğinde medreselerde beklenen ıslahatlar yapılmış ve medreselerde Riyaziye, tabiiyye, tarih, coğrafya, Farsça ve Osmanlıca dersleri okutulmaya başlamıştır.1914 yılına geldiğinde Islah-ı Medaris nizamnamesi çıkarılmış ve İstanbul medreseleri Daru’l-hilafeti’l-aliyye medreseleri adı altında toplanmıştır. Bu medreseler üç kısma ayrılmış ve her kısmı dört sene olan medreseler toplan 12 yıllık bir eğitim-öğretim vermiştir. Her üç kısımda da dini ilimler, Arapça, Türkçe, Farsça, Tarih, Riyaziye ve Tabiatı Fen dallarında dersler okutulmuştur.
2. Askerî Eğitim Müesseseleri
Klasik Eğitim Müesseseleri a. Acemioğlanlar Ocağı
Pençik ve devşirme usulleriyle toplanan çocuklar Türk-İslam terbiyesine göre yetiştirilmek üzere Türk ailelerinin yanına verilir sonra Acemioğlanlar ocağına alınırlardı. Burada bir taraftan askeri eğitim alırken diğer taraftan da Enderun’a hazırlayıcı eğitim verilirdi. I. Murat devrinde Çandarlı Kara Halil Paşa ve Molla Rüstem’in tavsiyeleriyle kurulan bu ocak 1826’da Yeniçeri Ocağı kapatılmasına kadar faaliyetlerini sürdürmüştür.
b. Yeniçeri Ocakları
275
Acemioğlanlar mektebinden sonra titiz bir imtihanla seçilen kabiliyetli gençler Enderun Mektebine, diğerleri de asker olmak üzere Yeniçeri Ocağına alınırlardı. 61 bölükten oluşan bu kuvvetler Yeniçeri Ağası’na bağlıydı.
c. Enderun Mektebi
Topkapı sarayı içinde bulunan ve orduya yüksek rütbeli asker yetiştiren üst düzey bir eğitim kurumu idi. Osmanlıya has olan bu mektepler ilk olarak II. Murat zamanında Edirne de kurulmuştur. Fatih Sultan Mehmet zamanında sadece kurmay asker yetiştirmekten başka birde mülki ve idari kadronun da yetiştirildiği bir mektep haline gelmiştir. Gittikçe zayıflayan Enderun mektebi 1 Temmuz 1909’da lağvedilmiştir.
- Yüksek Seviyedeki Askerî Müesseseler a. Mühendishane-i Bahr-i Hümayun
Osmanlının batıya açılan ilk kapısıdır. 1773’te Baron De Tott’un tavsiyesiyle ve Cezayirli Hasan Paşanın gayretleriyle Haliç Tersanesinde açılmıştır. Bu mektepte ordunun ihtiyaç duyduğu denizci subaylar yetiştiriliyor ve topçu eğitimi veriliyordu.
b. Mühendishane-i Berr-i Hümayun
III. Selim devrinde kurulan bir yüksek okuldur. Topçu subayı yetiştirmek amacıyla Mühendishane-i Bahr-i Hümayun’dan ayrılarak kurulmuştur. Öğretim süresi dört yıldır.
c. Tıbhane-i Âmire ve Cerrahhane-i Ma’mure
Sadece Müslüman tıp adamlarının yetiştirilmesi amacıyla kurulmuş Darüşşifanın devamı olan okuldur. Eğitim süresi dört yıldır.
d. Mekteb-i Fünun-ı Harbiyye
Açılan askeri okulların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kurulmuştur.
B. YAYGIN EĞİTİM MÜESSESELERİ
Her yaş ve seviyedeki insanlara medrese ve mektepler dışındaki yerlerde verilen eğitimdir. Bu yaygın eğitim kurumları camiler, tekkeler, saraylar, darü’l hikmet-i İslamiyye, Darulmesnevi, kütüphaneler, sahaflar, loncalar, ulema evleri, kıraathaneler olarak sıralanabilir.
276
TANZİMAT DÖNEMİNDE EĞİTİM
Bu dönemde bir yanda klasik Osmanlı Eğitim ve öğretim müesseseleri devam ederken bir
yandan da her seviyede Avrupa eğitim-öğretim müesseseleri açılmaya başlamıştır. İlk önce askeri alanda yaygınlaşan Avrupai mektepler daha sonra sivil sahada da gelişti.
I. İlköğretim
a. İbtidâîler: Osmanlı klasik çağının Sıbyan mektepleridir. Rüştiyeler açılınca onlara öğrenci hazırlayan mekteplerde ibtidâî adı verildi. Bu mektepler 8 Nisan 1847 yılında düzenlenen program ve yönetim şekliyle yeni bir düze kavuşmuştur.
Öğretim süresi dört yıl olan bu okullara yedi yaşına basan kız ve erkek çocuklara ilkokul
seviyesinde bir eğitim-öğretim verilirdi. 6 Ekim 1913 Tedrisat-ı İbtidaiyye Kanunu ile Fransız okulları sistemine uyarak Rüştiye ve ibtidaiyye birleştirilerek altı yıllık Mekteb-i İbtidâî haline getirilmiştir. Bu okullarda Türkçe, tecvit, ilmihal, hatt, Osmanlı tarih ve coğrafyası, yurttaşlık bilgisi, resim, müzik ve beden terbiyesi programa girmiş ve 1924’e kadar devam etmiştir. Bu devirde iptidailer yedi yaşına basan çocuklar için mecburi hale getirilmiş ve ceza olarak falaka yasaklanmıştı.
II. Ortaöğretim
a. Rüştiyeler:
II. Mahmud döneminde sıbyan mekteplerinin yetersiz olduğu görülerek bu mekteplere sınıfı sani olarak açılır. Bunlar idadilere basamak olmasından dolayı ortaokul seviyesinde mektepler olarak değerlendirilir. Önceleri dört yıl olan bu okullar daha sonra altı yıl olmuştur. Rüştiyelerin ilki 1838 tarihinde açılan Mekteb-i Maârif-i Adliyye'dir. 1874-75 döneminde 400’e yakın rüştiye mevcuttu. 1867’ye kadar bu mekteplere Müslüman çocuklar alınırken bu tarihten sonra ise gayri Müslimler de alınmaya başlanmıştır. Bu maksatla adaylar Türkçe imtihana tabi olmuşlardır. Bu okullarda dini ilimler, hesap, coğrafya, hatt, hendese, cebir, usul-i defter, resim, müzik gibi dersler verilmiştir.
b. İdadiler:
Orta öğretimde ikinci kademe olarak eğitim-öğretim veren mekteplerdir. 1869 Maârif-i Umûmiyye Nizamnamesi'ne göre idadiler Rüştiye mezunu olan Müslim ve gayri Müslim çocukların bir arada öğretim yaptıkları yerlerdir. 1000 haneden fazla yerlere idadi kurulacak, idadilerin bütün masrafları vilayet maarif idadisi sandığından karşılanacaktır. İdadileri süresi üç yıl olacak ve şu dersler okutulacaktır. Türkçe, kitabet, Fransızca, mantık, kavanin-i
Osmaniyye, coğrafya, tarih, cebir, hesab-ı defter tutma, kimya ve resim dersleri okutulmuştur.
277
c. Sultânîler:
İdadiler seviyesinde Fransızca ve Türkçe ile eğitim ve öğretim yapan bir mekteptir. 1 Eylül 1868 tarihinde Galatasaray Sultânîsi’nin açılışıyla maarifimize giren bu Fransız modeli mektepler hazırlık devresiyle birlikte 9 yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Bu mektebin açılışı sultan Abdülaziz’in 1867 Paris ziyaretine dayanır. Sultânîde Türkçe, Fransızca, Grekçe, ahlak, Latince, tarih, coğrafya, matematik, kozmografya, mekanik, fizik, kimya, ekonomi, güzel konuşma sanatı ve resim dersleri okutulurdu. Daha sonra Arapça ve Farsça okutulmuştur.
Darüşşafaka ve Robert Koleji de Sultânî tarzı okullardandır.
III. Yüksek Öğretim
Bunlar üniversite karşılığı olan darülfünun ve yüksek okullardır.
a. Daru’l-Fünun:
İlk kez 12 Ocak 1863’te açılan Daru’l-Fünun bu tarihten sonra birkaç kez kapanıp açılmış,
1908 tarihine gelindiğinde İstanbul Daru’l-Fünunu olarak adı değiştirilmiş ve yeniden teşkilatlandırılmıştır. 1912 de şubeler fakülteye çevrilmiş ve I. Dünya savaşında Almanya’dan fen, edebiyat ve hukuk alanında 20 profesör çağırılarak üniversitelerin kadroları güçlendirilmeye çalışılmıştır.
b. Yüksek Okullar:
Mekteb-i Mülkiyye-yi Şahane
Osmanlıda ilk sivil yüksekokuldur. Kaymakamlık ve müdürlük gibi mülki idarede görevlendirilecek memurlar için açılan bir yüksekokuldur. Öğretim süresi önce iki yıl olarak
belirlenmiş daha sonra dört yıla çıkarılmıştır.1915’te Daru’l-Fünun’un Hukuk Fakültesi’ne bağlanmıştır.
Mekteb-i Tıbbiyye-yi Mülkiye
Sivil tabip yetiştirmek maksadıyla kurulmuş bir mekteptir. Başlangıçta beş yıl olan bu okul daha sonra altı yıla çıkarılmıştır. 1915’te üniversitenin tıp fakültesine bağlanmıştır.
Mekteb-i Hukuk-ı Şahane
Tanzimat sonrası açılan batı tipi mahkemelere eleman yetiştirmek amacıyla kurulan mekteplerdir. 1909’da Daru’l-Fünun’un Hukuk Fakültesi haline geldi.
278
Hendese-yi Mülkiye Mektebi
Memleketin sivil mühendis ihtiyacını karşılamak amacıyla kurulmuştur. Cumhuriyet döneminde yüksek mühendis mektebi adıyla faaliyetlerine devam etmiştir.
Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi
Ziraat ve baytarlık alanında memleketin ihtiyacını karşılamak amacıyla kurulan dört yıllık bir yüksekokuldur.
279
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Hukuki Yapı
Örfî Hukukun Ortaya Çıkışındaki Amiller
Şerî ve Örfî Hukuk Çatışma(ma)sı
Mahkemeler
Şeriyye Mahkemeleri yapısı ve işleyişi
Kadıların görevleri
Askeri Yapı
Kara Kuvvetleri
Kapıkulu Ocakları
Acemi Ocağı
Yeniçeri Ocağı
Yeniçeri Ağası
Sekbanbaşı
Kul Kethüdası
Zağarcıbaşı
280
Cebeci Ocağı
Topçu Ocağı
Top Arabacıları Ocağı
Humbaracı Ocağı
Lağımcı Ocağı
Atlı Kapıkulu Ocakları
Eyalet Kuvvetleri
Tımarlı Sipahiler
Askeri Alanda Islahat Çabaları
Nizam-ı Cedîd Ordusu
Asakir-i Mansure-i Muhammediye
Deniz Kuvvetleri
Osmanlı Devletinde İdari Açıdan Sınıflar
Askerî Sınıf
Saray Halkı
Harem
Enderûn
Bîrûn
İlmiyye Sınıfı (Ehl-i Şer‘)
Seyfiyye Sınıfı (Ehl-i Örf)
Kalemiyye
Reâyâ Sınıfı
Osmanlı Devletinde Yerleşim Açısından Sınıflar
281
Şehirliler
Köylüler
Göçebeler
Osmanlı’da Eğitim Sistemi ve Kurumları
Örgün Eğitim Müesseseleri
Sivil Eğitim Müesseseleri
Askerî Eğitim Müesseseleri
Klasik Eğitim Müesseseleri
Acemioğlanlar Ocağı
Yeniçeri Ocakları
Enderun Mektebi
Yüksek Seviyedeki Askerî Müesseseler
Mühendishane-i Bahr-i Hümayun
Mühendishane-i Berr-i Hümayun
Tıbhane-i Âmire ve Cerrahhane-i Ma’mure
Mekteb-i Fünun-ı Harbiyye
YAYGIN EĞİTİM MÜESSESELERİ
TANZİMAT DÖNEMİNDE EĞİTİM
İlköğretim
İbtidâîler
Ortaöğretim
Rüştiyeler
İdadiler
282
Sultânîler
Yüksek Öğretim
Daru’l-Fünun
Yüksek Okullar
Mekteb-i Mülkiyye-yi Şahane
Mekteb-i Tıbbiyye-yi Mülkiye
Mekteb-i Hukuk-ı Şahane
Hendese-yi Mülkiye Mektebi
Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi
Bölüm Soruları
1) Osmanlı Devletinde örfi hukuk, İslam hukukundaki kıyas uygulamasına benzer bir
uygulamayla şeri hukukun bir parçası olarak görülmüştür.
Doğru ( ) Yanlış ( )
2) Osmanlı’da, şahıs, aile, miras, eşya, borçlar, ticaret hukuku sahalarında açıkça ........
hukuk egemendir.
3) Kadılar kamu hakkının korunmasına yönelik olarak kolluk güçlerinin yardım ve
desteklerine başvurmuşlardır.
Doğru ( ) Yanlış ( )
4) Savaşlarda ele geçirilen esirlerden beşte birinin vergi karşılığında devlete verilmesi
kanununa ..................... kanunu adı verilmiştir.
5) Yeniçerilerin savaşta ve talimde kullanacağı silahları temin ve bunları korumakla
görevli grubun adı ...........................’dır.
283
6) Mekteb-i Hukuk-i Şahane, Tanzimat sonrasında açılan ve batı tipi mahkemelere eleman
yetiştirmek amacıyla kurulan mekteplerdir.
Doğru ( ) Yanlış ( )
7) Osmanlı’da sivil tabib yetiştirmek amacıyla kurulan okullara ......................................
adı verilmiştir.
8) Aşağıdakilerden hangisi Osmanlı’da modernizasyon döneminde açılan mekteplerden
değildir?
a) Mekteb-i Tıbbıye-yi Mülkiye
b) Sıbyan mektebi
c) Mekteb-i Hukuk-i Şahane
d) Mekteb-i Mülkiye-yi Şahane
e) Hendese-yi Mülkiye Mektebi
9) Rüştiyeler açılınca onlara öğrenci hazırlayan mekteplere ........................ adı
verilmiştir.
10) Topkapı sarayı içinde bulunan ve orduya yüksek rütbeli asker yetiştiren üst düzey
eğitim kurumuna ................................................ denmiştir.
284
KAYNAKÇA
Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul, c. VI, s. 181-221.
Sümer, Faruk (Ağustos 1987). “Orta Asyalı Bir Prens Afşin”, TTK Belleten, c. LI, S. 200, Ankara, s. 651-665.
76
Sümer, Faruk (Şubat 1988). “Abbasîler Devrinde Büyük Bir Türk Tolunoğulları Devletinin Kurucusu Ahmed”, TDA., S. 25, İstanbul, s. 9-18.
Şeşen, Ramazan (Nisan 1990). “Selçuklulardan Önce Şam (Suriye ve Filistin) Diyarında Türklerin Rolü, TDA., S. 65, İstanbul, s. 139-148.
Şeşen, Ramazan (1995). “Türklerin İslâmlaşması ve Ortaçağ Arap Dünyasındaki Rolü”, İbn Fazlan Seyahatnâmesi, İstanbul, s. 187-244.
Tekindağ, M. C. Şahabeddin (1976). “Mısır ve Suriye’de Türk Devletleri”, Türk
Dünyası El Kitabı, Ankara, s. 866-86.
Yıldız, Hakkı Dursun (1974). “Abbasîler Devrinde Türk Komutanları El-Afşin Haydar b. Kâvus”, TED., S. 4-5, İstanbul, s. 1-24.
Yıldız, Hakkı Dursun (1976). “Azerbaycan’da Hüküm Sürmüş Bir Türk Hanedânı, Sâc Oğulları I, Ebu’s-Sâc Divdâd b. Yusuf Dîvdest, TD., S. 30, İstanbul, s. 109-118.
Yıldız, Hakkı Dursun (1978). “Azerbaycan’da Hüküm Sürmüş Bir Türk Hanedânı, Sâc Oğulları II, Ebû Ubeydullah Muhammed el-Afşin, TED., S. 9, İstanbul, s. 107-128.
Yıldız, Hakkı Dursun (1979). “Azerbaycan’da Hüküm Sürmüş Bir Türk Hanedânı: Sâc Oğulları III, Ebu’l-Kasım Yusuf , TD., S. 32, İstanbul, s. 29-70.
Yıldız, Hakkı Dursun (1989). “Sâcoğulları”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul, c. VI, s. 81-136. Bu makale için ayr. bkz. “Sacoğulları”, Türkler, Ed. Hasan Celâl Güzel-Kemal Çiçek-Salim Koca, c. V, Ankara, 2002, s. 417-442.
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA.) ve İslâm Ansiklopedisi (İA.) (Azerbaycan, Ermeniye, Fâtımîler, Hamdânîler, İhşîdîler, Sâcoğulları, Sâcîler, Tolunoğulları, Hulefâ-yi Râşidîn, Emevîler, Abbasîler, Fâtımîler, Hamdânîler, İhşid, İhşidîler,
Tolunlular,
Tolunoğulları, Abdullah b. Tahir, Afşin, Abbas b. Ahmed b. Tolun, Ahmed b. Tolun, Bekkâr b. Kuteybe, Belevî (Abdullah b. Muhammed,) Ebu Cafer et-Tahâvî, Ebü’s-Sâc (Divdât b. Dîvdest), Humâreveyh b. Ahmed b. Tolun, Humâreveyh, İbn Hinzâbe, İbnülfurât, İbn
Hinzâbe, Kâfur, Me’mun, Muhammed b. Ebü’s-Sâc, Muhammed b. (Tuğğac), Rebî b. Süleyman el-Muradî, Mâzerâîler, İhşid, İbn Tolun Camii, Mescid, Mikyâsü’m-Nil,
Mısır, Dvin, Erdebil, Nil, Mikyâsü’n-Nîl) ve diğer ilgili maddeleri.
285