13
DÜŞÜNCE YAZILARI NO: 03* 1 Yazar: Prof. Dr. Levent Köker Prof. Dr. Hüseyin Levent Köker, 1980’de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1987 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde (Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde) Siyaset Bilimi dalında doktorasını tamamlayan Köker, 1990 yılında Gazi Üniversitesi’nde Siyasal Teoriler Doçenti, 1996’da da Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Genel Kamu Hukuku Profesörü oldu. 1997-1998 akademik yılında Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin kurucu dekanlığını üstlenen Köker, 2001-2004 yılları arasında Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölüm Başkanlığını yürütmüş olup halen Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Bölümü öğretim üyesidir.1989-1997 yılları arasında, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Bilkent Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi’nde, yarı zamanlı olarak lisans ve lisansüstü dersler vermiş olan Köker, Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki derslerine de devam etmektedir. Köker’in çok sayıda Türkçe ve İngilizce yayını bulunmaktadır. Kendisinin kitapları arasında, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi (1990; 2005), İki Farklı Siyaset (1991 ve 1998), Demokrasi Üzerine Yazılar (1992), İmparatorluktan Tanrı Devletine (1991; 2005), Tanrı Devletinden Kral Devlete (1992; 2005), Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı (1993; 2005) bulunmaktadır. Levent Köker Kimdir? TÜRKİYE’NİN YENİ ANAYASA DÜZENİNDE DENGE VE DENETLEME YAPILANMASI BAKIMINDAN HÜKÜMET SİSTEMLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ I. Giriş Türkiye’nin yeni anayasasını arama süreci, TBMM Uzlaşma Komisyonu’nun dağılmasıyla birlikte durmuş gibi görünüyor. Bununla birlikte, yeni anayasa arayışının temel sebepleri ise varlığını muhafaza ediyor. Ancak, içinde bulunduğumuz “seçimler dönemi” nedeniyle yaşanmakta olan siyasî belirsizlik, yeni anayasa arayışının ne zaman canlanacağı konusunda bir öngörüde bulunmayı da neredeyse imkânsızlaştırmış durumda. Bugün gelinen noktada en hararetli gündem maddelerinden biri yasama-yürütme ilişkilerinin nasıl düzenleneceği ile ilgili. Bir diğer ifâdeyle hükûmet (veya yönetim) sistemi denebilecek olan bu konu, ister yeni anayasa düzeni içinde olsun, ister yürürlükteki anayasa düzeninde bir dizi değişiklik yapmak suretiyle gerçekleştirilmek istensin, Türkiye’nin kısa vâdede yüzleşmesi gereken en temel sorunlardan birini oluşturuyor. Sorunun bu kadar hayatî, bu kadar temel nitelik almasının biri doğrudan mevcut anayasadan kaynaklanan, diğeri ise daha çok pratik (gündelik) siyasete bağlı sebepleri bulunuyor. Bilindiği gibi mevcut anayasa, yetkili ama sorumsuz bir cumhurbaşkanlığı makamı öngörüyor. Bu, kuşkusuz bir hukuk garabeti. “Yetki varsa sorumluluk da vardır” diye özetlenebilecek en ilkel ve evrensel hukuk ilkesinin açıkça ihlâli söz konusu. 12 Eylül askerî darbesinin liderine göre biçilmiş bu garip elbisenin demokratik hukuk devleti olma iddiasındaki bir anayasa düzeninde yeri olmayacağı açık. Bugüne kadar cumhurbaşkanlarının TBMM tarafından seçilmesi ve cumhurbaşkanı seçilen kişilerin varsa partileriyle olan ilişkilerinin kesilmesi, bu garabetinin belki büyük sorunlar çıkarmasına engel olabilmiştir. Şimdi ise cumhurbaşkanı doğrudan halk tarafından seçilecek. Bu durumda, varlığını ve meşrûiyetini TBMM’den değil de doğrudan halk irâdesinden alan bir cumhurbaşkanı, bu yetkili konumunu siyâsî gücünü pekiştirmek amacıyla çok daha rahat bir biçimde kullanabilecektir, üstelik “sorumsuz”dur da. Dolayısıyla, cumhurbaşkanının anayasal statüsü ile ilgili bir düzenleme gerçek bir zorunluluk. Bu zorunluluğu ortaya çıkaran ve pratik siyasete bağlı olarak gündeme gelen bir başka boyut da var. Bu da, halk tarafından seçilecek yeni cumhurbaşkanının çok büyük ihtimalle AK Parti mensubu bir isim, belki de bugünkü Genel Başkan ve Başbakan olacağına bağlı bir sebeb. AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan’ın yeni cumhurbaşkanı olma isteği hâlâ bir varsayım ama, bu varsayımın gerçek olma ihtimali çok kuvvetli zirâ AK Parti Tüzüğü uyarınca arka arkaya üç dönemden fazla genel başkanlık ve milletvekilliği yapılamıyor. Bu kural değişmediği takdirde, mevcut Genel Başkan’ın bu sıfatı, milletvekilliği ve dolayısıyla Başbakanlığı ile birlikte sona erecek. Bu da bir arayış nedeni ve AK Parti bu arayış doğrultusunda “başkanlık sistemi” adı altında bir anayasa değişikliği önerisi hazırlamış durumda. Önerinin sunuluşu ve sonrasındaki tartışmalara baktığımızda, bazen “başkanlık” bazen “yarı başkanlık” bazen de “partili cumhurbaşkanı” terimlerinin kullanıldığını görmekteyiz. Buna ek olarak, bazı önde gelen AK Parti sözcüleri “Türkiye tipi başkanlık sistemi”nden de söz etmektedirler. Anlaşılıyor ki, AK Parti’de de, AK Parti önerilerine “parlâmenter sistem” lehinde sözlerle karşı çıkan muhalefet partilerinde de ve genel kamuoyunda da kafalar epeyce karışmış vaziyette. Bu çalışma bu kafa karışıklığını gidermeye bir katkı yapmayı amaçlıyor, kuşkusuz, ancak bundan daha öteye geçen bir amacı da var: Türkiye’nin hem ihtiyaç duyduğu yeni anayasa bağlamında, hem mevcut anayasa düzenindeki çarpıklığı giderme ihtiyacı nedeniyle ve hem de pratik siyasette iktidar mücadelesi veren siyasî partilerin kendi arayışları içinde, alternatif siyasî sistemlerin neler olabileceğini tartışmak için kavramsal ve dünya uygulamalarının gözlemlenmesinden yol çıkan sonuçlara dayalı tutarlı bir çerçeve ortaya koymak. *8 Nisan 2013 tarihinde “Denge ve Denetleme Olmadan Ne Parlamenter ne Başkanlık Sistemi” konferansında sunulmuştur.

TÜRKİYE’NİN YENİ ANAYASA DÜZENİNDE DENGE VE … · Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölüm Başkanlığını

  • Upload
    others

  • View
    8

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: TÜRKİYE’NİN YENİ ANAYASA DÜZENİNDE DENGE VE … · Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölüm Başkanlığını

DÜŞÜNCE YAZILARI NO: 03*

1

Yazar: Prof. Dr. Levent Köker

Prof. Dr. Hüseyin Levent Köker, 1980’de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1987 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde (Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde) Siyaset Bilimi dalında doktorasını tamamlayan Köker, 1990 yılında Gazi Üniversitesi’nde Siyasal Teoriler Doçenti, 1996’da da Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Genel Kamu Hukuku Profesörü oldu. 1997-1998 akademik yılında Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin kurucu dekanlığını üstlenen Köker, 2001-2004 yılları arasında Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölüm Başkanlığını yürütmüş olup halen Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Bölümü öğretim üyesidir.1989-1997 yılları arasında, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Bilkent Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi’nde, yarı zamanlı olarak lisans ve lisansüstü dersler vermiş olan Köker, Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki derslerine de devam etmektedir. Köker’in çok sayıda Türkçe ve İngilizce yayını bulunmaktadır. Kendisinin kitapları arasında, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi (1990; 2005), İki Farklı Siyaset (1991 ve 1998), Demokrasi Üzerine Yazılar (1992), İmparatorluktan Tanrı Devletine (1991; 2005), Tanrı Devletinden Kral Devlete (1992; 2005), Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı

(1993; 2005) bulunmaktadır.

Levent Köker Kimdir?

TÜRKİYE’NİN YENİ ANAYASA DÜZENİNDE

DENGE VE DENETLEMEYAPILANMASI BAKIMINDANHÜKÜMET SİSTEMLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

I. Giriş

Türkiye’nin yeni anayasasını arama süreci, TBMM Uzlaşma Komisyonu’nun dağılmasıyla birlikte durmuş gibi görünüyor. Bununla birlikte, yeni anayasa arayışının temel sebepleri ise varlığını muhafaza ediyor. Ancak, içinde bulunduğumuz “seçimler dönemi” nedeniyle yaşanmakta olan siyasî belirsizlik, yeni anayasa arayışının ne zaman canlanacağı konusunda bir öngörüde bulunmayı da neredeyse imkânsızlaştırmış durumda. Bugün gelinen noktada en hararetli gündem maddelerinden biri yasama-yürütme ilişkilerinin nasıl düzenleneceği ile ilgili. Bir diğer ifâdeyle hükûmet (veya yönetim) sistemi denebilecek olan bu konu, ister yeni anayasa düzeni içinde olsun, ister yürürlükteki anayasa düzeninde bir dizi değişiklik yapmak suretiyle gerçekleştirilmek istensin, Türkiye’nin kısa vâdede yüzleşmesi gereken en temel sorunlardan birini oluşturuyor. Sorunun bu kadar hayatî, bu kadar temel nitelik almasının biri doğrudan mevcut anayasadan kaynaklanan, diğeri ise daha çok pratik (gündelik) siyasete bağlı sebepleri bulunuyor. Bilindiği gibi mevcut anayasa, yetkili ama sorumsuz bir cumhurbaşkanlığı makamı öngörüyor. Bu, kuşkusuz bir hukuk garabeti. “Yetki varsa sorumluluk da vardır” diye özetlenebilecek en ilkel ve evrensel hukuk ilkesinin açıkça ihlâli söz konusu. 12 Eylül askerî darbesinin liderine göre biçilmiş bu garip elbisenin demokratik hukuk devleti olma iddiasındaki bir anayasa düzeninde yeri olmayacağı açık. Bugüne kadar cumhurbaşkanlarının TBMM tarafından seçilmesi ve cumhurbaşkanı seçilen kişilerin varsa partileriyle olan ilişkilerinin kesilmesi, bu garabetinin belki büyük sorunlar çıkarmasına engel olabilmiştir. Şimdi ise cumhurbaşkanı doğrudan halk tarafından seçilecek. Bu durumda, varlığını ve meşrûiyetini TBMM’den değil de doğrudan halk irâdesinden alan bir cumhurbaşkanı, bu yetkili konumunu siyâsî gücünü pekiştirmek amacıyla çok daha rahat bir biçimde kullanabilecektir, üstelik “sorumsuz”dur da.

Dolayısıyla, cumhurbaşkanının anayasal statüsü ile ilgili bir düzenleme gerçek bir zorunluluk. Bu zorunluluğu ortaya çıkaran ve pratik siyasete bağlı olarak gündeme gelen bir başka boyut da var. Bu da, halk tarafından seçilecek yeni cumhurbaşkanının çok büyük ihtimalle AK Parti mensubu bir isim, belki de bugünkü Genel Başkan ve Başbakan olacağına bağlı bir sebeb. AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan’ın yeni cumhurbaşkanı olma isteği hâlâ bir varsayım ama, bu varsayımın gerçek olma ihtimali çok kuvvetli zirâ AK Parti Tüzüğü uyarınca arka arkaya üç dönemden fazla genel başkanlık ve milletvekilliği yapılamıyor. Bu kural değişmediği takdirde, mevcut Genel Başkan’ın bu sıfatı, milletvekilliği ve dolayısıyla Başbakanlığı ile birlikte sona erecek. Bu da bir arayış nedeni ve AK Parti bu arayış doğrultusunda “başkanlık sistemi” adı altında bir anayasa değişikliği önerisi hazırlamış durumda.

Önerinin sunuluşu ve sonrasındaki tartışmalara baktığımızda, bazen “başkanlık” bazen “yarı başkanlık” bazen de “partili cumhurbaşkanı” terimlerinin kullanıldığını görmekteyiz. Buna ek olarak, bazı önde gelen AK Parti sözcüleri “Türkiye tipi başkanlık sistemi”nden de söz etmektedirler. Anlaşılıyor ki, AK Parti’de de, AK Parti önerilerine “parlâmenter sistem” lehinde sözlerle karşı çıkan muhalefet partilerinde de ve genel kamuoyunda da kafalar epeyce karışmış vaziyette.

Bu çalışma bu kafa karışıklığını gidermeye bir katkı yapmayı amaçlıyor, kuşkusuz, ancak bundan daha öteye geçen bir amacı da var: Türkiye’nin hem ihtiyaç duyduğu yeni anayasa bağlamında, hem mevcut anayasa düzenindeki çarpıklığı giderme ihtiyacı nedeniyle ve hem de pratik siyasette iktidar mücadelesi veren siyasî partilerin kendi arayışları içinde, alternatif siyasî sistemlerin neler olabileceğini tartışmak için kavramsal ve dünya uygulamalarının gözlemlenmesinden yol çıkan sonuçlara dayalı tutarlı bir çerçeve ortaya koymak.

*8 Nisan 2013 tarihinde “Denge ve Denetleme Olmadan Ne Parlamenter ne Başkanlık Sistemi” konferansında sunulmuştur.

Page 2: TÜRKİYE’NİN YENİ ANAYASA DÜZENİNDE DENGE VE … · Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölüm Başkanlığını

2

Bu çalışma bu kafa karışıklığını gidermeye bir katkı yapmayı amaçlıyor

kuşkusuz, ancak bundan daha öteye geçen bir amacı da var: Türkiye’nin hem

ihtiyaç duyduğu yeni anayasa bağlamında, hem mevcut anayasa

düzenindeki çarpıklığı giderme ihtiyacı nedeniyle ve hem de pratik siyasette

iktidar mücadelesi veren siyasî partilerin kendi arayışları içinde, alternatif siyasî

sistemlerin neler olabileceğini tartışmak için kavramsal ve dünya uygulamalarının gözlemlenmesinden yol çıkan sonuçlara dayalı tutarlı bir çerçeve ortaya koymak.

Bu amaçlar doğrultusunda, öncelikle bütün hükûmet sistemi tartışmalarında esas alınması gereken bazı temel noktaları belirtmemiz gerekmektedir:1. Hükûmet sistemi tartışmaları, demokratik hukuk devleti anlayışına uygun bir biçimde ele alınmalıdır.2. Demokratik hukuk devleti anlayışı, devletin yasama, yürütme ve yargı organları arasında “kuvvetler ayrılığı”nı öngörür.3. Bir anlamda demokratik hukuk devletinin önşartı sayılabilecek olan kuvvetler ayrılığı özünde, devletin egemenlik kavramıyla ifâde edilen “mutlak, en üstün ve sınırsız” iktidarının farklı organlar arasında bölüştürülmesiyle kurulacağı düşünülen denge ve denetleme (checks and balances) sistemi ile eşanlamlıdır.4. Sistemin ihlâl edilmesi mümkün olmayan temel ilkesi “yargı bağımsızlığı”dır. Bir diğer deyişle, yasama ve yürütme işlemlerinin bağımsız yargı organı tarafından hukuka uygunluk açısından değerlendirilmesi demokratik hukuk devletinin varlığı için bir zorunluluktur.5. Yargı bağımsızlığının nasıl bir kurumsal yapı içinde gerçekleştirilmesi gerektiği görece ayrı bir konudur ve esasen denge ve denetleme sistemi bağlamında daha önce ele alınmıştır. Burada şunu belirtmekle yetinelim ki Türkiye’nin yeni anayasa düzeni ile ilgili arayışında yargı bağımsızlığı için Avrupa Konseyi normlarına ve özellikle Venedik Komisyonu’nun tesbit ettiği kurumsal ilkelere uygun düzenlemelere yönelmesi hâlâ gerçekleştirilmeyi bekleyen bir hedef olarak ortada durmaktadır. Demokratik hukuk devleti anlayışı bağlamında düşünmemiz gereken çağdaş kuvvetler ayrılığı düşüncesinin vazgeçilmez üst ilkelerinden bir diğeri de insan haklarıdır. Özellikle yine Türkiye’nin anayasal arayışları bakımından belirtilmesi gereken nokta, kuvvetler ayrılığı ile ilgili kurumsal tercihler ne olursa olsun, Türkiye’nin BM ve AK üyelikleri çerçevesinde bağlı bulunduğu temel insan hak ve hürriyetleri ile ilgili uluslararası andlaşmaların en geniş ölçüde gözetilmesi gerektiğidir.

Bu çalışmada önce kuvvetler ayrığılı kavramı ve bu kavramın pratikte ne gibi hükûmet sistemi tercihleriyle somutlaştığı üzerinde durulduktan sonra 1982 Anayasası ve bunun değiştirilmesine yönelik siyasî partilerin önerileri ele alınacaktır.

II. Denge ve Denetleme Yapılanmasının Kavramsal Kaynağı Olarak Kuvvetler Ayrılığı

Devletin egemenlik terimiyle ifâde edilen üstün iktidarının bölümleri olan yasama, yürütme ve yargının birbirlerinden ayrı organlar eliyle kullanılması olarak basitçe ifâde edebileceğimiz “kuvvetler ayrılığı” �kri, görece yeni ve modern devletin bir hukuk devleti olması gereğine bağlı olarak ortaya çıkmış olan bir �kirdir. Kuvvetler ayrılığının farklı açıklama biçimleri bulunsa da, kavramın özü modern anayasacılık akımlarının ortak noktası olan devlet iktidarını objektif hukuk kurallarıyla sınırlandırma kaygısıdır ve bu sınırlandırmanın temelinde de devletin insan haklarını ve temel özgürlükleri koruma, bunlara saygı gösterme yükümlülüğü yatmaktadır.

Kuvvetler ayrılığı �krinin modern anayasal devlet düzeni bağlamında iki farklı gerekçelendirme biçimi öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki kuvvetler ayrılığının toplumsal sınıf ve gruplar arasındaki çatışma potansiyelini gözönüne almakta ve kuvvetler ayrılığını bu çatışmayı belli bir dengede tutmaya yönelik bir mekanizma olarak görmektedir. Biraz anakronik olma riskini de üstlenerek belirtmek gerekir ki kuvvetler ayrılığı ile toplumsal sını�ar arası denge ve dolayısıyla istikrar

sağlamanın amaçlandığı �krinin izlerini Eski Yunan ve Eski Roma’da bulmak mümkündür. Eski Yunan düşüncesinin büyük temsilcilerinden Aristoteles’e göre en istikrarlı devlet (polis-kent devleti) düzeni, zengin sınıfın mutlak iktidarını temsil eden oligarşi ile yoksul ve câhil halk çoğunluğunun mutlak iktidarını temsil eden demokrasinin iyi yanlarını karma bir anayasa düzeni içindebirleştirmek sûretiyle kurulabilecektir. Aristoteles’in “politeia” dediği ve çağdaş çevirilerde “anayasal yönetim” olarak adlandırılan bu “karma anayasa düzeni”ni teoriden pratiğe aktaranlar ise Romalılar olmuşlardır. Eski Roma’da cumhuriyet dönemi olarak bilinen dönemde devletin yasa yapma iktidarı kentin soylular sınıfına (patriciler), yürütme ise yine soylular arasından belirlenen konsüllere âitti. Dışlanmış halk kesimini meydana getiren pleblerin mücadelesi sonucunda Eski Roma Cumhuriyeti’nde yasama yetkisi, soylulardan oluşan Senato ve pleblerden oluşan Halk Meclisi arasında paylaşılmış, yürütme ve yargı yetkileri de yine soylular ile pleblerden meydana gelen konsüller ve diğer idareciler ve yargıçlar arasında bölüşülmüştü. Gerek Aristoteles’in karma anayasa �kri, gerek Roma Cumhuriyeti’nde târihî mirası, Rönesans dönemiyle birlikte öncelikle İtalya’da kurulan modern kent cumhuriyetlerinde canlanmış ve daha sonra da çağdaş kuvvetler ayrılığı �krinin en büyük kurucularından olan Montesquieu tarafından geliştirilmiştir.

Kuvvetler ayrılığı teorisi ile ABD Anayasası’nı yapan “Kurucu Babalar”a önemli ölçüde ilham kaynağı olan Montesquieu, kuvvetler ayrılığını bir yandan Eski Yunan ve Roma’daki gibi toplumsal sını�ar arası bir denge sistemi olarak görürken diğer yandan da bu dengeyi özgürlüğün güvencesi gerekçesiyle temellendirmekteydi. “Montesquieu için özgürlük, her şeyden önce, farklı toplumsal-siyasal güçlerin varolmasına ve bunların rekabetinin, mücadelesinin bir denge ortamı yaratmasına bağlıdır. Raymond Aron’un deyişiyle ‘Montesquieu’nün temel düşüncesi hukuksal anlamda erklerin ayrımı değil, fakat siyasal özgürlüğün koşulu olan toplumsal güçlerin dengesidir.” Bu bağlamda Montesquieu, bütün kuvvetlerin tek elde toplandığı Osmanlı Devleti’ni bir “despotizm” olarak nitelerken, ilginç bir biçimde, yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerini ayrı organlara veren fakat bütün organlarda kontrolü soylular sınıfın elinde bulunduran Venedik Cumhuriyeti’ni de özgürlükten yoksun bir sisteme örnek olarak göstermiştir. Eklemek gerekir ki, yine Montesquieu, belki de fazlaca idealize edilmiş bir yorumla, İngiltere Krallığı’nı mükemmel bir yönetim sistemi olarak görmekte ve bunu da toplumsal sını�ararası güç çatışmalarını dengeleyen bir özgürlükler düzeninin varlığıyla kanıtlamaya çalışmaktaydı. Bu yorum, ilginç bir biçimde, modern kuvvetler ayrılığı �krinin bir diğer büyük savunucusu olan John Locke’un bireysel özgürlük kavramı temelinde İngiltere’nin parlâmenter yapısına denk düşen görüşleriyle örtüşmektedir.

Page 3: TÜRKİYE’NİN YENİ ANAYASA DÜZENİNDE DENGE VE … · Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölüm Başkanlığını

3

Modern kuvvetler ayrılığı �krinin özgürlükler açısından nasıl anlaşılması gerektiği konusunda eski ile yeninin ilginç bir sentezini ifâde eden bu görüşün bir benzerini 1919’da kurulan Weimar Cumhuriyeti döneminde Almanya’da da görmekteyiz. Marx’ın sınıf çatışması analizinden hareket eden Kirchheimer ve Neumann, örneğin, Weimar Anayasası ile getirilmiş olan kuvvetler ayrılığı sistemini, yasama, yürütme ve yargı güçlerini soylu ve burjuva sını�arı arasında paylaştırıp proletaryayı (emekçi halk sını�arını) dışladığı için eleştirmekte ve tam anlamıyla özgür bir demokratik hukuk devletinin kurulabilmesi için proletaryayı da içine alan bir düzen kurulması gerektiğini vurgulamaktaydılar.

Özetle belirtmek gerekirse, kuvvetler ayrılığı �krinin bir anayasa düzeninin temeline yerleştirilmesi bağlamında iki önemli gerekçe yer almaktadır:

1. Toplumsal sınıf ve gruplar arasındaki çatışmanın dengelenmesi2. Devlet iktidarının bu denge aracılığıyla bireysel özgürlüklere saygılı olacak tarzda sınırlandırılması ve denetlenmesi.

Günümüz dünyasında kuvvetler ayrılığı �krinin bu iki temel gerekçesi geçerliliğini muhafaza etmektedir. Bununla birlikte, 18. yüzyıldan bugüne dek yaşanan gelişmeler, çağdaş devlet düzenlerinin demokratik bir meşrûiyet zeminine dayanmasının bir zorunluluk olduğunu göstermiştir. Bunlara eşlik eden ve kuvvetler ayrılığı �krini demokratik bir siyasî düzen bağlamında yeniden değerlendirmeyi gerektiren bir diğer önemli gelişme ise hak ve özgürlüklerin sosyal boyutuyla ilgili olmuştur. Böylece devletin temel hak ve özgürlükleri sâdece korumakla yetinen değil, aynı zamanda bu hak ve özgürlüklerin gerçekleştirilmesi için pozitif yükümlülükler altına giren bir varlık olduğu düşüncesi öne çıkmıştır. Bir bakıma Weimar döneminde sözünü ettiğimiz yaklaşım içinde şekillenen “sosyal hukuk devleti” anlayışının 20. Yüzyılın ikinci yarısından başlayarak yükselen bir değer hâline geldiğini söyleyebilmekteyiz ki, bunun bir sonucu olarak devletin bürokratik örgütlenmesi büyümüş ve günümüzün demokratik anayasal düzenlerinde kuvvetler ayrılığı �kri düşünülürken bu sosyol boyutun dikkate alınması tam bir zorunluluk hâlini almıştır.

Bu bağlamda, eski, modern ve güncel gelişmelerin gerçek bir sentezini yapan Bruce Ackerman, kuvvetler ayrılığı �krini yeniden düşünürken üç genel ilkenin gözetilmesi gerektiğini vurgulamaktadır: Demokrasi, temel hak ve özgürlüklerin korunması ve etkililik. Bunlardan ilki yasaların yapılması ve uygulanmasında yurttaşlar topluluğu olarak halkın tercihlerinin oluşmasını ve yasalara yansımasını güvence altına alan usûl ve mekanizmalarla desteklenmiş (denge ve denetim altına alınmış) bir yasama sürecini öngörmekte; ikincisi halkın aktif siyasî katılımı yanında yargının etkinliğine dayalı bir denetim düzenini gerektirmekte, üçüncüsü ise devlet aygıtının özellikle de bürokratisinin işleyişinde etkililiği vurgularken yozlaşmanın engellenmesine odaklanmaktadır.

Eski çağdan günümüze gelişen bir kavram olarak kuvvetler ayrılığı iki farklı sistem tipiyle karşımıza çıkmaktadır: başkanlık sistemi ve parlâmenter sistem. Bu iki sistemin kavramsal tipler olarak özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

1. Her iki sistemde de yargı bağımsızdır.2. Yasama gücü halk (seçmenler) tarafından doğrudan doğruya seçilen bir kurula âittir.3. Parlâmenter sistemde yürütme, yasama organı içinden çıkmakta, yasama organının onayıyla görev yapmakta, yasamaya karşı sorumlu olmakta ve yasama tarafından denetlenebilmekte ve görevden alınabilmektedir.4. Buna karşılık başkanlık sisteminde yürütme halk tarafından ayrı bir seçimle işbaşına getirilen “başkan”dadır. Başkan’ın başta devlet bütçesi olmak üzere, önemli görülen pek çok işlemi yasama organının denetimine ve onayına tâbidir. Bununla birlikte Başkan’ın yasama organı üzerinde bir denetim veya fesih yetkisi olmadığı gibi, yasamanın da Başkan (yürütme) üzerinde böyle bir yetkisi (“impeachment” istisnası dışında) bulunmamaktadır. 5. Bir karma tip olarak “yarı başkanlık” sisteminde yürütme, başkanlık sisteminde olduğu gibi halk tarafından ayrı bir seçimle göreve gelen Cumhurbaşkanı ile parlâmenter sisteme uygun usûllerle belirlenen Başbakan başkanlığındaki Bakanlar Kurulu arasında paylaşılmaktadır.6. Bütün sistemlerde yasama ve yürütmenin eylem ve işlemleri bağımsız yargı tarafından denetlenmektedir.

Şimdi, “yargı bağımsızlığı” konusunu 1982 Anayasası’nı ele alacağımız bölüme bırakarak yukarıda özetleyemeye çalıştığımız kavramsal temeller üzerine kurulu iki anayasal model olarak parlâmenter ve başkanlık sistemi modellerinin gerçek dünyada bugün ne gibi farklılıklarla karşımıza çıktıklarına bakalım.

III. Başkanlık, Parlâmenter ve Karma Tipler Açısından Çağdaş Hükûmet Sistemlerinin Karşılaştırılması

Birleşmiş Milletler örgütünün resmî kayıtlarına göre bugün 193 devlet BM üyesidir. Burada yer almayan Tayvan ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni de bu sayıya eklediğimizde sayı 195’i bulmaktadır. Bu çalışmada bunlardan 128’inin anayasal düzenleri gözden geçirilmiştir. İncelememizin odaklandığı noktalar, bu 128 devletin anayasalarının (a) başkanlık mı, parlâmenter mi, yoksa yarı başkanlık mı oldukları, (b) yasama organlarının iki meclisli mi, tek meclisli mi olduğu, (c) devlet yapılarının federal, üniter ve bölgeli devlet niteliği taşıyıp taşımadıkları hususlarına odaklanmıştır.

Başkanlık ve parlamenter tiplerin günümüz dünyasındaki manzarasını tesbite yönelik incelememiz bununla sınırlı değildir. 195 devlet arasından, özgür ve demokratik bir ülke olmak bakımından “tam not” alabilen daha sınırlı sayıda ülkenin anayasal düzenleri de bu üç kriter bağlamında ayrıca değerlendirilmiş ve bu değerlendirme daha dar bir kapsamda, Avrupa’nın demokratik ve özgür ülkeleri açısından bir kez daha yapılmıştır.

Page 4: TÜRKİYE’NİN YENİ ANAYASA DÜZENİNDE DENGE VE … · Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölüm Başkanlığını

4

Eski çağdan günümüze gelişen bir kavram olarak kuvvetler ayrılığı iki farklı sistem tipiyle karşımıza çıkmaktadır: başkanlık sistemi ve parlâmenter sistem. Bu iki sistemin kavramsal tipler olarak özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

1. Her iki sistemde de yargı bağımsızdır.2. Yasama gücü halk (seçmenler) tarafından doğrudan doğruya seçilen bir kurula âittir.3. Parlâmenter sistemde yürütme, yasama organı içinden çıkmakta, yasama organının onayıyla görev yapmakta, yasamaya karşı sorumlu olmakta ve yasama tarafından denetlenebilmekte ve görevden alınabilmektedir.4. Buna karşılık başkanlık sisteminde yürütme halk tarafından ayrı bir seçimle işbaşına getirilen “başkan”dadır. Başkan’ın başta devlet bütçesi olmak üzere, önemli görülen pek çok işlemi yasama organının denetimine ve onayına tâbidir. Bununla birlikte Başkan’ın yasama organı üzerinde bir denetim veya fesih yetkisi olmadığı gibi, yasamanın da Başkan (yürütme) üzerinde böyle bir yetkisi (“impeachment” istisnası dışında) bulunmamaktadır. 5. Bir karma tip olarak “yarı başkanlık” sisteminde yürütme, başkanlık sisteminde olduğu gibi halk tarafından ayrı bir seçimle göreve gelen Cumhurbaşkanı ile parlâmenter sisteme uygun usûllerle belirlenen Başbakan başkanlığındaki Bakanlar Kurulu arasında paylaşılmaktadır.6. Bütün sistemlerde yasama ve yürütmenin eylem ve işlemleri bağımsız yargı tarafından denetlenmektedir.

raporları yayınlayan bu kuruluşun 2013 dünya raporuna göre “tümüyle özgür ülke sayısı 87’dir ve Türkiye onlarca yıldır “yarı özgür ülke” statüsünden çıkamadığı gibi 2013 Raporu’na göre son zamanlarda bazı gerilemelerin kaydedildiği üç ülkeden biri (diğer ikisi Rusya ve Ukrayna) durumuna da düşmüştür.

Freedom House, özünde Robert Dahl’ın çağdaş demokrasileri tanımlarken kullandığı bir kavram olan “poliarşi”nin içeriğini meydana getiren unsurları temel alan bir endeks geliştirmiş ve bu endeks üzerinden ülkelerin değerlendirmesini yapmaktadır. Ayrıntıya girmeksizin, bu endeksin ana temalarının ifâde ve örgütlenme özgürlükleri, hukuk devleti, etnik, dinî, cinsiyet veya cinsiyet yönelimi temelli ayrımcılık yasağı, din ve vicdan hürriyeti, serbest ve dönemsel seçimler, genel ve eşit oy hakkı, basın özgürlüğü konularından oluştuğunu söyleyebiliriz. İki genel hak ve özgürlükler kategorisi olarak “siyasî özgürlükler” (Political Liberties/PL) ve “yurttaş özgürlükleri” (Civil Liberties/CL) açılarından yapılan değerlendirmede en özgür ülkeye (1), özgürlüklerin hiç olmadığı ülkeye ise (7) verilerek bir skala oluşturulmaktadır. Bu skala açısında örneğin 2013 verilerine göre İspanya her ikisinden de 1, Özbekistan ise her ikisinden de 7 almıştır. 1975-1980 arası dönemde sırasıyla 2 ve 3 almış ve “tam özgür” ülke statüsünde bulunan Türkiye’nin notu 1980 darbesinden sonra kötüleşmiş,yine sırasıyla önce 4 ve 5 düzeyine gerileyerek sonra buradan 3 ve 3 düzeyine çıkarak “kısmen özgür” (partly free) kategorisine gelmiştir. 2013 verilerine göre Türkiye’nin özgürlük notu siyasî özgürlükler için hâlâ 3, medeni özgürlükler içinse bir puan gerileyerek 4, ortalama olarak da 3,5 düzeyindedir.

Kuvvetler ayrılığına dayalı denge ve denetleme düzeni açısından hükûmet sistemi tercihini ele aldığımız bu incelemede, tercihin mutlaka demokratik hukuk devletine elverişli olması gerektiğini kabûl ettiğimize göre, incelediğimiz toplam 128 ülke arasında Freedom House’un ölçütlerine göre tam özgür ülke statüsündeki ülkelerin sistem tercihlerinin anlamlı olacağını düşünmekteyiz. Genel bir veri olarak toplam 128 ülkeden 35’i başkanlık, 19’u yarı-başkanlık sistemini tercih etmişken, 74’ünün parlâmenter sistemle yönetildiğini saptamış bulunuyoruz.

1. ABD2. Almanya3. Andora4. Antigua ve Barbuda5. Arjantin6. Avusturalya7. Avusturya8. Bahamalar9. Barbados10. Belçika11. Belize12. Benin13. Botsvana14. Beyaz Rusya15. Brezilya

Ülke Adı Parlamenter Başkanlık Y-Başkanlık Federal Bölgeli 2 Meclis

Page 5: TÜRKİYE’NİN YENİ ANAYASA DÜZENİNDE DENGE VE … · Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölüm Başkanlığını

5

16. Bulgaristan17. Çek Cumhuriyeti18. Dominika19. Dominik Cumhuriyeti20. Ekvator Ginesi21. El Salvador22. Endonezya23. Estonya24. Finlandiya25. Fransa

26. Fransız Ginesi

27. Gana

28. Guyana

29. Güney Afrika

30. Hırvatistan

31. Hindistan

32. Hollanda33. İngiltere (B. Krallık)34. İrlanda35. İspanya36. İsrail

37. İsveç

38. İtalya

39. İzlanda

40. Jamaica

41. Japonya

42. Kanada43. Karadağ44. Kıbrıs Cumhuriyeti45. Kiribati46. Kosta Rika47. Kuzey Kıbrıs Türk C.48. Letonya49. Lichtenstein

50. Litvanya

51. Lüksemburg

52. Macaristan

53. Malta54. Marshall Adaları55. Mauritus56. Moğolistan57. Monako58. Nambiya

Page 6: TÜRKİYE’NİN YENİ ANAYASA DÜZENİNDE DENGE VE … · Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölüm Başkanlığını

6

Tablodan anlaşılacağı üzere özgürlük ve demokratiklik kriterleri açısından tam not alabilen 87 ülkeden 55’i parlâmenter sistemle yönetilirken sâdece 21’i, yani dörtte birinden azı başkanlık sistemine sâhiptir. Buna yarı-başkanlık sistemini de eklediğimizde sayı 32’ye, oran da üçte birin biraz üzerine, yüzde 36’ya çıkmaktadır.

Tabloda yer alan ülkeleri federasyon ve üniter yapı açısından değerlendirdiğimizde ise, 87 ülkeden 11’i, yâni yaklaşık olarak yüzde 12’si federasyon, geriye kalan bölümü ise üniter devlet niteliğindedir. Buna karşılık, üniter devlet niteliğinde olup da yasama yetkisi de dâhil olmak üzere geniş ölçüde bir bölgesel özerklik tanıyan ülkeleri (bölgeli devletler) gözönüne alırsak, federal devletlerle birlikte sayı 47’ye yükselmektedir ki oran olarak yüzde 54’e denk gelmektedir. Bölgeli devlet niteliğini üniter devletlerin kendi içlerinde oranlarsak, toplam 77 üniter devletten 35’i bölgeli devlet niteliğinde olmakla oran yüzde 45’e düşmektedir.

Yasama organının yapısı, yani tek veya iki meclisli olup olmama açısından baktığımızda ise, genel toplamda 87 devletten 34’ünde yasama organının iki meclisli olduğu görülmektedir ki oran olarak yaklaşık yüzde 39’dur. Buna karşılık, federasyon ve bölgeli devletlerin toplam sayısı içinde iki meclisli yasama organına baktığımızda, toplam 47 devletin 24’ünde iki meclisli yasama organının bulunduğu görülmektedir ki, oran yüzde 51 civarındadır.

Tam anlamıyla özgür ülke niteliğinde olan devletler arasında dikkat çeken bir diğer husus da, parlâmenter sisteme sâhip 55 ülkeden 24’ünün “anayasal monarşi” olmasıdır. Bu durumda, parlâmenter ve demokratik cumhuriyetlerin sayısı, parlâmenter monarşilerin sayısından biraz fazlayla 31’i bulmaktadır.Konuyu, Türkiye’nin de bir parçası olduğu Avrupa devletleri bağlamında ele alırsak, tablo daha da ilginçleşmektedir.

59. Nauru60. Norveç61. Palau62. Panama63. Peru64. Polonya65. Portekiz66. Porto Rico67. Romanya68. San Marino69. Sao Tome ve Principe70. Senegal71. Sırbistan72. Sierra Leone73. Slovakya74. Slovenya75. St. Kitts ve Nevis76. St. Lucia77. St. Vincent veGrenada78. Surinam79. Şili80. Tayvan81. Tonga82. Trinidad ve Tobago83. Tuvalu84. Uruguay85. Vanuatu86. Yeni Zelanda87 Yunanistan

TOPLAM 55 21 11 11 36 34

Page 7: TÜRKİYE’NİN YENİ ANAYASA DÜZENİNDE DENGE VE … · Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölüm Başkanlığını

7

Tablo-2 Avrupanın Demokratik Ülkelerinde Hükûmet Sistemleri ve Devlet Yapıları

TOPLAM

Ülke Adı Parlamenter Başkanlık Y-Başkanlık Federal Bölgeli 2 Meclis

32 1 4 3 17 13

1. Almanya2 Andora3. Avusturya4 Belçika5. Beyaz Rusya6. Bulgaristan7. Çek Cumhuriyeti8. Estonya9. Finlandiya10. Fransa11. Hırvatistan12. Hollanda13. İngiltere (B. Krallık)14. İrlanda15. İspanya16. İsveç17. İtalya18. İzlanda19.Karadağ20. Kıbrıs Cumhuriyeti21. K. Kıbrıs Türk C.22. Letonya23. Lichtenstein24. Litvanya25. Lüksemburg26. Macaristan27. Malta28. Monako29. Norveç30. Polonya31. Portekiz32. Romanya33. San Marino34. Sırbistan35. Slovakya36. Slovenya37. Yunanistan

Page 8: TÜRKİYE’NİN YENİ ANAYASA DÜZENİNDE DENGE VE … · Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölüm Başkanlığını

Avrupa’nın tam anlamıyla özgür ve demokratik ülkelerinin ortaya koyduğu veriler, toplam 37 ülkeden 32’sinin, yani yüzde 86’sının parlâmenter, dördünün yarı-başkanlık sistemiyle yönetildiğini, sâdece bir ada devleti olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nde başkanlık sisteminin mevcut olduğunu ortaya koymaktadır. Bu durumda Avrupa demokrasilerinin, ülkeler arasındaki kültürel ve tarihî farklılıklara rağmen, parlâmentarizm ortak paydasında birleştiklerini söyleyebilmekteyiz.

Avrupa demokrasileriyle ilgili bir diğer önemli veri ise federasyonun istisna olmasıdır. Avrupa demokrasilerinin büyük çoğunluğu (37’de 34’ü veya yüzde 92’ye yakını) üniter devlettir. Buna karşılık, bölgeli devlet yapılanmasına sâhip olan 17 devleti federasyonlarla birlikte hesaba kattığımızda, kendi içinde özerk bölgesel yönetimlere sâhip demokratik devletlerin oranı 37’de 20’ye, yâni yüzde 54’e ulaşmaktadır. Bu sayı ve oran, bu tabloda demokratik ülke olarak yer alıp da bölgeli devlet modeline dâhil edilmeyen bazı ülkelerin Avrupa Yerel yönetimler Özerklik Şartı’nı çekincesiz olarak uyguladıklarını varsayarsak biraz daha yükselebilecektir.

Avrupa demokrasileriyle ilgili bir diğer gözlem, toplam 37 ülkeden sâdece 13’ünde iki meclisli yasama organının mevcudiyetidir. Hemen belirtmek gerekir ki, iki meclislilik ile federal veya bölgeli devlet yapısına sâhip olmak arasında büyük bir korelasyon bulunmaktadır. Bir diğer deyişle federal devlet yapısına sâhip olup da iki meclisli yasama organı bulunmayan ülke olmadığı gibi, bölgeli devlet yapısına giren 17 ülke arasında da çoğunlukla iki meclisli yasama organı mevcuttur.

IV. Türkiye’nin Yeni Anayasa Arayışı

Genel olarak Dünya’nın ve özel olarak da Avrupa’nın demokratik ve özgür ülkelerinin siyasî sistemleriyle ilgili bu üç boyutlu gözlemlerimizden sonra, Türkiye’nin yeni anayasa arayışında gündeme gelen önerilerin değerlendirmesine geçebiliriz. Bu değerlendirmeyi yargı ve hükümet sistemi konularıyla ilgili olarak ayrı başlıklar hâlinde ve kuşkusuz hâlen yürürlükte bulunan 1982 Anayasası’nın eleştirisiyle birlikte yapacağız.

A. Yargı Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı

1. Genel Olarak

Türkiye’nin anayasal ve siyasî tartışmalarında gündemden hiç düşmeyen konuların başında kuşkusuz “yargı bağımsızlığı” gelir. Son zamanlarda, özellikle de önde gelen pek çok akademik yorumcunun “Anayasa krizi” olarak adlandırmakta tereddüt etmediği 2007 ve sonrası yaşanan olaylarda, “yargı bağımsızlığı”na ek olarak “yargının tarafsızlığı” terimi de eklenmiştir. Bu ekleme, herşeyden önce, Türkiye’de yargının, devletin temel siyâsî ve hukukî düzenini ilgilendirdiği düşünülen kritik uyuşmazlıklarda kurulu düzenin muhafızlığına eğilim gösteren tercihiyle ilgili bir eleştiriden kaynaklanmaktadır. Bu eleştirinin, hiç kuşkusuz, Türkiye Cumhuriyeti (1924, 1961, 1982) Anayasalarının hepsinin “ideolojik anayasalar” (1924’te “altı ok”, 1961’de “Türk milliyetçiliği”, 1982’de ise “Atatürk milliyetçiliği”) olmasıyla ilgisi büyüktür. Bu açıdan Türkiye’nin yargıya kurulu düzenin temelini belirleyen “devlet ideolojisi”ni muhafaza yönünde ve bu anlama gelmek üzere “vesayetçi” bir işlev yüklemiş olduğu da ileri sürülmektedir.

Konuyu anahatları itibariyle yargı bağımsızlığının nesnel ve öznel boyutlarıyla birlikte ele almak gerekmektedir. Nesnel anlamda yargı bağımsızlığı, öncelikle, yargı organının (yargı örgütünün kuruluş ve işleyişi ile bu örgütün işleyişindeki görevlilerin ve öncelikle de yargıçların) yasama ve yürütme organının indî (arbitrary) siyasî tercihlerinden bağımsız olmasını ifâde etmektedir. Bu anlamıyla yargı bağımsızlığının sağlanması bakımından nasıl bir yapılanmanın uygun olacağı sorusuna gelince, yerleşik demokratik hukuk devleti niteliğine sâhip ülkelerde birbirinden farklı sistemlerin tercih edilebildiği görülmektedir. Bununla birlikte, Türkiye’nin de mensup olduğu Avrupa Konseyi bünyesinde yer alan ülkeler açısından, Venedik Komisyonu olarak bilinen Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu’nun konuyla ilgili değerlendirmelerine dikkat etmekte yarar vardır.

Avrupa Konseyi mensubu ülkeleri yerleşik demokratik hukuk devletine sâhip olan ülkeler ve demokratik hukuk devletini inşâ evresinde olan ülkeler olarak iki ayırabilirsek, Venedik Komisyonu, birinci grupta yer alan Birleşik Krallık gibi ülkelerde yargının başı olan Lord Chancellor’ın aynı anda hem Adâlet Bakanı, hem Lordlar Kamarası Başkanı ve hem de ülkedeki baş yargıç görevlerini yerine getirdiğini ama buna rağmen bu ülkede yargının tam ve mükemmel bir bağımsızlığa sâhip olduğunu belirtmektedir . Buna karşılık, Türkiye’nin de içinde bulunduğu demokratik hukuk devletini inşâ etme sürecinde bulunan ülkeler bakımından yargı bağımsızlığının tesis edilmesi için önerilen ilkeler arasında şu iki noktanın öne çıktığı anlaşılmaktadır:

1. Yargı örgütünün kuruluş ve işleyişinde, özellikle de yargıçların özlük işleri, mesleğe giriş, atanma, yükselme, disiplin ve cezalandırma gibi kritik önemdeki konularda karar vermekle yetkili olan bir “kurul” oluşturulmalıdır.2. Sözü edilen kurul üyelerinin büyük çoğunluğu yargıçlık mesleğinden gelen üyelerden oluşmalı ve kurulun kararlarında “yürütme organı” etkili bir konuma sâhip bulunmamalıdır.

Bu iki temel ilke açısından Türkiye’nin tecrübesine bakacak olursak, şu hususlar öne çıkmaktadır:

1. 1961 Anayasası, yargıçların ve savcıların meslekî düzenini oluşturan kararların alınmasını Yüksek Hâkimler Kurulu (YHK) ve Yüksek Savcılar Kurulu (YSK) olarak iki ayrı kurul hâlinde düzenlemiş, YSK’nda Adâlet Bakanlığı’na üyelik ve karar sürecine katılma imkânı verilirken, YHK tümüyle bağımsız bir biçimde düzenlenmişti. YHK’nun 18 üyesinden 6’sı o dönemde Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu olarak iki bölümden oluşan TBMM tarafından, 6’sı Yargıtay tarafından ve kendi üyeleri arasından ve 6’sı da birinci sınıf yargıçlar arasından belirlenmekteydi. 1971 askerî müdahalesinin ardından yapılan değişiklikle üye sayısı azaltılan ve sadece Yargıtay tarafından belirlenecek şekle getirilen YHK, 1982 Anayasası’nda YSK ile de birleştirilerek HSYK adını almış ve üye yargıç ve savcı sayısı sadece

8

Page 9: TÜRKİYE’NİN YENİ ANAYASA DÜZENİNDE DENGE VE … · Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölüm Başkanlığını

Yargıtay ve Danıştay tarafından belirlenen 5’e indirilmiştir. Anayasa gereği Başkan konumundaki Adâlet Bakanı ile doğal üye olan Müsteşarı da dâhil edildiğinde üye sayısı 7 kişiye çıkan Kurul toplantılarında ve kararlarında yürütme organının etkililiği artırılmıştı. 2010 yılında halk oylamasıyla kabûl edilen Anayasa değişikliği ile üye sayısı 21’e çıkarılan, kompozisyonunda yüksek yargı mensubu olmayan birinci sınıf yargıçların temsil imkânı bulduğu ve üç ayrı alt kurul hâlinde örgütlenen yeni bir yapıya kavuşturulan HSYK, Venedik Komisyonu’nun yukarıda belirtilen ölçütleriyle görece daha uyumlu bir kurul haline gelmişti. Bununla birlikte, Türkiye’nin 2013 sonlarından itibâren yaşadığı son siyasî gelişmeler sonucunda HSYK’nın örgütlenişini ve iç işleyişini düzenleyen yasa değiştirilerek Adâlet Bakanlığı’nın kurul kararlarındaki etkisi artırılmıştır. Bu husus, esâsen yasayı onaylayan Cumhurbaşkanı’nın da dikkât çektiği bazı Anayasa’ya aykırılık iddiâlarını gündeme getirmiştir ki konu hâlen Anayasa Mahkemesi tarafından karara bağlanmayı beklemektedir.

2. Türkiye açısından değinmemiz gereken ikinci nokta, yargı organına yüklenen “ideolojik işlev” ile ilgilidir. Bu işlev, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Başlangıç bölümü ile ilk üç maddesinde belirtilen ve daha çok “Cumhuriyet’in nitelikleri” adı altında “resmî ideoloji” olarak özetleyebileceğimiz temel kuralların yargı organı tarafından geliştirilen içtihat ile belirlenmiş özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bir diğer deyişle, Türkiye’de yargı bağımsızlığı, Anayasa’da ve dolayısıyla Türk hukuk sisteminin temelinde yer alan resmî ideoloji tarafından bir anlamda bozulmaktadır. Yargı, Anayasa ve hukuk düzeni bakımından esas kabûl etmek durumunda kaldığı bu ideolojiyi esas alarak karar üretmek durumunda kalmaktadır. Bu bağlamda, özellikle Anayasa’da 2004 yılında getirilmiş olan (AY madde 90/son) ve temel hak ve özgürlüklerle ilgili uluslararası andlaşmalarla kanunların çatışması veya çelişmesi hâlinde uluslararası andlaşmaların esas alınarak karar verileceğini emreden kuralın yarattığı çelişki dikkat çekicidir. Çeşitli “hukuk sosyolojisi” araştırmalarında işâret edilmiş olan bu çelişki, temel hak ve özgürlüklere dâir uluslararası andlaşmalarla çatışma veya çelişme durumunda, devletin resmî ideolojisini referans alarak bağlayıcı nitelikte yüksek yargı kararları üretildiğini göstermektedir. Bir diğer ifâdeyle, HSYK ile ilgili Anayasa değişiklikleri sonrasında –anayasa’ya aykırılık iddiası hâlen AYM tarafından karara bağlanmayı bekleyen son yasa değişikliği bir yana- yargı bağımsızlığı konusunda bir ilerleme kaydetmiş olan Türkiye’de, Anayasa’nın demokratik hukuk devleti ilke ve kurallarıyla bağdaşmayacak biçimde yorumlanagelen resmî ideoloji yükü nedeniyle varolan bir çelişki yaşanmaktadır.

Bu çelişkinin temel kaynağı olan “(Anayasal) resmî ideoloji”, yargı bağımsızlığının öznel boyutunu, yâni yargıçlık mesleğinin tüm pratiklerinde yargıçların ideolojik tercihlerden de bağımsızlaşmaları zorunluluğunu büyük ölçüde imkânsızlaştıran bir hukuk (ve yargı) kültürü yaratmış olmaktadır. Sorunun halledilmesi için, yargı örgütünün kuruluş ve işleyişinin yanında bu “resmî ideoloji” boyutunu da giderecek bir anayasa yenilenmesine ihtiyaç olduğu açıktır. Bu yapılmadığı ölçüde yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının sağlanabilmesi de imkânsızlaşmış olacaktır.

3. Yukarıda değinilen noktalara ek olarak, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı için elzem olan bir hususu daha vurgulamak gerekmektedir: “Doğal yargıç” (tabiî hâkim) ilkesi. Bu ilke, bilindiği üzere, olağanüstü yargı organlarının kurulamayacağı, olaya göre mahkeme oluşturulamayacağı, herkesin önceden hukuka uygun olarak belirlenmiş bağımsız yargı mercileri tarafından âdil bir biçimde yargılanma hakkının tanınmasını ifâde etmektedir. Türkiye’de bu ilkeye aykırı olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kaldırılmasından sonra kurulan “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri” ile Terörle Mücâdele Kanunu’nun 10. Maddesi uyarınca oluşturulmuş ağır ceza mahkemeleri bu ilkeye ters düşmeye devam ediyordu. Son reformlarla bu mahkemelerin de kaldırılmış olması, “doğal yargıç” ilkesinin yerleştirilmesi bakımından olumlu adımlar olarak değerlendirilmelidir.

9

Türkiye’nin de içinde bulunduğu demokratik hukuk devletini inşâ etme sürecinde bulunan ülkeler bakımından yargı bağımsızlığının tesis edilmesi için önerilen ilkeler arasında şu iki noktanın

öne çıktığı anlaşılmaktadır:1. Yargı örgütünün kuruluş ve işleyişinde,

özellikle de yargıçların özlük işleri, mesleğe giriş, atanma, yükselme, disiplin

ve cezalandırma gibi kritik önemdeki konularda karar vermekle yetkili olan bir

“kurul” oluşturulmalıdır. 2. Sözü edilen kurul üyelerinin büyük

çoğunluğu yargıçlık mesleğinden gelen üyelerden oluşmalı ve kurulun

kararlarında “yürütme organı” etkili bir konuma sâhip bulunmamalıdır.

2. Siyasî Partilerin Önerileri

Bu değerlendirmeler ışığında siyasî partilerin önerilerine bakacak olursak, şu noktaların dikkat çektiğini görmekteyiz:

1. Mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı başlığı altında yer verilen önerilerde “hâkimler görevlerinde bağımsız ve tarafsızdırlar” kuralı üzerinde bir mutabakat vardır. Benzer bir mutabakat hiçbir “makam, merci veya kişi”nin mahkemelere ve yargıçlara emir veya talimat veremeyeceği, genelge gönderemeyeceği, tavsiye ve telkinde bulunamayacağı kuralı için de geçerlidir. Buna karşılık, yargıçların Anayasa ve kanunlara, hukuka ve vicdanî kanaatlerine göre hüküm vereceği kuralına Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP), diğer partilerden farklı olarak, uluslararası hukuk ve teamül kurallarını da açıkça yerleştirmeyi önermesi dikkat çekmektedir. Bu öneri, Türkiye’nin yargı pratiğinde 2004 sonrası tüm değişikliklere rağmen uluslararası özgürlük ve demokrasi normlarının savsaklanabilmiş olmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz.

2. Siyasî partilerin yargı ile ilgili önerilerinde, genel ilke olarak doğal yargıç (tabiî hâkim) ilkesine uygun ve bu ilkenin gereği olan olağanüstü yargı

organlarının oluşturulmasının engellemesi yönünde birleştikleri görülmektedir. Benzer bir mutabakat, yargı bağımsızlığının en önemli şartlarından olan yargıç güvencesi (savcılık da dâhil) başlığı altında da mevcuttur. Buna karşılık, AK Parti önerisinde “Hâkimler ve savcılar idarî görevleri yönünden Adâlet bakanlığı’na bağlıdır” kuralının getirilmesi dikkat çekicidir. 1961 Anayasası’nda savcılar için getirilmiş olan bu düzenlemenin AK Parti önerisinde yargıçları da içine alacak biçimde genişletilmiş olması, yargı bağımsızlığı açısından sorunlu durmaktadır. Savcılar için idarî yönden kabûl edilebilecek olan bu kuralın yargıçlar için gündeme hiç gelmemesi ve yargıçların idâri yönden de bağımsız olmalarının vurgulanması, Türkiye’nin târihî ve güncel tecrübeleri bakımından özellikle daha yerinde olurdu.

Page 10: TÜRKİYE’NİN YENİ ANAYASA DÜZENİNDE DENGE VE … · Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölüm Başkanlığını

3. Yukarıda değinilen ve siyasî partilerin önemli ölçüde mutabakat sağlayabildikleri ilkelerden farklı olarak, yargıçların ve savcıların atanmaları ve diğer özlük işleriyle ilgili konularda getirilen önerilerin birbirlerinden farklı nitelikler taşıdıkları görülmektedir. AK Parti “Hakimler ve Savcılar Kurulu” adıyla (içinde Hâkimler Dairesi ve Savcılar Dâiresi’ne ayrılan) bir kurul önermekte ve Adalet Bakanı ile Müsteşar’ın Kurul çalışmalarında etkililiğini yargı bağımsızlığını tehdit edebilecek ölçülere açık (örneğin soruşturma sürecindeki etki) bir biçimde muhafaza etmek istemektedir. Buna karşılık BDP, yürütme organından tümüyle bağımsız, bir “Yargı Yüksek Kurulu” öngörmektedir.“Hâkimler Yüksek Kurulu” ve “Savcılar Yüksek Kurulu” adlarıyla iki ayrı kurul oluşturulmasından yana olan CHP ve MHP önerilerinde ise, MHP önerisinde yer alan Savcılar Yüksek Kurulu’nun başkanının Adalet Bakanı olarak önerilmesi dışında pek büyük bir fark görülmemektedir. Öneriler arasındaki farklılıklar “tek kurul-iki ayrı kurul” ve kurulların üye sayıları gibi unsurlarda belirginleşse de, temelde AK Parti dışındaki önerilerde ortak nokta yargı örgütü ile ilgili kurulun (veya kurullardan) dışlarken, AK Parti ve savcılıkla sınırlı olmak kaydıyla MHP Adalet Bakanı’nın varlığını muhafaza etmek istemektedirler.

B. Hükûmet Sistemi (Yasama-Yürütme İlişkileri) Bakımından 1982 Anayasası’nın Atipik Tercihi

Bu çalışma bağlamında ince ayrıntılarına girme imkânımızın bulunmadığı dünya örneklerinin sunduğu tabloya bakacak olursak, varolan bütün demokratik ve özgürlükçü anayasal sistemlerin, başta açıklamaya çalıştığımız kuvvetler ayrılığına dayalı hükûmet sistemi modellerinden birine mutlaka çok yakın özellikler taşıdığını ve modellerden büyük sapmalar içermediklerini öncelikle belirtmemiz gerekmektedir.Buna karşılık 1982 Anayasası ile sâhip olduğu sistem, demokratik ve özgürlükçü hukuk devleti anlayışıyla bağdaşması mümkün olmayan ve hem modeller ve dayandığı ilkeler bakımından ve hem de siyasî hayatın gündelik işleyişi bağlamında sorun yaratan bir sistemdir. Kısaca özetleyelim:

1. 1982 Anayasası ile bakışta parlâmenter sistemin benimsendiği görülmektedir. Bununla birlikte, yüksek yargı organları başta olmak << üzere çok önemli atama yetkilerinin yanında, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni gerektiğinde toplantıya çağırmak”, “gerek gördüğünde” Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmek veya kendi başkanlığında toplantıya çağırmak, belirli şartlar dâhilinde de olsa Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine karar vermek gibi son derece önemli icraî yetkileri bulunan bir Cumhurbaşkanlığı makamı oluşturulmuştur. Üstelik bu makam, devlet organları arasında uyumlu çalışmaya gözetmek gibi bir görev yüklenerek, Türkiye’nin demokratik ve özgür bir ülke olmasının önündeki târihî engellerden birini oluşturan vesâyetçiliğin en önemli taşıyıcılarından biri hâline getirilmiştir. Bütün bu yetkilerine ve vesâyetçi konumuna rağmen Cumhurbaşkanlığı, ahlâken olduğu kadar hukuken kabûl edilmesi mümkün olmayan bir çarpıklık içinde, “sorumsuz” bir makam olarak düzenlenmiştir. “Yetki varsa sorumululuk da vardır” diye özetleyebileceğimiz en temel hukuk ilkesini açıkça ihlâl eden bu düzenlemenin değiştirilerek, burada anahatlarını ve dünya örneklerinin sunduğu karşılaştırmalı özellikleri ortaya koymaya çalıştığımız modellerden birine uygun bir demokratik düzenlemeye kavuşturulması son derece ciddî ve âcil bir zorunluluktur.

2. Yetkili ve sorumsuz Cumhurbaşkanlığı makamının Türkiye’deki hükûmet sistemi bakımından yarattığı sorunlar sâdece kuvvetler ayrılığı bağlamında değerlendirmeye çalıştığımız denge-denetleme düzeni ve demokratik esaslar ile sınırlı değildir. İlkesel açıdan sorunlu olan bu yapı, Türkiye’nin güncel siyasî gelişmelerinde de büyük krizler yaratmaya adaydır. Çok yakın geçmişte, 2007 seçimlerinin hemen öncesinde ve sonrasında yaşanan ağır anayasal ve siyasî krizlerde Cumhurbaşkanlığı makamının yetkilerini, o dönemde parlâmento içinden çıkan ve ona karşı sorumlu olması gereken yürütme organına karşı kullanmasının büyük rolü olmuştur. Hatırlanacağı üzere, bu kriz sonucunda Türkiye, Cumhurbaşkanı’nın halk oyuyla seçilmesi sistemini benimsemeyi krizden çıkış için bir çare olarak görmüş ve kabûl etmiştir. Şimdi sorun, bu bağlamda, biraz da nitelik değiştirmeye aday bir biçimde, yetkili ve halk oyuyla seçilecek olan bir Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’nin siyasî hayatını nasıl etkileyeceği ile ilgilidir. Özünde parlâmenter sisteme göre oluşan yürütmenin iki başından biri olan Cumhurbaşkanı, acaba yeni dönemde yetkilerini nasıl kullanacaktır?

3. Buna bağlı olarak ortaya çıkan bir diğer sorun da, Cumhurbaşkanı seçilecek olan kişinin Anayasa’ya göre parti üyeliğinin sona ermesini emreden Anayasa hükmünden kaynaklanmaktadır. Yakın geçmişteki ANAP ve DYP örnekleri, siyasî parti genel başkanlarının Cumhurbaşkanı olması hâlinde bırakmak zorunda kaldığı siyasî partilerin sorun yaşayıp dağıldıklarını göstermektedir. Bu örnekler, Türkiye’de siyasî iktidarı 2002’den beri artan oy oranlarıyla elinde tutma becerisini gösteren AK Parti liderliği açısından düşündürücü olmaktadır. Zira, AK Parti’nin kendi iç düzeninden kaynaklanan bir zorunluluk nedeniyle, kurucu genel başkan ve Başbakan Erdoğan’ın arka arkaya dördüncü kez milletvekili ve dolayısıyla da Başbakan olma imkânı yoktur. Bu durumda ya bu parti içi kural ya da anayasa değiştirilecektir. Tabiî, Türkiye’nin genelini ilgilendiren bir sorun olarak anayasadaki hükûmet sistemi tercihi sorunu ile AK Parti’nin kendi iç düzeninden kaynaklanan bir takım siyasî kaygıların özdeşleşmesi doğru değildir. Ancak, AK Parti’nin konumu ve siyasî iktidara gelecekte de aday olma gücü dikkate alındığında, sorunu sâdece bir parti içi sorun olarak görmek de mümkün değildir. Kaldı ki, güncel siyaset içinde beliren bu sorun, 1982 Anayasası’nın garip ve çarpık sistem tercihinin âcilen değiştirilmesi yönündeki ihtiyaçla da örtüşmektedir.

4. Nihayet ve daha genel ama çok daha belirleyici olması gereken bir düzeyde, Türkiye’nin Kürt sorunu bağlamında içinde bulunduğu barış ve çözüm sürecinin de hükûmet sistemi tercihiyle birlikte gündeme oturan özgürlükçü demokratik düzen kurma arayışlarıyla uyumlu bir çizgiyi gerektirdiği söylenmelidir.

10

Page 11: TÜRKİYE’NİN YENİ ANAYASA DÜZENİNDE DENGE VE … · Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölüm Başkanlığını

11

Nesnel anlamda yargı bağımsızlığı, öncelikle, yargı organının (yargı

örgütünün kuruluş ve işleyişi ile bu örgütün işleyişindeki görevlilerin ve öncelikle de yargıçların) yasama ve

yürütme organının indî (arbitrary) siyasî tercihlerinden bağımsız olmasını ifâde

etmektedir.

C) Siyasî Partilerin Hükûmet Sistemi Önerileri

Yukarıda belirtilen noktalar ışığında, yeni anayasa arayışları bağlamında, TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu (Komisyon) çalışmaları çerçevesinde bir dizi hükûmet sistemi önerisi sunulmuştur. Bunlar arasında AK Parti’nin yukarıda özetlemeye çalıştığımız kaygılarının da yön verdiği mülâhazalarla gündeme getirdiği “başkanlık sitemi”, partinin siyasî ağırlığı nedeniyle özel bir öneme sâhiptir. Dolayısıyla önce bu öneri üzerinde duralım.

1. “Türkiye Tipi Başkanlık Sistemi”

AK Parti’nin gündeme getirdiği öneriyi en iyi TBMM Adâlet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya özetlemektedir: “Türkiye Tipi Başkanlık Sistemi”. Gerçekten de önerilen sistem, birçok bakımlardan “başkanlık sistemi”ne benzemektedir. Özellikle bu önerinin gerçekleşmesi hâlinde “Başkan” adını alacak olan kişinin doğrudan halk oyuyla seçilmesi ve yürütme gücünü tek başına eline alması, yürütmenin yasama organından tamâmen ayrılması yönünde bir öneri olarak bu benzerliğin ilk işâretidir. Buna ek olarak, “Başkan” tarafından belirlenecek olan “bakanlar”ın milletvekili olamayacakları kuralı da bu benzerliği pekiştirmektedir.

Buna karşılık, sistemi “Türkiye tipi” olarak nitelendirmeyi haklı çıkaran ve bu çalışmanın başında ortaya koymaya çalıştığımız başkanlık sistemi tipinden uzaklaşan unsurlar da mevcuttur. Bunların başında, yürütmeyi ifâde eden Başkan ile yasama organının ayrı ayrı yapılacak seçimlerle belirlenmeleri şartına ek olarak, bu seçimlerin aynı zamanda yapılmalarının önerilmesi gelmektedir. Bu öneri kabûl görürse, yürütme ile yasama arasında katı bir kuvvetler ayrılığına dayanan başkanlık sisteminin özünde yatan kuvvetlerin birbirlerini dengelemeleri ve denetlemeleri imkânı hukuken mevcut olmakla birlikte f iilen ortadan kalkabilecektir. Benzer bir durum, başkanlık sisteminden açık bir sapma meydana getiren yürütme ve yasama organlarının birbirlerini feshetme veya seçimlerin yenilenmesine karar verme yetkilerinin bulunmasıdır. Bu öneri kabul edilirse, yine kuvvetler ayrılığının kesin biçimi olan başkanlık sisteminin özü zedelenmiş olacağı gibi, üç defa arka arkaya seçilmesi mümkün olmayan Başkan’ın ikinci görev döneminin bitiminden kısa bir süre önce seçimlerin yenilenmesine karar vermek suretiyle f iilen üç dönem başkanlık yapma yolunu arayabileceği de ciddî bir yozlaşma ihimali olarak ortadadır.

Buna ek olarak, AK Parti’nin “Türkiye tipi” önerisinde dikkat çeken bir diğer husus “Başkanlık kararnamesi”dir. Başkanlık sistemini bir tip olarak ortaya koymamızı sağlayan ABD örneğindeki “executive orders”dan (yürütme emirleri) esinlenmiş gibi görünen bu öneri, ABD örneğinden özde tamamen farklı bir yapıdadır. ABD örneğinde Başkan’ın anayasayı ve yasaları sadâkatle uygulama yükümlülüğü”nün bir sonucu olan yürütme emirlerine karşılık AK Parti önerisindeki Başkanlık Kararnamesi, yasama organı tarafından düzenlenmemiş konularda Başkan’ın gerek gördüğü düzenleyici işlemleri yapabilmesi olarak formüle edilmiştir. Açıkça yürütme organına “aslî düzenleme, yani yasa yapma yetkisi verme” anlamına gelen bu düzenleme hiçbir demokratik sistemin içeriğiyle bağdaşabilir nitelikte değildir.

Başkan’a yine AK Parti önerisinde tanınması öneriler yargı ile ilgili yetkiler de hesaba katıldığında, önerilen “Türk tipi başkanlık sistemi”, en temel denge ve denetleme mekanizmalarından büyük ölçüde yoksun bir otokratik siyasî yapılanmaya dönüşebilecek bir sistem gibi görünmektedir.

Parlamenter sistemin esnek ve uyumlu özelliği, Sartori’nin ifade ettiği üzere, krizlerin dar ölçekli olarak hükümet

krizleri şeklinde ortaya çıkması düzeyinde görülmektedir. Ancak bunun

için temel gereksinimler arasında kriz çözme konusunda “uzlaşmacı, uyumlu

ve disiplinli siyasi partiler”in varlığı gerekmektedir. Türkiye açısından en büyük sorun ise tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Kırılgan siyasal

meseleler konusunda siyasi partilerin birey odaklı yaklaşımdan öte insan

hakları esasına dayanmayan ve tartışmaya açık olmayan kırmızı çizgiler ortaya koymaları uzlaşmacı ve uyumlu

hareket etme konusunda en büyük engeli oluşturmaktadır.

2. Parlâmenter Sistem Önerileri

AK Parti’nin yukarıda özetlenmeye çalışılan önerilerine karşılık CHP, MHP ve BDP tarafından yapılan önerilerde parlâmenter sisteme bağlı kalındığı görülmektedir. Parlamenter sistemin bu çalışmanın başında ortaya koymaya çalıştığımız özellikleri esas alındığına, Türkiye’de yürürlükte bulunan 1982 Anayasası ile getirilmiş bulunan iki başlı yürütme yapılanması temelinde, Cumhurbaşkanı odakta yer almak üzere yürütme organının güçlü kılındığı bir parlamenter sistem öngörülmüştür. Bu değerlendirmelerin temelindeki haklılık unsuru, Kenan Evren’in şahsında ve Cumhurbaşkanlığı makamında kişiselleştirilmiş iktidar modelidir. Hükümet sisteminin odağında yer alan Cumhurbaşkanı, bütün organlar üzerinde adeta hem karar alma konusuna birincil konuma yerleştirilmiş hem de koruyucular kurulu/ vesâyet makamı niteliğinde bir yaklaşımla bütün organlar üzerinde hâkim olması düşünülmüştür. Böylece sistemin bütün mekanizmaları adeta kendisine bağlanmış ve meydana gelecek aksaklık ve krizlerde çözüm üretici merci olarak tasarlanmıştır. Bu durum, parlâmenter sistemin esnek ve çeşitli siyasal sorunlara çare üretme imkânına getirilmiş bir sınırlama olmuştur. Çünkü demokratik siyasal karar alma süreci işlemez kılınmıştır. Yetki yoğunluğunu Cumhurbaşkanı etrafında oluşturmuş bu düzenleme, gerek 2007 yılı Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve gerekse 2010 yılı Anayasa değişikliği ile yapılan

Page 12: TÜRKİYE’NİN YENİ ANAYASA DÜZENİNDE DENGE VE … · Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölüm Başkanlığını

12

düzenlemeler göz önüne alındığında, Cumhurbaşkanının yetkilerini sınırlandırmamış, üstelik 2010 yılı değişiklikleri ile birlikte atamaya ilişkin yetkilerinde bir genişleme meydana getirmiştir. Böylece Cumhurbaşkanının sahip olduğu ve sıkça şikayet konusu edilen yetkilerinde sınırlanma yoluna gidilmemiştir. CHP, MHP ve BDP’nin anayasa önerilerinde “parlâmenter sistem”in benimsenmesi amacıyla anayasanın mevcut hükümleri üzerinde pek çok değişiklik öngörülmektedir.

Parlamenter sistemin esnek ve uyumlu özelliği, Sartori’nin ifade ettiği üzere, krizlerin dar ölçekli olarak hükümet krizleri şeklinde ortaya çıkması düzeyinde görülmektedir. Ancak bunun için temel gereksinimler arasında kriz çözme konusunda “uzlaşmacı, uyumlu ve disiplinli siyasi partiler”in varlığı gerekmektedir. Türkiye açısından en büyük sorun ise tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Kırılgan siyasal meseleler konusunda siyasi partilerin birey odaklı yaklaşımdan öte insan hakları esasına dayanmayan ve tartışmaya açık olmayan kırmızı çizgiler ortaya koymaları uzlaşmacı ve uyumlu hareket etme konusunda en büyük engeli oluşturmaktadır. Nitekim siyasi partilerin anayasa önerilerinde bunu açıkça görmek mümkündür. (AK Parti önerisinde, “başkan” odaklı iktidar oluşumuna karşın) CHP, MHP ve BDP önerilerinde genel olarak parlamento odaklı bir nitelik kazanmakta ve ayrıca kimi konularda ise iktidarın yaygınlaştırılması yöntemlerine başvurulmaktadır. Dolayısıyla özellikle CHP ve BDP önerilerinde Cumhurbaşkanının önemli yetkilerinin neredeyse tamamının sınırlandırıldığı görülmektedir ki bu durum 1982 Anayasasının hükümet sistemindeki garip çarpıklığı önemli ölçüde gidermektedir.

Öneriler bu çerçevede parlâmentonun üstünlüğüne dayanmakta ve siyâsî temsil bağının merkezine halkı ve dolayısıyla parlâmentoyu yerleştirmektedir. Burada BDP’nin özel bir önerisi, parlâmenter sistemi bölgesel ve yerel temsilî kurumlarla pekiştirmek yönündedir. Burada Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı hükümleriyle paralel düzenlemelere ve siyasal nitelikte bölge yönetimine yer verilmektedir. MHP mevcut anayasa hükümlerini benimseyip özerklik konusuna yer vermezken, CHP ise idarî özerklikten hareketle düzenleme önermekte yerel kararların alınması konusunda halk oylaması gibi yarı temsili hükümet kurumlarına yer verilmesini önermektedir. Yürütme ve yargı organları ise her üç partinin önerisinde, mevcut anayasada olduğu gibi egemenlik yetkisi kullanan organlar olarak düzenlenmektedir. Ancak bu noktada temel toplumsal tercihlerin, toplumun beklentileri ve iktidar-birey ilişkilerinde birey odaklı bir yaklaşımla iktidarın sınırlandırılmasıyla karşılık bulup bulmadığı önem kazanmaktadır. Çünkü egemenliğin kaynağını geleneksel yaklaşım yoluyla yalnızca göstermek yeterli olmayıp bunun temelinde yer alan halkın beklentilerinin anayasal düzende ifadesini bulması gerekmektedir ki çağdaş ve halkı esas alan demokratik bir anayasadan söz edilebilsin.

Öneriler bu yaklaşımdan hareketle değerlendirildiğinde Cumhurbaşkanının yetkilerinin sınırlandırıldığı görülmektedir. CHP ve MHP, Cumhurbaşkanının, 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği öncesinde olduğu gibi, TBMM tarafından seçilmesi önerisini getirirken; BDP ise 2010 yılı anayasa değişikliği ile getirilen, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi usulünü önermektedir. Dolayısıyla önerilerde, bu yönleri itibari ile CHP ve MHP bakımından klasik parlamenter sistem; BDP bakımından ise “başkanlı parlamenter sistem”in esas alındığı seçenek üzerinde durulabilir. Ancak BDP önerisinin bu yönde olduğunu söyleyebilmek için, Cumhurbaşkanın sahip olduğu yetkilere bakılarak bir sonuca varmak mümkün olabilir. Zira, BDP önerisi, “sembolik yetkili” ve “halk tarafından seçilen bir Cumhurbaşkanı” ile “icrâî yetki” sahibi “Bakanlar Kurulu” temeline dayanmakta ve buna bağlı olarak da BDP tarafından “Cumhurbaşkanlığının görev ve yetkileri anayasada sayma yoluyla belirlenir” ifadesi ile yetki sayımı yoluyla bir sınırlama öngörülmektedir. Bu durumda BDP önerisinin gerçek niteliği, Cumhurbaşkanlığının yetkilerinin nasıl tasavvur edildiğine bakılarak anlaşılabilecektir. BDP- Cumhurbaşkanı’nın yetkileri arasında “gerekli gördüğünde Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmek” ve “gerekli gördüğünde TBMM’ni toplantıya çağırmak” gibi açık yetkiler ile “anayasanın uygulanmasını ve hakemlik niteliğiyle, kamu yönetiminin demokratik ve adil biçimde işleyişini gözet[mek]” gibi görevlere yer vermekle, Cumhurbaşkanlığı’nı parlâmenter sistemde sâhip olması gereken sembolik yetkili konumunu aşan bir makam olarak tasavvur etmiş gibi görünmektedir.

V. Genel Değerlendirme ve Bazı Öneriler

Türkiye’nin yeni anayasa arayışında önemli temel konulardan biri olan ve güncel siyasî gelişmeleri ışığında, yeni anayasa çalışmalarından bağımsız olarak, özellikle de AK Parti tarafından gündeme getirilme ihtimâli son derece yüksek görünen hükûmet sistemi tercihi hakkında şu genel değerlendirmeleri yapabiliriz.

1. Dünyanın demokratik ve özgür ülkelerinde parlâmenter, başkanlık veya yarı-başkanlık sistemleri demokratik alternati�er olarak uygulanabilmektedir. Bununla birlikte, burada ele alınan 87 demokratik ülke anayasasında, yasama-yürütme ilişkilerinin örgütlenmesi bakımından “parlâmenter sistem”in ağır bastığı görülmektedir. Türkiye’nin de içinde yer aldığı Avrupa ülkelerinde parlâmenter sistemin ezici bir ağırlığı bulunmaktadır. Parlâmenter sistemin ağırlığı sâdece Avrupa ülkeleri bağlamında değil, Türkiye’nin kendi siyasî ve anayasal geleneğinde de mevcuttur. Bu durumda, “Türkiye tipi başkanlık sistemi” oluşturmaya kalkışmak yerine, varolan parlâmenter gelenekten ağır bir sapma ortaya koyan 1982 Anayasası’ndaki Cumhurbaşkanı odaklı yapıyı klâsik parlâmentarizme uygun bir yapıya dönüştürmek çok daha kolaydır.

2. Başkanlık sistemi önerilerinin gerekçelerinde, mevcut anayasadaki çarpık düzenlemenin etkisi altında, AK Parti liderinin Cumhurbaşkanı olmasıyla çıkabilecek siyasî sorunların potansiyel olarak yaratabileceği kriz ortamlarına veya koalisyon istikrarsızlıklarına dikkat çekilmektedir. Bu incelemede göstermeye çalıştığımız gibi, Türkiye’nin hükûmet istikrarı bakımından en zayıf olduğu dönemlerde demokratik özgürlükler bakımından yüksek notlar aldığı unutulmamalıdır. Dolayısıyla, hükümet istikrarı ile siyasî istikrar özdeşleştirilmemelidir. Bunu AK Parti’nin güçlü bir biçimde seçim zaferleri kazandığı uzun dönemler boyunca yaşanan anayasal ve siyasî krizlerde de yakından görmüş bulunuyoruz. Aslolan özgürlüklerin korunmasını ve geliştirilmesini sağlayacak ölçüde meşrû zemini kuvvetli bir demokratik düzen kurabilmektir. Sâdece Türkiye’de değil, Avrupa’da ve dünya genelinde bu düzen ağırlıklı olarak parlâmenter sistem tipine uygun olarak örgütlenmektedir.

3. Çağdaş demokrasilerin özünü oluşturan kuvvetler ayrılığı konusunda ABD’nin istisnaî bir başarı sergilediği, siyaset bilimi ile kamu hukuku alanlarında yerleşmiş bir gerçekliktir. Bugün başkanlık sistemi altında demokrasiyi devam ettirmeye çalışan ABD dışındaki

Page 13: TÜRKİYE’NİN YENİ ANAYASA DÜZENİNDE DENGE VE … · Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölüm Başkanlığını

13

Dünyanın demokratik ve özgür ülkelerinde parlâmenter, başkanlık veya yarı-başkanlık sistemleri demokratik alternati�er olarak

uygulanabilmektedir. Türkiye’nin hükûmet istikrarı bakımından en zayıf olduğu dönemlerde demokratik özgürlükler

bakımından yüksek notlar aldığı unutulmamalıdır. Dolayısıyla, hükümet

istikrarı ile siyasî istikrar özdeşleştirilmemelidir. Çağdaş

demokrasilerin özünü oluşturan kuvvetler ayrılığı konusunda ABD’nin istisnaî bir başarı

sergilediği, siyaset bilimi ile kamu hukuku alanlarında yerleşmiş bir gerçekliktir.

İnsanlığın henüz icâdına muva�ak olamadığı mükemmel ve kriz yaratmayacak bir sistem kurma iddiası geçerli olamayacağına göre,

sorun sistem ne olursa olsun kriz üreten temel toplumsal nedenleri ortaya

çıkarabilmektir. Bunun da yolu özgürlüklerin en geniş bir biçimde tanınıp güvence altına

alındığı bir sistem kurabilmekten geçmektedir. Bu sistem de, halkın serbest tercihlerine dayanan demokrasiyi, temel özgürlüklerin korunmasını ve bürokratik mekanizmanın yozlaşmasını önleyecek denge ve denetleme mekanizmalarının

yerleştirilmesini içermelidir. Bu mekanizmaların başında, hiç tavizsiz “yargı

bağımsızlığı” ve bağımsız yargının yasama ve yürütme tasarru�arını demokratik hukuk

devleti ilkelerine uygunluk açısından etkin biçimde denetlemesi gelmektedir. Buna ek

olarak, yasama ve yürütme organlarının kendi iç işleyişlerinde de komisyonlar ve

kurullar aracılığıyla etkin iç denetim mekanizmalarını düşünmek durumundayız. Ancak, en az bunlar kadar önemli bir diğer

husu da siyaset mekanizmasının merkezîyetçi niteliğinin tas�ye edilmesi ve yasama, yürütme ve yargı güçlerinin denge ve denetleme sistemi iinde örgütlenişini

bölgesel ve yerel düzeylerde de kurabilmektir.

ülkelerin başarılı olup olamayacakları henüz belli değildir. Kaldı ki, ABD de dâhil başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerde de, parlâmenter sistemin geçerli olduğu devletlerde de krizler olmaktadır. İnsanlığın henüz icâdına muva�ak olamadığı mükemmel ve kriz yaratmayacak bir sistem kurma iddiası geçerli olamayacağına göre, sorun sistem ne olursa olsun kriz üreten temel toplumsal nedenleri ortaya çıkarabilmektir. Bunun da yolu özgürlüklerin en geniş bir biçimde tanınıp güvence altına alındığı bir sistem kurabilmekten geçmektedir. Bu sistem de, kuvvetler ayrılığının günümüzdeki yeni anlamı üzeri yazan Bruce Ackerman’ın çok özlü bir biçimde ifâde ettiği üzere, halkın serbest tercihlerine dayanan demokrasiyi, temel özgürlüklerin korunmasını ve bürokratik mekanizmanın yozlaşmasını önleyecek denge ve denetleme mekanizmalarının yerleştirilmesini içermelidir.

4. Bu mekanizmaların başında, hiç tavizsiz “yargı bağımsızlığı” ve bağımsız yargının yasama ve yürütme tasarru�arını demokratik hukuk devleti ilkelerine uygunluk açısından etkin biçimde denetlemesi gelmektedir. Buna ek olarak, yasama ve yürütme organlarının kendi iç işleyişlerinde de komisyonlar ve kurullar aracılığıyla etkin iç denetim mekanizmalarını düşünmek durumundayız. Ancak, en az bunlar kadar önemli bir diğer husu da siyaset mekanizmasının merkezîyetçi niteliğinin tas�ye edilmesi ve yasama, yürütme ve yargı güçlerinin denge ve denetleme sistemi iinde örgütlenişini bölgesel ve yerel düzeylerde de kurabilmektir. Büyük çoğunluğu parlâmenter olan çağdaş demokratik sistemle arasında istisnâ gibi duran başkanlık ve yarı başkanlık sistemleri, bu incelemede göstermeye çalıştığımız gibi, büyük bir bölümü itibariyle federasyon veya bölgeli devlet niteliğindedir (21 başkanlıktan 12’si, 9 yarı-başkanlıktan 6’sı). Aynı biçimde, çağdaş parlamenter demokrasilerde, çok büyük çoğunluğu iki meclisli yasama organlarına sâhip başkanlık ve yarı-başkanlık sistemlerine ek olarak, iki meclisli yasama organı yapılanmasının azımsanmayacak bir önemi bulunmaktadır.

5. Son olarak, Türkiye için belirtmek gerekirse: 1961 Anayasası ile bir yandan demokratik ve özgürlükçü bir hukuk devleti inşâ etmeye yönelen ama diğer yanıyla da bürokratik vesâyetçi bir düzenin temellerini atmış olan Türkiye’de, 1961 Anayasası’nın ilk hâlinde varolan özgürlükçü düzenlemeleri bölgeli veya yerel özerkliğe dayalı, çokkültürlü ve iki meclisli parlâmenter bir yapı içinde yeniden kurmayı düşünmek, çağdaş gelişmiş demokrasi ilkeleriyle uyumlu ve gerçekleştirilebilir bir hedef gibi görünmektedir.