AHMET MUHİP DIRANAS 100 YAŞINDA! Semiha ŞENTÜRK
Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi Güneşin batmasına yakın saatlerde Yıkanırdı gölgesi kuytu bir
derede Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede Bahçede akasyalar
açardı baharla Ne şirin komşumuzdun sen FAHRİYE ABLA
„Türk şiirinde mutlu bir rastlantı‟ AHMET MUHİP DIRANAS
“Fahriye Abla”, ”Olvido”, “Kar”, “Ağrı”, “Maşar Dağı”... Hepsi de dilin ve
duyguların en incelikli biçimde işlenmesiyle yazılmış şiirler. Bu şiirlerin sahibi,
Turgut Uyar’ın “Çıkışı Türk şiirinde hiçbir şeyle açıklanamaz” dediği Ahmet
Muhip Dıranas 100 yaşına girdi.
Biz de doğumgünü dolayısıyla kendisine bir saygı duruşunda bulunmak istedik.
Ahmet Muhip Dıranas, 1909 yılında İstanbul‟da doğar. Babası Galip Efendi, Sinop‟un Salı
köyünde doğmuş, okuma yazması olmayan bir adamdır. İstanbul‟dayken itfaiye
teşkilatında çalışır. Anne Seniha Hanım ise, Üsküdar‟daki tekkelerden birine de mensup
olan Hacı Salim Efendi‟nin kızıdır.
Seniha Hanım, Galip Efendi‟nin aksine iyi yetişmiş bir kadındır. Seniha Hanım ile Galip
Efendi‟nin evliliklerinden iki çocukları olur: Ahmet Muhip ve Fehime. Fakat çiftin
evlenmelerinden iki yıl sonra, Osmanlı Devleti‟nin içinde savaşlar art arda patlak verince
baba aileyi İstanbul‟da bırakıp cepheye gider. Galip Efendi, önce Balkanlar‟da, sonra
Çanakkale‟de, ardından da Kafkasya‟da askerlik yapar.
Ömrünün yedi uzun yılını cephelerde geçiren ve ailesinden uzakta kalan Galip Efendi,
askerlik görevi bittiğinde İstanbul‟a ailesinin yanına değil; doğduğu köye -Sinop‟un Salı
köyüne- döner. Ailesiyle bağlarını koparır ve burada kendine başka bir yaşam kurar.
Yeniden evlenir, bir de oğlu olur.
BABA TOPRAĞI
Bütün o savaş yılları boyunca eşinin eve dönmesini bekleyen Seniha Hanım, ondan haber
alamayınca ilk işi kocasını aramaya koyulmak olur. Nitekim çabaları da boşa çıkmaz.
Köyüne kadar gidip Galip Efendi‟yi bulur. Bu da Galip Efendi ile diğer eşi arasında
kavgalara ve sürtüşmelere neden olur, sonunda da ayrılırlar. Kocasını ikinci eşinden
ayıran Seniha Hanım, iki çocuğuyla birlikte Sinop‟a yerleşir; bu arada da Salı köyüyle ve
Galip Efendi ile ilişkisini sıcak tutmaya çalışır.
Aile Sinop‟a yerleştiğinde Ahmet Muhip dokuz yaşındadır. „Baba toprağında‟, gecikmiş
olarak ilkokula başlar. Yazları da Salı‟ya gidip çobanlık yapar. Doğa sevgisini de, doğaya
düşkünlüğünü de büyüleyici bir güzelliğe sahip, doğanın her rengini taşıyan bir orman
köyü olan ve çok sevdiği Salı‟da kazanır.
40 yaşındayken Zafer gazetesinde yazdığı yazıda ömrü boyunca onu bırakmayacak
çocukluk yıllarını şöyle anacaktır: “Ben her köylü çocuğu gibi sığırtmaçlık etmiş, yalınayak
gezmiş tozmuş, sonra yaşı biraz geç de olsa ilkokula gitmiş bir köylüyüm. On yaşından
sonraki çocukluk, ilkgençlik, gençlik... Beni ihtiyarlığa doğru götüren bütün yıllar ve yollar
boyunca hülyalarımda küçüklüğümün ormanlarını kurdum”.
Çocukluk yılları, baba köyünde haşır neşir olduğu doğa, anılar yıllandıkça belleğinde hep
canlı kalacak ve eskidikçe daha da güzelleşecektir Dıranas için.
Ancak Sinop yılları zordur. Birinci Dünya Savaşı henüz bitmiştir; İstanbul‟da çektikleri
maddi sıkıntılar burada da devam eder. Yokluk Sinop‟ta da ailenin peşini bırakmaz.
Üstelik Galip Efendi için uzak ve uzun yollar yine görünmüştür: Kurtuluş Savaşı
başlayınca baba tekrar cepheye gider.
Savaş bitip Dıranas‟ın babası ailenin yanına döndükten sonra Dıranaslar Sinop‟tan Ankara
Hamamönü‟ndeki küçük bir eve taşınır.
Galip Efendi, silah tamir edilen askeri bir fabrikada usta olarak çalışmaya başlar. Ahmet
Muhip Dıranas Taşmektep‟in dördüncü sınıfına kaydolur.
Ufak tefek şiir denemelerine, bundan birkaç yıl sonra, ortaokul sıralarında başlayacaktır.
„İlk yazarlık deneyimi‟ni ise “Çiçek” adlı öyküsünün Talebe Mecmua‟sında yayımlanmasıyla
yaşar. Dergi onu daimi yazarı olarak kabul eder, fakat Dıranas sonraları burada yazdıkları
için “Fakat o yazılar ne kötü şeylerdi azizim” diyecektir.
“BUNDA İŞ YOK”
Daha Sinop‟tayken ona şiiri sevdiren ise o sıralarda Edirne Askeri Lisesi‟nde öğrenci olan
ve veremden ölen dayısıdır. Ankara‟ya geldiklerinde, çocukluğunun izlenimlerini kağıda
döktüğü şiirler yazar Dıranas. Bunlardan biri de dayısının ölümü üzerine yazdığı bir ağıt
olan “Köpek Havlamaları” adlı şiiridir.
O zamanlar akşamları bir kitapçının yanında çalışan Dıranas, burada dönemin tanınmış
şair ve çevirmenlerinden Abdullah Cevdet ile karşılaşır. Abdullah Cevdet, Dıranas‟ın “O
zamanlar karaladığım...” dediği “Köpek Havlamaları” adlı şiirini beğenir ve İçtihat
dergisinde yayımlar.
Lise yıllarında ise şairliğine etki edecek ve şiirine asıl şeklini kazandıracak iki önemli
kişiyle karşılaşacaktır: Faruk Nafiz Çamlıbel ve Ahmet Hamdi Tanpınar.
Faruk Nafiz, o zamanlar Ankara‟da „yarı şiir ilahı gibi gezen, yakışıklı bir adamdır‟. Dıranas
da Faruk Nafiz‟e hem hayrandır hem de ona özenir. Ankara Erkek Lisesi‟nde ortaokul son
sınıftayken talih onu karşısına hoca olarak çıkarır. Arkadaşları, Dıranas‟ın yazdığı bir şiiri
Faruk Nafiz‟e götürür; fakat o, şiiri gerçekten beğenmediği için midir, Dıranas‟ın dersleri
dışında bir şeylerle uğraşmasını istemediğinden midir bilinmez, “Yok, yok. Bunda iş yok.
Boşu boşuna bunlarla uğraşmasın, derslerine baksın” der.
Henüz şairliğe ilk adımlarını atmaya çalışan Dıranas, o yaşlarda buna çok üzülür. Fakat
talih yüzüne güler ve bundan iki üç ay sonra karşısına “Bende asıl sanata girişin büyük
etkisi onunla başlar” dediği Ahmet Hamdi Tanpınar‟ı çıkarır.
Dıranas, Tanpınar ile ilk kez kırk beş dakika boyunca Jokonda‟nın ellerini anlattığı bir
derste karşılaşır. Sonraları “Benim sanata tutkunluğum Jokonda‟nın ellerine o gün
duyduğum aşkla başlar” diyecektir. Faruk Nafiz‟in “Bunda iş yok” dediği şiiri, Dıranas‟ın
arkadaşları bir de Tanpınar‟a götürür.
Bu kez sonuç bir hayalkırıklığı değil, övgü dolu sözlerdir. Tanpınar alelacele şiirin sahibini
aratmaya başlar. Genç şair, hocası ile okulun içindeki lojman bölümünde kaldığı odaya
görüşmeye gider. Tanpınar‟ın odası, yıllarca Dıranas‟ın gözünün önünden gitmez. Yerleri
öylesine atılmış kitaplarla dolu küçücük bir bekar odasıdır bu.
Tanpınar, Dıranas‟ı karşısına oturtup ondan yazdığı şiiri okumasını ister ve şiirini çok
beğendiğini söyler. Bir de yere atılmış kitaplar arasından birini alır, “Bunu okuyacaksın”
diyerek eline tutuşturur. Kitabın üzerinde “Les Fleurs du Mal” yazar. Genç şairin henüz
adını da dilini de bilmediği bir şairdir bu. Dıranas, Baudelaire‟in “Kötülük Çiçekleri”ni
okuyabilmek için Fransızca öğrenir.
Baudelaire, Dıranas‟ı çok etkiler; yalnız şiir anlayışını değil, dünya görüşünü de... Uzun
yıllar bu etkiden kurtulamaz: “Belki Fransız edebiyatının en büyük adamı olan bu şair,
benim fikrimde bir müddet kasırga gibi esmiştir. Ondan ne kadar bitkin ve harap
çıkmışımdır. Belki bende, benim kendimde mevcut her şeyi önüne katıp götürmek üzere
idi” der.
Onu kendi deyişiyle „Baudelaire‟in elinden kurtaran‟ ise çevirilerini de yaptığı Dostoyevski
olmuştur. Dostoyevski onu Baudelaire‟in sarsıcı dünyasından „elinden tutup bir anda kendi
dünyasına çekiverir‟.
Ancak eleştirmenler, Dıranas şiiri söz konusu olduğunda, özellikle Cahit Sıtkı Tarancı‟yı da
birlikte anarak, Baudeleire‟in, bir diğer Fransız şair Verlaine‟in ve sembolizmin etkisinden
daima bahsedecektir.
Ahmet Oktay, Dıranas‟ın şiiri üzerine yazdığı “Geliştirilememiş Bir Şiir Üzerine Notlar” adlı
yazısında onun Baudelaire‟e özellikle şiirinin içeriği dolayısıyla Cahit Sıtkı Tarancı‟dan
daha yakın olduğunu söyler. Oktay‟a göre, Cahit Sıtkı biçem ve biçim olgularını ön planda
tuttuğu için sorunu sadece söyleyiş açısından ele almıştır. Dıranas‟ın şiiri ise taşıdığı
„daemonic‟ (şeytani) yan dolayısıyla; her ne kadar „kötülüğü tümüyle kucaklamaktan,
açımlamaktan ve verili aktörenin karşısına dikmekten‟ ürkse de, “Kötülük Çiçekleri”nin
dünyasına daha yakın durur.
İLK ŞİİR „BİR KADINA‟
Dıranas ise, çevirilerini de yaptığı Baudelaire‟in, şiirinde ancak sınırlı bir etkisi olduğunu
sık sık vurgular. Erdal Öz ile yaptığı bir söyleşide, aslında şiirinde, Baudelaire‟in „B‟sini
bilmezken dahi bir „şeytani yan‟ olduğunu anlatmak için Tanpınar‟ın övdüğü şiirinin
hatırında kalan son dörtlüğünü okur:
”Kolum kanadım kırık/ Çabaladıkça yazık/ Beni pis bir bataklık/ Kendisine çekiyor.”
Ancak bir tek şiiri içinde, o da „biraz‟ Baudelaire etkisi olduğunu kabul eder: ”Selâm”.
Dıranas‟ın şiiri, çağdaş şiirin içeriksel ve biçemsel etkileriyle hece ölçüsü ve uyak gibi
geleneksel biçimleri yoğurarak yeni bir şiir dili ve yapısı kurar.
Türk şiirinde kendi yerini bulacak bu özgün ses, dönemin etkili dergilerinden Milli
Mecmua‟nın 15 Eylül 1926 tarihli sayısında “Ankara Lisesi‟nden Muhip Atalay” imzasıyla
yavaş yavaş tanınmaya başlar. Şiirin adı “Bir Kadına”dır. Dıranas, 1928‟de Servet-i Fünun
dergisinde yayımlanan kimi şiirlerinde de bu imzayı kullanacaktır.
1929 yılında liseyi bitirince Ankara Hukuk Fakültesi‟ne girer. Bu arada Hakimiyet-i Milliye
gazetesinde çalışır. Ankara‟da bir yandan da şiirle ve edebiyat çevresiyle olan ilişkilerini
sürdürür. 1960‟lı yıllarda pek çoğu devletin çeşitli bölümlerinde görevler alacak, o günkü
siyasi ortamda birleşebilmeleri tuhaf görünen kişilerin bulunduğu bu çevre, Genç Türk
Edebiyat Birliği adında bir dernek kurar.
YENİ BİR ÇEVRE
Bu dernekte Behçet Kemal Çağlar, Hamit Macit Selekler, sonradan Ordu senatörü olacak
Zeki Kumrulu, 1962 yılında İçişleri Bakanlığı yapan Hıfzı Oğuz Bekata, yine „60‟lı yıllarda
Yargıtay üyesi olan Rüştü Atilla ve Sıtkı Korkmaz ile İbrahim Saffet Omay gibi adlar
vardır. Bu genç topluluk, Hep Gençlik adıyla bir de dergi çıkarır.
Ancak Dıranas, babasıyla aralarında geçen bir tartışmadan sonra hukuk fakültesini yarıda
bırakıp İstanbul‟a gidince bu topluluktan kopar. Fakülteyi bırakan şair, İstanbul
Üniversitesi‟nin felsefe bölümünde okumaya başlar. Bir yandan da önce Güzel Sanatlar
Akademisi‟nde kütüphane müdürlüğü, ardından Dolmabahçe Resim ve Heykel Müzesi‟nde
müdür yardımcılığı yapar.
Yepyeni bir edebiyat çevresi, içki ve şiir... İstanbul‟da Dıranas‟ı bekleyenler bunlardır.
Artık edebi kimliği yavaş yavaş oturmaya başlamış olan şair, burada Türk edebiyatına yön
verecek kuşaktaşlarından oluşan bir toplulukla birliktedir: Cahit Sıtkı, Sait Faik, Orhan
Veli, Şevket Rado, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Sabahattin Ali.
Garip akımına katılmak için ilk teklifi İstanbul‟da alır Dıranas. Bir gün, Orhan Veli ve
arkadaşları Dolmabahçe Resim ve Heykel Müdürlüğü‟ne gelip Dıranas‟a ilk yenilikçi şiir
denemelerini gösterirler ve kendisinin de bu akımın içinde yer almasını isterler. Fakat
Dıranas o zamanlar buna pek yanaşmaz.
Sonradan Garip şiirini Türk şiirini Batılı şiire yaklaştıran adımlardan ilki olarak görmesine
rağmen, Dıranas‟ın şiir tutumu böyle bir akımda yer almasına engel olur. Köktenci ve bir
topluluk içinde gerçekleşecek türde yenileşmeden çok, sanatçının kendini yenilemesinin
esas olduğunu düşünür çünkü.
Bu nedenle de kendini muhafazakar bir şair olarak nitelendirir:
“Ben sanatta muhafazakarlığa inanmış bir adamım. Bence sanatta yenilik, kendi kendini
inkar eden, birtakım değişmelerle yapılan bir şey değildir. Bir sanatın yeniliği, bulunan bir
küçük tohumun yeşertilebilmesi, büyütülebilmesi ve bir ağaç haline getirebilmesi için
sanatçının gösterdiği çabada gizlidir. Yani bir sanatçı, hangi alanda olursa olsun, eserine
kendi kişiliğinin damgasını vurabilme sevdasında olmalıdır. Değişiklik, kendi ana
temasının çevresinde olur ancak. Yani deyim yerindeyse, bir rengin kendine özgülüğünü
arayıp bulma savaşıdır yenilik”.
TUTUCU DEĞİL ISRARLI
Turgut Uyar, Dıranas şiirini „mutlu bir anakronizm‟ olarak yorumlayacaktır:
“Duygulanmasının soyluluğu ile sonsuz derecede gelenekten; şiirini kuruşu, görüntülerini
seçişi, soylu ve yeni davranışına karşın gününün dağdağasına vurdumduymazlığı, çeliğine
kendi bildiğine göre su verişi ile mutlu bir anakronizm. (...) Ahmet Hamdi, Yahya Kemal,
Ahmet Haşim, Divan ve bütün Fransız şiiri, malzemesi ile Ahmet Muhip‟e bir zemin
olmuştur. O, büyük ustalık ve incelikle, geçmişlerin deneylerinden yararlanır... Objesi
hayat değildir, şiirdir; bütün şairlerin geçmişidir, şiirleridir (....) Ahmet Muhip, özü bütün
şiirlerine yayılan şairlerdendir; onu Hececiler‟den ve öbürlerinden ayıran özelliği de
budur”.
Dıranas, tüm bu kaynakları özümseyip yepyeni bir ses yaratmıştır kendine. Bu nedenle de
şiir yazdığı dönemindeki akımlardan ne Hececiler‟in ne Yedi Meşaleciler‟in ne de
Garipçiler‟in yanında yer almadan kendine özgü bir şiir anlayışı edinir. Ancak yapılanları
her zaman takip ve takdir eder.
Dıranas‟ın muhafazakarlığı tutuculuktan çok ısrarı ifade eder: “Benim şiirlerimde vezin
vardır, kafiye vardır. Ama ben ne kafiye düşkünüyüm ne vezin mutaasıbı” diyecektir.
Dıranas İstanbul‟a geldiğinde kendini İstanbul‟un bohem yaşantısının tam kalbinde bulur.
İçki ve şiir hep yanıbaşındadır. Ünlü “Fahriye Abla” şiiri, “Şehrin Üstünden Geçen
Bulutlar”, “Selâm”, “Kargalar”, “Darağacı”, “Ayaklar” ve “Kezban” şiirleri bu dönemin
ürünleridir.
“Fahriye Abla” şiiri, Varlık‟ın 15 Şubat 1935 tarihli sayısında çıktığında genç şairler
arasında olay yaratır. Pek çoğu şiiri beğenir, ancak bazıları şiirin ciddi bir edebiyat
dergisinden çok bir mizah dergisinde yer alabileceği kanaatindedir.
Fakat zaman bu görüştekileri yanıltır. “Fahriye Abla”, o kadar beğenilir ve şairle o kadar
özdeşleştirilir ki, gün gelir Dıranas Edip Cansever‟e bu şiirden bıktığını bile söyler.
Fahriye Abla, Ahmet Muhip Dıranas‟ın babası askeri fabrikada işçiyken kaldıkları İşçi
Evleri‟nde annesinin komşusudur.
Dıranas‟ın şiirde “Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi” dediği Fahriye Abla, evli ve çocuklu bir
kadındır. Şair ise 15-16 yaşlarında bir genç. Kendinden yaşça büyük bu kadına duyduğu
beğeni, Dıranas‟ın yıllar sonra yazacağı ve dillere pelesenk olacak “Fahriye Abla”nın ilk
hayallerini ona verecektir.
LAVANTA KOKULU KEDER
Belki “Fahriye Abla” kadar olmasa da Dıranas denince akla gelecek şiirlerden biri de
“Olvido”dur, “Hoyrattır bu akşamüstleri daima” dizesi hafızalardan silinmez. Çünkü bu
dizenin ardından gelecek duyguları bilen bilir: Lavanta çiçeği kokan kederler, dalga dalga
hücum eden pişmanlıklar, ruhu delik deşik eden oklara dönüşmüş anılar, ömrün en güzel
türküsü aldanış ve daha nice duygular...
Edip Cansever‟in „benzersiz duyarlıklar üreten, doğurgan bir şiir‟, „bağırtısı, öfkesi, çalımı
olmadığını‟ söylediği bir şiirdir “Olvido”. Gösterişsizliği ve sessizliğiyle okuru da unutuş ve
aldanış davetine çekiverir. Bu sessiz davetiyle de yine Cansever‟in sözleriyle
„yaşlanmayan bir şiirdir‟, „Türk şiirinin başyapıtlarından biridir‟.
Dıranas İstanbul‟dayken şair ve yazar arkadaşlarıyla sık sık Beyazıt‟taki Küllük
kahvesinde buluşur. Deyim yerindeyse „içki gırla gider‟ bu buluşmalarda. Hatta Dıranas,
üç gün üç gece süren bir içki âleminden sonra alkol komasına girip hastanede ayılır.
İstanbul‟da edindiği bir alışkanlık da esrardır. Öyle ki bir dönem şiir yazamaz hale gelince,
Bakırköy‟de 1,5 yıl tedavi görür. Ankara‟ya döndüğünde bir daha bu alışkanlığa dönmez,
ancak içki yaşamında hep olacaktır.
EVLENME KARARI
Dıranas için eğitim ve okul hayatı her zaman onun özgürlüğünü çalan bir düzen demektir.
Eğitimi, okulu bir kenara bırakıp sadece sanatla uğraşmak ister, okulu tamamen bırakır.
Dıranas, aynı yıllarda Çocuk Esirgeme Kurumu‟nun çocuk tiyatrosu seçim kurulunda da
görevlidir. Eşi Münire (Ülker) Dıranas ile 40 yıllık beraberliğinin tohumlarının atılacağı ilk
karşılaşma da burada gerçekleşir. Münire Hanım, o dönemlerde teyzesinin Çocuk
Esirgeme Kurumu‟nda çıkardığı dergileri almak için her hafta buraya uğrar.
Bir seferinde Muhip Bey içeriye girer. İlk defa göz göze gelirler. Sonrasını Münire Hanım
şöyle anlatacaktır: “Girer girmez, o ok gibi bakışları üzerimde hissedince öyle
heyecanlandım ki dergileri falan bulamadım. Sonradan öğrendim ki odadaki kadına „Ben
bu güzel kızla evleneceğim‟ demiş”.
Bir hafta sonra tanışırlar. Münire Hanım henüz 15 yaşında bir genç kızdır; Dıranas ise
saçlarına kırlar düşmüş, olgun bir adam. Dıranas, genç kıza adının anlamını bilip
bilmediğini sorar; yanıt olumsuz olunca açıklar: “Işık demek. Çok güzelsin, ışık gibi.”
Muhip Bey‟in diğer bir sorusu da “Şiir sever misin?”dir. Münire Hanım hemen daha on
yaşındayken ezberlediği, Dıranas‟ın “Serçeler” şiirini okur. Bu sefer, Münire Hanım‟ı
etkileyecek “Prenses” iltifatı gelir: “Ne güzel okuyorsun, sesin de ne tatlı prenses.”
TALİHİN CİLVESİ
1940 yılı gelip çattığında Dıranas Münire Hanım‟ı ailesinden ister ve „ışık kız‟la şair
evlenirler. Fakat yeni evli çift kısa süre sonra Dıranas‟ın sürekli tecil ettiği askerlik gelip
kapıya dayanınca ayrılmak zorunda kalır. Canı sıkkın, üzgün bir şekilde “İster misin şimdi
Doğu Beyazıt‟ı çekeyim” diyerek evden çıkan Ahmet Muhip Dıranas, „talihin bir cilvesiyle‟
gerçekten de Doğu Beyazıt‟ı çeker.
Eve döndüğünde dalgındır, düşüncelidir; gideceği yer Doğu Beyazıt‟ın Sürbehan sınır
karakoludur. Münire Hanım çok istese ve ısrar etse de Muhip Bey, bilmediği bir maceraya
sürüklemek istemediği için ilk başta onu götürmez. Fakat bir yıl sonra Münire Hanım da
Doğu Beyazıt‟a gider. Tezekle ısınıp, gaz lambası ışığında aydınlandıkları iki odalı, toprak
damlı kerpiç evde yaşar çift.
Bu gaz lambasının ışığı altında iki yapıt yazılır: Şairin en güzel şiirlerinden biri olan 180
dizelik destansı “Ağrı” şiiri ve “Gölgeler” oyunu.
Çift, 1946 yılında Ankara‟ya döndüklerinde Ahmet Muhip Dıranas, Çocuk Esirgeme
Kurumu‟nun yayın müdürü olarak çalışmaya başlar. Şiirlerini Varlık, Ülkü, Sanat ve
Edebiyat, Yaprak dergilerinde yayımlamaya devam eder.
1947 yılında “Gölgeler” adlı oyunu Sanat ve Edebiyat gazetesinde tefrika edilir. Aynı yıl
“O Böyle İstemezdi” adlı tiyatro eserini de bitirmiştir. Bu arada İstanbul‟u ve oradaki
arkadaşlarını da ihmal etmez. Münire Dıranas‟la birlikte İstanbul‟a Ahmet Muhip
Dıranas‟ın yakın dostu olan Sait Faik‟in, annesi Makbule Hanım ile oturduğu evde misafir
olurlar.
Makbule Hanım, büyük bir konukseverlikle ağırlar onları. Münire Hanım‟a oğlunun
düzensiz yaşamından ve bir türlü evlenmemesinden şikayet eder. Bir gün daha çok Sait
Faik‟in kaldığı Burgaz‟daki eve giderler. Bahçe içindeki bu güzel evi çok beğenen Münire
Hanım içeri girdiğinde gördüğü manzara karşısında şaşkındır: Salonun ortasında
kocaman, darmadağınık bir yatak vardır. Her tarafa içki şişeleri, kadehler, çamaşırlar
saçılmıştır. Odaya ağır, yoğun bir içki kokusu yayılmıştır. “İşte bu yüzden” der Makbule
Hanım, “Oğlumun evlenmesini istiyorum”.
SİYASETE İLK ADIM
İçki, dönemin edebiyat ortamlarının ve sohbetlerinin vazgeçilmezidir. Sadece Sait Faik
için değil, pek çok yazar ve şair için de. Ahmet Muhip Dıranas da Ankara‟da Cahit Sıtkı
Tarancı‟nın ve Orhan Veli‟nin de müdavimleri olduğu içkili edebiyat gecelerinden
vazgeçmez. Kürt Mehmet‟in Meyhanesi, Nal Meyhanesi ve Kutlu, şairlerin sık sık gittikleri
yerlerdir.
Dıranas hemen her geceyi dışarıda geçirirken, çok kıskandığı ve bu gecelere katılmasını
istemediği Münire Hanım ise kitaplara gömülüp onu bekler. Bazen de gece yarıları
kocasının sahanlıktan gelen ayak sesleriyle uyanır.
Zaman zaman, duruma katlanamayıp ayrılmayı teklif etse de Dıranas “Ben sensiz
yapamam” deyip onu hep ikna eder. Gazetelere de yansıyan bir aldatma haberinden
sonra ise Münire Hanım bir kez daha boşanmayı teklif edecektir. Ahmet Muhip Dıranas,
karısının dizlerine yatıp ağlar, onun gönlünü alır ve eşini bu kararından vazgeçirir.
Ancak bu olaylardan sonra Münire Hanım rahatsızlanır, kanser teşhisi konur. Durumu
ağırlaşınca da tedavi için İngiltere‟ye giderler. Burada Münire Hanım‟ın kanser olmadığını
öğrenirler; 3,5 aylık bir tedavi için kalırlar.
1949‟da şair Çocuk Esirgeme Kurumu‟ndaki görevinden ayrılıp, Demokrat Parti yanlısı bir
gazete olan Zafer‟de fıkralar yazmaya başlar. Hemen bir yıl sonra da buradan ayrılır;
şiirlerini göz önünde bulundurdu- ğumuzda toplumsal bir yöneliminden pek de
bahsedemeyeceğimiz Dıranas, Demokrat Parti‟den Sinop milletvekili adayı olur. Fakat
seçilemez.
Münire Hanım siyasete atılmasına “Bir sanatçı olarak siyasetle bu kadar ilgilenmen doğru
değil” diyerek şiddetle muhalefet eder. Oysa Dıranas, “Siyaset yapmazsam, açlıktan
ölürüz” diyecektir. Zira Zafer gazetesine her gün yazdığı fıkralardan aldığı 1,5 lirayla zar
zor geçinir aile.
Erdal Öz ile yaptığı söyleşide, bir ülkedeki sanat ile demokrasi ve özgürlüğün koşutluğuna
vurgu yapacak ve siyasete „fikren, vicdanen ve ödev olarak‟ girdiğini söyleyecektir:
“Ben sanatçının her şeyden önce memleketin siyasetiyle ilgilenmesi gerektiğine inanmış
bir adamım. Çünkü bir memleket olmazsa zaten sanat varolmaz.(...) Yani siyasete
memlekette bir hürriyet rejiminin gelmesine gücümün yettiği kadar yardımcı olabilmek
için ve bir hürriyet mücadelecisi olarak girdim. (...) Yani şiirlerim bir gün kalacaksa,
şiirlerimin yanında hürriyet için mücadele etmiş bir adam olarak da kalmak isterim.”
Dıranas, milletvekili seçilemeyince Zafer gazetesine geri döner, 1957‟ye kadar burada
yazmaya devam eder. Sonraki üç yıl boyunca ise Ankara İl Genel Meclisi ve Belediye
Meclisi üyeliklerinde bulunur. „64 ve „65‟te tekrar Sinop milletvekilliğine aday olur; sonuç
yine hüsrandır. Milletvekilliği, politik fıkralar derken şiir geri planda kalır. 2 Eylül 1949‟da
Şadırvan dergisinde çıkan “Osman Binbaşı” şiirinden sonra yıllarca şiir yayımlamaz.
Nitekim yaşamı boyunca az şiir yayımlayan bir şairdir Dıranas. Hatta bazen „tembel bir
şair‟ olduğu eleştirisi bile yapılır. Tembellik gibi görünenin asıl yüzü ise, bazen bir şiirin
üzerinde iki, üç yıl süren titiz bir çalışma ve „uzun zaman ıstırap içinde geçen takip‟tir.
Ta ki aksayan bir yön kalmayıncaya ve şair şiiri karşında huzur buluncaya dek. Şöyle
diyecektir bu huzurla ilgili: ”O zaman bilirim ki saçımın ucundan ayağımın tırnağına kadar
her şeyim sakindir o şiirimin karşında”.
TEK KİTAPLI ŞAİR
Ömrü boyunca da tek bir şiir kitabı yayımlayacaktır Dıranas. Tek şiir kitabı; ilk şiirinden
yaklaşık elli yıl sonra 1974 yılında, dergilerde çıkan şiirlerini bir araya getirir ve çıkışı „yılın
sanat olayı‟ olur. Buna rağmen, Dıranas‟ın şiirleri her yerdedir: Ders kitaplarında,
antolojilerde, takvim yapraklarında...
Bu 50 yıllık uzun bekleyişin arkasında da yine titizlik ve şiirleri „şarap gibi eskitmeye
bırakmak‟ yatar. Kendi deyişiyle „şiirin sirkeleşip sirkeleşmediğini‟ görmek ister.
Şiir kitabı yayımlamamaktan da hiçbir zaman pişmanlık duymaz, “Bunları yazdığım
zamanlardaki gibi ikide bir kitap halinde yayımlamış olsaydım, bugün o şiirlerimin
birçoğundan belki de utanacaktım” der hatta.
Yakındığı tek şey ise, antolojilerde yayımlanan şiirlerinin çoğunda yanlışlıklar
bulunmasıdır. Söz gelimi, “Fahriye Abla”nın “Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede”
dizesinde hep „ıtır‟ sözcüğü eksiktir bu antolojilerde.
Dıranas, tek kitabını „esin kaynağı‟ eşine ithaf eder: “Münire‟ye... Bir gün laf arasında
bana „Bir beşik gibi sallanır dünya, rahat uyusun diye bütün çocuklar...‟ gibi bir söz
söylemiştin. O gün bu gün düşünürüm ki, insanların barışını ve evrensel sevgiyi daha
özge bir biçimde anlatmak kabil değil. Ben yaşantımı şiire, şiirimi de bu sevgiye verdim.
Sanırım, kitapta savaş sözcüğünü bulamayacaksın. Kaldı ki, esinim senden gelir. Onun
için kitabı sevinerek sana armağan ediyorum; sana ve bu inançla yaşayanlara, ölenlere”.
“KİME YAZACAĞIM?”
„60‟lar Ahmet Muhip Dıranas için sıkıntılı geçer. Şiirle de yaşamla da ilgisi giderek kesilir.
İl Genel Meclisi Üyeliği görevinden alınınca işsiz kalır ve büyük bir küskünlük dönemine
girer. Edebi yaşamı da yoktur, siyasi yaşamı da. Münire Hanım‟a sık sık “Ben kimin için
yazacağım ki?” diye sorar. Ta ki 1964‟te Hisar dergisinde çıkan “Testi” şiirine kadar...
Dıranas, bundan sonra 1966‟dan 1972‟ye kadar Anadolu Ajansı yönetim kurulu üyeliği
yapacaktır. Sonra da Devlet Tiyatrosu edebi kurulu başkanlığı ve İş Bankası yönetim
kurulu üyeliği. 1974‟te tek şiir kitabını yayımlamasından bir yıl sonra Tevfik Fikret‟in
“Rübab-ı Şikeste” ve “Halûk‟un Defteri” kitaplarından seçtiği şiirlerin dil-içi çevirisini
yaptığı “Kırık Saz” kitabı gelir. Ölümüne kadar da başka bir şey yayımlamayacaktır.
1980‟e doğru, Dıranas‟ın sağlığı giderek bozulur. Artık dudaklarından vasiyet sözcükleri
dökülmeye başlamıştır: “Münire ben Sinop‟a gömülmek istiyorum. Ama sen de mezarını
benim yanımda al, olur mu?”
„Işık kız‟ı daima yanında ister şair. Her yaz gittiği Sinop‟taki son yazında artık nefes
almakta zorlanır. Müzmin bronşit anfizeme, anfizem de kalp yetmezliğine dönüşür ve şair
21 Haziran 1980‟de yaşamını yitirir. Vasiyeti üzerine Sinop‟un, soyadını aldığı çam kokulu
tepelerine gömülür Ahmet Muhip Dıranas.
Bir başka vasiyeti daha vardır Münire Hanım‟a, şaşırtıcı bir vasiyet: “Münire, sakın
Fahriye‟yi gündeme getirme! Elim kırılsaydı da bu şiiri yazmasaydım. Sen bu konuyu
kimseye açma, bu konuyu film yapmak isterler, sakın yaptırma, mani ol”.
Ahmet Muhip Dıranas bir yazısında “Dünyamı, gündelik hayatımı hep şiirin füsunlu
aynasından seyrettim” der. Sayıları az olsa da titizlikle, incelikle yazılmış her şiiri aşkı,
hüznü, sıkıntıyı, yalnızlığı ve sonsuzluğa özlemi en güzel ve en yalın haliyle dile getirir.
Turgut Uyar, Dıranas için “Mutlu bir rastlantıdır şiirimizde” der. Şiirleri eskimeyecek bu
mutlu ve güzel rastlantıyı es geçmenin bir kayıp olduğunu söyleyerek bitirelim yazıyı.
FAHRİYE ABLA
Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar
Bu afyon ruhu gibi baygın mahalleden
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve akpak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla
Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede
Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede
Bahçede akasyalar açardı baharla
Ne şirin komşumuzdun sen Fahriye Abla
Önce upuzun sonra kesik saçın vardı
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin
Açılırdı rüzgarda kısa eteklerin
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla
Ne çapkın komşumuzdun sen Fahriye Abla
Gönül verdin derlerdi o delikanlıya
En sonunda varmışsın bir erzincanlıya
Bilmem şimdi hala bu ilk kocanda mısın
Hala dağları karlı erzincanda mısın
Bırak geçmiş günleri gönlüm hatırlasın
Hatırada kalan şeyler değişmez zamanda
Ne vefalı komşumuzdun sen Fahriye Abla
ÇİĞNENEN VASİYET
Dıranas, ölümünden kısa bir süre önce eşi Münire Hanım‟a “Fahriye Abla” şiirini
kastederek “Bu konuyu film yapmak isterler, sakın yaptırma, mani ol” demiştir demesine;
ancak „aklına gelen başına gelir‟.
Yapımcı Engin Karabağ, şairin ölümünün üstünden bir yıl geçmeden Münire Hanım‟a
“Fahriye Abla” şiirini film yapma teklifiyle gelir. Akıllarında Müjde Ar olduğunu söyler.
Önce senaryoyu okumak şartıyla teklifi kabul eder Münire Hanım, ancak bu
gerçekleşmez.
Kısa bir süre sonra da “Fahriye Abla” magazin gazetelerindedir: “Fahriye Abla yatakta”,
“Fahriye Abla hamamda”, “Fahriye Abla erkek beğenmiyor” gibi başlıklarla...
Münire Hanım‟ın isteği üzerine senaryo Sinop‟a getirilir; ama film zaten çekilmiştir.
Münire Dıranas, birtakım şartlar koyarak projeyi imzalar. Ancak ona göre film, şiirin
kalitesini taşımaz.
1984‟te Yavuz Turgul‟un yönetmenliğinde çekilen bu filmin başrollerinde Müjde Ar ve
Tarık Tarcan oynar. Film Yeşilçam‟ın unutulmazları arasına girerken, Fahriye Abla‟yı
canlandıran Müjde Ar‟ın da ününe ün katar.
Ahmet Muhip Dranas İkinci kuşak hececilerin önde gelen adlarından Ahmet Muhip Dıranas 21 Haziran’da Ankara’da öldü. 1909’da Sinop’ta doğan Dıranas ilkokulu Sinop’ta okudu. 1930’da bitirdiği Ankara Erkek Lisesi’nde Ahmet Hamdi Tanpınar ve Faruk Nafiz Çamlıbel’in öğrencisi oldu. 1930-1935 arasında Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde çalıştı. Ankara Hukuk Fakültesi’nde başladığı yükseköğrenimini yarıda bırakıp İstanbul’da Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girdi. Bir yandan da Güzel Sanatlar Akademisi’nde kütüphane müdürü olarak çalıştı. 1938’de Ankara’ya döndü, CHP Genel Merkezi’nde Halkevleri kültür ve sanat yayınlarını yönetti. Askerliğini bazı şiirlerinin esin kaynağı olan Ağrı’da yaptı. Dönüşünde Öocuk Esirgeme Kurumu’nda yayın müdürü oldu, 1957’de kurumun başkanlığına getirildi. 1959’da Zafer gazetesinde başladığı köşe yazarlığıyla birlikte politikaya yöneldi, 1950’de DP’den milletvekili adayı gösterildi. 1951’de Devlet
Tiyatrosu Edebni Kurul üyeliğine seçildi. Anadolu Ajansı ve İş Bankası yönetim kurulu üyeliklerinde bulundu. Ahmet Muhip Dıranas’ın “Bir Kadına” başlıklı ilk şiiri 1926’da Hâkimiyet-i Milliye’de Muhip Atalay imzasıyla çıktı. 1940’lara kadar Servetifünün, oluş, yücel, Varlık, Çığır, Ağaç, Gündüz gibi dergilerde yayımladığı şiirleriyle hece şiirinin en tanınmış şairleri arasında yer aldı. Başlangıçta Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek ve Fransız sembolistlerinin (Baudelaire)etkisindeydi. Biçim ustalığı, imge zenginliği, elde etmeye çalıştığı yeni ses olnakları, konuşma dilinin tadını duyuran söyleyiş özellikleriyle belirginleşen şiirlerinde ölüm, aşk, doğa, sonsuzluk gibi temalar işledi. Garip şiirinin yaygınlık kazandığı yıllarda geri planda kaldı, 1955’ten sonra aranan ve okunan bir şair oldu. Az yazdığı halde “Olvido”, “Kar”, “Köpük”, “Ayaklar”, “Fahriye Abla” gibi dilden dile dolaşan şiirler bıraktı. Şiirlerini 1974’te Şiirler adıyla kitaplaştıran Dıranas tiyatro oyunları da yazdı: Gölgeler (1947), O Böyle İstemezdi (1948). Yazıları ölümünden sonra Yazılar adıyla basıldı. Hece şiirinin son kuşağı denilebilecek şairler arasında Ahmet Muhip Dıranas, çağcıl Batı şiirine (Baudelaire, Verlaine) en yakın, kendinden bir iki kuşak sonrası şairler üzerinde, az sayıda şiirle bile olsa, uzun süre etkili olan bir şairdir. O da hocası Tanpınar gibi az yazmış, seyrek yayımlamış, şiirlerini şiire başladıktan nerdeyse elli yıl sonra (1974) kitaplaştırmıştır. Gerek Fransız şiiri, gerekse kendinden önceki kuşaktan ustaları Ahmet Haşim ve Ahmet Hamdi Tanpınar'dan aldığı etkileri sanatına yedirerek özgün bir şiire ulaşmıştır. Hece ölçüsü sınırlarında kalarak ama durak ve vurgu yerlerini değiştirerek gelenekselde çağdaşlığı yakalayan, çağrışım gücü yüksek, yurdu, insanı ve doğası ile barışık, alışılmadık deyiş örgüsüyle unutulmaz şiirler yazmıştır. Şiirlerinde aşk, tabiat, ölüm, hatıralar, sığ olmayan bir anlatımla ve düşündürücü boyutlar içinde verilmiştir... *Fransız sembolistlerinin ve yeni izlenimcilerinin sanat anlayışını benimsemiştir. *Vezin ve kafiyeye büyük önem veren bu anlayış, tabiattaki bir anlık görünüşten yola çıkarak, onun gerisindeki saf düşünceye yönelir. *Şiirlerinde biçim ve ahenge önem verir. *Şiirlerinde ruhun dalgalanışlarını dile getirmiştir. *Şiirlerinde konu olarak Anadolu’yu, memleket manzaralarını, tabiat ve tarih
sevgisini işlemiştir. *Destanımsı şiirleri de vardır. *Ölçü ve kafiyeye sıkı sıkıya bağlıdır. *Fransız şair Baudelaire'nin etkisindedir.
DAĞLARA Gel! Seninle yüce dağlara çıkalım; Yalnız yüce dağlar benim aşkıma eş. O dağlar, hani her gün doğar ya güneş, Orada. Orada eğemen o iklim. Köroğlu gibi hür yaşarım orda ben. Ne isteklerime vurulmuş pıranga Ne de aşkın sonu vardır o dağlarda; Sen var, ağaçlar gibi her yıl yemişlen! Boşuna sarmaz şu belini kollarım, Gebe kalırsın her tutup öpüşümde Ve bir gün taze bir kanla iner kente Bir boz kurt sürüsü gibi oğullarım. Gel! Seninle yüce dağlara çıkalım; Gör, kartalların havada akışını. Yıllarca kızılı sarsın bakışını, Aysız gecelerde ateşler yakalım. İnsan çilesini almaz oldu aklım Soyun, şehrin sana giydirdiği gömlekten, Yakın dostlarına bahs aç ölmekten Ve gel benimle, kaçalım kaçalım... Sıra sıra ufukta alınları ak O dağlar, ötesi mavi gök, tanrılar... Toprağa, ateşe, suya dönüş tekrar Havada başıboş tüy gibi uçarak. AYAKLAR Ölmüş o, ayrı düşmüş sürüden, ayakları dışarda örtüden. Ölmüş herkes gibi ölen insan, Yalnız ayaklar kalmış yaşayan. Ardından ölüme düşen başın
İki kardeş bakakalmış şaşkın. Der ki, bu ayakları görenler, Başım değilmiş düşünen meğer. Ayaklarım, az gide uz gide, Ayaklarım, ümitler peşinde! Yolcu ölmüş; işte ayaklar hür! Yolcu ölmüş; ayaklar düşünür...
BÜYÜK OLSUN
Ben büyük şarkıları severim; büyük olsun,
Deniz gibi, gökyüzü gibi her şey ve mahzun.
Seviyorsam seni aşk ölümsüzdür gönlümce,
Âşıksam kadınım değil tanrıçasın, ece.
Denizler yolculuğa çağırır durur da beni
Gitmem düşünerek geri döneceğim günü.
Ben büyük rüzgârları severim; büyük olsun
Aşkım da, özlemim de hepsi, her şey ve mahzun.
İnsan bir yanınca Kerem misali yanmalı,
Uykudan bile mahşer gününde uyanmalı.
ESENLİK SİZE
O gün bu gün size özendim
Her yerde; hava, toprak, deniz.
Bir serüvendi; gökteyseniz
Çıktım, yok, yerdeyseniz indim.
İlkin, size içkiyi tattırdım:
Ömür boyunca sarhoşsunuz;
Ne açsınız artık ne susuz.
Sizsiz ben de susuz kalırdım.
Size geceyi de öğrettim
Onda düşlerle çoğaldınız;
Yaşantıda yorgun ve yalnız
Değilsiniz; sizi ürettim.
Biterdi belki bir uykuyla
Her şey, ve tadından ötürü.
Gördünüz ki bundan ileri
Bir şey var çağıran tutkuyla.
Çağırdım, çağırdım, çağırdım
Bir böcek gibi titriyerek.
Koştunuz tükeninceyedek
Ha bir adım, daha bir adım...
Sizi ölümle perçinledim
Bana...ve sımsıkı ve sıcak;
Üşürdünüz ah, çırılçıplak
Ölüm döşeğinde; önledim.
Size yani günahı sundum;
Öptünüz ve güzelleştiniz.
Çirkindiniz ilkin, tek ve pis.
Irmak oldunuz; sizde yundum.
Şimdi olay, hep ya hiç gibi,
Vardan ve yoktan özge bir şey,
Sevgiden de öte bir düzey;
Olmak ya da olmamak belki.
EVRENİ SEVMEK Kİ...
Aç mısın kardeşim, gel olanı bölüşelim,
Ama şiirlerimle seni doyuramam ki;
Ta, yıldızlara değin uzansa bile elim,
Daha ötelerine, daha...buyuramam ki.
İnsanı insan diye sevmişim, hep severim;
Ve onu tanrılara karşı bile överim.
Ben bütün bir evreni sevmişim; alın terim
Var evrende; öz, üvey diye ayıramam ki.
Güzellikleri alır satarım, gelişim bu.
Güzel tellalıyım ben; alan var mı? neşem bu.
Güzel'le yüceltirim insanlığı, işim bu,
Çirkini, kabayı ve hamı kayıramam ki.
İnsanoğulluğunu kulluk diye almışın!
Düşüncenin orakla biçilmesine karşın
Bir geleceğin dulda düşlerine dalmışın;
Bu derin aldanıdan seni uyaramam ki.
Kim zafere erecek? Zafer ne? Bir akşamda
Güneşi bağlamaksa geceye karşı, ya da
Haykırmaksa, gür... varım, bir güldür açan, ama
Kini bir hançer gibi kından sıyıramam ki.
Hep Tanrı mı gerek, ey tapınağı dünyanın,
Özgürlükler üstünde?... Bir yüce aramanın
Yıldızsal kulesinden sesleniyorum: kalkın!
Duyuramam ki ama beni, duyuramam ki...
FAHRİYE ABLA
Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.
Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla!
Eviniz kutu gibi bir küçücük evdi,
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi;
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede.
Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede;
Bahçende akasyalar açardı baharla.
Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye abla!
Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı;
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı.
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileziklerin.
Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin;
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla.
Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye abla!
Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya.
Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın,
Hâlâ dağları karlı Erzincan'da mısın?
Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın;
Hâtırada kalan şey değişmez zamanla.
Ne vefalı komşumdun sen, Fahriye abla!
KAR
Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte
Kar yağıyor üstümüze, inceden.
Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan,
Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan
Sesin nerde kaldı? kar içindesin!
Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni, uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram...
Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır - tek, tenha - bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın.
KÖPÜK
Oyun bitti ve her şey yerini buldu.
Akşamla ebedi kızlar anne oldu.
Aynalara bakma, aynalar fenalık;
Denizi, sonsuz olanı düşün artık.
Bir gün beni hatırlayabilirsin ancak,
Güzelsem soyabilirsin çırılçıplak;
Oradayım hep ben, orada, derinde,
Gemilerin ihtiyar köpüklerinde.
OLVİDO
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Gün saltanatıyla gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
Ve ruh, atılan oklarla delik deşik;
İşte, doğduğun eski evdesin birden
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...
Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir;
İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün bir camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu,
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı...
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.
Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla
Halay çeken kızlar misali kolkola.
Ya sizler! ey geçmiş zaman etekleri,
İhtiyaç ağaçlı, kuytu bahçelerden
Ayışığı gibi sürüklenip giden;
Geceye bırakıp yorgun erkekleri
Salınan etekler fısıltıyla, nazla.
Ebedi âşığın dönüşünü bekler
Yalan yeminlerin tanığı çiçekler
Artık olmayacak baharlar içinde.
Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!
Aldan, geçmiş olsa bile ümitsiz kış;
Her garipsi ayak izi kar içinde
Dönmeyen âşığın serptiği çiçekler.
Ya sen! ey sen! Esen dallar arasından
Bir parıltı gibi görünüp kaybolan
Ne istersin benden akşam saatinde?
Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,
Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;
Hatıraların bu uyanma vaktinde
Sensin hep, sen, esen dallar arasından.
Ey unutuş! kapat artık pencereni,
Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;
Çıkmaz artık sular altından o dünya.
Bir duman yükselir gibidir kederden
Macerası çoktan bitmiş o şeylerden.
Amansız gecenle yayıl dört yanıma
Ey unutuş! kurtar bu gamlardan beni.
ŞEHRİN ÜSTÜNDEN GEÇEN BULUTLAR
Bakıp imreniyorum akınına
Şehrin üstünden geçen bulutların.
Belki gidiyorlardır yakınına
Rüyamızı kuşatan hudutların.
Evler, ağaçlar, sular, ben ve bu an
Sanki bulutlarla bir, akıyoruz;
Onların hevesine uyaraktan
Cenup ufuklarına bakıyoruz.
Biz de hafif olsaydık bir rüzgârdan,
Yer alsaydık şu bulut kervanında,
Güzel'e ve Yeni'ye doğru koşan
Bu sonrasız gidişin bir yanında;
Dağlara, denizlere, ovalara
Uzansaydık yağarak iplik iplik,
Tohumları susamış tarlalara
Bahar, gölge ve yağmur götürseydik.
Bakıp imreniyorum akınına
Şehrin üstünden uçan bulutların.
Gidiyor, gidiyorlar yakınına
Rüyamızı kuşatan hudutların.
SERENAD
Yeşil pencerenden bir gül at bana,
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.
Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak
Ben aşkımla bahar getirdim sana;
Tozlu yollarından geçtiğim uzak
İklimden şarkılar getirdim sana.
Şeffaf damlalarla titreyen, ağır
Koncanın altında bükülmüş her sak.
Seninçin dallardan süzülen ıtır,
Seninçin karanfil, yasemin zambak...
Bir kuş sesi gelir dudaklarından;
Gözlerin, gönlümde açan nergisler.
Düşen öpüşlerdir dudaklarından
Mor akasyalarda ürperen seher.
Pencerenden bir gül attığın zaman
Işıkla dolacak kalbimin içi.
Geçiyorum mevsim gibi kapından
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.
.
YAŞARKEN
Ağaçların daha bu bahçelerde
Bütün yemişleri dalda sarkıyor;
Umutların mola verdiği yerde
Geceler bir nehir gibi akıyor.
Baksan bir uzaklık var hangi yana,
Hangi eşyaya dönsen boş bir ayna;
Varmak istediğim uzak limana
Gemiler beni almadan kalkıyor.
Gelmedi gün daha, çalmadı saat,
Daha uçurmuyor beni bu kanat;
Sabırsızlanma, ey kapımdaki at!
Güneş daha gözlerimi yakıyor.
STEP Ey bir at üstünde doğduğum memleket, Oynadığım vadiler, geyikli ve sarp. Kızıl bayrakların uçuştuğu serhat, Davullar ve kafesinde çırpınan kalp! Yaylının rüzgarlanıp duran örtüşü, Karasız deniz gibi boş bir gökyüzü; Bir uçtan öbür ucu Yemen türküsü, Öten çıngırak, koşan atlar ve step... Ah. sonsuz Anadolu'm, sen! Sen, sen, sen hep! SELAM Uçuyor, duran bir anın havasında Işıktan kuşları bir akşam seherinin; Gündüzün geceyle buluşan noktasında Yaklaşıyor musikisi eteklerinin. Ve sanki ufkuma baştanbaşa gül rengi Kanatlarını açmada bir altın devir. Başlıyor ömrün ve ölümün güzelliği, Söyleyecek şimdi zaferlerini şiir; Selam, sonsuzluğun aydınlık bahçesinden Selam, senelerce,senelerce evvele, Hatırası kalbe ışıklarla dökülen En sevgiliye,en iyiye,en güzele. Geçmiş bir zamanı kalbim bulmak üzredir, Tamamlanacaktır yarım kalmış rüyalar; Ey hafıza cömert memenden beni emzir, Zengin renklerini ufkuma dök, ey bahar! Uzattığımız bu tası dolduracak mı Yine bol sularla akarak o çeşmeler? Yoksa , hiç bulunmayacak kadar uzak mı Dudakları öpüşlerle dolu geceler? Ey pembe akşamların karasevdaları! Güzelliklerine doyulmamış zamanlar! Ergen yastığının ateşten rüyaları! Ey, saf kalbimizde doğmuş ve ölmüş anlar!... Hatırası kalbe ışıklarla dökülen En güzele, en iyiye, en sevgiliye Selam, sonsuzluğun aydınlık bahçesinden, Selam,senelerce öteye...
AĞRI
Vardım eteğine,secdeye kapandım;
Koşup bir koluna sımsıkı abandım.
Karlı başın yüce dedikleyin yüce,
Sükûn içindeki heybetin gönlümce.
Devce yapında ilk rahatlığı duydum.
Şifası mı ne ki ruha bu ilk yudum
Hayâl arkasında boş çırpınışların
Sen uygun bir vakti gelince rüzgârın
Sonsuzluğa doğru kalkacak sihirli
Bir gemisin göklerde demirli
Ve ben rıhtımında bekleyen tek yolcu...
Düşüncemizin en haksız, en korkuncu;
Açan o ağulu çiçek delilikte,
Gir sır mezara cesetle birlikte,
Şüphe; o bin çeşit çilenin yemişi,
Yılan ağzındaki elma... Ey, ateşi
En derin yerinde gizli gizli yanan!
Seyrediyor ruhum kar balkonlarından
İnsanın göresi olmaz manzarayı
Ve aklın o uçsuz bucaksız sarayı
Yıkılıyor... Duygu bir kartal hızıyla
Fırlıyor engine sevinç avazıyla
Bulutlar ne güzel bulutlardır onlar,
Hep öyle başımın üstünde dursunlar
Menekşe rengi, kan rengi, toprak rengi...
Asılı kalsın hep bu yağmur hevengi.
Dünyayı saran bu gece ne gecedir,
Yıldızlardan yağan ışık ne incedir!
Yansın o yıldızlar, bitinceye kadar
En derin uykular, en tatlı uykular.
Ey, gökperdelere şahlanan tanrısal!
Eteklerindeyiz işte. Ve bir masal
İçinden gelmişiz sana, atlı yaya,
Attığımız okta kısmeti bulmaya.
Yitik, perişandır elbet bencileyin
Pişmanlığın ırgat olup geceleyin
Günle bahtın çağrısına koşan kişi.
Ah, iç sıkıntısı! sen ettin bu işi.
Zevk, o yosma kadın eski bir bahçede
Ayaküstü günah işlenen gecede
Bir susuzluk kadehi sunmuştu bana:
Yüzümü maskesiz gösteren ilk ayna.
Yel alsın götürsün bütün o geçmişi,
Büyülü kadehin zehrinden içmişi
Serin yalanında kandırmaz her pınar.
Dindirir miydi ki en tatlı rüzgârlar
Bende gizli gizli başlamış ağrıyı:
Bu, rüzgâr ve gemi uğramaz bir kıyı
Ya da bir teknede açılmış bir delik;
Hangi pencereye koşarsan ahretlik
Bir gökyüzü, siyah, güneşten habersiz,
Her adım attığın yeri basan bir sis.
Hangi yana baksam onu görüyorum:
İnancın kaydığı bir dipsiz uçurum;
Günah kapılarının aralandığı,
Tanrıların bile avaralandığı
Şaşkın, çaresiz bir insan kaderince.
Güneş! güneş! güneş! ey, ölümsüz ece!
Sana tapınanlar kardeşimdi benim;
Güneş! güneş! ben sana doğru gelenim,
Kucakla beni, tanrıça, sev, sar beni,
En yırtıcı, en aç hayvanların ini
İçimin göz görmez mağaralarıma gir
Senin girmediğin yerde haset, kibir
Dert, kin, yalan, ölüm, korku ve işkence,
Çakal seslerinden örülmüş bir gece,
Teneşir başında oynaşan çirkinler
Engerek düğümü doğuran gelinler,
Zina şöleninde beynin nöbet nöbet
Cehennem halayı çeken bin iskelet
Ve yaprak indiren ağaçlar baharda...
Senin bağışından yoksun kucaklarda
Çocuklar kertenkeleyle bir biçimde.
Ağrı'ya eş bir dağ olsaydı içimde
İlkin şu gönlüme doğardın her sabah,
Daha her yer geceyken sarardın, gümrah
Sarı saçlarınla benim varlığımı,
Kendimde taşırdım kendi taptığımı...
Ağrı'ya eş yüce bir dağ yok içimde
Ne kadar cüceyim dert ve sevincimde!
Kaplamış gözümün gördüğü her ufku
Umutsuz, zifiri bir gece, bir korku.
Ah, yazık ki bütün insanlık güneşsiz.
Ey ateş, nasıl da seni yitirmişiz!
Bu yalnız inilti esen manzaradan
Bir çaresiz ay'dır sallanan aradan;
Işık tuttuğu her şey bir taze yara.
Onmaz bu gece. Bırak karanlıklara!
Can yiğitliği yitirmiş, kalp aşkı
İlenişlerinden insanın bir şarkı
Tutmuş dört yanı, bir çirkin ağıt, eski...
Ah güç de değildi bahtiyarlık belki;
Üstümüzde deniz gibi bir gökyüzü
Altında her kalbe esenlik payı var;
Bizimdir, yelken açmış giden bulutlar,
Vurup alnımıza serin gölgesini,
Bizimdir bu koku, bu renk dolu sini
Üstünde seslerle ışıklar kamaşan;
Bizimdir bu zafer, bu beste ve bu şan.
Şu aydın, ferah ve rahat gök altında
Her kazazedenin müjdesi bir ada,
Her gülüşe ayna bir gölek kenarı;
Koparırken elin taze meyvaları
Öyle kolaydı ki yaşıyorum demek;
Soframıza konmuş bu doyulmaz yemek
Niçin bir zehirli kaşıkla yenmede?
Ağrı! başına boz bulutlar inmede.
Ne ki bu cendere, ne ki bu sonsuzluk,
Kim bu vurulmuş yatan, ova boyunca,
Bir kan çeşmesine açık durup avcu?
Çile pazarında cana pey sürümü
Çözmek mi istemiş o çetin düğümü?
Korkunç bir ezgide çatlayan bu kamış
Yitirdiğimiz bir cennet mi aramış,
Ölümsüz barışa gülen şafakları,
Lezzet ve esenlik tüten ocakları,
Ömre öpüş tadıyle uyandığımız,
Tanrısal bir çıra gibi yandığımız?..
- Dağ! senin yandığın gibi bir vakitler-
Vuran bir toz parçası değilse eğer
Küçük gövdesine budur giren ölüm,
Onun yüzünü bizden çeviren ölüm...
Sen ey, oyununu en güzel oynayan!
Hangi kıvılcımla fışkırttın ruhundan
Bir gün söndürdüğümüz kutsal ateşi?
Ey sen! ölümden çok hayatın kardeşi
Dirilttin nasıl bir mucizeyle tekrar
Her şeyi, dostluktan düşmanlığa kadar
Ve geri getirdin o sürgünlerini?
Nerde buldun tekrar eski günlerini
Zamanlar içinde yitmiş kardeşlerin
Ve en güzelini sönmüş ateşlerin,
Kalbimin o kadar sevdiği o gülü,
Ölüm ötesinin mutlu tahayyülü
Evrensel cümbüşü, yaşama şevkini,
Bizden gidenlerin bir gün en yakını
Ümidi ve şafak kanatlı neşeyi,
O aşkı, o tadı, o gülümsemeyi?..
Ey boş gecelerin dadı ayışığı!
Salla, salla hüzün uyuyan beşiği
Söğütlerin nazlı dalları içinden
Ki o altın saman yolları içinden
Bir sabahı özleyen şu taze kadın
Yatsın başyastığına anılarının;
Bir makine sesiyle işleyen kalbi
Alıp gezdirsin onu bir gemi gibi
Düşlerinin durgun, mavi denizinde.
Beni de hep kendi kendimin izinde
Fenerinle yolumu aydınlatarak
Barış çeşmesini aramaya bırak,
Budur yaşadığın sürece görevin;
Gecelerin birinde, solgun alevin
Güne yenilmeye başladığı zaman
Üstüne başımın düştüğü kitaptan
Eser Mevlânâ'nın üflediği rüzgâr...
İşte, gam türküsü söyleyen kamışlar
Rüzgârından gördüğüm ova boyunca.
Bu bir düştür belki, insan uyanınca,
Gözlerinde kalır serabı bir ömür,
Her şey bu ışıltı ardından görünür
O insana; sevmek, yaşamak ve ölüm.
Seni uykuya çekip götüren elim
Kadınım, ayışığı içinden şu anda
Aldanış diye ne varsa bir insanda
O daldan tutuyor...Böyledir bu. Kader
Kavuşur sabaha en uzun geceler
Ve serin durur her avunuş testisi.
Rüzgârlar başladı. Sonsuzluk gemisi
Önünde köpürüp şahlanmada engin;
Yolcusu olduğun nihayetsizliğin
Bir ucu Allah'ta ve sende bir ucu.
Başlıyor serüvenlerin en korkuncu:
Gökyüzüne doğru yürüyen yeryüzü,
Barıştıran sınır geceyle gündüzü;
Ey sonuca doğru ilkuçtan gelen Dağ!
Göğü perde perde delip yükselen Dağ!