29
SON DEVRİN DİN MAZLUMLARI NECİP FAZIL KISAKÜREK Hazırlayan: İFTAH Kırklar Meclisi Sayfa 1

Son devrin din mazlumları

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Son devrin din mazlumları

SON DEVRİN DİN MAZLUMLARI

NECİP FAZIL KISAKÜREK

Hazırlayan: İFTAH

Kırklar Meclisi Sayfa 1

Page 2: Son devrin din mazlumları

FİHRİST / KİTABIN BÖLÜMLERİ

TAKDİM

DEVRELER VE BİR TESBİT

1-MAZLUM PADİŞAH31 Mart 11

2-ŞEYH SAİD-GENÇ İSYANIVak’a ve İlk Tez 39Ankara’da Hava 50Hareket ve Tepkileri 54Hesaba Çekilme 59Kıymet Hükmü 70

3-ŞAPKA KURBANLARIAtıf Hoca’ya Doğru 75

4-İSKİLİPLİ ATIF HOCAHoca 87Eserleri 91Tevkif Edilişi 92Muhakeme 104Keramet 116

5-ŞEYH ESAD EFENDİ (Menemen)O Sene 127Hadise 130Dehşet Salma 136Tertip 136Savcının Ağzından 140Şahit Konuşuyor 146Bir Numaralı İnsan 150Gerçek Şeyh Esad 155Yine Menemen 159Hüküm 160Eseri 162

6-DOĞU FACİASIDersim 167

7-SAİD NURSİZaman Sırası 175İki Devre 175Çocukluğu 176Gençliği 183Hürriyet 191Harb-i Umumi 204Yeni Said Devresi 215Barla 217İlk Muhakeme 222Kastamonu 225Denizli 229Afyon 236Yine Emirdağı ve… 239

Kırklar Meclisi Sayfa 2

Page 3: Son devrin din mazlumları

İstanbul Muhakemesi 242Kendisiyle Görüştüm 244İstanbul Sonrası 245Bağlıları Yazıyor 247Son Durak Urfa 249Kıymet Hükmü 255

8-SÜLEYMAN EFENDİTanışmam 263Hayatı 266Mücadele Devresi 270Çile 272Eseri 277Çatışma 279Hak Kimde? 283İmam Hatipliler ve 285Kur’an Kursları 286İthamlar 287Bilanço 297Kıymet Hükmü 302

9-ESSEYİD ABDÜLHAKİM ARVASİBüyük Veli 307Ölçüler 311İrşad Kutbu 314

Yayınevi ve basım yılı : b.d. Yayınları / Haziran 1995Kitabın türü : TarihSayfa sayısı : 323

Kırklar Meclisi Sayfa 3

Page 4: Son devrin din mazlumları

1 KİTAP HAKKINDA 10 SORU: 1. Kitabı nasıl buldunuz? Duygularınızı ifade eder misiniz? (bir cümle)

Tarihsel olaylar Necip Fazıl’ın bakış açısı ile işlenmiş ve yazar konu ile ilgili kanaatini de her bölümün sonunda “hüküm” olarak ifade etmiş. Necip Fazıl’ın diğer kitaplarından biraz farklı olarak fazla akıcı olmayan okuması dikkat isteyen bir kitaptı.

2. Kitabı birine tavsiye edecek olsanız, ne söylerdiniz? (içerik)Son yüzyılın başında yaşanan ve yaşatılan zulümler ile ilgili Resmi tarihin dışında bir bakış açısı ile okuma yapmak isteyenler için okunabilecek doğru bir kaynak olduğunu, kitapta işlenen konu ve kişilein haklarında detaylı bilgi sahibi olacak şekilde işlendiğini.

3. Bu kitapta, başka hiçbir kitapta bulunmayan bir özellik söylemek zorunda kalsaydınız, bir cümleyle ne derdiniz? (zihni zorlayın)Başlayan ve biten zulümler ile neticelenmeksizin devam eden zulümler ayırımına ve incelenen olayların bu şekilde değerlendirilmesine başka bir kitapta rastgelmemiştim. Olayların bu şekilde değerlendirilmesi farklı bir bakış açısı oluşturması açısından ilgi çekici.

4. Bu kitapta yeni neler öğrendiniz? (mutlaka vardır)Şeyh Said isyanının başlangıç hadisesini, arka planını ; İskilipli Atıf Hoca’nın alim kişiliğini ve mahkeme sürecinin ne derece bir tertip içinde işletildiğini, Menemen hadisesinin arka planını; Esad Erbilli Hoca Efendinin Menemen ile bağlantılı olarak zulme maruz kalmasını.

5. Kitabın en çarpıcı, en verimli bölümü sizce neresi? (bölüm adı) (sayfa aralığı) Şeyh Said - Genç Said Bölümü (39 – 71)Dersim Olayları (167 – 171)

6. Kitabın en sıkıcı bölümü hangisiydi? Neden? (bölüm adı) (sayfa aralığı) Bediüzzaman Hazretlerinin Hayatının anlatıldığı Bölüm; kitapta anlatılanlar herhangi bir yorum içermeksizin diğer kitaplardan alıntı şeklinde olduğu için sıkıcı idi. (175 – 244)Süleyman Efendi ile ilgili bölümde , Kur’an Kursları ile İmam-Hatipler arasındaki çatışmaları anlatan ve alıntılardan oluşan kısım (277- 300)

7. Bir cümleyle bu kitabı özetlemek zorunda kalsaydınız, en iyi ne söylerdiniz? (Ana fikir)Zulüm ikiye ayrılır, başlangıcı ve bitişi zaman ile sınırlı olanlar; zulme uğrayan kişinin hayatı süresinde devam edenler.

8. Yazarın üslubunu başkalarına aktarmak gerekirse, bir cümleyle en iyi ne söylersiniz? Sadece Necip Fazıl Demek yeterlidir belki de. Ancak bu kitapta her zamanki muhteşem uslubunu pek fazla kullandığını söyleyebilmek mümkün değil. Belki de bu kitabın bir araştırma ve tarih kitabı olmasından ve sadece konuları kendi bakış açısı ile aktarma amacı taşımasından kaynaklanmaktadır.

9. Kitabı bitirip bir kenara bıraktığınızda, neyin duygusu, isteği veya bilgisi sizde daha fazlalaştı? Eskiden okumuş olduğum bazı önemli kitapları , bugünkü birikimlerim ile tekrar okumak isteği, biriken tecrübelerin algıları ve dikkatleri nasıl değiştirdiği bilgisi.

10. Bu kitabın içeriği, bildiğiniz başka hangi kitabın/kitapların içeriklerini size çağrıştırıyor? Kitap birden fazla kitabın konusunu bünyesinde toplamaktadır. Bu nedenle aynı tarz bir kitap okuduğumu hatırlamamakla birlikte içerdiği başlıklar ile ilgili ayrı ayrı okuduğum kitaplar vardır. İskilipli Atıf Hoca Neden İdam Edildi ?, Adım Şeyh Said ; Şeyh Said Ayaklanması, Devrimlere Tepkiler ve Menemen Provakasyonu

Kırklar Meclisi Sayfa 4

Page 5: Son devrin din mazlumları

2 EN İYİ 20 ALINTI

1. Şeriati getirmenin ilmine, irfanına, zekâsına, siyasetine, iç murakabesine, dış muhasebesine, malik misiniz ki,şeriat istiyorsunuz? (s.12)

2. Yetiş imdada ey Şah-ı Risalet ruz-u mahşerde

Benim bar-ı günahım lutf-u Şah-ı Enbiya isterNe ab-ı dideden rahat, ne ah-ı sineden imdatBenim bar-ı günahım lutf-u Şah-ı Enbiya isterN’ola bir kere şad olsun cemali bakemalimdeKi Kemter bendeniz Esad sana olmak feda ister. (s.163)

3. Ne mümkün bunca ateşle şehid-i aşkı gasletmekCesed ateş, kefen ateş, hem ab-ı hoşgüvar ateşBen el çektim safa-yı rahat-ı aram-ı canımdanSafa ateş, cefa ateş, firar ateş, karar ateş (s.163)

4. Ey hürriyet-i Şer'î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir seda ile çağırıyorsun ki, benim gibi bir bedeviyi tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun! Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık.». (s.192)

5. Acaba, bu vatan ve dinin gizli düşmanlarının bu eşedd-i zulm-ü nemrudânelerine karşı, manevî pek çok kuvveti bulunan bu fedakârın tahammülü ve maddî kuvvetle ve menfi cihette mukabele etmemesinin hikmeti nedir? işte bunu, size ve umum ehl-i vicdana ilân ediyorum ki, yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan masuma zarar gelmemek için, bütün kuvvetiyle dahildeki emniyet ve asayişi muhafaza etmek için, Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakmak için, Kur'ân- ı Hakîm ona o dersi vermiş... Yoksa bir günde yirmi sekiz senelik zalim düşmanlarımdan intikamımı alabilirim. Onun içindir ki; asayişi masumların hatırı için muhafaza yolunda haysiyetini, şerefini tahkir edenlere karşı müdafaa etmiyor ve diyor ki: Ben, değil dünyevî hayatı, lüzum olsa âhiret hayatımı da millet-iİslâmiye hesabına feda edeceğim.» (s.246)

6. Said Nursi Hazretleri kesbi olmaktan ziyade Vehbi bir ilim ve deha çapında bir zeka ile nimetlendirilmiş içi vecd dolu bir insan ve nihai çapta gayesine sadık bir mücahid olup, sürdürdüğü hayata nispetle bir hal ve ruhani makam sahibi olması icap etse de, asıl kıymetinin tefekküri ve ahlaki sahada aranması gereken halis bir Müslüman ve örneklik bir mazlumdur. (s.256)

7. Eğer İslami kemal mevzuunda;Sığlığına sığSığlığına derinDerinliğine sığDerinliğine derinDiye 4 derece kabul edecek olursak bunlardan Said Nursi Hazretlerini hangi derecede gördüğümüz kendi kendisine belli; onu, çocukluğundan beri kafası zonklayan ve beyni kanayan bir tahkikçi e bu tahkik vecdiyle mücadele meydanına atılıcı bir kahraman olarak da üst derecede gördüğümüz açıktır. O’nun kendi sınıfı içinde bu üstün dereceye yükselmesi için ne zahiri ilim ne de batıni feyzde makam sahibi olması gerekirdi. O’na 90 yıllık hayatı boyunca hep didinmiş, kendi içini törpülemiş ve Büyük Huzuru bulamamış bir insan sıfatıyla, aklı akılla yenen ıstırabı, bu ıstırabın sürüklediği mazlumluğu ve ulaştırdığı kahramanlığı yeterdi ve yetti. (s.257)

8. Edep, hadlere riayet etmek demektir, en büyük edep ise ilahi hududu muhafaza etmektir. (s.311)

9. Müridine bak, şeyhini tanı. (s.311)

10. “Mevzuunu bulamaz ki ben desin” (s.312)

Kırklar Meclisi Sayfa 5

Page 6: Son devrin din mazlumları

11. Keramet izharından, vücudunun kafes arkasından güneş bile görmemiş bir bakirenin herkes içinde sırtından gömleği düşmüşçesine duyacağı hicaba benzer bir duygu bir utanç sahibi olmak… (s.312)

12. Keramet velilerde ya ihtiyarsızca, ilahi iradeyle meydana gelir yahut yine ilahi iradeyle, maslahat icabı olur ve asla makinenin düğmesini çevirip çarkını işletircesine şahsi ve keyfi bir tasarruf ifade etmez. (s.312)

13. Muhteşem bir heybet ve temkin… İlahi iradeye teslim olmaktan gelen bir teslimiyetle dünya işlerinden uzaklık ve hak yolunda olsa bile hadiseleri zorlama mizacına yabancılık… (s.312)

14. “Allah sırrını eminine verir; bilen söylemez; söyleyen de bilmez” (s.313)

15. Veli, bu dünya ile meşgul görünürken bile öyle bir huzurdadır ki, hiçbir işle şer-i alaka sınırları dışında ilgilenmez ve “manasız sualin lüzumsuz cevabını” vermez. (s.313)

16. “Hükümet tekkeleri değil, boş mekanları kapattı.Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı.” (s.316)

17. “Ben şeyh değilim ve o yüce mertebeye layık olmaktan uzağım; yok, eğer şeyhlik devrimizde gördüklerimizin hali demekse, ona da tenezzül etmekten münezzehim” (s.318)

18. İşte “Büyük Huzur” dediğimiz muhteşem hal !.. O, her an huzurdaydı ve her an huzurda olmanın edep tavrını, herhangi bir insani ihtiyaç vesilesiyle de olsa bir lahza için bile üzerinden attığı görülmüş şey değildi. (s.319)

19. “İyiliğin de kötülüğün de en ileri şekli İstanbul’dadır.İyi veya kötü, kim ne olmak dilerse İstanbul’a gelsin.” (s.321)

20. … Namsız, nişansız, ilansız, işaretsiz şekilde defnediyorlar. (s.323)

Kırklar Meclisi Sayfa 6

Page 7: Son devrin din mazlumları

3 ÖZET

3.1 ANAHTAR KELİMELER

Mazlum, müzmin, vakıa, Abdülhamit, padişah, İttihat-Terakki, hareket ordusu, Ulu Hakan, Şeyh Said, İsyan, ayaklanma, Hıyanet-i Vataniye, İstiklal Mahkemeleri, şeriat, şapka, hesaba çekmek, Frenk mukallitliği, beraat, idam, inkılab, devrim, Menemen, Kubilay, Serbest Fırka, Mehdi, şahit, Şeyh Esad, İskilipli Atıf Hoca, Dersim, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Bediüzzaman, Hürriyet, Harb-i Umumi, muhakeme, Nurcu, Süleyman Hilmi Tunahan, Kuran Kursu, İmam- Hatip, medrese, tekke ve zaviyeler, Nakşi, tevkif, veli, Abdülhakim Arvasi, edep, keramet, irşad, asi, isyan, garblılar, Kel Ali, tertip, sıkıyönetim

3.2 ÖZET BÖLÜMÜ

31 Mart İsyanı (31 Mart Vakası ya da 31 Mart Ayaklanması) İle İlgili Kısa Bilgi

II. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'da yönetime karşı yapılmış büyük bir ayaklanmadır. Rumî Takvim'e göre 31 Mart 1325'te (13 Nisan 1909) başladığı için bu adla anılmıştır.

Meşrutiyetçi hareketin en güçlü kanadı olan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin iktidarı tam olarak ele geçiremeyerek dolaylı bir denetim kurması, ve İngilizlerin İttihat ve Terakkicilere söz geçiremeyeceğini fark etmesi, politik istikrarsızlığa yol açmış, halk arasında da yaygın çalkantılar doğurmuştu. Bu koşullar bazı muhalifgruplarının kısa sürede İttihat ve Terakki'ye karşı İngilizlerin de desteğiyle birleşmelerine zemin hazırladı. Politik istikrarsızlık ve çatışmalar, İttihat ve Terakki'ye muhalefet eden tanınmış gazetecilerin ajanlar tarafından öldürülmesiyle daha da şiddetlendi.

12 Nisan'ı 13 Nisan'a bağlayan gece, Taksim Kışlası'ndaki Avcı Taburu'na bağlı askerler subaylarına karşı ayaklanarak Heyet-i Mebusan'ın önünde toplandılar ve ülkenin şeriata göre yönetilmesini istediler. Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti ayaklanmacılarla uzlaşma yolunu seçti ve hükümet üyeleri tek tek istifa etti. İsyancıların kurduğu yeni hükümet İngilizler tarafından desteklendi.

Adliye Nâziri Nâzım Paşa İttihatçı Ahmet Rıza Bey sanılarak isyancılar tarafından linç edildi. Aynı şekilde Lazkiye mebusu Arslan Bey de gazeteci Hüseyin Cahid sanılıp öldürüldü. Tahsilsiz ve alaylı olan askerlere halk arasından cahil ayak takımından hamallar ve bazı dindar kimseler de din elden gidiyor propagadalarının etkisiyle katılmıştı.

Ayaklanma Heyet-i Mebusan üzerinde de etkili oldu. O gün İttihat ve Terakki üyesi mebuslar, can güvenlikleri olmadığı için meclise gitmediler. Bazıları İstanbul'dan uzaklaşırken, bazıları da kent içinde gizlendi. Bu arada ayaklanmacılar İttihatçı subaylarla mebusları buldukları yerde öldürüyorlardı. Hükümetin ve meclisin etkisiz kalmasıyla, II. Abdülhamid yeniden duruma egemen oldu. Ayaklanmayı başlatan muhalefet ise, herhangi bir programdan yoksun olduğundan önderliği elde edemedi.

İstanbul'da denetimi elinden kaçıran İttihat ve Terakki asıl güç merkezi olan Selanik'teki 3. Ordu'yu harekete geçirdi. Böylece ayaklanmayı bastırmak üzere Hareket Ordusu kuruldu. Ayaklanmacılar 23 Nisan'ı 24 Nisan'a bağlayan gece İstanbul'a girmeye başlayan Hareket Ordusu'na başarısız bir direniş çabasından sonra teslim oldular. Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan da bir gece önce Yeşilköy'de toplanarak Hareket Ordusu'nun girişiminin meşruluğunu onaylamışlardı.

Ayaklanmanın bastırılmasından sonra sıkıyönetim ilan edildi ve ayaklanmacıların önderleri Divan-ı Harp'te yargılanarak ölüm cezasına çarptırıldılar. Muhalefet hareketi önemli kayıplara uğradı. Ama en önemli gelişme, Meclis-i Umumi Milli adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan'ın 27 Nisan'da II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesini, yerine V. Mehmet Reşat'ın geçirilmesini kararlaştırmasıydı. Ayrıca II. Abdülhamid'in İstanbul'da kalması da sakıncalı bulunarak Selanik'te oturması uygun görüldü. Divanıharp II. Abdülhamid'i yargılamak istediyse de, yeni kurulan Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti bunu kabul etmedi.

1912'ye kadar Selanik'te ikamet eden Abdülhamit Selanik'in Bulgaristan'a 12 Kasım 1912 de savaşmaksızın teslimi sonrasında Beylerbeyi Sarayı'na getirilecek ve 1918'deki ölümüne kadar burada hayatını sürdürecekti.

Kırklar Meclisi Sayfa 7

Page 8: Son devrin din mazlumları

31 MART

Miladi 1909 yılının 31 Mart (Rumî 1325 - 13 Nisan) Salı sabahı,İstanbul, uzak ve yakın bütün semtlerini dehşete boğan tüfek sesleriyle yatağından fırladı. Bunlar, bir gece baskını şeklinde sabaha karşı İstanbul üzerine çullanmış bir eşkiya sürüsü değil, hakikî asker... îttihadçıların «Meşrutiyet Muhafızları» ismiyle ve bir inzibat vesilesiyle Rumeliden getirtip Taksimde Taş-kışlaya yerleştirdikleri avcı taburları... Gizli niyet, gafil sürülerin şahsında evvelâ şeriati tepelemek, sonra da o vesileyle, biricik şeriat bağlısı ve koruyucusu Abdülhamîd'i devirmek...

Hâdise, hakikati ters - yüz etme yoluyla, suçlu göstermek istedikleri din dâvasına vurulan ilk darbedir; ve her noktasıyle sahtekârca tertiplenmiş bir İttihat ve Terakki oyunudur.

Şöyle ki:

1 - Hâdiseyle, gerçek din temsilcilerinin hiçbir alâkası yoktur. 2 - «Şeriat isteriz!» diye güya ayaklanan yığınlar,şeriatın ruh ve gayesi üzerinde en küçük bir bilgi ve anlayış sahibi değildir. 3 - Ayaklanan hiç kimse yok, sadece şahıslarında din dâvasının maskara edilmek istendiği, ayaklandırılmış bir zümre vardır. 4- Gaye, Yahudiler, dönmeler ve masonlarca, din inceliklerine en uzak insanları kışkırtarak, taşıdıkları veya taşımak iddiasında bulundukları mukaddes şeriat kaynağını toy ve mukallit komitecilere çiğnetmektir. 5 - Ve nihayet, tertibi Ulu Hakan İkinci Abdülhamîd Hân’a bağlayarak, tacında Tevhid Kelimesi pırıldayan büyük hükümdarı topyekûn tasfiye etmek... 6 - Abdülhamîd, başlangıçta kendisini hayret ve dehşete boğacak kadar (sürpriz) tesiriyle karşıladığı ve teskini için elinden geleni yaptığı hâdiseyi tam gelişme ânından istismar etmek ve başsız askerleri bir ânda teşkilâtlandırıp Hassa birlikleriyle desteklemek ve başlarına geçmek imkânı apaçık ortada dururken bunu yapmamış ve tevekküllerin en masumu içinde sonuna kadar hareketsiz kalmıştır. Durum bu şekilde iken hadisenin o’nun düzenlemesi olduğu söylenebilir mi?7 —31 Mart Vak'ası kadar, (mizansen) lerin en budalası hâlinde tertip edilmişken, ithamların en gülüncü şeklinde Abdülhamîd'e mal edilmek istenmiş ve yeni nesillere yutturulmuş, bir misal gösterilemez.

İttihat ve Terakki, kendi eseri, bu plânsız, mihraksız, teşkilâtsız, devlet tarafından desteksiz tepkiyi, ortada mukavemet diye birşeye imkân bulunmadığını görmekten ve bütün bunları evvelce hesap etmiş olmaktan gelen bir gözü karalıkla ve istismarların en küstahiyle karşılamış; ve eğer Padişah dileseydi birkaç saat içinde Hassa ordusuna tepeleteceği muhakkak bir sürüyü Selanik'ten yola çıkararak Payitahtı ele geçirmeyi bilmiştir. Yâni, saray bahçesine soktukları birkaç bekçiye kendilerine uzaktan yumruk sıktırmak yoliyle,İttihat ve Terakki komitecileri bahçeye girip, etrafında koskoca muhafız halkasına ve bütün bir halk barikatına rağmen sarayı talan etmek şansına ermişlerdir. Abdülhamid, her işte kendi öz dâvasına engel, düşmanlarına da yardımcı bir ruh haletine sahiptir ki, onun ismi merhamettir. Ve işte Hareket Ordusu İstanbul kapılarında!.. Hareket ordusu İstanbul surlarının önünde boy gösterir göstermez sarayda ne bir uşak, ne bir kapıcı, ne bir bahçevan, ne bir aşçı, ne bir kâtip, ne bir haremağası kalmış; bütün hizmetçiler kaçmış ve sağa sola sığınmıştır. Tek emriyle Hassa Ordusunun tek tümenine, Hareket Ordusunu tek darbede çiğnetmek gücündeki Padişah, sarayda tek başına, sadece harem halkından ve iki üç yakınından ibaret kalmıştır.

Hareket ordusunun amacı Abdülhamit’i tahttan indirmektir.Nihayet örfî idare ve Divan-ı Harp... Ve Abdülhamit’i tahttan indirmek için verilen fetvanın kelimesi kelimesine tercümesi:

«Müslümanların başı olan Zeyd (filân adam) bazı mühim şeriat meselelerini şeriat kitaplarından sildirir ve çıkarır ve şeriat kitaplarını yasaklar ve yakar müslümanlarm hazinesini israf eder ve dinî ölçü dışında kullanır, tebaasını din hükümlerince aykırı şekilde öldürür, hapseder, sürer ve ayrıca bir çok zulmü alışkanlık haline getirir; ve sonra doğru yola gelmek üzere ahd ve yemin eder de yeminini çiğneyerek müslümanların halini ve işlerini tamamiyle bozan büyük fitneler çıkarmakta devam eder ve kan dökülmesine sebep olursa, müslümanların vasıtaları o adama ait baskıyı kaldırdıklarında İslâm memleketlerinin bir çok yerinden adamı tahtından indirilmiş tanıdıkları yolunda haberler gelince, adamın yerinde kalmasında zarar ve yerinden atılmasında fayda görüldüğü takdirde, adıgeçen Zeyd'e saltanattan vaz geçmesi teklif edilmek veya doğrudan doğruya tahtından indirilmek yollarından iş başındakilere elverişli sayılanı hangisiyse yerine getirilmesi vâcib olur mu?

Cevap: Olur!»

Bu fetvaya göre Abdülhamid, Şeriat kitaplarını değiştirmek, bozmak ve yakmak, devlet hazinesini keyfine göre harcamak ve israf etmek, tebaasını da kanunsuz öldürmek, zindanlara atmak ve sürmekle suçlandırılmaktadır ki, ithamların üçü birden güneşe katran kuyusu demek çapında birer yalandır.

Sadece mason ve dönmelerin din tahrifçisi kitaplarını yaktıran, 3 milyon altınlık «Düyun-u Umumiye» borcunu kesesinden ödeyen ve saltanatı boyunca —tek bir harem ağası kaatil müstesna— hiçbir idam kararını imza etmemiş olan bir Padişahı bu mücadelelerde suçlamak her üç misalde de ak'a kara demekten ve vakıaları tam zıtlariyle ele almaktan farksızdır.

Kırklar Meclisi Sayfa 8

Page 9: Son devrin din mazlumları

Ve padişahı tahttan indirdiler.Derken Selâniğe, yahudiliğin Abdülhamid'den intikamı halinde Selâniğin yahudi Alâtini köşküne gönderilişi...

Hareket Ordusu, bedavadan vaziyete hâkim olunca «Örfî İdare» ilân etti, «Divan-ı Harb» ı kurdu ve «Şeriat isteriz» diye bağırttığı gafillerin elebaşılarını teker teker ipte sallandırdı.

Bu gafiller hiçbir şahsiyet rolü oynamasa da (anonim) olarak ilk din zulmünün, çoğu isimsiz örnekleridir ve hakikatte bu zulüm, birdenbire göze görünmeden Abdülhamid'i hedef tutmaktadır. Fert ve ferdî şahsiyet plânında din mazlumları bundan sonra gelecek ve Cumhuriyet devri çerçevesinde tecelli edecektir.

31 Mart hâdisesi, ortada fert ve şahsiyet ismi bulunmayan bir umumîlik plânında, ileride dine karşı girişilecek zulmün ilk hazırlayıcı ve geliştirici iklimini getirmiştir.

ŞEYH SAİD- GENÇ SAİD

Vak’a ve İlk Tez

Hareketine, devlete karşı silâhlı isyan süsü verilen ve böyle bir süs verilmesi için gerekli her şartı fazlasıyle misallendiren Şeyh Said ve etrafı, birer din mazlumu kabul edilebilir mi?

Sene 1925… Şubat ayının 13 üncü cuma günü… Ergani çevresinin Piran köyü…13 Şubat cuma günü kalabalık bir atlı kafilesinin köye doğru yol aldığı görüldü. Tepeden tırnağa silâhlı ve yerli kılıklı 3-5 yüz süvari… Bunlar, Doğu illerinin oymak ve ağalarına mahsus maiyet topluluğudur, hükümet çapında kuvvetlerle dolaşıp gezmeleri an’aneleşmiş bir tabiîlik belirtmektedir ve damarlarına basılmadıkça son derece uysal ve körü körüne itaat seciyesindeki bu adamlar, işte, reislerinin peşinde, bir düğün vesilesiyle Piran yolunu tutmuşlardır. Reisleri, en önde, cins bir at üzerinde, Şeyh Said…

Şeyh, kardeşinin köydeki konağına iner. Konakta düzenlenen yemekte yaptığı konuşma o günkü rejim üzerinde Şeyhin bütün görüşünü çerçevelemektedir:

«- Medreseler kapatıldı. Din ve Vakıflar Nazırlığı kaldırıldı. Din tedrisatı Maarife bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz muharrirler Peygamber Efendimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün, elimden gelse, bizzat dövüşmeye başlar ve dinin yükseltilmesine gayret ederim.»

Şeyh Said kardeşine ait konağın büyük sofasında toplanan ağalara, dine yapılan kötülükleri anlattıktan sonra:- Bu vaziyette artık ayaklanmanın ve karşı durmanın zamanı gelmiştir! Gibilerden bir söz etmemiştir.

Bu nokta önemli bir hakikati gösterir ve Piran’dan başladığı kabul edilen hareketin önceden bir niyet ve maksada bağlı olmadığını ayân-beyan gösterir.

Geçelim hikâyeye:

İşte bu adam, çevresinde düğün davetlileri olarak 300-500 atlı, Pîran köyünde kardeşi Şeyh Abdürrahim’in köy şatosu denilecek konağına iniyor. Topluluk içinde kendisinin farkında olmadığı, Jandarma tarafından aranan birkaç adam öldürme mahkûmu vardır. Mahkûmlardan biri de o köydedir ve evinde öbürlerini beklemektedir. Jandarma vaziyeti öğrenip de Pîran’a bir baskın yapmaya gelince bunlar hep birden Pîran’lı mahkûmun evine çekilip siper alıyorlar. Jandarma kolunun başındaki subay gayet akıllı bir hareketle Şeyh Said’in karşısına çıkıyor ve mahkûmların kanuna teslimi için Şeyhin vasıta olmasını rica ediyor. Şeyh; düğün daveti nedeni ile ortamın mahkumları iade etmeye müsait olmadığını, davet bitip kalabalık dağıldığında herhangi bir karmaşa ihtimali olmadan mahkumları yakalamalarının daha uygun olacağını, düğün bitinceye kadar misafiri olmalarını söylüyor.Jandarma subayı bu haklı teklifi kabul etmiyor, mahkûmların sığındığı evi kuşâtıyor ve neticesi malûm.

Şimdi en ince bir nokta:

Şeyh Said vak’a üzerine Vilâyet merkezine gidip durumu izah edeceği ve hadisede hiçbir dürtüklemesi olmadığını göstereceği yerde artık işi bir olup bitti kabul ediyor, yüksek bir dağ tepesindeki köyüne çekiliyor ve üzerine hükümet kuvvetleri yüklenince, birden, beslediği ruh haleti yüzünden, kendisini karşı koyma ve isyana geçme hareketine mecbur ve memur sayıyor ve gümbürtü kopuyor.Şeyh Said isyanının tohum mânası bundan ibarettir ve ötesi hep bu mânayı geliştirici ve gerçekleştirici tecelliler…

Pîran hadisesi üzerine, zaten derin bir şeriat kâbusu ve din korkusu yaşayan hükümette hiçbir dikkat ve anlayış tavrı peydahlanmadığı gibi, Şeyhde de bu dâvanın şartlarına ve doğuracağı neticelere dair herhangi bir basiret ve takdir gözü açılmamıştır. Hükümet için (hadise peşinden başa geçen inönü hükümeti) üstesinden gelinmek şartiyle, din gayzını büsbütün alevlendirmek için bundan daha elverişli bir fırsat bulunamazdı.1925 kışı ve ilkbaharını takip eden hadiseler 20 yıl boyunca devam

Kırklar Meclisi Sayfa 9

Page 10: Son devrin din mazlumları

etmiş, ve bu isyan, İslâmı kurtarmak amacına yönelinmiş gösterilerek, din ve dindarlar üzerinde aranıp da bulunmaz bir istismar dayanağı teşkil etmiştir.

Ankara’da Hava

Vakıadan bir hafta sonra; Doğu anadolunun yarısından fazlasında örfi idare ilanı ve Divan-ı Harbiler kurulması ve ordu kuvveti ile harekete geçilmesi.

Sıkıyönetim ilanı ve kısmi seferberliğe ek olarak , dini alet ederek zihinleri karıştırma hareketine girişenlerin vatan hayini sayılacaklarına ait madde hemen akabinde de Takrir-i Sükun Kanunu, huzur ve sükunu sağlama ismi altında gık dahi demeyi yasaklayıcı hükümler ve onun arkasındanda İstiklal Mahkemeleri ve nice zülum fermanları…

Hareket ve Tepkiler

Şeyh Said, ayaklanmanın 4. Haftasında Diyarbakır’ı kuşatır. Elazığ’ı zabt eder ve kendisini “cihad eden üminlerin başı” ilan eder. Onun İngilizlerin adamı ve Kürtlük ideali peşinde olduğu iddiaları yalandır. Öyle olsa idi, isyanın başından itibaren sınıra doğru sarkması ve İngilizler ile irtibat kurması gerekir idi. O ise dini zedelenmeye doğru giden bir Türk gibi hareket etti ve hiç düşünmeden Ankara’yı zor durumda bırakma davasona girişti. Akabinde Diyarbakır önünde başladığı taarruzda başarılı olamadı ve yakalandı. Şeyh Said ayaklanması başlamasından 2 ay sonra bastırılmış ve şeyh elebaşları ile birlikte teslim alınmıştır.

Netice; 47 kişi hakkında idam, birkaç kişi için de beraat.

Kıymet Hükmü

Şeyh Said zorla itilmiş olmasına rağmen din hikmetleri bakımından pekala mukavemet edebileceği ve mukavemet etmekle mükellef bulunduğu hadiselerin tek sorumlusu olmakla beraber, bilmeyerek uyandırdığı ve artık hep uyanık kalmasına neden olduğu ejdarhanın yine bizzat mazlumudur. O kendisine düşen zülum payının kefaretini ödedi; ya ödemelerine imkan olmayanların hali ne olsa gerek?

ŞAPKA KURBANLARI

Atıf Hoca’ya Doğru

Şeyh Said’in asılışından 5 ay sonra TBMM’ne “Şapka İktisası” ismiyle şapka giymeyi mecburi kılan bir kanun getiriliyor. Refik Koraltan başta Ahmet Ağaoğlu, İlyas Sami , Hoca Rasih Efendi, Şükrü Kaya, Necati Bey gibi milletin kendi kendine şapka giydiği ve bunun kanunlaşması gerektiği saçmalıklarının aksine tarihte eşine az rastlanır söylemler akabinde TBMM’de şapka kanunu kabul edilir.Halkın bizzat giydiği ve hükümeti arkasından çektiği gibi akıl yakıcı ve hayal çatlatıcı bir yalana alet edilen şapka (ki halk onun melon şekline mel’un adını takmıştır) bir anda ve yer yer Anadolu’nun vicdanına kapkara rengi ile oturuveriyor. Erzurum, Rize, Giresun, Maraş, Kayseri, Konya başta olmak üzere direnmelerle karşılaşıyor.

Erzurumda...Halk jandarma zoruyla dağıtılıyor.Önce sıkıyönetim, arkasından İstiklal Mahkemeleri kuruluyor. Biri kadın olmak üzere arkada 33 ceset

Rize...Güneysu nahiyesinde başlayan isyan. 80-100 kişilik bir kalabalık .. Ancak valilikten çekilen telgraf... Riza ayaklandı.Süratle tedbir yönünde..Akabinde yine İstiklal Mahkemeleri ve 8 idam kararı.

Sivasta 32 mahkumiyet Maraş’ta ise 3 idam kararı.

Şapka kurbanları mazlumluk ve şehitliğin en üst mertebesindedir. Şapka mazlumlarının fert planında en üst örneği ise İskilipli Atıf Hoca’dır.

İskilipli Atıf Hoca

Atıf Hoca’nın hayatı baştan başa macera ve çile doludur. İlk tutuklanışı Meşrutiyetin başında ve Mahmut Şevket Paşa suikastının şüpheliler kadrosu içinde sayılması nedeni iledir. İttihatçılar tarafından , Mahmut Şevket Paşanın Öldürülmesi üzerine sürgüne gönderilen din adamları arasında Sinop Kalesine sürülmüştür.Oradan Çorum'a, arkasından Boğazlıyan'a ve peşinden Sungurlu'ya sürgün ve derken:— Affedersiniz; bir yanlışlık oldu! Hitabiyle serbest bırakılış...

Kırklar Meclisi Sayfa 10

Page 11: Son devrin din mazlumları

Bir de üstelik teselli mükâfatı: Atıf Hoca, İptidaî Dahil Medresesi Umum Müdürü...Medreseyi kısa zamanda öyle ıslah ediyor ki, ismi her tarafa yayılıyor ve hem madde, hem de mâna cepheleriyle örnek medresenin ne demek olduğu görülüyor. Atıf Hoca, yalnız ezberleme bir ilimle değil, o ilmin tefekkür hassası ve en ince hikmetleriyle de doluydu. Yani gerçek ve derin mümin...

EserleriMir'at-ül-lslâm (İslâmın Aynası) İslâm Yolu İslâm Çığın Din-i Islâmda Müskirat Nazar-ıŞeriatte Kuvay-ı Berrüye ve Bahriye Tesettür-ü Şer'î (Şer'î Örtünme) Muayyene-tüt-Talebe (Öğrenci Ölçüleri) Medeniyet-iŞer'iye (Şeriat Terakkileri)

Ve bu 8 eserden sonra, kendisini darağacına göndermekte âmil olan veya kendisi gibi bir adamın yaşatılmaması fikrini ilham eden meşhur eseri: « FRENK MUKALLİTLİĞİ»

Tevkif EdilişiSene 1926... Sonbahar... İskilipli Atıf Hoca Aksaray, lalelideki evinde sivil pollisler tarafından arama yapılır bütün kütüphanesi alt üst edilir, hoca emniyet amirliğine götürülür.

Emniyete götürülen evrak ve kitaplar arasında sorumluluğu gerektiren bir şey bulunamamasına rağmen serbest bırakılmak yerine önce Trabzona sonrada Giresun’a gönderilir. Çünkü kendisini hesaba çekecek olan İstiklal Mahkemesi oradadır. Mahkeme, Atıf Hocayı suçlandırıcı hiçbir vesika, delil, işaret hatta şehadet bulamadığını tesbit ile Hocayı İstanbul’a iade etti. Atıf Hoca, İstiklâl Mahkemesi heyetiyle aynı vapurda İstanbul’a gönderildi. Fakat evine gönderileceği yerde Polis Müdüriyetine teslim edilmek şartiyle...

Giresunda Şapka giymemesine bahane olarak Atıf Hoca ile mektuplaşmasını gösteren bir meczubun sokaklarda bu konu ile ilgili yaptığı gösteri neticesinde Atıf Hoca hakkında yakalama emri çıkartılmıştır.

Hoca, sırf FRENK MUKALLİTLİĞİ eserinin sahibi olduğu için, en âdi bir tertiple, vak'a mahalli Giresunda İstiklâl Mahkemesi karşısına çıkarılıyor. Fakat Mahkeme, tertiplerin bu kadar âdisine kıymet vermiyor, gösteriyi yapan meczup, Atıf Hocanın kendisine yazdığını iddia ettiği mektubu çıkarıp gösteremiyor, mektubu kaybettiğini söylüyor, Atıf Hoca da hâkimlere : — Ben bu adamın yüzünü rüyamda bile görmedim ve kimseden böyle bir mektup almadım! Deyince, hakikat, anadan doğma bir çıplaklıkla meydana çıkıyor. Ortada, kala kala «FRENK MUKALLİTLİĞİ» isimli kitap kalıyor ki, bu mücerret ilmî eser de, şapka kanunundan çok önce neşredildiği için herhangi bir suç teşkil etmekten uzak bulunuyor.

Öyleyse,İstiklâl Mahkemesinin kendisini takip dışı bırakmasına rağmen nedir Atıf Hocanın üzerinde hiç gevşemeyen siyasî baskı...Şudur ki, Atıf Hoca, herhangi bir fiiliyle suçlu değil, zatiyle, imâniyle, din asabiyetiyle,İslâmî şahsiyetiyle suçludur ve bunların suç olduğu iddia edilemeyeceğine göre mutlaka kanunca yasaklanmış bir fiil bahane edilerek ortadan kaldırılmalıdır. Bu işi de, ilk verildiği Mahkeme yerine getiremediği, o derecede kara bir vicdan taşımadığı için şimdi bir başkasına, birincinin yapamadığını yerine getirebilecek ikinci bir organa baş vurmak gerekiyor. Öyle oldu, Atıf Hoca, Ankarada adalet tevziiyle meşgul olan en korkunç İstiklâl Mahkemesine, «Kel Ali» namiyle maruf Ali Çetinkaya’nın başkanlık ettiği Mahkemeye, Ankara’ya sevkedildi. Ankara İstiklal Mahkemesi, Atıf Hoca ile birlikte bir çok hocanın muhakemesine hazırlanmaktadır.

Muhakeme

1926 yılının 26 ocak Salı günü Atıf Hoca ilk defa İstiklal Mahkemesi huzurunda. Başkanlık makamında Kel Ali... Ayrıca Kılıç Ali ve Necip Ali'le... «Ali» isminin, mânada ve kelimede delâletine ters tarafından mazhar üçüzlü çete... Dinleyici yerleri tıklım tıklım... Zira şapka isyanının ruhu kabul edilen insan muhakeme edilecektir.

Genel kanaat şu :

Bütün aramalara, taramalara rağmen Atıf Hoca üzerinde şapka isyaniyle alâkalı en küçük bir itham vesilesi bulunmadığına, en basit bir teşvik ve tahrik izine rastlanmadığına göre bereat kararı kesindir.

Ancak umumî efkâr bilmiyordu ki, Atıf Hocanın mahkûm edilmesi için, delil, vesika, itham unsuru diye bir şeye ihtiyaç yoktur ve o mübarek adam, kendisiyle, hüviyetiyle ve şahsiyetiyle evvelden hükümlüdür. Mahkemenin üzerinde durduğu tek konu; Şapka Kanunundan önce yazılmış olan Frenk Mukallitliği isimli eserdir. Oysa ki; eser basılmadan önce İstanbul Maarif Müdürlüğüyle Matbuat Umum Müdürlüğüne gönderilmiş ve tetkik edilip hoca yazmış olduğu eserden dolayı tebrik edilmiştir. Ayrıca eser basıldığı

Kırklar Meclisi Sayfa 11

Page 12: Son devrin din mazlumları

zaman bir gazete aleyhinde bazı yazılar yazmış, hocaya hakaret etmişti. Atıf Hoca; gazeteyi mahkemeye vermişti. Mahkeme heyeti kitabın zararlı olmadığını, hakaretin ise vâki olduğunu kabul ederek gazeteyi nakdî cezaya çarptırmıştı. Bu kararlara ilişkin bilgiler de hoca ile ilgili dosyanın içinde ve mahkemenin önünde bulunmaktaydı.

26 Ocak Salı günü tek celsede bu hale gelen ve bir çıkmaza giren muhakeme, ondan sonraki safhalarda, hep Atıf Hocaya suç tedariki için zorlamalarla geçti. Aynı teşvik ve telkincilik ithamiyle mevkuf bulunanlar, geniş bir halkaşeklinde Hocayla yüzleştirdiler ve artık tekrarlana tekrarlana bayatlayan mahut sual karşısında kaldılar:

— «FRENK MUKALLİTLİĞİ» kitabından kaç tane sattınız? Kanundan sonra da sattınız mı? Bu kitabı yaymakla hangi gayeye hizmet şuurunu takip ettiniz?

En nihayetinde savcı :sanıklardan biri için idam cezası, Atıf Hoca için ve arkadaşları içinde 3’er yıl hapis isteminde bulunur.Mahkeme Reisi; bir sonraki gün son müdafalar ve karar için mahkemeye ara verir.Herkes gibi Atıf Hoca’da müdafasına hazırlanmaya başlar. Bir ara uykuya dalar uyandığında ise; müdafaasını karaladığı kâğıtları buruşturur :

- Kâinatın Fahrini gördüm. Bana «Yanıma gelmek , dururken ne diye müdafaa karalamakla uğraşıyorsun?» dedi, der.Atıf Hocanın söylediğinden sonra hapishane arkadaşı Tahir'ül - Mevlevi kendinden geçmiş gibidir :

- Ne diyorsun? - Beni idam edecekler! Allahın sevgilisine kavuşacağım!

Ertesi günü mahkeme salonu her zamankinden kalabalık... Hüküm günü... Gazeteciler, fotoğrafçılar, halk içinde dört dönmekte... Herkes, elinde bir kâğıt, uzun veya kısa müdafaasını, değişik tonlarla okuyadursun... Atıf Hoca, mütevekkil ve mahzun, sırasını beklemekte...Reis elini Atıf Hocaya uzattı :- Sıra sizde... Atıf Hoca kalktı.- Hacet yok efendim; müdafaayı mucip bir suçum olmadığı esasen tebeyyün etmiştir. Vicdanınızın vereceği hükme intizar ediyorum

Reisin tavrında hafiflemiş gibi bir hâl... Sanki Atıf Hoca müdafaasını yapacak olsa Reiste vicdanına mağlûb olma ihtimali varmış gibi ...Heyet karar için çekilir bir saat sonra geri döner , ve karar...

— Babaeski Müftüsü Ali Rıza ile Müderrislerden İskilipli Atıf’ın İDAMINA...

Öbür maznunlardan büyük bir kısım, beşer, onar yıla mahkûm: TAHÎR'ÜL - MEVLEVi ile ÖMER RIZA hakkında ise BERAAT... Atıf Hocada hiçbirşaşkınlık alâmeti mevcut değil... Gayet sakin ve adetâ vecd içinde... Rüyada gördüğü Allah Resulünün mucizesi gerçekleşmiştir. Bu mucizenin kendisine ait keramet payı ise eşsiz bir nimet ve tükenmez bir hazine...

Şubat (1926) ayının 3’üncü Çarşamba gününü 4 Şubat Perşembeye bağlayan gece karar uygulanır.

ŞEYH ESAD EFENDİ – Menemen

Hadise

1930 yılının son ayı... Bu ayın ortalarına doğru, Manisa ve civarında bağ budama mevsiminin en elverişli olduğu bir zamanda «Mehdi Mehmed» isimli bir serseri, etrafına birtakım ve çoğu genç, hattâ çocuk, saf tipler toplayarak Menemen taraflarına sürüklüyor...

«Mehdi» unvanını taşıyan Mehmed Giritlidir ve tarihin birçok devrinde şahit olunduğu gibi Mehdîlik iddiasında bir deliden başka birşey değildir. Hiç kimse tarafından sevilmeyen bir insandır ve oturduğu mahalle Manisa'nın Arpalan semtinde hemen herkesin nefret ve istishaline karşıdır. Esrarkeştir. Buna rağmen, dışından, ham softa ve kaba yobaz tipinin bütün özelliklerine maliktir. Etrafında tam beş kişi: Sütçü Mehmed; sâf, âciz, kendi halinde, mahallede süt satan bir esnaf... Şamdan Mehmed. budala ve muvazenesiz bir insan ve mesleği budakçılık... Çoban Ramazan; 18- 19 yaşlarındaki bu keçi çobanı, öbürleri gibi cahil ve muvazenesizin biri... Nalıncı Hasan; bu da Giritli ve hâdiseye hiçbirşey bilmeden karışanlardan... Zeki Mehmed; budakçılık yapan bu adam para ve menfaat karşılığında herşeye müstaid bir ahlâksız...

Mehdî Mehmed, işte bu bîçareleri telkini altına alıp bildirdiğimiz istikamete doğru sürüklüyor... Yanlarında bir de çakmaklı tüfek, hep beraber Manisa'dan Paşa'köy'e gidiyorlar. Namaz vakti camiye gidiyorlar ve namaz biter bitmez camideki, üzerinde Tevhid kelimesi yazılı sancağı alıyorlar ve kapıya çıkıp cemaatin gelmesini bekliyorlar.

Mehdî Mehmed sancağı kaldırıyor ve “müslümanları sancağı altında toplanmaya, küfrü tepelemeye davet ediyor.

Kırklar Meclisi Sayfa 12

Page 13: Son devrin din mazlumları

Menemen'i 70 bin silâhlıyla sardıklarını söyledikleri yapılmazsa işin sonunun kötü olacağını belirtiyor.” Nümayiş ,delice haykırışlar ve davetler devam ederken o civardaki kışlada nöbetçi olarak bulunan ve olup bitenleri uzaktan takip eden yedek asteğmen Kubilây, yanına bir manga asker alıp meydana doğru koşuyor.Aradan hayli vakit geçtiği halde hâlâ ciddî ve ani bir hükümet davranışı yoktur. Arkasındaki süngülü asker safının heybetine güvenen Kubilây, askerlerini geride bırakıp tek başına Mehdî Mehmed'in üzerine yürüyor ve hiç bir kelime sarfetmeden sol eliyle onun yakasına yapışıp sağ eliyle suratına iki tokat aşkediyor. Askerler geride ve halk etrafta merakla bakınmaktadır. Tokatları yiyen Mehmed henüz kendisini toparlayamadan bir silâh sesi... Kubilây'ın yere düştüğü görülüyor. Topuğundan, bütün ayağı parçalanırcasına bir tüfek kurşunu yemiştir. Müthiş ân... Jandarmalar tüfeklerini bırakıp kaçışıyor ve Kubilây'ın askerleri, yüz - geri, dağılıyor. Delice bir cür'et, başsız kalan askerlere, neyin nereden geldiğini ve nereye gittiğini kestirememek şaşkınlığı içinde büyük bir dehşet vermiş ve onlara dağılmaktan başka çare bırakmamıştır. İşte Mehdî Mehmed, bir hava boşluğunu hatırlatan bu ruhî hayret ve dehşet ânını seziyor ve en büyük numarasını oynamak üzere, yerde inleyen Kubilây'm üstüne atılıyor. Onu, kurbanlık bir koyun gibi saçlarından kavrıyor ve cebinden çıkardığı bağ budama bıçağını boynuna dayıyor. Ve bağ bıçağıyle, testere kullanır gibi, Kubilây'm ka-fasını vücudundan ayırıyor. Seyirciler bağıra bağıra kaçışmakta ve meydan bir ân için Mehdî Mehmed ile beş arkadaşına kalmış bulunmaktadır...

Birden koşar - adım gelenlere mahsus ayak sesleri... Alaydan, altı serserinin üzerine, mitralyözlü, koca bir bölük sevkedilmekte... Bölük hemen meydanı ve cami avlusunu sarıyor, makineli tüfeğini kuruyor ve ateş... İlk kurbanlar, ne olup bittiğini anlamak üzere koşup gelen iki masum bekçidir. Vücutları bir çok yerinden delik - deşik, vurulup yere seriliyorlar.

Hâdisenin müsebbiplerine gelince :

Ateş çemberinden kaçmak isterken, aralarından yalnız iki kişi müstesna, hepsi birden vurulup yere devriliyorlar. Başta Mehdî Mehmed,Şamdan Mehmed, Sütçü Mehmed, can verenler arasında... Zeki Mehmed, ölü taklidi yaparak uzandığı yerde, başından yaralı olarak ele geçiyor. Giritli Hasan ile Nalıncı Hasan ise nasılsa kaçıp sıvışma imkânını bulabiliyorlar.

İşte bütün oluşu ve bitişiyle topyekûn vak'a sadece kaçabilen iki kişinin ve eğer destekçileri varsa onların da bulunup cezalandırılmasından ibaret kalan ve bir iki mecnunun eserinden ibaret bulunan hâdise birdenbire o kadar büyütülüyor ki, ortada, tâ Sarıkamış'tan İstanbul'a kadar, tamamiyle masum ve alâkasız, tesir ve şahsiyet sahibi kaç müslüman varsa onlara çevrilmiş bir tuzaktan, kuru bir bahaneden başka birşey kalmıyor. Ber nevi (terör) dehşet salma devri açılmıştır.

Tertip

Bütün şahsiyetli müslümanları, bilhassa Nakşibendî tarikati büyüklerini ortadan kaldırmak için hükümetçe düzenlenen Menemen Vak'ası, tertiplerin en vic dansızını temsil eder.Sebep, tek olarak, din güdücülerinin imhası ve halkın yıldırılması...Bu esasî sebep' etrafında iki tane de yardımcı sebep var:

Birincisi:Serbest Fırka zamanında, Menemen «7 sinden 70 ine kadar» tabiriyle o tarafa geçmiş ve aynı günlerde kendisini ziyarete gelen Halk Partisi üyelerine «yuha!» çekmiştir.

Hükümetçe karar :«- Menemen'e en tesirli bir gözdağı vermek lâzımdır!»

İkincisi: Yine o tarihlerde bazı Halk Partisi büyükleri Bursa'da Adapalas Otelinde iken Otellerinin önünde duran taksi ve otobüslerden, bereli, kasketli, sakallı, dinî üslûp belirtici kılıklarla bazı insanlar iniyor.Kim oldukları sorulduğunda; İstanbul’dan meşhur Nakşi Şeyhi Esad Erbilli Hoca Efendi olduğu söyleniyor.Ve o akşam, bu üyelerin halkalandığı masada şu karar alınıyor :

- Artık bu adamların köküne kibrit suyu dökülmesi gereken zaman gelmiştir! Bizzat, mahkûm kabul ettiğimiz Menemen'de bir hâdise çıkartılacak, hâdiseye rejime karşı bir kıyam süsü verilecek ve ondan sonra sürek avı halinde din elebaşıları devşirilip birer birer ezilecektir.

Hâdisenin şahitleri,İlk Meclis âzasından merhum Hasan Basri Çantay ile Salih Yeşil'dir.

Bu işin tertip olduğuna en muazzam delil ise şudur ki; Evvelâ ölü taklidi yaparak yere yığılan, sonra da yakalanınca ellerine kelepçe vurulmasına hayretle bakan Zeki Mehmed şöyle bağırmıştır:«- Hani bize para vereceklerdi? Bu ne iş?...» Bunu da duyanlar ve duyanlar arasında hâlâ hayatta bulunanlar vardır.

Bir Numaralı İnsan

Kırklar Meclisi Sayfa 13

Page 14: Son devrin din mazlumları

Menemen Hâdisesinde hedef tutulan bir numaralı insan Erbil'li Şeyh Esad Efendidir.

Gerçek Şeyh Esad

19. asrın ortalarına doğru Musul'a 50-60 kilometre mesafede Erbil kazasında dünyaya geliyor. Daha ziyade din sahasında tahsil gördükten sonra, Nakşı Şeyhi Tâhâ Harirî'ye intisap ediyor ve kendisinden 24 yaşında icazet alıyor. Zahir ve bâtın ilimlerinde devamlı bir gayret gösteriyor ve zengin bir bilgi hamulesi kazanıyor. Aynı zamanda,Şeyh Abdülmecid Refkânî isimli birşeyhten de Kaadirî icazeti almıştır.

1304 (1888) de, aşağı yukarı 40 yaşlarında,İstanbul’a geliyor. Aldığı icazetler,İstanbul'da, Şeyhülislâmlık makamı tarafından tasdik ediliyor. O da, irşad işiyle meşgul olmak üzere, alâkalı makamlardan, dergâh halinde kullanılmak üzere bir mekân istiyor.İsteğini kabul ediyorlar ve kendisine, Kocamustafapaşa taraflarında, «Kelâmı Dergâhı» isimli binayı veriyorlar. Bir müddet sonra beklenmedik bir hâdise : Ulu Hakan İkinci Abdülharnîd Han, kendisi bizzat tarikat bağlısı ve himayecisi olduğu halde,Şeyh Esad Efendiyi,şefkatli bir sürgün ifadesiyle, memleketine, Erbil'e gönderiyor ve orada oturmaya mecbur ediyor. Sebep? Meçhul... Bu noktayı tam tesibit edebilmek mümkün olamamıştır. Ölçü, sadece şudur ki, Abdülhamid Han'ın, bir din adamına haksız muamele etmesine imkân yoktur. Bu noktayı Esad Efendinin bazı hudut dışı davranışlarına bağlamak mümkün olduğu kadar, bazı gammazlıkların Hükümdar üzerinde kasdî bir tesir aramış olması ihtimaline iliştirmek de kabildir.

Şeyh Esad Efendi, memleketinde 10 yıl kadar kaldıktan sonra 1316 (1900) de İstanbul'a dönüyor. Padişah tarafından affedilmiş olarak mı, başka bir suretle mi?.. Bu da meçhul... Şeyh Esad Efendi, yine Dergahında ve aynı irşad dâvasında... Şeyh Esad Efendi, yaşı altmışa dayanırken Meşrutiyet İnkılâbı...

Bu defa yeni Padişah Sultan Reşad ile arası çok iyi...İstanbul'da mevcut bütün tarikat şeyhlerini toplayan bir heyet kuruluyor ve Esad Efendi bu heyete «Reis-ül-Me-şayih :Şeyhler Heyetinin Reisi» seçiliyor. Bu devrede Şeyh Esad Efendi müridlerini yetiştirmek ve eser telifiyle meşguldür.

İstanbul’a dönüşünde yerleştiği Erenköydeki beyazköşkün nasıl satın alındığına ilişkin o dönem «Vakit» gazetesinde ciddi bir iftira kampanyası yürütülmüştür.Ancak köşkün nasıl alındığı İstanbul Polis Müdüriyetinin raporundan bellidir. Erbil'deki mülklerinin satılması suretiyle Şeyh Efendi’nin kendi kesesinden... Menemen hâdisesine rağmen, içinde her ân 30-40 misafir bulunan bu köşkte, kanuna tam bir riayet halinde, zikirsiz ve merasimsiz, yalnız sohbet ve ilim hayatı... Etrafındaki kalabalık ise, onun sohbetlerine meftun olmaktan başka bir tavır sahibi değil...

Menemen Hâdisesine kadar (1930 sonu) gidiş bundan ibaret... Bir aralık Bursa’ya yaptığı seyahatin, başına neler getirdiği malûm... Etrafını saran bağlıların kaynaşma halini gören Halk Partili üyelerin kararı:

- Başta bu adam, bütün dinî hüviyetler ve Menemen ve civarı ezilmelidir!

Nitekim, bir gece sonra sabaha karşı Şeyh Esad Efendi apar-topar Menemene aktarılıyor...

Yine Menemen

Şeyh Esad Efendi, Menemen’de ve hususî bir hücrede bir müddet hapsedildikten sonra, muhafaza altında, Askerî Hastahaneye kaldırıldı. Nitekim onu, yemeklerine kattıkları hafif zehirlerle birkaç kere öldürmeye kalkışıp sadece hastalığını artırmaktan başka bir netice elde edemeyince, bir gece, damar içi bir (enjeksiyon) şırınga ile işini bitirdiler ve muradlarına erdiler. Böylece Şeyh Esad Efendi, Dîvan huzuruna çıkartılmadan ve tek kelime konuşturulmadan öldürülmüş oldu.

Hüküm

İdam cezasına mahkûm edilen 37 kişiden yalnız 28'i asılıyor ve geriye kalanı yaş haddi ve sair sebeplerden kurtuluyor. Asılanlar arasında, bütün suçu Şeyh Esad Efendinin oğlu olmaktan ibaret bulunan Ali Efendi’de bulunmaktadır.

DERSİM

Dersim İsyanı İle İlgili Notlar :Tunceli ili'nde 1937 yılında merkezi hükümetle Dersim aşiretleri arasındaki anlaşmazlıklar sonucu yaşanan olayların genel adıdır. Dersim'de mutlak devlet hakimiyetini sağlamak için Türkiye Cumhuriyeti tarafından düzenlenen harekât ise Dersim Harekâtı'dır. Dinî ve etnik azınlıkların Türkleştirilmesi sürecinde otoriteyi sağlamlaştırmak amacıyla TBMM 1927 tarihli bir kanun çıkarır. Bu kanuna göre kurulan umumi müfettişliklerin geniş yönetsel, askerî ve yargısal yetkileri vardı. BU amaçla Tunceli, Elazığ, Bingöl’ü kapsayan dördüncü umum müfettişlik kuruldu. (Bugünkü Olağanüstü Hal Bölgeleri). 4 Ocak 1936 tarihinde Dersim Vilayeti'nin adı Tunceli Vilayeti oldu. Yasanın uygulanmaya başlamasıyla 1937 başlarında yeni olaylar çıktı. Bölgede güvenlik sağlanamadı ve hükûmet otoritesi kurulamadı.

Kırklar Meclisi Sayfa 14

Page 15: Son devrin din mazlumları

1936 yılında açılan dördüncü umumi müfettişliğin başına getirilen Korgeneral Abdullah Alpdoğan, mahkeme kararlarını imzalamaya, düzeni ve güvenliği sağlamak açısından gerekli gördüğü durumlarda ilde yaşayan kişileri ve aileleri, il sınırları içinde bir yerden bir başka yere göndermeye ve il sınırları içinde oturmalarını yasaklamaya da yetkiliydi.]Mustafa Kemal Atatürk, 1 Kasım 1936 tarihinde yaptığı TBMM konuşmasında Dersim'deki ağalık düzeni sorununu Türkiye'nin en önemli iç sorunu olarak tanımladı.

İsyan

1937 yılında Atatürk Singeç Köprüsü'nün açılışını yapmak üzere Dersim'e gelecekti. Bu köprünün bir ucunda güvenliği sağlamak amacıyla bir askeri karakol bulunuyordu. Karakola isyancılar tarafından saldırı düzenlendi. Karakol yakıldı, 33 askerin tümü öldürüldü.

27 Mart 1937 tarihinde Tunceli-Erzincan yolundaki bir köprü Haydaran ve Demanan aşiretleri tarafından yakılır. Diğer Türk Birlikleri ile bağlantı kurulmasın diye kürtler tarafından bölgenin telefon hatları kesilir. Jandarma birliklerine pusu kurulur. Pax bucağı karakoluna baskın düzenlenir. Seyit Rıza bizzat Sin Karakolu'nun da basılması için asi milislere emir verir. Bölgedeki 9. Seyyar Jandarma Taburu'na da baskın düzenlenir. Kendi vatandaşlarından kurulu düzensiz gerilla kuvvetlerine karşı savaşmak üzere eğitilmemiş ve bu yönde bir hazırlığı olmayan askeri kuvvetler kendilerini korumakta zaafiyet içine düşerler. Birçok askeri birlik basılarak askerler öldürülür ve yaralanır. Asiler Mazgirt Köprüsü'nü tahrip ederler. Bütün Bu olayların neticesinde 1937 ve 1938 yıllarında Tunceli’ye 3 askeri harekat düzenlenir. Dersim’e zehirli gaz bombalarının atıldığına dair haberler üzerine basın konu ile ilgili haberler konusunda ciddi şekilde sansürlenir. Bölgeye ilişkin temizlik harekatı 1948 yılına kadar sürmüştür.

Askerî harekât bazı aşiretleri yerlerinden sürgün ederek 1938 yılının sonuna doğru sona ermiştir. Harekât sonucunda 13.160 (Dördüncü Umumî Müffetişlik raporu) ile 40.000 arasında sivil ölürken, 2248 hane, 11.818 kişi başka yerlere sürgün edilmiştir.

Kitaptan ;

En aşağı 50.000 müslümanın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez.Babalarını arayan ve yanına gitmek istediklerini söyleyen iki mâsum çocuğun Hozat Kaymakamı tarafından süngületilerek babalarının yanına gönderilmesi... Kendisinin öğretmen ve köy halkıyle alâkasız bir şahıs olduğunu iddia ederek alevler içinden fırlamak isteyen bir gencin, kalasla itilip alevler içine atılması ve karşısında sigara içilmesi... Buğday sapları üstünde yakılan, daha evvel kurşunlanmış bütün bir köy halkı... Annesinin karnından sivri uçlu âletle çıkartıldıktan sonra yaşamakta devam eden ve hala topuğunda bu sivri uçlu âletin izini taşıyan çocuk... Bir dere içinde boğazlanan ve bu fiili yerine getiren cellâdın bulunması bir hayli zorluğa yol açan yirmi mâsum... Ve buna benzer daha neler neler!..Celâl Bayar'ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak'in Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası birkaç teferruat çizgisi halinde budur! Dayandığı tek sebep de birtakım âsâyişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadolu'yu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslâmi rengidir.

SAİD NURSİ

Eserdeki kahramanlardan kiminin mazlumluğu Atıf Hoca gibi belli bir tarihte başlar ve bir defada meydana gelir; kiminin ki de en evvel başlar ve yıllarca sürer ve en sonra nihayete erer.

Bediüzzaman said Nursi hazretlerinin vaziyeti bu ikinci sınıftandır ve kendisinin ilkler arasında sınıflandırılması mümkün olduğu kadar sonuncular içinde gösterilmesi de kabildir. Onun ki “had” dedikleri bir defa ve bir hamlede vurup deviren bir mazlumluk değil, “müzmin” tabiriyle ifade edilen 35 yıl boyunca çektirici törpüleyici kemirici bir hal...

Bediüzzamanın hayatı kronoloji şeklinde özette yer almaktadır. Necip Fazıl ile karşılaşması ve Necip Fazıl’ın Bediüzzaman ile ilgili düşüncelerine ağırlıklı olarak yer verilmiştir.

1878 - Bitlis'in Hizan ilçesi İsparit nahiyesine bağlı Nurs köyünde doğdu. Göbek adı Rızâ, babasının adı Mirzâ, annesinin adı ise Nûriye’dir. Babası Mirza Efendi, ekin tarlalarından geçerken başkasının tarlasından yemesinler diye öküzlerinin ağzını bağlayacak kadar takva sahibi bir zat, Annesi Nuriye Hanım da, teheccüd namazlarını geçirmeyen ve Üstadı hiç abdestsiz emzirmeyen, sâliha bir kadın idi. Said NUrsi’nin üç erkek, üç kız kardeşi vardır.

1885 - İlk tahsiline başlamak için ailesinden ayrılıp Tağ köyü medresesine geldi. Burada bir süre kalıp tekrar köyüne döndü. 1893 - Bitlis ve Siirt civarında çeşitli yerlerde ilim tahsili için bulundu. Daha sonra Siirt'in Tillo kasabasında bir kubbede

inzivaya çekildi. 1894- Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinden rüyasında aldığı emir üzerine, Cizre'de aşiret reislerinden Mustafa Paşa'yı ikaz için

Cizre ve Mardin taraflarına gitti.1894 – Van’a giderek orada coğrafya, matematik, jeoloji, fizik ve kimya gibi müsbet ilimleri öğrenmeye başladı. Kısa süre sonra da ilim adamları tarafından, ilimdeki üstünlüğü sebebiyle “zamanın emsalsizi, benzersizi” anlamında Bediüzzaman lâkabı verildi.

1895 - Mardin'den Bitlis'e sürgün edildi ve burada iki yıl valinin tahsis ettiği odada kaldı. 1897 - Vali Hasan Paşa'nın daveti üzerine Van'a gitti. 80-90 cilt tutarındaki kitapları üç ayda bir defa ezberden tekrarladı.

Kırklar Meclisi Sayfa 15

Page 16: Son devrin din mazlumları

1900 - İngiliz Müstemlekât Nâzırı Gladston'un gazetelerde çıkan konuşması onun ruhunda bir feveran ve gayret meydana getirdi.

1907- Eğitimle ilgili projelerini padişaha sunmak üzere İstanbul'a geldi. Fatih'te kaldığı yerin kapısına "Her suale cevap verilir ama soru sorulmaz" levhasını asıp, âlimleri sual sormaya davet etti. Sultan Abdülhamid'e Şark'ta üniversite açtırmak için müracaat etti. Aynı yıl Yıldız Divan-ı Harbi'ne verildi.

1909 - Patlak veren 31 Mart Vakası üzerine isyan etmiş olan sekiz adet taburu yaptığı konuşmalarla itaate getirdi. Yine de 31 Mart Olayı sebebiyle Divan-ı Harp Mahkemesinde yargılandı ve berat etti.

1910 - Van'a gitmek üzere İstanbul'dan ayrıldı. Horhor medresesinde talebe okutmaya başladı. 1911- Şam'a gitti. Emeviye Camii'nde "Hutbe-i Şamiye" adıyla meşhur olan hutbesini verdi. Bu hutbe daha sonra Hutbe i

Şamiye adıyla kitaplaştırıldı. Münâzarat ve Muhakemât gibi eserlerini telif etti.Ardından Doğu’da kurmayı planladığı Medresetüz-zehra projesine sunmak üzere tekrar İstanbul’a gelip, Sultan Reşad'la beraber Rumeli seyahatine çıktı.İrili ufaklı sekiz adet eseri 1911 ve 1912’ de Eski Said döneminde telif etmiştir.

1913 - Van'a giderek Şark Üniversitesi'nin (Medresetü’z-Zehra ) temelini attırdı. 1915 - Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla milis kumandanı olarak Pasinler cephesinde talebeleriyle Ruslarla çarpıştı.

Meşhur 'işârât'ul-i'câz' tefsirini, bu savaş esnasında ve fırsat bulduğu zamanlarda talebesi ve cihad arkadaşı olan Molla Habib'e dikte ettirmiş, yanlarına düşen top mermileri bile lahûtî ve ma'nevî âlemine etki edememiş, kendisini Kur'an'ın ilâhî ve ruhî tefekküründen alıkoyamamıştır.Üstteki eserler uzun sürelerde telif edilmekle birlikte, hemen hemen tamamı 1912'de Üstad tarafından, İstanbul’da bastırılmıştır.

1916 - Ruslara esir düştü ve Sibirya'nın Kosturma şehrine esir olarak gönderildi. Rusya'da 'esir zabitler kampında' bulunduğu sırada, kampı ziyarete ve teftişe gelen Rus Orduları Başkomutanı'nın önünde bütün esirler hürmetle ve korku ile kalkarken, Üstad Bediuzzaman yerinden bile kıpırdamamış, İslam'ın izzetini ve şerefini bil-fiil izhâr ederek göstermiştir. Bunu; kendisi, ülkesi ve Çarlık Rusyası için büyük bir hakaret olarak telâkki eden Rus Başkomutanı, tercümanı vasıtasıyla; "neden ayağa kalkmadılar, yoksa beni tanımadılar mı?" diye sorar. Üstad Bediuzzaman ise, gayet vakur ve sakin bir tarzda, "Bilakis iyi tanıyorum; Rus Çarı'nın dayısı ve Rus Orduları Başkomutanı Nikola Nikolaviç'dir. Bu tavrım, hakaret için değil; bağlı bulunduğum yüce İslâm dininin gereğidir. Çünkü, ben Müslüman bir kimseyim; bir Müslüman, bir kâfirden üstün olduğundan dolayı, senin önünde asla kıyam etmem, edemem!" seklinde cevap verir ve bu cevap da, kendisinin 'Divan-i Harbe' verilerek idam edilme kararının alınmasını doğurur. Bir kaç esir zabit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahim neticenin önlenmesini isterler. Fakat Üstad ise; "bunların idam kararı, benim ebedi aleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir." deyip, kemâl-i izzetle ve şecaatle idam emrine hiç ehemmiyet vermez ve idam öncesi 'iki rek'at namaz' kılmak için müsâade alır ve namaz üzerinde iken, Rus başkomutanı gelir ve durumu öğrenerek; "o tavrınızın mukaddesatınıza bağlılıktan ileri geldiğine kanâat getirdim; dini inançlara saygılıyım..." diyerek, özür diler ve idam kararını geri aldırtır...

1918 - Rusya'da esaretten kurtulduktan sonra, Varşova ve Berlin üzerinden İstanbul'a gelir. Dostlarının ısrarı ve Ordu-yu Hümâyun'un tavsiyesiyle kısa bir süre "Dar'ul-Hikmet'ül-İslâmîye" azalığı yapar. İngilizlerin işgaline karşı hitabelerle ve basım-yayın yoluyla ateşli bir mücadele başlatır. Harbiye Nezareti'nin ikramiye ve harp madalyası verdi. Hz. Üstadın esaretten sonra, İman rükünlerinin ispatına dair “Nokta”, çeşitli ayet ve hadisleri tefsir eden “Sünuhat”, Hz Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğini ispat eden “Şuaat”, Kur’an’ın mucizeliğini anlatan “Rumuz”, sosyal konularda “Tuluat”, tevhidin ispatı hakkında “Katre”, özlü sözleri içine alan “Hakikat Çekirdekleri”, ahlak ve ubudiyet derslerini ihtiva eden “Habbe”, “Zerre” ve “Şemme” adlı risalelerini yazıp yayınladığını

1919 - Sultan Vahdeddin'in, Bediüzzaman'a "Mahreç" pâyesi verdi. Mesnevî-i Nuriye adlı eserini telife başladı. 1920 - İngiliz işgaline karşı "Hutuvat-ı Sitte"yi neşrederek Anglikan Kilisesi'ne gerekli cevabı verdi. Bu eser yüzünden İşgal

kuvvetleri tarafından gıyabında ölüm cezasına mahkûm edildi. İstiklal Savaşı'nda Kuvâ-yı Milliyeyi destekledi.

1922 - İstanbul'daki faaliyetleri Ankara Hükümeti'nin dikkatini çekmesi üzerine Ankara'ya davet edildi. Meclis'te hoşâmedî ile karşılandı. Milletvekillerine namaz konusunda sohbet etti.

1923 - Meclis'te mebuslara hitaben bir beyanname neşretti. Sonra Van’a döndü. Talebelerine ders vermeye başladı. Erek Dağı’nda iki senesini geçirdi.

1925 - Bediüzzaman Şeyh Said isyanıyla hiçbir ilgisi olmadığı halde, bu bahaneyle Van'dan nefyedilerek önce İstanbul'a oradan da Burdur'a getirildi. Sonrasında Burdur’dan Barla'ya getirildi. Ömür boyu sürgün hayatı yaşamak mecburiyetinde bırakılan Üsdad Said-i Nursî Hazretleri "Risale-i Nur" adı verilen ve baştan başa imân ve Kur'an hakikatlarını ihtiva eden eserlerini telif etmeye başladı.

Bediüzzaman; Barla’da ki ikametine kadar olan dönemini Eski Said olarak adlandırmakta; bu tarihten sonrasına ise Yeni Said demektedir. Bediüzzamanın hayatında önemli iki merhale vardır: Eski Said ve Yeni Said. Aslında her iki Said de Saiddir. Bediüzzaman’ın "eski Said" dediği kötü bir Said değildir. Bütün gayreti ve himmeti İslamın ila ve terakkisidir, müslümanların problemlerine çare aramakla meşguldür. Eski Said, daha ziyade akli gidiyordu, Yeni Said ise ilhama da mazhardır, akıl-kalp ittifakıyla hareket eder.

Eski Said hayatın geniş dairelerinde hizmet ediyordu, Yeni Said ise sürgünde, garip, kimsesizdir, gelecek nesillerin hidayetine vesile olacak nurlu Kur`an reçetelerini yazmakla meşguldür. Eski Said’in, mutlakiyet ve meşrutiyet dönemlerinde, Yeni Said’in ise Cumhuriyet döneminde manevî cihat yaptığını söyleyebiliriz. Yeni Said döneminde külliyatın telifi ise; 1926'da Nurun İlk Kapısı ile Burdur'da başlamış; 1948-1949'da Elhüccet-üz Zehra risalesinin telifi ile tamamlanmıştır. Telif süresi; Kur'an’ın inzal suresine tevafuken 23 yılda ikmal edilmiştir.130 parça diye rakamlandırılan risaleler irili ufaklı olup, her biri ayrı ayrı birleştirilmeden sayılırsa toplam telifat 196 risaledir. Mektubat, Lemalar ve Sözlerin ekserisi, sorulan veya sorulabilecek olan muhtemel suallere Üstad tarafından

Kırklar Meclisi Sayfa 16

Page 17: Son devrin din mazlumları

Sünuhat nevinden verilen cevaplardır.Telif sırası ile külliyattaki risalelerin tasnif ve tertip sırası çok farklıdır. Burada da Kur'an’ın tanzim tarzına tevafuk söz konusudur. On yılı aşkın Barla ve Isparta hayatında, büyük mecmuaların ekserisi telif edilmiştir

1927 - Burdur’dan Isparta’ya gönderildi. Buradan da Isparta’nın bir köyü olan Barla’ya sürgün edildi. 1934 - Risale-i Nurları yayılmaya başlaması ve etkileri nedeni ile Hükümet tarafından daha kolay kontrol edilebilmek amacı ile

Barla'dan Isparta Merkeze getirildi 1935 - “Gizli cemiyet kurmak, rejimin temel düzenini yıkmak” ithamıyla Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde aleyhinde dâvâ

açıldı ve mahkeme neticesinde Tesettür Risalesi’nden dolayı on bir ay hapse mahkûm edildi. yüz yirmi talebesiyle birlikte Eskişehir Hapishanesinde tutuklu kaldı ve orada tecrid-i mutlak altında tutuldu.

1936 - Eskişehir'den tahliye edilerek Kastamonu'da ikamete mecbur edildi.. Buradaki ikâmeti yedi yıl sürdü. Eserlerini telife burada da devam etti.

1943 - Bediüzzaman tekrar tutuklanarak Çankırı yoluyla Ankara'ya getirildi. Yüz yirmi altı talebesiyle birlikte tekrar tutuklanarak Denizli Hapishanesine sevk edildi. Dokuz ay süren tutukluluktan sonra Denizli Ağır Ceza Mahkemesi berat kararı verdi.

1944- Denizli mahkemesinin başladı. Mahkeme beraat verdi. Ardından Emirdağ'da ikamete gönderildi.1946’ ya kadar telifat orijinal olarak elle, Osmanlıca yazılıp çeşitli şekil ve tarzlarda etrafa gönderilmiş ve elle çoğaltılarak yayılmıştır.1946’ da üç teksir makinesi alınarak, risaleler kolayca çoğaltılıp istifadesi temin edilmiştir.

1948 - Aynı suçlamalarla tekrar tutuklanarak elli dört talebesiyle birlikte Afyon Hapishanesine sevk edildi. Yaklaşık yirmi ay süren hapis hayatında büyük sıkıntılar çektirildi. Mahkemenin verdiği mahkûmiyet kararı temyiz edilip esastan bozuldu.

1949 - Afyon hapsinden gece yarısı tahliye edildi ve tekrar Emirdağ'a getirildi.

Bediüzzaman; Afyon Hapishanesinden tahliyesinden sonraki dönemi 3. Said olarak ifade etmektedir.

1952 - Gençlik Rehberi mahkemesi için İstanbul'a geldi ve duruşmada beraat etti. 1953 - Tekrar Emirdağ'a döndü. Ardından yine İstanbul'a gelerek üç ay kadar kaldı. Patrik Athenagoras'la görüştü. On sekiz yıllık

ayrılıktan sonra Barla'ya gitti. Bundan sonraki hayatı genellikle Emirdağ ve Isparta’da geçti. 1954’ den itibaren de külliyatın matbalarda Latin harfleriyle bastırılması azami derecede inkişaf etmiştir.

1950 yılına kadar teksir makineleriyle çoğaltılan risaleler; 1950’den sonra yeni harfle Türkçe olarak matbalarda basılmaya başlanmıştır. Yeni harfle matbada ilk basılan eser, Üstadımızın Küçük Tarihçe-i Hayat'ıdır. Bediüzzaman, basılan eserleri gördüğünde, dikkatle ve keyif ile bakar, okur ve "bugün benim bayramımdır" diye sevinirdi. Vefatına kadar dikkatle, Latin harfleriyle basılan ve bugüne ulaşan külliyatı, bizzat kendileri tashih ederek son şeklini vermiştir..

1956 - 1948 yılından beri sekiz sene devam eden Afyon Mahkemesi'nde Risale-i Nurların beraatı ve iade edilmesi kararlaştırıldı. 1957 - Nur Risalelerinin ve bu arada Tarihçe-i Hayat'ın matbaalarda basılarak neşredilmeye başlandı. 1960 - Isparta'dan Urfa'ya doğru yola çıktı. 27 Mayıs ihtilalinin ayak seslerinin duyulduğu günlerde Ramazan'ın 25. günü 23

Mart 1960 Çarşamba gecesi saat 03:00 civarında Urfa'da vefat etti. 12 Temmuz 1960 - Urfa'da Halilürrahman'da bulunan mezarı açılarak naaşı bir kısım resmi yetkililerce meçhul bir yere

götürülerek nakledildi.

Kendisiyle Görüştüm

Necip Fazıl; Bediüzzaman’ı İstanbul muhakemesi sırasında, Sirkeci’de kaldığı otelde ziyaret eder. Bu görüşmeye ilişkin notları :

“Derinlerden bakan hummalı gözlerin hâkim olduğu sakalsız bir nûranî çehrede, içine kapanık bir hâl... Heybet hissinden ziyade, dâvasına teslim olmuş çilekeş bir insan intibaını aldım. Beni «Büyük Doğu» faaliyetimle tanıyorlar ve o tarihte, henüz başlarında olduğum hapislerimi biliyorlardı. Bana iltifat ettiler ve aynen şu kelimeleri söylediler:

«- Seni Nûr Risalesine 40 yıl hizmet etmiş (sene sayısını tam hatırlamıyorum; daha az veya daha çok olabilir) kabul ediyorum!”

İstanbul Sonrası

Bediüzzaman,İstanbul'da aldığı beraat kararından sonra Emirdağına çekiliyor ve her zamanki içine kapanık hayatını orada sürdürmeyi uygun görüyor. Sürgünde ve evinden dışarı çıkabildiği zamanlarda vaktini geirdiği dağlarda ve bayırlarda şapkasız gezdiği gerekçesi ile karakola götürülüyor. Bediüzzaman, hâdiseyi talebelerine bildiriyor ve tazyikin bu şekline mâni olmalarını istiyor. Ankara'daki Nur talebeleri bu şikâyet yazısının bir kopyasını Samsun'da çıkan gazetemsi bir dergiye gönderiyorlar, dergi onu ve onun etrafında birkaç yazıyı neşrediyor ve hemen takibe uğruyor.

Kırklar Meclisi Sayfa 17

Page 18: Son devrin din mazlumları

O sıralarda Malatya hâdisesi olmuş, yekûnu 200 yıl hapsi geçen bir ceza isteğiyle 15 - 20 kişi zindanı boylamıştır. Bu hapsedilenleri fikirde kışkırtmış olmak ithamiyle de tevkif edilenler arasında Necip Fazıl Kısakürek, Osman Yüksel, Samsun'daki derginin sahibi ve ayrıca bir muharrir vardır. Vaziyet açıktır; Adnan Menderes'ten himaye beklenilen bir anda, Malatya hâdisesi dolayısiyle topyekûn dinî cereyan durdurulmakta, vicdanlar talan edilmekte ve müslüman kadınların başörtülerine kadar İslâmî mahremiyet didik didik edilmektedir.

Bu hâl Said Nursî ve Nur talebelerine de sirayet ettiriliyor ve Samsun'da çıkan dergi ve yazılar ve dinî mâna taşıyan eserlere malûm basında müthiş bir hücum... Nur Risalesi de aynı hücuma hedef... Nurcuların evleri basılıyor ve sandıklariyle eraber dillerinin altına kadar herşeyleri aranıyor. Samsun'da muhakeme; ve sonunda beraet...

Son Durak URFA

Sene 1960... Bediüzzaman, 90’ıncı yaşından birkaç yıl eksik bir ömrün son mevsiminde...Hizmetindeki talebelerine, bir gün, ani bir karar ile Urfa’ya gitme talimatı veriyor. 3 sadık talebesi ile birlikte Urfa’ya geliyorlar ve bir otelin üst katına yerleşiyorlar. Bu esnada son derece rahatsız, ölüm döşeğinde...Emniyet teşkilâtı ise, onun Isparta'dan ayrılışından biraz geç bilgi sahibi oluyor ve nereye gittiğini bilmedikleri için bütün memlekete telsizle (alarm) işareti vermeye başlıyorlar. Urfa'da bir düzine polis oteli içinden ve dışından sarıyor. Yanındaki üç talebesi de Emniyete götürülüp Üstadı neden Urfa’ya getirdiklerine dair hesaba çekiliyorlar.ve emniyet amiri tarafından talebelere Said Nursi’nin derhal Isparta’ya geri götürülmesi bildiriliyor. Talebeler, Üstadın çok rahatsız olduğunu yerinden kıpırdatamayacaklarını söylediklerinde Emniyet Amiri emri tebliğ için bizzad Said Nursinin yanına gidiyor. Üstad:

- Ben şimdi hayatımın son dakikalarını geçiriyorum. Sizin vazifeniz, şimdi su bulup getirmektir. Ben gidemiyeceğim. Âmirinize öylece bildiriniz!

Emniyet Amiri ve polisler müteessir oluyorlar. Israr etmiyorlar, Gidiyorlar. Vaziyeti, tabiî Dahiliye Vekiline arzediyorlar. Ertesi gece Bediüzzaman Hazretleri vefat ediyor. Bu defa polisin tazyiki :

- Hemen defnedilsin! Yönünde.

24 Mart 1960... «Büyük bir cemaatle cenazesi Ulu Camide Halilür-rahmanda hazırlanan kabre götürülüyor, dualarla defnediliyor. Üstad defnedildikten sonra hizmetindeki talebelerle Urfa'daki talebeler kabrinde nöbet bekliyorlar.

Bir müddet sonra Nur Talebeleri Urfa'dan uzaklaştırılıyorlar. Derken, Üstad Said Nursî Hazretlerinin 35 yıl süren mazlumluk hayatı yetmiyormuş gibi, zulüm sırası mübarek naaşma geliyor. . 1960 Temmuz ayının ortasında Bediüzzaman Hazretlerinin kardeşi Abdülmecid Efendiyi Konya'da Vilâyet merkezine çağırıyorlar ve mezarın naklini istemiş gibi zorla "bir kâğıt imzalatıyorlar. Lâhdi açıp tabutu askerî bir uçakla, Eğridir tarafları sanılan mçhul bir yere götürülüp gömüyorlar.

Kıymet Hükmü

Gerçek din ve şeriat zaviyesinden hükmümüzü belirtelim :

1 — «Sözler», «Mektubat», «Lem'alar», «Şualar» diye dört büyük kısımdan teşekkül eden ve 130 parça hâlinde bütünleşen Nur Risalesi, bu büyük ve son derece tesirli eser, Kur'an sırlarına dayalı birİ slami hikmet manzumesidir ve bu ölçüyle ele alınmalı ve değerlendirilmelidir.

2 — Nurculuk asla bir tarikat veya mezheb değildir; ve ruhanî terbiye yoliyle zevkinişeriat ve hakikattan almış muhterem bir zâtın etrafındaki vecd ve bağlılık halkasından ibarettir.

3— Said Nursî Hazretleri, kisbî olanaktan ziyade vehbî bir ilim ve dehâ çapında bir zekâ ile nimetlendirilmiş kemâlli bir insan ve nihaî çapta muhterem ve muhteşem bir mücahid olup, sürdüğü hayata nispetle bir hâl ve ruhanî makam sahibi olması muhakkak bulunmakla beraber, asıl kıymeti tefekkürî sahada aranması gereken halis bir Müslüman ve örneklik şerefte bir mazlumdur.

Netice;

Eğer İslami kemal mevzuunda;Sığlığına sığSığlığına derinDerinliğine sığDerinliğine derin

Kırklar Meclisi Sayfa 18

Page 19: Son devrin din mazlumları

Diye 4 derece kabul edecek olursak bunlardan Said Nursi Hazretlerini hangi derecede gördüğümüz kendi kendisine belli; onu, çocukluğundan beri kafası zonklayan ve beyni kanayan bir tahkikçi e bu tahkik vecdiyle mücadele meydanına atılıcı bir kahraman olarak da üst derecede gördüğümüz açıktır. O’nun kendi sınıfı içinde bu üstün dereceye yükselmesi için ne zahiri ilim ne de batıni feyzde makam sahibi olması gerekirdi. Ona 90 yıllık hayatı boyunca hep didinmiş, kendi içini törpülemiş ve Büyük Huzuru bulamamış bir insan sıfatıyla, aklı akılla yenen ıstırabı, bu ıstırabın sürüklediği mazlumluğu ve ulaştırdığı kahramanlığı yeterdi ve yetti.

SÜLEYMAN EFENDİ

Silistrelidir. 1888’de dünyaya geldi. Süleyman Efendi, İstanbul’da meşhur Bafra’lı Ahmet Hamdi Efendinin ders halkasına girerek ondan din ilimlerini ve arapçayı öğrendi ve birincilikle icazet aldı.

Mücadele Devresi

İlk mücadelesi, dini içinden bozan ve böylece küfre (endirekt) kuvvet verenlere karşı... Ondan sonra Süleyman Efendinin mücadelesi doğrudan doğruya din dairesine dışarıdan gelen hücum ve tazyiklere karşı başlıyor ve hayatının sonuna kadar devam ediyor.

Defalarca, mevkufiyet olmaksızın mahkemeye veriliyor, fakat bunlardan hiçbirşey çıkmıyor. Evi, etrafı, muhiti ve faaliyet sahaları sürekli bir tarassut altında...İlk tevkif ve çilesi 1939 yılında... Kendisini evinden alıp meşhur Birinci Şubenin tabutluklarına tıkıyorlar... Dostları ve yakınları da beraber... Orada, türlü polis işkenceleri altında üç gün kalıyor... Birinci Ağır Ceza Mahkemesine sevkediliyor... Polisin işkencelerine ve nice ifade veşehadet oyunlarına rağmen Birinci Ağır Ceza Mahkemesi mevkuf olmayarak muhakemesine karar veriyor ve Süleyman Efendi hemen salıveriliyor... Aylarca süren muhakeme neticesinde hüküm: SUÇSUZ OLDUĞU ANLAŞILMAKLA BERAETİNE..

ÇileSüleyman Efendinin üçüncü takip ve tevkifi ise Demokrat Parti devrine rastlar ve o devrin devlet adamlarınca tertiplenmiş bir (komplo) neticesinde meydana gelir.Tıpkı Menemen tertibi denilebilecek, bir oyun hazırlıyorlar: 1957 de Bursa'nın Ulu Camiindeki mahut Mehdîlik komedyası... Sözde Nakşî, Akif Efendi isimli bir şahsın Tavşanlı'daki müridleri, Bursa'nın Ulu Camiinde, ellerinde kılıç, malûm mehdîlik narasını basıyor ve gülünç nümayişe girişiyor. Maksat meseleyi Tavşanlı'ya, oradan da vilâyet merkezi Kütahya'ya intikal ettirip Süleyman Efendinin ruhî ve siyasî nüfuz mıntıkasını sindirmek ve eğer hâdise kanlı bir safhaya girecek olursa onu darağacma kadar götürmektir. Bereket ki, hâdise kansız bastırılıyor, yani tertipçiler kuklalarını adam öldürmeye kadar sevkedemiyor ve ortada :- Vay şeriatçiler, vay (teokratik) idare özlemcileri!Homurtusundan başka bir ses duyulmuyor.Sonrasında tekrar; İstanbul'da Süleyman Efendinin evine ve damadının yazıhanesine baskın... Doğru Müdüriyet ve oradan muhafazalı olarak Kütahya... Süleyman Efendi, Kütahya Emniyet Müdürlüğünde... Bütün bir gün ve gece orada bekletiliyor. Sabaha kadar, yetmişine merdiven dayamış ihtiyara, sille, tokat, edilmedik cefa bırakılmıyor. Ana - avrat küfürler de cabası...

Hakim, Süleyman Efendi hakkında verilmiş gıyabi tevkif kararını vicahiye çeviriyor ve buyurun hapishaneye!.. Bir ay sonraki celsede de ise ittifakla beraat kararı...Bu çileler içinde Süleyman Efendi, bütün gücünü Kur'an Kurslarına vermiş, didine dursun; âni bir şeker hastalığı infilâkına uğruyor, görülmemiş şekilde terakki edip kanda (6) grama kadar çıkan şeker, bütün ihtimamlara rağmen düşürülemiyor ve Silistireli Süleyman Hilmi Turahan, 1959 yılı 16 Eylülünde 71 yaşında, ebedi âlemine göçüyor. Hastalığının ağırlaştığı son günlerde, beklenen akıbete karşı, Efendinin Fatih Camii Hazinesine defnedilmesi için hükümetten müsaade alınmıştır. Fakat...

Polise emir: - Karaca Ahmed Mezarlığında bir çukur açtırınız ve oraya gömdürünüz.

- Polisin açtığı çukura gömülecek! Başka tarafa götürülemez!

Ve cenaze sahipleri, belki de böyle bir acı gününde hadise çıkartmamak gibi bir his altında bu zulme baş eğiyorlar ve Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan'ın tabutunu Karaca Ahmed istikametine çevirip, orada, polisin açtırdığı çukura indiriyorlar.

Kıymet Hükmü

Zahiri cephesiyle Süleyman Efendi, gayet güzel bir dış yapı içinde, fevkalâde şahsiyetli tavır ve edalara sahip bir zat... Bu zatın yine dış plandaki İslâmî ilimlere nüfuzu, onları iç plandaki hikmetlerine ulaştırıcı çapta derin... Birçok insanda toplanması mümkün olan bu meziyetlerin Süleyman Efendiyi nadir bir örnek haline getirmesinin nedeni ise ondaki şeriat hiddet ve gayretidir. Onun,İslâm vecd

Kırklar Meclisi Sayfa 19

Page 20: Son devrin din mazlumları

ve şevki dışında 71 yıllık ömrüne nispetle 24 saatlik bir başıboşluk hayatı olabileceğine inanmak mümkün değildir. Kendini bir dâvaya vakfetmiş ve onun dışında hayat ve faaliyet kabul etmemiş olmanın tam misali... Böyle olduğu için de, tesir ve sirayet kabiliyeti pek büyük... İşte Süleyman Efendide Kur'ân Kursları hamlesi, zahir plânında tecelli eden, fakat her şey gibi kuvvetini bâtından alan bu ruha bağlı... Küfür kalesinin kapısı önünde bir cenkleşmedir giderken, bu kurslar, kanuna tam uygun olarak, toprak altında kalenin merkezine doğru açılmış tünellerdir ve yoğurduğu ruh ve yetiştirdiği madde bakımından, Fâtih'in, gemilerini karadan Haliç'e indirmesi kadar muazzam bir buluştur. Bu buluşun ecr ve makamı çok yüksek olsa gerek...

“Süleyman Efendi Nakşî idi ve Altın Silsilenin en büyük halkalarından İmam-ı Rabbani Hazretlerine doğrudan doğruya irtibat ifadesi içindeydi. Süleyman Efendi, benim kendisine intisabımı isteğini defalarla ima etti. Fakat ben kendisine intisap edemedim. Zira boynu serbest olanlardan değildim ve boynumda, ucu Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinde olan bir kemer taşıyordum. Benim Süleyman Efendiye bağlanmayışım, onun yetkin bir insan olmadığı mânasına gelmiyeceği gibi, bağlanışım da ille kemal sahibi bulunduğuna delil teşkil etmezdi.”

“Fakat tasavvuf sahasında otuz yıla varan müşahede ve tespitlerim, bana, kalp paralarla halislerini yakından tanımak gibi bir sarraflık ihtisası vermiştir. Bunu,İlâhî ibir lûtfa nâiliyet olarak Kur'ândaki «Rabbinin sana verdiği nimetleri dile gelir!» emriyle belirtmek isterim. Ve hemen ilâve ve tekrar etmek isterim ki, velilik davasındaki biri, eğer velî değilse mutlaka d enidir; ve bu âcizin bu yoldaki ihtisası; herhangi bir kalp parayı tanımakta bir banka veznedarının ustalığından eksik değildir. Bu ölçülerden sonra Süleyman Efendi hakkında verilecek hüküm O’nun kalp ve sahte akçe olmadığı fakat madenindeki kıymet derecesinin bende meçhul kaldığıdır.”

ESSEYİD ABDÜLHAKİM ARVASİ

ÖlçülerVelîlerin derece ve mertebelerini tâyin ederken sımsıkı muhafaza edilmesi gereken umumi ve temel ölçü, «had» mefhumunu anlamaktan ibarettir. Abdülhakîm Efendi Hazretlerinin tabiriyle: « Edep, hadlere riayet etmek demektir, en büyük edep ise İlâhi hududu muhafaza etmektir.»

Bu ana ve temel ölçüden sonra, velilere ait, kökler: batında, fakat alâmetleri zahirde şu vasıflar gelir:

1 - Anahtarın kumdaki yatağiyle kendisi arasındaki mutabakata eş, her hâli, her sözü, her hareketiyle tam birşeriat uygunluğu...

2 - Yine Abdülhakîm Efendinin «mevzuunu bulamaz ki , ben desin...»şeklinde belirttiği gibi, en küçük benlik korkusuna yer vermeyen ve bunu bilhassa sahte tarafından bir kelime oyunu halinde göstermeyen halis bir mahviyet...

3-Keramet izharından, vücudunu kafes arkasında güneş bile görmemiş bir bakirenin herkes içinde sırtından (gömleği düşmüşçesine duyacağı hicaba benzer bir duygu, utanç sahibi olmak... Keramet velîlerde ya ihtiyarsızca, îlâhî iradeyle meydana gelir, yahut yine İlâhî iradeyle, maslahat icabı olur; ve asla, makinenin düğmesini çevirip çarkını işletircesine şahsî ve keyfî bir tasarruf ifade etmez.

4 — Muhteşem bir heybet ve temkin...İlâhî iradeye bağlı olmaktan gelen bir teslimiyetle, dünya işlerinden uzaklık ve hak yolunda olsa bile hâdiseleri zorlama mizacına yabancılık... Bu nokta, gerçek kemâl ehlini sahtesinden ayırd edici başlıca vasıflardandır ve cemiyet meydanında ulu-orta bayrak açan ve çok defa başarısızlığa mahkûm hareketlere girişen tiplerle, İlâhî irade karşısında temkin ve teslimiyet sahibi kâmiller arasındaki derin farkı ortaya koyar.

Kimse, İlâhî iradeyi bilemiyeceğine göre ona zıt bir davranışta bulunmamak için her türlü hamleden uzak olmak mânâsına gelmiyen bu temkin ve teslimiyet, aynı zamanda ne kötülüğe rıza, ne de cemiyet alâkasından tecerrüt gibi bir tesirle de izah olunamaz; belki Allah ile velîsi arasında son derece mahrem ve gözlerden nihan bir sır belirtir. Abdülhakîm Arvasî'nin tabiriyle tesbit edelim: «Allah sırrını emmine verir; , bilen söylemez, söyleyen de bilmez!»...

Velî, bu dünya ile meşgul görünürken bile öyle bir huzurdadır ki, hiçbir işle şer'î alâka sınırları dışında alakalanmaz ve «manasız sualin lüzumsuz cevabını» vermez.

İrşad Kutbu

Kırklar Meclisi Sayfa 20

Page 21: Son devrin din mazlumları

1919 yılından vefat tarihleri olan 1943 senesine kadar süren ve tekkelerin lağviyle mazlumluk devresi açılan hayatında kendileri ile tanışman 1934 yılında gerçekleşmiştir.

Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin asıl çile ve mazlumluk hayatı, Birinci Dünya Harbi sıralarında çektiği maddî acılarla değil, Cumhuriyet devresiyle başlayan manevî ezalarla çerçevelidir. İlk iş olarak tekke ve medreselerin lağvı geliyor. Abdülhakîm Efandi Hazretleri de bir dergâh sahibi olduklarına göre acaba bu yasağa karşı vaziyetleri ne olmuştur? Efendi Hazretleri, hükümetleri daima karşı durulmaz ve kanunları dikine gidilmez kabul etmiş ve İlâhî cilveler önünde teslim olmaktan başka çare düşünmeksizin kanlarını içlerine akıtmış bir zât oldukları için, derhal ruhlarının merasim odası kapısını kapatmışlar, perdelerini çekmişler, vefat tarihlerine kadar bu şekilden zerrece ayrılmamışlardır. Artık Eyüp Sultan Gümüşsuyunda, Kaşgarî dergâhı binası, mescidli bir ev hâline gelir ve her türlü tarikat tatbikatı dışında bir sohbet çatısından ibaret kalır.

Uydurma Menemen hâdisesi münasebetiyle şeyh ve şeyh bozuntusu kim varsa toplayıp Menemen'e gönderdikleri zaman, Efendi Hazretlerini de, ne tarikat, ne siyaset, dış dünyaya sızan hiç bir faaliyetleri olmadığı halde yakaladılar ve oralara sürdüler. Binbir çile içinde, dimdik, tevekkülle İlâhî iradeyi bekledi ve «Divan-ı Harp» huzurunda olanca müdafaasını, şu harikulade cümleye sığdırdı:

«— Ben Şeyh değilim ve o yüce mertebeye layık olmaktan uzağım; yok eğer şeyhlik devrimizde gördüklerimin hali demekse O’na da tenezzül etmekten münezzehim.

Ve beraet..

1943 yılında Abdülhakim Arvasi hakkında İstanbul’dan sürgün kararı verilir önce İzmir’e akabinde de Ankara’ya gönderilir. Ankara’da hastalanır ve hiç sevmediği bu ilde vefat eder.Kendisi için İstanbul’da bir mezar hazırlatmış hatta tabutunu dahi yaptırtmış olmasına rağmen İstanbul’a nakline izin verilmez ve Ankara civarında Bağlum isimli bir köye defnedilir.

Kırklar Meclisi Sayfa 21