154
i T.C SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ BATI DİLLERİ VE EDEBİYATI ANA BİLİM DALI VIRGINIA WOOLF’ UN DENİZ FENERİ VE TEZER ÖZLÜ’NÜN YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK ADLI ESERLERİNİN VAROLUŞÇULUK TEMELİNDE KARŞILAŞTIRILMASI Nuray YILDIRIM 1030224301 YÜKSEK LİSANS TEZİ DANIŞMAN DOÇ. DR. BATURA MAMMADOVA ISPARTA-2018

SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

  • Upload
    others

  • View
    4

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

i

T.C

SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

BATI DİLLERİ VE EDEBİYATI ANA BİLİM DALI

VIRGINIA WOOLF’ UN DENİZ FENERİ VE TEZER ÖZLÜ’NÜN YAŞAMIN

UCUNA YOLCULUK ADLI ESERLERİNİN VAROLUŞÇULUK TEMELİNDE

KARŞILAŞTIRILMASI

Nuray YILDIRIM

1030224301

YÜKSEK LİSANS TEZİ

DANIŞMAN

DOÇ. DR. BATURA MAMMADOVA

ISPARTA-2018

Page 2: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn
Page 3: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn
Page 4: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

iii

ÖNSÖZ

İnsanoğlu dünyaya geldiğinden beri “Yaşamın anlamı nedir?” sorusuna cevap

aramaktadır. İnsanın yaşamı anlama ve anlamlandırma çabası doğduğu günden öldüğü

düne kadar devam eden bir süreçtir. İnsan varlıkları sürekli olarak akıl ile

anlamlandırmaya çalışır ve birçok şeyi kavrayabilir. Ancak aklının sınırlarının ötesine

geçemez. Bazı filozoflara göre; insan nasıl bir varlık olduğunu ancak kendi özüne

dönerek ya da sezgi yoluyla keşfedebilir.

Varoluşçu felsefede insan varlığının anlamı söz konusudur. Ontoloji alanında

“olmak” ve “var olmak” aynı şey değildir. “olmak” yaşamak denen olgunun kendisidir.

“Var olmak” ise bir olmak kipliğidir. “varlık” ve “öz” kavramı varoluşçu felsefede en

çok karşılaşılan ve üzerinde en çok akıl yürütülen konulardır. Varoluşçu filozoflar

“Varoluş özden önce mi gelir?” yoksa “Öz mü varoluştan önce gelir?” gibi sorular

sorar ve buna cevap arar. Ancak bu konuda kimi zaman fikir ayrılığında oldukları

görülür.

İnsanın anlam arayışı içinde olması, kendini yaşama karşı güvenli kılmak

istemesinin sonucudur. Varoluşçuluk; bireysellik, özgürlük, seçim, sorumluluk,

deneyim, kaygı, korku, ölüm, gibi konuları ele alır. Akıl ve irade sahibi olan insan

hayatta karşısına çıkan durumlarda yaptığı bu seçim ve sorumluluğu ile özünü oluşturur

ve hayatı anlamlandırmaya çalışır.

Karşılaştırmalı Edebiyat; dünya edebiyatını oluşturan edebi eserlerin ortak

temalara göre kıyaslayan bir bilim dalıdır. İki veya daha fazla eser konu, düşünce ya da

biçim bakımından incelenerek, ortak benzer ve farklı yanlar tespit edilir ve bunun

nedenleri üzerine yorumlar yapılır. Eserler ortak ve farklı özellikler temel alınarak ve

çeşitli metotlar kullanarak çözümlenir.

Karşılaştırma yöntemi, birçok bilim dalında kullanılan bir yöntemdir. Bu yöntem

edebiyat dalındaki önemli eserler arasındaki ilişkiyi göstermek için kullanılır. Bu

yöntemin amacı farklı dil veya kültürlerdeki iki eserin yazıldığı dönem koşullarına göre

tarihsel, sosyal ve kültürel açıdan ele alınarak, konu ve motif bakımından

incelenmesidir. Batıda yaygın olarak kullanılan karşılaştırmalı edebiyat çalışmaları,

ülkemizde yaygın olarak görülmemektedir. Ancak son yıllarda ülkemizde

karşılaştırmalı edebiyat oldukça önem kazanmaya başlamıştır.

Page 5: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

iv

Varoluşçu felsefe, Türk ve Dünya edebiyatında önemli bir yere sahiptir. Birçok

yazar gerek roman gerek anlatı gibi eserlerinde varoluşçu felsefenin özelliklerini

işlemekte ve bu felsefeyi; karakterler veya kendi yaşam deneyimleri ışığında okuyucuya

yansıtmaktadır. Virginia Woolf’ un Deniz Deneri (To The Lighthouse) ve Tezer Özlü’

nün Yaşamın Ucuna Yolculuk (Voyage To The End Of Life) adlı eserlerinde varoluşçuluk

temasının genel özellikleri karşılaştırmalı olarak incelenmiştir. Bu iki eserin ortak

yönleri kıyaslanarak karşılaştırmalı bir değerlendirme yapılmış ve Karşılaştırmalı

Edebiyat çalışmalarına küçük de olsa bir katkı sağlamak istenmiştir.

Bu çalışmada rehberliğinden ve görüşlerinden faydalandığım değerli danışman

hocam Doç. Dr. Bature Mammadova’ya, akademik ve ahlaki değerler doğrultusunda

bana örnek olan ve aynı zamanda benim bu araştırmayı yapabilecek seviyeye gelmeme

yardımcı olan Süleyman Demirel Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü

hocalarım; Prof. Dr. Hüseyniga Rzayev, Doç. Dr. Ömer Şekerci’ye, bu zorlu süreçte

bana her koşulda destek olan eşim ve aileme teşekkürlerimi sunarım.

Nuray YILDIRIM

Mart 2018, Isparta

Page 6: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

v

(YILDIRIM, Nuray, Virginia Woolf’un Deniz Feneri Ve Tezer Özlü’nün

Yaşamın Ucuna Yolculuk Adlı Eserlerinin Varoluşçuluk Temelinde Karşılaştırılması,

Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2018)

ÖZET

Bu araştırmanın amacı, Virginia Woolf’un Deniz Feneri romanı ve Tezer

Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı anlatısının varoluşçu felsefe temelinde

karşılaştırılmasıdır. Bu çalışmada her iki eserde ana konu olan varoluşçuluk

karşılaştırmalı edebiyat bilimi çerçevesinde ele alınmıştır. Yapılan bu çalışma, dört

temel bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde araştırmanın konusu, amacı ve önemi,

yöntemi, durumu ve sınırlılıklarına kısaca değinilmiştir. Araştırmanın ikinci bölümünde

varoluşçuluğun tanımı, varoluşçu felsefenin gelişimi, varoluşçuluğun temel ilkeleri,

varoluşçu düşünürler ve tanımsal sorunlar hakkında bilgi verilmiştir. Üçüncü bölümde,

Deniz Feneri romanındaki önemli olan bazı varoluşçu unsurlar incelenmiştir. Son olarak

dördüncü bölümde ise, Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı eser ortak varoluşçu öğeler

bakımından araştırılmıştır. Bu iki eserdeki benzer ve farklı unsurlar karşılaştırmalı

edebiyat bilimi kapsamında incelenmiştir. Edebiyatımızda önemli bir yeri olan her iki

yazarın da ortak olan varoluşçuluk temasını farklı biçimde işlediği sonucuna varılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Virginia Woolf, Tezer Özlü, Deniz Feneri, Yaşamın Ucuna

Yolculuk, Varoluşçuluk, Egzistansiyalizm, Karşılaştırmalı Edebiyat.

Page 7: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

vi

(YILDIRIM, Nuray, Comparison of Virginia Woolf’s to The Lighthouse and

Tezer Ozlu’s Voyage to The End Of Life on the Basis of Existentialist Philosophy,

Master Thesis, Isparta, 2018)

ABSTRACT

The purpose of this research is to compare Virginia Woolf's “To the

Lighthouse” and Tezer Özlü's “Yaşamın Ucuna Yolculuk” (A Journey Towards the

Edge of Life) on the basis of existentialist philosophy. In this work, existentialism,

which is the main subject in both works, is handled within the framework of

comparative literature. This study consists of four basic parts. In the first part, the

subject, purpose and the method, condition and limitations of the research are briefly

mentioned. In the second part of the study, the definition of existentialism, the

development of existentialist philosophy, basic principles of existentialism,

existentialist thinkers and descriptive problems are given. In the third chapter, some

important existential elements are researched in Deniz Feneri. Finally, in the fourth

chapter, Yaşamın Ucuna Yolculuk is explored in terms of common existentialist items.

Similar and different elements in these two works have been examined within the

context of comparative literature. We have come to the conclusion that both writers,

who have an important place in our literature, handled the common existentialism theme

in their works in a different way.

Key Words: Virginia Woolf, Tezer Özlü, To the Lighthouse, Voyage To The End Of

Life, Yaşamın Ucuna Yolculuk, Existentialism, Comparative Literature.

Page 8: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

vii

İÇİNDEKİLER

TEZ SAVUNMA TUTANAĞI ........................................................................................ i

YEMİN METNİ .............................................................................................................. ii

ÖNSÖZ ............................................................................................................................ iii

ÖZET................................................................................................................................ v

ABSTRACT .................................................................................................................... vi

KISALTMALAR ........................................................................................................... ix

GİRİŞ ............................................................................................................................... 1

BİRİNCİ BÖLÜM

1.1.VAROLUŞÇULUK (EGZİSTANSİYALİZM) NEDİR? ...................................... 8

1.1.1. Varoluşçuluğun Tanımı ve Varoluşçu Felsefenin Gelişimi .......................... 8

1.1.2. Tanımsal Sorunlar ....................................................................................... 11

1.1.3. Varoluşçu Düşünürler .................................................................................. 19

1.1.4. Varoluşçuluğun Temel İlkeleri ................................................................... 30

1.1.4.1. Yalnızlık ve Yabancılaşma.............................................................. 34

1.1.4.2. Fırlatılmışlık, var olmayı unutma ve otantik varoluş hali ............... 36

1.1.4.3. Öznellik ........................................................................................... 36

1.1.4.4. Umut /Umutsuzluk .......................................................................... 37

1.1.4.5. Bireysel Özgürlük ve Düzene Başkaldırı ........................................ 40

1.1.4.6. Bireysel ahlak anlayışı: ................................................................... 40

1.1.4.7. Kaygı / İç Sıkıntısı / Bunaltı/ Öfke / Korku ................................... 43

1.1.4.8. İç daralması ..................................................................................... 44

1.1.4.9. Saçma / Sorgu.................................................................................. 46

1.1.4.10. Seçim / Sorumluluk ....................................................................... 46

1.1.4.11. Ölüm/ İntihar ................................................................................. 51

1.1.5. Felsefe ve Edebiyat ...................................................................................... 52

Page 9: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

viii

İKİNCİ BÖLÜM

2.1. “Deniz Feneri” Romanının Varoluşçu Unsurlar Bakımından İncelenmesi...... 55

2.1.1. Yalnızlık ve Yabancılaşma .......................................................................... 57

2.1.2. Umut /Umutsuzluk ...................................................................................... 59

2.1.3. Özgürlük ve Başkaldırı ................................................................................ 65

2.1.4. Sıkıntı / Bunaltı / Acı / Kaygı / Korku / Öfke.............................................. 67

2.1.5. Saçma/ Sorgu ............................................................................................... 73

2.1.6. İntihar / Ölüm .............................................................................................. 78

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

3.1. “YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK” ADLI ESERİN VAROLUŞÇU

UNSURLAR BAKIMINDAN İNCELENMESİ ......................................................... 87

3.1.1. Yalnızlık ve Yabancılaşma .......................................................................... 88

3.1.2. Umut /Umutsuzluk ...................................................................................... 99

3.1.3. Özgürlük ve Başkaldırı .............................................................................. 102

3.1.4. Sıkıntı / Bunaltı / Acı / Kaygı/ Öfke ......................................................... 109

3.1.5. Saçma/ Sorgu ............................................................................................. 118

3.1.6. İntihar / Ölüm ............................................................................................ 119

SONUÇ ......................................................................................................................... 129

KAYNAKÇA ............................................................................................................... 139

EKLER ......................................................................................................................... 142

ÖZ GEÇMİŞ ................................................................................................................ 144

Page 10: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

ix

KISALTMALAR

a.g.e. : Adı geçen eser

a.g.m. : Adı geçen makale

bkz. : Bakınız

çev. : Çeviren

ed. : Editör

c. : Cilt

S. : Sayı

haz. : Hazırlayan

der. : Derleyen

yay. : Yayınları

Page 11: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

1

GİRİŞ

Karşılaştırmalı edebiyat akademik anlamda on dokuzuncu yüzyılın sonlarında

Avrupa’da ortaya çıkan, daha sonra Amerika Birleşik Devletleri ve diğer ülkelerde de

uygulanan akademik bir bilim dalıdır. Ülkemizde yaygın olmayan bir disiplin olmasına

rağmen son yıllarda gittikçe rağbet gören bir öneme sahip olmaya başlamıştır.

Karşılaştırmalı edebiyatın ilk kez ortak bir terim olarak kullanılmaya başlandığı

dönem on dokuzuncu yüzyılın ilk çeyreği olarak gösterilmesine karşın önceleri

edebiyattan soyutlanarak ve yalnızca karşılaştırma yöntemi olarak diğer bir takım bilim

ve araştırma dallarında sıkça ismi geçtiği bilinmektedir. “Terimi “karşılaştırmalı” ve

“edebiyat” olarak iki sözcüğe ayıracak olursak, birincisinin orta İngilizcede kullanılan

Latince kökenli comparativus’dan geldiği görülür.”4

Karşılaştırmalı edebiyatın içeriği ve işlevi bakımından tanımını yapmak oldukça

zordur. Aytaç’ın yaptığı tanıma göre araştırmacının “görevi, işlevi, farklı dillerde

yazılmış iki eseri konu, düşünce ya da biçim bakımından incelemek; ortak, benzer ve

farklı yanlarını tespit etmek, bu farklılığın nedenleri üzerine yorumlar getirmektir.”5

Farklı işlevleri bulunan bir alan olmakla birlikte karşılaştırmalı edebiyat, “birbirinden

ayrı özellikleri olan dil ve kültürlerin edebî metinleri arasındaki ortak, benzer ve farklı

yönleri inceleyen, bunları felsefe, tarih, iktisat, sosyoloji, psikoloji, gibi alanların

ışığında, daha geniş ve yeni bir bakış açısıyla değerlendiren bir edebiyat dalıdır.”6

Tieghem’e göre karşılaştırmalı edebiyat benzer çalışma alanlarının ortak ve

farklı yönlerinin araştırılmasıdır. Karşılaştırmalı edebiyat sadece ortak özellikleri

vurgulamaz, farklılıkları ve uluslar arasındaki değişik gelişme düzeylerini de ortaya

çıkarır.

Karşılaştırmalı edebiyatın görevlerinden biri; bir ulus içindeki dikkate değer farklı

kültürlere veya farklı toplumlara özgü iki ya da daha fazla kültürel yahut dilsel

unsurlara sahip dönemlerin, ekollerin, akımların, türlerin, metinlerin ve bilinen

yazarların bir bütünlük ortaya koyacak biçimde bir araya getirilmesi veya

karşılaştırmalı incelenmesidir.7

4 Kamil Aydın, Karşılaştırmalı Edebiyat Günümüz Postmodern Bağlamında Algılanışı, Birey Yayıncılık,

İstanbul, 2008, s. 18. 5 Gürsel Aytaç, Karşılaştırmalı Edebiyat, Gündoğan Yayınları, Ankara 1997, s. 7. 6 bkz. (Ayrıntılı bilgi için) Ali Donbay, “Karşılaştırmalı Edebiyat Araştırmalarının Yeni Türk

Edebiyatındaki Gelişme Çizgisi”, Turkish Studies - International Periodical For The Languages,

Literature and History of Turkish, 2013, c. 8, S. 8, s. 491-550. 7 Kamil Aydın, a.g.e., s. 10.

Page 12: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

2

Bu çalışma karşılaştırmalı edebiyat biliminin temel unsurları olan, iki eserde

bulunan benzer ve farklı özelliklerin varoluşçu felsefe ile ilişkisi olması bakımından

incelenecektir. İngiliz edebiyatının en önemli temsilcilerinden olan Virginia Woolf’un

Deniz Feneri romanı ile Türk edebiyatının gamlı prensesi olarak kabul edilen Tezer

Özlü’ nün Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı eserindeki varoluşçuluk teması varoluşçu

felsefenin temel unsurları çerçevesinde karşılaştırmalı olarak ele alınacaktır.

İnceleme dört ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde araştırmanın

konusu, amacı ve önemi, yöntemi, durumu ve sınırlılıkları ile ilgili bilgi verilecek,

araştırmanın ikinci bölümünde varoluşçuluğun tanımı, varoluşçu felsefenin gelişimi,

varoluşçuluğun temel ilkeleri, varoluşçu düşünürler ve tanımsal sorunlar hakkında

açıklama yapılacaktır. Üçüncü bölümde Deniz Feneri romanı yalnızlık, yabancılaşma,

umut, umutsuzluk, sıkıntı, acı, kaygı, korku, öfke saçma, sorgu, özgürlük, başkaldırı,

intihar ve ölüm gibi varoluşçu unsurlar bakımından incelenecektir. Dördüncü bölümde,

Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı eser benzer varoluşçu öğeler bakımından ele alınacaktır.

İki eserdeki benzer ve farklı unsurlar karşılaştırmalı edebiyat bilimi kapsamında

mukayese edilecektir. Sonuç olarak sonuç bölümünde, İngiliz ve Türk edebiyatının

büyük öneme sahip her iki yazarın da eserlerinde kullandığı varoluşçuluk teması benzer,

ortak ve farklı özellikleri bakımından karşılaştırmalı olarak değerlendirilecektir.

Araştırmanın Konusu

Bu araştırmada; Virginia Woolf’un “Deniz Feneri” ve Tezer Özlü’nün

“Yaşamın Ucuna Yolculuk” adlı eserlerinde görülen “varoluşçuluk” teması

incelenecektir. Varoluşçuluğun tanımı, varoluşçu felsefenin tarihsel gelişimi,

varoluşçuluğun temel ilkeleri, varoluşçu düşünürler ve bazı tanımsal sorunlar ele

alınmış olup, varoluşçu felsefe hakkında bilgi verilmiştir. Deniz Feneri romanı ve

Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı anlatıdaki temel varoluşçu öğeler olan yalnızlık,

yabancılaşma, umut, umutsuzluk, sıkıntı, acı, kaygı, korku, öfke saçma, sorgu, özgürlük,

başkaldırı, intihar ve ölüm konuları ağırlıklı olarak incelenmiştir. Deniz Feneri romanı

Ramsay ailesinin fenere olan gerçek yolculuğunu ve bu yolculuktaki engelleri,

karakterlerin hayatındaki varoluşçu felsefe ile bağlantılı olan olayları ve onların düşünce

yapısını, evlilik kurumunun evli olan kadınların özgürlüğüne etkisini konu

edinmektedir. Yaşamın Ucuna Yolculuk, Özlü’ nün çevresindeki kişileri, olayları,

Page 13: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

3

kurumları gözlemlediği, duygularını ifade ettiği, kendi içine olan yolculuğunu okurla

paylaştığı bir eserdir. “İnsan için ruh mu, yoksa beden mi önce gelir?”; “İnsan önce var

olur, sonra özünü mü oluşturur?”; “İnsanın bireyselliği ve özgürlüğü ne kadar

önemlidir?”; “İnsan yaşamı boyunca elde ettiği deneyimlerin bir bütünü müdür?” gibi

sorulara cevap aramaktadır. İnsanın yaşama uğraşını konu edinen bu eserler, insanın

doğumundan ölümüne kadar; “Hayatın anlamı nedir? İnsan nasıl bir varlıktır?” gibi

sorulara cevap arayan karakterlerin yaşadıklarını anlatan, karşılaştıkları seçeneklerdeki

seçme sorumluluğu ve kaygısını gösteren eserlerdir. Savaşı zamanı ve savaş sonrası

yaşanılan bazı olayları konu edinmektedir.

Bu eserler toplumun değer yargılarını sorgulayan, felsefi ve psikolojik

romanlardır. Her iki eserde de benzer ve farklı varoluşçu öğeler bulunmakta ve bu

araştırmada bu öğeler karşılaştırmalı edebiyat bilimi ışığında mukayese edilmektedir.

Varoluşçu felsefe ile birlikte, varoluşçu eserler son yıllarda gittikçe yaygın hale

gelmiştir. Bilinç akımı tekniği kullanılarak yazılan, içsel konuşmalara yer verilen bu

özgün eserler; okur tarafından çok beğenilerek okunan, kişinin dünyasına farklı bakış

açılarıyla bakmasını sağlayan doğu ve batı edebiyatının en önemli temsilcilerindendir.

Araştırmanın Amacı ve Önemi

Bu araştırmanın amacı; iki eserin de ortak özelliği olan varoluşçuluk temasının

ortak, benzer ve farklı noktalarına dikkat çekerek karşılaştırmalı edebiyat bilimi

çerçevesinde karşılaştırmak ve yorumlamaktır. 1927 yılında yayınlanan Virginia Woolf’

un Deniz Feneri romanı ile 1984 yılında yayınlanan Tezer Özlü’ nün Yaşamın Ucuna

Yolculuk adlı eserinin; aradan geçen elli yılı aşkın zaman farkıyla ve farklı kültürlerde

varoluşçu unsurlar bakımından nasıl işlendiği ele alınacaktır. Bu iki eser doğu ve batı

medeniyetinin temsilcisidir. Aralarında yarım asırlık bir dönem gibi fark olan yazarların

eserlerinde, varoluşçuluk felsefesine ait birçok ortak motif ve temalara yer vermeleri bu

tezin asıl çıkış noktasını belirlemiştir. Varoluşçu felsefenin bu iki farklı kültüre ait yazar

tarafından nasıl ele alındığı araştırılacak ve filozofların varoluşçuluk hakkındaki

görüşlerine yer verilerek bu bulgular desteklenecektir.

İki eser arasındaki benzerlikler ve farklılıklar konusunda yaptığımız bu

incelemede “varlık” ve “öz”, görecelik kavramları irdelenerek, varoluşçuluğun temel

Page 14: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

4

ilkeleri olan yalnızlık ve yabancılaşma, umut /umutsuzluk, özgürlük ve başkaldırı,

sıkıntı / bunaltı / acı / kaygı / korku / öfke saçma/ sorgu, intihar / ölüm gibi motif ve

temalar karşılaştırılacaktır. “Hayatın anlamı nedir?”, “Varoluş özden önce mi gelir?”,

“Öz mü varoluştan önce gelir? “İnsanın bireyselliği ve özgürlüğü ne kadar önemlidir?”;

“İnsan yaşamı boyunca elde ettiği deneyimlerin bir bütünü müdür?” gibi varoluşçu

felsefenin mesele edindiği sorulara cevap aranacaktır. Her iki yazar da yaşama uğraşı

içinde, insanlığın sorunlarını eserlerinde işlemektedir. Hassas ve sorgulayan bir yapıya

sahip olan bu yazarlar insanlığın yaşadığı bu sorunları eserlerinde dile getirmeyi amaç

edinmiştir. Aynı zamanda psikolojik, felsefi ve otobiyografik olan bu eserler eskiden

olduğu gibi çağımızda da büyük bir öneme sahiptir. Özlü anlatısında kurmaca ve

gerçeği birlikte kullanarak, hayal gücü ile yaşamında karşılaştığı gerçek olayları

harmanlayıp kendine özgü bir biçemi kullanmıştır. Anlatı türü roman olarak da kabul

edilmektedir. Otobiyografik roman kapsamında, Virginia Woolf ve Tezer Özlü “delilik

ve intihar” konusunda benzer olan gerçek hayat hikâyelerine sahiptir. Her iki yazarın da

otobiyografik roman olarak kabul edilen kitaplarında yazarların kendi hayatlarından

örnekler verdiği durumlar ve karakterler mevcuttur. İki yazar da eserlerinde farklı bakış

açısıyla bu konulara yer vermiştir. Woolf, Varoluşçuluk (Egzistansiyalizm) felsefesini

romandaki karakterlerin yaşadığı olaylar ve iç konuşmaları bakımından ele alırken,

Özlü ise yaşamı boyunca tecrübe edindiği olaylar ve kendi hissettiği duygu ve

düşünceler bakımından ele alır. Bu araştırmanın asıl çıkış noktasını belirleyen amaç;

aynı yüzyılda yaşayan iki yazarın Deniz Feneri ve Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı

kitaplarının varoluşçu felsefe açısından ilk kez kıyaslanacak olmasıdır. Bu iki farklı

kültüre ait özelliklere sahip olan eserler; o dönemlerde yaşayan insanların sosyal,

kültürel, felsefi ve psikolojik açıdan nasıl hissettiği ve nasıl bir hayata sahip olduğu

konusunda da bilgi vermekte; aynı zamanda bu dönemlerde yaşanan olayları ve yaşam

tarzını edebiyat bilimi ışığında günümüze aktarmaktadır.

Araştırmanın Yöntemi

Bu çalışmaya yönelik çeşitli inceleme, araştırma ve yorumlama tekniklerinden

faydalanılacaktır. Araştırmanın asıl çerçevesini iki eserde de ortak olan varoluşçu öğeler

bakımından ele alınan motif ve temaların karşılaştırması belirleyecektir. Bu araştırmada;

karşılaştırmalı edebiyat bilimi çerçevesinde, metne bağlı (text-based) inceleme metodu

Page 15: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

5

kullanılacaktır. Virginia Woolf’ un Deniz Feneri romanı ile Tezer Özlü’ nün Yaşamın

Ucuna Yolculuk adlı eserleri konu bakımından felsefi, psikanalitik, eklektik, ve çoğulcu

inceleme yöntemi kullanılarak ele alınmıştır. Araştırmanın ilk bölümünde varoluşçuluk

kavramı felsefi kitaplardan edinilen bilgiler ile açıklanacak, varoluşçu felsefenin tarihsel

gelişimi hakkında bilgi verilecek ve tanrı inancına sahip olan ve tanrıtanımaz varoluşçu

filozoflar olan Kierkegaard, Heidegger, Nietzsche, Jaspers, ve Sartre’ın görüşlerine yer

verilecektir. Varoluşçu felsefenin temel ilkeleri Sartre’ın Varoluşçuluk adlı kitabından

bilgiler verilerek açıklanacak ve alıntılar ile desteklenecektir.

Araştırmanın Durumu

İngiliz edebiyatında modernist roman denilince ilk akla gelen ve bilinç akımı

tekniğinin en önemli temsilcilerinden Virginia Woolf ve Türk edebiyatının gamlı

prensesi olarak anılan Tezer Özlü’nün yapıtları üzerine İngilizce ve Türkçe çeşitli

araştırmalar yapılmıştır. Birçok varoluşçu filozofun eserleri hakkında çeşitli kitaplar,

tezler ve makaleler araştırılmış; bu düşünürlerin felsefesi hakkında sırasıyla bazı bilgiler

verilmiştir. Gündoğdu’nun “Varoluşçu Felsefelerdeki Bazı Ortak Özellikler” adında

yazılan makalesinden faydalanıp ortak varoluşçu öğeler ile ilgili bilgi edinilmiş,

Kierkegaard’ın ve Heiddegger’in varoluşçu felsefesi ile birlikte önemli filozofların

varoluşçuluk hakkındaki görüşlerine yer verilmiştir. Sarah K. Bonner, Woolf’un “Deniz

Feneri Romanındaki Edebi Öznellik Ve Varoluş Kuramı”8 adlı tezi varoluş ve öznellik

hakkında bilgi verir. Sharon Scott “Deniz Feneri’nden Aydınlanmalar” adlı

makalesinde Albert Camus’un “Sisifos Söyleni” adlı kitabı ile Deniz Feneri

romanındaki varoluşçu öğelerden olan umut ve saçma kavramını mukayese etmiştir.9

“Varoluşçuluğun Türk Edebiyatına Girişi ve Etkileri” adında Mustafa Kurt tarafından

bir çalışma yapılmış ve Tezer Özlü burada varoluşçu yazarlardan biri olarak

gösterilmiştir. Mustafa Kurt’a göre: “Tezer Özlü’ nün romanları bireyin kendi hayatını

kendi seçimleriyle -bu seçim intihar bile olsa- kurmasının, kendi olma yolculuğunun en

önemli aşaması sayar. Özlü’ nün romanlarında da topluma veya toplumsal değerlere

8 Sarah K. Bonner, Woolfs Philosophy Of Literary Subjectivity Virginia Woolf’s To The Lighthouse And

Existentialist Theory, University of Capetown, 2011.

Sarah K. Bonner, “Woolfs Philosophy Of Literary Subjectivity Virginia Woolf’s To The Lighthouse And

Existentialist Theory”, https://open.uct.ac.za/handle/11427/10091 (18.01.2018). 9 Sharon Scott, “Illuminations from the Lighthouse: Woolf and Camus - Hope and Absurdity”,

http://www.sharonscott.tv/academics/lighthouse/ (18.01.2018).

Page 16: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

6

karşı çıkış birey olmanın gereklerinden birisi olarak gösterilir ve özgür seçimlerin

bireyin hayatındaki önemine vurgu yapılır.”10 Aynı zamanda Mustafa Kurt’ un doktora

tezinde “1950 ve Sonrası Türk Edebiyatında Varoluşçu Felsefeden Etkilenen Yazarların

Yapı Tema ve Anlatma”11 üzerine çeşitli çalışmalar yapılmış, Tezer Özlü’nün

Çocukluğun Soğuk Geceleri ve Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı kitapları bu çalışmada

varoluşçu eserler olarak incelenmiştir. Ankay, “Tezer Özlü’nün Romanlarında

Otobiyografik Anlatım” adlı makalesinde Özlü’nün hayatı hakkında araştırma yapmış

ve bazı varoluşçu olaylara değinmiştir.12 Leyla Erbil’in “Tezer Özlü’ den Leyla Erbil’e

Mektuplar” kitabında en yakın arkadaşı olan Özlü’ nün kendisine yazdığı mektupları

okumak; Özlü’nün gerçek yaşamı, duygu ve düşünceleri hakkında bilgi edinmek

mümkündür. Erbil burada, Özlü ile birbirlerine iki konuda söz verdiklerini anlatır.

Birincisi evlilik kurumunu, kocaları ve daha çok eşlerini anlatacakları bir roman

yazmak, ikincisi ise mektuplarını yayımlamaktır. Özlü bu sözü yerine getiremeden, en

parlak yazın döneminde iken erken yaşta vefat etmiştir. Özlü’nün erken sonunu

sezdiğini ve bu isteği ile okurlarını ve insanları düşündüğünü dile getirir.13

Varoluşçu felsefe, Virginia Woolf, “Deniz Feneri”, Tezer Özlü ve “Yaşamın

Ucuna Yolculuk” ile ilgili pek çok kitap, makale, tez ve araştırma yapılmıştır. Ancak

iki eser hakkında, karşılaştırmalı edebiyat bilimi kapsamında bir mukayese yapıldığına

rastlanmamıştır.

Sınırlılıklar

Yapılan çalışmada, Virginia Woolf’un “Deniz Feneri” ve Tezer Özlü’nün “Yaşamın

Ucuna Yolculuk” adlı eserlerinde görülen varoluşçuluk teması işlenecektir. Her iki

romanda da ortak olan varoluşçuluk temasının nasıl işlendiği gözlemlenecek ve

10 Mustafa Kurt, “Varoluşçuluğun Türk Edebiyatına Girişi ve Etkileri” Gazi Türkiyat, 2009, S. 4, s.139-

154. 11 Mustafa Kurt, “1950 ve Sonrası Türk Edebiyatında Varoluşçu Felsefeden Etkilenen Yazarların Yapı

Tema Ve Anlatma” Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Doktora Tezi),

Ankara 2007.

Mustafa Kurt, “1950 ve Sonrası Türk Edebiyatında Varoluşçu Felsefeden Etkilenen Yazarların Yapı

Tema ve Anlatma”,

https://www.academia.edu/4429695/1950_sonrasi_turk_edebiyatinda_varoluscu_felsefeden_etkilenen_

yazarların_romanlarında_yapı_tema_ve_anlatma (18.01.2018). 12Nurcan Ankay, “Tezer Özlü’nün Romanlarında Otobiyografik Anlatım”, International Periodical For

the Languages, Literature and History of Turkish, 2009, c.4, S.8, s. 469-492. 13 bkz. Leyla Erbil, Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2016, s.7-8.

Page 17: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

7

karşılaştırmalı edebiyat bilimi kapsamında bir kıyaslama yapılacaktır. Araştırma bu iki

eser ile sınırlı tutulacaktır. Fakat konuyla bağlantılı diğer eserlerden biri olan Sartre’ın

Varoluşçuluk adlı kitabında yer alan temel varoluşçu unsurlar, araştırmada geçen

konuları felsefi açıdan desteklemek amacıyla verilecektir.

Page 18: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

8

BİRİNCİ BÖLÜM

1.1.VAROLUŞÇULUK (EGZİSTANSİYALİZM) NEDİR?

1.1.1. Varoluşçuluğun Tanımı ve Varoluşçu Felsefenin Gelişimi

Varoluşçuluk; varoluşçu felsefe ve yaşam tarzı anlamına gelen fransızca

“existentialisme” sözcüğünün türkçe karşılığıdır. Varoluş “Fransızca existence ‘varoluş,

mevcudiyet’ sözcüğünden ‘-ism’ son eki ile türetilmiştir. Bu sözcük, latince aynı anlama gelen

‘existentia’ sözcüğünden alıntıdır. Latince sözcük exsistere ‘ortaya çıkmak, zuhur etmek,

olmak’ fiilinden türetilmiştir.”14 Aynı zamanda Varoluş (existence) ilkin sözcüğü ile eş

anlamlıdır. Bu sözcükten varoluşsal, varoluş ile ilgili (existential) sıfatı türetilmiştir. Böylece

‘– çuluk’ eki eklenerek isim haline dönüştürülmüş ve bir akım adı oluşturulmuştur.

Varoluşçuluk kavramı; Türk Dil Kurum’una göre kelime anlamı olarak,

“varoluşun özden önce geldiği ve özü sürekli olarak yarattığı öne sürülen öğretidir.”15

Varlık” ve “Etre” “olmak” kavramlarını örtüştürmek, her şeye rağmen bir miktar

zorlama içeriyor. Biz, Türkçemizde, “olmak” fiilini, “dır”, “dir" vb. ekler biçiminde

kullanıyoruz. Bu bize konuşmada ve yazınsal anlatıda olağanüstü kolaylıklar ve

olanaklar sağlıyor; ama felsefece düşünmede de olağanüstü zorluklar çıkarıyor.

Özellikle de ontolojinin alanında “olmak”, “var olmak” la (ya da “varlık” la) aynı

şey değildir; bunu iyi anlamak gerekiyor. “Olmak”, birtakım ihtimaller barındıran

bir “olmakta-olmak” halidir; “olmak”a, “varlık” (ya da “var olmak”) gibi

yaklaşmak, onu şu ya da bu varoluş anında dondurmak olur. “Olmak”, “var olan” bir

şeyin süreç halindeki uğraklarından herhangi biri gibi kavranamaz; bu uğrakların

bütünüdür. Ve bu bütünü de akışı içinde, uğraklardan herhangi birinde durmaksızın,

takılıp kalmaksızın anlamamız gerekir. “Olmak”, yaşamak denen fenomenin

olumsal kendiliğindenliği değil, kendisidir. Devinim halindeki durağanlığı içinde,

mümkünleriyle, muhtemellikleriyle ve bunları biçimlendiren tasarı ve

yansıma/yansıtmalarıyla kavranmak zorundadır. “Olmak” vardır, çünkü “yokluk

yoktur; ama “var olmak”, bir olmak kipliğidir.16

Felsefe tarihi incelendiğinde temelde insanı konu alan ilk öğretiler ünlü düşünür

Sokrates tarafından ele alınmıştır. Varoluşçuluğun temelini insan merkezli yaklaşımı ile

Sokrates’e dayandıran görüşler vardır. Ancak Sokrates eski çağlarda yaşayan bir

14“Varoluşçuluk”, http://www.etimolojiturkce.com/kelime/egzistansiyalizm (12.05.2016). 15 “Varoluşçuluk Kavramı”, http://tdk.gov.tr/index.php?option=com egzistansiyalizm (12.05.2016). 16 Jean Paul Sartre, Varlık ve Hiçlik Fenomonolojik Ontoloji Denemesi, çev. Turhan Ilgaz - Gaye Çankaya

Eksen, İthaki Yayınları, İstanbul, 2010, s. 49-50. 16 Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk, çev. Asım Bezirci, Say Yayınları, İstanbul, 2012, s. 39.

Page 19: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

9

düşünür olduğundan dolayı diğer varoluşçu düşünürler arasında zaman bakımından bazı

farklar bulunur.

Erdemi, bilgi olarak gören, bu bilginin içeriğini de ‘iyi’ olarak belirleyen ve iyi ile

doğrunun ne olduğunu bilen kimsenin de erdemli olduğunu savunan Sokrates, ‘bir

şeyi iyi yapan, ondan kendine yakışan bir düzen bulunmasıdır’ der. Bu ifadeden de

anlıyoruz ki, tarih boyunca insan hep bir arayış içinde olmuş ve çoğunlukla da bu

arayış bir ‘düzen arayışı’ olarak karşımıza çıkmıştır.”17

Bir akım olarak ele alındığında ilk olarak Fransız matematikçi, düşünür

Pascal’ın 17. yüzyılda varlık ile ilgili yaptığı sorgulamalar ile ortaya çıkmıştır.

Pascal “İnsan akıl ile her şeyi kavrayabilir ancak aklının sınırlarının ötesine

geçemez” der. Ona göre insan kendisinin nasıl bir varlık olduğu ile ilgili açıklama

yapamaz; ancak kendi içine, özüne yönelerek bunu keşfedebilir. Sezgi ve his

yardımı ile buna ulaşılabilir. Akıla kavranamayacak şeyler vardır, örneğin; günlük

hayat, insan gibi. Ona göre insan, sonsuz büyüklük ile sonsuz küçüklük arasında bir

yerdedir. Ve biz bu yeri, akılla kavrayamayız. Bilim sadece gerçeklik hakkında bilgi

verir. Günlük hayatta öyle sırlar vardır ki; aklın sınırları içinde bilim, bunlara cevap

veremez. İnsanda aklın yanında duygudan gelen bir bilgi daha vardır ki, bu daha

önemli. Biz doğayı akılla kavrıyoruz ama yine şüphe etmekten geri kalmıyoruz. 18

Varoluşçuluk; bazılarına göre on dokuzuncu yüzyılın ortasında, ilk modern

varoluşçu düşünür olarak kabul edilen Kierkegaard’ın savunduğu görüşler ile ortaya

çıkan, aslında kökleri Descartes, Sokrates, Augustine ve Pascal’a dayanan ve son

yıllarda oldukça popüler hale gelen bir düşünce akımıdır.

Felsefe tarihinin varoluş ve olmak kavramlarını ilk açıklayan Parmenides’tir. (“Doğa

gizlenmeyi sever” diyen Herakleitos’u da unutmamak gerek). Ve Heidegger’e

gelene kadar da -benim bilebildiğim kadarıyla- hiçbir filozof, varlık problemini bu

ontolojik eksen çevresinde düşün(e)medi. 19

Leibniz’in, “Neden hiçbir şey yerine bir şey var?" sorusundan hareketle

Heidegger, Sein und Zeit’ta (Varlık ve Zaman) şu düşüncelere yer verir:

Olmak, bir olan gibi düşünülemez [...] “olmak”ın belirlenmesi, bir olanın ona bir

yüklem olarak verilmesiyle elde edilemez. Olmak, tanımlanması söz konusu

olduğunda, daha üstün kavramlardan türetilemeyeceği gibi, daha aşağı kavramlardan

yola çıkarak da gösterilemez. Ama bunun sonucu olarak 'olmak’ın hiçbir sorun

yaratmadığını mı söyleyeceğiz? Hiç de değil; yalnızca şunu çıkarsayabiliriz:

‘olmak’, herhangi bir olan gibisinden bir şey değildir. Bu nedenle, bazı sınırlar

içinde geçerli olmakla birlikte, olanı belirlemenin genel tarzı -geleneksel mantığın,

antikçağ ontolojisinde temellerini bulan “tanımı”- olmak’ a uygulanabilir değildir.

Olmak’ı tanımlamanın imkânsızlığı [Heidegger’in antik ontolojiden kaynaklanan bir

17 Fikri Gül, “Varoluşçu Felsefenin Türk Düşünce Hayatındaki Yansımaları” Pamukkale Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2014, s. 28. 18 Sartre, Varlık ve Hiçlik Fenomonolojik Ontoloji Denemesi, a.g.e., s. 73-74. 19 Sartre, Varlık ve Hiçlik Fenomonolojik Ontoloji Denemesi, a.g.e., s. 73-74.

Page 20: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

10

“önyargı” olarak nitelediği imkânsızlık, T.I.] bizi onun anlamını sorgulamaktan

bağışık kılmaz, tersine, buyurgan bir biçimde bu sorgulamaya götürür.20

Varoluşçuluk tanrı inancına göre ikiye ayrılır. Bireyi esas alan varlık felsefesi ile

birlikte bireyin yaşamındaki eylemleri seçimleri ve sorumluluğu ile birlikte etik ve

değerler felsefesi olarak da kabul edilir.

Varoluşçu felsefe, Kierkegaard’dan Marcel’e tanrıcı, Heidegger’den Sartre’a

tanrıtanımaz varoluşçuluk şeklinde adlandırılarak uzanan iki karşıt çizgiden

oluşmaktadır. Genel çizgileriyle, bir taraftan bireyin varoluşunu hareket noktası

olarak kabul eden bir varlık felsefesi iken, diğer taraftan da, bu kişinin dünya

içindeki yer alışlarını, başkaları ve toplum karşısındaki yerini ve değerini anlamaya

çalışan, onun eylemlerinin temelindeki sorumluluğunu şiddetle hisseden bir etik ve

değerler felsefesi görünümündedir.21

Sartre’ a göre iki türlü varoluşçu okul vardır:

Birinci çeşit varoluşçular, Hıristiyan varoluşçulardır. Katolik mezhebinden Karl

Jaspers'le, Gabriel Marcel bunlardandır. İkinci çeşit varoluşçular ise, tanrıtanımaz

varoluşçulardır. Bunlar arasında Heidegger'i, Fransız varoluşçularını ve beni

sayabilirsiniz. Bu iki kolu birleştiren ortak yan, her ikisinin de şu düşünceyi

benimsemiş olmasıdır: “Varoluş özden önce gelir.” İsterseniz buna, “Öznellikten

hareket etmek gerekir” de diyebilirsiniz.22

Varoluşçuluğun kaynağı konusunda şu bilgilere yer verilir:

Henri Arvon varoluşçuluğun kaynağında kargaşacı (anarchiste), bireyci Max

Stirner’i görüyor. J. Beaufret ise Kierkegaard’ı varoluşçuluğun öncüsü sayıyor.

Gelgelelim, Kierkegaard’ın tanınması ve anlaşılması ölümünden çok sonra oluyor.

Varoluşçuluk XIX. yüzyılın sonlarında -daha çok Almanya’da- filizleniyor.

Nietzche, Scheler gibi filozoflar varoluşçuluğun tohumlarını atıyorlar...

Fransızlardan Bergson, Blondel, Brunschving gibi düşünürler -Hegel'in uscu ve

diyalektikçi felsefesine karşı- bu tohumları geliştiriyorlar. Ayrıca, bu tohumlar,

özellikle büyük sarsıntılar ve bunalımlardan sonra, birinci ve ikinci dünya

savaşlarının ertesinde iyice serpilip yayılıyor.23

Modern varoluşçuluk, geleneksel varoluşçular ve fenomenolojiyi savunan

düşünürlerin fikirlerinin sentezi ile meydana gelmiştir. Cooper’a göre varoluşçuluğun

gelişim evreleri aşağıdaki tabloda özetlenmiştir.

20 Sartre, Varlık ve Hiçlik Fenomenolojik Ontoloji Denemesi, a.g.e., s. 73-74. 21 Kenan Gürsoy, Ateizminin Pro“Sartre Blemleri, Felsefe Konuşmaları, haz. Sadettin Elibol, Kültür ve

Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1987, 38-39 22Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 37. 23 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 13.

Page 21: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

11

24

1.1.2. Tanımsal Sorunlar

Varoluşçuluğun tanımına ilişkin çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.

“Weil’e göre varoluşçuluk bir bunalım, Mounier’e göre umutsuzluk, Hamelin’e göre

bunaltı, Banfi’ ye göre kötümserlik, Wahl’a göre başkaldırış, Marcel’e göre özgürlük,

Benda’ya göre usdışıcılık, Foulquié’ye göre saçmalık felsefesidir.”25

Bu düşünürler varoluşçuluğun sadece belli bir özelliğine vurgu yapmış,

varoluşçuluğu kendilerince önemli bulduğu farklı kavramlar ile açıklamaya

çalışmışlardır. Ancak varoluşçuluk kavramını tek bir kelime ile açıklamak mümkün

değildir. Varoluşçu felsefe varlığın anlamına ilişkin araştırmalar yapar. Varoluşçu

felsefe aşağıda sorulan bu sorulara cevap vermeye çalışır.

Varoluşçuluk felsefesinde, insan varoluşunun anlamı söz konusudur. Güçsüzlüğü ve

hiçliği içinde insan, zaman içinde ve tarihselliği içinde insan. Ölüme mahkûm bir

varlık olarak insanın varoluşu, hiçlik karşısında insanın varoluşu, insan varoluşunun

halisliği (authentique oluşu) ve bu halis olmaya çağrı, özgürlüğü içinde insanın

varoluşu, topluluk içinde kaybolmuş insanın kendini bulması, kendi olması,

doğruluk ve ahlaklık karşısında sahici davranışı-tutumu; (...) Ayrıca <<İnsan evreni

aşabilir mi aşamaz mı?>> <<Aşarsa nereye dek varır bu aşma?>> gibi sorunlar söz

konusudur.26

İnsan yaşamı boyunca bu dünyada varoluş anlamını bulmaya çalışır. Çünkü

anlam verdiği şeyler insanı daha az korkutur. Anlam verilemeyen şeyler ise insanın

24 David. E. Cooper, Çağdaş Kıta Avrupası Felsefesi, Felsefe Ansiklopedisi, İstanbul, 2005, ed. A.

Cevizci, c. III, s. 470-82. 25 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s.7. Otantik olma (Authenticity): Varoluşçu yaklaşım bireyin kendi kendini sorgulayarak doğrulama süreci

üzerine yoğunlaşmaktadır. Seçim yapma kaygısıyla karşılaşınca otantik olabilmek ve seçimlerimizin

sonuçlarını kabul edebilmek kendi varoluşumuzu yaşayabilmek için önemlidir. Otantik insan

başkalarının, kendisinin kim ve ne olduğu tanımlamasına izin verir. “Otantik olma”, http://www.varoluscuterapi.com/varoluscu-terapi-nedir (20.09.2016). 26 Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe- Kanttan Günümüze Felsefe Akımları, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1994,

s.187-8.

Page 22: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

12

daha çok korkmasına neden olur. Eğer kişi dünya hakkında bilgi sahibi olursa o zaman

kendini bu dünyada güvende hisseder.

Aslında insanın anlam arayışı, onun yaşama iradesinin ve varoluşunu güvenli kılma

çabasının bir sonucudur. Anlam verdiğimiz şeyler bizi daha az korkuturken anlam

veremediğimiz şeyler bizi çok daha fazla korkutur. Karanlığın korkunç olması

karanlığın kendisinden değil kişinin görme yetisini kaybetmesi ile çevresine anlam

verememesinden kaynaklanır. Bu bağlamda anlam bilmeyi, bilme ise korkunun

aşılmasını sağlar. Eğer bilgi sahibi olduğumuz dünyaya anlam verebilirsek güven de

duymuş oluruz. İnsanın yaşama sanatı aynı zamanda hayatı anlamlandırma çabası ile

ilişkilidir.27

Varoluşçuluk genel olarak; insan özgürlüğüne inanan bireyin davranışlarından

sorumlu olduğu, tecrübelerine dayanan ve bu tecrübeleri edinirken insanın bireyselliğini

temel alan, gerçeğin akıl, bilinç ve ide ile ifade edildiği idealizme karşı çıkan bir felsefe

biçimidir. Aynı zamanda hayata fırlatılmış olan yalnız bireyin kendi sorumluluğu ile

seçimleri ile özünü oluşturduğu hayatı anlamlandırmaya çalıştığı ve bu doğrultuda

hayatına yön verdiğini savunan felsefi bir düşünce akımıdır.

Varoluşçuluk hakkında çeşitli tanımlardan bir diğeri ise; varoluşçuluğun;

İnsanın biricikliğini savunan ve kişisel yaşanmışlıkların yaşam kurgusunu

oluşturduğunu kabul eden bir düşünce akımı olmasıdır. Akıllı bir varlık olan insanın,

kendi dışında olan dünya ile çelişkisini konu alan varoluşçuluk; doğadaki iradî

varoluş edilgenliğinin insan bilinciyle olan savaşımına dikkat çeker. Bu mantığın bir

sonucu olarak: Bireysel özgürlük ve sorumluluk, varoluşçuluğun iki temel öğesi

olarak ortaya çıkar. Varoluşçulukta birey merkez olarak kabul edildiği için, öznel

yargılar önemlidir ve bireyin yaşam içinde kazandığı deneyimler bilimsel ve felsefi

uğraşlardan daha önemlidir. Bunun bir sonucu olarak idealizmdeki tinsel ve

doğrusal varoluşu reddeder, birey olmadıkça hiçbir şeyin olmadığı bulgusuna varır.

Böylece "hiçlik" akımda önemli bir doktrin halini alır.28

Bazı düşünürlere göre ise varoluşçuluk dünyadaki somut olan şeyler ile

bağlantılıdır. “Var olmak” ve “olmak” aynı anlama sahip değildir.

İnsanlarla olan ilişkileri tarafından yaratıldığı için, varoluş her zaman dünyadaki bir

varlık olmak veya seçimi sınırlayan, somut ve tarihsel olarak belirlenmiş bir

durumda ortaya çıkmak zorundadır. Varoluşçuluk bu anlamıyla somut olana bir

dönüştür. Bu bakımdan var olmakla, olmak ya da bulunmak aynı anlamı ifade

etmez.29

Varoluşçuluğun kökeni hakkında Sartre’ın görüşleri şöyledir.

Bir şeyin tanımlanamamasının onun yok olduğunu göstermediğini öne sürer. Aşkı,

şiiri, elektriği de tanımlayamayız ama var olduğunu biliriz. Çünkü her gün onların

çeşitli belirtileri ile karşılaşırız(...) varoluşçuluğu tanımlamaya çalışmaktansa

27 Oktay Taftalı, Edebi Söylem ve Varoluş, Mühür Kitaplığı, İstanbul, 2015, s. 52. 28 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 9. 29 Eyüp Şahin, “Sartre ve İbn Sina Arasında Ontolojik Bir Karşılaştırmanın İmkânı Üzerine”, Kelam

Araştırmaları Dergisi, 2010, c. 8 S.1, s.261-298.

Eyüp Şahin, “Sartre ve İbn Sina Arasında Ontolojik Bir Karşılaştırmanın İmkânı Üzerine”,

http://dergipark.gov.tr/download/article-file/179761 (12.07.2017).

Page 23: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

13

belirtileri, ürünleri, kaynakları, konuları ve özellikleri üzerinde durmak daha doğru

olur.30

Ritter varoluşçuluk konusunda şunları dile getirir: “Varoluşçuluk köklerinden

kopmuş temelini yitirmiş, geçmişe tarihe güvenini kaybetmiş toplumda yabancılaşmış,

mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren bir felsefedir.”Ritter aynı zamanda

varoluşçuluğun savaş sonrasındaki yıllarda insanların yaşadığı sıkıntı sonucu ortaya

çıktığını öne sürer. “Toplum içinde yaşayan bireyin tehdit altında olduğu, günümüz ile

gelenek arasındaki bağlantının koptuğu, insanın manasız bir varlık haline geldiği, kendi

kendini yitirmek tehlikesinin baş gösterdiği” durumlarda ortaya çıktığından bahseder. 31

Tanrı inançları bakımından ikiye ayrılan varoluşçular, temelde insan yaşamının bu

usdışı keyfi dünyada nasıl bir anlam taşıdığını sorgulamaya çalışmışlardır. Ardı

ardına gelen dünya savaşlarının insanlığa yaşattığı acılar, bu felsefenin bunalımlı,

karamsar bir görünüm çizmesinde büyük etken olmuştur. ‘Yeni bir savaşın

çıkabileceği korkusunun, tedirginliği hepten arttırması da işin çabasıdır

denilebilir.’32

“Varoluşçuluk insanın kendine yaptığı bir yolculuktur. Yitik ruhunu aramaya

koyulan insan hiçlikle ya da kendisiyle karşılaşabilir. Varlık endişesine kapılan insan,

kendini unutuşa ve başıboş göçebeliğe doğru savulabilir.”33

Tillich gibi düşünürler ise varoluşçuluğun çıkış kökenin makinenin kullanıldığı

zamanlara uzandığını düşünür. “Makinenin üretimde kullanılması birtakım ters sonuçlar

doğurur. İnsan gitgide işlettiği makinenin egemenliği altına girer. Özünü benliğini ve

kişiliğini her geçen gün yitirir, dönen çarkın bir vidası haline gelir ve nesnelleşir.”34

Jean Wahl varoluşçuluğun “belli bir iklim ve ortak havayı” içerdiği görüşündedir.

Varoluşçuluğun çıkış noktaları konusunda şunlar söylenebilir. “bireyciliğe

(ferdiyetçiliğe) aşırı yer vermek, kişinin varoluş sorununa büyük ilgi göstermek ve

herhangi bir düşünce okulundan olmamak, herhangi bir inançlar kümesini, özellikle

sistemleri yetersiz görmek; sığlığını, bilgiçliğini, yaşamdan yoksunluğunu ileri

sürerek gelenekçi felsefeyi küçümsememek.35

Gerçek anlamda Varoluşçuluğun tek bir tanımını yapmak imkânsızdır. Sartre da

genel bir tanım yapamaz sadece bazı özelliklerini açıklamakla yetinir. Varoluşçu felsefe

genel geçer doğrular ve sistematik bilgilere karşı çıkar bu yüzden kesin bir tanımı

yapılamaz. Bu konuda birçok düşünür farklı görüşler ortaya atar:

30 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 10. 31 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 10. 32 Merih Tekin Bender, “Varoluşçuluk ve Jean Paul Sartre Örneklemi”, Sanat Ve Tasarım Dergisi, S. 4,

s.30. 33 Tuğba Çelik, Varoluş ve Roman, Anı Yayıncılık, Ankara, 2013, s.2. 34 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 10. 35 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 9.

Page 24: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

14

Neredeyse her varoluşçu düşünür başka bir varoluşçuluk önerisi sunar. Buna karşılık

varoluşçu düşünürlerin başat özellikleri vardır. Tüm varoluşçular “Philosophia

Perennis’e”, tüm zamanların üstündeki ölümsüz felsefeye karşı çıkmış, aklın

egemenliğine kesin bir tavır almışlardır.” Ancak Descartes akla önem vermesiyle

varoluşçulara ters düşmüş onun döneminde yaşayan Pascal sonsuz uzayların ebedi

sessizliği içinde insanın yalnızlığı kaygısı, günahı, ebedi kurtuluşuna eğilerek

mükemmel bir varoluşçu düşünür örneği olmuştur.36

Heineman da varoluşçuluğun tanımının yapılamayacağını; çünkü varoluş

sözcüğünü kucaklayan tek bir öz ve değişikliğe uğramayan bir felsefe olmadığını

savunur. Bu da apayrı yorumlar yapılmasına ve birçok düşünürün anlaşmazlığa

düşmesine neden olur. Bu nedenle Kierkegaard, Heidegger Nietzsche, Jaspers, Marcel

ve Sartre gibi varoluşçu filozoflar anlaştıkları tanımlanmış ortak bir görüşü

savunmazlar. Hepsinin felsefesi kendi içinde ayrılık gösterir. Ancak belli bir topluluk

olarak anılırlar. Ortak bir tanımı yapılamasa da varoluşçu felsefenin tanımına yönelik şu

gibi ifadeler kullanılır:

(...)Her nesnenin bir özü bir de varlığı vardır. Öz sürekli nitelikler topluluğu

demektir. Varlık (ya da varoluş) ise dünyada etkin (actif) olarak bulunuş demektir.

Çoğu kimseler özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanırlar. Örneğin, bezelyeler

bir bezelye düşüncesine göre yerden biter, yuvarlaklaşırlar. Hıyarlar, ancak hıyarlık

özüne göre hıyar olurlar: bu düşünüş köklerini dinden alır. Bir ev kurmak isteyen

kimsenin ne biçim bir nesne yaratmak istediğini iyice bilmesi gerekir: Burada öz,

varoluştan önce gelir insanları tanrının yarattığını düşünen kimselerse şöyle

düşünürler: Tanrı, insanları kendindeki insan düşüncesine göre var eder. Öte yandan

inançsız kimseler de şu geleneksel görüşe bağlanırlar: Nesne, ancak özüne uyduğu

zaman var olur. Nitekim 18. yy. hep şuna inandı: Bütün insanlara özgü (has) ortak

bir öz vardır; bu değişmez özün adı ‘insan doğası’dır.37

Sartre’a göre varoluşçuluk, bu görüşün tam tersini öne sürer. Sadece insan denen

varlıkta varoluş özden önce gelir. “İnsan önce vardır sonra şöyle ya da böyle olur” der

ve insanın dünyaya atılarak acı çekerek, savaşarak kendi özünü yarattığını, bu kendini

belirleme yolunun hiç kapanmadığını ve her zaman açık olduğunu ifade eder.

Varoluşçuluk; tekillik, öznellik, özgürlük, deneyim, davranış, seçim, varlık, öz,

korku, yabancılaşma, hiçlik, bireysellik, insanın varoluşunu anlamlandırma, bunalım,

umutsuzluk, başkaldırma, sorgulama, yalnızlık, yabancılaşma, hayatı anlama,

toplumdan kaçış, cinsel sorunlar, bulantı, saçma, sorumluluk, intihar, ölüm gibi

kavramlar üzerinde durur ve bu kavramların önemini savunur. Varoluş felsefesinde

birey “Ben kimim? Niçin dünyaya geldim? Hayatın anlamı nedir? Ölüm nedir? Hepimiz

birer ölümlü isek niçin yaşıyoruz? Benim yaşama amacım nedir?” gibi ahlak, din,

36Çelik, Varoluş ve Roman, a.g.e., s. 2. 37Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 8.

Page 25: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

15

felsefe ve değerler hakkında çeşitli sorular sorar. Akarsu’ya göre varoluş felsefesinin

çeşitli sorunları vardır:

Varoluş felsefesinin sorunları yeni değildir, ancak çağımızda ön plana çıkmıştır.

İnsanın ve evrenin varlığı, anlamı sorulmaya başlandığından beri varoluş

felsefesinin sorunları düşünülmektedir. Husserl’in, M. Scheler’in varoluşçuluğa

ilham kaynağı olan görüngübilim (fenomenoloji), Bergson ve Dilthey’in yaşam

felsefeleri de varoluş felsefesi ile aynı çizgidedir. Geleneksel varlıkbilimde

(ontoloji), öz (essentia) ve varoluş (existentia) kavramlarının büyük önemi vardır.

Hıristiyan ortaçağında bu dünyadaki nesneler tanrısal idelerin gerçekleşmesi olarak

görülürdü ve o çağda yetkin olmayan nesnelerin yetkin olan ideleri

karşılayamadığının farkına varılır ve böylece öz ve varoluş ayrılığı ortaya çıkar. Bir

defalık olan somut varoluş us dışı kalır. Varoluş kavramı anlaşılmak istenmeye

çalışılır ancak bu kavram salt bir öz olarak değerini yitirir. Aquino’lu Thomas var

oluş kavramını yalnızca bir görüntü kavram olarak kabul eder ve sonrasında

felsefede hep özü (essentia) anlamaya ilişkin sorular sorulmaya başlanmıştır.38

Platon, Spinoza ve Hegel’in geleneksel felsefe kavramları ile varoluşçuluk;

kimine göre değişmez öz, kimine göre ilksiz yaşama, kimine göre dünyayı usla kavrama

çabasıdır; buna göre ise şöyle bir açıklama yapılır:

Platonda felsefe, varlık’ın özün aranmasıdır, çünkü öz değişmez. Spinoza ilksiz

yaşama ulaşmak ister bu da mutluluktur. Felsefeci, genellikle bütün zamanlar için

geçerli bir gerçek bulmak, oluşumun ötesine geçmek ister, çoğu kez yalnız usuyla iş

görür ya da öyle yapmayı düşler. Hegel bu tür felsefecilerin sonuncusudur

diyebiliriz; dünyayı usla kavrama çabasını en uca götüren O’dur. Bununla birlikte

oluşuma verdiği önemle, oluşum üzerindeki ısrarıyla öbür felsefecilerden ayrılır. Bu

açıdan o Platon, Descartes ya da Spinoza gibi bir düşünür değildir. Evrensel bir usun

varlığına inanır. Bir duygu ya da düşünce, kişiliğimize bağlı olduğu için anlamlıdır.

Kişiliğimizinse, bir tarih içersinde, belli bir durumda, evrensel düşünce evriminin

belli bir döneminde yer aldığı için anlamı vardır. Bizde oluşan bir şeyi anlamak için

önce kendimiz denen bütün’e sonra insan türü adındaki bütün’e, en sonunda da

birçok nesnenin oluşturduğu mutlak düşün’e bakmak gerekir.39

Varoluşçuluğun evrensel ya da bireysel olduğu konusunda bir fikir birliğine

varılamaz. Filozofların bu konuda farklı düşünceleri vardır. Modernizm ile birlikte bazı

“Fenomenoloji ya da Görüngübilim”: Kurucusu Edmund Husserl olan bir felsefe akımı. 20. yüzyılın ilk

çeyreğinde görülen bilimlerdeki ve düşüncedeki genel bunalım içinde doğup gelişen bir felsefe akımıdır.

Husserlci fenomenoloji, bu bağlamda, Metafiziği sona erdirerek somut yaşantıya dönmek ve böylece

tıkanmış olan felsefeye yeni bir başlangıç yapmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Bir felsefe akımı olmaktan

çok bir yöntem olarak tarif edilmesi yaygındır. Çünkü fenomenoloji, her şeyden önce, fenomeni, yani

dolaysız olarak verilmiş olanı betimlemeye dayanan bir yöntemdir. Bunu nasıl yaptığı ya da yapıp

yapamadığı, yani yöntemin iddiasını geçerli kılmak bakımından teorik düzlemdeki statüsü tartışılırdır.

Öte yandan, fenomenoloji, bu yöntem üzerinden kavramlar ve kategoriler geliştirerek özgün bir felsefe

akımı da meydana getirir.

“Fenomenoloji”, https://tr.wikipedia.org/wiki/Fenomenoloji (07.10.2016).

38 Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe- Kanttan Günümüze Felsefe Akımları, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1994,

s.192. 39 Jean Wahl, Varoluşçuluğun Tarihçesi, çev. Bertan Onaran, Payel yayınevi, İstanbul, 1999, s.10-1.

Page 26: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

16

filozoflar geçmiştekilerin aksine insanın topluma yabancılaşmasından kaynaklanan

bireysel özgürlüğü savunur.

Hegel düşünüyorum öyleyse varım sözü ile düşünüyorum kelimesi üzerinde durmuş

ve düşünen bir şey olarak ben’in önemini vurgulamıştır ancak ben var olan bir şey

olarak ele alınmamıştır. Böylece Hegel ideye önem vermiş ancak birey ve varoluş

kavramlarını göz ardı etmiştir. Schelling, Hegel’in akla uygun öz felsefesine karşı

çıkar ve ona göre varoluş mantıksal bir yapıda değildir, bundan dolayı tanıtlanamaz,

yalnızca yaşanılır.40

Varoluşçulun tanımı ile ilgili bir başka görüş ise “varoluşçuluk sözcüğü belli bir

düşünme biçimini, özel bir davranışı, ruhsal bir akımı gösterdiğidir.”41

Varoluşçu felsefeye göre insanın bilinçli ve düşünen bir varlık olması, özünü

oluşturmasına sebep olan en önemli özelliğidir. Çevredeki diğer varlıklar için bu

bilinçlilik hali geçerli olmadığından onların özünü sonradan oluşturduğunu

söyleyemeyiz. Sartre’ın bezelye örneğindeki gibi ağacın özü önce vardır ve bu taslağa

göre sonra var olur. Ancak insan bunun tam aksine önce var olur ve hayatın ona

sunduğu seçenekler ve durumlar karşısında seçimlerini yapar. Buna göre kendi yolunu

çizer ve ne olmak isterse o olur. Yani; kendi özünü kendi oluşturur. Hayat; insanın

karşılaştığı olaylar karşısında, seçimlerinden oluşan edimleri ile ne olmak istiyorsa o

olacağı, belli bir zaman ve mekânda meydana gelen anlamlandırılmaya çalışılan bir

süreçten ibarettir.

Varoluşçuluk öğretisine göre evrende kendi varlığını kendi yaratan tek varlık

insandır ve insandan başka tüm varlıklar varoluşlarından önce yaratılmışlardır. Daha

açık bir deyişle ağaç ağaçlığını kendisi yapmaz, ama insan insanlığını kendisi yapar

ve nasıl yaparsa öylece var olur, değerlerini kendi yaratır, yolunu kendi seçer. İnsan

yaşamaya başlamadan önce yaşam yoktur ve yaşama anlam veren yaşayan insandır.

Gerçekte doğada insana yol gösterecek kendinden başka hiçbir şey yoktur. O halde

insan özgürdür, yaşamını hangi biçimde isterse çizebilir, ne var ki insan kendi

sorumluluğunu yüklenebildiği derecede özgürdür.42

Benlik; Öz varlık, birini kendisi yapan şey, onu diğerlerinden ayıran temel şey, kendilik olarak farklı

biçimlerde tanımlanabilen bir kavramdır. Daha genel anlamda ise benlik, özne olarak "ben"in nesne olan

"ben" hakkında düşünmesi olarak ifade edilebilir.

“Benlik”, https://tr.wikipedia.org/wiki/Benlik, (14.12.2016).

Benlik gerçeği tanımak ve uyum sağlamak; çevreden gelen uyarıcıları algılamak, seçmek, saklamak

anımsamak düşünmek; kavramları değerlendirmek; karşışılan engellere çözüm yolu bulmak; geleceğe

ilişkin tasarılar yapmak; savunmak, düzeneği geliştirmek gibi görevleri yerine getirir.

Geniş bilgi için bkz. Esra Aslan, “Benlik Kavramı ve Bireyin Yaşamında Etkileri”, M.Ü. Atatürk Eğitim

Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, 1992, S. 4, s. 1. 40 bkz. Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe- Kanttan Günümüze Felsefe Akımları, İnkilap Kitabevi, İstanbul,

1994, s.192. 41 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 9. 42 Engin Geçtan, “Varoluşçu Psikolojinin Temel İlkeleri”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi

Dergisi, 1974, c.7, S.1, s.14.

Page 27: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

17

Burada anlatılmak istenen şey; insanın diğer varlıklardan farklı oluşunun nedeni

bilinç ve akıldır. İnsan aklı ve bilinci sayesinde düşünebilen bir varlıktır. İnsan bu

sayede düşünebilir, sorgular ve seçenekleri gözden geçirir, seçer, deneyimler yaşar,

özgürdür aynı zamanda sorumluluk sahibidir. Böylece insan önce var olur ve kendi

özünü, kendisi yaratmış olur ancak ağaç bitki hayvan ya da diğer cansız varlıkların

düşünme gibi bir özelliği bulunmadığından önce kodlanmış özleri vardır ve var olurlar.

Daha da açık bir şekilde açıklayacak olursak:

Varoluşçuluk öğretisine göre evrende kendi varlığını kendi yaratan tek varlık

insandır ve insandan önce tüm varlıklar varoluşlarından önce yaratılmışlardır. Daha

açık bir deyişle ağaç ağaçlığını kendisi yapmaz ama insan insanlığını kendisi yapar

ve nasıl yaparsa öylece var olur, değerlerini kendi yaratır, yolunu kendi seçer. İnsan

yaşamaya başlamadan önce yaşam yoktur ve yaşama anlam veren yaşayan insandır.

Gerçekte doğada insana yol gösterecek kendinden başka hiçbir şey yoktur. O halde

insan özgürdür ve yaşamını hangi biçimde isterse çizebilir. Ne var ki insan kendi

sorumluluğunu yüklenebildiği derecede özgürdür.43

Varoluşçulukta gerçek varlık ve düşünülen varlık hakkında şöyle bir örnek

verilebilir:

Ontolojide analiz edilen önemli bir başka metafiziksel kavram da, yalnızca

düşünülen varlığa {esse in intellektu) karşıt olarak, gerçek varlık {esse reale)

kavramıdır. Tatra dağları (Polonya'da Karpat dağlar içinde yer alan bir dağ silsilesi),

Niyagara Şelaleleri, Leipzig Savaşı gerçekten var olur ya da gerçekten var olmuştur

ve bunlardan her biri "gerçek varlıklar" adı verilen varlıklar için bir örnek oluşturur.

Öte yandan, insan başlı at biçimindeki mitolojik yaratıklar, Balladyna, Zagloba'nın

Burlaj'la karşılaşması yalnızca düşüncede var olur ya da var olmuştur ve bunlar

"yalnızca düşünülen varlıklar" adı verilen varlıklar için bir örnek meydana getirir.

"Yalnızca düşünülen varlıklar " sözcüğün ilk ve temel anlamı içinde varolamaz1ar

ve onlara varoluş, yalnızca mecazı bir anlam içinde yüklenebilir. Zeus'un

Yunanlıların düşüncesinde var olduğunu söylediğimiz zaman, Yunanlıların Zeus

hakkında düşüncelere sahip olduklarını (ya da Zeus'a inandıklarını) anlatmak

istiyoruz.44

Varoluşçuluk, insanın akılla anlayamayacağı ‘öz’ü ve ve varoluşun süreçlerini

irdeleyen bir felsefedir. Öz bir şey ne ise onu o şey yapan şeydir. Varoluş ise kendi

başına bir şey değildir, kavramlar arasında bağlantılar kurmaktadır.45

Sartre varoluşçuluğun tam bir tanımını yapmamakla birlikte sadece birkaç ana

özelliğini açıklamakla yetinmiştir. Varoluşçuluğun tam bir tanımı olmadığı için Jaspers,

Heidegger, Sartre, Kiekegaard, Marcel ve Nietzsche Varoluşçuluk’un tanımı ile ilgili

ortak ilkeler topluluğu konusunda bir karara varamamış anlaşmazlığa düşmüşlerdir.

43 Engin Geçtan, a.g.m., s. 14.

Engin Geçtan, “Varoluşçuluk”, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/40/494/5806.pdf, (03.01.1017). 44 K. Adjukiewicz, Felsefeye Giriş ve Temel Kavramlar ve Kuramlar, çev. Ahmet Cevizci, Gündoğan

Yay., Ankara, 1994 s. 85-6. 45 Tuğba Çelik, “Gürsel Korat’ın Tarihsel Düzlemli Romanlarında Varoluşçuluk”, Dil ve Edebiyat

Dergisi, 2011, c.8, S.1, s. 41-76.

Page 28: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

18

Olumsuz-birimlerin aşkın gerçeklikler olduklarına hiç şüphe yok: örneğin mesafe,

dikkate alınması gereken, çaba harcayarak aşılması gereken bir şey olarak kendini

bize dayatır. Yine de bu gerçeklikler çok Jean-Paul Sartre özel bir doğaya sahiptirler

hepsi de, insan-gerçekliğinin dünya ile olan özsel bir münasebetine dolaysız bir

biçimde işaret ederler. Kökenlerini, insan varlığının bir ediminden, bir

beklentisinden ya da bir projesinden devşirirler, hepsi de kendini dünyaya angaje

kılan insana göründükleri ölçüde, varlığın bir yönüne işaret ederler. Ve olumsuz

birimlerin gösterdiği insan-dünya münasebetlerinin, bizim ampirik etkinliğimizden

kaynaklanan deneyim-sonrası ilişkilerle hiçbir ortak yanı yoktur. 46

Heidegger’e göre olumsuzlama yani olumsuz birim önemlidir ve hiçlik ile

ilişkilidir. İnsan dünyaya fırlatılması ile hiçliği ve boşluğu dünyayı keşfederek,

eylemleriyle doldurup anlamlandırmaya çalışan bir varlıktır.

Dünyadaki nesnelerin, insan-gerçekliği’nce keşfedilmelerine aracılık eden o

kullanılabilirlik münasebetleri de söz konusu değildir. Her olumsuz-birim, daha çok

bu kullanılabilirlik münasebetinin temel koşullarından biri gibi belirir. Varlığın

bütünlüğünün çevremizde kullanılacak araçlar halinde düzenlenmesi için, birbirine

gönderen ve işe yarayabilecek farklılaşmış bireşimlere [complexe] bölünmesi için,

olumsuzlama, başka şeyler arasından bir şey olarak değil de büyük varlık kitlelerinin

şeyler halinde düzenlenişini ve paylaştırılmasını yöneten kategoriyel bir başlık

olarak ortaya çıkmalıdır. Böylece insanın “kendisini kuşatan” varlığın ortasında

ortaya çıkışı, bir dünyanın keşfedilmesini sağlar. Ama bu ortaya çıkışın özsel ve

öncelikli anı, olumsuzlamadır. Böylece bu çalışmanın ilk sonucuna ulaşmış

oluyoruz: insan, hiçliğin dünyaya gelmesine aracılık eden varlıktır.”47

Sartre’ın Varoluşçuluk felsefesi Katolikler, Marksçılar ve bazı aydınlar

tarafından eleştirilmiştir. Sartre'ın varoluşçu felsefesinin çelişkili ve tutarsız olduğunu

öne sürülür ve nedeni şu şekilde açıklanır:

Bu felsefede birbirine aykın ne ararsanız bulabilirsiniz. Hani, her şeyi hem aşan,

hem de koruyan bir felsefe dense yeridir. Öyle ki, bir yandan idealizmle maddeciliği

içine alır, öbür yandan her ikisini de iter. Hem diyalektiği içine alır, hem de ona

karşı çıkar. Bir yandan Husserl'i içine alır, öbür yandan onu çürütmeye kalkışır.

Hem Heldegger'i içine alır, hem de ona başkaldırır. Bir yandan geleneksel felsefeyi

kötüler, öbür yandan onu uygulamadan edemez. Doğrusu aranırsa, bu felsefe

Hegel'cilikle olgubilim, (phenomenologie) ve varoluşçuluğun bir karışımıdır. Bir

çeşit seçmeciliktir (eclectisme), yamalı bohçadır, sistem değildir... 48

Bazı kişiler Sartre'ın felsefesinin eski ve yanlış bir felsefe olduğu

görüşündedirler.

Çünkü: Bilime, gerçeğe, evrime, gerekirciliğe (determinisme) sırt çevirir. Tarihle,

yaşamla, toplumla, kitlelerle bağlarını koparır. Toplumsal sorumluluktan, siyasal

46 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 14-15. 47 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 14-15. 48 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 14-15. Determinizm nedir? Ahlaki seçimler dahil bütün olayları, özgür iradeyi ve insanın başka türlü

davranabilmesi olanağını dışlayan, önceden var olan nedenlerce belirlendiğini savunan görüşe

determinizm denir. Determinizme göre insanlar ahlaki eylemlerde bulunurken özgür değildir. Çünkü

insan ahlaki eylemlerinde bulunurken birtakım etkenlerin (psikolojik, toplumsal, ahlaksal, hukuksal vb)

zorunlu sonucu olarak o eylemi gerçekleştirir. Bu durumda bir seçim söz konusu değildir. İnsan yapmış

olduğu davranışlarda kendi özgür iradesini kullanamaz ve davranışlarının sorumluluğunu taşımaz.

Page 29: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

19

eylemden kaçar; daha doğrusu, insanı ussal (akli) bir eyleme değil içgüdüsel bir

yaşayışa çağırır. Varoluş, insan, özgürlük, gerçeklik kavramlarını somut içeriğinden

sıyırır, soyutlaştırır. Son çözümde bir çeşit usdışıcılığa (irrationalisme), metafiziğe

ve skolâstiğe bağlanır. Yeni bir yaldız altında idealizmi, inancılığı (fideisme) ve

yalnızbenciliği (solipcisme) diriltmeye çabalar. Toplumsalı kurmak için bireyselden

hareket eder. Sınıflar arası çatışmaları gölgeye iterek tarihi bireyler arası

bağlantılarla açıklamaya kalkışır. Toplumun kitle hareketleriyle değil, bireysel

çabalarla düzeleceğini sanır. Toplumsal sorunlara bireysel çözüm yolları arar. Daha

da kötüsü, Marks'ın Hegel'den alarak ayakları üstüne oturttuğu diyalektiği o,

yeniden tepe taklak eder.49

Sartre'ın bu felsefeyi açıklarken tarihsel görüşten yoksun olduğunu, geleceğin

yalnızca bireyin tasarısının sonucu oluştuğunu öne sürerler.

Hegel gibi o da kapitalist toplumun getirdiği yabancılaşmayı tarihsel bir olay olarak

değil, doğaötesi bir serüven olarak alır. Burjuvazinin bırakılmışlığını, bunaltısını,

bozgununu herkese, bu arada işçi sınıfına da bulaştırmaya çalışır. Felsefesini

Marksçı düşüncenin gelişimi içine bir kapalı bölge gibi yerleştirmeye giriştiğini öne

sürer. Ama onu Marksçılığın sırtında yeşermeye uğraşan asalak bir felsefe olmaktan

öteye götüremez. Sözün kısası, Sartre, dinsiz görünen bir dinci ve bilime sırt

çevirmiş gizli bir softadır.50

Bazı eleştirenler Sartre'ın varoluşçuluğunun dinin ve ahlakın dışında olduğunu

düşünür ve bunu şu şekilde açıklar:

Bu felsefe özgür seçişe dayanır, dolayısıyla Tanrının önceden bildirilmiş

buyruklarını görmezlikten gelir, ahlak kurallarının yol göstericiliğine de inanmaz.

Önsel değerleri, geleneksel verileri tanımadığından kişioğlunu boşluk içinde,

dayanaksız bırakır. Öte dünyaya inanmadığı için, insanı tükenmez bir umutsuzluğa

tutsak eder. Zaten onun özgürlük dediği şey, aslında bireyin kendi içine kapanışıdır,

kişinin henüz biçimlenmemiş, soyut bir özgürlük sarayı içinde çıkmaza

sürüklenişidir. Oysa toplumsalın ya da nesnelin dışında ve onlardan ayrı bireysel ya

da salt öznel bir varlık düşünmek, devekuşu gibi başını kuma gömmektir.51

1.1.3. Varoluşçu Düşünürler

Kopenhag doğumlu olan Kierkegaard yapıtlarını kendi dilinde yazdığı için

yaşamı boyunca diğer ülkelerde fazla tanınmamıştır. Gençliğinde tanrı inancına sahip

olmamış, Hıristiyanlığı reddetmiş; ancak teoloji ve felsefe alanında çalışmalar yapmış

dini bir varoluşçudur.

Belirlenimlilik, belirlenircilik, gerekircilik, determinizm, evrenin veya evrendeki olayların ya da bir

bilimsel disiplinin alanına giren tüm nesne ve olayların önceden belirlenmiş olduğu, onların öyle

olmalarını zorunlu kılan birtakım yasa veya güçlerin etkisiyle meydana geldiklerini ileri süren öğretiye

verilen addır.

“Determinizm”, http://bilgipedia.net/determinizm-nedir, (03.01.1017)

49 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 15. 50 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 15-16. 51 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 16.

Page 30: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

20

20. yüzyıl varoluşçularının babası sayılan Kierekegaard’a göre , “Varoluşçuluğa

kadar filozofların amacı doğru, nesnel, evrensel olmaktır, varoluşçu filozofların amacı

ise öznel tikel ve kısmi olmaktır. Varoluşçuluk bir başkasına anlatılacak bir şey değildir;

görelidir ve deneyimseldir.52

Varoluşçuluk, saf düşüncenin absürtlüğüne karşı bir protesto olarak başlamıştır,

düşüncenin değil, varoluşun içkin hareketlerinin mantığı olan bir mantık. Tüm

zamanların tüm varoluşçuların seyircisine, saf düşüncenin spekülasyonlarından

kendi koşullandırılmış düşünüşünün sorunları ve olasılıklarına dek, nasıl

yaşanılacağını ve bildiği hayatı öğrenmek isteyen, var olan bir birey olarak

seslenir.53

Varoluş terimini modern anlamda ilk kullanan filozof olması ile birlikte

Kierkegaard Almanca’ya çevrilen eserleri ile yirminci yüzyılda oldukça popüler hale

gelmiştir.

Korku, kaygı, kuşku, yığına karşı çıkış, yalnızlık gibi düşünceleri Heidegger ile

benzerlik gösterir. Soyut düşünüşe karşı somut düşünmeyi savunur. Varoluşçulukla

ilgili kaygılardan dolayı soyut düşünmede kişinin unutulduğunu savunur. Onun için

öznellik ön plandadır. Nesnel düşüncede kişisel tutkunun sevgi ve nefretin, içten

olan her şeyin öldüğüne inanır. Öznel düşünen insan ise gerçek varoluşunun iç

yönünü ortaya koyarak felsefe yapar. Soyut düşünür olan Hegel’e karşı çıkmaktadır.

Tek kişi olarak bireyin kendi asıl varoluşunun bilincine varmasını ister. << Yaşamını

boşuna harcama günlerini öldürme, uyku içinde geçirme uyan ve insan ol>> der.

Varoluşçuluğun en iyi uyandırma aracının kaygılı korku ya da iç daralması

olduğunu savunur. Her insanın içinde yalnızlık tanrı tarafında unutulmuş olma gibi

korkular vardır ancak bu korkuları hisseden ve bunlardan kaçmayan kimse

varoluşçuluğun uyanıklığını sürdürebilir. 54

Kierkegaard varoluşçuluğu somut ve öznel olan insanın yaşamının kendisi

olarak tanımlar. Birey yaşamında karşılaştığı olaylara olan tepki ve davranışları ile

büyük sorumluluk taşımaktadır. İnsan varoluşçuluğu mantığı ile değil ancak tutku ve

eylemleri ile anlamlandırabilir.

Varoluş somut öznel ve uyanık insanın yaşamıdır. Varoluş uyanık insanın yaşamını

en açık sorumluluğu içinde sürdürdüğü bir bölümüdür. Varoluşçuluk üzerinde

düşünürsek onu ortadan kaldırmış oluruz. Kavraması güç, olağanüstü olan

varoluşçuluğa ancak sezerek ve inanarak yakınlaşabiliriz. Böylece varoluşçuluğun

irrasyonel (usdışı) olduğunu savunur. Kavramlarımızla kavramaya çalıştığımız

52 Çelik, Varoluş ve Roman , a.g.e., s. 3. 53 H. J. Blackham, Altı Varoluşçu Düşünür, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2012, s. 10. 54 bkz. Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe- Kanttan Günümüze Felsefe Akımları, İnkılap Kitabevi, İstanbul,

1994 s.193-7

İrrasyonalizm nedir? Bilimsel düşüncenin, nesnel gerçeğin tabi olduğu yasal düzenliliklerini, belli başlı

özelliklerini ve nedensel bağlanıldıklarını öğrenme yetisinden yoksun olduğunu ileri süren ve bilgi

edinmeyi sezgi, kendini kavrama, yaşantılaştırma vb., sözde yüksek düzeylerdeki irrasyonel bilgi edinme

biçimlerine bırakan felsefi görüş.

“İrrasyonalizm”, http://www.nedir.com/irrasyonalizm#ixzz4YiPWfV8Z , ( 24.12.2016).

Page 31: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

21

zaman anlamını yitireceğini onu ancak düşünmeden tutkular ve eylemlerimiz ile

anlık olarak yakalayabileceğimizi ifade eder.”55

Kierkegaard’a göre her şeyi akla indirgemek yanlıştır. Felsefe genel olana değil,

özel olana ve öznelliğe yönelmektedir.

Rasyonalist sistemler gerçekliğin tümünü bir düşünce sistemi içerisine sıkıştırır, her

şeyi akla indirger ve akıl dışındaki bütün her şeyi unutturur. Ona göre aklı ve

toplumu ön plana çıkaran bir felsefe kişiselliği, kişisellik ilkesi olan varoluşu,

insanın varoluşunu meydana getiren öğeleri hiç dikkate almaz. Bunun için felsefe

genel olana değil, özel olana, nesnel değil de, öznel olana yönelmelidir.56

Kierkegaard iki zaman olduğu tezini savunur: birincisi doğa bilimlerinin her şeyi

saniye, dakika ve saatlerle ölçtüğü nesnel zaman ikincisi ise; her şeyi varoluşun anları

ile ölçen öznel zaman’dır. Bu anlar alınyazısını belirleyen anlardır ama anlamsız olan

anlar da vardır. Soren “insan yaşamının değeri yaşadığı yılların sayısına göre değil,

ancak varoluş anlarının sayısına göre ölçülmelidir.” der. Ona göre zaman varoluşsal

anların önkoşuludur zamanı varoluşsal zaman olarak kabul ettiğimizde böylece varlık ve

zaman eşit kılınmış olur.

Doğruluğu öznel ve nesnel olmak üzere ikiye ayırır. Öznel açıdan doğruluk kendi

içini ortaya koymadır. Kişi onu ancak varoluş anında yaşarsa ortaya çıkar bu yüzden

başkasına bildirilmez. Varoluş felsefesinde bireyselliğin önemini savunur bu da kitle

içinde tek kişinin yok olmasına karşı oluşan protestodan kaynaklanır. Kişi olarak

herkes ayrıdır sadece kendisi ve tanrı karşısında sorumludur. Kişi yaşamını bundan

dolayı yalnızlık içinde sürdürür. Kitlenin doğruluğu ve ahlaklılığı ortadan

kaldırdığını savunur. Nietzsche gibi bireyin kişiliğinin kitle içinde kaybolduğunu

düşünür; yani demokrasi ve sosyalizmden nefret eder. Bireyler ile kurulu olan

kitlenin güç kazanmak için birleşen boş bireyler olduğunu savunmaktadır. Bu boş

bireylerle dolu kitlenin cinayet işlemek için saldırıya geçtiğini ancak alçakça geriye

çekildiğini cinayetin gerçekleştiği sırada herkesin orada olduğunu ancak cinayeti

kimsenin üstlenmediğini dile getirerek bir örnek verir. Ona göre sahici bir toplum

ancak yolu yalnızlıktan geçmiş bireylerin olgunlaşıp bir araya gelmesi ile

oluşabilir.57

Kierkegaard Avrupalı varoluşçulardan farklı olarak modern düşüncenin

kurucularından biridir. Varoluş aşamalarını üç bölümde özetler:

Bunlar estetik yaşam biçimi, ahlaksal yaşam biçimi, dinsel yaşam biçimidir. İnsanın

varoluşunu gerçekleştirmedeki ilk aşaması estetik yaşantıdır. Kişi kendini toplum

kurallarının dışında algılar, ona yabancılaşır ve onu eleştirir. İnsan estetik yaşantı

ekseninde dolaysız, kendi içinde yaşamayı seçer. Estetik yaşam biçiminde insan ne

ise odur. Ahlaksal yaşam biçimindeki insan, ne yaparsa odur; dinsel yaşam

biçimindeki insan tanrıya kesin biçimde boyun eğmiştir. 58

Jaspers; İnsan nedir? Bilim nedir? Aşkın olanın bilincine nasıl varılır? gibi

sorular sorarak insanı anlamada bilimin yetersiz kaldığı kanısına varır.

55 bkz. Akarsu, a.g.e., s. 193-7. 56 Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2000, s. 557. 57 bkz. Akarsu, a.g.e., s. 193-7 58 Çelik, Varoluş ve Roman , a.g.e., s. 3.

Page 32: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

22

O gerçek dünyanın saçmalığı ve kavranamazlığının insanı içine çektiğini onu da

kendisi için anlaşılmaz kıldığını savunur. İnsan varoluşunun varlığı nesnel bilgi ile

anlaşılamayacağından insanın felsefe yoluyla kendini bilmesi de genel geçer bilgi ile

başarılamaz. Onun için felsefi inanç önemlidir ve Kant’ın şu sözüne katıldığını dile

getirir.<<İnanca yer açmak için bilgiyi ortadan kaldırmam gerekiyordu.>> der ve bu

görüşüyle inanç ve bilim arasında farklılık bulunduğunu bilimin inanç ve felsefe ile

ilgili bazı şeyleri açıklayamadığı ifade eder. İdeler ancak eylem haline getirilip

gerçekleştiğinde anlam kazanır. Ahlaklılık bilimler karşısında üstünlüğe sahiptir.

İnsanın saygınlığı ve değeri ahlaklılığında bulunur. 59

Jaspers ve Kant varoluşçuluk hakkındaki bazı görüşleri bakımından benzerlik

gösterir. Kant üç ide olarak gösterdiği evren, ruh ve tanrı hakkında yapıtlarını oluşturur.

Bilimin nesnel ve sınırlı olduğunu varoluşçu değerler bakımından kesin bir doğruya

götürmediğini savunur. Bilimin özü açıklamada yetersiz kaldığını savunur.

Jaspers varlık sorununa eğilir. Jaspers Kant’a katıldığını söyler ve bilim bize tek

nesneyi gösterir ancak onun özünü göstermez, bilim nesneler üzerinde egemenlik

kurabilmemiz için teknik bilgiler verir ve ancak değere götürmez. Böylece bilimin

sınırı sorununa değinir. Bu sınırı Kant bilgi bakımından incelemiş Jaspers ise

varoluşsal anlam bakımından ele almıştır.60

Jaspers bu konudaki fikirlerini ayrıntılı açıklayarak, düşüncelerini şöyle dile

getirir:

Örneğin varlık sorusunu sorduğumda birçok varlık çıkar karşıma. Hepsi de benim

için nesnedir, bu da nesne-varlık başlığı altına konur. Ama bu objektsein’la bütün

varlıklar tüketilmiş olmaz; bütün bu nesnelerin karşısında nesne olmayan bir şey

olarak her zaman ben bulunurum kendimi kavramayı denediğimde de, kendimi

kendime nesne yapsam da kendimin nesne olduğum ben olarak yine buradayım. Bu

nesne-varlığın zorunlu bağlılaşık kavramı ben-varlık ya da ‘özne-varlık’tır. Varlığı

kendimde kavramaya çalışınca onu kendim için bir nesne yapıyorum ve onu nesne-

varlığa dönüştürmüş oluyorum. Böylece üç varlık biçimi çıkıyor ortaya: sınır

kavram olarak kavranan kendinde varlık, göreli olan nesne-varlık ve nesnel olmayan

ben-varlık.”61

Bu ifadesiyle Jaspers bilimin varlığın anlam sorununu açıklamada yetersiz

kaldığını; insanların kaygı, güvensizlik, tehlike gibi duygularını açıklayamadığını

savunur.Jaspers felsefe ve bilim arasındaki farkı şu şekilde açıklar:

Bilimler nesnel felsefe ise kişiseldir. Bilim bilgiyi erek olarak koyarken felsefe

bilinebilir olanı aşar; bilim genel akla yönelir felsefe ise bireyseldir. Bilimler nesne

bağlantıları ile ilgili iken; felsefe eylemlerimizin kaynağına odaklanır. Bilim zorunlu

bilgiyi temellendirir, felsefe ise bunu aşarak özgürlüğe götürür. Bilim tüm insanlık

için genel geçer olan bilgi ve doğa yasalarına sahiptir ancak felsefe ise bir defalık

varoluş ile ilgilenir. Evrende yönelme sayesinde insan nesneleri araştırır ve kendinin

bu nesnelerden farklı olduğu sonucuna vararak soru sorarak yüzeyden derine doğru

bir yönelme ile varoluş atılımına cesaret eder.

59 bkz. Akarsu, a.g.e., s. 198 60 bkz. Akarsu, a.g.e., s. 199-200 61 Akarsu, a.g.e., s. 200-1.

Page 33: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

23

Sınırsız bilme isteği ile birlikte insan varoluşa açılma sürecine başlar. O

varoluşun özel bir tanımının olmadığını savunur. Çünkü varoluştan nesnel anlamda

bahsedilemez.

Bir cins kavramı olarak varoluş diye bir şey yoktur, tek tek varoluşlar vardır

yalnızca. Varoluşu en iyi <<dasein>> la (burada varlık) <<bewusstsein>> ı ( bilen-

varlık = bilinç ) birbiri karşısına koyarsak anlarız. Jaspers’a göre; insanın her

şeyden önce bir <<dasein>> ı burada oluşu vardır: İnsan bir evren parçasıdır,

nesneler arasında bir nesnedir, kendisi de doğa biliminin konusudur. Ama insanın

bir de bilinci vardır, yani dış dünyanın nesnelerini bilinç-nesneleri olarak yeniden

yaratabilme olanağı vardır. Nesnelerin kendileri için bir bilinci yoktur, ama bilinir

kılınabilirler. İnsan <<dasein>> ı ile henüz bir <<existenz>> (varoluş) değildir, ama

existenz yapılabilir. Existenz-olma kendisi-olma ya da insan- olmadır. Varoluş

insandaki bireysel çekirdektir. Ussal kavramlarla kavranamaz, bir olanak olarak

yalın yaşama eşlik eder.62

Jaspers varoluşçuluğu insanın gerçekten kendisi olma durumu olarak kabul eder.

İnsan ancak özgürlüğü sayesinde ve eylemleriyle gerçek kimliğine ulaşır. İnsanların eşit

olamdığını savunur ve parti ya da kilise gibi siyasi ve dini yaptırımlarla insanların

birlikte hareket edip aynı düşünceyi benimsemesine karşı çıkar. İnsan özgür iradesi ile

karar vererek bu sorumluluğu alabilir ve bu sayede olmak istediği kişi olur.

Jaspers’a göre varoluş, insanın gerçekten kendisi olma durumudur. Bu da sadece

özgür ve koşulsuz karar ile gerçekleştirilebilir. Var olmak yalnızca bilmekle olmaz

eylemle var olunur. İnsan gerçek kimliğine, kendi olmaya ancak başka varoluşlar ile

tinsel iletişim sayesinde ulaşır. Özgürlük en önemli etkendir. İnsanların eşit

olmasına karşıdır. İnsanlar psikolojik ve toplumsal olarak birbirleriyle eşit olamaz

ancak özgür olarak existenz olabilme şansı bakımından özgürdürler. Bu nedenle

parti ve kiliseye de karşı çıkmıştır. Yalnızlık, yüreklilik ve savaşım varoluşçu

iletişimde önemlidir. Olumsuz taraftan varoluşa gidilen sınır durumlar da vardır

bunlar rastlantı, alın yazısı şans gibi durumların yanı sıra acı çekme savaşma ve suç

da. Varoluş olmaya karar veren insan bunu nasıl başaracağını bilemeyerek iç

daralmasına düşer. Sürekli karar vermek zorunda kalır ve eylemlerinden

sorumludur.63

Alman bir filozof olan Martin Heidegger insanlar tarafından varoluşçu felsefenin

kurucusu olarak kabul edilir.

Ontoloji adı verilen Heidegger felsefesi insanı ‘ dünya içinde varoluş’ olarak ele alır.

İnsanın varlığı öz ya da dünyayı oluşturan diğer nesnelerle karşılıklı ilişki halinde

olan özne olarak açıklanamaz. Heidegger’e göre insan varlığını ‘dünya içinde

varoluş’tan alır, dünyanın varlığı ise varoluşun kendidir, varoluş ve dünya tek ve

aynı şeydir.”64

Heidegger felsefenin temel sorunu olduğunu düşündüğü varlık sorununa ışık

tutmak ister ve varlığın varoluşta araştırılması gerektiğini öne sürer.

Heidegger bazı insanların kendi gerçek varlıklarına yönelmekten korktuğunu, kitleler

içine kaçıp saklanarak yok olduğuna değinir.

62 Akarsu, a.g.e., s. 205. 63 Bkz. Akarsu, a.g.e., s. 205-12. 64 Geçtan, a.g.m., s. 13.

Page 34: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

24

Bazı insanlar ise kendine yönelerek kendine özgü yaşar ve bu şekilde iki varlık

biçimi ortaya çıkar.Ona göre insan özgürlük içinde yarattığı ve gerçekleştirdiği yapı

planının kurucusudur. Bu tasarılar gelecekle ilgilidir ve böylece insan durmadan

ileriye doğru gider. İnsan sürekli belli sınırları aşarak gerçekleştirdiği tasarılara

atılır. Bundan dolayı insan yaşamı ileriye doğru giden bir süreç ve varoluş ise sürekli

bir aşmadır. Varlığın bütünlüğünde korku, vicdan ve ölüm gibi etmenlerin

bulunduğuna inanır. Dünyaya bırakılmışlık, fırlatılmışlık, iç daralması, kaygı ve

korkuya neden olur. İç daralması hiçlikle bağlantılıdır ve insan bu korku içinde

savunmasız kalarak yalnızlığa gömülür. İnsanlar bu sıkıntıdan kurtulmak için

kendilerini oyalama amaçlı günlük işlere sarılır. Ama bu sıkıntıyla mücadele etmeye

cesaret eden kimse kendi varoluşuna yönelebilir. 65

Heidegger’in Varoluşçu Ontolojisi adlı makalede şu görüşlere yer verilmiştir:

Heidegger felsefenin temel sorunu olarak gördüğü varlık felsefesine yönelir, ama

varlığı varoluşta arayarak. Varlığın araştırılması gereken yer varoluştur. Varoluştan

öz çıkarılmalıdır. İnsanın özü varoluşundadır. Öyleyse varoluştan yola çıkarak varlık

sorunu yeniden düzenlenmelidir. Buna göre bu felsefe eski, öz (essentia) felsefesine

karşıt olarak bir varoluş (existentia) felsefesidir. Almanca’da Dasein, genellikle

varoluş karşılığı kullanılır, yaşam anlamına da gelir. Ancak Heidegger bu terimlere

başka anlamlar vermiştir. Sözcükleri somut anlamlarına inerek kullanmıştır. Dasein,

insanla aynı anlama gelir Heidegger’in dilinde. İnsanın varlık sorusunu sormakla

doğrudan doğruya şu veya bu şekilde bir bağlantı kurduğu varlığın kendisini de

“Existenz” (varoluş) olarak adlandırır. Demek ki varoluş (existentia), insanın varlığı

ile bağlantı kurmasında belirir. Daha doğrusu yukarıdaki deyişle, insanın bağlantı

kurduğu varlığın kendisi varoluş oluyor. Bundan dolayı yalnızca insan burada

olandır, (Dasein), böylece de ancak insan varoluş (existenz) tur. Bundan böyle

varoluş felsefesinin çıkış noktası insandır Heidegger’ de. 66

İnsan sadece dünyada var olmakla yükümlü değildir başkaları ile de iletişim

halindedir. Dünyanın içinde birey ve beden olarak varolmanın yanında dış dünya ile de

ilişki halindedir. Her ne kadar yalnız bir bir olsa da dış dünya ve başkalarından

tamamen kopuk yaşayamaz. İnsanın gelişiminde başkaları da önemli rol oynar.

Her insan özünü yaşamın kendisine verdiği bir yığın olanaklarla biçimlendirir.

Bütün varlık biçimlerinin sözünü etmek olanaksızdır. Ama her insanın zorunlu

olarak içinde bulunduğu iki önemli varlık biçimi vardır, Heidegger’e göre

“Dünyanın içinde olmak” ve “Birlikte olmak.” Her insan varoluşu, dünyanın

varoluşuna bir göstergedir. Ben ve dış dünya birbirinden ayrılamaz.67

Heidegger’e göre; insanın dünyada var oluşu diğer nesne ve canlılardan farklıdır.

İnsanın dünyada oluşu bir nesnenin ya da bir hayvanın dünyada oluşu gibi değildir,

bir dünyayla karşılaşmadır. Dünyayla nasıl karşılaşıyoruz? Bilgi ile değil eylemle;

bir iş yaparak, kurarak, üreterek, yenileyerek, kaygılanarak dünyayla karşılaşıyoruz.

Eylem içinde ilgilendiğimiz kaygılandığımız şeye yöneliyoruz. Yöneldiğimiz şeyler

birer ‘alettirler’, her ‘alet’ de bir alet bütününe yöneliktir. Bütün bir alet bütününün

havale edildiği en yüksek doruk da insandır. İnsan bütün dünyanın havale

merkezidir. Örneğin; çekiç bir çivi çakma aletidir, çivi bir tahta parçasını

sağlamlaştırma aletidir, bir kulübenin tahtası ise insanların yağmurdan korunması

için bir ‘alettir’. Şimdiye dek insan dünyanın bir ürünüydü, artık dünya insanın

65 Bkz. Akarsu, a.g.e., s. 222-24. 66 Öykü H. Ergül, “Heidegger’in Varoluşçu Ontolojisi”, Uludağ Üniversitesi Kaygı Dergisi, 2003, s.1-2. 67 Ergül, a.g.m., s. 2.

Page 35: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

25

‘işlevi’ haline gelmiştir. Dünya insan ürünüdür, insan yaratmasıdır. İnsan ortadan

kalkar kalkmaz, dünya da ortadan kalkar.68

Heidegger birlikte olma konusunda bizim varlığımızın başkalarının varlığına

katkıda bulunduğunu başkalarının da bizim varlığımızı etkilediğini dile getirir.

Kaygının da varoluşumuzda büyük bir öneme sahip olduğunu ve bizi eyleme zorladığını

ifade eder.

Her insanın zorunlu olarak içinde bulunduğu ikinci varlık biçimi de ‘birlikle

olma’dır. İnsan varoluşu yalnız dünyada gerçekleşmez, aynı zamanda öteki

insanlarla birlikte gerçekleşir. Öteki insanlar aynı zamanda bizimle birlikte

bulunurlar, bizim varlığımız öyleyse öteki insanların varoluşuna, birlikte olmaya da

bir göstergedir. Ama öteki insanlar bizim için bir “alet” değildir; elimizin altında

olmakla ilgimizi çeken bir alet değildir. Öteki insanlar kendileri için

kaygılandığımız, kendileri için ilgilendiğimiz bir varoluştur ancak bu kendileri için

kaygılanma, iyilikseverlik, sevecenlik anlamında değil, Heidegger’de kayıtsızlık,

başkalarına karşı savaşı dile getirir. Bu kaygı, insanın eylemleri için bir kaynaktır,

bir temeldir. Herhangi bir kaygısı olmazsa hiçbir eylemde bulunamaz insan. İnsan,

varlığı yapısı gereği hep birlikte yaşadığı insanlar arasında bulunur. Birlikte

yaşanılan insanlar ancak bizim varlığımızın “birlikte olan” bir varlık oluşu ile

olanaklıdır. Birliktelik, insanlarla birlikte olma; bizim kendi olma benimizin

toplumsal yönüdür ancak. Birlikte olma, her insan varoluşunun zorunlu bir varlık

biçimidir.69

Heidegger insanın olmadığı bir dünyanın gerçek olarak kabul edilemeyeceğini,

anlamsız olacağını düşünmektedir. İnsanın dünya içinde bir varlık olarak başkaları ile

olan somut ilişkisinin önemi oldukça fazladır.

Heidegger’e göre insan ‘dünya-içinde-varlık’tır. İnsanın olmadığı yerde dünyanın

realitesi yoktur. Bu duruma göre insan varlığının ‘dünya içinde varlık’ olduğunu

söylemek insanı reel varlığını, bütün konkre bağlantılarının temeli olan ‘şahıs-

dünya’ bağlantısı ile tanımlamak demektir. İnsan ayraç içine alınarak, içinde

yaşadığı dünyadan kopartılmıştır. Heidegger’e göre insan varlığı dünya içinde varlık

olma özelliğine sahiptir. Bu özellik ise insanın dünya içinde yasayan bir varlık

olarak somut ilişkilerinin önemini vurgular.70

Heidegger insanın dünyada olmasını bilinmeyen bir güce bağlar. İnsan dünyaya

fırlatılmıştır. Bu nedenle bu dünya insana ait değildir ve insan bu dünyaya yabancı ve

uzaktır. Bu dünyaya uyum sağlamada oldukça güçlük çeker.

Varlığın ancak bilgide ortaya çıktığını sanması eski felsefenin bir yanılmasıdır ona

göre. Varlık daha çok ruh durumlarında ortaya çıkar. Bu ruh durumlarımızı

dinlersek yalnız ne olduğumuz değil, ne olmakta olduğumuz da kendini bize açar.

Varlığımızın (burada oluşumuzun) nereden gelip nereye gittiği bize kapalı kalmıştır.

Varlığımız (burada olma- Dasein) rastlantısal olarak ve kopuk kopuk açılır bize ve

burada olmamızın kendi kökenimiz olmadığını görürüz. Bilinmeyen bir güce,

tanrıya, demona, alın yazısına bağlıdır bizim “burada olmamız” (sein). Bu

bilinmeyen güç bizi buraya fırlatmıştır. İnsanın bırakılmışlığı, atılmışlığı,

68 Ergül, a.g.m., s. 2. 69 Ergül, a.g.m., s. 3. 70 Selma Cömert, Jean Paul Sartre Felsefesinde “Kendisi için Varlık’ın Yeri, Muğla Üniversitesi, Sosyal

Bilimler Enstitüsü, (Yüksek Lisans Tezi), Muğla 2007, s. 30.

Page 36: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

26

fırlatılmışlığı burada bulunur. “Burada” içimizden her birinin yaşamakta olduğu yer

ve zamandır, iç durumlar ve dış durumlardır. Öyleyse her birimizin içinde

bulunduğu durumlardır. Burada oluşumuz (Dasein) bize yalnızca zorlanmıştır.

Bundan dolayı bizim içine konduğumuz dünya bizim dünyamız değildir. O bize

yabancıdır, bizden uzak ve düşmancadır.71

Heidegger, Varlık ve Zaman adlı kitabında otantik insan (dasain) diye bir

kavramı açıklar. Dasain dünyada bulunan insanın kendisidir. İnsanın dünyayı

bilmemesinden kaynaklanan bir endişe içinde olduğunu düşünür.

İnsan nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilemeyendir. O dünyaya gelmeye

istekli ya da isteksiz değildir; bu olay onun dışında gelişmiştir. İnsan doğduğu

dünyaya diğer insan ve varlıklar yoluyla bir değer katmaya çalışandır. Dasain sürekli

endişe içindedir. Çünkü neden sorumlu olduğuna ve yaşamı nasıl sürdürmesi

gerektiğine yönelik bir bilgisi yoktur. Kendine özgü olan otantik insan sanayi

devriminin gerçekleşmesiyle giderek makineleşmiştir. İnsanın bu durumdan

kurtulmasının tek yolu, kendiyle yüzleşerek özgün bir varlık olduğunu yeniden

hatırlamasıdır.72

Heidegger insanın bu dünyayı anlama ile kavrayabileceğini bunu da ancak

yaparak yaşayarak elde edebileceğini ifade eder. İnsan kendi yaşamını tasarlayan,

yaratan ve gerçekleştiren bir bireydir ve sürekli olarak bir üst kademeye yükselme aşma

durumu ile karşılaşır.

Heidegger’ e göre insan anlama ile bu dünyaya bırakılmış varlığın özelliğini

kavrayabilir ancak anlama Heidegger felsefesinde anlama anlamına gelmez, önde

bulunan, yöneten anlamına gelir; anlamak tanımak, bilmek anlamına gelmez,

yapabilmek anlamına gelir. Kimi yapabildiği işi anlar varoluş (existenz) da bir

yapabilmedir. Varlığın kendi olanaklarını tasarlayabilen, yaratabilen ve

gerçekleştirebilen kimse bununla ‘anladığını’ gösterir. Kendini tanıma öyleyse,

kendi üzerinde kılı kırk yararak düşünmekle olmaz, tam tersine kendi gücünü

deneyerek ne kadar başarabileceğini anlamakla, denemekle olur. Öyleyse insan

özgürlük içinde yarattığı ve gerçekleştirdiği kendi yapı planının kurucusudur.

Kendinin yapı planını insan kendisi kurar, bu planı özgürlük içinde tasarlar ve

gerçekleştirir. Bu tasarlamaların hepsi de geleceğe yöneldiğinden, insan durmadan

ileriye doğru gider. Bu geleceğe yönelen erek ancak, insan varoluşunu anlaşılır kılar.

İnsan durmadan beni sınırları aşıp gerçekleştirebilecek olan tasarılara atılır. Varoluş

sürekli bir aşmadır.73

Heidegger’e göre, varlığın temeli korku, vicdan ve ölüm ile ilişkilendirilir.

Bunların hepsi bir bütün halinde ele alınır.

Durum’ bize varlığı ‘bırakılmışlık’, ‘fırlatılmışlık’ olarak göstermişti. Bunun da ürküntü ya

da iç daralması diyebileceğimiz belirsiz bir korku (angst) doğar. Bu iç daralması, bu

kaygılı korku sıradan korkuyla aynı şey değildir. Korkuda belli bir tehlike karşısında

çekiniriz. İç daralmasında ise belli bir şeyden dolayı değil, kendi kendimiz için çekiniriz:

Bu, varlık karşısında ve varlık için çekinmedir. Heidegger’e göre iç daralması, insan"

hiçlik (nichts) uçurumunun önüne koymuştur. İç daralması ile hiçlik birbirine bağlıdır.

71 Ergül, a.g.m., s. 4. 72Çelik, Varoluş ve Roman, a.g.e., s. 3. 73Ergül, a.g.m., s. 4.

Page 37: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

27

Ancak hiçlik uçurumu üzerine salınmış olan kimse, kendi varlığı için kaygılanmış olan

kimse, var olanın dar sınırını aşıp varlığa adım atabilir.74

Heiddegger varlığın temelini oluşturan bir diğer unsuru ‘vicdan’ olarak ele alır.

Ancak o bundan biyolojik anlamda bir doğa uyarısı ya da dinsel anlamda bir ‘Tanrı’

sesini kastetmez. Ona göre, ancak insanda kaygı var oldukça vicdan da gelişebilir.

Bu ses bizi ‘onlar’ alanının günlük işlerine düşmemek için uyarıyor ve bizi yeniden

kendi benliğimize, kendi özgürlüğümüze dönmeye çağırıyor. Bu, insanın özgür

eylemidir. Vicdanın derinliği de, yüksekliği de buradadır. Vicdan insana suçunu

bildirir. Bu suç burada olanın kendisindedir. Kant ‘yapmam gerekir, çünkü

yapabilirim’ diyordu. Heidegger ise yapabilirim, ama yapmam diyor.75

Heidegger’e varoluşçu felsefenin önemli unsurlarından birisi de ölümdür. Bu

olguyu insan kendisi yerine getirir. Ölüm yaşama anlam veren, tüm olanakların sona

erdiği bir durum ve varoluşun sona erdiği bir evredir.

Ölüm, insan varlığının bütün olanakları arasında en gerçek olanıdır: Ölüm bir

başkası tarafından yerine getirilemez, bunu herkes kendisi başarır. Ölüm aşılamaz

bir şeydir, çünkü ölümle bütün olanaklar biter. İnsan ölüme giden bir varlıktır. Ölüm

var olur olmaz insanı aşan bir biçim almaktadır. Ancak böylece insanın burada

oluşunun her dakikası ölümle içten biçim alır. İlkin ölüm, yaşamı bir bütünlük, bir

birlik haline getirir; ikinci olarak, ancak ölüm yaşama anlam verir. Ölüm olmasaydı

hiçbir şeye bağlayamazdık. Ama ölümün ne zaman geleceğini bilmiyoruz. Her an

gelebileceği için yaşamın anlamı her an gerçekleştirilmelidir. Herkes ölecektir, bunu

herkes bilir. Ama insan ölüm korkusunu günlük işler arasında uzaklaştırmaya çalışır.

Aslında bütün bunlar kendi ölümü karşısında korkakça bir kaçmadır. Ama kendi

ölümünü göz önünde tutan ve yine de sağlam kalan kendini sağlam tutan, kendi

varoluşuna doğru açılabilir.76

Varoluşçu felsefe ile bağlantılı olan bir diğer felsefi kuram da nihilizm’dir.

Nihilizm’in en önemli temsilcisi Nietzsche’dir.

Felsefede nihilizm, hiçbir şeyin var olmadığını, hiçbir şeyin bilinemeyeceğini

savunan görüştür. Nihilizm hem bilgi felsefesiyle, hem değer felsefesiyle hem de

varlık felsefesiyle ilgili bir öğretidir. Nihilizm öğretisi, bilgi felsefesinde her tür

bilginin bir aldanma olduğunu, bilginin olmadığını; ahlak felsefesinde insan

eylemlerini belirleyen değerlerin olmadığını; varlık felsefesinde hiçbir şeyin var

olmadığını savunur.77Var olan değerlere, düzene karşı çıkar ve hiçbir değer tanımaz.

Nietzsche, modern insanın benimsediği değerlerin geleneksel dayanaklarının

çöktüğünü söyler. Bu nedenle eski değerler bırakılıp, bütün değerler yeniden

kurulmalıdır. Bunu yapacak olan da güç istenci ile üstün insandır. İnsan değer

yaratabildiği ölçüde üstün insan olarak özgürdür. Ona göre insanlar güçlüler ve

zayıflar diye ikiye ayrılırlar. Egemen ahlaki belirleyen bireyin güçlü veya zayıf

olmasıdır. Mevcut ahlak sistemini zayıf insanlar oluşturmuştur, bu ahlak sistemi

köle ahlakıdır. Köle ahlakı insanların zayıflıklarını ön plana çıkaran, yaşam gücünün

eksilmesine sebep olan ahlaktır. Bu ahlakın karşısında güçlü insanların oluşturduğu

efendi ahlakı vardır. Efendi ahlakı güç istenciyle oluşan üstün insan ahlakıdır. Üstün

insan çağının her türlü kokuşmuş değerlerini reddeden, kendisini aşmış ve yeni

74Ergül, a.g.m., s. 5. 75 Ergül, a.g.m., s. 6. 76 Ergül, a.g.m., s. 6. 77 “Nihilizm”, http://www.felsefe.gen.tr/felsefe_akimlari/nihilizm_hiccilik_nedir_ne_demektir

(15.01.2017).

Page 38: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

28

değerler oluşturabilme gücüne sahip insandır. Kendi değerini kendisi oluşturabilen

insan kendi ahlakını kendi oluşturur. Bu nedenle evrensel ahlak anlayışı olamaz.78

Geleneksel varoluşçuluk ile fenomenolojinin birleşmesi ile modern varoluşçuluk

oluşur. Fenomenoloji varoluşçu felsefe ile benzer özellikleri bulunan ve ilişkisi olan

felsefi öğretidir.

Fenomenoloji, insan varoluşunu konu edinen araştırmasını sürdürmek durumunda

olan varoluşçu filozofa ihtiyaç duyacağı bir yöntemi vermiştir. Varoluşçu filozoflar

için önemli olan şey bireyin somut olarak ele alınmasıdır. İnsan varlığına somut bir

yaklaşımın önceliğini savunan varoluşçu filozoflar bir olayın nesnel bir biçimde

anlatılmasına değil, bu olayı bir insanın nasıl yaşadığına önem verirler. Böyle bir

yaklaşım da betimlemeye dayalı bir yöntemi gerekli kılar. İşte bu yöntem de

fenomenolojidir.79

On yedinci yüzyıldan beri var olan varoluşçu felsefe, yirminci yüzyılda Sartre ile

popüler hale gelmiştir.

Sartre'ın varoluşçu felsefesinde önemli olan şey “insanın önceden-tanımlanmamış

bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını, ya da tanımını kendi

kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri

onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, "varoluş özden önce gelir" sözünün

anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü

kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya

koyacaktır. Kahraman ya da alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir

sonuçtur. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak

şekillendirildiği, ama bunun da siyasalı yadsımayan bir etik olduğu görülür.” 80

Sartre’a göre insan her ne kadar yalnız bir birey olarak dünyaya gelse de. Diğer

insanlar ile birlikte yaşamak zorundadır.

İnsan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve

bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır yaşamı boyunca. İşte bu

kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre

varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen

karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Özgürlük ve bağımlılık

arasında tuhaf bir ilişki kurulur bu felsefede, öyle ki, insan kendi özgürlüğüne de

mahkûm edilmiştir, denilir. Kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlüğünü

gerçekleştirmek zorundadır.”81

Sartre kendini tanrıtanımaz varoluşçu filozof olarak tanımlar ve bunu şu sözlerle

açıklar:

Eğer Tanrı yoksa hiç olmazsa «Varoluşu özden önce gelen» bir varlık vardır. Bu

varlık, bir kavrama göre tanımlanmazdan, belirlenmezden önce de vardır. Bu varlık

insandır. Heidegger’in deyişiyle, «insan gerçeği» dir. Varoluş özden önce gelir. İyi

78 “Nihilizm”, http://www.felsefe.gen.tr/felsefe_akimlari/nihilizm_hiccilik_nedir_ne_demektir (15.01.2017). 79 Selma Cömert, “Jean Paul Sartre Felsefesinde “Kendisi için Varlık’ın Yeri”, Muğla Üniversitesi,

Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yüksek Lisans Tezi), Muğla 2007, s. 33. 80 “Sartre'ın Varoluşçu Felsefesi”, https://tr.wikipedia.org/wiki/Jean-Paul_Sartre, (05.01. 2017). 81 “Sartre'ın Varoluşçu Felsefesi”, https://tr.wikipedia.org/wiki/Jean-Paul_Sartre, (05.01. 2017).

Page 39: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

29

ama ne demektir bu? Şu demektir: İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir,

var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır.”82

Sartre sadece bilinçli bir varlık olan insanda varoluşun önce geldiğini ve özün

varoluştan sonra geldiğini savunur. Öz ve varoluşu şöyle bir örnek vererek açıklar:

Sartre’a göre “… Her nesnenin bir özü, bir de varlığı vardır. Öz sürekli nitelikler

topluluğu demektir. Varlık( ya da varoluş) ise dünyada etkin (aktif ) olarak bulunuş

demektir. Çoğu kimseler özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanırlar. Örneğin

bezelyeler bir bezelye düşüncesine göre yerden biter, yuvarlaklaşırlar. Hıyarlar

ancak hıyarlık özüne uyarak hıyar olurlar. Bu düşünüş köklerini dinden alır. Bir ev

kurmak isteyen kimsenin, ne biçim bir nesne yaratmak istediğini iyice bilmesi

gerekir. Burada öz varoluştan önce gelir. İnsanları tanrının yarattığını düşünen

kimselerse şöyle düşünürler: Tanrı insanları kendindeki insan düşüncesine göre var

eder. Öte yandan inançsız kimseler de şu geleneksel görüşe bağlanırlar: Nesne ancak

özüne uyduğu zaman var olur. Nitekim 18.yy. hep şuna inandı: bütün insanlara özgü

(has) ortak bir öz vardır; bu değişmez özün adı ‘insan doğası’ dır.”83

Özün varoluştan önce geldiğine inananların aksine Sartre’ın görüşü şöyledir:

“İnsanda varoluş önce gelir. İnsan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. Çünkü o

özünü kendi yaratır. İnsan dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş

kendini belirler. Bu belirlenme yolu hiç kapanmaz her zaman açıktır…” 84

Heiennemann da varoluşçuluğun gerçek bir tanımının yapılamayacağını öner

sürer. Çünkü varoluşçuluk sözcüğünü kucaklayan tek bir öz, tek ve değişikliğe

uğramayan bir felsefe yoktur. Sosyalistler bu konuda şöyle bir görüşü savunur:

Makinenin getirdiği toplumsal üretim düzeniyle bireysel mülkiyet düzeni arasındaki

çelişmenin kişiyi tedirgin ettiğini, iki düzen arasında bir uyarlık sağlanamaması

insanı gittikçe kendine kendine yabancı, saçma, ezici, güvensiz, anlamsız bir

ortamda hiçlikle karşı karşıya yaşamak zorunda bırakır. Bu durumda birey yavaş

yavaş kişiliğinden yoksun kalır, topluma yabancılaşır, yalnızlaşır ve bunalıma

sürüklenir.85

Sartre aynı zamanda Heiddegger’in ‘existentialia’ dediği insanın varoluşunun

temel aşamaları olan duyumsama, anlama ve konuşma’yı da benimser. Bunun dışında

tıpkı Heidegger gibi insanın dünyaya fırlatıldığını, yani dünyaya doğrudan verildiğini

savunur. Sartre'ın felsefe düzeni varlıkbilim (ontologie), ve törebilim (ethique) olmak

üzere ikiye ayrılmaktadır.

Ne var ki, şimdiye değin önde giden hep varlıkbilim oldu. İlkin varlık ile Hiçlik’ in

yayınlanması da bunu gösterir. Sartre'ın romanları da felsefi gibidir: Romanlar önce

bir gerçeğin anlatımı, sonra da bir davranışın doğrulanışıdır. Dünyanın yansıtılması

acaba insanın amansız bir tablosunu yapmak mı demektir? Elbette, öyle demektir.

Çürük bir toprağa temel atmaktan çekiniriz: Descartes bozulmaz bir kesinliğe

82 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 39. 83 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 8. 84 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 9. 85 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 10.

Page 40: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

30

varmak için kuşku gösterir, ancak bu amaçla toprağın altını üstüne getirirdi. Onun

gibi Sartre da yaşamamıza bir dayanak bulup bulamayacağımızı öğrenmemiz için

bütün umutsuzlukla nedenlerini önümüze serer, hepsini inceden inceye gözden

geçirir.86

Sartre’a göre endişe içindeki insan, ölümü benimser; buna rağmen yaşamını

değerli ve anlamlı görür.”87 Sartre’a göre “insan nedensiz, zorunsuz anlamsız bir varlık

haline gelir. Geçmişsiz desteksiz yapayalnız bir varlık. Tarih denen arabaya hayvanca

koşulmuş, savaşı ve ölümü bekleyen bir varlık...88

Doğmuş olduğumuzu ve yaşamın bir gün ereceğini biliriz. Ölümün kaçınılmaz

olması yokluk ve hiçlik duygusunu yaratır ve işte bu bunalım insanı doyumlu ve

anlamlı bir biçimde yaşayıp yaşamadığı konusunda kaygılandırır. Böylece varoluşçu

öğreti her insanın varlığına sahip çıkmasının, tüm sorumluluğu kendi omuzlarına

almalarının özgür bir yaşam için gerekliliğini ortaya koymaktadır. İnsan yalnız

kendinden sorumludur denildiğinde amaç onun yalnız öznel kişiliğinden sorumlu

olduğu değil, bütün insanlardan sorumlu bulunduğudur diyen Sartre insanın evren

içindeki biçimini belirleyerek varoluşçuluk akımının öznellikle suçlanmasına karşı

savunmada bulunmuştur.89

1.1.4. Varoluşçuluğun Temel İlkeleri

Natanson varoluşçuluğun yedi aşamadan oluştuğunu savunur. Ona göre, korku,

endişe, acı, yalnızlık, seçim, otantiklik ve ölüm varoluşçuluğu tanımlamada

karşılaştığımız önemli ilkelerden bazılarıdır.

Gerçekte varoluşçuluk, her şeyden önce, bir felsefi öğretidir. Başlıca iki kanadı

vardır: Karl Jaspers ile Gabriel Marcel öğretinin Hıristiyan kanadını, Heidegger ile

Sartre tanrıtanımaz kanadını temsil ederler. Ama ikisinin de çıkış noktası aynıdır:

Varlık özden önce gelir; Yani, insanüstüne düşünme öznellikten kalkılarak

yürütülür. Bu bakımdan, varoluşçuluk XVII. Yüzyılın klasik felsefesinden ayrılır.

Bilindiği üzere, klasik felsefeye göre, Tanrı insanı yaratmazdan önce özünü ortaya

koymuştur: Tıpkı bir sanatçının kafasındaki kavrama göre bir şeyi yapması gibi...

Özün varoluştan önce gelmesi düşüncesi XVIII. yüzyıl felsefesinde de Tanrı

inancının yaşamasını sağlamıştır.90

Sartre’ın Varoluşçuluk adlı eserinde tanrıtanımaz varoluşçuluğun bazı

özelliklerine değinilmektedir. Varoluşçuluk’un temeli insanın kökten özgürlüğüne

dayanmaktadır.

Varoluşçuluğun tanrıtanımaz kanadı ise, varoluşun özden önce geldiğini kabul

ettiğinden, tanrısızlığın bütün sonuçlarını üstlenmektedir. Ona bakılırsa, «insan

doğası» diye bir şey yoktur; insan kendini nasıl yapıyorsa öyledir; varlığının temel

seçmesi olan bir tasarıyla önce kendini belirler ve sonra gidişatının bütünü içinde

86 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 112. 87 Çelik, Varoluş ve Roman , a.g.e., s. 3. 88 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 10. 89 Geçtan, a.g.m., s.14. 90 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 101-2.

Page 41: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

31

ortaya çıkar. Bu tasarıyla insan, kendini seçerken bütün insanları da seçmiş olur.

Çünkü o tasarıyla, gerçekleştirmesi gereken bir insan imgesi kurar. Onun için seçme

bir değerlendirmedir. Böylece, her insan her an bütün insanlığa bağlanır. İşte,

varoluşçuların bunaltıyı özgürlük içinde bırakılmışlığın bir belirtisi gibi görmeleri

bundandır. Bunaltı gelip bir yerde sorumluluk duygusuna yani eyleme ve ahlaka

dayanır. Varoluşçuluk, ahlakı bir nesnel değerler üzerine değil, insanın kökten

özgürlüğüne yaslandırır: <<İnsan özgür olmaya mahkûmdur.» 91

Varoluşçuluğun ilk çıkış zamanını Yunan mitolojisi ile ilişkilendiren bilgiler de

mevcuttur:

Yunan mitolojisi, dünya üzerindeki gücünü babasını alt ederek ele geçirmiş olan ve

babası Uranus için hazırlamış olduğu yazgıdan kurtulmak amacıyla, çocuklarını,

onlar doğduktan sonra, öldürmüş ve yemiş olan, Titanların başı Kronos'tan söz eder.

Kronos'un {khronos Yunancada zaman anlamına gelir.), aynı anda yaratılanın hem

yaratıcısı ve hem de yıkıcısı olarak, zamanın cisimleşmesi olduğu, onun çocuklarıyla

olan ilişkisinin ise zamanın özünü mecazi olarak dile getirdiği kabul edilir. Mutlu ya

da mutsuz her olay, yaşama ve varlığa zaman tarafından getirilir, ancak o, var

olmaya başlar başlamaz, geçmişe itilir ve var olmaya devam etmez.

Zaman, varoluşçu felsefede önemli bir kavramdır. Zamanın göreceliği ve

bireyselliği konusunda felsefe kitabında şu görüşlere yer verilir. Her kişi ayrı bir

bireydir. Bireyler arası farklılıklar vardır. Çağımızda bireysellik ön planda olmak

zorundadır. Geçmişte kalan varlıkların var olmaya devam edip etmediği sorusuna şöyle

yanıt verilir:

Ancak geçmiş bir şey haline gelenin var olmaya devam etmemesi söz konusu

mudur? Belki de o aynı halde devam eder ve var olur; yalnızca, yol kenarındaki

ağaçlar, biz yol boyunca yüksek bir hızla seyahat ederken gözden nasıl

kayboluyorsa, aynen o şekilde gözlerimizden kaçmıştı". Belki de, görüşümüz bize

yolu yalnızca dikey olarak görme şansı sağlayıp, yalnızca üzerinden geçmekte

olduğumuz şeyleri görme olanağı veren bir perde tarafından sınırlandığı için,

üzerinde yaşamlarımızın akışına karşılık gelen halinin açıldığı bu yol boyunca her

şeyi göremeyen biziz. Belki görüşü bu tür bir perdeyle sınırlanmamış başka bir

varlık, şimdi üzerinden geçmekte olduğumuz şeylere ek olarak, üzerinden daha önce

geçmiş olduğumuz şeyleri ve aynı zamanda yolumuz üzerinde bizi bekleyen şeyleri

de görebilir. Öyleyse, bizim şimdiye atfettiğimiz ayrıcalıklı konum, bizim şimdi

olanla olmuş olan ya da olacak olan arasında yaptığımız ayrım, belki de insanların

dünyaya kendilerine özgü bakış tarzının sonucudur. Gerçek dünyada şimdi olan,

daha önce olmuş olan ve gelecekte olacak olanın varoluş tarzı arasında hiçbir fark

olmayabilir-. Geçmiş, şimdi ve gelecek belki de dünyanın başlangıcından itibaren

hazırdır ve bizim onların varoluşları bakımından tasarladığınız farklılık, yalnızca

zihinlerinizin düzenlenişiyle ilgili olan yalnızca, öznel bir farklılıktır. 92

İngiliz filozof olan Berkeley idealizmin temsilcilerinden biridir. Varolan

nesnelerin çeşitli durumlarda insana farklı görünebileceğini düşünür. Ona göre bu

nesneler insanın çeşitli algı durumlarına göre değişiklik göstermektedir. İnsanın günlük

yaşamında ve roman kahramanlarının başından geçen olaylarda da dünyaya ait olan bu

91 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 101-2. 92 Kazimierz Adjukiewicz, a.g.e., s.146-47.

Page 42: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

32

nesnel maddeler ve çevre insanın algısı ile değişiklik gösteren varlıklardır. Bu şekilde

insan bireysel farkındalığı ve göreceliği ile çevredeki olaylara ve nesnelere bu şekilde

bakmaktadır. Berkeley verdiği kâğıt örneği ile bunu şu şekilde açıklar.

Genellikle duyumsal algı sürecinde bizim zihin dışı nesnelerle, yani içkin olmayan

nesnelerle tanıştığımız düşünülür. Üzerine yazı yazmakta olduğum bir kâğıt

yaprağına baktığım zaman, görme duyumuyla ne algılarım? Diye sorar Berkeley.

Kimi yerlerinde mavi çizgilerle kaplı olan, dikdörtgen şeklindeki bir yüzeyi

algılarım. Algımın nesnesi, en azından algımın doğrudan ve aracısız nesnesi, yani

gerçekte gördüğüm şeyin oluşturduğu temel üzerinde var olduğunu varsaydığımız

nesne değil de, gerçekten gömlekte olduğum nesne, bu yüzey ve yalnızca bu

yüzeydir. Ancak algımın tek nesnesi olan bu beyaz yüzey nedir? O algısal

donanımımızdan bağımsız olan nesnel bir şey midir? Söz konusu beyaz yüzey

algısal donanımımızdan bağımsız olan nesnel (objektif) bir şey olsaydı eğer, o

algısal donanımımdaki değişmelerin sonucu olarak değişmeyecekti. Oysa aynı beyaz

yüzey, parmaklarımla gözlerimden birine hafif bir baskı yaptığım zaman, iki tane

olacaktır. O, kendisine bakmaktan geri durur ve kırmızı ışıklarla aydınlatılmış bu

odaya girer ve daha sonra ona beyaz ışıkta bakmak için geri dönersem, beyazdan

yeşile dönüşecektir, İncelenen yüzey ona, yakından baktığım zaman farklı, buna

karşın ona uzaktan baktığım zaman, daha farklı hale gelir. Aynı beyaz yüzey, ben bir

miyopsam, ona gözlükler aracılığıyla baktığım zaman başka, buna karın ona çıplak

gözle baktığım zaman başka görünür. Bütün bunlar, Berkeley'e göre, söz konusu

kâğıt yaprağına baktığım zaman gördüğüm bu beyaz yüzeyin benim öznel

izlenimimden başka hiçbir şey olmadığını kanıtlar. Gözlerimle gerçekte başka hiçbir

şeyi değil de, bu yüzeyi algıladığım için, duyumsal algımın tek nesnesi kendi

izlenimim belli bir deney, belli bir içkin üründür.93

Aşkınlığın iki anlamı hakkında şöyle yorumlar yapılmıştır:

Bu bölümün başlığında dile getirilen problem bilen öznenin bilme eyleminde,

kendisinin ötesine geçip geçemeyeceği, kendi sınırlarını aşıp aşamayacağı

problemidir. İngilizce "ötesine geçme, aşma" ifadesinin Latincedeki karşılığı

transcendere sözcüğü olduğundan, burada ana hatlarını çizdiğimiz probleme

aşkınlık problemi, bilen öznenin sınırlarının ötesinde kalan nesnelere de

transsendental nesneler adı verilir. Bilen öznenin bilme eyleminde kendi sınırlarının

ötesine geçip geçemeyeceğini sorduğumuz zaman, bilen özneyle ilişkisi açısından

transsendental olan gerçekliğin bilgisinin olanaklı olup olmadığını soruyoruz

demektir. Ancak belli bir özneyle ilişkisi açısından transsendental olan gerçeklikle

anlatılmak istenen nedir? Bu terimin en azından iki farklı yorumu vardır ve bundan

dolayı bilginin sınırları problemi için de en azından iki farklı yorum söz konusudur.

Birinci yorumda, transsendental, bir başka deyişle bilen özneye dışsal olan nesneyle,

öznenin kendi zihinsel deneyi olmayan tüm nesneler kastedilmektedir.94

Öznenin kendi içkin bilginin sınırları probleminin ikinci yorumu hakkında şöyle

bir ifadeye başvurulur:

(…)”aşkın nesne” deyimine verilen ikinci anlamla bağlantılıdır. Bu ikinci anlam

içinde aşkın nesnelerle, düşüncenin gerçekten var olmayan nesnelerine karşı olarak

gerçekten var olan nesneleri anlatmak istiyoruz… Yine felsefe yapmayan sokaktaki

adam, düşüncenin gerçekten var olmayan nesneleri arasına, örneğin, mitolojik

varlıkları, yarısının keçi yarısının insan olduğuna inanılan yaratıkları, su perilerini,

ozanlar tarafından imgelenen olayları, v.b.’yi dâhil eder. Bununla birlikte, filozoflar

93 Adjukiewicz, a.g.e., s. 61-62. 94 Adjukiewicz, a.g.e., s. 59.

Page 43: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

33

gerçekten var olanla yalnızca düşüncenin bir konstrüksiyonu olan arasında farklı

sınır çizgileri çizmeye eğilimlidirler; onlar, gündelik yaşamda en doğru gerçeklikler

oldukları düşünülen fiziksel ve zihinsel dünyaları, düşüncenin bir tür

konstrüksiyonları olarak görürler. Onlar için doğru gerçeklik, aşkın varlıklar

dünyası, kendilerine ilişkin olarak hiçbir şey bilmediğimiz ve hiçbir şey

söyleyemediğimiz bazı bilinemez "kendinde şeyler" den oluşur. Bilginin sınırlan

probleminin ikinci yorumu, "aşkın nesne" teriminin şimdi gördüğümüz ikinci

anlamıyla bağlantılıdır. Buradaki problem gerçekten varolan nesnelerin bilginin

kendilerine nüfuz edebileceği nesneler olup olmadıkları ya da bilginin yalnızca

düşüncenin gerçekte varolmayan konstrüksiyonlanyla ilgili olup olamayacağı

problemidir.95

Varoluşçuluğun önemli özelliklerinden bazıları şu şekilde sıralanabilir:

1. Varoluş özden önce gelir. (Existence precedes essence.) “Varoluş; olmak, ortaya

çıkmak anlamındadır. Öz ise ortaya çıkan ürünü yani sonucu ifade eder «Tanrı

yaratırken, neyi yarattığını çok iyi bilir» diye düşünürüz. Böylece, Tanrının ruhundaki

insan kavramını zanaatçının kafasındaki kâğıt keseceği kavramına benzetmiş oluruz.

Nasil ki Tanrı bir teknik kavrayışa göre insanı yaratıyorsa, zanaatçı da bir tanım ve

tekniğe göre kâğıt keseceğini yapar. Yani bireysel (individuel) insan, tanrısal anlakta

var olan belli bir kavramı gerçekleştirir.96

Sartre’a göre varoluşçuluğun özelliklerinden ilk olanı şu şekilde

yorumlanır:

VAROLUŞ ÖZDEN ÖNCE GELİR Peki, ne demektir bu? Ne anlamalıyız bu

sözden? Yapılmış bir nesneyi, sözgelişi bir kitabı ya da bir kâğıt keseceğini ele

alalım. Bu nesneyi bir kavramdan esinlenen (ilham alan) bir zanaatçı yapmıştır.

Zanaatçı onu yaparken bir yandan kâğıt keseceği kavramına, öbür yandan da bu

kavramla birleşen bir üretim tekniğine, bir yapış reçetesine başvurur. Böylece, kâğıt

keseceği hem belli bir biçimde yapılmış bir nesne, hem de belli bir işe yarayan bir

eşya olur. Neye yaradığını bilmeden kâğıt keseceği yapmaya kalkan bir kimse

tasarlanamaz. Bu demektir ki, kâğıt keseceğinin özü (yani onu yapmayı ve

tanımlamayı sağlayan reçetelerin, tekniklerin, niteliklerin hepsi) onun

varlaşmasından önce gelir. Karşımda şöyle bir kitabın ya da böyle bir kâğıt

keseceğinin bulunuşu önceden belirlenmiştir. Burada dünyanın teknik görümü

(vision) ile karşılaşıyoruz. Bu görüme bakarak, <<yapış, varoluştan önce gelir>>

diyebiliriz. Yaratıcı bir Tanrıyı bile çoğu zaman yüksek bir zanaatçı gibi tasarlarız.

Tanrıyı zanaatçıya benzetiriz.97

2. İnsanlar özne ve nesne konumunda olabilirler. Doğru “ben” i bulmak için otantik

(autentic) bir yaşama sahiptirler.

3. Hayattaki seçimlerimizdeki tüm sorumluluk bize aittir.

4. Kim ve ne olacağımıza tamamen biz karar verir ve seçimlerimizle birlikte özümüzü

“ben” i oluştururuz.

95 Adjukiewicz, a.g.e., s. 59. 96 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 38. 97 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 37-8.

Page 44: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

34

Bir ressam bir tabloyu yaparken önceden belirleyemez. Sanat eserinin sanat

öğeleri taşıması için sanatçı resmini çizerken kendi özünü de resmine yansıtması

gerekir. Yani sanatçı resmini çizerken kendi kendini de oluşturarak, eserle hayatı bir

bütünlük içindedir.

Bir tablo yapan ressam, önceden konulmuş kurallara kulak asmıyor diye yerilir mi

hiç? Yapacağı tablonun ne olması gerektiği hiç söylenir mi ona? «Şöyle bir tablo

yapacaksın! denir mi? Denmez elbette! Yapılacak tablo önceden belirlenemez de

ondan. Sanatçı kendini tablosunun yapımına verir, bu yapım içinde bağlanır,

yükümlenir. Kaldı ki, yapılacak tablo da yapılmış olan tablodan başkası değildir

aslında. Başka bir deyimle, önsel (deney öncesi) estetik değerler yoktur. Ancak, eser

bitince tablonun birlik ve uyarlığında, yaratma istemiyle sonuç arasındaki ilişkide

görülen değerler vardır. Kimse yarınki resmin ne olacağını şimdiden söyleyemez.

Ancak önüne konulmuş resimler üzerine yargılar verebilir, yani yapılacak değil,

yapılmış resimler üzerine... Şimdi soralım: Bunun ne ilgisi var ahlakla? Hem biz de

aynı yaratıcı durum içinde bulunmuyor muyuz? İşte bundan ötürü, bir sanat eserinin

nedensizliğinden söz açmıyoruz hiç. Aynı şekilde. Picasso'nun bir resminden

konuşurken, onun da gerekçesiz olduğunu öne sürmüyoruz. Çok iyi biliyoruz ki,

sanatçı resmini çizerken kendi kendini de oluşturur; eserinin bütünü hayatıyla

birleşir, hayatına karışır. 98

Yapılan bu araştırmada iki eserde bulunan, varoluşçuluğun temel ilkeleri

yalnızlık ve yabancılaşma, umut /umutsuzluk, özgürlük ve başkaldırı, sıkıntı / bunaltı /

acı / kaygı / korku / öfke saçma/ sorgu, intihar / ölüm gibi motif ve temalar

karşılaştırılacaktır. Bu eserlerde bulunan ve karşılaştırılan varoluşçu ilkeler şunlardır:

1.1.4.1. Yalnızlık ve Yabancılaşma

Kişi kendisini diğer insanlardan soyutlar ve sosyalleşmek istemez. Başkaları ile

birlikte olmaktan kendini alıkoyar. Böylece bir içe kapanma meydana gelir ve birey

iletişimsiz hale gelerek verilen bazı mesajları anlamlandırmada güçlük çeker. Kişi

kendisini toplumun genel ahlak kurallarından soyutlar, başkaları ile vakit geçirmekten

hoşlanmaz ve giderek kendi benliğine döner, topluma karşı yabancı hale gelir. Kişinin

iletişim bozukluğu öteki insanlar ile karşılıklı olarak ne kadar ne kadar kötü ise, kişi o

oranda yalnızlaşır ve yabancılaşır.

Sosyal bir varlık olan birey kendi oluşunu, diğerleriyle birliktelikte önceler. Sosyal

ortamdaki kendilik değerleri ile toplumsal değerlerin çatışması, yalnızlığı ve

yabancılaşmayı doğurur. Bu bağlamdan, kendinden, toplumdan ve doğadan kopan

bireyin yalnızlık duygusu bir tür iletişimsizlik sorunudur. Duygu ve düşünce

yapısındaki ortak değerlerin azalıp kaybolmasına değin varan yalnızlık, giderek

bireysel ve toplumsal anlamda yalıtılmış birey görüngüleri ortaya çıkarır.

Dolayısıyla iletişimsizliğin yarattığı çatışkı ile birey, toplumdan ve doğadan

uzaklaşarak izole olur.99

98 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 65. 99 Deveci, a.g.e., s. 212.

Page 45: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

35

Yabancılaşma insanın toplumdan kendisini soyutlaması, toplumu yadsımasıdır.

İnsanın yabancılığı önce kendi evinde yurdunda başlar. İnsan yabancılaştığında

tedirgin olur. Yabancı bulduğumuz şeyler ya da dünya bir ders gibi öğrenilemez.

Dünyayla ilişki kurulabilir onunla yaşamanın yolları bulunabilir sadece. Bu yollar

insanı tümüyle teslim almamalıdır... İnsan yaşamını sürdürmeye ve ona anlam

vermeye zorunlu olacaktır. Çünkü insanın yaşamaktan başka ne de başka bir ödevi

vardır.”100

Bu anlayışa göre; insan bir cemaatin ya da toplumun bir üyesi olsa da ona

mutlak bir şekilde bağlı olamaz.

Kişi eğer yabancılaşma yaşarsa toplumdaki maskeli hali ve iç benliği arasında

çatışma görülür. Bunu Freud’un “id, ego ve süper ego” kavramlarına benzetebiliriz.

Freud’a göre insanın id’i ile süper ego’su sürekli bir çatışma halindedir. İd özgürlüğü,

sınır tanımazlığı, yasaklara ve kurallara karşı çıkmayı, çılgınlığı temsil ederken süper

ego ise toplumun ahlak kurallarını, gelenek ve göreneklerini, kısıtlanmayı temsil eder.

Süper ego, id’in isteklerini baskı altına alan merkezdir. Kişi bu iki duygu arasında seçim

yapmakta zorlanır ve kararsızlık yaşar. Seçim yapmak zorunda olması kaygı yaşamasına

sebep olur. Bu psikolojik durum varoluşçuğun bazı özellikleri ile birebir aynıdır.

Kendine yabancılaşan birey, toplumdaki kendisi ile aklı temsil eden iç benliği

arasındaki uyuşmazlığı fark eder. Topluma / başkalarına yabancılaşan birey ise iç

benliği ile bilinçsiz toplumun yazgı düzeni arasındaki uçurumu algılar ve bu durum

karşısında iç benliğini maskeleyerek dışa açılır. Aklı temsil eden iç benlik ile doğayı

ve akıl dışını temsil eden izole benlik arasındaki çatışma bireyi içe kapatır....

Üç farklı hapsedilme ile karşı karşıyadır:

1. Durum: kendine yabancılaşarak, kendi kendinin içinde/benliğinde hapsolma

2. Durum: topluma/başkalarına yabancılaşma, dışlanma ve yalnızlığı içinde

hapsolma

3. Durum: bir yer/mekân ifadesi olan ve gerçek yaşamda kapatılmışlığı ifade eden

hapsolma şekli (hapishane- tımarhane)101

Bu üç durumda da görülen ortak özellik özgürlüğün kısıtlanışı kişinin benliği ve

toplumdan soyutlanması, yabancılaşmasıdır.

Marleau Ponty, Husserl’in varlıkbilimsel çalışmalarından yola çıkarak kendi

varoluşçuluk çizgisini yarattı. Ona göre insan kendini çevreden uzaklaşınca bulur.

Ama daha sonra ona yeniden yönelir. Sartre’dan farklı olarak Ponty, insanın öteki ile

ilişkisini zor bulur ama olanaksız görmez. İnsan dünyayı başkalarını tanıyarak

öğrenir, Sartre’ın savunduğu gibi bir başkası cehennem olamaz. Ponty ötekinin

‘öteki ben’ olduğunu savlar. Sartre insanların yapay birlikteliklerle de olsa toplumu

değiştirebileceklerini düşünürken Ponty, içtenlikli bir iş bölümüyle dünyanın

değişebileceğini öne sürer. 102

100 Çelik, Varoluş ve Roman, a.g.e., s. 5. 101 Deveci, a.g.e., s. 155. 102 Çelik, Varoluş ve Roman , a.g.e., s. 5.

Page 46: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

36

Kierkegaard ve Nietzsche aklın insanın bütünü ile çatıştığını düşünür.

“Akıl inancı silip süpürmekle tehdit etmektedir. Batılı insanlar dindar olmak ve

umutsuzluğa düşmeyi seçmeye zorlaya bir yol ayrımındadır. Kierkegaard bu

seçeneklerden birincisini yani Hıristiyanlığı tercih eder.”103

1.1.4.2. Fırlatılmışlık, Var Olmayı Unutma ve Otantik Varoluş Hali

Bu söz Alman düşünür Martin Heidegger’e aittir. “İnsan bu dünyaya ne tanrının

ne de kendi bilgisi ve isteğiyle gelmiştir. İnsan varoluş nedeninin asla bilemez. Bildiği

tek şey bu dünyaya, ‘hiçliğe’ öylesine atılmış, bırakılmış, fırlatılmış olduğudur.”104

Sartre bu düşünceyi benimseyen düşünürlerden biridir. İnsanoğlunun bu dünyaya kendi

istediği dışında fırlatıldığını, bu dünayaya geliş nedeninin ne olduğunu bilmediğini,

saçma ve anlamsız olan bu dünyadan yaşarken karşılaştığı zorluklar karşısında ne

yapacağını bilmediğini ifade eder.

1.1.4.3. Öznellik

Öznellik, bireysellik ile benzer özellikler gösteren, varoluşçu felsefenin önemli

unsurlarından biridir. “Bireyin varoluşu içerisinde diğerlerinden farklılığını ve

biricikliğini savunur; akılcı, dizgeci yöntemlerle bireysel varoluşun ve onun kendine

özgü deneyiminin izah edilemeyeceğini vurgular.”105

Descartes'çı öznellik ile varoluşçu öznellik arasında önemli farklar vardır.

Sartre’rın bu konu hakkındaki görüşü şöyledir:

Gelgelelim biz, «düşünüyorum» deyince, -Descartes'la Kant'ın felsefesine aykırı

olarak-kendimizi «başkasının karşısına çıkarmış, kendimizle birlikte «başkası»nı da

anlatmış oluyoruz. Giderek, başkası da bizim kadar kesinlik kazanıyor. Böylece,

«cogito» ile dolaysızca kendini kavrayan insan, aynı zamanda başkalarını da

bulmuş, kavramış oluyor; başkalarını kendi varoluşunun nedeni, koşulu olarak

görüyor. Anlıyor ki, başkaları kendini zeki, kötü, kıskanç saymayınca gerçekten

zeki, kötü, kıskanç alamıyor; ama sayınca da sahiden öyle oluyor. Yani, kendisiyle

ilgili bir gerçeğe varması için başkalarından geçmesi gerekiyor. İnsan kendini

kavradığında başkasının varlığı ile de ilişki içindedir. İnsanın kendini bilmesi için

başkasının varlığı gereklidir. Kişinin başkalarını tanıması ile başkalarının onu nasıl

tanıdığı da önemlidir. “Demek ki «başkası» hem varoluşum, hem de kendimi bilişim

için gerekli. Nitekim benliğimin tanınması, içerimin ortaya çıkarılması başkasının da

103 bkz. Heidegger Fikir Mimarları 15, çev. Ahmet Aydoğan, Say Yayınları, İstanbul, 2008, s.42. 104“Varoluşçu Felsefe”, http://docplayer.biz.tr/18191001-Varolusculuk-varolusculuk-felsefesi

nedir.html, (22.05.2017). 105“Varoluşçu Felsefe”, http://docplayer.biz.tr/18191001-Varolusculuk-varolusculuk-felsefesi-

nedir.html, (22.05.2017).

Page 47: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

37

tanınmasını; beni düşünen, bana karşı ya da benim için bir şeyler isteyen bir

özgürlük olarak onun da ortaya çıkarılmasına yol açıyor. Bundan sonra, «Özneler -

arası» adını vereceğimiz bir evren buluyoruz karşımızda. İşte bu evren içindedir ki

insan kendinin ve başkalarının ne olduğunu anlıyor.106

1.1.4.4. Umut /Umutsuzluk

Umuda karşı umutsuzluk en önemli varoluşçu unsurlardan biridir. İnanan bir

filozof olan Kierkegaard’a göre insan yaşamında sürekli bir hareket halindedir. İnsanın

özü tanrı ile ilişkilidir. İnsan tanrıdan uzaklaştıkça umutsuzluk artar. Umutsuzluğu

ortadan kaldırmak için insanın güçlü bir imana sahip olması gerekir.

…İnsanın yaşamında, insanın özünden varoluşuna doğru bir hareket vardır…

insanın özü Tanrıyla, sonsuz olan yüce varlıkla ilişkiyi gerektirir. İnsanın varoluş

hali, onun özünden uzaklaşmasının, yani Tanrı’ya yabancılaşmasının bir sonucudur.

Bundan dolayı, insanın bu dünyadaki yaşamı, “korku” ile “yılgınlık” ve insanın

sonluluğundan duyduğu “sıkıntı”yla doludur. Bir insanın eylemleri, onu Tanrı’dan

daha da uzaklaştırırsa, onun yabancılaşması ve umutsuzluğu da artar. İnsanın

Tanrı’ya yabancılaşması insanın umutsuzluğunu daha da artırıyor. İnsan, ancak

güçlü bir imanla bu umutsuzluğu aşabilir.107

Kierkegaard üç umutsuzluk türü olduğunu şu şekilde açıklar:

Bir benliği olduğunun farkında olmayan kişi, kendisi olmak isteyen umutsuz kişi ve

kendisi olmak istemeyen umutsuz kişidir. Bu noktada benliği olduğunun farkında

olmayan bilinçsiz kişiyi ve kendisi olmak isteyen, meydan okuyan kişiyi, bunun

yanında da kendisi olmak istemeyen buna gücü yetmeyen zayıf kişiyi görmekteyiz.

Benliği olduğunun farkında olmayan kişi bir bilince sahip değildir. Kendisi olmak

isteyen ve kendisi olmak istemeyen kişilerde ise bir bilinçlilik durumu söz

konusudur. Ancak bu kişilerde benliklerini oluşturma sürecinde kendi içlerinde

umutsuzluğu taşırlar. Farkındalıkla başlayan umutsuzluk, bilinçle artık bir acı

niteliği taşımaktadır. Çünkü umutsuzluk bilinç ve farkındalığın oluşmasıyla

artmaktadır. Bilinç ne kadar artarsa umutsuzlukta o kadar artmaktadır.108

Kierkegaard’a göre insan tindir ve kendisidir. İnsan zıtlıkların sentezinden

oluşan bir varlıktır. İnsan kendi ve çevresi ile ilişki halinde olan, eylemlerde bulunan,

yaşayan aktif bir varlıktır.

İnsan tindir. Ama tin nedir? Tin kendiliktir. Ama kendilik nedir. Kendilik kendi

kendisiyle ilgili olan bir ilişkidir veya ilişkinin kendisinin kendisiyle ilgili olduğu bir

ilişkinin içindedir; kendilik ilişki değildir ama ilişkinin kendi kendisiyle ilişkili

olmasından ibarettir. İnsan sonlu ve sonsuzun, geçici ile ezeli ve ebedinin, özgürlük

ve zorunluluğun bir sentezidir, kısaca bir sentezdir. Bir sentez iki faktör asında bir

ilişkidir. Böyle ele alındığında bir insan henüz bir kendilik değildir.109

106 Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 60-1. 107 Vedat Çelebi, S. Kierkegaard Ve J.P. Sartre’ın Varoluşçuluk Anlayışlarının Karşılaştırılması, Yüksek

lisans Tezi, s. 26. 108 Vedat Çelebi, “S. Kierkegaard ve J.P. Sartre’ın Varoluşçuluk Anlayışlarının Karşılaştırılması”,

Pamukkale Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Yüksek lisans Tezi), Denizli 2008,

s. 26. 109 Gödelek, a.g.e., s. 257.

Page 48: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

38

Kierkegaard umutsuzluğun ölümcül bir hastalık olduğunu savunur. Umutsuzluk

gerçek anlamı ile sonu ölümle biten ölüme yol açan bir hastalık anlamına gelir. Ancak

başka bir anlam ile bakacak olursak:

Gerçekten de kelimenin tam anlamıyla anlaşılacak olursa, bu hastalıktan birinin

öldüğü veya bu hastalığın bedensel ölümle sonlandığı doğru olmaktan çok uzaktır.

Aksine, umutsuzluğun işkencesi tam da budur yani ölememektir. Böylece, yatan ve

ölümle savaşan can çekişen birinin durumuna çok benzer. Dolayısıyla ölümcül hasta

olmak ölememektir- ama sanki yaşam umudu varmış gibi değil; hayır, bu durumdaki

umutsuzluk son umudun, ölümün bile mümkün olmamasıdır. Ölüm en büyük tehlike

olduğunda, insan yaşam için umut duyar ama insan daha da dehşetli bir durumla

karşılaştığında ölüm için umut besler. O halde, ölüm kişinin son umudu haline

gelecek kadar büyük bir tehlike olduğunda, umutsuzluk ölemiyor olmanın

avutulamazlığıdır.

Sartre insanın umutsuzluğu yaşaması, tek başına kalması ile meydana gelen

bırakılmışlığını varoluşçu öğelerden biri olarak ele alır. Burada Sartre’ın umuda karşı

umutsuzluk kavramını nasıl açıkladığına tanık oluyoruz. Sartre’a göre ne olursa olsun,

insanın, yapacağı bir gelecek vardır, el değmemiş bir yarın onu bekler, diye anlamak

doğru olur. Ama bu durumda da insan kendi başına bırakılmış olur. Sartre bırakılmışlığı

daha iyi kavramamız için öğrencisinin başından geçen bir hikâyeyi şöyle anlatır:

Öğrencim bir gün yanıma geldi. Düşmanla işbirliğine yanaştığı için annesi babasıyla

bozuşmuştu. Ağabeyisi ise 1940'ta bir Alman saldırısında ölmüştü. Delikanlı, biraz

ilkel ama soylu bir duyguyla, kardeşinin öcünü almak istiyordu. Gelgelelim,

annesinin ondan başka kimsesi yok. Kocasının yarı ihanetinden ve büyük oğlunun

ölümünden dolayı adamakıllı üzgün. Tek tesellisi küçük oğlu, tek dayanağı o şimdi.

Genç adam için o anda seçilecek iki yol var: Birincisi, İngiltere'ye geçerek özgür

Fransız Kuvvetleri»ne katılmak, yani annesinden ayrılmak; ikincisi, annesinin

yanında kalarak onun yaşamasına yardım etmek, yani savaştan kaçmak. İyice biliyor

ki, annesi ancak kendisine dayanarak yaşamaktadır ve ondan ayrılırsa ya da ölürse

kadıncağız derin. Bir umutsuzluğa yuvarlanacaktır. Yine biliyor ki, annesi için

yapacağı hareketin somut (müşahhas), belli bir sonu vardır: Onurlu yaşamasını

sağlamak. Ama gidip dövüşmek için yapacağı hareketin elle tutulur, belli bir sonu

yoktur: Belki de suya düşecektir emekleri, hiçbir işe yaramayacaktır. Nitekim

İngiltere'ye gitmek için İspanya'dan geçerken yakalanıp bir toplama kampında

süresiz kalabilir. Yahut İngiltere'ye ya da Cezayir'e varır da orada bir büroda

yazıcılıkla görevlendirilebilir, bunun sonucu savaşa katılmayabilir. Bu durumda

delikanlı apayrı iki eylemle karşı karşıyadır: Biri somut, araçsız, ancak bir kişiyle

ilgili bir eylem; öteki daha geniş bir toplulukla, bir ulusla ilgili, sonu bellisiz, belki

de boşa çıkacak bir eylem...

Sartre ise umutsuzluk hakkında şu görüşleri savunur:

Bir başına bırakıldığımız için, varlığımızı biz kendimiz seçeriz. Bırakılmışlık

bunaltıyla birlikte yürür. Umutsuzluğa gelince, pek basit bir anlamı vardır bu sözün.

O da şudur: Umutsuzluk, irademize bağlı olan şeylere ya da eylemimize yol açan

olasılıklara (ihtimallere) güvenmekle yetineceğiz demektir. Gerçekten de, insan bir

şey istemeye görsün, durmadan olasılık öğeleriyle (unsurlarıyla) karşılaşır.110

110 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 51.

Page 49: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

39

Sartre’a göre insan edindiği tecrübeler sonunda kendini bulabilir. Yaşamda

çektiği sıkıntılar ve acılar onu doğru yola götüren basamakları oluşturur. İnsan ancak bu

şekilde kendini ve kendi yolunu bulabilir. Bu kendi özünü oluşturması için önemlidir.

“İnsan kendini bulmalı, özünü elde etmeli ve şuna da inanmalıdır: Hiçbir şey, Tanrının

varlığını gösteren en değerli kanıt dahi, kişioğlunu kendinden, benliğinden kurtaramaz.

Varoluşçuluk bir çeşit iyimserliktir bu anlamda, bir çift eylem, çalışma öğretisidir.”111

Umutsuzluk konusunda Sartre seçme eyleminin insana basit eylemler için

bunaltı vermediğini savunur. Günlük yaşamda yapılan yemek seçimi gibi kısa süreli

eylemler insana bunaltı vermez. Ancak insan başkalarına karşı sorumluluk duyduğunda

bunaltı meydana gelir. Bu da daha çok insanlara olan davranışsal yaklaşımlarımızdan

kaynaklanan bir bunaltı halidir.

Umutsuzluk, ya da bunaltı yalnızlık duyan ve karar vermeye uğraşan kimsenin

vereceği karardan çok daha köklü bir şey sizin için. Oysa insan durumunun bilincine

pek seyrek varır. Evet, insan her zaman seçer, ama umutsuzluk ve bunaltı her zaman

görülmez. Sartre: Elbette, katmerli börekle kaymak pasta arasında bir seçme

yaparken, bunu bunaltı içinde yaptığımı söylemek istemiyorum. Bunaltının sürekli

oluşu, ilk seçiş halinin sürmesine bağlıdır. Gerçekte bunaltı, bence, edimlerin tam

duyulanamayışından gelen ve herkese karşı duyulan bir sorumluluktur.112

Varoluşçuluk eylemsizliğe karşıdır. İnsanın yaşamında her zaman eylem ve

hareket olmalıdır. Bu işi ben yapmasam da başkası yapar dememelidir. Sartre’a göre

insan kendisini nasıl tasarlarsa öyle olur tüm yaptığı eylemlerin toplamından ibarettir.

Sartre eylemi gerçeklik olarak görür. “Çünkü o, ‘ancak eylem içinde, iş içinde gerçeklik

vardır’ der. Hatta daha da ileri gider: İnsan kendi tasarısından başka bir şey değildir;

kendini yaptığı, gerçekleştirdiği ölçüde vardır; yani hayatından, edimlerinin (fiillerinin)

toplamından ibarettir!”113

Buna şöyle bir örnek verebiliriz. Üniversite yaşamı boyunca tüm etkinliklere,

sertifika programlarına katılan bir kişi üniversiteden mezun olduğunda gerekli olan tüm

şartlara sahip olmakta ve donanımlı hale gelmektedir ve böylece rakiplerinden bir adım

önde olarak işe başlama şansını yakalar. Ne ekersen onu biçersin sözü bu konuyu iyi bir

şekilde açıklamaktadır. İnsanın yaptığı her eylem ve gösterdiği çaba zamanı geldiğinde

kişisel gelişimine ve kendi özüne katkıda bulunmaktadır.

111 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 74-5. 112 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 79. 113 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 55.

Page 50: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

40

1.1.4.5. Bireysel Özgürlük ve Düzene Başkaldırı

Varoluşçuluğun en önemli özelliği yani; insanın en değerli tutkusu özgür

olmasıdır.

Doğa yasaları ise, insanın hayatta kalabilmesi için ona sınırlamalar getirmiştir.

Yemek yemek, uyumak, barınmak gibi zorunluluklarının yanı sıra insan, toplumun

kendisinden istediklerini yerine getirmek üzere bir takım kimlikleri benimsemek

durumunda kalmıştır. Yeraltından Notlar’da söylendiği gibi, insan bir tenis topuna

benzemektedir; tenis topunun hızlı ya da yavaş gitmesi tenis topunun elinde değildir.

İnsan örnekteki tenis topu gibi eylemlerinde özgür değildir, ancak ondan farklı

olarak özgür olmayı isteme bilincindedir.114

Marcel insanın özgürlüğü ile sınandığını öne sürer. İnsan “insan tanrının

varlığını benimseyerek varoluşunu gerçekleştirirse mutlu olur. Tanrıyı bulmak, içe

dönüşle mümkündür. İnsan içine dönerek önce benine sonra tanrıya sonra dünyaya

yönelir.115

1.1.4.6. Bireysel Ahlak Anlayışı

Bireysellik öznellik ve yalnızlık ile ilişkili olan varoluşçuluğun önemli

öğelerinden biridir. Bu öğelerle bağlantısı olmasına rağmen tamemen aynı değil

bunlardan ayrılan yönleri olan bir kavramdır.

Kierkegaard yazılarında doğru ve yanlışın ayırt edilebileceği rasyonel ve objektif

hiçbir normun olmadığını vurguluyordu. Birey için en yüksek iyi hayatını

adayabileceği, uğrunda ölebileceği kendi doğrusunu arayıp bulmaktan geçiyordu.

Kierkegaard dini bütün bir Protestan olmasına rağmen Danimarka kilisesi ile

savunduğu bireyci ahlak anlayışı ve otorite karşıtı tavrı ile karşı karşıya gelmiştir.116

Öznellik ve özgürlük konusunda Kierkegaard şöyle bir açıklamada bulunur:

Öznellik ve hakikatin somutluğu beraberce ışıktır. Bilime veya kuralların yönettiği

ahlaksallığa bağlı olan birisi şaşırmıştır ve bu karanlık durumdan kurtarılması

gerekir. Dönüştürülmüş birey özgürleşmiştir. Bir kere o bir aydınlanma evresinden

diğerine geçmekte özgürdür. Bu, özgürlüğün birincil egzersizidir ve eğer insan

özgür olmasaydı aydınlanamazdı çünkü bir olgu durumunun doğruluğunu kabul

etmek somut bir bireyin eylemidir ki bu eylemi kendisinden başka kimse onun

yerine yapamaz.”117

Özgürlük somut koşullarda ortaya çıkar ancak soyut olan kavramlar ile de

bağlantılıdır. İnsan özgürlüğü istediğinde başkalarının özgürlüğünü de gözetmelidir aksi

takdirde kendi özgürlüğünü de gözetemez.

114 Çelik, Varoluş ve Roman , a.g.e., s. 11. 115 Çelik, Varoluş ve Roman , a.g.e., s. 5. 116“Varoluşçu Felsefe”, http://docplayer.biz.tr/18191001-Varolusculuk-varolusculukfelsefesinedir.html,

(22.05.2017) 117Kamuran Gödelek, Kierkegaard, Say Yayınları, İstanbul, 2010, s. 55.

Page 51: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

41

Her somut koşulda özgürlüğü istemekten başka amacımız olamaz. Bırakılmışlık

içinde insan, ortaya değerler koyduğunu bir kez anladı mı, artık bir tek şey

dileyebilir: Bu da, bütün değerlere temellik eden özgürlüktür. Gelgelelim, «insan

özgürlüğü soyut olarak ister,» demek değildir bu. <<iyi niyetli, dürüst kişilerin

edimlerinde özgür olmaları>> demektir. Devrimci bir sendikaya giren kimse, somut

amaçlara varmak ister. Gerçi bu amaçlar soyut bir özgürlük istemini de kapsar, ama

özgürlük somut içinde bulunmak ister. Bize gelince, her özel durumda biz de

'özgürlük için özgürlük' isteriz. Ama özgürlüğü isteyince, onun tümüyle başkalarının

özgürlüğüne, başkalarının özgürlüğünün ise bizimkine bağlı olduğunu anlarız. Gerçi

insanın tanımı olarak özgürlük, başkasına bağlı değildir; ama ortada bir bağlanma

olunca iş değişir: O zaman kendi özgürlüğümle birlikte başkalarının da özgürlüğünü

istemek zorunda kalırım. Başkalarının özgürlüğünü gözetmezsem, kendi

özgürlüğümü de gözetemem.118

Varoluşçuluk adlı kitapta özgürlük konusunda şöyle bir ifadeye yer verilir.

«İnsan özgür olmaya mahkûmdur, zorunludur» ... Zorunludur: çünkü yaratılmamıştır.

Özgürdür, çünkü yeryüzüne geldi mi, dünyaya atıldı mı bir kez, artık bütün

yaptıklarından sorumludur.119

Varoluşçu düşünürler belli tabakalardan olan insanların gündelik hayatında

yaşadığı sıkıntıları, umutsuzluğu ve yalnızlığını açıklar ve aynı zamanda kişinin bu

durumdan kurtulup özgürlüğünü kazanmasını, özünü ve benliğini ortaya çıkarmasını,

baskıcı sisteme başkaldırmasını ister. Bu yüzden öznellik ve bireysellik varoluşçular

için çok önemli kavramlardır.

Varoluşçu yazarlar çağımız kişisinin (kimine göre bu kişi büyük burjuva, kimine

göre işçi, kimine göre küçük burjuva, kimine göre ise bütün insanlıktır)

bırakılmışlığını, yalnızlığını, boğuntusunu, umutsuzluğunu güvensizliğini

belirtmekle yetinmezler. Bu kişinin kendini tanımasını, özünü yaratmasını, benliğini

kazanmasını, baskıdan kurtulmasını da isterler. İnsanı ezen teknik düzene, kişiliğini

silen toptancı topluma, benliğini çiğneyen zorbalığa karşı koyar, gerekirse

başkaldırırlar. Bu yüzden öznelliğe ve bireyliğe büyük önem verirler. Öznellikten

kalkarak bireyciliğe varırlar.120

Varoluşçular ahlaksal seçişi bir boyun eğme değil yaratma olarak görür.

Varoluşçuluğun kötümser olması konusunda insanın özgürlük duygusudur.

…Varoluşçulukta bir kötümserlik varsa, gerçekte bunu bir çeşit «iyimserlikte

katılık» diye düşünmek gerekir. Bu katı iyimserlik, gerekçilik uğruna, insanların

eksiklerini, kusurlarını hoş gören bir sorumluluğu tanımaz. Onun gözünde

varoluşçuluk bir eylem ve özgürlük hümanizmasıdır. Varoluşçuluğun öznelciliğine

gelince o da, komünistlerin ileri sürdükleri gibi burjuva kökenli oluşunun bir belirtisi

değildir; insanı bir nesne gibi görmeyi istemeyişinin bir işaretidir. Çünkü bu

öznelcilik, özneler arası ilişkileri kapsar; insanın varoluşu ancak başkalarıyla olan

ilişkilerine göre belirlenir, evrenselliği de özünde değil durumundadır: Her insan,

durumunun somut gerçekliğiyle öbür insanlara bağlanır. Bundan dolayı, özgürlüğün

hem tek insan için, hem de bütün insanlar için istenmesi gerekir. Böylece özgürlük

118 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 68-9. 119 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 47. 120 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 11.

Page 52: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

42

ve insancılık temeli üzerinde bir ortaklaşalık oluşacaktır. Bu, açık bir insancılıktır,

her gün yeniden kazanılacaktır. 121

Sartre’a göre, insan kendini nasıl yaparsa öyle olur. “İnsan, var olduktan sonra

kendini kavradığı gibidir, varlaşmaya doğru yaptığı bu atılımdan sonra olmak istediği

gibidir. Kendini nasıl yaparsa öyledir yani. Varoluşçuluğun baş ilkesi de budur işte.

Buna «Öznellik» adını verenler de var. Onlar bizi öznellikle suçluyorlar.”122

Gelgelelim, bu estetik özlem uzun süre tutamaz Sartre'ı. Bulantı'da bulunmayan,

ama sonraki eserleri egemenliği altına alan bir sözcük belirir: «Özgürlük» sözcüğü.

Denebilir ki Sartre'ın eserleri Bulantı'dan kalkar, Sinekler'den geçerek Özgürlük

Yolları'na varır. Böylece, evrenden insana, nesneler arasında edinilmiş aldanışlardan

bilinci sıyırmaya doğru yol alır: kendine döner. Bilinç sanki temelsizmiş, sanki

değersizmiş, sanki doğrulanamazmış gibi duyar kendini: zorunsuz ve olumsal bir

dünyada· zorunsuz ve olumsal (contingent) bir veri olarak.123

Sartre insan olması gereken şeydir sözü ile şunları anlatmak istemiştir:

Gelgelelim, varoluşçular doğru bulmazlar böylesi bir düşünüşü, çürük inanışı.

Varoluşçu için gerçekten oluşan aşktan başka aşk ve bu aşkta görülen olanaktan

başka olanak yoktur. Kendini sanat eserlerinde gösteren dehadan başka deha yoktur.

Örnekse, Proust'un dehası eserlerinin bütünüdür; Racine'in dehası yazdığı bir sürü

trajedidir, bunun dışında hiçbir şey yoktur. Öyle ya, yeni bir trajedi yazamayınca, ne

diye Racine'e onu yazmak olanağını bağışlayalım? İnsanoğlu hayatına bağlanır,

orada kendi resmini çizer, bu resmin dışında bir şey yoktur. Elbette, bunu düşünmek,

hayatta başarı kazanamamış kimselere bir yanıyla acı, sert görünebilir; ama öbür

yanıyla da, yalnızca gerçeği göz önünde tutmaları gerektiğini öğretir onlara:

Hayaller, umutlar, bekleyişler bir insanı ancak yerine gelmemiş bir hayal olarak,

suya düşmüş bir umut olarak, boşa çıkmış bir bekleyiş olarak tanımlamaya yarar.

Yani onları olumluca değil, olumsuzca tanımlar. Bununla birlikte, «İnsan ikendi

hayatından başka bir şey değildir,» derken, «Bir sanatçı salt eserlerine göre

yargılanır,» demek istemiyoruz. Çünkü daha başka binlerce şey onu tanımlamaya

yardım eder, tanımlamada yer alır. Bununla şunu demek istiyoruz: İnsan bir

girişimler zinciridir. İnsan, bu girişimleri yaratan bağlantıların toplamı, örülüşü ve

bütünüdür.124

Varoluşçu felsefeye göre insan kendi kaderini kendi oluşturur. Kişi hayatını nasıl

çizmek isterse özgürlüğü sayesinde istediği gibi hareket eder. Umut, varoluşçu felsefede

eylem ve deneyim ile bir ilişki gösterir ve kişi umudu sayesinde cesaretli hale gelebilir.

“Varoluşçuluk umudun ancak eylemde bulunduğunu, kişiyi yaşatacak tek şeyin edimleri

olduğunu öne sürer; ama buna dayanarak varoluşçuluğu insanın cesaretini kırmaya ve

hareketten alıkoymaya yeltenen bir felsefe saymak yanlıştır.” 125

Sözcük anlamı olarak başkaldırı; ayaklanma ve isyan anlamına gelmektedir.

...başkaldırı varoluşsal açıdan, akıldışı bir dünyaya ve bu dünyadaki yaşamın

anlamsızlığına karşı bir tepkidir... Saçma olarak algıladığı dünyayla çatışan birey,

121 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 102-3. 122 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 39-40. 123 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 112-3. 124 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 56-7. 125 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 59.

Page 53: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

43

verilmiş olanı yıkarak akıl yoluyla yeni bir kendilik dünyası yaratmak için

başkaldırır. Bu açıdan kendinde varlık (bilinçdışı) olarak adlandırdığı dünyaya/

yaşama iki farklı şekilde tepki verir. Bunlardan ilki eyleme dönüşmeyerek sadece

düşünce aşamasında kalan ve içsel bir yargılama şeklinde görüngülenen düşünsel

başkaldırı; ikincisi ise, düşünsel başkaldırıyla bağlantılı olarak gerçekleşen eylemsel

başkaldırıdır.126

“Varoluş özden önce gelince, verilmiş ve donmuş bir insandan söz edilemez

elbet. Önceden belirlenmiş, donmuş bir doğa açıklanamaz çünkü. Başka bir deyişle,

gerekircilik, kadercilik yoktur burada, kişi özgürdür, insan özgürlüktür.”127

Sartre’a göre özgürlüğe kavuşmak için insan bulantıyı aşmalıdır. İnsan tanrı

tarafından dünyaya fırlatılarak fiili olarak özgür bırakılmıştır. İnsan bulantılı bir baş

dönmesi, yaşadıktan sonra özgürlüğü sayesinde hayatının anlamına varır. İnsan özgür

olduğu sürece yaşamın anlamını kavrar. Bir şeye başkaldırıda bulunduğu zaman insan

özgürlüğünün tadına varır. Umutsuzluğun öbür yanında özgürlük vardır ve hayat

bununla başlar.

(…)özgürlüğe giden yolları bulmak için bu zorunsuzluğu görmek, bu saptamadan

(tespitten) dolan bulantıyı aşmak yeter. İnsanın bir nedeni (sebebi), bir temeli yoksa

bu, kendi kendinin nedeni, kendi kendinin temeli olmasındandır: Eğer dıştan hiçbir

şey ona bir değer vermiyorsa bu, kendi kendinin değeri olmasındandır. Eğer

bırakılmışsa bu, fiili özgür olmasındandır. Nitekim hareketlerini ne tanrısal bir

buyuruya, ne de eşyada yahut kendinde bulunan ussal bir ilkeye göre yapar. Gerçi

özgürlüğünün açtığı uçurum önünde bunaltılı bir baş dönmesi duyar; ama hayatının

anlamı da bu özgürlükten gelir. Yaşaması ancak bu özgürlükle bir anlam kazanır.

Özgürlük verimli ve uyarıcı bir sözcüktür. Bir şeye karşı koyuyorsak onun verdiği

coşkuyla koyuyoruz. Öyleyse, kartları açalım artık: Hayat umutsuzluğun öbür

yanında başlar. 128

Sartre’a göre insanın özgür bir varoluş olması ile ilgili ise kişinin özünü önceden

belirleyemediğini; ancak bireysel yaşama tecrübeleriyle zaman içinde bu özü

oluşturduğunu bunu da özgür varoluşu sayesinde yapabildiğini savunur.

<<İnsan yapılması gereken bir seçimdir>>diyorsunuz. Çok güzel. İnsan, her şeyden

önce, şu andaki varlıktır. Doğal gerekirciliğin dışında bir varlık. Kişioğlu özünü

önceden belirleyemez, onu bireysel yaşama işlevi içinde kazanır. -Bunun üstünde bir

insan doğası yoktur, ancak belli bir anda verilmiş özgür bir varoluş vardır.129

1.1.4.7. Kaygı / İç Sıkıntısı / Bunaltı/ Öfke / Korku

Varoluşçu felsefenin önemli olan bir diğer özelliği ise kaygı ve iç sıkıntısıdır.

Kaygı kavramı Kierkegaard’ın üzerinde durduğu bir temadır. Çoğu varoluşçu filozof

126 Deveci, a.g.e., s. 155. 127 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 46-7. 128 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 112-3. 129 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 83.

Page 54: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

44

kaygı kavramı üzerinde durmuş ve insanın varlığı ile kaygı kavramını

ilişkilendirmişlerdir.

Heidegger, insanı/Dasen’i açık bir imkânlar dünyası içinde düşünür. Dasein, bu

şekilde açık imkânlar dünyası içinde kaygı olmakta. Sartre, kaygıyı-bulantı ile

birlikte insan varlığına yükler. Onda da kaygı belli bir nesneden kaynaklanmaz,

insanın kendisi olur. Varoluş felsefesinin kaygı üzerine bu kadar yoğunlaşmasının

nedeni çağın koşullarında aranmalıdır. Savaşın içinden çıkmış insanlar dünyada

tutunabilecekleri hiçbir değer bulamazlar. Yaşamlarını bir boşluğun içine düşmüş

olarak algılarlar. Onlar bir anda her şeylerini kaybedebilmektedirler. Böyle bir

ortamda insanların korku ve kaygıyla yaşaması onların yaşamının içeriği olur.

Varoluş felsefesi de çağın insanın bu durumunu kaygı kavramı ile anlatmaya

çalışmıştır. Kaygı, artık dışarıdaki nesnelerden gelmemekte; varoluştan, var

olmaktan kaynaklanmakta ve unutulmuş insan varlığının kendisi olmakta. Sartre’a

göre Tanrının olmaması bu kaygıyı arttırmıştır. Tanrının olmaması ile mutlak

değerler ortadan kalkmıştır. Bizim yerimize sonsuz iyiyi ve güzeli düşünen bir

evrensel bilinç yoktur. İnsanlar, artık yalnızdır ve yeryüzünde kendi başına

kalmıştır. Bu yalnızlık kaygıyı taşır130

1.1.4.8. İç Daralması

İç daralması, bunaltı, sıkıntı, kaygı ile birlikte varoluşçu felsefenin önemli

özelliklerinden biridir. İnsan belirsiz bir dünyanın içinde bulunarak çoğu zaman korku

ve kaygı hisseder ve seçim yapma ikilemi insanda bu kaygıya sebep olur.

İç daralması, kaygı, bunaltı, titreme, ürperti, boğuntu, bulantı ya da can sıkıntısı”

şeklindeki terimlerden birisine varoluşçu eserlerde sıklıkla rastlanır. İnsan

varoluşundan dolayı belli korku ve kaygılar hisseder. Kierkegaard,

Danimarkaca’dan İngilizce’ye “dread” sözcüğüyle çevrilen bu korkunun kaynağının

bireyin dünyanın kesinlik arz etmeyen (olumsal) tabiatını idrak edisinden geldiğini

ve tanrının tam da bu korku yardımıyla her bireyi kendine ait bir değer sistemi ve

yol belirlemeye çağırdığını söylemiştir.131

Varoluşçu unsurlardan biri olan bunaltı kavramı hakkında Sartre’ın görüşü şu

şekildedir:

Varoluşçular yürekten karşılık verirler: «İnsanlık bunaltıdır!» derler. Bunun anlamı

şudur: Bağlanan ve yalnızca olmak istediği kimseyi değil, bir yasa koyucu olarak

bütün insanlığı seçen kişi, o derin ve tümel (külli) sorumluluk duygusundan

kurtulamaz. Doğrusu, birçokları bu sıkıntıyı (bu iç daralmasını, bu bungunluğu, bu

boğuncu) yaşamazlar. Ama biz yine de şunu öne süreceğiz: Onlar, bunaltılarını

maskeleyerek ondan kaçarlar. Nitekim çoğu kimseler yaptıklarının yalnızca

kendilerini bağladığına, yalnızca kendilerini sorumlu kıldığına inanırlar. Bu yüzden,

<<Her koyun kendi bacağından asılır,» derler. Kalkıp da onlara, «Ya herkes de sizin

gibi yaparsa, o zaman ne olur?» diye sorarsanız, omuzlarını silkerek cevap verirler :

130 Sinan Kılıç, “Jean Paul Sartre’nin Varoluş Felsefesinde Öteki Kavramı”, Akdeniz Üniversitesi, Sosyal

Bilimler Enstitüsü (Yüksek Lisans Tezi), Antalya 2006 s.48-9.

Sinan Kılıç, “Jean Paul Sartre’nin Varoluş Felsefesinde Öteki Kavramı”,

https://www.scribd.com/.../Jean-Paul-Sartre-ın-Varolus-Felsefesinde-Oteki-Kavrami, (22.05.2017). 131 “Varoluşçu Felsefe”, http://docplayer.biz.tr/18191001-Varolusculuk-varolusculuk-felsefesi nedir.html,

(22.05.2017).

Page 55: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

45

<<Herkes de böyle yapmaz ki!» Ne olursa olsun, biz yine de durmadan sormalıyız

kendi kendimize: «Ya herkes de bizim gibi yaparsa sonu nice olur?»132

Sartre’a göre bırakılmışlık bunaltıyla birliktedir. Dünyada bize yol gösteren biri

ya da genel ahlak kuralları yoktur. İnsan dünya üzerinde yalnızdır, ne yapacağımızı

gösterecek bir biri ya da ahlak kuralları olmamasından ötürü, yapacağımız seçim sadece

bizi ilgilendirir. Sonuç olarak Sartre son derece katı bir ahlak getirdiğine inanır.

“Çünkü burada insan “yasalar”, “görenekler”, “alışkanlıklar”, “töreler” arkasına

saklanamaz. Burada “karakter”, “soy” ya da “tutku” gibi özürler de kabul edilmez.

Burada herkes kendi eyleminin sorumluluğunu kendi üzerine almıştır.”133

Sartre bunaltı ve yalancılık arasında bir bağlantı olduğunu dile getirir. Aslında

yalan söylemek ve bunu maskelemeye çalışmak bunaltıyı meydana getiren asıl şeydir.

Bunaltı ve sorumluluk da birbiri ile ilişkili konulardan biridir.

İnsan bu tasalandırıcı düşünceden ancak kendini aldatarak kaçabilir. «Herkes böyle

yapmaz,» diye yalan söyleyen ve özür uyduran kimsenin içi rahat değildir aslında.

Çünkü yalan söylemek olayı, yalana verilen evrensel değeri de içine alır, onu

yanında taşır. Bu değer maskelendiği zaman dahi bunaltı kendini gösterir.

Kierkegaard bunu «İbrahim'in bunaltısı olarak açıklar.134 Çünkü bunaltı bir sürü

olanakla yüz yüze getirir onları. Komutanlar bu olanaklardan birini seçince, ancak

seçildiği için bir değer kazandığını bilirler onun. Ayrıca, varoluşçuluğun sözünü

ettiği bu çeşit bir bunaltı, ancak sorumlulukla açıklanır; ancak bağladığı öbür

insanlar karşısında doğruca beliren bir sorumlulukla anlaşılır. Görüldüğü üzere, bizi

eylemden ayıran bir perde değildir bunaltı; tersine, bizi eylemle birleştiren, harekete

götüren bir olaydır, eylemin bir parçasıdır.135

Dostoyevski’nin “Tanrı olmasaydı her şey mübah olurdu.” sözü varoluşçuluğun

çıkış noktası olarak kabul edilir. “Gerçekten de, Tanrı yok ise her şey yeğdir (mübahtır),

hiçbir şey yasak değildir. Bu demektir ki insan, kendi başına bırakılmıştır. Ne içinde

dayanacak bir destek vardır, ne de dışında tutunacak bir dal. 136

Tanrı olmadığı için insan bir başına bırakılmıştır. Elbette, bunu söylemekle iş

bitmez. Doğuracağı sonuçları sonuna kadar izlemek gerekir bu deyimin. Bundan

ötürü varoluşçular, elden geldiğince az kayıpla Tanrıyı ortadan kaldırmaya yeltenen

belli bir laik ahlak anlayışıyla çatışırlar, karşı çıkarlar böylesi bir anlayışa.137

132 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 42-3. 133 Akarsu, a.g.e., s. 234. 134 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 43. 135 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 45. 136 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 46-7. 137 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 45.

Page 56: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

46

1.1.4.9. Saçma / Sorgu

Usdışı-anlamsız-saçma-belirsiz: Evren varoluşçu yazarlara göre usdışı, anlamsız

ve saçmadır. “Evrene anlam veren hep insan olmuştur. Varoluşçu literatürde böylesi

sözcüklerin sıkça geçmesi, varoluşçuluğun insanlık durumu hakkında olumsuz ve

kötümser bir görüşe sahip olduğu iddialarına sebep olmuştur.”138

Sokratesçi bilmeme Sokrates’in kurallardan ve sofistlerin yönteminden destek

almadan tek başına düşünen bir birey olarak kendisinin farkında olmasından

kaynaklanır. O kendisini bu dünyada oturmuş, bu dünya hakkında sorular soran, var

olan somut bir birey olarak görür. Bu bilgisizlik saçmanın (absürd) yani irrasyonel

(akıldışı) ve açıklanamaz bir olgu olan, bir bireyin içinde yaşadığı dünyada yaşaması

olgusunun öncüsüdür. Saçma, insanın durumunun bir ölçüde genelleştirmelere ve

sistem oluşturmalara ayrılmaz bir şekilde bağlı olmasıdır. İnsanın dünyada somut bir

şey olarak var olması kaba bir olgudur. Saçmayı kabul etmek paradoksu kabul

etmektir ve bunun için de kişinin inanca gereksinimi vardır.139

Birey kendinin farkında olması ile birlikte tüm dünyaya, her şeye sorgulayarak

bakmaya başlar.

Varoluşun özgürlüğünü duyumsayarak kendilik bilincine ulaşan birey dünyaya,

yaşama ve varlığa sorgulayıcı bakar. Bilinçli bir algılama süreci olan bu

sorgulamada birey kendilik gerçekleri ile yaşam/ dünya gerçekleri ile arasında

aykırılık hissederse saçma duygusuna kapılır. Dolayısıyla saçma duygusu dünyayı

ve yaşamı akıl yoluyla anlamlandırma gayreti içerisindeki bireyin akıldışı olana

karşı oluşturduğu bir bilinç halidir. Bu bilinç kendilik dünyasını gerçekleştirebilmek

için saçma olana karşı başkaldırır.140

1.1.4.10. Seçim / Sorumluluk

Özgür seçim: Varoluşçuluğun esasları arasında ön sıralarda görünen bir tema

özgür seçimdir. İnsan özgür bir varlık olması sayesinde karşısına çıkan seçenekleri

istediği gibi değerlendirme şansına sahiptir.

İnsan bir boşluğa atılmıştır, çevresi belirsizlikle çevrilidir. Akılcı ve objektif

değerlendirme yapabileceği bir dünya değildir burası. Olsa olsa “saçma” bir

dünyadır. Ama yine de ölüme kadar, o son nihai noktaya erişinceye kadar yaşamak

ve seçmek zorundadır. Seçimleri insana bir “öz” verecektir. İnsan özgür iradesiyle

yaptığı seçimler sonucu kendisini yaratacaktır.141 … İnsan daha önce tanımlanamaz,

belirlenemez; hiçbir şey değildir. Ancak sonradan bir şey olacaktır ve kendini nasıl

yaparsa öyle olacaktır. Kavrayacak, tasarlayacak bir Tanrı olmayınca, insan doğası

diye bir şey de olmaz bu durumda. İnsan yalnızca kendini anladığı gibi değil, olmak

istediği gibidir de.142

138“Varoluşçu Felsefe”, http://docplayer.biz.tr/18191001-Varolusculuk-varolusculuk-

felsefesinedir.html, (22.05.2017). 139 Gödelek, a.g.e., 54-5. 140Deveci, a.g.e., s. 39. 141“Varoluşçu Felsefe”, http://docplayer.biz.tr/18191001-Varolusculuk-varolusculuk-felsefesinedir.html,

(22.05.2017). 142 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 39.

Page 57: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

47

Wahl ve Sartre’a göre bireyin varoluşu tehlikededir. Sartre bu kurtuluşu insanın

sorumluluğunu yüklemesine bağlar. Seçimleri ve eylemleri ile olmak istediği kişi

olacaktır ve kendini gerçekleştirecektir.

Wahl, bugünkü düzende «bireyin varoluşunun büyük bir kumarda öne sürülen para

gibi tehlikede» olduğuna inanır. Tehlikeden kurtulması, Sartre'a göre,

sorumluluğunu yüklenmesine, durumunu kavramasına bağlıdır. Mademki kişioğlu

dünyaya atılmıştır, kendi başına bırakılmıştır, öyleyse yaptıklarından sorumludur.

Nitekim o, kendini nasıl kurarsa öyle olacaktır. Tasarılarına, seçmelerine,

eylemlerine göre varlığına bir öz kazandıracaktır. Edimleriyle kendini

gerçekleştirecektir. Gerçekleştirmelidir...143

Varoluşçuluğa göre insanın hayattaki seçimlerindeki tüm sorumluluk kendisine

aittir. Ancak ve ancak bilinçli olan insan kendini seçerken diğer insanları da seçer.

Sartre bunu şu şekilde açıklamaktadır:

İnsan kendi kendini seçen dediğimizde, her birimizin kendi kendini seçmesini

anlıyoruz bundan. Ama insan kendini seçerken bütün insanları da seçer. Kendini

seçmesi bütün öbür insanları da seçmesi demektir aynı zamanda. Olmak istediğimiz

kimseyi yaratırken, herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlarız. Hiç bir edimimiz

yok ki, olmasını zorunlu saydığımız bir insan tasarımı (tasavvuru) doğurmasın

bizde. Öte yandan, bütün insanları seçerken insanoğlu kendini de seçmiş olur. Şöyle

ya da böyle olmayı seçmek, bir bakıma, seçtiğimiz şeyin değerli olduğunu belirtmek

demektir. Çünkü hiçbir zaman kötüyü seçmeyiz. Hep iyiyi (iyi sandığımızı) seçeriz.

Herkes için iyi olmayan şey, bizim için de iyi olamaz.144

Aynı zamanda insan sorumluluğu sayesinde bütün insanları seçerken kendini de

seçmektedir. Birey ve diğer insanlar arasında yaptığı eylemlerle birbirini, etkileyen bir

bağ vardır. İnsanın meydana getirdiği en küçük bir hareket bile kelebek etkisi gibi diğer

olayları etkiler ve gidişatın değişmesine sebep olur. Bunu da şu şekilde açıklar:

…Varoluş özden önce gelince ve biz, tasarımıza göre varlaşmak isteyince, bu tasarı

herkes için bütün çağımız için bir değer ve geçerlik kazanır. Böylece,

sorumluluğumuz düşünemeyeceğimiz kadar büyümüş olur, giderek, sonunda bütün

insanlığı kucaklar. Bir işçiysem, sosyalist olmayı değil de, bir Hıristiyan sendikasına

girmeyi seçersem, bununla şunu belirtmiş olurum: «İnsana düşen, alınyazısına

katlanmaktır; tevekküldür, boyun eğmektir. Çünkü bu dünyada saltanat yok insan

için! Gelgelelim, bu hareketimle, bu seçişimle yalnızca kendimi bağlamış olmakla

kalmam, herkes adına tevekkülü salık vermekle bütün insanlığı da bağlamış olurum. 145

Sartre’a göre insan her zaman bir durum içindedir. Kendine ait bir çevresi,

geçmişi vardır ve ona anlam veren kendisidir. İnsanın omuzlarına çöken seçme

sorumluluğu onu bunaltmamalıdır. İnsan özgürce dilediğini kendine doğru geleni

yapmalıdır. Durum ne kadar acilse seçim de o kadar çabuk olacaktır. Bu sebeple

143 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 11-12. 144 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 41. 145 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 41-2.

Page 58: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

48

trajediler bile kötü olmamalıdır. İnsanın seçim yaparak yaşaması onu özgür olmaya

zorunlu tutar. İnsan istediği zaman yaşamını değiştirebilir, istediği şekilde yaşamını

yönlendirebilir. Bu seçme özgürlüğü ancak ölüm ile sona erer.146

Varoluşçu felsefeye göre insan, ahlakını da kendi seçer.

İnsan kendi kendini kurar. Önceden kurulmuş, tamamlanmış sona ermiş değildir.

Ahlakını seçerken kendi kendini de kurmuş olur. Üstelik bir ahlak seçmeden de

edemez. Koşulların ağır baskısı, ister istemez bir ahlak seçmek zorunda bırakır onu.

Görüyorsunuz ki ancak bir bağlanmaya göre tanımlıyoruz insanı. Bu yönden

düşünülürse, bizi seçişin gereksizliği, nedensizliği ile suçlamak saçmadır.147

Kierkegaard’ın ikinci varoluş aşaması olan ahlaksal yaşam biçiminde insan

umutsuzluktan ancak ahlaki olarak kendi olmayı seçerek kurtulabilir. İyi ve kötü

arasında seçim yaparken insan nasıl bir ahlaka sahip olduğunu gösterir.

Kişi bu umutsuzluk durumundan, özgür bir seçimle kendisi olmayı isteyerek

ahlaksal yaşama biçimine geçiş yaparak kurtulabilir. Böyle bir kararı verebilmek

hem estetik hem de ahlaksal alternatifin farkına varmak ve tam bir kendini adamayla

ahlaksal olanı seçmekle mümkündür. Kierkegaard’a göre sorun mutlak bir ya /ya da

sorunu... Yani iyi ile kötü arasında seçim yapma sorunudur... Ancak mutlak bir

seçim yapmakla ahlaksal olan seçilebilir. Yani mutlak olanı seçmekle yani iyi ve

kötü arasında mutlak bir seçim yaparak ahlaksal olanı seçmekle kişi kendisini

seçer... Böylece estetik yaşamda parçalanmış olan kişi yeniden seçimle kazanılmış

olur.148

Varoluşçuluğun bir diğer özelliği ise bireysel edimlerin bütün insanlığı

bağlamasıdır. Böylece kişi edimleriyle bütün insanlığa örnek olur ve toplum ile ilişkili

hale gelerek davranışlarının sorumluluğunu taşır.

Daha bireysel bir örnek alalım: Diyelim ki evlenmek, çoluk çocuk yetiştirmek

istiyorum. Bu evlenme yalnızca benim durumumdan, tutkumdan (ihtirasımdan) ya

da isteğimden doğsa bile, yine de ben bununla yalnızca kendimi bağlamış

olmuyorum, bütün insanlığı da tekli-evlenme (monogamie) yoluna sokmaya,

bağlamaya çalışmış oluyorum. Demek ki yalnızca kendimden değil, herkesten de

sorumluyum. Kendime karşı sorumlu olunca, herkese karşı da sorumlu oluyorum.

Seçtiğim belirli bir insan tasarısı kuruyorum, yani kendimi seçerken gerçekte 'insan'ı

seçiyorum. Bu durum bunaltı, bırakılmışlık, umutsuzluk gibi görkemli sözcüklerin

örttüğü şeyi anlamamızı sağlar.149

Tasarı (project) kavramı Sartre’ın varoluşçu felsefesinde ele alınan önemli bir

kavramdır. İnsanın taştan ya da masadan daha değerli olup olmadığı konusunda şöyle

bir açıklama yapar:

İnsan var olur önce. Bir geleceğe doğru atılan ve bu atılışın bilincine varan bir varlık

olarak ortaya çıkar. Bir yosun, bir karnabahar ya da çürümüş bir nesne değildir o,

öznel olarak kendini yaşayan bir tasarıdır. Bu tasarıdan önce anılacak hiçbir şey

146 Çelik, Varoluş ve Roman , a.g.e., s. 10. 147 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 66. 148 Gödelek, a.g.e., s. 61-2. 149 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 42.

Page 59: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

49

yoktur. Gökyüzünde hiçbir şey anlaşılmaz ondan önce. İnsan, nasıl olmayı

tasarladıysa öyle olacaktır. Olmak isteyeceği şey değil, tasarlayacağı şey yani.

İstemek deyince bilinçli bir kararı anlıyoruz biz; aramızdan birçokları için kendi

kendine oluştan sonra gelir bu. Bir partiye girmek, bir kitap yazmak, evlenmek

isteyebilirim; ama bütün bunlar irade denen şeyden daha köklü, daha kendiliğinden

bir seçmenin belirtisidir.150

Varoluşçuluğa göre kim ve ne olacağımıza tamamen biz karar verir ve

seçimlerimizle birlikte özümüzü yani kendi “ben”imizi oluştururuz. Varoluşçu bir

filozof olan Sartre insanın edimlerinden tepeden tırnağa sorumlu olduğuna ilişkin şöyle

bir açıklama yapar:

Gelgelelim, gerçekten de varoluş özden önce geliyorsa, insan ne olduğundan

sorumludur öyleyse. İşte, varoluşçuluğun ilk işi de her insanı kendi varlığına

kavuşturmak, varlığının sorumluluğunu omzuna yüklemektir. Ne var ki biz, «insan

sorumludur» derken, yalnızca «kendinden sorumludur» demek istemiyoruz, «bütün

insanlardan sorumludur» demek istiyoruz. Görülüyor ki iki ayrı anlamı var

'öznelcilik' sözcüğünün. Bakıyorum da, düşmanlarımız hep bu çifte anlamlılık

üzerinde oynayıp duruyorlar. Oysa öznelcilik, bir yandan bireysel öznenin (subjekt)

kendi kendini seçmesi, öbür yandan da insancıl öznelliği aşmanın kişioğlunun elinde

olmaması demektir. Varoluşçuluğun derin anlamı bunlardan ikincisinde gizlidir.151

Kierkegaard özgürlük konusunda insanın nasıl yaşayacağına karar verme

sorumluluğuna sahip olduğunu ve özgür bir birey olduğunu düşünür. İnsanın ahlaki

görüşü gerçeği kendi içselliği ile keşfetmesi ile ortaya çıkar.

(...)İnsan özgürdür çünkü kendisi için düşünebilme yeteneğine sahiptir ve yasalara

başvurmak zorunda olmadığı gibi tarih ve bilimin standartlarına uymak zorunda da

değildir. Bu özgürlük yalıtılmışlıkla aynı şeydir. Eğer birisi bir adada tümüyle

yalnızsa her ne kadar dünyadaki bütün anlamlarda özgür değilse de yine de çok

önemli bir anlamda özgürdür. Nasıl yaşayacağına kara verme sorumluluğu tamamen

kendisine aittir. Uygarlığın bütün getirileri, ahlakın, yasaların ve kurumsallaşmış din

ve öğrenmenin desteklerinden sıyrılmıştır. Kierkegaard’ın iman adamı bu adada

özgürdür. Kendisini yönetir ve daha da önemlisi yaratıcıdır. Bu adadaki hiçbir şey o

değerli kılmadıkça kendi başına değerli değildir. Eğer o arkasında bıraktığı kuralları

kodları sürüklemeye devam ederse o zaman ahlaksal bir birey değildir. Onun

ahlaksallığı, hakikati kendisi için kendi içselliğinde keşfetmesinde yatar.”152

Seçiş ve bağlanış konusunda insanın öğüt verecek kişiyi seçmesi ile o kişinin

vereceği öğüdü de seçmiş olacaktır. Ancak Sartre’a göre akıllı bir birey olan bilinç ve

irade sahibi kişi özgür iradeye sahiptir ve kendisi seçip kendi yolunu kendisi bulmalıdır.

Ona göre genel ahlak diye bir şey yoktur. Karar verecek olan kişinin ta kendisidir.

Sartre bu konuda şu şekilde bir yorum yapar:

Öğüt verecek kimseyi seçmekle, insan kendini seçer… Eğer delikanlı işbirlikçi ya da

kurtuluşçu bir keşişi seçmişse, alacağı öğüdü de önceden seçmiş, kararlaştırmış

demektir. Bu duruma göre, delikanlı da bana gelirken kendisine vereceğim cevabı

biliyordu. Bu cevap ancak şu olabilirdi: «Özgürsünüz, onun için kendiniz seçin,

150 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 40. 151 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 40-1. 152 Gödelek, a.g.e., s. 55.

Page 60: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

50

yolunuzu kendiniz bulun! Hiçbir genel ahlak size yapacağınız şeyi söyleyemez.

Buna ancak siz karar vereceksiniz!»153

Sartre’a göre seçme eylemi öznel bir eylemdir. Aslında seçmeme de bir tür

seçme eylemidir. “Her ne isterseniz seçebilirsiniz sözü doğru değil. Bir anlamda seçmek

elimizdedir, ne istersek seçebiliriz; elimizde olmayan seçmemektir. Gerçi her zaman

seçebiliriz, ama seçmemenin de aslında bir çeşit seçme olduğunu bilmek zorundayız.154

Kierkegaard “bireyi ana gerçek sayar, toplumu hor görür. Ona göre, bireyin

varlığını koruması için toplumdan, kamudan, eşitlikten sıyrılması gerekir. Bireycilik

ancak yalnızlık, boğuntu, kaygı ve umutsuzluk içinde belirir, korunur ve derinleşir.”155

Jaspers “ seçtiğim sürece ben olurum; ben yoksam seçimler de yoktur” der ve herkes

hayatını kendisi belirler. “Ona göre insan, seçimlerinde genellikle başarısız olur ve

eksiklik duygusu insanı aşkınlığa, Tanrı’ya ulaştırır. İnsan kendine yöneldiğinde

sonsuz bir boşluk görür; bu boşluk tanrıdır.156Jaspers, bununla birlikte; bireylerin her

işine karışan devlet makinesinin kişiyi yutmasından yakınır. Marcel, hayatın

toplumsallaştırılmasına öfkelenir. 157

Sartre’a göre hayata anlam kazandıran insanın kendisidir. Değer ise insanın

yaşadığı hayata dair seçtiği anlamdır. İnsan tanrıyı yok sayarak kendi değer sistemini

oluşturur ve özgür davranışlarda bulunur.

Tanrıyı yok sayınca, değerleri seçip ortaya çıkaracak başka birinin bulunması

gerekiyor. Onun için her şeyi olduğu gibi kabul edelim kaldı ki, «değerleri biz

yaratıyoruz,» demek de, «hayatın önsel bir anlamı yoktur,» demektir. Evet, yalnızca

bu demektir. Siz yaşamazdan önce hayat bir şey değildir; ona bir anlam

kazandırmak ancak size vergidir. Onu anlamlı kılan sizsiniz. Doğrusunu isterseniz,

değer denilen şey de, seçtiğiniz bu anlamdan başka bir şey değildir.158

Sartre aşkınlık kavramının varoluşçuluğun önemli unsurlarından biri olduğunu

öne sürer. İnsanın sınırlarının dışına çıkması, ilerlemesi, olmak istediği hedef

doğrultusunda eylemlerde bulunması tamamen öznellik ile ilgilidir. İnsan ancak bu

şekilde var olabilir ve umutları ile hayata tutunarak ona belli bir anlam yüklemeye

çalışmaktadır.

Neyse ki insancılığın bir başka anlamı daha var. Bu anlamın özü şudur: İnsan kendi

dışında vardır, kendi dışına çıkarak var olur. Yani, ancak dışa atılarak, dışta kendini

yitirerek varlaşır; aşkın (transcendant) amaçları kovalayarak var olabilir. Bu yönden

alınırsa, insan ilerleyiştir, aşıştır, oluştur; ilerlemenin, aşmanın göbeğindedir.

Nesneleri dahi bu ilerleyişe, bu aşışa, bu oluşa göre yakalar. Demek ki insancıl bir

evrenden, insancıl öznellik evreninden başka evren yoktur.159

153 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 51. 154 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 63-4. 155 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 11. 156 Çelik, Varoluş ve Roman, a.g.e., s. 3. 157 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 11. 158 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 71-2. 159 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 73.

Page 61: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

51

Seçimlerimiz sonucu edindiğimiz deneyimler hayatımız için çok önemli

eylemlerdir. İnsan bu edindiği deneyimler sonucu üst-insan olma seviyesine erişir.

Hayatta insanın karşısına çıkan her zorlu seçenek ve seçme eylemi iyi ya da kötü

sonuçlar doğurur. İnsan bu iyi ve kötü sonuçlar karşısında gösterdiği tutumu sayesinde

erdemli olma yolunda ilerler. Olumsuz bir seçim yapmış olsa bile, başına gelen olumsuz

olaylardan ders alır ve bir daha bu eylemi gerçekleştirmemesi gerekir. Nietzsche

deneyim konuşunda şu şekilde bir yorumda bulunur.

(…) Hiç kimse bir şeyden (buna kitaplar da dâhildir) daha fazlasını öğrenemez. Eğer

bir şeyi hayat deneyimleriniz sayesinde öğrenemiyorsanız, gerekli duyargalardan

yoksunsunuz demektir. Abartılı bir örnek vereyim: öyle bir kitap düşünün ki bu

kitap bize tamamen yeni deneyimlerden veya nadiren yaşanan deneyimlerden

bahsediyor; varsayalım ki bu, bir dizi yeni türden deneyimler için yepyeni bir dildir.

Böylece hiç kimse bir şey duyamayacaktır. Akustik yanılgılar da sağ olsun, şu

yanılgıyı da beraberinde getirir. Hiç bir şey duyulamaz ve hiç bir şeyin olmadığı

yerde hiç bir şey duyulamaz. En azından bu benim deneyimlerimin bir ortalamasıdır,

hatta özgünlüğüdür. Beni anladığını düşünenler beni başka bir şeye dönüştürür yani

kendi kafalarında oluşturduğu görüntüye. 160

Nietsche bu konuda, deneyimlerin insanın kendine özgü olduğundan, kendisinin

yaşaması gerektiğinden ve bireyselliğinden bahsetmektedir. Her deneyim kişinin

kendisinin yaşaması gereken ve yaşanan olaylardan sonuç çıkarması gereken bir

olgudur. Kişinin hayatta edindiği tecrübeler özgündür ve sadece kendisine aittir.

Nietsche’ye göre özgürlük kendimizden sorumlu olma iradesidir. Varoluşçuluk

hakkındaki özdeyişlerini eserlerinde ifade eder:

Kendini yakmaya hazır olmalısın; önce kül olmazsan sonra nasıl yeniden

yükselebilirsin?” “İnsanlar, sanki varoluşları bir sanat eseriymiş gibi davranarak

varlıklarına değer vermelidirler.” “Umut aslında bütün kötülüklerin anasıdır çünkü

insanın işkencesini uzatır.” “Yaşamak acı çekmektir, hayatta kalmak bu acıda bir

anlam bulmaktır.161

1.1.4.11. Ölüm/ İntihar

Ölüm ve intihar teması varoluşçu yazarlar tarafından çok kullanılan bir konudur.

Yaşamın anlamı kavramını sorgulayan ve sorularına cevap arayan yazarlar anlatılarında

ya da romanlarındaki karakterlerin ölüm ve intiharı ile bu konuya oldukça yer

ayırmaktadır. Tezer Özlü de anlatısında kendi hayat hikâyesinden yola çıkarak çoğu

160 Friedrich Nietsche, Ecce Homo İnsan Nasıl Kendisi Olur, çev. Emir Aktan, Alter Yayınları, Ankara,

2012, s. 55. 161 Friedrich Nietsche, Hayat Dediğin Nedir Ki?, çev. Erkan Aslan, Aylak Adam Kültür Sanat Yayınları.,

İstanbul, 2016, s. 11.

Page 62: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

52

zaman sorularına cevap bulamamış ve intihar ile ölmeyi düşünmüş denemiş ancak bir

sonuca ulaşamamıştır. Woolf ise romanında ölüm konusunu yoğun olarak işlemiştir.

Varoluşçu düşünürler başka bir dünya olasılığına yaslanmadıklarından bu dünyayı

anlamsız bulmanın yanı sıra ömürlerini onurlu, neşeli ve üretken geçirme amacı

taşırlar. Bir tanıma göre felsefe yapmak ölmeyi öğrenmek demektir. Ölüm dünyanın

saçmalığını öğretir; insanın boşuna acı çektiğini sezdirir, yaşanan her şeyin

yadsınmasına neden olur. Oysa insan ölümü bile bile dünyada mutlu olmayı

amaçlar. Kendisi için ve insanlık için iyi kalmayı sürdürmek ister.162

İnsan ölümlü olmasının farkındalığı ile yaşama daha çok tutunması gerektiğini

düşünür. İnsan bu farkındalık ile yaşamını daha da anlamlı kılmayı ve yaşamı

içselleştirmeyi ister.

Ölüm bütün varlıklar gibi insan için de en trajik yaşam gerçeğidir. Ölüm farkındalığı

insana var olan bir yaşamı bireysel yönelimlerle şekillendirme ve kurma ayrıcalığı

tanır. Bu açıdan uyumlu ve dinamik bir oluş süreci olan yaşamsal güzellikleri idrak

eden bireyler ölümü duyuşsal tepkilerle anlamlandırmaya çalışır. Ölümle

sınırlandırılmış olmanın farkındalığı, yaşamın içselleştirilmesini ve ona daha çok

tutunmayı gerektirir.163

Heidegger’e göre insan kader boyun eğmemeli alınyazısını kontrol etme gücünü

göstermelidir. Heidegger insan için en gerçek şeyin ölüm olduğunu ve bütün

olanaklarının sonu olduğunu, hayatın ölüm sayesinde anlam kazandığını, insanın

ölümden kaçmak için gündelik işlere yönelip ölümü unutmak istediğini ifade eder.

Heidegger, insanlara alınyazılarını eline alıp hayatlarını yönetme konusunda öğütler

verir. Onları kararlı olmaya çağırır. Ölümün aşılamaz bir şey olduğunu, insan

olanaklarının bütünü karşısındaki en gerçek şey olduğunu, ölüm ile birlikte tüm

insan olanakları yok olur. Ölüm sayesinde insan yaşamı bir bütünlük ve birlik

halindedir ve insan yaşamını anlamlı kılan en önemli etken ölümdür. Ona göre insan

ölüm korkusunu günlük işler ile uzaklaştırmaya çalışır. Kişi kendi ölümü karşısında

kaçma eyleminde bulunur. Ancak kendi ölümü karşısında cesaretle duran, sağlam

kalan kişi kendi varoluş denizine bir yelkenli ile açılabilir.164

1.1.5. Felsefe ve Edebiyat

Felsefe tarihine bakıldığında filozoflar aynı zamanda edebi tarzda da düşüncelerini

aktarmışlardır. Hem filozof, hem de edebiyatçı olan ünlü kişiler de mevcuttur. Felsefe

ve edebiyat arasındaki bağlantı eski çağlardan beri devam etmektedir.

Platon, S. Augustine, Schopenhauer, Nietzsche aynı zamanda büyük

edebiyatçılardır. Russel, Camus, Sartre Nobel Edebiyat Ödülünü almışlardır …

örneğin Aristoteles, Kant gibi isimler çok iyi filozof olduklları halde, kullandıkları

dil bakımından iyi yazar değillerdir. Bu örnekler bize şunu göstermektedir: İyi bir

filozof olmak için iyi bir edebiyatçı olmak şart değildir. Yine aynı şekilde, iyi bir

edebiyatçı olmak için de filozof olmak şart değildir; Öyleyse bir filozofu filozof,

162 Çelik, Varoluş ve Roman , a.g.e., s. 5. 163Mutlu Deveci , Ferit Edgü Varoluş ve Bireyleşme, Sel Yayınları., İstanbul, 2012, s. 183. 164 Bkz. Akarsu, a.g.e., s. 222-24.

Page 63: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

53

eserini de felsefi yapan edebi ve estetik değerlerin dışında başka değerlere ve

özelliklere ihtiyaç vardır. Bir edebi eser de bir düşünüşün eseridir ama her düşünüş

felsefi olmadığından dolayı bir düşünüşün felsefi olabilmesi için bir takım fikri inşa

gereklerine ve felsefi temellendirmelere uygun olması gerekmektedir. Bundan ötürü

de eğer bir edebi eser bile, bu fikri inşa gereklerine uyuyorsa, o eserin aynı zamanda

felsefi olabileceği yönünde bir kanaate sahip olabiliriz. Çünkü böyle bir eserde fikir

zevke indirgenmemekte, zevk fikrin anlatımı için daha büyük bir kolaylık

sağlamaktadır.165

Edebi ve felsefi eser arasındaki ilişki şu şekilde açıklanır:

Hem edebi eser, hem de felsefi eser bireysel bir çabanın ürünüdür. Ama edebi eserde

üslup, estetik zevk önemli olduğu için esere yazarın üslubu, estetik zevk anlayışı

yansıtmakta ve yazarın şahsiyeti eserde bulunmaktadır. Felsefi eserde ise, amaç

estetik bulunmaktadır. Felsefi eserde ise, amaç estetik zevk olmadığı için kullanılan

dil soyut ve kuru bir dildir ve dolayısıyla da akıl yürütme ve mantıksal

çözümlemelerle doludur. Edebiyat, kavram analizlerinden uzaklaşarak, olayları

somut bir hale sokmak suretiyle, felsefenin soyutluğunu ve kuruluğunu giderir. Bir

felsefi eser de filozofun eseri olmasına rağmen, bireyselliği aşan bir konuma

sahiptir. Ancak bireyselliğin aşılması, o eseri başka bir filozofun da yazabileceği

anlamına gelmez.166

Felsefe’in daha yaygın hale gelmesi için, edebi eserlerin somut öğeler içermesi o

felsefi öğretinin anlaşılmasında büyük fayda sağlar.

Felsefi bir eser, bilgi veren, ele aldığı konuyu derinliğine inceleyen ve mantıksal bir

akıl yürütme zinciri içerisinde irdeleyen bir eser olduğu için onda önemli olan

içeriktir. Edebi eser ise içerikten ziyade biçime önem verir. Felsefi eser soyut, edebi

eser ise somuttur. İnsan hayatı, onun varoluşu ve özgürlüğü gibi konular, felsefenin

soyut diliyle anlaşılır kılınamaz. Işte bu durumda sanat devreye girer ve felsefeye

somutluk kazandırır. Bu türlü eserlerde hem biçim, hem de içerik birlikte önem

kazanır. Gerçi edebiyat eleştirici arasında biçim mi yoksa içerik mi önemlidir sorusu

tartışmalıdır ama içerik biçimin önüne geçerse, o eser edebi olmaktan uzaklaşır.

Özellikle biçimcilere göre, "eseri sanat eseri yapan biçimi (yapısı)dır. Eserin felsefi

derinliği, önemi, hiçbir zaman sanat ölçütü olamaz, çünkü eseri iyi bir sanat eseri

yapamaz.”167

Kenan Gürsoy edebi-felsefi form ile ilgili şunları dile getirir:

Edebi-felsefi bir formun var olduğuna dikkat çekmek, onun kendi içinde bir anlam

taşıması demektir. Ne sadece edebi, ne de sadece felsefi; ama bir bütünlük ya da bir

yapı olarak kendi içinde farklı bir anlam taşımalıdır. Bir taraftan hayatın içine, onu

anlatan ifadelerin içine çekeceksiniz. O hayatı yaşayan; mesela o hayatın çilesini

çeken, o hayatta farklı davranışlar gösteren, kendisiyle bütünleşen, kendisine ihanet

eden, kendisini düşünen, kendisini seven, kendisinden nefret eden ama kendisini

düzeltmeye çalışan, başka insanlarla münasebetinde hüsrana uğrayan, bir insanı

165 Kenan Gürsoy, Felsefe ve Edebiyat, Felsefe ve Sanat Sempozyumu, Ara Yayıncılık İstanbul, 1990, s.

72. 166 Ali Osman Gündoğan, “Edebiyat ve Felsefe İlişkisi Üzerine”, Ankara Üniversitesi Dergiler, s. 197. Ali Osman Gündoğan, “Edebiyat ve Felsefe İlişkisi Üzerine”,

http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/743/9490.pdf

167 Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınevi, İstanbul, 1994, s. 154.

Page 64: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

54

anlatmış olacaksınız. Ama bir diğer taraftan da öyle bir şey hissettireceksiniz ki, işte

bütün bunlardan bir metafizik anlam çıkartmak mümkün olabilecek...168

Anlatım tarzı veya iletişimin tefekkürün ortaya çıkmasındaki etkisi ile ilgili

olarak Kenan Gürsoy şöyle der:

Roman ya da geniş anlamda o ürün ne ise, onun vasıtasıyla iletme, iletişilebilme

özelliğinin taşınması, onun tefekkür ufkuna bir şey katıyor. Yani bu tarz bir

iletişimin içinde var olarak, orada kendisini açığa çıkarması, daha iletişimin o

kendine has tarzının içinden başlayarak kendini ifade etmesi dikkate değer bir nokta

oluyor. Hem anlatan hem de okuyan insan tarafından, bu iletişimin bizzat kendisinin

tefekkürün bir özelliği şeklinde fark edilmesi, bir değer taşıyor.169

Kenan Gürsoy edebiyat ve felsefenin aynı eserde birlikte olmasının büyük bir

öneme sahip olduğunu dile getirir.

... Özellikle tasavvuftaki sohbet tarzında, doğrudan açık bir dille söylenmese bile,

ifade tarzlarına bağlı olarak, iletişimin kendisinden kaynaklanarak oluşan, bir

“varoluş halini” diğer kişiye aktarabilme gibi bir özellik var. Belki bir ifadeyi

kullandığımız zaman bütün şahıslar bilimsel ortamda olduğu gibi, aynı şeyi, aynı

seviyede anlayacak değiller. Ama herkes onu kendince, kendi aynasında, yeniden

yorumlayarak bir şeyleri fark edecek ve bu fark ettiği şey de onun, kendinden

yeniden yansıyarak, gelişmesine, manevi anlamda ilerlemesine katkıda bulunacak.

Yani onun da bir tür ekzistansiyal tefekkür içinde var oluşmasına, imkân

sağlayacak.”170

168 Kenan Gürsoy, Varoluş ve Felsefe, Aktif Düşünce Yayınları, Ankara, 2014, s. 166. 169 Gürsoy, a.g.e., s. 166. 170 Gürsoy, a.g.e., s. 168.

Page 65: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

55

İKİNCİ BÖLÜM

2.1. “DENİZ FENERİ” ROMANININ VAROLUŞÇU UNSURLAR

BAKIMINDAN İNCELENMESİ

Deniz Feneri Virginia Woolf tarafından 1927’de bilinç akımı tekniği ile yazılan

deneysel, psikolojik, felsefi ve otobiyografik olarak da nitelendirebileceğimiz modern,

postmodern, bir romandır. Woolf bu romanı, kendi varoluşunun anlamını bulmak için

gösterdiği mücadele sonucu yazmış ve bu anlam arayışını romanın karakterleri aracılığı

ile okuyucuya taşımıştır. Eserde insan hayatının yapısı, sosyal oluşu, insanın zaman

içinde edindiği iyi ya da kötü tecrübeler, özgürlük, feminizm, yalnızlık, umutsuzluk,

öznellik, korku, evlilik kurumu, kadının aile yaşantısındaki yeri, toplumsal olaylar,

gelenekler, ölüm gibi konular işlenmektedir.

Bu romanda insan yaşamının geçici oluşu sorgulanmakta, zaman kavramı

gerçek zaman olarak değil, karakterlerin bilincinde yaşadıkları olayların ve duyguların

uzunluğu ile verilmektedir. Romanın başında geçen bir günün öğleden sonrası yaklaşık

kitabın yarısını oluştururken; sonraki on yılda oluşan gerçek olaylar birkaç sayfadan

meydana gelir. Roman gerçek olaylar bakımından durağan ancak karakterlerin

zihinlerinde kurduğu düşünceler ve yarattığı imajlar bakımından oldukça hareketli ve

akıcıdır. Çoğu önemli olay karakterlerin bilincinde meydana gelir. Bu kitap Bilinç

Akışı* (Stream-of-Consciousness) tekniği ile yazılmıştır.

* Bilinç Akışı: Kişinin aklından geçenlerin birinci kişi ağzından yansıtılmasıdır. Bu teknikle yazar;

kahramanın, hayatı, nesneleri, etrafında gördüğü şeyleri nasıl algıladığını, bir bilinç yansıması eşliğinde

aktarır. Derin, soyut ifadelerden meydana gelir. Bilinç akışı tekniği, genellikle iç çözümleme ve iç

konuşma tekniği ile karıştırılmaktadır. İç çözümleme anlatıcı-yazarın araya girerek kahramanın

duygularını, düşüncelerini okura aktarmasıdır. İç konuşmada ise yazar aradan çekilir, aktarma görevini

bırakır; okura roman kişisinin zihnini bir sinema gibi seyrettirir. İç konuşma ve bilinç akışı tekniği

neredeyse aynıymış gibi görünür, ancak iç konuşma gramer bakımından düzgün, sentaks kurallarına

uygun cümlelerle yapılan sessiz bir konuşmadır ve düşünceler arasında mantıksal bir bağ vardır. Bilinç

akımında ise karakterin zihninden akıp giden düşüncelerde mantıksal bir bağ yoktur. Daha çok çağrışım

ilkesine göre akarlar. Ayrıca gramer kuralları da gözetilmez. Bilinç akımında yalnız düşünceler değil,

duyumlar, imgeler de yer alabilir.

“Bilinç Akımı Tekniği, https://www.turkedebiyati.org/bilinc-akimi-teknigi/, (03.08.2017).

Page 66: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

56

Woolf; bu romanı ile insanın bilinci ile olayları nasıl algıladığını, neler

hissettiğini, başkaları ile nasıl iletişim kurabildiğini, hayatındaki yolculuğunda ne gibi

keşifler yaptığını okuyucu ile paylaşmak ister. Yazar o dönemde popüler olan Charles

Darwin’ in evrim teorisi ile tanrı inancı sorgulanmakta, Freud’un ortaya attığı bilinçaltı

düşünce ve psikanaliz tekniğini kullanarak romanını oluşturmaktadır.

Woolf Deniz Feneri romanı ile kendi ailesindeki kişilerin özelliklerini roman

karakterlerine yansıtmış, kendi yaşamından otobiyografik öğeler ile romanını

oluşturmuştur. Mrs. Ramsay Woolf’un güzelliği ile büyüleyen ve her konuda çok

yetenekli olan annesini, Mr. Ramsay otoriter ve başarılı olmak için çaba gösteren babası

Leslie Stephen’ı, James ise kardeşi Adrian’ı, Lily ise tüm bu kurallara karşı çıkan ve

özgürlüğüne düşkün olan kendisini anımsatmaktadır.

Yirminci yüzyılın başlarında yazılan romanlar geleneksel biçimin aksine bireyin

iç dünyasını ve izlenimlerini yansıtan psikolojik romanlar yazılmaya başlanmıştır.

Virginia Woolf; Deniz Feneri romanı ile bireyin günlük yaşantısını ve izlenimlerini

bilinç akımı tekniği kullanarak eserlerine yansıtmıştır. Bu tür psikolojik ve bilinç akımı

tekniği kullanılan romanlarda geleneksel romanının tam tersine olay örgüsü düzenli bir

şekilde verilmez ve yazar; romanında karakterlerin günlük hayatlarındaki sıradan

olayları, iç dünyasında yaşananları ve aklından geçenleri konu edinir. Woolf bu

romanında belli bir olay örgüsünden çok karakterlerin iç dünyalarında yaşadıklarını,

kendi içsel monologlarını, duygu ve düşüncelerini anlatır.

Romanın birinci ve üçüncü bölümü uzun olarak yazılmasına rağmen İkinci

Dünya Savaşı, Mrs. Ramsey’in ve Andrew’ün ölümü gibi kötü olayların yaşandığı

zaman geçiyor bölümü romanda çok kısa anlatılmıştır. Woolf’un annesinin ölümünü

hatırlamak istemediği ve ölüm ve savaş konuları acı veren konular olduğu için fazla

üzerinde durmak istemediği düşünülür.

Deniz feneri romandaki sembollerden biridir. Fener geçici ve ölümlü olan dünya

yaşamını, maddesel varlık olan bedeni temsil ederken; fenerin yaydığı ışık ise

ölümsüzlüğü ve sınırsızlığı, insan ruhunu, aşkınlığı, eserlerin ve ünün bu dünyada kalıcı

olduğunu ve evreni aydınlatan o sonsuz gücü temsil etmektedir.

Bu çalışmada, Woolf’un Deniz Feneri romanındaki bazı varoluşçu öğeler

üzerinde yoğunlaşılmıştır.

Page 67: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

57

2.1.1. Yalnızlık ve Yabancılaşma

Varoluşçuluk felsefesinin en önemli öğelerinden biri olan “yalnızlık” kavramı

Deniz Feneri romanının başlarından itibaren romanın karakterlerinin yaşamının çoğu

zamanında hissedilmektedir. Mr. ve Mrs. Ramsay her ne kadar çocuklarına düşkün ve

birlikte vakit geçiren ebeveynler olsa da bireyler zaman zaman odalarına çekilerek

kendi iç dünyalarına dönmektedirler. Çoğunlukla birlikte vakit geçirmelerinden dolayı

kendilerine ait odaları onların kendileri ile baş başa kalabileceği tek sığınaklarıdır. Aile

fertleri gelenek ve kurallardan diğer insanlardan uzak kalarak topluma ve diğer bireylere

karşı yabancılaşmakta ve kendi iç yolculuklarına dönmek istemektedir. Kendi odalarına

çekilerek Mr. Tansley ile ilgili rahat rahat dalga geçebilmekte, ebeveynlerinin

baskılarından uzak istedikleri konu hakkında konuşabilmektedirler.

Mr. ve Mrs. Ramsay'in sekiz çocuğu, yemek biter bitmez geyikler gibi usulcacık

masadan kalkarak yatak odalarına sıvıştılar. Gözden uzak köşesi olmayan evde

burası onların tek sığınağıydı; orada ne olsa, Tansley'in kravatı; filan yasanın

kabulü; deniz kuşları ve kelebekler; insanlar; akla gelen her şey konuşulabilirdi. (22-3) *

Çocuklar Mr. Tansley’den hoşlanmaz ve onunla sürekli dalga geçerler. Onlar ne

zaman ilginç bir şeyden müzikten ve tarihten bahsetseler onları küçük düşürür ve bu

yüzden onun düşünce biçimine kızarlar.

Çocukların alay edip güldükleri genç, ardından, oturma odasına gelmişti; bakmadan

görüyordu. Masanın yanında durmuş, çevresindeki her şeye yabancı, sıkıntılı

sıkıntılı, bir şeyle oynuyordu. Hepsi gitmişti —çocuklar; Minta Doyle ile Paul

Rayley; Augustus Carmichael; kocası— hepsi gitmişlerdi. İçini çekerek ona doğru

döndü ve «Acaba benimle beraber gelmek sizi sıkar mı, Mr. Tansley?»dedi.”(24)

Çocukların odalarında yalnız kalmayı istemelerinin ardından, Mrs. Ramsay bir

başına kalan ve her şeye yabancı olan Mr. Tansley’e acıma duygusu ile yaklaşarak onu

işlerini halletmek için dışarıya çıkmaya davet etmiştir. Mr. Tansley romanda

çevresindekilerin pek sevmediği, insanlara yabancılaşmış kendi halinde bir karakter

olarak karşımıza çıkar. Geçmişte fakirlik ile yaşamış, içinde yapamadığı bir çok şey

hevesi bulunan, Tansley Mrs. Ramsay tarafından sevilen ve korunan bir karakterdir.

Mrs Ramsay Tansley’e bir anne şefkati ile yaklaşır.

Mr. Bankes yaşamında yalnızlığı yaşayan bir karakterdir. Anımsadığı olayı

düşünür ve yolun sonunda Ramsay ile ayrılmalarının ardından sıradan gündelik olaylar

yüzünden birbirlerine ne kadar yabancılaştıklarını düşününür.

* Bu bölümde yer alan ve sayfa numarası belirtilen metin içi alıntılar Virginia Woolf’un “Deniz Feneri”

adlı kitabından aktarılmıştır.

Page 68: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

58

William Bankes, uzak kum tepelerine bakarak, Ramsay'i anımsadı, Westmorland'da

bir yolu anımsadı; Ramsay bu yol üzerinde o her zamanki yalnızlığı içine

gömülmüş, tek başına yürüyordu; sonra birdenbire durdu; Mr. Bankes çok iyi

anımsıyordu (herhalde bu tam böyle olmuştu), bir anaç tavuk civcivlerini korumak

için çırpınarak kanatlarını yavrularının üzerine germiş, bunu gören Ramsay de durup

bastonunun ucu ile göstererek, «Ne güzel — ne güzel,» demişti. O zaman Bankes,

adamın iç dünyasına ışık tutan garip bir şey bu, diye düşünmüştü; bu onun

sadeliğini, sıradan şeylere olan ilgisini gösteriyordu; ama ona öyle geldi ki, o anda,

arkadaşlıkları o yolun ortasında sona ermişti; şu, bu derken birbirlerinden

uzaklaşmışlardı. (36)

Cam’in ona çiçek vermemesi onu derinden etkiler, ne kadar yalnız olduğunu

düşündüğünde içini bir hüzün kaplar.

Cam, o küçük kız, Ramsay'in en küçük kızı. Çocuk su kıyısında çiçek topluyordu.

Ne yabanıldı, ne hırçındı! Dadısının sözünü tutmuyor, beye bir çiçek vermiyordu.

Hayır! Hayır! Hayır! Vermeyecekti işte! Yumruğunu sıktı. Ayağını yere vurdu. Mr.

Bankes birden kendini yaşlanmış hissetti, içini bir üzüntü kapladı; niçin, bilmiyordu

ama sanki bu küçük kız şu arkadaşlık konusunda tüm suçu ona yüklemişti. Kupkuru,

tek başına kalmış olduğu doğruydu galiba. (37)

Bankes, Ramsay’ın hayatı ile ilgili düşünerek gençliğinde yalnızlığı içinde

yaşadığını, ün ve şöhretinden uzak sade bir yaşantıya sahip olduğunu, hayatta bazı

şeyler için mücadele gösterdiğini ve sıkıntı çekerek yaşamını sürdürdüğünü düşünür.

Bankes, Ramsay'in durumunu kafasında evirdi çevirdi, kâh ona acıdı, kâh onu

kıskandı; sanki her şey kendi gözleri önünde olmuş, Ramsay gençliğinde her şeyden

uzak tek başına sürdürdüğü o sıkı, o sade ve çekilgin yaşantısının ona getirdiği ün ve

parıltıdan vazgeçivermiş, kendini çırpınan kanatlar ve cıvıltılarla dolu bir yaşamın

sıkıntılı havası içine bir daha çıkmamak üzere atmıştı. (38)

Mr. Bankes, Lily ile Mr. Ramsay hakkında konuşurken onun ne denli saygıdeğer

bir adam olduğunu, kırkından önce felsefe alanında çok değerli bir kitap yazdığını,

tecrübe ve azim ile kendini aşıp yapıtlar ortaya koyduğunu düşünürler.

Lily'nin, «Ya yapıtları!» diye anımsatması, Mr. Bankes'in hoşuna gitti. O da zaman

zaman bunu düşünürdü. Kaç kez, «Ramsay, en iyi yapıtını kırk yaşından önce veren

kimselerdendir,» demişti. Daha yirmi beş yaşındayken küçük bir kitapla felsefede

kendini göstermişti. Ondan sonra yazdıklarının hepsi aşağı yukarı aynı konunun

genişletilmesi ve yinelenmesiydi. Bankes, saçları dümdüz fırçalanıp taranmış, üstü

başı tertemiz ve özenli, güç beğenir bir yargıç tavrıyla armut ağacının yanında

durup, ama dedi, hangi alanda olursa olsun kalacak bir yenilik getirenlerin sayısı o

denli az ki! (39)

Mr. Ramsay oğlu ve karısının uzaktan belirdiğini fark eder. Git gide ona doğru

yaklaşmaktadırlar. Karısına olan saygısını insanlar ayıplar mı diye düşünmekten

kendini alamaz ve yıllarca kariyeri için kitapları ve odasında yaşadığı o yoğun

yalnızlığı, yaşadığı kötü deneyimleri, düşüşleri aklına gelir. Toplumun o sıradan

yaşantısından öyle uzaklaşmıştır ki yabancılaşmış ve onlara uyum sağlayamaz hale

gelmiştir. Bu güzel görüntüler ona hala yabancı gelir.

Page 69: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

59

Baktığı şey ilk önce çok uzaktadır, sonra yavaş yavaş yaklaşır, sonunda dudaklar,

kitap ve baş ayrı ayrı belli olur, ama o yoğun yalnızlığı, yılların bozkırı ve yıldızların

düşüşü, içinde öyle bir uçurum açmıştır ki bu görüntüler ona hâlâ tatlı ve yabancı

gibi gelir ve sonunda piposunu cebine koyup görkemli başını kadının önünde eğerse

— bu dünya güzeli önünde böyle saygı ile eğildi diye onu kim ayıplar? (53)

2.1.2. Umut /Umutsuzluk

Romanın ilk sayfasında James’in deniz fenerine gitmek isteme umudu ile

sorduğu soruya yönelik Mrs. Ramsay şart cümlesi ile oluşan bir yanıt vermektedir.

James’in deniz fenerine gitme isteği havanın iyi olmasına bağlıdır. James, sanki

gideceklermiş gibi bir sevinç duymuş ve yıllardır beklediği bir mucize gerçekleşecek

gibi sevinmiş; odun pazarlarının resimli kataloğundan kestiği buzdolabı çocukluk

sevinciyle sanki ona cennetten gelme bir şey gibi görünmüştür. James altı yaşında

küçük bir çocuk olmasına rağmen duygularını birbirinden ayırmayan gelecekle ilgili

beklentilerinde hem sevincini hem üzüntüsünü heyecanını yaşamakta olduğu anın

üzerine düşüren hassas bir çocuktur. Umut kavramı heyecanla yarını bekleyen James’in

deniz fenerine gitme isteği ile açıklanmıştır.

Mrs. Ramsay, «Elbette, ama yarın hava iyi olursa,» dedi. «Yalnız sabahleyin erken

kalkmalısın.» Bu sözler, oğluna, sanki gezintiye kesinlikle gidilecekmiş, yıllar kadar

uzun süren bir zamandır beklediği mucize, bir gecelik karanlıkla bir günlük sandal

yolculuğundan sonra gerçekleşecekmiş gibi sonsuz bir sevinç verdi. James Ramsay

yere oturmuştu; Çünkü o altı yaşındayken bile bir duygusunu ötekinden ayrı

tutamayan; gelecek günlere yönelik tasarıların gölgesini hem sevinçleri, hem

üzüntüleriyle, yaşamakta olduğu anın üstüne düşüren o çoğunluktandı; çünkü bu

kimseler için daha küçücük bir çocukken bile herhangi yeni bir heyecan, doğduğu

ânı, ister verdiği ferahlık, ister bunaltısı ile öteki anlardan ayırt edip tek başına

vurgulayacak güçtedir. Resim sevinçten bir oya ile çevrilivermişti. (17)

Ancak babasının verdiği olumsuz cevap ile James hayal kırıklığı yaşar ve

umudunu yitirir. Bu olumsuz yanıt Jamesin tüm umutlarını yok etmiş, onu

umutsuzluğun pençesine düşürmüştür. James babasına karşı öldürmek istercesine nefret

duymuş; elinin altında herhangi bir silah olsa onu öldürmeyi düşünecek kadar kızmıştır.

Burada James’in babasına duyduğu nefret, psikolojide küçük yaştaki çocukların babayı

öldürmek isteyip nefret duyduğu Oedipus Complex (Odipus Kompleksi) kavramı ile

ilişkilidir.

Babası oturma odasının penceresinden bakarak, “yarın hava iyi olmayacak”, dedi.

Eğer elinin altında balta ocak demiri, ne türden olursa olsun babasının göğsüne

saplayıp onu oracıkta öldürüverecek bir silah olsaydı James hemen kavrayacaktı.

Mr. Ramsay bir şey söylemese bile, sade aralarına gelmekle çocuklarının içinde işte

böyle olmayacak heyecanlar uyandırırdı. Şimdi de orada bıçak gibi daracık ince

Page 70: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

60

bedeniyle durmuş, sadece oğlunu umutsuzluğa düşürmek, her bakımdan James'e

kalırsa) kendisinden on bin kat üstün olan karısını gülünç etmek zevkiyle değil, aynı

zamanda kendi düşüncesinin doğruluğuna inanan gizli bir büyüklenmeyle alaylı

alaylı sırıtıyordu. (18)

Mr Ramsay hep doğruları söyler, dedikleri de doğru çıkardı. Çocuklarının küçük

yaştan itibaren yaşamın kötü olduğunu bilmeleri gerektiğini savunur söyleyeceği söz

kötü olsa da aldırmadan söyler başkalarını kırarım diye düşünmezdi. Ona göre yaşam

zorluklarla doludur ve çocuklar küçük de olsa hayatta umutlarının söndüğü,

umutsuzluğa kapıldıkları tecrübeler yaşayacaklarını düşünür. Şimdiden bunu

öğrenmelidirler. Böylelikle yürekli olduğunu ve gerçekleri söylemesi gerektiğini

savunan bir karakterdir. Ancak James bu kötü haberi duymak istemez ve umutsuzluğa

düşerek babasına çok sinirlenir.

Dediği doğruydu. Hep doğru çıkardı. Yanılmak istese de yanılamazdı; eğriyi doğru

gösterdiği hiç olmamıştı; söyleyeceği söz acı ise filanın hoşuna gider ya da işine

gelir diye bir sözcüğünü bile değiştirmezdi. Hele kendi çocukları için hiç. Madem

onun evlâdı idiler, daha çocuk yaştan öğrenmeliydiler ki yaşam çetindir; gerçekler

değiştirilemez; en parlak umutlarımızın söndüğü, çürük teknemizin yok olduğu o

efsane ülkesine geçiş de (bunları söylerken Mr. Ramsay dimdik durur, küçük mavi

gözlerini kısarak uzaklara dalardı) her şeyden önce yüreklilik, doğruluk ve dayanma

gücü isteyen bir geçiştir. (18-9)

“Mrs. Ramsay ördüğü kızıl kahverengi çorabı elinde bükerek sabırsızlıkla, ‘Ama

hava belki de iyi olur — bana kalırsa iyi olacak,’ ” (19) der ve oğlunun üzülmesini

istemez aslında o da gelecekle ilgili umutludur. Eğer çorabı o gece bitirirse fenere

gittiklerinde onu bekçinin kemik veremi olan küçük çocuğuna verecektir. Onların

yardıma muhtaç kişiler olduğunu düşünür. Acıma duygusu ve şefkatle bu zavallı

insanlara yardım etme umudu içerisindedir.

Daha sonra Mr Ramsay ile akşam yürüyüşüne katılan alay konusu olan Tansley

onların aksine, sinir oldukları şeyler söyler. James’in umudu bir kez daha kırılmış;

hayali olan deniz fenerine kavuşmaya artık bir adım daha uzaktadır...

Tanrıtanımaz Tansley kemikli parmaklarının rüzgâra doğru açarak batıdan esiyor

dedi. Evet, bu adam gerçekten insanın zıddına gidecek şeyler söylüyordu Tansley bu

konu üzerinde durup James’in umudunu büsbütün kırdığı için münasebetsizlik

etmişti ama yine de Mrs. Ramsay ona gülmelerine razı değildi. (19-20)

Yetişkinler küçüklerin hayallerini, duygularını anlamada yetersizdir. James’in

hayal dünyası çok büyük ve umutlarla dolu iken yetişkinler olaylara daha gerçekçi ve

sıradan bakmaktadır. Bu olayla birlikte çocuklar ve yetişkinler arasındaki umut-

umutsuzluk kavramlarının farklı olması ancak yaşamda edindiğimiz acı tecrübelere

bağlıdır. Hiç James üzülecek mi diye düşünmezler ve ona gerçeği söylerler.

Page 71: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

61

Çocuklar kendilerini azarlayan Tansley’den hiç hoşlanmaz ve kendisi bir kez

daha umutlarını kıracak şekilde konuşur. Mrs. Ramsay bu durumdan rahatsızlık duyar

ve oğlu James’in üzülmesini istemez. Tansley’in hava muhalefetinden dolayı fenere

olan geziyi kestirip atmasına bozulmuş, küçücük çocuk onun yüzünden bir kez daha

hayal kırıklığına uğramıştır.

Kocası ile pencerenin önünde duran Charles Tansley, ellerini kavuşturup, «Yarın

Fener'e gidilemeyecek,» dedi. Artık söylendiği yeterdi. Onu oğluyla kendi hallerine

bırakıp konuşmalarını sürdürselerdi ne olurdu sanki. (21)

Romanda geçen bir başka umut öğesi ise kasabaya sirkin geleceği haberidir.

Mrs Ramsay’in içinde bir kıpırtı oluşur ve heyecanla Tansley’i de davet eder. Gelecekle

ilgili plan yaparlar ve umutla o günü beklerler.

Mrs. Ramsay boynunu uzatarak, çünkü miyoptu, sirkin «bu kasabaya geleceği»

haberini okudu. Tek kollu bir adamın böyle merdiven tepelerinde çalışması ne

tehlikeli şey, diye şaştı. Adam sol kolunu iki yıl önce bir biçere kaptırmıştı. Sonra

yeniden yürümeye başlayınca sanki tüm bu atlılar ve atlar, içinde, çocukça

heyecanlar uyandırmış da bir anda tüm acımasını unutturmuş gibi, «Hepimiz de

gidelim,» diye ekledi. (26)

Mrs. Ramsay çocuklarının her şeyi, Tansley’i ne kadar çok eleştirdiğini düşünür.

James’in kardeşleriyle odaya gitmemesi ile birlikte; çocuklarının kavga etmesi,

anlaşmazlıkları, önyargılarının, fikir ayrılıklarının ne kadar erken başladığını, insanların

aslında birbirinden ne kadar farklı bireyler olduğu konusunda düşüncelere dalar.

Ama onu asıl derinden derine düşündüren, öteki sorun, varsıllık yoksulluk sorunu

idi: kolunda bir çanta, elinde bir defter kalem, filan dulu veya falan zavallı kadını

yoklamaya gittiğinde, o yörede olsun, Londra'da olsun, her hafta, her gün kendi

gözleriyle gördüğü şeyleri düşündü. Yarı gururunu okşadığı, yarı da merakını

giderdiği için hayır işleyen o ev hanımlarından olmamak, nenin nesi olduğunu pek

bilmediği halde, hayranlık duyduğu bir araştırmacı olmak, toplum yaralarına neşter

vurmak umuduyla, kazançları, masrafları, işi olanları, işsizleri defterinde özenle

çizilmiş ayrı ayrı yerlere yazarken neler görmemişti ki! Tüm bunlar, ona, James'in

elinden tutmuş orada dururken çözümlenemeyecek sorunlar gibi geldi. (23-4)

Mrs Ramsay Varlık-yoksulluk konusunda düşünür, aslında fakirlere yardımcı

olan bir kadındır. Toplumda yara olan her türlü acıyı tedavi etmeyi umut etmektedir.

Ancak bir süre düşündükten sonra içinden çıkılamayacak bir hal alır kendisini yeterli

hissetmez ve yardıma muhtaç çok fazla kişi vardır. Bu sorunlar ona çözülemeyecek gibi

görünür ve umutsuzluğa kapılır. Daha sonra James’in saçlarını okşayarak gelecekten

umutlu olmasını ister, havanın iyi olacağını söylemesi varoluşçuluğun umut kavramı ile

ilişkilidir.

Pencerenin yanında duruyordu, sesi yine sevimsizdi, ama Mrs. Ramsay'in hatırı için

bir parça olsun tatlılaşmaya çalışarak, «Fener'e gidemeyeceksin ha, James,» dedi.

Mrs. Ramsay, pis küçük adam, diye düşündü, ne diye durup durup bunu söylüyor

Page 72: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

62

sanki. Oğlunun başını okşayarak sevecenlikle, «Kim bilir belki de sabahleyin

güneşin ışıkları, kuşların cıvıltıları ile uyanırsın,» dedi. Belliydi kocası, o iğneleyici

konuşma biçimiyle, yarın hava kötü olacak diye, çocuğunun neşesini kaçırmıştı;

James'in bu fener yolculuğunu nasıl heyecanla ve sabırsızlıkla beklediğini biliyordu.

Sanki kocasının söylendiği yetmiyormuş gibi, şu küçük pis adam da durup durup bu

konuyu tazelemişti. Oğlunun saçlarını okşayarak, «Kim bilir belki de yarın hava iyi

olur,» dedi. (29-30)

Romanın ikinci bölümü en kısa olan bölümlerden biridir. Bu kısa bölümde

varoluşçuluk ile ilgili umutsuzluk konusu işlenir.Bu bölüm çok kısa olmasına rağmen

James ve Mrs. Ramsay’in deniz fenerine gitme umutlarını bir kez daha söndüren

Tansley’e duyulan nefreti anlatır. Onların yeniden umutsuzluğa kapılmasına sebep olur.

Fener'e gönderilemezdi ki. Bir an gelecek, evin hiç tutar yanı kalmayacaktı; o zaman

bir çaresine bakmak gerekecekti. Ah, eve girerlerken ayaklarını silmeyi öğrenseler

de kumsalı içeri taşımasalardı — bu da bir şeydi. Eğer Andrew yengeçleri kesip,

içlerini açıp bakmak istiyorsa nasıl olmaz diyebilirdi; ya da Jasper deniz yosunundan

çorba yapılabilir diye tutturursa insan nasıl engel olabilirdi; Rose'un toplayıp

getirdiği midye kabuklarına, kamışlara, taşlara sesini çıkarabilir miydi? Ne yapsın,

çocukları, hepsi de yetenekliydi, ama başka başka yönlerde. (43)

Marie’nin uzaklara bakarak babasının ölüm döşeğinde olmasına üzülüp

yurdumda dağlar o kadar güzeldir ki, demesi üzerine Mrs. Ramsay Marie’nin babasının

gırtlak kanseri olduğunu hatırlar ve bu umutsuzluk havasında çorabını ölçerken James’e

sinirlenir. Marie’nin bu sözü söylemesi ve uzaklara bakması bir umut beklediğini ancak

babasının kanser olmasından dolayı umutlarının tükendiğini gösterir.

Kâh söylenerek, kâh kendi yaparak bir Fransız kadını gibi, o usta elleriyle

pencerelerin nasıl açılacağını, yatakların nasıl yapacağını gösteriyordu; kız

konuşmaya başlayınca, uçarak güneşin önünden geçtikten sonra, bir kuşun kanatları

nasıl yavaşça yumulup kapanır ve tüylerinin mavisi keskin çelik renginden, nasıl

hafif bir mora dönerse tıpkı öyle, her şey sessizce gelip Mrs. Ramsay'in çevresinde

toplanmış, yumulmuştu. Ağzını açıp da bir şey söyleyememişti. Ne söyleyebilirdi

ki? Kızın babası gırtlak kanseriydi. Kendisinin hiç ses çıkarmadan öyle duruşu,

kızın, «Yurdumda dağlar öyle güzeldir ki,» deyişi, o umutsuzluk havası aklına

gelince birden sinirlendi. (44)

Mrs. Ramsay’in fenere gitmek istemesine kocası şiddetle karşı çıkmış ve

havadan dolayı gidemeyeceklerini söylemiş karısın umudunu kırmıştır. Karısı oğlu

James’in fenere gitme umudu ile yanıp tutuştuğunun farkındadır ve bunu

gerçekleştirmek ister ancak kocasının bu olumsuz cevabı bir kez daha tüm umutsuzluğa

kapılmalarına sebep olur. Mr. Ramsay ise kadınların böyle mantıksızca düşünmesine

öfke duymaktadır. Ona göre bu havada fenere gitme imkânı yoktur.

Mr. Ramsay geleceği görebilen akıllı realist bir adamdır ve karısının da olaylara

duygusal değil gerçekçi bakmasını ister. Mrs. Ramsay ise kocasının başkalarının

Page 73: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

63

duygularını hesaba katmadan bu denli gerçekçi oluşunu insanlığa sığmayan korkunç bir

şey olduğunu düşünmektedir.

Mr. Ramsay sinirli sinirli; «Yarın Fener'e gitme olanağı ve olasılığı yok,» diye

kestirip attı. Mrs. Ramsay, «Nerden biliyorsun?» diye sordu. Çok kez rüzgâr

değişiverirdi. Karısının bu aşırı mantıksızlığı, kadınların akılsızlığı Ramsay'i

öfkelendiriyordu. Kendisi ölüm vadisinden geçmiş, darmadağın edilmiş, kıymık

kıymış olmuştu; şimdi de karısı gerçeklere karşı duruyor, çocuklarını olmayacak

şeylerle umutlandırıyor, düpedüz yalan söylüyordu. Ayağını sabırsızlıkla taş

basamağa vurdu. «Allah cezanı versin,» dedi. Peki, ama ne söylemişti ki? Sadece,

«Yarın hava belki de güzel olur,» demişti. Öyle ya belki de olurdu. Nasıl olurdu?

Barometre böyle durmadan düşerken ve rüzgâr da batıdan eserken olamazdı bu.

Başkalarının duygularını hiç hesaba katmadan, bu kadar düşüncesiz bir biçimde

gerçek ardında koşmak, uygarlığın o incecik tüllerini bu denli kayıtsızca, bu denli

acımasızca parçalamak Mrs. Ramsay'e göre, insanlığa sığmazdı, korkunçtu;

sersemlemiş ve körleşmiş bir halde, tüm bu dolu sağanağını ve kirli bulaşık suyunu

başından aşağı yemeye razı gibi başını önüne eğdi. Söyleyecek bir şey kalmamıştı.

(48)

Kocasının hava durumunu gidip kıyı korucularına sormak istemesi Mrs. Ramsay

için bir umut olmuştur. Ancak ne yazık ki kocasının tahminleri her zaman doğru

çıkmaktadır. Bu sözü üzerine kocasına duyduğu saygı aklına gelmiş ve güvende

hissederek kendini mutluluklar ülkesinde bulur. Ve kocasının yanında kendisinin ne

kadar yetersiz olduğunu düşünür ayakkabılarını bağlamaya bile layık değildir.

Kocası ses çıkarmadan yanında duruyordu. Sonunda çok aşağıdan alarak, «Ama

istersen bir kez de gidip kıyı koruyucularına sorayım,» dedi. Dünyada kimseye

kocası kadar saygısı yoktu. «Yok,» dedi, «tahminin doğrudur elbet.» Ne olacak

sandviçleri hazırlamazlardı — işte o kadar. Bir kadın olduğu için doğal olarak, hepsi

de bütün gün sabahtan akşama dek kâh bu iş danışmaya gelirlerdi; biri bunu isterdi,

öbürü şunu; çocuklar artık büyüyorlardı; çok kez kendini, insanların heyecanlarına

daldırılıp çıkarılmış bir süngere benzetirdi, buydu o. Sonra kocası Allah cezanı

versin demişti. Kesinlikle yağmur yağacak demişti. Yok, yağmayacak demişti. İşte

Mrs. Ramsay o anda kendini birden her tehlikeden uzak bir mutluluk ülkesinde

bulmuştu. Kimseye kocası kadar saygısı yoktu. Onun ayakkabılarını bile bağlamaya

layık değildi. (49)

Varoluşçuluk felsefesinde insanoğlunun önce var olup sonra özünü

oluşturduğuna inanılır. Kişi edindiği tecrübelerle kendini geliştirir ve ruhsal olarak ileri

seviyelere yükselir. Bu erdemli olma, kâmil insan olma kavramları ile de açıklanabilir

bir başka deyişle bir dahi seviyesine ulaşmak da denilebilir. Mr. Ramsay’in akademik

hayatta baştan itibaren geldiği nokta alfabenin harfleri ile derecelendirilmiştir. Mr.

Ramsay Q harfine rahatlıkla gelebilmiş fakat R’ geçebileceğinden emin değildir. Z’ ye

gelebilme umudu ile yaşamaktadır ancak daha bir sürü harf vardır ve çağda ancak bir ya

da iki kişi bu üstün mertebeye ulaşabilir. Akademik hayattaki başarıya ulaşma isteği ve

yetersizliğini düşünmesi kendinde sıkıntı, bunaltı yaratmıştır.

Page 74: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

64

Evet, onunki parlak bir zekâ idi. Düşünmeyi bir piyano klavyesi gibi birtakım

notalara, ya da bir abece gibi sıra ile yirmi altı harfe ayrılmış kabul edersek

Ramsay'in o parlak zekâsı, örneğin Q harfine gelinceye dek, teker teker, bu harfleri

atlamakta güçlük çekmemişti. Ramsay Q'ya dek gelmişti. Tüm İngiltere'de Q'ya dek

gelenler pek azdır. Düşüncelerinin burasında, sardunya çiçekleriyle dolu taş saksının

yanında bir an durup, pencerede yan yana oturan karısına ve oğluna baktı; ama şimdi

onları çok çok uzaklarda görüyordu; tıpkı kumsalda şeytan minareleri toplayan

çocuklar gibi, dünyadan habersiz, ayaklan dibindeki önemsiz şeylerle uğraşıyorlar,

kendisinin iyiden iyiye gördüğü korkunç bir gelecek karşısında hepten savunmasız,

yan yana oturuyorlardı. İkisini de onun koruması gerekiyordu; o da onları

koruyordu. Ama peki Q'dan sonra? Sonra ne geliyor? Q'dan sonra daha bir dizi harf

vardı ki, sonuncusunu, yaşayan gözler hemen hemen hiç seçemez, o ta uzaklarda

kızıl bir ışıltıyla belli belirsiz yanar söner. Z'ye bir kuşakta yalnız bir kişi, o da bir

kez ulaşabilir. Ama kendisi R'ye atlayabilirse o da bir şeydi. Hiç olmazsa Q'ya

gelebilmişti ya. Q'ya iyice yerleşmişti. Artık Q'dan korkusu yoktu. Q elinin

altındaydı. Q eğer Q ise — R — burada durup, piposunu saksının koçboynuzu

biçimindeki kulpuna bir iki kez vurup takırdatarak temizledi, sonra yine düşünmeyi

sürdürdü: «Öyleyse R...» kendini şöyle bir gerdi. Kendini iyice yumruk gibi sıktı.

(50-1)

Mr Ramsay R harfine ulaşmayı hedeflemektedir. Doğruluk, özveri, beceri gibi

niteliklere sahiptir ancak R harfi ona çok uzak görünür. Kendini yetersiz, R’ye atlaması

imkânsız biri olarak görür. Umuda kapılmaktan ya da umutsuzluğa düşmekten

korkmaktadır.

Fırtınalı bir denizde, altı bisküvi ve bir şişe su ile açıkta kalan gemicileri kurtaracak

nitelikler — dayanıklılık, doğruluk, ileriyi görüş, özveri, beceri, tüm bu nitelikler

Ramsay'in yardımına koştu. Öyle ise R — nedir bu R? Bir panjur, bir kertenkelenin

deriden gözkapağına benzeyen bir panjur, Ramsay'in keskin bakışı üzerinde açılıp

kapandı ve R harfini karanlıkta bıraktı. Karanlıklar içinde kaldığı o anda

başkalarının şöyle söylediğini duyar gibi oldu; «Ramsay nafile adamın biridir.

Hiçbir şey yapacağı yok — R'ye atlaması olanaksızdır.» R'ye hiçbir zaman

varamayacaktı. Hadi gayret, R'ye doğru bir adım daha. R — Kutuplar ülkesinin

uçsuz bucaksız buzları üzerinden yapılacak bir yolculukta, ona baş olmak, kılavuz

olmak, her işte danışılacak insan olmak durumunu kazandıracak nitelikler: Fazla

umuda kapılmadan, ama umutsuzluğa da düşmeden olacağı dinginlikle düşünen ve

yüreklilikle karşılayan bir kılavuzun nitelikleri, yine yardımına yetişti. R — (51)

Aşkınlık kavramı, varoluşçu felsefede sorumluluk sahibi olan kişinin ilim ve

bilgi ve erdem ile kendi sınırlarının ötesine geçmesi ile tanımlanabilir. Mr. Ramsay de

aşkın olma umudu ile hayatta var olabilmek ve daha ileriye gidebilmeyi istemektedir.

Mr. Ramsay tam umutlanacağı sırada yine aklına bir dahi olmadığı duygusuna kapılır ve

umutsuzluğa düşer. Ancak daha sonra kendini aşma isteği ve aşkınlık arzusu ile daha

ileriye gitmek için elinden geleni yapmak üzere kendisine söz verir. Kendisinde bu

gücün olduğuna inanmak ister.

Kertenkele gözü bir daha titredi. Alnındaki damarlar şişti. Saksının içindeki

sardunyanın çizgileri inanılmayacak denli keskinleşti; işte ister istemez görüyordu:

İki sınıf insan arasındaki o eski, o belirgin ayrım çiçeğin yaprakları arasında apaçık

duruyordu, bir yanda durmadan ilerleyen insanüstü güçtekiler, yılmadan ağır ağır

ilerleyerek, sıra ile tüm abece'yi, yirmi altı harfi de, bir bir aşıp sona varıyorlardı.

Page 75: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

65

Öte yanda Tanrının kayırdığı, o vergili insanlar, bir hamlede, tüm harfleri, mucize

gibi, bir solukta baştan sona aşıveriyorlardı — bu dehanın yolu idi. Kendisi bir dahi

değildi; böyle bir iddiası yoktu: Ama pekâlâ, A' dan Z'ye dek abece'nin tüm

harflerini, sıra ile bir bir aşmak gücü vardı, ya da olabilmeliydi. Bu arada Q'ya

yapışıp kalmıştı. Öyleyse ileri, R'ye doğru ileri. (52)

Mr. Ramsay Q’ya ulaşıp ulaşamayacağı ile ilgili zaman zaman tereddüde

kapılmakta ve iç daralması yaşamaktadır. Bu yolun çok fırtınalı ve zorlu bir deneyim

olacağının farkındadır bir kez daha umutsuzluğa düşer ve hiç bir zaman R’ye

ulaşamayacağını düşünür.

Ramsay'in içini, kar yağmaya başlayıp da dağ başını duman aldığı sırada, artık yere

uzanması gerekeceğini, sabah olmadan öleceğini anlayan bir kumandan için ayıp

kaçmayacak duygular kaplamıştı; gözlerinin feri kaçtı, taraçada şu iki dakikalık

gezintisi sırasında birdenbire yaşlanmış gibi çöküverdi. Ama o, yere uzanıp da

ölmeyecekti, sarp bir kaya bulacak ve orada, gözlerini fırtınaya dikip, son anma

kadar karanlıkları yarmaya çalışacak ve öylece ayakta ölecekti. Belki de R'ye hiç

ulaşamayacaktı.” (52)

2.1.3. Özgürlük ve Başkaldırı

Özgürlük teması varoluşçuluğun en önemli öğelerinden biridir. Romanda

özgürlük ve buna karşı başkaldırı, geleneklere karşı olma durumlarına sıkça rastlanır.

Romanın başında James’in karakter olarak insanoğlunun zayıflığı karşısında hırçınlaşan

biri olduğundan bahsedilir. Sert, etkili, uzlaşmadan yana olmayan haksızlıkla mücadele

eden, başkaldıran bir karakterdir.

El arabası, çayır biçme makinesi, kavakların hışırtısı, yağmurdan önce akçıllaşan

yapraklar, haykırışan kargalar, oraya buraya çarpan süpürgeler, elbiselerin hışırtısı,

bunların hepsi çocuğun zihninde öyle renkli, öyle birbirinden ayrı biçimler almıştı

ki, daha şimdiden kendine özgü gizli kapaklı bir dil edinmişti. Yine de geniş alnı,

lekesiz, yansız, tertemiz bakan, sadece insanoğlunun zayıflığını görünce biraz

hırçınlaşan mavi gözleri ile sertliğin, uzlaşmazlığın ta kendisi görünüyor, ciddiyetini

hiç bozmadan makasını buzdolabının çevresinde dikkatle dolaştırırken, annesine,

cübbesini giyip koltuğuna yerleşmiş bir yargıç, ya da devlet işlerinin bunalımlı bir

anında etkisi büyük olacak önemli bir girişimin başına geçmiş bir adam gibi

geliyordu. (17-8)

Mrs. Ramsay gelenekçi yaklaşımı ile erkekleri her zaman koruyan, ataerkil aile

yapısını savunan bir ev hanımıdır. Erkeklerin devlet işlerini yürütmelerinden dolayı

onlara hayranlık duyar, erkeklerin özgür olması gerektiğini savunur. Ancak kadınlar tam

aksine evlenilecek yaşa geldiklerinde evlenmeli, aile kurmalı, geleneklere uygun

yaşamalı ve itaat etmelidir. Mrs. Ramsay kadınların özgürlüğünden yana değil

erkeklerin özgür olmasından yana bir tavır sergiler.

Mrs. Ramsay bütün erkekleri korurdu; niçin, bilemiyordu ama kimini mert, yiğit

diye, kimini siyasal anlaşmalarda emeği geçmiş diye, kimini tüm maliye işlerini

Page 76: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

66

çeviren adammış diye, kimini Hindistan'da yöneticilik etmiş diye; en son da kendine

karşı takındıkları tavır için, bu öyle bir tavırdı ki hangi kadının olsa hoşuna giderdi:

Karşısındakine güvenerek, ana bilerek, sayarak bakmak; bunlar yaşlı bir kadının

onurundan bir şey yitirmeden, genç bir adamdan kabul edebileceği şeylerdi. Bunun

değerini ve ne demek olduğunu, ta iliklerine kadar duymayan, anlamayan kıza

yazıklar olsundu. Şükür tanrıya ki onun kızlarının hiçbiri o türden değildi. (20)

Kızları Prue, Nancy ve Rose anneleri onlara Tansley yüzünden kızınca başlarını

tabaktan kaldırıp hayallerindeki yerle ilgili düşüncelere dalar. Annelerinin sertliği ve

baskısı altında özgür olmak isterler ve kendilerini özgür olabilecekleri bir yerde hayal

ederler. Paris’te çılgınca bir yaşam sürmek isterler. Daha sonra yine de annelerinin

sonsuz nezaketine hayran kalırlar.

Belki de düşledikleri yer Paris'ti; daha çılgınca bir yaşam; şu erkeğe, bu erkeğe

bakmak derdinden uzak bir yaşam. Açıktan açığa söylemeseler de, hepsi de,

göstermelik saygı ve nezaket konusunda, İngiltere Bankası, Hindistan

İmparatorluğu, yüzüklü parmaklar, dantelli elbiseler konusunda kuşkulu idiler ama

yine de bu şeylerde güzelliğin özünden bir parça bulunduğunu duyumsuyorlardı. Bu

da onların genç kız yüreğindeki mertliği uyandırıyor, sofrada annelerinin gözü

önünde oturdukları şu anda onun bir kraliçe bir dilencinin ayağını çamurdan çıkarıp

yıkıyormuş gibi davranışı ve peşlerinden ayrılmayıp — ya da, daha doğrusu, çağrılıp

— Skye adasına gelen o tanrıtanımaz herif için kendilerini o kadar şiddetle

azarlayışı; onun bu anlaşılmaz sertliği, sonsuz nezaketi hepsinde saygı

uyandırıyordu. (21)

Çocuklar Tansley’i pek sevmez ve Andrew onu herkesi alaya alan kaba biri

olarak görür. Tansley sürekli kendini över ve yaptıklarından bahseder. Bir gün

matematik ve felsefe gibi konular üzerine yazdıkları ile ünlü olacağına kendini

aşacağına ve böylece belli bir üne kavuşacağına inanır.

Tansley’in “En çok neden hoşlandığını hepsi bilirlerdi — Mr. Ramsay'le hiç

durmadan bir aşağı bir yukarı yürümek ve konuşmak. Bunu kim kazanmış, şunu kim

kazanmış; kim Latince şiirde usta imiş, kim zeki ama «bana kalırsa içi kof»muş;

Balliol'da en yetenekli adam kimmiş; kim şimdilik Bristol, ya da Bedford'a çekilmiş,

değerini belli etmiyormuş ama bir matematik ya da felsefe konusu üstüne yazdığı

Prolegomena — ki Mr. Ramsay görmek isterse ilk sayfalarının provaları Mr.

Tansley'in yanındaydı — ortaya çıktığı gün kesinlikle adını duyuracakmış.” İşte

konuştukları bunlardı. (21-2)

Mrs. Ramsay kendisi yüksek öğrenim görmediği, basit bir ev hanımı olduğu için

kocasına ve Tansley’e büyük hayranlık duyar. Ona göre insan kendini aşarak yükselmeli

en üst noktaya ulaşmalıdır.

Mrs. Ramsay'in, kendisini sırtında cüppesi, başında şapkası, bir üniversite kurulu

arasında yürürken görmesini çok isterdi. Bir üniversite öğretim üyeliği, profesörlük:

göz önüne getiriyordu da bunların hepsine gücü yeterdi, bunların hepsini

başarabilirdi de. (25)

Mrs. Ramsay geleneklerine bağlı bir ev hanımı olmasından dolayı her zaman

erkeklerin zekâsına hayranlık duyar ve evliliklerin yürümemesinde bile kadınları suçlu

Page 77: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

67

bulur ona göre kadın özgür değildir, kocasına boyun eğmeli sözünden çıkmamalıdır.

Varoluşçulukta sözü edilen özgürlük bu romanda Mrs. Ramsay’in anlayışına göre

erkekler için geçerlidir ve kadınlar başkaldırıda bulunamaz.

Mrs. Ramsay'in; geçkin, bozulmaya yüz tutmuş bile olsa erkek zekâsı büyük şeydir;

kadın ona baş eğmelidir düşüncesinde oluşu —kızı suçlu bulduğu için filan

söylemiyordu, hem ona kalırsa karı-koca pekâlâ mutlu da olmuştu— Tansley'in

gururunu daha da okşadı; kendini bu denli beğendiği olmamıştı hiç; şu anda bir

arabaya binselerdi parayı kendinin vermesi ne büyük zevk olurdu. Küçük çantasına

gelince, acaba onu taşımasına izin verir miydi? Mrs. Ramsay, hayır, hayır olmaz,

dedi, çantamı her zaman kendim taşırım. Gerçekten de öyle idi. Tansley, ondan

başka türlüsü de beklenemez diye düşündü. Tansley'in içinde bin bir duygu

kaynaşıyordu; özellikle bir şey, neden olduğunu bilmiyordu ama onu pek

heyecanlandırıyor, rahatsız ediyordu. (25)

Mr. Bankes, Mrs Ramsay’i düşünüp güzelliğinin farkında olmadığını uyumu

bozmak için yaptığı şeyleri aklına getirir. Sadece dış güzelliği değil, yaşayan hareketli

ruhu ile de diğerlerinden farklı bir karaktere sahiptir. Mrs. Ramsay kendine özgü

gariplikleri olan bir kadındır. Özgür olarak yaşamın uyumluluğuna karşı çıkarak

başkaldırıda bulunan hareketlere sahiptir. Oysa o da diğer insanlar gibi sıradan biri

olmak ister.

Mr. Bankes ahizeyi yerine koyup, evinin arkasında yapılan otelde işçilerin ne kadar

ilerlediklerini görmek için odanın öbür yanına doğru yürüyerek, «Ama» dedi, «tıpkı

bir çocuk gibi güzelliğinin farkın da bile değil.» Daha tamamlanmayan duvarlar

arasındaki çalışmayı, gidiş gelişi izlerken Mrs. Ramsay'i düşündü. Çünkü diye

aklından geçirdi, her zaman ille de o yüzdeki uyumu bozacak bir şey yapar. Ya

başına bir avcı şapkası geçirirdi; ya bir çocuğun yaramazlığını önlemek için

ayağında lastikler çayırların üzerinden koşuverirdi; öyle ki eğer, insan onun yalnız

güzelliğini düşünürse, o titreşimi, yaşayan o canlı şeyi (işçiler tuğlaları bir kalas

üstünde yukarı çıkarıyorlardı) aklına getirmeli ve bu şeyi o resmin içine işlemeliydi;

yok, onu sırf bir kadın olarak düşünürse, kendine özgü bazı gariplikleri olduğunu

kabul etmeli, ya da hem kendi güzelliğinden, hem erkeklerin güzellik üzerine

söyledikleri tüm sözlerden usanç getirerek, o görkemli görünüşünden sıyrılıp, bütün

diğer insanlar gibi sıradan biri olmak istediğini varsaymak gerekirdi. (19)

2.1.4. Sıkıntı / Bunaltı / Acı / Kaygı / Korku / Öfke

Acı olgusu Deniz Feneri romanında bahsi geçen varoluşçu unsurlardan biridir.

Woolf evcimen geleneklere uyan, Mrs. Ramsay karakteri ile acıma ve şefkat duygusu

ile yaklaşan bir anneyi tasvir etmiştir. Mrs. Ramsay çoğu olaya iyi niyetli ve acıyarak

yaklaşmaktadır. Kitabın başında deniz fenerine gitme umuduyla kemik veremi olan

bekçinin oğluna ördüğü çorabı vereceğini hayal eder. Kendi durumları daha iyi olduğu

için yardıma muhtaç insanlara acıma duygusu ile yaklaşır ve acı çeken çocuğu

sevindirmek ister.

Page 78: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

68

Çorabı bu gece örüp bitirirse, Fener'e de gidilirse, onu bekçinin küçük oğluna

verecekti, çocuk kemik veremiydi de. Bir yığın eski dergi, bir parça tütün, daha

doğrusu ortalıkta gereksiz, boşuna kalabalık eden ne bulursa o zavallılara

götürecekti. (19) Woolf bu romanında; Mrs. Ramsay karakteri ile varoluşçuluğun içinde yer alan

günlük hayatın sıradanlığı, can sıkıntısı ve korku ile hayatı sorgulamasından bahseder.

Fenerdeki zavallı ailenin hayatıyla ilgili hava kötü olduğunda haber alamamalarını,

küçücük yerde kapalı kaldıklarını, özgür yaşayamadıklarını düşünür. Mrs. Ramsay sık

sık kendi iç yolculuğuna dalar ve günlük hayatın sıradanlığından, can sıkıntısından

yakınır.

Bütün gün lâmbayı temizleyip fitili düzeltmekten, biraz oyalanmak için de o

küçücük bahçelerini kazmaktan başka yapacak hiçbir şey bulamayınca kim bilir

canları nasıl sıkılıyordu. Tenis sahası kadar bir kayanın üstünde her gidişte bir ay,

hava fırtınalı olursa belki de daha uzun zaman, kapalı kalmak sizin hoşunuza gider

mi? diye sorardı; ne mektup almak, ne gazete okumak, ne de insan yüzü görmek.

Evliyseniz karınızdan uzak kalmak, çocuklarınız nasıl — hastalar mı, düşüp

kollarını ya da bacaklarını mı kırdılar — haber alamamak; Tanrının günü hep aynı

sıkıcı dalgaların çatladığını, ardından korkunç bir fırtınanın koptuğunu, pencerelerin

dalga serpintileriyle örtüldüğünü, kuşların gelip gelip kendilerini Fener'e

çarptıklarını, her yanın sarsıldığını görmek; üstelik deniz alır götürür korkusuyla

kapıdan dışarı burnunun ucunu bile çıkaramamak... Nasıl hoşunuza gider mi? Şimdi

de özellikle kızlarına dönerek sormuştu. (19)

Varoluşçuluk felsefesinde seçim çok önemli bir öğedir. İnsanların karşısında

birçok yol vardır ve hangisini seçeceği kendi elindedir bu da insanın kaygılanmasına

sebep olur ve kişi bunaltı hisseder. Woolf burada, Mrs. Ramsay karakterinin karşısına

çıkan yollardan ve seçme zorluğundan bahseder. Ramsay çocukların Tansley’i

istememesi, çok misafir ağırlamasına kızmalarından dolayı üzgün hisseder.

Bir çözüm yolu bulmak gerekti. Daha kolay, daha az eziyetli bir yol vardır herhalde,

diye içini çekti. Aynaya bakıp daha ellisinde saçlarını kırlaşmış, yanaklarını çökmüş

gördüğü zaman, işleri — kocamı da, parasını da, kitaplarını da — daha iyi bir

biçimde çekip çevirebilirdim belki, diye düşündü. Ama öyle de olmuş olsa yine

kendisi, bir an bile verdiği karardan pişmanlık duymayacak, zorluklardan

kaçmayacak, görevleri üstünden atmaya bakmayacaktı. Şu anda hali, insana korku

veriyordu. Charles Tansley yüzünden öyle sert konuşmuştu ki, kızları — Prue,

Nancy, Rose — seslerini çıkaramadılar ama başlarını tabaklarından kaldırıp onunki

ile hiç ilişiği olmayan bir yaşam üzerine kâfirce düşlere daldılar. (20-1)

Çocuklar Tansleyin kendisine değil düşünce biçimine öfke duymaktadır. Ne

zaman bir şey yapmak isteseler Tansley kendi düşüncesini söyler ve onları küçük

düşürerek keyfini kaçırır. Deniz fenerine gitmek, gece dışarıda oturmak gibi özgürce

yapmak istedikleri şeylere karşı çıktığından onları kızdırır ve çocuklar da ona karşı

nefret duyarlar.

Ama çocuklar, zıddımıza giden bu değil, diyorlardı. Yüzüne de aldırmıyorlardı;

tavırlarına da aldırmıyorlardı. Kızdıkları kendisiydi, düşünce biçimiydi. Ne zaman

Page 79: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

69

ilginç bir şeyden, insanlardan, müzikten, tarihten ya da herhangi bir şeyden söz

etseler, ne güzel gece, dışarıda oturalım bile deseler, işte o zaman Charles Tansley

tüm konuyu evirir çevirir, bir punduna getirip kendi düşüncesini söyler, onları küçük

düşürür, ne yapar yapar çevresindeki her şeyi zehirleyen o acı konuşma biçimiyle

hepsinin keyfini kaçırmadan rahat edemezdi. İşte onlar bundan yakmıyorlardı.

Resim galerilerine de gitti mi, insana kravatımı beğendiniz mi? diye sorar herhalde

diyorlardı. Rose'a kalırsa, Allah için o da beğenilecek şey değildi ya! (22)

Mrs. Ramsay Tansley’in ailesi ile ilgili bilgileri öğrendiğinde ona acıma

duygusu ile yaklaşır. Ve onu da sirke çağırır. Tansley on üç yaşından beri hayatını kendi

kazanmaktadır. Acı bir hayat yaşamış, birçok zorlu tecrübe edinmiştir. Tansley, ailesi

ona yardımcı olmadığı için çok büyük çabalarla öğrenim bursu ile mesleğinde

ilerlemeye çalışmıştır. Yaşamın her anında acıyı hissetmiştir. Ramsay’in onu sirke

çağırması bile onu bu denli etkilemiş ve heyecanlandırmıştır.

Tansley, Mrs. Ramsay'i irkilten kuru bir sesle onun sözlerini yineledi: «Gidelim.»

Ama kendini zorladığı belliydi. «Hepimiz de sirki görmeye gidelim.» Birden içinde

ona karşı bir yakınlık duyup sordu, çocukken onları hiç sirke götürmezler miydi?

Hayır, hiç, diye yanıtladı onu Tansley. Mrs. Ramsay sanki ona, yanıtlamak için

sabırsızlıkla beklediği bir şeyi sormuştu; sanki günlerdir, nasıl sirke gitmediklerini

anlatmak için yanıp tutuşuyordu. Çok kalabalık bir aile imişler; kız oğlan dokuz

kardeş; babası da esnafmış; «Babam eczacıdır, Mrs. Ramsay,» dedi, «Bir dükkânı

var.» On üç yaşından beri hayatını kendi kazanıyordu; kaç kışı paltosuz geçirmişti.

Üniversitedeyken de çağrıların hiçbirine karşılık veremezdi (bunları acı acı

söylüyordu). Her şeyini arkadaşlarından iki kat fazla dayandırmak zorundaydı; en

ucuz tütünden içerdi; rıhtım boylarındaki yaşlı adamların içtiği adi tütünden. Çok

çalışırdı —günde yedi saat; şimdiki konusu bilmem neyin bilmem kime etkisiydi—

yürüdükleri için Mrs. Ramsay söylenen şeyleri iyi anlamıyor, kulağına yalnız

rastgele bir iki sözcük çalmıyordu... Tez... Öğrenim bursu... Okutmanlık... Doçentlik

filan. Bu tatsız akademik terimlerden bir şey anlamıyordu ama sirke gitmenin ona ne

diye bu kadar dokunduğunu, ne diye birdenbire babası, annesi ve kardeşleri, tüm

ailesiyle ilgili sırları açığa vurduğunu şimdi anlamıştı. (26-7)

Dışarıya çıktıklarında Mrs. Ramsay ressamların geldiğini görür. Mr

Paunceforte’nin resminin yanından geçerken üç yıldır tüm resimlerin birbirinin eşi

olduğunu, geçmişte resim yapmanın zor bir iş olduğunu ve sıkıntı çekildiğini söyler.

“Ressamın yanından geçerlerken, belli etmeden bir göz atarak, asıl büyükannemin

zamanında çok zorluklar içinde çalışmışlar; önce kullanacakları renkleri karıştırırlarmış,

sonra ezerlermiş, ondan sonra da, kurumaması için üzerine ıslak bezler örterlermiş.” (28)

Romanın bu bölümünde, varlık ve hiçlik kavramı üzerinde durulmuştur. Sıradan

bir insan olan Mrs Ramsay yine çevreyi gözlemlemekte, yaşamı sorgulamakta ve kendi

iç dünyasına dönmektedir. Oynayan çocukların gürültüsü varoluşunu hissettiği anlardan

biridir. Ama gürültü birden kesilmiş ve hiçlik olgusunu hissetmiştir.

İstediği resimleri bulmak için elindeki katalogun sayfasını çevirirken birden

duraladı. O zamana dek (pencerenin önünde oturduğu yerden) ne konuştuklarını

duymasa da, pipolarını ağızlarına sokup çıkardıkça ara sıra kesilen gürültüden,

Page 80: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

70

erkeklerin neşeli neşeli konuştuklarının ayrımındaydı. Yarım saattir süren bu ses,

kriket sopalarının gürültüsüne, bahçede kriket oynayan çocukların zaman zaman,

«Bu gelen nasıl? Bu gelen nasıl?» diyen bağırışlarına karışıyor, hepsi birden onu

sarıp avutan bir uyum içinde sürüp gidiyordu. Ama şimdi kesilivermişti. (30) Mrs. Ramsay’in sıradan yaşantısında doğanın olumlu ve olumsuz etkisi vardır.

Mrs. Ramsay dalgaların seslerini önce içini rahatlatan bir ninniye benzetmiş daha sonra

aynı sesleri birden yaşamın akışına acımasızca tempo tutan, insanı kötü düşüncelere

salan bir uğultu olduğunu düşünmüş ve korkuya kapılmıştır. Ona göre yaşamda hiç bir

şey kalıcı değil bir gökkuşağı gibi geçicidir. Mutluluk anlıktır ve sonrasında gözyaşı,

korku ve üzüntü olabilir. Her an kendine özgü ve geçicidir. İnsanoğlu da bu hayatta bir

gökkuşağı gibi geçicidir. Bu bölüm de varoluşun mutlu bir an iken hemen sonrasında

nasıl mutsuzluğa dönüştüğüne dikkat çekmektedir.

Kıyıya çarparak parçalanan dalgaların tekdüze sesleri, çok zaman düşüncelerine

ayak uydurarak içini rahatlatan, çocuklarıyla olduğu zamanlarda sanki doğanın

mırıldandığı eski bir ninninin, «Seni koruyan benim — senin desteğin benim»

sözcüklerini mırıldanıyormuş duygusunu veren, ama bazen de ansızın, umulmadık

bir anda, özellikle düşünceleri elindeki işinden biraz ayrılacak olsa böyle güzel

şeyler fısıldamayıp, korkunç davul uğultuları halinde yankılanarak yaşamın akışına

acımasızca tempo tutan, ada yıkılıp göçerek denizin içinde kaybolup gidecekmiş

gibi insanı kötü düşüncelere salan, günü işten işe seyirtmekle geçip gitmiş olan Mrs.

Ramsey'e her şeyin bir gökkuşağı gibi geçici olduğunu anımsatan bu ses —öteki

seslerin bu ana dek bastırıp gizlediği ses— o anda birden gök gürültüsü gibi

kulaklarında uğuldadı. Mrs. Ramsay korkuyla başını kaldırdı. (30-1)

Lily; bildiğinden şaşmayan, geleneklere karşı gelen, evlenmeyi düşünmeyen bir

karakterdir. Resmi tam olarak bitmeden asla görülmesini istemez. Burada varoluşçu

öğelerden öznellik bireysellik kavramları ön plana çıkar. Lily için gizlilik önemlidir ve

kendi alanına girilmesinden hoşlanmaz. Mr. Ramsay’in hızla gelip sehpayı

devirecekken resmini görmesinden büyük korku duyar. İnsan korkularıyla yaşar.

Lily’nin korkusu ise resmi bitmeden görülmesidir.

Elini kolunu sallayarak, «Korkmadan ilerledik,» diye gürleyerek Mr. Ramsay’in

öyle bir gelişi vardı ki az kalsın Lily' nin sehpasını devirecekti. Neyse ki hemen çark

edip başka yöne doğru ilerledi, kim bilir belki de Balaclava sırtlarında şan ve

şerefle ölmeye gidiyordu. Hem bu denli gülünç, hem de insanı bu denli şaşırtıp

korkutan biri daha görülmemişti. Ama böyle elini kolunu savurup, haykırdığı sürece

Lily için tehlike yok demekti; çünkü durup da yaptığı resme bakmazdı. Bakılmasına

da Lily Briscoe dayanamazdı. Bir kümeye, bir çizgiye, bir renge, pencerede James'le

oturan Mrs. Ramsay'e baktığı zamanlarda bile haberi olmadan biri yaklaşır da

resmini görüverir korkusuyla hep çevreyi kollardı Lily. (32)

Balaklava Muharebesi, 1854’de meydana gelen Kırım savaşı sırasında Ruslar ile Kırım’ın Sivastopol

kentini kuşatan Osmanlı Devleti-Birleşik Krallık-Fransız İmparatorluk ittifak kuvvetleri arasındaki bir

muharebedir.

“Balaklava Muharebesi”, http://tr.m.wikipedia.org./wiki/ balaklava muharebesi (03.01.2017).

Page 81: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

71

Lily doğadaki renkleri değiştirmekten hoşlanmayan bir ressamdır. Gerçekleri,

gördüklerini olduğu gibi resme aktarmaktadır. Ancak kafasında kurduğu resim,

yapmaya başlayınca değişmektedir. Hayali ile gerçek arasındaki bu farklılık Lily’i

kaygılandırmakta ve küçük bir çocuğun karanlık bir yoldan geçişi kadar

korkutmaktadır.

Sarmaşık çiçekleri mosmordu; duvar da bembeyaz. Mr. Paunceforte'un gelişinden

beri her şeyi soluk, ince ve yarı saydam görmek her ne kadar moda olmuşsa da, Lily

doğadaki renklerle oynamayı doğru bulmuyordu; mademki onları öyle mosmor ve

bembeyaz görüyordu, değiştirmeye ne hakkı vardı. Sonra rengin altında bir de biçim

vardı. Bakarken her şeyi öyle açık, öyle kesin görüyordu ki; ama fırçasını eline alır

almaz, birden, her şey değişiyordu. İşte tam görünümden gözünü ayırıp çizmeye

başlayacağı o anda tüm şeytanlar başına toplanır, Lily ağlayacak gibi olurdu;

kafasında kurmakla işe başlayış arasındaki bu geçit bir çocuğun karanlık bir yoldan

geçişi kadar korkunçlaşırdı. (32)

Mr Ramsay, Lily ve William Bankes’e anlam veremedikleri şekilde bakmaya

başlar. Bu bakışlardan tuhaf bir korku ve tedirginlik duyarlar hemen oradan ayrılmak

isterler. Varoluşçuluğun bireyselliğe önem verdiği düşünülürse Lily bir başkasının özel

yaşamına girdiklerini düşünüp kaygılanmıştır. Bu bölümde varoluşçu unsurlardan biri

olan özne nesne durumunda olma konusuna da değinilmektedir. Özne olan Lily bir

başka özne olan Mr. Ramsay tarafından izlenirken nesne konumuna geçmiş ve bir

başkasının nesnesi haline gelmiştir.

Mr. Ramsay onlara dik dik bakıyordu. Sanki görmüyormuş gibi bakıyordu. Bu

bakışlar karşısında nedenini anlamadılar ama bir rahatsızlık duydular. Sanki

görmemeleri gereken bir şey görmüşlerdi. Bir başkasının özel yaşamına girmişlerdi.

(33)

Lily ve Mr. Bankes eylülün ortasında bir akşamüstü yürüyüşe çıkar. Burada

doğanın insanın psikolojisi üzerindeki etkisinden bahsedilir. Su durgunlaşan düşünceleri

harekete geçirir ve bedenlerini rahatlatır. Ancak hemen ardından dalgaların

kabarmasıyla diken diken olan siyahlık insana bunaltı, can sıkıntısı getirir. İnsanın

duygu durumu doğa olayları ile anlık olarak mutlu ya da hüzünlü hale gelebilir.

Varoluşçuluğa göre insanın yaşadığı iç daralması, keder ya da mutluluk, heyecan anlık

ve geçicidir. Güzel, heyecan verici olaylar yaşamak için durup beklemek gereklidir.

Bir gereksinme ile her akşam buraya gelirlerdi. Sanki kuru toprak üstünde

durgunlaşan düşünceleri su harekete getirip yüzdürüyor, dahası kendi bedenlerini

bile rahatlatıyordu. Önce tüm körfezi mavi bir renk dalgası kaplardı; yürek onunla

birlikte genişler, beden sanki yüzerdi, ama hemen bir an sonra kabaran dalgalarla

diken diken olan siyahlık insanı sıkar, bedeni soğuk ürpertiler içinde bırakırdı. Sonra

büyük kara kayanın ardından hemen her akşam beyaz bir su köpüğü fışkırırdı; ama

zamanı belli olmazdı."Onun için durup beklemek gerekirdi; görününce de tadına

doyulmazdı. (35)

Page 82: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

72

Lily ve Bankes dalgaların köpürmesiyle duydukları heyecan ve mutlulukla

birbirlerine bakıp gülümser. Suları yararak hızla giden bir yelkenli onları neşelendirir.

Daha sonra ikisi de önlerinde duran tabloyu tamamlamak umuduyla kum tepelerine

bakar ve hüzünlenir. İş tamamlanır. Bu bölümde görecelik kavramından

bahsedilmektedir. Kum tanesinin bile insandan daha uzun yaşayacağını düşünüp, üzüntü

duyar. Lily, kum tepelerinin bu denli uzak olmasına karşın; kendilerinden milyonlarca

yıl daha uzun ömürlü olduklarını düşünür. Kum tepelerinin ömrü ile insan ömrünü

karşılaştırır. Onların bu uzun yaşam serüveninin yanında insan yaşamının kısa ve

ölümlü olmasına hüzünlenir. Kum tepelerinin gökyüzü ile konuştuğunu hayal ederek

doğayı kişileştirmektedir.

İkisi de orada durmuşlar gülümsüyorlardı. Birbirini kovalayan dalgalar, suları

yararak hızla ilerleyen bir yelkenli, ikisini de neşelendirmişti. Yelkenli koyda şöyle

bir dönerek durdu; ürperdi, yelkenlerini indirdi; bu hızlı devinimden sonra, ikisi de,

önlerinde uzanan tabloyu tamamlamak için, doğal olarak bir içgüdü ile bakışlarını

uzaklardaki kum tepelerine çevirdiler; işte o zaman az önce içlerini dolduran neşe

kayboldu, üzerlerine bir hüzün çöktü — çünkü hem bu iş tamamlanmıştı, hem de

(Lily öyle düşünüyordu) böyle uzak görünümler, kendilerini izleyenlerden

milyonlarca yıl daha uzun ömürlü oldukları duygusunu veriyor ve daha şimdiden

tümden hareketsiz bir yeryüzüne bakan bir gökle konuşup halleşiyorlar gibi

görünüyorlardı da, ondan, insana böyle hüzün çöküyordu. (35)

James babasının bencil olduğunu, her istediğini yaptıran gösteriş meraklısı biri

düşünür ve babasından nefret eder. Babasına duyduğu bu nefret Odipus kompleksi ile

açıklanabilir. Küçük yaşta olan James babasının annesiyle arasında olan o içten temiz

havayı bozduğunu düşünür. Babası ise annesinden yakınlık ve ilgi bekler. James

annesinin ona olan ilgi ve sevgisini paylaşmak istemez, bencilce davranır. Babası onlara

o kadar yabancılaşmış ve uzaktadır ki yaklaşmakta güçlük çeker, kendini yalnız hisseder

ve sevgi bekler.

Ama oğlu ondan nefret ediyordu. Böyle yanlarına gelip durduğu, tepelerinden

baktığı için ondan nefret ediyordu; onları işlerinden alıkoyduğu için ondan nefret

ediyordu; onun o taşkın, o gösterişli tavırlarından nefret ediyordu; o görkemli

başından nefret ediyordu; her istediğini ille de yaptırdığı için, hep kendini

düşündüğü için çişte başlarında durmuş, ikisini de kendisiyle ilgilenmeye

zorluyordu) ondan nefret ediyordu, ama asıl babasının o yapmacıklı, o kıpır kıpır

heyecanından nefret ediyordu, bu heyecan dalgası titreşimlerle onları sarıp,

annesiyle arasındaki o son derece içten, temiz havayı bozuyordu. Gözlerini kitabın

sayfasına dikti; böyle yapınca belki babası yürür giderdi; belki annesinin dikkatini

çeker umuduyla, parmağını bir sözcüğün üstüne koydu, biliyordu ki babası yanlarına

gelip durur durmaz annesinin dikkati dağılıvermişti; öyle kızıyordu ki! Ama

boşunaydı, ne yapsa yararı yoktu. Hiçbir şey Mr. Ramsay'i yerinden

kımıldatmıyordu. Yanlarında durmuş, onlardan ille de yakınlık bekliyordu. (53-4)

Page 83: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

73

2.1.5. Saçma/ Sorgu

Varoluşçu filozoflar tanrıya inanan ve tanrıtanımaz olarak ikiye ayrılır. Deniz

feneri romanında tanrı olgusu varoluşçu bir konu olarak karşımıza çıkar. Tansley’in

tanrıya olan inancı çocuklar tarafından sorgulanır.

Hepsi de ona, «o tanrıtanımaz adam» diyordu, «küçük tanrıtanımaz». Rose onunla

alay ediyordu; Prue alay ediyordu; Andrew, Jasper, Roger alay ediyorlardı; yaşlı

Badger bile ağzında tek bir dişi yokken onu ısırmıştı, (Nancy' nin deyişiyle) ta

Hebrides adalarına kadar peşlerinden gelen bilmem kaçıncı genç olduğu için, oysa

kendi kendilerine kalsalar ne iyi olacaktı. (20)

Saçma olgusu da deniz feneri romanında bir diğer varoluşçu element olarak

işlenir. Çocuklarının alay etmesine kendi kendilerine kalmak istemelerine

Mrs. Ramsay sert sert, «Saçma!» dedi. Her şeyi abartmakta kendisine çekmişlerdi.

Yatıya o kadar çok konuk çağırıyor ki, bazılarını dışarıda kasabada yatırmak

zorunda kalıyor demeleri yersiz değildi ama yine de konuklarına karşı nezaketsizlik

edilmesine razı olamazdı doğrusu. Hele gençlere; tatillerini geçirmeye gelen ve

kocasının kendi hayranları diye «çok yetenekli» bulduğu o on parasız gençlere.’ (20)

Mrs. Ramsay çocuklar ve insanlar arasındaki düşünce ayrılıklarını, önyargıları

sorgulamakta ve bunun saçma olduğunu düşünmektedir. Daha sonra insanlar arasındaki

sınıf ayrımını, insanların zengin-fakir, üst tabaka-alt tabaka olarak ayrılmasını

anlamlandırmaya çalışır. Bu duruma üzülmektedir. İnsanlar arasında uçurumlar

olmamalıdır. İnsanlar zaten bireysel olarak birbirinden yeterince farklıdır ve görüş

ayrılığı çıkarmak şartları zorlaştırmaktadır.

Boğuşma, anlaşmazlıklar, düşünce ayrılıkları, ta içimize dek işleyen önyargılar, tüm

bunlar sanki ne diye bu kadar genç yaşta başlıyor diye düşündükçe, Mrs. Ramsay

üzülürdü. Çocukları, hepsi de o denli her şeyi eleştiriyorlar, öyle saçma

konuşuyorlardı ki! James ötekilerle kalkıp gitmek istememişti; Mrs. Ramsay elinden

tuttu, yemek odasından çıktı. İnsanlar zaten birbirinden bu denli farklı iken, yeni

yeni ayrılıklar çıkarmak ne saçma şeydi. Oturma odasının penceresi önünde durup,

olan ayrılıklar yeter de artar bile, diye düşündü. O anda aklından geçirdikleri,

varlıklılar ve varlıksızlar, üsttekiler ve alttakilerdi. (23)

Mrs. Ramsay gibi romandaki birçok karakter hayatını ve başkalarının hayatını

sorgulamaktadır. Bu de fa da Mr. Carmichael’in hüzünlü hayat hikâyesini düşünür

evlilikten yana talihsiz olduğunu, neden evlenmediğini düşünür ve ona acıma duygusu

ile yaklaşır.

Balıkçı köyüne doğru inerlerken Mrs. Ramsay, zavallı evlenmekten yana talihsiz

çıktı, diyordu, yoksa büyük bir filozof olurdu. Siyah şemsiyesini dimdik tutmuş,

sanki hemen köşede biriyle buluşacakmış gibi hazırlıklı ve tetikte yürüyerek olayı

anlattı; Oxford'da bir kızla ilişki; erken evlenme; yoksulluk; Hindistan'a gidiş; biraz

şiir de çevirmiş, «hem de sanırım çok güzel», ne diye bilinmez, çocuklara Acemce,

Hintçe öğretmek istiyormuş, sonra da demin gördükleri gibi çimenlere uzanıp

yatıyormuş.(25)

Page 84: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

74

Varoluşçu öğelerden olan saçma olgusu bu kez Lily’in sorguladığı bir durum

olarak karşımıza çıkar. Lily kendi hiçliği, yetersizliği içinde insana bir örnektir.

Babasını geçindirmek zorunda olmasıyla duyduğu kaygı kafasına yerleşmiştir. Mrs.

Ramsay’in dizine kapanıp onu evi ve çocukları çok sevdiğini söylemek ister ama hep

kendine karşı koymuştur. Hissettiklerini ifade edemez. İnsanlar varoluşçu kaygılarla

yaşayan insan her zaman duygularını başkalarına dile getirmekten çekinir. Hislerini

ifade etme ona göre çok saçma, anlam veremediği bir durumdur.

Cesaretini yitirmemek için çok savaşması gerekirdi; «Ama işte böyle görünüyor,

tıpkı böyle,» diye söylenir, bin bir gücün ondan koparıp almak için uğraştığı

gördüğü o şeyin, hiç olmazsa, bir parçasını kurtarmaya çalışırdı. İşte o soğuk ve

rüzgârlı günde resim yapmaya başlayınca daha başka düşünceler, kendi yetersizliği,

kendi hiçliği, Brompton Caddesi'nin bir sokağındaki evde babasını geçindirmek

kaygısı gelip kafasına yerleşmiş, Mrs. Ramsay'in dizlerine kapanmaktan (çok şükür

şimdiye dek bu isteğe karşı koyabilmişti) kendini güç alıkoymuştu hem ona ne

söyleyebilirdi ki? «Seni çok seviyorum» mu derdi? Ama öyle değildi ki. Elini çitin,

evin ve çocukların üzerinde dolaştırarak, «Tüm bunların hepsini çok seviyorum» mu

diyecekti? İşte bu çok saçma idi, olacak şey değildi. İnsan demek istediğini

söyleyemiyordu. (34) Lily, «Peki ama, ya yapıtları!» dedi. Ne zaman onun

yapıtlarını düşünse Lily'nin gözü önünde bir mutfak masası canlanırdı. Bu da

Andrew' nün yüzündendi. Lily, bir gün, ona, babasının neler üzerine yazdığını

sormuştu. Andrew de, «Özne, nesne ve gerçeğin niteliği üzerine,» demişti. Lily,

Allahallah o da ne demek, dediği zaman, Andrew, «Anlayamadığın zaman bir

mutfak masasını aklına getir olsun bitsin,» demişti. (38)

Lily meyve bahçesine girdiğinde zihindeki ağaç kavramını, masayı Mr.

Ramsay’in yapıtlarına benzetmiştir. Ağaç insanın düşünme kabiliyeti ile kullanıla

kullanıla gıcır gıcır olmuş sağlamlaşmış dört bacaklı bir masaya dönüşmüştür. Mr.

Ramsay’in yapıtları da yıllar geçtikçe zorlu tecrübelerle törpülenmiş, sağlamlaşmıştır.

Mr Ramsay elbette sıradan insanlar gibi düşünemeyen, kendini aşan, geliştiren zirveye

yükselen birine dönüşmüştür.

İşte o günden beri ne zaman Mr. Ramsay’in yapıtlarını düşünse, hemen aklına gıcır

gıcır ovulmuş bir mutfak masası gelirdi... Büyük bir çaba göstererek, dikkatini,

ağacın gümüş renkli yumrulu kabuğundan, balık biçimi yapraklarından çevirip bu

masa görüntüsü üzerinde topladı; bu, yıllarca kullanıla kullanıla, bütün sağlamlığı

ortaya çıkmış, damarlı, budaklı, o gıcır gıcır ovulmuş tahta masalardan biri idi;

bacakları boşlukta, orada öylece mıhlanmış gibi duruyordu. Tüm günlerini köşeli

özler görmekle, böyle güzel akşamları, tüm o alev rengi bulutlarıyla, mavilikleriyle,

gümüşilikleriyle dört bacaklı akçam bir masaya dönüştürmekle geçiren bir insan

(bütün ayrıcalıklı kafalar zaten böyle yapardı), elbette sıradan bir insan gibi

düşünülemezdi. (38-9)

Lily erkekleri ve hayatı sorgulamaya devam eder. Mr Ramsay ve Mr Bankes’in

iyi ve kötü yönlerini karşılaştırır. İnsanın başkaları hakkında nasıl bir yargıya

varabildiğini anlamaya çalışır. Lily düşünceleri not edilemeyecek hızla konuşan bir sesi

Page 85: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

75

izlemek gibi hızlı ve çelişkili halde devam eder. Lily kararsızlığa düşmüş bir şekilde

akan bu düşüncelerin her birinin ayrı birer varlık olduğu kanısına varır. Lily’e göre

düşünce var olan şeydir. Sanki usta bir elin hepsini denetlediğini düşünür.

Öyle ise tüm bunların içinden nasıl çıkılıyordu? Bir insan başkaları hakkında nasıl

yargıya varıyor, nasıl fikir yürütüyordu? Şundan bundan tutturarak nasıl oluyor da

hoşlanıyorum ya da hoşlanmıyorum gibi bir sonuç çıkarıyordu? Hem, sanki bu

sözcükler de ne demekti? Armut ağacının dibinde mıhlanıp kalmış gibi, öylece

dururken, bu iki erkekle ilgili izlenimler sağanak halinde üzerine boşanıyor, içine

doluyordu; zihninden geçen düşünceleri izlemek, not edilemeyecek denli hızla

konuşan bir sesi izlemek gibiydi; bu ses kendi sesiydi; kendiliğinden, yadsınamaz,

değişmez, çelişkili şeylerden söz edip duruyordu; öyle ki armut ağacının

kabuğundaki çatlak ve tomurlar bile orada hiç değişmeden sonsuza dek öylece

kalacak gibiydiler. Lily, içinden, sende büyüklük var, oysa Mr. Ramsay'de bu hiç

yok, diye sürdürdü. Mr. Ramsay sıradan, bencil, yararsız, kendini beğenmiş bir

insan; şımarığın biri; dediğim dedik diyen biri; Mrs. Ramsay'i ölesiye çalıştırıyor

ama (içinden Mr. Bankes'e seslenerek), onda da sende olmayan bir şey var; dünyaya

metelik vermiyor; ufak tefek işlerle oyalanmaz; köpekleri sever, bir de çocuklarını.

Tam sekiz çocuğu var. Senin hiç yok. Geçen akşam üst üste iki hırka giyip odaya

gelerek, bir muhallebi tasının içine, Mrs. Ramsay'e saçını kestirmemiş miydi? Tüm

bunlar, Lily'nin kafasında bir sivrisinek sürüsü gibi, aşağı yukarı durmadan gidip

geliyordu; sanki hepsi tek tek ayrı birer varlıktı ama yine de usta bir el, görünmeyen

esnek bir ağ içinde hepsini birden denetliyordu. (40)

Lily düşüncelerini ayrı birer varlık olarak tanımlamıştır. Düşüncelerinin giderek

hızlanması ile işin içinden çıkamaz hale gelir ve iç daralması yaşar. Böylece düşünceler

sonunda parçalanıp dağılır. Romanın bu bölümünde düşüncelerle ilgili varlık-hiçlik

olgusu Lily’nin penceresinden aktarılmıştır. İdeaların hepsinin ayrı birer varlık olduğu

Lily’nin bu düşünceleri denetleyen bir el olduğunu hissetmesi kişinin benliği özü ya da

tanrı inancına bir gönderme olarak düşünülebilir. Böylece şu yargıya varılabilir.

Düşünce dahi olsa var olan her şey yok olmaya mahkûmdur. Silahın patlaması ile hem

gerçek varlık olan kuşlar, hem de sezgisel yani soyut varlık olan düşünceler bir anda

dağılmıştır.

— Tüm bunlar ayrı ayrı, Lily'nin zihninde, armut ağacının dalları arasında durmadan

gidip geliyorlar, oynaşıyorlardı; o ovulmuş mutfak masasının görüntüsü, Lily'nin

Mr. Ramsay'in zekâsına beslediği büyük saygının simgesi olan bu masa, hâlâ orada,

armut ağacının dallan arasında duruyordu; gittikçe şiddetlenen ve hızlanan

düşünceleri öyle gerildi ki, sonunda kendiliğinden parçalanıp dağılıverdi; Lily

rahatladı; hemen ötede bir silah patladı; arkasından, ürkmüş, heyecanlı, birbirine

girmiş bir sığırcık sürüsü havalandı. (40-1)

Birinin pot kırması aslında yapılan ölümcül bir hatayı anlatmaktadır. Bu

tabir savaştaki askerlerin çok önemli bir hata yapmasına göndermedir. Silahın

patlaması ile bütün kuşlar ürküp havalanmıştır.

Birden, dokunaklı bir sesle, «Biri pot kırdı,» diye homurdanan Mr. Ramsay'le burun

buruna geldiler. Gözlerinde heyecanın verdiği bir parlaklık, büyük bir trajik

gerginliğin doğurduğu bir meydan okuyuş vardı, bir an onlarla göz göze geldi,

Page 86: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

76

tanıyacakmış gibi oldu; ama sonra bundan kaçınmak istiyormuşçasına elini yüzüne

doğru kaldırdı, sanki kızıp utanmanın verdiği sıkıntıdan kurtulmak için onların

normal bakışlarını yüzünden sıyırıp atmak istiyordu, sanki kaçınılmaz olduğunu

bildiği bir şeyi biraz olsun geciktirsinler diye yalvarıyordu, sanki bu duraksamadan

duyduğu çocuk hiddetiyle onları etkilemek istiyordu. Ama beklenmedik bir zamanda

üstüne gelinmiş olsa bile büsbütün yenilmek niyetinde değildi; bu tatlı heyecanı

elinden büsbütün kaçırmamaya kararlıydı; bu yakışıksız taşkınlıktan utanmıştı, ama

keyfine de diyecek yoktu — sert bir hareketle arkasını döndü, iç yaşamının

kapılarını onların yüzüne çarpıverdi. (41)

Evlilik konusunda Mrs. Ramsay geleneksel düşünür. Ona göre evlilik yaşına

gelmiş bir bayan yuva kurmalı eşine hizmet etmeli ve çocuğu olmalıdır. Lily ise Mrs.

Ramsay’in tersine özgür ve kariyer sahibi olmak isteyen bir bakış açısına sahiptir.

Evliliğe pek sıcak bakmaz ve yaratıcılığını öldüreceğini düşünür. Romanın Mrs.

Ramsay’in evlilik hakkında geleneksel olarak görülen düşünceleri şöyle belirtilmiştir:

“Mrs. Ramsay gülümsedi, şu anda aklına çok hoş bir şey gelivermişti — William'la Lily

evlenseler ne iyi olurdu — sonra, çelik şişleri çatışmış, örgüsüne otlar karışmış çorabı

eline aldı; James'in bacağını ölçtü.” (42)

Woolf’un bilinç akımı tekniği ile yazdığı romanın bu kısmında Mrs. Ramsay

tekrar gerçek hayattan iç dünyasına dönüp hayatı sorgulamaktadır. Odaya bakıp

eşyaların ne kadar eskidiğini düşünür. Eşyaların ömrünün bittiğini, yok olmaya yüz

tuttuğunu ve böylece insanlar gibi nesnelerin de varlıklarını sona erdireceklerini

düşünür. Hayatta her şeyin bir başlangıcı olduğu gibi sonu da vardır. Hayatı sorgular ve

eşyaların orada ne işi olduğunu saçma ve anlamsız olduğunu düşünerek sorularına

cevap bulmaya çalışır. Kitapları okumaya zaman bulamamaktan yakınır ve ona göre bu

yapmak ayıptır. Bu yaklaşımı ile de toplumun görüşlerine önem veren; fakat, aynı

zamanda fenere gidip orda kalarak toplumdan ve kocasının konferanslarından uzaklaşıp

kafa dinlemek isteyen bir kadındır. Zaman zaman o da bireysel yaşamak ister, 0kendi

içine dönmek ona iyi gelmektedir. Yaşlı bekçi kadının tek başınalığına acıması da bir

diğer varoluşçu elementlerden biridir.

Başını kaldırıp şöyle bir baktı — çocuklarının en küçüğü, en sevimlisi hangi şeytana

uyuyordu böyle? — oda, sonra koltuklar gözüne ilişti, aman yarabbi ne de partal

şeyler diye düşündü. Andrew' nün de geçen gün dediği gibi, içlerinde ne varsa

dökülmüş yerlerde sürünüyordu. Evet, ama bütün kış tek başına yaşlı bir bekçi

kadına bırakılacak, rutubetten su içinde kalacak olduktan sonra yenilerini almanın ne

anlamı vardı? Neyse kirası çok azdı; çocuklar seviyorlardı; kocasına da

kitaplığından, konferanslarından, çömezlerinden binlerce — tam tamına söylemek

gerekirse üç yüz — mil uzakta olmak iyi geliyordu; hem konuklar için de bol bol yer

vardı. Hasırlar, portatif karyolalar, Londra'da gününü tamamlayıp emekli edilmiş bir

sürü koltuk, iskemle ve masa — hepsi burada pekâlâ işe yarıyordu. Birkaç fotoğraf

vardı, bir de kitaplar. Kitaplar da kendiliklerinden ürüyor, diye düşündü. Onları

okumaya bir türlü vakit bulamıyordu. Ozanın kendi eliyle, «Arzusu buyruk olana»...

Page 87: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

77

«Çağımızın bahtı daha açık Helen'ine» ... diye armağan ettiği kitapları bile — ayıptı

ama — okumamıştı. (42-3)

Yazar bu bölümde Mrs. Ramsay’in hayatı sorgulamasının nedenini ve kızın

yalnız kalacağına üzülmesini açıklamaktadır. Sanki Mrs. Ramsay de acı ve gözyaşı dolu

bir hayat yaşamış, bu yaşananlar kendi başından geçmiş ve acı deneyimler onu

olgunlaştırmıştır. Susmasının nedeni Onun bir leydi gibi olmasıydı; leydiler bu tür

şeyler hakkında konuşmazdı ve bu şekilde dimdik kalarak hayatla başa çıkmasıydı.

Yaşadığı olumsuz tecrübeler ona hayatta kalmayı öğretmiş ve zeki insanların yanlış

anladığı şeylerin doğrusunu görebilmekte ve ruhu gerçeği kavrayabilmektedir. Babası

kanser olan kıza bu denli üzülmesini ise şu şekilde tasvir eder:

Kimse bu derece üzgün görünmemiştir. Güneş ışığından derinlere kadar uzanan

aralıkta, yarı yolda karanlıklar içinde, belki de acı ve kara bir gözyaşı toplandı; bir

gözyaşı damladı; sular bir o yana, bir bu yana dalgalandı, bu damlayı yuttu ve

duruldu. Hiç kimse bu derece üzgün görünmemiştir. Herkes, “ama bu sadece bir dış

görünüm mü?” diyordu. “Onun güzelliğinin, o görkemli görünüşünün ardında acaba

ne gizliydi?” dedikodusu onlara kadar gelmişti — bir başka, daha önceki bir başka

sevgili, onlar evlenmeden bir hafta önce beynine tabanca sıkmış, ölmüş müydü ne?

Birbirlerine soruyorlardı. Yoksa hiçbir şey yok muydu? Hepsi ardına çekilerek

yaşadığı ve ne yapsa bozamayacağı, eşsiz bir güzellikten başka bir şey değil miydi?

Çünkü büyük tutkulardan, çiğnenmiş aşklardan, gem vurulan büyük emellerden söz

edildiği zamanlar, içtenlikli bir anında, kendinin de bu şeyleri bildiğini, bir zamanlar

içinde aynı şeyleri duymuş olduğunu, ya da tüm bunların kendi başından da

geçtiğini söyleyebilirdi; ama şimdiye dek hiç kimseye bir şey söylememişti. Hep

susardı. Demek biliyordu. Hem de öğretilmeden biliyordu. O yalınlığıyla zeki

insanların yanlış anladığı şeylerin doğrusunu görüyordu. Ondaki o düşünce

dürüstlüğü ve kesinliği de dimdik düşen bir taş gibi, kusursuzca konan bir kuş gibi

doğruca istediği yeri buluyor; ruhu bu nedenle kendiliğinden, bir şahin gibi süzülüp

inerek gerçeği kavrıyordu — belki de insanı boş yere sevindiren, rahatlatan, yaşatan

da buydu. (44-5)

Mr. Ramsay’in bir guguk kuşu gibi sürekli aynı cümleyi tekrar etmesi saçma

görünmektedir. Ruh durumunu anlatacak tümce bulamayıp aklına bir şey gelmediği için

saçma olan şeyi tekrar edip durmaktadır. Karısı ise bu durumu gülünç bulmaktadır.

Mr. Ramsay, taraçada bir aşağı bir yukarı uzun adımlarla yürüyerek, «Biri pot

kırmıştı,» diye yineledi. Ama sesinin tonu nasıl da değişmişti. Tıpkı bir guguk kuşu

gibiydi; «nağmesini o da, bozardı haziranda»; sanki yepyeni bir ruh durumunu

anlatacak bir tümce bulmak için kafasını zorluyor, araştırıyor ve aklına başkası

gelmediği için, saçmalığına filan bakmayıp o tümceyi söyleyip duruyordu — «Biri

pot kırmıştı» — ama böyle kuşkulu bir biçimde sanki soruyormuş gibi, uyumlu

söylenince ne tuhaf kaçıyordu. Mrs. Ramsay gülümsemekten kendini alamadı. Çok

geçmeden Mr. Ramsay hem bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, hem de artık tüm

kuşkulardan sıyrılmış, güvenle bu tümceyi mırıldanıyordu; sonra vazgeçti, sustu.

(49)

Mr. Ramsay yine mezar taşını düşünüp ölümü sorgulamaktadır. İnsanların onu

ayıplayacağını düşünmesi geleneklere, toplumun kurallarına uyduğunu ve insanların

Page 88: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

78

düşüncesini önemsediğini göstermektedir. Çoğu insan gibi kendisinin de çoğu zaman

zırh taktığını, bazen zırhını çıkarıp karısı ve çocuğunu izlediğinde saygı ile eğilmesini

insanların ayıp karşılayıp karşılamayacağını sorgular.

Bir an böyle durup ünü, yardım kollarını, izinden yürüyen ve kendine borçlu

olanların onun kemikleri üzerine dikeceği mezar taşını düşündü diye onu kim

ayıplar? Ve sonunda o yok olmaya yargılı bölüğün kumandanı, elinden geldiğince

çabalayıp her şeyi göze alarak, son zerresine dek tam gücünü harcadıktan, bir daha

uyanır mıyım, uyanmaz mıyım diye hiç düşünmeden, kendini uykuya bıraktıktan

sonra, şimdi birden ayak parmaklarının karıncalanmasından yaşadığını anlar, buna

pek karşı da çıkmaz, yalnız biraz anlayış, biraz viski ve neler çektiğini hemen

dinleyecek birini isterse, bu kumandan ayıplanır mı? Kim ayıplar? Kahramanı

zırhını çıkarıp, pencerenin önünde duraklayarak karısıyla oğlunu izlemeye daldığı

zaman, kim gizliden gizliye de olsa sevinç duymaz? (53)

Varoluşçu felsefe sıradan insanların günlük hayatını ele alan; yaşamın sıkıcılığı

ve anlamsızlığı karşısında insanın nasıl davrandığını gözlemleyen bir bilim dalıdır. Mrs.

Ramsay yine bir gün hayatı sorgulamakta eğer Shakespeare olmasa nasıl bir dünya

olurdu diye kendine bazı sorular sorup hayatı anlamlaştırmaya çalışır. Firavunlar

zamanı ve günümüzün sıradan insanını karşılaştırır. Hangisi daha iyidir, sıradan insanın

yaşamı uygarlık ölçüsü değerinde midir diye bazı sorulara cevap aramaktadır. Asıl

sıradan insanların önemli olduğunu Shakespeare’in pek de gerekli olmadığını düşünür.

Ona göre sıradan insanların hayatı önemlidir. Ona göre güzel sanatlar gereksinimlerin

yanında bir süsten başka bir şey değildir.

Eğer Shakespeare hiç yaşamamış olsaydı dünya bugünkünden pek mi farklı olurdu?

diye kendi kendine sordu. Büyük adamlar olmasa uygarlık ilerleyemez miydi?

Zamanımızda sıradan bir insanın yaşayışı, Firavunlar zamanında olduğundan daha

mı iyidir? Ama sıradan bir insanın yaşamını uygarlık ölçüsü olarak alabilir miyiz?

diye kendi kendine sordu. Belki de bu doğru olmazdı. Belki de en büyük çıkarımız

bir köle sınıfını gerektiriyordu. Metrodaki asansörcü değişmez bir gereksinimdir. Bu

düşünce pek hoşuna gitmedi. Başını arkaya attı. Buna engel olmak için ne yapacak

yapacak, güzel sanatların egemenliğini kıracaktı. Bu dünyanın asıl o sıradan

insanların dünyası olduğunu kanıtlayacaktı; kanıtlayacaktı ki tüm güzel sanatlar

yaşamın üstüne serpiştirilen zorlama bir süsten başka bir şey değildir. Yaşamın

kendisini anlatmazlar. Yaşam için Shakespeare de gerekli değildir. Ne diye böyle

Shakespeare'i küçük düşürerek, işi gücü ömrünün sonuna dek hep asansör kapısında

beklemek olan insanı kurtarmaya çalışıyordu, nedenini pek bilemiyordu... (61)

2.1.6. İntihar / Ölüm

Romanda yaşamın geçici olduğu ana karakterler olan Mr. Ramsey ve Mrs.

Ramsay tarafından okuyucuya aktarılmaktadır. Üzerinde yaşadıkları dünya geçicidir.

Hiçbir şey sonsuza dek sürmemektedir. Mr. Ramsey’e göre hayattaki her şey geçicidir

kalıcı olan tek şey ise ün kazanmak ve dünyaya bırakılan eserlerdir.

Page 89: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

79

Mr. Ramsey entelektüel bir kişiliğe sahiptir üniversitede ders vermektedir ve

önemli yazarlar gibi dahi olup unutulmamayı arzulamaktadır. Shakespeare gibi dâhilerin

ondan daha önemli olduğunu düşünmekte ve onların kendisinden daha uzun süre var

olup hatırlanacağına üzülmekte ve bu durumu kıskanmaktadır. Ona göre dünya sıradan,

niteliksiz insanlar için tasarlanmıştır ve bu seviyenin üzerine çıkan insanlar için

yaşanması zor olan bir yerdir.

Mrs. Ramsey ise daha geleneksel düşünen evli bir bayandır. Zamanın

geçiciliğinin ve ölümlü olmanın farkındadır. O dünyanın kötülükler ve zorluklarla dolu

bir yer olduğunu düşünür. Küçük oğlu James büyüyeceği için endişelenmektedir.

Oğlunun bu kötü olayları tecrübe edeceğinin farkındadır ve onu koruyamamaktan

korkmaktadır. Kocası kendi kendine vakit geçirmeyi severken, Mrs. Ramsey hayatın

anlamını önemli kılmak için ve anıları ölümsüzleştirmek için başkaları ile birlikte

olmaktan hoşlanmaktadır.

Mr. Ramsey insan bilincine ve kendini geliştirmeye önem veren; zamanının

çoğunu kitap okuyup yazarak geçiren, kendini bilime adamış ve başka hiçbir şeyi

önemsemeyen bir karakter iken; Mrs. Ramsey başkaları ile etkileşim halinde, iletişim

kurmayı seven, sosyal ilişkileri olan, gelenekleri önemseyen bir karakterdir. Zamanını

başkaları ile geçirdiği anılar ile doldurur ve onun için kalıcı olan anılardır. Yaşama

bakış açıları tamamen farklıdır. Biri kendini aşma, bilincini geliştirme çabasında iken,

diğeri ise yaşama duygusal açıdan bakarak insanlar ile birlikte olmayı önemser.

Mr. ve Mrs. Ramsey tamamen zıt karakterleri ifade eder. Erkek ile kadın

arasındaki farklılık ve düşünce yapısından kaynaklanan çatışmaya örnek olarak

gösterilebilir. Ancak ikisinde ortak olan şey ölümün farkında olmaları ve bundan

kaynaklanan kaygı ve korkudur.

Mr. Ramsey’in yaşamdan beklediği ve hayatın anlamı olarak görülen, karısından

istediği tek şey; ona sevgi ve sempati göstermesi ve onu sevdiğini sesli olarak

söylemesidir. Bazen karısının onu sevip sevmediği konusunda şüphe duymaktadır. Hep

karısı tarafından övülmek hoşuna gider ve kendisini daha iyi hisseder. Mr. Ramsey her

ne kadar yalnızlık içinde kendisini bilime adamış olsa da karısının desteği olmadan

yapamaz. Kendisini yetersiz görür. Büyük dâhilerden biri olamayacağı, kendini aşma

konusunda daha ileri gidemeyeceği kaygısı ile umutsuzluğa kapılır.

Page 90: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

80

Lily resmini William Bankes’e göstermek istemez ve görmesinden korkup

büyük endişe duyar. Lily duygularını ifade ederken kendine özgü bir alana sahiptir.

Kimsenin bu saklı dünya içine girmesine izin vermez. Olumsuz yorum yapmasından

çekinir. Lily tüm yaşanan olumsuzluklara rağmen resmini bitirmeye karar verir.

Kendine özgü sanatıyla resmini oluşturur. Resimdeki en önemli unsur denge ve

sentezdir. Woolf da bize olayları farklı karakterlerin penceresinden vererek bu denge ve

sentezi romanında oluşturmaktadır.

Lily, hayata çok farklı bir pencereden bakabilen, gelenekleri sevmeyen,

özgürlüğüne düşkün sanatçı ruhlu bir karakterdir. O yaşam yolculuğunda tecrübeye

önem veren ve sanatını geliştirmeye çalışan, hayata sanat penceresinden bakan bir

kişidir. Ona göre hiçbir şey öylece kalmaz her şey değişir. Kalıcı olan tek şey ise

kelimeler ve resim sanatıdır. Lily hayatın anlamını sanat ile ilişkilendirmiş,

ölümsüzlüğe ise resim sayesinde kavuşabilmiştir. Değişimi sürdürebilmesi için tek

umudu resimdir. Onun için yaşamın anlamı ve kalıcı olan şey sanattır.

Lily romanın başında başladığı Mrs. Ramsey’in resmine uzun süre ara vermiş,

ancak o öldükten sonra romanın sonunda bitirmeye karar vermiştir. Onu kızı gibi görüp

şefkat gösteren Mrs. Ramsey’i anlamaya çalışır. Ancak elli çift gözü de olsa bu kadının

hayata bakış açısını ve hayat ile ilgili düşündüklerini yakalayamaz. Woolf’un bu

romanında olayların akışı tek bir insanın görüşü ile değil birçok kişinin algısı, düşüncesi

ve bakış açısı ile verilmektedir. Lily, Bayan Ramsey’in resmini çizerken, onu tüm

hatalarından arındırarak mükemmel bir biçimde çizmeye çalışmıştır.

Woolf evi de farklı şekillerde tasvir etmektedir. Başlangıçta James eve gitmek

için can atar, sevdiği eğlenceli bir yerdir. Ancak annesi öldükten sonra sadece amacına

ulaşmak yarım kalan öyküyü tamamlamak için fenere girmeye karar verir. Fener önceki

zamanlarda eğlenip, hoş vakit geçirdikleri bir yer iken kitabın sonunda yıllarca

bakılmamış harabeye dönüşmüş, yok olmaya mahkûm bir yer haline gelmiştir. Oradaki

ev de eskimiş; artık Bayan Ramsey gibi ölüme yaklaşmış ve az zamanı kalmıştır. Evin

tasviri de diğer olaylar gibi zamana ve yaşananlara bağlı olarak birçok açıdan

verilmiştir.

Deniz bu romanda sürekli değişen, yenilenen, bir sembol olarak verilmiştir.

Zamanın bize getirdiği değişimi yansıtmaktadır. Dalgaların yükselip alçalması hayatın

bize sunduğu iyi ve kötü olayları, yani; iniş çıkışları temsil etmektedir. Yaşam, zaman

Page 91: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

81

bize güzellikler getirdiği gibi tehlikeler de sunabilir önemli olan bu olaylar karşısında

bizim nasıl davranacağımız neye karar vereceğimizdir. Deniz hayatın kalıcı olan

yönünü temsil etmektedir ancak dalgaların şiddetli oluşu üzerinde durulan zemine

tahribat verir. Yıkıma uğratır. Tıpkı başımıza gelen kötü olayların insanı mahvetmesi

gibi. Burada deniz ölümsüzlüğü ve kıyıdaki kum tanelerinin şiddetli dalga etkisi ile yok

olması ise ölümü çağrıştırmaktadır.

Evin duvarında asılı olan domuz kafası da ölümü temsil eden diğer sembollerden

biridir. Her canlı er ya da geç ölümü tadacaktır bundan kaçış yoktur. Bu domuz kafatası

da bunun bize gösterilen bir kanıtıdır. Bu kafatası insana her zaman ölümü hatırlatan ve

evde yaşayanlar için kaygı uyandıran bir elementtir.

Mrs. Ramsay James’e çorabı giydirirken eşyalara bakar ve renklerini yitirdiğini

partallaştığını düşünür. Evdeki eşyaların eskiliği canını sıkan bir durumdur. Her şeyin

eskimesi, eşyaların bile varlıklarını sona erdirmesi. Her şey var olur işlevini görevini

tamamlar ve ölür algısına bir örnektir. Zamanın ve doğanın yani yaşamışlığın,

deneyimin insanlar ve nesneler üzerinde inanılmaz bir etkisi vardır. Resim çerçevesi

üzerine yeşil şal atsa ne anlamı olacaktır yaz mevsimi boyunca güneş rengini

solduracaktır. İnsanlar ya da cansız nesneler de yaratıldıkları gibi ölmeye mahkûmdur.

Çorabı James'in bacağına tuttu, tüm odayı baştan aşağı süzerek, işte diye içini çekti,

böyle olunca da eşyalar her yaz gittikçe biraz daha partallaşıyor. Yer yaygısı artık

rengini yitiriyordu; duvar kâğıdı şurasından burasından yırtılarak sarkmaya

başlamıştı. Üzerindeki resimler gül müdür nedir artık ayırt edilemiyordu; ama tabii

bir evde tüm kapılar hiç kapanmaz, koca İskoçya'da sürgüleri onarabilecek biri

bulunmazsa o ev mahvolmaz da ne, olurdu? Bir resim çerçevesi üzerine yeşil bir

kaşmir şal yerleştirmek neye yarardı? On beş gün geçmeden rengi bezelye çorbasına

dönerdi. Ama asıl onun canını sıkan kapılardı; hiç kimsenin kapı kapatmak aklına

gelmezdi; kulak kabarttı. Oturma odasının kapısı açıktı; salonun kapısı açıktı;

seslerine bakılırsa galiba yatak odalarının kapıları da açıktı; tabii merdiven başındaki

pencere de açıktı; çünkü kendi eliyle açmıştı. Pencereler açılmalı, kapılar

kapatılmalıydı; bu kadar basit bir şeyi nasıl oluyor da hiç kimse aklında

tutamıyordu? (43)

Mrs. Ramsay hizmetçilerin odasına gittiğinde Marie’nin söylediği sözü

düşünerek babasının gırtlak kanseri olduğunu hatırlar. Marie bir umut, bir mucize

bekleyerek babasının iyileşmesini istemektedir. Ancak kanser yenilmesi en zor

hastalıklardan biridir ve babasının öleceğini bilmek onu umutsuzluğa düşürmektedir.

“ Marie, «Yurdumda dağlar öyle güzeldir ki,» demişti. Bunu dün gece gözleri yaşla

dolu, pencereden uzaklara bakarak söylemişti. «Dağlar öyle güzeldir ki.» Mrs. Ramsay

biliyordu, kızın babası oralarda ölüm yatağındaydı. Onları babasız bırakıyordu. (44)

Page 92: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

82

Mr. Ramsay kocasının bu sözü söylemesi üzerine ürperip, titremiş ve bu

sözcükleri anlamlandırmaya çalışmıştır. Ona göre parça parça olan yok olan bir şey

vardır ancak nunu ne olduğunu bilemez. Kocasının bu tuhaf davranışıyla birlikte yalnız

kalmak istediğini fark eder çünkü Tansley’i tezini yazmak için gönderir. Burada yazar

yok olma, ürperti, titreme gibi varoluşçu kavramlara değinerek varoluşçu felsefenin

duygularını karakterler üzerinden okuyucuya yansıtmaktadır.

Peki, ama ne olmuştu? Biri pot kırmıştı. Mrs. Ramsay birden daldığı düşüncelerden

uyandı; ne zamandır bir anlam veremediği o sözcüklerin anlamını kavradı. «Biri pot

kırmıştı» — Miyop gözlerini kendine doğru gelen kocasına dikti, gözlerini

ayırmadan dikkatle baktı; kocası yaklaşınca anladı ki (sözcüklerin söylenişi zihninde

bir şeylerle birleşivermişti), bir şey olmuştu, biri pot kırmıştı. Ama ne olduğuna bir

türlü akıl erdiremiyordu. Mr. Ramsay ürperdi; titredi. Tüm kendini beğenmişliği,

kendi görkemli parlaklığından duyduğu tüm haz, adamlarının başında bir yıldırım

gibi korkunç bir atmaca gibi vahşi doludizgin ölüm vadisinden geçerken parça parça

olmuş, yok olmuştu. Top gülle yağmurunda korkmadan ilerledik, ölüm vadisinden

şimşek gibi çakarak, ateş açtık; gürledik — tam Lily Briscoe ile William Bankes'in

arasına. Ramsay ürperdi; titredi. Şimdi dünyada kocası ile konuşamazdı; çok iyi

bildiği özel belirtilerden, gözlerini ondan kaçırmasından, sanki bir örtüye sarınmış,

dengesini yeniden bulmak için yalnızlığa gereksinimi varmış gibi, tüm varlığının

garip bir biçimde çekilip büzülmesinden anlıyordu ki kocası fena halde kızmış,

üzülmüştü. (46)

Mrs. Ramsay gerçek hayatın saçma ve sıradan işlerinden usanmış ve sıkıntı ile

bir an önce gönderebilmek için çorabı bitirmeye çalışmaktadır. Çorabı hemen bitirmeye

çalışması onda bunaltı yaratmıştır. Mrs. Ramsay, “Bu çoraplardan da usanç geldi;

bitireyim diye çalışıyorum, yarın Sorley'in küçük oğluna göndereceğim,”der. (48)

Mr. Ramsay’in R’ye ulaşabilmesi için kendini sorgulaması bir diğer varoluşçu

öğedir. Varoluşçu romanlarda karakterler sürekli yaşamı ve ölümü sorgulamakta

öldükten sonra üne kavuşup eserleriyle ölümsüz olmayı istemektedir.

Üzerinden sardunyalar sarkan saksının yanında donmuş gibi durdu. Ama milyonda

kaç kişi R'ye ulaşıyor ki? diye kendi kendine sordu. Umutsuz bir girişimin önderi

kendine pekâlâ böyle birşey sorabilir, sonra da, «Belki bir kişi,» karşılığını da

verebilir; böyle söylemekle de ardından gelenleri yanıltmış olmaz. Bir kuşakta tek

bir kişi. Eğer o tek kişi de kendisi olmazsa suç onda mı? Yeter ki dürüstçe çalışıp

didinmiş, artık dermanı kalmayıncaya dek tüm gücünü harcayıp tüketmiş olsun.

Hem acaba ünü de ne kadar sürerdi ki? Ölmek üzere olan bir kahramanın bile,

gözlerini kapamadan önce, arkamdan insanlar benim için ne diyecek acaba? diye

düşünmek hakkıdır. (51-2)

Mr. Ramsay bu bölümde yaşam süresini, ölümlülük ve ölümsüzlük kavramlarını

iki nesneyi kıyaslayarak sorgulamaktadır. Ününün belki de iki bin yıl süreceğini

Mr. Ramsay’in bu sözü söylemesinin nedeni savaş zamanında bir komutanın bir hata yapmasıyla bütün

askerlerin ölmesine neden olmasıdır. Burada çeviri yetersiz kalmıştır; Mr. Ramsay’in ifade etmek istediği

şey birinin ölümcül, büyük bir hata yapmasıdır.

Page 93: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

83

düşünür sonrasında ise cansız varlıklar ve insan ömrü arasında bir kıyaslama yapar;

ayakkabımızla fırlattığımız bir taşın bile bir dahi olan Shakespeare’den uzun

yaşayacağını düşünerek karamsarlığa kapılır. Burada geçen karakterin hayatın amacı ve

anlamını sorgularken yaşadığı umutsuz, karamsar durum varoluşçu bir temaya örnektir.

Ünü belki de iki bin yıl kadar sürerdi. (Mr. Ramsay gözlerini çite dikerek acı acı

sordu.) İyi ama iki bin yıl nedir ki? Gerçekten de bir dağ tepesinden aşağı, çağların

sonsuz bozkırlarına şöyle bir bakarsanız, bu iki bin yılın ne değeri olurdu ki?

Ayakkabınızın ucuyla vurup fırlattığınız taş parçası bile Shakespeare'den çok

yaşayacak. Kendi küçük ışığı da belki bir iki yıl solukça biraz ışıldayacak, sonra

daha büyük bir ışık onu yutacak, onu da daha büyük bir ışık yutacaktı. (Karanlığa,

birbiri içine girmiş ince dallara doğru baktı.) Öyleyse sonunda yılların oluşturduğu

bozkırı ve düşüp yok olan yıldızları görecek kadar da olsa bir yüksekliğe tırmanan o

fedai bölüğünün kumandanı, donmak üzereyken, yardım kolu geldiğinde onu görevi

başında tam bir asker gibi ölmüş bulsun diye, biraz da gösterişle, uyuşmuş

parmaklarını alnına doğru götürüp, omuzlarını dikleştirirse, vaziyet almaya çalışırsa

kim suçlar onu? Mr. Ramsay omuzlarını dikleştirip saksının yanında dimdik durdu.

(52-3)

Mr. Ramsay oğlu ve karısına yaklaşmak ister ve yakınlık bekler ancak varlığı

canlı olan, verimli karısının karşısında kendisini verimsiz ve yetersiz hisseder. Ailesine

yabancılaşmış ilgi bekleyen bir adamdır ancak bunu dile getirip söyleyemez. Boş bir

adam olduğunu ve gelecekten beklentisiz olduğunu düşünür.

Deminden beri kucağında oğlu, sere serpe oturan Mrs. Ramsay toparlandı, yarı

dönüp doğrulmaya davrandı. Bu haliyle, birdenbire havaya dimdik, bir sütun halinde

fışkıran güçlü bir suyu, bir enerji kaynağını andırıyordu (sonra sakinleşip oturdu,

eline yine çorabı aldı ama) tüm varlığını ateşleyen bir canlılıkla hem yanıyor, hem

çevresini nurlandırıyor gibiydi; işte bu tatlı verimliliğin, bu yaşam pınarının ta

ortasına değin erkeğin o öldürücü verimsizliği, pirinç bir gaga gibi, çıplak ve kısır

dalıyordu yakınlık istiyordu. Nafile adamın biriyim, hiçbir şey yapacağım yok,

diyordu. (54)

Mr. Ramsay için hayat o denli sıradan ve anlamsızdır ki bu yabancılığından

kurtulup o da insanların arasına karışmak, okşanmak, dehasının farkına varılmasını

ister. Evin bütün odaları yaşamla dolmalı ve onu bu verimsizliğinden kurtarmalı diye

düşünür. Yakınlık kurmak ister ve yaşamın tam içinde olduğuna inandırılmak mesleği

ile ilgili daha fazla itibar görmek övülmek ister.

Mr Ramsay “yakınlık istiyor, her şeyden önce dehasından emin kılınmak istiyor,

sonra da insanların arasına karışmak, okşanmak, yatıştırılmak, kendine getirilmek

istiyordu; onu kısırlığından kurtarmak ve evin tüm odalarını yaşamla doldurmak

gerekliydi — oturma odası; onun arkasındaki mutfak; mutfağın üstünde yatak

odaları; tüm bu odaların hepsi döşenmeli, yaşamla dolmalıydı. Karısı, Charles

Tansley senin için bugünün en büyük metafizikçisi diyor, dedi. Ama bu onun için

yeterli değildi. Yakınlık görmeliydi. Kendisinin de yaşamın ta içinde olduğuna

inandırmalıydılar onu, kendisine gereksinmeleri olduğunu göstermeliydiler, sade ev

halkı değil, tüm dünya. Elindeki şişler durmadan gidip gelirken, Mrs. Ramsay

kendinden emin, dimdik, hayalinde oturma odasını, mutfağı istediği gibi döşedi,

dayadı; kocasını oraya çekip, dinlenmeye, istediği zaman girip, istediği zaman

çıkarak, dilediği gibi yaşamaya çağırdı. Gülüyor, örgüsünü örüyordu. Mrs.

Page 94: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

84

Ramsay'in dizleri arasında tüm bedeni gerilmiş duran James, annesinin tüm

canlılığının, tüm gücünün alev alev yükseldiğini, ama sonra, bu alevin erkeğin o

verimsiz palası, durup durup acımasızca inerek ille de yakınlık isteyen o tunç gaga

tarafından içilip sömürüldüğünü duyumsadı. (55)

Mr. Ramsay nafile adamın biri olduğunu düşünür. Yalnız kalmaktan korkar ve

büyük endişe duyar. Karısının onu hiç bırakmayacağına inanmak ister. Tüm korkularını

yenmek ve geleceğe umutla bakmak ister. Aşkınlığa ulaşmak için karşılaşacağı

zorluklardan korkar ancak karısının ona güç vereceğini yalnız bırakmayacağını umar ve

buna inanır.

Mr. Ramsay yineledi. Nafile adamın biriydi, hiçbir şey yapacağı yoktu. Bak öyleyse,

duy öyleyse. Mrs. Ramsay elindeki şişleri şak şak işleterek, odanın içine,

pencereden dışarıya, James'e bakarak, gülüşü, tavırları ve bu konudaki yetkisiyle

(tıpkı karanlık bir odada elinde ışıkla dolaşarak endişeli bir çocuğu yatıştıran bir

bakıcı gibi) ona düşündüğünün gerçekleşmiş olduğunu söylüyordu; işte ev dolup

taşıyordu; bahçede baharlar açıyordu; bundan hiç kuşkusu olmamalıydı. Eğer ona

tüm varlığıyla inanırsa, kendisine hiçbir şeyden zarar gelmezdi; ne denli derinlere

inerse insin, ne denli yükseklere tırmanırsa tırmansın bir an bile yalnız kalmayacak,

karısını hep yanında bulacaktı. (55)

Mrs. Ramsay bedensel ve ruhsal bir yorgunluk hisseder. Balıkçının karısı adlı

öyküyü okumaya devam eder. Bir an kocasından üstün olduğunu hisseder ancak bu

duygu onu rahatsız eder. Kocasına iyi olduğunu söyler, yardımcı olur ancak bazen

söylediği bu sözlerin doğruluğundan emin olamaz. Böyle düşündüğü için kendini kötü

hisseder Bu durumda iç daralmasına dönüşür.

Kocası uzaklaşırken her bir titreşim dalgası, sanki ikisini birden sarıyor, ikisine de

tıpkı bir anda basılan, biri tiz, diğeri pes iki sesin kaynaştıkları anda' birbirlerine

verdikleri türden bir erinç getiriyordu. Ama titreşim durup da yeniden önündeki Peri

Masalı'na dönünce Mrs. Ramsay ayrımına vardı, yalnız bedence yorulmakla

kalmamıştı (olayın içindeyken anlamazdı ama biraz geçince hep böyle olurdu),

bedensel yorgunluğunda, belli belirsiz de olsa, başka, pek hoş olmayan bir duygu da

vardı. 'Balıkçının Karısı' öyküsünü yüksek sesle okumaya başlamıştı, ama bu

duygusunun nedenini kestiremiyordu; anlayınca da kendini bırakıvermedi, duyduğu

hoşnutsuzluktan yakınmadı, sayfayı çevirmek için durup, ağır ağır kötü bir haberci

gibi, kırılan bir dalga sesi kulaklarına çarptığı anda anladı, bu duygunun nedeni şu

idi: Bir an da olsa kendini kocasından üstün görmeye gönlü razı değildi; hem

kocasına söylediği şeylerin doğruluğundan tam emin olmamak da fenasına

gidiyordu. (56)

Mr. ve Mrs. Ramsay her ne kadar yakın görünseler de birbirlerine o derece

yabancılaşmıştır. Kocasının kendisinden yardım istemesi üstün olup olmadığını

sorgulamasına sebep olur. Kocasının yetersiz olduğunu düşünmekte ancak bazen dile

getirememektedir. Bazen ona gerçeği söyleyemediğinden hoşnut değildir. Mr. Ramsay

son yapıtı konusunda hassastır, karısı da en iyi yapıtı olmadığını düşünmekte ancak

bunu dile getirememekten yakınmaktadır.

Page 95: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

85

Hiç kuşkusu yoktu, üniversiteler, herkesler, konferanslar, kitaplar onu bekliyordu,

tüm bunlar her şeyden daha önemliydi; onu böyle rahatsız eden şey aralarındaki

ilişki ve kocasının herkesin gözü önünde açıktan açığa böyle yanına gelip ondan

yardım istemesi idi; çünkü o zaman, Ramsay karısının yardımı olmadan yapamıyor,

diyorlardı; oysa ki kocasının, kendinden, söz götürmeyecek biçimde üstün olduğunu,

kendi yaptıklarının kocasınınkinin yanında sözü bile olamayacağını bilmeleri

gerekirdi. Ama hoşnutsuzluğu biraz da kocasına gerçeği olduğu gibi söylemeye

çekinmesinden, örneğin bir türlü limonluğun damından, onarılması için gidecek

paradan, belki de elli sterlin kadar tutardı, söz edememesinden de kaynaklanıyordu.

Kitapları için de öyleydi: Kendinin de biraz kuşkulandığı gibi, kocası son yapıtının

pek de öyle en iyi yapıtı olmadığını (bunu da William Bankes' in sözlerinden

çıkarmıştı) sezerse diye ürkmesi; sonra ufak tefek günlük olayları ondan gizlemeye

çalışmak, çocukların bunu anlamaları ve bu durumun onlara verdiği üzüntü — işte

tüm bunlar birlikte yükselen iki sesin yarattığı o lekesiz dupduru sevinç havasını

bozmuş ve ses hoş olmayan bir tatsızlıkla kulağına çarpıp kesilivermişti. (57)

Mrs. Ramsay kitap okurken hayatı sorgulamaya devam eder. Üzüntü ve kaygı

çoğu zaman yaşadığı ruh durumlarındandır. Buna şöyle örnek verilebilir:

Sayfanın üstüne bir gölge düştü; Mrs. Ramsay başını kaldırıp baktı; ayaklarını

sürüye sürüye Augustus Carmichael geçiyordu; tam insanlar arasındaki ilişkilerin

eksikliğini, en mükemmelinde bile bir kusur bulunduğunu ve kocasını sevmesine

karşın, içindeki gerçekçi olma duygusuyla, bu kusuru görmezlik edemediğini

düşünerek üzülürken; tam kendi değersizliğine inanmanın, bu yalanlar, bu

abartmalarla asıl görevini yapmaktan alıkonulmuş olmanın acısını duyarken — tam

geçirdiği heyecan anından sonra, böyle kendini küçük görerek kaygılanırken, Mr.

Carmichael sarı terliklerini sürüye sürüye geçti. (57-8)

Mrs. Ramsay, Mr. Carmichael’in acılı hayatını düşünmektedir ve

mutsuzluğunun nedenini karısına bağlar. Dünyada yapacak bir şeyi kalmayan boş biri

olarak görür ve ona acıma duygusu ile yaklaşır.

Carmichael hiç yanıt vermedi. Afyon yutardı. Çocuklar sakalı ondan sararıyor

diyorlardı. Kim bilir, belki de öyleydi. Mrs. Ramsay'in bildiği bir şey varsa o da

zavallının pek mutsuz olduğu ve her yıl biraz soluk almak için onların yanma geldiği

idi; ama her yıl da hep aynı şeyi duyardı içinde; Mrs. Ramsay'e hiç güveni yoktu.

Ona, «Kasabaya gidiyorum, pul, kâğıt, tütün bir şey ister misiniz?» diye sorunca

irkildiğini duyumsamıştı. Mrs. Ramsay'e güveni yoktu. Bu da hep karısının

yüzündendi. Karısının adama yaptığı aklına geldi; St. John's Wood' daki o iğrenç

küçük odada, o pis kadının onu nasıl kapı dışarı ettiğini gözleriyle gördüğü zaman,

olduğu yerde donup kalmıştı. Zavallı adam pek sallapatiydi; her şeyi üstüne döker

saçardı; dünyada yapacak işi kalmamış usandırıcı ihtiyarların hâli vardı üstünde;

karısı da bu zavallıyı kapı dışarı etmişti. O aksi haliyle, «Bana bak, Mrs. Ramsay'le

ben biraz konuşacağız.» demişti; Mrs. Ramsay sanki görmüş gibi zavallının sayısız

acılarla dolu yaşamını gözünün önünden geçiriyordu. Acaba tütün alacak parası var

mıydı? Yoksa karısından istemek zorunda mıydı? (58)

Mrs. Ramsay sürekli insanlara yardım etmeye çalışır. Bunu neden yaptığını

sorgular. Kendini mutlu etmek için mi yoksa başkaları hayran kalsın diye mi? Mr.

Carmichael’in böyle kendinden kaçmasına insanlardan uzaklaşıp yalnız ve yabancı

yaşamasına üzülür.

Kendisi de biliyordu, nereye giderse güzelliğinin meşalesini de beraber götürüyordu;

bu meşaleyi girdiği her odaya dimdik taşıyordu; hem sonra istediği kadar bunu

Page 96: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

86

gizlemeye, onun verdiği o tekdüze görünüşten istediği kadar kurtulmaya çalışsın,

yine de bu güzelliği yok edemiyordu. Çok beğenilmişti. Sevilmişti. Yaslılarla dolu

odalara girmiş, önünde gözyaşları akmıştı. Erkekler, dahası kadınlar bile onun

yanında tüm o karmaşık duygulara yol vererek, kendilerini sadeliğin, içtenliğin

verdiği gönül rahatlığına bırakmışlardı. Mr. Carmichael'ın böyle kendinden kaçması

gücüne gidiyordu; hem de haksız olarak, dürüst olmayan bir biçimde. Asıl canını

sıkan da buydu (hem tam kocasına sinirlendiği bir sırada). Mr. Carmichael kolunun

altında bir kitap, sarı terliklerini sürüye sürüye, sorusuna karşı yalnızca başını

sallamakla yetinerek geçip gittiği zaman içinde beliren duygu, ona inanmadıkları

duygusu, onu rahatsız ediyordu; başkalarına yardım etmek, nesi var, nesi yok onlara

vermek için bu denli çırpınıp didinmesi hep bencillikten başka bir şey değildi

demek? Böyle herkese yardım etmesi, nesi var, nesi yok onlara vermek istemesi hep

kendi kendini hoşnut etmek için mi idi? (59-60)

Mrs. Ramsay hizmetçilerin odasına gittiğinde Marie’nin söylediği sözü

düşünerek babasının gırtlak kanseri olduğunu hatırlar. Marie bir umut, bir mucize

bekleyerek babasının iyileşmesini istemektedir. Ancak kanser yenilmesi en zor

hastalıklardan biridir ve babasını öleceğini bilmek onu umutsuzluğa düşürmektedir.

“Marie, «Yurdumda dağlar öyle güzeldir ki,» demişti. Bunu dün gece gözleri yaşla dolu,

pencereden uzaklara bakarak söylemişti. «Dağlar öyle güzeldir ki.» Mrs. Ramsay

biliyordu, kızın babası oralarda ölüm yatağındaydı. Onları babasız bırakıyordu. (44)

Page 97: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

87

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

3.1. “YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK” ADLI ESERİN VAROLUŞÇU

UNSURLAR BAKIMINDAN İNCELENMESİ

Tezer Özlü “Varoluşçuluk” akımına katkıları bulunan, uluslararası üne sahip, önemli bir

Türk yazardır. Kalıplara boyun eğmeyen bir kadın protipi ile bunalımlarını yazar ve

başkaldırıları ile okuyucunun dünyasında yer edinir.

Avrupa’ da Sartre ile başlayan daha sonra Camus ve Kafka’yla genişleyip çığ gibi

büyüyen varoluşçuluk akımına bir destek de Tezer Özlü’den gelir. Metinlerindeki

içsel konuşmalar, bilinç akışı tekniği ve birinci tekil anlatıcı ile var oluşunu

anlamaya çalışan bir kadın yazarla karşılaşırız. Kadere karşı çıkan ve var oluşunu

kendi benliğinin ellerine emanet etmeyi öngören bu akım, toplum, devlet ve din

baskısını da reddeder.”171İnsan, tek boyutlu bir varlık değil, karmaşık dünyasıyla çok

boyutlu bir varlıktır ve kendini bilinçli ya da bilinçsiz zıtlıklarla var eder. Bu nokta

da insan yaşamı da varlık ve hiçlik arasında gidip gelen uzun ve zor bir yoldur. Şu

da unutulmamalıdır ki hiçlik sorunu sıradan insanın değil aydın insanın veya

düşünen, sorgulayan insanın sorunudur. (…)Tezer Özlü romanları da apaçık bunu

göstermektedir.172 Anlamsızlık, bunaltı ya da sıkıntı, ölüm, intihar, korku, boşunalık,

gelip geçicilik, alışılmış değerlere, yerleşik düzene tavır alma, sonsuzca bağımsızlığı

yaşama isteği Özlü kardeşlerin romanlarının ana izlekleridir. Tüm bu temaların yolu

da mutlaka hiçlik’e çıkmaktadır. Özlü kardeşlerin kahramanları tüm bu sıkıntıları

yaşamış ayrıca yazarlarının da belirttiği gibi boşluk’u tatmaktan kendilerini

kurtaramamışlardır. (…)Tezer Özlü’nün romanlarında anlattığı kendisi daima boşluk

içerisinde olan karakterlerdir. Bu nedenle sürekli arayış içerisinde olan mutsuz,

umutsuz ve melankolik kişilerdir.173

Tezer Özlü anlatısına bir ilkbahar gününde okuduğu Pavese’ye ait olan kitabı

anlatarak başlar. “Yılın bu güzel ilkbahar gününde bir an, bir saat ya da süresizlik gibi

algıladığım bu belirsiz sürede ‘acının durgunluğunu’ okurken tüylerim ürperiyor.”(7)

Bununla birlikte benliğini Pavese’nin benliğiyle özdeşleştirdiği ve aynı gün doğmasına

şaşırdığını belirterek Pavese’den bir alıntı ile yazısına devam eder. “Her caddenin

kendine özgü bir görüntüsü vardır. Her tepebaşlı başına bir kişiliktir…”*der Pavese. (7)

Varoluşçu bir yaklaşım ile kitabına başlamaktadır doğadaki her canlı var olur ve daha

sonra özünü oluşturur. Sartre’a göre; bitki hayvan ve diğer nesnelerin özü varoluşundan

önce gelir. Pavese burada her caddenin kendine özgü bir görüntüsü olduğunu, cansız

171 İrem Uzunhasanoğlu, “Yaşamın Ucundaki Kadın”,

http://www.iremuzunhasanoglu.com/tezer-ozlu-yasamin-ucundaki-kadin/ (10.02.2018). 172 “Demir Özlü ve Tezer Özlü Romanlarında Hiçlik Sorunu”,

http://sanatlayasamak.net/demir-ozlu-ve-tezer-ozlu-romanlarinda-hiclik-sorunu (10.09.2017).

173 “Demir Özlü ve Tezer Özlü Romanlarında Hiçlik Sorunu”,

http://sanatlayasamak.net/demir-ozlu-ve-tezer-ozlu-romanlarinda-hiclik-sorunu (10.09.2017).

Page 98: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

88

varlık olarak gördüğümüz bir tepenin bile bir kişiliği yani özü olduğundan

bahsetmektedir. Burada cadde, tepe; Sartre’ın bezelye ve masa örneğine benzetilebilir.

Ona göre doğada var olan her nesnenin bir kişiliği vardır.

3.1.1. Yalnızlık ve Yabancılaşma

Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı eserinde Cesare Pavese’den olan

alıntılara karşılık cevap vererek anlatısını oluşturur. Pavese’nin “Her caddenin kendine

özgü bir görüntüsü vardır. Her tepe, başlı başına bir kişiliktir.” *(7) sözüne ilişkin

sadece insan varlığının değil doğada var olan her şeyin; yani, cadde, tepe gibi nesnelerin

de kendine özgü bireysel bir kişiliği olduğunu başka hiçbir yer ile

bağdaştırılamayacağını ifade eder. Ona duyduğu özlemle birlikte Pavese’nin yaşadığı

Cenova kentinin caddelerinin İstanbul’un Galatası’nı anımsattığını düşünür. Özlü;

Pavese’nin her evde oturan insanları gözlemleyerek öykülerinde bu insanların

yalnızlığını, yoksulluğunu, mutsuzluğunu, yaşlılığını, ölümünü betimlediğini düşünerek

anlatısına devam eder. Cenova kentini karanlık yağmurlu kış ve karanlık koridorları

olan bir yere benzetilmektedir.

Yaşamının herhangi bir mayıs gününde Nis kentine gelip, geniş bulvarlarda

durmadan Akdeniz’e doğru yürüdüğün gün, bunu algılamamış mıydın? Her evin, her

malikânenin penceresini, açık, kapalı pencerelerini, içlerinde ne gibi insanların otur-

duklarını incelemeye çalıştığında. Adımlarınla birlikte onların öykülerini usunla

kavranamayacak çabuklukla geliştirdiğinde, kendiliğinden oluşan, sana ait olmayan

bu öykülerle, insanların yalnızlığını, yaşlılığını, ölümünü, mutluluk arayışını,

yoksulluğunu, adımlar boyu, bulvarlar boyu öykülediğinde. Her caddenin, her evin

adını tek tek okuduğumda. Cenova kenti ile ilgili ne gibi resimleri tutabildin

belleğinde. Yorgunluktan Akdeniz'i bulamadığın, gri, kirli egzoz gazlarının

kokuttuğu sokaklarda yürüdüğün, duvar yazılarım okuduğun ve İstanbul'u anımsadı-

ğın Cenova kenti nasıl yaşıyor şimdi içinde. (7)

Tezer Özlü benliğini Pavese’nin benliği ile özdeşleştirir. Pavese’nin bulunduğu bir

akdeniz kenti olan Cenova’nın havasının gri, nemli ve karanlık görünümünün

İstanbul’un Galata’sını anımsattığınını düşünür. Pavese’nin orada kendini ne kadar

yalnız hissettiğini anımsar ve ona olan hayranlığını şu sözleri yazarak dile getirir.

Böyle bir otelde uyumuştun. Yüzlerini hiç görmediğin insanların ayak seslerini,

öksürüklerini ve belki birkaç sözcüğü mırıldanışlarım işiterek. Uykuyu aradığın

odanda, bu Akdeniz kentinin nemli yalnızlığında, denizi bulmadığın kentte. Sen tüm

kentten daha yalnızdın. Okyanus gibi bir yalnızlık. (8)

* Araştırmanın bu bölümünde yer alan tüm italik yazılar yazarın kitabında geçen Cesare Pavese’den

alıntılardır. Sayfa numaraları verilen metin alıntıları Tezer Özlü’nün “Yaşamın Ucuna Yolculuk” adlı

kitabından aktarılmıştır.

Page 99: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

89

Yazarın toplumla, içinde yaşadığı çevre ve kendisiyle arasındaki mesafenin

giderek artması ile üst düzeye taşınan yabancılaşma duygusu -aynı Sartre’ın Bulantı

romanında olduğu gibi eşyayla arasındaki ilişkiye de sirayet eder. Nitekim bireyin

herkesten uzaklaşarak intihara ve ölüme yakınlık duyması da bu yabancılaşmanın

ulaştığı düzeye işaret eder: “Yaşlandıkça insanlarla aramdaki uçurum büyüyor...

Eşyalarla da öyle bazı günler elime bir et parçası alamıyorum. Ya da o bütün bir cesedi

andıran tavuklar. Kızartabiliyorum, ama yiyemiyorum” (9).174

Pavese’nin kitabından yaptığı “ Çevreyi tanımlamak değil duygularla yaşamak

gerekir.” alıntısına yaptığı yorum ile kitabına devam eder. Birlikte vakit geçirdiği

insanların artık yok olup gittiğini, onlara olan özlemini dile getirir. Yaşantılar yaşanıp

yok olmuş bir şeyler paylaştığı insanlar gitmiştir. Ona göre hayatın en önemli olgusu

birine duyulan sevgi ve özlemdir. Ancak yaşamın gerçeği insanın uykuyu ararken yolda

giyinirken okurken bir başına kaldığı, düşünürken sürekli bir yalnızlık içinde

olduğudur. İnsan sıradan günlük hayatını sürdürürken eylemlerinde ve düşüncelerinde

başka insanlar ile birlikteyken de çoğu zaman tek başınalığının çaresizliği içindedir.

Yaşamın, daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını

nasıl da algılıyorum. Ama artık yorulmaksızın aramak yok. Aranan yaşantılar

arandı. Yaşandı. Bir kısmı gömüldü. Yeniden toprak oldu. Canlılıklarını duyduğum,

canlılıklarını birlikte bölüştüğüm birtakım insanlar gitti. Onlar adına, onları da

özlemek, onlar için özlemek, onlar için de sevmek. İnsan yaşamının mutlak en

önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yarındayken de özlemek,

istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması. Uykuda. Uykuyu

ararken. Derin uykuların Ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu

insan bir başınalığını çaresizliğini. Yollarda. Okurken. Pencereden caddelere

bakarken. Giyinirken. Soyunurken. Herhangi bir kahvenin içinde oturan insanlara

gelişigüzel bakarken. Hiçbir şey aramazken. Herhangi bir kahvede oturan insanları

görmezken, başka olgular düşünürken... Yosun kokusunu yeniden duymaya

çalışırken, bir kavşakta karşıdan karşıya geçerken, arabalar dünyasında yaşadığını

son anda algılarken, büyük bir bulvarın tüm kahvelerinde oturanlardan hiçbirini

tanımazken, bir mağazadan gelişigüzel yiyecek seçerken, ya da bir satıcıdan

herhangi bir malı isterken, aynı anda özlem ve yalnızlıkları düşünürken, gidenleri,

gelenleri, bölünenleri, ölenleri, doğanları, büyüyenleri, yaşamak isteyenleri,

yaşamak istemeyenleri özlerken, severken, sevilirken, sevişirken, hep yalnız değil

miyiz. (11-2)

Özlü, bu kısımda hayatın insanlara sunduğu farklı imkânlara değinir. Hayat tüm

insanlara karşı adil davranmaz kimisi doğuştan şanslı olarak hayata devam ederken

kimisi ise acılarla, yoksullukla dolu bir hayat sürer. Tüm bu savaşların, acıların,

174 Mustafa Kurt, “1950 ve Sonrası Türk Edebiyatında Varoluşçu Felsefeden Etkilenen Yazarların Yapı

Tema Ve Anlatma”, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara

2007., s. 374.

Page 100: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

90

yoksulluğun haksızlıkların cezaların ve özgürlük, zenginlik, eğlence, mutluluk gibi

zıtlıkların aynı dünyada olmasının mümkün olup olmadığını, bütün bu zıtlıklarla dolu

dünyayı aynı gökyüzünün kaplamasının mümkün olup olmadığını sorgular.

Bazı insanlar evde tek başına acı çekip öldüğünde bazı insanların ise mutlu bir

şekilde hayatlarına devam etmektedir burada yine ölüm temasına değinilmiştir.

Varoluşçu felsefe “yaşamın anlamı nedir?” sorusuna cevap aramaktadır. Burada da

yazar insanların kavrayamadıkları dünyalarına yalnızlıklarının derinliği ile ve

bunamışlıklarının acısı içinde bakacaktır diyerek insanların delilik ve acı içinde

“yaşamın anlamı nedir?” sorusuna cevap bulamadığını belirtir.

Varoluşsal imkânsızlığı ve çaresizliği içinde olan insan bilinçli olamayan bir

topluma karşı bilinçli olarak tepki veren bir delidir. Delilik de bir tür başkaldırma ve

aykırılık olarak kabul edilebilir.

Bu bölümde yazar varoluşçu öğelerden yalnızlığı da işlemektedir. Sıradan insan

aslında hayatını tek başına sürdürmektedir. Burada da yaşlı kadınlar evlerinde tek

başına ölmekte, bazı insanlar da tek başına bir ağaç gölgesinde oturup dondurma

yemektedir. İnsan diğer insanların, kalabalığın içinde de olsa hayatını yalnız olarak

sürdürmektedir.

Aynı gökyüzünün dünyanın tüm ülkelerini kapsamasına olanak var mı? Tüm

yüzyılların, tüm özgürlüklerin, tüm savaş­ların, tüm cezaların, tüm haksızlıkların,

tüm yiyeceklerin, tüm açlığın, tüm yoksulların ve acıların hâlâ var olduğu bugünün

dünyasını aynı gökyüzünün bürümesine olanak var mı? Gece, az sonra Berlin'in yeni

ve eski yapıları üzerine inecek. Bu gece, bazı yaşlı kadınlar evlerinde tek başına

belki ölümü bulacak. Bazıları yarın bir parkta, bir ağaç gölgesinde bir başlarına

oturup dondurma yiyecekler. Kavrayamadıkları dünyalarına yalnızlıklarının

derinliğinden ya da bunamışlıklarının acısından bakacaklar. (16)

Özlü bu kısımda, Berlin’deki insanların kendine yabancı olmasından

bahsetmektedir. Yabancılaşma bölümünde işlediğimiz durumlardan birinci durum olan

insanın kendine yabancılaşması, diğer insanlar ile ortak düşüncelere sahip

olamamasından kaynaklanmaktadır. İnsan toplumdaki benliği ile iç benliği arasında

çatışma yaşar. Ona göre Berlin’deki insanlar dünyanın tüm kentlerindeki insanlardan

daha yalnız ve kendine yabancıdır. Çünkü burada yaşayan insanların yaşamında, diğer

insanlarla ortak yanlar olmadığı gerçeğini savunur. Acı ve özlem sözcüklerine

değinmiş, bu kelimeler yalnızlık gibi yaşamdaki önemli ve çok büyük şeyleri ifade eden

büyük sözcüklerdir.

İşte Berlin burada. Tüm genişliği ile yayılıyor. Duvarların çevrelediği kent.

Kendine yabancı insanların çevrelediği kent. Dünyanın tüm kentlerinden daha yalnız

Page 101: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

91

insanlarıyla, işte uzanıyor Berlin. Kimse her insanın yaşamının ortak yanları

olduğunu düşünmüyor. Özlem. Acı. Diğer sözcükleri kullanmıyorum. Çok büyük

sözcükler. Çok büyük olguları çağrıştırıyor. (18)

İnsan sevgisi sayesinde zaman zaman yalnızlıktan kurtulduğumuzu, zaman zaman

ise insanların bizi yalnızlığa itelediğini, tek başına oluşumuzdan daha derin daha daha

dayanılmaz boyutlara ulaştırdığına değinir. Woolf ile aynı tabiri kullanmaktadır.

Dalgaların köpükleri sonsuzluğu anımsatmaktadır. Pavese ile kendini ortak bir noktada

buluşturmakta, o kentte kendisi gibi yalnız yaşayan Pavese’nin mutlu olmadığına, ona

kış mevsimi gibi karanlık ve ölülerin şarkısını bıraktığına değinir.

İnsan sevgisi zaman zaman yalnızlığımızın boyutlarını aştı, zaman zaman da

insanlar yalnızlığımızı bir başınalığımızdan daha derin, daha dayanılmaz boyutlara

iteledi. O zaman kentin denizlerini izledik. Dalgaların köpüklerinin sonsuzluğu

anımsattığı bir zaman ışığında. Kuzey rüzgârının mavi-yeşile bürüdüğü suların

yüzeyinde. O kentte kimse mutlu olmadı, ama kimse de mutsuz değildi. Çünkü

kimse inanmaz mutluluğa. O kenttesin. Bana kış mevsiminin ve ölümlerin şarkılarını

bırakıyorsun. (23)

Özlü çocukluk yıllarında Almanya’da yaşamış ve oradaki gözlemlerini anılarını

anlatmıştır. Berlin’de yaşayan yaşlı kadınlara acımaktadır. Bu kadınlar

bırakılmışlık/terk edilmişlik içinde bir lokantada önlerinde çikolatalı pasta ile otururken

aslında yitik geçmişlerinin yitik anılarını hatırlamakta ölüm beklentisi içinde

yaşamaktadır. Çikolatalı pasta beklemek, bu kadınların hayattan bekledikleri

güzellikler, umut; ölümü beklemeleri ise umutsuzluk olarak anlatılmaktadır. Yazar

yeryüzünde her şey olmak ister ancak asla Berlin’de yaşayan yaşlı bir kadın olmak

istemez. Yaşlı kadınları aynı zamanda canlı cesedine benzetmekte yaşayan ölü

olduklarından bahsetmektedir. Burada kendine ve topluma duyduğu yabancılaşma ile

yazar Berlin’deki yaşlı kadınlara acır ve asla onlar gibi ölümü bekleyerek tek başına

yaşamak istemez.

Çocukluğumda, ortasını bir duvarın böldüğü bir kent resmi yoktu. Yalnız ve yaşlı

kadınların resmi yoktu. Her an bırakılmışlık içinde Ölümü bekleyen. Bunlar yeni

resimler. Büyük bir mağazanın altında karanlık bir lokanta. Yaşlılar önlerinde

çikolatalı pasta, oturuyorlar. Yitik geçmişlerini yitik anları içinde yaşıyorlar.

Yaşamıyorlar. Yaşamları çikolatalı pasta ve ölüm beklentisinden oluşuyor. Bu

yeryüzünde her şey olmak isterim, ama Berlin kentinde yaşlı, yalnız bir kadın

olmak, asla. Berlin gecelerinde. Eski yapılarında. O zamana dek çoktan bir

mezarlığa varmış olmam gerek. İnsanın yalnız cesedi yalnız kalabilir. Canlı (cesedi)

asla. Çocukluğumda yeryüzünün sonsuzluğunu algılayabiliyordum, ama yaşlı

kadınların yalnızlığını değil. (23-4)

Yazar tüm yaşantılarının kendini geliştirdiğini, bu yaşantıların zaman zaman

insan sevgisine dönüştüğünü düşünür. Bu sevgiyi yaz bulutlarına, kendisini de sağanağa

benzetmektedir; çünkü anlık ve geçicidir. Hafif bir esinti ya da sağanakla bu sevgi yok

Page 102: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

92

olabilir. Güneş çıktığında kendisinin bomboş var olacağını, kendi doluluğunun

boşluğunda, tek başına özgür olacağını ifade eder. Burada varlık ve hiçlik konusuna

değinmektedir. Yazar hayatı, varoluşunu, boşluğu, hiçliği sorgulamaktadır. Kendisini de

dümdüz bir ovada yalnız, yaşlı ve büyük bir ağaca benzetmektedir. Sadece o vadideki

bir yamacın, uçurumun yani intiharın eşiğindedir.

Tüm yaşantılarım genel bir insan sevgisine dönüştü. Ve ben orada duruyorum.

Duyguların genelliğinde. Başka hiçbir şey. Soyut, genel,.duygusal, yaz bulutları gibi

bir sevgi. Birdenbire sağnakla da boşatabilir. Hafif bir esintiyle de yitebilir. Sağnak

da benim. Esintiler de. Ve ardından güneş çıkınca, gökyüzü bulutsuz olunca, o

zaman kentlerle, tren raylarıyla, toprak yollarla, bozkırla, denizlerle, gecelerle,

sabahlarla, insan gövdeleriyle, yalnızlığımla bağlantılı anıların ne acı verici, ne de

mutlu kılıcı duygularım taşıyacağım. Bomboş var olacağım. Kendi doluluğumun

boşluğunda. Ve bir başıma. Ve bağımsız. Ovadaki yalnız ağaç gibi. Yaşlı ve büyük.

Ve yalnız o vadide. Bir yamaçta. (26)

Yazar, Prag’a giderken vagonda anılarını hatırlamakta iç benliği ile

konuşmaktadır. Duyduğu özlem vagonda karşısında oturur, otelde onu karşılar ve her

yere onunla gider. Sevgiye özlem duyar, bu duygu düşüncelerimizde, kendi

dünyamızda, yalnızlığımızda kendini gösterir. İçimizde sevgiyi yaşatma çabası

gösterdiğimizden bahseder. Böylece bir rahatlama ve hoşnutluk oluşur. İnsan bu

duyguyu yitirmedikçe bunalımı bile anlam ifade eder. Bu duygu birini sevdiğimizde

kendini gösterir ve yaşam daha inandırıcı hale gelir. Mutlu olduğumuzda birine sevgi

duyduğumuzda varoluşumuzu hisseder hiç geçmesin isteriz. İnsan olarak asla bu

duyguyu yitirmemeliyiz çünkü bu duygu ona göre kendisini, içinde yaşayan ve ölen

canlıyı yenen tek duygudur. İnsan sevgi sayesinde yaşama isteği gösterir.

Prag'a giden vagonda karşımda oturan özlemim, bu bilmediğim otelin, yabancı

odasında sanki beni karşılıyor. Ondan, bu duygudan, bu istekten, içimizde yaşatma

çabası gösterdiğimiz bu sevgi özleminden, özlemin biçimlendirdiği kişiden, düşün-

celerimizin biçimlendirdiği derin bağlardan, bu duygular kendi dünyamızda,

yalnızlığımızda kalsa da, bir rahatlık, bir kalıcılık, bir hoşnutluk akıyor. Susarken

yürürken, sigara içerken, bakarken, uyurken, severken (…) Bu duyguyu yitirmediği

sürece insanın; bunalımı bile anlamlı. Duygular, bir kişi olarak belirlenmese de.

Ama insan bu duygularını, birinin tenine, bedenine aktarabilirse, bunu başardığı an

yaşam inandırıcı oluyor. İnsan hiç geçmesin istiyor varoluşu. Bu duyguyu

yitirmemen gerek. İnsanda biçimlenmese de. Bu duygu beni yenen, içimde yaşayan

ve ölen canlıyı yenen tek duygu. (40)

Kişi yaşadığı sürece, her düşündüğü ya da konuştuğu şeyi aslında kendi kendine

yapmaktadır. Başkası ile birlikte olsak ta aslında kendi kendimize düşünür ve

konuşmamızı belirleriz. Bir şeyi bir insanla bölüştüğümüzde bile yine kendi kendimize

bölüşürüz burada bireysellik ve tek başına olma söz konusudur. İnsan her an yalnızdır.

Ve bunu aklından çıkarmamalıdır.

Page 103: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

93

Pavese’den bir alıntı yaparak Sartre’ın kişi nasıl olması gerekiyorsa öyle olur

sözüne atıfta bulunulmuştur. Kişi nasıl olmak istiyorsa öyle bir kişi haline dönüşecek, o

şekilde edimlerde bulunacaktır. İnsan kendini kurtarabilecek yaptıklarından sorumlu

olan tek kişidir. Asıl sorun kişinin yalnızlık direncini yitirmemesidir. Yazar sabah

alacakaranlıkta nereye gitmek istediğine karar veremez ona göre sürekli gitmek istemek

de başka bir deyişle hiçbir yerde olmak istemektir ve hiçbir yerdedir. Burada yazar

varlık ve hiççilik olgularını sorgulamaktadır.

Her düşünce, her konuşma kendi kendine olmak demektir. Bir şeyi bir insanla

bölüşmek gene kendi kendinle bölüşmek" demektir. Bir insanla sevişmek, gene

kendi kendinle sevişmek demektir. Birisiyle birlikte olmak, yalnız olmak demektir.

Bunu çıkarma aklından. Ama Pavese haklı.

"Dünya nasıl olması gerekiyorsa öyle. Kendi kendini kurtaramayanı hiç kimse

kurtaramaz."

Temel sorun, yalnızlık direncini yitirmemekte. Gene arabanın önünde oturuyorum.

Diş ve boğaz ağrısı ile. Saat beşe çeyrek kala tüm sokak lambaları birden sönüyor.

Alacakaranlık başladı. Sabah oluyor. Arabadan çıkıyorum. Nereye gitmek istiyorum

ki. Nereye gidebilirim ki. Sürekli gitmek istemek de, bir yerde, hiçbir yerde olmak

istemek değil mi? Olabileceğim bir yer kaldı mı? Hiçbir yerdeyim. (53)

Yazar, burada insanın gerçek hayatında yaptığı yolculuğu anlatmaktadır.

Yolculuklarda; kentlerden, insanlardan, kalabalık ya da bomboş istasyonlardan geçilir.

Yol kıyısında duran yalnız bir çocuk görür. Çocuğun yanında güttüğü iki koyun bulunur

oysa bilinçli olmayan çocuk kendini bürüyen yalnızlığın ve boşluğun farkında değildir.

Her insanın kendine özgü bir bütün dünyası vardır. Çocuk diğer dünyaların da farkına

varmaz. Yolculuklar dünyaya açılan yeni yaşamlardır. İnsan yeni yaşamlara dokunarak

tanıyarak ya da gözlemleyerek, diğer dünyaların farkına varır. Ancak bilinçli olmayan

bir varlık olan çocuk bunun farkında değildir.

Yolculuklar ilginçtir. Yaşamın sürekliliği içinde, başlı başına kesitler oluştururlar:

Dağlardan, deniz kıyılarından, kentlerden, gecelerden geçilir. İnsanlardan geçilir.

Irmaklar görülür. İnsanlar görülür. Kalabalık ya da bomboş istasyonlar belirir. Sonra

herhangi bir ormanla karşılaşırsın. Belki birkaç gün önce geçtiğin bir orman. Bir

kent. Ağaçların kızıl kahverengiliğini, yeşilini, çıplaklığını algılamış mıydım, diye

sorarsın kendi kendine. Yol kıyısında bir başına bir çocuk durur. Büyük bir siyah

şemsiye tutar elinde. Yeşil, yün örgüsü bir başlık giymiştir. Elinde gene yeşil, cırtlak

yeşil bir plastik torba tutuyordur. Yanı başında güttüğü iki koyun durur. Çocuk,

kendini bürüyen yalnızlığın, boşluğun bilincinde değildir. Ve diğer dünyaların. Her

insanın oluşturduğu bir bütün dünyanın. Sonra yol ilerler. Dünyalara açılan, yeni

yaşamlardır yolculuklar. (66)

Pavese’nin resminin altında Pavese’nin kitapları dizilidir. Pavese kitaplarında

intiharı isteyen kahramanlar ve yalnız insanları konu edinir. Kendini bu kahramanlar ve

mekânlar ile özdeşleştirir. Bu kahramanlar onun yalnızlığı ile birlikte ona eşlik

etmektedir “. Pavese'nin portresinin altındaki kitap raflarında onun tüm kitapları dizili.

Page 104: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

94

İntiharı özleyen kahramanları, onun yalnız insanları burada. Onun Torino kenti, onun

Piemonte yöresi burada. Benim yalnızlığımla. Nuto'nun yalnızlığıyla çevrili.” (99)

Özlü, kendine Pavese’den alıntılarla rastlantılardan sıyrılıp sıyrılamadığını sorar.

Ona göre yalnızca yolculuklarda bu rastlantılardan kurtulabilmiştir. Kompartıman kapısı

açıldığında giren adam niçin yalnız oturduğunu sorduğunda ve ona eşlik edip konuşmak

istediğinde yazar kendi kendine kalmayı tercih ettiğini söyler. Başkaları ile saçma şeyler

konuşmaktansa kendi başına kalıp iç sesi ile konuşmayı kendi benliğine dönmeyi tercih

eder.

Yalnız yolculuklarda sıyrılabildim. Kompartıman kapısı açılıyor. -Böylesine yalnız

oturuyorsunuz. -Bavulumu alıp geleyim, konuşuruz, diyor bir adam. -Yalnız

kalmayı yeğliyorum, diyorum. (İlk kez bu tümceyi söyleyebildiğime şaşıyorum.

Artık ilk kez kendi kendime olmak istediğimden, bir başka insana, insana hiç

dayanacak gücüm yok. Belbo tepelerinde bundan böyle dağlarla, tepelerle, sularla,

göllerle, denizlerle, nehirlerle, ağaçlarla, rüzgârlarla, yağmurlarla, gecelerle,

günlerle, bulutlarla, gökyüzü ve yıldızlarla; yaşamaya karar vermiş olacağım.) (96)

Yazar varoluşçu felsefede en önemli sorulardan biri olan ben kimim, nereden

geldim sorusunu kendisine yöneltmektedir. Ancak bu soruya yanıt vermek istemez.

Çünkü hiçbir yerden gelmez. Sadece kendinin bilincinde kendi varlığından gelmekte

yaşadığı tecrübelerle kendi özünü oluşturmaktadır.

Nereden geldiğim sorusunu yanıtlamak istemiyorum. Hiçbir yerden gelmiyorum.

Kendimden başka. (27)

Yine Pavese’den yaptığı alıntılar ile anlatısına devam eder. Çocuğun bakışından

dünyayı karamsar bir şekilde betimlemeye çalışır. Günün tüm izleri ve doğa her şey

renksiz ve ölüdür. Yaşam ona göre yalnız rüzgâr, yalnız gökyüzü, yalnız topraklar ve

yalnız hiçten oluşmaktadır. Tüm doğa olayları bile kendi başına yalnız bir haldedir. Ve

sonu ölüm yani yokluk / hiçlikten başka bir şey değildir.

"Çocuk, çıplak pencereden serin ve siyah tepelerdeki geceye bakıyordu ve gözleri önünde

açılan bu görünümü şaşkınlıkla algılıyordu: Puslar üzerinde hareketsiz bir berraklık.

Karanlıkta hışırdayan yapraklar arasında tepeler beliriyordu. Günün tüm izleri,

yamaçlar, ağaçlar, üzüm bağları, tepeler üzerinde renksiz ve ölüydü ve yaşam yalnız

rüzgâr, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiçti." (39)"Her zaman diğerinden daha

boş bir cadde vardır. Zaman zaman böyle bir caddeye bakmak için duruyorum. Çünkü

böyle bir anda, yitikliğim içinde, o caddeyi tanımıyor gibiyim. Güneş, hafif bir esinti ya da

gökyüzünü boyayan renklerin biraz başka oluşu yetiyor ve ben nerede olduğumu

bilemiyorum." (48)

Özlü, bu bölümde yalnız başına olduğu bir yüksekliğin en ucunda olduğunu ne

yaşayabildiğini ne ölebildiğini, ikilem içinde olduğunu anlatır. Yaşam ile ölüm arasında

seçim yapmak bir karar vermek zorundadır. Ancak bu çok zordur. Pavese’nin daha

yirmi yaşında kendi içine olan yolculuğunda dokuz saat boyunca seyahat ettiğini,

Page 105: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

95

kendisinin ise bu yolculuğu bir türlü sonlandıramadığını belirtir. Pavese dayanılmaz bir

baskım altında seçim yapma kaygısı duymuştur. Ona göre insan yirmi yaşında ya

toplumun akılla bağdaşmayan düzenine girip yok olacaktır ya da kendi olmayı seçip

varoluşunu hissedecektir. Varoluşçu felsefede uyumsuzluk esastır. Birey hiç bir şekilde

topluma uyum sağlayamaz. Kendisi de bu hayattan gitmek ister uyum sağlayacağı

hiçbir şeye rastlamamıştır.

Bir yüksekliğin, bir başıma olduğum bir yüksekliğin en uçundayım. İnemiyorum.

Yaşayamıyorum. Ölemiyorum. Hiç durmadan dokuz saat araba kullandı. Kendi içine

yönelik bir yolculukta. Kendi derinliklerine varmak isteğinde. Üstelik yirmi yaşının

verdiği doldurulması olanaksız kaygının dayanılmaz baskısı altında. (Ama kırk

yaşında olan ben neden bitirmiyorum kendi içime olan yolculuğumu). Ama bitirme,

bitirme. İnsan yirmi yaşında ya toplumun akılla bağdaşmayan düzenine girer ya da

var olur. Uyum istemiyor, var olmak istiyor. Gidiyor. Sınırlarını zorluyor. Ben de

gidiyorum. Henüz uyum duyacağım hiçbir şeyle karşılaşmadım. (48)

Yurtdışından İstanbul’a dönerken yaşadıklarını yazarak anlatısına devam eder.

Kendisini yabancılık yaşayan kentteki Yugoslavyalı köylülerle kıyaslar o da

yabancılaşma içindedir. Umutsuzluk içinde yaşamını sürdürmektedir. Ona göre

çağımızın en büyük acısı insanların yaşamını yabancı ülkelerde kazanmak zorunda

bırakılmışlıktır. İnsan tanımadığı bir ülkede tanımadığı insanların hayat tarzı ve

davranışlarıyla oraya uyum sağlayamaz ve yabancılaşma yaşar. Özlü hem yurtdışında

yabancılık yaşamıştır hem de Türkiye’ye geldiğinde insanların davranışları ona garip

gelir hiç bir yere ait olmadığını hisseder. Sürekli bir yerlere gitmek ister. Fakat nereye

gideceğini bilemez. Tek yakın hissettiği, tanıdık olan görüntü geldiği kırmızı arabadır.

Güne başlayabileceğim hiçbir somut ya da soyut görüntü yok. Artık ben de bir

görüntü değilim. Tozum. Taşım. Daha sonraki saatlerde ısınacak havayım. Bütün bu

yabancılık içinde tanıdık bir tek görüntü var. O da Viyana'dan buraya dek geldiğimiz

kırmızı araba. (55)

Varoluşçu felsefede bireyin karşısında birçok yol vardır ve bu yollardan birini

seçip devam etmesi gerekir. Özlü’ nün karşısına çıkan yol İstanbul’da biter. Bu yolu o

seçmemiştir ve hiç bir yere gitmek istememektedir. Temmuz ayında gökyüzüne bakıp

insanlarla konuşmaktadır. Ona göre her tepe, her toprak her insan kendi özüne sahiptir

ve hepsi aynı zamanda kendisidir. Bireysel ve birbirlerine bağlı yaşamaktadır. Özlü

alışılagelmiş ilişkilere karşı çıkmakta ve insanlar onu toplumdışı bırakmaya

çalışmaktadır. Aslında toplumda hep birlikte kendisine karşı yabancılaşmaktadır.

Kendisi toplum ile aynı fikirlere sahip olmadığından aklını kurtardığını düşünür. Aynı

düşünceye sahip olan toplum aklını yitirmiştir. Kendisi asla onla gibi olmayacak, her

zaman özgür olacak, hiç bir yere ait olmayacak ve gitmeye devam edecektir.

Page 106: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

96

Herhangi bir yol. Bu yolun İstanbul'da bitmesi bir rastlantı. Kenti, ülkeyi, yolları ben

seçmedim ki. Hiçbir yerde değilim. Hiçbir yerde olmayacağım. Hiçbir şeyi

benimsemeyeceğim. Uzay kentlerini andıran bu otelde yıllar boyu binlerce insan

konaklayacak. Ben onlardan birincisiyim. Burada oturuyorum ve temmuz ayının

zaman zaman bulutlanan gökyüzüne bakıyorum. İnsanlarla konuşuyorum.

Özlediğim tepelere bakıyorum. Her tepe benim değil mi. Her toprak. Her insan. Her

insan ben değil miyim? Her insan kendi sevgisini taşımıyor mu? O halde neden

ilişkileri bir tek insanda toplamak. Alışılagelmiş ilişkilere karşı çıktığın an, insanı

yadırgıyorlar. Toplumdışı bırakmak için tüm çabalarını harcıyorlar. Toplum

dedikleri kitlenin bir aradaki dayanılmaz yabancılaşmasını sanki kimse algılamıyor.

Aklımı ellerinizden kurtardım. Geçti. Ben gökyüzümün altında, topraklarımın

üzerinde olacağım. Toprakların dümdüz ve sonsuz ufku boyunca sürekli gideceğim.

(58)

Dünyanın insan ilişkileri konusunda bu algısının gelecekte değişeceğini umar.

İnsanların içgüdüleri ile uyuşmayan edimlerini yapmadığı bir dönemin de olacağına

inanır. Kurallara karşı çıkar ona göre kuralların olduğu bir yaşamda yalnızca durgunluk

hâkimdir. Terasta oturduğu sırada Türk işçilerin Türkiye’ye doğru gitmekte olduğunu

görür. Çevresinde olup biten her şeye yabancı olduğunu hisseder ve olan biteni

kavrayamaz. Ona göre insan yalnızca kendi değer yargılarını benimser ve kavrayabilir.

Her şeye yabancılaştığını, yabancılaşmadığı tek şeyin kendi varoluşu olduğunu düşünür.

Sadece kendisini kavrayabilmektedir eğer onu da yapamazsa varoluşunu yitirmiş

demektir.

Değişecek. Dünya küresinin dağları, denizleri, okyanusları, gölleri, ovaları, bozkır

ve çölleri, nehir yatakları, buzulları, kent ve köyleri nasıl değişiyorsa, insan ilişkileri

de değişecek! İnsandan, içgüdüleri ile bağdaşmayan uğraşların beklenmediği bir

dönem de olacak. Kurallar doğrultusundaki bir yaşam yalnız ve yalnız durgunluktur.

Başka hiçbir şey. İşte dün böylesine oturdum yeni otelin terasında. Doyumsuz

dünyanın güneşi altında ısındım. “Hava bulutlu. İşçiler Türkiye'ye doğru akıyor.

Kavrayamıyorum. Çevremde olup biten hiçbir şeyi kavrayamıyorum. Oysa hiçbir

durum yabancı değil. Ama kavranması, benimsenmesi olanaksız. İnsan yalnız kendi

değer yargılarını benimsiyor. Ve bunlar genel yaşam yargılarından o denli başka ki...

Uzun yıllar boyu bu yaşama karşıt yaşamı sürüklemek hiç de kolay değil. Hem

kolay, hem mümkün değil. Yabancısı olmadığım bir tek olgu var. O da kendi

varoluşum. Belki tek mutluluğum bu. Tek bağlantım. Kendimi kavrayamazsam, tüm

varoluşum yitmiş demektir. (59-60)

Özlü, kitabında Pavese’nin yaşadığı kent ile İstanbul’u karşılaştırmaktadır.

Yaşam ona göre dayanılmazdır. Tek kaçış kitaplardır. İstanbul’da bombalar patladığı

için yürüyemez ancak Pavese de siyah bir kalabalığın kenti kaplamasından dolayı

yürüyememekte bunaltı hissetmekte ve o siyah kalabalığa karşı yabancılaşmaktadır.

Bombaların patladığı, her gün, her gece silah seslerinin duyulduğu, her an, ölümün

insanları bulduğu İstanbul kentinde dayanılmaz yaşamdan kaçılacak tek köşe gene

kitaplardı. Bir kentin sokaklarında yürüyebilmek... Kentlerin sokaklarında yürümek

yaşamın en güzel armağanlarından biri. Senin yaşadığın kentte bombalar patlamasa

da yürünecek sokak kalmadı. Kaldırımları, yaya yollarını, havayı, gökyüzünü,

vitrinleri, deniz yüzeyini arabalar ve siyah bir kalabalık kapladı. Sana kendi

kentinden daha yabancı bir kent var mı? Derinliğini bu denli sevdiğin ve anını

Page 107: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

97

yaşayamadığın, giderek birikip attığın, uzaklaştığında yalnız bir tek resmini

algıladığın o derin kent. (67)

Pavese, on sekiz yaşında intihar etmiş ve yaşamın sonunu aslında kendine

başlangıç yapmıştır. Ruhu yaşamaya devam edecek başka diyarlara gidecektir.

Pavese’nin deliliğine değinir. Aklın sınırlarını zorlayan bir yazardır. Aklın sınırları

içinde olmak yazara göre can sıkıcıdır. Ve Pavese gibi yeni bir boyu kazandırmak

ötesine gitmek gerekir. Bu herkesin ulaşamadığı bir boyuttur. Bazı filozoflar her şeyin

akıl yolu ile anlaşılabileceğini savunmuş ancak varoluşçu filozoflar insanın her şeyi akıl

yolu ile kavrayamayacağını, bunun da daha ötesinde bir boyut olan sezgi ve beden ve

ruh ile birlikte anlaşılabileceğini savunur.

Kendine yaşamın sonunu başlangıç yaptın, diyorum... Ölümü denemekse on sekiz

yaşında intihar ettin, güzel genç bedenin ile ölmek, cesedini bulacak kişileri

korkutmak, alın, bu acımasız yaşam sizin olsun; demek istedin. İyileştirdiler. Sana

daha da acımasız- olduklarını yaşatmak istediler. Artık sen de acımasızsın. Daha

sonra aklın sınırlarını zorladın, diyorum. Çünkü aklın sınırları can sıkıcıydı, yaşam

boyu yeterli olamazdı. Bir boyut daha kazanmak gerekirdi, herkesin erişemediği bir

boyut daha kazanmak, diyorum. Akıldan öte giden, akıldan daha derinlere varan bir

boyut olmalıydı. (71-2)

Özlü yabancı bir gecede E-5 yolunun kenarında nereye gideceğini düşünür. Hiç

bir yön bulamaz ve Avrupa’ya ve kendisine olan yabancılaşmasını benliğinin hiçliğin

sınırında olması ile açıklar. Zaman ve mekâna ihtiyaç duymaktadır. Bir yöne doğru

seçim yapması gerekir ve bunun verdiği kaygı ile birlikte kendisine dönmeye karar

verir. Hiçbir yere gidemeyecektir ve yeniden geldiği yere, arabaya dönmeye karar verir.

Bagajdan çantamı alıp yola doğru yürüyorum. Yabancı bir gecenin içindeyim. E-5

kenarında duruyorum. Hiçbir yönüm yok. Hiçbir cadde yön değil. Önümde yüksek

sokak lambaları. Gerimde yüksek sokak lambaları. Üzerimde gökyüzü ve gece.

Ayaklarım altında asfalt. Onun altında toprak. Çevremde Avrupa. Ben hiçliğin

sınırında. Zaman gerek, bir mekân gerek. Tanıdığım bir tek şey gerek. Soyunup,

derime dönmem gerek. Hiçbir yere gidemeyeceğim. Yeniden arabaya dönüyorum.

(53)

Özlü, hesabı öderken kendisine nereli olduğunu soran garsona hiç bir yerli diyerek

aslında aidiyetini sorgular. Türkiye’de yaşamış, Avrupa kentlerini gezmiş ve

Almanya’da yaşamış biri olarak hayata ve mekâna karşı bir bağlantı kurmaya çalışır.

Topluma olan uyumsuzluğu sebebiyle hangi kimliğe hangi yere ait olduğunu sorgular.

Ona göre hiç bir yerde değildir. Hiç bir yere ait değildir ve her şeye karşı yabancıdır.

Özlü anlatısında yaşama karşı olan yabancılaşmasını şu şekilde dile getirir:

Bir çocuk bağırıyor. İstasyona gideceğim. Hava dayanılır gibi değil. Hesabı öderken:

— Nerelisin, diyor garson.

— Hiçbir yerli.

Sonra dünya futbol şampiyonasına olan ilgimi soruyor.

— Hiiiiiç, diye bağırıyorum. Merdivenleri inerken arkamdan biri bağırıyor:

Page 108: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

98

— Alman, Alman.

İstasyona giden otobüste karşımda oturan, anlamlı kadın yüzlerine bakarken,

bulunduğum yabancılık içinde bağlantılar aramasam da, düşünceler kendiliğinden

buluyor ilişkileri. Duyguların sözcük karşılıklarını aramadan istasyona doğru gidiyo-

rum. E-5 üzerinde ve yeni otelde olmadığım için daha iyiyim. Çünkü gene hiçbir

yerdeyim. Üzgün değilim. Mutlu da değilim. Duygusal burukluklardan uzağım. (63)

Özlü’ye göre yabancılar dostlarından daha iyiyidir. Dostlarımız ile sürekli

beklentiler halinde yaşarız. Yakınlarımıza göre beklentisiz ve sadece insan olduğumuz

için iyilik yapma isteği ile yaklaşırlar.

Her zaman yabancı insanlar bize dostlarımızdan daha çok sunan, veren kişiler.

Öyleyse yaşamımızı neden yalnız yabancılar arasında geçirmiyoruz. Hiçbir beklenti

olmadan, hiçbir yük olmadan ya da insanın kendi kendine mutluluk dediği kısa an-

lardan yoksun. Tüm duyguların en güzeli duygusuzluk; öyle bir duygusuzluk ki,

insanın tüm dünyayı ve tüm insanları kucaklayabileceği duygusuzluğun duygusu.

(95)

Yazar birçok erkek arkadaş edinmesinin nedeni kendi sınırsızlığı içinde yalnız

kalmaktan korktuğuna ve bir insanın sınırlarına gereksinim duymasına bağlar. Oysa

şimdi kendi başına sınırsızlığı içinde hayatı daha derin algılamaktadır. Korkmadan

yalnız yaşamaya devam eder. İnsan yalnızca kendi yükünü taşıyabilmeli ve kendi

sorumluluğu altında kara vermelidir. İnsan kendi yükünün sorumluluğu altında bile

ezilirken diğerlerinin yükünü, sorumluluğunu taşımak daha zor olacaktır.

S. Stefano Belbo'da, neden bu kadar erkekle ilişkim olduğunu da kavrıyorum. Kendi

sınırsızlığım içinde yalnız kalmaktan korkuyordum ve bir insanın sınırlarına

gereksinmem vardı. Oysa şimdi kendi sınırsızlığım içinde, yaşamı her zamankinden

daha derin algıladığıma göre, bundan sonra hiç korkmamaya kararlıyım. İnsanın

kendi kendinin yükünü taşıması, diğerlerinin yükünü taşımasından daha rahatlatıcı.

(101)

Yabancılaşma ile ilgili olarak üç durum belirtilir.

1. Durum: kendine yabancılaşarak, kendi kendinin içinde/ benliğinde hapsolma

2. Durum: topluma / başkalarına yabancılaşma, dışlanma ve yalnızlığı içinde

hapsolma

3. Durum: bir yer/ mekân ifadesi olan ve gerçek yaşamda kapatılmışlığı ifade eden

hapsolma şekli (hapishane- tımarhane)175

Bu üç durumda da görülen ortak özellik özgürlüğün kısıtlanışı, kişinin benliği

toplumdan soyutlanması ve yabancılaşmasıdır. Özlü yabancılaşmanın; yani,

hapsolmanın üçüncü durumu olan bir yer ifadesi olan gerçek anlamda, yaşamda olan bir

yere kapatılmışlık ve hapsolma şeklinden bahsetmektedir. Evin balkonunu bir hücreye

175 Mutlu Deveci, a.g.e., s. 155.

Page 109: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

99

benzetmekte ve Berlin sokaklarının pazar günlerinde olduğu gibi bırakılmış ve terk

edilmiş hissettiğini dile getirir. Ağaçlar kadar bırakılmış hisseder. Kendi “ben”inin

“kendi”sini bıraktığı anları anlatmaktadır. Özlü’ye göre özü yani ruhu bedenini terk

etmiştir. Ruh ve bedenin birbirine yabancılaşmasını anlatmak istemiştir. Özlü şimdiye

dek hiç algılamadığı bir duygu olan “bırakılmışlığı” hissetmiş bunu bırakılmışlığın tadı

olarak nitelendirmiş ve kendini dinlemektedir.

Dün uzun süre balkonda oturdum. Storkwinkel'deki evin balkonu yansına kadar

örülmüş bir hücreyi anımsatıyor. Gökyüzüne açık bir hücreyi. Ağaçların tepeleri

görünüyor. Bugünlerde yavaş yavaş çıplaklıklarından sıyrılmaya çalışan ağaçların.

Zaman zaman kendimi tüm insanlıktan daha güçlü duyuyorum, ama kendimi aynı

anda çıplaklıklarından sıyrılma Ama gökyüzüne açık bir hücreyi anımsatan bu

balkonda otururken, Storkwinkel'de çıplaklıklarından sıyrılmaya çalışan ağaçların

tepelerine baktığımda, Berlin sokaklarının, pazar günlerinin bırakılmışlığında esen

rüzgârı tenime değdiğinde, birden yeni bir duygu oluştu. Ya çalışan ağaçlar kadar da

bırakılmış duyuyorum. Özellikle ben'in, ben'i bıraktığı anlarda. Ya da ikisi

bütünleştiğinde. Ve birdenbire, şimdiye dek hiç algılamadığım bir duygu gelip beni

buluyor:

Bırakılmışhğın Tadı

Böylesi bir duyguyu şimdiye dek hiç algılamamıştım. Ne benim, ne de çevremin

yaradılışıyla bağdaşmazdı. (9-10)

3.1.2. Umut /Umutsuzluk

Yazara göre yaşam özlemini doyuracak bir olgu yoktur. Yirmi yıllık şarkılar, 50

yıllık filmler, geçmiş yılların giysileri çoğu şeyden daha kalıcıdır. Sanat eserleri daha

uzun süre yaşar. Ancak insanlar açlık, savaş, geri kalmışlık ve felaketlerle ilgili acı

haberlere o kadar yabancılaşmıştır ki bir masal dinliyormuş gibi davranır. Böylece

yaşam akıp gitmektedir. Her bir birey teker teker kendi duvarlarının gerisine

çekilmekte, insanlar farklı fikirler sunmaktadır. Aynı dili konuşmak yani aynı fikirleri

savunmak neredeyse imkânsızdır. Burada insanların birbirine yabancılaşması ve

güvensizliğini dile getirir.

Bireysellik ve kendine özgü olma hâkimdir. İnsan karşıdaki kişiye bir şey

anlatmak istese bile yaşama kendi çerçevesinden bakar ve olayları kendi algısı ile görür

ve kendi gerçeğini kanıtlamaya çalışır. Yazara göre insan ne olmak isterse o’dur.

Tecrübelerinin bir bütünüdür. Burada yazar hayata karşı duyduğu umutsuzluğu şu

sözlerle dile getirir.

Yaşam özlemini doyuracak bir olgu mümkün mü? Yirmi yıl sonra aynı şarkılar

çalıyor. Elli üç yıl öncesi çekilmiş bir film gösteriliyor. Yirmili yılların, ellili yılların

giysileri vitrinleri dolduruyor. Açlık, savaş, geri kalmışlık ve inanılmaz felaketlerle

ilgili haberleri kitleler, masal dinler gibi dinliyor. İşte böylesi bir yaşam önümüzden

gelip gidiyor. Sen kendi duvarlarının gerisine çekiliyorsun. O, kendi duvarlarının

Page 110: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

100

gerisine çekiliyor. Bir başka kentte. Bir başka ülkede. Herkes bir başka kentte.

Herkes bir başka dili konuşuyor. Ya da anlamaya çalışıyor. Aynı dili konuşan iki

kişi yok. Her sözü, insanın kendisi için söylediğine inanıyorsun. Her söylenen söz,

bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması. Karşısındakine bir şey anlatmak

istese de, gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru algılayışını kanıtlamak için

söylenen sözler. (12)

Özlü, anlatısında öykü yazmadığını çevrede birçok öykü olduğunu açıklar.

Geleneksel tasvirler yapmaktan yana da değildir. Nitekim ona göre gri beton bir duvar

bile tanımlamalarla doludur ve böylece nesnelere de anlam yüklemektedir. Böylece

hayata karşı olan gözlemlerini, duygu ve düşüncelerini anlatmaktadır. Çocukların yaşam

bekleyişleri yani umutları, hastaların umutsuzlukları gibi her şeyi görebilmek için

gözümüzü kapadığımızda, bu tanımlamalar geçmiş zamanın anın ve gelecek zamanın

zamansızlığında yitip gitmektedir. Yazar burada yaşamın sürüp gitmesini her şeyin

zamana yenik düşmesini ve bununla birlikte yaşadığı umutsuzluğu dile getirmektedir.

Yazarken, öykü anlatacak değilsin. Çevre öykü dolu. Her insanın her günü öykülerle

dolu. Çevreyi tanımlamak da istemiyorum. Boş, taş örgüsü, gri beton bir duvar bile

tanımlamalarla dolu. İnsan beyninin küçük bir kıpırdanışı yeter. O duvar üzerinde

her şeyi görmek için. Çocukların ağaçlı bahçelerini, çocukların yaşam bekleyişlerini,

hastaların sabırsızlıklarını, yaz güneşinin sıcaklığını, gökyüzünün doyumsuz

bütünlüğünü, bulutların biçimlerini görmek için. Gözlerini yumuyorsun. Gö-

rüyorsun. Açıyorsun. Tanımlamalar uzuyor, geçmiş zamanın, anın, gelecek zamanın

zamansızlığında yitiyor. (13)

Özlü yine Pavese’den yaptığı “ acımın derinliğinde, benim için artakalan hiçbir şey

yok. Yalnızlığımı algılamamın gururu bile.” alıntıya atıfta bulunarak kimseyle değil,

yalnız kendi kendiyle kadın olan ve kadın kalabilen insanı gözetlediğini ve aradığını

anlatır. Karşısına çıkan her şeyin yetersizliğini ve dayanılamaz olduğunu, sevgilerin ve

günlerin uzunluğu yani zamanın yetersiz olduğunu ve hayata olan doyumsuzluk ve

özlem ile ilgili umutsuzluğunu şu sözlerle dile getirmektedir:

Onu yaşantılar ardında koşturdum. Bu yaşantıların içimdeki kıpırdanışlar gücünde

olamayacağını bilmeme karşın. Çünkü o sokaklarda, o alanlarda, o istasyonlarda, o

havaalanlarında, limanlarda, sahillerde, geceye bürünmeye başlayan günlerde

içimdeki kıpırdanışlara yanıt verebilecek bir yaşam yok. Böylesi bir duyguyu

anlatmama olanak da yok. Karşıma çıkan her şey yetersiz. Soluduğum her şey

yetersiz. Dalgalar, odalar, mekanlar, sevgiler yetersiz. Suların tadı yetersiz. Günlerin

uzunluğu yetersiz. Haftaların günleri yetersiz. Ona birçok bedeni sevdirdim. Bir

metro istasyonunda yaşlı bir kadının arkasından baktırdım onu. Mırıldanıyordu

kendi kendine: Yüzyıllardır durup gelen bu karanlık metro istasyonları bile

doyumsuzluk ve özlem dolu. (14-5)

İntihar girişiminden sonra hastaneye yatırılan kızın duyduğu umutsuzluğu

anlatırken, kızın yaşama karşı bir korku duyduğunu ve yaşam isteksizliğinin

Page 111: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

101

gözlerinden hissedildiğini, henüz otuz yaşlarında olan kızın, yetmiş yaşında bir ölecek

hasta gibi davranmasını betimlemektedir.

Hermann Hesse'nin kitapları dikkatini çekiyor. Yer sayısız bira kutularıyla dolu.

Öylesine zayıf ki bacaklarından derileri sarkıyor. Gözleri ağır bir korkunun,

umutsuzluğun, gerçek yaşam isteksizliğinin derinliğinde sönmüş. Zaman zaman

haykırıyor. Otuz yaşını biraz geçmiş olmasına karşın, yetmiş yaşında bir insanın ya

da gerçek bir ölüm hastasının çökmüşlüğünü taşıyor. (32)

Yazar; her şeyi en ince ayrıntısıyla düşünen bir kişiliğe sahiptir. Tüm

yaşadıklarını derinlemesine irdeler. Yaşadığı duygu yoğunluğunu kilometrelerce yollara

benzetir. Yaşadığı acıları sözcüklere dönüştürecektir böyle bir yeteneğe sahip

olmasından dolayı biraz olsun rahatlar ancak diğer insanları düşünerek onların yaşadığı

acılar ve umutsuzluklarıyla nasıl başa çıkabildiklerini sorgular. Kendini acılar ve

umutsuzluk bakımından diğer insanlarla kıyaslar ve empati yapar. Sadece kendini

düşünmekle kalmaz diğer insanlar da onun için önemlidir. Yazar burada umut ve

umutsuzluk konusunda şöyle der:

Şimdi derinlemesine irdelemem gereken duyguların taşkınlığındayım. Sanki

duygularımı kilometrelerle uzatıyorum, duygularımı yolların bitmezliğine

dönüştürüyorum. Oysa sözcüklere dönüştürmem gereken duygular bunlar. Gece saat

üçe doğru uyandığımda (ilk kez doğru işleyen bir saate sahip olduğumdan,

durmadan saate bakıyorum) hiç değilse acıları dönüştürecek sözcüklere sahip

olduğumu düşündüm. Ama diğer insanlar, acılarını, yaşantılarını, uykusuz

gecelerini, umut ve umutsuzluklarını ne yapıyorlar. (44)

Özlü; yaşamından kesitler sunduğu anlatısında yorgun bir gününden bahseder.

Çoğu zaman uyku problemi yaşamaktadır. Çok ince ruhlu ve hayatı fazlası ile

anlamlandırmaya çalışan bir karaktere sahip olduğundan uykusuz geceler yaşamaktadır.

Uykuyu beklediği kadar hiçbir şeyi beklememesi uykuya dalma umudu ile yaşadığını

gösterir. Sadece yaşamının acılarla dolu anlamsız olduğu bir döneminde rahatça uykuya

daldığına değinir. O dönemde yazar yorgun, isteksiz ve umutsuz bir şekilde yaşamını

sürdürmektedir.

Gece hiç uyumadan yattım. Bin kırk bir kilometreye varan yolculuktan sonra

yorgunluğun doğal sınırını aşmış, günlük yorgunluğa varabilmek için çaba

harcıyordum gecenin içinde. Sonra durgunluğu ve durgunluğun ardında uykuyu

bulabilmek için. Yaşamım boyunca uykuyu beklediğim kadar hiçbir şeyi

beklemedim] Ancak anlamsızlık ve acı sonsuz bir gelişigüzelliğe vardığı günlerde

derin derin, uzun uzun çok yorucu uykuları uyudum. Yorgun, isteksiz ve umutsuz

uyanıncaya dek. (45)

Yazar; köylüleri yalnızca köylerde sevdiğini, aslında köylülerin kentlere göç

etmesiyle oraya uyum sağlamada güçlük çektiklerini ve yabancılaşma yaşadıklarından

bahseder. Aynı şekilde kentli insanlar da köylere gittiklerinde oraya ayak uydurmakta

Page 112: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

102

zorlanmaktadır. Burada toplumu gözlemlemekte yaşadığı çevre ile olan

umutsuzluklarını şu şekilde dile getirmektedir. Aynı zamanda otobüslerin eski olduğu

da dikkatini çekmektedir. Soyut olandan somut olana doğru gözlemlerini dile getirir.

Çevresinde olan her şey ona umutsuzluğunu anımsatır. Kendisini de çevresiyle

özdeşleştirir. Kendisi de pislik içinde, bırakılmış ve yoksuldur.

Ben köylüleri köylerde seviyorum. Kentlerin köy davranışlarını bırakmayan

köylüler tarafından sarılması tedirgin ediyor beni. Köylerin de kentliler tarafından

sarılması. Her ikisi de çarpık bir gelişme. Otobüsler eski. Her şey umutsuzluğumu

çağrıştırıyor. Pisliği, bırakılmışlığı ve yoksulluğu. Ben de her zamankinden daha pis,

daha bırakılmış ve daha yoksulum. (55)

Yazar’a göre evlilik toplumun gözünde bir başarı olarak görülür. Oysa kendisi ise

bireysel olarak düşünmekte tüm bu genel geçer yargılara karşı gelmektedir. İnsan

ilişkilerini değiştirmek, herkesin bireysel görüşüne saygı duyarak yaşamını sürdürmek

ister. Tüm bu kuralları değiştiremeyeceğini düşünür ve umutsuzluğa kapılır.

Başarı diye nitelendirdiğiniz olgulara direnmem için en az sizin kadar başarılı

olabilmem gerektiğinden. Böylesi bir görüş dışında var olmak istemiyorum, insan

ilişkilerini değiştirmek için yaşıyorum. Hiçbir şeyin değişmeyeceği umutsuzluğuna

kapıldığım kısa anlar kadar korkunç ve umutsuz anlar tanımıyorum. (58)

Yazar, Pavese’nin sürgünden döndüğünde kendisi ile evleneceğini umduğu

kadının başkası ile evlendiğini duyduğunda Felice adı verilen bu alanda yere yığıldığını

ifade eder. Burada umut-umutsuzluk teması verilen bir örnek üzerinden anlatılmıştır.

Meydanın adı da mutluluk meydanı olmasına karşın mutluluğu beklerken mutsuz hale

gelmiş tüm umutlarını kaybetmiştir. Kadınlara karşı ağır söylemleri olan Pavese, hayatı

boyunca yalnızlıktan çok çekmiş ve kadınları hem yıkıcı bir güç olarak hem de kurtarıcı

olarak görmektedir.

Canelli'ye, Roma'ya ya da sürgüne yollandığı Kalabriya'ya gitmek için. Alanın adı

"Felice" (Mutluluk). Sürgünden "boğuk sesli kadının" kendisiyle evleneceği

umuduyla döndüğünde, kadının başkasıyla evlenmiş olduğunu bu alanda haber almış

olabilir. Yere yıkılıp kaldığı Felice Alanı. Bütün geceyi sokaklarda gezinerek

geçirebilirim. Bu, belki de Torino'da yaşayacağım ilk geceyi rahatlaştırır. (104)

3.1.3. Özgürlük ve Başkaldırı

Yazar yaşamın ucuna yolculuk adlı kitabında özgürlük ve başkaldırı ile ilgili

çeşitli göndermelerde bulunur. Yolculukları ve tren raylarını sever. Yolculuk ona hep

bir yerden gitmeyi, özgür olmayı ve umudu hatırlatır. Hiçbir yerde kalmak zorunda

değildir. Tren yolculuğu onun için özgürlük ve bağımsızlıktır.

Page 113: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

103

Tren raylarını severim. Bağımsızlığı, gidebilmeyi, kalmak zorunda olmamayı,

uymak zorunda olmamayı anımsatır. Tren rayları bir tür bağımsızlıktır benim için.

(19)

Özlü, her istediğinde istediği şeyi yapabilen başına buyruk bir hayat

yaşamaktadır. Tüm sisteme, ülke yönetimine bürokrasiye ve futbol takımı fanlığına bile

başkaldırmakta sıradan insanlar gibi yaşamasını gerektiren her şeye karşı çıkmaktadır.

Bağımsızlığı, özgürlüğü onun için her şeyin üzerindedir. Hiçbir ülkeye ve sınıra ait

olmadığını düşünerek Kendisini bir ağaç gibi yalnız hissetmektedir. Yaşadığı

tecrübelerden dolayı olgunluğa erişmiştir ve artık geriye dönmek istememektedir. İnsan

hakları ve demokrasi için değiştirebileceği bir şey olmadığını ifade eder.

Başıma buyrukluğuma hayranım. Sayısız görüntülerden, sayısız uykusuz gecelerden,

sayısız güneş ışınlarından, sayısız tren, otobüs, uçak ve gemi yolculuklarından,

yürüyüşlerden artakalan tek olgum. Sayısız bedenlerden, kitaplardan, galeri

duvarlarından, müze koridorlarındaki, salonlarındaki sayısız resimlerden, sayısız

anılardan, sayısız saatlerden, günlerden, haftalardan, aylardan, on yıllardan, İstanbul

Boğazının su yüzeyine baktığım, baktığım. Tanıdığım, tanımadığım sayısız insanla

aramda geçen konuşmadan. Başladıkları an zaten bitmiş olan sayısız sevgiden.

Kendimi sevdiğim başkalarının bedenlerinden. Ülkelerden, sistemlerden, bürokra-

siden, demokrasiden, dünyanın tüm savaşlarından, tüm yönetimlerinden, tüm

polislerinden ve futbol takımlarından artakalan yalnız kendi doluluğumun boşluğu.

Kendi bağımsızlığım. Başıma buyrukluğum. Yeryüzü küresinin o herhangi bir

ovasındaki ağaç gibi katı ve yalnız. Bir yıl bile geri dönmek istemem. Bir an bile. Bu

eriştiğim sınırsızlık içinde nasıl geçebilirim yeniden o geçilmez sınırları. Dünyanın

hiçbir yerinde artık insan hakları için çaba gösteremem. Hiçbir ülkesinde ülke

derken, hem kendi ülkemi, hem de üzerinde var olduğumuz bu kahredilmiş

yeryüzünü anlıyorum. Şimdi bu kentteyim. (26)

Yazar yolculuğunda çoğu kentte ve istasyonda durakladığını, her gidenle gitmek

istediğini, ancak gidememek zorunda kalmasının ise çok büyük bir acı olduğunu

anlatmak ister. Özlü’ye göre yaşamı yaşanır kılan tek şey herkesten, her şeyden ve her

yerden gitmek ve yolculuğa çıkmaktır.

Bütün gün, ben kentin sokaklarında, o başka sokaklarında dolaştı. Görmek istediği

ben değilim. Biliyorum. Görmek istediği, benim kendime olan bağımlılığımdan

taşan bağımsızlığım.

— Hani kenti birlikte gezecektik?

— Çok güzel uyuyordun Latislav.

— Kafka'nın evini gördün mü?

Nice istasyonlarda, nice limanlarda, havaalanlarında durakladım. Her gidenle gitmek

istedim. Her yolculuğa çıkmak. Hiçbir yere gitmesem de, sürekli yolculuklarda

olduğumu algılamakta geç kalmadım. Ama genç yaşlarda, henüz bana, yaşamı

yaşanır kılan bu duyguya varmadan önce, gidememek, derin, derin, derin bir acıydı.

(39)

Yazar yine Pavese’den yaptığı bir alıntıyla bu yolculuğuna devam eder. Tüm

ince duygularını yüreğinde hapsettiğini, bunun ağır bir yük olduğunu, duygularını kendi

algıladığı ölçüde karşı tarafa geçirebileceğini ve içe hapsettiğini bazen sevgisine karşılık

Page 114: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

104

bulamadığını tek bir kişiye bağlı yaşayarak hayatını sınırlandırmak istemediğini,

sevgisini tüm insanlara dağıtma çabasını, yine insanlardan uzaklaşması ve kendi

düşüncelerinin dünyasına kaçması gerektiğini düşünür.

"Tüm ince duyguları, tüm bağlılıkları, kendini verme isteğini, bir tutukevinde gibi, ağır

bir yük gibi yüreğinde hapsetmek zorunda bırakılmıştı."

Hep öyle değil mi. Sevgilerimizi, duyguların yükseliş ve alçalış dalgalanmalarını,

kendi kendimize algıladığımız biçimde bir başka insana akıtmak istediğimizde

tümüyle içimize hapsetmiyor muyuz? Kim karşılıyor sevgileri. Bir ilişkinin

başlangıcı, sürekliliği aynı zamanda en derin sınırlandırılması değil mi. Belki ancak

ayrılık bir açıklık, bir derinlik kazanmıyor mu? Duygularımın karşıtını savunamam.

Bir uzaklık kazanmam, yeniden kendi düşüncelerimin dünyasını bulmam gerek. Tek

bir kişide yoğunlaşan duygulardan her zaman kaçındım. Sonsuz sevmek isteğimi her

zaman tüm insanlara, her insana dağıtma çabası gösterdim. Zaman zaman da

herkesten nefret ettim. Kendi dışımda. (43)

Yazar kapitalist düzene karşı çıkarak toplumun hor gördüğü işçi sınıfının

hayatlarının elinden alınmasına çok üzüldüğünü dile getirir. Bu kişilerin yaşamları

elinden alındığı gibi, özgür olamadıkları gibi ölümleri bile ellerinden alınmıştır. Kendi

iç dünyaları dışında parası olmayan sahipsiz insanlar olduğunu düşünür ve hayatın

anlamını kavrayamayan, özgür yaşayamayan bu insanlara karşı acıma duygusu besler.

Kişi acılar yaşadıkça ve yaşlandıkça umutsuzluğa düşer, hatta hayatını sonlandırmak

isteyerek varoluşunun dayanılmazlığı karşısında yenik düşebilir.

Almanya'dan Türkiye yolculuğuna çıkmış yorgun işçiler, Önümde E-5 üzerinde,

buğday tarlaları kenarında oturuyor, dinlenmeye çalışıyorlar. Başaramayacaklar.

Hiçbir zaman dinlenemeyecekler. Ölümleri bile bir dinlenme olmayacak. Onlar,

yaşamları gibi, ölümleri de ellerinden alınmış insanlar. Sahipleri yok. Paraları,

arabaları ve büyük mağaza artıkları dışında zedelenmiş zedelendirilmiş iç dünyaları

dışında sahipsizler. (45)

Pavese’ye göre kadar diye bir şey yoktur. Varoluşçu felsefe bu düşünceye

karşıdır. Yazarın burada sınırlar dediği şey yol ayrımı ve yaptığımız seçimlerdir. İnsan

yaşlandıkça ölüm korkusu insanı sarar böylelikle yaşamını mutlu da sürdüremez ve

rahatlıkla da ölemez. Ölüm ona göre sonsuzluğa varış halidir. İnsan yaşamı gelişmeye

ve biçimlendirmeye açıktır. Gelişigüzel yaşanacak bir şey değildir insanın varoluşu.

İnsan varoluşunu kendi benliğini biçimlendirmeli, değiştirmeli, sınırsızlaştırmalıdır ve

kalıplardan kurallardan kaçıp gitmek yazara göre en doğru olan şeydir. Yazar yaşamı

gitmek olarak algılar; yaşam insanın kendini var edebilme kendi olabilme özgürlüğüdür.

"Kader diye bir şey yoktur, yalnız sınırlar vardır. En kötü yazgı, sınırları sabırla

karşılamaktır. Karşı çıkmak gerekir."

Panjurları açıyorum. E-5 üzerinde Türk işçilerinin İstanbul yönünde yüklü arabalarla

ilerlediklerini görüyorum. Perşembe gününden beri görüyorum bu akışı. Sınırları

tanıyan, benimseyen, bu sınırlara uyum gösteren hiçbir insan, karşı çıkmanın so-

nundaki bireysel bağımsızlığa erişemeyecek: Hem karşı çıkıp, hem de sınırlarda

yaşayan insan, yaşamı boyunca çıkmazından sıyrılamayacak. Huzursuzluk duyacak

Page 115: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

105

ve ne yaşamdan hoşnut olacak, ne de rahatlıkla ölebilecek. Yaşlandıkça ölüm

korkusu büyüyecek. Başkalarının yanında kendini güçlü göstermeye yeltense de,

yalnız kaldığında, hiç değilse kendi kendine yalan söylediğinin bilincine varacak. Bu

bilince varsa, o bile bir adım. Birçoğu yalanı gerçek gibi algılayacak kadar sıyrılmış

kişisel özgürlükten. Oysa insan, hem yaşamı, bize sunulan bu en yüce olguyu, hem

de yaşam sonunda sonsuzluğa varmayı hak etmek zorunda. Yaşam, bu gelişmeye

tüm kapılarını açan bir olgu. Gelişigüzel geçip gidilecek bir varoluş değil insan

varoluşu. Biçimlendirilecek, değiştirilecek, sınırsızlaştırılacak bir HER ŞEY(…)

Kalıplardan kaçmak için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek,

kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek,

gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni. Yaşamı, GİTMEK olarak algılıyorum.

(52)

Özlü, burada toplumun genel yargılarını, evlilik kurumuna olan inançsızlığını

dile getirir. Ona göre evlilik toplumsal düzenin doğru kabul ettiği ancak yanlış olan bir

kurumdur. Evliliğe toplumun istemesi üzerine sıcak bakmak onun için genel bir

yargıdır. Herkes istediği gibi yaşamalıdır. Başkaları olumlu kabul ettiği için evlenmek

zorunda olmak ona göre yanlıştır. Özlü toplumun genel kabul ettiği kurumların hepsine

karşı çıkar. Özlü, bu genel yargılara uyum sağlayamaz ve buna karşı direnir. Bunu bir

başkaldırı olarak kabul edebiliriz.

Güzel, küçük burjuva ya da büyük burjuva ya da parlak, duygusal, romantik,

heyecanlı, harika, içten, sürekli, gelişen insan ilişkileri, ikili insan ilişkileri hiçbir

zaman çıkış noktam olmadı. Bu tür ilişkileri, sürekli evlilikleri her zaman yanlış,

toplumsal düzenin yanlış kurumları olarak nitelendirdim, nitelendireceğim. Onlara

karşı direndim, direneceğim. Kurumlarınıza uyuyor gibi görünmem, onlara karşı

direnmemi ancak böyle sağlayabileceğime inanmamdandır. (58)

Yazar; toplumun dayattığı basmakalıp sorulardan sıkıldığını, toplumun düzen

dediği evlilik konusundaki görüşlerini ve insanların gerçek dediği şeylerin gerçek

olmadığını ve asıl gerçeğin insanın iç dünyasına dönmesiyle ortaya çıkacağını,

toplumun kılık kıyafete önem vermesinden dolayı kendini iyi giyinmek zorunda

hissettiğini böylelikle bu düzene nasıl karşı çıktığını şu şekilde açıklar:

Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş

yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda

yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve

hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey, benim

gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey. Ne düzenli bir iş ne iyi bir konut, ne sizin

"medeni durum" dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da

sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine

saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiçbir çaba harcamadan. Belki de hiç

istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene erişmek o denli kolay ki... Ama

insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç

dünyasının olgularının sizler için hiçbir değeri yok ki.. Bırakıyorsun insan onları

kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze

haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla,

başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum.

Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için

çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte

Page 116: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

106

uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum,

bir şey yapıldı sanıyorsunuz. (57)

Toplumun geleneklerine olan bir diğer başkaldırısı ise; ev, okul ve iş

yerlerindeki kurallar ve düzen ile ilgilidir. Özel ya da resmi kuruluş ayırt etmeksizin

hepsine karşı çıkmaktadır. Her ne yapmak istediyse özgür iradesi ile yapmasına izin

verilmemiş, aksi olması gerektiği iddia edilmiştir. Kendisini toplumun bütün bu gelenek

ve kurallarının dışında tutmakta ve onlardan farklı olduğunu savunmaktadır. Artık

toplumdan ayrı bir birey olarak yoluna devam ettiğini belirtmektedir.

Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel

ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı

yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz.

Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim,

gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu

otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi

limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan

başka her şey olduğumu duyuyorum. (58)

Yazar, bu başkaldırıları sonucunda yoluna tek başına devam ederek özgürlüğüne

kavuştuğunu hisseder. Yazar bulutlar arasındaki küçük boşlukların derinliğindeki

maviyi görerek aynı zamanda iç yaşamına dönmüş ve onun gözünde gerçek olan asıl

varlığı görme sevincini yaşamıştır. Burada, doyumsuz bulutların sonsuzluğu, onun

özgürlüğe duyduğu özlemi ifade etmekte ve yazar toplumdan sıyrılarak bir birey olarak

bu özgürlüğü tatmaktadır.

Doyumsuz ışıklarına baktım. Bir kasım ayı gökyüzünü düşündüm. Geniş bir ağaçlık

alan üzerindeki bulutları. Gri rengin tüm çeşitlerini, koyu ve açık tonlarını içeren,

kış mevsimini yaklaştıran yoğun bulutlan. Bulutlar arasındaki küçük-boşlukların

derinliğindeki maviliği. Bu boşluklardan sızan ve rüzgârla birlikte batıya doğru

yürüyen ışık yollarını. Doyumsuz bulutların sonsuzluğunu. (59)

Yazara göre insan düşündüğü ölçüde var olur. Kendisinin duvarları olduğunu

kabul eder ve bu sınırların gerisinde kalmayı tercih eder. Genç yaşlarında nihilizm

felsefesini sorgulamış ve bunu yeniden hatırlamaktadır.

Duvarlarım gerisine dönmem gerek. Gökyüzü altındaki yaşam bana göre değil. Ben

gökyüzüne ancak duvarlarım gerisinden bakabilirim. Cenova'da olduğu gibi denizi

bulmam mümkün olmayacak. Ben ve benim gibilerin tüm çevresini gene kendi

duvarları gerisi olduğunu anlıyorum. Kumsalımız, caddelerimiz, ağaçlarımız,

sevgilerimiz yalnız ve yalnız düşüncelerimizle sınırlı. Tüm dünyamız. Çok genç

yaşlarımın, henüz yirmime varmadığım yaşların nihilizmi, şimdi bu yol kenarındaki

Nihilizm: Metafizik ve ahlaki güçleri yok sayan, mevcut olan değerlere ve düzene karşı çıkan, hiçbir

iradeye boyun eğmeyen görüşlerin genel adıdır. Nihilizm, her türlü bilgi imkânını inkâr eder ve hiçbir

doğru, genel- geçer bilginin olamayacağını savunur. Varlığı her şekliyle şüphe ile karşılar ve hatta yok

sayar. Yokçuluk yani nihilizm on dokuzuncu yüzyıl ortalarında Rusya' da, özellikle genç entelektüel

kesim arasında, taraf bulmuştur. Latince nihil (hiç) sözcüğünden türetilen nihilizm varlığı yok sayar ve

Page 117: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

107

büyük otelden ayrıldığım anlarda en güçlü inanç olarak yeniden beliriyor. O

zamanlar dünyayı tıpkı bugünkü gibi, tıpkı şimdi, şu an önümde, E-5 üzerinde

uzandığı gibi düşünmüştüm. (60)

Yazar yalnız kaldığında kendini bağımsız hissetmektedir. Tek başına kaldığı

zamanlarda diş ağrısına rağmen garip bir mutluluk duymaktadır. Kendi sınırlarının

içinde, kendi içine olan yolculuğunun sonuna geldiğini düşünür. Kendi “ben”ini

bulmaya yönelik arayışı devam etmekte ve bu yolculuktan keyif almaktadır.

Uzun yıllar önce, herhangi bir yolculuğumda, o zamanlar, dünyaya karamsar

gözlerle baktığım yıllarda, bu otelde bir gece kaldığımı anımsıyorum. Eski,

küflenmiş, korkunç, ürkütücü bir anı. Oysa bugünkü yalnızlığım içinde ne denli

güçlü ve mutluyum. Korkunç diş ağrısına karşın. Arayışım içinde. Kendi sı-

nırlarımın sonuna doğru çıktığım bu yolculuğun herhangi bir anında nasıl

bağımsızım. Bir başınalığımı nasıl derinden duyabiliyorum. Ne kadar mutluyum.

(62)

Özlü bu konu ile ilgili olarak; ona göre kimsenin atılmaya cesaret edemediği farklı

bir boyut olan deliliğin ne denli gerçek olduğunu, akıl ve delilik arasında nasıl gidip

geldiğini anlatmak ister o deliliğin sınırlarına ulaşmış akıl ve delilik arasındaki o

çizginin boyutlarının farkındadır. Birey olmak için ben olup bencil olması gerektiğini

savunur. Her "ben" bencildir, her "kır" kırsal olduğu gibi. Her olgu, her varlık nasıl

olabilecekse, öyle sözüyle Sartre atıfta bulunur. Ona göre her olgu her varlık nasıl

olmak isterse öyle olur. Bu bir tercih meselesidir. Askerlerin bayrak törenine başlaması

gibi; kuşların yapması gereken, yapabildiği uçmak; orkestranın ise yapması gereken

melodiler çalmaktır.

Özlü kitabında çoğu yerde buğday ve mısır tarlaları, diş ağrısı ve gökyüzü

kelimelerini tekrarlamıştır. Varoluşçu felsefe açısından bakacak olursak; yazar buğday

ve mısır tarlaları insanın doğumunu, topraktan geldiğini, varoluşunu; diş ağrısı dünyada

edindiği tecrübeleri ve yaşadığı acıları, yani özünü; gökyüzü ise nasıl hiçlikten geldiyse

hiçliğe gideceğini ölümü temsil eden sembollerdir.

bilimsel bilgi dışında hiçbir gerçek bilgi olmadığını kabul eder. Rus edebiyatında ilk kez Nedejin' in bir

makalesinde kullanıldı. Bu yaklaşım, toplumda yerleşik kuralların, kurumların, ahlak kurallarının ve

değer yargılarının yadsınmasıdır. Ve kökleri Antikçağ Yunan Felsefesine, özellikle de Gorgias ' akadar

gider. Gorgias, varlık ve bilgi ile ilgili nihilizmini üç önermede ortaya koyar. Bu önermeler: 1-'Hiçbir şey

yoktur', 2- 'Bir şey olsaydı da bilemezdik', 3- Bilseydikte başkalarına bildiremezdik'. Bu görüşleriyle

Gorgias, hem bilgi elde etme imkânını hem de varlığı inkâr eder. Ayrıntılı bilgi için bkz. Nihilizm;

“Nihilizm”, https://www.makaleler.com/nihilizm-nedir (10.06.2017).

Page 118: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

108

Ve küçük yaşlarımdan beri beni ilgilendiren deliliğin boyutlarına ne denli gerçek ve

ne denli cesur atılımımı düşünüyorum. Yaşamımda elde edebildiğim bir tek başka

boyut var: Kimsenin sahip olamadığı bir boyut. Cesaretleri yetmediği için sahip

olamadıkları bir boyut. Kendi kendilerine kıyamadıkları için, yaşam boyunca

sürüklenip çıkamadıkları akım boyutları. Deliliğin derin boyutunu tanıyorum,

diyorum. Akıl ve delilik arasındaki o ince çizgiyi. Önümde açılan puslu Akdeniz'in

gökyüzüyle birleştiği ufuk çizgisi gibi. Denizin nerede bittiği, gökyüzünün nerede

başladığının belirlenmediği sınır çizgisi gibi. Artık kimse karşıma çıkıp, bana bencil

olduğumu söylemesin. Her "ben" bencildir, her "kır" kırsal olduğu gibi. Her olgu,

her varlık nasıl olabilecekse, öyle. Güvercinler uçuyor. Kahve orkestrası romantik,

duyarlı melodiler çalıyor. Özlem uyandıran, yitik özlemleri çağrıştıran şarkılar.

Piazza Unita d'îtalia Triesta'da bir tabur asker bayrak törenine başlıyor. (72)

Özgürlük, kişi için asla kaybetmek istemediği bir olgudur. Yazar akıl

hastanesinde kalırken davranış özgürlüğü elinden alınmış bir şekilde günde altmış

sigara içtiği günleri anımsar. Çoğu zaman özgürlüğünün elinden alınmasına

başkaldırıda bulunmuş buna her zaman izin vermemiştir. Trieste kütüphanesinde Svevo

bölümünde kitap kokusu solumanın bile büyük bir özgürlük olduğunu, niçin 1041

kilometre yol gittiğini anımsar. Ona göre her yolculuk kişinin kendi içine, kendi benine

yaptığı, bilinmeyenini öğrenmek istediği bir serüvendir. Böylece yazar özgürlüğe ne

kadar değer verdiğini şu şekilde açıklar:

İstanbul akıl hastanelerinde günde altmış sigara içtiğim kesitini anımsıyorum

yaşamımın. Yapacak başka hiçbir şey olmadığı için. Davranış özgürlüğümü elimden

alacaklardı. Her zaman için alamadılar. Bugün 12 Temmuz günü Trieste kent

kütüphanesinde, Svevo bölümünde oturabiliyorum ve kütüphane raflarında dizili

dört yüz bin kitabın kokusunu soluyabiliyorum. Daha öte bir bağımsızlık isteyebilir

miydim? Şimdi, aksi yönde 1041 kilometreyi niçin gittiğimi daha iyi anlıyorum. Her

gidiş, her yolculuk, kendi "benimin" bilinmeyenine doğru, bilmek için bir iniştir.

(78-9)

Yazar, deliliğin sınırlarını aşarak hayal âleminde seyahate devam etmektedir. Bu

görüntüleri kelimelerle ifade etmek mümkün değildir. Şimdi de Prag’daki insanların

aşkları, acıları, ölüm ve intiharları üzerine düşünmektedir. Sonra birden kendisini bu

yolculukta Via Monfort otelinde hayal eder. Yazarın konu edindiği bu yolculuklar

bilinmeyene yapılan yolculuklardır ve yazarı özgürleştiren olgulardır.

Bu yolculuğun görüntülerini sözcüklerle yansıtan ben değilim. Prag kenti. Prag

İstasyonunda çantama bakan insanlar. Beni yola çıkaran, sözcüklerin ardına düşüren

sayısız satırları, sayısız aşkları, sayısız ihtirasları, sayısız acıları, sayısız

avuntusuzluğu, sayısız ölüm ve intiharları, sınırsız sınırsızlığı dünya edebiyatının.

İşte bu yolda sözcüklerin ardında çıktığım bu yolculukta şimdi Via Monfort 12

numaralı kapıyı çalıyorum. (80)

Via Monfort: İngiltere’de adını köprüden alan bir köy adıdır. Burada bahsedilen bu bölgedeki

konaklama tesisidir.

Page 119: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

109

3.1.4. Sıkıntı / Bunaltı / Acı / Kaygı/ Öfke

Gençliğinde büyük sıkıntılar yaşamış olan yazar; geçmiş günlerini anımsayarak,

bundan sonra yaşadığı acılara mutluluk olarak bakmaya karar verir. En mutlu anlarında

bile acıyı duymuş biri olarak; acılarının ötesinde her zaman bir beklenti olduğunu,

özgürlüğüne kavuşacağını hayal eder. Burada yazar; geçmişte akıl hastanesinde olan

günlerini hatırlar ve özgürlüğünün, kendi odasında çay içebilmenin hayalini kurar.

Çekilen acılardan sonra umut dolu günlerin olacağına inanmak ister. Pavese’nin intihar

etmesine atıfta bulunarak ne kadar cesur biri olduğunu ve korkmadan ölüme

yürüdüğünü dile getirir.

Dün Berlin'de geçirdiğim Nisan ayının ilk pazar gününde artık bundan böyle acıları

mutluluk olarak nitelendirmeye karar verdim. Yaşamımın en mutlu anlarında da

aynı güçle acıyı duymadım mı? Ve acıların ötesinde bir beklenti vardı: Kendi

dünyamın beklentisi. Kendi odamda içebileceğim sabah çayının beklentisi. Sinir

hastanelerinin kantinlerinde, teneke çayı, kendi odamda içmek istiyordum. Kimse

senin kadar güzel, hiç kimse senin kadar canlı gitmedi ölüme. (9)

Kitabın bu bölümünde, Pavese’den yapılan bir alıntıya rastlanmaktadır. Pavese bu

kısımda; varoluşçuluğun özelliklerinden biri olan “Hayatın anlamı nedir?” sorusunu

sormakta ve cevap aramaktadır. İnsanın dünyaya gelmesiyle birlikte; sürekli anlatması,

yazması ifade etmesi gerektiğini, acı çekeceğini ve sonunun korkunç ve sefil olacağını

bilmesi gerektiğini anlatmaya çalışmaktadır.

"Niçin dünyaya geldiğini bilmiyor musun? Anlatmalısın, anlatmalısın, ayrıca acıkmak-

sızın, susamaksızın... Sonun korkunç, sefil olmalı! Bunu bilmiyor musun? Bunu sana

Pavese söylüyor."” (25)

Özlü sayfanın başında bulunan Pavese’den olan -"Acımın derinliğinde, benim için

artakalan hiçbirşey yok. Yalnızlığımı algılamamın gururu bile."- alıntının devamında

yaşamı boyunca kendi duyduğu acıları hatırlar. Gençliğinde umutlu ya da mutsuz olan

günleri gözünün önünde canlanır. Kendi varlığını, benliğini taşırken ne kadar çok acı

çektidiğini, doyumsuz bir kaygıyla yeryüzünü anlamaya çalıştığını, bedenine işkence edip

uykusuz bıraktığını ya da acılardan kaçmak için uzun uykulara daldığını anlatır. Ulaşmak

istediği gözetlediği ise olmak istediği benliğidir, her zaman somut, canlı bir olguya

yaklaşmak isteyen bir kadın olmayı, kimseye ihtiyaç duymadan yalnız kendi kendiyle kadın

olan ve kadın kalabilen bir insan olmayı arzu etmiştir.

O zamanlar gençtim. Gençlik denen olguya inanıyordum. Mutlu ve mutsuzdum.

Gezdiğim, dolaştığım tüm kentlerde onu taşıdım sokaklarda, alanlarda, kahvelerde,

yapıların içinde, merdivenlerde, gölgelerde ve yağmurda ve rüzgârda ve parlak

güneş ışığında ya da soğuk güneş altında. Onu taşıdım ve gözetledim. Onu

kahvelerde, masalara oturttum. Onu caddelerin kavşaklarında durdurup, yapıların

Page 120: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

110

yüzlerine baktırdım. Uzun, uzun. Ona birçok kentin birçok alanını, bulvarını,

sokağını, insanlarını, rüzgârlarını, gecelerini, sabahlarını, sonbaharda bulutlarının

aldığı biçimleri, bulutlar arasından sızan ışıklarını, tepelerini, istasyonlarını, deniz

kıyılarını, sevgilerini araştırdım. Doyumsuz bir kaygıyla ona yeryüzünü araştırdım.

Ona işkence ettim. Uykusuz bıraktım. Ya da acıların uzun uykularını uyuttum. (14)

Yazar, Berlin’in bir yaz akşamındaki anı paylaşır. Gürültülü bir günden

betimleme yapar. Araba akışının gürültüsünü duyarak çevreyi inceler. Burada Woolf

gibi bilinç akımı tekniğini kullanarak aklından geçirdiği bir şey ile bu gözlemini sona

erdirir. “Tender is the Night” adlı kitabı düşünür ve hemen sonrasında evin geniş

odalarının duvarlarına dikkat eder. Berlin’deki duvara bakarak Anadolu evlerindeki

duvarları anımsar ve bu duvarlar ona Anadolu’nun sıkıcı kentlerini, zamanın duruşunu

ve çocukluğunun korkularını hatırlatır. Avrupa’daki müze ve galeri duvarlarını

düşünerek bu ölü duvarların insanın soluğunu daralttığını hisseder ve sıkıntı duyar.

İşte yeryüzü. Gerisini düşünmeye gerek yok. Kent, gerisini düşündürmüyor. Ben ise

bırakıyorum onu. Hemen bir kitabın adını düşünüyor: "Tender is the night". Bu evin

geniş odaları. Hangi evlerin hangi duvarlarını anımsatıyor. Gece, Berlin'deki bu düz

duvardan oluşmuyor. Anadolu evlerinin tahta üzerine sıvanmış duvarları. Sıkıcı

kentleri, zamanın duruşunu ve çocukluğun korkularını anımsatan duvarları. Büyük

Avrupa kentlerinin müze duvarları, galeri duvarları. Ölü duvarlar. İnsanın soluğunu

daraltan duvarlar. (15)

Duvarları yaşamımızdaki mezarlara benzetir. İnsan ancak duvarların arkasında

kendisi olabilir. Ona göre; insanlar evlerinden çıktıklarında takınılmış bir maske ile

değiştirilmiş benlikleri ile dolaşırlar gerçekte olduğu gibi davranmazlar. İnsanlar

duvarlar arasında direnmez ve yine duvarlar ardında yaşamını yitirir. Sonra yine

düşünceden düşünceye geçerek bir şiiri anımsar.

Duvarlar yaşamımızdaki mezarlar mı(?) Kent sokaklarında çıkan her benlik

değiştirilmiş, takınılmış bir kişilik değil mi. Duvarlar gerisinde en çok kendimiz

olmuyor muyuz(?) En çok duvarlar arasında direnmiyor, en çok duvarlar ardında

duymuyor muyuz(?) Duvarlar ardında bu doyumsuz yaşamdan soluklar alarak ve

alamayarak ayrılmayacak mıyız? Ona gene bir şiiri anımsatıyorum. "Do not go gentle

into that good night." (15)

Bu kısımda Özlü; yine Pavese’den yaptığı alıntı ile aklından geçenleri şu şekilde

anlatır: Güneş her zaman gözümüzün önünde olduğu halde güneşi düşünmeyiz ancak

sıcaklığını hissederiz. Acı gibi duyguları da hissetmemize sebep olur. Çevre yolundaki

trafiğin yoğunluğunu görürüz ancak yarım metre ilerideki gündelik yaşamla bir

bağlantımız yoktur. Yaşam gürültülü, egzoz gazı kokan anlamsız bir sahnedir. Burada

saçma ve sorgu olgusuna rastlanmaktadır. Biz varoluşun herhangi bir zamanında

hareketsiz olan olaylardan uzak geçmişi unutup geleceği düşünmeden sessizlik içinde

Page 121: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

111

durgun bir şekilde oturup hayatımıza devam ederiz. Herhangi bir kentte, herhangi bir

zamanda birçok insan bu şekilde anlamsız, saçma bir şekilde hayatını sürdürmektedir.

All is the same

Time has gone by

Some day you come

Some day you'll die.

Some one has died

long time ago.

Özlü burada Woolf’un romanlarında olduğu gibi Pavese’den bir şiire yer verir. Bu

şiir de varoluşçuk teması ile ilgilidir. Hayattaki her şeyin aynı olduğunu, zamanın akıp

gittiğini, birinin bir gün dünyaya geldiğini, bir gün öleceğini hatta birinin daha yeni

öldüğünü anlatır. Yaşam kişinin, doğum ve ölüm arasındaki zaman da kendine olan

yolculuğu ve kendini keşfetme serüveninde yaşadığı deneyimlerin kendisidir.

Herhangi bir yerde güneş duruyor. Tanıdığımız tek güneş. Ama güneşi

düşünmüyoruz. Oysa erken gelmiş yazın sıcaklığını algılıyoruz. Yumuşak bir

sıcaklık. Ve onunla birlikte acımızı da. Çevre yolu yakınında bir tahta sırada

öylesine oturuyoruz. Arabalar müthiş bir yoğunlukla akıyor. Birlikte böylesine

oturmamız acımızı dayanılır kılıyor. Benimki hiçbir zaman onun acısı kadar büyük

değil. Arabaların akışı bizi hiç tedirgin etmiyor. Yarım metre ötemizdeki günlük

yaşamla hiçbir bağlantımız yok. Gürültülü, anlamsız bir canlılık içinde, egzoz gazı

kokan bir yaşam bu. Havel Şosesi yakındaki çevre yolu üzerinde. Öylesine

oturuyoruz tahta sırada. Herhangi bir kentte. Varoluşun herhangi bir zamanında.

Bildik güneş ısıtıyor bizi. Gerideki yaşamı tümüyle unutmuş, ne geçmişi, ne

geleceği düşünüyor, öylesine zaman, an içinde oturuyoruz. Durgun sessizlik içinde.

(17)

Özlü Pavese’nin sevgi, acı çekme ve yalnızlıkla ilgili olan alıntısının ardından

sevginin inandırıcı olmadığını ve arkasından gidemeyeceğini ifade eder. Biri ile sevgiyi

paylaştığında insan gerçekten yalnız mıdır, sevgi doyumsuz mudur diye

sorgulamaktadır. Doğum ve ölüm anında insanın gerçekte yalnız olup olmadığını

düşünür ve kendi kendine sorular sorar.

Ona göre sevgi yalnızca bir kişiye duyulan bir olgu değildir. Herhangi bir

nesneye de aktarılabilir. İnsan bir ana, caddeye, kente de doyumsuz bir sevgi ile

bağlanabilir. Ne kadar derin düşünürse sevgi de o kadar doyumsuz olur ve büyük acı

duyulur. Yaşam acıdan ibarettir. Yaşamak her olgunun tümüyle acıyı hissetmektir.

"İnsan sevgiye biri yanımızda olmadığından acı çekene dek dayanır, oysa gerçek yalnızlık

dayanılmaz bir hücredir." Gövdeler iç içe girdiğinde de sevginin gerçekleşmesi ola-

naksız mı(?) O sonsuz boşalma anında da sevgi doyumsuz, insan yalnız mı? Doğum

anında. Ölüm anında. Sevgi, istenilen bir olguya da aktarılır, aktarılabilir. Çeşitli

anlara, çeşitli insanlara, çeşitli kentlere, caddelere, tepelere aktarılabilir. İnsan ne

denli derin düşünebiliyorsa, sevgisi o denli derindir. O denli doyumsuzdur. Ve acısı

da o denli büyük. Yaşam acısı. (22)

Page 122: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

112

Viyana’dan Prag’a giderken vagonda karşısında duran sevgi özlemi ona yaşatma

çabası gösterdiği için rahatlık ve hoşnutluk hisseder. İnsan sevgi duygusunu yitirmediği

sürece hayatı anlamlıdır. Bunalımı bile anlam içerir. Sevgi duygusunu biriyle

paylaştığında yaşam inandırıcı hale gelir ve bu varoluş anının hiç bitmemesini ister.

Sevgi kavramı yazarın içinde yaşayan ve ölen umutsuz canlıyı benliğini yenen tek

duygudur. Sevgi ile birlikte umutsuzluğun yerini umut alır ve insan yaşama tutunmaya

başlar.

Yazar Viyana’da telefonla konuştuğu sevdiği kişi yarın akşam ara dedikten

sonra; konuştuğu kişinin onun rahatlatan bir sevinç yaşamasına sebep olduğunu

söylemektedir. Ona göre sevgi, aşk sonsuz olan tek olgudur. Bu kişinin ona yaşattığı

rahatlatıcı durgunluk, onu yenen tek şeydir. Kendisini bazen yaşayan bazen de ölü gibi

durgunlaşan biri olarak tanımlar.

Kendisi bunalımlı bir hayat sürdüğü gibi çevresindeki kişilerin de bunalımlı

olduğundan bahseder. Ona göre sevdiği bu kişinin bunalımı bile ona iyi gelmektedir. Bu

kişi suskunluğu sıkıntısı ve derin iç dünyasını yazara aktararak yazarın varoluşu ile

birleşmekte, böylece birlikte bir bütün halinde var olmaktadırlar. Bu kişi ona hem

yaşadığını hem de ölümü hissettiren şeydir. Burada yazar “konuşmamasındaki

konuşmaları” tabiri ile oximoron söz sanatını kullanarak anlatısını daha etkili hale

getirmektedir. Her ne kadar noktalama işaretlerine fazla önem vermese de eserinde söz

sanatlarını ve metaforları kullanmaktadır. Bu konuda yazar aklından şu düşünceleri

geçirmektedir.

Ondan bana ulaşan bir duygu var. Durgunluk diyebileceğim rahatlatıcı bir sevinç.

Bunu belki de ben yaratıyorum ve onun kişiliğinde birleştiriyorum. O susarken,

sigara içerken, bakarken, uyurken, severken, solurken. Sanki bunalımı bile

rahatlatıcı. O varken ya da yokken. Teninin bu denli güzelliği sonsuz durgunluktan

kaynaklanıyor ve bana bu sonsuz yeryüzünden, yaşamdan ve ölümden daha da

sonsuz geliyor. İşte bu duygu nedeniyle onunla olmalıyım, onsuz bile olsam. Diğer

ilişkileri nasılsa ben sahneliyorum. İnsan, bir başka insanla ya da herhangi bir

olguyla arasındaki ilişkiyi biçimlendiremezse, bu ilişki yok demektir.

Biçimlendirebildiğim bu durgunluk, rahatlatıcı durgunluk, sevindiren durgunluk

belki de beni yenen tek duygu: Hem yaşayan, hem de ölü beni. Öfkesi durgun,

huzursuzluğu durgun. Kendi içine doğru yaşıyor, kendi içine doğru seviyor. Ve

seviştiği anlarda suskuyla, hiçbir sözcük söylemeden, sözleri, kavramları aşan, silen,

sakin soluklarla gücün duyurulması olanaksız sıkıntısını, konuşmamasındaki konuş-

maları, suskunun sözlerini, derin iç dünyasını, henüz biçimlenmemiş düşlemelerini,

durgun rahatlığı gerisindeki varoluşunu bana akıtıyor, bu duygu beni hem yaşatıyor,

hem de bana ölümü mümkün kılıyor. (40)

Özlü; yaşamının büyük bir bölümünde sıkıntılı haldedir. Yine bir gün bu iç

sıkıntısından kurtulmak için duş alarak rahatlamak ister. Yazar sonu ve başlangıcı

Page 123: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

113

olmayan bir yolculuk olan yaşamdan bahseder. Bu yolculuğu çoğu zaman benliğinin

derinliğinde hisseder. Hayatı sorgulayarak kendi iç dünyasına döner ve kendi kendine

konuşmalar yapar. Hastalığı sebebiyle sıkıntı yaşamaktadır. Hayata karşı olan

yorgunluğunun ağrılarının ötesinde olduğundan bahseder. Bunu yenebilmek için

uyumaya çalışır. Su damlalarının sesinden uykusundan uyanır. Yazar su damlasının

sesini duyabilecek kadar hassas bir yapıya sahiptir. Çevre koşulları da onun huzursuzluk

ve iç sıkıntısı yaşamasına neden olmaktadır.

Telefonu kapatıyorum. Duşun altındayım. Yorgunluğumu duşun sıcak ve soğuk

sularına bırakıyorum, ama sonu ve başlangıcı olmayan yolculuğu derinliğimde

alıkoyuyorum. Her şey yolunda. Boğazım ve dişim ağrımasa. Gecenin herhangi bir

anında ağrılarla uyanıyorum. Dişimin üzerine bir aspirin koyuyorum, bir de boğaz

pastili alıp, ağrılardan daha güçlü olan yorgunluğun uykusunu yeniden uyuyorum.

Tıp, tıp, tıp diye damlayan su damlacıklarıyla uyandığımda saat dört. Kalkıyorum.

Duşun kapısını ve odanın koridora açılan kapısını kapıyorum.”(40-1)

Gece dörtten sonra uyuyamadığı süre içinde yine yaşam döngüsünü,

makineleşmiş insanların tekdüze hayatlarını sorgulamayı sürdürür. Yaşam hep aynı

monoton olaylar döngüsü ile devam eder. İnsanlar sabah işe gider, vardiya değişir,

istasyonda trenler durup kalkar, insanlar yaşamın kendilerine yüklediği sorumluluk

duygusu ve yükü ile güne yorgun uyanır. Hayat zıtlıklar üzerine de kuruludur. Bir

tarafta mutlu insanlar varken diğer bir tarafta mutsuz, acılı insanlar da yaşamını

sürdürmeye devam eder.

Bir süre sonra kent yaşamı başlayacak. Tüm işyerleri çalışan insanlarla dolacak.

Sürekli çalışan fabrikalarda işçiler vardiya değiştirecek. İstasyonlarda trenler

duracak. Trenler kalkacak. Gökyüzünde uçan uçaklar, dünyanın belli havaalanlarına

doğru göklerde yol alacak. Gemilere arabalar, eşyalar yüklenecek, insanlar binecek.

Uykusuz gece geçirenler yorgun kalkacak. Uzun uyuyanlar da yorgun kalkacak.

Kimi mutlu, kimi acılı, kimi sevgi ile geçirdiği gecenin sabahında uyanacak. Kimi

öfke ile. Kimi kendine güne nasıl başlayacağını soracak.(41)

Özlü kente bakarak gözlemler yapar. Yine kaygı ve iç sıkıntısından uyuyamaz.

Acı duyar. Çevreyi alacakaranlık olarak karamsar bir şekilde tasvir eder. Ondan

kopamayacak bir duygu ve bir kişi olduğunu söyler. Bu duyguyu hep hisseder.

Geçmişte de hissetmiştir, şimdi de hissetmiş ve gelecekte de hissedeceğini düşünür.

Yazarın yolculuk olarak tarif ettiği yaşamının tümünü bu duygu mu oluşturmaktadır

bunu sorgular. Bu saçma ve anlamsız dünyada sevgi denen bu duygu varoluşunu

oluşturan en anlamlı unsurdur. Sürekli peşinden sürüklenir ve bu duyguyu her gittiği

yere götürüp hisseder.

Önümde buğday tarlaları. Büyük, yeni otelin tek müşterisiyim. Geniş terasta oturu-

yorum. Kahvaltıdan sonra odaya çıkıp, alüminyum kepenkleri indiriyorum. Odanın

Page 124: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

114

mavi ve beyazlığı koyulaşıyor. Uyuyabilmeyi deniyorum. Garip bir acı, inanılmaz

boyutlara ulaşıyor bu alacakaranlıkta. Sanki ayrılamayacağım bir duygu var, ay-

rılamayacağım bir insan var. Geçmişte, şimdi, gelecekte. Ya da böylesi bir

duygunun yolculuğunda mıyım? Tüm varoluşumda sürüklediğim bu duygunun. (43)

Yazar bu bölümde varoluşçu öğelerden olan acı, öfke ve huzursuzluk gibi

kavramlar üzerinde durmaktadır. Yaşam kimi insanlara göre çok acımasız

davranmaktadır. Bu durumu gözlemleyerek hayatta karşılaştığımız çelişkileri ifade

etmeye çalışır. Hassas bir yapıda olan yazar çevreye karşı kayıtsız kalamamakta ve

kendi sorunlarının haricinde diğer insanların sıkıntıları ile de ilgilenmektedir.

Viyana’dan uzaklaşırken; yine çevreyi gözlemlemekte ve yollarda gazete satan

siyahî çocukları görünce yine acıyı hisseder. Ona göre bu çocuklar göç etmek zorunda

bırakılmış, zor şartlar altında yaşayan çocuklardır. Zengin ve rahat insanların

mutluluğuna öfke duymaktadır. Bu olayları çelişki olarak ifade eder. Bir yerden bir yere

gitmek de kalmak da çözüm değildir. Gittikçe yaygınlaşan bir sorun haline gelmektedir.

Çocukların öfkesinin çok derin olduğunu, yaşamdan duydukları huzursuzlukla birlikte

acı çektiklerini anlatmaya çalışır. Bu konu ile ilgili gözlemlerini şu şekilde dile getirir.

Varışımdan yirmi bir saat sonra Viyana'dan uzaklaşırken, geniş trafik yollarının

kavşaklarında gazete satan uzak ve yoksul ülkelerin kara insanları, gene acıya

boğuyor beni. Yaşamlarının, sorunlarının güçlükleri, onları Orta Avrupa'ya

sürükleyen yoksulluk karşısında hak edilmemiş mutluluklara, rahatlıklara duyulan

öfke. Çelişkiler o denli iç içe ki, ne gitmekle, ne de kalmakla çözümleniyor. Giderek

büyüyor. Öfkenin derin boyutlarında, huzursuzlukların acılarında. (47)

Tezer Özlü; bu bölümde varoluşçu özelliklerden olan tecrübe (deneyim) kavramı

üzerinde durmaktadır. Mutluluk ile ilgili kavramı erkek arkadaşları ile olan ilişkisini

Lezita ile kıyaslayarak açıklar. İnsan sevgiyi elde edebilmek için kendisini egemenliği

altına almalıdır. Kendi egemenliğinden çıktığında bocalama yaşadığını dile getirir.

Onun için hiçbir olgunun başlangıcında olmamıştır ve bu başlangıç ve sonu kendisi

belirlemiştir. Bu ifadeyle yazar yaşamı avucuna aldığını ve kendi beğenisine göre

istediği biçimi vermiştir. İnsan kader karşısında bir robot değildir yaşamını edindiği

tecrübelerle kendisi belirlemelidir. Önünden geçen yaşamı bazen durgun bazen canlı

bazen de bunalımlı olarak tanımlamıştır.

Aşağıdaki bu alıntı ile yazar Sartre’ın, sözünü desteklemektedir. Sartre’a göre

insan yalnızca vardır ve kendisini nasıl yaparsa, öyle olur. Yazar da kendisini nasıl

yaparsa öyle olmak istemiş ve kendi kaderini kendisi belirlemiştir. “İnsanın Tanrı

tarafından önceden belirlenmiş bir özü olamaz. İnsan, yalnızca vardır, kendinden önceki

Page 125: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

115

bir modele, bir taslağa, bir öze göre ve belli bir amaç gözetilerek yaratılmamıştır. İnsan

öncelikle var olur ve kendisini daha sonra tanımlar.” 176

Karşılaştığım tüm erkeklerle sağladığım mutluluk belki de Letizia'nın bir tek

kocasıyla sağladığı mutluluğa eşit. Oysa sevgiyi genelleştirebilmek için insanın

kendisini tümüyle egemenliği altına alabilmesi gerek. Zaman zaman kendi

kendimden çıktığımda, başlangıçtaki bir genç gibi bocalıyorum. Oysa ben, hiçbir

zaman, hiçbir olgunun başlangıcında olmadım. Her zaman, her başlangıç ve her son

belliydi benim için. Yaşamı tıpkı, aynen Anadolu'nun sıkıcı küçük kentlerinde

bulduğum biçimde avucuma ya da düşünceme ya da gözlerimin ufkuna aldım ve

sonra kendi beğenime göre istediğim biçimi verdim bu önümden gelip geçen ya da

benim önünden geçip gittiğim yaşam denen olguya. O durgun bunalım canlı oldu ve

canlı olan durgun, bunalımlı. (95)

Kitabın bu kısmında, Pavese’den bir alıntı yapılmıştır. Varoluşçu bir yazar olan

Pavese Özlü’ye ilham vermektedir. Pavese burada yaşamın rastlantılardan oluşup

oluşmadığını sorgular. Gerçekte böyle bir yaşamın mümkün olmadığını düşünür. İnsan

hayatında yaşanılan olaylar rastlantı sonucu değildir tesadüfen meydana gelmemiştir.

Varoluşçu felsefeye göre kişi bu olayların gidişatını kendisi belirlemektedir. Verdiği

kararlar sonucu yaptığı seçimler ile yaşamının yönünü belirler. İyi ya da kötü başına ne

geldiyse kendi edimlerinin sonucudur. Pavese kendine gerçekten rastlantılardan

kurtulup kurtulmadığını sorar. Gerçekten hayatındaki tüm seçimlerini kendi özgür

iradesiyle mi yapmıştır bunu sorgulamaktadır.

"Zaman zaman, hiçbir şeye yaramaz haber bültenlerini dinledikten sonra penceremin

kenarından dışarıdaki, terk edilmiş üzüm bağlarına baktığımda, rastlantılardan oluşan bir

yaşamın yaşam olmadığını düşünüyorum. Ve kendi kendime gerçekten rastlantılardan

sıyrılıp sıyrılmadığımı soruyorum." (96)

Yazar yolculuk olarak adlandırdığı yaşamına yine bir yolculukla devam eder.

Yaptığı bu yolculuklar ve edindiği deneyimler ona hayata dair çok şey katmıştır. Hayata

olan bakış açısını genişletir. Yazar birçok ülkeyi ziyaret ettikten sonra varoluşçuluğa

özgü olan “Bireysellik” kavramı ile ilgili olarak inancı daha da güçlenmektedir.

Dostoyevski’nin kitaplarında bulduğu inanca geri döner. Özlünün örnek olarak

gösterdiği Dostoyevski de varoluşçuluk akımının önemli yazarlardan biridir. Savaş

zamanında yaşanan ahlaksal siyasal bütün sorunları, toplumun yaşadığı sıkıntıları dile

getirir. Toplum sorunları ve savaş ile ilgili gözlemlerini dile getirir.

Savaş anında, o da Pavese gibi savaşamayacak sığınacak bir tepe bulursa oraya

sığınacaktır. Edebiyat ile ilgilenen insanların elinin silah tutamayacağını, kimseyi

176 “İnsan Kendi Yapıp Ettiğinden Başka Hiçbir Şey Değildir”

http://sanatkaravani.com/insan-kendi-yapip-ettiginden-baska-hicbir-sey-degildir-jean-paul-sartre

(06.07. 2017)

Page 126: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

116

öldüremeyeceğini savunur. Zamanında İtalyan eleştirmenler onun böyle hassas bir

yapıda olduğunu anlayamamıştır.

Şimdi, mısır tarlaları arasında Torino yönünde trenle ilerlerken, çeşitli ülkeleri

ardımda bıraktığımda, bireyselliğe olan inancım giderek daha da güçleniyor. O

zamanlar, dünyayı ilk kavrayışıma yol açan Dostoyevski'nin dünyasından edindiğim

inancıma geri dönüyorum. Ülkeleri yöneten bir başka güç. Devrimleri yapan bir

başka güç. Savaşları sürdüren bir başka güç. Bir iç savaşta, ben de tıpkı Pavese gibi

kaçıp tepelerime sığınırdım, tabii varsa tepelerim. Çevresini şiire dönüştürmek için

dünyaya gelmiş bir adam, tabii silahla başkalarını öldüremez. Onun bu yönünü

anlamayıp, onu eleştiren o dönemin İtalyan ilericilerini bağışlamıyorum işte. (s. 96)

"Yeterince dolaştım dünyayı ve anladım ki her insan iyi ve her biri diğeri ile eşdeğerde."

(101)

Otelin girişinde olan yaşlı kadınla oturduğunda Matisse dediğini duyar. Sanki

Pavese’ye benzemektedir. Bu ressam da varoluşçuluk felsefesi ile bağlantılıdır. İnsanlar

ve nesnelerin duygularıyla dışavurumun gerçekleşmesi ve resme yansıtılması gerekir.

Beckett’ın oyunundan bu alıntıya atıfta bulunarak, bunu kendisine uyarlar.

“Yeryüzündeki tüm gözyaşları hep aynıdır. Bir yerde biri ağlamaya başlayınca, bir

başka yerde bir başkasının gözyaşları diner. Gülme de böyledir. Öyleyse çağımızı

kötülemeyelim, o da öncekilerden daha mutsuz değil.” Yaşam zıtlıklarla doludur. Birisi

öykü yazmayı sonlandırdığında bir başka yerde başka bir kişi anlatmaya başlar ve aynı

şey intihar için de geçerlidir. Biri bir yerde ölüyorken, başka biri başka bir yerde

doğuyordur. Yaşam bu başlangıç ve bitiş arasındaki olaylar örgüsü ve zıtlıklarla

doludur. Ölüm teması varoluşçu bir öğe olarak burada karşımıza çıkmaktadır.

—Matisse c'est Matisse*, diyor bir melodiyle. Büyük isim. "Yeryüzünün gözyaşları

sonsuzdur. Biri ağlamaya başladığında, bir başka yerde, bir başkasının gözyaşları

diner." Beckett'in bu cümlesini Nuto'nun çardağı altında değiştirerek yazıyorum...

"Yeryüzünün öyküleri sonsuzdur. Biri anlatmayı bitirdiğinde, bir başka yerde, bir

başkası anlatmaya başlar." "Yeryüzünün intiharları sonsuzdur. Biri, bir yerde intihar

ettiğinde, bir başkası intihar etmeye hazırlanıyordur. Biri ölmeye başladığında, bir

başka yerde yaşama başlıyordur diğeri."

*Fovizm akımının öncüsü olan Fransız bir ressamdır. “Bu ressamlar; dış görünüşlerin betimlenmesinin

gerçeğin yalnız bir yüzünü içerdiğini, nesnelerin ruhuna inmediğini biliyorlardı. Onlar, hem

gözlemledikleri nesnenin en ince ayrıntısına değin çözümlenmesinin, hem de düşünsel işlemlerin

betimlenmesinin, varlığın tümünü anlatmakta yetersiz kaldığını anlamışlardı. Matisse buna şöyle bir çıkar

yol buldu: "Her şeyden önce ulaşmak istediğim şey dışavurumdur. Dışavurum bence bir yüzü birdenbire

canlandıran veya kendini şiddetli bir harekette gösteren bir coşkuda değil, herhangi bir resmin tümel

örgütlenmesindedir. Nesnelerin kapladıkları mekân, bunların çevresindeki boşluk ve oranlar, hepsinin bu

konuda payı vardır. Rengin başlıca amacı dışavuruma olabildiğince yardım etmektir". Nesne, resme

doğrudan doğruya ve çarpıtılmadan katılması gereken duygular uyandırır. Burada amaç, duyularla

algılanmış dış gerçeği, sanatçının içindeki gerçekle kaynaştırmaktır. Bu, Kandinsky’nin de sözünü ettiği

gibi sanatsal bireşime (sentez) ulaşmak çabasıdır.”

“Fovizm”, https://www.turkcebilgi.com/fovizm (15.07. 2017)

Page 127: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

117

Yazar istasyonda öpüldüğünde heyecan duyar ve o an kendini hayata yeni

başlayan bir genç gibi hisseder. Aslında her gün yeniden başlayan bir benlik ile

uyandığını ve çevresindeki insanların da bu durumu fark ederek geçmişi ve başlangıcını

anında taşıyan birine yaklaşmak isteyip hayatının gizli yönlerine ortak olmalarını dile

getirir.

Saat 14'e birkaç dakika kala istasyona geldiğimde, bu kez Orazio'yu göreceğimi

biliyorum. Tren hareket etmeden önce, beni öpüyor. Heyecandan yüzündeki kaslar

titriyor. O an, kendi kendimi, yaşama yeni başlayan bir delikanlı gibi duyuyorum.

Her gün yeniden başlayanın yalnız ben olmadığımı, karşımdakilerin de bu özelliğimi

algılayarak yaşamın gizliliklerine yarmak isteyen bu gençlerin, benim geçmişini ve

başlangıcını anında taşıyan bir kadın olduğumu sezerek bana yaklaştıklarını an-

lıyorum. (108)

Orazio adlı genç yazarla birlikte olmaktan mutluluk duyar. Yazar yine

zıtlıklardan bahseder. Yağmurdan sonra güneş çıkmıştır. Acı ve üzüntüde yerini

mutluluğa bırakmıştır. Bir başka yerde bir başka kişi acı ve mutsuzluk duyacaktır. Her

ne kadar mutlu olmak istese de gökyüzünün griliği bile karamsarlığın devam ettiğini

gösterir. Yazar gazinolardan gelen müziğin melankoliyi arttırdığını ve intiharı

düşündürdüğünü açıkça ifade eder. Orazio olmasa bu duyguya yenik düşeceğini dile

getirir.

— Seninle birlikte geçen günler olağanüstü günler, diyor Orazio. Saçlarımı okşuyor.

Boşalan yaz yağmurundan sonra arada bir güneş çıkıyor. Ama gene de, gökyüzü gri

bulutlar içinde. Kimi gazinolardan müzik sesi geliyor. Müzik bile canlı kılmıyor bu

bahçeleri. Aksine, müzik melankoliyi artırıyor. Orazio olmasa, yiteceğim duyguların

acılığında. Bu yeşil o denli intiharı düşündürüyor.

Yazar bu bölümde çocukluk anılarına geri dönerek, çocukluğunun ne denli sıkıcı

olduğundan bahseder. Çocukluğun soğuk geceleri adlı kitabına atıfta bulunur; burada

akıl hastanesinde geçirdiği günlerden bahsetmektedir. Çocukluğun sınırlarının ne denli

dar olduğunu düşünür. Küçükken imkânlar kısıtlıdır ve aileler çocukların yapmak

istediklerini engelleyerek sınırlarını daraltır. Büyüdüğünde de aynı gözlerle

bakmaktadır fakat algıları daha fazla çoğalmıştır. Çocukluğunda hastanede kalmasını

tutukevi olarak görür. Çocukluğunun sürgün olduğunu ve intihara sürüklenip ölüler

ülkesine yolculuk yapmak istemediği için çocukluğundaki anılardan kaçmak zorunda

olduğunu ifade eder.

Şimdi burada, Torino'da, Valentino Bahçelerinde, çocukken neden o denli

sıkıldığımı anlıyorum. Çocukluğun sınırları korkunç. Çocukluğun soğuk geceleri

gibi. Sınırları, olanaksızlığı, görüntüleri, hareketsizliği, çocukluğun dar sınırları

korkunç. Büyüklerin, kendilerinin yetişkin, çocukların çocuk olduğunu düşünmeleri

korkunç. Çocukken insanın çocukluk sınırlarına taşmasına izin verilmiyor. Oysa

çocukken de dünyayı aynı gözlerle gördüğümü, aynı gözlerle, aynı düşünceyle,

Page 128: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

118

duygular ve sezgilerle kavradığımı anlıyorum. Yılların geçmesi ancak bu sezgileri,

duyguları, düşünceleri, dünyaya bakan gözlerin algılamalarını çoğalttı, üst üste

yığdı, dayanılmaz bir çığ biçiminde büyüttü. Ama şimdi çocukluğun tutukevinde

değilim. Çocukluğun sürgününde değilim. Çocukluk tutukluk, çocukluk sürgün.

Torino kenti gibi. İnsanın kaçması gereken bir kesit. "Ölüler ülkesine yolculuğa"

çıkmaması için, kaçması gereken bir kesit.

Yazar sürekli ölümü hatırlamakta, intiharın iyi bir şey olduğuna inanmaktadır.

Umutsuz ve karamsar bir insan olarak hayatını sürdürmektedir. Karamsarlık, yaşam ve

ölüm gibi zıtlıklar arasında bağlantı kuran insanı hareket etmeye sevk eden ve gün

geçtikçe giderek güçlenerek insanı aşan bir öğedir: “Bizi yaşam ve ölüm, sevgi ve

yitiklik, çocukluk ve yaşlılık arasında hareket ettiren karamsarlık. Yitmeyen

eksilmeyen, giderek güçlenen, bizi aşan karamsarlık.” (115)

3.1.5. Saçma/ Sorgu

Yazar, anlatısının büyük bir bölümünde hayatı sorgulamakta ve yaşamdaki

saçma olan bazı olayları ve kuralları ifade etmektedir. Yaşamı boyunca birçok kişiyi ve

birçok nesneyi düşünüp sorgulayarak günlerini geçirir.

Latislav’ı düşünüyorum. Onu düşünüyorum. Zoran’ı düşünüyorum. Selanikli genci

düşünüyorum. Ölümsü yorgunluğumu düşünüyorum. Bu yolculuğum süresince

gördüğüm sayısız insan yüzlerini düşünüyorum., babalarıyla yaz tatiline giden hasır

şapkalı çocuklar, Türk işçileri, batı almanlar, doğu almanlar çekler, Avusturyalılar,

Yugoslavlar, İtalyanlar ya da güzel, hoş, yaşlı, şık, deli, ince, şişman biçimler

halinde bana yansıyan önümden gelip geçen yüzler. (93)

Yazar yaşamı boyunca burjuva olan insanları sevmez ve bu duygulardan

kaçmaya çalışır. Sıradan insanların hayatını bile kendine dert edinir. Yoksulları, işçileri,

acı çeken kadınları, savaşta ölen çocukları düşünür. Çevreye ve herkese karşı duyarlı ve

hassas bir kişiliğe sahiptir. Günlük yaşamın kurallarından kaçmayı başarmıştır.

Kendisini hiçbir kesime ve hiçbir yere ait hissetmez.

Letizia’yı düşünüyorum seksen dört yıllık geçmişi ile eksiksiz bir geniş zaman

oluşturan Letizia’yı. Kendimi düşünüyorum, her zaman kaçtığım küçük burjuva

duygularını, zorunlu olarak katıldığım günlük yaşamın tüm kurallarından bir kez

daha kaçmayı, başaran kendimi ve bütün bu duygu ve durumları, hiç değilse bu

yolculuk süresince boğabildiğimi düşünüyorum. Ne vatandaş, ne halk, ne de küçük

burjuva olmadığımı biliyorum. Bu ufacık tanımlama bile bana direnç veriyor. (93)

Yazar her şeyi düşünüp sorguladığı anda büyük bir baş ağrısı hissetmektedir.

Bunun neden olduğunu sorgular ve kendisine öfke duyar. Yaşamın ona verdiği sıkıntı

ve acı bedenine yansımakta ve baş ağrısı çekmektedir.

Page 129: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

119

Bu sabah, artık diş ağrıları hemen hemen kesilmiş gibi. Ama kendimi ilaçlar kadar

acı duyuyorum. Tabii, diş ağrılarının yerini baş ağrıları aldı. Boynum tutuk.

Uyanığım. Her hareket bedensel bir acı. Baş ağrılarının hangi çeşidini çektiğimi

bulmaya çalışıyorum. İstanbul lodosunun baş ağrılarımı, Berlin’in bulutlu

gökyüzündeki mi, yolculukların baş ağrısı mı, ya da saatlerce süren migren mi.

Zaman zaman belimin altında çıkan büyük yara, bu sabah gene belirdi. Gene neye

öfkelendim. Kendimden başka. Kendim dâhil her şeye öfkeli değil miyim? Öfkeyi

de aşmıyor mu öfkem. (92)

Özlü’nün varoluşunu hissettiği an çocukluk resimlerinde yaşadığı zamandır.

Yazar sürekli hayatı sorgulamakta ve kendine yaşamla ilgili sorular sormaktadır bu

kısımda çocukluğuna dair sorular sorar ve cevap bulur. Resimler ve oradaki varoluş anı

onun için sonsuzdur. Yaşadığımız anlar, anılar gelip geçicidir. Oysa somut bir eser olan

resimler o varoluş anını sonsuza dek göstermektedir. En sevdiği yıllar olan çocukluk

yıllarına özlem duyar.

Bulvarların ve evlerin uzantısında çocukluk sorularımın yanıtını buluyorum.

İçimdeki çocuk konuşuyor: İşte yaşam burada. Sınırsız varoluş. Çocukluk

resimlerinde sınırlı olan varoluş. Ama şimdi sonsuz işte. Sonsuzluğu yakalayabilen

için. İşte burada. Ev sıraları biçiminde (...) geniş bir cadde biçiminde, çıplak bir

ağaç biçiminde. Yaşlı bir kadın biçiminde. Bir sarhoş biçiminde. Sen çocukluğunun

özlemi içinde özlemeye devam ediyorsun...(23)

3.1.6. İntihar / Ölüm

Özlü, anlatısının birçok bölümünde intihar ve ölüm temasını işlemektedir.

Hayatı doğumdan başlayarak tümüyle sorgulamakta olan, yaşamın anlamı nedir

sorusuna cevap arayan yazar, çevresindeki gözlemleriyle birlikte ölüm ve intihar

konusuna sıkça değinmiştir.

Üzerinde yaşadığı dünyayı ve çevresindeki olayları gözlemleyen yazar;

insanların çesitli düşüncelere sahip olduğunu, bazı kişilerin intihar etmek istediğini,

kimi insanların ise sevdiği bir kenti ya da bir kişiyi özleyeceğini, kimilerinin

beklenmedik bir şekilde ölümü tadacağını, inançlı kimi insanların tanrıya yalvaracağını,

acımasız olan kimi insanların silahla ya da bomba atarak savaş sonucu masum insanları

öldüreceğini, kimi insanların ölümle yargılanacağını anlatmaktadır.

Böyle derinden üzen olaylar olduğu gibi iyilik için barış konferanslarına

katılmak üzere uzak kentlere yolculuklar yapan kişiler, ağlarını sulardan çeken

balıkçılar, kapılarının önünü süpüren kadınlar, trafikte seyahat eden insanlar da olağan

günlük yaşamına devam etmektedir. Gazetelerin basıldığı, sabah programlarının

başladığı sırada aslında gömülmeyi bekleyen birçok ceset vardır. Yaşam her zaman

Page 130: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

120

zıtlıklar ile doludur. İnsanlar birbirlerinin sevinç ve üzüntülerinden habersiz hayatına

devam etmektedir. Özlü’ ye göre birbirinden bağımsız üzüntü verici ve olağan birçok

olayın yaşandığı o gün o kadar uzundur ki o sabahı sonsuz bir dünyanın sonsuz

yazından bir sabah olarak yorumlamış mübalağa sanatını kullanmıştır.

Kimi bir intiharı düşünecek. Kimi özlem duyduğu bir kenti. Özlem duyduğu bir

insanı. Kimi, bugün beklenmedik bir ölümlü ölecek. Kimi yalnız dağlar ve tarlalarla

tanıdığı dünyasına bakacak. Kimi tanrısına yakaracak. Kimi bir silahla birisini

öldürecek. Kimi birilerini Öldürmek için bir yere bomba atacak. Bombalı pankart

asacak. Kimi ölümle yargılanacak. Kimi barış konferanslarına katılmak üzere uzak

ülkelere kısa bir yolculuğa çıkacak. Bütün ülkelerin orduları savaş talimi yapacak.

Gazeteler basılmıştır. Radyolar sabah programlarına başlayacak. Akdeniz'de balık-

çılar ağlarını çoktan sulardan çekmiştir. Akdeniz'de kadınlar kapılarının önlerini

çoktan süpürmüş, sulamıştır. Kamyonlar, arabalar yollardadır. Buzhanelerde bugün

gömülmeyi bekleyen cesetler vardır. Sonsuz dünyanın sonsuz yazlarından bir sabah.

(41)

Yazarın Pavese’ye olan hayranlığı o denlidir ki hiçbir yerde olmak istememesine

rağmen Pavese’nin yaşadığı ve öldüğü şehre gitmek için çok isteklidir. Eğer Pavese

intihar etmeseydi belki onu görüp okşayabilecektir. “En güzel acılı yüz” tabiri ile edebi

sanatlardan olan oksimoron* (oxymoron) sanatını kullanmıştır.

Bugün, 14 Temmuz 1982 günü, saat üçü on iki geçe Torino' ya * doğru yol alan

trenden başka hiçbir yerde olamazdım. Hiçbir yere, Cesare Pavese' nin yaşadığı

çevreye gittiğim kadar istekle gitmedim. İçindeki intihar itimini henüz taşıyor

olsaydı, belki bu, en güzel acılı yüzü görebilecek, kim bilir belki okşayabilecektim

de. (96)

Her şeyin bir başlangıcı ve sonu olduğu gibi sevginin de başlangıcı, devam eden

süreci ve bir sonu vardır. Sevginin bitişiyle birlikte kişi boşluk ve yalnızlık içinde olur.

Yaşam da tam olarak tanımlanamaz belirsizliklerle doludur. Biz onu anlamlandırmaya

ve yön vermeye çalışırız.

Yaşamı sorgulamayan insanların acı duymadan öldüklerini, her şeyi olduğu gibi

kabul ettiklerini ancak yaşamın ölümle, ölümün de yaşamla anlamlı hale geldiğini ve

birbirlerini tamamladıklarını açıklamak istemiştir. Yine yaşamda olan her ayrılış bir

beraberlik ve her sevgi sevgisizlik gibi zıtlıkları ve bu zıtlıklardan yola çıkarak insan

aslında yalnız mı olmalıdır yoksa biriyle birlikte olursa varoluşunu unutur mu ya da

daha derinden mi algılar gibi sorular sorar. Aslında her varoluş kendisi ile birlikte

ölümü getirmektedir. Ölüm her canlı için kaçınılmaz bir sondur.

Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık

ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi. Sevgi isteği,

kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyük. Belki kendilerine yaşamı kanıt-

* Oksimoron: Birbiri ile çelişen zıt iki kavramın kullanılmasına denir. * Torino:İtalya'nın kuzey-batısında bulunan bir kenttir.

Page 131: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

121

lamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya

dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. Ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik,

ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar. Oysa yaşam ölümle,

ölüm yaşamla tanımlı. Ama sen. Senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış

beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an. Birisinin teniyle

yan yana olmak, kendi var oluşumu unutmak mı? Ya da daha derin algılamak mı?

Kendi var oluşum. Her var oluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu? (11)

Yazar her canlıyı her nesneyi hafızasında kaydedip bu anılarla hayatını dolu dolu

yaşadığını hissetmek ve kendinin büyüyüp geliştiğini, yaşamın ucuna olan

yolculuğunda, kendi içine yolculuğunda daha derinlere gittiğini hisseder. Her anıyı, her

görüntüyü kaydetmelidir. Yaşamını biçimlendirmekte ve kendi kurduğu egemenliğinde

aşkı ölümü ve yaşamı sorgulamaktadır.

Şimdi Doğu İstasyonundayım. Şimdi dünya önümde açılacak. Kendini bana sunan

her şeyi, yetişmekte, solumakta ya da ölmekte olan her şeyi ya da ölmüş olanı daha

da büyük biçimlendirmem gerek. Doğanın, yaşamın, düşlerin, duyguların bana

sunabildiğinden daha çoğunu yaşamam, daha çoğunu algılamam, daha büyüğünü

duymam gerek. Her nesneyi, her canlıyı, herhangi bir insanı, anlık her görüntüyü

yaşantıya dönüştürmeliyim. Yaşamı büyütmek, kendimce geliştirmek,

derinleştirmek, genişletmek, rüzgârlarla estirmek, yağmurlarla yağdırmalıyım, ta ki

kendimi canlı ya da cansız, doğmuş ya da doğmamış tek bir nokta olarak görene

dek. Ve kendi üzerimde kurduğum bu egemenlikle ölümü de büyütmem gerek.

Yaşamım, ölümüm her yaşam, her aşk ve her ölüm olmalı. (33)

Pavese’nin intihar etmesiyle ilgili olarak onunla konuşur gibi yaşamın gözünün

önünden bir film şeridi gibi geçtiğini ve artık ölümü beklemekten başka bir çaresi

kalmadığını, yaşamın belli bir zamanı olmayan birbiri ile iç içe olaylar örgüsüne sahip

bir döngü olduğunu söyler delilik, akıl, varlık, boşluk her şey iç içe geçmiş zıtlıklardan

ibarettir. Gecenin ardından gün ağarmakta her gün bu gibi başlangıç ve bitişler

yaşanmaktadır. İnsanlar doğduğu gibi ölecektir ve ölüm konusunda şu sözleri dile

getirir:

Niçin bugün, yaşamın, tüm yaşamın önünden geçip gittiğini, artık ölümü

beklemekten başka bir şey olmadığını, her gün gibi, bir kez daha anıyorsun. Yaşam,

zamansız. Yaşamın hiçbir zamanı yok. Çocukluk, kadınlık, erkeklik, yaşlılık, yaşam,

ölüm, sevgi, sevgisizlik, doyum, duyumsuzluk, her şey iç içe. Akıl, delilik, varlık,

boşluk iç içe. Kuzey Avrupa'nın beyaz geceleri gibi. Kararmayan havanın ardından,

hemen gene, günün ağarması gibi. (12-3)

Berlin’in insana hem ölümü hem yaşamı hatırlatan bir kent olduğunu ifade eder.

Ona göre duvarlar insanın üzerinde bir baskı oluşturur. Duvarlar burada toplumun genel

geçer ahlak kuralları, gelenek ve görenekler, örf ve adetlerdir. Baba evinden beri onun

peşini bırakmayan toplumun oluşturduğu bu sosyal kurallar onun özgürlüğünü

sınırlandıran duvarlardır. Burada değer yargıları duvarlara benzetilmiştir. Evlerin

duvarları, tüm hastanelerin okulların devlet dairelerinin acımasız duvarları bunaltıcıdır

Page 132: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

122

ve bu kapalı alanlarda insanlar özgür olamaz hem fiziki olarak hem de psikolojik olarak

örülen duvarların oluşturduğu baskıdan bahsetmektedir.

Hiçbir kent insana Berlin kadar Ölümü, hiçbir kent insana Berlin kadar yaşamı

düşündürmüyor. Her duvar dar. Her duvar kapalı. Her duvar insanın üzerinde bir

baskı. Bu kentin her yerine daha önceki duvarlarımla birlikte gidiyorum. Ana

babamın evinin dar duvarlarıyla. Evliliklerin bunaltıcı duvarlarıyla. Büroların sigara

kokan duvarlarıyla. Okulların acımasız duvarlarıyla. Evlerin, hapishanelerin,

önlerinde insanların asıldığı, kurşunlandığı duvarlar. Hastane duvarları. Tımarhane

duvarları, mermer duvarlar, yoksul evlerin duvarları, ihtiyarlar yurdu duvarları,

kulübe duvarları, gecekondu duvarları, kent duvarları, sistemlerin duvarları. (15-6)

Pavese’nin “öykü ve şiir yaratmak için doğmuş olanlar, âşık olmakla

yetinemezler, çünkü aşkın sanatsal bir yapıtı oluşturacak entelektüel örgüsü yoktur.

Özlü’ ye göre her anı yaşanmış ve geride kalan bir ölü varlıktır. Yazar biten ilişkisinden

bahsederken bu kişinin geçmişte kalan bir ölü olduğunu, artık sanatına, sözcüklerine

dönmesi gerektiğini dile getirir. Ancak o zaman yaşam anlamlı hale gelir ve sözcüklerin

içinde olan duyguları anlatmasıyla yaşamı dolu hissettiğini; duygularını sözcüklere

aktaramadığı gecelerde varoluşunun ne denli küçük olduğunu hissettiğini anlatmaktadır.

Her anı ölüdür. Şimdi sen de bir anısın. Sen de ölüsün. Her zaman benimle birlikte

olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek. Sözcüklerim

olmadaki o gökyüzüne nasıl dayanabilirdim. O caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla

uyanıklık arasında öylesine yatıp uyuyamadığım için sinirlendiğim ve her şeyi

düşünüp, kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğim gecelere. Ya da uykunun

ölümsü derinliğinde var oluşumuzun küçüklüğünü algıladığım gecelere. Bu yaşam,

beni ancak içimde esen rüzgârları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü,

içimden taşmak isteyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o

rüzgâra, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor. Başka hiçbir şey.

Şimdi sen bir anısın. Tenin herhangi bir yerde sürdürecek yaşamını. Hiçbir sevginin

ardından gidemem. Sevgi inandırıcı değildir. Düşüncelerin bulduğu, düşüncelerin

biçimlendirdiği bir durumdur. Düşünüldüğü oranda büyür, derinleşir, büyütülür,

derinleştirilir. Ne denli düşünülürse, o denli büyür. O denli dayanılmaz boyutlara

ulaşır, ulaştırılır. Gerçekleştirilemez. Soyutlasın Ve hiçbir zaman bitmez. Yaşam

gibi. Ölüm gibi. (21)

Başka hiçbir şey zamanı dolduramaz ve yaşamı anlamlı hale getiremez. Sevginin

peşinden koşmayacaktır ve inandırıcı olmayan düşünüldükçe önemli hale gelen gerçek

olmayan soyut bir kavram olduğunu, sevginin bitmeyen bir olgu olduğunu aslında

yaşam ve ölüm kavramları gibi döngüsel olarak devam edebileceğini anlatmak ister.

Özlü Pavese’den yaptığı alıntı ile anlatısına devam eder. İnsanları öldüren kaderin

onların cesetlerini bize örnek olarak gösterdiğini ve bizim de sorumlu olduğumuzu, korkmanın

bir kaçış yolu olmadığını, bu gerçeklik karşısında utanç duyduğumuzu, savaştan dolayı ölen

insanlardan dolayı bu insanlara borçlu olduğumuzu ve onların sayesinde hayatımıza devam

edebildiğimizi, bu şehitlerin ölümlerinin hesabını yaşayan insanlara soracağını ifade eder.

Page 133: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

123

İnsanları öldüren kader, onları görebilmemiz ve gözlerimizi bu cesetlerle doldurabilmemiz

için bizi de sorumlu kılıyor. Korku, alışılagelmiş korku, kaçış değil. İnsan, gerçeği kavradığı

için utanıyor - işte gerçek önümüzde: Her ceset sen, ben ya da biz olabiliriz. Arada hiç

fark yok. Eğer yaşıyorsak, bunu bir başkasının kirletilmiş cesedine borçluyuz. Bu nedenle

her savaş bir iç savaştır. Her şehit, yaşayan canlıya benzer ve ondan ölümünün hesabını

sorar. (77)

Özlü, Svevo’nun yaşadığı İtalya’nın Trieste kentinde yolculuğuna devam

etmektedir. Yazar Svevo, Kafka ve Pavese gibi ölülerin yazdıklarından ve

yaşamlarından ilham aldığını ve bu yazarların ona yaşama cesareti verdiğini onların

anlatılarında kendi yaşanmışlıklarını bulduğunu, bu kişilerin dünyanın her olgusuna

anlam kazandırdığını ve bu kahrolası dünyayı yaşanabilir bir yere dönüştürdüklerini

anlatır. Özlü, bu üç yazarı rehber edinerek yaşam ile ölüm yarasında gidip gelmekte

hayatı sorgulamaktadır. Hem bu yazarların yaşadığı kentlere olan yolculuğu, hem de

kendi benliğine olan yolculuğu aynı anda devam etmektedir. Trieste’de Svevo’nun

çocuğuyla konuşmakta babası hakkında bilgi almaktadır. Bu konuşmada çok sayıda şair

ve yazarın hayatı hakkında bilgi vermektedir.

Bütün yaşama cesaretimi ölülerden alıyorum. Anlatılarında yaşadığım ölülerden. Bu

kahrolası dünyayı, yaşanır bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış ölülerden. Dünyanın

ihtiyacı olan, her olguyu vermiş, söylemiş, yazmış Ölülerden. (80)

Woolf gibi Tezer Özlü de, kitabında ikinci dünya savaşına değinmiştir. Bu savaşta

ölüm her zamanki gibi kaçınılmazdır ve Kafka’nın kız kardeşleri ve Milena öldüğü gibi

Svevo’nun da üç torunu bu savaşta hayatını kaybetmiştir. Svevo Kafka hayranıdır her

ikisinin de ortak özelliği yaşamlarının acılarla dolu olmasıdır. Edebiyat insanların;

ancak acıların katlanılamaz olduğu yaşamla ölüm arasında gidip gelen o çizgiye

erişmesi ile ortaya çıkar. Sıkıntı, bunalım ve acı yaşamayan herhangi bir kimsenin

yazmak için bir konusu ya da hayata dair söyleyebileceği düşünceleri yoktur.

Çoğunlukla çok acı, sefalet çeken insanlar sanatçı ruhunu taşır ve bu olgunluğa ulaşır.

Tarihte bunun her alanda çok fazla örneği vardır.

Svevo da ölmeden önce hastalığı yüzünden acı çekmiş aslında ölmenin hiçbir şey

olmadığını, belki de yaşamın daha acı olduğunu ve ölümden sonrasının daha iyi

olacağını söyleyerek kızını teselli eder. Ölmek bir kurtuluştur. Yaşamı katlanılmaz kılan

acı, adaletsizlik, savaş, üzüntü bunaltı, sefalet gibi çok fazla olgu vardır. Var olduğumuz

gibi hiç olmamız, yok oluş da evrenin kurallarından biridir dünya zıtlıklar üzerine

kurulmuş bir yerdir.

Kafka'nın kız kardeşleri ve Milena'yı toplama kampında öldüren İkinci Dünya

Savaşı, Svevo'nun da üç torununu öldürmüştü. Her iki yazar da bu acıları

Page 134: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

124

bilmediler.—Kafka'nın yaşamı ne denli acılarla geçti. Babam, acısını içinde taşıyan

bir insandı.(Acılar olmadan yazılabilir mi. Edebiyat, yaşam ve ölümün sınırlarının

artık acıları tutamadığı, tutmaya yeterli olmadığı yerde başlamıyor mu.)—Babam,

acısını dışarı vurmazdı. Ölümüne neden olan kazadan önce hastaydı. Öyle çok sigara

içerdi ki. (Bir an durmadan, sigara içen Zeno.) —Her gün en az altmış sigara.

Ciğerleri hastalanmıştı. Soluk alamıyordu. Bacağı kırıldığında iki gün soluk

alamadı. Öleceğini anlamıştı. Ölümü, yaşlı bir filozofun ölümüydü. Ağladığımı

gördü. "Ağlama, Letizia, ağlama. Hiçbir şey değil. ÖLMEK HİÇBİR ŞEY

DEGİL.”Yaşam, belki de benim algıladığımdan daha acı. (83)

Özlü, Svevo’nun kızı Letizia ile yaptığı konuşmada resimlere bakarken o yıllara

artık dönmek istemediğini çok büyük ve acıları geride bıraktığını geriye yalnızca o

günlere ve o kişilere duyduğu özlemi dile getirir. Sevdiği kişiler ölünce artık hayat boş

ve anlamsızdır. İnsan denen varlık ise; varoluşunun getirdiği dayanılmaz bir acı, kaygı,

sorumluluk ve tek başınalığının acısını yaşar.

— Ah, artık dönmek istemiyorum o yıllara. Çok büyük sevinçler vardı. Ama çok da

büyük acılar. Yaşlanmanın en acı olgusu insanın tüm dostlarını yitirmesi. GERİ

KALAN YALNIZ BOŞLUKLAR. İNSAN YALNIZ, diyor Letizia. Seksen" dört

yılın onu getirdiği, bana dek ilettiği anın içinden, muhteşem lambaların altında.

Mermer salonlarda. (88)

Özlü, yaşamın ucuna doğru olan bu yolculuğunda bu üç yazara hayranlık duyarak

sürekli kaçış halindedir. Hep bir yerlerden gitmek ister. Kaçış onun için özgürlüğüne

kavuşma simgesidir. Çocukluk, acı, sevgi, evlilik, ülke, her, sınır, sınırlılık,

alışkanlıklar, dünya, öteki dünya her şeyden kaçar.

Yaşamı sorgularken ve çektiği acılarla ve sorumluluk yükü ile her gün ölüp

yeniden dirilmektedir. İçinde sürekli çatışma halinde olan iki kişilik vardır. Bu iki zıt

karakter tek bir “ben”de birleşmiştir. İçinde var olduğumuz zaman aslında zamansız bir

kavramdır. Sonsuzdur, sınırlı görünmesinden öte sınırsızdır. Burada görelilik

kavramından bahsedilmiştir varoluşçulara göre değerler ve ahlak göreli olduğu gibi

zaman da görelidir. Kişiye özgü ve bireyseldir. Nesnel değil öznel zaman geçerlidir.

Kişinin tek yapması gereken her şeyi reddederek yaşamı sorgulaması, anlam

araması ve özgür seçimler yapmasıdır. Ancak o zaman kendi benini oluşturur. Ve kendi

zaman algısı içinde zaman hızlı ya da çabuk geçer; tıpkı eğlendiğimizde zamanın hızlı

geçip, sıkıldığımız bir şey ile ilgilendiğimizde geçmek bilmemesi gibi.

Valentino Bahçelerinde tek mutluluğumun kaçmak olduğunu kavrıyorum. Her

şeyden. Her şeyden. Bütün çocukluklardan, bütün acılardan, bütün sevgilerden,

bütün doyumlardan, bütün gecelerden, bütün günlerden, evlerden, evliliklerden, aile

bağlarından, her genç aydan, her ülkeden, her sınırdan, her sınırlılıktan,

alışkanlıklardan, her dünyadan, her öteki dünyadan, her yaşamdan. Her gece

ölüyorum. Sonra ölümden kaçıp yeniden canlanıyorum. Her yirmi dört saat, hem

yaşam, hem ölüm. Ve ilk kez bu yolculuğum süresince, yazarlarımın çevrelerinde,

sokaklarında, kahvelerinde, bulvarlarında, mezarlarında, evlerinde, dünyaya

Page 135: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

125

baktıkları yörelerde çıktığım bu yolculukta, içimde sürekli çakışan ikili kişiliğin, tek

bir "ben"de birleştiğini sezinliyorum. İçinde var olduğum zamansızlığın tüm sonsuz-

luğunu, tüm sınırsızlığını hem ardımda, hem önümde kavrıyorum. Sonsuzluğu

zaman zaman bir ışık, zaman zaman da gri bir çizgi olarak görüyorum. Ama çocuk

da o ışığı esen tepelerde görmüyor muydu? (120-1)

Yazar; bu kısımda Pavese’nin otel odasında uyku ilacı alıp intihar etmesine atıfta

bulunmuştur. En çok sevgi beslediği ve en büyük yakını Pavese’dir. Torino’ya

yaklaştıkça Pavese ile sarılıp inanamadıkları sevgi ile bütünleşeceğini hayal eder.

Torino'ya yaklaştıkça, bir odada, bir otel odasında, giysileri içinde ölü bulanan

Cesare Pavese'yi, giderek daha çok düşünüyorum. 11 yıl, 11 ay ve 15 gün önce.

Duygularım, belki de en büyük sevgimin, en yakınımın bu ölü olduğunu söylüyor

bana. O ölüye olan sevgim canlanıyor. Birbirimize sarılıp, acı içinde, inanmadığımız

sevgi içinde bütünleşecekmişiz gibi. (92-3)

Pavese’nin “Yeni ay” romanındaki Nuto’ya benzettiği kişi ile istasyonun salonuna

kadar konuşur. Ancak trende satacağı içeceklerin listesini verene kadar; Özlü acıma

duygusunu yitirmiştir, hemen oradan uzaklaşır. Ona göre yalnızlığımızın sorumluluğu

bize aittir başkalarına yüklenemez her insan kendi kendinden sorumludur. Yaptığı bu

seçimlerin sorumluluğunu başkasına yükleyemez bu sorumluluğu sadece kendisi

taşımalı ve kavramalıdır. Nuto’nun da yalnızlığı hastalıklı boyutlarına ulaşmıştır.

Ailesi yanında her şeyi bedava bulduğu, ancak bir kadını olmadığı Venedik.

Acımıyorum. Yeryüzünde makarnanın nasıl yaygınlaştığını kavradığı gibi insanın

kendi yalnızlığının sorumluluğunu da, gene kendisinin taşıması gerektiğini de

kavramak. Bir elinde sipariş listesi, bir elinde içinde radyosunu taşıdığı beyaz

çantayla kalabalık içinde yittiğinde, hemen kaçıyorum. Gözlerindeki yalnızlık,

hastalık boyutlarına ulaşmış. (102)

Yazar yolculuğunda Pavese’nin anlatımlarından hemen bu yerleri tanır. Sevgisi

o kadar büyüktür ki onunla buluşacakmış gibi gözünde canlandırır. Kendisinin

yalnızlığını Pavese ile özdeşleştirmiştir. Sanki onunla görüştüğünde ikisi de

yalnızlıklarından kurtulacaktır.

İstasyondan çıkınca karşıya geçtiğimde önümde uzayan bulvarı hemen Pavese'nin

anlatımlarından tanıyorum. Mutlak Torino'da en çok gelip geçtiği ağaçlıklı yol

burası. Sanki bir köşe kahvesinde buluşacağız ve yalnızlığı bırakıp atacağız. (103)

Pavese Torino’da intihar ettiği için özlü bu şehri karanlık korkutucu ürkütücü bir

kent olarak tanılamaktadır. Özlü Pavese’nin yaşam acısı, ölüm özlemini hissetmeye

çalışır. İntihar teması çoğunlukla Pavese’nin intiharı üzerinden verilmiştir. Özlü her ne

kadar bu duyguya erişmek istese de intihar ederek ölmemiştir.

O zamanlar, İstanbul'da, onun kitaplarını okuduğumda, bulvarlarım, alanlarını ve

Avrupa kentlerine özgü görkemliliği ile bir kent bekliyorum. Trieste gibi. Oysa

Torino, ilk bakışta bile ürkütücü, insanın üzerine yığılan, korkutucu bir kent. Belki

de, o burada intihar ettiği için, kendi kendime ürkütücü bir hava yaratıyorum. Ama o

Page 136: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

126

zamanlar, onun dünyasıyla, küçük sevinçleriyle, yaşam acısıyla ve ölüm özlemiyle

karşılaştığımda da, bu kentte kendini öldürdüğünü biliyordum. Bu düşüncelerle

karşıya geçiyorum, Bolonya Otelinin resepsiyonunda duruyorum. (103)

Özlü, Bolonya oteline girdiğinde Pavese kendini bu otelde öldürmüş olabilir

diye ürker. Bu uzun koridorları Kafka’nın Şato* adlı kitabındaki tarif edilen uzun

koridorlara benzetir. Burada, teşbih (simile) sanatını kullanmaktadır. Yazar bu karanlık

otel odasında çok korkar ve boğulduğunu hisseder. Kullanılmış çarşaf içinde intihar

eden kişilerin cesetlerini gördüğünü hayalinde canlandırır.

Kendini bu otelde öldürmüş olabileceği düşüncesiyle, gene ürküyorum. Hiçbir yerde

otel koridorları bu denli uzun olamaz. Kafka'nın Şato'sundaki gibi uzun koridorlar.

Korkulardaki, kâbuslardaki boyutlar gibi. Yaşamın sonuna varan koridorlar. Dü-

şümde görsem, bağırarak uyanırdım. Her katta bir kilometreyi buluyor uzunlukları.

Karanlık. Kullanılmış çarşaflan yere yığmışlar. Köşelerde yedek karyolalar. Bana

vermek istedikleri odanın tavan boyaları dökülüyor.— Çok boğucu bir oda,

diyorum. Kullanılmış çarşaf yığını içinde bir ceset, intihar etmişlerin cesetlerini

görüyorum. Bulvarlara çıkıyorum. Gecenin aydınlatılmış ve yaz insanlarıyla dolu

bulvarlarına. Korkum yitiyor. (103)

Bu otelden çıkıp başka bir otel bulmaya çalışan özlü biraz olsun Pavese’nin

intiharından uzaklaşmış, sokaklarda gezinirken hangi kahvede yazılarını yazmış

olabileceğini düşünür. Yazar intiharı sık sık aklına getirip sıkıntı yaşamakta ama öyle

olduğu kadar onu ürküten bu duyguyu kendisinden uzaklaştırmaya çalışmaktadır.

Çantamı gerimde sürükleyerek, kentin daha derinliklerine inmeyi tasarlıyorum.

Kahveler dolu. Çanta gürültü çıkarıyor. Gece insanları, kısaca gürültüye bakıyor.

Hiç aldırmıyorum. Boğucu olmayan bir otel ararken, aynı zamanda onun intiharın-

dan uzaklaştığımı algılıyorum. Şimdi, onun gecelerinin sokaklarını yaşıyorum ve en

çok hangi kahvede oturup yazmış olabileceğini düşünüyorum. (103)

Otel Roma'nın danışmasında çalışan genç, Einaudi Yayınevinde, onun odasında

oturanlardan daha duyarlı Pavese için.

— Çok kötümser bir yazardı, diyor.

— Yazın kötümserlikten doğar, diyorum. (104)

Tezer Özlü, asansöre bindiğinde sıkıntı hissederek asansörü tabuta

benzetmektedir. Yaşamının çoğu zamanında sıkıntı ve bunaltı hisseden yazar, ölüm

duygusunu yine burada yaşamaktadır. Pavese yaşadığı acı ve sıkıntılardan kurtulmanın

tek yolunun intihar olduğunu düşünen varoluşçu bir yazardır. Bu yol tek ve son yoldur.

Pavese’nin yaşadığı ve bulunduğu bu yerler çok karamsar, kasvetli, ürkütücü ve adeta

insanı intihara sürükleyen ortamlardır. Özlü’ye göre Pavese bu karanlık, korkunç ve

mistik yerleri seçerek kendisini intihara hazırlamıştır. Özlü’ye göre belki de birkaç kez

intiharı denemiştir.

* Şato:Kafka’nın 1922 yılında yazılan, öldükten sonra yayımlanan, yabancılaşma ve bürokrasi anlayışını

konu edinen romanıdır.

Page 137: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

127

Dikey konulmuş bir tabutu andıran ve karanlığa yükselen asansöre biniyoruz.

Asansörün boyutları da bir tabut kadar. Ama Pavese'ninkinden daha büyük bir ceset

için yapılmış. Bugün, Nuto'nun atölyesinin beton çatısında bu satırları yazarken,

Pavese'nin bu tabutu da ölüme yol almak için arayıp bulduğunu kavrıyorum. Son

yolu. İntihara varmak için. Hiçbir asansör bundan daha kapalı, daha karanlık ve

dolayısıyla ölüme varmak için daha elverişli değil. Pavese'nin intiharının yalnız

anlatılarında, şiirlerinde ve günlüğünde yansımadığını, çevresine, bulvarlara, gelip

gittiği caddelere, yürüdüğü yaya kaldırımlarıyla, Torino tren istasyonuyla, istasyon

önündeki alanla, intihar ettiği otelin adıyla, otelin koridorlarıyla, asansörüyle ve

odasıyla da somut bağlantıları bulunduğunu kavrıyorum. Kenti Torino ve doğduğu

kasaba Belbo'yu, nasıl bütünüyle, duygularıyla yaşamışsa, intiharını da bu karanlık,

karabasan ve korkulu, mistik yerlerde uzun süre hazırlamış, denemiş ve yaşamış

olmalı. Belbo, insanı ölüme sürükleyecek görüntülerden yoksun. Açıklık bir kasaba.

Bu nedenle ölümünden önce sık sık Belbo'ya geliyor. (104)

Yazar, Pavese’nin yakın arkadaşı olan Nuto’nun Belbo’da yaşadığını, çok yakın

olduklarını aynı zamanda; Pavese intihar ettiğinde Nuto’nun bir yanının da intihar

ettiğini düşünür. Pavese’nin intihar ettiği kentin çok korkutucu, melankolik olduğunu

ifade eder. Bu kentin kişiye intihar özlemini yaşatan intihara sürükleyen bir havası

vardır. Pavese, Otel Roma’dan çoğu yolculuğuna çıkar ya da yolculuklarından döner.

Ve tekrar intiharı ile birlikte hiç dönmemek üzere yeni bir yolculuğa çıkacaktır.

Yazarlığının el işçisi, arkadaşı marangoz Nuto, Belbo'da. Bugün de. Ve altmış üç

dakika sonra gene atölyesinin tahta kapılarını açacak, gerisinde Cesare Pavese'nin

bir uzantısı olarak yaşamım sürdürdüğü tahta kapılarını. Neredeyse Pavese'nin bir

bölümünün yaşadığı ya da Nuto'nun bir yanının intihar ettiği söylenebilir. Otel

Roma istasyonun tam karşısındaki alanda. Yolculuklarının birçoğuna çıktığı

istasyonun. Ya da tüm yolculuklarından döndüğü... Bu kentte, onun intiharı çok

etkiliyor beni. Havayı korku verici, kentin görünüşünü melankolik buluyorum.

Kentin gizli bir gücü var. İntihar olasılığı ve intihar özleminin gizlendiği bir güç.

(104)

Özlü; Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı kitabının sonlarına doğru, intihar ve ölüm

temaları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Pavese’nin intiharını adım adım gözlemlemekte ve

kurtuluş anı olan ölüm üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu odaya girdiği anda karanlıkta

intiharı daha derin hissetmekte iç daralması yaşamaktadır. Varlığının tüm zaman ve

zamansızlığını sorgulayarak haykırmak ağlamak ister işte ölüm başak bir bilinmeyen

dünyaya yapılan yolculuk başlamış bu dünyadaki geçirilen zamanın sonuna gelinmiştir.

305 numaralı odaya gidiyorum... Burası herhangi bir oda. Ne sıkıcı, ne boğucu. Ne

büyük, ne küçük. Ne karanlık, ne aydınlık. Ne canlı, ne ölü. Ne ölüm, ne de intihar

kokuyor. Öylesi bir oda. Aksine koridorun uyandırdığı korkuları da hafifletiyor. Çok

etkilenmiyorum. Oda yenilenmiş. Pavese'nin yaşamının son gününün hiçbir izini

taşımıyor. Bir kapı daha açtığında, banyo ya da bir dolapla karşılaşacağımı

sanıyorum. Karanlık bir yere giriyoruz. Odanın kepenkleri kapalı. Karanlıkta darlığı

algılıyorum. Yalnız karanlık bir darlığı algılamakla kalmıyorum. İntiharı

algılıyorum. Aramızdaki uzaklık yitiyor. O, varlığımı buruyor. Varlığımın tüm

zaman ve zamansızlığını. Sonsuz intiharı buruyor beni. Yalnız olsam yıkılıp

kalacağım. Bu yatağa uzanacağım. Haykıracağım. Ağlayacağım, işte ölüm burada.

Ölümün her çeşidi. Oda bu: tabut. Otel Roma'nın 305 numaralı odasının yanına

Page 138: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

128

gizlenmiş bir mezar.” Fotoğrafını gördüğümü sandığım aynı tahta karyola. Üzerinde

giysileriyle Pavese'nin cesedinin bulunduğu yatak. O zamanlar, benim buğday

tarlalarında dünyayı görmeye çalıştığım zamanlar... (105-6)

Özlü’ye göre insan olabilmek yaşamda yalnız kalabilmeyi gerektirir. İnan yalnız

kalabildiği ölçüde cesurdur. Var olan canlı insan sadece bedensel varlığı ile olarak

doğmaz ancak zamanla olmak istediği insan olabilir. Burada üst insan ya da insan-ı

kâmil dediğimiz kavramlara atıfta bulunulmuştur. Yazara göre insan düşündüğü ölçüde

var olabilen bir bireydir. Hayatta sürekli yapmak istediği şeyleri düşünmeli en doğru

kararı vermelidir. Korku ve kaygı insanın peşini bırakmayan duygular olsa da insan

cesaret gösterip bu duygularını yenmelidir. Olmasını istediği şeyler için sabretmeli,

gerekirse ölmelidir. Eğer şanslı biri ise öldükten sonra bir şey olabilir. Olmak istediği

kişi olup kendi kaderini kendi belirlemiş bu dünyadaki yaşamını sona erdirmiştir.

Bir insan olabilmek, bu apayrı bir olgu. Şans, cesaret, istek gerektiren bir olgu. Özellikle

dünyada başka hiç kimse yokmuş gibi yalnız kalabilme cesaretini gerektiren. Ve yapmak

istediğini düşünmek yalnızca. İnsanlar umursamazsa korkmamak. Yıllar yılı beklemek, ölmek

gerek. Ve sen öldükten sonra, şansın varsa, o zaman bir şey olabiliyorsun. (106)

Anlatısına şiirsel bir metin ile devam etmektedir. Christa’nın öldüğünü Süm ile

gördüğü bir rüyadan bahsetmekte ve öleceği zaman bunu görmeye dayanamayıp onu

başkasına bırakıp kaçtıklarını ifade etmektedir. Ölüm halini kişinin vücudunun zayıf bir

halde ve solgun olduğunu belirterek önüm anını tasvir etmiştir.

Christa'nın yatağı başında durduğunu gördüm düşümde Christa'nın yatağı başında

durduğunu ve ölmek zorunda olduğunu Christa'nın saçlarının uzadığını gördüm

düşümde Çok solgun olduğunu Ölüm solgunluğunda olduğunu gördüm düşümde

Süm ile ben bir tahta sırada oturuyoruz Tahta sıra onun yatağının tam karşısında

Havel Şosesinde, Achim'le birlikte otobüs beklerken oturduğumuz tahta sıranın eşi

Tahta sıra ve onun yatağı mermer tabanlı büyük, çok büyük bir hastane odasında

karşı karşıya Süm ile benim Christa'nm ölüşünü görmeye dayanamadığımızı gördüm

düşümde Ölüm yatağı başında duruyor Ölüm solgunluğunda, zayıf ve uzun saçlı

İnce incecik solgun elleriyle demir karyolasını tutuyor Ölmesi gereken o anda Bu

sonsuz boyutlu hastane odasının yaşam gibi her şeyi içerdiğini gördüm düşümde Bu

her şeyin ölçüsüzlük ve mermerle birlikte tüm görünmezi gösterdiğini gördüm

düşümde… Düşümde Süm ile ben, bu ana, öleceği ana bakamadık Kaçtığımız ve

onun Ölüm anını Âchim'e bıraktığımızı gördüm düşümde. (109-10)

Page 139: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

129

SONUÇ

Yapılan bu araştırmada yirminci yüzyılda yaşamış olan İngiliz edebiyatı

yazarlarından Virginia Woolf’un Deniz Feneri romanı ile Tezer Özlü’nün Yaşamın

Ucuna Yolculuk adlı eserlerindeki “varoluşçuluk” teması karşılaştırmalı edebiyat bilimi

çerçevesinde incelenmiştir. Bu iki eser bir anlamda doğu ve batı medeniyetinin

temsilcisidir. Her iki eser de konu bakımından felsefi inceleme ve genel anlamda

çoğulcu inceleme yöntemi kullanılarak ele alınmıştır.

Aralarında yarım asırlık bir dönem gibi fark olan yazarların eserlerinde,

varoluşçuluk felsefesine ait ortak motif ve temalara yer vermeleri bu tezin çıkış

noktasını belirlemiştir. İki yazar da eserlerinde farklı bakış açısıyla bu konulara yer

vermiştir. Bu çalışma giriş bölümünde yer alan amaç doğrultusunda incelenmiş, aynı

yüzyılda yaşayan iki yazarın, iki farklı kültüre ait özellikleri eserlerinde nasıl yansıttığı

ele alınmıştır. Felsefi açıdan ele alınan bilgiler ışığında, her iki yazarın da hayranlık

duyduğu, daha çok tanrıtanımaz varoluşçulardan biri olarak kabul edilen Jean Paul

Sartre’ın varoluşçuluk hakkındaki görüşlerine değer verdiği ve kitaplarında Sartre’ın

varoluşçu felsefesinin özelliklerini yansıttığı ve her iki eserde de ortak olan

varoluşçuluk temasının daha çok Jean Paul Sartre’ın varoluşçu felsefesinden etkilenerek

yazıldığı gözlenmiştir. Karşılaştırma yaptığımız iki yazar da, varoluşçu felsefeyi konu

edinen yazarların hayranıdır ve onlardan etkilenmiştir. Özellikle Sartre’ın Varoluşçuluk

adlı eserinden alıntılar ile iki romandaki varoluşçu öğeler tespit edilmiştir. Tezer Özlü

kitabında tanrı kavramına yer vermiş ancak bazı durumlarda kadere ve toplumların

yarattığı sistem ve kurallara karşı çıkmıştır. Eserinde çoğunlukla Nietzsche’nin nihilizm

felsefesinden etkilendiğini gösteren “hiçlik”, “boşluk” gibi kavramlar üzerinde

durmuştur. Virginia Woolf ise romanında yarattığı protagonist karakterlerini tanrı

inancını sorgulayan (agnostik) karakterler olarak verir aynı zamanda Nietzsche’nin

nihilizm felsefesinin “hiçlik”, “boşluk” gibi kavramlarına da yer verdiği görülür. İki

yazarın da bilinç akışı tekniği uygulaması bir diğer ortak özelliklerinden biridir. Bu

yöntem yazarın romanındaki karakterlerin zihninden geçenleri aralıksız olarak,

mantıksal bir sıraya koymadan, olduğu gibi aktarmaya çalıştığı bir yöntem biçimidir. Bu

romanlar psikolojik derinliği olan eserlerdir ve genellikle dilbilgisi ve imla kurallarına

uyulmaz. Her iki eserde de iç monolog tekniğine de rastlamak mümkündür. Eserlerdeki

ana karakterlerin kendisiyle konuşarak, kendi “ben”i ile iletişim kurduğu ve bu içe olan

Page 140: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

130

yolculuğunda bu sözleri mantıksal bir şekilde kendi benliğine aktardığı görülür.

Metinlerarasılık (Intertextuality) yöntemi de her iki eserde rastlanan yazarların

kullandığı ortak yazım tekniklerinden biridir. İncelediğimiz bu kitaplarda her iki yazarın

da başka metinlerden bilgiler içerdiği ve kaynak gösterdiği görülür. Özlü’nün kitabında

alıntılarına yer verdiği Cesare Pavese de intihar ederek yaşama veda eden varoluşçu

yazarlardan biridir. Deniz Feneri’inde “Luriana Lurilee”, ”The Invitation”, “Sonnet

98”,”The Castaway”,The Charge of the Light Brigade” adlı varoluşçu öğeler içeren

şiirlere ve “Antiquary”,”Grimm’s Fairy Tale”,”Middlemarch” adlı kitaplara

göndermeler mevcuttur. Her iki yazar da gönderme (allusion) biçimini kullanır.

İki eser arasındaki benzerlikler ve farklılıklar konusunda yaptığımız bu incelemede

varoluşçuluğun temel ilkeleri olan yalnızlık ve yabancılaşma, umut /umutsuzluk,

özgürlük ve başkaldırı, sıkıntı / bunaltı / acı / kaygı / korku / öfke saçma/ sorgu, intihar/

ölüm gibi motif ve temalar mukayese edilmiştir. Bu iki eser arasındaki benzerlik ve

farklılıklar maddeler halinde şu şekilde sıralanmıştır:

Benzerlikler:

1. Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı eser bir yolculuk serüvenini anlatır. Yaşamı

sorgular ve yazarı uçlara sürüklemektedir. Özlü anlatısında hayranlık duyduğu

ve özdeşleşmek istediği Kafka, Svevo ve Pavese gibi üç yazarı konu edinir. Bir

yazarın ölülerin mirası arasındaki kendi benliğini bulma arayışını temsil eder.

Deniz feneri romanındaki karakterler de yaşamlarındaki varoluş anlarını ve

ölümü sorgulayarak kendi benliğini bulmaya çalışan kişilerdir.

2. Bu yazarların kendi yaşam hikâyelerini anlatan otobiyografik eserleri

mevcuttur. Bu iki kitap da otobiyografik eserlerdir. Yazarların çocukluğunda

ve gençliğinde yaşadıkları olayları konu edinir. Böylece otobiyografik roman

kategorisine alınabilir. Özlü ve Woolf çocukluğunda kendisini etkileyen ve

derin izler bırakan varoluş anlarından bahseder.

3. Deniz Feneri romanı Woolf’un “metinlerarasılık tekniği” (intertextuality)

kullanarak yazdığı ve bazı yazar ve şiirlere direkt veya dolaylı göndermeler

yaptığı bir kitaptır. Özlü de yazar-etkileşimi tekniğini kullanarak Pavese’den

alıntılar yapar ve bazı göndermelerde bulunur. Bu göndermeler varoluşçu

öğeler içermektedir.

Page 141: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

131

4. Her iki romanda da otoritenin baskısı hissedilir. Özlü’nün yaşamında baba

baskısı ön plandadır. Woolf’un romanında ise Mr. Ramsay otoriter bir

faktördür. Mrs. Ramsay’in de çocuklar, Lily ve Charles üzerinde otorite sahibi

olduğu görülür.

5. Her iki romanda da toplumsal ve değerlere karşı çıkış mevcuttur. Özlü

anlatısında bu değerlere karşı çıkması ile ilgili örnekler vermiştir. Deniz

fenerinde ise Lily bu değerlere karşı çıkan bir karakteri temsil eder. Bu

örnekler varoluşçcu öğelerden biri olan özgürlük ve başkaldırı kavramı ile

bağlantılıdır.

6. Her iki romanda da evlilik ile ilgili çatışmadan bahsedilir. Evlilik kurumuna

karşı olumsuz düşünceler vardır. Özlü akli dengesini yitirmekle birlikte aile

kurumuna olan inancını kaybeder. Lily de Özlü’nün romanında evliliğe karşı

çıkan ve her kadının yalnız da güçlü olabileceğini savunan bir karakterdir.

Evlilikte iki farklı kişi ve zihniyetin bir araya gelmesinin çatışma yaratması iki

kitapta da ortak olan özelliktir. Bu benzerlikler düzene başkaldırı olarak kabul

edilebilir.

7. Her iki kitapta da özgür yaşamaya eğilimli roman kişileri mevcuttur. Lily ve

Özlü’ nün özgürlüğüne düşkün karakterler olması varoluşçu felsefenin

öğelerinden biri olan özgürlük kavramına örnek gösterilebilir.

8. Lily, varoluşçu karakterlerden biridir. Seçimlerini kendi yapar, özgür olmayı

seçer, evlilik ve toplumun genel görüş ve geleneklerinden yana değildir.

Karakter olarak Özlü de Lily’e benzer özelliklere sahiptir.

9. Anne baba arasındaki sevgi eksikliğinden söz edilir. Mrs. Ramsay eşine

sevdiğini söylemez. Mr. ve Mrs. Ramsay her ne kadar yakın görünseler de iki

farklı dünyaya sahiptir ve birbirine yabancılaşmıştır. Özlü ise sevdiği kişiler ile

problemler yaşar ve bazen sevgi yoksunluğu yaşadığını dile getirir. Sevgi

yoksunluğu ile birlikte kişiler yakınlarına ve diğer insanlara karşı yabancılaşma

yaşar.

10. Karşılaştırdığımız iki kitapta da toplumsal değerler ve inanç sisteminden

uzaklaşma, boşluğa düşme görülür. İnançsızlık ve sorgulama; sıkıntı, bunalım

ve intiharı tetikler. Özlü, otobiyografik anlatısında akli dengeyi yitirme ve

tedavi edilmesi konusunda bazı örnekler vermiştir. Woolf da aynı şekilde akli

Page 142: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

132

dengesini yitirmiş ve tedavi görmüştür. Her iki yazarında hayatında ortak olan,

varoluşçu felsefe ile ilgili kavramlara bağlı örnekler mevcuttur.

11. Aile ve toplum içinde biçimlenen değerler sistemine başkaldırı ve karşı çıkma

vardır. Bu sistemi sorgulama görülür. Özlü romanında baştan sona bu

düşünceyi işlerken, Deniz Feneri’nde Lily ve Bankes evliliğe sıcak bakmayan

toplumun bu değerlerini sorgulayan karakterlerdir. Ancak zaman zaman

Lily’nin Mrs. Ramsay’e ve çocuklarıyla birlikte olan mutlu aile yaşantısına

hayranlık duyduğu görülür.

12. Karşılaştırdığımız yazarlar felsefe ile ilgilenen karakterlerdir. Birçok filozofun

kitaplarını okurlar hayranı oldukları yazarlar arasında Sartre da vardır ve bu

felsefeden etkilenirler. İki eserde de yazarların varoluşçu filozoflardan olan

tanrıya inanmayan Sartre’ın felsefesine ve görüşlerine yer verdiği örnekler

görülür.

13. Bu iki eserde bireyin sahip olduğu değerler önemlidir ve bireyi merkeze alma

söz konusudur. Bireysellik varoluşçu felsefenin en önemli unsurlarından

biridir.

14. Deniz Feneri başta olmak üzere her iki kitapta da Bilinç Akımı (Stream of

Consciousness) tekniği kullanılmaktadır. Karakterlerin iç konuşma ve iç

çözümleme yaptığı gözlenir. Gerçek hayattan örnekler olduğu kadar, olaylar

karakterlerin zihninde geçer. Eserlerde karakterler varoluş anlarını düşünerek

yaşamlarını sorgular.

15. Varoluşçu bir filozof olan Kierkegaard “İnsan yaşamının değeri yaşadığı

yılların sayısına göre değil, ancak varoluş anlarının sayısına göre ölçülmelidir.”

der. Her iki yazar da kitaplarında bu görüşü desteklediğini göstermiştir.

16. Mr. Ramsay, öznellik (subjectivity) ve bireyselliği temsil eder. Kendini yeterli

görmez daime ileri gitmeye çalışır. Bu yönüyle varoluşçu özellikler taşır. Hep

endişelidir. Bu da kendisinde bulantıya sebep olur.

17. Özlü anlatısında ressam Matisse’ye atıfta bulunur. Varoluşçu bir ressamdır

insanlar ve nesnelerin duygularıyla dışavurumunun resme yansıtılması

gerektiğini düşünür. Lily de ressamdır ve kendisinin sanatta yeterli olmadığını

düşünür. Resmi bitirme konusunda endişelidir ve sürekli kaygı duyar. Kaygı

varoluşçu unsurlara örnek olan kavramlardan biridir.

Page 143: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

133

18. James’in fenere yolculuk yapmayı istemesi küçük çocuk için bir umuttur ancak

havanın kötü olduğunu söyleyerek buna babasının karar vermesi ile seçimi

başkasının yaptığı görülür. Böylece James hayal kırıklığı yaşar ve umutsuzluk

meydana gelir. Ancak Özlü umutsuzluk temasını karakterler üzerinden değil

yaşamındaki olaylar ve tanıdığı kişiler üzerinden verir.

19. Andrew özgürlüğüne düşkün bir karakterdir. Charles Tansley ise mutsuz,

umutsuz, geçmişiyle ilgili problemleri olan, kendini güvende hissetmeyen

biridir.

20. Mr. Bankes, Lily ile evlenmek istemez bu yönüyle evliliğe karşı ve sisteme

karşı olan, toplumda yerleşmiş düzene karşı çıkan varoluşçu karakterlerden

biridir.

21. Romanda Augustus Carmichael bir şairdir ve yaşamında acılar çekmiş, endişeli

biri olarak varoluşçu felsefenin özelliklerine uyum sağlamaktadır.

Varoluşçuluğa göre insan acı çektiği sürece, zor deneyimler yaşadığı sürece

kendi özünü oluşturur.

22. Varoluşçu bir filozof olan Heidegger’e göre “varoluş sürekli bir aşmadır”. Mr.

Ramsay ve Tezer Özlü kendini aşma, aşkınlık gibi konularda ortak özelliklere

sahiptir. Her zaman daha yukarılara çıkmayı hedefler ve kendilerini yetersiz

hissetmektedirler. Mrs. Ramsay de kendisini yetersiz hissetmekte ve kocası

kadar başarılı olamadığını düşünmektedir. Oysa kocası onun çok yetenekli biri

olduğunu düşünmektedir ve ondan şefkat beklemekte aynı zamanda karısından

övgü değil yakınlık istemektedir. Özlü de insanlardan dürüstlük, yakınlık ve

samimiyet ister ancak bazen onlara karşı yabancılaşma hisseder.

23. Bireysellik teması bu eserlerde ortak olan özelliklerden biridir. Her kişi başlı

başına bir bireydir. Karakterlerin kendi alanlarına girilmesinden

hoşlanmamaları gizliliğe ne kadar önem verdiklerini göstermektedir. Lily’nin

resmi bitmeden kimsenin resmini görmesini istememesi buna örnek

gösterilebilir.

24. Her iki eserde de görecelik kavramı ile ilgili örnekler mevcuttur. Zaman

kavramı insanın mutlu ya da mutsuz olduğu anlarda değişiklik göstermektedir.

Deniz Feneri’nde insan yaşamının kısa ve ölümlü olması ile kum tepelerinin

insanlardan milyonlarca yıl daha uzun yaşaması karşılaştırılmıştır.

Page 144: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

134

25. Mr. Ramsay’ e göre hayattaki her şey geçicidir. Hiç bir şey sonsuza kadar

sürmemektedir. Kalıcı olan tek şey ün kazanmak ve dünyaya bırakılan

eserlerdir. Ayakkabımızla fırlattığımız bir taşın bile Shakespeare’ den daha

uzun yaşayacağını düşünerek karamsarlığa kapılır. Özlü de Pavese, Svevo,

Kafka gibi önemli yazarlardan etkilenerek onların ölümüne çok hüzünlenmiş

ve bu yazarların eserleri ile hala hayatta olduğuna inanmıştır. Böylece Özlü

insanların ve hayattaki her şeyin geçici olduğunu, kalıcı olan tek şeyin

bırakılan eserler olduğunu savunmaktadır.

26. Eselerde karakterler zamanını başkaları ile geçirir. Kalıcı olan anılardır. Woolf

bunu “var olma anları” (moments of being) olarak tanımlamaktadır. Aynı

zamanda yazarın eserlerinden birinin adıdır. Karakterlerin yaşamlarında

edindiği anılar varoluşun kendisidir ve asıl kalıcı olandır.

27. Deniz Feneri’nde olay akışı tek bir kişinin gözünden değil birçok kişinin

algısından ve bakış açısından aktarılmaktadır. Dalgaların yükselip alçalması

hayatın bize sunduğu iyi ve kötü olayları temsil eder. Her iki kitapta da hayat

iniş ve çıkışlarla doludur. Umut, umutsuzluk acı çekme, sıkıntı, bunaltı

hayattaki deneyimlediğimiz olaylarda karşımıza çıkar. Varoluşçu felsefeye

göre yaşam bize güzellikler getirdiği gibi, tehlikeler de sunabilir önemli olan

bizim nasıl davranacağımız ve neye karar vereceğimizdir. Her iki kitapta da bu

örneklere rastlanır.

28. Woolf romanında, Marie’ nin babasının gırtlak hastalığını yenmesini ve

iyileşmesini konu edinir. Marie babasının öleceğini bilerek umutsuzluğa düşer.

Özlü de hastalığının sona ermesini ister ancak zaman zaman umutsuzluğa

kapılır. Burada umut ve umutsuzluk ortak olan diğer özelliklerden biridir.

29. Heidegger’e göre insan yapısı gereği diğer insanlar ile birlikte yaşar ve böylece

“birlikte olma” bir başka varoluş biçimine örnek olarak gösterilebilir. Mrs.

Ramsay de hep insanlarla bir arada olmak ister ve akşam yemeğine

tanıdıklarını davet eder asla yalnız kalmak istemez. Deniz fenerinde Mrs.

Ramsay’in diğer insanlarla birlikte olma çabası bir başka varoluş biçimine

örnek gösterilmektedir. Ancak bundan farklı olarak Özlü her zaman yalnız

kalmak ister ve bazen mutluluğu insanlardan ve her şeyden kaçmakta bulur.

Page 145: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

135

30. Sorumluluk da en önemli unsurlardan biridir. Özlüye göre insanın kendi

kendinin yükünü taşıması diğerlerinin yükünü taşımasından daha rahatlatıcıdır.

Yalnız kalmaktan korkar ancak kendi sınırsızlığı içinde hayatı daha derinden

algıladığını ifade eder.

31. Özlü’nün içindeki çocuk ruhu sınırsız varoluşun kendisidir.

32. Hiçlik olgusu ortak olan özelliklerdendir. Ölüm, hiçlik ve yokluktur.

33. İnsan ne olmak isterse odur, yani tecrübelerinin bütünüdür. Eserlerde bu

örneklere rastlamak mümkündür.

34. Özlü ve Mrs. Ramsay her nesne ve olguya anlam yükler, Özlü’ye göre duvar

bile anlam yüklüdür.

35. Özlü’ye göre insanların dış dünyaya duyarsızlaştığı görülür. İnsanlar açlık,

savaş, geri kalmışlık ve felaketlerle dolu haberleri bir masal dinler gibi

dinlemekte ve çevresine ve insanlığa karşı o denli yabancılaşmaktadır. Savaş

teması Woolf’un romanında üzerinde durduğu ortak olan bir konudur. Birinci

Dünya Savaşı zamanında geçen olaylar ve Andrew’ün savaşta ölmesine yer

verilmiştir.

36. Bu iki eserde de tanrıtanımazlık ve nihilist öğelere rastlanmaktadır.

37. İnsanların yaşamlarında normal olarak karşıladığı bazı kurallar, olaylar ve

düşüncelerin eserlerde saçma olarak görüldüğü örnekler bu eserlerde

mevcuttur.

38. Bu iki yazarın tüm derdi yaşamdır ve hayatı anlamlandırma çabasıdır.

Farkındalığı oldukça yüksek olan bu yazarlar hayata karşı umarsız olmamaları

yönünden benzer özelliklere sahiptir.

39. Özlü, Pavese’nin kader diye bir şey yoktur sözüne atıfta bulunarak insanın

kadere mahkûm olmadığını, kendi seçimini kendisinin yaptığını ve onda büyük

kaygı yaratan bu sorumluluğun sadece ve sadece kendisine ait olduğunu ifade

eder. Woolf’un romanında da karakterlerin yaptıkları seçimlerden dolayı kaygı

duyduğu olaylarla ilgili örneklere rastlanır.

40. İnsan varoluşu gelişigüzel bir şey değildir; her şey biçimlendirilecek,

değiştirilecek ve sınırsızlaştırılacaktır.

41. İki eserde de şiir kullanılmıştır. Tezer Özlü Pavese’ den bir şiire kitabında

atıfta bulunmuştur. Woolf ise romanında şiirsel bir dil kullanarak, anlatmak

Page 146: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

136

istediği duyguları, süslü kelimelerle daha büyülü hale getirmiştir. Mr. Ramsay,

Sir Walter Scott’un “Antiquary” adlı kitabını severek okumaktadır. Mrs.

Ramsay de bu kitabı merak eder ve okumaya başlar. Burada bu kitaptan bazı

şiirsel öğelere yer verilmiştir. Shakespeare’nin Sonnet 98’ine atıfta

bulunulmuştur. Bu şiirlerde varoluşçu unsurlar olan ölüm ve hayatın geçici

olması ile ilgili örnekler bulunur.

42. Sartre’ın varoluşçu felsefesine göre yalnızlığımızın sorumluluğu bize aittir

başkalarına yüklenemez. Her insan kendinden sorumludur. Deniz fenerinde de

Mrs. Ramsay’in evlilik sorumluluğu ve çocuklarından sorumlu oluşu buna

örnek gösterilebilir.

43. Özlü’ ye göre insanın birey olması için ben olup bencil olması gerekir. Her ben

bencildir. Her kır kırsal olduğu gibi sözüyle Sartre’ın insan nasıl olmak isterse

öyle olur sözünü destekler. Bu bir tercih meselesidir. Askerlerin bayrak

törenine başlamasını, orkestranın ise yapması gereken melodiler çalmak

olduğunu, örnek vererek; insanın önce var olduğunu sonra özünü

oluşturduğunu, kuşların yapması gereken tek şeyin uçmak olduğunu; yani,

aslında önce özünün olduğunu ve sonra varoluşun meydana geldiğini ifade

eder. Bu örnek Sartre’ın bezelye ve masa örnekleri ile benzerlik

göstermektedir. Lily’nin resminde çizdiği nesneler ve şekiller de varoluşçu

felsefe’nin sunduğu örneklerle ilişkilidir.

44. Ölüm teması işlenen en önemli konulardan biridir. Mr ve Mrs. Ramsay’in ortak

olan özelliği her ikisinin de ölümün farkında olması ve bundan kaynaklanan

kaygı ve korkudur. Özlü de, sürekli intihar ve ölümü düşünerek yaşamını

sürdürmektedir.

45. Ölüm teması her iki kitapta da ortak olan özelliklerden biridir. Özlü

sevdiklerini kaybedince hayatında inanılmaz bir boşluk yaşar. Mrs. Ramsay’ in

ölümü de çocuklarının yaşamında büyük bir boşluk yaratır.

Farklılıklar:

1. Özlü tanrı inancını sorgulamakta ve nihilist öğeleri kitabında işlemektedir.

(Nihilizm) Hiçlik olgusu kitapta sıkça görülmektedir. Özlü’nün çocukluğunda

tanrı inancına sahip olduğu ancak sonra nihilizm felsefesini benimsemesiyle

Page 147: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

137

tanrıya inanmadığı bilinmektedir. Deniz Feneri’nde ise bazı roman karakterleri

tanrı inancını sorgulayan, agnostik kişilerdir. Ancak güneşli bir adaya

çıktıklarında Lily’in gittiği yeri çok güzel bulup “burası tanrının lütfuna

uğramış bir ada” demesi tanrı inancını kabul eden karakterler olduğunu da

göstermektedir. James fenere gittiklerinde babasının kayığın başında durmasını

ve babasının tanrı yoktur dediğini, tüm dünyaya meydan okumasını düşünmesi

James’in babasının inanmayan ya da agnostik bir kişi olduğunu hissettiğini

gösterir.

2. Varlık-yokluk-hiçlik, akıl-delilik gibi motifler Özlü’ nün anlatısında sıkça yer

almaktadır. Deniz feneri’nde bu örneklere pek fazla karşımıza çıkmaz.

3. Özlü varoluş kelimesini kitapta çok sık kullanmasına ve direk vermesine

rağmen; Woolf bunu dolaylı olarak karakterlerin yaşadığı, hissettiği varoluşçu

öğeler ile verir. Ortak karakterler iç dünyasına yolculuk etmekten ve kendini

keşfetmekten mutluluk duyar.

4. Mrs. Ramsay geleneksel bir kadındır ve görevlerini yapar. Aynı zamanda

agnostik bir kadındır, sürekli yaşamı sorgular. Kocasını zor durumlarda

yatıştırır. İnsanları bir araya getirmek için akşam yemeği partileri düzenler.

İnsanların birlikte olup bir şeyler paylaşmasından mutluluk duyar ve

çevresindeki insanları evlendirmeye çalışır. Özlü ise insanlara karşı

yabancılaşma yaşar ve insanlarla sürekli birlikte olmak istemez Mrs. Ramsay

ve Özlü birbirinden farklı düşünen karakterler olarak karşımıza çıkar.

5. Özlü eserlerde hayatın anlamını kendisi sorgular, Woolf ise roman

karakterlerine bunu sorgulatır.

6. Lily, hayatın anlamını sanat olarak ilişkilendirmiş ve ölümsüzlüğe resim

sayesinde kavuşabilmiştir. Kalıcı olan tek şey sanattır. Mr. Ramsay’in

kendisini akademik çalışmalar ve sanata adadığı görülürken, Tezer Özlü de

Pavese gibi kendini sanata ve kelimelere adar. Bu karakterlerin bakış açısına

göre aşkın entelektüel bir yapısı yoktur.

7. Özlü’ ye göre hayattaki en önemli olgu sevgi ve özlemdir. Eserlerde sevilen bir

insana duyulan özlemden bahsedilir. Mrs. Ramsay ölünce çocuklar da

annelerine özlem duymaktadır.

Page 148: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

138

8. Özlü insan sevgisi ile yalnızlık aşılır; ancak, kimi zaman da insanların onu

yalnızlığa ittiğini düşünür. Mrs. Ramsay’e göre mutluluk başkaları ile olur;

sevgi ise anlık ve geçicidir. İki insanın duygusal ve ruhsal beraberliği

varoluşun anlarından biridir. Sevgi Özlü’yü yenen ve ona iyi gelen tek şeydir.

9. Her iki eserde de aidiyet duygusu yoktur. Özlü birçok yerde yaşamıştır ve

hiçbir yere ait hissetmemektedir. Woolf ise bu konuyu Özlü’den farklı olarak

ailenin kışları kendi evlerinde yazları başka bir yerde kalması olarak işler.

10. Özlü işçilerin tutsak insanlar olduğunu, özgürleşemediğini ve yaşamlarının

ellerinden alındığını, iç dünyaları dışında sahipsiz olduklarını dile getirir ve

sömürgeciliğe, kapitalist düzene karşı çıkar. Woolf ise fakir insanlara olan

acıma duygusu, şefkati ve yardım etme isteği ile bu düşüncesini dile getirir.

11. Özlü’ye göre tek mutluluk herkesten her şeyden kaçmaktır. Evliliklerden aile

bağlarından, ülkeden sınırlılıklardan, alışkanlıklardan, hem bu dünyadan hem

öteki dünyadan kaçmak ister. Ona göre kaçış tek yoldur ve her şeyi reddeder.

Deniz feneri’nde bu örneklere pek raslanmadığı görülür. Ancak Lily ve Mr.

Bankes evlilikten kaçan karakterlere örnektir.

12. Özlü inandığı zamanlarda ölümü insanın tanrısına kavuşması olarak adlandırır.

Ancak tedaviden sonra intihardan vazgeçerek ölümü beklemektedir. Pavese

gibi intihar etmek istemiştir ve intihar konusuna sıkça değinmiştir. Ancak

Deniz Feneri’nde intihar konusuna yer verilmemiştir.

13. Ölüm teması Deniz Feneri’nde Mrs Ramsay’in ölmesi, oğlu Andrew’ün

savaşta ölmesi Prue’nun çocuk doğururken ölmesi şeklinde görülür. Özlü ise

kitabında ölüm temasını ölen yazarların arkasından hissettiği üzüntü olarak,

kendi ölümünü sorgulayarak ve diğer insanların ölümlü olmasını düşünerek

verir.

Page 149: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

139

KAYNAKÇA

Kitaplar:

ADJUKIEWICZ, K., Felsefeye Giriş ve Temel Kavramlar ve Kuramlar, Gündoğan

Yayınları, Ankara, 1994.

AKARSU, B., Çağdaş Felsefe- Kanttan Günümüze Felsefe Akımları, İnkılap Kitabevi,

İstanbul, 1994.

AYDIN, K., Karşılaştırmalı Edebiyat Günümüz Postmodern Bağlamında Algılanışı,

Birey Yayıncılık, İstanbul, 2008.

AYTAÇ, G., Karşılaştırmalı Edebiyat, Gündoğan Yayınları. , Ankara, 1997.

BLACKHAM, H. J. , Altı Varoluşçu Düşünür, Dost Kitapevi Yayınları, Ankara, 2012.

CEVİZCİ, A. , Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2000.

COOPER, D. E., “Çağdaş Kıta Avrupası Felsefesi”, Felsefe Ansiklopedisi, İstanbul,

2005.

ÇELİK, T., Varoluş ve Roman, Anı Yayıncılık, Ankara, 2013.

DEVECİ, M., Ferit Edgü Varoluş ve Bireyleşme, Sel Yayınları, İstanbul, 2012.

ERBİL, L., Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,

2016.

GÖDELEK, K., Kierkegaard, Say Yayınları, İstanbul, 2010.

GÜRSOY, K., Ateizminin Pro“Sartre Blemleri”, Felsefe Konuşmaları, Kültür ve

Turizm Bakanlığı Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 1987.

GÜRSOY, K., Varoluş ve Felsefe, Aktif Düşünce Yayınları, Ankara, 2014.

GÜRSOY, K., Felsefe ve Edebiyat, Felsefe ve Sanat Sempozyumu, Ara Yayıncılık,

İstanbul, 1990.

HEIDEGGER, M., Heidegger, Say Yayınları, İstanbul, 2008.

LUKACS, G., Avrupa Edebiyatı ve Varoluşçuluk, Der. R. Ekici, Epos Yayınları,

Ankara, 2012.

MORAN, B., Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınevi, İstanbul, 1994.

NIETSCHE, F., Ecce Homo İnsan Nasıl Kendisi Olur, Alter Yayınları, Ankara, 2012.

NIETSCHE, F., Hayat Dediğin Nedir Ki?, Aylak Adam Kültür SanatYayınları,İstanbul,

2016.

ÖZLÜ, T, Yaşamın Ucuna Yolculuk, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012.

SARTRE, J. P., Varoluşçuluk, Say Yayınları, İstanbul, 2012.

SARTRE, J. P., Varlık ve Hiçlik Fenomenolojik Ontoloji Denemesi, İthaki Yayınları,

İstanbul, 2010.

SEYİDOĞLU, H., Bilimsel Araştırma ve Yazma El Kitabı”, Güzem Can Yayınları,

İstanbul, 2003.

Page 150: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

140

TAFTALI, O., Edebi Söylem ve Varoluş, Mühür Kitaplığı, İstanbul, 2015.

WAHL, J., Varoluşçuluğun Tarihçesi, İstanbul, 1999.

WOOLF, V., Deniz Feneri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004.

Makaleler:

ANKAY, N., Tezer Özlü’nün Romanlarında Otobiyografik Anlatım, International

Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic

Volume 4/8 Fall 2009, s. 469-492.

ASLAN, E., Benlik Kavramı ve Bireyin Yaşamında Etkileri, M.Ü. Atatürk Eğitim

Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, 1992, sayı. 4, s. 7-14.

BENDER, M. T., Varoluşçuluk ve Jean Paul Sartre Örneklemi, Sanat Ve Tasarım Dergisi

Sayı.4, s.30.

ÇELİK, T., Gürsel Korat’ın Tarihsel Düzlemli Romanlarında Varoluşçuluk, Dil Ve

Edebiyat Dergisi, sayı. 8: 1, 2011, s. 41-76

DONBAY, A., “Karşılaştırmalı Edebiyat Araştırmalarının Yeni Türk Edebiyatındaki

Gelişme Çizgisi”, Turkish Studies - International Periodical For The

Languages, Literature and History of Turkish or turkic. c.8, sayı.8, s.491-550.

ERGÜL, Ö. H., Heidegger’in Varoluşçu Ontolojisi, Uludağ Üniversitesi Kaygı

Dergisi, 2/2003, s.1.

GEÇTAN, E., Varoluşçu Psikolojinin Temel İlkeleri, Ankara Üniversitesi Eğitim

Bilimleri Fakültesi Dergisi, C.7, sayı.1, 1974, s.14.

GÜL, F., “Varoluşçu Felsefenin Türk Düşünce Hayatındaki Yansımaları” Pamukkale

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 18, 2014, s. 28.

GÜNDOĞAN, A. O.,“Edebiyat ve Felsefe İlişkisi Üzerine”, Ankara Üniversitesi

Dergiler, s. 197.

KURT, M., “Varoluşçuluğun Türk Edebiyatına Girişi ve Etkileri” Gazi Türkiyat, Sayı

4, 2009, s.139-154.

ŞAHİN, E., Sartre ve İbn Sînâ Arasında Ontolojik Bir Karşılaştırmanın İmkânı Üzerine, Kelam

Araştırmaları Dergisi, c. 8 sayı.1 2010, s.261-298.

Tezler:

CÖMERT, S., Jean Paul Sartre Felsefesinde “Kendisi için Varlık’ın Yeri, Yüksek

Lisans Tezi. Muğla Üniversitesi 2007.

ÇELEBİ, V., S. Kierkegaard Ve J.P. Sartre’ın Varoluşçuluk Anlayışlarının

Karşılaştırılması, Yüksek lisans Tezi. Pamukkale Üniversitesi, 2008.

KILIÇ, S., Jean Paul Sartre’nin Varoluş Felsefesinde Öteki Kavramı, Yüksek Lisans

Tezi, Akdeniz Üniversitesi 2006.

KURT, M., “1950 ve Sonrası Türk Edebiyatında Varoluşçu Felsefeden Etkilenen

Yazarların Yapı Tema Ve Anlatma”, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Gazi

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2007.

Page 151: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

141

İnternet Kaynakları:

http://www.etimolojiturkce.com/kelime/egzistansiyalizm (12.05.2016).

http://tdk.gov.tr/index.php?option=com/egzistansiyalizm (12.05.2016).

https://tr.wikipedia.org/wiki/Fenomenoloji (07.10.2016).

http://www.varoluscuterapi.com/varoluscu-terapi-nedir (20.09.2016).

https://tr.wikipedia.org/wiki/Benlik (14.12.2016).

http://www.nedir.com/irrasyonalizm#ixzz4YiPWfV8Z ( 24.12.2016).

http://tr.m.wikipedia.org./wiki/ balaklava/muharebesi (03.01.2017).

http://bilgipedia.net/determinizm-nedir/ (03.01.1017).

https://tr.m.wikipedia.org./wiki/-Jean-Paul-Sartre (05.01. 2017).

https://www.makaleler.com/nihilizm-nedir (10.06.2017).

http://docplayer.biz.tr/18191001-Varolusculuk-varolusculuk-felsefesi-nedir.html

(22.05.2017).

http://www.turkishstudies.net/DergiTamDetay.aspx?ID=5285&Detay (22.05.2017).

http://docplayer.biz.tr/18191001-Varolusculuk-varolusculuk-felsefesi-nedir.html

(22.05.2017).

http://sanatkaravani.com/insan-kendi-yapip-ettiginden-baska-hicbir-sey-degildir-

jeanpaul-sartre/ (06.07. 2017).

https://www.turkcebilgi.com/fovizm (15.07. 2017). http://dergipark.gov.tr/download/article-file/179761 (12.07.2017). https://www.turkedebiyati.org/bilinc-akimi-teknigi/ (03.08.2017).

http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/40/494/5806.pdf (07.01.2018).

https://www.academia.edu/4429695/1950_sonrasi_turk_edebiyatinda_varoluscu_felsefe

den_etkilenen_ yazarlarin_romanlarinda_yapi_tema_ve_anlatma (18.01.2018)

https://tr.scribd.com/document/56110784/Jean-Paul-Sartre-%C4%B1n-Varolus-

Felsefesinde-Oteki-Kavrami-the-Other-One-Concept-in-Existence-Philosophy-of-Jean-

Paul-Sartre (10.01. 2018).

https://tr.scribd.com/document/56110784/Jean-Paul-Sartre (09.02.2018).

http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/743/9490.pdf (10.02.2018)

https://www.jstor.org/action/doBasicSearch?Query=to+the+lighthouse (11.02.2018)

https://www.online-literature.com (11.02.2018)

https://www.sparknotes.com (11.02.2018)

https://www.shakespeare-online.com (11.02.2018)

https://http://virtual.clemson.edu (11.02.2018)

https://https://books.google.com.tr/books (11.02.2018)

Page 152: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

142

EKLER

EK. I. ALINTILAR

3.1. Virginia Woolf uses so many allusions about literature in her novel “To

The Lighthouse”. She alludes lots of works of art and literary figures. She

appeals to a real reader and she accepts her reader reading and knowing all

mentioned things about literature; the name of the books, poems and

information about writers. Woolf uses allusions to such books

“Antiquary”,”Grimm’s Fairy Tale”,”Middlemarch”. Morever, Woolf’s

novel is poetic but plotless because she wants to reflects characters emotions

to the reader by alluding lines from the poems such as “Luriana Lurilee”,”The

Invitation”, “Sonnet 98”,”The Castaway”,”The Charge of the Light

Brigade”. The poems’ themes are about to the real events going on and

psychologic conditions of the characters. She implies on the conditions in

which characters exist by using such line of poems.

“Some one had blundered.”

Ramsey recites parts of Tennyson's Charge of the Light Brigade. The

poem tells the story of a brigade consisting of 600 soldiers who rode on

horseback into the “valley of death” for half a league (about one and a half

miles). They were obeying a command to charge the enemy forces that had

been seizing their guns. Not a single soldier was discouraged or distressed by

the command to charge forward, eventhough all the soldiers realized that their

commander had made a terrible mistake: “Someone had blundered.”

3.1

Sonnet 98

William Shakespeare

From you have I been absent in the spring,

When proud-pied April, dress'd in all his trim,

Hath put a spirit of youth in every thing,

That heavy Saturn laughed and leapt with him.

Yet nor the lays of birds, nor the sweet smell

Of different flowers in odour and in hue,

Could make me any summer's story tell,

Or from their proud lap pluck them where they grew:

Nor did I wonder at the lily's white,

Nor praise the deep vermilion in the rose;

They were but sweet, but figures of delight,

Drawn after you, you pattern of all those.

Yet seemed it winter still, and you away,

As with your shadow I with these did play.

“Had there been an axe handy, a poker, or any weapon that would

have gashed a hole in his father's breast and killed him, there and then,

James would have seized it.” (3; ch.1)

Page 153: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

143

3.1. James wishes for an “axe, or a poker, any weapon that would have gashed

a hole in his father's breast and killed him, there and then.” Every time that his

father distracts Mrs. Ramsay's attention from him, James feels similar

homicidal urges. This desire to kill his father to keep his mother's attention

corresponds to Freud's Oedipal complex. This famous theory is based on the

Greek myth of Oedipus, who accidentally murdered his father and wed his

mother. Freud said that all males go through an Oedipal stage in which they

want to kill their fathers and marry their mothers. In order to grow to

emotional maturity, they must get over this impulse and embrace their fathers,

as James eventually does. Sartre’s theory of existentialism is used as a lens to

interpret Woolf’s approach to literature as the philosophy of “literary

subjectivity”. The Notion of subjectivity is explored within theoretical

existentialism and then applied to Woolf’s life and her moment of awakening

to subjectivity. To the Lighthouse is examined theoretically and textually to

demonstrate Woolf’s philosophy of literary subjectivity.

Page 154: SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER …tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS02609.pdfvirginia woolf’ un denİz fenerİ ve tezer ÖzlÜ’nÜn yaŞamin ucuna yolculuk adli eserlerİnİn

144

ÖZ GEÇMİŞ

Kişisel Bilgiler:

Adı ve Soyadı: Nuray YILDIRIM

Doğum Yeri ve Yılı: 23.08.1988

Medeni Hali: Evli

Eğitim Durumu:

Lisans Öğrenimi: Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve

Edebiyatı Bölümü 2006-2010

Yüksek Lisans Öğrenimi: Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Batı Dilleri ve Edebiyatı Anabilim Dalı 2011-2018

Yabancı Dil(ler) ve Düzeyi:

İngilizce: İleri seviye

Almanca: Orta seviye

Rusça: Başlangıç seviyesi

İş Deneyimi:

2011-2013 Süleyman Demirel Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu

2013-2014 ODTÜ Geliştirme Vakfı Okulları

2014- (…) Manisa Celal Bayar Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu