30
Anthony GIDDENS ve Dönüşümcü Sosyoloji Günümüz Britanya’lı sosyologlarından Antony Giddens,bir çözümleme biçimi olarak sosyolojinin ve bir anlama&açıklama çabası olarak da sosyal teorinin temel sorunlarını eleştirel bir yaklaşımla ve usta bir dille özetleyen çağdaş sosyal teorinin önde gelen isimlerinden biridir.Giddens'ın ünü daha çok,kökeni çok eskilere dayanan ve sosyoloji tarihinde ciddi tartışmalara neden olan yapı-eylem ikiciliğini(yapılaşma teorisiyle) aşma çabasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi sosyal bilimlerdeki önemli tartışmalardan biri birey ve toplum arasındaki ilişkilerin niteliğidir. Sosyal yapıyı, ontolojik olarak kendisini oluşturan unsurlardan önce tutan yapısal-işlevselci,toplum merkezli makro sosyoloji ve eylemde bulunan bir varlık olarak bireyi ön plana çıkaran ama yapı,çatışma ve güç konularını ihmal eden, aktör merkezli mikro sosyoloji adeta iki kutba bölünmüş,sosyoloji tarihi boyunca sonu gelmeyen tartışmalarla Gouldner'in deyimiyle "batı sosyolojisinde bir kriz" patlak vermiştir. Giddens,yapılaşma teorisi ve kavramlarını oluştururken birçok sosyologtan etkilenmiştir. Bir yandan Kıta Avrupası'ndan,kapitalizm ve sanayi toplumu analizlerinde Marx; modernlik ve modernleşme eksenli analizlerinde Weber, Giddens'ın esin kaynağı olurken, bir çözümleme biçimi olarak Amerikan sosyolojisinin yeniden-kurucu babalarından, 'sosyolojik tasarım'ı ile ünlenmiş Charles Wright Mills, Giddens'ı etkileyen sosyologlar arasına girmiştir.Ayrıca 'Being and Time' adlı eseriyle Martin Heidegger,Giddens'ın zaman ve mekan konusundaki fikirlerinin; İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure de yapı kavramındaki fikirlerinin kaynağı olmuştur.Giddens,sosyal teorisini, eleştirel bir yaklaşımla oluşturan ve sosyolojiyi yenibaştan tanımlayarak yapılandıran bir sosyolog olması nedeniyle Jürgen Habermas'a benzetilmektedir. Bununla birlikte Giddens, genel anlamda, Marx'ın: "insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama diledikleri gibi yapmazlar; insanlar tarihi kendileri tarafından seçilmiş şartlar altında değil,doğrudan içinde bulundukları,verili ve geçmişten aktarılmış şartlar altında yaparlar." vecizesinden etkilendiğini belirtmektedir.(1) Parsons'un geliştirdiği,insan aktörünü dışlayan sosyal sistem yaklaşımı 1950'li yıllarda sosyoloji araştırmalarının temel çerçevesini oluşturmuş,buna karşılık aktörün önemi vurgulayan anlayış da 1960'lı yıllarda sosyolojiye egemen olmaya başlamıştır.Bunun sonucu olarak da insan aktörünü sosyal teorinin merkezine yerleştiren etnometodoloji ve sembolik

sosyoloji kuramları

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: sosyoloji kuramları

Anthony GIDDENS ve Dönüşümcü  Sosyoloji

 

Günümüz Britanya’lı sosyologlarından Antony Giddens,bir çözümleme biçimi olarak sosyolojinin ve bir anlama&açıklama çabası olarak da sosyal teorinin temel sorunlarını eleştirel bir yaklaşımla ve usta bir dille özetleyen çağdaş sosyal teorinin önde gelen isimlerinden biridir.Giddens'ın ünü daha çok,kökeni çok eskilere dayanan ve sosyoloji tarihinde ciddi tartışmalara neden olan yapı-eylem ikiciliğini(yapılaşma teorisiyle) aşma çabasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi sosyal bilimlerdeki önemli tartışmalardan  biri birey ve toplum arasındaki ilişkilerin niteliğidir. Sosyal yapıyı, ontolojik olarak kendisini oluşturan unsurlardan  önce tutan yapısal-işlevselci,toplum merkezli makro sosyoloji ve eylemde bulunan bir varlık olarak bireyi ön plana çıkaran ama yapı,çatışma ve güç konularını ihmal eden, aktör merkezli mikro sosyoloji adeta iki kutba bölünmüş,sosyoloji tarihi boyunca sonu gelmeyen tartışmalarla Gouldner'in deyimiyle "batı sosyolojisinde bir kriz" patlak vermiştir.

 

     Giddens,yapılaşma teorisi ve kavramlarını oluştururken birçok sosyologtan etkilenmiştir. Bir yandan Kıta Avrupası'ndan,kapitalizm ve sanayi toplumu analizlerinde Marx; modernlik ve modernleşme eksenli analizlerinde Weber, Giddens'ın esin kaynağı olurken,  bir çözümleme biçimi olarak Amerikan sosyolojisinin yeniden-kurucu babalarından, 'sosyolojik tasarım'ı ile ünlenmiş Charles Wright Mills, Giddens'ı etkileyen sosyologlar arasına girmiştir.Ayrıca  'Being and Time' adlı eseriyle Martin Heidegger,Giddens'ın  zaman ve mekan konusundaki fikirlerinin; İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure de yapı kavramındaki fikirlerinin kaynağı olmuştur.Giddens,sosyal teorisini, eleştirel bir yaklaşımla oluşturan ve sosyolojiyi yenibaştan tanımlayarak yapılandıran bir sosyolog olması nedeniyle Jürgen Habermas'a benzetilmektedir.

Bununla birlikte Giddens, genel anlamda, Marx'ın:

"insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama diledikleri gibi yapmazlar; insanlar tarihi kendileri tarafından seçilmiş şartlar altında değil,doğrudan içinde bulundukları,verili ve geçmişten aktarılmış şartlar altında yaparlar."

vecizesinden etkilendiğini belirtmektedir.(1)

 

     Parsons'un geliştirdiği,insan aktörünü dışlayan sosyal sistem yaklaşımı 1950'li yıllarda sosyoloji araştırmalarının temel çerçevesini oluşturmuş,buna karşılık aktörün önemi vurgulayan anlayış da 1960'lı yıllarda sosyolojiye egemen olmaya başlamıştır.Bunun sonucu olarak da insan aktörünü sosyal teorinin merkezine yerleştiren etnometodoloji ve sembolik etkileşimcilik gibi yorumsamacı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.Bu yaklaşımlar Parsons'un yaklaşımının aksine mikro aktörlere aşırı bir vurgu yaparken makro aktörleri geri plana itmiştir.

 

     Giddens,Parsons'un yapısal-işlevselci kuramına yönelttiği eleştirisinde, yapının insan davranışı üzerindeki etkisinin onu sınırladığı ve 'bireylerin hareketleri şu veya bu şekilde toplumsal güçlerin ürünüdür' şeklindeki görüşünü şiddetle eleştirmiş ve bu yaklaşımın, aktörü kültürel bir kukla olarak görüp onun kendisinin düşünümsel (reflexive) davranabileceğini gözardı etmekle suçlamıştır.Giddens "Central Problems in Social Theory" de bu toplumsal sistem anlayışını sistemlerin kendilerini meydana getiren toplumsal aktörlerin üstünde olan özelliklerin ortaya çıkmasıyla karakterize edilmediği, bilakis, yapılaşmış ve rutinleşmiş toplumsal pratiklerle üretildiği ve yeniden üretildiği gerekçesiyle eleştirilmiştir. Ona göre, toplumsal sistemlerin sistematik özellikleri, sistemin kendisinden çok toplumsal eylemin doğasından doğar.

Page 2: sosyoloji kuramları

 

     Ayrıca Giddens,Durkheim'ın "Sosyolojik Metodun Kuralları" adlı eserindeki,sosyolojinin mümkün olduğunca doğa bilimlerini kendine örnek alarak sosyal gerçekleri çözümlemesi gerektiği düşüncesini ve Comte'un, bu düşüncenin doğuşuna neden olan görüşlerini eleştirmiştir: "Comte,bilim maddi dünyada olayları kontrol altına almamızı nasıl sağlıyorsa, bizim de aynı şekilde kendi kaderimizi biçimlendirebileceğimize inanıyordu. Ünlü ilkesi ‘Prevoir pour pouvoir’ (geleceği kestirmek,iktidar sahibi olmak demektir) bu düşünceyi ifade ediyor...Eğer toplumsal eylemi tabiat kanunlarıyla belirlenen bir mekanik olaylar dizisi olarak kabul edersek hem geçmişi yanlış anlamış,hem de sosyolojik çözümlemenin gelecekteki olayları etkilemekte ne denli yardımcı olabileceğini kavrayamamış oluruz. İşte bu yüzden Comte'un “Prevoir pour pouvoir” düşüncesinin sosyal teknoloji olarak anlaşılmasına katılamayız."(2) 

    

 

     Onun anlayışına göre "sosyoloji gerçekte gözlenebilen konularla ilgilenir,ampirik araştırmalara dayanır ve olgulara anlam kazandıracak kurumları ve genellemeleri formüle etmek üzere yapılacak girişimleri de kapsar.Ancak insanoğlu yaratılışı gereği maddi nesnelerle aynı özelliklere sahip değildir.Kendi davranışlarımızın incelenmesinin bazı çok önemli açılardan tabiattaki fenomenlerin incelenmesinden bütünüyle farklı olması gerekir...sosyolojinin asıl odak noktası 'ileri' ya da 'sanayileşmiş' toplumlardaki kurumların ve bu kurumların  dönüşüm (transformasyon) şartlarının incelenmesidir." (3)

 

     Gerçekten Giddens,sosyolojinin,geleneksel toplumlar ile modern toplumlar arasındaki derin toplumsal dönüşümleri anlamaya yönelik çabalardan doğduğunu; değişimler devam edip hız kazandıkça,anlama girişimlerinin de daha büyük önem kazandığını ileri sürmektedir.

 

     Giddens,yukarıda bahsetmiş olduğumuz batı sosyolojisindeki krizin nedeni olarak  bu iki zıt düşünce geleneklerinin çok rijit bir tutumla tek yönlü kapsayıcı bir sosyal teori oluşturma çabasını görür.Ona göre sosyal teori sistematik bir yeniden yapılanmaya gereksinim duymaktadır.Bu bağlamda Giddens'ın çalışmaları farklı ve zıt sosyal düşünce geleneklerinin bir sentezi olarak düşünülebilir.Ona göre, 'dünyayı nasıl biliyoruz?' biçimindeki epistemolojik sorular yerine ontolojik sorularla uğraşılması gerekir.Giddens yapmaya çalıştığını 'bir eylem ve bir yapı kuramı olarak insan toplumunun ontolojisi yapmak' olarak özetlemiştir.Yani,Giddens kendini bir praxis kuramcısı olarak görmektedir.Yapılaşma kuramı bir praxis olarak genelde sosyal bilimlerin özelde de sosyolojinin karşı karşıya geldiği krizi aşmak için önerilmiştir.

 

Yapılaş(tır)ma Kuramı

    

Page 3: sosyoloji kuramları

     Giddens'a göre yapı eylem veya aktörün varlığı dışında bir varlığa sahip değildir.Bir yapı ancak eyleyen bir varlık olarak bir aktörün eylemini pratiğe dökmesi ile vücut bulur.Buna karşı Giddens yapı kavramının tümden terkedilmesine de karşıdır çünkü yapı ve eylem sürekli olarak birbirini üreten bağımlı bir ilişkiler zinciridir.Giddens,bunu Saussure'den esinlendiği konuşma ile dil arasındaki ilişkiyi örnek vererek açıklamaktadır.Ona göre konuşma bir eylem,dil ise yapıdır.'Konuşma',onu gerçekleştirecek bir 'özne'nin varlığını zorunlu kılar.Buna karşılık dil ise bir özneye sahip değildir.Konuşmacılar tarafından kullanılıncaya kadar dilin bir varlığı da yoktur.Aynen öyle de sosyal hayattaki yapılar sadece sosyal eylemde ortaya çıkar.Yapıyı kurallar ve kaynaklar olarak tanımlayan Giddens,eylemi belirleyen dışsal bir güç olarak yapı yerine,kuralları ve kaynakları koyar. Aktörün eylemleri kurallardan ve kaynaklardan etkilenmektedir. Yapıyı oluşturan kurallar uygulamalarında sürekli olarak dönüşüme uğrarlar.Yapı ise yapısal setler olarak somuta indirgenebilir.Örneğin ,ona göre kapitalist toplumun temelini oluşturan yapısal set şu şekilde belirtilebilir:Özel mülkiyet, para,sermaye,hizmet sözleşmesi,kâr.Bu yapı setleri arasında bir dönüşüm vardır.Özel mülkiyet paraya,para sermayeye,sermaye işçi çalıştırmaya ve kâr yapmaya dönüştürülmektedir.(4)

 

     Yapısalcı ve işlevselci okullar sistem ve yapı kavramını aynı anlamda kullanırken Giddens bu iki kavram arasında bir ayrım yapmaktadır.Ona göre yapı ve eylem arasında ikisinin birbirine bağımlılığını sağlayan bir olgu vardır;o da sistemdir.Sistemler sürekli yeniden üretildikleri için zaman ve mekandan soyutlanamazlar.Sosyal sistemler sosyal yeniden üretimin sürekliliği sayesinde zaman ve mekanda oluşurken  yapılar zaman ve mekanda yoktur;sanal bir varlığa sahiptirler. Yapılar sadece zamansal olarak ortaya çıktıkları anda mevcutturlar.Bundan dolayı yapılar organize ettiği eylemin hem nedeni hem de sonucudur.Yapı,sistem ve eylemde mevcut olmakla beraber bunların hiçbirine indirgenemez.Toplumsal etkileşim sistemleri olan sosyal sistemlerin kendileri yapı olmamakla beraber,çeşitli yapıları bünyesinde barındırırlar.

    

 

     Giddens'a göre aktör ise,'günlük hayatın sürüp gitmekte olan bir parçası olarak dünyada farklılık yapabilme yeteneğine sahip olan,farklı eylemler seçebilen ve belli ölçüde yapıdaki sosyal ilişkileri dönüştürebilme kapasitesine sahip olan varlık' anlamında bir kavramdır.Giddens aktörün eylem özgürlüğünü kısıtlayan birtakım etkenler olduğunu da ilave eder.Bunların başlıcaları olarak: 'yapı,diğer aktörlerin yaptırımı,geniş zaman ve mekan olgusu ve amaçlanmayan sonuçlar'ı sayar.Giddens'ın anlayışına göre eylem de, 'herhangi bir şeyi değiştirme veya başarabilme yeteneği'dir.Bu anlamlarda,Giddens'a göre insanlar bilinçli olarak yaptıkları eylemler ile, yine kendi eylemlerini etkileyen yapıları bilinçsizce  yeniden üretmektedirler. Dolayısıyla yapı, eyleme bir engel teşkil etmemekte, aksine eylemin gerçekleşmesinde yer almaktadır.

 

    

     Giddens'ın bu kavramlara atfetmiş olduğu anlamlardan  da anlaşılacağı üzere yapılaş(tır)ma kuramı,fiilen olup bitenler hakkında net hipotezler ortaya atmaktan ya da gelişme yasaları saptamaktan ziyade,dünyada ne tür şeyler varolduğunu belirlemeyi öngören bir toplumsal ontolojidir.Yapılaşma bize,özgül bir toplumun fiilen nasıl işlediğini ortaya koymaktan çok,toplumu incelediğimiz zaman  nelere baktığımızı anlatır.Giddens,toplumsal fenomenler ile olayların her zaman bir olumsallık içerdiğini ve açık uçlu olduğunu ısrarla vurgulayarak,kapalı sistemler diye nitelediği evrim kuramı ile işlevselcilik gibi kuramları eleştirir ve reddeder.Yapıları ürettiğini ve yapılar tarafından üretildiğini savunduğu 'toplumsal pratikler' üzerinde yoğunlaşarak,sosyolojide eylem ile yapı arasında gözlenen geleneksel bölünmeyi aşmaya çalışan Giddens'a göre,eylem ve yapı birbirinin zıddı değil,bir ikiliğin birbirini tamamlayan unsurlarıdır.Yapılar toplumsal aktörlerin dışında duran şeyler değil,aktörlerin kendi pratikleriyle ürettiği ve yeniden ürettiği kurallar ve kaynaklardır.Ayrıca zamanın ve mekanın  toplum kuramı ve toplum analizi açısından önemini vurgulayan Giddens'ın tarihsel sosyolojisi,toplumları birbirine bağlayan farklı yolları inceleyen  bir yorum getirmektedir.

Page 4: sosyoloji kuramları

        

 

Özetle söyleyecek olursak  Giddens'a göre sosyal teori,bireyin ve toplumun oluşmasını sağlayan sosyal pratikleri incelemelidir.Sosyal pratikler de kuralların zaman boyunca ve farklı fiziki mekanlarda dönüşümüyle ortaya çıkmaktadır.Bu anlamda zaten yapılaşma kuramı zaman ve mekân boyutlarında gerçekleştirilmesi ve yeniden gerçekleştirilmesi anlamını taşımaktadır.Yapılaşma kuramının amacı sosyal hayatın maharetli bir biçimde,bilgili aktörler tarafından yeniden üretilmesini açıklamaktadır.

    

     Yapılaşma kuramını açık bir şekilde anlatan tek bir açıklama yoktur.Giddens bu projesine, 'Capitalism and Modern  Social Theory' de (1971) sosyolojideki klasik düşünürleri gözden geçirerek başlamış, daha sonra 'Central Problems in Social Theory'(1979) ile 'The Constitution of Society'(1984) yapılanmanın başlıca formülasyonlarını ortaya koymaya girişmiştir.(5)

 

 

     Yapılaşma kuramı çerçevesinde Giddens'ın üzerinde durduğu bir kavram da 'çifte yorumsamacılık'tır. (double hermeneutics) Bu kavram sosyal bilimcinin  kullandığı kavramlarla sıradan insanların kullandığı kavramlar arasındaki örtüşmeyi ifade etmektedir.Çünkü sosyal bilimcinin,dinamik yapıdaki toplum mekanizmasını anlamaya çalışırken kullandığı kavramlar zamanla kamusal söylemin bir parçası haline gelmektedir.Giddens sosyal bilimcinin toplum üzerindeki araştırmasının sosyal hayat üzerindeki etkilerini hiçe sayarak,nesnel bir sosyolojinin peşinde koşmaması gerektiğini savunmaktadır.Çünkü ona göre sosyal bilim,günlük hayatta yaratılan anlamlı sosyal dünya ile sosyal bilimcilerin kullandığı üstdillerden oluşur.Sosyal bilimsel kavramlar günlük söylemin bir parçası haline gelirken, sosyal bilimler de insanların gündelik hayatlarında yarattıkları anlamlardan yararlanırlar.Örneğin  halk arasında kullanılan 'kara gün dostu' kavramı,sosyolojide birincil ilişkileri tanımlamada sosyologlar tarafından kullanılırken, sosyal bilimciler tarafından keşfedilen, -kentleşme sürecinde kırsaldan kente gelen bir göçmenin zamanla, mekansal çevresindeki insanlara kendini yakın hissetmesini sağlayan anlamındaki- 'meçhul dost' kavramı da halk tarafından benimsenip kullanılmaya başlanmıştır.

 

     Giddens'ın literatüründe önemli bir yer işgal eden bir diğer kavram da 'güven'dir. 'The Consequences of Modernity' (Modernliğin Sonuçları,1990) adlı eserinde güveni "bir kişinin ya da sistemin inandırıcılığına güven duyma" şeklinde tanımlamakta ve bu kavramın doğurduğu başlıca sorunların yararlı bir özetini sunmaktadır.Giddens,güvenin bazı özelliklerinin tartışılmakta olan her toplum tipi için geçerli olduğu kanısındadır.

İnsanın durumu özünde belirsiz ve tehdit edici bir şeydir,fakat gündelik amaçlarda toplum üyelerinin çoğunun yetiştirilme tarzı,başkalarına ve 'sorgulanmayan' yaşam tarzına duyulan 'temel güven'in gelişmesiyle,onları derinlere kök salmış endişelerden korur.Psikoloji ve psikanalizdeki çeşitli gelenekler, tuhaf,saldırgan ve rahatsız davranışları, anne babaların çocuklarına temel bir güven bir güven aşılayamaması,bunun sonucunda iç benlik ile dış çevrenin güvenilmez ve düşman öğeler olarak algılanmasına bağlarlar.

Page 5: sosyoloji kuramları

     Klasik dönem yazıları ile daha yakın dönemdeki yazılar,modernliğin sahneye çıkışının temel güvenin hem kaynaklarını hem de nesnelerini özünde değiştirdiğinin ileri sürmüşlerdir.Bu çalışmalarda gözlenen genel konsensüse göre,modernlik akrabalık bağlarının ön plandaki rolünü ortadan kaldırır,yerel cemaat bağlarını yıkar ve dinin otoritesi ile geleneğe bağlılığı tartışmalı bir konuma getirir.Giddens bu sonuçları,toplumsal ilişkileri toplumsal bağlardan koparan ve 'onları zamanın ve mekanın belirsiz sürelerinde yeniden yapılaştıran', çeşitli 'yerinden çıkarma mekanizmaları'na bağlamaktadır.Bu 'yerinden çıkarma mekanizmaları'. pre-modern koşullara göre daha soyut bir güveni gerekli kılan iki sınıfa ayrılabilir:sembolik araçlar(örneğin para) ile uzmanlık sistemleri(güven düşünümsel bilgi gövdesine konulmuştur).Öte yandan, toplumsal ilişkilerin zaman ve mekan içinde uzaklaştığının,güveni muhafaza etme ve bununla eşanlamlı olarak güvenin olmamasına hoşgörü ile yaklaşma becerisinin öğrenilmesini gerektirmektedir.Dolayısıyla modernlik çift uçlu bir eğilimdir.Çünkü, bir yandan 'ontolojik güvenliğimizi', yani kişisel kimliğin sürekliliğine,toplumsal ve maddi ortama duyduğumuz güveni tehdit ederken; öbür yandan soyut toplumlardaki risk ve endişe ihtimalini,ayrıca güven talebini de arttırmaktadır.(6)

 

     Giddens'ın genel olarak sosyolojik görüşleri ve özel olarak da yapılaşma kuramı,ileri sürüldüğü günden bu yana birçok eleştiriye hedef olmuştur.Bunlardan bazıları eleştiriden çok aşağılayıcı bir hakaret niteliğindedir.

    

     Bazı sosyologlar Antony Giddens'ın çalışmalarındaki kuram diye ifade edilen  çoğu görüşün aslında toplum felsefesinin alanına girdiği,çünkü bunların, toplumsal yaşam hakkında somut ya da test edilebilir önermeler yerine, esas olarak insan hakkında metafiziksel spekülasyonlardan oluştuğu iddia etmişlerdir.

 

    Giddens'ın, eylemde bulunan bir aktör olarak insanın eylem özgürlüğünü aşırı abarttığı da diğer bir eleştirinin merkez noktasını oluşturmaktadır.Tecrübelerimiz ve tarih göstermiştir ki insanlar,gündelik hayatta kendilerini saran sosyal yapılar hakkında hiç de o kadar bilgi ve bilinç sahibi değildirler.

Üstelik bilgi edindiği durumlarda bile,aktörün eylemde bulunması mümkün olmayabilir.Ayrıca Giddens bilgiyi manipüle eden durumlardan (inanç ve ideoloji gibi) kuramında hiç söz etmemektedir.Giddens'in 'ben' üzerinde yoğunlaşıp,insanların 'biz' anlayışı ile hareket ederek sosyal yapıyı etkilemesini ve üretmesini de göz ardı etmesi teorisinin diğer bir kusurudur.

    

     Eylem ve yapı karşılıklı olarak birbirlerini sürekli oluşturduklarından belli bir zaman diliminde,belli bir alanda yapısal özellikleri veya insanların yaratıcı veya dönüştürücü özelliklerini ele almayı oldukça zorlaştırmaktadır.Şu halde 'eylem&yapı'nın ayrılmaz bir bütün olduğu ve bu ikili arasında bir ayrım

Page 6: sosyoloji kuramları

yapmanın mümkün olmadığı gerçeği ortaya çıkar.Yapı-eylem arasındaki bu etkileşimin sürekli değiştiği de gözönünde bulundurulduğunda Giddens'ın teorisinin zayıflığı ve tutarsızlı ortaya çıkmaktadır.

 

 

     Jon Clarck ve arkadaşlarının eleştirisi ise  Giddens'ı sosyolojik eylem, yapı değişim kuramları açısından "tekerleği yeniden icat etmek"le, özelde yapılanma kuramını hiçbir şey anlatmamakla ve ampirik temelden yoksun olmakla (Parsons'un kuramsal çalışmalarıyla paralellik kurarak)suçlayan oldukça incitici nitelikte eleştiriler yöneltmişlerdir.(7)

 

 

 

ALINTILAR:

1.,4.)YILDIRIM,E.(Doç. Dr. Engin Yıldırım.Sakarya Üniv. İ.İ.B.F Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü Öğretim Üyesi),(1997),ANTONY GIDDENS’IN YAPILANMA TEORİSİ, (5.Ulusal Sosyal Bilimler Kongresine

‘12-14 Kasım 1997,ODTÜ,Ankara’ sunulan kişisel bir bildiri.)

2.) GIDDENS,A,(1998),SOSYOLOJİ,Eleştirel bir Yaklaşım, Birey Yayınları (Çevirenler:Dr. M. Ruhi Esengül-Dr.İsmail Öğretir)(Syf.21 ,23)

3.)a.g.e. (Syf.13,19)

5.)MARSHALL,G,(1999),SOSYOLOJİ SÖZLÜĞÜ,Bilim ve Sanat Yayınları(Syf.806)

6.)a.g.e. (Syf.289)

7.)a.g.e. (Syf.806)

Frankfurt Okulu:1923 yılında  Marxizme, mevcut sosyoloji kuramlarına, geleneksel bilim felsefesi anlayışına bir

tepki olarak doğan Frankfurt Okulunun temel savları kurucuları  Thedor W.Adorno, Herbert Marcuse, Max Horkheimer ve ilerleyen  yıllardaki  en önemli temsilcisi Jürgen Habermas  tarafından belirlenmiştir.

Okulun ortaya çıkışında,Batı Avrupada'ki sol işçi sınıfı hareketlerinin I. Dünya Savaşı'nı takip eden yıllardaki ağır yenilgisi,Avrupadaki sol hareketlerin Moskova'nın denetimi altına giren hareketler şeklinde gelişmesi Rus Devriminin Stalinizm'e dönüşmesi ve nihayet Faşizm ve Nazizm'in yükselişi etkili olmuştur.

Frankfurt okulu düşünürleri,yaptıkları eleştirilerinde ve karşılaştıkları problemlerde Freud ve Weber gibi düşünürlerin düşünce ve kuramlarından faydalanarak Marxist toplum kuramını varoluşçuluk ve psikanalizle yeniden kurma çabasına girmişlerdir. Özellikle Marxizmden etkilenmiş olan Frankfurt Okulu Hegel’in diyalektiği ve Marxın idealistliğinden esinlenmekle birlikte genel olarak Marxist bir çerçeve içinde kalmıştır.Ne var ki Marx’ın yaptığı eleştirilerden çok onun eleştiri yöntemini benimsemiş olan Frankfurt Okulu, György Lukacs’ın, Marx’ın, kendi eleştirel yönteminin , öğretisinin içeriğinden  daha çok önem taşıdığı görüşünden etkilenmiştir. Yani Frankfurt okulu düşünürleri Marx’ın ekonomi politiğe yaptığı katkıyı önemsemekle birlikte bu katkının günümüz toplumlarını anlamada

Page 7: sosyoloji kuramları

yetersiz kaldığını söylemişlerdir.Bu şekilde Marx’ın eleştiri yöntemini temel alan bir "eleştirel kuram" geliştirmişlerdir.

Bu anlayış doğrultusunda  okulun ilk önemli icraatı, eleştirinin öncelikle özeleştiri şeklinde gerçekleşmesi gerektiği inancı ile felsefelerinin gereği olarak ortaya çıkan otokritik olmuştur.Marx’ın yaşadığı dönemde yaptığı  eleştirilerin  günümüzde geçerli olmadığını ve bu yüzden kuramın çağdaş koşulların ışığı altında  yeniden yapılandırılması gereğinin ortaya çıktığını söyleyen Frankfurt  Okulu düşünürleri,  buna bağlı olarak ekonomik determinizmi, ekonomizm ve kaba maddeciliği şiddetle eleştirmişlerdir. Marx ve Engels’in Owen,S.Simon ve Fourrier gibi ütopik sosyalistlerin düşüncelerine yaptıkları eleştirilerin çok ikircikli olduğunu ve daha sonraki Marxist düşünürlerin ütopik sosyalistleri toptan mahkum etmesinin büyük bir hata olduğunu belirten Frankfurt Okulu düşünürleri gerçek bir eleştirel  kuramın,toplumsal düzenin ihmal ettiği insanın gizli kalmış potansiyellerini ortaya çıkarması gerektiğini savunmuşlardır.

Tüm kapalı sistemleri  eleştiri yoluyla çözmeyi amaçlayan eleştirel kuramcılar,baskıcı sistemlere ilişkin analizin tahakküm ve baskının kökleri konusunda uyanışa yol açacağını, ideolojileri geriletip bilinçlenmeyi hızlandıracağını savunmuştur.Kapitalizmin oldukça hızlı ve temelli değişiminden dolayı,Marx’ın 19. yy. kapitalizm eleştirisinin çerçevesi içinde kalmanın olanaksızlığını savunmuşlardır.Bu düşünce ile günümüz ileri kapitalizmini analiz edip eleştiri süzgecinden geçiren Frankfurt Okulu düşünürleri, genel görüşlerine uygun bir epistemoloji geliştirerek bilginin tarihsel olarak koşullandığı görüşünü korurken,diğer yandan da bu bilgiye ilişkin doğruluk iddialarının toplumsal veya sınıfsal çıkarlardan bağımsız olarak rasyonel bir biçimde değerlendirilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre günümüz kapitalizmi,ağır şartlar altında çalıştırdığı insanları denetim altında tutup,reaksiyon gösterme ve başkaldırma ihtimaline karşı bilgiyi ve popüler kültür öğelerini manipüle etmek suretiyle varlığını devam ettirmektedir.Frankfurt okulu düşünürleri bu  durumu kültür endüstrisi olarak adlandırmıştır.Buna göre kültür endüstrisinin  öncelikli amacının bireyin kapitalizmi benimsemesini kolaylaştırmaktır. Yine kültür endüstrisinin olumlayıcı kültürü,günlük yaşamın sorumluluğundan, ağır ve sıkıcı işlerinden  çok az bir çaba ile geçici bir kaçış sağlayarak oyalanma ve zihinsel uzaklaşma yaratır.Sistem,ağır şartlar altında yaşamaktan bunalan toplumu bu durumdan kurtarmak için görsel,işitsel ve yazılı medya organlarını kötüye kullanarak onları yalancı bir rahatlama ve uyumaya durumuna sokar ve insanlar geçici olarak sorunlarından uzaklaşır.Frankfurt Okulu düşünürlerine göre kültür endüstrisinin sunduğu kaçış gerçek bir kaçış değildir.Zira onun sağladığı kaçış ve dinlenme,insanları yalnızca yaşamlarındaki temel baskılardan uzaklaştırmaya ve çalışma azimlerini yeniden yaratmaya hizmet eder. Durum böyle olunca kapitalizm, bu manipülasyonu meşru kılacak veya en azından gizleyecek bir maskeye ihtiyaç duymaktadır; işte günümüz sosyolojileri bunu yapmaktadır.Fonksiyonalizm ve benzeri günümüz sosyoloji kuramları kapitalizmin bu hilesi sonucunda asıl işlevini yitirmiş;sisteme yardımcı bir araç konumuna getirilmiştir. Bu yüzden bu sosyolojileri şiddetli bir şekilde eleştiren okulun düşünürlerine göre sosyolojinin gerçek işlevi sistemdeki boşlukları, kurumlar ve teoriler arasındaki çelişkileri ortaya çıkarmak, toplumsal çıkarların ve çelişkilerin düşüncede nasıl ifade edildiği ve baskı sistemlerinde nasıl üretildiğiyle ilgilenmek olmalıdır.

Eleştirel kuramcıların diğer eleştirdikleri bir nokta ise modern toplumdur.Onlara göre bilgilerimizin ve ortak insani yönlerimizin kaynağı hepimizin akılcı varlıklar olmamıza bağlıdır.Hegel bu düşünceyi "gerçek olan akılcıdır" şeklinde ifade etmişti.Eleştirel kuramın Hegel'in bu düşüncesinden istifade ettiğini söylemek mümkündür.Bu temel üzerinden akılcı bir toplum modeli çıkarmak mümkündür.İnsan olmamız nedeniyle hepimiz akılla düşünme özelliğine  ya da potansiyeline sahibiz. Dolayısıyla akılcı toplum,içinde yaşadığımız çevre koşullarını oluşturup dönüştürme sürecine hepimizin katıldığı bir toplumdur.Bu da bizim elimize şu anda varolan toplumları eleştirebilmemizi sağlayan standart bir ölçü verecektir.Aynı bakış açısıyla,bazı grupları iktisadi ve siyasi sürece katılmaktan alıkoyan ya da yine bazı grupları sistematik bir şekilde güçsüzleştiren toplumun akıldışı bir toplum olacağı rahatlıkla söylenebilir.Frankfurt Okulu'nun yakın zamandaki en büyük temsilcisi olan Habermas'ın çalışmalarında ise farklı bir model görülmektedir. Habermas bizim akılcı niteliklere sahip olmamızdan değil,hepimizin bir dil kullanıyor olmamızdan yola çıkmaktadır.Onun ütopyası, herkesin bilgilere eşit olarak sahip olabileceği  ve kamusal tartışmalara katılabileceği "ideal bir söz durumu" dur.Habermas sistematik bir toplum kuramı oluşturma arzusu  taşıması ve araçsal düşünceye kendi şemasında uygun bir yer bulma isteğiyle ilk kuşak eleştirel  kuramcılardan ayrılır.Habermas gerçekten araçsal aklı sahici bir düzleme yerleştirir ve psikanalizi bir "kurtarıcı bilim"  modeli olarak kullanılır. “Knowledge and Human Interests”de (1968) , insanların ortaklaşa sahip oldukları üç bilişsel ilgi saptamıştır: Çevremiz tanır ve denetlemeye çalışırken duyduğumuz ve böylece bizi ampirik bilimlere yönelten teknik ilgi ; birbirimizi anlayıp birlikte çalışabilmemiz için ihtiyaç duyduğumuz ve bizi yorumbilimsel bilimlere yönelten pratik ilgi; anlama ve iletişim kurma çabalarımızda kendimizi çarpıtmalardan  kurtarma arzumuzu yansıtan ve bizi psikanaliz gibi eleştirel bilimlere yönelten kurtarıcı ilgi.

Page 8: sosyoloji kuramları

            Habermas'ın ideali ,geleneksel eleştirel kuramda görüldüğü gibi akılcı bir toplum nosyonuna değil,ideal söz durumu kavramına dayalıdır. Hepimizin birlikte yaşayıp çalışarak semboller kullanan hayvanlar olmamız , iletişimin özgür olduğu ve toplumsal eşitsizlikler,dış baskılar ya da içsel bastırmalar gibi etkenlerle çarpıtılmadığı bir ideal duruma işaret eder.  

Frankfurt Okulu düşünürleri ayrıca kültür ve modernizmle ilgili problemler üzerinde yoğunlaşmış ve bu bağlamda,kapitalist toplumun temel ilkesi olan araçsal akılcılığa karşı tavır almışlardır.Modern toplumda, bürokrasi ve örgütlülüğünün yayılması sonucu,araçsal aklın eşdeyişle toplumsal yaşamın,araçları,önceden belirlenmiş hedefler doğrultusunda verimli olarak kullanmaya yönelik ilginin yayılması suretiyle daha çok rasyonelleştiğini dile getiren Frankfurt Okulu düşünürleri,ekonominin değil de kültürün önemini vurgulamış ve müzik,edebiyat ve estetik alanında önemli çalışmalar yapmışlardır. Frankfurt Okulu düşünürlerine göre eleştirel kuram Aydınlanma biliminin tek yanlı akılcılığının sınırlı kaynaklarından daha fazlasına ihtiyaç duyar;sanata ütopik düşünceye fantezi ve imgeleme işte bunun için,yani insanın bastırılmış güçlerinin,varolan toplumsal düzen tarafından ihmal edilmiş potansiyellerinin su yüzüne çıkarılması için ihtiyaç vardır.

Eleştirel kuramcılara göre Marx’ın eleştirel yönteminin en iyi uygulamalarından biri,Marx’ın kendisinin klasik ekonomi politiğe yönelik eleştirisidir.Buna göre A.Smith ve Richardo’nun kapitalizmi sanki doğal bir sistemmiş gibi tasvir etmelerine karşın,onların kapitalizmi toplumsal ve tarihsel olarak zorunlu olarak değil de olumsal bir üretim tarzı olmasından dolayı yanlış bir özü betimlediğini savunan ekonomi politik eleştirisi eleştirel kuramcılarda,daha çok pozitivizme ilişkin genel bir eleştiri için bir model olarak alınmıştır.

Eleştirel kuramcılar içinde pozitivizme ilk tepki, kuramın mimarlarından olan Horkheimer'den gelmiştir.Onun eleştirisi daha çok mantıkçı pozitivistleri hedef alır mahiyettedir. Horkheimer, bilginin kaynağı olarak bireyin duyumlarını ölçüt almaları,mantığı matematikle özdeşleştirmeleri,tüm gerçek bilgilerin bilimsel matematiksel kavramsallaştırmanın koşullarına uygun olması gerektiğini savunmaları ve bundan dolayı karşı çıkıp reddettikleri metafizikten hiç de geri kalmayan başka bir metafiziğe teslim olduklarının farkında olmamaları gibi nedenlerden ötürü mantıkçı pozitivistleri şiddetle eleştirmiştir. Her şeyden kötüsü de pozitivistlerin kendilerini olgular ve değerleri birbirinden ayrı tutmayı başarmış gibi göstermeleri oluşuydu. Horkheimer'e göre pozitivizm kendi üzerinde düşünemeyişi, kendi felsefesinin gerek ahlak gerekse epistemoloji alanındaki sonuçları kavrayamayışı nedeniyle yoksul bir felsefedir.            Horkheimer,1937 de yayımlanan iki denemesinde pozitivizmi sistematik olarak kritik etmiş ve neticede Frankfurt Okulu'nun pozitivizme yönelik genel görüşlerini oluşturmuştur,buna göre;    *  Pozitivizm, çok yönlü ve etkin bir varlık olan insana mekanik ve determinist bir çerçeve içinde sanki çıplak olgular ve nesneler olarak yaklaşır.     *  Pozitivizm dışsal dünyadaki nesneleri göründüğü biçimiyle algılayarak, öz ve şekil arasında bir ayırım yapamamıştır.   *  Pozitivizm olgu ve değer arasında kesin bir çizgi koyarak bilgiyi insan duygularından arındırır.             Horkheimer tarafından ortaya konulan ve genel çerçevesi oluşturulan pozitivizmin eleştirileri daha sonra okulun en önemli düşünürlerinden Habermas tarafından geliştirilmiştir.Bu konudaki eleştirel görüşlerine "Knowledge and Human Interests" adlı çalışmasında yer veren Habermas'a göre, pozitivizmin en büyük yanılgısı kendini belirli bir amaca yönelik belirli bir bilgi türü olarak görüp bilgiyi tekeline almasıdır.Oysa ki pozitivizm ancak yöneldiği amacın farkına vardığı zaman kendisini belirli bir bilgi olarak tanımlayabilir.Pozitivizmin kendisini tanıması ise ancak yadsıdığı kavram ve kategorileri kullanmasıyla mümkündür.Habermas'a göre pozitivizm toplumsal bilimlerde toplumlara yön verme bilincinin oluşturulması gereksinimiyle ortaya çıkmış,işlevini yerine getirmiş ve artık bugün bir fonksiyonu kalmamıştır.

Bu çerçevede pozitivisti empirik bilim anlayışını uygun,yeterli ve doğru bir bilim görüşü olarak gören ve her tür bilginin doğa bilimleriyle  özde aynı bilişsel yapıya sahip olması gerektiğini savunan kişi olarak tanımlayan eleştirel kuramcılar, doğa bilimlerinin insana ve insanla doğrudan ilgili olan konulara uygulanmasına şiddetle karşı çıkmışlar ve bunun insanın potansiyel güçleriyle özgürlüğünün yadsınmasından başka bir şey olmadığını öne sürmüşlerdir.

Pozitivizme ilişkin sözkonusu eleştiri,Eleştirel kuramcılar tarafından ayrıca Marx’ın düşüncelerinin pozitivist bir yaklaşımla fosilleştirilmesi işlemine de yöneltilmiştir.Buna göre Eleştirel kuramcılar determinist bir toplumbilimin kapitalizmin temel yasalarını saptayacağı ve onun gelecekteki çöküşünü tahmin edebileceği anlayışının Doğudaki Stalinizm ve Batıdaki Stalinizm’e sadık komünist partilerin büyük yanlışlarının en önemli kaynağı olduğu şeklindeki sert ve ağır eleştiriyi çekinmeden yapmışlardır.

Page 9: sosyoloji kuramları

            Yani Frankfurt Okulu düşünürlerine göre tarihsel maddeciliğin bilimsel statüsü ya da pozitivizm kaynaklı bilimsellik iddiası,parti liderleriyle entelektüellerini eleştiriden korumuştur.Kuramın sözde bilimselliği,ahlaki  ya da siyasi konuları kuramsal ya da teknik uzmanlıklarla ilgili konulara dönüştürmek suretiyle,Bolşevik Partinin demokratik merkeziyetçiliğini haklı kılmıştır.Kararlar sıradan işçiler ya da köylüler tarafından değil de,Marxist kuramı çok ayrıntılı olarak ve derinlemesine bilenler tarafından alınmalıdır.Şu halde Sovyet Marxizm’ndeki bürokratik otoriteryanizmi doğuran şey Frankfurt Okulu düşünürlerine göre Marx’ın kendisi değil de,daha çok pozitivizmin kendisidir.            Aydınlanma ve modernliğe ilişkin değerlendirme ve eleştirilerinde çok büyük ölçüde ünlü sosyolog Weber’in toplumun rasyonalizasyonuyla ilgili görüşlerine dayanan eleştirel kuramcılar,aynı bağlamda bürokrasi ve kapitalizmin tek yanlı bir akılcılığı;araçsal akılcılığı temsil ettiğini öne sürmüşlerdir.Eleştirel kuramcılara göre, bürokrasi ve kapitalizm, toplumu, saptanmış olan belirli amaçlara en iyi ve sağlam biçimde ulaşma olanağı verecek araçların seçimiyle ilgilenen formel akılcılık açısında rasyonalize eder ve toplumun bu açıdan rasyonalizasyonu eleştirel kuramın savunucularına göre bir takım irrasyonel sonuçların ortaya çıkışını engellemez.

Frankfurt Okulu,tüm bu düşünceleri nedeniyle,yani klasik Marxsizmi,ekonomik determinizmini eleştirmek suretiyle,    dönüşüme uğrattığı, marxsist kuramdaki kimi boşlukları sosyoloji ve psikolojiden aldığı ödünç bir takım öğelerle kapattığı ve nihayet kapitalist toplumda, işçi sınıfının mücadelesi yoluyla gelişecek devrimsel bir değişim olanağını yadsıdığı için,revizyonist bir hareket olarak görülür.

Bu açıdan ele alındığında,özet olarak eleştirel kuramın esas hedefinin araçsal akılcılığın, özellikle de doğa bilimlerinin gerçek bilginin tek geçerli türü olma iddiası olduğunu söyleyebiliriz.Bundan dolayı,eleştirel kuram bilimin ve kapitalizmin rasyonel temellerine ilişkin bir eleştiri ve incelemeden başka bir şey değildir. KAYNAKÇA:*  BOTTOMORE,Tom (1994) FRANKFURT OKULU   Vadi Yayınları*  URRY,J KEAT,R (1994) BİLİM OLARAK SOSYAL TEORİ  İmge Yayınları*  CEVİZCİ,Ahmet    FELSEFE SÖZLÜĞÜ    Ekin Yayınları*  MARSHALL,Gordon  SOSYOLOJİ SÖZLÜĞÜ  Bilim ve Sanat Yayınları*  BOZKURT,Necati  20. yy.DÜŞÜNCE AKIMLARI  Sarmal Yayınları

İŞLEVSELCİ (Fonksiyonalist) KURAM :

 

Sosyolojik işlevselcilik, toplumsal fenomenleri (görüngü), toplum içinde yerine getirdikleri işlevlere göre inceleyen bir yaklaşımdır. Değişik bilimlerde ve özellikle biyolojide başvurulan işlevsel çözümleme yöntemi sosyolojide işlevselcilik adı verilen geleneğin doğmasına yol açmıştır. Toplumsal kurum, olay ve olguları, örf ve âdetleri açıklayabilmek için bu öğelerin yerine getirdikleri işlevleri ya da rolleri dikkate almak gerektiği düşüncesi bu metodun hareket noktasıdır. İlk başta kuramsal bir yaklaşım olarak  gelişen işlevselcilik, 1950’li yıllarda savunucuları tarafından sosyolojik bir yöntem olarak görülmeye ve tanımlanmaya başlamıştır. İşlevselcilik aslında sosyoloji ilk ortaya çıkan kuramsal yaklaşımdır. Bu kuramın öncüleri Comte, Spencer ve Durkheim’dır. Comte toplumu biyolojik bir organizmaya benzetmişse de bu konu üzerinde fazla durmamıştır. Durkheim ise Comte’un düşüncesini geliştirerek işlevselciliğin temellerini atmıştır. Durkheim biyolojideki kavramlarla toplum arasında benzerlikler kurmuştur. Bu benzerliklerin en ünlüsü tıpkı her organın bedenin çalışmasına katkıda bulunması gibi toplumun da organik bir bütün olarak her parçasının birbirinin devamını sağladığı organik analojidir. Durkheim’dan etkilenen Malinowski ve Radcliffe-Brown’un antropolojik çalışmalarıyla işlevselcilik akımı tam olarak doğmuştur. İşlevselci yaklaşım sürekli olarak gelişip değişime uğramış ve zamanla ‘yapı’ kavramının da kurama dahil edilmesiyle yapısal-işlevselcilik şekline dönüşmüştür.  İlk önce Comte, Spencer ve Durkheim’ın yazılarında, ikinci olarak da 1800’lü yılların sonu ile 1900’lü yılların başlarında Malinowski ve Radcliffe-Brown yazılarında ortaya çıktı. Toplumsal kurumların yalnızca özgül toplumsal ihtiyaçları karşılamak üzere varolduğu şeklindeki argümanıyla işlevselciliği etkileyen ilk kişi Durkheim olmuştur. Ona göre ‘‘bütün ahlâki sistemler toplumsal örgütlenmenin bir işlevine karşılık gelmekte ve her toplum ‘anormal durumlar’ dışında aksamadan çalışması açısından zorunlu bir ahlâk geliştirmektedir.  ... toplumsal bir fenomeni açıklamak için, onu üreten asıl neden ile yerine getirdiği işlev ayrı ayrı

Page 10: sosyoloji kuramları

incelenmelidir.’’ Durkheim’ın bütüncül işlevselciliği, toplumsal olguları, sadece tek başlarına ve nedensel bağlamda değil; aynı zamanda o olguların işlevlerini ‘genel uyumun sağlanmasına katkısı’ bağlamında ele almaya çalışıyordu. Yani durkheim’a göre, neden ve işlev, organik bir bütün olan toplumun varlığının korunmasına yönelik amaçlarla ilgiliydi. İşlevsel açıklama, bir fenomenin varlığını ya da bir eylemin yapılmasını sonuçlarına göre (yani istikrarlı bir toplumsal bütünün korunmasına katkısına göre) ortaya koyar.  İşlevselcilik, uzunca bir süreden sonra  Robert K. Merton ve Talcott Parsons’un çalışmalarıyla sosyoloji literatürüne geri dönmüştür.Bu düşünürlere göre işlevsel çözümleme sosyolojik kuram ve araştırmanın anahtarı konumundadır. 

İşlevselci Kuramda Farlı Görüşler:

 

İşlevselcilik kendi içinde birden çok farklı görüş içerir. Bunların başlıcalarını şöyle sayabiliriz: Mutlak İşlevselcilik, Göreli (veya genel) İşlevselcilik, Yapısal İşlevselcilik, Yeni İşlevselcilik.Fakat işlevselciliğin tüm çeşitlerinde görülen bazı ortak  özellikler ve sayıltılar vardır. Bunları  şöyle özetleyebiliriz:

 

1.) Toplum, birbiriyle bağlantısı olan parçalardan meydana gelen bir bütündür. Her     parçanın anlamı, sistem içinde özel bir işlevi yerine getirdiği bütünle ilişkisi içinde ortaya çıkar. Yani işlevselci yaklaşım toplumu bütüncül çerçeve içinde açıklamaya çalışır.

2.) Tüm toplumsal öğelerin bütünün korunmasına katkıda bulunduğu varsayılır.

3.) Toplumsal sistemlerin varlıklarını sürdürmesi ve koruması belli koşulara bağlıdır.4.)  Toplumdaki çatışma ve çelişki öğelerinden çok uyum ve tutarlılık öğelerine vurgu yapar.5.)  İşlevselciliğin tüm türlerinde Pareto’dan alınmış ‘sistem’ kavramı merkezî bir yer tutar. Toplum, böylece, kalıplaşmış bir biçime sahip, bir öğeler yapısı olarak tanımlanır.6.)İşlevin temelini oluşturan ‘güdü’ ve ‘amaç’ gibi özel etkenlerle değil, Merton’un deyimiyle ‘gözlemlenebilir nesnel sonuçlar’la ilgilenmektedir. 

Şimdi işlevselcilik içindeki farklı yaklaşımlara dönebiliriz:

 

Mutlak İşlevselcilik: İşlevsel düşüncenin esas öncüsü Durkheim’dır. Ancak işlevselciliğin modern biçimiyle gelişimi antropologlarca sağlanmıştır. 19. yüzyıl antropolojisi  spekülatif (kurgusal)dır, verileri yetersizdir. Çağdaş antropoloji, dünyadaki farklı kültürler üzerinde araştırmalar yapmıştır. Antropolojik alan çalışmalarının öncüsü  Durkheim’dan etkilenen Radcliffe Brown (1881-1955) ve Bronislaw Malinowski (1884-1942) dir. Malinowski Pasifik’te Trabriand Adaları’nda; Radcliffe-Brown ise Birmanya kıyılarındaki Andaman Adaları’nda araştırmalar yaptı.

 

Polonya kökenli antropolog Malinowski, mutlak işlevselciliğin en önemli temsilcisidir. Radcliffe-Brown da önemli ölçüde Malinowski ile aynı görüşleri paylaşır. Bu antropologlar ilkel toplumların kültürlerini ilk defa yerinde incelemişlerdir. Malinowski evrimci antropolojiyi bilimsel bulmamış ve karşı çıkmıştır. Çünkü ona göre evrimciler

Page 11: sosyoloji kuramları

kendi kuramlarını kanıtlamak için işlerine gelen öğeleri tek başına ele alıp incelemektedirler. Malinowski’ye göre her toplumun kendine özgü orijinalliği vardır. Kültür, bütünleşmenin temelidir. Hiçbir kültürde rastlantısal, yararsız bir öğe bulunmaz.Her kültür öğesi bir gereksinimi karşılar,yararlıdır ve zorunludur. Antropolojik çözümleme her işlevi diğerlerinden ayırt etmeğe yarar. Malinowski antropolojinin, komünal yaşamın toplumsal, kültürel ve psikolojik öğelerinin tümünü ele alması gerektiğini, zira bu öğelerin içlerinden herhangi birisinin, diğerlerinin hepsi dikkate alınmadan anlaşılamayacağı ölçüsünde iç içe geçtiğini belirtiyordu. Radcliffe-Brown ise her kültürün ‘genel yasalar ya da işlevlerin’ geçerli olduğu, ‘işlevsel açıdan birbiriyle ilintili bir sistem’ meydana getirdiğini savunup kökenler (tarihsel geçmişin izini sürmeyi) reddetmiştir.

 

 

Her iki antropolog da  toplumdaki birey ve kurumları anlamak için o toplumu veya kültürü bir bütün olarak ele almamız gerektiğini söyler. Çünkü toplumun farklı parçaları birbiriyle yakın ilişki içindedir.Örneğin dinsel inanç ve gelenekleri ancak diğer kurumlarla ilişkisi bağlamında çözümleyebiliriz.Toplumsal bir fenomenin işlevini çözümlemek,o toplumun devamlılığına katkısını ortaya koymak demektir.Bunu anlamanın en iyi yolu insan bedeniyle benzerlik kurmaktır.Bu, Comte, Spencer, Durkheim gibi birçok işlevselci yazarın yaptığı bir karşılaştırmadır.Örneğin kalp, kan pompalayarak organizmanın yaşamını sürdürmesinde hayati bir rol oynar .Durkheim’a göre din, insanların temel toplumsal değerlere bağlanmasını sağlayarak,toplumun devamına katkıda bulunur.

Özetle bu iki antropolog toplumsal fenomenlerin kaynaklarının ne olduğunu irdelemekten ziyade bu fenomenlerin genel bağlama (toplumsal bütüne) nasıl uyum sağladığını, parçanın bütünle nasıl bir ilişki içinde olduğunu araştırmışlardır.

 

Göreli (Genel) İşlevselcilik: Robert K. Merton’un görüşleri işlevselci kuramda göreli ya da genel işlevselcilik olarak bilinir.Fakat esasen Merton bir yapısal işlevselcidir. Malinowski’nin mutlak işlevselciliğine karşı çıktığı için göreli işlevselci ; işlevselcilik dendiğinde ilk akla gelen isimlerden biri olduğu için genel işlevselci  ve işlevselciliğin giderek yapısal-işlevselciliğe dönüşmesinden dolayı da Merton yapısal işlevselci olarak bilinir.Merton her toplumsal öğenin zorunlu olarak bir işlevi yerine getirdiği fikrine karşı çıkmıştır.Ona göre toplumda bazı öğeler bozucu işleve sahip olabilir,işlevsiz olabilir,belli bir süreden sonra işlev değiştirebilir ve bazı işlevi birden çok öğe yerine getirebilir veya bir öğe birden çok işlev yerine getirebilir.Merton’a göre işlevler gizli veya açık olabilir.Yapısal-işlevselcilik bölümünde Merton’un görüşlerine kapsamlı olarak değinilecektir.

 

Yapısal İşlevselcilik: (Herbert Spencer, Talcott Parsons, Robert K. Merton, Kingsley Davis, Wilbert Moore)

 

Yeni İşlevselcilik: 1970-80’li yıllarda  işlevselci yaklaşımın yıldızı  sönmeye başlamış fakat ardından kendini yenileyerek yeniden canlanmaya başlamıştır.Yeni-işlevselcilik adı verilen bu oluşumun öncüleri ABD’den Jeffrey Alexander, Almanya’dan Niklas Luhman, Britanya’dan G.A. Cohen’dir.Alexander işlevselciliğin bir çok varyasyonu olduğunu ve bu yüzden onun en iyi şekilde genel bir okul olarak anlaşılabileceğini savunmuştur.Ona göre işlevselcilik bize açıklamalar sunan bir kuram değil,toplumsal

Page 12: sosyoloji kuramları

kurumlar ve bunlar arasındaki ortakyaşar (sembiyotik) ilişkilerde odaklanan bir betimlemedir ve bu haliyle dengeyi, analizin referans noktalarından biri sayar,yapısal farklılaşmayı ise toplumsal değişimin bir biçimi olarak görmektedir. Amerikalı yeni işlevselciler, Parsonscu sosyolojiyi toplumsal değişime ve çatışmaya açıklık kazandırabilecek bir perspektif şeklinde geliştirmenin  mümkün olduğuna işaret etmişlerdir.

 

İşlevselciliğe Yöneltilen Eleştiriler:

 

Giddens’in Eleştirisi:İşlevselcilik sosyolojide önde gelen kuramsal geleneklerdendir. Birçok işlevselci düşünür bölünme ve çatışma yaratan faktörler pahasına, toplumsal bütünleşmeyi sağlayan   faktörler üzerinde gereğinden fazla durmuştur. Birçok eleştirmene göre işlevsel çözümleme, toplumlara, sahip olmadıkları nitelikler vermektedir. İşlevselciler sürekli toplumların gereksinmeleri ve hedefleri varmış gibi varsayarlar.

 

İşlevselcilik 1960’ların sonlarında çeşitli çevrelerin sürekli saldırılarına maruz kalmıştır. Bunlardan biri, toplumsal değişim, çatışma ve yapısal çelişkileri açıklamada yetersiz olduğu iddiasıdır. Diğer bir eleştiride ise istikrar ve organik analojinin temel alınması onu ideolojik bakımdan tutucu bir çizgiye soktuğu şeklindedir. Halbuki Parsons’ın tarihsel gelişmeyi sistemler ve alt-sistemlerin farklılaşması ve yeniden bütünleşmesi şeklinde yorumlayan evrim kuramı, yeniden bütünleşmenin gerçekleşmesine kadar olan değişimi ve en azından geçici çatışmaları açıklayabilmektedir. Marxizm’de toplumsal görünümün yüzeydeki öğeleri olan siyasal sistemler, ideolojiler ve dinler gibi üst yapıların, dipteki üretim ilişkileri tarafından ve bu ilişkileri korumak üzere üretildiğini öngören bir boyutun olduğu göz önüne alınırsa Parsons’ın yaptığı gibi toplumsal çelişkilerin kabulü ve işlevsel açıklamanın yan yana olabileceği görülür. Parsons’ın çalışmaları arasında çatışma ve iktidarın kaynağı ile ilgili birçok tartışma vardır. Parsons’ın toplumsal düzeni açıklarken aynı zamanda toplumsal istikrarsızlığa ve dağınıklığa yol açabilecek öğelerde odaklanması, her sosyolojik teorinin hem statik (durağan) hem de dinamik (hareketli) analizini birleştirmesi gerektiği anlamında açıkça ikna edicidir.

 

Giddens’a göre, işlevselci açıklamaların hepsi, insan eyleminin ve sonuçlarının tarihsel anlatıları olarak yeniden yazılabilir. O halde insanlar ve eylemleri tek gerçekliktir. Ve buradan hareketle toplumlara ya da sistemlere, bireylerin üzerinde varoluş atfedemeyiz.

 

Başka bir iddiada da işlevselciliğin, sosyal bilimler adına tarafsız bir metodoloji oluşturamayan muhafazakâr (tutucu) bir ideolojinin ifadesi olduğu dile getirilir. Toplumsal istikrar ve düzen ihtiyacını açıklamaya çalışırken, yeterli bir toplumsal değişim ve çatışma analizi sunamıyordu.

 

 

Page 13: sosyoloji kuramları

Alvin Gouldner, Parsons’ı eleştirirken şöyle der: ‘İşlevselcilik, ayrıcalığın sürdürülmesinden  yana olan duyguları yansıtmaktadır.Temel problemi olarak toplumsal düzenin korunmasını gören bir toplum teorisi...’

C. Wright Mills ise 1950’li yıllardaki işlevselciliği, Amerikan kapitalizminin hakim değerlerini yansıtan ve toplumdaki ‘güç’ gerçeğini açıklayamayan bir ‘büyük teori’ örneği saymaktadır.

Yapısal İşlevselcilik:

 

Yapısal işlevselcilik aslında işlevselciliğin devamı niteliğindedir ve çoğu zaman işlevselcilikle eşanlamlı kullanılmaktadır. Genel işlevselciliğin temel sayıltılarını kabul etmekle birlikte yapı kavramına da vurgu yapmaktadır. Yapısal işlevselcilik denince akla gelen ilk isimler Parsons, Merton, Davis ve Moore’dur. Fakat yapısal işlevselciliğin esas kurucusunun  Spencer olduğunu öne süren yazarlar da vardır. Herbert Spencer ve Görüşleri: Liberal bireyselci ideoloji ile sosyal evrimciliğin ilkelerini kuramında birleştirmiştir. Sosyal Darwinciliğin Viktorya dönemindeki en büyük temsilcisiydi. Darwin’in  ‘en uyumluların hayatta kalabilmesi’ kuralını benimsemiş olan Spencer, evrim yasalarına uygun olarak bireyin gelişmesine olanak tanıması ve devletin bu sürece hiçbir şekilde müdahale etmemesini savunur. Bu ilkenin hiçbir kısıtlama olmadan uygulanması halinde mümkün olan en iyi toplumun ortaya çıkacağına inanmıştır. Spencer’a göre toplumlar ve toplumsal kurumlar yapısal farklılaşma süreçleri yaşayarak değişen zaman ve çevre koşullarına uygun olarak evrim geçirirler. Evrim, belirli bir yöne doğru, düz-çizgisel (lineer), sürekli ve zorunlu bir süreçtir. Toplumlar ve kurumları, basit homojen yapılardan heterojen ve karmaşık yapılara doğru evrilir. Spencer’a göre toplumlar savaşçı, barbar bir yapıdan barışçı,  medenî yapılara doğru evrilmektedir. Bir İngiliz düşünür ve biyolog olan Spencer sosyolojide biyolojik okulun kurucuları arasında yer alır. Spencer’ın tasarladığı toplumsal evrim yasaları üç maddede özetlenebilir: *Toplumlar, canlılar gibi geliştikçe farklılaşır.*Toplumlarda ilerleyici bir bütünleşme vardır.*Toplumlar hacimce büyürler. Spencer toplumu bir organizmaya benzetmektedir.Bu sistemin öğelerinin işlevsel olarak birbirine bağlı olduğunu savunur.spencer, toplumu bir işlevler bütünü olarak kabul eden işlevselci akımı sosyolojide ilk başlatanlardandır.1876’da yazdığı ‘Principles of Sociology’ adlı eserinde biyolojik ve sosyal organizmalar arasında benzerlik kurmuş ve bunlar arasında paralellik gösteren yönleri göstermiştir. İki organizmanın da üç sistemden yararlandığını söyle: *Beslenme,  *Dağıtım ve  *Ayarlama   Yapısal İşlevselcilik: Yapısal işlevselcilik, toplum ve insan doğasına yönelik bazı varsayımlara sahiptir. Kingsley Davis, neredeyse yapısal işlevselciliğin sosyolojinin kendisinden ayırt edilemeyeceğini savunuyordu.* Toplum, düzenli bir biçimde birbirleri ile ilişkili olan parçaları içerdiği varsayılır. Önceki işlevselcilikte de bu böyledir. Ama yine toplumun birliği, istikrarlılığı ve harmonisi abartılmaktadır. * İnsan,yaratıcılık ve seçiciliğe çok az yer bırakan, toplumsal sınırlılıklar veya normlar tarafından belirlenmiştir. Kişiler eylemlerinde bazı tercihlere sahiptir ama buna rağmen bu seçenekler, normatif istemlere uygun bir biçimde, toplumsal olarak kurulmuştur.  Mark Abrahamson’un belirttiği gibi yapısal işlevselcilik, sosyal fenomenlerin incelenmesinde toplumun hem yapısını hem de işlevlerini göz önünde bulundurur.Bu

Page 14: sosyoloji kuramları

yaklaşımda toplum, birbiriyle ilişkili öğelerin oluşturduğu bir sistem olarak dikkate alınır. Sistem, kendini oluşturan öğeler ve bunlar arasındaki ilişkilerin oluşturduğu bir bütündür. Bu öğeler sistemin bütünlüğünden ayrı tutularak anlaşılamaz.Sistemin herhangi bir kısmında ortaya çıkan değişme, sistemde dengesizliğe neden olur.Bu dengesizlik diğer kısımlarda da değişime yol açar.Ve değişim kısmen veya tamamen sistemin yeniden örgütlenmesiyle sonuçlanır.Sisteme işlevleri yönünden bakmak, sistemin dinamik özelliklerini dikkate almayı gerektirir.Yapısal işlevselci yaklaşımın, yapısal yönü biyolojik modelden gelir ve tipolojik kavramları kullanarak bir sistemin durağan özelliklerini tamamlamaya yöneliktir.O halde, sistem, kendisini oluşturan öğeler, yani durağan yapılar ve bu öğelerin aralarındaki ilişkileri, yani dinamik özellikleri içine alan bir bütündür.Parsons, sistem, alt-sistemler ve alt-sistemler arasındaki ilişkiler üzerinde durmuştur. Toplumsal işlevi açıklamak için önce toplumu bir sistem olarak ele alır ve bu sistemin en önemli işlevini ise ‘bütünleşme’ olarak görür. Coser ve Rosenberg yapısal-işlevselcilerin  sosyolojik kavramları tanımlamada birbirinden farklılık gösterdiğini söylemişlerdir. Böyle olmakla beraber, standart sosyoloji kullanımına dayalı iki anahtar kavramın tanımını yapmak olanaklıdır. Yapı, ‘görece durağan ve kalıplaşmış toplumsal birimler dizisidir.’ (aile, din, yönetim vb.) Yapısal işlevselciler, toplumsal kurum veya yapıları kullanırken sık sık  ‘sistem’ kavramını kullanırlar. Sistem, yalın olarak bütünü oluşturan birbiriyle ilişkili parçaların örgütlenmesidir. Toplumsal sistem, karşılıklı beklentiler aracılığı ile bir arada tutunan, birbirleriyle bağlantılı statü ve pozisyonları içeren bir yapıdır. İşlev ise, bütünü oluşturan parçaların uyum ve ayarlanması için gerekli toplumsal etkinliklerin sonuçlarıdır.            Yapı: Üzerinde anlaşmaya varılmış bir tanımı yoktur. Şöyle bir tanım yapılabilir: Toplumsal davranışlarda yinelenen kalıplardır. Veya, toplumun farklı öğeleri arasındaki düzenli ilişkiler. Yapı terimi yapısal-işlevselciliğin merkezî öğesidir. Yapısal işlevselcilere göre yapı, toplumsal sistemleri ya da toplumları oluşturan, gözlemlenebilir kalıplaşmış toplumsal pratiklerdir. (roller,normlar, değerler vb.) Yapısal Farklılaşma: Toplum içindeki farklı alt sistemler ile kurumların gün geçtikçe daha çok uzmanlaşmasını kapsamaktadır. Buna göre toplumlar, yapısal farklılaşmaya dayalı bir toplumsal değişim süreciyle basitten karmaşığa doğru ilerler.Bu süreç en basit biçimiyle, bölünen ve yeniden bölünen amip bölünmesine benzer. Parsons’a göre bu süreç üç aşamayı içerir: 1.) Farklılaşma süreci, 2.) Uyum ve yeniden bütünleşme süreci, 3.) Daha karmaşık olan toplumu bir arada tutmayı sağlayan değerler sisteminin kurulması.   Parsons ve İşlevsel Modeli: Parsons’ın görüşleri Durkheim’ınkiler gibi toplumsal normlara vurgu yaptığından normatif işlevselcilik olarak da bilinir. Toplum, birbirine bağlı parçalardan oluşan bir sistem olarak tanımlanır. Ortak değer yargıları toplumsal birlik ve konsensüsün (oydaşma) temelini oluşturur.Durkheim’ın bütüncül toplum anlayışıyla Weber’in bireyi ön plana çıkaran yaklaşımının bir sentezini yapmaya çalışmıştır. Talcott Parsons, ilk dönem Amerikan sosyolojisinin ağırlıkla bireyci olan sosyal psikolojik teorisinden savaştan sonraki, bütüncül, antipsikolojik bakış açısına geçişin başlıca simasıdır.  İşlev belirli bir sistemin adaptasyon ya da uyum problemine çözüm yolları sunan, gözlemlenen nesnel sonuçlardır. Parsons, Weber gibi sosyolojinin bir toplumsal eylem bilimi olduğunu görüşündedir. Dikkatini, görece  istikrarlı, kişiler arası ilişkiler bütünleri olarak tanımladığı yapılar üzerinde yoğunlaştırır. Yapısal işlevselcilik olarak adlandırılan ama kendisinin ‘toplumsal eylem sosyolojisi’  ya da ‘eylem kuramı’ demeyi yeğlediği kuramı, toplumsal sistem için

Page 15: sosyoloji kuramları

yaptığı şu tanımlamayla açımlanır:fiziksel özelliklerden etkilenmiş bir ortamda vuku bulan  bir etkileşimler sürecindeki bireysel aktörler çoğulculuğu. Sosyoloji adına tamamlanmış, bütünleyici bir kuram oluşturma çabasına girmiştir. Parsons’a göre her sistem ayakta kalabilmek için dört işlevsel gereksinimi karşılamak zorundadır. Bunlar, uyum, hedefe ulaşma, entegrasyon ve örüntü sürdürmedir. Parsons’a göre denge sınırı muhafaza etme sistemidir.toplumsal sistemlerin bir denge sağlamaya eğilimli olmaları Parsonsçı kuramın öncüllerinde içkin biçimde vardır.      

Merton’un İşlevselci Modeli:

 

 Merton’un kendine ait bir kuramı yokmuş gibi görünmesine karşın, ‘sosyolojik çözümlemede toplumsal yapıda yoğunlaşmanın önemi’ şeklinde dile getirilebilecek bir tema, makalelerinde ön plana çıkmaktadır. Parsons, Merton’un ‘yapısal işlevselcilik’ deyimine karşı çıktığını; onun yerine daha basit ve daha uygun olan ‘işlevsel çözümleme’ deyimini tercih ettiğini söyler. Parsons, ‘işlevsel çözümleme’nin sosyolojik kuramların tümünün ayrılmaz bir parçası olduğu konusunda Merton’la aynı fikirdedir. Merton’un toplumsal aktörü ne ‘hoşlandığını yapan özgür bir ruh’ ne de davranışları tamamen önceden belirlenmiş otomatik robotlardır.Merton’un, toplumsal yapının belkemiğini oluşturduğunu tasarladığı esas süreç, toplumsal olarak yapılanmış alternatifler arasındaki seçimdir. Merton’un toplum kavrayışı Durkheim’ınkinden farklı değildir. Toplumsal yapılar, bütünleşmiş ve normlarıyla üyelerini kontrol etmektedir. Merton’da toplumsal yapı, durağan bir gerçeklik değildir. Çatışma ve sapkın davranışların  yapısal kaynaklarına olanak vermesi açısından dinamiktir. Bu ilke, değişmenin katalizörleri olan karşı-işlev (dys********)  ve anomi kavramlarını ele alışında açıklanabilir. Merton karşı-işlev, işlevsel alternatif, işlevsel sonuçların net dengesi, açık ve gizli işlevler gibi kavramları işlevsel kurama sokmuştur. Toplum, kendine özgü bir gerçeklik,bütünü oluşturan parçaların tümünden farklı ve daha büyük olarak ele alınmıştır.Birey, yapıları oluşturan statü ve rolleri olanlar olarak soyut bir pozisyonda kalır. Parsons: Parsons bir eylem kuramı geliştirmiştir, bireysel ve eylemi şu şekilde açıklar: eylemin bir aktörü vardır, bu aktör bir hedef veya hedeflere sahiptir, seçme imkanı bulunan araçların komutundadır, kısmen de denetlenebilir bir durum içinde bulunur, aktör hedeflerinde, araçlarına ve durumuna denk düşecek değerler, normlar ve inançlar tarafından yönetilir. Burada aktör, bireyi veya eylemde bulunan bir grup insanı belirtir. Aktör hedeflerine ulaşmak için kendisini sınırlayan durumları dikkate alır. Bu sınırlamalar sosyal veya sosyal olmayan nesnelerden oluşur. Bireyin eğilimi sadece kendini bağlamaz. Sosyal davranışlar örgütlenmiş bir biçimde karşılıklı ilişkili olmayı gerektirir. Bu yüzden, örgütlenmiş sosyal davranışların bütünü, bir eylem sistemi olarak dikkate alınır. Parsons bu eylem sisteminin yapısal alt sistemlere işlevsel zorunluluklara sahip olduğunu ileri sürer. Parsons sosyal sistem analizinde sadece yapısalcı değil işlevselcidir de: Ona göre 1.)Sosyal sistem, aktörlerin gereksinimlerinin önemli bir kısmını karşılamak zorundadır.2.)Sosyal sistem ,varlığını sürdürmek için diğer sistemlerden zorunlu olarak destek almak zorundadır.3.)Sosyal sistem üyelerinin düzensiz davranışları üzerinde minimum düzeyde de olsa bir kontrole sahip olmalıdır.

Page 16: sosyoloji kuramları

 Merton’a göre işlev konusunda iki önemli yanlış yapılmaktadır. Birincisi, bir sosyolojik birimin içinde, bulunduğu sosyal ya da kültürel sisteme yaptığı yalnızca olumlu katkıları dikkate almak. İkinci yanlış ise öznel bir nitelik taşıyan güdü ile nesnel nitelik taşıyan işlevin birbirine karıştırılmasıdır.Merton işlev kavramının türlerine ilişkin olarak çeşitli tanımlar yapar. 1. Türlerine Göre: İşlevsel ve Karşı işlevsel 2. Niteliklerine Göre: Gizli işlev ve Açık işlev Merton işlevin iki temel özelliği üzerinde durur.a.)Sistemin organik tipi olarak işlevb.)Sistemin organik tipindeki her çeşit hedef, amaçların sonucu olarak işlev   Merton’un İşlevsel Çözümleme Paradigması: Merton’un modeli, işlevsel çözümleme için bazı temel kavramları tanımlama ve işlevselci postülalarda bulunan bazı belirsizlikleri açıklama çabasıdır. Merton, işlevsel çözümlemede hakim olan üç postüla belirler ve bunları değiştirmeye çalışır. 1.) Toplumun işlevsel bütünlüğü: Merton, Radcliffe-Brown ve Malinowski’nin küçük kültürleri inceleyip bunların işlevleri tanımlamalarını eleştirmiştir. Çünkü bu kültürler istikrarlı ve bütünleşmiş kültürlerdir. Halbuki günümüz toplumlarında kültürel ve sosyal bütünlüğü parçalayıcı özellikte işlevler de vardır. Merton’a göre karşı işlev, toplumsal bütünlüğü tehdit eden, değişiklik yaratma eğiliminde olan toplumsal etkinliklerdir. Örneğin bir dinin iki mezhebi (İrlanda örneğinde olduğu gibi) toplumsal bütünlüğe zarar da vermektedir. Açık ve örtük işlev diye işlevi ikiye ayırır.Açık işlev, toplumsal etkinliğe katılan(lar) tarafından bilinen ve niyetlenilen işlevlerdir. Örtük işlev ise katılımcıların farkında olmadıkları etkinliklerin sonuçlarıdır. Merton şu örneği verir: New Mexico’daki Hopi Kızılderililerin yağmur dansının yağmur getireceğine inanılır.(açık işlev) Aynı zamanda yağmur dansı, bu insanların birbirine olan toplumsal bağlarını güçlendirir.(örtük işlev) Merton bir de işlev & karşı işlev ayrımı yapar.2.) Evrensel işlevselcilik: Evrensel işlevselcilik, tüm standartlaşmış toplumsal veya kültürel formların pozitif işlevlere sahip olduğuna inanır. Halbuki Merton’a göre pozitif ve negatif işlevler göz önünde bulundurularak işlevsel sonuçların kesin dengesine göre düşünülmesi gerekir.3.) Zorunluluk: Her toplumdaki yaşamsal işlevi olan öğelerin varlığı zorunludur. Merton’a göre bu postülada bir belirsizlik vardır. İşlevin mi yoksa o işlevi yerine getiren öğenin mi zorunlu olduğu belirsizdir. Merton’a göre işlevsel alternatifler vardır. İşlevsel bir öğe bir başka öğenin yerine geçebilir veya onun yerini alabilir.

YAPISAL İŞLEVSELCİLİK     (Strüktürel Fonksiyonalizm)

 

Savaş yıllarında Avrupa’da sosyoloji çalışmaları durmuş ABD’de ise gelişmiştir.Chicago Okulu revaçtadır.Amerikan sosyolojisine genel olarak bakınca Spencer’in organik yaklaşımı, Tönnies’in birey konusundaki görüşleri,Weber’in toplum konusundaki görüşlerinden ve Gabriel Tard’ın görüşlerinden etkilendiğini görüyoruz.Yapısal işlevselciliğin arkasında Darwinci düşünceyi görebiliriz.Genel olarak birey ve bireysel davranışlar üzerinde durmaktadırlar.Bireysel davranışı toplumsal etkinliklerin nedeni olarak görürler.Sosyal psikolojinin gelişmesini sağlamışlardır.Zamanla Amerikan sosyolojisinin bu dar alanı içinde bir farklılaşma ortaya çıkmıştır.Bunları şöyle sayabiliriz:

1.)Toplumsal oluşumlar psikolojisi olarak adlandırabileceğimiz bu akımda bireysel davranışlar,toplumsal oluşumlar ve hatta toplumun kendisi psikolojik motivasyonla temellendirilmiştir.

Page 17: sosyoloji kuramları

2.)Bireysel özellikler ile tipsel veriler arasındaki karşılıklı ilişkiler ele alınarak toplumsallaştırma süreci içinde davranışlar incelenmiş, psikoloji ile sosyoloji arasında bir köprü görevi gören sosyal psikolojinin doğuşunu sağlanmıştır.

 

Amerikan Sosyolojisinin Genel Özellikleri:

 

*Tarihsel Olmayışı:Önemli olan, olanı betimlemektir.Amaç şimdiki toplumu çözümlemektir.Bu özellik pragmatik bir karaktere sahiptir.

*Toplumsal bütünü mikroskopik parçalara ayırıp,bunları bütünden soyutlayarak ayrı ayrı inceler.

*Bu çözümlemeleri bireysel davranışlar düzeyinde ele alır.Toplum bireye indirgenmektedir.

*Bunun doğal sonucunda psikolojik yaklaşım ortaya çıkmıştır.

*Toplum,bir işlevler bütünü olarak görülür.Toplumun incelenmesi bu işlevlerin incelenmesiyle mümkündür.İşlevselcilik Amerikan sosyolojisine damgasını vurmuştur.Bununla toplumda uyum ve dengenin sürdürülmesi amaçlanmıştır.

*Değişimi farklılaşma olarak görür.Toplum,özünde değişmez ancak farklılaşır.Bu,büyüme ve farklılaşma şeklinde olur.Farklılaşma:Yapıların değişmeye başlamasıyla,değişen işlevlere uygun yapıların oluşturulması veya işlevlerin o yeni yapılara uygun hale getirilmesidir.

 

Yapısal işlevselci kuramlar büyük kuramlardan etkilenmiştir. (Sosyal evrim,denge,farklılaşma.. vs. kavramlar bu kuramın temel kavramlarıdır.) Bir de yapısal işlevselcilerin kendi keşfettikleri kavramlar vardır:

1.)Yapılar ve İşlevler Arasındaki İlişki: Her yapı,bir işlevi olduğu için vardır.İşlev de bir gereksinimden doğar.İşlev yapıdan önce gelir ve kendileri yerine getirecek yapıların oluşum ve gelişimini sağlarlar.İnsan, gözü olduğu için görmez,görme işlevini yerine getirmek için göz oluşur.Yapısal işlevselci yaklaşımın değişimi yansıtan “yapısal farklılaşma” kavramı,değişme anlayışlarının özünü oluşturur.Yapısal farklılaşma, esasen aynı yapı tarafından meydana getirilen işlevlerin zamanla çoğalmaları ve özelleşmeleri sonucunda birbirinden ayrılarak kendilerini yerine getirecek yeni yapılar yaratmaları demektir.(Bunun arkasında ‘uzmanlaşma’  düşüncesi vardır.)

2.)Toplumsal yapı ve toplumsal birimlerin toplumsal sistem içinde işlevselliği düşüncesi:İşlevsel olma,bir gereksinimi karşılama  ve öteki parçalarla ahenkli bir bütünleşme demektir.Bu nedenle her toplumsal birim yapısal işlevselci modelde toplumsal sistem için vazgeçilmez niteliktedir.

3.)Toplumun  alt-sistemlerini açıklarken bireyi aktör olarak ele alır.Çünkü aktörün rolü vardır,bunu statüsüne göre yerine getirir.Statü haklar ve sorumluluklar bütünüdür.

4.)Toplumun değer yargısı sistemi içinde oluşan ve biçimlenen toplumsal rol, toplumsal sistemlerin temelleridir.Alt-sistemlerin (doğa-kültür-kişilik) temel etkileşiminin yol açtığı rol farklılaşması toplumsal sistem içinde değişmenin bir ölçütü ve görünümüdür.

Page 18: sosyoloji kuramları

 

Yapısal işlevselci yaklaşımda değer yargısı sistemi bir veri gibidir.Her şey değer yargısı sistemi içinde şekillenir.Weber’in etkisiyle rasyonelleşme önem verilmiştir.Bu yöneliş, bilim ve teknolojiden ve düşünce sisteminden kaynaklanır.Rasyonalizasyon otomatik bir süreç değil,toplumsal sistemin temelini oluşturan değer yargısı sisteminin oluşturduğu bir süreçtir.Değer yargısı sistemi yapısal işlevselci yaklaşımda karizmatik bir niteliğe sahiptir.Amaç mevcut toplumsal sistemin korunmasıdır.Dolayısıyla  rasyonelleşme, değişimi zorlayan bir iç yönelme olmakla beraber toplumsal sistemin temelinde yatan değer yargısı sisteminin oluşturduğu ve biçimlediği uyum ve denge koşulları içinde yönlenen ve aynı zamanda koşullarla sınırlanan bir süreçtir.Bu, yaklaşımın değişmeyi açıklamadaki kuramsal yetersizliğidir.Denge ve uyum değişime karşıdır.Bu modeller değişmeyi 1.)Evrimci büyük modellerin yaklaşımını benimseyerek işlevsel farklılaşma düşüncesi ile, 2.)Toplumsal yapı - kültürel yapı ayrımı yaparak (Merton) bu iki yapının  uyum veya uyumsuzluğu ortaya koyarak açıklamaya çalışılır.

WEBER  ve YORUMLAYICI (ANLAYICI) SOSYOLOJİ:

 

1864-1920 yılları  arasında yaşayan ünlü Alman düşünürü ve sosyoloğu  Max Weber, sosyolojiye önemli katkılar sağlamış,bir bilim olarak sosyolojinin genel kavramsal çerçevesini çizmiş ve tutarlı bir sosyal bilimler felsefesi geliştirmiştir. Çalışmaları daha hala sosyolojinin birçok ilgi alanına ışık tutan Weber,modern toplumun temel özelliklerini  sağlam bir biçimde tespit edip ortaya koymuş, tüm büyük dünya dinlerini, antik toplumları,iktisadi tarihi, hukuk ve müzik sosyolojisini  ve daha birçok alanı kapsayan bir dizi araştırmaları kaleme almıştır. Bu özelliklerinden dolayı Weber,Durkheim ile birlikte modern sosyolojinin kurucularından kabul edilir.Bu iki sosyolog içinde Weber’in çalışmaları çok daha karmaşık, anlaşılması güç ve iddialıdır.

 

Sosyolojini yöntem ve felsefi analizlerinde Neo-Kantçı bir bakış açısını benimseyen

Weber önemli ölçüde Marx’ın da etkisinde kalmıştır. Fakat Weber’in akıl hocaları 

gerçekte çok zengindir.Örneğin Marxizm’in Kapitalizm ile ilgili çözümlemelerine

alternatif olarak getirdiği Protestan Ahlakı tezini oluştururken önemli ölçüde W.

Sombart ile  G. Simmel’in geliştirdiği kapitalizm ve para kuramlarını temel almıştır.

 

      Weber her şeyden önce sosyolojinin insan davranışlarıyla ilgili olarak, doğa bilimlerininkine benzer genel geçer yasalara ulaşamayacağını, insan toplumları söz konusu olduğunda evrim niteliği taşıyan bir gelişmeyi doğrulayıp temellendiremeyeceğini öne sürmüştür.(1) Bu  çerçeve içinde öncelikle pozitivizme karşı tavır alan  Weber’in sosyolojisini, büyük oranda  sınıf çatışmalarının toplumun gelişmesinde temel dinamik süreci biçimlendirdiği şeklindeki Marxist genellemeye hücumun oluşturduğu söylenebilir.(2)Yani Weber’in sosyolojisi ,bir yandan evrimci pozitivizme ve diğer yandan da dogmatik Marxizm’e tepki olarak ortaya çıkmıştır.             Weber’in tanımına göre,Marxizm ekonomik bir determinizm biçimi;düşünce tarzları ile ekonomik çıkarlar arasında kesin bir işlevsel ilişki bulunduğu savını ileri süren bir teoriydi:fikirler ister dinsel ister ekonomik olsun, özerkliğin izinin bile görülmediği basit

Page 19: sosyoloji kuramları

gölge fenomenlerdi. Weber, Marxizmin bilgiyi ideoloji olarak,sınıfsal ve ekonomik çıkarların bilinçteki yansıması olarak tanımladığını düşünüyordu:Kavramlar,bir yandan sosyalizmin ve komünizmin tarihsel kaçınılmazlığına giden yolu işaret ederken,öbür yandan bu nesnel gerçekliği yeniden ürettikleri kadarıyla bilimseldi. Şu halde toplum da bütünüyle üretim tarzının ve gelişme yasalarının egemen olduğu bir sistemdi.İnsan özneler kurucu bir rol oynamadıkları gibi,tarihsel evrim geçiren bir bütünün pasif nesneleriydi.(3) Max Weber toplumsal    yaşamın anlaşılmasında etkisi altında kaldığı Marx’tan toplumsal sınıfların analizinde de ayrılmaktadır. Ona göre sınıf,sadece iktisadi düzen içinde geçerli olan düzenin bir bölümüdür. Marx için sınıf,topluluğun şeklini veren toplum analizinin temel ölçütüdür. Weber için ise sınıf topluluk içinde gelişebilecek birkaç grup tipinin yalnızca biridir.Weber, insan ilişkilerini belirleyen nedenlerin yalnızca ekonomik çıkarlar olmadığı ve insanları birbirine bağlayan gerçek bağların da ekonomik kökenli olmadığı görüşleriyle Marx’tan ayrılır.Bu yaklaşımıyla Weber tarihin materyalist açıklamasını reddetmektedir.Sınıf çatışmalarına Marx’ın verdiği önemi vermemektedir.Ona göre ekonomik gerçekler önemli fakat bununla birlikte fikir ve değerler daha da önemlidir. 

Weber’in Yorumlayıcı Sosyoloji anlayışı:

 

     Weber çalışmalarında bir noktayı özellikle vurgulamıştır. O da sosyolojinin yalnızca eyleme ilişkin  öznel bir yorum olmadığı ve sosyologların yalnızca toplumsal  dinamiklerin birbirlerini nasıl etkilediğini değil;aynı zamanda toplumsal olayların insanlar için taşıdığı  anlamları  da  araştırmaları gerektiğidir.Örneğin dünya  insanlar için ne ifade etmektedir, insanlar dünyayı nasıl tanımlamaktadır, çalışanlar için bürokrasi ne anlama gelmektedir..Bu anlayış doğrultusunda Weber anlam üzerinde durur ve yorumlu anlamanın önemine değinir. 

 

 

            Max Weber sosyolojiyi şöyle tanımlamaktadır:

“Sosyal eylemin gerek yerine getirilmesinin gerek etkilerinin nedensel açıklamasını  vermek amacıyla, sosyal eylemin yorumlayıcı anlaşılmasına yönelen bir bilimdir... Eylem sosyaldir  zira eylemde bulunan birey (veya bireyler)ona öznel bir anlam yakıştırırlar ve başkalarının davranışını dikkate alırlar.”(4)

  

Yukarıdaki tanımından da anlaşılacağı gibi  Weber’in sosyolojik yaklaşımına göre sosyoloji  kavrayıcı olmalı yani toplumsal davranışların anlamını kavramalı,toplumsal yaşamın değişik alanlardaki nedensel ilişkisini araştırmalı ve anlamalıdır. Örneğin dinin toplumsal olayları (ve özellikle de ekonomiyi) nasıl etkilediği, bürokrasinin toplumu nasıl ve hangi ölçüde şekillendirdiği gibi.Bu şekilde bireylerin toplumsal eylemleri ve bunların içerdiği anlamlar üzerine kurulu bir sosyoloji anlayışını benimseyen Weber,davranışların perde arkasını kültürel öğelere bağlamak suretiyle psikolojiyle sosyolojiyi bileştirmek ister gibidir.

 Weber yukarıdaki tanımında bahsettiği “yorumlayıcı anlama” ya açıklayıcı (veya

güdüsel) anlama ve gözlemsel (veya doğrudan)  anlama arasında bir ayrım yapmak suretiyle  varmaktadır.Örneğin birisi 2x2=4 gibi bir önerme  yazdığında biz bunun anlamını hiç düşünmeden doğrudan gördüğümüz gibi algılar ve anlarız.Aynı şekilde sinirli

Page 20: sosyoloji kuramları

bir insanı da doğrudan gözlemleyerek sinirli olduğunu anlayabiliriz.Fakat açıklayıcı anlama bu doğrudan anlaşılan eylemin arkasındaki güdülerin bilgisiyle ilgilidir.Weber’in güdüden anladığı,eylemde bulunan aktöre ve onu gözlemleyene, yapılan eylem konusunda yeterli bir açıklama sağlayan  öznel bir anlamdır.Örneğin, az önceki örnekte birinin 2x2=4 yazmasına ilişkin açıklayıcı anlamaya sahip olmamız demek,bizim o anki koşularda o kişinin o eylemde bulunmasının kesin olarak nedenini anlamamız demektir.Bununla birlikte Weber birçok makul görünen güdüsel hipotezin daha sonra reddedildiğini söyler.Çünkü güdüsel açıklama bizim kişisel tecrübelerimiz,alışkanlıklarımız,önyargılarımız ve algılama tarzımıza göre bir anlama sahiptir.Weber anlam düzeyinde yeterli olma talebinin karşılanabilmesi için güdüsel örüntünün  rasyonel olduğunun gösterilebilmesi gerektiğini ileri sürmektedir.Weber rasyonel eylem hakkında iki önemli örnek verir:Birincisi mantıksal (veya matematiksel) bir tezin ileri sürülmesi örneğidir.Burada sonucun öncüllerin tümdengelimsel bir metodla çıkarsandığını görürüz.İkincisi de belirli bir hedefe ulaşmada en etkin aracın seçimiyle ilgili olan eylemdir.Her iki olayda da rasyonel anlamaya sahip olduğumuz söylenebilir.

 Weber bu metodolojik yaklaşımı ile Kapitalizmin ortaya çıkışını da

açıklamıştır.”Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı eserinde dinsel değerlerin  toplumsal gelişmedeki rolünü göstermiştir.Ona göre Kapitalizmi doğuran tek neden sosyal sınıflar arasındaki ilişki değildir.16. ve 17. Yüzyıl Avrupa’sında kapitalizmin ortaya çıkışı  maddi koşullara ek olarak bir değer ve tutumlar dizisinin de etkisinde olmuştur.Weber aynı zamanda Protestan Ahlakı’nın kaynağının Kalvinist teoloji olduğunu saptamış  ve Calvin’in Asetizm öğretisini çözümlemeye çalışmıştır.Buna göre Kalvinist teolojide üç önemli öğe göze çarpmaktadır:Birincisi;insanın aziz olup olmaması Tanrının bileceği bir iştir ve insanın kaderinde yoksa artık o kimse kendi gayreti ile bir iş başaramaz.İkincisi ;insan Tanrının yeryüzündeki krallığını kurup zaferini artırmak için yeryüzüne indirilmiştir.Üçüncüsü de;insanın ilahi merhamete mazhar olmadığı sürece doğa ve bedenin günah ve ölüm demek olduğuna inanmaktır.Kısaca Asetizm öğretisine göre öte dünyaya yönelik eylemlerin önemi  ortadan kalkmaktadır.Bu anlayış doğrultusunda Asetizm öğretisi içinde şöyle bir anlayış ortaya çıkmıştır:   Tanrının sevdiği bir kul olmak için şunlara dikkat etmek gerekir:1.En büyük günah veya insan onuruna yakışmayan en büyük davranış,insanın vaktini boşa harcamasıdır;aylak aylak dolaşmasıdır.İnsanın durmadan çalışması ve üretmesi gerekmektedir.2.İnsan ürettiklerini har vurup harman savurmamalıdır.İnsan çok basit ve sade bir yaşam geçirmelidir.Böylece insan, tüketimden arta kalanı tasarruf etmelidir.3.Tasarruflar yatırıma dönüştürülmelidir.(5) Weber’e göre Asetizmin bu öğretilerini  birleştirince müteşebbis tanımı ortaya çıkmaktadır.Protestan ahlakını, Asetizm öğretisini benimseyen toplumlar,hızlı bir gelişme içine girmişlerdir.Almanya’da katolik ve protestan mezheplerini kabul eden bölgeler karşılaştırıldığında, büyük gelişme farkları saptanabilir.Katolikliğin yaygın olduğu Fransa Almanya’dan daha geri kalmıştır.(6)             Rasyonalizasyonun her alanda izlerini süren ünlü düşünür söz konusu rasyonalizasyonun bir kaynağının Protestan ahlakının yol açtığı kültürel değişmelerde bulduğunu savunmuştur.Weber’e göre rasyonalizasyon insan eylemlerinin her yönünü ölçüm ve kontrole elverişli hale getiren süreçleri gösterir.Başka bir deyişle rasyonalizasyon geleneksel uygulamaların reformdan geçirilmesine ve bu uygulamalarla özdeşleşmiş amaçlara daha iyi etkili bir biçimde ulaşma olanağı verecek süreçlerin ortaya çıkışına,kurumların belli amaçların gerçekleştirilebilmesi için,daha etkili ve yeterli araçlar haline getirilmesine işaret eder.Buna göre Weberci anlamı içinde rasyonalizasyon,ekonomi alanında,fabrika ve üretimin bürokratik yollardan düzenlenmesiyle,karın gelişmiş muhasebe teknikleri kullanılarak hesaplanmasını;din alanında ilahiyatın vahiy temeli üzerinde değil de entelektüel bir temel üzerindeki gelişimi sayesinde,büyünün ortadan kaldırılıp,dini ayinlerin yerine kişisel sorumluluk ve inisiyatifinin geçirilmesini;hukuk alanında  keyfi yasa koyuculuğun ortadan

Page 21: sosyoloji kuramları

kaldırılıp,evrensel yasaların meydana getirdiği temel üzerinde,tümdengelimsel hukuki bir akıl yürütme anlayışının benimsenmesini;siyaset alanında geleneksel meşruiyet tarzlarının siyasi partiye dayalı karizmatik bir liderlikle değiştirilmesini;ahlak alanında ahlaki disiplin ve eğitimin büyük bir güçle vurgulanmasını;bilim alnında da bireysel yaratıcılıktan çok araştırma ekipleriyle eşgüdümlü bir deneysel araştırma planının,devlet denetimi ve yönetimi altında olan bilim politikalarının geliştirilmesini ifade eder.(8)

               Weber,ilgilendiği  toplumsal konularda kavramları anlamak ve  açıklamak için temelde iki yöntem kullanmaktadır: -İdeal tip analizi-Tarihi analiz             Weber’e göre toplumsal yapının anlaşılabilmesi  bu yapının belirli özelliklerinin  bilinmesine bağlıdır.Sözgelimi  bürokrasi toplumsal bir olgu olarak ne olduğunun anlaşılabilmesi için onu diğer olgulardan ayıran özellikler ve  temel karakteristikleri saptanmalıdır.Bu  anlayış temelinde Weber böylece karşılaştırmalı bir temel üzerinde bir “ideal  tip” formu geliştirir ve onun ayırd edici özelliklerine vurgu yapar.Weber bu ideal tipler olarak adlandırdığı kuruluşlardan hareketle insan gerçeğine varmayı amaçlar.Ancak bu ideal tipler gerçek değildir fakat gerçekle ilişkileri vardır.O  bir  ortalama durum,bir varsayım veya gerçeğin bir tasviri değil;deneysel,keyfi ve ütopya niteliğinde bir özellik taşıyan tiptir.Weber ideal tipler olarak sosyal ilişki tipleri, grup tipleri, iktidar, din, uygarlık tipleri önerir.             Weber  daha  sonra,diğer bir teknik olarak benimsediği olay ve olguların tarihi analizi üzerinde durur.Çünkü sosyal bilimler,toplumsal eylemlerin özgül tarihsel ortamlarıyla birlikte anlaşılması ve nedensel açıklamalarının yapılmasına ilgi duyar.Örneğin bürokrasinin ortaya çıkış nedenleri bazı tarihsel olaylarda gizlidir ve bundan dolayı bürokrasinin ortaya çıkış nedenlerini bu olaylarda aramak gerekir.  

 Weber’in anlaşılması güç,bazı çelişkiler içeren,uyumsuz ve oldukça karmaşık

fikirleri ortaya atıldığı günden beri ciddi eleştirilere hedef olmuştur: Örneğin kapitalizmin doğuşunu Protestan Ahlakı’na bağlamak günümüzde bu

ahlakı benimsememiş hatta dini değerleri ciddiyete almamış bazı uzak doğu ülkelerinin gelişmişliği gerçeği ile uyuşmamaktadır.Weber bu konuda yalnızca kendi içinde bulunduğu toplumu göz önüne alıp dış dünyadaki diğer durumları göremediği için ciddi bir hata yapmıştır.

 Diğer bir eleştiri ise Weber’in rasyonalizm ve pozitivizm konusundaki görüşlerine

ilişkindir.Öncelikle pozitivizme karşı tavır alan ve toplumda gelişmeyi yansıtan yasalara yer olmadığını söyleyen Weber,bununla birlikte rasyonalizasyonu, kapitalist batı toplumlarındaki en temel ve en belirgin öğe olarak kabul etmiştir.

 Doğa bilimleri ve sosyal bilimlerin metodolojik birliği konusundaki tartışmalarda en

önemli kişi kabul edilen Weber,insan eyleminin açıklaması ve anlaşılması ile sosyal bilimlerin nesnellik problemi konusunda natüralizm ve anti naturalizmin aşırı formları arasında oldukça dolayımlanan bir tavır geliştirmeye çalışmış;ve bu sebepten karmaşık görüşleri çeşitli şekillerde yorumlanmış iddiaları da hücuma uğramış veya savunulmuştur.(7)

 Weber’in sosyolojisine bir diğer eleştiri de Amerikalı siyaset bilimci  Fukuyama

tarafından yapılmaktadır.Fukuyama’ya göre Weber; “ din ve ideoloji gibi kültürel ürünlerin temeldeki ekonomik güçler tarafından yaratılmadığını,aksine kültürün kendisinin belli biçimlerdeki ekonomik davranışları ürettiğini öne sürerek Marx’ın teorisini tersine çevirmiştir.”(9)

 

Page 22: sosyoloji kuramları

ALINTILAR:

1.,8.)Cevizci,Ahmet Felsefe Sözlüğü

2.)GIDDENS,Antony (1999) İLERİ TOPLUMLARIN SINIF YAPISI ,Birey Yayıncılık

3.)SWINGEWOOD,Alan (1998) Çeviren Osman Akınhay   SOSYOLOJİK DÜŞÜNCENİN KISA

TARİHİ, Bilim ve Sanat Yayınları

4.,7.) KEAT,R VE URRY,J (1994), BİLİM OLARAK SOSYAL TEORİ,  İmge Yayınları

5.,6.)SAYIN,Önal (1994) SOSYOLOJİYE GİRİŞ Üniversite Yayınları

9.)FUKUYAMA,Francis(1998) GÜVEN, SOSYAL ERDEMLER VE REFAHIN YARATILMASI  Çeviren A. Buğdaycı,İş Bankası Yayınları

 

 

KAYNAKÇA:

 

*KEAT,R VE URRY,J (1994), BİLİM OLARAK SOSYAL TEORİ,  İmge Yayınları

*SWINGEWOOD,Alan (1998) SOSYOLOJİK DÜŞÜNCENİN KISA TARİHİ,Çeviren Osman Akınhay  Bilim ve Sanat Yayınları

*CEVİZCİ,Ahmet    FELSEFE SÖZLÜĞÜ,   Ekin Yayınları

*MARSHALL,Gordon (1999), SOSYOLOJİ SÖZLÜĞÜ,  Bilim ve Sanat Yayınları

*SAYIN, Önal (1994), SOSYOLOJİYE GİRİŞ,  Ege Üniversitesi Yayınları

*DOĞAN, İsmail (1996) SOSYOLOJİ (Kavramlar ve Sorunlar), Sistem Yayıncılık