Upload
others
View
6
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
ULİSA ANALİZ ULİSA|Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü
Türk Dış Politikasının Son 10
Yılı Seminer Serisi- 1 Türkiye İran İlişkilerinin son 10 yılı Ulisa Analiz Bülteni Editörleri:
Prof. Dr. Mustafa Sıtkı BİLGİN
Araş. Gör. İsmail Erkam SULA
Araş. Gör. Eda BEKCİ ARI
Araş. Gör. Nur H. CAFOĞLU
Araş. Gör. Muhammed Ekrem KAYA
Enstitü Sekreteri M.Aykut KOÇAK
2
İÇİNDEKİLER
I. Takdim ...................................................................................................................................... 3
II. ULİSA Hakkında ...................................................................................................................... 4
III. Giriş ........................................................................................................................................... 6
IV. Batı-İran Yakınlaşması ve Türkiye| Doç Dr. Mehmet ŞAHİN ................................................. 6
V. Gerilimden Stratejik İşbirliğine? Son On Yılda Türkiye-İran İlişkilerinin Dönüşümü|Yrd.
Doç.Dr. Bayram SİNKAYA .......................................................................................................... 13
VI. İran Perspektifinden Türkiye İran İlişkilerinin Anlamı|Dr. Arzu Celalifer EKİNCİ .............. 17
VII. Sonuç ....................................................................................................................................... 23
3
I. TAKDİM
Saygıdeğer Katılımcılar,
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (ULİSA)
yeni faaliyete geçen bir kurumdur. Faaliyet alanlarından birisi olarak akademik ve stratejik
çalışmalar yapmayı planlamaktadır. Bu kapsamda panel, seminer ve sempozyum gibi bilimsel
etkinlikleri hazırlamakta ve birçok bilimsel faaliyetler yapmayı hedeflemektedir. Düzenli olarak
tekrarlamayı ve geleneksel hale getirmeyi planladığımız “Türk Dış Politikasının Son 10 yılı”
seminer serisinin birincisinde sizlerle birlikte olmaktan tüm ULİSA personeli olarak büyük sevinç
duymaktayız.
İlerleyen yıllarda daha büyük ve geniş katılımlı toplantılarda bir araya gelmek en büyük isteğimiz.
Yeni bir heyecanla bölgesinde yükselen Türkiye gibi Türk akademisinin de yeni bir heyecana
ihtiyacı olduğu hepimizin malumudur. İşte bu heyecanı hep birlikte hissedebilmek hedefini daima
temel çalışma ilkemiz ve motivasyon kaynağımız olarak tutmayı ve bu amaca doğru atılan bütün
adımları da desteklemeyi büyük bir sorumluluk olarak kabul etmekteyiz.
Bu mütevazı etkinlik de alanında uzman hocaların bir araya getirilmesi düşüncesiyle
oluşturulmuştur. Konumuz Türkiye – İran ilişkileri. Türkiye ve İran Ortadoğu’daki kadim devletler
ve kadim medeniyetler arasında yer alan iki ülke. Tarihten alacağımız büyük dersler var.
Çıkaracağımız önemli derslerden birisi 19.yy başlarında Türkiye ve İran arasında süregelen 20
yıllık mücadeleler. Bu mücadeleler sonucunda yıpranmış olan Osmanlı ve İran’ın bıraktıı güç
boşluğunun Rusya tarafından doldurulmuş olmasıdır. Rusya, her iki yıpranmış devlet arasında önce
1813 Gülistan, 1828 Türkmençay anlaşmasıyla İran’ı diskalifiye etmiş, ardından 1829 Edirne
anlaşmasıyla da Osmanlıya büyük zarar vermiştir. Bu tarihten çıkarabileceğimiz önemli bir derstir.
Halbuki bu iki ülke birleşerek bir güç oluştursaydı? O dönemde Şah’ın düşüncesi de buydu. Elbette
o zaman bölge için çok daha farklı bir tarih yazılmış olacaktı.
Ben sözü fazla uzatmadan; hedef olarak etrafına daha duyarlı bir ülkenin vatandaşları olmayı
düşleyen, sahip olduğu topraklardan sadece arpa buğday değil ama o topraklara ait bir ruh bir fikir
bir ekol çıkarabileceğine inanmış fikir insanlarının bir araya gelebileceği bir meclis oluşturabilmek
amacıyla bu proje, bu stratejik hedef belirlenmiştir. Bu çerçevede de bundan sonra düzenlemeye
devam edeceğimiz bu tür bilimsel etkinliklerde de beraber olmayı diliyoruz.
Bu etkinliği şereflendirdiğiniz için hepinize teşekkür ediyorum saygılar sunuyorum.
Çalışmalarımızla ilgilenen tüm akademisyen ve uzmanlara teşekkür eder saygılar sunarım.
Prof.Dr. Mustafa Sıtkı BİLGİN
Enstitü Müdürü
4
II. ULİSA HAKKINDA
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (Ulisa)
2014 ULİSA Personeli: Enstitü Müdürü, Araştırma görevlileri ve Enstitütü Sekreteri
ULİSA’nın misyonu; Özel olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyadaki bölgelerde ve genel
olarak ta dünya sathında cereyan eden uluslararası ilişkilerin dün, bugün ve geleceğinin
anlaşılmasına, açıklanmasına ve geliştirilmesine dönük araştırmalar yapmak ve bu araştırmaların
sonuçlarını akademik, siyasi ve toplumsal aktörlerle paylaşmaktır. Uluslararası ilişkilerin, özellikle
içinde bulunduğumuz dönemdeki küresel, siyasal, kültürel, stratejik, ekonomik ve sosyal
gelişmelerin çok boyutlu, aktörlü ve katmanlı bir süreç olması nedeniyle ULİSA’nın araştırmaları
disiplinler arası bir özelliğe sahiptir. ULİSA, güncel ve popüler konularla ilgilenmekten çok,
bilimsel referans ve bilgi kaynağı niteliğine sahip temel eserler, teoriler ve fikirler geliştirmeye
çalışmaktadır. Bu tür çalışmalar ve araştırmalar aracılığıyla bölgemizde ve dünyada barış, adalet,
vicdan, ahlak, işbirliği, kalkınma, güvenlik, refah, huzurun gelişmesine ve bu değerlere dayalı bir
dünya düzeninin kurulmasına katkı sağlamayı amaçlamaktadır.
ULİSA’nın vizyonu; misyonuna uygun bir şekilde çok disiplinli araştırmalar yaparak ve bu
araştırmalara dayalı stratejiler geliştirerek Türkiye’nin bölgesel ve global ölçekteki dinamik
5
konumunun daha da gelişmesine katkı sağlamaktır. Bu çerçevede, Türkiye’nin tarihi, kültürel,
sosyal, siyasal, ekonomik, stratejik ilişkileri ve diğer tüm bağlantıları, Türkiye’yi ve Türk dış
politikasını ilgilendiren komşu ülkeler, akraba toplumlar, bölgeler, örgütler, konular ve sorunlar ile
ilgilenmektedir. Ayrıca, Arap Baharı’ndan Avrupa Birliği’ne, İslam dünyasından Batı dünyasına,
Atlantik’ten Pasifik’e kadar tüm uluslararası, küresel ve yerel gelişmeler, dönüşümler ve süreçler,
uluslararası siyaset, medeniyet, bölgesel entegrasyonlar, kriz, çatışma, savaş, barış, işbirliği vb.
uluslararası ilişkiler ve stratejiyi ilgilendiren konular ULİSA’nın inceleme kapsamı alanına
girmektedir. Bu konular, uluslararası ilişkilerin değişen ile değişmeyen, kadim ile güncel, klasik
ile modern, modern ile post-modern gibi zamansal dinamikler yanında, yerel ile küresel, ulusal ile
ulusal-ötesi, bölgesel ile kıtasal gibi mekânsal düzlemlerdeki etkileşimler çerçevesinde
değerlendirilmektedir.
Enstitü Personeli
Prof. Dr. Mustafa Sıtkı Bilgin Enstitü Müdürü, University of Birmingham
Araş. Gör. İsmail Erkam SULA Doktora Öğr., Bilkent Üniversitesi
Araş. Gör. Eda Bekci ARI Doktora Öğr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Araş. Gör. Nur H. CAFOĞLU Doktora Öğr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Araş. Gör. Muhammed Ekrem KAYA Y.Lisans Öğr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Araş. Gör. Canan TÜNE Y.Lisans Öğr., TOBB ETÜ
M.Aykut KOÇAK Enstitü Sekreteri
Enstitümüzde Düzenlenen Faaliyetler
ULİSA “Türk Dış Politikasının son 10 yılı Seminerleri
ULİSA Tematik/Kavramsal Tartışma Toplantıları
ULİSA “Sosyal Bilim Felsefesi, Yöntem ve Kuram” Seminerleri
ULİSA “Kolokyum: Araştırma Tartışma Serisi”
ULİSA “Çay Sohbetleri”
ULİSA “Anadolu’dan Ortaklar” Programı
ULİSA ”Sorunlar/Cözümler Çalıştayı-Raporu”
Akademi-Think Tank – Bürokrasi Buluşmaları
6
III. GİRİŞ
“Türk Dış Politikası’nın Son 10 Yılı” Seminerleri geniş bir konu yelpazesine sahip olup Türk dış
politikası derinlemesine analiz edildiği dış politika panellerinden oluşmaktadır. Takip eden yıllarda
ULİSA çatısı altında Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası, uluslararası ilişkileri ve stratejik
konumu hakkında alanında uzman kişilerin yapacağı sunumlardan oluşan etkinlikler bu başlık
altında adlandırılacaktır. Video ya da ses kaydı altına alınan, deşifre edilen panel sunumları,
hazırlanan raporlarla ilgililere sunulacaktır. Bu etkinliğin her ay tekrarlanarak
gelenekselleştirilmesi planlanmakta bu yöntemle ULİSA’ nın geniş kapsamlı bir Türk dış politikası
çalışmaları arşivi oluşturmasını sağlanmaktadır. Kayıt altına alınan bu seminerler Enstitümüzün
web sitesinde de genel erişime açılacaktır. Bu bağlamda, uzun vadede ULİSA’nın Türk dış
politikası konusunda referans kaynağı haline gelmesi hedeflenmektedir.
Türkiye’nin komşu ülkeler ve bölgeler ile ilişkisinin derinlemesine analiz edildiği bu
toplantılarda, her bir panel özel olarak Türkiye’nin bir ülke ya da bir bölge ile ilişkisini
derinlemesine analiz edebilecek bölge uzmanlarının sunumlarını ve ardından soru cevabı
kapsayacak şekilde planlanmıştır. ULİSA bu çalışmalarında daha çok komşu ülkeleri ele
almaktadır. Bu kapsamda, TC Dış İşleri Bakanı Sn. Ahmet Davutoğlu’ nun farklı çalışmaları ve
konuşmalarında dile getirdiği yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzalarını incelemekte,
seminerlerini aşağıdaki gibi geniş bir coğrafyayı içerecek şekilde yapmayı planlamaktadır:
1. Yakın Kara Havzası : Ortadoğu -Balkanlar - Kafkaslar
2. Yakın Deniz Havzası : Karadeniz – Adriyatik - Doğu Akdeniz – Kızıldeniz – Körfez -
Hazar Denizi
3. Yakın Kıta Havzası : Avrupa - Kuzey Afrika - Güney Asya - Orta ve Doğu Asya
Bu rapor 3 Mart 2014 tarihinde Yıldırım Beyazıt Üniversitesinin Cinnah Yerleşkesi
seminer salonunda gerçekleştirilen “Türkiye-İran İlişkileri: Son 10 Yıl” başlıklı panel sırasında
yapılan sunumların deşifrelerinin yazılı metin haline getirilmesi sonucunda oluşmuştur. Söz
konusu panel ULİSA tarafından tekrarlanarak düzenlenmesi planlanan “Türkiye’nin Dış
Politikasının Son 10 Yılı” başlıklı seminer serisinin birincisidir. Her seminer sonunda ULİSA
ANALİZ raporları yayınlanacaktır.
ULİSA enstitü personeli olarak yapmış olduğumuz çalışmalar ile ilgilenen herkese teşekkür
eder, ilerleyen raporlarımızı da incelemenizi rica ederiz…
Türkiye-İran İlişkilerinin Son 10 yılı Panelistleri
Doç.Dr. Bayram SİNKAYA
Doç.Dr. Mehmet ŞAHİN
Dr. Arzu Celalifer EKİNCİ
7
IV. BATI-İRAN YAKINLAŞMASI VE TÜRKİYE| DOÇ DR. MEHMET
ŞAHİN
Teşekkür ediyorum nazik davetiniz için. Hem ULİSA’ya, hem başkanına, hem de dinleyicilere
değer verip geldikleri için teşekkür ediyorum. Bu sıralar İran konusunda bir toplantını yapılması
manidar. Zamanlama manidar derler ya biliyorsunuz. Bende manidar bulanlardanım açıkçası.
Benim konuşma başlığım İran batı yakınlaşması ve Türkiye.
Niye İran batı yakınlaşmak istedi? Bunlar durup dururken herhâlde yakınlaşmak
istemediler. Bu yakınlaşma konusunda İran’ı motive eden bazı nedenler var. Bir de batının tabiî
ki burada İran’la yakınlaşmak istemesinin veya bunu şu şekilde kullanabiliriz yakınlaşmak zorunda
olmasının da nedenleri var. Aslında iki ülkenin veya iki grubun yani İran ve Batı grubunun zorunlu
sebeplerden dolayı bu yakınlaşmanın olduğunu düşünenlerdenim açıkçası.
Tek tek inceleyelim o zaman. Yani niye İran bu yakınlaşmaya evet dedi veya bu
yakınlaşmayı istiyor? Çünkü İran’ın 79’dan bugüne kadar kullanmış olduğu batı retoriğine
baktığımız zaman aslında bu beklenmeyen bir şey. Hatta bu beklentiyi dini lider Ali Hamaney’in
açıklamalarında ben zaman zaman görüyorum. Mesela 79’dan sonraki süreçte yani son 5-6 ayı
saymaz isek batı ile yakınlaşmaya çalışıldığı zaman bir anlamda ihanet gibi yorumlanabiliyordu.
Ama şimdi bakıyorum ruhaninin batıyla yakınlaşma noktasında atmış olduğu adımları çok güzel
bir cümleyle tanımlıyor. “Kahramanca esnemek” diyor. Yani batıyla işbirliği içine girmeyi
kahramanca bir esneme olarak yorumluyor. Aslında bu cümlenin anlamı şu: İran’da ikiye
ayırıyorlar muhafazakâr ve reformcular diye. Muhafazakâr grup tarafından gelecek eleştiriye karşı
bu süreci yürüten Ruhani de hükümetine bir zırh oluşturuyor. Aslında onları koruyor. Çünkü
Ruhaninin bu konuda mesafe almasını istiyor. Bu kahramanca esnemek tabirini kullanmasının
sebebinin bu olduğunu düşünüyorum. Demek ki yöneticiler gerektiği zaman bazı kavramlar icat
ederek yol almasını becerebiliyorlar. Peki, İran niye böyle bir sürece girdi? Ben bunun bir
zorunluluktan kaynaklandığını düşünüyorum.
Buradaki en önemli sebep ekonomidir bence. Yani İran’ın içine girmiş olduğu ekonomik
sıkıntının ki bu aynı zamanda rejiminde ciddi bir sıkıntı içine itiyor buradan bir çıkış noktası arıyor.
Doğal olarak bir çıkış noktası arıyor. 2002 yılında benim takip ettiğim kadarıyla 3te 2 oranında bir
devalüasyon yaşandı İran’da. Tabiî ki ekonomi iyi gitmediği zaman bu defa siz rejimi de
koruyamıyorsunuz. Hatta devleti de koruyamamakla karşı karşıya kalabilirsiniz. Bu açıdan
bakıyorum. Bir düşüncenin değişmesinden veya İran’daki mevcut ideolojik rejimin değişmesinden
kaynaklanan değil de ekonomik ve siyasi zorunluluktan kaynaklanan bir batıya yaklaşma olarak
yorumlamanın daha doğru olduğunu düşünenlerdenim açıkçası. Çünkü mevcut ekonomik sıkıntı
devam ederse eğer İran bu mevcut rejimini taşıyamayacağını biliyor. Çünkü sürekli artık bu
sıkıntıyla birlikte rejimden uzaklaşan bir kitleyle karşı karşıya. Yani şunu demek istiyorum bugüne
kadar 79dan bu yana küresel sistemle sorunlu gözüken bir rejim bölgesel sistemle de sorunlu
gözüküyor. Yani burada daha çok Ortadoğu’yu kastediyorum. Ortadoğu’daki ülkeleri Arap
dünyasını kastediyorum. Şimdi bir de bu ekonomik sıkıntıdan dolayı içsel sorunlar çıkabilir. Bu üç
8
sorunu ne kadar taşıyabilir İran’daki rejim. O açıdan bunu çok iyi gördüğü için ki dışarıdan biz
görüyorsak bunu devleti yöneten İran’dakiler bizden çok daha iyi görüyorlar, bir çıkış arıyorlar.
Hatta bunu da şey güzel tarif etmiş, bugün ruhaninin başdanışmanı Mahmut Seyyül Galem. Onun
güzel bir cümlesi vardı benim de çok hoşuma gitti. Diyor ki İran devrimci vizyondan küresel
vizyona geçmek istiyor. Bence bu çok önemli bir cümledir. Artık devrimci vizyonla
gidilemeyeceğini fark ettikleri için artık küresel sistemin bir parçası olmak isteyen bir İran var.
Peki, bu noktaya nasıl gelindi? 79 dan bu yana ambargolarla karşı karşıya ama 2006-7-8-9
bunu Arzu hoca çok daha iyi bilir işlediği konu doktora tezinden dolayı nerdeyse her yıl
biliyorsunuz 2006dan sonra yaptırım kararları var BMGK nin yaptırım kararları. Ancak 2010
yılında alınan yaptırım kararı bence çok çok daha etki yaptı İran üzerinde, doğrudan İran’ın kalbine
yönelik bir yaptırım kararıydı. Çünkü petrol satışı ve bankacılık sistemine yönelik bir yaptırım
kararı. Bu yaptırım kararı İran’ı ciddi bir şekilde çıkmaza soktu hem petrol satışındaki rakamlara
bakarsak ne kadar azaldığını veya önümüzdeki süreçte ne kadar azalacağını ve şimdi bir de İran’ın
tabi ki gelirini ihracatının yüzde 80 85inin petrol doğalgaza bağlı olduğunu yani enerjiye bağlı
olduğunu göz önünde bulundurursak bu yaptırım kararlarının ne kadar önemli olduğunu veya İran
üzerinde nasıl etki yaptığını daha iyi anlayabiliriz. Eğer bir açılım süreci olmasaydı bu biraz daha
ileri taşınacaktı çünkü batıdan gelen sese baktığımızda artık doğalgaz satışına yönelik de yaptırım
kararlarının geleceği gündeme getiriliyordu. O açıdan mevcut yaptırımlardan zaten bir sıkıntı
yaşayan İran’ın yeni yaptırımları engellemek ve mevcut yaptırımlardan kurtulmak için bir çıkış
araması gerekiyor. Bu çıkış araması içinde bence çıkış için İran’daki cumhurbaşkanlığı
seçimlerinin bir fırsat olarak değerlendirdi rejim. Akıllı bir yaklaşımdı Cumhurbaşkanlığı için 686
başvuru yapan oldu. Bunlardan sadece 8 tanesine anayasa kurucuları konseyi tarafından izin
verildi. Bunun 2 tanesi seçim sürecinde biliyorsunuz çekildi ve geriye 6 tane kaldı. Burada öne
çıkan aday Ruhani’ydi. Yani Ruhani’nin söyle bir özelliği var hem rejim güvenecek hem de rejime
karşı tepkili olan kesimi sandığa çekecek bir aday olması gerekiyor. Yani ne şiş yanacak ne kebap.
Böyle bir süreç devam ettirmek istediler. Ruhani öyle bir adam ki hem kum mezunu hem batı
eğitimli. Yani hem batı diplomasisini bilen -geçmişte biliyorsunuz nükleer müzakerelerde de yer
almış birisi - Hem de rejiminin de çok güvendiği birisi. Belki Hatemi ile arasındaki fark da budur.
Çünkü Hatemi de reformcu olarak da adlandırılıyordu ama yeteri kadar dini lider ve liderlik
tarafından destek bulmamıştı. Ama benim gördüğüm kadarıyla nükleer müzakereleri sürdürmesi
için bu dosya Ruhani’ye verildi. Ruhani’nin şöyle bir artısı vardı 2009 seçimlerini göz önünde
bulundurarak aslında Ruhani’yi ileri sürdüler gibi geliyor bana. Tabi buna katılırsınız
katılmazsınız o tamamen sizin isteğinize kalmış bir şey. Fakat rejim bence burada iyi bir çıkış
yakaladı. Hem kendisini güvende hissederek hem de seçim sürecinde ümidini kesmiş İran‘daki
toplumu da sandığa taşıyabildi. Gerçi İran‘da herkes rejimle yatıp kalkmıyor. Gündelik olarak
acaba benim hayatım nasıl düzelir beklentisi içinde genel kitle. Bu durum hemen hemen her
rejimde böyledir. O açıdan bir değişim bir ışık yakalayabilir miyiz diye önce reformcu kesimi de
sandığa taşıyabildiler Ruhani’yle birlikte. Rejimin güvendiği biri ama reformcuların da “Acaba bir
çıkış yakalayabilir miyiz?” beklentisi ile bir ümit bağladığı biri olarak görüyoruz Hasan Ruhaniyi.
O açıdan rejim bence seçimlerde sahaya çok yi bir aday sürdü gibi geliyor. Bu sadece iç baskıyı
9
azaltmakla kalmadı İran üzerinde bi anlamda rejime kredi bitiyordu, halk içinde özellikle reformcu
kanat diye adlandıracağımız kesim ve genç kesim arasında rejim Ruhani’yle birlikte aslında kredi
süresini uzatmış oldu.
Bir anlamda üzerindeki iç baskıyı ötelemiş oldu. Ruhaninin iç baskı anlamında rejime böyle
bir katkısı oldu, şimdi birde dışarıya karşı kullandığı söyleme bakmak gerekiyor. Küresel sisteme
daha yumuşak bir söylem. O devrimci vizyonu bir tarafa bırakmış bölgede komşularına karşı daha
yumuşak bir söylem bir anlamda bakıyorsunuz aslında bu Ruhani’nin danışmanının Mahmut
Seyyul Galem’in söyleminde de görüyorsunuz. Bir anlamda Türkiye’nin 2002 yıllarında Ak Parti
dönemiyle birlikte biliyorsunuz o sıfır-sorun politikasına benzer bir politikanın ruhaniyle birlikte
uygulanmaya çalışıldığını görüyoruz. İşte komşularına yönelik daha sert devrimci bir söylem rejim
ihracı gündeme getiren söylem değil de daha işbirliği içinde olmak istediğini dile getiren bir
cumhurbaşkanıyla karşı karşıya kaldık. Bunun aslında bölgesel istikrar açısından da önemli
odluğunu düşünüyorum. Aynı zamanda küresel sisteme yönelik de olumlu mesajlar verdi. İran
Ruhani’yle birlikte iç ve dış baskıdan kurtulmaya çalıştı aslında. Peki bunu başarabilir mi? Bunu
süreç gösterecek ama Haziran 14’te seçimler oldu. Hazirandan bu yana yaşanan sürece
baktığımızda aslında İran’ın bu yaklaşımının bu siyasetinin bu tavrının başarısız olduğu da
söylenemez. Yani başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. O açıdan iç ve dış baskı daha çok
ekonomik anlamdaki baskıdan bir çıkış arama süreci İran’ı batıyla yakınlaşmaya itti. Burada
batıyla yakınlaşmaya itti derken batıyı iki perspektifte değerlendirmek lazım. Bir tanesi ABD İran
yakınlaşması bir diğeri de 5+1 ile İran arasında devam eden süreç. ABD de buna olumlu cevap
verdi biliyorsunuz BM Genel Kurul toplantısında işte son gün Ruhani ile Obama’nın görüşmesinde
taraflar birbirlerine sıcak mesajlar. Bunların süreci daha da hızlandırdığını görüyoruz.
İran şunun farkındaydı: bu çıkışı yakalaması için çıkış yapabilmesi için mutlaka
yaptırımlardan kurtulması gerekiyor. Bu yaptırımlardan kurtulmadığı sürece ve yeni yaptırımları
engellemediği sürece İran ideolojik, devrimci vizyondan küresel vizyona geçemeyeceğini bu
sıkıntılardan kurtulamayacağını biliyordu. O açıdan benim takip ettiğim kadarıyla zor da olsa İran
batıyla ABD İran veya 5+1 arasındaki süreci zor da olsa ileri noktaya taşınacağını
düşünenlerdenim. Çünkü İran’daki rejim bu konuda kararlı gözüküyor. İşte bu sıkışmışlık İran’ı
masaya getirdi. Peki, İran madem sıkıştı batı karşılık vermeseydi diyenler var. Yani madem
süreçten sonuç alınıyor. Hayır o kadar da kolay sonuç alınamıyor batı da ciddi bir çıkmazla karşı
karşıya. Çünkü batının amacı şu; İran’ı nükleer programdan vazgeçirmek. 79’dan sonraki sürece
bakarsak rejimi cezalandırma düşünceleri vardı. Ama daha sonraki süreçte nükleer programın
gündeme gelmesiyle birlikte bunu engelleme çabalarının olduğunu dile getirdiler. Peki yaptırım
kararıyla bunu engelleyebildiler mi? Engelleyemediler. Hatta bırakın İran daha denetimsiz şekilde
nükleer programını mümkün olduğu kadar daha ileri noktaya taşıma yolunda ileri adımlar attı. O
açıdan, madem yaptırımlarla engelleyemiyorlar peki askeri bir müdahaleyle engelleyebilecekler
mi? Bunun da çok zor olduğu görünüyor. Niye zor olduğu görünüyor çünkü ABD’nin dış
politikasında özellikle Ortadoğu’ya yönelik politikasında ciddi değişimin olduğu görünüyor.
Nedir bu değişim? İşte 2000lerin başında oğul Bush döneminde ABD inanılmaz güç dağıttı. Yani
10
kontrolsüz güç kullanımıyla birlikte aslında ABD kendi askeri ekonomik ve siyasi sınırlarını ortaya
koydu. Dünya bunu gördü. Hem ABD’nin müttefikleri bunu gördü hem de ABD’nin rakipleri bunu
gördü. Yani burada kastettiğim Çin veya sorun yaşamış olduğu diğer ülkeler Rusya ve İran.
ABD’nin sınırlılığını ve sınırının ne olduğunu gördüler. Şimdi Obama döneminde Bush
döneminde dağılan gücü tekrar toparlamaya çalışıyorlar. 2011 yılının aralık ayının sonu itibariyle
Iraktan çekilen bir ABD var. Burada muhalif güçlerini çekiyor tabi bağlılığı devam ediyor siyasi
ve ekonomik bağlılığı. 2014 yılında Afganistan’dan askerlerini çekmeyi düşünüyor. Suriye
konusunda da dikkat edelim ABD güç kullanamayacağını gösterdi. Yani bunun bölgesel ve küresel
sonuçları oluyor. İşte İran bunu gördüğü için baktı ki Suriye’de kimyasal silah kullanıldığında bile
müdahale etmekten geri duran bir ABD tutup İran’a mı bir askeri müdahalede bulanacak. Öyle
İran’a bir askeri müdahalede bulunmak her baba yiğidin harcı değil onu bir defa söylemekte fayda
vardır diye düşünüyorum. Çünkü 75 milyonluk bir ülke bölgesel etkisini de göz önünde
bulundurduğunuz zaman bölgeyi cehenneme çevirir. Bu ABD’nin tek taraflı yürütebileceği bir
süreç değil. AB’nin yani ABD’nin müttefiklerinin mevcut durumunu göz önünde
bulundurduğumuzda aslında bunun imkânsız olduğu göründü. O açıdan masaya oturmaktan,
diplomasiden başka yol kalmadı.
İran’ın ekonomik anlamda başarısızlığı veya birileri tarafından başarısız kılınması ve
batının da bu çıkmazları aslında iki tarafı masaya getirdi. Ama iki tarafı masaya getirmesi
farkındaysanız buraya gelene kadar sorun yaşayabilir ama ben masaya getirdikten sonra İran’ın
başarılı olduğunu düşünüyorum. Düşünsenize masanın bir tarafında İran diğer tarafında dünyanın
6 önemli ülkesi. Yani BM güvenlik konseyinin daimi 5 üyesi ve Almanya. Yani diplomatik açıdan,
İran açısından bunun başarı olduğunu düşünenlerdenim. Peki, neyi değiştirir bu? Çok şey değiştirir.
Eğer İran batı yakınlaşması sonuç verirse sert bir şekilde söyleyeceğim bunu ben bölgesel deprem
olacağını düşünenlerdenim. Bölgede siyasi deprem olur. Yani Arap Baharı sürecini hesaplayalım
bu bile bir depreme sebep oldu. Ben bunun da ciddi bir depreme sebep olacağını düşünenlerdenim.
Bu yargıya varmamın sebebi şu; 79’dan sonra bölgedeki devletlerin dış politikaları İran karşıtlığı
üzerinden inşa edildi. Maalesef sağlıksız bir inşa süreciydi bu. Hatırlayalım, 79’da İran devrimi
80’de Saddam’ın İran’a saldırması ve 81’de Körfez İşbirliği Örgütü’nün kurulması. Bunlar İran’ın
rejim ihracı politikasına karşı kurulan; yani hem bölgenin tüm siyasi yapısı hem de bölgedeki
devletlerin dış politikaları devrimci yani dini İran karşıtlığı üzerine inşa edildi. Hakeza 79’da
devrim 80’de askeri darbe Türkiye’deki. Yani bu darbeyi sadece iç saiklerle açıklayamıyorum ben.
Çünkü 80 darbesinden sonra Türkiye’de eğitim sistemi bazlı olaylar, solcu aydınların
öldürülmesi… Bu sürece baktığınız zaman aslında İran’daki rejim üzerinden Türkiye’yi batı
ekseninde tutmaya yönelik bir sürü şeylerin yapıldığını görüyorsunuz. Bırakın dış politikalarını
bazı ülkelerin iç politikalarını da İran karşıtlığı üzerine inşa ettiler. Peki, o zaman şimdi batı İran’a
yakınlaştığı zaman burada siyasi bir çözülme olacak. Bu kaçınılmaz olarak siyasi çözülme olacak.
Yani Körfez İşbirliği Konseyi kendini tekrar gözden geçirmek zorunda kalacak. Türkiye kendi
mevcut iç ve dış politikasında bazı değişiklikler yapmak zorunda kalacak. Bu açıdan batıyla
ilişkilerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalacak. Nitekim bunlar gündeme gelmeye başladı.
Bunun en çarpıcı örneği birkaç ay önceydi galiba 3 ay kadar oldu İsrail’de Hares Gazetesi’nde bir
11
haber yayınlanmıştı. 29 tane Arap lideri dış işleri bakanlarının tamamının olduğu söylendi. Suudi
Arabistan’ın kralının oğlunun olduğu söylendi. Abu Dabi’de bir salonda toplanıyorlar. İsrail
cumhurbaşkanı Simon Peres yüzlerine bakmadan bir-buçuk, iki saat konferans veriyor. Yani bu
neyin sonucudur. Bu İran batı yakınlaşmasının sonucudur çok bariz bir şekilde. Düşünebiliyor
musunuz yani İsrail cumhurbaşkanının kalkıp Araplara 1,5, 2 saat konferans vermesini nasıl
yorumlayabilirsiniz. Ben açık söylemek gerekirse bunun İran batı yakınlaşmasının bir sonucu
olduğunu düşünüyorum.
2. olarak Türkiye yansımasıyla ilgili birkaç cümle söyleyeyim. İran-batı yakınlaşmasının
ben Türkiye’nin faydasına olacağını düşünenlerdenim. Bir kısım, bunun Türkiye’nin aleyhine
olacağına düşünüyor. Benim de anlayamadığım şu; İran ile batı kötüyse Türkiye’nin aleyhine
oluyor diyenler, İran’la batı yakınlaşması da Türkiye’nin aleyhine oluyor diyorlar. Ben de diyorum
ki siz ne diyorsunuz artık bir karar verin. Hem diyorsunuz ki İran’la batı kötü olduğu zaman
Türkiye’nin aleyhine hem de diyorsunuz ki İran’la batı yakınlaşsa bu da Türkiye’nin aleyhine. Yani
Türkiye’nin lehine olan hiçbir şey yok mu? O açıdan benim gördüğüm kadarıyla İran’la batı kötü
iken Türkiye’nin açmazı şu idi; komşuyla durmuş olduğu yer arasında sorun oluyordu. Yani batı
müttefikisiniz bu ekonomik anlamda batıyla birliktesiniz OECD den bahsetmek istiyorum. Askeri
alanda NATO üyesisiniz. Siyasi anlamda batı ittifakındasınız. İran da batıyla sorunlu. Bu Türkiye
İran’la bazı anlaşmalar gündeme geldiğinde biliyorsunuz 2010 da çok gündeme gelmişti: “eksen
mi kayıyor?” tartışmaları gündeme geldi. Artı enerji açığı olan bir ülke İran’la enerji anlaşmaları
imzalamak zorunda kaldığında ciddi açmazla karşı karşıya kalıyor. Hatta bunun bazı ekonomik
süreci götürmek için farklı süreçlerin de takip edildiğini 17 Aralık sürecinde bunu daha iyi gördük
biliyorsunuz. Halk Bankası ve bazı insanların gündeme gelmesini de bu perspektifte
değerlendirebiliriz diye düşünüyorum. Ben İran’la batının yakınlaşmasının Türkiye’nin lehine
olduğunu düşünüyorum. Çünkü İran, Türkiye’nin şöyle bir artısı var bunu Türkiye propagandası
yapmak için söylemiyorum bölgedeki bütün ülkelerin sattıkları İran’ın sattıklarıyla aynı. Yani
bütün bölge körfez ülkeleri hepsine bakın bütün komşularımız enerji ihraç eden ülkeler. Türkiye
de enerjiye ihtiyacı olan bir ülke. Yani Türkiye’nin yerini Ortadoğu’da - ticari çeşitlilik olarak
söylüyorum- dolduracak bir ülke yok. Yani siz İran’dan almadığınızı Iraktan alabilirsiniz veya
körfez ülkelerinden alabilirsiniz. Yani körfez ülkeleri ne satıyorsa büyük oranda İran da onu
satıyor. Körfez ülkelerinin Arap ülkelerinin neye ihtiyacı varsa İran’ın da ona ihtiyacı var. Ama
Türkiye bunun tam tersi. Türkiye’nin enerjiye ihtiyacı var ve üretmiş olduğu malları satmak
istediği pazara ihtiyacı var. O açıdan Türkiye’nin burada sui-generis bir durumu var aslında
Ortadoğu’da. O açıdan bu yakınlaşma bence Türkiye’nin ekonomik anlamda ve enerji açığını
kapatma anlamında inşallah sonuç verir bu İran batı yakınlaşması. Hem de Türkiye’nin üretimdeki
çeşitliliğinde bir pazara ihtiyaç doğacak yani benim kastettiğim şu; Balkanlar’ dan bakın yakın
çevresinde üretim çeşitliliği anlamında Türkiye’nin yerini dolduracak bir ülke göremiyorum. O
açıdan şöyle bir şey olabilir. Türkiye’ye, diyorlar ki İran belki çok güçlü bir şekilde ortaya çıkan
bu siyasi rakip olur”. Siyasi rekabet Türkiye ile İran arasında her zaman olur. Bu Selçuklular
döneminde de vardı Osmanlılar döneminde de vardı ilerde de olacak. Ama Türkiye ile İran rakip
olmalarına rağmen birbirleriyle barış içinde bu ilişkiyi sürdürebilme tarihsel deneyimine sahipler.
12
O açıdan ben bunun ilerde de devam edeceğini düşünenlerdenim. Sadece bölgesel Kürt
yönetiminin bile Türk ekonomisi için son 10 yılda açmış olduğu alanı göz önünde bulundurun.
Çünkü orada 5 milyonluk bir nüfus bile son yıllarda ekonomik anlamda inanılmaz bir kapı açtı.
Peki, 75 milyonluk bir İran’ın Türk ekonomisinde açacağı bir kapıyı göz önünde bulundurmak
gerekiyor. Enerji kısmını bir tarafa bırakıyorum. O açıdan ben bu İran batı yakınlaşmasının Türkiye
açısından faydalı olacağını düşünüyorum. Bir şey daha var dünyayla ve küresel/bölgesel sistemle
kavgalı bir İran bölgede sorun çıkartır. Demek istediğim şu var; İran’ı iyi okursanız görürsünüz
ben düzen kurmuyorsam düzen kurdurmam kardeşimdir yani bu tavrı vardır. O açıdan bölgesel ve
küresel sistemle barışık ve devrimci vizyondan küresel vizyona geçmek isteyen İran daha sorumlu
bir üye olarak davranacağını ben düşünüyorum açıkçası.
Benim yaklaşımım bu teşekkür ediyorum sabrınız için.
13
V. GERİLİMDEN STRATEJİK İŞBİRLİĞİNE? SON ON YILDA
TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİNİN DÖNÜŞÜMÜ|YRD. DOÇ.DR.
BAYRAM SİNKAYA
İlk olarak; Türkiye İran ilişkilerinde gerilim mi vardı ki diye sorulabilir ya da Türkiye İran ilişkileri
ne zaman stratejik işbirliğine evirildi diye de sorulabilir. Aslında Türkiye İran ilişkilerinin bugün
geldiği noktayı tam olarak stratejik işbirliği şeklinde ifade edemeyiz ama bu yönde önemli adımlar
atıldığını da belirtmek gerekiyor. Türkiye İran ilişkilerinin bugüne nasıl geldiğine bakmak için
başlangıç noktası olarak 1998’i alabiliriz. 1998’de Türkiye ile İran arasındaki ekonomik
işlemlerin, ticari işlemlerin toplam hacmi 600 milyon dolar. Bugün Türkiye İran ticari ilişkileri 15
milyar doları aşmış durumda. Yani artık kaç kat büyüdüğünü siz hesap edin. Keza 1998’de İçişleri
Bakanı Saadettin Tantan’ın bir İran gezisinde; klasöründe İranlıların destek verdiği teröristlerin
listeleri bu teröristlerin İran’daki kamplarının listeleri, tedavi oldukları hastanelerin listeleri,
İran’daki bağlantıların listeleri vardı. 1 ay önce Başbakan Erdoğan İran’a gittiğinde ise onun
dosyası çok daha farklıydı. Onun dosyasında ticari ilişkiler nasıl geliştirebilir serbest ticaret
anlaşmasının imzalanması yüksek düzeyli işbirliği anlaşmasının imzalanması vs. gibi bilgiler
mevcuttu Yani; gündem tamamen değişmiş durumda.
Keza yine 1998’de Ankara ve Tahran’da Türkiye ve İran’ın büyükelçileri yoktu. Neden
yoktu? Önceki aylarda Türkiye’de 28 Şubat krizinin de etkisine bağlı olarak 2 ülkenin elçileri
karşılıklı olarak çekilmek zorunda kalmışlardı. İstenmeyen adam ilan edilmedi ama elçiler
çekilmek durumunda kaldı. Bugün ya da bir ay önce Başbakan Erdoğan Tahran’a gittiği zaman
yüksek düzeyli işbirliği anlaşmasını İran’la yüksek düzeyli işbirliği konseyinin kurulması
doğrultusunda bir bildiri hazırladılar. Böyle bir niyet ortaya koydular. Yani bu 3 başlıkta baktığımız
zaman hem güvenlik perspektifinden hem ekonomik perspektiften hem de siyasi perspektiften
aslında gerçekten gerilimden daha yoğun bir işbirliğine, bu stratejik işbirliği olmasa bile daha
yoğun bir işbirliğine geçildiğini net olarak görüyoruz. O zaman söyle bir soru karşımıza çıkıyor:
Türkiye İran ilişkilerindeki bu ilerlemeyi nasıl açıklayacağız? Belirgin bir dönüşüm var. Bu
dönüşümü nasıl açıklayacağız? Bu dönüşümü açıklamak için literatürde kullanılan farklı
yaklaşımlar var. Bugünlerde daha revaçta olan bir yaklaşım; birincisi bazı Acem ajanlarının
Türkiye’deki hükümet çevrelerine sızdığı ve onların da dolayısıyla İran’ın suyuna gittiği için
Türkiye İran ilişkilerinin ilerlediği yönünde ki ben bunu tartışmaya gerek bile görmüyorum. Ama
daha ciddiye alınabilecek yaklaşımlar ve literatürde öne çıkan yaklaşımlar var hocalarımız da tarihe
sık sık referans verdiler. Türkiye ve İran tarihsel olarak işbirliği ve gerilim arasında, işbirliği ve
çatışma arasında gidip geliyor. Türkiye ile İran arasındaki iyi ilişkileri ele aldığımız zaman ya da
siyasetçiler iyi ilişkilerden konuşacakları zaman hemen 1639 Kasrı Şirin’e kadar giderler. O
zamandan bu zamana Türkiye İran sınırları hiç değişmemiş her şey güllük gülistanlık çok güzel
ilişkiler var. Ama Türkiye İran ilişkileri bozulduğu zaman ise Safeviler’e kadar gideriz. Zaten
Osmanlı ile Safevi’nin arasında Türkiye’yle İran’ın arasında yapısal fark var, ideolojik fark var,
dinsel ve mezhepsel olarak fark var. Bunlar sürekli rekabet halindeler. Dolayısıyla bu rekabet tekrar
su yüzüne çıkıyor. Ama tarihsel olarak görülen bu yaklaşımların aslında ikisinin de tarihsiz
14
olduğunu ve basit anlatılar olduğunu görüyoruz. Çünkü onlar belirli ölçülerde gerçeğin bir kısmını
yansıtabiliyor ama ilişkilerdeki değişimi bize açıklayamıyor. Yani eğer mezhep meselesi ya da
ideoloji farkı meselesi Türkiye İran ilişkilerinde bir gerilim sorunuysa bir çatışma sorunuysa neden
arada işbirliği yapabiliyorlar. Ya da Türkiye ile İran tarihsel olarak zaten hep işbirliği yapmaya
eğilimli ise arada bu gerilimler neden ortaya çıkıyor. Bu değişimleri açıklayabilmek için daha farklı
bir yaklaşım kullanmamız gerekiyor. Keza son zamanlarda coğrafya kullanılıyor, Türkiye ve
İran’ın jeopolitik konumu ve jeo-stratejik kaynakları kullanılıyor. Türkiye gelişmekte olan bir ülke,
enerjiye ihtiyacı var İran’da enerji zengini bir ülke, petrol ve doğalgaz ihraç ediyor. Dolasıyla
bunların ikisinin işbirliği yapmasından daha doğal bir şey yok. Ama İran’da doğalgaz kaynakları
yeni keşfedilmedi. İran’da petrol daha öncede vardı, 1990’larda da vardı. O zaman bu yaklaşımda
bize son 10 yılda Türkiye İran ilişkilerinde ki ilerlemeyi anlamamıza yardımcı olmuyor. Türkiye
İran ilişkilerindeki ilerlemeyi anlamak için belki ilişkileri bağlamına oturtmak bağlamsallaştırmak
ya da dönemselleştirmek gerekiyor. Kendi dönemi içerisinde her alt dönemin kendi siyasi
konjonktürü sosyal ekonomik koşulları bölgesel ve uluslararası siyasetin genel durumunun ayrıca
incelenmesi gerekiyor ve daha detaylı analiz edilmesi gerekiyor. Dolasıyla 1990’larda sadece
Türkiye İran ilişkileri kötü değildi uluslararası siyaset ve uluslararası siyasetin bölgedeki etkileri
Türkiye ile İran arasındaki ilişkileri olumsuz etkiliyordu. Keza iki ülkenin en önemli sorunları
güvenlik sorunlarıydı. Bu da ister istemez iki ülke ilişkilerini olumsuz etkiliyordu. Güvenlik
sorunları öne çıkınca bu küreselleşme öncesi dönem biraz Soğuk Savaş’ın kalıntıları ve güvenlik
bürokrasisi etkili oluyor. Karşı taraf da artık daha realist bir bakış açısıyla gelen tehditleri önleme
arayışı çerçevesinde çeşitli hamleler yapıyor ya da dış politika biraz da Türkiye’nin güvenliğinin
korunmasına indirgenmişti ve İran’da da benzer bir yaklaşım vardı. Ama 1990’ların ortalarından
2000’lere doğru geçtiğimiz zaman bu şartlarda bazı değişiklikler görüyoruz. Her şeyden önce iki
ülkedeki siyasal liderlik büyük ölçüde değişti ama Türkiye İran ilişkilerinin değişimi AK Parti’yle
başlamadı. İsmail Cem’in Dış İşleri Bakanlığı sırasında başladı. Yani aslında Türkiye İran
ilişkilerinin dönüm noktası 2000’dir. Ahmet Necdet Sezer’in Tahran gezisiyle başlamış ve ilk defa
büyük bir iş adamı heyeti Cumhurbaşkanı’nın ziyaretine eşlik etmiştir. O ziyaret sırasında İran’da
Tahran Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı bölümü açıldı ve ilişkiler yavaş yavaş çeşitlenmeye
başladı. Bu konuyla ilgili Mustafa Aydınlar’ın çok güzel bir makalesi vardı; Ortadoğu’da özellikle
Türkiye’nin dış politikasında siyaset mi ekonomi mi daha belirleyici şeklinde. 2004-2005 tarihli
bu makalede siyasetin Türkiye’nin ekonomik ilişkilerinin de ekonomik dış ilişkilerinin de
belirleyici olduğu yazılır. Genel argüman budur. Gerçekten de Türkiye İran ilişkilerine baktığımız
zaman siyasi ilişkiler kötüyken ekonomik ilişkiler de dibe vurmuştur. 1998 örneğinde olduğu gibi.
Ama siyasi ilişkiler ilerlemeye başlayınca ona paralel olarak ekonomik ilişkiler de ilerliyor. Yalnız
son zamanlardaki gelişmeler bu konuda da yavaş yavaş bir değişim yaşadığımızı gösteriyor. Buna
tekrar sonuç kısmında gelmek istiyorum.
Türkiye İran ilişkilerinin dönüşümünü tartışırken her iki ülkede de zihniyet dönüştü. Dış
ilişkilere bakış zihniyeti dönüştü. Belki biraz küreselleşmenin etkisiyle belki biraz iki ülke
arasındaki güncel güvenlik sorunlarının çözümlenmesi sayesinde bu stratejik zihniyetin dış
politikaya bakışının değiştiğini görüyoruz. Dış politikaya bakışın değişimi 2001 tarihli bir MGK
15
zirvesinde çok net olarak görülüyordu. Orda artık bütün komşularla iyi ekonomik ilişkilerin tesis
edilmesi bu suretle Türkiye’nin güvenliğine katkıda bulunulması yönünde bir yaklaşım ortaya
çıkmıştı. Bu yaklaşım daha sonraki Ak Parti dönemlerinde de daha liberal bir ekonomik dış politika
ya da Kemal Kirişçi’nin tabiriyle Türkiye’de ticaret devletinin yükselmesine bağlı olarak
Türkiye’nin dış politika öncelikleri değişmeye başladı. Önceden üst düzey ziyaretler yapıldığı
zaman savunma bakanı ya da diğer güvenlik bürokrasisinin önde gelen isimleri ve birkaç asker bu
ziyaretlerin vazgeçilmez üyeleriydi. Şimdi ziyaretlerde ekonomi bakanını görüyoruz, enerji
bakanını görüyoruz ve iş adamlarını görüyoruz. Yani ekip tamamen değişti stratejik düşüncenin
stratejik zihniyetin iki ülkenin uluslararası ilişkilere bakışının değişmesine paralel olarak dış
politika yapıcılarda da bazı değişiklikler olduğunu görüyoruz. Nitekim bu çerçevede de önemli
adımlar atıldı ama bu haydi biz ilişkilerimizi değiştirelim geliştirelim demekle olmuyor bazı
sorunların çözülmesi gerekiyor. Gerçekten iki ülkede de 2001 yılında bu yönde olumlu bir ilerleme
vardı. İran’da Hatemi hükümeti işbaşındaydı. Türkiye’de Ecevit yönetimi daha sonra AK Parti
iktidara geldi. Üst üste güvenlik sorunlarının aşılması yönünde; mesela 1990’larda İran Türkiye
ilişkilerinde en önemli sorunu Hizbullah’tı. Ya da Türkiye’deki İslamcı gruplara İran’ın destek
verdiği iddiasıydı. Bu 2000’li yıllarda yavaş yavaş gündemden düştü. Keza PKK meselesi; İran’ın
2001 yılına kadar PKK’yı aktif olarak desteklediği Türk resmi makamlarınca sürekli iddia edildi.
Ama bu sırada da PKK da sürekli transformasyon geçirdi. Hatırlayacaksınız; isimler değiştirdi. Bu
sefer PKK’nın terörist örgüt olarak tanınması gündeme gelmişti. İran’ın tanımaması uzun süre
tartışıldı ama nihayet İran bu yönde adım attı ve Türkiye’nin PKK ile mücadelesinde Türkiye’ye
destek vermeye başladı. Bu ikili ilişkilerin önündeki en önemli sorunlar güvenlik sorunları ortadan
kalkınca stratejik zihniyetinde değişimine bağlı olarak ideolojik ayrılıkları bir kenara bırakarak
işbirliği yapabilecekleri ticareti geliştirebilecekleri ya da her iki ülkenin de çıkarlarını gözeteceği
noktalara yoğunlaşmaya başladılar ve bu çerçevede yavaş yavaş ekonomik ilişkiler gelişmeye
başladı. Ben bu süreci Türkiye İran ilişkilerinin rasyonelleşmesi olarak adlandırıyorum.
Bu rasyonelleşmeye bağlı olarak Türkiye İran ilişkilerinde yapısal bir değişiklik oldu.
Türkiye İran ilişkileri çeşitlendi. 1990’larda hatta 1980’lerde Türkiye’nin dış politikasından
bahsederken yine güvenlik öne çıkıyordu ve siyasi ilişkiler öne çıkıyordu. Ama artık Türkiye’nin
dış politikasından bahsederken siyasi ilişkilerinin yanında ekonomik ilişkiler daha ön plana
çıkmaya başladı ve kültürel ilişkiler öne çıkmaya başladı. Türkiye’nin dış politikasının
dönüşümüne paralel olarak AK Parti’nin de dış politika da dönüştürücü etkisiyle birlikte ilişkilerin
çeşitlendiğini görüyoruz. Nasıl çeşitlendi? Kültürel ilişkiler öne çıktı, iktisadi ilişkiler öne çıktı,
ticari ilişkiler öne çıktı ve ilişkiler çok boyutlu bir hal aldı. Bu çerçevede bölgesel ilişkilere özellikle
dikkat etmek gerekiyor. Önceden bölgesel meselelerle ulusal meseleler ya da ikili meseleler çok iç
içe geçiyordu ve bölgede rakipsek düşmansak bu ikili ilişkiler doğrudan olumsuz etkileniyordu.
Ama rasyonelleşmeye, çeşitlenmeye ya da kompartmanlaşmaya paralel olarak iki ülke bölgesel
gerilimleri bir kenara bırakıp işbirliği yapabilecekleri alanlara odaklanmaya başladılar. Mesela
kültürel konuda kriz çıksa da ya da siyasi konuda kriz çıksa da ekonomik ilişkiler ilerlemeye devam
etti.
16
Son olarak bunu Arap Baharı - Suriye meselesinde çok net gördük. Türkiye ve İran Suriye
üzerinden çok net şekilde karşı karşıya geldi Türkiye İran ilişkilerinin bu rasyonelleşmesi ve
çeşitlenmesi ya da kompartmanlaşması süreci, Suriye üzerinden adeta test edildi. Ama baktığımız
zaman Türkiye İran ilişkileri Suriye üzerinde en çok gerildiği dönem 2011-2012 yılları arası. Bu
dönemde Türkiye İran ekonomik ilişkilerinin 22 milyar dolara yaklaştığını görüyoruz ve artmaya
devam ediyor. Bu durum artık Mustafa Aydınlar’ın hipotezinin değişmeye başladığını gösteriyor.
İlişkilerde çeşitlenmeye paralel olarak ekonomik ilişkiler siyasal ilişkilerden yavaş yavaş
ayrılmaya başladı. Belki bu tespit için erken ama bu yönde bir eğilim olduğunu görüyoruz. İsrail
ile de aynı şekilde Irak ile de aynı şekilde. Türkiye Irak siyasi ilişkileri adeta dibe vurdu ama
ekonomik ilişkiler gelişmeye devam ediyor. Bu değişim çerçevesinde; Türkiye İran ilişkilerinin
ilerlemesi ve geleceği açısından yüksek düzeyli anlaşmanın imzalanmasını çok önemli görüyorum.
Ben sözü burada bakıyorum.
Teşekkür ederim.
17
VI. İRAN PERSPEKTİFİNDEN TÜRKİYE İRAN İLİŞKİLERİNİN
ANLAMI|DR. ARZU CELALİFER EKİNCİ
Ben biraz da Türkiye İran ilişkilerine İran nasıl bakıyor bu ilişkilerin İran açısından anlamı ne onu
açmaya çalışacağım. Bunu yapmadan önce kısa bir giriş yapacağım. Bazı noktalarda bayram Hoca
ile örtüşebilir ama kısaca hatırlatmak gerekirse Türkiye İran ilişkileri Atatürk döneminde başladı
soğuk savaş döneminde evirildi ivme kazandı ancak 1979’da İslam Devrimi’nin gerçekleşmesi
sonrası ilişkiler bir miktar duraksama ve gerileme noktasına geçti ve zaman zaman ikili ilişkiler
gerilimlere sahne oldu. İran Devrimi ile birlikte ortaya çıkan ideoloji farkı iki ülkenin yeri
geldiğinde birbirine anti tez olarak kullanma noktasına gelmesine sebebiyet verdi. Bir anda Türkiye
İran’ı İslam Devrimi ihraç etmekle köktenci grupları desteklemek ve PKK’ya destek vermek gibi
konularda suçlarken İran da rejim muhaliflerini Türkiye’nin kendi topraklarında barındırması ve
suçlularla ilgili İran’la işbirliği yapmaması hususunda suçluyordu. Ve daha önce de belirtildiği
gibi; bir noktada bir dönem büyükelçilerin geri çekilmesine kadar geldi ilişkiler. Fakat Sovyetlerin
yıkılması sonrasında ve özellikle İran’da pragmatik cumhurbaşkanı Rafsancani’nin başa geçmesi
sonucunda ilişkilerde özellikle ekonomik ilişkilerde iyileşme ve işbirliği başladı. Fakat diğer
yandan Orta Asya ve Kafkasya bölgesinde de bir rekabet söz konusu olmaya başladı. Turgut Özal
dönemine Turgut Özal’ın çok taraflı politikasıyla gelişmeye başlayan ikili ilişkiler Necmeddin
Erbakan döneminde farklı bir noktaya geçti ve farklı bir sayfa açıldı ilişkilerde çünkü Erbakan İran
yönetimini kendine daha yakın hissediyordu. 2002 yılında Ak Parti hükümetinin başa geçmesiyle
ilişkiler çok daha farklı bir noktaya geçti. Başbakan Erdoğan döneminde ilişkiler çok hızlı bir
şekilde yükselen bir trend izlemeye başladı ve bu dönemi değerlendirirken de ben iki döneme
ayırmayı faydalı buluyorum. 2002-2010 yılları arasındaki dönem ve 2010 yılı yani Arap Baharı’nın
olduğu dönemden günümüze kadar ki dönem.
1.dönem ilişkilerine baktığımızda yani AK Partin’nin yönetime geçmesi ve Arap Baharı
sürecine kadar olan dönemde ekonomik siyasi ve güvenlik konularında ikili ilişkilerin her anlamda
karşılıklı olarak geliştiğini söyleyebiliriz. Ticaret ilişkilerinde ticaret hacminin artması,
Türkiye’nin İsrail’e karşı izlediği politikanın ilişkilere yansıması, Türkiye’nin İran nükleer krizi
hususunda İran’dan yana bir tavır takınması ve uluslararası platformda İran nükleer krizinin kimi
zaman hamiliği noktasına gelmesi, petrol doğalgaz alanında işbirliği yapılması, Kürt ayrılıkçı
hareketlerine karşı imzalanan güvenlik protokolleri ve Türkiye’nin tek taraflı ABD yaptırımlarına
destek vermemesi ve son olarak da iki ülkenin birbirlerinin iç işlerine müdahale etmemeleri
hususunda gösterdikleri hassasiyetler bu dönenim altın çağı olarak değerlendirmesinin temel
faktörleri olarak sayılabilir. Tabi burada önemle belirtilmesi gereken husus İran’ın Türkiye’ye
bakışında ki güvensizliğinde önyargının aşılmasında bir takım faktörlerin daha önde olduğu ve
belirleyici olduğunu söylemek gerekiyor. Neydi bunlar? Ak Parti hükümetinin her ne kadar laik
bir Türkiye yönetiyor olsa da İslami kökene sahip olması birinci nedendi. Ve ikinci nedene
baktığımızda bu tarihe kadar Ortadoğu olaylarına uzak ve batıya yakın dış politika izleyen
Türkiye’nin artık yeni bir dış politika izlemeye başlaması ve bunun paralelinde bölge meseleleriyle
daha fazla yakından ilgileniyor olması hatta müdahil oluyor olması ayrı bir faktördü. Diğer önemli
18
faktöre baktığımızda ise Türkiye’nin İsrail konusunda takındığı tavır oldu ki bu önyargının aşılması
ve İran’ın Türkiye’ye daha da ısınmasında en önemli nedenlerden bir tanesi oldu.
Bütün bunlar artık Türkiye’nin batıdan daha bağımsız politikalar izleyebileceği fikrini
İran’da uyandırmıştı ve bunun ispatlanmış örnekleri vardı. Neydi bunlar? Mesela 1 Mart Tezkeresi.
İran nükleer krizinde Türkiye’nin takındığı tavır, yaptırımlar hususunda Türkiye’nin gayet net ve
sert durması bunun örnekleriydi.
Şimdi gelelim ikinci döneme yani Arap Baharı ve günümüze kadar geçen döneme. Burada
belirleyici iki faktörden bahsedebiliriz. Bunlardan birincisi; Arap Baharı faktörü, ikincisi ise
NATO Füze Kalkanı Projesidir. Arap Baharına baktığımızda altın çağlarını yaşayan ikili ilişkilerin
beklenmeyen bu süreçle birlikte ciddi anlamda yara aldığını gördüğümüz bir dönem. Olayların
başlangıcında Arap ülkelerinde gelişen olaylara benzer tepkiler gösteren iki ülke iş Suriye’ye
gelince tamamen dağılma noktasına geçtiler. Çünkü ikisinin de olaya bakışları politikaları ve
hedefleri farklıydı. İran Esad rejiminin kalmasını ve yapılacak reformların dış müdahale olmaksızın
gerçekleşmesini savunuyordu. Bunun bir yandan da varlığını sürdürme mücadelesi olarak
gördüğünden tüm kapasitesini Suriye’ye yönlendirdi ve Rusya’yla ortak hareket ederek Esad
yönetiminin ayakta kalması için desteğini sürdürdü. Türkiye ne yaptı? Esad rejimini reformlar
hususunda ikna edemeyeceğini anlayınca Esad rejiminin gitmesi gerektiği hususunda ciddi şekilde
ısrarını devam ettirdi. Ve karşı kampı aktif şekilde desteklemeye başladı. Bu noktada iki ülke
arasındaki gerilim arttı ve açıklamaların tonu giderek sertleşmeye başladı iki ülke arasında. İran
Türkiye’yi Suriye’ye karşı düşmanca tavır takınmak ve Türkiye’nin bölgesel politikasını kendi
bölgesel politikasına aykırı ve batının hedef ve stratejilerine paralel hareket etmekle suçlamaya
başladı. Arap ayaklanmaları aslında bölgenin iki büyük devleti olarak hem Türkiye hem İran için
tehdit ve fırsatları beraberinde getirmişti. Artık her iki taraf da ulusal çıkarları doğrultusunda farklı
ülkelerdeki hareketlere yönelik birbirleriyle çelişen çatışan tutumlar sergileyebiliyorlardı. Fakat
Suriye konusunda işler çok ciddiydi çünkü hiçbir taraf geri adım atmıyordu. Türkiye’nin Suriye
politikasının İran’la çelişmeye başladığı yıllarda bu sefer İran’daki şahinler yani ultra
muhafazakârlar bu durumu fırsat bilip Türkiye’yle ilişkilerin gözden geçirilmesi gerektiğini
Türkiye’nin asıl hedefinin kendi yönetim modelini Arap ülkelerine uygulamak olduğunu ve en
nihayetinde bölge liderliğini hedeflediğini ileri sürdüler ve Türkiye’yle ilişkilerin anlamsız
olduğunu baştan söylediklerini ve bunun bu şekilde olması gerektiği hususunda elleri güçlendi.
Farklı ağızlardan farklı açıklamalar gelmiş olmasına rağmen asıl önemli olan dini liderin
bu husustaki görüşüydü ve 2002 yılında başbakan Erdoğan’ın İran ziyareti sırasında Hamaney’in
sarf ettiği sözleri hatırlamış olmak belki faydalı olur. Hameney; İran İslam Cumhuriyeti
Türkiye’yle ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğine katiyetle inandığını belirtti. Ne zaman iki ülke
farklı hususlarda aynı tarafta yer almış ve birbirleriyle işbirliği yapmışlar ise hem İran’ın hem
Türkiye’nin hem de İslam âleminin lehine sonuçlanmıştır. Tabi bunu söylerken ABD’nin Suriye
hususunda hiçbir planına dâhil olmayacaklarını dış güçlerin Suriye’ye müdahil olmalarına karşı
olduklarını ve bölge ülkelerinde doğru kararlar alacağını umduklarını eklemeyi de unutmadı.
Burada ki mesaj çok açıktı; kırmızıçizgimiz belli Suriye bizim kırmızıçizgimizdir onun haricinde
19
Türkiye ile bir sorunumuz yok. Neyse ki 2013 yılında Türkiye’nin Suriye politikasında esneme
olması tansiyonun biraz daha düşmesini sağladı. Türkiye’nin tonu biraz daha düşürünce bu sefer o
gerilim biraz daha azaldı. Ve Suriye meselesinin aslında şöyle iki sonucu olduğunu söyleyebiliriz.
Bir, İran kırmızıçizgisini ikili ilişkilerde net bir şekilde ortaya koydu. İkincisi Türkiye Ortadoğu
politikası hususundaki kapasitesinin sınırlarını öğrenmiş oldu. Bu nedenle Suriye’nin böyle iki
önemli sonucu var. Her iki tarafın da aslında bildiği bir gerçek var fakat bütün bunlar devam
ederken; Arap ülkelerindeki hareketler sonucunda Arap dünyasında oluşan boşlukları ancak birileri
işbirliği yaparak anlamlı bir şekilde doldurabilirdi. Mevcut bölgesel konjonktürde iki ülkenin
çıkarları göz önünde bulundurulduğunda ancak işbirliği bir sonuç yaratabilirdi ve tek başlarına
yapacakları hareketler bir şekilde anlamsız kalacaktı. İki tarafta bunun farkında aslında. Çünkü
birisinin yapacağı hareket diğerine çelme takma anlamında olacak ve hiçbir yere varmayacak.
NATO füze kalkanı projesine baktığımız zaman aslında gerginliğin bir diğer önemli
nedeninin bu olduğunu görüyoruz. Her ne kadar Türkiye İran lehine bu hususla ilgili çok uğraş
vermiş olsa da bu plan dâhilinde, İran ismini çıkartmış olsa da ve İran’da bunun farkında olmuş
olsa da nihayetinde bulunduğu, konum NATO üyeliği batıyla ittifakı göz önünde
bulundurulduğunda en sonunda buna evet demek durumunda kaldı. Fakat yine ne oldu? Yine; şahin
kesim çok sert bir şekilde açıklamalar yapmaya başladı ve Türkiye –İran ilişkileri askeri alandan
diplomatik alana kadar farklı yorumlara maruz kaldı. Farklı yorumların olduğunu söyleyebiliriz;
kimileri Türkiye’nin bu konudaki çabalarını hatırlatırken kimileri de bakın sizle daha iyi ilişkiler
kurup nükleer müzakereler gibi çok hassas bir konuya müdahil ettiğiniz Türkiye bu işte sonunda
rengini belli etti yorumunu yaptı. Bazı resmi ağızlardan istenmeyen açıklamalar oldu ancak İran
siyasetini takip edenler İran’da farklı kesimlerden gelen açıklamaların dini liderin de desteği
olmaksızın bir anlam ifade etmediğini çok iyi bilirler. Neyse ki iki ülke Dış İşleri Bakanları bu krizi
ve söylemleri çok iyi şekilde idare etti ve gerginlik büyük bir krize dönüşmedi. Tabii NATO füze
kalkanı projesi ile ilgili ilginç diğer bir iddia da şu idi; Türkiye İran ilişkileri 2002-2010 yılları
arasında altın çağlarını yaşadı. Ciddi anlamda ivme kazandı. Bundan rahatsız olan ABD, Türkiye
İran ilişkilerine bir şekilde sekte vurmak ve İran’ın Türkiye’ye bu stratejik yakınlaşmasının asıl
sebebinin yaptırımları aşıp izolasyonu kırmak olduğunu bildiği için bir şekilde ilişkileri zedelemek
istediği için bu projeyi ortaya attı şeklinde de bir iddia olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.
Tabi bazılarına göre de Suriye konusunda İran’la Türkiye ihtilafa düştükten sonra Türkiye projeye
evet demişti.
Şimdi tüm bu gerginlikleri bir kenara bıraktığımızda neden iki ülkenin karşılıklı ilişkilerde
çatışmaktansa işbirliğini tercih etmek durumunda olduğunu değerlendirecek olursak ekonomik
kültürel ve siyasi açıdan farklı nedenlerin olduğunu söyleyebiliriz. Zaman zaman gerilip bazen
kopma noktasına gelen iki ülkenin ilişkileri normal seyrine döndürme ve birbirini idare etme
konumunda olduğunu ve bu tecrübeye sahip olduğunu da biliyoruz. Şimdi faktörlere çok kısaca
bakacağım; ekonomik açıdan baktığımızda ekonomik ilişkiler esasında İran Irak savaşı döneminde
çok verimli bir şekilde artmaya başladı. Çünkü; Türkiye’nin istikrarlı petrol alımına ve trampa
usulü çalışabileceği yeni bir pazara ihtiyacı vardı. İran’ın da bu savaş sırasında ithalatı güvenli ve
20
sürekli bir biçimde gerçekleştireceği bir ülkeye ihtiyacı vardı. Dolayısıyla bu karşılıklı ihtiyaç iki
ülkenin o dönemlerde birbirine karşı duyduğu güvensizliği bir kenara bırakıp dondurup bunları bir
krize dönüşmesine engelleyip işbirliğine çevirmesine neden olmuştu. Dolasıyla; 1985 yılı itibarı
ile iki ülke arasında ticaret hacmi zirve noktaya ulaştı. İkili ticaret anlaşmaları imzalandı, 1996
yılında da bugüne kadar devam eden doğalgaz anlaşması imzalandı. Ve biraz önce Bayram
Hoca’nın da bahsettiği gibi 900 milyon dolar civarında olan ticaret hacmi bugün 23 milyar dolar
civarında ki bu azımsanamayacak bir oran. Bunun 4 milyar doları enerji haricindeki ticaret. Tabi
bu ilişkilerin lokomotifi enerji işbirliği ekonomik ilişkilerden söz ederken bunu geçemeyiz. Bu
konuda her iki ülkenin de karşılıklı olarak birbirine muhtaç olduğunu söylemek durumundayız.
Türkiye enerji çeşitliliği ve devamlılığı politikası çerçevesinde ve enerji tüketicisi bir ülke olarak
coğrafi yakınlık itibarı ile de böyle bir ülkeye ihtiyaç duyuyor. İran ise milli gelirinin yüzde
80’ininden fazlası enerjiye bağımlı bir ülke olarak enerji üreticisi bir ülke olarak bu kadar yakına
enerjisini ihraç edebileceği ve Avrupa pazarına açılabileceği bir ülkeye ihtiyacı var dolayısıyla bir
karşılıklılık ihtiyacından bahsediyoruz. Tabi Türkiye’nin İran açısından bir diğer anlamı da İran’ın
siyasi inzivadan kurtulma ve yaptırımları delme fırsatı yakalamış olması. Çünkü Türkiye sadece
BM Güvenlik Konseyi yaptırımlarıyla bağlı olduğunu söylemiş ve başından beri tek taraflı
yaptırımları uygulamamıştır. Diğer taraftan ise; bu tek taraflı yaptırımlar paralelinde körfez ülkeleri
de etkilendi ve çok yoğun olarak Birleşik Arap Emirlikleri’nde faaliyet gösteren İran şirketlerinin
kapanması söz konusu oldu. Bunlar kapandıktan sonra en yakın nerde açılabilirlerdi? Son 2 3 yıl
içerisinde; İstanbul’da hızla açılan ve ticaret alanında ciddi ivme kazanan İran şirketlerinin sayısı
da malum. Uluslararası para transferiyle ilişiği kesilmeye çalışılan İran’ın Türkiye sayesinde altın
yoluyla ticaretini gerçekleştirmeye çalışması tabi diğer bir gerçek.
Şimdi kültürel sosyal açıdan baktığımız zaman; İran halkının Türkiye hakkındaki
görüşlerinin son 15 yıl içerisinde ciddi anlamda bir değişim gösterdiğini görüyoruz. Çünkü İran’da
yasak olmasına rağmen kullanılan çanak antenler sayesinde Türk kültürüyle tanışma fırsatı
bulmuşlar ve bu vesile ile çok ciddi bir İranlı turist nüfusu Türkiye’yi ziyaret ediyor ve geçen yılki
İranlı turist sayısının yaklaşık 2,5 milyon civarında olduğu söyleniyor. Aynı şekilde İran’a yapılan
turistik turlar da artış göstermiş vaziyette.
Son olarak siyasi açıdan baktığımız zaman; en önemli konu olarak İran nükleer kriziyle
başlamak istiyorum. Çünkü İran’ın 2003 yılından itibaren siyasetin en önemli konusunu İran
nükleer krizi oluşturuyor. Türkiye’nin bu husustaki resmi politikası başından beri aynı çizgide
devam etti. İran’ın barışçıl nükleer programını destekliyoruz hiçbir ülkenin nükleer silahlara sahip
olmasını istemiyoruz ve krizin diplomatik yollardan çözülmesi için elimizden gelen her şeyi
yapacağız şeklinde bir açıklama yapıldı ve bundan da hiç sapmadı. Bu durum ikili ilişkilerde
önemli bir lokomotifti. Bununla da kalmayıp Türkiye İran nükleer krizi müzakerelerine ev sahipliği
yaptı ve müzakerelerin tıkandığı noktalarda yeniden başlanması için kolaylaştırıcı rol oynadı. Hatta
daha da ileriye gidip Türkiye; Brezilya ile işbirliği içerisinde Tahran Deklarasyonlarının
imzalanması gibi bir başarıya da imza attı. Burada artık kolaylaştırıcı rolden arabulucu olma rolüne
evirildi. Bu Deklarasyon büyük bir başarıydı çünkü İran içerisinde Türkiye’yle ilişkilere şüphecilik
21
ve rekabet perspektifinden yaklaşan ve Türkiye’nin böylesi önemli bir konuda diplomatik bir puan
kazanmaması gerektiğini düşünen kesimler vardı. Fakat buna rağmen İran ikna edilebilmiş ve
gerçekten o zaman çıkış kapısı olabilecek çözüm modeli ortaya konulmuştu. Peki ne oldu da bu
kadar takdir edilmesi gereken bir plan tenkitle karşılandı. İran’a karşı bir yaptırım kapıdaydı
yaptırım kararı ve İran’a Türkiye’nin Tahran Deklarasyonunu masaya koyması bunu sekteye
uğratabilirdi. Çünkü İran konusunda yaptırım kararının alınabilmesi için batı ülkelerinin haricinde
Rusya ve Çin’in ikna edilmesi gerekiyordu. Bu zaten çok uzun süreli bir şeydi nerdeyse bir yıl
kadar onları ikna etmekle uğraşıyorlardı. Son dakikada böyle bir şey çıkmış olmasına son derece
sinirlenmişlerdi. Velhasıl kelam plan işe yaramadı ve yaptırım kararı oylandı. Brezilya ile Türkiye
buna hayır dediler ve bu çok önemli bir gelişmeydi. Amerika ve Avrupa’yla ilişiklerine rağmen
Türkiye’nin yaptırım kararına hayır demiş olması aslında kendisi açısından çok büyük bir riskti.
Bunu yapmalı mıydı? Naçizane kendi fikrim evet bunu yapmalıydı. Çünkü Tahran Deklarasyonunu
yaşatacaktı. Madem böyle bir süreci başlatacaktı evet bunu devam ettirmeliydi. Türkiye müdahil
olmalı mıydı? Evet, müdahil olmalıydı eğer bu bölgede yaşıyorsan, bu bölgede İran nükleer krizi
gibi yanı başında bir ülkede bu kadar önemli bir olay gerçekleşiyorsa ve gerek yaptırım kararları
gerek olası askeri müdahale durumunda her şeyin ucu sana dokunuyorsa bu krize müdahil olup bir
şekilde elinden geleni yapmalısın ve Türkiye de yapması gerekeni yaptı. İran açısından
baktığımızda; İran’ın bu konuya en nihayetinde sıcak yaklaşmasının bir nedeni konjonktürel
gereklilikten kaynaklanıyor. Gittikçe köşeye sıkıştırılmaya çalışılan İran’ın Müslüman bir bölge
ülkesi ve batıyla iyi ilişkileri olan bir ülkeyle bu yola çıkması çok mantıklıydı. İran da bu şekilde
ikna oldu ve bahsettiğim faktörler dolasıyla Türkiye’ye karşı ön yargılarını da kırmıştı. Dolayısıyla
Türkiye’nin krizin çözümlenmesi hususundaki samimiyetine inanıyordu.
Diğer önemli bir mesele de güvenlik meselesi. İran ile Türkiye’nin PKK ve onun uzantısı
PEJAK gibi bir sorunları var. Her ne kadar Irak konusunda farklı yaklaşımları olsa dahi ikisinin de
farklı bir hedefi olduğunu biliyoruz. Nedir bu ırak bütünlüğünün korunması ve sağlanması. Benzer
bir dava Suriye’deki Kürtlerle ilgili olarak Suriye’de de devam ediyor. Dolayısıyla Suriye
hususundaki ihtilafları konusunda da baktıkları zaman orada da Kuzey Iraktakine benzer bir
oluşumun kapıda olduğunu gördüklerinde daha fazla bu ayrışmayı devam ettirmeyip en azından
ortak bir noktada buluşup sorunun çözümlenmesi gerektiğinin farkına varmışlar gibi görünüyor.
PKK ve PEJAK gibi bir sorun İran-Türkiye hatta Irak ve Suriye işbirliği olmaksızın çözülecek bir
konu değil. Gerek bölgenin coğrafi özellikleri dolayısıyla gerekse siyasi açıdan işbirliğini
gerektiren bir mevzu. Dolayısıyla ortak çıkar konuları göz önünde bulundurulduğunda Türkiye İran
ilişkilerinin bir şekilde devam etmesi gerektiğine ve ikisinin de güvenliklerinin birbirleriyle
yakından ilişkili olduğunun farkında olduklarını söylemem gerekiyor. Birinde meydana gelecek
olan tehdit hiç şüphesiz diğerini de etkileyecek. Dolayısıyla bunu akılda tutarak hareket ettiklerini
söylemenin de yanlış olmayacağını düşünüyorum. Ve bazı uzmanların ekstrem yorumları ve
yargılarına rağmen bölgede İran ve Türkiye birbirlerini ciddi tehdit olarak algılamıyorlar. Ama
bölgesel nüfuz hususunda birbirlerini rakip olarak gördüklerini söyleyebiliriz. Ve son tahlilde de
ilişkilerini ideolojiyi karıştırmadan pragmatik çizgide hareket etmeyi bugüne kadar
22
başarabildiklerini bunun için de daha öncede bahsettiğimiz faktörlerin olduğunu ve bunlarında çok
geçerli faktörler olduğunu söyleyebiliriz.
Teşekkür ederim.
23
VII. SORU/CEVAP - KAPANIŞ
Soru 1: İran Açısından baktığımızda Türkiye’nin Orta Asya Türk Cumhuriyetleriyle ilişkisi nasıldır?
Soru 2: Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası”nda bir tezi var. 20. yyda Avrasya’ya hâkim olmak gerekir,
Avrasya’ya hâkim olmakla ilgili de bazı teoriler var. Ondan sonra da ABD’nin Avrasya’yı yönetebilmesi için
iki seçeneği var, biri bütün stratejik noktalarda kendine askeri alanlar tesis etmesi gerekiyor, ikinci seçenek
de bazı bölgesel güçleri kullanarak diğerlerine karşı onları böylece engellemek olacağını söylüyor. Bu
bağlamda ABD’nin ikincisini tercih ettiğini öne sürüyor. Örnek olarak Rusya’ya karşı Avrupa Birliği’ni, Çin’e
karşı da Japonyayı desteklediğini söylüyor. Türkiye-İran ilişkilerini de bu bağlamda değerlendirebilir miyiz?
Soru 3: Başbakan Erdoğan’ın İran gezisinden sonra, Türkiye’nin İran’a son yaklaşımı ve Türkiye’nin bundan
sonra Ortadoğu’da hangi çizgide hangi yönde tavır alacağını çok merak ediyorum. Bu konuda bir
değerlendirme yapabilir misiniz?
Cevap - Mehmet Şahin (MŞ): Ben İran’ın bu 5+1 sonuç verirse İran’ın inanılmaz bir şekilde atağa geçeceğini
düşünüyorum. Sebebi de şu, İran’a Bayram hocayla Eylül ayında 5-6 günlük bir ziyaret yaptık, şöyle
söyleyeyim İran’ın çok önemli iki kaynağı var; bunu kullanırsa doğumuzda hızlanan bir süreç görürüz. İran’ın
İran dışında 79’dan sonra çıkan inanılmaz yetişmiş bir insan kaynağı var. Ben bunu birkaç konferansta
söylediğim için rahatlıkla söyleyebilirim. Birkaç gün önce biliyorsunuz İran’da dışarıya giden insanların
İran’a gelmeleri konusunda İran’dan bir açıklama yapıldı. ABD’ de Avrupa’da hem fizik, kimya ve teknik
bilimlerde hem de sosyal bilimlerde İran’ın dışarda yetişmiş Euro Minds dediğimiz dünyayı iyi tanıyan bir
insan kaynağı var. Bir tanesi de bizimle aynı masada oturuyor şuanda Arzu Hanım onu da belirtmek isterim.
Bu konuda ben İran’ın bundan sonraki süreçte çaba göstereceğini düşünüyorum. İkincisi de enerjisini
satabilirse, bu iki kaynak İran için en önemli stratejik kaynaktır. Yalnız dışardaki insan kaynağının en az
enerji kadar önemli olduğunu düşünüyorum çünkü içerideki devleti yöneten kitle çok ideolojik. Yani o
ideolojik kesimin halkla ilişki kurmasında bazen kopukluk olabiliyor. Otuz küsur yıl ideolojiyle yatıp
kalkıyorsunuz bir korku taşıyorsunuz ama dışardaki insanlar öyle değil. Dışardaki insanlar dünyayı çok daha
iyi biliyorlar. Özal’ın yaptığı gibi bu kitleyi çekebilirse İran’ın hızlı bir kalkınma sürecine gireceğini söylemek
mümkün.
Bence Türkiye’nin İran ilişkilerini değerlendirirken ortak cevap vermek istiyorum, şu şekilde
bakmak lazım; sürekli rekabet üzerinden değerlendirmek belki benim aldığım eğitime yakışmıyor gibi
geliyor. Çünkü ben stratejik açıdan bakmıyorum yani ben asker değilim, yani çok hoşuma gitmiyor bu bakış
açısı yani sürekli karşımdakini düşman görmek. İran’la Türkiye birlikte yaşamak zorunda. Şimdi yakın
coğrafyama bakıyorum, İran’la Türkiye’nin sürekli rekabet üzerinden bir ilişki içine girmesi, İran’ı da
bitiriyor Türkiye’yi de bitiriyor. Bunun da bölgeye çok kötü bir yansıması oluyor. Gördüğüm kadarıyla
İran’daki rejim de artık batıyla barışırsa ve bu süreçte kendini güvende hisseden rejimlerle ilişki kurması
(ABD ve Türkiye gibi) açılım yapması esnemesi önemli. Bunu bölgesel anlamda, iç politika anlamında da
söylüyorum ama, ben iki ülkenin de artık esneme sürecine gireceğini, sorunlar olsa da birlikte ilişki
yürütebilme becerisini gösterebileceklerini düşünenlerdenim. Bunun hem Türkiye açısından hem İran
açısından hem de bölge açısından çok ciddi sonuçları olacağını düşünüyorum. Bir de bölge çalışanlarda
şöyle bir hata var; işte genelde Şiilik ve Sünnilik üzerinden bir değerlendirme yapıyorlar. Bunun çok
24
kategorize eden ve yanlış bir bakış açışı olduğunu düşünüyorum açıkçası. Şöyle diyorlar; dünyada 2 milyar
Müslüman var bunun %10 u Şii %90 ‘ı da Sünni’dir. O açıdan İran ın etkisini az gibi görüyorlar, bu o kadar
yanlış bir bakış açısı ki… Şunun için söylüyorum, Sünni Müslümanların çoğu uzak Asya’da Türkiye’nin yakın
coğrafyasına baktığımız zaman Şiilerle Sünni nüfusun birbirine çok yakın olduğunu görüyorsunuz. İran, Irak,
Suriye, Lübnan çerçevesine değerlendirirseniz aslında iki gücün hem nüfus açısından hem kaynak açısından
hem de bölgesel etkisi açısından birbirine çok yakın bir güçleri olduğunu görüyoruz. Bence Almanya ile
Fransa arasındaki ilişki burada örnek olabilir. Sürekli Almanya ve Fransa arasındaki didişmenin Avrupa’ya
ne getirdiğini herkes gördü. O açıdan sürekli Türkiye ve İran arasındaki didişmenin bölgeye ne getireceğini
de herkes zaman zaman gördü ve görür ilerde. O açıdan bence bunu tatlı bir rekabet olsa da işbirliği
yapılmasının bölgesel açıdan ve iki ülke açısından daha faydalı olacağını düşünüyorum. Burada ilk kez bir
şey keşfetmiyoruz aslında Türkiye bunu çözdü, Türkiye Rusya’yla ilişkisine benzer bir ilişki tarzı kuruyor
İran’la. Suriye konusunda da Rusya’yla kötüyüz ama ticaret ortaklığı konusunda Rusya ikinci durumda ve
her gecen gün artan bir ilişkimiz var. İran’la da buna benziyor Türkiye’nin ilişkisi. Tamam, siyasi olarak bir
rekabet var ama bölgesel konularda ve ikili ilişkilerde alıp yanına çıkartan bir politika takip edilmekte. Daha
doğrusu ideolojik yaklaşımdan pragmatik yaklaşıma yaklaşılması bence bölge açısından çok çok önemli.
Şimdi sorunlara da bakalım. 1) Irakta ciddi sorunlar var. Suriye’de sorunlar var. Lübnan’da sorun var. Bugün
yeni çıkan sorunu düşünmüyorum çünkü benim alanıma girmiyor orası, Ukrayna’dan bahsediyorum.
Irak’ta Suriye’de İran ve Türkiye’nin dışında olduğu çözüm süreci ne sonuç verir? Yani hiçbir sonuç vermez.
Türkiye kalkıp ben Suriye’deki bu sorunu ben tek başıma çözerim derse çözemez, İran da ben bunu tek
başıma kanalize ederim derse edemez. Türkiye’nin yakın çevresinde, ki bu İran’ın da yakın çevresi oluyor,
iki ülkenin işbirliği yapmaları zorunlu olarak veya isteyerek (bazen zorunlu olarak yaparsınız bazen
isteyerek) iki ülkenin razı olmadığı bir sorunda ben sonuç alınacağını düşünmüyorum. Bu şekilde bakmanın
daha doğru olacağını düşünüyorum.
Soru: Kurumsal ilişki kurulabilir mi acaba?
Cevap – MŞ: Kurumsal ilişkinin kurulabileceğini düşünüyorum çünkü daha çok batıyla ilgili bu şeye bağlı
yakın dönemde kurumsal ilişki tarzına döneceğini düşünmüyorum. Bu gündeme gelirse Şangay da gelir.
Aslında Türkiye ve İran arasındaki ilişkinin olmaması sorun olması değil. Veri çok basit: enerji çıktığı zaman
75 milyonluk İran 75 milyonluk Türkiye 98 yılında bayram hocanın dediği gibi 600 milyon dolarlık bir ticaret
hacmi, bugün sadece şu rakamı verseniz aslında dış politika yorumu yapabiliriz. Bu ülkeleri bölgesel güç
tarzında tanımlayabiliriz, hatta aralarında 600 milyon dolar ticaret hacmi bulunan bu iki ülke arası ilişkileri
nasıl yorumluyorsunuz diye sorulsa, ben derim ki bu iki ülke arasında ilişki yok. Sorun bu, ilişki kurulması
sorun değil kurulmaması sorun. Yani önümüzdeki süreçte Türkiye ve İran arasında bölgesel sorunlar da göz
önünde bulundurularak yapıcı ilişki türünün daha da arttırılmasının taraftarıyım. Ben Türkiye ve İran
arasında gergin ilişkilerin Türkiye’nin ekonomisine de, iç siyasetine de, dış politikasına da ciddi maliyetli
olacağını düşünüyorum. Bu İran açısından da çok önemli çünkü İran’ın Afganistan’dan çıkışı yok,
Pakistan’dan çıkışı yok, Körfez ülkeleri ne hissediyor ona bakmak lazım. İran’ın insan kaynağını da göz
önünde bulundurduğunuzda bu insan kaynağı da doğuya daha çok bakmayacak batıya bakacaklar. Bu
açıdan İran’ın da tek çıkış noktası Türkiye görünüyor. Yani bu sadece Türkiye’nin tek taraflı zorunluluğu
değil. İki taraflı bir zorunluluğun ortaya çıkarmış olduğu bir ilişki. Bu şekilde bakmanın açıkçası daha doğru
olduğunu düşünüyorum. Teşekkür ediyorum.
25
Cevap - Bayram Sinkaya: İran’ın nükleer çözümüne dair olumlu adımlar var. Bununla beraber İran’la batı
arasındaki bu görünen yakınlaşmanın iki merkez arasındaki sorunları tamamen çözmeyeceği
kanaatindeyim. Yani biz 79 öncesi dönemde İran ve ABD’nin iş birliği kurduğu döneme geri dönemeyeceğiz.
En azından kısa vadede dönemeyeceğiz. Dolayısıyla Batı-İran yakınlaşması Türkiye’nin stratejik olarak
gerginliğini alır mı almaz mı ben bunu tartışmaya gerek görmüyorum. Çünkü İran’la batı arasındaki sorunlar
sadece nükleer değil. En başında İran’ın bir ideolojik duruşu var. İran’daki bütün değişikliklere rağmen rejim
hala değişmedi ve rejimin iç politikasında iç siyasetinde tabii olduğu en azından hala hatırı sayılır
taraftarının olduğu ideolojik değerler var ve bu değerler uzun süre etkili olmaya devam edecek. Diğer
taraftan bölgesel politikalar itibarıyla içerdeki ideolojik duruşu dış politikadaki yaklaşımlara paralel olarak
bölgedeki dış politikası da etkilenir. Ondan yani bu dış politika hem ideolojiden etkileniyor hem de batıyla
rekabetinden etkileniyor. İran öyle bir konuma geldi ki nerde bir kriz varsa ABD ordaysa İran da ABD’yle
karşı kaşıya gelmek ya da onun nüfuzunu engellemek veya tam tersi İran’ın nüfuzunu engellemek için ABD
oraya giriyor. Yani aralarındaki rekabet Türkiye- İran - ABD ilişkilerini aşmış. İnsan hakları meselesi var;
terörizm var; İsrail meselesi var. Dolayısıyla İran’la batı stratejik ilişki kurmayacaklar. Orada nükleer
meseleden kaynaklanan tansiyon biraz düşecek, İran’la batı arasındaki ekonomik ilişkiler gelişebilir. Bunu
Hatemi döneminde de gördük, bu İran’ın ekonomik ve siyasi gelişimine bir nebze katkıda bulunacaktır.
Ama hocamın sorduğu soru Türkiye’yi yakalayabilir mi? Bu biraz performanslara bağlı tabi. Hali hazırda kişi
başına düşen gelir açısından Türkiye İran’ın önünde ama çok da fark yok. Çünkü İran sahip olduğu petrol
gelirleri sayesine açığı rahatlıkla kapatabiliyor. İran’ın asıl meselesi petrol dışı ekonomisini yeniden
yapılandırmasıydı. Bu ambargolar sayesinde İran’da şimdi ona öncelik vermeye başladılar. Petrole
bağımlılığı azaltmaya çalışıyorlar. Eğer bunu başarabilirlerse, bu konuda önemli adımlar atılırsa, yani
normal sanayii yapısını kurarsa İran; buna ilave olarak petrol zenginliği de ekleyebilirse İran pek ala
Türkiye’yi yakalayabilir.
İran’ın batıyla olan ilişkilerinin yumuşaması Türkiye’nin batıdaki konumunu yıpratır mı? Sorusu…
İran’la batı arasındaki sorunlar tamamıyla çözülmeyeceği için, Türkiye’nin stratejik öneminin azalacağını
düşünmüyorum ben. Kaldı ki İran meselesi de değil Türkiye’nin olduğu bölge itibariyle her an yeni kriz
noktaları çıkabiliyor. Batı ittifakıyla Türkiye’nin ilişkileri kurumsallaşmış ve iyi oturmuş, kısa vadede de
önemli değişiklikler olmayacak. Belki göreceli olarak Türkiye’ye verilen önem azalabilir veya artabilir. Ancak
bu ittifakın önde gelen ülkeleri ile Türkiye arasındaki ilişkilerin genel ilerleyişine bağlı olarak değişecektir.
Yoksa ittifakta kurumsal değişiklik olmayacaktır ya da Türkiye’nin politikasında köklü bir değişikliğe neden
olmayacaktır diye düşünüyorum. Türkiye ve İran bölgede evet rekabet ediyorlar. Bu rekabet kimi zaman
siyasi rekabet şeklinde kimi zaman ekonomik rekabet şeklinde ve ama İran’ın dış politikasında temel faktör
değil. Daha çok siyaset ve kültür odaklı dış politika izliyorlardı. Yavaş yavaş ekonomiye dış politikasında yer
vermeye başladı. O zaman Türkiye- İran ilişkilerindeki rekabet boyutuna yeni bir boyut daha ekleniyor:
Ekonomik rekabet boyutu ekleniyor. Ama hali-hazırda Türkiye’nin ekonomik avantajı çok daha önde
görünüyor. Dolayısıyla bu rekabetin Türkiye’yi çok fazla olumsuz etkileyeceğini düşünmüyorum. Bölge
ülkeleri açısından da; Türkiye-İran rekabeti ikili ilişkileri değerlendirirken hep bir bölgesel bağlama bakmak
lazım. Bölgesel ve dönemsel. Yani bölgede sizin kiminle ittifak kurduğunuz ya da kiminle yakınlaştığınız
İran’la ilişkilerinizi de etkiliyor. İsrail le yakın ilişki kuruyorsanız, İran’la ilişkileriniz olumsuz etkileniyor. Ya
da ABD’nin çok sıkı müttefikiyseniz İran’la ilişkileriniz bozulmaya başlıyor. Ama bu ilişkileriniz biraz
sarsılmaya başlayınca o zaman İran’la ilişkileriniz gelişebiliyor. Bu, sadece Türkiye’nin siyasi tercihlerine
26
bağlı değil. Bölgesel olarak da Türkiye’nin Suudi Arabistan’la ilişkileri ve İran’ın Suudi Arabistan’la ilişkileri.
İki ülke böyle dönemlerde Türkiye’yi İran’la gergin ilişkileri olduğu dönemde Suudi Arabistan dengeleyici
bir unsur olarak kullanabilir. Dolayısıyla herkes farklı hesaplar içerisinde ve herkes stratejik çıkarları
doğrultusunda yeniden hesaplar yapıyor.Bu iki ülke arasındaki ilişkilerin krize dönememesi için Selçuk
Hoca’nın bahsettiği gibi belki ortak platformların kurulmasında fayda var. Ama ortak platformlar kurmak
da kolay değil. Yakın zamana kadar Türkiye’nin batıyla arasında bir “echo” var ama Ortadoğu’ya “echo”
pek gelmiyor. Burada siyasi irade çok belirleyici oluyor. Ben yakından çalıştığım için hatırlıyorum: 2000,
Arap baharı öncesinde Türkiye’nin diğer ülkelerle de yüksek stratejik iş birliği konseyleri kuruldu.
Nihayetinde bu konseylerin tek bir çatı altında birleştiği bölgesel bir örgüt kurulması yönünde bir irade var
gibi görünüyordu. Ama o dönemde ısrarla İran’la böyle bir ilişki kurulmadı. Hiç böyle bir şey gündeme bile
gelmedi. Ancak Ruhani döneminde gündeme gelebildi. Burada dolayısıyla sadece Türkiye’nin siyasi
tercihleri belirleyici olmuyor İran’ın batıyla ilişkilerindeki konumu, Türkiye’nin batıyla ilişkilerindeki
konumu, ve birbirlerine verdikleri önem çok değişkenli bir süreç ve dikkatli ve yavaş hareket ediliyor.
Türkiye-İran rekabeti veya anlaşmazlığı, Suriye veya Irak üzerinden. Irak önce ABD üzerinden Türkiye için
potansiyel bir iş kaynağıydı hem de Kürt meselesi de Türkiye-İran için işbirliği kaynağı oldu. Ama İran belirli
noktalarda Türkiye politikasından farklılaştı. Kuzey Irak Kürt bölgesinin özerkliği konusunda İran en çok
destek veren ülke oldu. İran bölgede tek destek veren ülkeydi. Dolayısıyla İran’ın Kürtlerle iyi ilişkileri hali
hazırda var şuanda. Türkiye Kürtlerle iyi ilişkiler kuruyor. Kürtler ikisini dengelemeye çalışıyorlar. Merkezi
yönetimle İran’ın iyi ilişkileri var. Türkiye’nin merkezi yönetimle ilişkileri bozuk. Burada kim kiminle çarpık
kim kiminle iyi ilişkileri var. Hepsini çok iyi analiz etmek değerlendirmek gerekiyor.
Cevap - Arzu Celalifer EKİNCİ: İran’ın yaşadığı 79 İslam devrimi ve beraberinde gelen gelişmeler ki bunun
en önemlisi 8 yıllık İran-Irak savaşıdır, İran üzerinde çok ciddi yük bırakmış sorunlardır. İran’ın dünyadan
izole edilmiş olması, 30 yıldır ciddi yaptırımlarla baş ediyor olması ve ülke içerisindeki bürokraside çok
sesliliğin olması dolayısıyla çok ciddi problemlerle karşı karşıya. İran’ın bugün karar verip ben revizona
gideceğim deyip, başta bürokratik sistemden kültürel (çünkü kültürel olarak da çok ciddi erozyona uğramış
vaziyette), ekonomik revizyonu minimum 10 yıl sürer. Çok ciddi revizyonların olması gerekir. Sıkıntı çok
seslilik. İki başlı bir ordu var, iki başlı bir yargı var. Bu konuda İran’ın kesinlikle bir revizyona gitmesi
gerekiyor. Fakat Mehmet hocama şu konuda katılıyorum, İran’la ABD helalleşebilirlerse gerçekten ileriye
doğru çok hızlı adımlarla ilerleyebileceğini biliyorum. Neden? Çünkü İran 75 milyonluk nüfusuyla ekonomik
açıdan bakir bir alan.
Teşekkür Ediyorum…