108
3 Ekim'de çıkılan yol nereye gidiyor? PKK neden tasfiye edilmeli? Üniversitelerin giyotini: soruşturmalar Neden yıkımlara karşı mücadele? İşsizlik, Güvencesiz Çalışma ve • • Örgütlenme Sorunları Sınıfın örgütlenmesi eskinin yöntemleriyle çözülemiyor Doğduğum yerde çalışmak istiyorum Haklarımızı istiyoruz, almaya geliyoruz Ev eksenli çalışan kadınların örgütlenmesi

Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

Citation preview

Page 1: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

3 Ekim'de çıkılan yol nereye gidiyor?

PKK neden tasfiye edilmeli?

Üniversitelerin giyotini: soruşturmalar

Neden yıkımlara karşı mücadele?

İşsizlik, Güvencesiz Çalışma ve• •

Örgütlenme SorunlarıSınıfın örgütlenmesi eskinin yöntemleriyle çözülemiyor

Doğduğum yerde çalışmak istiyorum Haklarımızı istiyoruz, almaya geliyoruz

Ev eksenli çalışan kadınların örgütlenmesi

Page 2: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

I

iç indeki ler

M E R H A B A ................................................................................................................................................................... ..

3 E K İ M ’ DE ÇIKILAN YOL N E R E Y E G İ D İ Y O R ? / M s h lT i e t Vl imOZSr.................................................

Z a r f a d e ğ î l , m a z r u f a b a k a l i m / U m u t A y d ı n ........................................................................................

r a n t s a l d ö n ü ş ü m / M e h m e t V u s u f o ğ l u .........................................................................................................

N e d e n y i k i m l a r a k a r ş i m ü c a d e l e ? / B a h a r €k inc i ......................................... ..................................

Ç H D ' d e n A v . H a k a n K a r a d a ğ :‘ K R İ Z İ A N C A K P A N İ K Y A S A L A R İLE Y Ö N E T E B İ L İ R S İ N İ Z ’ ..............................................................

T E Z İ Ç ’ İN G Ö Z Y A Ş L A R I A R D I N A S A K L A N A N 2 4 . Y IL ..........................................................................

p k k n e d e n t a s f İ y e e d İ l m e l İ ? / Me l ih R t e ş e r ......................................................................................

S U S M A M A L I Y I Z , S U S M A Y A C A Ğ I Z !H A L K L A R I N K A R D E Ş L İ Ğ İ N İ S A V U N A C A Ğ I Z ! ...............................................................................................

L İ B E R A L İ Z M , Mİ LLİ YETÇİ Lİ K VE D E V R İ M C İ S İ Y A S İ D U R U Ş ! / Fikret KIZIİ tOD...................

D a y a n ı ş m a e v l e r i n d e n F a t m a İnce:‘ S I N I F I N Ö R G Ü T L E N M E S İ E S K İ N İ N Y Ö N T E M L E R İ Y L E Ç Ö Z Ü L E M İ Y O R ’ ...............................

‘ D o ğ d u ğ u m y e r d e ç a l i ş m a k i s t İ y o r u m ’ / H a t a y D a y a n ı ş m a e v i Ç a l ı ş a n l a r ı .................

N e y a p i y o r u z ? / U m u t A y d ı n ......................................................................................................................................

h a k k ı m ı z ı İ s t i y o r u z . A l m a y a G e l i y o r u z ! ' k a m p a n y a s ı s o n u ç l a n d ıS o m u t , m ü t e v a z İ b İ r a d i m ....................................................................................................................................

D A Y A N I Ş M A E V L E R İ VE S I N I F M Ü C A D E L E S İ .................................................................................................

E v E K S E N L İ Ç A L I Ş A N K A D IN L A R I N Ö R G Ü T L E N M E S İ / NİhOİ HoyOCCn ...................................

Ü y e İ n İ s İ y a t İ f l e r İ u m u t o l a b İ l İ r m İ ? / M e r t Büy ü k k a r o b o c a k ...........................................

‘ S Ü P E R G Ü Ç ’T E N S O N R A S I R A D Ü N Y A HA LK LA RI N DA / M e h m e t Vl lmOZer .........................

K a r a a l t i n s a v a ş l a r i / A y ş e T a n s e v e r .........................................................................................................

a f l - c ı □ ’ d a k İ b ö l ü n m e n e r e y e ? / M e h m e t A k y o l ............................................................................

ö ğ r e n c i h a r e k e t i t a r i h i n d e ö n e m l i bi r p a r a n t e z :‘ 9 6 H a r ç e y l e m l e r İ ............ .......................................................................................................................................

‘ E Ş İ T L İ K Ç İ ÇA Ğ S O N A E R D İ ’ ...................................................................................................................................

Ü N İ V E R S İ T E L E R İ N G İ Y O T İ N İ ! S O R U Ş T U R M A L A R ................................................................................

İ k İ i s i m , b İ r t e f r İ k a / H a ş a n O ğ u z ...................................................................................................................

E R M E N İ K O N F E R A N S I N I N D Ü Ş Ü N D Ü R D Ü K L E R İ VE S O L-Lİ B E RALİ Z M / NeCOti Bilen

L e n İ n ’ İ d ü ş ü n ü r k e n / H a ş a n O ğ u z .......................................................................................... ........................

S O S Y A L İ Z M İ Y A B A N C I L A Ş M A MI Y E N D İ ? / M. SİnOH................ ...........................................................

. .6

..8

, .12

. 16

.19

..23

■V.29

..32

■■35

•37

.38

.41

•45

■49

■51

■57

.67

.76

.80

.85

.89

.92

■95

103

Page 3: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

M erhaba;3 Ekim AB müzakerelerinin başlamasının ardından çizilen pembe

tablonun uçucu renkleri hızla soluklaşmış görünüyor. Ne de olsa AB li­manı hala çok uzaklarda. AB’ye üyelik müzakereleri ve ABD ile ilişki­ler, ordu-hükümet çekişmesi ve düzen partilerinin demagojiye dayalı rekabeti ile birlikte Türkiye’de burjuva siyaseti sürekli istikrarsız bir görünüm arz ediyor. Siyasi alandaki bu tabloya karşın uluslararası ser­maye örgütleri eliyle dayatılan ekonomik program harfiyen uygulanı­yor. Ekonomi politikaları, yerli ve yabancı büyük sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda geniş halk kesimlerinin aleyhine yeniden dü­zenleniyor. Düzen partileri yeni liberal politikaların uygulanmasında birleşiyorlar. Birleştikleri diğer bir konu ise özgürlüklerin daha da kısıt­lanması. Terörle Mücadele Yasa Taslağı bunun en somut örneği. Mak­yaj niteliğinde “demokratik” düzenlemelerin altında düzene gerçek bir alternatif oluşturabilecek güçlerin bastırılması için mevcut durumu a- ratacak hazırlıklar yapılıyor.

Düzen tahakküm ve sömürü mekanizmalarını yeniden düzenlerken bize düşen, değişen koşulları iyi analiz edip kitlelerin mücadelesinin ö- nünü açacak bir çalışma tarzını hayata geçirmek. Bu sayımızda birisi sürmekte olan, diğeri henüz tamamlanmış iki siyasi kampanyaya yer veriyoruz. Sınıf mücadelesindeki farklı deneyimlerin değerlendirilmesi Yol’un bundan sonra da ana gündemlerinden birisi olmaya devam ede­cek. Bunun dışında geçen sayıda yer alan İstanbul’daki yıkımlar konu­suna kent mekânının ranta dönüştürülmesi üzerine bir değerlendirme yazısıyla beraber bu sayıda da devam ediyoruz.

Dünya sayfalarımızda ABD emperyalizmi, petrolün ekonomi politi­ği ve Amerika’daki sendikal hareket üzerine değerlendirmeler var. Er­meni Konferansı ve Kürt Sorunu bağlamında sol içi tartışmalara bu sa­yımızda da devam ediyoruz. Bu tarz yazılar Yol’da önemli bir yer tut­maya devam edecek. Çünkü ideolojik ve politik çizgilerin yeniden ta­nımlanmasına ihtiyaç duyulan bir dönemden geçtiğimizi düşünüyoruz. Ayrıca sosyalizmin ve devrimci mücadelenin sorunlarına ilişkin dene­me ve araştırma yazılarına da Yol’da yer vermek istiyoruz. Bunun bir örneği bu sayımızda yer alıyor.

Yol’un bu sayısında gençlik hareketi üzerine değerlendirmelerin yer almasıyla geçen sayının önemli bir eksiğini gidermiş olduk. Üniversite­ler ve gençlik konuları Yol’da geniş yer tutmaya devam edecek.

Yeni yılın ilk günlerinde buluşmak dileğiyle...

YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal, Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan Menderes Malı. Atışalan Cad. No: 19 Kat: 4 D: 57 Esenler İstanbul

Tel/Faks: (0212) 584 31 05 Web: http://www.yoldergisi.com E-posta: [email protected] Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 İstanbul Tel: 0212 565 17 74

Page 4: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

3 EKİM’DE ÇIKILAN YOL

NEREYE GİDİYOR?Mehmet Vıimazer

Türkiye, Siyasal İslam damgasını taşıyan bir hükümetin eliyle tam yol küreselleş­meye uyum yolunda ilerliyor. Bu yeni icat edilmiş sözün bildik anlamı ise emper­yalist paylaşımdır. Türkiye Yeni Dünya Düzeni'ndeki paylaşım menziline boylu bo­

yunca girmektedir.

İki güç merkezi arasında gittikçe sıkışan Türkiye

3 Ekim şenlikleri Aralık 1999’da Avrupa fotoğrafının içinde yer aldı­ğımız günlerdeki şenliklerden daha sönük geçti. O günler hatırlanırsa ta­rih kitaplarında anlatılan Osman­lI’nın Tanzimat şenliklerine benzer bir hava ortaya çıkmıştı. Memlekete “demokrasi” ve “refah” gelecekti. Yüz elli yıllık bu hayalin bir türlü

gerçekleşmemesi önemli değildi.' Böyle her fırsatta şenlik yapmak ar­tık alışkanlık olmuştu. 3 Ekim şen­liklerinin sönük geçmesinin iki ne­deni olabilir. Türkiye’ye bu beş yılda zaten demokrasi ve refah gelmiş ola­bilir; ya da bu iki Anka kuşunun bu topraklara gelişiyle ilgili umutlar ö- nemli darbeler yemiştir. İkincisinin doğru olduğunu biliyoruz. AB’nin çekiciliği hızla sönüyor.

Ancak biz bu hikayeyi bir kez daha 3 Ekim öncesi ve sonrası yaşa­

nanları göz-

giremeyeceğini kanıtlamak değildir. İki büyük güç merkezinin çekim ala­nında itilip kakılmaktan başı dönen Türkiye’nin nereden gelip nereye gittiğini kestirebilmektir. Bu ülkede yaşayanların ülkenin gidişine müda­hale şansları yoktur, alın yazıları bü­yük güçler tarafından çizilir. YDD i- le Türkiye soğuk savaş günlerine gö­re çok daha karmaşık dengelerin ara­sına sıkıştı. Değişken, hatta oldukça belirsiz süreçlerin içinde sürüklenip gidiyor. Daha doğrusu güç merkezle­rinin çekim alanında demir tozları gibi bir dizilip bir bozuluyor. 3 E- kim’de AB görüşmelerinin başlama­sıyla Türkiye artık bu git-gellerden kurtulmuş oluyor mu?

3 Ekim öncesi yaşanan krizler çözümlendi mi?

3 Ekim öncesi yaşanan üç önem­li krizin boyutlarına bir kez daha ba­karak çizilen pembe tablonun arkası­nı görmeye çalışalım. İlki, Washing- ton ve AKP hükümeti arasında ya­şanmıştı. 9-10 ay önce Washing- ton’un ünlü yayın organları hemen her gün AKP hükümetine ve bizzat Başbakan Erdoğan’a karşı saldırılar­la doluydu. Erdoğan bile “düğmeye basıldı” demek zorunda kaldı. Son­rasında Erdoğan’ın Beyaz Saray zi­yaretine rağmen ilişkilerde önemli bir değişim yaşanmadı. Ancak AB i- le çok yoğun pazarlıkların sürdüğü Eylül ayında Bush’un ulusal güven­lik danışmanı Hadley, Türkiye’yi zi­yareti sırasında önemli bir açıklama

Türkiye güç merkezlerinin çekim alanında de- den geçirerek mir tozları gibi bir dizilip bir bozuluyor. 3 E- anlatalım A_. . , , _ . , , , ,, , maçımız sa­

kim kararıyiaTurkıye artık bu gıt-geiierden dece Türki-kurtuimuş oluyor mu? ye’nin AB’ne

2

Page 5: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 2005 <pi

yaptı ve “1 Mart’ı unuttuklarını” söyledi. Ünlü “tezkere kazası”nı ABD unutmaya karar verdiğine göre ilişkilerde bir değişim olasılığı oldu­ğunu varsaymak gerekiyor. Ancak nasıl, hangi boyutta? Bunu şu anda Washington’un da bilmediğini söy­leyebiliriz. Fakat bu manevralar ö- nemli gelişmelerin işareti olmalıdır.

İkinci büyük kriz AB içinde ya­şanmıştı. AB anayasasının Fransa ve Hollanda tarafından reddedilmesi hem Avrupa’nın hem de Türkiye’nin gündeminde şiddetli bir deprem etki­si yaratmıştı. AB’nin geleceğini ve elbette Türkiye’nin üyeliğini köklü bir şekilde etkileyen bu deprem yı­kıntılar süpürüldükten sonra unuttu­rulmaya çalışılıyor. Bu büyük prob­lemin çözümlenmeden ortada durdu­ğunu söylemeye bile gerek yok. 3 E- kim bayram şenlikleri sırasında bü önemli konu da uykuya yatırıldı.

Üçüncü önemli konu iç politika dengelerinde bir çekişme gibi görün­dü. PKK’nin yeniden silahlı müca­deleyi çok sınırlı olarak başlatmasını önce gündemleştirmeyen derin dev­let daha sonra bunu gündemin üst sı­ralarına taşıdı. Linçler, genelkurma­yın '92 yılını hatırlatan bir şekilde “teröre karşı gönül birliği” çağrısın­da bulunması gerilimi iyice yükselt­ti. Kara Kuvvetleri Komutanı Büyü- kanıt’m “çanlar Türkiye için çalı­yor” açıklamasıyla gerilim tepe nok­tasına çıktı. Ancak 3 Ekim ile birlik­te bu gerilimde hızlı bir düşüş yaşan­dı. Bu gerilimin kaynağında Türki­ye’deki geleneksel güçler ilişkisi vardır. Sivil ve üniformalı hükümet­ler arasında yaşanan gerilim AB sü­recinde özel bir önem kazanıyor. Av­rupa açık açık ordunun politikadaki ağırlığına itiraz ediyor. 3 Ekim önce­si derin devletin gündemi özellikle terörle yüklemesinin amacı bellidir. AB'nin hafızasına bir kez daha “Türkiye'nin özel konumu” kazın­mak istenmiştir. Yararı oldu mu? Son yirmi yıldır süren bu oyunun bu son perdesinin öncekilerden farklı bir yanı olduğunu göze batırmak gereki­yor. Türk derin devleti özellikle son 4-5 yıldır yeni bir strateji arayışı i- çindedir. ABD ve AB arasında sıkı­

şan ve Kaf- kaslar-Orta- d o ğu - B al- kanlar “ateş üçgeni”nde büyük roller uman TürkDevleti bu yönde büyük düş kırıklık­larına uğradığı ölçüde yeni strateji a- rayışlarma çıktı. Bunu en açık bir şe­kilde ilk kez dört beş yıl önce bir Harp Akademisi konuşmasında Bü- yükanıt ifade etmişti. Bugünün dün­ya güçler dengesinde böyle yöneliş­ler “imkansız” değildir. Bu gerçek­likten dolayı Türkiye’deki egemen zümreler arasındaki çekişmeleri ar­tık sadece eski geleneksel boyutun­dan öteye değerlendirmek gerekiyor.

AB görüşme sürecinin sihirli bir değnek olmadığı yeterince açıktır. Bu derece önemli sorunların bir gö­rüşme süreciyle buharlaşması müm­kün olmadığına göre, bundan sonra kendini nasıl ortaya koyacağı sorusu akla geliyor.

ABD7 ünlü "tezkere kazası"nı unutmaya karar verdiğine göre ilişkilerde bir değişim olasılığı olduğunu varsaymak gerekiyor. Ancak nasıl,

hangi boyutta?

Bu sorunun cevabına gelmeden 3 Ekim’de taraflar neler verip neler al­dılar? Büyük gürültüler arasında işin bu yanı örtülü kaldı. Zaten taraflarca istenen de buydu. AB bütün diplo­matik maharet ve gücünü kullanarak Türkiye’yi “imtiyazlı üyeliğe” zorla­dı. Sonunda tam üyelik görüşmeleri­ne razı olarak büyük bir taviz vermiş gibi göründü. Fakat bu gürültü sıra­sında protokole “AB’nin hazmetme kapasitesi” diye önemli bir kayıt dü­şülerek aslında tam üyelik yoluna çok büyük bir engel konulmuş oldu. AB’nin amacı İngiltere Dışişleri Ba- kam’nın dediği gibi “Türkiye’yi de- mirlemek”ti. Çünkü Türkiye doğru­dan reddedilir ve AB kapısı kapatı­lırsa iki yönde demir tarayabilirdi. Derin devlet farklı bir strateji arayışı

5

Page 6: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

ı\A51IVI-VAKALI K ZUW7

AB süreci veMiili Güvenlik Siyaset

BelgesiEpeydir ertelenen MGSB niha­

yet kararlaştırıldı. Bunun AB süre­ciyle doğrudan bağlantılı olduğu bellidir. Bu gizli anayasa açıklanma­yacağı için vatandaş basma sızanlar­la yetinmek zorundadır. Genelkur­may Başkam’mn açıklamasından ba­zı kırmızı çizgilerin kaldırıldığı orta­ya çıkıyor. En önemlisi Kürt Fede­rasyonuna karşı tavırdır. Bu her za­man gerilime gebe konu şimdilik fe­derasyonu resmi tanıma olarak bir biçime sokulmuştur. Kıbrıs sorunun­da belgede bir sınır konulmuştur. Ay-

içindeydi. ABD ve AB salıncağında sallanmak artık bir doyum noktasına gelmişti. Öte yandan, AB sürecine çok hevesli görünen AKP, kapı kapa­tılırsa İslam dünyasına doğru kesin bir yöneliş yapabilirdi. Bu gerçek­lerden dolayı AB görüşme süreci başlatılmak zorundaydı. Ancak öyle kayıtlar konuldu ki, sonuçta yürüne­cek yol “imtiyazlı ortaklığa” çıkar hale geldi. Fakat oyunun mantığı ge­reği her iki tarafın da zafer çığlığı a- tabilmesi gerekiyordu. Bu sağlandı. AB, Türkiye’ye verebileceği en bü­

yük tavizi vermiş göründü; Türk Devleti ise reddedilmenin yaratacağı büyük pozisyon ve imaj kaybından kurtulup “ucu açık” ve “AB’nin haz­metmesine” bağlı binbir engelle do­lu da olsa, görüşme yolunun açılma­sını elde edebileceği en büyük zafer­miş gibi algıladı.

Öte yandan, ABD tam pazarlık­ların en çetrefilli anında "1 Mart’ı u- nuttuk” açıklamasını yaparak hem AB’ye Türkiye lehinde mesaj ver­miş, hem de Türkiye’nin pazarlıklar­da biraz da olsa elini güçlendirmiş

AB açısından Türkiye'nin rolü tam bir bilmecedir. A l­manya Türkiye'yi daha çok "güvenlik" konularında düşü­nüyor, Fransa için durum çok belirgin değildir. İngiltere ise Türkiye için ABD'nin biçeceği rolü destekleyecektir.

oldu. Öte yandan, somut hiçbir tavır almasa da Kuzey Kıbrıs ile görüşme yaparak jestini daha da derinleştire­rek Irak savaşı ile bozulan ilişkileri düzeltme niyetini açıklamış oluyor­du. Amerika hiçbir zaman “iyilik ya­pıp denize atmadığı”na göre bu cö­mertliğin ardında mutlaka bir bek­lenti olmalıdır. Bu konuda basma sı­zan somut bir pazarlık olmasa da bir şeylerin pişirilmekte olduğu kesin­dir.

3 Ekim sonrasına baktığımızda öncesinin temel sorunlarından hiç birisinin çözülmediğini sadece ze­min veya seviye değiştirdiğini söyle­yebiliriz. 3 Ekim pazarlıkları tiyatro­su öylesine oynanmıştır ki, AB vere­bileceği en önemli tavizleri vermiş rolünü oynamıştır. Dolayısıyla artık sıra Türkiye’dedir. ABD ise bu yılın başında topa tutarak gerdiği ilişkile­ri yumuşatarak Türkiye’ye büyük bir jest yapmıştır ve elbette bunun karşı­lığını bekleyecektir.

Sonuç olarak, 3 Ekim’de görüş­me sürecinin başlamasıyla, Türkiye kazandığı bu büyük zafere karşılık artık yeni büyük ödünler verme süre­cine girecektir. Alabileceği en büyük tavizi almış artık verme sırası ona gelmiştir. Bu gerçeklikten dolayı or­talığın 3 Ekim sonrası hemen yumu­şaması son derece aldatıcı bir görü­nüştür. Daha büyük pazarlık ve geri- limlerin yaşanacağı bir döneme gi­rilmiştir.

ÇİVİM; MCEM Y<d ü z e n e :NİM yo VAR MI?

4

Page 7: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

Kasim-AraIi k 2005 qol

nı zamanda Ermeni sorunu konusun­da da gidilecek son nokta belirlen­miştir. AB ile yapılacak pazarlıklara genel bir çerçeve çizen Belge, aslın­da aynı zamanda sivil ve üniformalı hükümet arasında da sınırları belirle­yen bir belgedir. Klasik “tehdit un­surları” dışında bu Belge’nin önemi AB pazarlıklarını ilgilendiren yönü­dür.

Gazetelerde her gün sivil ve üni­formalı hükümet arasındaki bilek güreşinin yeni bir raundunu okuyo­ruz. En son rektörler savaşı yaşandı. Hemen ardından Genelkurmay baş­kanı “sabrımızı deniyorlar” diyerek yeni bir uyarı yaptı. AB pazarlıkları süresince bu çekişmeler yükselip al­çalarak devam edecektir. Son Gü­venlik Belgesi bu pazarlıklara bu­günkü güçler durumu açısından bir çerçeve çizmiştir. Bu anlamda bu Belge’nin orta vadede bir hükmü yoktur.

Nereye?AB sürecini sadece onun ünlü

“kriterleri”ne uyum olarak algılamak politikadan hiçbir şey anlamamak o- lur. Doğu Avrupa ülkelerinin ABD (NATO) ve AB rekabeti yüzünden nasıl büyük bir hızla üyelik basa­maklarını çıktıklarını biliyoruz. Ö- nemliler seçildi üye edildi, ikinci ö- nemde olanlar bekletiliyor. Öte yan­dan, portakal devrimini yapan ve stratejik bir pozisyona sahip olan Ukrayna’nın AB üyeliğinin şimdilik düşünülmemesinin tek nedeni büyük güç merkezleri arasındaki dengeler­dir. AB-Rusya-ABD ilişkilerinde de­netlenemeyecek bir gerilimin yaşan­maması için taraflar şimdilik konuyu bir noktada tutmayı yeğliyor.

Türkiye’nin “geleceği” açısın­dan aynı güçler ilişkisi almyazısı ro­lünü oynamaktadır. Brüksel’in “32 dosyası” ve “Kopenhag Kriterle- ri”nden öteye konuya bakmadan ne­reye gidildiğiyle ilgili bir öngörüde bulunmak zorlaşır. Hala dünyada en çok sözü geçen ABD’nin durumu en önemli belirleyicidir. Irak Savaşı ön­cesi ilan edilen strateji ve bölge için planlananlar bugün büyük sürtünme­

ler nedeniyle yeterince ilerlemiyor. ABD yakın gelecekte bölgede nasıl adımlar atacağını tam bilemediği, daha doğrusu niyetlerine gücünün yetip yetmeyeceğini kestiremediği i- çin yeni bir karar aşamasındadır. Bu anlamda Türkiye’ye bölgede biçilen rol kesin değildir. Daha önce belirtti­ğimiz gibi ABD’nin “1 Mart’ı unut­tuk” tarzındaki açıklaması Türk Devleti ile yeni bir pazarlık ve hazır­lığın işaretidir. Ancak bunun ne ol­duğu henüz belli değildir. Bölgenin, sadece Ortadoğu’nun değil, aynı za­manda Kafkasların da yeni bir kay­nama sürecine girdiği ortadadır. ABD’nin güç ve itibar kaybına uğra­dığı bir dönemde onun yedek gücü olarak bölgede davranmak Türkiye i- çin oldukça zor görünüyor. Bugün ABD’nin yaptığı Türkiye’yi Irak’ta- ki saflaşmalarda tarafsızlaştırmak, Suriye ve İran konularında da kendi safına çekme çabasıdır. Bundan öte­ye henüz aktif bir rol'belirlenmemiş­tir. Ancak Amerika’mn'sıkışması dü­şünülürse yakın gelecekte farklı uz­laşmalar yapılabilir.

AB açısından Türkiye’nin rolü tam bir bilmecedir. Almanya Türki­ye’yi daha çok “güvenlik” konula­rında düşünüyor, Fransa için durum çok belirgin değildir. İngiltere ise Türkiye için ABD’nin biçeceği rolü destekleyecektir. Ancak ortada bir AB anayasası ve dış politikası olma­dığı için Türkiye konusu her bakım­dan -ekonomik ve siyasi- Brüksel a- çısmdan gerçekten ağır bir sorundur. Bu gerçeklikten dolayı İngiliz Dışiş­leri Bakanı Straw’ın tavrı şimdilik tek uygun olan gibi görünüyor: “Türkiye’yi demirlemek gerekir.” Bir taraflara kaymaması için demir­lemek, yani AB görüşmeleri ile bir yandan umut vermek, öte yandan bitmek bilmez isteklerle bunaltıp, sı­kıştırmak en uygun taktik tutumdur.

Bu durumda Türkiye’nin üzerin­de belirsizlik bulutları yoğunlaşmak­tadır. Yoğunlaşan belirsizliğe rağ­men gerek AB’nin ve gerekse ABD’nin amaçlarından birisi bugün­den kesindir. O da Türkiye’nin za- yıflatılmasıdır. .Çeşitli fırsatlarla ma­nevra alanı biraz daha genişlemiş bir

Türkiye kesinlikle ABD ve AB tara­fından istenmiyor. Bu gerçeklikle Türkiye egemenlerinin çıkarları kısa vadede değilse bile orta vadede bir çelişkiye girecektir. Sürekli bir yer­lerde bekletilen, oyalanan ve gerek­tiğinde köşeye sıkıştırılan bir Türki­ye, “Batı medeniyeti”nin Ankara i- çin biçtiği gelecektir. Soğuk savaş yıllarında Batı medeniyeti uğruna göğsünü siper etmiş olan, şimdi yeni koşullarda herkesin fırsat kolladığı, kendi çıkarma baktığı, büyük güçle­rin dayatmalarına rağmen farklı yol­lar aradığı ve bazen de bulduğu dün­yada Türk Devleti’ne düşen ABD ve AB kuşatmasında bekleşmektir. 3 E- kim’in çizdiği gelecek budur. Bu ge­lecek kendini kesin hatlarıyla göster­dikçe Türkiye’deki gerilim yüksele­cektir.

SonuçAmerika’nın yaptığı gibi doğru­

dan savaşla veya AB usulü sözde barışçı yollarla dünyanın yeniden paylaşımının yapıldığı günümüzde, Türkiye paylaşımın sıcak alanına henüz giriyor. Küreselleşmeye u- yum ve neo-liberal ekonomi politi­kaların uygulanması Özal’la başla­tılmış, ancak hem Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi hem de işçi ve öğrenci hareketlerinin yükselmesi i- le kesintiye uğramıştı. Hemen he­men on beş yıllık bir kesintiden sonra şimdi üstelik Siyasal İslam damgasını taşıyan bir hükümetin e- liyle Türkiye tam yol küreselleşme­ye uyum yolunda ilerliyor. Bu yeni icat edilmiş sözün bildik anlamı ise emperyalist paylaşımdır. Türkiye Yeni Dünya Düzeni’ndeki paylaşım menziline boylu boyunca ancak gir­mektedir. AB süreci bu yönde gidi­şe yeni bir ivme verecektir. AB sü­recinin demokrasi ve refah beklen­tisinden çok başka bir şey, emper­yalist paylaşımın günümüzdeki yol­larından birisi olduğu kavrandıkça böyle bir “geleceğe” şovenizme batmış sahte, değil, gerçek itirazlar yükselecektir.

01.11.2005

5

Page 8: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

C jO İ KasiM'AraIik 200?

Özelleştirmeler tam gaz devam ediyor!..

Z a r f a d e ğ İl , m a z r u f a ba k a limUmut fiydin

Sürecin ana iki hedefi net olarak şudur: Birincisi, karar alma süreçlerinin küresel ku­rallara uygun "bağımsız" düzenleyici kurullara devredilmesidir. İkincisi ise, eğitim,

sağlık, kentsel varlıklar vb. kamuya ait değer ve varlıkların ticarileştirilmesidir.

24 Ocak kararlarıyla kapısı ara­lanan ve Özal’la başlayan neo-liberal politikalara uyum süreci 90’larm ba­şında gerek Kürt hareketinin çıkışı gerekse de bahar eylemlerinin bir so­nucu olarak hız kesmişti. AKP ikti­darı ile birlikte bu süreç tekrar derin­leşmeye başladı. TÜPRAŞ, PET- KİM, ERDEMİR ve Telekom gibi büyük varlıkların satışını yenileri iz­leyecek. Bu arada TMSF üzerinden de özellikle geçmişte Uzan grubuna ait olup el konulan medya şirketleri­nin satışı sürüyor. Burada ise sırada Telsim satış bekliyor.

TMSF’nin medya satışlarına ay­rıca bakmakta yarar var. Diğer taraf­tan süren özelleştirmelerde ise tartış­manın boyutu eskiye göre başka bir

ERDEMİRArcelor, Ereğli Ortak Girişim

Grubu, Mittal Steel Company, NLMK, Nurol-Limak-Ozaltm- Alkol Pazarlama ve OYAK ol­mak üzere altı firma ve grubun katıldığı ihaleyi 2 milyar 770 milyon dolar veren OYAK kazan­dı. OYAK, Erdemir’in %3.17’si- ne karşılık gelen Türkiye Kalkın­ma Bankası’na ait hisseleri de ay­nı şartlar da satın alacak. Erdemir hisselerinin yaklaşık %9’u daha önce çeşitli yöntemlerle satılmış­tı. OYAK ise bu ihalede Erde­mir’in %46.12’lik hissesini almış oldu. Öte yandan OYAK, henüz şirketi devralmamışken ortak ara­yışına başladı bile.

J

noktaya kaymış durumda. Bugüne kadar tartışılan ana nokta “KİTTerin zarar mı, kar mı ettiği, zarar edenleri satmanın ne kadar doğru olduğu” şeklindeydi. Bu tartışma başlı başına yanlış bir noktaydı. Bugün gelinen noktada ise “KİTTerin yabancı ser­mayeye mi, yoksa yerli finans kapi­tale mi satılması gerekir” şeklinde u- lusal çizgide bir tartışma yürüyor. Konunun böylesi ters noktalardan ele alınması sonuç olarak özelleştirmele­re karşı ciddi bir direniş yaratılması­nın da önünde bir engel oluşturuyor.

1990’larm başlarında IMF-DB İki­lisinin gündeme soktukları Washington Mutabakatı’nm ardından gelişen birin­ci kuşak düzenlemeler, ulus devletlerin piyasalarını küresel kapitalizmin piya­sa kurallarına sınırsızca açmalarını da­yatıyordu. Birinci kuşak politikaların yönelimi; ticaretin serbestleştirilmesi, fmansal transferlerin önündeki engel­lerin temizlenmesi ve bunlara uygun biçimde kuralsızlaştırma (de-regülas- yon) ve özelleştirme idi.

İkinci kuşak politikalar ise dev­lete düzenleyici (re-regülasyon) bir rol yükledi. Hedef, piyasanın top-

GALAT APORTGalataport Projesi, Karaköy

Meydanı’ndaki Türkiye Denizci­lik İşletmeleri Genel Müdürlük binasından Deniz Ticaret Oda- sı’na kadar yaklaşık 1200 metre­lik sahil şeridini kapsıyor. Proje­nin işletmesi için 49 yıllığına a- çılan ihaleyi, Royal Ortak Giri­şim Grubu, yaklaşık 3.5 milyar euro vererek kazandı. İhale bede­li dördüncü yıldan itibaren 49 yılda ödenecek.

Royal Grubu’nun hakim orta­ğı İsrailli Sami Ofer’in sahibi ol­duğu Ofer Grup. Sami Ofer, kru- vaziyer turizmin dünyaca ünlü i- simlerinden ve Karayipler’deki gücünü Doğu Akdeniz’e taşımaya çalışıyor. Daha önce de Kuşadası Limam’nı ve Gümüşsüyü’ndaki

^ark Oteli satın almıştı. ^

lumsal olan her alana yayılmasıdır. Bu doğrultuda ulusal kurum ve hu­kuksal yapıların tasfiye edilmesi, bunların yerine IMF-DB İkilisinin çerçevesini hazırladığı yapıların yer­leştirilmesi amaçlandı. Merkez Ban­kası özerkleşmeli, siyasetin deneti­minden uzak özerk kurullar oluştu­rulmalı, uluslararası tahkim gibi ku­rumlar aracılığıyla küresel sermaye­nin tek hukuk sistemi kabul edilmeli­dir.

Sürecin ana iki hedefi net olarak şudur: Birincisi, karar alma süreçle­rinin küresel kurallara uygun “ba­ğımsız” düzenleyici kurullara devre-

6

Page 9: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 2005 c p i

dilmesidir. İkincisi ise, eğitim, sağ­lık, kentsel varlıklar vb. kamuya ait değer ve varlıkların ticarileştirilme- sidir.

Buradan yazının basma döner­sek; özelleştirme “KİT kambu- ru”ndan kurtulmak, karlı-zararda gi­bi sığ bir tartışmanın öznesi değildir. Zarfa değil, mazrufa bakmak gereki­yor. KİT’ler her halükarda satılacak. Çünkü amaç kamuyu tasfiye etmek­tir. Kamunun yerini yerli ya da ya­bancı sermayenin alması tartışması i- se, ulusalcı hezeyanları bir kenara bırakırsak, pazar kavgasından başka bir şey değil. Sonuçta hepsinin de a­

macı, kar ve sermaye birikimi düze­nini derinleştirmek. Öyle ya da böy­le, ama çalarak, ama halktan ala­rak... Kaldı ki Erdemir’i alan Cİ­YAK, ihalenin hemen ardından iha­ledeki rakiplerinden Mittal Steel ile ortaklık görüşmesi yapmıştır. İşte si­ze “yerli” sermaye!

Sonuç olarak; Batı cephesinde değişen bir şey yok. Piyasanın vah­şeti, sermayenin mutlak tahakkümü­nü gerçeklemeye çalışıyor. Buna kar­şı bir direniş örgütlenemediği sürece özelleştirme KIT’lerle sınırlı kalma­yacak, yaşama bütünüyle nüfuz ede­cektir.

TÜPRAŞTüpraş’m %51’inin özelleş­

tirilmesi ihalesini, 4 milyar 140 milyon dolar veren Koç-Shell Ortak Girişim Grubu kazandı. Bilindiği gibi daha önce de TÜPRAŞTn %14.76‘hk kısmı İMKB Toptan Satışlar Paza- rı’nda İsrailli Ofer Grubu’na sa­tılmıştı.

Petrol-İş Sendikası her iki satışla ilgili olarak da yargıya başvurdu. Süreç devam ediyor^

O ligopo lden M o n o p o leTasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) bir süre­

dir Uzan Grubu’na ait varlıkların satışına devam edi­yor. Son dönemin gözdeleri ise medya varlıklarıydı. Star TV’yi 306.5 milyon dolara Doğan Grubu satın al­dı. Kral TV’yi Mehmet Emin Karamehmet aldı, ancak ihaleye tek başına katıldığı için satış tekrarlanacak. Star Gazetesi’ne ise talip çıkmadı.

Uzanlara ait radyolara da “yoğun” ilgi vardı. 0- zellikle grubun iki motor radyosu ciddi bir kapışmaya sahne oldu. Süper FM’e 33 milyon dolar veren CGS grubu, Metro FM’i de 22 milyon 850 bin dolara satın aldı. CGS grubu, Star TV ihalesine de girdi, ancak i- hale devam ederken çekilmeyi tercih etti.

Tekelcilik mi, tek seslilik mi?Star TV’nin Doğan Grubu tarafından satın alınma­

sının ardından bir tekelcilik tartışması sürüp gidiyor. Oysa tekel konumu yeni bir durum değil. Doğan Gru­bu, sektörün %60’ma yakınını elinde bulunduruyordu zaten. Onun dışında da Dinç Bilgin’in yerine geçen Turgay Ciner ile Yapı Kredi ve Pamukbank operas­yonlarının ardından güç yitiren, Turkcell’in de sahibi olan Mehmet Emin Karamehmet bulunuyordu. ‘90’h yılların başında Uzan Grubu’nun mafyatik girişiyle başlayan özel televizyonlar süreci, hep tekelci bir hat­ta ilerledi. Bugün yaşanan ise Doğan Grubu’nun üçün­cü büyük kanalıyla birlikte piyasanın neredeyse tama­mına ambargo koymasıdır. Başka bir ifadeyle; oligo­polden monopole adım atılmıştır.

Dolayısıyla “medya tekelleşiyor” tartışması boş­tur. Asıl sorun tek sesli duruşun derinleşmesidir. Sö­zünü ettiğim iktidarın ya da şu sermaye grubunun söz­cüsü olmak değil. Bugün medya; küreselleşmeci, pi­yasacı sermaye ideolojisinin sesi olarak var. Haberler,

yorumlar hep bu çerçevede, aykırı düşenler çoktan a- yıklandı, tecrit edildi. Birkaç tane ayrık otu, “çok ses­lilik” iddiasının dekoru olarak kenarda tutuluyor. Sek­tör, yeni girişlere açık ve rekabetçi görünse bile, üre­timin niteliği hepsinde aynı. Parayı veren, hep aynı düdüğü çalıyor.

Ofer’le CanVVest arasında ne var?!Süper FM ve Metro FM’i satın alan CGS grubun

hakim ortağı CanWest, Kanada’nm en büyük uluslara­rası medya kuruluşu. Bünyesinde 40 gazete, 17 tele­vizyon, 3 radyo, 6 yayın ve dağıtım şirketi ile 2 web sitesi bulunuyor. CanWest’in Avustralya, Yeni Zelan­da ve İrlanda’da da yatırımları var. Sermayenin dini olmaz, doğrudur. CanWest’in sahibi Leonard Asper, Yahudi asıllı ve şirket geçmişte bizzat Reuters Ajansı tarafından İsrail-Filistin haberlerine sansür uyguladığı ve maniplasyona gittiği yönünde suçlanmıştı.

CanWest Türkiye’ye büyük paralar ödeyerek hızlı bir şekilde girdi. Star TV’den son anda vazgeçti. Ku­lislerde, danışmanlığına ABD’nin Türkiye eski büyü­kelçisi ve Dışişleri Eski Bakan Yardımcısı Marc Gros- man’m getirildiği TGRT’yi satın alacakları konuşulu­yor.

Öte yandan bu dönemde başka bir Yahudi grup, O- fer grubu da Türkiye’ye hızlı girdi. Burada komplo te­orisine meraklı olanlar için birkaç şey yazalım. İki grubun da Türkiye’deki partneri aynı. Daha önce ismi pek duyulmamış olan Global Menkul Değerler’in pat­ronu Mehmet Kutman iki gruba da eşlik ediyor. Bu benzerliğin dışında; CanVVest’in Türkiye’deki ortakla­rından biri de Fatih Akol. Sami Ofer ise Fatih Akol’un eşi Meltem Akol’u kendine hukuk danışmanı ve sözcü olarak seçmiş. Benzerlikler bu kadar. Yorum size ait.

7

Page 10: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

qol Kasim--AraI!İ< 2005

Şirketleşen belediye, metalaşan kent, dışlanan yoksullar

R a n t s a l d ö n ü ş ü mMehmet Vusufoğlu

İstanbul'un rant alanlarının büyüh sermaye tarafından değerlendirilmeye açılması 1980'lere yani ilh neoliberal uygulamalara uzanıyor. Üretim sektöründe düşen karlar sorunu, yeniden bu karlara ulaşmak isteyen sermaye tarafından hayatın

tüm alanlarının metalaşması ve özelleştirmelerle aşılmaya çalışılıyor.

Dubai Holding Kuleleri, AKM’nin yıkılma planlan, Galataport Projesi, or­manlık araziye yasaya uydurularak ya­pılan Formula 1 Pisti, Haydarpaşa garı ve çevresinin ticaret ve turizm merkezi yapılması çalışmalan, Haliç Değerlen­dirme Projesi, Harbiye’deki TRT Rad­yo binasının satılıp otele dönüştürülme­si projesi, dünyanın sayılı büyük alışve­riş merkezlerinden biri olduğu söyle­nen Cevahir Alışveriş Merkezi’nin açı­

lışı, 2b statüsündeki orman arazilerinin hükümetçe satışa çıkarılmaya çalışıl­ması, kentin kuzeydeki ormanlık ve su havzalarına doğru genişlemesine neden olacak ve tüp geçit gibi toplu taşımacı­lık alternatiflerini dışlayan Sarıyer’e yapılacak 3. köprü kararları (7 Kasım 2005, Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkla­ması), Zeytinbumu’nda “depreme karşı dayanıksız” gerekçesi ile sayıları 10 binlere ulaşacak konut yıkımları ve

bölgenin boşaltılması pro­jesi, kent içinde kalan eski depo, garaj gibi yapıların satılması derken kentsel rant yaratımı ve bu rantla­rın sermayenin koşulsuz kullanımına dönük ve acil olarak tepki üretilmesi ge­reken pek çok örnekle kar­şılaştık.

‘Arazi yok, kent­sel dönüşüm kaçınılmaz’

Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Kanunu ise tüm bu sürece yasal kılıf oluş­turma amacıyla şekillendi. Bankalar ve emlak şirket­leri bu yasanın uygulanma­sını iştahla bekliyorlar, zira basma göre “Mortgage kredi sistemi ev satışlarını patlatacak”. Şimdilik az bir kısmı gerçekleştirilen ge­cekondu yıkım planları ve kentsel yenileme, canlan­dırma projeleri ile birlikte

ele alındığında kentin allanıp pullanıp, geçmişten gelen zengin kültürü yeni­den cilalanıp “pazara” çıkartılması sü­reci ile karşı karşıyayız. Daha da önem­lisi kentin yoksullarının “Arazi Kalma­dı, Kentsel Dönüşüm Şart” (kaynak: emlak.milliyet.com.tr) denilerek bir kez daha yerinden edilmesi, piyasanın acımasız ellerine bırakılması, kentin kı­yısına savrulması, hem karar alma sü­reçlerinden hem de kamusal olması ge­reken kentsel mekanlardan dışlanması gerçeğiyle karşı karşıya olduğumuz a- çık. “Kentsel Dönüşünf’den elde edile­cek merkeze yakın araziler, daha çok para verebilecek olanlara konut ya da işyeri olacak ya da “para getirecek” ya­tırımlara açılacak.

Belediyelerin ve belediye hizmet­lerinin ticarileşmesi, birimlerin şirket­leşmesi ve böylece halkın katılım ve hesap sormasından iyice uzaklaşması, belediye hizmetlerinin kar mantığı ile işletilmesi ve bunun sonucu olarak git­tikçe parası olanlara ve o semtlere hiz­met üretir hale gelmesi oldukça önemli ve mutlaka tartışılmalı. Ancak bu yazı­da kentsel gelişme ve dönüşüm süre­cinde hızla sermaye kullanım ve kont­rolüne açılacak alanlar ve bunu sağla­yacak projeler üzerinden süreci özetle­meye çalışacağım.

İstanbul’un rant alanlarının büyük sermaye tarafından değerlendirilmeye açılması 1980’lere yani ilk neoliberal uygulamalara uzanıyor. Üretim sektö­ründe düşen karlar sorunu, yeniden bu karlara ulaşmak isteyen sermaye tara­fından hayatın tüm alanlarının metalaş-

8

Page 11: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

r

ması ve özelleştirmelerle aşılmaya çalı­şılıyor. Kentlerin metalaşması sürecini bununla birlikte incelemek gerekiyor. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik alanla­rında olduğu gibi kentsel mekan ve .me­kanın organizasyonu da metalaşma ve kar konusu oluyor. Yine bu mekanlarla birlikte yaratılan tüketim kalıplan ve ü- retilen yaşam tarzları “küresel elitlere” ve “kentin yeni profesyonellerine” su­nuluyor, kent ve özellikle “çöküntü ala­nı” diye adlandırılan kentin merkezi bölgelerinin “değerlendirilmesi”, zen­ginlerin bu bölgelere çekilip belediye ve sermaye gelirlerinin artmlması bir başka amaç.

Küresel meta üretimindeki rekabet ve finansallaşma göz önüne alındığında üretim dışı alanların karlı sektörler ola­rak tanımlanıp sermayenin toplan dön­güsünün içine çekilmesi neoliberal dö­nemin temel özelliği. Bu süreçte kent­ler birbirleri ile yarışırcasına sermaye­nin kullanımına açılırken, “dünya ken­ti” olmanın faturası kamusal değerlerin ve halkın ortak mallarının ve kullanım alanlarının sermaye lehine, özellikle fı- nans, emlak, inşaat ve tüketim sektörle­ri lehine el değiştirmesi olarak ortaya çıkıyor. Bu süreçte kente göç eden yok­sulları bir de kent içi göç bekliyor aynı zamanda.

Dubai Kuleleri’nin öncesi

Burada vermeye çalışacağım örnek yaşadığımız kentsel dönüşüm sürecine hangi aktörlerin etkin olduğunu göster­mesi ve kentsel rantların kenti nasıl şe­killendirdiğini göstermesi açısından ol­dukça anlamlı. Bu süreç son olarak Du­bai Holding’in yapacağı gökdelenlerle zirvesine ulaştı maalesef.

Büyükdere Bulvarı kentin Avrupa yakasında Şişli Camisi’nden başlayıp Esentepe-Levent-Maslak ve Hacıosma- na kadar uzanıyor. Büyükdere E5 ve TEM’in birbirine en yakın geçtiği bir merkez olması ile kentin her yerinden kolayca ulaşılabilirlik özelliğine sahip.

Rant için kuzeydeki ormanlık alana ve Boğaz’m kuzeyine doğru genişle­meyi hızlandıran Maslak-Zincirlikuyu ekseni yapılanmaları ve Maslak gökde­

lenleri projeleri Dfc zr nrt^ -m v tık­lıyor. Dalan'm 19S6 • Anca Dcizrcerr ve Piyalepaşa'yı büyük ;s merkezlen. oteller, alışveriş merkezi ve lüks konut­larla donatma projesi ciddi tepki ile karşılaşınca büyük sermayenin baskıla­rı sonucu bu proje Büyükdere-Maslak

• eksenine kaydırılır. (İptal edilen proje­nin sadece ilk adımı olarak Tarlabaşı Bulvarı açılabilir.). Zincirlikuyu-Mas- lak hattı için ilk talepler Sabancı, İş Bankası, Yapı Kredi, Tatlıcılar Holding ve Alarko Holding’den gelir. İlerleyen finans sektörünün ileri teknolojili bina talebi bu süreçte belirleyici olur. ANAP “yabancı sermaye için uygun ortam ya­ratmak”, “İstanbul’u neo-liberal politi­kaların vitrini yapmak” gibi hedeflerle süreci başlatır. Ancak sonra başa gelen SJTP’li belediye gökdelenler için daha içerlerdeki Ferhatpaşa’yı önerir ve bu­raya ciddi imar kısıtlamaları getirir. Bu- na karşılık ANAP hükümeti alanı “Tu­rizm Bölgesi” ilan ederek uygulamayı devam ettirir ve yetkileri belediyeden alır. Bu dönemde Türkiye’nin büyük sermayesi 1960’larm ve 70Terin karlı alanlarını terk ederek arsa rantlarına yönelmiştir iyice. Gecekondulaşma ve arazi açma süreci iyice ticarileşip bü­yük sermayenin denetimine girer. Koz- yatağı-Altunizade ekseni de bölgedeki toprak sahiplerinin talebi sonucu bu tip imara açılan bölgedir. Yine Kavacık, 2. köprünün yapılması ile artan rantlar so­nucu sermayenin ciddi yatırımlar yaptı­ğı bir bölge olarak öne çıkar.

Bu tip projeler kentteki elit grupla­rın çıkarını gözetmekte ve kentte gelir eşitsizliğini, mekansal kutuplaşmayı artırıp kentin sınırlı kaynaklarını belli sınıfların çıkarı için kanalize etmekte­dir. Kuzeydeki ormanlar ve su havzala­rı günümüzde lüks konut siteleri ile iyi­ce dolmaya başlamıştır. Bu gelişme tra­fik, su vb. pek çok altyapı problemini de birlikte getirmiştir. Maslak’a yapıl­ması planlanan yeni gökdelenler (6 A- ralık 2005, Milliyet), Dubai Kuleleri ve Sarıyer’e yapılacak 3. köprü de yapı­laşmayı kuzeye ve boğaz kıyılarına iyi­ce yerleştirecektir. (Oysa bu alanlar 1980 nazım planı ve önceki tüm planla­rın tam aksine gökdelenlerle dolmuş­tur.) Ayrıca Kuştepe, Gültepe, Çelikte- pe, Karanfilköy üzerinde günümüzde

Yağmalanan merkezler: GalataPorr. Haliç proje­

leri, Haydarpaşaİstanbul Boğazı’nm güzelliğim ve

kültürel geçmişini pazarlamaya soyu­nan Haliç, Haydarpaşa ve Galataport projeleri ise kentin en değerli merkez­lerine yönelik projelerdir. Kentin için­deki sanayi tesisleri, liman ve garlar, depolar “finansal akışları ve hizmet sektörü yatırımlarını” çekmek isteyen kent için ve kentin bu en değerli alanla­rına göz koyan sermayedarlar için bu­lunmaz fırsatlardır. İstanbul Büyükşe- hir Belediye Başkanı Kadir Topbaş Londra’daki Doklar Bölgesi’ni örnek vermektedir. Elit kültür ve sanat ku­rumlan, iş merkezleri, oteller, turistik plazalar ve alışveriş merkezleri ile Ha­liç ve Galata yerli yabancı elitlerin hiz­metine sunulacaktır. Kentin değerli ve merkezi bir alanı daha kamusal kullanı­mın dışına çıkartılmış olacaktır. Kentle­rin sanayisizleşmesi olarak akademik çalışmalarda yer alan bu sürecin pek çok örneği Avrupa kentelerinin bir kıs­mında 1970’lerden beri yaşanmaktadır. Taksim’deki Atatürk Kültür Merke- zi’nin yenilenmesi ve Harbiye’deki TRT binasının otel yapılması da kentin merkezindeki bu yapıların haraç mezat ticari kullanıma açılması anlamına gel­mektedir.

Nezihleştirme ve yeniden canlandırma

Kenti pazarlama ve zenginlerin kullanımına sunmanın bir diğer yolu da “çöküntü ve suç alanları” olarak adlan­dırılan yerlerin, özellikle şehrin merke­zinde olup da sonradan gözden düşen bölgelerin yeniden canlandırılmasıdır. (Yeni kanun tasarısında da “yenileme” ve “yeniden canlandırma” pek çok kez yer almış durumda.) Bunlar Kuzgun­cuk, Ortaköy, Cihangir, Fener-Balat, Amavutköy gibi semtlerde uygulan­mıştır ya da bu semtler bu tip bir “yeni­den değerlenme” sürecinin içindedir. Talimhane ve Unkapam’na kadar olan Tarlabaşı çevresi için, Aksaray ve Fa-

9

Page 12: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

CjOİ KasiM'AraIiI< 2005

tih’in belli bölgeleri için de düşünülen süreç buraların nezihleştirilip orada ya­şayan kiracı ve yeni göçmenlerin yerin­den edilmeleri anlamına gelecektir. Ar­tan kiralar ve masraflar sonucu taşın­mak zorunda kalan yoksul ve emekçile­rin konut sorunu ve çalışma haklarına dair bir çözüm ise kesinlikle üretilme- mektedir. Kentin merkezlerine zengin­lerin çekilmesi, bu alanların tüketim i- çerikli kentsel turizme yönelik olarak metalaşması böylece hem belediye ge­lirlerinin hem de sermaye gelirlerinin (emlak, fınans, inşaat sektörleri başta olmak üzere) artırılması hedeflenmek­tedir. Zeytinbumu gibi semtlerde ise “kentsel dönüşüm” adı altında yapıla­cak olan yeniden canlandırma değil as­lında “yıkarak yenileme” olarak adlan­dırılabilir. Bu bölge ciddi bir toplu ko­nut rant alanı yapılacaktır.

Aslında Bahçeşehir, Kemer Co- untry, Beykoz Konakları vb. dışarıya kapalı ve hijyenik ortamlar olarak su­nulan siteler gerçekte sermayenin kente ve yoksullara bakışını ifade eden bir anlayışta tasarımlanıyor. Kent sorunla­rının, hava kirliliğinin, trafiğin, temiz­lik sorunlarının yükünü paylaşmak iste­meyen ve “suç ve pislik yuvası” olarak gördükleri kentten ve yoksullardan u- zakta kendilerine steril yaşamlar kur­mak isteyen kent zenginlerinin yaşa->, dıkları yerler olarak ortaya çıkıyor bu tip siteler. İşte mevcut kentsel dönüşüm

projelerinin de Haydarpaşa’yı, Gala- ta’yı, Haliç’i benzer bir mantıkla, e- mekçileri ve onların ihtiyaçlarım dışla­yan bir mantıkla sermayedarların hiz­metine sunacağını söylemek zorlama olmaz.

Kentin kendi dinamikle­rine odaklanmak ve

kentsel mücadelelerin önemi

Yeni yoksulluk, işsizlik, güvence­siz ve düzensiz çalışma, sosyal harca­maların kısılması, temel hizmetlerin ti­carileşmesinin,- belediyelerin ticarileş­mesi ve semtlerin gelirlerine göre hiz­met sunar hale gelmelerinin yarattığı e- şitsizlikler yukarıdaki dönüşümlerle birlikte düşünüldüğünde kentsel ayrış­ma, dışlanma ve gerilimleri artıracaktır. Suç ve toplumsal çürüme, uyuşturucu ve kapkaççılık olaylarının kamuoyunda tartışılma biçimine baktığımızda bu ay­rışmanın bir yönünü zaten görebilmek­teyiz. Tarımsal politikaların yaratacağı yeni göç, gecekondulaşılacak alanların iyice azalması (örneğin gecekondudan dönüşen apartmanların gecekonduların tersine yoksullar için ciddi bir kira yü­kü ve kalabalık yaşama zorunluluğu getirmesi) ile de birleşince çok ciddi kentsel ayrışmaların ve mücadelelele- rin gerçekleşeceğini gelecekte öngör­mek zor değil. Bu dönemde sadece

kente kırsal kesimden gelen göçün ya­ratacağı sorunlara değil, kentin yeniden yapılanması ve metalaşması sürecinin, kentiçi ve kentler arası göçün yarataca­ğı özgün sorunlara (örneğin şimdiye kadar varoş bölgelerinde gerçekleşen yıkımlar bunun sadece çok küçük bir kısmı) müdahale edebilmek, sermaye­nin en önemli kar ve sömürü alanların­dan biri olma yolunda olan kentsel rantlara karşı çıkabilmek, kente sahip çıkmak oldukça önemli. Arazi arayışın­daki sermayenin yoksullan tehdit ettiği bu koşullarda mekan ve mekana eklem­lenmiş değerler, çelişkiler ve özgünlük­lerin üstünden atlamayan bir mücadele tarzı anlamlı olacaktır.

Kamusal kullanıma ve toplumsal ihtiyaçlara yönelik bir planlama, top­lumsal katılımı ve dayanışmayı arttıran mekansal düzenlemeler, ortak tüketim alanları, spor merkezleri, aşevleri, kreş­ler, kadınların, yaşlıların, gençlerin ka­tılımını artıran kentsel yönetim model­leri, yıkımlara karşı alternatif kent mü­cadeleleri ve halk özyönetim biçimleri, metalaşmayı ve ticarileşmeyi tersine çeviren süreçler bugünkü mücadelele­rin içinden çıkacaktır. Kent rantlarının vergilendirilmesi ve kamusal yatırımla­ra aktarımı, fmansal sermaye hareketle­rinin kontrolü, kentsel yatırımların çev­reye maliyetlerinin sermayeye ödetil- mesi, yıkımlara karşı sağlıklı barınma hakkını öne çıkaran mücadeleler, kent­le ilgili kararlara halkın kesin katılımı­nın sağlanması talebi, özelleştirilip satı­lacak kent içi tesislerdeki özelleştirme karşıtı mücadeleler gibi güncel pratik hedefler türünde hedeflerin geliştiril­mesi de anlamlı olacaktır.

Kaynaklarİstanbul’da Kentsel Ayrışma, Haz. Hatice

Kurtuluş, Bağlam 2005. (H.Kurtuluş, Bin-

nur Öktem ve Besime Şen’in Makaleleri)

Praksis; Kent ve Kapitalizm, Bahar 2001.

Fikret Şenses; Küreselleşmenin Öteki Yüzü: Yoksulluk, Kavramlar, Nedenler,

Politikalar ve Temel Eğilimler, İletişim Ya­

yınları, İstanbul, 2001

www.dayanismaevleri.org

10

Page 13: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AkaIiI< 2005 qol

Kim ne d iyo r?

Arsa yok, yoksullar dışarı!İstanbul’da arsa sıkıntısı başlayacak, kentsel dö­

nüşüm kaçınılmaz.

Düzensiz, çarpık ve plansız yapılaşma İstanbul’da inşaat yapılacak alanları bitirdi. 1950’lerde başlayan, 1960, 1970 ve 1980’lerde devam eden, 1990’larda zir­ve noktaya ulaşan yapılaşma İstanbul’da düzenli konut yapılacak alan bırakmadı. Kentsel dönüşüm kaçınıl­maz. Gelinen bu noktada büyük bir ihtimal ile başa dö­nülecek. Yani kentsel dönüşüm planları uygulanacak, bu konuda Güngören, Bağcılar, Esenler, Gaziosmanpa­şa, Eyüp, Zeytinburnu, Bahçelievler, Küçükçekme- ce,Ümraniye, Maltepe ve Kartal’da kentsel dönüşüm planlarının uygulanması kaçınılmaz hale gelecek.”

(emlak, milliyet, com. tr)

Emlak spekülatörleri: ‘Kentsel dönüşüm kolay olmayacak!’

Dünya Gayrimenkul Enstitüsü (ULI) Türkiye Baş­kanı Hakan Kodal, gayrimenkulde sağlıklı büyümenin kentsel dönüşüm yasa taslağının kabulüyle yaşanaca­ğını söyledi.

Gayrimenkul yatırımcıları, büyük kentleri gece­kondulardan kurtaracak kentsel dönüşüm yasasının bir an önce kabul edilmesi için bastırıyor. Bu yıl, 4’üncüsü Ceylan İntercontinental Oteli’nde düzenle­nen Gayrimenkul Zirvesi’ne katılan ve ‘Kentsel Dö­nüşüm’ konulu paneli yöneten Dünya Gayrimenkul Enstitüsü (ULI) Türkiye Başkanı Hakan Kodal, gay­rimenkulde sağlıklı büyümenin kentsel dönüşüm ya­sa taslağının kabulüyle yaşanacağını söyledi. Kentsel dönüşümün kolay olmayacağına dikkat çeken Kodal, ‘Kentsel dönüşüm öyle bugünden yarma olabilecek birşey değil. Halic’in kentsel dönüşümü başarılı ol­du. Şimdi, Zeytinburnu’nda, bir proje var. Amacı­mız, kentsel dönüşüm projelerini hızlandırmak’ dedi. Eskiye göre yerel yönetimleri daha dinamik bulduğu­nu da belirten Kodal, şöyle konuştu: “Gayrimenkul­de, büyüme sağlıksız olduğu zaman gerçek anlamda değer artışları yaşanmıyor. Büyümenin sağlıklı ol­ması için kentsel dönüşüm projelerinin hızlandırıl­ması şart. Ayrıca, kamu arazilerinin değerlendirilme­si, Yerel Yönetimler Yasası ile alışveriş merkezlerine ilişkin yasa gibi sektörü yakından ilgilendiren geliş­melerde ve ipoteğe dayalı finansman sisteminin uy­gulamaya geçilmesinde gayrimenkul yatırımcıları o- larak her türlü görüşlerimizi yansıtmaya devam ede­ceğiz.”

Bankalar konut kredisi peşinde!Konut Kredisine Amerikan modeli haziranda: Ser­

maye Piyasası Kurulu Başkam Doğan Cansızlar, 2 yıl­dır yürüttükleri ipoteğe dayalı konut finansmanı çalış­malarında son aşamaya geldiklerini söyledi. Cansız­lar, “Model, haziran ayında netleşecek. Bir finans şir­keti kurulacak. Bankalar, bu şirkete ipotek kredilerini belli bir komisyon karşılığında satacak. İpotek kredi­leri şirket bünyesindeki havuzda toplanacak ve burada menkul kiymetleştirilerek vatandaşlara uzun vadede, kira öder gibi konut kredisi sağlanacak” dedi.

Topbaş: ‘M etroyu da satmak istiyoruz’

“Dubai International Properties ile 5 milyar dolar­lık gayrimenkul projeleri için işbirliğine giden İstanbul Büyükşehir Belediyesi, metroyu da satmaya hazırlanı­yor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Top­baş, Güney Kore, Dubai, Fransa ve İtalya’daki şirket­ler ile görüşmelerinin sürdüğünü, bugünkü tramvay ve metro işletmesini devredebileceklerini açıkladı.”

(Milliyet, 25 Kasım 2005)

Üçüncü köprü kuzeydenİstanbul Valisi Muammer Güler, İstanbul’a 3. bo­

ğaz köprüsünü çok gerekli bulduğunu, çünkü bu köp­rünün yeni bir çevre yolunu da kapsamış olacağını be­lirterek, ‘’Bu köprünün mevcut 2 köprünün arasına değil, 2. köprünün kuzeyine olacağı konusunda bir mutabakatın oluştuğunu biliyorum” dedi.

Galata’yı turizme açacağız! Hedefimiz dünya kenti olmak!Kadir Topbaş: “İstanbul’daki çarpık yapılaşmaya

son vermek için çok sayıda kentsel dönüşüm projemiz var. Çalışmalarımızı deprem dönüşüm ve gecekondu dönüşüm olarak sürdürüyoruz. Bugüne kadar tespit çalışması sürdürülen Zeytinburnu’nda 500 birimde deprem dönüşüm için arkadaşlarıma talimat verdim ve çalışmalara başladık. Ayrıca Tarlabaşı’nm altındaki bölgeyi restore ederek burayı öğrenci yurtlarının, kül­tür ve sanat merkezlerinin hakim olduğu bir semt ha­line getireceğiz. Bu çalışmalarımız da başlıyor. Kü- çükçekmece’de TOKİ ile başlattığımız kentsel dönü­şüm çalışmalarında da yakında kazmayı vuruyoruz. Hedefimiz İstanbul’u yaşanabilir, aydınlık, güvenli bir dünya şehri haline getirmek. Galata Projesi çerçe­vesinde de burayı turizme açacağız.”

(Akşam Gazetesi, 14 Mayıs 2004) (www. ibb.gov. tr)

Page 14: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

CJOİ KasiM'AraIiI< 2005

N e d e n y ik im l a r a k a r ş i

M ÜCADELE?Bahar €kinci

Konduların nasıl ve hangi Koşullarda yapıldığı, şimdi neden yıKılmaK istendiği e- mehçilerin bilincine çıkarılmalı ve sorunun gerçek çözümü olan "Herkese Sağlıklı Barınma Hakkı!" şiarı öne çıkarılmalıdır. Bu anlamda yerel yönetimlere, kira bedeli

cüzi konutlar yapıp halka sunması için baskı oluşturmak gerekir.

‘Kentsel Dönüşüm Projesi’ne i- lişkin genel bir değerlendirme ve yaklaşımımızı sunan bir yazı bundan önceki sayımızda yer almıştı. Proje­nin kapsamı ve düzenin bu projeyle neyi amaçladığına ilişkin, emek cep­hesindeki değerlendirmeler benzer nitelikte. Ancak iş süreçten beklenti­lere, çözüm önerilerine ve taleplere gelince ayrışmalar kendini gösteri­yor. Bu yazıda bunları değerlendire­ceğiz.

Siyasi bir öznenin önüne ister kendi iradesiyle ortaya konan ister

bir başka özne tarafından dayatılan bir gündeme müdahale ederken ilk belirlemesi gereken hedefidir. Bu özne devrimci bir özne ise bu hedef ile stratejisi arasındaki bağlantıyı da doğru kurmak zorundadır. Yıkım gündemi bize düzen tarafından daya­tılan bir gündemdir. Bu gündemi ka­bul edip etmemek yani sürece müda­hale edip etmemek tamamen bizim tercihimizle belirlenmelidir. Dönem­sel taktiklerimize yoğunlaşma soru­nu yaratacağını düşünürsek sürece müdahale etmeyebilir veya kısmen müdahale edebiliriz; ya da stratejik

hedeflerimiz

“yıkılsın kondular” dahi diyebiliriz. Tercih tamamen bizim elimizde, ini­siyatif bizde olmalıdır. Yoksa ne ya­pacağını bilmez bir şekilde gündem­lerin peşinden sürüklenmek içten bi­le değildir.

Yıkımlar gündemimize geldiğin­de ilk yaptığımız düzenin hedefleri ve planlarını çözümlemek oldu. Bu çözümleme bir önceki sayımızda yer aldığı için tekrar değinmeyeceğiz. Yeni liberal politikalara uyum ve ül­kenin “pazarlanması” hedefiyle planlanan yıkımların binlerce emek­çi aileyi mağdur edeceği ortadadır. Bu mağduriyete hangi hedefle ve planla müdahale edeceğimiz veya et­meyeceğimiz ise bizim sorunumuz­dur.

Sürece müdahale etmenin gerek­çesiyle başlarsak... Yıkımı planla­nan 85 bin konutun çoğu emekçile­rin yaşadığı varoşlarda bulunmakta­dır. Düzen amacına ulaşırsa binlerce aile neredeyse ömür boyu borçlandı­rılarak güvenliksiz, sağlıksız konut­lara yerleştirilecek, binlerce kiracı a- ile de sokakta kalacak. Güzeltepe’de durakta yaşayan kiracıları hatırlaya­lım. Yıkımlar planlanan kapsamda gerçekleşirse binlerce kiracı aile hangi durağa, hangi köşe bucağa sı­ğınacak! Yıkımların gerçekleşmesiy­le kira fiyatlarındaki olası artışta dü­şünülürse durumun vehameti daha i- yi kavranacaktır. Bu durumun dü­zenle emekçiler arasında ne şiddette bir gerilim yaratacağı ortadadır. Bi­zim yapmamız gereken bu gerilim noktalarında doğru bir yaklaşımla örgütlenebilmektir. Bu dönemde ör-

Yıkımların, düzenle emekçiler arasında ne şid- açısından dette bir gerilim yaratacağı ortadadır. Bizim yapmamız gereken bu gerilim noktalarında

doğru bir yaklaşımla örgütlenebilmektir.

birsapma veya kırılma yara­tacağını tes­pit edersek

Page 15: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

Kas ı ıvı"AraLı k 2005

gütlenmelerimiz, halkın düzenden bağımsız inisiyatifini geliştirmeye dönük olmalıdır. Yıkım sürecine mü­dahale bu bağlamda önemlidir.

‘Kondular yıkılsın!’ mı?Konunun daha iyi anlaşılması i-

çin bu noktada iki yaklaşıma değin­mek gerekiyor. Birincisi; Yüksel Ak- kaya’nm, 18 Ekim 2005’de sendi­ka, org’da yayınlanan “Gecekondula­rı Niçin Yıkmalıyız?” yazısıyla sun­duğu yaklaşım. Y. Akkaya bu yazı­sında “gecekonduları yıkmalıyız” demektedir ve bunu iki noktadan te- mellendirmektedir. Birinci olarak kondularm sağlıksız olduğunu ve e- mekçilerin burada yaşamayı hak et­mediğini, ikinci olarak gecekondu mülkiyetinin sermayeye ücretleri dü­şük tutma olanağı sunmakta olduğu­nu söylemektir. Gecekonduların sağ­lıksız olduğu ve er ya da geç yıkıl­ması gerektiği doğrudur. Ama ne za­man ve hangi koşullarda? Yerine sağlıklı konutlar yapılmalı ve emek­çiler maliyetine, kira öder gibi bura­larda barmabilmelidir. Çözüm öneri­lerimiz farklı değil, ancak zamanla­ma ve planlama çok önemli. Şimdi kondular yıkılsın demek, yerine ya­pılacak konutlar garanti edilmeden, bunun için bir mücadele yükseltme­den hiçbir şey demek değildir. Konut sorununun sağlıklı bir çözümü yeri­ne kitlenin mülkünü koruma talebi­nin peşine takılmaksa kasdedilen bu eleştiriye katılıyoruz. Ama neden şimdi, “Herkese Sağlıklı Barınma Hakkı!” değil de “Gecekondular Yı­kılsın!” diyelim?

Gecekondu mülkiyeti, sermaye­ye ücretleri düşük tutma olanağı sunmaktadır. İlk bakışta çok mantık­lı görünüyor. Tespit doğru, ancak bu­nun pratikteki karşılığı nedir? “E- mekçiler kira ödesin ki ücret talebi artsm”mı? Emekçiler daha zor ko­şullara itildiğinde bunun karşılığında her zaman mücadeleye sarılmadıkla- rı son zamanlarda en iyi öğrendiği­miz şey oldu. Hem gecekondulara kira ödememeyi neden bir hak kaza­nımı olarak görmeyelim? Bileğinin hakkına, hatta kanlar dökülerek ya­pılmadı, korunmadı mı kondular?

Bir diğer tartışma da yıkımlara karşı mücadelenin, emekçileri mülk sahibi yapmaya hizmet edeceği üze­rinden yürütülüyor. Mücadelenin ni­hai amacı, emekçileri mülk sahibi yapmaksa söylenen doğru. Bu eleşti­

ri, daha çok ‘80 sonrası Özal’ın ge­cekondulara tapu tahsis belgesi da­ğıtmasıyla, mülk sahibi olan emekçi­lerin devrimcilere sırt çevirmesi ha­tırlanarak, bu acı deneyimin etkisiy­le yapılmaktadır. Özal döneminde yapılan, ‘80 sonrası devrimcileri marjinalleştirme ve emekçileri dü­zen içileştirme uygulamalarının bir parçasıydı ve başarılı oldu. Zaten darbe sonrası bu anlamda pek çok uygulama yapılmıştır. Şu akıldan çı­karılmamalıdır, kondularm inşası ve devlete karşı kan pahasına korunma­sı darbe öncesi toplumsal muhalefe­tin en güçlü olduğu dönemlerde ya­pılmıştı ve bir çeşit devlete kafa tut­ma, kendi yaşam alanlarını, kendi i- radesiyle devlete, düzene rağmen kurma mücadelesiydi. Darbe sonrası mülk sahibi olan emekçilerin dev­rimcilere sırt çevirmesi darbeden ve onun sonuçlarından bağımsız düşü­

nülürse çok yanılırız. ‘80 öncesi devrimcilerin amacı da emekçileri mülk sahibi yapmak değildi elbette. Halkın kendi iradesiyle yaşam alan­larını kurma mücadelesine öncülük etmekti. Darbe sonrası bu durum

devlet tara­fından tersi­ne çevrildi diye bu mü­cadeleyi ka­ralayanlayız. “Halkımızın

bizi satma” olasılığına göre baştan yenilgiyi kabul edemeyiz. Deneyim­ler öğrenmek, ders çıkarmak içindir, benzer olaylarda aynı başarısızlıkla­rın yaşanmaması buna bağlıdır.

Yıkımlara karşı mücadelenin zemini

Sürece, halkla düzen arasında yaşanacak gerilimden halkın inisiya­tifini geliştirmeye dönük örgütlülük­lerinin yaratılması için müdahale et­tiğimizi söylemiştik. Bu mantık, 96’dan beri yürüttüğümüz çalışmala­rın mantığıyla da örtüşmektedir. Dü­zenle emekçiler arasındaki en büyük gerilim noktalarının varoşlarda ya­şandığını tespit etmiş, bir dizi başka tespitle birlikte buralara yönelmiş­tik. (bkz. Yol dergisi, sayı:6, Nisan 1997) Varoşlarda yürüttüğümüz ça­lışmalar esnasında emekçilerin ya-

'8 0 öncesi devrimcilerin amacı da emekçileri mülk sahibi yapmak değildi elbette. Halkın

kendi iradesiyle yaşam alanlarını kurma mücadelesine öncülük etmekti.

15

Page 16: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 200?

şamsal sorunlarına kendi iradeleriy­le, düzenden bağımsız inisiyatifler geliştirecek örgütlülüklerin yaratıla­rak çözüm bulmalarının öncülüğünü yapmaya çalışıyoruz. Bu çalışmala­rımız sırasında 4 önemli sorun tespit ettik ve bunların çözümü üzerinden örgütlülükler yaratmaya çalışıyoruz. Bunlar; sağlık sorunu, eğitim soru­nu, iş sorunu ve konut sorunu’dur. Bu sorunların gerçek anlamda çözü­münün sosyalizmde ola­cağını hiç aklımızdan çı­karmadan yöneldik bu so­runlara. Mahallelerimiz sağlıkçılarıyla sağlık tara­maları yaptık, her yaz ku­ramlarımızda yaz okulu organize ettik, işsizlere iş panosu o- luşturup iş bulduk, parasını alama­yan işçinin hakkını almasına öncü­lük ettik, kiralık ev panosu oluştur­duk, kiraya fahiş oranda zam yapan ev sahipleriyle “görüşüp” sorunu çözdük. Tüm bu çalışmaları başlattı­ğımız zamanlarda “düzenin açığını yamıyorsunuz, böyle iktidara gelin­mez, devrim yapılmaz” diyenler az değildi. Ama biz biliyorduk ki emek­çilerin kendi sorunlarını bir araya gelerek çözme iradesinin gelişmedi­ği bir durumda iktidar, emekçilere çok uzaktır. Oradan başlamak gerek dedik ve küçük ama emin adımlarla ilerliyoruz. Bunu, çalışmalarımıza dostlarımızdan doğru gelen artan İl­giden de anlıyoruz. Yıkım meselesi

de konut sorunu bağlamında ele aldı­ğımız bir gündemdir. Konut sorunu­nun kesin çözümü ancak sosyalizm­de mümkündür. Ancak bugünden ya­pılması gereken bu sorunun ve çö­züm yöntemlerinin bilince çıkarıl­ması ve bu çerçevede halk örgütlü­lüklerinin geliştirilmesidir. Yıkım gündeminin yaratacağı gerilim buna olanak sunmaktadır. Kondularm na­sıl ve hangi koşullarda yapıldığı,

Güzeltepe'de durakta yaşayan aileler mücade ieierinin karşılığını aldılar. Mülk sahiplerine verilen konutlarda 1 yıl bedelsiz kalacaklar.

Bu kazanım oldukça değerlidir.

şimdi neden yıkılmak istendiği e- mekçilerin bilincine çıkarılmalı ve sorunun gerçek çözümü olan “Her­kese Sağlıklı Barınma Hakkı!” şiarı öne çıkarılmalıdır. Bu anlamda yerel yönetimlere, kira bedeli cüzi konut­lar yapıp halka sunması için baskı o- luşturmak gerekir. Bu yıkımlarla il­gili kurulan halk örgütlülüklerinin hedefi olmalıdır.

Farklı yaklaşımlar...Devrimci siyasetlerle sürece

yaklaşım ve öne çıkarılan talepler konusunda hemen hiçbir fark görül­memektedir. Kentsel Dönüşüm Pro- jesi’nin kapsamı ve devletin hedef­leri ve sürece dair çözüm önerisi an­lamında hemen hemen aynı fikirde­

yiz. “Sağlıklı Barınma Hakkı!” tale­binde de ortaklaşıyoruz. Ancak bazı siyasetlerin bu sürecin yaratacağı gerilimle devrimci hareketin önünün açılacağını umduğunun işaretlerini alıyoruz. Hiçbir çalışmalarının bu­lunmadığı mahallelerde bile sürece müdahale etme isteği, çalışmalarının epey bir kısmını yıkımlar gündemine endekslemeleri bizi böylesi bir dü­şünceye sürüklüyor. Bahsedilen yak­laşım her zaman bu anlama gelmez elbette. Süreçten beklentimiz, dü­zenle halk arasındaki gerilim nokta­larında bulunup, varolmadığımız bir yerelde bu vesileyle kalıcı ilişkiler kurmak ya da bulunduğumuz yerel­lerde daha köklü ilişkiler kurmak da olabilir. Eğer böyleyse sorun yok. Ancak beklenti bu gerilimle devrim­ci hareketin önünün açılacağı nokta­sında ise hata yapmış oluruz. Yıkım­larla kendiliğinden bir hareket yük­selebilir, ancak bu yükselişin dev­rimci harekete sunacağı katkı, o za­mana kadar halkın içinde ne oranda ve hangi mantıkla örgütlendiğimizle bağlantılıdır. Yani o zamana kadar yeterince emek harcadıysak, eğer sürece doğra bir yaklaşım da gelişti­

rirsek bunun karşılığını a- labiliriz ancak. Bu nokta­da Okmeydam’nda yaşa­nan sürece değinmek kafa açıcı olacaktır. Okmeyda- nı’nda ‘98 yılında da yı­kım planı gündem olmuş

ve bu plana karşı yürütülen mücade­lenin sonucu alınmış ve plan rafa kaldırtılmıştı. O zamandan bu zama­na değişik öznelerin içinde bulundu­ğu Plan Takip Komisyonu süreci ta­kip ediyordu. Kentsel Dönüşüm Pro­jesi gündeme gelip Kulaksız bölge­sinde yıkımlar başlayınca komisyon hareketlendi ve komisyonda olma­yan farklı öznelerin de sürece katılı­mıyla Okmeydanı Yıkım Karşıtı Halk Komisyonu kuruldu. Komisyon ilk elden yıkım bölgesine (Kulaksız) yürüyüş düzenleyip basın açıklaması yaptı. Katılım diğer yerlerdeki ey­lemlere ve dönemin koşullarına göre oldukça iyiydi, yaklaşık 6 bin kişi eyleme katılım gösterdi. Ancak bu hareketliliğin devrimci hareketin ö-

14

Page 17: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

l<AsiM-ARAlık 200?

nünü açabileceğini düşünmek büyük bir yanılgı olur. Taktiksel bir yakla­şımla yıkımlar düzen tarafından as­kıya alınınca halkın duyarlılığı da a- zalmıştır. Bir de süreci kiracıların mülk sahipleri kadar sahiplenmeme­si sorun yaratmış, ÖDP’nin de ‘kat­kılarıyla’ en azından bir dönem “Ta­pumu İstiyorum!” sloganı öne çıka­rılabilmiştir. Bu kalıcı bir durum ol­mamakla birlikte bize bazı şeylerin işaretini vermektedir. Bölgede uzun zamandır örgütlü olmak bile böylesi süreçleri kolayca yönetip istediğimiz sonuçları almamamıza yetmemekte­dir. Toplumsal muhalefetin genel du­rumu, kitlenin bilinç seviyesi, diğer politik öznelerin yaklaşımı, düzenin yaklaşımı ve taktikleri sürecin gidi­şatını belirleyen faktörlerdir ve iste­diğimiz sonucu alabilmek tüm bun­ların değerlendirilmesiyle mümkün­dür. Yani yıkımlar olacak, halkla dü­zen gerilecek ve bu gerilim noktasın­da bulunursak önümüz açılacak, ko­laycı yaklaşımı ne yazık ki (!) karşı­lıksızdır.

Yıkım meselesinde en önemli ayrım mülk sahiplerinin tapu istemi­ne yaklaşımda yaşan­dı. Mülk sahiplerinin tapularını istemeleri ve mücadeleyi bu noktadan yürütme is­tekleri onlar açısın­dan kendi içinde tu­tarlı bir durumdur. Senelerce harca­dıkları emeğin karşılığı olarak bir garanti gibi görüyorlar tapu kazanı- mını. İşçi sınıfının ekonomik müca­delesiyle bu durum arasında bir ben­zetme kurabiliriz. İşçi sınıfının ücret artışı için mücadelesi son kertede e- konomik bir mücadeledir. Sosyalist­ler böylesi bir mücadeleye işçi sını­fının hak kazanımı bilincini geliştir­mek için, sınıfı politikleştirmek a- macıyla destek olabilir, öncülük ede­bilir. Sosyalistlerin reformlara yak­laşımları bu çerçevededir. Eğer sını­fın talepleri ve yürüttüğü mücadele reformizmi besliyorsa, politik müca­delenin önünü kesiyorsa bu noktada sosyalistlerin görevi kitlenin peşin­den gitmek değil mücadeleyi doğru bir eksene çekmeye çalışmaktır.

Sosyalistler açısından, herkese sağ­lıklı barınma hakkının savunulması ve mücadeleyi bu eksende yürütmek bu anlamda önemlidir. Mücadelenin bulunduğu konak açısından, tapu ali­mim bir hak kazanımını olarak ele a- labiliriz, diye düşünülebilir. Ancak mücadeleyi bu zeminde yürütmek kiracılarla ev sahiplerinin bir araya gelmelerini engeller ve kiracıları sü­recin dışında bırakır. Ayrıca konut sorununun çözümü noktasında genel yaklaşımımızı çelen, bu anlamda sü­recin önünü açan değil bir kırılma yaratan durum açığa çıkartır.

Önümüzdeki süreçŞu anda yıkım planı kapsamın­

daki çoğu mahallede konuyla ilgili yerel platformlar kurulmuş durumda.- Bu platformların merkezi düzeyde görüşmeleri sürüyor. Şimdiye kadar TMMOB’un katkısıyla bir panel or­ganize edildi. Önümüzdeki süreçte bir imza kampanyası ve bu imzaların Büyükşehir Belediyesi’ne teslim e- dilip önünde kitlesel bir basın açık­laması yapılması planlanıyor. Güzel- tepe’de durakta yaşayan kiracı aile­

ler de mücadelelerinin karşılığını al­dılar. Mülk sahiplerinin yerleştirildi­ği konutlarda 1 yıl kira bedeli öde­meden kalacaklar ve bu bir yılın so­nunda ödeyecekleri kira bedeli için pazarlıklar sürüyor. Bu kazanım ö- nümüzdeki süreç için örnek teşkil et­mesi anlamında değerlidir. Yerel platformların varlığı ve merkezi ola­rak bir raya gelişleri yıkımlara dö­nük mücadele için önemsenmesi ge­reken bir seviyedir. Bu seviyeden is­tenen sonucun alınması, yani “Her­kese Sağlıklı Barınma Hakkı!” tale­binin halk bilincine çıkarılıp sahip- lenilmesi yapacağımız çalışmaya bağlıdır. Düzenin yıkım planını adım adım yürütme, uzun vadeye yayma, arada kafa karıştırıcı söylentiler yay­ma (yıkımlar durduruldu gibi) yakla­şımlarına karşı uyanık olmak, her türlü olasılığa hazır olmak gereki­yor. Daha önce de söylediğimiz gibi süreci; halkın düzenden bağımsız ör­gütlülüklerini geliştirmek, konut so­rununa doğru bir yaklaşımın bilince çıkarılması için değerlendirmek ge­rekiyor.

04.11.2005

"Herkese Sağlıklı Barınma Hakkı!" talebinin bilince çıkarılıp sahiplenil- mesi çalışmamıza bağlıdır. Düzenin yıkım planını adım adım yürütme,

arada kafa karıştırıcı söylentiler yayma yaklaşımlarına karşı uyanık olmak, her türlü olasılığa hazır olmak gerekiyor.

ı?

Page 18: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

>( KASIM'ARAllk 200?

Taslak esas olarak AB standardizasyon sürecinin bir parçası olarak görülmelidir

‘KRİZİ ANCAK PANİK YABALAR

İLE YDNETEBİ LİRSİNİZ*Röportaj: Şengül Öztürk - Sevgi €vrim

Türk Ceza Kanunu'nun 1 Haziran'da yürürlüğe girmesi ile cinayet, haraç, tahsilat çeteleri­ne dair özel düzenlemeler içeren 4422 sayılı kanun yürürlükten kaldırılırken 1991 tarihli 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu yürürlükten kaldırılmadı, halen yürürlükteki Terörle

Mücadele Kanunu üzerinde daha ağır ve olağanüstü hükümler içeren bir taslak hazırlandı. Bu taslak mevcut Terörle Mücadele Kanunu'nu değiştiren ve eklemeler yapan bir kanun

taslağı. Bu tasarının hangi aşamada olduğu ve neler getireceği üzerine Çağdaş hukukçular Derneği hukuk Araştırma ve Mevzuat Komisyonu adına Av. hakan Karadağ ile görüştük...

oluşturacak yasal düzenlemeye ge­rek bulunmamaktadır. Ama siyasi ik­tidarın ekonomi-politiği ile bağlı suç ve ceza siyaseti ve pratiğinin son 10 yılda geçirdiği bir dönüşüm var. So­ru bu dönüşümün, anlaşılması ile ce­vaplanabilir. Bu dönüşüm dünya konjonktüründeki dönüşüme koşut bir seyir izlemektedir. Bu dönüşüm kendi hukukunu da yaratmaktadır. 1990’larm ikinci yarısından itibaren ilan edilmiş bir kriz yönetimi siyase­ti ve bu siyasetin belirlediği bir “hu­kuk" egemen hale gelmiştir. 30 Ey­lül 1996 tarihli, Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği bu anlamda temel belgelerden birisi o- larak değerlendirilebilir. Bu anlamda da krizi ancak panik yasalar ile yö­netebilirsiniz. Terörle Mücadele Ka­nununda değişiklik taslağı da panik yasalarının son halkası Yarak görü­lebilir.

Bu yasanın çıkarılmasında belir­leyici dinamikler, Ortadoğu'yu par­çalama ve yeniden emperyal siyase­te göre biçimlendirme projesinin di­namikleridir.

Taslağın model aldığı yasa olarak İngiltere Terörizm Yasası gündem­de. Biraz bilgi verebilir misiniz?

Evet, bu değişiklik taslağının e- sin kaynağı İngiltere Terörizm Yasa-

Halen yürürlükte bir terörle mü­cadele yasası var iken neden ilk kez ve yeni bir düzenlemeymiş gibi bir terörle mücadele yasası günde­me geliyor?

Yürürlükte olan mevzuatta, başta Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhake­mesi Kanunu ve Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Ka­nun’da “örgütsel suçlar” ile ilgili o- larak ağır cezalar, ek soruşturma ted­birleri ve ağırlaştırılmış infaz şekil­leri yer almaktadır. Bu tür özel dü­zenlemelere karşılık terörle ilgili

suçlar için yeniden ve daha da ağır­laştırılarak, yeni bir Terörle Mücade­le Kanunu adı altında yeni ihlalleri

‘ T e r ö r t a n ı m ı n ı n s ı n ı r l a r ı g e n i ş l e t i l m i ş t i r ’

Değişiklik tasarısının 1. maddesinin 2. fıkrasında “bir yabancı devle^ ti yahut uluslararası bir kuruluşu herhangi bir işlemi yapmaya yahut yap­mamaya zorlamak amacıyla girişilen her türlü suç teşkil eden eylemler te­rör sayılır” düzenlemesi ile terör tanımının sınırları genişletilmiştir. ABD’nin Irak’tan çekilmesi için gösteri yapmak, yazı yazmak da bu dü­zenleme ile sizi terör suçlusu haline getirebilecektir. Yine tasarıda bir te­rör örgütünün meydana gelebilmesi için iki kişi yeterli sayılmıştır. Hâlbuki yürürlüğe Haziran’da giren TCK’nm 220. maddesi örgütlü suçun gerçekleşebilmesi için en az üç kişinin varlığını şart koşmaktadır. Tasarı­nın bu maddesi ile TCK’nın 220. maddesindeki kural, terör suçları bakı­mından daraltılmıştır

Yine Tasarıda “terör örgütüne mensup olmasa dahi örgüt adına veya birinci maddede belirtilen amaçlar doğrultusunda suç işleyenler de terör suçlusu sayılır ve örgüt mensupları gibi cezalandırılır” biçiminde bir dü­zenleme mevcuttur. Böylece hiç var olmayan bir örgütün bir üyesi olarak

^cezalandırılabilmenin yolu açılmıştır. J16

Page 19: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraüI< 2005

sı. Dikkat çekici iki örnekle açıkla­yacak olursak taslakta örgüte ait amblem ve işaretlerin taşınması ve bu işaret ve amblemlerin üzerinde bulunduğu üniformayı andırır giysi­ler giyilmesi terör suçu olarak ta­nımlanmıştır. Bu suç İngiltere Terö­rizm Yasasının (İTY) 13/1 madde­sinde düzenlenmiştir. Yine bizdeki taslakta yer alan gözaltına alman ki­şinin avukatla görüşmesinin 24 saat, aileye bildiriminin 12 saat ertelene­bileceği hükmü İTY’nm 41.madde­sinde düzenlenmiştir. Taslakta yer a- lan finansman, destek, miting düzen­leme, ihbar yükümlülüğü de İTY’nm düzenlemeleri arasındadır. Ama şöy­le bir durum var ki, İngiltere’deki yasa sadece bir yıllık ve İngiltere va­tandaşlarına uygulanmıyor. Bizdeki mevcut tasarı ise herhangi bir süreye bağlı değil.

Anayasa ve diğer yasalarda tanı­nan savunma hakkı ve sanık hakları bu madde ile yok edilmiştir. Tasarı­nın 10. madde (a) fıkrasında yer alan ve soruşturma esnasında şüphelinin gözaltı süresince soruşturmanın teh­likeye düşme ihtimaline karşı yakın­larına veya belirlediği kişiye Cum­huriyet Savcısının emriyle haber ve­rilemeyebileceği belirtilmiştir. İş­kence kurumsal niteliğinden en ufak bir şey kaybetmeyecek bizzat kökle- şecektir. Yakalama ve gözaltına alın­mada, her halükârda şüphelinin ya­kınlarına haber verme yükümlülüğü olmalıdır.

Yine şüphelinin 24 saat süresin­ce avukatın hukukî yardımından Cumhuriyet savcısının istemi üzeri­ne hakim kararıyla istifadesinin en­gellenebileceği belirtilmiştir.

Bu hüküm, “savunma hakkının kısıtlanması” anlamını taşımakta o- lup açıkça hukuka aykırıdır.

10. Maddenin (f) fıkrası, müdafl- inin terör örgütü mensuplarının ha­berleşmesine aracılık ettiğine ilişkin bulgu ve belge elde edilmesi halinde bir görevlinin görüşmede hazır edi­lebileceği gibi avukata şüpheli tara­fından verilen belgelerin hakim ka­rarıyla incelenebileceği veya belge­lerin kısmen veya tamamen verilme­

mesine de hükmedilebileceği de be­lirtilmiştir. Savunma hakkı en açık biçimiyle yoka dönüştürülmektedir.

Özellikle dikkat çekmek istedi­ğim bir husus da bu değişiklik tasa­rısında ek madde 2 olarak yeniden düzenlenmesi önerilen polisin silah kullanma yetkisi. Polise “teslim ol emrine itaat edilmeyerek silah kul­lanmaya teşebbüs edilmesi halinde doğrudan ve duraksamadan hedefe karşı silah kullanılması” imkanı ve­ren bu düzenlemenin birkaç ay için­de gösteri yürüyüşlerine silahla mü­dahale ederek 10’a yakın insanı öl­düren polisin bu düzenlemeden son­ra neler yapabileceği kaygı vericidir.

Tasarı Meclis’e sunuldu mu?

Adalet Bakanı Cemil Çiçek eylül ayı içerisinde basında bu konuda yer alan haberler sorulduğunda Bakanlı­ğında bu yönde bir çalışma yapıldı­ğım ve oluşturulan bir komisyon ta-

A

rafından bir tasarı hazırlama çalış­malarının sürdüğünü söylemişti. Da­ha sonra da Bakanlıkça görevlendiri­len bu komisyon tarafından “Terörle Mücadele Kanununda Değişiklik Ya­pılmasına Dair Kanun Tasarısı” ha­zırlanmış ve metnin girişine de “ ko­misyon tarafından oy çokluğu ile ka­bul edilen metin” ibaresi konulmuş­tur. Bu metin henüz Adalet Bakanlı­ğınca resmi olarak sahiplenilmiş de­ğildir. Değişiklik tasarısı henüz ko­misyonların önüne gelmiş değil. An­cak bir gecede komisyonlardan geçi­rip TBMM Genel Kuruluna getirip yasalaştırabilecek olanağa da sahip­ler. Bu yönüyle bir sabah uyandığı­mızda yasayı başucumuzda bulabili­riz.

ÇHD’nin bu mevcut yasaya ve bunda değişiklikler öngören tasa­rıya bakışı nedir?

Öncelikle gerek uluslararası hu­kukta gerek ise ulusal hukukta üze-

‘ i f a d e ö z g ü r l ü ğ ü g i z l i t e h d i t ’

Tasarının 4. maddesindeki eski 312. maddenin karşılığı olan şimdiki 216. madde de terör amacı ile işlenebilen suçlardan olduğundan, ifade öz­gürlüğü kapsamındaki bir olay, terör suçu olarak yargılama konusu olabi­lecektir.

Yürürlükteki 3713 Sayılı TMK’nun “ ...örgütlerin bildiri ve açıkla­malarını basanlara ve yayınlayanlara beş milyon liradan on milyon liraya kadar para cezası”nı düzenleyen 6. maddesindeki “ beş milyon liradan on milyon liraya kadar para cezası” biçimindeki yaptırım “1 yıldan 3 yıla ka­dar hapis cezası” olarak tasarı ile değiştirilmiştir.

J

17

Page 20: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

C |O l K\MM-ARAİik 2005

‘M a z u r g ö s t e r m e s u ç u ’

Yine 3713 Sayılı TMK’nun 7.maddesinde de yapılan değişiklikle^ “...terör örgütünün meşru amaçlar için çalıştığı fiillerinin haklı olduğu veya en azından mazur karşılanması yönünde kanaat oluşturmaya yönelik faaliyette bulunanlara 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır ” düzenlemesi ile “mazur gösterme” suçu başlığı altında yeni bir suç tipi daha yaratmıştır. Ayrıca aynı maddenin devamında “toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde yüzün tamamen veya kısmen kapatılması” da suç haline getirilmiş bir anlamda kış günlerinde yapılan mitinglerde yüzünüzü başı­nızı atkı ve bere ile soğuktan korumak istemeniz terör suçlusu olmanız i- çin yeterli sayılmıştır. Aynı maddede yer alan “örgüte ait amblem ve işa­retlerin taşınması suçu ” ise doğrudan sarı, kırmızı, yeşil renklerin bir a- rada olmasının suç haline getirilmesidir.

Yine 6.maddede “örgütü veya örgüt yöneticisini ve üyelerini kamuo­yunda hoş göstermeye yönelik yayın yapanlara 1 yıldan 3 yıla kadar ha­pis cezası verileceği” hükmüne yer vermekle “Hoş Gösterme Suçu” gibi yeni bir suç tipi yaratılmıştır. Eylem haberlerini veren bir gazete, radyo,

^televizyon vb. “Hoş gösterme suçunu” işleyebilecektir ^

rinde anlaşılmış, uzlaşılmış bir terör ve terör suçu tanımının varlığından bahsetmek olanaklı değil iken em- peryal ihtiyaçlara göre değişerek bi­çimlendirilip dayatılan bir terör ve terör suçu tanımı ile karşı karşıya- yız. Esas olarak Irak direnişini, Fi­listin İntifadasmı, Nepal Devrimi’ni ve diğer ulusal ve toplumsal kurtuluş hareketlerini bu dayatmanın hedefle­ri olarak görmek mümkün.

Özellikle “demokratikleşme”nin AB’ne katılımla olanaklı olacağını savunanlar taslağın yasalaşmasına karşı çıkarken taslağın AB müktese- bat uyumsuzluğunu ileri sürmekle yetiniyor. Oysaki bu taslak şeklen u- yumsuz görünse de esas olarak AB standardizasyon sürecinin de bir par­çası olarak görülmelidir. Dolayısıyla AB’ne karşı çıkmaksızın bu taslağın yasalaşmasına karşı çıkılmasını ger­çek ve samimi bulmuyoruz.

Bu yasa tasarısı başta insan yaşa­mı ile söz ve eylemi hedef alıyor. Yaşamı, sözü ve eylemi yok etmeyi amaçlıyor. Bu anlamda derneğimiz

bu tasarının karşısında oluşturulan bir platformun bileşenlerinden. Bu yönüyle bu tasarının yasalaşmaması ve uygulanmaması için tüm olanak­ları ile mücadele edecektir. Bu konu­da çıkardığımız çalışma programının ana eksenini halkın tüm kesimlerine

her türlü araçla tasarının anlatılması oluşturuyor. Bu konuda salon top­lantılarından, mahalle toplantılarına ve sokak eylemlerine kadar tüm mü­cadele araç ve biçimlerini hayata ge­çirmeyi sorumluluk olarak görüyo­ruz.

‘Terörle M ü cad e le Y a sa s ı ’na karşı birlik kurulduİşçilerin, emekçilerin, ezilen halkların demokratik

hak ve talepleri doğrultusundaki mücadelelerine dö­nük şoven saldırılar, birçok yerde linç etmeye kadar vardırılırken, hukuki biçimlere büründürülerek de ge­liştiriliyor. Genelkurmay’m direktifleri doğrultusunda Adalet Bakanlığınca hazırlanan Terörle Mücadele Ya­sası bu saldırılara ek olarak, demokratik hak ve özgür­lüğünü arayan herkesi, keyfiyetince “terörist” ilan e- decek ve yargılayacak şekilde düzenleniyor. Bu yasa­ya karşı mücadeleyi hedefleyen devrimci, demokrat kurumlar Terörle Mücadele Yasa Tasarısı Karşıtı Bir­liği oluşturarak, hazırladığı deklarasyonu kamuoyuna açıkladı. ÇHD, DDSB, DEHAP, SODAP DHP, Bilinç ve Eylem, Devrimci Hareket, ESP, Partizan, BDSP, Devrimci Duruş, EHP, EKB, HKM, HKP, İşçi Müca­delesi, ODAK, ÖMP, S DP, Tuzla-Deri-İş, TU YAS’tan oluşan Birlik bileşenleri 30 Ekim Pazar günü yaklaşık 150 kişi ile Mis Sokak’tan başlayan yürüyüşün ardın­dan Galatasaray Lisesi’nin önüne gelerek burada açık­lama yaptı. Yapılan açıklamada; “Bizler, yeni TMY ta­sarısıyla geliştirilen haksız saldırılar ve özgürlük ala­nımıza müdahale karşısında sessiz ve tepkisiz kalma­yacağımızı bir kez daha ilan ediyoruz. Mevcut TMY tasarısı ve tüm antidemokratik yasalar karşısında,

haklılığımızdan aldığımız güçle mücadeleyi büyütece­ğiz. Biliyoruz ki, özgürlüklerimizi kanlı ellerin çizdi­ği sınırlar içerisinde değil, fiili-meşru mücadelemizi geliştirerek kazanabiliriz. Biliyoruz ki, bugüne kadar elde edilen sınırlı haklar da böyle kazanılmıştır. Tüm işçi-emekçi, ezilen halklarımızı da, özgürlüklerin düş­manı TMY tasarısı ve tüm antidemokratik yasalar kar­şısında harekete geçmeye çağırıyoruz.” denildi.

18

Page 21: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'Araü1< 2005

TEZİÇ’İN GÖZYAŞLARININ

ARKASINA SAKLANAN 24 . Y IL

Erdoğan Teziç YÖK Başkanı sıfatıyla yaptığı ilk konuşmasında 'he olursa olsun öğrencile­rin verdiği tepkileri, bize yansıtacaklarını görmezden gelemeyiz' diyordu ve yeni YÖK ya­sasının mutlaka öğrencilerin de taleplerini karşılayacak şekilde geniş bir konsensüsle o- luşturulacağını vaat ediyordu. Elbette ki YÖK geleneğini bozmadı ve sözleri doğru çık­

madı. Şimdilerde CNP'nin yapamadığı muhalefeti yapmakla meşgul.

Yine YÖK, yine YÖK, hep YÖK...

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın Tıp Fakülte­sine alman envanterlerin ihalesinde usulsüzlük yaptığı gerekçesi ile Van Cumhuriyet Savcılığı tarafından tu­tuklandı ve ne olduysa bundan sonra oldu. Yücel Aşkın’m tutuklanması devlette yeni bir kriz yarattı. Devlet kurumlan bu vesile ile karşılıklı hamleler ve restleşmelerle yine bir­birlerini sınadılar.

Aslında bu Yüzüncü Yıl Üniver­sitesi Rektörü ile ilgili gelişen ilk o- lay değildi. Bundan bir süre önce Rektör Yücel Aşkın yurtdışmda iken yine bu ihale soruşturması kapsa­mında evine baskın düzenlenmiş, e- vindeki kasası açılmış ve kasasından kaçak tarihi eserlerin çıktığı söylen­mişti. İhale usulsüzlüğünün üstüne bir de tarihi eser kaçakçılığı eklen­mişti Rektörün dosyasına. Fakat o gün için bu mesele bu ölçüde gün­dem oluşturacak bir boyut kazanma­mıştı. Rektör tutuklandı ve kıyamet koptu.

Burada Rektörün tutuklanması­nın ardından yaşanan gelişmeleri kı­saca özetleyelim. İlk karşı hamle YÖK’ten geldi.“Yüzüncü Yıl Üni­versitesi Rektörü Yücel Aşkın’a sa­hip çıkmak, Cumhuriyet’e sahip çık­makla eş anlamlıdır” diyen bir bildi­ri yayınlayan YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’in ilk icraatı Başbakanlık Müsteşarı ve intihal suçlusu yani profesörlük tezini başka birinin tezi­

ni çalarak veren ve ancak öyle profe­sör olabilen Ömer Dinçer’in zaten sahte olan unvanını geri almak oldu. Birkaç gün bunun hukuken mümkün olup olmadığı tartışıldı aziz medya­mızda. Sonrasında Cumhuriyet’e sa­hip çıkmaya devam eden YÖK ikin­ci büyük hamlesini yaptı. 52 Rektör­le birlikte önce Adalet Bakanlığı’na sonra da Van’a çıkarma yaptı. O sıra­da İstanbul’da bulunan Başbakan’m açıklaması geldi cevap olarak. Önce Başbakanlık Müsteşarı’nm profesör­lük unvanının alınması ile ilgili ola­rak “Benim müsteşarımın sizin vere­ceğiniz kariyere ihtiyacı yoktur. Biz

bu ülkede kariyerlerin nasıl alındığı­nı iyi bilenlerdeniz. Üniversitede müsteşarlıktan sonra görev yapamaz desen ne olur, demesen ne olur. Bu ülkede hizmet sadece üniversitelerde olmuyor. İşinizi yapın. Kurumlan­ınız, kurallarımız ortadadır. Ülke­mizde huzursuzluk kaynağı olma­yın” diye konuştu. Ve hemen ardın­dan YÖK’ün ve Rektörlerin Van çı­karması ile ilgili olarak da ‘Biz Du­bai’ye, Abudabi’ye gidiyoruz. Sonra Kuveyt ve Yemen’e gideceğiz. Ora­dan Londra’ya geçeceğiz. Bizdekiler de Van’a gidiyorlar. Seyahatiniz ha­yırlı olsun’ dedi.

Tabii ki'Yücene es sıkışacağımızı düşünüyordum, ama yaşananlar arada cam varmış' dedi ve canlı canlı ağlama- bitmedi. Ba­ya başladı YÖK Başkanı. Bütün bu gürüîtü pa- rolar Birliği

tırtıya böyle bir final yakışırdı doğrusu.sı’m protesto

için YÖK ve Rektörlerle birlikte Van’a gitti. CHP Genel Başkanı ‘A- dalet siyasallaşıyor’ diye bir açıkla­ma yaparak YÖK’e ve Rektörlere destek verdi. Van’da YÖK ve bera- berindekilere dönük protesto göste­risi düzenlendi. Teziç’in arabası yumruklandı, tekmelendi. Ardından Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde Rek­törler Komitesi toplandı. Toplantı sonucunda Yüzüncü Yıl Üniversite- si’ndeki öğretim üyelerinin %85’i- nin bölgedeki tarikatlarla ilişkisi ol­duğundan tutalım, kampus içine ya­pılan lojmanlara mahrem olduğu ge­rekçesi ile balkon yapılmadığına va­rıncaya dek bir yığın “Cumhuriyet karşıtı” durumu tespit ettiklerini an-

19

Page 22: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

Kasim-AraIik 2005

latan açıklamalar yapıldı. Ve tutuklu Rektör Yücel Aşkın, YÖK Başkam, Başkan vekilleri ve ÜAK (Üniversi­telerarası Kurul) Başkanı tarafından cezaevinde ziyaret edildi. Fakat bü­tün bu yaşananların üzerine tuz biber olan gelişme Cumhurbaşkanlı­ğından gelen açıklama oldu. 29 E- kim için Cumhurbaşkanlığı’nda ve­rilecek resepsiyona tüm YÖK üyele­ri ve Rektörler eşleri ile birlikte da­vet edildi. Hükümete ve iktidar par­tisinin bütün vekillerine eşsiz dave­tiye, Rektörlere ve YÖK’e eşli dave­tiye. Rektör tutuklandı, ortalık karış­tı, devletin zirvesi birbirine girdi. Karşılıklı açıklamalar, hırsız müste­şarlar, Cumhuriyeti kurtaran Rektör­ler, restleşmeler, kabadayılık ve ku­ral tanımazlık, mahrem balkonlar, eşli ve eşsiz davetiyeler... Ve tabi- i ki bütün bunları ‘flaş gelişme ve az sonralarla’ bize izleten aziz medya­mız. Komedi filmi gibi.

Ve Teziç ağladı...CNN Türk’te canlı yayın bir

programa katılan YÖK Başkanı, Yü­cel Aşkın ile cezaevinde yaptığı gö­rüşmeyi anlatırken gözyaşlarını tuta­madı ve komedi filminin son sahnesi de çekilmiş oldu. ‘Yücel’le el sıkışa­cağımızı düşünüyordum, ama arada cam varmış’ dedi ve canlı canlı ağla­maya başladı YÖK başkanı. Bütün bu gürültü patırtıya böyle bir final yakışırdı doğrusu. 24 yılını geride bırakan ve her icraatıyla bir yığın tartışma yaratan YÖK bu sene de bu şekilde sergiledi kendini gözlerimi­zin önüne. Üniversitelerimizi ve do­layısıyla bizleri yöneten insanların bu kadar ilgilendikleri ve Cumhuri­yeti kurtarmakla eşdeğer tuttukları bu konuyu bir de biz inceleyelim di­ye düşündük.

Tutuklu rektörün suçu ne?

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın ‘Çıkar amaçlı suç örgütü oluşturmak, tehdit ve bas­kı ile ihaleye fesat karıştırmak’ suç­laması ile Ceza Muhakemesi Kanu­nu’nun (CMK) 100/3 maddesi (ka­

nunda suça öngörülen cezanın mik­tarı, suç işlemek suretiyle örgüt kur­mak, üzerine atılan cezaların mahi­yeti, dosyada öngörülen suçların a- ğırlığı) gereğince tutuklandı. Aş- kın’ın hakkında ‘resmî evrakta sah­tekârlık’, ‘yanlış mal bildirimi’, ‘ta­rihî eser kaçakçılığı’, ‘hukuka aykırı olarak toplanmış ve kaydedilmiş ki­şisel veriler’ ile ‘görevi kötüye kul­lanma’ suçlarındaki dosyalar yetki­sizlik kararı ile Cumhuriyet Savcılı- ğı’na iade edildi. Söz konusu dosya­ların hazırlık aşaması devam ediyor.

Dava süreci nasıl gelişti?

Soruşturmaların başlangıcını İs­panyol Expansion firmasına ihale e- dilen 25 milyon dolarlık tıbbî cihaz alımı ihalesi oluşturuyor. 5 Nisan 2005’te başlatılan soruşturma kapsa­mında Rektörlüğe giden Savcı, kayıt defteri ve diğer belgelere el koydu. İncelemelerin devamı esnasında im­ha edildikleri anlaşılan eski Giden Kayıt Evrak Defteri’nin fotokopileri ve diğer belgeler Savcılığa ihbar yo­lu ile gönderildi.

Evine neden baskın yapıldı?

Suça konu olan ihale ile ilgili o- larak belgelerin eksik olduğunun an­laşılması üzerine Savcılık Rektör­lükten bu belgeleri istedi. Rektörlü­ğün istenen belgeleri göndermemesi üzerine, belgelerin saklandığı iddia

edilen yerler olan Rektörün makam odası, eski evinin bodrumu, Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeki odası mah­keme kararı ile arandı.

Villasında neler bulundu?

15 Temmuz’da dava ile ilgili bel­ge ve bilgilerin aranması için izin a- lan mali polis, Rektör Yücel Aş- kın’m evinde yaptığı 13 saatlik ara­mada çok sayıda tarihî eser koleksi­yonuna el koydu. Rektörün YYÜ Kampusu içindeki 5 ayrı lojmanı bir­den kullandığı ve 6 kasası bulundu­ğu tespit edildi. Konutunda 15 ve 16 Temmuz’da yapılan aramalarda biri elektronik şifreli toplam 6 kasaya el kondu. Ayrıca Vakıfbank Van Şube- si’nde bir kasayı kiralık kullandığı öğrenildi.

Ardından Rektör, 14 Ekim sabah 09.00'da Van Adliye Sarayı’na gele­rek Bölge îdare Mahkemesi’ne çıka­rıldı. Soruşturmayı yürüten Cumhu­riyet Savcısı’na üç saat ifade verdi. Tutuklanma talebiyle 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk edildi. 4. Ağır Ceza Mahkemesi Hakimi, Rektör Yücel Aşkın hakkmdaki evrakları 7,5 saat inceledi. Bu arada Rektör, Adliye Sarayı’nda bekletildi. 20.30’da yargılanmasına başlandı. Yargılama 1 saat 20 dakika sürdü.

Serveti ne kadar?3 trilyon TL değerinde İstanbul

Beykoz’da yazlık villa. Van’ın Mol- lakasım köyünde bir yazlık. Değişik yerlerde gayri menkuller. Savcılık iddianamesinde, Aşkın’m serveti, İs­panyol Expansion firması ile olan i- hale ve diğer ihalelerden elde ettiği haksız kazançla sağladığı öne sürü­lüyor.

YÖK suçlama için ne diyor?

YÖK, Yücel Aşkın ile ilgili su­çun varlığını kabul ediyor. Ancak su­çu Rektörün değil, memurlarının yaptığını ileri sürüyor. Soruşturmayı kendilerinin yapması gerektiğini be­lirten YÖK, Savcılığın dosyayı gön-

20

Page 23: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 2005 t p l

Prof, ya da Doç. gibi unvanlar taşıyan bu zat-ı muhteremlerin üniversitelerin sorunlarıymış,

eğitimin niteliğiymiş, öğrencilerin geleceğiymiş gibi çetrefilli konularla pek bir alakaları yok.

* İ.Ü. es­ki Rektörü de Başbakanlık Müsteşarı gi­bi intihal suçlusu yani tez hırsızı.

dermemek için kasıtlı olarak “çıkar amaçlı suç örgütü kurmak ve ihaleye fesat karıştırmak” dosyasını açtığını savunuyor. Ayrıca suç örgütünün ve eski deyimiyle “çetenin en az 3 kişi olması gerektiği” dile getiriliyor.

YÖK’ün ve rektörlerin yakın tarihinden birkaç

anekdot* Enformatika adlı bir firmadan,

pek çok süreli yayın, teslim alınma­dığı halde teslim alınmış gibi göste­rilerek birinci yılda 900 bin dolar, i- kinci yılda 800 bin dolar YÖK tara­fından ödeniyor. Yapılan araştırma sonucunda ABD’de olduğu öne sürü­len bu firmanın paravan bir firma ol­duğu ortaya çıkıyor. Paranın nereye gittiği bilinmiyor ama bilinen bir şey var ki üniversitelere herhangi bir sü­reli yayın hiç gitmiyor.

* İngiliz Kraliyet Enstitüsü bazı üniversitelere Ar-Ge faaliyetleri çer­çevesinde değeri 60 milyon dolar ci­varında olan bazı cihazlar ve bilim­sel yayınlar gönderiyorlar. Cihazları denetlemeye gelen İngiliz yetkililer üniversitelerin laboratuarlarında ci­hazların hiçbirini bulamıyorlar. Ci­hazlar sınırdan giriyor ama sonra bir anda ortadan kayboluyor. İngiliz yet­kililer bu durumu YÖK’e rapor edi­yorlar.

* Yurtdışmda bulunan üniversi­telere öğrencilerin seçimine ilişkin şartları taşımayan pek çok öğrenci gönderiliyor. Bazı yıllar bu konuda ilan dahi verilmediği halde bir sürü öğrenci yurtdışma devlet bursuyla gönderiliyor.

* İ.Ü. eski Rektörü Kemal Alem- daroğlu 400 kişilik mekanda 4 binin üzerinde kişiye yemek verdiğini bil­diriyor. Bu yemek için üniversite bütçesinden harcandığı söylenen pa­ra yaklaşık 15 milyar.

* Yine Kemal Alemdaroğlu’nun hakkında İstanbul Üniversitesi’nin imkanlarını çeşitli vakıflara kullan- dırtmaktan ve usulsüz kaynak aktarı­mı yapmaktan 6000 sayfalık suç du­yurusu hala mevcut.

* Eski ÜAK Başkanı ve YTÜ es­ki Rektörü Ayhan Alkış hakkında bir proje kapsamında üniversite bütçe­sinden alman 3 trilyonu birkaç öğre­tim üyesi ile birlikte aralarında pay­laştıkları iddiası ile açılmış bir dava mevcut.

* Yine Ayhan Alkış’m Rektörlü­ğü döneminden YTÜ’de ortaya çıkan 6 trilyonluk yolsuzluk davası devam etmekte.

* YTÜ’ nün şimdiki Rektörü Du­rul Ören’in göreve gelmesinden iti­baren üniversite bütçesine aktarıl­ması gereken 100 milyara yakın pa­ranın ‘Çağdaş Yıldızlılar Derne- ği’nin bütçesine aktarıldığı ise yeni ortaya çıktı.

* Daha ortalığa saçılmayan ve YÖK’ün kasasında bekleyen yığınla soruşturma...

‘Duygusal Başkan’ Teziç bu ge­lişmeleri nasıl değerlendiriyor?

Erdoğan Teziç 6 Ocak 2004 tari­hinde YÖK Başkanlığı görevini dev­raldığında yeni YÖK kanununun ha­raretli tartışmaları gündemin birinci maddesini oluşturuyordu. YÖK Baş­

kanı sıfatıyla yaptığı ilk konuşma­sında ‘Ne olursa olsun öğrencilerin verdiği tepkileri, bize yansıtacakları­nı görmezden gelemeyiz’ diyordu ve yeni YÖK yasasının mutlaka öğren­cilerin de taleplerini karşılayacak şe­kilde geniş bir konsensüsle oluşturu­lacağım vaat ediyordu. Ve bütün üni­versiteleri tek tek gezerek, sorunları mutlaka yerinde tespit edeceğini ö- zellikle vurguluyordu.

Sorunları tespit etmek bir yana, son Yüzüncü Yıl Üniversitesi ziyare­ti dışında Teziç’i herhangi bir üni­versitede iki yıldır henüz görmedik. Öğrencilere danışılarak da hazırla­nacağı söylenen yeni YÖK yasasının akıbeti hakkında kimsenin bir fikri yok. Peki Teziç ne yaptı? Yukarıda anlattığımız şaibeleri taşıyan YÖK üyeleri ve üniversite Rektörleri ile ilgili bütün dosyaları soruşturmaya lüzum görülmemiştir diyerek çöpe attı. Hukuk adamı, Fransız orijinli büyük Anayasa Profesörü Erdoğan Teziç niye bu dosyaları hasır altı edi­yor?

Gerekçe bu bölümün başlığında belirtildiği gibi tamamen ‘duygusal’. Çünkü Teziç de Galatasaray Üniver-

21

Page 24: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

qol KasiM'AraIiI< 2005

sitesi Rektörlüğü döneminde Galata­saray Üniversitesi Rektörlüğü’ne bağlı Yabancı Diller Bölümü’nce dü­zenlenen kurslarda, 2000 ve 2001 yıllarında elde edilen yaklaşık 307 milyar lira geliri üniversitenin döner sermayesine aktarması gerekirken bu meblağdan 226 milyar lirayı eği­tim vakfına aktardı. Bu gelirin brüt 200 milyar lirası, Rektör Teziç’in o- nayıyla mevzuata aykırı olarak telif adı altında üniversite öğretim ele­

manlarına dağıtıldı. Yine 2001 yılın­da üniversiteye kayıt yaptıran öğren­cilere 100 milyon lira, kayıt yenile­yenlere 50 milyon lira zorunlu bağış yaptırıldı. Öğrencilerden alman top­lam 134 milyar 500 milyon lira vak­fa aktarıldı. 2000-2003 yılları ara­sında üniversite öğrencilerinden ka­yıt parası olarak 1 trilyon 880 milyar lira bağış toplandı. 2002-2003 öğre­tim yılında da Galatasaray İlköğre­tim Okulu’na kayıt yaptırmak iste­yenlerden 918 milyar 750 milyon li­ra zorunlu bağış alınarak Galatasa­ray Eğitim Vakfı’na aktarıldı. Teziç ayrıca maaşların yatırılması karşılı­ğında Garanti Bankası’ndan alman 35 bin doları da vakfa aktardı. Yani meslektaşları ne yaptıysa Teziç de aynı şeyleri yaptı.

‘Çıkar amaçlı suç örgütü oluştur­mak, tehdit ve baskı ile ihaleye fesat karıştırmak’ suçlaması ile tutuklanan bir üniversite Rektörü, bu şekilde hakkında soruşturma ve suç duyuru­su bulunan bir sürü üniversite Rek­törü, YÖK üyesi, öğretim üyesi ve yine aynı soruşturmaya tâbi gözü yaşlı YÖK başkanı? Bu gözyaşları­nın, duygusal ve kalpten bağlılığın arkasındaki esas ‘duygusal’ ilişkileri sanırım biraz anlatabildik.

Teziç’in gözyaşları bizim anlama sınırlarımızı esas olarak farklı''bir yönde zorladı. ‘Yücel’le el sıkışaca­

ğımızı düşünüyordum, ama arada cam varmış’ diye canlı yayında ağla­yan YÖK Başkanı yüksek lisansını ve doktorasını Sorbonne Üniversite­si’nde yapmış, yine bu üniversiteden fahri doktorluk unvanı almış, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demi­rci'm hukuk danışmanlığını yapmış, Galatasaray Lisesi eski müdürü, Ga­latasaray Üniversitesi eski Rektörü, Anayasa Hukuku Profesörü ve şimdi ki YÖK Başkanı Erdoğan Teziç han­

gi ülkede ya­şadığım zan­nediyor ki, cezaevi görü­şünde arada cam görünce şaşırıyor? Bu ülkede ceza­e v l e r i n d e

tecrit var diye bir sözü hiç duymamış mı bu zamana kadar? Tecride, F tip­lerine karşı direnen ve bu direnişte can veren yüzlerce devrimciden hiç mi haberi yok? Koskoca Anayasa Profesörü’nün 12 Eylül’ün zindanla­rından, 84’teki, 96’daki ölüm oruçla­rından ve bunların niye yapıldığıyla ilgili hiç mi fikri yok? Hadi hafızası zayıf diyelim onları hatırlamıyor. 19 Aralık 2000’de nasıl bir katliam ya­şandığını da mı hatırlamıyor? 19 A- ralık 2000’den beri ölüm oruçlarında şehit düşen, sakat kalan yüzlerce in­sanı ne çabuk unuttu? Bu kadar zayıf hafızalı bir insan sayıları 80’e yakla­şan üniversiteleri nasıl yönetiyor, merak ediyoruz.

Tabii ki biz bu sorunun cevabını biliyoruz. İsimlerinin önlerinde Prof. Dr. ya da Doç. Dr. gibi unvanlar ta­şıyan bu zat-ı muhteremlerin üniver­sitelerin sorunlarıymış, eğitimin ni­teliğiymiş, öğrencilerin geleceğiy­miş gibi çetrefilli konularla pek bir alakaları yok. Onlar son on yıldır sa­dece para sayıyorlar. Yapılacak iş bu kadar az olunca ne yapacaklarını ha­tırlamak pek zor olmuyor tabii.

Teziç’e son bir soru. Hayatının ilk cezaevi ziyaretinde gözyaşlarına boğulan YÖK başkanı acaba aynı gözyaşlarını aynı günlerde harç pa­rasını ve okul masraflarını ödeyeme­diği için intihar eden Celal Bayar Ü­

niversitesi öğrencisi 23 yaşındaki Özkan Şişman için de döktü mü?

Sonuç olarakYÖK düzenini, kuruluşunun 24.

yıldönümünde bu sefer farklı bir açı­dan ele alalım istedik. YÖK’ün bili­min yerine parayı, özgürlüklerin ye­rine kolluk kuvvetlerini soktuğu üni­versitelerin ve eğitim sisteminin tı­kanıklığı artık bütün çıplaklığıyla ortada. Üniversite kapısına yığılmış bir milyonun üzerinde lise mezunu bir yanda, her yıl üniversitelerden mezun olan yüz binlerce işsiz genç bir yanda. Ama bütün bunlara rağ­men hiç edilen trilyonlar. Ve bunu yapanlar öğretim üyeleri, profesör­ler...

YÖK düzeni çürümüşlüğün adıdır. Öğrencilere gelince kaynak yok, para yok diyenlerle, vakıfları aracılığıyla bütün kaynakları kendilerine gönül ra­hatlığıyla aktarmaktan çekinmeyenler­le, birbirlerini savunmayı Cumhuriyeti savunmakla eş tutup Van’a çıkarma ya­panlar aynı kişiler. Yakında bu kişiler bir ellerinde ‘Nutuk’ öbür ellerinde ‘Şu Çılgın Türkler’ kitabıyla sırasıyla A- masya’ya, Merzifon’a, Erzurum’a ve Sivas’a giderlerse kimse şaşırmasın. Tabii yanlarına trilyonlarını da alarak. Aynı hafta içinde yaşanan iki olay. Bir tarafta harç parasını ödeyemediği için intihar eden bir genç yani bizlere layık görülen, sonu intiharla biten hayatlar. Diğer tarafta Van fatihi trilyonluk ‘şu çılgın profesörler’. YÖK düzeni en gü­zel böyle resmedilir herhalde.

Son söz AKP iktidarına. Yazının konusu olmadığı için bu tartışmala­rın diğer odağı AKP’ye hiç değinme­dik. Yazının sonunda şöyle bir soru da anlamlı olur herhalde. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörünü tutukla- yaniar, AKP ile yakınlığı bilinen 40 trilyonluk yolsuzluğun sorumlusu YTÜ eski Rektörü Ayhan Alkış için niye en ufak bir girişimde bulunma­dılar? YÖK düzeni çürümüşlüğün a- dıdır dedik ama aslında doğrusu çü­rük olanın düzenin kendisi olduğu­dur. YÖK bunun sadece bir parçası­dır. Pir Sııltan’m dediği gibi ‘bozuk düzende doğru çark olunmaz.’

YY Üniversitesi rektörünü tutukiayanlar, AKP'yie yakınlığı bilinen 40 trilyonluk yolsuz­luğun sorumiusu YTÜ eski Rektörü Ayhan A l­kış için niye bir girişimde bulunmadılar? YÖK düzeni çürümüşlüğün adıdır dedik, ama aslın­

da doğrusu çürük olan düzenin kendisidir.

22

Page 25: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

Kasîm-AkaLiI; 2005 I

P K K NEDEN TASFİYE EDİLMELİ?

PKK'nin tasfiyesini ize^e- ^e: : e " 5 i : ; : r : = ' = .5— e- .eardından "biz söylemiştik, c 5 : û t buydu* branda ahkâm kesmek cazip mi geli­

yor? Kürt 5 orunu karşısındaki duruşunu gözden geçirmeyen, ISûrt hareketinin devrimci potansiye ler ̂ aç ça z ~ = ' = z z ~ : ' s- . a ; - . c c e . ' ^ c ha­

reketimiz Türkiye devriminin olanaktannı da dâraftnuş olmuyor mu?

Bugünlerde Büyük Or:_u_ ğ_ Projesi’nin (BOP'un;ı pro;eks:y:uu Kürt siyasetine tutulmuş durumda. Kürt siyaseti yeniden yapılandırılma, sistem içileştirilme ve modemi esti­rilme sürecine girmiş bulum.; :: BOP’un uygulanabilir bir pr:;e ile­bilmesi için Ortadoğu'da smn ı değiştirilmesinden daha önemi: olun şey, yerel siyasetlerin egemen neeli­beral siyaset tarzı ile uyumlaştırıl­ması, bu merkezde yeniden yapılan­dırılmasıdır. Emperyalist güç mer­kezleri Ortadoğu’da kalıcı mevzileri askeri zaferlerden çok siyasi zafer­lerle elde edebileceğinin bilinci ile hareket ediyorlar. Irak’ta neoliberal siyaset tarzına uygun bir “Anayasal Düzen” oluşturularak kalıcılaştırılma çabası içindeki emperyalist ittifak güçleri, Kürtler özgülünde ise KDP ve YNK üzerinde yeni siyaset tarzını ve tekniklerini derinleştirmeye, so­mutlaştırmaya çalışıyorlar. Kürtlere tümüyle ilkesi ve moral değerlerin­den arındırılmış, ideolojisizleştiril- miş, faydacı bir siyaset tarzının mo­dernleşme olarak dayatan bu anlayış, Kürt orta sınıf eğilimlerini temsil e- den KDP ve YNK liderlikleri tarafın­dan kolayca benimsendi. Bağımsız bir ideolojik-politik duruş noktası ol­mayan orta burjuva siyasetinin, reel politiğin temel esaslarından biri olan “akılcı bir politika ideolojiye dayan­maz” anlayışından hareketle pragma­tizmi hızla ve gönüllüce benimseme­sinde şaşılacak bir şey yok elbette. Ancak Barzani ve Talabani’nin neo­liberal siyasetin diktiği gömleği giy­miş olması, bırakalım Ortadoğu’yu, henüz bütün bir Kürt siyasetinin dahi

larak sistem ıçılesttrfeme;-eter t öngören egemen güçler pclttıkalenm bu yönde geliştirme çabasındadırlar. Bu amaçla da PKK önderli­ğinin (Öcalan ve PKK'nin kurucu kad­rolarının) si- vaseten tasfi­

yesinden, daha kapsamlı bir imha politikasına kadar geniş bir açıdan tasfiye planları gündemleştirilmekte- etir Kuzey Kürtlerinin kapısını çalan bu tasfiye ve sistem içileştirilme o- rerasyonlarma karşı, özellikle de PKK'nin adımları ve açmazları üze­rine değerlendirmelere geçmeden önce. Güney'deki gelişmelere iki a- çıdant uluslararası güçler ve Kürt

. uttu takmakta yarar var:

BOP ile en azından yakın gele­cekle Kürtlere r.et bir şekilde devlet öagörülmemekîedir. Ancak bugün i-

PKK önderliğinin (Öcalan ve PKK'nin kurucu kadrolarının) siyaseten tasfiyesinden, daha

kapsamlı bir imha politikasına kadar geniş bir açıdan tasfiye planları gündemieştirilmektedir.

25

Page 26: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

qo! Kasim'A raIiI< 2005

çin Güney’deki Kürtlerin federas- yonlaşmasma olanak veren koşulla­rın, fiili olarak bir Kürt devletleşme- sine doğru olgunlaşabileceği açıktır. Açık bir öngörüde bulunabilmek için güç merkezlerinin stratejik yönelim­leri doğrultusunda Kürt politikaları­nın sınırlarını ve bugünkü somut ko­şullarını kavramak zorundayız. Em­peryalist ittifak güçlerinin başını çe­ken ABD için BOP’un hayata geçiri- lebilmesinin olmazsa olmaz koşulu, askeri ve siyasi açıdan kendileri ile stratejik bir uyum içerisine hareket edecek bölgesel (yerel) ayakların o- luşturulmasıdır. Körfez Savaşı önce­sindeki büyük stratejik aldatmalarla Ortadoğu’nun işgali için zincirin za­yıf halkası durumuna getirilen I- rak’m düşürülmesi ve bölgede kalı- cılaşabilmek için bölgesel yerel siya­setlerle stratejik ittifaklar kurmak gerekiyor. Bu noktada 90’lı yıllarda geliştirilen ABD-İsrail-TC eksenli stratejik güç birliğine Güney’deki Kürt peşmergelerinin yedeklenmesi en rasyonel düşünceydi. Ancak “bek­lenenin” aksine TC-ABD stratejik i- lişkileri zayıflayınca Güney’deki peşmergelerin değeri artmış oldu.

ABD ile uyum içerisinde hareket e- den KDP ve YNK güçleri giderek ar­tan önemleri nedeniyle ABD'nin mandasında “Bağımsız Kürt Devle­ti” kurulmasını düşlerken TC ise as­kerinin kafasına geçirilen çuvalla ye­niden BOP’a angaje edilmeye zorla­nıyordu. Bugüne kadar ABD ve müt­tefiklerinin (İsrail hariç) Kürtlerin devletleşmesini öngören bir stratejik yönelişleri olmadığı gibi yakın gele­cekte de olamayacağını söyleyebili­riz. Zira bu başta Şiiler olmak üzere (ki üzerlerindeki İran etkisi nedeniy­le çok hassas bir dinamiktir) diğer muhalif güçlerinde bağımsızlaşması ve merkez kaç güçler haline gelmesi­ne yol açabilir. Ayrıca bağımsız Kür- distan’ı askeri ve ekonomik açıdan taşıyacak durumda olmayan ABD’- nin İran, Suriye, TC gibi bölgesel güçlerle ilişkilerini de bütünüyle bo­zabilir. Oysa yalnızca Güney’de fe- derasyonlaşma ile sınırlı ve ABD’nin sıkı denetimi altındaki bir Kürt ira- deleşmesi hem bölgesel güçleri zor­layan taktik bir değer ifade eder hem de Kürt modernleşmesinin daha ko­lay biçimlendırilmesine olanak tanır. Böylece TC’ye de uzlaşılabilir bir

Kürt politikası sunulur: Özgürlükçü, devrimci, ulusal, kurtuluş güçlerini ez; işbirlikçi burjuva Kürt siyaseti i- le uzlaş. Ve tabi BOP’un bir parçasıol.

Ancak ABD’nin Ortadoğu politi­kalarının şekillenmesinde önemli bir etkisi olan İsrail’in bağımsız bir Kürt Devleti'nin kurulmasını stratejik dü­zeyde desteklediğini söylemek müm­kündür. TC’de çekilmek istendiği stratejik eksenin derinliklerindeki bu çatlağı elbette görmektedir. Ve belki de statükoyu koruma politikasındaki (Irak’m bütünlüğü) ısrarı da bundan­dır. Yeni Dünya Düzeni’nde güçler dengesinin nasıl şekilleneceği henüz yeterince açık değil iken ve ABD-İs- rail-TC stratejik eksenindeki derin çatlak böyleyken statükoyu bozmak büyük bir risktir.

Gelinen noktada ABD bundan sonraki adımlarda özellikle Suriye ve İran’ın kuşatılması için kendisiyle stratejik uyum içinde hareket etmeye zorladığı TC’ye Kürt politikasını a- çıkça ifade ediyor. KDP ve YNK güçleri ile uzlaşmak koşuluyla PKK’ye karşı ortak bir tasfiye planı­

nı yürürlüğe koyabi­leceğini söylüyor. ABD için asıl amaç TC’yi bölge politika­larına angaje etmek­tir. Bunun için hem Kürt federasyonlaş- masmı bir tehdit ola­rak kullanmak hem

de PKK’nin tasfiyesi için ortak hare­ket planları yapmak gibi ikili bir po­litika, yani havuç ve sopa politikası birlikte yürütülüyor. Orta ve uzun vadede TC için çözümsüzlük demek olan ABD’nin Kürt politikasının ba­sıncından kurtulmanın bir tek yolu var: Kürt sorununun kendi içinde o- nurlu ve demokratik bir barış politi­kası ile çözmektir. Buna da TC ege­menlerinin ne niyeti var ne de bu yönde bir iradesi. ABD’nin Kürt po­litikası üzerinden yapacağı zorlama­lara TC taktik esnemelerle (kırmızı- çizgileri kaldırmak, Kürt federas- yonlaşmasmı içeren Irak anayasasına onay vermek ve Türkmenler konu­sundaki taleplerinde geri adım atmak

Ancak ABD'nin Ortadoğu politikalarının şekillenmesinde önemli bir etkisi olan İsrail'in bağımsız bir Kürt Devieti'nin kurulmasını stratejik

düzeyde desteklediğini söylemek mümkündür. TC'de çekilmek istendi­ği stratejik eksenin derinliklerindeki bu çatlağı elbette görmektedir.

24

Page 27: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

gibi) uyum yapabildiği ölçüde PKK’nin tasfiyesi yönünde bazı or­tak adımlar atılabilecektir.

ABD bağımsız bir Kürt Devle- ti’nin kuruluşunu öngörmedikçe çe­lişki taktik plandaki çatışma ve uz­laşmalarla ötelenecektir. Ancak Or­tadoğu Projesi’nde kendisine biçilen rolü üstlenmeyen bir Türkiye, ABD ile stratejik ilişkisinin bu en hassas noktada kırılmasına da hazırlıklı ol­mak zorundadır.

Öcalan’m uluslararası bir ope­rasyonla TC’ye teslim edilmesinin ardından kendisine yönelik kapsamlı bir tasfiye sürecinin başladığını gö­ren PKK, yine Öcalan tarafından kavramlaştırılan ideolojik ve strate­jik bir dönüş yaparak değişen koşul­lara “uyum yeteneğini” ortaya koy­du: Marksist-Leninist ideolojiden kopuşarak burjuva sosyalizmine yö­neldi, bağımsız Kürdistan’ı ön gören stratejisinden koparak Demokratik Cumhuriyet ekseninde burjuva de­mokratik çözüm anlayışını benimse­di. Devrimci savaş örgütü olarak ku­rumsallaşmış olan yapısını dönüştü­rerek liberal demokratik bir yapı esas alındı. Devrimci silahlı mücadele çizgisine son verilerek demokratik siyasi mücadeleye ağırlık verildi vb. Gerek taleplerinin niteliği gerekse eyleminin muhtevası itibariyle dev­rimci zeminden kopuşup burjuva de­mokratik zeminde en geri noktalara çekilen ve kabul edilebilir bir siyaset tarzını benimseyen PKK’nin TC’den beklentileri boşa çıktı. Yaklaşık 6 yıllık bekleme sürecinde her açıdan tasfiye süreci derinleşti, hatta parça­lanmanın eşiğine gelindi. PKK taviz verdikçe uluslar rası güçler ve sö­mürgeciler daha fazlasın dayattı. PKK’den KADEK’e ve oradan da Kongra-Gel’e uzanan 6 yıllık süreçte hareket sağa yattıkça, tasfiye dalga­larıyla daha çok battı. Orta sınıf siya­setinin içerden yaratığı basınç ve dı­şardan zorlayan askeri siyasi kuşat­ma hareketin sosyal sınıf bileşenleri­ne ayrılmasını, parçalanma sürecinde bünyesindeki devrimci ulusal kurtu- luşçu güçlerin tümüyle ezilmesini, etkisizleşt'rilmesini hedefliyordu. Kriz derinleşince hareket iç hesap­

KasiM'Ara1iI< 2005

laşma sürecine girdi. Bu sırada TC- ABD stratejik ilişkileri de önemli bir yara almıştı. Bir eğilim Güney’deki işbirlikçi Kürt önderliklerinin yolun­dan giderek ABD eksenli çözümü benimsedi. Kopuşanlar nicel olarak azınlıktaydı ama kitle tabanında on­larla paralel düşünme eğilimi hızla güçleniyordu. Kuzey’deki Kürtler yüzünü Güney’e dönmüş fiili devlet- leşme sürecinden motive olmaya başlamışlardı artık. Kendi gücüne dayanarak Bağımsız, Birleşik, De­mokratik Kürdistan’ı yaratmak ufuk­larından neredeyse silinmişti bile. Hareket, tasfiye sürecine dur diyebil­mek ve Gü­ney’deki işbir­likçi burjuva Kürt önderlik­lerini daha fazla çekim gücü olmasını önleyebilmek için bir anlamda yeni bir “stratejik dönüş” yapmak gereğini duyuyordu. Kürdistan Demokratik Konfederaliz- mi adı altında öncelikle Kürtlerin kendi içinde (ulusal) demokratik bir­liğini esas alan ve birlikte yaşadıkla­rı ulus devletlerle de konfederal bir­liğini öngören, ancak ucu bağımsız devlet kurmaya açık yeni bir progra­mı şekillendirmeye çalışırken, diğer yandan PKK’yi yeniden örgütleye­rek dağılan siyasi iradeyi bir merkez­de yeniden toplamaya yönelindi. Ye­niden kurulan PKK, tarihsel, moral

değerlerine sahip çıkmakla birlikte artık doğuş sürecindeki devrimci strateji ve program an1 ayışını sürdür­müyordu. Demokratik Cumhuriyet stratejisinin tıkandığını, aşılması ge­rektiğini görebiliyor, ancak devrimci bir yöneliş içine girmektense reel po­litik bir siyaset yapış tarzını izleme­yi tercih ediyordu. PKK’nin son gün­lerde “gerekirse Türkiye’den kopabi­liriz” söyleminin sadece bir taktik söylem olduğunu düşünmek iyimser­lik olur. Fakat bizim tartışmalı olan ne için, nasıl bir kopuş yeteneği gös­terebileceğidir. Kastedilen devrimci bir kopuş olduğunda, aslında Türki­

ye’den değil Türk egemen sınıfların­dan, Türkiye devrimci hareketi ve halklarıyla birlikte bir kopuş müm­kündür. PKK’nin tarihsel olarak yaz­gılı olduğu kopuş da budur aslında. Fakat reel politik anlayışla hareket e- dildiğinde Türkiye’den kopmaktan anlaşılacak şey son tahlilde ABD ek­senine kaymaktır. Ancak bu da ABD- TC stratejik ilişkilerindeki kırılma­nın onarılması halinde temelsiz bir politikaya dönüşebilir. Ne de olsa “Ortadoğu’da hiçbir şeyin 24 saat aynı şekilde durması mümkün değil-

PKK'nin son günlerde "gerekirse Türkiye'den kopabiliriz" söyleminin sadece bir taktik söy­lem olduğunu düşünmek iyimserlik olur. Fa­kat bizim tartışmalı olan ne için, nasıl bir ko­

puş yeteneği gösterebileceğidir.

25

Page 28: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

C ^ O İ Kas im'A raLi k 2005

dir.” PKK Kürt yoksul köylülerinin, işçilerinin ve emekçilerinin siyasi temsilcisi olma misyonunu sürdürdü­ğü oranda, Türkiye Devrimci Hare­keti ve halkları ile kader birliği yap­maya mecburdur. Bu tarihsel, gerçek bir nesnelliktir. Hiçbir reel politik anlayış sonuna kadar göz ardı ede­mez. Evet, bugün devrimci hareketi­miz güçsüzdür, Kürt halkı ile yete­rince devrimci dayanışma içersinde olamamaktadır, hatta karşılıklı gü­vensizlikler, önyargılar vb. engeller de vardır mücadele ortaklığını zayıf­latan. Tarihsel gerçeklik halkların mücadele birliğini dayatıyorsa ge­rekçelerin arkasına sığınmak “biz e- limizden geleni yaptık” demek bu görev bizim boyumuzu aşıyor de­mektir aslında. Siyaset, yalnızca e- linden geleni değil, gelmeyeni de mecbur olduğun yere kadar yapabi­lenlere geleceği temsil etmek yetki­sini verir, gerisi mutlaka aşılacaktır. Şimdi geleceği temsil etme iddiasın­daki devrimciler olarak, Kürt halkıy­la birlikte nasıl özgür bir geleceğe u- zanabileceğimizi kurgulamak, somut durumdan somut görevler çıkarmak gerekmiyor mu? Yoksa oturup PKK’nin tasfiyesini izlemek, neoli- beral siyaset tarzına bir kurban daha vermek ^e ardından “biz söylemiştik olacağı buydu” tarzında ahkâm kes­mek daha mı cazip geliyor? Kürt so­runu karşısındaki duruşunu gözden geçirmeyen, Kürt hareketinin dev­rimci potansiyellerini açığa çıkara­cak bir ilişki tarzını üretmeyen dev­

rimci hareketimiz Türkiye devrimi- nin olanaklarını da daraltmış olmu­yor mu?

Bu yazının başlığına bilinçli ola­rak “PKK neden tasfiye edilmeli?” sorusunu koydum. Çünkü biliyorum ki sadece emperyalist, sömürgeci güçler değil, Türkiyeli kimi sol, sos­yalist, devrimci yapılar da PKK’nin tasfiye olmasını istiyorlar, en azın­dan yarı bilinçli olarak. Türkiye ve Kürdistan devrimlerinin devrimci bir provokasyonu ile karşı karşıyayız en iyi ihtimalle. Gerekçeleri PKK’nin tasfiyeci, uzlaşmacı, işbirlikçi vb. politikaları... İşte bir an için bizim de aynı düşünceleri paylaştığımız ve PKK’nin tasfiyesine gözlerimizi dik­tiğimiz kanısıyla bu yazıyı okuyup kendileriyle yüzleşme imkânını bu­labilsinler istedim.

Şimdi varsayalım ki gerekçeleri doğru (ki bence de doğruluk değeri var). Fakat aynı PKK hala Kuzey Kürtlerinin ezici çoğunluğunun, üs­telik yoksul, emekçi, işçi kesimleri­nin temsilcisi durumunda değil mi? Bu durumda o hareketin yanlış poli­tikalarıyla dövüşmek mi gerekir, yoksa o hareketin tasfiye edilmesi mi? Açıkça karşı devrimci konuma sürüklenmedikçe ideolojik, politik mücadeleden, önderliğinin mahkum edilmesinden öteye bir görev edin­mek nasıl bir devrimci motivasyonun ürünü olabilir. Olsa olsa ulusal solcu, nasyonal sosyalist, sosyal şoven an­layışın ürünüdür.

Eğer koşullan varsa, ulusal kur­tuluş hareketinin içersindeki devrim­ci sosyalist unsurlarla doğrudan bir devrimci dayanışma içerisinde ol­mak çıkarlarımıza daha uygundur. Ancak bu mümkün olmadığında ha­reketin içindeki devrimci potansiyel­ler, açığa çıkarıp örgütlenmesine yo­lu açacak hareketin bütünüyle moral ve siyasi etkileşimi sağlayacak dev­rimci bir ilişki tarzını geliştirmek de sorumluluğumuzdur. Kürt siyaseti­nin devrimci hedeflerinden kopuş­muş olması, onunla devrimci bir iliş­ki tarzını kuramayacağımız anlamına gelmez. Yani pragmatik stratejik ara­yışlar içine giren Türk hareketine devrimci yönelimler kazandırabil­mek için de etkileşimi güçlendirme­li, Türk ve Kürt halklarını kazandı­ran somut pratik politikalarla yıkılan köprüleri yeniden inşa edebilmeli­yiz.

Bugünkü koşullardan ezen ulus milliyetçiliğine ve ezilen ulusun il­kel milliyetçi eğilimlerine karşı iki ulusun ezilenlerinin egemen sınıflara karşı mücadele birliğini örgütlemek öncelikli görevimiz olmalıdır. Örne­ğin, halkların kardeşliği ve işçilerin birliği cephesi adı altında devrimci demokratik mücadele birliğini geliş­tirecek ortak merkezi kampanyalar yürütülebileceği gibi yerellerde gün­lük yaşamsal sorunlara yönelik ortak örgütlenme ve mücadele taktikleri de geliştirilebilir. Sorun yan yana gelin­ce yapacak şey bulamamak değil, birbirine güç veren bir ilişki tarzını bulamamaktır. Bunun da güç olama­maktan kaynaklandığı yaklaşımı bü­tünüyle doğru değildir. Gücün kadar güç verebilirsin, umudun kadar umut verebilirsin elbette. Fakat birbirin­den güç alarak yücelmenin, mücade­leyi yükseltmenin önündeki engel ta­rihsel, sosyo-psikolojik ön yargılar olduğu kadar siyasi, ideolojik duruş farklılıklarıdır. Halkların mücadele birliğini örgütlemek uzun süreli dev­rimci emek yoğun bir süreç olmak zorundadır bu nedenle. Fakat başka çıkış yolu yoktur. Ya hep beraber tas­fiye olacağız, ya da topyekun direni­şi örgütleyerek kazanacağız.

26

Page 29: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraLik 200?

S u s m a m a l iy iz , s u s m a y a c a ğ iz !HALKLARIN KARDEŞLİĞİNİ

SAVUNACAĞIZ!Kışkırtılan milliyetçiliğe ve linç girişimlerine karşı halkların Kardeşlik İnisiyatifi ku­

ruldu. 12 Ekim günü saat 12:30'da Makine Mühendisleri Odası salonunda ilan edilen birliğin kuruluş deklarasyonunu yayınlıyoruz.

Türkiye ezilenleri ve emekçileri olarak cumhuriyet tarihinin en kap­samlı saldırılarından biriyle karşı karşıyayız. Uluslararası ve yerli sermayenin taleplerini karşılamak i- çin uygulamaya sokulan, sokulmak istenen “Kamu reformu yasası”, “personel rejimi yasası” gibi yapı­sal değişimler tamamen işçilerin ve emekçilerin ekonomik-demokratik haklarını hedef almaktadır. İşsizlik gün geçtikçe büyüyen bir kabus, yoksulluk bir avuç parababası ser­mayedarın dışındakiler için günlük yaşamın parçası olmuş durumda.

Durumun vahameti yetmezmiş gibi egemenler, ezilenlerden ve e- mekçilerden daha fazlasını isteme­ye devam ediyorlar. Yıllardır emek­çilerin sırtından kesilen vergilerle kurulan Kamu İktisadi Teşekkülleri sermayeye peşkeş çekiliyor. Bunun karşısında bir direnişin oluşmaması için de yasal ve yasadışı yollardan ezilenlere ve emekçilere saldırılar sertleşerek devam ediyor.

Gelinen noktada bütün ezilenle­ri ve emekçileri hedef alan “topye- kun” saldırının karşısında “topye- kun” bir direnişin oluşmaması için her yönteme başvurmaktan kaçın­mıyorlar. İşçilerin sendikalarını ka­patıyorlar, örgütlenme haklarının ö- nüne geçiyorlar, çalışma yasalarını tamamen kendi çıkarlarına göre dü­zenliyorlar.

Son olarak da bu oyunun başka bir perdesini sahneye koymaya çalı­

şıyorlar. Egemenler, ekonomik ve demokratik haklarını arayanlara, özgürlük mücadelesi verenlere karşı faşist-ülkücü çetelerle birlikte fü­tursuzca saldırıyorlar. Yüz yıllardır bir arada ve kardeşçe yaşayan halk­ları birbirlerine düşman etmeye ça­lışıyorlar. Kürt halkının en demok­ratik haklarını ve taleplerini dahi büyük bir terör uygulayarak bastır­maya çalışıyor, uyguladıkları pro- vokatif yöntemlerle de halklar ara­

sına düşmanlık tohumları ekerek hak ve emek düşmanı politikalarına karşı ezilenleri ve emekçileri böl­meye çalışıyorlar. Türkiye işçileri ve emekçileri bu oyuna gelmemeli­dir.

2005 Newrozu’nda Mersin’de yaşanan bayrak provokasyonuyla birlikte şovenizm bilinçli olarak tır­mandırılmış ve bu şovenist histeri ilk meyvesini Trabzon’da yaşanan

Halklarımızın bir kör dövüşüne sürüklenmekte olduğunu görmekteyiz. Bu gidişatın önüne derhal bir set çekilmesi

gerektiğini düşünüyoruz. Bunu halkların kardeşliği ve dayanışması ile gerçekleştirebiiiriz. Susmamaiıyız.

Susmayacağız.

27

Page 30: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

q O İ Kasi:M'AraIiI< 2005

linç girişimiyle vermiştir. Bu linç girişimini Balıkesir Gönen’de Kürt- lere yönelik ırkçı saldırılar takip et­miştir. Mersin’de “sözde vatandaş” söylemini kullanan Genelkurmay, “topyekun savaş” şiarım öne süre­rek bu söylemin devamını getirmiş, mesajı alan faşist çeteler kendile­rince bu “topyekun savaş”a Seferi­hisar’da, Cunda Adası’nda ve Bozü­yük’teki linç girişimiyle, Düzce’de Kürt fındık işçilerine yönelik ırkçı bir saldırıyla ve nihayet 6-7 Eylül olayları ile ilgili düzenlenen sergiyi basarak katılmışlardır.

Başta Genelkurmay olmak üzere devletin yetkili kurumlan ne bu o- layları etkin bir biçimde önlemeye çalışmıştır ne de suçluları cezalan­dırmak için harekete geçmiştir. Ter­sine “milli hassasiyet” benzeri söy­lemlerle bu saldırıları mazur göster­meye çalışmışlardır.

Devletin Kürt halkının ulusal - demokratik talepleri için giriştikleri mücadeleye silahla ve askeri ope­rasyonlarla karşılık vermesi, barış­çıl eylemlere kimi zaman silahla müdahale etmesi ve insanların ölü­

müne yol açması gerginliği tırman­dırmaktadır. Egemenlerin kendi çı­karları doğrultusunda halkları birbi­rine düşürecek, Türk ve Kürt çatış­masına sürüklemekten kaçınmaya­cağını göz ardı etmemeliyiz.

Tırmandırılan çatışma ortamı, hak ve özgürlükleri kısıtlayan başta “Terörle Mücadele Yasası” olmak üzere baskıcı içerikli yasaların gün­deme getirilmesi ile perçinlenmek istenmektedir.

Halklarımızın bir kör dövüşüne sürüklenmekte olduğunu görmekte­yiz. Bu gidişatın önüne derhal bir set çekilmesi gerektiğini düşünüyo­ruz. Bunu halkların kardeşliği ve dayanışması ile gerçekleştirebiliriz. Susmamalıyız. Susmayacağız. Halkların kardeşliğinin sağlanması için inisiyatif geliştireceğiz.

İşsizliğin, pahalılığın, yoksullu­ğun üzerini Kürt düşmanlığıyla ör­temezsiniz. Türk ve Kürt emekçile­rinin karşı karşıya gelmesine izin vermeyeceğiz. Egemenlerin açtığı “topyekun savaş”a karşı “topyekun direniş”i öreceğiz! Türk ve Kürt

halklarının kardeşliğinden başka çı-*ıkar yol yoktur. Provokasyonlar, linç girişimleri ve ırkçı eylemler cezasız kalmamalıdır. Her türlü baskı yasa­sı geri çekilmelidir. Askeri operas­yonlar durdurulmalı, Kürt Halkının ulusal-demokratik taleplerini öz­gürce savunmasını engelleyen bü­tün uygulamalara derhal son veril­melidir.

Şovenizme ve Linç Girişimlerine Karşı

HALKLARIN KARDEŞLİK İNİSİYATİFİ

Bilinç ve Eylem, Emekçi Hare­ket Partisi, Ezilenlerin Sosyalist Platformu, Halk Kültür Merkezleri, Haziran Çevresi, İşçi Mücadelesi, Karakızıl Notlar, Odak Dergisi, Sınıf Mücadelesi, Sosyalist Dayanışma Platformu, Sosyalist Demokrasi Par­tisi, Toplumsal Özgürlük Platformu

Deklarasyonu Destekleyenler

Dayanışma Sendikası, DİSK- Limter-İş, KESK İstanbul Şubeler Platformu, Tekstil-Sen

E sk işeh ir'dek i en ge llem ey e p r o te s toHalkların Kardeşlik İnisiyatifi, 25 Ekim günü İs­

tanbul Taksim MeydanCnda Eskişehir’de görülen Ah­met ve Uğur Kaymaz davasına dönük engellemeleri protesto etti.

İnisiyatif adına yapılan açıklamayı okuyan Emine Güngör, “Mardin’de 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ı ve babasını katleden polislerin yargılandığı davanın Es­kişehir’deki ikinci duruşması ‘görülemedi’. Görüle­medi, çünkü duruşmanın öncesinde ve sonrasında ada­letin karikatürü bile yoktu” dedi. Güngör, İstan­bul’dan davaya giden İnisiyatif temsilcilerinin ve 23 avukatın şehre ve davaya girişlerinin engellendiğine dikkat çekerek, linç girişimlerini “vatandaş hassasiye­ti” olarak savunanlardan, 12 yaşındaki Uğur’u 13 kur­şunla katledenlerden hesap sorulması gerektiğini be­lirtti.

Eylemde Halkların Kardeşliği İçin Kadın İnisiya­tifi adına da bir konuşma yapıldı. Kadın İnisiyatifi a- dma konuşan Özge Kelekçi, “Uğur’un katledilmesinin ne olduğunu en iyi biz kadınlar, biz anneler anlarız. Çünkü savaşta ölenlerin en çok acısını biz duyarız. Tıpkı bugün hepimizin çocuğu olan Uğur’un katledil-

İMBİK KarMS B » »\m\mm

Kaymaz ın kal

meşine herkesten çok üzüldüğümüz gibi” diyerek, U- ğur’un hesabı sorulana kadar mücadeleyi sürdürecek­lerini belirtti.

Yoğun polis ablukası altında geçen eylem, “Biji bıratiya gelan”, “Baskılar bizi yıldıramaz”, “Anaları öfkesi katilleri boğacak” sloganlarıyla son buldu.

28

Page 31: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

Kasim-AraLil< 200? C jO İ

BERALİZM, MİLLİYETÇİLİKVE DEVRİ MCİ SİYASİ D U RU Ş

Fikret Kızıltcın

Türhiye'de devrimci siyasetin üç ana ehseni yeni liberalizme karşı mücadele, emperyalizme karşı mücadele ve şovenizme karşı mücadeledir. Bunlardan ilk ikisi

doğrudan kapitalizme karşı mücadele anlamına gelirken üçüncüsü Türkiye'de demokrasi mücadelesinin başat konusu olmaya devam etmektedir.

Uluslararası kapitalizmin güncel yönelimleri (özelleştirmeler, sosyal hizmetlerin ticarileştirilmesi, üçüncü dünya ülkelerinde tarımın tasfiyesi, sermaye ve meta akışının önündeki engellerin kaldırılması, spekülatif sermayenin büyümesi vs.) ve emper­yalist paylaşım mücadelesine bağlı olarak, emperyalist merkezler dışın­daki ülkelerde egemen kesimler ara­sında çeşitli saflaşmalar ortaya çık­maktadır. Kapitalizmin yeni liberal birikim politikaları dünya ölçeğinde ve ulus devletlerin kendi içinde top­lumsal eşitsizliği artırırken, ardı ar­dına büyük çaplı sosyal yıkımlara neden olmaktadır. Bu süreçte gerek burjuva siyasetinde gerekse sosyalist hareket içinde iki belirgin eğilimin öne çıktığı gözlenmektedir: Libera­lizm ve milliyetçilik. Kapitalizmin yarattığı sosyal sorunlara çözüm ola­rak daha fazla liberalizm (dışa açıl­ma, IMF’yle anlaşma, AB’ye katıl­ma vb.) önermek içinde bulunduğu­muz dönemin ana eğilimi olarak öne çıkarken, aynı süreç milliyetçi tepki­leri de beslemekte, çeşitli faşizan e- ğilimler kapitalist sistemin krizine alternatif reçeteler olarak ortaya çı­kabilmektedir.

Türkiye’de mevcut burjuva siya­setinde yeni liberal ekonomi politi­kaları gerçek anlamda karşısına alan güçlü ulusalcı tepki olduğundan söz edilemez. Milliyetçi söylem her ne kadar yeni liberal ekonominin yarat­tığı sosyal ve ekonomik sorunlarla

yakından ilişkili olsa da büyük ölçü­de kültürel konular ve güvenlik so­runu üzerinde odaklanmakta, çoğu zaman iddiaları demagojiden ileriye gitmemektedir. Mevcut burjuva par­tilerinden hangisi iktidara gelse aşa­ğı yukarı aynı programı uygulaya­caktır. Hatta bunların adının işçi par­tisi olması ve güçlü sol gelenekler­den kaynak alması bile -Brezilya ör­neğinde görüldüğü gibi- durumu çok fazla değiştirmemektedir. Bizzat ka­pitalizmi he­def almayan siyasi iktidar­lar, liberal, muhafazakar, milliyetçi ya

da sosyal demokrat kimliği altında uluslararası sermaye örgütlerinin da­yattığı yapısal uyum programlarını uygulamaktadır.

Liberal ve milliyetçi eğilimlerin sol hareket üzerinde de kayda değer bir etkisi olduğu uzun zamandır söy­lenmektedir. Ulusalcı ya da liberal sol yönelimler kendilerini gittikçe daha net bir şekilde ortaya koymak­ta, her iki eğilimin de uç noktasında

Mevcut burjuva partilerinden hangisi iktidara gel­se benzeri bir program uygulayacaktır. Bunların a- dının işçi partisi olması ve sol gelenekten kaynak

alması bile durumu çok değiştirmemektedir.

29

Page 32: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

C|Oİ KasiM'AraIiIc 2005

duranları artık sol kavramı içersinde değerlendirmek mümkün görünme­mektedir. Ulusal sol çizgi faşizmin çeşitli türleriyle kolayca kaynaşır­ken, liberal eğilim en uç halini AB’cilik hatta yer yer AKP’cilik bi­çiminde ifade edebilmektedir. Türki­ye’de düzen dışı sol, sistemin bir a- paratma dönüşmemek için aynı para­nın iki yüzü olan bu eğilimlere karşı etkin bir ideolojik mücadele yürüt­mek ve politik konumlanmasını bir kez daha gözden geçirmekle yüküm­lüdür. Bu yazıda asıl olarak devrim­ci sosyalistlerin mevcut konjonktür­deki politik konumlanması üzerinde duracağız.

Türkiye’de devrimci mücadele üç ana eksen üzerinden seyretmek durumundadır. Bunlar, yeni libera­lizme karşı mücadele, emperyalizme karşı mücadele ve şovenizme karşı mücadeledir. İlk ikisi aynı zamanda anti-kapitalist mücadele anlamına da gelirken üçüncüsü Türkiye’de de­mokrasi mücadelesinin başat konusu olmaya devam etmektedir.

Yeni liberalizme karşı mücadele sosyalist hareketin toplumsallaşma­

sında önemli bir kanal olabilecek ni­teliktedir. Derinleşen işsizlik ve yok­sulluğa karşı etkin mücadele yön­temleri geliştirilmesi solun geniş halk kesimleri içinde kök salmasının başlıca koşuludur. Bu konuda mev­cut sosyal hakların savunulmasından özelleştirmelere karşı mücadeleye, yoksul mahallelerde dayanışmaların örgütlenmesinden sendikal örgütlen­meye kadar geniş bir mücadele alanı söz konusudur. Yeni liberal uygula­malar toplumsal yaşamın bütünü Çi­zerinden etkide bulunduğundan bu mücadelenin mekanı mahallelerden fabrikalara üniversitelere köylere kadar uzanmaktadır.

Yeni liberalizme karşı mücadele­de ulus devletçi ve sosyal demokrat eğilimlerle aramızdaki fark temelde mücadeleyi anti-kapitalist bir zemin­de tanımlamamızdan kaynaklanmak­tadır. Mevcut düzene karşı kalıcı mevziler yaratmak ufku kapitalizmi aşan bir mücadele ile mümkün ola­caktır. Yeni liberalizme karşı müca­dele “başka bir dünya” yaratma pers­pektifinden koptuğunda devrimci ö- zünü yitirip tatsız tuzsuz bir ekono-

mizme dönüşecektir. Bunun yanı sı­ra devletçi söylemlerle de kesin bir ayrım konulmalıdır. Örneğin ulusal­cı özelleştirmelere karşı devletin gü­venlik ihtiyacını öne çıkarırken dev­rimciler aksine askeri ve polisiye harcamalarının azaltılmasını, sağlığa ve eğitime daha fazla bütçe ayrılma­sını talep ederler. Devletin “güven­lik” boyutunun küçülmesi ile bir so­runları olmaz. Sorun sermayeye yeni birikim ve kar alanları açmak adına kazanılmış hakların gasp edilmesi toplumsal eşitsizliğin derinleşmesi­dir. Yeni liberalizme karşı yürütüle­cek mücadelede eşitlik, adalet, daya­nışma, anti-kapitalizm vb. kavramlar öne çıkacaktır.

İkinci önemli eksen anti-emper- yalist mücadeledir. İki büyük emper­yalist gücün etki alanında bulunan, AB’yle üyelik müzakereleri yapan ve ABD’nin “stratejik ittifak”ı olan Türkiye’de anti-emperyalist müca­delenin önemli bir yeri olması kaçı­nılmazdır. Ancak bu konuda geniş halk kesimleriyle bir dil ortaklığı sağlamak için ille de milliyetçi söy­lemlere müracaat etmek gerekme­

mektedir. Em­peryalizme karşı ulusal söylem çeşitli pazarlık­larda ulus devle­tin elini güçlen­dirme işlevi gö­rebilm ektedir.

Ayrıca bu konuda solun burjuva mil­liyetçilikleriyle yarışmasının da bir anlamı da yoktur. Elbette halk kültü­rünün kimi öğeleriyle buluşan bir anti-emperyalist söylem çok daha et­kili ve dikkat çekici olacaktır, ancak bu doğrudan ulusalcılık anlamına gelmemektedir. Emperyalizme karşı ulusalcı söylem Türkiye’de devletin değirmenine su taşımaktır. Emperya­lizmin dünya üzerinde yarattığı sa­vaşlara, katliamlara ve sosyal yıkıma karşı mücadelede ulusalcılık değil, halklar arası dayanışma öne çıkarıl­malıdır. Örneğin devrimciler ABD’nin Irak’a müdahalesine, Kürt- lere bir manevra alanı açarak ya da başka nedenlerle Türk Devletimin çıkarlarıyla ters düştüğü için değil,

Mevcut düzene karşı kalıcı mevziler yaratmak ufku kapitalizmi aşan bir mücadeie iie mümkün (bacaktır. Yeni liberalizme karşı mücadeie "başka bir dünya" yaratma perspektifinden koptuğunda devrimci özünü yitirip

tatsız tuzsuz bir ekonomizme dönüşecektir.

JQ

Page 33: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'Ara[iI< 2005 qoi

Irak halkının ve Irak’m doğal ve top­lumsal kaynaklarının emperyalist ta­hakküm altına alınmış olması dola­yısıyla karşı çıkarlar. Dayanışmanın amacı da emperyalist tahakkümün kırılması yoluyla Irak halkının öz­gürlüğüne kavuşması ve bu yolla emperyalizmin bir adım geriletilme- sidir. “Türkiye’nin çıkarları” ekse­ninde yapılan değerlendirmelerin solla ya da devrimcilikle bir ilgisi yoktur.

Son olarak şovenizme karşı mü­cadele Kürt sorunundan kaynaklı o- larak Türkiye’de önemli bir yere sa­hip olacaktır. Kürt sorunu Türki­ye’deki en yakıcı demokrasi sorunu olmaya devam etmektedir. Kürt ha­reketi 1999 yılından bu yana soru­nun devrimci çözümünden vazgeç­miş olsa bile mevcut düzen içinde sorunun liberal bir çözümü de ufuk­ta görünmemektedir. Kürt hareketi taleplerini en geri seviyeye çektiği halde devletin düzen içi bir çözüm yönünde kayda değer bir adım attığı söylenemez. Bu anlamda Kürt soru­nunda yeni bir gelişme olduğu söyle­nemez. AB’ye üyelik müzakereleri­nin başlamış olması da Kürt hareke­tinin beklediği liberal çözüm yönün­de anlamlı bir sonuç üretmiş değil­dir.

Kürt sorunu açısından yeni olan savaşın yeniden şiddetlenmesiyle birlikte 1980’li ve 90’h yıllardaki savaştan farklı olarak devletin Kürt hareketine karşı Türkiye’nin nere­deyse her yerinde kitle seferberlikle­ri düzenlemeye başlamasıdır. Zaman zaman devrimci hareketi de hedefle­yen bu faşist saldırılar asıl olarak devletin elinin altında bulundurduğu hazır kıtalar üzerinden organize edil­mektedir. Ancak bu organize saldırı­ların kendiliğinden etnik çatışmaya dönüşme riski hiç de ihmal edilebilir seviyede değildir. Bu yüzden etnik boğazlaşma tehlikesine karşı halkla­rın kardeşliği temelinde anti-şove- nist mücadele önümüzdeki günlerin ana gündemlerinden birisi olacaktır. Genelkurmay’m topyekun savaş kavramını ısrarla ileri sürmesi Kürt hareketine karşı faşist kitle seferber­liklerinin caydırıcı bir silah olarak

Türkiye'nin AB iie müzakere süreci solun ö- nemli bir kesimini Türkiye'de İspanya ya da Yunanistan benzeri bir "demokrasiye geçiş" sürecinin yaşanacağı bekientisine sokmuştur.

sürekli gün­demde tutula­cağını göster­mektedir. Bu tür saldırıların kendiliğinden bir hal alması ise onu düzenleyenlerin hedeflerinin ötesinde sonuçlara da yol açabilir. Faşist saldırılar geçmişteki Alevi katliamlarını akla getiriyor. Ama bir farkla, bu kez çok daha örgütlü ve si­lahlı bir halk gerçekliği söz konusu­dur. İç savaşın bu seviyeye yüksel­mesini göze alanlar Türkiye’yi bü­yük bir istikrarsızlığa sürükleme ris­kini de göze almak durumundadır. Bugün devletin kışkırtıcı politikala­rının teşhiri ve Kürt halkıyla etkin bir dayanışmanın hayata geçirilmesi devrimci mücadelenin temel gerek­lerinden birisi durumundadır.

Son olarak, içinde bulunduğu­muz dönemde politik duruşumuzu yeniden gözden geçirirken, altı çizil­mesi gereken önemli bir konu da re- formizmle ayrımdır. Reformizmle temel ayrışmamız yeni liberalizme, emperyalizme ve şovenizme karşı mücadeleyi devrimci bir strateji kur­gusu içine oturtmak ve sistemin ge­rilim alanlarında hedeflerimize u- yumlu radikal bir mücadele pratiğini hayata geçirmektir. Türkiye’nin AB ile müzakere süreci solun önemli bir kesimini Türkiye’de İspanya ya da Yunanistan benzeri bir “demokrasiye

geçiş” sürecinin yaşanacağı beklen­tisine sokmuştur. AB’ye “Evet”, “Hayır” ya da “Havet” denilmesi bu konuda bir fark yaratmamakta, so­nuçta bu beklentiye göre konumla- nılmaktadır. Topyekun savaş gerçe­ği, sadece Türkiye’de değil, Avru­pa’nın pek çok ülkesinde de beliren faşizmler, emperyalist paylaşım mü­cadelesi ve yeni liberal yıkım daha yumuşak bir zeminde politika yapma umudunu bir çeşit “devekuşu solcu- luğu”na dönüştürmektedir.

Kapitalizmin yeni birikim süreç­leri ve emperyalist müdahalelerin yarattığı sosyal ve politik gerilimler karşısında kitlelerin harekete geçip geçmeyeceği ya da ne yönde sefer­ber olacağı bütünüyle siyasi öznele­rin bu sorunlar üzerinden yürüteceği mücadelelerin başarısına bağlı ola­caktır. Liberal beklentilerin (AB’ye üyelik, “küreselleşmenin” nimetle­rinden yararlanma vb.) gerçekleşme- mesinin yol açtığı ve açacağı hayal kırıklıkları ve öfkenin diliyle rezo­nans kurabilecek bir radikal mücade­le çizgisi kapitalizme karşı güçlü mevziler yaratılmasının temel koşu­ludur.

51

Page 34: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

q O İ KasiM'AraIiI< 200?

‘SINIFIN ÖRGÜTLENMESİ ESKİNİN YÖNTEMLERİYLE ÇÖZÜLEMİYOR’

Röportaj: Zeynep Koru

Dayanışmaevlerl 30 EyiüTde TürKiye İş Kurumu Eminönü Şube Müdür­lüğü önünde işsiz zinciri oluşturma eylemi ile "işsizliğe ve Güvencesiz

Çalışmaya" karsı bir kampanya başlattı. Dayanışmaevleri kampanya yü­rü tüm ekibinden batma ince ile yaptığımız röportajı sizlere sunuyoruz...

. GÜCÜM»’is SAĞLAMA' , SİSTEM

MEŞRU M Ü

İŞ SAĞLAMAYA t SİSTİM MEŞRU MUDUR

& işsin»iti \o m VA 1ÜM

ışn İŞSİILERE-E m m m m

DİPLOMAM VAR. AMA İŞİM YOK!DAĞITILSIN

30 Eylül, Eminönü İş-Kur eylem i

Neo-liberal politikaların en ö- nemli etkisi işsizler arasındaki reka­beti kışkırtması oldu. İşçi aynı ücre­te daha uzun çalışmaya razı oldu. Çünkü çok büyük oranda işsizlik tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Ser­maye işgücünün ucuz olduğu ülkele­re göç ederek işgücü için ülkeler ara­sı rekabeti kışkırttı. Küresel işgücü rekabetinin bir sonucu olarak çalış­ma saatleri uzatıldı.

Yeni teknik gelişmelerle birlikte büyük fabrika üretimi, eskisi gibi bant sistemiyle herkesin aynı işi yaptığı bir sistem olmaktan çıktı, çe­kirdek üretim ve buna bağlı pek çok yan üretim alanına dağıtıldı Çekir-

Kampanyanıza konu olan “işsizlik ve güvencesizlik” kavramlarını, bu günkü koşullar içerisinde nasıl ifade ediyorsunuz?

Bugün işçi sınıfı içinde ciddi ya­pısal dönüşüm söz konusudur. Türki­ye’de 1980 sonrası neo-liberal poli­tikaların hayata geçirilmesiyle özel­likle 90Tı yıllarda ekonomide olduk­ça radikal değişimler oldu. Kar oran­larındaki düşmeyi karşılamak için tekelci sermaye kendi dışındakilere “topyekun saldırı” başlattı. Sosyal devletin tasfiye­si, özelleştirme, işten çıkarmalar, ücretlerin düşü­rülmesi, sendi­kasız laştırm a, esnek istihdam, taşeronlaştırma süreci başladı.

dekte az sayıda, üretim sürecinin hepsine hakim, nitelikli, iş güvence­sine sahip, iş sözleşmesi uzun süreli, kadrolu işçi ve yan üretim alanların­da ise çok sayıda, niteliksiz, geçici, iş sözleşmesi gel geç, güvencesi ol­mayan işçi çalışmaya başladı. Nite­likli ve niteliksiz işçi parçalanması yaşandı. Niteliksiz işçi sayısı hızla arttı. Ama 2000 yılında yaşanan kriz gösterdi ki görece nitelikli diyebile­ceğimiz az sayıda olan kesimin bile iş güvencesi sorunu var.

İşgücü imalat sektöründen hiz­met sektörüne kaydı. Hizmet sek­töründe çalışanların sayısı arttı. İşçi sınıfının pek çok kesimi temizlik, güvenlik, pazarlama gibi sektörlerde de kayıt dışı güvencesiz ağır çalışma koşullarında çalışmaya başladı.

İstatistiklere göre 2004’te piya­sada iş arayan 700 bin kişiden iş bul­muş görünen 500 bin kişi de ancak kayıt dışı işlerde ekmek bulabildiler. Yani sigortasız, vergisiz çalıştırılan işyerlerinde.

Neo-liberal politikaların en önemli etkisi işsizler arasındaki rekabeti kış­kırtması oldu. İşçi aynı ücrete daha uzun çalışmaya razı oldu. Çünkü çok büyük oranda işsizlik tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Sermaye işgücünün

ucuz olduğu ülkelere göç ederek işgücü için ülkeler arası rekabeti kışkırttı.

d ip e o i AMA İ!

52

Page 35: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasuvuAraIi1< 2005 q o !

Şu klişe ne yazık ki yaşamda karşılık bulmaya devam ediyor; "bu kadar işsizlik tehdidi altında bir işe sahip olan

işçi, haline bin kere şükrediyor".

Kaçak çalıştırılan ya da güven­cesiz çalıştırılanların sayısı 3 milyo­nu aşmış görünüyor.

“Güvencesiz işçiler” derken, bu günkü koşullarda sınıfın içerisinde bir “güvenceli işçiler” kesiminin olduğunu söyleyebilir misiniz?

Bu soruyu sorduğunuz iyi oldu, meselenin yanlış anlaşılmaması açı­sından bir noktayı vurgulanmalıyız. Bugün böylesi bir net ve kalıcı ay­rımdan söz etmek gerçekten güç. Ancak sınıf içerisinde şöylesi bir farklılaşmadan söz edebiliriz. “Gü­vencesiz işçiler” ve onlara göre “gö­rece daha güvenceli işçiler”. Yani sonuçta sınıfın genelinin geçmiş ka- zanımlarını yitirerek bir güvencesiz­lik durumuyla karşı karşıya kaldığını söylersek kavramı daha doğru kul­lanmış olacağız.

Fakat bunu söylerken şu gerçeği de atlamayalım. Sınıfın tamamının güvencesiz olduğunu söylesek de, sınıfın farklı koşullar altında bulu­nan kesimlerinin reflekslerinin de farklılaşması topyekun bir sınıf ha­reketini zorlaştırıyor. Şu klişe ne ya­zık ki yaşamda karşılık bulmaya de­vam ediyor; “bu kadar işsizlik tehdi­di altında bir işe sahip olan işçi, ha­line bin kere şükrediyor”.

Ayrıca yine şunu da söylemeli­yiz. Bu farklılaşma durumu da asla kalıcı değil, oldukça geçişli. Bu gün

sendikalı, sigortalı, bir işyerinde iyi bir ücretle çalışıyor olabilirsiniz. Ya­rın ne olacağınız belli değil. Bu ka- zanımlarmız elinizden alınabilir, hatta işsiz kalabilirsiniz.

Kampanyanız neyi hedefliyor, ne­ye işaret etmek istiyorsunuz?

İlk olarak şunu söyleyebiliriz. Günümüzde sınıfın örgütlenmesi problemi eskinin yol, yöntemleriyle çözülemiyor. Yeni ne derseniz; he­nüz bir takım denemeler ve arayışlar

dışında sınıfın geneline damgasını vuracak bir hattan söz etmek de zor görünüyor. Bu kampanyayla böylesi bir yeni sürece kapı açılmasına ken­di cephemizden bir katkı yapmayı hedefliyoruz. Dayanışmaevlerimizin ve Bursa’da BATİS’in (Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası) bugüne kadar bu alanda kazandığı deneyim­leri bugünü yakalamak adına çözüm­lemeye çalışıyoruz. Bu alandaki bü­yük boşluğun doldurulabilmesi adı­na, deneyimlerimizden çıkarttığımız sonuçları kamuoyuyla paylaşmak, tartışmak istiyoruz.

İkinci neden daha özel. Ne kadar siz işçi sınıfına vurgu yaparsanız ya­pın, doğru politikalar ve örgütlenme biçimleri geliştiremezseniz sınıfla bağ kuramıyorsunuz. Bu konuda sa­nırım bu meseleyi kendisine dert e- dinen tüm yapılar gibi biz de zorlan­dık. Geçmiş deneyimlerin artık gü­nümüzü yeterince izah edemediğini yaşayarak gördük. Bu gerçeklik bizi başka arayışlara itti. Süreci okuma çabamızdan çıkarttığımız bir takım ipuçlarından hareketle, az önce ifade ettiğim kuramlarımızla yeni bir çiz­ginin, daha doğrusu sınıfın yeni ya­pısına uygun çizginin ilk adımlarını

Ü m ran iye Dayanışm aevi, işçi hakları paneli

55

Page 36: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

I Kas im'Ar Alık 2005

atmaya giriştik. Mütevazi de olsa bu alanda yol aldığımızı düşünüyoruz. Fakat bu deneyimler ve bu alanda bi­zim dışımızda yaratılan deneyimler bizim açımızdan henüz “işçi sınıfına politikamız budur” dedirtecek netli­ğe ulaşamadı. İşte bu kampanya sü­reciyle kendi özelimizde de netlik yakalama anlamında bir sıçrama yapmak, bunu yapımızın geneline mal etmek de istiyoruz.

Dayanışmaevleri çalışmasıyla kur­duğunuz ilişkilerin profiline baktı­ğınızda, işsizlik ve güvencesiz ça­lışma durumu ne kadar geçerli?

Bildiğiniz gibi derneğimizin şu­belerinin tamamı varoşlarda. İşsizlik ve güvencesiz çalışma sorunu bu ya­şam alanlarının en temel çelişkile­rinden. Kurumlarımızla bağ kuran insanların tamamına yakını ya işsiz ya da çok kötü koşullarda çalışıyor. Zaten bizimle bağ kurmalarının ö- nemli bir nedeni de bu sorunlara yö­nelik kumullarımızın yaklaşımı olu-.

yor. Yani varoşlarda çalışma yürüte­cekseniz eğer, siz istemeseniz de bu sorunlarla boğuşmak zorunda kalı­yorsunuz.

İşsizlerin ve güvencesiz çalışan iş­çilerin örgütlenme probleminin çözümünde, Dayamşmaevlerini bir seçenek olarak görüyor musu­nuz?

Az önce de belirtildiği gibi çalış­ma alanlarımızda bağ kurduğumuz nüfusun tamamı bu yapıda. Ve siz onlarla birlikte yürüyecekseniz, size taşıdıkları tüm sorunlara karşı bir yaklaşımınızın olması gerekiyor. Kurumlarımızm ilk şubeleri açıldı­ğında belki kendimizi sendikalarla kıyaslama gibi bir gündemimiz dahi yoktu diyebilirim. Zaman içerisinde biraz da yaşanılanlardan öğrenerek en azından böylesi bir gündemi önü­müze koyduk. Evet, gerçekten de Dayanışmaevleri bugünkü işçileri, işsizleri bir sendika gibi örgütleyebi­lir mi? Bu meseleye düne göre çok

Günümüzde sınıfın örgütlenmesi problemi eskinin yol, yöntemleriyle çözüiemiyor. Yeni ne derseniz; henüz bir

takım denemeler ve arayışlar dışında sınıfın geneline dam­gasını vuracak bir hattan söz etmek henüz zor görünüyor.

Dayanışm a G azetesi h

DayanışmaBu düzende iş yok!

Yaz okulları sona erdi

M

daha sıcak bakıyoruz.

Kampanyanıza dönecek olursak, öne çıkarttığınız talepler neler ol­du?

İşsizliği ve güvencesiz çalışmayı yaratan koşulları ön plana çıkararak bu koşulların ortadan kalkmasına yönelik talepleri kampanyada işliyo­ruz. Özelleştirmelere derhal son ve­rilmesi, iş güvencesinin tüm çalışan­lara uygulanması, fazla mesai uygu­lamalarına son verilmesi, işsizlik si­gortasından tüm işsizlerin yararlan­dırılması, Avrupa Birliğimin tarım politikalarından derhal vazgeçilme­si, sigortasız çalıştırmaya karşı sert cezaların uygulanması, zorunlu göç koşullarının ortadan kaldırılması, is­tihdama yönelik politikaların hayata geçirilmesi gibi talepleri öne çıkar­tarak konuyu daha sade ve somut ele aldık.

Kampanyanız Hatay ve Bursa’da da devam ediyor. Oralarda nasıl işleniyor kampanya?

Biz kampanya hazırlık sürecinde yapılması gerekenler için bir sabit paket program çıkartmadık. Mesele­nin genel hatlarını belirleyip, çerçe­vesini çizdikten sonra onun işlenme­sini tamamen yerel özgünlüklerin belirleyiciliğine, yerelin ihtiyaçları­na bıraktık. Geçmiş kampanyaları­mıza oranla bu kampanyada gerek Bursa’da ve gerekse de Hatay’da ya­pılanlar çok etkili ve zenginleştirici oldu bizler için. Bursa da işçi yoğun­luğu olan bir kent. BATİS’in işçile­rin iş güvencesine dair haklan mese­lesinde sonuç alıcı, etkili bir deneyi­mi var.

“İşçi sınıfının örgütü BATİS, İş­sizlikle ve Yoksullukla Savaşıyor” sloganı altında yaptığı eylemlerle kampanyamızın Bursa ayağını oluş­turuyor.

Hatay’da ise yine kampanya ora­nın çok özgül sorunları çerçevesinde işleniyor. Arabistan’a yoğun işçi gö­çü veren yörede “Doğduğum Yerde Çalışmak İstiyorum” talebi etrafında kampanya işlenerek çok büyük etki gücü yarattı.

Page 37: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

Kashvi-AraLik 200? C|Oİ

‘ D o ğ d u ğ u m v e r d e ç a l i ş m a k

İ S T İ Y O R U M ! ’Hatay Dayanışmaevi Çalışanları

Göçmen işçi olarak çalışanlar genelde erkeklerdir. Belki giderken pek çoğunun i- çinde asgari ihtiyaçları karşılayıp geri dönmek yatmaktadır. Takat "umuda yolcu­luk" ömür boyu sürer durur... İşte böyle bir ortamda geride kalanlar kadınlardır...

Anneler, kardeşler, eşler. Yani kadınlar...

Bundan birkaç ay önce Dayanış- maevleri ve BATİS olarak günümü­zün en önemli sorunlarından olan “İşsizlik ve Güvencesiz Çalışma” ile ilgili bir kampanya başlatma kararı almıştık.

Bu kampanyayı nasıl başlataca­ğımız, hangi temeller üzerine oturtu­lacağı tartışmaları sürerken, kendi şehrimizde -Hatay’da- bu kampan­yayı yürütemeyeceğimizi düşünü­yorduk. Güvencesiz çalışma boyu­tuyla olmasa da işsizlik boyutuy­la ilgili burada tı­kanabileceğimiz

dirince karşımıza işsizliğin Hatay versiyonu çıktı: GÖÇMEN İŞÇİLİK. Biz de eğer burada işsizlikle ilgili bir çalışma yürüteceksek göçmen iş­çiliği, nedenlerini ve insanlarımızın memleketlerinden binlerce km. u- zakta hangi koşullarda yaşadığını te­mellendirmeden bir çalışma yapama­yacağımızın bilincine vardık.

Kampanyanın ikinci gündemi o- lan güvencesiz çalışma da yine Ha­tay’da oldukça yakıcı bir sorun. Bu­

rada vasıflı olarak çalışanların bile (dershane öğretmenleri vs...) pek çoğunun sosyal güvencesi yok. Ha­tay özellikle hizmet sektöründe 150- 200 milyon maaşlı, sigortasız işlerin cenneti. Ve bu koşullarda çalışabil­mek - eğer göçmen işçilik yolu seçil­memişse - şans.

Bizler de Hatay’ın çalışma ko­şullarındaki bu özgünlükleri tartışa­rak ve bu sorunları bilince çıkarmak için kolları sıvadık ve “işsizlik ve

Eğer şehrimizde işsiziik olmasaydı bu insanlar memleketlerinden, sevdikle­rinden bu kadar uzakta çalışmaya gider miydi? Elbette hayır! İşte bu du-

görüşündeydik rumu biraz daha temellendirince karşımıza işsizliğin Hatay versiyonu çıktı:Çünkü Hatay di­ğer illere göre iş­sizlik sorununubelli oranda çözmüştü. Bizler bu so­runun nasıl çözüldüğünü düşünme­den, bizim şehrimizde bu sorun pek yaşanmıyor olması üzerinde dur­muştuk.

Halbuki bu şehirde pek işsiz ol­masa da işi olan da pek yok! “Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibi oluyo­rum. Evet çalışan insanlar, yani işi olanlar burada iş imkanı bulamadı­ğından buradan binlerce km. uzakta çalışıyorlardı ve biz bunu işsizliğin çözümü olarak görmüştük.

Eğer şehrimizde işsizlik olma­saydı bu insanlar memleketlerinden, sevdiklerinden bu kadar uzakta ça­lışmaya gider miydi? Elbette hayır! İşte bu durumu biraz daha temellen­

GÖÇMEN İŞÇİLİK.

55

Page 38: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

CjO İ KasiM'AraIiI< 2005

güvencesiz çalışma”ya karşı kam­panyamızı örmeye başladık.

Bu özgünlüklerin ışığında belli etkinlikler planladık. Öncelikle 30 Eylül’de -kampanyanın merkezi baş­lama tarihinde- biz de Hatay’da iş­sizlik kuyruğu oluşturduk. Ama bi­zim taleplerimizde belli farklılıklar vardı. Yaptığımız eylemde kendi şehrimizde istihdam yaratılmasını istiyorduk göçmen işçiliğin son bul­ması için. Ayrıca sigortasız ve çok düşük ücretle çalışma koşulları yeri­ne güvenceli ve yoksulluk sınırına uygun ücrete çalışma koşulları talep ediyorduk.

Bu eylemden sonra Hatay’ın öz­günlüklerini oldukça iyi yansıtan bir kadın eylemi gerçekleştirdik. Neden kadın eylemi ve Hatay’ın özgünlü­ğünü nasıl yansıtıyordu acaba?

Göçmen işçi olarak çalışanlar genelde erkeklerdir. Erkekler asker­den hemen sonra yurtdışına (S. Ara­bistan, Katar, Kuveyt, Yemen vs.) çı­kar ve neredeyse 20 yılı aşkın bir sü­re geri dönemezler. Belki giderken pek çoğunun içinde asgari ihtiyaçla­rı karşılayıp geri dönmek yatmakta­

dır. Fakat “umuda yolculuk” ömür boyu sürer durur... İşte böyle bir or­tamda geride kalanlar kadınlardır... Anneler, kardeşler, eşler. Yani kadın­lar...

Göçmen işçilerin çok zor koşul­larda yaşadıkları muhakkaktır. Fakat geride kalan kadınların da yaşam ko­şulları bundan geri kalmaz. Evdeki yaşlıların, çocukların bakımı, ev iş­leri, ayrıca evin diğer bütün sorum­luluğu kadının üzerindedir. Üstelik yollanan sınırlı paraları bütün ihti­yaçlara yetirmek zorundadır. Ve bü­tün bunlara rağmen “kocası veya a- bisi dışarılarda sürünürken evde işe yaramayandır” kadın. Yani kadının emeği her zamankinden daha görün­mez kılınmıştır. Yaşadığı hasretlik, aile bireyleri arasındaki yabancılaş­ma ve yıllar sonra bambaşka koşul­lardan gelen eşle uyum sorunları da cabası...

Hatay otogarında bu sorunlara isyan eden ve göçmen işçiliğe son verilmesini isteyen çok sayıda yaşlı- genç, evli-bekar kadın bir araya gel­di ve Hatay’da bir ilki gerçekleştirdi, izleyenlerin şaşkın bakışları altında

coşku ve büyük bir heyecanla...

Bu etkinlikler sorunlarımızı ve taleplerimizi içeren bildiri ve el ilan­larının yanında otogarda çekilmiş babasına el sallayan çocuk resmini ve “doğduğum yerde çalışmak isti­yorum” talebini içeren afişlerle zen­ginleşirken Suudi Arabistan’da ku­rulmuş olan Suudi Arabistan çalışan­ları birliğinden kampanyamıza ve “göçmen işçiliğe son-doğduğum yerde çalışmak istiyorum” talepleri­ne destek geldi.

2002 yılında kurulan birlik 500 üyesiyle göçmen işçilerin yaşadığı sorunlara çözüm üretmeye çalışıyor ve çok önemli dayanışma örnekleri gösteriyordu. Birlik; çalıştıkları yer­de iş, trafik kazalarına yardım et­mekte ve topladıkları cüzi miktarda aidatla çalıştıkları yerde vefat eden işçilere sahip çıkmakta; ailelerine ö- nemli miktarda yardımlar yapmakta­dır. Birliğin son dönemde en önemli gündemi yurt dışında çalışanların günlük olarak ödedikleri 2 dolar o- lan sağlık sigortasıdır. İşçiler bu pa­rayı ödedikleri halde sağlık hizme­tinden yararlanamamaktadırlar. Ve son süreçte bu ücret 5 dolara çıkarı­larak özelikle Ortadoğu’da çalışan işçilerin emekli olabilmesi neredey­se imkansız hale getirilmiştir.

Talepleri ve ilkeleri derneğimiz­le paralel olan Suudi Arabistan Çalı­şanları Birliği kampanyamızı destek­lemek amacıyla ve 5 dolarlık zam­mın yeniden 2 dolara çekilmesi tale­biyle dernek binamızda bir basın a- çıklaması düzenlemiştir.

Özellikle Ortadoğu olmak' üzere yurt dışında 200 bin.Hataylı çalış­maktadır. İşte Hatay’ın bu özgünlü­ğüne uygun olarak geliştirdiğimiz “Doğduğum Yede Çalışmak İstiyo­rum” talebi kısa vadede karşılık bul­mayacaktır belki. Fakat biz bu talep­leri ve bölgemizde yaşanılan sorun­ları dillendirmekten geri durmayaca­ğız. Ve bu sorunların çözümü için daha kapsamlı çalışmalar yapmaya devam edeceğiz...

Göçmen işçilerin zor koşullarda yaşadıkları muhakkaktır. Fakat geride kalan kadınların da yaşam koşulları bundan

geri kalmaz. Evdeki yaşlıların, çocukların bakımı, ev işleri, ayrıca evin diğer bütün sorumluluğu kadının üzerindedir.

56

Page 39: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 2005 gol

N e YAPIYORUZ?Umut Fiydin

Dayanışmaevleri, "işsizlik ve güvencesiz çalışma" kampanyası kapsamında 01-07 Kasım tarihleri arasında "Yaşamdan Kesitler" başlığı altında Kadıköy'de karma bir sergi gerçekleştirdi. Sergiye Ayda Aktay, Barış Gülen, Canan Kılıçkeser, Metin Akbaş, Oya Büyükkarabacak, Şakir Sağlam, Tuğrul Çutsay

ve Zuhal Aktan resim, heykel, fotoğraf ve ebru çalışmalarıyla katıldılar.Bugün, gerek iletişim araçlarının

mülkiyeti üzerinden gerekse de bilgi ü- zerindeki hegemonik ilişkiler aracılığıy­la, verili gerçekliğin, toplumsal nzayı ü- retmek ve kalıcılığını sağlamak için kullanıldığı bir ortamda yaşıyoruz. Ger­çek, istenildiği şekilde manipüle edili­yor, yok sayılıyor ve yaygınlaştırılıyor. Kabaca yaklaşırsak; mevcut cehennemi durum, allanıp pullanıp sahte cennet o- larak pazarlanıyor.

Yaygınlaştırılan ideoloji, geleceğin güzel bir hayal olmaktan öteye gideme­yeceği, aslolanın bugünü yaşamak oldu­ğu şeklindedir. İnanmak, değer vermek boş işlerdir. Toplumsal fayda ve amaç diye bir şey yoktur. Önemli olan kişinin anlık tatminidir. Postmodem durum, ak­lın kudretini terk etmeksizin tanrının hakikatini yeniden ileri sürmektir aslın­da. Ancak para, tek tanrıdır ya da tanrı ölmüştür, yaşasın yeni tanrı!

Sanal-maddi yaşamın ağır bir şekil­de üzerimize çullandığı bu dönemde, “çıplağım” diye bağıran gerçeklikler bi­le çoğu zaman gözümüze batmaz. Çok didaktik, çok hamasi gelebilir. Ancak bu ülkede milyonlarca insanın çalışacak bir işi yok. Yine milyonlarcası zar zor bula­bildiği işlerde karın tokluğuna, sigorta­sız, güvencesiz ve her an işsiz kahna korkusuyla çalışmaya devam ediyor. Toplumun bir bölümü safra olarak ta­nımlanıyor. Ve bunun karşılığında biz­den sesimizi çıkarmamamız, sadece seyretmemiz, ama görmememiz isteni­yor. Gören gözler bir şekilde derdest e- dilirken, gözlerini çıkardıklarını da iro- nik bir şekilde kör olmakla suçluyorlar.

Evet, yaşanan budur. Dayanışmaev- leri bu gerçekliği görmeyi, göstermeyi ve değiştirmeyi kendine düstur edin­miştir. Sokak eylemleri, imza kampan­yaları, bilgilendirme toplantıları, payla­şımcı küçük işler, gazeteler, kitaplar vb. kullandığımız araçlardan bazıları. Bura­

da ise hep birlikte, da­yanışma içinde yaratı­lan bir sergide buluşu­yoruz. Neden burada­yız, neden bu sergide­yiz, diye sorarsanız bunun cevabı sanatsal pratiğin diyalektiğinde gizlidir.

Sanatsal eylemin, bağımsız bir değişken olmadığı açıktır. Poli­tik ortamın, toplumsal duruşun dolaysız bir sonucudur. Sınıf çatışmasından, genel düzlemin gel-git- lerinden etkilendiği gibi, söz konusu or­tamı etkiler de. Sanat eylemi, her anla­mıyla dönüştürücü bir pratiktir. Öte yandan işlevi bütünüyle gelecek tasarla­mak değildir. Bugünü eleştirerek başka bir biçime işaret eder.

Gerçeğin gösterimi olarak da adlan­dırabileceğimiz bu biçim arayışı, bir ör­gütlenme tarzını gerektirir. Bu ise “diP’den başka bir şey değildir. İnsan sadece acıyı, sevinci duyabildiği, şaşıra­bildiği için değil, aynı zamanda çalışan bir varlık olduğu için yaratmıştır dili. A- letlerle birlikte ortaya çıkmıştır dil. Ter­sinden de dil kurmak, pratik üretmektir. Dil; fiziksel, maddi bir gerçekliktir. Bu anlamıyla maddi üretici güçlerin de bir parçasıdır. Takdir edersiniz ki buradaki “dil” sadece konuşma organı anlamında kullanılmamıştır. Aynı zamanda tarz ve eyleyiş kavramlarının yerine de kulla­nılmıştır.

Verili egemen sanat ortamı düşü­nüldüğünde, mevcut dillerin hegemonik bir ilişkinin parçaları olduğu görülebilir. Her türlü egemenlik ve eşitsizlik, hem tasarım hem de pratik anlamıyla tümüy­le reddedilmelidir. Mülkiyete dönüşmüş uzmanlık süreçleri tümüyle kırılmalıdır. Sanatın pratik kuruluşu, sistemin hege­monyasını bütünüyle parçalamak, eleş­

tirel şiddetin de ötesine geçerek bir ko­puşu örgütlemek zorundadır. Sanat ey­lemi, salt estetik alanına sıkıştırılamaz. Sanatsal çalışmanın diyalektiğinin yeri­ne peygamberliğin ve papazlığın meta­fiziği konulamaz.

Sanatsal eylem, umutsuz bir çığlık değil, yeniyi yaratmaya soyunan herke­sin kolektif olarak yürüttüğü mücadele = emek sürecidir. Sanatın pratik kurulu­şu, genel beğeniye atılmış bir tokattu. Bu noktada Neisvestny’nin örneği an­lamlı olacaktır. İki heykelci taşı yonta­rak küre biçimine sokmaktadırlar. Ara­larından biri kusursuz bir küre biçimi elde etmek istemektedir; çalışmasının anlamını büyük bir taş parçasını kusur­suz bir küreye dönüştürmekte bulmak­tadır. Diğeri de bir küre yaratmaktadır. Fakat bu işi yaparken güttüğü amaç, patlama noktasına varmış doluluktaki bir kürenin biçimde dile gelen iç gerili- mini aktarabilmektir. Birinci küre bir zanaatçı, İkincisi ise bir sanatçı eseri o- lacaktır.

İşte toplumsalın iç gerilimini aktar­maya, işsizliği ve güvencesiz çalışmayı, emeğin sıkıştırıldığı cendereyi bir de buradan “diPYendirmeye çalışıyoruz. Dayanışmaevlerinin organize ettiği, a- ma çok sayıda sanatçının destek vererek yarattığı bu sergi, toplumsal yaşama bir müdahaledir.

Y!

Page 40: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

CjO İ Kasiv1'AraİiI< 2005

‘Hakkımızı istiyoruz. Almaya geliyoruz!’ kampanyası sonuçlandı

S o m u t , m l it e v a z î b î r a d im

"hahkımızı istiyoruz, almaya geliyoruz" kampanyası sınıf çalışmasına yalnızca üre tim yeri merkezli bakmayan yeni eğilimlerin sonucunda sınıf örgütlenmelerinin

karşılıklı olarak birbirleriyle ilişkilenmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Birlikte daha ile kurgular yapabilmenin zemini olarak görülmüştür.

Dayanışma Evleri, Dayanışma Sendikası, Halk Kültür Merkezleri, İşçilerin Mücadele Birliği Girişimi ve Kara Kızıl Notlar örgütlülükleri, 18 Haziran 2005 tarihinde Galata Köpriisü’nde 15-16 Haziran direni­şinin 35. yıldönümünde kamuoyuna bir işçi eylemi ile deklare edilen “Hakkımızı İstiyoruz. Almaya Geli­yoruz!” kampanyasında, sigortasız çalışmaya ve işsizliğe karşı “Güven­celi İş Hakkımı İstiyorum” şiarıyla yaklaşık 4 ay boyunca olarak ortak bir çalışma yürüttü. İstanbul’un çe­şitli emekçi semtlerinde ortak ey­lemliliklerle sürdürülen kampanya, 18 Eylül’de Taksim’de gerçekleşti­rilen kitlesel basın açıklaması ile sonlandırıldı. Dünyada ve Türki­ye’de işçi sınıfının değişen yapısın­da gün geçtikçe genişleyen örgütsüz kesimlere seslenen kampanya çalış­ması ile sınıfın hak arama mücade­lesinde sınıf örgütlerinin eylem bir­liğini sağlama ve bu kesimlere yeni eylem tarzları ve farklı bir söylemle ulaşma yönünde bir arayışın ortak a- dımları atıldı. Temel olarak klasik sendikal alanın örgütlenme hedefle­rinin dışında kalan işsiz ve güvence­siz kesimlere ulaşmaya çalışan kam­panya, yüzünü bu yana dönmüş, bu alana bir seviyede bakış geliştirmiş sınıf örgütlerinin yan yana durma i- radesini sağlamanın ötesinde, birbi­rinin deneyimlerinden öğrenerek ve birbirine güç vererek bu kesimlere ulaşma zeminini güçlendirme yö­nünde atılan somut ama mütevazı bir adım olarak görülmelidir.

Kampanyanın ulaştığı sonuçlar­

dan biri de ortak tartışma zemininin önünü açması olarak değerlendirile­bilir. Kampanya bileşenleri 23 E- kim’de Okmeydanı Mercan düğün salonunda, yaşadıkları ortak deneyi­mi ve bu deneyimden çıkarılacak sonuçları da tartışabilmek ve bu ala­na bakan farklı sınıf örgütleriyle, ör­gütsüz kesimlerin örgütlenmesinde “ne yapmalı” sorusu ışığında bir tar­tışma yürütmek üzere bir forum ger­çekleştirdiler. Dünyada ve Türki­ye’de sınıfın örgütsüzleştirildiği, sı­nıf hareketinin devlet ve sermaye

güçleri tarafından geriletildiği h dönemden geçerken yeni toplunu talepleri de kapsayan yeni mücade zeminlerinde oluşan deneyim ve ö gütlenmelerin önemine vurgu yapa forum çağrısı “Bu zeminde sınıfı değişen yüzünde var olan farklı de neyimleri tartışarak, sınıf hareke:: nin sendikal alanın dışında kalan ka simlerine yeni bir soluk taşıma ni\ e tini, arayışını hep birlikte sürdüı mek” için farklı sınıf örgütleriyl buluşmayı hedefledi.

Kampanya bileşenlerinin dışın

Kampanyanın ulaştığı sonuçlardan biri de ortak tartışma zemininin önünü açması olarak değerlendirilebilir. Kam­

panya bileşenleri 23 Ekim'de Okmeydam'nda düzenledik ieri bir forumda yaşadıkları ortak deneyimi tartıştılar.

58

Page 41: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 2005 qol

da Halkevleri-Emek Çalışmaları Merkezi, İmece Kadın Dayanışma Demeği, İşçi Evleri, Mayıs’ta ve A- nadolu’daYaşam Kooperatifleri’nin deneyim aktarımı gerçekleştirdiği forumda geleceğe dönük olarak da, bu alanda çalışma yapan örgütlülük­lerin birbirini besleyebileceği, birbi­rinden öğrenebileceği zeminleri ya­ratmanın önemine vurgu yapıldı.

Forumda “Hakkımızı istiyoruz, almaya geliyoruz” kampanyası kam­panya bileşenleri tarafından şöyle değerlendirildi:

“Sendikalar sınıfın güvencesiz ve örgütsüz kesimini örgütlemekten uzaktır. İşçi sınıfının sendikalarda örgütlü olan kesimi yaklaşık %5’lik bir bölümüdür. Yani 20 milyonluk sı­nıfın yaklaşık 1 milyonu bu sendika­larda örgütlüdür.Sınıf için yeni haklar kazanmak bir yana sahip ol­duklarını bile ko­ruyamayan ör-

Bizler hakkımızı istiyoruz derken bir yandan şimdiye kadar mücadeleleri­mizle kazandığımız "haklarımızı unutmadığımızı, bunlardan vazgeçmedi­

ğimizi, bunların savunucuları olduğumuzu vurguluyoruz. Diğer yandan sınıfsız, sömürüşüz bir dünya için mücadele ediyoruz.

gütlülüğün niteli­ği de ayrı bir sorun oluşturmakta.

Örgütsüz durumda bulunan sını­fın, özellikle güvencesiz çalışan, iş sürekliliği bulunmayan, bir yandan işsizlikle malul kesimine dönük ola­rak yeni sınıf örgütlenmeleri ve mü­cadele dinamikleri açığa çıkmaya başlamıştır. Bu yeni örgütlenmeler, dernek, sendika, kültür kurumlan ve kooperatifler gibi biçimler altında ortaya çıkmakta ve esas çalışmaları­nı, sınıfın mevcut örgütsüz kesimi i- çinde yoğunlaştırmakta ve yine bir eğilim olarak sınıfın örgütlenme sü­recine yalnızca üretim yeri merkezli yaklaşmayıp, sınıfın yaşamını sür­dürdüğü mekânları da bir örgütlen­me yeri olarak görmektedirler.

“Hakkımızı istiyoruz, almaya geliyoruz” kampanyası bu eğilimle­rin sonucunda sınıf örgütlenmeleri­nin, karşılıklı olarak birbirleriyle i- lişkilenmesi sonucu ortaya çıkmış­tır. Birlikte daha ileri kurgular yapa­bilmenin zemini olarak görülmüştür. “Güvenceli iş hakkımı istiyorum” şiarı ile yola çıkan bu kampanyanın amaçları esas olarak:

* Bu alanda çalışma yapan ku­mulların ve kadroların etkileşimini sağlamak, karşılıklı deney paylaşımı ve örgütlenme süreci yaşamak.

* Yaşanacak sürecin sonunda, çalışmanın olumlu-olumsuz dersleri ışığında açık tartışmalar örgütle­mek.

* Tartışmalarda oluşan zeminle­ri daha ileriye taşımanın yollarını ve kanallarını açmak, bunu yaparken var olan zemini korumak.

Kampanya neden ‘hak’kımızı istiyoruz

gündemli?70 Ti yıllardan bu yana dünya öl­

çeğinde hükmünü sürdüren serma­yenin yeni liberal saldırıları, işçi sı­nıfının mücadeleleri sonucu kazanı­lan tüm haklara savaş açmıştır. Bu­gün bu politikalar “hak” kavramını literatümüzden çıkarmaya çalışmak­tadır. İnsanca yaşayabilecek bir üc­rete sahip olma hakkı, güvenceli bir işe sahip olma hakkı, parasız ve eşit bir şekilde sağlık ve eğitim hizmet­

lerine ulaşabilme hakkı, sağlıklı ko­nutlarda barınma hakkı, düşünme ve düşünceleri çerçevesinde örgütlen­me hakkı..vb. Bugünkü toplumsal yaşamın insani yaşam kalitesini ifa­de eden bu ve benzeri tüm hakları­mız yok sayılmaya yok edilmeye ça­lışılıyor.

Zaman zaman sermaye kurum ve kuruluşlarının ya da “hayırsever” kişi ya da sivil toplum kuruluşları­nın yürüttüğü “yardım” 1ar ise, ser­maye düzeninin yarattığı cehennem­lere katlanabilmemiz, “patlayıp” dü­zeni sarsıcı sonuçlar yaratmamamız için önümüze attıkları kırıntılar. Sa­dece onların inayetleri çerçevesinde verdikleri ve asla hakkımız olmayan “iyilikler” bunlar. Kapılarında işçi sınıfını, ezilenleri, yoksullaştırdık­larını dilenci yapmaya çalıştıkları uygulamalar yani.

Bizler hakkımızı istiyoruz der­ken bir yandan şimdiye kadar müca­delelerimizle kazandığımız “hak’Ta- rımızı unutmadığımızı, bunlardan vazgeçmediğimizi, bunların savunu­cuları olduğumuzu vurguluyoruz.

59

Page 42: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

CJOİ KasiM'AraIiI< 2005

Diğer yandan ve çok daha önemlisi ise sınıfsız, sömürüşüz, özgür ve in­sanca bir dünyayı yaratmak için he­pimizin sahip olması gereken hakla­rımızı istediğimizi, bunun için mü­cadele ettiğimizi haykırıyoruz.

Neden böyle bir biçim?

Biçim konusunda kampanya sür- diirücüleri olarak üç özellikten bah­sedebiliriz.

* Kampanyanın örgütleyicileri olarak, kurumlarımızm adını öne çı­karmayı değil, talebi öne çıkarmayı doğru bulduk. Yapılan tüm eylemle­ri ve hazırlanan tüm materyalleri bu mantığın ürünü olarak ortaya çıkar­dık. Eylemlerde taşıdığımız pan­kartlarda, dövizlerde sadece kam­panya ismi yer aldı. Kampanyanın katılımcı kuramlarını her düzeyde i- fade ettik. Bununla beraber hiçbir kurumun simgesi olabilecek bayrak, pankart vs. taşımasını tercih etme­dik. Bu yaklaşımımızın nedenlerin­den biri de sınıf örgütlenmeleri ara­sında yer etmiş olan rekabetçi duru­

şa karşı, dayanışmacı bir yaklaşımı öne çıkarmak, yan yana gelişimizin aslolarak yaptığımız işi büyüten bir sonuç çıkarmasını sağlamaktı.(Son yıllarda onlarca imza ile yan yana gelen kuramların bir neredeyse sa­dece imza sayısı kadar kitle ile ortak eylem yapma kültüre bir eleştiri, bir çubuk bükmeydi bu aynı zamanda)

* İkinci olarak her çalışmada, ö- zellikle sokak eylemlerinde talebin çeşitli düzeylerden sahipleri tarafın­dan dillendirilmesini sağlamaya ça­lıştık. Bu haliyle eylemleri işçilerin bizatihi kendi sözlerini söyledikleri forumlar haline dönüştürdük.

* Eylem mekânlarını seçerken talebin sahibi olabilecek kesimlerle buluşabileceğimiz mekânları tercih ettik. Merkezi eylem ve etkinlikler­de böyle olduğu gibi, kampanyanın aslolarak yürütüldüğü yerellerin ni­teliği tümüyle işsizlerin ve güvence­sizlerin yoğun olarak yaşadığı ve/veya çalıştığı yerlerdir.

Bu kampanyanın “nasıl bir bi­çim?” altında yapıldığını belirleyen bu üç özellik de bizleri yan yana ge­

tiren öğrenme ve eyleme sürecine kampanyamızı daha etkili kılma ç balarımızda, ortak ve ilerletici süreç yaşamamızı sağlamıştır.

Elbette sözünü ettiğimiz bici: lerin yalnızca bu kampanya süreciı de keşfedildiğini söylemiyoruz. 1 biçimi anlatırken başka biçimle: olmadığmı ya da yanlış olduğunu v söylemiyoruz. Yine de bu biçimi}* örgütlenmiş bir sürecin kampam katılımcıları olarak hafızamıza orta şekilde yazıldığını belirtelim. El eylem kendi biçimini yeniden yar tır, buna oluşmuş hafızamız da ya dım edecek, olumlu yanların ileriy taşınmasında katkı sunacaktır.

“Hakkımızı istiyoruz, alma; geliyoruz” kampanyasının örgüt: yicileri olarak;

* Bu zemine işçilerin gündel taleplerinin eylemli örgütlenme 2 mini olmasının ötesinde bir anla yüklemiyoruz. Ama bir yandan d bu isimle anılan zemini ileride ö gütleyeceğimiz kampanyalarda ku lanmayı ve yeni katılımcılarla ber: ber kurgulamayı düşünüyoruz.

* Burada bi"Hakkımızı istiyoruz, almaya geliyoruz" kampanyasının örgütleyicileri o-

iarak; bizierin birlikte daha ileri örgütlenme deneyimlerine girişmeleri bu eylemlerin ancak sonuçları olarak görülebilir. Böyle yakınlaşmalara yol a-

çabilecek tartışma platformları yaratmayı önemsiyoruz.

kendinden memnun olduğu bir kav rayışm ötesinde bir arayışı, “birlikt bir arayışı” temsil ettiğini, bunun d birbirinden öğrenmeye açıklığın bi işareti olduğunu düşünüyoruz.

* Buradaki deneyi yaşayanlar o larak bizierin birlikte daha ileri öı gütlenme deneyimlerine girişmeleı bu eylemlerin ancak sonuçları ola rak görülebilir. Böyle yakınlaşmalı ra yol açabilecek tartışma platform lan yaratmayı önemsiyoruz.

* “Hakkımızı istiyoruz, almay geliyoruz” kampanyası bileşenler olarak yeni bir kampanyanın yen bir taleple örgütlenmesine öneri o luşturmayı ve daha güçlü kampan yalar örgütlemeyi hedefliyoruz.

likte ördüğümü o r t a k l a ş m a ; kültürü önems yoruz.

* Yaptığımıı şeyin herkesi

4 0

Page 43: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraLiI< 200?

23 Ekim 2005 günü ‘Hakkımızı istiyoruz. Almaya Geliyoruz!’ kampanyası çerçevesinde gerçekleştirilen forumda Dayanışmaevleri adına yapılan sunumu yayınlıyoruz...

D a v a n i ş m a e v l e r İ v e

SINIF MÜCADELESİBugün işyeri merkezli çalışmanın ciddi sıkıntılara gebe olduğu gerçeğinden hare­

ket etmek gerekiyor. İşyeri merkezli örgütlenme, işçiyi mahalleden doğru örgütle­mekten daha üstün bir tarz değildir. Bu durumdan çıkardığımız sonuçlardan biri,

sınıfın kendi öz örgütleri olarak yukarıdaki hedeflere ulaşmaya çalışan Dayanışma-evlerini mahallelerde kurmamıza sebep oldu.

1970’li yılların bir dönüşüme i- şaret ettiği genel olarak kabul gör­müş bir düşüncedir. Fordist birikim rejiminin krizi esnekleşmeyle cevap­lanmıştır. Sermayenin kendi iç man­tığı açısından yaptığı köklü değişim­leri bir kenara bırakırsak, aynı za­manda emeğin niteliğinde ve iş yo­ğunlaşmasında da değişim demektir.

Fordizmin tersine, ihtiyaç duyu­lan emeğin çok sayıda niteliksiz işçi­den az sayıda nitelikli işçiye doğru kayması bölünmüş ve farklılaşmış bir işgücü yapısını ortaya çıkarmış­tır. Az çok sürekli bir istihdam şansı­na kavuşan, nitelikli, çekirdek işgü­cü ve arada sırada iş bulan "McDo­nald’s” işçiliği diye adlandırılan ni­teliksiz işgücü. Postfordist süreçte esneklik, üretim biçiminden daha çok sermayenin emek karşısındaki davranış halini resmetmektedir as­lında. Küçük işletmelerde dağınık ve örgütsüz olarak çalışan işçilerin bir­likte hareket etme olanağının kısıt­lanmasının, sermayeye büyük bir es­neklik kazandırdığı kesindir. Post­fordist üretimin temeli, küçük işlet­melerdeki “vasıfsız” emeğin yoğun sömürüsü ve taşeronlaşmadır.

Net olarak söylersek; sermaye­nin tüm süreci esnetme çabalarının temel amacı, emek piyasasının yapı­sı ve örgütlü emeğin gücünü kırmak­tır. Alt sözleşme ilişkileri bu anlam­

da emek piyasasında, küçük çaplı ü- retim ile birlikte pro-modern emek biçimleri olan zanaatkarlık, patriar­kal ve paternalist mafya tipi emek kullanımlarına neden olmuştur. E- mek piyasasının farklılaştırılması bir yandan emeğin pazarlık gücünü a- zaltırken, diğer yandan üretimin par­çalanması ile sendikaların gücünü ö- nemli ölçüde geriletmiştir. Bir Japon sendikacı bu durumu şöyle anlatıyor: “Toyota’mn ana üretimin dışına taşı­dığı birimlerde çalışan işçiler asla hastalanmaz, asla grev lafını ağzına almaz ve yılda yalnızca birkaç gün

tatil yapabilir. Sendikalaşma anında Toyota bu birimlerindeki bağlantısı­nı hemen sıfıra indirir.”

Taşeronlaşmayı göz ardı ederek postfordist süreci anlamak mümkün değildir. Yine Japonya’dan bir örnek verirsek; çelik üretiminde çalışan toplam işçilerin yarısı yani 250.000’i taşeron firmalarda çalışı­yor. Bunların ücretleri ana firmalar­da çalışanlara göre %30 daha düşük Ve üstelik %10 daha fazla çalışıyor­lar. Daha da önemlisi bu işçilerin sa­dece beşte biri, yani 50.000’i sendi­kalıdır. Bir Japon işçi bu durumu

41

Page 44: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

\ KasiM'AraIiI< 2005

r ■ K#’s®

-----—--------- —■

Da yM işmayi fBÜYÜT

f hayatına

A km erkez eylem i

Tu%e . .

.WT ! }g '* | üretim*

0A1’«S«S!: suvurYARDIM »S? n ••“ » '•M im i f l t o î a ?

«>, i sanıp çık,4 s %

parası? ■eğitim 1 Sfel

S!I•\l ( l * t 4

Sınıf bir potansiyel olarak mevcuttur ve za- limizde Bununiâ man zaman kendini dolaylı olarak ortaya birlikte, İstanbul

koymaktadır. Ancak süreklilik ve politik et- konfeksiyon sek- kinlik gerçek anlamıyla yaşanmamaktadır. töründe yapılan

bir alan araştırma-şöyle ifade ediyor: “Sendikalaşma­nın önünde üç sorunla karşı karşıya- yız; ilki büyük firmaların patronları, İkincisi alt sözleşme ilişkisine giren patronlar ve son olarak ana firmanın sendika yöneticileri. Sendikalaşmak için bu üç kesimle anlaşmak zorun­dayız.” Japonya’da alt sözleşme iliş­kilerinin yoğunlaşmasından sonra sendikalaşma oranı 1970’deki %35’ten 1987’de %28.6’ya düşmüş­tür.

Türkiye’deki rakamlar da duru­mu net olarak özetliyor. 1997 DİE Hanehalkı İşgücü Anketlerine göre i- se beş kişiden az kişi istihdam eden üretim birimlerinde çalışanların sa­yısı 11.058.000’diı\ 10 kişiden az ki­şi istihdam eden üretim birimlerinde çalışanların sayısı ise14.091.000’dir. 1992 yılında özel sektörde imalat sanayinde 1-9 kişi çalışan işyerlerinde çalışanların yıl­lık ortalama sayısı 522.467’dir. Bu­nun içinde fason imalatta çalışanla­rın yıllık ortalama sayısı 159.635’tir. Keza bir başka rakam da çocuk işçi­ler için verelim. Çalışan çocukların kendi yaş gruplarına oranıs% 32, ya­ni 3.847.000’dir. Enformel sektörde çalışan kadınlar üzerine ise çok sağ-

sına göre tekstilde çalışan kadınların %31.3’ü çalışma­ya 10-14 yaşları arasında, %36.9’u i- se 15-19 yaşları arasında başlamıştır. Ücretli kadın işçilerin çoğu ya asga­ri ücret, ya da asgari ücretten biraz fazla almaktadır. Ataerkil ilişkiler ve erkeklerin kadınlar üzerindeki dene­timi konfeksiyon atölyelerinde de sürmektedir.

1980’li yıllarda Türkiye’de top­lam ücretlilerin yaklaşık %20’si sen­dikalı iken, bu oran 2000’li yılların başında %8’lere düşmüştür. Yine 1980’li yıllarda SSK’ya tabi işçilerin yaklaşık %50’si sendikalı iken, bu o- ran 2000’li yılların başında %16 do­laylarına gerilemiş; mutlak rakam­larla sendikalı işçi sayısı ise 1.5 mil­yondan 1 milyonun altına düşmüştür.

Sınıf potansiyel olarak artıyor

Tüm bu gelişmelere paralel ola­rak 1970Terden bu yana yaşanan bir başka gerçeklik daha vardır. İşçi sı­nıfının politik etkinliği de asgariye düşmüştür. Bunu “elveda proletarya” çığlıklarıyla karşılayanlar bile oldu. Ancak işçi sınıfının ebediyen bir toplumsal özne olma konumunu kay­

bettiğini iddia etmek abesle iştigal­dir. Hatta tam tersine ticarileşme ils birçok yeni alanın piyasa ilişkilerine sonuna kadar açıldığı neo-liberalizm koşullarında, işçi sınıfının en azın­dan potansiyel olarak yaygınlığının arttığını söyleyebiliriz. “Proleterleş­me” tüm hızıyla devam ediyor. Ger­çi proletarya kapsamı altına girecek kesimler belki bundan 150 yıl önce umut edildiği kadar standartlaşmış türdeş bir topluluk oluşturmamakta­dır. Belki sanayi işçiliği oranı da beklendiği seviyede artmamıştır ve hatta ileri kapitalist ülkelerde sanayi işçiliği oransal olarak gerilemekte­dir. Fakat bütün bunların hiçbiri işçi sınıfının etkinliğinin bu düzeye geri­lemesine açıklama olamazlar.

İşçi sınıfı ortadan kaybolmamış, tam tersine sayısal olarak artmış, yaygınlaşmış, kolektif bir sınıf ola­rak davranabilme yeteneğini katego­rik olarak yitirmesini gerektirecek gelişmeler yaşanmamıştır. Fakat ser­mayenin işçi sınıfına yönelik kap­samlı saldırıları ile birlikte kimi ya­pısal dönüşümler geçirmektedir ve bu yapısal dönüşümlerin eski kalıp­larla kolektif davranış yollarını tıka­dığı söylenebilir. Keza 70 Terde baş­layan dönüşüme 90’lardan itibaren sosyalist bloğun çöküşü gerçekliğini de eklemek gerekir. İşçi sınıfının harcı olmuş bir ideolojinin hızla yıp­ranması sosyalist hareketleri sars­mış, öyle ki Marksizm’in krizine ka­dar varılmıştır. Tabii sınıfın oluşu­munu fazlasıyla belirleyen bir gün­cel etken de kültür endüstrisidir. Ka­pitalizm boş zamanı örgütleme ve gündelik yaşamı bazı ortak standart­lara kavuşturma noktasında çok bü­yük mesafeler kaydetmiştir.

Bu tespitlerin ışığında vurgulan­ması gereken ana nokta şudur: İşçi sınıfı bir potansiyel olarak mevcut­tur ve zaman zaman kendini dolaylı olarak ortaya koymaktadır. Ancak süreklilik ve politik etkinlik gerçek anlamıyla yaşanmamaktadır. Çünkü işçi sınıfının bugün içinde bulundu­ğu en büyük kriz örgütsel krizidir. Örgütsel krizin aşılamaması, yani iş­çi sınıfının en temel ortak çıkarların: ifade edebileceği öz-örgütlerine sa-

42

Page 45: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

«AsiM'AR/'lık 2005 qol

hip olamaması onun etkin bir sınıf haline dönüşememesinin en önemli sebebidir.

Sendikalar ve işçi sınıfıİşçi sınıfının yukarıdaki ihtiyacı­

na denk düşen en önemli örgütlenme aracı sendikalar idi. Gerçekten de iş­çi sınıfının en yaygın örgütleri tarih­sel olarak sendikalar olagelmiş ve çok önemli bir rol oynamıştır. Ancak bugün sendikaları işçi sınıfının ya­şamsal ihtiyaçlarına yanıt veren ku­rumlar olarak görebilme imkanı or­tadan kalkmıştır. Bunun birkaç sebe­binden bahsedebiliriz.

Birincisi; sendikalar işçi sınıfı­nın denetiminden tümüyle çıkarıl­mıştır. Var olan sendikaların büyük bir kısmı, işçi sınıfını güden, onu de­netim altında tutmaya yarayan ser­maye araçları, devlet kurumlan hali­ne dönüşmüştür. İkincisi; sendikal mücadele çizgisi ücret sendikacılığı­na kilitlenmiştir. İşçi için sendika yaşamsal birçok ihtiyaca yanıt üre­ten bir öz-örgüt olmaktan ziyade ü- yesi olunduğunda toplu sözleşmeden yararlanılacak bir araç haline dönüş­müştür. Üçüncüsü; sendikal örgütlü­lüğün en etkin taşıyıcısı olagelmiş sanayi işçiliği, dünyanın bir kısmın­da oransal olarak azalmaktadır. Ta- şeronlaşma, ev eksenli çalışma hızla artarken, gerek bu kesimler gerekse de hizmet sektöründe istihdam edi­lenler geleneksel sendikal mücadele­ye hala fazlasıyla yabancıdır. Dör­düncüsü; sendika örgütlenmesi işye­rini merkezine alan bir modeldir. Fa­kat bugün işyerinin çalışma yaşa­mındaki etkinliği azalmaktadır. Be­şincisi; sendikalar bugün işçi sınıfı­nın parçalanması karşısında farklı kesimleri bütünleştirecek bir örgüt modeli olmaktan çıkmıştır. Potansi­yel işçi sınıfının en büyük öbekleri örgütsüz ve sendikaların ilgi alanı dışındadır.

Sendikalar değilse nasıl bir örgütlenme?

İşçi sınıfı, ilk önce kendi içinde sürekli bir ortak faaliyete sokulama- dıkça etkin bir sınıf kimliği kazana­

maz. Sınıf haline gelebilmenin en ö- nemli ön koşulu bir araya gelmedir. Bir araya gelebilmenin yolu nereden geçmektedir? Sınıfın neredeyse a- tomlarma parçalandığı, sınıf bilinci­nin bütünüyle silikleştiği, siyasi aji- tasyonlarm etkinliğinin kalmadığı bir ortamda bir araya getirebilme ne üzerinden başarılabilir? Ya da başka şekilde soralım; nasıl bir örgüt ge­reklidir?

Yeni örgütümüzün belki daha küçük ölçekte, ama acil sorunlara salt propaganda dışında da çözümler üretebilen bir karakteri olmalıdır. E- mekçiler birbirleri ile etkileşim içe­risine girip, somut bir hedef için bir­likte mücadele edebilsinler. Neo-li- beralizmin yalnızlaştırıcı ve stan­dartlaştırıcı etkilerine karşı yalnız olmadıklarını görebilsinler.

Bu örgütün sınıfın ve emekçilerin taleplerinden kopmasını engelleyecek bir yanı olmalı. Tamamen halkın ihti­yaçları üzerinden kendini şekillendir­men. Yukarıdan dayatılan kararlarla değil de kendi iradesini açığa çıkara­bilecek biçimde yapılanmalı. Kitle­lerden yabancılaşmasını engelleyecek araçlar kendisine içkin olmalı. Ma­hallede yaşayan herkesin söz sahibi olabildiği organları olabilmeli.

Bu kurumlar emekçilerin yaşam koşullarında acil düzeltmeler ger­çekleştirebilecek bir iktidar ala­nı olmalı. Gelecekte yaratmak istediğimiz dünyanın ipuçları buraların hem yaşamında hem kültüründe filizlenebilmeli.

Sınıf örgütünün içinde olu­şur diyerek sınıf bilinçli olsun olmasın tüm emekçileri örgütle­yebilecek bir yanı olmalı. İdeo­lojik yetkinliğe ulaşmış olmanın gerekmediği örgütlenme kanal­ları geliştirebilmeli.

Bu örgütün aynı sendikalar gibi hakkını almak isteyen her­kesin, yaşadığı sıkıntılara çare bulmak isteyen herkesin ulaşa­bileceği, dahil olabileceği ör­gütler olması esastır. Sınıfı bö­len tüm kültürel, ideolojik, et­nik, mezhepsel ayrımların üs­

tünde konum alabilen bir örgütün ancak sınıf örgütü haline gelebilece­ğini bilen bir örgüt olmalıdır bu.

Farklı işkollarmdaki işçiler ile işsizlerin bir arada var olabilmesini sağlayacak bir örgüt olmalıdır bu. Sınıfın birbirine rakip olarak göste­rilmeye çalışılan kesimlerini bir ara­ya getirebilen, bunların arasındaki dayanışmaları büyütebilen bir yapı­ya sahip olması gerekir.

Dayamşmaevleri nerede duruyor?

Bugün işyerlerinin sermayenin hakimiyetini dolaysızca kurabildiği bir mekan haline geldiği, işyeri mer­kezli çalışmanın ciddi sıkıntılara ge­be olduğu gerçeğinden hareket et­mek gerekiyor. İşyeri merkezli ör­gütlenme, işçiyi mahalleden doğru örgütlemekten daha üstün bir tarz değildir. Ama birini diğerinin yerine de ikame etmek gerekmez. İhtiyaç duyulan kendini sadece iş yerleri ile sınırlamayan bir örgütlenme aracı­dır. Toplumsal parçalanmanın ve sı­nıflar arasındaki ayrışmanın en ö- nemli göstergelerinden bir tanesi şe­hirlerdeki yaşam alanlarımızın nere­deyse bütünüyle zenginlerinkinden kopuşmasıdır. Belki aynı işyerlerin­de çalışanlar olarak ortak bloklarda ve lojmanlarda yaşamıyoruz, ama

45

Page 46: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

tp l KasiM'AraIiI< 2005

neredeyse hepimiz benzer yoksulluk ve yoksunluk koşullarında kendi işçi semtlerimizde yaşıyoruz.

Bu durumdan çıkardığımız so­nuçlardan biri, sınıfın kendi öz ör­gütleri olarak yukarıdaki hedeflere ulaşmaya çalışan Dayanışmaevlerini mahallelerde kurmamıza sebep oldu. Emekçi semtlerinde halkın sorunla­rına kendi dayanışması ile çözüm bulmasını sağlamaya çalıştık. Genç­ler üniversiteye hazırlandı, spor yap­tı, yalnızlıklarını aşmanın en güzel yolunun- halk dayanışması içinde yer almak olduğunu gördü. Aileler ara­sında yaşanan sorunlar buralarda çö­züldü. Uyuşturucu satılamayan, hır­sızlık yapılamayan semtler, sokaklar yaratılmaya çalışıldı. Kadınlar kadın sağlığı konusunda bilgileri Dayanış- maevlerinde aldılar. İnsanlar yıkım ekiplerine karşı ne yapacaklarını bir araya gelip tartıştılar. İşçiler iş yasa­larındaki son gelişmeleri Dayanış- maevlerinde öğrendi, gönüllü avu­katlardan destek aldı. İşsizler bul­dukları küçük işleri elbirliği ile Da- yanışmaevlerinde yapıp eve ekmek alacak parayı kazandılar. Çocuklar

kütüphanelerimizden aldıkları kitap­ları okuyarak uyudular, derslerinde anlayamadıklarını ahilerinden, abla­larından öğrendiler, yaz okullarında kendilerini geliştirdiler. Kocasından dayak yiyen kadın Dayanışmaevine sığındı. Halkın kentleri yönettiğinde ne olacağını, yoksulluğa karşı nasıl mücadele edileceğini merak edenler Dayanışmaevlerinin kurultaylarında bir araya geldiler. Kitaplar, giysiler buralarda yeniden ihtiyaca göre pay­laşıldı. “Yoksuluz; çünkü siz varsı­nız” haykırışları zenginlerin mekan­larına Dayanışmaevleri pankartları­nın ardında dayanışmayı büyütenler- ce ulaştırıldı. İşsizler, güvencesiz ça­lışanlar yaşadıklarını İş-Kur’un ö- nünde devletin yüzüne vurdu.

Dayanışmaevleri çalışmasını bü­yütenlerin inandığı bir ilke var: “Yoksulluğu ancak yoksullar, emek­çiler, sınıf bir bütün olarak yok ede­bilir.” Ulaşmak istediğimiz nokta belli: İşçilerin bir sınıf bütünlüğü i- çerisinde kendi yaşamlarını^ kendi geleceklerini belirleyebilecekleri bir güç haline gelebilmesi. Bu faaliyet­lerin tümü bu amaca hizmet etmeye

Sınıfla beraber mesai harcamak, ortak yaşamlar inşa ede­bilmek, bir kişinin sorununu kendi sorunu gibi kavrayabil­mek, dışarıdan oturup soyut laflar üretmekten muhakkak

ki daha zor. Ama çıkış da ancak bu.

Yaz okulları şenliği

çalışıyor: Sınıfı etkin bir özne haline getirebilmek. Mülkiyetin bir hırsız­lık olduğuna, insanca çalışmanın v< yaşamanın hepimizin en doğal insanı hakkı olduğuna inananların sayısını artırmak ve bunların bir gün yaşam­larını yeniden kuracak güce ulaşma­sını sağlamak.

Her dönemin politik görevleri, a dönemin koşullarından ve ihtiyaçla­rından doğar. Daha net olarak söyle-j mek gerekirse; Dayanışmaevleri, işçi sınıfını, hazırda var olan değil, oluşan bir şey olarak görmekte ve sınıfın öz- örgütü olmaya soyunmaktadır. Ne ye­rel kalmaya kilitlenmiştir, ne de bu­günün kimi sorunlarına merhem ol­mayı düşünmektedir. Açığa çıkarta­cağı sınıf bilincini siyasileştirebildiği oranda iktidarı hedefleyen devrimci hareketi beslemeyi amaçlamaktadır.

Bu zorlu olan yoldur. Sınıfın i- çinde, sınıfla beraber mesai harca­mak, ortak yaşamlar inşa edebilmek, tonlarca sorunun altına gözünü kırp-, madan girebilmek, bir kişinin soru­nunu kendi sorunu gibi kavrayabil­mek, dışarıdan oturup soyut laflar ü- retmekten muhakkak ki daha zor. A- ma çıkış da ancak bu. Çok emek har­cadık, çok şey öğrendik, ama daha yolun başında olduğumuzu, daha öğ­renmemiz, başarmamız gereken çok j şey olduğunu hiç unutmuyoruz. Ba­şardıklarımızla, ulaştığımız noktayla ! gurur duyuyoruz, ama gerçek hedefe ulaşabilmek için daha kırk fırın ek­mek yememiz gerektiğini de çok iyi 1 biliyoruz. Sadece kendi deneyimleri­mizden dersler çıkartmıyoruz. Bre­zilya’daki Topraksız Köylüler’den. Arjantin’deki İşsiz İşçilerden, Hin­distan’daki SEWA’dan öğrenmeye devam ediyoruz. Ülkemizde Halkev- leri-Emek Çalışma Merkezi’nin. Halk Kültür Merkezleri’nin, Daya­nışma Sendikası’nm, İşçi Evlerinin, kooperatifleşme denemelerinin, ba­ğımsız sendika çalışmalarının, İme- ce’nin, BATİS’in ve adını sayamadı­ğımız deneyimlerin elde ettiği so­nuçlardan besleniyor, dersler çıkartı­yor ve geleceğe bakıyoruz.

Dayanışmaevleri bu bilinç ve bu iradeyle yoluna devam ediyor.

44

Page 47: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 2005 qol

EV EKSENLİ ÇALIŞAN

KADINLARIN ÖRGÜTLENM ESİNihal Kayacan

Ev-eksenli çalışmanın parçalı ve farKlılıKlar içeren yapısının çok farklı örgütlenme biçimlerine olanak sunduğu görülmektedir. Bu biçimlerin içerdiği olanakları ve sı­nırlılıkları kavramak küreselleşmenin mağdurlarının, kazananları olma çabasındaki

mücadelelerinin de daha fazla anlaşılmasına hizmet edecektir.

Ev-eksenli çalışma bir yandan ge­leneksel kadınlık rollerinin getirdiği becerilerle yapılabiliyor olması, diğer yandan bu rollerin gerektirdiği ev-içi sorumluluklarla birlikte aynı mekan­da yürütülüyor olması nedeniyle çok büyük oranda kadınların çalışma ala­nı olarak görülüyor. Neo-liberal poli­tikaların esnek, ihtiyaç olmadığında iş piyasasından hızla çekilecek, ucuz ve sendikal örgütlenmeye daha az yatkın olan işgücüne duyduğu ihtiya­cın artması, kadınların bu toplumsal cinsiyet rollerinin etkisiyle oluşmuş özelliklerinin enformel ekonomide ev-eksenli çalışmanın bir “kadın işi” olarak yaygınlaşmasına zemin hazır­lamıştır.

İstihdamın esnekleştirilmesinin bu kadına özgü biçimi, sosyal devle­tin tasfiyesine de neden olan neo-li- beral iktisadi politikaların yarattığı “yoksullaştırıcı” etkiye karşı kadınla­rın bir ayakta kalma stratejisidir de aynı zamanda. Kadınların ev-içi alan­da yaşlı ve çocuk bakımım daha fazla oranda yüklenmesi, yiyecek ve giye­cek maddelerinin evde üretilmesi tü­ründen geliştirdiği çözüm arayışları­nın, çoğu kez “boş zamanlarda” kimi ev ve el yapımı ürünlerin üretilerek yoksullaşan “aile ekonomisine katkı” için pazara çıkarılmasıyla desteklen­mesinin yaygınlaştığı gözlemlenmek­tedir. Bu anlamıyla geleneksel üre­timler kapitalist pazar içinde yeniden gündeme gelmektedir. Ancak bundan çok daha yaygın olarak yaşanan ve

gitgide yaygınlığı artan diğer tür ev eksenli çalışma, “fason zincirleri” i- çin evde üretim yapan kadınların ça­lışmalarıdır. Yine geleneksel cinsiyet­çi roller nedeniyle zorunlu olarak “tercih edilen” ve “aile ekonomisine katkı” olarak yapılan bu işler çoktan katkı olma boyutunu aşmıştır. Pek çok aile için geçimlik ücret bu çalış­malardan elde edilmektedir.

Bu yaygınlık ev-eksenli çalışan kadınların yerel-bölgesel ve küresel çapta örgütlenmeleri için bir ihtiyaç da açığa çıkarmaktadır. Çünkü bu ça­lışma çok ağır çalışma koşullan altın­da yürütülse ve çok uzun çalışma sa­atlerine sahip olsa da kadının ya da hanenin yoksullaşmasının önüne ge­çememekte “çalışan yoksullar” yarat­maktadır.

Gerek ülkemizde gerekse başka coğrafyalarda yaşanan kimi örnekler, dünya çapındaki kimi fonlar, vakıflar ve Dünya Bankası, Birleşmiş Millet­ler gibi uluslararası kuramların bu kadınları “girişimci” yapma yönün­deki çabalarını göstermektedir. Mikro kredi uygulamaları ve fonlanan “pa­zar örgütlenmeleri” bu türden uygula­malardır. Söz konusu kredi ve fonla­rın veriliş nedenlerinden birini “yok­sulluğun yöneti(şi)mi” olarak değer­lendirmek gerekirse de asıl önemli neden bu uygulamalarla, son derece yoğun emek harcayarak çok sınırlı kazanç elde edebilen kadınlar üzerin­den yerel piyasanın canlandırılması,

bölgesel ekonominin “kalkındırılma­sı” olarak gerçekleşmektedir kanım­ca. Bu fonların “kalkınma programla­rı” çerçevesince verilmesi de bu kanı­yı destekler nitelikte bir veridir. Böy­lelikle sosyal devletin sağlaması ge­reken iş, gelir ve gelecek güvencesi “girişimci” kadının kendi çabasına ve piyasadaki acımasız rekabetin dişlile­rine emanet edilmektedir. Peki bu uy­gulamalar kadınlar açısından olumlu sonuçlar yaratmakta mıdır? Kimi du­rumlarda tek tek kadınların durumla­rını iyileştirmeye neden olsalar da da­ha büyük ölçekte kadınların örgütlen­mesine ve buna dayanarak güçlenme­sine hizmet etmemektedir. Özellikle mikro kredi uygulamaları çoğu kez kadınların “iş kurma”larımn zeminini yaratacak “iş aletleri”ni satın alabil­melerini sağlayamamakta, ancak gün­delik hayatlarının birikmiş borçlarını erteleyebilmenin bir aracı olabilmek­tedir. Bunun ardından kadınlar kendi­lerini hem hayatlarını sürdürecek ge­liri kazanmak hem de kredinin taksit-, lerini ödemek için parça başı iş ya­parken bulmaktadır yeniden. Başlan­gıç noktasına dönülmüştür yani. Üs­telik çok büyük miktarda paralar ayrı­lan bu uygulamalar son derece sınırlı sonuçlar yaratmaktadır. Güney Afri­ka’da yapılan kimi araştırmalar bu uygulamaların kalıcı kazanımlar ya­ratma konusunda epey başarısız oldu­ğunu dile getirmektedir.

Yoksulların, kayıtsız, güvencesiz çalışanların, ev-eksenli çalışanların

45

Page 48: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

C|Oİ I<asiM'Ara[iI< 2005

kendi kurdukları örgütlenmeler de var elbette. Ve bu yazının konusunu ev-eksenli çalışan kadınların kendi örgütlenmeleri oluşturuyor.

Türkiye örneğinde de ev-eksenli çalışan kadınların farklı türden orga­nizasyonları, örgütlenme, güçlenme arayışları söz konusu. İş ekipleri o- luşturmaktan pazar örgütlenmesi yap­maya, girişimci olma çabasından ko­operatifler kurarak birlikte ve daya­nışma içinde durumunu iyileştirmeye ve güçlenmeye dönük arayışlar bu a- 1 andaki çeşitli örnekler. Sadece İstan­bul’da bu konuda çalışma yapan üç kooperatif var: Avcılar Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Küçük Sanat Koo­peratifi ve Kuştepe Ev Eksenli Çalı­şan Kadınlar Küçük Sanat Kooperati­fi sadece ev-eksenli kadınların örgüt­lenmesine dönük olarak kurulmuş ko­operatifler. imece Kadın Dayanışma Kooperatifi ise kayıtsız, güvencesiz çalışan emekçi kadınların örgütü ola­rak hem parça başı çalışanları hem de diğer kayıtsız çalışan kadınları hedef­liyor. Bu kooperatifler bulundukları yerellerde bir örgütlenme yaratmanın ötesinde bu örgütlülüğü daha geniş kesimlere yayma, diğer yerellerde o- luşan gruplara da örgütlenme konu­sundaki deneyimlerini aktarma, hak arama konusunda ortak bir bilinç o- luşturma kavrayışıyla örgütlenme sürdürmekteler. En eskisi 2001’de kurulmuş ve henüz çok genç olan bu

örgütlenmeler arasında dayanışma ve deneyim aktarma davranışı şimdiden uç vermiş durumda.

1999’da ev-eksenli çalışan kadın­ların örgütlenmesine dönük bir kavra­yış oluşturmak amacıyla gerçekleşti­rilmiş bir atölye çalışması sonucu ku­rulmuş olan “Ev-Eksenli Çalışan Ka­dınlar Çalışma Grubu” da ev-eksenli çalışanları özellikle emek örgütlen­mesi çerçevesinde destekleme düşün­cesiyle yola çıkmış enformel bir grup. Yine enformel bağlantıları ve ağları üzerinden ilişki kurduğu ev-ek- senli çalışan kadınlar ve örgütlenme­lerini ortak hedefler doğrultusunda - ki bunların en önemlileri işçi olmak­tan kaynaklı yasal haklar ve sosyal güvencedir- yan yana getirmeyi, ör­gütlenmeleri için destek vermeyi he­defliyor. Bu örgütlenmelerin “Ulusla­rarası Ev-Eksenli Çalışan Kadınlar A- ğı”na da üye olarak dünya çapında birbirinden haberdar olan, deneyim­lerini paylaşan, kimi zaman ortak ça­lışmalar yürütebilen bir yapıya ka­vuşması için destek veriyor. Ancak ev-eksenli kadınların örgütlenmesi, son derece zor ve yavaş ilerleyen bir süreç. Kadınların farklı statülerdeki (kendi hesabına, sipariş usulü veya bir işverenden iş alma şeklinde) çalış­malara yönelmiş olması, hatta bu ça­lışma tarzlarının çoğunlukla aynı in­san tarafından neredeyse eşzamanlı olarak yürütülebiliyor olması örgüt­

lenme noktasında yaşanan sorunlara farklı boyutlar katıyor.

Ev-eksenli çalışan kadınlar örgüt­lenmesi bir yandan enformel sektörde bir emek örgütlenmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan da yerel uzmanlaşmış bir konuda çalışma ya­pan kadın çalışması olarak.

Ev-eksenli çalışan kadınların

örgütlenmelerine dairEv-eksenli çalışan kadınların ör­

gütlenmesi iki özelliği birden bağrın­da taşımaktadır. Bunlardan biri enfor­mel (kayıtsız, güvencesiz ve esnek) çalışanları örgütlemeye dönük bir ça­lışma olmasıdır. Bundan dolayı da enformel sektörde açığa çıkan tüm örgütlenme dinamikleri ve sorunları­nı barındırmakta, bu sektördeki diğer örgütlenmelerle benzer süreçler, so­runlar yaşamakta, benzer çözüm öne­rileri geliştirmektedir. Diğeri ise ka­dınları örgütlemesi dolayısıyla kadın örgütlenmesinin özellikle küreselleş­me sürecinde yaşadığı serüvenle çok iç içe sorunlar ve süreçler yaşıyor ol­masıdır. Çünkü salt ülkemizde değil dünya çapında da ev-eksenli çalışan­ların yüzde 80-90’mı kadınlar oluş­turmaktadır. Bu nedenle ev-eksenli çalışan kadınların örgütlenmesi, bu i- ki örgütlenme sürecinin dinamikleri ile birlikte değerlendirmeye tabi tu­tulduğunda, bütün güçlü ve zayıf yanları bu değerlendirmelerle daha net gözlemlenebilir olacaktır. Elbette bu değerlendirmelerin daha sağlıklı yapılabilmesi için bu iki tür örgütlen­meye dönük daha derinlemesine ve daha ayrıntılı araştırmalar yapılmalı­dır. Ancak bu bir deneme yazısıdır. Ev-eksenli kadınların örgütlenmesine hangi perspektifle yaklaşmamız ge­rektiğine dair bir deneme...

a. Enformel sektördeki emek ör­gütleri üzerine bazı değerlendirme­ler

Fatma Ülkü Selçuk’a göre bu a- landa kurulan emek örgütlenmesi de­neyimlerini, iki grupta toplayarak de­ğerlendirmek mümkündür: (i) enfor­mel sektör emekçilerinin doğrudan

46

Page 49: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 2005 C jO İ

örgütlenmesi (ii) enformel sektör e- mekçilerinin çalışma ve yaşama ko­şullarına yönelik destek ve bilinç yükseltme programları.1

Birinci kategori altında koopera­tifleşme, sendikalaşma, dernekleşme, formel sektör çalışanlarıyla enformel sektör çalışanlarını platform ya da komite benzeri birimlerde ortaklaştır­ma gibi faaliyetler sayılabilir. Dünya ölçeğinde ev-eksenli çalışan kadınla­rın örgütlenmeleri de bu farklı biçim­ler altında gerçekleşebilmektedir. Türkiye’de ev-eksenlilerin örgütlen­mesinde kooperatifleşme biçimi ağır­lık kazanmış gibi görünmektedir. Ko­operatif kurucularının dile getirdiğine göre, bu biçim ev-eksenli çalışanlar­da daha sınırlı gelişmiş olan işçilik bilincinin olgunlaşmasına hizmet et­mek üzere; dayanışmayı ve ortak çı­karlar etrafında yan yana gelmeyi, iş­verenin karşısında ortak bir güç ola­rak hak arayabilecek bir zemin yarat­mayı, herkesin eşit düzeyde söz hak­kı etrafında örülmüş bir katılım ger­çekleştirmeyi ve bu süreçte özneleş- meyi sağlamak için tercih edilmekte­dir. Diğer yandan örneğin sendikaya üye olabilmek için sigorta sicil no 'su­nun gerekliliği gibi yasal engeller de bu biçimi zorlayan etkenler arasında­dır.

Kooperatif biçiminin kimi sorun­ları ve sınırlılıkları da var elbette: “Girişimciliği destekleyen kuruluşlar açısından kooperatifler genellikle so­run oluşturmamaktadır; çünkü des­tekledikleri kooperatifler, çoğu za­man, küçük şirketler görünümüne bü­rünmektedir. Ama işçi örgütleri açı­sından durum, bu kadar sorunsuz de­ğildir: Örneğin, kooperatiflerde ör­gütlü işçilerin faaliyetleriyle sendika­lı işçilerin mücadelesinin nasıl birleş­tirileceği, önemli bir sorundur. Ayrı­ca, kooperatif içinde rekabeti en aza indirmeye çalışmak, eşitsizlikleri a- zaltmak, geliri adil bir biçimde pay­laştırmak gibi sorunlara da çözüm bulmak gerekmektedir. Kooperatifler, çoğu zaman, mütevazi sayıda işçiyi kapsayan örgütlerdir. Bu durum ise, kooperatifin, nasıl en fazla işçiyi içi­ne katacağı sorusunu gündeme getir­mektedir. Kooperatif içinde oluşabi­

lecek ast-üst ilişkileri ve kooperatifin diğer işletmelerle nasıl rekabet edip ayakta kalacağı, aşılması gereken başka sorunlardır. Sorunlar listesini daha da uzatmak mümkündür. Yine de tüm bu sorunlara rağmen, işçilikle kendi hesabına çalışmanın sınırları­nın zaman zaman bulanıklaştığı, çalı­şanların bu statülerden birindeyken bir diğerine kolaylıkla geçebildiği ya da yaklaştığı küçük ve dağınık üretim birimlerinde, sadece toplu iş sözleş­mesine dayalı sendikal yaklaşımın başarılı olmadığı açıktır. Bu gibi ne­denlerden dolayı kooperatif tarzı ör­gütlenme, arzu edilir olup olmaması­nın ötesinde, verili çalışma koşulları göz önüne alındığında, kendini (ev e- mekçileri de dahil olmak üzere) kü­çük üretim birimlerindeki işçilere bir “gerçeklik” olarak dayatmaktadır. Kooperatif örgütlenmesi biçimi, gü­nümüzde enformel sektör emekçileri açısından önemli bir çerçeve olmaya devam etmektedir ve birçok işçi ör­gütü, kooperatif faaliyeti yürütmekte­dir.”2

Kooperatifler, bu kategorideki tek örgütlenme biçimi olmadığı gibi, diğer biçimlerle birlikte, birbirini destekleyecek şekilde örgütlenerek sorunları ve sınırlılıkları aşma konu­sunda kimi yöntemlerin bulunması da mümkündür.

Dünya çapında “çalışma ve yaşa­ma koşullarına yönelik destek ve bi­linç yükseltme kategorisi” içinde hu­kuki destek, farkmdalık-bilinç yük­seltme kampanyaları, eğitim desteği, sağlık yardımı, konut yardımı gibi fa­aliyetler bu işçilerin örgütlenmesinde önemli bir yer tutmuş, çoğu sendika­laşma ve kooperatifleşme faaliyetinin vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Ki­mi zaman bizzat bu sendikalar, koo­peratif türü örgütlülükler tarafından gerçekleştirilmiş kimi zaman da salt bu faaliyetleri yürüten destek grupla- rı-örgütlerince yürütülmüşlerdir.

Türkiye’de ev eksenli çalışan ka­dınlara yönelik faaliyetler, Ev-eksen­li çalışan kadınlar çalışma grubunda olduğu gibi “çalışma ve yaşama ko­şullarına yönelik destek” kategorisi i- çinde başlamıştır. Bugün hala bu des­

tek grubu, ilişkilendiği birinci kate­gorideki örgütlenmelere hukuki des­tek ve eğitim desteği vermekte, onlar­la birlikte farkmdalık-bilinç yükselt­me kampanyaları düzenlemektedir.

Yukarıda belirtilen ilk iki koope­ratif (Avcılar ve Kuştepe) birinci ka­tegorideki örgütlenmeler arasında yer almakta, çalışma grubuyla bu çerçe­vede ilişkilenmektedir. İmece Kadın Dayanışma Kooperatifi ise birinci ka­tegorideki örgütlenmelerin handikap­larını aşabilmek için, ikinci kategori­de tanımlanan işleri de kendi bünye­sinde gerçekleştiren bir örgütlülük ol­ma çabasını sürdürmektedir.

b.- Kadın örgütlenmelerine ilişkin bazı değerlendirmeler

Küresel ekonomik yapılanma, ye­ni küresel politik ve kültürel düzen, devlet yapılanmalarının aldığı yeni biçimlerin her biri kadınların yaşam­larında ve elbette örgütlülüklerinde çeşitli düzeylerde etkilerde bulunu­yor. Bağımsız bir kadın hareketi ya­ratmaya odaklanmış 2. dalga feminist hareketin geri çekilme süreci ve ka­dın hareketinin geçirdiği dönüşümler ancak bu koşullarla birlikte değerlen­dirildiğinde daha anlaşılır olacaktır.

1970 Terde, kadın hakları söylemi Birleşmiş Milletler’in Kadınların On- yılı organizasyonu (1976-1985) ile yeni bir döneme girdi. Kadın Onyılı ikinci Birleşmiş Milletler Kalkınma Onyılı ile birleşti. Böylece kadın so­runu da kalkınma içinde yer almaya başladı. Pek çok kalkınma projesinin özünü kadın sorunu oluşturmaya baş­ladı. Kadın, ülkelerin kalkınma plan­larına eklendi. 1995’te ise Pekin’de yapılan Birleşmiş Milletler Dördüncü Kadın Konferansı’na üçüncü dünya­nın kadınları kendi sorunları ve talep­leriyle damgalarını vurdular.

Bu konferansın sonrasında, resmi kuruluşlar ve uluslararası kadın hare­keti dikkatlerini yasal standartlardan ve uluslararası hukuktan somut proje­lere, araştırmalara, örgütlerin yayıl­masına, bu çalışmaların koordine e- dilmesini sağlayacak iletişim ağının geliştirilmesine yönelttiler. Bu yeni çerçeve içinde kadının statüsünü yük-

47

Page 50: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

seltmek ve cinsler arası eşitliği sağla­mak ulusal kalkınmanın tam anlamıy­la gerçekleşmesi için gerekli koşullar haline geldi. Kadının eğitimi, sağlığı, ekonomik durumu, toplumsal konu­mu ve politik katılımı gibi konularda kadın örgütlenmeleri yaygınlaşmaya ve BM’nin başını çektiği kurumlar ta­rafından da desteklenmeye başladı. Kadın örgütlenmelerinde bugün gör­düğümüz yapının temelleri bu geliş­melerle şekillendi. Türkiye örneğinde de “Haydi Kızlar Okula” kampanya­sından anne ve çocuk sağlığıyla ilgili toplum merkezlerine, kadınların siya­si temsilini artırmaya çalışan KA- DER’den, yoksul semtlerde açılan ça­maşırhane projelerine, kadının insan hakları projesinden mikro kredi uy­gulamalarına kadar irili ufaklı pek çok kadın çalışmasına baktığımızda bu etkiyi açıkça gözlemleyebiliriz.

Bir başka açıdan baktığımızda ise bu tarihsel-toplumsal süreçle yeniden biçimlenen kadın hareketinin küresel­leşme ile yerellik arasında farklılıkla­rı göz ardı etmeden birbirini destekle­yebilecek biçimde ilişki kurabilen bir yapıya doğru dönüşüm geçirmeye zorlandığını görüyoruz. Tıpkı küre­selleşme karşıtı diğer örgütlerin ge­çirdiği gibi. Yerel örgütlenmeler ken­di hedef kitlesinin niteliği ve ihtiyaç­larına göre biçimlenir ve şimdiye dek görülmediği kadar çeşitlilik arz eder­ken, bu çeşitlilik o yereldeki özgünlü­ğü yakalama ve orada derinleşme ko­nusunda avantaj sağlıyor ama sınırlı bir kitleye ulaşabilme sorunu yaratı­yor. Çoğu kez hedeflediği faaliyeti gerçekleştirebilmek için uluslararası kuruluşlardan sürekliliği olmayan

fonlar alıyor, fonlar bitince faaliyet de so­na eriyor, özellikle DB’nin kalkınma ön­celikli bölgelerinde “fon avcıları” türeye­biliyor. Bilgi ve dene­yim aktarımını sürdü­ren ulusal/uluslararası ağların gerçekleştirdi­ği destekler, ihtiyaç duyulanın çok gerisin­de kalabiliyor. Bu so­runlar listesini de u- zatmak mümkün ama

“farklılıkların ortak hedefler doğrul­tusunda, sonuç alıcı hareketler yarat­mak üzere yan yana gelmesi”nin sağ­lanması meselesi sanırım hala bu ör­gütlenmelerin sorunlarının ilk sıra­sında yer alıyor. Buna dair oluşturula- bilmiş bir formülasyon da henüz yok.

Ev-eksenli kadınların örgütlen­meleri de bu kapsam içinde değerlen­dirildiğinde bir yandan yerellerin öz­günlüğüne ve/veya örgütleyicilerinin niteliğine göre biçimlenmiş bir yapı arz etmektedir. Bazı yerlerde kalkın­ma politikalarının bir bileşeni olarak örgütlenirken girişimcilik yanı öne çıkmakta, kimi yerlerde sendikal ör­gütlenme veya onun bir alt çalışması olarak biçimlenmekte, kimi yerlerde kooperatifler ve veya iş ekipleri gibi formel olmayan biçimlerde organize olmaktadırlar. Diğer yandan küresel boyutta ev-eksenli çalışanların ulus­lar arası ağı olan HomeNet ise, dene­yimlerin paylaşılması için bilgi topla­ma ve aktarma görevini yürütmekte, zaman zaman da tüm bu farklılıkları ortak hedefler doğrultusunda yan ya­na getirerek ev-eksenli çalışanların yaşam standartlarını yükselmeye ça­lışmaktadır. Kadın çalışması açısın­dan bakıldığında da bu örgütlenme gerek bir ağ olarak gerekse bileşenle­rini oluşturan yerel-bölgesel örgüt­lenmeler olarak yukarıda sadece bir kısmına değinebildiğimiz sorunlarla iç içe bir gidişat izlemektedir.

Sonuç olarakKüreselleşen neo-liberal politika­

ların farklı parçalara ayırdığı işgücü­nün bu yeni durum karşısında kendi

örgütlenmesini yaratma mücadelesi tüm dünyada azımsanmayacak bir hızla sürüyor. Kimi yerlerde ciddi o- luşumlar hayata geçirildi, kimi yer­lerde ise çalışmalar nüve ve arayış halinde. Her ne olursa olsun bu çaba­lar emekçiler açısından sermayenin dönemsel uygulamalarına karşı “ye­ni” arayışları temsil ediyor. Bu ne­denle dünya çapında bilgi ve deneyim aktarımını sağlayan uluslararası ağlar bu süreçte önem arz ediyor. Benzer bir gelişme kadın hareketi açısından da geçerli. Kadın hareketi de son 20 yıldır kapanan bir dönemin üzerine yeni dönem örgütlenme biçimlerinin arayışı içinde. Şu aşamada öne çıkan biçimler, yerel ve uzmanlaşmış he­deflere dönük çalışmalar yapan yerel örgütlenmeler ve uluslararası çapta lobicilik ve destek çalışmaları yapan, bilgi akışına hizmet eden uluslararası ağlar olarak görülmektedir. Bu özel­lik bir yandan “küreselleşme ile uzla­şılıyor mu?” sorusunu da açığa çıkar­tıyor ama diğer yandan da dönemin özelliklerine uygun bir örgütlenme ve güçlenme arayışının kapılarını arala­mada işlev görüyor.

Tüm bunlarla birlikte bakıldığın­da ev-eksenli çalışmanın parçalı ve farklılıklar içeren yapısının çok farklı örgütlenme biçimlerine olanak sun­duğu görülmektedir. Bu biçimlerin i- çerdiği olanakları ve sınırlılıkları kavramak küreselleşmenin mağdurla­rının, kazananları olma çabasındaki mücadelelerinin de daha fazla anlaşıl­masına hizmet edecektir.

KaynakçaDutt, Mallika: (2000), “Some Reflecti-

ons on US VVomen of Cölor and the

UN 4th Conference on VVomen and

N G O forum in Beijing, Chine”, Global

Feminisms Since 1945, Bonnie G. Smith

(der.), London, Routledge, s.306 - 308.

SELÇUK, Ülkü Fatma(2002), Örgütsüz­lerin Örgütlenmesi, Atölye Yay, İstan­bul.

1 Selçuk, 2002, sy:86

2 Selçuk, 2002, sy:87

48

Page 51: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 2005 CjOİ

ÜYE İNİSİYATİFLERİ UMUT

OLABİLİR Mİ?Mert Büyükkcırcıbacak

Üye İnisiyatifi kolektif bir projedir. Sahiplenen herkesin kendi rengini verebileceği, kendisini var edebileceği bir alandır. Kamu emekçileri hareketi içerisindeki hakim yapıdan rahatsızlık duyan fakat buna rağmen sınıf hareketinin bu önemli mevzile­

rinin tabandan gelen yeni bir esintiyle ayakları üzerine dikilebileceğine inananherkes için bir olanaktır.

Kamu emekçileri hareketinin uzun­ca bir süredir ciddi bir sıkıntıyla yüzleş­mekte olduğu tespitine katılmayacak çok az kişi vardır herhalde. Bu krizin sebepleri üzerine birçok da yazı yazıl­mıştır, tartışma yürütülmüştür. Fakat o- laym en önemli boyutu yani “bu krizi aşmak için neler yapılabilir” sorusunun cevabına dair kafa açıcı, somut ve ger­çekçi bir plan ortaya konabilmiş değil­dir. Sosyalist hareketin bir süredir de­vam eden süreci tespit eden fakat süre­ce müdahale edemeyen karakterinin bir yansıması olarak da düşünebiliriz bu durumu.

Kitlelerden kopan ve etkisizleşen sendikal hareketimiz...

12 Eylül’ün hesabının kısmen soru- labildiği 80’ li yılların sonlarının rüzga­rıyla büyüyen ve 12 Eylül öncesinin de­neyimli kuşaklarının öncülüğünde geli­şen kamu emekçilerinin sendikal hare­keti; bir dönemin, özellikle işçi sınıfının da bahar eylemleri sonrasında uzun bir uykuya çekildiği bir dönemin öncü smıf hareketi rolünü oynamıştır. “Eylemci memur” tipi bu süreçte toplumun önem­li simalarından biri haline geldi. Kamu emekçileri uzunca bir süre toplumun vicdanı rolünü oynayacak bir etkinlik sergiledi. Bu havanın hala devam ettiği­ni söyleyebilmek imkansızdır. Kamu e- mekçileri hareketi artık sınıfın özel, et­kili, hareketli bir parçası olmaktan çık­mış sınıf örgütlü kesimlerinin genel ruh halinin bir parçası haline gelmiştir. Bile­şenleri olarak kendisini sosyalist olarak niteleyenlerin önemli bir ağırlığa sahip

olduğu bir hareket olmasına rağmen ka­mu emekçileri sendikaları tabloda çok da ayrıksı bir görüntü sergileyememek­tedir.

anlatılması daha somut olduğundan kendi özgünlüğümüze ilişkin sorunlar­dan yola çıkarak döneme yanıt üretme­ye çalışmak daha anlamlı olacaktır.

Aynı kitlelerden kopma hali, aynı inandırıcılık sorunu, aynı gerileme, aynı müzmin etkisizlik, aynı esip gür­leyip sonra da sessizce bir köşeye sin­me...

Bu tablonun ortaya çıkmasında yu­karıda da söylendiği gibi birçok etken sayılabilir. Bunların önemli bir kısmının smıf hareketini krize sürükleyen koşul­larla ilgisi vardır. Mu­hakkak ki alanın ken-di özgün koşniiarm- Kamu emekçileri uzunca bir süre toplu­dan kaynaklanan se- mun vicdanı rolünü oynayacak bir etkin- bepier de bulunmak- [jk sergiledi. Bu havanın hala devam etti-

Bugün kamu emekçileri sendikal hareketi açısından en önemli kriz kay­naklarından biri aktif üyelerin sendikal süreçten dışlanması ve yabancılaşması­dır. Gerçekten de genellikle çeşitli siya­si hareketlerden beslenerek sendikal or­tama akan birçok kadro birkaç yıllık fa­aliyet sonrasında sendikal gündemlere neredeyse duyarsız bir hale gelmekte, sendikaya olan inancını yitirmektedir.

49

Page 52: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

CjO İ KasiM'Ara[iI< 2005

Sendikaya hakim olan siyasi grupların yaklaşımı genel olarak politik diye nite- iendirilemeyecek bir haldedir, bu çevre­

lere yoğun bir "faydacılık" hakimdir.

Üyelerde çok daha kısa sürede yaşanan bu durum, bir taraftan sendikada siyasi gruplar arası ilişkilerde yıpranan öte ta­raftan sendikaların kitlelerde karşılık bulamamasından kaynaklı sorunlarla boğuşan kadroları hızla yıpratmaktadır. Sendikal ortam hareketin enerjik unsur­larının kendisini yeniden üretebileceği koşulları sağlamaktan gerçekten uzak­tır. Hele de kitle hareketlerinin geriye çekildiği böylesi dönemlerde bu yükün ağırlığı daha da artmaktadır.

Gruplaşmalar artık dinamizm değil zehirlenme ve yabancılaşma ü- retiyor...

Sendikaya hakim olan siyasi grup­ların yaklaşımı genel olarak politik diye nitelendirilemeyecek bir durumdadır, bu çevrelere yoğun bir “faydacılık” ha­kimdir. Kendilerine yeni siyasi alanlar açamadıkça sendikaya çok daha faydacı yaklaşmaya başlamışlardır. Genel yak­laşım “kullan at” ve “benden sonrası tu­fan” olarak özetlenebilir. Bu gruplar a- rasmdaki kısır çekişmeler, ilkesiz itti-, faklar, biçimsiz sürtüşmeler sendikaları­mızın ortamını sürekli daha da zehirle­mektedir. Bunların sınıf hareketinin ö- nünü açmak gibi bir dertleri söz konusu değildir. Sahip olunan tek hedef bulunu­lan ortamın iktidarını ele alabilmektir. Kafa böyle olunca da iktidarlar za­

man zaman değişse de yapısallaşan so­runlar devam et­mekte, yaşanan kısır tartışmalar ve nere­deyse bir politika a- racı haline gelmiş o-

lan dedikodular ve ayak oyunları kadroların ve üyelerin sendikaya o- lan inancını sürekli yıpratmaktadır. Kendileri iktidar olunca bütün sorunla­rın çözüleceğini vaaz edenler, her soru­nu diğerlerinin yaptığı yanlışlarla açık­lamaya çalışanlar aslında sendikanın sunmuş olduğu çeşitli olanaklardan ya­rarlanmak dışında bir amaca da sahip değildirler. Bu kesimlerin sendikal süre­ce katabilecekleri çok bir şeyin de kal­madığını gözlemlemek zor değildir.

Kamu emekçileri hareketinin kendi içindeki dinamikleri bir arada tutabil­me, bunların çatışmak süreçlerinden kendisi için enerji yaratma gibi bir başa­rısı olmuştur. Sosyalist hareket açısın­dan tarihimizdeki hiçbir organizasyon bu kadar uzun süreli bir birlikteliğin o- luşmasını başaramamıştır. Fakat bugün gelinen noktada grupların kavrayışları ve ilişkileri kadroların sendikadan hızla yabancılaşmasının en önemli sebeple­rinden biri haline gelmiştir.

Kurumlan işletilmeyen sendika yabancılaşma üretir...

Bütün kararlar yukarılarda gruplar arası görüşmelerde bağıtlanmakta, sen­dikanın organları bile çoğu zaman bypass edilmektedir. En son Eğitim- Sen’in tüzük değişikliği öncesinde ku­

50

rulan yedek sendikanın varlığından kongreye gelen delegelerin bir kısmı haberdar bile edilmemiştir. Kurulan sendikanın tüzüğü, programı kimsenin malumu olamamıştır. Sendikamızı yö­netenler böyle uygun görmüşlerdir. Ta­bana düşen ise sendikayı yöneten dina­miklerin aldığı kararları harfiyen yerine getirmektir. Şubelerin işleyişi de yine aynı biçimde yürümektedir. Gruplar a- rası ilişkiler her zaman son sözün söy­lendiği yer olmaktadır.

Bütün bu gerçekler fiili-meşru mü­cadelenin aktif olduğu dönemlerde kitle hareketinin basıncı ile yeterince açığa çıkmıyordu. Fakat bugün gelinen nokta­da durağanlaşma, hantallaşma koşulla­rında bürokratik ve merkeziyetçi eği­limler iyice ağırlık kazanmakta, bu du­rum da sendikalardaki boğucu ortamın iyice kökleşmesine yol açmaktadır.

Bürokratikleşmeye ve yabancı­laşmaya dur diyecek bir olanak ola­rak Üye İnisiyatifleri...

Kriz koşullarına yanıt üretebilmek için öncelikle bu zaaflardan yola çıka­rak, kendi yalanımızdaki, çözüme ula­şabileceğimiz noktalardan'başlayarak a- dımlar atmak gerekmektedir. Sendika­lardan dışlanan, egemen eğilimler tara­fından zaman zaman yük beygiri zaman zaman da tehlike kaynağı olarak görü­len unsurların yaşadıkları olumsuzluk­lara rağmen ayakta kalabilmeleri için öncelikle birbirleri ile güvenli, açık ve pratiğe yönelik bir faaliyet geliştirmele­ri gerekmektedir. Böylesi bir aradalık belli bir zaman sonra gerçek bir güven ilişkisine dönüşebilirse, sorunların açık­ça ortaya konulduğu ve ortak aklın ışı­ğında, “benim dediğim senin dediğin” komplekslerine kapılmadan sorunlara ortak yaratıcı çözümler arandığı koşul­lar yaratılırsa bunun çok yönlü olumlu sonuçlarını görebilmek mümkün ola­caktır. Böylece üyeler ve kadroların gerçekten güvendikleri insanlarla birlik­te oldukları, kendi sözlerinin bir kıyme­ti olduğuna inandıkları, kişilerin söyle­diklerinin arkasındaki niyeti anlamaya çalışmak zorunda olmadıkları bir ilişki ağı kurulmuş olacaktır. Sendikalarımı­zın gerçekten çürütülmekte olan or­tamlarına müdahale edebilmek açı­sından en önemli başlangıç noktası-

Page 53: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

Kasim-AraLik 2005 CjOİ

nın bu olduğunu düşünebiliriz. Böy-lesi bir tespit fazlaca duygusal ve apoli­tik olarak görülebilir fakat gerçekten i- şin yükünü taşımaya çalışan unsurlar böylesi bir yapılanmanın ne kadar el­zem olduğımu hemen kavrayacaklardır.

Eğer böylesi bir başlangıç noktası yaratılabilirse bundan soma birçok şey kolaylaşacaktır.

Karşıhklı güveni sürekli yeniden üretebilen bir işleyişe ihtiyaç var...

Güvensizliğin insan ilişkilerine bü­tünüyle hakim olduğu bir dönemden ge­çiyoruz. O yüzden bu ortamın oluşma­sında en önemli koşul açıklık ve doğru­dan demokrasidir. Sorunlar çevrenin tü­mü tarafından ele almabilmelidir. En hayati kararlar muhakkak çevrenin tü­münün görüşü sorularak gerekirse oyla­ma sonrasında alınmalıdır. Kişiler kendi deneyimlerinden yola çıkarak geliştir­dikleri her türlü öneriyi ortama sunabil- melidir. Bu yüzden meclis tarzı bir ör­gütlenme böylesi bir organizasyon için en uygun biçim gibi görünmektedir.

Kadrolar ve aktif üyeler sendikalar içinde önemli bir ağırlığa sahiptirler. Fakat bunlar siyasi grupların sahip ol­duğu kolektif davranış geliştirebilme ve sendika gündemlerine böylesi bir güç i- le müdahale edebilme olanaklarından yoksundurlar. Birçok sendika ve şubede de kendi aralarında da bir araya gelebil­me olanakları olamamaktadır. Siyasi kökenlerden dolayı yaşanan sürtüşme­ler hatta kimi kişisel uyumsuzluklar bir araya gelebilme, ortak davranış gelişti­rebilme koşullarını ortadan kaldırmak­

tadır. Oysa bu kesimlerin samimi emek­lerinin sendika kamuoyu nezdinde de ö- nemli bir ağırlığı bulunmaktadır. Fakat bir arada davranamamak ve sendika gündemlerine oıtak müdahaleler gelişti­rememek bu kesimleri dönüştürücü ni­teliklerini sergileyebilmekten mahrum bırakmaktadır. Dolayısıyla yukarıda bahsedilen türde bir organizasyonla ör­gütlenme, hem bu arkadaşların sendika­

daki faaliyetlerine yeni bir anlam kata­cak bir yön içermektedir hem de sendi­ka ortamına siyasi grupların muhafa­zakâr duruşları dışında bir müdahalenin önünü açmaktadır. Sendika ortamına yapılacak müdahalenin etkin olabilmesi durumunda ise organizasyon daha da güçlenecek, kendisine olan güveni arta­caktır. Bu durumda sendika içindeki birçok kadro açısından da çekim merke­zi haline gelecektir.

Üye İnisiyatifi sıradan bir muha­lif siyasetler ittifakına dönüştürülme­melidir...

Bu yapının en önemli farkı kendisi­ni ana eğilimler dışında kalan siyasi ör­gütlerin bir ittifakı şeklinde tanımlama- masıdır. Bu çok geleneksel bir yakla­şımdır ve hiçbir kitleselleşme şansı bu­lunmamaktadır. Bunun birçok sebebi mevcuttur. En önemlisi sendikalarımı­zın bugün içinde bulunduğu olumsuz noktaya gelinmesinde tabii ki yönetim- dekiler kadar olmasa da sendika içinde­ki tüm siyasi grupların vebali bulun­maktadır. İlkesiz ittifak ilişkileri çoğu zaman bu yapılar içinde tek alternatif olmuştur. Ayrıca siyasi grupların ittifakı şeklinde bir tanımlama kendisini hiçbir siyasi, devrimci gruba yakın hissetme­yen ama sınıf hareketi için emek harca­ma niyeti ve enerjisi olan birçok unsuru da dışarıda bırakmış olacaktır. Böylesi bir durum kimi geleneksel siyasi yak­laşımlar açısından bir zaaf, bir libe­ralleşme olarak algılanabilir. Oysa ö- nümüzde dağ gibi dizilmiş olan so­runları aşabilmek ancak meselelere çok yönlü yaklaşabilecek, kendi için­

de çok farklı dene­yimleri ve beklenti­leri barındırabilecek bir ortak akim ve eyleme gücünün ya­ratılması ile müm­kün olabilecektir. Bu

yaklaşımı bir örgütsüzlük arayışı olarak algılamak aslında hareketin yaşadığı tı­kanıklıkla ilgili hiçbir algıya sahip ol­mamak anlamına gelmektedir.

Bugün gelinen noktada sendikal ha­reketin yeniden bir soluk alabilmesi böylesi deneyimlerin olabildiğince çok noktada ortaya çıkartılabilmesine, kamu emekçileri sendikalarının köhnemiş e­

gemenlik ilişkilerinin olabildiğince çok noktşda yırtılabilmesine bağlı olduğunu düşünüyoruz. Bu olanağı, bu bir araya gelişi Üye İnisiyatifi olarak isimlendiri­yoruz.

Üye İnisiyatifi kolektif bir projedir. Sahiplenen herkesin kendi rengini vere­bileceği, kendisini var edebileceği bir a- landır. Kamu emekçileri hareketi içeri­sindeki hakim yapıdan rahatsızlık du­yan fakat buna rağmen sınıf hareketinin bu önemli mevzilerinin tabandan gelen yeni bir esintiyle ayaklan üzerine diki- lebileceğine inanan herkes için bir ola­naktır. Esas olarak yerel, birime dayalı bir proje olmasına rağmen yereller ara­sındaki bir ilişkilenmeye ve karşılıklı öğrenmeye, koordineli harekete de açık bir örgütlenme olabilmek durumunda­dır. Bütün bu deneyimlerin sentezleş- mesi sonrasında ortaya bir program ko­yabilmek, nasıl bir sendika istediğini ve hareketin önünü açabilmek için nasıl bir pratik sergileyebileceğini tanımlamak gibi bir görevle de karşı karşıyadır.

Fakat tekrar tekrar vurgulamak ge­rekiyor ki gerçek bir güven ilişkisine ve demokratik işleyişe sahip olamadan Ü- ye inisiyatifleri ile önceki bir araya gel­me girişimlerinden nitelik olarak farklı bir sonuç elde edebilmek mümkün de­ğildir. Varlığı ile sendika içi atmosferi yenileyecek, yapısal dönüşümleri zorla­yabilecek, yaşadığı ilk krizde darmada­ğın olmayacak bir birlikteliğe ihtiyaç var. Böylesi bir hedefe el çabukluğu ile ulaşılamayacağı açıktır. Fakat bugün sendikalarımızın birçok şubesinde yıl­lardır birlikte mücadele eden fakat geli­nen noktadan da ciddi anlamda rahatsız­lık duyan fakat güçlü bir sınıf hareketi­nin oluşabileceğine inancını yitirmemiş ciddi bir kadro birikimi olduğu da bilin­mektedir. Üye İnisiyatifleri bu zenginli­ğimizin, sınıf hareketinin önünü açabi­lecek bir kaldıraca dönüşebilmesinin a- racı olabilir.

Bulunduğumuz tüm alanlarda KESK’in geçmiş ve geleceğine dair ko­ca koca laflar etmektense bu umudu ör­gütlemeye çalışmak atabileceğimiz en doğru adımdır. Bu konuda önümüzdeki sayılarda da yazmaya devam edeceğiz.

Bulunduğumuz tüm alanlarda KESK'in geçmiş ve geleceğine dair koca koca laf­lar etmektense umudu örgütlemeye çalış­

mak atabileceğimiz en doğru adımdır.

51

Page 54: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

q O İ KasiM'Ara[iI< 2005

Yeni Dünya Düzeni’nde son aşama:

‘S Ü P E R G Ü Ç’TEN SO N R A SIRA DÜNYA HALKLARINDA

Mehmet Vılmozer

YDD'nin bundan sonraki sürecinde sadece büyük güç merkezlerinin bencil ma­nevraları değil, bunların yolunu kesmeye çalışan dünya halklarının öfkeleri de bir güç olarak devreye girecektir. YDD'nin ilk on yılında ortaya çıkan tepki daha çok yüzeyseldi. 21.yy.la birlikte YDD'ye karşı tek tek ülkelerde tepkiler derinleşiyor.

Irak Savaşı’nın sonuçlan ye dün­yadaki bazı önemli gelişmeler YDD’de yeni bir aşamayı zorluyor. Aslında em­peryalizm istediği Yeni Dünya Düze­ni’ni.bir türlü kuramamanm sancılarını yaşıyor. Bir “düzen” kurması da müm­kün görülmüyor. Sosyalist sistemin yı­kılışından sonra atılan “zafer” çığlıkla­rının soluğu fazla uzun sürmedi. YDD’nin ilk dönemi denebilecek yıllar Berlin Duvarı’nın yıkılışından W.Bush’un seçildiği 2000 yılma kadar- ki on yıldır.

I

Bu dönemin birkaç temel özelliği vardı. Saddam’m Kuveyt’i işgaline karşı tüm “hür” dünyanın birlikte dav­ranması dünyanın büyük güçler tara­fından birlikte yönetileceği beklentisi­ni yarattı. Bu on yıl böyle arayış ve bekleyişlerle geçti. İkinci önemli özel­lik, soğuk savaşın “dehşet dengesi” ka­pitalizm lehine çözümlendikten sonra artık savaş ve silahlanma yerine “barış­çı ekonomik rekabet” döneme damga­sını vuracaktı. Kapitalizm dünyanın her köşesine yaygınlaşıyordu. Ekono­mik yarış öne çıkacaktı. Üçüncü özel­lik, yeniden paylaşıma giydirilen de­mokrasi kılıfıydı: Özellikle eski sosya­list ülkelerde sadece “pazar ekonomi­si” değil, aynı zamanda demokrasi de inşa edilecekti. Dördüncü özellik, “bil­gi çağı”mn yarattığı büyük düş dalga­larıydı. B|lgi tekeli kalkıyordu, böyle-

52

ce dünyada hem demokrasi hem de re­fah daha fazla yaygınlaşacaktı. Bilgi­sayar ve internetin yaygınlaşmasının yarattığı ilk etki böyle düşleri ayağa kaldırdı. Beşinci özellik, adım adım yükselen anti-küresel hareketti. Belli somut bir programı olmayan, hatta bil­dik klasik örgütlenmesi de olmayan bu hareket hızla yükseldi. Neo-liberaliz- me karşı olan bu hareket Seattle ve Ce- nova toplantılarında zirveye tırmandı. 2001 Temmuz ayındaki Cenova göste­rileri anti-küresel hareket açısından hem bir zirve hem de hareketin gelece­ği için yoğun tartışmaları başlatan bir dönüm noktası oldu.

YDD’nin ilk dönemi esas olarak Amerika’da iktidara “yeni tutucular”m gelmesiyle kapanmıştn. Ancak bu ka­

panış esas olarak ve çok çarpıcı bir o- lavla 11 Eylül 2001’de ikiz kulelere saldırıyla yaşandı. İlk on yılın havasını gerçekten sadece W. Bush iktidarının i- radi zorlamaları değiştiremeyebilirdi. Hatırlanacağı gibi Bush iktidarının Dı­şişleri Bakanı Powel ilk Avrupa turun­da yeni füze savunma sistemini dayat­mış, ancak bu çok pahalı ve teknik so­runlar içeren projeyi Avrupa’ya sevdi- rememişti. Bu aslında unilaterist Ame­rikan yönetim tarzının dünyaya daya- tılmasının provasıydı. Fakat batı dün­yası ve genel olarak dünya hala Körfez Savaşı ve Balkan Savaşları sırasındaki merkezlerin “birlikte” davranışının ha­vasındaydı. Ancak 11 Eylül saldırısıyla tüm bu hava kökünden değişti. Ameri­ka Afganistan’a saldırırken batılı müt-

Page 55: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

Kasi M'AraLi k 2005

tetiklerinden hiçbir yardım istemedi. Tavrını Rumsfeld’in ünlü deyimiyle a- çıklıyordu: “Misyon koalisyonu belir­ler, koalisyon misyonu değil.” Böylece ABD, geleneksel müttefikleriyle yenitbir ilişki tarzını zorlayacağını vurgula­mış oluyordu. Bilindiği gibi Irak Sava­şı öncesi pazarlıkların en gergin nokta­sında aynı Rumsfeld savaş karşıtı Av­rupa ülkelerini “eski Avrupa” diyerek aşağılamıştı.

YDD’nin ikinci dönemi 2000 yı­lında Bush yönetimi ile başlamış, gü­nümüzde kapanmaktadır. Bu dönemin temel özellikleri YDD’nin ilk döne­minden çok farklıdır. İlk ve önemli ö- zellik, sözde Yeni Dünya Düzeni’nin güç merkezleri tarafından, en azından eski Atlantik ittifakı tarafından “birlik­te” oluşturulması ve yönetilmesi bek­lentisi kesinlikle son buldu. Washing- ton 11 Eylül saldırısını arkasına alarak yeni temel stratejisini ilan etti. “Süper güç” dünyayı kendi çıkarlarına göre tek başına yönetecekti. “Çok kutuplu dünya” vurgulan ve beklentileri, Ame­rika’nın zoruyla tek kutupta hizaya ge­tirilecekti. Bush yönetimi işi o kadar keskinleştirdi ki, Irak Savaşı öncesi “bizden yana olmayan bize düşman­dır” diyerek saflaşmayı kaskatı hale getirdi. İkinci özellik, emperyalist pay­laşım savaşlarının çok açık hale gelme­sidir. Bilindiği gibi YDD’nin ilk döne­minde daha çok eski sosyalist ülkeler­de -özellikle Balkanlar’da ve Merkez Asya’da- yaşanan savaş ve iç savaşlar “diktatörlüklerden kurtulma” olarak algılandı. Bu ülkeler “sosyalizmin bas­kıcı rejimleri”nden özgürlüğe koşuyor­lardı. Bu örtü çok kesif bir şekilde bi­linçleri bulandırdı. Irak Savaşı ve son­rasında resmi savaş gerekçelerinin tü­münün yalandan ibaret olmasının giz­lenemez hale gelmesi emperyalist pay­laşımın örtülerini büyük ölçüde savur­du. YDD’nin ikinci dönemi “süper güç”ün dünyayı açık zorla paylaşma ve kendi çıkarlarına göre şekillendirme süreciydi. “Barışçı ekonomik rekabet” düşleri sona erdi. ABD paylaşımın hem seviyesini hem de hızını yükselti. Üçüncü özellik, 21.yüzyılın ilk büyük ideolojik yalanıdır: “Uluslararası terö­rizme karşı savaş!” Bunca şiddet, sa­vaş ve esas olarak paylaşım, bir ideolo­

jik örtüyle bulanık- laştırılmalıydı. Kaçı­nılmaz bir şekilde bu sözde teröre karşı sa­vaşta hedef Siyasal İslam oldu. Bin La­din, Zarkavi gibi dehşet figürleri pompalanıp “teröre karşı savaş” ne ölçüde meşrulaştırılma- ya çalışılırsa çalışılsın artık herhangi bir inandırıcılığı kalmamıştır. Tek sü­per gücün zoru ve kendi çıkarları hiç­bir örtüyle gizlenemeyecek kadar açık hale gelmiştir. Dördüncü özellik, bu dönemde özellikle II. Dünya Savaşı sonrası yaratılmış ve güçlenmiş ulusla­rarası kuramların Amerika’nın eliyle tahrip edilmesidir. Yerine bir şey koy­madan yaratılan bu tahrip uluslararası ilişkilerde tam bir kaos yaratmıştır. Be­şinci olarak, “bilgi çağı”yla ilgili düş­ler büyük ölçüde dağılmıştır. Bu döne­min I. Dünya Savaşı öncesine gittikçe daha fazla benzemesi “küreselleş- me”nin yeni bir paylaşım savaşları dö­neminin sadece yeni adlandırmasından başka bir şey olmadığını gözlere iyice batırmıştır. Son olarak, YDD’nin ikin­ci döneminde anti-küresel hareketin aynı zamanda savaş karşıtlığına dönü­şerek bir yükseliş kazanması, ancak sonra hızla kırılması yaşanmıştır. As­lında ikiz kulelerin yıkılması anti-küre­sel harekette zaten var olan ideolojik karmaşayı artırmış ve bir gerileme ya­ratmıştır. Şiddetin böylesine dehşetli bir boyuta çıkması ve İslami bir renge girmesi özellikle batılı bilinçleri bir ba­kıma felce uğratmıştır. Anti-küresel

11 Eylül'ün yarattığı fırsatla Bağdat'a giren süper güç, büyük gösteriler

yapsa da, aslında gücünün sınırlarını sergilemeden edemedi.

hareket YDD’nin ilk on yılındaki “ba­rışçı” havadan da beslenmişti, ancak emperyalist paylaşımın şiddeti bir bi­çimde kendini en dehşetli ölçülerde a- çığa vuranca hareket bu gelişmelere hem ideolojik-politik olarak hem de strateji ve örgütlenme açısından tü­müyle hazırlıksız yakalandı. Değişim çok zorlu adımları gerektirdiği için ha­reket bunu yakalayamadığı ölçüde et­kisini yitiriyor.

II

YDD gemisinin “süper güç”ün kaptanlığında 11 Eylül saldırısının ya­rattığı rüzgarla yelkenlerini şişirerek yol aldığı günlerin sonunda, denizin bittiği noktadayız. 11 Eylül’ün yarattı­ğı fırsatla Bağdat’a giren süper güç, büyük gösteriler yapsa da, aslında gü­cünün sınırlarını sergilemeden edeme­di. “380 milyar dolar askeri bütçeli”, dünyanın en yüksek savaş tekniğine sahip Amerika Irak’ı işgal etti, ancak egemenlik kuramadı. Bu gerçekliğin bir sonucu olarak, şahinlerin içinde “I- rak’tan çekilme” tartışılmaya başlandı ve ABD’nin dünya liderliği büyük dar­be aldı.

Amerikan strateji merkezleri harıl harıl bu tıkanışa çözüm arıyor. Was- hington’un 11 Eylül sonrası dünyaya

55

Page 56: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

C J O İ KasiM'AraIiI< 2005

meydan okuyuşuna hiçbir büyük güç silahla karşı duramadı. Başka yollar­dan karşı durmaya çalıştılar. Bu çaba­lar Irak Savaşı’nı engelleyemedi. Pen­tagon, Bağdat’a girildiğinde tam bir zafer sarhoşuydu. Ancak bu sarhoşluk­tan uyanması uzun sürmedi. Güçlü dostlarından -İngiltere hariç- etkili bir yardım alamadı. Irak’ta ve elbette Or­tadoğu’da yeni hedeflerine uygun ege­menlik kurma süreci uzadıkça strateji patinaj- yapmaya başladı. Bu durumu değerlendiren “uzmanlar” bir kavram yaratmak zorunda kaldılar: “Birleşik Devletlere karşı yumuşak dengeleme- soft balancing.” (Robert A. Pape, “Soft Balancing against the United States”, International Security, Summer 2005)

“Yumuşak dengeleme”nin strate­jik maliyetine gelmeden “unilate- rist” günlerin Amerika’ya nelere mal olduğuna bakalım. Amerika, “kötü­lükler imparatorluğu” diye nitelen­dirdiği sosyalist sistemin çöküşüyle büyük bir itibar kazanmıştı. Ancak bu itibarlı, günler artık gerilerde kal­mıştır. Washington bu itibarı, emper­yalist sistemin mantığı gereği sadece kendi çıkarlarına dönüştürme yolunu izledikçe tablo hızla değişti.

Amerika üç yıl içinde önemli bir i- maj kaybına uğramıştır. Bu kaybın İn­giltere ve İtalya’da da oldukça sert ya­şanması ilginçtir. Irak savaşında Avru­pa içinden Amerika’yı en çok destekle­yen bu ülkelerin yaşadığı tam bir düş kırıklığıdır. Türkiye’de Amerikan ima­jının çok geri noktalara çekilmesi, bu yılın başında Amerikan yönetiminin motivasyonuyla basın aracıyla başlatı­lan salvo ateşinin yersiz olmadığını gösteriyor. Yüz kişiden sadece oniki

kişinin Amerika’yı olumladığı bir Tür­kiye! Nereden nereye?

Öte yandan, YDD’nin ikinci döne­minde Amerika’nın en sıkı batılı müt­tefikleriyle ilişkisinde de önemli yara­lanmalar olmuştur. ABD’den bağımsız davranma istekleri artmaktadır.

Sosyalizmin yıkılışının ve ABD’nin unilaterist stratejisinin so­nuçları çok açık bir şekilde gözleniyor. Dünün çok sıkı müttefikleri bugün ar­tık aralarındaki mesafeyi yavaş yavaş artırıyorlar. Bu konuda en sıkı müttefik olan İngiltere’de bile ABD politikala­rından bağımsızlaşma eğilimi artmıştır. Rusya çarpıcı bir gelişme yaşamıştır. Yeltsin dönemi Rusya’sından bugünle­re gelinmiştir. ABD ile “dostluk” kur­ma günleri hatırlansın, üzerinden bir on yıl bile geçmedi. Şimdi Rusya’nın yüzde 72’si ABD’den bağımsız bir po­litika istemektedir. Türkiye için yarım asırlık sıkı ittifakın nasıl bir düş kırık­lığına dönüştüğü görülüyor. ABD ile “sıkı” ilişki isteyenler beşte birin altına inmiştir.

ABD’nin 2000 yılından sonra izle­diği politikaların politik maliyeti orta­dadır. Elbette “yumuşak dengele- me”nin sonunda savaşa engel olamadı­ğı biliniyor. Ancak bunun da bir mali­yeti vardır.

“Yumuşak dengeleme, ABD’nin yakın gelecekte özel askeri hedeflerdeki başarılarını engellemeye yetenekli ol­masa da, ABD güç kullanımının mali­yetini yükseltecek, gelecekte Ameri­ka’nın askeri maceralarına katılacak ül­kelerin sayısını azaltacak ve ABD’ye karşı ekonomik güç dengesini değiştire­bilecektir.” (Robert A. Pape, ay. S: 10)

B i r l e ş i k D e v l e t l e r i n İ m a j ı n d a k i D ü ş m e ^(İmajı o lum layan la rm yüzdes i)

r İngiltere Fransa Almanya İtalya İspanya Rusya Türkiye 1

1 A B D İm ajı

I 1999/2000 83 62 78 76 50 37 .1 T em 2002 75 63 61 70 61 30I Şub 2003 48 31 25 34 14 28

2I Değişim -Tl -32 -36 -36 -33 -18

Kaynak: Pew Global Attitudes'Projekt (Washington, D.C. Pew Research Çenter, 1V

March 2003), akratan Robert A. Pape ay. S: 2 2 J

Bu tespitin ABD güvenlik uzman­larınca Irak Savaşı günlerinde değil de bugün yapılmasının bir nedeni olmalı­dır. “Yumuşak dengeleme”nin en aktü­el olduğu günler Irak Savaşı öncesinde BM binasında verilen “salon savaşları” sırasındaydı. Aradan beş yıla yakın za­man geçtikten sonra bir kavram icat et­mek (“yumuşak dengeleme”) ve üzeri­ne çözümlemeler yapmak, geç kalmış çok anlamlı olmayan bir çaba gibi gö­rünüyor. Ancak gerçek böyle değildir. Beş yıl önce ve Bağdat zaferinden he­men sonrası dönemde hiçbir ABD yö­neticisi ve strateji uzmanı pratik olarak karşı karşıya geldikleri “yumuşak den- geleme”yi hem yeterince ciddiye alma­dılar hem de bu işin pratik maliyetinin bu kadar yüksek olacağını göremedi­ler.

“Anti-ABD ittifakı şekillendirmek yerine, ülkeler “yumuşak dengeleme” yapıyor: ABD politikasına karşı diplo­matik pozisyonlarını koordine ediyor ve birlikte daha etkili oluyorlar.” (Stephen M. Walt, “Taming American Policy”, Foreign Affairs, Eylül-Ekim 2005, s: 113)

Günümüz paylaşım savaşlarında saflaşmalar gerçekten kendine özgü yollar izliyor. Katı bir “anti-ABD itti­fakı” bu süre içinde hiçbir zaman şekil­lenmedi, ancak koordine edilen “yu­muşak” güçlerin de stratejik bir rol oy­nayabileceği ortaya çıktı. Bugün Ame­rikalı strateji uzmanları bu çok sevdik­leri yeni “soft balancing” kavramıyla tartışmalar yapıp soruna bir çözüm arı­yorlarsa, sadece bu bile BM’deki “sa­lon savaşlarf’nm zamanında nasıl kü- çümsendiğinin itirafından başka bir şey değildir. “Yumuşak dengeleme”, ABD’nin davranışının maliyetini artır­mış ve stratejinin uygulanışının hızım kesmiştir.

“Bununla birlikte, yumuşak denge­leme, alın yazısı değildir. Bush yöneti­minin saldırgan unilaterist ulusal gü­venlik politikası yumuşak dengeleme­nin baş nedenidir ve bu stratejinin red­dedilmesi esas çözümdür.” (Robert A. Pape, “Soft Balancing against the Uni­ted States”, İntemational-Seeurity, Yaz 2005, s: 10) Irak Savaşı’nın sonuçları strateji değişikliği tartışmalarını gün-

94

Page 57: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

Kasim-AraLik 2005 c p !

A B D D ı ş P o l i t i k a s ı v e A B D ’d e n b a ğ ı m s ı z l ı k , 2 0 0 2 - 2 0 0 3(Cevap veren yüzdes i)

İspanya Rusya Türkiye

- 21 16

-70 74

57 55 689 11 14

53 29 3533 48 4810 17 12

İngiltere Fransa Almanya İtalya

44 21 53 3652 76 45 58

42 71 67 5230 9 11 17

56 76 68 5231 15 30 3611 7 1 7

40 30 46 3048 67 52 63

ABD dış politikası diğerlerini dikkate alıyor Evet H ayır

ABD dış politikasının ülkemiz üzerindeki etkisi O lum suz O lum lu

Neden ABD politikası olumsuzluk yaratıyorBush yönetim i Genel o larak A B D İkisi ide

Avrupa-ABD güvenlikilişkileriSıkı kalsınDaha bağımsız olsun

deme getirmiştir. Beş yıl önce W.Bush yönetimince saldırgan bir şekilde pra­tikleştirilen unilaterist “temel strateji” bugün işlememektedir. Güç merkezleri pozisyonlarının yeniden bu gerçeklere göre düzenlemek zorundalar. Yaşadığı­mız günler bu sancıların artacağı gün­lerdir.

YDD’nin yeni bir aşamasının e- şiğinde olunduğunun ilk ve en ö- nemli işareti ABD’nin pozisyonun­daki kaymadır. Güç ve itibar olarak unilaterist stratejisini sürdürmede büyük sorunlarla yüz yüzedir. Elbet­te bu pozisyon kaymasından sonra ABD’nin nasıl bir yolda karar kıla­cağı henüz belirsizdir. Kesin olan u- nilaterizmin bu haliyle yürümediği­dir. Eşiğinde olduğumuz dönemin ö- zellikleriyle ilgili önceki iki dönem kadar kesin nitelemeler henüz yapa- masak da, kendini net bir biçimde ortaya koymuş ana eğilimleri tespit edebiliriz. Bunların bazıları hızla de­ğişime uğrayabilir, ancak bazılarının derinleşen bir eğilim taşıdıkları ke­sindir.

IIIEşiğinde olduğumuz dönemin ilk

özelliği, artık dünyanın unilaterist bir stratejiyle yürümeyeceğinin ortaya çıkmış olmasıdır. Ancak buradan düz bir mantıkla “multilaterist”-“çok ku­tuplu” bir stratejinin egemen olacağı ve bunu büyük güçlerin en azından bir kısmının “birlikte” uygulayacağı sonu­cunu çıkartmak hatalı olur. “Çok ku­tuplu dünya” vurgusunu yapan büyük güçler, ki ABD dışında hemen hepsi- dir, kutupların dünyayı “birlikte” yö­netmesini istiyorlar. Ancak emperyalist yeniden paylaşımın mantığından böyle bir “birliktelik” çıkması mümkün de­ğildir. Henüz katı saflaşmalar olmasa da, önümüzdeki yılların “yumuşak” geçmeyeceği kesindir. Başta enerji ü- zerine yürüyen paylaşım bugünden çok daha fazla sertleşmelere gebedir. ABD’nin pozisyon kaybı, AB’nin tı­kanması, buna karşılık Çin’in gelişimi ve Rusya’nın toparlanması geleceğin çok daha fırtınalı olacağının en temel i- şaretleridir. Şu anda yaşadığımız geçi-

24 17 1760 72 62

Kaynak: aynı, Robert A. Pape, s.23 W

ci soluklanma fırtınalı günlere hazırlık­tır. “Çok kutuplu” ve kutupların dün­yayı birlikte yönettiği bir sürece değil, “çok başlı” ve daha gerilimli bir döne­me giriliyor.

İkincisi, paylaşımın gerilimi artıp, alanı daraldıkça bizzat büyük güçlerin dolaysız çatışmaları daha fazla olasılık haline gelmektedir. Yaklaşan dönemde bu olasılık artacaktır. Bush yönetimi­nin “sınırlı nükleer savaş” stratejisi ü- zerinde “çalıştığı” biliniyor. Pasifik bölgesinde Çin ve Japonya arasındaki ilişkiyi Washington bilinçli bir şekilde geriyor. Büyük güçlerin doğrudan ça­tışmasından beş merkezin kendi arala­rında tutuşacağı cehennem savaşlarını elbette kastetmiyoruz. Fakat özellikle Çin ve Rusya üzerinde yeni oyunlar oynanırsa bunların çeşitli güç merkez­leri arasmda kaçınılmaz doğrudan te­maslara yol açması büyük olasılıktır.

Üçüncüsü, paylaşımın üzerine ge­çirilen ne demokrasi ne de terörle mü­cadele kılıflarının artık bir rol oynama­sı mümkün görünmüyor. Şunu biliyo-

Page 58: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

C | O İ Kasim-AraLik 2005

ruz. Özellikle Amerika, devasa gizli servisleriyle dünyanın herhangi bir kö­şesinde düşünceleri karmakarışık ede­cek terör eylemleri örgütleyebilir. An­cak bugüne kadar yaşananlar bu tür provokasyonların etkisini azaltacaktır. Dolayısıyla emperyalist paylaşımı ör- tüleme çok zorlaşmaktadır. Bunun ö- nemi nerededir? Gerçek aktör olan halkların sahneye çıkmasını hızlandı­rır.

Dördüncü olarak, “bilgi çağı”nm bozulan büyüsünden “genetik çağı”nm korkutucu atmosferine giriştir. Dünya­yı yönetmekte çok kötü smavlar vere­rek büyük itibar kaybına uğrayan “sü­per güç” eline gerçekten yeni süper bir teknik almaktadır. Genetik mühendisli­ği ve nano teknolojinin imkanlarıyla kendi çıkarlarından ötesini göremeyen süper gücün buluşmasından ne eşitlik, ne demokrasi ne de refah gibi masum düşler ortaya çıkamaz. YDD’nin yeni dönemi, süper güçlerin pozisyonların­dan öteye artık onların var oluşlarım sorgulayıp, yargılayan bir bilinç oluşu­munun toprağını gübreleyecektir.

Son olarak, 11 Eylül’le kırılmaya uğrayan anti-küresel hareket YDD’nin derinleşmesiyle yerini farklı, ancak da­ha köklü halk hareketlerine bırakıyor. Bu hareketler zaman zaman parlıyor, ancak sönüp kaybolmuyor. İçin için yanarak yayılıyor ve yeniden ortaya çı­kıyor. Arjantin ayaklanmasını YDD’ye karşı inatçı halk hareketlerinin yeni bir seviye kazanmasının sembolü olarak kabul edebiliriz. Bu söylenirken Zapa-

tistalar elbette unutulmuyor. YDD’ye karşı yeni bir üslupla yapılan ilk etkin çıkıştı. Arjantin ayaklanması farklı bir seviyenin habercisi oldu. Venezüella, Brezilya, Bolivya, Uruguay ve hemen tüm Latin Amerika ülkelerinde YDD’ye karşı somut talepler içeren halk hareketleri ve ayaklanmalar yaşa­nıyor.

Orta Afrika, kapitalizmin ve yeni­den paylaşımın tam bir yıkım alanıdır. Milyonların çok rahatlıkla öldüğü bu kıtanın yayacağı tepki ve göç dalgaları YDD’de mutlaka sarsıcı etkiler yarata­caktır.

Ortadoğu’nun, ABD müdahalele­riyle şekle girmesi mümkün değildir. Fakat bu baskı ve katliamlar 1950’ler- dekinden daha yüksek yeni direniş dal­gası yaratacaktır. Amerika Ortado­ğu’da ateşle oynuyor. Her dokunuşta denetlenemez güçler açığa çıkacaktır.

Halk hareketlerinin yaygınlaşma­sına Avrupa’daki gelişmeleri de katma­mız gerekiyor. Fransa ve Hollanda’da küreselleşmeyle ve refah devletlerinin tasfiyesi ile yaygın bir hesaplaşma baş­lamıştır. Almanya seçimleri de bunu gösteriyor. Avrupa’da Refah Devletleri erirken Atlantik’in öbür yakasında da “Amerikan tipi yaşam tarzı” artık erişi- lemez eski bir düşe dönüşüyor.

Genel olarak dünyaya baktığımız­da Berlin Duvarı’nm yıkıldığına çok sevinen Batı ülkeleri şimdi yoksulluk denizinin ortasında kendi etraflarına duvar örmek zorunda kalıyorlar. Dün­yada hızla yükselen gerilimin bu duva­

rın arkasında tutulmasının imkanı yok­tur. Sonuç olarak, YDD’nin ilk on yı­lındaki havaya denk düşen anti-küresel hareketin yerini tek tek ülkelerdeki halkların neo-liberal politikalara karşı tepki ve ayaklanmaları alıyor. Daha köklü, daha dayanıklı olan bu hareket­ler neo-liberal politikalar derinleştikçe yaygınlaşacaktır. Sonuç olarak, neo-li­beral politikalar derinleştikçe, halk ha­reketleri de daha yaygın ve dayanıklı hale geliyor. Önümüzdeki günlerde ne­o-liberal politikaları halkların kuşat­ması yaşanacaktır.

IVAmerika’nın Irak işgaliyle düştüğü

pozisyon onun aynı zamanda dünyanın diğer alanlarında da zemin kaybetme­sine yol açıyor. Bu konuda en göze ba­tan alan Latin Amerika’dır. Washing- ton Irak’tan elini biraz boşa çıkartabi­lirse Latin Amerika ve daha sonra Çin’le uğraşacaktır. Ancak burada artık bütün görüntü değişmek zorunda kala­caktır. Bugüne kadar eski sosyalist ül­keleri “diktatörlüklerden”, dünyayı da Bin Ladin gibi teröristlerden kurtaran ABD, Latin Amerika’da kimi kimden kurtaracaktır? Latin Amerika halkları artık bu kurtarma oyunlarından yete­rince ders çıkartmıştır. Buralara her ABD müdahalesi halkların tepkisiyle karşılaşacağı için, bu durum insanlık üzerinde gerçek bilinçlenmeyi yarata­caktır.

YDD’nin bundan sonraki sürecin­de sadece büyük güç merkezlerinin bencil manevraları değil, bunların yo­lunu kesmeye çalışan dünya halkları­nın öfkeleri de bir güç olarak devreye girecektir. YDD’nin ilk on yılında orta­ya çıkan tepki daha çok yüzeyseldi. 21.yy.la birlikte YDD’ye karşı tek tek ülkelerde tepkiler derinleşiyor. Bu tep­kilerin en fazla yaygınlık kazandığı a- lan Latin Amerika’dır. Önümüzdeki dönem, bir tarihsel basamak olmaya a- daysa, tek tek ülkelerdeki YDD karşıtı halk hareketlerinin “küresel” ittifaka tırmanması gerekiyor. Eğer bu hareket­lerin ittifakından oluşan bir anti küre­sel hareket örgütlenebilirse, bu yepye­ni bir dönemin habercisi olacaktır.

26.10.2005

Page 59: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 200? t p l

Ka r a a l t in s a v a ş l a r iAyşe Tcınsever

Petrol fiyatları tüm zamanların en yüksek düzeyinde seyrediyor. Gerekçe olarak çeşitli şeyler öne sürülüyor. Ancak petrol üzerindeki arz ve talepte bir denge var­dır. Öne sürülen gerekçeler, arz ve talep yasaları ile işlediği savunulan kapitalist

ekonomi kurallarına uymuyor. O zaman petrol fiyatları neden yükseliyor?

IPetrol fiyatları yükseliyor. Birkaç

yıl önce varili 10 dolarlara kadar inen petrol şimdi 70 dolar civarında ve ya­rın 100 dolara kadar çıkabilir. Irak Sa­vaşı başlamadan önce savaşın olası so­nuçları konusunda petrolün bu rakama çıkabileceği tahmin ediliyordu. Her-

Ikes korkuyordu. Savaşa karşı argü­manlardan bir tanesi yüksek petrol fi­yatı korkusuydu. Ancak bakıyoruz şimdi petrol fiyatları yükseliyor ama ses yok. Eskisi gibi yer gök inlemiyor. Bir suskunluk var. Bu da garip. Sanki herkes daha yüksek fiyata hazırmış gi­bi. Gerekçe olarak şimdiki reel fiyatın 1979’lardaki fiyattan daha düşük ol­masına işaret ediliyor.

Bu bize biraz garip geliyor. Aslın­da yüksek petrol fiyatlarının yoksul halkların canını acıttığı kesin. Çin’de yapılan ekonomik bir toplantıda petrol fiyatlarının yükselmesinin ekonomile­re büyük bir darbe vuracağı açıklandı ve önlemler alınması istendi. Ama ba­

sın tümüyle öylesine finans kapital güçlerinin elindeki halkın acılarına ve gelecekteki olası sonuçlarına herkes devekuşluk yapıyor. Bu konuda en u- fak bir korku işareti vermiyorlar. San­ki bir galeyandan korkuyorlar.

Ne oluyor? Neden petrol fiyatları yükseliyor? Gelecekte neler olabilir? Yüksek fiyat kimin, neden işine yarı­yor? Fiyat artışları kimin zararına? Bu yazı çerçevesinde bu sorulara yanıtlar bulmaya çalışacağız.

Neden fiyatlar yükseliyor?

Belki garip gelecek, ama bu konu­da kesin bir şey söylemek olası değil. Kapitalist piyasa koşullarına göre bir malın fiyatı arz ve talep kuralları için­de belirlenir. Petrole baktığımızda ise şu anda çıkan miktar dünya petrol ta­lebini karşılamaya yetiyor. Dünyamız kaba bir rakamla günde 81-82 milyar

varil petrol tüketiyor. Ve çeşitli yerler­den çıkarılan petrol miktarı bunu kar­şılıyor. Hatta OPEC üyesi ülkeler ge­rektiğinde daha fazla çıkarabilecekle­rini söylüyorlar. Yani sonuçta bir arz eksikliği yok. Ama ona rağmen fiyat­lar artıyor.

Petrol arzının bu günkü yatırımlar göze alındığında gelecekte de talebi karşılayabileceğine iyimser bakmak o- lası değil. 2015 yılında petrol ihtiyacı 85 milyar varile çıkacak ve bugünkü yatırımlara ve araştırmalara baktığı­mızda bir arz eksikliği olması büyük bir olasılık. Yani eğer hemen müdaha­le edilmez ise yarın talebin karşılana­maması söz konusu.

Deniyor ki,' petrol çıkarımı, yeni petrol rezervi bulunması bir tepe nok­taya ulaştı. Bundan sonra petrol çıkarı­mını fazlalaştırmak olanaksız. Artık petrol bolluğu bitti. Petrol yerine ko­nulur bir şey değil. Geri sayıyoruz. Petrol azalıyor. Norveç petrolü, İngiliz petrolü ve Kanada petrolü artık tüken­mek üzere. En azından tüketilenin ye­rini dolduracak petrol rezervi buluna­mıyor. İnsanlığın enerji açısından sonu karanlık. Ve işte bu nedenlerle petrol fiyatları yükseliyor. Bu tezlerin hepsi doğru olabilir. Ancak yine ekonomist­ler ve uzmanlar bu tezlerin petrolün bugünkü yüksek fiyatını açıklamaya yetmediğini söylüyorlar. Çünkü şimdi­lik arz talebi karşılıyor. Ancak bu tez­ler o günler yaklaştıkça fiyatın yüksel­mesini açıklayabilir. Bugünden petrol fiyatının bu kadar yükselmesi anlam­sız. Öyleyse neden yüksek?

Çin ve Hindistan öne çıkarılıyor. Ekonomik büyümeleri elbette korkunç

57

Page 60: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

CJOİ KasiM'AraIiI< 2005

bir enerji ihtiyacı ortaya çıkarıyor. İki ülkenin de içerideki enerji çıkarımı e- konomilerinin ihtiyacını karşılamıyor. Giderek artan miktarlarda petrol ve doğalgaza ihtiyaçları var. Fiyatların yükselişi onların piyasaya girmesi ile açıklanmaya çalışılıyor. Ama yine de­diğimiz gibi dünya enerji çıkarımı bu iki ülkenin talebini karşılıyor. Peki, neden petrol fiyatları yükselmeye de­vam ediyor?

Rafineriler eksik deniyor. Petrol toprak altından çıktığı gibi kullanıla­mıyor, mutlaka rafinerilerde işlenmesi gerekiyor. 1980 yılından beri yeni rafi­neri yapılmamış. Var olanlar çok eski­ler. En ufak bir şeyde devre dışı kalı­yorlar. Hatta şu Bush hükümetini rezil eden Katrina Kasırgası Meksika Kör­fezi’ndeki rafinelere büyük zarar ver­di. Yeni bir kasırga daha geliyor. Bir tane daha gelebilir. ABD gerçekten benzin ve enerji açığı ile yüz yüze kal­dı. Halk tasarrufa çağrıldı. Evet, dün­yada bir rafineri ihtiyacı var. Tam bir dengede duruyor. Ama yine arz ve ta­lep kurallarına göre neden yeni rafine­ri yapılmıyor? Oysa iyi bir iş alanı. Kapitalizmin kuralı öyle değil mi? Kar gelecek yerden rafineri neden esirge­niyor? Petrol tekelleri ya da hükümet­ler neden bu konuya el atmıyorlar? Rafinerilerin eski oluşu, yedekte bir rafineri olmayışı ve yenilerinin yapıl­mayışı da bugünkü petrol fiyatlarının yüksekliğini açıklamaya yetmiyor. Ar­kada başka bir neden olmalı.

İleri sürülen bir de politik olaylar

var. Irak Savaşı örneğin. Savaş öncesi Irak’ta günde 2.6 milyon varil petrol çıkarılıyordu. Hatta Cheney ekibi bir yıl içinde hızlı bir yatırım hamlesi ile bunu 5 milyon varile çıkaracaklar ve de Irak’taki ABD askeri harcamasını fazlası ile buradan karşılayacaklardı. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. I- rak çıkarmasından beri petrol tesisleri­ne, ABD askerleri öncelikle bunları korumasına rağmen, boru hatlarına 256’nın üstünde sabotaj yapılmış. So­nuçta Irak petrol çıkarımı 1.6 milyon varile düşmüş durumda. Her gün biraz daha düşme tehlikesi ile yüz yüze. Ya­ni bu elbette bir açık. Ancak bu gene OPEC ülkelerinin fazla kapasiteleri ile karşılanıyor. O nedenle Irak petrol çı­karımındaki düşüş de tek başına petrol fiyatının yüksekliğini açıklamıyor.

Başka politik gelişmeler oluyor. Özellikle ABD güçlerine saldırı biçi­minde petrol üreten ülkelerde istikrar­sızlıklar yaşanıyor. Örneğin Yemen’de ABD savaş gemilerine saldırılıyor. Ya da Lübnan Akabe limanında demirle­miş ABD gemilerine roket atışı yapılı­yor. Ya da dünya petrol çıkarımının en büyük devi Suudi Arabistan’da El Ka­ide güçleri saldırılarını artırıyor, ABD elçiliğini basıyorlar. ABD asker ailele­rinin yerleşim alanını bombalıyorlar. Nijerya’da, ABD’nin gelecekte petrol ihtiyacının %25’ini karşılamayı dü­şündüğü ülkede yerli halk Shell petrol tesislerine saldırıyor. Boruları kapatı­yor. Ya da Latin Amerika da petrol a- lanı olan Ekvator’da halk petrol kuyu­

larını işgal ediyor. Kolombiya’da FARC gerillaları hala yenilebilmiş de­ğil. Venezüella Devlet Başkanı Chaves ABD’ye ters politikalar izliyor. Ya da İran üzerinde oyunlar oynanıyor. ABD’nin onu ablukaya alma konusun­da gücü azalıyor. ABD Afganistan’da, Irak’ta başarıya ulaşamıyor. Askeri gücü tartışılıyor. Dünyaya söz geçire­mez hale geliyor.

Evet, dünya petrolünün %60’mın bulunduğu Ortadoğu’daki, Afrika’da Nijerya’daki, Latin Amerika’daki si­yasi istikrarsızlık, hepsi petrol fiyatla­rının yükselmesine etkendir. Meksika Körfezi’nde rastlanan kasırgalar ve çevre olayları da bu kategoriye gir­mektedir. Ancak bunları günlük borsa olayları içinde hissetmek olasıdır. Bu istikrarsızlıkların hiç biri petrolün O- PEC ülkelerinin petrol fiyatına biçtik­leri 28-32 dolar makul fiyatının üstüne çıkmasını açıklamıyor. Sonuçta bu is­tikrarsızlıklar petrol akışını engelleyi­ci bir işlev görmüyorlar. Korkular ger­çekleşmiyor. Talep edilen petrol karşı­lanıyor. O zaman korkular dağılınca, petrol akışı aksamayınca fiyatların tekrar eski düzeyine düşmesi gerek­mektedir. Düşmüyor. Öyleyse bu istik­rarsızlıkların, korkuların üstünde bir neden var. Başka bir neden petrol fi­yatlarını yukarı doğru çekiyor olmalı­dır. Petrol fiyatlarını yukarı çeken ne­dir?

Soruna derinlemesine girmeden önce yukarıda açıklananlardan bir so­nuç çıkaralım. Demek ki, kapitalist e- konomilerin meta fiyatlarını belirledi­ğini söylediği arz ve talep kanunu pet­rol için geçerli değildir. En azından petrol böyle bir kuralla fiyat bulmu­yor. Petrol arzı talebi karşılayacak dü­zeyde, ama petrol fiyatları hala düş­müyor. Petrol üzerinde başka bir oyun var. Arz ve talebin işlemediği durumda bir kartelleşmeden söz etmek uygun­dur. Kapitalist ekonomi yasalarına gö­re tekeller öyle büyürler, öyle büyürler ki tüm dünya pazarını ellerine alırlar ve aralarında kartelleşirler. Fiyatları hangi düzeyde tutacaklarını kendi çı­karlarına göre belirler ve de uygular­lar.

Petrol fiyatlarındaki yükselmenin

58

Page 61: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 2005 c p l

nedeni petrol üzerindeki kartelleşme olarak belki açıklanabilir. Petrol fiyat­ları petrol kartellerinin isteği nedeniy­le yükselmektedir. Onların çıkarı yük­selmeyi dayatmaktadır. Öyleyse bu çı­karlara biraz daha derinden bakmak gereklidir. Sorunu daha derinlemesine incelemek gerekiyor.

Şimdi dünya petrol piyasasındaki son 15 yıllık gelişmeye kısaca değinmeye çalışalım

Karteller savaşıPetrol piyasaları

sosyalist sistemin çökmesinden sonra büyük değişiklikler yaşamıştır. Petro­lün çok ağırlıklı çıktığı alanlara bir ye­nisi Rusya, Orta Asya ve Hazar Deni­zi çevresi petrolleri eklenmiştir.

Petrolün çok ağırlıklı çıktığı alan­ların başında Ortadoğu gelir. Suudi A- rabistan, Irak ve İran dünya petrol re­zervlerinin %65’ini oluşturuyor. ABD petrol tüketiminin %20’sini, AB %43’ünü, Japonya %68’ini buradan karşılamaktadır. Yani Körfez ülkeleri Batı kapitalizminin enerji açısından vazgeçemeyeceği alanlardır. O neden­le Batı burayı karıştırmaktan ve kendi denetimine almaktan vazgeçemez. ABD açısından ise petrolü denetlemek dünya kapitalist ekonomisini denetime alması demektir. AB ve Japonya gibi rakiplerini ancak petrolü denetlerse di­ze getirebilecek, onların kendisi ile re­kabet gücünü kıracaktır. Bunlar bili­nen gerçeklikler.

Ortadoğu’da ABD ve Batı ege­menliği eski gücünü yitirmektedir. İ- ran’da Şah’m devrilmesi bu ülke üs­tündeki denetimi kaldırdı. Saddam’a karşı savaş açılıp devrildi, ama hala I- rak petrolü denetim altına alınamadı. Suudi Arabistan petrolleri üstündeki Batı denetiminden kurtulmak, kendi zenginliklerine daha çok sahip çıkmak istiyor. ABD ve Batı bu olaylar karşı­sında çaresizdir. Bölgede her geçen gün denetim ve güçlerini kaybediyor­lar. İsrail yetmiyor, Irak’ta ABD asker­leri bir işe yaramıyor. Demek ki bugün olmasa bile gelecek açısından Ortado­ğu petrolleri konusunda Batı’nm bir korkusu var. Ya da bu petrol alanları

üstündeki petrol kartelleri kendilerini eskisi gibi güvencede hissetmemekte­dir. Bu birinci olgudur.

a. Rus petrolleri

1990 yılında sosyalizmin yıkılma­sı ile birlikte Rus petrolleri ve doğal- gazı Batı dev petrol şirketlerinin pazar alanı haline geldi. Hemen bunlara na­

sıl sahip olunacağı ya da nasıl denetim altına alınacağı üzerine projeler, plan­lar yapıldı ve devletler eliyle uygula­maya kondu.

Rusya çok yönden bir baskı altına alındı. Hem ekonomik hem de politik. Özelleştirmeler dayatıldı. Özelleştir­meler Rusya’nın çıktığı yolda inandı­rıcı olmasını sağlayacak, onun geri dö­nüşünün önünü tıkayıcı önemli bir ol­gu olacaktır. Batı ancak özelleştirmede gösterdiği inat ile Rusya’ya güvene­cekti. İşte o zaman yabancı sermaye de derya Rus pazarına akacaktı. Rus­ya’ya hep böyle söylendi ve doğal kaynaklarının, özellikle de petrol ve doğalgazmm özelleştirilmesi için müt­hiş bir baskı yapıldı. Zamanın devlet başkanı Yeltsin öyle bir Batı aşığıydı ve kapitalizme öylesine güveniyordu ki Rus doğal kaynaklarının vahşi bir şekilde talan edilmesinde hiçbir sakın­ca görmedi. Batı petrol şirketleri, özel­likle BP, Rus petrollerinden pay aldı­lar. Bir çıkarma, araştırma, işletme hakkı elde ettiler. Ve bu işleri birbirle­rini kollaya kollaya, destekleye des- tekleye yaptılar.

En iyi güvencelerden biri Rus va­tandaşlarından bazılarının özelleştir­me ihalelerine girmesiydi. Batı böyle “gözü pek” kişilerin arkasına siper al­dı. Onları destekledi. Onlar eliyle işle­ri yürütmek daha doğru olacaktı. Hep böyle yapılmadı mı? Önce kişiler, son­ra devlet satın alınırdı, Yukos petrol şirketi sahibi Khodorkovski bunların en belli başlılarmdandı. En dişlileri, en ileri gideni ve devlete meydan okuya­nı o oldu. Birçok dalavere ve cinayet­

lerle petrol şirketi Yukos’u kurdu. Sonra yavaş yavaş devlet politikaları­na meydan okuyup petrolünü istediği ülkeye satabileceği konusunda diretti. Abramahov, Berezovsky gibi bazıları kaçtılar. Kimisi İngiltere’ye, kimisi İs­rail’e sığındı. Khodorkovski ise arka­sında ABD petrol şirketleri ve devleti Rusya’da özelleştirmenin sembolü ol­

du. Bizim burada söylemek istediği­miz Batı petrol şirketlerinin Rus pet­rollerine sahip olabilmek için kullan­dıkları bir yolu anlatmaktı. Yukos böy­le bir komplodur. Yukos ile tüm Rus petrolü denetim altında alınacaktı.

Batı elbette kaç yüz, yılın kurdu. Bir ülkenin doğal zenginliklerini kay­betmesine karşı tepki oluşacağını bir gün bu işe itiraz gelebileceğini biliyor­du. O nedenle yoğurdu üfleyerek yi­yordu. Yukos eğer Rusya toprakların­da kök salabilse, varlığını koruyabilse arkasından geleceklerdi. Sonra Yu­kos’u ya da diğer şirketleri satın alır­lardı. Rus devlet politikasını ele geçi­rirlerdi. İşte bu denendi.

Ancak Rusya’da Putin eliyle bu i- şe müdahale edildi. Yukos’tan başla­yarak enerji kaynaklarına ulusal sahip­lik adım adım ve yasal dövüşler so­nunda ele alındı. Evet, Batı’ya herhan­gi bir açık vermemek gerekti. Onun i- çin kapitalist yasalara uymaya gayret gösterilerek enerji kaynaklarının dene­timi Rus devletinin eline geçti. Şu an­da Rus Gazprom’ı dünya enerji tekel­leri arasındadır. İçinde özel, yerli ya­bancı başka petrol şirketlerinin hisse­leri vardır. Ancak onun da çeşitli Rus petrol şirketlerinde hisseleri var. Örne­ğin son olarak Sibneft’i aldı. Ancak belirleyici olan Rus devletidir. Rus e- nerji pazarını kontrol altında tutuyor­lar. Aslında Rusya, Yeltsin politikaları ile başlayan bir Suudi Arabistan ve şir­keti Aramco olma sürecinden Putin politikaları ile kurtuldu. Şimdi Putin, görüyoruz ulusal çıkarlara öne alarak kime nasıl petrol verileceğini ülke

En iyi güvencelerden biri Rus vatandaşlarından bazılarının özelleştir­me ihalelerine girmesiydi. Batı böyle "gözü pek" kişilerin arkasına si­per aldı. Onlar eliyle işleri yürütmek daha doğru olacaktı. Hep böyle

yapılmadı mı? Önce kişiler, sonra devlet satın alınırdı.

59

Page 62: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

C |O l Kasim-AraIiI< 2005

stratejik hedeflerine göre belirliyor. Ve daha kişilikli bir politika yürütüyor, yürütebiliyor. İstediği zaman Batı po­litikalarına meydan okuyabiliyor. Ama eğer petrolde denetimi kaybetseydiler bunu yapabilmeleri çok zordu. Petrol ekonomilerin öyle güçlü bir elemanı ki devlet politikası olarak dikkate alın­mak zorunda. Zaten Bush hükümeti de petrol tekellerinin bir temsilcisinden öte kendisidir.

Batı petrol tekellerinin Rus petro­lü üstünde oynadığı birinci oyun özel­leştirmeleri şart koşmak idiyse İkincisi de aralarında anlaşarak dünya petrol fiyatlarının düşük tutulmasını sağla­maktı. Rus petrolü doğa koşullarının zor olduğu yerlerden çıkarılır ve tüke­tim alanlarına Körfez ülkelerinden da­ha uzaktadır. O nedenle maliyeti daha yüksektir. 2000’li yıllara kadar süren Rus petrolünü parselleme savaşı sıra­sında fiyatların düşüklüğü Rusya’nın ihtiyacı olan yatırımlar için gerekli sermaye birikimine olanak tanımadı. Eğer petrol fiyatları ucuz ise petrol a- lanlarmın satımı, onların hisse payları da ucuz olur. O günlerde ucuza alman şirket hisseleri şimdi onlarca değil, yüzlerce, binlerce katma gidiyor. Bu o dönemde nasıl bir ucuz petrol oyunu oynandığına bizce güzel bir örnek. Ay­rıca petrol fiyatlarının ucuzluğu ve sermaye peşinde, nakit peşinde koşan devletin bir para getirmeyen petrol kaynaklarını satmak istemesi teşvik e- dilmiş oluyordu. Ucuz petrol satışa iyi bir gerekçe olmuştur.

Batı petrol şirketleri ve devletleri­nin Rus enerji kaynaklarına karşı uy­

guladığı dördüncü plan ise petrol ve doğal gazın dış ülkelere akışının de- netlenmesiydi. Örneğin İngiliz ve ABD tekelleri AB’ye enerji akışının mutlaka kendi denetimlerinde olması­nı sağlamaya çalıştılar. AB petrolün yarışma yakınını, doğal gazın üçte bi­rini Rusya’dan karşılar. Gelecekte do- ğalgaz ihtiyacının yarıya çıkacağı he­

saplanıyor. ABD eğer AB’yi deneti­minde tutacaksa mutlaka bu konuda söz sahibi olmalıdır. O nedenle projesi tamam, finansmanı bulunmuş Alman- ya-Rusya doğalgaz boru hattı engel­lenmeye çalışılır. Alternatif Ukrayna, Macaristan ve Hırvatistan boru hattı kabul ettirilmeye zorlanır. Öbürünün yolu üzerine engeller konulur. Baltık ülkeleri, Polonya, Ukrayna bu doğrul­tuda kullanılır. Çeşitli bahaneler ileri sürülür. Ama sonunda Rusya, Finlan­diya limanı Primorsky’e boru hattı dö­şer ve Litvanya’nm Ventspils vanaları kapatılır. Litvanya’nm bağırmalarına ne ABD ne de BM koşabilir.

Özetlersek 1990 yılında sosyaliz­min çökmesi sonrası Rusya petrol ve doğalgaz pazarını ele geçirmek Batı petrol tekellerinin en büyük düşü oldu. Özelleştirme, enerji kaynaklarının de­netlenmesi ve yolları üzerine engeller koyma uyguladıkları belli başlı taktik­ler arasındaydı. Bu dönemde petrol fi­yatlarının düşük tutulması bu planın bir parçası olsa gerekti. Ancak 2000’li yıllardan başlayarak Putin ile beraber Rusya Batı tekellerinin bu planına kar­şı dövüşmeye başladı. Enerji kaynak­larına sahip çıkma mücadelesi verdi. O zamanda petrol fiyatları yavaş ya­vaş yukarı doğru tırmanmaya başladı. Çünkü Batı, Rusya petrol alanlarını denetimi altına alamamıştı. Elinden kaçırıyordu. Batı’nm elindekiler daha değerlenmeye başladı.

Elbette petrol fiyatının yavaş ya­vaş yukarı çıkışının perde arkasında Hazar Denizi havzası petrolleri de var­dır.

b. Hazar Denizi Bölgesi

1. Batı

Sosyalizmin çökmesi yalnız Rus petrol piyasasını değil, aynı zamanda eski sosyalist cumhuriyetlere bağlı Or­ta Asya, Kafkas ve Hazar Denizi çev­resindeki petrol alanlarını da petrol dövüş merkezine oturttu. Batı ve

ABD’nin bölgeye yönelik taktiği bu bölgedeki ülkelerin Rusya bağlarını koparmak, kendilerine bağlamaktır. Bu planın baş mimarı Clinton’dur. Ka­zakistan, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan, Azerbaycan çeşitli va­atlerle Batı petrol şirketleri ile anlaş­malar yaparken ABD de bunlarla aske­ri işbirliklerine girdi. Boşalan eski sovyet üsleri ABD üsleri haline geldi.

Azerbaycan ve Kazakistan’a aske­ri yardım başladı. Kazakistan’da dev petrol ve doğalgaz havzası Kaşagan karşısında Atyrav eski sovyet askeri üssüne Amerikan askerleri yerleştiler. Kaşagan’a Exxon Mobil, Conaca Phi­lips, Royal Dutch ve Shell yatırım yapmaya başladı. Azerbaycan’a askeri yardım başladı. Petrol boru hattı için hemen projeler sunuldu. Bakü’den başlayacak, Gürcistan üzerinden, Tif­lis’ten Türkiye Ceyhan’a akacak BTC boru hattı projesi üstünde duruldu. Çok pahalı olan bu projeye BP başta olmak üzere Japonya ve Türkiye gibi birçok ortak alındı. Önemli olan Gür­cistan’dı. Shaverdnadze boru hattın­dan büyük pay istiyordu. Payını artır­mak için ülkesine Rus şirketlerini da­vet etmeye başlaması ile siyasi kariye­rinin sonuna geldi. ABD kendine köle olacak başka birini başkan seçtirdi.

Gürcistan Hazar Denizi petrolleri­nin kilit ülkelerinden biridir. Rus­ya’nın bu havzadan çıkan petrolünün eh rasyonel, kestirme ve ucuz olarak Batı’ya aktarımı Kafkaslar ve Karade­niz üzerindendir. İşte Gürcistan tam bu yol üstünde durur ve bu ucuz akışı en­geller. Rusya’nın Hazar havzasından

çıkan petrolünün değer­lendirilmesinin önüne set çekilir. ABD, Çeçe- nistan ve Gürcistan’ı bu emellerine alet eder. O nedenle de Çeçen terö­ristleri el altından des­

teklenirken Gürcistan kişi başına İsra­il’den sonra ikinci en çok askeri yar­dım alan ülke durumuna gelmiştir. Bu iki ülke ile Hazar ve Orta Asya petro­lünün Rusya üzerinden AB yolu engel­lenmeye çalışıldı.

Hazar petrolünün Rusya üzerin­den çıkışını engellemek bölge ülkele-

Özetlersek 1990 yılında sosyalizmin çökmesi sonrası Rusya petrol ve doğalgaz pazarım ele geçirmek Batı petrol tekellerinin en büyük düşü oldu. Özelleştirme, enerji kaynaklarının denetlenmesi ve yolları üzeri­

ne engeller koyma uyguladıkları belli başlı taktikler arasındaydı.

6 0

Page 63: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraİiI< 2005 C |O İ

rini Rusya’dan koparmanın bir yolu­dur. Bölgenin Rusya’ya akan petrolü­ne yeni bir rota çizilmesi gerekiyordu. Başka açılımda göstermek gerekmek­tedir. İşte bu açılım BTC’dir. (Bakü- Tiflis-Ceyhan boru hattı) Azerbaycan kıyılarından çıkarılan petrol Gürcistan üzerinden Türkiye’ye girer ve Akde­niz’den Avrupa’ya ulaştırılır. Yani Ha­zar Petrolü’ne Rusya üzerinden kestir­me yol varken daha pahalı ve uzun bir rota çizdirilir. Önemli olan Hazar De­nizi petrolünün Akdeniz’e çıkarılmış olması ve musluk başının ABD ve İn­giltere vs tarafından tutulmasıdır. Pro­jeye göre Kazakistan petrolü de bura­dan aktarılacaktır önümüzdeki dönem­de.

BTC petrol boru hattı baştan so­runludur. Çünkü bu yol Hazar petrolü­mün en pahalı çıkışıdır. Eğer diğer aşa- ıda anlatacağımız çıkışlar hayata ge- irilirse BTC kullanılmaz hale gelebi-

O nedenle artık petrol fiyatlarını uradan akanı karlı hale getirebilmek çin sürekli pahalı tutmak ABD ve his­si olan ülkelerin politikası olmak zo- ndadır. Ortadoğu’da huzursuzluk bu

>oru hattı ile yakından ilgilidir.

2. Doğu

ABD’nin Hazar Denizi’nin doğu­su yada Orta Asya ülkeleri üstündeki planı bura petrolünü Rusya ve Çin de- aetiminden koparmaktır. Türkmenis­tan petrolü, Afganistan ve Pakistan ü- ferinden Hint Okyanusu’na aktarıla- jaktır. Böylece Rusya ve Çin’den ön- :e davranılacaktır. Çin ekonomisinin nerji kaynağı böylece ABD denetimi- le alınacaktır. ABD petrol şirketi Uno- :al bu işin baş plancısıdır. ABD 11 Ey- BTü bahane ederek Afganistan’a sa- raş açar. Savaş sonrası Unocal Ameri­can petrol tekeli danışmanlarından farzai, Afganistan’a kukla devlet baş­tanı yapılır. Karzai’nin ilk işi Türkme- ılstan ve Pakistan ile boru hattı anlaş- lası imzalamaktır. Bu projenin ger- ‘kleşmesi doğrultusunda bir adım a- lamadığım yazmaya gerek yok sam­

ız. Türkmenistan sürekli olarak oya­mıyor.

L Ancak elbette Rusya ve Çin’in, D Afganistan ve sonra Irak’ta sava­nken elleri armut toplamadı. Onlar da

Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakis­tan’a önemli tekliflerle gittiler. Bu ül­kelerle Şangay İşbirliği Örgütü kurul­du. Ekonomik ve askeri işbirliği anlaş­maları imzalandı. ABD, geçtiğimiz yaz aylarında bu ülkelerin kendi safla­rından çıkacağını hissettiği için kendi­ne yakın güçleri vaktinden evvel darbe yapmaya zorladı ve başarı sağlayama­dı. Özbekistan’dan kovuldu. Kırgızis­tan ise ABD ile ilişkilerini sadece eko­nomik düzeye indirdi.

Sonuçta ABD ve petrol tekelleri Orta Asya petrollerinin Rusya deneti­minden çıkmasında başarılı olamadı­lar. Çünkü Afganistan’da bir düzen o- turtamadılar. Taliban güçlerini yene­mediler. Savaş hala bin bir göz boya­maya rağmen sürüyor. Türkmenistan- Afganistan- Pakistan petrol boru hat­tında en ufak bir ilerleme yok. ABD’nin bölgedeki iktidarsızlığı ül­keleri eski ittifaklarına dönmeye zor­ladı. Rusya ile ilişkiler yeniden kurul­du. ABD hayalleri öldü.

Orta Asya petrollerinin denetimi ABD açısından Çin’in ekonomisini e- line almak için de önemliydi. Rusya çıkarılırken Çin’in girmesi engellene­cekti. Afganistan’daki başarısızlık bu konuda da başarısız olmayı getirdi. Çin Kazakistan, Türkmenistan, Özbe­kistan ile enerji çıkarım anlaşmaları imzaladı. Bu da yetmedi, başka alan­larda da ekonomik işbirliği anlaşmala­rı yaptı. Kısaca ABD çıkarken Rusya ve Çin bölgeye girdiler.

ABD ve Batı tekelleri Kazakistan petrolleri gibi yerlerde çeşitli hisseler, çıkarım anlaşmaları imzaladılar, ama BTC gibi bir hat kurulamadı. Batı Rusya’daki gibi buradaki petrolleri de elinden kaçırınca sahip olduğu petrolü daha pahalı satmak, onu daha değerli hale getirmekte artık bir çekince gör­müyor. Ayrıca Irak petrolüne sahip o- lamadıkça ve Ortadoğu petrolü üzerin­de geleceğini karanlık gördükçe petro­lün pahalı hale gelmesi de kaçınılmaz oluyor.

3. Güney

Hazar Denizi’nin güneyinde bir ülke daha vardır; îran. İran iki yönden stratejik bir noktadadır. Bir yandan Hazar petrollerinin İran üzerinden geçmesi en rasyonel olanıdır. Hem BTC hem de Türkmenistan-Afganis- tan-Pakistan yolundan daha kısa ve daha ucuzdurlar. İstendiği taktirde Ha­zar petrolü İran, Irak ve Suriye üzerin­den BTC’den çok daha kolay bir şekil­de Akdeniz’e aktarılabilir. Bu yol ke­sinlikle BTC’nin ölümü demektir. Ba­tı devletleri ve petrol şirketleri hiçbir zaman böyle bir şeye göz yummaya­caktır.

İkinci olarak İran, Ortadoğu petrol alanında bulunur. Bölgenin 2. büyük petrol, dünyanın birinci büyük doğal- gaz rezervine sahiptir. 1979 yıllına ka­dar İran Şahı eliyle ABD İran petrolle­rini denetliyordu. İran halkı o günler­den ABD’yi iyi tanır. Şah devrildiğin­den beri İran rejimi petrolüne kendisi

61

Page 64: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

C |O İ Kasim-AraLi I< 2005

sahip çıkmak istedi. Rusya gibi kendi doğal kaynaklarına sahip olmak isti­yor. Enerji kaynaklarını bir Suudi Ara­bistan, Libya gibi yabancı petrol tekel­lerine peşkeş çekmek istemiyor. İran üstüne kurulan tüm komploların nede­ni budur. ABD kendi şirketlerine yar olmayanı da başkasına yar etmeyecek, onu abluka altına alacaktır. Ama işte I- rak’ta takıldı kaldı. Her geçen gün e- nerji çıkarını korumakta zorlanıyor.

İran’ın en büyük destek güçleri a- rasmda aynı kaderi paylaştığı Rusya vardır. ABD’ye karşı duruş Sovyet dö­neminden beri sürmektedir. Şimdi de Rusya ile ABD’ye karşı mücadele de ittifak yaparlar. Rusya Hazar petrolü­nün, hatta kendi payının bile İran üze­rinden pazarlanmasmda büyük bir çe­kince görmüyor, Batı petrol tekelleri i- le dövüşte hatta bunu gerekli görüyor. O zaman BTC hattına karşı daha etkin savaşılacak ve belki Çeçen sorunu böylece yok olup gidecektir.

Aynı şey Çin içinde geçerlidir. 100 milyarlar değerinde 20 yıllara kadar varan İran petrolleri ile anlaşması var­dır. O nedenle İran’ın arkasında durur. Aynı şeyi son güne kadar Hindistan i- çinde söylemek mümkündü. Ancak şimdi Hindistan ABD ile yaptığı nük­leer enerji anlaşması ile İran ve ABD arasında ikili oynamaya başladı. Olay­ların nasıl sonuçlanacağını yakında göreceğiz.

SSonuçta, ABD İran petrollerini de­

netime almak konusunda bu sürede bir

başarı sağlayamadığı gibi Afganistan ve Irak savaşındaki başarısızlıkları ge­lecekte de bir umut bırakmıyor. Şimdi AB ile birleşik olarak İran üzerine baskı yapılmaya çalışılıyor. BM Gü­venlik Konseyi’ni yollama bu işin a- dımları arasında.

İran henüz dünya piyasalarına öz­gürce giren bir petrol gücü değildir. Üstünde bin bir baskı vardır. Bunun sonucu da petrol fiyatlarının geleceği­ni belirleyecektir. Batı İran konusunda da yenik dövüşüyor demek yanlış ol­mayacaktır. Ama önümüzdeki günler bu savaşın nasıl çözüleceği konusunda yeni ipuçları verecektir.

Yani ortada bir belirsizlik vardır. Hiçbir şey henüz kesinleşmemiştir. Güçler dengesi oradan buraya değişe­bilir. İran bağımsızca petrol gücü ola­bilir de olmayabilir de. Ancak bu be­lirsizlik elbette petrol fiyatlarım yuka­rı çekici bir işlev görmektedir.

c. Önemli iki ülke

Özünde petrol fiyatındaki yükseli­şin temel nedeni Rusya ve İran’ın var olan petrol tekel ve kartelleri araşma girmesi mücadelesidir. Fakat bu savaş elbette diğer petrol alanları üzerindeki ülkelerin durumundan etkilenmekte­dir. Ancak bunlar çok belirleyici değil­dirler.

1. Venezüella

Fakat özellikle iki ülkenin etkisini dikkate almak gerekmektedir. Birinci­si Venezüella’dır. Bilindiği gibi ülke

lideri Chavez ülke petrollerini aynı İ- ran gibi ulusal çıkarlar doğrultusunda kullanmak istediği için ABD’nin şim­şeklerini üzerine çekiyor. ABD darbe yaparak onu iktidardan indinnede ba­şarılı olamadı. Venezüella’nın ABD petrol tüketiminin %15’ini karşıladığı­nı düşünürsek ABD bu ülkeye bağım­lıdır. Denetimini eline alamadığı bir durumdadır. Üstünde bir güçtür.

İkinci olarak Chaves petrollerin üstündeki tekel karlarına sınır getir­meye çalışmaktadır. Onlardan aldığı çeşitli vergileri artırmaktadır. Birçok haklarım kısıtlamaktadır. Böylece di­ğer petrol üreten ülkelere yeni bir ufuk açmaktadır. Sırf baş kaldırması bile büyük anlamlar taşıyor. Başka boyutta bir dövüş veriyor. Bu petrol tekelleri­nin cinlerini tepelerine çıkarmaktadır.

Üçüncü olarak Latin Amerika’da çeşitli biçimlerde örnek olmaktadır. Bölgede irili ufaklı petrol çıkaran, do- ğalgazı olan ülkeler vardır. Bunları Petrosur adlı bir şirket içinde tekelleş­tirme mücadelesi veriyor. Böylece çı­karlarını daha iyi savunabilecekler. Birbirlerine yardım edebilecekler. Çı­karım arama konularında Batı petrol tekellerine mecburiyetleri azalacak. Elbette bu Batı’mn hiç işine gelme­mektedir.

Dördüncü olarak Venezüella pet­rol tüketen Güney Amerika ülkelerine ucuz petrol verme önerisi getirdi. 13 ülke bunu kabul etti. Anlaşma imzala­yanlar varili 40 dolardan petrol ala­caklar. Petrol fiyatlarının 65 dolar ci­varında olduğunu düşünürsek bu çok önemli bir öneridir. Hatta Chaves ABD’de Katrina Kasırgası’ndan zarar görenlere bile ucuz petrol önerdi. Ve­nezüella bu ucuzluğu kendi zararına sağlamıyor. Aradan aracıları kaldırı­yor. Kendine ait petrol dağıtım şirket­leri kanalıyla petrolü dağıtıyor. Aracı­ların varil başına 18-20 dolar koyduğu hesap ediliyor. Chaves işte bu sayede halka daha ucuz petrol verebiliyor. Bunun ABD’nin cinlerini tepesine topladığına hiç şüphe yoktur. Ama e- linden bir şey gelmemektedir. Ancak Venezüella ile bu konuda anlaşma im­zalamak elbette Washington’a karşı cepheye geçmek demektir. Ve başka

62

Page 65: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraLiI< 200?

Dnuçları vardır. Ama şimdiye kadar ülke bu anlaşmayı imzaladılar. Ve-

ezüella ABD’ye karşı yanma başka keleri alarak karşı duruşunu güçlen­miyor.

Son olarak Chaves petrol gelirleri- kullanış biçimi ile de ABD’yi çıl-

ırrmaktadır. Petrol gelirleri yoksul ılkın refahını yükseltmek için kulla­nıyor. Halkların sağlık, eğitim, konut : açlık sorunları çözülmeye çalışılı- er. Bununla yalnız kendi ülkesinde eğil, tüm Latin Amerika’da beyinler-

ışıklar yakıyor. ABD emperyaliz- linin yalnız petrol alanında değil, her anda kökten sarsılmasının temelleri ilmiş oluyor.

Bütün bunların petrol fiyatlarını likan çektiğini yazmaya sanırız gerek oktur. Batı petrol şirketleri ve ülkele- her cepheden sahip oldukları petrol anlarının daraldığım hissetmekte ve yatı yukarı çıkarmaktan başka çare imlemektedirler.

2. Çin

Petrol fiyatı yalnız rrol üreten ülkelerce,İni arz cephesiyle he­rlenmez. İşin bir de tü- Eîiciler, talep cephesi irdir. Bu konuda özellikle Çin ve son imanlarda da Hindistan’ı dikkate al­lak gerekir. İki ülkenin de enerji açı-

[var. İki ülkede büyüyen ekonomile- in ihtiyacı petrolün akışını güvence ma alma mücadelesi veriyorlar. Çin

oonomik büyümesinin sağladığı fı- insal avantajlar ile boylu boyunca Hrol alanlarına atılıyor. Petrol olan :r yerden kendisine hisse almaya ça-

Iıyor. Hindistan da öyle. Dünyanın büyük petrol tüketicisi ABD de öy- değil mi? Tüketeceği petrol kaynak-

rma mümkün olduğunca sahip ol- ek istiyorlar.

Çin ve Hindistan enerji açısından BD ve dünya petrol şirketlerinden ığımsız kendi girişimleri ile kendi e- :rji açıklarına çareler arıyorlar. Bu- n için çeşitli petrol zengini ülkelerle tlaşmalar yapıyorlar. Genelde bunu ıparken birçok yerde bilimleriyle iş rliği içindeler ya da aynı alanlardan sseler almaya çalışıyorlar. Hem bir­

birlerine rakipler hem de diğer dev petrol şirketlerinin gücüne karşı güç birleştirmeye çalışıyorlar.

İki ülkede ABD’nin dışladığı, ab­luka altına, baskı altına aldığı İran, Su­dan ve Angola gibi ülkelerle petrol an­laşması imzalıyor. İki ülkenin de İ- ran’m Yadavaran alanında hisseleri var. Çin devlet petrol şirketinin %50, Hindistan ONGC’nin ise %20. Su­dan’ın Büyük Çin Petrol Projesinde Çin’in %40, Hindistan’ın %25 payları var. Angola ihalesini geçtiğimiz sene ekonomik yardım sözü verdiği Çin al­dı.

Çin’in Kazakistan’da çeşitli hisse­leri var. Hindistan’ın da. Rusya Sakha- lin alanında da ikisi de pay almış.

Ancak Çin’in hem payları daha büyük hem de onun Güney Amerika ve Kanada ile de petrol ortaklıkları var. Çin, Amerika ülkelerinin çeşitli çıkarım projeleri ve alt yapı tesislerine

yatırım yapıyor. Venezüella ile iyi iliş­kiler içinde, ortak yatırım ve yardım­laşma projeleri var.

Çin’in bir özelliği gittiği ülkeye çeşitli cazip teklifler getiriyor. Kredi­ler açıyor. Başka alanlardaki anlaşma­larla petrol anlaşmasını birleştirmeye, iki ülke ilişkisini petrol bağından öte­ye geliştirmeye çalışıyor. Bu anlamda da yatırımı cazip oluyor. Çoğu yerde başarı kazanıyor.

Hindistan bu konuda daha geri du­rumda, böyle bir öneri getirmiyor. Hisseleri de Çin ile karşılaştırıldığında daha az. Çin 2 ülkenin ortak olarak dünya petrol pazarına girmesini öner­di. Ancak buradan pek bir sonuç çık­madan Hindistan Bush’un kendisine nükleer enerji teklifini kabul ederek biraz Çin, İran, Rusya, ve Üçüncü Dünya saflarından kopup ABD ile iş­birliğine girmiş gibidir. O nedenle Hindistan konusu biraz karışıktır.

Ancak buradan petrol fiyatları ile ilgili bir soriüç çıkmaktadır. Çin de ü- retici olarak değil tüketici olarak dün­ya petrol tekelleri arasında yer kapma­ya çalışmakta. Petrol piyasasını bu an­lamda kızıştırmaktadır. Çoğu yere ak­tif olarak, alternatif olarak girmekte ve başarı ile çıkmaktadır. Bu anlamı ile elbette petrol piyasasında söz sahibi olmaya başlıyor. Bu olgu da dünya petrol rekabetini başka bir boyuta taşı­maktadır.

ABD Çin’e gelecekteki en büyük rakibi olarak bakıyor. Onun enerji kaynakları üzerindeki sahipliğini ken­disine karşı bir saldırı olarak düşünü­yor. Hatta ABD petrol şirketi Unocal’a Çin ABD şirketi Chevron’dan 1 mil­yar dolar fazla fiyat verdi. Ancak ABD Çin’e satılmasını engelledi. Sırf onun kendi içinde petrol sahibi olmasını is­temediği için. Hiç şüphe yok ki Çin’in her kazandığı ihale, aldığı pay, yaptığı yatırım ABD petrol tekellerini sinir­

lendirmekte ve karşılarında büyüyen bir düşman görmektedirler.

Bu da petrol fiyatlarının istikrarlı bir şekilde yukarıya tırmanmasında el­bette önemli bir baş etmendir.

d. Diğer nedenler

Petrol fiyatlarının artmasını etkile­yen elbette başka nedenler de vardır. Kısaca bunlara da değinmek yerinde olacaktır.

İlk olarak yazının diğer kısımla­rında da değinilip geçtiğimiz bir konu­ya parmak basmak gerekir. Petrol çı­karımının kendi maliyeti eskisine o- ranla pahalılaşmıştır. Hem Rusya pet­rolünü çıkarmak doğa koşulları nede­niyle pahalıdır hem de yer olarak kul­lanım alanlarına boru hatları ile taşın­ması maliyeti yükseltmektedir. Yani Chaves ve Chevron yöneticisinin de­diği gibi ucuz petrol fiyatı artık geç­mişte kaldı. Bundan sonra eskisi gibi varili 20 dolar civarında petrol bulun-

Çin'in bir özelliği gittiği ülkeye çeşitli cazip teklifler getiriyor. Kredi­ler açıyor. Başka alanlardaki anlaşmalarla petrol anlaşmasını birleştir­meye, iki ülke ilişkisini petrol bağından öteye geliştirmeye çalışıyor. Bu anlamda da yatırımı cazip oluyor. Çoğu yerde başarı kazanıyor.

65

Page 66: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

CJOİ ICasim-AraIik 2005

mayacaktır. Fiyatların artmasının bir kısmı maliyetle doğrudan ilgilidir.

İkinci olarak finansm günümüz dünyasında spekülatif özelliğinin art­ması petrolden oturduk yerde kar dev­şirme olanağını doğurmuştur. Eskiden fınans ve kapital, yani sermaye birbir- leriyle ortaklık içindeydiler. Çünkü fı- nans ancak kapitalin kar devşirmesin­den pay alarak varlığını sürdürüyordu. Ancak günümüzde öyle değil. Para ile para kazanılır hale geldi. Oturulan yer­den bilgisayar tuşlarına basarak sani­yede paranın bir ülkeden diğerine ak­tarıldığı bir düzende fınans aldı başını gidiyor. Kapitalin yatırım yapıp, kar etmesini ve ondan pay almasını bekle­mesine gerek yoktur. Finansm hakimi­yeti artmıştır. Şimdi petrol fiyatları ile oynanarak misler gibi para kazanıl­maktadır. Ya da isterseniz çürüyen ka­pitalizmin son günlerinin beklenen so­nuçlarını yaşıyoruz. En belirgin olarak da kendini petrol fiyatlarında gösteri­yor. Petrol araştıracağım, yeni alanlar bulacağım, sonra bunları çıkarmak i- çin kan ter dökecek, yatırım yapaca­ğım, tüketicinin ayağına taşıyacağım

360 milyar dolar gelip ABD kasalarına yerleşecek. Petrol fiyatları arttıkça bu akışın hızı da artmaktadır. Yani petrol gelirleri gene ABD’de toplanmaktadır. Bu nedenle fiyat ne kadar yükselirse ABD bankalarına giren para o kadar artmaktadır. Bu dolarların çoğu da ABD tahvilleri, bonoları almaya yatı­rılmaktadır. Petrol fiyatlarının yüksel­mesi ABD bütçe ve cari açıklarını ka­patmaya hizmet etmektedir. Tahminle­re göre ABD askeri gücünün %80’ini petrol alanlarının denetimine yatırmış­tır. Bunun karşılığını böyle kapatmak­tadır. Petrol fiyatlarının artması bu ne­denle çok işine geliyor. Savaş harca­malarını kapatıyor.

ABD’nin iç nedenlerine bağlı baş­ka bir gerekçe de Irak Savaşı’na mu­halefetle açıklanabilir. Biliyoruz, ABD’de Irak Savaşı’na muhalefet çok yükseklere tırmandı. Hatta Bush’un desteği iktidara geldiğinin en düşük düzeyinde. “Irak’tan askerleri çeke­lim” cephesinin sesi yükseliyor. Bu­nunla birlikte petrol fiyatları da artı­yor. Elbette bir paralellik var. Eğer kartellerin savunduğu gibi yeni petrol

Yüksek petrol fiyatları Batı'nm Üçüncü Dünya ile dövüş biçimidir. Son teknik Batı'nm elindedir. Son teknik bir mai üretiminde en az petrol girdisi sağlamaktadır. Petrol fiyatı yükseldiğinde Batanın yaptığı mal,

maliyet olarak daha eski teknikle üretilenden ucuza gelmektedir.

demeye, bunlarla uğraşmaya gerek yoktur. Aynı kar petrol fiyatındaki yükselmelerle sağlanıyorsa sorun yok­tur. Kapitalizmin insanlara hizmet et­mek, iyilik yapma diye hiçbir derdi ol­madı, olmayacakta. Yarın insanlar do­nacaksa donar. Kapitalizm işte bu ö- zelliği nedeniyle, yoksa bizler istedi­ğimiz için değil, batmak zorunda Zâ­ten.

Petrol fiyatlarının artmasının ü- çüncü nedeni petrol hakimiyetinin ABD’nin elinde olması ile bağlantılı­dır. Biliyoruz petrol henüz dolar üze­rinden satılıyor. Euro üzerinden satıl­sın diyenler, hatta bu konuda girişim­ler var, ama henüz ABD hakimiyeti sahansa bile çökmüş değil. Sonuçta petrol dolarları yine ABD Wall Stre­et’inde toplanıyor. Hesaplara göre 2006 yılında petrolden elde edilecek

alanı keşfetmek zor ise ve kapitaliz­min denetlediği petrol alanları azalı­yorsa o zaman Irak petrolüne sahip ol­mak daha değerli hale gelmiyor mu? Petrol fiyatları artıyorsa o zaman ABD’nin bu ülkede ne pahasına olur­sa olsun kalma mücadelesi vermesinin anlamı da artmaktadır. İsterseniz şöyle diyelim. “Irak’tan askerlerimizi çeke­lim” halk çığlıklarına karşı ABD pet­rol kartelleri o zaman petrol pahalıla- şacak yanıtı vermektedirler. Bu karşı savaşa karşı bilinçli bir şekilde petrol fiyatları yukarı çekilmekte, savaştan yana olanlar cephesi güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Halk, “doğru, eğer petrol bu kadar kıtlaşıyorsa Irak’ta sa­vaşmamız gerekli, bu uğurda kan akı­tılmak, para dökülmeye devam edil­meli”, demeye zorlanmaktadır.

Beşinci olarak petrol üreten ülke­

ler IMF ve ABD’ye olan borçlarını da­ha rahatlıkla ödeyebiliyorlar. Örneğin Rusya, Sovyetlerden kalan borçlarını vaktinden önce ödeyeceğini açıkladı. Bir taksitini de daha önce böyle erken­den ödemişti. Şimdi tüm borçlarını ö- deyecek. Böylece hem faizlerinden kurtulacak hem de bağımlılığı azala­cak, daha serbest davranabilecek. Meksika’da petrol üreticisi, ABD’ye olan borçlarını tıkır tıkır ödüyor. Bu­nun gibi petrol gelirlerini borç ödeme­ye ayıran ülkeler var. Petrol fiyatları­nın yüksekliği buna olanak tanımakta­dır. Batı fınans güçleri hızla gördükle­ri ölümlerinden önce paralarına kavuş­mak istemektedirler. Hem petrol tüke­ten hem de çok borçlu olanlar var. Bunların durumu gün geçtikçe kötüle­şiyor. Ancak kapitalizm bunlarla ilgili umudunu kesmiştir.

Son ama çok önemli bir olguya daha işaret etmek gerekmektedir. Yük­sek petrol fiyatları Batı güçlerinin Ü- çüncü Dünya Ülkeleriyle dövüş biçi­midir. Onları zora sokmaktır. En başta son teknik Batı’nm elindedir. Son tek­nik bir mal üretiminde en az petrol gir­

disi sağlamaktadır. O nedenle petrol fiyatı yükseldiğinde Batı’nm yaptığı mal sonuçta ma­liyet olarak daha eski teknikle üretilenden u- cuza gelmektedir. O za­

man Batı malı rakipleri karşısında da­ha ucuza mal olmuş olmaktadır. Bu bi­rincisidir. Ancak başka önemli bir fak­tör daha vardır. Petrol fiyatı yükseldi­ği zaman bir malın içine giren işçi ma­liyetinin değeri düşmektedir. Yani bir malın genel değeri hesaplanırken pet­rol fiyatı 20 dolar ise diyelim maliyet içindeki payı %10. İşçi ücretinin mali­yet içindeki fiyatı da diyelim 30. An­cak petrol fiyatı 70 dolara çıktığı za­man aynı mal içinde petrolün değeri %10’dan yukarı tırmanacak, işçi mali­yeti ise azalacaktır. Yani petrol fiyatla­rının yükselmesi o malın içine giren işçi ücreti maliyetini düşürmektedir. Bunun ne yararı var denebilir. Üçüncü Dünya ülke malları genelde ucuz işgü­cü üzerinde duruyor. Petrol fiyatının yükselmesi ile bu avantajın nominal farkı azalıyor. Böylece Üçüncü Dünya

64

Page 67: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 200? C jjO İ

ülke malları Batı mallan karşısındaki ucuz işgücü avantajım yitirmiş oluyor­lar. Bunun uzantısı olarak Üçüncü Dünya Ülkeleri yaban burjuvalarının iflası kolaylaşıyor. Bu özellikle başka açıdan da doğrudur. Çünkü Üçüncü Dünya yaban burjuvalarının elinde çok fazla sermaye yoktur ve şimdi pet­rol fiyatlarının artması onlan dar bo­ğaza sokmaktadır. Yüksek petrol fiyat­ları maliyeti artırmakla kalmıyor, aynı zamanda o mala toplam girdi miktarı­nı artırıyor. Ve bu malın satılıp tekrar paraya çevrilme süresinde gereken sermaye ihtiyacı artarak Üçüncü Dün­ya burjuvalarını dar boğaza sokuyor. Ve büyük bir olasılıkla da yakında on­ları piyasadan dışarı atacak ve iflasla­rına yol açacaktır.

Son bir şey daha söylemekten ken­dimizi alamayacağız. İran üstüne yapı­lan baskılar petrol fiyatlarının yüksel­mesine neden olmaktadır. Sanırız bun­dan kimsenin şüphesi yoktur. Yani İ- ran’a her saldırı lafı petrol fiyatını bir­kaç kuruş artırıyor. Eğer petrol fiyatla­rının yüksekliğinden Batı zarar gördü­ğünü düşünse şimdiye kadar mutlaka İran sorununu başka yollarla çözme girişiminde bulunurdu. Yükselme kar­şısında bangır bangır bağırır ortalığı birbirine katardı.

Yüksek fiyatın zararlarıBatı basını genelde “Yüksek pet­

rol fiyatlarına rağmen güçlü bir eko­nomik büyüme içindeyiz.” diyor. 15- 16 Ekim tarihlerinde G20 temsilcileri Pekin’de buluştular. G7 liderleri ve 13 büyük kalkınmakta olan ülke liderleri IMF ve Dünya Bankası ve Merkez Bankaları şefleriyle birlikte toplandı­lar. Ortak açıklamada “Yüksek petrol fiyatları global ekonomiye en büyük tehdittir. Uzun süreli, yüksek ve dalga­lı petrol fiyatları enflasyonist baskıyı artırıp büyümeyi yavaşlatabilir” dedi­ler. Aynı toplantı sonrası ABD Merkez Bankası şefi Alan Greenspan ise yük­sek petrol fiyatlarının 1970’lerdeki gi­bi global ekonomide büyük sonuçlar doğurmayacağım açıkladı.

Batı elbette olayın ciddiyetinin farkında ama Greenspan tehlike büyük dese ve felaket tellallığı yapsa borsalar

ertesi günü reaksiyon gösterir ve dü­şerler. O nedenle temkinli davranmak­ta yarar var. Ayrıca şimdilik dünya fı- nansınm yüksek fiyattan çıkarı zara­rından çok. Böyle devam etmesinde bir sakınca görmüyorlar. Var olan kriz­lerini Üçüncü Dünya Ülkelerine atı­yorlar. Onların sıkıntıları üstünde geli­şiyorlar. Ama G20 sonuçta tehlikenin büyüklüğünün farkında. Sesi o kadar çıkıyor.

Aslında dünyamıza baktığımızda durum I. Dünya Savaşı öncesi Flindis- tan’daki durumdan çok farklı değil. Tek fark belki de açlıktan ölen insan iskeletlerinin tüm dünyada görülür ol­ması. Elbette bunun tek nedeni yüksek petrol fiyatları değil. Petrol fiyatları­nın yüksekliği küreselleşmenin yarat­tığı sınıf farklılaşmasına son damla ol­du.

Açlar ve yoksullar kıtası Afrika’da milyonlarca insan zaten ölümle yüz yüze. Yılların sömürüsü ile karınlarını doyuramaz haldeler. Etiyopya’ya, Zimbabwe, derken aç insanlar ülkesi Nijer eklendi. Şimdi Malavi’deki 5 milyon insanın ölümle karşı karşıya olduğu haberini duyuyoruz. Eritre pet­rol almaya parası olmadığını açıklaya­rak petrolün sadece temel ihtiyaçlar i- çin kullanılacağını söyledi. Petrol ol­maması demek tarım araçlarının çalı­şamaması demek. Eritre yüksek petrol fiyatlarının sonucunda yarın milyon­larca aç insanın ülkesi olacak. Zambi­ya’da aynı yolun yolcusu. Ülkede ba­kır madeni var. Tek döviz geliri bu.

Petrolsüzliik bu madenin işletilmesini engelliyor. Petrolün yokluğunun yal­nız tarımı değil, tüm ekonomiyi içine alan bir durma yaratacağının açık ör­neği.

Güney Asya petrol üreten ülke e- konomileri ve halkları zor dürümdalar. Endonezya petrol ihraç eden ülke ko­numundan 2004 yılında ithal eden ko­numa geçti. Petrole sübvansiyonu kal­dırmak istiyor. Ama halk sokaklara dökülüyor. Taşımacılık, elektrik harca­malarına gelen yükü reddediyor. Bir gram daha zam kaldırmaya halkın hali kalmamış durumda. Aynı şey Filipin- ler için geçerli, petrol karneye bağla­nacak. Şimdiki fiyatlar ülke bütçe den­gesini altından kalkılamayacak şekilde bozuyor. Devlet memurları aylardır haftada 3 gün tatil yapıyorlar. Süper market çalışanları 1 saat erken gidi­yorlar. Gece saat 21 den sonra sokak ı- şıklarını askeriye indiriyor. Yemen’de daha- geçenlerde petrol fiyatlarına zam üzerine halk sokaklara dökülüp zamla­rın geri alınmasını sağlamıştı. Sonuçta petrol fiyatlarının bedeli halkın hemen cebinden alınamazsa bu kez devlet borcu olarak, vergilerle yine başka şe­killerde halktan çıkarılıyor.

Orta Amerika, ABD’nin ön bahçe­si, tekellerin tüm pisliklerinin acısının en yakından yaşandığı yer. Costa Rika dışında bölge ülkelerinin hepsi elekt­riklerinin %80’ini petrolden elde edi­yorlar. O nedenle elektrik fiyatları hal­kın kaldıramayacağı yüksekliklere tır­manıyor. Panama, Nikaragua ve Hon-

65

Page 68: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

C jO İ KASiM-ÂRAlık 2005

duras’ta grevlere gidildi. Petrol fiyatı taşımacılık iş kolunu da etkiliyor. Honduras, Nikaragua’da taksi ve oto­büs şoförleri kontak kapattılar. Hondu­ras’ta zam geri alındı.

Orta ve Latin Amerika ülkeleri 15 yıldır yeni liberal politikalarla yöneti­liyorlar. Neredeyse tüm ekonomi özel­leştirilmiş durumda, ama vaat edildiği gibi ne hizmet kalitesi arttı ne de ucuz­ladı. Elektrik, su, taşımacılık hepsi pa- halılaştı ve çoğu halk kesimlerinin kullanımı dışına çıktı. îşin ilginç yanı petrol ve doğalgaz ülkesinde olan halklar bile bu fiyatlara rağmen bir çı­kar sağlayamıyorlar. Ekvator ve Ko­lombiya’da petrol çıkarılıyor. Boliv­ya’da doğalgaz ve petrol var. Ama ne­dense halk yine sokaklarda ve bu te­kellerin ya ülkelerinden çıkıp gitmele­rini ya da onlardan alman vergilerin artırılması için sokaklara dökülüyor­lar. Ve Bolivya’da halkın suyu yok. Ekvator’da yol yok vs gibi.

Yüksek petrol fiyatlarından etkile­nen yalnız Üçüncü Dünya’nm yoksul halkları değil, merkez ülke halkları da yükselişi hissediyor. Petrol varilinde her 10 dolarlık artışın ekonomide %0.5’lik bir duraklamaya yol açacağı tahmin ediliyor. Yani daha çok işten çıkarmalar, daha yüksek enflasyon ve pahalılık demek. İngiltere’de BBC 2 milyonun üstünde evin yeterince ısı- namadığını, sıcak su ihtiyacını karşıla­yamadığını tespit etmiş. Kamyon şo­förleri iflas etmeyeceklerse petrol zammını fiyatlara yansıtma mücadele­

si veriyorlar. Gübre fiyatları %30 art­mış. Çiftçiler zarar ediyorlar. Plastik sanayi tehdit altında. Fransa’da rafine­riler tam kapasite ile çalışıyor ve her­hangi bir aksaklıkta petrol fiyatının yeniden yükselmesi kaçınılmaz. “Sü­per güç” ABD’de yoksul halklar tasar­rufta. Gerekçe olarak yaşanan kasırga­lar gösteriliyor, ama bu petrol fiyatla­rının doğurduğu bir sonuç. Kamu taşı­macılığının çok az olduğu ülkede in­sanlar tasarruf için arabalarını daha az kullanmak zorunda kalıyorlar. Isınma giderleri %32.48 artmış. Elektrik gi­derleri de öyle. Bush devlet dairelerin­de klimaları, fotokopileri ve bilgisa­yarları geceleri kapatma kararı aldı. Gereksiz yere memurların seyahat et­memeleri önerildi.

Merkez ülkeleri genelde petrole yapılan zammı direkt tüketiciye yansı­tır. Şimdi bunun bir şekilde devlet sır­tına bindirilmesinin yolları aranıyor. Yoksa halkın isyanından korkuyorlar. Üçüncü Dünya Ülkelerinde devlet sa­nayiyi desteklemek için genellikle pet­rol fiyatlarına sübvansiyon yapar. Hem küreselleşme, yeni liberal politi­kalarda devletin ekonomiden çekilme­si hem de şimdi petrol zamları devlet bütçelerini yoka çevirdi. IMF borçları zaten birikmiş. Şimdi sübvansiyonları kaldırılmak ve direkt halkın sırtına yüklenmek zorunda. Halk burnundan soluyor. Çoğu yerde bunlar halklar ve devletler arasında önemli sürtüşmelere yol açacağa benzer.

SonuçoPetrol fiyatları tüm zamanların en

yüksek düzeyinde seyrediyor. Gerekçe olarak çeşitli şeyler öne sürülüyor. An­cak petrol üzerindeki arz ve talepte bir denge vardır. O nedenle fiyat artışları­nı Çin ve Hindistan tüketiminin fazla­laşması, kasırga felaketi, rafineri soru­nu ile açıklamak yeterli değildir. Pet­rolün bitmek üzere olduğu, yeni re­zervlerin bulunamadığı gerçekliği şimdi yakın gelecek için doğru gerek­çeler olmadığından gene petrol fiyatı­nın bu yükselmesini açıklamıyor. Bü­tün bu gerekçeler arz ve talep yasaları ile işlediğini savunan kapitalist ekono­mi kurallarına uymuyor.

Petrol fiyatları özünde sosyalist sistemin yıkılması, Rus petrollerinin kapitalist sistem içine girmesi ve küre­selleşmenin başlaması ile ilgilidir. Rusya kendi petrollerine ulusal bazda sahip çıkıp dünya petrol tekelleri ile kıran kırana rekabete girdi. Batı petrol tekelleri istedikleri gibi bu yeni alanın petrolünü denetimlerine alamadılar. En önemli petrol alanı Ortadoğu’da da denetimi ellerine geçiremiyorlar. Ba­tı ’nm hem kendi petrol kaynakları a- zalıyor hem de Üçüncü Dünya petrol alanlarının denetimini her gün biraz daha elinden kaçırıyor.

Öte yandan yeni liberal politikalar ve küreselleşmenin yarattığı korkunç soyguna karşı Üçüncü Dünya Ülkeleri kaderlerini kendi ellerine alma yoluna girdiler. İran ve Venezüella gibi petrol ihraç eden ülkeler merkezlere baş kal­dırışları ile örnek oluyorlar. Rusya, Ve­nezüella, İran merkez petrol şirketleri­nin çıkarları karşısında durmaya başla­dılar ve bu pazardaki paylarını istiyor­lar. Elbette bu direnç diğer OPEC ülke­lerini de etkiledi. Son dönemde petrol fiyatlarının artmaya başlaması bu olgu­larla başlar. Bu korkulu ve güvensiz gi­diş petrol spekülasyonunu körüklüyor. Dolar hala dünya parası ve ABD eko­nomisi de güçlü olmaya devam ettikçe petrol fiyatlarının yükselmesi petro-do- larlarm toplandığı ABD’nin açıklarını kapamasına yardım ettiği için işine gel­mekte ve bizzat teşvik edilmektedir.

21.10.2005

rbb

Page 69: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 2005 C jO İ

AFL-CIO’dakİ bölünme nereye?Mehmst flkyol

Yeni yapılanma sınıf içinde ortaya çıkan yatay ve dikey bölünmeleri dikkate alarak bunların mücadelenin önüne engel olmakta çıkaracak bir program ve

yapılanmaya sahip olmalıdır. Her ne kadar sendikalar göçmenler, kadınlar, gençler, işsizler ve benzerleri için belli çalışmalar yürütüyorsa da bunların eski

sendikal örgütlenme mantıklarını aşmadığı da ortadadır.

‘Değişim için birlik’ mi?

1955’te AFL (Amerikan Emek Federasyonu) ile ClO’nun (Endüstri­yel Örgütler Kongresi) birleşmesiyle ortaya çıkan AFL-CIO, Temmuz so­nunda yapılan kongre öncesinde ö- nemli bir bölünme yaşadı. Federas­yon üyelerinin yaklaşık %40’mı bünyelerinde toplayan 5 sendika ay­rılarak Ekim ayında yeni bir federas­yon kurma hazırlıklarına başladılar. İlk bakışta hangi tarafın daha ilerici olduğunu söylemek zor gibi gözükü­yor, genel olarak ayrılan 5 sendika­nın, geleneksel sendikal çizgiye mu­halefet ettikleri bu anlamda ilerici kanadın bu olduğu söyleniyor. Öte yandan AFL-CIO’nun da gerçekle­şen kongresinde, Irak’tan tüm asker­lerin çekilmesini talep eden bir karar alması kafaları başka yöne çeviriyor, ı ht tp: / /www.changetowin.org, http://www.afl-cio.org )

Nitekim 10 yıl önce yapılan kongrede geleneksel gangster sendi­kacılık geleneğini devirerek işbaşına gelen Sweeny dönemin en ilerici sendikal hareketinin önderi olarak kabul ediliyordu. Sweeny’nin en bü­yük destekçisi ise yine nakliyat işko­lu sendikası Teamster’de en ünlü gangster sendikacı olarak bilinen 'baba) Hofa’yı 1991’de devirerek yeni bir dönem açan Carey olmuştu. Temmuz ayı sonunda yapılan kong­rede ayrılığın başını çekenler, Swe- eny’nin desteği ile genel hizmet iş sendikası başkanı olan A. Stern ve Teamster sendikasının yeni başkanı

Hofa, ama baba Elofa değil, oğul Ho- fa. Peki neler oldu da dostlar düş­man, düşmanlar dost oldu AFL-CIO içerisinde veya bu bölünmenin anla­mı nedir? Yoksa düz bir mantıkla hepsi de sermayenin işbirlikçileridir, al birini vur ötekine, demek mi ge­reklidir?

Bu soruları irdelemek için ABD sendikal hareketinin son yıllarda i- çinden geçtiği süreci gözden geçir­mek bir zorunluluk. Sendikal hare­ketin 1995 dönemecine kadarki serü­veni kısaca şöyle özetlenebilir.

‘95 dönemeci öncesi1980 sonrası özellikle Reagan

dönemi ve duvarın çöküşü ertesinde sendikal hareket şöyle bir ikilemle karşı karşıya kaldı, o zamana kadar sermayenin kanatları altına sığman ve var oluşunu ondan bağımsız dü- şünemeyen sendikalar, kendilerine

doğrudan veya dolaylı “artık sana ihtiyacım kalmadı” diyen sermayeye karşı nasıl davranacaklarını bilemez hale geldiler. Öte yandan geleneksel olarak var oldukları endüstriyel iş­letmelerde çalışanların sayısı sürekli azalırken, yeni ortaya çıkan ve genel olarak hizmet sektörü olarak adlan­dırılan yeni işkollarında nasıl örgüt­leneceklerini de bilemiyorlardı. 1996 yılında çizilen aşağıdaki tablo­da şunları görüyorduk.

Son 25 yıl içinde ABD’de çalı­şanların sayısı 65 milyondan 112 milyona çıkarken tek sendikal fede­rasyon olan AFL-CIO’ya bağlı 72 sendikanın üye sayısı 23 milyondan 16.4 milyona düşmüş! Üstelik bu sü­reç içinde işçi sınıfının yaşam koşul­ları gözle görünecek kadar kötüleş­miş, şöyle ki;

- Çalışanların % 16’sınm aldığı ücret “yaşamlarını sürdürmeleri için

67

Page 70: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

C JjO İ Kasim-AraIiIc 2005

gerekli gelirin” altında,

- Ortalama haftalık gelir ‘79’da 600 dolar iken bu ‘95’te 560 dolara düşmüş,

- 40 milyon ABD yurttaşı, yani toplam nüfusun % 15’nin hastalık si­gortası yok,

- Yıllık ücretli izin yok denecek kadar az, yılda 5 ile 15 işgünü arası,

- Sendikaların toplu iş sözleşme­si yapmadığı işyerlerinde çıkış süre­si yok, bugünden yarına çıkış her an mümkün,

- Çalışanların üçte biri hasta ol­duklarında hastalık parası alama- maktalar, sigortaları yok,

- İşyerlerinde işyeri temsilciliği, sendika temsilciliği tamamen unu­tulmuş kavramlar.

Bunlara ilaveten, sendikanın toplu iş sözleşmesi yaptığı işyerle­rinde ücret ve. sosyal hakların diğer işyerlerinde %20 ile %30 daha fazla olduğu söylenirse, sendikal hareke­tin hala neden üye kaybetmeye de­vam ettiğini açıklamak daha da zor­laşır.

İlk elden iki açıklama akla gel­mekte. ABD sermayesi daha yüzyı­lın başında, sarı sendikacılığı keşfet­

ti ve bunu “gangster sendikacılık” mertebesine yükseltti. İşveren yanlı­lığı artık iyice ayyuka çıkan bu kuru­luşlara işçilerin yanaşmamasını an­lamak zor değil. Diğer bir bakış, ser­mayenin artık bu kuruluşlara ihtiyacı kalmadığı yolunda. Son yirmi yıl i- çinde olanları gözden geçirmek her iki açıklamanın da doğru yanları ol­duğunu gösterir. Özellikle 1980 son­rası Reagan yönetiminin sendikalara yönelik bir dizi kısıtlayıcı önlemler getirmesi, sendikal harekette, deyim yerindeyse sonun başlangıcı oldu.

Yasal düzenleme, her işyerinde toplu iş sözleşmesi yapılması için,

işçilerin %30’nun yazılı isteği ile bir referandum yapılmasını öngörmekte. Hükümetin atadığı bir komisyonun gözlemi altında yapılan oylamadan işçilerin çoğunluğunun toplu iş söz­leşmesine evet demesi ile sendika iş­veren ile görüşme masasına otur­makta. Toplu iş sözleşmesi yapma­dan bir sendikanın o işyerinde üye kaydı yapmasının yasak olduğu dik­kate alınırsa bu sürecin ne kadar zor olduğu anlaşılır. Buna işverenin oy­lama öncesi işyerinde sendika aley­hine propaganda yapma imkanının olması, buna karşılık sendikanın iş­yerine girişinin bile yasak olduğu eklenirse, son yıllarda sendikaların nasıl bir tuzakla karşı karşıya olduğu iyice anlaşılır. Nitekim 1995 yılında yapılan 458 oylamanın yalnızca 136’smı sendikalar kazanabildi.

Böylece özellikle ekonomideki yapısal değişikliklere paralel olarak yeni işyerlerinde örgütlenmek zo­runda olan sendikal hareket önemli bir handikapla karşı karşıya. Kamu sektöründe %38 olan sendikalaşma oranı özel sektörde %10’lara kadar düşmüş durumda. Toplu iş sözleşme­si ile ücret giderlerinin artmasını is­temeyen işyerleri, üretimlerini başka bölgelere kaydırma yoluna gitmekte, böylece sendikalar için yeniden söz­

leşme hakkı alabilmek için yılları a- labilecek yeni bir süreç başlamakta.

Ancak sendikal hareketi inme- lendiren, işverenlerin saldırılarından çok, hala düzenle uzlaşma eğilimle­ridir. Bu çıkmazdan kurtulmak için sendikal hareketin attığı adımlar bir türlü istenen sonucu getirmiyor. Ör­neğin sendikal hareket yeni üretim teknikleri/organizasyonlarma ilişkin olarak önemli adımlar atıyor. İşyeri içinde oluşturulan çalışma grupları, yeni üretim organizasyonlarına karşı nasıl tavır alınması konusunda ö- nemli çalışmalar yaptılar. Sendikal hareket ilk planda, işyeri içindeki

sendikal örgütlenmeye karşı olarak oluşturulan bu çalışma gruplarına karşı tavır almasına rağmen, bunun yanlışlığım çabuk kavrayarak bu gruplar içinde etkinlik kurdu. Bu ge­çiş aşaması hala yaşanmakta, ancak bir anlamda sendikal örgütlenmenin doğrudan içinde olmayan bu işçi ör­gütlenmeleri, sendikal ve politik şa­şılıkları aşması halinde, sınıfın öz örgütleri olmaya aday gibi görün­mekte.

Tartışılmaya açılması gereken en önemli konuda bu zaten, sınıfın, ye­ni üretim yöntemlerine karşı nasıl bir örgütlenme ile cevap verebilece­ği... Gerek ABD deneyleri gerekse de Avrupa’daki deneyler, sendikal hareketin böylesine bir örgütlenme yaratma kapasitesine ve yeteneğine pek sahip olmadığını gösteriyor. O- nun ötesinde sendikal hareket bu tür­den ortaya çıkacak örgütlenmeleri kendine “rakip” olarak görebiliyor ve engelleme yoluna gidiyor. Bu ne­denle ABD’de yaşanan deney önem kazanıyor ve bundan sonraki geliş­mesinin takip edilmesi bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor.

Sınıfın bu tür örgütlenmelerinin, sendikal hareketten bağımsız olarak ortaya çıkması, sınıfın politik müca­delesi açısından önemlidir. Nasıl ki

sendikal hareket bu tür örgütlenmeleri dışla­mak yerine, içinde yer almayı denediyse, sını­fın politik örgütleri de bu konuda izleyecekle­ri yolu tespit etmelidir­

ler. Daha da ileri giderek söylenebi­lir ki, politik yapılanmalar bu tür ör­gütlülüklerin oluşmasını kışkırtmak, desteklemek zorundadır. Bunu ya­parken, sendikal hareketin dışlanma­ması da ayrı bir önem taşımakta.

ABD sendikal hareketi, sorunun çözümü konusunda kararsız bir adım attıktan sonra yine “kendi” derdine düştü. Sendikal bürokrasi öncelikle kendi geleceğini garantilemek için sendika birleşmelerini gündeme ge­tirdi. ‘95 yılında otomobil işçileri sendikası (UAW) ile çelik işçileri sendikası (USW ) birleşti. Bugünler­

Ancak sendikal hareketi inmelendiren, işverenlerin saldırılarından çok, hala düzenle uzlaşma eğilimleridir. Bu çıkmazdan kurtulmak için sendikal hareketin attığı adımlar bir türlü istenen sonucu getirmiyor.

Page 71: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 2005 q Q İ

de bu sendikalar üçüncü bir sendika ile makine ve uçak yapım işçileri sendikası (IAM) ile birleşerek 2 mil­yon üyeli bir sendika oluşturuyorlar. Benzer şekilde sendikal federasyon AFL-CIO da kendi yapılanmasını değiştirerek, bir yandan politik çalış­maya ağırlık verirken, bir yandan da sendikalara yeni üye kazanma kam­panyalarına girişti. Federasyon baş­kanlığına geçen yıl seçilen J. Swe- eny bu kampanyalar için 35 milyon dolar ayrıldığını söylüyor. Yani sen­dikal hareketin birikimlerinin yarıya yakını. Eğer bu kampanyalar bir ba­şarı sağlamaz, yeni üye kazanma gerçekleşmezse, sendikal hareket maddi açıdan da sonuna yaklaşıyor demek olacak.

‘95 dönemecinin izlediği yol

10 yıl öncesi için yapılan bu tes­pitleri bugüne taşırsak iki önemli bulgunun altını çizmek gerekecektir. Öncelikle sendikal hareket işyerleri içinde ortaya çıkan yeni üretim orga­nizasyonlarına uygun işyerlerinde bir örgütlenme yaratamadı. Bunun gerçekleşmesi hala ufukta gözükmü­yor. İşyerlerinde tutunamayan sendi­kalar kendi dertlerine düştüler ve sendikal birleşmelerle sendikal bü­rokrasileri kurtarma yoluna girdiler, son on yıl içinde sayısız sendika bir­leşmesi yaşandı. Ancak bugüne ka­dar başarılı bir örnek görmek müm­kün olmadı.

Bütün bunlara karşın özellikle ABD’de sendikalar ilk bakışta son derece başarılı örgütlenme çalışma­larına girdiler ve önemli başarılara imza attılar. İlk bakışta çelişki gibi gelse de bu başarılar, özellikle bu başarılara nasıl ulaşıldığı sendikala­rın bölünmesinin ana nedeni. Şimdi bu örgütlenme çalışmalarının irde­lenmesine geçebiliriz.

Kongre öncesi duyurdukları dek­larasyonla AFL-CIO'dan ayrıldıkla­rını ilan eden 5 sendika konfederas­yonun toplam 13 milyon üyesinin %40’ma sahipler. ’ Win to Change’ adıyla oluşan bu birlik Ekim ayında yeni bir federasyon kuracağını ilan

etti. Birliğin başını çeken Genel Hiz­met İş Sendikası SEIU, diğer sendi­kaların tersine son yıllarda hızla üye sayısını artıran bir sendika ve toplam 1.7 milyon üyesi ile en büyük sendi­ka konumunda. AFL-CIO başkanı seçilmeden önce Sweeny’de bu sen­dikanın başkanıydı ve onun çırağı A. Stern onun yerine SEIU başkanı ol­muştu. Ancak aradan geçen 10 yıl, yol ortaklarım düşman kamplara itti.

SEIU ve diğer 4 sendika Kasım 2004’te konfederasyona bir dizi öne­ri paketi ile geldi. Esas itibari ile bunlar bizzat kendi programını oluş­turuyordu. Buna göre konfederasyo­na sendikaların gönderdiği aidatların yarı yarıya azaltılması, merkezde ça­lışanların yarısının işine son veril­mesi, sendikalar arasında rekabete son verilmesi için sendikal birleşme­lerin teşviki, başka bir deyişle mer­kezi idare yerine tek tek sendikaların güçlendirilmesi. Buna ek olarak sen­dikal hareketin iki konuya politika­larını yoğunlaştırmaları;

1. Çalışma koşullarının “Wal- mart”.laştırılmasma karşı etkinlikler,

2. Tüm çalışanlara hastalık si­gortası.

Son dönemdeki sendikal hareke­tin yoğunlaştığı bu alanlarda sendi­kaların belli bir başarı bile elde et­tikleri dikkate alınırsa, bunun yeni bir öneri olduğunu söylemek zor el­bette, ama somut öneriler olması da

dikkate değer. Bu arada kongre ön­cesi yaptığı bir konuşmada Sweeny, muhalefetin bu önerilerini birlikte hayata geçirmeye hazır olduğunu söyledi. O zaman ortada ayrılığı ge­rektirecek bir durum olmadığı rahat­ça söylenebilir. Oysa ayrılığa neden olan iki konuyu, her iki taraf dile ge­tirmiyor. Bunların daha az önemlisi politik olarak hangi partinin destek­leneceği, diğeri ise sendikaların ör­gütlenme yöntemleri.

‘Ayrılık’ noktalarıGerçekten de son başkanlık se­

çimlerinde Sweeny AFL-CIO’nun tüm gücü ile Bush’a karşı demokrat­ları destekledi ve demokratlar buna rağmen bir hezimet yaşadılar. Buna karşın 5 Ti birlik hangi parti iktidara yakınsa onun desteklenmesi gerekti­ğini savunmakta, iktidarın desteği­nin örgütlenme çalışmalarında kulla­nılmasının gerekli olduğunu savun­makta.

Sendikaların durumuna bakıldı­ğında ise SEIU’nun önerilerinin son derece mantıklı olduğu görülmekte. Örneğin taşımacılık alanında 15, ka­mu sektöründe 13 sendika bulun­makta, en çok göze batan işkolu 30 sendikanın faaliyet gösterdiği sağlık işkolu. En önemli 15 işkolundan 13’iinde en az 4 sendika bulunmakta, bunlardan 9’unda ise 6 sendika ça­lışma yapıyor. AFL-CIO’ya bağlı 65 sendikadan sadece 15’i 250.000’den

69

Page 72: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

\ KasiM'AraI]I< 2005

fazla üyeye sahip ve 40’tan fazla sendikanın 100.000’in altında üyesi bulunmakta. Buradan hareketle sen­dikaların sayısının 20’ye kadar dü­şürülmesi, muhalefet tarafından bir gereklilik olarak görülmekte. Ancak bu nasıl gerçekleştirilecektir? Kuş­kusuz sendikaların birleşmeleri ile sayıları azalacak, ama sorunun kay­nağı tam bu noktada yatıyor. Hangi sendika kiminle birleşecektir, oluşa­cak sendika hangi alanlarda çalışma yapmaya yönelecektir, sorularının cevaplandırılması gereklidir.

Öncelikle bu tezi öne süren SEI- U’nun son 10 yılda gerçekleştirdiği birleşmelere baktığımızda bizzat bu sendikanın kendisinin net bir yöne­lim içinde olmadığını görürüz. ‘80’li ve ‘90’lı yıllarda birbiri ardına 50’den fazla bölgesel veya küçük sendikaları bünyesine katan bu sen­dika içinde petrol işçisinden itfaiye­cilere, hatta bağımsız el işçilerine rastlamak mümkün hale geldi. 1996 yılında sağlık işçilerinin katılması i- le genel yönelim belli oldu, hizmet sektörü. Ancak daha sonraki birleş­meler veya ayrılmalar göz önüne alı­nınca bunların daha önce belirlenmiş belli bir yönelimin sonucu olmaktan çok günlük gelişmelerin peşinden sürüklenerek ortaya çıktığı görülür. Bu tartışmalarda dile getirilen konu genel olarak işkolları arasındaki sı­nırların ortadan kalkmaya başladığı ve buna bağlı olarak işkolu düzeyin­de örgütlenme modellerinin geride

kaldığıdır.

Doğru, ama bu her sendikanın her alanda örgütlenme çalışmasına girmesi, diğerini kendine rakip gör­mesi gerektiği anlamına gelmez. Başka bir deyişle doğru görünen bir tespitten kalkılarak, nereye çıkacağı belli olmayan bir yola sapılmakta, her sendika fırsat bulduğunda başka bir sendikayı bünyesine katarak bü­yümek, dolayısıyla krizden çıkmayı hedeflemekte. Ancak bugüne kadar- ki birleşmelerin gösterdiği gibi bir­leşme, amacı ne olursa olsun, sınıfı kurtarmak yerine sendika bürokrasi­ni kurtarmaya hizmet etti. Birleşme­ler sonucu ortaya çıkan yeni sendi­kalar ise başı, sonu, sınırı belli olma­yan, ne için, nasıl bir araya geldiği belli olmayan birer ucubeye dönüş­tüler. Birleşmelerde bir kriter, bir prensip aramak veya bulmak pek dert edilmedi, önce birleşme kararı alındı, daha sonra bunun gerekçeleri bulunmaya çalışıldı, çünkü “sendika bürokrasisini kurtarmak için birleşi- yoruz” demek yakışık almazdı.

‘Union City’ taktiği‘Gangster sendikacılık’ gelene­

ğinin izlerini taşıyan bu olumsuz ge­lişmenin yanı sıra döneme damgası­nı vuran asıl süreç ise ‘union city’ a- dı ile anılan başarılı sendikal örgüt­lenme taktiği oldu. Yeni üretim ör­gütlenmelerine karşı işyeri içinde bir sendikal taktik geliştirememe sonu­

cu sendikal hareket doğal bir ref­leksle bölgesel örgütlenme düşünce­sine yöneldi, tek tek işyerlerinde ör­gütlenme yerine belli bölgelerde ça­lışan tüm işçileri bir sendika bünye­sinde örgütlemeyi hedefleme öne çı­karıldı. Özellikle yeni üretim örgüt­lenmeleri -yalın üretim- ile yaygın­laşan taşeronlaştırmaya karşı bu yö­nelimin bir gereklilik olduğu tartışıl­maz.

Nitekim ‘Change to Win’ birliği­ni oluşturan sendikaların bu alanda amaçlı ve planlı bir yönelimle önem­li başarılar kazandıkları tartışılmaz. Diğer sendikalar sürekli olarak üye kaybederken SEUI ve diğerlerinin ti­ye sayılarım artırmaları bu yöneli­min doğrudan bir sonucu. Ancak bir olumsuzluğun (işyeri içinde tutunma ) ortadan kaldırılamaması sonucu doğal bir refleksle bulunulan bu yol, bilinçli bir dönüşüme uğratılamıyor. İşçilerin sendikaya üye olmaları, ye­ni mücadele yöntemleri deneme ko­nusunda bir sorun olmamasına kar­şın bunun sürekliliğinin nasıl sağla­nabileceği üzerine kafa yorulmuyor. Sendikaya üye olan işçiler belli bir süre sonra sendikadan uzaklaşmaya başlıyor. Ve kaybedilen üyelerin ye­rine örgütlenme kampanyaları yeni­den başlatılıyor.

Kesin rakamlar olmamasına kar­şın 20. yüzyılın başında bir sendika üyesinin ortalama 30 yıl üye olarak kaldığı tahmin ediliyor, neredeyse çalıştığı sürenin tamamına yakın bir süre. Günümüzde ise sendika üyeli­ğinin ortalama 13 yıl olduğu tahmin edilmekte, çalışma süresinin 40 yılı aştığı düşünülürse kaba bir hesapla bir işçi çalışma yaşamının sadece üç­te birinde sendika üyesi oluyor de­mektir bu. Birde hiç sendika üyesi olmayanları düşünecek olursak, sen­dikalaşma oranının neden bu kadar düşük olduğunun ilk ipuçlarına varı­rız, hayır, sanıldığı gibi çalışanların çok az bir kısmı sendika ile ilgileni­yor demek yanlış, sendika ile hiç il­gilenmeyen işçi bu hesaba göre çok az, ama bu ilgi sürekli değil.

Tam bu nokta AFL-CIO’daki bö­lünmenin mihenk noktası gibi görii-

70

Page 73: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

üyor, bir yanda sürekli yeni üye, da- 1a fazla üye diyenler, bir yanda yeni üye gerekli, ama kendi üyelerimizi kaybetmeyi nasıl önleriz sorusuna ?ek bilinçli olmasa da cevap arayan kesimler. Her iki kesim düzenden kopmaktan başka çareleri olmadıkla­rını biliyor, ama kopamıyorlar ve yollar ayrılıyor.

Birleşmelerin ‘mantığı’Sendikal birleşmelere yakından

bakıldığında daha önce belirtildiği gibi bunların belirli amaçlar doğrul­tusunda yapıldığı, ancak bunun sen­dikalar ‘faciasını’ ortadan kaldırma­ya yönelik olmadığı açıkça görülür. Oysa sendikal örgütlenmenin yeni döneme ilişkin görevleri doğrultu­sunda yapısal bir reform (daha doğ­rusu ‘devrim’) yapmaları bir gerekli­liktir. Birleşmeler aynı yapıların kö­tü kopyaları olmaktan ileri gideme­di. Birleşme amaçları kısaca, her sendikanın kendi kasasını, yani mad­di imkanlarını düzeltmeyi, sendika bürokrasisini daha üretken kullan­mayı, daha fazla üye ile toplum için­deki etkinliğini artırmayı amaçladı. Her ne kadar bunlar birleşmelerin a- macı olarak doğrudan deklare edil­medi ise de sonuçta her birleşme bu doğrultuda yürüdü.

Bir örnek bize bunu daha da net­çe gösterebilir, iki yıl önce Birleşik Endüstri İşçileri Sendikası’m (Allied Industrial Workers) ‘bünyesine ka­tan’ Petrol Kimya ve Atom işkolu iş­çileri sendikası (OCAW) bunu taki­ben kağıt işçileri sendikası ve onu takiben de çelik işçileri sendikası ile birleşti. Yine geçen yılın Aralık a- ymda ÜNİTE (hizmet işkolu) ile HERE (tekstil işkolu) arasındaki bir­leşmenin herhangi bir anlamını bul­mak çok zor, ama bütün bu birleşme­lere bakıldığında, aynı işkolunda ör­gütlü iki sendikanın, kendi araların­da birleşmek yerine başka bir işko- lundaki sendika ile birleşmeyi tercih etmeleri için başka bir ilginç yön. E- ğitim işkolunda örgütlü iki sendika nenelerdir görüşmeler sürdürmeleri­ne rağmen bir türlü birleşemiyorlar veya OCAW kimya işkolunda örgüt­lü ICWU ile birleşme yerine kağıt iş­

çileri ile birleşmeyi tercih ediyor.

Bu ve benzeri birleşmeleri belir­leyen faktörler ise öncelikle, geç­mişte sendikalar arasındaki kavga­lar, ‘rekabet’. Bunun yanı sıra ‘poli­tik duruş’, geleneklerden kopuşama- ma ve sendikal bürokrasinin tercih­leri gidiş yönünü belirlemekte.

Birleşmeler sonucu eski sendika­lar yeni sendikaların birer birimi ha­line gelmekte ve kendi alıştıkları bi­çimde toplu iş sözleşmeleri çalışma­larını yürütmeye devam etmektedir­ler. Ama asıl sorun yerel sendikal ör­gütlenmelerde ortaya çıkmakta, bir­leşen sendikaların yerel birimleri bir araya gelerek daha büyük bir yerel birim oluşturmakta, bu da yetmez­miş gibi, birleşme fırsat bilinip yerel birimler üretken çalışabilme için belli bir büyüklükte olması gerekir mantığı ile (tıpkı bir kapitalist işlet­me modeli gibi) bir araya getiril­mekte. Bunun, belki istenen, ama belki de istenmeyen sonucu ise sen­dikacılarla üyeler arasındaki mesafe­nin artması olmaktadır. Yani özellik­le olması gerekenin tam aksi yönde bir gelişme.

‘95 dönemecinin başarıları

1995 yılında AFL-CIO’da ortaya çıkan değişmenin nasıl bir seyir izle­diği ve bu bölünmeye nasıl etki etti­ği ayrıca incelenmeye değer bir ko ̂nu. Eldeki verilerden hareketle kısa bir irdeleme yapılırsa şunlar ön pla­na çıkıyor.

1980’lerde Reagan tarafından sendikal harekete yönelik saldırıla­rın başlaması ile sendikalar içinde yeni bir arayış başlamıştı ve sihirli

bir sözcük -the organizing- bu arayı­şı ifade eder hale geldi, bu arayışın sahiplerinin 1995’te sendika yöneti­mine gelmesi ile arayış bu isim altın­da şöyle ifade edildi.

‘Örgütlenme modeli iki yönde geliştirilmelidir, öncelikle iyi bir pratikle üye sayısı artırılmalıdır. Bu­nun için hedefli ve planlı bir örgüt­lenme kampanyası, çalışanların ö- zellikle çalıştıkları yerlerdeki ihti­yaçlarına cevap veren taktikler geliş­tirilmelidir. İkincisi sosyal hareket­ler yeniden tanımlanarak, çalışanları harekete geçirecek bir hale getiril­mesi sağlanmalıdır.’ Sweeny tarafın­dan her yıl 1.000.000 yeni üyeyi a- maçladığı açıklanan “Organizing for Change, Changing to Organize” baş­lığı ile şöyle bir program kabul edil­di:

- Örgütlenmeye daha fazla mad­di imkan aktarılması,

- Örgütlenme yapacakların eği­tilmesi,

- Bir örgütlenme stratejisi planı yapılması ve

- Üyelerin örgütlenme için aktif hale getirilmesi.

2003 yılma kadar bu doğrultuda sürdürülen çalışmaların sonunda or­taya çıkan tablo hiçte iç açıcı değil­di. Beklenenlerin tersine sendikala­rın üye sayıları ve sendikalaşma ora­nı, çok aktif kazanma çabalarına kar­şın bir artma göstermiyordu. Önce­likle sayılar şöyle bir tablo çiziyor­du:

Sendikalaşma oranlarında geli­şim Reagan yıllarına tekabül eden ilk 7 yılda hızla bir düşme gösterir­ken, Sweeny öncesi 7 yılda düşme a-

KasiM'Ara[iI< 2005 c p l

Tablo I S end ika laşm a ora n la r ın ın g e l iş im i

T 1981-88 1988-95 1995-2002 ^Toplam -21.5 -11.3 -10.7Özel sektör -32.1 -18.9 -16.5Kamu sektörü +6.7 +3.0 +0.3

Kaynak: Hurd: the failure o f organizing, Barry T. Hirsch and David Macpherson, Union Membership and Earnings Data Book, 2003 edition, pp. 11, 12,

16. Washington: Bureau o f National A ffa ir s ^

71

Page 74: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

Cjol Kasim-AraIiI< 2005

T a b l o I I İ ş k o l l a r ı n a g ö r e s e n d i k a l a ş m a

o r a n l a r ı n ı n g e l i ş i m i

1988-95 1995-2002İnşaat -13.7 -0.5Dayanıklı Tüketim Malları -20.3 -17.5Diğer tüketim malları -20.1 -20.8Taşıma -11.9 -10.8İletişim -23.6 -23.7Hizmet -6.4 -9.3Satış -9.1 -25.0Hastane -5.4 + 1.4Eğitim +1.4 -1.4Kamu +6.0 + 1.6

Kaynak: Hurd: the failure o f organizing, Barry T. Hirsch and David Macpherson, Union Membership and Earnings Data Book, 1996 edition, pp. 74-80, 1999 edition, pp.

128-135, 2003 edition, pp. 48-55. Washington: Bureau o f National A ffa irs^

zalmış, ancak Sweeny ile ilk 7 yılda düşme hızı bir önceki dönemle he­men hemen aynı kalmış, yani düş­mede bir gerileme sağlanamamış. 2003 yılında da devam eden düşüşle sendikalaşma oranı 1901 yılındaki en düşük düzeyine düşmüş! İkinci tablo ise bu düşmenin işkollarına gö­re daha ayrıntılı bir görünüşünü ver­mekte, endüstriyel dallarda daha hız­lı bir erozyon, ama bazı hizmet iş- kolları da bu düşmeden payına düşe­ni almaya başlamış.

2003 yılında bu konu ile ilgili bir

rapor hazırlayan SEIU sendikası bu­nun nedenlerini daha sonra Change to Win birliğine katılacak olan 5 sen­dika dışındaki sendikaların örgütlen­me kampanyalarına gereken ağırlığı vermediği ile açıklayarak, bu konu­da tüm sendikaların daha etkin ör­gütlenme çalışması yapması ve bu­nun için daha fazla para ayırması ge­rektiğini savunarak ayrılığın ilk sin­yalini vermiş oluyordu. Bu maddi imkanların sağlanması için öncelikle üst kurum olan AFL-CIO’ya verilen aidatların düşürülmesi ve sendika

birleşmelerine hız verilmesi önerili­yordu, bu yapılmadığı takdirde ken­dilerinin yalnız olarak bu yola çık­maktan başka bir çıkış yolu görme­dikleri de satır aralarında vurgulanı­yordu.

Her şeyden önce rakamlar bu tespitlerin rastgele iddialar olduğunu söylüyor. Bu birlikte yer alan sendi­kaların örgütlenme alanlarındaki ba­şarıları diğer sendikalardan farklı değil, aşağıdaki rakamlar bu gerçek­liği netçe ortaya koymakta;

Görüldüğü gibi kendisi dışında­kileri yeterince çaba sarf etmemekle suçlayanların kendi karneleri olduk­ça zayıf. Elbette bu durum getirilen eleştirilerin ciddiye alınmamasını gerektirmez, ama böylesine bir ge­rekçe de bir ayrılığa neden olmama­lıdır.

Özellikle kazanma için değişim yolunda olduğunu iddia edenlerin ü- zerlerinde durmadıkları önemli bir nokta ise, kazandıkları üyeleri bıra­kalım aktif hale getirme üye olarak tutma başarısı gösteremedikleri ger­çekliği, bu alanda dişe dokunur bir istatistik bulunmuyor, ama ortalama­nın üzerinde yeni üye kazanan bu sendikaların en azından üye sayıla­rında bir patlama yapmamış olmala­rı, üye kayıplarının diğer sendikalar­dan daha fazla olması gerektiğini

T a b l o I I I D e ğ i ş i m İ ç i n B i r l i k s e n d i k a l a r ı n ı n i ş k o l l a r ı n a g ö r e g e l i ş i m i

1993 1998 2003Üye sendikalaşma Üye sendikalaşma Üye sendikalaşma

Tekstil Konfeksiyon 181.0 10.7 100.3 8.8 60.6 6.5Çamaşırhane 35.8 9.7 36.7 9.4 24.5 8.2Otel 115.4 2.1 82.6 1.3 75.4 1.1Eğitim 49.5 9.3 45.9 7.9 46.6 5.6Hastane 740.1 14.7 662.8 12.9 796.3 14.1Ev sağlık 183.7 10.6 168.7 9.6 174.1 9.4Kalifiye sağlık personeli 296.2 16.1 273.9 14.7 410.7 16.9Sağlık personeli 227.6 13.7 222.5 12.1 245.2 13.9Konut personeli 356.6 18.2 367.4 17.2 308.5 13.9Ağaç işçileri 160.7 20.0 176.7 18.4 196.7 17.4İnşaat işçileri 127.4 20.2 136.8 16.3 157.7 16.0

Kaynak: Hurd: the failure o f organizing, Barry T. Hirsch and David Macpherson, Union Membership and Earnings Data Book, 1999 edition, pp. 46-65, İ37-106, Washington: Bureau o f National Affairs; Barry T. Hirsch and David Macpherson,

Union Membership and Coverage Database, http://www.unionstats.com.

72

Page 75: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

söylüyor. Bununla birlikte, örgütlen­meye canhıraş sarılan bu sendikalar kendi üyelerinin sorunlarına yeterli çözüm getirmek için yeterince za­man bulamamaları da normal karşı­lanmalı, ancak bu üyelerin beklenti­lerine denk düşmüyorlar. Beklentisi yerine gelmeyen üyelerin de sendi­kadan daha kolay uzaklaşmaları bek­lenilen sonucu doğurmakta.

Elbette bu söylenenler sendikal harekete sınıf bilinci ile katılan veya sendikal mücadele içinde sınıf bilin­cine varan işçiler için geçerli değil­dir, onlar bu durumu anlayışla karşı­lıyorlar, uzun vadeli çıkarları için günlük beklentilerini arka plana at­maya zaten sınıf bilinçleri gereği ha­zırlar. Ancak bunların küçük bir a- zmlık oldukları bir gerçeklik. Sınıf bilinçli işçilerin zaten sendika içinde olmaları gerekir, ancak bunların sa­yıları nasıl artırılacak sorusu kendi­liğinden ortaya çıkmakta. Sendikal hareketin sendikal eğitim meselesine eskiden beri gereken önemi verdiği en azından sayısal açıdan bakıldığın­da ortada, her yıl binlerce sendika ü- yesi eğitimlere katılıyor. Sorunun can alıcı noktası tam da burada gibi gözüküyor, eğitimin biçimi ve kali­tesi.

Sendikal eğitim açmazı

Sendikal eğitimin günümüzde en azından biçimsel olarak eskinin bir devamı olduğunu iddia etmek kuşku­suz gülünçtür, sendikalar modern bi­çim ve yöntemlerle eğitimlerini yap­maktalar, yetişkinlerin eğitimi için günümüzde zaten oldukça yaygın bir çalışma var ve toplumsal olarak bu konuda geri olunduğu söylenemez. Ancak eğitimin içeriğine bakıldığın­da, esas olarak düzenden kopamamış olmanın sancıları görülür. Bu anlam­da sendikal eğitime katılan üyeler i- çin bu eğitim, toplumun, daha doğ­rusu düzenin yaygın olarak sunduğu imkanlardan biri olmaktan öteye ge­çememekte. Hele günümüzde çalış­ma yaşamı boyunca tek eğitimin ye­terli olmadığını, gelişen tekniklere dayalı olarak çalışanların sürekli o­

larak yeniden eğitilmesi gerektiğini söyleyen bir düzen elbette çalışanla­ra sürekli eğitim imkanlarını sun­maktadır.

Ancak bunlar düzen için eğitim­dir, sendikaların bunu kopya etmele­ri amaçtan uzaklaşma ile sonuçlan­maktadır. Sınıf sendikacılığının bu alanda söyledikleri bu anlamda hala canlı ve geçerlidir, eylemde eğitim olmalıdır, eğitimde eylem. Peki bu doğru söylem neden hayata geçirile- miyor? Bu noktada kaçınılmaz ola­rak örgütlenme sorununa geri dön­memiz gerekiyor kaçınılmazca. Söy­lemi yüzeysel olarak ele almak bize bir şey kazandırmaz, ondan ne anla­malıyız, bunun günümüzde anlamı ne olmalıdır, sorusunun cevaplandı­rılması gereklidir. Ve örgütlenme modelleri yaratılırken bu perspektif mutlak olarak akıllara çakılı kalma­lıdır.

Birleşmelerde amaç neler olmalıydı?

Bu soru kuşkusuz geleceğe yö­nelik bir sendikal model çerçevesin­de cevaplandırılmak. Biliyoruz böy­le bir model henüz yok, ancak bu modelin belli prensipleri günümüzde beliriyor ve şu şekilde şematik ola­rak ilk belirlenmeler sıralanabilir.

1. Birleşmeler işçi sınıfının gü­cünü artırmalı, böylece sınıf hakları­nı koruma konumlanmasından hak alma konumuna gelebilmeli. Geliş­melere bakıldığında sendikal hareket bundan başka şeyler anlıyor, sınıfın güçlenmesinden çok bu sendikacıla­rın güçlenmesi anlaşılıyor veya ika­meci mantıkla sendikacılar güçlü o- lursa sınıfta güçlü olur mantığı he­mencecik gözüküyor. Sınıfın aktif hale getirilmesi, bizzat mücadelede taraf olması gerekliliği atlanarak bir kez daha başkalarının onların yerine mücadele etmesi gerektiği yanılgı­sından vazgeçilmiyor. Bu prensip es­kiden işçileri satmak için ortaya çık­mışken, şimdi aynı prensip sınıfı ‘kurtarmak’ isteyenler (en azından bu iddia ediliyor) tarafından benim­seniyor. Mümkün olmadığını söyle­meye gerek var mı?

2. Birleşmeler sınıf içindeki da­yanışmanın artırılmasını da sağlama­lıdır. Yeni sendikal yapılanma, her sendikanın kendi mücadelesini ver­mesi esasından çok sınıf olarak bir mücadele perspektifi ile hareket ede­cek bir örgüt modeli yaratmalı. Bir­leşmelerle ortaya çıkan yeni sendi­kaların gerek merkezi gerekse yerel anlamda bu anlayışa tekabül edecek bir yapılanmaya gitmedikleri açık

3. Yeni yapılanma sınıf içinde ortaya çıkan yatay ve dikey bölün­meleri dikkate alarak bunların müca­delenin önüne engel olmakta çıkara­cak bir program ve yapılanmaya sa­hip olmalıdır. Her ne kadar sendika­lar göçmenler, kadınlar, gençler, iş­sizler ve benzerleri için belli çalış­malar yürütüyorsa da bunların eski sendikal örgütlenme mantıklarını aş­madığı da ortadadır. Hala sendikalar kadın, gençlik vb ‘kolları’ gibi ör­gütlenme mantıkları ile hareket edi­yorlar, bu alanlarda yeni bir soluk gözükmüyor, dahası sendikalar bun­ları giderek birer angarya olarak gör­meye başlıyorlar. Bir ‘göçmen sen­dikası’ kurulduğunda bunu kendile­rine rakip olarak görüyorlar.

4. Sendika içi demokrasi hala bir kaç tüzük maddesi ile sınırlı kalıyor, sendika içi karar mekanizmaları hala sendikacıların tekelinde kalmaya de­vam ediyor, üyelerin karar mekaniz­malarına katılması için gerekli ör­gütlenme modellerinin geliştirilmesi acil ihtiyacını cevaplayacak bir ça­lışma ortalarda görülmüyor.

5. Sınıfın bağımsız politikasını belirleme yerine düzen partileri için­de sınıfa en yakın olanının peşine ta­kılma alışkanlığı sürüyor. Daha da kötüsü bağımsız politika belirleme, örneğin SEIU’nun yaptığı gibi ‘De­mokrat’ adayların yanı sıra ‘Cumhu­riyetçi’ adayları destekleme gibi su­landırmalarla geçiştirilmeye çalışıl­makta.

6. Küreselleşmeye karşı ulusla­rarası dayanışma ‘kongre turizmi’ olmaktan nasıl çıkarılır sorusuna ar­tık bir cevap bulunmalıdır. Sendikal hareketin yerel ve işkolu sınırlarını bile aşamadıkları bir ortamda ulusal

KasiM'AraIiI< 2005 G |O İ

7?

Page 76: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

CjO İ KasiM'AraIiI< 200?

r El< I A B D ’d e k i s e n d i k a l a rA

[AFL-CIO American Federation of Labor-Congress of Industrial|Organizations (ABD Sendikaları Konfederasyonu )

AFSCME American Federation of State, County and Municipal Employees (Genel Hizmet İş Sendikası )

ACTWU Amalgamated Clothing and Textile Workers Union (Tekstil ve Konfeksiyon İşçileri Sendikası)

AFT American Federation of Teachers (Öğretmenler Sendikası)

Change to Win Coalition

AFL-CIO konfederasyonundan ayrılan International Brotherhood of Teamsters (LIUNA, ÜNİTE HERE, SEIU, UFCW sen­dikalarının kurduğu birlik)

GCC Graphic Communications Conference (Grafik İşçile­ri Sendikası)

ICWU International Chemical Workers Union (Kimya İşçileriSendikası)

ILGWU International Ladies Garment Workers Union (KadınGiysileri İşkolu Sendikası)

NUHHCE National Union of Hospital and Health Çare Employe­es (1199) (Hastane ve Sağlık İşkolu İşçileri Sendikası )

NEA National Education Association (Eğitim İşkolu Sendikası)

NUP New Unity Partnership (Birlik İçin Yeni Oluşum )

OCAW Oil, Chemical and Atomic Workers (Petrol Kimya ve A-tom Endüstrisi İşçileri Sendikası)

PACE Paper, Allied-Industrial, Chemical and Energy WorkersInternational Union (Kağıt Kimya Enerji vb İşkolu İşçileri Sendikası )

United Paperworkers International Union (Kağıt İşkolu İşçileri Sen­dikası )

SEIU Service Employees International Union (Kamu ve Ge­nel Hizmet İşkolu Sendikası )

USWA United Steelworkers of America (Çelik İşçileri Sendikası)

UBC United Brotherhood of Carpenters and Joiners of Ame­rica (Ağaç İşçileri Sendikası)

LIUNA Laborers’ International Union of North America (Kıı-zey-Amerika İşçileri Sendikası)

International Brotherhood of Teamsters (Kamyon Şoförleri Sendikası)

UAW United Automobile, Aerospace & Agricultural Imple-ment Workers of America International Union (Araba Uçak Tarım Ma­kineleri Yapımı İşçileri Sendikası )

UFCW United Food and Commercial Workers International U-nion (Gıda İşkolu Sendikası)

UFW United Farm \\brkers (Tarım İşçileri Sendikası)

^UNITE HERE (Otel ve Tekstil İşçileri Sendikası)

sınırların aşılmasına vurgu belki de bir lüks olarak görülebilir, ama bu sınırların tek tek değil birlikte aşıl­ması bir gereklilik değil midir?

SonuçlarHer şeyden önce sendikal hareke­

tin en yakıcı sorunu olan, işyerlerinde kök salma (içselleşme) sorununun apa­çık ortada olduğu ve bunun çözümü bir yana, tespitinin bile yapılmadığını söy­lemek gereklidir. Bu sorunun üzerin­den atlanarak sendikal harekette bir ye­nilenme gerçekleştirmek mümkün de­ğildir. ABD sendikal hareketindeki ge­lişmeler bir kaz daha bunu bizlere ha­tırlatmalıdır.

Bunun ötesinde sendikal hareket birleşmeler konusunda bir bilanço çıkarmak zorundadır, yukarıda bir­leşme prensiplerini sıraladık, ancak temel soru, yani birleşmelerin bir çı­kış yolu, bir yenilenme hareketi ya­ratma şansını ne kadar yarattığı/ya- ratabileceği de tartışmaya açılmalı­dır. ‘Alt sendikacılık’ adı altında to­parlanan modeller birleşmelere bir alternatif olarak görülebilir. Bu ko­nuda daha önce Yol dergisinde çıkan yazı tartışmalara yeni bir boyut ka­zandırmalıdır. Ancak belli koşullar­da birleşmelerin gerekli .olabileceği de gözden kaçırılmamalıdır.

E k I I

A ş a ğ ıd a b u ya z ıya e k o la ra k Dr. H ik ­

m e t K ıv ılc ım lı'n ın n e re d e y s e 4 0 yıl

ö n c e s in d e yazd ığ ı 'UYARM AK İÇİM U-

YAMMALI UYAMMAK İÇİM UYARM ALI' e -

5e r in d e n , s e n d ik a la r la ilg ili b ö lü m ü

k o y m a k ih tiy a c ı d u y d u m . K ıv ılc ım lı'n ın

ö n e rd iğ i ' iş ç i G ö n ü llü le r i' b u g ü n d e

g ü n c e l, a m a b u n u 4 0 y ıl s o n ra s ın a ta ­

ş ım a k ta g e re k li. 5 e n d ik a l y a p ıla n m a ­

n ın n e re d e y s e ilk o r ta y a ç ık tık la rı 1 5 0

y ıl ö n c e s in d e b u g ü n e ha la a yn ı ya p ı i-

l.e g e ld ik le r i g ö z ö n ü n e a lın ırsa b u ö -

n e r in in n ite lik o la ra k n e k a d a r ö n e m

taş ıd ığ ı v e n e k a d a r g e liş t ir i lm e y e açık

b ir ö n e r i o ld u ğ u g ö rü le b ilir .

B u e k in d iğ e r b ir g e re k li l iğ i A B D s e n d i­

ka la rın ın '9 5 d ö n e m e c i ö n c e s in i a n la ­

m a y a o la ğ a n ü s tü y a rd ım c ı o la b ile c e ğ i­

d ir, b u n la rı h e rk e s b il iy o r d e m e k y e r i­

n e yaz ıy ı b ir k e z d a h a ü z e r in d e d u ra

d u ra o k u m a y ı s a lık v e r ir im .

74

Page 77: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

İŞÇİ SENDİKALARI

Hikmet Kıvılcımlı

Türkiye’de bugün bir sendikalar meselesi yok, bir sendikalar faciası var­dır. Sağlı, sollu devletçilerimizin o ba­şarılarını kimse inkar edemez; Sendika­ları da devletçiliğimizin tıpatıp kopyası yaptılar: Sendika, devlet içinde özel bir devletçilik oldu. Bir yol sendikaya ya­zılan işçi, ömür boyunca sendikanın "tebaa”sı durumuna giriyor, uygunsuz­luk görüp çıktığı zaman bile sendikaya "dayanışma aidatı” adıyla vergi öde­mek zorunda kalıyor. Sendika aidatını, işçinin kendi eliyle vermesine müsaade edilmiyor: Devlet baba, sendika yavru­sunu kendisine benzetmekle kalmamış, kendisinden daha nazlı tutmuştur. Dev­let yılda iki öğün vergi alır. Sendika her aybaşı alacağını (tahsil masrafına ve zahmetine bile katlanmaksızın) hazırca kesilmiş, biçilmiş olarak cebinde bulur. Toplanan aidat ya süslü salonlarda gös­terişli bir iki nutuk atılarak ele geçirilir, yahut iki yılda beş on kişi ile “Genel Kurul!” denilen bir alicengiz oyunu ter­tiplenir: danışıklı dövüş zabıtlar tutu­lur; tamamıyla hazır yiyici, tamamıyla işçi sınıfına kazık atmakla görevlendi­rilmiş, sendikacı adlı yeni bir zümre vurgunculara yem olur.

İşyerinde geçeli gündüzlü çalışır­ken 200 lira aylık ücreti güç bulan kişi “sendika organlarında görevli” oldu muydu, aylığını 200 liradan aşağıya dü­şürtmemek için girmedik kalıp bırak­maz. İşverenle cakalı ve kapalı oturum­larda işçi haklarını kırışır; devleti de at­latmak yoluyla açıktan ve havadan bü­yük sus payları kopartır. Bütün o işçiyi satarak vurulan gayrı meşru kazançlar, alman “yönetici” maaşlarını gölgede bırakır. Dün işçi iken nefesi açlıktan kokarak, beş on kilometrelik çamurlu s olları yarım yırtık pabuçla tabana kuv­vet yürüyen kimse, şimdi “sendika lide­ri” kesilir kesilmez, altında özel otomo­bil görmezse, haksızlığa uğramışça go­cunur. Bir iki yılda, kendisinin veya e- şinin üstüne bir apartman daireciği yap­tırmayan sendikacı görülmedik namus ve ihsan sahibi sayılır. Kooperatif adı altındaki çapul girişkenliklerini başta devlet gelmek üzere, bütün mali ku­

rumlar ve işçi sigortaları destekler: Normalin iki misli pahalıya çıkartılan inşaat, işçileri yirmi yıl borç ödeme iş­kencesinden başlarını kaşıyamaz hale getirir. Bu marifetlerini azımsayıp, canı sıkılan sendikacı ağa, dilerse “Avrupa tetkik gezisine” çıkar, dilerse kendisini Amerika’ya “davet” ettirip, hak ettiği Kadillak arabasıyla geri döner.

Her gün, herkesin gözleri önünde akıp giden sendika faciasının her yanı­nı anlatmak ciltlere sığmaz. Durumu TİP yöneticilerinin bilmemelerine im­kan yoktur. İçlerinde, bu alanın her tür­lü cilvesini denemişlerin insaflarına başvurulabilir. Bir çeşit neo-etatizm (Yeni-Devletçilik) adını alabilecek olan sendika faciası, TİP’in sosyal sınıf da­yanağını pek yakından ilgilendirir. Sen­dika faciası önünde TİP üyeleri yedi­sinden yetmişine dek seferber olmaz­larsa ve Mehmet Akif’in deyimiyle: “Bu hayasızca akm”ı durdurmazlarsa, Babil çağında yaşatılmak istenen işçi sınıfımız, insanın insanı çıtır çıtır yedi­ği vahşet çağma doğra itilmekten kur­tulamayacaktır. Milli kurtuluş da, milli kalkınma da, sendikacılık vahşetinin tehdidi altındadır. Bir kaç istisna ile, sendikacı denilen asri yamyamın, vahşi yamyamdan farkı; yamyamların yaban­cıları yemeleri, sendikacıların kanunca kendi cinslerinden sayılan işçileri, çok defa emperyalist ajanların işbirliği ile yabancılara yedirtmeleridir. Bu sendi­kacılık göz önüne getirilirse, TİP lider­lerinin “anti-emperyalist” söylevleri. Ziya Paşa’mn; “Gökte yıldız arayan” müneccimliğine benzemek üzeredir. Emperyalizm dış politikada, iç politika­da değil, Türk milletinin içinde: Şirket­leriyle, işçi sınıfımız içinde: Sendikacı­larıyla har vurup harman savurmakta­dır.

TİP liderlerine tekrar tekrar rica e- delim: Türk milletinin içine bu aşağı yoldan daha çabuk ulaşılır. Büyük Mil­let Meclisi’nin yüksek katlarından “E- MEKÇİ YIĞINLARI” pek az şey an­larlar. Bezirgan partilerin açıkça veya saman altından su yürüterek sendikala­ra saldırdığı zağarlar, “Emekçi Yığınla­rının oylarım sürek avı durumuna ge­tirmişlerdir. İşçi, bezirgan partilerin Meclis’te İFTAR TOPU patlatmalarını, yüksek nutuklardan daha iyi anlıyor.

Bu şartlar altında, emekçi yığınlarını u- yaracak laf kalmamıştır: Tek yol iştir. İş ise, genel olarak teşkilat, halk örgütleri, özel olarak sendikadır. Sosyal İŞ, mil­yonlarca üyeli işçi sınıfımızı her gün kursağından yakalayıp sürükleyen sen­dikada yığılıp kalıyor.

“Türkiye’de sınıf var mı? İşçi sını­fı var mı?” gibi soyut söz ebelikleri iş- leye dursun, işçi sınıfımız kendi tarih­sel detenninizmi ile varlığının somut yapısını, SENDİKA’yı dosta düşmana kabul ettirdi. Emekçi yığınları, sendika gangsterlerinden kurtarıldıkları gün, iş­çi partisini halk daha yakından tanıya­cak, ayrıca da, manen ve maddeten hiç umulmadık ölçüde dayanaklar doğa­caktır. Yalnız maaş olarak ayda 2000 li­rayı kesmeden kılım kıpırdatmayan işçi vurguncuları yerine, işçi partisinin gö­nüllüleri 500 liraya hizmet etseler nele­ri eksilir? TİP saflarında yığınla işsiz ve yarı işsiz aydın ve işçiler sinek avlıyor­lar. Sendikalarda, işçi sınıfımızın işleri tepesinden aşıyor, yapan yok. Bu iki uç neden birleşmesin? Neden hem aldatı­lan masum işçi sınıfımıza, hem kendi­lerine bu küçük ekonomik iş teşkilatla­rında yararlı olunmasın? Ancak sendika işinde, ama fedakarca gösterilecek ba­şarılardır ki: Halkla aydınlar, işçi sınıfı ile işçi partisi arasına gerilmiş duran e- zeli DEMİR PERDE’yi yırtabilir.

O zaman, işçi gönüllüleri, en geniş kadrolarla milli kalkınma çabamızda: Madde ve ruh israfını giderir, üretici verimi ve yüceltici eğitimi getirir, ma­nevi soysuzlaşma yerine gerçekçi ahlak ve erdemin gelişimini sağlar. O kadro­ların ayakta durması, en sağlam temeli­ne oturtulmuş olur. İşçi gönüllüleri probleminin birinci büyük, geniş sonu­cu budur. Bu sonuç uzun vadeli sabır, zeka, enerji, tecrübe ister. Hem partiliyi hem halkı iyice siyasal terbiyeye ka­vuşturacak olan çözümler, sendika faa­liyetlerinde bulunur. İşçi gönüllüleri sendikaları, sendikalar işçi gönüllüleri­ni sebep netice zincirlemesiyle en istik­rarlı başarılara yürütür. Küçük bir plan, dürüst bir metot, kararlı takip fikri ve zekice enerji, sendika faciasını, kısa za­manda işçi sınıfımız lehine ve halkın, milletin yararına işleyen sendika yaratı­cılığına ve mutluluğuna çevirebilir.

KasimA raIiI< 2005 cp!

75

Page 78: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 2005

Tarih hesaplaşma dizisi - I

Öğrenci hareketi tarihinde önemli bir parantez

‘ 9 6 HARÇ EYLEMLERİ

Öğrenci harehetinin var oluş zemininin gündelik eylem birlikteliklerinden çıkarıla­rak, öğrenci kitlesi ile ilişkisinin hızla sistematik örgütlü bağlara dönüştürülmesi

gerekliliğinin görülemediği "hızlı" işgal günleri, hafızalarda "1-2-3 daha fazla işgal" sloganı ile yer etti, ama sonuç yine tasfiye oldu.

96 harç eylemleri öğrenci hare­ketinin 12 Eylül sonrası gördüğü son kitlesel hareket oldu. 12 Eylül’ü de sayarsak Devrimci Gençlik Hare- keti’nin 92-93 yılında yaşadığı ikin­ci tasfiye sürecinin ve uzun süreli durgunluğun ardından öğrenci harç­larına yapılan %300’lük zamlara karşı oluşan tepki ile yeni bir kitle­sel hareket gelişti. Tıkanıklık ve durgunluk döneminin son sürecinde (94-95 dönemi) Yıldız yürüyüşü, Beyazıt’ta 16 Mart yürüyüşü, Boğa­ziçi yemek boykotu ve ITÜ’de alter­natif şenlik gibi eylemler 96 harç eylemlerine giden sürecin ilk biri­kimlerini oluşturuyordu.

95 yılı içinde ardı ardına yaptığı eylemlerle Öğrenci Koordinasyonu harç eylemlikleri olarak anılan bu kendiliğinden yükseliş sürecinin ilk çıkışını örgütledi.

Ardından ÜÖP’ün (Üniversite Öğrencileri Platformu) kuruluşu ile devrimci gençlik örgütleri ve dev­rimci siyasete yakın duran öğrenci örgütleri gelişen kitle hareketine müdahalede bulunmaya başladı. Bu müdahale ile birlikte Koordinas­yonun süreçteki hakimiyeti kırıldı, inisiyatif büyük oranda ÜÖP’e geç­ti. ÜÖP’ün örgütlediği 29 Şubat 96’da yapılan Beyazıt İşgali 95 yılı içinde başlayan kendiliğinden hare­ketin zirveye çıktığı eylem oldu. Toplumsal meşruiyet gücünü de ‘ar­kasına alan öğrenci hareketi eylem­lerle yürüttüğü süreci yapılan işgal

eylemi ile zirve noktasına taşımış ve doygunluğa ulaşmıştı.

Bu noktada öğrenci hareketi i- çinde iki ana tarz gündeme geldi. Koordinasyon’un ve ÜÖP’ün temsil ettiği iki ana tarz. Bu iki tarzı hem temsil ettikleri siyasi eğilimlerle hem de kendi iç gündemleri ve geri- limleri ile birlikte değerlendirmeye çalışacağız. Öncelikle ÜÖP’ü ele a- lırsak, harç eylemleri döneminde Ü- ÖP’ün içinde iki ana eğilim şekil­lendi ve tartışılmaya başlandı. Bi­rinci eğilim sonrasında sürece ağır­lıklı olarak karakterini de verecek o- lan ve hareketi daha fazla militan­laştırma eğilimini sergileyen eğilim­di. İkinci eğilim de öğrenci kitlesi­nin politikleşme sürecinin yeterli se­viyeye ulaştığı, bundan sonra sürek­li bir eylem hattı ile öğrenci kitlesi­nin yorularak tüketileceğini düşü­nen, bu yüzden mevzi tutmak ve gençliğin öz örgütlülüğünün oluştu­rulması yönünde adımlar atmak ge­rektiğini savunan eğilimdi. ÜÖP bi­leşenlerinin ağırlıklı olarak daha fazla işgal politikası gütmesi sonu­cunda dönemin kısa süreli de olsa a- na karakteri bu politika ekseninde (birinci eğilim) şekillendi.

Bu noktada ÜÖP tarafından ör­gütlenen iki eylem ön plana çıkıyor. Birincisi 15 Mart 96’da yapılan 16 Mart şehitlerini anma eylemi, İkin­cisi 23 Mart’ta -fiili durum yaratıla­rak DTCF işgaline çevrilen- Kızı­lay’da yapılan miting idi. Her iki

eylem de eylemler örgütlenirken alı­nan kararlan, ÜÖP çatısı altındaki bazı gençlik örgütlerinin fiili olarak eylem alanında yok sayması ile nok­talandı. Bu durum ÜÖP içinde gü­vensizlik ve tartışma yarattığı gibi ÜÖP kitlesinin kırılmasına ve gü­vensizliğe düşmesine sebep oldu. Bunun sonucunda yine aynı dönem­de faşistlerin İstanbul Öğrenci Birli­ği adıyla örgütlenmelerine müdaha­le etmek amacıyla planlanan baskın eylemine ÜÖP adına sadece 11 kişi­nin katıldığı bir durum ortaya çıktı. Bu eylem Koordinasyon’un basın a- çıklamasma dönüştü.

Son dönem öğrenci hareketinin en önemli eylemi olan Beyazıt işga­lini örgütleyen ÜÖP nasıl oldu da ö- nemli bir eylemine sadece 11 kişinin katıldığı bir noktaya geldi? Bu so­nucu olabildiğince etraflıca analiz etmek öğrenci hareketinin bugün yaşadığı tıkanıklığı açıklamak için de bize önemli veriler sunacaktır di­ye düşünüyoruz.

Öncelikle ÜÖP süreci başlangıcı itibariyle eylemlerin örgütlenmesi, devrimci kitle çizgisi ve devrimci dayanışma gibi konularda önemli bir gelişim seyri gösterdi. Koordi­nasyonun reformist siyasi çizgisine de devrimci bir alternatif olarak gençlik hareketinde tarihsel bir rolü de üstlenmişti ÜÖP. Özellikle de 29 Şubat Beyazıt işgali bu olumlu pra­tiği doruk noktasına taşımıştı. An­cak sonrasındaki eylemlerde (15

76

Page 79: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

Kas ı m"AraLi k 2005 qol

Yapılması gereken neydi sorusu burada karşımıza çıkıyor tabii ki. Öğrenci hareketinin var oluş zemini hızlı bir şekilde gündelik eylem

birlikteliklerinden çıkarılarak, öğrenci kitlesi ile ilişkisi sistematik örgütlü bağlara dönüştürülmeliydi.

d art Beyazıt ve 23 Mart Ankara) bu rratik, inisiyatif tanımayan fiili du- '_:nlar ve ayak oyunları ile darbe- a-di. Bu darbeyi bizzat ÜÖP’ün ku­

rucusu ve örgütleyicisi olan bazı si- asetlerin vurması öğrenci hareketi­

nin nasıl bir açmazda olduğunun te- — el işaretiydi elbette. Ancak olayla­ra ve olgulara takılmadan anlayışı ve mantığı deşifre etmek bizler açı­sından esas önemli noktadır. Son kertede bahsettiğimiz fiili durumlar

e ayak oyunları bir anlayışın sonu­cudur. Ve esas hesap)apriması gere­

ken de anlayışın kendisidir. Yukarı­da birinci eğilim olarak bahsettiği­miz hareketi daha fazla militanlaş­tırmak gerektiğini düşünen eğilim ÜÖP içinde ağırlıklı i- di ve ÜÖP sürecine darbeyi vuran anlayış da bu eğilimin sahiple­ri oldu. Bizler bu anla­yışı ikinci dönem siya­set anlayışı veya tarzı olarak tanımlıyoruz. ÜÖP pratiği sü­resince ikinci dönem siyaset anlayı­şının iki temel zaafı ortaya çıktı. Bi­rincisi ve en önemlisi öğrenci kitle­sinin durumunun kavranmaması hat­ta kavramak için çaba dahi gösteril­memesi idi. Politika ürettiğimiz ze­mini kavramayınca atacağımız a- dımlar elbette doğru olmayacaktır. Nitekim ikinci dönem siyaset anla­yışı kısa sürede yanlış noktalara savrulmuş ve sonucu ÜÖP’ün dağıl­masına kadar varmıştır. 96 kendili­ğinden yükselişi esas olarak örgüt­süz muhalefet karakteri taşıyan, is­yankar, var olan düzenden rahatsız­lık duyan fakat sonuna kadar apoli- tikliğe batmış ve kendi öz örgütlülü­ğünden yoksun bir niteliğe sahipti. O dönemde yapılması gereken önce­likli olarak içinde pasifizasyonu, a- politikliği, çürümeyi de barındıran kitlelerdeki modernleşme sürecini kavramak ve onun gerçekliğine göre politika üretmek olmalıydı. O gün i- çin ancak gerekli kurumsallaşmalar yaratılarak, akademik-demokratik taleplerin meşruiyet zeminini zede­lemeden yapılacak eylemlerin başa­rı şansı vardı. Fakat ikinci dönem si­yaset anlayışı bu tarz bir politika

gütmek yerine yukarıdan ajitasyonla radikalizme daha fazla vurgu yapa­rak kitlelere yönelmiş, 15 Mart Be­yazıt eylemi eylem komitesi kararı çiğnenerek bitirilmeyerek polisin provokasyonuna zemin hazırlanmış, 23 Mart Kızılay mitingi de yine Ü- ÖP’ün ve eylem komitesinin kararı hiçe sayılarak DTCF işgaline dön­dürülmüştür. Her iki eylemin sonu­cunda bu gerilime hazır olmayan öğrenci kitlesi polisin aşırı şiddeti karşısında ezilmiş ve öğrenci hare­keti ciddi bir kırılma yaşamıştır. Ü- ÖP’ün dağılma sürecini de bu ey­lemler başlatmıştır.

İkinci dönem siyaset anlayışının ikinci temel zaafı da kitle eylemle­rinde ve bizzat kendilerinin de eme­ğiyle oluşturulan demokratik ku­rulularda öğrenci gençliğe sürekli o- larak kendi siyasi programlarını ve sloganlarını dayatmaları olmuştur. Hem öğrenci gençliğin akademik- demokratik sorunlarına sahip çıkma yolunda bağımsız öz örgütlülüğünü yaratmasından bahsedip, ardından kitleye kendi siyasi programlarını, taleplerini ve sloganlarını dayatma­ları öğrenci hareketinin gelişim ka­nallarım tıkadığı gibi meşruiyetini

de zedeleyen sonuçlar yarattı. Sade­ce dar grup çıkarları gözetilerek, dö­nemin mücadele dinamiklerinin ge­lişme seyrinden kopuk bir şekilde kendini dayatmak, hak alma müca­delesine hiçbir ivme kazandırmadığı gibi öğrenci gençlikle gençlik örgüt­lerinin arasındaki bağı zedeledi ve ciddi güven kırılmalarına yol açtı. Bu zaafların sonucu olarak ortaya çıkan Beyazıt işgaliyle başlayıp, sa­dece 11 kişinin katıldığı eylemlere uzanan bir pratik oldu.

Yapılması gereken neydi sorusu burada karşımıza çıkıyor tabii ki. Öğrenci hareketinin var oluş zemini hızlı bir şekilde gündelik eylem bir­likteliklerinden çıkarılarak, öğrenci kitlesi ile ilişkisi sistematik örgütlü bağlara dönüştürülmeliydi. Günde­lik siyasi taktikler hayata geçirilir­ken öğrenci gençliği istihdam ede­cek kurumsallaşmalar merkezi ve birimler düzeyinde örgütlenmeliydi. Gündelik eylemliklere hapsolmuş bir mücadele pratiğinin bir süreklili­ğinin ve kalıcılığının olmayacağı ve geleceğe dönük herhangi bir pers .̂ pektif sunmayacağı devrimci müca­delenin en temel doğrusudur. Türki­ye Devrimci Hareketi’nin seksen

77

Page 80: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

CjO İ Kasim-AraIil< 200?

yıllık tarihinden çıkan en temel so­nuç da budur. Bünyesinde taşıdığı temel zaaflar ÜÖP’ün mücadelenin en temel doğrularını dahi görmesi­nin önünde ciddi bir engel oluşturu­yordu ve maalesef bu engel, iki yılı aşkın bir süre devam eden bu kendi­liğinden yükselişin, gençlik hareke­tinin ve devrimci hareketin tıkanık­lığına çözüm olacak bir noktaya ta­şınamamasına sebep oldu. 96 yükse­lişi ve ÜÖP süreci hareketin öznele­rinin büyük çoğunluğunun zaafları yüzünden geleceğe dönük olarak öğ­renci hareketine ve devrimci hareke­te belli nicelikte ve nitelikte kadro­lar dışında herhangi bir kurumsallık bırakmadı. Gündelik kazanımlar el­de edildi şüphesiz ama onlar da iler­leyen yıllarda fazlasıyla elimizden alındı. Harç eylemlikleri sürecinin bu şekilde sönümlenmesinin nedeni hareketin öznelerinin zaafları ise tam da bu noktada bakış açımızı bi­raz daha geniş tutarsak sorulması gereken soru zaafların kaynağının, nedenlerinin ne olduğudur elbette.

Tam burada üniversitelerdeki yapısal dönüşümün ulaştığı aşama­ya, kitle profilinden, üniversite-sa- nayi entegrasyonuna kadar geniş bir eerçevede-yeniden bakmak gereki­yor. Gençlik hareketinin tarihi vd gelişim seyri de bu konuda önemli göstergeler taşıyor. Gençlik hareke­

tinin Jöntürklerden başlayarak 90’h yıllara kadar taşman tarihsel dev­rimci geleneği 60’h yıllarda şaha kalkmış, ancak 12 Mart ve 12 Eylül faşizminin baskı yıllarında kırılma­lara uğrayarak, yenilgili ve kesintili bir mücadele sürecinde sona erdiril­miştir. 60’lı yıllarda gençlik hareke­ti, toplumsal muhalefetin en dina­mik ve en vurucu gücü olma özelli­ğini taşıyor hatta yol açıcı bir işlev görebiliyorken 12 Mart faşizmi ile ilk ciddi kırılmasını yaşıyordu. 12 Mart faşizminin ardından gençlik hareketinin bu özellikleri törpüleni­yor, hareket toplumsal muhalefetin eşgüdümüne girmeye başlıyordu. 70’li yıllar gençlik hareketinin bir nitelik değişimine uğradığı yıllardır. Gençlik hareketi sınıf mücadeleleri içinde işçi sınıfından ve ezilen halk­lardan yana taraf olarak iktidar mü­cadelesine atılmıştır bu yıllarda. Proletarya partisinin eksikliği dev­rimci gençlik hareketini kendisini o- nun yerine ikame etmeye, bir iktidar örgütü gibi davranmaya götürmüş­tür. Mahir Çayan Dev-Genç için ‘doğuşunda demokratik kitle örgütü idi, ancak daha sonra bir iktidar ör­gütü gibi davranmaya başladı’ diyor. 70’li yıllarda yaşadığı nitelik sıçra­ması ile iktidara yönelen gençlik ha­reketi sınıf hareketleri ile iç içe ge­çerek, toplumsal hareketin gelişimi­ne göre yükselişini sürdürmüştür.

Yine bu dönem yaşanan sınıf kopuş- malarının etkisi ile gençlik hareketi de yapısal bir parçalanmaya uğra­mış, farklı sınıf eğilimleri doğrultu­sunda siyasal gençlik örgütlenmele­ri meydana gelmiştir. Bu tarihten iti­baren eskisi gibi bütünsel, tek bir Devrimci Gençlik Hareketi söz ko­nusu olmamıştır. Bu olgu 80 sonrası daha da belirginleşmiştir.

80 sonrası gençlik hareketini be­lirleyen temel etkenlerden biri de devletin konumlanışı olmuştur. Devlet 80 sonrası yalnız zor uygula­makla kalmadı, düzen içine çekebil­diği unsurlara kendi icazet alanında politika yapma imkanı tanıyarak ne- o-liberalizmi körükledi. Militan devrimci güçlerin politik zeminini daraltarak, marjinal güçler konumu­na düşürmeyi hedefledi. 87 sonrası süreç gösterdi ki, devletin kendili­ğinden kitle hareketlerini yönetme becerisi, siyasi gelişmeler karşısın­daki taktik manevra yeteneği ve üs­tünlüğü, toplumsal kontrol mekaniz­malarındaki yenilenme (psikolojik savaş yöntemleri) gençlik hareketi­ne yeni mücadele yöntemleri geliş­tirme zorunluluğunu dayatıyordu.

Gençlik hareketi böyle bir deği­şim seyri izlerken toplumda dolayı­sıyla öğrenci gençlikte yaşanan de­ğişim de kendi kanallarında hızlı bir akış içindeydi. 12 Eylül sonrası eko­nomiden siyasete, teknolojiden kül­türe kadar hayatın bütün alanında hızla yaşanan değişim en çok genç­liği etkiledi. YÖK’ün kuruluşunun ardından gençliğe dayatılan anti-de- mokratik uygulamalar ve paralı eği­tim kıskacı 89’lara kadar her ne ka­dar cepheden zorlanmışsa da genç­lik hareketi gelecek için örgütsel o- larak sağlam bir miras bırakmayı başaramamıştır. İstanbul Öğrenci Dernekleri Federasyonu (İÖDF) sü­recinin de parçalanmasıyla öğrenci hareketi dibe vurmuştur. Bu süreç i- çinde tek tek devrimci çıkışlar ya- şandıysa da süreci tersine çevirecek bir çözüm gücü açığa çıkmamıştır.

Öğrenci gençliğin durumuysa sistemin kendini yeniden yapılan­dırmasının hangi aşamada olduğu-

78

Page 81: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 200?

nun en somut göstergesiydi. Artık sokaklarda devrimci gençlere rastla­mak mümkün değildi. Gençliğin po­litik yönelimleri yapısal dönüşümün baskısı altında düzenin istediği yön­de kökleşmeye başladı. Her gün sa­bah okuluna gelen ders çıkışı evine giden ortalama bireylerle, örgütlen­meye karşı anarşizan fakat düzenin tekdüzeliğine karşı isyankar rockçı, metalci vb. alt kültürlerle bezenmiş bar gençliği ya da bir başka deyişle günü yaşamayı ilke edinmiş, gele­cek umudu olmayan kendini dalga­lara bırakmış oradan oraya savrulan bir gençlik karakteri ortaya çıkmıştı. Bu iki tipolojinin gençlik içinde e- gemen karakterler olmasının sonucu olarak gençlik dinamizmini yitirmiş, geçmişte sık sık vurgulanan tarihsel devrimci misyonundan bütünüyle u- zaklaşmış bir toplumsal katman ha­line dönüşmüştü. Öğrenci hareketi bu gidişatı tersine çevirecek bir po­litika üretemediği gibi tıkanıklığın yarattığı sorunları aşamadıkça kendi enerjisini kendine yöneltmiş, der­nekler süreci dağılmış, sonuç tam bir dibe vurma olmuştur.

Sonuç olarak96 harç eylemlik­

leri öğrenci hareketi­nin bugün için 80 son­rası gördüğü son ken­diliğinden kitle hare­keti olarak tarihteki yerini aldı. Hem de yapısal dönüşüm tartışmalarının tam ortasında, öğrenci gençliğin es­kisi gibi bir toplumsal dinamik ol­maktan artık uzak olduğu tespitleri­ni yaptığımız ve yeni bir mücadele tarzının örgütlenmesi gerektiğini ıs­rarla vurguladığımız bir dönemde a- deta bizi yalanlamasına ortaya çıktı bu kendiliğinden hareket. Eylemle­riyle, işgalleriyle, iç tartışmalarıyla gençliğin, toplumun bütün kesimle­rinin, devrimci hareketin ve tabii ki devletin de ana gündemi haline gel­di. Gençlik hareketini 2000’li yılla­ra taşıyacak kadroların yetiştiği sü­reç olarak da hareketin kendini gele­ceğe taşımasında önemli bir rol üst­lendi harç eylemleri süreci. Dost acı söyler misali aradan geçen on yıl so­

nunda gençlik hareketine 96’dan ne miras kaldı sorusunu sorduğumuzda birkaç destansı eylem anısı dışında bir cevap bulabilen var mı?

Dönem özellikleri değişirken ta­rihin hiçbir kesitinde devrimler da­hil eskiden yeniye geçiş bıçakla ke­silmiş gibi bir anda yaşanmamıştır. Her yeni döneme geçiş aynı zaman da eski dönemin sık sık tekrarıyla defalarca inkar edilmiş ve görmez­den gelinmiştir. Ancak tarihin akışı bütün gerçeklerden daha inatçıdır, daha devrimcidir. 89’larla birlikte dibe vuran devrimci gençlik hareke­ti şapkasını önüne koyup tarihiyle, var oluş zemini ile, yaptıkları, yapa­madıkları ve yanlış yaptıkları kısa­cası kendisi ile köklü bir hesaplaş­ma yapmak yerine dönem özellikle­ri itibariyle açığa çıkan liberalleş­meye karşı kendi içinde katılaşmayı tercih etmiştir. Politik olarak dayatı­lanın üzerine çıkamadıkça, kendi politik-taktik hattını oluşturamadık- ça eskiyi tekrardan öteye geçeme­miştir. Eskiyi tekrar siyasette ve gençlik kitlesinde cevap bulamayın­ca kendi içinde katılaşma doğal so­

nuç olarak özden yoksun bir biçim oluşturmuştur, sadece. Kaba bir bi­çimle ayakta duran bir kabuk. Yuka­rıda da belirttiğimiz gibi tarihin akı­şı bütün gerçeklerden daha inatçıdır, daha devrimcidir. Bu kabuk elbet kı­rılacaktı. Böylesi bir son yaklaşır­ken ikinci dönem siyaset anlayışla­rını taşıyanlar için 96 kendiliğinden yükselişi bir soluk borusu olmuştur adeta. Kabaran kitle hareketi bir yıl önceki açmazları ve tıkanıklıkları u- nutturuverdi hemen. Ve ömrü uzadı ikinci dönemin.

Yıl 2005. Aradan geçen on yıl sonunda birkaç destansı eylem anısı dışında harç eylemleri sürecinden öğrenci hareketine bir şey kalmadığı gibi bu on yıl içinde tarihin akışının inatçılığı kendini gösterdi. İkinci dönem siyaset anlayışı pratik olarak tasfiye oldu üniversitelerden. İşte bu yüzden 96 harç eylemleri süreci i- kinci dönem siyaset anlayışlarının ömrünü uzatan gençlik hareketi tari­hinde sadece bir parantez. Tarihin a- kışmm olası sonuçlarını kısa süreli­ğine de olsa öteleyen önemli bir pa­rantez.

Dönem özellikleri değişirken tarihin hiçbir kesitinde devrimler dahil eskiden yeniye geçiş bıçakla kesilmiş gibi bir anda yaşanmamıştır.

Her yeni döneme geçiş aynı zaman da eski dönemin sık sık tekrarıyla defalarca inkar edilmiş ve görmezden gelinmiştir.

A n kara ’da harç eylem i

79

Page 82: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

qol KasiM'AraIiI< 200?

E Ş İT L İK Ç İ ÇAG SO N A ERDİ■ 7

Üniversiteler Kapitalist sistem açısından önemli üç temel niteliğe sahiptir. Bunlardan ilki, üniversitelerin sermayenin ihtiyaç duyduğu nitelikli iş gücünün

üretildiği temel atan olmasıdır. İkincisi, üniversitelerdeki bilimsel-teknik üretimin sermayeye maliyet tasarrufu sağlaması, sonuncusu ise üniversitelerin ideolojik

üretimde taşıdığı önemdir.

Kapitalizmin, 1970’lerin başında yaşadığı krizden çıkış yolunu neoli- beralizm olarak çizdiğini hepimiz bi­liyoruz. Yaklaşık 40 yıllık bir zama­nı Keynesyen politikalarla ulusal sermayeleri güçlendirerek geçiren kapitalist sistem, 1970’lere geldiğin­de, teknik gelişimin getirilerinin de etkisiyle ulaştığı birikimin krizini yaşamaya başladı. Keynesyen politi­kaların ulusal pazar mantığı ve bu­nunla bağlantılı olarak iç pazarı can­lı tutabilmek için önemli gördüğü görece yüksek ücretler, iş güvencesi ve diğer sosyal haklar bu dönemde kar oranlarının hızla düşüşünün te­mel nedeni olarak sermayenin saldırı alanına oturdu.

1970’lerden beri tüm dünyayı et­kileyen neoliberal politikaların bu anlamda iki temel yönü var diyebili­riz. İlki sermaye artık ulusal pazarla­

rın dışına, yaygınlık olarak dünya öl­çeğine yönelmiştir. İkincisi bugüne kadar sosyal alanlar olarak tanımla­nan eğitim, sağlık, ulaşım vb. de dâhil olmak üzere her alanın piyasa ilişkilerinin içine çekilmesini hedef­lemektedir. Bunun hayatlarımızdaki karşılığını, Thatcher’m Bilim ve E- ğitim Sekretaryası Kenneth Baker şöyle ifade ediyordu: “Eşitlikçi çağ sona erdi”.

Yüksek öğrenimde yeniden yapılandırma

Türkiye’de, 1980 sonrası üniver­sitelerimizin geçirdiği değişimi anla­mada ülkenin kendi tarihsel-toplum- sal yapısı önemli bir yerde duruyor. Ancak üniversitelerimizdeki yeniden yapılanmayı, hem neoliberal politi­kaların tüm dünyada bir bütün olarak toplumsal yapılara dayattığı deği­

şimle hem de özelde eğitim politika- ları-yüksek öğretim politikası üze­rindeki etkisinin nasıl işlediği ile bir­likte kavramak doğru olacaktır. Çün­kü üniversiteler en temelde teknolo­jinin ve ideolojinin üretildiği/yeni- den üretildiği alanlar olarak bu yeni­den yapılandırmada önemli bir işleve sahip.

İlk olarak sermayenin yüksek öğ­retimdeki bu yeniden yapılandırmay­la neyi amaçladığına bakmak yararlı olacaktır.

Üniversiteler kapitalist sistem a- çısmdan önemli üç temel niteliğe sa­hiptir. Bunlardan ilki, üniversitelerin sermayenin ihtiyaç duyduğu nitelikli iş gücünün üretildiği temel alan ol­masıdır. İkincisi, üniversitelerdeki bilimsel-teknik üretimin sermayeye maliyet tasarrufu sağlaması, sonun­cusu ise üniversitelerin ideolojik ü- retimde taşıdığı önemdir.

Bu üç başlık, her dönem kapita­list sistemin üniversitelere dönük ba­kışının temel noktaları olmuştur. Ne­oliberal politikalar asıl olarak, bu başlıkları değiştirmiyor; bu başlıkla­rın nasıl biçimleneceğini, sürecin na­sıl işleyeceğini tanımlıyor, bunları değiştiriyor.

Neoliberal mantığın nelere da­yandığını, ilk olarak emek gücü ihti­yacını nasıl tanımladığında görmek mümkün.

Teknikteki hızlı gelişim sayesin­de artık sermaye asıl karını, kitlesel emek gücü üzerinden değil sabit ser­maye oranı yüksek, sürekli gelişen yeni yatırımlar üzerinden elde et­mektedir. Bu da sermayenin eskisi

Bu yazıdaki fo toğrafları b irlik te düşünün. Bakalım aradaki fark ları bulabilecek misiniz?

r

8 0

Page 83: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

Kasim-AraIiI< 2005 C jO İ

Sermayenin üniversiteye dönük bakışındaki temel diğer bir nokta, ü- niversitelerin bilimsei-teknik üretimde taşıdığı yerle ilgilidir. Teknikte­

ki gelişim sermaye için üretim maliyetinde tasarruf sağlamaktadır, teknik üstünlük sistemin tekelci yapısının devamlılığında da önemlidir.

gibi kitlesel nitelikli iş gücü ihtiyacı­nı azaltıyor. Tersine daha nitelikli yani tekniği sürekli geliştirebilecek az sayıda emek gücü, bugün serma­yenin yüksek karlara ulaşabilmesinin asıl aracı. Bu durum elbette genel o- larak eğitime özeldeyse üniversite e- ğitimine olan bakışı birebir değiştiri­yor. Artık kapitalizmin kitlelerin eği­tilmesine ihtiyacı yok. Eğitilmiş, az sayıda “ayrıcalıklı” emek gücü, süre­cin yürütücüleri olarak yeterli. Bu politikanın kendi iç mantığı, kamu fonlarının eğitime ak­masını da elbette ge­reksiz hatta daha öte­sinde zararlı kılıyor.Yani geçmişin kamusal eğitimi de neoliberal politikalar açısından ömrünü tarihsel olarak tüketmiş durumda. İş daha da ileriye taşındığında, bu az sayıdaki nitelikli emek gücünün nasıl üretilmesi ge­rektiği noktasına varılıyor. Bilgi, bu anlamıyla eğitim,'bir nitelik aracıysa ve buna az sayıda kişi sahip olacak­sa, bu aslında bilginin doğrudan bir ayrıcalık oluşturması demek. Yani toplumsal niteliği yok edildiğinde e- ğitimden geriye sadece kişinin edin­diği bir ayrıcalık, kişinin geleceğine yaptığı bir “yatırım” kalıyor. Ve ka­pitalist sistemin piyasa mekanizma­sının bu duruma yanıtı “alan öder” o- luyor. Başka bir ifadeyle parayı ve­ren düdüğü çalar.

bölümünü tamamen kapatmış, Mic­rosoft ise Cambridge Üniversitesi ile yaptığı anlaşmalardan sonra AR-GE bölümünü önemli ölçüde daraltmış- tır.

Daha önce söylediğimiz gibi, üstteki iki başlık kapitalizmin her döneminde üniversitelerden beklen­tilerini oluşturur, neoliberal politika­lar bu beklentilerin yapısını değiştir­miştir. Ancak neoliberalizmin üni­versitelerden ideolojik beklentilerine gelmeden önce, sürecin birebir neo­liberal politikalara özgü noktalarını ve bunun üniversiteleri nasıl yeniden yapılandırdığını da açmak gerekiyor.

ca kamusal bir hizmet olarak verilen eğitim alanına sermayenin nasıl yer­leşeceği ile ilgilidir. Eğitimi ücret- lendirilmiş olarak sunan vakıf okul­larının açılmasının yanında, ikinci bir ayak devletin eğitimden tasfiyesi­nin sağlanması adımlarıdır. Devlet bütçesinden eğitime ayrılan payların giderek azaltılması, böylece devlet okullarındaki eğitimin kalitesinin bi­linçli olarak düşürülmesi, bunun ya­nında özel okulların devletçe destek­lenmesi ve bunun ideolojik propa­gandası ileri aşamalar için eğitimin tamamen piyasaya bırakılmasının ze­minini yaratıyor.

Sermayenin üniversiteye dönük bakışındaki temel diğer bir nokta, ü- niversitelerin bilimsei-teknik üretim­de taşıdığı yerle ilgilidir. Teknikteki gelişim sermaye için üretim maliye­tinde tasarruf sağlamaktadır, teknik üstünlük sistemin tekelci yapısının devamlılığında da önemlidir. Ancak bilimsel faaliyetlerin kendisi, olduk­ça büyük yatırım gerektiren, mali­yetli bir iştir. İşte neoliberal politika­ların üniversite-sanayi işbirliği adıy­la sunduğu yapı, gerek teknik alt ya­pı gerekse beyin gücü olarak üniver­sitelerin sahip olduğu donanımın, sermayeye açılmasıdır. Bu durumun en tipik örnekleri olarak Kodak ve Microsoft’un girişimleri verilebilir. Kodak kendi araştırma geliştirme

Öncelikle eğitimin özelde yük­sek öğrenimin bugün birebir kendisi, sermaye için bir yatırım alanını oluş­turuyor. DTÖ’nün 1995 verilerine göre uluslararası eğitim pazarı 27 milyar dolar. Eğitimin, DTÖ kaynak­larına bir pazar, hem de oldukça bü­yük bir pazar olarak geçmesi bu du­rumun tipik bir göstergesi. Bunun e- ğitim sistemindeki karşılığı devlet o- kullarmm yanında, ya da ileriye dö­nük olarak tamamen, eğitimin özel sektör tarafından verilen ve bu an­lamda elbette fiyatlandırılmış bir “hizmet” olmasıdır. Tüm dünyada ö- zel üniversitelerin, liselerin, ilkokul­ların çığ gibi büyümesi bu durumun bir sonucudur. Bu yapılandırmanın önemli bir noktası ise elbette, yıllar­

Şili’de 1980’de uygulamaya ko­nan Voucher sistemi, bu mantığın ti­pik bir uygulamasıydı. Kamu okulla­rının önce yerel yönetimlere devre­dilmesine, ardından bu okulların ö- zel okullarla rekabete sokulmasına dayanan sistem, Şili’de kamu okulla­rının %80’inin özelleştirilmesini ge­tirdi. Aynı dönemde eğitim düzeyin­de dramatik düşüşler yaşandı (İstan­bul gibi Büyükşehir belediyelerinin tüm hizmetleri özelleştirmesini ha­tırlayalım).

Sürecin neoliberalizme özgü di­ğer bir noktası ise, tek tek ülkelerde işleyen boyutlarının yanında aslında uluslararası bir nitelik taşımasıdır. Yani neoliberal politikalar bütün ül­kelerde birebir aynı amaçlarla ve bi-

81

Page 84: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

I V ^ I l\A S IM 'A R A L IK Z U U 7

çimde yürütülmemektedir. IMF, DB, AB gibi emperyalist kurumlar ver­dikleri yapısal uyum kredileriyle, Türkiye’nin de dâhil olduğu bir kate­goride, az gelişmiş ülkelere yapısal uyum kredileriyle eğitimin piyasa- laşmasmı hem dayatmakta hem de bunun yolunu döşemektedir (Kapita­list merkezlerle az gelişmiş ülkeler arasındaki amaç-biçim farklarını Türkiye’yi anlatırken daha fazla a- çıklayacağız).

Neoliberal politikaların, kendi özgün noktalarını bu biçimiyle ta­nımladıktan sonra, bu sürecin üni­versiteler üzerinde nasıl bir etki yap­tığından, yani üniversite yapılanma­sını nasıl değiştirdiğinden bahsetmek gerek. Süreç sadece üniversitelerin özelleşmesi ya da üniversitelerin ser­mayenin AR-GE alanlarına dönüş­mesinden ibaret değil. Bu durum ay­nı zamanda üniversitenin kendisinde de bir yapısal dönüşüm yaratıyor. Bunun da iki biçimde gerçekleştiğini görüyoruz. İlk olarak üniversitenin kendisi de bir girişimciye dönüşüyor, ikinci olarak bu süreç eğitimin içeri­ğini değiştiriyor.

İlk olarak üniversitenin kendisi­nin bir şirkete dönüştüğünü görüyo­ruz yani üniversitenin amaçları ve kendi iç yapılanması da neoliberal politikalarla uyumlu hale geliyor. Ü- niversite de kendi içinde bir şirket gibi çalışmaya başlıyor ve piyasayla

da bu biçimiyle ilişki kuruyor. Bu durumu, üniversite içindeki her türlü hizmetin paralılaşması, üniversite çalışanlarının sözleşmeli personele dönüşmesi, öğrencinin müşterileş- mesi, ABD’de birçok üniversitenin fonlarının Wall Street’te işlem gör­mesi gibi boyutlarıyla üniversitenin iç yapısının bir işletmeye dönmesi o- larak tanımlayabiliriz. Yani üniversi­teler sadece firmaların bir departma­nı değil, tersine firmalarla iş yapan ayrı bir şirket durumunda.

Neoliberalizmin üniversitelerde oluşturduğu diğer bir yapısal dönü­şüm ise eğitimin içeriğinde yaşanı­yor. Her şey piyasaya endekslendiği için, üniversite eğitimi de artık piya­sanın ihtiyaçlarıyla biçimleniyor. Pi­yasa açısından getirisi olmayan bö­lümler kapanıyor, verilen eğitim pi­yasada yer edinecek bir işlevsellikle ele almıyor. Bu üniversitelerin bilim­sellikle, eleştirel düşüncenin merkezi olmakla tanımlanan yüzlerce yıllık mantalitesinin de öldürülmesi de­mek.

Son olarak, kapitalizmin her dö­nem üniversitelere dönük beklentile­rinin önemli bir ayağı olan ideolojik üretime dönersek, üstte anlattığımız her şeyle bağlantılı olarak neoliberal politikalar, üniversitelerden bunun i- deolojik üretimini gerçekleştirmesini bekliyor diyebiliriz. Dünyanın pek çok yerindeki birçok üniversitede

neoliberal politikaların karşısında yer alan, amaçlarını-sonuçlarını de­şifre eden akademisyenler bulunsa da sistemin mantığını üreten, bunu topluma sunan, tıkanma noktalarını aşmasını sağlayan yine üniversiteler oluyor. Yani üniversite aynı zamanda neoliberal ideolojik saldıranın da merkezi.

Bu sürecin Türkiye’de nasıl işle­diğine geçmeden önce son bir vurgu önemli sanırım. Üniversitelerdeki neoliberal yeniden yapılandırma el­bette ki eğitimdeki yeniden yapılan­dırmanın bir parçası olarak işliyor. Yani üstte bahsettiğimiz sürecin bir­çok alt ayağı daha ilkokulda başlı­yor, üniversitelerin durumunu bu yö­nüyle de kavramak önemli. İkincisi ve belki de daha önemlisi, bu duru­munda aynı zamanda bir bütün ola­rak her alandaki neoliberal saldırıyla bağlantısını unutmamak. Çünkü neo­liberal saldırı, birbiriyle bağlantılı, iç içe geçmiş bir mantık ve süreçle örü­lü ve bu saldırının hedef tahtasında sadece eğitim değil, tüm hayatımız var.

Şili’de Voucher sisteminin bir sonucunun da, ailelerin yaşadığı yoksulluğun çocukların eğitimi için verilen kuponları bozdurup yemek almakta kullanmaları olduğu unutul­maması gereken bir örnek sanırım.

Türkiye’deüniversitelerin yeniden

yapılandırılmasıNeoliberal eğitim politikalarının

üniversitelerimizde nasıl yaşandığı­na geçmeden önce öncelikle Türki­ye’nin kendine özgü tarihsel-toplum- sal özelliklerinin üniversitelerimizi nasıl yapılandırdığına değinmek ge­rekli. Çünkü sonuç olarak neoliberal politikalar bu yapının üzerinde, onu değiştirerek, bazen de ona eklemle­nerek kendine yer ediniyor.

Türkiye’de üniversitelerin, Os­manlI’nın son dönemlerinde özellik­le askeri alanda bir gelişim sağlaya­bilmek için Batı kurumlarım temel aldığı biliniyor. Yani üniversiteleri­mizin daha kuruluş aşamasında, ken-

82

Page 85: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 2005

Türkiye'de neoliberai politikaların hayata geçirilmesinde elbette te­mel noktayı, 1980 faşist darbesinin hemen ardından kurulan YÖK'Ie başlatmak gerekir. Ki bu yıllar Türkiye'nin de, 2 4 Ocak kararlarıyla neoliberai ekonomiye tam yol dümen kırdığı döneme denk düşer.

dişinin geçirdiği tarihsel bir altyapı, bunun üzerine biçimlendiği bir gele­neği yok. Bu yüzden köklü bir üni­versite mantığı ve geleneğini taşıdık­larını da söylemek zor. Cumhuriyet­ten sonra da üniversitelerin sık sık müdahalelerle biçimlendiği görül­mekte. YÖK tarafından Türkiye üni­versitelerinin ilk kuruluş tarihi ola­rak alman 1933 reformu ve bağlantı­lı olarak İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşu da aslında birebir siyasi ik­tidarın bir müdahalesi niteliğinde. Darülfünun İÜ’ye dönüştürülürken, öncesinde var olan 153 üyesinden sa­dece 59’unun İÜ’de çalışmaya de­vam etmesi bu durumun tipik bir ör­neği. Siyasi iktidarın üniversitelere dönük doğrudan müdahalelerinin ör­neklerini sonraki yıl­larda bulmak da müm­kün. Bu doğrudan mü­dahalelerin ötesinde aslında devletin asıl ve sürekli müdahalesinin verilen eğitimin niteli­ğinde olduğu görülüyor. Şoven, geri­ci, elitist, cins ayrımcı bir eğitimin ti- niversitenin kılcal damarlarına işle­mesi, işleyemediğinde de doğrudan müdahalelerle örülü bir üniversite ta­rihimizin olduğu söylemek abartılı olmayacaktır.

Neo-liberalyapılandırma

Türkiye’de neoliberai politikala­rın hayata geçirilmesinde elbette te­mel noktayı, 1980 faşist darbesinin hemen ardından kurulan YÖKTe başlatmak gerekir. Ki bu yıllar Tür­kiye’nin de, 24 Ocak kararlarıyla ne- oliberal ekonomiye tam yol dümen kırdığı döneme denk düşer. YÖK üs­te belirttiğimiz tarihsel mirasın da ü- zerinde yükselerek, darbenin muha­lefeti sindirdiği bir ortamda üniversi­teyi tam bir baskı altına aldı. İlk uy­gulamalarından biri 1402 Tikler ola­rak bilinen yasayla üniversiteden yüzlerce demokrat öğretim üyesini uzaklaştırmak oldu. Bunun yanında, zaten güdük olan üniversite gelene­ğini tamamen öldürdü ve üniversite­leri baştan aşağıya tepeden inme bir yapılanmanın içine oturttu. YÖK ya­

sasıyla akademiler üniversitelere, e- ğitim enstitüleri eğitim fakültelerine, konservatuarlar ve meslek yüksek o- kulları üniversitelere ve tüm üniver­siteler de YÖK’e bağlandı. Bununla birlikte fakülte kurulları ve üniversi­te senatoları işlevsizleştirilerek mer­kezi denetim tamamen YÖK’e veril­di.

Bu adımları, daha pek çok ama­cın yanında, neoliberai politikaları pratiğe geçirmeden önce üniversiter sistemi tamamen tasfiye etmeye ve denetime almaya dönük adımlar ola­rak görmek gerekir.

Neoliberai politikaların asıl a- dımlarınm ise 1992 yılında atıldığı göze çarpıyor. 1992’de çıkarılan iki yasa, üniversitelerimizin bugünkü tablosunda oldukça belirleyici ol­muştur. Bunlardan ilki, 1992’ye ka­dar Türkiye’de kurulmuş 29 üniver­site olmasına rağmen, 1992’de bir yıl içinde bir anda 21 üniversitenin ve 2 ileri teknoloji enstitüsünün kurulma­sıdır. İkinci önemli yasa ise 1984’te, bizzat o dönemin YÖK Başkanı İh­san Doğramacı tarafından, tamamen Anayasa’ya aykırı biçimde kurulan Türkiye’nin ilk vakıf üniversitesi

Bilkent’e, çıkarılan 3785 sayılı ka­nunla yasal statü kazandırılmasıdır. Bu yasanın hemen ardından Başkent, Galatasaray, Işık vb. diye devam e- den bir listeyle özel vakıf üniversite­lerinin sayısı her geçen yıl artmıştır.

Yine 90’larda eğitimde neolibe- ral politikaların hızla hayata geçiril­meye başlandığının tipik bir verisini, sonrasında YÖK Başkanı olan Ke­mal Gürüz’ün 1994 yılında, TÜSİ- AD’a hazırladığı “Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” başlıklı raporla edinmek mümkün. Neoliberai politi­kaların Türkiye’deki amaçlarının ve izleyeceği yolun bir stratejisi olarak değerlendirilebilecek olan bu rapo­run bugün pek çok noktasıyla hayata geçtiği görülüyor.

Neoliberai politikaların hayata geçirilmesindeki önemli adımlardan sonuncusu olarak da 1992 yılı New- roz’unda polisin üniversiteye bir da­ha geri çekilmemek üzere girmesi o- luşturuyor. Bu sembolik adım, sonra­ki dönemi belirleyen bir kırılma nok­tası anlamına geliyordu. Böylece sis­tem, üniversitelerdeki bu yeniden yapılandırmanın koruyuculuğunu sağlayacak adımı atmış, bu politika-

85

Page 86: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

(_|OI Kasim-AraIiI< 2005

ların sürekliliğini güvence altına al­mıştır.

Bu adımların gerçekleşmesinde Türkiye’nin yüksek öğrenim tarihine dair yaptığımız vurgular, sürecin nis­peten kolay yürümesinde özel bir ö- neme sahiptir.

Tüm bu süreçlerin üzerine şimdi üniversitelerimizin toplamda nasıl bir tablo oluşturduğu asıl önemli nokta. Bugün Türkiye’de, 24’ü üni­versite, 2’si meslek yüksek okulu ol­mak üzere 26 vakıf üniversitesi bu­lunmakta.

Tüm eğitim alanından bakıldı­ğında ise, 80 ve 90 yılları arasında Türkiye’de özel okulların sayısında %280’lik bir artış olduğu görülüyor. Her yıl devletin eğitime ayrıldığı pay

%2’lerde kalırken (ki bunun %80’ine yakınını zaten personel maaşları o- luşturuyor) özel üniversitelerin sayı­sındaki bu mantar gibi çoğalışta dev­letin, arazi bağışlarının yanında 3708 sayılı yasayla, vakıf üniversitelerinin bütçesinin %45’ini karşılamayı da kabul etmesi önemli bir etken.

Bir bütün olarak üniversiteleri­mizin durumuna bakıldığında tam bir kâstlaşma içinde olduğu görülmekte­dir. Benzer bir kastlaşma da bölüm­ler arasında yaşanmakta, özellikle Fen Edebiyat fakülteleri her yıl bin­lerce diplomalı işsiz mezun etmekte­dir. Bu yapıda, sermayenin ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü, Bilkent, Sabancı, Koç gibi önemli özel üni­versitelerin yanında Boğaziçi, İTÜ, ODTÜ, Hacettepe gibi büyük devlet üniversitelerinden sağlanmaktadır.

Devlet üniversitelerinin geri ka­lan büyük bölümü ise -ki bunlar bü­yük oranda 1992 ve sonrasında hiç­bir altyapı olmadan kurulan tabela ü- niversiteleridir-, sermayenin ihtiyaç duyduğu ucuz emek gücünü barın­

dırmakta, aynı zamanda da gizli iş­sizliği örten bir işlev yüklenmekte­dirler. Vakıf üniversitelerinin geri kalan kısmının ne rol üstlendiği ise açıktır, zengin çocukları için düşük puan, bol paraya zaman geçirilen a- lanlardır.

Üniversitelerimizin sanayi ile

bütünleşmesi de oldukça ileri boyut­lardadır. Büyük üniversitelerin bir­çoğu bünyesinde teknoparklar, “tek- nocity”ler barındırmaktadır.

Bu listeyi uzatmak mümkün ancak elbette bu yapı ilköğretim ve ortaöğre­timdeki yapılandırmayla doğrudan bağlantılı. Ve eğitim sisteminin bu a- lanlarmda da yeniden yapılandırma hızla devam ediyor. Son yürürlüğe ko­nan eğitim müfredatı, sınav sistemleri ve elbette Türkiye’ye özgü dev dersha­ne piyasası bunun önemli ayakları. An­cak yapılması gereken en önemli vur­gu, eğitim sisteminin bütününden dü­şünüldüğünde neoliberal yeniden yapı­landırmanın devam ettiğidir. Ancak ü- niversiteler açısından, bu 15 yıllık sü­reçte yapısal dönüşüm tamamlanmıştır.

Hala neoliberal politikaların üni­versitenin kılcal damarlarına işle­yecek pek çok a- dımı vardır ancak bütünsel olarak bakıldığında üni­

versitelerimiz yapısal olarak bu dönü­şümdeki eşiği geride bırakmıştır.

Bu durumu, bu netlikte ifade et­memizin en büyük nedeni faaliyet a- lanlarımızm gerçekliğini kavrama­nın önemli olduğunu düşünmemiz- dir. Çünkü bu gerçeklik bu gün bire­bir öğrenci hareketini etkileyen nes­nel bir durumdur. 1993 Terde yapısal dönüşümden bahsedildiğinde kaste­dilen, hareketin kendisini dönüştür­mesi, darbe sonrası yaşanan bütün­sel değişimlere, yeni kitle profiline uygun bir yapı ve faaliyet tarzı üret- mesiydi. Ancak bu değerlendirme­lerde üniversite kendi başına bir et­ken değildir. Geçen 15 yıllık sürecin en büyük farkının bu olduğunu gör­memiz gerekir, bugün kitle profili geçmişte tanımlananın da çok öte­sinde bir değişim yaşamıştır ancak daha önemlisi üniversiteler artık kit­le profiline sınıfsal bir kota koyan, kendi içinde bir işletme olarak çalı­şan, piyasayla bütünleşmiş ve başka bir mantık üretip onu topluma sunan bir noktadadır. Ve bu durum kendi başına hareketin en önemli sorunla­rından biridir.

Bu durumu, bu netlikte ifade etmemizin en büyük nedeni faaliyet alanlarımızın gerçekliğini kavramanın önemli olduğunu düşünmemizdir. Çünkü bu gerçeklik bugün birebir öğrenci hareketini etkileyen nesnel

bir durumdur.

84

Page 87: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraLiU 2005 CjO İ

Ü N İV ER SİTELER İN GİYOTİNİ:

S o r u ş t u r m a l a r

Taktik disiplin yoksunluğu, en temelli zaaflardan biridir. Bırakalım taktik disiplini, yaratıcı taktik üretmek konusunda öğrenci hareketinde bir beceri kıtlığı hâkim.

Taktik üretmek, zihin olarak kopuşmadan, kopmadan bu taktik süreci sonuna dek yürütmek, hâkim olmak ve taktik davranış disipliniyle hareket etmek, hareketin

literatüründen adeta "yok" olmuştur.

Son 4-5 yıldır öğrenci gençlik hareketinin gündemini meşgul eden soruşturma sürecini, sistemli ve merkezi bir saldırı olarak uygulan­maya başlaması, devlet için sonuç alıcı bir tarza dönüşerek sürmesi, ve hareketin bu saldırıya karşı geliştir­diği (daha çok da geliştiremediği) refleks ile birlikte, bütünlüklü ola­rak analiz etmek son derece kritik ö- nemde. Bu süreci özeleştirel bir yaklaşımla ele almak, Öğrenci Gençlik Hareketi’nin tüm bileşenle­ri açısından, hareketin nicedir için­de bulunduğu tıkanma süreci ve bu sürecin önemli tanımlayanlarından biri olan öznelerin var oluş sorunu ile ilgili oldukça kapsamlı bir tablo ortaya koyacaktır.

Soruşturma furyası öncesi sü­reçte karşı karşıya kaldığımız Kılık Kıyafet Yönetmeliği uygulaması as­lında bugüne gelirken içinden geçi­len çok önemli bir son virajdı. 98-99 öğrenim yılı başında, kayıt­larda imzalatılan “taahhütname’Ter- le, kılık kıyafetten bildiri dağıtmaya dek pek çok maddede, öğrenciler­den irade beyanları alındı. Tek başı­na bu yönetmelik ardından soruştur­malar başlamış değildir, ancak bu yönetmelik ve uygulanış tarzı dev­letin üniversitelere yoğunlaşmasın­da yeni bir seviyeyi ifade etmekte­dir.

28 Şubat’m toz-dumanmm hem görüş açılarını hem de davranış ala­nını daralttığı bu süreçte, devlet ve Siyasal İslam arasındaki hesaplaş­

ma toplumsal mücadelenin üzerini örtmüş durumdaydı. Kimilerinin “Türban neyi örtüyor?” diyerek, ki­milerinin ise alanlarda ilkesiz bir yan yana gelişle konum aldığı bu günlerde, söz konusu saldırının, ü- niversitelere dönük yoğunlaşmada devlet açısından bir sıçramayı ifade ettiği görülemedi. O döneme kadar “Üniversiteler Bizimdir!”' mantı­ğıyla cepten yemeyi sürdüren hare­ket, daha okul kayıtlarında, kayıt merkezlerinde kurulan “tezgâhlar­la öğrencilerden “taahhütname” a- lmması karşısında sudan çıkmış ba­lığa döndü. Bu kasılıp kalma duru­mu, hareketin içinde bulunduğu tas­fiye sürecini derinleştiren ve daha sonra da sık sık yaşayacağı tıkan­maların ilki oldu. Oysa imzalatılan onursuzluk belgeleri, en temel ref­

lekslerimizi harekete geçirmeliydi. Bu saldırıya karşı kitlesel-meşru bir direniş hattı örme koşullan daha en başından mevcut olmasına rağmen, örgütsel tasfiye sürecinin de etkisiy­le öğrenci hareketi sürece adeta ‘Fransız kaldı’, kenardan seyretti. Ardından gelen öğrenim yıllarında faşist saldırılar, F Tipi cezaevlerine karşı gelişen hareketlilik, New- roz’lar, Anadilde Eğitim talebi vb. gündemlerde, hareket soruşturma e- leğinden geçirildi. Ancak bizim bu­rada özellikle altını çizmek istediği­miz yanı, saldırının en meşru akade- mik-demokratik taleplere doğrultul- masıdır. Saldırıya karakterini veren en önemli yan budur. Nefes almaya dahi soruşturma açılması ve kampus girişinin engellenmesi ile yalnızca hareketi mücadele alanından fizik-

85

Page 88: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 200?

sel olarak tasfiye etmek değil, kitle- sel-meşru dayanaklarını yaratmaya hizmet edecek taleplerle kitlelerle buluşmasının önünü tıkayan ve ge­niş öğrenci kitlesinin örgütlenme hakkını ve hak alma bilincini hedef alan özü, saldırının gözden kaçırılan yanını oluşturmaktadır.2 Sorunu bu temelde ele almayı başarabilmek dahi, onu göğüslemenin ve geri püs­kürtmenin önemli bir parçası, ilk a- dımıdır.

Bu konuda iki örnek vermek ye­rinde olacak. İlki, 2000-2001 öğre­nim yılı başında, İstanbul Üniversi- tesi’nde, adı Azerbaycan darbesine karışan Ferman Demirkol’un Ana­yasa Hukuku dersi vermesine karşı, öğrencilerin derse girerek darbeciyi teşhir etmeleridir. Bir üniversite i- çin böylesine yüz kızartıcı bir du­rumda verilebilecek en doğal tepki, ilk kez kitlesel soruşturmalarla kar­şılanmıştır. Ardından yeni bir tarz o- larak, bu eylemden soruşturma açı­lan öğrenciler, ihtiyati tedbir kara­rıyla okula alınmamışlardır. Okula girenlere ikinci bir soruşturma açıl­mış, darbeci Ferman Demirkol da korumalarla ‘Anayasa Hukuku’ öğ­retmeye devam etmiştir. İkincisi ise, İTÜ’de 2001-2002 öğrenim yılı ba­şında açılan soruşturmalardır. İ- TÜ’yü kazanan öğrencilerden kayıt sırasında “bağış” adı altında alınan har(a)çlara karşı gelişen tepki, ben­

zer bir tahammülsüzlük ve şiddetle karşılanmıştı. İTÜ’lü devrimci-de- mokrat öğrencilerin, bu “bağış’Tn a- lmmasmm hukuki olarak hiçbir da­yanağı olmadığım açığa çıkararak öğrenci velilerini bilgilendirmesi ve tepki örgütlemesi üzerine, açılan masa dağıtılmakla kalmamış, gözal­tı ve soruşturmalar sonucunda 1 dö­nem uzaklaştırmalara varan cezalar çıkmıştır. Her iki olayda da en meş­ru taleplere ve eylem biçimlerine karşı, o güne kadar karşılaşılmadık sertlikte yanıtlar verilmiştir. Sanırız bu iki örnek, altını çizdiğimiz özel­likleri yeterince kabartılandırıyor.

Devlet tasfiye sürecindeki öğ­renci hareketini tamamen marjinal­leştirmek için son derece bilinçli bir taktik yürütmüştür. Devrimci hare­ketin içinde bulunduğu kriz süreci, öğrenci hareketinin dibi yok gibi görünen gerilemesinin temel neden­lerinden biri. Ancak “buyrun cenaze namazına” demeyeceksek, tasfiye sürecini kader olarak görmeden, ob­jektif bir yaklaşımla ele almalıyız. Olmuş-bitmiş bir olgu değil, hare­ketin üzerinde etkileri süren ve doğ­ru konum alınmazsa devam edecek bir süreç, söz konusu olan.

Daha önce de belirttik; soruştur­ma saldırısı daha ilk başladığı sü­reçte yeterince veri ortaya çıkarma­sına rağmen, hareketin gündemine hak ettiği ölçüde girmedi. Bu, ken­

diliğinden, günü kurtarmaya dönük, önüne çıkan/çıkarılan gündemlere tabi olup sürüklenen hareket tarzı­nın sonucudur. Tek tek özneleri bir yana koyarsak, hareket merkezî ola­rak tüm bu süreç boyunca kayda de­ğer bir mücadele hattı örgütleyeme- miştir. Bu saldırının sistemli ve merkezi olduğu, yalnızca örgütler seviyesinde değil, kitlesel dayanak­lar zemininde tasfiyeyi hedeflediği bilince çıkarılamamıştır. 2001-2002 dönemi boyunca, Demokratik Öğ­renci Birlikleri ısrarla bu vurguyu yapmış ve ortak bir savunma hattı örülmesi yönünde çağrıda bulun­muş, sonuç ne yazık ki tek başına örgütlenen bir kampanya olmuştur. Çağrı yanıt bulmasa da, soruşturma alan öğrencileri yan yana getirme, hukuki olarak pek çok arazı bulunan cezaların geri aldırılması yönünde adım atma, hukuki yardım oluştur­ma gibi son derece yerinde adımlar atılmıştır. O dönem pek çok ortak eylem de yapılmış, hatta kimi ceza­lar geri aldırılmıştır. Ama bunların örgütlerin bilinçli iradesinden çok, soruşturma alan kitlenin kendiliğin­den tepkisinden kaynaklı olduğunu, enerjisini buradan aldığım söyle­mek daha doğru olur. Hareketin bu zemindeki ilk olumlu tavrı ise, ge­cikmiş de olsa Soruşturmalara Hayır - Alternatif Üniversite kampanyası olmuştur (2003 sonu - 2004).

Tasfiye sürecini verili ve değiş­tirilemez bir durum kabul etmiyor­sak; soruşturma sürecinde hareketin temel zaaflarını maddeleştirerek, ö- nümüzdeki dönemde hangi ana baş­lıklardan hareket ederek bu saldırıyı püskürtmek ve süreç boyunca orta­ya çıkan eksiklikleri telafi ederek harekete kaybettiği yerde kazandır­mak gerektiğini ortaya koymalıyız:

* Merkezi bir saldırı söz konu­su. Hareketin özneleri böylesine sis­temli ve merkezi bir saldırıyı ayrı cephelerde hem göğüsleyecek güçte değildir hem de bu gibi süreçler do­ğası gereği ortak bir cephede karşı­lanır. Bunun illaki tek başlı, bürok­ratik bir mekanizması olması gerek­mez. Ama en azından saldırının ni­teliğini kavrayış noktasında bir an-

86

Page 89: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 2005 qol

layış birliği gereklidir. En asgari se­viyede ortaklaşma dahi ancak bunun üzerine gerçekleşebilir. Ve bu gibi durumlarda, en azından iktidar pers­pektifiyle politika yapma iddiasında olanların, burun kıvırma, kendi gün­demlerini dayatma gibi bir lüksü yoktur. Merkezi bir saldırı, merkezi güçle karşılanır, güçler israf edile­rek, dağınık ordularla değil. Yoksa süreç boyunca parça parça pek çok kez yaşanan eylemliliklerle saldırı karşılanmış olurdu. Oysa hukuksal mücadeleden kampuslar içinde öğ­retim üyelerine varana dek kitlesel dayanaklar yaratılmasına, teşhir ve toplumsal duyarlılık yaratmak ama­cıyla medyanın etkin kullanımından cübbeli soruşturmacıları teşhir ve taciz kampanyalarına kadar pek çok mücadele yöntemini hayata geçir­mek, yani saldırının seviyesine denk bir seviyede taktik yürütmek ancak güç birliğinden geçmektedir. Bun­dan, dediğimiz gibi, bürokratik ve hantal bir mekanizmayı değil, asga­ri anlayış birliği temelinde yan yana gelen, daha çok dinamik ama güçleri israf et­meden yönlen­dirmeyi de bilen bir yapıyı kaste­diyoruz.3

* Taktik disiplin yoksunluğu, en temelli zaaflardan biridir. Bırakalım taktik disiplini, yaratıcı taktik üret­mek konusunda öğrenci hareketinde bir beceri kıtlığı hâkim. Taktik üret­mek, zihin olarak kopuşmadan, kop­madan bu taktik süreci sonuna dek yürütmek, hâkim olmak ve taktik davranış disipliniyle hareket etmek, hareketin literatüründen adeta “yok” olmuştur. Koskoca 5 yıl bo­yunca taş üstüne taş koyulmamıştır. Küçük bir örnek; hareketin salt ken­di gündemlerini dayatan tarzından sıyrılarak, öğrencileri gündelik-ya- şamsal sorunları üzerinden harekete geçirerek soruşturma saldırısının hedefini büyütmek bir yöntem ola­maz mı? Üniversitelerin fiziksel ye­tersizlikleri, kız öğrencilerini not şantajıyla taciz etmekle ünlenmiş

kimi cübbeliler, bütünleme hakkı... vb. konuların fakültelerin gündemi­ne oturtulması, saldırının en önemli hedefini, yani ne olursa olsun susan veya tepkisini verili kanallardan tü­keten bir öğrenci profili yaratma he­defini geri düşürmez mi?

* Soruşturma sürecinde en başta hukuksal mücadeleyle alınacak e- peyce yol var, soruşturma gerekçe­leri ve faşizan disiplin yönetmeliği­ni bile zorlayan uygulamalar hatır­lansın; ama tüm bunlar, bildiri ve basın açıklamalarımızın satır arala­rında cılız şikâyetler olarak kaldı. Oysa mücadelenin bu ayağı, örne­ğin, süreklileşecek bir hukuk komis­yonu oluşturulması, tek tek kazanı­lan dava süreçlerinin tek bir süreç haline getirilmesi ve son olarak da hukuksal mücadelenin son aşama­sında kitlesel bir eylemliliği hedef­lemek, hareketin gücü ve imkânla­rından hiç de uzak değil. Yalnızca kitle iletişim araçlarının kullanımı değil, demokratik kitle örgütlerinin

(özellikle de eğitim emekçileri ve hukuki dayanışma eksenli örgütle­rin) gençliğe omuz vermesinin ne kadar önemli olduğu ortada. Bu ko­nuda olumlu denemeler de oldu. TMMOB’da yapılan toplantı çok o- lumlu bir örnekti, ancak bunların süreklileştirilebilmesi gerekmekte­dir.

* Hareket ortaklaştığı ve soruş­turma saldırısına karşı en güçlü du­ruşu örgütlediği dönemde de taktik hatalar yaptı. Meşru zeminde yürü­tülen mücadeleyi gereken sınırlara vardırmadan, yani açılan cephede ö- ne atılmış ve henüz gereken sonucu almamışken gerilimi başka bir sevi­yeye taşımak, kendi başına eylemler son derece önemli olsa da, süreçle birlikte değerlendirildiğinde hatalar barındırmaktadır. Hareketin en te­melli hastalıklardan biri, “sürekli militanlaştırma” güdüsü ile davran­

mak olmuştur hep (Bu hastalığın tersi ‘de mevcut). Planlı davranma­mak, ilk cephede güç biriktirdikten sonra, bu gücü kullanmadan başka­ca bir gerilim seviyesi yaratmak da bir enerji israfıdır. Beşiktaş eylemi (ki kitlesel bir basın açıklaması ile kitlesel-meşru bir “korsan” arasında gidip gelmiş, en sonunda korsanda karar kılmış bir eylemdir!) bu an­lamda kendi başına oldukça fazla moral ve siyasi değer taşımasına rağmen, taktik olarak erken bir ey­lemdir. Bu eylemin ardından Beya­zıt’ta yaşanan saldırı da önceki biri­kimi alıp götürmüş, geriye dergi sayfalarında yazılacak destancıla­rımız kalmıştır!

* Bir başka başlık da, bilim ada­mı cüppesi üzerine üniforma giy­mekten utanmayan sözde “öğretim görevlisi” soruşturmacılar için aç­mak gerekiyor. Aslında böylesi po­lis özentileri, cüppelerini çıkarıp gerçek kimliklerini ortaya koymuş oldular.4 Daha dün üniversitelerde

polis işgaline karşı eylemler yapılır, polis noktaları taciz edilir, her gün usanmadan yeniden dağıtılırdı. Bu­gün aynı mantık üniversite kürsüle­rine kadar çıkmış durumda. Soruş­turmalara karşı mücadele, soruştur­macılarla mücadele ile birlikte yü- rütülmediği müddetçe sonuç alına­maz. Cüppeli polisleri teşhir etmek, polislik yapmak niyetindeyseler de en yakın karakola kovalamak gerek!

* Soruşturma sürecinin en ağır dönemi, hiç şüphesiz Anadilde Eği­tim kampanyası olmuştur. Beklen­medik bir şey olmamasına karşın, bu dönem, hareketin çok önemli darbeler aldığı bir süreç olmuştur. Özellikle Çukurova gibi taşra üni­versitelerinde, öğrencilerin dilekçe­leri geri almak için F Tipi cezaevine girer gibi polis-jandarma koridorun­dan geçirilerek teker teker soruştur­ma salonlarına alınmasına varan uy-

Merkezi bir saldırı söz konusu. Hareketin özneleri böyiesine sistemli ve merkezi bir saldırıyı ayrı cephelerde hem göğüsleyecek güçte değildir hem de bu gibi süreçler doğası gereği ortak bir cephede karşılanır. Bunun illaki

tek başlı, bürokratik bir mekanizması olması gerekmez.

87

Page 90: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 200!?

gulamalar, hareket tarafından karşı­lanamamış, karşılanamadığı oranda da kitleyi kıran bir etkisi olmuştur. Elbette tüm hareketin sorunudur an­cak, Yurtsever Gençlik’in de devle­tin en üst perdeden yarattığı gerili­mi öngörme anlamındaki eksikliği ve yüzlere varan tutuklamalarla uğ­radığı saldırı sonrasında, üniversite­lerde neredeyse tüm dilekçeler geri alınmış ve öğrenci kitlesi harekete güvenini önemli ölçüde kaybetmiş­tir. Genel olarak soruşturma süre­cinden bağımsız, kendi dinamikleri olan bir süreçtir, ancak yarattığı so­nuçlar itibariyle bu konuya kısa da olsa değinmek gerekir.

Biz bu satırları yazarken, Türki­ye’nin dört bir yanındaki üniversite­lerden soruşturma haberleri gelmek­teydi. Öyle görünüyor ki bu saldı­rıyla alman sonuç devlet açısından son derece tatmin edici bulundu ve soruşturmalar artarak sürdürülecek. Geride .kalan süreçlerin muhasebe­sini, sağlamasını yapmamak, her kaybın ardından daha geri mevzile­re taşınmayı alışkanlık haline getir­mektir. Oysa mücadele önce kaybe­dilen yerde kazanılır. Üniversiteler

uzun bir dönemden beri, genel ülke gündemleri üzerinden hareketlenmi­yor. Düzen üniversiteler içinde, “Bizimdir” diyemeyeceğimiz kadar fazla bir yol kat etmiştir. Böyle bir kendiliğinden hareketi ummuyor­sak, öncelikle son 4-5 yıllık süreçte soruşturma saldırısına karşı kendi cephemizden yapılan ve yapılama­yanı iyi tartmalıyız. Üniversitelerde politika yapma iddiasındaki öznele­rin, bu saldırı karşısındaki konumla- nışlarını yeniden tasarlaması gere­kiyor. Böyle bir çaba yalnızca süre­ci geri püskürtmek için değil, her a- landaki eksikliklerimizi etüt ederek yeni dönem için öğretici ve kazan­dırıcı bir mücadele ortaya koymak açısından da fayda sağlayacaktır.

D ip n o tla rI Neredeyse tüm gençlik gruplarının kullandığı “Üniversiteler Bizim dir!” sloganı bir iddiayı ifade etmesi bakı­mından belki de en güzel sloganları­mızdan. Ama diğer bir yönüyle, ardın­da çok önemli görevler bırakarak ka­panmış bir dönemi halen var sayması anlamında, süregiden “gerçeküstücü” anlayışın tipik bir ifadesidir de aynı za­manda.

2 Bu “göz­den kaçır­ma” duru­mu, basit bir hatadan çok bir var

Geride kalan sürecin muhasebesini yapmamak, her kaybın ardından daha geri mevzilere taşın­mayı alışkanlık haline getirmektir. Oysa müca­

dele önce kaybedilen yerde kazanılır.

oluş ve anlayış sorunudur. Müzmin muhaliflik ve mağduriyet psikolojisi, politikası ve eylemiyle belirleyici ola­mayan hareketin ikame var oluş tarzı­dır. Nesneleştirilen “kitle” değil, bü­yütülen kendi varlığı her şeyin hedefi­ne oturtulur. Bu anlayışa göre, soruş­turmalar yalnızca ve sadece hareketin öznelerini hedef almaktadır. Bilinçle­rin ardındaki fikre göre devletin halk­la, kitlelerle bir derdi yoktur, varsa yoksa devrimcilerle uğraşır! Bu ne­denle ya devletle genel kitle arasında, devleti teşhir, kitleyi ajite ederek ara­cı, aktarıcı olunur (“farkında değilsin ama bu uygulamanın hedefi sensin”) ya da devletin devricilere, muhaliflere yaptıkları kitlelere şikâyet edilir. Kaan

Arslanoğlu’nun Yeni Aktüel’in 9. sayı­sında (Eylül 2005) verdiği röportaj da biraz bu “psikolojik” var oluş sorunu

ile ilgili: “ ...Başta insan hakları mese­lesi. Solcunun görevi işkence varsa di­renmektir, çözülürse bunun telafisini yapmaktır, bu yolda emek ve siyasi mücadelesini devam ettirm ektir. Ama

birkaç yıl sonra bir baktık, genel ola­rak insan haklarından bahseden, bizi eziyorlar, deyip yakınan bir sol gör­meye başladık. Bu sola özgü bir tavır değil. O sola dışarıdan bakıp acıyanla­rın tavrı. Acıyanların tavrını sol kendi tavrı gibi benimsedi... Sol birinci me­selesi olan sosyalizm meselesini üçün­cü dördüncü planda gördü hep.” Sol, sosyalizmi bile “gözden kaçırabiliyor”!3 Yalnızca “birlik” demek yetmiyor. Nicedir dillere dolanmış birlik-ittifak sorunu da öğrenci hareketi için başlı­ca meselelerdendir. Ayrıca ve bütün­lüklü ele alınması gereken bu konuya yalnızca değinelim ve şunu belirtm ek­le yetinelim: Birlik, öncülük sevdasın­dan çok fedakârlık gerektirir. Samimi­yetle yapılan en asgari eylem birlikleri dahi her özneye çok şey kazandıra­caktır, ama en önemlisi de harekete kazandıracaktır.4 Bazı öğretim görevlileri başlarında Y Ö K ’ün kılıcıyla girdi soruşturmalara. Kimisi ifade sırasında öğrencilere da­nışmanlık yaptı, soruşturmacılığı kabul etmeyenlerse “soruşturuldu”. Bu ho­calarımızı elbette dışarıda tutmak ve

mümkünse öğrenci gençlik cephesin­de saf tutturabilmek gerekiyor.

88

Page 91: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

Kas i m"AraLi k 2005 CJOİ

Devrim kendi yolunda yürüyor, hainler ise kendi yolunda...

İKİ İSİM , BİR TEFRİKAHaşan Oğuz

Anlaşılan o Ki Cumhuriyet gazetesinin ipliği pazara çıKınca, devreye hürriyet ve Milliyet girdi. Cumhuriyet ne de olsa KüçüK gazeteydi. Rolü sınırlıydı.

Şimdi yeniyi Keşfeden "devrimciler" daha büyüK gazeteye transfer edilebilirlerdi, hlürriyet'te esKi Kaba yöntemleri terK etmiş ve Kapılarını bu uşaK ruhlu

devşirmelere de açmıştı artıK.

22 Ekim 2005 tarihli Hürri­yet’in ilave gazetesinde koca iki sayfa tanıdık bir simaya ayrılmıştı. Gece iş yoğunluğundan dolayı oku- yamamıştım. Sabah beşte eve geldi­ğimde stresli geceyi biraz atlatabil­mek için çay demlemiş ve gazetenin seri kalan bölümlerine göz gezdi-

(irken tanıdık bu iki simayla karşı- aştım. İki sima; ilki röportajı yapan Necdet Açan. Sonradan iliştirilmiş

bir gazeteci. Diğeri ise “tefrikanın konu mankeni”, devrime veda edeli çok olan, ama sistemle uzlaşma yo- u ve arayışı arayan, tükenmiş, tü­ketilmiş “komünist” Mehmet Asal. Komünizmi askıya asalı çok olmuş. Hürriyet aracılığı ile bir zamanların “uslu ve terbiyeli” çocuğu şimdi devletin huzuruna çıkarılıyor. Bu telin hanımın büyüklerin elini öp­mesine benziyor adeta. Sonradan i- iştirilmiş gazeteci olan Açan ise,

şimdi Hürriyet aracılığı ile bir köp- tü vaziyeti görevini yerine getiri­yor. Asal’ı bu cepheden (aslında foktan geçmiş ama) karşı cepheye geçirmeye çalışıyor. Anlaşılan o ki, “bizim gazeteci” işinde oldukça ba­lardı da. Ertuğrul Özkök ona mut- aka dolgun bir prim verecektir. Çünkü bu onu hak etmiştir artık!

Gelelim bu iki ismin kimliğine;

Aslında bu isimlerin bir önemi rok. Ancak önemi geçmiş süreçte onadıkları rol. Dolayısıyla dev- imci hareketin arkadan nasıl han- :erlendiğini açığa çıkarmak. Önce ;azeteci ile başlayalım. Necdet A­

çan sonradan iliştirilmiş bir gazete­ci oldu. Derin devletin derin gazete­sinin derin haberlerini yapıyor. Oy­sa Necdet 12 Eylül’le birlikte TDKP davasından İstanbul Yaka Komitesi üyesi olarak yargılanmış bir isim. Yani kendini bir zamanlar komünist olarak gören bir isimdi. Biz de kendisini bu vesile ile tanır­dık. Hızlı bir devrimciydi! Ama ça­buk yoruldu. Yorulmuşluğu anla­mak mümkün. Nihayet insani bir durum bu. Ama Hürriyet ile bağlan­tısını anlamak işi karıştırıyor biraz. Eli kalem tutan bir arkadaşın bir ga­zetede iş bulmasının ötesinde bir o- lay bu. Nihayet o da anlaşıldı. İplik pazara döküldü. Açan aslında dev­rimci bir aileden geliyordu. Üstelik babası Haşan amcayı İHD çevresin­den tanımayan kimse yoktur herhal­de. Gerek Haşan amca gerekse is­mini çıkaramadığım eşi, İHD safla­rında çok büyük emek vermişlerdi. Sonra Haşan amca İHD mücadelesi sürecinde vefat etti. Ama oğlu Nec­det babasının da kemiklerini sızla­tacak kadar kendini uğursuz bir yo­la verdi.

Mehmet Asal denilen şahsa ge­lince; Asal TDKP’nin MK üyesi o- larak yargılanmış bir isim. Denizle­rin en genci. Sadece bununla tanı­nır. Başka bir meziyeti yok. Hep yukarılarda yaşamış. Dört duvar a- rasmda. Devrimciliği de böyle. En yakın arkadaşları Atilla Keskin ve Nihat Behram. 1987’lere kadar en üst kademelerde sorumlu görevler­

de bulunmuş. Birçok devrimcinin yakalanmasında, işkence görmesin­de, hatta öldürülmelerinde dolaylı sorumlukları var. Bunların hepsi bi­liniyor. 12 Eylül’ün ön günlerinde İzmir’de yakalanmış ve her nedense bir ay içinde tekrar geri bırakılmış­tır. Bunun üzerine hakkında polis olma iddiası ile ilgili bir suçlama olmuş, bunun için soruşturma ko­misyonu kurulmuş, ama sonuçlan­madan 12 Eylül gelmiş ve yurt dışı­na çıkarak ‘görevlerine’ devam et­miştir. Sonra ülkedeki yakalanma­ların sebebi olarak, devrimcilerin paralarını iç etmeler vb. gibi neden­lerle eleştirilere muhatap olmuş (A- tilla Keskin ile birlikte) ve eleştiri­lere cevap vermeden hareketi terk etmiştir. Bu kadar bilgi yeter sanı­rım. Daha fazlasını ileriye bıraka­cağız.

Şimdi işte bu Asal, Necdet ara­cılığı ile Hürriyet’te tamı tamına koca iki sayfa ile dönüş hikayesini tefrika ediyor. Bu huzura kabulün ilk yolu tabii.

Bu yazının yazılmış olmasının nedeni elbette bu simaları tanıyor olmamdan ya da bu tefrikadan kay­naklanmıyor. Bunun derin ve kap­samlı bir nedeni var; devrimin sır­tında yuvalanmış olan bu kenelerin ipliğini pazara çıkarmak. Genç dev­rimcileri uyarmak.

Hürriyet oyunu büyük oynuyor. Üstelik tehlikeli de oynuyor. O kuş­kusuz sınıfının çıkarlarını büyük bir titizlikle savunuyor. Şimdi yanları-

89

Page 92: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

C jO İ KaSİM-AraI|I< 2005

na bir zamanlar burjuva sınıf dikta­törlüklerini yıkmak için savaşmış olanları da alarak devrimci güçlere karşı savaşıyor. Savaş aslında yeni başlıyor da denilebilir. Bu unutul­muş da sanılmasın.

Hürriyet önce çürütüyor, sonra devşiriyor, daha sonra da bunların yakalarına gazeteci kimlikleri gibi bazı süs kolyeleri takarak ortalığa salıyor. Ertuğrul Özkök, önce, dev­rimci gazeteci ve yazar arkadaşımız olan, 800 yıla kadar cezayla suçla­nan ve daha sonra da vefat eden Ve­li Yılmaz’ın eşi olan Nehire Öz­kan’ı yanma aldı, onu devşirdi ve sağ kolu yaptı.

Şimdi gelelim bu röportaja. İs­terseniz önce olayı kısaca özetleye­lim; Asal ülkeye Alman kimliği ile dönmek istiyor. Normal yollardan i- ki seferde giriyor ülkeye. Üçüncüde 1975 yılından ülke dışına çıkış ya­sağı nedeniyle alınmıyor. Sonra A- sal bunu tefrika yapıyor. Asabın ba­şına gelenler elbette bu devletin na­sıl bir sınıf kini üzerine kurulduğu­nu gösteriyor. Ve bir insan olarak elbette Asal’ın başına gelenlere ü- zülüyorum. Ancak Asal bu durumu tefrika yaparken adeta devletten ö- zür diliyor, aman diliyor, “ben yap­tım sen yapma” diyor. Bu psikoloji ile kaleme almış yazısını. Örnekleri

Bu ülke ne kadar onurlu devrimci kişilikler çıkardıysa, belki o kadar da hainler çıkardı. Denizler, Dr. Hikmetler, Mahirler, İbrahimler, Mazlumlar ve sayısız önderler ve on binlerce kahraman çıkarmış bir ülkenin onurlu

tarihine sahibiz. Biz bu tarihle gurur duyuyoruz.

Nehire Özkan da eski bir TDKP taraftarı. Yani bir zamanlar o da ilerici ve dev­rimciydi. En a-zmdan öyle görünüyordu. Şimdi rolleri değişik. Özkök bu sefer Ne­hire aracılığı ile Necdet Açan’ı dev­şirdi. İyi bir okuyucu devletin an­cak belli karanlık örgütlerinden alı­nacak derin haberleri yaptığını gö­rüyor. Anlaşılan Necdet iyi bir yol- Un/ıa t̂l3ar'jda ve iyi bir gazeteci olacak! Böy- lece Necdet kendine verilen görevi iyi yaparak işe Mehmet Asal’la baş­ladı. Sınır yok, kuşkusuz arkası ge­lecek. Biliyorum daha şimdiden Necdet’ten eski çevrelerinden iş is­teyenlerin sayısında bir artış var.Tabii bunları da bir tarafa not edi­yoruz.

vereyim isterseniz; yazısından seç­tiğim bazı bölümler şöyle; “...insani değerlere ve ideallere hiçbir terbi­yesizlik yapmadım. Tabii ki yaşlan­dım. Düşüncelerim yumuşadı, ace­miliklerini ve yeni yetmeliklerini

Doğduğum büyüdüğüm ülkeyi, pasaportunu ta­şıdığım Alman Dışişleri Bakanlı- ğı’na ‘şikayet’ etmek durumuna düşmekte mi vardı?.. Türkiye’deki sevindirici gelişmelere o kadar i- nanmıştım ki... Ama yine de sağ ol­sunlar (emniyet güçlerini kastedi­yor)... 5 gün daha uzatma inceliğini gösterdiler... ele güne rezil olduk... Umarım elin AvrupalIsına rezil ol­mak zorunda kalmayız... güzel gün­ler yaşıyoruz. İnsan haklarına, ulus­lararası hukuka, düşünce özgürlü­ğüne saygıda hiçbir sorun kalmamış olmalı ki... bu gelişmelerden kıvanç duyuyorum... vb.”

Gördünüz mü bizim yiğit dev­rimcinin nağmelerini! İnsan bir se­fer ruhunu satmaya görsün... Sınırı yok çünkü bunun. Üstelik bu De- niz’in arkadaşı olma yaftasını da sırtında taşımış... Denizlerin kemi­ğini de sızlatarak. Kuşkusuz De- niz’in yoldaşları ne ihanetler gördü, daha da göreceklerden başka.

Ruh teslim olmuş. Bu belli. A­

ma bu bizi hiç mi hiç ilgilendirmi­yor. O yolunu çoktan seçmiş. Ona sadece güle güle demek kalıyor. A- ma bu yazının amacı başka. Ama­cım Asal’ı eleştirmek değil. Çünkü değmeyecek kadar zavallılaşmış bir kişilik Asal. Bir gün ona şunu söy­lediğimi hatırlıyorum; “...zaman her şeyin ilacıdır. Bir zaman gele­cek sen ve senin gibiler tarihin çöp tenekesine atılacaksınız.” Zaman beni haklı çıkarmadı mı dersiniz.

Bu ülke ne kadar onurlu dev­rimci kişilikler çıkardıysa, belki o kadar da hainler çıkardı. Denizler, Dr. Hikmetler, Mahirler, İbrahim­ler, Mazlumlar ve sayısız önderler ve on binlerce kahraman çıkarmış bir ülkenin onurlu tarihine sahibiz. Biz bu tarihle gurur duyuyoruz. A- ma bir o kadarda onların yol arka­daşlarının bir kısmının hainlikleriy­le de sabitlenmiş bir tarihtir bu. “Devrim ilerledikçe karşı devrim de ilerler” der Lenin. Bu genel bir doğ­ru. Ama devrimin ilerlediği günler­de devrim yenilmişse, hainlerin sa­yısı da o kadar artar. Bunlar olağan şeyler. Geriye kalan bizler ise bun­ları deşifre etmek zorunda kalırız. Gelecek kuşaklar ders çıkarsın di­ye. Ne kadar da zor bir iş aslında bu. Yüzlerce sayfa yazı yazdım, a-

9 0

Page 93: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 2005 cjol

ma en çok bu yazıda zorlandım. Ba­na arkadaşlar bu anıları niye yaz­madığımı sık sorarlar. Ben de “bun­lar normal işlerdir, hep olacak” de­rim. Ben “geçmişe değil, geleceğe bakalım” derim. Onun için ağırlıkla devrimimizin teorik ve politik so­runları ile ilgilenmeye çalışıyorum. Ama elbette bana sorulan sorular anlamsız değildir. Yeni kuşaklara bu gizler bir şekilde anlatılmalıdır. Doktor’un basma gelenler kırk yıl yeniden çekmecelerde kalmasın is­terim elbet. Kuşkusuz bu bir görev de. Bunu ileride yapmayı umuyo­rum.

Burada bazı anekdotları hatır­latmak gerekli midir, bilmiyorum. Eski TKP tarihi ilginç örnekler gös­teriyor aslında. Mesela Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile Laz İsmail ilginç iki örnektir. Birisi 23 yıl gibi uzun bir süre zindanlarda devrimin onurunu ayakta tutmuş, acılar yaşamış ve devrimin sorunları hakkında binler­ce sayfa yazı yazmış, onurunu koru­muş bir kişilik. Diğeri ise Sovyetle- re sırtını dayayarak devrimcileri jurnallemiş, mültecileşmiş, ruh ola­rak toprağından kopmuş, Denizler için “Bizim Radyo’dan” Amerikan ajanları bile diyecek kadar yolunu şaşırmış, hain kimliklerinde açığa çıkmış kişiliktir.Bu çizginin bir de sonrasına ba­kın; Laz İsma­il’in ölümünden sonra genel sek­reter olan Nabi Yağcı’nm içinegirdiği yolu düşünün. Devletin artık has çocuğuna yükselmiş, TV’nin ve burjuva gazetesi Referans’m yazarı bile olmuş. Tarihimizin en güzide medya uzmanı Varlık Özmenek(ler) andıçlanırken, Nabi Yağcılar el üs­tünde köşelere taşınmış. Huzura ka­bul edilmiş. Ne dersiniz bütün bun­lardan bir anlam çıkarmayacak mı­yız?

Bir nokta daha var. 12 Eylül sonrasında (öncesi de öyle ama) devşirme yolu ağırlıklı olarak Cum­huriyet gazetesi aracılığı gerçekleş­tiriliyordu. Eski dönekleşen solcu­

ları içine alıyor, kollarını kanatları­nı kırıyor, sonra da “al yaz” diyor­du. Sonra bunların bir kısmı tanın­mış gazeteci, yazar, eleştirmen ya da romancı olmuşlardı. Bol bol in­celtilmiş küfür sanatı ile yollarına devam ediyorlardı. Bunların ilk ez­berledikleri “elveda devrim, merha­ba aşk” olmuştu. Hatta bazıları ki­taplarının isimlerini de buradan çı­karmışlardı. Onların ilk yolu İlhan Selçuk’un odasından geçmek oldu. Devrimcilerin nasıl aşktan anlama­dıklarını, sevgiden yoksun oldukla­rını, demokrasiyi kavramadıklarını, dolayısıyla Kemalizm’in ne kadar önemli bir toplumsal proje olduğu­nu anlatıyorlardı bizlere. Geçenler­de “bir yudum insan” programında Tarık Akan’ı izledim; diyordu ki seksenden sonra ordu gerçek an­lamda Kemalizm yoluna girdi ve i- lerici bir yol izledi! Unutulmuş sa­nılıyor. Akan hemen 12 Eylül’ün ilk yıllarında Yol filmi nedeniyle Yıl­maz Güney için neler söylemişti. Bunlar unutuldu mu sanılıyor. Alın bu iki kimliği inceleyin; birisi dev­rimin çıkarlarını hücrelerine kadar.- içselleştirmiş, yüz akımız, onuru­muz Yılmaz Güney, diğeri ise Tarık Akan. Orduya inciler dizen bir kim­lik. 19 Aralık hapishane baskınım yapan ordunun ilericiliği için met­

hiyeler düzen bir sanatçı.

Anlaşılan o ki Cumhuriyet ga­zetesinin ipliği pazara çıkınca, dev­reye Hürriyet ye Milliyet girdi. Cumhuriyet ne de olsa küçük gaze­teydi. Rolü sınırlıydı. Şimdi yeniyi keşfeden “devrimciler” daha büyük gazeteye transfer edilebilirlerdi. Hürriyet’te eski kaba yöntemleri terk etmiş ve kapılarını bu uşak ruhlu devşirmelere de açmıştı artık. Derin devletin derin gazetesi şimdi derin haberler yapan gazetecilere o- lanak tanıyordu. Yalnız gazetecilere mi, mesela bir zamanlar Milli- yet’ten atılan post-modernist Ahmet Altan gibileri de Hürriyet’e büyük paralarla transfer edilmişti. Aynen Yaşar Kemal’in Yapı Kredi Barika- sı’na transfer edilişi gibi. Aynen Yalçın Küçük’ün prof, ünvanı ala­rak devletin resmi ideolojisinin üre­ticisi üniversitede hocalığa dönüşü gibi... Saymakla biter mi, bitmez ta­bii.

Bunlara şaşırıyoruz mu, elbette ■hayır. Bu bizim doğru yolda oldu­ğumuzu gösteriyor aslında:

Çünkü devrim yolunda yürüyor, hainler de kendi yollarında.

02.11.2005

Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile Laz İsmail iki örnektir. Birisi 23 yıl gibi uzun bir süre zindaniarda devrimin onurunu ayakta tutmuş, acılar yaşamış ve dev­rim hakkında binlerce sayfa yazı yazmış bir kişilik. Diğeri Sovyetiere sırtını

dayayarak devrimcileri jurnallemiş, ruh olarak toprağından kopmuş biri.

91

Page 94: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

qol KasiM'AraIiI< 2005

ERMENİ KDNFERANSI’NIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ VE

SOL-LI BERALIZMNecati Bilen

Kendine sol diyen liberal-demohrasi (Baskın Oran-halil Berktay-Nabi Yağcı vd.), bu kutuplaşmada insan-haklarıcı/liberal-demokratikleşmeci/AB'ci/ AKP'ci bir

pozisyonu solculuk diye sunmaya çalışırken, sert kutuplaşma anlarında, toplumsal demokrasi kavrayışının özgünlüğü ve liberal demokrasiden farkı

belirsizleşme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Kamuoyunda Ermeni Konferansı olarak bilinen “İmparatorluğun Çö­küş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” başlıklı konferans, her türlü engelleme çabasına rağmen Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleştiril­di. Türk milliyetçiliği ideolojisinin ve tarih yazımının kurucu öğelerin­den ve bu nedenle hassas noktaların­dan biri olan Ermeni meselesinin, hakim paradigmayı sorgulayan böy- lesi bir toplantı vesilesiyle gündeme gelmesi eleştirel bir zemin yaratması itibariyle önemli bir rol oynadı. An­cak konferans, 1915 ’te gerçekleştiri­len katliamın kurbanları ve mağdur­larının trajik deneyimlerini, Türk milliyetçiliğinin vatan savunması anlatısının dışında ele almak çaba­sıyla kazanmış olduğu eleştirel po­tansiyeli, nihayetinde AKP’yi de­mokrasi kahramanı mertebesine yükselterek hızla tüketti. Bu yazı tam da, bu tüketişin arkasında yatan liberal-demokrat kavrayışı eleştir­meyi hedeflemektedir.

Ermeni Konferansı’nı bu ölçüde politize eden, konferanstaki sunuşla­rın içeriğinden ziyade konferansın yapılıp yapılamayacağı konusundaki tartışma oldu. Konferans ilk yapıla­cağı zaman Adalet Bakanı ve hükü­met sözcüsü Cemil Çiçek,

“Türk milleti kadar eli temiz, al- nı ak bir başka millet yoktur. Ta- 1'

rihi yalanı, milletimize karşı ya­pılan soykırım iftirasını bertaraf

etme adına, biitiin ülkelerde çok yönlü bir çaba gösteriliyor. Şim­di, milletçe, devletçe böylesine yoğun bir çaba içerisindeyken, bu çabaları arkadan hançerle­mek ne anlama geliyor? Bu, Türk milletini arkadan hançerle- mektir. Türkiye ’de, “özgürlük yok” diyorlar ya, bu milleti ar­kadan hançerleme özgürlüğü var, bu millete iftira etme özgür­lüğü var. Büyük bir sorumsuzluk­tur. Hükümet olarak bir yetkimiz olsaydı gereğini yapardık. Keş­ke, Adalet Bakanı olarak dava açma yetkimi devretmeseydim.

dedi ve YÖK de konferansı “bi­limsellikten uzak, üniversite orta­mında yer bulmaması gereken, talih­

siz bir girişim olarak”2 nitelendirdi. Bilumum faşist örgüt de toplantının vatana ihanet olacağını iddia etti. Böylesi tehdit ve saldırılara karşı gö­ğüs geremeyen üniversite yönetimle­rinin konferansı ertelemesi ise AB i- le müzakerelere kazasız belasız baş­lama çabası içinde olan AKP’de ve liberal demokrat çevrelerde soğuk bir duş etkisi yarattı. Bütün siyasi yatırımını AB sürecine yapan AKP önderliğinin 3 Ekim öncesi demok­rasi konusundaki kararlılığını AB’ye göstereceği bir mesaj olarak kurgu­ladığı konferansı teşvik etmesi üze­rine ikinci defa toplanmak üzere o- lan konferans, bu kez de idari mah­kemenin üniversitenin özerkliğini a- yaklar altına alan ve üniversiteyi sı-

92

Page 95: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraLiI< 2005 H ° l

radan bir devlet dairesi derekesine indirgeyen kararıyla son anda durdu­ruldu. Bu karar öylesine büyük bir skandal yarattı ki, ilk konferans ön­cesi tehditler savuran Cemil Çiçek bu kez konferans düzenleyicilerine bu kararı nasıl boşa çıkarabilecekle­rine dair akıl veriyor ve iptal kararı­nın sadece Sabancı ve Boğaziçi Üni­versitelerini bağladığını söylüyordu. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Ba­kanı Gül ise sert ifadelerle mahkeme kararını eleştiriyor ve düşünce öz­gürlüğünün bu toplantının yapılma­sını gerektirdiğini sert bir üslupla di­le getiriyorlardı. Nihayetinde toplan­tı faşist protestolar eşliğinde ve yo­ğun güvenlik önlemleri altında Bilgi Üniversitesi’nde yapıldı.

Toplantının böylesi maceralı ve zor bir süreç sonunda bütün engelle­me çabalarına rağmen yapılmış ol­ması önemli olmakla birlikte, bu sü­reçte gelişen politik saflaşma ve konferans düzenleyicilerinin bir dizi tutumu ve ifadesi geride bir takım soru işaretleri bıraktı.

Halil Berktay ve Baskın Oran başta olmak üzere konferans katılım­cıları ve düzenleyicileri Recep Tay- yip Erdoğan ve Abdullah Gül’de simgeleşen liberal AKP önderliğini, konferansın gerçekleştirilmesi konu­sundaki kararlılıklarından ötürü de­mokrasi kahramanı mertebesine çı­karmakta hiçbir beis görmediler. Hatta Baskın Oran oyunu AKP’ye verebileceğini bile söyledi ve bu ter­cihini Birgün gazetesindeki köşesin­de şöyle savundu:

“Dünyayla birlikte kavramlar da şirazesinden çıktı. Anlamlar kay­dı. Türkiye’de iki kavram fena halde kaydı: “İlerici” ve “sol­cu”... Şu anda benim için bu iki kavramın tek bir doğru anlamı var: “DEMOKRAT”. Kim insan haklarını savunuyorsa, kim de­

mokrasinin arkasında samimi­yetle duruyorsa, benim için ileri­ci ve solcu odur. Umurumda de­ğildir ideolojisi. Umurumda de­ğildir başka konularda ne dedi­ği, ne yaptığı; insan hakları ve demokrasi savunuculuğuyla çe­lişmediği sürece. Çünkü bu rezil ortamda aklınıza hangi tür maz­lum geliyorsa (işçi, kadın vs.) o- mtn hakkını savunmak için önce insan hakları ve demokrasi la­zım. Bu kadar basittir. ”3

Ermeni Konferansı vesilesiyle bir defa daha açığa çıkan ve sol-libe- ral çevrelerdeki ciddi bir eğilimin kristalize bir ifadesi olan bu yaklaşı­ma karşı eleştirel bir tutum geliştir­mek kaçınılmaz görünmektedir. Ka­çınılmaz görünmektedir; zira AB ile müzakere sürecinde faşistler ve libe- ral-demokratlar arasında çatışmanın Ermeni Konferansında görüldüğü üzere, bir dizi hassas noktada sert bir biçim alacağı bellidir ve kendine sol diyen liberal-demokrasi (Baskın O- ran-Halil Berktay-Nabi Yağcı vd.),

bu kutuplaşmada insan-haklarıcı/li- beral-demokratikleşmeci/AB’ci/ AKP’ci bir pozisyonu solculuk diye sunmaya çalışırken, radikal solun politik açıdan güçsüz olduğu mevcut koşullarda ve sert kutuplaşma anla­rında, toplumsal demokrasi kavrayı­şının özgünlüğü ve liberal-demokra- siden farkı belirsizleşme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Faşizme karşı liberal demokrasiye/AB/AKP ’ye

gel. Sonra Marksist olursun

“Faşizme karşı liberal demokra­siye gel. Sonra Marksist olursun.” Sol-liberalizm ile AKP arasındaki it­tifakın rasyonalitesi ve buluşma ze­mini bu şekilde özetlenebilir. Bize tavsiye edilen politik pozisyonların

bu zamansal ardışıklığı temel bir çe­lişkinin biçimse] bir şekilde çözüm­lenmesinden başka bir şey değil: Sosyal adalet/ekmek ve liberal-de­mokrasi arasındaki çelişki.

Açıktır ki, neo-liberal politikala­rın uygulayıcısı olan AKP’yi demok­rasi kahramanı ilan edenler, demokra­si ve özgürlüğü sosyal adalet mesele­sinin tamamen dışında kavramsallaş- tırmakta ve şunu göz ardı etmektedir­ler: Gerek TÜSİAD’m ve gerek AKP’nin söz ve düşünce özgürlüğü konusundaki görece ileri tutumu tam da bu özgürlüklerden yararlanarak sistemi tehdit edecek toplumsal ör­gütlerin güçsüzleştirilmesi ve terörize edilmesiyle mümkündür. Sözün özü, F tipi cezaevlerini otel olarak nitelen­diren, konferansı düzenleyenleri va­tan hainliğiyle suçlayan faşist Cemil Çiçek ile konferansın yapılmasını destekleyen liberal Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül birbirlerinin varlık koşuludur. Ortada basitçe iyi polis- kötü polis oyunu oynanmaktadır. Baskın Oran, Halil Berktay ve diğer­

leri bu eşzaman­lılığı ve işbölü­münü görmezden gelmeyi tercih et­mektedir. Görme­dikleri gibi -ve de bu yüzden-

Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Abdul­lah Gül’ün liberal-demokrat tutumla­rını da idealize etmekte ve onlara öv­güler yağdırmaktadırlar. Oysa konfe­ransa gösterilen hoşgörü, militan bir liberal-demokrasi savunuculuğundan ziyade Ermeni meselesinin, Kürt so­rununun aksine istikrarsızlaştırıcı gerçek bir tehdit yaratacak toplumsal tekabüliyeti olmamasının verdiği rahatlıktan4 ve bu konferansın, müza­kerelere başlamadan önce AB’ye ve­rilecek önemli bir mesaj mahiyeti ka­zanmasından ileri gelen reel-politik bir pragmatizmden kaynaklanmıştır. Bu nedenle, örneğin liberal-demokrat Tayyip Erdoğan’ın en temel haklar­dan biri olan grev hakkını milli gü­venlik adına ayaklar altına almaktaki rekor kırıcılığı şaşırtıcı gelmemeli ve bir tutarsızlık olarak değerlendirilme- melidir.

Konferansa gösterilen hoşgörü, militan bir iiberal demokrasi savunucu­luğundan ziyade Ermeni meselesinin, Kürt sorununun aksine istikrarsız­laştırıcı gerçek bir tehdit yaratacak toplumsal tekabüliyeti olmamasının

verdiği rahatlıktan kaynaklanmıştır.

95

Page 96: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

qo! KasiM'Ara[iI< 2005

Neo-Iiberal politikaların "toplumu" çözüş süreci ve ulus-devlet egemenliği paylaşımı/müzakere sürecinin iç içeliği, toplumsal muhalefetin güçsüzlüğü koşullarında,

anti-kapitalist cemaatçi öfkenin milliyetçi/faşist bir biçim almasını besleyecektir.

Boğaziçi, Sabancı ve Bilgi Üniversitelerinin

tavrı ve özerklik üzerineBoğaziçi, Sabancı ve Bilgi Üni­

versitelerinin konferansın gerçekleş­tirilmesi sürecindeki tavırları da pek şaşırtıcı olmayan bir dizi gerçeğin ve çelişkinin altını çizdi. Konferans ilk yapılacağı zaman Cemil Çiçek, CHP, YÖK ve milliyetçi/faşist kamuoyu­nun tepki ve tehditleri üzerine Boğa­ziçi Üniversitesi Rektörlüğü “Henüz gerçekleştirilmemiş olan bir konfe­ransın içeriğiyle ilgili peşin hüküm­ler öne sürülmesinin, bir devlet üni­versitesinin bilimsel özgürlüğünü zedeleyeceğinden kaygı duyuyoruz. Bu şartlar altında ve toplantıyı ger­çekleştirmenin doğurabileceği so­nuçlar karşısında, toplantının erte­lenmesinin daha uygun olacağına karar verdiğimizi kamuoyuna bildi­ririz”5 diyerek konferansı erteledi. Ya da daha net bir ifadeyle, konfe­ransın arkasında duramadı. İnsanın aklına “acaba böylesi hassas bir me­seleyi konu edinen bir konferanstan dolayı aferin mi bekliyorlardı” soru­su geliyor.

Bu ertelemenin eleştirel bilgi ü- retimi özgürlüğüne duyulan hassasi­yetten ve faşist tepkiyi teşhir etmek maksadıyla yapılmadığı konferansın ikinci kez yapılışı süresinde iyice belirginleşti. Konferansın ilk sefe­rinde ertelenmesinde gösterilen ce­saretsizlik yerini, AKP’nin 3 Ekim öncesi imaj düzeltme çabasıyla bu konferansı teşvik eder tutumundan alman cesarete bıraktı. Konferans düzenleyicileri de, bu imaj düzeltme çabasının aktörlerine indirgenmeye karşı ve bu eleştirel akademik faali­yetlerinin AB siyasetinden özerkliği­ni koruma yönünde ciddi bir hassasi­yet göstermediler ve hatta üzerlerine düşen “tarihsel rolün” bilincinde gö­züktüler. Konferans ve eleştirel bilgi üretimi özgürlüğü karşısındaki tavır­larının samimiyetini açığa çıkarmak için konferansın 3 Ekim sonrasına bırakılmasını ise muhtemelen hiç düşünmediler. İkinci konferansın he­men öncesinde idari mahkemenin vermiş olduğu, eleştirel bilgi üretme Özgürlüğünü ayaklar altına alan ka­rar karşısında ise haklı olarak bu ka­rarın üniversitelerin özerkliğini ze­deleyen bir karar olduğunu yüksek

sesle vurguladılar.

Üniversite özerkliğine yapılan yüksek sesli vurgu, bu vurgu sahip­lerine yöneltilmesi gereken şu soru­nun duyulmasını engellememeli: Ü- niversitelerin mühendislik bölümle­rinin şirketlerin Ar-Ge laboratuarla­rına döndürüldüğü, iktisat ve işletme bölümlerinin “bilimsel pratiklerinin” “serbest” piyasa ideolojisini içsel­leştirmiş “elemanlar” yetiştirmek ve şirketlere pazarlama ve maliyet stra­tejileri geliştirmek olduğu, kısaca a- kademik faaliyetin sermayenin çı­karlarınca sömürgeleştirildiğini gör­mezden gelerek ve hatta bu sömür­geleştirmeye ortak olarak nasıl eleş­tirel bilgi üretiminin tutarlı savunu­cuları olabilirsiniz ki?

* * *

AB’ye karşı olan faşistler ve AB yandaşı liberaller arasındaki çatış­manın müzakere sürecinde bir dizi hassas noktada sertleşeceği görül­mektedir. Neo-liberal politikaların “toplumu” çözüş süreci ve ulus-dev- let egemenliği paylaşımı/müzakere sürecinin iç içeliği, toplumsal muha­lefetin güçsüzlüğü koşullarında, an­ti-kapitalist cemaatçi öfkenin milli­yetçi/faşist bir biçim almasını besle­yecektir. Ermeni Konferansı’na gös­terilen faşist tepki tam da böyle bir sosyal/psikolojik gerilime tekabül e- derken liberal-demokratlarm faşizmi bir kültür meselesine ve bireysel psi­kolojik sığlığa indirgemesi ise libe- ral-demokıatlarm da faşistler gibi kapitalist üretim ilişkilerini doğal­laştırmasından kaynaklanmaktadır.

D ip n otlar1 Radikal, 23 Eylül 2005.2 A.g.y.

3 Birgün, 7 Ekim 2005.4 İdari mahkemenin kararını çağdışı bulan Başbakan ve Dışişleri Bakanı, E- ğitim-Sen’in anadilde eğitimi savundu­ğu için kapatılmasına karar veren mah­keme kararını nedense “çağdışı” bul­madılar.

5 Milliyet, 25 Mayıs 2005

94

Page 97: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 2005 cpl

Ekim Devrimi 8 8 yaşında...

LENİ N ’İ d ü ş ü n ü r k e nHosan Oğuz

Genellikle onu çok okuduğumuzdan Lenin'in öyküsünün yeterince bilindiği sanılır. Peki, ama gerçek böyle midir? Ne yetmişler dünyasının şabloncu / dogmatikleşen yargıları içinde ne de son yirmi beş yılın unutulmuş veya unutturulmuş yargıların­

da Lenin'in yeterince anlaşılmış olduğu söylenemez. Ekim Devrimi'nin 88. yıldönümünde bir kez daha Lenin'i anmak ve anlamaya çalışmak gerekiyor.

GirişBugün teori adeta ideolojisizleşti-

rilmiş, işçi sınıfı devrimci rolünden so­yutlandırılmış, sınıf mücadelesi ise sı­nıftan kopartılarak sınıfsızlaştırılmış ve örgütsüzleştirilmiş bir dönemden geç­mekteyiz. Böylece teori ve politika, öz­gürlüğe, sınıfsız ve sömürüşüz bir dün­yanın kurtuluşuna adanmış yaşam pra­tiğini adeta dışlar hale gelmiştir. Dola­yısıyla teorinin ideolojik temeli ile o- nun politik / pratik temeli arasındaki kopuşun artan oranda ilerlemesi, insa­nın temel krizinin bir göstergesi haline gelmesine de yol açan nedenlerin ba­şında sayılabilir. İşte böyle derin bir kriz döneminde Lenin’i düşünmenin, onun teori ve pratiğini yeniden bilinçle­re çıkarmanın neden bu kadar hayatiyet taşıdığı kendiliğinden anlaşılabilir olsa gerek.

Lenin’in 135.doğum gününde (22 Nisan 1870) onu yeniden hatırlamak demek hem komünist Lenin’i hem de insan olan Lenin’i hatırlamak demektir. Lenin’i hatırlamak gelişmiş insanı ha­tırlamaktır. Dahası onu hatırlamak de­mek, insanın insanı sömürmediği özgür bir toplumda yaşamasına ilişkin öngö­rülerini hatırlamaktır. Elbette Lenin, sa­dece kapitalizmin derin kriz dönemle­rinde proletaryanın kurtuluş yolunu göstermekle kalmadı, aynı zamanda bütün insanlığa da kurtuluş yolunu gös­termesiyle diğerlerinden ayrılmış özel bir kimliktir. Tam da Lenin’i hatırla­mak demek bütün bunları hatırlamak demektir.

Genellikle kendi literatürümüzde Lenin’in öyküsünün yeterince bilindiği sanılır. Onu çok okuduğumuzdan dola­yı anladığımız sanılmıştır. Peki, ama gerçek böyle midir? Sanmıyorum. Ne yetmişler dünyasının şabloncu / dog­matikleşen yargıları içinde ne de son yirmi beş yılın unutulmuş veya unuttu­rulmuş yargılarında Lenin’in yeterince anlaşılmış olduğu söylenemez. Lenin okuması demek Lenin metinlerini düz ve beyaz bir yaprak üzerinde okumak demek değildir. Lenin’i okumak sağ­dan sola Kuran metinleri gibi ezberle­mek de değildir. Lenin’i okumak de­mek, “acılı dünyanın ezgisini” yürekte hissederek okumak de­mektir. Buradan esaretten kur­tuluş yolunu çıkarmak ve insa­nın gerçek bir insanal kimliğe bürünmesinin mücadele meto­dunu anlamak demektir. T .enin demek kurtuluşun sentezsel programı demektir çünkü. O nedenle Leninizm, Mark­sizm’in ayağa kalkmış canlı bir ruhudur.

Kuşkusuz ben bu yazıda Lenin’in ne kişisel yaşamının ne de politik yaşamının kap­samlı bir dökümünü yapacak değilim. Yapmaya çalışacağım; bir yüzyılın kapanmış ve yeni bir yüzyılın açılmış olduğu bir dönemde, başka bir deyişle ka­pitalizmin politik, kültürel ve e- konomik bunalımının derinleş­tiği, paylaşım isteğine dayanan savaşlarda milyonlarca insanın

yok edildiği derin bir kriz döneminde, yani 20. yüzyıl başlarmda, daha çok Lenin profilinin değişim açısından ne anlam ifade ettiğinin altmı çizmek ola­caktır. Esası ise buradan bugüne bir ya­nıt oluşturmaktır elbette. Bunun temel nedeni soyut düşünceler içinde bilgimi­zi yeniden tazelemek değildir, tersine yeni bir yüzyıla girmiş iken yaşadığı­mız krizin derinliğinin 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçiş çağındaki krizin baş­ka bir benzeri, ama bu sefer daha da de­rin ve kapsamlı bir kriz sürecinin için­den nasıl bir yol bulacağımızın ipuçla­rını bulmak ve onu gündelik yaşamımı-

95

Page 98: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

qo! Kasi m-AraLi k 2005

zm bir parçası haline dönüştürmektir. Lenin okuması böyle anlaşılabilir an­cak. Lenin’e ve Lenin düşüncesi ve pratiğine bu nedenle gereksinim duyul­makta ve onun yolundan yürünürken e- zilenler cephesinden nasıl bir yanıt ge­liştirileceğinin yol haritasını onun yara­tıcılığından çıkarmaktır esas olan. Bu yazı Leninizm’in ruhunu işlevsel kıla­cak bir moment yakalayabilirse amacı­na ulaşmış sayılacaktır. Dahası at izinin it izine karıştığı böyle kaotik bir dö­nemde Lenin öyküsü, devrimci kuşağı­mızın eğitiminde bir temel sağlar, dü­şünce ve davranışlarımızda yeni bir a- çılıma neden olabilirse amacına da u- laşmış olacaktır. Umalım ki öyle olsun.

Bir insan, bir yoldaş olarak Lenin

Lenin kişiliğinde ete kemiğe bürü­nen ve onun düşünce ve eylem boyu­tunda ortaya çıkan devrimci gücünün nereden geldiğini göstermek her şeye rağmen önem taşır. Elbette güncel an­lamda “Marksizm krizinin” yaşandığı bu dönemde, böyle bir kişiliğin somut­luğunda çözüm dilinin gösterilmesi, 21. yüzyıl devrimci kuşaklarının da önüne koyulmuş barikatları aşmanın temel di­namik bir gücü demektir.

Bugün “yaşayan Marksizm”, dev­rimci anlamda aydınlanma rolünden ve işlevinden kopmuştur. Bu anlamda Marksizm’in bir Rönesans evresinden çıkması, insan yaşamında ve pratik iliş­kilerde nasıl bir boşluğa düşülmüş ol­duğunu gösterir. O halde sorun hangi ellerde ve nasıl bir krize sokulmuştur? Kesinlikle ‘Marksizm krizinin’ kapsa­mı bu öğretinin kendisinden kaynak­lanmıyor, tersine krizden çıkış yanıtla­rını da gösteriyor, ama somnun bu ya­nıtları insanlığın beyninden nasıl olup ta uçup gitmiştir? Elbette yazının başlı­ca amacı bu sorulara bir yanıt üretmek

değildir, ama tarihin böyle bir aralığın­da Lenin kişiliğinin kriz çözümlemele­rinde nasıl bir rol oynadığını, hem fel­sefi hem de tarihsel boyutları ile yeni­den üretmek ve yeniden göstermektir. Bir deneysel çözümleme olarak... Le­nin neden çağı bu kadar derinden etki­lemiştir? Hala onun çizmiş olduğu yol ve ileri sürdüğü argümanlar neden gün­celliğini yitirmemektedir? Dolayısıyla 21. yüzyıl krizinin atlatılmasında Lenin düşüncesi ve pratiği bizlere yeniden bir yol haritası çizebilecek midir? Sorunla­rın esası bunlardır aslında.

Burada bu sorulara cevap oluştur­madan önce, Lenin üzerine bazı temel noktalara parmak basmakta yarar var­dır;

A. Lenin’in ayrıcalığı Marksizm’in sadece öğreti / kuramsal düzeyde değil, daha önemlisi onun dinamik ve canlı ruhunu çok iyi kavramasıyla diğerlerin­den ayrılır. Dolayısıyla bilimsel bir öğ­reti anlamına gelen Marksizm, sürekli yeni koşullarda üretilebilen dinamik ve bilimsel bir sistemdir. Bu anlamda Marksizm bir doğmalar yığını değildir. Ama en iyi veya en doğru bir öğreti bi­le, işin erbabı olmayan birisinin elinde en kötü sonuç verebileceğini tarih ka­nıtlamıştır bize. Lenin tarihin ender ki­şisi olarak dehasal bir kafa yapısı ile ça­ğının en karmaşık sorunlarını bile Marksizm metodu ile çözümleyebilmiş ender bir kişiliktir. Onun özel üstünlü­ğü de burasıdır.

B. Lenin, politik sorunlar ile örgüt­sel sorunlar arasında kopmaz bir ilişki olduğunu çağın koşulları içinde en doğ­ru biçimleriyle göstermiş olmasıyla da ayrıcalıklıdır. Parti örgütlenmesi ile po­litik gelişmeler arasındaki bağı görmek özel bir ayrıcalık değildir, ama önemli ayrıcalık politik gelişmeler karşısında hem teori alanında hem de örgüt alanın­daki dogmacılıkla ve sınıf uzlaşmacılı­ğıyla savaşabilme yeteneğidir. Çünkü yanlış kurgu her zaman “örgütsüzleş- me” ile sonuçlanacaktır Lenin’e göre.

C. Lenin’in temel bir üstünlüğü de onun hem reel politikalarda hem de taktik politikalardaki olağanüstü yete­neğidir. Bu yeteneğinin arkasında el­bette doğru teorik bir temel ve doğru bir politik strateji vardır. Teori onun e­

linde ideolojik bir temel kazanmış, po­litika ise sınıf kavgasında bir pratik te­mel bulmuştur. Marx’m “filozoflar dünyayı yorumlamakla kaldılar, esas o- lan onu değiştirmektir” sözünün hayat bulduğu asıl temel Lenin pratiğidir çünkü. Onun başarısı bu politik hareke­ti işçi sınıfı içinde nasıl maddi bir güce dönüştürüleceği ve bunu nasıl uygula­yacağı sorununda gözlemlenmiştir. Çünkü Lenin’e göre her şeyin merke­zinden proletarya ve proletaryanın dün­ya görüşü vardır.

D. Lenin sadece proletaryanın de­ğil, bütün bir insanlığın da ilkesel bir dava adamıdır. Ona göre insanlığın kur­tuluşu proletarya davasının yolundan i- lerlenirse gerçekleşecektir. Onun için merkeze sınıf mücadelesi bu nedenle a- lmmıştır. Onun yaşam biçimi bu dava­nın içinde gizlenmiştir. Ondaki derin bir ruhsal biçimidir bu. Gerçek anlam­da o bir yoldaştır; hem sıradan bir in­sandır hem de erişilmez bir insan. Ha­yat dolu, sevgi dolu, arkadaş canlısı, iş­çinin acısını yüreğinde birleştiren bir insandır Lenin. Balık tutan, briç oyna­yan, şakalaşan, avlanan bir insan vardır karşımızda. İlkelerinde katı, asla kişisel anlamda kindar olmayan ama, sınıf da­vasında sınıf kinini yüreğinde her za­man büyüten bir insan vardır karşımız­da.

E. Lenin’in dili polemiklerde sert­tir. Bu dil eleştiri konusu dahi yapılmış­tır. Ancak bunu o koşulların sert sınıf kavgası içinde anlamak gerekir. Mesela Martov ile polemiklerinde bile bu sert dil kullanılmıştır. Ama onun Menşevik- lere yönelmesinden sonra derin bir acı ve üzüntü duyması boşuna değildir. 1 Ama Lenin davasını savunmasında her zaman katı bir çizgi izlemiştir. O ne ba­şarıdan bir baş dönmesi ne de başarısız­lıktan bir yılgınlık göstermiştir. Hatalar karşısında acımasızdır ama esnek ve soğukkanlıdır da. Duygularını politik mücadele de asla göstermez. Ama bu o- nun duygu yüklü olmadığı anlamına da gelmez. Mütevazı ve alçakgönüllüdür Lenin. Parlak söylemlerden kaçman, hatiplik gösterisi yapmayan, halkla ko­nuşurken açık ve anlaşılır bir dil kulla­nan bir insandır. Onda gerçek asla abar­tılmaz. O sadece Manc’tan veya He- gel’den öğrenmez, sıradan bir işçiden

96

Page 99: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

Kasim-AraIiI< 2005 CjO İ

de öğrenir. Onun bitmez tükenmez bir öğrenme tutkusunu düşmanlan bile tes­lim etmiştir.

F. Lenin için pratik her zaman be­lirleyici olmuştur. Ama bu teorik bir te­mele dayanmadan olmaz. Lenin praksis felsefenin dava adamıdır. Ancak varlı­ğın kendisinde vücut bulan bütünsellik, teori olmadan tümünü kavramak anla­mına gelmez. Bilginin sonsuzluğu ne kadar doğru ise, pratik / üretim içinde olan sınıf veya bireylerin belirli andaki bir kuramsal anlatımın kavranılması da o kadar doğrudur. Burada güncellik ile bütünsellik arasında kısmen bir kısır döngü ortaya çıkacaksa da, bunun çö­zümü pratik tarafından gerçekleştirile­cektir. Bunun ilk yolu da yapının ve kadronun hazırlığına adanmış yaşam­dır. İşte Lenin kişiliğinde böyle bir a- danmışlık ve böyle bir hazırlanışm bü­tün teorik / pratik veçhelerini görmek mümkündür. Onun en yaratıcı özelliği, her zaman eyleme hazır olmasıdır, ama aynı düzeyde her pratik gerçeklikten muazzam teorik dersler çıkarabilen u- zak görüşlü bir kişilik olmasıyla da ay­rılır. Eylem ile teori arasında her zaman bir süreklilik vardır, olmalıdır. Ara mo­lalar yoktur onda. Kazanımlar! hem ko­rumasını iyi bilmiş hem de devrimin sürekliliğini bir yaşam tarzına dönüş­türmüştür. Dolayısıyla her an eyleme hazır bir vaziyette durmuştur. Lenin böyle bir var oluş içinde daima pratiğe bu nedenle öncelik vermiştir. “Devlet ve Devrim” eserinin bir yerinde şöyle yazmıştır; “Devrim deneyi içinde yer almak, devrim üzerine yazmaktan çok daha zevkli ve yararlıdır.”

G. Lenin davanın en büyük demok­ratıdır. Tarihin en karmaşık ve en çeliş- dli bir bölgesinde Rusya’da, üstelik ta­rihsel olarak demokratik bir geleneğin dahi yaşanmadığı bir yerde Lenin, ge­rek parti iç işleyişinde gerekse SSCB’de en üst düzeyde demokrasiyi uygulayan, işçi ve emekçilerin söz ve tarar sahibi olduğunu bilen, onu bilin­ce çıkaran ve bunu pratikte azami dü­zeyde gösteren Lenin’den başkası de­bidir. Sonraki sürecin bürokratikleşen eğilimlerinin Sovyet ülkesinde nasıl bir - ıkıma yol açtığını biliyoruz artık. Ölü­mü arifesinde o, ısrarla bürokratlaşma eğilimine dikkat çekmiş ve onun önüne

geçmek için bir dizi tedbirin alınmasın­da yoldaşlarını ikna etmeye çalışmıştır. Aslında Lenin, bu süreci önceden gör­müş ama, yaşamının kısalığı buna en­gel olmuştur. Şu örnek bile Lenin’in SSCB’de demokrasi ve hukuk ilişkile­rine ne derece önem verdiğini gösterir; o, devrimin fedaisi Kamo’nun devleti korumak adına bireysel kararla düş­manlarına karşı uyguladığı eylem son­rasındaki tartışmasında Lenin ona, “SSCB’nin başıboş bir devlet olmadı­ğını, ama bir sosyalist hukuk devleti ol­duğunu” hatırlatmasını hepimiz biliriz. Elbette sosyalist demokrasi sorunu bu­gün içinde bu deneysel pratiklerden sonra tartışılması gereken en temel so­runların başında gelir. Ve bu anlamda Leninizm ruhunu kavramaya dönük bu çaba, aslında sosyalist demokrasi me­selesinde baş gösteren sorunların çözü­mü için de kaçınılmaz bir yoldur.

Bir düşünür ve bir eylem adamı olarak

LeninLenin Marx’tan sonra proletarya

hareketinin en büyük düşünürüdür. O bu anlamda ne Rusya’nın ne de herhan­gi bir bölgenin politik önderidir. O bü­tün bir dünya proletaryasının önder bir kuramcısı ve pratik bir eylem adamıdır. Lenin, Rusya’nın sorunlarından ve çö­zümlemelerinden ortak ve genelleşen bir kuram yaratmış ve bu anlamda ay­nen Marx’m izlediği yolu izlemiştir.

Nasıl ki Marx’m kendi döneminde İngiliz fabrika sisteminin ekonomisi ve politikası üzerine araştırmalar yaptıysa ye buradan kapitalizmin makro özellik­lerini hem teorik hem de tarihsel olarak çözümleyip sonuçlarını ortaya çıkar­mışsa, Lenin de aynı şeyi Rusya’nın öznelliği üzerinden yapmış ve özellikle üçüncü dünyaya ilişkin kapitalizmin i- lişkilerini ve sorunlarını çözümlemiştir. Lenin böylece çağın ana eğilimlerini gerçek olan bu pratik özün üzerinden yapabilen bir düşünürdür. Bütün geliş­melerin arkasmda bu ana eğilimi sapta­yan Lenin. günlük olayları es geçme­den bu ana eğilimi çağın belirleyici te­mel bir sorunu olarak görüyordu.

Bu temel yargı üzerinden hareket

eden Lenin, Rusya’nın gelişme sorun­larını yarı-feodal mutlakıyetçi bir yöne­tim altında kapitalizmin oluşumunu ve geri bir köylü ülkesinde sosyalizmin sorunlarını tanımlıyordu. Aynı zaman­da kapitalizmin vahşetini çok iyi tanım­layan Lenin, onun son aşamaya doğru ilerlediğini, proletaryanın ve ezilen in­sanlığın sınıf mücadelesi yolu ile bu i- lerlemeyi hızlandıracağını ve bunu pro­letaryanın çıkarlarına doğru yöneltebi­leceğini gösteriyordu. Bugün bazıları­nın iddia ettiği gibi bu öngörü doğru­lanmamış değil, tersine aradaki kopuş­lar (ki esası proletarya davası adına ha­reket eden yapıların tutuculuğu ile bur­juvazinin kapitalizmi yenileme dinami­ği bağlamında) sayesinde uzamıştır. Çünkü kapitalizm düne göre artan o- randa bütün canlıları ile doğayı yok e- den canavarlaşan bir sistem olarak bü­tün çelişkileriyle birlikte varlığını sür­dürmeyi uzatmış ve bunda başarılı da olmuştur. Bu varlığın yıkımı insanlığın bilinci ve eyleminde bir anlam ifade et­miyorsa suçu Lenin’e değil, bunları ba­şarma iradesinde ortaya çıkan bu yapı­ların iradesizliklerinde görmek daha doğru değil midir? Ama yine de bu so­run başlı başına bir tartışma konusu ol­maya adaydır.

Lukacs, Lenin için, onun temel dü­şüncesinin, hatta onu Marx’a bağlayan noktanın “devrimin güncelliği” olarak saptar bir yazısında. Çünkü ona göre sı­nıf mücadelesinin kavramsal ifadesi o- lan tarihsel maddecilik, teorik olarak ancak tarihsel bir anda pratik olarak güncellik kazanması ile formüle edile­bilirdi. Bana göre de bu doğru bir sap­tamadır. Bu anlamda ne Marx ne de Le­nin proletarya devrimini, yani devrimin güncelliği sorununu, işçi sınıfının bari­katların arkasında dövüşürken gören vasat bir kafaya sahip değildiler. Tersi­ne onlar dehasal bir kafa açıklığı ile proletarya devriminin güncelliğini ve kaçınılmazlığını olayların arkasındaki bu gerçeklikte saklı olduğunu, proletar­yanın devrimci ruhunda ve kapitaliz­min çelişkileri içinde saklı olduğunu biliyorlardı. Sınıf devriminin en geri dönemlerinde bile bu kafa açıklığı var­dır onlarda. Onun için Marx, devrimi proletaryanın sefaletinde değil, tersine proletaryanın “eski toplumu yıkacak ve

97

Page 100: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

CJOI KasiM'Ara[iI< 2005

yeni toplumu kuracak” devrimci özün­de görmesi nedensiz değildir. O neden­le kapitalist sistemin içindeki çelişki­lerden temel sorunu, devrim sorununu çıkardılar. Yerel deneyleri bu perspek­tiften incelediler.

Şimdi bu vasat kafalar, özellikle bugünlerde kapitalizmin yıkılmazlığmı ve onun üstünlüğünü, böylece devrimin olanaksızlığını vaaz edebilmektedirler bize. Burada onlar proletaryanın dev­rimci rolünü yok sayıyor, kaçınılmaz bir şekilde emekçilerin kapitalizme biat etmesini telkin edebiliyorlardı; “yıka­mıyorsak hiç değilse kapitalizmde in­sanca yaşayalım” diyorlardı. Onun için sosyalizm yerine “demokrasi” sakızı a- ğızlardan düşmüyordu. Onun için pro­letarya diktatörlüğü adeta literatürlerin­den silinmişti. Onun için komünist ör­gütlenme tu kaka ilan edilebilmişti vs.

Tam da Lenin böyle kaotik bir dö­nemde, yani ortalıkta koca koca büyük Marksist “ağabeylerin” cirit attığı ve I- I. Enternasyonal’in oportünist tezleri­nin ortalığı sardığı bir çağın geçiş döne­minde ortaya çıkmış ve başarısı da bu dönemde tarihsel bir anlam kazanmış­tır. Çünkü Lenin uzun bir süredir Marx’m bu temel tezlerini çekmecelere kilitleyenlerle hesaplaşmaya girmiş, te­orinin saflığını korumuş ve onu emek­çilerin yaşamında anlamlaştırmaya ça­lışmış ve onun canlı ruhunu yeniden di- riltilmiştir. Adeta Leninizm olarak ad­landırılan bu süreç Marksizm’in yeni­den ikinci bir doğuş dönemdir.

Şimdi ise soru şudur; bugün Mark­sizm üçüncü bir doğuşa dönemine gebe değil midir? Eğer bu soru anlamsız de­ğilse, arkasından yeni bir soru daha sor­mak gerekir; bu dönemin açılımı yeni­den Lenin’in teori ve pratiği içinde bir yol bularak ilerleyebilecek midir? Bü­tün mesele budur.

Marx’m ölümü sonrasında Lenin, tarihsel sürecin yeni olanaklarını ve ye­ni adımlarım öğretiye katmasını bilen tek önderdir. Lenin bu anlamda asla Marx’ı düzelmeye kalkmadı. Onun yo­lundan yürüdü. Teoriyi yeniden üretir­ken politikayı ve politik mücadeleyi yeni koşullar içinde yeniden tanımladı. Lenin de merkez düşünce aynen Marx’ta olduğu gibi proletarya ve pro­

letaryanın sınıf mücadelesidir. Çünkü hala devrim kaçınılmaz bir zorunluluk olarak, işçi sınıfının gündeminde duran toplumsal bir olgudur.

Bugün kapitalizmin daha da yıkıcı bir şekilde küresel bir aşamaya gelmiş' olması, hem devrimin kaçınılmazlığını ve güncelliğini göstermektedir hem de işçi sınıfının omuzlarına düşen ağır gö­revini... Yeni bir “insan soykırımı” ve aynı zamanda “doğa soykırımı” anla­mına gelen kapitalizmin insanı, doğayı ve canlıları yok eden yeni süreci, onun öngörüleri doğrultusunda omuzlarımı­za ne kadar ağır bir görevin düştüğünü de hatırlatmaktadır bize. Bugün devri­min bilinçlerden kopartılmış olmasın­dan hareketle devrimin güncel olmak­tan çıkmış olarak gösterenlerin, nasıl bir vasat kafaya sahip olduklarının da temel bir kanıttır bu. Oysa bütün gös­tergeler ve olayların dili, yani gelişme­lerin arkasındaki bu canlı gerçeklik tap teze duruyorken, devrimi bilinmez bir zamana atmak ya da tümüyle tarihsel hafızalardan silmek bu sıradanlaşan o- portünist kafanın doğal bir görünümü değil midir? Lenin’in en büyük başarı­sı, sadece devrimden korkan, kaçan ve­ya mazeret üretenlerden kopması ile ayrılmaz, aynı zamanda kendi çağdaş­ları olan küçük burjuva devrimciliğinin sınıfa karşı olan güvensizliği başta ol­mak üzere “komplocu” bütün teorik tezleri ile de ayrışmasıyla bilinir.

Bu nedenle Lenin çağımızın en bü­yük düşünürü ve eylem adamıdır.

Geri ülkelerde proletaryanın

devrimdeki rolü sorunuAvrupa da kapitalizmin gelişme

yolu, Rusya gibi feodal ya da yarı feo­dal yapıların güçlü olduğu bir dünyada kaçınılmaz olan bir gelişme yolu muy­du? Sosyalizm bu ülkelerde ilerleyebil­mesi için kapitalizmin gelişme yolunu izlemesi zorunlu muydu? Devrim bu ülkelerde hangi yolu izleyecekti? Dev­rimin öncüsü hangi sınıf olacaktı? Bu ve benzer sorular Lenin’e kadar açık, berrak ve net bir şekilde cevaplandırıl­mamıştı.

Elbette Lenin, Rusya da kapitaliz­

min gelişmesi zorunluluğunu öngör­müştü. Marx’m ileri sürdüğü kapitaliz­min gelişme yolunun, yani “ilkel biri­kim” yolunun Rusya gibi ülkelerde de olacağını yadsımıyordu. Bu gelişmenin tarihsel bir ilerleme anlamına geleceği­ni de biliyordu. Ama o asla işçi sınıfı­nın ve öncü partisinin, kapitalizmi des­teklemesi anlamına gelmeyeceğini de öngörüyordu. Elbette kapitalizmin bu gelişmesi proletarya için bir temel, bir güç merkezi olmasına yol açacaktı. Sı­nıf mücadelesinin koşullarını daha da güçlendirecekti. İşçi sınıfının bağımsız bir kimlik ile tarih sahnesine çıkacağını da öngörüyordu Lenin. Bu aynı zaman­da teorik olanın politik karşılığını yara­tacaktı. Ama bütün bunların kapitaliz­mi desteklemek ve bu sürecin tamam­lanması beklemek anlamına gelmeye­ceğini, bunu savunmak demek sınıf uz­laşmasına yol açılması demekti. Lenin bu düşünceleri elinin tersiyle reddetti. İşte Menşeviklerle ayrıldığı esas temel burasıydı. Bu görüş dikkate alınsaydı doğal olarak sınıf mücadelesini tatil et­mek gerekecekti. Çünkü Lenin ilk yo­lun taşıyıcısı sınıfın proletarya olduğu­nu, oysa kapitalizmin gelişmesinin ta­mamlanmasını bekleyen bir politikanın taşıyıcı sınıfının ise proletarya değil, burjuvazi olacağını biliyordu. Eğer bu politika dikkate alınacak olsaydı, prole­tarya burjuvazinin yedeğine düşecekti.

Bu anlayıştan oportünistlerin son­raki takipçileri daha da ileri giderek, kapitalizmin gelişmesinin tamamlan­masının demokrasiyi de yaratacağını söyleyeceklerdir. Şematik bir kafanın en ileri halkası da burasıydı zaten. Tarih adeta tekerrür ediyor ve 21. yüzyılda o- portünistler de aynı yolu izleyerek “li­beral demokrasiyi” sosyalizmin karşısı­na alternatif olarak çıkarıyorlardı. Ge­lişmiş kapitalizm olan AB’ye katılırsak bize de demokrasi gelir diyenleri bura­da bir kez daha hatırlamakta yarar var­dır.

Rusya gibi ülkelerde kapitalizmin gelişmesi hem “devrimci” yolu, hem de tedrici-iç (Prusya yolunu) başkalaşım yolunu olanaklı kılabilirdi. Ama Men- şeviklerin sormadığı temel bir soruyu Lenin sorar burada; bu her iki yoldan hangisinin gerçekleşeceğini belirleyen nedir? Bu soruya yine sadece Lenin ce-

98

Page 101: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

KasiM'AraIiI< 2005 qol

vap verir; sınıf mücadelesi.

Çünkü proletarya feodalizmden ka­pitalizme, oradan da sosyalizme geçiş süreçlerinin tek belirleyici gücü olmuş­tur her zaman. Sonucu belirleyen mü­cadele proletaryanın mücadelesidir. Köylüler yekpare bir sınıf değildir ve sınıfsal konumlarından dolayı kavgayı sonuna kadar götüremezler. Lenin bu nedenle merkeze proletaryayı almış a-ma, işçilerle köylüler arasında ittifak politikasını da bu nedenle öngörmüştür.

Sınıfın politik örgütlenmesinde yeni bir aşama;

Bolşevik örgütlenmeLenin’e göre Bolşevik örgütlenme­

nin temel esprisi hangi mantığa daya­nır?

Proletarya ve emekçi sınıflar yek­pare homojen bir sınıf değildir. Aynı te­mele dayanmış olsalar da farklı kültürel biçimlenişler vardır sınıfın içinde. Çün­kü emekçiler kapitalizm şartlarında gündelik olarak ideolojik, politik ve kültürel olarak sürekli bir abluka için­dedirler. Aynı zamanda proletarya tepe­den tırnağa silahlanmış bir düşmanla karşı karşıya bulunmaktadır. Bu neden­lerle karmaşık olan sınıf yapısı içinden en fedakâr, en kararlı, davaya kendini bağlamış ve parti disiplinine tabi dev­rimcilerin seçilerek üye olduğu bir ör­gütlenme zorunluluğu bu nedenlere da­yanmaktadır. Bu bir yerde profesyonel devrimcilik sürecidir.

Lenin’in bu öngörüsünün o güne kadar bütün tarihsel dönem içinde sınıf mücadelesinin deneylerinin sonucunda ortaya çıkarılmış bir örgütlenme biçimi olduğu unutulmamalıdır. Gerek burju­vazinin katı örgütlenmesinden gereksell. Enternasyonal deneylerinden, özel­likle Avrupa’daki parlamenter avanak­lığına dayanan örgütlenmenin yenilgi deneylerinden süzülerek ortaya getiril­miş bir biçimdir. Yaşamın pratik süre­cinden çıkartılan hem bilinçli bir çaba­nın ürünü hem de deneysel bir çabanın sonucu olarak geliştirilen bir örgütlen­me biçimidir.

Ancak şu sorular karşımıza çok çı­

karılmıştır; bu tür bir örgütlenme yoz­laşmaya açık ve demokratik işleyişi sı­nırlayan bir süreci yaratmaz mı? Dev­rimciler sınıfın yaşamından koparak komploculuk yoluna giren bir kimlik kazanamazlar mı? Ya da yaşanan süreç­lerin böyle bir pratiği doğrulamış olma­sı, bu örgütlenme biçiminin yanlışlığı­nın da kanıtı olarak düşünülemez mi? Kuşkusuz bu sorular anlamsız değildir ama, bu nesnel örgütlenme projesinin geçersizliğini ispatlayan bir neden de değildir. Çünkü nedensel gerekçeler or­tadan kalkmadığına göre, bu örgütlen­me modelinin geçersizliği de ilan edile­mez. Oysa yapı içinde bu sorunların çö­zümü mümkündür. Çünkü parti içinde her tür kaymanın var olması kapitalizm şartlarında daima mümkün olan bir göstergedir. Ancak bu mümkünlük aynı yapı içinde hem önderliğin kuramsal örgütlenme politikasının olabildiğince demokratik işlerliliğini güvenceye ala­cak bir yapının inşasını hem de kadro bileşiminin proletarya lehine büyütül- mesinin güvencesini sağlayacak bir or­ganizmanın gerekliliğini zorunlu kılar. O halde yapının içinde bu sorunların çözümü olanaklı bir sorun ise, bu Bol­şevik Örgütlenmenin kuramsal olarak yanlış olduğunun bir kanıtı olarak su­nulamaz. Çünkü devrim yolu Lenin’in de dediği gibi Nevski bulvarında yürü­meye benzemez. Engellerle dolu bir yoldur bu. Düşman karşımızda tepeden tırnağa kadar silahlanmıştır. Bolşevik örgütlenmenin esinlendiği temel de bu­rasıdır. Kapitalizmin kıyıcılığı karşısın­da Leninist örgütlenme, bu nesnel ko­şulların ürünü olarak ortaya çıkmıştır çünkü.

Bolşevik Örgütlenme, sınıfı ve sı­nıf mücadelesini yöneten harekettir. O nedenle Lenin, politik sorunlarla örgüt­lenme sorunlarının mekanik olarak bir­birinden ayrılamayacağını hatırlatır bi­ze. Bu düşünce üstelik tarihsel olarak haklı da çıkmıştır. Çünkü bu örgütlen­me biçimi, sınıf hareketinin ideolojik, politik ve kolektif hareketinin yaratıl­ması için ileriye atılan bir organizma­dır. Taşıyıcı bir araçtır ama, asla bir a- maç değildir. Parti kendini devrimin yerine koyamaz. Tersine parti sınıfı devrime hazırlamak için vardır. Elbette yaşanan olumsuz deneyler, mesela par­

tiyi sınıfın yerine ikame eden düşünce pratiği vs. bize yeni bir bakışı ve bu de­neysel örneklerden yararlanmayı elbet­te emreder. Ama bu tartışma Leninist örgütlenmenin geçersizliğine asla bir kanıt oluşturamaz.

Burada tarihsel olarak iki yanlış ü- zerinde durmak gerekir; bunlardan ilki Kautsky’nin temsil ettiği partinin dev­rimci eylemin ön koşulu olduğuna iliş­kin tespitidir. Bu yanlıştır. Çünkü parti devrimin ön koşulunu oluşturmaz. Par­ti, sınıfı ve sınıfın devrimci eylemini yaratmaz, tersine onu devrime hazırlar ve belirlenmiş hedeflere doğru yönlen­dirir. İkinci yanlış Rosa Lüksem- burg’un düşüncesinde ortaya çıkan ha­talı yaklaşımdır. O, partinin devrimci kitle hareketinin bir ürünü olduğunu i- leri sürer. Bunun bir yanı doğrudur. A- ma yetersizdir. Evet, parti sınıf eylemi­nin bir ürünüdür, ama sınıfın eylemi ile parti etkileşiminde bilinçli öğe adeta u- nutulur. Şöyle düşünelim; sınıfın her devrimci eylemi otomat olarak devrim­ci bir partiyi yaratacak diye bir şart var mıdır? Oysa burada bilinçli bir atılım, bilinçli bir çaba olmadan olmaz. Ter­sinden şöyle de düşünebiliriz; sınıf ey­lemsiz ve durağan bir dönemde ise par­tinin durumu ne olacak, bu açık değil­dir. Bu anlamda Lenin’deki parti oluşu­mu için bilinçli müdahale ve hazırlık dönemi adeta anlaşılmaz hale gelir.

Parti için bir dizi tehlike her zaman olmuştur. Özellikle üyelik seçiminde bölünmeye kadar giden tüzük maddesi­nin birinci kısmındaki tartışmalar hatır­layalım. En katı bir seçime dayanan bu deneysel pratik, toplumda ezilenlerle mutlak bir dayanışma ve kendini dava­ya mutlak bir tarzda teslim etme anlayı­şından kaynaklanır. Menşevikler ise bu iki kutbun aynı parti içinde birleşmesi­ne dayanması gerektiğini söyler. Bu ay­nı zamanda yapı içine her türden insa-

D evrim in ön günleri

99

Page 102: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

qo! KasiM'AraIiI< 2005

nın üye olduğu bir temeldir. Dolayısıy­la burada sınıfı devrime hazırlayan bir parti yerine, sistem içi reformlara hazır­lanan bir parti geçer ki, bu da liberal an­lamda burjuva partilerinden ne farkı kalabilir? Aslında bu bölünme doğru­dan politik anlamı olan bölünmedir.

Teorik dogmacılık, örgütlenmede katılaşma veya esneklik yoksunluğu, taktik önderlik ile örgütün ayrılmazlığı arasındaki ilişkinin kopuşu vs. bir dizi sorun parti için tehlikeleri gösteren baş­lıca sorunlar olmuştur her zaman. Aynı zamanda Lenin, örgütlenme biçiminde baş gösteren legal ile illegal yapı ilişki­lerindeki ayrımlaşma da genel geçer bir yaklaşım göstermez. Tek yönlü bir an­layışa sahip değildir Lenin. Bu sorun koşullarla ilgili bir sorundur ve asla devrimciliğin bir kriteri de değildir.

Bir başka gösterge noktası, parti ile sınıf arasındaki ilişkinin çok açık bir şekilde koyulmasını gerektirir: Marx bunu Manifestoda net olarak belirle­miştir; Marx’a göre, farklı ülke prole­terlerinin her tür milliyetten bağımsız olarak sınıfın ortak çıkarlarına tekabül etmesini zorunlu kılar. İkincisi parti, sı­nıfın geçmek zorunda olduğu değişik a- şamalarda her zaman hareketin çıkarla­rını temsil etmesi gerekir. O anlamda parti, sınıfın en kararlı ve en ileri ke­simlerini içinde barındırmak zorunda­dır. Yine Marx’a göre partinin teorik o- larak, proletaryanın büyük yığını üze­rinde, sınıfın nihai genel sonuçlarını anlama üstünlüğüne sahip olmasını em­reder.

zorunluluğun nedenleri açıktır. Devrim her şeyden önce proletaryanın tek başı­na üstleneceği bir sorun değildir. Özel­likle geri kalmış köylülüğün belirgin o- larak ağırlık taşıdığı ülkelerde bu daha da geçerli bir söylemdir. Her ikisinin de temelinde sınıf bilinçli bir öğenin titiz bir şekilde bağımsızlığını koruması vardır. Zira Lenin buıjuvazinin sınıf i- çindeki farklılaşmayı tetiklemesi, onun ideolojisini, politikasını ve kültürünü de tetiklemesi demektir. Bu nedenle sı­nıf bilincinin köreltilmesini ve diğer e- mekçi smıf güçleri ile ittifaklarının par­çalanmasını çok iyi gözleyen bir önder­dir. Nitekim gerek Avrupa da gerekse Rusya da ve diğer ülkelerde partinin yozlaşmasında bu etkenler önemli bir rol oynamıştır. Bu nedenlerden dolayı Lenin devrimde proletaryanın rolünü ve önemini çok iyi gözlemiş ve merke­ze alan bir politika izlemiştir.

Küresel kapitalizm koşullarında, burjuvazinin gerek kapsamlı tarzda kı­yıcı bir örgütlenmesinin bilinciyle, ge­rekse sınıf içindeki parçalanışın sonucu olarak değişik tonda sınıf alışkanlıkları veya kültürünün yaygınlığı nedeniyle, hatta sınıfın davranış ve düşünce yapı­larındaki olumsuz göstergelerin nitelik- sizleşmeye yol açması nedeniyle, Bol­şevik Örgütlenmenin neden 21. yüzyıl­da artan oranda zorunlu bir örgütlenme modeli olduğunu da böylece anlamış olmamız gerekir.

Emperyalizm sorununda Lenin’in rolü

Lenin’e göre Bolşevik Örgütlenme tipini diğer partilerden ayıran en temel nedenin ikili bir sonucu vardır; ilki pro­letarya içindeki farklılaşmaların olma­sıdır. Bütün sınıfı değil ama, en ileri ve en bilinçli kesimlerini kapsar. Bunu kı­saca izah etmiştik. İkincisi ise diğer sı­nıflarla ittifakların zorunluluğudur. Bu

viff*** «ft -* * ' - us/jPAKTByn

Ca»M k UüBHlJU. >1 CBAttUıut»^ AEfl«TBE»

B m sg ft ninıM A* %

Devrim in ön günleri

Lenin, kapitalizmin yeni aşaması olan emperyalizm sorununu çağın te­mel sorunu olarak ele aldı. Aslında bu çalışma Lenin’in bütün çalışmalarının içinde özel bir yere sahip olan bir çalış- masıydı. Burada hem sermayenin eko­nomik ve siyasal eğilimlerini hem de emperyalizmin savaşla olan bağım doğru bir temelde gösteren Lenin’den başkası değildir. Böylece emperyaliz­min doğrudan siyasal ya da ekonomik sonuçları nasıl ki kapitalizmden ayrıla­mayacaksa ve onun doğrudan bir sonu­cu ise, kapitalizmin doğasal sonuçları da emperyalizme doğru evrilen yolun kaçınılmaz sonuçlarını yaratacaktır. Bu yeni gelişme doğal olarak çağın temel

sorunlarında etkili olan bir süreç ola­caktır.

Lenin bu anlamda gerek Hilfer- ding’den gerekse Rosa Lüksem- burg’dan ayrılır. Bu iki teoriysen kuş­kusuz emperyalizmin ekonomisi hak­kında önemli katkılar sunmuşlardı. A- ma onlar emperyalist-kapitalist sistem ile çağın politik sorunları arasındaki bağı doğru kavradıkları söylenemez. Lenin ile bu teorisyenler arasındaki te­mel ayrışmalardan birisi bu noktadır. Kuşkusuz Lenin’in bu başarısı teoriye kazanılan çok büyük bir katkıyı göste­rir. Küresel emperyalizm çağı olan 21. yüzyıl çağında çok önemli değişimler olsa bile, işte Lenin’in göstermiş oldu­ğu bu diyalektik bağ, yani çağın bütün politik sorunlarında hala küresel em­peryalizmin belirleyici bir kimlik ka­zanması, onun geçmişten günümüze ta­şman ideolojik ve politik kurgusunun da güncelliğini göstermesi anlamında temel bir parametredir. Bu açıklamanın hala geçerliliğini koruyan tek açıklama olması Lenin’in başarısının bir göster­gesidir aslında. Elbette emperyalizmin çöküşü Lenin’e göre salt ekonomik a- lanla ile izah edilemez. Onun Polonya­lI Marksistleri “emperyalist ekono- mizm” ile eleştirmesi de bu nedenledir. Yine aynı şekilde Rosa’nm emperyaliz­mi salt emperyalist ülkelerde merkezi­leştiren teorisinin yanlışlığına da bu ne­denle dikkat çekmiştir. Aynı şekilde Kautsky’nin “ultra emperyalizm” görü­şünü de yanlış buluyordu. Bunlar bili­niyor.

Lenin’in emperyalizm teorisindeki analiz gücü, onun salt ekonomik yasa­larını analiz etmesi ile sınırlı değildir, aynı şekilde hem politik yargılarını hem de arkasındaki sosyal varlığı, dola­yısıyla sınıfların gelişme süreçlerini doğru bir şekilde tahlil etmesi ve gös­termesi ile de ayrı bir özellik taşır.

Emperyalizmin sömürge politika­ları, salt politik yayılmacılığı değil aynı zamanda kapitalizmin ekonomik ve kültürel yayılması da demek olacaktı. Aynı şekilde tersi de geçerli bir mo­mentti. Böylece yeni burjuvazinin sö­mürge ülkelerinde oluşma süreci ulusal bağımsızlık mücadelelerini doğuracak­tır. Ulusal mücadele salt feodal güçlere

100

Page 103: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

karşı değil, aynı zamanda emperyalist güçlere karşı da verilecektir. Lenin’in başarısı bütün bu karmaşık gelişmeleri bir senteze dönüştürmesinde, dolayı­sıyla çözüm olanaklarmı bulmasında yatar.

Elbette bu düşüncenin önceli Marx’m İrlanda sorununda verilmişti. Ama bu öngörü ne yazık ki II. Enter­nasyonal tarafından geliştirilmediği gi­bi, üstelik hasıraltı da edildi. Dahası sosyal şovenizm Marksist harekete de bulaştırıldı. Sorunun köklü çözümü Le- nin tarafında atılacaktır artık. Manada­ki ilk belirgin yaklaşımlar (teorik ana­liz), Lenin de hem Marksizm’e bir kat­kıyı ifade edecek tarzda yeniden üreti­lecektir hem de sorunun kendisi somut ve anlaşılır bir biçim alacaktır. Böylece teori pratik olarak güncelleşecektir. So­run aynı zamanda yalnız işçilerin değil, proletaryanın sınıf bakışı açısından tüm ezilenlerin sorunu haline gelecektir. Rosa Lüksemburg sorunu doğru koy­muş ve kapitalizmin bir dünya pazarı yarattığını belirtmişti. Ama savaşın ya­rattığı somut sorunlarla bağını doğru o- kuyamamıştı. Böylece pratiğe de geç­meyecekti bu. Somuta giden yolun doğru okunması ve pratik bir karşılık bulması Lenin’e bu nedenle gereksinim duyacaktır.

Lenin’ in başka bir başarısı da, Marx’tan devir aldığı ve pratikleştirdiği devrimin özü sorunuydu. Haklı olarak Marx, burjuva devrimleri ile proletarya devrimlerini birbirinden ayırmıştı. Le­nin bu hat üzerinde yürüyerek soıunu daha da netleştirmiş ve bunu pratikte çözüm yoluna sokulmasını sağlamıştır. Küçük burjuvazinin “sol” versiyonları, burjuvazinin “ilerici rolünün” tükenmiş olmasından hareketle “saf’ proletarya devrimlerini çıkarıyorlardı karşımıza. Oysa Lenin, burjuvazinin ilerici rolü­nün sona erdiğini elbette biliyordu, ama devrimle bağlantısı içinde ilerici nitelik taşıyan hareketleri yok saymıyordu. Hala ulusal soıun, sömürgeler sorunu, tarım soıunu gibi sorunlar ortada duru­yordu. Bu anlamda “saf’ bir proleter devrimi yoktu. Burjuva demokratik devrim olarak tanımlanan devrimlerin dönüşümünün, nasıl olur da proleter devrime dönüştürüleceği sorununu gös­teriyordu Lenin. Kuşkusuz burjuva

KasiM'AraIiI< 200?

devrimleri, sınıf karakteri itibariyle karşı devrimci devrimlerdir. Ama bu devrimlerin nesnel sorunlarla bağlantı­sını dikkate alırsak, bunların toplumsa] açıdan sona ermesi anlamına gelmeye­ceği de bilinir. Sorun tam da buradadır; burjuvazi hem proletaryaya karşı olma­sı ile hem de kendi ilerici geleneklerin­den vazgeçmesiyle tanımlanır. Temel som şudur artık; peki ama bu mirası hangi sınıf yüklenecektir? Bu somya Lenin’in verdiği cevap işçi sınıfı ol­muştur. Bunun anlamı şudur; işçi sınıfı burada hem burjuvazinin yapması gere­ken görevleri yüklenmek zorundadır hem de onun aşılması görevlerini... Böylece proletarya tüm ezilenlerin ön­derliğine yükselen bir sınıf kimliği ka­zanacaktır artık. İkili görevi vardır; bir yandan milliyetçiliği aşacak bir tarzda ezilen halkların ulusal bağımsızlığı için mücadele etmek, ezilen halklarm işçisi olarak UKKTH ve devlet kurma hakkı­nı savunmak ve bunu enternasyonal proletarya ile dayanışma haline getir­mek, diğer yandan ise sömürü ilişkile­rini tasfiye edecek bir antikapitalist devrim yolunda ilerlemek.

Lenin’in ayrıcalığı özetle bunlardır.

Devlet sorunun da Lenin gerçeği

Lenin için devlet somnu Mark­sizm’in kritik bir somnudur. Bu konu­daki belirlemeler Lenin açısından her zaman temel bir öneme sahip olmuştur.

Kuşkusuz devletin karakteri soru­nu, daha önce Marx ve Engels tarafın­dan tarihsel maddecilik çerçevesinde çözümlenmişti. Bu sorun gerek Marx zamanında gerekse Lenin dönemi ve sonrasında revizyonistlerle Marksistler arasındaki temel tartışma konusu ol­maktan hiçbir zaman çıkmadı. Bu so­run şimdi de aynı şekilde yakıcı bir so­lun olarak gündemde durmaktadır.

Tarihsel olarak Bemestein ve Ka- utsky “çkonomi alanında” sözde Marx’ı düzeltmişlerdi. Ama bu iki teo- riysen özellikle devlet sorununda bütün bütüne çuvallayacaklardır. Bu teoris- yenlerin de içinde yer aldıkları II. En- temasyonal’in egemen aklı, burjuva devletinin reform edilme sınırım bir türlü aşamıyordu. Bu devleti aklamanın bir göstergesi haline gelmesi demekti. Eleştirdikleri nokta özüne ilişkin değil, daha çok görünen sivri yanlarına iliş­kindi. Onlar proletarya açısından soru­nun taşıdığı önemi unuttular adeta. II. Enternasyonal’in sol kanadı da sorunun önemini kavradığı söylenemez. Soru­nun bir yanında sınıf uzlaşmasını ifade eden ve reformlarla sınırlanmış bir dev­let anlayışı, diğer yanda ise tam bir ku­ralsızlığı savunan anarşist bir yaklaşım kendini gösteriyordu.

Kısacası devlet sorunu, devrim so­runun bir parçası olarak görülmedi hiç­bir zaman bu teorisyenlerce.

Devlet sorununu Marx ve En­gels’den sonra en doğru bir şekilde bir devrim soıunu haline sokan ilk defa Lenin olmuştur. Lenin’e göre devlet so­mnu, proletaryanın mücadelesinin gün­cel bir sorunuydu. Bunun öngörülerini Lenin, Marx’m pratik deneylerini ve bu deneylerin teorileştirmesini çok iyi o- kuyabilmişti. Mesela 1871 Komün de­neyi, Marx ve Engels açısından prole­tarya için önemli bir deney anlamına geliyordu. Bu nedenle Marx “Gotha Programı’nda” yanlış yaklaşımları e- leştirdi. Çünkü devlet somnu aynen u- lusal soranda olduğu gibi proletaryanın “nihai zaferine” bırakılamayacak kadar güncel bir sorundu. İşte Lenin'in öne­mi, bu sorunu sınıf mücadelesinin bir parçası olarak devrimin güncel bir so­runu haline getirmiş olmasında yatar. Lenin’e göre devlet, sınıf mücadelesi­nin temel bir sorunudur. Aynı zamanda proletarya devriminin ilk aşamasında proletarya devletinin ana çizgilerini be­lirtmesi açısından özel bir öneme sahip bir sorundur. Proletarya için yetersiz kalan (sendika, parti, koop. vb.) örgüt biçimleri, zorunlu olarak Sovyet Örgüt­lenmesini doğurmuştur. Bunun neden bir tesadüf olmadığı da böylece anlaşıl­mış olacaktır. Çünkü proletarya için sı­nıf düşmanlarını yok edecek ve uzun

101

Page 104: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

C jO l KAsiM'ARAİık 2005

bir geçiş sürecinde kendi varlığına da son verecek merkez bir örgüte, yani devlet örgütüne duyulan gereksinme­den çıkabileceğini biliyordu Lenin. 1905 de İşçi Sovyetlerinin ortaya çıkı­şının, daha o zaman yeni bir devlet ör­gütlenmesinin nüvesi olduğunu göster­mişti bile. Bu dönemde ciddi tartışma­lar da yaşanmıştı. Özellikle Martov bu örgütlenmeyi mücadelenin hir aracı o- larak kabul ederken, onu bir devlet or­ganı olarak gönnüyordu. Bu düşünce sağ oportünistlerin ortak bir düşüncesi haline geldi. Sol oportünistler ise Sov- yetleri salt bir sendika gibi sınıf örgüt­lerinin yerine koydular ve bu örgütlen­meyi sendika veya parti örgütlenmesi düzeyine düşürdüler. Aslmda sağ veya ‘sol’ oportünizm de özü itibariyle aynı kulvarda yürümeye devam ediyorlardı.

Bir başka göstergeye daha vurgu yapmak gerekir; bilindiği gibi Lenin kapitalizmden sosyalizme geçişin so­ranlarını ayrıntılı olarak analiz etmiş, özellikle geçiş sürecinde ortaya çıkan iktidar sorununu dikkatle incelemişti. Mekanik bir tarzda iktidarı ele geçir­mekle sosyalizmin kurulamayacağını gözlemlemişti. O nedenle geçiş süreci­nin iktidar organını, özel olarak devri­min kalıcılığı açısından sorguluyordu. İşçi sınıfının devleti olan Sovyet örgüt­lenmesi, proletaryanın sınıf düşmanla­rına karşı temel bir silahıydı. Bu silah i- yi kullanılmalıydı. Bu organın kendisi proletarya diktatörlüğünün (veya prole­tarya demokrasisinin) vazgeçilmez te­mel bir ayağıydı. Zira sosyalizmde ha­la sınıf mücadelesi devam edeceğine

göre sınıf kavgasının sürdürülmesi ve proletarya çıkarlarının güvenceye alın­ması için proletarya devletine gereksi­nim devam edecektir.

Lenin gelişmiş bir beyin olarak ye­ni Sovyet Cumhuriyetlerinin her adımı­nı nesnel olarak değerlendiren, hatta kendi aleyhine dahi kullanılma pahası­na bazı değerlendirmelerden asla ka­çınmayan bir liderdir. Onun temel bir özelliği de devrimden sonra bile hâkim Rus şovenizmine karşı durması ve di­ğer küçük ulus devletlerinin (Sovyetle- rin) bağımsızlığını titizlikle koruması­dır. O nedenle Lenin. bu küçük ulusları Rus Sovyetlerine (RSSCB) bağlama çabasma karşı çıkmış ve devletin resmi ismi bu nedenle SSCB olarak önerilmiş ve kabul edilmiştir. Ölümüne yakın son yazılarında bu düşünceler son derece a- çık bir şekilde ele alındığını biliyoruz. Yine NEP (Yeni Ekonomi Politikaları) döneminde, ‘devlet kapitalizminden’ kökten farklı olan, ama yine de SSCB’nin geçiş sürecinde ara bir yol olduğunu ve bunun geçici bir önlem anlamına geldiğini söyleyecek kadar cesur ve gerçekçiydi. “Biz kapitalist yolu terk eden, ama henüz yeni yola girmemiş olan bir devlete sahibiz” di­yordu.

Lenin aynı zamanda büyük taktik politikalarının da uzmanıydı. Çeşitli dönemlerde uzlaşma taktiklerinden sı­nıfının çıkarları açısından asla kaçın­mamıştır. Gerek ülke içinde gerekse ül­keler arası ittifak politikalarında bu du­rum zorunlu bir aşamaya gelmişse te­reddütsüz gerekenleri yapan bir önder­dir. Ama onun bütün ittifak politikası­nın geçerli tek bir nedeni vardır; prole­taryanın çıkarlarını güvenceye almak. Devrimi ilerletmek. Onun için Lenin tereddüt etmeden gerek NEP politikası­nı, gerek Savaş Komünizmi stratejisini, gerekse Brest-Litowsk Antlaşması’m devreye sokabilmiş tek liderdir. O geçi­ci ittifakları veya geçici bir dönem için tavizler verilmesini öngörürken tek bir kıstası vardır; Marksizm’in ilke ve yön­temlerine bağlı kalmak ve devrimin ka­zanmalarını korumaktır.

Sonuç olarakBir tarihi kapatan yeni bir tarihi a­

çan bir lider, en nihayet 53 yıl gibi kısa bir ömre sığdırmıştır bütün bunları. Le­nin’i Lenin yapan da budur zaten. Bu anlamda Lenin fikirlerinde ve pratiğin­de billurlaşan Leninizm, teorik ve pra­tik olarak salt Marksizm’in bir tekrarı değildir, onun yeni baştan üretilmesi ve güncelleştirilmesi anlamında yeni bir savaş politikası teorisidir aynı zaman­da. Ama sadece bu da değildir. Leni­nizm, dünya insanlığını karanlıktan ay­dınlığa taşıyan bir yaşam felsefesi ve bir kurtuluş manifestosunun da adıdır. Bu anlamda diyalektik materyalizmin gelişmesinin yeni bir evresi ve Mark­sizm’in yeni bir doğuşudur. Haklı ola­rak Stalin, Leninizm’i “Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağının Mark­sizm’i” olarak değerlendirirken tümüy­le haklıdır. Dolayısıyla Leninizm 21. yüzyıl çağının da Marksizm’idir. O ne­denle Leninizm’i Marksizm’den ayır­mak isteyen sol liberallere karşı bir yer­de göstermiş olduğum gibi (Demokra­tik Dönüşüm, Sayı. 18. Mart 2005) bu­günün sloganı “Leninist Marksizm” sloganıdır. Özellikle altını çizerek söy­lemekte fayda var; nasıl ki Marksizm olmadan Leninizm olmazsa, Leninizm olmadan da Marksizm olamaz. Kimse Leninizm’den arındırılmış bir Mark­sizm yaratmaya kalkmamalıdır.

Lenin’in ve Lenin fikirlerinin SSCB yıkımından sonra öldüğü sanıldı. Bu olsa olsa vasat bir kafanın ileri süre­bileceği bir düşünce olabilirdi ancak. Ama yakın bir zaman sonra görülecek­tir ki Leninist Marksizm, yeniden dün­ya insanlığının parlayan bir güneşi ola­caktır. Bu boş bir inanç değildir. Yaşa­mın canlı pratiğinin bilimsel bir açık­lanmasının kaçınılmaz tek yoludur. İn­sanlığı cesetler yığınına çeviren kapita­lizm, proletaryanın ve onun bilimi olan Leninist Marksizm’den yakasını kurta­racağını sanıyorsa aldanacağını da gö­recektir. Görmek isteyen gözler için bu önemlidir.

21.04.2005

DipnotlarI Buraya bir not düşmek gerekirse; ne yazık ki bizim kuşağın şabioncu ve anlaşıl­maz bir şekilde bu sert polemik dilini kul­lanarak gereksiz çatışmalara neden oldu­ğumuzu hatırlatmakta fayda vardır.

102

Page 105: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

Kasim-AraIA 2005

SOSYALİZMİ YABANCILAŞMA MIYENDİ ?

M. Sincın

Biz hep biraz teknik gelişmenin daha ileri toplumsal ilişkiler yaratacağını, sosyaliz­me de bu teknik sıçramalar aracılığı ile ulaşacağımızı düşündük. O yüzden 5ov- yetlerin uzaya ilk insan gönderen ülke olması sosyalizmden komünizme geçişin

sinyalleri olarak algılandı. Teknik gelişme kendini dayattıkça, zenginlik arttıkça bu tür tatsızlıklarda ortadan kalkacaktı. Fakat hiç de öyle olmadı.

Yabancılaşma ve sosyalizmin yı­kılışı arasında nasıl bir ilişki kurula­bilir? Bir toplumun, iktidar ilişkile­rinden bütünüyle soyutlanması ve i- lişiğini kesmesi o ilişkiler üzerinde nasıl bir etki yaratır? Bizim burada geliştirmeye çalışacağımız tez, Sov- yetler Birliği ve genel olarak reel sosyalizm deneyiminde emekçile­rin siyasal sisteme katılımının ö- nüne koyulan engellerin sınıfı sis­temden bütünüyle yabancılaştırdı­ğını, bunun ise sosyalizmin insan üretici gücünü kurutmasına dola­yısıyla sistemin yıkımına yol açtığı olacak. Belki kapitalizm açısından böylesi bir sorun tahammül edilemez sonuçlar yaratmayabilir. Fakat sos­yalizm canlı bir katılım ve gelişkin bir insani üretici güç seviyesi yaka­lanmadan yaşayamaz, yaşamamıştır da.

Tarih Tezi’nden yola çıkarak bugüne bakabilir miyiz?

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, tüm dün­ya iktisat tarihçilerinin ve sosyolog­larının üzerine kafa patlattığı "Kapi­talizm neden Kuzey Batı Avrupa'da, oldukça geri kalmış ve Amerika'nın talanından yeterince pay almamış bir bölgede gelişti?” sorusuna cevap a- rarken İngiltere’nin sürekli olarak barbar akmlarıyla aşılanmasının ve yeni insan üretici güçleriyle beslen­mesinin çok önemli bir etken oldu­ğunu vurgulaması ile önemli bir

noktanın altını çizmiştir. “Avrupa’da köleden çok hür serilerin doğuşu, hiç kimsenin gözünden kaçamayaca­ğı gibi, doğrudan doğruya barbar a- kını ile ilgilidir.” (İlk Geçiş İngilte­re, s.36) Daha 13. yy’da İngiltere halklarının kralın otoritesini sınır­landıran Magna Carta’yı kabul etti­rebilmesi özgürlüğüne düşkün bar­bar boylarının varlığının bir sonucu olarak anlaşılabilir. İktidarın toplum karşısında güçlenmesi yabancılaş­manın en önemli etkenlerinden bir tanesidir. Bir kişi için doğru olan sanki toplum için de doğruymuş gibi gözükmektedir. Kişinin kendi haya­tına müdahale etme araçlarının elin­den alınması kişiyi nasıl hayattan kopartıyor ve içten içe tüketiyor ise toplumun kendi geleceği üzerinde denetim kurma yollarının kapatılma­sı da toplumun tüm üretkenliğini, maddi ve manevi zenginliklerini or­tadan kaldırmaktadır. Özgürlüklerin seviyesi ile insani üretici güçlerinki arasında bir paralellik varmış gibi görünmektedir. Dönüştürebilme imkanı yoksa yaratıcılık, üretken­lik ve katılım anlamsızlaşmakta­dır.

Teknik gelişim her şeyi çözebilir miydi?

Sosyalizm yıllarca nitelikli ve yaratıcı katılımın ortaya çıkamayışı- nın sıkıntılarını yaşadı. Üretimde ve­rimlilik artışları bir türlü gerçekleş­medi. Birçok alanda teknik bazı de­rinleşmeler yaşanmasına rağmen bu

bir türlü hantallaşmanın, bürokratik- leşmenin önünü alabilecek bir inisi­yatif ve dinamizme dönüşemedi. Dö­nüşme yolları da tıkalıydı büyük o- randa. Bu tıkanıklıkların bedelini bugün çok ağır ödüyoruz. Sosyalizm yaratmış olduğu ekonomik kazanma­larla bugün aşılamamıştır, fakat öz­gürlükler alanında yaşanmış olan fa­kirlik sosyalizmin yeniden bir cazibe merkezi haline gelmesinin önündeki en önemli engeldir. Bu alanda bazı mesafeler kat edemeden toplumdan, özellikle de aydın kesimlerden fazla bir katkı beklememek gerekiyor. Bu sorunla ilgili adımlar atarken liberal­leşme, çok partililik vs. gibi kestir­me yaklaşımlarda boğulmadan de­rinlikli çözümler bulmak ve bunları siyaset yapma tarzımıza yedirerek sergileyebilmek sorumluluğuyla kar­şı karşıyayız. Sovyetler Birliği’nde yaşanan kurumanın bir benzerini bu­gün sosyalist hareketin büyük bir kısmı da deneyimlemektedir. Düşü­nenler ve eyleyiciler arasındaki, kafa ve kol emeği ayrımına benzer ayrım bugün neredeyse bütün sosyalist, devrimci siyasi kolektiflerin mağdu­ru (ya da sebebi mi, demek lazım?) olduğu bir gerçekliktir.

“Ama Cermenlerin can çekişen Avrupa’ya sayesinde yeni bir dirim­sel güç üfürdükleri gizemli büyü neydi? ... Cermenlerin kişisel değer ve yiğitlikleri, özgürlük eğilimleri ve her kamu işini kendi işi gibi gö­ren demokratik içgüdüleri, uzun sö­zün kısası, Romalıların yitirmiş bu-

105

Page 106: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

C |O İ Kasim-AraIiIc 2005

lundukları ve Roma dünyasının bal­çığıyla yeni devletler yapmaya ve yeni ulusal özellikleri geliştirmeye yetenekli bütün nitelikler- eğer bun­lar, yukarı aşamadaki Barbar’a iliş­kin, gentilice örgütlenmenin meyve­si olan belirleyici çizgiler değilse- neydi?” (Engels, Köken, s. 183)

Sorular, sorular, sorular...

Amacımız burada gerçekten ye­niden bir tarih tartışması açmak de­ğil. Fakat köleciliğin Romalıları ya­bancılaştırması ve insani üretici güç­leri bütünüyle kurutması gibi bir sü­reç de sosyalizm altında yaşanmış mıdır? Sosyalizm bütün ilerlemeyi ya iyi eğitimle mekanik bir biçimde “yeni insan” yaratmaktan ya da tek­niğin gelişimiyle komünist toplumun kendiliğinden ortaya çıkmasından bekler bir noktaya nasıl gelmiştir? Bolşevik Partisi tarihin en kritik mo­mentlerinden birinde en uç tartışma­ları bile yapabilen bir yapıya sahip­ken devrim sonrasında bu parti nasıl bu kadar da içi boşalmış bir “apart- çik”e dönüşebilmiştir? Belki de bu sorulara tam olarak cevap üreteme- den “Marksizm’in krizi” dediğimiz nokta üzerinde de pek bir açılım ge­liştirme şansı bulamayacağız. Le- nin’in bürokratikleşme tehlikesi kar­şısındaki tutumunu iyi biliyoruz. Fa­kat devrimi koruyabilmek ve yaşata­bilmek uğruna belki de son derece i- yi niyetli girişilen bir yolun devrimi kurutmak, insansızlaştırmak ve sını­fı devrime yabancılaştırmak gibi o- lağanüstü bir sonuç yarattığını göre­

bilmek durumundayız.

Özgürlük meselesini çok prag- matik bir biçimde ele alamayız ke­sinlikle. Fler şeyi iyi bilen bir merke­zin tüm kararları aldığı ve toplumun geri kalanının sadece uygulayıcı se­viyesinde kaldığı bir devlet (ya da günümüz koşulları açısından bakıl­dığında bir sosyalist hareket) insani üretici gücü ezmektedir, kişileri ken­disine yabancılaştırmaktadır. Dola­yısıyla gelişen, büyüyen, yaratıcılığı ve üretkenliği sürekli büyüyen bir sosyalist toplum yaratmanın yolu halk demokrasisinin katıksız olarak hayata geçirilebilmesi, Sovyetlerin, halk meclislerinin hayatın her ala­nında gerçek bir iktidara sahip olma­sından geçmektedir. Emekçilerin öz­gürlüklerinin ellerinden alındığı bir rejim, emekçilere ne hak sağlıyor o- lursa olsun özlediğimiz dünyadaki cenneti yaratma yeteneğine sahip o- lamaz. Sosyalizmin yenilgisinden bu dersi çıkarmak aşırı bir sonuç mu o- lur acaba? Bugün bir Doğu Alman­ya, bir Sovyetler Birliği ile kıyaslan­dığında ekonomik anlamda çok daha yetersiz bir Küba’da sosyalizmin ABD’nin burnunun dibinde yaşaya­biliyor oluşunu Sovyet tipi gelenek­sel sosyalizm anlayışından görece kendisini farklılaştırabilmesiyle izah edebilir miyiz?

İnsancıl üretici gücü geliştireme­yen sosyalizm yaşayamaz.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı ’nın tarih tezi aslında insani üretici güçler di-

104

yerele “özgür insan”ı ve onun “ko­lektif aksiyon yeteneğimi önemli bir tarihsel güç olarak gördüğünü ifade etmektedir.

Biz hep biraz teknik gelişmenin daha ileri toplumsal ilişkiler yarata­cağını, sosyalizme de bu teknik sıç­ramalar aracılığı ile ulaşacağımızı düşündük. O yüzden Sovyetlerin u-

. zaya ilk insan gönderen ülke olması sosyalizmden komünizme geçişin sinyalleri olarak algılandı. Halbuki partinin bütünüyle yekpare hale gel­mesinin, emekçilerle kurduğu ilişki­lerin sıradan bir devlet-toplum iliş­kisine dönüşmesinin işaretleri karşı­sında herkes suskun kalabildi. Çün­kü teknik gelişme kendini dayattık­ça, zenginlik arttıkça bu tür tatsızlık­larda ortadan kalkacaktı. Fakat hiç de öyle olmadı.

Belki de işlerin tam tersi yönde gelişmesi gerekiyordu. Emekçilerin çok daha geniş kesimlerini bu dönü­şümün içine sokabilecek doğrudan demokrasi araçları geliştirilemeden daha nitelikli bir üretim yapısı yara­tabilmek mümkün değildi. “Batı Av­rupa insanları izafi de olsa, köleden daha hür olan serf durumuna girdik­ten sonradır ki tekniklerini geliştir­mişlerdir.” (İlk Geçiş, s.35) Sosya­lizmde ise Stahanovist işçilere diğer işçiler tarafından nasıl yaklaşıldığını biliyoruz. Bu yaklaşımın ortaya çık­masında yabancılaşmanın etkisi ne düzeydedir, bu durumun ortaya çık­masında partinin siyasi uygulamala­rının etkisi ne seviyededir? Bu soru­ya verilebilecek cevapların bugün a- çısmdan da çok önemli anlamlan o- lacaktır. Bugün hala neredeyse tüm insanlığa bir mesaj verebilen çok az sayıdaki devrimci önderden biri ola­rak kalabilen Che’nin de “insan” vurgusu fazla bir sosyalizmin taraf­tarı olması, yapmış olduğu Sovyetler Birliği eleştirisi sonrasında Kü­ba’dan ayrılması da bir rastlantı mı­dır?

Yeni bir sosyalizm anlayışının yaratılabilmesinin bu sorulara veri­lecek doğru cevaplar sayesinde mümkün olabileceğine inanıyorum.

Page 107: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

HİKMET KIVILCIMLI ANILDITürkiye sosyalist hareketinin önderle­

rinden, proletarya sosyalizminin öncüsü Dr. Hikmet Kıvılcımlı, ölümünün 34. yı­lında mezarı başında anıldı.

Sosyalist Dayanışma Platforrnu'nun düzenlediği anma Kıvılcımlı ve onun şahsında, devrim ve sosyalizm mücade­lesinde şehit düşenler için yapılan saygı duruşu ile başladı. Ardından Av. Nevzat Gülüm bir konuşma yapu. Gülüm, ko­nuşmasında Hikmet Kıvılcıma Tır haya­tını kısa bir şekilde aktardıktan sonra, o- nun direngen ve yenilmez kişiliğine vur­gu yaptı. Gülüm, “Kıvılcımlı sadece teo­ri adamı değildir, avmı zamanda yılmaz

bir pratik insanıdır” derken yaşamının son anma dek üretmeye devam ettiğini belirtti.

Gülüm’ün konuşmasının ardından şi­irlerle devam eden anma, Grup Yankı’nm seslendirdiği marşlarla sona erdi. Anma­da sık sık “Kıvılcımlı Yaşıyor, Kıvılcım Savaşıyor”, “Kıvılcımlı Öncümüz, Yaşa­tıyor Gücümüz”, “Kıvılcımlı Yaşıyor, Partide Savaşıyor”, “Kıvılcım Parlıyor, .Alev Alıyor, Direniş Sürüyor, Parti Yürü­yor” ve “Kavga, Direniş, Zafer; Yaşasın Sosyalizm” sloganları atıldı.

Kıvılcımlı’nm mezarı başından ayrı­lan kitle sonrasında onun öğrencisi İsmet

Demir’in mezarı başına gelerek kısa bir anma etkinliği gerçekleştirdi. Burada kı­sa bir konuşma yapan İsmet Demir’in yoldaşı Kemal Sarı, onun sendikacılığı “profesyonel” olarak kavramadığını, sı­nıfla birlikte soluk alıp verdiğini belirtti.

Page 108: Yol Kasım Aralık 05 Sayı 8

3 Kasım 2005... Yer Fransa... Paris banliyöleri...

“Can almak yetmiyor artık onlara, diyor Düşler ölsün istiyorlar”

Barikatları anlatıyor bizeSöküp dizerek yenidenZamanın yörüngesindeAma, zamana ait olmayan kaldırım taşlarını

Haritanın kavislerine zor günde yoldaş olanları yazıyorTevfik Taş