Upload
others
View
4
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
i
T.C
SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
BATI DİLLERİ VE EDEBİYATI ANA BİLİM DALI
VIRGINIA WOOLF’ UN DENİZ FENERİ VE TEZER ÖZLÜ’NÜN YAŞAMIN
UCUNA YOLCULUK ADLI ESERLERİNİN VAROLUŞÇULUK TEMELİNDE
KARŞILAŞTIRILMASI
Nuray YILDIRIM
1030224301
YÜKSEK LİSANS TEZİ
DANIŞMAN
DOÇ. DR. BATURA MAMMADOVA
ISPARTA-2018
iii
ÖNSÖZ
İnsanoğlu dünyaya geldiğinden beri “Yaşamın anlamı nedir?” sorusuna cevap
aramaktadır. İnsanın yaşamı anlama ve anlamlandırma çabası doğduğu günden öldüğü
düne kadar devam eden bir süreçtir. İnsan varlıkları sürekli olarak akıl ile
anlamlandırmaya çalışır ve birçok şeyi kavrayabilir. Ancak aklının sınırlarının ötesine
geçemez. Bazı filozoflara göre; insan nasıl bir varlık olduğunu ancak kendi özüne
dönerek ya da sezgi yoluyla keşfedebilir.
Varoluşçu felsefede insan varlığının anlamı söz konusudur. Ontoloji alanında
“olmak” ve “var olmak” aynı şey değildir. “olmak” yaşamak denen olgunun kendisidir.
“Var olmak” ise bir olmak kipliğidir. “varlık” ve “öz” kavramı varoluşçu felsefede en
çok karşılaşılan ve üzerinde en çok akıl yürütülen konulardır. Varoluşçu filozoflar
“Varoluş özden önce mi gelir?” yoksa “Öz mü varoluştan önce gelir?” gibi sorular
sorar ve buna cevap arar. Ancak bu konuda kimi zaman fikir ayrılığında oldukları
görülür.
İnsanın anlam arayışı içinde olması, kendini yaşama karşı güvenli kılmak
istemesinin sonucudur. Varoluşçuluk; bireysellik, özgürlük, seçim, sorumluluk,
deneyim, kaygı, korku, ölüm, gibi konuları ele alır. Akıl ve irade sahibi olan insan
hayatta karşısına çıkan durumlarda yaptığı bu seçim ve sorumluluğu ile özünü oluşturur
ve hayatı anlamlandırmaya çalışır.
Karşılaştırmalı Edebiyat; dünya edebiyatını oluşturan edebi eserlerin ortak
temalara göre kıyaslayan bir bilim dalıdır. İki veya daha fazla eser konu, düşünce ya da
biçim bakımından incelenerek, ortak benzer ve farklı yanlar tespit edilir ve bunun
nedenleri üzerine yorumlar yapılır. Eserler ortak ve farklı özellikler temel alınarak ve
çeşitli metotlar kullanarak çözümlenir.
Karşılaştırma yöntemi, birçok bilim dalında kullanılan bir yöntemdir. Bu yöntem
edebiyat dalındaki önemli eserler arasındaki ilişkiyi göstermek için kullanılır. Bu
yöntemin amacı farklı dil veya kültürlerdeki iki eserin yazıldığı dönem koşullarına göre
tarihsel, sosyal ve kültürel açıdan ele alınarak, konu ve motif bakımından
incelenmesidir. Batıda yaygın olarak kullanılan karşılaştırmalı edebiyat çalışmaları,
ülkemizde yaygın olarak görülmemektedir. Ancak son yıllarda ülkemizde
karşılaştırmalı edebiyat oldukça önem kazanmaya başlamıştır.
iv
Varoluşçu felsefe, Türk ve Dünya edebiyatında önemli bir yere sahiptir. Birçok
yazar gerek roman gerek anlatı gibi eserlerinde varoluşçu felsefenin özelliklerini
işlemekte ve bu felsefeyi; karakterler veya kendi yaşam deneyimleri ışığında okuyucuya
yansıtmaktadır. Virginia Woolf’ un Deniz Deneri (To The Lighthouse) ve Tezer Özlü’
nün Yaşamın Ucuna Yolculuk (Voyage To The End Of Life) adlı eserlerinde varoluşçuluk
temasının genel özellikleri karşılaştırmalı olarak incelenmiştir. Bu iki eserin ortak
yönleri kıyaslanarak karşılaştırmalı bir değerlendirme yapılmış ve Karşılaştırmalı
Edebiyat çalışmalarına küçük de olsa bir katkı sağlamak istenmiştir.
Bu çalışmada rehberliğinden ve görüşlerinden faydalandığım değerli danışman
hocam Doç. Dr. Bature Mammadova’ya, akademik ve ahlaki değerler doğrultusunda
bana örnek olan ve aynı zamanda benim bu araştırmayı yapabilecek seviyeye gelmeme
yardımcı olan Süleyman Demirel Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü
hocalarım; Prof. Dr. Hüseyniga Rzayev, Doç. Dr. Ömer Şekerci’ye, bu zorlu süreçte
bana her koşulda destek olan eşim ve aileme teşekkürlerimi sunarım.
Nuray YILDIRIM
Mart 2018, Isparta
v
(YILDIRIM, Nuray, Virginia Woolf’un Deniz Feneri Ve Tezer Özlü’nün
Yaşamın Ucuna Yolculuk Adlı Eserlerinin Varoluşçuluk Temelinde Karşılaştırılması,
Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2018)
ÖZET
Bu araştırmanın amacı, Virginia Woolf’un Deniz Feneri romanı ve Tezer
Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı anlatısının varoluşçu felsefe temelinde
karşılaştırılmasıdır. Bu çalışmada her iki eserde ana konu olan varoluşçuluk
karşılaştırmalı edebiyat bilimi çerçevesinde ele alınmıştır. Yapılan bu çalışma, dört
temel bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde araştırmanın konusu, amacı ve önemi,
yöntemi, durumu ve sınırlılıklarına kısaca değinilmiştir. Araştırmanın ikinci bölümünde
varoluşçuluğun tanımı, varoluşçu felsefenin gelişimi, varoluşçuluğun temel ilkeleri,
varoluşçu düşünürler ve tanımsal sorunlar hakkında bilgi verilmiştir. Üçüncü bölümde,
Deniz Feneri romanındaki önemli olan bazı varoluşçu unsurlar incelenmiştir. Son olarak
dördüncü bölümde ise, Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı eser ortak varoluşçu öğeler
bakımından araştırılmıştır. Bu iki eserdeki benzer ve farklı unsurlar karşılaştırmalı
edebiyat bilimi kapsamında incelenmiştir. Edebiyatımızda önemli bir yeri olan her iki
yazarın da ortak olan varoluşçuluk temasını farklı biçimde işlediği sonucuna varılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Virginia Woolf, Tezer Özlü, Deniz Feneri, Yaşamın Ucuna
Yolculuk, Varoluşçuluk, Egzistansiyalizm, Karşılaştırmalı Edebiyat.
vi
(YILDIRIM, Nuray, Comparison of Virginia Woolf’s to The Lighthouse and
Tezer Ozlu’s Voyage to The End Of Life on the Basis of Existentialist Philosophy,
Master Thesis, Isparta, 2018)
ABSTRACT
The purpose of this research is to compare Virginia Woolf's “To the
Lighthouse” and Tezer Özlü's “Yaşamın Ucuna Yolculuk” (A Journey Towards the
Edge of Life) on the basis of existentialist philosophy. In this work, existentialism,
which is the main subject in both works, is handled within the framework of
comparative literature. This study consists of four basic parts. In the first part, the
subject, purpose and the method, condition and limitations of the research are briefly
mentioned. In the second part of the study, the definition of existentialism, the
development of existentialist philosophy, basic principles of existentialism,
existentialist thinkers and descriptive problems are given. In the third chapter, some
important existential elements are researched in Deniz Feneri. Finally, in the fourth
chapter, Yaşamın Ucuna Yolculuk is explored in terms of common existentialist items.
Similar and different elements in these two works have been examined within the
context of comparative literature. We have come to the conclusion that both writers,
who have an important place in our literature, handled the common existentialism theme
in their works in a different way.
Key Words: Virginia Woolf, Tezer Özlü, To the Lighthouse, Voyage To The End Of
Life, Yaşamın Ucuna Yolculuk, Existentialism, Comparative Literature.
vii
İÇİNDEKİLER
TEZ SAVUNMA TUTANAĞI ........................................................................................ i
YEMİN METNİ .............................................................................................................. ii
ÖNSÖZ ............................................................................................................................ iii
ÖZET................................................................................................................................ v
ABSTRACT .................................................................................................................... vi
KISALTMALAR ........................................................................................................... ix
GİRİŞ ............................................................................................................................... 1
BİRİNCİ BÖLÜM
1.1.VAROLUŞÇULUK (EGZİSTANSİYALİZM) NEDİR? ...................................... 8
1.1.1. Varoluşçuluğun Tanımı ve Varoluşçu Felsefenin Gelişimi .......................... 8
1.1.2. Tanımsal Sorunlar ....................................................................................... 11
1.1.3. Varoluşçu Düşünürler .................................................................................. 19
1.1.4. Varoluşçuluğun Temel İlkeleri ................................................................... 30
1.1.4.1. Yalnızlık ve Yabancılaşma.............................................................. 34
1.1.4.2. Fırlatılmışlık, var olmayı unutma ve otantik varoluş hali ............... 36
1.1.4.3. Öznellik ........................................................................................... 36
1.1.4.4. Umut /Umutsuzluk .......................................................................... 37
1.1.4.5. Bireysel Özgürlük ve Düzene Başkaldırı ........................................ 40
1.1.4.6. Bireysel ahlak anlayışı: ................................................................... 40
1.1.4.7. Kaygı / İç Sıkıntısı / Bunaltı/ Öfke / Korku ................................... 43
1.1.4.8. İç daralması ..................................................................................... 44
1.1.4.9. Saçma / Sorgu.................................................................................. 46
1.1.4.10. Seçim / Sorumluluk ....................................................................... 46
1.1.4.11. Ölüm/ İntihar ................................................................................. 51
1.1.5. Felsefe ve Edebiyat ...................................................................................... 52
viii
İKİNCİ BÖLÜM
2.1. “Deniz Feneri” Romanının Varoluşçu Unsurlar Bakımından İncelenmesi...... 55
2.1.1. Yalnızlık ve Yabancılaşma .......................................................................... 57
2.1.2. Umut /Umutsuzluk ...................................................................................... 59
2.1.3. Özgürlük ve Başkaldırı ................................................................................ 65
2.1.4. Sıkıntı / Bunaltı / Acı / Kaygı / Korku / Öfke.............................................. 67
2.1.5. Saçma/ Sorgu ............................................................................................... 73
2.1.6. İntihar / Ölüm .............................................................................................. 78
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
3.1. “YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK” ADLI ESERİN VAROLUŞÇU
UNSURLAR BAKIMINDAN İNCELENMESİ ......................................................... 87
3.1.1. Yalnızlık ve Yabancılaşma .......................................................................... 88
3.1.2. Umut /Umutsuzluk ...................................................................................... 99
3.1.3. Özgürlük ve Başkaldırı .............................................................................. 102
3.1.4. Sıkıntı / Bunaltı / Acı / Kaygı/ Öfke ......................................................... 109
3.1.5. Saçma/ Sorgu ............................................................................................. 118
3.1.6. İntihar / Ölüm ............................................................................................ 119
SONUÇ ......................................................................................................................... 129
KAYNAKÇA ............................................................................................................... 139
EKLER ......................................................................................................................... 142
ÖZ GEÇMİŞ ................................................................................................................ 144
ix
KISALTMALAR
a.g.e. : Adı geçen eser
a.g.m. : Adı geçen makale
bkz. : Bakınız
çev. : Çeviren
ed. : Editör
c. : Cilt
S. : Sayı
haz. : Hazırlayan
der. : Derleyen
yay. : Yayınları
1
GİRİŞ
Karşılaştırmalı edebiyat akademik anlamda on dokuzuncu yüzyılın sonlarında
Avrupa’da ortaya çıkan, daha sonra Amerika Birleşik Devletleri ve diğer ülkelerde de
uygulanan akademik bir bilim dalıdır. Ülkemizde yaygın olmayan bir disiplin olmasına
rağmen son yıllarda gittikçe rağbet gören bir öneme sahip olmaya başlamıştır.
Karşılaştırmalı edebiyatın ilk kez ortak bir terim olarak kullanılmaya başlandığı
dönem on dokuzuncu yüzyılın ilk çeyreği olarak gösterilmesine karşın önceleri
edebiyattan soyutlanarak ve yalnızca karşılaştırma yöntemi olarak diğer bir takım bilim
ve araştırma dallarında sıkça ismi geçtiği bilinmektedir. “Terimi “karşılaştırmalı” ve
“edebiyat” olarak iki sözcüğe ayıracak olursak, birincisinin orta İngilizcede kullanılan
Latince kökenli comparativus’dan geldiği görülür.”4
Karşılaştırmalı edebiyatın içeriği ve işlevi bakımından tanımını yapmak oldukça
zordur. Aytaç’ın yaptığı tanıma göre araştırmacının “görevi, işlevi, farklı dillerde
yazılmış iki eseri konu, düşünce ya da biçim bakımından incelemek; ortak, benzer ve
farklı yanlarını tespit etmek, bu farklılığın nedenleri üzerine yorumlar getirmektir.”5
Farklı işlevleri bulunan bir alan olmakla birlikte karşılaştırmalı edebiyat, “birbirinden
ayrı özellikleri olan dil ve kültürlerin edebî metinleri arasındaki ortak, benzer ve farklı
yönleri inceleyen, bunları felsefe, tarih, iktisat, sosyoloji, psikoloji, gibi alanların
ışığında, daha geniş ve yeni bir bakış açısıyla değerlendiren bir edebiyat dalıdır.”6
Tieghem’e göre karşılaştırmalı edebiyat benzer çalışma alanlarının ortak ve
farklı yönlerinin araştırılmasıdır. Karşılaştırmalı edebiyat sadece ortak özellikleri
vurgulamaz, farklılıkları ve uluslar arasındaki değişik gelişme düzeylerini de ortaya
çıkarır.
Karşılaştırmalı edebiyatın görevlerinden biri; bir ulus içindeki dikkate değer farklı
kültürlere veya farklı toplumlara özgü iki ya da daha fazla kültürel yahut dilsel
unsurlara sahip dönemlerin, ekollerin, akımların, türlerin, metinlerin ve bilinen
yazarların bir bütünlük ortaya koyacak biçimde bir araya getirilmesi veya
karşılaştırmalı incelenmesidir.7
4 Kamil Aydın, Karşılaştırmalı Edebiyat Günümüz Postmodern Bağlamında Algılanışı, Birey Yayıncılık,
İstanbul, 2008, s. 18. 5 Gürsel Aytaç, Karşılaştırmalı Edebiyat, Gündoğan Yayınları, Ankara 1997, s. 7. 6 bkz. (Ayrıntılı bilgi için) Ali Donbay, “Karşılaştırmalı Edebiyat Araştırmalarının Yeni Türk
Edebiyatındaki Gelişme Çizgisi”, Turkish Studies - International Periodical For The Languages,
Literature and History of Turkish, 2013, c. 8, S. 8, s. 491-550. 7 Kamil Aydın, a.g.e., s. 10.
2
Bu çalışma karşılaştırmalı edebiyat biliminin temel unsurları olan, iki eserde
bulunan benzer ve farklı özelliklerin varoluşçu felsefe ile ilişkisi olması bakımından
incelenecektir. İngiliz edebiyatının en önemli temsilcilerinden olan Virginia Woolf’un
Deniz Feneri romanı ile Türk edebiyatının gamlı prensesi olarak kabul edilen Tezer
Özlü’ nün Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı eserindeki varoluşçuluk teması varoluşçu
felsefenin temel unsurları çerçevesinde karşılaştırmalı olarak ele alınacaktır.
İnceleme dört ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde araştırmanın
konusu, amacı ve önemi, yöntemi, durumu ve sınırlılıkları ile ilgili bilgi verilecek,
araştırmanın ikinci bölümünde varoluşçuluğun tanımı, varoluşçu felsefenin gelişimi,
varoluşçuluğun temel ilkeleri, varoluşçu düşünürler ve tanımsal sorunlar hakkında
açıklama yapılacaktır. Üçüncü bölümde Deniz Feneri romanı yalnızlık, yabancılaşma,
umut, umutsuzluk, sıkıntı, acı, kaygı, korku, öfke saçma, sorgu, özgürlük, başkaldırı,
intihar ve ölüm gibi varoluşçu unsurlar bakımından incelenecektir. Dördüncü bölümde,
Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı eser benzer varoluşçu öğeler bakımından ele alınacaktır.
İki eserdeki benzer ve farklı unsurlar karşılaştırmalı edebiyat bilimi kapsamında
mukayese edilecektir. Sonuç olarak sonuç bölümünde, İngiliz ve Türk edebiyatının
büyük öneme sahip her iki yazarın da eserlerinde kullandığı varoluşçuluk teması benzer,
ortak ve farklı özellikleri bakımından karşılaştırmalı olarak değerlendirilecektir.
Araştırmanın Konusu
Bu araştırmada; Virginia Woolf’un “Deniz Feneri” ve Tezer Özlü’nün
“Yaşamın Ucuna Yolculuk” adlı eserlerinde görülen “varoluşçuluk” teması
incelenecektir. Varoluşçuluğun tanımı, varoluşçu felsefenin tarihsel gelişimi,
varoluşçuluğun temel ilkeleri, varoluşçu düşünürler ve bazı tanımsal sorunlar ele
alınmış olup, varoluşçu felsefe hakkında bilgi verilmiştir. Deniz Feneri romanı ve
Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı anlatıdaki temel varoluşçu öğeler olan yalnızlık,
yabancılaşma, umut, umutsuzluk, sıkıntı, acı, kaygı, korku, öfke saçma, sorgu, özgürlük,
başkaldırı, intihar ve ölüm konuları ağırlıklı olarak incelenmiştir. Deniz Feneri romanı
Ramsay ailesinin fenere olan gerçek yolculuğunu ve bu yolculuktaki engelleri,
karakterlerin hayatındaki varoluşçu felsefe ile bağlantılı olan olayları ve onların düşünce
yapısını, evlilik kurumunun evli olan kadınların özgürlüğüne etkisini konu
edinmektedir. Yaşamın Ucuna Yolculuk, Özlü’ nün çevresindeki kişileri, olayları,
3
kurumları gözlemlediği, duygularını ifade ettiği, kendi içine olan yolculuğunu okurla
paylaştığı bir eserdir. “İnsan için ruh mu, yoksa beden mi önce gelir?”; “İnsan önce var
olur, sonra özünü mü oluşturur?”; “İnsanın bireyselliği ve özgürlüğü ne kadar
önemlidir?”; “İnsan yaşamı boyunca elde ettiği deneyimlerin bir bütünü müdür?” gibi
sorulara cevap aramaktadır. İnsanın yaşama uğraşını konu edinen bu eserler, insanın
doğumundan ölümüne kadar; “Hayatın anlamı nedir? İnsan nasıl bir varlıktır?” gibi
sorulara cevap arayan karakterlerin yaşadıklarını anlatan, karşılaştıkları seçeneklerdeki
seçme sorumluluğu ve kaygısını gösteren eserlerdir. Savaşı zamanı ve savaş sonrası
yaşanılan bazı olayları konu edinmektedir.
Bu eserler toplumun değer yargılarını sorgulayan, felsefi ve psikolojik
romanlardır. Her iki eserde de benzer ve farklı varoluşçu öğeler bulunmakta ve bu
araştırmada bu öğeler karşılaştırmalı edebiyat bilimi ışığında mukayese edilmektedir.
Varoluşçu felsefe ile birlikte, varoluşçu eserler son yıllarda gittikçe yaygın hale
gelmiştir. Bilinç akımı tekniği kullanılarak yazılan, içsel konuşmalara yer verilen bu
özgün eserler; okur tarafından çok beğenilerek okunan, kişinin dünyasına farklı bakış
açılarıyla bakmasını sağlayan doğu ve batı edebiyatının en önemli temsilcilerindendir.
Araştırmanın Amacı ve Önemi
Bu araştırmanın amacı; iki eserin de ortak özelliği olan varoluşçuluk temasının
ortak, benzer ve farklı noktalarına dikkat çekerek karşılaştırmalı edebiyat bilimi
çerçevesinde karşılaştırmak ve yorumlamaktır. 1927 yılında yayınlanan Virginia Woolf’
un Deniz Feneri romanı ile 1984 yılında yayınlanan Tezer Özlü’ nün Yaşamın Ucuna
Yolculuk adlı eserinin; aradan geçen elli yılı aşkın zaman farkıyla ve farklı kültürlerde
varoluşçu unsurlar bakımından nasıl işlendiği ele alınacaktır. Bu iki eser doğu ve batı
medeniyetinin temsilcisidir. Aralarında yarım asırlık bir dönem gibi fark olan yazarların
eserlerinde, varoluşçuluk felsefesine ait birçok ortak motif ve temalara yer vermeleri bu
tezin asıl çıkış noktasını belirlemiştir. Varoluşçu felsefenin bu iki farklı kültüre ait yazar
tarafından nasıl ele alındığı araştırılacak ve filozofların varoluşçuluk hakkındaki
görüşlerine yer verilerek bu bulgular desteklenecektir.
İki eser arasındaki benzerlikler ve farklılıklar konusunda yaptığımız bu
incelemede “varlık” ve “öz”, görecelik kavramları irdelenerek, varoluşçuluğun temel
4
ilkeleri olan yalnızlık ve yabancılaşma, umut /umutsuzluk, özgürlük ve başkaldırı,
sıkıntı / bunaltı / acı / kaygı / korku / öfke saçma/ sorgu, intihar / ölüm gibi motif ve
temalar karşılaştırılacaktır. “Hayatın anlamı nedir?”, “Varoluş özden önce mi gelir?”,
“Öz mü varoluştan önce gelir? “İnsanın bireyselliği ve özgürlüğü ne kadar önemlidir?”;
“İnsan yaşamı boyunca elde ettiği deneyimlerin bir bütünü müdür?” gibi varoluşçu
felsefenin mesele edindiği sorulara cevap aranacaktır. Her iki yazar da yaşama uğraşı
içinde, insanlığın sorunlarını eserlerinde işlemektedir. Hassas ve sorgulayan bir yapıya
sahip olan bu yazarlar insanlığın yaşadığı bu sorunları eserlerinde dile getirmeyi amaç
edinmiştir. Aynı zamanda psikolojik, felsefi ve otobiyografik olan bu eserler eskiden
olduğu gibi çağımızda da büyük bir öneme sahiptir. Özlü anlatısında kurmaca ve
gerçeği birlikte kullanarak, hayal gücü ile yaşamında karşılaştığı gerçek olayları
harmanlayıp kendine özgü bir biçemi kullanmıştır. Anlatı türü roman olarak da kabul
edilmektedir. Otobiyografik roman kapsamında, Virginia Woolf ve Tezer Özlü “delilik
ve intihar” konusunda benzer olan gerçek hayat hikâyelerine sahiptir. Her iki yazarın da
otobiyografik roman olarak kabul edilen kitaplarında yazarların kendi hayatlarından
örnekler verdiği durumlar ve karakterler mevcuttur. İki yazar da eserlerinde farklı bakış
açısıyla bu konulara yer vermiştir. Woolf, Varoluşçuluk (Egzistansiyalizm) felsefesini
romandaki karakterlerin yaşadığı olaylar ve iç konuşmaları bakımından ele alırken,
Özlü ise yaşamı boyunca tecrübe edindiği olaylar ve kendi hissettiği duygu ve
düşünceler bakımından ele alır. Bu araştırmanın asıl çıkış noktasını belirleyen amaç;
aynı yüzyılda yaşayan iki yazarın Deniz Feneri ve Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı
kitaplarının varoluşçu felsefe açısından ilk kez kıyaslanacak olmasıdır. Bu iki farklı
kültüre ait özelliklere sahip olan eserler; o dönemlerde yaşayan insanların sosyal,
kültürel, felsefi ve psikolojik açıdan nasıl hissettiği ve nasıl bir hayata sahip olduğu
konusunda da bilgi vermekte; aynı zamanda bu dönemlerde yaşanan olayları ve yaşam
tarzını edebiyat bilimi ışığında günümüze aktarmaktadır.
Araştırmanın Yöntemi
Bu çalışmaya yönelik çeşitli inceleme, araştırma ve yorumlama tekniklerinden
faydalanılacaktır. Araştırmanın asıl çerçevesini iki eserde de ortak olan varoluşçu öğeler
bakımından ele alınan motif ve temaların karşılaştırması belirleyecektir. Bu araştırmada;
karşılaştırmalı edebiyat bilimi çerçevesinde, metne bağlı (text-based) inceleme metodu
5
kullanılacaktır. Virginia Woolf’ un Deniz Feneri romanı ile Tezer Özlü’ nün Yaşamın
Ucuna Yolculuk adlı eserleri konu bakımından felsefi, psikanalitik, eklektik, ve çoğulcu
inceleme yöntemi kullanılarak ele alınmıştır. Araştırmanın ilk bölümünde varoluşçuluk
kavramı felsefi kitaplardan edinilen bilgiler ile açıklanacak, varoluşçu felsefenin tarihsel
gelişimi hakkında bilgi verilecek ve tanrı inancına sahip olan ve tanrıtanımaz varoluşçu
filozoflar olan Kierkegaard, Heidegger, Nietzsche, Jaspers, ve Sartre’ın görüşlerine yer
verilecektir. Varoluşçu felsefenin temel ilkeleri Sartre’ın Varoluşçuluk adlı kitabından
bilgiler verilerek açıklanacak ve alıntılar ile desteklenecektir.
Araştırmanın Durumu
İngiliz edebiyatında modernist roman denilince ilk akla gelen ve bilinç akımı
tekniğinin en önemli temsilcilerinden Virginia Woolf ve Türk edebiyatının gamlı
prensesi olarak anılan Tezer Özlü’nün yapıtları üzerine İngilizce ve Türkçe çeşitli
araştırmalar yapılmıştır. Birçok varoluşçu filozofun eserleri hakkında çeşitli kitaplar,
tezler ve makaleler araştırılmış; bu düşünürlerin felsefesi hakkında sırasıyla bazı bilgiler
verilmiştir. Gündoğdu’nun “Varoluşçu Felsefelerdeki Bazı Ortak Özellikler” adında
yazılan makalesinden faydalanıp ortak varoluşçu öğeler ile ilgili bilgi edinilmiş,
Kierkegaard’ın ve Heiddegger’in varoluşçu felsefesi ile birlikte önemli filozofların
varoluşçuluk hakkındaki görüşlerine yer verilmiştir. Sarah K. Bonner, Woolf’un “Deniz
Feneri Romanındaki Edebi Öznellik Ve Varoluş Kuramı”8 adlı tezi varoluş ve öznellik
hakkında bilgi verir. Sharon Scott “Deniz Feneri’nden Aydınlanmalar” adlı
makalesinde Albert Camus’un “Sisifos Söyleni” adlı kitabı ile Deniz Feneri
romanındaki varoluşçu öğelerden olan umut ve saçma kavramını mukayese etmiştir.9
“Varoluşçuluğun Türk Edebiyatına Girişi ve Etkileri” adında Mustafa Kurt tarafından
bir çalışma yapılmış ve Tezer Özlü burada varoluşçu yazarlardan biri olarak
gösterilmiştir. Mustafa Kurt’a göre: “Tezer Özlü’ nün romanları bireyin kendi hayatını
kendi seçimleriyle -bu seçim intihar bile olsa- kurmasının, kendi olma yolculuğunun en
önemli aşaması sayar. Özlü’ nün romanlarında da topluma veya toplumsal değerlere
8 Sarah K. Bonner, Woolfs Philosophy Of Literary Subjectivity Virginia Woolf’s To The Lighthouse And
Existentialist Theory, University of Capetown, 2011.
Sarah K. Bonner, “Woolfs Philosophy Of Literary Subjectivity Virginia Woolf’s To The Lighthouse And
Existentialist Theory”, https://open.uct.ac.za/handle/11427/10091 (18.01.2018). 9 Sharon Scott, “Illuminations from the Lighthouse: Woolf and Camus - Hope and Absurdity”,
http://www.sharonscott.tv/academics/lighthouse/ (18.01.2018).
6
karşı çıkış birey olmanın gereklerinden birisi olarak gösterilir ve özgür seçimlerin
bireyin hayatındaki önemine vurgu yapılır.”10 Aynı zamanda Mustafa Kurt’ un doktora
tezinde “1950 ve Sonrası Türk Edebiyatında Varoluşçu Felsefeden Etkilenen Yazarların
Yapı Tema ve Anlatma”11 üzerine çeşitli çalışmalar yapılmış, Tezer Özlü’nün
Çocukluğun Soğuk Geceleri ve Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı kitapları bu çalışmada
varoluşçu eserler olarak incelenmiştir. Ankay, “Tezer Özlü’nün Romanlarında
Otobiyografik Anlatım” adlı makalesinde Özlü’nün hayatı hakkında araştırma yapmış
ve bazı varoluşçu olaylara değinmiştir.12 Leyla Erbil’in “Tezer Özlü’ den Leyla Erbil’e
Mektuplar” kitabında en yakın arkadaşı olan Özlü’ nün kendisine yazdığı mektupları
okumak; Özlü’nün gerçek yaşamı, duygu ve düşünceleri hakkında bilgi edinmek
mümkündür. Erbil burada, Özlü ile birbirlerine iki konuda söz verdiklerini anlatır.
Birincisi evlilik kurumunu, kocaları ve daha çok eşlerini anlatacakları bir roman
yazmak, ikincisi ise mektuplarını yayımlamaktır. Özlü bu sözü yerine getiremeden, en
parlak yazın döneminde iken erken yaşta vefat etmiştir. Özlü’nün erken sonunu
sezdiğini ve bu isteği ile okurlarını ve insanları düşündüğünü dile getirir.13
Varoluşçu felsefe, Virginia Woolf, “Deniz Feneri”, Tezer Özlü ve “Yaşamın
Ucuna Yolculuk” ile ilgili pek çok kitap, makale, tez ve araştırma yapılmıştır. Ancak
iki eser hakkında, karşılaştırmalı edebiyat bilimi kapsamında bir mukayese yapıldığına
rastlanmamıştır.
Sınırlılıklar
Yapılan çalışmada, Virginia Woolf’un “Deniz Feneri” ve Tezer Özlü’nün “Yaşamın
Ucuna Yolculuk” adlı eserlerinde görülen varoluşçuluk teması işlenecektir. Her iki
romanda da ortak olan varoluşçuluk temasının nasıl işlendiği gözlemlenecek ve
10 Mustafa Kurt, “Varoluşçuluğun Türk Edebiyatına Girişi ve Etkileri” Gazi Türkiyat, 2009, S. 4, s.139-
154. 11 Mustafa Kurt, “1950 ve Sonrası Türk Edebiyatında Varoluşçu Felsefeden Etkilenen Yazarların Yapı
Tema Ve Anlatma” Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Doktora Tezi),
Ankara 2007.
Mustafa Kurt, “1950 ve Sonrası Türk Edebiyatında Varoluşçu Felsefeden Etkilenen Yazarların Yapı
Tema ve Anlatma”,
https://www.academia.edu/4429695/1950_sonrasi_turk_edebiyatinda_varoluscu_felsefeden_etkilenen_
yazarların_romanlarında_yapı_tema_ve_anlatma (18.01.2018). 12Nurcan Ankay, “Tezer Özlü’nün Romanlarında Otobiyografik Anlatım”, International Periodical For
the Languages, Literature and History of Turkish, 2009, c.4, S.8, s. 469-492. 13 bkz. Leyla Erbil, Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2016, s.7-8.
7
karşılaştırmalı edebiyat bilimi kapsamında bir kıyaslama yapılacaktır. Araştırma bu iki
eser ile sınırlı tutulacaktır. Fakat konuyla bağlantılı diğer eserlerden biri olan Sartre’ın
Varoluşçuluk adlı kitabında yer alan temel varoluşçu unsurlar, araştırmada geçen
konuları felsefi açıdan desteklemek amacıyla verilecektir.
8
BİRİNCİ BÖLÜM
1.1.VAROLUŞÇULUK (EGZİSTANSİYALİZM) NEDİR?
1.1.1. Varoluşçuluğun Tanımı ve Varoluşçu Felsefenin Gelişimi
Varoluşçuluk; varoluşçu felsefe ve yaşam tarzı anlamına gelen fransızca
“existentialisme” sözcüğünün türkçe karşılığıdır. Varoluş “Fransızca existence ‘varoluş,
mevcudiyet’ sözcüğünden ‘-ism’ son eki ile türetilmiştir. Bu sözcük, latince aynı anlama gelen
‘existentia’ sözcüğünden alıntıdır. Latince sözcük exsistere ‘ortaya çıkmak, zuhur etmek,
olmak’ fiilinden türetilmiştir.”14 Aynı zamanda Varoluş (existence) ilkin sözcüğü ile eş
anlamlıdır. Bu sözcükten varoluşsal, varoluş ile ilgili (existential) sıfatı türetilmiştir. Böylece
‘– çuluk’ eki eklenerek isim haline dönüştürülmüş ve bir akım adı oluşturulmuştur.
Varoluşçuluk kavramı; Türk Dil Kurum’una göre kelime anlamı olarak,
“varoluşun özden önce geldiği ve özü sürekli olarak yarattığı öne sürülen öğretidir.”15
Varlık” ve “Etre” “olmak” kavramlarını örtüştürmek, her şeye rağmen bir miktar
zorlama içeriyor. Biz, Türkçemizde, “olmak” fiilini, “dır”, “dir" vb. ekler biçiminde
kullanıyoruz. Bu bize konuşmada ve yazınsal anlatıda olağanüstü kolaylıklar ve
olanaklar sağlıyor; ama felsefece düşünmede de olağanüstü zorluklar çıkarıyor.
Özellikle de ontolojinin alanında “olmak”, “var olmak” la (ya da “varlık” la) aynı
şey değildir; bunu iyi anlamak gerekiyor. “Olmak”, birtakım ihtimaller barındıran
bir “olmakta-olmak” halidir; “olmak”a, “varlık” (ya da “var olmak”) gibi
yaklaşmak, onu şu ya da bu varoluş anında dondurmak olur. “Olmak”, “var olan” bir
şeyin süreç halindeki uğraklarından herhangi biri gibi kavranamaz; bu uğrakların
bütünüdür. Ve bu bütünü de akışı içinde, uğraklardan herhangi birinde durmaksızın,
takılıp kalmaksızın anlamamız gerekir. “Olmak”, yaşamak denen fenomenin
olumsal kendiliğindenliği değil, kendisidir. Devinim halindeki durağanlığı içinde,
mümkünleriyle, muhtemellikleriyle ve bunları biçimlendiren tasarı ve
yansıma/yansıtmalarıyla kavranmak zorundadır. “Olmak” vardır, çünkü “yokluk
yoktur; ama “var olmak”, bir olmak kipliğidir.16
Felsefe tarihi incelendiğinde temelde insanı konu alan ilk öğretiler ünlü düşünür
Sokrates tarafından ele alınmıştır. Varoluşçuluğun temelini insan merkezli yaklaşımı ile
Sokrates’e dayandıran görüşler vardır. Ancak Sokrates eski çağlarda yaşayan bir
14“Varoluşçuluk”, http://www.etimolojiturkce.com/kelime/egzistansiyalizm (12.05.2016). 15 “Varoluşçuluk Kavramı”, http://tdk.gov.tr/index.php?option=com egzistansiyalizm (12.05.2016). 16 Jean Paul Sartre, Varlık ve Hiçlik Fenomonolojik Ontoloji Denemesi, çev. Turhan Ilgaz - Gaye Çankaya
Eksen, İthaki Yayınları, İstanbul, 2010, s. 49-50. 16 Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk, çev. Asım Bezirci, Say Yayınları, İstanbul, 2012, s. 39.
9
düşünür olduğundan dolayı diğer varoluşçu düşünürler arasında zaman bakımından bazı
farklar bulunur.
Erdemi, bilgi olarak gören, bu bilginin içeriğini de ‘iyi’ olarak belirleyen ve iyi ile
doğrunun ne olduğunu bilen kimsenin de erdemli olduğunu savunan Sokrates, ‘bir
şeyi iyi yapan, ondan kendine yakışan bir düzen bulunmasıdır’ der. Bu ifadeden de
anlıyoruz ki, tarih boyunca insan hep bir arayış içinde olmuş ve çoğunlukla da bu
arayış bir ‘düzen arayışı’ olarak karşımıza çıkmıştır.”17
Bir akım olarak ele alındığında ilk olarak Fransız matematikçi, düşünür
Pascal’ın 17. yüzyılda varlık ile ilgili yaptığı sorgulamalar ile ortaya çıkmıştır.
Pascal “İnsan akıl ile her şeyi kavrayabilir ancak aklının sınırlarının ötesine
geçemez” der. Ona göre insan kendisinin nasıl bir varlık olduğu ile ilgili açıklama
yapamaz; ancak kendi içine, özüne yönelerek bunu keşfedebilir. Sezgi ve his
yardımı ile buna ulaşılabilir. Akıla kavranamayacak şeyler vardır, örneğin; günlük
hayat, insan gibi. Ona göre insan, sonsuz büyüklük ile sonsuz küçüklük arasında bir
yerdedir. Ve biz bu yeri, akılla kavrayamayız. Bilim sadece gerçeklik hakkında bilgi
verir. Günlük hayatta öyle sırlar vardır ki; aklın sınırları içinde bilim, bunlara cevap
veremez. İnsanda aklın yanında duygudan gelen bir bilgi daha vardır ki, bu daha
önemli. Biz doğayı akılla kavrıyoruz ama yine şüphe etmekten geri kalmıyoruz. 18
Varoluşçuluk; bazılarına göre on dokuzuncu yüzyılın ortasında, ilk modern
varoluşçu düşünür olarak kabul edilen Kierkegaard’ın savunduğu görüşler ile ortaya
çıkan, aslında kökleri Descartes, Sokrates, Augustine ve Pascal’a dayanan ve son
yıllarda oldukça popüler hale gelen bir düşünce akımıdır.
Felsefe tarihinin varoluş ve olmak kavramlarını ilk açıklayan Parmenides’tir. (“Doğa
gizlenmeyi sever” diyen Herakleitos’u da unutmamak gerek). Ve Heidegger’e
gelene kadar da -benim bilebildiğim kadarıyla- hiçbir filozof, varlık problemini bu
ontolojik eksen çevresinde düşün(e)medi. 19
Leibniz’in, “Neden hiçbir şey yerine bir şey var?" sorusundan hareketle
Heidegger, Sein und Zeit’ta (Varlık ve Zaman) şu düşüncelere yer verir:
Olmak, bir olan gibi düşünülemez [...] “olmak”ın belirlenmesi, bir olanın ona bir
yüklem olarak verilmesiyle elde edilemez. Olmak, tanımlanması söz konusu
olduğunda, daha üstün kavramlardan türetilemeyeceği gibi, daha aşağı kavramlardan
yola çıkarak da gösterilemez. Ama bunun sonucu olarak 'olmak’ın hiçbir sorun
yaratmadığını mı söyleyeceğiz? Hiç de değil; yalnızca şunu çıkarsayabiliriz:
‘olmak’, herhangi bir olan gibisinden bir şey değildir. Bu nedenle, bazı sınırlar
içinde geçerli olmakla birlikte, olanı belirlemenin genel tarzı -geleneksel mantığın,
antikçağ ontolojisinde temellerini bulan “tanımı”- olmak’ a uygulanabilir değildir.
Olmak’ı tanımlamanın imkânsızlığı [Heidegger’in antik ontolojiden kaynaklanan bir
17 Fikri Gül, “Varoluşçu Felsefenin Türk Düşünce Hayatındaki Yansımaları” Pamukkale Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2014, s. 28. 18 Sartre, Varlık ve Hiçlik Fenomonolojik Ontoloji Denemesi, a.g.e., s. 73-74. 19 Sartre, Varlık ve Hiçlik Fenomonolojik Ontoloji Denemesi, a.g.e., s. 73-74.
10
“önyargı” olarak nitelediği imkânsızlık, T.I.] bizi onun anlamını sorgulamaktan
bağışık kılmaz, tersine, buyurgan bir biçimde bu sorgulamaya götürür.20
Varoluşçuluk tanrı inancına göre ikiye ayrılır. Bireyi esas alan varlık felsefesi ile
birlikte bireyin yaşamındaki eylemleri seçimleri ve sorumluluğu ile birlikte etik ve
değerler felsefesi olarak da kabul edilir.
Varoluşçu felsefe, Kierkegaard’dan Marcel’e tanrıcı, Heidegger’den Sartre’a
tanrıtanımaz varoluşçuluk şeklinde adlandırılarak uzanan iki karşıt çizgiden
oluşmaktadır. Genel çizgileriyle, bir taraftan bireyin varoluşunu hareket noktası
olarak kabul eden bir varlık felsefesi iken, diğer taraftan da, bu kişinin dünya
içindeki yer alışlarını, başkaları ve toplum karşısındaki yerini ve değerini anlamaya
çalışan, onun eylemlerinin temelindeki sorumluluğunu şiddetle hisseden bir etik ve
değerler felsefesi görünümündedir.21
Sartre’ a göre iki türlü varoluşçu okul vardır:
Birinci çeşit varoluşçular, Hıristiyan varoluşçulardır. Katolik mezhebinden Karl
Jaspers'le, Gabriel Marcel bunlardandır. İkinci çeşit varoluşçular ise, tanrıtanımaz
varoluşçulardır. Bunlar arasında Heidegger'i, Fransız varoluşçularını ve beni
sayabilirsiniz. Bu iki kolu birleştiren ortak yan, her ikisinin de şu düşünceyi
benimsemiş olmasıdır: “Varoluş özden önce gelir.” İsterseniz buna, “Öznellikten
hareket etmek gerekir” de diyebilirsiniz.22
Varoluşçuluğun kaynağı konusunda şu bilgilere yer verilir:
Henri Arvon varoluşçuluğun kaynağında kargaşacı (anarchiste), bireyci Max
Stirner’i görüyor. J. Beaufret ise Kierkegaard’ı varoluşçuluğun öncüsü sayıyor.
Gelgelelim, Kierkegaard’ın tanınması ve anlaşılması ölümünden çok sonra oluyor.
Varoluşçuluk XIX. yüzyılın sonlarında -daha çok Almanya’da- filizleniyor.
Nietzche, Scheler gibi filozoflar varoluşçuluğun tohumlarını atıyorlar...
Fransızlardan Bergson, Blondel, Brunschving gibi düşünürler -Hegel'in uscu ve
diyalektikçi felsefesine karşı- bu tohumları geliştiriyorlar. Ayrıca, bu tohumlar,
özellikle büyük sarsıntılar ve bunalımlardan sonra, birinci ve ikinci dünya
savaşlarının ertesinde iyice serpilip yayılıyor.23
Modern varoluşçuluk, geleneksel varoluşçular ve fenomenolojiyi savunan
düşünürlerin fikirlerinin sentezi ile meydana gelmiştir. Cooper’a göre varoluşçuluğun
gelişim evreleri aşağıdaki tabloda özetlenmiştir.
20 Sartre, Varlık ve Hiçlik Fenomenolojik Ontoloji Denemesi, a.g.e., s. 73-74. 21 Kenan Gürsoy, Ateizminin Pro“Sartre Blemleri, Felsefe Konuşmaları, haz. Sadettin Elibol, Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1987, 38-39 22Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 37. 23 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 13.
11
24
1.1.2. Tanımsal Sorunlar
Varoluşçuluğun tanımına ilişkin çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
“Weil’e göre varoluşçuluk bir bunalım, Mounier’e göre umutsuzluk, Hamelin’e göre
bunaltı, Banfi’ ye göre kötümserlik, Wahl’a göre başkaldırış, Marcel’e göre özgürlük,
Benda’ya göre usdışıcılık, Foulquié’ye göre saçmalık felsefesidir.”25
Bu düşünürler varoluşçuluğun sadece belli bir özelliğine vurgu yapmış,
varoluşçuluğu kendilerince önemli bulduğu farklı kavramlar ile açıklamaya
çalışmışlardır. Ancak varoluşçuluk kavramını tek bir kelime ile açıklamak mümkün
değildir. Varoluşçu felsefe varlığın anlamına ilişkin araştırmalar yapar. Varoluşçu
felsefe aşağıda sorulan bu sorulara cevap vermeye çalışır.
Varoluşçuluk felsefesinde, insan varoluşunun anlamı söz konusudur. Güçsüzlüğü ve
hiçliği içinde insan, zaman içinde ve tarihselliği içinde insan. Ölüme mahkûm bir
varlık olarak insanın varoluşu, hiçlik karşısında insanın varoluşu, insan varoluşunun
halisliği (authentique oluşu) ve bu halis olmaya çağrı, özgürlüğü içinde insanın
varoluşu, topluluk içinde kaybolmuş insanın kendini bulması, kendi olması,
doğruluk ve ahlaklık karşısında sahici davranışı-tutumu; (...) Ayrıca <<İnsan evreni
aşabilir mi aşamaz mı?>> <<Aşarsa nereye dek varır bu aşma?>> gibi sorunlar söz
konusudur.26
İnsan yaşamı boyunca bu dünyada varoluş anlamını bulmaya çalışır. Çünkü
anlam verdiği şeyler insanı daha az korkutur. Anlam verilemeyen şeyler ise insanın
24 David. E. Cooper, Çağdaş Kıta Avrupası Felsefesi, Felsefe Ansiklopedisi, İstanbul, 2005, ed. A.
Cevizci, c. III, s. 470-82. 25 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s.7. Otantik olma (Authenticity): Varoluşçu yaklaşım bireyin kendi kendini sorgulayarak doğrulama süreci
üzerine yoğunlaşmaktadır. Seçim yapma kaygısıyla karşılaşınca otantik olabilmek ve seçimlerimizin
sonuçlarını kabul edebilmek kendi varoluşumuzu yaşayabilmek için önemlidir. Otantik insan
başkalarının, kendisinin kim ve ne olduğu tanımlamasına izin verir. “Otantik olma”, http://www.varoluscuterapi.com/varoluscu-terapi-nedir (20.09.2016). 26 Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe- Kanttan Günümüze Felsefe Akımları, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1994,
s.187-8.
12
daha çok korkmasına neden olur. Eğer kişi dünya hakkında bilgi sahibi olursa o zaman
kendini bu dünyada güvende hisseder.
Aslında insanın anlam arayışı, onun yaşama iradesinin ve varoluşunu güvenli kılma
çabasının bir sonucudur. Anlam verdiğimiz şeyler bizi daha az korkuturken anlam
veremediğimiz şeyler bizi çok daha fazla korkutur. Karanlığın korkunç olması
karanlığın kendisinden değil kişinin görme yetisini kaybetmesi ile çevresine anlam
verememesinden kaynaklanır. Bu bağlamda anlam bilmeyi, bilme ise korkunun
aşılmasını sağlar. Eğer bilgi sahibi olduğumuz dünyaya anlam verebilirsek güven de
duymuş oluruz. İnsanın yaşama sanatı aynı zamanda hayatı anlamlandırma çabası ile
ilişkilidir.27
Varoluşçuluk genel olarak; insan özgürlüğüne inanan bireyin davranışlarından
sorumlu olduğu, tecrübelerine dayanan ve bu tecrübeleri edinirken insanın bireyselliğini
temel alan, gerçeğin akıl, bilinç ve ide ile ifade edildiği idealizme karşı çıkan bir felsefe
biçimidir. Aynı zamanda hayata fırlatılmış olan yalnız bireyin kendi sorumluluğu ile
seçimleri ile özünü oluşturduğu hayatı anlamlandırmaya çalıştığı ve bu doğrultuda
hayatına yön verdiğini savunan felsefi bir düşünce akımıdır.
Varoluşçuluk hakkında çeşitli tanımlardan bir diğeri ise; varoluşçuluğun;
İnsanın biricikliğini savunan ve kişisel yaşanmışlıkların yaşam kurgusunu
oluşturduğunu kabul eden bir düşünce akımı olmasıdır. Akıllı bir varlık olan insanın,
kendi dışında olan dünya ile çelişkisini konu alan varoluşçuluk; doğadaki iradî
varoluş edilgenliğinin insan bilinciyle olan savaşımına dikkat çeker. Bu mantığın bir
sonucu olarak: Bireysel özgürlük ve sorumluluk, varoluşçuluğun iki temel öğesi
olarak ortaya çıkar. Varoluşçulukta birey merkez olarak kabul edildiği için, öznel
yargılar önemlidir ve bireyin yaşam içinde kazandığı deneyimler bilimsel ve felsefi
uğraşlardan daha önemlidir. Bunun bir sonucu olarak idealizmdeki tinsel ve
doğrusal varoluşu reddeder, birey olmadıkça hiçbir şeyin olmadığı bulgusuna varır.
Böylece "hiçlik" akımda önemli bir doktrin halini alır.28
Bazı düşünürlere göre ise varoluşçuluk dünyadaki somut olan şeyler ile
bağlantılıdır. “Var olmak” ve “olmak” aynı anlama sahip değildir.
İnsanlarla olan ilişkileri tarafından yaratıldığı için, varoluş her zaman dünyadaki bir
varlık olmak veya seçimi sınırlayan, somut ve tarihsel olarak belirlenmiş bir
durumda ortaya çıkmak zorundadır. Varoluşçuluk bu anlamıyla somut olana bir
dönüştür. Bu bakımdan var olmakla, olmak ya da bulunmak aynı anlamı ifade
etmez.29
Varoluşçuluğun kökeni hakkında Sartre’ın görüşleri şöyledir.
Bir şeyin tanımlanamamasının onun yok olduğunu göstermediğini öne sürer. Aşkı,
şiiri, elektriği de tanımlayamayız ama var olduğunu biliriz. Çünkü her gün onların
çeşitli belirtileri ile karşılaşırız(...) varoluşçuluğu tanımlamaya çalışmaktansa
27 Oktay Taftalı, Edebi Söylem ve Varoluş, Mühür Kitaplığı, İstanbul, 2015, s. 52. 28 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 9. 29 Eyüp Şahin, “Sartre ve İbn Sina Arasında Ontolojik Bir Karşılaştırmanın İmkânı Üzerine”, Kelam
Araştırmaları Dergisi, 2010, c. 8 S.1, s.261-298.
Eyüp Şahin, “Sartre ve İbn Sina Arasında Ontolojik Bir Karşılaştırmanın İmkânı Üzerine”,
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/179761 (12.07.2017).
13
belirtileri, ürünleri, kaynakları, konuları ve özellikleri üzerinde durmak daha doğru
olur.30
Ritter varoluşçuluk konusunda şunları dile getirir: “Varoluşçuluk köklerinden
kopmuş temelini yitirmiş, geçmişe tarihe güvenini kaybetmiş toplumda yabancılaşmış,
mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren bir felsefedir.”Ritter aynı zamanda
varoluşçuluğun savaş sonrasındaki yıllarda insanların yaşadığı sıkıntı sonucu ortaya
çıktığını öne sürer. “Toplum içinde yaşayan bireyin tehdit altında olduğu, günümüz ile
gelenek arasındaki bağlantının koptuğu, insanın manasız bir varlık haline geldiği, kendi
kendini yitirmek tehlikesinin baş gösterdiği” durumlarda ortaya çıktığından bahseder. 31
Tanrı inançları bakımından ikiye ayrılan varoluşçular, temelde insan yaşamının bu
usdışı keyfi dünyada nasıl bir anlam taşıdığını sorgulamaya çalışmışlardır. Ardı
ardına gelen dünya savaşlarının insanlığa yaşattığı acılar, bu felsefenin bunalımlı,
karamsar bir görünüm çizmesinde büyük etken olmuştur. ‘Yeni bir savaşın
çıkabileceği korkusunun, tedirginliği hepten arttırması da işin çabasıdır
denilebilir.’32
“Varoluşçuluk insanın kendine yaptığı bir yolculuktur. Yitik ruhunu aramaya
koyulan insan hiçlikle ya da kendisiyle karşılaşabilir. Varlık endişesine kapılan insan,
kendini unutuşa ve başıboş göçebeliğe doğru savulabilir.”33
Tillich gibi düşünürler ise varoluşçuluğun çıkış kökenin makinenin kullanıldığı
zamanlara uzandığını düşünür. “Makinenin üretimde kullanılması birtakım ters sonuçlar
doğurur. İnsan gitgide işlettiği makinenin egemenliği altına girer. Özünü benliğini ve
kişiliğini her geçen gün yitirir, dönen çarkın bir vidası haline gelir ve nesnelleşir.”34
Jean Wahl varoluşçuluğun “belli bir iklim ve ortak havayı” içerdiği görüşündedir.
Varoluşçuluğun çıkış noktaları konusunda şunlar söylenebilir. “bireyciliğe
(ferdiyetçiliğe) aşırı yer vermek, kişinin varoluş sorununa büyük ilgi göstermek ve
herhangi bir düşünce okulundan olmamak, herhangi bir inançlar kümesini, özellikle
sistemleri yetersiz görmek; sığlığını, bilgiçliğini, yaşamdan yoksunluğunu ileri
sürerek gelenekçi felsefeyi küçümsememek.35
Gerçek anlamda Varoluşçuluğun tek bir tanımını yapmak imkânsızdır. Sartre da
genel bir tanım yapamaz sadece bazı özelliklerini açıklamakla yetinir. Varoluşçu felsefe
genel geçer doğrular ve sistematik bilgilere karşı çıkar bu yüzden kesin bir tanımı
yapılamaz. Bu konuda birçok düşünür farklı görüşler ortaya atar:
30 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 10. 31 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 10. 32 Merih Tekin Bender, “Varoluşçuluk ve Jean Paul Sartre Örneklemi”, Sanat Ve Tasarım Dergisi, S. 4,
s.30. 33 Tuğba Çelik, Varoluş ve Roman, Anı Yayıncılık, Ankara, 2013, s.2. 34 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 10. 35 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 9.
14
Neredeyse her varoluşçu düşünür başka bir varoluşçuluk önerisi sunar. Buna karşılık
varoluşçu düşünürlerin başat özellikleri vardır. Tüm varoluşçular “Philosophia
Perennis’e”, tüm zamanların üstündeki ölümsüz felsefeye karşı çıkmış, aklın
egemenliğine kesin bir tavır almışlardır.” Ancak Descartes akla önem vermesiyle
varoluşçulara ters düşmüş onun döneminde yaşayan Pascal sonsuz uzayların ebedi
sessizliği içinde insanın yalnızlığı kaygısı, günahı, ebedi kurtuluşuna eğilerek
mükemmel bir varoluşçu düşünür örneği olmuştur.36
Heineman da varoluşçuluğun tanımının yapılamayacağını; çünkü varoluş
sözcüğünü kucaklayan tek bir öz ve değişikliğe uğramayan bir felsefe olmadığını
savunur. Bu da apayrı yorumlar yapılmasına ve birçok düşünürün anlaşmazlığa
düşmesine neden olur. Bu nedenle Kierkegaard, Heidegger Nietzsche, Jaspers, Marcel
ve Sartre gibi varoluşçu filozoflar anlaştıkları tanımlanmış ortak bir görüşü
savunmazlar. Hepsinin felsefesi kendi içinde ayrılık gösterir. Ancak belli bir topluluk
olarak anılırlar. Ortak bir tanımı yapılamasa da varoluşçu felsefenin tanımına yönelik şu
gibi ifadeler kullanılır:
(...)Her nesnenin bir özü bir de varlığı vardır. Öz sürekli nitelikler topluluğu
demektir. Varlık (ya da varoluş) ise dünyada etkin (actif) olarak bulunuş demektir.
Çoğu kimseler özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanırlar. Örneğin, bezelyeler
bir bezelye düşüncesine göre yerden biter, yuvarlaklaşırlar. Hıyarlar, ancak hıyarlık
özüne göre hıyar olurlar: bu düşünüş köklerini dinden alır. Bir ev kurmak isteyen
kimsenin ne biçim bir nesne yaratmak istediğini iyice bilmesi gerekir: Burada öz,
varoluştan önce gelir insanları tanrının yarattığını düşünen kimselerse şöyle
düşünürler: Tanrı, insanları kendindeki insan düşüncesine göre var eder. Öte yandan
inançsız kimseler de şu geleneksel görüşe bağlanırlar: Nesne, ancak özüne uyduğu
zaman var olur. Nitekim 18. yy. hep şuna inandı: Bütün insanlara özgü (has) ortak
bir öz vardır; bu değişmez özün adı ‘insan doğası’dır.37
Sartre’a göre varoluşçuluk, bu görüşün tam tersini öne sürer. Sadece insan denen
varlıkta varoluş özden önce gelir. “İnsan önce vardır sonra şöyle ya da böyle olur” der
ve insanın dünyaya atılarak acı çekerek, savaşarak kendi özünü yarattığını, bu kendini
belirleme yolunun hiç kapanmadığını ve her zaman açık olduğunu ifade eder.
Varoluşçuluk; tekillik, öznellik, özgürlük, deneyim, davranış, seçim, varlık, öz,
korku, yabancılaşma, hiçlik, bireysellik, insanın varoluşunu anlamlandırma, bunalım,
umutsuzluk, başkaldırma, sorgulama, yalnızlık, yabancılaşma, hayatı anlama,
toplumdan kaçış, cinsel sorunlar, bulantı, saçma, sorumluluk, intihar, ölüm gibi
kavramlar üzerinde durur ve bu kavramların önemini savunur. Varoluş felsefesinde
birey “Ben kimim? Niçin dünyaya geldim? Hayatın anlamı nedir? Ölüm nedir? Hepimiz
birer ölümlü isek niçin yaşıyoruz? Benim yaşama amacım nedir?” gibi ahlak, din,
36Çelik, Varoluş ve Roman, a.g.e., s. 2. 37Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 8.
15
felsefe ve değerler hakkında çeşitli sorular sorar. Akarsu’ya göre varoluş felsefesinin
çeşitli sorunları vardır:
Varoluş felsefesinin sorunları yeni değildir, ancak çağımızda ön plana çıkmıştır.
İnsanın ve evrenin varlığı, anlamı sorulmaya başlandığından beri varoluş
felsefesinin sorunları düşünülmektedir. Husserl’in, M. Scheler’in varoluşçuluğa
ilham kaynağı olan görüngübilim (fenomenoloji), Bergson ve Dilthey’in yaşam
felsefeleri de varoluş felsefesi ile aynı çizgidedir. Geleneksel varlıkbilimde
(ontoloji), öz (essentia) ve varoluş (existentia) kavramlarının büyük önemi vardır.
Hıristiyan ortaçağında bu dünyadaki nesneler tanrısal idelerin gerçekleşmesi olarak
görülürdü ve o çağda yetkin olmayan nesnelerin yetkin olan ideleri
karşılayamadığının farkına varılır ve böylece öz ve varoluş ayrılığı ortaya çıkar. Bir
defalık olan somut varoluş us dışı kalır. Varoluş kavramı anlaşılmak istenmeye
çalışılır ancak bu kavram salt bir öz olarak değerini yitirir. Aquino’lu Thomas var
oluş kavramını yalnızca bir görüntü kavram olarak kabul eder ve sonrasında
felsefede hep özü (essentia) anlamaya ilişkin sorular sorulmaya başlanmıştır.38
Platon, Spinoza ve Hegel’in geleneksel felsefe kavramları ile varoluşçuluk;
kimine göre değişmez öz, kimine göre ilksiz yaşama, kimine göre dünyayı usla kavrama
çabasıdır; buna göre ise şöyle bir açıklama yapılır:
Platonda felsefe, varlık’ın özün aranmasıdır, çünkü öz değişmez. Spinoza ilksiz
yaşama ulaşmak ister bu da mutluluktur. Felsefeci, genellikle bütün zamanlar için
geçerli bir gerçek bulmak, oluşumun ötesine geçmek ister, çoğu kez yalnız usuyla iş
görür ya da öyle yapmayı düşler. Hegel bu tür felsefecilerin sonuncusudur
diyebiliriz; dünyayı usla kavrama çabasını en uca götüren O’dur. Bununla birlikte
oluşuma verdiği önemle, oluşum üzerindeki ısrarıyla öbür felsefecilerden ayrılır. Bu
açıdan o Platon, Descartes ya da Spinoza gibi bir düşünür değildir. Evrensel bir usun
varlığına inanır. Bir duygu ya da düşünce, kişiliğimize bağlı olduğu için anlamlıdır.
Kişiliğimizinse, bir tarih içersinde, belli bir durumda, evrensel düşünce evriminin
belli bir döneminde yer aldığı için anlamı vardır. Bizde oluşan bir şeyi anlamak için
önce kendimiz denen bütün’e sonra insan türü adındaki bütün’e, en sonunda da
birçok nesnenin oluşturduğu mutlak düşün’e bakmak gerekir.39
Varoluşçuluğun evrensel ya da bireysel olduğu konusunda bir fikir birliğine
varılamaz. Filozofların bu konuda farklı düşünceleri vardır. Modernizm ile birlikte bazı
“Fenomenoloji ya da Görüngübilim”: Kurucusu Edmund Husserl olan bir felsefe akımı. 20. yüzyılın ilk
çeyreğinde görülen bilimlerdeki ve düşüncedeki genel bunalım içinde doğup gelişen bir felsefe akımıdır.
Husserlci fenomenoloji, bu bağlamda, Metafiziği sona erdirerek somut yaşantıya dönmek ve böylece
tıkanmış olan felsefeye yeni bir başlangıç yapmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Bir felsefe akımı olmaktan
çok bir yöntem olarak tarif edilmesi yaygındır. Çünkü fenomenoloji, her şeyden önce, fenomeni, yani
dolaysız olarak verilmiş olanı betimlemeye dayanan bir yöntemdir. Bunu nasıl yaptığı ya da yapıp
yapamadığı, yani yöntemin iddiasını geçerli kılmak bakımından teorik düzlemdeki statüsü tartışılırdır.
Öte yandan, fenomenoloji, bu yöntem üzerinden kavramlar ve kategoriler geliştirerek özgün bir felsefe
akımı da meydana getirir.
“Fenomenoloji”, https://tr.wikipedia.org/wiki/Fenomenoloji (07.10.2016).
38 Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe- Kanttan Günümüze Felsefe Akımları, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1994,
s.192. 39 Jean Wahl, Varoluşçuluğun Tarihçesi, çev. Bertan Onaran, Payel yayınevi, İstanbul, 1999, s.10-1.
16
filozoflar geçmiştekilerin aksine insanın topluma yabancılaşmasından kaynaklanan
bireysel özgürlüğü savunur.
Hegel düşünüyorum öyleyse varım sözü ile düşünüyorum kelimesi üzerinde durmuş
ve düşünen bir şey olarak ben’in önemini vurgulamıştır ancak ben var olan bir şey
olarak ele alınmamıştır. Böylece Hegel ideye önem vermiş ancak birey ve varoluş
kavramlarını göz ardı etmiştir. Schelling, Hegel’in akla uygun öz felsefesine karşı
çıkar ve ona göre varoluş mantıksal bir yapıda değildir, bundan dolayı tanıtlanamaz,
yalnızca yaşanılır.40
Varoluşçulun tanımı ile ilgili bir başka görüş ise “varoluşçuluk sözcüğü belli bir
düşünme biçimini, özel bir davranışı, ruhsal bir akımı gösterdiğidir.”41
Varoluşçu felsefeye göre insanın bilinçli ve düşünen bir varlık olması, özünü
oluşturmasına sebep olan en önemli özelliğidir. Çevredeki diğer varlıklar için bu
bilinçlilik hali geçerli olmadığından onların özünü sonradan oluşturduğunu
söyleyemeyiz. Sartre’ın bezelye örneğindeki gibi ağacın özü önce vardır ve bu taslağa
göre sonra var olur. Ancak insan bunun tam aksine önce var olur ve hayatın ona
sunduğu seçenekler ve durumlar karşısında seçimlerini yapar. Buna göre kendi yolunu
çizer ve ne olmak isterse o olur. Yani; kendi özünü kendi oluşturur. Hayat; insanın
karşılaştığı olaylar karşısında, seçimlerinden oluşan edimleri ile ne olmak istiyorsa o
olacağı, belli bir zaman ve mekânda meydana gelen anlamlandırılmaya çalışılan bir
süreçten ibarettir.
Varoluşçuluk öğretisine göre evrende kendi varlığını kendi yaratan tek varlık
insandır ve insandan başka tüm varlıklar varoluşlarından önce yaratılmışlardır. Daha
açık bir deyişle ağaç ağaçlığını kendisi yapmaz, ama insan insanlığını kendisi yapar
ve nasıl yaparsa öylece var olur, değerlerini kendi yaratır, yolunu kendi seçer. İnsan
yaşamaya başlamadan önce yaşam yoktur ve yaşama anlam veren yaşayan insandır.
Gerçekte doğada insana yol gösterecek kendinden başka hiçbir şey yoktur. O halde
insan özgürdür, yaşamını hangi biçimde isterse çizebilir, ne var ki insan kendi
sorumluluğunu yüklenebildiği derecede özgürdür.42
Benlik; Öz varlık, birini kendisi yapan şey, onu diğerlerinden ayıran temel şey, kendilik olarak farklı
biçimlerde tanımlanabilen bir kavramdır. Daha genel anlamda ise benlik, özne olarak "ben"in nesne olan
"ben" hakkında düşünmesi olarak ifade edilebilir.
“Benlik”, https://tr.wikipedia.org/wiki/Benlik, (14.12.2016).
Benlik gerçeği tanımak ve uyum sağlamak; çevreden gelen uyarıcıları algılamak, seçmek, saklamak
anımsamak düşünmek; kavramları değerlendirmek; karşışılan engellere çözüm yolu bulmak; geleceğe
ilişkin tasarılar yapmak; savunmak, düzeneği geliştirmek gibi görevleri yerine getirir.
Geniş bilgi için bkz. Esra Aslan, “Benlik Kavramı ve Bireyin Yaşamında Etkileri”, M.Ü. Atatürk Eğitim
Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, 1992, S. 4, s. 1. 40 bkz. Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe- Kanttan Günümüze Felsefe Akımları, İnkilap Kitabevi, İstanbul,
1994, s.192. 41 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 9. 42 Engin Geçtan, “Varoluşçu Psikolojinin Temel İlkeleri”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi
Dergisi, 1974, c.7, S.1, s.14.
17
Burada anlatılmak istenen şey; insanın diğer varlıklardan farklı oluşunun nedeni
bilinç ve akıldır. İnsan aklı ve bilinci sayesinde düşünebilen bir varlıktır. İnsan bu
sayede düşünebilir, sorgular ve seçenekleri gözden geçirir, seçer, deneyimler yaşar,
özgürdür aynı zamanda sorumluluk sahibidir. Böylece insan önce var olur ve kendi
özünü, kendisi yaratmış olur ancak ağaç bitki hayvan ya da diğer cansız varlıkların
düşünme gibi bir özelliği bulunmadığından önce kodlanmış özleri vardır ve var olurlar.
Daha da açık bir şekilde açıklayacak olursak:
Varoluşçuluk öğretisine göre evrende kendi varlığını kendi yaratan tek varlık
insandır ve insandan önce tüm varlıklar varoluşlarından önce yaratılmışlardır. Daha
açık bir deyişle ağaç ağaçlığını kendisi yapmaz ama insan insanlığını kendisi yapar
ve nasıl yaparsa öylece var olur, değerlerini kendi yaratır, yolunu kendi seçer. İnsan
yaşamaya başlamadan önce yaşam yoktur ve yaşama anlam veren yaşayan insandır.
Gerçekte doğada insana yol gösterecek kendinden başka hiçbir şey yoktur. O halde
insan özgürdür ve yaşamını hangi biçimde isterse çizebilir. Ne var ki insan kendi
sorumluluğunu yüklenebildiği derecede özgürdür.43
Varoluşçulukta gerçek varlık ve düşünülen varlık hakkında şöyle bir örnek
verilebilir:
Ontolojide analiz edilen önemli bir başka metafiziksel kavram da, yalnızca
düşünülen varlığa {esse in intellektu) karşıt olarak, gerçek varlık {esse reale)
kavramıdır. Tatra dağları (Polonya'da Karpat dağlar içinde yer alan bir dağ silsilesi),
Niyagara Şelaleleri, Leipzig Savaşı gerçekten var olur ya da gerçekten var olmuştur
ve bunlardan her biri "gerçek varlıklar" adı verilen varlıklar için bir örnek oluşturur.
Öte yandan, insan başlı at biçimindeki mitolojik yaratıklar, Balladyna, Zagloba'nın
Burlaj'la karşılaşması yalnızca düşüncede var olur ya da var olmuştur ve bunlar
"yalnızca düşünülen varlıklar" adı verilen varlıklar için bir örnek meydana getirir.
"Yalnızca düşünülen varlıklar " sözcüğün ilk ve temel anlamı içinde varolamaz1ar
ve onlara varoluş, yalnızca mecazı bir anlam içinde yüklenebilir. Zeus'un
Yunanlıların düşüncesinde var olduğunu söylediğimiz zaman, Yunanlıların Zeus
hakkında düşüncelere sahip olduklarını (ya da Zeus'a inandıklarını) anlatmak
istiyoruz.44
Varoluşçuluk, insanın akılla anlayamayacağı ‘öz’ü ve ve varoluşun süreçlerini
irdeleyen bir felsefedir. Öz bir şey ne ise onu o şey yapan şeydir. Varoluş ise kendi
başına bir şey değildir, kavramlar arasında bağlantılar kurmaktadır.45
Sartre varoluşçuluğun tam bir tanımını yapmamakla birlikte sadece birkaç ana
özelliğini açıklamakla yetinmiştir. Varoluşçuluğun tam bir tanımı olmadığı için Jaspers,
Heidegger, Sartre, Kiekegaard, Marcel ve Nietzsche Varoluşçuluk’un tanımı ile ilgili
ortak ilkeler topluluğu konusunda bir karara varamamış anlaşmazlığa düşmüşlerdir.
43 Engin Geçtan, a.g.m., s. 14.
Engin Geçtan, “Varoluşçuluk”, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/40/494/5806.pdf, (03.01.1017). 44 K. Adjukiewicz, Felsefeye Giriş ve Temel Kavramlar ve Kuramlar, çev. Ahmet Cevizci, Gündoğan
Yay., Ankara, 1994 s. 85-6. 45 Tuğba Çelik, “Gürsel Korat’ın Tarihsel Düzlemli Romanlarında Varoluşçuluk”, Dil ve Edebiyat
Dergisi, 2011, c.8, S.1, s. 41-76.
18
Olumsuz-birimlerin aşkın gerçeklikler olduklarına hiç şüphe yok: örneğin mesafe,
dikkate alınması gereken, çaba harcayarak aşılması gereken bir şey olarak kendini
bize dayatır. Yine de bu gerçeklikler çok Jean-Paul Sartre özel bir doğaya sahiptirler
hepsi de, insan-gerçekliğinin dünya ile olan özsel bir münasebetine dolaysız bir
biçimde işaret ederler. Kökenlerini, insan varlığının bir ediminden, bir
beklentisinden ya da bir projesinden devşirirler, hepsi de kendini dünyaya angaje
kılan insana göründükleri ölçüde, varlığın bir yönüne işaret ederler. Ve olumsuz
birimlerin gösterdiği insan-dünya münasebetlerinin, bizim ampirik etkinliğimizden
kaynaklanan deneyim-sonrası ilişkilerle hiçbir ortak yanı yoktur. 46
Heidegger’e göre olumsuzlama yani olumsuz birim önemlidir ve hiçlik ile
ilişkilidir. İnsan dünyaya fırlatılması ile hiçliği ve boşluğu dünyayı keşfederek,
eylemleriyle doldurup anlamlandırmaya çalışan bir varlıktır.
Dünyadaki nesnelerin, insan-gerçekliği’nce keşfedilmelerine aracılık eden o
kullanılabilirlik münasebetleri de söz konusu değildir. Her olumsuz-birim, daha çok
bu kullanılabilirlik münasebetinin temel koşullarından biri gibi belirir. Varlığın
bütünlüğünün çevremizde kullanılacak araçlar halinde düzenlenmesi için, birbirine
gönderen ve işe yarayabilecek farklılaşmış bireşimlere [complexe] bölünmesi için,
olumsuzlama, başka şeyler arasından bir şey olarak değil de büyük varlık kitlelerinin
şeyler halinde düzenlenişini ve paylaştırılmasını yöneten kategoriyel bir başlık
olarak ortaya çıkmalıdır. Böylece insanın “kendisini kuşatan” varlığın ortasında
ortaya çıkışı, bir dünyanın keşfedilmesini sağlar. Ama bu ortaya çıkışın özsel ve
öncelikli anı, olumsuzlamadır. Böylece bu çalışmanın ilk sonucuna ulaşmış
oluyoruz: insan, hiçliğin dünyaya gelmesine aracılık eden varlıktır.”47
Sartre’ın Varoluşçuluk felsefesi Katolikler, Marksçılar ve bazı aydınlar
tarafından eleştirilmiştir. Sartre'ın varoluşçu felsefesinin çelişkili ve tutarsız olduğunu
öne sürülür ve nedeni şu şekilde açıklanır:
Bu felsefede birbirine aykın ne ararsanız bulabilirsiniz. Hani, her şeyi hem aşan,
hem de koruyan bir felsefe dense yeridir. Öyle ki, bir yandan idealizmle maddeciliği
içine alır, öbür yandan her ikisini de iter. Hem diyalektiği içine alır, hem de ona
karşı çıkar. Bir yandan Husserl'i içine alır, öbür yandan onu çürütmeye kalkışır.
Hem Heldegger'i içine alır, hem de ona başkaldırır. Bir yandan geleneksel felsefeyi
kötüler, öbür yandan onu uygulamadan edemez. Doğrusu aranırsa, bu felsefe
Hegel'cilikle olgubilim, (phenomenologie) ve varoluşçuluğun bir karışımıdır. Bir
çeşit seçmeciliktir (eclectisme), yamalı bohçadır, sistem değildir... 48
Bazı kişiler Sartre'ın felsefesinin eski ve yanlış bir felsefe olduğu
görüşündedirler.
Çünkü: Bilime, gerçeğe, evrime, gerekirciliğe (determinisme) sırt çevirir. Tarihle,
yaşamla, toplumla, kitlelerle bağlarını koparır. Toplumsal sorumluluktan, siyasal
46 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 14-15. 47 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 14-15. 48 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 14-15. Determinizm nedir? Ahlaki seçimler dahil bütün olayları, özgür iradeyi ve insanın başka türlü
davranabilmesi olanağını dışlayan, önceden var olan nedenlerce belirlendiğini savunan görüşe
determinizm denir. Determinizme göre insanlar ahlaki eylemlerde bulunurken özgür değildir. Çünkü
insan ahlaki eylemlerinde bulunurken birtakım etkenlerin (psikolojik, toplumsal, ahlaksal, hukuksal vb)
zorunlu sonucu olarak o eylemi gerçekleştirir. Bu durumda bir seçim söz konusu değildir. İnsan yapmış
olduğu davranışlarda kendi özgür iradesini kullanamaz ve davranışlarının sorumluluğunu taşımaz.
19
eylemden kaçar; daha doğrusu, insanı ussal (akli) bir eyleme değil içgüdüsel bir
yaşayışa çağırır. Varoluş, insan, özgürlük, gerçeklik kavramlarını somut içeriğinden
sıyırır, soyutlaştırır. Son çözümde bir çeşit usdışıcılığa (irrationalisme), metafiziğe
ve skolâstiğe bağlanır. Yeni bir yaldız altında idealizmi, inancılığı (fideisme) ve
yalnızbenciliği (solipcisme) diriltmeye çabalar. Toplumsalı kurmak için bireyselden
hareket eder. Sınıflar arası çatışmaları gölgeye iterek tarihi bireyler arası
bağlantılarla açıklamaya kalkışır. Toplumun kitle hareketleriyle değil, bireysel
çabalarla düzeleceğini sanır. Toplumsal sorunlara bireysel çözüm yolları arar. Daha
da kötüsü, Marks'ın Hegel'den alarak ayakları üstüne oturttuğu diyalektiği o,
yeniden tepe taklak eder.49
Sartre'ın bu felsefeyi açıklarken tarihsel görüşten yoksun olduğunu, geleceğin
yalnızca bireyin tasarısının sonucu oluştuğunu öne sürerler.
Hegel gibi o da kapitalist toplumun getirdiği yabancılaşmayı tarihsel bir olay olarak
değil, doğaötesi bir serüven olarak alır. Burjuvazinin bırakılmışlığını, bunaltısını,
bozgununu herkese, bu arada işçi sınıfına da bulaştırmaya çalışır. Felsefesini
Marksçı düşüncenin gelişimi içine bir kapalı bölge gibi yerleştirmeye giriştiğini öne
sürer. Ama onu Marksçılığın sırtında yeşermeye uğraşan asalak bir felsefe olmaktan
öteye götüremez. Sözün kısası, Sartre, dinsiz görünen bir dinci ve bilime sırt
çevirmiş gizli bir softadır.50
Bazı eleştirenler Sartre'ın varoluşçuluğunun dinin ve ahlakın dışında olduğunu
düşünür ve bunu şu şekilde açıklar:
Bu felsefe özgür seçişe dayanır, dolayısıyla Tanrının önceden bildirilmiş
buyruklarını görmezlikten gelir, ahlak kurallarının yol göstericiliğine de inanmaz.
Önsel değerleri, geleneksel verileri tanımadığından kişioğlunu boşluk içinde,
dayanaksız bırakır. Öte dünyaya inanmadığı için, insanı tükenmez bir umutsuzluğa
tutsak eder. Zaten onun özgürlük dediği şey, aslında bireyin kendi içine kapanışıdır,
kişinin henüz biçimlenmemiş, soyut bir özgürlük sarayı içinde çıkmaza
sürüklenişidir. Oysa toplumsalın ya da nesnelin dışında ve onlardan ayrı bireysel ya
da salt öznel bir varlık düşünmek, devekuşu gibi başını kuma gömmektir.51
1.1.3. Varoluşçu Düşünürler
Kopenhag doğumlu olan Kierkegaard yapıtlarını kendi dilinde yazdığı için
yaşamı boyunca diğer ülkelerde fazla tanınmamıştır. Gençliğinde tanrı inancına sahip
olmamış, Hıristiyanlığı reddetmiş; ancak teoloji ve felsefe alanında çalışmalar yapmış
dini bir varoluşçudur.
Belirlenimlilik, belirlenircilik, gerekircilik, determinizm, evrenin veya evrendeki olayların ya da bir
bilimsel disiplinin alanına giren tüm nesne ve olayların önceden belirlenmiş olduğu, onların öyle
olmalarını zorunlu kılan birtakım yasa veya güçlerin etkisiyle meydana geldiklerini ileri süren öğretiye
verilen addır.
“Determinizm”, http://bilgipedia.net/determinizm-nedir, (03.01.1017)
49 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 15. 50 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 15-16. 51 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 16.
20
20. yüzyıl varoluşçularının babası sayılan Kierekegaard’a göre , “Varoluşçuluğa
kadar filozofların amacı doğru, nesnel, evrensel olmaktır, varoluşçu filozofların amacı
ise öznel tikel ve kısmi olmaktır. Varoluşçuluk bir başkasına anlatılacak bir şey değildir;
görelidir ve deneyimseldir.52
Varoluşçuluk, saf düşüncenin absürtlüğüne karşı bir protesto olarak başlamıştır,
düşüncenin değil, varoluşun içkin hareketlerinin mantığı olan bir mantık. Tüm
zamanların tüm varoluşçuların seyircisine, saf düşüncenin spekülasyonlarından
kendi koşullandırılmış düşünüşünün sorunları ve olasılıklarına dek, nasıl
yaşanılacağını ve bildiği hayatı öğrenmek isteyen, var olan bir birey olarak
seslenir.53
Varoluş terimini modern anlamda ilk kullanan filozof olması ile birlikte
Kierkegaard Almanca’ya çevrilen eserleri ile yirminci yüzyılda oldukça popüler hale
gelmiştir.
Korku, kaygı, kuşku, yığına karşı çıkış, yalnızlık gibi düşünceleri Heidegger ile
benzerlik gösterir. Soyut düşünüşe karşı somut düşünmeyi savunur. Varoluşçulukla
ilgili kaygılardan dolayı soyut düşünmede kişinin unutulduğunu savunur. Onun için
öznellik ön plandadır. Nesnel düşüncede kişisel tutkunun sevgi ve nefretin, içten
olan her şeyin öldüğüne inanır. Öznel düşünen insan ise gerçek varoluşunun iç
yönünü ortaya koyarak felsefe yapar. Soyut düşünür olan Hegel’e karşı çıkmaktadır.
Tek kişi olarak bireyin kendi asıl varoluşunun bilincine varmasını ister. << Yaşamını
boşuna harcama günlerini öldürme, uyku içinde geçirme uyan ve insan ol>> der.
Varoluşçuluğun en iyi uyandırma aracının kaygılı korku ya da iç daralması
olduğunu savunur. Her insanın içinde yalnızlık tanrı tarafında unutulmuş olma gibi
korkular vardır ancak bu korkuları hisseden ve bunlardan kaçmayan kimse
varoluşçuluğun uyanıklığını sürdürebilir. 54
Kierkegaard varoluşçuluğu somut ve öznel olan insanın yaşamının kendisi
olarak tanımlar. Birey yaşamında karşılaştığı olaylara olan tepki ve davranışları ile
büyük sorumluluk taşımaktadır. İnsan varoluşçuluğu mantığı ile değil ancak tutku ve
eylemleri ile anlamlandırabilir.
Varoluş somut öznel ve uyanık insanın yaşamıdır. Varoluş uyanık insanın yaşamını
en açık sorumluluğu içinde sürdürdüğü bir bölümüdür. Varoluşçuluk üzerinde
düşünürsek onu ortadan kaldırmış oluruz. Kavraması güç, olağanüstü olan
varoluşçuluğa ancak sezerek ve inanarak yakınlaşabiliriz. Böylece varoluşçuluğun
irrasyonel (usdışı) olduğunu savunur. Kavramlarımızla kavramaya çalıştığımız
52 Çelik, Varoluş ve Roman , a.g.e., s. 3. 53 H. J. Blackham, Altı Varoluşçu Düşünür, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2012, s. 10. 54 bkz. Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe- Kanttan Günümüze Felsefe Akımları, İnkılap Kitabevi, İstanbul,
1994 s.193-7
İrrasyonalizm nedir? Bilimsel düşüncenin, nesnel gerçeğin tabi olduğu yasal düzenliliklerini, belli başlı
özelliklerini ve nedensel bağlanıldıklarını öğrenme yetisinden yoksun olduğunu ileri süren ve bilgi
edinmeyi sezgi, kendini kavrama, yaşantılaştırma vb., sözde yüksek düzeylerdeki irrasyonel bilgi edinme
biçimlerine bırakan felsefi görüş.
“İrrasyonalizm”, http://www.nedir.com/irrasyonalizm#ixzz4YiPWfV8Z , ( 24.12.2016).
21
zaman anlamını yitireceğini onu ancak düşünmeden tutkular ve eylemlerimiz ile
anlık olarak yakalayabileceğimizi ifade eder.”55
Kierkegaard’a göre her şeyi akla indirgemek yanlıştır. Felsefe genel olana değil,
özel olana ve öznelliğe yönelmektedir.
Rasyonalist sistemler gerçekliğin tümünü bir düşünce sistemi içerisine sıkıştırır, her
şeyi akla indirger ve akıl dışındaki bütün her şeyi unutturur. Ona göre aklı ve
toplumu ön plana çıkaran bir felsefe kişiselliği, kişisellik ilkesi olan varoluşu,
insanın varoluşunu meydana getiren öğeleri hiç dikkate almaz. Bunun için felsefe
genel olana değil, özel olana, nesnel değil de, öznel olana yönelmelidir.56
Kierkegaard iki zaman olduğu tezini savunur: birincisi doğa bilimlerinin her şeyi
saniye, dakika ve saatlerle ölçtüğü nesnel zaman ikincisi ise; her şeyi varoluşun anları
ile ölçen öznel zaman’dır. Bu anlar alınyazısını belirleyen anlardır ama anlamsız olan
anlar da vardır. Soren “insan yaşamının değeri yaşadığı yılların sayısına göre değil,
ancak varoluş anlarının sayısına göre ölçülmelidir.” der. Ona göre zaman varoluşsal
anların önkoşuludur zamanı varoluşsal zaman olarak kabul ettiğimizde böylece varlık ve
zaman eşit kılınmış olur.
Doğruluğu öznel ve nesnel olmak üzere ikiye ayırır. Öznel açıdan doğruluk kendi
içini ortaya koymadır. Kişi onu ancak varoluş anında yaşarsa ortaya çıkar bu yüzden
başkasına bildirilmez. Varoluş felsefesinde bireyselliğin önemini savunur bu da kitle
içinde tek kişinin yok olmasına karşı oluşan protestodan kaynaklanır. Kişi olarak
herkes ayrıdır sadece kendisi ve tanrı karşısında sorumludur. Kişi yaşamını bundan
dolayı yalnızlık içinde sürdürür. Kitlenin doğruluğu ve ahlaklılığı ortadan
kaldırdığını savunur. Nietzsche gibi bireyin kişiliğinin kitle içinde kaybolduğunu
düşünür; yani demokrasi ve sosyalizmden nefret eder. Bireyler ile kurulu olan
kitlenin güç kazanmak için birleşen boş bireyler olduğunu savunmaktadır. Bu boş
bireylerle dolu kitlenin cinayet işlemek için saldırıya geçtiğini ancak alçakça geriye
çekildiğini cinayetin gerçekleştiği sırada herkesin orada olduğunu ancak cinayeti
kimsenin üstlenmediğini dile getirerek bir örnek verir. Ona göre sahici bir toplum
ancak yolu yalnızlıktan geçmiş bireylerin olgunlaşıp bir araya gelmesi ile
oluşabilir.57
Kierkegaard Avrupalı varoluşçulardan farklı olarak modern düşüncenin
kurucularından biridir. Varoluş aşamalarını üç bölümde özetler:
Bunlar estetik yaşam biçimi, ahlaksal yaşam biçimi, dinsel yaşam biçimidir. İnsanın
varoluşunu gerçekleştirmedeki ilk aşaması estetik yaşantıdır. Kişi kendini toplum
kurallarının dışında algılar, ona yabancılaşır ve onu eleştirir. İnsan estetik yaşantı
ekseninde dolaysız, kendi içinde yaşamayı seçer. Estetik yaşam biçiminde insan ne
ise odur. Ahlaksal yaşam biçimindeki insan, ne yaparsa odur; dinsel yaşam
biçimindeki insan tanrıya kesin biçimde boyun eğmiştir. 58
Jaspers; İnsan nedir? Bilim nedir? Aşkın olanın bilincine nasıl varılır? gibi
sorular sorarak insanı anlamada bilimin yetersiz kaldığı kanısına varır.
55 bkz. Akarsu, a.g.e., s. 193-7. 56 Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2000, s. 557. 57 bkz. Akarsu, a.g.e., s. 193-7 58 Çelik, Varoluş ve Roman , a.g.e., s. 3.
22
O gerçek dünyanın saçmalığı ve kavranamazlığının insanı içine çektiğini onu da
kendisi için anlaşılmaz kıldığını savunur. İnsan varoluşunun varlığı nesnel bilgi ile
anlaşılamayacağından insanın felsefe yoluyla kendini bilmesi de genel geçer bilgi ile
başarılamaz. Onun için felsefi inanç önemlidir ve Kant’ın şu sözüne katıldığını dile
getirir.<<İnanca yer açmak için bilgiyi ortadan kaldırmam gerekiyordu.>> der ve bu
görüşüyle inanç ve bilim arasında farklılık bulunduğunu bilimin inanç ve felsefe ile
ilgili bazı şeyleri açıklayamadığı ifade eder. İdeler ancak eylem haline getirilip
gerçekleştiğinde anlam kazanır. Ahlaklılık bilimler karşısında üstünlüğe sahiptir.
İnsanın saygınlığı ve değeri ahlaklılığında bulunur. 59
Jaspers ve Kant varoluşçuluk hakkındaki bazı görüşleri bakımından benzerlik
gösterir. Kant üç ide olarak gösterdiği evren, ruh ve tanrı hakkında yapıtlarını oluşturur.
Bilimin nesnel ve sınırlı olduğunu varoluşçu değerler bakımından kesin bir doğruya
götürmediğini savunur. Bilimin özü açıklamada yetersiz kaldığını savunur.
Jaspers varlık sorununa eğilir. Jaspers Kant’a katıldığını söyler ve bilim bize tek
nesneyi gösterir ancak onun özünü göstermez, bilim nesneler üzerinde egemenlik
kurabilmemiz için teknik bilgiler verir ve ancak değere götürmez. Böylece bilimin
sınırı sorununa değinir. Bu sınırı Kant bilgi bakımından incelemiş Jaspers ise
varoluşsal anlam bakımından ele almıştır.60
Jaspers bu konudaki fikirlerini ayrıntılı açıklayarak, düşüncelerini şöyle dile
getirir:
Örneğin varlık sorusunu sorduğumda birçok varlık çıkar karşıma. Hepsi de benim
için nesnedir, bu da nesne-varlık başlığı altına konur. Ama bu objektsein’la bütün
varlıklar tüketilmiş olmaz; bütün bu nesnelerin karşısında nesne olmayan bir şey
olarak her zaman ben bulunurum kendimi kavramayı denediğimde de, kendimi
kendime nesne yapsam da kendimin nesne olduğum ben olarak yine buradayım. Bu
nesne-varlığın zorunlu bağlılaşık kavramı ben-varlık ya da ‘özne-varlık’tır. Varlığı
kendimde kavramaya çalışınca onu kendim için bir nesne yapıyorum ve onu nesne-
varlığa dönüştürmüş oluyorum. Böylece üç varlık biçimi çıkıyor ortaya: sınır
kavram olarak kavranan kendinde varlık, göreli olan nesne-varlık ve nesnel olmayan
ben-varlık.”61
Bu ifadesiyle Jaspers bilimin varlığın anlam sorununu açıklamada yetersiz
kaldığını; insanların kaygı, güvensizlik, tehlike gibi duygularını açıklayamadığını
savunur.Jaspers felsefe ve bilim arasındaki farkı şu şekilde açıklar:
Bilimler nesnel felsefe ise kişiseldir. Bilim bilgiyi erek olarak koyarken felsefe
bilinebilir olanı aşar; bilim genel akla yönelir felsefe ise bireyseldir. Bilimler nesne
bağlantıları ile ilgili iken; felsefe eylemlerimizin kaynağına odaklanır. Bilim zorunlu
bilgiyi temellendirir, felsefe ise bunu aşarak özgürlüğe götürür. Bilim tüm insanlık
için genel geçer olan bilgi ve doğa yasalarına sahiptir ancak felsefe ise bir defalık
varoluş ile ilgilenir. Evrende yönelme sayesinde insan nesneleri araştırır ve kendinin
bu nesnelerden farklı olduğu sonucuna vararak soru sorarak yüzeyden derine doğru
bir yönelme ile varoluş atılımına cesaret eder.
59 bkz. Akarsu, a.g.e., s. 198 60 bkz. Akarsu, a.g.e., s. 199-200 61 Akarsu, a.g.e., s. 200-1.
23
Sınırsız bilme isteği ile birlikte insan varoluşa açılma sürecine başlar. O
varoluşun özel bir tanımının olmadığını savunur. Çünkü varoluştan nesnel anlamda
bahsedilemez.
Bir cins kavramı olarak varoluş diye bir şey yoktur, tek tek varoluşlar vardır
yalnızca. Varoluşu en iyi <<dasein>> la (burada varlık) <<bewusstsein>> ı ( bilen-
varlık = bilinç ) birbiri karşısına koyarsak anlarız. Jaspers’a göre; insanın her
şeyden önce bir <<dasein>> ı burada oluşu vardır: İnsan bir evren parçasıdır,
nesneler arasında bir nesnedir, kendisi de doğa biliminin konusudur. Ama insanın
bir de bilinci vardır, yani dış dünyanın nesnelerini bilinç-nesneleri olarak yeniden
yaratabilme olanağı vardır. Nesnelerin kendileri için bir bilinci yoktur, ama bilinir
kılınabilirler. İnsan <<dasein>> ı ile henüz bir <<existenz>> (varoluş) değildir, ama
existenz yapılabilir. Existenz-olma kendisi-olma ya da insan- olmadır. Varoluş
insandaki bireysel çekirdektir. Ussal kavramlarla kavranamaz, bir olanak olarak
yalın yaşama eşlik eder.62
Jaspers varoluşçuluğu insanın gerçekten kendisi olma durumu olarak kabul eder.
İnsan ancak özgürlüğü sayesinde ve eylemleriyle gerçek kimliğine ulaşır. İnsanların eşit
olamdığını savunur ve parti ya da kilise gibi siyasi ve dini yaptırımlarla insanların
birlikte hareket edip aynı düşünceyi benimsemesine karşı çıkar. İnsan özgür iradesi ile
karar vererek bu sorumluluğu alabilir ve bu sayede olmak istediği kişi olur.
Jaspers’a göre varoluş, insanın gerçekten kendisi olma durumudur. Bu da sadece
özgür ve koşulsuz karar ile gerçekleştirilebilir. Var olmak yalnızca bilmekle olmaz
eylemle var olunur. İnsan gerçek kimliğine, kendi olmaya ancak başka varoluşlar ile
tinsel iletişim sayesinde ulaşır. Özgürlük en önemli etkendir. İnsanların eşit
olmasına karşıdır. İnsanlar psikolojik ve toplumsal olarak birbirleriyle eşit olamaz
ancak özgür olarak existenz olabilme şansı bakımından özgürdürler. Bu nedenle
parti ve kiliseye de karşı çıkmıştır. Yalnızlık, yüreklilik ve savaşım varoluşçu
iletişimde önemlidir. Olumsuz taraftan varoluşa gidilen sınır durumlar da vardır
bunlar rastlantı, alın yazısı şans gibi durumların yanı sıra acı çekme savaşma ve suç
da. Varoluş olmaya karar veren insan bunu nasıl başaracağını bilemeyerek iç
daralmasına düşer. Sürekli karar vermek zorunda kalır ve eylemlerinden
sorumludur.63
Alman bir filozof olan Martin Heidegger insanlar tarafından varoluşçu felsefenin
kurucusu olarak kabul edilir.
Ontoloji adı verilen Heidegger felsefesi insanı ‘ dünya içinde varoluş’ olarak ele alır.
İnsanın varlığı öz ya da dünyayı oluşturan diğer nesnelerle karşılıklı ilişki halinde
olan özne olarak açıklanamaz. Heidegger’e göre insan varlığını ‘dünya içinde
varoluş’tan alır, dünyanın varlığı ise varoluşun kendidir, varoluş ve dünya tek ve
aynı şeydir.”64
Heidegger felsefenin temel sorunu olduğunu düşündüğü varlık sorununa ışık
tutmak ister ve varlığın varoluşta araştırılması gerektiğini öne sürer.
Heidegger bazı insanların kendi gerçek varlıklarına yönelmekten korktuğunu, kitleler
içine kaçıp saklanarak yok olduğuna değinir.
62 Akarsu, a.g.e., s. 205. 63 Bkz. Akarsu, a.g.e., s. 205-12. 64 Geçtan, a.g.m., s. 13.
24
Bazı insanlar ise kendine yönelerek kendine özgü yaşar ve bu şekilde iki varlık
biçimi ortaya çıkar.Ona göre insan özgürlük içinde yarattığı ve gerçekleştirdiği yapı
planının kurucusudur. Bu tasarılar gelecekle ilgilidir ve böylece insan durmadan
ileriye doğru gider. İnsan sürekli belli sınırları aşarak gerçekleştirdiği tasarılara
atılır. Bundan dolayı insan yaşamı ileriye doğru giden bir süreç ve varoluş ise sürekli
bir aşmadır. Varlığın bütünlüğünde korku, vicdan ve ölüm gibi etmenlerin
bulunduğuna inanır. Dünyaya bırakılmışlık, fırlatılmışlık, iç daralması, kaygı ve
korkuya neden olur. İç daralması hiçlikle bağlantılıdır ve insan bu korku içinde
savunmasız kalarak yalnızlığa gömülür. İnsanlar bu sıkıntıdan kurtulmak için
kendilerini oyalama amaçlı günlük işlere sarılır. Ama bu sıkıntıyla mücadele etmeye
cesaret eden kimse kendi varoluşuna yönelebilir. 65
Heidegger’in Varoluşçu Ontolojisi adlı makalede şu görüşlere yer verilmiştir:
Heidegger felsefenin temel sorunu olarak gördüğü varlık felsefesine yönelir, ama
varlığı varoluşta arayarak. Varlığın araştırılması gereken yer varoluştur. Varoluştan
öz çıkarılmalıdır. İnsanın özü varoluşundadır. Öyleyse varoluştan yola çıkarak varlık
sorunu yeniden düzenlenmelidir. Buna göre bu felsefe eski, öz (essentia) felsefesine
karşıt olarak bir varoluş (existentia) felsefesidir. Almanca’da Dasein, genellikle
varoluş karşılığı kullanılır, yaşam anlamına da gelir. Ancak Heidegger bu terimlere
başka anlamlar vermiştir. Sözcükleri somut anlamlarına inerek kullanmıştır. Dasein,
insanla aynı anlama gelir Heidegger’in dilinde. İnsanın varlık sorusunu sormakla
doğrudan doğruya şu veya bu şekilde bir bağlantı kurduğu varlığın kendisini de
“Existenz” (varoluş) olarak adlandırır. Demek ki varoluş (existentia), insanın varlığı
ile bağlantı kurmasında belirir. Daha doğrusu yukarıdaki deyişle, insanın bağlantı
kurduğu varlığın kendisi varoluş oluyor. Bundan dolayı yalnızca insan burada
olandır, (Dasein), böylece de ancak insan varoluş (existenz) tur. Bundan böyle
varoluş felsefesinin çıkış noktası insandır Heidegger’ de. 66
İnsan sadece dünyada var olmakla yükümlü değildir başkaları ile de iletişim
halindedir. Dünyanın içinde birey ve beden olarak varolmanın yanında dış dünya ile de
ilişki halindedir. Her ne kadar yalnız bir bir olsa da dış dünya ve başkalarından
tamamen kopuk yaşayamaz. İnsanın gelişiminde başkaları da önemli rol oynar.
Her insan özünü yaşamın kendisine verdiği bir yığın olanaklarla biçimlendirir.
Bütün varlık biçimlerinin sözünü etmek olanaksızdır. Ama her insanın zorunlu
olarak içinde bulunduğu iki önemli varlık biçimi vardır, Heidegger’e göre
“Dünyanın içinde olmak” ve “Birlikte olmak.” Her insan varoluşu, dünyanın
varoluşuna bir göstergedir. Ben ve dış dünya birbirinden ayrılamaz.67
Heidegger’e göre; insanın dünyada var oluşu diğer nesne ve canlılardan farklıdır.
İnsanın dünyada oluşu bir nesnenin ya da bir hayvanın dünyada oluşu gibi değildir,
bir dünyayla karşılaşmadır. Dünyayla nasıl karşılaşıyoruz? Bilgi ile değil eylemle;
bir iş yaparak, kurarak, üreterek, yenileyerek, kaygılanarak dünyayla karşılaşıyoruz.
Eylem içinde ilgilendiğimiz kaygılandığımız şeye yöneliyoruz. Yöneldiğimiz şeyler
birer ‘alettirler’, her ‘alet’ de bir alet bütününe yöneliktir. Bütün bir alet bütününün
havale edildiği en yüksek doruk da insandır. İnsan bütün dünyanın havale
merkezidir. Örneğin; çekiç bir çivi çakma aletidir, çivi bir tahta parçasını
sağlamlaştırma aletidir, bir kulübenin tahtası ise insanların yağmurdan korunması
için bir ‘alettir’. Şimdiye dek insan dünyanın bir ürünüydü, artık dünya insanın
65 Bkz. Akarsu, a.g.e., s. 222-24. 66 Öykü H. Ergül, “Heidegger’in Varoluşçu Ontolojisi”, Uludağ Üniversitesi Kaygı Dergisi, 2003, s.1-2. 67 Ergül, a.g.m., s. 2.
25
‘işlevi’ haline gelmiştir. Dünya insan ürünüdür, insan yaratmasıdır. İnsan ortadan
kalkar kalkmaz, dünya da ortadan kalkar.68
Heidegger birlikte olma konusunda bizim varlığımızın başkalarının varlığına
katkıda bulunduğunu başkalarının da bizim varlığımızı etkilediğini dile getirir.
Kaygının da varoluşumuzda büyük bir öneme sahip olduğunu ve bizi eyleme zorladığını
ifade eder.
Her insanın zorunlu olarak içinde bulunduğu ikinci varlık biçimi de ‘birlikle
olma’dır. İnsan varoluşu yalnız dünyada gerçekleşmez, aynı zamanda öteki
insanlarla birlikte gerçekleşir. Öteki insanlar aynı zamanda bizimle birlikte
bulunurlar, bizim varlığımız öyleyse öteki insanların varoluşuna, birlikte olmaya da
bir göstergedir. Ama öteki insanlar bizim için bir “alet” değildir; elimizin altında
olmakla ilgimizi çeken bir alet değildir. Öteki insanlar kendileri için
kaygılandığımız, kendileri için ilgilendiğimiz bir varoluştur ancak bu kendileri için
kaygılanma, iyilikseverlik, sevecenlik anlamında değil, Heidegger’de kayıtsızlık,
başkalarına karşı savaşı dile getirir. Bu kaygı, insanın eylemleri için bir kaynaktır,
bir temeldir. Herhangi bir kaygısı olmazsa hiçbir eylemde bulunamaz insan. İnsan,
varlığı yapısı gereği hep birlikte yaşadığı insanlar arasında bulunur. Birlikte
yaşanılan insanlar ancak bizim varlığımızın “birlikte olan” bir varlık oluşu ile
olanaklıdır. Birliktelik, insanlarla birlikte olma; bizim kendi olma benimizin
toplumsal yönüdür ancak. Birlikte olma, her insan varoluşunun zorunlu bir varlık
biçimidir.69
Heidegger insanın olmadığı bir dünyanın gerçek olarak kabul edilemeyeceğini,
anlamsız olacağını düşünmektedir. İnsanın dünya içinde bir varlık olarak başkaları ile
olan somut ilişkisinin önemi oldukça fazladır.
Heidegger’e göre insan ‘dünya-içinde-varlık’tır. İnsanın olmadığı yerde dünyanın
realitesi yoktur. Bu duruma göre insan varlığının ‘dünya içinde varlık’ olduğunu
söylemek insanı reel varlığını, bütün konkre bağlantılarının temeli olan ‘şahıs-
dünya’ bağlantısı ile tanımlamak demektir. İnsan ayraç içine alınarak, içinde
yaşadığı dünyadan kopartılmıştır. Heidegger’e göre insan varlığı dünya içinde varlık
olma özelliğine sahiptir. Bu özellik ise insanın dünya içinde yasayan bir varlık
olarak somut ilişkilerinin önemini vurgular.70
Heidegger insanın dünyada olmasını bilinmeyen bir güce bağlar. İnsan dünyaya
fırlatılmıştır. Bu nedenle bu dünya insana ait değildir ve insan bu dünyaya yabancı ve
uzaktır. Bu dünyaya uyum sağlamada oldukça güçlük çeker.
Varlığın ancak bilgide ortaya çıktığını sanması eski felsefenin bir yanılmasıdır ona
göre. Varlık daha çok ruh durumlarında ortaya çıkar. Bu ruh durumlarımızı
dinlersek yalnız ne olduğumuz değil, ne olmakta olduğumuz da kendini bize açar.
Varlığımızın (burada oluşumuzun) nereden gelip nereye gittiği bize kapalı kalmıştır.
Varlığımız (burada olma- Dasein) rastlantısal olarak ve kopuk kopuk açılır bize ve
burada olmamızın kendi kökenimiz olmadığını görürüz. Bilinmeyen bir güce,
tanrıya, demona, alın yazısına bağlıdır bizim “burada olmamız” (sein). Bu
bilinmeyen güç bizi buraya fırlatmıştır. İnsanın bırakılmışlığı, atılmışlığı,
68 Ergül, a.g.m., s. 2. 69 Ergül, a.g.m., s. 3. 70 Selma Cömert, Jean Paul Sartre Felsefesinde “Kendisi için Varlık’ın Yeri, Muğla Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, (Yüksek Lisans Tezi), Muğla 2007, s. 30.
26
fırlatılmışlığı burada bulunur. “Burada” içimizden her birinin yaşamakta olduğu yer
ve zamandır, iç durumlar ve dış durumlardır. Öyleyse her birimizin içinde
bulunduğu durumlardır. Burada oluşumuz (Dasein) bize yalnızca zorlanmıştır.
Bundan dolayı bizim içine konduğumuz dünya bizim dünyamız değildir. O bize
yabancıdır, bizden uzak ve düşmancadır.71
Heidegger, Varlık ve Zaman adlı kitabında otantik insan (dasain) diye bir
kavramı açıklar. Dasain dünyada bulunan insanın kendisidir. İnsanın dünyayı
bilmemesinden kaynaklanan bir endişe içinde olduğunu düşünür.
İnsan nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilemeyendir. O dünyaya gelmeye
istekli ya da isteksiz değildir; bu olay onun dışında gelişmiştir. İnsan doğduğu
dünyaya diğer insan ve varlıklar yoluyla bir değer katmaya çalışandır. Dasain sürekli
endişe içindedir. Çünkü neden sorumlu olduğuna ve yaşamı nasıl sürdürmesi
gerektiğine yönelik bir bilgisi yoktur. Kendine özgü olan otantik insan sanayi
devriminin gerçekleşmesiyle giderek makineleşmiştir. İnsanın bu durumdan
kurtulmasının tek yolu, kendiyle yüzleşerek özgün bir varlık olduğunu yeniden
hatırlamasıdır.72
Heidegger insanın bu dünyayı anlama ile kavrayabileceğini bunu da ancak
yaparak yaşayarak elde edebileceğini ifade eder. İnsan kendi yaşamını tasarlayan,
yaratan ve gerçekleştiren bir bireydir ve sürekli olarak bir üst kademeye yükselme aşma
durumu ile karşılaşır.
Heidegger’ e göre insan anlama ile bu dünyaya bırakılmış varlığın özelliğini
kavrayabilir ancak anlama Heidegger felsefesinde anlama anlamına gelmez, önde
bulunan, yöneten anlamına gelir; anlamak tanımak, bilmek anlamına gelmez,
yapabilmek anlamına gelir. Kimi yapabildiği işi anlar varoluş (existenz) da bir
yapabilmedir. Varlığın kendi olanaklarını tasarlayabilen, yaratabilen ve
gerçekleştirebilen kimse bununla ‘anladığını’ gösterir. Kendini tanıma öyleyse,
kendi üzerinde kılı kırk yararak düşünmekle olmaz, tam tersine kendi gücünü
deneyerek ne kadar başarabileceğini anlamakla, denemekle olur. Öyleyse insan
özgürlük içinde yarattığı ve gerçekleştirdiği kendi yapı planının kurucusudur.
Kendinin yapı planını insan kendisi kurar, bu planı özgürlük içinde tasarlar ve
gerçekleştirir. Bu tasarlamaların hepsi de geleceğe yöneldiğinden, insan durmadan
ileriye doğru gider. Bu geleceğe yönelen erek ancak, insan varoluşunu anlaşılır kılar.
İnsan durmadan beni sınırları aşıp gerçekleştirebilecek olan tasarılara atılır. Varoluş
sürekli bir aşmadır.73
Heidegger’e göre, varlığın temeli korku, vicdan ve ölüm ile ilişkilendirilir.
Bunların hepsi bir bütün halinde ele alınır.
Durum’ bize varlığı ‘bırakılmışlık’, ‘fırlatılmışlık’ olarak göstermişti. Bunun da ürküntü ya
da iç daralması diyebileceğimiz belirsiz bir korku (angst) doğar. Bu iç daralması, bu
kaygılı korku sıradan korkuyla aynı şey değildir. Korkuda belli bir tehlike karşısında
çekiniriz. İç daralmasında ise belli bir şeyden dolayı değil, kendi kendimiz için çekiniriz:
Bu, varlık karşısında ve varlık için çekinmedir. Heidegger’e göre iç daralması, insan"
hiçlik (nichts) uçurumunun önüne koymuştur. İç daralması ile hiçlik birbirine bağlıdır.
71 Ergül, a.g.m., s. 4. 72Çelik, Varoluş ve Roman, a.g.e., s. 3. 73Ergül, a.g.m., s. 4.
27
Ancak hiçlik uçurumu üzerine salınmış olan kimse, kendi varlığı için kaygılanmış olan
kimse, var olanın dar sınırını aşıp varlığa adım atabilir.74
Heiddegger varlığın temelini oluşturan bir diğer unsuru ‘vicdan’ olarak ele alır.
Ancak o bundan biyolojik anlamda bir doğa uyarısı ya da dinsel anlamda bir ‘Tanrı’
sesini kastetmez. Ona göre, ancak insanda kaygı var oldukça vicdan da gelişebilir.
Bu ses bizi ‘onlar’ alanının günlük işlerine düşmemek için uyarıyor ve bizi yeniden
kendi benliğimize, kendi özgürlüğümüze dönmeye çağırıyor. Bu, insanın özgür
eylemidir. Vicdanın derinliği de, yüksekliği de buradadır. Vicdan insana suçunu
bildirir. Bu suç burada olanın kendisindedir. Kant ‘yapmam gerekir, çünkü
yapabilirim’ diyordu. Heidegger ise yapabilirim, ama yapmam diyor.75
Heidegger’e varoluşçu felsefenin önemli unsurlarından birisi de ölümdür. Bu
olguyu insan kendisi yerine getirir. Ölüm yaşama anlam veren, tüm olanakların sona
erdiği bir durum ve varoluşun sona erdiği bir evredir.
Ölüm, insan varlığının bütün olanakları arasında en gerçek olanıdır: Ölüm bir
başkası tarafından yerine getirilemez, bunu herkes kendisi başarır. Ölüm aşılamaz
bir şeydir, çünkü ölümle bütün olanaklar biter. İnsan ölüme giden bir varlıktır. Ölüm
var olur olmaz insanı aşan bir biçim almaktadır. Ancak böylece insanın burada
oluşunun her dakikası ölümle içten biçim alır. İlkin ölüm, yaşamı bir bütünlük, bir
birlik haline getirir; ikinci olarak, ancak ölüm yaşama anlam verir. Ölüm olmasaydı
hiçbir şeye bağlayamazdık. Ama ölümün ne zaman geleceğini bilmiyoruz. Her an
gelebileceği için yaşamın anlamı her an gerçekleştirilmelidir. Herkes ölecektir, bunu
herkes bilir. Ama insan ölüm korkusunu günlük işler arasında uzaklaştırmaya çalışır.
Aslında bütün bunlar kendi ölümü karşısında korkakça bir kaçmadır. Ama kendi
ölümünü göz önünde tutan ve yine de sağlam kalan kendini sağlam tutan, kendi
varoluşuna doğru açılabilir.76
Varoluşçu felsefe ile bağlantılı olan bir diğer felsefi kuram da nihilizm’dir.
Nihilizm’in en önemli temsilcisi Nietzsche’dir.
Felsefede nihilizm, hiçbir şeyin var olmadığını, hiçbir şeyin bilinemeyeceğini
savunan görüştür. Nihilizm hem bilgi felsefesiyle, hem değer felsefesiyle hem de
varlık felsefesiyle ilgili bir öğretidir. Nihilizm öğretisi, bilgi felsefesinde her tür
bilginin bir aldanma olduğunu, bilginin olmadığını; ahlak felsefesinde insan
eylemlerini belirleyen değerlerin olmadığını; varlık felsefesinde hiçbir şeyin var
olmadığını savunur.77Var olan değerlere, düzene karşı çıkar ve hiçbir değer tanımaz.
Nietzsche, modern insanın benimsediği değerlerin geleneksel dayanaklarının
çöktüğünü söyler. Bu nedenle eski değerler bırakılıp, bütün değerler yeniden
kurulmalıdır. Bunu yapacak olan da güç istenci ile üstün insandır. İnsan değer
yaratabildiği ölçüde üstün insan olarak özgürdür. Ona göre insanlar güçlüler ve
zayıflar diye ikiye ayrılırlar. Egemen ahlaki belirleyen bireyin güçlü veya zayıf
olmasıdır. Mevcut ahlak sistemini zayıf insanlar oluşturmuştur, bu ahlak sistemi
köle ahlakıdır. Köle ahlakı insanların zayıflıklarını ön plana çıkaran, yaşam gücünün
eksilmesine sebep olan ahlaktır. Bu ahlakın karşısında güçlü insanların oluşturduğu
efendi ahlakı vardır. Efendi ahlakı güç istenciyle oluşan üstün insan ahlakıdır. Üstün
insan çağının her türlü kokuşmuş değerlerini reddeden, kendisini aşmış ve yeni
74Ergül, a.g.m., s. 5. 75 Ergül, a.g.m., s. 6. 76 Ergül, a.g.m., s. 6. 77 “Nihilizm”, http://www.felsefe.gen.tr/felsefe_akimlari/nihilizm_hiccilik_nedir_ne_demektir
(15.01.2017).
28
değerler oluşturabilme gücüne sahip insandır. Kendi değerini kendisi oluşturabilen
insan kendi ahlakını kendi oluşturur. Bu nedenle evrensel ahlak anlayışı olamaz.78
Geleneksel varoluşçuluk ile fenomenolojinin birleşmesi ile modern varoluşçuluk
oluşur. Fenomenoloji varoluşçu felsefe ile benzer özellikleri bulunan ve ilişkisi olan
felsefi öğretidir.
Fenomenoloji, insan varoluşunu konu edinen araştırmasını sürdürmek durumunda
olan varoluşçu filozofa ihtiyaç duyacağı bir yöntemi vermiştir. Varoluşçu filozoflar
için önemli olan şey bireyin somut olarak ele alınmasıdır. İnsan varlığına somut bir
yaklaşımın önceliğini savunan varoluşçu filozoflar bir olayın nesnel bir biçimde
anlatılmasına değil, bu olayı bir insanın nasıl yaşadığına önem verirler. Böyle bir
yaklaşım da betimlemeye dayalı bir yöntemi gerekli kılar. İşte bu yöntem de
fenomenolojidir.79
On yedinci yüzyıldan beri var olan varoluşçu felsefe, yirminci yüzyılda Sartre ile
popüler hale gelmiştir.
Sartre'ın varoluşçu felsefesinde önemli olan şey “insanın önceden-tanımlanmamış
bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını, ya da tanımını kendi
kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri
onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, "varoluş özden önce gelir" sözünün
anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü
kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya
koyacaktır. Kahraman ya da alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir
sonuçtur. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak
şekillendirildiği, ama bunun da siyasalı yadsımayan bir etik olduğu görülür.” 80
Sartre’a göre insan her ne kadar yalnız bir birey olarak dünyaya gelse de. Diğer
insanlar ile birlikte yaşamak zorundadır.
İnsan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve
bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır yaşamı boyunca. İşte bu
kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre
varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen
karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Özgürlük ve bağımlılık
arasında tuhaf bir ilişki kurulur bu felsefede, öyle ki, insan kendi özgürlüğüne de
mahkûm edilmiştir, denilir. Kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlüğünü
gerçekleştirmek zorundadır.”81
Sartre kendini tanrıtanımaz varoluşçu filozof olarak tanımlar ve bunu şu sözlerle
açıklar:
Eğer Tanrı yoksa hiç olmazsa «Varoluşu özden önce gelen» bir varlık vardır. Bu
varlık, bir kavrama göre tanımlanmazdan, belirlenmezden önce de vardır. Bu varlık
insandır. Heidegger’in deyişiyle, «insan gerçeği» dir. Varoluş özden önce gelir. İyi
78 “Nihilizm”, http://www.felsefe.gen.tr/felsefe_akimlari/nihilizm_hiccilik_nedir_ne_demektir (15.01.2017). 79 Selma Cömert, “Jean Paul Sartre Felsefesinde “Kendisi için Varlık’ın Yeri”, Muğla Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yüksek Lisans Tezi), Muğla 2007, s. 33. 80 “Sartre'ın Varoluşçu Felsefesi”, https://tr.wikipedia.org/wiki/Jean-Paul_Sartre, (05.01. 2017). 81 “Sartre'ın Varoluşçu Felsefesi”, https://tr.wikipedia.org/wiki/Jean-Paul_Sartre, (05.01. 2017).
29
ama ne demektir bu? Şu demektir: İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir,
var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır.”82
Sartre sadece bilinçli bir varlık olan insanda varoluşun önce geldiğini ve özün
varoluştan sonra geldiğini savunur. Öz ve varoluşu şöyle bir örnek vererek açıklar:
Sartre’a göre “… Her nesnenin bir özü, bir de varlığı vardır. Öz sürekli nitelikler
topluluğu demektir. Varlık( ya da varoluş) ise dünyada etkin (aktif ) olarak bulunuş
demektir. Çoğu kimseler özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanırlar. Örneğin
bezelyeler bir bezelye düşüncesine göre yerden biter, yuvarlaklaşırlar. Hıyarlar
ancak hıyarlık özüne uyarak hıyar olurlar. Bu düşünüş köklerini dinden alır. Bir ev
kurmak isteyen kimsenin, ne biçim bir nesne yaratmak istediğini iyice bilmesi
gerekir. Burada öz varoluştan önce gelir. İnsanları tanrının yarattığını düşünen
kimselerse şöyle düşünürler: Tanrı insanları kendindeki insan düşüncesine göre var
eder. Öte yandan inançsız kimseler de şu geleneksel görüşe bağlanırlar: Nesne ancak
özüne uyduğu zaman var olur. Nitekim 18.yy. hep şuna inandı: bütün insanlara özgü
(has) ortak bir öz vardır; bu değişmez özün adı ‘insan doğası’ dır.”83
Özün varoluştan önce geldiğine inananların aksine Sartre’ın görüşü şöyledir:
“İnsanda varoluş önce gelir. İnsan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. Çünkü o
özünü kendi yaratır. İnsan dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş
kendini belirler. Bu belirlenme yolu hiç kapanmaz her zaman açıktır…” 84
Heiennemann da varoluşçuluğun gerçek bir tanımının yapılamayacağını öner
sürer. Çünkü varoluşçuluk sözcüğünü kucaklayan tek bir öz, tek ve değişikliğe
uğramayan bir felsefe yoktur. Sosyalistler bu konuda şöyle bir görüşü savunur:
Makinenin getirdiği toplumsal üretim düzeniyle bireysel mülkiyet düzeni arasındaki
çelişmenin kişiyi tedirgin ettiğini, iki düzen arasında bir uyarlık sağlanamaması
insanı gittikçe kendine kendine yabancı, saçma, ezici, güvensiz, anlamsız bir
ortamda hiçlikle karşı karşıya yaşamak zorunda bırakır. Bu durumda birey yavaş
yavaş kişiliğinden yoksun kalır, topluma yabancılaşır, yalnızlaşır ve bunalıma
sürüklenir.85
Sartre aynı zamanda Heiddegger’in ‘existentialia’ dediği insanın varoluşunun
temel aşamaları olan duyumsama, anlama ve konuşma’yı da benimser. Bunun dışında
tıpkı Heidegger gibi insanın dünyaya fırlatıldığını, yani dünyaya doğrudan verildiğini
savunur. Sartre'ın felsefe düzeni varlıkbilim (ontologie), ve törebilim (ethique) olmak
üzere ikiye ayrılmaktadır.
Ne var ki, şimdiye değin önde giden hep varlıkbilim oldu. İlkin varlık ile Hiçlik’ in
yayınlanması da bunu gösterir. Sartre'ın romanları da felsefi gibidir: Romanlar önce
bir gerçeğin anlatımı, sonra da bir davranışın doğrulanışıdır. Dünyanın yansıtılması
acaba insanın amansız bir tablosunu yapmak mı demektir? Elbette, öyle demektir.
Çürük bir toprağa temel atmaktan çekiniriz: Descartes bozulmaz bir kesinliğe
82 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 39. 83 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 8. 84 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 9. 85 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 10.
30
varmak için kuşku gösterir, ancak bu amaçla toprağın altını üstüne getirirdi. Onun
gibi Sartre da yaşamamıza bir dayanak bulup bulamayacağımızı öğrenmemiz için
bütün umutsuzlukla nedenlerini önümüze serer, hepsini inceden inceye gözden
geçirir.86
Sartre’a göre endişe içindeki insan, ölümü benimser; buna rağmen yaşamını
değerli ve anlamlı görür.”87 Sartre’a göre “insan nedensiz, zorunsuz anlamsız bir varlık
haline gelir. Geçmişsiz desteksiz yapayalnız bir varlık. Tarih denen arabaya hayvanca
koşulmuş, savaşı ve ölümü bekleyen bir varlık...88
Doğmuş olduğumuzu ve yaşamın bir gün ereceğini biliriz. Ölümün kaçınılmaz
olması yokluk ve hiçlik duygusunu yaratır ve işte bu bunalım insanı doyumlu ve
anlamlı bir biçimde yaşayıp yaşamadığı konusunda kaygılandırır. Böylece varoluşçu
öğreti her insanın varlığına sahip çıkmasının, tüm sorumluluğu kendi omuzlarına
almalarının özgür bir yaşam için gerekliliğini ortaya koymaktadır. İnsan yalnız
kendinden sorumludur denildiğinde amaç onun yalnız öznel kişiliğinden sorumlu
olduğu değil, bütün insanlardan sorumlu bulunduğudur diyen Sartre insanın evren
içindeki biçimini belirleyerek varoluşçuluk akımının öznellikle suçlanmasına karşı
savunmada bulunmuştur.89
1.1.4. Varoluşçuluğun Temel İlkeleri
Natanson varoluşçuluğun yedi aşamadan oluştuğunu savunur. Ona göre, korku,
endişe, acı, yalnızlık, seçim, otantiklik ve ölüm varoluşçuluğu tanımlamada
karşılaştığımız önemli ilkelerden bazılarıdır.
Gerçekte varoluşçuluk, her şeyden önce, bir felsefi öğretidir. Başlıca iki kanadı
vardır: Karl Jaspers ile Gabriel Marcel öğretinin Hıristiyan kanadını, Heidegger ile
Sartre tanrıtanımaz kanadını temsil ederler. Ama ikisinin de çıkış noktası aynıdır:
Varlık özden önce gelir; Yani, insanüstüne düşünme öznellikten kalkılarak
yürütülür. Bu bakımdan, varoluşçuluk XVII. Yüzyılın klasik felsefesinden ayrılır.
Bilindiği üzere, klasik felsefeye göre, Tanrı insanı yaratmazdan önce özünü ortaya
koymuştur: Tıpkı bir sanatçının kafasındaki kavrama göre bir şeyi yapması gibi...
Özün varoluştan önce gelmesi düşüncesi XVIII. yüzyıl felsefesinde de Tanrı
inancının yaşamasını sağlamıştır.90
Sartre’ın Varoluşçuluk adlı eserinde tanrıtanımaz varoluşçuluğun bazı
özelliklerine değinilmektedir. Varoluşçuluk’un temeli insanın kökten özgürlüğüne
dayanmaktadır.
Varoluşçuluğun tanrıtanımaz kanadı ise, varoluşun özden önce geldiğini kabul
ettiğinden, tanrısızlığın bütün sonuçlarını üstlenmektedir. Ona bakılırsa, «insan
doğası» diye bir şey yoktur; insan kendini nasıl yapıyorsa öyledir; varlığının temel
seçmesi olan bir tasarıyla önce kendini belirler ve sonra gidişatının bütünü içinde
86 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 112. 87 Çelik, Varoluş ve Roman , a.g.e., s. 3. 88 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 10. 89 Geçtan, a.g.m., s.14. 90 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 101-2.
31
ortaya çıkar. Bu tasarıyla insan, kendini seçerken bütün insanları da seçmiş olur.
Çünkü o tasarıyla, gerçekleştirmesi gereken bir insan imgesi kurar. Onun için seçme
bir değerlendirmedir. Böylece, her insan her an bütün insanlığa bağlanır. İşte,
varoluşçuların bunaltıyı özgürlük içinde bırakılmışlığın bir belirtisi gibi görmeleri
bundandır. Bunaltı gelip bir yerde sorumluluk duygusuna yani eyleme ve ahlaka
dayanır. Varoluşçuluk, ahlakı bir nesnel değerler üzerine değil, insanın kökten
özgürlüğüne yaslandırır: <<İnsan özgür olmaya mahkûmdur.» 91
Varoluşçuluğun ilk çıkış zamanını Yunan mitolojisi ile ilişkilendiren bilgiler de
mevcuttur:
Yunan mitolojisi, dünya üzerindeki gücünü babasını alt ederek ele geçirmiş olan ve
babası Uranus için hazırlamış olduğu yazgıdan kurtulmak amacıyla, çocuklarını,
onlar doğduktan sonra, öldürmüş ve yemiş olan, Titanların başı Kronos'tan söz eder.
Kronos'un {khronos Yunancada zaman anlamına gelir.), aynı anda yaratılanın hem
yaratıcısı ve hem de yıkıcısı olarak, zamanın cisimleşmesi olduğu, onun çocuklarıyla
olan ilişkisinin ise zamanın özünü mecazi olarak dile getirdiği kabul edilir. Mutlu ya
da mutsuz her olay, yaşama ve varlığa zaman tarafından getirilir, ancak o, var
olmaya başlar başlamaz, geçmişe itilir ve var olmaya devam etmez.
Zaman, varoluşçu felsefede önemli bir kavramdır. Zamanın göreceliği ve
bireyselliği konusunda felsefe kitabında şu görüşlere yer verilir. Her kişi ayrı bir
bireydir. Bireyler arası farklılıklar vardır. Çağımızda bireysellik ön planda olmak
zorundadır. Geçmişte kalan varlıkların var olmaya devam edip etmediği sorusuna şöyle
yanıt verilir:
Ancak geçmiş bir şey haline gelenin var olmaya devam etmemesi söz konusu
mudur? Belki de o aynı halde devam eder ve var olur; yalnızca, yol kenarındaki
ağaçlar, biz yol boyunca yüksek bir hızla seyahat ederken gözden nasıl
kayboluyorsa, aynen o şekilde gözlerimizden kaçmıştı". Belki de, görüşümüz bize
yolu yalnızca dikey olarak görme şansı sağlayıp, yalnızca üzerinden geçmekte
olduğumuz şeyleri görme olanağı veren bir perde tarafından sınırlandığı için,
üzerinde yaşamlarımızın akışına karşılık gelen halinin açıldığı bu yol boyunca her
şeyi göremeyen biziz. Belki görüşü bu tür bir perdeyle sınırlanmamış başka bir
varlık, şimdi üzerinden geçmekte olduğumuz şeylere ek olarak, üzerinden daha önce
geçmiş olduğumuz şeyleri ve aynı zamanda yolumuz üzerinde bizi bekleyen şeyleri
de görebilir. Öyleyse, bizim şimdiye atfettiğimiz ayrıcalıklı konum, bizim şimdi
olanla olmuş olan ya da olacak olan arasında yaptığımız ayrım, belki de insanların
dünyaya kendilerine özgü bakış tarzının sonucudur. Gerçek dünyada şimdi olan,
daha önce olmuş olan ve gelecekte olacak olanın varoluş tarzı arasında hiçbir fark
olmayabilir-. Geçmiş, şimdi ve gelecek belki de dünyanın başlangıcından itibaren
hazırdır ve bizim onların varoluşları bakımından tasarladığınız farklılık, yalnızca
zihinlerinizin düzenlenişiyle ilgili olan yalnızca, öznel bir farklılıktır. 92
İngiliz filozof olan Berkeley idealizmin temsilcilerinden biridir. Varolan
nesnelerin çeşitli durumlarda insana farklı görünebileceğini düşünür. Ona göre bu
nesneler insanın çeşitli algı durumlarına göre değişiklik göstermektedir. İnsanın günlük
yaşamında ve roman kahramanlarının başından geçen olaylarda da dünyaya ait olan bu
91 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 101-2. 92 Kazimierz Adjukiewicz, a.g.e., s.146-47.
32
nesnel maddeler ve çevre insanın algısı ile değişiklik gösteren varlıklardır. Bu şekilde
insan bireysel farkındalığı ve göreceliği ile çevredeki olaylara ve nesnelere bu şekilde
bakmaktadır. Berkeley verdiği kâğıt örneği ile bunu şu şekilde açıklar.
Genellikle duyumsal algı sürecinde bizim zihin dışı nesnelerle, yani içkin olmayan
nesnelerle tanıştığımız düşünülür. Üzerine yazı yazmakta olduğum bir kâğıt
yaprağına baktığım zaman, görme duyumuyla ne algılarım? Diye sorar Berkeley.
Kimi yerlerinde mavi çizgilerle kaplı olan, dikdörtgen şeklindeki bir yüzeyi
algılarım. Algımın nesnesi, en azından algımın doğrudan ve aracısız nesnesi, yani
gerçekte gördüğüm şeyin oluşturduğu temel üzerinde var olduğunu varsaydığımız
nesne değil de, gerçekten gömlekte olduğum nesne, bu yüzey ve yalnızca bu
yüzeydir. Ancak algımın tek nesnesi olan bu beyaz yüzey nedir? O algısal
donanımımızdan bağımsız olan nesnel bir şey midir? Söz konusu beyaz yüzey
algısal donanımımızdan bağımsız olan nesnel (objektif) bir şey olsaydı eğer, o
algısal donanımımdaki değişmelerin sonucu olarak değişmeyecekti. Oysa aynı beyaz
yüzey, parmaklarımla gözlerimden birine hafif bir baskı yaptığım zaman, iki tane
olacaktır. O, kendisine bakmaktan geri durur ve kırmızı ışıklarla aydınlatılmış bu
odaya girer ve daha sonra ona beyaz ışıkta bakmak için geri dönersem, beyazdan
yeşile dönüşecektir, İncelenen yüzey ona, yakından baktığım zaman farklı, buna
karşın ona uzaktan baktığım zaman, daha farklı hale gelir. Aynı beyaz yüzey, ben bir
miyopsam, ona gözlükler aracılığıyla baktığım zaman başka, buna karın ona çıplak
gözle baktığım zaman başka görünür. Bütün bunlar, Berkeley'e göre, söz konusu
kâğıt yaprağına baktığım zaman gördüğüm bu beyaz yüzeyin benim öznel
izlenimimden başka hiçbir şey olmadığını kanıtlar. Gözlerimle gerçekte başka hiçbir
şeyi değil de, bu yüzeyi algıladığım için, duyumsal algımın tek nesnesi kendi
izlenimim belli bir deney, belli bir içkin üründür.93
Aşkınlığın iki anlamı hakkında şöyle yorumlar yapılmıştır:
Bu bölümün başlığında dile getirilen problem bilen öznenin bilme eyleminde,
kendisinin ötesine geçip geçemeyeceği, kendi sınırlarını aşıp aşamayacağı
problemidir. İngilizce "ötesine geçme, aşma" ifadesinin Latincedeki karşılığı
transcendere sözcüğü olduğundan, burada ana hatlarını çizdiğimiz probleme
aşkınlık problemi, bilen öznenin sınırlarının ötesinde kalan nesnelere de
transsendental nesneler adı verilir. Bilen öznenin bilme eyleminde kendi sınırlarının
ötesine geçip geçemeyeceğini sorduğumuz zaman, bilen özneyle ilişkisi açısından
transsendental olan gerçekliğin bilgisinin olanaklı olup olmadığını soruyoruz
demektir. Ancak belli bir özneyle ilişkisi açısından transsendental olan gerçeklikle
anlatılmak istenen nedir? Bu terimin en azından iki farklı yorumu vardır ve bundan
dolayı bilginin sınırları problemi için de en azından iki farklı yorum söz konusudur.
Birinci yorumda, transsendental, bir başka deyişle bilen özneye dışsal olan nesneyle,
öznenin kendi zihinsel deneyi olmayan tüm nesneler kastedilmektedir.94
Öznenin kendi içkin bilginin sınırları probleminin ikinci yorumu hakkında şöyle
bir ifadeye başvurulur:
(…)”aşkın nesne” deyimine verilen ikinci anlamla bağlantılıdır. Bu ikinci anlam
içinde aşkın nesnelerle, düşüncenin gerçekten var olmayan nesnelerine karşı olarak
gerçekten var olan nesneleri anlatmak istiyoruz… Yine felsefe yapmayan sokaktaki
adam, düşüncenin gerçekten var olmayan nesneleri arasına, örneğin, mitolojik
varlıkları, yarısının keçi yarısının insan olduğuna inanılan yaratıkları, su perilerini,
ozanlar tarafından imgelenen olayları, v.b.’yi dâhil eder. Bununla birlikte, filozoflar
93 Adjukiewicz, a.g.e., s. 61-62. 94 Adjukiewicz, a.g.e., s. 59.
33
gerçekten var olanla yalnızca düşüncenin bir konstrüksiyonu olan arasında farklı
sınır çizgileri çizmeye eğilimlidirler; onlar, gündelik yaşamda en doğru gerçeklikler
oldukları düşünülen fiziksel ve zihinsel dünyaları, düşüncenin bir tür
konstrüksiyonları olarak görürler. Onlar için doğru gerçeklik, aşkın varlıklar
dünyası, kendilerine ilişkin olarak hiçbir şey bilmediğimiz ve hiçbir şey
söyleyemediğimiz bazı bilinemez "kendinde şeyler" den oluşur. Bilginin sınırlan
probleminin ikinci yorumu, "aşkın nesne" teriminin şimdi gördüğümüz ikinci
anlamıyla bağlantılıdır. Buradaki problem gerçekten varolan nesnelerin bilginin
kendilerine nüfuz edebileceği nesneler olup olmadıkları ya da bilginin yalnızca
düşüncenin gerçekte varolmayan konstrüksiyonlanyla ilgili olup olamayacağı
problemidir.95
Varoluşçuluğun önemli özelliklerinden bazıları şu şekilde sıralanabilir:
1. Varoluş özden önce gelir. (Existence precedes essence.) “Varoluş; olmak, ortaya
çıkmak anlamındadır. Öz ise ortaya çıkan ürünü yani sonucu ifade eder «Tanrı
yaratırken, neyi yarattığını çok iyi bilir» diye düşünürüz. Böylece, Tanrının ruhundaki
insan kavramını zanaatçının kafasındaki kâğıt keseceği kavramına benzetmiş oluruz.
Nasil ki Tanrı bir teknik kavrayışa göre insanı yaratıyorsa, zanaatçı da bir tanım ve
tekniğe göre kâğıt keseceğini yapar. Yani bireysel (individuel) insan, tanrısal anlakta
var olan belli bir kavramı gerçekleştirir.96
Sartre’a göre varoluşçuluğun özelliklerinden ilk olanı şu şekilde
yorumlanır:
VAROLUŞ ÖZDEN ÖNCE GELİR Peki, ne demektir bu? Ne anlamalıyız bu
sözden? Yapılmış bir nesneyi, sözgelişi bir kitabı ya da bir kâğıt keseceğini ele
alalım. Bu nesneyi bir kavramdan esinlenen (ilham alan) bir zanaatçı yapmıştır.
Zanaatçı onu yaparken bir yandan kâğıt keseceği kavramına, öbür yandan da bu
kavramla birleşen bir üretim tekniğine, bir yapış reçetesine başvurur. Böylece, kâğıt
keseceği hem belli bir biçimde yapılmış bir nesne, hem de belli bir işe yarayan bir
eşya olur. Neye yaradığını bilmeden kâğıt keseceği yapmaya kalkan bir kimse
tasarlanamaz. Bu demektir ki, kâğıt keseceğinin özü (yani onu yapmayı ve
tanımlamayı sağlayan reçetelerin, tekniklerin, niteliklerin hepsi) onun
varlaşmasından önce gelir. Karşımda şöyle bir kitabın ya da böyle bir kâğıt
keseceğinin bulunuşu önceden belirlenmiştir. Burada dünyanın teknik görümü
(vision) ile karşılaşıyoruz. Bu görüme bakarak, <<yapış, varoluştan önce gelir>>
diyebiliriz. Yaratıcı bir Tanrıyı bile çoğu zaman yüksek bir zanaatçı gibi tasarlarız.
Tanrıyı zanaatçıya benzetiriz.97
2. İnsanlar özne ve nesne konumunda olabilirler. Doğru “ben” i bulmak için otantik
(autentic) bir yaşama sahiptirler.
3. Hayattaki seçimlerimizdeki tüm sorumluluk bize aittir.
4. Kim ve ne olacağımıza tamamen biz karar verir ve seçimlerimizle birlikte özümüzü
“ben” i oluştururuz.
95 Adjukiewicz, a.g.e., s. 59. 96 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 38. 97 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 37-8.
34
Bir ressam bir tabloyu yaparken önceden belirleyemez. Sanat eserinin sanat
öğeleri taşıması için sanatçı resmini çizerken kendi özünü de resmine yansıtması
gerekir. Yani sanatçı resmini çizerken kendi kendini de oluşturarak, eserle hayatı bir
bütünlük içindedir.
Bir tablo yapan ressam, önceden konulmuş kurallara kulak asmıyor diye yerilir mi
hiç? Yapacağı tablonun ne olması gerektiği hiç söylenir mi ona? «Şöyle bir tablo
yapacaksın! denir mi? Denmez elbette! Yapılacak tablo önceden belirlenemez de
ondan. Sanatçı kendini tablosunun yapımına verir, bu yapım içinde bağlanır,
yükümlenir. Kaldı ki, yapılacak tablo da yapılmış olan tablodan başkası değildir
aslında. Başka bir deyimle, önsel (deney öncesi) estetik değerler yoktur. Ancak, eser
bitince tablonun birlik ve uyarlığında, yaratma istemiyle sonuç arasındaki ilişkide
görülen değerler vardır. Kimse yarınki resmin ne olacağını şimdiden söyleyemez.
Ancak önüne konulmuş resimler üzerine yargılar verebilir, yani yapılacak değil,
yapılmış resimler üzerine... Şimdi soralım: Bunun ne ilgisi var ahlakla? Hem biz de
aynı yaratıcı durum içinde bulunmuyor muyuz? İşte bundan ötürü, bir sanat eserinin
nedensizliğinden söz açmıyoruz hiç. Aynı şekilde. Picasso'nun bir resminden
konuşurken, onun da gerekçesiz olduğunu öne sürmüyoruz. Çok iyi biliyoruz ki,
sanatçı resmini çizerken kendi kendini de oluşturur; eserinin bütünü hayatıyla
birleşir, hayatına karışır. 98
Yapılan bu araştırmada iki eserde bulunan, varoluşçuluğun temel ilkeleri
yalnızlık ve yabancılaşma, umut /umutsuzluk, özgürlük ve başkaldırı, sıkıntı / bunaltı /
acı / kaygı / korku / öfke saçma/ sorgu, intihar / ölüm gibi motif ve temalar
karşılaştırılacaktır. Bu eserlerde bulunan ve karşılaştırılan varoluşçu ilkeler şunlardır:
1.1.4.1. Yalnızlık ve Yabancılaşma
Kişi kendisini diğer insanlardan soyutlar ve sosyalleşmek istemez. Başkaları ile
birlikte olmaktan kendini alıkoyar. Böylece bir içe kapanma meydana gelir ve birey
iletişimsiz hale gelerek verilen bazı mesajları anlamlandırmada güçlük çeker. Kişi
kendisini toplumun genel ahlak kurallarından soyutlar, başkaları ile vakit geçirmekten
hoşlanmaz ve giderek kendi benliğine döner, topluma karşı yabancı hale gelir. Kişinin
iletişim bozukluğu öteki insanlar ile karşılıklı olarak ne kadar ne kadar kötü ise, kişi o
oranda yalnızlaşır ve yabancılaşır.
Sosyal bir varlık olan birey kendi oluşunu, diğerleriyle birliktelikte önceler. Sosyal
ortamdaki kendilik değerleri ile toplumsal değerlerin çatışması, yalnızlığı ve
yabancılaşmayı doğurur. Bu bağlamdan, kendinden, toplumdan ve doğadan kopan
bireyin yalnızlık duygusu bir tür iletişimsizlik sorunudur. Duygu ve düşünce
yapısındaki ortak değerlerin azalıp kaybolmasına değin varan yalnızlık, giderek
bireysel ve toplumsal anlamda yalıtılmış birey görüngüleri ortaya çıkarır.
Dolayısıyla iletişimsizliğin yarattığı çatışkı ile birey, toplumdan ve doğadan
uzaklaşarak izole olur.99
98 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 65. 99 Deveci, a.g.e., s. 212.
35
Yabancılaşma insanın toplumdan kendisini soyutlaması, toplumu yadsımasıdır.
İnsanın yabancılığı önce kendi evinde yurdunda başlar. İnsan yabancılaştığında
tedirgin olur. Yabancı bulduğumuz şeyler ya da dünya bir ders gibi öğrenilemez.
Dünyayla ilişki kurulabilir onunla yaşamanın yolları bulunabilir sadece. Bu yollar
insanı tümüyle teslim almamalıdır... İnsan yaşamını sürdürmeye ve ona anlam
vermeye zorunlu olacaktır. Çünkü insanın yaşamaktan başka ne de başka bir ödevi
vardır.”100
Bu anlayışa göre; insan bir cemaatin ya da toplumun bir üyesi olsa da ona
mutlak bir şekilde bağlı olamaz.
Kişi eğer yabancılaşma yaşarsa toplumdaki maskeli hali ve iç benliği arasında
çatışma görülür. Bunu Freud’un “id, ego ve süper ego” kavramlarına benzetebiliriz.
Freud’a göre insanın id’i ile süper ego’su sürekli bir çatışma halindedir. İd özgürlüğü,
sınır tanımazlığı, yasaklara ve kurallara karşı çıkmayı, çılgınlığı temsil ederken süper
ego ise toplumun ahlak kurallarını, gelenek ve göreneklerini, kısıtlanmayı temsil eder.
Süper ego, id’in isteklerini baskı altına alan merkezdir. Kişi bu iki duygu arasında seçim
yapmakta zorlanır ve kararsızlık yaşar. Seçim yapmak zorunda olması kaygı yaşamasına
sebep olur. Bu psikolojik durum varoluşçuğun bazı özellikleri ile birebir aynıdır.
Kendine yabancılaşan birey, toplumdaki kendisi ile aklı temsil eden iç benliği
arasındaki uyuşmazlığı fark eder. Topluma / başkalarına yabancılaşan birey ise iç
benliği ile bilinçsiz toplumun yazgı düzeni arasındaki uçurumu algılar ve bu durum
karşısında iç benliğini maskeleyerek dışa açılır. Aklı temsil eden iç benlik ile doğayı
ve akıl dışını temsil eden izole benlik arasındaki çatışma bireyi içe kapatır....
Üç farklı hapsedilme ile karşı karşıyadır:
1. Durum: kendine yabancılaşarak, kendi kendinin içinde/benliğinde hapsolma
2. Durum: topluma/başkalarına yabancılaşma, dışlanma ve yalnızlığı içinde
hapsolma
3. Durum: bir yer/mekân ifadesi olan ve gerçek yaşamda kapatılmışlığı ifade eden
hapsolma şekli (hapishane- tımarhane)101
Bu üç durumda da görülen ortak özellik özgürlüğün kısıtlanışı kişinin benliği ve
toplumdan soyutlanması, yabancılaşmasıdır.
Marleau Ponty, Husserl’in varlıkbilimsel çalışmalarından yola çıkarak kendi
varoluşçuluk çizgisini yarattı. Ona göre insan kendini çevreden uzaklaşınca bulur.
Ama daha sonra ona yeniden yönelir. Sartre’dan farklı olarak Ponty, insanın öteki ile
ilişkisini zor bulur ama olanaksız görmez. İnsan dünyayı başkalarını tanıyarak
öğrenir, Sartre’ın savunduğu gibi bir başkası cehennem olamaz. Ponty ötekinin
‘öteki ben’ olduğunu savlar. Sartre insanların yapay birlikteliklerle de olsa toplumu
değiştirebileceklerini düşünürken Ponty, içtenlikli bir iş bölümüyle dünyanın
değişebileceğini öne sürer. 102
100 Çelik, Varoluş ve Roman, a.g.e., s. 5. 101 Deveci, a.g.e., s. 155. 102 Çelik, Varoluş ve Roman , a.g.e., s. 5.
36
Kierkegaard ve Nietzsche aklın insanın bütünü ile çatıştığını düşünür.
“Akıl inancı silip süpürmekle tehdit etmektedir. Batılı insanlar dindar olmak ve
umutsuzluğa düşmeyi seçmeye zorlaya bir yol ayrımındadır. Kierkegaard bu
seçeneklerden birincisini yani Hıristiyanlığı tercih eder.”103
1.1.4.2. Fırlatılmışlık, Var Olmayı Unutma ve Otantik Varoluş Hali
Bu söz Alman düşünür Martin Heidegger’e aittir. “İnsan bu dünyaya ne tanrının
ne de kendi bilgisi ve isteğiyle gelmiştir. İnsan varoluş nedeninin asla bilemez. Bildiği
tek şey bu dünyaya, ‘hiçliğe’ öylesine atılmış, bırakılmış, fırlatılmış olduğudur.”104
Sartre bu düşünceyi benimseyen düşünürlerden biridir. İnsanoğlunun bu dünyaya kendi
istediği dışında fırlatıldığını, bu dünayaya geliş nedeninin ne olduğunu bilmediğini,
saçma ve anlamsız olan bu dünyadan yaşarken karşılaştığı zorluklar karşısında ne
yapacağını bilmediğini ifade eder.
1.1.4.3. Öznellik
Öznellik, bireysellik ile benzer özellikler gösteren, varoluşçu felsefenin önemli
unsurlarından biridir. “Bireyin varoluşu içerisinde diğerlerinden farklılığını ve
biricikliğini savunur; akılcı, dizgeci yöntemlerle bireysel varoluşun ve onun kendine
özgü deneyiminin izah edilemeyeceğini vurgular.”105
Descartes'çı öznellik ile varoluşçu öznellik arasında önemli farklar vardır.
Sartre’rın bu konu hakkındaki görüşü şöyledir:
Gelgelelim biz, «düşünüyorum» deyince, -Descartes'la Kant'ın felsefesine aykırı
olarak-kendimizi «başkasının karşısına çıkarmış, kendimizle birlikte «başkası»nı da
anlatmış oluyoruz. Giderek, başkası da bizim kadar kesinlik kazanıyor. Böylece,
«cogito» ile dolaysızca kendini kavrayan insan, aynı zamanda başkalarını da
bulmuş, kavramış oluyor; başkalarını kendi varoluşunun nedeni, koşulu olarak
görüyor. Anlıyor ki, başkaları kendini zeki, kötü, kıskanç saymayınca gerçekten
zeki, kötü, kıskanç alamıyor; ama sayınca da sahiden öyle oluyor. Yani, kendisiyle
ilgili bir gerçeğe varması için başkalarından geçmesi gerekiyor. İnsan kendini
kavradığında başkasının varlığı ile de ilişki içindedir. İnsanın kendini bilmesi için
başkasının varlığı gereklidir. Kişinin başkalarını tanıması ile başkalarının onu nasıl
tanıdığı da önemlidir. “Demek ki «başkası» hem varoluşum, hem de kendimi bilişim
için gerekli. Nitekim benliğimin tanınması, içerimin ortaya çıkarılması başkasının da
103 bkz. Heidegger Fikir Mimarları 15, çev. Ahmet Aydoğan, Say Yayınları, İstanbul, 2008, s.42. 104“Varoluşçu Felsefe”, http://docplayer.biz.tr/18191001-Varolusculuk-varolusculuk-felsefesi
nedir.html, (22.05.2017). 105“Varoluşçu Felsefe”, http://docplayer.biz.tr/18191001-Varolusculuk-varolusculuk-felsefesi-
nedir.html, (22.05.2017).
37
tanınmasını; beni düşünen, bana karşı ya da benim için bir şeyler isteyen bir
özgürlük olarak onun da ortaya çıkarılmasına yol açıyor. Bundan sonra, «Özneler -
arası» adını vereceğimiz bir evren buluyoruz karşımızda. İşte bu evren içindedir ki
insan kendinin ve başkalarının ne olduğunu anlıyor.106
1.1.4.4. Umut /Umutsuzluk
Umuda karşı umutsuzluk en önemli varoluşçu unsurlardan biridir. İnanan bir
filozof olan Kierkegaard’a göre insan yaşamında sürekli bir hareket halindedir. İnsanın
özü tanrı ile ilişkilidir. İnsan tanrıdan uzaklaştıkça umutsuzluk artar. Umutsuzluğu
ortadan kaldırmak için insanın güçlü bir imana sahip olması gerekir.
…İnsanın yaşamında, insanın özünden varoluşuna doğru bir hareket vardır…
insanın özü Tanrıyla, sonsuz olan yüce varlıkla ilişkiyi gerektirir. İnsanın varoluş
hali, onun özünden uzaklaşmasının, yani Tanrı’ya yabancılaşmasının bir sonucudur.
Bundan dolayı, insanın bu dünyadaki yaşamı, “korku” ile “yılgınlık” ve insanın
sonluluğundan duyduğu “sıkıntı”yla doludur. Bir insanın eylemleri, onu Tanrı’dan
daha da uzaklaştırırsa, onun yabancılaşması ve umutsuzluğu da artar. İnsanın
Tanrı’ya yabancılaşması insanın umutsuzluğunu daha da artırıyor. İnsan, ancak
güçlü bir imanla bu umutsuzluğu aşabilir.107
Kierkegaard üç umutsuzluk türü olduğunu şu şekilde açıklar:
Bir benliği olduğunun farkında olmayan kişi, kendisi olmak isteyen umutsuz kişi ve
kendisi olmak istemeyen umutsuz kişidir. Bu noktada benliği olduğunun farkında
olmayan bilinçsiz kişiyi ve kendisi olmak isteyen, meydan okuyan kişiyi, bunun
yanında da kendisi olmak istemeyen buna gücü yetmeyen zayıf kişiyi görmekteyiz.
Benliği olduğunun farkında olmayan kişi bir bilince sahip değildir. Kendisi olmak
isteyen ve kendisi olmak istemeyen kişilerde ise bir bilinçlilik durumu söz
konusudur. Ancak bu kişilerde benliklerini oluşturma sürecinde kendi içlerinde
umutsuzluğu taşırlar. Farkındalıkla başlayan umutsuzluk, bilinçle artık bir acı
niteliği taşımaktadır. Çünkü umutsuzluk bilinç ve farkındalığın oluşmasıyla
artmaktadır. Bilinç ne kadar artarsa umutsuzlukta o kadar artmaktadır.108
Kierkegaard’a göre insan tindir ve kendisidir. İnsan zıtlıkların sentezinden
oluşan bir varlıktır. İnsan kendi ve çevresi ile ilişki halinde olan, eylemlerde bulunan,
yaşayan aktif bir varlıktır.
İnsan tindir. Ama tin nedir? Tin kendiliktir. Ama kendilik nedir. Kendilik kendi
kendisiyle ilgili olan bir ilişkidir veya ilişkinin kendisinin kendisiyle ilgili olduğu bir
ilişkinin içindedir; kendilik ilişki değildir ama ilişkinin kendi kendisiyle ilişkili
olmasından ibarettir. İnsan sonlu ve sonsuzun, geçici ile ezeli ve ebedinin, özgürlük
ve zorunluluğun bir sentezidir, kısaca bir sentezdir. Bir sentez iki faktör asında bir
ilişkidir. Böyle ele alındığında bir insan henüz bir kendilik değildir.109
106 Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 60-1. 107 Vedat Çelebi, S. Kierkegaard Ve J.P. Sartre’ın Varoluşçuluk Anlayışlarının Karşılaştırılması, Yüksek
lisans Tezi, s. 26. 108 Vedat Çelebi, “S. Kierkegaard ve J.P. Sartre’ın Varoluşçuluk Anlayışlarının Karşılaştırılması”,
Pamukkale Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Yüksek lisans Tezi), Denizli 2008,
s. 26. 109 Gödelek, a.g.e., s. 257.
38
Kierkegaard umutsuzluğun ölümcül bir hastalık olduğunu savunur. Umutsuzluk
gerçek anlamı ile sonu ölümle biten ölüme yol açan bir hastalık anlamına gelir. Ancak
başka bir anlam ile bakacak olursak:
Gerçekten de kelimenin tam anlamıyla anlaşılacak olursa, bu hastalıktan birinin
öldüğü veya bu hastalığın bedensel ölümle sonlandığı doğru olmaktan çok uzaktır.
Aksine, umutsuzluğun işkencesi tam da budur yani ölememektir. Böylece, yatan ve
ölümle savaşan can çekişen birinin durumuna çok benzer. Dolayısıyla ölümcül hasta
olmak ölememektir- ama sanki yaşam umudu varmış gibi değil; hayır, bu durumdaki
umutsuzluk son umudun, ölümün bile mümkün olmamasıdır. Ölüm en büyük tehlike
olduğunda, insan yaşam için umut duyar ama insan daha da dehşetli bir durumla
karşılaştığında ölüm için umut besler. O halde, ölüm kişinin son umudu haline
gelecek kadar büyük bir tehlike olduğunda, umutsuzluk ölemiyor olmanın
avutulamazlığıdır.
Sartre insanın umutsuzluğu yaşaması, tek başına kalması ile meydana gelen
bırakılmışlığını varoluşçu öğelerden biri olarak ele alır. Burada Sartre’ın umuda karşı
umutsuzluk kavramını nasıl açıkladığına tanık oluyoruz. Sartre’a göre ne olursa olsun,
insanın, yapacağı bir gelecek vardır, el değmemiş bir yarın onu bekler, diye anlamak
doğru olur. Ama bu durumda da insan kendi başına bırakılmış olur. Sartre bırakılmışlığı
daha iyi kavramamız için öğrencisinin başından geçen bir hikâyeyi şöyle anlatır:
Öğrencim bir gün yanıma geldi. Düşmanla işbirliğine yanaştığı için annesi babasıyla
bozuşmuştu. Ağabeyisi ise 1940'ta bir Alman saldırısında ölmüştü. Delikanlı, biraz
ilkel ama soylu bir duyguyla, kardeşinin öcünü almak istiyordu. Gelgelelim,
annesinin ondan başka kimsesi yok. Kocasının yarı ihanetinden ve büyük oğlunun
ölümünden dolayı adamakıllı üzgün. Tek tesellisi küçük oğlu, tek dayanağı o şimdi.
Genç adam için o anda seçilecek iki yol var: Birincisi, İngiltere'ye geçerek özgür
Fransız Kuvvetleri»ne katılmak, yani annesinden ayrılmak; ikincisi, annesinin
yanında kalarak onun yaşamasına yardım etmek, yani savaştan kaçmak. İyice biliyor
ki, annesi ancak kendisine dayanarak yaşamaktadır ve ondan ayrılırsa ya da ölürse
kadıncağız derin. Bir umutsuzluğa yuvarlanacaktır. Yine biliyor ki, annesi için
yapacağı hareketin somut (müşahhas), belli bir sonu vardır: Onurlu yaşamasını
sağlamak. Ama gidip dövüşmek için yapacağı hareketin elle tutulur, belli bir sonu
yoktur: Belki de suya düşecektir emekleri, hiçbir işe yaramayacaktır. Nitekim
İngiltere'ye gitmek için İspanya'dan geçerken yakalanıp bir toplama kampında
süresiz kalabilir. Yahut İngiltere'ye ya da Cezayir'e varır da orada bir büroda
yazıcılıkla görevlendirilebilir, bunun sonucu savaşa katılmayabilir. Bu durumda
delikanlı apayrı iki eylemle karşı karşıyadır: Biri somut, araçsız, ancak bir kişiyle
ilgili bir eylem; öteki daha geniş bir toplulukla, bir ulusla ilgili, sonu bellisiz, belki
de boşa çıkacak bir eylem...
Sartre ise umutsuzluk hakkında şu görüşleri savunur:
Bir başına bırakıldığımız için, varlığımızı biz kendimiz seçeriz. Bırakılmışlık
bunaltıyla birlikte yürür. Umutsuzluğa gelince, pek basit bir anlamı vardır bu sözün.
O da şudur: Umutsuzluk, irademize bağlı olan şeylere ya da eylemimize yol açan
olasılıklara (ihtimallere) güvenmekle yetineceğiz demektir. Gerçekten de, insan bir
şey istemeye görsün, durmadan olasılık öğeleriyle (unsurlarıyla) karşılaşır.110
110 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 51.
39
Sartre’a göre insan edindiği tecrübeler sonunda kendini bulabilir. Yaşamda
çektiği sıkıntılar ve acılar onu doğru yola götüren basamakları oluşturur. İnsan ancak bu
şekilde kendini ve kendi yolunu bulabilir. Bu kendi özünü oluşturması için önemlidir.
“İnsan kendini bulmalı, özünü elde etmeli ve şuna da inanmalıdır: Hiçbir şey, Tanrının
varlığını gösteren en değerli kanıt dahi, kişioğlunu kendinden, benliğinden kurtaramaz.
Varoluşçuluk bir çeşit iyimserliktir bu anlamda, bir çift eylem, çalışma öğretisidir.”111
Umutsuzluk konusunda Sartre seçme eyleminin insana basit eylemler için
bunaltı vermediğini savunur. Günlük yaşamda yapılan yemek seçimi gibi kısa süreli
eylemler insana bunaltı vermez. Ancak insan başkalarına karşı sorumluluk duyduğunda
bunaltı meydana gelir. Bu da daha çok insanlara olan davranışsal yaklaşımlarımızdan
kaynaklanan bir bunaltı halidir.
Umutsuzluk, ya da bunaltı yalnızlık duyan ve karar vermeye uğraşan kimsenin
vereceği karardan çok daha köklü bir şey sizin için. Oysa insan durumunun bilincine
pek seyrek varır. Evet, insan her zaman seçer, ama umutsuzluk ve bunaltı her zaman
görülmez. Sartre: Elbette, katmerli börekle kaymak pasta arasında bir seçme
yaparken, bunu bunaltı içinde yaptığımı söylemek istemiyorum. Bunaltının sürekli
oluşu, ilk seçiş halinin sürmesine bağlıdır. Gerçekte bunaltı, bence, edimlerin tam
duyulanamayışından gelen ve herkese karşı duyulan bir sorumluluktur.112
Varoluşçuluk eylemsizliğe karşıdır. İnsanın yaşamında her zaman eylem ve
hareket olmalıdır. Bu işi ben yapmasam da başkası yapar dememelidir. Sartre’a göre
insan kendisini nasıl tasarlarsa öyle olur tüm yaptığı eylemlerin toplamından ibarettir.
Sartre eylemi gerçeklik olarak görür. “Çünkü o, ‘ancak eylem içinde, iş içinde gerçeklik
vardır’ der. Hatta daha da ileri gider: İnsan kendi tasarısından başka bir şey değildir;
kendini yaptığı, gerçekleştirdiği ölçüde vardır; yani hayatından, edimlerinin (fiillerinin)
toplamından ibarettir!”113
Buna şöyle bir örnek verebiliriz. Üniversite yaşamı boyunca tüm etkinliklere,
sertifika programlarına katılan bir kişi üniversiteden mezun olduğunda gerekli olan tüm
şartlara sahip olmakta ve donanımlı hale gelmektedir ve böylece rakiplerinden bir adım
önde olarak işe başlama şansını yakalar. Ne ekersen onu biçersin sözü bu konuyu iyi bir
şekilde açıklamaktadır. İnsanın yaptığı her eylem ve gösterdiği çaba zamanı geldiğinde
kişisel gelişimine ve kendi özüne katkıda bulunmaktadır.
111 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 74-5. 112 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 79. 113 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 55.
40
1.1.4.5. Bireysel Özgürlük ve Düzene Başkaldırı
Varoluşçuluğun en önemli özelliği yani; insanın en değerli tutkusu özgür
olmasıdır.
Doğa yasaları ise, insanın hayatta kalabilmesi için ona sınırlamalar getirmiştir.
Yemek yemek, uyumak, barınmak gibi zorunluluklarının yanı sıra insan, toplumun
kendisinden istediklerini yerine getirmek üzere bir takım kimlikleri benimsemek
durumunda kalmıştır. Yeraltından Notlar’da söylendiği gibi, insan bir tenis topuna
benzemektedir; tenis topunun hızlı ya da yavaş gitmesi tenis topunun elinde değildir.
İnsan örnekteki tenis topu gibi eylemlerinde özgür değildir, ancak ondan farklı
olarak özgür olmayı isteme bilincindedir.114
Marcel insanın özgürlüğü ile sınandığını öne sürer. İnsan “insan tanrının
varlığını benimseyerek varoluşunu gerçekleştirirse mutlu olur. Tanrıyı bulmak, içe
dönüşle mümkündür. İnsan içine dönerek önce benine sonra tanrıya sonra dünyaya
yönelir.115
1.1.4.6. Bireysel Ahlak Anlayışı
Bireysellik öznellik ve yalnızlık ile ilişkili olan varoluşçuluğun önemli
öğelerinden biridir. Bu öğelerle bağlantısı olmasına rağmen tamemen aynı değil
bunlardan ayrılan yönleri olan bir kavramdır.
Kierkegaard yazılarında doğru ve yanlışın ayırt edilebileceği rasyonel ve objektif
hiçbir normun olmadığını vurguluyordu. Birey için en yüksek iyi hayatını
adayabileceği, uğrunda ölebileceği kendi doğrusunu arayıp bulmaktan geçiyordu.
Kierkegaard dini bütün bir Protestan olmasına rağmen Danimarka kilisesi ile
savunduğu bireyci ahlak anlayışı ve otorite karşıtı tavrı ile karşı karşıya gelmiştir.116
Öznellik ve özgürlük konusunda Kierkegaard şöyle bir açıklamada bulunur:
Öznellik ve hakikatin somutluğu beraberce ışıktır. Bilime veya kuralların yönettiği
ahlaksallığa bağlı olan birisi şaşırmıştır ve bu karanlık durumdan kurtarılması
gerekir. Dönüştürülmüş birey özgürleşmiştir. Bir kere o bir aydınlanma evresinden
diğerine geçmekte özgürdür. Bu, özgürlüğün birincil egzersizidir ve eğer insan
özgür olmasaydı aydınlanamazdı çünkü bir olgu durumunun doğruluğunu kabul
etmek somut bir bireyin eylemidir ki bu eylemi kendisinden başka kimse onun
yerine yapamaz.”117
Özgürlük somut koşullarda ortaya çıkar ancak soyut olan kavramlar ile de
bağlantılıdır. İnsan özgürlüğü istediğinde başkalarının özgürlüğünü de gözetmelidir aksi
takdirde kendi özgürlüğünü de gözetemez.
114 Çelik, Varoluş ve Roman , a.g.e., s. 11. 115 Çelik, Varoluş ve Roman , a.g.e., s. 5. 116“Varoluşçu Felsefe”, http://docplayer.biz.tr/18191001-Varolusculuk-varolusculukfelsefesinedir.html,
(22.05.2017) 117Kamuran Gödelek, Kierkegaard, Say Yayınları, İstanbul, 2010, s. 55.
41
Her somut koşulda özgürlüğü istemekten başka amacımız olamaz. Bırakılmışlık
içinde insan, ortaya değerler koyduğunu bir kez anladı mı, artık bir tek şey
dileyebilir: Bu da, bütün değerlere temellik eden özgürlüktür. Gelgelelim, «insan
özgürlüğü soyut olarak ister,» demek değildir bu. <<iyi niyetli, dürüst kişilerin
edimlerinde özgür olmaları>> demektir. Devrimci bir sendikaya giren kimse, somut
amaçlara varmak ister. Gerçi bu amaçlar soyut bir özgürlük istemini de kapsar, ama
özgürlük somut içinde bulunmak ister. Bize gelince, her özel durumda biz de
'özgürlük için özgürlük' isteriz. Ama özgürlüğü isteyince, onun tümüyle başkalarının
özgürlüğüne, başkalarının özgürlüğünün ise bizimkine bağlı olduğunu anlarız. Gerçi
insanın tanımı olarak özgürlük, başkasına bağlı değildir; ama ortada bir bağlanma
olunca iş değişir: O zaman kendi özgürlüğümle birlikte başkalarının da özgürlüğünü
istemek zorunda kalırım. Başkalarının özgürlüğünü gözetmezsem, kendi
özgürlüğümü de gözetemem.118
Varoluşçuluk adlı kitapta özgürlük konusunda şöyle bir ifadeye yer verilir.
«İnsan özgür olmaya mahkûmdur, zorunludur» ... Zorunludur: çünkü yaratılmamıştır.
Özgürdür, çünkü yeryüzüne geldi mi, dünyaya atıldı mı bir kez, artık bütün
yaptıklarından sorumludur.119
Varoluşçu düşünürler belli tabakalardan olan insanların gündelik hayatında
yaşadığı sıkıntıları, umutsuzluğu ve yalnızlığını açıklar ve aynı zamanda kişinin bu
durumdan kurtulup özgürlüğünü kazanmasını, özünü ve benliğini ortaya çıkarmasını,
baskıcı sisteme başkaldırmasını ister. Bu yüzden öznellik ve bireysellik varoluşçular
için çok önemli kavramlardır.
Varoluşçu yazarlar çağımız kişisinin (kimine göre bu kişi büyük burjuva, kimine
göre işçi, kimine göre küçük burjuva, kimine göre ise bütün insanlıktır)
bırakılmışlığını, yalnızlığını, boğuntusunu, umutsuzluğunu güvensizliğini
belirtmekle yetinmezler. Bu kişinin kendini tanımasını, özünü yaratmasını, benliğini
kazanmasını, baskıdan kurtulmasını da isterler. İnsanı ezen teknik düzene, kişiliğini
silen toptancı topluma, benliğini çiğneyen zorbalığa karşı koyar, gerekirse
başkaldırırlar. Bu yüzden öznelliğe ve bireyliğe büyük önem verirler. Öznellikten
kalkarak bireyciliğe varırlar.120
Varoluşçular ahlaksal seçişi bir boyun eğme değil yaratma olarak görür.
Varoluşçuluğun kötümser olması konusunda insanın özgürlük duygusudur.
…Varoluşçulukta bir kötümserlik varsa, gerçekte bunu bir çeşit «iyimserlikte
katılık» diye düşünmek gerekir. Bu katı iyimserlik, gerekçilik uğruna, insanların
eksiklerini, kusurlarını hoş gören bir sorumluluğu tanımaz. Onun gözünde
varoluşçuluk bir eylem ve özgürlük hümanizmasıdır. Varoluşçuluğun öznelciliğine
gelince o da, komünistlerin ileri sürdükleri gibi burjuva kökenli oluşunun bir belirtisi
değildir; insanı bir nesne gibi görmeyi istemeyişinin bir işaretidir. Çünkü bu
öznelcilik, özneler arası ilişkileri kapsar; insanın varoluşu ancak başkalarıyla olan
ilişkilerine göre belirlenir, evrenselliği de özünde değil durumundadır: Her insan,
durumunun somut gerçekliğiyle öbür insanlara bağlanır. Bundan dolayı, özgürlüğün
hem tek insan için, hem de bütün insanlar için istenmesi gerekir. Böylece özgürlük
118 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 68-9. 119 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 47. 120 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 11.
42
ve insancılık temeli üzerinde bir ortaklaşalık oluşacaktır. Bu, açık bir insancılıktır,
her gün yeniden kazanılacaktır. 121
Sartre’a göre, insan kendini nasıl yaparsa öyle olur. “İnsan, var olduktan sonra
kendini kavradığı gibidir, varlaşmaya doğru yaptığı bu atılımdan sonra olmak istediği
gibidir. Kendini nasıl yaparsa öyledir yani. Varoluşçuluğun baş ilkesi de budur işte.
Buna «Öznellik» adını verenler de var. Onlar bizi öznellikle suçluyorlar.”122
Gelgelelim, bu estetik özlem uzun süre tutamaz Sartre'ı. Bulantı'da bulunmayan,
ama sonraki eserleri egemenliği altına alan bir sözcük belirir: «Özgürlük» sözcüğü.
Denebilir ki Sartre'ın eserleri Bulantı'dan kalkar, Sinekler'den geçerek Özgürlük
Yolları'na varır. Böylece, evrenden insana, nesneler arasında edinilmiş aldanışlardan
bilinci sıyırmaya doğru yol alır: kendine döner. Bilinç sanki temelsizmiş, sanki
değersizmiş, sanki doğrulanamazmış gibi duyar kendini: zorunsuz ve olumsal bir
dünyada· zorunsuz ve olumsal (contingent) bir veri olarak.123
Sartre insan olması gereken şeydir sözü ile şunları anlatmak istemiştir:
Gelgelelim, varoluşçular doğru bulmazlar böylesi bir düşünüşü, çürük inanışı.
Varoluşçu için gerçekten oluşan aşktan başka aşk ve bu aşkta görülen olanaktan
başka olanak yoktur. Kendini sanat eserlerinde gösteren dehadan başka deha yoktur.
Örnekse, Proust'un dehası eserlerinin bütünüdür; Racine'in dehası yazdığı bir sürü
trajedidir, bunun dışında hiçbir şey yoktur. Öyle ya, yeni bir trajedi yazamayınca, ne
diye Racine'e onu yazmak olanağını bağışlayalım? İnsanoğlu hayatına bağlanır,
orada kendi resmini çizer, bu resmin dışında bir şey yoktur. Elbette, bunu düşünmek,
hayatta başarı kazanamamış kimselere bir yanıyla acı, sert görünebilir; ama öbür
yanıyla da, yalnızca gerçeği göz önünde tutmaları gerektiğini öğretir onlara:
Hayaller, umutlar, bekleyişler bir insanı ancak yerine gelmemiş bir hayal olarak,
suya düşmüş bir umut olarak, boşa çıkmış bir bekleyiş olarak tanımlamaya yarar.
Yani onları olumluca değil, olumsuzca tanımlar. Bununla birlikte, «İnsan ikendi
hayatından başka bir şey değildir,» derken, «Bir sanatçı salt eserlerine göre
yargılanır,» demek istemiyoruz. Çünkü daha başka binlerce şey onu tanımlamaya
yardım eder, tanımlamada yer alır. Bununla şunu demek istiyoruz: İnsan bir
girişimler zinciridir. İnsan, bu girişimleri yaratan bağlantıların toplamı, örülüşü ve
bütünüdür.124
Varoluşçu felsefeye göre insan kendi kaderini kendi oluşturur. Kişi hayatını nasıl
çizmek isterse özgürlüğü sayesinde istediği gibi hareket eder. Umut, varoluşçu felsefede
eylem ve deneyim ile bir ilişki gösterir ve kişi umudu sayesinde cesaretli hale gelebilir.
“Varoluşçuluk umudun ancak eylemde bulunduğunu, kişiyi yaşatacak tek şeyin edimleri
olduğunu öne sürer; ama buna dayanarak varoluşçuluğu insanın cesaretini kırmaya ve
hareketten alıkoymaya yeltenen bir felsefe saymak yanlıştır.” 125
Sözcük anlamı olarak başkaldırı; ayaklanma ve isyan anlamına gelmektedir.
...başkaldırı varoluşsal açıdan, akıldışı bir dünyaya ve bu dünyadaki yaşamın
anlamsızlığına karşı bir tepkidir... Saçma olarak algıladığı dünyayla çatışan birey,
121 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 102-3. 122 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 39-40. 123 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 112-3. 124 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 56-7. 125 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 59.
43
verilmiş olanı yıkarak akıl yoluyla yeni bir kendilik dünyası yaratmak için
başkaldırır. Bu açıdan kendinde varlık (bilinçdışı) olarak adlandırdığı dünyaya/
yaşama iki farklı şekilde tepki verir. Bunlardan ilki eyleme dönüşmeyerek sadece
düşünce aşamasında kalan ve içsel bir yargılama şeklinde görüngülenen düşünsel
başkaldırı; ikincisi ise, düşünsel başkaldırıyla bağlantılı olarak gerçekleşen eylemsel
başkaldırıdır.126
“Varoluş özden önce gelince, verilmiş ve donmuş bir insandan söz edilemez
elbet. Önceden belirlenmiş, donmuş bir doğa açıklanamaz çünkü. Başka bir deyişle,
gerekircilik, kadercilik yoktur burada, kişi özgürdür, insan özgürlüktür.”127
Sartre’a göre özgürlüğe kavuşmak için insan bulantıyı aşmalıdır. İnsan tanrı
tarafından dünyaya fırlatılarak fiili olarak özgür bırakılmıştır. İnsan bulantılı bir baş
dönmesi, yaşadıktan sonra özgürlüğü sayesinde hayatının anlamına varır. İnsan özgür
olduğu sürece yaşamın anlamını kavrar. Bir şeye başkaldırıda bulunduğu zaman insan
özgürlüğünün tadına varır. Umutsuzluğun öbür yanında özgürlük vardır ve hayat
bununla başlar.
(…)özgürlüğe giden yolları bulmak için bu zorunsuzluğu görmek, bu saptamadan
(tespitten) dolan bulantıyı aşmak yeter. İnsanın bir nedeni (sebebi), bir temeli yoksa
bu, kendi kendinin nedeni, kendi kendinin temeli olmasındandır: Eğer dıştan hiçbir
şey ona bir değer vermiyorsa bu, kendi kendinin değeri olmasındandır. Eğer
bırakılmışsa bu, fiili özgür olmasındandır. Nitekim hareketlerini ne tanrısal bir
buyuruya, ne de eşyada yahut kendinde bulunan ussal bir ilkeye göre yapar. Gerçi
özgürlüğünün açtığı uçurum önünde bunaltılı bir baş dönmesi duyar; ama hayatının
anlamı da bu özgürlükten gelir. Yaşaması ancak bu özgürlükle bir anlam kazanır.
Özgürlük verimli ve uyarıcı bir sözcüktür. Bir şeye karşı koyuyorsak onun verdiği
coşkuyla koyuyoruz. Öyleyse, kartları açalım artık: Hayat umutsuzluğun öbür
yanında başlar. 128
Sartre’a göre insanın özgür bir varoluş olması ile ilgili ise kişinin özünü önceden
belirleyemediğini; ancak bireysel yaşama tecrübeleriyle zaman içinde bu özü
oluşturduğunu bunu da özgür varoluşu sayesinde yapabildiğini savunur.
<<İnsan yapılması gereken bir seçimdir>>diyorsunuz. Çok güzel. İnsan, her şeyden
önce, şu andaki varlıktır. Doğal gerekirciliğin dışında bir varlık. Kişioğlu özünü
önceden belirleyemez, onu bireysel yaşama işlevi içinde kazanır. -Bunun üstünde bir
insan doğası yoktur, ancak belli bir anda verilmiş özgür bir varoluş vardır.129
1.1.4.7. Kaygı / İç Sıkıntısı / Bunaltı/ Öfke / Korku
Varoluşçu felsefenin önemli olan bir diğer özelliği ise kaygı ve iç sıkıntısıdır.
Kaygı kavramı Kierkegaard’ın üzerinde durduğu bir temadır. Çoğu varoluşçu filozof
126 Deveci, a.g.e., s. 155. 127 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 46-7. 128 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 112-3. 129 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 83.
44
kaygı kavramı üzerinde durmuş ve insanın varlığı ile kaygı kavramını
ilişkilendirmişlerdir.
Heidegger, insanı/Dasen’i açık bir imkânlar dünyası içinde düşünür. Dasein, bu
şekilde açık imkânlar dünyası içinde kaygı olmakta. Sartre, kaygıyı-bulantı ile
birlikte insan varlığına yükler. Onda da kaygı belli bir nesneden kaynaklanmaz,
insanın kendisi olur. Varoluş felsefesinin kaygı üzerine bu kadar yoğunlaşmasının
nedeni çağın koşullarında aranmalıdır. Savaşın içinden çıkmış insanlar dünyada
tutunabilecekleri hiçbir değer bulamazlar. Yaşamlarını bir boşluğun içine düşmüş
olarak algılarlar. Onlar bir anda her şeylerini kaybedebilmektedirler. Böyle bir
ortamda insanların korku ve kaygıyla yaşaması onların yaşamının içeriği olur.
Varoluş felsefesi de çağın insanın bu durumunu kaygı kavramı ile anlatmaya
çalışmıştır. Kaygı, artık dışarıdaki nesnelerden gelmemekte; varoluştan, var
olmaktan kaynaklanmakta ve unutulmuş insan varlığının kendisi olmakta. Sartre’a
göre Tanrının olmaması bu kaygıyı arttırmıştır. Tanrının olmaması ile mutlak
değerler ortadan kalkmıştır. Bizim yerimize sonsuz iyiyi ve güzeli düşünen bir
evrensel bilinç yoktur. İnsanlar, artık yalnızdır ve yeryüzünde kendi başına
kalmıştır. Bu yalnızlık kaygıyı taşır130
1.1.4.8. İç Daralması
İç daralması, bunaltı, sıkıntı, kaygı ile birlikte varoluşçu felsefenin önemli
özelliklerinden biridir. İnsan belirsiz bir dünyanın içinde bulunarak çoğu zaman korku
ve kaygı hisseder ve seçim yapma ikilemi insanda bu kaygıya sebep olur.
İç daralması, kaygı, bunaltı, titreme, ürperti, boğuntu, bulantı ya da can sıkıntısı”
şeklindeki terimlerden birisine varoluşçu eserlerde sıklıkla rastlanır. İnsan
varoluşundan dolayı belli korku ve kaygılar hisseder. Kierkegaard,
Danimarkaca’dan İngilizce’ye “dread” sözcüğüyle çevrilen bu korkunun kaynağının
bireyin dünyanın kesinlik arz etmeyen (olumsal) tabiatını idrak edisinden geldiğini
ve tanrının tam da bu korku yardımıyla her bireyi kendine ait bir değer sistemi ve
yol belirlemeye çağırdığını söylemiştir.131
Varoluşçu unsurlardan biri olan bunaltı kavramı hakkında Sartre’ın görüşü şu
şekildedir:
Varoluşçular yürekten karşılık verirler: «İnsanlık bunaltıdır!» derler. Bunun anlamı
şudur: Bağlanan ve yalnızca olmak istediği kimseyi değil, bir yasa koyucu olarak
bütün insanlığı seçen kişi, o derin ve tümel (külli) sorumluluk duygusundan
kurtulamaz. Doğrusu, birçokları bu sıkıntıyı (bu iç daralmasını, bu bungunluğu, bu
boğuncu) yaşamazlar. Ama biz yine de şunu öne süreceğiz: Onlar, bunaltılarını
maskeleyerek ondan kaçarlar. Nitekim çoğu kimseler yaptıklarının yalnızca
kendilerini bağladığına, yalnızca kendilerini sorumlu kıldığına inanırlar. Bu yüzden,
<<Her koyun kendi bacağından asılır,» derler. Kalkıp da onlara, «Ya herkes de sizin
gibi yaparsa, o zaman ne olur?» diye sorarsanız, omuzlarını silkerek cevap verirler :
130 Sinan Kılıç, “Jean Paul Sartre’nin Varoluş Felsefesinde Öteki Kavramı”, Akdeniz Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü (Yüksek Lisans Tezi), Antalya 2006 s.48-9.
Sinan Kılıç, “Jean Paul Sartre’nin Varoluş Felsefesinde Öteki Kavramı”,
https://www.scribd.com/.../Jean-Paul-Sartre-ın-Varolus-Felsefesinde-Oteki-Kavrami, (22.05.2017). 131 “Varoluşçu Felsefe”, http://docplayer.biz.tr/18191001-Varolusculuk-varolusculuk-felsefesi nedir.html,
(22.05.2017).
45
<<Herkes de böyle yapmaz ki!» Ne olursa olsun, biz yine de durmadan sormalıyız
kendi kendimize: «Ya herkes de bizim gibi yaparsa sonu nice olur?»132
Sartre’a göre bırakılmışlık bunaltıyla birliktedir. Dünyada bize yol gösteren biri
ya da genel ahlak kuralları yoktur. İnsan dünya üzerinde yalnızdır, ne yapacağımızı
gösterecek bir biri ya da ahlak kuralları olmamasından ötürü, yapacağımız seçim sadece
bizi ilgilendirir. Sonuç olarak Sartre son derece katı bir ahlak getirdiğine inanır.
“Çünkü burada insan “yasalar”, “görenekler”, “alışkanlıklar”, “töreler” arkasına
saklanamaz. Burada “karakter”, “soy” ya da “tutku” gibi özürler de kabul edilmez.
Burada herkes kendi eyleminin sorumluluğunu kendi üzerine almıştır.”133
Sartre bunaltı ve yalancılık arasında bir bağlantı olduğunu dile getirir. Aslında
yalan söylemek ve bunu maskelemeye çalışmak bunaltıyı meydana getiren asıl şeydir.
Bunaltı ve sorumluluk da birbiri ile ilişkili konulardan biridir.
İnsan bu tasalandırıcı düşünceden ancak kendini aldatarak kaçabilir. «Herkes böyle
yapmaz,» diye yalan söyleyen ve özür uyduran kimsenin içi rahat değildir aslında.
Çünkü yalan söylemek olayı, yalana verilen evrensel değeri de içine alır, onu
yanında taşır. Bu değer maskelendiği zaman dahi bunaltı kendini gösterir.
Kierkegaard bunu «İbrahim'in bunaltısı olarak açıklar.134 Çünkü bunaltı bir sürü
olanakla yüz yüze getirir onları. Komutanlar bu olanaklardan birini seçince, ancak
seçildiği için bir değer kazandığını bilirler onun. Ayrıca, varoluşçuluğun sözünü
ettiği bu çeşit bir bunaltı, ancak sorumlulukla açıklanır; ancak bağladığı öbür
insanlar karşısında doğruca beliren bir sorumlulukla anlaşılır. Görüldüğü üzere, bizi
eylemden ayıran bir perde değildir bunaltı; tersine, bizi eylemle birleştiren, harekete
götüren bir olaydır, eylemin bir parçasıdır.135
Dostoyevski’nin “Tanrı olmasaydı her şey mübah olurdu.” sözü varoluşçuluğun
çıkış noktası olarak kabul edilir. “Gerçekten de, Tanrı yok ise her şey yeğdir (mübahtır),
hiçbir şey yasak değildir. Bu demektir ki insan, kendi başına bırakılmıştır. Ne içinde
dayanacak bir destek vardır, ne de dışında tutunacak bir dal. 136
Tanrı olmadığı için insan bir başına bırakılmıştır. Elbette, bunu söylemekle iş
bitmez. Doğuracağı sonuçları sonuna kadar izlemek gerekir bu deyimin. Bundan
ötürü varoluşçular, elden geldiğince az kayıpla Tanrıyı ortadan kaldırmaya yeltenen
belli bir laik ahlak anlayışıyla çatışırlar, karşı çıkarlar böylesi bir anlayışa.137
132 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 42-3. 133 Akarsu, a.g.e., s. 234. 134 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 43. 135 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 45. 136 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 46-7. 137 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 45.
46
1.1.4.9. Saçma / Sorgu
Usdışı-anlamsız-saçma-belirsiz: Evren varoluşçu yazarlara göre usdışı, anlamsız
ve saçmadır. “Evrene anlam veren hep insan olmuştur. Varoluşçu literatürde böylesi
sözcüklerin sıkça geçmesi, varoluşçuluğun insanlık durumu hakkında olumsuz ve
kötümser bir görüşe sahip olduğu iddialarına sebep olmuştur.”138
Sokratesçi bilmeme Sokrates’in kurallardan ve sofistlerin yönteminden destek
almadan tek başına düşünen bir birey olarak kendisinin farkında olmasından
kaynaklanır. O kendisini bu dünyada oturmuş, bu dünya hakkında sorular soran, var
olan somut bir birey olarak görür. Bu bilgisizlik saçmanın (absürd) yani irrasyonel
(akıldışı) ve açıklanamaz bir olgu olan, bir bireyin içinde yaşadığı dünyada yaşaması
olgusunun öncüsüdür. Saçma, insanın durumunun bir ölçüde genelleştirmelere ve
sistem oluşturmalara ayrılmaz bir şekilde bağlı olmasıdır. İnsanın dünyada somut bir
şey olarak var olması kaba bir olgudur. Saçmayı kabul etmek paradoksu kabul
etmektir ve bunun için de kişinin inanca gereksinimi vardır.139
Birey kendinin farkında olması ile birlikte tüm dünyaya, her şeye sorgulayarak
bakmaya başlar.
Varoluşun özgürlüğünü duyumsayarak kendilik bilincine ulaşan birey dünyaya,
yaşama ve varlığa sorgulayıcı bakar. Bilinçli bir algılama süreci olan bu
sorgulamada birey kendilik gerçekleri ile yaşam/ dünya gerçekleri ile arasında
aykırılık hissederse saçma duygusuna kapılır. Dolayısıyla saçma duygusu dünyayı
ve yaşamı akıl yoluyla anlamlandırma gayreti içerisindeki bireyin akıldışı olana
karşı oluşturduğu bir bilinç halidir. Bu bilinç kendilik dünyasını gerçekleştirebilmek
için saçma olana karşı başkaldırır.140
1.1.4.10. Seçim / Sorumluluk
Özgür seçim: Varoluşçuluğun esasları arasında ön sıralarda görünen bir tema
özgür seçimdir. İnsan özgür bir varlık olması sayesinde karşısına çıkan seçenekleri
istediği gibi değerlendirme şansına sahiptir.
İnsan bir boşluğa atılmıştır, çevresi belirsizlikle çevrilidir. Akılcı ve objektif
değerlendirme yapabileceği bir dünya değildir burası. Olsa olsa “saçma” bir
dünyadır. Ama yine de ölüme kadar, o son nihai noktaya erişinceye kadar yaşamak
ve seçmek zorundadır. Seçimleri insana bir “öz” verecektir. İnsan özgür iradesiyle
yaptığı seçimler sonucu kendisini yaratacaktır.141 … İnsan daha önce tanımlanamaz,
belirlenemez; hiçbir şey değildir. Ancak sonradan bir şey olacaktır ve kendini nasıl
yaparsa öyle olacaktır. Kavrayacak, tasarlayacak bir Tanrı olmayınca, insan doğası
diye bir şey de olmaz bu durumda. İnsan yalnızca kendini anladığı gibi değil, olmak
istediği gibidir de.142
138“Varoluşçu Felsefe”, http://docplayer.biz.tr/18191001-Varolusculuk-varolusculuk-
felsefesinedir.html, (22.05.2017). 139 Gödelek, a.g.e., 54-5. 140Deveci, a.g.e., s. 39. 141“Varoluşçu Felsefe”, http://docplayer.biz.tr/18191001-Varolusculuk-varolusculuk-felsefesinedir.html,
(22.05.2017). 142 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 39.
47
Wahl ve Sartre’a göre bireyin varoluşu tehlikededir. Sartre bu kurtuluşu insanın
sorumluluğunu yüklemesine bağlar. Seçimleri ve eylemleri ile olmak istediği kişi
olacaktır ve kendini gerçekleştirecektir.
Wahl, bugünkü düzende «bireyin varoluşunun büyük bir kumarda öne sürülen para
gibi tehlikede» olduğuna inanır. Tehlikeden kurtulması, Sartre'a göre,
sorumluluğunu yüklenmesine, durumunu kavramasına bağlıdır. Mademki kişioğlu
dünyaya atılmıştır, kendi başına bırakılmıştır, öyleyse yaptıklarından sorumludur.
Nitekim o, kendini nasıl kurarsa öyle olacaktır. Tasarılarına, seçmelerine,
eylemlerine göre varlığına bir öz kazandıracaktır. Edimleriyle kendini
gerçekleştirecektir. Gerçekleştirmelidir...143
Varoluşçuluğa göre insanın hayattaki seçimlerindeki tüm sorumluluk kendisine
aittir. Ancak ve ancak bilinçli olan insan kendini seçerken diğer insanları da seçer.
Sartre bunu şu şekilde açıklamaktadır:
İnsan kendi kendini seçen dediğimizde, her birimizin kendi kendini seçmesini
anlıyoruz bundan. Ama insan kendini seçerken bütün insanları da seçer. Kendini
seçmesi bütün öbür insanları da seçmesi demektir aynı zamanda. Olmak istediğimiz
kimseyi yaratırken, herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlarız. Hiç bir edimimiz
yok ki, olmasını zorunlu saydığımız bir insan tasarımı (tasavvuru) doğurmasın
bizde. Öte yandan, bütün insanları seçerken insanoğlu kendini de seçmiş olur. Şöyle
ya da böyle olmayı seçmek, bir bakıma, seçtiğimiz şeyin değerli olduğunu belirtmek
demektir. Çünkü hiçbir zaman kötüyü seçmeyiz. Hep iyiyi (iyi sandığımızı) seçeriz.
Herkes için iyi olmayan şey, bizim için de iyi olamaz.144
Aynı zamanda insan sorumluluğu sayesinde bütün insanları seçerken kendini de
seçmektedir. Birey ve diğer insanlar arasında yaptığı eylemlerle birbirini, etkileyen bir
bağ vardır. İnsanın meydana getirdiği en küçük bir hareket bile kelebek etkisi gibi diğer
olayları etkiler ve gidişatın değişmesine sebep olur. Bunu da şu şekilde açıklar:
…Varoluş özden önce gelince ve biz, tasarımıza göre varlaşmak isteyince, bu tasarı
herkes için bütün çağımız için bir değer ve geçerlik kazanır. Böylece,
sorumluluğumuz düşünemeyeceğimiz kadar büyümüş olur, giderek, sonunda bütün
insanlığı kucaklar. Bir işçiysem, sosyalist olmayı değil de, bir Hıristiyan sendikasına
girmeyi seçersem, bununla şunu belirtmiş olurum: «İnsana düşen, alınyazısına
katlanmaktır; tevekküldür, boyun eğmektir. Çünkü bu dünyada saltanat yok insan
için! Gelgelelim, bu hareketimle, bu seçişimle yalnızca kendimi bağlamış olmakla
kalmam, herkes adına tevekkülü salık vermekle bütün insanlığı da bağlamış olurum. 145
Sartre’a göre insan her zaman bir durum içindedir. Kendine ait bir çevresi,
geçmişi vardır ve ona anlam veren kendisidir. İnsanın omuzlarına çöken seçme
sorumluluğu onu bunaltmamalıdır. İnsan özgürce dilediğini kendine doğru geleni
yapmalıdır. Durum ne kadar acilse seçim de o kadar çabuk olacaktır. Bu sebeple
143 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 11-12. 144 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 41. 145 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 41-2.
48
trajediler bile kötü olmamalıdır. İnsanın seçim yaparak yaşaması onu özgür olmaya
zorunlu tutar. İnsan istediği zaman yaşamını değiştirebilir, istediği şekilde yaşamını
yönlendirebilir. Bu seçme özgürlüğü ancak ölüm ile sona erer.146
Varoluşçu felsefeye göre insan, ahlakını da kendi seçer.
İnsan kendi kendini kurar. Önceden kurulmuş, tamamlanmış sona ermiş değildir.
Ahlakını seçerken kendi kendini de kurmuş olur. Üstelik bir ahlak seçmeden de
edemez. Koşulların ağır baskısı, ister istemez bir ahlak seçmek zorunda bırakır onu.
Görüyorsunuz ki ancak bir bağlanmaya göre tanımlıyoruz insanı. Bu yönden
düşünülürse, bizi seçişin gereksizliği, nedensizliği ile suçlamak saçmadır.147
Kierkegaard’ın ikinci varoluş aşaması olan ahlaksal yaşam biçiminde insan
umutsuzluktan ancak ahlaki olarak kendi olmayı seçerek kurtulabilir. İyi ve kötü
arasında seçim yaparken insan nasıl bir ahlaka sahip olduğunu gösterir.
Kişi bu umutsuzluk durumundan, özgür bir seçimle kendisi olmayı isteyerek
ahlaksal yaşama biçimine geçiş yaparak kurtulabilir. Böyle bir kararı verebilmek
hem estetik hem de ahlaksal alternatifin farkına varmak ve tam bir kendini adamayla
ahlaksal olanı seçmekle mümkündür. Kierkegaard’a göre sorun mutlak bir ya /ya da
sorunu... Yani iyi ile kötü arasında seçim yapma sorunudur... Ancak mutlak bir
seçim yapmakla ahlaksal olan seçilebilir. Yani mutlak olanı seçmekle yani iyi ve
kötü arasında mutlak bir seçim yaparak ahlaksal olanı seçmekle kişi kendisini
seçer... Böylece estetik yaşamda parçalanmış olan kişi yeniden seçimle kazanılmış
olur.148
Varoluşçuluğun bir diğer özelliği ise bireysel edimlerin bütün insanlığı
bağlamasıdır. Böylece kişi edimleriyle bütün insanlığa örnek olur ve toplum ile ilişkili
hale gelerek davranışlarının sorumluluğunu taşır.
Daha bireysel bir örnek alalım: Diyelim ki evlenmek, çoluk çocuk yetiştirmek
istiyorum. Bu evlenme yalnızca benim durumumdan, tutkumdan (ihtirasımdan) ya
da isteğimden doğsa bile, yine de ben bununla yalnızca kendimi bağlamış
olmuyorum, bütün insanlığı da tekli-evlenme (monogamie) yoluna sokmaya,
bağlamaya çalışmış oluyorum. Demek ki yalnızca kendimden değil, herkesten de
sorumluyum. Kendime karşı sorumlu olunca, herkese karşı da sorumlu oluyorum.
Seçtiğim belirli bir insan tasarısı kuruyorum, yani kendimi seçerken gerçekte 'insan'ı
seçiyorum. Bu durum bunaltı, bırakılmışlık, umutsuzluk gibi görkemli sözcüklerin
örttüğü şeyi anlamamızı sağlar.149
Tasarı (project) kavramı Sartre’ın varoluşçu felsefesinde ele alınan önemli bir
kavramdır. İnsanın taştan ya da masadan daha değerli olup olmadığı konusunda şöyle
bir açıklama yapar:
İnsan var olur önce. Bir geleceğe doğru atılan ve bu atılışın bilincine varan bir varlık
olarak ortaya çıkar. Bir yosun, bir karnabahar ya da çürümüş bir nesne değildir o,
öznel olarak kendini yaşayan bir tasarıdır. Bu tasarıdan önce anılacak hiçbir şey
146 Çelik, Varoluş ve Roman , a.g.e., s. 10. 147 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 66. 148 Gödelek, a.g.e., s. 61-2. 149 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 42.
49
yoktur. Gökyüzünde hiçbir şey anlaşılmaz ondan önce. İnsan, nasıl olmayı
tasarladıysa öyle olacaktır. Olmak isteyeceği şey değil, tasarlayacağı şey yani.
İstemek deyince bilinçli bir kararı anlıyoruz biz; aramızdan birçokları için kendi
kendine oluştan sonra gelir bu. Bir partiye girmek, bir kitap yazmak, evlenmek
isteyebilirim; ama bütün bunlar irade denen şeyden daha köklü, daha kendiliğinden
bir seçmenin belirtisidir.150
Varoluşçuluğa göre kim ve ne olacağımıza tamamen biz karar verir ve
seçimlerimizle birlikte özümüzü yani kendi “ben”imizi oluştururuz. Varoluşçu bir
filozof olan Sartre insanın edimlerinden tepeden tırnağa sorumlu olduğuna ilişkin şöyle
bir açıklama yapar:
Gelgelelim, gerçekten de varoluş özden önce geliyorsa, insan ne olduğundan
sorumludur öyleyse. İşte, varoluşçuluğun ilk işi de her insanı kendi varlığına
kavuşturmak, varlığının sorumluluğunu omzuna yüklemektir. Ne var ki biz, «insan
sorumludur» derken, yalnızca «kendinden sorumludur» demek istemiyoruz, «bütün
insanlardan sorumludur» demek istiyoruz. Görülüyor ki iki ayrı anlamı var
'öznelcilik' sözcüğünün. Bakıyorum da, düşmanlarımız hep bu çifte anlamlılık
üzerinde oynayıp duruyorlar. Oysa öznelcilik, bir yandan bireysel öznenin (subjekt)
kendi kendini seçmesi, öbür yandan da insancıl öznelliği aşmanın kişioğlunun elinde
olmaması demektir. Varoluşçuluğun derin anlamı bunlardan ikincisinde gizlidir.151
Kierkegaard özgürlük konusunda insanın nasıl yaşayacağına karar verme
sorumluluğuna sahip olduğunu ve özgür bir birey olduğunu düşünür. İnsanın ahlaki
görüşü gerçeği kendi içselliği ile keşfetmesi ile ortaya çıkar.
(...)İnsan özgürdür çünkü kendisi için düşünebilme yeteneğine sahiptir ve yasalara
başvurmak zorunda olmadığı gibi tarih ve bilimin standartlarına uymak zorunda da
değildir. Bu özgürlük yalıtılmışlıkla aynı şeydir. Eğer birisi bir adada tümüyle
yalnızsa her ne kadar dünyadaki bütün anlamlarda özgür değilse de yine de çok
önemli bir anlamda özgürdür. Nasıl yaşayacağına kara verme sorumluluğu tamamen
kendisine aittir. Uygarlığın bütün getirileri, ahlakın, yasaların ve kurumsallaşmış din
ve öğrenmenin desteklerinden sıyrılmıştır. Kierkegaard’ın iman adamı bu adada
özgürdür. Kendisini yönetir ve daha da önemlisi yaratıcıdır. Bu adadaki hiçbir şey o
değerli kılmadıkça kendi başına değerli değildir. Eğer o arkasında bıraktığı kuralları
kodları sürüklemeye devam ederse o zaman ahlaksal bir birey değildir. Onun
ahlaksallığı, hakikati kendisi için kendi içselliğinde keşfetmesinde yatar.”152
Seçiş ve bağlanış konusunda insanın öğüt verecek kişiyi seçmesi ile o kişinin
vereceği öğüdü de seçmiş olacaktır. Ancak Sartre’a göre akıllı bir birey olan bilinç ve
irade sahibi kişi özgür iradeye sahiptir ve kendisi seçip kendi yolunu kendisi bulmalıdır.
Ona göre genel ahlak diye bir şey yoktur. Karar verecek olan kişinin ta kendisidir.
Sartre bu konuda şu şekilde bir yorum yapar:
Öğüt verecek kimseyi seçmekle, insan kendini seçer… Eğer delikanlı işbirlikçi ya da
kurtuluşçu bir keşişi seçmişse, alacağı öğüdü de önceden seçmiş, kararlaştırmış
demektir. Bu duruma göre, delikanlı da bana gelirken kendisine vereceğim cevabı
biliyordu. Bu cevap ancak şu olabilirdi: «Özgürsünüz, onun için kendiniz seçin,
150 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 40. 151 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 40-1. 152 Gödelek, a.g.e., s. 55.
50
yolunuzu kendiniz bulun! Hiçbir genel ahlak size yapacağınız şeyi söyleyemez.
Buna ancak siz karar vereceksiniz!»153
Sartre’a göre seçme eylemi öznel bir eylemdir. Aslında seçmeme de bir tür
seçme eylemidir. “Her ne isterseniz seçebilirsiniz sözü doğru değil. Bir anlamda seçmek
elimizdedir, ne istersek seçebiliriz; elimizde olmayan seçmemektir. Gerçi her zaman
seçebiliriz, ama seçmemenin de aslında bir çeşit seçme olduğunu bilmek zorundayız.154
Kierkegaard “bireyi ana gerçek sayar, toplumu hor görür. Ona göre, bireyin
varlığını koruması için toplumdan, kamudan, eşitlikten sıyrılması gerekir. Bireycilik
ancak yalnızlık, boğuntu, kaygı ve umutsuzluk içinde belirir, korunur ve derinleşir.”155
Jaspers “ seçtiğim sürece ben olurum; ben yoksam seçimler de yoktur” der ve herkes
hayatını kendisi belirler. “Ona göre insan, seçimlerinde genellikle başarısız olur ve
eksiklik duygusu insanı aşkınlığa, Tanrı’ya ulaştırır. İnsan kendine yöneldiğinde
sonsuz bir boşluk görür; bu boşluk tanrıdır.156Jaspers, bununla birlikte; bireylerin her
işine karışan devlet makinesinin kişiyi yutmasından yakınır. Marcel, hayatın
toplumsallaştırılmasına öfkelenir. 157
Sartre’a göre hayata anlam kazandıran insanın kendisidir. Değer ise insanın
yaşadığı hayata dair seçtiği anlamdır. İnsan tanrıyı yok sayarak kendi değer sistemini
oluşturur ve özgür davranışlarda bulunur.
Tanrıyı yok sayınca, değerleri seçip ortaya çıkaracak başka birinin bulunması
gerekiyor. Onun için her şeyi olduğu gibi kabul edelim kaldı ki, «değerleri biz
yaratıyoruz,» demek de, «hayatın önsel bir anlamı yoktur,» demektir. Evet, yalnızca
bu demektir. Siz yaşamazdan önce hayat bir şey değildir; ona bir anlam
kazandırmak ancak size vergidir. Onu anlamlı kılan sizsiniz. Doğrusunu isterseniz,
değer denilen şey de, seçtiğiniz bu anlamdan başka bir şey değildir.158
Sartre aşkınlık kavramının varoluşçuluğun önemli unsurlarından biri olduğunu
öne sürer. İnsanın sınırlarının dışına çıkması, ilerlemesi, olmak istediği hedef
doğrultusunda eylemlerde bulunması tamamen öznellik ile ilgilidir. İnsan ancak bu
şekilde var olabilir ve umutları ile hayata tutunarak ona belli bir anlam yüklemeye
çalışmaktadır.
Neyse ki insancılığın bir başka anlamı daha var. Bu anlamın özü şudur: İnsan kendi
dışında vardır, kendi dışına çıkarak var olur. Yani, ancak dışa atılarak, dışta kendini
yitirerek varlaşır; aşkın (transcendant) amaçları kovalayarak var olabilir. Bu yönden
alınırsa, insan ilerleyiştir, aşıştır, oluştur; ilerlemenin, aşmanın göbeğindedir.
Nesneleri dahi bu ilerleyişe, bu aşışa, bu oluşa göre yakalar. Demek ki insancıl bir
evrenden, insancıl öznellik evreninden başka evren yoktur.159
153 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 51. 154 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 63-4. 155 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 11. 156 Çelik, Varoluş ve Roman, a.g.e., s. 3. 157 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 11. 158 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 71-2. 159 Sartre, Varoluşçuluk, a.g.e., s. 73.
51
Seçimlerimiz sonucu edindiğimiz deneyimler hayatımız için çok önemli
eylemlerdir. İnsan bu edindiği deneyimler sonucu üst-insan olma seviyesine erişir.
Hayatta insanın karşısına çıkan her zorlu seçenek ve seçme eylemi iyi ya da kötü
sonuçlar doğurur. İnsan bu iyi ve kötü sonuçlar karşısında gösterdiği tutumu sayesinde
erdemli olma yolunda ilerler. Olumsuz bir seçim yapmış olsa bile, başına gelen olumsuz
olaylardan ders alır ve bir daha bu eylemi gerçekleştirmemesi gerekir. Nietzsche
deneyim konuşunda şu şekilde bir yorumda bulunur.
(…) Hiç kimse bir şeyden (buna kitaplar da dâhildir) daha fazlasını öğrenemez. Eğer
bir şeyi hayat deneyimleriniz sayesinde öğrenemiyorsanız, gerekli duyargalardan
yoksunsunuz demektir. Abartılı bir örnek vereyim: öyle bir kitap düşünün ki bu
kitap bize tamamen yeni deneyimlerden veya nadiren yaşanan deneyimlerden
bahsediyor; varsayalım ki bu, bir dizi yeni türden deneyimler için yepyeni bir dildir.
Böylece hiç kimse bir şey duyamayacaktır. Akustik yanılgılar da sağ olsun, şu
yanılgıyı da beraberinde getirir. Hiç bir şey duyulamaz ve hiç bir şeyin olmadığı
yerde hiç bir şey duyulamaz. En azından bu benim deneyimlerimin bir ortalamasıdır,
hatta özgünlüğüdür. Beni anladığını düşünenler beni başka bir şeye dönüştürür yani
kendi kafalarında oluşturduğu görüntüye. 160
Nietsche bu konuda, deneyimlerin insanın kendine özgü olduğundan, kendisinin
yaşaması gerektiğinden ve bireyselliğinden bahsetmektedir. Her deneyim kişinin
kendisinin yaşaması gereken ve yaşanan olaylardan sonuç çıkarması gereken bir
olgudur. Kişinin hayatta edindiği tecrübeler özgündür ve sadece kendisine aittir.
Nietsche’ye göre özgürlük kendimizden sorumlu olma iradesidir. Varoluşçuluk
hakkındaki özdeyişlerini eserlerinde ifade eder:
Kendini yakmaya hazır olmalısın; önce kül olmazsan sonra nasıl yeniden
yükselebilirsin?” “İnsanlar, sanki varoluşları bir sanat eseriymiş gibi davranarak
varlıklarına değer vermelidirler.” “Umut aslında bütün kötülüklerin anasıdır çünkü
insanın işkencesini uzatır.” “Yaşamak acı çekmektir, hayatta kalmak bu acıda bir
anlam bulmaktır.161
1.1.4.11. Ölüm/ İntihar
Ölüm ve intihar teması varoluşçu yazarlar tarafından çok kullanılan bir konudur.
Yaşamın anlamı kavramını sorgulayan ve sorularına cevap arayan yazarlar anlatılarında
ya da romanlarındaki karakterlerin ölüm ve intiharı ile bu konuya oldukça yer
ayırmaktadır. Tezer Özlü de anlatısında kendi hayat hikâyesinden yola çıkarak çoğu
160 Friedrich Nietsche, Ecce Homo İnsan Nasıl Kendisi Olur, çev. Emir Aktan, Alter Yayınları, Ankara,
2012, s. 55. 161 Friedrich Nietsche, Hayat Dediğin Nedir Ki?, çev. Erkan Aslan, Aylak Adam Kültür Sanat Yayınları.,
İstanbul, 2016, s. 11.
52
zaman sorularına cevap bulamamış ve intihar ile ölmeyi düşünmüş denemiş ancak bir
sonuca ulaşamamıştır. Woolf ise romanında ölüm konusunu yoğun olarak işlemiştir.
Varoluşçu düşünürler başka bir dünya olasılığına yaslanmadıklarından bu dünyayı
anlamsız bulmanın yanı sıra ömürlerini onurlu, neşeli ve üretken geçirme amacı
taşırlar. Bir tanıma göre felsefe yapmak ölmeyi öğrenmek demektir. Ölüm dünyanın
saçmalığını öğretir; insanın boşuna acı çektiğini sezdirir, yaşanan her şeyin
yadsınmasına neden olur. Oysa insan ölümü bile bile dünyada mutlu olmayı
amaçlar. Kendisi için ve insanlık için iyi kalmayı sürdürmek ister.162
İnsan ölümlü olmasının farkındalığı ile yaşama daha çok tutunması gerektiğini
düşünür. İnsan bu farkındalık ile yaşamını daha da anlamlı kılmayı ve yaşamı
içselleştirmeyi ister.
Ölüm bütün varlıklar gibi insan için de en trajik yaşam gerçeğidir. Ölüm farkındalığı
insana var olan bir yaşamı bireysel yönelimlerle şekillendirme ve kurma ayrıcalığı
tanır. Bu açıdan uyumlu ve dinamik bir oluş süreci olan yaşamsal güzellikleri idrak
eden bireyler ölümü duyuşsal tepkilerle anlamlandırmaya çalışır. Ölümle
sınırlandırılmış olmanın farkındalığı, yaşamın içselleştirilmesini ve ona daha çok
tutunmayı gerektirir.163
Heidegger’e göre insan kader boyun eğmemeli alınyazısını kontrol etme gücünü
göstermelidir. Heidegger insan için en gerçek şeyin ölüm olduğunu ve bütün
olanaklarının sonu olduğunu, hayatın ölüm sayesinde anlam kazandığını, insanın
ölümden kaçmak için gündelik işlere yönelip ölümü unutmak istediğini ifade eder.
Heidegger, insanlara alınyazılarını eline alıp hayatlarını yönetme konusunda öğütler
verir. Onları kararlı olmaya çağırır. Ölümün aşılamaz bir şey olduğunu, insan
olanaklarının bütünü karşısındaki en gerçek şey olduğunu, ölüm ile birlikte tüm
insan olanakları yok olur. Ölüm sayesinde insan yaşamı bir bütünlük ve birlik
halindedir ve insan yaşamını anlamlı kılan en önemli etken ölümdür. Ona göre insan
ölüm korkusunu günlük işler ile uzaklaştırmaya çalışır. Kişi kendi ölümü karşısında
kaçma eyleminde bulunur. Ancak kendi ölümü karşısında cesaretle duran, sağlam
kalan kişi kendi varoluş denizine bir yelkenli ile açılabilir.164
1.1.5. Felsefe ve Edebiyat
Felsefe tarihine bakıldığında filozoflar aynı zamanda edebi tarzda da düşüncelerini
aktarmışlardır. Hem filozof, hem de edebiyatçı olan ünlü kişiler de mevcuttur. Felsefe
ve edebiyat arasındaki bağlantı eski çağlardan beri devam etmektedir.
Platon, S. Augustine, Schopenhauer, Nietzsche aynı zamanda büyük
edebiyatçılardır. Russel, Camus, Sartre Nobel Edebiyat Ödülünü almışlardır …
örneğin Aristoteles, Kant gibi isimler çok iyi filozof olduklları halde, kullandıkları
dil bakımından iyi yazar değillerdir. Bu örnekler bize şunu göstermektedir: İyi bir
filozof olmak için iyi bir edebiyatçı olmak şart değildir. Yine aynı şekilde, iyi bir
edebiyatçı olmak için de filozof olmak şart değildir; Öyleyse bir filozofu filozof,
162 Çelik, Varoluş ve Roman , a.g.e., s. 5. 163Mutlu Deveci , Ferit Edgü Varoluş ve Bireyleşme, Sel Yayınları., İstanbul, 2012, s. 183. 164 Bkz. Akarsu, a.g.e., s. 222-24.
53
eserini de felsefi yapan edebi ve estetik değerlerin dışında başka değerlere ve
özelliklere ihtiyaç vardır. Bir edebi eser de bir düşünüşün eseridir ama her düşünüş
felsefi olmadığından dolayı bir düşünüşün felsefi olabilmesi için bir takım fikri inşa
gereklerine ve felsefi temellendirmelere uygun olması gerekmektedir. Bundan ötürü
de eğer bir edebi eser bile, bu fikri inşa gereklerine uyuyorsa, o eserin aynı zamanda
felsefi olabileceği yönünde bir kanaate sahip olabiliriz. Çünkü böyle bir eserde fikir
zevke indirgenmemekte, zevk fikrin anlatımı için daha büyük bir kolaylık
sağlamaktadır.165
Edebi ve felsefi eser arasındaki ilişki şu şekilde açıklanır:
Hem edebi eser, hem de felsefi eser bireysel bir çabanın ürünüdür. Ama edebi eserde
üslup, estetik zevk önemli olduğu için esere yazarın üslubu, estetik zevk anlayışı
yansıtmakta ve yazarın şahsiyeti eserde bulunmaktadır. Felsefi eserde ise, amaç
estetik bulunmaktadır. Felsefi eserde ise, amaç estetik zevk olmadığı için kullanılan
dil soyut ve kuru bir dildir ve dolayısıyla da akıl yürütme ve mantıksal
çözümlemelerle doludur. Edebiyat, kavram analizlerinden uzaklaşarak, olayları
somut bir hale sokmak suretiyle, felsefenin soyutluğunu ve kuruluğunu giderir. Bir
felsefi eser de filozofun eseri olmasına rağmen, bireyselliği aşan bir konuma
sahiptir. Ancak bireyselliğin aşılması, o eseri başka bir filozofun da yazabileceği
anlamına gelmez.166
Felsefe’in daha yaygın hale gelmesi için, edebi eserlerin somut öğeler içermesi o
felsefi öğretinin anlaşılmasında büyük fayda sağlar.
Felsefi bir eser, bilgi veren, ele aldığı konuyu derinliğine inceleyen ve mantıksal bir
akıl yürütme zinciri içerisinde irdeleyen bir eser olduğu için onda önemli olan
içeriktir. Edebi eser ise içerikten ziyade biçime önem verir. Felsefi eser soyut, edebi
eser ise somuttur. İnsan hayatı, onun varoluşu ve özgürlüğü gibi konular, felsefenin
soyut diliyle anlaşılır kılınamaz. Işte bu durumda sanat devreye girer ve felsefeye
somutluk kazandırır. Bu türlü eserlerde hem biçim, hem de içerik birlikte önem
kazanır. Gerçi edebiyat eleştirici arasında biçim mi yoksa içerik mi önemlidir sorusu
tartışmalıdır ama içerik biçimin önüne geçerse, o eser edebi olmaktan uzaklaşır.
Özellikle biçimcilere göre, "eseri sanat eseri yapan biçimi (yapısı)dır. Eserin felsefi
derinliği, önemi, hiçbir zaman sanat ölçütü olamaz, çünkü eseri iyi bir sanat eseri
yapamaz.”167
Kenan Gürsoy edebi-felsefi form ile ilgili şunları dile getirir:
Edebi-felsefi bir formun var olduğuna dikkat çekmek, onun kendi içinde bir anlam
taşıması demektir. Ne sadece edebi, ne de sadece felsefi; ama bir bütünlük ya da bir
yapı olarak kendi içinde farklı bir anlam taşımalıdır. Bir taraftan hayatın içine, onu
anlatan ifadelerin içine çekeceksiniz. O hayatı yaşayan; mesela o hayatın çilesini
çeken, o hayatta farklı davranışlar gösteren, kendisiyle bütünleşen, kendisine ihanet
eden, kendisini düşünen, kendisini seven, kendisinden nefret eden ama kendisini
düzeltmeye çalışan, başka insanlarla münasebetinde hüsrana uğrayan, bir insanı
165 Kenan Gürsoy, Felsefe ve Edebiyat, Felsefe ve Sanat Sempozyumu, Ara Yayıncılık İstanbul, 1990, s.
72. 166 Ali Osman Gündoğan, “Edebiyat ve Felsefe İlişkisi Üzerine”, Ankara Üniversitesi Dergiler, s. 197. Ali Osman Gündoğan, “Edebiyat ve Felsefe İlişkisi Üzerine”,
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/743/9490.pdf
167 Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınevi, İstanbul, 1994, s. 154.
54
anlatmış olacaksınız. Ama bir diğer taraftan da öyle bir şey hissettireceksiniz ki, işte
bütün bunlardan bir metafizik anlam çıkartmak mümkün olabilecek...168
Anlatım tarzı veya iletişimin tefekkürün ortaya çıkmasındaki etkisi ile ilgili
olarak Kenan Gürsoy şöyle der:
Roman ya da geniş anlamda o ürün ne ise, onun vasıtasıyla iletme, iletişilebilme
özelliğinin taşınması, onun tefekkür ufkuna bir şey katıyor. Yani bu tarz bir
iletişimin içinde var olarak, orada kendisini açığa çıkarması, daha iletişimin o
kendine has tarzının içinden başlayarak kendini ifade etmesi dikkate değer bir nokta
oluyor. Hem anlatan hem de okuyan insan tarafından, bu iletişimin bizzat kendisinin
tefekkürün bir özelliği şeklinde fark edilmesi, bir değer taşıyor.169
Kenan Gürsoy edebiyat ve felsefenin aynı eserde birlikte olmasının büyük bir
öneme sahip olduğunu dile getirir.
... Özellikle tasavvuftaki sohbet tarzında, doğrudan açık bir dille söylenmese bile,
ifade tarzlarına bağlı olarak, iletişimin kendisinden kaynaklanarak oluşan, bir
“varoluş halini” diğer kişiye aktarabilme gibi bir özellik var. Belki bir ifadeyi
kullandığımız zaman bütün şahıslar bilimsel ortamda olduğu gibi, aynı şeyi, aynı
seviyede anlayacak değiller. Ama herkes onu kendince, kendi aynasında, yeniden
yorumlayarak bir şeyleri fark edecek ve bu fark ettiği şey de onun, kendinden
yeniden yansıyarak, gelişmesine, manevi anlamda ilerlemesine katkıda bulunacak.
Yani onun da bir tür ekzistansiyal tefekkür içinde var oluşmasına, imkân
sağlayacak.”170
168 Kenan Gürsoy, Varoluş ve Felsefe, Aktif Düşünce Yayınları, Ankara, 2014, s. 166. 169 Gürsoy, a.g.e., s. 166. 170 Gürsoy, a.g.e., s. 168.
55
İKİNCİ BÖLÜM
2.1. “DENİZ FENERİ” ROMANININ VAROLUŞÇU UNSURLAR
BAKIMINDAN İNCELENMESİ
Deniz Feneri Virginia Woolf tarafından 1927’de bilinç akımı tekniği ile yazılan
deneysel, psikolojik, felsefi ve otobiyografik olarak da nitelendirebileceğimiz modern,
postmodern, bir romandır. Woolf bu romanı, kendi varoluşunun anlamını bulmak için
gösterdiği mücadele sonucu yazmış ve bu anlam arayışını romanın karakterleri aracılığı
ile okuyucuya taşımıştır. Eserde insan hayatının yapısı, sosyal oluşu, insanın zaman
içinde edindiği iyi ya da kötü tecrübeler, özgürlük, feminizm, yalnızlık, umutsuzluk,
öznellik, korku, evlilik kurumu, kadının aile yaşantısındaki yeri, toplumsal olaylar,
gelenekler, ölüm gibi konular işlenmektedir.
Bu romanda insan yaşamının geçici oluşu sorgulanmakta, zaman kavramı
gerçek zaman olarak değil, karakterlerin bilincinde yaşadıkları olayların ve duyguların
uzunluğu ile verilmektedir. Romanın başında geçen bir günün öğleden sonrası yaklaşık
kitabın yarısını oluştururken; sonraki on yılda oluşan gerçek olaylar birkaç sayfadan
meydana gelir. Roman gerçek olaylar bakımından durağan ancak karakterlerin
zihinlerinde kurduğu düşünceler ve yarattığı imajlar bakımından oldukça hareketli ve
akıcıdır. Çoğu önemli olay karakterlerin bilincinde meydana gelir. Bu kitap Bilinç
Akışı* (Stream-of-Consciousness) tekniği ile yazılmıştır.
* Bilinç Akışı: Kişinin aklından geçenlerin birinci kişi ağzından yansıtılmasıdır. Bu teknikle yazar;
kahramanın, hayatı, nesneleri, etrafında gördüğü şeyleri nasıl algıladığını, bir bilinç yansıması eşliğinde
aktarır. Derin, soyut ifadelerden meydana gelir. Bilinç akışı tekniği, genellikle iç çözümleme ve iç
konuşma tekniği ile karıştırılmaktadır. İç çözümleme anlatıcı-yazarın araya girerek kahramanın
duygularını, düşüncelerini okura aktarmasıdır. İç konuşmada ise yazar aradan çekilir, aktarma görevini
bırakır; okura roman kişisinin zihnini bir sinema gibi seyrettirir. İç konuşma ve bilinç akışı tekniği
neredeyse aynıymış gibi görünür, ancak iç konuşma gramer bakımından düzgün, sentaks kurallarına
uygun cümlelerle yapılan sessiz bir konuşmadır ve düşünceler arasında mantıksal bir bağ vardır. Bilinç
akımında ise karakterin zihninden akıp giden düşüncelerde mantıksal bir bağ yoktur. Daha çok çağrışım
ilkesine göre akarlar. Ayrıca gramer kuralları da gözetilmez. Bilinç akımında yalnız düşünceler değil,
duyumlar, imgeler de yer alabilir.
“Bilinç Akımı Tekniği, https://www.turkedebiyati.org/bilinc-akimi-teknigi/, (03.08.2017).
56
Woolf; bu romanı ile insanın bilinci ile olayları nasıl algıladığını, neler
hissettiğini, başkaları ile nasıl iletişim kurabildiğini, hayatındaki yolculuğunda ne gibi
keşifler yaptığını okuyucu ile paylaşmak ister. Yazar o dönemde popüler olan Charles
Darwin’ in evrim teorisi ile tanrı inancı sorgulanmakta, Freud’un ortaya attığı bilinçaltı
düşünce ve psikanaliz tekniğini kullanarak romanını oluşturmaktadır.
Woolf Deniz Feneri romanı ile kendi ailesindeki kişilerin özelliklerini roman
karakterlerine yansıtmış, kendi yaşamından otobiyografik öğeler ile romanını
oluşturmuştur. Mrs. Ramsay Woolf’un güzelliği ile büyüleyen ve her konuda çok
yetenekli olan annesini, Mr. Ramsay otoriter ve başarılı olmak için çaba gösteren babası
Leslie Stephen’ı, James ise kardeşi Adrian’ı, Lily ise tüm bu kurallara karşı çıkan ve
özgürlüğüne düşkün olan kendisini anımsatmaktadır.
Yirminci yüzyılın başlarında yazılan romanlar geleneksel biçimin aksine bireyin
iç dünyasını ve izlenimlerini yansıtan psikolojik romanlar yazılmaya başlanmıştır.
Virginia Woolf; Deniz Feneri romanı ile bireyin günlük yaşantısını ve izlenimlerini
bilinç akımı tekniği kullanarak eserlerine yansıtmıştır. Bu tür psikolojik ve bilinç akımı
tekniği kullanılan romanlarda geleneksel romanının tam tersine olay örgüsü düzenli bir
şekilde verilmez ve yazar; romanında karakterlerin günlük hayatlarındaki sıradan
olayları, iç dünyasında yaşananları ve aklından geçenleri konu edinir. Woolf bu
romanında belli bir olay örgüsünden çok karakterlerin iç dünyalarında yaşadıklarını,
kendi içsel monologlarını, duygu ve düşüncelerini anlatır.
Romanın birinci ve üçüncü bölümü uzun olarak yazılmasına rağmen İkinci
Dünya Savaşı, Mrs. Ramsey’in ve Andrew’ün ölümü gibi kötü olayların yaşandığı
zaman geçiyor bölümü romanda çok kısa anlatılmıştır. Woolf’un annesinin ölümünü
hatırlamak istemediği ve ölüm ve savaş konuları acı veren konular olduğu için fazla
üzerinde durmak istemediği düşünülür.
Deniz feneri romandaki sembollerden biridir. Fener geçici ve ölümlü olan dünya
yaşamını, maddesel varlık olan bedeni temsil ederken; fenerin yaydığı ışık ise
ölümsüzlüğü ve sınırsızlığı, insan ruhunu, aşkınlığı, eserlerin ve ünün bu dünyada kalıcı
olduğunu ve evreni aydınlatan o sonsuz gücü temsil etmektedir.
Bu çalışmada, Woolf’un Deniz Feneri romanındaki bazı varoluşçu öğeler
üzerinde yoğunlaşılmıştır.
57
2.1.1. Yalnızlık ve Yabancılaşma
Varoluşçuluk felsefesinin en önemli öğelerinden biri olan “yalnızlık” kavramı
Deniz Feneri romanının başlarından itibaren romanın karakterlerinin yaşamının çoğu
zamanında hissedilmektedir. Mr. ve Mrs. Ramsay her ne kadar çocuklarına düşkün ve
birlikte vakit geçiren ebeveynler olsa da bireyler zaman zaman odalarına çekilerek
kendi iç dünyalarına dönmektedirler. Çoğunlukla birlikte vakit geçirmelerinden dolayı
kendilerine ait odaları onların kendileri ile baş başa kalabileceği tek sığınaklarıdır. Aile
fertleri gelenek ve kurallardan diğer insanlardan uzak kalarak topluma ve diğer bireylere
karşı yabancılaşmakta ve kendi iç yolculuklarına dönmek istemektedir. Kendi odalarına
çekilerek Mr. Tansley ile ilgili rahat rahat dalga geçebilmekte, ebeveynlerinin
baskılarından uzak istedikleri konu hakkında konuşabilmektedirler.
Mr. ve Mrs. Ramsay'in sekiz çocuğu, yemek biter bitmez geyikler gibi usulcacık
masadan kalkarak yatak odalarına sıvıştılar. Gözden uzak köşesi olmayan evde
burası onların tek sığınağıydı; orada ne olsa, Tansley'in kravatı; filan yasanın
kabulü; deniz kuşları ve kelebekler; insanlar; akla gelen her şey konuşulabilirdi. (22-3) *
Çocuklar Mr. Tansley’den hoşlanmaz ve onunla sürekli dalga geçerler. Onlar ne
zaman ilginç bir şeyden müzikten ve tarihten bahsetseler onları küçük düşürür ve bu
yüzden onun düşünce biçimine kızarlar.
Çocukların alay edip güldükleri genç, ardından, oturma odasına gelmişti; bakmadan
görüyordu. Masanın yanında durmuş, çevresindeki her şeye yabancı, sıkıntılı
sıkıntılı, bir şeyle oynuyordu. Hepsi gitmişti —çocuklar; Minta Doyle ile Paul
Rayley; Augustus Carmichael; kocası— hepsi gitmişlerdi. İçini çekerek ona doğru
döndü ve «Acaba benimle beraber gelmek sizi sıkar mı, Mr. Tansley?»dedi.”(24)
Çocukların odalarında yalnız kalmayı istemelerinin ardından, Mrs. Ramsay bir
başına kalan ve her şeye yabancı olan Mr. Tansley’e acıma duygusu ile yaklaşarak onu
işlerini halletmek için dışarıya çıkmaya davet etmiştir. Mr. Tansley romanda
çevresindekilerin pek sevmediği, insanlara yabancılaşmış kendi halinde bir karakter
olarak karşımıza çıkar. Geçmişte fakirlik ile yaşamış, içinde yapamadığı bir çok şey
hevesi bulunan, Tansley Mrs. Ramsay tarafından sevilen ve korunan bir karakterdir.
Mrs Ramsay Tansley’e bir anne şefkati ile yaklaşır.
Mr. Bankes yaşamında yalnızlığı yaşayan bir karakterdir. Anımsadığı olayı
düşünür ve yolun sonunda Ramsay ile ayrılmalarının ardından sıradan gündelik olaylar
yüzünden birbirlerine ne kadar yabancılaştıklarını düşününür.
* Bu bölümde yer alan ve sayfa numarası belirtilen metin içi alıntılar Virginia Woolf’un “Deniz Feneri”
adlı kitabından aktarılmıştır.
58
William Bankes, uzak kum tepelerine bakarak, Ramsay'i anımsadı, Westmorland'da
bir yolu anımsadı; Ramsay bu yol üzerinde o her zamanki yalnızlığı içine
gömülmüş, tek başına yürüyordu; sonra birdenbire durdu; Mr. Bankes çok iyi
anımsıyordu (herhalde bu tam böyle olmuştu), bir anaç tavuk civcivlerini korumak
için çırpınarak kanatlarını yavrularının üzerine germiş, bunu gören Ramsay de durup
bastonunun ucu ile göstererek, «Ne güzel — ne güzel,» demişti. O zaman Bankes,
adamın iç dünyasına ışık tutan garip bir şey bu, diye düşünmüştü; bu onun
sadeliğini, sıradan şeylere olan ilgisini gösteriyordu; ama ona öyle geldi ki, o anda,
arkadaşlıkları o yolun ortasında sona ermişti; şu, bu derken birbirlerinden
uzaklaşmışlardı. (36)
Cam’in ona çiçek vermemesi onu derinden etkiler, ne kadar yalnız olduğunu
düşündüğünde içini bir hüzün kaplar.
Cam, o küçük kız, Ramsay'in en küçük kızı. Çocuk su kıyısında çiçek topluyordu.
Ne yabanıldı, ne hırçındı! Dadısının sözünü tutmuyor, beye bir çiçek vermiyordu.
Hayır! Hayır! Hayır! Vermeyecekti işte! Yumruğunu sıktı. Ayağını yere vurdu. Mr.
Bankes birden kendini yaşlanmış hissetti, içini bir üzüntü kapladı; niçin, bilmiyordu
ama sanki bu küçük kız şu arkadaşlık konusunda tüm suçu ona yüklemişti. Kupkuru,
tek başına kalmış olduğu doğruydu galiba. (37)
Bankes, Ramsay’ın hayatı ile ilgili düşünerek gençliğinde yalnızlığı içinde
yaşadığını, ün ve şöhretinden uzak sade bir yaşantıya sahip olduğunu, hayatta bazı
şeyler için mücadele gösterdiğini ve sıkıntı çekerek yaşamını sürdürdüğünü düşünür.
Bankes, Ramsay'in durumunu kafasında evirdi çevirdi, kâh ona acıdı, kâh onu
kıskandı; sanki her şey kendi gözleri önünde olmuş, Ramsay gençliğinde her şeyden
uzak tek başına sürdürdüğü o sıkı, o sade ve çekilgin yaşantısının ona getirdiği ün ve
parıltıdan vazgeçivermiş, kendini çırpınan kanatlar ve cıvıltılarla dolu bir yaşamın
sıkıntılı havası içine bir daha çıkmamak üzere atmıştı. (38)
Mr. Bankes, Lily ile Mr. Ramsay hakkında konuşurken onun ne denli saygıdeğer
bir adam olduğunu, kırkından önce felsefe alanında çok değerli bir kitap yazdığını,
tecrübe ve azim ile kendini aşıp yapıtlar ortaya koyduğunu düşünürler.
Lily'nin, «Ya yapıtları!» diye anımsatması, Mr. Bankes'in hoşuna gitti. O da zaman
zaman bunu düşünürdü. Kaç kez, «Ramsay, en iyi yapıtını kırk yaşından önce veren
kimselerdendir,» demişti. Daha yirmi beş yaşındayken küçük bir kitapla felsefede
kendini göstermişti. Ondan sonra yazdıklarının hepsi aşağı yukarı aynı konunun
genişletilmesi ve yinelenmesiydi. Bankes, saçları dümdüz fırçalanıp taranmış, üstü
başı tertemiz ve özenli, güç beğenir bir yargıç tavrıyla armut ağacının yanında
durup, ama dedi, hangi alanda olursa olsun kalacak bir yenilik getirenlerin sayısı o
denli az ki! (39)
Mr. Ramsay oğlu ve karısının uzaktan belirdiğini fark eder. Git gide ona doğru
yaklaşmaktadırlar. Karısına olan saygısını insanlar ayıplar mı diye düşünmekten
kendini alamaz ve yıllarca kariyeri için kitapları ve odasında yaşadığı o yoğun
yalnızlığı, yaşadığı kötü deneyimleri, düşüşleri aklına gelir. Toplumun o sıradan
yaşantısından öyle uzaklaşmıştır ki yabancılaşmış ve onlara uyum sağlayamaz hale
gelmiştir. Bu güzel görüntüler ona hala yabancı gelir.
59
Baktığı şey ilk önce çok uzaktadır, sonra yavaş yavaş yaklaşır, sonunda dudaklar,
kitap ve baş ayrı ayrı belli olur, ama o yoğun yalnızlığı, yılların bozkırı ve yıldızların
düşüşü, içinde öyle bir uçurum açmıştır ki bu görüntüler ona hâlâ tatlı ve yabancı
gibi gelir ve sonunda piposunu cebine koyup görkemli başını kadının önünde eğerse
— bu dünya güzeli önünde böyle saygı ile eğildi diye onu kim ayıplar? (53)
2.1.2. Umut /Umutsuzluk
Romanın ilk sayfasında James’in deniz fenerine gitmek isteme umudu ile
sorduğu soruya yönelik Mrs. Ramsay şart cümlesi ile oluşan bir yanıt vermektedir.
James’in deniz fenerine gitme isteği havanın iyi olmasına bağlıdır. James, sanki
gideceklermiş gibi bir sevinç duymuş ve yıllardır beklediği bir mucize gerçekleşecek
gibi sevinmiş; odun pazarlarının resimli kataloğundan kestiği buzdolabı çocukluk
sevinciyle sanki ona cennetten gelme bir şey gibi görünmüştür. James altı yaşında
küçük bir çocuk olmasına rağmen duygularını birbirinden ayırmayan gelecekle ilgili
beklentilerinde hem sevincini hem üzüntüsünü heyecanını yaşamakta olduğu anın
üzerine düşüren hassas bir çocuktur. Umut kavramı heyecanla yarını bekleyen James’in
deniz fenerine gitme isteği ile açıklanmıştır.
Mrs. Ramsay, «Elbette, ama yarın hava iyi olursa,» dedi. «Yalnız sabahleyin erken
kalkmalısın.» Bu sözler, oğluna, sanki gezintiye kesinlikle gidilecekmiş, yıllar kadar
uzun süren bir zamandır beklediği mucize, bir gecelik karanlıkla bir günlük sandal
yolculuğundan sonra gerçekleşecekmiş gibi sonsuz bir sevinç verdi. James Ramsay
yere oturmuştu; Çünkü o altı yaşındayken bile bir duygusunu ötekinden ayrı
tutamayan; gelecek günlere yönelik tasarıların gölgesini hem sevinçleri, hem
üzüntüleriyle, yaşamakta olduğu anın üstüne düşüren o çoğunluktandı; çünkü bu
kimseler için daha küçücük bir çocukken bile herhangi yeni bir heyecan, doğduğu
ânı, ister verdiği ferahlık, ister bunaltısı ile öteki anlardan ayırt edip tek başına
vurgulayacak güçtedir. Resim sevinçten bir oya ile çevrilivermişti. (17)
Ancak babasının verdiği olumsuz cevap ile James hayal kırıklığı yaşar ve
umudunu yitirir. Bu olumsuz yanıt Jamesin tüm umutlarını yok etmiş, onu
umutsuzluğun pençesine düşürmüştür. James babasına karşı öldürmek istercesine nefret
duymuş; elinin altında herhangi bir silah olsa onu öldürmeyi düşünecek kadar kızmıştır.
Burada James’in babasına duyduğu nefret, psikolojide küçük yaştaki çocukların babayı
öldürmek isteyip nefret duyduğu Oedipus Complex (Odipus Kompleksi) kavramı ile
ilişkilidir.
Babası oturma odasının penceresinden bakarak, “yarın hava iyi olmayacak”, dedi.
Eğer elinin altında balta ocak demiri, ne türden olursa olsun babasının göğsüne
saplayıp onu oracıkta öldürüverecek bir silah olsaydı James hemen kavrayacaktı.
Mr. Ramsay bir şey söylemese bile, sade aralarına gelmekle çocuklarının içinde işte
böyle olmayacak heyecanlar uyandırırdı. Şimdi de orada bıçak gibi daracık ince
60
bedeniyle durmuş, sadece oğlunu umutsuzluğa düşürmek, her bakımdan James'e
kalırsa) kendisinden on bin kat üstün olan karısını gülünç etmek zevkiyle değil, aynı
zamanda kendi düşüncesinin doğruluğuna inanan gizli bir büyüklenmeyle alaylı
alaylı sırıtıyordu. (18)
Mr Ramsay hep doğruları söyler, dedikleri de doğru çıkardı. Çocuklarının küçük
yaştan itibaren yaşamın kötü olduğunu bilmeleri gerektiğini savunur söyleyeceği söz
kötü olsa da aldırmadan söyler başkalarını kırarım diye düşünmezdi. Ona göre yaşam
zorluklarla doludur ve çocuklar küçük de olsa hayatta umutlarının söndüğü,
umutsuzluğa kapıldıkları tecrübeler yaşayacaklarını düşünür. Şimdiden bunu
öğrenmelidirler. Böylelikle yürekli olduğunu ve gerçekleri söylemesi gerektiğini
savunan bir karakterdir. Ancak James bu kötü haberi duymak istemez ve umutsuzluğa
düşerek babasına çok sinirlenir.
Dediği doğruydu. Hep doğru çıkardı. Yanılmak istese de yanılamazdı; eğriyi doğru
gösterdiği hiç olmamıştı; söyleyeceği söz acı ise filanın hoşuna gider ya da işine
gelir diye bir sözcüğünü bile değiştirmezdi. Hele kendi çocukları için hiç. Madem
onun evlâdı idiler, daha çocuk yaştan öğrenmeliydiler ki yaşam çetindir; gerçekler
değiştirilemez; en parlak umutlarımızın söndüğü, çürük teknemizin yok olduğu o
efsane ülkesine geçiş de (bunları söylerken Mr. Ramsay dimdik durur, küçük mavi
gözlerini kısarak uzaklara dalardı) her şeyden önce yüreklilik, doğruluk ve dayanma
gücü isteyen bir geçiştir. (18-9)
“Mrs. Ramsay ördüğü kızıl kahverengi çorabı elinde bükerek sabırsızlıkla, ‘Ama
hava belki de iyi olur — bana kalırsa iyi olacak,’ ” (19) der ve oğlunun üzülmesini
istemez aslında o da gelecekle ilgili umutludur. Eğer çorabı o gece bitirirse fenere
gittiklerinde onu bekçinin kemik veremi olan küçük çocuğuna verecektir. Onların
yardıma muhtaç kişiler olduğunu düşünür. Acıma duygusu ve şefkatle bu zavallı
insanlara yardım etme umudu içerisindedir.
Daha sonra Mr Ramsay ile akşam yürüyüşüne katılan alay konusu olan Tansley
onların aksine, sinir oldukları şeyler söyler. James’in umudu bir kez daha kırılmış;
hayali olan deniz fenerine kavuşmaya artık bir adım daha uzaktadır...
Tanrıtanımaz Tansley kemikli parmaklarının rüzgâra doğru açarak batıdan esiyor
dedi. Evet, bu adam gerçekten insanın zıddına gidecek şeyler söylüyordu Tansley bu
konu üzerinde durup James’in umudunu büsbütün kırdığı için münasebetsizlik
etmişti ama yine de Mrs. Ramsay ona gülmelerine razı değildi. (19-20)
Yetişkinler küçüklerin hayallerini, duygularını anlamada yetersizdir. James’in
hayal dünyası çok büyük ve umutlarla dolu iken yetişkinler olaylara daha gerçekçi ve
sıradan bakmaktadır. Bu olayla birlikte çocuklar ve yetişkinler arasındaki umut-
umutsuzluk kavramlarının farklı olması ancak yaşamda edindiğimiz acı tecrübelere
bağlıdır. Hiç James üzülecek mi diye düşünmezler ve ona gerçeği söylerler.
61
Çocuklar kendilerini azarlayan Tansley’den hiç hoşlanmaz ve kendisi bir kez
daha umutlarını kıracak şekilde konuşur. Mrs. Ramsay bu durumdan rahatsızlık duyar
ve oğlu James’in üzülmesini istemez. Tansley’in hava muhalefetinden dolayı fenere
olan geziyi kestirip atmasına bozulmuş, küçücük çocuk onun yüzünden bir kez daha
hayal kırıklığına uğramıştır.
Kocası ile pencerenin önünde duran Charles Tansley, ellerini kavuşturup, «Yarın
Fener'e gidilemeyecek,» dedi. Artık söylendiği yeterdi. Onu oğluyla kendi hallerine
bırakıp konuşmalarını sürdürselerdi ne olurdu sanki. (21)
Romanda geçen bir başka umut öğesi ise kasabaya sirkin geleceği haberidir.
Mrs Ramsay’in içinde bir kıpırtı oluşur ve heyecanla Tansley’i de davet eder. Gelecekle
ilgili plan yaparlar ve umutla o günü beklerler.
Mrs. Ramsay boynunu uzatarak, çünkü miyoptu, sirkin «bu kasabaya geleceği»
haberini okudu. Tek kollu bir adamın böyle merdiven tepelerinde çalışması ne
tehlikeli şey, diye şaştı. Adam sol kolunu iki yıl önce bir biçere kaptırmıştı. Sonra
yeniden yürümeye başlayınca sanki tüm bu atlılar ve atlar, içinde, çocukça
heyecanlar uyandırmış da bir anda tüm acımasını unutturmuş gibi, «Hepimiz de
gidelim,» diye ekledi. (26)
Mrs. Ramsay çocuklarının her şeyi, Tansley’i ne kadar çok eleştirdiğini düşünür.
James’in kardeşleriyle odaya gitmemesi ile birlikte; çocuklarının kavga etmesi,
anlaşmazlıkları, önyargılarının, fikir ayrılıklarının ne kadar erken başladığını, insanların
aslında birbirinden ne kadar farklı bireyler olduğu konusunda düşüncelere dalar.
Ama onu asıl derinden derine düşündüren, öteki sorun, varsıllık yoksulluk sorunu
idi: kolunda bir çanta, elinde bir defter kalem, filan dulu veya falan zavallı kadını
yoklamaya gittiğinde, o yörede olsun, Londra'da olsun, her hafta, her gün kendi
gözleriyle gördüğü şeyleri düşündü. Yarı gururunu okşadığı, yarı da merakını
giderdiği için hayır işleyen o ev hanımlarından olmamak, nenin nesi olduğunu pek
bilmediği halde, hayranlık duyduğu bir araştırmacı olmak, toplum yaralarına neşter
vurmak umuduyla, kazançları, masrafları, işi olanları, işsizleri defterinde özenle
çizilmiş ayrı ayrı yerlere yazarken neler görmemişti ki! Tüm bunlar, ona, James'in
elinden tutmuş orada dururken çözümlenemeyecek sorunlar gibi geldi. (23-4)
Mrs Ramsay Varlık-yoksulluk konusunda düşünür, aslında fakirlere yardımcı
olan bir kadındır. Toplumda yara olan her türlü acıyı tedavi etmeyi umut etmektedir.
Ancak bir süre düşündükten sonra içinden çıkılamayacak bir hal alır kendisini yeterli
hissetmez ve yardıma muhtaç çok fazla kişi vardır. Bu sorunlar ona çözülemeyecek gibi
görünür ve umutsuzluğa kapılır. Daha sonra James’in saçlarını okşayarak gelecekten
umutlu olmasını ister, havanın iyi olacağını söylemesi varoluşçuluğun umut kavramı ile
ilişkilidir.
Pencerenin yanında duruyordu, sesi yine sevimsizdi, ama Mrs. Ramsay'in hatırı için
bir parça olsun tatlılaşmaya çalışarak, «Fener'e gidemeyeceksin ha, James,» dedi.
Mrs. Ramsay, pis küçük adam, diye düşündü, ne diye durup durup bunu söylüyor
62
sanki. Oğlunun başını okşayarak sevecenlikle, «Kim bilir belki de sabahleyin
güneşin ışıkları, kuşların cıvıltıları ile uyanırsın,» dedi. Belliydi kocası, o iğneleyici
konuşma biçimiyle, yarın hava kötü olacak diye, çocuğunun neşesini kaçırmıştı;
James'in bu fener yolculuğunu nasıl heyecanla ve sabırsızlıkla beklediğini biliyordu.
Sanki kocasının söylendiği yetmiyormuş gibi, şu küçük pis adam da durup durup bu
konuyu tazelemişti. Oğlunun saçlarını okşayarak, «Kim bilir belki de yarın hava iyi
olur,» dedi. (29-30)
Romanın ikinci bölümü en kısa olan bölümlerden biridir. Bu kısa bölümde
varoluşçuluk ile ilgili umutsuzluk konusu işlenir.Bu bölüm çok kısa olmasına rağmen
James ve Mrs. Ramsay’in deniz fenerine gitme umutlarını bir kez daha söndüren
Tansley’e duyulan nefreti anlatır. Onların yeniden umutsuzluğa kapılmasına sebep olur.
Fener'e gönderilemezdi ki. Bir an gelecek, evin hiç tutar yanı kalmayacaktı; o zaman
bir çaresine bakmak gerekecekti. Ah, eve girerlerken ayaklarını silmeyi öğrenseler
de kumsalı içeri taşımasalardı — bu da bir şeydi. Eğer Andrew yengeçleri kesip,
içlerini açıp bakmak istiyorsa nasıl olmaz diyebilirdi; ya da Jasper deniz yosunundan
çorba yapılabilir diye tutturursa insan nasıl engel olabilirdi; Rose'un toplayıp
getirdiği midye kabuklarına, kamışlara, taşlara sesini çıkarabilir miydi? Ne yapsın,
çocukları, hepsi de yetenekliydi, ama başka başka yönlerde. (43)
Marie’nin uzaklara bakarak babasının ölüm döşeğinde olmasına üzülüp
yurdumda dağlar o kadar güzeldir ki, demesi üzerine Mrs. Ramsay Marie’nin babasının
gırtlak kanseri olduğunu hatırlar ve bu umutsuzluk havasında çorabını ölçerken James’e
sinirlenir. Marie’nin bu sözü söylemesi ve uzaklara bakması bir umut beklediğini ancak
babasının kanser olmasından dolayı umutlarının tükendiğini gösterir.
Kâh söylenerek, kâh kendi yaparak bir Fransız kadını gibi, o usta elleriyle
pencerelerin nasıl açılacağını, yatakların nasıl yapacağını gösteriyordu; kız
konuşmaya başlayınca, uçarak güneşin önünden geçtikten sonra, bir kuşun kanatları
nasıl yavaşça yumulup kapanır ve tüylerinin mavisi keskin çelik renginden, nasıl
hafif bir mora dönerse tıpkı öyle, her şey sessizce gelip Mrs. Ramsay'in çevresinde
toplanmış, yumulmuştu. Ağzını açıp da bir şey söyleyememişti. Ne söyleyebilirdi
ki? Kızın babası gırtlak kanseriydi. Kendisinin hiç ses çıkarmadan öyle duruşu,
kızın, «Yurdumda dağlar öyle güzeldir ki,» deyişi, o umutsuzluk havası aklına
gelince birden sinirlendi. (44)
Mrs. Ramsay’in fenere gitmek istemesine kocası şiddetle karşı çıkmış ve
havadan dolayı gidemeyeceklerini söylemiş karısın umudunu kırmıştır. Karısı oğlu
James’in fenere gitme umudu ile yanıp tutuştuğunun farkındadır ve bunu
gerçekleştirmek ister ancak kocasının bu olumsuz cevabı bir kez daha tüm umutsuzluğa
kapılmalarına sebep olur. Mr. Ramsay ise kadınların böyle mantıksızca düşünmesine
öfke duymaktadır. Ona göre bu havada fenere gitme imkânı yoktur.
Mr. Ramsay geleceği görebilen akıllı realist bir adamdır ve karısının da olaylara
duygusal değil gerçekçi bakmasını ister. Mrs. Ramsay ise kocasının başkalarının
63
duygularını hesaba katmadan bu denli gerçekçi oluşunu insanlığa sığmayan korkunç bir
şey olduğunu düşünmektedir.
Mr. Ramsay sinirli sinirli; «Yarın Fener'e gitme olanağı ve olasılığı yok,» diye
kestirip attı. Mrs. Ramsay, «Nerden biliyorsun?» diye sordu. Çok kez rüzgâr
değişiverirdi. Karısının bu aşırı mantıksızlığı, kadınların akılsızlığı Ramsay'i
öfkelendiriyordu. Kendisi ölüm vadisinden geçmiş, darmadağın edilmiş, kıymık
kıymış olmuştu; şimdi de karısı gerçeklere karşı duruyor, çocuklarını olmayacak
şeylerle umutlandırıyor, düpedüz yalan söylüyordu. Ayağını sabırsızlıkla taş
basamağa vurdu. «Allah cezanı versin,» dedi. Peki, ama ne söylemişti ki? Sadece,
«Yarın hava belki de güzel olur,» demişti. Öyle ya belki de olurdu. Nasıl olurdu?
Barometre böyle durmadan düşerken ve rüzgâr da batıdan eserken olamazdı bu.
Başkalarının duygularını hiç hesaba katmadan, bu kadar düşüncesiz bir biçimde
gerçek ardında koşmak, uygarlığın o incecik tüllerini bu denli kayıtsızca, bu denli
acımasızca parçalamak Mrs. Ramsay'e göre, insanlığa sığmazdı, korkunçtu;
sersemlemiş ve körleşmiş bir halde, tüm bu dolu sağanağını ve kirli bulaşık suyunu
başından aşağı yemeye razı gibi başını önüne eğdi. Söyleyecek bir şey kalmamıştı.
(48)
Kocasının hava durumunu gidip kıyı korucularına sormak istemesi Mrs. Ramsay
için bir umut olmuştur. Ancak ne yazık ki kocasının tahminleri her zaman doğru
çıkmaktadır. Bu sözü üzerine kocasına duyduğu saygı aklına gelmiş ve güvende
hissederek kendini mutluluklar ülkesinde bulur. Ve kocasının yanında kendisinin ne
kadar yetersiz olduğunu düşünür ayakkabılarını bağlamaya bile layık değildir.
Kocası ses çıkarmadan yanında duruyordu. Sonunda çok aşağıdan alarak, «Ama
istersen bir kez de gidip kıyı koruyucularına sorayım,» dedi. Dünyada kimseye
kocası kadar saygısı yoktu. «Yok,» dedi, «tahminin doğrudur elbet.» Ne olacak
sandviçleri hazırlamazlardı — işte o kadar. Bir kadın olduğu için doğal olarak, hepsi
de bütün gün sabahtan akşama dek kâh bu iş danışmaya gelirlerdi; biri bunu isterdi,
öbürü şunu; çocuklar artık büyüyorlardı; çok kez kendini, insanların heyecanlarına
daldırılıp çıkarılmış bir süngere benzetirdi, buydu o. Sonra kocası Allah cezanı
versin demişti. Kesinlikle yağmur yağacak demişti. Yok, yağmayacak demişti. İşte
Mrs. Ramsay o anda kendini birden her tehlikeden uzak bir mutluluk ülkesinde
bulmuştu. Kimseye kocası kadar saygısı yoktu. Onun ayakkabılarını bile bağlamaya
layık değildi. (49)
Varoluşçuluk felsefesinde insanoğlunun önce var olup sonra özünü
oluşturduğuna inanılır. Kişi edindiği tecrübelerle kendini geliştirir ve ruhsal olarak ileri
seviyelere yükselir. Bu erdemli olma, kâmil insan olma kavramları ile de açıklanabilir
bir başka deyişle bir dahi seviyesine ulaşmak da denilebilir. Mr. Ramsay’in akademik
hayatta baştan itibaren geldiği nokta alfabenin harfleri ile derecelendirilmiştir. Mr.
Ramsay Q harfine rahatlıkla gelebilmiş fakat R’ geçebileceğinden emin değildir. Z’ ye
gelebilme umudu ile yaşamaktadır ancak daha bir sürü harf vardır ve çağda ancak bir ya
da iki kişi bu üstün mertebeye ulaşabilir. Akademik hayattaki başarıya ulaşma isteği ve
yetersizliğini düşünmesi kendinde sıkıntı, bunaltı yaratmıştır.
64
Evet, onunki parlak bir zekâ idi. Düşünmeyi bir piyano klavyesi gibi birtakım
notalara, ya da bir abece gibi sıra ile yirmi altı harfe ayrılmış kabul edersek
Ramsay'in o parlak zekâsı, örneğin Q harfine gelinceye dek, teker teker, bu harfleri
atlamakta güçlük çekmemişti. Ramsay Q'ya dek gelmişti. Tüm İngiltere'de Q'ya dek
gelenler pek azdır. Düşüncelerinin burasında, sardunya çiçekleriyle dolu taş saksının
yanında bir an durup, pencerede yan yana oturan karısına ve oğluna baktı; ama şimdi
onları çok çok uzaklarda görüyordu; tıpkı kumsalda şeytan minareleri toplayan
çocuklar gibi, dünyadan habersiz, ayaklan dibindeki önemsiz şeylerle uğraşıyorlar,
kendisinin iyiden iyiye gördüğü korkunç bir gelecek karşısında hepten savunmasız,
yan yana oturuyorlardı. İkisini de onun koruması gerekiyordu; o da onları
koruyordu. Ama peki Q'dan sonra? Sonra ne geliyor? Q'dan sonra daha bir dizi harf
vardı ki, sonuncusunu, yaşayan gözler hemen hemen hiç seçemez, o ta uzaklarda
kızıl bir ışıltıyla belli belirsiz yanar söner. Z'ye bir kuşakta yalnız bir kişi, o da bir
kez ulaşabilir. Ama kendisi R'ye atlayabilirse o da bir şeydi. Hiç olmazsa Q'ya
gelebilmişti ya. Q'ya iyice yerleşmişti. Artık Q'dan korkusu yoktu. Q elinin
altındaydı. Q eğer Q ise — R — burada durup, piposunu saksının koçboynuzu
biçimindeki kulpuna bir iki kez vurup takırdatarak temizledi, sonra yine düşünmeyi
sürdürdü: «Öyleyse R...» kendini şöyle bir gerdi. Kendini iyice yumruk gibi sıktı.
(50-1)
Mr Ramsay R harfine ulaşmayı hedeflemektedir. Doğruluk, özveri, beceri gibi
niteliklere sahiptir ancak R harfi ona çok uzak görünür. Kendini yetersiz, R’ye atlaması
imkânsız biri olarak görür. Umuda kapılmaktan ya da umutsuzluğa düşmekten
korkmaktadır.
Fırtınalı bir denizde, altı bisküvi ve bir şişe su ile açıkta kalan gemicileri kurtaracak
nitelikler — dayanıklılık, doğruluk, ileriyi görüş, özveri, beceri, tüm bu nitelikler
Ramsay'in yardımına koştu. Öyle ise R — nedir bu R? Bir panjur, bir kertenkelenin
deriden gözkapağına benzeyen bir panjur, Ramsay'in keskin bakışı üzerinde açılıp
kapandı ve R harfini karanlıkta bıraktı. Karanlıklar içinde kaldığı o anda
başkalarının şöyle söylediğini duyar gibi oldu; «Ramsay nafile adamın biridir.
Hiçbir şey yapacağı yok — R'ye atlaması olanaksızdır.» R'ye hiçbir zaman
varamayacaktı. Hadi gayret, R'ye doğru bir adım daha. R — Kutuplar ülkesinin
uçsuz bucaksız buzları üzerinden yapılacak bir yolculukta, ona baş olmak, kılavuz
olmak, her işte danışılacak insan olmak durumunu kazandıracak nitelikler: Fazla
umuda kapılmadan, ama umutsuzluğa da düşmeden olacağı dinginlikle düşünen ve
yüreklilikle karşılayan bir kılavuzun nitelikleri, yine yardımına yetişti. R — (51)
Aşkınlık kavramı, varoluşçu felsefede sorumluluk sahibi olan kişinin ilim ve
bilgi ve erdem ile kendi sınırlarının ötesine geçmesi ile tanımlanabilir. Mr. Ramsay de
aşkın olma umudu ile hayatta var olabilmek ve daha ileriye gidebilmeyi istemektedir.
Mr. Ramsay tam umutlanacağı sırada yine aklına bir dahi olmadığı duygusuna kapılır ve
umutsuzluğa düşer. Ancak daha sonra kendini aşma isteği ve aşkınlık arzusu ile daha
ileriye gitmek için elinden geleni yapmak üzere kendisine söz verir. Kendisinde bu
gücün olduğuna inanmak ister.
Kertenkele gözü bir daha titredi. Alnındaki damarlar şişti. Saksının içindeki
sardunyanın çizgileri inanılmayacak denli keskinleşti; işte ister istemez görüyordu:
İki sınıf insan arasındaki o eski, o belirgin ayrım çiçeğin yaprakları arasında apaçık
duruyordu, bir yanda durmadan ilerleyen insanüstü güçtekiler, yılmadan ağır ağır
ilerleyerek, sıra ile tüm abece'yi, yirmi altı harfi de, bir bir aşıp sona varıyorlardı.
65
Öte yanda Tanrının kayırdığı, o vergili insanlar, bir hamlede, tüm harfleri, mucize
gibi, bir solukta baştan sona aşıveriyorlardı — bu dehanın yolu idi. Kendisi bir dahi
değildi; böyle bir iddiası yoktu: Ama pekâlâ, A' dan Z'ye dek abece'nin tüm
harflerini, sıra ile bir bir aşmak gücü vardı, ya da olabilmeliydi. Bu arada Q'ya
yapışıp kalmıştı. Öyleyse ileri, R'ye doğru ileri. (52)
Mr. Ramsay Q’ya ulaşıp ulaşamayacağı ile ilgili zaman zaman tereddüde
kapılmakta ve iç daralması yaşamaktadır. Bu yolun çok fırtınalı ve zorlu bir deneyim
olacağının farkındadır bir kez daha umutsuzluğa düşer ve hiç bir zaman R’ye
ulaşamayacağını düşünür.
Ramsay'in içini, kar yağmaya başlayıp da dağ başını duman aldığı sırada, artık yere
uzanması gerekeceğini, sabah olmadan öleceğini anlayan bir kumandan için ayıp
kaçmayacak duygular kaplamıştı; gözlerinin feri kaçtı, taraçada şu iki dakikalık
gezintisi sırasında birdenbire yaşlanmış gibi çöküverdi. Ama o, yere uzanıp da
ölmeyecekti, sarp bir kaya bulacak ve orada, gözlerini fırtınaya dikip, son anma
kadar karanlıkları yarmaya çalışacak ve öylece ayakta ölecekti. Belki de R'ye hiç
ulaşamayacaktı.” (52)
2.1.3. Özgürlük ve Başkaldırı
Özgürlük teması varoluşçuluğun en önemli öğelerinden biridir. Romanda
özgürlük ve buna karşı başkaldırı, geleneklere karşı olma durumlarına sıkça rastlanır.
Romanın başında James’in karakter olarak insanoğlunun zayıflığı karşısında hırçınlaşan
biri olduğundan bahsedilir. Sert, etkili, uzlaşmadan yana olmayan haksızlıkla mücadele
eden, başkaldıran bir karakterdir.
El arabası, çayır biçme makinesi, kavakların hışırtısı, yağmurdan önce akçıllaşan
yapraklar, haykırışan kargalar, oraya buraya çarpan süpürgeler, elbiselerin hışırtısı,
bunların hepsi çocuğun zihninde öyle renkli, öyle birbirinden ayrı biçimler almıştı
ki, daha şimdiden kendine özgü gizli kapaklı bir dil edinmişti. Yine de geniş alnı,
lekesiz, yansız, tertemiz bakan, sadece insanoğlunun zayıflığını görünce biraz
hırçınlaşan mavi gözleri ile sertliğin, uzlaşmazlığın ta kendisi görünüyor, ciddiyetini
hiç bozmadan makasını buzdolabının çevresinde dikkatle dolaştırırken, annesine,
cübbesini giyip koltuğuna yerleşmiş bir yargıç, ya da devlet işlerinin bunalımlı bir
anında etkisi büyük olacak önemli bir girişimin başına geçmiş bir adam gibi
geliyordu. (17-8)
Mrs. Ramsay gelenekçi yaklaşımı ile erkekleri her zaman koruyan, ataerkil aile
yapısını savunan bir ev hanımıdır. Erkeklerin devlet işlerini yürütmelerinden dolayı
onlara hayranlık duyar, erkeklerin özgür olması gerektiğini savunur. Ancak kadınlar tam
aksine evlenilecek yaşa geldiklerinde evlenmeli, aile kurmalı, geleneklere uygun
yaşamalı ve itaat etmelidir. Mrs. Ramsay kadınların özgürlüğünden yana değil
erkeklerin özgür olmasından yana bir tavır sergiler.
Mrs. Ramsay bütün erkekleri korurdu; niçin, bilemiyordu ama kimini mert, yiğit
diye, kimini siyasal anlaşmalarda emeği geçmiş diye, kimini tüm maliye işlerini
66
çeviren adammış diye, kimini Hindistan'da yöneticilik etmiş diye; en son da kendine
karşı takındıkları tavır için, bu öyle bir tavırdı ki hangi kadının olsa hoşuna giderdi:
Karşısındakine güvenerek, ana bilerek, sayarak bakmak; bunlar yaşlı bir kadının
onurundan bir şey yitirmeden, genç bir adamdan kabul edebileceği şeylerdi. Bunun
değerini ve ne demek olduğunu, ta iliklerine kadar duymayan, anlamayan kıza
yazıklar olsundu. Şükür tanrıya ki onun kızlarının hiçbiri o türden değildi. (20)
Kızları Prue, Nancy ve Rose anneleri onlara Tansley yüzünden kızınca başlarını
tabaktan kaldırıp hayallerindeki yerle ilgili düşüncelere dalar. Annelerinin sertliği ve
baskısı altında özgür olmak isterler ve kendilerini özgür olabilecekleri bir yerde hayal
ederler. Paris’te çılgınca bir yaşam sürmek isterler. Daha sonra yine de annelerinin
sonsuz nezaketine hayran kalırlar.
Belki de düşledikleri yer Paris'ti; daha çılgınca bir yaşam; şu erkeğe, bu erkeğe
bakmak derdinden uzak bir yaşam. Açıktan açığa söylemeseler de, hepsi de,
göstermelik saygı ve nezaket konusunda, İngiltere Bankası, Hindistan
İmparatorluğu, yüzüklü parmaklar, dantelli elbiseler konusunda kuşkulu idiler ama
yine de bu şeylerde güzelliğin özünden bir parça bulunduğunu duyumsuyorlardı. Bu
da onların genç kız yüreğindeki mertliği uyandırıyor, sofrada annelerinin gözü
önünde oturdukları şu anda onun bir kraliçe bir dilencinin ayağını çamurdan çıkarıp
yıkıyormuş gibi davranışı ve peşlerinden ayrılmayıp — ya da, daha doğrusu, çağrılıp
— Skye adasına gelen o tanrıtanımaz herif için kendilerini o kadar şiddetle
azarlayışı; onun bu anlaşılmaz sertliği, sonsuz nezaketi hepsinde saygı
uyandırıyordu. (21)
Çocuklar Tansley’i pek sevmez ve Andrew onu herkesi alaya alan kaba biri
olarak görür. Tansley sürekli kendini över ve yaptıklarından bahseder. Bir gün
matematik ve felsefe gibi konular üzerine yazdıkları ile ünlü olacağına kendini
aşacağına ve böylece belli bir üne kavuşacağına inanır.
Tansley’in “En çok neden hoşlandığını hepsi bilirlerdi — Mr. Ramsay'le hiç
durmadan bir aşağı bir yukarı yürümek ve konuşmak. Bunu kim kazanmış, şunu kim
kazanmış; kim Latince şiirde usta imiş, kim zeki ama «bana kalırsa içi kof»muş;
Balliol'da en yetenekli adam kimmiş; kim şimdilik Bristol, ya da Bedford'a çekilmiş,
değerini belli etmiyormuş ama bir matematik ya da felsefe konusu üstüne yazdığı
Prolegomena — ki Mr. Ramsay görmek isterse ilk sayfalarının provaları Mr.
Tansley'in yanındaydı — ortaya çıktığı gün kesinlikle adını duyuracakmış.” İşte
konuştukları bunlardı. (21-2)
Mrs. Ramsay kendisi yüksek öğrenim görmediği, basit bir ev hanımı olduğu için
kocasına ve Tansley’e büyük hayranlık duyar. Ona göre insan kendini aşarak yükselmeli
en üst noktaya ulaşmalıdır.
Mrs. Ramsay'in, kendisini sırtında cüppesi, başında şapkası, bir üniversite kurulu
arasında yürürken görmesini çok isterdi. Bir üniversite öğretim üyeliği, profesörlük:
göz önüne getiriyordu da bunların hepsine gücü yeterdi, bunların hepsini
başarabilirdi de. (25)
Mrs. Ramsay geleneklerine bağlı bir ev hanımı olmasından dolayı her zaman
erkeklerin zekâsına hayranlık duyar ve evliliklerin yürümemesinde bile kadınları suçlu
67
bulur ona göre kadın özgür değildir, kocasına boyun eğmeli sözünden çıkmamalıdır.
Varoluşçulukta sözü edilen özgürlük bu romanda Mrs. Ramsay’in anlayışına göre
erkekler için geçerlidir ve kadınlar başkaldırıda bulunamaz.
Mrs. Ramsay'in; geçkin, bozulmaya yüz tutmuş bile olsa erkek zekâsı büyük şeydir;
kadın ona baş eğmelidir düşüncesinde oluşu —kızı suçlu bulduğu için filan
söylemiyordu, hem ona kalırsa karı-koca pekâlâ mutlu da olmuştu— Tansley'in
gururunu daha da okşadı; kendini bu denli beğendiği olmamıştı hiç; şu anda bir
arabaya binselerdi parayı kendinin vermesi ne büyük zevk olurdu. Küçük çantasına
gelince, acaba onu taşımasına izin verir miydi? Mrs. Ramsay, hayır, hayır olmaz,
dedi, çantamı her zaman kendim taşırım. Gerçekten de öyle idi. Tansley, ondan
başka türlüsü de beklenemez diye düşündü. Tansley'in içinde bin bir duygu
kaynaşıyordu; özellikle bir şey, neden olduğunu bilmiyordu ama onu pek
heyecanlandırıyor, rahatsız ediyordu. (25)
Mr. Bankes, Mrs Ramsay’i düşünüp güzelliğinin farkında olmadığını uyumu
bozmak için yaptığı şeyleri aklına getirir. Sadece dış güzelliği değil, yaşayan hareketli
ruhu ile de diğerlerinden farklı bir karaktere sahiptir. Mrs. Ramsay kendine özgü
gariplikleri olan bir kadındır. Özgür olarak yaşamın uyumluluğuna karşı çıkarak
başkaldırıda bulunan hareketlere sahiptir. Oysa o da diğer insanlar gibi sıradan biri
olmak ister.
Mr. Bankes ahizeyi yerine koyup, evinin arkasında yapılan otelde işçilerin ne kadar
ilerlediklerini görmek için odanın öbür yanına doğru yürüyerek, «Ama» dedi, «tıpkı
bir çocuk gibi güzelliğinin farkın da bile değil.» Daha tamamlanmayan duvarlar
arasındaki çalışmayı, gidiş gelişi izlerken Mrs. Ramsay'i düşündü. Çünkü diye
aklından geçirdi, her zaman ille de o yüzdeki uyumu bozacak bir şey yapar. Ya
başına bir avcı şapkası geçirirdi; ya bir çocuğun yaramazlığını önlemek için
ayağında lastikler çayırların üzerinden koşuverirdi; öyle ki eğer, insan onun yalnız
güzelliğini düşünürse, o titreşimi, yaşayan o canlı şeyi (işçiler tuğlaları bir kalas
üstünde yukarı çıkarıyorlardı) aklına getirmeli ve bu şeyi o resmin içine işlemeliydi;
yok, onu sırf bir kadın olarak düşünürse, kendine özgü bazı gariplikleri olduğunu
kabul etmeli, ya da hem kendi güzelliğinden, hem erkeklerin güzellik üzerine
söyledikleri tüm sözlerden usanç getirerek, o görkemli görünüşünden sıyrılıp, bütün
diğer insanlar gibi sıradan biri olmak istediğini varsaymak gerekirdi. (19)
2.1.4. Sıkıntı / Bunaltı / Acı / Kaygı / Korku / Öfke
Acı olgusu Deniz Feneri romanında bahsi geçen varoluşçu unsurlardan biridir.
Woolf evcimen geleneklere uyan, Mrs. Ramsay karakteri ile acıma ve şefkat duygusu
ile yaklaşan bir anneyi tasvir etmiştir. Mrs. Ramsay çoğu olaya iyi niyetli ve acıyarak
yaklaşmaktadır. Kitabın başında deniz fenerine gitme umuduyla kemik veremi olan
bekçinin oğluna ördüğü çorabı vereceğini hayal eder. Kendi durumları daha iyi olduğu
için yardıma muhtaç insanlara acıma duygusu ile yaklaşır ve acı çeken çocuğu
sevindirmek ister.
68
Çorabı bu gece örüp bitirirse, Fener'e de gidilirse, onu bekçinin küçük oğluna
verecekti, çocuk kemik veremiydi de. Bir yığın eski dergi, bir parça tütün, daha
doğrusu ortalıkta gereksiz, boşuna kalabalık eden ne bulursa o zavallılara
götürecekti. (19) Woolf bu romanında; Mrs. Ramsay karakteri ile varoluşçuluğun içinde yer alan
günlük hayatın sıradanlığı, can sıkıntısı ve korku ile hayatı sorgulamasından bahseder.
Fenerdeki zavallı ailenin hayatıyla ilgili hava kötü olduğunda haber alamamalarını,
küçücük yerde kapalı kaldıklarını, özgür yaşayamadıklarını düşünür. Mrs. Ramsay sık
sık kendi iç yolculuğuna dalar ve günlük hayatın sıradanlığından, can sıkıntısından
yakınır.
Bütün gün lâmbayı temizleyip fitili düzeltmekten, biraz oyalanmak için de o
küçücük bahçelerini kazmaktan başka yapacak hiçbir şey bulamayınca kim bilir
canları nasıl sıkılıyordu. Tenis sahası kadar bir kayanın üstünde her gidişte bir ay,
hava fırtınalı olursa belki de daha uzun zaman, kapalı kalmak sizin hoşunuza gider
mi? diye sorardı; ne mektup almak, ne gazete okumak, ne de insan yüzü görmek.
Evliyseniz karınızdan uzak kalmak, çocuklarınız nasıl — hastalar mı, düşüp
kollarını ya da bacaklarını mı kırdılar — haber alamamak; Tanrının günü hep aynı
sıkıcı dalgaların çatladığını, ardından korkunç bir fırtınanın koptuğunu, pencerelerin
dalga serpintileriyle örtüldüğünü, kuşların gelip gelip kendilerini Fener'e
çarptıklarını, her yanın sarsıldığını görmek; üstelik deniz alır götürür korkusuyla
kapıdan dışarı burnunun ucunu bile çıkaramamak... Nasıl hoşunuza gider mi? Şimdi
de özellikle kızlarına dönerek sormuştu. (19)
Varoluşçuluk felsefesinde seçim çok önemli bir öğedir. İnsanların karşısında
birçok yol vardır ve hangisini seçeceği kendi elindedir bu da insanın kaygılanmasına
sebep olur ve kişi bunaltı hisseder. Woolf burada, Mrs. Ramsay karakterinin karşısına
çıkan yollardan ve seçme zorluğundan bahseder. Ramsay çocukların Tansley’i
istememesi, çok misafir ağırlamasına kızmalarından dolayı üzgün hisseder.
Bir çözüm yolu bulmak gerekti. Daha kolay, daha az eziyetli bir yol vardır herhalde,
diye içini çekti. Aynaya bakıp daha ellisinde saçlarını kırlaşmış, yanaklarını çökmüş
gördüğü zaman, işleri — kocamı da, parasını da, kitaplarını da — daha iyi bir
biçimde çekip çevirebilirdim belki, diye düşündü. Ama öyle de olmuş olsa yine
kendisi, bir an bile verdiği karardan pişmanlık duymayacak, zorluklardan
kaçmayacak, görevleri üstünden atmaya bakmayacaktı. Şu anda hali, insana korku
veriyordu. Charles Tansley yüzünden öyle sert konuşmuştu ki, kızları — Prue,
Nancy, Rose — seslerini çıkaramadılar ama başlarını tabaklarından kaldırıp onunki
ile hiç ilişiği olmayan bir yaşam üzerine kâfirce düşlere daldılar. (20-1)
Çocuklar Tansleyin kendisine değil düşünce biçimine öfke duymaktadır. Ne
zaman bir şey yapmak isteseler Tansley kendi düşüncesini söyler ve onları küçük
düşürerek keyfini kaçırır. Deniz fenerine gitmek, gece dışarıda oturmak gibi özgürce
yapmak istedikleri şeylere karşı çıktığından onları kızdırır ve çocuklar da ona karşı
nefret duyarlar.
Ama çocuklar, zıddımıza giden bu değil, diyorlardı. Yüzüne de aldırmıyorlardı;
tavırlarına da aldırmıyorlardı. Kızdıkları kendisiydi, düşünce biçimiydi. Ne zaman
69
ilginç bir şeyden, insanlardan, müzikten, tarihten ya da herhangi bir şeyden söz
etseler, ne güzel gece, dışarıda oturalım bile deseler, işte o zaman Charles Tansley
tüm konuyu evirir çevirir, bir punduna getirip kendi düşüncesini söyler, onları küçük
düşürür, ne yapar yapar çevresindeki her şeyi zehirleyen o acı konuşma biçimiyle
hepsinin keyfini kaçırmadan rahat edemezdi. İşte onlar bundan yakmıyorlardı.
Resim galerilerine de gitti mi, insana kravatımı beğendiniz mi? diye sorar herhalde
diyorlardı. Rose'a kalırsa, Allah için o da beğenilecek şey değildi ya! (22)
Mrs. Ramsay Tansley’in ailesi ile ilgili bilgileri öğrendiğinde ona acıma
duygusu ile yaklaşır. Ve onu da sirke çağırır. Tansley on üç yaşından beri hayatını kendi
kazanmaktadır. Acı bir hayat yaşamış, birçok zorlu tecrübe edinmiştir. Tansley, ailesi
ona yardımcı olmadığı için çok büyük çabalarla öğrenim bursu ile mesleğinde
ilerlemeye çalışmıştır. Yaşamın her anında acıyı hissetmiştir. Ramsay’in onu sirke
çağırması bile onu bu denli etkilemiş ve heyecanlandırmıştır.
Tansley, Mrs. Ramsay'i irkilten kuru bir sesle onun sözlerini yineledi: «Gidelim.»
Ama kendini zorladığı belliydi. «Hepimiz de sirki görmeye gidelim.» Birden içinde
ona karşı bir yakınlık duyup sordu, çocukken onları hiç sirke götürmezler miydi?
Hayır, hiç, diye yanıtladı onu Tansley. Mrs. Ramsay sanki ona, yanıtlamak için
sabırsızlıkla beklediği bir şeyi sormuştu; sanki günlerdir, nasıl sirke gitmediklerini
anlatmak için yanıp tutuşuyordu. Çok kalabalık bir aile imişler; kız oğlan dokuz
kardeş; babası da esnafmış; «Babam eczacıdır, Mrs. Ramsay,» dedi, «Bir dükkânı
var.» On üç yaşından beri hayatını kendi kazanıyordu; kaç kışı paltosuz geçirmişti.
Üniversitedeyken de çağrıların hiçbirine karşılık veremezdi (bunları acı acı
söylüyordu). Her şeyini arkadaşlarından iki kat fazla dayandırmak zorundaydı; en
ucuz tütünden içerdi; rıhtım boylarındaki yaşlı adamların içtiği adi tütünden. Çok
çalışırdı —günde yedi saat; şimdiki konusu bilmem neyin bilmem kime etkisiydi—
yürüdükleri için Mrs. Ramsay söylenen şeyleri iyi anlamıyor, kulağına yalnız
rastgele bir iki sözcük çalmıyordu... Tez... Öğrenim bursu... Okutmanlık... Doçentlik
filan. Bu tatsız akademik terimlerden bir şey anlamıyordu ama sirke gitmenin ona ne
diye bu kadar dokunduğunu, ne diye birdenbire babası, annesi ve kardeşleri, tüm
ailesiyle ilgili sırları açığa vurduğunu şimdi anlamıştı. (26-7)
Dışarıya çıktıklarında Mrs. Ramsay ressamların geldiğini görür. Mr
Paunceforte’nin resminin yanından geçerken üç yıldır tüm resimlerin birbirinin eşi
olduğunu, geçmişte resim yapmanın zor bir iş olduğunu ve sıkıntı çekildiğini söyler.
“Ressamın yanından geçerlerken, belli etmeden bir göz atarak, asıl büyükannemin
zamanında çok zorluklar içinde çalışmışlar; önce kullanacakları renkleri karıştırırlarmış,
sonra ezerlermiş, ondan sonra da, kurumaması için üzerine ıslak bezler örterlermiş.” (28)
Romanın bu bölümünde, varlık ve hiçlik kavramı üzerinde durulmuştur. Sıradan
bir insan olan Mrs Ramsay yine çevreyi gözlemlemekte, yaşamı sorgulamakta ve kendi
iç dünyasına dönmektedir. Oynayan çocukların gürültüsü varoluşunu hissettiği anlardan
biridir. Ama gürültü birden kesilmiş ve hiçlik olgusunu hissetmiştir.
İstediği resimleri bulmak için elindeki katalogun sayfasını çevirirken birden
duraladı. O zamana dek (pencerenin önünde oturduğu yerden) ne konuştuklarını
duymasa da, pipolarını ağızlarına sokup çıkardıkça ara sıra kesilen gürültüden,
70
erkeklerin neşeli neşeli konuştuklarının ayrımındaydı. Yarım saattir süren bu ses,
kriket sopalarının gürültüsüne, bahçede kriket oynayan çocukların zaman zaman,
«Bu gelen nasıl? Bu gelen nasıl?» diyen bağırışlarına karışıyor, hepsi birden onu
sarıp avutan bir uyum içinde sürüp gidiyordu. Ama şimdi kesilivermişti. (30) Mrs. Ramsay’in sıradan yaşantısında doğanın olumlu ve olumsuz etkisi vardır.
Mrs. Ramsay dalgaların seslerini önce içini rahatlatan bir ninniye benzetmiş daha sonra
aynı sesleri birden yaşamın akışına acımasızca tempo tutan, insanı kötü düşüncelere
salan bir uğultu olduğunu düşünmüş ve korkuya kapılmıştır. Ona göre yaşamda hiç bir
şey kalıcı değil bir gökkuşağı gibi geçicidir. Mutluluk anlıktır ve sonrasında gözyaşı,
korku ve üzüntü olabilir. Her an kendine özgü ve geçicidir. İnsanoğlu da bu hayatta bir
gökkuşağı gibi geçicidir. Bu bölüm de varoluşun mutlu bir an iken hemen sonrasında
nasıl mutsuzluğa dönüştüğüne dikkat çekmektedir.
Kıyıya çarparak parçalanan dalgaların tekdüze sesleri, çok zaman düşüncelerine
ayak uydurarak içini rahatlatan, çocuklarıyla olduğu zamanlarda sanki doğanın
mırıldandığı eski bir ninninin, «Seni koruyan benim — senin desteğin benim»
sözcüklerini mırıldanıyormuş duygusunu veren, ama bazen de ansızın, umulmadık
bir anda, özellikle düşünceleri elindeki işinden biraz ayrılacak olsa böyle güzel
şeyler fısıldamayıp, korkunç davul uğultuları halinde yankılanarak yaşamın akışına
acımasızca tempo tutan, ada yıkılıp göçerek denizin içinde kaybolup gidecekmiş
gibi insanı kötü düşüncelere salan, günü işten işe seyirtmekle geçip gitmiş olan Mrs.
Ramsey'e her şeyin bir gökkuşağı gibi geçici olduğunu anımsatan bu ses —öteki
seslerin bu ana dek bastırıp gizlediği ses— o anda birden gök gürültüsü gibi
kulaklarında uğuldadı. Mrs. Ramsay korkuyla başını kaldırdı. (30-1)
Lily; bildiğinden şaşmayan, geleneklere karşı gelen, evlenmeyi düşünmeyen bir
karakterdir. Resmi tam olarak bitmeden asla görülmesini istemez. Burada varoluşçu
öğelerden öznellik bireysellik kavramları ön plana çıkar. Lily için gizlilik önemlidir ve
kendi alanına girilmesinden hoşlanmaz. Mr. Ramsay’in hızla gelip sehpayı
devirecekken resmini görmesinden büyük korku duyar. İnsan korkularıyla yaşar.
Lily’nin korkusu ise resmi bitmeden görülmesidir.
Elini kolunu sallayarak, «Korkmadan ilerledik,» diye gürleyerek Mr. Ramsay’in
öyle bir gelişi vardı ki az kalsın Lily' nin sehpasını devirecekti. Neyse ki hemen çark
edip başka yöne doğru ilerledi, kim bilir belki de Balaclava sırtlarında şan ve
şerefle ölmeye gidiyordu. Hem bu denli gülünç, hem de insanı bu denli şaşırtıp
korkutan biri daha görülmemişti. Ama böyle elini kolunu savurup, haykırdığı sürece
Lily için tehlike yok demekti; çünkü durup da yaptığı resme bakmazdı. Bakılmasına
da Lily Briscoe dayanamazdı. Bir kümeye, bir çizgiye, bir renge, pencerede James'le
oturan Mrs. Ramsay'e baktığı zamanlarda bile haberi olmadan biri yaklaşır da
resmini görüverir korkusuyla hep çevreyi kollardı Lily. (32)
Balaklava Muharebesi, 1854’de meydana gelen Kırım savaşı sırasında Ruslar ile Kırım’ın Sivastopol
kentini kuşatan Osmanlı Devleti-Birleşik Krallık-Fransız İmparatorluk ittifak kuvvetleri arasındaki bir
muharebedir.
“Balaklava Muharebesi”, http://tr.m.wikipedia.org./wiki/ balaklava muharebesi (03.01.2017).
71
Lily doğadaki renkleri değiştirmekten hoşlanmayan bir ressamdır. Gerçekleri,
gördüklerini olduğu gibi resme aktarmaktadır. Ancak kafasında kurduğu resim,
yapmaya başlayınca değişmektedir. Hayali ile gerçek arasındaki bu farklılık Lily’i
kaygılandırmakta ve küçük bir çocuğun karanlık bir yoldan geçişi kadar
korkutmaktadır.
Sarmaşık çiçekleri mosmordu; duvar da bembeyaz. Mr. Paunceforte'un gelişinden
beri her şeyi soluk, ince ve yarı saydam görmek her ne kadar moda olmuşsa da, Lily
doğadaki renklerle oynamayı doğru bulmuyordu; mademki onları öyle mosmor ve
bembeyaz görüyordu, değiştirmeye ne hakkı vardı. Sonra rengin altında bir de biçim
vardı. Bakarken her şeyi öyle açık, öyle kesin görüyordu ki; ama fırçasını eline alır
almaz, birden, her şey değişiyordu. İşte tam görünümden gözünü ayırıp çizmeye
başlayacağı o anda tüm şeytanlar başına toplanır, Lily ağlayacak gibi olurdu;
kafasında kurmakla işe başlayış arasındaki bu geçit bir çocuğun karanlık bir yoldan
geçişi kadar korkunçlaşırdı. (32)
Mr Ramsay, Lily ve William Bankes’e anlam veremedikleri şekilde bakmaya
başlar. Bu bakışlardan tuhaf bir korku ve tedirginlik duyarlar hemen oradan ayrılmak
isterler. Varoluşçuluğun bireyselliğe önem verdiği düşünülürse Lily bir başkasının özel
yaşamına girdiklerini düşünüp kaygılanmıştır. Bu bölümde varoluşçu unsurlardan biri
olan özne nesne durumunda olma konusuna da değinilmektedir. Özne olan Lily bir
başka özne olan Mr. Ramsay tarafından izlenirken nesne konumuna geçmiş ve bir
başkasının nesnesi haline gelmiştir.
Mr. Ramsay onlara dik dik bakıyordu. Sanki görmüyormuş gibi bakıyordu. Bu
bakışlar karşısında nedenini anlamadılar ama bir rahatsızlık duydular. Sanki
görmemeleri gereken bir şey görmüşlerdi. Bir başkasının özel yaşamına girmişlerdi.
(33)
Lily ve Mr. Bankes eylülün ortasında bir akşamüstü yürüyüşe çıkar. Burada
doğanın insanın psikolojisi üzerindeki etkisinden bahsedilir. Su durgunlaşan düşünceleri
harekete geçirir ve bedenlerini rahatlatır. Ancak hemen ardından dalgaların
kabarmasıyla diken diken olan siyahlık insana bunaltı, can sıkıntısı getirir. İnsanın
duygu durumu doğa olayları ile anlık olarak mutlu ya da hüzünlü hale gelebilir.
Varoluşçuluğa göre insanın yaşadığı iç daralması, keder ya da mutluluk, heyecan anlık
ve geçicidir. Güzel, heyecan verici olaylar yaşamak için durup beklemek gereklidir.
Bir gereksinme ile her akşam buraya gelirlerdi. Sanki kuru toprak üstünde
durgunlaşan düşünceleri su harekete getirip yüzdürüyor, dahası kendi bedenlerini
bile rahatlatıyordu. Önce tüm körfezi mavi bir renk dalgası kaplardı; yürek onunla
birlikte genişler, beden sanki yüzerdi, ama hemen bir an sonra kabaran dalgalarla
diken diken olan siyahlık insanı sıkar, bedeni soğuk ürpertiler içinde bırakırdı. Sonra
büyük kara kayanın ardından hemen her akşam beyaz bir su köpüğü fışkırırdı; ama
zamanı belli olmazdı."Onun için durup beklemek gerekirdi; görününce de tadına
doyulmazdı. (35)
72
Lily ve Bankes dalgaların köpürmesiyle duydukları heyecan ve mutlulukla
birbirlerine bakıp gülümser. Suları yararak hızla giden bir yelkenli onları neşelendirir.
Daha sonra ikisi de önlerinde duran tabloyu tamamlamak umuduyla kum tepelerine
bakar ve hüzünlenir. İş tamamlanır. Bu bölümde görecelik kavramından
bahsedilmektedir. Kum tanesinin bile insandan daha uzun yaşayacağını düşünüp, üzüntü
duyar. Lily, kum tepelerinin bu denli uzak olmasına karşın; kendilerinden milyonlarca
yıl daha uzun ömürlü olduklarını düşünür. Kum tepelerinin ömrü ile insan ömrünü
karşılaştırır. Onların bu uzun yaşam serüveninin yanında insan yaşamının kısa ve
ölümlü olmasına hüzünlenir. Kum tepelerinin gökyüzü ile konuştuğunu hayal ederek
doğayı kişileştirmektedir.
İkisi de orada durmuşlar gülümsüyorlardı. Birbirini kovalayan dalgalar, suları
yararak hızla ilerleyen bir yelkenli, ikisini de neşelendirmişti. Yelkenli koyda şöyle
bir dönerek durdu; ürperdi, yelkenlerini indirdi; bu hızlı devinimden sonra, ikisi de,
önlerinde uzanan tabloyu tamamlamak için, doğal olarak bir içgüdü ile bakışlarını
uzaklardaki kum tepelerine çevirdiler; işte o zaman az önce içlerini dolduran neşe
kayboldu, üzerlerine bir hüzün çöktü — çünkü hem bu iş tamamlanmıştı, hem de
(Lily öyle düşünüyordu) böyle uzak görünümler, kendilerini izleyenlerden
milyonlarca yıl daha uzun ömürlü oldukları duygusunu veriyor ve daha şimdiden
tümden hareketsiz bir yeryüzüne bakan bir gökle konuşup halleşiyorlar gibi
görünüyorlardı da, ondan, insana böyle hüzün çöküyordu. (35)
James babasının bencil olduğunu, her istediğini yaptıran gösteriş meraklısı biri
düşünür ve babasından nefret eder. Babasına duyduğu bu nefret Odipus kompleksi ile
açıklanabilir. Küçük yaşta olan James babasının annesiyle arasında olan o içten temiz
havayı bozduğunu düşünür. Babası ise annesinden yakınlık ve ilgi bekler. James
annesinin ona olan ilgi ve sevgisini paylaşmak istemez, bencilce davranır. Babası onlara
o kadar yabancılaşmış ve uzaktadır ki yaklaşmakta güçlük çeker, kendini yalnız hisseder
ve sevgi bekler.
Ama oğlu ondan nefret ediyordu. Böyle yanlarına gelip durduğu, tepelerinden
baktığı için ondan nefret ediyordu; onları işlerinden alıkoyduğu için ondan nefret
ediyordu; onun o taşkın, o gösterişli tavırlarından nefret ediyordu; o görkemli
başından nefret ediyordu; her istediğini ille de yaptırdığı için, hep kendini
düşündüğü için çişte başlarında durmuş, ikisini de kendisiyle ilgilenmeye
zorluyordu) ondan nefret ediyordu, ama asıl babasının o yapmacıklı, o kıpır kıpır
heyecanından nefret ediyordu, bu heyecan dalgası titreşimlerle onları sarıp,
annesiyle arasındaki o son derece içten, temiz havayı bozuyordu. Gözlerini kitabın
sayfasına dikti; böyle yapınca belki babası yürür giderdi; belki annesinin dikkatini
çeker umuduyla, parmağını bir sözcüğün üstüne koydu, biliyordu ki babası yanlarına
gelip durur durmaz annesinin dikkati dağılıvermişti; öyle kızıyordu ki! Ama
boşunaydı, ne yapsa yararı yoktu. Hiçbir şey Mr. Ramsay'i yerinden
kımıldatmıyordu. Yanlarında durmuş, onlardan ille de yakınlık bekliyordu. (53-4)
73
2.1.5. Saçma/ Sorgu
Varoluşçu filozoflar tanrıya inanan ve tanrıtanımaz olarak ikiye ayrılır. Deniz
feneri romanında tanrı olgusu varoluşçu bir konu olarak karşımıza çıkar. Tansley’in
tanrıya olan inancı çocuklar tarafından sorgulanır.
Hepsi de ona, «o tanrıtanımaz adam» diyordu, «küçük tanrıtanımaz». Rose onunla
alay ediyordu; Prue alay ediyordu; Andrew, Jasper, Roger alay ediyorlardı; yaşlı
Badger bile ağzında tek bir dişi yokken onu ısırmıştı, (Nancy' nin deyişiyle) ta
Hebrides adalarına kadar peşlerinden gelen bilmem kaçıncı genç olduğu için, oysa
kendi kendilerine kalsalar ne iyi olacaktı. (20)
Saçma olgusu da deniz feneri romanında bir diğer varoluşçu element olarak
işlenir. Çocuklarının alay etmesine kendi kendilerine kalmak istemelerine
Mrs. Ramsay sert sert, «Saçma!» dedi. Her şeyi abartmakta kendisine çekmişlerdi.
Yatıya o kadar çok konuk çağırıyor ki, bazılarını dışarıda kasabada yatırmak
zorunda kalıyor demeleri yersiz değildi ama yine de konuklarına karşı nezaketsizlik
edilmesine razı olamazdı doğrusu. Hele gençlere; tatillerini geçirmeye gelen ve
kocasının kendi hayranları diye «çok yetenekli» bulduğu o on parasız gençlere.’ (20)
Mrs. Ramsay çocuklar ve insanlar arasındaki düşünce ayrılıklarını, önyargıları
sorgulamakta ve bunun saçma olduğunu düşünmektedir. Daha sonra insanlar arasındaki
sınıf ayrımını, insanların zengin-fakir, üst tabaka-alt tabaka olarak ayrılmasını
anlamlandırmaya çalışır. Bu duruma üzülmektedir. İnsanlar arasında uçurumlar
olmamalıdır. İnsanlar zaten bireysel olarak birbirinden yeterince farklıdır ve görüş
ayrılığı çıkarmak şartları zorlaştırmaktadır.
Boğuşma, anlaşmazlıklar, düşünce ayrılıkları, ta içimize dek işleyen önyargılar, tüm
bunlar sanki ne diye bu kadar genç yaşta başlıyor diye düşündükçe, Mrs. Ramsay
üzülürdü. Çocukları, hepsi de o denli her şeyi eleştiriyorlar, öyle saçma
konuşuyorlardı ki! James ötekilerle kalkıp gitmek istememişti; Mrs. Ramsay elinden
tuttu, yemek odasından çıktı. İnsanlar zaten birbirinden bu denli farklı iken, yeni
yeni ayrılıklar çıkarmak ne saçma şeydi. Oturma odasının penceresi önünde durup,
olan ayrılıklar yeter de artar bile, diye düşündü. O anda aklından geçirdikleri,
varlıklılar ve varlıksızlar, üsttekiler ve alttakilerdi. (23)
Mrs. Ramsay gibi romandaki birçok karakter hayatını ve başkalarının hayatını
sorgulamaktadır. Bu de fa da Mr. Carmichael’in hüzünlü hayat hikâyesini düşünür
evlilikten yana talihsiz olduğunu, neden evlenmediğini düşünür ve ona acıma duygusu
ile yaklaşır.
Balıkçı köyüne doğru inerlerken Mrs. Ramsay, zavallı evlenmekten yana talihsiz
çıktı, diyordu, yoksa büyük bir filozof olurdu. Siyah şemsiyesini dimdik tutmuş,
sanki hemen köşede biriyle buluşacakmış gibi hazırlıklı ve tetikte yürüyerek olayı
anlattı; Oxford'da bir kızla ilişki; erken evlenme; yoksulluk; Hindistan'a gidiş; biraz
şiir de çevirmiş, «hem de sanırım çok güzel», ne diye bilinmez, çocuklara Acemce,
Hintçe öğretmek istiyormuş, sonra da demin gördükleri gibi çimenlere uzanıp
yatıyormuş.(25)
74
Varoluşçu öğelerden olan saçma olgusu bu kez Lily’in sorguladığı bir durum
olarak karşımıza çıkar. Lily kendi hiçliği, yetersizliği içinde insana bir örnektir.
Babasını geçindirmek zorunda olmasıyla duyduğu kaygı kafasına yerleşmiştir. Mrs.
Ramsay’in dizine kapanıp onu evi ve çocukları çok sevdiğini söylemek ister ama hep
kendine karşı koymuştur. Hissettiklerini ifade edemez. İnsanlar varoluşçu kaygılarla
yaşayan insan her zaman duygularını başkalarına dile getirmekten çekinir. Hislerini
ifade etme ona göre çok saçma, anlam veremediği bir durumdur.
Cesaretini yitirmemek için çok savaşması gerekirdi; «Ama işte böyle görünüyor,
tıpkı böyle,» diye söylenir, bin bir gücün ondan koparıp almak için uğraştığı
gördüğü o şeyin, hiç olmazsa, bir parçasını kurtarmaya çalışırdı. İşte o soğuk ve
rüzgârlı günde resim yapmaya başlayınca daha başka düşünceler, kendi yetersizliği,
kendi hiçliği, Brompton Caddesi'nin bir sokağındaki evde babasını geçindirmek
kaygısı gelip kafasına yerleşmiş, Mrs. Ramsay'in dizlerine kapanmaktan (çok şükür
şimdiye dek bu isteğe karşı koyabilmişti) kendini güç alıkoymuştu hem ona ne
söyleyebilirdi ki? «Seni çok seviyorum» mu derdi? Ama öyle değildi ki. Elini çitin,
evin ve çocukların üzerinde dolaştırarak, «Tüm bunların hepsini çok seviyorum» mu
diyecekti? İşte bu çok saçma idi, olacak şey değildi. İnsan demek istediğini
söyleyemiyordu. (34) Lily, «Peki ama, ya yapıtları!» dedi. Ne zaman onun
yapıtlarını düşünse Lily'nin gözü önünde bir mutfak masası canlanırdı. Bu da
Andrew' nün yüzündendi. Lily, bir gün, ona, babasının neler üzerine yazdığını
sormuştu. Andrew de, «Özne, nesne ve gerçeğin niteliği üzerine,» demişti. Lily,
Allahallah o da ne demek, dediği zaman, Andrew, «Anlayamadığın zaman bir
mutfak masasını aklına getir olsun bitsin,» demişti. (38)
Lily meyve bahçesine girdiğinde zihindeki ağaç kavramını, masayı Mr.
Ramsay’in yapıtlarına benzetmiştir. Ağaç insanın düşünme kabiliyeti ile kullanıla
kullanıla gıcır gıcır olmuş sağlamlaşmış dört bacaklı bir masaya dönüşmüştür. Mr.
Ramsay’in yapıtları da yıllar geçtikçe zorlu tecrübelerle törpülenmiş, sağlamlaşmıştır.
Mr Ramsay elbette sıradan insanlar gibi düşünemeyen, kendini aşan, geliştiren zirveye
yükselen birine dönüşmüştür.
İşte o günden beri ne zaman Mr. Ramsay’in yapıtlarını düşünse, hemen aklına gıcır
gıcır ovulmuş bir mutfak masası gelirdi... Büyük bir çaba göstererek, dikkatini,
ağacın gümüş renkli yumrulu kabuğundan, balık biçimi yapraklarından çevirip bu
masa görüntüsü üzerinde topladı; bu, yıllarca kullanıla kullanıla, bütün sağlamlığı
ortaya çıkmış, damarlı, budaklı, o gıcır gıcır ovulmuş tahta masalardan biri idi;
bacakları boşlukta, orada öylece mıhlanmış gibi duruyordu. Tüm günlerini köşeli
özler görmekle, böyle güzel akşamları, tüm o alev rengi bulutlarıyla, mavilikleriyle,
gümüşilikleriyle dört bacaklı akçam bir masaya dönüştürmekle geçiren bir insan
(bütün ayrıcalıklı kafalar zaten böyle yapardı), elbette sıradan bir insan gibi
düşünülemezdi. (38-9)
Lily erkekleri ve hayatı sorgulamaya devam eder. Mr Ramsay ve Mr Bankes’in
iyi ve kötü yönlerini karşılaştırır. İnsanın başkaları hakkında nasıl bir yargıya
varabildiğini anlamaya çalışır. Lily düşünceleri not edilemeyecek hızla konuşan bir sesi
75
izlemek gibi hızlı ve çelişkili halde devam eder. Lily kararsızlığa düşmüş bir şekilde
akan bu düşüncelerin her birinin ayrı birer varlık olduğu kanısına varır. Lily’e göre
düşünce var olan şeydir. Sanki usta bir elin hepsini denetlediğini düşünür.
Öyle ise tüm bunların içinden nasıl çıkılıyordu? Bir insan başkaları hakkında nasıl
yargıya varıyor, nasıl fikir yürütüyordu? Şundan bundan tutturarak nasıl oluyor da
hoşlanıyorum ya da hoşlanmıyorum gibi bir sonuç çıkarıyordu? Hem, sanki bu
sözcükler de ne demekti? Armut ağacının dibinde mıhlanıp kalmış gibi, öylece
dururken, bu iki erkekle ilgili izlenimler sağanak halinde üzerine boşanıyor, içine
doluyordu; zihninden geçen düşünceleri izlemek, not edilemeyecek denli hızla
konuşan bir sesi izlemek gibiydi; bu ses kendi sesiydi; kendiliğinden, yadsınamaz,
değişmez, çelişkili şeylerden söz edip duruyordu; öyle ki armut ağacının
kabuğundaki çatlak ve tomurlar bile orada hiç değişmeden sonsuza dek öylece
kalacak gibiydiler. Lily, içinden, sende büyüklük var, oysa Mr. Ramsay'de bu hiç
yok, diye sürdürdü. Mr. Ramsay sıradan, bencil, yararsız, kendini beğenmiş bir
insan; şımarığın biri; dediğim dedik diyen biri; Mrs. Ramsay'i ölesiye çalıştırıyor
ama (içinden Mr. Bankes'e seslenerek), onda da sende olmayan bir şey var; dünyaya
metelik vermiyor; ufak tefek işlerle oyalanmaz; köpekleri sever, bir de çocuklarını.
Tam sekiz çocuğu var. Senin hiç yok. Geçen akşam üst üste iki hırka giyip odaya
gelerek, bir muhallebi tasının içine, Mrs. Ramsay'e saçını kestirmemiş miydi? Tüm
bunlar, Lily'nin kafasında bir sivrisinek sürüsü gibi, aşağı yukarı durmadan gidip
geliyordu; sanki hepsi tek tek ayrı birer varlıktı ama yine de usta bir el, görünmeyen
esnek bir ağ içinde hepsini birden denetliyordu. (40)
Lily düşüncelerini ayrı birer varlık olarak tanımlamıştır. Düşüncelerinin giderek
hızlanması ile işin içinden çıkamaz hale gelir ve iç daralması yaşar. Böylece düşünceler
sonunda parçalanıp dağılır. Romanın bu bölümünde düşüncelerle ilgili varlık-hiçlik
olgusu Lily’nin penceresinden aktarılmıştır. İdeaların hepsinin ayrı birer varlık olduğu
Lily’nin bu düşünceleri denetleyen bir el olduğunu hissetmesi kişinin benliği özü ya da
tanrı inancına bir gönderme olarak düşünülebilir. Böylece şu yargıya varılabilir.
Düşünce dahi olsa var olan her şey yok olmaya mahkûmdur. Silahın patlaması ile hem
gerçek varlık olan kuşlar, hem de sezgisel yani soyut varlık olan düşünceler bir anda
dağılmıştır.
— Tüm bunlar ayrı ayrı, Lily'nin zihninde, armut ağacının dalları arasında durmadan
gidip geliyorlar, oynaşıyorlardı; o ovulmuş mutfak masasının görüntüsü, Lily'nin
Mr. Ramsay'in zekâsına beslediği büyük saygının simgesi olan bu masa, hâlâ orada,
armut ağacının dallan arasında duruyordu; gittikçe şiddetlenen ve hızlanan
düşünceleri öyle gerildi ki, sonunda kendiliğinden parçalanıp dağılıverdi; Lily
rahatladı; hemen ötede bir silah patladı; arkasından, ürkmüş, heyecanlı, birbirine
girmiş bir sığırcık sürüsü havalandı. (40-1)
Birinin pot kırması aslında yapılan ölümcül bir hatayı anlatmaktadır. Bu
tabir savaştaki askerlerin çok önemli bir hata yapmasına göndermedir. Silahın
patlaması ile bütün kuşlar ürküp havalanmıştır.
Birden, dokunaklı bir sesle, «Biri pot kırdı,» diye homurdanan Mr. Ramsay'le burun
buruna geldiler. Gözlerinde heyecanın verdiği bir parlaklık, büyük bir trajik
gerginliğin doğurduğu bir meydan okuyuş vardı, bir an onlarla göz göze geldi,
76
tanıyacakmış gibi oldu; ama sonra bundan kaçınmak istiyormuşçasına elini yüzüne
doğru kaldırdı, sanki kızıp utanmanın verdiği sıkıntıdan kurtulmak için onların
normal bakışlarını yüzünden sıyırıp atmak istiyordu, sanki kaçınılmaz olduğunu
bildiği bir şeyi biraz olsun geciktirsinler diye yalvarıyordu, sanki bu duraksamadan
duyduğu çocuk hiddetiyle onları etkilemek istiyordu. Ama beklenmedik bir zamanda
üstüne gelinmiş olsa bile büsbütün yenilmek niyetinde değildi; bu tatlı heyecanı
elinden büsbütün kaçırmamaya kararlıydı; bu yakışıksız taşkınlıktan utanmıştı, ama
keyfine de diyecek yoktu — sert bir hareketle arkasını döndü, iç yaşamının
kapılarını onların yüzüne çarpıverdi. (41)
Evlilik konusunda Mrs. Ramsay geleneksel düşünür. Ona göre evlilik yaşına
gelmiş bir bayan yuva kurmalı eşine hizmet etmeli ve çocuğu olmalıdır. Lily ise Mrs.
Ramsay’in tersine özgür ve kariyer sahibi olmak isteyen bir bakış açısına sahiptir.
Evliliğe pek sıcak bakmaz ve yaratıcılığını öldüreceğini düşünür. Romanın Mrs.
Ramsay’in evlilik hakkında geleneksel olarak görülen düşünceleri şöyle belirtilmiştir:
“Mrs. Ramsay gülümsedi, şu anda aklına çok hoş bir şey gelivermişti — William'la Lily
evlenseler ne iyi olurdu — sonra, çelik şişleri çatışmış, örgüsüne otlar karışmış çorabı
eline aldı; James'in bacağını ölçtü.” (42)
Woolf’un bilinç akımı tekniği ile yazdığı romanın bu kısmında Mrs. Ramsay
tekrar gerçek hayattan iç dünyasına dönüp hayatı sorgulamaktadır. Odaya bakıp
eşyaların ne kadar eskidiğini düşünür. Eşyaların ömrünün bittiğini, yok olmaya yüz
tuttuğunu ve böylece insanlar gibi nesnelerin de varlıklarını sona erdireceklerini
düşünür. Hayatta her şeyin bir başlangıcı olduğu gibi sonu da vardır. Hayatı sorgular ve
eşyaların orada ne işi olduğunu saçma ve anlamsız olduğunu düşünerek sorularına
cevap bulmaya çalışır. Kitapları okumaya zaman bulamamaktan yakınır ve ona göre bu
yapmak ayıptır. Bu yaklaşımı ile de toplumun görüşlerine önem veren; fakat, aynı
zamanda fenere gidip orda kalarak toplumdan ve kocasının konferanslarından uzaklaşıp
kafa dinlemek isteyen bir kadındır. Zaman zaman o da bireysel yaşamak ister, 0kendi
içine dönmek ona iyi gelmektedir. Yaşlı bekçi kadının tek başınalığına acıması da bir
diğer varoluşçu elementlerden biridir.
Başını kaldırıp şöyle bir baktı — çocuklarının en küçüğü, en sevimlisi hangi şeytana
uyuyordu böyle? — oda, sonra koltuklar gözüne ilişti, aman yarabbi ne de partal
şeyler diye düşündü. Andrew' nün de geçen gün dediği gibi, içlerinde ne varsa
dökülmüş yerlerde sürünüyordu. Evet, ama bütün kış tek başına yaşlı bir bekçi
kadına bırakılacak, rutubetten su içinde kalacak olduktan sonra yenilerini almanın ne
anlamı vardı? Neyse kirası çok azdı; çocuklar seviyorlardı; kocasına da
kitaplığından, konferanslarından, çömezlerinden binlerce — tam tamına söylemek
gerekirse üç yüz — mil uzakta olmak iyi geliyordu; hem konuklar için de bol bol yer
vardı. Hasırlar, portatif karyolalar, Londra'da gününü tamamlayıp emekli edilmiş bir
sürü koltuk, iskemle ve masa — hepsi burada pekâlâ işe yarıyordu. Birkaç fotoğraf
vardı, bir de kitaplar. Kitaplar da kendiliklerinden ürüyor, diye düşündü. Onları
okumaya bir türlü vakit bulamıyordu. Ozanın kendi eliyle, «Arzusu buyruk olana»...
77
«Çağımızın bahtı daha açık Helen'ine» ... diye armağan ettiği kitapları bile — ayıptı
ama — okumamıştı. (42-3)
Yazar bu bölümde Mrs. Ramsay’in hayatı sorgulamasının nedenini ve kızın
yalnız kalacağına üzülmesini açıklamaktadır. Sanki Mrs. Ramsay de acı ve gözyaşı dolu
bir hayat yaşamış, bu yaşananlar kendi başından geçmiş ve acı deneyimler onu
olgunlaştırmıştır. Susmasının nedeni Onun bir leydi gibi olmasıydı; leydiler bu tür
şeyler hakkında konuşmazdı ve bu şekilde dimdik kalarak hayatla başa çıkmasıydı.
Yaşadığı olumsuz tecrübeler ona hayatta kalmayı öğretmiş ve zeki insanların yanlış
anladığı şeylerin doğrusunu görebilmekte ve ruhu gerçeği kavrayabilmektedir. Babası
kanser olan kıza bu denli üzülmesini ise şu şekilde tasvir eder:
Kimse bu derece üzgün görünmemiştir. Güneş ışığından derinlere kadar uzanan
aralıkta, yarı yolda karanlıklar içinde, belki de acı ve kara bir gözyaşı toplandı; bir
gözyaşı damladı; sular bir o yana, bir bu yana dalgalandı, bu damlayı yuttu ve
duruldu. Hiç kimse bu derece üzgün görünmemiştir. Herkes, “ama bu sadece bir dış
görünüm mü?” diyordu. “Onun güzelliğinin, o görkemli görünüşünün ardında acaba
ne gizliydi?” dedikodusu onlara kadar gelmişti — bir başka, daha önceki bir başka
sevgili, onlar evlenmeden bir hafta önce beynine tabanca sıkmış, ölmüş müydü ne?
Birbirlerine soruyorlardı. Yoksa hiçbir şey yok muydu? Hepsi ardına çekilerek
yaşadığı ve ne yapsa bozamayacağı, eşsiz bir güzellikten başka bir şey değil miydi?
Çünkü büyük tutkulardan, çiğnenmiş aşklardan, gem vurulan büyük emellerden söz
edildiği zamanlar, içtenlikli bir anında, kendinin de bu şeyleri bildiğini, bir zamanlar
içinde aynı şeyleri duymuş olduğunu, ya da tüm bunların kendi başından da
geçtiğini söyleyebilirdi; ama şimdiye dek hiç kimseye bir şey söylememişti. Hep
susardı. Demek biliyordu. Hem de öğretilmeden biliyordu. O yalınlığıyla zeki
insanların yanlış anladığı şeylerin doğrusunu görüyordu. Ondaki o düşünce
dürüstlüğü ve kesinliği de dimdik düşen bir taş gibi, kusursuzca konan bir kuş gibi
doğruca istediği yeri buluyor; ruhu bu nedenle kendiliğinden, bir şahin gibi süzülüp
inerek gerçeği kavrıyordu — belki de insanı boş yere sevindiren, rahatlatan, yaşatan
da buydu. (44-5)
Mr. Ramsay’in bir guguk kuşu gibi sürekli aynı cümleyi tekrar etmesi saçma
görünmektedir. Ruh durumunu anlatacak tümce bulamayıp aklına bir şey gelmediği için
saçma olan şeyi tekrar edip durmaktadır. Karısı ise bu durumu gülünç bulmaktadır.
Mr. Ramsay, taraçada bir aşağı bir yukarı uzun adımlarla yürüyerek, «Biri pot
kırmıştı,» diye yineledi. Ama sesinin tonu nasıl da değişmişti. Tıpkı bir guguk kuşu
gibiydi; «nağmesini o da, bozardı haziranda»; sanki yepyeni bir ruh durumunu
anlatacak bir tümce bulmak için kafasını zorluyor, araştırıyor ve aklına başkası
gelmediği için, saçmalığına filan bakmayıp o tümceyi söyleyip duruyordu — «Biri
pot kırmıştı» — ama böyle kuşkulu bir biçimde sanki soruyormuş gibi, uyumlu
söylenince ne tuhaf kaçıyordu. Mrs. Ramsay gülümsemekten kendini alamadı. Çok
geçmeden Mr. Ramsay hem bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, hem de artık tüm
kuşkulardan sıyrılmış, güvenle bu tümceyi mırıldanıyordu; sonra vazgeçti, sustu.
(49)
Mr. Ramsay yine mezar taşını düşünüp ölümü sorgulamaktadır. İnsanların onu
ayıplayacağını düşünmesi geleneklere, toplumun kurallarına uyduğunu ve insanların
78
düşüncesini önemsediğini göstermektedir. Çoğu insan gibi kendisinin de çoğu zaman
zırh taktığını, bazen zırhını çıkarıp karısı ve çocuğunu izlediğinde saygı ile eğilmesini
insanların ayıp karşılayıp karşılamayacağını sorgular.
Bir an böyle durup ünü, yardım kollarını, izinden yürüyen ve kendine borçlu
olanların onun kemikleri üzerine dikeceği mezar taşını düşündü diye onu kim
ayıplar? Ve sonunda o yok olmaya yargılı bölüğün kumandanı, elinden geldiğince
çabalayıp her şeyi göze alarak, son zerresine dek tam gücünü harcadıktan, bir daha
uyanır mıyım, uyanmaz mıyım diye hiç düşünmeden, kendini uykuya bıraktıktan
sonra, şimdi birden ayak parmaklarının karıncalanmasından yaşadığını anlar, buna
pek karşı da çıkmaz, yalnız biraz anlayış, biraz viski ve neler çektiğini hemen
dinleyecek birini isterse, bu kumandan ayıplanır mı? Kim ayıplar? Kahramanı
zırhını çıkarıp, pencerenin önünde duraklayarak karısıyla oğlunu izlemeye daldığı
zaman, kim gizliden gizliye de olsa sevinç duymaz? (53)
Varoluşçu felsefe sıradan insanların günlük hayatını ele alan; yaşamın sıkıcılığı
ve anlamsızlığı karşısında insanın nasıl davrandığını gözlemleyen bir bilim dalıdır. Mrs.
Ramsay yine bir gün hayatı sorgulamakta eğer Shakespeare olmasa nasıl bir dünya
olurdu diye kendine bazı sorular sorup hayatı anlamlaştırmaya çalışır. Firavunlar
zamanı ve günümüzün sıradan insanını karşılaştırır. Hangisi daha iyidir, sıradan insanın
yaşamı uygarlık ölçüsü değerinde midir diye bazı sorulara cevap aramaktadır. Asıl
sıradan insanların önemli olduğunu Shakespeare’in pek de gerekli olmadığını düşünür.
Ona göre sıradan insanların hayatı önemlidir. Ona göre güzel sanatlar gereksinimlerin
yanında bir süsten başka bir şey değildir.
Eğer Shakespeare hiç yaşamamış olsaydı dünya bugünkünden pek mi farklı olurdu?
diye kendi kendine sordu. Büyük adamlar olmasa uygarlık ilerleyemez miydi?
Zamanımızda sıradan bir insanın yaşayışı, Firavunlar zamanında olduğundan daha
mı iyidir? Ama sıradan bir insanın yaşamını uygarlık ölçüsü olarak alabilir miyiz?
diye kendi kendine sordu. Belki de bu doğru olmazdı. Belki de en büyük çıkarımız
bir köle sınıfını gerektiriyordu. Metrodaki asansörcü değişmez bir gereksinimdir. Bu
düşünce pek hoşuna gitmedi. Başını arkaya attı. Buna engel olmak için ne yapacak
yapacak, güzel sanatların egemenliğini kıracaktı. Bu dünyanın asıl o sıradan
insanların dünyası olduğunu kanıtlayacaktı; kanıtlayacaktı ki tüm güzel sanatlar
yaşamın üstüne serpiştirilen zorlama bir süsten başka bir şey değildir. Yaşamın
kendisini anlatmazlar. Yaşam için Shakespeare de gerekli değildir. Ne diye böyle
Shakespeare'i küçük düşürerek, işi gücü ömrünün sonuna dek hep asansör kapısında
beklemek olan insanı kurtarmaya çalışıyordu, nedenini pek bilemiyordu... (61)
2.1.6. İntihar / Ölüm
Romanda yaşamın geçici olduğu ana karakterler olan Mr. Ramsey ve Mrs.
Ramsay tarafından okuyucuya aktarılmaktadır. Üzerinde yaşadıkları dünya geçicidir.
Hiçbir şey sonsuza dek sürmemektedir. Mr. Ramsey’e göre hayattaki her şey geçicidir
kalıcı olan tek şey ise ün kazanmak ve dünyaya bırakılan eserlerdir.
79
Mr. Ramsey entelektüel bir kişiliğe sahiptir üniversitede ders vermektedir ve
önemli yazarlar gibi dahi olup unutulmamayı arzulamaktadır. Shakespeare gibi dâhilerin
ondan daha önemli olduğunu düşünmekte ve onların kendisinden daha uzun süre var
olup hatırlanacağına üzülmekte ve bu durumu kıskanmaktadır. Ona göre dünya sıradan,
niteliksiz insanlar için tasarlanmıştır ve bu seviyenin üzerine çıkan insanlar için
yaşanması zor olan bir yerdir.
Mrs. Ramsey ise daha geleneksel düşünen evli bir bayandır. Zamanın
geçiciliğinin ve ölümlü olmanın farkındadır. O dünyanın kötülükler ve zorluklarla dolu
bir yer olduğunu düşünür. Küçük oğlu James büyüyeceği için endişelenmektedir.
Oğlunun bu kötü olayları tecrübe edeceğinin farkındadır ve onu koruyamamaktan
korkmaktadır. Kocası kendi kendine vakit geçirmeyi severken, Mrs. Ramsey hayatın
anlamını önemli kılmak için ve anıları ölümsüzleştirmek için başkaları ile birlikte
olmaktan hoşlanmaktadır.
Mr. Ramsey insan bilincine ve kendini geliştirmeye önem veren; zamanının
çoğunu kitap okuyup yazarak geçiren, kendini bilime adamış ve başka hiçbir şeyi
önemsemeyen bir karakter iken; Mrs. Ramsey başkaları ile etkileşim halinde, iletişim
kurmayı seven, sosyal ilişkileri olan, gelenekleri önemseyen bir karakterdir. Zamanını
başkaları ile geçirdiği anılar ile doldurur ve onun için kalıcı olan anılardır. Yaşama
bakış açıları tamamen farklıdır. Biri kendini aşma, bilincini geliştirme çabasında iken,
diğeri ise yaşama duygusal açıdan bakarak insanlar ile birlikte olmayı önemser.
Mr. ve Mrs. Ramsey tamamen zıt karakterleri ifade eder. Erkek ile kadın
arasındaki farklılık ve düşünce yapısından kaynaklanan çatışmaya örnek olarak
gösterilebilir. Ancak ikisinde ortak olan şey ölümün farkında olmaları ve bundan
kaynaklanan kaygı ve korkudur.
Mr. Ramsey’in yaşamdan beklediği ve hayatın anlamı olarak görülen, karısından
istediği tek şey; ona sevgi ve sempati göstermesi ve onu sevdiğini sesli olarak
söylemesidir. Bazen karısının onu sevip sevmediği konusunda şüphe duymaktadır. Hep
karısı tarafından övülmek hoşuna gider ve kendisini daha iyi hisseder. Mr. Ramsey her
ne kadar yalnızlık içinde kendisini bilime adamış olsa da karısının desteği olmadan
yapamaz. Kendisini yetersiz görür. Büyük dâhilerden biri olamayacağı, kendini aşma
konusunda daha ileri gidemeyeceği kaygısı ile umutsuzluğa kapılır.
80
Lily resmini William Bankes’e göstermek istemez ve görmesinden korkup
büyük endişe duyar. Lily duygularını ifade ederken kendine özgü bir alana sahiptir.
Kimsenin bu saklı dünya içine girmesine izin vermez. Olumsuz yorum yapmasından
çekinir. Lily tüm yaşanan olumsuzluklara rağmen resmini bitirmeye karar verir.
Kendine özgü sanatıyla resmini oluşturur. Resimdeki en önemli unsur denge ve
sentezdir. Woolf da bize olayları farklı karakterlerin penceresinden vererek bu denge ve
sentezi romanında oluşturmaktadır.
Lily, hayata çok farklı bir pencereden bakabilen, gelenekleri sevmeyen,
özgürlüğüne düşkün sanatçı ruhlu bir karakterdir. O yaşam yolculuğunda tecrübeye
önem veren ve sanatını geliştirmeye çalışan, hayata sanat penceresinden bakan bir
kişidir. Ona göre hiçbir şey öylece kalmaz her şey değişir. Kalıcı olan tek şey ise
kelimeler ve resim sanatıdır. Lily hayatın anlamını sanat ile ilişkilendirmiş,
ölümsüzlüğe ise resim sayesinde kavuşabilmiştir. Değişimi sürdürebilmesi için tek
umudu resimdir. Onun için yaşamın anlamı ve kalıcı olan şey sanattır.
Lily romanın başında başladığı Mrs. Ramsey’in resmine uzun süre ara vermiş,
ancak o öldükten sonra romanın sonunda bitirmeye karar vermiştir. Onu kızı gibi görüp
şefkat gösteren Mrs. Ramsey’i anlamaya çalışır. Ancak elli çift gözü de olsa bu kadının
hayata bakış açısını ve hayat ile ilgili düşündüklerini yakalayamaz. Woolf’un bu
romanında olayların akışı tek bir insanın görüşü ile değil birçok kişinin algısı, düşüncesi
ve bakış açısı ile verilmektedir. Lily, Bayan Ramsey’in resmini çizerken, onu tüm
hatalarından arındırarak mükemmel bir biçimde çizmeye çalışmıştır.
Woolf evi de farklı şekillerde tasvir etmektedir. Başlangıçta James eve gitmek
için can atar, sevdiği eğlenceli bir yerdir. Ancak annesi öldükten sonra sadece amacına
ulaşmak yarım kalan öyküyü tamamlamak için fenere girmeye karar verir. Fener önceki
zamanlarda eğlenip, hoş vakit geçirdikleri bir yer iken kitabın sonunda yıllarca
bakılmamış harabeye dönüşmüş, yok olmaya mahkûm bir yer haline gelmiştir. Oradaki
ev de eskimiş; artık Bayan Ramsey gibi ölüme yaklaşmış ve az zamanı kalmıştır. Evin
tasviri de diğer olaylar gibi zamana ve yaşananlara bağlı olarak birçok açıdan
verilmiştir.
Deniz bu romanda sürekli değişen, yenilenen, bir sembol olarak verilmiştir.
Zamanın bize getirdiği değişimi yansıtmaktadır. Dalgaların yükselip alçalması hayatın
bize sunduğu iyi ve kötü olayları, yani; iniş çıkışları temsil etmektedir. Yaşam, zaman
81
bize güzellikler getirdiği gibi tehlikeler de sunabilir önemli olan bu olaylar karşısında
bizim nasıl davranacağımız neye karar vereceğimizdir. Deniz hayatın kalıcı olan
yönünü temsil etmektedir ancak dalgaların şiddetli oluşu üzerinde durulan zemine
tahribat verir. Yıkıma uğratır. Tıpkı başımıza gelen kötü olayların insanı mahvetmesi
gibi. Burada deniz ölümsüzlüğü ve kıyıdaki kum tanelerinin şiddetli dalga etkisi ile yok
olması ise ölümü çağrıştırmaktadır.
Evin duvarında asılı olan domuz kafası da ölümü temsil eden diğer sembollerden
biridir. Her canlı er ya da geç ölümü tadacaktır bundan kaçış yoktur. Bu domuz kafatası
da bunun bize gösterilen bir kanıtıdır. Bu kafatası insana her zaman ölümü hatırlatan ve
evde yaşayanlar için kaygı uyandıran bir elementtir.
Mrs. Ramsay James’e çorabı giydirirken eşyalara bakar ve renklerini yitirdiğini
partallaştığını düşünür. Evdeki eşyaların eskiliği canını sıkan bir durumdur. Her şeyin
eskimesi, eşyaların bile varlıklarını sona erdirmesi. Her şey var olur işlevini görevini
tamamlar ve ölür algısına bir örnektir. Zamanın ve doğanın yani yaşamışlığın,
deneyimin insanlar ve nesneler üzerinde inanılmaz bir etkisi vardır. Resim çerçevesi
üzerine yeşil şal atsa ne anlamı olacaktır yaz mevsimi boyunca güneş rengini
solduracaktır. İnsanlar ya da cansız nesneler de yaratıldıkları gibi ölmeye mahkûmdur.
Çorabı James'in bacağına tuttu, tüm odayı baştan aşağı süzerek, işte diye içini çekti,
böyle olunca da eşyalar her yaz gittikçe biraz daha partallaşıyor. Yer yaygısı artık
rengini yitiriyordu; duvar kâğıdı şurasından burasından yırtılarak sarkmaya
başlamıştı. Üzerindeki resimler gül müdür nedir artık ayırt edilemiyordu; ama tabii
bir evde tüm kapılar hiç kapanmaz, koca İskoçya'da sürgüleri onarabilecek biri
bulunmazsa o ev mahvolmaz da ne, olurdu? Bir resim çerçevesi üzerine yeşil bir
kaşmir şal yerleştirmek neye yarardı? On beş gün geçmeden rengi bezelye çorbasına
dönerdi. Ama asıl onun canını sıkan kapılardı; hiç kimsenin kapı kapatmak aklına
gelmezdi; kulak kabarttı. Oturma odasının kapısı açıktı; salonun kapısı açıktı;
seslerine bakılırsa galiba yatak odalarının kapıları da açıktı; tabii merdiven başındaki
pencere de açıktı; çünkü kendi eliyle açmıştı. Pencereler açılmalı, kapılar
kapatılmalıydı; bu kadar basit bir şeyi nasıl oluyor da hiç kimse aklında
tutamıyordu? (43)
Mrs. Ramsay hizmetçilerin odasına gittiğinde Marie’nin söylediği sözü
düşünerek babasının gırtlak kanseri olduğunu hatırlar. Marie bir umut, bir mucize
bekleyerek babasının iyileşmesini istemektedir. Ancak kanser yenilmesi en zor
hastalıklardan biridir ve babasının öleceğini bilmek onu umutsuzluğa düşürmektedir.
“ Marie, «Yurdumda dağlar öyle güzeldir ki,» demişti. Bunu dün gece gözleri yaşla
dolu, pencereden uzaklara bakarak söylemişti. «Dağlar öyle güzeldir ki.» Mrs. Ramsay
biliyordu, kızın babası oralarda ölüm yatağındaydı. Onları babasız bırakıyordu. (44)
82
Mr. Ramsay kocasının bu sözü söylemesi üzerine ürperip, titremiş ve bu
sözcükleri anlamlandırmaya çalışmıştır. Ona göre parça parça olan yok olan bir şey
vardır ancak nunu ne olduğunu bilemez. Kocasının bu tuhaf davranışıyla birlikte yalnız
kalmak istediğini fark eder çünkü Tansley’i tezini yazmak için gönderir. Burada yazar
yok olma, ürperti, titreme gibi varoluşçu kavramlara değinerek varoluşçu felsefenin
duygularını karakterler üzerinden okuyucuya yansıtmaktadır.
Peki, ama ne olmuştu? Biri pot kırmıştı. Mrs. Ramsay birden daldığı düşüncelerden
uyandı; ne zamandır bir anlam veremediği o sözcüklerin anlamını kavradı. «Biri pot
kırmıştı» — Miyop gözlerini kendine doğru gelen kocasına dikti, gözlerini
ayırmadan dikkatle baktı; kocası yaklaşınca anladı ki (sözcüklerin söylenişi zihninde
bir şeylerle birleşivermişti), bir şey olmuştu, biri pot kırmıştı. Ama ne olduğuna bir
türlü akıl erdiremiyordu. Mr. Ramsay ürperdi; titredi. Tüm kendini beğenmişliği,
kendi görkemli parlaklığından duyduğu tüm haz, adamlarının başında bir yıldırım
gibi korkunç bir atmaca gibi vahşi doludizgin ölüm vadisinden geçerken parça parça
olmuş, yok olmuştu. Top gülle yağmurunda korkmadan ilerledik, ölüm vadisinden
şimşek gibi çakarak, ateş açtık; gürledik — tam Lily Briscoe ile William Bankes'in
arasına. Ramsay ürperdi; titredi. Şimdi dünyada kocası ile konuşamazdı; çok iyi
bildiği özel belirtilerden, gözlerini ondan kaçırmasından, sanki bir örtüye sarınmış,
dengesini yeniden bulmak için yalnızlığa gereksinimi varmış gibi, tüm varlığının
garip bir biçimde çekilip büzülmesinden anlıyordu ki kocası fena halde kızmış,
üzülmüştü. (46)
Mrs. Ramsay gerçek hayatın saçma ve sıradan işlerinden usanmış ve sıkıntı ile
bir an önce gönderebilmek için çorabı bitirmeye çalışmaktadır. Çorabı hemen bitirmeye
çalışması onda bunaltı yaratmıştır. Mrs. Ramsay, “Bu çoraplardan da usanç geldi;
bitireyim diye çalışıyorum, yarın Sorley'in küçük oğluna göndereceğim,”der. (48)
Mr. Ramsay’in R’ye ulaşabilmesi için kendini sorgulaması bir diğer varoluşçu
öğedir. Varoluşçu romanlarda karakterler sürekli yaşamı ve ölümü sorgulamakta
öldükten sonra üne kavuşup eserleriyle ölümsüz olmayı istemektedir.
Üzerinden sardunyalar sarkan saksının yanında donmuş gibi durdu. Ama milyonda
kaç kişi R'ye ulaşıyor ki? diye kendi kendine sordu. Umutsuz bir girişimin önderi
kendine pekâlâ böyle birşey sorabilir, sonra da, «Belki bir kişi,» karşılığını da
verebilir; böyle söylemekle de ardından gelenleri yanıltmış olmaz. Bir kuşakta tek
bir kişi. Eğer o tek kişi de kendisi olmazsa suç onda mı? Yeter ki dürüstçe çalışıp
didinmiş, artık dermanı kalmayıncaya dek tüm gücünü harcayıp tüketmiş olsun.
Hem acaba ünü de ne kadar sürerdi ki? Ölmek üzere olan bir kahramanın bile,
gözlerini kapamadan önce, arkamdan insanlar benim için ne diyecek acaba? diye
düşünmek hakkıdır. (51-2)
Mr. Ramsay bu bölümde yaşam süresini, ölümlülük ve ölümsüzlük kavramlarını
iki nesneyi kıyaslayarak sorgulamaktadır. Ününün belki de iki bin yıl süreceğini
Mr. Ramsay’in bu sözü söylemesinin nedeni savaş zamanında bir komutanın bir hata yapmasıyla bütün
askerlerin ölmesine neden olmasıdır. Burada çeviri yetersiz kalmıştır; Mr. Ramsay’in ifade etmek istediği
şey birinin ölümcül, büyük bir hata yapmasıdır.
83
düşünür sonrasında ise cansız varlıklar ve insan ömrü arasında bir kıyaslama yapar;
ayakkabımızla fırlattığımız bir taşın bile bir dahi olan Shakespeare’den uzun
yaşayacağını düşünerek karamsarlığa kapılır. Burada geçen karakterin hayatın amacı ve
anlamını sorgularken yaşadığı umutsuz, karamsar durum varoluşçu bir temaya örnektir.
Ünü belki de iki bin yıl kadar sürerdi. (Mr. Ramsay gözlerini çite dikerek acı acı
sordu.) İyi ama iki bin yıl nedir ki? Gerçekten de bir dağ tepesinden aşağı, çağların
sonsuz bozkırlarına şöyle bir bakarsanız, bu iki bin yılın ne değeri olurdu ki?
Ayakkabınızın ucuyla vurup fırlattığınız taş parçası bile Shakespeare'den çok
yaşayacak. Kendi küçük ışığı da belki bir iki yıl solukça biraz ışıldayacak, sonra
daha büyük bir ışık onu yutacak, onu da daha büyük bir ışık yutacaktı. (Karanlığa,
birbiri içine girmiş ince dallara doğru baktı.) Öyleyse sonunda yılların oluşturduğu
bozkırı ve düşüp yok olan yıldızları görecek kadar da olsa bir yüksekliğe tırmanan o
fedai bölüğünün kumandanı, donmak üzereyken, yardım kolu geldiğinde onu görevi
başında tam bir asker gibi ölmüş bulsun diye, biraz da gösterişle, uyuşmuş
parmaklarını alnına doğru götürüp, omuzlarını dikleştirirse, vaziyet almaya çalışırsa
kim suçlar onu? Mr. Ramsay omuzlarını dikleştirip saksının yanında dimdik durdu.
(52-3)
Mr. Ramsay oğlu ve karısına yaklaşmak ister ve yakınlık bekler ancak varlığı
canlı olan, verimli karısının karşısında kendisini verimsiz ve yetersiz hisseder. Ailesine
yabancılaşmış ilgi bekleyen bir adamdır ancak bunu dile getirip söyleyemez. Boş bir
adam olduğunu ve gelecekten beklentisiz olduğunu düşünür.
Deminden beri kucağında oğlu, sere serpe oturan Mrs. Ramsay toparlandı, yarı
dönüp doğrulmaya davrandı. Bu haliyle, birdenbire havaya dimdik, bir sütun halinde
fışkıran güçlü bir suyu, bir enerji kaynağını andırıyordu (sonra sakinleşip oturdu,
eline yine çorabı aldı ama) tüm varlığını ateşleyen bir canlılıkla hem yanıyor, hem
çevresini nurlandırıyor gibiydi; işte bu tatlı verimliliğin, bu yaşam pınarının ta
ortasına değin erkeğin o öldürücü verimsizliği, pirinç bir gaga gibi, çıplak ve kısır
dalıyordu yakınlık istiyordu. Nafile adamın biriyim, hiçbir şey yapacağım yok,
diyordu. (54)
Mr. Ramsay için hayat o denli sıradan ve anlamsızdır ki bu yabancılığından
kurtulup o da insanların arasına karışmak, okşanmak, dehasının farkına varılmasını
ister. Evin bütün odaları yaşamla dolmalı ve onu bu verimsizliğinden kurtarmalı diye
düşünür. Yakınlık kurmak ister ve yaşamın tam içinde olduğuna inandırılmak mesleği
ile ilgili daha fazla itibar görmek övülmek ister.
Mr Ramsay “yakınlık istiyor, her şeyden önce dehasından emin kılınmak istiyor,
sonra da insanların arasına karışmak, okşanmak, yatıştırılmak, kendine getirilmek
istiyordu; onu kısırlığından kurtarmak ve evin tüm odalarını yaşamla doldurmak
gerekliydi — oturma odası; onun arkasındaki mutfak; mutfağın üstünde yatak
odaları; tüm bu odaların hepsi döşenmeli, yaşamla dolmalıydı. Karısı, Charles
Tansley senin için bugünün en büyük metafizikçisi diyor, dedi. Ama bu onun için
yeterli değildi. Yakınlık görmeliydi. Kendisinin de yaşamın ta içinde olduğuna
inandırmalıydılar onu, kendisine gereksinmeleri olduğunu göstermeliydiler, sade ev
halkı değil, tüm dünya. Elindeki şişler durmadan gidip gelirken, Mrs. Ramsay
kendinden emin, dimdik, hayalinde oturma odasını, mutfağı istediği gibi döşedi,
dayadı; kocasını oraya çekip, dinlenmeye, istediği zaman girip, istediği zaman
çıkarak, dilediği gibi yaşamaya çağırdı. Gülüyor, örgüsünü örüyordu. Mrs.
84
Ramsay'in dizleri arasında tüm bedeni gerilmiş duran James, annesinin tüm
canlılığının, tüm gücünün alev alev yükseldiğini, ama sonra, bu alevin erkeğin o
verimsiz palası, durup durup acımasızca inerek ille de yakınlık isteyen o tunç gaga
tarafından içilip sömürüldüğünü duyumsadı. (55)
Mr. Ramsay nafile adamın biri olduğunu düşünür. Yalnız kalmaktan korkar ve
büyük endişe duyar. Karısının onu hiç bırakmayacağına inanmak ister. Tüm korkularını
yenmek ve geleceğe umutla bakmak ister. Aşkınlığa ulaşmak için karşılaşacağı
zorluklardan korkar ancak karısının ona güç vereceğini yalnız bırakmayacağını umar ve
buna inanır.
Mr. Ramsay yineledi. Nafile adamın biriydi, hiçbir şey yapacağı yoktu. Bak öyleyse,
duy öyleyse. Mrs. Ramsay elindeki şişleri şak şak işleterek, odanın içine,
pencereden dışarıya, James'e bakarak, gülüşü, tavırları ve bu konudaki yetkisiyle
(tıpkı karanlık bir odada elinde ışıkla dolaşarak endişeli bir çocuğu yatıştıran bir
bakıcı gibi) ona düşündüğünün gerçekleşmiş olduğunu söylüyordu; işte ev dolup
taşıyordu; bahçede baharlar açıyordu; bundan hiç kuşkusu olmamalıydı. Eğer ona
tüm varlığıyla inanırsa, kendisine hiçbir şeyden zarar gelmezdi; ne denli derinlere
inerse insin, ne denli yükseklere tırmanırsa tırmansın bir an bile yalnız kalmayacak,
karısını hep yanında bulacaktı. (55)
Mrs. Ramsay bedensel ve ruhsal bir yorgunluk hisseder. Balıkçının karısı adlı
öyküyü okumaya devam eder. Bir an kocasından üstün olduğunu hisseder ancak bu
duygu onu rahatsız eder. Kocasına iyi olduğunu söyler, yardımcı olur ancak bazen
söylediği bu sözlerin doğruluğundan emin olamaz. Böyle düşündüğü için kendini kötü
hisseder Bu durumda iç daralmasına dönüşür.
Kocası uzaklaşırken her bir titreşim dalgası, sanki ikisini birden sarıyor, ikisine de
tıpkı bir anda basılan, biri tiz, diğeri pes iki sesin kaynaştıkları anda' birbirlerine
verdikleri türden bir erinç getiriyordu. Ama titreşim durup da yeniden önündeki Peri
Masalı'na dönünce Mrs. Ramsay ayrımına vardı, yalnız bedence yorulmakla
kalmamıştı (olayın içindeyken anlamazdı ama biraz geçince hep böyle olurdu),
bedensel yorgunluğunda, belli belirsiz de olsa, başka, pek hoş olmayan bir duygu da
vardı. 'Balıkçının Karısı' öyküsünü yüksek sesle okumaya başlamıştı, ama bu
duygusunun nedenini kestiremiyordu; anlayınca da kendini bırakıvermedi, duyduğu
hoşnutsuzluktan yakınmadı, sayfayı çevirmek için durup, ağır ağır kötü bir haberci
gibi, kırılan bir dalga sesi kulaklarına çarptığı anda anladı, bu duygunun nedeni şu
idi: Bir an da olsa kendini kocasından üstün görmeye gönlü razı değildi; hem
kocasına söylediği şeylerin doğruluğundan tam emin olmamak da fenasına
gidiyordu. (56)
Mr. ve Mrs. Ramsay her ne kadar yakın görünseler de birbirlerine o derece
yabancılaşmıştır. Kocasının kendisinden yardım istemesi üstün olup olmadığını
sorgulamasına sebep olur. Kocasının yetersiz olduğunu düşünmekte ancak bazen dile
getirememektedir. Bazen ona gerçeği söyleyemediğinden hoşnut değildir. Mr. Ramsay
son yapıtı konusunda hassastır, karısı da en iyi yapıtı olmadığını düşünmekte ancak
bunu dile getirememekten yakınmaktadır.
85
Hiç kuşkusu yoktu, üniversiteler, herkesler, konferanslar, kitaplar onu bekliyordu,
tüm bunlar her şeyden daha önemliydi; onu böyle rahatsız eden şey aralarındaki
ilişki ve kocasının herkesin gözü önünde açıktan açığa böyle yanına gelip ondan
yardım istemesi idi; çünkü o zaman, Ramsay karısının yardımı olmadan yapamıyor,
diyorlardı; oysa ki kocasının, kendinden, söz götürmeyecek biçimde üstün olduğunu,
kendi yaptıklarının kocasınınkinin yanında sözü bile olamayacağını bilmeleri
gerekirdi. Ama hoşnutsuzluğu biraz da kocasına gerçeği olduğu gibi söylemeye
çekinmesinden, örneğin bir türlü limonluğun damından, onarılması için gidecek
paradan, belki de elli sterlin kadar tutardı, söz edememesinden de kaynaklanıyordu.
Kitapları için de öyleydi: Kendinin de biraz kuşkulandığı gibi, kocası son yapıtının
pek de öyle en iyi yapıtı olmadığını (bunu da William Bankes' in sözlerinden
çıkarmıştı) sezerse diye ürkmesi; sonra ufak tefek günlük olayları ondan gizlemeye
çalışmak, çocukların bunu anlamaları ve bu durumun onlara verdiği üzüntü — işte
tüm bunlar birlikte yükselen iki sesin yarattığı o lekesiz dupduru sevinç havasını
bozmuş ve ses hoş olmayan bir tatsızlıkla kulağına çarpıp kesilivermişti. (57)
Mrs. Ramsay kitap okurken hayatı sorgulamaya devam eder. Üzüntü ve kaygı
çoğu zaman yaşadığı ruh durumlarındandır. Buna şöyle örnek verilebilir:
Sayfanın üstüne bir gölge düştü; Mrs. Ramsay başını kaldırıp baktı; ayaklarını
sürüye sürüye Augustus Carmichael geçiyordu; tam insanlar arasındaki ilişkilerin
eksikliğini, en mükemmelinde bile bir kusur bulunduğunu ve kocasını sevmesine
karşın, içindeki gerçekçi olma duygusuyla, bu kusuru görmezlik edemediğini
düşünerek üzülürken; tam kendi değersizliğine inanmanın, bu yalanlar, bu
abartmalarla asıl görevini yapmaktan alıkonulmuş olmanın acısını duyarken — tam
geçirdiği heyecan anından sonra, böyle kendini küçük görerek kaygılanırken, Mr.
Carmichael sarı terliklerini sürüye sürüye geçti. (57-8)
Mrs. Ramsay, Mr. Carmichael’in acılı hayatını düşünmektedir ve
mutsuzluğunun nedenini karısına bağlar. Dünyada yapacak bir şeyi kalmayan boş biri
olarak görür ve ona acıma duygusu ile yaklaşır.
Carmichael hiç yanıt vermedi. Afyon yutardı. Çocuklar sakalı ondan sararıyor
diyorlardı. Kim bilir, belki de öyleydi. Mrs. Ramsay'in bildiği bir şey varsa o da
zavallının pek mutsuz olduğu ve her yıl biraz soluk almak için onların yanma geldiği
idi; ama her yıl da hep aynı şeyi duyardı içinde; Mrs. Ramsay'e hiç güveni yoktu.
Ona, «Kasabaya gidiyorum, pul, kâğıt, tütün bir şey ister misiniz?» diye sorunca
irkildiğini duyumsamıştı. Mrs. Ramsay'e güveni yoktu. Bu da hep karısının
yüzündendi. Karısının adama yaptığı aklına geldi; St. John's Wood' daki o iğrenç
küçük odada, o pis kadının onu nasıl kapı dışarı ettiğini gözleriyle gördüğü zaman,
olduğu yerde donup kalmıştı. Zavallı adam pek sallapatiydi; her şeyi üstüne döker
saçardı; dünyada yapacak işi kalmamış usandırıcı ihtiyarların hâli vardı üstünde;
karısı da bu zavallıyı kapı dışarı etmişti. O aksi haliyle, «Bana bak, Mrs. Ramsay'le
ben biraz konuşacağız.» demişti; Mrs. Ramsay sanki görmüş gibi zavallının sayısız
acılarla dolu yaşamını gözünün önünden geçiriyordu. Acaba tütün alacak parası var
mıydı? Yoksa karısından istemek zorunda mıydı? (58)
Mrs. Ramsay sürekli insanlara yardım etmeye çalışır. Bunu neden yaptığını
sorgular. Kendini mutlu etmek için mi yoksa başkaları hayran kalsın diye mi? Mr.
Carmichael’in böyle kendinden kaçmasına insanlardan uzaklaşıp yalnız ve yabancı
yaşamasına üzülür.
Kendisi de biliyordu, nereye giderse güzelliğinin meşalesini de beraber götürüyordu;
bu meşaleyi girdiği her odaya dimdik taşıyordu; hem sonra istediği kadar bunu
86
gizlemeye, onun verdiği o tekdüze görünüşten istediği kadar kurtulmaya çalışsın,
yine de bu güzelliği yok edemiyordu. Çok beğenilmişti. Sevilmişti. Yaslılarla dolu
odalara girmiş, önünde gözyaşları akmıştı. Erkekler, dahası kadınlar bile onun
yanında tüm o karmaşık duygulara yol vererek, kendilerini sadeliğin, içtenliğin
verdiği gönül rahatlığına bırakmışlardı. Mr. Carmichael'ın böyle kendinden kaçması
gücüne gidiyordu; hem de haksız olarak, dürüst olmayan bir biçimde. Asıl canını
sıkan da buydu (hem tam kocasına sinirlendiği bir sırada). Mr. Carmichael kolunun
altında bir kitap, sarı terliklerini sürüye sürüye, sorusuna karşı yalnızca başını
sallamakla yetinerek geçip gittiği zaman içinde beliren duygu, ona inanmadıkları
duygusu, onu rahatsız ediyordu; başkalarına yardım etmek, nesi var, nesi yok onlara
vermek için bu denli çırpınıp didinmesi hep bencillikten başka bir şey değildi
demek? Böyle herkese yardım etmesi, nesi var, nesi yok onlara vermek istemesi hep
kendi kendini hoşnut etmek için mi idi? (59-60)
Mrs. Ramsay hizmetçilerin odasına gittiğinde Marie’nin söylediği sözü
düşünerek babasının gırtlak kanseri olduğunu hatırlar. Marie bir umut, bir mucize
bekleyerek babasının iyileşmesini istemektedir. Ancak kanser yenilmesi en zor
hastalıklardan biridir ve babasını öleceğini bilmek onu umutsuzluğa düşürmektedir.
“Marie, «Yurdumda dağlar öyle güzeldir ki,» demişti. Bunu dün gece gözleri yaşla dolu,
pencereden uzaklara bakarak söylemişti. «Dağlar öyle güzeldir ki.» Mrs. Ramsay
biliyordu, kızın babası oralarda ölüm yatağındaydı. Onları babasız bırakıyordu. (44)
87
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
3.1. “YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK” ADLI ESERİN VAROLUŞÇU
UNSURLAR BAKIMINDAN İNCELENMESİ
Tezer Özlü “Varoluşçuluk” akımına katkıları bulunan, uluslararası üne sahip, önemli bir
Türk yazardır. Kalıplara boyun eğmeyen bir kadın protipi ile bunalımlarını yazar ve
başkaldırıları ile okuyucunun dünyasında yer edinir.
Avrupa’ da Sartre ile başlayan daha sonra Camus ve Kafka’yla genişleyip çığ gibi
büyüyen varoluşçuluk akımına bir destek de Tezer Özlü’den gelir. Metinlerindeki
içsel konuşmalar, bilinç akışı tekniği ve birinci tekil anlatıcı ile var oluşunu
anlamaya çalışan bir kadın yazarla karşılaşırız. Kadere karşı çıkan ve var oluşunu
kendi benliğinin ellerine emanet etmeyi öngören bu akım, toplum, devlet ve din
baskısını da reddeder.”171İnsan, tek boyutlu bir varlık değil, karmaşık dünyasıyla çok
boyutlu bir varlıktır ve kendini bilinçli ya da bilinçsiz zıtlıklarla var eder. Bu nokta
da insan yaşamı da varlık ve hiçlik arasında gidip gelen uzun ve zor bir yoldur. Şu
da unutulmamalıdır ki hiçlik sorunu sıradan insanın değil aydın insanın veya
düşünen, sorgulayan insanın sorunudur. (…)Tezer Özlü romanları da apaçık bunu
göstermektedir.172 Anlamsızlık, bunaltı ya da sıkıntı, ölüm, intihar, korku, boşunalık,
gelip geçicilik, alışılmış değerlere, yerleşik düzene tavır alma, sonsuzca bağımsızlığı
yaşama isteği Özlü kardeşlerin romanlarının ana izlekleridir. Tüm bu temaların yolu
da mutlaka hiçlik’e çıkmaktadır. Özlü kardeşlerin kahramanları tüm bu sıkıntıları
yaşamış ayrıca yazarlarının da belirttiği gibi boşluk’u tatmaktan kendilerini
kurtaramamışlardır. (…)Tezer Özlü’nün romanlarında anlattığı kendisi daima boşluk
içerisinde olan karakterlerdir. Bu nedenle sürekli arayış içerisinde olan mutsuz,
umutsuz ve melankolik kişilerdir.173
Tezer Özlü anlatısına bir ilkbahar gününde okuduğu Pavese’ye ait olan kitabı
anlatarak başlar. “Yılın bu güzel ilkbahar gününde bir an, bir saat ya da süresizlik gibi
algıladığım bu belirsiz sürede ‘acının durgunluğunu’ okurken tüylerim ürperiyor.”(7)
Bununla birlikte benliğini Pavese’nin benliğiyle özdeşleştirdiği ve aynı gün doğmasına
şaşırdığını belirterek Pavese’den bir alıntı ile yazısına devam eder. “Her caddenin
kendine özgü bir görüntüsü vardır. Her tepebaşlı başına bir kişiliktir…”*der Pavese. (7)
Varoluşçu bir yaklaşım ile kitabına başlamaktadır doğadaki her canlı var olur ve daha
sonra özünü oluşturur. Sartre’a göre; bitki hayvan ve diğer nesnelerin özü varoluşundan
önce gelir. Pavese burada her caddenin kendine özgü bir görüntüsü olduğunu, cansız
171 İrem Uzunhasanoğlu, “Yaşamın Ucundaki Kadın”,
http://www.iremuzunhasanoglu.com/tezer-ozlu-yasamin-ucundaki-kadin/ (10.02.2018). 172 “Demir Özlü ve Tezer Özlü Romanlarında Hiçlik Sorunu”,
http://sanatlayasamak.net/demir-ozlu-ve-tezer-ozlu-romanlarinda-hiclik-sorunu (10.09.2017).
173 “Demir Özlü ve Tezer Özlü Romanlarında Hiçlik Sorunu”,
http://sanatlayasamak.net/demir-ozlu-ve-tezer-ozlu-romanlarinda-hiclik-sorunu (10.09.2017).
88
varlık olarak gördüğümüz bir tepenin bile bir kişiliği yani özü olduğundan
bahsetmektedir. Burada cadde, tepe; Sartre’ın bezelye ve masa örneğine benzetilebilir.
Ona göre doğada var olan her nesnenin bir kişiliği vardır.
3.1.1. Yalnızlık ve Yabancılaşma
Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı eserinde Cesare Pavese’den olan
alıntılara karşılık cevap vererek anlatısını oluşturur. Pavese’nin “Her caddenin kendine
özgü bir görüntüsü vardır. Her tepe, başlı başına bir kişiliktir.” *(7) sözüne ilişkin
sadece insan varlığının değil doğada var olan her şeyin; yani, cadde, tepe gibi nesnelerin
de kendine özgü bireysel bir kişiliği olduğunu başka hiçbir yer ile
bağdaştırılamayacağını ifade eder. Ona duyduğu özlemle birlikte Pavese’nin yaşadığı
Cenova kentinin caddelerinin İstanbul’un Galatası’nı anımsattığını düşünür. Özlü;
Pavese’nin her evde oturan insanları gözlemleyerek öykülerinde bu insanların
yalnızlığını, yoksulluğunu, mutsuzluğunu, yaşlılığını, ölümünü betimlediğini düşünerek
anlatısına devam eder. Cenova kentini karanlık yağmurlu kış ve karanlık koridorları
olan bir yere benzetilmektedir.
Yaşamının herhangi bir mayıs gününde Nis kentine gelip, geniş bulvarlarda
durmadan Akdeniz’e doğru yürüdüğün gün, bunu algılamamış mıydın? Her evin, her
malikânenin penceresini, açık, kapalı pencerelerini, içlerinde ne gibi insanların otur-
duklarını incelemeye çalıştığında. Adımlarınla birlikte onların öykülerini usunla
kavranamayacak çabuklukla geliştirdiğinde, kendiliğinden oluşan, sana ait olmayan
bu öykülerle, insanların yalnızlığını, yaşlılığını, ölümünü, mutluluk arayışını,
yoksulluğunu, adımlar boyu, bulvarlar boyu öykülediğinde. Her caddenin, her evin
adını tek tek okuduğumda. Cenova kenti ile ilgili ne gibi resimleri tutabildin
belleğinde. Yorgunluktan Akdeniz'i bulamadığın, gri, kirli egzoz gazlarının
kokuttuğu sokaklarda yürüdüğün, duvar yazılarım okuduğun ve İstanbul'u anımsadı-
ğın Cenova kenti nasıl yaşıyor şimdi içinde. (7)
Tezer Özlü benliğini Pavese’nin benliği ile özdeşleştirir. Pavese’nin bulunduğu bir
akdeniz kenti olan Cenova’nın havasının gri, nemli ve karanlık görünümünün
İstanbul’un Galata’sını anımsattığınını düşünür. Pavese’nin orada kendini ne kadar
yalnız hissettiğini anımsar ve ona olan hayranlığını şu sözleri yazarak dile getirir.
Böyle bir otelde uyumuştun. Yüzlerini hiç görmediğin insanların ayak seslerini,
öksürüklerini ve belki birkaç sözcüğü mırıldanışlarım işiterek. Uykuyu aradığın
odanda, bu Akdeniz kentinin nemli yalnızlığında, denizi bulmadığın kentte. Sen tüm
kentten daha yalnızdın. Okyanus gibi bir yalnızlık. (8)
* Araştırmanın bu bölümünde yer alan tüm italik yazılar yazarın kitabında geçen Cesare Pavese’den
alıntılardır. Sayfa numaraları verilen metin alıntıları Tezer Özlü’nün “Yaşamın Ucuna Yolculuk” adlı
kitabından aktarılmıştır.
89
Yazarın toplumla, içinde yaşadığı çevre ve kendisiyle arasındaki mesafenin
giderek artması ile üst düzeye taşınan yabancılaşma duygusu -aynı Sartre’ın Bulantı
romanında olduğu gibi eşyayla arasındaki ilişkiye de sirayet eder. Nitekim bireyin
herkesten uzaklaşarak intihara ve ölüme yakınlık duyması da bu yabancılaşmanın
ulaştığı düzeye işaret eder: “Yaşlandıkça insanlarla aramdaki uçurum büyüyor...
Eşyalarla da öyle bazı günler elime bir et parçası alamıyorum. Ya da o bütün bir cesedi
andıran tavuklar. Kızartabiliyorum, ama yiyemiyorum” (9).174
Pavese’nin kitabından yaptığı “ Çevreyi tanımlamak değil duygularla yaşamak
gerekir.” alıntısına yaptığı yorum ile kitabına devam eder. Birlikte vakit geçirdiği
insanların artık yok olup gittiğini, onlara olan özlemini dile getirir. Yaşantılar yaşanıp
yok olmuş bir şeyler paylaştığı insanlar gitmiştir. Ona göre hayatın en önemli olgusu
birine duyulan sevgi ve özlemdir. Ancak yaşamın gerçeği insanın uykuyu ararken yolda
giyinirken okurken bir başına kaldığı, düşünürken sürekli bir yalnızlık içinde
olduğudur. İnsan sıradan günlük hayatını sürdürürken eylemlerinde ve düşüncelerinde
başka insanlar ile birlikteyken de çoğu zaman tek başınalığının çaresizliği içindedir.
Yaşamın, daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını
nasıl da algılıyorum. Ama artık yorulmaksızın aramak yok. Aranan yaşantılar
arandı. Yaşandı. Bir kısmı gömüldü. Yeniden toprak oldu. Canlılıklarını duyduğum,
canlılıklarını birlikte bölüştüğüm birtakım insanlar gitti. Onlar adına, onları da
özlemek, onlar için özlemek, onlar için de sevmek. İnsan yaşamının mutlak en
önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yarındayken de özlemek,
istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması. Uykuda. Uykuyu
ararken. Derin uykuların Ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu
insan bir başınalığını çaresizliğini. Yollarda. Okurken. Pencereden caddelere
bakarken. Giyinirken. Soyunurken. Herhangi bir kahvenin içinde oturan insanlara
gelişigüzel bakarken. Hiçbir şey aramazken. Herhangi bir kahvede oturan insanları
görmezken, başka olgular düşünürken... Yosun kokusunu yeniden duymaya
çalışırken, bir kavşakta karşıdan karşıya geçerken, arabalar dünyasında yaşadığını
son anda algılarken, büyük bir bulvarın tüm kahvelerinde oturanlardan hiçbirini
tanımazken, bir mağazadan gelişigüzel yiyecek seçerken, ya da bir satıcıdan
herhangi bir malı isterken, aynı anda özlem ve yalnızlıkları düşünürken, gidenleri,
gelenleri, bölünenleri, ölenleri, doğanları, büyüyenleri, yaşamak isteyenleri,
yaşamak istemeyenleri özlerken, severken, sevilirken, sevişirken, hep yalnız değil
miyiz. (11-2)
Özlü, bu kısımda hayatın insanlara sunduğu farklı imkânlara değinir. Hayat tüm
insanlara karşı adil davranmaz kimisi doğuştan şanslı olarak hayata devam ederken
kimisi ise acılarla, yoksullukla dolu bir hayat sürer. Tüm bu savaşların, acıların,
174 Mustafa Kurt, “1950 ve Sonrası Türk Edebiyatında Varoluşçu Felsefeden Etkilenen Yazarların Yapı
Tema Ve Anlatma”, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara
2007., s. 374.
90
yoksulluğun haksızlıkların cezaların ve özgürlük, zenginlik, eğlence, mutluluk gibi
zıtlıkların aynı dünyada olmasının mümkün olup olmadığını, bütün bu zıtlıklarla dolu
dünyayı aynı gökyüzünün kaplamasının mümkün olup olmadığını sorgular.
Bazı insanlar evde tek başına acı çekip öldüğünde bazı insanların ise mutlu bir
şekilde hayatlarına devam etmektedir burada yine ölüm temasına değinilmiştir.
Varoluşçu felsefe “yaşamın anlamı nedir?” sorusuna cevap aramaktadır. Burada da
yazar insanların kavrayamadıkları dünyalarına yalnızlıklarının derinliği ile ve
bunamışlıklarının acısı içinde bakacaktır diyerek insanların delilik ve acı içinde
“yaşamın anlamı nedir?” sorusuna cevap bulamadığını belirtir.
Varoluşsal imkânsızlığı ve çaresizliği içinde olan insan bilinçli olamayan bir
topluma karşı bilinçli olarak tepki veren bir delidir. Delilik de bir tür başkaldırma ve
aykırılık olarak kabul edilebilir.
Bu bölümde yazar varoluşçu öğelerden yalnızlığı da işlemektedir. Sıradan insan
aslında hayatını tek başına sürdürmektedir. Burada da yaşlı kadınlar evlerinde tek
başına ölmekte, bazı insanlar da tek başına bir ağaç gölgesinde oturup dondurma
yemektedir. İnsan diğer insanların, kalabalığın içinde de olsa hayatını yalnız olarak
sürdürmektedir.
Aynı gökyüzünün dünyanın tüm ülkelerini kapsamasına olanak var mı? Tüm
yüzyılların, tüm özgürlüklerin, tüm savaşların, tüm cezaların, tüm haksızlıkların,
tüm yiyeceklerin, tüm açlığın, tüm yoksulların ve acıların hâlâ var olduğu bugünün
dünyasını aynı gökyüzünün bürümesine olanak var mı? Gece, az sonra Berlin'in yeni
ve eski yapıları üzerine inecek. Bu gece, bazı yaşlı kadınlar evlerinde tek başına
belki ölümü bulacak. Bazıları yarın bir parkta, bir ağaç gölgesinde bir başlarına
oturup dondurma yiyecekler. Kavrayamadıkları dünyalarına yalnızlıklarının
derinliğinden ya da bunamışlıklarının acısından bakacaklar. (16)
Özlü bu kısımda, Berlin’deki insanların kendine yabancı olmasından
bahsetmektedir. Yabancılaşma bölümünde işlediğimiz durumlardan birinci durum olan
insanın kendine yabancılaşması, diğer insanlar ile ortak düşüncelere sahip
olamamasından kaynaklanmaktadır. İnsan toplumdaki benliği ile iç benliği arasında
çatışma yaşar. Ona göre Berlin’deki insanlar dünyanın tüm kentlerindeki insanlardan
daha yalnız ve kendine yabancıdır. Çünkü burada yaşayan insanların yaşamında, diğer
insanlarla ortak yanlar olmadığı gerçeğini savunur. Acı ve özlem sözcüklerine
değinmiş, bu kelimeler yalnızlık gibi yaşamdaki önemli ve çok büyük şeyleri ifade eden
büyük sözcüklerdir.
İşte Berlin burada. Tüm genişliği ile yayılıyor. Duvarların çevrelediği kent.
Kendine yabancı insanların çevrelediği kent. Dünyanın tüm kentlerinden daha yalnız
91
insanlarıyla, işte uzanıyor Berlin. Kimse her insanın yaşamının ortak yanları
olduğunu düşünmüyor. Özlem. Acı. Diğer sözcükleri kullanmıyorum. Çok büyük
sözcükler. Çok büyük olguları çağrıştırıyor. (18)
İnsan sevgisi sayesinde zaman zaman yalnızlıktan kurtulduğumuzu, zaman zaman
ise insanların bizi yalnızlığa itelediğini, tek başına oluşumuzdan daha derin daha daha
dayanılmaz boyutlara ulaştırdığına değinir. Woolf ile aynı tabiri kullanmaktadır.
Dalgaların köpükleri sonsuzluğu anımsatmaktadır. Pavese ile kendini ortak bir noktada
buluşturmakta, o kentte kendisi gibi yalnız yaşayan Pavese’nin mutlu olmadığına, ona
kış mevsimi gibi karanlık ve ölülerin şarkısını bıraktığına değinir.
İnsan sevgisi zaman zaman yalnızlığımızın boyutlarını aştı, zaman zaman da
insanlar yalnızlığımızı bir başınalığımızdan daha derin, daha dayanılmaz boyutlara
iteledi. O zaman kentin denizlerini izledik. Dalgaların köpüklerinin sonsuzluğu
anımsattığı bir zaman ışığında. Kuzey rüzgârının mavi-yeşile bürüdüğü suların
yüzeyinde. O kentte kimse mutlu olmadı, ama kimse de mutsuz değildi. Çünkü
kimse inanmaz mutluluğa. O kenttesin. Bana kış mevsiminin ve ölümlerin şarkılarını
bırakıyorsun. (23)
Özlü çocukluk yıllarında Almanya’da yaşamış ve oradaki gözlemlerini anılarını
anlatmıştır. Berlin’de yaşayan yaşlı kadınlara acımaktadır. Bu kadınlar
bırakılmışlık/terk edilmişlik içinde bir lokantada önlerinde çikolatalı pasta ile otururken
aslında yitik geçmişlerinin yitik anılarını hatırlamakta ölüm beklentisi içinde
yaşamaktadır. Çikolatalı pasta beklemek, bu kadınların hayattan bekledikleri
güzellikler, umut; ölümü beklemeleri ise umutsuzluk olarak anlatılmaktadır. Yazar
yeryüzünde her şey olmak ister ancak asla Berlin’de yaşayan yaşlı bir kadın olmak
istemez. Yaşlı kadınları aynı zamanda canlı cesedine benzetmekte yaşayan ölü
olduklarından bahsetmektedir. Burada kendine ve topluma duyduğu yabancılaşma ile
yazar Berlin’deki yaşlı kadınlara acır ve asla onlar gibi ölümü bekleyerek tek başına
yaşamak istemez.
Çocukluğumda, ortasını bir duvarın böldüğü bir kent resmi yoktu. Yalnız ve yaşlı
kadınların resmi yoktu. Her an bırakılmışlık içinde Ölümü bekleyen. Bunlar yeni
resimler. Büyük bir mağazanın altında karanlık bir lokanta. Yaşlılar önlerinde
çikolatalı pasta, oturuyorlar. Yitik geçmişlerini yitik anları içinde yaşıyorlar.
Yaşamıyorlar. Yaşamları çikolatalı pasta ve ölüm beklentisinden oluşuyor. Bu
yeryüzünde her şey olmak isterim, ama Berlin kentinde yaşlı, yalnız bir kadın
olmak, asla. Berlin gecelerinde. Eski yapılarında. O zamana dek çoktan bir
mezarlığa varmış olmam gerek. İnsanın yalnız cesedi yalnız kalabilir. Canlı (cesedi)
asla. Çocukluğumda yeryüzünün sonsuzluğunu algılayabiliyordum, ama yaşlı
kadınların yalnızlığını değil. (23-4)
Yazar tüm yaşantılarının kendini geliştirdiğini, bu yaşantıların zaman zaman
insan sevgisine dönüştüğünü düşünür. Bu sevgiyi yaz bulutlarına, kendisini de sağanağa
benzetmektedir; çünkü anlık ve geçicidir. Hafif bir esinti ya da sağanakla bu sevgi yok
92
olabilir. Güneş çıktığında kendisinin bomboş var olacağını, kendi doluluğunun
boşluğunda, tek başına özgür olacağını ifade eder. Burada varlık ve hiçlik konusuna
değinmektedir. Yazar hayatı, varoluşunu, boşluğu, hiçliği sorgulamaktadır. Kendisini de
dümdüz bir ovada yalnız, yaşlı ve büyük bir ağaca benzetmektedir. Sadece o vadideki
bir yamacın, uçurumun yani intiharın eşiğindedir.
Tüm yaşantılarım genel bir insan sevgisine dönüştü. Ve ben orada duruyorum.
Duyguların genelliğinde. Başka hiçbir şey. Soyut, genel,.duygusal, yaz bulutları gibi
bir sevgi. Birdenbire sağnakla da boşatabilir. Hafif bir esintiyle de yitebilir. Sağnak
da benim. Esintiler de. Ve ardından güneş çıkınca, gökyüzü bulutsuz olunca, o
zaman kentlerle, tren raylarıyla, toprak yollarla, bozkırla, denizlerle, gecelerle,
sabahlarla, insan gövdeleriyle, yalnızlığımla bağlantılı anıların ne acı verici, ne de
mutlu kılıcı duygularım taşıyacağım. Bomboş var olacağım. Kendi doluluğumun
boşluğunda. Ve bir başıma. Ve bağımsız. Ovadaki yalnız ağaç gibi. Yaşlı ve büyük.
Ve yalnız o vadide. Bir yamaçta. (26)
Yazar, Prag’a giderken vagonda anılarını hatırlamakta iç benliği ile
konuşmaktadır. Duyduğu özlem vagonda karşısında oturur, otelde onu karşılar ve her
yere onunla gider. Sevgiye özlem duyar, bu duygu düşüncelerimizde, kendi
dünyamızda, yalnızlığımızda kendini gösterir. İçimizde sevgiyi yaşatma çabası
gösterdiğimizden bahseder. Böylece bir rahatlama ve hoşnutluk oluşur. İnsan bu
duyguyu yitirmedikçe bunalımı bile anlam ifade eder. Bu duygu birini sevdiğimizde
kendini gösterir ve yaşam daha inandırıcı hale gelir. Mutlu olduğumuzda birine sevgi
duyduğumuzda varoluşumuzu hisseder hiç geçmesin isteriz. İnsan olarak asla bu
duyguyu yitirmemeliyiz çünkü bu duygu ona göre kendisini, içinde yaşayan ve ölen
canlıyı yenen tek duygudur. İnsan sevgi sayesinde yaşama isteği gösterir.
Prag'a giden vagonda karşımda oturan özlemim, bu bilmediğim otelin, yabancı
odasında sanki beni karşılıyor. Ondan, bu duygudan, bu istekten, içimizde yaşatma
çabası gösterdiğimiz bu sevgi özleminden, özlemin biçimlendirdiği kişiden, düşün-
celerimizin biçimlendirdiği derin bağlardan, bu duygular kendi dünyamızda,
yalnızlığımızda kalsa da, bir rahatlık, bir kalıcılık, bir hoşnutluk akıyor. Susarken
yürürken, sigara içerken, bakarken, uyurken, severken (…) Bu duyguyu yitirmediği
sürece insanın; bunalımı bile anlamlı. Duygular, bir kişi olarak belirlenmese de.
Ama insan bu duygularını, birinin tenine, bedenine aktarabilirse, bunu başardığı an
yaşam inandırıcı oluyor. İnsan hiç geçmesin istiyor varoluşu. Bu duyguyu
yitirmemen gerek. İnsanda biçimlenmese de. Bu duygu beni yenen, içimde yaşayan
ve ölen canlıyı yenen tek duygu. (40)
Kişi yaşadığı sürece, her düşündüğü ya da konuştuğu şeyi aslında kendi kendine
yapmaktadır. Başkası ile birlikte olsak ta aslında kendi kendimize düşünür ve
konuşmamızı belirleriz. Bir şeyi bir insanla bölüştüğümüzde bile yine kendi kendimize
bölüşürüz burada bireysellik ve tek başına olma söz konusudur. İnsan her an yalnızdır.
Ve bunu aklından çıkarmamalıdır.
93
Pavese’den bir alıntı yaparak Sartre’ın kişi nasıl olması gerekiyorsa öyle olur
sözüne atıfta bulunulmuştur. Kişi nasıl olmak istiyorsa öyle bir kişi haline dönüşecek, o
şekilde edimlerde bulunacaktır. İnsan kendini kurtarabilecek yaptıklarından sorumlu
olan tek kişidir. Asıl sorun kişinin yalnızlık direncini yitirmemesidir. Yazar sabah
alacakaranlıkta nereye gitmek istediğine karar veremez ona göre sürekli gitmek istemek
de başka bir deyişle hiçbir yerde olmak istemektir ve hiçbir yerdedir. Burada yazar
varlık ve hiççilik olgularını sorgulamaktadır.
Her düşünce, her konuşma kendi kendine olmak demektir. Bir şeyi bir insanla
bölüşmek gene kendi kendinle bölüşmek" demektir. Bir insanla sevişmek, gene
kendi kendinle sevişmek demektir. Birisiyle birlikte olmak, yalnız olmak demektir.
Bunu çıkarma aklından. Ama Pavese haklı.
"Dünya nasıl olması gerekiyorsa öyle. Kendi kendini kurtaramayanı hiç kimse
kurtaramaz."
Temel sorun, yalnızlık direncini yitirmemekte. Gene arabanın önünde oturuyorum.
Diş ve boğaz ağrısı ile. Saat beşe çeyrek kala tüm sokak lambaları birden sönüyor.
Alacakaranlık başladı. Sabah oluyor. Arabadan çıkıyorum. Nereye gitmek istiyorum
ki. Nereye gidebilirim ki. Sürekli gitmek istemek de, bir yerde, hiçbir yerde olmak
istemek değil mi? Olabileceğim bir yer kaldı mı? Hiçbir yerdeyim. (53)
Yazar, burada insanın gerçek hayatında yaptığı yolculuğu anlatmaktadır.
Yolculuklarda; kentlerden, insanlardan, kalabalık ya da bomboş istasyonlardan geçilir.
Yol kıyısında duran yalnız bir çocuk görür. Çocuğun yanında güttüğü iki koyun bulunur
oysa bilinçli olmayan çocuk kendini bürüyen yalnızlığın ve boşluğun farkında değildir.
Her insanın kendine özgü bir bütün dünyası vardır. Çocuk diğer dünyaların da farkına
varmaz. Yolculuklar dünyaya açılan yeni yaşamlardır. İnsan yeni yaşamlara dokunarak
tanıyarak ya da gözlemleyerek, diğer dünyaların farkına varır. Ancak bilinçli olmayan
bir varlık olan çocuk bunun farkında değildir.
Yolculuklar ilginçtir. Yaşamın sürekliliği içinde, başlı başına kesitler oluştururlar:
Dağlardan, deniz kıyılarından, kentlerden, gecelerden geçilir. İnsanlardan geçilir.
Irmaklar görülür. İnsanlar görülür. Kalabalık ya da bomboş istasyonlar belirir. Sonra
herhangi bir ormanla karşılaşırsın. Belki birkaç gün önce geçtiğin bir orman. Bir
kent. Ağaçların kızıl kahverengiliğini, yeşilini, çıplaklığını algılamış mıydım, diye
sorarsın kendi kendine. Yol kıyısında bir başına bir çocuk durur. Büyük bir siyah
şemsiye tutar elinde. Yeşil, yün örgüsü bir başlık giymiştir. Elinde gene yeşil, cırtlak
yeşil bir plastik torba tutuyordur. Yanı başında güttüğü iki koyun durur. Çocuk,
kendini bürüyen yalnızlığın, boşluğun bilincinde değildir. Ve diğer dünyaların. Her
insanın oluşturduğu bir bütün dünyanın. Sonra yol ilerler. Dünyalara açılan, yeni
yaşamlardır yolculuklar. (66)
Pavese’nin resminin altında Pavese’nin kitapları dizilidir. Pavese kitaplarında
intiharı isteyen kahramanlar ve yalnız insanları konu edinir. Kendini bu kahramanlar ve
mekânlar ile özdeşleştirir. Bu kahramanlar onun yalnızlığı ile birlikte ona eşlik
etmektedir “. Pavese'nin portresinin altındaki kitap raflarında onun tüm kitapları dizili.
94
İntiharı özleyen kahramanları, onun yalnız insanları burada. Onun Torino kenti, onun
Piemonte yöresi burada. Benim yalnızlığımla. Nuto'nun yalnızlığıyla çevrili.” (99)
Özlü, kendine Pavese’den alıntılarla rastlantılardan sıyrılıp sıyrılamadığını sorar.
Ona göre yalnızca yolculuklarda bu rastlantılardan kurtulabilmiştir. Kompartıman kapısı
açıldığında giren adam niçin yalnız oturduğunu sorduğunda ve ona eşlik edip konuşmak
istediğinde yazar kendi kendine kalmayı tercih ettiğini söyler. Başkaları ile saçma şeyler
konuşmaktansa kendi başına kalıp iç sesi ile konuşmayı kendi benliğine dönmeyi tercih
eder.
Yalnız yolculuklarda sıyrılabildim. Kompartıman kapısı açılıyor. -Böylesine yalnız
oturuyorsunuz. -Bavulumu alıp geleyim, konuşuruz, diyor bir adam. -Yalnız
kalmayı yeğliyorum, diyorum. (İlk kez bu tümceyi söyleyebildiğime şaşıyorum.
Artık ilk kez kendi kendime olmak istediğimden, bir başka insana, insana hiç
dayanacak gücüm yok. Belbo tepelerinde bundan böyle dağlarla, tepelerle, sularla,
göllerle, denizlerle, nehirlerle, ağaçlarla, rüzgârlarla, yağmurlarla, gecelerle,
günlerle, bulutlarla, gökyüzü ve yıldızlarla; yaşamaya karar vermiş olacağım.) (96)
Yazar varoluşçu felsefede en önemli sorulardan biri olan ben kimim, nereden
geldim sorusunu kendisine yöneltmektedir. Ancak bu soruya yanıt vermek istemez.
Çünkü hiçbir yerden gelmez. Sadece kendinin bilincinde kendi varlığından gelmekte
yaşadığı tecrübelerle kendi özünü oluşturmaktadır.
Nereden geldiğim sorusunu yanıtlamak istemiyorum. Hiçbir yerden gelmiyorum.
Kendimden başka. (27)
Yine Pavese’den yaptığı alıntılar ile anlatısına devam eder. Çocuğun bakışından
dünyayı karamsar bir şekilde betimlemeye çalışır. Günün tüm izleri ve doğa her şey
renksiz ve ölüdür. Yaşam ona göre yalnız rüzgâr, yalnız gökyüzü, yalnız topraklar ve
yalnız hiçten oluşmaktadır. Tüm doğa olayları bile kendi başına yalnız bir haldedir. Ve
sonu ölüm yani yokluk / hiçlikten başka bir şey değildir.
"Çocuk, çıplak pencereden serin ve siyah tepelerdeki geceye bakıyordu ve gözleri önünde
açılan bu görünümü şaşkınlıkla algılıyordu: Puslar üzerinde hareketsiz bir berraklık.
Karanlıkta hışırdayan yapraklar arasında tepeler beliriyordu. Günün tüm izleri,
yamaçlar, ağaçlar, üzüm bağları, tepeler üzerinde renksiz ve ölüydü ve yaşam yalnız
rüzgâr, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiçti." (39)"Her zaman diğerinden daha
boş bir cadde vardır. Zaman zaman böyle bir caddeye bakmak için duruyorum. Çünkü
böyle bir anda, yitikliğim içinde, o caddeyi tanımıyor gibiyim. Güneş, hafif bir esinti ya da
gökyüzünü boyayan renklerin biraz başka oluşu yetiyor ve ben nerede olduğumu
bilemiyorum." (48)
Özlü, bu bölümde yalnız başına olduğu bir yüksekliğin en ucunda olduğunu ne
yaşayabildiğini ne ölebildiğini, ikilem içinde olduğunu anlatır. Yaşam ile ölüm arasında
seçim yapmak bir karar vermek zorundadır. Ancak bu çok zordur. Pavese’nin daha
yirmi yaşında kendi içine olan yolculuğunda dokuz saat boyunca seyahat ettiğini,
95
kendisinin ise bu yolculuğu bir türlü sonlandıramadığını belirtir. Pavese dayanılmaz bir
baskım altında seçim yapma kaygısı duymuştur. Ona göre insan yirmi yaşında ya
toplumun akılla bağdaşmayan düzenine girip yok olacaktır ya da kendi olmayı seçip
varoluşunu hissedecektir. Varoluşçu felsefede uyumsuzluk esastır. Birey hiç bir şekilde
topluma uyum sağlayamaz. Kendisi de bu hayattan gitmek ister uyum sağlayacağı
hiçbir şeye rastlamamıştır.
Bir yüksekliğin, bir başıma olduğum bir yüksekliğin en uçundayım. İnemiyorum.
Yaşayamıyorum. Ölemiyorum. Hiç durmadan dokuz saat araba kullandı. Kendi içine
yönelik bir yolculukta. Kendi derinliklerine varmak isteğinde. Üstelik yirmi yaşının
verdiği doldurulması olanaksız kaygının dayanılmaz baskısı altında. (Ama kırk
yaşında olan ben neden bitirmiyorum kendi içime olan yolculuğumu). Ama bitirme,
bitirme. İnsan yirmi yaşında ya toplumun akılla bağdaşmayan düzenine girer ya da
var olur. Uyum istemiyor, var olmak istiyor. Gidiyor. Sınırlarını zorluyor. Ben de
gidiyorum. Henüz uyum duyacağım hiçbir şeyle karşılaşmadım. (48)
Yurtdışından İstanbul’a dönerken yaşadıklarını yazarak anlatısına devam eder.
Kendisini yabancılık yaşayan kentteki Yugoslavyalı köylülerle kıyaslar o da
yabancılaşma içindedir. Umutsuzluk içinde yaşamını sürdürmektedir. Ona göre
çağımızın en büyük acısı insanların yaşamını yabancı ülkelerde kazanmak zorunda
bırakılmışlıktır. İnsan tanımadığı bir ülkede tanımadığı insanların hayat tarzı ve
davranışlarıyla oraya uyum sağlayamaz ve yabancılaşma yaşar. Özlü hem yurtdışında
yabancılık yaşamıştır hem de Türkiye’ye geldiğinde insanların davranışları ona garip
gelir hiç bir yere ait olmadığını hisseder. Sürekli bir yerlere gitmek ister. Fakat nereye
gideceğini bilemez. Tek yakın hissettiği, tanıdık olan görüntü geldiği kırmızı arabadır.
Güne başlayabileceğim hiçbir somut ya da soyut görüntü yok. Artık ben de bir
görüntü değilim. Tozum. Taşım. Daha sonraki saatlerde ısınacak havayım. Bütün bu
yabancılık içinde tanıdık bir tek görüntü var. O da Viyana'dan buraya dek geldiğimiz
kırmızı araba. (55)
Varoluşçu felsefede bireyin karşısında birçok yol vardır ve bu yollardan birini
seçip devam etmesi gerekir. Özlü’ nün karşısına çıkan yol İstanbul’da biter. Bu yolu o
seçmemiştir ve hiç bir yere gitmek istememektedir. Temmuz ayında gökyüzüne bakıp
insanlarla konuşmaktadır. Ona göre her tepe, her toprak her insan kendi özüne sahiptir
ve hepsi aynı zamanda kendisidir. Bireysel ve birbirlerine bağlı yaşamaktadır. Özlü
alışılagelmiş ilişkilere karşı çıkmakta ve insanlar onu toplumdışı bırakmaya
çalışmaktadır. Aslında toplumda hep birlikte kendisine karşı yabancılaşmaktadır.
Kendisi toplum ile aynı fikirlere sahip olmadığından aklını kurtardığını düşünür. Aynı
düşünceye sahip olan toplum aklını yitirmiştir. Kendisi asla onla gibi olmayacak, her
zaman özgür olacak, hiç bir yere ait olmayacak ve gitmeye devam edecektir.
96
Herhangi bir yol. Bu yolun İstanbul'da bitmesi bir rastlantı. Kenti, ülkeyi, yolları ben
seçmedim ki. Hiçbir yerde değilim. Hiçbir yerde olmayacağım. Hiçbir şeyi
benimsemeyeceğim. Uzay kentlerini andıran bu otelde yıllar boyu binlerce insan
konaklayacak. Ben onlardan birincisiyim. Burada oturuyorum ve temmuz ayının
zaman zaman bulutlanan gökyüzüne bakıyorum. İnsanlarla konuşuyorum.
Özlediğim tepelere bakıyorum. Her tepe benim değil mi. Her toprak. Her insan. Her
insan ben değil miyim? Her insan kendi sevgisini taşımıyor mu? O halde neden
ilişkileri bir tek insanda toplamak. Alışılagelmiş ilişkilere karşı çıktığın an, insanı
yadırgıyorlar. Toplumdışı bırakmak için tüm çabalarını harcıyorlar. Toplum
dedikleri kitlenin bir aradaki dayanılmaz yabancılaşmasını sanki kimse algılamıyor.
Aklımı ellerinizden kurtardım. Geçti. Ben gökyüzümün altında, topraklarımın
üzerinde olacağım. Toprakların dümdüz ve sonsuz ufku boyunca sürekli gideceğim.
(58)
Dünyanın insan ilişkileri konusunda bu algısının gelecekte değişeceğini umar.
İnsanların içgüdüleri ile uyuşmayan edimlerini yapmadığı bir dönemin de olacağına
inanır. Kurallara karşı çıkar ona göre kuralların olduğu bir yaşamda yalnızca durgunluk
hâkimdir. Terasta oturduğu sırada Türk işçilerin Türkiye’ye doğru gitmekte olduğunu
görür. Çevresinde olup biten her şeye yabancı olduğunu hisseder ve olan biteni
kavrayamaz. Ona göre insan yalnızca kendi değer yargılarını benimser ve kavrayabilir.
Her şeye yabancılaştığını, yabancılaşmadığı tek şeyin kendi varoluşu olduğunu düşünür.
Sadece kendisini kavrayabilmektedir eğer onu da yapamazsa varoluşunu yitirmiş
demektir.
Değişecek. Dünya küresinin dağları, denizleri, okyanusları, gölleri, ovaları, bozkır
ve çölleri, nehir yatakları, buzulları, kent ve köyleri nasıl değişiyorsa, insan ilişkileri
de değişecek! İnsandan, içgüdüleri ile bağdaşmayan uğraşların beklenmediği bir
dönem de olacak. Kurallar doğrultusundaki bir yaşam yalnız ve yalnız durgunluktur.
Başka hiçbir şey. İşte dün böylesine oturdum yeni otelin terasında. Doyumsuz
dünyanın güneşi altında ısındım. “Hava bulutlu. İşçiler Türkiye'ye doğru akıyor.
Kavrayamıyorum. Çevremde olup biten hiçbir şeyi kavrayamıyorum. Oysa hiçbir
durum yabancı değil. Ama kavranması, benimsenmesi olanaksız. İnsan yalnız kendi
değer yargılarını benimsiyor. Ve bunlar genel yaşam yargılarından o denli başka ki...
Uzun yıllar boyu bu yaşama karşıt yaşamı sürüklemek hiç de kolay değil. Hem
kolay, hem mümkün değil. Yabancısı olmadığım bir tek olgu var. O da kendi
varoluşum. Belki tek mutluluğum bu. Tek bağlantım. Kendimi kavrayamazsam, tüm
varoluşum yitmiş demektir. (59-60)
Özlü, kitabında Pavese’nin yaşadığı kent ile İstanbul’u karşılaştırmaktadır.
Yaşam ona göre dayanılmazdır. Tek kaçış kitaplardır. İstanbul’da bombalar patladığı
için yürüyemez ancak Pavese de siyah bir kalabalığın kenti kaplamasından dolayı
yürüyememekte bunaltı hissetmekte ve o siyah kalabalığa karşı yabancılaşmaktadır.
Bombaların patladığı, her gün, her gece silah seslerinin duyulduğu, her an, ölümün
insanları bulduğu İstanbul kentinde dayanılmaz yaşamdan kaçılacak tek köşe gene
kitaplardı. Bir kentin sokaklarında yürüyebilmek... Kentlerin sokaklarında yürümek
yaşamın en güzel armağanlarından biri. Senin yaşadığın kentte bombalar patlamasa
da yürünecek sokak kalmadı. Kaldırımları, yaya yollarını, havayı, gökyüzünü,
vitrinleri, deniz yüzeyini arabalar ve siyah bir kalabalık kapladı. Sana kendi
kentinden daha yabancı bir kent var mı? Derinliğini bu denli sevdiğin ve anını
97
yaşayamadığın, giderek birikip attığın, uzaklaştığında yalnız bir tek resmini
algıladığın o derin kent. (67)
Pavese, on sekiz yaşında intihar etmiş ve yaşamın sonunu aslında kendine
başlangıç yapmıştır. Ruhu yaşamaya devam edecek başka diyarlara gidecektir.
Pavese’nin deliliğine değinir. Aklın sınırlarını zorlayan bir yazardır. Aklın sınırları
içinde olmak yazara göre can sıkıcıdır. Ve Pavese gibi yeni bir boyu kazandırmak
ötesine gitmek gerekir. Bu herkesin ulaşamadığı bir boyuttur. Bazı filozoflar her şeyin
akıl yolu ile anlaşılabileceğini savunmuş ancak varoluşçu filozoflar insanın her şeyi akıl
yolu ile kavrayamayacağını, bunun da daha ötesinde bir boyut olan sezgi ve beden ve
ruh ile birlikte anlaşılabileceğini savunur.
Kendine yaşamın sonunu başlangıç yaptın, diyorum... Ölümü denemekse on sekiz
yaşında intihar ettin, güzel genç bedenin ile ölmek, cesedini bulacak kişileri
korkutmak, alın, bu acımasız yaşam sizin olsun; demek istedin. İyileştirdiler. Sana
daha da acımasız- olduklarını yaşatmak istediler. Artık sen de acımasızsın. Daha
sonra aklın sınırlarını zorladın, diyorum. Çünkü aklın sınırları can sıkıcıydı, yaşam
boyu yeterli olamazdı. Bir boyut daha kazanmak gerekirdi, herkesin erişemediği bir
boyut daha kazanmak, diyorum. Akıldan öte giden, akıldan daha derinlere varan bir
boyut olmalıydı. (71-2)
Özlü yabancı bir gecede E-5 yolunun kenarında nereye gideceğini düşünür. Hiç
bir yön bulamaz ve Avrupa’ya ve kendisine olan yabancılaşmasını benliğinin hiçliğin
sınırında olması ile açıklar. Zaman ve mekâna ihtiyaç duymaktadır. Bir yöne doğru
seçim yapması gerekir ve bunun verdiği kaygı ile birlikte kendisine dönmeye karar
verir. Hiçbir yere gidemeyecektir ve yeniden geldiği yere, arabaya dönmeye karar verir.
Bagajdan çantamı alıp yola doğru yürüyorum. Yabancı bir gecenin içindeyim. E-5
kenarında duruyorum. Hiçbir yönüm yok. Hiçbir cadde yön değil. Önümde yüksek
sokak lambaları. Gerimde yüksek sokak lambaları. Üzerimde gökyüzü ve gece.
Ayaklarım altında asfalt. Onun altında toprak. Çevremde Avrupa. Ben hiçliğin
sınırında. Zaman gerek, bir mekân gerek. Tanıdığım bir tek şey gerek. Soyunup,
derime dönmem gerek. Hiçbir yere gidemeyeceğim. Yeniden arabaya dönüyorum.
(53)
Özlü, hesabı öderken kendisine nereli olduğunu soran garsona hiç bir yerli diyerek
aslında aidiyetini sorgular. Türkiye’de yaşamış, Avrupa kentlerini gezmiş ve
Almanya’da yaşamış biri olarak hayata ve mekâna karşı bir bağlantı kurmaya çalışır.
Topluma olan uyumsuzluğu sebebiyle hangi kimliğe hangi yere ait olduğunu sorgular.
Ona göre hiç bir yerde değildir. Hiç bir yere ait değildir ve her şeye karşı yabancıdır.
Özlü anlatısında yaşama karşı olan yabancılaşmasını şu şekilde dile getirir:
Bir çocuk bağırıyor. İstasyona gideceğim. Hava dayanılır gibi değil. Hesabı öderken:
— Nerelisin, diyor garson.
— Hiçbir yerli.
Sonra dünya futbol şampiyonasına olan ilgimi soruyor.
— Hiiiiiç, diye bağırıyorum. Merdivenleri inerken arkamdan biri bağırıyor:
98
— Alman, Alman.
İstasyona giden otobüste karşımda oturan, anlamlı kadın yüzlerine bakarken,
bulunduğum yabancılık içinde bağlantılar aramasam da, düşünceler kendiliğinden
buluyor ilişkileri. Duyguların sözcük karşılıklarını aramadan istasyona doğru gidiyo-
rum. E-5 üzerinde ve yeni otelde olmadığım için daha iyiyim. Çünkü gene hiçbir
yerdeyim. Üzgün değilim. Mutlu da değilim. Duygusal burukluklardan uzağım. (63)
Özlü’ye göre yabancılar dostlarından daha iyiyidir. Dostlarımız ile sürekli
beklentiler halinde yaşarız. Yakınlarımıza göre beklentisiz ve sadece insan olduğumuz
için iyilik yapma isteği ile yaklaşırlar.
Her zaman yabancı insanlar bize dostlarımızdan daha çok sunan, veren kişiler.
Öyleyse yaşamımızı neden yalnız yabancılar arasında geçirmiyoruz. Hiçbir beklenti
olmadan, hiçbir yük olmadan ya da insanın kendi kendine mutluluk dediği kısa an-
lardan yoksun. Tüm duyguların en güzeli duygusuzluk; öyle bir duygusuzluk ki,
insanın tüm dünyayı ve tüm insanları kucaklayabileceği duygusuzluğun duygusu.
(95)
Yazar birçok erkek arkadaş edinmesinin nedeni kendi sınırsızlığı içinde yalnız
kalmaktan korktuğuna ve bir insanın sınırlarına gereksinim duymasına bağlar. Oysa
şimdi kendi başına sınırsızlığı içinde hayatı daha derin algılamaktadır. Korkmadan
yalnız yaşamaya devam eder. İnsan yalnızca kendi yükünü taşıyabilmeli ve kendi
sorumluluğu altında kara vermelidir. İnsan kendi yükünün sorumluluğu altında bile
ezilirken diğerlerinin yükünü, sorumluluğunu taşımak daha zor olacaktır.
S. Stefano Belbo'da, neden bu kadar erkekle ilişkim olduğunu da kavrıyorum. Kendi
sınırsızlığım içinde yalnız kalmaktan korkuyordum ve bir insanın sınırlarına
gereksinmem vardı. Oysa şimdi kendi sınırsızlığım içinde, yaşamı her zamankinden
daha derin algıladığıma göre, bundan sonra hiç korkmamaya kararlıyım. İnsanın
kendi kendinin yükünü taşıması, diğerlerinin yükünü taşımasından daha rahatlatıcı.
(101)
Yabancılaşma ile ilgili olarak üç durum belirtilir.
1. Durum: kendine yabancılaşarak, kendi kendinin içinde/ benliğinde hapsolma
2. Durum: topluma / başkalarına yabancılaşma, dışlanma ve yalnızlığı içinde
hapsolma
3. Durum: bir yer/ mekân ifadesi olan ve gerçek yaşamda kapatılmışlığı ifade eden
hapsolma şekli (hapishane- tımarhane)175
Bu üç durumda da görülen ortak özellik özgürlüğün kısıtlanışı, kişinin benliği
toplumdan soyutlanması ve yabancılaşmasıdır. Özlü yabancılaşmanın; yani,
hapsolmanın üçüncü durumu olan bir yer ifadesi olan gerçek anlamda, yaşamda olan bir
yere kapatılmışlık ve hapsolma şeklinden bahsetmektedir. Evin balkonunu bir hücreye
175 Mutlu Deveci, a.g.e., s. 155.
99
benzetmekte ve Berlin sokaklarının pazar günlerinde olduğu gibi bırakılmış ve terk
edilmiş hissettiğini dile getirir. Ağaçlar kadar bırakılmış hisseder. Kendi “ben”inin
“kendi”sini bıraktığı anları anlatmaktadır. Özlü’ye göre özü yani ruhu bedenini terk
etmiştir. Ruh ve bedenin birbirine yabancılaşmasını anlatmak istemiştir. Özlü şimdiye
dek hiç algılamadığı bir duygu olan “bırakılmışlığı” hissetmiş bunu bırakılmışlığın tadı
olarak nitelendirmiş ve kendini dinlemektedir.
Dün uzun süre balkonda oturdum. Storkwinkel'deki evin balkonu yansına kadar
örülmüş bir hücreyi anımsatıyor. Gökyüzüne açık bir hücreyi. Ağaçların tepeleri
görünüyor. Bugünlerde yavaş yavaş çıplaklıklarından sıyrılmaya çalışan ağaçların.
Zaman zaman kendimi tüm insanlıktan daha güçlü duyuyorum, ama kendimi aynı
anda çıplaklıklarından sıyrılma Ama gökyüzüne açık bir hücreyi anımsatan bu
balkonda otururken, Storkwinkel'de çıplaklıklarından sıyrılmaya çalışan ağaçların
tepelerine baktığımda, Berlin sokaklarının, pazar günlerinin bırakılmışlığında esen
rüzgârı tenime değdiğinde, birden yeni bir duygu oluştu. Ya çalışan ağaçlar kadar da
bırakılmış duyuyorum. Özellikle ben'in, ben'i bıraktığı anlarda. Ya da ikisi
bütünleştiğinde. Ve birdenbire, şimdiye dek hiç algılamadığım bir duygu gelip beni
buluyor:
Bırakılmışhğın Tadı
Böylesi bir duyguyu şimdiye dek hiç algılamamıştım. Ne benim, ne de çevremin
yaradılışıyla bağdaşmazdı. (9-10)
3.1.2. Umut /Umutsuzluk
Yazara göre yaşam özlemini doyuracak bir olgu yoktur. Yirmi yıllık şarkılar, 50
yıllık filmler, geçmiş yılların giysileri çoğu şeyden daha kalıcıdır. Sanat eserleri daha
uzun süre yaşar. Ancak insanlar açlık, savaş, geri kalmışlık ve felaketlerle ilgili acı
haberlere o kadar yabancılaşmıştır ki bir masal dinliyormuş gibi davranır. Böylece
yaşam akıp gitmektedir. Her bir birey teker teker kendi duvarlarının gerisine
çekilmekte, insanlar farklı fikirler sunmaktadır. Aynı dili konuşmak yani aynı fikirleri
savunmak neredeyse imkânsızdır. Burada insanların birbirine yabancılaşması ve
güvensizliğini dile getirir.
Bireysellik ve kendine özgü olma hâkimdir. İnsan karşıdaki kişiye bir şey
anlatmak istese bile yaşama kendi çerçevesinden bakar ve olayları kendi algısı ile görür
ve kendi gerçeğini kanıtlamaya çalışır. Yazara göre insan ne olmak isterse o’dur.
Tecrübelerinin bir bütünüdür. Burada yazar hayata karşı duyduğu umutsuzluğu şu
sözlerle dile getirir.
Yaşam özlemini doyuracak bir olgu mümkün mü? Yirmi yıl sonra aynı şarkılar
çalıyor. Elli üç yıl öncesi çekilmiş bir film gösteriliyor. Yirmili yılların, ellili yılların
giysileri vitrinleri dolduruyor. Açlık, savaş, geri kalmışlık ve inanılmaz felaketlerle
ilgili haberleri kitleler, masal dinler gibi dinliyor. İşte böylesi bir yaşam önümüzden
gelip gidiyor. Sen kendi duvarlarının gerisine çekiliyorsun. O, kendi duvarlarının
100
gerisine çekiliyor. Bir başka kentte. Bir başka ülkede. Herkes bir başka kentte.
Herkes bir başka dili konuşuyor. Ya da anlamaya çalışıyor. Aynı dili konuşan iki
kişi yok. Her sözü, insanın kendisi için söylediğine inanıyorsun. Her söylenen söz,
bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması. Karşısındakine bir şey anlatmak
istese de, gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru algılayışını kanıtlamak için
söylenen sözler. (12)
Özlü, anlatısında öykü yazmadığını çevrede birçok öykü olduğunu açıklar.
Geleneksel tasvirler yapmaktan yana da değildir. Nitekim ona göre gri beton bir duvar
bile tanımlamalarla doludur ve böylece nesnelere de anlam yüklemektedir. Böylece
hayata karşı olan gözlemlerini, duygu ve düşüncelerini anlatmaktadır. Çocukların yaşam
bekleyişleri yani umutları, hastaların umutsuzlukları gibi her şeyi görebilmek için
gözümüzü kapadığımızda, bu tanımlamalar geçmiş zamanın anın ve gelecek zamanın
zamansızlığında yitip gitmektedir. Yazar burada yaşamın sürüp gitmesini her şeyin
zamana yenik düşmesini ve bununla birlikte yaşadığı umutsuzluğu dile getirmektedir.
Yazarken, öykü anlatacak değilsin. Çevre öykü dolu. Her insanın her günü öykülerle
dolu. Çevreyi tanımlamak da istemiyorum. Boş, taş örgüsü, gri beton bir duvar bile
tanımlamalarla dolu. İnsan beyninin küçük bir kıpırdanışı yeter. O duvar üzerinde
her şeyi görmek için. Çocukların ağaçlı bahçelerini, çocukların yaşam bekleyişlerini,
hastaların sabırsızlıklarını, yaz güneşinin sıcaklığını, gökyüzünün doyumsuz
bütünlüğünü, bulutların biçimlerini görmek için. Gözlerini yumuyorsun. Gö-
rüyorsun. Açıyorsun. Tanımlamalar uzuyor, geçmiş zamanın, anın, gelecek zamanın
zamansızlığında yitiyor. (13)
Özlü yine Pavese’den yaptığı “ acımın derinliğinde, benim için artakalan hiçbir şey
yok. Yalnızlığımı algılamamın gururu bile.” alıntıya atıfta bulunarak kimseyle değil,
yalnız kendi kendiyle kadın olan ve kadın kalabilen insanı gözetlediğini ve aradığını
anlatır. Karşısına çıkan her şeyin yetersizliğini ve dayanılamaz olduğunu, sevgilerin ve
günlerin uzunluğu yani zamanın yetersiz olduğunu ve hayata olan doyumsuzluk ve
özlem ile ilgili umutsuzluğunu şu sözlerle dile getirmektedir:
Onu yaşantılar ardında koşturdum. Bu yaşantıların içimdeki kıpırdanışlar gücünde
olamayacağını bilmeme karşın. Çünkü o sokaklarda, o alanlarda, o istasyonlarda, o
havaalanlarında, limanlarda, sahillerde, geceye bürünmeye başlayan günlerde
içimdeki kıpırdanışlara yanıt verebilecek bir yaşam yok. Böylesi bir duyguyu
anlatmama olanak da yok. Karşıma çıkan her şey yetersiz. Soluduğum her şey
yetersiz. Dalgalar, odalar, mekanlar, sevgiler yetersiz. Suların tadı yetersiz. Günlerin
uzunluğu yetersiz. Haftaların günleri yetersiz. Ona birçok bedeni sevdirdim. Bir
metro istasyonunda yaşlı bir kadının arkasından baktırdım onu. Mırıldanıyordu
kendi kendine: Yüzyıllardır durup gelen bu karanlık metro istasyonları bile
doyumsuzluk ve özlem dolu. (14-5)
İntihar girişiminden sonra hastaneye yatırılan kızın duyduğu umutsuzluğu
anlatırken, kızın yaşama karşı bir korku duyduğunu ve yaşam isteksizliğinin
101
gözlerinden hissedildiğini, henüz otuz yaşlarında olan kızın, yetmiş yaşında bir ölecek
hasta gibi davranmasını betimlemektedir.
Hermann Hesse'nin kitapları dikkatini çekiyor. Yer sayısız bira kutularıyla dolu.
Öylesine zayıf ki bacaklarından derileri sarkıyor. Gözleri ağır bir korkunun,
umutsuzluğun, gerçek yaşam isteksizliğinin derinliğinde sönmüş. Zaman zaman
haykırıyor. Otuz yaşını biraz geçmiş olmasına karşın, yetmiş yaşında bir insanın ya
da gerçek bir ölüm hastasının çökmüşlüğünü taşıyor. (32)
Yazar; her şeyi en ince ayrıntısıyla düşünen bir kişiliğe sahiptir. Tüm
yaşadıklarını derinlemesine irdeler. Yaşadığı duygu yoğunluğunu kilometrelerce yollara
benzetir. Yaşadığı acıları sözcüklere dönüştürecektir böyle bir yeteneğe sahip
olmasından dolayı biraz olsun rahatlar ancak diğer insanları düşünerek onların yaşadığı
acılar ve umutsuzluklarıyla nasıl başa çıkabildiklerini sorgular. Kendini acılar ve
umutsuzluk bakımından diğer insanlarla kıyaslar ve empati yapar. Sadece kendini
düşünmekle kalmaz diğer insanlar da onun için önemlidir. Yazar burada umut ve
umutsuzluk konusunda şöyle der:
Şimdi derinlemesine irdelemem gereken duyguların taşkınlığındayım. Sanki
duygularımı kilometrelerle uzatıyorum, duygularımı yolların bitmezliğine
dönüştürüyorum. Oysa sözcüklere dönüştürmem gereken duygular bunlar. Gece saat
üçe doğru uyandığımda (ilk kez doğru işleyen bir saate sahip olduğumdan,
durmadan saate bakıyorum) hiç değilse acıları dönüştürecek sözcüklere sahip
olduğumu düşündüm. Ama diğer insanlar, acılarını, yaşantılarını, uykusuz
gecelerini, umut ve umutsuzluklarını ne yapıyorlar. (44)
Özlü; yaşamından kesitler sunduğu anlatısında yorgun bir gününden bahseder.
Çoğu zaman uyku problemi yaşamaktadır. Çok ince ruhlu ve hayatı fazlası ile
anlamlandırmaya çalışan bir karaktere sahip olduğundan uykusuz geceler yaşamaktadır.
Uykuyu beklediği kadar hiçbir şeyi beklememesi uykuya dalma umudu ile yaşadığını
gösterir. Sadece yaşamının acılarla dolu anlamsız olduğu bir döneminde rahatça uykuya
daldığına değinir. O dönemde yazar yorgun, isteksiz ve umutsuz bir şekilde yaşamını
sürdürmektedir.
Gece hiç uyumadan yattım. Bin kırk bir kilometreye varan yolculuktan sonra
yorgunluğun doğal sınırını aşmış, günlük yorgunluğa varabilmek için çaba
harcıyordum gecenin içinde. Sonra durgunluğu ve durgunluğun ardında uykuyu
bulabilmek için. Yaşamım boyunca uykuyu beklediğim kadar hiçbir şeyi
beklemedim] Ancak anlamsızlık ve acı sonsuz bir gelişigüzelliğe vardığı günlerde
derin derin, uzun uzun çok yorucu uykuları uyudum. Yorgun, isteksiz ve umutsuz
uyanıncaya dek. (45)
Yazar; köylüleri yalnızca köylerde sevdiğini, aslında köylülerin kentlere göç
etmesiyle oraya uyum sağlamada güçlük çektiklerini ve yabancılaşma yaşadıklarından
bahseder. Aynı şekilde kentli insanlar da köylere gittiklerinde oraya ayak uydurmakta
102
zorlanmaktadır. Burada toplumu gözlemlemekte yaşadığı çevre ile olan
umutsuzluklarını şu şekilde dile getirmektedir. Aynı zamanda otobüslerin eski olduğu
da dikkatini çekmektedir. Soyut olandan somut olana doğru gözlemlerini dile getirir.
Çevresinde olan her şey ona umutsuzluğunu anımsatır. Kendisini de çevresiyle
özdeşleştirir. Kendisi de pislik içinde, bırakılmış ve yoksuldur.
Ben köylüleri köylerde seviyorum. Kentlerin köy davranışlarını bırakmayan
köylüler tarafından sarılması tedirgin ediyor beni. Köylerin de kentliler tarafından
sarılması. Her ikisi de çarpık bir gelişme. Otobüsler eski. Her şey umutsuzluğumu
çağrıştırıyor. Pisliği, bırakılmışlığı ve yoksulluğu. Ben de her zamankinden daha pis,
daha bırakılmış ve daha yoksulum. (55)
Yazar’a göre evlilik toplumun gözünde bir başarı olarak görülür. Oysa kendisi ise
bireysel olarak düşünmekte tüm bu genel geçer yargılara karşı gelmektedir. İnsan
ilişkilerini değiştirmek, herkesin bireysel görüşüne saygı duyarak yaşamını sürdürmek
ister. Tüm bu kuralları değiştiremeyeceğini düşünür ve umutsuzluğa kapılır.
Başarı diye nitelendirdiğiniz olgulara direnmem için en az sizin kadar başarılı
olabilmem gerektiğinden. Böylesi bir görüş dışında var olmak istemiyorum, insan
ilişkilerini değiştirmek için yaşıyorum. Hiçbir şeyin değişmeyeceği umutsuzluğuna
kapıldığım kısa anlar kadar korkunç ve umutsuz anlar tanımıyorum. (58)
Yazar, Pavese’nin sürgünden döndüğünde kendisi ile evleneceğini umduğu
kadının başkası ile evlendiğini duyduğunda Felice adı verilen bu alanda yere yığıldığını
ifade eder. Burada umut-umutsuzluk teması verilen bir örnek üzerinden anlatılmıştır.
Meydanın adı da mutluluk meydanı olmasına karşın mutluluğu beklerken mutsuz hale
gelmiş tüm umutlarını kaybetmiştir. Kadınlara karşı ağır söylemleri olan Pavese, hayatı
boyunca yalnızlıktan çok çekmiş ve kadınları hem yıkıcı bir güç olarak hem de kurtarıcı
olarak görmektedir.
Canelli'ye, Roma'ya ya da sürgüne yollandığı Kalabriya'ya gitmek için. Alanın adı
"Felice" (Mutluluk). Sürgünden "boğuk sesli kadının" kendisiyle evleneceği
umuduyla döndüğünde, kadının başkasıyla evlenmiş olduğunu bu alanda haber almış
olabilir. Yere yıkılıp kaldığı Felice Alanı. Bütün geceyi sokaklarda gezinerek
geçirebilirim. Bu, belki de Torino'da yaşayacağım ilk geceyi rahatlaştırır. (104)
3.1.3. Özgürlük ve Başkaldırı
Yazar yaşamın ucuna yolculuk adlı kitabında özgürlük ve başkaldırı ile ilgili
çeşitli göndermelerde bulunur. Yolculukları ve tren raylarını sever. Yolculuk ona hep
bir yerden gitmeyi, özgür olmayı ve umudu hatırlatır. Hiçbir yerde kalmak zorunda
değildir. Tren yolculuğu onun için özgürlük ve bağımsızlıktır.
103
Tren raylarını severim. Bağımsızlığı, gidebilmeyi, kalmak zorunda olmamayı,
uymak zorunda olmamayı anımsatır. Tren rayları bir tür bağımsızlıktır benim için.
(19)
Özlü, her istediğinde istediği şeyi yapabilen başına buyruk bir hayat
yaşamaktadır. Tüm sisteme, ülke yönetimine bürokrasiye ve futbol takımı fanlığına bile
başkaldırmakta sıradan insanlar gibi yaşamasını gerektiren her şeye karşı çıkmaktadır.
Bağımsızlığı, özgürlüğü onun için her şeyin üzerindedir. Hiçbir ülkeye ve sınıra ait
olmadığını düşünerek Kendisini bir ağaç gibi yalnız hissetmektedir. Yaşadığı
tecrübelerden dolayı olgunluğa erişmiştir ve artık geriye dönmek istememektedir. İnsan
hakları ve demokrasi için değiştirebileceği bir şey olmadığını ifade eder.
Başıma buyrukluğuma hayranım. Sayısız görüntülerden, sayısız uykusuz gecelerden,
sayısız güneş ışınlarından, sayısız tren, otobüs, uçak ve gemi yolculuklarından,
yürüyüşlerden artakalan tek olgum. Sayısız bedenlerden, kitaplardan, galeri
duvarlarından, müze koridorlarındaki, salonlarındaki sayısız resimlerden, sayısız
anılardan, sayısız saatlerden, günlerden, haftalardan, aylardan, on yıllardan, İstanbul
Boğazının su yüzeyine baktığım, baktığım. Tanıdığım, tanımadığım sayısız insanla
aramda geçen konuşmadan. Başladıkları an zaten bitmiş olan sayısız sevgiden.
Kendimi sevdiğim başkalarının bedenlerinden. Ülkelerden, sistemlerden, bürokra-
siden, demokrasiden, dünyanın tüm savaşlarından, tüm yönetimlerinden, tüm
polislerinden ve futbol takımlarından artakalan yalnız kendi doluluğumun boşluğu.
Kendi bağımsızlığım. Başıma buyrukluğum. Yeryüzü küresinin o herhangi bir
ovasındaki ağaç gibi katı ve yalnız. Bir yıl bile geri dönmek istemem. Bir an bile. Bu
eriştiğim sınırsızlık içinde nasıl geçebilirim yeniden o geçilmez sınırları. Dünyanın
hiçbir yerinde artık insan hakları için çaba gösteremem. Hiçbir ülkesinde ülke
derken, hem kendi ülkemi, hem de üzerinde var olduğumuz bu kahredilmiş
yeryüzünü anlıyorum. Şimdi bu kentteyim. (26)
Yazar yolculuğunda çoğu kentte ve istasyonda durakladığını, her gidenle gitmek
istediğini, ancak gidememek zorunda kalmasının ise çok büyük bir acı olduğunu
anlatmak ister. Özlü’ye göre yaşamı yaşanır kılan tek şey herkesten, her şeyden ve her
yerden gitmek ve yolculuğa çıkmaktır.
Bütün gün, ben kentin sokaklarında, o başka sokaklarında dolaştı. Görmek istediği
ben değilim. Biliyorum. Görmek istediği, benim kendime olan bağımlılığımdan
taşan bağımsızlığım.
— Hani kenti birlikte gezecektik?
— Çok güzel uyuyordun Latislav.
— Kafka'nın evini gördün mü?
Nice istasyonlarda, nice limanlarda, havaalanlarında durakladım. Her gidenle gitmek
istedim. Her yolculuğa çıkmak. Hiçbir yere gitmesem de, sürekli yolculuklarda
olduğumu algılamakta geç kalmadım. Ama genç yaşlarda, henüz bana, yaşamı
yaşanır kılan bu duyguya varmadan önce, gidememek, derin, derin, derin bir acıydı.
(39)
Yazar yine Pavese’den yaptığı bir alıntıyla bu yolculuğuna devam eder. Tüm
ince duygularını yüreğinde hapsettiğini, bunun ağır bir yük olduğunu, duygularını kendi
algıladığı ölçüde karşı tarafa geçirebileceğini ve içe hapsettiğini bazen sevgisine karşılık
104
bulamadığını tek bir kişiye bağlı yaşayarak hayatını sınırlandırmak istemediğini,
sevgisini tüm insanlara dağıtma çabasını, yine insanlardan uzaklaşması ve kendi
düşüncelerinin dünyasına kaçması gerektiğini düşünür.
"Tüm ince duyguları, tüm bağlılıkları, kendini verme isteğini, bir tutukevinde gibi, ağır
bir yük gibi yüreğinde hapsetmek zorunda bırakılmıştı."
Hep öyle değil mi. Sevgilerimizi, duyguların yükseliş ve alçalış dalgalanmalarını,
kendi kendimize algıladığımız biçimde bir başka insana akıtmak istediğimizde
tümüyle içimize hapsetmiyor muyuz? Kim karşılıyor sevgileri. Bir ilişkinin
başlangıcı, sürekliliği aynı zamanda en derin sınırlandırılması değil mi. Belki ancak
ayrılık bir açıklık, bir derinlik kazanmıyor mu? Duygularımın karşıtını savunamam.
Bir uzaklık kazanmam, yeniden kendi düşüncelerimin dünyasını bulmam gerek. Tek
bir kişide yoğunlaşan duygulardan her zaman kaçındım. Sonsuz sevmek isteğimi her
zaman tüm insanlara, her insana dağıtma çabası gösterdim. Zaman zaman da
herkesten nefret ettim. Kendi dışımda. (43)
Yazar kapitalist düzene karşı çıkarak toplumun hor gördüğü işçi sınıfının
hayatlarının elinden alınmasına çok üzüldüğünü dile getirir. Bu kişilerin yaşamları
elinden alındığı gibi, özgür olamadıkları gibi ölümleri bile ellerinden alınmıştır. Kendi
iç dünyaları dışında parası olmayan sahipsiz insanlar olduğunu düşünür ve hayatın
anlamını kavrayamayan, özgür yaşayamayan bu insanlara karşı acıma duygusu besler.
Kişi acılar yaşadıkça ve yaşlandıkça umutsuzluğa düşer, hatta hayatını sonlandırmak
isteyerek varoluşunun dayanılmazlığı karşısında yenik düşebilir.
Almanya'dan Türkiye yolculuğuna çıkmış yorgun işçiler, Önümde E-5 üzerinde,
buğday tarlaları kenarında oturuyor, dinlenmeye çalışıyorlar. Başaramayacaklar.
Hiçbir zaman dinlenemeyecekler. Ölümleri bile bir dinlenme olmayacak. Onlar,
yaşamları gibi, ölümleri de ellerinden alınmış insanlar. Sahipleri yok. Paraları,
arabaları ve büyük mağaza artıkları dışında zedelenmiş zedelendirilmiş iç dünyaları
dışında sahipsizler. (45)
Pavese’ye göre kadar diye bir şey yoktur. Varoluşçu felsefe bu düşünceye
karşıdır. Yazarın burada sınırlar dediği şey yol ayrımı ve yaptığımız seçimlerdir. İnsan
yaşlandıkça ölüm korkusu insanı sarar böylelikle yaşamını mutlu da sürdüremez ve
rahatlıkla da ölemez. Ölüm ona göre sonsuzluğa varış halidir. İnsan yaşamı gelişmeye
ve biçimlendirmeye açıktır. Gelişigüzel yaşanacak bir şey değildir insanın varoluşu.
İnsan varoluşunu kendi benliğini biçimlendirmeli, değiştirmeli, sınırsızlaştırmalıdır ve
kalıplardan kurallardan kaçıp gitmek yazara göre en doğru olan şeydir. Yazar yaşamı
gitmek olarak algılar; yaşam insanın kendini var edebilme kendi olabilme özgürlüğüdür.
"Kader diye bir şey yoktur, yalnız sınırlar vardır. En kötü yazgı, sınırları sabırla
karşılamaktır. Karşı çıkmak gerekir."
Panjurları açıyorum. E-5 üzerinde Türk işçilerinin İstanbul yönünde yüklü arabalarla
ilerlediklerini görüyorum. Perşembe gününden beri görüyorum bu akışı. Sınırları
tanıyan, benimseyen, bu sınırlara uyum gösteren hiçbir insan, karşı çıkmanın so-
nundaki bireysel bağımsızlığa erişemeyecek: Hem karşı çıkıp, hem de sınırlarda
yaşayan insan, yaşamı boyunca çıkmazından sıyrılamayacak. Huzursuzluk duyacak
105
ve ne yaşamdan hoşnut olacak, ne de rahatlıkla ölebilecek. Yaşlandıkça ölüm
korkusu büyüyecek. Başkalarının yanında kendini güçlü göstermeye yeltense de,
yalnız kaldığında, hiç değilse kendi kendine yalan söylediğinin bilincine varacak. Bu
bilince varsa, o bile bir adım. Birçoğu yalanı gerçek gibi algılayacak kadar sıyrılmış
kişisel özgürlükten. Oysa insan, hem yaşamı, bize sunulan bu en yüce olguyu, hem
de yaşam sonunda sonsuzluğa varmayı hak etmek zorunda. Yaşam, bu gelişmeye
tüm kapılarını açan bir olgu. Gelişigüzel geçip gidilecek bir varoluş değil insan
varoluşu. Biçimlendirilecek, değiştirilecek, sınırsızlaştırılacak bir HER ŞEY(…)
Kalıplardan kaçmak için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek,
kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek,
gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni. Yaşamı, GİTMEK olarak algılıyorum.
(52)
Özlü, burada toplumun genel yargılarını, evlilik kurumuna olan inançsızlığını
dile getirir. Ona göre evlilik toplumsal düzenin doğru kabul ettiği ancak yanlış olan bir
kurumdur. Evliliğe toplumun istemesi üzerine sıcak bakmak onun için genel bir
yargıdır. Herkes istediği gibi yaşamalıdır. Başkaları olumlu kabul ettiği için evlenmek
zorunda olmak ona göre yanlıştır. Özlü toplumun genel kabul ettiği kurumların hepsine
karşı çıkar. Özlü, bu genel yargılara uyum sağlayamaz ve buna karşı direnir. Bunu bir
başkaldırı olarak kabul edebiliriz.
Güzel, küçük burjuva ya da büyük burjuva ya da parlak, duygusal, romantik,
heyecanlı, harika, içten, sürekli, gelişen insan ilişkileri, ikili insan ilişkileri hiçbir
zaman çıkış noktam olmadı. Bu tür ilişkileri, sürekli evlilikleri her zaman yanlış,
toplumsal düzenin yanlış kurumları olarak nitelendirdim, nitelendireceğim. Onlara
karşı direndim, direneceğim. Kurumlarınıza uyuyor gibi görünmem, onlara karşı
direnmemi ancak böyle sağlayabileceğime inanmamdandır. (58)
Yazar; toplumun dayattığı basmakalıp sorulardan sıkıldığını, toplumun düzen
dediği evlilik konusundaki görüşlerini ve insanların gerçek dediği şeylerin gerçek
olmadığını ve asıl gerçeğin insanın iç dünyasına dönmesiyle ortaya çıkacağını,
toplumun kılık kıyafete önem vermesinden dolayı kendini iyi giyinmek zorunda
hissettiğini böylelikle bu düzene nasıl karşı çıktığını şu şekilde açıklar:
Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş
yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda
yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve
hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey, benim
gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey. Ne düzenli bir iş ne iyi bir konut, ne sizin
"medeni durum" dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da
sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine
saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiçbir çaba harcamadan. Belki de hiç
istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene erişmek o denli kolay ki... Ama
insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç
dünyasının olgularının sizler için hiçbir değeri yok ki.. Bırakıyorsun insan onları
kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze
haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla,
başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum.
Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için
çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte
106
uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum,
bir şey yapıldı sanıyorsunuz. (57)
Toplumun geleneklerine olan bir diğer başkaldırısı ise; ev, okul ve iş
yerlerindeki kurallar ve düzen ile ilgilidir. Özel ya da resmi kuruluş ayırt etmeksizin
hepsine karşı çıkmaktadır. Her ne yapmak istediyse özgür iradesi ile yapmasına izin
verilmemiş, aksi olması gerektiği iddia edilmiştir. Kendisini toplumun bütün bu gelenek
ve kurallarının dışında tutmakta ve onlardan farklı olduğunu savunmaktadır. Artık
toplumdan ayrı bir birey olarak yoluna devam ettiğini belirtmektedir.
Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel
ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı
yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz.
Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim,
gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu
otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi
limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan
başka her şey olduğumu duyuyorum. (58)
Yazar, bu başkaldırıları sonucunda yoluna tek başına devam ederek özgürlüğüne
kavuştuğunu hisseder. Yazar bulutlar arasındaki küçük boşlukların derinliğindeki
maviyi görerek aynı zamanda iç yaşamına dönmüş ve onun gözünde gerçek olan asıl
varlığı görme sevincini yaşamıştır. Burada, doyumsuz bulutların sonsuzluğu, onun
özgürlüğe duyduğu özlemi ifade etmekte ve yazar toplumdan sıyrılarak bir birey olarak
bu özgürlüğü tatmaktadır.
Doyumsuz ışıklarına baktım. Bir kasım ayı gökyüzünü düşündüm. Geniş bir ağaçlık
alan üzerindeki bulutları. Gri rengin tüm çeşitlerini, koyu ve açık tonlarını içeren,
kış mevsimini yaklaştıran yoğun bulutlan. Bulutlar arasındaki küçük-boşlukların
derinliğindeki maviliği. Bu boşluklardan sızan ve rüzgârla birlikte batıya doğru
yürüyen ışık yollarını. Doyumsuz bulutların sonsuzluğunu. (59)
Yazara göre insan düşündüğü ölçüde var olur. Kendisinin duvarları olduğunu
kabul eder ve bu sınırların gerisinde kalmayı tercih eder. Genç yaşlarında nihilizm
felsefesini sorgulamış ve bunu yeniden hatırlamaktadır.
Duvarlarım gerisine dönmem gerek. Gökyüzü altındaki yaşam bana göre değil. Ben
gökyüzüne ancak duvarlarım gerisinden bakabilirim. Cenova'da olduğu gibi denizi
bulmam mümkün olmayacak. Ben ve benim gibilerin tüm çevresini gene kendi
duvarları gerisi olduğunu anlıyorum. Kumsalımız, caddelerimiz, ağaçlarımız,
sevgilerimiz yalnız ve yalnız düşüncelerimizle sınırlı. Tüm dünyamız. Çok genç
yaşlarımın, henüz yirmime varmadığım yaşların nihilizmi, şimdi bu yol kenarındaki
Nihilizm: Metafizik ve ahlaki güçleri yok sayan, mevcut olan değerlere ve düzene karşı çıkan, hiçbir
iradeye boyun eğmeyen görüşlerin genel adıdır. Nihilizm, her türlü bilgi imkânını inkâr eder ve hiçbir
doğru, genel- geçer bilginin olamayacağını savunur. Varlığı her şekliyle şüphe ile karşılar ve hatta yok
sayar. Yokçuluk yani nihilizm on dokuzuncu yüzyıl ortalarında Rusya' da, özellikle genç entelektüel
kesim arasında, taraf bulmuştur. Latince nihil (hiç) sözcüğünden türetilen nihilizm varlığı yok sayar ve
107
büyük otelden ayrıldığım anlarda en güçlü inanç olarak yeniden beliriyor. O
zamanlar dünyayı tıpkı bugünkü gibi, tıpkı şimdi, şu an önümde, E-5 üzerinde
uzandığı gibi düşünmüştüm. (60)
Yazar yalnız kaldığında kendini bağımsız hissetmektedir. Tek başına kaldığı
zamanlarda diş ağrısına rağmen garip bir mutluluk duymaktadır. Kendi sınırlarının
içinde, kendi içine olan yolculuğunun sonuna geldiğini düşünür. Kendi “ben”ini
bulmaya yönelik arayışı devam etmekte ve bu yolculuktan keyif almaktadır.
Uzun yıllar önce, herhangi bir yolculuğumda, o zamanlar, dünyaya karamsar
gözlerle baktığım yıllarda, bu otelde bir gece kaldığımı anımsıyorum. Eski,
küflenmiş, korkunç, ürkütücü bir anı. Oysa bugünkü yalnızlığım içinde ne denli
güçlü ve mutluyum. Korkunç diş ağrısına karşın. Arayışım içinde. Kendi sı-
nırlarımın sonuna doğru çıktığım bu yolculuğun herhangi bir anında nasıl
bağımsızım. Bir başınalığımı nasıl derinden duyabiliyorum. Ne kadar mutluyum.
(62)
Özlü bu konu ile ilgili olarak; ona göre kimsenin atılmaya cesaret edemediği farklı
bir boyut olan deliliğin ne denli gerçek olduğunu, akıl ve delilik arasında nasıl gidip
geldiğini anlatmak ister o deliliğin sınırlarına ulaşmış akıl ve delilik arasındaki o
çizginin boyutlarının farkındadır. Birey olmak için ben olup bencil olması gerektiğini
savunur. Her "ben" bencildir, her "kır" kırsal olduğu gibi. Her olgu, her varlık nasıl
olabilecekse, öyle sözüyle Sartre atıfta bulunur. Ona göre her olgu her varlık nasıl
olmak isterse öyle olur. Bu bir tercih meselesidir. Askerlerin bayrak törenine başlaması
gibi; kuşların yapması gereken, yapabildiği uçmak; orkestranın ise yapması gereken
melodiler çalmaktır.
Özlü kitabında çoğu yerde buğday ve mısır tarlaları, diş ağrısı ve gökyüzü
kelimelerini tekrarlamıştır. Varoluşçu felsefe açısından bakacak olursak; yazar buğday
ve mısır tarlaları insanın doğumunu, topraktan geldiğini, varoluşunu; diş ağrısı dünyada
edindiği tecrübeleri ve yaşadığı acıları, yani özünü; gökyüzü ise nasıl hiçlikten geldiyse
hiçliğe gideceğini ölümü temsil eden sembollerdir.
bilimsel bilgi dışında hiçbir gerçek bilgi olmadığını kabul eder. Rus edebiyatında ilk kez Nedejin' in bir
makalesinde kullanıldı. Bu yaklaşım, toplumda yerleşik kuralların, kurumların, ahlak kurallarının ve
değer yargılarının yadsınmasıdır. Ve kökleri Antikçağ Yunan Felsefesine, özellikle de Gorgias ' akadar
gider. Gorgias, varlık ve bilgi ile ilgili nihilizmini üç önermede ortaya koyar. Bu önermeler: 1-'Hiçbir şey
yoktur', 2- 'Bir şey olsaydı da bilemezdik', 3- Bilseydikte başkalarına bildiremezdik'. Bu görüşleriyle
Gorgias, hem bilgi elde etme imkânını hem de varlığı inkâr eder. Ayrıntılı bilgi için bkz. Nihilizm;
“Nihilizm”, https://www.makaleler.com/nihilizm-nedir (10.06.2017).
108
Ve küçük yaşlarımdan beri beni ilgilendiren deliliğin boyutlarına ne denli gerçek ve
ne denli cesur atılımımı düşünüyorum. Yaşamımda elde edebildiğim bir tek başka
boyut var: Kimsenin sahip olamadığı bir boyut. Cesaretleri yetmediği için sahip
olamadıkları bir boyut. Kendi kendilerine kıyamadıkları için, yaşam boyunca
sürüklenip çıkamadıkları akım boyutları. Deliliğin derin boyutunu tanıyorum,
diyorum. Akıl ve delilik arasındaki o ince çizgiyi. Önümde açılan puslu Akdeniz'in
gökyüzüyle birleştiği ufuk çizgisi gibi. Denizin nerede bittiği, gökyüzünün nerede
başladığının belirlenmediği sınır çizgisi gibi. Artık kimse karşıma çıkıp, bana bencil
olduğumu söylemesin. Her "ben" bencildir, her "kır" kırsal olduğu gibi. Her olgu,
her varlık nasıl olabilecekse, öyle. Güvercinler uçuyor. Kahve orkestrası romantik,
duyarlı melodiler çalıyor. Özlem uyandıran, yitik özlemleri çağrıştıran şarkılar.
Piazza Unita d'îtalia Triesta'da bir tabur asker bayrak törenine başlıyor. (72)
Özgürlük, kişi için asla kaybetmek istemediği bir olgudur. Yazar akıl
hastanesinde kalırken davranış özgürlüğü elinden alınmış bir şekilde günde altmış
sigara içtiği günleri anımsar. Çoğu zaman özgürlüğünün elinden alınmasına
başkaldırıda bulunmuş buna her zaman izin vermemiştir. Trieste kütüphanesinde Svevo
bölümünde kitap kokusu solumanın bile büyük bir özgürlük olduğunu, niçin 1041
kilometre yol gittiğini anımsar. Ona göre her yolculuk kişinin kendi içine, kendi benine
yaptığı, bilinmeyenini öğrenmek istediği bir serüvendir. Böylece yazar özgürlüğe ne
kadar değer verdiğini şu şekilde açıklar:
İstanbul akıl hastanelerinde günde altmış sigara içtiğim kesitini anımsıyorum
yaşamımın. Yapacak başka hiçbir şey olmadığı için. Davranış özgürlüğümü elimden
alacaklardı. Her zaman için alamadılar. Bugün 12 Temmuz günü Trieste kent
kütüphanesinde, Svevo bölümünde oturabiliyorum ve kütüphane raflarında dizili
dört yüz bin kitabın kokusunu soluyabiliyorum. Daha öte bir bağımsızlık isteyebilir
miydim? Şimdi, aksi yönde 1041 kilometreyi niçin gittiğimi daha iyi anlıyorum. Her
gidiş, her yolculuk, kendi "benimin" bilinmeyenine doğru, bilmek için bir iniştir.
(78-9)
Yazar, deliliğin sınırlarını aşarak hayal âleminde seyahate devam etmektedir. Bu
görüntüleri kelimelerle ifade etmek mümkün değildir. Şimdi de Prag’daki insanların
aşkları, acıları, ölüm ve intiharları üzerine düşünmektedir. Sonra birden kendisini bu
yolculukta Via Monfort otelinde hayal eder. Yazarın konu edindiği bu yolculuklar
bilinmeyene yapılan yolculuklardır ve yazarı özgürleştiren olgulardır.
Bu yolculuğun görüntülerini sözcüklerle yansıtan ben değilim. Prag kenti. Prag
İstasyonunda çantama bakan insanlar. Beni yola çıkaran, sözcüklerin ardına düşüren
sayısız satırları, sayısız aşkları, sayısız ihtirasları, sayısız acıları, sayısız
avuntusuzluğu, sayısız ölüm ve intiharları, sınırsız sınırsızlığı dünya edebiyatının.
İşte bu yolda sözcüklerin ardında çıktığım bu yolculukta şimdi Via Monfort 12
numaralı kapıyı çalıyorum. (80)
Via Monfort: İngiltere’de adını köprüden alan bir köy adıdır. Burada bahsedilen bu bölgedeki
konaklama tesisidir.
109
3.1.4. Sıkıntı / Bunaltı / Acı / Kaygı/ Öfke
Gençliğinde büyük sıkıntılar yaşamış olan yazar; geçmiş günlerini anımsayarak,
bundan sonra yaşadığı acılara mutluluk olarak bakmaya karar verir. En mutlu anlarında
bile acıyı duymuş biri olarak; acılarının ötesinde her zaman bir beklenti olduğunu,
özgürlüğüne kavuşacağını hayal eder. Burada yazar; geçmişte akıl hastanesinde olan
günlerini hatırlar ve özgürlüğünün, kendi odasında çay içebilmenin hayalini kurar.
Çekilen acılardan sonra umut dolu günlerin olacağına inanmak ister. Pavese’nin intihar
etmesine atıfta bulunarak ne kadar cesur biri olduğunu ve korkmadan ölüme
yürüdüğünü dile getirir.
Dün Berlin'de geçirdiğim Nisan ayının ilk pazar gününde artık bundan böyle acıları
mutluluk olarak nitelendirmeye karar verdim. Yaşamımın en mutlu anlarında da
aynı güçle acıyı duymadım mı? Ve acıların ötesinde bir beklenti vardı: Kendi
dünyamın beklentisi. Kendi odamda içebileceğim sabah çayının beklentisi. Sinir
hastanelerinin kantinlerinde, teneke çayı, kendi odamda içmek istiyordum. Kimse
senin kadar güzel, hiç kimse senin kadar canlı gitmedi ölüme. (9)
Kitabın bu bölümünde, Pavese’den yapılan bir alıntıya rastlanmaktadır. Pavese bu
kısımda; varoluşçuluğun özelliklerinden biri olan “Hayatın anlamı nedir?” sorusunu
sormakta ve cevap aramaktadır. İnsanın dünyaya gelmesiyle birlikte; sürekli anlatması,
yazması ifade etmesi gerektiğini, acı çekeceğini ve sonunun korkunç ve sefil olacağını
bilmesi gerektiğini anlatmaya çalışmaktadır.
"Niçin dünyaya geldiğini bilmiyor musun? Anlatmalısın, anlatmalısın, ayrıca acıkmak-
sızın, susamaksızın... Sonun korkunç, sefil olmalı! Bunu bilmiyor musun? Bunu sana
Pavese söylüyor."” (25)
Özlü sayfanın başında bulunan Pavese’den olan -"Acımın derinliğinde, benim için
artakalan hiçbirşey yok. Yalnızlığımı algılamamın gururu bile."- alıntının devamında
yaşamı boyunca kendi duyduğu acıları hatırlar. Gençliğinde umutlu ya da mutsuz olan
günleri gözünün önünde canlanır. Kendi varlığını, benliğini taşırken ne kadar çok acı
çektidiğini, doyumsuz bir kaygıyla yeryüzünü anlamaya çalıştığını, bedenine işkence edip
uykusuz bıraktığını ya da acılardan kaçmak için uzun uykulara daldığını anlatır. Ulaşmak
istediği gözetlediği ise olmak istediği benliğidir, her zaman somut, canlı bir olguya
yaklaşmak isteyen bir kadın olmayı, kimseye ihtiyaç duymadan yalnız kendi kendiyle kadın
olan ve kadın kalabilen bir insan olmayı arzu etmiştir.
O zamanlar gençtim. Gençlik denen olguya inanıyordum. Mutlu ve mutsuzdum.
Gezdiğim, dolaştığım tüm kentlerde onu taşıdım sokaklarda, alanlarda, kahvelerde,
yapıların içinde, merdivenlerde, gölgelerde ve yağmurda ve rüzgârda ve parlak
güneş ışığında ya da soğuk güneş altında. Onu taşıdım ve gözetledim. Onu
kahvelerde, masalara oturttum. Onu caddelerin kavşaklarında durdurup, yapıların
110
yüzlerine baktırdım. Uzun, uzun. Ona birçok kentin birçok alanını, bulvarını,
sokağını, insanlarını, rüzgârlarını, gecelerini, sabahlarını, sonbaharda bulutlarının
aldığı biçimleri, bulutlar arasından sızan ışıklarını, tepelerini, istasyonlarını, deniz
kıyılarını, sevgilerini araştırdım. Doyumsuz bir kaygıyla ona yeryüzünü araştırdım.
Ona işkence ettim. Uykusuz bıraktım. Ya da acıların uzun uykularını uyuttum. (14)
Yazar, Berlin’in bir yaz akşamındaki anı paylaşır. Gürültülü bir günden
betimleme yapar. Araba akışının gürültüsünü duyarak çevreyi inceler. Burada Woolf
gibi bilinç akımı tekniğini kullanarak aklından geçirdiği bir şey ile bu gözlemini sona
erdirir. “Tender is the Night” adlı kitabı düşünür ve hemen sonrasında evin geniş
odalarının duvarlarına dikkat eder. Berlin’deki duvara bakarak Anadolu evlerindeki
duvarları anımsar ve bu duvarlar ona Anadolu’nun sıkıcı kentlerini, zamanın duruşunu
ve çocukluğunun korkularını hatırlatır. Avrupa’daki müze ve galeri duvarlarını
düşünerek bu ölü duvarların insanın soluğunu daralttığını hisseder ve sıkıntı duyar.
İşte yeryüzü. Gerisini düşünmeye gerek yok. Kent, gerisini düşündürmüyor. Ben ise
bırakıyorum onu. Hemen bir kitabın adını düşünüyor: "Tender is the night". Bu evin
geniş odaları. Hangi evlerin hangi duvarlarını anımsatıyor. Gece, Berlin'deki bu düz
duvardan oluşmuyor. Anadolu evlerinin tahta üzerine sıvanmış duvarları. Sıkıcı
kentleri, zamanın duruşunu ve çocukluğun korkularını anımsatan duvarları. Büyük
Avrupa kentlerinin müze duvarları, galeri duvarları. Ölü duvarlar. İnsanın soluğunu
daraltan duvarlar. (15)
Duvarları yaşamımızdaki mezarlara benzetir. İnsan ancak duvarların arkasında
kendisi olabilir. Ona göre; insanlar evlerinden çıktıklarında takınılmış bir maske ile
değiştirilmiş benlikleri ile dolaşırlar gerçekte olduğu gibi davranmazlar. İnsanlar
duvarlar arasında direnmez ve yine duvarlar ardında yaşamını yitirir. Sonra yine
düşünceden düşünceye geçerek bir şiiri anımsar.
Duvarlar yaşamımızdaki mezarlar mı(?) Kent sokaklarında çıkan her benlik
değiştirilmiş, takınılmış bir kişilik değil mi. Duvarlar gerisinde en çok kendimiz
olmuyor muyuz(?) En çok duvarlar arasında direnmiyor, en çok duvarlar ardında
duymuyor muyuz(?) Duvarlar ardında bu doyumsuz yaşamdan soluklar alarak ve
alamayarak ayrılmayacak mıyız? Ona gene bir şiiri anımsatıyorum. "Do not go gentle
into that good night." (15)
Bu kısımda Özlü; yine Pavese’den yaptığı alıntı ile aklından geçenleri şu şekilde
anlatır: Güneş her zaman gözümüzün önünde olduğu halde güneşi düşünmeyiz ancak
sıcaklığını hissederiz. Acı gibi duyguları da hissetmemize sebep olur. Çevre yolundaki
trafiğin yoğunluğunu görürüz ancak yarım metre ilerideki gündelik yaşamla bir
bağlantımız yoktur. Yaşam gürültülü, egzoz gazı kokan anlamsız bir sahnedir. Burada
saçma ve sorgu olgusuna rastlanmaktadır. Biz varoluşun herhangi bir zamanında
hareketsiz olan olaylardan uzak geçmişi unutup geleceği düşünmeden sessizlik içinde
111
durgun bir şekilde oturup hayatımıza devam ederiz. Herhangi bir kentte, herhangi bir
zamanda birçok insan bu şekilde anlamsız, saçma bir şekilde hayatını sürdürmektedir.
All is the same
Time has gone by
Some day you come
Some day you'll die.
Some one has died
long time ago.
Özlü burada Woolf’un romanlarında olduğu gibi Pavese’den bir şiire yer verir. Bu
şiir de varoluşçuk teması ile ilgilidir. Hayattaki her şeyin aynı olduğunu, zamanın akıp
gittiğini, birinin bir gün dünyaya geldiğini, bir gün öleceğini hatta birinin daha yeni
öldüğünü anlatır. Yaşam kişinin, doğum ve ölüm arasındaki zaman da kendine olan
yolculuğu ve kendini keşfetme serüveninde yaşadığı deneyimlerin kendisidir.
Herhangi bir yerde güneş duruyor. Tanıdığımız tek güneş. Ama güneşi
düşünmüyoruz. Oysa erken gelmiş yazın sıcaklığını algılıyoruz. Yumuşak bir
sıcaklık. Ve onunla birlikte acımızı da. Çevre yolu yakınında bir tahta sırada
öylesine oturuyoruz. Arabalar müthiş bir yoğunlukla akıyor. Birlikte böylesine
oturmamız acımızı dayanılır kılıyor. Benimki hiçbir zaman onun acısı kadar büyük
değil. Arabaların akışı bizi hiç tedirgin etmiyor. Yarım metre ötemizdeki günlük
yaşamla hiçbir bağlantımız yok. Gürültülü, anlamsız bir canlılık içinde, egzoz gazı
kokan bir yaşam bu. Havel Şosesi yakındaki çevre yolu üzerinde. Öylesine
oturuyoruz tahta sırada. Herhangi bir kentte. Varoluşun herhangi bir zamanında.
Bildik güneş ısıtıyor bizi. Gerideki yaşamı tümüyle unutmuş, ne geçmişi, ne
geleceği düşünüyor, öylesine zaman, an içinde oturuyoruz. Durgun sessizlik içinde.
(17)
Özlü Pavese’nin sevgi, acı çekme ve yalnızlıkla ilgili olan alıntısının ardından
sevginin inandırıcı olmadığını ve arkasından gidemeyeceğini ifade eder. Biri ile sevgiyi
paylaştığında insan gerçekten yalnız mıdır, sevgi doyumsuz mudur diye
sorgulamaktadır. Doğum ve ölüm anında insanın gerçekte yalnız olup olmadığını
düşünür ve kendi kendine sorular sorar.
Ona göre sevgi yalnızca bir kişiye duyulan bir olgu değildir. Herhangi bir
nesneye de aktarılabilir. İnsan bir ana, caddeye, kente de doyumsuz bir sevgi ile
bağlanabilir. Ne kadar derin düşünürse sevgi de o kadar doyumsuz olur ve büyük acı
duyulur. Yaşam acıdan ibarettir. Yaşamak her olgunun tümüyle acıyı hissetmektir.
"İnsan sevgiye biri yanımızda olmadığından acı çekene dek dayanır, oysa gerçek yalnızlık
dayanılmaz bir hücredir." Gövdeler iç içe girdiğinde de sevginin gerçekleşmesi ola-
naksız mı(?) O sonsuz boşalma anında da sevgi doyumsuz, insan yalnız mı? Doğum
anında. Ölüm anında. Sevgi, istenilen bir olguya da aktarılır, aktarılabilir. Çeşitli
anlara, çeşitli insanlara, çeşitli kentlere, caddelere, tepelere aktarılabilir. İnsan ne
denli derin düşünebiliyorsa, sevgisi o denli derindir. O denli doyumsuzdur. Ve acısı
da o denli büyük. Yaşam acısı. (22)
112
Viyana’dan Prag’a giderken vagonda karşısında duran sevgi özlemi ona yaşatma
çabası gösterdiği için rahatlık ve hoşnutluk hisseder. İnsan sevgi duygusunu yitirmediği
sürece hayatı anlamlıdır. Bunalımı bile anlam içerir. Sevgi duygusunu biriyle
paylaştığında yaşam inandırıcı hale gelir ve bu varoluş anının hiç bitmemesini ister.
Sevgi kavramı yazarın içinde yaşayan ve ölen umutsuz canlıyı benliğini yenen tek
duygudur. Sevgi ile birlikte umutsuzluğun yerini umut alır ve insan yaşama tutunmaya
başlar.
Yazar Viyana’da telefonla konuştuğu sevdiği kişi yarın akşam ara dedikten
sonra; konuştuğu kişinin onun rahatlatan bir sevinç yaşamasına sebep olduğunu
söylemektedir. Ona göre sevgi, aşk sonsuz olan tek olgudur. Bu kişinin ona yaşattığı
rahatlatıcı durgunluk, onu yenen tek şeydir. Kendisini bazen yaşayan bazen de ölü gibi
durgunlaşan biri olarak tanımlar.
Kendisi bunalımlı bir hayat sürdüğü gibi çevresindeki kişilerin de bunalımlı
olduğundan bahseder. Ona göre sevdiği bu kişinin bunalımı bile ona iyi gelmektedir. Bu
kişi suskunluğu sıkıntısı ve derin iç dünyasını yazara aktararak yazarın varoluşu ile
birleşmekte, böylece birlikte bir bütün halinde var olmaktadırlar. Bu kişi ona hem
yaşadığını hem de ölümü hissettiren şeydir. Burada yazar “konuşmamasındaki
konuşmaları” tabiri ile oximoron söz sanatını kullanarak anlatısını daha etkili hale
getirmektedir. Her ne kadar noktalama işaretlerine fazla önem vermese de eserinde söz
sanatlarını ve metaforları kullanmaktadır. Bu konuda yazar aklından şu düşünceleri
geçirmektedir.
Ondan bana ulaşan bir duygu var. Durgunluk diyebileceğim rahatlatıcı bir sevinç.
Bunu belki de ben yaratıyorum ve onun kişiliğinde birleştiriyorum. O susarken,
sigara içerken, bakarken, uyurken, severken, solurken. Sanki bunalımı bile
rahatlatıcı. O varken ya da yokken. Teninin bu denli güzelliği sonsuz durgunluktan
kaynaklanıyor ve bana bu sonsuz yeryüzünden, yaşamdan ve ölümden daha da
sonsuz geliyor. İşte bu duygu nedeniyle onunla olmalıyım, onsuz bile olsam. Diğer
ilişkileri nasılsa ben sahneliyorum. İnsan, bir başka insanla ya da herhangi bir
olguyla arasındaki ilişkiyi biçimlendiremezse, bu ilişki yok demektir.
Biçimlendirebildiğim bu durgunluk, rahatlatıcı durgunluk, sevindiren durgunluk
belki de beni yenen tek duygu: Hem yaşayan, hem de ölü beni. Öfkesi durgun,
huzursuzluğu durgun. Kendi içine doğru yaşıyor, kendi içine doğru seviyor. Ve
seviştiği anlarda suskuyla, hiçbir sözcük söylemeden, sözleri, kavramları aşan, silen,
sakin soluklarla gücün duyurulması olanaksız sıkıntısını, konuşmamasındaki konuş-
maları, suskunun sözlerini, derin iç dünyasını, henüz biçimlenmemiş düşlemelerini,
durgun rahatlığı gerisindeki varoluşunu bana akıtıyor, bu duygu beni hem yaşatıyor,
hem de bana ölümü mümkün kılıyor. (40)
Özlü; yaşamının büyük bir bölümünde sıkıntılı haldedir. Yine bir gün bu iç
sıkıntısından kurtulmak için duş alarak rahatlamak ister. Yazar sonu ve başlangıcı
113
olmayan bir yolculuk olan yaşamdan bahseder. Bu yolculuğu çoğu zaman benliğinin
derinliğinde hisseder. Hayatı sorgulayarak kendi iç dünyasına döner ve kendi kendine
konuşmalar yapar. Hastalığı sebebiyle sıkıntı yaşamaktadır. Hayata karşı olan
yorgunluğunun ağrılarının ötesinde olduğundan bahseder. Bunu yenebilmek için
uyumaya çalışır. Su damlalarının sesinden uykusundan uyanır. Yazar su damlasının
sesini duyabilecek kadar hassas bir yapıya sahiptir. Çevre koşulları da onun huzursuzluk
ve iç sıkıntısı yaşamasına neden olmaktadır.
Telefonu kapatıyorum. Duşun altındayım. Yorgunluğumu duşun sıcak ve soğuk
sularına bırakıyorum, ama sonu ve başlangıcı olmayan yolculuğu derinliğimde
alıkoyuyorum. Her şey yolunda. Boğazım ve dişim ağrımasa. Gecenin herhangi bir
anında ağrılarla uyanıyorum. Dişimin üzerine bir aspirin koyuyorum, bir de boğaz
pastili alıp, ağrılardan daha güçlü olan yorgunluğun uykusunu yeniden uyuyorum.
Tıp, tıp, tıp diye damlayan su damlacıklarıyla uyandığımda saat dört. Kalkıyorum.
Duşun kapısını ve odanın koridora açılan kapısını kapıyorum.”(40-1)
Gece dörtten sonra uyuyamadığı süre içinde yine yaşam döngüsünü,
makineleşmiş insanların tekdüze hayatlarını sorgulamayı sürdürür. Yaşam hep aynı
monoton olaylar döngüsü ile devam eder. İnsanlar sabah işe gider, vardiya değişir,
istasyonda trenler durup kalkar, insanlar yaşamın kendilerine yüklediği sorumluluk
duygusu ve yükü ile güne yorgun uyanır. Hayat zıtlıklar üzerine de kuruludur. Bir
tarafta mutlu insanlar varken diğer bir tarafta mutsuz, acılı insanlar da yaşamını
sürdürmeye devam eder.
Bir süre sonra kent yaşamı başlayacak. Tüm işyerleri çalışan insanlarla dolacak.
Sürekli çalışan fabrikalarda işçiler vardiya değiştirecek. İstasyonlarda trenler
duracak. Trenler kalkacak. Gökyüzünde uçan uçaklar, dünyanın belli havaalanlarına
doğru göklerde yol alacak. Gemilere arabalar, eşyalar yüklenecek, insanlar binecek.
Uykusuz gece geçirenler yorgun kalkacak. Uzun uyuyanlar da yorgun kalkacak.
Kimi mutlu, kimi acılı, kimi sevgi ile geçirdiği gecenin sabahında uyanacak. Kimi
öfke ile. Kimi kendine güne nasıl başlayacağını soracak.(41)
Özlü kente bakarak gözlemler yapar. Yine kaygı ve iç sıkıntısından uyuyamaz.
Acı duyar. Çevreyi alacakaranlık olarak karamsar bir şekilde tasvir eder. Ondan
kopamayacak bir duygu ve bir kişi olduğunu söyler. Bu duyguyu hep hisseder.
Geçmişte de hissetmiştir, şimdi de hissetmiş ve gelecekte de hissedeceğini düşünür.
Yazarın yolculuk olarak tarif ettiği yaşamının tümünü bu duygu mu oluşturmaktadır
bunu sorgular. Bu saçma ve anlamsız dünyada sevgi denen bu duygu varoluşunu
oluşturan en anlamlı unsurdur. Sürekli peşinden sürüklenir ve bu duyguyu her gittiği
yere götürüp hisseder.
Önümde buğday tarlaları. Büyük, yeni otelin tek müşterisiyim. Geniş terasta oturu-
yorum. Kahvaltıdan sonra odaya çıkıp, alüminyum kepenkleri indiriyorum. Odanın
114
mavi ve beyazlığı koyulaşıyor. Uyuyabilmeyi deniyorum. Garip bir acı, inanılmaz
boyutlara ulaşıyor bu alacakaranlıkta. Sanki ayrılamayacağım bir duygu var, ay-
rılamayacağım bir insan var. Geçmişte, şimdi, gelecekte. Ya da böylesi bir
duygunun yolculuğunda mıyım? Tüm varoluşumda sürüklediğim bu duygunun. (43)
Yazar bu bölümde varoluşçu öğelerden olan acı, öfke ve huzursuzluk gibi
kavramlar üzerinde durmaktadır. Yaşam kimi insanlara göre çok acımasız
davranmaktadır. Bu durumu gözlemleyerek hayatta karşılaştığımız çelişkileri ifade
etmeye çalışır. Hassas bir yapıda olan yazar çevreye karşı kayıtsız kalamamakta ve
kendi sorunlarının haricinde diğer insanların sıkıntıları ile de ilgilenmektedir.
Viyana’dan uzaklaşırken; yine çevreyi gözlemlemekte ve yollarda gazete satan
siyahî çocukları görünce yine acıyı hisseder. Ona göre bu çocuklar göç etmek zorunda
bırakılmış, zor şartlar altında yaşayan çocuklardır. Zengin ve rahat insanların
mutluluğuna öfke duymaktadır. Bu olayları çelişki olarak ifade eder. Bir yerden bir yere
gitmek de kalmak da çözüm değildir. Gittikçe yaygınlaşan bir sorun haline gelmektedir.
Çocukların öfkesinin çok derin olduğunu, yaşamdan duydukları huzursuzlukla birlikte
acı çektiklerini anlatmaya çalışır. Bu konu ile ilgili gözlemlerini şu şekilde dile getirir.
Varışımdan yirmi bir saat sonra Viyana'dan uzaklaşırken, geniş trafik yollarının
kavşaklarında gazete satan uzak ve yoksul ülkelerin kara insanları, gene acıya
boğuyor beni. Yaşamlarının, sorunlarının güçlükleri, onları Orta Avrupa'ya
sürükleyen yoksulluk karşısında hak edilmemiş mutluluklara, rahatlıklara duyulan
öfke. Çelişkiler o denli iç içe ki, ne gitmekle, ne de kalmakla çözümleniyor. Giderek
büyüyor. Öfkenin derin boyutlarında, huzursuzlukların acılarında. (47)
Tezer Özlü; bu bölümde varoluşçu özelliklerden olan tecrübe (deneyim) kavramı
üzerinde durmaktadır. Mutluluk ile ilgili kavramı erkek arkadaşları ile olan ilişkisini
Lezita ile kıyaslayarak açıklar. İnsan sevgiyi elde edebilmek için kendisini egemenliği
altına almalıdır. Kendi egemenliğinden çıktığında bocalama yaşadığını dile getirir.
Onun için hiçbir olgunun başlangıcında olmamıştır ve bu başlangıç ve sonu kendisi
belirlemiştir. Bu ifadeyle yazar yaşamı avucuna aldığını ve kendi beğenisine göre
istediği biçimi vermiştir. İnsan kader karşısında bir robot değildir yaşamını edindiği
tecrübelerle kendisi belirlemelidir. Önünden geçen yaşamı bazen durgun bazen canlı
bazen de bunalımlı olarak tanımlamıştır.
Aşağıdaki bu alıntı ile yazar Sartre’ın, sözünü desteklemektedir. Sartre’a göre
insan yalnızca vardır ve kendisini nasıl yaparsa, öyle olur. Yazar da kendisini nasıl
yaparsa öyle olmak istemiş ve kendi kaderini kendisi belirlemiştir. “İnsanın Tanrı
tarafından önceden belirlenmiş bir özü olamaz. İnsan, yalnızca vardır, kendinden önceki
115
bir modele, bir taslağa, bir öze göre ve belli bir amaç gözetilerek yaratılmamıştır. İnsan
öncelikle var olur ve kendisini daha sonra tanımlar.” 176
Karşılaştığım tüm erkeklerle sağladığım mutluluk belki de Letizia'nın bir tek
kocasıyla sağladığı mutluluğa eşit. Oysa sevgiyi genelleştirebilmek için insanın
kendisini tümüyle egemenliği altına alabilmesi gerek. Zaman zaman kendi
kendimden çıktığımda, başlangıçtaki bir genç gibi bocalıyorum. Oysa ben, hiçbir
zaman, hiçbir olgunun başlangıcında olmadım. Her zaman, her başlangıç ve her son
belliydi benim için. Yaşamı tıpkı, aynen Anadolu'nun sıkıcı küçük kentlerinde
bulduğum biçimde avucuma ya da düşünceme ya da gözlerimin ufkuna aldım ve
sonra kendi beğenime göre istediğim biçimi verdim bu önümden gelip geçen ya da
benim önünden geçip gittiğim yaşam denen olguya. O durgun bunalım canlı oldu ve
canlı olan durgun, bunalımlı. (95)
Kitabın bu kısmında, Pavese’den bir alıntı yapılmıştır. Varoluşçu bir yazar olan
Pavese Özlü’ye ilham vermektedir. Pavese burada yaşamın rastlantılardan oluşup
oluşmadığını sorgular. Gerçekte böyle bir yaşamın mümkün olmadığını düşünür. İnsan
hayatında yaşanılan olaylar rastlantı sonucu değildir tesadüfen meydana gelmemiştir.
Varoluşçu felsefeye göre kişi bu olayların gidişatını kendisi belirlemektedir. Verdiği
kararlar sonucu yaptığı seçimler ile yaşamının yönünü belirler. İyi ya da kötü başına ne
geldiyse kendi edimlerinin sonucudur. Pavese kendine gerçekten rastlantılardan
kurtulup kurtulmadığını sorar. Gerçekten hayatındaki tüm seçimlerini kendi özgür
iradesiyle mi yapmıştır bunu sorgulamaktadır.
"Zaman zaman, hiçbir şeye yaramaz haber bültenlerini dinledikten sonra penceremin
kenarından dışarıdaki, terk edilmiş üzüm bağlarına baktığımda, rastlantılardan oluşan bir
yaşamın yaşam olmadığını düşünüyorum. Ve kendi kendime gerçekten rastlantılardan
sıyrılıp sıyrılmadığımı soruyorum." (96)
Yazar yolculuk olarak adlandırdığı yaşamına yine bir yolculukla devam eder.
Yaptığı bu yolculuklar ve edindiği deneyimler ona hayata dair çok şey katmıştır. Hayata
olan bakış açısını genişletir. Yazar birçok ülkeyi ziyaret ettikten sonra varoluşçuluğa
özgü olan “Bireysellik” kavramı ile ilgili olarak inancı daha da güçlenmektedir.
Dostoyevski’nin kitaplarında bulduğu inanca geri döner. Özlünün örnek olarak
gösterdiği Dostoyevski de varoluşçuluk akımının önemli yazarlardan biridir. Savaş
zamanında yaşanan ahlaksal siyasal bütün sorunları, toplumun yaşadığı sıkıntıları dile
getirir. Toplum sorunları ve savaş ile ilgili gözlemlerini dile getirir.
Savaş anında, o da Pavese gibi savaşamayacak sığınacak bir tepe bulursa oraya
sığınacaktır. Edebiyat ile ilgilenen insanların elinin silah tutamayacağını, kimseyi
176 “İnsan Kendi Yapıp Ettiğinden Başka Hiçbir Şey Değildir”
http://sanatkaravani.com/insan-kendi-yapip-ettiginden-baska-hicbir-sey-degildir-jean-paul-sartre
(06.07. 2017)
116
öldüremeyeceğini savunur. Zamanında İtalyan eleştirmenler onun böyle hassas bir
yapıda olduğunu anlayamamıştır.
Şimdi, mısır tarlaları arasında Torino yönünde trenle ilerlerken, çeşitli ülkeleri
ardımda bıraktığımda, bireyselliğe olan inancım giderek daha da güçleniyor. O
zamanlar, dünyayı ilk kavrayışıma yol açan Dostoyevski'nin dünyasından edindiğim
inancıma geri dönüyorum. Ülkeleri yöneten bir başka güç. Devrimleri yapan bir
başka güç. Savaşları sürdüren bir başka güç. Bir iç savaşta, ben de tıpkı Pavese gibi
kaçıp tepelerime sığınırdım, tabii varsa tepelerim. Çevresini şiire dönüştürmek için
dünyaya gelmiş bir adam, tabii silahla başkalarını öldüremez. Onun bu yönünü
anlamayıp, onu eleştiren o dönemin İtalyan ilericilerini bağışlamıyorum işte. (s. 96)
"Yeterince dolaştım dünyayı ve anladım ki her insan iyi ve her biri diğeri ile eşdeğerde."
(101)
Otelin girişinde olan yaşlı kadınla oturduğunda Matisse dediğini duyar. Sanki
Pavese’ye benzemektedir. Bu ressam da varoluşçuluk felsefesi ile bağlantılıdır. İnsanlar
ve nesnelerin duygularıyla dışavurumun gerçekleşmesi ve resme yansıtılması gerekir.
Beckett’ın oyunundan bu alıntıya atıfta bulunarak, bunu kendisine uyarlar.
“Yeryüzündeki tüm gözyaşları hep aynıdır. Bir yerde biri ağlamaya başlayınca, bir
başka yerde bir başkasının gözyaşları diner. Gülme de böyledir. Öyleyse çağımızı
kötülemeyelim, o da öncekilerden daha mutsuz değil.” Yaşam zıtlıklarla doludur. Birisi
öykü yazmayı sonlandırdığında bir başka yerde başka bir kişi anlatmaya başlar ve aynı
şey intihar için de geçerlidir. Biri bir yerde ölüyorken, başka biri başka bir yerde
doğuyordur. Yaşam bu başlangıç ve bitiş arasındaki olaylar örgüsü ve zıtlıklarla
doludur. Ölüm teması varoluşçu bir öğe olarak burada karşımıza çıkmaktadır.
—Matisse c'est Matisse*, diyor bir melodiyle. Büyük isim. "Yeryüzünün gözyaşları
sonsuzdur. Biri ağlamaya başladığında, bir başka yerde, bir başkasının gözyaşları
diner." Beckett'in bu cümlesini Nuto'nun çardağı altında değiştirerek yazıyorum...
"Yeryüzünün öyküleri sonsuzdur. Biri anlatmayı bitirdiğinde, bir başka yerde, bir
başkası anlatmaya başlar." "Yeryüzünün intiharları sonsuzdur. Biri, bir yerde intihar
ettiğinde, bir başkası intihar etmeye hazırlanıyordur. Biri ölmeye başladığında, bir
başka yerde yaşama başlıyordur diğeri."
*Fovizm akımının öncüsü olan Fransız bir ressamdır. “Bu ressamlar; dış görünüşlerin betimlenmesinin
gerçeğin yalnız bir yüzünü içerdiğini, nesnelerin ruhuna inmediğini biliyorlardı. Onlar, hem
gözlemledikleri nesnenin en ince ayrıntısına değin çözümlenmesinin, hem de düşünsel işlemlerin
betimlenmesinin, varlığın tümünü anlatmakta yetersiz kaldığını anlamışlardı. Matisse buna şöyle bir çıkar
yol buldu: "Her şeyden önce ulaşmak istediğim şey dışavurumdur. Dışavurum bence bir yüzü birdenbire
canlandıran veya kendini şiddetli bir harekette gösteren bir coşkuda değil, herhangi bir resmin tümel
örgütlenmesindedir. Nesnelerin kapladıkları mekân, bunların çevresindeki boşluk ve oranlar, hepsinin bu
konuda payı vardır. Rengin başlıca amacı dışavuruma olabildiğince yardım etmektir". Nesne, resme
doğrudan doğruya ve çarpıtılmadan katılması gereken duygular uyandırır. Burada amaç, duyularla
algılanmış dış gerçeği, sanatçının içindeki gerçekle kaynaştırmaktır. Bu, Kandinsky’nin de sözünü ettiği
gibi sanatsal bireşime (sentez) ulaşmak çabasıdır.”
“Fovizm”, https://www.turkcebilgi.com/fovizm (15.07. 2017)
117
Yazar istasyonda öpüldüğünde heyecan duyar ve o an kendini hayata yeni
başlayan bir genç gibi hisseder. Aslında her gün yeniden başlayan bir benlik ile
uyandığını ve çevresindeki insanların da bu durumu fark ederek geçmişi ve başlangıcını
anında taşıyan birine yaklaşmak isteyip hayatının gizli yönlerine ortak olmalarını dile
getirir.
Saat 14'e birkaç dakika kala istasyona geldiğimde, bu kez Orazio'yu göreceğimi
biliyorum. Tren hareket etmeden önce, beni öpüyor. Heyecandan yüzündeki kaslar
titriyor. O an, kendi kendimi, yaşama yeni başlayan bir delikanlı gibi duyuyorum.
Her gün yeniden başlayanın yalnız ben olmadığımı, karşımdakilerin de bu özelliğimi
algılayarak yaşamın gizliliklerine yarmak isteyen bu gençlerin, benim geçmişini ve
başlangıcını anında taşıyan bir kadın olduğumu sezerek bana yaklaştıklarını an-
lıyorum. (108)
Orazio adlı genç yazarla birlikte olmaktan mutluluk duyar. Yazar yine
zıtlıklardan bahseder. Yağmurdan sonra güneş çıkmıştır. Acı ve üzüntüde yerini
mutluluğa bırakmıştır. Bir başka yerde bir başka kişi acı ve mutsuzluk duyacaktır. Her
ne kadar mutlu olmak istese de gökyüzünün griliği bile karamsarlığın devam ettiğini
gösterir. Yazar gazinolardan gelen müziğin melankoliyi arttırdığını ve intiharı
düşündürdüğünü açıkça ifade eder. Orazio olmasa bu duyguya yenik düşeceğini dile
getirir.
— Seninle birlikte geçen günler olağanüstü günler, diyor Orazio. Saçlarımı okşuyor.
Boşalan yaz yağmurundan sonra arada bir güneş çıkıyor. Ama gene de, gökyüzü gri
bulutlar içinde. Kimi gazinolardan müzik sesi geliyor. Müzik bile canlı kılmıyor bu
bahçeleri. Aksine, müzik melankoliyi artırıyor. Orazio olmasa, yiteceğim duyguların
acılığında. Bu yeşil o denli intiharı düşündürüyor.
Yazar bu bölümde çocukluk anılarına geri dönerek, çocukluğunun ne denli sıkıcı
olduğundan bahseder. Çocukluğun soğuk geceleri adlı kitabına atıfta bulunur; burada
akıl hastanesinde geçirdiği günlerden bahsetmektedir. Çocukluğun sınırlarının ne denli
dar olduğunu düşünür. Küçükken imkânlar kısıtlıdır ve aileler çocukların yapmak
istediklerini engelleyerek sınırlarını daraltır. Büyüdüğünde de aynı gözlerle
bakmaktadır fakat algıları daha fazla çoğalmıştır. Çocukluğunda hastanede kalmasını
tutukevi olarak görür. Çocukluğunun sürgün olduğunu ve intihara sürüklenip ölüler
ülkesine yolculuk yapmak istemediği için çocukluğundaki anılardan kaçmak zorunda
olduğunu ifade eder.
Şimdi burada, Torino'da, Valentino Bahçelerinde, çocukken neden o denli
sıkıldığımı anlıyorum. Çocukluğun sınırları korkunç. Çocukluğun soğuk geceleri
gibi. Sınırları, olanaksızlığı, görüntüleri, hareketsizliği, çocukluğun dar sınırları
korkunç. Büyüklerin, kendilerinin yetişkin, çocukların çocuk olduğunu düşünmeleri
korkunç. Çocukken insanın çocukluk sınırlarına taşmasına izin verilmiyor. Oysa
çocukken de dünyayı aynı gözlerle gördüğümü, aynı gözlerle, aynı düşünceyle,
118
duygular ve sezgilerle kavradığımı anlıyorum. Yılların geçmesi ancak bu sezgileri,
duyguları, düşünceleri, dünyaya bakan gözlerin algılamalarını çoğalttı, üst üste
yığdı, dayanılmaz bir çığ biçiminde büyüttü. Ama şimdi çocukluğun tutukevinde
değilim. Çocukluğun sürgününde değilim. Çocukluk tutukluk, çocukluk sürgün.
Torino kenti gibi. İnsanın kaçması gereken bir kesit. "Ölüler ülkesine yolculuğa"
çıkmaması için, kaçması gereken bir kesit.
Yazar sürekli ölümü hatırlamakta, intiharın iyi bir şey olduğuna inanmaktadır.
Umutsuz ve karamsar bir insan olarak hayatını sürdürmektedir. Karamsarlık, yaşam ve
ölüm gibi zıtlıklar arasında bağlantı kuran insanı hareket etmeye sevk eden ve gün
geçtikçe giderek güçlenerek insanı aşan bir öğedir: “Bizi yaşam ve ölüm, sevgi ve
yitiklik, çocukluk ve yaşlılık arasında hareket ettiren karamsarlık. Yitmeyen
eksilmeyen, giderek güçlenen, bizi aşan karamsarlık.” (115)
3.1.5. Saçma/ Sorgu
Yazar, anlatısının büyük bir bölümünde hayatı sorgulamakta ve yaşamdaki
saçma olan bazı olayları ve kuralları ifade etmektedir. Yaşamı boyunca birçok kişiyi ve
birçok nesneyi düşünüp sorgulayarak günlerini geçirir.
Latislav’ı düşünüyorum. Onu düşünüyorum. Zoran’ı düşünüyorum. Selanikli genci
düşünüyorum. Ölümsü yorgunluğumu düşünüyorum. Bu yolculuğum süresince
gördüğüm sayısız insan yüzlerini düşünüyorum., babalarıyla yaz tatiline giden hasır
şapkalı çocuklar, Türk işçileri, batı almanlar, doğu almanlar çekler, Avusturyalılar,
Yugoslavlar, İtalyanlar ya da güzel, hoş, yaşlı, şık, deli, ince, şişman biçimler
halinde bana yansıyan önümden gelip geçen yüzler. (93)
Yazar yaşamı boyunca burjuva olan insanları sevmez ve bu duygulardan
kaçmaya çalışır. Sıradan insanların hayatını bile kendine dert edinir. Yoksulları, işçileri,
acı çeken kadınları, savaşta ölen çocukları düşünür. Çevreye ve herkese karşı duyarlı ve
hassas bir kişiliğe sahiptir. Günlük yaşamın kurallarından kaçmayı başarmıştır.
Kendisini hiçbir kesime ve hiçbir yere ait hissetmez.
Letizia’yı düşünüyorum seksen dört yıllık geçmişi ile eksiksiz bir geniş zaman
oluşturan Letizia’yı. Kendimi düşünüyorum, her zaman kaçtığım küçük burjuva
duygularını, zorunlu olarak katıldığım günlük yaşamın tüm kurallarından bir kez
daha kaçmayı, başaran kendimi ve bütün bu duygu ve durumları, hiç değilse bu
yolculuk süresince boğabildiğimi düşünüyorum. Ne vatandaş, ne halk, ne de küçük
burjuva olmadığımı biliyorum. Bu ufacık tanımlama bile bana direnç veriyor. (93)
Yazar her şeyi düşünüp sorguladığı anda büyük bir baş ağrısı hissetmektedir.
Bunun neden olduğunu sorgular ve kendisine öfke duyar. Yaşamın ona verdiği sıkıntı
ve acı bedenine yansımakta ve baş ağrısı çekmektedir.
119
Bu sabah, artık diş ağrıları hemen hemen kesilmiş gibi. Ama kendimi ilaçlar kadar
acı duyuyorum. Tabii, diş ağrılarının yerini baş ağrıları aldı. Boynum tutuk.
Uyanığım. Her hareket bedensel bir acı. Baş ağrılarının hangi çeşidini çektiğimi
bulmaya çalışıyorum. İstanbul lodosunun baş ağrılarımı, Berlin’in bulutlu
gökyüzündeki mi, yolculukların baş ağrısı mı, ya da saatlerce süren migren mi.
Zaman zaman belimin altında çıkan büyük yara, bu sabah gene belirdi. Gene neye
öfkelendim. Kendimden başka. Kendim dâhil her şeye öfkeli değil miyim? Öfkeyi
de aşmıyor mu öfkem. (92)
Özlü’nün varoluşunu hissettiği an çocukluk resimlerinde yaşadığı zamandır.
Yazar sürekli hayatı sorgulamakta ve kendine yaşamla ilgili sorular sormaktadır bu
kısımda çocukluğuna dair sorular sorar ve cevap bulur. Resimler ve oradaki varoluş anı
onun için sonsuzdur. Yaşadığımız anlar, anılar gelip geçicidir. Oysa somut bir eser olan
resimler o varoluş anını sonsuza dek göstermektedir. En sevdiği yıllar olan çocukluk
yıllarına özlem duyar.
Bulvarların ve evlerin uzantısında çocukluk sorularımın yanıtını buluyorum.
İçimdeki çocuk konuşuyor: İşte yaşam burada. Sınırsız varoluş. Çocukluk
resimlerinde sınırlı olan varoluş. Ama şimdi sonsuz işte. Sonsuzluğu yakalayabilen
için. İşte burada. Ev sıraları biçiminde (...) geniş bir cadde biçiminde, çıplak bir
ağaç biçiminde. Yaşlı bir kadın biçiminde. Bir sarhoş biçiminde. Sen çocukluğunun
özlemi içinde özlemeye devam ediyorsun...(23)
3.1.6. İntihar / Ölüm
Özlü, anlatısının birçok bölümünde intihar ve ölüm temasını işlemektedir.
Hayatı doğumdan başlayarak tümüyle sorgulamakta olan, yaşamın anlamı nedir
sorusuna cevap arayan yazar, çevresindeki gözlemleriyle birlikte ölüm ve intihar
konusuna sıkça değinmiştir.
Üzerinde yaşadığı dünyayı ve çevresindeki olayları gözlemleyen yazar;
insanların çesitli düşüncelere sahip olduğunu, bazı kişilerin intihar etmek istediğini,
kimi insanların ise sevdiği bir kenti ya da bir kişiyi özleyeceğini, kimilerinin
beklenmedik bir şekilde ölümü tadacağını, inançlı kimi insanların tanrıya yalvaracağını,
acımasız olan kimi insanların silahla ya da bomba atarak savaş sonucu masum insanları
öldüreceğini, kimi insanların ölümle yargılanacağını anlatmaktadır.
Böyle derinden üzen olaylar olduğu gibi iyilik için barış konferanslarına
katılmak üzere uzak kentlere yolculuklar yapan kişiler, ağlarını sulardan çeken
balıkçılar, kapılarının önünü süpüren kadınlar, trafikte seyahat eden insanlar da olağan
günlük yaşamına devam etmektedir. Gazetelerin basıldığı, sabah programlarının
başladığı sırada aslında gömülmeyi bekleyen birçok ceset vardır. Yaşam her zaman
120
zıtlıklar ile doludur. İnsanlar birbirlerinin sevinç ve üzüntülerinden habersiz hayatına
devam etmektedir. Özlü’ ye göre birbirinden bağımsız üzüntü verici ve olağan birçok
olayın yaşandığı o gün o kadar uzundur ki o sabahı sonsuz bir dünyanın sonsuz
yazından bir sabah olarak yorumlamış mübalağa sanatını kullanmıştır.
Kimi bir intiharı düşünecek. Kimi özlem duyduğu bir kenti. Özlem duyduğu bir
insanı. Kimi, bugün beklenmedik bir ölümlü ölecek. Kimi yalnız dağlar ve tarlalarla
tanıdığı dünyasına bakacak. Kimi tanrısına yakaracak. Kimi bir silahla birisini
öldürecek. Kimi birilerini Öldürmek için bir yere bomba atacak. Bombalı pankart
asacak. Kimi ölümle yargılanacak. Kimi barış konferanslarına katılmak üzere uzak
ülkelere kısa bir yolculuğa çıkacak. Bütün ülkelerin orduları savaş talimi yapacak.
Gazeteler basılmıştır. Radyolar sabah programlarına başlayacak. Akdeniz'de balık-
çılar ağlarını çoktan sulardan çekmiştir. Akdeniz'de kadınlar kapılarının önlerini
çoktan süpürmüş, sulamıştır. Kamyonlar, arabalar yollardadır. Buzhanelerde bugün
gömülmeyi bekleyen cesetler vardır. Sonsuz dünyanın sonsuz yazlarından bir sabah.
(41)
Yazarın Pavese’ye olan hayranlığı o denlidir ki hiçbir yerde olmak istememesine
rağmen Pavese’nin yaşadığı ve öldüğü şehre gitmek için çok isteklidir. Eğer Pavese
intihar etmeseydi belki onu görüp okşayabilecektir. “En güzel acılı yüz” tabiri ile edebi
sanatlardan olan oksimoron* (oxymoron) sanatını kullanmıştır.
Bugün, 14 Temmuz 1982 günü, saat üçü on iki geçe Torino' ya * doğru yol alan
trenden başka hiçbir yerde olamazdım. Hiçbir yere, Cesare Pavese' nin yaşadığı
çevreye gittiğim kadar istekle gitmedim. İçindeki intihar itimini henüz taşıyor
olsaydı, belki bu, en güzel acılı yüzü görebilecek, kim bilir belki okşayabilecektim
de. (96)
Her şeyin bir başlangıcı ve sonu olduğu gibi sevginin de başlangıcı, devam eden
süreci ve bir sonu vardır. Sevginin bitişiyle birlikte kişi boşluk ve yalnızlık içinde olur.
Yaşam da tam olarak tanımlanamaz belirsizliklerle doludur. Biz onu anlamlandırmaya
ve yön vermeye çalışırız.
Yaşamı sorgulamayan insanların acı duymadan öldüklerini, her şeyi olduğu gibi
kabul ettiklerini ancak yaşamın ölümle, ölümün de yaşamla anlamlı hale geldiğini ve
birbirlerini tamamladıklarını açıklamak istemiştir. Yine yaşamda olan her ayrılış bir
beraberlik ve her sevgi sevgisizlik gibi zıtlıkları ve bu zıtlıklardan yola çıkarak insan
aslında yalnız mı olmalıdır yoksa biriyle birlikte olursa varoluşunu unutur mu ya da
daha derinden mi algılar gibi sorular sorar. Aslında her varoluş kendisi ile birlikte
ölümü getirmektedir. Ölüm her canlı için kaçınılmaz bir sondur.
Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık
ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi. Sevgi isteği,
kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyük. Belki kendilerine yaşamı kanıt-
* Oksimoron: Birbiri ile çelişen zıt iki kavramın kullanılmasına denir. * Torino:İtalya'nın kuzey-batısında bulunan bir kenttir.
121
lamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya
dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. Ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik,
ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar. Oysa yaşam ölümle,
ölüm yaşamla tanımlı. Ama sen. Senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış
beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an. Birisinin teniyle
yan yana olmak, kendi var oluşumu unutmak mı? Ya da daha derin algılamak mı?
Kendi var oluşum. Her var oluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu? (11)
Yazar her canlıyı her nesneyi hafızasında kaydedip bu anılarla hayatını dolu dolu
yaşadığını hissetmek ve kendinin büyüyüp geliştiğini, yaşamın ucuna olan
yolculuğunda, kendi içine yolculuğunda daha derinlere gittiğini hisseder. Her anıyı, her
görüntüyü kaydetmelidir. Yaşamını biçimlendirmekte ve kendi kurduğu egemenliğinde
aşkı ölümü ve yaşamı sorgulamaktadır.
Şimdi Doğu İstasyonundayım. Şimdi dünya önümde açılacak. Kendini bana sunan
her şeyi, yetişmekte, solumakta ya da ölmekte olan her şeyi ya da ölmüş olanı daha
da büyük biçimlendirmem gerek. Doğanın, yaşamın, düşlerin, duyguların bana
sunabildiğinden daha çoğunu yaşamam, daha çoğunu algılamam, daha büyüğünü
duymam gerek. Her nesneyi, her canlıyı, herhangi bir insanı, anlık her görüntüyü
yaşantıya dönüştürmeliyim. Yaşamı büyütmek, kendimce geliştirmek,
derinleştirmek, genişletmek, rüzgârlarla estirmek, yağmurlarla yağdırmalıyım, ta ki
kendimi canlı ya da cansız, doğmuş ya da doğmamış tek bir nokta olarak görene
dek. Ve kendi üzerimde kurduğum bu egemenlikle ölümü de büyütmem gerek.
Yaşamım, ölümüm her yaşam, her aşk ve her ölüm olmalı. (33)
Pavese’nin intihar etmesiyle ilgili olarak onunla konuşur gibi yaşamın gözünün
önünden bir film şeridi gibi geçtiğini ve artık ölümü beklemekten başka bir çaresi
kalmadığını, yaşamın belli bir zamanı olmayan birbiri ile iç içe olaylar örgüsüne sahip
bir döngü olduğunu söyler delilik, akıl, varlık, boşluk her şey iç içe geçmiş zıtlıklardan
ibarettir. Gecenin ardından gün ağarmakta her gün bu gibi başlangıç ve bitişler
yaşanmaktadır. İnsanlar doğduğu gibi ölecektir ve ölüm konusunda şu sözleri dile
getirir:
Niçin bugün, yaşamın, tüm yaşamın önünden geçip gittiğini, artık ölümü
beklemekten başka bir şey olmadığını, her gün gibi, bir kez daha anıyorsun. Yaşam,
zamansız. Yaşamın hiçbir zamanı yok. Çocukluk, kadınlık, erkeklik, yaşlılık, yaşam,
ölüm, sevgi, sevgisizlik, doyum, duyumsuzluk, her şey iç içe. Akıl, delilik, varlık,
boşluk iç içe. Kuzey Avrupa'nın beyaz geceleri gibi. Kararmayan havanın ardından,
hemen gene, günün ağarması gibi. (12-3)
Berlin’in insana hem ölümü hem yaşamı hatırlatan bir kent olduğunu ifade eder.
Ona göre duvarlar insanın üzerinde bir baskı oluşturur. Duvarlar burada toplumun genel
geçer ahlak kuralları, gelenek ve görenekler, örf ve adetlerdir. Baba evinden beri onun
peşini bırakmayan toplumun oluşturduğu bu sosyal kurallar onun özgürlüğünü
sınırlandıran duvarlardır. Burada değer yargıları duvarlara benzetilmiştir. Evlerin
duvarları, tüm hastanelerin okulların devlet dairelerinin acımasız duvarları bunaltıcıdır
122
ve bu kapalı alanlarda insanlar özgür olamaz hem fiziki olarak hem de psikolojik olarak
örülen duvarların oluşturduğu baskıdan bahsetmektedir.
Hiçbir kent insana Berlin kadar Ölümü, hiçbir kent insana Berlin kadar yaşamı
düşündürmüyor. Her duvar dar. Her duvar kapalı. Her duvar insanın üzerinde bir
baskı. Bu kentin her yerine daha önceki duvarlarımla birlikte gidiyorum. Ana
babamın evinin dar duvarlarıyla. Evliliklerin bunaltıcı duvarlarıyla. Büroların sigara
kokan duvarlarıyla. Okulların acımasız duvarlarıyla. Evlerin, hapishanelerin,
önlerinde insanların asıldığı, kurşunlandığı duvarlar. Hastane duvarları. Tımarhane
duvarları, mermer duvarlar, yoksul evlerin duvarları, ihtiyarlar yurdu duvarları,
kulübe duvarları, gecekondu duvarları, kent duvarları, sistemlerin duvarları. (15-6)
Pavese’nin “öykü ve şiir yaratmak için doğmuş olanlar, âşık olmakla
yetinemezler, çünkü aşkın sanatsal bir yapıtı oluşturacak entelektüel örgüsü yoktur.
Özlü’ ye göre her anı yaşanmış ve geride kalan bir ölü varlıktır. Yazar biten ilişkisinden
bahsederken bu kişinin geçmişte kalan bir ölü olduğunu, artık sanatına, sözcüklerine
dönmesi gerektiğini dile getirir. Ancak o zaman yaşam anlamlı hale gelir ve sözcüklerin
içinde olan duyguları anlatmasıyla yaşamı dolu hissettiğini; duygularını sözcüklere
aktaramadığı gecelerde varoluşunun ne denli küçük olduğunu hissettiğini anlatmaktadır.
Her anı ölüdür. Şimdi sen de bir anısın. Sen de ölüsün. Her zaman benimle birlikte
olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek. Sözcüklerim
olmadaki o gökyüzüne nasıl dayanabilirdim. O caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla
uyanıklık arasında öylesine yatıp uyuyamadığım için sinirlendiğim ve her şeyi
düşünüp, kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğim gecelere. Ya da uykunun
ölümsü derinliğinde var oluşumuzun küçüklüğünü algıladığım gecelere. Bu yaşam,
beni ancak içimde esen rüzgârları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü,
içimden taşmak isteyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o
rüzgâra, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor. Başka hiçbir şey.
Şimdi sen bir anısın. Tenin herhangi bir yerde sürdürecek yaşamını. Hiçbir sevginin
ardından gidemem. Sevgi inandırıcı değildir. Düşüncelerin bulduğu, düşüncelerin
biçimlendirdiği bir durumdur. Düşünüldüğü oranda büyür, derinleşir, büyütülür,
derinleştirilir. Ne denli düşünülürse, o denli büyür. O denli dayanılmaz boyutlara
ulaşır, ulaştırılır. Gerçekleştirilemez. Soyutlasın Ve hiçbir zaman bitmez. Yaşam
gibi. Ölüm gibi. (21)
Başka hiçbir şey zamanı dolduramaz ve yaşamı anlamlı hale getiremez. Sevginin
peşinden koşmayacaktır ve inandırıcı olmayan düşünüldükçe önemli hale gelen gerçek
olmayan soyut bir kavram olduğunu, sevginin bitmeyen bir olgu olduğunu aslında
yaşam ve ölüm kavramları gibi döngüsel olarak devam edebileceğini anlatmak ister.
Özlü Pavese’den yaptığı alıntı ile anlatısına devam eder. İnsanları öldüren kaderin
onların cesetlerini bize örnek olarak gösterdiğini ve bizim de sorumlu olduğumuzu, korkmanın
bir kaçış yolu olmadığını, bu gerçeklik karşısında utanç duyduğumuzu, savaştan dolayı ölen
insanlardan dolayı bu insanlara borçlu olduğumuzu ve onların sayesinde hayatımıza devam
edebildiğimizi, bu şehitlerin ölümlerinin hesabını yaşayan insanlara soracağını ifade eder.
123
İnsanları öldüren kader, onları görebilmemiz ve gözlerimizi bu cesetlerle doldurabilmemiz
için bizi de sorumlu kılıyor. Korku, alışılagelmiş korku, kaçış değil. İnsan, gerçeği kavradığı
için utanıyor - işte gerçek önümüzde: Her ceset sen, ben ya da biz olabiliriz. Arada hiç
fark yok. Eğer yaşıyorsak, bunu bir başkasının kirletilmiş cesedine borçluyuz. Bu nedenle
her savaş bir iç savaştır. Her şehit, yaşayan canlıya benzer ve ondan ölümünün hesabını
sorar. (77)
Özlü, Svevo’nun yaşadığı İtalya’nın Trieste kentinde yolculuğuna devam
etmektedir. Yazar Svevo, Kafka ve Pavese gibi ölülerin yazdıklarından ve
yaşamlarından ilham aldığını ve bu yazarların ona yaşama cesareti verdiğini onların
anlatılarında kendi yaşanmışlıklarını bulduğunu, bu kişilerin dünyanın her olgusuna
anlam kazandırdığını ve bu kahrolası dünyayı yaşanabilir bir yere dönüştürdüklerini
anlatır. Özlü, bu üç yazarı rehber edinerek yaşam ile ölüm yarasında gidip gelmekte
hayatı sorgulamaktadır. Hem bu yazarların yaşadığı kentlere olan yolculuğu, hem de
kendi benliğine olan yolculuğu aynı anda devam etmektedir. Trieste’de Svevo’nun
çocuğuyla konuşmakta babası hakkında bilgi almaktadır. Bu konuşmada çok sayıda şair
ve yazarın hayatı hakkında bilgi vermektedir.
Bütün yaşama cesaretimi ölülerden alıyorum. Anlatılarında yaşadığım ölülerden. Bu
kahrolası dünyayı, yaşanır bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış ölülerden. Dünyanın
ihtiyacı olan, her olguyu vermiş, söylemiş, yazmış Ölülerden. (80)
Woolf gibi Tezer Özlü de, kitabında ikinci dünya savaşına değinmiştir. Bu savaşta
ölüm her zamanki gibi kaçınılmazdır ve Kafka’nın kız kardeşleri ve Milena öldüğü gibi
Svevo’nun da üç torunu bu savaşta hayatını kaybetmiştir. Svevo Kafka hayranıdır her
ikisinin de ortak özelliği yaşamlarının acılarla dolu olmasıdır. Edebiyat insanların;
ancak acıların katlanılamaz olduğu yaşamla ölüm arasında gidip gelen o çizgiye
erişmesi ile ortaya çıkar. Sıkıntı, bunalım ve acı yaşamayan herhangi bir kimsenin
yazmak için bir konusu ya da hayata dair söyleyebileceği düşünceleri yoktur.
Çoğunlukla çok acı, sefalet çeken insanlar sanatçı ruhunu taşır ve bu olgunluğa ulaşır.
Tarihte bunun her alanda çok fazla örneği vardır.
Svevo da ölmeden önce hastalığı yüzünden acı çekmiş aslında ölmenin hiçbir şey
olmadığını, belki de yaşamın daha acı olduğunu ve ölümden sonrasının daha iyi
olacağını söyleyerek kızını teselli eder. Ölmek bir kurtuluştur. Yaşamı katlanılmaz kılan
acı, adaletsizlik, savaş, üzüntü bunaltı, sefalet gibi çok fazla olgu vardır. Var olduğumuz
gibi hiç olmamız, yok oluş da evrenin kurallarından biridir dünya zıtlıklar üzerine
kurulmuş bir yerdir.
Kafka'nın kız kardeşleri ve Milena'yı toplama kampında öldüren İkinci Dünya
Savaşı, Svevo'nun da üç torununu öldürmüştü. Her iki yazar da bu acıları
124
bilmediler.—Kafka'nın yaşamı ne denli acılarla geçti. Babam, acısını içinde taşıyan
bir insandı.(Acılar olmadan yazılabilir mi. Edebiyat, yaşam ve ölümün sınırlarının
artık acıları tutamadığı, tutmaya yeterli olmadığı yerde başlamıyor mu.)—Babam,
acısını dışarı vurmazdı. Ölümüne neden olan kazadan önce hastaydı. Öyle çok sigara
içerdi ki. (Bir an durmadan, sigara içen Zeno.) —Her gün en az altmış sigara.
Ciğerleri hastalanmıştı. Soluk alamıyordu. Bacağı kırıldığında iki gün soluk
alamadı. Öleceğini anlamıştı. Ölümü, yaşlı bir filozofun ölümüydü. Ağladığımı
gördü. "Ağlama, Letizia, ağlama. Hiçbir şey değil. ÖLMEK HİÇBİR ŞEY
DEGİL.”Yaşam, belki de benim algıladığımdan daha acı. (83)
Özlü, Svevo’nun kızı Letizia ile yaptığı konuşmada resimlere bakarken o yıllara
artık dönmek istemediğini çok büyük ve acıları geride bıraktığını geriye yalnızca o
günlere ve o kişilere duyduğu özlemi dile getirir. Sevdiği kişiler ölünce artık hayat boş
ve anlamsızdır. İnsan denen varlık ise; varoluşunun getirdiği dayanılmaz bir acı, kaygı,
sorumluluk ve tek başınalığının acısını yaşar.
— Ah, artık dönmek istemiyorum o yıllara. Çok büyük sevinçler vardı. Ama çok da
büyük acılar. Yaşlanmanın en acı olgusu insanın tüm dostlarını yitirmesi. GERİ
KALAN YALNIZ BOŞLUKLAR. İNSAN YALNIZ, diyor Letizia. Seksen" dört
yılın onu getirdiği, bana dek ilettiği anın içinden, muhteşem lambaların altında.
Mermer salonlarda. (88)
Özlü, yaşamın ucuna doğru olan bu yolculuğunda bu üç yazara hayranlık duyarak
sürekli kaçış halindedir. Hep bir yerlerden gitmek ister. Kaçış onun için özgürlüğüne
kavuşma simgesidir. Çocukluk, acı, sevgi, evlilik, ülke, her, sınır, sınırlılık,
alışkanlıklar, dünya, öteki dünya her şeyden kaçar.
Yaşamı sorgularken ve çektiği acılarla ve sorumluluk yükü ile her gün ölüp
yeniden dirilmektedir. İçinde sürekli çatışma halinde olan iki kişilik vardır. Bu iki zıt
karakter tek bir “ben”de birleşmiştir. İçinde var olduğumuz zaman aslında zamansız bir
kavramdır. Sonsuzdur, sınırlı görünmesinden öte sınırsızdır. Burada görelilik
kavramından bahsedilmiştir varoluşçulara göre değerler ve ahlak göreli olduğu gibi
zaman da görelidir. Kişiye özgü ve bireyseldir. Nesnel değil öznel zaman geçerlidir.
Kişinin tek yapması gereken her şeyi reddederek yaşamı sorgulaması, anlam
araması ve özgür seçimler yapmasıdır. Ancak o zaman kendi benini oluşturur. Ve kendi
zaman algısı içinde zaman hızlı ya da çabuk geçer; tıpkı eğlendiğimizde zamanın hızlı
geçip, sıkıldığımız bir şey ile ilgilendiğimizde geçmek bilmemesi gibi.
Valentino Bahçelerinde tek mutluluğumun kaçmak olduğunu kavrıyorum. Her
şeyden. Her şeyden. Bütün çocukluklardan, bütün acılardan, bütün sevgilerden,
bütün doyumlardan, bütün gecelerden, bütün günlerden, evlerden, evliliklerden, aile
bağlarından, her genç aydan, her ülkeden, her sınırdan, her sınırlılıktan,
alışkanlıklardan, her dünyadan, her öteki dünyadan, her yaşamdan. Her gece
ölüyorum. Sonra ölümden kaçıp yeniden canlanıyorum. Her yirmi dört saat, hem
yaşam, hem ölüm. Ve ilk kez bu yolculuğum süresince, yazarlarımın çevrelerinde,
sokaklarında, kahvelerinde, bulvarlarında, mezarlarında, evlerinde, dünyaya
125
baktıkları yörelerde çıktığım bu yolculukta, içimde sürekli çakışan ikili kişiliğin, tek
bir "ben"de birleştiğini sezinliyorum. İçinde var olduğum zamansızlığın tüm sonsuz-
luğunu, tüm sınırsızlığını hem ardımda, hem önümde kavrıyorum. Sonsuzluğu
zaman zaman bir ışık, zaman zaman da gri bir çizgi olarak görüyorum. Ama çocuk
da o ışığı esen tepelerde görmüyor muydu? (120-1)
Yazar; bu kısımda Pavese’nin otel odasında uyku ilacı alıp intihar etmesine atıfta
bulunmuştur. En çok sevgi beslediği ve en büyük yakını Pavese’dir. Torino’ya
yaklaştıkça Pavese ile sarılıp inanamadıkları sevgi ile bütünleşeceğini hayal eder.
Torino'ya yaklaştıkça, bir odada, bir otel odasında, giysileri içinde ölü bulanan
Cesare Pavese'yi, giderek daha çok düşünüyorum. 11 yıl, 11 ay ve 15 gün önce.
Duygularım, belki de en büyük sevgimin, en yakınımın bu ölü olduğunu söylüyor
bana. O ölüye olan sevgim canlanıyor. Birbirimize sarılıp, acı içinde, inanmadığımız
sevgi içinde bütünleşecekmişiz gibi. (92-3)
Pavese’nin “Yeni ay” romanındaki Nuto’ya benzettiği kişi ile istasyonun salonuna
kadar konuşur. Ancak trende satacağı içeceklerin listesini verene kadar; Özlü acıma
duygusunu yitirmiştir, hemen oradan uzaklaşır. Ona göre yalnızlığımızın sorumluluğu
bize aittir başkalarına yüklenemez her insan kendi kendinden sorumludur. Yaptığı bu
seçimlerin sorumluluğunu başkasına yükleyemez bu sorumluluğu sadece kendisi
taşımalı ve kavramalıdır. Nuto’nun da yalnızlığı hastalıklı boyutlarına ulaşmıştır.
Ailesi yanında her şeyi bedava bulduğu, ancak bir kadını olmadığı Venedik.
Acımıyorum. Yeryüzünde makarnanın nasıl yaygınlaştığını kavradığı gibi insanın
kendi yalnızlığının sorumluluğunu da, gene kendisinin taşıması gerektiğini de
kavramak. Bir elinde sipariş listesi, bir elinde içinde radyosunu taşıdığı beyaz
çantayla kalabalık içinde yittiğinde, hemen kaçıyorum. Gözlerindeki yalnızlık,
hastalık boyutlarına ulaşmış. (102)
Yazar yolculuğunda Pavese’nin anlatımlarından hemen bu yerleri tanır. Sevgisi
o kadar büyüktür ki onunla buluşacakmış gibi gözünde canlandırır. Kendisinin
yalnızlığını Pavese ile özdeşleştirmiştir. Sanki onunla görüştüğünde ikisi de
yalnızlıklarından kurtulacaktır.
İstasyondan çıkınca karşıya geçtiğimde önümde uzayan bulvarı hemen Pavese'nin
anlatımlarından tanıyorum. Mutlak Torino'da en çok gelip geçtiği ağaçlıklı yol
burası. Sanki bir köşe kahvesinde buluşacağız ve yalnızlığı bırakıp atacağız. (103)
Pavese Torino’da intihar ettiği için özlü bu şehri karanlık korkutucu ürkütücü bir
kent olarak tanılamaktadır. Özlü Pavese’nin yaşam acısı, ölüm özlemini hissetmeye
çalışır. İntihar teması çoğunlukla Pavese’nin intiharı üzerinden verilmiştir. Özlü her ne
kadar bu duyguya erişmek istese de intihar ederek ölmemiştir.
O zamanlar, İstanbul'da, onun kitaplarını okuduğumda, bulvarlarım, alanlarını ve
Avrupa kentlerine özgü görkemliliği ile bir kent bekliyorum. Trieste gibi. Oysa
Torino, ilk bakışta bile ürkütücü, insanın üzerine yığılan, korkutucu bir kent. Belki
de, o burada intihar ettiği için, kendi kendime ürkütücü bir hava yaratıyorum. Ama o
126
zamanlar, onun dünyasıyla, küçük sevinçleriyle, yaşam acısıyla ve ölüm özlemiyle
karşılaştığımda da, bu kentte kendini öldürdüğünü biliyordum. Bu düşüncelerle
karşıya geçiyorum, Bolonya Otelinin resepsiyonunda duruyorum. (103)
Özlü, Bolonya oteline girdiğinde Pavese kendini bu otelde öldürmüş olabilir
diye ürker. Bu uzun koridorları Kafka’nın Şato* adlı kitabındaki tarif edilen uzun
koridorlara benzetir. Burada, teşbih (simile) sanatını kullanmaktadır. Yazar bu karanlık
otel odasında çok korkar ve boğulduğunu hisseder. Kullanılmış çarşaf içinde intihar
eden kişilerin cesetlerini gördüğünü hayalinde canlandırır.
Kendini bu otelde öldürmüş olabileceği düşüncesiyle, gene ürküyorum. Hiçbir yerde
otel koridorları bu denli uzun olamaz. Kafka'nın Şato'sundaki gibi uzun koridorlar.
Korkulardaki, kâbuslardaki boyutlar gibi. Yaşamın sonuna varan koridorlar. Dü-
şümde görsem, bağırarak uyanırdım. Her katta bir kilometreyi buluyor uzunlukları.
Karanlık. Kullanılmış çarşaflan yere yığmışlar. Köşelerde yedek karyolalar. Bana
vermek istedikleri odanın tavan boyaları dökülüyor.— Çok boğucu bir oda,
diyorum. Kullanılmış çarşaf yığını içinde bir ceset, intihar etmişlerin cesetlerini
görüyorum. Bulvarlara çıkıyorum. Gecenin aydınlatılmış ve yaz insanlarıyla dolu
bulvarlarına. Korkum yitiyor. (103)
Bu otelden çıkıp başka bir otel bulmaya çalışan özlü biraz olsun Pavese’nin
intiharından uzaklaşmış, sokaklarda gezinirken hangi kahvede yazılarını yazmış
olabileceğini düşünür. Yazar intiharı sık sık aklına getirip sıkıntı yaşamakta ama öyle
olduğu kadar onu ürküten bu duyguyu kendisinden uzaklaştırmaya çalışmaktadır.
Çantamı gerimde sürükleyerek, kentin daha derinliklerine inmeyi tasarlıyorum.
Kahveler dolu. Çanta gürültü çıkarıyor. Gece insanları, kısaca gürültüye bakıyor.
Hiç aldırmıyorum. Boğucu olmayan bir otel ararken, aynı zamanda onun intiharın-
dan uzaklaştığımı algılıyorum. Şimdi, onun gecelerinin sokaklarını yaşıyorum ve en
çok hangi kahvede oturup yazmış olabileceğini düşünüyorum. (103)
Otel Roma'nın danışmasında çalışan genç, Einaudi Yayınevinde, onun odasında
oturanlardan daha duyarlı Pavese için.
— Çok kötümser bir yazardı, diyor.
— Yazın kötümserlikten doğar, diyorum. (104)
Tezer Özlü, asansöre bindiğinde sıkıntı hissederek asansörü tabuta
benzetmektedir. Yaşamının çoğu zamanında sıkıntı ve bunaltı hisseden yazar, ölüm
duygusunu yine burada yaşamaktadır. Pavese yaşadığı acı ve sıkıntılardan kurtulmanın
tek yolunun intihar olduğunu düşünen varoluşçu bir yazardır. Bu yol tek ve son yoldur.
Pavese’nin yaşadığı ve bulunduğu bu yerler çok karamsar, kasvetli, ürkütücü ve adeta
insanı intihara sürükleyen ortamlardır. Özlü’ye göre Pavese bu karanlık, korkunç ve
mistik yerleri seçerek kendisini intihara hazırlamıştır. Özlü’ye göre belki de birkaç kez
intiharı denemiştir.
* Şato:Kafka’nın 1922 yılında yazılan, öldükten sonra yayımlanan, yabancılaşma ve bürokrasi anlayışını
konu edinen romanıdır.
127
Dikey konulmuş bir tabutu andıran ve karanlığa yükselen asansöre biniyoruz.
Asansörün boyutları da bir tabut kadar. Ama Pavese'ninkinden daha büyük bir ceset
için yapılmış. Bugün, Nuto'nun atölyesinin beton çatısında bu satırları yazarken,
Pavese'nin bu tabutu da ölüme yol almak için arayıp bulduğunu kavrıyorum. Son
yolu. İntihara varmak için. Hiçbir asansör bundan daha kapalı, daha karanlık ve
dolayısıyla ölüme varmak için daha elverişli değil. Pavese'nin intiharının yalnız
anlatılarında, şiirlerinde ve günlüğünde yansımadığını, çevresine, bulvarlara, gelip
gittiği caddelere, yürüdüğü yaya kaldırımlarıyla, Torino tren istasyonuyla, istasyon
önündeki alanla, intihar ettiği otelin adıyla, otelin koridorlarıyla, asansörüyle ve
odasıyla da somut bağlantıları bulunduğunu kavrıyorum. Kenti Torino ve doğduğu
kasaba Belbo'yu, nasıl bütünüyle, duygularıyla yaşamışsa, intiharını da bu karanlık,
karabasan ve korkulu, mistik yerlerde uzun süre hazırlamış, denemiş ve yaşamış
olmalı. Belbo, insanı ölüme sürükleyecek görüntülerden yoksun. Açıklık bir kasaba.
Bu nedenle ölümünden önce sık sık Belbo'ya geliyor. (104)
Yazar, Pavese’nin yakın arkadaşı olan Nuto’nun Belbo’da yaşadığını, çok yakın
olduklarını aynı zamanda; Pavese intihar ettiğinde Nuto’nun bir yanının da intihar
ettiğini düşünür. Pavese’nin intihar ettiği kentin çok korkutucu, melankolik olduğunu
ifade eder. Bu kentin kişiye intihar özlemini yaşatan intihara sürükleyen bir havası
vardır. Pavese, Otel Roma’dan çoğu yolculuğuna çıkar ya da yolculuklarından döner.
Ve tekrar intiharı ile birlikte hiç dönmemek üzere yeni bir yolculuğa çıkacaktır.
Yazarlığının el işçisi, arkadaşı marangoz Nuto, Belbo'da. Bugün de. Ve altmış üç
dakika sonra gene atölyesinin tahta kapılarını açacak, gerisinde Cesare Pavese'nin
bir uzantısı olarak yaşamım sürdürdüğü tahta kapılarını. Neredeyse Pavese'nin bir
bölümünün yaşadığı ya da Nuto'nun bir yanının intihar ettiği söylenebilir. Otel
Roma istasyonun tam karşısındaki alanda. Yolculuklarının birçoğuna çıktığı
istasyonun. Ya da tüm yolculuklarından döndüğü... Bu kentte, onun intiharı çok
etkiliyor beni. Havayı korku verici, kentin görünüşünü melankolik buluyorum.
Kentin gizli bir gücü var. İntihar olasılığı ve intihar özleminin gizlendiği bir güç.
(104)
Özlü; Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı kitabının sonlarına doğru, intihar ve ölüm
temaları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Pavese’nin intiharını adım adım gözlemlemekte ve
kurtuluş anı olan ölüm üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu odaya girdiği anda karanlıkta
intiharı daha derin hissetmekte iç daralması yaşamaktadır. Varlığının tüm zaman ve
zamansızlığını sorgulayarak haykırmak ağlamak ister işte ölüm başak bir bilinmeyen
dünyaya yapılan yolculuk başlamış bu dünyadaki geçirilen zamanın sonuna gelinmiştir.
305 numaralı odaya gidiyorum... Burası herhangi bir oda. Ne sıkıcı, ne boğucu. Ne
büyük, ne küçük. Ne karanlık, ne aydınlık. Ne canlı, ne ölü. Ne ölüm, ne de intihar
kokuyor. Öylesi bir oda. Aksine koridorun uyandırdığı korkuları da hafifletiyor. Çok
etkilenmiyorum. Oda yenilenmiş. Pavese'nin yaşamının son gününün hiçbir izini
taşımıyor. Bir kapı daha açtığında, banyo ya da bir dolapla karşılaşacağımı
sanıyorum. Karanlık bir yere giriyoruz. Odanın kepenkleri kapalı. Karanlıkta darlığı
algılıyorum. Yalnız karanlık bir darlığı algılamakla kalmıyorum. İntiharı
algılıyorum. Aramızdaki uzaklık yitiyor. O, varlığımı buruyor. Varlığımın tüm
zaman ve zamansızlığını. Sonsuz intiharı buruyor beni. Yalnız olsam yıkılıp
kalacağım. Bu yatağa uzanacağım. Haykıracağım. Ağlayacağım, işte ölüm burada.
Ölümün her çeşidi. Oda bu: tabut. Otel Roma'nın 305 numaralı odasının yanına
128
gizlenmiş bir mezar.” Fotoğrafını gördüğümü sandığım aynı tahta karyola. Üzerinde
giysileriyle Pavese'nin cesedinin bulunduğu yatak. O zamanlar, benim buğday
tarlalarında dünyayı görmeye çalıştığım zamanlar... (105-6)
Özlü’ye göre insan olabilmek yaşamda yalnız kalabilmeyi gerektirir. İnan yalnız
kalabildiği ölçüde cesurdur. Var olan canlı insan sadece bedensel varlığı ile olarak
doğmaz ancak zamanla olmak istediği insan olabilir. Burada üst insan ya da insan-ı
kâmil dediğimiz kavramlara atıfta bulunulmuştur. Yazara göre insan düşündüğü ölçüde
var olabilen bir bireydir. Hayatta sürekli yapmak istediği şeyleri düşünmeli en doğru
kararı vermelidir. Korku ve kaygı insanın peşini bırakmayan duygular olsa da insan
cesaret gösterip bu duygularını yenmelidir. Olmasını istediği şeyler için sabretmeli,
gerekirse ölmelidir. Eğer şanslı biri ise öldükten sonra bir şey olabilir. Olmak istediği
kişi olup kendi kaderini kendi belirlemiş bu dünyadaki yaşamını sona erdirmiştir.
Bir insan olabilmek, bu apayrı bir olgu. Şans, cesaret, istek gerektiren bir olgu. Özellikle
dünyada başka hiç kimse yokmuş gibi yalnız kalabilme cesaretini gerektiren. Ve yapmak
istediğini düşünmek yalnızca. İnsanlar umursamazsa korkmamak. Yıllar yılı beklemek, ölmek
gerek. Ve sen öldükten sonra, şansın varsa, o zaman bir şey olabiliyorsun. (106)
Anlatısına şiirsel bir metin ile devam etmektedir. Christa’nın öldüğünü Süm ile
gördüğü bir rüyadan bahsetmekte ve öleceği zaman bunu görmeye dayanamayıp onu
başkasına bırakıp kaçtıklarını ifade etmektedir. Ölüm halini kişinin vücudunun zayıf bir
halde ve solgun olduğunu belirterek önüm anını tasvir etmiştir.
Christa'nın yatağı başında durduğunu gördüm düşümde Christa'nın yatağı başında
durduğunu ve ölmek zorunda olduğunu Christa'nın saçlarının uzadığını gördüm
düşümde Çok solgun olduğunu Ölüm solgunluğunda olduğunu gördüm düşümde
Süm ile ben bir tahta sırada oturuyoruz Tahta sıra onun yatağının tam karşısında
Havel Şosesinde, Achim'le birlikte otobüs beklerken oturduğumuz tahta sıranın eşi
Tahta sıra ve onun yatağı mermer tabanlı büyük, çok büyük bir hastane odasında
karşı karşıya Süm ile benim Christa'nm ölüşünü görmeye dayanamadığımızı gördüm
düşümde Ölüm yatağı başında duruyor Ölüm solgunluğunda, zayıf ve uzun saçlı
İnce incecik solgun elleriyle demir karyolasını tutuyor Ölmesi gereken o anda Bu
sonsuz boyutlu hastane odasının yaşam gibi her şeyi içerdiğini gördüm düşümde Bu
her şeyin ölçüsüzlük ve mermerle birlikte tüm görünmezi gösterdiğini gördüm
düşümde… Düşümde Süm ile ben, bu ana, öleceği ana bakamadık Kaçtığımız ve
onun Ölüm anını Âchim'e bıraktığımızı gördüm düşümde. (109-10)
129
SONUÇ
Yapılan bu araştırmada yirminci yüzyılda yaşamış olan İngiliz edebiyatı
yazarlarından Virginia Woolf’un Deniz Feneri romanı ile Tezer Özlü’nün Yaşamın
Ucuna Yolculuk adlı eserlerindeki “varoluşçuluk” teması karşılaştırmalı edebiyat bilimi
çerçevesinde incelenmiştir. Bu iki eser bir anlamda doğu ve batı medeniyetinin
temsilcisidir. Her iki eser de konu bakımından felsefi inceleme ve genel anlamda
çoğulcu inceleme yöntemi kullanılarak ele alınmıştır.
Aralarında yarım asırlık bir dönem gibi fark olan yazarların eserlerinde,
varoluşçuluk felsefesine ait ortak motif ve temalara yer vermeleri bu tezin çıkış
noktasını belirlemiştir. İki yazar da eserlerinde farklı bakış açısıyla bu konulara yer
vermiştir. Bu çalışma giriş bölümünde yer alan amaç doğrultusunda incelenmiş, aynı
yüzyılda yaşayan iki yazarın, iki farklı kültüre ait özellikleri eserlerinde nasıl yansıttığı
ele alınmıştır. Felsefi açıdan ele alınan bilgiler ışığında, her iki yazarın da hayranlık
duyduğu, daha çok tanrıtanımaz varoluşçulardan biri olarak kabul edilen Jean Paul
Sartre’ın varoluşçuluk hakkındaki görüşlerine değer verdiği ve kitaplarında Sartre’ın
varoluşçu felsefesinin özelliklerini yansıttığı ve her iki eserde de ortak olan
varoluşçuluk temasının daha çok Jean Paul Sartre’ın varoluşçu felsefesinden etkilenerek
yazıldığı gözlenmiştir. Karşılaştırma yaptığımız iki yazar da, varoluşçu felsefeyi konu
edinen yazarların hayranıdır ve onlardan etkilenmiştir. Özellikle Sartre’ın Varoluşçuluk
adlı eserinden alıntılar ile iki romandaki varoluşçu öğeler tespit edilmiştir. Tezer Özlü
kitabında tanrı kavramına yer vermiş ancak bazı durumlarda kadere ve toplumların
yarattığı sistem ve kurallara karşı çıkmıştır. Eserinde çoğunlukla Nietzsche’nin nihilizm
felsefesinden etkilendiğini gösteren “hiçlik”, “boşluk” gibi kavramlar üzerinde
durmuştur. Virginia Woolf ise romanında yarattığı protagonist karakterlerini tanrı
inancını sorgulayan (agnostik) karakterler olarak verir aynı zamanda Nietzsche’nin
nihilizm felsefesinin “hiçlik”, “boşluk” gibi kavramlarına da yer verdiği görülür. İki
yazarın da bilinç akışı tekniği uygulaması bir diğer ortak özelliklerinden biridir. Bu
yöntem yazarın romanındaki karakterlerin zihninden geçenleri aralıksız olarak,
mantıksal bir sıraya koymadan, olduğu gibi aktarmaya çalıştığı bir yöntem biçimidir. Bu
romanlar psikolojik derinliği olan eserlerdir ve genellikle dilbilgisi ve imla kurallarına
uyulmaz. Her iki eserde de iç monolog tekniğine de rastlamak mümkündür. Eserlerdeki
ana karakterlerin kendisiyle konuşarak, kendi “ben”i ile iletişim kurduğu ve bu içe olan
130
yolculuğunda bu sözleri mantıksal bir şekilde kendi benliğine aktardığı görülür.
Metinlerarasılık (Intertextuality) yöntemi de her iki eserde rastlanan yazarların
kullandığı ortak yazım tekniklerinden biridir. İncelediğimiz bu kitaplarda her iki yazarın
da başka metinlerden bilgiler içerdiği ve kaynak gösterdiği görülür. Özlü’nün kitabında
alıntılarına yer verdiği Cesare Pavese de intihar ederek yaşama veda eden varoluşçu
yazarlardan biridir. Deniz Feneri’inde “Luriana Lurilee”, ”The Invitation”, “Sonnet
98”,”The Castaway”,The Charge of the Light Brigade” adlı varoluşçu öğeler içeren
şiirlere ve “Antiquary”,”Grimm’s Fairy Tale”,”Middlemarch” adlı kitaplara
göndermeler mevcuttur. Her iki yazar da gönderme (allusion) biçimini kullanır.
İki eser arasındaki benzerlikler ve farklılıklar konusunda yaptığımız bu incelemede
varoluşçuluğun temel ilkeleri olan yalnızlık ve yabancılaşma, umut /umutsuzluk,
özgürlük ve başkaldırı, sıkıntı / bunaltı / acı / kaygı / korku / öfke saçma/ sorgu, intihar/
ölüm gibi motif ve temalar mukayese edilmiştir. Bu iki eser arasındaki benzerlik ve
farklılıklar maddeler halinde şu şekilde sıralanmıştır:
Benzerlikler:
1. Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı eser bir yolculuk serüvenini anlatır. Yaşamı
sorgular ve yazarı uçlara sürüklemektedir. Özlü anlatısında hayranlık duyduğu
ve özdeşleşmek istediği Kafka, Svevo ve Pavese gibi üç yazarı konu edinir. Bir
yazarın ölülerin mirası arasındaki kendi benliğini bulma arayışını temsil eder.
Deniz feneri romanındaki karakterler de yaşamlarındaki varoluş anlarını ve
ölümü sorgulayarak kendi benliğini bulmaya çalışan kişilerdir.
2. Bu yazarların kendi yaşam hikâyelerini anlatan otobiyografik eserleri
mevcuttur. Bu iki kitap da otobiyografik eserlerdir. Yazarların çocukluğunda
ve gençliğinde yaşadıkları olayları konu edinir. Böylece otobiyografik roman
kategorisine alınabilir. Özlü ve Woolf çocukluğunda kendisini etkileyen ve
derin izler bırakan varoluş anlarından bahseder.
3. Deniz Feneri romanı Woolf’un “metinlerarasılık tekniği” (intertextuality)
kullanarak yazdığı ve bazı yazar ve şiirlere direkt veya dolaylı göndermeler
yaptığı bir kitaptır. Özlü de yazar-etkileşimi tekniğini kullanarak Pavese’den
alıntılar yapar ve bazı göndermelerde bulunur. Bu göndermeler varoluşçu
öğeler içermektedir.
131
4. Her iki romanda da otoritenin baskısı hissedilir. Özlü’nün yaşamında baba
baskısı ön plandadır. Woolf’un romanında ise Mr. Ramsay otoriter bir
faktördür. Mrs. Ramsay’in de çocuklar, Lily ve Charles üzerinde otorite sahibi
olduğu görülür.
5. Her iki romanda da toplumsal ve değerlere karşı çıkış mevcuttur. Özlü
anlatısında bu değerlere karşı çıkması ile ilgili örnekler vermiştir. Deniz
fenerinde ise Lily bu değerlere karşı çıkan bir karakteri temsil eder. Bu
örnekler varoluşçcu öğelerden biri olan özgürlük ve başkaldırı kavramı ile
bağlantılıdır.
6. Her iki romanda da evlilik ile ilgili çatışmadan bahsedilir. Evlilik kurumuna
karşı olumsuz düşünceler vardır. Özlü akli dengesini yitirmekle birlikte aile
kurumuna olan inancını kaybeder. Lily de Özlü’nün romanında evliliğe karşı
çıkan ve her kadının yalnız da güçlü olabileceğini savunan bir karakterdir.
Evlilikte iki farklı kişi ve zihniyetin bir araya gelmesinin çatışma yaratması iki
kitapta da ortak olan özelliktir. Bu benzerlikler düzene başkaldırı olarak kabul
edilebilir.
7. Her iki kitapta da özgür yaşamaya eğilimli roman kişileri mevcuttur. Lily ve
Özlü’ nün özgürlüğüne düşkün karakterler olması varoluşçu felsefenin
öğelerinden biri olan özgürlük kavramına örnek gösterilebilir.
8. Lily, varoluşçu karakterlerden biridir. Seçimlerini kendi yapar, özgür olmayı
seçer, evlilik ve toplumun genel görüş ve geleneklerinden yana değildir.
Karakter olarak Özlü de Lily’e benzer özelliklere sahiptir.
9. Anne baba arasındaki sevgi eksikliğinden söz edilir. Mrs. Ramsay eşine
sevdiğini söylemez. Mr. ve Mrs. Ramsay her ne kadar yakın görünseler de iki
farklı dünyaya sahiptir ve birbirine yabancılaşmıştır. Özlü ise sevdiği kişiler ile
problemler yaşar ve bazen sevgi yoksunluğu yaşadığını dile getirir. Sevgi
yoksunluğu ile birlikte kişiler yakınlarına ve diğer insanlara karşı yabancılaşma
yaşar.
10. Karşılaştırdığımız iki kitapta da toplumsal değerler ve inanç sisteminden
uzaklaşma, boşluğa düşme görülür. İnançsızlık ve sorgulama; sıkıntı, bunalım
ve intiharı tetikler. Özlü, otobiyografik anlatısında akli dengeyi yitirme ve
tedavi edilmesi konusunda bazı örnekler vermiştir. Woolf da aynı şekilde akli
132
dengesini yitirmiş ve tedavi görmüştür. Her iki yazarında hayatında ortak olan,
varoluşçu felsefe ile ilgili kavramlara bağlı örnekler mevcuttur.
11. Aile ve toplum içinde biçimlenen değerler sistemine başkaldırı ve karşı çıkma
vardır. Bu sistemi sorgulama görülür. Özlü romanında baştan sona bu
düşünceyi işlerken, Deniz Feneri’nde Lily ve Bankes evliliğe sıcak bakmayan
toplumun bu değerlerini sorgulayan karakterlerdir. Ancak zaman zaman
Lily’nin Mrs. Ramsay’e ve çocuklarıyla birlikte olan mutlu aile yaşantısına
hayranlık duyduğu görülür.
12. Karşılaştırdığımız yazarlar felsefe ile ilgilenen karakterlerdir. Birçok filozofun
kitaplarını okurlar hayranı oldukları yazarlar arasında Sartre da vardır ve bu
felsefeden etkilenirler. İki eserde de yazarların varoluşçu filozoflardan olan
tanrıya inanmayan Sartre’ın felsefesine ve görüşlerine yer verdiği örnekler
görülür.
13. Bu iki eserde bireyin sahip olduğu değerler önemlidir ve bireyi merkeze alma
söz konusudur. Bireysellik varoluşçu felsefenin en önemli unsurlarından
biridir.
14. Deniz Feneri başta olmak üzere her iki kitapta da Bilinç Akımı (Stream of
Consciousness) tekniği kullanılmaktadır. Karakterlerin iç konuşma ve iç
çözümleme yaptığı gözlenir. Gerçek hayattan örnekler olduğu kadar, olaylar
karakterlerin zihninde geçer. Eserlerde karakterler varoluş anlarını düşünerek
yaşamlarını sorgular.
15. Varoluşçu bir filozof olan Kierkegaard “İnsan yaşamının değeri yaşadığı
yılların sayısına göre değil, ancak varoluş anlarının sayısına göre ölçülmelidir.”
der. Her iki yazar da kitaplarında bu görüşü desteklediğini göstermiştir.
16. Mr. Ramsay, öznellik (subjectivity) ve bireyselliği temsil eder. Kendini yeterli
görmez daime ileri gitmeye çalışır. Bu yönüyle varoluşçu özellikler taşır. Hep
endişelidir. Bu da kendisinde bulantıya sebep olur.
17. Özlü anlatısında ressam Matisse’ye atıfta bulunur. Varoluşçu bir ressamdır
insanlar ve nesnelerin duygularıyla dışavurumunun resme yansıtılması
gerektiğini düşünür. Lily de ressamdır ve kendisinin sanatta yeterli olmadığını
düşünür. Resmi bitirme konusunda endişelidir ve sürekli kaygı duyar. Kaygı
varoluşçu unsurlara örnek olan kavramlardan biridir.
133
18. James’in fenere yolculuk yapmayı istemesi küçük çocuk için bir umuttur ancak
havanın kötü olduğunu söyleyerek buna babasının karar vermesi ile seçimi
başkasının yaptığı görülür. Böylece James hayal kırıklığı yaşar ve umutsuzluk
meydana gelir. Ancak Özlü umutsuzluk temasını karakterler üzerinden değil
yaşamındaki olaylar ve tanıdığı kişiler üzerinden verir.
19. Andrew özgürlüğüne düşkün bir karakterdir. Charles Tansley ise mutsuz,
umutsuz, geçmişiyle ilgili problemleri olan, kendini güvende hissetmeyen
biridir.
20. Mr. Bankes, Lily ile evlenmek istemez bu yönüyle evliliğe karşı ve sisteme
karşı olan, toplumda yerleşmiş düzene karşı çıkan varoluşçu karakterlerden
biridir.
21. Romanda Augustus Carmichael bir şairdir ve yaşamında acılar çekmiş, endişeli
biri olarak varoluşçu felsefenin özelliklerine uyum sağlamaktadır.
Varoluşçuluğa göre insan acı çektiği sürece, zor deneyimler yaşadığı sürece
kendi özünü oluşturur.
22. Varoluşçu bir filozof olan Heidegger’e göre “varoluş sürekli bir aşmadır”. Mr.
Ramsay ve Tezer Özlü kendini aşma, aşkınlık gibi konularda ortak özelliklere
sahiptir. Her zaman daha yukarılara çıkmayı hedefler ve kendilerini yetersiz
hissetmektedirler. Mrs. Ramsay de kendisini yetersiz hissetmekte ve kocası
kadar başarılı olamadığını düşünmektedir. Oysa kocası onun çok yetenekli biri
olduğunu düşünmektedir ve ondan şefkat beklemekte aynı zamanda karısından
övgü değil yakınlık istemektedir. Özlü de insanlardan dürüstlük, yakınlık ve
samimiyet ister ancak bazen onlara karşı yabancılaşma hisseder.
23. Bireysellik teması bu eserlerde ortak olan özelliklerden biridir. Her kişi başlı
başına bir bireydir. Karakterlerin kendi alanlarına girilmesinden
hoşlanmamaları gizliliğe ne kadar önem verdiklerini göstermektedir. Lily’nin
resmi bitmeden kimsenin resmini görmesini istememesi buna örnek
gösterilebilir.
24. Her iki eserde de görecelik kavramı ile ilgili örnekler mevcuttur. Zaman
kavramı insanın mutlu ya da mutsuz olduğu anlarda değişiklik göstermektedir.
Deniz Feneri’nde insan yaşamının kısa ve ölümlü olması ile kum tepelerinin
insanlardan milyonlarca yıl daha uzun yaşaması karşılaştırılmıştır.
134
25. Mr. Ramsay’ e göre hayattaki her şey geçicidir. Hiç bir şey sonsuza kadar
sürmemektedir. Kalıcı olan tek şey ün kazanmak ve dünyaya bırakılan
eserlerdir. Ayakkabımızla fırlattığımız bir taşın bile Shakespeare’ den daha
uzun yaşayacağını düşünerek karamsarlığa kapılır. Özlü de Pavese, Svevo,
Kafka gibi önemli yazarlardan etkilenerek onların ölümüne çok hüzünlenmiş
ve bu yazarların eserleri ile hala hayatta olduğuna inanmıştır. Böylece Özlü
insanların ve hayattaki her şeyin geçici olduğunu, kalıcı olan tek şeyin
bırakılan eserler olduğunu savunmaktadır.
26. Eselerde karakterler zamanını başkaları ile geçirir. Kalıcı olan anılardır. Woolf
bunu “var olma anları” (moments of being) olarak tanımlamaktadır. Aynı
zamanda yazarın eserlerinden birinin adıdır. Karakterlerin yaşamlarında
edindiği anılar varoluşun kendisidir ve asıl kalıcı olandır.
27. Deniz Feneri’nde olay akışı tek bir kişinin gözünden değil birçok kişinin
algısından ve bakış açısından aktarılmaktadır. Dalgaların yükselip alçalması
hayatın bize sunduğu iyi ve kötü olayları temsil eder. Her iki kitapta da hayat
iniş ve çıkışlarla doludur. Umut, umutsuzluk acı çekme, sıkıntı, bunaltı
hayattaki deneyimlediğimiz olaylarda karşımıza çıkar. Varoluşçu felsefeye
göre yaşam bize güzellikler getirdiği gibi, tehlikeler de sunabilir önemli olan
bizim nasıl davranacağımız ve neye karar vereceğimizdir. Her iki kitapta da bu
örneklere rastlanır.
28. Woolf romanında, Marie’ nin babasının gırtlak hastalığını yenmesini ve
iyileşmesini konu edinir. Marie babasının öleceğini bilerek umutsuzluğa düşer.
Özlü de hastalığının sona ermesini ister ancak zaman zaman umutsuzluğa
kapılır. Burada umut ve umutsuzluk ortak olan diğer özelliklerden biridir.
29. Heidegger’e göre insan yapısı gereği diğer insanlar ile birlikte yaşar ve böylece
“birlikte olma” bir başka varoluş biçimine örnek olarak gösterilebilir. Mrs.
Ramsay de hep insanlarla bir arada olmak ister ve akşam yemeğine
tanıdıklarını davet eder asla yalnız kalmak istemez. Deniz fenerinde Mrs.
Ramsay’in diğer insanlarla birlikte olma çabası bir başka varoluş biçimine
örnek gösterilmektedir. Ancak bundan farklı olarak Özlü her zaman yalnız
kalmak ister ve bazen mutluluğu insanlardan ve her şeyden kaçmakta bulur.
135
30. Sorumluluk da en önemli unsurlardan biridir. Özlüye göre insanın kendi
kendinin yükünü taşıması diğerlerinin yükünü taşımasından daha rahatlatıcıdır.
Yalnız kalmaktan korkar ancak kendi sınırsızlığı içinde hayatı daha derinden
algıladığını ifade eder.
31. Özlü’nün içindeki çocuk ruhu sınırsız varoluşun kendisidir.
32. Hiçlik olgusu ortak olan özelliklerdendir. Ölüm, hiçlik ve yokluktur.
33. İnsan ne olmak isterse odur, yani tecrübelerinin bütünüdür. Eserlerde bu
örneklere rastlamak mümkündür.
34. Özlü ve Mrs. Ramsay her nesne ve olguya anlam yükler, Özlü’ye göre duvar
bile anlam yüklüdür.
35. Özlü’ye göre insanların dış dünyaya duyarsızlaştığı görülür. İnsanlar açlık,
savaş, geri kalmışlık ve felaketlerle dolu haberleri bir masal dinler gibi
dinlemekte ve çevresine ve insanlığa karşı o denli yabancılaşmaktadır. Savaş
teması Woolf’un romanında üzerinde durduğu ortak olan bir konudur. Birinci
Dünya Savaşı zamanında geçen olaylar ve Andrew’ün savaşta ölmesine yer
verilmiştir.
36. Bu iki eserde de tanrıtanımazlık ve nihilist öğelere rastlanmaktadır.
37. İnsanların yaşamlarında normal olarak karşıladığı bazı kurallar, olaylar ve
düşüncelerin eserlerde saçma olarak görüldüğü örnekler bu eserlerde
mevcuttur.
38. Bu iki yazarın tüm derdi yaşamdır ve hayatı anlamlandırma çabasıdır.
Farkındalığı oldukça yüksek olan bu yazarlar hayata karşı umarsız olmamaları
yönünden benzer özelliklere sahiptir.
39. Özlü, Pavese’nin kader diye bir şey yoktur sözüne atıfta bulunarak insanın
kadere mahkûm olmadığını, kendi seçimini kendisinin yaptığını ve onda büyük
kaygı yaratan bu sorumluluğun sadece ve sadece kendisine ait olduğunu ifade
eder. Woolf’un romanında da karakterlerin yaptıkları seçimlerden dolayı kaygı
duyduğu olaylarla ilgili örneklere rastlanır.
40. İnsan varoluşu gelişigüzel bir şey değildir; her şey biçimlendirilecek,
değiştirilecek ve sınırsızlaştırılacaktır.
41. İki eserde de şiir kullanılmıştır. Tezer Özlü Pavese’ den bir şiire kitabında
atıfta bulunmuştur. Woolf ise romanında şiirsel bir dil kullanarak, anlatmak
136
istediği duyguları, süslü kelimelerle daha büyülü hale getirmiştir. Mr. Ramsay,
Sir Walter Scott’un “Antiquary” adlı kitabını severek okumaktadır. Mrs.
Ramsay de bu kitabı merak eder ve okumaya başlar. Burada bu kitaptan bazı
şiirsel öğelere yer verilmiştir. Shakespeare’nin Sonnet 98’ine atıfta
bulunulmuştur. Bu şiirlerde varoluşçu unsurlar olan ölüm ve hayatın geçici
olması ile ilgili örnekler bulunur.
42. Sartre’ın varoluşçu felsefesine göre yalnızlığımızın sorumluluğu bize aittir
başkalarına yüklenemez. Her insan kendinden sorumludur. Deniz fenerinde de
Mrs. Ramsay’in evlilik sorumluluğu ve çocuklarından sorumlu oluşu buna
örnek gösterilebilir.
43. Özlü’ ye göre insanın birey olması için ben olup bencil olması gerekir. Her ben
bencildir. Her kır kırsal olduğu gibi sözüyle Sartre’ın insan nasıl olmak isterse
öyle olur sözünü destekler. Bu bir tercih meselesidir. Askerlerin bayrak
törenine başlamasını, orkestranın ise yapması gereken melodiler çalmak
olduğunu, örnek vererek; insanın önce var olduğunu sonra özünü
oluşturduğunu, kuşların yapması gereken tek şeyin uçmak olduğunu; yani,
aslında önce özünün olduğunu ve sonra varoluşun meydana geldiğini ifade
eder. Bu örnek Sartre’ın bezelye ve masa örnekleri ile benzerlik
göstermektedir. Lily’nin resminde çizdiği nesneler ve şekiller de varoluşçu
felsefe’nin sunduğu örneklerle ilişkilidir.
44. Ölüm teması işlenen en önemli konulardan biridir. Mr ve Mrs. Ramsay’in ortak
olan özelliği her ikisinin de ölümün farkında olması ve bundan kaynaklanan
kaygı ve korkudur. Özlü de, sürekli intihar ve ölümü düşünerek yaşamını
sürdürmektedir.
45. Ölüm teması her iki kitapta da ortak olan özelliklerden biridir. Özlü
sevdiklerini kaybedince hayatında inanılmaz bir boşluk yaşar. Mrs. Ramsay’ in
ölümü de çocuklarının yaşamında büyük bir boşluk yaratır.
Farklılıklar:
1. Özlü tanrı inancını sorgulamakta ve nihilist öğeleri kitabında işlemektedir.
(Nihilizm) Hiçlik olgusu kitapta sıkça görülmektedir. Özlü’nün çocukluğunda
tanrı inancına sahip olduğu ancak sonra nihilizm felsefesini benimsemesiyle
137
tanrıya inanmadığı bilinmektedir. Deniz Feneri’nde ise bazı roman karakterleri
tanrı inancını sorgulayan, agnostik kişilerdir. Ancak güneşli bir adaya
çıktıklarında Lily’in gittiği yeri çok güzel bulup “burası tanrının lütfuna
uğramış bir ada” demesi tanrı inancını kabul eden karakterler olduğunu da
göstermektedir. James fenere gittiklerinde babasının kayığın başında durmasını
ve babasının tanrı yoktur dediğini, tüm dünyaya meydan okumasını düşünmesi
James’in babasının inanmayan ya da agnostik bir kişi olduğunu hissettiğini
gösterir.
2. Varlık-yokluk-hiçlik, akıl-delilik gibi motifler Özlü’ nün anlatısında sıkça yer
almaktadır. Deniz feneri’nde bu örneklere pek fazla karşımıza çıkmaz.
3. Özlü varoluş kelimesini kitapta çok sık kullanmasına ve direk vermesine
rağmen; Woolf bunu dolaylı olarak karakterlerin yaşadığı, hissettiği varoluşçu
öğeler ile verir. Ortak karakterler iç dünyasına yolculuk etmekten ve kendini
keşfetmekten mutluluk duyar.
4. Mrs. Ramsay geleneksel bir kadındır ve görevlerini yapar. Aynı zamanda
agnostik bir kadındır, sürekli yaşamı sorgular. Kocasını zor durumlarda
yatıştırır. İnsanları bir araya getirmek için akşam yemeği partileri düzenler.
İnsanların birlikte olup bir şeyler paylaşmasından mutluluk duyar ve
çevresindeki insanları evlendirmeye çalışır. Özlü ise insanlara karşı
yabancılaşma yaşar ve insanlarla sürekli birlikte olmak istemez Mrs. Ramsay
ve Özlü birbirinden farklı düşünen karakterler olarak karşımıza çıkar.
5. Özlü eserlerde hayatın anlamını kendisi sorgular, Woolf ise roman
karakterlerine bunu sorgulatır.
6. Lily, hayatın anlamını sanat olarak ilişkilendirmiş ve ölümsüzlüğe resim
sayesinde kavuşabilmiştir. Kalıcı olan tek şey sanattır. Mr. Ramsay’in
kendisini akademik çalışmalar ve sanata adadığı görülürken, Tezer Özlü de
Pavese gibi kendini sanata ve kelimelere adar. Bu karakterlerin bakış açısına
göre aşkın entelektüel bir yapısı yoktur.
7. Özlü’ ye göre hayattaki en önemli olgu sevgi ve özlemdir. Eserlerde sevilen bir
insana duyulan özlemden bahsedilir. Mrs. Ramsay ölünce çocuklar da
annelerine özlem duymaktadır.
138
8. Özlü insan sevgisi ile yalnızlık aşılır; ancak, kimi zaman da insanların onu
yalnızlığa ittiğini düşünür. Mrs. Ramsay’e göre mutluluk başkaları ile olur;
sevgi ise anlık ve geçicidir. İki insanın duygusal ve ruhsal beraberliği
varoluşun anlarından biridir. Sevgi Özlü’yü yenen ve ona iyi gelen tek şeydir.
9. Her iki eserde de aidiyet duygusu yoktur. Özlü birçok yerde yaşamıştır ve
hiçbir yere ait hissetmemektedir. Woolf ise bu konuyu Özlü’den farklı olarak
ailenin kışları kendi evlerinde yazları başka bir yerde kalması olarak işler.
10. Özlü işçilerin tutsak insanlar olduğunu, özgürleşemediğini ve yaşamlarının
ellerinden alındığını, iç dünyaları dışında sahipsiz olduklarını dile getirir ve
sömürgeciliğe, kapitalist düzene karşı çıkar. Woolf ise fakir insanlara olan
acıma duygusu, şefkati ve yardım etme isteği ile bu düşüncesini dile getirir.
11. Özlü’ye göre tek mutluluk herkesten her şeyden kaçmaktır. Evliliklerden aile
bağlarından, ülkeden sınırlılıklardan, alışkanlıklardan, hem bu dünyadan hem
öteki dünyadan kaçmak ister. Ona göre kaçış tek yoldur ve her şeyi reddeder.
Deniz feneri’nde bu örneklere pek raslanmadığı görülür. Ancak Lily ve Mr.
Bankes evlilikten kaçan karakterlere örnektir.
12. Özlü inandığı zamanlarda ölümü insanın tanrısına kavuşması olarak adlandırır.
Ancak tedaviden sonra intihardan vazgeçerek ölümü beklemektedir. Pavese
gibi intihar etmek istemiştir ve intihar konusuna sıkça değinmiştir. Ancak
Deniz Feneri’nde intihar konusuna yer verilmemiştir.
13. Ölüm teması Deniz Feneri’nde Mrs Ramsay’in ölmesi, oğlu Andrew’ün
savaşta ölmesi Prue’nun çocuk doğururken ölmesi şeklinde görülür. Özlü ise
kitabında ölüm temasını ölen yazarların arkasından hissettiği üzüntü olarak,
kendi ölümünü sorgulayarak ve diğer insanların ölümlü olmasını düşünerek
verir.
139
KAYNAKÇA
Kitaplar:
ADJUKIEWICZ, K., Felsefeye Giriş ve Temel Kavramlar ve Kuramlar, Gündoğan
Yayınları, Ankara, 1994.
AKARSU, B., Çağdaş Felsefe- Kanttan Günümüze Felsefe Akımları, İnkılap Kitabevi,
İstanbul, 1994.
AYDIN, K., Karşılaştırmalı Edebiyat Günümüz Postmodern Bağlamında Algılanışı,
Birey Yayıncılık, İstanbul, 2008.
AYTAÇ, G., Karşılaştırmalı Edebiyat, Gündoğan Yayınları. , Ankara, 1997.
BLACKHAM, H. J. , Altı Varoluşçu Düşünür, Dost Kitapevi Yayınları, Ankara, 2012.
CEVİZCİ, A. , Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2000.
COOPER, D. E., “Çağdaş Kıta Avrupası Felsefesi”, Felsefe Ansiklopedisi, İstanbul,
2005.
ÇELİK, T., Varoluş ve Roman, Anı Yayıncılık, Ankara, 2013.
DEVECİ, M., Ferit Edgü Varoluş ve Bireyleşme, Sel Yayınları, İstanbul, 2012.
ERBİL, L., Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,
2016.
GÖDELEK, K., Kierkegaard, Say Yayınları, İstanbul, 2010.
GÜRSOY, K., Ateizminin Pro“Sartre Blemleri”, Felsefe Konuşmaları, Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 1987.
GÜRSOY, K., Varoluş ve Felsefe, Aktif Düşünce Yayınları, Ankara, 2014.
GÜRSOY, K., Felsefe ve Edebiyat, Felsefe ve Sanat Sempozyumu, Ara Yayıncılık,
İstanbul, 1990.
HEIDEGGER, M., Heidegger, Say Yayınları, İstanbul, 2008.
LUKACS, G., Avrupa Edebiyatı ve Varoluşçuluk, Der. R. Ekici, Epos Yayınları,
Ankara, 2012.
MORAN, B., Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınevi, İstanbul, 1994.
NIETSCHE, F., Ecce Homo İnsan Nasıl Kendisi Olur, Alter Yayınları, Ankara, 2012.
NIETSCHE, F., Hayat Dediğin Nedir Ki?, Aylak Adam Kültür SanatYayınları,İstanbul,
2016.
ÖZLÜ, T, Yaşamın Ucuna Yolculuk, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012.
SARTRE, J. P., Varoluşçuluk, Say Yayınları, İstanbul, 2012.
SARTRE, J. P., Varlık ve Hiçlik Fenomenolojik Ontoloji Denemesi, İthaki Yayınları,
İstanbul, 2010.
SEYİDOĞLU, H., Bilimsel Araştırma ve Yazma El Kitabı”, Güzem Can Yayınları,
İstanbul, 2003.
140
TAFTALI, O., Edebi Söylem ve Varoluş, Mühür Kitaplığı, İstanbul, 2015.
WAHL, J., Varoluşçuluğun Tarihçesi, İstanbul, 1999.
WOOLF, V., Deniz Feneri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004.
Makaleler:
ANKAY, N., Tezer Özlü’nün Romanlarında Otobiyografik Anlatım, International
Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 4/8 Fall 2009, s. 469-492.
ASLAN, E., Benlik Kavramı ve Bireyin Yaşamında Etkileri, M.Ü. Atatürk Eğitim
Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, 1992, sayı. 4, s. 7-14.
BENDER, M. T., Varoluşçuluk ve Jean Paul Sartre Örneklemi, Sanat Ve Tasarım Dergisi
Sayı.4, s.30.
ÇELİK, T., Gürsel Korat’ın Tarihsel Düzlemli Romanlarında Varoluşçuluk, Dil Ve
Edebiyat Dergisi, sayı. 8: 1, 2011, s. 41-76
DONBAY, A., “Karşılaştırmalı Edebiyat Araştırmalarının Yeni Türk Edebiyatındaki
Gelişme Çizgisi”, Turkish Studies - International Periodical For The
Languages, Literature and History of Turkish or turkic. c.8, sayı.8, s.491-550.
ERGÜL, Ö. H., Heidegger’in Varoluşçu Ontolojisi, Uludağ Üniversitesi Kaygı
Dergisi, 2/2003, s.1.
GEÇTAN, E., Varoluşçu Psikolojinin Temel İlkeleri, Ankara Üniversitesi Eğitim
Bilimleri Fakültesi Dergisi, C.7, sayı.1, 1974, s.14.
GÜL, F., “Varoluşçu Felsefenin Türk Düşünce Hayatındaki Yansımaları” Pamukkale
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 18, 2014, s. 28.
GÜNDOĞAN, A. O.,“Edebiyat ve Felsefe İlişkisi Üzerine”, Ankara Üniversitesi
Dergiler, s. 197.
KURT, M., “Varoluşçuluğun Türk Edebiyatına Girişi ve Etkileri” Gazi Türkiyat, Sayı
4, 2009, s.139-154.
ŞAHİN, E., Sartre ve İbn Sînâ Arasında Ontolojik Bir Karşılaştırmanın İmkânı Üzerine, Kelam
Araştırmaları Dergisi, c. 8 sayı.1 2010, s.261-298.
Tezler:
CÖMERT, S., Jean Paul Sartre Felsefesinde “Kendisi için Varlık’ın Yeri, Yüksek
Lisans Tezi. Muğla Üniversitesi 2007.
ÇELEBİ, V., S. Kierkegaard Ve J.P. Sartre’ın Varoluşçuluk Anlayışlarının
Karşılaştırılması, Yüksek lisans Tezi. Pamukkale Üniversitesi, 2008.
KILIÇ, S., Jean Paul Sartre’nin Varoluş Felsefesinde Öteki Kavramı, Yüksek Lisans
Tezi, Akdeniz Üniversitesi 2006.
KURT, M., “1950 ve Sonrası Türk Edebiyatında Varoluşçu Felsefeden Etkilenen
Yazarların Yapı Tema Ve Anlatma”, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2007.
141
İnternet Kaynakları:
http://www.etimolojiturkce.com/kelime/egzistansiyalizm (12.05.2016).
http://tdk.gov.tr/index.php?option=com/egzistansiyalizm (12.05.2016).
https://tr.wikipedia.org/wiki/Fenomenoloji (07.10.2016).
http://www.varoluscuterapi.com/varoluscu-terapi-nedir (20.09.2016).
https://tr.wikipedia.org/wiki/Benlik (14.12.2016).
http://www.nedir.com/irrasyonalizm#ixzz4YiPWfV8Z ( 24.12.2016).
http://tr.m.wikipedia.org./wiki/ balaklava/muharebesi (03.01.2017).
http://bilgipedia.net/determinizm-nedir/ (03.01.1017).
https://tr.m.wikipedia.org./wiki/-Jean-Paul-Sartre (05.01. 2017).
https://www.makaleler.com/nihilizm-nedir (10.06.2017).
http://docplayer.biz.tr/18191001-Varolusculuk-varolusculuk-felsefesi-nedir.html
(22.05.2017).
http://www.turkishstudies.net/DergiTamDetay.aspx?ID=5285&Detay (22.05.2017).
http://docplayer.biz.tr/18191001-Varolusculuk-varolusculuk-felsefesi-nedir.html
(22.05.2017).
http://sanatkaravani.com/insan-kendi-yapip-ettiginden-baska-hicbir-sey-degildir-
jeanpaul-sartre/ (06.07. 2017).
https://www.turkcebilgi.com/fovizm (15.07. 2017). http://dergipark.gov.tr/download/article-file/179761 (12.07.2017). https://www.turkedebiyati.org/bilinc-akimi-teknigi/ (03.08.2017).
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/40/494/5806.pdf (07.01.2018).
https://www.academia.edu/4429695/1950_sonrasi_turk_edebiyatinda_varoluscu_felsefe
den_etkilenen_ yazarlarin_romanlarinda_yapi_tema_ve_anlatma (18.01.2018)
https://tr.scribd.com/document/56110784/Jean-Paul-Sartre-%C4%B1n-Varolus-
Felsefesinde-Oteki-Kavrami-the-Other-One-Concept-in-Existence-Philosophy-of-Jean-
Paul-Sartre (10.01. 2018).
https://tr.scribd.com/document/56110784/Jean-Paul-Sartre (09.02.2018).
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/743/9490.pdf (10.02.2018)
https://www.jstor.org/action/doBasicSearch?Query=to+the+lighthouse (11.02.2018)
https://www.online-literature.com (11.02.2018)
https://www.sparknotes.com (11.02.2018)
https://www.shakespeare-online.com (11.02.2018)
https://http://virtual.clemson.edu (11.02.2018)
https://https://books.google.com.tr/books (11.02.2018)
142
EKLER
EK. I. ALINTILAR
3.1. Virginia Woolf uses so many allusions about literature in her novel “To
The Lighthouse”. She alludes lots of works of art and literary figures. She
appeals to a real reader and she accepts her reader reading and knowing all
mentioned things about literature; the name of the books, poems and
information about writers. Woolf uses allusions to such books
“Antiquary”,”Grimm’s Fairy Tale”,”Middlemarch”. Morever, Woolf’s
novel is poetic but plotless because she wants to reflects characters emotions
to the reader by alluding lines from the poems such as “Luriana Lurilee”,”The
Invitation”, “Sonnet 98”,”The Castaway”,”The Charge of the Light
Brigade”. The poems’ themes are about to the real events going on and
psychologic conditions of the characters. She implies on the conditions in
which characters exist by using such line of poems.
“Some one had blundered.”
Ramsey recites parts of Tennyson's Charge of the Light Brigade. The
poem tells the story of a brigade consisting of 600 soldiers who rode on
horseback into the “valley of death” for half a league (about one and a half
miles). They were obeying a command to charge the enemy forces that had
been seizing their guns. Not a single soldier was discouraged or distressed by
the command to charge forward, eventhough all the soldiers realized that their
commander had made a terrible mistake: “Someone had blundered.”
3.1
Sonnet 98
William Shakespeare
From you have I been absent in the spring,
When proud-pied April, dress'd in all his trim,
Hath put a spirit of youth in every thing,
That heavy Saturn laughed and leapt with him.
Yet nor the lays of birds, nor the sweet smell
Of different flowers in odour and in hue,
Could make me any summer's story tell,
Or from their proud lap pluck them where they grew:
Nor did I wonder at the lily's white,
Nor praise the deep vermilion in the rose;
They were but sweet, but figures of delight,
Drawn after you, you pattern of all those.
Yet seemed it winter still, and you away,
As with your shadow I with these did play.
“Had there been an axe handy, a poker, or any weapon that would
have gashed a hole in his father's breast and killed him, there and then,
James would have seized it.” (3; ch.1)
143
3.1. James wishes for an “axe, or a poker, any weapon that would have gashed
a hole in his father's breast and killed him, there and then.” Every time that his
father distracts Mrs. Ramsay's attention from him, James feels similar
homicidal urges. This desire to kill his father to keep his mother's attention
corresponds to Freud's Oedipal complex. This famous theory is based on the
Greek myth of Oedipus, who accidentally murdered his father and wed his
mother. Freud said that all males go through an Oedipal stage in which they
want to kill their fathers and marry their mothers. In order to grow to
emotional maturity, they must get over this impulse and embrace their fathers,
as James eventually does. Sartre’s theory of existentialism is used as a lens to
interpret Woolf’s approach to literature as the philosophy of “literary
subjectivity”. The Notion of subjectivity is explored within theoretical
existentialism and then applied to Woolf’s life and her moment of awakening
to subjectivity. To the Lighthouse is examined theoretically and textually to
demonstrate Woolf’s philosophy of literary subjectivity.
144
ÖZ GEÇMİŞ
Kişisel Bilgiler:
Adı ve Soyadı: Nuray YILDIRIM
Doğum Yeri ve Yılı: 23.08.1988
Medeni Hali: Evli
Eğitim Durumu:
Lisans Öğrenimi: Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve
Edebiyatı Bölümü 2006-2010
Yüksek Lisans Öğrenimi: Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Batı Dilleri ve Edebiyatı Anabilim Dalı 2011-2018
Yabancı Dil(ler) ve Düzeyi:
İngilizce: İleri seviye
Almanca: Orta seviye
Rusça: Başlangıç seviyesi
İş Deneyimi:
2011-2013 Süleyman Demirel Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu
2013-2014 ODTÜ Geliştirme Vakfı Okulları
2014- (…) Manisa Celal Bayar Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu