Upload
others
View
22
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
2
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ TASAVVUF
ANABİLİM DALI
ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI’NIN
MÂRİFETNÂME’SİNDE TASAVVÛFİ HAYAT
YÜKSEK LİSANS TEZİ
DANIŞMAN:
Doç. Dr. MUSTAFA AŞKAR
Perihan GÖKPINAR
ŞUBAT 2006
ANKARA
3
İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER 2
GİRİŞ 10
İBRAHİM HAKKI’NIN YAŞADIĞI DÖNEMİN GENEL ÖZELLİKLERİ 10
A. Siyâsî Durum 10
B. Ekonomik Durum 14
C. Askerî Durum 14
D. İlmî ve Sosyal Müesseseler 15
E. Kültürel ve Edebî Durum 16
a. 18. Yüzyılda Halk Şiiri 17
b. 18. Yüzyılda Tekke Edebiyatı 18
BİRİNCİ BÖLÜM
İBRAHİM HAKKI’ NIN HAYATI 21
A. Doğumu, Ailesi, Çocukluğu 21
B. Yetişmesinde Etkili Olan Şahsiyetler 22
a. Babası Derviş Osman Efendi
b. İsmail Fakirullah
c. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî
d. Yûnus Emre
e. Hazık Mehmet Efendi
C. Seyahatleri
D. Evliliği ve Çocukları
E. Ölümü
23
23
26
27
30
31
33
35
4
F. Kişilik Özelikleri
G. İlmî Özellikleri
İBRAHİM HAKKI’NIN ESERLERİ
A. Ana Eserler
B. Diğer Eserleri
İBRAHİM HAKKI’NIN ESERLERİNDEN ÖRNEKLER
A. MEKTUPLERINDAN SEÇMELER
a. İbrahim Hakkı’nın İlk Eşi Firdevs Hanım’a Yazdığı Mektup
b. İbrahim Hakkı’nın Eşi Fatma Hanım’a Yazdığı Mektup
c. İbrahim Hakkı’nın Eşi Belkıs Hanım’a Yazdığı Mektup
d . İbrahim Hakkı’nın Eşi Zeliha Hanım’a Yazdığı Mektup
e. İbrahim Hakkı’nın Oğlu İsmail Fehim’e Yazdığı Mektup
B. TEFVÎZNÂME
C. VASİYETNÂME-İ HAKKI
D. VUSLATNÂME
E. RUBÂİLER
F. MÂNİLER
İKİNCİ BÖLÜM
İBRAHİM HAKKI’NIN MÂRİFETNÂME’Sİ
BİRİNCİ BÖLÜM
MÂRİFETNÂME’NİN KONULARI
İKİNCİ BÖLÜM
GENEL ANLAMDA TASAVVUF
35
37
38
38
40
42
42
42
43
44
45
46
49
53
54
56
56
58
58
58
73
73
5
A. Tasavvufun Tanımı
B. Tasavvufun Doğuşu ve Gelişmesi
C. İslâm Düşüncesinde Tasavvûfî Anlayışın Kaynağı
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
MÂRİFETNÂME’DE GEÇEN TASAVVÛFÎ KAVRAMLAR
73
75
76
83
A. Kâlb 83
B. Mârifetullah 94
C. Muhabbetullah
D. Riyâzet
103
116
E. Az Yemek 120
F. Az Uyumak 126
G. Az Konuşmak 133
H. Halvet - Uzlet 138
İ. Zikir 148
J. Tefekkür 158
K. Sabır 162
L. Rıza 171
M. Tevekkül 174
N. Zühd 181
O. Makamlar ve Haller 190
P. Nefs
a. Nefsin Mertebeleri
191
201
1. Nefs-i Emmâre 201
6
2. Nefs-i Levvâme 205
3. Nefs-i Mülhime 212
4. Nefs-i Mutmainne 219
5. Nefs-i Râziye 225
6. Nefs-i Marziye 229
7. Nefs-i Kâmile 230
SONUÇ
233
KAYNAKÇA
A.KİTAPLAR
B.MAKALELER
236
236
242
7
KISALTMALAR
a.g.e. : Adı geçen eser.
a.g.m. : Adı geçen makale.
AÜİF : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.
bkz. : Bakınız.
c. : Cilt.
çev. : Çeviren.
haz. : Hazırlayan.
Hz. : Hazretleri.
md. : Madde.
MEB. : Milli Eğitim Bakanlığı.
MÜİFV : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı.
s. : Sayfa.
sad. : Sadeleştiren.
ss. : Sayfalar arası.
TDVİA : Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
terc : Tercüme Eden.
Yay. : Yayınları.
8
ÖNSÖZ
En şerefli, en değerli ve bütün bir kâinâtın kendisine kucak açtığı varlık
olarak yaratılan insan, bu hayat sahnesine elbetteki bir görev yüklenerek
gönderilmiştir. Büyük âlem karşısında küçük âlem olan, özünde bu kâinâtın
örneklerini taşıyan insandan; kendi benliğini anlaması ve gönül dünyasına
yönelmesi beklenmektedir. Bunu sağlayacak en etkili yollardan birisidir tasavvuftur.
Tasavvuf “duymak, anlamak, hissetmek, yaşamak ve içselleştirmek”tir. Tasavvuf
“kendi olma”nın yoludur. Bundan dolayı mutasavvıflar yüzyıllardır insanlığa ışık
tutmuş ve onları mârifete, hakikâte çağırarak beşeriyetin ruh mimarları olmuşlardır.
Bu eşsiz şahsiyetlerden birisi de gerek kendi döneminde ve gerekse
kendisinden sonraki dönemlerde isminden sıkça söz ettiren İbrahim Hakkı’dır.
Nitekim o, sadece bir mutasavvıf olmakla kalmamış, yaptığı ilmî ve edebî
çalışmalarla örnek bir kişilik olmuştur. Zira İbrahim Hakkı’nın bugün bile ilgiyle
okunan “Mârifetnâme” ve dilden dile dolaşan “Tefvîznâme” si onun adının
anılmasına yetecek bir öneme sahiptir.
Bu çalışmamız aracılığıyla İbrahim Hakkı’nın yaşadığı dönemi, kendisini
etkileyen şahsiyetleri ve eserlerinde üzerinde en çok durduğu konuları daha yakından
tanımaya çalışacağız.
Yazarımızın pek çok değerli eseri vardır. Ancak tezimizin asıl konusunu
"MÂRİFETNÂME" adlı eseri oluşturduğu için onun üzerinde duracağız.
Mârifetnâme ansiklopedik bir eser olduğu için birçok alanda bilgiler içermektedir.
İbrahim Hakkı’nın bir mutasavvıf olarak neler düşündüğü, tasavvûfî hayat
hakkındaki fikirleri, sık sık kullandığımız tasavvufî terimlere İbrahim Hakkı’nın
yüklediği anlamlar, tezimizi meydana getiren asıl konulardır.
Bu doğrultuda Mârifetnâme adlı eserin Osmanlıca baskısını temele alıp, ilgili
diğer kitaplarla da tezimizi geliştirmeye çalışacağız.
9
Çalışmamızın birinci bölümünde İbrahim Hakkı’nın yaşadığı dönemi, onun
eserlerini, Mârifetnâme’sini ve eserlerinden birtakım örnekleri tanıtmaya çalıştık.
İkinci bölümde ise konumuzla bağlantısı olmasından dolayı ana hatlarıyla
tasavvûfî gelişmeyi ve tezimizin asıl konusunu meydana getirdiği için
Mârifetnâme’de yer alan tasavvufa dair kavramları daha ayrıntılı olarak ele almaya
gayret ettik. Ayrıca İbrahim Hakkı’nın üzerinde teferruatla durduğu ve
Mârifetnâme’yi yazmasında da oldukça önemli bir yere sahip olan “nefs”
konusunda açıklamalar yaparak nefsin mertebelerini de izah etmeye çalıştık.
Çalışmamız esnasında yardım ve desteklerini esirgemeyen değerli hocalarım
Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu’na, Prof. Dr. Hayrani Altıntaş’a ve çalışmamızı büyük
bir sabırla gözden geçirerek tashih etmemize yardımcı olan Doç. Dr. Mustafa
Aşkar’a minnet ve şükranlarımı arz ederim.
Perihan Gökpınar
Şubat 2006
ANKARA
10
GİRİŞ
İBRAHİM HAKKI’NIN YAŞADIĞI DÖNEMİN GENEL ÖZELLİKLERİ
A- Siyâsi Durum
İbrahim Hakkı, Osmanlı Devleti’nin “Gerileme Dönemi” diye adlandırılan
ve 18. yüzyıla tekâbul eden zaman diliminde yaşamıştı. Bu dönem Osmanlı için
birçok alanda sıkıntıların hâkim olduğu bir dönemdi. Çünkü devlet, uzun süren
savaşlardan hem maddi hem de mânevi kayıplarla çıkmıştı. Elden giden kıt’a ve
ülkelerin dışında, memleket siyâsî, idârî, mâlî ve askerî açıdan çaresiz bir hale
gelmiş, düzen bozulmuş, asayiş yok olmuştu. Devlet, Karlofça Antlaşmasıyla (1699)
Avrupa karşısındaki hâkimiyetini de kaybetmeye başlamış ve pek çok Avrupa
ülkesiyle savaşmak zorunda kalmıştı. Avusturya, Rusya, İran, Azerbaycan, Venedik,
Lehistan bunlar arasındaydı.
Savaşlar uzun süre devam ettiği için ülkedeki düzensizliğin yanısıra birtakım
isyan faaliyetleri de gündeme gelmekteydi. Rumeli, Karadağ, Sırbistan ve
Arnavutluk gibi bazı yerlerde gayri müslim halk şikâyete başlamış; Suriye ile
Elcezire civarındaki isyan hareketleri endişe verici bir hâl almıştı.1
Karlofça gibi kritik bir anlaşmayı imzalayan Osmanlı, ciddi boyutta toprak
kaybettikten2 sonra artık siyâsî ilişkilerinde yalnız başına hareket etmekten
vazgeçmek zorunda kalmış ve uygun gördüğü devletlerle yakınlaşmalarda
bulunmuştu. Yani Osmanlı’nın yıldızı sönmeye başlamış, içte ve dışta yaşanan
çalkantılar devleti oldukça zayıflatmıştı.3
Yaşanan bu sıkıntılardan kurtulabilmek için yenilikler yapılmalıydı. Bu
düşünce doğrultusunda birçok alanda reformlara girişildi. Sonuçta XVIII.
yüzyıldaki bu yeniliklerle dolu olan, Batı’nın üstünlüğünün kabul edildiği ve
1 İbrahim Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, c. 5, s. 1-3. 2 Karlofça anlaşması, İmparatorluk tarihindeki ilk toprak kaybına sebeb olmuştur. 3 Uzunçarşılı, a.g.e., c. 5, s. 247.
11
Osmanlı’da farklı bir süreç halinde yaşanan bu döneme “Lâle Devri” adı verilmişti.
Lâle Devri, 1718’de Damad İbrahim Paşa’nın sadrazamlığıyla başladı ve 1730’da
Patrona Halil isyanıyla sona erdi. Bu dönemde her çeşit kültür faaliyeti artmış,
matbaa tam olarak hizmete girmiş, eğlenceye olan merak artmıştı.4
Sanata ve sanatçıya duyulan ilgi artmış, tercüme faaliyetleri hızlanmış,
kurtuluşa vesile olacağına inanıldığı için Avrupa tarzı okullar açılmış, çini fabrikası
ve daha başka fabrikalar hizmete girmişti.5
Lâle Devri’nde eğlenceler ve ziyâfetler göze çarpmaktadır. Sa’dâbât
Köşkünde, Çırağan Bahçesinde, Şeref-âbâd’da, Bağ-ı Ferah Bahçesinde ve daha
başka pek çok saray ve köşkte “helva sohbetleri ve Lâle eğlenceleri” yapılmıştır.
Lâle eğlenceleri dolayısıyla lâleye olan merak artmış ve lâlenin 234 çeşidi
yetiştirilmiştir. Hatta padişah, buna önem verip ferman dahi yayınlatmıştır. 6
Burada bir hususu belirtmek yerinde olur ki; XVIII. yüzyıldaki bu eğlence
ve sohbetleri doğru anlamak gerekir. Şeyhülislâmın da katıldığı bu toplantılar gayr-
i meşru değildir ve haram olan bir unsur göze çarpmamaktadır.7
Genel anlamda eğlence ve zevk u sefâ dönemi diye zihinlerde kalan Lâle
Devri’nde fikir ve kültür hayatı adına önemli katkılar da sağlanmıştır. Örnek
olarak şunları gösterebiliriz:
a)Kendisi de eğitimli olan İbrahim Paşa, ilim ve sanat adamlarını
desteklemiş; âlimlerle özel dersler düzenlemiştir.
b) Damad İbrahim Paşa, tarihe oldukça ilgi duyduğundan, Osmanlı ve Türk
tarihiyle ilgili mühim çalışmalar bu dönemde gerçekleştirilmiştir. Aynî’nin “Ikd’ül-
Cüman” isimli eseri, Mevlevî Ahmed Dede’nin “Câmi’ud-Düvel” adlı eseri bu
dönemde tercüme edilmiştir.
4 Ahmed Akgündüz, Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı ( Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yay.) İstanbul 1999, s. 209. 5 Osmanlı Ansiklopedisi, (Ağaç Yayıncılık) İstanbul 1994, s. 12. 6 Akgündüz- Öztürk, a.g.e., s. 214. 7 Akgündüz- Öztürk, a.g.e., s. 215.
12
c)İbrahim Paşa, küçük bir yerleşim birimi olan Muşkara’yı şehir haline
getirmiş; pek çok vakıf eserler meydana çıkarmış, çinicilik gibi yok olmaya yüz
tutmuş Türk sanatlarını ihyâ etmek için çaba harcamış; matbaayı yerleştirmiştir.
d)Nahîfî, Ahmed Neylî, Nedim gibi şahsiyetlere destek olarak, onların
öümsüz eserler vermesine yardımcı olmuştur. 8
İbrahim Hakkı’nın yaşadığı bu döneme beş padişah hükmetmişti. Bunlar:
III.Ahmet, I.Mahmut, III.Osman, III. Mustafa, I. Abdulhamit’dir. 9
I.Mahmut zamanında İran’la yapılan savaşların sonucunda ciddi anlamda bir
kazanç sağlandığı söylenemez. Nadir Şah’la yapılan savaşın barış anlaşmasıyla
sonuçlanmasına karar verildi. Ayrıca Avusturya ve Rusya ile de aramız açıldı. 10
Sultan III.Osman’ın saltanat dönemi kısa sürdü. Asabi ve geçimsiz bir devlet
adamıydı. Bu sebeble sadrazamlarından hiçbiriyle geçinemediği söylenir. En önemli
merakı sokaklarda tebdîl-i kıyâfet gezmekti. Kadınların sokaklarda serbest bir
şekilde dolaşmalarına ve giyinip süslenmelerine önemli kısıtlamalar getirmiştir. Bu
dönemin akılda kalan olayları, İstanbul’un önemli bir kısmını hatta Paşakapısı’nı
dahi yok etmiş olan Hocapaşa ve Cibali yangınları; birçok insanın ölümüne sebeb
olan vebâ salgını ve denizleri bile donduran çok şiddetli kışlardır. Bunun dışında
kayda değer bir vak’aya rastlanılmamaktadır.11
Sultan III.Mustafa ve I.Abdulhamit’in dönemleri de parlak geçmemiştir.
Askerî alanda başlayan düzensizlikler diğer alanlara da yansımış, eğitim ve bilime
politika karışmıştır. Bir yanda emek sarfeden bilim adamları, diğer yanda ise
yakınlarının hatırı için ilmiye sınıfında yer alan beşik ulemâsı vardı.12
8 Akgündüz- Öztürk, a.g.e., s. 216. 9 Uğur İbrahimhakkıoğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve İki Torunu Feyyaz Efendi ile Zâkir Bey (Adalet Matbaacılık) Ankara 1998, s. 16. 10 Cemil Çiftçi, Erzurumlu İbrahim Hakkı (Şûle Yay.) İstanbul 2000, s. 29. 11Akgündüz- Öztürk, a.g.e., s. 220. 12 Çiftçi, a.g.e., s. 29.
13
III.Selim saltanata geldiğinde, cephelerin durumu hiç de iyi değildi.
Nitekim Rus ve Avusturya karşısında Osmanlı, çok ağır yenilgiler almış, ciddi
anlamda hezimete uğramıştı. Devlet hem içte hem de dışta kontrolü kaybetmişti.13
Bu dönemde III.Selim, sorunlara çözüm bulmak için uğraştı. Devleti,
bulunduğu çaresizlikten kurtarmak ve işlerliğini kaybetmiş olan kurumlara canlılık
katmak istiyordu.14 Çünkü devlet, adâleti sağlayarak vatandaşın hakkını korumak ve
ülkenin sınırlarını düşmana karşı savunmak gibi iki temel görevini yerine
getiremiyordu. Birincisinin sebebi memlekete yayılmış olan derebey ve ayanlar;
ikincisinin sebebi ise imzalanmış olan Küçük Kaynarca Anlaşması (1774) idi. Daha
önceki padişahlar bu durumun farkındaydılar ama yeniçeri engelinden dolayı
gerekeni yapmamışlardı. III.Selim bu sorunları çözmek için girişimlerde bulundu ve
yapılan yeniliklere “Nizâm-ı Cedîd” (Yeni Düzenlemeler) adı verildi. III. Selim bu
doğrultuda şu kararları aldı: a)Mevcut askerî sistem yeniden düzenlenecek;
b)Avrupa’daki eğitimli askerler örnek alınarak benzer bir ordu kurulacak; c) Askerî
eğitim ve savaş teknikleri tanzim edilecek. Nizâm-ı Cedîd faaliyetleri bununla da
kalmamış bunlardan başka bir dizi ıslahat daha yapılmıştır. Örnek olarak şunları
verebiliriz:
a)Taşradan İstanbul’a olan göçler gözden geçirilerek teftişi sıkı kurallara
bağlanmıştır,
b) Gemicilik mesleğini teşvik için nizamnâme hazırlanmıştır,
c) Yeniçeri ocağının ıslahı doğrultusunda önlemler alınmıştır,
d) Yargı hususunda da yeni tanzimler yapılmıştır,
e) İrâd-ı Cedîd adında hazine kurulmuştur.
Aslında Nizâm-ı Cedîd’den kastedilen, rejim değişikliği değildir. Ancak
hakikâti anlamaktan uzak olan bazı zihinler, bu askerlere dil uzatmıştır. III.Selim de
şefkatinden dolayı bunları cezalandırmamış ve sonuçta canından olmuştur.15
13 Akgündüz- Öztürk, a.g.e., s. 225. 14 Çiftçi, a.g.e., s. 29. 15 Akgündüz- Öztürk, a.g.e., ss. 229-231.
14
B- Ekonomik Durum: Uzun süren savaşlar dolayısıyla mâlî alanda da ciddi
boyutta gerilemeler yaşanmıştı. Karlofça’dan (1699) sonra Amcazâde Hüseyin
Paşa, birtakım tedbirler alarak ekonomiyi düzeltmek için uğraşmıştı.16 Mesela,
halkın kalkınıp iş sahasına atılması için savaş sebebiyle yüklenen fazla vergileri
ortadan kaldırmış, kalanları da affettirerek çiftçileri rahatlatmıştı. Ayrıca sanayii
geliştirmek için de girişimlerde bulunmuş ve düzeni tekrar sağlayabilmek için çaba
harcamıştı.17 Râmi Mehmet Paşa idaresinde yapılan tasarruflarla da gelir-giderde
denge sağlanmıştı.
III.Ahmed zamanında yeni sikkeler kesildi; para dönüşümü dengelendi.
Damad İbrahim Paşa sadâretinde ekonomik durum daha fazla düzeldi; ülke dışına
para, altın ve gümüş çıkarılmamasına önem verildi.
III.Ahmed’in hükümdarlığının son zamanlarından I. Mahmud’un
saltanatının ortalarına kadar Avusturya, İran ve Rusya seferlerinden dolayı para
sıkıntısı çekilmiş ancak mâlî buhran meydana gelmemişti. Bu yüzden de halk
kıtlık yaşamamıştı.
I.Mahmud zamanında üç devletle yapılan savaşlarda hükümdârın
sarayındaki birtakım gümüş eşyalar, sırmalı dokumalar, kumaşlar, saray
kütüphanasindeki bazı nâdide eserler satılarak sıkıntı önlenmişti. Bundan başka
padişahın yersiz harcamaları kestirmesi, hazineyi kontrol altında tutması ve tasarruf
yapılması sonucu ekonomi düzelmiş, hazine dolmuştu. Hatta hazine bolluğu 1768
ortalarına kadar devam etmişti.18
C)Askerî Durum: Bu yüzyılla ilgili olarak gördük ki, Osmanlı Devleti uzun
süren savaşların faturasını ağır ödemişti. Bir devlet için hayâtî önem taşıyan askerî
16 Uzunçarşılı, a.g.e., c. 5, s. 320. 17 Uzunçarşılı, a.g.e., c. 5, s. 7. 18 Uzunçarşılı, a.g.e., c. 5, ss. 320-321.
15
gücü birçok alanda zayıflamış, ülkeyi savunamaz olmuştu. Bundan dolayı, devletin
tekrar toparlanabilmesi için askerî alana yönelmesi gerekmekteydi.
Avrupalı devletler yeni planlarla ordularını güçlendirirken Osmanlı Ordu’su
ve özellikle maaşlı olan kapıkulu ocakları düzensiz bir kalabalıktan ibaretti. Devlet
askere ihtiyaç duyduğu zaman dışardan adam alıyordu. Bunun sonucunda da
devşirme kanununun uygulanmasından ve ocak disiplininden eser kalmamıştı.
İran, Rusya, Avusturya ile yapılan savaşlar ve alınan yenilgiler Avrupa tarzı
düzenli orduları gerekli kılmaktaydı. Oysaki kapıkulu ocakları düzen kabul
etmedikleri ve idareciler de isyan sonucu öldürülmekten korktukları için gerçek
anlamda nizâma ihtiyaç duyulan bu ocaklara (özellikle yeniçeriler)
dokulunamıyordu.
Bunlardan başka humbaracı ocağında da düzenlemeye ihtiyaç
vardı.Türkiye’ye gelen ve bir Fransız kumandan olan Bonneval önderliğinde ıslahat
girişimlerinde bulunuldu. 19
D) İlmî ve Sosyal Müesseseler: XVIII. yüzyıl, Padişah ve devlet adamları
tarafından yaptırılmış olan ilmî ve sosyal müesseseler açısından dikkat çekicidir. Şu
örnekleri görmek mümkündür:
Sultan II.Mustafa’nın hocası Seyyid Feyzullah Efendi Fatih’de bir medrese
ve kıymetli eserlerden oluşan bir kütüphane; Sadrazam Râmi Mehmet Paşa Eyüp’te
bir mektep ve çeşme; Damad Ali Paşa da temin ettiği kitaplarla değerli bir
kütüphane yaptırmıştır.
III. Ahmed, birisi Topkapı Sarayı’nda Enderunlular için, diğeri Yenicami’de
halk için olmak üzere iki kütüphane oluşturmuştur.
19 Uzunçarşılı, a.g.e., c. 5, s. 230
16
III.Ahmed’in damadı İbrahim Paşa kendi doğum yeri olan Muşkara köyünü
çeşitli sosyal tesislerle zenginleştirip burayı şehir haline getirmiş ve “Nevşehir”
adını vermiştir. 20
I.Mahmut, Sarayın hazine odasındaki fazla yararlanılmayan eserleri,
Ayasofya içinde meydana getirdiği kütüphaneye getirerek ilmî hayata ciddi
anlamda katkıda bulunmuştur. Ayrıca Enderun’da Revan odasında ve Belgrad’da
bir kütüphane oluşturmuştur.
Bu dönemde matbaanın faaliyete geçmesiyle artan kâğıt ihtiyacını
karşılamak üzere Yalova’da bir kâğıt fabrikası kurulmuştur.
Susuzluluk sorununu gidermek için pekçok yere çeşme yapılmıştır.
III.Ahmet, Tophane ve Fındıklı civarındaki susuzluğu çözmek için Taksim
mevkiinde bir savak yaptırmış ama tamamlayamadan yönetimden çekilmiştir. Buna
yeğeni I.Mahmut devam etmiş ve tamamladığı için kendi ismini vermiştir. Bundan
başka Valide Sultan Azap kapısında; Nişancı Köprülüzade Ahmed Paşa Fındıklı’da;
Yeniçeri ağası İsmail Paşa Tepebaşı’nda; Anadolu Kazaskeri Şeyhzade Mehmet
Efendi Kasımpaşa’da; Valide kethüdâsı Osman Ağa Tophane’de; Reisülküttap
İsmail Efendi Kurşunlu Mahzen’de, Defterdar Mehmet Efendi Kule kapısı’nda
çeşmeler yaptırmıştır.21
E)Kültürel ve Edebî Yön: Kültür ve sanat alanında yeni arayışların
görüldüğü bu dönemde farklı anlayışlar meydana gelmişti. Edebiyatdaki
mahallîleşme cereyanı sonucu dilde sadeleşme ve millileşme görülmüştü. O
dönemdeki usta Divan şâirleri bu hareketi hızlandırmışlardı. Dildeki
mahallîleşmenin asıl sebebi İran’la aramızdaki savaşlardı. Bu kavga ve savaşlar
sebebiyle Türk şâirlerinin İran şâirlerine olan ilgisi azalmış; bunun sonucunda da
20 Uzunçarşılı, a.g.e., c. 5, s. 327. 21 Uzunçarşılı, a.g.e., c. 5, ss. 328-330.
17
yazdıkları eserlerde Farsça’ya fazla itibar etmemişlerdi.22 Ayrıca İran şiirinde artık
eski ustaların yetişemez olması da mahallîleşmedeki başka bir unsurdu. 23
Bu yüzyılda duru bir üslûb ve anlaşılır bir Türkçe kullanılması önem
kazanmıştı. Dildeki bu sadelik sadece şiirde değil, nesirde de kendini göstermişti.24
Şâirler daha geniş bir kitleye hitap etmek istiyorlardı. Halk şâirleri Divan Edebiyatı
nazım şekillerini; divan şâirleri de Halk Edebiyatı nazım şekillerini kullanmaya
başlamışlardı. Böylece ortalama bir dil seviyesi meydana gelmişti. 25 Nitekim
dönemin büyük şâirlerinden Nedim ve Şeyh Galip hece vezniyle şiirler yazmışlardı.26
Nedim’in koşma tarzında hece vezniyle yazdığı türküler halka yaklaşma havasının
altın meyveleriydi.27
XVIII. yüzyılda şarkı türüne gösterilen ilgi arttı. Bu dönem şâirleri kaleme
aldıkları şarkılarla halkın zevkine hitap etmişlerdi.28
Bu yüzyılda önemli bir süreç olan Lâle Devri’ndeki yaşantı, gezi ve
eğlence yerleri, bayram şenlikleri, halkın bunlara gösterdiği ilgi Divan şiirine de
yansımış; Vâsıf ve Nedim gibi ustalar tarafından kaleme alınmıştır. 29
Bu dönem Divan şâirleri, biçim ve muhteva açısından farklılık arz
etmemişler; söyleyiş açısından farklılıklar sergilemişlerdir. Halkın gelenek ve
göreneklerini, kullandıkları deyimleri, duygularını şiire yansıtmışlardır. 30
a. 18. Yüzyılda Halk Şiiri: Bu yüzyıl, halk şiirinin en fazla yaygınlaştığı ve
İstanbul’un her tabaka insanı tarafından sevilip rağbet edildiği bir dönemdir. Bu
yüzyılla ilgili olarak Halk şiiriyle alâkâlı şu özellikleri söylemek mümkündür:
22 Çiftçi, a.g.e., ss. 29- 31. 23Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, (Türk Edebiyatı Vakfı Yay.) İstanbul 1997, c. 2, s. 721. 24 Çiftçi, a.g.e., s. 30. 25 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 720. 26 Çiftçi, a.g.e., s. 31. 27 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 720. 28 Çiftçi, a.g.e., s. 31. 29 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 720. 30 Çiftçi, a.g.e., s. 32.
18
a)Karacaoğlan ve Âşık gibi güçlü ozanlara pek rastlanmaz. Âşıklar daha
ziyade Divan şiirine kapılmış şehir ozanları üslûbunun etkisi altındadır.
b)Ozanlar ve Divan şâirleri arasında yakınlaşmalar meydana gelmeye
başlamış ve buna bağlı olarak da farklı nazım türlerinde eserler verilmiştir.
c)Daha önceki yüzyıllardaki gibi Asker şâir’ler (gâzi ozanlar)
görülmemektedir. Bunun nedeni artık fetihlerin ve Gazi- şâirlerle irtibat kuran
padişahların olmayışıydı.
d)Bu dönemde halk şâirleriyle tekke şâirleri arasında yakınlaşmalar olmuştu.
Çünkü şehirlere dağılan halk şâirleri kendilerine en uygun yer olarak tarikatları
bulmuşlardı ve şiirlerine tasavvufun esintilerini yansıtmışlardı. 31
b. 18.Yüzyıl Tekke Edebiyatı: Bu dönem edebiyatıyla ilgili olarak şu
noktaları sayabiliriz:
a)Tekke Edebiyatının en önemli temel kavramları arasında din ve
tasavvufu saymak mümkündür. İslâm’ın birtakım hükümleri şiire yansımıştır.
Bundan dolayı birçok şâir, divanlarına tevhid ve münacaat gibi bölümler
eklemiştir.
b)Tekke Edebiyatı tasavvuf ve tarikatla bağlantılı olduğu için tekke
şâirlerinin büyük kısmı tarikatla ilgisi olan insanlardı. Bunların kimisi herhangi bir
tarikat çevresinden sıradan kişiler olduğu gibi kimisi de bu çizgiyi belirleyen
tarikat şeyhleriydi.
c) Divan şâirlerinin genelde büyük kentlere yerleşmelerine karşın; Tekke
şâirleri küçük bölgeleri ve kırsal yerleşim alanlarını seçmişlerdi. Divan şâiri
medreseden; diğeri tekkeden gelmekteydi.
d)Tekke şâirleri hem Divan edebiyatı hem de Halk edebiyatı nazım
türlerinde eserler vermişlerdir. Divan tarzında mesnevî ve gazel; Halk tarzında ise
koşmayı kullanmışlardır. 32
e) Dil konusunda da Divan şâirleri gibi ağır bir dil ya da Halk şâirleri gibi
sade bir üslûb değil; ikisi arasında orta bir kıvam ortaya koymuşlardır. Şiirleri
31 Kabaklı, a.g.e., c. 2, ss. 852-853. 32 Çiftçi, a.g.e., ss. 33-34.
19
geniş bir alana yayılmıştır. Bunda; şiirlerinde dînî temanın yer alması ve
ilâhilerinin dergâhlarda okunması etkili olmuştur. 33
Bu dönem Tekke şâirleri arasında gördüğümüz önemli isimler şunlardır: Aziz
Mahmut Hüdâyi, Bursalı İsmail Hakkı, Hasan Sezâi Efendi, Keşanlı Zâtî,
Üsküdarlı Zekâi Mustafa Efendi, Diyarbakırlı Ahmed Mürşidî34, Ravzî, Âşık Said,
Âşık Süleyman, Bağdâdî, Derviş Musa, Levnî, Âşık Ahmed, Tanburî Mustafa
Çavuş, Seferlioğlu, Âşık Süleyman, Mahdûmî, Reisoğlu,35 Mehmed Nasûhi
Efendi, Nureddin Cerrâhi, Balıkesirli Abdullah, Salâhî-i Uşâki, Hâşim Baba,
La’lizâde Abdulbâkî.36
Bu şahsiyetler hakkında genel anlamda şunları söyleyebiliriz:
Aziz Mahmut Hüdâyi (ö. 1038/1628), hem aruz hem heceyi kullanmış;
böylece hem Divan şâirlerinin seslendiği topluluğa hem de halka seslenmiştir.
Bursalı İsmail Hakkı (ö. 1137/1724), tekke ve tarîkat çevresinde yetişmiş
mârifet ehli bir şahsiyettir. Edirne ve Aydos’ta eğitimini tamamlamış, Osman Fazlî
Efendi’den Celvetiyye Tarîkatı üzerine hilafet almıştır. Üsküp’te Celvetiyye
Tarîkat’ını kurarak irşad görevinin îfâ etmeye başlamış ve bunu daha sonra Bursa’da
sürdürmüştür.37
Bursalı İsmail Hakkı birçok alanda eser verecek kadar ilmî derinliğe sahiptir.
Rûhü’l Beyan adlı tefsiri “ilâhi bir işaretle emrolunmuş” çok tanınmış tasavvûfi bir
tefsirdir. Kenz-i Mahfî adlı eseri de tasavvûfî halleri anlatmaktadır. Mesnevî Şerhi
ise emsalleri arasında özel bir yere sahiptir ve Divan’ı oldukça mühim
sayılabilecek eserleri arasındadır. İsmail Hakkı’nın yüzden fazla eseri vardır.
Bunların altmış kadarı Türkçe, diğerleri ise Arapça ve Farsça’dır. 38
33 Çiftçi, a.g.e., s. 34. 34 Çiftçi, a.g.e., ss. 35-36 35 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 853. 36 H.Kâmil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar (Ensar Neşriyat) İstanbul 1997, s. 146. 37 Çiftçi, a.g.e., s. 35. 38 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 433.
20
1653’te Aydos’ta doğup, eğitimini Bursa’da tamamlayan İsmail Hakkı,
Sultan II.Mustafa tarafından çağrılmış ve Nemçe ile Erdel seferlerine katılmıştır.
Yalnızca Türklerin değil İslâm dünyasının da en büyük şeyhlerinden olan Bursalı
İsmail Efendi 1724’te vefat etmiştir. Bursa, Tuzpazarı’nda yaptırdığı Celvetî
dergâhında yatmaktadır.39
Hasan Sezai Efendi, bu yüzyılın önemli isimlerindendir. Daha önceleri
Halvetî Tarîkatı’na bağlanmış, daha sonra buradan ayrılarak Gülşenî Tarîkatına
girmiştir. Bu tarîkatın Sezâi kolunu kurarak otuzbeş sene Edirne’de tebliğ ve irşad
faaliyetlerini sürdürmüştür.
Sezâi Efendi, Divan Edebiyatının birçok nazım şeklini ustaca kullanarak
tekke şiirinin güzel örneklerini sunmuştur.
Diyarbakırlı Ahmet Mürşidî de XVIII. yüzyıldaki tekke şâirlerindendir.
Sade bir üslûbla kaleme aldığı ve on bin beyitten oluşan “Pendnâme” eseriyle
tanınmıştır. Bu eser, şâirinin adına nisbet edilmiş ve “Ahmediyye” ismiyle
tanınmıştır. Mevlid Manzûmesi adıyla bir eser ortaya koyarak, Süleyman Çelebi’den
itibaren devam eden mevlid geleneğini sürdürmüştür.40
La’lizâde Abdülbâki Efendi (ö. 1159/1746) hem Nakşî hem de Melâmî’dir.
Menâkib-i Melâmiyye-i Bayramiyye adlı bir eser yazmış ve bununla dedesi Sarı
Abdullah Efendi’ nin yolunda olduğunu göstermiştir.
Hâşim Baba (ö. 1197/1783) önceleri Celvetî Tarîkatı’na mensub iken daha
sonra Mısır’da Bektaşîliği de tatmış ve iki tarîkatı birleştirmiştir. Edebî ve tasavvufî
açıdan çok kıymetli olan Divan’ı vardır.
Müstakimzâde Sâdeddin Efendi de hem Nakşî hem de Melâmî’dir. Elliden
fazla eseri vardır ve hat sanatı ile ilgilenmiştir.41
39 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 433. 40 Çiftçi, a.g.e., s. 36 41 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf va Tarikatlar, ss. 146-147.
21
BİRİNCİ BÖLÜM
İBRAHİM HAKKI’NIN HAYATI
A-Doğumu, Ailesi, Çocukluğu:
İbrahim Hakkı, 2 Muharrem 1115’te (18 mayıs 1703)42 Erzurum’da
Hasankale’nin Nef’i Mahallesi’nde doğmuştu.43 İbrahim Hakkı eserlerinde kendi
doğumundan bahsetmiştir:
“Hicretin târihi binyüz onbeş oldu ol bahar
Kale-i Ahsen’de İbrahim Hakkı doğdu zâr...” 44
Babası Osman Efendi, sıdk ile istihare’ye yatmış, uyanıncaya kadar hayırlı
rüyalar görmüş ve hayırla müjdelenmişti. Bundan dolayı çocuğun ismi İbrahim
Hakkı olmuş ve çocuk o anda aşk u şevk ile dolarak, cismânî kederlerden arınmış ve
rûhanî endişelerden korunmuştu.45 Osman Efendi, iyi eğitim almış ve güzel ahlâkla
donanmış bir kişiydi. Annesi ise Hasankale’nin “Kındığı” köyünden ve sâdât-i
kirâm’dan Şeyh Oğlu Dede Mahmûd’un kızı Şerife Hanife Hatun’dur. Dolayısıyla
İbrahim Hakkı, anne tarafından Seyid’di. 46
Osman Efendi, babası Molla Bekir’in ölümüyle sarsılmış ve rûhî sıkıntılar
yaşamaya başlamıştı. Kalbi bir türlü itmi’nana ermiyor aksine huzursuzluğu giderek
artıyordu. Her sene bir oğlunun doğup, birkaç ay sonra boğularak ölmesi de onun
sıkıntısını büsbütün pekiştiriyordu. Osman Efendi’nin kederi, İbrahim Hakı’nın
doğumuyla biraz hafiflese de tamamen geçmemişti. O, kâmil bir mürşid bulmak,
ona intisab ederek rahatlamak istiyordu. Yol hazırlıklarını tamamladığı günlerde
42 Mustafa Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzûrûmî”, TDVİA, İstanbul 1994, c. 21, s. 305. 43 Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk EdebiyatıTarihi (Milli Eğitim Yayınevi) İstanbul 1971, c. 2, s. 796. 44 Mârifetnâme, s. 514. 45 C. Server Revnakoğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Mârifetnâmesi (Ercan Matbaası) İstanbul 1961, s. 7; Başka bir bilgiye göre, annesi ona “İbrahim” adını vermiştir. ( Bkz.Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e.,s. 15) 46 Revnakoğlu, a.g.e., ss. 10-11.
22
hanımını kaybetmiş olması onun mürşide duyduğu ihtiyacı daha da
fazlalaştırmıştı. İşte bu hâl ve arayışlar içinde olan Osman Efendi, bir gece gizlice
Erzurum’a gelmişti. Buradaki ilim ve tasavvuf erbabıyla tanışmış ve 1122’de hac
niyetiyle yola çıkmıştı. Bu esnada Siirt’in Tillo köyüne uğramış, oranın tanınmış
mürşidi olan İsmail Fakirullah’a bağlanarak, sekiz yıldır aradığı huzuru bulmuştu.47
Küçük yaşta annesini kaybeden İbrahim Hakkı, babasının da Tillo’ya
gitmesi sonucu yalnız kaldı. Osman Efendi aradığını bulmuştu ama oğlundan ayrı
kalmak onu üzmekteydi. Nihayet 1711 yılının Eylül ayında baba, oğluna
kavuşmuş hasret de sona ermişti. İbrahim Hakkı, amcası Şeyh Ali ile birlikte
yolculuğa çımış, birkaç günlük yol zahmetinden sonra Tillo’ya gelmişti.48
Bu ilk karşılaşmayı İbrahim Hakkı şöyle ifade ediyor:
“... Amcam, ben dokuz yaşındayken beni alıp, peder efendiyi bulmuştur. İlk
kavuşmamız o vakte müyesser olmuştur ki, hazret-i Şeyh ile peder efendi İkindi
namazını birlikte kılmıştır. İlk görüşmede Allah’ın hikmeti ile o azizin didârı,
babamdan ziyade bana biliş ve tanış gelmiştir. Hemen o demde didârının
cezbesiyle gönlümü almıştır. Aklım onun güzellik ve cemâline, lûtf ve söyleyişine,
ahlâk ve kemâline erdiği kadar hayran olup kalmıştır. Aziz pederim beni yanına alıp,
hilim ve yumuşaklık ile ilim öğretip, lûtf ile terbiye kılmıştır...”49 İbrahim Hakkı,
bundan sonra İsmail Fakirullah’ın babası için yaptırdığı hücrede yaşamaya
başlamış, böylece hem İsmail Fakirullah’ın hem de babasının ilminden, irfanından
faydalanmıştı.50
B)Yetişmesinde Etkili Olan Şahsiyetler
a- Babası Derviş Osman Efendi
47 Mârifetnâme, ss. 514-516. 48 Çiftçi, a.g.e., s. 15. 49 Mârifetnâme, s. 516. 50 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzûrûmî”, TDVİA, c. 21, s. 305.
23
İbrahim Hakkı’nın dedesi Molla Bekir, son derece cömert, dervişlere oldukça
saygılı bir zâttı. Onun 1081 (M.1670)’de bir oğlu dünyaya geldi ve ismi Osman
oldu. Buna çok sevinen Molla Bekir, halka ziyafetler verdi. O mahdûm çelebi,
yirmi yaşına kadar meşhur bir âlim olan Kara Şeyh oğlu İbrahim Efendi’den Sarf,
Nahiv, Hadis, Tefsir gibi ilimleri okumuş ve Derviş Efendi nâmıyla şöhret
bulmuştu. 51
Derviş Osman Efendi, son derece yumuşak huylu, çekingen, hâlim selim,
duygulu, edebli, cömert ve ilme susamış bir zâttı.52
Derviş Osman Efendi’nin özel bir defteri vardı. Nitekim Osman Efendi,
hayatının bir bölümünü tüm içtenliğiyle bu deftere yazmıştı. Hatta bu defterde
İbrahim Hakkı’nın çocukluk yıllarına dair birtakım bilgilere rastlamak da
mümkündür. Osman Efendi bu defterine çektiği gizli bir derdin ızdırâbını, ruh
sıkıntısı yaşadığı dönemleri, İbrahim Hakkı’nın doğumunu, seyahat arzusunu,
Erzurum’a gidişini ve oradaki dostluklarını mütevazi bir dille yazmıştır.53
Osman Efendi, İbrahim Hakkı’nın yetişmesindeki en önemli âmillerdendi.
O, sekiz yaşına kadar ilim ve irfan ehli olan babasının terbiyesi altında kalmıştı. Bir
yıllık ayrılıktan sonra İbrahim Hakkı, tekrar babasının yanına döndü ve hem
babasının hem de Fakirullah’ın elinde şekillenmeye başladı.54 Böylece Osman
Efendi, İbrahim Hakkı’nın hem ilk eğitimcisi hem de tasavvûfî anlamda ilk örneği
olmuştu.55
b-İsmail Fakirullah
İsmail Fakirullah, âlimler neslinden, Şâfii mezhebindendi. Arap asıllıydı.
Hicri 1067 (1656 M.) tarihinde doğmuştu. Babası Molla Kâsım, ilim sahibi mübarek
bir zâttı. Annesi ve babası ibadetlerine ve İslâmi yaşantılarına, mâneviyatlarına,
51 Mârifetnâme, s. 513. 52 Şâkir Diclehan, Çeşitli Yönleriyle Erzurumlu İbrahim Hakkı (Er-Tu Matbaası) İstanbul 1980, s. 12 53 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., s. 18. 54 Çiftçi, a.g.e., s. 16. 55 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzûrûmî”, TDVİA, c. 21, s. 305.
24
dikkat eden insanlardı. Kendisi de bu minval üzere yetişip iç ve dışı ibadet zevkiyle
dolmuştu.
Babası Molla Kasım, Fakirullah Hazretlerinin ilk hocasıydı. İsmail
Fakirullah, babasından yirmi dört yaşına kadar ilim tahsil etmiş, babasının
ölümünden sonra ise evlenmiş ve ibadette, eğitimde Molla Kâsım Efendi’nin yerini
almıştı. Annesini ise otuz yaşında kaybetmişti. Bunun üzerine Fakirullah, hanım ve
çocuğuyla yaşamına devam etti.56
Fakirullah Hazretleri, helâl kazanca son derece dikkat ederdi. Bu amaçla
tarlasını bile kendi ekerdi. Kendi işini kendi görmeye gayret ederdi. Genellikle üzüm
tanesi yiyerek onunla yetinirdi. Geceleri ibadetle, gündüzleri ise oruçlu geçirmeye
özen gösterirdi.57
Fakirullah Tillovi, kırk sekiz yaşına geldiğinde, farkında olmayarak bir
kuyuya düşmüş, oranın kuyu olduğunu bile hissetmemişti. Daha alçak bir yere
düştüğünü zannetmişti. Burada birtakım mânevi haller yaşamış, evliyaullah’ın
ruhlarıyla karşılaşıp, muhabbet kadehiyle kendinden geçmiş, ecd halini yaşamıştı.
Kuyudan çıktıktan sonra sekiz yıl bu istiğrak hali sürmüştü. İnsanlardan uzaklaşıp,
ailesinden bile ayrılmıştı. Ancak bir yıl sonra bu sekr ve istiğrak halinden
kurtulmuştu.58
Fakirullah Hazretleri, birbirinden güzel sıfatlarla donanmıştı. Tevekkül, sabır,
rızâ, itaat, tevâzu, şükür, emre itaat, nefse muhalefet, cömertlik, ilim, hayâ, edeb,
şeriata uymada titizlik, salihlerle beraber olma, misafire ikrâm, Allah’tan
başkasını kalpten çıkarma, şefkat, vefâ gibi bir çok sıfata sahipti.59
İsmail Fakirulah, günlük hayatında dualara, tesbihatlara çok önem verir,
ibadetlerini aksatmazdı. Daima yumuşaklıkla muamele eder, yüzünden tebessümü
56 Mârifetnâme, s. 505. 57 Mârifetnâme, s. 505. 58 Mârifetnâme, s.506. 59 Mârifetnâme, s. 507.
25
gidermezdi. Sorulduğunda cevap verir, sorulmadığında sükût halini korurdu. Sürekli
Kıble’ye karşı ve hiçbir yere yaslanmadan otururdu. Huzur-u İlâhi’de olduğunu
aklından çıkarmazdı. Yeme içme ve uykusunu da oldukça azaltmıştı. Bir gün bir
gece de çeyrek ekmeği ancak yiyebilirdi. Beş altı günde ancak bir kâse su içebilirdi.
Çoğu zaman vecd ve istiğrak halindeydi. Bid’atlerden kaçınır, Sünnet-i Seniyyelere
ihtimam gösterirdi. Beş vakit namazı kendi hücresinde cemaatle eda ederdi. Elbisesi
de Sünnet üzere yapılmıştı. Genellikle siyah, beyaz ve yeşili tercih ederdi.60
Şeyh Fakirullah’ın, İbrahim Hakkı’nın yetişmesindeki etkisi büyük
olmuştur. İbrahim Hakkı, küçük yaşta İsmail Fakirullah ile tanışma şerefine nâil
olmuş, onun bu eşsiz hâl ve hareketlerinden çok etkilenmiş; daha sonra uzun yıllar
onun hizmetinde kalmıştı.61
İbrahim Hakkı, Şeyh Fakirullah ile ilk karşılaşma ânında ondan çok
etkilendiğini, hatta Şeyh Efendi’nin kendisine babasından bile daha güleç ve yakın
geldiğini belirtir. İbrahim Hakkı, Şeyhine o kadar sevgi beslemektedir ki onun için
“ruhum, canım” gibi tâbirler kullanmış ve şu güzel şiiri yazmıştır:
“Sen kadr ü berâtımsın
Hem âb-i hayatımsın
Bel ayn-i necâtımsın
Bârım da sen ey rûhî.”62
Hayatının büyük kısmını şeyhinin yanında geçiren İbrahim Hakkı,
Fakirullah’ın “halifesi” olmadan önce bazı mânevi derecelere tekâbül eden birtakım
görevlerde bulunmuştur. İbrahim Hakkı, İsmail Fakirullah’ın müridi olmaktan
iftihar ediyor, şeyhinin kendisine verdiği ilham ve bilgiler sonucu değerli eserler
verebildiğini övünerek söylüyordu.63
60 Mârifetnâme, ss. 508-511. 61 Mârifetnâme, s. 516. 62 Diclehan, a.g.e., s. 130 . 63 Hayrani Altıntaş, Erzurumlu İbrahim Hakkı (MEB. Yayınları) İstanbul 1997, s.21.
26
Şeyhi Fakirullah’a büyük bir sevgi besleyen İbrahim Hakkı onun pek çok
kerâmetinden, ayrıntılı olarak bahsetmiştir64
Dönemini aydınlatmış olan ve İbrahim Hakkı için çok önemli bir yeri
bulunan Tillovi Hazretleri, 1734’de vefat etmiştir. İbrahim Hakkı, şeyhi için özel
mimarisi bulunan bir bir türbe yaptırmıştır. O, Tillo’ya yaklaşık 4 km. mesafede
bulunan dağın tepesine bir kale inşa ettirmiş ve duvarın ortasına da küçük bir
pencere yerleştirmiştir.
Her sene Mart’ın 22’sine rastlayan “Nevruz Günü”nde Güneşin ilk ışıkları
kaledeki bu pencereden geçerek türbenin girişindeki kuleye yerleştirilmiş bulunan
prizmaya yansımakta ve oradan da türbenin tepesindeki kubbenin penceresine
aksedip, bir mercek yardımıyla İsmail Fakirullah’ın kabrinin baş ucunu
aydınlatmaktadır. 65
c) Mevlânâ Celâleddîn Rûmi
Asıl adı Muhammed olan Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, 30 Eylül 1207’de
Horasan’ın Belh şehrinde doğdu. İlk eğitimini babası Bahauddin Veled’den aldı.
Moğol istilasına karşı ailesiyle birlikte önce Hicaz’a, oradan Şam’a ve daha sonra
Lârende’ye (Karaman) geçti. Konya’ya yerleşen bu aile halk ve saray
mensuplarınca büyük bir ilgi ve sevgiyle karşılandı.
Mevlânâ, 23 Ekim 1244’de Şems-i Tebrizi ile tanıştı. Bu iki gönül dostunun
muhabbetleri o kadar arttı ki duygu ve düşünce ikliminin büyüleyici ufuklarına
doğru yol aldılar. Şems’in Şam’a dönmesi sonucu üzüntüye boğulan Mevlânâ,
Selahaddin-i Zerkub adında bir kuyumcuyla dost oldu. Onun ölümünün ardından
Çelebi Hüsâmeddin isimli bir zâtla tanıştı ki; Mevlânâ’ya Mesnevi’yi yazması
yolunda telkinlerde bulunan da odur.
64 Mârifetnâme, ss. 517-521. 65 Diclehan, a.g.e., s. 134.
27
İki kez evlenen Mevlânâ’nın biri kız, üçü erkek olmak üzere dört çocuğu
olmuştur. Mevlânâ’nın Mesnevi’den başka Farsça olarak yazdığı eserlerinin çoğu
Türkçe’ye çevrilmiştir. Ölümü sevgili’ye kavuşmak olarak gören ve “Şeb-i Arûs”
olarak tanımlayan Mevlânâ, 17 Aralık 1273’de Hakk’ın rahmetine kavuştu.66
Mevlana hakkında bu genel bilgilerden sonra onun İbrahim Hakkı ile ortak
olan yönlerine değinebiliriz:
Her ikisi de “...en acı kader çizgileri karşısında kişiyi Allah’a götürebilen
insanın, din yolunda soğumamasını sağlayan güzellik telakkisini statik bir
durumdan dinamik atılıma dönüştüren, hareket ve aksiyon için aşkın lüzûmuna
inanan şâir ve bilginler olarak görmek gerekir.”67 Onlara göre kulluk görevini
yüklenen insan, Allah’ın yardımıyla bu dünyada ilerleyip yükselebilir.68
Bu açıklamadan anlıyoruz ki, her iki âlim de kul olmanın ne demek olduğunu
tam anlamıyla idrâk etmiş ve bu idrâki içselleştirmiştir.
Ve yine onlar sevgiyi yaşamış, hatta sevgi boyutunu aşarak aşka ermiş ve
aşkın özünü yakalamışlardır. Bundan dolayı aşkın yaşanarak tadılacağını
göstermişlerdir.
d) Yunus Emre
Hayatına dair çok kesin ve fazla bilgiye sahip olamadığımız Yunus Emre’nin
doğum yeri, ailesi, ölüm yılı ve kabrinin nerede bulunduğu netlik kazanmamıştır.
Ulaşılan kaynaklardan elde edilen sonuca göre 82 yıl ömür sürdüğü anlaşılan
Yunus’un 1239 veya 1240’da doğduğu ve 1321 veya 1322’de vefat ettiği görüşü
yaygınlık kazanmıştır.69
66 Diclehan, a.g.e., ss. 135-136. 67 Diclehan, a.g.e., s. 141. 68 Diclehan, a.g.e., s. 141. 69 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 314.
28
Bir rivayete göre Yunus, Horasan’dan Anadolu’ya göç etmiş bir aileye
mensuptur ve -büyük bir ihtimalle- Eskişehir’de doğmuştur. Yunus Emre
Anadolu’nun birbirinden farklı birçok yerini gezmiştir.70
Yunus’un çok iyi bir eğitim gördüğü ve geniş bilgi hazinesine sahip olduğu,
şiirlerinden anlaşılmaktadır. Farsça ve Arapça’dan bazı parçalar hatta âyet ve
hadisler tercüme etmiştir. Kur’an’ın ezberini bitirdikten sonra İncil, Tevrat ve
Zebur’u da okumuştur.
Yunus Emre coşkun bir mutasavvıf olduğu kadar olgun bir müslümandır.
Onun müslümanlığında taassuba ve dar görüşe yer yoktur. O, son derece geniş ve
özgür düşünür.71
O, bir misyon adamıdır. Onun şiirlerinin temeli İlâhi aşk ve sevgidir. Dinin
kutsal saydığı kriterlere karşı son derece hassastır.72
Yunus, şiirlerini halka faydalı olmak için yazmıştır ve şiiri; ahlâkî,
tasavvûfî, dînî ve insanî görüşlerini açıklamak için bir vasıta olarak kullanmıştır.
Onun sözü ve fiilleri birbirine son derece uyumludur. Halka telkin ettiği
ahlâk felsefesi temkinli cesâret ve olgunluktur.
Ona göre Allah sevgisi en büyük ibadettir. Gerçek mutluluğa da ancak bu
sayede ulaşılır.73
Son derece samimi olan ve geniş halk kitlelerine ulaşmayı başaran
şâirimizin kabrinin yeri hakkında da bilgiler kesin değildir. Çünkü O, tüm
Anadolu’ya mâlolmuştur. Her şehir ve her kasaba O’nun kendisinde yatmasını
dilemiştir. 74
70 Diclehan, a.g.e., s. 144. 71 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 317. 72 Diclehan, a.g.e., s. 145. 73 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 319. 74 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 315.
29
Yunus, başlangıçta anlaşılamamış, bazı şiirleri İslâm’a aykırı gibi
görülmüştür. Ancak bu şiirler bir bütün halinde değerlendirildiğinde Yunus’un
İslâm’ı müdaafa konusunda çaba harcadığı görülecektir.75
Yunus Emre hakkındaki bu genel bilgilerden sonra O’nun İbrahim Hakkı’ya
olan etkilerine dair örnekler verebiliriz:
a)Yunus’un İbrahim Hakkı’ya etkisi hem şekil ve vezin; hem de anlam ve
ruh bakımından olmuştur.
Yunus Emre’nin dillerde dolaşan şu şiiri ile:
“Mülk-i bekâdan gelmişem
Fâni cihânı neylerem
Ben dost cemâlin görmüşem
Hûr u cinânı neylerem”
Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın:
“Can illerinden gelmişem
Fâni mekânı neylerem
Ol mülke meylim salmışam
Ben bu cihanı neylerem”
Şiiri hem şekil ve vezin, hem de duygu, düşünce ve ruh bakımından biribirine çok
benzemektedir.
b)Her iki mutasavvıf da hiçbir dar düşüncenin müntesibi olmamış; İslâm
düşüncesini diğer fikirlerin karşısına çıkarmış ve İslâm’ın prensiplerini en güzel
tarzda insanlara sunmuşlardır.76
c)İbrahim Hakkı’nın meşhur “Tefviznâme”sinin birçok mısraı hemen hemen
Yunus’un bir şiirinde aynen geçmektedir. Ancak görülen o ki; İbrahim Hakkı’ nın
söyleyişi daha kuvetli ve daha rahattır. Buna dair şu örneği verebiliriz:
Yunus’un ifadesiyle: 75 Diclehan, a.g.e., s. 145. 76 Diclehan, a.g.e., s. 148.
30
“Her dem dalalım bahre
Aldanmayalım dehre
Sabreyleyelim kahre
Allah görelim neyler”
İbrahim Hakkı’nın:
“Her kuluna her anda
Geh kahr ü geh ihsanda
Her anda O bir şânda
Allah görelim neyler
Neylerse güzel eyler” mısraları birçok açıdan birbirine benzemektedir.
d)Her ikisi de Allah sevgisini herşeyden üstün tutmuş; hûri ve cennet
umutlarını bir kenara iterek, abdest, namaz, oruç gibi dinin emirlerini insanlara
sevdirici bir üslûb kullanarak sunmuşlardır.
e)Her ikisinin de isimlerinin unutulmamasında insanlara karşı sevgi, saygı
ve merhametle yaklaşmış olmaları etkilidir.
f)Dikkatlice incelendiğnde her ikisinin de belli bir tarîkata bağlanmak yerine
nev-i şahsına münhasır bir yol izledikleri görülecektir. 77
g)İbrahim Hakkı’nın Yunus’u çok sevdiğini ortaya koyan bir kanıt da
Erzurum’un Düzce Köyü’nde Yunus’a ait olduğuna inanılan mezar taşlarının
diktirilmesi esnasında gösterdiği çabasıdır.78
e- Hazık Mehmed Efendi
Ünlü âlim İspirli Ebu Bekir Efendi’nin oğludur. H. 1102 (1591)’de
Erzurum’da doğmuştur. Asıl adı Muhammed Seyyid olan şâirimizin “Hazık”
mahlasını kimden, ne zaman aldığı bilinmemektedir. Mehmed Efendi uzun yıllar
babasından ilim almıştır. Eğitimini tamamladıktan sonra İbrahim Paşa 77 Diclehan, a.g.e., ss. 148-150. 78Diclehan, a.g.e., s. 150
31
Medresesi’nde müderrisliğe başlamıştır. Yaşantısının bir bölümünü Ahıska’da geçen
şâirimiz, kasideler yazarak medrese, cami ve çeşmelerin yapımına tarihler
düşmüştür.79
18. yüzyılda Klâsik Edebiyat alanında Hazık Mehmed Efendi, Tasavvûfî
Edebiyat alanında ise İbrahim Hakkı, silinmeyen bir isim bırakmışlardır.
Hazık Mehmed Efendi’nin İbrahim Hakkı ile olan ilgisi şiir ve edebiyat
alanıdır. Mehmed Efendi’nin tamamen Klasik tarzda ve müretteb olan Divan’ı
oldukça büyük bir değere sahiptir.
Hazık Mehmed Efendi’nin Nef’i’yi çok okuduğu ve onun etkisinde kaldığı,
Divan’ındaki şiirlerden anlaşılmaktadır. Daha çok anlama önem veren Mehmed
Efendi edebiyattaki mazmunları da kullanmıştır.
Hazık Efendi, İbrahim Hakkı’yı özelikle şiir zevkinin gelişmesi ve Divan
Edebiyatı’nın anlaşılması hususunda etkilemiştir.80
Her ikisi arasında bir arkadaşlık havası içinde süren karşılıklı fikir alışverişi
dikkate değerdir. İbrahim Hakkı’nın Mehmed Efendi’ye olan sevgi ve bağlılığını;
Mehmed Efendi’nin ölümü üzerine İbrahim Hakkı’nın ebced hesabıyla not düşmesi
göstermektedir. Zira İbrahim Hakkı, çok sevdiği insanların ölümüne ve önemli
olaylara dair not düşmeyi alışkanlık haline getirmişti. 81
C- Seyahatleri
İbrahim Hakkı, onyedi yaşındayken babasını kaybetti. Kendisini çok üzen bu
olayı İbrahim Hakkı şöyle anlatır:
79 Diclehan, a.g.e., s. 153. 80Diclehan, a.g.e., ss. 154-158. 81 Diclehan, a.g.e., s. 158.
32
“Hicri tarih 1132(M.1719) gelip, Receb ayının yarısına gitmiştir. İşte benim
o yakınım, anam, babam, hücre arkadaşım ve can ortağım, gurbet yoldaşım Derviş
Osman Efendi, Cum’a gecesi sabaha yakın dünyadan Âhirete intikâl etmiştir. Bu
şekâvet âleminden, kavuşma âlemine gitmiştir. Hemen gönlümün evi kara bulut
gibi gamlar ile dolup, merhûmun ayrılık hasretiyle baykuş viranesi olmuşumdur.
Zehirlenen gibi öyle feryad ve figân edecek idim ki, hücrenin kaldırıp, iniltilerim
göğe gidecek idi...”82 İbrahim Hakkı, Fakirullah Hazretlerinin, kendisini teselli
ettiğini, üzüntüsünü giderdiğini de anlatır: “ ...Hemen onu gördüm ki, başını kaldırıp,
kimya bakışı eseriyle yüzüme bakıp, tebessüm ederek, sadece Molla İbrahim, Molla
Osman lafzıyle bu yetîmini tâziye kılmıştır. O esnada onun mübarek göğsünden,
güneş benzeri bir nûr şavkıyıp, onda kalmıştır. O demde benim sînemin içinde
yüreğim süratle titreyip, hüzün ve elem gidip, yerine sürûr ve lezzet dolmuştur ki,
hislerimden bile dolup taşmıştır...”83
İbrahim Hakkı, babasının ölümünden sonra aynı yıl Erzurum’a dönerek
eğitimle meşgul olmuştur. Öğrenimini tamamladıktan sonra Fakirullah’ı ziyaret için
Tillo’ya gitti, babasının hücresine yerleşerek tasavvûfî hayata yöneldi. Şeyhinin
hizmetine ve onun feyzinden istifadeye devam etti. 1147’de İsmail Fakirullah’ın
vefatının üzerine Erzurum’a döndü. Daha önce babasının imamlık yaptığı Yukarı
Habib Efendi Camii’ne imam odu. 1150’de hacca gitti. Dönüşte “Lübbü’l-Kütüb”
adlı eserini hazırladı.84
İbrahim Hakkı, 1747’de -Sultan I.Mahmut’un hükümdarlık döneminde-
Padişah tarafından saraya davet edildi ve saray kütüphanesinden istifade etmesi için
imkân sağlandı. Bu dâvetin temelinde İbrahim Hakkı’nın kitap sevgisi ve ilim aşkı
yatmaktaydı. İlimle uğraşmaktan başka hedefi olmayan İbrahim Hakkı bu fırsatı
değerlendirerek çalışmalara başladı. Mârifetnâme’yi yazması esnasında bu
bilgilerden istifâde etmişti. Ayrıca İbrahim Hakkı, bu yolculuk esnasında “ders
okutmak amacıyla” I.Mahmut tarafından Erzurum’daki Abdurrahman Gazi
82 Mârifetnâme, s. 522. 83 Mârifetnâme, s. 522. 84 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 306.
33
zâviyedârlığına tayin edildi.85 Erzurum’a döndükten sonra türbadârlık görevini
oğluna bırakarak ilimde yoğunlaşmaya başladı. İkinci defa 1168’de resmî bir görev
için İstanbul’a çağrılan Sunullah Efendi ile birlikte İstanbul’a gitti. Bu ikinci ziyaret
birinciden daha uzun sürmüştü. İbrahim Hakkı, Hasankale’ye dönünce bir yandan
Mârifetnâme’yi yazarken bir yandan da öğrenci yetiştirmeye devam etti. III.Mustafa
tarafından Abdurrahman Gazi türbesinin zaviyadârlığı görevi yenilendi. Çok az
olan bu tekkenin gelirini oğulları ve amcasının oğlu Yusuf Nedim arasında
paylaştırdı. Bu arada “İrfâniyye”( Mecmûatü’l-İrfâniyye)’yi yazdı.
1177’de üçüncü defa Tillo’ya giden İbrahim Hakkı “İnsâniyye” isimli eserini
kaleme aldı ve aynı yıl ikinci defa hacca gitti. Dönüşünde yine eser yazmak ve
öğrenci okutmakla meşgul oldu. Bu arada kapsamlı bir eser olan “Mecmû atü’l-
Meâni”yi tamamladı. 1181’de üçüncü kez hac görevini îfâ etti. Orada, eserinin
Şam’da okunduğunu gördü ve mutlu oldu. Dönüşte Erzurum’a geldi. Yaklaşık üç yıl
sonra oğlu İsmail Fehim ile birlikte tekrar Tillo’ya gitti ve buraya yerleşti. 86 Beş
ana eser dediği on eser daha oluşturdu. Bu esnada “Mârifetnâme’deki birtakım
müsbet ilim verileri, bazı tutucu çevreler tarafından yadırgandı, dedikodu konusu
yapıdı ve kötü karşılandı. İbrahim Hakkı da hem kitabını kurtarmak hem de inançlı
olduğunu kanıtlamak için “Hey’etü’l-İslâm” ı yazdı. 87
D- Evliliği ve Çocukları
İbrahim Hakkı otuz üç yaşına geldiğinde Firdevs isimli kültürlü, hünerli ve
güzel bir kızla evlendi. İsmail Fehim ve Ahmed Nâîmî adında iki erkek çocukları
oldu.
1742’de Erzurumlu Fadime Hanım ile evlendi. Fadime Hanım Erzurum’un
zengin bir ailesi olan Hüseyin Bey’in kızıydı. İbrahim Hakkı’nın bu hanımından
olan çocukları yaşamamıştır.
85 Diclehan, a.g.e., s. 16. 86 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 306. 87 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., s. 25.
34
İbrahim Hakkı, 1742’de Hasankale’ye yerleştiğinde Hasankaleli olan Belkıs
Hanım ile evlendi. Gülsün ve Muhammed Şâkir adlı iki çocukları oldu. İbrahim
Hakkı’nın erkek çocuklarından torunları Muhammed Şâkir ile devam etmiştir.
Aradan birkaç sene geçince Züleyha Hanım’la evlendi ve Osman Nedim
isimli bir oğlu oldu. İbrahim Hakkı, Osman Nedim’i kaybettiği zaman acısını
yansıtan şu mısraları yazmıştır:
Hasretiyle ağladı halk-ı cihân
Geldi târih gitdi vây Osman civân. 1172/1759
Fadime Hanım’ın vefatından sonra, İbrahim Hakkı’yı Tillo’ya bağlamayı
düşünen şeyhinin çocukları onu Fatma Azize Hanım ile evlendirdiler. Hanife ve
Şemsi Aişe adlı iki kızları oldu. İbrahim Hakkı’nın kızı tarafından gelen torunları
Hanife Hanım’la devam etmiştir.
İbrahim Hakkı’nınn Tillo’da bulunduğu zamanlarda eşi Züleyha Hanım
vefat etti. Bir müdet sonra Firdevs Hanım’dan doğan Ahmet Naîmi adındaki oğlu da
genç yaşta vefat etti. Bunun üzerine İbrahim Hakkı şu dötlükle oğlunun ölümünü
belgeler:
Ahmed Naîmî döndü azîme
Fer’i değişdi asl-ı kadîme
Fevtine Hakkı der bunda tarih:
Gitdi Naîmî Kasr-ı naîme. 1179/1766
Firdevs Hanım oğlunun ölümüne dayanamayıp iki sene sonra kendisi de
vefat etmiştir. İbrahim Hakkı, ilk eşi Firdevs Hanım için şu ifadeleri kaleme
almıştır:
Geçdi dünyadan garibin ey hoca
Makamıdır cennet içinde yüce
Söyledi Hakkı anın tarihini
Cennet-i Firdevse bu Firdevs uça. 1181/1768
35
Bir süre sonra 1778’de Fadime Azize Hanım da vefat etti. Bundan dolayı
İbrahim Hakkı, şeyhinden kalan yâdigârı kaybetmenin acısını yaşadı. 88
E- Ölümü
İbrahim Hakkı artık 77 yaşındadır ama hafızası oldukça kuvvetlidir. Bir gün
oğlu Yusuf Nedim’e Tillo’dan babası İbrahim Hakkı’ nın vefat ettiğine dair bir
mektub geldi.89 Ölümünden iki yıl önce yazdığı vasiyetnâmesinde, şeyhinin
kubbesi altına defnedilmemesini, oraya şeyhin çocuklarının gömülmesinin daha
doğru olacağını söylemiştir. Ancak Fakirullah’ın oğlu Mustafa Fâni’nin isteğiyle ve
İbrahim Hakkı’nın buraya gömülmesinin daha doğru olacağı düşüncesiyle İsmail
Fakirullah’ın kubbesi altına defnedildi.90
F- Kişilik Özellikleri
Öncelikle sistemli bir ilim adamı, bir ansiklopedist, dönemini takip eden ve
gözlemleyen bir bilgin, mutassavvıf ve İslam ilimlerinde ciddi anlamda otorite olarak
tanınan İbrahim Hakkı, bunun yanısıra on sekizinci yüzyılın, Bursalı İsmail Hakkı
ile birlikte en önemli dergâh şâirleri arasındadır.91
İbrahim Hakkı, önemli ve değerli bir filozoftur. Özelikle İslâm felsefesinde
oldukça mesafe kat etmiştir. İleri bir mutasavvıftır. Güçlü bir mütefekkirdir. Aynı
zamanda o, bir sosyologtur. Çünkü daima topluma ve toplum ahlâkına seslenir.
Psikologtur. İnsan üzerinde önemle durmuş, onun fiziksel ve psikolojik yönlerini
anlamaya çalışmıştır. Hümanisttir. İnsana verdiği önemden dolayı “İnsan-ı kâmil”
hakkında risalecik yazmıştır. Felekiyât âlimidir; kozmoğrafyadan, aydan,
yıldızlardan, yağmurdan ve birtakım tabiat olaylarından bahseder. Türkçe’ye büyük
önem vermiş, eserlerinin çoğunu Türkçe olarak yazmıştır. Fen adamıdır. Biyolojiden,
88 Çiftçi, a.g.e., ss. 20-22. 89 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., s. 26. 90 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 306. 91 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 435.
36
jeolojiden, kimyâdan, hendeseden, riyâziyeden ve hatta hukuktan bahsetmektedir.
Kelâmcı olmadığı halde “Zât” ve “Sıfat” gibi meseleleri ayrıntılı olarak ele
almıştır.92
İbrahim Hakkı, hayatı boyunca irşad etmeye devam etmiş, kendi ailesinde
olduğu kadar Erzurum ve çevresinde de pekçok öğrenci okutmuştur. Ayrıca
eserlerinde ele aldığı konuları sadece yazmakla kalmamış bizzat nefsinde
yaşamıştır. Mal ve mülke rağbet etmemiş, olanları da dağıtmış, kanaatkâr ve
münzevî bir hayat sürmüştür.93
İbrahim Hakkı, şark kültürünün en güçlü temsilcilerinden birisidir. Gerileme
Dönemini yaşayan imparatorluğunun mânevi koruyucuları arasındadır. Yaşadığı
dönemi aydınlatmakla kalmamış kendisinden sonraki dönemlere de ışık tutmuş,
birbirinden farklı konuları ele almıştır. İbrahim Hakkı, herşeyi Allah’a havale ederek
daima yeni ufuklara doğru ilerlemiştir.94
İbrahim Hakkı’nın çocuklarına karşı gösterdiği sevgi, oldukça anlamlıdır.
O, çocuklarına çok değer vermiş, onlara şefkât ve merhamet gözüyle bakmıştır.
Onun çocuk sevgisinin bir tezahürü de; yazdığı eserleri onlara ithaf etmesidir.
Çünkü insan çok sevdiği ve değer verdiği şahıslar için ithafta bulunur. Nitekim
Mârifetnâme’yi oğlu Ahmet Nâimi için yazdığını söylerken; Mecmuatü’l- Maâni adlı
eserindeki “Nûş-i Can” risalesini de büyük oğlu İsmail Fehim’e ithaf ettiğini
belirtmektedir.
İbrahim Hakkı’ya göre yaşamak, daima Allah’a kulluk etmektir. O, maddeye
değil mânâya öncelik vermiştir. Asıl maksadı ise insanları hakikâte çağırmaktır.
İbrahim Hakkı’nın başka bir özelliği de son derece mütevâzi olmasıdır.
Hayatı boyunca övünmemiş ve değişmemiştir. Padişah tarafından saraya davet
92 Revnakoğlu, a.g.e., ss. 2-7 93 Numan Külekçi, Erzurumlu İbrahim Hakkı (Toker Yayıları) Erzurum 2002, s. 29 . 94 Diclehan, a.g.e., ss. 20, 24.
37
edilmiş olmasına rağmen asla kendini üstün görmemiştir. Ayrıca o, herşeyde bir aşk
tecellisi görmüş, hep bu minval üzere hareket etmiştir.95
G) İlmî Özellikleri
İbrahim Hakkı’nın eserlerine baktığımızda onun, ilmin birbirinden farklı
alanlarına ilgi duyduğunu ve ele aldığı konuyu derinlemesine işlediğini görüyoruz.
Aşağıdaki özellikler de onun ilmî boyutunu yansıtmaktadır:
Babası Osman Efendi, İbrahim Hakkı’nın okumayı oyuna tercih ettiğini, beş
defa okuduğu zaman hemen ezberlediğini ifade etmektedir.96
“Bu zamanda en dürüst dost, en uygun meclis arkadaşı, en seçkin yoldaş,
yârların en hayırlısı ve sevgililerin en sevgilisi kitaplar olduğu için bunların
sohbetine meylimi salmışımdır.” diyen İbrahim Hakkı okuma sevgisini dile
getirmektedir.97
O, müsbet bir bilim adamıdır. Taassubun yoğun olduğu bir zamanda bile
önyargılardan uzak durarak deney ve gözlemlerle hareket etmiştir. Ayrıca o, katı
bir din adamı olmamış, hep aydın bir görüş sergilemiştir. Aklın bulgularını inkâr
etmeyip dînî hükümleri uygun bir şekilde yorumlamayı uygun bulmuştur.98
İbrahim Hakkı’yı diğer dergâh şâirlerinden ayıran bir özellik vardır ki; o da
ilim üzerindeki sürekli ısrarıdır.99 Bu anlayışından dolayı insanın eğitimine büyük
önem vermiş ve Mârifetnâme adlı eserinde özel bir yer ayırarak öğretmen-öğrenci
ilişkisinden bahsetmiştir.100
95 Diclehan, a.g.e., ss. 82-96. 96 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., s. 19. 97 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 306. 98 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., ss. 28, 32. 99 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 435. 100 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., s. 30.
38
İbrahim Hakkı’nın hayatına ve şiirlerine baktığımızda en çok gözümüze
çarpan konular “İslâmî iyimserlik” ve “Kur’ânî ümid” olmaktadır. Yazarımızın
ifadelerinde hep pozitif hep sıcacık anlatımlar bulmaktayız. Şiirde Yunus ve Fuzuli
havalarını taşıyan İbrahim Hakkı, ünlü “Tefviznâme”sinde de orjinalliği yakalamış
ve kendine özgü bir üslup geliştirmiştir101
İBRAHİM HAKKI’NIN ESERLERİ
İbrahim Hakkı, gönül adamı olmasının yanısıra, sürekli ilimle meşgul
olarak, eser yazarak ve öğrenci yetiştirerek verimli, bereketli bir yaşam süren bilim
adamıdır.
Onun eserleri hakkında farklı rakamlar verilmiş hatta bunu otuz dokuza kadar
çıkaranlar olmuştur. İbrahim Hakkı, büyük kitaplarının içine aldığı küçük risalelerini
müstakil bir eser olarak saymamıştır.102 O, 1754-55 yılından 1764-65 yılına kadar
yazdığı beş eserini “ana eser”, 1766-1777 yılları arasında yazdığı on eserini de
“evlad eser” olarak adlandırmaktadır. Ana eserleri şunlardır: Divan, Mârifetnâme,
İrfaniyye, İnsaniye, Mecmuâtü’l-Meâni. 103
a) Ana Eserler
1-Dîvân: İbrahim Hakkı, ilk eseri olarak belirttiği Dîvân’ını oğlu İsmail
Fehim için yazmıştır. (M.1755)104 Eser, 1755’de düzenlenmiş, 1847’de basılmıştır.
İbrahim Hakkı, bu eserine İlâhînâme adını vermiş ve bir beyitinde bunu şu şekilde
dile getirmiştir:
İlâhî bu ednâ vasf-ı aşkın yazdı çün şevkınla bu ednâ
İlâhînâme nâmıyla kabul et bunu ey Mevlâ
101 Kabaklı, a.g.e., c. 2, s. 436. 102 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 309. 103 Çiftçi, a.g.e., s. 41. 104 Külekçi, a.g.e., s. 32.
39
Aşağıdaki beyitin son mısrasında da ebced hesabıyla eserin hicri 1168/1755
tarihinde düzenlendiği belirtilir:
Bu vahdetnâmenin tenhâ bu mısra’ oldu tarihi:
İlâhînâme-i Hakk’ı enîs-i âşık-ı şeydâ
Eser bir münâcat ile başlar. Ardından sekiz kaside, bir Aşknâme, bir Na’t, bir
Vasf-ı Hâl ile devam eder. Dînî ve tasavvûfî gazellerin buluduğu, İlâhînâme-i
İbrahim Hakkı diye adlandırılan bölümde 360 adet gazel bulunmaktadır. Dîvân’da
bir Müseddes, altı Muhammes, suyun özellliği ile bir şiir, onbeş mâni, seksen iki
rübai, onyedi müfred ve rübailer bulunmaktadır. Vaslnâme, Pendnâme,
Şükürnâme’den sonra Murabba’, Mesnevi, Kıt’a, Vasiyetnâme gibi bölümlerle sona
erer.105
2-Mârifetnâme: Tezimizin de asıl konusunu oluşturduğundan dolayı
Mârifetnâme’yi ilerde müstakil bir bölüm halinde ele alacağız.
3-İrfâniyye: Eserin tam adı Mecmûatü’l-Vahdâniye fî Mârifeti’n-nefsi’r
Rabbâniye’dir.106 M. 1761’de tamamlanan eser, “nefsini bilen Rabbini bilir” sırrını
açıklamak için kaleme alınmıştır. Birinci bölümü Arapça, ikinci bölümü Farsça ve
üçüncü bölümü ise Türkçedir. Hepsinde aynı konu işlenmiştir.107
4-İnsâniye: Tam ismi Mecmûatü’l-İnsaniye fî Mârifeti’l-Vahdâniyye’dir.
İbrahim Hakkı, bu eseri yüz kırk kitaptan üç lisan üzerine topladığını söyler.108 M.
1763’de tamamlanan eser, antoloji şeklindedir. Arapça, Farsça ve Türkçe’den seçilen
şiirler tasavvûfî ve didaktik mahiyettedir.109
5- Mecmuatü’l Meâni: M. 1765’de Erzurum’da Arapça, Farsça, Türkçe
olarak yazılan eserde tevekkül, tefvîz, rızâ gibi konuların dışında, bazı mektuplara da
rastlanmaktadır.110 Bunun yanısıra astronomiye dair cep tahtasının kullanımı
105 Çiftçi, a.g.e., ss. 42-44. 106 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 310. 107 Külekçi, a.g.e., s. 37. 108 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 310. 109 Külekçi, a.g.e., s. 38. 110 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 310.
40
hakkında Türkçe bir bölüm, Kur’an tecvidiyle ilgili yine Türkçe bilgiler ve her üç
dile ait küçük bir sözlük bulunmaktadır.111
b) Diğer Eserleri
1-Tuhfetü’l Kirâm: Evlad eserlerin ilkidir.112 Eserin kaynağı Mecmuâtü’l-
Meâni’dir. M. 1766’da yazılmıştır ve yazma nüshasına rastlanılmamıştır.113
2- Nuhbetü’l Kelâm: Eserin kaynağı Mecmuâtü’l Meâni ve Mârifetnâme’dir.
Mensur yazılan eser Arapça ve Farsça’dır.114
3- Meşâriku’l-Yûh: M. 1771’de yazılmıştır. İbrahim Hakkı’nın kendisine ait
olanlarla bazı eserlerden topladığı, tasavvuf ve daha farklı konulara değinen eser
antoloji şeklindedir. Arapça, Türkçe ve Farsça manzûmeler bulunmaktadır.115
4-Sefîne-i Rûh: M. 1773 tarinde yazılmış Türkçe, Farsça ve Arapça şiirler
seçilerek kırk bölüm olarak düzenlenmiştir.116
5- Kenzü’l- Fütûh: M. 1774 tarihinde düzenlenmiştir. Eser, didaktik ve
tasavvûfî mahiyetteki 1021 beyitten meydana gelmektedir. Bazı şiirler Arapça’dan
Türkçe’ye ve Farsça’ya çevrilmiştir.117 Eserin sonundaki iki beyitte eserin
özelliğine dair bilgiler verilmektedir:
Ey fakiri bin yiğirmi müfred oldu bu kitab
Sâl-i hicret seksan u sekiz tedâhuldur hisâb
Hakk’a hamdolsun habîb u âline yüzbin selâm
Buldu bu “Kenzü’l- Fütûh” ebyâtımız bunda tamam118
111 Külekçi, a.g.e., s. 38. 112 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 310. 113 Çiftçi, a.g.e., s. 49. 114 Külekçi, a.g.e., s. 39. 115 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 310. 116 Külekçi, a.g.e., s. 39. 117 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 310. 118 Çiftçi, a.g.e., s. 50.
41
6-Defînetü’r- Rûh: Eserin kaynağı Mecmuâtü-l Meâni’dir. Arapça, Farsça ve
Türkçe olarak düzenlenmiştir. M. 1775’de yazılan eserde Cilâü’l- Kulûb ve İnsan-ı
Kâmil risaleleri, üç mektub ve 40 kadar şiir bulunmaktadır. 119
7-Rûhü’ş-Şürûh: M. 1776’da yazılmıştır ve İlâhînâme’den seçilmiş birtakım
şiirleri içerir.120
8-Ülfetü’l-Enâm: M. 1775 yılında Mârifetnâme’den alıntı yapılarak
düzenlenmiş, ancak günümüze kadar ulaşmamıştır. 121
9-Urvetü’l –İslâm: M. 1777 yılında yazılmış, bir mukaddime ve bir
hâtimeden oluşmuş, onbeş bölüm halinde düzenlenmiştir.122
10- Hey’etü’l-İslâm: M. 1777’de Arapça olarak kaleme alınmıştır.
Mârifetnâme’nin astronomiye dair bilgilerini içerir.123
Bunların dışında Lübbu’l-Kütûb adlı eseri, onun Farsça şiirlerden seçtiği
144 beyitten oluşan iki manzumesinin de bulunduğu antolojik bir eserdir. Tertîbu’l-
Ulûm adlı eseri ise Türkçe manzum bir eserdir. Dört beş sayfadan oluşan risâle,
çeşitli öğretim kademelerinde okunması gerekli dersleri ve öğretim kurallarını
içerdiği için büyük önem taşımaktadır. 124
119 Külekçi, a.g.e., s. 40. 120 Külekçi, a.g.e., s. 40. 121Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 310. 122 Çiftçi, a.g.e., s. 51. 123 Külekçi, a.g.e., s. 40. 124 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 310.
42
İBRAHİM HAKKI’NIN ESERLERİNDEN ÖRNEKLER
A. MEKTUPLARINDAN SEÇMELER
1. İBRAHİM HAKKI’NIN İLK EŞİ FİRDEVS HANIM’A YAZDIĞI
MEKTUP
Ve izzetli, hürmetli, muhabbetli, hakikatli, hatırlı, gönüllü, asıllı, usullu,
akıllı, güzel sabırlı, güzel huylu, tatlı dilli, hanım yapılı, güleç yüzlü, alçak gönüllü
dervişim, ehlim, helâlim Firdevs Hanım huzuruna.
Derûn-i dilden ve can ü gönülden selamlar ve dualar edip ol mübârek nâzik
hatırın süâl ederiz, Hüdâ’nın birliğine emanet veririz.
Benim nazlı yârim, benim yâr-i gam-güsârım, benim şenliğim, şöhretim,
benim sevdiğim, keyfim, benim canım Firdevs’im, neylersin? Ne keyiftesin? Ne
fikirdesin? Ne haldesin? Benim güzelim, garib gönlünü ne ile eğlersin? Okur musun,
nakış mı işlersin? Oynar mısın, güler misin?
Benim gönlüm senin hayâlinle eğlenir, sen nicesin? Keşke sizi getirsem bu
vilâyetleri seyrettirsem. Zira sensiz canım rahat olamıyor. Benim güzel keyfim,
senden ayrılmak ne çetin ahvalmiş bilmezdim. Hak Teâlâ gönül hoşluğuyla bir dahi
dünya gözüyle müyesser eylesin âmin.
Firdevs, Firdevs o saçların seveyim. Firdevs, Firdevs o başın seveyim, o
gözün seveyim, o yüzün seveyim. A zalim Firdevs, ayıpsız canın seveyim. Sakın
benden küsmeyesin ki gönlüm sıkılmasın. Kusurlarımı afvet, âhiret hakkını helâl
eyle. Kapının bükmesini gördükçe gönülden çıkarmayasın.
Benim doğanım, çiftçi eline düşmüşsün, seni çantada hapsetmişim. Allah
muînin olsun. Senin yerin İstanbul’dur. Ola ki kısmetimiz hayırlıysa kalkmış ola.
43
Zira bu taraftan senin ağa babanı aradım, buldum. Müjde! Biaynihî (aynıyla)
mektuplarda yazdığınız nişanları veriyor. Seni tanımıyor ama işitmiş. Vilayette
sanıyor. Kendisi, İstanbul’da yeniçeri ortasında ağa olmuş. Serden geçti Davut Ağa
(diye) çağırıyorlar.Üç kere görüştük.Vaa’d etti ki mektup yaza kardeşini Erzurum’a
getire ve seni buraya getire. Kışla odalarına oluyor, evi, avradı, uşağı (çocuğu) yok.
On yirmi kadar etba’ı (adamları) var. Bir cârî (muteber) âdem. Ak sakallı, gök gözlü,
alçak boylu, şirin yıldızlı, ısı kanlı bir güzel âdemdir. Sana çok selâm etti, gayet
hazzetti.
Benim ehlim! Eğer buysa kaynatam, işte buldum. Kaldı kaynım. İnşaallah,
onu dahi bulurum. Seni garib koymam. Hemen sağ olasın. Benim sırdaşım,
tırnacığıma derman ettim, sağaldı, kolum gibi hoş oldu öylece bilesin. Hiç
hatırımdan çıkmadın. Hayalimde gözüm önünde durursun. Böylece apayân
gönlümdesin. Allah’a emanet olasın. Bin tabaka kâğıt yazsam seninle sözlerim
tükenmez. Hele yavaş, inşâallah ramazan geceleri sabahlara deyin sana çok çok
gördüğüm, işittiğim güzel, pâk şeyleri ve esvapları size lâyık görürüm. Eğer fırsatım
olursa alırım. Yoksa siz sağ olunuz. Birer hamayıl getirürem. Şimdilik mektubum
boş olmasın için bir pâk büyük iki kat bürüncük gömlek göndermişim. Gönlünüz her
ne meyve isterse şehirden götürdesiniz, meyvesiz kalmayasınız. Haftada iki kere
çaylara, bahçelere çıkasınız, hapsolmıyasınız, rahat olasınız. Allahın birliğine emânet
olasınız. Ömrün uzun olsun, amîn ya muin.125
2. İBRAHİM HAKKI’NIN EŞİ FATMA HANIM’A YAZDIĞI MEKTUP
Ve izzetli, hürmetli, muhabbetli, hakikatli, hatırlı, gönüllü, asıllı, usullu,
akıllı, güzel sabırlı, güzel huylu, tatlı dilli, hanım yapılı, güleç yüzlü, alçak gönüllü
dervişim, ehlim, helâlim Fatma Hanım huzuruna.
Derûn-i dilden ve cân u gönülden selâmlar ve duâlar edip mübarek hatırın
sual ederiz ve Hüdâ’nın birliğine emânet veririz.
125 Çiftçi, a.g.e., ss. 129-131.
44
Benim yâr-i gârım, gam- güsârım, benim aklım, fikrim, benim cânım hanım,
neylersin? Ne fikirdesin? Ne keyftesin? Ne haldesin? Ne demdesin? Benim yükümü
çeken, benim hatırım sayan, benim ateşime yanan, bu ayrılık sana tez değil miydi?
Selâmet kurtuldun mu? (Galiba gebe olacak) Allah emeklerini zâyi etmesin. Ben
isterdim ki senin bu hizmetinde bulunayım, ama taktir böyle imiş. Şimdi bir selâmet
haberin müjdesini bekliyorum. Hak Teâlâ bir dahi dünya gözüyle görüşmek
müyesser eder mi? Bir görsen ki nasıl tavlı olmuşum? Şimdi İstanbul’un suyu ve
havası bana hoş geldi. Öyle ki gâyet şişman kişi oldum. Kardeşin ve dayın yanımda
zayıf uşaklar (çocuklar) gibi görünürler. Öylece bilesin.
Eğer bacın hânemizdeyse ona dahi çok selam ederiz. Hatırını süâl ederiz.Ve
izzetli, rif’atli karındaşımız Abdullah Bey’e çok selam ederiz. Mübarek hatırını süâl
ederiz. Hüdâ’ya emanet olasız. Ve emmin kızı Rahime Hanım’a selamlar ederiz,
hatırını süâl ederiz.
Benim cânım helâlim, mektubumuz boş olmasın için şimdilik sana bir
İstanbul gömleği yolladım, mâzur olsun. Sonra ben gelende görelim ne müyesser
olur? Hak Teâlâ’nın yanında aziz olasınız. Ben senden çok râzıyım. Rabbim de
senden râzı olsun. Cümlemizi Firdevs-i âlâya götürsün. Melek huylu, âlemin nuru
hânım. Allah’ın birliğine emanet olasınız. Âmin ya muin.126
3. İBRAHİM HAKKI’NIN EŞİ BELKIS HANIM’A YAZDIĞI MEKTUP
Ve izzetli, muhabbetli, hakikâtli, şefkatli, gayretli, edebli, helâlim Belkıs
Hatun’a.
Selâmlar edib mübârek hal ve hatırın süâl ederiz, Hüdâ’ya emânet veririz.
Benim Ayaz-i hasım,benim pâk, arı tavırlı yosmam! Benim derdimi, belâmı çeken
emektarım. Keyfin nice? Neylersin? Ne işlersin? Ne haldesin? Bacılarınla hoş, tatlı
mısın? Hatırım için cümleye izzet, hizmet eder misin? Gülsün Hatun’un (kızları)
keyfince gider misin? Sana gene cefâ eder mi? Benim yârim, benim Allahlık ehlim,
126 Çiftçi, a.g.e., ss. 131-132.
45
gurbet elde seni unutmam. Sen benim gene evvelki Ayaz-i hasımsın. Hiç gönlüne
bir gam ve elem getirme, keyfini aç. Allah Teâlâ muînin olsun. Sağ, selâmet seni
bana bağışlasın. Bir dahi dünya göziyle görüşmek müyesser eylesin, âmin! İnşaallah
ramazandan evvel gelende sizlere birer armağan getiririm; ama şimdilik bir
İstanbul gömleği gönderilmiştir ve Gülsün’e de bir cici mest yolanmıştır. Hemen
Allah Teâlâ cümlenize can sağlığı ve gönül hoşluğu ihsan eylesin, âmin.127
4. İBRAHİM HAKKI’NIN EŞİ ZELİHA HANIM’A YAZDIĞI MEKTUP
Ve izzetli, hürmetli, muhabbetli, hakikatli, hatırlı, gönüllü, hizmetli, sabırlı,
mârifetli, akıllı, gayretli, şefkatli, güzel yüzlü, şirin sözlü, melek huylu, çelebi kollu,
nâzik elli, ince belli, şirin yıldızlı, has odalığım, oğlum annesi, gönlüm canânesi,
inci dânesi, hatunum ve hânım küçük kadın Züleyha huzuruna.
Candan selâmlar ve gönülden duâlar edip ol mülâyim hâtırın kat kat süâl
ederiz. Allah’ın birliğine emânet veririz. Benim küçük kadınım, benim âşık paşam,
benim gözüm, benim sırdaşım, benim dervişim, benim emektarım. Ne keyftesin?Ne
haldesin? Neylersin? İyi misin? Hoş musun? Allah muînin olsun? Kendin uşak
(çocuk, küçükken) ken uşak hizmetine düştün. Allah emeklerini zayi etmesin. Hak
Teâlâ canına sağlık, gönlüne hoşluk versin.Tanrı seni bana bağışlasın. Bir dahi
dünya gözü ile görüşmek müyesser eylesin, âmin!
Aceb cihanda senin gibi var mıdır? O tatlı canın seveyim, o tatlı bakışmaların
seveyim. Hiç fikrimden gitmezsin. Böylece ayan gönlümde durursun. Benim nâzik
âşıkım, senin için yollarda ve İstanbul’da besteler yazıyorum ve öğreniyorum ki
inşaallah gelende seninle ses sese verelim de türlü türlü besteler, güzel güzel
kitaplar okuyalım, Allah Teâlâ’ya âşık olalım, safalar edelim.
Bir küçük kadın gördüm, hemen sana benzettim. Selâm sabah ettim. Sesi
dahi sana benzerdi. Senin hatırın için sokak ortasında ona yarenlik edip ahvâlini
sordum. Bir ihtiyar kocası varmış zindanda. Ona ekmek götürürmüş. On kuruş
127 Çiftçi, a.g.e., s. 132.
46
borcunu vererek anı halâs edip sevabını sana bağışladım. Allah Teâlâ senden râzı
olsun.Zira ben senden yer, gök dolusu râzıyım. Allah Şeyh Osman’ı (oğulları) bize
bağışlasın, âmin! Ve cümle küçük kadınlar sana kurban olsun! Ve büyük kadınlar
bacılarına kurban olsunlar. Benim hakkımda siz bana dünyalar değersiniz. Hak Teâlâ
dördünüzü, bana dünyada bağışlasın ve âhirette Firdevs-i Âlâ’da sizi bana versin.
Âmin, ya Erhamerrâhimîn!
Ben kimsenin fikrinde ve hayâlinde değilim. Bu muhabbetnâmem boş
gelmesin için her birinize birer bürüncük gömlek irsal olundu. Şimdilik mâzur
olsun.
Benim sizinle ol kadar çok sözlerim vardır ki bir ay yazsam tükenmez. Ben
ise şimdi kitap hazinesinden kitaplar alıp bakıp tatlı sözler yazsam gerek.Tâ
gelinceye değin, inşaallah bir kitap yazıp kendime armağan getirmek murad
etmişimdir. Kolay gele…128
5. İBRAHİM HAKKI’NIN OĞLU İSMAİL FEHİM’E YAZDIĞI MEKTUP
Benim aynım (gözüm) İsmail Fehim, merhaba! Nice keyfin? Canın sağ
mıdır? Gönlün hoş mudur? Kendini unutup Rabini bulmuş musun? Her havf ve
kederden âzad olmuş musun? Tanrı seni yok edip kendiyle var ede! Âmin!
Benim aynım Fehim Efendi, şehr-i Şevval’in onaltıncı günü, Şam-ı Şerif’ten
çıkıp Medine-i Münevere’ye konarak, göçerek, çadırlarda yiyerek, içerek, melek
huylu Müftü Efendimizle her fenden her dilce söyleşip sohbet ederek gece gündüz
mahfede uyku ile ve atlarla giderek sıhhat ve selâmetle Medine-i Münevvere’ye
vâsıl olduk. Ve Ravza-i Mutahhara’ya dahil olup sizlere ve cemi dua ile ve
Devletli Efendimize selâm ile vasiyet eden dostlara mahsus adınız ile dualar edip
selâmınızı dahi tebliğ etmişizdir Hak Teâlâ kabul eylesin, Âmin!
128 Çiftçi, a.g.e., ss. 133-134.
47
Andan varıp Rabak’da ihrama girip Beytü’l-Haram’a yüz sürüp Arafat
Dağı’nda durup andan Müzdelife’ye erip Mina Deresi’ne girip ordan gene
Mekke’ye gelmişizdir. Tavaf-ı ziyaret ve sa’y edip yevmü’l- ıyd beyne’s-salâten
tenhaca refîk-i şefîkimiz ile Beyt-i Şerîf’e dahil olup her semtte namaz kılmışızdır.
Zikr olunan makamlarda ve Hacer-i Esved mukâbilinde ve Makam-ı İbrahim
ardında ve Mîzâb-ı Rahmet önünde sizlere ve dostlara adlarınızla çok çok dualar
etmişizdir. Hak Teâlâ kabul eylesin!
Andan gene seyr ü sohbetlerle her gün başka yerde çadırlar kurdurup safa-
yı hatırla ve sıhhat-i vücudla Saferü’l- hayrın yedinci günü Şam-ı Şerife dahil olup
mektuplarınızla mesrur olmuşuzdur.
İnşa-Allahü’r-Rahman sâîlerden beş on gün sonra bizi ol tarafta bilesiz.
Niyetimiz Kuşmir ve Kiği üzerinden gelmektir.
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
Bize mektup gönderen dostlar ki, Yeniçeri Efendisidir ve Narmanlızade
Yusuf Efendi’dir. Onlara ve süâl eden cümle dostlara selâm ve dualarımızı tebliğ
edip özrümüzü dileyesin. Mektup yazamadık. İnşa-Allahü Teâlâ mektuptan on gün
sonra görüşürüz. Hemen Hak Teâlâ cümleye sıhhat ü âfiyetler ihsan eylesin.Âmin!
Ve Hatice Hanım kızıma ve oğullarına selâm ve duamızı eriştirip başarı sağ
olsun diyesiz.
Hürmetli Firdevs Hatun’a selam ve dua edip mübarek hatırın süâl edip anı
Tanrı Teâlâ’ya emanet veririz. Mektubundan azim hazzedip cebime koymuşumdur.
İnşa-Allahü Teâlâ on gün sonra gelip kendim cevapların verip dua ederim.
Hakikatli Molla Yusuf’a, anasına, ehline, oğluna selâmlar ve dualar edip hal ü
hatırların süâl edip anları dahi Mevlâ’ya emanet veririz. Mektubu ile kitap geldi ve
makbul oldu. Allah râzı olsun, sa’yi meşkur olsun. Âmin!
48
Bu yolda refîk-i şefîkimiz sohbetiyle ağır, uslu olup nice yollar, töreler
öğrenmişizdir.
Ol tarafta âhiret bacım büyük hanım ve hatun hemşiremize ve Okumuş
Kadın’a ve Gülsün Hanım kızıma, hususa mektup yazan hakîkatli Rukiye Hanım
hemşireme ve Emine Hanım kızıma, gelin hanıma, Çinî Hanım Firdevs’im gidip
selâm ve duamızı eriştirip desin ki “Vallahi’l- azîm, Medîne’de Peygamberimizin
karşısında, Kâbe ile etrafında ve içinde Ağa karındaşımıza ve cümlesine adlarıyla
hayır dualar etmişimdir.”
Ama Şam’a gelip hanımın mektubunu gördüğümde, onca dualar kabul
olmayıp Ağa karındaşımız bu belâlara giriftar olduğundan bir mertebe mahzuz
olmuşumdur ki bilmiyorum, yeri üstünde miyim, altında mıyım? Geceyi gündüzden
fark edemiyorum.
Hanıma mektup yazamadım. Mektubunuz tehî olmasın için Âdât-ı Evliya’yı
nazm edip Mekke hediyesi olmak üzere gönderilmiştir, kabul ola!
9 Safer 1182/ 25 Haziran 1768
Muhibb-i muhlis İbrahim Hakkı 129
129 Çiftçi, a.g.e., ss. 137-139.
49
B. TEFVÎZNÂME
Hak şeyleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Ârif anı seyreyler
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Sen hakka tevekkül kıl
Sabreyle ve râzı ol
Tefvîz it ve rahat bul
Mevla görelim neyler. Neylerse güzel eyler.
Kalbin ana berk eyle
Takdîrini derk eyle
Tedbîrini terk eyle
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Bil kâdı-i hâcâtı
Terk eyle mürâdatı
Kıl ana münâcâtı
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Bir işi murât itme
Haktan’dır O ret itme
Oldıysa inât itme
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Hakk’ın olıcak işler
Ol hikmetini işler
Boştur gam u teşvîşler
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
50
Hep işleri fâkıydır
Neylerse muvâfıkdır
Birbirine lâyıkdır
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Dilden gamı dûr eyle
Tefvîz-i umûr eyle
Rabbinle huzûr eyle
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Sen adli zulüm sanma
Sabr it sakın o sanma
Teslîm ol oda yanma
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Dime şu niçün şöyle
Bak sonuna sabr eyle
Yerincedir ol öyle
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Hiç kimseye hor bakma
Sen nefsine yan çıkma
İncitme gönül yıkma
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Mü’min işi reng olmaz
Ârif dili teng olmaz
Âkıl huyu cenk olmaz
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
51
Hoş sabır cemîlimdir
Allah ki vekîlimdir
Takdîr kefîlimdir
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Her dilde anın adı
Her kuladır imdâdı
Her cânda anın adı
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Nâçâr kalacak yerde
Dermân ider ol derde
Nâgah açar ol perde
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Her kuluna her anda
Her anda O bir şânda
Geh kahr u geh ihsânda
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Geh mu’ti vu geh mâni’
Geh Hâfıd u geh Râfi’
Geh Dârr u geh Nâfi’
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Geh abdin ider ârif
Her kalbi O’ dur sârif
Geh eymün u geh hâif
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
52
Geh kalbini boş eyler
Geh aşkına düş eyler
Geh halkını hoş eyler
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Az ye az uyu az iç
Dil gülşenine gel güç
Ten mezbelesinden geç
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Bu nâs ile yorulma
Kalbinden ırâğ olma
Nefsinle dahî kalma
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Geçmişle geri kalma
Hâl ile dahî olma
Müstakbele hem dalma
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Her dem ânı zikreyle
Hayrân-ı Hak ol söyle
Zîrekliği koy şöyle
Mevla görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Gel hayrete dal bir yol
Koy gafleti hâzır ol
Kendin unut anı bul
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
53
Her sözde nasihat var
Her işte ganimet var
Her nesnede zînet var
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Hep rumuz ve işârettir
Hep ayn-ı inâyettir
Hep gâmız ve bişâretdir
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Bil elsine-i halkı
Öğren edeb u hulki
Eklâm-ı Hak ey Hakkı
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler
Vallah güzel etmiş
Tallah güzel etmiş
Billah güzel etmiş
Allah görelim netmiş. Netmişse güzel etmiş.130
C. VASİYETNÂME-İ HAKKI
Allah adını gönlünde zikr et
Her demde teveccüh ile fikr et
Gafletten uyan ko her hevâyı
Bil var yok anla mâsivâyı
Tevhid-i fiâl edip metîn ol
Fa’âl’e tevekkül et emîn ol
Tedbir ü gumûmdan baîd ol
130 Mârifetnâme, s. 385.
54
Tefvîz-i umûr edip saîd ol
Emraz u belâlara sabûr ol
Teslîm ü rızâ ile şekûr ol
Sabr eyle teennî et selîm ol
Sabr eyle tahammül et halîm ol
Ta’zîm-i Huda’da ihtimam et
Mahlûkuna şefkati tamam et
Afv eyle kusûru nefret etme
Setr eyle uyûbu gıybet etme
İncitme kimseyi rahîm ol
Tatyîb-i havâtır et kerîm ol
Rıfk ile halâyıka halîl ol
Kibr etme gönülde pek zelîl ol
Sen benliği terk edip fakîr ol
Nefy et bu vücudunu hatîr ol
Hakkı heman ol fakîr ü fâni
Tâ kim bulasın onunla ânı 131
D. VUSLATNÂME
Hak ismiyle bu nameye başladım
Ve hamd ile can cana bağışladım
131 Çelebioğlu, a.g.e., ss. 131-132.
55
Habîbine olsun salât u selâm
Dahi âl ü ashâbına bi’t-tamam
Ve ba’de bize geldi mektûbunuz
Ve ma’lûmumuz oldu matlûbunuz
Suâlin cevabı budur ey ahî
Gönül derdine hoş devadır dahi
…………
On âfetten et kalbini tahliye
Onu on güzel huyla kıl tahliye (tatlandır)
………….
Biri bu gafletten et tahliye
Derûnun tevecühle kıl tahliye
Sakın kendi kalbinden olma baîd
Ki dergâh-ı Hak’dır gönül ey saîd
………….
İkinci bu kim şirkten tahliye
Dilin eyle tevhîd ile tahliye
………..
Üçüncü edip kalbini tahliye
Hazerden tevekkülle kıl tahliye
…………….
Ve altıncı hem kibrden tahliye
Dilin kıl nihan züll ile tahliye
……………….
Onuncu vücudundan et tahliye
Derûnunfenâ birle kıl tahliye
…………..
Bunu yazdı Hakkı be taklîd ü kâl
Ona olmadıysa sana ola hâl
56
Yüz on altı beyt içre buldu hitam
Tamam oldu mektubumuz vesselâm 132
E. RÜBÂİLER
Ya Rab beni su’-i hulk-ı deden kurtar
Herkesten olan kabul u redden kurtar
Benden beni dûr kıl seninle meşgul
Mest eyle cemî-i nîg ü beden kurtar
Bir bahr ne eksilir ne artar asla
Emvâcı gelir gider o bahre vaslâ
Eşya ki o mevcler gibidir mislâ
Kalmaz iki an içinde baki fasla
………….
Nefsim beni aldatmakta fırsat bekler
Çün sofra bulur o dem çekip emekler işittin düştür
Tergîb eder efrât yemek içmekler
Düşman beni dosttan alıkor
……………
Hakkı nice bin safâ ki ettin düştür
Her ne ki görüp deyip işitin düştür
Etrafa seğirtip başa gittin düştür
Bu kim oturup râhata yettin düştür 133
F. MÂNİLER
Oldum sana hem- sâye
Sal üstüme heem sâye
Mihrin bana versin fer 132 Çelebioğlu, a.g.e., ss. 129-131. 133 Çelebioğlu, a.g.e., ss. 125-127.
57
Her niçe ki şems aya
……….
Sen benliği koy hâk ol
Bed- hûları at pâk ol
Şehvetle gazabdan geç
Dol aşk ile bî- bâk ol
…………
Candandır o dil beri
Kim buldu o dilberi
Âlem ki dıraht olur
Olmuştur o dil beri
Dil sevdi o cananı
Ah bulsa bu can anı
Seyr eylese ol yüzden
Hüsnü dil ü can anı
Sînemde çü balgam var
Nisyan çoğ u bil gam var
Anda nice dalgam var134
134 Çelebioğlu, a.g.e., ss. 127-129.
58
İKİNCİ BÖLÜM
İBRAHİM HAKKI’NIN MÂRİFETNÂME’Sİ
Mârifetnâme’nin Konuları
Mârifetnâme,Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın çok önemli ve bir o kadar da ünlü
eseridir. Dönemine âdetâ damgasını vurmuştur. Nasıl ki Mevlânâ deyince
“Mesnevi”yi hatırlıyorsak, İbrahim Hakk’yı yâd edince de “Mârifetnâme”yi
hatırlamamak mümkün değildir. Bu eserler, müellifleriyle âdeta bütünleşmişlerdir.
İlmin hemen hemen her sahasıyla ilgilenen İbrahim Hakkı, bunu ünlü eseri
Mârifetnâme’ye yansıtmış, konularla ilgili doyurucu bilgiler vermiştir. Kitabın
bölümleri hakkında daha ayrıntılı ve örnekli açıklamalara geçmeden önce, genel
anlamda bir bilgi sunmayı daha uygun bulduk:
İbrahim Hakkı’ya asıl şöhretini sağlayan Mârifetnâme, M.1757’de
Hasankale’de tamamlanmıştır. İbrahim Hakkı bu eserini oğlu Ahmed Naîmî için
yazmıştır. Kendi ifadesine göre İbrahim Hakkı bu eseri ortaya koyabilmek amacıyla
400 kitaptan faydalanmıştır.135
Eser, ansiklopedik bir tarzda düzenlenmiş olup; tabiat bilimlerinden,
astronomiden, insanın fizyolojik ve anatomik yönünden bahsetmektedir. Astronomi
konusunda referansı Kâtip Çelebi, psikoloji alanında ise İbn Sîna’dır.136
İbrahim Hakkı, konuları mümkün olduğunca ayrıntılı olarak ele almıştır.
Konuların monotonluktan kurtulup, okuyucunun dikkâtini çekmesi için de aralara
şiirler serpiştirmiştir.137 Eserde konular, soyuttan somuta doğru işlenmiştir.
135 Külekçi, a.g.e., s. 35. 136 Mustafa Aşkar, Tasavvuf Tarihi Literatürü, (T.C. Kültür Bakanlığı Yay.) Ankara 2001, s. 210. 137 Çiftçi, a.g.e., s. 44.
59
Aritmetik, geometri, astronomi, mineroloji, botanik, zooloji ve anatomi şeklinde
bir seyir takip edilmiştir.138
Mârifetnâme, yazıldığı günden bu yana defalarca basılmış ve yayınlanmıştır.
İlk düzenli baskısı Mısır-Bulak’ta yapılmış ve günümüze kadar ulaşmıştır.
Günümüzde mevcut olan baskıları arasında da en sadeleşmiş nüshası Turgut Ulusoy
baskısıdır.139
İbrahim Hakkkı’nın bu ünlü eseri geniş bir okuyucu kitesine sahip olmuş,
her yaş grubuna hitâp etmiştir. Özellikle Erzurum ve çevresinde halkın gözünde ayrı
bir değer kazanmış, adeta başlar üstünde taşınmıştır.140
Mârifetnâme’nin önemine dâir şu çarpıcı örneği vermek mümkündür:
“Avrupa’da, Aydınlatma Akımı sırasında, “öğrenimin başlamasından akademi
yaşına kadar gençliğin öğretimi için zaruri bütün bilgilerin –mârifetin- toplanıp
düzenlendiği “Elemantar Work” adlı büyük eser, “Mâriftnâme”den 20 yıl sonra
şüphesiz birbirinden habersiz olarak ve fakat onunla aynı fihristi ihtiva etmektedir!
İbrahim Hakkı’nın eserinin önemini belirtmek için bu örnek çok enteresandır.”141
Mârifetnâme’nin konuları çeşitlilik arz etmesine rağmen asıl yoğunluk
kazandığı konu tasavvufdur. İbrahim Hakkı, “Nefsini bilen Rabbini bilir” sırrınca
önce insanın kendisini tanımasını, bunun için de fizik, astronomi gibi ilimleri
bilmesinin önemini vurgular.
İbrahim Hakkı bunu şöyle ifade etmektedir:
“.....Âlemin ve insanın yaratılmasında nihâi maksat ve yüce istek, Mevlâ’nın
bilinmesidir. Bu ebedî devlet ve tükenmez saadet, her şeyden öncedir. Ancak bu,
nefsini bilmeye bağlı olup, nefsini bilmek de bedeni bilmeye dayanır. Bedenin
bilinmesi, âlemin bilinmesiyle olur. Âlemin bilinmesi ise hakiki ilimlerledir.....”142
138 Altıntaş, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 54. 139 Aşkar, a.g.e., s. 209. 140 Revnakoğlu, a.g.e., s. 2. 141 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., s. 36. 142 Mârifetnâme, s. 2.
60
Bu düşünceyle kaleme alınan ve bir mukaddime (giriş), üç kitap (bölüm) ve
bir sonuç olmak üzere hazırlanan eserin mukaddimesinde, genel İslam bilgisinden,
dünya ve ahiret âlemlerinden; ilk bölümde ise âlemin durumundan, eşyanın ve
görüntülerin ayrıntısından bahsedilir. İkinci kitap, şekiller bilgisi, nefsin mâhiyeti ve
bedenlerin oluşumu gibi konuları içerir. Üçüncü kitabda ise irfan, mârifet ve Allah’a
ulaşmaya dair bilgiler yer alır. Bundan başka babası Osman Efendi ve şeyhi İsmail
Fakirullah ile ilgili açıklamalarda da bulunur. Sonuç bölümünde de görgü kuralları,
sohbet âdâbı, akrabalıklar ve komşuluklar gibi meseleler ele alınır.143
Yazarımız, âlemin yaratılışından uzun uzun bahseder ve konuyu âyetlerle
destekler. Birkaç misal vermek yerinde olur:
“Göklerin ve yerin yaratanı, size içinizden eşler, çift çift hayvanlar var
etmiştir...”144
“Allah’ın göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misin?Aralarında
Ay’a aydınlık vermiş, Güneş’in ışık saçmasını sağlamıştır...”145
Allah Teâlâ, kendi nurundan bir cevher var edip, bütün kâinatı da ondan
derece derece çıkarmıştır. Bu ilk cevheri “Nûr-u Muhammedi”,”İzâfi Ruh”, “Akl-ı
Kül” diye de ifade etmek mümkündür. 146
İbrahim Hakkı, bunun ardından “Arş, Kürsi, Levh-i Mahvuz, Sidretü’l
Münteha, Berzah, Cennet” gibi kavramlardan da bahseder.
“Hakk Teâlâ, Arş-ı Âzam’ın nurundan ve onun altında, kırmızı yakut
renginde, Arş’ın ayağına bitişik dört sütun üzerinde bir büyük “Kürsi” yaratmıştır...”
diyerek tasvirde bulunmuştur.147
143 Mârifetnâme, ss. 2-3. 144 Şûra/11. 145 Nuh/15; ayrıca bkz. Mülk/24, Tegâbun /3-4, Talak/12. 146 Mârifetnâme, s. 5. 147 Mârifetnâme, s. 8.
61
Yazarımız bunun ardından cennetin isimlerini, nehirlerini ve kapılarını da bir
bir sayar.148
Astronomi sahasında da bilgi sahibi olan yazarımız gökyüzünün
katmanlarından, yıldızlardan, gezegenlerden, ay ve güneş tutulmalarından, şimşek,
yıldırım gibi fizik olaylarından da bahsetmektedir. Gök gürültüsünü, “Rad”adlı
meleğin Allah’ı tesbih etmesi olarak açıklar.149
Bu astronomik bilgilerden sonra cehennemden, kıyâmet ve âlâmetlerinden,
haşrden bahsedilir.150
İbrahim Hakkı, bunun ardından insan anatomisine yönelir.
“Kıyâfetnâme”olarak adlandırdığı bu bölümde uzuvların şekil, küçüklük, büyüklük
ve hikmetlerinden bahseder, konuya dair ilginç açıklamalar yapar. Kişinin sahip
olduğu beden yapısıyla o insanın huy ve tabiatı arasında paralellik kurmaya çalışır.
151
Bu konuda Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak önemli açıklamalarda bulunur: “Elbette
tek tek organlar ile karakterler arasında sıkı bir bağlantı tesbit edilemez. Şu da var
ki organ kusurlarının birtakım aşağılık duygularına sebeb olduğu ve bu duygunun
da şahsın karakterine damgasını bastığı inkar olunamaz”152
Konu ile ilgili olarak şunları söyleyebiliriz:
Mârifetnâme, ansiklopedik ve ciddi bilgiler içeren bir kitap; İbrahim Hakkı
çaplı bir âlim olmakla beraber “Kıyâfetnâme” ile ilgili olarak yapılan bu
açıklamalara eleştirel bir bakış açısı ile yaklaşmanın daha doğru olacağı
kanaatindeyiz. Çünkü insanın sahip olduğu fiziksel özellikleriyle onun kişilik
özellikleri arasında doğrudan bir ilişki kurmak ve bunu belli kriterlere göre
148 Mârifetnâme, s. 9. 149 Mârifetnâme, ss. 12-15. 150 Mârifetnâme, ss. 16-21. 151 Mârifetnâme, ss. 210-212 . 152 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., s. 30.
62
değerlendirmek gerçekçi olamaz. Böyle bir durum kişinin psikolojik yönünü belki
de olumsuz etkilemenin yanı sıra bilimsel gerçeklikten de uzaktır.
Yazarımız bu bölümden sonra sağlıkla ilgili bilgiler verir. Sebze ve
meyvelerin faydaları, en çok kullanılan ilaçlar, sıhhati korumanın yöntemine değinir.
Ona göre sağlığın bekâsı için, yeme içmeyi, uyumayı doğru zamanda kâfi miktarda
yapmalıdır. Ayrıca solunum olayına da önem vererek bedeni rahatlatacak şekilde
teneffüs yapmayı tavsiye eder.153
Mârifetnâme, ansiklopedik bir kitap olmsına rağmen yoğunluk kazandığı asıl
konu tasavvuf olduğu için İbrahim Hakkı, bundan sonra uzunca bir bölüm halinde
tasavvûfi yaşantıdan bahseder. Zikir, tevekkül, sabır, mârifetullah, muhabbetullah,
rızâ gibi kavramları ayrıntılı olarak işler. Tezimizin asıl konusunu da bu terimler
oluşturduğundan, bunlar ileride kapsamlı olarak ele alınacaktır. O sebeple bu
bölümün ayrıntısına girmiyoruz.
Müellifimiz, varlıkları da ele alarak, bitki, hayvan ve insandan bahsetmiştir.
İnsanın, kendisini tanımaya çalışarak, ruhunu olgunlaştırmak için çaba harcaması
sonucu gerçek kemâle erişebileceğini; aksi taktirde hayvan seviyesine inebileceğini
ifade eder ve insanın, “cehâletle hayvan, irfanla kâmil olduğunu” belirtir. 154
Ayrıca İbrahim Hakkı, Darwin’den çok önce evrim teorisinden bahsetmiş,155
müziğin insanı yücelten yönüne değinmiş,156 Amerika’nın keşfine işaret etmiştir.157
Ruhun sıfatlarının Allah’ın sıfatlarına benzediğini, Allah’ın insan bedeninde
ve kâinatta sürekli tasarruflar yaptığını, kişinin ruh-beden dengesini sağlamasının
gerekli olduğunu söyler ve çeşitli açılardan ahiret âlemiyle benzerlik kurar: “Ölüme
misal, uykudur. Şeytana misal, vehmetmedir. Berzaha misal, rüyadır. Melekûta
misal, sâdık rüyadır. Mezara misal, göğsün içidir. Kabir karanlığına misal, Hak’tan
153 Mârifetnâme, s. 232. 154 Mârifetnâme, ss. 254-257. 155 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 308. 156 Uğur İbrahimhakkıoğlu, a.g.e., s. 31. 157 Çiftçi, a.g.e., ss. 140-142.
63
gaflettir. Kabir azabına misal, kendini bilmemektir. Kabir nuruna misal,
gönül huzurudur. Zebânilere misal, kötü ahlaktır.” 158
İbrahim Hakkı’ya göre asıl mesele “nefsi tanımaktır.” O sebeple bu konu
üzerinde etraflıca durmuştur. Nefsin mertebeleri, bu mertebelerde yaşanan birtakım
mânevi haller tek tek incelenmiştir. 159
Mârifetname’de velilikten, onların hallerinden, kerâmetlerinden,
hikmetlerinden de söz edilmiş, Nakşibendi tarîkatı, bu yolun değişik kolları ve diğer
tarîkatlar da ele alınmıştır.
Ona göre velilerin bir takım alâmetleri vardır:Veli odur ki; bütün hareketleri
Mevlâ’nın rızâsına uygundur ve o, dünyaya rağbetini azaltıp Rabbine yakındır.
Velinin bir başka özelliği de halka karşı son derece yumuşak davranmasıdır.
Yine o, muhabbet makamına ermiş, gönlü ve ruhu huzurla dolmuştur. 160
İbrahim Hakkı, velilerin kerâmet ve hallerinden bahsettikten sonra
Nakşibendi tarîkatına da değinir. Bu yolun büyüklerinin başında Hâce Muhammed
Behauddin Nakşibend gelmektedir. Bu yolda üç önemli esas vardır ki, onlar da az
yemek, az uyumak ve az konuşmaktır. 161
Mârifetnâme’de bu bilgilerden sonra mutasavvıfların mensub oldukları on iki
tarîkatten de bahsedilir.162
İbrahim Hakkı’nın Kâdirilik ve Nakşîlik gibi tarîkatlara dair bilgisi oldukça
geniştir. Onun herhangi bir tarîkata mensûbiyeti konusunda farklı görüşler ortaya
158 Mârifetnâme, s. 221. 159 Mârifetnâme, ss. 455-505. 160 Mârifetnâme, ss. 435-436. 161 Mârifetnâme, ss. 443-444. 162 Mârifetnâme, s. 453.
64
koyulmuştur. İbrahim Hakkı’nın Kâdiri olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi163
onun Nakşîliği benimsediğini belirtenler de mevcuttur.164
Eserin sonuç bölümünde ise âdâb-ı muâşeretten bahsedilmekte, günlük
hayattaki sosyal ilişkilerin nasıl olması gerektiği sorusuna cevap verilmektedir.
öğretmen-öğrenci, akraba ve eşler arasındaki kurallardan bahsedilir. Konunun
başında ilgili âyetler zikredilir. Birkaç örnek verebiliriz:
“Kullarıma söyle: En güzel sözü söylesinler...” 165
“...Öfkelerini yutarlar, insanları affederler...” 166 İbrahim Hakkı, âyetlerden
hareketle insanın âdâb ölçülerine uymasının gereğini vurgular.
Yazarımızın konuyla ilgili görüşlerine geçmeden önce sosyal hayattaki
âdâba riâyetin öneminden bahsetmenin yerinde olacağı kanaatindeyiz.
Âdâb kelimesi “edeb” kelimesinin çoğuludur. Edeb ise sözlükte; iyi ahlâk,
utanma, usluluk, zerâfet, güzel terbiye gibi anlamlara gelir.167 Tasavvuf ıstılahında
ise kişide bir meleke halinde bulunup da onu kötülüklerden vazgeçiren güçtür.168
Ebû’l Abbas b. Atâ, edebi şöyle tanımlamıştır: “Güzelliklere vâkıf olmaktır.
Allah ile ilişkilerinde, gizli ve âşikâr, edeb üzere bulunmaktır...”169
Mevlânâ’ya göre ise edeb, insanın bedenindeki ruhtur. 170
Tasavvuf literatüründeki hedeflerin belki en önemlilerinden biri de edebtir.
Sâlikin Rabbi karşısındaki tutumunu belirleyecek olan hâl ve hareketlere ayrı bir 163 Revnakoğlu, a.g.e., s. 4. 164 Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDVİA, c. 21, s. 307. 165 İsra/53. 166 Al-i İmran/134; ayrıca bkz. Nahl/90, 127; İsra/7; Şûra/ 37. 167Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü ( Rehber Yay.) Ankara 1997, md. “Edeb”, s. 236; ayrıca edeb kelimesinin anlamı için bkz. Süleyman Uludağ, “Edeb”, TDVİA, c. 10, s. 414; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü (Mârifet Yay.) İstanbul 1991, md. “Edeb”, s. 152; Ali Ramazan Dinç, Kemâlât (Mavi Yay.) İstanbul 2001, s. 116. 168 Süleyman Uludağ, a.g.e., md. “Edeb”, s. 152. 169 Serrac, a.g.e., s. 153. 170 Dinç, a.g.e., s. 119; ayrıca edebin tanımları için bkz. Serrac, a.g.e., ss. 152-153.
65
değer verilmiş, onun edeb çizgisinin dışına çıkmayıp zâhir-bâtın bütünlüğünü
sağlamaya çalışması üzerinde hassasiyetle durulmuştur.
İbn Mübârek, edebin önemini şu ifadelerle dile getirmiştir: “Edebin azı ilmin
çoğundan daha değerlidir.”171 “Edebi küçümsemek, haramı küçümsemeye götürür,
haramı küçümsemek saygıyı terke götürür, saygıyı terk etmek şükrü terk etmek
demektir. Şükrü terk etmenin de imandan ayrılmaya sebeb olacağından korkulur.
Çünkü kulun imanı yalnız edeple doğru olur. Edepsizlik ise ma’rifetin azlığından
ileri gelir.”172 diyen Sehl (r.a.) de edeb çizgisinin, insanı hangi boyutlara
sürüklediğini dile getirmiştir. Edeb sünneti, sünnet vacibi, vacib de farzı güçlendirir.
Farz ise imanı korur.173
Açıklamalarda görebildiğimiz kadarıyla iman hakikâtinin temelinde yer alan
ve küçümsenmeyecek bir öneme sahip olan unsur “edeb”tir. Edebin de kaynağı
mârifettir. Zira Allah’ı daha yakından tanıyan bir kul, huzur-u ilâhiye muhalif bir
hareketten kaçınır ve daima kendini muhasebe ederek, “kul” olduğu bilinciyle
davranır. Çünkü bilir ki edeb çizgisinin sınırları aşıldığında terakkiyat adına çok şey
kaybedilecektir.
Mutasavvıflar edebi zâhir ve bâtın olmak üzere iki bölümde
değerlendirmişlerdir: Birincisi, ameli riyadan, münafıklıktan korumaya yöneliktir;
ikincisi ise kalpteki şehveti, irade zayıflığını yok etmeye çalışmaktır. 174
Tasavvuf tarihine baktığımızda edebin her iki çeşidi üzerinde de önemle
durulduğunu görebiliriz. Ancak kanaatimizce daha çok yoğunlaşılması gereken,
bâtınî edebtir. Çünkü gönül dünyasında edebi iyice özümsemiş bir ruh, zâhirî
anlamdaki davranışlarına da bunu yansıtacaktır. Böylece her ânında, her nefesinde
ve her adım atışında Rabbinin huzurunda olduğu anlayışından uzaklaşmayacak;
171 Serrac, a.g.e., s. 152. 172 Ebu Abdurrahman es-Sülemi, Tasavvufun Ana İlkeleri - Sülemi’nin Risaleleri, çev. Süleyman Ateş (Ankara Üniversitesi Basımevi) Ankara 1981, s. 36; ayrıca bkz. Dinç, a.g.e., s. 117. 173 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Edeb”, s. 236. 174 Cebecioğlu, a.g.e.,md. “Edeb”, s. 236; ayrıca bkz. Süleyman Uludağ, “Edeb”, TDVİA, c. 10, s. 414.
66
buna bağlı olarak da iç dış bütünlüğünün sırrına erişecektir. Böylesine bir ruh
derinliğine ulaşan şahsiyetlerde eşsiz edeb örneklerine rastlamaktayız: Nitekim
Seriyy-i Sakati (k.s.)’nin yirmi yıl boyunca ayağını uzatmadığı rivayet edilir. 175
Mutasavvıflar, tüm yaşantılarında edeb çizgisini korumaya çalışmışlardır.
Onların hareketlerine birkaç misal verebiliriz: Onlar, kendi nefslerini kusurlu
görürler, uzun emel sahibi değillerdir, sahip olduklarını dağıtmaktan zevk alırlar,
kimseyi incitmek istemezler, yeme, içme, konuşma ve uyumada aşırıya kaçmazlar,
Allah’a itaatte son derece dikkâtlidirler, başkalarını kendilerine tercih ederler,
konuşunca hikmetli söz söylerler, huzur-u ilahiden ayrılmazlar...176
Güzel bir edebe sahip olmak için de birtakım noktalara dikkât etmek gerekir.
Şu örnekleri saymak mümkündür:
1)Sağlam bir Allah inancına sahip olmak,
2)Dînî emirleri öğrenmek,
3)İyi bir niyet taşımak,
4)Farzların dışında nafile ibadetlere de önem vermek,
5)Faydalı olacağına inanılan arkadaşlarla beraber olmak.177
Kanaatimizce tüm bu maddelerin bağlandığı tek bir kaynak var ki o da
mârifet sırrı ve bu sırra dayalı olarak gelişen muhabbet zevki. Bu iki kriterin idrakine
varan her şuur, edeb sınırını içtenlikle koruyacaktır.
Âdâb ile ilgili bu bilgilerden sonra İbrahim Hakkı’nın bu konudaki
açıklamalarına geçebiliriz. Yazarımız, günlük hayatta karşılaşılan sosyal ilişkilere
değinmiş, bu ilişkilerde dikkate alınması gereken birtakım kurallardan bahsetmiştir.
Meseleyi şu başlıklar halinde görmemiz mümkündür:
a)Mevlâ İle Sohbetin Âdâbı:
175 Dinç, a.g.e., s. 123. 176 Sülemi, a.g.e., ss. 36-61. 177 Dinç, a.g.e., s. 24.
67
İbrahim Hakkı konuyla ilgili pek çok kuraldan bahsediyor. Biz bunlardan
birkaçını zikredelim:
1.Başını eğip önüne bakmaktır.
2.Zihni her türlü düşünceden temizlemektir.
3.Sürekli zikr ile meşgul olmaktır.
4.Teslim olup rızâ göstermektir.
5.Allah Teâlâ’yı her şeye tercih etmektir.
6.Halktan uzaklaşabilmektir.178
Bu maddelerden anladığımız kadarıyla İbrahim Hakkı, bireyde dil, kalp ve
zihin bağlantısını gerçekleştirmenin yolunu göstermektedir. Çünkü bu
konsantrasyonu sağlayan bir sâlik, Rabbi ile nasıl bir seviyede olması gerektiğinin
farkında olacak ve ona göre bir tutum içine girecektir.
b) Üstad-Talebe İlişkisine Dâir Âdâb:
İbrahim Hakkı sosyal hayat ilkelerine devam ederek üstad-talebe ilişkilerine
de179 değinir. Nitekim İslâm dini ilme büyük önem vermektedir180 ve meselenin
temelinde kişinin öncelikle “kendisini tanıması” yer aldığından tasavvufta da insanı
hakikâte ulaştıracak ilme181 büyük değer atfedilmiştir. Ebû Süleyman Dârânî ilmin
önemine dair şöyle bir açıklama yapar: “Mekke’de ilm-i ma’rifet konusunda bana
bir kelime söyleyip faydalı olacak birinin bulunduğunu bilsem, ayaklarımla bin
fersah yol yürüyecek bile olsam, onu dinlemek için giderdim.”182 İlme ulaşmamızı
sağlayan vasıta da öğretmen olduğuna göre onun da hakkı yadsınamayacak kadar
büyüktür. Bundan dolayı öğretmene hak ettiği değeri verip, gerekli ihtirâmı
göstermek lâzımdır. İbrahim Hakkı da konuyla ilgili olarak talebenin hocasına karşı
nasıl davranması gerektiğini açıklar:
178 Mârifetnâme, s. 538. 179 Mehmet Şeker, Ali b. Hüseyin el Amasi ve Tariku’l Edeb (D.İ.B. Yay.) Ankara 2002, ss. 48-50. 180 Kur’an’ın ilk emrinin “oku” olması (Alak/1) , ilme vasıta olan kalem ve yazıdan bahseden Kalem Suresi’nin bulunması bu gerçeği ortaya koymaktadır. 181 Yunus’un ifadesiyle “...İlim kendin bilmektir...” anlayışında gördüğümüz gibi. 182 Serrac, a.g.e., s. 187.
68
1.Hocasına selam verip, ayakta karşılamalı.
2.Hocasının izniyle oturmalı.
3.Kendisine sorulduğu zaman konuşmalı.
4.Üstadın izniyle sormalı.
5.Onun huzurunda fazla konuşmamalı.
6.Her zaman edebini koruma. 183
7. İlim öğrenmek isteyen kişi ruhunu arındırıp, zihnî faaliyetlerini
engelleyecek durumlardan kaçınmalıdır.
8. Talebe hocasının önünde yürümemeli, onu öfkelendirmekten sakınmalı.
9. Hocasının bir kusurunu görünce hoş karşılamalı, hocası rahatsız olduğu
zaman yakınlık göstermeli.184
Üstada gösterilmesi gereken saygının anlamını tam mânâsıyla idrak eden
İslâm büyükleri, bu konuda a’zami gayret göstermişlerdir. Ebû Hanife, kırk sene
hocasının bulunduğu mahalleye ayak uzatarak yatmadığını ifade eder. İmam Şâfii de
hocası İmam Mâlik’in huzurundayken, rahatsız olur endişesiyle kitabın sayfalarını
yavaş yavaş açtığını söylüyor.185
Eğitim işinde öğretmen kadar öğrenci de önemli bir yere sahiptir. Bu şuur
içinde olan bir öğretmen de talebeye daha farklı yaklaşacak, ilimden istifâde
edebilme kapasitesini en üst düzeye çıkaracaktır.
İbrahim Hakı’ya göre üstad da öğrencisine yaklaşırken birtakım kriterlere
dikkat etmelidir:
1.Üstad, mütevazi olmalı.
2.Öğrenciye karşı sabırlı ve hoşgörülü olmalı.
3.Yapılan bir hatayı, yanlışı, kaba hareketi güzelce ikaz etmeli.
4.Faydalı bütün ilimleri Allah için öğrenmeye teşvik etmeli.
5.Ciddi olmalı.
183 Mârifetnâme, s. 539. 184 Ali Özbek, Hadislerle Ahlâki Davranışlar (Hisar Yay.) İstanbul 1979, s. 87. 185 Özbek, a.g.e., s. 88.
69
6.Vakar sahibi olmalı 186
7. Öğretimde kendi zevki, istek ve duygularını değil öğrencilerin durumlarını
göz önüne almalı.
8.Kolaylaştırıcı olmalı, korkutmamak ve nefret ettirmemek esas
alınmalıdır.187
Bu ilkelerin hem Hz. Peygamber (s.a.v.)’in uygulamalarına hem de pedogoji
öğretilerine uygun olduğunu görüyoruz.
c) Anne- Baba Hakkına Dâir Âdâb İlkeleri:
İbrahim Hakkı öğretmen-öğrenci ilişkisinden bahsettikten sonra ana babaya
karşı sorumlu olunan birtakım görevlerden de bahseder. Zira bu konu da, üzerinde
dikkatle durulması gereken bir değere sahiptir. Çünkü İslâm dini, bir neslin yetişmesi
gibi ulvî bir misyonun gerçekleşmesine vesile olacak anne babaya önemli
sorumluluklar yüklemiştir.
Gerçek anlamda ebeveyn olmanın şuuruna varanlar, sadece anne baba
olmakla kalmıyor bunun yanında çok önemli görevleri îfa edebilecek bir pozisyon da
yüklenmiş oluyor. Bundan dolayı bilinçli bir anne baba aynı zamanda;
Çocuğunun hocası, onun ruh mimarı, inanç doğrultusunu belirleyen bir
yönlendirici ve çocuğun arkadaşı oluyor.188
Anne baba hakkı Kur’an’da, defaatle ele alınan konulardan biridir. Nitekim
İsra Sûresi’nde bu meseleden bahsedilir:
“Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne babaya iyilikle
davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa,
onlara: “Öf” bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak
alçak gönüllülük kanadını ger ve de ki: “Rabbim, onlar küçükken beni nasıl terbiye
186 Mârifetnâme, s. 539. 187 Özbek, a.g.e., ss. 84-85. 188 Celâl Yıldırım, İslâm Ahlâkından Altın Sayfalar (Bedir Yay.) İstanbul 2003, s. 62.
70
ettilerse Sen de onları esirge.”189 İbrahim Hakkı da kişinin ebeveynine karşı
göstermesi gereken birtakım ilkelerden bahseder:
1)Onların sözlerini dinlemek,
2)Emirlerini uygulamak,
3)Sesini, onların sesinden fazla yükseltmemek,
4)Hizmetlerini, onları bekletmeden görmek,
5)Onlara karşı iyilik ve ihsan sahibi olmak,
6)İzinleri olmadan onları bırakıp da uzağa gitmemek,
7)Onlara ismiyle hitap etmemek, daima saygılı hitap etmek,
8)Yolda onların önünden yürümemek,
9) Onlara kol kanat gerip, şefkat gösterip merhamet etmek,190
10)Ana babasının temel ihtiyaçlarını, gücü ölçüsünde karşılamaya çalışmak,
11)Kendi nefsi için hoş gördüğünü onlar için de hoş görmek.191
Böylesine bir itaatle emrolunan evlad, sadece birkaç hususda ebeveynine itaat
etmeyebilir:
1)Kişiyi Allah’a karşı günah ve isyana sürükleyecek hususlarda,
2)Kul hakkını ihlâl eden durumlarda,
3) Farz ibadetleri yapmaya engel teşkil edecek zamanlarda192
Ebeveyn ve çocuk arasındaki ilişkinin sınırlarını belirten İbrahim Hakkı daha
sonra eşler arasındaki diyalogdan da bahseder. Hangi ölçülerde olması gerektiğine
değinir.
d)Erkeğin Hanımıyla Sohbet Erkânı:
1)Kişi, hanımına karşı güzel ahlâkla muamele etmeli,
2)Eşine karşı gönül alıcı olmalı,
3)Eşine çocuk eğitimi konusunda yardımcı olmalı,
4)Hanımından izinsiz yolculuğa gitmemeli,
189 İsra /23-24. 190 Mârifetnâme, s. 540. 191 Yıldırım, a.g.e., s. 63. 192 Yıldırım, a.g.e., s. 64.
71
5)Eşine dinî eğitim vermeli,
6)Hanımının nafakasını temin etmeli. Kendi yediği, giydiği temiz şeyler
ayarında onlardan yedirip giydirmeli,
7)Hanımının sırlarını kimseye söylememeli. 193
e) Hanımın Eşine Karşı Vazifeleri:
1)Eşi içeri girdiğinde onu ayakta karşılamak,
2)Eşini güler yüzlü karşılamak,
3)Eşinden izinsiz oruç tutmamak,
4) Eşine karşı saygı ve sevgide kusur etmemek,
5)Eşinin yanında ve gıyâbında ona dua etmek.
Yazarımız bundan sonra dostlarla ve akrabalarla olan ilişkilerden de söz
eder. Bunlarla diyalogun nasıl olması gerektiğini açıklar ve cahillerle sohbetin
kriterlerine değinir:
1)Onların boş sözlerine kulak asmamak,
2)Mümkün olduğu kadar aynı ortamda bulunmamak,
3)Onlara muhtaç olmamaya çalışmak. 194
Eserin konularını bu şekilde ele aldıktan sonra tekrar İbrahim Hakkı’nın
ifadelerine dönüyoruz.
Kitapta üç ana bölüm var demiştik. İbrahim Hakkı, bu bölümleri yazmasının
hangi amaca yönelik olduğunu ifade ediyor:
Okuyucu, âlemden bahsedilen birinci bölümdeYaratıcı’nın sıfatlarına vakıf
olsun ve kendisinin âlemin bir tercümanı olduğunu idrak etsin.
193 Mârifetnâme, s. 542. 194 Mârifetnâme, s. 543.
72
İkinci bölümde, kendisinin, kâinatın bir örneği, bir numûnesi olduğunu,
kâinattaki herşeyin benzerinin aslında kendisinde de bulunduğunu fark etsin ve
nefsini tanıyarak gerçek kimliğini anlasın.
Üçüncü bölümde, en kuvveli varlığın, tek mutlak hâkimin Allah olduğunu
görsün ve Mevlâ’sına yakınlığını artırsın.
Sonuç bölümünde ise her varlığa şefkatle yaklaşıp güzel muamele etmeyi
öğrensin. 195
Eserde âyet ve hadislere geniş yer verilmiştir. Konunun hemen başında ilgili
âyetler ve hadisler sıralanır ve yer yer konu ele alınırken de bu kaynaklara değinilir.
İbrahim Hakkı, eserini elli üç yaşındayken 1756’da tamamlamıştır.
195 Mârifetnâme, s. 3.
73
MÂRİFETNÂME’DEKİ TASAVVÛFî KAVRAMLAR
İKİNCİ BÖLÜM
GENEL ANLAMDA TASAVVUF
A. Tasavvufun Tanımı:
Bir “hâl ilmi” olarak tanımlanan tasavvufun günümüze kadar pek çok târifi
yapılmıştır. Tasavvuf bir “yaşantı”dır, “duymak” tır. Bu sebeple tanımlarda, farklı
noktalar ön plana çıkmıştır. Çünkü herkes, kendince bir şeyler yaşamış, kendince bir
şeyler sezmiş ve yine kendince farklılıklara şahit olmuştur.
Tasavvuf, insanın kendisine yönelmesini sağlayan ve Allah’ın kelâmının
doğru bir şekilde anlaşılmasına imkân tanıyan bir ilimdir”196 diye tanımlanabilir.
Bunun dışında tasavvufu kulun her an Allah’ın huzurunda olduğunun farkına
varması197 diye de ifade edebiliriz.
Tasavvuf, İslâm’ın özü ve esasıdır. Zâhiri ilimlerin, İslâm’ın bedenini
oluşturduğunu düşünürsek; bâtınî ilim olarak tanımlanan tasavvuf ise İslâm’ın
ruhunu oluşturmaktadır. Bedensiz ruh ve ruhsuz bedenin ise tek başına bir anlam
ifade etmeyeceği açıktır.198 Bu ifadelerde ise tasavvufun, dinin en büyük
tamamlayıcısı olduğu görülmektedir.
Üstad Necip Fazıl ise bu konudaki düşüncelerini çok etkili bir şekilde şöyle
ifade ediyor; “Tasavvuf … İslamî ruh ikliminin, su gibi güneş gibi ağaç gibi ana
unsuru… Belki de hepsi birden …”199 bu satırlarda da tasavvuf, hayatın “temel
196 İhsan Soysaldı, “Ebû Tâlib el-Mekkî (Ö. 386/996)’ nin Kûtu’l Kulûb Adlı Eserindeki Bazı Tasavvufî Kavramlar”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, sayı:9 Temmuz-Aralık 2002, s. 293. 197 İbrahim Baz, “Necip Fazıl Kısakürek (Ö. 1983) ve Tasavvuf”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, sayı:10, Ocak-Haziran 2003, s. 335. 198 Mustafa Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler ( Dergâh Yay.) İstanbul 1990, s. 19. 199 N.Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu (Büyük Doğu Yay.) İstanbul 1984, s. 10.
74
yapıtaşı” gibi değerlendirilip, insan için “vazgeçilemeyecek” kadar önemli olduğu
vurgulanmıştır.
Tasavvuf; kimilerine göre ahde vefa göstermek200 diye tanımlanırken,
kimilerine göre Allah Teâlâ’da sükun bulmak201 şeklinde ifade edilmiştir. Ve yine
tasavvufun nihayetsiz bir umman202 olarak tanımlandığını görmek de mümkündür.
Madem ki tasavvuf bir ummana benzetiliyor o halde kişi, bu ummandan kendi
nasibine, kendi anlayışına göre istifade edebilecek; kimileri için bir damla belki de
derya olabilecektir.
Tasavvuf erbâbının tasavvufu nasıl anladığına dair şu örnekleri de verebiliriz:
Bu konuda Ruveym b. Ahmet şöyle diyor: “Tasavvuf, nefsi Allah ın
iradesine teslim etmektir.”203
Amr b. Osman Mekki ise tasavvufu şu şekilde tanımlıyor: “Tasavvuf kulun
içinde bulunduğu vaktin gereğine göre, o an ne yapılması gerekiyorsa onu
yapmaktır.”204
Mevlânâ olaya bambaşka bir boyut kazandırıyor. Ona göre tasavvuf, insanı
“evrensel insan”yapmanın yoludur.205
Bu tanıma göre kanaatimizce mutasavvıf, kendini gözlemleyerek ve
anlamaya çalışarak bakışını diğer insanlara çevirir. Yani enfüsten âfâka doğru bir
yönelme sözkonusudur.
Tasavvuf çok geniş ve subjektif bir kavramdır. Her bir tanım onun farklı bir
boyutunu yansıtır az önceki örneklerde de gördüğümüz gibi.
200 Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri (1) (Erkam Yay.) İstanbul 1991, s. 28. 201 Dânâ, Altınoluk Sohbetleri (1) s. 27. 202 aynı eser, s. 25. 203 Ebû Nasr Serrac Tusî, el Lüma- İslam Tasavvufu- Tasavvufla İlgili Sorular-Cevaplar, terc. H. Kâmil Yılmaz (Altınoluk Yay.) İstanbul 1996, s. 24. 204 Serrac, a.g.e., s. 25. 205 A.Reza Arasteh, Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş, çev. Bekir Demirkol, İbrahim Özdemir, (Kitâbiyât Yay.) Ankara 2000, s. 88.
75
Konuyla ilgili pek çok tanımla karşılaşmak mümkündür.206 Tanımlar
bölümünü burada bitirip, tasavvufun doğuşuna değinmek istiyoruz:
B-Tasavvufun Doğuşu ve Gelişmesi
Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında bir problemle karşılaşan insanlar bunu
kolaylıkla çözebiliyorlardı. Çünkü Hz. Peygamber hayattaydı ve onlara doğru yolu
gösteriyordu. O’nun vefatının ardından insanlar Kur’an ve Sünnet istikâmetinde
sorunlarını çözmeye devam ettiler. Ancak ne zaman fetihler yapılıp ülke sınırları
genişlemeye başladı işte o zaman birtakım sıkıntılar da kendini hissettirmeye
başlamıştı. Çünkü farklı inanışlar, alışkanlıklar, farklı yaşam tarzları, kültürler İslâm
toplumunda etkisini hissettiriyordu. Bu etki sonunda da insanlar değişik durumlar
sergiliyordu. Bir kısmı dünyevî zevkleri, malı, parayı tercih ederken diğer bir kısmı
da Hz. Peygamber’den (s.a.v) miras aldıkları sağlam inancı devam ettiriyorlardı.
İslâmî akîdeyi en üst düzeyde yaşamak isteyenlerin gayretleri sonucu Zühd
dediğimiz dönem başlamış oldu.207
“Zühdden gaye tasavvufa dönüşmektir. Kemâle eren bir zühd hareketi,
tasavvufî cereyanı doğurur. Onun için, “Zühdün nihayeti tasavvufun bidayetidir”
denilmiştir. Bu kaide hem ferdî hayattaki zühd yaşayışı, hem de ictimaî zühd hareketi
için doğru ve geçerlidir. Onun için bir buçuk-iki asır devam eden İslam zühd
hareketinin tasavvufî hareket haline dönüşmesi kaçınılmaz idi. Nitekim öyle de oldu,
ilk defa sûfi adıyla meşhur olan Ebû Haşim Sûfi’dir”.208
“....Sonraları halk bazı meselelerde ihtilafa düştüler. Bu insanlardan bir kısmı
dini vecibeleri daha dikkatli ve daha hassasiyetle yerine getirmeye koyuldular.
Bunlara Zâhid ve âbid adları verildi. Bid’at ehli de o zaman ortaya çıkmıştır. Böylece
kendi mezhebini hak kabul eden bir sürü insan grupları ortaya çıkmıştır. Bunlar
206 Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, ( Dergâh Yay.) İstanbul 1990, ss. 31-37; ayrıca bkz. William Chittick, Tasavvuf, ( İz Yay.) İstanbul 2003, s. 65; İbn Arabi, El Fütuhat El Mekkiyye, Nihat Keklik (Kültür Bakanlığı Yay.) Ankara 1990, s. 23; Serrac, a.g.e., ss. 25-26; H.Kâmil Yılmaz, Gönül Erleri, Altınoluk Dizisi(5) (Erkam Yay.) İstanbul 1991, s. 75. 207 Chıttıck, Tasavvuf, s.65. 208 Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, ss. 31-32.
76
arasında ‘her nefeste Allah ile olma’209 halini koruyup gafletten uzak kalmayı tercih
edenler, tasavvuf adıyla210 diğerlerinden ayrıldılar. Bu ad daha hicrî 2. asırdan önce
meşhur olmuştur.”211
Bu tarihten itibaren tasavvufî eğilimin tasavvufa dönüşmesini sağlayan isim
Hasan Basri (ö. 110/728) olmuştur.212 Tasavvufî kavramları ilk defa açıklayan da
Cüneyd el Bağdadî (ö. 298/910) dir.213 Tasavvuf üzerine yazılmış ilk eser olarak da
Muhasibi’ ye (ö. 243/837) ait olan “er-Riaye” yi görmekteyiz.214
C. İslâm Düşüncesindeki Tasavvûfî Anlayışın Kaynağı
Tasavvufun doğuşuyla ilgili bu genel bilgilerden sonra tasavvufun kaynağı ile
ilgili olarak şunları söyleyebiliriz:
İslâmî anlayışın farklı kültürlerle karşılaştığını belirtmiştik. Bundan dolayı
tasavvufun kaynağını yabancı kültürlerde arayanlar olmuştur. İslam tasavvufunun
İran-Bizans-Yunan ve Hint doktrinlerinin etkisi sonucu oluşmuş olabileceği
düşüncesi taraflar arasında tartışmalara yol açmıştır.215 Bu düşünceyi hadisçiler,
kelâmcılar ve fıkıhçılar reddetmiş; Gazali ise kabul etmiştir. Gazali’nin kabûlünden
sonra ise bu görüş meşruiyyet kazanmıştır.216
İslâm tasavvufunun kaynağıyla ilgili olarak; “tevbe, sabır, zühd” gibi
kavramlar hakkında şu âyet ve hadisleri örnek olarak gösterebiliriz:
A.Tevbe: Günahtan dönmek anlamındadır. Bütün dinlerde ortaktır. Tasavvufa
tevbe ile girilir. Tevbe bir uyanıştır. Nefs mücadelesinin başlangıcı da tevbedir.
209 Abdulkerim Kuşeyri, Risale, trc. Süleyman Uludağ (Dergâh Yayınları) İstanbul 1981, s. 111. 210 Tasavvuf kelimesini bir sistem olarak Hz. Peygamber zamanında görmüyoruz. Tasavvufi hayatla ilgili her türlü uygulama o dönemde mevcuttu ama ciddi bir disiplin haline gelmesi daha sonraki dönemlerdedir. 211 Hayrani Altıntaş, Tasavvuf Tarihi (AÜİF. Yay.) Ankara 1991, s. 4. 212 Altıntaş, Tasavvuf Tarihi, s. 6. 213 aynı eser, s. 15. 214 aynı eser, s. 16. 215 aynı eser, s. 13. 216 aynı yer.
77
“Rabbini hamd ve tesbih et, O’ndan af dile. Çünkü O, tevbeleri çok çok kabul
edendir”(Nasr 110/3) 217 Âyetini bu konuda misal verebiliriz.
Hz.Peygamber’in (s.a.v) şu hadis-i şerifini de konuyla ilgili olarak zikretmek
mümkündür:
“Günahtan tevbe eden günahsız gibidir. Allah bir kulunu sevdi mi ona zarar
vermez. Çünkü tevbe etmesini nasip eder.”218
B.Zühd:Vazgeçmek, ilgi duymamak anlamına gelir. Kelime olarak Kur’ân-ı
Kerim’de geçmese de anlam olarak pek çok Âyette zikredilir:
“Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın….”(Lokman 31/33)
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Asıl yurt ahiret
yurdudur.”(Ankebut 29/64)219
Peygamber Efendimiz (s.a.v) de dünya hayatının değersizliğini şu şekilde
ifade etmiştir: “Ahirete nazaran dünyanın değeri, sizden birinizin parmağını denize
daldırmasına benzer.Parmağı ile denizden aldığı suyu göz önüne getirsin.” 220
C.Sabır: Dayanmak, kendini tutmak anlamına gelir.221 Sabrın çeşitli yönleri,
Allah’ın yardımının sabredenlerle olduğu, sabrın mükâfatı gibi konular Kur’ân-ı
Kerim’de sık sık ele alınır. Konuyla alâkâlı olarak şu Âyetleri belirtebiliriz:
“Sabredenlerin alacakları ecir ve karşılık muhakkak sınırsızdır.”(Zümer
39/10)
217 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 50; ayrıca tevbe ile ilgili olarak bkz. Nur/31, Zümer/54, Tahrim/8, Tevbe/112, Furkan/71, Bakara/37/160/218, İsra/25, Necm/32, Meryem/60, Buruc/14, Mü’min/55. 218 Buhari, Da’vât, 3; İbn Mace, Edeb, 57. 219 bkz. dünya hayatı ile ilgili olarak Yunus/24, Hadid/20, Kehf/45, Al-i İmran/185, Bakara/212, Ra’d/26, Muhammed/36, En’am/32. 220 Müslim, Cennet, 5. 221 Kara, Tasavvuf ve Tarikatla Tarihi, s. 52.
78
“Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin.”(Bakara 2/45)222
Şu hadis-i şerifte de sabrın gücünü görüyoruz:
“Bir kimse sabretmek isterse Allah ona sabır gücü verir. Hiç bir kimseye
sabırdan daha hayırlı daha geniş bir şey verilmemiştir.223
D.Riyazet-Mücâhede: Terbiye etmek demektir. Tasavvufda asıl gaye nefsin
isteklerini kontrol altına alabilmektir. Bunun yolu da şehevi arzuları azaltmaktır.
Tasavvufta önemli bir ilke her şeyde itidal üzere olmak, aşırılılıklardan kaçınmaktır.
Bu sebeble belli bir istikamette, aşama aşama bu terbiyeye yönelinir.
“Geceleri pek az uyurlar, seherlerde istiğfar ederlerdi.” (Zariyat 51/17-18)
“Geceleyin kalk namaz kıl.”(Müzzemmil 73/2-4)
“Bırak onları yesinler, eğlensinler, arzu onları oyalasın. Yakında
bilecekler.”(Hicr 15/23)224
Ayetlerde de gördüğümüz gibi Allah Teâlâ, kullarından yeme içme ve uykuda
denge sağlamaları gerektiğini bildiriyor. Hadis-i şeriflerde ise bu konu şu şekilde
işlenmektedir: “Ademoğlu karnından daha fenâ bir kap doldurmamıştır.”225 “Allah’a
ve Ahiret gününe inanan ya hayırlı bir şey söylesin veya sussun.”226
E.Zikr: Anmak, hatırlamak demektir. Her an Allah’ı hatırlamak, isimlerini
zikretmek tasavvufun esasıdır. Konuyla ilgili çok sayıda Âyet ve hadis mevcuttur.
Örnek olması için burada birkaç tanesini belirteceğiz:
“Rabbini çok zikret. Sabah akşam O’nu tesbih et.”(Al-i İmran 3/41)
222 aynı eser, s. 53, ayrıca konuyla ilgili bkz. Tur/48, Beled/17, Araf/126, Hac/35, Rad/22 223 Buhari, Zekat, 50. 226 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 54, ayrıca konuyla ilgili olarak bkz. Taha/108, Ankebut/69, İnsan/26. 225 Tirmizi, Zühd, 48. 226 Buhari, İlim, 38.
79
“Allah’ı zikretmeye karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun.”(Zümer
39/23),“Beni zikrediniz ben de sizi zikredeyim”(Bakara 2/52)227
Zikretmenin önemini de bize şu hadis-i şerif göstermektedir:
“Alah Teâlâ’nın yollarda gezen ve ehl-i zikri arayan melekleri vardır. Allah’ı
zikreden bir cemaat buldukları zaman birbirlerine aradığınız buradadır, geliniz
derler.”228
İslâmî tasavvufun kaynaklarına dair bu kavramlarla ilgili kısa bir bilgiden
sonra, sûfi kelimesine tekrar dönerek bunun menşeine değinmek istiyoruz.
Sûfi kelimesinin hangi kökten türediği, ne anlama geldiği hakkında farklı
görüşler ileri sürülmüştür. Bunları şu şekilde belirtebiliriz:
1.“Safv”kökünden olduğunu düşünenler, bunun safvet, durgunluk, bulanık
olmayan anlamında kullanıldığını belirtirler.
2.Medine mescidindeki “Suffa” dan,
3.Zâhidce yaşadıkları bilinen “Benu Sufe” kabilesinin adından,
4.Yunanca Hikmet anlamındaki “sophas” tan,
5.Namaz kılanların ilk saffı anlamında “Saff-ı evvel”den türemiş olabileceği
de düşünülebilir.
6.Bir diğer görüşe göre de yün anlamına gelen “sûf” tan türemiştir.
En çok kabul edilen görüş budur. Çünkü hem dilbilgisi hem de fonksiyon
açısından böylesi daha uygun görünmektedir. O yıllarda giyilen yünlü kıyafet, zühd
hayatı yaşayanları sembolize etmekteydi.
Bu yazılanlardan hareketle şunları söyleyebiliriz :
227 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 59; ayrıca zikr için bkz. Zümer/23, Ankebut/45, İnsan/25, Ahzab/41-42, Araf/205, Tur/48-49, Rad/28. 228 İbn Hanbel, II, 359.
80
Dıştaki her suret, her kılıf, içindeki özü gösterir. Az ya da çok o özü yansıtır.
İnsan da böyledir. Nasıl düşünüyorsa, neye önem veriyorsa, fıtrî özellıkleri nasılsa
tüm bunları bir şekilde dışarıya yansıtacakatır. İnandığı, düşündüğü gibi yaşayacak,
ona göre giyinecek ve ona göre davranacaktır. Ancak şunu da ifade edelim ki sadece
dış görünüşe bakarak hüküm vermek de çok sağlıklı bir durum değildir. Çünkü işin
hakikatini sadece suretlere bakarak kavrayamayız. Nitekim Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) de bunu ifade etmektedir. 229
Sûfiliğin tarih içinde izlediği seyre bakacak olursak:
Sûfi terimi Hicri 150 tarihine kadar daha az kullanılmasına rağmen, bu
tarihten itibaren daha fazla kullanılmaya başlanmıştır. Ancak Hicri 150-200
tarihlerinde vefat eden İbrahim Ethem, Fudely İyaz, Şakik Belhi ve Dâvud Tâi gibi
ünlü zâhidler bile sûfilikten çok zühde mensubiyetle tanınmaktaydılar. Dolayısıyla
II.asrın ikinci yarısında dahi tüm zâhidleri kapsamına alan bir Sûfiyye zümresi
mevcut değildi.230
Hicri III. asırda gelişerek, daha sağlam bir zemine oturan tasavvufla beraber
artık mutasavvıfların sayısında da bir artış meydana gelmiştir. 231
Böylece doğup gelişen 232 tasavvufun amacı neydi? Ne için uğraş
veriyordu?
Bilindiği gibi, tasavvufun üzerinde durduğu asıl mesele “insan”dır. İnsanın
gerçek kimliğine ulaşabilmesi ve ilk yaratıldığı gibi ruhunu tertemiz muhafaza
edebilmesi için tedrîci olarak ona çözümler sunar ve insanın “kendisini”
bulmasına yardımcı olur.
229 “Allah Teâlâ, sizin suretlerinize ve güzelliğinize bakmaz ancak kalplerinize ve niyetlerinize bakar. ” Müslim, Birr, 33. 230 Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zâviyeler, s. 32. 231 Altıntaş, Tasavvuf Tarihi, s. 7. 232 bkz. ayrıntılı bilgi için İbrahim Sarmış, Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslam ( Ekin Yay.) İstanbul 2004, II. Bölüm, ss. 37-142; Fazlur Rahman, İslam (Ankara Okulu Yay.) Ankara 2000, ss. 193-219.
81
Abdulkâdir Geylâni de tasavvufun amacından bahseder. Ona göre:
“Tasavvufun ilk gayesi, kalbin pâk olmasını temindir. Nefsin boş arzularını kesip
atmaktır.”233
Neden kalp temizliği? İşe niçin buradan başlanmış ve bunun üzerinde
tarihler boyu ısrarla durulmuştur? Çünkü kalp, Allah Teâlâ’nın tecelligâhıdır.
Tasavvuf, kalbi eğitmek, gönle yön vermektir. Gönül de insanda
bulunduğundan dolayı tasavvufun konusunu “insan” oluşturmaktadır. Amacı ise
insanın ruhuna hitâb etmek sûretiyle onun kalbî yönünü eğiterek, onu belli bir
olgunluğa eriştirerek kemâl derecesine vâsıl edebilmektir. 234
Tasavvufun esas hedefi, insanı ihlas ile donatarak kâmil insan hüviyetine
ulaştırmaktır. 235
Bu olgunluğa ulaşabilmek, insan-ı kâmil olabilmek için farklı yöntemler
kullanılmıştır. Kimileri yalnız kalmayı (halvet) tercih ederken, kimileri zikri
öne çıkarmıştır. 236
Kim uzletle, riyâzetle ve zikirle nefsini tezkiye ederse, Allah Teâlâ da o
kulunun gönlünü, ilmini, amelini nurlandırır. 237
Tasavvufun hedefi İslâm’ı yaşatmaktır. Bundan dolayı sözden ziyâde
yaşantıya önem verir ve her an Allah’ın huzurunda olmanın şuuruyla hareket
edilmesini amaçlar.238
233 Abdulkâdir Geylânî, Sırrül-Esrar, çev. Abdülkadir Akçiçek, (Gelenek Yay.) İstanbul 996, s. 107 234 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 18. 235 Osman Nuri Topbaş, Gönül Bahçesinden- Muhabbetteki Sır ( Erkam Yay.) İstanbul 2001, s. 100 236 Bu kavramlar ileride daha ayrıntılı olarak ele alınacaktır. 237 Geylâni, Sırrül-Esrar, s. 107. 238 İbrahim Baz, a.g.m., s. 335.
82
Başta da belirttiğimiz gibi tasavvuf “hal ilmi” dir ve sistemini kendi
içinde sağlamlaştırmıştır.
Tasavvuf ehlinin birtakım özelliklerinden bahsetmenin yerinde olacağı
kanaatindeyiz:
Onların yegâne gayeleri Allah Teâlâ’dır. O’ndan başka herşeyi kalplerinden
çıkarmak için uğraşırlar. Farzları uygulayıp, haramlardan kaçınma konusunda da
çok hassas davranırlar. Dünyevî ihtiyaçlarını karşılarken de aşırılığa girmezler. Yeme
–içme, giyim-kuşam, barınma ve diğer birtakım fıtri ihtiyaçlarını en aza indirip
dengede tutmaya özen gösterirler. Hatta yeri geldiği zaman bir başkasını kendi
nefsine tercih edecek kadar büyük bir olgunluğa sahiptirler. Kadere rızâ gösterip
teslim olma konusunda da gerekeni yaparlar.239
Bu bilgilerin ışığında şunları söyleyebiliriz :
Mutasavvıf, yaratılış gâyesini unutmayan insandır. Bu dünyaya niçin
gönderildiğini ve kendisinden bekleneni daima hatırında tutmaya çalışır. Kendisinin
“kulluk” gibi bir görevle mükellef olduğunu ve bu dünyanın, ahiretin bir sermayesi
olduğunu bilir, ona göre davranır. Bu doğrultuda kendisine bahşedilen çeşitli
nimetleri de “amaç” değil “araç” olarak algılar. Ebedi mutluluğa ulaşmak için bir
araç, fıtratın gereğini yapabilmek için bir araç. ..Mutasavvıf, bu anlayışın
derdindedir...
239 Serrac, a.g.e., ss. 14 -15.
83
III. BÖLÜM
MÂRİFETNÂME’DE GEÇEN TASAVVÛFÎ KAVRAMLAR
Tasavvuf hakkında bu genel bilgilerden sonra, tezimizin asıl konusunu
oluşturan Mârifetnâme’deki tasavvufî kavramlara geçebiliriz:
A-KALB
Arapça, çevirmek, birşeyin altını üstüne getirmek mânâsındadır. Tasavvûfi
olarak da Allah’ın tecelligâhı, ilâhi latife, insanın mahiyeti anlamına gelir. Ayrıca
onu akıl ve ruh diye de ifade edebiliriz.240 Kalbe gönül, yürek, herşeyin özü ve ortası
demek de mümkündür.241
“Her yemişin çekirdeğinde kendi ağacı öz halinde bulunduğu gibi, kalpte de
bütün kâinat özleştirilmiştir. Hâsılı, kalp, bütün mevcutların hülâsa halinde nüshası
ve sonsuz sırların toplanma noktasıdır.”242 diyen Necip Fâzıl kalbin, ne kadar önemli
olduğunu dile getirmiştir.
Kalp gerçekten de tüm vasıflarla muttasıftır. O, hem melekî hem de şeytanî
uyarılara açıktır. Dolayısıyla kalp, hayır ve şerrin; takvâ ve fücûrun mücâdele
alanıdır. Bundan dolayı kalpler bir ömür boyu bu alan içinde gel-gitler yaşamaya
devam eder.243
Kalp, hem ezelî hem de ebedî nurdur. Bu kâinatın özüne yerleştirilmiştir
ve Allah, kuluna onunla nazar buyurmaktadır.244
Gazali kalbi hem somut hem de soyut anlamıyla açıklamıştır. Bedendeki kalb
somut anlamdaki kalbi ifade etmektedir. Soyut mânâdaki kalp ise rûhanî bir varlıktır
240 Cebecioğlu, a.g.e., md. “ Kalp”, s. 422. 241 Şamil İslam Ansiklopedisi ( Akit Gazetesi Yay.) c. 4, s. 252. 242 Necip Fâzıl Kısakürek, Reşahat- Ayn El Hayat, (Âlem Yay.) İstanbul, s. 29. 243 Adem Ergül, Kur’ an ve Sünnet’ te Kalbî Hayat, (Altınoluk Dergisi Yay.) İstanbul 2000, s. 12. 244 Abdülkerim İbrahim el-Cili, İnsan-ı Kâmil, terc. Seyyid Hüseyin Fevzi Paşa (Kitsan Yay.) 1996, c. 2, s. 86.
84
ve insanın hakikâtidir. Mükellef olan, muhatab alınan, anlayan ve ârif olan da işte bu
kalptir. 245
İbrahim Hakkı kalbe çok önemli mânâlar yükler. Ona göre :
“Kulların kalpleri Mevlâ’ nın nazargâhıdır. Şu hâlde kalbi mâsivâdan
pak etmek, her tâatten evlâdır…İnsan kalbi Rahmân’ın kapısıdır ki kul,
Mevla’sı huzurunda duracak mekândır… Gönül, bir Rabbânî lütuftur.” 246
Madem ki kalp, nazargâh-ı ilâhi, o halde kalp için “Beytullah”(Allah’ın evi)
ifadesini kullanmak yanlış olmasa gerek. Madem ki o evin yüce bir sahibi var, o evi
sahibinin dilediği şekilde tasarruf etmelidir ve bu mekânı tertemiz tutarak onu
gerçek sahibine gereği gibi bırakmalıdır. “Beytullah” seviyesine çıkarılabilen bir
kalp de birbirinden güzel vasıflarla ve üstün özelliklerle247 nitelendirilmektedir.
Ve mâdem ki kalp böylesine değere sahip bir aynadır; o halde Hakk’ın
her an nazar buyurduğu248 böyle bir ayna elbetteki kırılıp atılabilecek rastgele
bir cisim değildir.249
Kanaatimizce insan için bundan daha büyük, daha şerefli bir durum olamaz.
Düşünün ki Allah Teâlâ kalbinize nazar buyuruyor ve belki bunu günde kaç kez
tekrarlıyor. Böylece insan bu iltifata günde defaatle mazhar oluyor. Bir kalbi
incitmek, bu tecelligâha aykırı düşmek anlamına geldiği için bu konuda bu denli
hassasiyet gösterilmiştir.
Aslında bu kalp aynası her insanda mevcuttur. Ama nefs ve gaflet perdesiyle
kirlenmiştir. Dine uymakla, ibadet ve taate devamla, zikre önem vermekle, zühd ve
245 İmam Gazali, İhyâ- u Ulumi’ d- Din ( Bedir Yay.) İstanbul 1975, c. 3, s. 11 ; ayrıca bkz. Ergül, a.g.e., s. 96; Gazali, kalbi “ruhun hakikati” anlamında kullanmaktadır. (Bkz. İmam Gazali, Kimya –yı Saadet, Bedir Yay., s. 19 ) 246 Mârifetnâme, s. 286. 247 Tahir Hafızalioğlu, Gayb Bahçelerinden Seslenişler (İnsan Yay.) İstanbul 2003, s. 237. 251 Kara, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 179. 249 M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri (1) (Nil Yay.) İzmir 1996, s. 51.
85
takvayla bu aynayı parlatmak mümkündür.250 İnsandaki bu ayna temiz, saf ve cilalı
olursa birtakım sırlar ona yansır ve onda görünür.251 Ve eğer beden, ruhun
emrindeyse, kalp ruhlar âlemi yoluyla aldığı feyzleri bedene taşır ve orada huzur
meydana gelir.252
Gazali de insan kalbinin aslında bir ayna olduğundan bahseder :
“İnsanın kalbi, yaratılışının başlangıcında, parlak ayna yapılan demir gibidir.
Bütün âlem bu aynaya sığar. Dikkat edilirse böyle olur. Edilmezse tamamen pas
tutar. Artık ayna yapılacak hali kalmaz.” der253 ve şu Âyeti delil getirir: “Hayır,
hayır ! Bilakis yaptıkları sebebiyle kalpleri paslanmıştır.”254
Ona göre kalp parlak bir ayna gibi işlem gördüğünden, kötü ahlâk bu aynanın
parlaklığını gideren is ve karartıdır. Buna mukâbil güzel ahlâk bu aynaya daha çok
parlaklık katan bir nur ve ışık gibidir. 255
Açıklamalarda da gördüğümüz gibi kalp gerçekten de tıpkı bir ayna misâli,
içinde barındırdığı duyguları dışarıya yansıtır.
Bildiğimiz kadarıyla her insanda Allah Teâlâ’ nın isim ve sıfatlarının nüveleri
bulunmaktadır. Aslında her bir kul, farkında olmasa da Allah’ın bu esmâsını
yansıtmakla mükelleftir. Bu da ancak, orjinalliğini ve parlaklığını kaybetmemiş bir
kalp aynasıyla mümkündür.
İbahim Hakkı konuyla ilgili pek çok âyet zikretmiştir. Onlardan birkaçını
örnek olarak verebiliriz:
250 Mârifetnâme, s. 293. 251 Hafızalioğlu, a.g.e., s. 46. 252 Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri (1) s. 46. 253 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 25. 254 Mutaffifin / 14. 255 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 25; ayrıca bkz. Gazali, İhya, c. 3, s. 29.
86
“Bilin ki Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz O'nun huzurunda
toplanacaksınız”256
“Çünkü O, göğüslerin özünü bilir” 257
Kalp, kul ile Allah arasındaki bağlantıyı sağlayan en önemli unsurdur. O
halde kalbin en büyük ilacı Allah'ı hatırlamak olacaktır. Bu konuyla ilgili şu âyeti
ifade edebiliriz: “Bilin ki ancak Allah'ı anmakla kalpler yatışır ve huzur bulur.”258
Kalbin gıdası, Mevlâ’nın sevgisine ve mârifetine ulaşmaktır. Zira kalp,
yaratılışı icâbı kendi sahibini bulunca salâhiyete kavuşur.
Kalbin helâki ise, Mevlâ’ dan gâfil olup, mâsivâya yönelmektir ve nefse tabi
olup dünya endişesine dalmaktır. 259
Gazali’ye göre de kalbin pasını gidermek Rabb’ in huzurunda olmakla
sağlanabilir. “Kalbi cilalandıran, şehevi arzulardan uzaklaşıp taat ve ibadete
teveccüh etmektir.”260
Kanaatimizce, insanı ve kalbi en iyi tanıyacak olan; elbetteki onu yaratandır.
Aslı itibariyle de kalp Rabbine müteveccih bulunduğundan; mutmain olması ancak
sahibinin huzurunda kalmasıyla mümkündür. Âyetin de ifade ettiği gibi bunun
dışında hiçbir şey kalbi huzura erdiremez.
İbrahim Hakkı, Allah’a ulaşmak isteyen bir kulun, çalışması gerektiğini,
gönlünü güzel ahlâkla süsleyip, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yolundan gitmesini tavsiye
256 Enfal/24. 257 Enfal/43. 258Rad /28, ayrıca bkz. Şûra/89, Bakara/74, Hacc/46, Secde/9, Ahzab/4, Mü'minun/78. 259 Sâdık Dânâ, Tasavvuf ve Mârifetullah ( Erkam Yay.) İstanbul 1995, s. 34. 260 Gazali, İhya, c. 3, s. 31; ayrıca kalbin cilası olarak zikrullah da belirtilmektedir. Kalpte iyi akis olabilmesi zikre devamla mümkündür. Konuyla ilgili olarak şu beş madde de önem arz etmektedir : a)Salihlerle beraber olmaya özen göstermek, b) Kur’ ân- ı Kerim okumaya a’zami dikkat etmek, c)Gece na maz kılmak, d)Seher vakti Rabb’ e yönelmek, e)Mideyi mümkün olduğunca fazla doldurmamak da kalp parlaklığını artıran unsurlardandır (Bkz., H.Kâmil Yılmaz, Gönül Erleri (Erkam Yay.) İstanbul 1991, s. 146)
87
etmektedir. Ayrıca yeme-içme-uykuyu azaltıp riyâzetini tamamlamasını söylemekte
ve şu hatırlatmada bulunmaktadır: “Şu halde kalbin tasfiyesini ve nefsin
temizlenmesini isteyen kimseye lazımdır ki, beş duyu yollarını tıkaya.”261 Bedenini
dünyevi şeylerden temizledikten sonra, gönlünü de mâsivâdan temizlemek için
uğraşmalıdır.262
İnsandaki en önemli merkezin kalp olduğunu ve Allah'ın, kulunun daha
ziyâde kalbini dikkate aldığını Peygamber Efendimiz (s.a.v) ifade etmiştir.
Yazarımız da bununla ilgili olarak şu hadis-i şerifi kaydediyor:
“Gerçekte Allah Teâlâ, sizin sûretinize ve güzelliğinize bakmaz lakin
kalplerinize ve niyetinize bakar”263
Anladığımız kadarıyla önemli olan öz’dür, çekirdektir. Dıştaki kabuk ise
koruyucu ve surettir. Kabuk ne kadar güzel olsa da çekirdeği sağlam ve iyi değilse
sonuç hüsrandır. Tıpkı bunu gibi insan için de asıl olan kalp ve orada taşıdığı
niyetidir. Niyet ne kadar hâlis ve iyi olursa insan da o oranda değer kazanır. Aksi
taktirde kişinin sahip olduğu güzellik onun özünü etkilemez. Ancak şu kadarını ifade
edelim ki, insanın iç güzelliği ve kalbî kemâlâtının şuaları kişinin suretine
yansıyarak ona ayrı bir güzellik katar.
Nitekim Gazali de, “Her bardak içinde ne varsa dışında o gözükür.”264
diyerek insan kalbinin, taşıdığı duygu ve düşünceleri yansıtma özelliğinin
bulunduğunu ifade etmektedir.
Kalp ve niyetin önemine dair bir noktayı daha ifade etmek istiyoruz ki;
insanın, niyeti sayesinde, yaptığı günlük işleri ibadet hükmüne geçmektedir. Çünkü
işin temelinde Hakk’ın rızâsı, O’nun hoşnutluğu vardır. Yapılan basit bir fiilin,
261 Mârifetnâme, s. 298. 262 Mârifetnâme, s. 298. 263 Müslim, Birr, 33. 264 Gazali, İhya, c. 3, s. 7.
88
sünnet-i seniyye sevabı kazandırmasında da Allah Rasûlü’ ne benzeme düşüncesi,
O’nun gibi olma niyeti yok mudur?
İnsan bedenindeki kalbin bir kumandan gibi işlediğini ve bedenin diğer
organlarının da ona göre şekillendiğini şu hadis-i şerif bize hatırlatıyor :
“Dikkat ediniz insan bedeninde bir et parçası vardır. O iyi oldu mu bedenin
diğer organları da düzgün olur ve o bozuldukça bedenin diğer organları da bozulur.
O, insan kalbidir.”265
Gazali de bir benzetme yaparak kalbin ne kadar önemli olduğunu ifade eder.
“...Beden bir şehre benzer. Kalp bu şehrin padişahıdır.”266 Bir şehir için idareci ne
kadar önemliyse, beden için de kalp aynı derecede önem taşır.
İnsan bedeninde, sahip olduğumuz bu gözlerden başka bizim idrâkine
varamadığımız ve çoğu zaman unutup ihmal ettiğimiz bir de kalp gözümüz vardır ki
asıl dikkatle üzerinde durulması gereken odur. Halid b. Sa’dan der ki :
“Hiçbir kul yoktur ki başında iki gözü bulunduğu gibi kalbinde de iki gözü
bulunmasın. Baş gözleriyle dünya işlerini, kalp gözleriyle de ahiret işini görür. Allah
bir kuluna hayır murat ettiği zaman o kulun kalp gözlerini açar ve Allah’ın ona
gaybda va’dettiği şeyi görür. . .” 267 Nitekim Allah Teâlâ’ da “. ..Doğrusu gözler kör
olmaz, ancak sînelerdeki kalpler körelir.” 268 buyurarak dikkatlerimizi kalbe ve onun
korunmasına yönlendirmemizi istemektedir.
İbrahim Hakkı kalbin üç çeşidinden bahseder: Birincisi "ihsan bekleyen
kalp”. Allah'ın ihsanını, lütfunu dilemektedir. İkincisi "rıza bekleyen kalp". Allah'ın
265 Buhari, İman, 39; Müslim, Müsâkat, 107; İbn Mace, Fiten, 14. 266 Gazali, İhya, c. 3, s. 13; ayrıca bkz. Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 21. 267Muhammed b. Abdullah Hâni, Âdâb, trc. Ali Hüsrevoğlu ( Erkam Yay.) İstanbul, s. 203. 268 Hac / 46.
89
rızâsına nâil olmayı arzu eder. Üçüncüsü de "kavuşma bekleyen kalp.” Bu da
Rabbine kavuşmayı, vuslata ermeyi istemektedir.269
İbrahim Hakkı, insan için kalbi mâsivâdan temizlemenin en büyük ideal
olduğunu ve bunu başarabilen insanın da pek büyük bir makamda bulunduğunu
belirtiyor. Ayrıca gâfil olan kalbin karanlıklarda kalmış olduğunu da şu şekilde ifade
ediyor:
"Gafil kalp, zindan karanlığından korkmuş ve sıkışmıştır. Kalbi mâsivâdan
pak eden, ârif ve kâmil insandır ve cihanın sultanıdır.”270
Gazali’ye göre de tertemiz bir kalp Allah Teâlâ katında en değerli uzuvdur:
“... Mâsivâdan arındığı zaman, Allah’a yaklaşıp saadete eren ve felah bulan
bu kalp olduğu gibi, mâsivâyı içine alıp gizlediği zaman da şekavete yönelip
hüsranda kalan yine bu kalptir. 271
Konunun başında da ifade ettiğimiz gibi kalp hem hayra hem şerre, hem hak
hem de bâtıla yönelebilme özelliğine sahiptir. İnsan zaman zaman doğru istikamette
gidişini sürdürür, sırat- ı müstakim çizgisini koruyabilir ancak kimi zaman da olur ki
çizgiden oldukça uzaklaşıp kalbini yanlış kapılara açmıştır ama farkında bile
değildir. İşte insana yüklenen vazife de burada ortaya çıkmaktadır. Yani çizgiyi
aşmamak ve kalbin muhafazasına çalışmak. Beşer elbetteki yanlışlık yapabilir ama
önemli olan bunu farkettiği zaman tekrar kalbine bir nazar kılıp, onun sesine kulak
verebilmesi; kalbini mâsivâya kapatıp, bu hânenin gerçek sahibine rücû
edebilmesidir.
269 Mârifetnâme, s. 286; kalbin çeşitleri hakkında Hatim –i Esamm’ın yaptığı şu tasnifi de örnek olarak verebiliriz. O, kalbi beşe ayırır : a) Ölü Kalp: Kâfir ve imansızların, b) Hasta Kalp: Günahkar olarak nitelenenlerin, c)Gâfil Kalp:Nasibsiz diye vasıflandırılan grubun, d) Uyanık Kalp: Meşguliyeti Hakk olanların, e) Diri Kalp: Allah’a karşı sorumluluğunu ve kulluğunu bilip, O’nun azametine sığınanların sahip olduğu kalptir. ( bkz. Yılmaz, Gönül Erleri, s. 139 ) Burada aşamalı bir şekilde Hakk’a yönelen kalp tasnifini görmekteyiz. 270 Mârifetnâme, s. 287. 271 Gazali, İhya, c. 3, s.7.
90
İbrahim Hakkı, akıl ve kalp arasında ilişkiler kurar. Aklın, kalp için ne derece
önemli olduğundan bahseder ve şöyle der: "Akıl, insan ruhunun içidir. O, Rabbâni,
latif bir cevherdir. Akıl, gönülde parlayan bir nurdur. Onda hak ile batılı ayırır. Akıl,
his ve kıyastan üstündür. Zira o, Mevlâ’nın gizli sırrıdır. Akıl Yezdan’ ın veziridir.
Akıl insan kalbinin hayatıdır.”272
Gazali, aklın kalp için ve kalbe yardımcı olması aracılığıyla yaratıldığını
ifade eder.
“...Duygular, akla hizmet ediyorlar. Akıl ise, kalp için yaratılmış olup, onun
mumu, kandili olmak, ona ışık tutmak içindir. Bunun nuru ile Allah Teâlâ’yı görür.
Kalbin cenneti budur. Demek ki akıl da kalbin hizmetçisi oldu. Kalbi ise, Allah
Teâlâ’nın cemâline bakmak için yaratmışlardır. . .”273
Anladığımız kadarıyla insan, yaratılışı icabı çift yönlü olarak techiz
edilmiştir. O, bir yönüyle pozitif değer taşırken; diğer yönüyle de negatif değerlere
sahiptir. Hayra ve şerre, nefse ve ruha yönelebilmesi de bunu göstermektedir. Çünkü
herşey zıddıyla bilinmektedir.
Kanaatimizce bu iki yön aslında birbirini tamamlayan iki önemli boyuttur.
Akıl ve kalp de böyledir. Uyumlu çalıştıklarında çok güzel sonuçlar meydana
gelebilir.
İbrahim Hakkı’nın da belirttiği gibi kalpde daha ziyâde duygular ağır basar.
Sadece kalbin sesini dinlemek her zaman işe yaramayabilir. İşte o zaman akıl
devreye girer ve kalbe yol gösterir. Aklın görevi bu esnada daha bir artar. Çünkü
akıl, kalbi gerçek nura götürecektir.
272 Mârifetnâme, s. 289; ayrıca akılla ilgili olarak bkz. Muhammed İhsan Oğuz, Saadet Anahtarı (Oğuz Yay.) İstanbul 1999, s. 288. 273 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 22; ayrıca aklın fonksiyonuyla ilgili olarak bkz. İskender Ali Mihr, Mutluluk Tasavvuf İslâm (Mihr Vakfı Yay.) İzmir 1990, s. 316; Oğuz, a.g.e., s. 286.
91
Bu derece önemli olan akıl kulluğu idrak etmede bir vesiledir. "Akıl bir alettir
ki, kulluğu bilmek için gönülde hasıldır "274 diyen İbrahim Hakkı, aklın kulluğu
ifade etmesindeki önemini belirtmektedir.
İbrahim Hakkı’nın belirttiği gibi dinin emirleriyle muhatab olmak için akıl da
önemli bir şarttır. Zira Kur’ân’daki ifadelere baktığımızda “akıl sahipleri” diye
seslenildiğini görürüz. Nitekim bu akıl sayesindedir ki insan, vahye muhatab olmuş
ve “halife” sıfatını kazanmıştır.
Akıllı insan, az konuşur ve doğruyu söyler. Allah'tan başka herşeyi kalbinden
çıkarmaya çalışır, ahlâkını güzelleştirmek için uğraşır.275
İbrahim Hakkı’ya göre, kalbin merkezi yürektir. Yüreğin ortasında bir siyah
nokta vardır ki, sırları açan bir anahtardır. "Süveyda" denilen bu nokta, iç güneşinin
doğuş yeridir.
Bu siyah nokta, cihânın ruhudur ki, ismi cenân (kalp, gönül)dır. Hislerin ve
kuvvetlerin özlerinin özüdür. Beden hisleri çalışmadığında, canlı kalan ve rüya
gören; işte burasıdır.276
Bu “süveyda” noktası, insanın mânevi güneşidir. Soyuttur, renksiz ve
şekilsizdir. Onun belli bir boyutu da yoktur. Beşeriyet sınırlarından arınabilirse; ezelî
ve ebedî bir nur meydana gelir.277
İbrahim Hakkı, kalbin bu merkezinin iki yönlü bir ayna olduğunu ve bir
tarafıyla gayb âlemini, diğer tarafıyla da şehadet âlemini yansıttığını belirtiyor.278
274 Mârifetnâme, s. 289. 275 Mârifetnâme, s. 289 276 Mârifetnâme, s. 292. 277 Hafızalioğlu, a.g.e., s. 237. 278 Mârifetnâme, ss. 293, 302; ayrıca konuyla ilgili bkz. Gazali, İhya, c. 3, s. 45; Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, s. 45; Hafızalioğlu, a.g.e., s. 45.
92
Açıklamalarda da ifade edildiği gibi insan bir yandan dünyevi yaşantısını
sürdürüp maddî yönüne hizmet ederken diğer taraftan uhrevî hayata hazırlanıp
ruhunu beslemektedir. Bundan dolayı insan hem şu içinde bulunduğumuz şehadet
âlemiyle hem de gayb âlemiyle irtibatlıdır. Bu iki dünya arasında gel-gitler yaşayan
insandan gönül perdelerini aralayarak kalp gözüne yönelmesi beklenmektedir. Ancak
bunun için de insanın mücadeleci ruhunu kaybetmemesi gerekmektedir.
Gazali de insanın bağlantılı olduğu iki âlemden bahseder. Ona göre, kalbin
içinde cismanî âlem denilen ve duyu organlarıyla hissedilen bir âlem vardır.
İnsanların çoğu bunu bilir, bununla algılarlar. Bundan başka bir de ruhanî âlem
denilen ve duyu organlarıyla hissedilemeyen ve insanların pekçoğunun idrak
edemediği bir âlem daha vardır ki çözülmesi gereken işte budur. Bu dünyaya yönelik
yaratılmış olan hisler elbetteki meleküt âlemini anlayamaz. Perde olan bu dünyevî
hisleri aradan kaldırmadıkça da hakikâte erilemez, o ulvi âleme yol bulunamaz.279
Kalbin kendi âlemiyle ilgili olarak İbrahim Hakkı şunları anlatır ve üç farklı
insan çeşidinden bahseder :
İnsan, ruhlar âleminde yaratıcısını görmüş ve O’nun “Elestü bi rabbiküm?”
(Ben sizin rabbiniz değil miyim?) hitabına “Gâlu Belâ” 280 diyerek, Rabbini
tanıdığını ifade etmişti.281 Ancak insan bedenine yerleşince geldiği kaynağı
unutmaya yüz tutmuş ve sonuçta kulluğa cevap veriş şekline göre üç farklı sınıf
oluşmuştu: Dünyaya gönderiliş amacını umursamayıp nefsinin doğrultusunda
ilerleyenler birinci grubu oluşturuyordu. Bir kısmı da asıl amacın kemâle ermek
olduğunu biliyordu ama onda da nefs baskındı. Bu grup aslına döner ama yine de
aldanmış durumdadır çünkü beklenen ilerleme sağlanamamıştır. Üçüncü grup ise
beklenene cevap vermiş, asıl gayeyi unutmamıştı.282 Böylece herkes kendi
kulluğunu ortaya koymuştu.
279 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 28. 280 Araf /172. 281 Mârifetnâme, s. 297. 282 Mârifetnâme, s. 302.
93
Kanaatimizce bu çağrıya cevap veriş şeklindeki farklılık tüm insanlık tarihi
boyunca sözkonusu olmuştur ve olacaktır. Nitekim peygamberlerin hayatlarındaki
tebliğ faaliyetleri de bunu göstermektedir. Kimi hemen itaat etmiş, kimi ise inadına
devam etmiştir. Çünkü her insanın ruhsal duyarlılığı, fıtrî özelliği ve kişiyi etkileyen
birçok faktör birbirinden farklıdır. Ancak insan, kendisini cezbeden tüm unsurlara
rağmen yaratılış gerçeğini bir kez daha hatırlayarak fıtratının gereğini yapmalıdır.
Ruhun seyr ve seferini İbrahim Hakkı şöyle anlatıyor:
İnsan ruhunun bu beden âleminden önce ruhlar âleminde bulunduğunu, ruhlar
âleminden önce de ama âleminde olduğunu söylüyor. 283
Bu âlemlerle ilgili iki tasniften söz ediliyor. Onları şu şekilde belirtebiliriz:
1)Âlem-i Ama: Mânâlar âlemi de denir. Allah’ın ezeli ilminde olan
sûretlerden ibârettir. Aslı Lâhut âlemidir (uluhiyet). Bu âlem hakkında “Hakikatü’l-
Hakaik”(Hakikatlerin hakikati ifadesi kullanılmıştır)284
2)Âlem-i Meleküt: Ruhlar âlemi de denir. Bu âlemin ehli melekler, ruhlar,
nefislerdir.
İkinci ve üçüncü âlem arasında iki farklı âlem daha vardır:
a)Misal âlemi: Berzah da denilebilir. Keşf ehli bütün ruhları burada görür.
b)Hayal âlemi: Aslı misal âlemidir.
3)Mülk âlemi: Şehadet âlemi demek de mümkün. Felekler ve yıldızlar âlemi,
unsurlar ve bileşikler âlemi de denir. Bu âlem de kendi içinde ikiye ayrılır:
a)Ulvî âlem: Meleküt âlemiyle bağlantılıdır. Arş, Kürsi ve yedi kat Gök
bunun içindedir.
b)Süflî âlem: Mülk âlemine bağlıdır. Dört unsurdur.(toprak, su, ateş, hava) 285
283 Mârifetnâme, s. 301. 284 Abdulkerim İbrahim el Cîlî, a.g.e., s. 184. 285 Mârifetnâme, s. 301; ayrıca konuyla ilgili olarak bkz. İbn Arabi, El- Fütühat El- Mekkiyye, ss. 384-385.
94
B. MÂRİFETULLAH
“Mârifet’’, masdar olarak “bilmek, tanımak, ikrar etmek” anlamında; isim
olarak da “bilgi” mânâsında kullanılan Arapça bir kelimedir. Tasavvûfi açıdan ise
Allah’ın (c.c.) sıfatları, fiilleri, isimleri ve tecellileri hakkında mânevi yaşantı sonucu
direkt olarak elde edilen bilgidir.286
Mârifet, sûfilerin rûhâni tecrübeleri yaşamaları ve ilâhi halleri tadmaları
sonucu ulaştıkları bilgi çeşididir. Bu şekilde Hakk’a dâir varılan bilgiye mârifetullah,
bu bilgiye sahip olan kişiye de ârif denir.287
Mârifet, sözle anlatılması mümkün olmayan bir bilgi ve aydınlanma
hâlidir.288
İbrahim Hakkı’ya göre mârifet, gönülde bir nurdur, Allah’ın şânını
yüceltmektir. O, gönül âleminin güneşidir, büyük bir hazinedir. Mârifet, gönülde bir
damladır ki, o, ruh için önemlidir.289
Tanımlardan anladığımız kadarıyla mârifete tecrübî olarak ulaşılmaktadır ve
bu tecrübe insanı birtakım bilgilerle donatmaktadır.
Kanaatimizce mârifetin meydana gelmesinde “insan” önemli bir etkendir.
Çünkü tanıma eylemini gerçekleştirecek olan, insanın bizzat kendisidir. Bu sebeble
öncelikle insan faktörüne değinmenin doğru olacağı kanaatindeyiz.
İnsan...Yüce değerler atfedilen, bütün bir kâinat, hizmetine sunulan, “kulluk’’
gibi bir makama muhatap olan, hâlâ tam mânâsıyla çözülememiş olan varlık.
İbn Ârabî insanı şu ifadelerle tanımlamaktadır:
289 Süleyman Uludağ, “Mârifet”, TDVİA, c. 28, s. 54. 290 Süleyman Uludağ, a.g.e., md. “Mârifet”, s. 316. 288 Süleyman Uludağ, “Mârifet”,TDVİA, c. 28, s. 55. 289 Mârifetnâme, ss. 387-388; ayrıca Mârifetin tanımı için bkz. Ahmet Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor (5) (Nil Yay.) İzmir 1993, s. 16.
95
“İnsan gerçek olarak halifedir. O, gerçek olarak ilahi isimlerin mazharı (
zuhur ettiği yerdir) dir. O bütün âlemin hakikatlerini cami (toplayan)’dır.”290
Aslında her insan kendi içinde bir âlemdir. Kâinatın küçük bir nüshasıdır. O
sebeple insana küçük âlem, kâinata büyük âlem diyebiliriz.291
Bildiğimiz gibi, insanda madde ve mânâ boyutu292 birleşerek onu en
mükemmel varlık293 konumuna getirmiştir. İnsan, cismâni boyutuyla dünyevi yönünü
devam ettirirken, mânâ boyutuyla da yüksek derecelere ulaşabilmek için
çabalamaktır.
O halde insanı farklı kılan, onun diğer canlılara göre Rabbine muhatap
olmasını sağlayan nedir? Onun bu mânâ yönü. Çünkü Âyet-i kerime bunu ifade
ediyor: “Ona ruhumdan üfledim.”294 Ruh, Allah Teâlâ’ya ait olduğuna göre, ruhun
tatmin olması, ancak onu yaratanın istediği doğrultuda gitmekle olur. Bu sebeple
insan, fâni olmayanı aramaktadır.
İnsan, kendi âlemine yönelip, iç dünyasına nazar kıldığında; ebediyetten ve
ebedî zâttan başka hiçbir şeyle tatmin olamayacağını anlayacaktır.295
Peki amaç neydi? İnsana neden bu kadar değer verilmişti ve karşılığında ne
isteniyordu?
İnsan “halife”296 olarak yaratılmıştı. Karşılığında ise “kulluk”297 isteniyordu.
“Ben, insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” 298 buyuruyordu
Yaratan.
290 İbn Arabi, El- Futuhat El- Mekiyye, s. 434. 291 aynı eser, s. 436; ayrıca bkz. Mehmed Kırkıncı, Hikmet Pırıltıları ( Zafer Yay.) İstanbul 1992, s. 131; William Chittick, Hayâl Âlemleri, çev. Mehmet Demirkaya, (Kaknüs Yay.) İstanbul 1999, ss. 52-54; insan kelimesi hakkında ayrıntılı bilgi için ve insanla ilgili Kur’an’ın üç gerçeği hakkında bkz. Muhammed İkbal, İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, çev. N.Ahmet Asrar ( Birleşik Yay.) İstanbul, s. 117,133-134; Dinç, a.g.e., s. 49. 292 M. Fethullah Gülen, Prizma (1) (NilYay.) İstanbul 1997, ss. 88-89. 293 Chittick, Tasavvuf, s. 183. 294 Hicr/29. 295 M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla (4) ( Nil Yay.) İstanbul 2001, s. 68.
96
Mutasavvıfların birkısmı âyette geçen “ibadet etsinler” şeklindeki ifadeyi
“beni tanısınlar” şeklinde yorumlamışlardır. Çünkü ibadet edilebilmesi için ibadet
edilenin bilinmesi gerekmektedir. Zira bilinmeyen bir varlığa ibadet mümkün
değildir.299
Kanaatimizce bu görüş konuya uygun düşmektedir. Nitekim insanın,
hakkında az ya da çok hiçbir mülahazası bulunmayan bir varlığa yönelmesi kendi
fıtratını da aşan bir durumdur. Çünkü insan tanımadığı bir objeye karşı mesafelidir.
Ancak tanıma ve bilgi sahibi olma gerçekleşirse o taktirde kul yanlış inançlarından
uzaklaşarak o varlığa yönelebilecektir.
İnsandan beklenen fıtrî vazife Allah’a itaat ve kulluktur. Çünkü masrafı şu
kâinat olan insanlar bu dünyaya sadece maddî bir amaç uğruna gönderilmemiştir.
Dolayısıyla insanın da bu kadar lütf-u ilâhi’ye tefekkür, şükür ve ibadetle mukâbele
etmesi beklenmektedir300
Açıklamalarda da belirtildiği gibi en değerli varlık olarak yaratılan insan için
sayısız düzenlemeler, sayısız nimetler301 var edilmiştir. Şuurunu ve vicdanını
kaybetmemiş her varlık bunca güzellikler ve lütuflar karşısında duyarsız
kalamayacak, Rabb’ine yönelecektir.
Muhammet İkbal’in kulluğun bir gereği olan ibadete bakış açısı çok
mânidardır : “...Dua ve ibadet ister kişisel ister toplumsal olsun, kâinatın dehşet
verici sessizliği içinde, insanoğlunun kendisine, bir cevap bulmak için hissettiği derin
296 Bakara/30. 297 Gülen, Fasıldan Fasıla (4) s. 48. 298 Zariyat/ 58. 299 Süleyman Uludağ, “Mârifet”,TDVİA, c. 28, s. 55; ayrıca sûfiler Zümer /22 ve Enfal /29’ da geçen “nur” ve “furkan” kelimelerini de “mârifet” anlamında kullanmışlardır.. 300Kırkıncı, a.g.e., s. 17; ayrıca bkz. Ebu’l- Kâsım el- Hüseyin b. Muhammed el Ma’ruf Râgıb el İsfehâni, İslâm’ın Ahlâki İlkeleri, trc. Abdi Keskinsoy (Beşikçi Yay.) İstanbul 2003, s. 52; Serrac, a.g.e., s. 553. 301 Nahl /18.
97
hasret ve şiddetli arzusunun ifadesidir. Bu öyle bir buluşun eşsiz sürecidir ki, onunla
gerçeği arayan, kendi zatını inkar ettiği sırada kendi zatını ispatlamış olur. ..” 302
Kanaatimizce, büyük âlem karşısında küçük âlem olan insan, kendine ve
etrafına şöyle bir baktığında âcizliğini anlayacak ve Rabb’ini hatırlayıp ibadete
koyulacaktır. “Nefsini bilen Rabb’ini bilir.”303 sırrı da bunu dile getirmiyor mu
zaten?
Sûfiler, insanın kendini bilmesinin önemine birtakım âyetlerin işaret ettiğini
söylerler ve şu örnekleri verirler: “İnsanlara âfâkta ve nefislerinde âyetlerimizi
göstereceğiz ki onun hak olduğu âşikâr olsun.” (Fussilet /53)
“İnancı tam olanlar için yeryüzünde âyetler vardır, nefislerinizde de öyle,
görmüyor musunuz?” (Zâriyat /21)
Sûfiler bu delillerden hareketle Allah’ın (c.c.) iç ve dış âlemde tecelli
ettiğini, ancak iç âlemdeki tecellinin daha açık ve kesin olduğunu kabul ederler.
Dolayısıyla insanın kendi varlığı ve hayatın gayesi hakkında sorgulamalar yapması
onun kendisini tanımasını ve buna bağlı olarak da Hakk’ı bulmasını sağlar.304
İslâm ahlâk literatüründe nefs hakkında bilgi sahibi olmak insanın kendi
kişisel özelliklerini, zaaflarını ve yeteneklerini keşfetmesi demektir. Bu ahlâki çaba
sonucu insan, ruhundaki negatif duygulardan uzaklaşıp, benliğini olgunluğa
kavuşturur. 305
302 İkbal, a.g.e., s. 129. 303 Ebu Said el Harraz’ın “Nefsinde olanı bilmeyen rabbini nasıl bilebilir” sözü zamanla “Nefsini bilen rabbini bilir” şeklinde tasavvûfi bir vecîze halini almış ve hadis olarak literatüre geçmiştir. (bkz., Süleyman Uludağ, “Ma’rifet-i Nefs”, TDVİA, c. 28, s. 57) 304 Süleyman Uludağ, “Ma’rifet-i Nefs”, TDVİA, c. 28, s. 57; ayrıca bkz. Cebecioğlu, a.g.e., md. “Mârifet-i Nefs”, s. 487. 305 Süleyman Uludağ, “Mârifet”,TDVİA, c. 28, s. 56.
98
İnsanın nefsini tanıması, Rabbini tanımasının ilk basamağı; Rabbini bilmesi
de nefsini bilmesinin sonucudur. Dolayısıyla insan, nefsinin sıfatlarında ârif oldukça
Rabbinin sıfatlarını daha iyi anlayacak, daha iyi kavrayacaktır.306
İbrahim Hakkı’ya göre kendini bilen, Allah’a yakınlaşır, mârifet ve ilme vâkıf
olur.307
Gördüğümüz kadarıyla, “Nefsini bilen Rabini bilir” sırrını anlayan insan,
kendi benliğine eğilecek, varlığını sorgulayacak, hangi gâye için vücud bulduğunu
anlamaya çalışacak ve bu tefekkürî muhasebe sonucu Yüce Yaratıcı’ya dönecektir.
Bu dönüş de onu gerçek kimliğine ulaştıracak ve benliğinin, kul olmanın gereğini
yapabilecek bir anlayışa kavuşturacaktır. Böyle bir idrâke erişen birey de artık
kendindeki pozitif ve negatif yönlerinin hesabını yapabilecek, ruhunu başlangıçtaki
o saflığına eriştirebilecektir.
Şunu ifade edelim ki insanın, Rabbi hakkında ulaşacağı bilgi, kendisi
hakkında sahip olduğu bilgiyle doğru orantılı olduğundan; nefs hakkında ne kadar
çok hakikâte sahip olunursa Mevlâ’ya yakınlık o nisbette artacaktır. Zira bu, içten
dışa doğru bir açılımın ifadesidir.308 Kendi varlığından yola çıkan insan bu varlığı
var edeni anlayacaktır.
Mârifetullah seviyesini artıran önemli bir başka faktör de nefsin
kötülüklerinden uzak kalmaktır. 309 Çünkü kanaatimizce nefs, insanı doğru yoldan
uzaklaştırıcı ve kişinin mânevi donanımını olumsuz yönde etkileyeci bir güce
sahiptir. İnsanın, nefsinin fısıltılarını dikkate aldığı oranda istikâmetini şaşırması ve
doğrudan bir adım daha uzaklaşması kaçınılmaz olmaktadır. Ancak nefsinden
uzaklaşmayı gerçekleştirebilen bir kul da özündeki güzelliklerin farkına varacak,
benliğinin sınırlarını aşmayı başarabilecektir. İnsanın, eğer benliğinden sıyrılabilirse
nasıl yükseleceğini İbrahim Hakkı şu mısralarla ifade eder:
306 Süleyman Uludağ, “Mârifet”,TDVİA, c . 28, s. 55. 307 Mârifetnâme, ss. 386-387. 308 Fussilet /53’de ifade edildiği gibi enfüs ve âfâktaki açılım. 309 Cebecioğlu, a.g.e., md. “ Mârifet”, s. 487.
99
“Katresin bahrden amma cemed olmuş mâ’sın
Benliğin korsan eğer katre değil deryasın...”310
İbrahim Hakkı mârifet elde etmenin yolunu da anlatır: “Mârifetullah, aç
karın, uykusuz sabahlayan göz ve zikirde olan kalple ruhta ve gönülde meydana
gelir.”311
Şunu ifade edelim ki, ulaşılmak istenilen bir değerle ona ödenecek bedel
arasında paralellik vardır. Bir şey ne kadar yüce, ne kadar ulaşılmaz olursa onun için
ödenmesi gereken bedel de o nisbette büyük olacaktır. Nitekim mârifet de ihâta
edilemeyecek bir derinliğe sahiptir. Dolayısıyla insanın da mârifete erebilmesi için
ciddi anlamda gayret sarfetmesi ve nefsiyle olan hesaplaşmasını sürdürüp; açlık,
uykusuzluk, zikre devam, tevbe zühd gibi birtakım mücâdelelerle bedeninin,
kalbinin ve ruhunun hakkını vermeye çalışması yani bedel ödemeye hazırlıklı olması
gerekmektedir.
İbrahim Hakkı’ya göre mârifetin hakikâti dille Allah’ı anmak, kalple onun
sevgisine ulaşmak ve himmetle huzur-u ilâhiye yükselmektir.312
Görüldüğü gibi mârifete erme yolunda bir tedrîcîlik göze çarpmaktadır. İnsan
önce birşeyi tanımaya başlar, tanıdıkça onu anmaya, hatırlamaya devam eder. Bu
devam eden ifadeler de nihayet kişinin kalbinde ma’kes bulur ve o varlığın sevgisi
kulun kalbine zuhur eder. Kalbe yerleşen bu sevgi de zamanla bireyin tüm benliğini
sarar ve nihayet kul, ilâhi ikramları alacak kıvama gelir.
İbrahim Hakkı’ya göre insan, aklını kullanarak birtakım ilimleri öğrenebilir,
ama tam mânâsıyla herşeyi kavrayamaz. Mârifet de bunlardandır.313
310 Mârifetnâme, s. 391 Beyitin açıklamasını şu şekilde verebiliriz:(Denizden damlasın ama donmuş bir sudan ibaretsin. Benliğini bırakırsan eğer,damla değil deryasın...) 311 Mârifetnâme, s. 387. 312 Mârifetnâme, s. 387. 313 Mârifetnâme, s. 387.
100
İlim ve mârifet kelimeleri zaman zaman birbirinin yerine kullanılmaktadır.
Ancak ne var ki aralarında birtakım farklar sözkonusudur: İlmin zıddı cehil, oysa
mârifetin zıddı inkârdır. İlim kulun gayretinin sonucu iken (kesbî), mârifet Allah’ın
ikrâmıdır (vehbî).314 Bundan dolayı gerçek anlamda mârifet pek mümkün değildir.
Çünkü Allah Teâlâ, isim ve sıfatlarındaki sırlardan, hikmetlerden pekçok şeyi gizli
tutmuş, ancak mahlûkâtın kavrayabileceği kadarını açıklamıştır. Zira Hakk’ı gerçek
anlamda idrak etmeye yaratıkların gücü yetmez. Nitekim bütün bir kâinat O’nun
azameti karşısında bir “hiç”mesâbesindedir.315
Hz. Ebu Bekir (r.a.) mârifet konusunda insanın acizliğini şu sözleriyle belirtir:
“Tenzih ederim o Allah’ı ki hakkında mârifet sahibi olmak için, mârifetinden âciz
kalmaktan başka kulları için yol bırakmamıştır.” 316
Zünnûn el-Mısrî’ye göre de Allah’ı tam olarak tanımak ve idrak etmek
mümkün değildir. 317
“Allah’tan başka Allah’ı tanıyan yoktur” diyerek Cüneyd-i Bağdâdî de
insanın mârifete ermesinin imkânsızlığını dile getirir.318
Açıklamalardan anladığımız kadarıyla gerçek anlamda mârifete erebilmek,
onun hakikatini ihâta edebilmek kulun idrâkini aşan bir hadisedir. Çünkü insan aklı
sınırlıdır ve birtakım olguları kavramaktan âcizdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de de:
“Allah’ı tam olarak takdir edemediniz.”319 buyrularak bu konuda insanın anlayışının
çok geniş olmadığı belirtilmiştir. Kanaatimizce burada önemli olan faktör kulun
kendi âcizliğinin, sınırlılığının farkında olması. İnsan kendi küçüklüğünü anladığı
nisbette nazar-ı ilâhi karşısında büyüyecek; bu şuur içinde olduğu müddetçe mârifete
bir adım daha yaklaşacaktır.
314 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Mârifet”, s. 487; ayrıca bkz. İlim ve mârifetin karşılaştırılmasıyla ilgili daha ayrıntılı bilgi için H. Kâmil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, ( Ensar Neşriyat) İstanbul 1997, s. 221. 315 Serrac, a.g.e., s. 34. 316 Ali b. Osman Cüllâbi el-Hucvîrî, Keşfü’l- Mahcûb ( Dergâh Yay.) 1982, s. 418. 317 Süleyman Uludağ, “Mârifet”,TDVİA, c. 28, s. 55. 318Süleyman Uludağ, “Mârifet”, TDVİA, c. 28, s. 55. 319 Zümer /67.
101
Mârifete erebilmek bir lütf-u ilâhidir. Allah Teâlâ, eğer isterse kendini
kuluna tanıtır. Böyle bir tanımaya nail olan kimse, mâsivâ içindeyken bile yalnızlık
hissetmez ve Hakk’ın ünsiyeti dışında hiçbir ünsiyete ihtiyaç duymaz.320
Hucvîrî, mârifetin meydana gelmesini Allah (c.c.) ın irâdesine bağlar. Ona
göre Allah Teâlâ, lütfuyla kulunun kalbine kendi nuruyla tecelli etmez ve onu bütün
âfetlerden temizlemezse o kişinin kalbinde zâhir ve bâtın nurları oluşmaz.321
İbrahim Hakkı da mârifetin ancak Allah’ın bildirmesiyle bilinebileceğini
söyler.322
Görüldüğü gibi, mârifete erebilmek kişinin kendi gayretinin sonucu değildir.
Eğer Allah (c.c.) lütf-u keremiyle kuluna mukâbelede bulunmazsa beşer tek başına
mârifetullah yolunda mesafe alamaz. Dolayısıyla diyebiliriz ki bu sırra ermek kesbî
değil vehbîdir. (Allah’ın dilemesine bağlıdır.) Ancak insan da bu yolda üzerine düşen
gayreti gösterip, kul olmanın gereklerini yerine getirmelidir.
Allah (c.c.) ın dilemesi sonucu mârifet oluşursa o taktirde dünyevî olan
herşey uhrevî bir hâl alır.323
Buna bağlı olarak belirtebiliriz ki kul, mârifete nâil olduğu zaman herşeyde
O’nu görecek, her varlıkta O’nu hissedecek ve her hareketini O’nun isteği
doğrultusunda tanzim edecektir. Böylece dünyevî hayatın bir gereği olan fiiller de
uhrevî bir boyut kazanmış olacaktır.
İbrahim Hakkı, ârifin sıfatlarından uzun uzun bahseder, onu çeşitli yönleriyle
tanıtır:
Ârif, Allah’tan başka birşeyle meşgul olmaz. İnsanlardan uzak kalıp, devamlı
Allah’ın huzurunda olmaktan zevk alır. Onun gerçek dostu Allah’tır. Bütün düşünce
320 Serrac, a.g.e., s. 34. 321 Hucvîrî, a.g.e., s. 407. 322 Mârifetnâme, s. 387. 323 Hucvîrî, a.g.e., s. 407.
102
ve davranışları O’nun içindir. Tek koruyucunun Allah olduğunu bilir. Ârif, kullukta
tam bir özen içindedir. Ârifin kalbi devamlı uyanıktır. Sadece Allah’a meyleder. Aşk
derdinden zevk alır.324
Yahya b. Muaz’dan, ârifin özelliği sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Ârif,
halk ile beraberdir, fakat onlardan ayrıdır.”325
Sâdık Dânâ’nın ifadesiyle ise ârif, Allah’a karşı son derece saygı
içindedir,O’nun emir ve yasaklarına da titizkikle uymaya çalışır. Her türlü isteğini,
derdini, şikayetini sadece Mevlâ’sına yöneltir. 326
Abdulkadir Geylâni’ye göre de ârif, Allah’ın nezdinde oldukça değerlidir.
Çünkü ârif, sırf Allah yolunda olmuş, sahip bulunduğu herşeyi O’nun yolunda
sarfetmiştir. 327
Ârif tanıyan, bilen demektir. Bilgisi artan insan yepyeni bir boyut kazanır.
Daha derin ve daha çaplı olur. Bunun sonucunda da herşeyi en güzel şekilde
yapmaya çalışır. Tanımlarda görebildiğimiz kadarıyla ârif, Allah dışındaki herşeyi
gönlünden zaten çıkarmış, hep Mevlâ’sının hoşnutluğunu aramaktadır. Çünkü o,
hakikâte ermenin zevkini tatmıştır. Bu sebeble başka birşeyle meşgul olmak istemez.
İbrahim Hakkı ârif ile zâhid arasındaki farklardan da söz eder: Zâhid ahireti
ister, ârifse Mevlâ’yı. Zâhid bazen nefsine yenik düşebilir, ârif sadece Allah’a
kuldur. Zâhidin kalbi bazen sebeplere meyl edebilir, ârifin ruhu Rabbiyledir. 328
Âbidler cennete yürür giderler. Ârifler ise yakınlık âlemine uçar giderler. Bu
uçuş, irfan ehlinin iç âleminde hâsıl olur. 329
324 Mârifetnâme, ss. 388- 390. 325 Serrac, a.g.e., s. 35 326 Dânâ, Tasavvuf ve Mârifetullah, s. 40. 327 Dânâ, aynı eser, s. 42; ayrıca ârifin tanımları için bkz. Dânâ, Tasavvuf ve Mârifetullah, ss. 53-54 328 Mârifetnâme, s. 390. 329 Abdulkâdir Geylânî, Sırr’l-Esrar, s. 30.
103
Bu farkları daha fazla artırmak da mümkündür. Her zâhid, ârif olmadığı gibi
her âlimin de ârif olduğunu söyleyemeyiz. Ancak Allah’ı hakkıyla tanıyan (ârif-i
billah) olanlar aynı zamanda hem âlim hem zâhiddir.330
Kanaatimizce ârif olabilmek müstesna derecelerden biridir. Zira bu mertebeye
erişmek kulun gücünün çok üstündedir. Gerçek anlamda bu sırra eren de Allah’ın
kudret tecellisiyle donanacağından dolayı her an huzur-u ilâhide bulunmanın gereğini
yapacak ve buna bağlı olarak da istikâmet çizgisinin dışına asla çıkmayacaktır.
İnsanda hakikati algılama merkezi kalptir.331 Buna dayanarak diyebiliriz ki
her insanın kalbî yapısı, gerçeklere olan inancı ve onları algılayış biçimi farklı
olduğundan her bir ferdin mârifeti elde ediş derecesi de birbirinden farklılık arz
edecektir. Nitekim tasavvuf da bir tür yaşantı olduğu ve tecrübeyi esas aldığı için bir
derecelenme sözkonusudur.
Sonuç olarak diyebiliriz ki mârifetullah bir aşk ve zevk işidir. Mârifetullah bir
tatdır. Ancak Allah Teâlâ, bu nimeti dilediğine, dilediği kadar tattırır. Kimileri az
miktarda tadarken, kimileri doyuncaya kadar tadar. Birkısmı yetecek miktarda
tadarken, birkısmına ise sonuna kadar verilir.
C. MUHABBETULLAH
Muhabbet kelimesi “hub” kökünden türemiş bir isimdir. Hub ise “buğzun
zıddı” olarak tanımlanmaktadır. Literatürde hub ile muhabbet ve meveddet ile vûd
kelimeleri sevgi ifade etmektedir. Semâvî kitaplarda ve özellikle İncil ve Kur’an’da
muhabbet üzerinde önemle durulmuş, dînî hayatın önemli bir unsuru olarak telakkî
edilmiştir.
330 Dânâ, Tasavvuf ve Mârifetulah, s. 44. 331 Ergül, a.g.e., s. 243
104
Kur’an-ı Kerîm’de muhabbet bir âyette geçmektedir.( Tâhâ /39) Hub ise dokuz
âyette kullanılmakta, yetmiş iki yerde ise aynı kökten isim ve fiiller yer
almaktadır.332
İnsan, “sevgi’’üzerine yaratılmış, mayası ‘’sevgi” ile yoğrulmuştur.Varlık
sebebimiz de zaten bu sevgi değil midir?
Bildiğimiz kadarıyla insan, dünyevî ve uhrevî pek çok sevgiyi paylaşabilecek
kapasitede yaratılmıştır. O, bir yönüyle sahip olduğu her türlü maddeye karşı sevgi
beslerken; bir yönüyle de gönlünün sesine kulak verir. Zira insan için zıt sevgiler333
varedilmiştir. Ancak ne var ki bu sevgilerin hangisi ağır basarsa insan o tarafa
yönelecektir. Dünyevî zevklere karşı duyulan sevgi arttıkça insanın gönlünü
Hakk’dan uzaklaştıran unsurlar artacağından, böyle bir haldeyken uhrevî sevgiye
yönelmek zorlaşacaktır.334 Ancak dünya nimetlerine karşı duyulan sevgiden
tamamen uzaklaşmak da İslâm’ın öğretilerine uymamaktadır. O halde insan, kalbini
itminana erdirecek gerçek sevgiye yönelmeli, diğer tüm sevgileri de dünya
yaşantısında varlığını devam ettirmesini sağlayan ve kendisinin hakiki sevgiye
ulaşmasını kolaylaştıracak olan birer basamak gibi kullanmanın çabası içinde
olmalıdır. Yani sahip olduğu bu ulvî duyguyu doğru yerde, doğru zamanda ve
doğru varlıklar için kullanmalıdır. Nitekim Allah Teâlâ’da insanda iki kalp
yaratmadığını belirterek335 var edilen bu kalbi gerçek sahibine çevirmenin önemini
vurgular.
Kanaatimizce böylesine önemli bir duygu olan sevginin temelinde yatan
faktör ise “bilmek” ve “tanımak”tır yani “mârifet”tir. Dolayısıyla mârifet ve
muhabbet arasında sıkı bir ilişki vardır ve birbirlerini gerektirirler. İnsan önce bir
332 Süleyman Uludağ, “Muhabbet”, TDVİA, c. 30, s. 386; ayrıca “hub” kelimesinin anlamı ile ilgili olarak bkz. el Müncidü fi’l Lügati ve’l-Edebi ve’l- Ulûm, (el Matbaatü’l Kâsûliyetu), Beyrut 1908. 333 İbn Kayyim el Cevziyye, Kalbin İlacı Ed-Dâ ve’d-Devâ, çev. Savaş Kocabaş, (Elif Yay.) Şubat 2003, s. 230. 334 Zira sahip olunan, tadılan her türlü dünyevî zevk, insan gönlüne karşı gerilen bir perdedir. Çünkü bu sevgilere meyledince farkına varılmadan bunlar, insanı kendine bağlar ve bu sevgiler insanda tutku haline dönüşür. 335 Ahzab /4.
105
şeyi tanır, tanıdıkça o şeyi sevmeye başlar ve sevdikçe o şeyin yeni yönlerini
keşfeder.Yani muhabbet, mârifetin neticesi; mârifet de muhabbetin esasıdır.
“Muhabbet, mârifetin meyvesidir, mârifetten sonra gelir. Mârifet olmazsa
muhabbet olmaz. Mârifet zayıf olursa muhabbet de zayıf olur. Mârifet ne nisbette
kuvvetli olursa, muhabbet de o nisbette kuvvetleşir.” 336 diyerek Gazali ikisi
arasındaki ilişkiden bahseder.
Gerçek anlamda muhabbete ermenin mârifetle mümkün olduğunu düşünen
Gazali’ye göre:
“Allah’tan başkasını seven ve bu sevgisi Allah için olmayanların sevgileri
cehâletlerinden ve Allah’ı bilmekteki kusurlarındandır.”337
Gazali’nin de belirttiği gibi bir kul, Allah’ın dışındaki şeylerde sevgi arıyor,
kalbinin mutmain olmasını arzuluyorsa bu, onun mârifetinin azlığından
kaynaklanıyordur. Çünkü gerçek sevgiliyi bilen O’ndan başkasına yönelmek istemez.
Ancak hakiki sevgiye yüzünü döndüğü zaman pişmanlık yaşamayacağını, hem
dünyada Allah Teâlâ’nın kendisini yalnız bırakmayacağını hem de ahirette kendisine
enîs olacağını bilir. Bundan dolayı sahip olduğu kalbi, kalbin gerçek sahibine
çevirmeye çalışır.
Sevilmeye en lâyık varlık Allah olduğuna göre muhabbet o yönde
sarfedilmelidir.
Allah Teâlâ bunun yolunu da göstermektedir: Allah ve Rasul’ünü; sahip
olunan herşeyden daha fazla sevmek.338 İbn Kayyim el Cevziyye de Allah’ın
kulundan, bu sevginin sadece kendisine has kılınmasını istediğini belirtmektedir.339
Zira, Allah sevgisinin dışındaki her sevgide aşırıya gitme ihtimali vardır. Mahlukâta
336 Gazali, İhya, c. 4, ss. 545-546. 337 Gazali, İhya, c. 4, s. 545. 338 Tevbe /24, Bakara /165. 339 İbn Kayyim el Cevziyye, a.g.e., s. 239.
106
karşı gösterilen aşırı sevgi, kulu daha önemli ve faydalı olan asıl sevgiden
uzaklaştırır. 340
Kanaatimizce çok boyutlu olan bu duygunun önemli bir parçasını Alah ve
kul arasındaki münâsebet oluşturur. Bu, çift yönlü bir hareket izler. Allah (c.c.)
kuluna muhabbetinden dolayı ona lütf-u ilahi ile mukâbelede bulunur ve kul da
Rabbine olan sevgisinden dolayı O’nun yolunda olabilmek için uğraşır. Karşılıklı
olan bu sevginin delilini şu âyette görmekteyiz: “...Allah onları sever, onlar da
Allah’ı severler.” 341
Hucvîrî, Allah’ın kulunu sevmesini şöyle açıklar: Allah kuluna sevgi
beslediğinden dolayı ona pekçok nimetler, yüce makamlar lutfetmiş; onu
günahlardan koruyup, ceza yeri olan cehennemden emin kılmıştır.
Kulun Allah’ı sevmesi ise sevgilinin rızâsını arzulamak, onunla olmak için
sabırsızlanmak, zikre devam etmektir.342
Bu sevginin Allah’a atfedilen yönüyle ilgili olarak; Allah’ın takvâ sahiplerini,
hem maddî hem manevî temizliğe önem verenleri, sabredenleri, adâletli
davrananları, güzel ahlâk sahiplerini sevdiği bunun yanısıra inkârcıları, zâlimleri,
günahta bile bile ısrar edenleri, büyüklük taslayanları, aşırılığa kaçanları ve
nankörleri sevmediği belirtilir.343
Kanaatimizce çok merhametli olan Allah Teâlâ kulunun kendisine olan
sevgisini ve bu sevgi doğrultusunda emre itaat konusunda gösterdiği hassasiyeti
karşılıksız bırakmayacaktır. Çünkü kul O’na muhabbetinden dolayı sıkıntılara
sabretmiş, adâleti gözetmiş, iyilikte yarışa koyulmuş ve nehyedilen unsurlardan
kaçınarak günahtan, zulümden, inkârdan uzak durmuştur. Bunun karşılığında ise
Allah Teâlâ, sevgisini, kuluna yöneltmiştir.
340 İbn Kayyim el Cevziye, a.g.e., s. 230. 341 Mâide/ 54. 342 Hucvîrî, a.g.e., s. 446. 343 Süleyman Uludağ, “Muhabbet”, TDVİA, c. 30, s. 386.
107
Yukarıda ifade edilen âyete dayanılarak (“Allah onları sever, onlar da Allah’ı
severler.”ayeti) bu sevginin yönüyle ilgili farklı açıklamalar yapılmıştır. Âyette, ilk
olarak Allah’ın zikredilmesinden dolayı muhabbetin önce Allah’tan kaynaklandığını
söyleyenler olmuştur. 344
Anlaşılacağı gibi muhabbetin meydana gelmesinde bu önemli bir etkendir.
Zira birşeyin vücut bulması O’nun dilemesine bağlıdır. Nitekim Allah Teâlâ da
“Alah dilemedikçe siz dileyemezsiniz”345 buyurarak buna işaret etmiştir.
Ancak işin bir başka boyutu vardır ki o da konuya mühim bir yön
kazandırmaktadır: Kulun istemesi ve fiiliyata geçmesi. Kuldan beklenen bu konuda
gayret göstermesi, zihnini ve kalbini Allah ile meşgûl etmesidir. Nitekim “Beni anın
ki ben de sizi anayım...”346 âyeti bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Diyebiliriz ki, kulun iradesi her ne kadar cüz’i de olsa bir konuda talepte
bulunmak, bu doğrultuda hareket etmek kulluğun gereğidir. Aksi taktirde hiçbir
gayret göstermeden sadece kaza-i ilâhiyi beklemek İslâm’ın ruhuyla da
özdeşlezmez. Sonuç itibariyle muhabbet, karşılıklı olarak gelişen bir ilişki
olduğundan Allah’tan kula inen tecellîlerle, kuldan Allah’a yükselen arayışların
birleşim noktasıdır.
Yazarımız konuyla ilgili birçok âyet-i kerime zikretmektedir. Bunlardan
birkaçını örnek olarak verebiliriz:
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.”347
“Gerçekten benim rabbim çok merhametli ve çok sevgilidir.”348
“Bir de sana tarafımdan, kendimden bir sevgi bırakmıştım.”349
344 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavuf ve Tarikatler, s. 207. 345 Tekvir / 29. 346 Bakara /152. 347 Maide/ 54. 348 Hud/ 90. 349 Ta-ha/ 39.
108
Hz. Peygamber (s.a.v) de, birbirlerini Allah için seven kimseleri kıyamet
gününde Arş’ın gölgesinde gölgelenecek kişiler arasında sayar.350
İbrahim Hakkı, Allah sevgisinin hakikâtlerinden bahseder:
Allah sevgisi, tamamen O’na yönelip O’ ndan başka herşeyi gönülden çıkarmaktır.
Muhabbet, kendini tamamen sevgiliye adamak, daima O’ nun huzurunda olmaktır.351
Allah sevgisi nihayeti olmayan bir sevgidir. Muhabbeti kazanabilmek için
gerçek anlamda hasret çekmek gerekir. Bunun ızdırabını çekmeden kolay kolay elde
edilemez. Sevgiyi dil ile anlatmak imkansızdır. Zira o, vicdânî bir hâdisedir o anda
yaşayarak tecrübe edilir.352
Allah sevgisi her sevgiden üstündür. Bunun da birtakım belirtilerinden
İbrahim Hakkı şu şekilde bahseder:
İlk alâmet, Rabbini sevene ibadetler kolay gelir ve muhabbet ehli bunlardan
zevk alır.
İkinci alâmet, seven, sahip olduğu her şeyi sevdiğinin uğrunda kullanmak
ister. Ayrıca eğer bunlar, kalbini meşgul edip de seveni sevdiğinden uzaklaştırıyorsa,
o şeyleri de terk eder.
Üçüncü alâmet, Allah’ı seven, her fırsatta O’nu anmaya çalışır.
Dördüncü alâmet, Kur’ân’a, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ve dostlarına muhabbet
besleyip onlara uyar.
Allah sevgisinin bir diğer alâmeti, seven, sevgilisiyle yakınlık kurabilmek için
uzleti tercih eder, dünya ile alâkasını kesmeye çalışır.
350 İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, trc. Sıtkı Gülle ( Çile Yay.) İstanbul 1981, 46. bölüm, hadis no: 376, s. 306, Buhari, Müslim’den rivayet. 351 Mârifetnâme, s. 397. 352 Mârifetnâme, ss. 397, 441.
109
Bir diğer alâmet de şudur ki, Allah’ı sevenin ölümden korkmamasıdır. Çünkü
ölümün yokluk değil, sevgiliye kavuşmak olduğunu bilir. 353
Yazarımızın da ifade ettiği gibi gerçek sevgiye eren ölümden niçin korksun
ki? O, bu dünyada zaten rolü icabı bulunmakta ve bu dünya kafesi onun ruhuna zaten
dar gelmektedir. Ölüm onun için vuslattır ve o, sevgilisine kavuşacaktır. Mevlânâ da
bu sebeble ölümü “Şeb –i Aruz” olarak görmüyor mu?
Ve yine gerçek sevgiyi tadan, sevgilisiyle arasındaki perdeleri kaldırmanın
yollarını arar. Sahip olduğu dünyevi nimetleri daha da azaltır, insanlardan uzaklaşıp
Rabb’iyle olmak ister. Zihnini de O’nun dışındaki ağyara kapatmanın çabasını verir.
Allah sevgisinin başka bir alâmeti sevdiğinin isteklerine öncelik vermek,
onun sevdiği herşeye karşı muhabbet beslemek, O’na itaatte kusur etmemeye
çalışmak, sürekli O’ndan bahsetmektir.354
Mârifetnâme’ye göre muhabbet ehlinin dışardan bile fark edilebilecek bazı
alâmetleri vardır: Renginin sararıp solması, gözlerinin kızarması, sesinin yanık bir
hal alması gibi.355
Evliyâullah ve asfiyânın hayatlarına baktığımızda tüm bu belirtileri
görebiliriz. Nitekim bu zâtlar, Allah’a olan muhabbetlerini her zerrelerinde hissetmiş,
gönüllerindeki aşk ateşini her an taze tutmuşlardır.
Allah’ı sevenin üç üstünlüğü bulunmaktadır: Deniz gibi cömert olmak,
şefkatte Güneş gibi olmak, tevazuda toprak gibi davranabilmek.356
Anlaşılacağı gibi sevenin nazarında tüm varlıklar değerlidir. Bu sebeble o,
herkese karşı şefkâtlidir. Çünkü her bir yaratılmışta O’nun izlerini görmektedir.
353 Mârifetnâme, s. 399;ayrıca konu ile ilgili bkz.Vehbi Yıldız, Değer Ölçüsü (1) (Nil Yay.) İzmir 1994, s. 254; Gazali, İhya, c.4, ss. 596-599. 354 Ergül, a.g.e., s. 25; konuyla ilgili ayrıca bkz. Yılmaz, Gönül Erenleri, ss. 145,149, 174 355 Mârifetnâme, s. 415. 356 Mârifetnâme, s. 438.
110
Yine o, tüm varlıkları kendinden değerli bulur. Bu sebeble eşsiz bir mahviyet
içindedir. Arzuladığı tek şey sevgilisinin bir nazar-ı ilâhisidir. Aynı zamanda seven,
sahip olduğu herşeyi kaybetmek pahasına bile olsa sevgisinden vazgeçmez. O, bu
uğurda benliğinden bile uzaklaşmaya hazırdır. Yeter ki sevdiğiyle kurduğu irtibat
kesilmesin.
İbrahim Hakkı, Allah sevgisinin keyfiyetine de değinir:
Muhabbet ehli daima sevdiğini hatırlar. Onunla olmak için uyumaz ve
insanlardan da uzak olmaya çalışır. Sevdiğinden başkasını görmez, duymaz ve
söylemez olur.357
Seven, sevdiğini her şeyden üstün tutar, her şeyden çok sever. Bu sevgi
uğruna her zorluk kolay gelir sevene. Mevlâ’sını seven, sevgilisinin sıfatlarını
kazanmaya çalışır.358
İbrahim Hakkı’nın belirttiği gibi, gerçek sevgili sevgilisini memnun etmek için
onun muhabbet beslediği şeylere kalbini yöneltir. Nitekim Allah Teâlâ da bunu ifade
etmektedir: “De ki, ey Habibim: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız, hemen bana uyun ki
Allah da sizleri sevsin ve bağışlasın.Ve Allah çok bağışlayıcı, çok acıyıcıdır.”359
Çünkü Allah’ın en çok sevdiği insan Hz. Peygamber’dir. Allah’ı sevdiğini
iddia eden kişiye O’nun Rasul’ünü sevmek, O’na tâbi olmaktan başka yol kalmıyor.
Kanaatimizce kişi Allah sevgisinin yüceliklerine ulaşınca ona bu gibi sıfatları
uygulamak zor gelmez. Çünkü zaten onun gözünde sevgilisinden başka bir şey
yoktur ve o, beşeriyetinin sınırlarını aşmayı başarabilmiştir.
Yazarımız aşamalı bir şekilde artan Allah sevgisinden de bahsetmektedir:
357 Mârifetnâme, s. 397. 358 Mârifetnâme, s. 405; ayrıca bkz. Abdu’l Bâri en-Nedvî, Kitap ve Sünnetin Ruhuna Göre Tasavvuf ve Hayat,çev. Mustafa Ateş, (T.D.V. Yay.) Ankara 1998, s. 174; Sülemi, a.g.e., s. 31. 359Âl- i İmran / 31.
111
1.İrade-Kemâle yakın kimseye itaat ve sevgi duymakla, onun ahlâkına
benzemeye çalışmaktır,
2.Şevk-Ruhun,Rabbine ulaşma gayreti,
3.Tevekan-Şevkin kemâle ermesi,
4.Niza-Muhabbet sultanının kuvvet ve kudret bulması,
5.Sebabet-Sabır gücü tükenince, zorunlu olarak sevgiliye koşmak,
6.Heva-Sevgilinin kapısından ayrılmamak,
7.Meveddet-Sevgiliye yaklaşıp, kendinden geçip mest olmak,
8.Hullet-Gerçek sevgiliye ulaşmaktır.360
Muhabbetin kaynağının Allah’ın isimlerinde saklı olduğu ifade edilmiştir.
Zira varlıklardaki güzellik, O’nun “cemîl” isminin bir yansımasıdır. Güzele dönük
muhabbet de Allah’ın “vedûd” isminin tecellisidir.361
Bilindiği üzere Allah Teâlâ birbirinden güzel isim ve sıfatlarla muttasıftır.
Yarattığı her bir kulunda da bu isimlerin nüveleri, yansımaları vardır. Kimisi ilmi ile
Allah’ın “Alîm”ismini, bir başkası cömertliğiyle Allah’ın “Cevvâd” ismini
yansıtmaktadır. Nitekim Hak teâlâ “Vedûd isminin bir gereği olarak kulunu sevmiş,
yaratmış ve bu sevgiyle onu mücehhez kılmıştır. İnsan “Cemîl” isminin bir tecellisi
olarak güzel olana meyletmekte ve “Vedûd” isminin bir tezâhürü olarak da sevgi
duygusunu tatmaktadır.
İbrahim Hakkı, muhabbetten bahsettikten sonra aşka da değinir, konuyla ilgili
tasvirlerde bulunur. Müellifimizin açıklamalarına geçmeden önce aşk kelimesiyle
ilgili olarak şunları söyleyebiliriz:
Aşk kelimesinin aslı “ışk”tır ve “sarmaşık” anlamına gelmektedir. Sarmaşık,
bulunduğu yeri nasıl kaplarsa aşk da girdiği kalbi öylece kaplar. Bundan dolayı bu
şiddetli sevgiye aşk denilmiştir. Aşk lafzı Kur’an’da kullanılmamış; ancak İbn
360 Mârifetnâme, ss. 403-404; ayrıca bkz. Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 173. 361 Süleyman Uludağ, “Muhabbet”, TDVİA, c. 30, s. 387.
112
Arabî’nin açıklamasına göre kinaye yoluyla yer almıştır. Kur’an’daki ifadesiyle
“eşedd-i hub”362 âyeti de delil getirilmiştir. 363
Yazarımız gerçek aşkı şöyle ifade eder:
Allah aşkı zevklerden ayrılıp acılara katlanmaktır. Aşk, öyle bir ateştir ki,
insan kalbindeki Allah’tan başka her şeyi yakar. Aşk bir şarap gibidir, âşık onu
içtikçe bu dünya kendisine dar gelmeye başlar. Aşk, dermanı kendinde gizli olan bir
derttir. Aşk sonu olmayan engin bir denizdir. Aşk bütün gayb perdelerini şeffaf bir
hale getirir.364
Mevlânâ da aşktan bahseder. Ona göre bu duygu: “Acıyı tatlı, bakırı altın,
bulanıklığı duru, derdi devâ, dikeni gül, sirkeyi mey, zindanı gülistan, nârı nur,
üzüntüyü neşe, kahrı lütuf, ölüyü diri, kralı kul haline getiren bir güce sahiptir.” 365
Aşk öyle bir hastalıktır ki, onun devâsı derdinde gizlidir. Aşkdan duyulan
ızdırab onun tabii bir kânunudur. Zira seven için sevilenin vefâsı da cefâsı da
hoştur. Aşk öyle bir kimyâdır ki o sadece can ma’deninde bulunmaktadır.366
İbrahim Hakkı, aşkın şiddetini şu derin sözleriyle ifade eder: Aşk, demiri
eritir mum haline getirir ve taşı da kum yapar. Yazarımız aşkı böyle târif ettikten
sonra âşık hakkında da tasvirlerde bulunur :
Âşık, aşkın lezzetini tatmıştır. Bu sebeble dünyadaki çeşit çeşit lezzetlere
yüzünü çevirmiştir. Hak aşığı herşeyden sıyrılır ve aşk burağının süvârisi olarak
Mevlâ’sına yükselir. Âşık görünüşte hor ve hakirdir. Ancak gerçek anlamda
zenginliği bulan da ta kendisidir. Hak aşkını dil ile anlatmak mümkün değildir. Zira
sınırsız olan ummânı bir kova almaz. 367
362 Bakara / 165. 363 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 207. 364 Mârifetnâme, s. 415. 365Süleyman Uludağ, “Muhabbet”, TDVİA, c. 30, s. 387. 366 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, (MÜİFV. Yay.), İstanbul 1994, s. 204. 367 Mârifetnâme, ss. 415-416.
113
İbrahim Hakkı, aşk ve âşıktan uzun uzun bahsetmektedir. Gönül dünyasında
yaşadıklarını bu şekilde yansıtmaktadır. Aşk gerçekten de sözle anlatılabilecek bir
durum değildir. Onu ancak yaşayanlar bilir.
Nitekim “Aşk nedir?” diye sorulan Mevlânâ, “Ben ol da bil” cevabını
vermiş ve aşkın ancak yaşanarak bilineceğini anlatmıştır.368
İbrahim Hakkı aşkta yoğunluktan da bahseder: Ona göre bir insan aşk acısı
yaşamalıdır. Aksi taktirde o beden su ve topraktan ibaret kalır.369
Kanaatimizce gerçek anlamda âşık olan bu bu aşkının neticesinde beden
kalıplarını aşıp, yücelere ulaşabilecektir. Çünkü âşık olan sadece âşık olduğu varlığa
odaklandığından ondan başkasını düşünemez olacak, bu aşkının sonunda oluşan
açlık, susuzluk ve uykusuzluk gibi maddi engellere takılmayacaktır. Böylece âşık
bedenini, beden kalıbından çıkarabilecektir. Bu, somut anlamda bir ilerlemenin
belirtisidir.
Bundan başka âşık, sevgilisinin istediği güzel huylarla bezenmeye çalışıp,
kötü huylardan arınmaya, sevgilisinin sıfatlarını kazanmaya gayret gösterecektir.
Böylece benliğindeki olumsuzluklardan da uzaklaşabilecktir.Aşkın bu yönü insana
fedakârlığı, sevdiği uğruna tahammülü öğretmektedir. Bu da soyut anlamdaki
gelişmenin ifadesidir. Nitekim âşık bu iki terakkinin birleşmesi sonucu yepyeni bir
boyut kazanacak, maddî kalıplardan sıyrılıp, sınırları kaldıracak ve ulvîliklere vâsıl
olacaktır.
Aşkın başlangıcı muhabbet, sonu ise vecd halidir. Âşık önce sevdiğine
sevgisini yöneltir ve daha sonra onun aşkında kaybolur. Vecd, aşığın kalbini
Mevlâ’sına yöneltir. Vecd, hiç kimsenin muttali olamayacağı çok ince bir sırdır.
368 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavuf ve Tarikatlar, s. 207. 369 Mârifetnâme, s. 422.
114
Vecd varlık nurunda yokluğa ermektir. 370 Âşık vecd halindeyken akıl âleminden
çıkar ve beşeriyet âleminden uzaklaşır.371
Açıklamalardan anladığımız kadarıyla âşık olan, âşık olduğu varlığa karşı
öylesine sevgi besler ki bu sevgi giderek yoğunlaşır ve onun tüm zerrelerini sarmaya
başlar- tıpkı sarmaşığın, bulunduğu mekanı sardığı gibi. Zira aşk kelimesi sarmaşık
anlamına gelmekteydi- Ve bunun sonunda âşık vecd haline ermiştir ki artık o, âşık
olduğu varlıkla bütünleştiğini hissetmektedir.
İbrahim Hakkı, ilâhi aşka erebilmek için beşeri aşkın gerekliliğini ve bunun
bir basamak olduğunu savunur. Kurtuluşun da ancak aşkla olabileceğini söyler.
“Aşkdan korkma, yüz çevirme, mecâzî olsa da. Zira mecazi aşk; hakiki aşk
yolunda çalışır...”372 Ayrıca bir mürşide giden müride, : “Eğer âşık değilsen, var git
birine âşık ol, ondan sonra bize gel” diye nasihat ettiği bir olaydan bahseder. 373
Açıklamalardan anladığımız kadarıyla gerçeğe ermek için şekli; hakikate
ermek için mecazı yaşamak ve aşmak gerekir. Yani beşer önce mecâzî aşka ulaşmak,
onu tatmak ister. Bu isteğine kavuşunca da, aradığının aslında bu olmadığını,
gönlünün gerçeğe ermek için kanat çırptığını farkeder. Böylece hem benliğinden,
hem de sevdiğinden sıyrılarak asıl hedefine ulaşmayı arzular. Nitekim Hz.Züleyha da
önce Hz. Yusuf ’un suretine âşık olmuştu. Ancak daha sonra aradığı aşkın bu
olmadığını anlayınca Rabb’ine yöneldi. Bu yöneliş karşısında da Rabbi ona karşılık
verdi. Hem kendi sevgisini hem de başlangıçtaki o beşerî sevgiyi lutfetti.
İbrahim Hakkı, konunun bir başka yönüne değinmiş ve aşk ile akıl arasındaki
ilişkiyi ele almış, aşkın akıldan üstün olduğu sonucuna ulaşmıştır.
370 Mârifetnâme, ss. 422-424. 371 Eşrefoğlu Rûmi, Müzekkin Nüfus (Salah Bilici Yay.) İstanbul 1979, s. 402 372 Mârifetnâme, s. 422; aşkın çeşitleri için bkz. Osman Nuri Topbaş, Gönül Bahçesinden - Muhabbetteki Sır, (Erkam Yay.) İstanbul 2001, s. 16; Süleyman Uludağ, “Muhabbet”,TDVİA, c. 30, s. 387; Nedvî’ye göre aşık, sevgisinde öylesine yoğunlaşır ki bundan başka her sevgiyi gönlünden çıkarır, böylece mecazi sevgiden başka ne varsa onlarla ilgisini keser. Sonra da zikir ve murakebe yoluyla gerçek sevgiye erişir. (bkz. Nedvi, a.g.e., s. 178 ) 373 Mârifetnâme, s. 422.
115
Hak âşığı ölümü arzular, âkil ise ondan korkar ve kaçar. Âşığın isteği bu aşk
ateşinde yanmaktır, âkil ise bu zorluğa katlanmayı göze alamaz. Âşığın mekânı gönül
ve can şehridir, âkil ise buralara uğramaz bile. O, cihan meydanında dolaşmaktadır.
Âşık aşk şarabıyla mest olmuşken, âkil nefsî lezzetlerin peşindedir. 374
Bu konuda şunları söyleyebiliriz: Aşk öyle bir haldir ki aklı safdışı bırakır,
insanın mantığını ve zihnini muattal kılar. Âşık olan, sevdiği uğruna herşeyi göze
alır, onun için herşeyi yapar bu, akıl dışı bile olsa. Çünkü sadece ona odaklanmış,
onun ekseninde dönmektedir. Bu sebeble âşık olan, sadece duygularıyla hareket edip,
aklını ikinci plana attığından, aşk akıldan üstün gelmiş, ona galebe çalmıştır.
İbrahim Hakkı bir başka bölüm olarak Allah aşkına ulaştıracak yollardan
bahseder:
“Tevbe”ile yakınlaşma olabileceğini söylüyor. Günah, kul ile Allah arasında
perdedir ve ancak tevbe ile bu perde kalkar.
“Zühd” ile de bu yakınlık sağlanabilir diyor. Çünkü bu esasla iki dünyadan da
sıyrılıp sadece Allah arzulanmaktadır.
Bir başka yol olarak da “tevekkül”ü sayar. Kul, böylece tamamen Rabbine
sığınacak ve O’na yöneleceği için yakınlık sağlanacaktır.
“Uzlet” de bir başka vesiledir. Çünkü kalbi meşgul eden her şeyden böylece
sıyrılmak mümkün olacaktır.
İbrahim Hakkı ayrıca kanaat, zikrullah, murakebe, rızâ ile de Allah’a
yakınlaşılabileceğini belirtiyor.375 Allah’ın nimetlerini düşünmek, Allah’ın
emirlerine itaat etmek, Allah dostlarıyla irtibatlı olmak, muhabbet talebiyle duada
374 Mârifetnâme, ss. 416-418. 375 Mârifetnâme, ss. 425 -426.
116
bulunmak, gönülden mâsivâya dair ne varsa çıkarmak da Alah sevgisini artıran
faktörlerdendir.376
Sonuç olarak şunu ifade edebiliriz: Allah her bir insanı farkı özelliklerle
donatmış, farklı mizac ve zevklerle süslemiştir. Bu sebeble her insanın Allah’ı
telakki edişi, O’nu ifade edişi, O’na seslenişi, O’na olan sevgisini ortaya koyuşu
farklıdır. Kimisi bu dünyadan sıyrılmaya uğraşırken, kimisi yalnızlığa sığınarak
Rabb’ini bulmaya çalışır. Bir başkası tevekkülle sadece O’na güvenip huzura
ereken, bir diğeri sabra yönelip şikayet etmeyerek O’na doğru yol alır. Dolayısıyla
her kulun, Rabb’ine yakınlaşmaya çalışmasını sağlayan vesileler farklıdır.
D. RİYÂZET
Riyâzet; terbiye ve itaat etmek demektir. Nefsin isteklerine karşı durup yeme,
içme, uyuma gibi fıtrî ihtiyaçları en alt seviyeye indirmek anlamındadır.377
Mücâhede ise, içe dönük mücâdele etmektir.378
Mücâhede, nefsi iyiliğe zorlamak, riyazet ise onu bu işe alıştırmaya
çalışmaktır.379
Mücâhede, insanın nefsî isteklerine, şeytanın fısıltılarına karşı direnip
savaşmasıdır. Bu savaşta insanın en büyük silahı ibadet, zikir ve duadır. Riyâzet ise
nefsin arzularını en alt sınıra indirip, nefse onun hoşlanmayacağı şeyleri
yaptırmaktır.380
Istılah olarak her ikisi de nefsin isteklerine karşı direnmek, onunla
savaşmaya devam etmek, nefsin isteklerini yapmayıp, yeme içme, uyuma gibi
ihtiyaçları en asgari düzeye indirmek konularını kapsar.381
376 Serrac, a.g.e., s. 523 377 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 107. 378 Kara, aynı eser; s. 107 ayrıca bkz. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 20. 379 Serrac, a.g.e.,s. 513. 380 Serrac, a.g.e.,s. 513. 381 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 107.
117
Tanımlarda gördüğümüz kadarıyla burada önemli olan, nefsin isteklerini belli
ölçüde frenleyerek, belli bir olgunluğa erişmektir.
Gerçek anlamda bir mücâhede, şehevî arzularının esiri olmamak için; mevkî
hırsına, servet çokluğuna ve lezzetli nimetler karşısında duyulan arzuya
direnebilmektir. 382
Gazali ise mücâhedenin nasıl anlaşılması gerektiğini şöyle ifade etmektedir:
Öncelikle kötü huyları çıkarmak lâzım. Bu sebeple bu istenmeyen huylara muhalefet
edilmelidir. Ardından da iyi ameller, ibadetler yaparak nefsi iyiliklere alıştırmak
gerekir. Çünkü amel, riyazeti kolaylaştırmaktadır.383
Riyazetde bulunurken gözönünde tutulması gereken önemli bir nokta var dır
ki o da “amaç”tır.
Riyazet ve mücâhedede başvurulan “nefsin isteklerini engelleme”nin bir
gayesi olmalıdır. Bunun gayesi insanın hazlarının yok edilmesidir. Böyle bir amaç
güdülmeksizin izlenilecek çaba, ancak zarar doğurur, mücâhede sayılmaz.384
Tehânevî’ye göre maksatlı ya da maksatsız bir şekilde nefse muhalefet
etmek mücâhede değildir. Mücâhede külfet yüklenmek ve sıkıntılara karşı direnmek
de değildir. Mücahede ve riyazet bizzat amaç değildir ancak arzulanan kaynağa
ulaşmak için birer vesiledir. O halde hedef yolunda faydalı ve lezzet verici şeyleri
tamaman terk değil, onları azaltmak esastır.385
Açıklamalardan anladığımız kadarıyla şunu söyleyebiliriz ki, sâlikin asıl
hedefi Allah’a ulaşmak, O’nunla yakınlık kurabilmektir. Riyazet ise bu yolda amaç
değil araçtır. Yani kişiyi Allah’a götürecek, maksûda eriştirecek bir vasıta. Ancak bu
aracın da bir hedefi olmalı aksi taktirde sadece insan bedenine uygulanan bir
382 Mustafa Ateş, a.g.e., s. 97. 383 Hasan Mahmud Çamdibi, Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, (Han Yay.) İstanbul 1983, s. 220. 384 Şamil İslâm Ansiklopedisi,, c. 6, s. 21. 385 Mustafa Ateş, a.g.e., ss. 102,106 .
118
zorlamadan öteye geçemez. Riyazetde esas olan nefsin zevk aldığı unsurları
azaltmak, onları törpülemektir yoksa bu uyarıcıları tamamen ortadan kaldırmak
değil. Çünkü insanın mücadele etmesi gereken faktörler yok edildiğinde insanın da,
yaşamın da imtihan sırrı kalmayacaktır.
Riyazet denilen bu uygulamada kabul edilen üç temel faktör vardır. Bunlar:
Az yemek, az uyumak, az konuşmak.386 Ancak bunlara uzleti de ekleyerek madde
sayısını dörde çıkaranlar olmuştur.387
Riyazetin kapsamına giren maddelere baktığımızda iki önemli özellik
dikkatimizi çekmektedir: Birincisi bu faktörlerin insana büyük bir zevk vermesi,
onun nefsine çok hoş gelmesi. Çünkü insan fıtrî olrak yeme içme, uyuma, konuşma
ve insanlarla bereber olmaktan müthiş haz alır. Aldığı bu zevk de onu yeni arayışlara
sürükler ve insan böylece fâsid bir dairenin içine girer ki bunun da sonu yoktur. İşte
bu sebeble tamamen nefsin egemenliği altına girmemek için böyle bir uygulamaya
ihtiyaç vardır.
İkincisi bu maddelerin birbiriyle bağlantılı olması ve birindeki bozulmanın
diğerine yansıması. Yemek gibi bir eylemin, aşırıya kaçıldığında insanın uyuma
isteğini artırması; halkla gereğinden fazla samimi olunduğunda insanın
hedeflerinden uzaklaşabilmesi gibi- bu konuları ilerde daha etraflıca göreceğiz- İşte
tüm bu sebeblerden dolayı fıtrî ihtiyaçları, insanın hayatını idâme ettirebilmesi adına
sürdürmesi esastır yoksa bu ihtiyaçları tatmin için değil.
Mücahedede nefse muhalefet önemli olduğundan nefsin hayra engel iki
sıfatını bilmek de konunun mühim bir yanını oluşturmaktadır:
a) Hevâ ve heveslere dalmak
b) İbadet ve taatten uzaklaşmak. Nefs, hevesleri peşinde koşmak isteyince
“takva” yularıyla dizginlenmeli ve ibadette, amelde gevşeklik gösterince isteklerinin
tersi yaptırılmalı.388
386 Serrac, a.g.e., s. 513; ayrıca bkz. Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatler, s. 192; Kara, Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi, s. 107. 387 Mustafa Ateş, a.g.e., s. 103.
119
Gördüğümüz kadarıyla, nefsle olan hesaplaşmada iki ihtimal vardır. İnsan ya
nefsini esir alacak ya da ona esir olacak. Nefse biraz olsun müsamaha gösterilirse
nefsin arzuları sınırları zorlar ve insanı çıkmaza sürükler. Bundan dolayı nefse sahip
olunmak isteniyorsa ona muhalefet etmeli, onun isteklerinin tersi yönde
davranmalıdır.
Bu konuda dikkate alınacak bir yön daha vardır ki o da riyâzetin, insandaki
olumsuz sıfatları bir anda yok edemeyeceği gerçeğidir. Tehânevî şu açıklamayı
yapar: “Riyazet, kötü ahlâkı kökünden söküp atamaz. Ancak onları düzeltir, temizler,
ıslah eder...” 389
Kanaatimizce riyâzetin beklenilen sonucu vermesindeki en önemli unsurlar,
nefsin arzularını frenlemenin gerekli olduğu anlayışında sebat göstermek. Yani kısa
bir süre yoğun olarak yapılan ve sonrasında bu uygulamaya son veren bir anlayış
doğru bir anlayış değildir. Oysa ki nefsle olan mücadeleye gücü yettiği sürece, gücü
yettiği oranda devam etmek esastır.
Bu konudaki önemli bir başka unsur da riyazata bakış açısıdır. Riyazat
insandaki olumsuzlukları bir anda ortadan kaldırmaz, ancak onlara yön verir. Şöyle
ki: İnsan, nefsinde gördüğü aşırılıkları, istemediği yönleri kontrol ede ede bu
olumsuz sıfatları güzel alanlara çekmek için uğraşabilir.
Riyazat ve mücâhede sonucu iradeye bağlanan nefis ürküp şahlanan, ancak
süvarisine kolaylıkla teslim olan ve zabtedilebilen terbiye görmüş cins ata
benzetilebilir.390
Kanaatimizce bu durumdaki atı zabtetmek ve ne yapacağını tahmin etmek ne
kadar zor ise, arzu ve heveslerinin peşinde koşan nefsi zabtetmek ve sürüklenişinin
hangi boyutlara ulaşacağını anlamaya çalışmak da en az onun kadar zordur. Böyle
bir atın sadece kendi sahibine teslim olduğunu düşünürsek, nefsin teslim olması için
388 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 192. 389 Mustafa Ateş, a.g.e., s. 107. 390 Mustafa Ateş, a.g.e., s. 282.
120
de ona sahip olmak gerekiyor. Aksi taktirde nefs kişiye sahip olur ve onu adeta esir
alır.
Gayreti elden bırakmayıp mücâhedeye devam edenler ise Kur’an-ı Kerîm’de
zikredilmiş ve karşılaşacakları mükâfat bildirilmiştir: “Bizim uğrumuzda mücâhede
edenleri yollarımıza iletiriz.”391 Nitekim “Dışını mücahadeyle süsleyenin içini Allah,
müşahedeyle güzelleştirir.”392 diyen Ebû Ali Dekkâk da bu ikisi arasındaki ilişkiye
dikkat çeker.
İfadelerden anladığımız kadarıyla, gösterilen çabayla elde edilen netice
arasında bir uygunluk sözkonusudur. Yani katlanılan fedakârlık ne kadar çoksa
ulaşılacak sonuç da o nisbette büyük olacaktır. Nitekim müşahedeye ermek ne ulvî
bir lütuf ise mücahadeye katlanmak da o kadar ulvî bir gayrettir. Çünkü
mücahadeyle, insandaki pürüzler düzelmeye başlıyor ve artık duruşu daha dik,
bakışı daha net ve hedefe biraz daha kilitlenmiş oluyor. Bunun sonucunda da insan
daha donanımlı bir görüntü kazandığı için keşfe açık hale geliyor ve ince sırları daha
güzel bir şekilde anlayıp idrak edebiliyor.
E. AZ YEMEK
İnsanın bir madde bir de mânâ boyutu bulunmaktadır. Dünyevî nimetlerden
istifade edilerek beden; uhrevî alana yönelerek de kalp beslenmektedir. Ancak bu
ikisi arasında ters orantı vardır. Birisi ne kadar gelişirse diğeri o oranda geriler.
Fizyolojik arzular engellendiği oranda kişinin mânâ yönü o nisbette kuvvetlenir.
Bedenin gıdası olan yemek bu durumda önemli bir fonksiyona sahiptir. Kişiyi
ya beden ve ruh bütünlüğüne ya da sadece bedenin esiri olma yoluna iletecektir. Her
hususta olduğu gibi bu konuda da ölçüyü sağlamak önemlidir.
İbrahim Hakkı’ya göre kişinin hem bedeninin hem de ruhunun zarar
görmesinin temelinde çok yemek vardır. Çok yemek, kişiyi fizyolojik olarak 391 Ankebut /69 392 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf veTarikatlar, s. 191.
121
yıprattığı gibi şeytânî dürtülere de müsâit hale getirir. Yeme içme hayvani nefsi
harekete geçirir, ruhu da hasta eder. Her lokma, ruhun terakkiyatını engelleyen bir
özelliğe sahiptir. Çok yemek kalbi öldürür, organları lüzumsuz işlere sürükler. İlim
ve anlayışta düşüklük yapar, ibadetin azalmasına sebebtir. 393
Çok yemek, çok uyumaya sebeb olur. Bu da insanı tembelliğe iter ve dimağ
yorgunluğu meydana getirir. Bundan dolayı ilim öğrenmek isteyenlerin açlığa
dikkat etmeleri gerekmektedir.394
Hucviri’ye göre, insan ne kadar çok yerse nefsi o kadar kuvvetli hale gelir.
Hevâ ne kadar yayılma alanına sahip olursa saldırganlığı da o oranda artar. Salik
kendisini gıdadan uzak tutarsa hevâsı zayıflar, aklı güçlenir, nefsin gücü
damarlardan kesilip atılır ve böylece birtakım sırlar daha zâhir olur.395
Muhammed b. Vâsi der ki : “ Tok karınla yatmayın, karnınız doymadan
sofradan kalkın; çünkü bu, dünya doktorlarının da ahiret yolcusu doktorların da
tavsiye ettiği bir özelliktir.” Yahya b. Muaz açlık ve tokluğu şöyle ifade ediyor:
“Açlık nur, tokluk nâr (ateş) dır. İştah oduna benzer, ondan ateş meydana
gelir, bu ateş sahibini yakmadan sönmez.”396
Lokman Hekim oğluna, nasihatinde çok yemenin zararından şöyle
bahsetmiştir: “Oğulcağızım, mide dolunca teffekkür uyur, hikmet lâl olur ve âzâ
ibadetten tembelleşir.397
Açıklamalarda da belirtildiği gibi insanın midesi doydukça nefsi
hareketlenmeye ve kalbi perdelenmeye başlar. Nitekim İbrahim Hakkı da bunu
393 Mârifetnâme, ss. 309 -311. 394 M. Faruk Bayraktar, İslam Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci Münasebetleri, ( MÜİFV. Yay.) İstanbul 1989, ss. 291-292. 395 Hucvîrî, a.g.e., s. 468. 396 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 107 397 Gazali, İhya, c. 3, s.191; ayrıca açlığın faziletine dair bkz. İhya, c. 3, ss. 191- 193 ; Gazali, İbrahim Hakkı’ya benzer açıklamalarda bulunur bkz. Kimya - yı Saadet, ss. 415 – 418.
122
kastederek şöyle söyler: “ ..Mide, kalbin altında fokurdayan bir tencere gibidir ki,
buharı kalbe yükselir. Böylece de midenin yoğun buharı kalbi karartır.” 398
Kanaatimizce kalp nasıl ki insanın rûhî yapısının merkezini oluşturuyorsa,
bedenin merkezinde de mide vardır. Bu iki merkez, zevklerinden uzaklaştıkça keşfe
açık hale gelecektir. Nitekim insan midesini açlıkla terbiye ettikçe mânevi açılımlara
hazır olacaktır.
Tokluğun âfetlerine dair yapılan açıklamalarda da gördüğümüz gibi midenin
doyması, başta kalp olmak üzere bütün bedeni ve ruhu etkilemektedir. Çünkü
bedendeki uzuvlar ve beden-ruh arasında sıkı bir alışveriş olduğundan birindeki
sıkıntı diğerine hemen yansımaktadır. Basit bir yeme eylemi insan benliğini baştan
başa etkilemektedir. Çünkü mide doyunca nefsin istekleri belirlemeye başlar.
Böylece yeme ve nefsin arzularından oluşan halka genişleyerek devam eder ve insanı
arzularının kölesi haline getirir.
Yazarımıza göre Hz. Âdem’in cennetten çıkmasına neden olan olayın
temelinde “yeme hırsı” vardır.399 Bu hırstır ki insanı dünya zindanına göndermiş ve
en değerli olarak yaratılan kendisini nefsinin esiri yapmıştır.
İbrahim Hakkı, tokluğun bunca zararından bahsettikten sonra açlığın
faziletlerinden de uzun uzun bahsetmektedir:
Açlık, her hastalığı gideren etkili bir silahtır. Az yiyenin, elemleri az, sağlığı
uzun olur. Yeme içmede aşırıya kaçan ömründen yer ve onun hayatı hayâlden,
seraptan başka bir şey değildir. Az yemek sıhhat bahçesinin meyvesidir.
Az yemek ruhun arındırılmasıdır, ilâhi lütfun kaynağıdır. Vehimleri,
vesveseleri ortadan kaldıran en güçlü bir silahtır. Açlık kalbe hayat verir, kalbin
hikmetle dolmasına vesiledir.
398 Mârifetnâme, s. 309. 399 Mârifetnâme, s. 308.
123
Açlık ilim ve zekanın artmasını sağlar. Derin bir bilgiyle, o bilgiye doğruluk
verir, anlayışa keskinlik katar.
Açlık üstün ahlâkın kazanılmasını sağlar. Karnı aç olan kişinin gönlü ve
ruhu açılır, Mevlâ’sına ulaşır. Açlık ve gece uykusuzluk ile gönül parlaklığı
kazanılır. Karın aç kalınca diğer uzuvlar doyar.400
Açlık vasıtasıyla kalp aydınlığına ve parlaklığına erişilir. Kalbin
aydınlanması ile gaybî müşahede gerçekleşir; parlamasıyla da yakîn hâli hâsıl
olur.401
Görüldüğü gibi beden ve ruh daima beraber zikrolunmaktadır. Dolu bir
midenin her ikisine de zararı olmaktadır.
İyilik veya kötülük ne varsa hepsinin kaynağı midedir. Mideyi bir boruya
benzetirsek, boruda ne varsa bu, diğer kanallara yayılır ancak boru boş olursa kanala
yayılacak bir şey de kalmaz. Demek ki açlıkla, bütün âzâlar şerden kurtulmuş olur. 402
Allah Teâlâ bir kuluna ihsanda bulunacağı zaman ona şu üç hasleti nasib
eder: Az yemek, az uyumak ve az konuşmak.403 Zaten bu üç amel kalbi uyanık tutan
unsurlardır. Aksi taktirde ise kalp ister istemez karanlığa doğru sürüklenir.
İbrahim Hakkı’ya göre az yemek suretiyle bedeni rahatlatmak, az uyumak
suretiyle gönlü huzura ulaştırmak ve az konuşarak da aklı selâmete erdirmek
gerekir.404
İbrahim Hakkı’nın verdiği bu kriterler son derece önemlidir. Dengeli bir
bireyden bahsetmek ancak, sayılan bu beden – ruh ve akıl sağlığının
bütünleşmesinden doğacaktır. Bu sonuca ulaşmak için de belirtildiği gibi yemeğe,
400 Mârifetnâme, ss. 306- 308. 401 Mekkî, a.g.e., s. 415. 402 Rûmî, a.g.e., ss. 290 –291; ayrıca açlığın semeresi için bkz. Hucvîrî, a.g.e., s. 468. 403 Mârifetnâme, s. 305. 404 Mârifetnâme, s. 309.
124
uykuya ve konuşmaya dikkat etmelidir. Çünkü sayılan her bir unsur, bağlantılı
olduğu mercii mutlaka ya doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyecektir. Örneğin mide
fazla doyduğu zaman nasıl rahatsız oluyorsa, bunun negatif sonucu ruhu da etkiliyor
ve hakeza..
Peygamber Efendimiz (s.a.v) insana bu konuda güzel bir ölçü vererek,
midenin üçte birinin yemekle dolmasının insan için yeterli olduğunu
belirtmektedir.405
İrfan yoluna yeni girenlere de az yemesi tavsiye olunur. Çünkü böylece
bahsedilen âfetlerden korunmuş ve ilâhi tecelliye kavuşulmuş olur. Ona uygun olan,
oruca devam etmesi ve yemek hususunda ifrata kaçmamasıdır.406 Zira açlık,
mâneviyat yolunda kişiye yardımcı olacak en büyük unsurdur. 407
Yazarımızın da belirttiği gibi özellikle tasavvuf yoluna yeni adım atmış bir
sâlik için yemeği azaltmak, mümkün oldukça oruca devam etmek önemlidir. Çünkü
sâlik bu yola belli hedefler için başlamıştır. Bu esnada özellikle kalbinin uyanık
kalması gerekmektedir. Kalbe giden yolların açık kalması için de midenin
kapatılması icap eder. Salik buna özellikle dikkat eder ki sahip olduğu latîfelerine
daha bir canlılık katsın ve ilerleyişini sürdürsün.
Sûfiler çok acıkmadıkları sürece yemezler ve yediklerinde aşırıya kaçmazlar.
Sofrayı da ganimet olarak telakki etmezler. Yemek için yaşamayı değil de yaşamak
için yemeyi uygun görürler.408
İbrahim Hakkı, yemeği azaltmanın da birtakım yollarından bahseder: Çok
yemenin zararlarını düşünmek. En lezzetli yemeği önce yemek. En kolay yolun bir
gün içinde bir öğün olduğunu söyler. En idealinin ise aşırıya kaçmamak şartıyla
hergün bir miktar yemek olduğunu belirtir.409
405 İbn Mace, Sünen, Et’ime, 50. 406 Mârifetnâme, ss. 310-311. 407 Aziz Mahmud Hüdâyi, İlim – Amel Seyr u Süluk (Erkam Yay.) 1988, s. 164. 408 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Ta’am”, s. 679. 409 Mârifetnâme, s. 310.
125
Yazarımız, tek düşüncesi midesi olanın hayvan mertebesinde bulunduğunu,
ancak sağlığını ve ruhunu koruyacak kadar yiyenin insanlık mertebesini koruduğunu
bildirir.410
Sehl b. Abdullah’ a göre bir öğün yiyen sıddık; iki öğün yiyen mü’min; üç
öğün yiyen de hayvan mertebesindedir.411
Yapılan bu tasnifler dikkat çekicidir. İnsanla hayvan arasında ortak birtakım
özellikler olsa da ince bir çizgi vardır ki bu ayrımı netleştiriyor. Hayvan sadece
nefsinin yönlendirmesine göre hareket eder. Bu zaaf insanda da vardır ama o ayrım
işte burada gizli. Nefsinin ihtiyaçlarını elbetteki yerine getirmek ancak bu esnada
dengeyi de korumak. İşte insan bunu gerçekleştirmelidir.
Kanaatimizce iki cins arasında ortak bir payda olan yeme eylemi de burada
bireyin konumunu belirleyecek kadar önem taşımaktadır. İnsan midesini
önemsedikçe ve bu hedefe yöneldikçe bir basamak aşağıya düşecek ya da itidal
üzere hareket edip insanlığının hakkını verecek...
Sonuç olarak şunu ifade etmek istiyoruz ki; bu konu, tasavvuf literatüründe
önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü mide, insanı hem madden hem de mânen
etkilediği için onun ıslahı, insanın bütünlüğü sağlamadaki dengesi demektir. Bu
sebeble tasavvuf yolunda ilerlemek gibi bir çaba sözkonusuysa yemede de denge
sağlanmalıdır.
Bu konuda İbrahim Hakkı çok önemli bir ölçü vermektedir : Kişiye,
yemeğin hamallığını yapmayacak miktarda yemesini tavsiye etmektedir.412
410 Mârifetnâme, s. 307; ayrıca bkz. Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 192. 411 Kuşeyri, a.g.e., s. 237. 412 Mârifetnâme, s. 308.
126
F. AZ UYUMAK
İbrahim Hakkı mânevi ilerleme alanında önemli unsurlardan biri olarak az
uyumayı da zikreder. Mevla’ya yönelmek isteyenin uykusunu azaltması gerektiğini
ifade eder. Ona göre erenlerin yoluna ancak yemeği, uykuyu ve konuşmayı azaltarak
girmek mümkündür. Çünkü uyku yerilmiş bir gaflettir ve fazlası tembelliktir.
Uykunun zevkli bir nimet olmadığını şuradan anlıyoruz ki cennette uyku yoktur.413
Bilindiği gibi nefse çok câzib gelen zevklerden birisidir uyku. Ancak ne var
ki tasavvuftaki seyr –u süluku tamamlamak ve uyku birarada olamayacak iki
husustur. Mutasavvıfın –yemeği azaltma bahsinde söylediğimiz gibi –uyku ihtiyacını
en aza indirmesi, bedenini bundan uzak tutması lâzımdır ki bu mahrumiyetin
karşılığı olarak keşfe açık hale gelsin. İşte bu açıdan bakıldığında İbrahim Hakkı’nın
dediği gibi uyku gaflettir, ziyandır.
Bu konu âyeti-i kerimelerde şöyle yer alıyor:
“Onlar ki Rablerine secde ederek ve namaz kılarak geceyi geçirirler.414
“Ve gecenin bir kısmında namaz kıl ve uzun bir kısımda da onu tesbih et.”415
“Ey elbiselerine bürünüp yatan (peygamber) (ibadet etmek üzere) gecenin az
bir zamanının dışında kalk namaz kıl. Gecenin yarısında yahut yarıdan biraz azında
yahut da biraz fazlasında kalk, namaz kıl, Kur’an’ ı da yavaş ve açık olarak güzelce
oku.” 416
İbrahim Hakkı’ya göre yemek ve uyku arasında bir ilişki vardır ki mide ne
kadar çok dolarsa o oranda uyku gelir.417 Nitekim Gazali’ye göre de tok karınla gece
kalkmak çok zordur. Yemeği ve uykuyu zaruret miktarınca karşılamalı ki
müşahedeye erişilebilsin. 418
413 Mârifetnâme, ss. 313-315. 414 Furkan / 64. 415 İnsan / 26. 416 Müzzemmil / 1-4. 417 Mârifetnâme, s. 316. 418 Gazali, İhya, c. 3, s. 174.
127
Açıklamalarda belirtildiği gibi mide doyunca bedenin ağırlığı kalbe yansıyor
ve insan uyku ihtiyacı hissediyor. Dolayısıyla insan hem maddÎ hem mânevi kayıp
içine giriyor.
Mârifetname’de gece ibadetinin faziletinden de bahsedilmektedir: Gece,
saadet kaynağı ve rahmet kapısı olarak nitelendirilmektedir. Bu vakitlerde ancak
gâfil kalplerin uyuduğu, ama gönlü diri olanların bu zamanları Rableriyle birlikte
geçirdikleri anlatılmaktadır.419 Gece kâim olmak günahları sona erdirir ve onları
ortadan kaldırır. Şeytanın da her türlü şerrini def eder. Gece uyanıklığı aynı zamanda
bedeni de hastalıklardan korur.420
Mâlik b. Dinar konunun önemini şu sözleriyle ifade eder: “Kul, geceleyin
teheccüd namazı için kalkıp, tertil ile Kur’an-ı Kerim okuduğunda Cebbâr olan yüce
Allah ona yakın olur. Kalblerinde buldukları inceliğin, tadın, futûhâtın ve nurların,
âlemlerin Rabbi olan yüce Allah’ın kalblerine kurbiyetinden olduğunu bilirler.”421
Bu konuda Fudayl b. İyaz: “Güneş batarken Allah ile başbaşa kalacağım diye
sevinirim; güneş doğarken de insanlarla uğraşacağım diye üzülürüm.” demektedir.422
Cüneyd-i Bağdâdi, vefatından sonra rüyada görülüyor ve ahirette kendilerine,
sadece gece kıldıkları namazın fayda verdiğini ifade ediyor.423
Gece ibadetini kolaylaştıracak şeylerin Allah sevgisi ve imanın güçlü olması
esasına bağlandığını görüyoruz. 424
Gazali de bu açıklamaya katılır ve bu maddelere ilâveler yapar. Ona göre bu
sayılanların yanısıra; gece ibadetinin faziletini, konuyla ilgili âyet, hadis ve diğer
kaynakları öğrenmek, ahiret güçlüklerini düşünmek ve kalbi kinden, bid’atten
419 Mârifetnâme, s. 313. 420 Ebû Talib el Mekki, a.g.e., s. 207. 421 Ebû Tâlib el Mekkî, a.g.e., s. 211. 422 Gazali, İhya, c. 1, s.1034 . 423 Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri (2)( Erkam Yay.) İstanbul 1992, s. 90. 424 Dânâ, Altınoluk Sohbetleri (2), s. 92.
128
temizlemek, gündüzleri isyana dalmamak, öğleden önce biraz uyumak gece ibadete
kalkmayı kolaylaştırır. 425
Gece namaza mâni olan sebebler arasında da, dünya işlerine fazlaca dalıp
yorgun olmak, fazla yemek, halka fazla meşgul olmak sayılmaktadır.426
Kanaatimizce gece, gündüzün izdüşümü gibidir. Gündüz neyle, ne kadar
meşgulsek gece onun yansımasını yaşarız. Bu sebeble gündüz kalbi menfi
etkileyecek faktörlerden mümkün olduğunca uzak durmalıdır.
Kişinin yaşantısında önemli bir yere sahip olan uykunun da kendine ait
birtakım âdâbları vardır ki bunlardan bahsetmenin faydalı olacağını düşünüyoruz. Bu
konuda Hucvîrî şu açıklamaları yapar : Sâlik, uykusunun başında, kendini ömrünün
sonunda olarak telakki eder.Tevbe eder, abdest alır ve kıbleye dönük yatar. 427
Gazali de uykuda âdâb üzerinde durur. Ona göre, uyku iyice bastırmadan
yatmamalı, mümkün olduğunca rahat yataklar tercih etmemelidir. Dua ederek
uyumalı, uykunun da bir çeşit ölüm olduğu hatırdan çıkarılmamalı yine abdestli ve
kıbleye dönük yatmalı. Gazali konunun hassasiyetini şu maddeyi ekleyerek belirtir:
Başucunda vasiyetini hazır tutmalı. Zira uykudan kalkmaya garanti yoktur.428
Uykunun da birtakım âdâbları vardır ki, bunlara riayet eden elbette kazanır.
Tasavvuf erbabına baktığımızda onlar, uykunun da bir çeşit ölüm olduğu anlayışını
zihinlerinden hiç çıkarmamışlar, hep bu minval üzere hareket etmişlerdir. Tabii
bunlar hassas gönüllere zor gelmeyecek hususlardır. Nitekim ruhu bu yönde
eğitmelidir.
425 Gazali, İhya, c. 1, s. 1030. 426 Dânâ, Altınoluk Sohbetleri (2), ss. 97-98. 427 Hucvîrî, a.g.e., s. 502. 428 Gazali, İhya, c.1, ss. 994 –1000; ayrıca bkz. Abdulkâdir Geylânî, İlahi Armağan- Feth’ ur - Rabbani, çev. Abdulkâdir Akçiçek, İstanbul 1980, s. 18.
129
İbrahim Hakkı, seher vaktinin öneminden de bahsetmektedir: Açlıkla ve seher
vakti uyanık kalmakla kalp dirilmektedir. Bu vakitte Allah’ı anmak erenlerin zevk
kaynağı, kâmillerin hazinesidir. Gönülleri hasretle yananların da san’at kaynağıdır.429
Hâl erbabı için bu vakitler paha biçilmez saatlerdir. Onlar için bu vakitte dua,
gözyaşı, niyaz, feryat, ibadeten yorulmuş bir beden, zevk ve sancı vardır.430
Sâdık Dânâ’nın ifadesiyle: “Seher vakti ne lâhûti bir zamandır, Allah
Teâlâ’nın kullarına bahşettiği en mühim ikramıdır, mânevi ziyafetidir.”431
Seher vakti, mânevi ilerleme vesilesidir.432 Geceyi Rabbiyle geçiren müridin
aldığı mânevi güç, onun gündüzünün de aydınlık olmasını sağlar.433
Nitekim âyette de belirtildiği gibi 434 gündüz vakti insan için çok fazla
meşgalenin olduğu bir zaman dilimidir. Oysa gece çok daha değerli, daha bereketli
ve insan zihninin en verimli olduğu bir bölümdür. Bundan dolayı gece saatlerinde
uyanık kalarak istifade eden bir birey her açıdan kârlıdır. Çünkü o saatlerde ibadet
zevkine erip, itaatin anlamını bir kez daha idrak etmiş ve uykunun da galebe
çalmasına fırsat vermediği için hem bedenine hem de ruhuna bir derinlik katmıştır.
Böylece gece sağladığı kazançla ve mânevi doyumla gündüz saatlerini de en verimli
şekilde kullanacaktır.
İbrahim Hakkı, çok uyumanın âfetlerine de değinir:
Uykunun fazlası tembelliktir. Mevlâ’dan uzak olmaktır, ilim ve hikmetten
mahrûmiyetir, cehâlettir, hastalıktır ve vebaldir.435 Uyku kalbi karartır ve öldürür.436
429 Mârifetnâme, s. 313. 430 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Nevm”, s. 625 431 Dânâ, Altınoluk Sohbetleri (2) s. 89 432 Dânâ, aynı eser, s. 89. 433 Dânâ, aynı eser, s. 97. 434 Müzzemmil /6-7: “Doğrusu gece neşesi etki bakımından daha kuvvetli, okumak bakımından daha sağlamdır. Çünkü gündüz senin için uzun uğraşılar vardır.” 435 Mârifetnâme, s. 315. 436 Gazali, İhya, c.3, s. 174.
130
Bildiğimiz gibi tüm insanlığa eşit miktarda dağıtılan “zaman” gibi bir
sermaye vardır. Ancak bunu değerlendirip kâra dönüştürmek yüce ruhların işidir.
İbrahim Hakkı’nın da belirttiği gibi uykunun fazlası insan için ziyandır, kayıptır.
İhtiyaç oranında uyumaksa insan için faydalıdır. Nitekim İbrahim Hakkı:
“Kıvamında uyku, bedene rahatlık verdiği gibi, ruhun da rahatıdır.”437 diyerek bu
hususu dile getirmiştir.
Allah’ın Rasülü herşeyde olduğu gibi uyku konusunda da hassasiyetini
korumuştur.
Hz.Ayşe ( r.a.) şöyle rivayet etmiştir:
“Rasulullah (SAV) geceleyin onbir rekat namaz kılardı. Fecr-i Sadık doğunca
da hafifce iki rekat kılardı....”438
Bu konuda Mâlik b. Dinar şu şekilde bir açıklama yapmaktadır:
“Resûlullah’ı (s.a.) uyurken görmek istersen, onu bu halde görebilirsin; ama onu
gece ibadete kalkmış olarak görmek istersen yine görebilirsin; hem uyur hem de
ibadete kalkardı...”439
Gece ibadetinin önemini idrak eden sahabiler böylesine değerli bir ibadet
konusunda birbirleriyle adeta yarış içine girmişlerdir. Ebu’d- Derda (r.a.) bu
ibadetten aldığı zevki şu anlamlı sözleriyle dile getirmiştir: “ Eğer öğle vaktinin
sıcakları (oruç) ve gece ibadetleri olmasaydı ben bu dünyada yaşamayı sevimli
bulmazdım.”440
Üveys el Karani (k.s.) de gece yapılan ibadetin zevkine varanlardan. O
bütün bir gece uyanık olup sabaha kadar secdede kalırdı.441
437 Mârifetnâme, s. 315; ayrıca bkz. Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 194; Mustafa Ateş, a.g.e., s. 105. 438 İmamNevevi, Riyazü’s-Salihin, 127.bölüm, hadis no: 814, Buhari ve Müslim rivayet etmiştir, s. 587. 439 Ebû Tâlib el Mekkî, a.g.e., s. 213 440 Dinç, a.g.e., s. 25 441 aynı sayfa.
131
Gece, her bir birey için farklı anlamlar taşır: Kimileri için bulunmaz bir fırsat
olurken, kimileri için ziyandır. Üç zümre vardır ki gece onlar için ya ganimet ya da
külfettir :
a)Gece; sevdiğiyle buluşup, O’nunla dertleşip, Mevlâ’sının huzurunda
bulunmaktan zevk alanlar için eşsiz bir zamandır. Bunlar, zamanın nasıl geçtiğini
bile anlamazlar. Gece uyanık kalarak dua, gözyaşı ve niyazla Rabb’in huzuruna
yükselmek onlar için eşsiz bir zevktir. İşte gece bu gibilere bir saltanattır.
b)Bir grup daha vardır ki gece, onlar için meşakkattir. Sabahlara kadar
nefsinin peşinde sürüklenenler ve şerle uğraşanlardır bunlar. Gece, bunlara bir fayda
sağlamadığı gibi zarar bile getirebilir.
c)Bu üçüncü grup ise ne kâr ne zarara uğrar. Bunlar geceyi uykuda
geçirenlerdir. Bunların geceden nasibi yoktur. 442
Böyle bir gruplamanın temelinde yatan faktör kanaatimizce “iman” meselesi.
İman etmek gereğini yapmak demektir. O halde sağlam bir imana sahip olan da
gereğini yapmaya çalışacak ve uykunun cazibesine yenilmeyip; gecenin o sırlı
saatlerini kâra çevirecektir. Dolayısıyla uykusuzluğun verdiği hazzı tadan kişiye de
bu konuda fedakârlık yapmak zor gelmeyecektir. Ancak bu zevkleri alamayan
ruhlardır ki ya fayda sağlamayan işlerle meşgul olarak ya da uykuda kalarak;
kendisinin belki de ilâhi ikrama mazhar olmasını sağlayacak nice lütuflardan
mahrum olmaktadır.
İbrahim Hakkı avam ve havassın uykusundan da söz eder:
Avamın uykusu gaflet ve yokluktur. Ârifin uykusu ise müşahadedir. Avamın
uykusu perişanlık ve dert içerir. Havassın uykusu ise gönül bağını
442 Rûmî, a.g.e., ss. 338-339; Ebû Tâlib el Mekkî’ye göre de gece ehli üç sınıftır: Birinci grup gece ibadeti yapmak isteyip de uykuya yenik düşenler. İkinci grup uykuya yenilmeyip gece ibadeti için uyananlar. Bunlar sabırda yarış içinde olan alim kimselerdir. Üçüncü grup ise çok az uyuyup geceyi değerlendiren kişilerdir. Böyle kimseler muhabbet ehlidir ve zikir, tefekkür ve münacaat ile meşguldür. (Mekkî, a.g.e., s. 208)
132
sağlamlaştırmaktır. Avamın uykusu bir tür ölümdür. Havassın uykusu ise zihnen
dirilmektir. Avamın uykusu oyalanmak, havassınki ise itaattir.443
Şibli’ye göre uyuyan kişi gaflettedir. Bedenî uyku da bir tür gaflettir. Çünkü
Allah’ı unutmaya nedendir. Dolayısıyla gaflette olan da Allah’a karşı perdelidir.444
Kanaatimizce uykunun farklı bir mâna kazanıp, farklı bir boyuta ulaşmasında
bakış açısı önemli bir yer tutar. Yukarıda da belirtildiği gibi, uyku kimisi için ziyan
ifade ederken; kimisi için ise ibadet hükmündedir.
Anladığımız kadarıyla avam, zevk aldığı ve nefsini frenleyemediği için
uykuya yenik düşmektedir. Bundan dolayı onun uykusu kayba uğramaktır. Ancak
havass, emanet olarak verilen bedenini korumak ve kendisini ibadete
yöneltmekte yardımcı olması amacıyla uyumaktadır. Ayrıca o, böyle bir niyete
sahip olduğu ve belirtilen birtakım âdâblara da riayet ettiği için havassın uykusu
daha farklı ve hakikâte daha dönük olmaktadır.
Uyanıklık iki çeşittir: Gözün ve kalbin uyanıklığı. Gözün uyanık olması,
gaflete izin vermemek, herşeye hikmetle ve ibretle bakmaktır. Kalbin uyanık olması
ise, onun Hakk’ı zikirden uzak kalmamasıdır.445
Anlayabildiğimiz kadarıyla insanın gerçek mânâda “kulluk” dairesinde
kalmasını sağlayan; sorumluluğunu unutmaması ve buna bağlı olarak, sahip olduğu
nimetleri, ikrâmları kendisine yakışır bir şekilde Hakk’ın rızâsı ylunda
kullanmasıdır. Zira göz, hakikâti görmek ve kalp hakikâti yakalayıp hissetmek için
var edilmişse kulun yapması gereken de yaratılışa uygun davranıp bu lütufları doğru
istikâmette tasarruf etmektir.
443 Mârifetnâme, ss. 313,316; ayrıca bkz. Mekkî, a.g.e., s. 417. 444 Cebecioğlu, a.g.e., s. 554. 445 Hafızalioğlu, a.g.e., s. 39; ayrıca bkz. Mârifetnâme, s. 317.
133
Kanaatimizce beden gözü ve kalb gözü arasındaki etkileşim birbirine
sıkısıkıya bağlıdır. Beden gözü, ibretle baktığı ve mâsivâya kapandığı oranda kalb
gözü açılacak ve Hakk’ı unutmayacaktır.
Şunu da belirtelim ki insan için asıl körlük; başında bulundurduğu gözlerde
değil kalbinin derinliklerinde saklı olan gönül gözündedir. Kur’an-ı Kerim bize bu
gerçeği hatırlatmaktadır: “...Doğrusu gözler kör olmaz, ancak sînelerdeki kalpler
körelir.” 446 Çünkü bedenî gözleri kör olduğu halde kalbi diri kalan ya da gözleri
gördüğü halde kalbi gerçeği görmekten uzak olan çok kimse vardır. İnsan ancak
kalbindeki ışıkla çevresine baktığında daha şuurlu, daha boyutlu ve daha anlamlı
olacak, yaratılış hakikâtini daha iyi kavrayıp kâinat kitabını okuyabilecektir.
Uykusuzluk, Allah’ın sıfatlarındandır. Çünkü O, “uyumaz ve uyuklamaz”447
Uykusuz kalan da bu sıfatla sıfatlanmış ve Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmış olur.448
İbrahim Hakkı’ya göre uyanıklık nefse mârifet kazandırır.449
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Uykunun ihtıyaçtan fazlasının ziyan
olduğunu idrak eden sâlik, şuurla hareket edecek ve kendisini bundan müstağni
kılmanın yollarını arayacaktır. Yukarıda da ifade edildiği gibi uyanıklık nefsin
mârifete ermesini sağlayan çok önemli kriterlerden biridir. Çünkü insan bu sayede
nefsine muhalefet etmeyi başaracak, uyanık kaldığı saatlerde de zikir, tefekkür ve
murakebe ile meşgul olmaya özen gösterecektir. Buna bağlı olarak da rûhî
açıdan güçlenecek, Allah’ a kurbiyeti artacak, mârifet yolunda ilerleyip, keşfe açık
hale gelecektir.
G. AZ KONUŞMAK
Tasavvufun önemli esaslarından birisi de ihtiyaç kadar konuşmaktır. Bu yola
giren sâlik için kâl (söz ) ehli değil, hâl (yaşantı ) ehli olmak hedeftir.450
446 Hacc/46. 447 Bakara/255. 448 Hafızalioğlu, a.g.e., s. 39. 449 Mârifetnâme, s. 317. 450 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Söz”, s. 648.
134
En şerefli varlık insandır. İnsan ya dilini koruyarak, zikir ile meşgul ederek,
yasak ve çirkin sözler konuşmayarak bu değerine değer katar ya da faydasız ve yasak
edilmiş sözlere dalıp kendi seviyesini düşürür. Bu kadar önemli olduğu için dil
üzerinde İslâm büyükleri tarafından hassasiyetle durulmuştur.
İbrahim Hakkı da bu konuda çeşitli bilgiler vermiştir. Ona göre, konuşunca
doğruyu söylemeli, söz verince mutlaka yerine getirmelidir. Yumuşak söz söylemeli,
selâmı yaymaya çalışmalıdır. Çok gülmek hafiflik alâmetidir ve kalbin ölümüne
sebebtir. Lafın çok olması mânânın eksikliğine dalalettir.451 Söz kısa ve özlü
olmalıdır.452
Açıklamalarda da ifade edildiği gibi söz, kişinin kimliğini yansıtır. Bundan
dolayı insan neyi, ne zaman ve ne şekilde konuşacağına doğru karar vermelidir.
Konuşmanın nasıl olması gerekiği konusunda en güzel örnek Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) dir. O, fazla konuşmayıp, az lafla çok şey anlattığından konuşması oldukça
etkili olurdu.
Allah- u Teâlâ, güzel sözlü olmamızı istemektedir: “Ve inanan kullarıma de
ki, (o müşriklere) sözün en güzelini söylesinler.”453 Nitekim Firavun’a bile yumuşak
söz söylenmesi emredilmiştir.454
Kula gereken, kendisine faydası olmayacak konuşmalar içerisine
girmemesidir. Bu hususu yine âyet-i kerime’de görebiliriz: “Ve çirkin söz
işittiklerinde, ondan yüz çevirirler.”455
Ayette de belirtildiği gibi, gereksiz söz konuşmamak ne kadar önemliyse,
faydasız söz işitmemek, bundan yüz çevirmek de en az o kadar önemlidir.
451 Mârifetnâme, s. 318. 452 Mârifetnâme, s. 322. 453 İsra/53. 454 Bkz. Ta Ha /42-44 ; ayrıca sözü güzellikle söylemekle ilgili bkz. Bakara /83, 263 ; Nahl /125 ; İsra / 53. 455 Kasas/55, ayrıca bkz. Furkan/72, Hucurat/11, Furkan/63.
135
İnsanın düşünmeden konuşmasının sonucunu ise bize şu hadis-i şerif
göstermektedir:
“Bir kul hayır mı şer mi olduğunu düşünmeden bir söz söyler de o söz
sebebiyle cehennemde doğu batı arasındaki mesafeden daha derin bir yere
kayıverir.”456
İbrahim Hakkı’ya göre dil çok önemli bir uzuvdur. Bu sebeble dilin
korunması diğer uzuvların korunmasından daha zarûridir. Çünkü dille kalp ve akıl
arasında münâsebet vardır. Dil sükût ettikçe gönül gözü açılmaya ve akıl rahat
etmeye başlar.457
Gazali de dil ve kalp arasındaki ilişkiden bahseder. Ona göre, ağızdan çıkan
her söz kalpte ma’kes bulur. Güzel ve hoş sözler sarfedildiğinde kalp nurlanmaya;
aksi taktirde kalp kararmaya başlar. O halde kalbin istikâmet üzere kalması dilin
doğru olmasına bağlıdır. 458
Bu konuda Hasan Basri önemli bir açıklama yapar : “Hakimin dili kalbine
bağlıdır. Bir şey söylemek istediği zaman kalbine danışır, faydalı ise söyler, değilse
susar. Cahilin kalbi ise diline bağlıdır, dili kalbine müracaat lüzumunu duymaz,
rastgele konuşur. ” 459
Kanaatimizce kalp ve dil arasındaki ilişki düşündüğümüzden daha derindir.
İnsan, kalbinde, gönlünde yatan duygularını diliyle ortaya koyar. Yani içten dışa
doğru bir açılımdır bu. Ya da insan birtakım düşüncelerini ifade eder ki bu da kalbe
yansır, kalp ona göre şekillenir, ona göre birtakım duygulara yönelir. Dolayısıyla bu
da dıştan içe doğru bir yansımadır. Görüldüğü gibi sarfedilen hiçbir söz boşa
gitmemektedir, doğrudan ya da dolaylı bir etkiye sahip olmaktadır. O halde önce
kalbe danışıp daha sonra konuşmalıdır.
456 İmam Nevevî, Riyazü’s- Salihin, 254. bölüm, Hadis no/512, Buhari ve Müslim rivayet etmiştir. s. 941. 457 Mârifetnâme, s. 320. 458 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 430. 459 Yılmaz, Gönül Erleri, s. 22; Mekkî, a.g.e., s. 421.
136
İbrahim Hakkı, az konuşmanın faziletinden de bahsetmektedir. Ona göre,
insan susarak, sıkıntılardan kurtulmayı başarabilir. Az konuştukça sözün ciddiyeti ve
etkisi artar. Dil insan için bir ölçektir, mihenk taşıdır. Dilini koruyan, ruhuna
ihsanlarda bulunur. Dilini koruyan emniyette olur, pişman olacağı şeylerle
karşılaşmaz. İnsan sükût ettikçe itibarı artar, gönül dünyası açılır, amellerini
muhafaza etmesi kolaylaşır, ahiret felâketlerinden kurtulabilir. 460
Ebû Tâlib el Mekkî’ye göre, sükût aklı geliştirir, sahibini takvâ ve verâya
ulaştırır. Allah, sükût edene doğru söz, güzel amel ve iyi bir ilim nasib eder.461
Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Her kim Allah’ a ve ahiret gününe
inanıyorsa hayır söylesin, yoksa sussun.” 462
Bir kişi, konuşmak için konuşmamalıdır. Bu hususu yine hadis-i şerifte
görmekteyiz:
“Allah’ı zikretmenin dışında çok söz söylemeyiniz. Zira zikrullah haricinde
çok söz söylemek kalp için bir katılıktır…” 463
İbrahim Hakkı, çok sözün afetlerine de değinir. Ona göre, nice boş sözler
vardır ki o, sahibi için eksiklikten başka bir şey değildir. Çok konuştukça gıybete
girme olasılığı artar. Çok laf etmekle gönüldeki mârifet nurları boşalır gider. Fazla
konuşmak insanı rezil eder. Zikrullahla ışıldayan kalbin nurunu giderir.464
Gazali de bu konuda benzer tespitlerde bulunur. O, bunlara ek olarak şu
maddeleri zikreder: İnsan diline sahip çıkmadığı zaman lüzumsuz konuşmalara dalar,
yalan söyleyebilir, alay edebilir, gereksiz yeminlerde bulunabilir, konuşulanlara
muhalefet etme alışkanlığı artabilir, bâtıla dalma sözkonusu olabilir. 465
460 Mârifetnâme, ss. 319-322. 461 Mekkî, a.g.e., s. 417. 462 İmam Nevevî, Riyazü’s Salihin, 254. bölüm, hadis no :1509, Buhari ve Müslim rivayet etmiştir. s. 940. 463 İmam Nevevî, R iyazü’s Salihin, 254. bölüm, hadis no: 1516, Buhari ve Müslim rivayet etmiştir. s. 943. 464 Mârifetnâme, ss. 320 -322. 465 Gazali, K imya-yı Saadet, ss. 433-444 ;ayrıca konuyla ilgili olarak bkz. Gazali, İhya, c. 3, s. 257.
137
Gazali’ye göre, bütün kötü şeyler dil ucundan doğar. Konuşmak hem hoş
hem de kolaydır. Ancak konuşulan şeylerdeki iyi ve kötü ayrımını yapmak zordur.
Susularak bu sorumluluktan kurtulunabilir. 466
Hucvîrî’ye göre, bu âfetlerin meydana gelmesinin sebebi insanın fazla
konuşmaya alışmasıdır. Nitekim o: “ Söz, aklı sarhoş eden bir şarap gibidir. Bir
kimse bu şarabı içmeye mübtelâ olsa, asla bir daha onu terk edemez ve kendini
ondan vazgeçiremez...” 467 diyerek insanın konuşmaya olan meylini dile
getirmektedir.
Açıklamalarda da belirtildiği gibi dile sahip çıkmanın hem bu dünyada hem
diğer dünyada bunca faydası varsa ve dili rahat bırakmak kişiye bunca sıkıntılar
yaşatıp onu hüsran edecekse akıllı kişi dilini kontrol altına almanın, onu bir terazi
gibi kullanmanın yollarını arar ve konuşmadan önce kendisine ne kazandıracağını
ya da kendisini nasıl bir kayba uğratacağını iyi hesaplar. Böylece hem söz israfından
kurtulmuş hem de güzel sözler sarfedilmesi için bahşedilen dilini en uygun şekilde
kullanmış olur.
İbrahim Hakkı’ya göre şu üç şey bütün felâketlerin kaynağıdır: Şaka, mizah,
boş laf.468 Şunu ifade edelim ki insan elbette şaka yapabilir. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.v.)’ in de şakalaştığını biliyoruz. Ancak ne var ki burada esas olan aşırıya
kaçmamaktır. İbrahim Hakkı’nın da bunu kastederek böyle bir açıklama yaptığını
tahmin ediyoruz.
Ağızdan çıkan söz madem ki bu kadar önemli o halde onu birtakım
kaidelerini göz önünde bulundurarak söylemelidir. Hucvîrî’ye göre mutasavvıf,
izinsiz konuşmaz. Sustuğunda utanma ve çaresizlik halindedir. Konuştuğu zaman
da gönüllere canlılık katar. Çünkü onun sözü dilinden değil kalbinden çıkmaktadır.
Onlar konuşmaktan çok susmayı tercih ederler. Sözün bir çeşit âfet olduğunu
akıllarından çıkarmazlar. Daima Hakk için ve Hakk’ı konuşurlar. Nitekim Cüneyd- i
466 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 433. 467 Hucvîrî, a.g.e., s. 503. 468 Mârifetnâme, s. 318.
138
Bağdadi bu konuda şöyle der : “Allah hakkında mârifet sahibi olanın dili lâl olur.”
469 İbrahim Hakkı’ya göre de mârifet yolundaki yolcu dilini sükûta alıştırır.470
Mârifetnâme’ye göre iki çeşit sükût vardır: Dilin sükûtu ve kalbin sükûtu.
Dilin sükûtu, Allah’tan başkasını anmamaktır ve kalbin sükûtu ise varlık âleminden
sıyrılıp Allah’a ulaşabilmektir.471
Bu konuda Hucvîrî de bir tasnif yapmaktadır. Ona göre söz de sükût da iki
kısımdır : “Sözün bir kısmı hak, bir kısmı batıldır. Sükûtun bazısından maksat,
bazısından gaflet doğar...Şayet söyleyeceği söz hak ise, o taktirde sözü sükûtundan
üstündür; batıl ise bu durumda susması konuşmasından efdaldir...” 472
Açıklamalardan anladığımız kadarıyla dilden çıkan her söz, kalbde ma’kes
bulmakta, onu müsbet ya da menfî olarak etkilemektedir. Eğer dil gereğinden fazla
konuşursa hem amacından uzaklaşmış hem de kalpteki hikmet nurunu söndürmüş
olur. Bundan dolayı konuşmuş olmak için konuşmamalı, kalpteki şuaları artırmak
amacıyla konuşmaya gayret etmelidir.
H-HALVET
Tasavvuf yolunda ilerlemenin önemli kaidelerinden biri de uzlettir. Uzlet,
dünyevi meşgalelerden uzaklaşıp insanın gönül dünyasına yönelmesini
sağlamaktır.
Halvet, birtakım zikirler aracılığıyla riyâzet ve zihnî konsantrasyon sağlamak
için yapılan özel bir gayrettir.473
469 Hucvîrî, a.g.e., ss. 503 – 506. 470 Mârifetnâme, s. 324. 471 Mârifetnâme, s. 324; ayrıca bkz. Hafizalioğlu, a.g.e., s. 39. 472 Hucvîrî, a.g.e., s. 505. 473 Cebecioğlu, a.g.e., s. 321.
139
İnsanlardan ayrı, yalnız yaşamak mânâsındadır.474 Halvet, kalben bütün
eşyadan sıyrılabilmektir. Öyle ki bunun sonucunda gerçek mârifet elde edilmiş
olur.475
Halvet, tarîkata intisab etmiş bir müridin, bir süre sonra, şeyhinin
önderliğinde insanlardan uzaklaşıp, inzivaya çekilmesi ve bu esnada Rabbini zikirle
meşgûl olmasıdır. 476
Ortak bir amacı ifade eden ve çoğu zaman birbirinin yerine kullanılan halvet
ve uzlet arasında ince bazı farklar vardır ki onları da şu şekilde belirtebiliriz:
Uzlet daha genel, halvet ise daha özel bir anlamı ifade eder. Uzlette süresi
belli olmayan bir yalnızlık sözkonusu iken; halvetteki yalnızlığın süresi bellidir.477
Uzlette kalbin Allah’a yakınlığı esas alınırken; halvette maddi varlık olarak
insanlardan uzaklaşmak esatır.478 Uzlet, halvetin bir boyutu, riyazat da diğer
boyutudur. Halvetin riyazat yüzü, nefsi, cismani arzulara karşı frenlemek; uzlet yönü
ise yalnız kalarak kalpten meşgaleleri silmektir.479
Bu metodu, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kendisine vahiy gelmeden önce
yaptığı uzlete çekilme uygulamasına kadar götürenler vardır. Uzletin ortalama kırk
gün olması konusunda da Hz. Musa’nın Tur Dağı’nda kırk günlük Allah ile olan
özel görüşmesini delil olarak görmek mümkündür.480
Bu kaynaklardan esinlenilerek uzlet, daha sonra tarîkatlarda uygulanmaya
başlanmıştır.
474 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s.106. 475 Abdulkâdir Geylânî, Gönül İncileri, çev. Celal Yıldırım, (Bahar Yay) İstanbul 1996, s. 25 ; ayrıca uzlet tanımı için bkz. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 134 ; Soysaldı, a.g.m., s. 297 ; Kuşeyri, a.g.e., s. 200. 476 Eraydın, ag.e., s. 139. 477 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 195. 478 Eraydın, a.g.e.,s. 140. 479 Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri (1), s. 36. 480 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Halvet”, s. 321; ayrıca halvetin tarihçesiyle ilgili bkz. Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 196; Şâdi Eren, Mesnevi Bahçesinde Tasavvuf (Nesil Yay.) İstanbul 1996, s. 32; Eraydın, a.g.e., s. 139; Serrac, a.g.e., s. 516.
140
Uzletin süresi tarîkatlara göre farklılık arz etmektedir. Bu süre üç gün, kırk
gün ya da Mevlevîlerde olduğu gibi binbir gün olabilmektedir. Ancak yaygın olarak
kabul edilen, uzletin kırk gün olduğuna dair görüştür.481
Kanaatimizce uzlet -halvet ve uzlet eş anlamlı olarak kullanılabilmektedir-
tasavvuf yolundaki sâlik için son derece önemli bir uygulama ve önemli bir
merhaledir. Salikin istenilen hedefe doğru ilerleyebilmesinde kendisine yardımcı
olacak güç kaynağıdır. Çünkü uzletteki amaç yoğunlaşmak, bir düşünce üzerinde
derinleşmektir. Sâlik, yaptığı bu uygulamayla bir sonraki aşamaya daha fazla
yaklaşacaktır. Bu sebeble uzlet, tasavvuf yolundaki tüm kaidelerle bağlantılıdır.
İbrahim Hakkı uzlet üzerinde önemle durur ayrıntılı açıklamalarda bulunur.
İbrahim Hakkı’ya göre uzlet ilahi yakınlıktır. Halktan uzaklaştıkça Hakk’a
vasıl olunur. Meleküt âlemine ulaşmak, Allah ile dost ile olabilmek, ilâhi huzurda
bulunabilmek uzletle mümkündür. Uzlet Mevlâ’yı bilmek, Mevlâ’yı bulmaktır ve o,
ihlasın kaynağıdır.482
İnsanları anlayan, onlardan uzak kalmayı tercih eder, insanlarla beraber
bulunmak felakettir. Çünkü onlarla meşgul olmak, kalbi gerçek hedefinden
uzaklaştırır. Seviyeyi koruyamayan insanlar faydalı olayım derken zarar verirler.
İnsanlarla içli dışlı olan hilelerden, vesveselerden kurtulamaz.483
İbrahim Hakkı bu konuda Gazali ile paralel düşünür. Gazali’ye göre de
uzletin birtakım faydaları vardır:484
481 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 196. 482 Mârifetnâme, ss. 326,328 483 Mârifetnâme, ss. 326- 327. 484 Gazali bu konuya çift yönlü bakmıştır. Bir yandan uzletin faydalarını sayarken diğer taraftan insanlarla bir arada bulunmanın da bazı yararları olabileceğini söyler. Onları da daha ilerde belirteceğiz.
141
Uzlet eden kişi zikir için, tefekkür için vakit bulur. Çünkü amellerin en
değerlisi tefekkürde bulunmaktır. İnsanların arasına karışan, oyalayıcı birçok unsur
içinde bu amelden uzak kalabilir.
Uzlet eden, birçok günahtan da korunmuş olur. İnsan kalabalık ortamlara
girince gıybet, riya, nifak gibi günahlara ortak olma olasılığı artmaktadır.
Ayrıca uzlet eden kişi tama’dan da uzak kalır. Çünkü insandaki arzu, kişiyi
hırsa ve hırs da onu tama’ etmeye yöneltir ki; insan böyle birşeye bulaşırsa bunun da
sonu gelmez, sürekli daha fazlasını ister. 485
Uzlet sayesinde kalbi korumak daha kolaylaşır. Ayrıca bu esnada gelişen
ibadet zevki sonucu kişi güzel ahlâkla bezenmiş olur. Nefsi düşmanlık ve kin gibi
olumsuz sıfatlardan muhafaza etmek mümkün olabilmektedir.486
Açıklamalardan anlayabildiğimiz kadarıyla insan, halkın arasına karıştığı
zaman ister istemez çizgisinden uzaklaşabiliyor. Dünyevî meşgaleler daha da bir
artıyor ve kişi itaatten uzak kalmanın yanısıra özellikle gıybet gibi günahlara ortak
olma riski daha fazla görülüyor. Oysaki birey kendisine özel vakit ayırabilirse daha
verimli sonuçlar alınabilir.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Gazali, olayın bir başka yönüne değinir.
Ona göre, halkın arasına karışmak da önemli ve yararlıdır. Gazali bunları şu şekilde
açıklar :
Halkın arasına karışmakla kişi, hem diğer insanlardan faydalanır hem de
onlara faydalı olur. İlim öğretmek bunlardandır.
485 Gazali, Kimya-yı Saadet, ss. 312 -318. 486 Eraydın, a.g.e., s. 141; ayrıca uzletin faydası ile ilgili olarak bkz. Ebû Tâlib el Mekkî, a.g.e., s. 423.
142
Ayrıca insan, hem terbiye edilmiş hem de edeb öğrenmiş olur. Çünkü diğer
insanların sıkıntılarına katlanarak nefsî açıdan olgunluğa erişmiş, güzel hasletlerini
geliştirmiş olur.
İhtilatın (karışma, halkla beraber olma ) bir başka faydası da şudur ki kişinin
pek çok sohbet arkadaşı olur ve kişi onlarla ünsiyet eder.487
Gördüğümüz kadarıyla, enfüsî açıdan uzlet faydalı ancak âfâki açıdan ihtilat
gereklidir. Kanaatimizce ihtilatın en büyük faydası insanlara faydalı olmak, onlarla
fikir alışverişinde bulunmaktır.
İbrahim Hakkı’ya göre: “Kişinin uzlete çekilmesinden maksat; günahtan ve
günaha sebep olacak şeylerden sakınmaktır.”488
Kuşeyri bu olaya daha farklı yaklaşmış, daha farklı bir boyut kazandırmıştır.
Ona göre uzletin sebebi “İnsanların şerrinden selamette olmak değil, insanların kendi
şerrinden selamette bulunmalarına inanmasıdır.”489
Uzlet, halkın şerrinden korunmak ya da halkın kendi şerrinden korunması
amacıyla yapılmamaktadır. Bu, kötü ahlâkı terketmek, kemâle biraz daha yaklaşmak
anlamında bir uzlettir. Yani buradaki amaç negatif sıfatları bırakmaktır. Çünkü sâlik
için başlangıçta halvet gereklidir.490
Kanaatimizce uzletin, hem günah ortamından uzaklaşmak –çünkü yukarıda
ifade edildiği gibi insan, halkın içindeyken günaha ortak olma ihtimali yüksektir-
hem de bahsedildiği gibi bir yoğunluk yaşayarak rûhen daha olgun hale gelmek gibi
bir hedefi vardır. Çünkü günah, kişinin kalbine girince az yada çok bir iz mutlaka
bırakır ve kişinin terakkisini etkiler. Bu açıdan bakıldığında sâlikin kalbini tasfiye
487 Gazali, a.g.e., c. 2, ss. 603 -608. 488 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 134. 489 Kuşeyri, a.g.e., s. 199; ayrıca bkz. Soysaldı, a.g.m., ss. 297- 298. 490 Cebecioğlu, a.g.e., s. 730.
143
etmesi ve tasavvuf yolunda ilerleyebilmesi için bu uygulamayı gerçekleştirmesi
gerekmektedir.
Kur’an’ı Kerim’de de kişinin Allah’a yönelmesini görüyoruz: “Madem ki siz
kavminizden ve onların Allah’tan başka taptıkları putlardan ayrıldınız, o halde
mağaraya çekiliniz ki Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin.”491
“Ben sizden ve Allah’tan başka kulluk ettiklerinizden ayrılırım da Rabbime
dua ederim.”492
Peygamber Efendimiz (S.A.V), insanların en üstünü arasında malı ve canıyla
Allah yolunda cihad eden müslümandan sonra, uzlete çekilip de Rabbiyle olan insanı
saymaktadır.493
Âyet ve hadislerde de ele alındığı gibi insanın, sebebleri ve mânileri aşarak
Rabbiyle beraber olmaya çalışması hem Allah’ın rahmetini celbeder hem de kişiye
Allah katında bir üstünlük sağlar.
Halvette sâlikten beklenen birtakım fiiler vardır ki sâlikin hedefine
ulaşabilmesi için önemlidir:
Halvet esnasında gönül gözünün ağyara kapanması ve her an Cenâb-ı
Hakk’ın teveccühüne hazır olunup beklenmesi.494
Kalpten mâsivâya dair ne varsa çıkarmaya çalışmak, Hakk’ın sayısız
ikrâmları karşısında tefekküre dalarak kendinden geçmek de halvetin
gâyelerindendir.495
491 Kehf /6. 492 Meryem /48. 493 İmam Nevevî, Riyazü’ s- Salihin, 69. bölüm, hadis no: 597, Buhari ve Müslim rivayet etmiş, s. 458. 494 Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri (1), s. 38. 495 Serrac, a.g.e., s. 516; ayrıca halvetin gayesiyle ilgili olarak bkz. Eraydın, a.g.e., s. 139; Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 195.
144
Görüldüğü gibi sâlik bu gayret içinde olmalı ki; içinde bulunduğu halvet
süreci verimli geçebilsin. Bunun için hedefe kilitlenmiş bir zihin ve kalp gereklidir.
Uzletin, beklenilen sonucu verebilmesi için birtakım şartları gerçekleştirmek
gerekmektedir :
Uzlete çekilecek olan kişi öncelikle halk ile helalleşmeli ve kendisini, kabre
yerleştirilen ölü gibi saymalıdır.
Halvette olan kişinin abdestli olması çok önemlidir. Hatta mümkünse gusül
abdesti almalıdır. Zikre çok önem vermeli, dil ve kalbi bunun dışında meşgul
etmemelidir. Edeb çizgisinde kalmaya a’zami gayret göstermeli, Allah’ın huzurunda
olduğunun bilinciyle hareket etmelidir.496
Salik ayrıca tenha bir köşeye çekilir, tefekkürle, zikirle, ibadetle meşgul olur.
Keyfi olarak dışarı çıkmaz ancak Cuma ve cemaat namazlarına gider. Bunun dışında
tüm vaktini Allah ile olmaya ayırır. Bu esnada yeme içme uyuma gibi ihtiyaçları da
en alt seviyeye indirir.497
Görüldüğü gibi halvette fizyolojik ihtiyaçları en asgari sınıra indirmek
önemlidir. Çünkü mideyle kalp arasında bağlantı vardır. Mide ne kadar çok dolarsa
kalp o oranda tembelleşir. Bu sebeble sâlik kendisine kâfi olan miktarla yetinip
ibadette kalmaya önem vermelidir. Uykusunu da azaltıp498 yakaza haliyle bu
ihtiyacını gidermelidir.
Halvet ehli için önemli bir ilke daha vardır: Vâki olan her vâridattan, keşfden,
nurdan, tecelliden ve nefsin sıfatlarından hocasına bahsetmek ve hissettiği
vesveselere gönlünü tıkamaktır.499 Nitekim bu durumda bile nefsin fısıltıları bitmez.
496 Rûmî, a.g.e., s. 537. 497 Mârifetnâme, s. 328; ayrıca uzletin şartlarıyla ilgili olarak bkz. Eraydın, a.g.e., ss. 140,143. 498 Halvetteyken uykuyu engellemek için, oturdukları yerde başlarını bir kayışa bağlayan, bastona dayanarak uykusunu geçiştiren tasavvuf ehilleri olmuştur. (Bkz. Cebecioğlu, a.g.e., s. 322 ) 499 Rûmî, a.g.e., s. 538.
145
Yaşanan olağanüstü olaylara aldırmadan, onların, kendisini esir almasına fırsat
tanımadan Rabb’ine iltica etmeli, O’na sığınmalıdır.
İrfan isteklisi hedefine ulaşınca onun için artık yalnız kalmak ya da kalabalık
içinde olmak fark etmez. Zira o, hem onlarla birlikte olur hem de onlardan ayrı.
Bedeniyle onlarla beraberdir ama kalbiyle Allah iledir.500
Belirtildiği gibi sâlik bu aşamada gayretlerinin sonucunu görmüş, kalp ve
beden bütünlüğünün hakikâtine ermiştir.
İbrahim Hakkı’ya baktığımızda o, amacına ulaşan bir sâlik için ne tür
karşılıklar olduğuna da değinir. Ona göre, insanlar uykudayken, uyanık kalan; onlar
nefsini hoş ederken bedeninden sıyrılan ve Rabbin huzurunda olup uzleti tercih
edene “ Birlik” sırları ve mârifet kapıları açılır. Nihayet onun “beşeriyeti melekliğe,
kulluğu efendiliğe, gaib hali şehadete, bâtını zâhire ve aklı hisse dönüşür.” Böylece
veliler makamına ulaşmış olur.501
Halvetin, gözün korunmasında insana kolaylık sağlaması sonucunda,
kalpteki mânevi rahatsızlıklar düzelir ve böylece kişi içte ve dışta korunmuş olur.502
Kanaatimizce, beden gözüyle gönül gözü arasında bizim tahmin
ettiğimizden daha sıkı bir ilişki vardır. Bu sebeble beden gözü ağyara kapandıkça
gönül gözünün parlaklığı artar.
Halveti seçerek yalnızlığı tercih edinene kâinatın sırları açılır. Allah Teâlâ,
doğrudan kendi sırlarından ilham eder ve hiç kimsenin idrak edemeyeceği lütuflarla
o kuluna tecellilerde bulunur, kulunun kalbini kendi nuruna gark eder.503
500 Mârifetnâme, s. 328. 501 Mârifetnâme, s. 332. 502 Soysaldı, a.g.m., s. 297. 503 Soysaldı, a.g.m., s. 297.
146
Anladığımız kadarıyla şunu söyleyebiliriz ki sâlik uzletteyken kendisini
birtakım nimetlerden, bazı imkânlardan yoksun bırakıyor. Maddeye karşı menfi bir
tavır alırken mânevi yönünü güçlendirmeye çalışıyor. Devamlı huzur-u ilahi’de
bulunmaya özen gösteriyor. Sonuçta kalbi daha latif bir hal alıyor ve mânevi
açılımlara hazır hale geliyor, müşahedesi açılıyor, gayb perdesi aralanıyor, kötü
sıfatları ortadan kalkarken hassas yönleri gelişiyor. Böylece terk ettiği şeylere karşı
en güzel şekilde karşılık görüyor ve uzletin nihâi hedefine ulaşmış oluyor.
İbrahim Hakkı, halktan uzak kalan ârifleri iki sınıfa ayırır. Birinci gruptakiler,
ilim ve hikmet yönünden halkın, kendilerine ihtiyacı olmayanlar. Bunlar evlerinde,
uzlettedirler Allah’ı anmanın zevkini tadarlar. Sadece Cuma namazına ve faydalı ilim
meclislerine giderler. Vakitlerini zayi etmek istemezler. Uzletlerini verimli kılmak
için çaba harcarlar.
İkinci gruptakiler, ilimde doruk noktasıdırlar ve halkın onlara ihtiyaçları
vardır. Böylelerinin uzlete çekilmesi zordur çünkü insanlar arasında olup ilim
yayarlar.504
İbrahim Hakkı’nın yaptığı bu tasnifin, Gazali’nin açıklamasıyla örtüştüğünü
söyleyebiliriz. Şöyle ki :
Gazali, uzlet faydalıdır demişti. Bu, İbrahim Hakkı’nın yaptığı ilk tasnif için
sözkonusudur. Çünkü burada bahsedilen ârif, uzlettedir ve kendi terakkiyatı için
uğraşmaktadır. Belli bir olgunluğu yakalayabilmesi adına uzlet, ona fayda
sağlayacaktır.
Gazali, bir sonraki aşamada halkın arasına karışmanın da faydalı olduğunu
ifade etmişti. Bu da ikinci grup için geçerli. Burada belirtilen ârif ilim sahibi. O
yüzden kendisini toplumdan soyutlayamaz. Halkın arasına girerek faydalı olması
gerekmektedir. Bu konumdaki kişi için de ihtilat, uzletten daha önemli ve gereklidir.
504 Mârifetnâme, s. 330.
147
Bu özelliklere sahip ârif uzlete çekilse sadece kendisiyle meşgul olacağından;
karşılıklı fikir alışverişinden ve fayda sağlamaktan uzak kalacaktır.
Şunu ifade edelim ki; olayın temel esprisi, zihni ve kalbi Allah ile irtibatlı
kılmaktır. Bunu hangi yolla gerçekleştireceği ise kişiye kalmıştır. Uzlet buna bir
vesiledir ancak tek yol değildir. Kimisi vardır uzlete çekilmiştir ama beklediği
sonucu alamamıştır; bir başkası da vardır ki halkın içindeyken bile Hakk’ı
unutmamıştır.505 Kişiden beklenen de budur: Kalbi, gerçek sahibiyle irtibatlı hale
getirmek.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz ki; İnsanın biyolojik yönü kadar
pisikolojik yönü de önemlidir. Zira ruh ve beden bütünlüğünü sağlayabilmek için bu
ayrıntı gereklidir. Ancak ne var ki insan bu yönünü zaman zaman ihmal etmektedir.
Çünkü âyette de belirtildiği gibi506 dünyevî meşgaleler kişiyi oyalamakta ve onu
kendisine yabancılaştırmaktadır. Dolayısı ile her insanın, kendisine vakit ayırması ve
kendisi ile baş başa kalması gerekli ve mühim bir durumdur.
Önceleri bu uygulama çilehanelerde, kırk gün veya daha uzun süreli olarak
gerçekleştirilmekteydi. Günümüzde bunu sağlamak belki pek o kadar kolay
olmayacaktır. Ancak önemli olan az da olsa bireyin kendisine vakit ayırabilmesidir.
Nitekim “Ölmeden önce ölünüz”507 hadisi ve Hz. Ömer’in sürekli hassas bir hesap
içinde olması, her gününü titizlikle sorgulaması bize bu gerçeği bir kez daha
hatırlatmaktadır. O halde insan ihtiyacına, ortam ve şartlarına göre kendisine
yönelmeli, iç dünyasında yaşadıklarını gözden geçirerek, benliği ile hesaplaşmalıdır.
Mânevi bir donanım vasıtası olan uzlet, sâlikin kendisiyle ilgili tahlil yapması
için de güzel bir fırsattır. Mevlânâ da bu gerçeği şu şekilde dile getirmiştir:
505 Nur /37. 506 “…Senin için gündüz vakti uzunca bir meşguliyet vardır.” (Müzzemmil /7) 507 Aclûnî, İsmail b. Muhammed el Cerrâhî, Keşfu’l Hafâ ve Muzîlu’l İlbâs, tahkik: Ahmed el Kallâş, (Müessesetü’r-Risâle) Beyrut 1980, 4. Baskı, c. 2, s. 384.
148
“Mutasavvıf için bu geçici yalnızlık dönemi, kendini tahlil etmenin ve
anlamanın çok etkili bir yöntemidir.” Bu uygulamayla sâlik, zihnindeki hayal
mahsülü tüm unsurları gözden geçirir ve daha anlamlı bir bakış gelişirir. Bu süreçle
sâlikin nazarında önceki değerli olan şeyler silinir ve sağlanan yoğunluk sonucu
onun varlığı zenginleşir. 508
Yani uzlet içebakışın dışa yansımış şeklidir.
İ. ZİKİR
Sözlükte hatırlama, anma, bahsetme, zikretme, anlatma gibi mânâlara gelen
zikir;509 Allah’a giden yolda kuvvetli ve etkili bir esastır. Hatta bu yolun temel
şartıdır da denilebilir.510
Bu kelime Kur’an’da müştaklarıyla beraber iki yüz elli altı yerde
geçmektedir. 511
Zikir, Kur’an-ı Kerîm’de birbirinden farklı anlamlarda kullanılmıştır:
a) “Kur’an-ı Kerim”, Zikir kelimesiyle ifade edilmiştir :
- “Kur’an’ı biz indirdik, onun koruyucuları da şüphesiz biziz.”512
b) “Cum’a namazı kılmak” mânâsında kullanılmıştır :
- “Ey iman edenler Cum’a günü namaz için çağrıldığınız zaman, hemen
Allah’ ı zikretmeye gidin, alış-verişi bırakın. Bu, bilirseniz, sizin için daha
hayırlıdır.” 513
c) “İlim” anlamında zikredilmiştir :
- “Biz senden evvel de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını
göndermiş değiliz. Eğer bilmiyorsanız; ehl’i kitabın âlimlerine sorunuz.” 514
508 Arasteh, a.g.e., s. 27. 509 Serdar Mutcalı, Arapça –Türkçe Sözlük (Dağarcık Yay.) 1995, md. “Zikir”, s. 1294 ; ayrıca bkz. Cebecioğlu, a.g.e., md., “Zikir”, s. 783; Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 36; Chittick, Tasavvuf, s. 125; Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 162; Mâhir İz, Tasavvuf, haz. M.Ertuğrul Düzdağ (Kitabevi Yay.) İstanbul 1990, s. 128; Serrac, a.g.e., s. 510 510 Kuşeyri, a.g.e., s. 319. 511 Yılmaz, a.g.e., s. 162. 512 Hicr /9. 513 Cum’a /9. 514 Enbiya /7.
149
d) Bizzat “zikir” mânâsı ifade etmektedir. Birkaç örnek vermek mümkündür:
1- “Öyle ise siz beni (taat veibadetle) anın, ben de sizi (mağfiretle)
anayım...”515
2- “Onlar gece gündüz ara vermeyerek O’nu tesbih ve tenzih ediyorlar.”516
3-“...Allah’ı çok zikreden erkeklerle, Allah’ı çok zikreden kadınlar, işte
bunlar için Allah mağfiret ve pek büyük mükâfat hazırlamıştır.”517
Kur’ân-ı Kerim’de bu konu çeşitli açılardan ele alınmıştır. Aşağıdaki
örneklerde bu durumu görmek mümkündür:
-“Allah’ı çok anınız ki, belki kurtuluşa eresiniz.”518 Burada zikir ibadeti
kurtuluş vesilesi olarak kabul edilmiştir.
- “Rabb’inin ismini an ve her şeyden kesilerek O’na ibadet et.”519 Bu âyette
ise zikir esnasında tamamen Allah’a yönelmek gerektiği belirtilmektedir.
-“Ey iman edenler, Allah’ı çokça zikrediniz sabah akşam da O’nu tesbih
ediniz.’’520 Görüldüğü gibi burada da Alllah’ı bol miktarda anmak gerektiği
belirtiliyor.
Hadis-i şeriflerde de zikre verilen önemi görmek mümkündür: “Rabbini
zikredenlerle zikretmeyenlerin hali diriyle ölünün haline benzer” 521
İbrahim Hakkı, zikri farklı ifadelerle tanımlamıştır. Ona göre, Allah’ı anmak
mârifet yolundaki esas unsurdur, Hakk ile ünsiyetin sebebidir, imanın alâmeti ve
ruhların kuvvetidir. Zikirle meşgul olmak en güzel zevktir.522
515 Bakara /152. 516 Enbiya /20. 517 Ahzab /35, Eraydın, a.g.e., s. 128. 518 Enfal/45. 519 Müzzemmil/8. 520 Ahzab/41; ayrıca zikirle ilgili olarak bkz. Al-i İmran/191; Ar’af /205; Nur/37; Ahzab/ 35; Hadid/16-17; Zümer/22; Zuhruf/36; İnsan/25; Ra’d/28; Enfal/110; Mü’minun/10; Ta-Ha/14; Münafikun/9; Mücâdele/19; Yâsin711; Furkan/18; Necm/29; Şuarâ/227; Kehf / 28; A’raf /69; Nahl/44; Nisa /103; Bakara/239 521 İmam Nevevî, Riyazü’s Salihin, 244. bölüm, hadis no: 1432, Buhari rivayet etmiştir, s. 886.
150
Tanımlarda da gördüğümüz gibi tasavvuf yolundaki en önemli faktörlerden
biridir zikir. Çünkü zikir sayesinde kalbî bağlılık sağlanabilir ve mâsivâya dair ne
varsa kalpten, ruhdan silinir.
İbrahim Hakkı’ya göre halvette olan zâkir devamlı Allah’ı anmayla meşgul
olursa onda birtakım mânevi haller meydana gelir. Buna ‘’üç vecd
deryası’’(müsteğrakatı-ı selase) denir.
Birincisinde zikrin etkisiyle insandaki kötü yönler ortadan kalkar ve latif hoş
yanları kalır. Zikrullah zıtlarını yok ederken (kötü huylar) insandan birtakım sesler
çıkar. Arı uğultusu, davul zurna sesleri gibi. Nitekim su da zıttı olan ateşi
söndürürken ses çıkarmaktadır.
Bu zikir anında zâkir Allah’ı anmanın dehşetiyle öyle bir hâl içine girer ki
dayanamayıp cinnet geçirmesi bile söz konusudur. Bu durumda ancak aklı vehmine
üstün gelen kişi zarar görmez.
İkincisinde insanın üzerine sırasıyla bir ışık, bunun ardından karanlık ve daha
sonra da zikrullah nuru gelir. Bu aşamadaki zâkir tamamen güven ve esenliktedir.
İman, yakîn, aşk ve zikrullah ile dopdoludur.
Üçüncüsünde de zikir gönülden çıkarak başa yükselir ve zâkir kendinden
geçmiştir. Zikrullah zâkirden ayrılmaz ve zikir ateşi asla yok olmaz. Bunların
neticesinde Allah zikriyle meşgul olan kişi, üzerine nurlar indiğini görür.523
Zikir gizli (hafî) ve açık (cehrî) olmak üzere ikiye ayrılır:
Silsileleri Hz. Ali (r.a.) vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’e dayananlar alenî
zikri; Hz. Ebûbekir (r.a.) vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’e dayananlar da hafî
zikri benimsemişlerdir.524
522 Mârifetnâme, s. 337. 523 Mârifetnâme, s. 340. 524 Eraydın, a.g.e., s. 128.
151
Bilindiği gibi herkes farklı bir yaratılış özelliğine sahip olduğundan kimisi
hafi zikirden zevk alırken kimisi cehri zikirden zevk almıştır. Böylece farklı tasavvuf
kolları farklı zikir türlerini uygulamışlardır. Ancak şunu söyleyelim ki zikrin her iki
şekli de sonuç itibariyle aynı kaynağa dayanmaktadır.
İbrahim Hakkı, zikri üç kısma ayırmaktadır:
Dille, kalple ve sırr ile.
Dille yapılan zikir: Lafızda kalıp da gönle inmeyen zikirdir.
Kalple yapılan zikir: Gönül dille beraber olursa bu ikinci aşama gerçekleşir.
Zâkir Allah’ın huzurunda olduğunun farkındadır. Zikredenin Allah ile bütünleştiği
zikir şekli de sırrî olur.525
Dille yapılan zikirde gaflet sözkonusu olduğu için bu zikrin kimseye faydası
yoktur. Nitekim Allah Teâlâ da kullarını, gâfillerden olmamaları konusunda
uyarmıştır. 526
Kalple yapılan zikirde dilin yanında kalp de etkilidir. Yani bu zikir kalp
huzuru ile yapılmaktadır. Bunun sonucu olarak da Allah Teâlâ, kişiye karşılıksız
ecirler verecektir. Ancak asıl hedeflenen zikir çeşidi bundan da bir adım öte olan sırr
ile yapılan zikirdir.
Üçüncü zikir çeşidi ise hem dil, hem kalp, hem de bütün uzuvların dâhil
olduğu zikirdir. Sâlik öyle bir zikirde bulunur ki sonuçta bu zikir önce diline, oradan
kalbine ve daha sonra da ruhuna ulaşarak orada muhabbetullahı meydana getirir.
Gönlünden mâsivâya dair ne varsa ortadan kalkmaya başlar ve mârifetullah kişinin
kalbine yerleşir. İşte tüm kaideleriyle yerleşen ve Cenâb- ı Hakk’ın da hoşnut
olacağı zikir çeşidi budur.527
525 Mârifetnâme, s. 341; ayrıca bkz. Zikrin çeşitleri için, Vehbi Yıldız, Değer Ölçüsü (2), ss. 182,189; Kuşeyri, a.g.e., s. 319; Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 362. Zikrin çeşidini açık ve gizli olarak gruplayanlar da vardır: bkz. Hafızalioğlu, a.g.e., s. 39. 526 A’raf /205. 527 Rûmî, a.g.e., ss. 384 -395.
152
Zikir çok kapsamlı bir ibadet olduğu için528 herkes yaşantısına ve
hissettiklerine göre ona farklı anlamlar yüklemiş, farklı tasnifler yapmıştır :
Avamın, havassın ve ehassü’l havassın zikri olarak da ifade edilen zikir
çeşitleri vardır ki yukarıda belirttiğimiz dille, kalple, ruhla yapılan zikre tekâbül
etmektedir. Birincisi, tasavvufa yeni intisab etmiş olanların (mübtedi); ikincisi,
tasavvufta belli bir merhale katetmiş olanların (mutavassıt); üçüncüsü de,
müşahedeye ermiş olanların (müntehi ) zikridir. 529
Mübtedinn zikri kelime-i tevhiddir ve bu onu, “Allah’dan başka ma’bud
yoktur” anlamında zikreder. Mutavassıt ise onu, “Allah’dan başka matlub ve
maksud yoktur”anlamında zikreder. Müntehi ise onu, “Allah’dan başka mevcut
yoktur”mânâsında bu zikri gerçekleştirir.530
Açıklamalardan anladığımız kadarıyla, tasavvufa yeni başlayan kişinin
öncelikle Allah Teâlâ’ya sağlam bir inanç besleyip O’ ndan başka herşeyi gönlünden
çıkararak tevhide ermesi, tek mutlak varlığın Allah olduğu fikrini gönlüne iyice
yerleştirmesi gerekmektedir. Bu sebeble bu aşamadaki kişi tevhid zikrine yoğunluk
vermeli, O’ndan gayrı hiçbir ilâh olmadığı inancında yoğunlaşmalıdır.
İkinci aşamadaki sâlik, tevhide erdikten sonra burada kalmanın mücâdelesi
içindedir. İstediği, yöneldiği asıl hedefi Allah’tır. Kendisini bu gâyeye götürecek
zikre ağırlık verir ve O’ndan başka hiçbir talebinin olmadığını dile getirir.
Bir sonraki aşamadaki sâlik ise varlıkları, varlıkların iç yüzlerini görüp
anlamıştır. Bu sebeble herşeyden yüz çevirmiş ve sadece Rabb’ine yönelmiştir.
Yapılan bir başka tasnifte ise zikir, imânın ölçüsü olarak ele alınmıştır. Şöyle
ki: Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın ismi anılınca kalbin titremesinden bahseder. (Enfal /
528 Al – i İmran /191’de ifade edildiği gibi insan, her anında , otururken, kalkarken her fırsatta Allah’ı anabilir. 529 Şimşek, a.g.e., s. 255. 530 Hüdâyi, a.g,e., s. 166.
153
2). Mü’minlerin ise devamlı surette Allah’ın adını zikrettiklerini dile getirir. (Al –i
İmran /191). Bunun yanısıra Allah’ı çok az ananların münâfıklar olduğunu ifade
ederken (Nisa /142), inkârcıların ise zikre uzak durduklarını bildirir.( Furkan /18,
Zümer/22, Mücadele 19)531
Şunu söyleyebiliriz ki; insanları birbirinden imânî açıdan çok kesin çizgilerle
ayırmak pek kolay olmasa da kabül edilmesi gereken birtakım gerçekler söz
konusudur. İnsan tanımadığı şeye yabancıdır. Tanımadığı için de o şeyi sevmesi, ona
muhabbet beslemesi beklenemez. Ancak bilgi sahibi olundukça arada sevgi oluşur.
Yukarıda ifade edilen tasnife dönersek, inançsız insan Yaratan’ını tanımıyor. Bu
sebeble de O’nun yüce vasıflarını bilemiyor ve bilmediği için yeterince sevgi bağı
gelişmiyor, O’nu anma ihtiyacı hissetmiyor. Nitekim seven, sevdiğinden bahsetmek,
onu anmak ister. Mü’min ise Rabbini kendi imkân ve istidatlarına göre tanıdığı için
O’na karşı muhabbeti zaten var. Tıpkı Leyla’sını seven Mecnun gibi gözü O’ndan
başkasını görmez ve dili O’ndan başkasını anmaz.
İbrahim Hakkı zikirdeki sıralamayı ifade eder : “.... İrfan isteklisi olan,
Allah’ı zikre devam etmekle o kadar zikreder ki, dil ile zikri kalbî zikre, kalbî zikri
de sırrî zikre dönüşür...” 532 Sâlikten beklenen de kalbi mutmain oluncaya ve
tevhidin amacına erinceye kadar zikre devam etmesidir.533
Ancak İbrahim Hakkı, bu ibadetin başka bir boyutuna değinir ve zikrin çok
büyük bir ibadet olmasından dolayı her ne şekilde olursa olsun terk edilmemesi
gerektiği üzerinde durur. Ona göre, zikrullah gafletle yapılsa da terk edilemez. Zira
“zikrullah için inkarı mümkün olmayan bir saltanat vardır.”534 diyen İbrahim
Hakkı’ya göre zikir en üstün amel, en şerefli hâl, en mükemmel sıfat ve geçirilen en
hoş vakitlerdir. 535
531 Ergül, a.g.e., s. 261. 532 Mârifetnâme, s. 341. 533 Rûmî, a.g.e., s. 386. Gazali de, faydalı olan zikrin devamlı ve kalp huzuruyla olduğunu; gâfil kalple yapılan zikrin faydasının az olduğunu söyler.(Bkz., İhya, c.1, s. 869). 534 Mârifetnâme, s. 341. 535 Mârifetnâme, s. 342.
154
Zikrin en efdali kalple ve gizlice olandır. Ancak açıktan yapılan zikrin de
sâlikin durumuna göre ayrı bir fonksiyonu ve önemi vardır. Dille yapılan bu zikir,
kalbî zikre bir nevi hazırlık sayılabilir.536
Kanaatimizce zikir gafletle ve dille yapılıyor olsa bile buna devam etmek
gerekir. Çünkü bunun elbette pozitif yanları vardır. Şöyleki:
Zikredildiğinde öncelikle Allah’ın emrine uyma ve zikre yönelme söz
konusudur. Bunun dışında insan, zikre devam ederek kendisine ve bulunduğu âna bir
anlam katmış, değer yüklemiş olur. Ayrıca insan dille zikre devam ettikçe kalbî zikre
yol bulmuş olur.
Dil ile zikrin saydığımız şekilde elbette faydarı vardır. Ancak kanaatimizce
asıl önemli olan zikrin hakikatine ermek, o ruhu yakalamaktır. Bunu kavrayabilen
insan ne şekilde olursa olsun Allah ile bağlantısını sağlayacaktır.
İbrahim Hakkı, zikrin sonuçlarından, sâlikin karşılaşacağı birtakım hoş
anlardan bahseder. Ona göre, zikre devam eden zâkirin mânevi dünyası gelişir,
itminana eriştiği için kalp huzurunu yakalar ve nefsânî yönü insânî yöne döner.
Mevlâsı’nın mârifetini elde etmeye başlar. O öyle bir makama ulaşır ki kendisine
Allah katından ilim (ilm-i ledunni) verilir. Allah’ı anmaya devam ettikçe ona
meleküt âleminin sırları açılır. 537
Zikredildiği zaman kişinin kalbinde muhabbetullah oluşur ve kalpten
mâsivâya dair ne varsa uzaklaşır. Yapılan zikir sonucu insanın basireti açılır ve kalp
karanlığı giderilir. Gönül dünyasında insanı gaflete sevk eden pek çok perde de
ortadan kaldırılır. 538
Açıklamalarda da gördüğümüz gibi zikrullahın pekçok faydası vardır. Çünkü
kul, Rabb’ini hatırlamış ve sevgisinin sonucu olarak zikre yönelmiştir. Salikin zikir
536 Serrac, a.g.e., s. 510. 537 Mârifetnâme, ss. 341-342. 538 Rûmî, a.g.e., s. 387; ayrıca bkz. Eraydın, a.g.e., s. 127.
155
sonucu elde edebileceği en önemli kazanç kalp huzurudur. âyette de belirtildiği gibi
(Rad /28) kalp ancak Allah’ı anmakla huzura erecektir.539 Çünkü kalp de kendisini
yaratana müteveccihtir.
Zikirden uzaklaşıldıkça insanda bir huzursuzluk, mânevi anlamda bir sıkıntı
baş gösterir540 ve kalpde meydana gelen bu boşluğu şeytan hiç bırakmaz hemen
harekete geçer, kişiyi rahatsız eder. (Zuhruf /36-37) Bu durumun çözümünü de yine
Allah’ı anmakta buluyoruz. Şeytanın vereceği vesveselere, şüphelere karşı yöntem
yine zikir, yine Allah’ı hatırlamak ve yine Allah’a yönelmektir. (A’raf /201 )
İbrahim Hakkı’ nın de ifade ettiği gibi zikre önem vermek ve onda
yoğunlaşmak son derece mühimdir ta ki bu gayreti kişiyi hedefine ulaştırabilsin.
Gerekçesi ne olursa olsun insan, zikirden uzak kalmamalı, her fırsatta gönlünü
Rabbine açmalıdır. âyetlerde dünyevi hiçbir uğraşın kendisini, Allah’ı anmaktan
alıkoymadığı kulların tasviri 541 yapılmaktadır
Hz. Peygamber (s.a.v.) bu hakikate erdiği için Allah’ı anmaktan bir an bile
uzak kalamazdı. Hz. Ayşe (r.anha) Hz Resul’un (s.a.v.) bütün zamanlarında Allah’ı
zikrettiğini belirtmiştir.542
Zikir ulvî bir ibadettir. Rabbin huzurunda olmaktır.Bu kadar önemli bir
amel de rastgele olmamalı edeb ve ölçü içinde, özen içinde yapılmalıdır. Yazarımız
zikirden önce ve zikir sırasında uyulması gereken kuralları açıklamaktadır:
Zâkir öncelikle beden ve ruhunu meşguliyetlerden kurtarmalıdır. Daha
sonra abdest alıp kendisine uygun bir yer seçmeli. Kıbleye dönük olarak bağdaş
539 Mutasavvıflar itmi’nanı da kendi içinde bölümlere ayırırlar: a) Avam’ın itmi’nanı: Zikir sayesinde sükûnete erer ve bu duygudan hazz alır. b)Havass’ın itmi’nanı: Kazaya rızâ ve sıkıntıya sabır şeklinde kalplerin yatışmasıdır. c)Ehassü’l havassın itmi’nanı: Vuslata ermeyi arzularlar. Bunların tek hedefi Hakk ile beraber olmaktır. (Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, ss. 167-168) 540 Allah’ın zikrinden uzaklaştıkça insanın karşılaşacağı sonuçları âyetler bize haber vermektedir: “Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse şiddetli azaba sokar.” Cin /17; Rabbinin âyetleri kendilerine zikredildiğinde onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim var mıdır? Şüphesiz suçlulardan öc alınacaktır.” Secde /22 (bkz. Mihr, a.g.e., s. 121) 541 Nur /37, Münafikun /9. 542 İmam Nevevî, Riyazü’s- Salihin, hadis no :1442, Müslim rivayet etmiş, s. 890.
156
kurarak elleri dizleri üstünde zikretmelidir. Bunların dışında gündüz oruçlu, gece
ibadette olmalıdır. Az yemekle iktifa edebilmeli. Zikrullahdan başka dualar
okumakla meşgul olmayıp farz ve sünnetleri kılmalıdır. 543
Bu çok önemli olan tevhid zikrini usülüne göre söylemek gerekir. Sâlik, LA
İLAHE dediği zaman, başını sağ tarafına çevirmeli; İLLALAH dediği vakit de
başını sola çevirip sert bir şekilde söylemelidir. Harf ve harekeleri doğru söyleyip
yanlış telaffuz etmemeye son derece gayret göstermelidir. Bu sebeble hayli çalışmak
ve çok ihtiyatlı davranmak gerekir. Mümkün oldukça halvete de yer vermelidir. 544
Kanaatimizce azim ve uzlet üzerinde durulmasının sebebi, yapılan işe
yoğunlaşabilmek ve böylece tasavvûfi ilerleyişi sürdürebilmek. Çünkü çok hassas
olan bu yolda sâlikin mânevi açıdan doyuma ulaşması önemlidir.
En büyük zikir Kelime-i Tevhid’dir. Yazarımız bu konuda da açıklamalarda
bulunur, bu zikrin faziletlerine değinir :
“Lailaheillallah” zikri en büyük kaledir. Ve bu kaleye sığınan elbette pek çok
nimete mahzardır. Bu sözle kalp temizlenmiş ve Allah’a ulaşılmış olur.545
En efdal zikir tevhiddir. Çünkü bu zikir, nefse tesir bakımından en güçlü olan
zikirdir. Bu zikrin bir nâr bir de nur yönü vardır. Nârı yani ateşi Allah’dan gayri
herşeyi yani mâsivâyı yakıp temizler. Nuru ise kalbi parlatır. 546
Salikin kalbinde zikrullahın nuru vardır ve bu nur iyice yerleştikten sonra asla
kaybolmaz, hatta zâkirin kabrinde bile ona yoldaş olur. 547
543 Mârifetnâme, s. 343; ayrıca bkz. Hafizalioğlu, a.g.e., s. 44; Abdülkadir Geylani, Sırrü’l Esrar, s. 63 544 Rûmî, a.g.e., ss. 532-535 ; ayrıca zikrin şartlarıyla ilgili olarak şu maddeleri de sayabiliriz : a)Zikir ehil bir şeyhin önderliğinde olmalı, b) İhlas ile yerine getirilmeli, c) Muhabbet ve vuslat arzu edilmeli, d) Zikir nefs için değilAllah Teâlâ’nın hoşnutluğu için yapılmalı, e) Gafletten uzaklaşılarak huzurlu bir şekilde yapılmalı, f)Kalp, zikirle değil zikredilenle bağlantılı olmalı.(Bkz., Şimşek, a.g.e., s. 253) 545 Mârifetnâme, s. 345; ayrıca bkz. bu zikrin faziletine dair, İmam Nevevî, Riyazü’s Salihin, hadis no: 1435, s. 888, Tirmizi’den Rivayet; Vehbi Yıldız, a.g.e., ss. 195-197. 546 Hüdâyi, a.g.e., s. 165. 547 Rûmî, a.g.e., s. 389.
157
Yukarıda açıklandığı şekliyle tevhid zikrinin bu büyükllüğü nereden
kaynaklanmaktadır? Ona bu değeri katan, taşıdığı mânânın derinliğidir. O olmadan
hiçbir varlık ve hiçbir nesne bir anlam taşımaz. Zira o, temeldir, asıldır. Dinin
temelidir, peygamberlerin tarih boyu süren tevhid- şirk mücadelesinin temelidir.
Aynı zamanda o, tüm ibadetlerin ve tüm zikirlerin de özüdür. Çünkü kulu Allah’a
yönelten tüm uyarıların temelinde de aynı inanç vardır. Yani “tevhid” inancı. Kul
da bu inançta olduğu için O’na yönelmekte, O’na gönül vermektedir. Nitekim kul,
tevhidin hakikâtine ermek için çabaladığında onun anlamının ne kadar büyük
olduğunu fark edecektir. Çünkü insan “lailaheillallah” dediğinde; Allah’ın dışındaki
tüm varlıkları, inandığı, gönül verdiği tüm değerleri, sistemleri yok sayıyor, onları
bir tarafa itiyor; sadece Allah’ın birliğine, tek mutlak varlığın O olduğuna, O’nun
dışındaki hiçbir otoritenin aslında gerçek anlamda bir güç ifade etmediğine
inandığını ortaya koyuyor ve bu inançla yepyeni bir derinlik kazanıyor. Böyle bir
inançla yoğrulan ruh da kendi derinliği oranında ameller yapacak ve gerçek
anlamda kemâlâta ermiş olacaktır.
Zikir ibadetinin diğer ibadetlerden farklı bir boyutu vardır. Zira zikir,
istenilen her an yapılabilir. Diğer ibadetlerde belli bir zaman tasnifi sözkonusuyken
zikir için böyle bir şart yoktur. Yeter ki kul Rabbine yönelmek istesin Rabbi her an
kendisiyledir.548
Gördüğümüz kadarıyla âyette de buna işaret edilmektedir: “Onlar ayaktayken,
otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler...”549 Burada da belirtildiği gibi insanın,
her an zikir halinde olması mümkündür. Zira zikir anmak, hatırlamak demektir.
Dolayısıyla insana Allah’ı hatırlatan herşey bir nevi zikirdir. Bu açıdan bakıldığında
ibadet de, tefekkür de, sabır da, şükür de , tevbe de kulu Allah’a yönelten bir tür
hatırlama basamağıdır. İnsan bu şuurda olduğu zaman da yaptığı tüm hareketler
anlam kazanacak ve günlük bir fiil olmanın ötesine geçecektir. Bu düşüncedeki kişi
işe Allah’ın adıyla başlayacak, O’nun adıyla devam edecek ve zihninin bir köşesinde
548 Bkz. Kuşeyri, a.g.e., s. 321; ayrıca bkz. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri (1) ss. 180-181; İz, a.g.e., s. 129. 549 Al-i İmran /191.
158
daima O olacaktır. Bundan dolayı böyle bir insan, zamanının tüm karelerini zikirle
dolduracak, Rabbiyle olmanın hoşnutluğunu yaşayacak ve Allah ile olan bağlantısını
sürdürecektir.
İbrahim Hakkı’ya göre mârifet yolunun en kısası zikirdir. Çünkü zâkir,
zikirde öylesine yoğunlaşır ki nihâyet kalbinden perde kalkar ve müşahedeye
erişir.550
Gördüğümüz kadarıyla mârifet yolunda ilerlemek uzun bir süreç, sabır ve
azim gerektirir. Birtakım vesileler de vardır ki hedefe ulaşmayı hızlandırır. İşte zikir
bunlardandır. Kanaatimizce bunun sebebi, zikrin her an yapılabilme özelliğine sahip
olması ve bu ibadetin önemi. Çünkü insan neyle meşgulse o meşgul olduğu şeyden
etkilenecek, ona göre şekillenecek ve onun izlerini taşıyacaktır. Zira Allah’ın zikriyle
meşgul olan insanın da dilinden güzel sözler çıkacak, kalbinde güzel yansımalar
meydana gelecek ve bu etkileşim sonucu insan güzelliklere sahip olacak, kendinde
Allah’ın hoşnut olduğu sıfatları sergilemeye başlayacaktır. Böylece mârifete ve
ilâhi sırlara erişebilecektir.
Zikir, diğer âlemde mutluluk getirdiği gibi bu dünyada da Allah’a yakınlık
sağlayabilmenin yolunu açar ve kişiye her iki dünyada da huzuru yakalamış bir
kalp sunar.551
J. TEFEKKÜR
Tefekkür, inceden inceye ayrıntılı olarak düşünmek demektir.552 Tefekkür bir
mesele hakkın da düşünmek, zihni yormak ve işin şuuruna varmaktır.553
550 Mârifetnâme, s. 343. 551 Chittick, Tasavvuf, s. 130. 552 Mutçalı, a.g.e., md. “Tefekkür”, s. 671. “Tefekkür” kelimesi, bulunduğu sîga itibariyle aşamalı, uzun süreli ve sistemli düşünmeyi ifade eder. 553 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 22; ayrıca bkz. Hüseyin Aslan, İbrahim Demir, Menba, (Afşar Yay.) Ankara 2002, c. 1, s. 1570.
159
Sülemi’ye göre: “Tefekkür kalbin lambasıdır, onun ışığıyla kalbe gelen
nurları görür.” Tefekkür, kalbin açılması meselesiyle uğraşmaktır.554
İbrahim Hakkı, tefekkürü tanımlamaktadır:
Hakkın yarattıklarını düşünmenin sonucu mârifete ve mârifet aracılığı ile de
Allah’ a (c.c.) varılır. Tefekkür insanın gönül dünyasında yanan bir kandildir ki insan
bu kandilin ışığıyla temyiz gücünü kullanıp doğruyu bulur. Tefekkür kalbin
korunmasını sağlayan güçlü bir kurtarıcıdır. Tefekkür eşyanın iç yüzünü kavratan
tılsımdır.555
Gazali de bu konuda benzer bir açıklamada bulunur. Ona göre insan zulmet
içerisindedir. Kendisini bu zulmetten, karanlıktan kurtaracak bir ışık aramaktadır.
İşte bu aradığı nur “mârifet” nurudur ve mârifete de ancak tefekkürle ulaşılır.556
Tefekkür neticesinde insan geniş bir ilim elde eder. İnsanın ilminin artması
sonucunda, kalbinin hâli değişir. Bunun akabinde ise insanın davranışları ve
hareketleri daha farklı bir durum arz eder. O halde insanın daha fazla bilgi elde
etmesi ve davranışlarının değişip düzelmesi, tefekkürle başlamaktadır.557
Açıklamalarda gördüğümüz kadarıyla potansiyel olarak düşünme ve akletme
gücüne sahip olarak yaratılan insanın hiçbir gayret sarfetmeden, kendisini doğruya
sevkedecek unsurları araştırmayıp bunlar üzerinde düşünmeden hakikate ulaşması
zordur. Madem ki insana bu güç verilmiş o halde bunu kullanmalıdır. Kur’ân-ı
Kerim’e baktığımızda da akıl kelimesinin hep fiil olarak kullanıldığını görüyoruz.558
Yani insandan düşünmesi, tefekkür etmesi bekleniyor. Bu zihnî faaliyettir ki kişiyi
mârifete ulaştıracaktır. Nitekim “kendini bilen Rabb’ini bilir” ilkesi de bunu
doğrulamaktadır. Kendinden hareketle kâinata açılan insan, ufkunu daima
554 Sülemî, a.g.e., s. 26. 555 Mârifetnâme, s. 347. 556 Gazali, Kimya-yı Saadet, ss. 708-709. 557 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 22. 558 Ergül, a.g.e., s. 103.
160
genişletecek ve bu tefekkür sonucu kendi konumunu daha iyi anlayacak ve
benliğini aşmanın yollarını arayacaktır.
Tefekkürün sonuçları mârifetullah ve muhabbetullahtır.559 İnsan birşeyi
tanıdıkça ona olan muhabbeti artar. Dolayısıyla tefekkür, mârifet, muhabbet arasında
güçlü ve çift yönlü bir ilişki vardır. İnsan düşündükçe bilgi sahibi olur, bilgisi ve
irfânı artınca bilgi sahibi olduğu şeye karşı sevgi beslemeye başlar. Dolayısıyla kul
Rabbinin huzurunda düşünecek, düşündükçe onun eserlerini, sıfatlarını daha iyi
kavrayacak, böylece Rabbini daha iyi tanımış olacak. Bu tanımanın ardından da
muhabbet gelecektir. Bu muhabbet de kişiyi yeni ilimlere, yeni ufuklara
yönlendirecektir.
Tefekkür düşünmektir. Ama bu düşünme rastgele bir düşünme değildir ve
öyle de olmamalıdır. İnsan sağlam bir akılla ve sistemli düşünmeyle hedefine
ulaşabilir.560
Tefekkür konusu, Kuranı Kerim’de çok geniş bir şekilde ele alınmaktadır:
“ Onlar, ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, Allah’ı anarlar göklerin ve
yerlerin yaratılışını düşünürler: “Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen
münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru” derler.”561
“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından size boyun
eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” 562
“De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir
bakın, işte Allah bundan sonra ahiret hayatını da yaratacaktır. Gerçekten Allah her
şeye Kâdir’dir.”563
559 Mârifetnâme, s. 347. 560 Hüseyin Aslan, İbrahim Demir, a.g.e, c.1, s. 1564. 561 Al-i İmran/191. 562 Casiye /13: “Düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır. ” ifadesi Kur’ân-ı Kerim’de beş defa geçmektedir : Rad /3, Nahl /69, Rum/21, Zümer/42, Casiye/13. Tefekkür kelimesiyle aynı kökten meydana gelen kelimeler, Kur’ân-ı Kerim’de onsekiz yerde kullanılmaktadır. (Bkz. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 22) .
161
Nitekim hadis-i şerif’te de tefekkürün büyüklüğü anlatılmış ve “Bir saat
tefekkür, bin sene ibadetten hayırlıdır.”564 buyrulmuştur.
İbrahim Hakkı, Allah’ın zâtını düşünmenin doğru olmadığını, eğer
düşünülecekse O’nun kudretinin, sanatının, hikmetinin tefekkür edilmesinin daha
uygun olduğunu bildiriyor. Çünkü insanın Allah’ın zâtı hakkında bilgisi yoktur.
Bilgisi olunmayan bir konunun ise insanı yanlışlığa itmesi kaçınılmazdır.565
Gazali’ye göre, tefekkürdeki zirve nokta zât-ı ilâhi ve sıfatlarda olur. Ancak
buna beşerin tâkâti yetmeyeceği için şeriat buna izin vermemiştir. Çünkü Allah
Teâlâ’nın celâli çok parlak, çok nurludur. Bunun parlaklığına hiçbir göz dayanamaz.
Zira insanın düşünebileceği alan sınırlıdır. O, görebildiği şu somut dünya ve kâinat
hakkında düşünceye dalabilir. Çünkü daha fazlası insanı aşar.566
Yukarıda da ifade edildiği gibi, insan aklının sınırlılığına karşın Allah’ın
kudreti, azameti sınırsızdır. Dolayısıyla sınırsız olanı, sınırlı olanla ihâta etmek
mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim de bu gerçeği: “Size ilimden az bir şey verildi.” 567
şeklinde ifade etmekte ve insanın âcizliği, insan aklının sınırlı olduğu gerçeğini
ortaya koymaktadır. Âyetin ışığıyla anlıyoruz ki insanın, zihninde canlandıramadığı,
hakikâtine eremediği gerçekleri idrak etmesi zordur. Dolayısıyla insan bu tür
hakikatleri anlamayı arzularken hakikatten bile uzaklaşabilir. Nitekim Allah’ın zâtı
da beşerin kavrayamayacağı bir gerçek olduğuna göre insanın bu konuda tefekkür
etmemesi daha doğrudur. Çünkü insan aklının anlamaktan aciz kaldığı bu nokta, onu
yanlış düşüncelere sevk edebilir.
563 Ankebut/20; ayrıca konuyla ilgili olarak bkz. Bakara/219,266, Mâide/18, Yunus/24, Rad /13. Gazali, tefekküre götüren deliller hakkında geniş açıklamalar yapar. konuyla ilgili bkz. Gazali, Kimya-yı Saadet, ss. 712-721. 564 Aclûnî, İsmail b. Muhammed el Cerrâhî, Keşfu’l Hafâ ve Muzîlu’l İlbâs, tahkik: Ahmed el Kallâş, (Müessesetü’r-Risâle) Beyrut 1980, 4. Baskı, c. 1, s. 370. 565 Mârifetnâme, s. 347. 566 Gazali, Kimya-yı Saadet, ss. 711-712. 567 İsra /85.
162
O halde insan, kendi benliğinin farkına vardırabilecek konuları, doğru bir
şekilde düşünüp, aczini anlayıp, beşeriyetini ve “kul” olduğunu ilan edip Rabbine
vasıl olmalıdır.
K. SABIR
Sabır sözlükte birini bir şeyden alıkoymak, tutmak, dayanmak gibi anlamlara
gelir.568
Sabır, şikayet etmeden memnunsuzluk göstermeden, gelen sıkıntılara
katlanabilmektedir. 569
Sabır, nefsin kendi isteklerinin peşinde koşmasını engellemeye çalışmak ve
Hakk’ın rızâsı için mücâhede gereken durumlarda mücâhedeye yönelmektir.570
Mârifetname’de sabrın tanımlarını görüyoruz:
Sabır, nefsin zevklerinden uzaklaşabilmektedir. Sabır sıkıntılara karşı, şikayet
etmemek, zorlukları rızâ ile kabul etmektir. Sabır, rızâ ile birleşirse o zaman
kolaylaşır.571
Kanaatimizce insan nefsi hoşlanmadığı birşeyle karşılaşınca ya da hoşlandığı
bir durum engellenince o zaman sabrını ortaya koyacaktır. Çünkü rahat içindeyken
ne kadar sabırlı olduğunu anlamak zordur.
Gazali’ye göre sabır insana mahsus çok özel bir haldir. Hayvanlar çok
noksandır ve nefsinin esiridir. Bundan dolayı onlarda sabır yoktur. Melekler de çok
kâmil ve Allah’ın aşkına dalmış olduğundan sabra ihtiyacı yoktur. Ancak insan ikisi
arasındadır. Bazen nefsi, bazen ruhu baskın çıkar. İşte bu mücâdele ânında sabır çok
568 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Tefekkür”, s. 605. 569 Dânâ, Altınoluk Sohbetlerı (1) s. 174. 570 Ebû Tâlib el Mekkî, a.g.e., s. 354; ayrıca sabrın tanımları için bkz. Şamil İslâm Ansiklopedisi c. 7, s. 87. 571 Mârifetnâme, s. 373.
163
önemlidir. Gazali’nin ifadesiyle: “Şehvet kuvvetine karşı din kuvvetinin
dayanmasıdır” sabır.572
Açıklamalardan şunu anlıyoruz ki insanda hem akıl hem de nefs bulunduğu
için sabır insana mahsus bir sıfattır. İnsanın aklını kullanarak nefsine yenik
düşmemesi ve buna bağlı olarak da sabretmesi ona ayrı bir değer katacak ve onu
gerçek kimliğine eriştirecektir. Hatta insanın sabır potansiyelini artırmaya ve
sabredemediği durumlara karşı da sabrını geliştirmeye çalışması önemli bir
ayrıntıdır. Nitekim âyette “sabırda yarışmaktan”573 bahsedilmektedir.
İbrahim Hakkı bollukta şükredip, darlıkta sabretmeyi; sıkıntılara karşı dirençli
olmayı ve sabredip hemen kızmamayı tavsiye etmektedir.574
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (k.s.): “Âfiyete sabır, belâya sabırdan daha
zordur.”575 diyerek sabrın bu yönüne dikkât çekmiştir.
Gördüğümüz kadarıyla, musibet gibi nimet içinde olmak da imtihandır.
Musibete sabretmek ne kadar zorsa nimete şükretmek, onun hakkını vermek ve
sahip olunan imkânları bu şuurda kullanmak da en az onun kadar zordur. Çünkü
insan nimet içindeyken bulunduğu durumun önemini tam anlamıyla kavrayamıyor.
Ancak bunlardan yoksun olduğunda aslında kendisinin ne kadar zengin olduğunun
farkına varıyor. Bundan dolayı insandan beklenen önemli bir vazife var ki o da
sabır –şükür dengesini sağlamasıdır.
İbrahim Hakkı’ya göre sabrın gücünü dağıtan unsur telaşa kapılmaktır.
Müellifimiz, bunun üzerinde etraflıca durmuştur. Ona göre sabretmeyip telaş yapan
kişi hiçbir fayda sağlayamaz ve yalnız kalır. Zira böyle bir kişi ibadete devam
etmekte de sabırlı olamadığı için daha fazla sıkıntıya maruz kalmış olur. Ayrıca bu
kişi sabrın karşılığındaki ecirden de yoksun olacağı için her hâlükârda zarardadır.576
572
Gazali, Kimya-yı Saadet, ss. 606,612. 573 Al-i İmran /200. 574 Mârifetnâme, s. 373. 575 Dinç, a.g.e., s. 134. 576 Mârifetnâme, s. 374.
164
İbn Mübârek: “Musibet bir tanedir. Buna uğrayan, sabırsızlık ettiği zaman
(musibet), iki tane olur. Onlardan biri musibetin kendisidir. İkincisi, musibetin
ecrinin gitmesidir. Asıl musibet budur. Musibetin kendisi değildir.” 577 diyerek sıkıntı
ânındaki sabrın önemine dikkât çekmiştir.
Kanaatimizce insan sabırsızlık içine girdiği zaman psikolojik açıdan da
kendini çok rahat hissetmez. Bunun sonucunda da normal bir zamanda yapmayacağı
yanlışlıklara düşer. Sabır gösterilmesi gereken bir durumla karşılaşıldığı zaman bize
göre, ilk yapılması gereken, sağlıklı düşünmeye, doğru karar vermeye çalışmaktır.
Nitekim Mevlânâ da “zihnî karışıklık saatinde sabrı tavsiye etmektedir.”578 Bu
aşamayı başarıyla tamamlayan kişi artık daha güçlü ve daha cesaretli olacaktır.
Sabır, Kur’ân-ı Kerim’de üzerinde önemle durulan bir konudur. Değişik
türevleriyle birlikte yüz üç yerde kullanılmıştır.579 Şu örnekleri görmekteyiz:
“Ey iman edenler, sabırla ve namazla Allah’tan yardım dileyin. Muhakak
Allah’ın yardımı sabredenlerle beraberdir.” 580
“Öyleyse Rabbinin hükmüne sabır göster.”581
“Ey iman edenler! Sabredin ve sabırda yarışın.”582
“Onlar sabredenler ve Rabblerine tevekkül edenlerdir.”583
İbrahim Hakkı, sabrın ne büyük bir amel olduğunu; Kur’ân-ı Kerim’de
üzerinde ısrarla durulmasını, pek çok âyette tekrarlanmasını delil getirerek
vurgulamaktadır ve böylesine değerli bir amele ulaşabilmek için kişinin çok gayretli
olması gerektiğini bildirmektedir.584
577 Dinç, a.g.e., ss. 134-135. 578 Arasteh, a.g.e., s. 96. 579 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 170. 580 Bakara / 153. 581 İnsan /24. 582 Al-i İmran /200. 583 Nahl /42; ayrıca sabırla ilgili olarak bkz. Mü’min /55,77; Şûra / 13,33;Tûr /48; Asr /1-3; Hacc /35; Ra’d /22; Yunus /109; Hicr /97-98; Lokman/17; Câsiye /14; Müzzemmil /10; Hucurat /15. 584 Mârifetnâme, s. 373.
165
Hz. Ali (r.a.), şu sözüyle sabrın önemini vurgular: “İman için sabır, cesetteki
baş durumundadır. Başı olmayanın cesedi bir işe yaramayacağı gibi (taat ve
musibete) sabrı olmayanın da imanı yok hükmündedir.”585
Sabrın bu kadar büyük bir önem taşıması kanaatimizce, onun her iş için
gerekli olmasından kaynaklanmaktadır. Zira dünyevi ve uhrevi başarıya ulaşmak
ancak sabır sayesinde mümkün olmaktadır. Sabrın çeşitlerinde de gördüğümüz gibi
insan, sabır gösteremediği sürece ibadete dahi yönelemiyor. Bundan hareketle
diyebiliriz ki sabır insanın güç kaynağı olmalı ve insan bu kaynaktan aldığı güçle
hep daha ileri hedeflere yönelmelidir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) sabrın önemli bir boyutuna değinir ve onun
sıkıntıyla karşılaşılan ilk anda olması gerektiğini ifade eder.586
Hadis-i şerifin belirttiği bu durum oldukça mühim. Bize göre insan için en
büyük imtihan, bu ilk etapta göstereceği sabır olsa gerek. Bir süre sonra insan
sıkıntıya zaten alışıyor. Kanaatimize göre bu da istikrarlı bir hayatın sonucunda
gösterilebilecek bir başarıdır. Sıkıntısız zamanlarda boş yere telaşa kapılıp sabır
gücü dağıtılmıyorsa; musibet ânında sabır gösterilebilir.
İbrahim Hakkı, sabrın dört çeşit olduğunu belirtir. İtaatte ve kötülükleri terk
etmekte sabır, dünyanın lüzumsuz uğraşlarına karşı ve sıkıntılara karşı sabır
şeklinde.587
Bunlara sabretmek oldukça zordur. Çünkü kişinin nefsine ağır gelmektedir.
Abdulkâdir Geylani’ye göre Allah katındakilere, ancak sabırla sahip olunur. Allah’ın
585 Mekkî, a.g.e., s. 345, Hz. Ali (r.a.) ayrıca sabrı, İslâm’ın dört esasından biri sayarak sabrın ne kadar önemli olduğunu ifade etmiştir. ( Mekkî, a.g.e., s. 345) 586 İmam Nevevî, Riyazü’s Salihin, 3.bölüm, hadis no:31, Buhari ve Muslim rivayet etmiş, s. 54. 587 Mârifetnâme, s. 374; ayrıca bkz. Süleyman Uludağ, İslamda İrşad, (Mârifet Yay.) İstanbul 1992, s. 249; Ahmet Önkal, Rasullah’ın İslam’da Davet Metodu, ( Esra Yay.) Konya, 1992, s. 169; Yıldız, Değer Ölçüsü (1), s. 177; Gülen, Fasıldan Fasıla (4), s. 99; Kuşeyri, a.g.e., s. 278 ; Gazali, İhya, c. 4, s. 129,136; Dinç, a.g.e., s. 129-136; Ebû Tâlib el Mekkî, a.g.e., s. 364.
166
sevdiği kullar, sıkıntıya uğradıklarında hemen sabra dayanırlar, ağlamaz ve
sızlanmazlar. Mü’minler de musibet zamanında bile iyi işleri arar.588
Şunu ifade edelim ki insan olmanın bedeli “sabırlı olmaktır.” Çünkü âyette: “
Biz insanı meşakkat içinde yarattık”589 buyuruluyor. Öyle bir meşakkat ki hayatın
her anında, her karesinde kendisini hissettiriyor.
İbrahim Hakkı, sabırlı olunması gereken belirli çizgileri ortaya koymuş.
İnsandan da daima kendisini yenileyip, yeni bir güçle olayların karşısına çıkması
bekleniyor.
Gazali de sabredilecek konular hakkında açıklamalar yapar. Ona göre itaatte,
güzel amel işlemekte de sabra ihtiyaç vardır. Çünkü amellerin birkısmı tembellikten
(namaz gibi ); diğer birkısmı mala fazla kıymet vermekten (örneğin zekat ); bir
bölümü de her ikisinden (örneğin hac ) dolayı zor gelmektedir. Yapılan amellerin
düzgün olması için gösterilen gayret de ayrı bir sabrı gerektirmektedir.590
İnsanın bunca nimet karşılığında itaate dönmesi gerekir. Ama bu sanıldığı
kadar kolay değildir. Nefsine söz geçirerek ibadete yönelmek ciddi anlamda sabır
istiyor. Bakınız âyette; “Namaza sabırla devam et”591 buyrulması da bunu
doğrulamaktadır.
İbrahim Hakkı, kötülük ve günah işlememe konusunda sabırlı olmaktan da
bahseder. Çünkü insan kötülük işlemeye ve günaha girmeye mütemâyildir.592
Gazali de bunun üzerinde durur: “Şehvet ne kadar kuvvetli ve günah işlemek
ne kadar kolay olursa o günahı işlememeye sabretmek o kadar zor olur.” 593 Ödenen
bedel ne kadar yüksekse; karşılığı da o kadar büyük olacaktır.
588 Abdulkâdir Geylânî, Feth’ur-Rabbani, s. 24. 589 Beled/4. 590 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 609. 591 Ta Ha/132. 592 Yusuf/ 53. 593 Gazali, Kimya-yı –Saadet, s. 609.
167
Gazali, insanın dille işlenen günahlara karşı direnmesi için sabra dayanması
gerektiğini ifade eder. Çünkü dil çok hareketli olduğu için onu dizginlemek daha
zordur. Özellikle kalabalıkta dili korumak çok daha güç olduğundan bunun çözümü
de uzlettir.594
Ebû Tâlib el Mekkî de sabredilmesi gereken konuları ayrıntılı olarak
açıklamaktadır. Ona göre, nefsin isteklerine karşı sabır, Hakk’ın hizmetinde olmaya
devam için sabır, sıkıntı zamanında isyana dalmamak üzere sabır, sahip olunan
nimetlere karşı sabır, insanlara eziyet etmemek için sabır, salih amellerde
bulunabimek için sabır...595
Amellerde gösterilecek sabır da oldukça önemlidir. Zira amellerdeki sabrı;
amellerden önce, amel esnasında ve amelden sonra olmak üzere üç bölümde ele
almak isabetli olur:
Allah Teâlâ, sabrı amelden önce zikrederek şöyle buyurmuştur :
“Ancak sabredip güzel (salih ) amel yapanlar böyle değildir. Onlar için
mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.”596
Amelde sabır, onu tamamlayana kadar sükûneti elden bırakmamaktır. Şu
âyet-i kerime de amelde sabra işaret etmektedir :
“Sabreden (salih ) amel sahiplerinin mükâfâtı ne güzeldir .”597
Amelden sonra sabır ise bu yapılan ameli gizlemek ve onunla övünmeyi terk
etmektir.
594 aynı sayfa. 595 EbûTâlib el Mekkî, a.g.e., s. 354. 596 Hûd /11. 597 Ankebût /58-59; Sabır ehli üç sınıftır: a) Mütesabbır: Zorluklara bazen sabreden bazen de sabırdan âciz kalanlar, b) Sâbir: Sabırsızlık göstermezler, sabırsızlık onlarda yerleşmemiştir ancak bazen kendilerinden şikayet sâdır olabilmektedir. c) Sabbâr: Üzerlerine her türlü sıkıntı ve zorluk hücûm etse de yine de sabrı elden bırakmazlar. (İbn Sâlim’e ait bir söz. Bkz. Serrac, a.g.e., s. 48 )
168
“Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin ve amellerinizi (küfür ve riya ile)
boşa çıkarmayın.”598
Yukarıda da ifade edildiği gibi, bir amelde bulunabilmek için sabır çok
önemli bir kriterdir. Öyle ki o amelin tamamlanabilmesi için sabrın, amelin başından
sonuna kadar gösterilmesi gerekiyor.
Sabrın amelden önce olması demek kanaatimize göre, bir amele niyetlenilip,
böyle bir istek duyulunca bunda sebat göstermek ve hemen uygulamaya geçmektir.
Zira insan güzel bir amel yapmak istediği anda iç dünyasında iki ses duyar.
Bunlardan biri ruhunun diğeri de nefsinin sesidir. Bu seslerden birincisi insanı o fiile
yönlendirerek motive ederken; ikincisi insanı bundan men etmeye, ona fırsat
vermemeye çalışır. İşte bu an çok önemlidir ve insanın doğru bir karar vermesini
gerektirir. Nitekim insan da ya ruhunun sesini dinleyerek pozitif bir adım atar ya da
nefsine kulak verip o güzel davranıştan mahrum kalır. İşte insanın amelden önce
sabretmesi kanaatimizce, onu bu işe yönelten duyguda ve niyettte sebat gösterip
amelde bulunmak için hareket etmesidir.
Amel sırasındaki sabır ise, nefsin fısıltılarını dikkâte almamak ve başlanılan
fiili sona erdirmenin mücâdelesini vermektir. Zira nefs, insanı asla rahat bırakmaz
ve her fırsatta onu doğru istikâmetten uzaklaştırmak için uğraşır. Kul için bu ikinci
merhale de ayrı bir anlam ifade eder. Çünkü bir fiile başlamak kadar onu
sonuçlandırmak da oldukça önemlidir.
Amelden sonraki sabır ise âyette de belirtildiği gibi yapılan işi başa
kakmamak, böylece amelin derecesini düşürmemektir.
Bu üç aşama bir amelin meydana gelmesinde oldukça etkilidir. Aksi taktirde
gösterilen tüm çabalar sonuçsuz kalacak ve Kur’ân-ı Kerim’in de ifade ettiği gibi
“amellerin boşa gitmesi”599sözkonusu olacaktır.
598 Muhammed /33 (Mekkî, a.g.e., s. 356) 599 Muhammed /33.
169
Sabrı; dini ıslah eden ve bozan şeylere karşı sabır olmak üzere iki grupta ele
almak da mümkündür: Kişi, dinini ihya eden şeylere karşı sabrederse imanı, kâmil
bir hâl alır. Dinini bozan şeylere karşı sabrederse o taktirde yakîni artar. 600
Anladığımız kadarıyla şunu ifade edebiliriz ki, insanın dininin ihyâ olmasını
sağlayan faktörler; emirler, ibadetler, salih amellerdir ki bunlar da kişiyi doğruya,
iyiye ve sırat-ı müstakime yönlendirerek sonuç itibariyle kişinin imanını
güçlendirmektedir. Zira imansız amelin ve amelsiz imanın insanı hakikâte
erdiremeyeceği açıktır.
İnsanın dinini bozan şeylere göstereceği sabır da önemli bir ayrıntıdır ki
bunlar da yasaklara, insanın uzak durması gereken hususlara karşı olan sabırdır.
Zira zararlı olan unsurdan uzak durmak kolay bir mesele değildir. İnsan ancak
nefsinin arzularına sed çekmeyi gerçekleştirebilirse bunu sağlayabilir ki sonuçta da
Alah’a olan yakınlığı artar. Bu yakınlık da onun Allah’ı kavrayışını daha farklı
boyutlara ulaştırır. Nitekim birinci durumda iyiliğe yaklaşma sözkonusuyken; ikinci
durumda kötülükten uzaklaşma esastır.
Kur’ân-ı Kerim’e baktığımızda sabra özel bir anlam yüklendiğini ve sabr-ı
cemilden bahsedildiğini görüyoruz: “Güzel bir sabır ile sabret“601 Nedir gerçek
sabır? O, sızlanmadan ve şikayet etmeden gösterilen tahammüldür.602
Sabr-ı cemil, sıkıntı ve acıları gizleyerek, başkalarına şikayeti terk
etmektir.603
Kişi, karşılaştığı bir durumdan dolayı incinir, memnuniyetsizliğini gösterir
ve üzülürse bu da bir tür sabırsızlıktır, şikâyettir. Gerçek anlamda sabrı idrak
edebilmek için kişinin hem rahatta hem de sıkıntı zamanında sabrı bir olmalıdır.
604
600 Mekkî, a.g.e., s. 349. 601 Mearic/5. 602 Yılmaz,Gönül Erleri, s. 149. 603 Ebû Tâlib el Mekkî, a.g.e., s. 364; ayrıca bkz. Dinç, a.g.e., s. 136 604 Rûmî, a.g.e., s. 250.
170
Sabır hakikaten de zor bir ameldir. Ancak sabredildiğinde mükafatının ne
kadar büyük oluğunu bakınız İbrahim Hakkı nasıl ifade ediyor:
Bu dört seye sabreden kişi nice faydalar kazanır. İstikâmet bulmak,
kalplerinin fayda bulması, iki âlemde de sıkıntılardan kurtulmak. Kazanın
şiddetinden, telaştan, ahiret azabından, nefsin isteklerinden ve daha bir çok zorluktan
kurtulmak bunlar arasında sayılabilir.605
Arzulanan hedefe ulaşmak,606 Allah’ın övgüsüne mazhar olabilmek,607 müjde
ve rahmete ermek,608 Allah’ın muhabbetini celbetmek,609 Cennette güzel derecelere
kavuşmak 610ancak sabırla erişilebilecek ikramlardır.611
Kur’ân-ı Kerîm’de de sabrın mükâfatından bahsedilir:
“Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.”612
“Sabredenler ve salih amellerde bulunanlar başka. İşte, bağışlanma ve büyük
ecir bunlarındır.”613
“Sabret. Gerçekten Allah, iyilik yapanların ecrini kaybetmez.”614
“Ancak sabredenlerin mükâfatları, hesapsız ödenecektir.”615
Görüldüğü gibi nefse çok zor gelen bu faziletli amelin hem bu hem de diğer
dünyada karşılaşılacak birçok mükâfatı olacaktır. İbrahim Hakkı da işin özünü
şöyle ifade eder. Ona göre, Allah’a tevekkül ederek, güzel bir sabırla sıkıntıları
göğüslemek, nefse muhalefet etmek suretiyle sabır şerbetini yudumlamak; “hem çok
zor bir iş, hem çok güçlü bir ilaç, hem taşlı bir yol, hem de pek ağır bir yüktür. Fakat
bu, öyle sağlam bir tedbir ve öyle doğru bir yoldur ki o çizgide olmak yüksek bir
saadet ve neticesi de geniş bir nimete kavuşmaktır.”616
605 Mârifetnâme, s. 374. 606 A’raf /137. 607 Sad /44. 608 Bakara /157. 609 Al-i İmran /146. 610 Furkan /75. 611 Dinç, a.g.e., s. 137. 612 Enfal /46. 613 Hûd /11. 614 Hûd /115; ayrıca bkz. Ahzab/ 35. 615 Zümer /10. 616 Mârifetnâme, s. 376.
171
Sonuç olarak diyebiliriz ki; her insana ömrü boyunca yetecek miktarda sabır
verilmiştir. Ama insan günlük yaşamında bu sabrı doğru yerde, doğru bir şekilde
kullanamadığından, sabrını dağıttığından, bir sıkıntı ânında sabır göstermesi zorlaşır.
Oysa ki sahip olunan sabır potansiyeli gereksiz yerlere sarfedilmemiş olsa, sıkıntıda,
ihtiyaç halinde sabırlı davranmak daha kolay olacaktır.
L. RIZA
Tasavvuf yolunda ilerlemenin önemli yapı taşlarından biri de kazaya rızâ
göstermektir. Sabretmesi zor ancak bir o kadar da mükâfatı olan rızâ, mutasavvıfın
mesafe katetmesinde önemli bir fonksiyona sahiptir.
Hoşnud olmak, beğenmek, gibi anlamlara gelen rızâ, Allah’ın hükmü
karşısında boyun eğmektir.617
Rızâ hükme ve kazaya karşı gelmemek, onları kabul etmektir.618
Tasavvuf büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî bu konuda: “Rıza, iradeyi ortadan
kaldırmaktır”619 demiştir.
İbn Atâ’nın ifadesiyle: “Rızâ, kalbin, Allah’ın kul için olan kadîm irâdesine
nazar etmesidir. Çünkü kul, Allah’ın kendisi için en efdal olanı seçtiğini bilir ve
buna râzı olarak kızmayı bırakır.” 620
İbrahim Hakkı’ya göre rıza, Allah’ın kul için şeçtiğine kulun râzı olmasıdır.
Rıza, takdir edilen şeyin oluşu ânında ruhun sekînet içinde bulunması, gönülden
çirkinliklerin çıkarılmasıdır. Rıza Hakk’ın en büyük kapısı ve makâmıdır. Rızânın
temeli O’ na güvenmektir. 621
617 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 175. 618 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Rıza”, s. 593. 619 Uludağ, a.g.e., md. “Rıza” s. 397; ayrıca bkz. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 29. 620 Serrac, a.g.e., s. 52. 621 Mârifetnâme, s. 379.
172
Allah’ın takdîrine râzı olmak vacib iken; itiraz edip bunu kabullenmemek, bu
duruma karşı gelmek Hak Teâlâ’nın hoşnutsuzluğuna neden olmakla inâyet-i
ilâhiyeden mahrumiyeti gerektirir.622
Tanımlarda da gördüğümüz gibi rızâda tam bir teslimiyet sözkonusu. Zaten
kişi kendisini önce Rabb’ine teslim ediyor, sonra da O’ndan gelen her hükme râzı
oluyor hiçbir itiraz göstermeden.
İbrahim Hakkı’ya göre kazaya râzı olmak iki sebebden dolayı geçerlidir.
Birincisi ibadet etmek ve Allah’a yakın olabilmek amacıyla kalbi mâsivâdan
arındırmak için. Eğer bu sağlanmazsa kalp devamlı geçmiş ve gelecek işlerle meşgul
olacaktır.
İkincisi; Allah’ın gazabını hak etmemek için. Çünkü taksim eden O’dur. Eğer
şikayetlenilmiş olursa O’nu yine O’ na şikayet etmiş oluruz ki bu, yakışıksız bir
haldir.623
İbrahim Hakkı’ nın yaptığı bu tasnifin her iki maddesi de çok önemli. Birinci
maddeyle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Kader planında teslimiyeti
yakalayamamış bir birey sağlıklı değildir. Çünkü devamlı kaderi sorgulayacak,
neden? niçin? diyerek bulunduğu ânı değerlendiremeyecektir. Böyle bir ruh hâli
içinde olunduğu zaman ibadete bile yönelmek pek kolay olmayacaktır.
İkinci maddede bahsedilen ölçü de gayet önemlidir. Kadere rızâ, onu
meydana getirene itaat ve saygı açısından son derece lüzumludur. Var eden, taksim
eden, lutfeden ya da ortadan kaldıran kısacası her zerrede söz sahibi olan bir Zat-ı
Mutlak varsa; O’nun hükmünü eleştirmek, dikkate almamak ne büyük bir cür’ et olsa
gerek. Böylesi bir hareket de gazab-ı ilâhiyi celbeder. Konuyla alâkâlı Abdulkâdir
Geylâni’nin şu sözü ne kadar anlamlıdır:
622 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 29. 623 Mârifetnâme, s. 381.
173
“Yaradan’ı Yaradan’a şikayet etme…Asıl şikayetini her şeye güç yetiren
Mevlan’a yap, başkasına değil…” 624
Gazali de rızânın iki şeklinden bahseder. Ona göre; birinci durumda kişi
aşka öyle dalmış, kendinden o derece geçmiştir ki kendisinden bile haberdar
değildir. İkinci durumda kişi acı çekmektedir. Ancak sevdiğinin rızâsının acı çektiği
şeyde olduğunun farkındadır. Bu sebeble itiraz etmez. 625
İbrahim Hakkı dünya ve ahiretin mutluluğunu dört cümleyle özetlemektedir:
Tevekkül, Tefviz, Sabır, Rızâ. Rızâ, ibadetin özü ve kanaatin başlangıcıdır. 626
Müellifimizin tesbit edip sıraladığı bu maddeler halka misali birbiriyle
ilişkilidir. Tevekkülünü sağlam tutan kişi sonuç itibariyle rızâya erer. Artık Allah’ın
hükmünün kabul etmeye hazırdır.
İbrahim Hakkı, Allah’ın özel kullarının hasletlerini şu şekilde ifade ediyor:
Her şeyden Allah’a sığınmak, her halûkârda Allah ile olabilmek ve her olaya karşı
Allah’ tan râzı olabilmek.627
Yani kula gereken, daima huzur-u ilâhi’de bulunabilmek, O’ ndan güç
alabilmek, O’ nun takdirinin sonunda yine O’ na yönelebilmek, O’ nsuz olamamak
ve tek güç kaynağının yine O olması.
Rızânın alâmetini İbrahim Hakkı şu maddelerle belirtir: “Biri, kazadan önce,
istek ve tercihi terktir. Biri, kazanın gelişinden sonra acılığın yokolmasıdır. Diğeri
de belâ ortasında muhabbet heyecanı yaşamaktır...”628
Kanaatimizce insan, imânı nispetinde râzı olma kapasitesini arttırır. Çünkü
“iman”, “gereğini yapmak”tır. İman kuvvetlendikçe, kişinin dayanma gücü de artar.
624 Abdulkâdir Geylânî, Gönül İncileri, s.16. 625 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 777. 626 Mârifetnâme, s. 379. 627 Mârifetnâme, s. 380. 628 Mârifetnâme, s. 381.
174
Ayrıca mârifet ve muhabbet de bu noktada kula yardım eder. Kişiye sevdiğinden
gelen her şey hoştur. Eğer bu, gerçek sevgi ise...O zaman kula, kadere rızâ
göstermek daha kolay gelir.
İbrahim Hakkı’nın ifadesiyle: “Bütün işler hep Allah Teâlâ’nın isteğiyle
meydana gelir, öyleyse, O’ ndan başkasına güvenmemek ve ancak O’na tevekkül
etmek lazımdır...”629
Rızâ mertebesine erişmiş bir ruh, sevgilinin yaptığı her takdiri hoş karşılar ve
O’ndan gelen elemi de çirkin görmez.630
Kuldan beklenen, taksim olunana memnuniyet göstermesidir. Taksim edilmiş bir şeyi
istemek luzümsuz bir yorgunluk, taksim edilmemişi istemekse Allah’ ın gazabını
celbetmektir. 631
Muhakkak ki rızânın hakikâtini idrak eden ve kendisine râzı olma kapasitesi
lutfedilen bir kimse, en mükemmel rahatlığa kavuşmuş ve en yüce (derecede
Allah’a) yakınlığı elde etmiştir.632
M. TEVEKKÜL
Tevekkül, Arapça bir kelime olup sözlükte vekâlet almak, vekil olmak,
dayanmak, güvenmek, îtimad etmek gibi anlamlara gelir.633
Tasavvuf ıstılâhında ise, gerekli tüm çabayı gösterdikten ve her türlü tedbiri
aldıktan sonra, işi sağlam bir inançla Allah’a bırakmaktır.634
Tevekkül, dünyevi ve uhrevi her işte Rabb’i vekil kılmaktır. Tevekkül
Allah’a kalben tam bağlılıktır.635
629 Mârifetnâme, s. 383, ayrıca bkz. Abdulkâdir Geylânî, Futuhül-Gayb, şerh: İbn Teymiye, çev: İlyas Aslan, Derya Çakır ( Gelenek yay.) Ocak 2003, ss. 120-121. 630 M. Sıddık Gümüş, Seadet-i Ebediye ( Hakikat yay.) İstanbul 1995, s. 498. 631 Abdulkâdir Geylânî, Gönül İncileri, s. 16. 632 Kuşeyri, a.g.e., s. 290. 633 Serdar Mutçalı, a.g.e., s. 1009. 634 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Tevekkül”, s. 717.
175
Sülemî’nin ifadesiyle tevekkül: “Kalbin, Allah’ın verdiği garantiye
güvenmesidir.636
Tevekkül, hayatı, yaşanılan günden ibaret görmek suretiyle yarının derdini
gönülden silmektir.637 Tevekkül her an olmalıdır. Yani tedbir almadan önce, tedbir
alırken ve aldıktan sonra. Her zaman Allah’a güven esastır. 638
İbrahim Hakkı tevekkülü çeşitli açılardan incelemiştir. Ona göre tevekkül,
Halktan Hakk’a sığınmak, Rabbin sözüne tam mânâsıyla dayanmaktır. En üstün amel
ve kalbi mamur eden bir nurdur.639
Tanımlarda da gördüğümüz gibi tevekkülün temeli güvendir, teslimiyetir,
Alah’ın hükmünü kabuldür.
Tevekkül, kelime kökeni itibâri ile, “bir süreç ve birtakım zorluklar içerme”
anlamı taşır.640 Bize göre tevekkül bir süreçtir. Çünkü tevekkül etmeden önce tedbir
almak yerinde olur. Tevekkül zorluk içerir. Çünkü işi Allah’a havale etmek kolay
değildir, nefis bunu yapmakta biraz zorlanır. İster ki işi sonuna kadar kendisi yapsın.
İşi Allah’a ısmarladıktan sonra sonucu beklemek ve gelen sonuca katlanmak da kul
için ayrı bir zorluktur. Bu sebeple tevekkül etmek basit bir mesele değildir.
Kul, Allah’ın, kendisinin sahibi, Rabbi, vekili olduğuna gönül hoşluğu içinde
râzı olduğu zaman gerçekten tevekkül etmiş olur.641
635 Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri (1) ss. 101-102. 636 Sülemî, a.g.e., s. 25. 637 Kuşeyri, a.g.e., s. 260; ayrıca başka tanımlar için bkz. Vehbi Yıldız, a.g.e., s. 124; Serrac, a.g.e., ss. 50-51; Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 172. 638 Süleyman Uludağ, a.g.e., md. “Tevekkül”, s. 488. 639 Mârifetnâme, s. 355. 640 Tevekkül, Arapça “ tevekkele” kelimesiyle ifade edilir “tefa’ale” bâbındadır. Bu bab, bahsettiğimiz anlamları içerir. 641 Kuşeyri, a.g.e., s. 259.
176
Şakik Belhi’ye göre gerçek tevekkül, kaybedilen dünyalığa üzülmeyip
bilakis ele geçmesinden daha çok sevinmektir. Böyle hissedildiği zaman o taktirde
Allah’a güven tam demektir.642
Gazali’ye göre mütevekkil dünya malına bağlanmaz ve aksayan dünyevÎ
işlerinden dolayı gam çekmez. Tevekkülde itimat ve rahatlık tam olmalı ki tevekkül
hakikâte ermiş olsun.643
Gördüğümüz kadarıyla mütevekkilin mümkün olduğunca kalp huzuruyla
Allah’a yönelmiş olması lâzımdır. Aksi taktirde kalpteki en ufak bir şüphe, duyulan
hafif bir üzüntü insanı tam anlamıyla tevekküle ermekten uzaklaştırabilir.
Tevekkülde asıl olan unsur kalbin ıstırapsız bir halde bulunmasıdır.644
Tevekkül kavramı Kur’ân-ı Kerim’de kırk yedi yerde geçmektedir.645
Konuyla ilgili birkaç örnek verebiliriz:
“Herhangi bir iş konusunda önce insanlara danış, istişâreden sonra karar verip
azmettiğin zaman da hemen tevekkül et.”646
“İnananlar Allah’a tevekkül etsinler.”647
“Eğer Allah’a iman ettiyseniz gerçekten O’na tam teslim olduysanız, artık
O’na itimat ediniz.”648
Âyetlerin de belirttiği gibi tevekkülün temelinde iman, teslim, azim, gayret,
sabır ve tahammül oldulça önemli bir yer tutmaktadır.649
642 Yılmaz, Gönül Erleri, s. 92. 643 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 731. 644 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Tevekkül”, s. 717. 645 Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 172. 646 Al-i İmran /159. 647 İbrahim /12, ayrıca bkz. Al-i İmran /101,122, 159, 160,173; Rad /30; Hud /78; Yusuf /67; Tevbe /129; Nisa /81, 132; Mâide /11,23; Enfal/2, 49, 61, 64; Yusuf /67; Hacc /78; Furkan/58; Neml/79; Ahzab /3, 48; Zümer /38; Mücadele /10; Teğabun /13; Talâk /3; Müzzemmil / 9. 648 Yunus/ 84. 649 Yıldız, Değer Ölçüsü (2), s. 125.
177
Kanaatimizce öncelikle sağlam bir inanç olmalı ve kişinin kalbine “tevhid”
yerleşmeli ki; kulda teslimiyet meydana gelsin. Teslimiyet kemâle erince
arkasından da “tevekkül” hâsıl olur.
İbrahim Hakkı, tevekküle verdiği önemi şu sözlerle belirtir: “Akıl sahibi
olan seçkinler ve himmet erbabı olan yüksek ruhlu kişiler dünya sebeplerine
bakmayıp ötelerin yoluna itibar etmişler ve Rab’lerine dayanıp güvenerek,
tevekkülün doruğuna ulaşmışlardır...”650
İbrahim Hakkı mütevekkilin hallerini çeşitli aşamalarla anlatır. Ona göre,
mütevekkil, bir çocuğa benzer ki çocuğun her ihtiyacını annesinden istediği gibi
tevekkül eden de sadece Rabbini bilir. Her türlü ihtiyacını O’ndan ister. Bir sonraki
mertebede mütevekkilin hali, gassalın elindeki ölü gibidir, hiçbir şeye gücü yetmez.
Tıpkı bunun gibi tevekkül sahibi de kendisini Allah’a teslim olmuştur.651
Gazali de aynı gruplama ve benzetmeyi yapmıştır.652 Bu örneklerden
anlıyoruz ki; tevekkül ehli, kendi güçsüzlüğünü, acizliğini kabul edecek ve bütün
işlerinde gücü, otoritesi ve varlığıyla tek olan Mevlâ’sına yönelecektir. Nitekim âyet
de buna işaret etmiyor mu?
“Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.”653 Âyette “vekil” kelimesinin
kullanılması dikkat çekicidir. Tam bir güvenle avukatına güvenen sanık gibi, kul da
Rabbini vekil tayin etmelidir.
İbrahim Hakkı’ya göre tevekkülün zirve noktasını Hz. İbrahim’de
görmekteyiz. Hz. İbrahim, ateşe atılacağı anda bile Rabbine yönelip tevhide ulaşmayı
başarmıştır.654
650 Mârifetnâme, s. 360. 651 Mârifetnâme, s. 355; ayrıca bkz. Kuşeyri, a.g.e., s. 258; Yıldız, Değer Ölçüsü (2), s. 126. 652 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 732. 653 Al-i İmran /173. 654 Mârifetnâme, s. 355.
178
Görüldüğü gibi böylesine kritik bir anda bile Hz. İbrahim, sebebleri de
ortadan kaldırmış ve tam bir teslimiyetle Hakk’a yönelmiştir. Böylece o ateş çukuru
gülistâna dönüşmüştür.
İbrahim Hakkı, rızık konusunda tevekkülden de önemle bahsetmektedir.
Madem ki rızık O’na aittir, o halde bu konuda tasalanmaya gerek yoktur diye
düşünür.655
Şunu ifade edelim ki; rızık konusunda tevekkül etmek elbette önemli ve
gereklidir. Kul ne kadar hırs da gösterse kısmetinden fazlasına sahip olamayacaktır.
Ancak ne var ki nasıl olsa kısmetim ayağıma gelecektir, ben tevekkül ediyorum
diyerek bir köşeye çekilmek de doğru değildir. Bilakis dinin emrine baktığımızda
çalışmayı ve gayret etmeyi desteklediğini görüyoruz. “Doğrusu insan için
çalıştığından başkası yoktur.” 656
“...Yeryüzünde dağılın Allah’ın nimetinden nasip arayın.” 657
Gazali, tevekkül etmek çalışmaya engel değildir der ve Hz. Ebubekir
örneğini verir. Hz. Ebubekir (r.a.)’in son derece mütevekkil olduğunu ancak bunun
yanında ticaretle uğraştığını belirtir. 658
Hakiki anlamda mütevekkil olan; çalışmadığında kazanılmayacağını,
ekilmeden biçilemeyeceğini, ibadetsiz, itaatsiz ve amelsiz Cennete girmenin
mümkün olmayacağını, ihlassız ve kulluk şuurundan uzak bir tavırla Allah’ın
rızâsına nâil olunamayacağını bilir.659
655 Mârifetnâme, ss. 357,361. 656 Necm /39. 657 Cuma /10; İslâm’da çalışmanın gerekli olduğuna dair bkz. Oğuz, a.g.e., s. 314. 658 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 730 659 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 77.
179
Sebeblere riâyet edildikten sonra gerçekleşen tevekkül, kul için oldukça
önemli bir durumdur. Çünkü bu taktirde Allah’ın emrine uygun, O’nun rızâsına
muvâfık bir amelde bulunulmuş olur.660
Sonuç olarak diyebiliriz ki; tevekkülde önemli olan, öncelikle gerekli bütün
tedbirleri almaktır. Zira aksi bir durum kulu tembelliğe sürüklediği gibi onun
irâdesini de ortadan kaldırır ki bu da İslâm’ın ruhuna aykırıdır. O halde kuldan
beklenen çalışıp gayret göstermesi ve “kesb”i terk etmeyip işlerini Rabbine teslim
ederek, sonucunu bekleyip râzı olmasıdır.
Tevekkülün daha ileri boyutu tefvizdir. Tefviz, dünyevi herhangi bir şey
istemeyip, Allah’ın takdirine râzı olmaktır. Tefviz, sonucu belli olmayan bir işi
gerçek sahibine yöneltmektir.661
Tefviz, Allah’ın meydana getirdiği tüm fiillere karşı kulun, nefsini O’na
teslim etmesidir. 662
Nitekim âyet-i kerimeler de buna işaret eder:
“...Onlara karşı Allah sana yeter. O, işitir ve bilir.”663
“Rabb’in dilediğini yaratır ve seçer. Serbestlik ve seçim onların değildir.”664
“Ben, Allah’ın dilediğinin dışında ne bir menfaate ne de bir zarara sahip
olamam.”665
İbrahim Hakkı, işi Allah’a bırakmanın keyfiyetinden bahsederken kulla
Allah arasındaki bağlantıyı bir örnekle açıklar ve bu bağı doktorla hasta arasındaki
ilişkiye benzetir. Nasıl ki hasta, doktorun uyguladığı tedaviyi itiraz etmeden kabul
660 Oğuz, a.g.e., s. 319. 661 Mârifetnâme, s. 364. 662 Mustafa Ateş, a.g.e., s. 175. 663 Bakara /137. 664 Kasas/ 68. 665 Yunus/ 49, ayrıca bkz. konuyla ilgili olarak Enbiya/ 23.
180
eder, Onun talimatlarına uyar, kuldan beklenen de Rabbi’ nin hükmüne râzı
olmasıdır.666
Örnekten hareketle şunu söyleyebiliriz: Doktorun uyguladığı tedavi acı
verici de olsa hasta hiç itirazsız bunu dikkate alır. Kul kimi zaman isteğine hemen
kavuşur, kimi zaman da geç kavuşur ve bazen istediğinden daha farklı bir sonuçla
karşılaşır. Ama Allah, kulunu daha iyi bildiğinden ona en uygun olanı nasib
edecektir. Çünkü kul kimi zaman duygularına esir olup sağlıklı isteklerde
bulunamayabilir. Nitekim âyette de bu vurgulanıyor: “Sizin hayır gibi bildiğiniz şer,
şer gibi bildiğiniz hayır olabilir.”667 Bu sebeble kuldan beklenen de- tıpkı hasta
örneğindeki teslimiyet gibi- en güzel hüküm vericinin (Ahkâmü’l Hâkimin )
hükmüne râzı olmasıdır.
Mârifetnâme’ye göre tefvizin alâmetleri üçtür: Birincisi, tedbiri takdire
bırakıp huzur bulmak, ikincisi irâde gücünü Allah’a bırakmak ve üçüncüsü de
Allah’ın takdîrini bekleyip râzı olmaktır.668
İşini Allah’a bırakan kişi, başarıya daha yakındır ve Allah’ ın yardımı
onunladır. “Zira Allah, kuluna ne verirse, verdiği şeyde ona yardımcı olur. Kul da her
neye kendi nefsi arzusuyla girerse, Allah o işi o kulun nefsine bırakır ki, o işin
üstesinden gelemez...”669 diyen müellifimiz, Allah’a dayanmanın önemini dile
getirmiştir. Görüldüğü gibi kul, gerekli önlemleri alıp sağlam bir niyetle yola çıktığı
zaman Rabbinin kendisinden beklentisini de yerine getirmiş olur.
Konumuza, İbrahim Hakkı’ nın, şu ifadeleriyle son verebiliriz:
“Eğer sen, bütün işlerini Allah’a bırakıp takdirine teslim olursan, O senin
için, sırrı çok ince olan işleri ihtiyar ettiği zaman ona cânı gönülden râzı olursun. Her
ne meydana gelirse, onun sırf hayır, iyilik ve kurtuluş olduğunu bilirsin. Acizlik ve
666 Mârifetnâme, s. 371 667 Bakara/216. 668 Mârifetnâme, s. 364; ayrıca bkz.; Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri (1) s. 105. 669 Mârifetnâme, s. 365.
181
hayreti, kendine saadet sermayesi yapıp O’nun irade ve terbiyesiyle kalbin tatmin
olur ve gönül huzurunu bulursun.”670
N. ZÜHD
Sözlük anlamı olarak, terk etmek, dünyaya sıcak bakmamak, faydasız
şeylerden uzaklaşmak gibi mânâlara gelen671 zühd, Kur’ân-ı Kerim’de lafızdan
ziyâde anlam itibariyle mevcuttur. Bir yerde “zâhid”şeklinde geçmiştir.672
Zühd, hayat zevklerini terk edip, bedenî arzulara karşı tavır almak ve ebedî
ahiret mutluluğu için dünyadaki rahatlığı terk etmektir.673
Zühd, dünya malına dair herhangi birşeye sahip olunduğunda sevinmeyip,
kaybedildiğinde ise üzülmemektir.674
İbrahim Hakkı, dünya hakkında ayrıntılı tanımlar yapar, farklı benzetmelerde
bulunur. Ona göre dünya uyku ve gölge gibidir. Gelip geçicidir. Lezzetiyle insanı
aldatan zehirli bir tatlıdır. Ona meyleden hüsrandadır.675
Yine dünya, rüyasında kendisini zevk u sefâ içinde yüzen bir padişah olarak
gören kişinin haline benzer ki; uyandığında bunların hiçbirisinin gerçek olmadığını
anlar.676
Ebû Süleyman Dârânî’nin ifadesiyle: “Dünya, kendisine talib olandan kaçar,
kendisinden kaçanı kovalar. Kendinden kaçanı yakalayabilirse yaralar, kendisine
talib olanı bulur ise öldürür. Çünkü dünya ile güreş etmeye gelmez, dünya insanı
yener.”677
670 Mârifetnâme, s. 370. 671 Eraydın, a.g.e., s. 172. 672 Yusuf /20. 673 Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri (1) s. 69. 674 Sülemî, a.g.e., s. 24; ayrıca Zühd tanımları için bkz. Kuşeyri, a.g.e., s. 213; Süleyman Uludağ, a.g.e., md. “Zühd”, ss. 533,544; Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 179. 675 Mârifetnâme, ss. 272-273. 676 Rûmî, a.g.e., s. 74. 677 Yılmaz, Gönül Erleri, s. 102.
182
Lokman Hekim oğluna şu önemli nasihatte bulunur: “Dünyayı ahirete sat ki;
her ikisinden de faydalanasın. Ahireti dünyaya satma ki; her ikisini de elden
çıkarırsın. ” 678
Hasan Basri’ye göre: “...dünyayı arayıp ahireti bulan görülmemiştir ama
ahireti ararken dünyayı bulan çoktur.”679
Abdulkâdir Geylâni’ye göre dünya, “hergün bir yerde açılan pazara benzer.
O, bir çarşıdır, satış yapılır, yakında da kapanır. Ona gönül kaptırma. . .” 680
Yapılan benzetme ve tavsiyelerden anladığımız kadarıyla insan neyi
istediğine doğru karar vermeli. Kur’ân-ı Kerim, bu tercihle ilgili olarak dünyayı
isteyene dünyanın, ahireti isteyene ise ahiretin verileceğini681 bildiriyor. Ancak şunu
ekleyelim ki ahiret eksenli bir dünya, asıl tercih edilecek seçenek olmalı.
Mârifetnâme’ye göre kurtuluşun sırrı dünyayı terk etmektir. İnsan fâni olanı
terk ettikçe bâki olanı anlar ve ona yönelir.682
Kanaatimizce bu bir alışveriştir. Dünyayı satıp, karşılığında sonsuz nimetleri
ve güzellikleriyle ahireti almak. Ama insan çoğu zaman bu kârlı alışverişi fark
edemiyor. Âyette de böyle söylenmiyor mu?
“Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti
vermek üzere– canlarını ve mallarını satın almıştır.”683
İnsan, dünyanın faniliğini, en güzel mükâfatın ise Allah katında olduğunu
idrak edebilse zaten dünyaya karşı hırs içinde olmaz. Kanaatimizce mesele, ahirete
olan inancın tam olarak yerleşememesi.
678 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 482. 679 Yılmaz,Gönül Erleri, s. 17. 680 Abdulkâdir Geylânî, Feth’ur-Rabbani, s. 240. 681 İsra/18-19. 682 Mârifetnâme, ss. 272-273. 683 Tevbe/111.
183
Pek çok âyet-i kerime dünyanın kısalığı ve fâniliğiyle alakalıdır. Şu âyetleri
örnek olarak vermek mümkündür:
“Dünya hayatıyla sevinirler. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı bir geçimden
ibârettir.”684
“Size verilen her şey, dünya hayatının geçimi ve süsüdür. Allah’ın yanında
olan ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Aklınızı kullanamıyor musunuz?” 685
Ayetlerde de gördüğümüz gibi dünya, ahiretin yanında son derece değersiz
bir mevkide bulunmaktadır. Âyetler çok açık bir şekilde ve defaatle bunun üzerinde
durmaktadır.
Allah Teâlâ, yarattığı kulunu elbetteki daha iyi bilmektedir.686 Onun
zaaflarını, meyillerini. Bu sebeble dünyayı ve ahireti sürekli bir arada zikretmiş, iki
âlemin de hakikatlerini gözler önüne sermiştir.
Allah Teâlâ, kullarına dünya hayatının gerçek yüzünü net olarak açıklamıştır:
“Biliniz ki dünya hayatı; bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme, mal ve
evlatta bir çoğalıştır.”687 Bu âyette dünyanın özelliklerinden bahsedilerek mahiyeti
belirtilmiştir.
Yukarıda ifade edilen unsurların kaynağı da açıklanmıştır: “İnsanlara;
kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, yayılıma salınmış atlar,
davarlardan ve ekinlerden yana nefsin istediklerine muhabbet, süslenip bezendi.
Fakat bunlar dünya hayatının geçici menfaatidir.”688
684 Ra’d / 26. 685 Kasas/ 60; ayrıca bkz. Nisa /77; En’am / 32; Tevbe /38; Ra’d /26; Hadid /20. 686 Mülk/14. 687 Hadid / 20. 688 Al-i İmran /14, ayrıca bkz. Yunus/58, Rum/7, Lokman/33, Kehf /46, Ankebut /64, Fâtır /5, Muhammed /36.
184
İnsan, bu dünya sahnesine bir imtihan olarak gönderilmiştir. Nitekim
âyetlerde de bu hususu görmekteyiz: “Şüphesiz yeryüzünde olan şeyleri, insanların
hangisinin daha iyi iş işlediklerini ortaya koyalım diye yeryüzü için süs yaptık.”689
“Hanginizin daha iyi işler yapacağını görmek için ölümü ve hayatı yaratan
O’dur.” 690
Peki bu imtihanın amacı neydi? Böylesine bir hayat düzeni karşılığında
insandan ne bekleniyordu?
Kulluk... İnsan bu dünyaya, ahirete yönelik azık toplamaya gelmişti. 691
Bu dünyaya gelmekten maksat, ebedî huzura ve saadete kavuşabilmektir.
Bunu idrâk eden yüce ruhlar ise fâni olanla ve cismânî şeylerle uğraşmaz; ebediyete
dönük olanla ilgilenir, onu tedârik etmenin gayreti içine girerler. Zira bedene ait olan
her şey sonuç itibariyle toprağa verilmeye mahkûmdur.692
Abdulkâdir Geylâni de yaratılıştaki gâyeyi şöyle belirtiyor: “Dünyada daimi
kalmak için yaratılmış değilsin. Onda yalnız yiyip içmek için durmuyorsun.”693
Açıklamalardan da anlıyoruz ki, insan çok büyük bir imtihanla karşı karşıya.
Geçici olan bu dünyevî meşgaleler içinde ebedî olan ahiret yurdunu kazanmak... Bu
sınavı kazanmak ya da kaybetmek, bir nevi insanın elindedir. Düşünce ve aksiyon
uyumuyla çok güzel sonuçlar elde edilebilir. Önemli olan Kur’ân’ın yaklaşımıyla
dünyaya bakabilmektir.
İbrahim Hakkı, bu sınavı kazanmak için dünyanın terk edilmesi gerektiğini
söylüyor. Buna katılıyoruz. Ancak şunu hemen ifade edelim ki bu, kesben değil
kalben bir terk olmalıdır. Aksi taktirde insanın dünyayı tamamen terk etmesi hem
çok zordur (çünkü âyetlerde bu sevginin insana verildiği belirtiliyor. Al-i İmran /114)
689 Kehf /75. 690 Mülk /2. 691 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 60. 692 Topbaş, a.g.e., s. 95. 693 Abdulkâdir Geylânî, Feth’ur Rabbani, s. 25.
185
hem de insan fıtratına aykırıdır. Zira insan, bu dünyada hayat sahibi olabilecek
şekilde düzenlenmiştir.
Aslında dünya mutluluğu ile ahiret mutluluğu birbirinin zıddı değildir.
Ahiret mutluluğunu yakalayabilmek için dünyadan tamamen vazgeçmek gerekmez.
Dünyada müreffeh bir yaşantı ile de ahiret kazanılabilir. Nitekim Hz. İbrahim ve Hz.
İsa’nın her iki saadete de kavuştuğu bildirilir:
“...Andolsun biz onu dünyada seçtik, gerçekten ahirette de o,
salihlerdendir.”694
Açıklamalardan anladığımız kadarıyla dünyadaki herşey Allah’a ulaşmak için
birer vesile olarak tanzim edilmiştir. Bu vasıtalar doğru yerde ve doğru şekilde
kullanılırsa hem dünyada mutlulukla hem de ahirette güzel sonuçlarla karşılaşılır.
Çünkü Allah’ın bahşettiği lütuflar (mal, ilim, sağlık vs.) yine O’nun yolunda
kullanılmış olacaktır. Böylece her iki âlemde de denge695sağlanabilecektir
İbrahim Hakkı da bu dengeden bahsetmektedir: Dünyaya hakkettiği kadar
değer vermek.Yani beşerî arzuları ihtiyaç oranında, helal yoldan karşılamak, israfa
kaçmadan geçimini sağlamak, faydalı ilimlerle uğraşmak.696
Gazali de bu konuda aydınlatıcı bir ölçü verir. O’na göre dünyada insanın
varlığını sürdürebilmesi için kendisine lâzım olan birtakım ihtiyaçları vardır ki;
bunlar kişinin bedeninin ve dolayısıyla da kalbinin istikamette kalması için
önemlidir. Yeme, içme, evlenme ve mesken sahibi olma bunlar arasındadır.697 Ancak
ne var ki; bu unsurların da ihtiyaç mı yoksa zevk için mi olduğu iyi
hesaplanmalıdır.698 O’na göre, ihtiyaç miktarınca karşılanan bu maddelere kanaat
694 Bakara /130; ayrıca bkz. Al-i İmran /45(Bkz. Süleyman Uludağ, “Dünya”, TDVİA, c. 10, s. 22) 695 Kasas /77’de de bu dengeden bahsedilmektedir. 696 Mârifetnâme, s. 274. 697 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 67. 698 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 484.
186
eden ve bundan amacı da dînî görevlerini uygulamada rahatlık olan kimse dünya
ehlinden sayılmaz.699
Madem ki bu beden insana bir emanet o halde ona iyi bakmalı ki; beden de
sahibini Rabb’ine yöneltmekte zorlanmasın. Bu amaçla lutfedilen nimetlerden
mübah sınırları içinde, haddi aşmamak şartıyla faydalanılabilir.
İbrahim Hakkı, dünyaya karşı duyulan muhabbetten bahsetmektedir.
Mârifetnâme’ye göre esas olan; dünya hayatına gösterilen sevginin dozunu iyi
ayarlayabilmek. Dünyaya olması gerektiği kadar ilgi gösteren kişi nefsini tanımış
olur ve dünya ona hizmet eder. Aksi halde dünya hayatının peşinde koşan kişi
dünyaya kul köle olmuş olur. Zaten bunun da sonu yoktur ve kişi bu durumda hayat
sınavını kaybetmiş sayılır.700
Gazali’ye göre, suya giren insanın ıslanmamasının mümkün olmadığı gibi,
dünyayla tanışan insanın da ona bulaşmaması mümkün değildir.701
Kanaatimizce, dünyaya meyil gösteren kişi çoğu zaman farkına bile
varmadan dünyaya bağlanmış oluyor.
Şunu da ifade edelim ki; insanın dünyevî nimetlere sevgi beslemesi, onlara
hemen ilgi duymasını normal karşılamak gerekiyor. Çünkü bu muhabbet, insanın
özüne yerleştirilmiş. Zaten imtihan sırrı da burada gösteriyor kendisini. Yani fıtrî
olan bu sevginin peşinde sürüklenmek ya da bu sevginin dozunu ve yönünü doğru
hedefe çevirerek orada sebat etmenin mücâdelesini vermek...Sonuçta duygularına
yenik düşen insan, her zaman dünyanın peşinde koşmaya mecbur kalacak. Çünkü
duyguların ve bunun karşılığında da dünyevi câzibenin sınırı yoktur. İbrahim
Hakkı’nın da belirttiği gibi insanın karşısında iki yoldan başka seçenek
kalmamaktadır: Ya dünyanın hizmetçisi olmak ya da dünyayı kendine hizmet
ettirmek...
699 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 67. 700 Mârifetnâme, s. 273. 701 Gazali, İhya, c. 3, s. 484.
187
Mârifetnâme’ye göre dünya sevgisi, kulu Rabb’inden uzaklaştırır, onu
ibadetten alıkoyar.702 Dünyadan yüz çevirip Allah’a yönelene mârifet ve muhabbet
yolu açılır ve onun dostu Allah olur.703 Mü’min kula yakışan da kendisini Mevlâ’nın
huzurundan alıkoyan hareketlerden uzak kalmasıdır.704
Gazali, burada çok önemli bir denge prensibi ortaya koyar. Şehveti tamamen
yok etmeye çalışmaz. Dünyevî olan herhangi birşeyin ardından koşmadığı gibi onu
tamamen de terk etmez. Ona göre asıl olması gereken – her konuda olduğu gibi-
itidal üzere hareket etmektir. 705
Şunu hemen belirtelim ki; kötü olan, insanı gerçeklerden uzaklaştıran; dünya
ve içindekiler değil, ona yaklaşım tarzıdır. Bir şey zararlı özelliklere sahip olabilir
ama onu kullanış biçimi ve amacı da önemlidir. Ateşin yakma özelliği de vardır ama
aynı zamanda o ısınmak için de kullanılır. Tıpkı bunun gibi dünya bizi ebedi
hüsrana da sürükleyebilir, ebedi mutluluğa da...
Nitekim âyette, “ne alışverişin ne de ticaretin Allah’ı anmaktan
uzaklaştıramadığı” insanlardan bahsedilir.706 İbrahim Hakk’nın da düşüncesi bu
yöndedir.707 Yani dünyevî lütuflar arasındayken bile kalbi Allah ile beraber kılmak.
Şunu belirtelim ki, bir kimsenin dünya adına sahip olduğu çok fazla nimet
olabilir. Ama bu kişi, bu nimetleri kalbine yerleştirmemiştir. Diğer birisinin de dünya
adına sahip olduğu çok az şey vardır ama kalbini bunlardan kurtaramıyordur.
Buradaki ölçü sahip olunanların miktarı değil, onlara gönül dünyasında verilen
değerdir.
702 Mârifetnâme, s. 277. 703 Mârifetnâme, s. 280. 704 Mârifetnâme, s. 279 705 Gazali, İhya, c. 3, s. 508; ayrıca bkz. Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 180; Eraydın, a.g.e., s. 175. 706 Nur /37. 707 Mârifetnâme, s. 321.
188
Kur’ân-ı Kerim’de kötülenen dünyadan kasıt da maddeyi ve şahsi menfaati
ön planda tutmaktır. Mal, mevki, şöhret, şehvet, ve lüks gibi tutkular kınanırken;
mânevi birtakım değerlere ve uhrevi yaşantıya önem verilmesi istenmiştir.708
Bir hareketin gerçek anlamda zühd olarak nitelendirilebilmesi için şu
özellikleri taşıması icâb eder:
Birincisi, dünyevi her şeyin kaybolması veya elde edilmesi arasında bir fark
olmaması.
İkincisi, övünmenin ya da yerilmenin kişinin nazarında eşit olması.
Üçüncüsü, Allah ile olmayı herşeye tercih etmek.709
Gazali’ye göre bir hareketin zühd sayılabilmesi için birtakım şartlar da vardır
ki birincisi şudur: Zühd hareketi mübah sayılan unsurlarda olur. Haramdan
uzaklaşmak zaten farzdır.
Diğer bir şart da mal ve mevkide gözü olmayıp, sahip olunanları
verebilmektir. Çünkü zâhid dünyevi zevklere karşı kendini zaten uzak tutmayı
istemektedir.710
Açıklamalarda da gördüğümüz gibi, zâhid, benliğini Rabb’ine yönelttiği için
O’ndan başkası zâhide gerçek mutluluğu veremez. Bu yola gerçekten kendini
adayan bir zâhidin nazarında dünyevi herhangi bir şey pek de anlam taşımaz. O,
nefsini de gerçek sahibine çevirdiğinden insanlar da onun için büyük bir önem arz
etmez. O, insanların değil Rabb’inin nazarında değerli olmak ister, hep o arayışın
içindedir. O, sahip olduğunda değil de kaybettiğinde, O’nun yolunda harcadığında
mutludur.
İbrahim Hakkı’nın da belirttiği gibi zâhid, gerçek kurtuluşun dünyadan
uzaklaşmak olduğu hakikâtini özüne yerleştirmiştir.
708Süleyman Uludağ, “Dünya”, TDVİA, c. 10, s. 23. 709 Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, s. 70. 710 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 664.
189
Zühd hakkında birtakım gruplamalar da yapmak mümkündür. Bununla ilgili
olarak şu örneği verebiliriz:
Ahmed b. Hanbel’in yaptığı tasnife göre:
Zühdün birinci şekli avamın yaklaşımıdır ki bu, haramı terk etmektir.
İkincisi havassın zühdüdür. Bu da lüzumlu olmayan helali terk etmektir.
Üçüncüsü de âriflerin zühdüdür ki bu da Allah ile olmaya engel teşkil eden
her şeyi ortadan kaldırmaktır.711
Gazali’ye göre ârif, cenneti de cehennemi de düşünmez. O, sadece Allah
Teâlâ’yı müşahede etmeyi arzular. Gazali, en yüksek zühd mertebesinin de bu
olduğunu söyler.712
Kanaatimizce zühd hassas bir çizgidir ve mübah sınırları içinde gerçekleşir.
Çünkü kişinin haramlardan kaçınması zaten zaruridir. Bu tüm insanlar için
sözkonusudur.
İkinci aşamayı da seçkin kullar gerçekleştirebilir. Çünkü helali yapmakta bir
sakınca yoktur ancak zâhidane bir hayat yaşamayı arzulayanlar bunda bile titiz
davranırlar.
Bir de seçkinlerin seçkini olan kullar vardır ki onlar, kalplerini ancak gerçek
sahibine teslim edince rahat ederler.
Sanırım bu kademeleşme, hakiki bir rûhî eğitimin sonucudur. Aksi taktirde
insanın; terk etmesinde bir zaruret olmayan maddelerden uzaklaşması, olgunluğa
erişmeyen bir ruhun rahatlıkla yapabileceği bir hareket değildir.
Hayat çizgisinin bir imtihan alanı olduğunu daha önce belirtmiştik. En güzel
neticenin formülü ise kulun, ahireti sermayesi ve dünyayı da onun kârı olarak kabul
711 Kuşeyri, a.g.e., s. 214; İbrahim b. Ethem de zühd konusunda aynı tasnifi yapmaktadır.( bkz. Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 180) 712 Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 664.
190
etmesi; bu hayat yolunda sahip olduğu zamanı da öncelikle ahirete dönük işlere,
kalan vaktini de dünyevî işlere tahsis etmesidir.713
Konumuzu Abdulkâdir Geylani’nin şu sözüyle bitirebiliriz: “...Bir eline
dünyayı, öbür eline de ahireti al, ikisini yanyana getir. Bir yere yerleştir. Aralarından
çık. Mevlan’a yönel. Kalbin çıplak olsun onda ne dünya, ne de ahiret bulunsun.
Hiçbiri olmamalı.” 714
O. MAKAMLAR VE HALLER
Tasavvuf yolunda ilerlemek belli bir süreç ve sabır gerektirir. İçinde
bulunulan derecenin korunması da ayrı bir önem taşır. Makamlar ve haller olarak
ifade edebileceğimiz bu mesele tasavvuf eğitimindeki kademeleşmeyi belirtir.
Makam ve hâl kelimeleri kimi zaman birbirinin yerine kullanılsalar da
aralarında bazı farklar vardır:
Makam, kulun çalışmasıyla ibadet ve riyâzetle kesbî olarak elde edilir.
Kısmen süreklidir.
Hâl ise, Allah’ın kuluna lutfettiği, gelip geçici, çalışmakla elde edilemeyen
özel bir durumdur.715
Farklı tasnifler yapılmış olsa da, genel olarak tasavvufi makamların on tane
olduğu belirtilir:
Tevbe- Zühd- Sabır- Kanaat- Uzlet- Devamlı zikir- Tevekkül-Rıza-
Murâkabe- Allah’a yönelmek.716
713 Geylâni, Fütuhu’l Gayb, s. 88. 714 Abdulkâdir Geylânî, Feth’ur Rabbani, s. 21. 715 Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi , s. 88. 716 Aynı eser, s. 128.
191
Makamlarda ilerlemek nefsle, onun tezkiyesiyle ilgili olduğu için yazarımız,
nefs ve katmanları hakkında ayrıntılı açıklamalar yapmaktadır. Nefs de insanda
bulunduğu için öncelikle insanın konumunu anlamamız yerinde olacaktır.
P. NEFS
İnsan; varlıklar sıralamasında hayvan ve melek arasında yer almaktadır.
Üreme ve beslenme yönünden bitki derecesinde; his ve hareket yönünden hayvan
derecesindedir.717 Hayvanlar akıllarıyla değil de fıtrî ihtiyaçlarına göre davranırlar.
Fizyolojik varlıklarını sürdürmek onlar için yeterlidir ve akıllarıyla hareket
etmedikleri için yaptıklarından sorumlu değillerdir.
Meleklerde ise akıl vardır ancak nefs yoktur. Bu sebeble onlar günah
işlemezler, sadece Rabb’lerini anarlar.
İnsanda ise hem akıl hem de nefs vardır. Dolayısıyla aklı olduğu için
sorumludur, emir ve yasaklarla mükelleftir. Aynı zamanda günah işlemeye de
meyillidir çünkü nefsi vardır. Bundan dolayı onda hem hayvani hem de rûhâni yön
bulunmaktadır. Nefsinin fısıltılarına uyarak hayvanî yönünü öne çıkarmak ya da
aklını ilmiyle bütünleştirip nefsine söz geçirerek melek kadar saflaşmak insanın
gayretine bağlıdır. Böylece insan, en aşağı mertebe olan “efsel-i sâfilin”e inebileceği
gibi, en yüce mertebe olan “ahsen i takvim”e718 de çıkabilir.
İnsan hayatı, bu iki çizgi arasında bir yerde karar kılmayı gerektiren sürekli
bir mücadele alanıdır.719
İnsanın konumunu böylece belirledikten sonra İbrahim Hakkı’nın konuyla
ilgili açıklamalarına geçebiliriz:
717 Çamdibi, a.g.e., s. 139. Gazali de aynı düşüncededir. Ona göre, insanın hayvanlarla bazı ortak özellikleri ve duyguları vardır.(İkisi de hayat sahibidir. Ayrıca gazab, öfke, şehvet gibi duygular ortaktır.) Ancak insanı hayvandan ayıran birtakım faktörler de vardır ki; kalp, irade ve ilim bunlardandır.(Bkz., Gazali, İhya, c. 3, s. 18); İsfehani, a.g.e., s. 51. 718 Tin /4,5; ayrıca konuyla alâkâlı, bkz. Gülen, Fasıldan Fasıla (4), s. 29. Bu yükseliş için insanın nefsiyle olan mücadelesine gayretle devam etmesi gerekmektedir. Aksi taktirde insan, küçük bir tavizinin bedelini ağır ödeyecektir. 719 Topbaş, a.g.e., s. 47.
192
Mârifetname’ ye göre insanda iki çeşit ruh vardır: Hayvanî ruh ve insanî ruh.
Bedenin his, hareket ve irade yönünü sağlayan güç, hayvani ruhtur ki buna “Şehvani
nefs”ya da “Behîmi nefs”de demek mümkündür.
İnsânî ruh ise, maddeden ayrı özel bir güç ve cevherdir. “Nefs-i Nâtık” olarak
da isimlendirilir. Yedi mertebede ele alınan nefs (ruh) işte budur. 720 İbrahim Hakkı
nefsi natıka, gönül, ruh ve kalp kelimelerini birbirinin yerine kullanmaktadır. Bunları
özünde, maddeden mücerret bir cevher olarak telakkî etmektedir. 721
Gördüğümüz kadarıyla, bu kavramlar ayrı ayrı tanımlanıp açıklansa da
sonuçta hepsinin de kastettiği, anlatmak istediği, ortak bir noktadır. Hepsi de insanı
iyiliğe, doğruluğa ve hakikate çeken özdür, cevherdir.
Nefs-i nâtıkanın (ruh) hem bu dünyada hem de diğer âlemde farklı isimleri
vardır: Bu âlemde“Ruh”, “Kalb”,“Sırru’s-sır”, “Hakikat-insan” diye
isimlendirilmiştir. Diğer âlemde ise; “Levh-i Mahfuz”, “Külli Nefs”, “Hakikat-i
Muhammediye” diye adlandırılır.722
Ruh, son derece latif bir cevherdir.723 “Ruh”, bedenle birleşince “nefs” adını
almaktadır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’e baktığımızda ruhun, “yaratılış başlangıcında
devreye giren ve maddî yapıyı tamamlayıp insan varlığını ortaya çıkaran mânevi bir
cevher” olduğunu görüyoruz. Bu oluşumdan sonra ruh kavramının yerine nefs
kavramı kullanılıyor.724
Kuşeyri’nin ifadesiyle: “Nefs, muhtemelen şu bedene konulan ve emanet
edilen kötü huyların yeri olan bir latîfedir. Nitekim beğenilen huyların yeri olan ruh
720 Mârifetnâme, s. 455; ayrıca ruhun bölümleri için bkz. Ergül, a.g.e., s. 146; Tasavvufçulara göreinsanda dört çeşit ruh vardır: a) Tabiî Nefs: Cismin parçacıklarını muhafaza edip, cismi korur. b)Nebâtî Nefs: Bedenin büyümesini, fizyolojik anlamda besinlerin hazmedilmesini sağlar. c) Hayvânî Nefs: İnsanın hareket ve his gücünü oluşturur. d)İnsânî Nefs: İnsan bedeninin gerçek sultânıdır. (bkz. Mehmet Ali Aynî, İslâm Tasavvuf Tarihi, sad: H.R.Yananlı, (Akabe Yay.) İstanbul 1985, ss. 112-114. 721 Mârifetnâme, s. 455. 722 Mârifetnâme, s. 456. 723 Mârifetnâme, s. 456 ayrıca bkz. Aziz Nesefi, a.g.e., s. 16. 724 Ergül, a.g.e., s. 122.
193
da şu beden kalıbına konulan bir latîfedir.Nefs, ruh, akıl gibi kuvvetlerin bazısı diğer
bazısını hükmü altına alır ve insan bunların toplamı olan tek bir varlıktır.”725
Ebû Tâlib el Mekkî nefsin temel iki özelliğinden bahseder: Nefsin doğru
yoldan uzaklaşması ve kendi istekleri doğrultusunda hırslı olması. Birincisinin
kaynağı cehalettir, ikincisinin kaynağı ise aşırı hırstır.726
Açıklamalardan anladığımız kadarıyla şunu söyleyebiliriz ki, insan bir şey
hakkında ne kadar bilgiye sahip olursa; ona yaklaşım tarzı da o oranda şekillenir ve
önemli bir boyut kazanır. Nitekim nefsini daha yakından tanımaya çalışan da onun
özelliklerini, zararlarını, insana yönelttiği vesvese ve fısıltılarını biraz daha net
görecek ve bu olumsuz dürtülerin etkisinde kalmamak, buna bağlı yanlışlar
yapmamak için uğraşacaktır. Zira insanın istikâmetten uzaklaşması, nefsine
yabancılaşmasının sonucudur.
Ayrıca nefsin taşıdığı bir sıfat vardır ki, o da insanın doğrudan
uzaklaşmasına, kalbinin olumsuz yönde etkilenmesine ve nefsin ihtirasları peşine
sürüklenmesine sebeb olan hırstır. Zira dozu iyi ayarlanamayan hırs duygusu
insanı o derece esir alır ki artık bu duygu onda tutku haline gelir ve onun tüm
hareketlerini, tüm benliğini sarar ve insanı yanlışa sürükler. Ancak yönü
değiştirilerek, kişiye katkı sağlayacak alanlarda bu duygu kullanılabilirse o taktirde
insanı hedefine yaklaştırır. Nitekim daha önce de ifade ettiğimiz gibi negatif
duyguları yok etmek değil; onları pasifize ederek olumlu alanlarda kullanmak
esastır.
İbrahim Hakkı’ya göre, bu cevherin (ruhun) iki yönü vardır ki, bir yönüyle
cisimler âlemine, diğer yönüyle de gayb âlemine bağlıdır. Şehvânî nefs vasıtasıyla
bedene ait istek ve ihtiyaçlar karşılanırken nefs-i nâtıka aracılığıyla kalbin ihtiyaçları
725 Abdulkerim b. Hevâzin el Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, trc. Şeyhülislâm Hoca Sâdettin Efendi, haz. Mehmet Günyüzlü, (Yasin Yay.) İ stanbul 2003, s. 136; ayrıca bkz. Selahaddin Şâr, İslam Tasavvufu (Toker Yay.) İstanbul 1991, s. 359. 726 Mekkî , a.g.e., s. 383.
194
karşılanmaktadır. Dolayısıyla insan her iki âlemle de irtibatlı olacak şekilde
yaratılmıştır. 727
“Herşeyin aslına rücu etme temayülü fıtri olduğundan beden, topraktan hasıl
olan nimetlere mütemayildir.Bu temayül, nihayet onun toprağa girmesiyle sükunet
bulur.Ruh ise ilahi nefhadan vücuda geldiğinden onun meyli de ulvilikleredir.Hayat
da her insanda ruh ve beden arasında ebedi bir cidâle sahnedir...”728
Bu konuda şu örneği verebiliriz:
“….Beden kafese benzer, içerideki düşman nefis, dışarıdaki insanların eza ve
cefalarını gösteren ruhun bir dikenidir.Zira insan, ruh ile cesetten meydana
gelmiştir.Böyle olmakla beraber, ceset ruh için kafestir.Onu içeride
hapsetmiştir.Islah olmayan ceset, diken gibi cesede batar.
Çünkü ruh, yalnız bırakılıp ilahi izzete uçmak ister.Ama kafes, kuşun
uçmasına engel olduğu gibi beden de ruhu kaçırmaz,ona diken gibi batar...”729
Görüldüğü gibi ruh, aslı itibariyle sahip olduğu saflığına dönmek ister.
Çünkü ancak o taktirde huzura erer. Ancak beden de, cismânî zevklerden hoşlanır,
onları arzular. Bu ikisi birbirine zıt durumlardır. İnsan kimi zaman ruhunun sesine
kulak verir, onun istediği doğrultuda gider; kimi zaman da cismâniyetinin arzuları
ağır basar, ona yönelir. Bu gel-gitler hayat boyu devam eder. Ancak insan asıl
görevinin, ruhunun kendisini yönlendirdiği alana dönmek olduğunu unutmamalı ve
mücadelesini bu doğrultuda sürdürmelidir.
İbrahim Hakkı, insanın sahip olduğu birtakım özelliklerden de bahseder.
Ona göre bunların birkısmı pozitif, birkısmı ise negatiftir.
727 Mârifetnâme, s. 456. 728 Topbaş, a.g.e., s. 85. 729 Mehmet Ildırar, a.g.e., s. 67.
195
Müellifimiz, insanı doğru çizgiden kaydıran vasıflar arasında, cehalet, kibir,
cimrilik, dünya sevgisi, riya gibi birtakım özellikleri sayar.
Bunların tam karşıtı olarak da, ilmi, tevâzuyu, cömertliği, samimiyeti,
tevekkülü, güler yüzlü olmayı, merhameti Allah’ın hoşnut olduğu ve kulun,
Rabb’ine yaklaşmasını sağlayıcı olumlu sıfatlar arasında belirtir.730
Mârifetnâme’ye göre Allah’ın yolunda olmaktan maksat da budur.Yani
olumsuz sıfatlardan soyunarak, güzel sıfatlara bürünüp böylece gerçek olgunluğa
erişmek.731
Kanaatimizce, insan tabiatına yerleştirilen olumsuz sıfatların da elbetteki bir
anlamı vardır. Onlar da uygun yerlerde kullanıldığında şüphesiz güzel sonuçlar
verir. İnsandan beklenen de onları tamamen yok etmesi değil, ancak mümkün
olduğu ölçüde kontrol altına alabilmek için uğraşmasıdır.
Mevlânâ da bu doğrultuda düşünür. Ona göre mutasavvıfın yapması gereken
ilk iş nefsini ortadan kaldırmak değil pasifleştirmek olmalıdır. 732
Yukarıda da ifade edildiği gibi, insandan bu negatif yönünü bütünüyle
kaldırması beklenemez. Böyle bir şey insan tabiatına da aykırıdır. Çünkü insan,
olumlu ve olumsuz duygularıyla anlamlı bir bütün oluşturmaktadır. Zira onda sadece
olumlu sıfatlar olsaydı günaha, hataya meyletmeyecekti. Buna bağlı olarak da
mücadele etmesini gerektirecek, kendiyle hesaplaşmasını sürdürmesini sağlayacak
bir unsur da bulunmamış olacaktı. Ancak negatif yönlerle süslenen insan zaman
zaman birtakım yanlışlıklara, hatalara düşebilir. Buna mukâbil tevbe eder, Rabbine
yönelir ve bu güçle adımları daha sağlam, kalbi daha mutmain ve idraki daha güçlü
olur. Dolayısıyla insandaki bu zaafiyet, onu Hakk’a yönelten bir basamak gibi işlem
görür; tabi ki böyle bir durum hassasiyetini yitirmemiş ruhlar için geçerlidir.
730 Mârifetnâme, s. 461. 731 Aynı sayfa. 732 Arasteh, s. 26; ayrıca bkz. Eren, a.g.e., s. 27.
196
İbrahim Hakkı’nın nefs konusunda diğer mutasavvıflar gibi düşündüğünü,
insanın hakiki olgunluğa erişebilmek için nefs mücadelesine önem vermesi
gerektiğini ancak bu takdirde kulla Rabb’i arasındaki yakınlığın sağlanabileceğini
ifade ettiğini gördük.
Nitekim nefs terbiyesinin gerekliliğini Kur’an’dan öğreniyoruz: “Ey iman
edenler! Nefislerinizi terbiye ve tezkiye etmek üzerinize borçtur.” 733
Nefste arındırılması gerekli üç çeşit kuvvet vardır:
Birincisi, “ fikir kuvveti.” Bunun tezkiyesi sonucu ilim ve hikmete ulaşılır.
İkincisi, “şehvet kuvveti.” Bu kuvvetin arındırılmasından cömertlik ve iffet
hâsıl olur.
Üçüncüsü, “hamiyet kuvveti.” Bu gücün temizlenmesinin sonucu ise hilm ve
şecaatdir.734
Açıklamalardan anladığımız kadarıyla, yukarıda belirtilen bu üç maddeden,
sayılan sıfatların ortaya çıkmasındaki önemli kriterlerden biri; kontrol altına
alınması gereken bu kuvvetlerin yok edilmeyerek yönünün değiştirilmesi ve
müsbet doğrultuda şekillendirilmesidir.
Diğer bir kriter ise bu üç maddede denge sağlanması ve bu kuvvetleri
kullanırken itidâl üzere hareket edilerek aşırılığa kaçılmamasıdır.
Nefsi terbiye etmenin gerekliliğini bilmek kadar bunun yöntemini bilmek de
önemlidir.
Nefs başlangıçta isyankâr bir yapıya sahiptir. Bundan dolayı nefsin
isteklerinin tersi yönde hareket etmek önemlidir. Nefs tezkiyesinde nefsi kurtuluşa 733 Mâide /105. 734 İsfehani, a.g.e., s. 61.
197
erdirecek emirler ve bunun yanında onu kötülüklerden engelleyecek yasaklar
mevcuttur.735
Yukarıda da ifade edildiği gibi, nefse belli bir şekil kazandırmak, onu daha
iyiye, daha güzele ve mükemmele eriştirmek için birtakım emirler ve yasaklar vaz’
edilmiştir. Ancak emre itaat etmek nefse zor geldiği için ve yasaklar da ona câzib
geldiğinden dolayı nefs, bu kuralları uygulamak istemez.
Açıklamalarda da görüldüğü şekliyle nefsi belli bir olgunluğa erdirebilmek
amacıyla başlanılan çabada göz önünde bulundurulması gereken önemli bir ilke
vardır ki o da, nefsin arzularının tersi istikâmetinde hareket etmektir. Aksi taktirde bu
isteklerin sonu yoktur ve nefs daima daha fazlasını isteyecektir. Böylece emelleri
daha da artacak olan nefsi dizginlemek hayli zorlaşacaktır.
Kanaatimizce, nefsle olan bu mücadelede başarılı bir sonuç alabilmek için
arzulanan hedef iyi belirlenmeli, bu konuda belli bir tavır içine girilmeli ve bu
doğrultuda taviz vermemek için uğraşılmalıdır.
Tezkiye işleminde kulun tek başına bunu gerçekleştirmesinin ise zor
olduğunu Kur’an’dan öğreniyoruz: “Görmedin mi? O, nefslerini temize çıkartıp
tezkiye ettik diyenleri. Hayır (hiç kimse nefsini tezkiye edemez). Ancak Alah
dilediğinin nefsini tezkiye eder...”736
Bu arınma işleminde kişiye yardım edecek merci’leri de yine Allah Teâlâ’nın
açıklamalarında buluyoruz. Nitekim Alah, bu iş için önce peygamberler ve daha
sonra da görevli kimseler gönderdiğinden bahsediyor: “Size içinizden bir resul
gönderdik. Size âyetlerimizi tilâvet eder. Sizin nefsinizi tezkiye eder. Size kitap ve
hikmet öğretir...”737
735 Mihr, a.g.e., s. 291. 736 Nisa /49. 737 Bakara /151; ayrıca bkz. Secde /24.
198
“And olsun ki mü’minler üzerine bir nimet olmak üzere o zaman kendi
içlerinden bir yetkili gödeririz. Onlara âyetleri tilavet eder. Onları tezkiye eder ve
onlara kitap ve hikmet öğretir..”738
Açıklamalardan anladığımız kadarıyla, nefsi tezkiye etmek adına girişilen
mücadele son derece önemli ve zordur. Çünkü insan acizdir739 bundan dolayı
istikâmetini her an koruması her zaman mümkün olmayabilir. Yarattığı kulunu en
iyi şekilde bilen Allah Teâlâ da kendisine klavuzluk yapması amacıyla
peygamberler ve görevli şahsiyetler göndermiştir.
Kanaatimizce insan, nefsini eğitmek konusunda belli bir yere gelebilir ama
onun tek başına sonuna kadar bunu sürdürmesi güçtür. Ayrıca insan zaman zaman
gel-gitler yaşar. Bazen ilerleyişi muntazam olarak devam ederken bazen de aşağı
seviyelere inebilir. Sâlik için bir başka husus da önemlidir ki, o da ulaşılan dereceyi
ve o derecenin gerektirdiği konumu koruyabilmek. İşte bahsettiğimiz tüm bu
hususları başarıyla yerine getirebilmek için sâlikin, kendisini doğruya sevk edecek
ve mânevi doyuma ulaşmasını sağlayacak bir kaynağa ihtiyacı vardır.
İbrahim Hakkı gibi Mevlânâ da nefs ve nefsin terbiyesi üzerinde önemle
durur.
Mevlâna, nefsin, kendisine uyulduğu taktirde insanı esir aldığını ve tıpkı aşk
gibi kişinin tüm hayatını yönetecek kadar büyüdüğünü ifade ederek şöyle bir örnek
verir:
“Tıpkı tuzlu balığı tatmak gibi, o asla tatmin olmaz. Kişi ne kadar çok yerse,
o kadar çok suyu arzu eder...” 740
738 Al-i İmran / 164; ayrıca bkz. Kasas /68; Secde /24. 739 bkz. İnsanın acizliği ile ilgili Maide /30-31; Nahl /4. 740 Arasteh, a.g.e., s. 77.
199
Gerçekten de böyledir. Nefse karşı gösterilen ufak bir müsamaha,
düşünemeyeceğimiz kadar büyük boyutlara ulaşmaktadır. Bundan dolayı Mevlânâ bu
meseleye çok hassas yaklaşmış ve daha işin başında sorunu çözmeye çalışmıştır.
Ona göre öncelikle düşünce planında olayı bitirmek gerekmektedir. Düşüncenin,
davranışa dönüşmesine fırsat vermeden.
Mevlânâ, davranışın kendisinden çok, insanı o davranışta bulunmaya
sürükleyen güdüler üzerinde durur. Bundan dolayı “arzu edilmeyen düşünceleri
bilinçten silmeyi ve nefsten kaynaklanan arzuları kontrol etmeyi” vurgular. 741
Açıklamalardan anladığımız kadarıyla elde edilen müsbet ya da menfi
durumların kaynağı insanın zihni ve düşünce yapısı. Zira herşey düşünce planında
şekillenmekte ve buna bağlı olarak davranışa dönüşmektedir. Bundan dolayı insanın
zihnini anlamlı temalarla donatması ve bu temalara uygun adım atması
gerekmektedir. Olumlu düşüncelere sahip olan bir birey pozitif yönde hareket
ederken; olumsuz düşüncelere sahip olan birey ise negatif yönde hareket edecektir.
İbrahim Hakkı nefsin tasfiyesiyle ilgili olarak, kulla Mevlâ’sı arasındaki
perdelerden bahsederek şöyle der: “Allah’la kul arasında aydınlık ve karanlık
yetmiş perde vardır...”742 Ona göre nefsi ıslah yolunda çaba gösterilecekse bu
perdeler aralanmalıdır.
Zünnun el Mısrî de İbrahim Hakkı gibi düşünür. Ona göre de en zor perde
nefsi görüp onda varlık bulmaktır. Kişi, nefsine muhalefet ederek ibadete
ulaşabilmek için çaba harcamalıdır. İbadetlerin en faziletlisi de perdeleri aşarak
Allah’a yakınlık kurmaya çalışmaktır.743
Perde olarak tanımlanan unsuru, “Allah’a giden yoldaki engel” olarak
algılıyoruz. O taktirde bu engellerin nitelik ve niceliği kişilere göre değişiklik arz
741 Arasteh, a.g.e., s. 97. 742 Mârifetnâme, s. 460. 743 Hüdâyi, a.g.e., s. 260.
200
edecektir. Kimisi için makam, mevki perde olurken; bir başkası için evlat, mal ya
da başka bir unsur perde olabilir ve kulu Rabbinden uzaklaştırabilir.
Salikten beklenen nefs mücadelesindeki nihâi hedef; rûhî kemâlâtı
yakalamak, hakiki olgunluğa erişmektir. Fudayl b. İyaz bu konuda şöyle bir açıklama
yapar:
“Bize göre kemâle eren kişi, çok namaz kılan ve çok oruç tutan değil, nefsini
sehavete, sadrını selamete erdirerek ümmete nasihat edendir.”744
İbrahim Hakkı’ya göre de kemâle ermek gönlü ve ruhu arındırıp, asli olan
saflığına ulaştırmak ve nefsle olan mücâdeleye devam ederek iyi hasletleri
yerleştirmektir.745
Kanaatimizce bu konuya bu denli bir boyut kazandıran unsur, nefsin sahip
olduğu birtakım özelliklerdir. Nefs tezkiyesi basit bir hâdise değildir. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a.v.) de bu gerçeği dile getirmiştir. Çünkü nefs tezkiyesinde başarıya
ulaşmak için kararlılık, süreklilik, sabır ve irade gücünden faydalanmak
gerekmektedir.
İnsan bu mücadelede bir miktar yol alabilir ancak nefs öyle bir güce sahiptir
ki en ufak bir boşluk bulduğunda insanın sonuca varmasını engellemek için
uğraşır. Bundan dolayı nefs mücadelesinde süreklilik oldukça önemlidir.
Ayrıca insanın, mârifet yolunda ilerleyerek Hakk’a vasıl olması, böylece
kendisinden beklenen “kulluk” sorumluluğunu yerine getirmesi de yine bu savaş
sonunda kazanılacak bir başarıdır.
Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz ki, insanın ulaşabileceği en son nokta ,
en ulvî derece birtakım kerâmetler yada farklı yaşantılar ortaya koymak değil;
nefsine kemâlât kazandırmaktır. 744 Yılmaz,Gönül Erleri, s. 85. 745 Mârifetnâme, s. 461.
201
Bu düşüncede olan sâlik, nefsiyle hesaplaşmasını sürdürecek ve nefsin
katmanlarını birer birer çıkmak için çaba harcayacaktır. İbrahim Hakkı nefsin
katmanlarından ayrıntılı olarak bahsetmektedir. Şimdi nefsin derecelerine sırasıyla
geçebiliriz:
NEFSİN MERTEBELERİ
1. NEFS-İ EMMÂRE
Bu nefs, üzeri kalın perdelerle örtülü olan nefstir.746 Kötü fiillerin
kaynağıdır.747 Bu nefs, sahibini doğru yola iletmez, daima yanlışa, fısk ve fücura
götürür.748 Nefs-i emmâre akıl ve sağduyunun olumlu bulmadığı yöne sürükleyen
güdülerle doludur.749 Cüneyd-i Bağdadi, bu nefsi, helâk olmaya davet eden, hevâ ve
hevese uyan nefs olarak tanımlamaktadır.750
Tanımlarda da gördüğümüz gibi, nefsi emmâre, insana sık sık zararlı, çirkin
şeyleri fısıldamaktadır. Onu yanlışa sevk etmeye çalışmaktadır. Zaten, kelime olarak
da “emmâre”, bir şeyi ısrarla emretmek anlamına gelir.
İnsandaki iki çeşit ruhun (İnsânî ruh ve hayvânî ruh olmak üzere.) sıfatları
birbirlerine zıt olduğu için devamlı savaş halindedirler.751
İbrahim Hakkı da konunun özünü bu şekilde açıklar: İnsandaki “nefs-i
nâtıka”, “Şehvani nefse” yenik düşünce, onun emri altına girince, nefsin bu ilk
mertebesiyle karşılaşıyoruz.752 Gerçekte nefs-i emmâre Rabbâni bir cevherdir. Ama
746 Süleyman Uludağ, a.g.e., md. “Nefs-i emmâre”, s. 369. 747 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Nefs-i emmâre” s. 547. 748 Rûmî, a.g.e., s. 15. 749 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı (İşaret Yay.) 2000, s. 468, 54. dipnot 750 Kuşeyri, a.g.e., s. 247; ayrıca bkz. Mihr, a.g.e., s. 332. 751 Şeyh Mehmed Şemseddin Nuriy-i Nakşibendi, Miftahu’l Kulüb’dan İnsanın En Büyük Düşmanı Nefs ve Mertebeleri ( Osmanlı Yay.) İstanbul 1996, ss. 7-8 752 Mârifetnâme, s. 463.
202
olumsuzluklara, kötülüklere yöneldiği için kirlenmiştir. Şehvâni nefsin emri altına
girerek olumlu sıfatlardan uzaklaşmıştır.753
Bildiğimiz kadarıyla ruh o ulvi âlemlerden bu dünya hayatına gelince ne
yazık ki nefsin kurbanı olmuştur. İnsanda nefse meyletme zaafı bulunduğu ve nefsin
sunduğu şeyler câzib olduğu için insan o yöne kaymış ve nefsinin emirlerine boyun
eğmiştir.
Bu nefsin cimrilik, hased, kibir gibi birtakım olumsuz sıfatları vardır. Bu
nefsin seyri Allah’a doğrudur. Âlemi bu gördüğümüz (şahadet) âlemdir.754
Bu nefs mertebesindeki kişi tevbe etme ihtiyacı hissetmez. Yaptığı
kötülüklere de üzülmeyip şehvetinin esiri olur. Günahta da bile bile ısrar eder.755
Ancak kimi zaman kötülüğün zuhurundan pişmanlık duyar fakat bu pişmanlık
onun davranışlarını düzeltmeye yetmez. Bu sıfatla donanmış olan nefs, hevâ ve
heveslerine fazlaca düşkündür.756
Kur’ân-ı Kerim’de bu konu, şu ifadelerle anlatılıyor:
“Ben, nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefs kötülüğü emredicidir.”757
Kötülüğü arzulama nefsin tabiatında vardır. Ancak Allah’ın emrine girip ilâhi
rahmete yönelen, nefsin kötülüğünden uzak kalır. 758
İnsana sık sık olumsuz dürtülerle yaklaşan bu nefse yenik düşmemek kolay
bir iş değildir. İnsanın buna karşı kendisini otokontrol etmesi gerekmektedir.
753 Mârifetnâme, s. 463. 754 aynı sayfa. 755 Gazali, İhya, c. 4, s. 83. 756 Serrac, a.g.e., s. 555. 757 Yusuf/ 53. 758 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 198.
203
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), insanın nefsiyle olan mücadelesinin en büyük
cihad olduğunu ifade etmiştir.
İbrahim Hakkı, mâneviyat yolunda ilerlemek isteyen sâlikin neler yapması
gerektiğinden bahseder:
Bu yolda ilerlemek isteyen, tenha bir yerde abdestli olarak “la İlahe İllallah”
zikrine devam etmelidir. Ama bu rastgele bir söyleyiş olmamalıdır. Her bir harf ve
kelimesini uygun şekilde vurgulamalıdır. Hatta bu zikirden bir an bile gâfil
olmamalıdır.Yatarken, kalkarken, otururken her hâlükârda bu zikirle meşgul
olmalıdır.759
İbrahim Hakkı, bu yola yeni giren sâlikin ilk etapta “La ilahe illallah”
zikrinden yeterince zevk alamayacağını ama zamanla mesafe kat edeceğini bildirir.
Hatta güzel amellere yönelip kalbini korumaya özen gösterirse gizli sırlara vâkıf
olacağını dahi ifade eder.760
Yine sâlikten beklenen önemli birkaç merhale vardır ki yeme içme ve
uykuyu azaltıp, güzel ahlâkla vasıflanmasıdır.761
Gazali de bu konuda nefsle olan mücadeleyi sürdürmenin önemi üzerinde
durur. Ona göre, nefsi tezkiyeye uğraşmalı, onu kahr zincirine vurmalı, arzularından
uzaklaştırmalıdır. 762
Açıklamalarda da gördüğümüz gibi sâlik, mârifet yolunda ilerleyebilmek için
nefsiyle olan mücadelesini sürdürmeye devam etmelidir. Bunu gerçekleştirmek için
de bir yandan zikre yoğunluk vererek rûhî ilerleyişini sürdürürken; diğer yandan
bedenî ihtiyaçlarını en alt düzeye indirerek bu ilerleyişe katkıda bulunur. Fizyolojik
ihtiyaçlar ne kadar azalırsa terakkiyat o oranda artar ve hızlanır.
759 Mârifetnâme, s. 464. 760 Mârifetnâme, ss. 464-465. 761 Mârifetnâme, s. 465. 762 Gazali, İhya, c. 4, s. 748.
204
İbrahim Hakkı, nefsi arındırma adına yapılan bu gayretlerin sonuçlarından
da bahseder. Ona göre bu çabaların sonucunda sâlikin kalbi, kirlerden arınmaya,
imanı daha bir kuvvetlenmeye, eşyanın hakikatini görmesini engelleyen bulanıklıklar
gitmeye başlar.763
Kanaatimizce, sâlikin bu işin başında karar verip azmetmesi, onun derece
katetmesinde önemli bir etkiye sahiptir. Çünkü sâlik, hep bu bilinçle hareket edecek,
emir ve yasaklara karşı daha duyarlı olacaktır. Zikir, tefekkür, murâkabeye yoğunluk
vererek mânevi açıdan güçlenirken; cismâniyetinden de gücü yettiği oranda
uzaklaşacaktır. İbadetlere daha çok yöneldiği ve nefsine muhalefeti sürdürdüğü için
de Allah’a olan kurbiyeti artacak ve Allah’ın ilâhi ikramlarına mazhar olacaktır.
Bu makamda bulunanlar üç haldedir: Birinci grup, nefsin esiridirler,
emredilen iyiliklerin hiçbirisini yapmayıp her türlü kötülükleri, yanlışlıkları
uygularlar. Buna rağmen kendilerinin hakikati bulduklarını zannederler. Hatta
kendilerini uyarmak, yanlışlıkta olduklarını belirtmek isteyenleri dahi dinlemezler.
İkinci grup, bunlar da iyiliği terk ederler, fenâlıktan sakınmazlar. Ancak
haramı haram olarak kabul ederler. Gençliğe aldanıp ibadeti, itaati daha sonraya
ertelerler, Allah`ın azab etmeyeceğini düşünürler. Yaptıkları kötülüklere karşı
pişmanlık duymazlar.
Üçüncü gruptakiler de iyiliği bırakırlar kötülükten sakınmazlar. Ancak
işledikleri çirkin filler için pişmanlık duyarlar. Kendi hallerinin doğru olmadığını
itiraf ederler.764
Bu gruplama ile ilgili olarak şunu söyleyelim ki; birinci gruptakiler büsbütün
nefsin yönlendirmesinin esirindedir. Daha da kötüsü kendinden başkasını dikkate
almıyor. Burada benlik tüm yoğunluğuyla kendini hissettiriyor.
763 Mârifetnâme, ss. 464-465. 764 Mehmet Şemseddin, a.g.e., ss. 45-49.
205
İkinci gruptakiler bir derece daha iyi durumda. En azından haram helal
anlayışı var. Ama diğer fiiller yine nefsin kontrolünde.
Üçüncü gruptakilere gelince onlar da ikincilerden daha iyi. Çünkü hem
hatalarını kabul ediyor hem de pişmanlık duyuyor. Ancak şunu söyleyelim ki; her üç
grup için de ortak olan bir durum var o da kendi benliğini kusursuz görme.
Nefs tezkiyesi kolay bir mesele değildir. Uzun süreli sabrı ve azmi
gerektirmektedir. Burada kilit nokta insanın kendisidir, kendisiyle olan
mücadelesidir. Kararlılıkla nefsin isteklerine kulak tıkayan kişi, fıtratından
beklenen çabayı göstermiş olur.
2. NEFS-İ LEVVÂME
İkinci makamda nefs-i nâtıka, yaptığı kötülüklerden dolayı kendisini kınar.
Bu kınamadan dolayı “nefs-i levvâme” (çokça kınayan nefs) adını alır.765
Bu nefs iyilikleri yapmaya başlar ve kötülükleri bırakma gayreti içindedir.
Kendisine olan güveni azdır. Bu sebeble yaptıkları şeylerin başkaları tarafından
bilinmesini ister.766
Bu nefsin kibir, gizli riya, makam sevgisi gibi birtakım olumsuz sıfatları
vardır.Ancak o, hakkı hak bâtılı bâtıl olarak kabul eder.767
Bu nefs, günahlarından dolayı pişmanlık duyar. Ancak eline fırsat geçtiği
zaman tekrar günah işler. Levvâme sıfatı emmâre’ye yakın bir haldir. Bu sebeple gel-
gitler yaşar. Kâh tövbe eder kâh günaha dalar.768
765 Mârifetnâme, s. 465; “Levvâme”, Arapça bir kelimedir ve bulunduğu sîga itibâriyle “birşeyi çokça yapmak” anlamına gelir. 766 Ali Kuşat, “Nefis Mertebelerine Psikolojik Bir Yaklaşım”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 3, sayı: 9, Temmuz-Aralık 2002, s. 123. 767 Mârifetnâme, s. 466. 768 Mehmet Şemseddin, a.g.e., ss. 11-12; ayrıca bkz. Serrac, a.g.e., s. 555; M.Nuri Şemsuddin Nakşibend, Tasavvuf Âlemi, sad. Sabri Çağlayan ( Çağ Yay.) İstanbul 1974, s. 14.
206
Bu nefs bir parça kalbin nuruyla nurlanmış olup uyanıklık kazanmıştır.
İçedönük bir eleştiri başlamıştır. Dinin emirlerine bağlılık artmış, salih amellere
dönülmüştür. 769
Nefs-i levvâme, bir zamanlar emmâre nefse uyup ahirete yönelik ameller
yapmaktan uzaklaştı. Şeytana uyarak birçok günahlar işledi. Çünkü levvâme nefs,
emmâreye çok yakın olduğundan zaman zaman emmâre nefsin özelliklerini gösterir.
Levvâme nefsin temel özelliği pişmanlık duymak ve yanlışının farkına varmak
olduğu için inâyet-i ilâhi yetişmiş ve o, emmârelikten ayrılarak bir mürşide
bağlanmıştır. Böylece tevbe etmiş, salâhiyete kavuşmuş ve cennete gitmeye namzet
olmuştur. 770
Açıklamalarda da gördüğümüz gibi, levvâme nefsin en büyük özelliği, yaptığı
hata ve günahlara karşı üzülmesi, pişmanlık duyması ve birtakım güzel hasletleri
yerleştirmeye çalışmasıdır. Ancak o, tam olarak emmârelikten kurtulamamıştır.
Bundan dolayı kimi zaman emmâre nefsin özelliklerini gösterebilir. Ancak daha
pozitif sıfatlara sahip olabilmek için çabalamayı sürdürür.
Nefs-i levvâme Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde geçmektedir:
“Ve kendisini kınayan nefse yemin olsun ki...”771
Elmalılı Hamdi Yazır (ö. 1942) , bu kınayan nefsi iki şekilde açıklar: Nefis ya
başkasını çokça kınar ya da kendisini hatalarından dolayı kınar. Ancak çoğunluğa
göre en çok kabul edilen görüşün bu ikincisi olduğunu ifade eder.772
Kanaatimizce insan hata ve günahlarından ötürü kendisini kınayacaktır.
Çünkü insanın “ahiret”gibi bir sahnede kendisini bırakıp da başkalarını kınaması pek
mümkün görünmemektedir. O gün insan için pişmanlıktan başka bir şey yoktur.
Dünyada kulluğunun gereğini yaparak yaşayan insan, ahiretteki derecelerle
769 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Nefs-i Levvame”, s. 547. 770 Rûmî, a.g.e., ss. 25-26. 771 Kıyame/2. 772 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 8, s. 437.
207
karşılaşınca, bir üst mertebeye çıkabilmek için neden daha fazla kulluk
yapmadığından dolayı; dünyadayken gerçek kimliğini unutan insan da bu
yaşantısından dolayı pişman olacaktır. Pişman olacak ve kendi kendisini
kınayacaktır.
İbrahim Hakkı bir üst makama çıkabilmenin yöntemini şöyle anlatır:
Sıkıntılardan kurtulup rahata erebilmek için velilerin yolunda olmak lazımdır.
Tâ ki kişinin nefsi olgunluğa erişip, sır perdelerini aralasın. Bu ilerleme esnasında
çok önemli bir faktör de zikirdir. Bu makamdaki sâlik “Allah” zikriyle meşgul olur,
öyle ki yatarken, kalkarken, otururken, ayaktayken bu ismi zikreder. Tâ ki kendisine
birtakım perdeler açılana kadar. Bu zikri de gözü kapalı bir şekilde Kıble’ye doğru
yapmak gerekir.773
Bu makamda olana vesveseler pek çok gelir. Bunlardan kurtulmanın yegane
çaresi de yine bu ismin zikrine devam etmektir.774
Kanaatimizce, sâlikin hissettiği bu vesveseler onun için tehlikeli bir
durumdur. Zira sâlik bu vesveselerden kurtulamazsa mârifet yolundaki ilerleyişini
devam ettirmekte zorlanır. Ondan beklenen, kendisine gelen birtakım vesveselere,
kuruntulara, hatta nefsin abarttığı bazı düşüncelere itibar etmemesi, bunların şeytanın
birer oyunu olduğunu unutmamasıdır.
İbrahim Hakkı sâlik için yol gösterici olabilecek birtakım maddelerden de
bahseder. Ona göre, nefsî açıdan ilerleyebilmek ve alışkanlıkların esiri olmamak şu
altı maddeyle mümkündür: Yemeği, uykuyu ve konuşmayı azaltmak, sürekli zikirle
meşgul olmak, tefekkür etmek, insanlardan uzak kalabilmek. Bu sayılan maddelere
uyabilen kişi, gerçek savaşı kazanmış demektir. Bunları uygularken önemli olan
aşırılığa kaçmayıp dengeyi kurabilmektir.775
773 Mârifetnâme, s. 469. 774 Mârifetnâme, s. 469. 775 Mârifetnâme, s. 468.
208
Bilindiği gibi, gerçek mânâda dini yaşayıp da hakiki kul olabilmeyi
başarabilen yegâne insan Hz. Peygamber (s.a.v.) dir. O dahi aşırılığa kaçmamış,
peygamberlik yönünün yanısıra beşeriyet yönünü ihmal etmemiş ve böylece ideal
çizgileri belirleyerek örnek olmuştur. Sâlikten beklenen de mükemmeli elde etme
düşüncesiyle bile olsa ifrat ve tefrite girerek sınırları zorlamaktan kaçınması ve
fizyolojik ihtiyaçlarını “ihtiyaç” oranında karşılayarak, mânevi ilerleme yolunda
kendini frenleyecek pürüzlere karşı temkinli olmasıdır.
İbrahim Hakkı’ya göre yapılması gereken önemli bir madde de şehvetin
yolunu tıkamaktır ki bu şehvetin kaynağı da giyinme ve yeme tutkusudur. Salikin
gözünde her türlü yeme ve giyme unsuru eşit hale gelene kadar nefs mücadelesi
sürmelidir. Bu yola giren kişiden beklenen önemli bir ilke, yemek konusundaki
titizliğidir. Acıkmadan yememek ve doymadan kalkmak, bir öğünle yetinmek esastır.
Aksi taktirde tam mânâsıyla irfan yoluna girilmiş sayılmaz.776
Kanaatimizce, insanın istikâmet çizgisini korumasının temelinde amaç ve
araç kavramlarını doğru olarak anlaması yer almaktadır. Nitekim yukarıda ifade
edilen yeme ve giyim hususu da insan için bir araçtır, bir ihtiyaçtır. Amaç ise
Allah’a ulaşmayı sağlayacak vasıtaları aramak ve bu araçları o yolda kullanmaktır.
Bunu yaparken de dengeyi sağlamak son derece önemlidir. Zira bahsedilen bu
ihtiyaçları tamamen yok saymak ne kadar yanlışsa; bütünüyle onlara yönelmek ve
onları hedef haline getirmek de en az onun kadar yanlıştır. Çünkü böyle bir
uygulama, kalbi olumsuz yönde etkiler ve ona perde olur ki bu da sâlikin nefs
mücadelesini zorlaştırır. Bedeni koruyacak ve ibadete yöneltecek kadar yemeğe,
kimliğini muhafaza edecek kadar giyime değer vermelidir.
Sadâkatli bir sâlik, Allah dışındaki her türlü şeyden uzak durmaya çalışır.
İnsanlarla bir arada olmamaya özen gösterir.777 Daha önce de ifade ettiğimiz gibi,
insanın kalbi bulunulan ortam ve kişilere göre şekil alır. Kalbin korunması adına
insanlarla olan ilişkinin dozunu ayarlayabilmek ve pozitif ortamlarda bulunmak
önemlidir. 776 Mârifetnâme, ss. 469-473. 777 Mârifetnâme, s. 473.
209
Gördüğümüz kadarıyla, sayılan bu maddeler sâlik için oldukça gereklidir.
Çünkü ancak belirtilen kriterlere riayet edildiğinde mârifet yolunda ilerlemek
kolaylaşacak ve sâlik, hedefine ulaşabilecektir.
İbrahim Hakkı, levvâme makamındaki sâlik için sözkonusu olan bir halden
bahseder. Bu mertebedeki kişi nefsiyle olan mücadelesinde başarı sağlayabilirse
kendisine ilâhi sırlar açılır ve o, misal âlemine girer. Bu âleme girmek kolay değildir.
Bu, nefsi konusunda mücadele eden ve Allah’a yakınlığını sağlayabilenlere verilmiş
özel bir mertebedir.778
Kul böylece mücâhedesinin sonucuna ulaşmış, müşahedeye varmıştır. Tüm
gayretleri nimete dönüşmüş, eşsiz sırlara vâkıf olmuştur.
İbrahim Hakkı ikinci makamın başlangıcında görülen bir durumdan söz eder
ki; o da nefsin gazab ve öfke duyması. Ona göre öfkesini yenebilen insan hakiki
insandır ve gerçek halifedir. Ama öfkesi galebe çalan da insanlıktan uzak bir
yerdedir.779
Hz. Peygamber (s.a.v.) de öfkeyi yenmenin ne kadar zor olduğuna işaret
etmiş ve öfkesini yenebilen kişiyi gerçek pehlivan olarak nitelendirmiştir.780
Çünkü bu haldeki kişi sağlıklı düşünemez ve kontrollü davranamaz. Bu
sebeble daha işin başındayken ileri boyutlara ulaşabilecek hareketlerden
kaçınmalıdır.
Öfkesinin esiri olan kişi, çocuğun oynadığı topa benzer ki topun sağa sola
gittiği gibi o da şeytanın elinde bu hale döner. Şeytan onu istediği yere
yönlendirir.781
778 Mârifetnâme, s. 471. 779 Mârifetnâme, s. 471. 780 Buhari, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108. 781 Rûmî, a.g.e., s. 266.
210
Şeytan insanı çok iyi tanıyor. Onun zaaflarını iyi biliyor. Öfke damarı çabuk
tahrik olan bir kişi çok rahatlıkla şeytanın oyuncağı haline gelebilir.
Mârifet yoluna giren kişiden gazab ve şehvetine yenik düşmemesi beklenir.
Bunu sağlayabilen sâlik de gerçek seviyesini elde etmiş olur. Nitekim Allah Teâlâ da
buna işaret etmektedir:
“O takva sahipleri ki bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar, öfkelerini
yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.”782
Kanaatimizce, kişinin öfkesine yenik düşmemesi nefsiyle ilgili olduğu için
ona büyük bir önem atfedilmiştir. Bu yüzdendir ki Allah Teâlâ, öfkesini yenebilenleri
“müttaki” olarak tanımlamaktadır. Yani takva üzere yaşayan, Allah’ın huzurunda
olduğunu unutmayan, nefsinin dizginini eline almayı başarabilen insan...
Ayette kullanılan ifade dikkat çekicidir. Öfkelerini yok edip ortadan
kaldıranlar denmiyor onun yerine “ öfkelerini yutanlar” deniyor.
Zira insanda bu duygu olmasa insan melekleşir. Dolayısıyla da terakki
sağlanamaz. Buradaki kemâl derecesi, bu duygunun, bireyi Hakk’dan ayırmayacak
ancak O’nun yolunda olabilmek için gereğini yapabilecek düzeyde olmasıdır.783
Gördüğümüz kadarıyla seyr u sülûk, beşerî sıfatlar dahilinde yapılır, onları kontrol
altına almayı öğütler, ortadan kaldırmayı değil.
İbrahim Hakkı öfkeyi yenmenin yollarından da bahseder:
Gazablanmış kişiye bunu yenebilmesi için, nefsinin zaaflarını acizliğini ve
zayıflığını düşünmesini tavsiye eder.
Allah’ın kudretinin kendi kudretinden daha fazla olduğunu hatırlatır.
782 Al-i imran/134; ayrıca konuyla alakalı bkz. Şûra/37, Tevbe/15. 783 Hüdâyi, a.g.e., s. 138.
211
Öfkeli kişiye eğer ayaktaysa oturmasını, oturuyorsa da sırt üstü yatmasını
öğütler.784
Ayrıca öfkelendiren olaya hemen cevap verilmeyip, olay yerinden ayrılmak
ve bir süre muhakeme etmek de önemlidir.785
Başka bir çözüm de öfkesini yenenlerin karşılaşacağı mükâfatı, öfkesine
uyanların ise uğrayacağı azâbı düşünmektir.786
Açıklamalarda da gördüğümüz gibi insan, karşısındakine öfkelendiği zaman,
onun da kendisi gibi bir beşer olduğunu, Rabbin huzurunda “insan” olma bakımından
kendisinin bir üstünlüğü olmayıp onunla eşit konumda bulunduğunu düşünebilirse,
o zaman bu duyguyu yenmesi daha kolay olur. Çünkü “misafir” olarak gelinen bu
âlemde hiçbir kalbin incitilmesine izin yoktur.
İbrahim Hakkı, sonuç olarak bu makamdaki sâlik için mânevi bir reçete
sunar ve dört madde sayarak buna tam mânâsıyla inanan bir kulun her türlü
korkudan emin olacağını, hatta insan ve cin şeytanlarından bile korunabileceğini ve
nihayet kalbini Hakk’dan uzaklaştıran engelleri de böylece aşarak huzur-u ilâhi’ye
erebileceğini ifade eder. Bu maddeler şöyledir:
Allah’ın her şeye Kadir olduğuna inanmak, O’ nu en kudretli varlık olarak
kabul etmek,
Allah’ın her şeyi bildiğine, Alîm olduğuna inanmak
Allah Teâlâ’ nın her varlığa karşı çok şefkatli ve çok merhametli olduğunu
kabul etmek.
Allah’ın fiillerinin iyilikten ibaret olduğuna inanmak.787
784 Mârifetnâme, s. 475. 785 Ziya Ceran, Allah ve İnanç, ( Ankara Basım ve Ciltevi) Ankara 1972, s.154. 786 Rûmî, a.g.e., ss. 267-269 .
212
Bazı şeyler vardır ki zâhiren bakılsa şer gibi görünür. Ama onda belki de pek
çok hayır gizlidir. İnsan bir olayın mâhiyetini, hikmetini ilk etapta anlayamıyor.
Allah kuluna bir şey lütfeder. Bu, sabrı gerektiren bir durum olabilir. Kul da buna
sabrettiği ve sonuçta güzel mükâfatları hak ettiği için hayır olmuştur. Ya da kuluna
şükür isteyen birtakım nimetler lutfetmiştir. Kul da bunun gerçek sahibini idrak edip
şükrettiği için o durum da kul için bir hayır olmuştur. Sonuçta büyüklerin de
söylediği gibi hakiki bir kul her hâlükârda hayr üzeredir. Sabrı ve şükrü bildiği için.
Önemli olan kulun, Allah’ın, kendisini iyiliğe kanalize etmeyi düşündüğünü
unutmamasıdır. Zaten Allah’ın Kadir, Alîm, Rahim olduğunu bilen bir insanın,
O’nun yolundan ayrılması, O’na güvenmemesi mümkün değildir.
3. NEFS-İ MÜLHİME
Nefs-i mülhime, nefs basamaklarının üçüncü derecesidir. Allah, nefs-i
nâtıka’nın itaat yada itaatsizliğini hiçbir vâsıta olmaksızın doğrudan kendine
bildirdiği, ilham ettiği için bu ismi almıştır.788
Nefs-i mülhime, nur ve zulmetin bir arada olduğu nefs şeklinde
tanımlanabilir.789 Buna göre, beşer, gâh günaha girer gâh tevbe eder. Ama tevbesinde
sebat etmeye çalışır.
Levvâme nefs, bir mürşid-i kâmile tabi oldu. Onun rehberliğinde riyâzata
önem verdi, kötü sıfatlarından kurtuldu. Böylece mülhime nefse yükseldi. İlhamlara
muhatab olup, onun zevki içinde kaldı ve bâtıldan uzaklaştı. Bu nefsin makamı
bütün iyi huylarla bezenmek, basiret gözüyle görüp, basiret kulağıyla işitmek ve
mârifet ehli arasına girmektir.790
787 Mârifetnâme, s. 476. 788 Mârifetnâme, s. 477. 789 Süleyman Uludağ, a.g.e., md. “Nefs-i Levvame”, s. 369. 790 Rûmî, a.g.e., ss. 28, 31.
213
Açıklamalarda da gördüğümüz gibi levvâmelikten henüz kurtulan bu nefs,
yükseldiği yeni makamda kalabilmenin mücadelesi içindedir. Artık daha
kararlıdır.Tevbesinde daha samimidir, fırsat bulmuş olsa bile günahtan kaçınmaya
çalışır.
Kur’ân-ı Kerim nefs-i mülhimeyi şu şekilde ifade ediyor:
“..Ona (nefse) kötülük (fücûr) ve takvasını ilham etmiştir..”791
Takvâ Allah’ın ilhâmı, fücur ise şeytanın ilhâmıdır. Takvâ neleri
gerektiriyorsa fücur da tam tersi şeyleri gerektirmektedir.792
Bilindiği gibi Allah Teâlâ, insanı yaratmış ve onu her türlü kâbiliyetle
donatmıştır. İyi ve kötüyü, zararlı ve faydalıyı anlamasını sağlamış ve önüne iki yol
sunmuştur: Hayrın ve şerrin yolu, insana verdiği (ilham ettiği) güçle de doğru yola
yönelmesini istemiştir.
Elmalılı Hamdi Yazır (ö. 1942), bu âyet hakkında şöyle bir açıklama
yapmaktadır:
“...Kuşku yok ki yüce Allah, her nefse, bir iyilik, kötülük, kâr ve zarar
duygusu vermiştir. Bunun birisi sonuç itibariyle o nefis hakkında tehlike, birisi de
kazanç ve başarıdır. Onun için insan zarardan kaçınır, kâra atılır. Bu toplu mânâ ile
ilham, yaratılıştan her nefiste genellikle cereyan eder...” 793
Müfessirimiz ayrıca neyin ilham edilmiş olabileceği hakkında da görüşünü
ortaya koyuyor:
Ona göre, insanın her zaman aklıyla bilemeyeceği ve bir ömrün yetmeyeceği
kadar tecrübe gerektiren meseleler ilham edilmiş olabilir.794
791 Şems/8. 792 Mihr, a.g.e., s. 133. 793 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 9, s.242. 794 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 9, s.242; ayrıca bkz. İsmail Hakkı Şengüler, Seyyid Kutub Külliyatı- Kur’an’ın Mesajı (Mekke Devri) (Akabe Yay.) İstanbul 1987, s. 195.
214
Şunu söyleyebiliriz ki, Allah, insana bildirdiği (ilham ettiği) bu seçenekler
sonucu aklını da kullanıp kulluğunun farkına varmasını ve insanlığının gereğini
yapmasını beklemektedir. Çünkü insan için sunulan yollar ve bu yola giden
vesileler bildirilmiştir.
Kanaatimizce, neyin ilham edilmiş olabileceği muğlak bir konudur. İlham
edecek olan Allah olduğuna göre neyi, kime, ne kadar ve nasıl ilham edeceğine
karar verecek olan da O’dur. Dolayısıyla bu konuda kesin bir şey söylemek kolay
değildir. Bu ancak ilham eden ve ilham edilen arasındaki özel bir bağlantıdır.
İbrahim Hakkı bu nefsin birtakım özelliklerinden bahseder. Ona göre bu
nefste görülen bazı sıfatlar şunlardır: İlim, tevazu, sabır, güzel zan’da bulunmak, Hak
ile meşgul olmak, Allah’ı zikir, güler yüzlülük vs. Bu makamdaki sâlik, her canlının,
Allah’ın “kudret eli” altında olduğunu bilir ve her varlığa sevgi, saygı duyar. 795
Bu makamda bir iyileşme sözkonusu. Nefs artık sevab ve günahı idrâk
etmiştir. Bu nefs cömerttir, kanaatkârdır, kâinatın sırrına hayranlık içindedir, güzel
ve hikmetli sözler sarf eder.796
Bu makamda dikkat çeken bir özellik müsâmahakârlıktır. Bu da “sevgi”
temelinden kaynaklanmaktadır. Sâlik, çevresindeki her türlü varlığa sevgiyle
yaklaşır. Bunun sonunda da yüce Yaratıcı tarafından sevilmiş olur. 797
Mevlânâ sevgiye dâir şu veciz ifadeyi kulanır: “Hayat, insanın sevgide
doğduğu varlık düzeyidir.”798
795 Mârifetnâme, s. 477. 796 Cebecioğlu, a.g.e., md.“ Nefs-i Mülhime”, ss. 548-549. 797 Ali Kuşat, a.g.m., s. 124. İnsanın yapısında “sevme ve sevilme” ihtiyacı fıtridir. Tasavvufi yaşantıda da bu duygu önemli bir yer tutar. Bu temel duygu bireyin yaşantısında ve tasavvuf hayatında kendini hissettirir 798 Arasteh, a.g.e., s. 68.
215
Açıklamalarda da gördüğümüz gibi, bu nefste artık, önceki özelliklerin
aksine pozitif duygular, pozitif özellikler yerleşmeye başlar. Nefs gayet olumlu
özellikler sergilemektedir. Kâinata bakış açısı değiştiğinden herşeyin temelindeki
“sevgi” unsurunu hissetmeye başlamıştır. Mevlânâ’nın dediği söz ne kadar
anlamlıdır.Yaşamak, sevgide doğmaktır. İşte bu aşamadaki nefs bu anlayışı
sezinlemeye başlamıştır.
Bu mertebedeki başka bir özellik zâhiren mükemmel bir dini hayatın
gözlenmesi. Allah’ın emir ve yasakları dikkatli bir şekilde yaşanmaya çalışılır.
Ancak bunun yanı sıra kul ile Allah arasında bir zulmet perdesi olduğu için iman,
taklitten öteye geçememiştir.799
İbrahim Hakkı bu makamın ne kadar kritik olduğunu şöyle ifade ediyor:
“..Bu üçüncü makam hem hayrı, hem de şerri birlikte bulunduran bir makamdır. Eğer
bu “nefs-i mülhime” nin hayrı şerrinden üstün geldiyse yüksek makamlara çıkar.
Eğer kötülüğü iyiliğe üstün geldiyse, tabiat zindanına düşüp aşağıların aşağısında
olan bu bedene iner. Demek ki, tâ dördüncü makama yükselinceye dek nefsi
azarlayıp tahkir etmek lazımdır. Zira, nefs bu makamda düşüklüğe, bayağılığa
meyledici ve beşeriyetine dönmeye fırsat kollayıcı, onu isteyicidir.” 800
Mârifetnâme’ye göre hayrın ve şerrin üstün gelmesi ne demektir?
İyiliğin kötülüğe üstün geldiğinin alâmeti; sâlikin hem zâhir hem de bâtınının
İslâmî inançla dopdolu olması, her türlü günahtan kaçınmaya çalışması ve Rabb’in
huzurundan gâfil olmamasıdır.
Kötülüğün iyiliğe üstün gelmesinin alâmeti de, sâlikin şer’i esaslar dışında
kalması ve bundan dolayı günah işlemekten çekinmemesidir. 801
799 Mustafa Kölemenoğlu, “ Nefs Mertebeleri”, İcmal Aylık İlim, Fikir, Kültür Dergisi, yıl: 2, sayı: 21, s.12. 800 Mârifetnâme, s. 479 801 Mârifetnâme, s. 479.
216
Yazarımızın da ifade ettiği gibi nefsi hiçbir zaman kendi isteklerine
bırakmayıp mücadeleye devam etmek gerekmektedir. Çünkü bir anlık bir gaflet
insanı çok farklı noktalara götürebilmektedir. Hedefe ulaşmak kadar orada kalmak da
önemlidir. Sâlik için de bu geçerlidir.
Kanaatimizce işin temelinde yatan madde “kalp” ve “kalpteki iman.” Eğer
iman hakikatleri kalbe tam yerleşebilirse bireyi hem içte hem dışta (enfüs ve âfâkta)
kuşatacak, attığı her adımı, söylediği her sözü ve her türlü fiilini, sırat-ı müstakîme
yönlendirecektir. Böylece her an Allah’ın huzurunda olduğunu hatırlayacak ve zâhir
batin, söz amel bütünlüğünü yakalayabilecektir.
İbrahim Hakkı’ya göre, bu makamın önemli bir özelliği mürşide duyulan
gereksinimdir. Zira sâlikin inkişâfının artması ve dördüncü dereceye çıkması adına
mürşide tâbi olması gereklidir.802
Çünkü bu mertebede zan’dan hakikate geçiş söz konusudur. Bir rehber
vasıtasıyla bunu sağlamak daha kolayken, rehbersiz, alt makamlara inmek
kaçınılmazdır. 803
Açıklamalardan anladığımız kadarıyla şunu söyleyebiliriz ki, tasavvuf yoluna
giren bir mürid için mürşid oldukça önemli ve lüzumludur. Çünkü mürşid, sâliki
tanımaktadır. Bundan dolayı ona en uygun reçeteyi, en uygun zamanda ve en uygun
bir şekilde verecektir. Sâlikin nereden başlaması gerektiğini, ilerleyişini ne şekilde
sürdürmesinin uygun olacağını belirtecektir. Ayrıca mürşid, sâlikin sıkıntılarının,
birtakım vesveselerinin ve onu negatif yönde etkileyen hususların çözümünde de
kendisine yardımcı olacaktır. Zira tek başına bu yolda ilerleyişi sürdürmek zordur.
İbrahim Hakkı üçüncü makamdaki meşguliyetten, birtakım sıkıntılardan, bir
üst dereceye çıkmanın yollarından da bahsetmektedir.
802 Mârifetnâme, s. 478. 803 Kölemenoğlu, a.g.m., s.12.
217
Ona göre üçüncü makamdaki sâlik, “Hu” ismini vird edinmelidir. Bu esmâyı
âdâbına uygun bir şekilde sürekli tekrarlamalıdır. Hatta otururken, kalkarken her
hâlükârda buna devam etmelidir. Ancak bu şekilde, bulunduğu makamı koruyup
daha aşağı mertebelere düşmeyi engelleyebilir.804
Kanaatimizce, tasavvuf yolundaki ilerlemede özellikle sâlike büyük görev
düşmektedir: Onun, mürşid-i kâmiline bağlılığı ve tavsiyelerini uygulaması son
derece önemlidir. Çünkü mürşidi kendisine uygun reçeteyi vereceğinden sâlik bunu
uygulayarak terakkisini hızlandırabilir.
İbrahim Hakkı bu makamdaki sâlik için birtakım tehlikelerin sözkonusu
olduğunu ifade eder. Bunlardan birisi, nefsin, yükseldiği bu derece itibariyle (elde
ettiği ilim ve ilham onu mârifet ehli arasına dahil etmiştir.) gurura kapılma
ihtimâlinin olmasıdır.
Sâlik, bu gururu engellemenin mücâdelesini vermelidir. Bu mertebeye belki
kendi gayretiyle ulaşmıştır ama orada kalması da bir lütf-u ilâhidir. Gururun insanı
ne gibi acı sonuçlara sürüklediğini Karun kıssası bize hatırlatmaktadır.805
Yazarımızın belirttiği bir başka tehlike de şudur:
Bu mertebedeki sâlik kendisini şeytânî nefs’ten soyutladığı zaman rûhânilerden
birtakım emirler, yasaklar ve haberler alır. Bunları dikkate almayan sâlik için bir
tehlike yoktur. Ancak böyle hitapları, ilâhi kaynaklı zanneden sâlik, elde ettiği
dereceyi kaybetmeye başlar. 806
Gördüğümüz kadarıyla nefs, bu dereceye kadar bile ilerlemiş olsa şeytan
sâliki yalnız bırakmamaktadır. Onun Allah’tan aldığı birtakım ilhamlara karşı şeytan
da menfî ilhamlar vererek sâlikin ilerleyişini durdurmak istemektedir. Bundan
dolayı sâlik, aldığı ilhamlara, duyduğu birtakım haberlere ve şâhid olduğu bazı
hallere aldanmamalı, bunların, asıl hedefi olmadığını unutmamalıdır. Bunlara
804 Mârifetnâme, s. 482. 805 Kasas /78-81. 806 Mârifetnâme, s. 484; ayrıca bkz. Şemsuddin Nakşibend, a.g.e., s. 15; Mihr, a.g.e., s. 333.
218
odaklanırsa ilerleyişi sekteye uğrar. İşte kâmil mürşide duyulan ihtiyaç burada bir
kez daha karşımıza çıkıyor. Sâlik hissettiği ve duyduğu tüm şeyleri mürşidine
bildirmekten çekinmemelidir ki; mürşidi sâliki en güzel şekilde yönlendirsin.
Sâlik için her makamda çeşitli tehlikeler mevcuttur. Onun bunlara karşı daima
hazır bulunması gerekmektedir.
Mârifetnâme’ye göre bu makam, iyi ve güzel ruhun makamıdır. Sâlik,
kalbinde irfan nurunu bulur ve gerçek aşka erişir. Âşığın gözünde sevgilisinden
başka hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur.807 Bu aşk ateşi sâlikin artık tüm varlğını
sarmıştır. Sâlik zikrinden zevk almaya başlar, hatta zikrin harareti öylesine artar ki
sâlikin bütün a’zâsı zikreder. Artık sâlik tüm mevcûdatın zikrini duymaya başlar.808
Aşkın yanında nefs, ilk kez ilham almanın şaşkınlığını yaşamaktadır. Ancak buna
rağmen o, Hakk’dan gelen ilhamların zevki içindedir. Böylece sâlik bu iki güçle
(aşk ve ilham ) dopdoludur. Ne vakit herhangi bir ses duysa o ses “ELEST” hitâbının
zevkini hatırlatır ve mülheme nefs hemen coşmaya başlar. Nitekim Mevlânâ da
demircilerin çekiç seslerini duyunca hemen sema’a kalkardı çünkü demircilerin
sesleri ona ruhlar âleminde verdiği bu sözü hatırlatırdı. 809
Aşk, Mevlânâ’ya göre tanımlanması en zor kavramdı. Hiçbir şey aşkla
mukâyese edilemezdi. Ona göre aşk nâmesinden başka bütün sesler davul gürültüsü
gibiydi.810
Kanaatimizce, aşkı ancak aşk ateşi çeken, vuslat arzusuyla dolu olan bilir.
Aksi taktirde bu sadece lafızdan ibaret kalır. Mevlânâ’nın ifadeleri de bunu
göstermektedir. Mülheme nefs de bu sırra erişmiştir. Artık duyduğu her seste bu
aşkın nâmelerini dinlemektedir.
807 Mârifetnâme, s. 483. 808 Şemsuddin Nakşibend, a.g.e., s. 15. 809 Rumî, a.g.e., s. 31. 810 Arasteh, a.g.e., ss. 62-63.
219
Bu makamda kişi kabz ve bast hallerini yaşar. Genişlik halinde, aşkından
müthiş zevk alır, sözleri kalbinin derinliğinden geldiği için çok etkilidir. Bu genişlik
(bast) halinden sonra bir de darlık (kabz) hali gelir. Bu esnada sâlikin kalbi öylesine
daralır ki târifi mümkün değildir. Bu gel-gitler sonucu nefs, dördüncü mertebeye
çıkar.811
4. NEFS-İ MUTMAİNNE
Nefs-i Mutmainne, huzura ve itmi’nana ermiş nefstir. İbrahim Hakkı’ya göre
nefs-i nâtıka, içinde bulunduğu sıkıntıdan Rabb’inin hitâbıyla kurtulur, ızdırabları
biter, rahata erer, sükûnet bulur. Bu sebeble “nefs-i mutmaine” diye adlandırılır. 812
Bir önceki nefsteki “nur-zulmet karışımı” olan nefs”; artık nurlu perdelerin
daha yoğun olduğu nefs813 haline dönüşmüştür.
Tanımlarda da gördüğümüz bu dereceye erişen nefs, artık doğru-yanlış
ayrımını daha iyi idrak etmekte, daha mükemmel olmaya çalışmakta ve tüm güzel
sıfatları yaşantısına alıp doğru istikâmette kalmaya gayret göstermektedir.
Mârifetnâme’ye göre bu nefsin sıfatları pek çoktur: Cömertlik, tevekkül,
şükür, sabır, güler yüzlülük bunlar arasındadır.814 Doğruluk, yumuşak gönüllülük,
affedicilik de mutmainne nefsin özelliklerindendir.815
Bu derecedeki nefsin en belirgin sıfatı; şehevî arzu ve isteklerden
kurtulmasıdır. Böylece kalp de hakiki huzuru elde etmiştir.816 Artık nefs, hırs denilen
âfetten kurtulmuştur. Önceden neye sahip olursa olsun doymayan arzuları, bundan
811 Mârifetnâme, ss. 486-487. 812 Mârifetnâme, s. 488; ayrıca bkz. Cebecioğlu, a.g.e., md. “ Nefs-i Mutmainne”, s. 548. 813 Süleyman Uludağ, a.g.e., md. “Nefs-i Mutmainne”, s. 369. 814 Mârifetnâme, a.g.e., s. 488. 815 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Nefs-i Mutmainne”, s. 548. 816 Ali Kuşat, a.g.m, s. 125.
220
sonra kanaat etmeyi öğrenmiştir. Elde ettiklerini yeterli bulmakta; ölçülü ve dengeli
olmaktadır.817
Açıklamalarda da gördüğümüz gibi, bu nefste artık huzur ve sekînet
hâkimdir. İtminana ermiştir çünkü gerçek anlamda Hakk’a yönelmiştir. Bunun
yanısıra sâlik, zihnini ve kalbini meşgul edecek , onu esir alacak hırs duygusundan
da uzaklaşmıştır. Kanaatimizce bu, önemli bir noktadır. Çünkü insan hırs duyduğu
sürece, bulunduğu konumdan neden bir adım daha önde olmadığının sorgulaması
içinde olacak ve bu soruları artarak devam edecektir. Böylece iç dünyasında da
huzursuzluk yaşayacak, sahip olduğuyla yetinmenin mutluluğunu tadamayacaktır. Bu
durumun çözümü ise kanaattir. İnsan kanaat göstermeye devam ettikçe ve
davranışlarını bu bilinçle şekillendirdikçe sahip olduğu hırs duygusu törpülenecek;
kişi duyduğu rahatsızlıklardan kurtulup, bulunduğu ânı daha iyi idrak edecektir.
Tıpkı dördüncü derecedeki nefsin kanaat sonucu, şehvet ve hırstan kurtularak
itminana eriştiği gibi.
Ayrıca bu makamda gerçek benlik anlayışı tam anlamıyla kemâle ermiş ve
yüksek seviyede bir iç derinliği oluşmuştur.818
Mevlânâ da gerçek benliği analiz etmiş onu anlamaya çalışmıştır. Ona göre,
hayatı eksiksiz olarak yaşamak tam bir “farkında olmak”la mümkündür. Ve gerçek
benlik, “bilinçli vâroluşu”gerektirmektedir. O’nun ifade ettiği gibi “Tıpkı güneşin
kendi varlığının delili oluşu gibi, gerçek benlik de kendi kendisinin delilidir.” 819
Mevlâna gerçek benlikle ilgili araştırmasını sürdürmüş, onun hiçbir yerde değil
kendi içinde (kalbinde) olduğu sonucuna varmıştır.820
Kanaatimizce, insan kendine eğilip benliğini, varlığını, cismini, ne olduğunu
sorgulayıp cevap aradıkça kendine biraz daha yaklaşacak, kimliğini daha iyi
kavrayacak ve ne olduğu sorusuna cevap bulup bu varlığı var edene yönelecektir.
817 Mihr, a.g.e., s. 334. 818 Kuşat, a.g.m., s. 125. 819 Arasteh, a.g.e., s. 43. 820 Arasteh, a.g.e., s. 44.
221
Tıpkı mutmain nefsin herşeyden sıyrılarak Rabb’ine yöneldiği ve bunun sonucunda
da itminana eriştiği gibi.
Dördüncü dereceye yükselebilen nefsin bir başka özelliği tevbesinde samimi
olmasıdır. Geçmişindeki hata ve günahlara nasuh tövbesi edip bu konuda kesinlikle
tâviz vermez. Günahlarını sevaplarla değiştirip hayırda yarışmayı ihmal etmez. Artık
tüm gayretini bir adım daha öne geçebilmek için sarf eder.821
Mutmain nefsten Hak Teâlâ “Sâbikun” diye bahsetmektedir.822 Yani öne
geçenler. Peki bu nefs neden böyle adlandırılmıştır? Çünlü bunlar, dünyaya itibar
etmemiş ahirete de güvenmemişlerdir. Gerçek dostun muhabbetine erişmek için
gayret göstermişlerdir. Bu makama erince de maddî zevkleri bırakmışlardır. Rabb’in
hitâbına muhatap olmuş, ilâhi cezbeye tutulmuşlardır. Bundan sonra da artık gönül
kuşu durmamış ve daima Hakk’ı aramışlardır.823
Kanatimizce, hayırda koşmanın, iyiliklerle donanmanın güzelliklerini tadan
bu sıfatlardan uzaklaşamaz. Çünkü gerçek huzuru burada bulur. Mutmain nefs da
böyledir. Gayret gösterdikçe daha fazlasını harcamak ve dolayısıyla da daha
fazlasına erişmek için çırpınır. Bundan dolayı mutmain nefs, “öne geçen, ileri
geçen” diye anılmıştır.
Gazali bu nefsin bir başka özelliği olarak da sabır konusundaki tutumundan
bahseder. Bu derecedeki sâlik tamamen hevâi kuvvetini kontrolü altına almıştır.
Böyle zorlu bir iş, ancak sabırla elde edilebilir. VeAllah Teâlâ da bu çeşit kullarını
sıddıklar ve mukarreblerden addedmiştir.824
Bildiğimiz kadarıyla sabır gösterilmesi gereken durumlardan birisi de nefsin
istekleri hususundadır. Nefisle olan bu mücadelede “sabır” gücünden
faydalanılmadan başarıya ulaşılması zordur. Zira insan, nefsine karşı gâlib bir
821 Gazali, İhya, c. 4, s. 78. 822 Vâkıa /10. 823 Rûmî, a.g.e., ss. 39, 41. 824 Gazali, İhya, c. 4, s.127..
222
duruma gelebilir ama bunun devamlılığını sağlamak da son derece önemlidir. Çünkü
nefs, bulduğu ufak bir boşluğu hemen dolduracak ve harekete geçecektir. Bu
esnada sâlikin sabra dayanması gerekli bir ilkedir. Nitekim “Sabırla ve namazla
Allah’tan yardım dileyin.”825 âyeti de bu hâkikâti hatırlatmaktadır.
İbrahim Hakkı’ya göre sâlikin bu mertebeye yükselmesinin birtakım
alâmetleri vardır:
Salik bu mertebede, şeriatten, dînî akâidden en ufak bir uzaklaşma göstermez.
Onun tek bir hedefi vardır: O da Allah Resûlü’nün izinden gitmek, O’nun ahlâkıyla
ahlâklanmak. Bu makamdaki sâlik, Allah’ın kendisine ilham ettiği sırlarla dolup
taşmıştır. Öyle ki onu dinleyenler bundan çok zevk alırlar ve asla bıkkınlık
hissetmezler.826 Bu nefs, Allah’a tam mânâsıyla teslim olduğu için gönül huzuruna,
rûhî mutluluğa ulaşmıştır. Ahirette de pek çok lütüflarla karşılaşır.827
İbrahim Hakkı “mutmainne’’ makamındaki sâlikin “Hak’’ zikriyle meşgul
olduğunu ifade eder. Bu ismi zikretmekten alıkoyacak sebeplere asla teveccüh
etmez. Sâlik, bu zikre devam ettikçe iç dünyasında sırlar açılır, birtakım gaybî hallere
şahit olur.828
Daha önceki mertebelerde de gördüğümüz gibi her derecenin kendine has
virdleri vardır. Sâlik sabırla buna devam etmelidir.
İbrahim Hakkı’nın açıklamasına göre sâlike birtakım mânevi doyumlar
(kerâmetler) yaşatılabilir. Kendisine bazı kerâmetler ihsan olan sâlik, bunlara asla
itibar etmez. Çünkü o bilir ki, asıl olan bunlar değil, bu tür lütufların sahibidir. Her
şeyde O’na dönmek, O’na varmak gerekmektedir. Zaten kerâmetin bizâtihi kendisi
çirkin bir şey değildir. Asıl yanlış, bunlara meyletmek ve sonuçta tehlikeye
uğramaktır.829
825 Bakara /45,153; A’raf /126. 826 Mârifetnâme, s. 488. 827 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 200. 828 Mârifetnâme, s. 489. 829 Mârifetnâme, ss. 488-489.
223
Yukarıda da ifade edildiği gibi, azimle büyük bir gayretin içine giren sâlike,
Allah Teâlâ lütf-u ilâhi olarak birtakım olağanüstülükler yaşatabilir. Ancak
yaşadığı bu hallere değer atfeden sâlik, hedefinden uzaklaşmanın yanısıra gurura
kapılabilir. Bunların kendi üstünlüğünden kaynaklandığını düşünebilir ki bu da
sâlikin o zamana kadar sağladığı tüm ilerlemeleri boşa çıkarır. Çünkü işin içine
“benlik” karışmış ve sâlik nefsinin tuzağına düşmüş olur. Zira hedef kerâmet değil,
onu yaşatan Hakk’a yönelmektir.
Mârifetnâme’ye göre dördüncü makamdaki mutmain nefste görülen bir hal
vardır ki o da mal sevgisidir. Ancak bu, mal toplamak ve biriktirmek anlamında
değildir. Sâlik bunu ihtiyaç sahiplerine dağıtmaktadır. O sebeple bu sevgi kötülenmiş
değil bilakis övülmüştür.
Yazarımızın belirttiği şekildeki bir anlayış elbetteki sahibine çok hayırlar
getirir. Sahip olduğu malı dağıtmanın zevkine varan da daha çok vermek ister.
Çünkü bilir ki o verdikçe, bunun karşılığı kendisine fazlasıyla dönecektir.
ÇünküAllah Teâlâ böyle söz veriyor:
“...Hayırdan her ne infak ederseniz size eksiksizce ödenecektir.”830
“Eğer Allah’a güzel bir borç verecek olursanız, onu sizin için kat kat artırır
ve sizi bağışlar...” 831
Burada şunu ifade edelim ki kul, elbetteki mala mülke sahip olmalı. Ancak
bu meta, kişinin kalbine yerleşmemeli. Mal sevgisi bir kere kalbe girdiği zaman
artık kişi farkına bile varmadan bu amaç uğrunda sürüklenir. Sahip olunan bu
zenginlik; ihtiyaç gidermek, dağıtmak ve Rabb’in rızâsına erişmek için vesile olarak
kullanılmalı. Bu ölçü iyi ayarlandığı taktirde kişinin malının olmasında bir zarar
yoktur. Aksine ona Rabbinin rızâsı yolunda çok güzel fırsatlar kazandırır. Yani
830 Bakara/272. 831 Teğabun /17; ayrıca bkz. Hadid/7,11; Leyl / 5-7,18.
224
sahip olunanları kullanım şekli kişiyi sonsuz lütuflara erdirdiği gibi onu ebedî azaba
da sürükleyebilir.
Kur’ân-ı Kerim mutmain olmuş nefsten çok hoş bir şekilde bahseder:
‘’Ey huzura eren nefs, Râzı edici ve râzı edilmiş olarak Rabbine dön. İyi
kullarım arasına gir! Cennetime gir!” 832
Burada itminana ermiş nefse hitap ediliyor. Nefsin mutmain olabilmesi ancak
Allah Teâlâ’yı anmakla mümkündür.833 Çünkü nefs, kendisini yaratana yöneldiği
zaman gerçek kimliğini bulabilir.834
Açıklamalarda da gördüğümüz gibi, insan için huzur verici tek kaynak, insanı
yaratan ve tanıyan Rabbidir. Çünkü insan aslı itibariyle kendisini yaratana
mütevecccihtir. Dolayısıyla bunun dışındaki hiçbir varlık, hiçbir nesne ve hiçbir
uyarıcı, kişiyi aradığı huzura erdiremeyecek ve insan eğer kalbinin aradığı
istikâmetin dışın çıkarsa huzursuzluğu, sıkıntısı daha da artacaktır.
Elmalılı Hamdi, nefsin bu mertebesinden detaylı olarak bahsetmekte, nefsin
hakiki mânâda huzura ermesini açıklamaktadır. Ona göre, kulun ihtiyaçları
sonsuzdur. Bitip tükenmek bilmez, eğer Allah’ın lütfu olmazsa Allah’ın dışındaki her
şeyin gücü ve sürekliliği ise sonludur. Nitekim sonsuz olan şeyleri sonlu olanla
gidermek mümkün değildir. O yüzden kulun bitmeyen ihtiyaçları ancak Allah’ın
nihâyetsiz kemâliyle karşılanır ki huzur ve sükünet oluşsun.835
Müfessirimizin de belirttiği gibi, bu mertebedeki nefs acizliğini idrak edip
en güçlü olan Zât-ı Mutlak’a dayandığı, O’na tevekkül ettiği için tam bir rahatlık
içindedir.
832 Fecr/27-30 833 Rad/28. 834 Kölemenoğlu, a.g.m., s.12. 835 Yazır, a.g.e., c. 9, s. 203.
225
Ayette mutmain olan nefse sesleniliyor ve sonraki iki kademeden
bahsediliyor. Nefs artık itminana erdiği için Allah’tan râzı olması isteniyor.836
Açıklamaların da işaret ettiği gibi, bu dereceye erişen bir insan, Allah’ın ve
Rasûlü’nün yolundan ayrılmaz, tam bir sadâkâtle ona bağlanır. Dinin getirdiği emir
ve yasaklara titizlikle uyar. Bunu da zorlamayla değil seve seve, gönül hoşluğu
içinde yapar ve Allah’ın dini uğruna her türlü fedâkârlığı yerine getirir.
Kanaatimizce, bu nefste görülen en belirgin özellik “teslimiyet ve ahde vefa.”
Bundan dolayı nefs tam itaat içinde ve çizginin dışına çıkmıyor. Elbetteki bunun
karşılığı da gösterilen çabayla paralel. Nefs, gayretinin sonucunu hem dünyada hem
de ahirette ilâhi ikrâmlara mazhar olarak görüyor.
5. NEFS-İ RAZIYYE
Nefs-i Râzıyye, Arapça, hoşnut olan, râzı olan nefs anlamındadır. 837
Nefs-i nâtıka, yaşadığı her hâle karşı tam bir “rızâ” içindedir. Meydana gelen
her olayı memnuniyetle karşıladığı için bu ismi almıştır.838
Tanımlarda da gördüğümüz gibi nefs bu derecede karşılaştığı bir sıkıntının
olumsuz yönlerini görebiliyor ancak bu olayları meydana getiren Rabbine karşı
hiçbir itiraz göstermeden tam mânâsıyla râzı olduğunu hissettiriyor.
Bu makamdaki kişi, bütün güzel huylara sahip olup, ahlâk yönünden bir
ahenk oluşturur. Onun temel özelliği iyiliktir ve herkesten sevgi saygı görür.839
Bütün halk onun elinden ve dilinden emindir.
836 Mihr, a.g.e., s. 334. 837 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Nefs-i Râziye” s. 549. 838 Mârifetnâme, s. 492; ayrıca bkz. Mihr, a.g.e., s. 334. 839 Ali Kuşat, a.g.m., s. 125.
226
Râziye nefs, kendi iradesini bırakıp Hakk’ın iradesine bağlanmıştır. Beşerî
tüm özelliklerden sıyrılmıştır. Emir ve yasaklara karşı çok hassastır.840
Bu derecede pek çok güzel sıfatlar vardır. İbrahim Hakkı bunlardan da
bahseder: Muhabbet, Allah ile dostluk, tam teslimiyet, kerâmet, verâ (şüpheli
şeylerden kaçınmak)841
İbrahim Ethem’e göre verâ: Şüpheli olan herşeyden uzaklaşmaktır. Hatta
fuzûli şeyleri bırakmak demek olan malayâniyi bile terk etmektir.842
Anladığımız kadarıyla sâlik, Allah’a yakınlığını o kadar arttırmış, öyle
mânevi zevkler yaşamış ve terakkisini o kadar ilerletmiştir ki “verâ” halini yaşamaya
başlamıştır.Takvânın da bir adım ötesine geçerek artık şüpheli şeylerden bile
uzaklaşır olmuştur. Bu, Allah’a duyulan derin muhabbetin, saygının bir ifadesi olsa
gerektir.
İbrahim Hakkı önemli bir başka özellik olarak da sâlikte görülen “edeb”
halinden bahseder. Öyle ki, sâlik edebinden, hiçbir şey isteyemez olur. Çok zorda
kalırsa dua eder ve duası da reddolunmaz. İnsanların sâlike karşı müthiş bir saygı ve
sevgisi vardır. Ancak o, böylesine sevgi karşısında bile insanlara meyletmez.843
Tasavvufta edeb çok önemlidir. Nitekim tevhid imanı, iman şeriatı ve şeriat da
edebi gerektirmektedir. O halde edebi olmayanın şeriatdan, imandan ve tevhidden
nasibi yoktur.844
Yukarıda da ifade edildiği gibi, herşeyin başı edebtir. Sâlik buna dikkat ederek
gönül dünyasında şualar oluşturabilir. Çünkü o, Allah’ın her an kendisiyle olduğunun
bilincindedir.
840 Cebecioğlu, a.g.e., s. 549. 841 Mârifetnâme, s. 492. 842 Kuşeyri, a.g.e., s. 205. 843 Mârifetnâme, s. 492. 844 Celâcili Basri’ye ait bir söz. ( Bkz. Kuşeyri, a.g.e., s. 398).
227
Ayrıca sâlik, her halinde (ister vecd hali olsun isterse başka hallerde) halkı
irşad etmekten bir an olsun uzaklaşmaz. Üzerine aldığı tebliğ ve irşad vazifesini
mutlaka yerine getirir.845
Kur’ân-ı Kerim “rızâ” makamında yoğunlaşan bu nefsten Fecr Sûresi’nde
bahsetmektedir:
“Ey güvenceye kavuşmuş nefs! Râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabb’ine
dön.”846
Kul, Mevlâsı’nın kendisine verdiği her hale râzı olmuş ve bunun sonunda da
Rabb’inin şu hitabına muhatab kılınmıştır:
-“Kulum, ben senden râzıyım, sen de benden râzı mısın?” denilerek
müjdelenmiştir.847
Sâlik için bu mertebede bir korku hali vardır. Allah’ın rızâsını kaybetme
korkusu. Gerçi sâlik, her hadiseyi Rabb’inden râzı olarak karşılamaktadır ama yine
de böyle bir korku içindedir. Buna “havf-ı rızâ” (rızada bir kusur edersem) korkusu
denir.848
Açıklamalarda da gördüğümüz gibi, bu mertebedeki kişinin en belirgin
özelliği ve tek hedefi her türlü sıkıntıya, her türlü zorluğa rağmen Allah’tan râzı
olmak ve bu hâli devam ettirmektir. Sâlik, karşılaştığı güçlüğü çekerken, acıyı
yudumlarken mutludur. Çünkü bu durum ona, sevdiğinden gelmiştir. Dolayısıyla o,
acılara dayandığı ve bu sabrı sonucu Rabbini memnun ettiği sürece huzurlu
olacaktır.
Her makamda Allah’ın farklı isimlerine ağırlık verildiği gibi bu makamda da
“Hayy” ismi yoğunluk kazanmaktadır. Sâlik bu isme devam ettikçe Rabb’iyle
845 Mârifetnâme, s. 492. 846 Fecr/28. 847 Mhmet .Şemseddin, a.g.e, s. 21. 848 Mehmet Şemseddin, a.g.e, ss. 27-28.
228
yakınlığı artmaktadır ve artık o, yeni bir hâl içine girer. İbrahim Hakkı’ya göre bu
makamdaki sâlikin hâli fenâ hâlidir ki; sâlik bütün beşerî yönünden sıyrılmıştır. Bu
derecedeki fenâ hâli, üçüncü derecedekinden daha farklıdır ve bu makamda öyle
hâller, öyle zevkler vardır ki onu ancak tadanlar bilir.849
Fenâ, dünyayla ilgili tüm ilişkilerin kesilerek Allah’a dönülmesidir. Bu
yönelmede sûfi, bir ölü dünyayı nasıl terk ediyorsa öyle terk eder. Allah’a doğru
olan bu dönüşte tam bir vecd hali görülür.850 Bu hâldeki kişinin tüm benliği ruhânî
bir duruma bürünür ve kişi akıl ölçülerini aşar. Bu hâli yaşarken kendisinden öyle
geçer ki vücuduna bir zarar dokunacak olsa onu dahi hissetmez.851 Sonuçta o,
Mevlâsı’nın sıfatlarıyla sıfatlanmaya başlar. Nihâyet, Allah’ın fiillerine ait
tecellilerini geçer, isim ve sıfatlarının tecellileriyle kalır.852
Allah’ın fiillerine ait tecelliyi İbrahim Hakkı şöyle açıklar: “Allah Teâlâ,
kendi fiillerinden bir fiille kuluna tecelli eder. Böylece O’nun topyekün eşyada
dolaşan gücü kula apaçık görünür. İşte bu kul, eşyayı, kâinatı hareket ettiren ve
durduranın yalnızca Allah olduğunu bilir. Bu hale, o müşahede ile varır...” 853 der ve
bu durumun mâneviyat yoluna yeni girenler için bir tehlike olabileceğini ifade eder.
Allah Teâlâ’nın isimlerle tecellisi de, Rabb’in güzel isimlerinden bir ismiyle
kulun kalbine tevecüh etmesi, kendini hissettirmesidir.
Bu hakikâtleri yerli yerinde anlamak lazımdır. Yoksa insan yanlış birtakım
inançlara, düşüncelere girebilir. Bu süreçte kul, Allah’ın zâtıyla aynı olur, O’nunla
birleşir diyemeyiz. Nitekim bu hâl, Allah’ın sıfatlarına benzemeye çalışmak, O’nun
ahlâkıyla ahlâklanmak anlamındadır.854
849 Mârifetnâme, s. 492. 850 Cebecioğlu, a.g.e., md. “Fena”, s. 269. 851 Rûmî, a.g.e., s. 402; Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 339. 852 Mârifetnâme, s. 492. 853 Mârifetnâme, s. 493 . 854 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 339.
229
Sıfatların tecellisi ise, Mevlâ’nın, kendi sıfatlarıyla kuluna yönelmesidir. Öyle
ki sâlikteki bütün beşeri sıfatlar yok olur ve Allah’ın sıfatları o kulda görünür. Nefs
bu müşahedeleri yaşamış, Allah’ın tecellilerine mahzar olmuştur. Artık bir sonraki
mertebeye çıkacak olgunluğa ermiştir.855
6. NEFS-İ MARZİYE
Bu makamdaki “nefs-i nâtıka” dan Allah Teâlâ râzı olduğu için bu ismi
almıştır. Fecr süresinde bu nefse atıf yapılmaktadır:
“Hoşnud etmiş ve edilmiş olarak Rabbine dön!” 856
Allah Teâlâ herşeyi kulu için var etmiş, onun için faydalı olanı seçmiştir. Bu
durumda kula gereken de Rabbinden râzı olmasıdır. Kişi bilicektir ki o, Allah’tan
râzı olunca Allah da ondan râzı olacaktır. Tezkiye-i nefs kademeleşmesinde görülen
“Biz senden râzı olduk, sen de Bizden râzı oldun mu?” hitâbı, sadece kulu onore
etmek için yöneltilmiş bir sorudur. Zira Allah Teâlâ kulundan râzı olmuştur ve
kulunun da kendisinden râzı olacağını bilmektedir.857
İbrahim Hakkı nefs-i marziyenin özelliklerinden bahsetmektedir.
Bu makamdaki kuldan hem Allah Teâlâ hem de kullar memnundur, râzıdır
ve kendi de herkesden râzı olmuştur. O, mânâ âleminden gerekli ilimler toplayıp bu
madde âlemine sunmuştur.
Sâlik bu mertebede son derece ahde vefâlıdır. Bir söz verdiyse eğer onu
mutlaka yerine getirir. Son derece lütüfkârdır, yardımseverdir, maddi imkânlarını
ihtiyaç sahiplerine dağıtmaktan geri durmaz. 858
855 Mârifetnâme, s. 493. 856 Fecr/28. 857 Mihr, a.g.e., s. 335. 858 Mârifetnâme, s. 495.
230
Bu makamda sâlik nafile ibadetlere ağırlık verir. Bu çabası sonunda
kendisindeki kötü huyları bütünüyle yok edebilirse Allah da bu sıfatların yerine ona
güzel hasletler nasip eder. Böylece sâlik “Hakk –el yakîn” e ulaşmış olur. 859
Bu mertebedeki nefs, Hakk Teâlâ ile bizzat müşahede ve ve mükâleme
halindedir. Devamlı huzur-u ilâhi’de olmanın bilinciyle hareket eder. Bu nefsten
birtakım olağanüstülükler sâdır olsa da o, bunlara itibar etmez. Sâlik Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in ahlâkıyla ahlâklanmıştır. O’nun sünnet-i seniyyesine ittibâı
kuvvetlidir.860
Allah için seven, ince düşünceli, iç eleştirisini yapan, hoşgörülü ve
yardımsever bir özelliğe sahiptir bu makamdaki kişi. 861
Marzıyye makamındakı sâlik Allah’ın “Kayyüm” ismini vird edinir ve sürekli
onu tesbih eder. Ta ki tamamen edep çizgisinde kalıncaya kadar. 862
Altıncı makamdaki sâlikin dünyaya ya da ahirete dair bir isteği yoktur.863
Açıklamalarda da belirtildiği gibi bu makamdaki nefs, Allah’ın kendisinden
hoşnud olduğu bir makamda bulunduğu için onda tüm güzel sıfatlar yerleşmiştir.
Dolayısıyla bahsedilen özellikleri uygulamak bu nefse zor gelmemektedir.
Marziyye makamındaki sâlik, Rabbinin rızâsına kavuştuğu için dünya ve
ahiret kaygısını gönlünden çıkarmayı başarmıştır. Bu nefsin tüm gayretleri sonuç
vermiş ve o, ciddi boyutta kemâle ermiştir. Sonuçta da müşahede ve mukâlemeye
mahzar olmuştur.
7. NEFS-İ KÂMİLE
Nefs-i Sâfiye ya da Nefs-i Tezkiye de denir. Tezkiye, arınmak, temizlenmek
demek olup; Allah’a dönmek, varmak için bir vesiledir.Tezkiye, nefsi kontrol altına
alıp onu gerçek saflığa eriştirmektir. Nitekim âyette de bu temizlenmeden bahsedilir:
859 Mârifetnâme, s. 495. 860 Şemsuddin Nakşibend, a.g.e., s. 19. 861 Ali Kuşat, a.g.m., s.125. 862 Mârifetnâme, s. 496. 863 Mehmet Şemseddin, a.g.e., s. 28.
231
“Her kim temizlenirse kendi nefsinin kontrol altına alınması için temizlenir
ve ruhen Allah’a vâsıl olur.”864
Dünya hayatını sürdürürken kişinin nefsini arındırıp, temizlemeden Allah’a
dönebilmesi mümkün değildir. Bundan dolayı Hakk Teâlâ, tezkiyeyi “kurtuluş”
anlamında kullanıyor: “Her kim tezkiye olursa and olsun ki o felâha erer.”865 âyeti de
bu kurtuluştan bahseder.866
Bu makamdaki nefs bütün üstün vasıflara ve olgunluğa eriştiği için böyle
isimlendirilmiştir. Önceki makamların bütün olumlu ve güzel sıfatlarını almıştır. 867
Bu nefs hikmetle konuşur, sevgi ve aşka değer verir, bunlarla kemâle ermeyi
amaçlar hataları bağışlar, kendisinin Allah’ın halifesi olduğunu unutmaz ve buna
göre davranır. Tüm davranışlarını ibadet anlayışı içinde yapar. 868
Nefs-i kâmilenin şekillenmesi esnasında, hayvânî ruh, sultânî ruhun
sıfatlarıyla donanır, onun emri altına girer. Böylece aralarındaki düşmanlık ve
mücâdele kalkarak muhabbet meydana gelir. 869
Demek ki kâmil bir nefse, olgun bir ruha sahip olabilmek, içimizdeki
“hayvani yönümüzü” ortadan kaldırmakla, onu hedeflenen insânî kimliğe
dönüştürmekte mümkündür. Aksi taktirde bulunulan makamı korumak zorlaşacak,
daha alt seviyeye inmek kaçınılmaz olacaktır.
Bu makam diğer tüm makamların üstündedir, son mertebedir. Artık
mâneviyat yolundaki çabalar tamamlanmıştır. Bundan sonra riyâzet ve mücâhedeye
gerek kalmamıştır. İtidal üzere devam etmek, orta bir yol tutmak yeterli olacaktır. 870
864 Fâtır /18. 865 Şems /9. 866 Mihr, a.g.e., s. 335. 867 Mârifetnâme, s. 497. 868 Ali Kuşat, a.g.m., s. 126. 869 Mehmet Şemseddin, a.g.e., s. 30.
232
Salik “Kahhar” ismini zikretmeye devam eder ve ibadetten hiçbir zaman uzak
kalmaz. Her bir âzâsı mutlaka Allah’a taat üzeredir. Tevbe istiğfar etmeyi alışkanlık
haline getirmiştir. Bütün derdi Allah’ı anlatmak, insanların Mevlâ’ya
yönelmeleridir. Tüm insanları kucaklamış durumdadır. Ruhu hep Rabb’ine dönüktür
ve O’nun huzurunda olduğunu asla unutmaz. 871
İnsan bu nefs kademelerinde ilerledikçe hem maddi hem mânevi ikramlara
mazhar olacaktır. Ruhu “vuslat”a erecek ve nefsi, ulaşılabilecek en son mertebeye
erişecektir. Zira, ruh, nefsin her tezkiye aşamasında bir gök katı yükselecek, nihayet
yedinci ve son derecede Rabbine kavuşma gerçekleşecektir. Bu, nefsle olan
mücâdelenin uhrevî sonucu. Bunun dışında, cennete nâil olabilmek gibi bir mükâfat
daha var ki o da bu çabanın maddî boyutunu oluşturmaktadır.872
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; “Mücahedesiz müşahade olmaz” sırrınca
sâlik, elinden gelen gayreti ortaya koymuş, çabalamış (mücahede); nihayet bunun
meyvesini elde etmiş ve birtakım ilahi sırlara vâkıf olmuş, gayb perdesini aralayarak
(müşahede) seyr u sülûkunu tamamlamıştır.
Nefs ve derecelerini bu şekilde ele alarak konuyu noktalıyoruz.
870 Mârifetnâme, s. 497. 871 Mârifetnâme, s. 497. 872 Mihr, a.g.e., ss. 145, 335.
233
SONUÇ
İbrahim Hakkı, Osmanlı Devleti’nin “Gerileme Dönemi” diyebileceğimiz 18.
yüzyılda yaşamış etkili bir mutasavvıftır. Bu dönem, Osmanlı Devleti için idârî,
ekonomik ve sosyal birçok alanda çöküşün görüldüğü; ülkenin hem iç hem de dış
siyâsetinin oldukça zayıfladığı bir dönemdir. Buna bağlı olarak yüzyıllarca
adından söz ettiren İmparatorluk, artık o ihtişâmı, o saltanatı da geride bırakmaya
başlamıştır.
Böylesine çalkantılı bir zamanda dünyaya gelen İbrahimHakkı’nın yetiştiği
çevre ise oldukça pozitif bir çerçeve arz etmektedir. Başta anne ve babası olmak
üzere, hocası Fakirullah ve daha birçok âlim, onın şekillenmesinde, kişiliğinin
oluşmasında ve ilim erbâbı arasında yer almasında oldukça önemli modeller
karşımıza çıkmaktadır.
Dopdolu, hareketli ve aynı zamanda verimli bir yaşam süren; ilim
meclislerinden ve saray kütüphanesinden faydalanmak amacıyla sık sık İstanbul’a
seyahatler yapan İbrahim Hakkı, üç defa da hac görevini edâ etmiştir.
Bu renkli yaşam içinde ilmî çalışmaları ilk sıraya alan İbrahim Hakkı,
öğrenci yetiştirmekten, onlara örnek olmaktan da asla uzak kalmamış ve her fırsatta
buna devam etmiştir.
İbrahim Hakkı’nın birbirinden değerli eserlerinin arasında tezimizin
konusunu oluşturan Mârifetnâme, âdeta onunla bütünleşmiştir. Günümüzde de büyük
bir ilgi gösterilen Mârifetnâme, özellikle Erzurum ve çevresinde ayrı bir değer
taşımakta; bir “başucu kitabı” olma özelliği sergilemektedir. Bunun yanısıra
İbrahim Hakkı’nın “...Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.” mısraları onun
ünlü Tefvîznâme’sinden olup tıpkı bir vecîze gibi dilden dile dolaşmaktadır. Nitekim
bu mısralarda tevekkülün en sade ama bir o kadar da derin mânâsı
hissedilmektedir.
Gördüğümüz kadarıyla mutasavvıfımız, diğer tasavvuf ehli şahsiyetlerle
paralel düşünmekte, onlara yakın açıklamalar yapmaktadır. Özellikle Gazali ile olan
benzerliği dikkât çekicidir. Ayrıca İbrahim Hakkı, Mevlânâ ve Yûnus gibi halka
mâl olmuş eşsiz isimlerden etkilenmiş, bunu satırlarına yansıtmıştır.
234
Üslûb konusunda akıcı ve sade bir dil kullanan İbrahim Hakkı net ifadelerle
düşüncelerini dile getirmiş; fikirlerini âyet ve hadislerle temellendirerek sunmuştur.
Bunun yanısıra o, konuyu ele alırken sadece nesirle yetinmeyerek, sözlerini şiirlerle
süslemiş ve böylece okuyucuya farklı bir zevk tattırmıştır.
Gördüğümüz kadarıyla İbrahim Hakkı bir ansiklopedist hüviyeti
sergilemektedir. Nitekim o, insanın toplumsal yönünü, toplumsal ilişkilerde
gözetilmesi gereken sınırları belirleyerek sosyolojiye; insanın iç dünyasına
eğilmesinin önemini ifade ederek de psikolojiye değinmektedir. Bunların yanı sıra
kelâmî konuları, astronomik ve fîzîkî gerçekleri, tıbba dâir bilgileri de kendisine has
üslûbuyla dile getirdiğini görüyoruz.Birbirinden farklı konularda açıklamalar
yapmış olsa da İbrahim Hakkı’nın asıl yoğunlaştığı konu tasavvuftur ve bu alanda
pek çok değerli eseri bulunmaktadır.
Çalışmamızın ana yapısını oluşturan ikinci bölümde de görüldüğü gibi
İbrahim Hakkı, nefs ve mertebeleri konusuna ayrıntılı olarak yer vermiş; hakikâte
ermenin ve mârifete ulaşmanın yolunun nefsi tanımaktan geçtiği sonucuna varmıştır.
Nitekim o, “Nefsini bilen Rabbini bilir.” gerçeğinden yola çıkarak insanı, nefsini
tanıması doğrultusunda yönlendirmiştir.
Burada bir hususu belirtmek istiyoruz ki Mârifetnâme, günümüzden birkaç
asır önce kaleme alınmış olmasına rağmen o zamanın şartlarına göre oldukça büyük
bir önem ifade edecek birtakım bilimsel ilkelerden, bazı fîzîkî ve astronomik
kurallardan bahsetmekte; konuları detaylı bir şekilde sunmaktadır. Ancak ne var ki,
eserdeki bazı konular bilimsel gerçeklikten uzak kalmaktadır. Bu bilgilere daha
objektif olarak ve daha eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmanın isabetli olacağını
düşünüyıruz. Nitekim “Kıyâfetnâme” olarak adlandırılan bölüm buna örnek olarak
verilebilir. Zira burada bahsedildiği gibi uzuv şekilleriyle insanın karakteri arasında
doğrudan bir bağ kurulamayacağı açıktır. Ancak tüm bunlara rağmen Mârifetnâme,
dönemine damgasını vurmuş ve hatta kendisinden sonraki zamanlara da yol gösterici
olma özelliğini sürdürmüştür.
Görebildiğimiz kadarıyla İbrahim Hakkı’nın, İslâm’ın özüne, onun
kriterlerine aykırı bir görüşü bulunmamaktadır. Hatta o, ehl-i sünnet inancına o
denli bağlıdır ki bu inancı savunmak adına müstakil bir eser kaleme almış;
açıklamalarında sık sık âyet ve hadislere atıflara bulunmuştur. İncelememiz
235
esnasında ehl-i sünnet akâidini dile getiren pek çok ilâhinin de İbrahim Hakkı’ya
ait olduğunu görmüş bulunuyoruz.
İbrahim Hakkı’nın dikkâtimizi çeken bir başka yönü ise eğitime verdiği
önemdir.Zira o, Mârifetnâme’sinde bu amaçla bir bölüm yazmış; bir pedagog
tavrıyla konuya yaklaşarak üstad-talebe ilişkisinin esaslarını belirlemiştir. Nitekim
İbrahim Hakkı, eğitime olan inancının bir tezâhürü olarak; karşılaştığı her türlü ilmî
verileri ve âlim şahsiyetleri değerlendirerek, kendisine bir değer katmış,
dağarcığını sürekli yenilemiştir. Eserlerini Arapça, Farsça ve Türkçe olarak
yazabilmesi de bunu doğrulamaktadır.
İbrahim Hakkı’nın dikkâtimizi çeken bir diğer yönü ise onun, sevginin gerçek
anlamını idrâk edebilmiş hatta bu duyguyu içselleştirerekyaşantısına dökmüş eşsiz
bir şahsiyet olmasıdır. Nitekim onun, eşlerine ve çocuklarına verdiği değer, bu
doğrultuda kullandığı ifadeler de oldukça mânidardır. Çocuklarına “Efendi” diye
hitap etmesi, eşlerine sevgi dolu mektuplar yazması da onun sevgi anlayışını ortaya
koymaktadır.
Mutasavvıfımız ile ilgili bizi etkileyen bir nokta da onun son derece kanaatkâr
olmasıdır. Hatta o, az bir ücret karşılığı yürüttüğü türbedarlık görevinin gelirini dahi
kendi kullanmamış; oğulları ve yeğenleri arasında paylaştırmıştır. Bu ancak
yüceliklere erişen bir ruhun yapabileceği bir fiildir.
Sonuç olarak söyleyebiliriz ki İbrahim Hakkı, varlık sahnesinde görülen
nâdir şahsiyetlardendir. Sadece kendi döneminde değil kendinden sonraki
dönemlerde de ışık olmaya devam etmiştir. Kanaatimizce bunu temelinde, İbrahim
Hakkı’nın –diğer mutasavvıflarda görüldüğü gibi- inandığı gibi yaşama mücâdelesini
sürdürmesi ve zâhir-bâtın bütünlüğünü kavrayıp daima huzûr-u ilâhî’de olduğu
bilinciyle hareket etmesi yatmaktadır. Netice itibariyle o, hem dünyevî hem de
uhrevî yönüyle örnek insan olma misyonunu yerine getirerek günümüze ve daha
sonraki dönemlere bir isim bırakmıştır.
236
KAYNAKLAR
A. KİTAPLAR
ACLÛNÎ, İsmail b. Muhammed el Cerrâhî, Keşfu’l Hafâ ve Muzîlu’l İlbâs,
tahkik: Ahmed el Kallâş, (Müessesetü’r-Risâle) Beyrut 1980, 4. Baskı, c. 2,
AKGÜNDÜZ, Ahmet, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor (5), (Nil Yayınları)
İzmir 1993,
ALTINTAŞ, Hayrani, Tasavvuf Tarihi, (AÜİF Yayınları) Ankara 1991.
_________________, Erzurumlu İbrahim Hakkı, (M.E.B. Yayınları) İstanbul
1997.
ASLAN,Hüseyin, DEMİR, İbrahim, Menba, (Afşar Yay.) Ankra 2002 c.1-3
AŞKAR, Mustafa, Tasavvuf Tarihi Literatürü, (TC. Kültür Bakanlığı
Yayınları) Ankara 2001.
AYNÎ, Mehmet Ali, İslâm Tasavuf Tarihi, sad: H.R. Yananlı, (Akabe
Yayınları) İstanbul 1985.
BANARLI, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, (Milli Eğitim
Yayınevi), c. II, İstanbul 1971.
BAYRAKTAR, M.Faruk, İslam Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci
Münasebetleri, ( MÜİFV. Yayınları) İstanbul 1989.
BULAÇ, Ali, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı, (Birim Yayınları) İstanbul.
CEBECİOĞLU, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, (Rehber
Yayıncılık) Ankara 1997.
CERAN, Ziya, Allah ve İnanç, ( Ankara Basım ve Ciltevi) Ankara 1997.
CHİTTİCK, William, Hayal Âlemleri, ( Kaknüs Yayınevi) İstanbul 1999.
_________________, Tasavvuf, (İz Yayıncılık) İstanbul 2003.
ÇAMDİBİ, Hasan Mahmut, Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, (Han Yayınları)
İstanbul 1983.
ÇELEBİOĞLU, Âmil, Erzurumlu İbrahim Hakkı, (Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları) Ankara 1998.
ÇİFTÇİ, Cemil, Erzurumlu İbrahim Hakkı, (Şûle Yayınları) İstanbul 2000.
DÂNÂ, Sâdık, Altınoluk Sohbetleri (1), (Erkam Yayıncılık) İstanbul 1991.
237
___________, Altonoluk Sohbetleri (II), (Erkam Yayıncılık) İstanbul 1992.
___________, Tasavvuf ve Mârifetullah, (Erkam Yayıncılık) İstanbul 1995.
DİCLEHAN, Şâkir, Çeşitli Yönleriyle Erzurumlu İbrahim Hakkı, (Er-Tu
Matbaası) İstanbul 1980.
DİNÇ, Ali Ramazan, Kemâlât, (Mavi Yayınları) İstanbul 2001.
el-CEVZİYYE, İbn Kayyim, Kalbin İlacı - ed-Dâ ve’d-Devâ, çev. Savaş
Kocabaş, (Elif Yayınları) 2003.
El-CİLÎ, Abdülkerim İbrahim, İnsan-ı Kâmil, terc.Seyyid Hüseyin Fevzi
Paşa, (Kitsan Yayıncılık) 1996.
el-MEKKÎ, Ebû Tâlib, Kütû’l-Kulûb, terc. Yakup Çiçek, ( Ümran Yayınları)
İstanbul 1998.
El-Müncidü fi’l-Lügati ve’l-Edebi ve’l Ulûm, (elMatbaatü’l Kâsûliyetu)
Beyrut 1908.
en-NEDVÎ, Abdulbâri, Kitap ve Sünnetin Ruhuna Göre Tasavvuf ve Hayat,
çev. Mustafa Ateş, (TDV Yayınları) Ankara 1998.
ERZÛRÛMÎ, İbrahim Hakkı, Mârifetnâme, nâşir: Kerim Yusuf Ziya,
( Matbaa-i Ahmed Kâmil) İstanbul 1330.
ERAYDIN, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, (MÜİFV Yayınları) İstanbul
1994.
EREN, Şâdi, Mesnevî Bahçesinde Tasavvuf, (Nesil Yayınları) İstanbul 1996.
ERGÜL, Âdem, Kur’an ve Sünnet’te Kalbî Hayat, (Altınoluk Yayınları)
İstanbul 2000.
ESED, Muhammed , Kur’an Mesajı (İşaret Yay.) 2000
es-SÜLEMÎ, Ebû Abdurrahman, Tasavvufun Ana İlkeleri- Sülemî’nin
Risaleleri, çev. Süleyman Ateş, ( Ankara Üniversitesi Basımevi) Ankara 1981.
FAZLUR RAHMAN, İslam, (Ankara Okulu Yayınları) Ankara 2000.
GAZALİ, Muhammed b. Ahmed, İhya’u-ulumi’d-Din, ( Bedir Yayınları)
1975.
GEYLANİ, Abdulkadir, Gönül İncileri, çev. Celal Yıldırım, (Bahar
Yayınları) İstanbul 1996.
______________________, Sırru’l Esrar, çev. Abdulkadir Akçiçek, (
Gelenek Yayınları) İstanbul 1996.
238
______________________, Fütuhu’l- Gayb, şerh: İbn Teymiyye, çev: İlyas
Aslan, Derya Çakır, (Gelenek Yayınları) Ocak 2003.
GÜLEN, M. Fethullah, Fasıldan Fasıla (4), (Nil Yayınları) İstanbul 2001.
_______________, Kalbin Zümrüt Tepelerı (1), ( Nil Yayınları ) İzmir 1997.
GÜLEN, M.Fethullah, Prizma(1), (Nil Yayınları) İstanbul 1997.
GÜMÜŞ, M. Sıddık, Saadet-i Ebediyye, ( Hakikât Yayınları) İstanbul 1995.
HAFIZALİOĞLU, Tahir, Gayb Bahçelerinden Seslenişler, (İnsan Yayınları)
İstanbul 2003.
HÂNİ, Muhammed b. Abdullah, Âdâb, terc. Ali Hüsrevoğlu, (Erkam
Yayınları) İstanbul.
HUCVÎRÎ, Ali b. Osman Cüllâbi, el-Keşfü’l-Mahcûb, haz. Süleyman Uludağ,
( Dergâh Yayınları) 1982.
HÜDÂYİ, Aziz Mahmûd, İlim-Amel Seyr u Sülûk, haz: H.Kâmil Yılmaz,
(Erkam Yayınları)
ILDIRAR, Mehmet,Tasavvuf Sohbetleri (4), İstanbul 2001.
İBRAHİMHAKKIOĞLU, Uğur, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve İki Torunu
Feyyaz Efendi ile Zâkir Bey, (Adalet Matbaacılık) Ankara 1998.
İcmal Aylık İlim Fikir ve Kültür Dergisi,Mayıs 1985,yıl:2 sayı:21
İKBAL, Muhammed, İslâmda Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu (Birleşik
Yayıncılık) İstanbul
İSFEHANÎ, Ebu’l Kâsım el Hüseyin b. Muhammed el Ma’ruf Râgıb,
İslâm’ın Âhlâkî İlkeleri, terc. Abdi Keskinsoy, (Beşikçi Yayınları) İstanbul 2003.
İZ, Mahir, Tasavvuf, haz: M.Ertuğrul Düzdağ, ( Kitabevi Yayınları) İstanbul
1990.
KABAKLI, Ahmet, Türk Edebiyatı, (Türk Eğitim Vakfı Yayınları ), c. II,
İstanbul 1997.
KARA, Mustafa, Din Hayat Sanat Açısıdan Tekkeler ve Zaviyeler, (Dergâh
Yayınları) İstanbul 1990.
KARA, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi, ( Dergâh Yayınları) İstanbul
1990.
KIRKINCI, Mehmed, Hikmet Pırıltıları, (ZaferYayınları) İstanbul 1992.
239
KISAKÜREK, Necip Fazıl, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, (Büyük
Doğu Yayınları) Aralık 1984.
KUŞEYRİ, Abdulkerim b. Hevâzin, Kuşeyri Risalesi, terc: Şeyhülislam
Hoca Sâdettin Efendi, haz: Mehmet Günyüzlü, (Yasin Yayınları) İstanbul 2003.
____________________, Risale, terc. Süleyman Uludağ, (Dergâh Yayınları )
İstanbul 1978.
KÜLEKÇİ, Numan, Erzurumlu İbrahim Hakkı, (Toker Yayınları) Erzurum
2002.
MİHR, İskender Ali, Mutluluk Tasavvuf ve İslâm, (Mihr Vakfı Yayınları)
İzmir 1990.
MUHAMMED, A. Draz, En Mühim Mesaj Kur’an, terc: Suat Yıldırım, (Işık
Yayınları) İzmir 1994.
MUTÇALI, Serdar, Arapça-Türkçe Sözlük, (Dağarcık Yayınları) İstanbul
1998.
NAKŞİBENDİ, Şeyh Mehmet Şemseddin Nuriyyi, Miftahu’l Kulûb’dan -
İnsanın En Büyük Düşmanı Nefis ve Mertebeleri, (Osmanlı Yayınları) İstanbul 1996.
NESEFİ, Aziz, Hakikatlerin Özü, haz: M. Murat Tamar, (İnsan Yayınları)
İstanbul 1997.
NEVEVİ, Muhyiddin, Riyazü’s Salihin, terc.Sıtkı Gülle, (Çile Yayınları)
İstanbul 1981.
OĞUZ, Muhammed İhsan, Saadet Anahtarı, (Oğuz Yayınları) İstanbul 1999.
Osmanlı Ansiklopedisi, (Ağaç Yayıncılık) İstanbul 1994.
ÖNKAL, Ahmet, Rasulullah’ın İslam’a Davet Metodu, (Esra Yayınları)
Konya1992.
ÖZEK, Ali, Hadislerle Âhlâkî Davranışlar, (Hisar Yaınları) İstanbul 1979.
REVNAKOĞLU, C.Server, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Mârifetnâmesi,
(Ercan Matbaası) İstanbul 1961.
RÛMİ, Eşrefoğlu, Müzekkin-Nüfus, (Salah Bilici Kitabevi Yayınları)
İstanbul 1979.
SARMIŞ, İbrahim, Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslam, (Ekin
Yayınları) İstanbul 2004.
Şamil İslam Ansiklopedisi, (Akit Gazetesi Yayınları) Haziran 2000, c. 1-8.
240
ŞÂR, Selahaddin, İslam Tasavvufu, (Toker Yayınları) İstanbul 1991.
ŞEKER, Mehmet, Ali b. Hüseyin el Amasî ve Tarîku’l- Edeb, (DİB
Yayınları) Ankara 2002.
ŞENGÜLER, İsmail Hakkı, Seyyid Kutup Külliyatı, (Akabe Yayınları)
İstanbul1988.
ŞİMŞEK, Halil İbrahim, Osmanlı’da Müceddidîlik-XII/XVIII.Yüzyıl,(Sûf
Yayınları) İstanbul 2004.
ÇAĞRICI, Mustafa, “İbrahim Hakkı Erzûrûmî”, TDVİA, c. XXI, İstanbul
1994, ss. 305-311.
TOPALOĞLU, Bekir, “Mârifetnâme”, TDVİA, c. XXVIII, İstanbul 1994, ss.
57-59.
ULUDAĞ, Süleyman, “Dünya”, TDVİA, c. X, İstanbul 1994, ss. 22-25
, “Edeb”, TDVİA, c. X, İstanbul 1994, ss. 412-415
, “Mârifet”, TDVİA, c. X, İstanbul 1994, ss. 54-56.
, “Ma’rifet-i Nefs”, TDVİA, c. XXVIII, İstanbul
1994, ss. 56-57.
, “Muhabbet”, TDVİA, c. XXVIII, İstanbul 1994, ss. 386-
388.
TOPBAŞ, Osman Nuri, Gönül Bahçesinden- Muhabbetteki Sır (Erkam
Yayınları) İstanbul 2001.
TÛSÎ, Ebû Nasr Serrâc, el Lüma- İslâm Tasavufu- Tasavvufla İlgili Sorular-
Cevaplar, haz. H.Kâmil Yılmaz, (Altınoluk Yayınları) İstanbul 1996.
ULUDAĞ, Süleyman, İslam’da İrşad, (Mârifet Yayınları) İstanbul 1992.
________________, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, (Mârifet Yayınları) İstanbul
1991.
UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı, Büyük Osmanlı Tarihi, c. 5.
YAHYA, Hârun, Kur’an Fihristi, (Vural Yayıncılık) İstanbul 1998.
YAZIR, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, (Azim Yayınları), c. I-X,
İstanbul
YILDIRIM, Celâl, İslâm Âhlâkından Parlak Sayfalar,(Bedir Yayınları)
İstanbul 2003.
241
YILDIZ, Vehbi, Değer Ölçüsü, (Nil Yayınları) İzmir 1997.
YILMAZ, H. Kâmil, Ana Hatlarıyla Tasavvuf veTarîkatlar, (Ensar Neşriyat)
İstanbul 1997.
___________________, Gönül Erleri (Erkam Yayınları) İstanbul 1991.
YÜKSEL, Nevzat, Kur’an Fihristi, (Dergâh Baskı).
242
B. MAKALELER
BAZ, İbrahim, “Necip Fazıl Kısakürek (Ö. 1983) ve Tasavvuf”, Tasavvuf
İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, sayı:10, Ocak-Haziran 2003
SOYSALDI, İhsan, “Ebû Tâlib el-Mekkî (Ö. 386/996)’ nin Kûtu’l Kulûb Adlı
Eserindeki Bazı Tasavvufî Kavramlar”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma
Dergisi, sayı:9 Temmuz-Aralık 2002
KUŞAT, Ali, “Nefis Mertebelerine Psikolojik Bir Yaklaşım”, Tasavvuf İlmi
ve akademik araştırma Dergisi, yıl:3, sayı:9, Temmuz.Aralık 2002
KÖLEMENOĞLU, Mustafa, “ Nefs Mertebeleri”, İcmal Aylık İlim, Fikir,
Kültür Dergisi, yıl: 2, sayı: 21