T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ
(SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI
FİKİR HAREKETLERİ DERGİSİ
Doktora Tezi
Nahit Yüksel
Ankara - 2004
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ
(SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI
FİKİR HAREKETLERİ DERGİSİ
Doktora Tezi
Nahit Yüksel
Tez Danışmanı Prof. Dr. Sina Akşin
Ankara 2004
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ
(SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI
FİKİR HAREKETLERİ DERGİSİ
Doktora Tezi
Nahit Yüksel
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Sina Akşin
Tez Jürisi Üyeleri Adı ve Soyadı İmzası Prof. Dr. Sina Akşin …………………..
Prof. Dr. Bilsay Kuruç …………………..
Prof. Dr. Ömür Sezgin …………………..
Prof. Dr. Korkmaz Alemdar …………………..
Prof. Dr. Raşit Kaya …………………..
Tez Sınavı Tarihi : 10/02/2005
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ ............................................................................................ Hata! Yer işareti tanımlanmamış. BÖLÜM I: İKİ SAVAŞ ARASI DÖNEM (1918-1939) .. Hata! Yer işareti tanımlanmamış. BÖLÜM II: HÜSEYİN CAHİD YALÇIN VE FİKİR HAREKETLERİ ...Hata! Yer işareti tanımlanmamış.
A. Hüseyin Cahid Yalçın...................................................... Hata! Yer işareti tanımlanmamış. B. Fikir Hareketleri ............................................................... Hata! Yer işareti tanımlanmamış.
BÖLÜM III: FİKİR HAREKETLERİ’NİN ÇÖZÜMLEME VE POLEMİKLERİHata! Yer işareti tanımlanmamış.
A. XIX. Yüzyıl Çözümlemeleri.......................................... Hata! Yer işareti tanımlanmamış. B. Devrim (İnkılap) Çözümleme ve Polemikleri............ Hata! Yer işareti tanımlanmamış.
1. Devrim, Fransız Devrimi ve Devrimin Değişen AnlamıHata! Yer işareti tanımlanmamış. 2. Türk Devrimi .................................................................. Hata! Yer işareti tanımlanmamış.
C. Demokrasi Çözümleme ve Polemikleri....................... Hata! Yer işareti tanımlanmamış. 1. Demokrasinin Tanımı, Doğuşu ve Gelişimi............ Hata! Yer işareti tanımlanmamış. 2. Demokrasinin Özü, Yaşayabilme Koşulları ve Orta Sınıfların ÖnemiHata! Yer işareti tanımlanmamış. 3. Demokrasinin Bunalımı (İki Savaş Arası Dönem) Hata! Yer işareti tanımlanmamış. 4. Demokrasi ve Türkiye ................................................ Hata! Yer işareti tanımlanmamış. 5. Demokrasi Polemikleri................................................ Hata! Yer işareti tanımlanmamış.
D. Diktatörlük Çözümleme ve Polemikleri ..................... Hata! Yer işareti tanımlanmamış. 1. Komünizm....................................................................... Hata! Yer işareti tanımlanmamış. 2. İtalyan Faşizmi .............................................................. Hata! Yer işareti tanımlanmamış. 3. Alman Nasyonal Sosyalizmi...................................... Hata! Yer işareti tanımlanmamış.
E. Devletçilik Çözümleme ve Polemikleri....................... Hata! Yer işareti tanımlanmamış. F. Ulusçuluk ve Irkçılık Çözümleme ve Polemikleri .... Hata! Yer işareti tanımlanmamış.
1. Ulusçuluk: Doğuşu, Gelişimi ve Niteliği ............... Hata! Yer işareti tanımlanmamış. 2. Irkçılık: Doğuşu, Gelişimi ve Niteliği .................... Hata! Yer işareti tanımlanmamış.
G. Kapitalizm/Emperyalizm Çözümleme ve PolemikleriHata! Yer işareti tanımlanmamış. SONUÇ......................................................................................... Hata! Yer işareti tanımlanmamış. ÖZET............................................................................................. Hata! Yer işareti tanımlanmamış. ZUSAMMENFASSUNG......................................................... Hata! Yer işareti tanımlanmamış. EKLER ......................................................................................... Hata! Yer işareti tanımlanmamış. KAYNAKÇA.............................................................................. Hata! Yer işareti tanımlanmamış.
GİRİŞ
Bu çalışmanın amacı, 1933 ile 1940 yılları arasında 364 sayı
yayımlanan Fikir Hareketleri adlı haftalık bilimsel, toplumsal ve
yazınsal (edebi) derginin içerdiği siyasal ve iktisadi düşünceleri
incelemek ve derginin ideolojisini saptamaktır. Dergi1 Cumhuriyetin
onuncu yıldönümünde çıkarılmış, henüz ilk makalede, cumhuriyetin ve
onun onuncu yılının coşkusu2 paylaşılmıştır. Devrim, Türk Devrimi,3
1 Fikir Hareketleri, çalışma içerisinde kısaltmaya gidilmeden belirtilecek, derginin
makalelerine atıf yapılan dipnotlarda ise, FH kısaltması kullanılacaktır. Başyazar,
dergiye ve makalelerine, Soyadı Yasası öncesi dönemde Hüseyin Cahit, bu Yasa
sonrası dönemde (58. sayıdan itibaren) ise Hüseyin Cahid Yalçın biçiminde imza
koymuştur. Çalışmada, Başyazardan, Soyadı Yasası öncesi döneme yapılan
göndermelerde Hüseyin Cahit biçiminde, Yasa sonrası döneme veya dönem
belirtilmeden yapılacak göndermelerde ise, Hüseyin Cahid Yalçın biçiminde söz
edilecektir. 2 Hüseyin Cahit, uzun yıllar nasıl olmuş da cumhuriyetsiz yaşamış olduğumuza
şaşırmaktadır. “Cumhuriyet rejimi, insanlığını duyan, şahsiyet sahibi bir ferdin ruhi,
hissi, maddi ihtiyaçlarına o kadar uygun, o kadar tabii bir idare şeklidir ki bir kere ona
kavuşan bir milletin artık başka bir siyasi şekle kolay kolay tahammül edebilmesinin
imkanı yoktur.” Hüseyin Cahit, “Türk Cümhuriyetinin Onuncu Yıldönümü”, FH,
Sayı 1, (29.10.1933). 3 Türk Devriminin niteliği ve onu başka devrimlerden ayıran özellikleri 1930’lu yılların
ilk yarısının çekici tartışma konularından biriydi. Akşin’in de belirttiği gibi, Serbest
Cumhuriyet Fırkası (SCF) denemesinin 1930 yılında başarısız olmasından sonra, çok-
2
demokrasi, demokrasilerin bunalımı, diktatörlük, ulusçuluk ve ırkçılık
gibi siyasal konular ve devletçilik ve kapitalizm gibi iktisadi konular da
derginin çözümlemeleri arasında yer almıştır. Derginin içerdiği
makaleler, EK 2’den de görüleceği gibi, yalnızca siyasal ve iktisadi
konulu makaleler değildir.
Bir basın organı incelemesi olmasının yanı sıra, bu çalışma, bir
yönüyle de tarih çalışmasıdır. Tarih çalışmalarının ayrılmaz parçası ise
dönemlendirmedir. Dönemlendirme mantığının arkasında, Alpkaya’nın
da belirttiği gibi, her zaman bir kuramsal yaklaşım vardır ve bu kuramsal
yaklaşıma bağlı olarak tarihçi “sürekliliğe” ya da “kırılma noktalarına”
vurgu yapan bir dönemlendirmeyi seçer.4 Bu çalışmada, kırılma
noktalarına vurgu yapan ve arka planında “devrim” kavramı bulunan
yaklaşım seçilmiştir.
partililikle sağlanamayan çok sesliliğin yayın yaşamında sağlanması arayışına
girilmiştir. Sina Akşin, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi (1789-1980), (4.
B.), Ankara, İmaj, 2001, s. 198. Gerçekten de, Kadro (Ocak 1932-Ocak 1935) ve
Kooperatif (Haziran 1932-Mayıs 1934) adlı aylık dergilerin yayın yaşamına girdiği
1932 yılının devletçilikle birlikte en çok tartışılan konularından biri de Türk
Devriminin niteliği idi. 4 Faruk Alpkaya, Türkiye Cumhuriyetinin Kuruluşu (1923-1924), İstanbul, İletişim,
1998, s. 12. Burjuva devrimi,”… belirli bir coğrafyada, kapitalizmin gelişmesine
bağlı olarak feodal egemenlik biçiminin tasfiye edilip yeni bir siyasal üstyapının yani
ulus-devletin kurulmasıdır.” Bu tür devrimlerin bir ulusal bir de demokratik boyutları
var ise de, bu iki boyutu kesin çizgilerle birbirinden ayırmak her zaman olanaklı
değildir. a.g.e., s. 13-14.
3
XIX. yüzyılda hala çok kavimli bir imparatorluk görünümünde
olan Osmanlı Devleti’nde, Türkler, ancak yüzyıl sonlarında kendi
burjuva devrimlerini yapma çabasına girmişlerdir. Bu çabaların ürünü
olan II. Meşrutiyet (1908) yarım kalmış bir burjuva devrimiydi. Bu
devrimle ulusal istenci yansıtan bir yasama organı aracılığıyla padişahın
mutlak egemenliği sınırlandırılmış ise de, bir ulus-devlet kurulmaması
bakımından, devrim yarım kalmıştır. Yarım kalan devrim, 23 Nisan
1920’de başlayan ve 1923’te ulus-devletin kurulması ile sona eren
süreçle tamamlanmıştır.5
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan (BDS) yenik
çıkması sonrasında işgale uğrayan Anadolu’da başlıca üç ideoloji
etkiliydi: ulusçuluk, islam ve sosyalizm. Mustafa Kemal önderliğinde
1920’li yılların başında başlatılan ve iki yıldan fazla süren Ulusal
Kurtuluş Mücadelesi küçük burjuvazi ve yarı feodal ağalar öncülüğünde
yürütülmüştür.6 1922 yılının ikinci yarısında Mücadele askeri bakımdan
zaferle sonuçlandırılmış, Saltanat kaldırılmış ve Kasım ayında başlayan
Lozan Barış Konferansı’nın kesintiye uğradığı bir sırada (Şubat 1923)
gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi de, “... emperyalistlere
görüşümüzü ve barış şartlarımızı belirtmek için...” bir vesile olmuştur.7
Barış Anlaşmasının Temmuz 1923’te imzalanmasıyla Ulusal Kurtuluş
5 a.g.e., s. 14-5. Devrim yaklaşımının seçeneği, Osmanlı Devleti ve Türkiye
Cumhuriyeti tarihini bir süreklilik biçiminde ele alan ve tarihimizde evrimsel bir
değişim/ dönüşüm gören modernleşme yaklaşımıdır. 6 Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, (3. B.), Ankara, İmge, 1994, s. 18-24. 7 a.g.e., s. 39.
4
Mücadelesi siyasal bakımdan da sona ermiş, 29 Ekim’de Cumhuriyet
ilan edilmiş,8 Mart 1924’te ise Hilafet kaldırılmıştır. Aynı yıl içinde yeni
Anayasa (1924 Anayasası) kabul edilerek yürürlüğe konulmuş, yıl
sonuna doğru girişilen ilk çok partili yaşam denemesi başarısızlıkla
sonuçlanmış ve Şeyh Sait Ayaklanması dolayısıyla çıkarılan Takrir-i
Sükun Yasası çerçevesinde 3 Haziran 1925’te Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası (TpCF) kapatılmıştır. İzmir Suikasti davası sonrasında ülkede
açık bir muhalefet kalmamış ve “Tek Partili Cumhuriyet” kurulmuştur.9
İzleyen yıllarda, Cumhuriyet, birer birer devrimleri gerçekleştirecektir.
Büyük Bunalım, 1930 yılından itibaren Türkiye’yi de etkilemeye
başlamış, Bunalımın etkisiyle devletin iktisadi yaşama müdahalesi
artmış, 1923-1930 dönemindeki sanayileşme çabalarının yarattığı hayal
kırıklığının da etkisiyle, devlet kapitalizmi daha geniş bir uygulama alanı
bulmuştur. Devletçilik siyasetinin doruğa ulaştığı 1932’de devlet
işletmeciliği de adeta tekelci bir kimliğe bürünmüştür.10
8 İktisadi bakımdan geri, dinsel ideolojinin egemen ve halkın büyük çoğunluğunun
geleneksel hilafet ve saltanat düzenine bağlı olduğu bir toplumda hangi koşullar
altında yeni bir devlet biçiminin (cumhuriyetin) kurulabilmesinin olanaklı olduğu
sorusuna yanıt arayan Sezgin, Kurtuluş Savaşı’nı, hem yabancı işgaline karşı silahlı
bir direniş hareketi hem de aynı zamanda rejim sorununun da her an gündemde
olduğu bir siyasal süreç olarak nitelemektedir. Ömür Sezgin, Türk Kurtuluş Savaşı
ve Siyasal Rejim Sorunu, Ankara, Birey ve Toplum, 1984, s. 1-2. 9 Cemil Koçak, “Siyasal Tarih 1923-1950”, içinde, Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Türkiye
1908-1980, (Yayın Yönetmeni: Sina Akşin), İstanbul, Cem, 1990, s. 104. 10 1930 yılından itibaren Türkiye iktisadi ve siyasal yaşamındaki sorunlar ve gelişmeler
bu bunalım dikkate alınmadan açıklanamaz. Timur, a.g.e., s. 123.
5
1930’lu yılların başında Türkiye’yi de etkisi altına alan iktisadi
bunalım ve toplumda gitgide artan hoşnutsuzluklar karşısında siyasal
iktidarın önünde iki seçenek vardı. Takrir-i Sükun Yasası ile birkaç
yıldan beri kısıtlanmış olan demokratik hak ve özgürlükler iade edilerek
rejim yumuşatılacak ya da daha otoriter bir yapıya kavuşturulacaktı.
SCF’nın kurdurulması yoluyla önce birinci yol denenmiş, bunda başarılı
olunamayınca, rejim ve ideoloji sertleştirilmiştir.11 1931 yılında çıkarılan
Matbuat Yasası, ülkenin genel siyasetine dokunacak biçimde yayın
yapan basın organlarını kapatma yetkisini Bakanlar Kuruluna
vermekteydi. Bunalımın etkilerinin ülkede en güçlü biçimde hissedildiği
1932 yılında devletçi politikanın hukuki çerçevesini oluşturacak olan,
ileri derecede müdahaleciliği ve devlet işletmeciliğini getiren sekiz yasa
kabul edilmiştir. Bazı demokratik hak ve özgürlükler yasal
düzenlemelerle ortadan kaldırılmış, 1933 yılında üniversite özerkliğine
son verilmiştir. Bu onyılın ikinci yarısında ise, parti-devlet bütünleşmesi
sağlanacaktır.12
11 Akşin’e göre, Atatürk Türkiye’sinin basın ve yayın yaşamı sicili pek de olumlu
değildir. SCF denemesinin ardından muhalif basın baskı ve kısıtlamalara maruz
kalmıştır. Tek parti yönetimi genel olarak otoriter ise de, otoriterliğin göründüğü
kadar koyu olmadığına işaret eden bazı olaylar da vardı. 1932 yılında Cumhuriyet
Halk Fırkası (CHF) Genel Sekreteri Recep (Peker) Bey’in İtalyan faşizminden
esinlenerek partisi için hazırladığı program ve tüzük taslağını Gazi Mustafa Kemal’in
“saçma” bularak bir yana atması otoriterliğin göründüğü kadar koyu olmadığına kanıt
olarak gösterilebilir. Sina Akşin, “Atatürk Döneminde Demokrasi”, AÜSBF Dergisi,
Cilt 47, Sayı 1-2, (Ocak-Haziran 1992), s. 246-247. 12 Timur, a.g.e., 151-153. Koçak’a göre, 1930’lu yıllarda CHP’nin dışında hiçbir özerk/
bağımsız siyasal varlık bırakmama sürecinin son halkası, 1936 yılı kararıdır. Önce
devlet dışında bulunan her türlü özerk siyasal varlığa son verilerek onlar CHP içinde
eritildi, en sonunda da CHP devlet içinde eritildi. Böylelikle devletin/ hükümetin
6
SCF denemesi sonrasındaki bir yurt gezisi sırasında (29 Kasım
1930) yaptığı konuşmada, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal,
CHF’nin, sanki karşısında birçok parti varmış gibi çalışması gerektiğini,
bu suretle muhalefetsiz olmanın sakıncalarının giderilebileceğini
belirtmekteydi. Bundan böyle tek partili yaşamın egemen olacağının
açık habercisi olan bu konuşmayı, Cumhurbaşkanının Mart 1931’deki
demeci izleyecekti.
“Milletin tarihinde bazı devirler vardır ki; muayyen maksatlara erebilmek için
maddi ve manevi ne kadar kuvvet varsa hepsini biraraya toplamak ve aynı
istikamete sevketmek lazım gelir. (...) Memleketin ve inkılabın içerden ve
dışardan gelebilecek tehlikelere karşı masuniyeti için bütün milliyetçi ve
cumhuriyetçi kuvvetlerin bir yerde toplanması lazımdır. (...) Aynı cinsten olan
kuvvetler müşterek gaye yolunda birleşmelidir.”13
Tüm toplumsal güçlerin tek elde toplanması zorunluluğu
yalnızca Cumhurbaşkanınca dile getirilmemekteydi. Bazı gazeteci
mebuslar da aynı görüşte ve hatta o dönemin bazı otoriter ve totaliter
rejimlerinden esinli yeni bir siyasal düzen arayışı içindeydiler. CHF’nin
de yayın organı olan Hakimiyet-i Milliye’de çıkan Zeki Mesut imzalı ve
dışında başkaca bir siyasal varlık bırakılmaması sağlandı. Cemil Koçak, “CHP-Devlet
Kaynaşması (1936)”, Toplumsal Tarih, Sayı 118, (Ekim 2003), s. 79.
13 Çetin Yetkin, Türkiye’de Tek Parti Yönetimi 1930-1945, İstanbul, Altın Kitaplar,
1983, s. 29-30.
7
4 Kanunuevvel 1930 tarihli yazıda, devlet yönetiminde eleştiri ve
denetimin sağlanması için bir muhalefet partisinin varlığına gerek
olmadığı, devrim ilkelerini savunan partilerin dışında başka bir partinin
zaten düşünülemeyeceği ileri sürülmekteydi. Yazar, başka bir partinin
varlığına izin vermeyen faşist rejimin eleştiri ve denetimi kendi içinde
sağladığını, hiçbir faşistin faşizm ilkelerini eleştirmeyi aklına bile
getirmeyeceğini belirtmekteydi. Bireylerin, particilik adı altında olmasa
bile, uzmanlık biçiminde düşüncelerini açıklamalarının önünde hiçbir
engel yoktu. Türkiye’de particilik her zaman karşılıklı çekişmelere ve
suçlamalara dönüşmekteydi. Oysa, uluslar güçlerini yapılarındaki
türdeşlikten, bireyleri arasındaki dayanışmadan ve ülkülerindeki
birlikten almaktaydı. Birbirleriyle didişen ve birbirini düşman gören
yurttaşlar, bilerek ya da bilmeyerek, ulus düşmanlarının emellerine
hizmet etmiş olurlardı.14
Değişik kesimlere mensup başka yazarlardan da benzer görüşler
duyulmaktaydı. Örneğin, İş Bankası çevresinden Mahmut (Soydan) Bey,
Yugoslavya’daki diktatörlüğün kendi devrimini halka sevdirmek için her
olanağı kullanmaktan geri kalmadığını belirtmekte, diktatörlüğü bu
bakımdan övmekteydi. Falih Rıfkı (Atay) komünist ve faşist partilerin
“yönetim biçimleri”nden esinlenilmesini salık vermekeydi. Ona göre,
Türkiye’nin iktisat ve inşa planı yapılmalı, CHF tıpkı komünist ve faşist
fırkalardan, yani “eski nizamdan yeni nizama geçen” ülkelerin
14 a.g.e., s. 31-33.
8
fırkalarından esinlenilerek yeniden yapılandırılmalıydı. Roma’nın yeni
mahallelerinde belki liberalizm ve demokrasiye aykırı çok şey vardı
ama, faşizmin bu merkezinde 1921 yılının anarşisinden, fakirliğinden ve
başıboşluğundan eser kalmamıştı. Demokrasi ve liberalizmin arkada
bırakıldığı bu yeni dönemde İtalyan ulusçularının başı dikti. 1931
Haziran’ında Falih Rıfkı CHF’yi eleştiren tüm basını alçaklıkla
suçlamaktaydı. Yakup Kadri’ye (Karaosmanoğlu) göre SCF’nın tek
yararı, CHF’nin eksik ve güçsüz yanlarını ortaya çıkarmasıydı. CHF,
bazı parlamenter Avrupa ülkelerinde örneği görülen fırkalara
dönüşmemeli, devrim devresi örgütü olarak gelişmesini sürdürmeliydi.
1930 yılı sonuna doğru kaleme aldığı makalelerinde de, Yakup Kadri,
emperyalist aleme karşı Sovyetler Birliğini övmekteydi. Yunus Nadi
(Abalıoğlu), Cumhuriyet’te, ülkemizde disiplinli bir ortama gereksinim
duyulduğunu, bunu CHF’nin sağlayabileceğini, İtalyanları yüzyılın en
ileri toplumu durumuna yükselten faşizmin kurmaylarının Türk
Devrimi’nden övgüyle söz etmelerinin Türkiye’ye güç verdiğini
belirtmekteydi. 1932 ve 1933 yılında aynı gazetede ve Ülkü’de
Mussolini ve Hitler övgüsüne raslanmaktaydı.15
1930’lu yıllarda gerek parti yöneticileri gerekse partiye yakın
yazarlar, ülkede disiplin sağlayacak, devrim ilkelerinden sapmayacak ve
bunları topluma aşılayabilecek sağlam bir siyasal örgütleniş biçimine,
15 a.g.e., s. 31-40
9
güçlü bir siyasal partiye gereksinim duymuşlardır. Gözler güçlü siyasal
iktidarların bulunduğu otoriter rejimlere çevrilmiştir.
“Bu aşamada kesin olarak ortaya çıkan ve bundan sonraki gelişmeleri
etkileyecek olan sonuç, C.H.F.’nın artık başkaca bir siyasal partinin
kurulmasına olanak tanımayacak olması ve kendisi dışındaki öteki kuruluş ve
örgütlerin varlığına teker teker son verecek bulunmasıdır.”16
Yukarıda belirtilen arayışlara sahne olan 1930’lu yıllların
Türkiye’sinde basın özgürlüğü de çok sınırlıydı. Zaman zaman bazı
gazetelerde bir takım eleştirilere yer verilmekte ise de, bu özgürlüğün
hiçbir garantisi yoktu. İçişleri Bakanlığınca sınırın aşıldığına karar
verilmesi halinde, ilgili basın organı kapatılmaktaydı.17
“1930’lu yıllarda bu koşullar altında oldukça güdümlü bir basın anlayışının
uygulanmasına geçilecektir. Gazeteler ve yazarlar, İçişleri Bakanlığı’nın
Matbuat Umum Müdürlüğünden gelen bir telefon emriyle ‘kapatılmış’
olduklarını görecek ve bazen nedenini bile anlayamadıkları kapatma
16 a.g.e., s. 41-42. 1930’lu yılların başlangıç yıllarının Türk siyasal ve iktisadi
yaşamının (SCF denemesi, 1931 seçimleri, yeni Matbuat Yasası, Türk Ocakları’nın
kapatılması, Büyük Bunalım ve Türkiye’ye etkileri, işsizlik sorunu ve Kadro)
“sol”dan bir çözümlemesi ve eleştirisi için bkz. B. Ferdi [Şefik Hüsnü], “Kemalist
Türkiye Nereye Gidiyor?”, Toplumsal Tarih, Sayı 41 (Mayıs 1997), s. 17-23. Bu
makale İnkılap Yolu’nun İkincikanun-Şubat 1932 tarihli 7-8 çiftsayısında da
yayımlanmıştır. 17 Hıfzı Topuz, 100 Soruda Başlangıçtan Bugüne Türk Basın Tarihi, (2. B.)
İstanbul, Gerçek, 1996, s. 85-95.
10
kararlarını kaldırabilmek amacıyla günlerce Ankara’da özel görüşmeler
yapmak zorunda kalacaklardı...”18
1930’lu yıllar Türkiye’sinde basının ne ölçüde özgür olduğunu
değerlendirirken, o yıllardaki ulusal ve uluslararası koşullar gözden ırak
tutulmamalı ve hakkaniyetten uzaklaşılmamalıdır. İki Savaş arası
dönemde, çok sayıda ülkede diktatörlük rejimleri kurulmaktadır. 1930’lu
yılların Türkiye’sinde Cumhuriyet ilan edileli henüz birkaç yıl olmuştur
ve ulus-devlet kurma seferberliği19 yaşanmaktadır. Devrimi kalıcı
kılmada, onu yerleştirmede etkili biçimde kullanılabilecek yalnızca iki
araç vardı: eğitim ve basın.20 Siyasal iktidar, 1931 yılında Matbuat
Yasası ile oldukça sınırlı (güdümlü) bir basın özgürlüğü anlayışına
yönelinmesini, bizzat Başvekil İsmet Paşa’nın ağzından, basın
özgürlüğünün ülkeye zarar vermesi olasılığı ile açıklamaktaydı.21
18 Ali Gevgilili, “Türkiye Basını”, CDTA, Cilt I, s. 215. 19 Bilsay Kuruç, “Kemalist Ekonomiden Kesitler”, içinde, Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce Cilt 2 Kemalizm, İstanbul, İletişim, 2001, s. 298. 20 21. yüzyıl başı Türkiye’sinde köşe yazarlığı (gazetecilik) olgusunu ele aldığı
makalesinde, Alemdar, XXI. yüzyıl başı Türkiye’sinin, gazetecilik için bir kural
konulmaması yüzünden, “herkesin” gazetecilik yapabildiği bir ülke durumuna
gelmesinden yakınmakta, 1930’lu yıllardaki bir arayıştan bu bağlamda övgü ile söz
etmektedir. 1931 yılında basın yasası çıkarılırken, Başvekil İsmet Paşa, her gün her
konuda herkese akıl öğreten gazetecilerin eğitimli olmaları gerektiğini savunmuş ve
yasaya, gazeteciler için diploma koşulu konulmuştu. Korkmaz Alemdar, “Köşe
Yazarlığı (ya da Gazetecilik) Üzerine”, Panorama, Sayı 3, (Nisan 2004). 21 Topuz, a.g.e., s. 89-90. Dönemin önde gelen Başyazarlarından Falih Rıfkı Atay,
1938 yılında, “Gazetecilerin iyileri sırf aşk yüzünden (meslek aşkı yüzünden) bu
meslektedirler. Ancak pekiyi bilirler ki talihleri bir telefon darbesine bağlıdır.”
biçiminde yazmaktaydı.
11
Basının güdümlü olmasına karşın, Fikir Hareketleri’nin
yayınlanmaya başladığı sırada, dönemin etkili dergilerinden Kadro
birbuçuk, Kooperatif ise bir yıldan beri yayın yaşamındaydı. Kadro,
Kemalizme özgü bir ideoloji geliştirmenin arayışı içindeydi. Dünyadaki
temel çelişkiyi Marxizmden farklı bir biçimde açıklamakta, çelişkinin
çözülmesinde ulusal kurtuluş hareketlerine rol biçmekte, Türk Ulusal
Kurtuluş Savaşını ve Kemalizmi diğer uluslara model olarak
göstermekteydi. Kapitalist sınıfların henüz ortaya çıkmadığı bizim gibi
ülkelerde bu sınıfların ortaya çıkmasını ve sınıf çelişkilerinin belirmesini
önleyecek bir araç olarak da devletçiliği savunmaktaydılar.22
Kooperatifçiliği ve köylü çıkarlarını savunan Kooperatif’e göre, yerli
sanayii yüksek gümrüklerle dış rekabete karşı koruyalım derken, başka
bir anlatımla, sanayileşme uğruna köylüler sömürülmemeliydi.23 Liberal
aydın Ağaoğlu Ahmet de tartışmanın önemli taraflarından biriydi. Bu
örneklerden de anlaşıldığı gibi, 1932 ve 1933 yılları Türkiye’sinin
düşünsel atmosferinde aralarında devrim, Türk Devrimi, demokrasi,
diktatörlük, devletçilik, dünya iktisadi bunalımı, kapitalizmin geleceği,
22 Kadro konusunda çok sayıda araştırma yapılmıştır. Bunlardan önemli ikisi için bkz.
Ömür Sezgin, “Kadro Hareketi”, içinde, Kadro, (Ed. Cem Alpar), Ankara, Gazi
Üniversitesi, 1982, s. 11-20 ve Mustafa Türkeş, Ulusçu Sol Bir Akım: Kadro
Hareketi, Ankara, İmge, 1999. Ayrıca, 1930’lu yılların başındaki düşünsel atmosfer
içinde Kadrocuların ortaya çıkışları, yazıları ve tartışmaları ve Kadro’nun
yayımlanması esnasında başka kişi (özellikle Ağaoğlu Ahmet), gazete veya dergilerle
yapılan tartışmalar için bkz. İlhan Tekeli-Selim İlkin, Bir Cumhuriyet Öyküsü
Kadrocuları ve Kadro’yu Anlamak, İstanbul, Tarih Vakfı, 2003. 23 Kooperatif konusunda da geniş bir yazın vardır. Derginin önemli makalelerinin bir
arada yer aldığı bir çalışma için bkz. Bülent Varlık (Derl.), Kooperatif Seçme
Yazılar (1932-1934), Ankara, Gazi Üniversitesi, 1982.
12
ulusçuluk ve ırkçılık konularının da yer aldığı çok sayıda konu
tartışılmaktaydı.
Böyle bir ortamda ve Cumhuriyet’in ilanının onuncu
yıldönümünde (29.10.1933), Hüseyin Cahit’in sahibi ve başyazarı
olduğu haftalık dergi Fikir Hareketleri yayımlanmaya başlandı.
Başyazar eski İttihatçı ve II. Meşrutiyet döneminin ünlü gazetecisi,
Cumhuriyet’in ilanını izleyen birkaç yıl içinde toplam üç kez İstiklal
Mahkemesinde yargılanan ve ömür boyu sürgün cezasına mahkum
edilen, Nutuk’ta kendisine ve gazetesine ağır eleştiriler yöneltilen eski
Tanin Başyazarıydı. Hüseyin Cahit, 1925 yılından beri gazetecilik
yapamamaktaydı. Bunun nedeni, rejimle barışık olmaması, gazetecilik
yapmasına izin verilmemesiydi. Gerek 1930’lu yılların Türkiye’sinde
basının durumu gerekse Fikir Hareketleri başyazarının yukarıda
değinilen siyasetçi ve gazeteci geçmişi dikkate alındığında, Puşkin’in
sözünü ettiği “dergiyi yaşatma sorunu”nda,24 Fikir Hareketleri için,
abone ve ilan işleri dışındaki konuların daha da öne çıktığı
anlaşılmaktadır.
Çalışmada, Fikir Hareketleri’nin liberal demokrasiyi algılayış
biçiminin, sosyalist, faşist ve ırkçı düşüncelere karşı takındığı tutumun
ortaya konulması, iktisadi devletçilik tartışmalarına ilişkin görüşlerinin
24 Uygur Kocabaşoğlu, “Cumhuriyet Dergiciliğine Genel Bir Bakış”, içinde,
Türkiye’de Dergiler ve Ansiklopediler (1849-1984), İstanbul, Gelişim, 1984, s. 3.
13
saptanması ve derginin ideolojisinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Bu
arada, derginin dönemin totaliter ideolojilerinden ne ölçüde etkilendiği,
Kemalizmin ideolojik çerçevesini temellendirmeye çalışan Kadro
çevresine ne tür eleştiriler yönelttiği ve siyasal rejim konusunda nasıl bir
tercihte bulunduğu da araştırılacak, derginin içerdiği edebi, kültürel,
dinsel, sanatsal vs. düşünceler ise çalışma kapsamı dışında bırakılacaktır.
Fikir Hareketleri’nde liberal demokrasi savunusu yapılmaktadır.
Bu, dergiye ilk bakışta ve kolaylıkla varılabilecek bir yargıdır. Bu kadarı
ile yetinmek yanıltıcı olabilecektir. Hem 1930’lu yıllar Türkiye’sinde
otoriter tek parti yönetiminin varlığından, basın özgürlüğünün çok
sınırlandırıldığından söz etmek hem de bu tür yönetime ve basın
rejimine karşın Fikir Hareketleri’nde liberal demokrasinin güçlü bir
savunusunun yapıldığını belirtmek, çelişkiyi içinde barındırmaktadır. Bu
çerçevede, 1930’lu yıllar Türkiye’sinde Fikir Hareketleri’nin liberalizmi
nasıl savunabildiği ve niçin kapatılmadığı, derginin nasıl bir demokrasi
söylemi geliştirdiği, bu söylemin tek parti otoriter yönetimine meşruiyet
kazandırıp kazandırmadığı sorularına yanıt aranacaktır. Kadro ile
yapılan polemiklerde sık sık CHF’nin altı esasına (ok’una) atıfta
bulunulması ve derginin bu ilkelere bağlı olduğunun açıklanması Fikir
Hareketleri ile CHF arasında söylem birliği olup olmadığının
araştırılmasını da gerekli kılmaktadır. Bu çalışma, dergi ve Fırka’nın
söylemlerinde bir örtüşme olduğu, derginin otoriter bir siyasal rejimi
meşrulaştıracak söylem içerdiği tezini savunmaktadır. Bu
14
meşrulaştırmada en önemli düşünsel öge ise, derginin halkçılık ideolojisi
ve bu ideolojiye içkin olan “orta sınıf” söylemidir. Çalışmada, Fikir
Hareketleri konusunda yapılan başka bazı saptamalar25 sınanacaktır.
Derginin bütün sayıları26 incelenmiş, makaleler27 yazarları ve
konuları bakımından sınıflandırılmış ve çözümlemelere ilişkin bölümde
saptanan başlıklar çerçevesinde çalışma konusu ile ilişkili makaleler
değerlendirilmiştir.
Bugüne kadar, saptayabildiğim kadarıyla, doğrudan Fikir
Hareketleri’ni konu edinen her hangi bir çalışma yapılmamıştır. Bir
doktora tezinde, Fikir Hareketleri, 1930’lu yılların diğer birkaç dergisi
ile birlikte yazınsal (edebi) içeriği yönünden inceleme konusu
yapılmıştır.28 Bir başka çalışma da, Cemil Koçak’ın Hüseyin Cahid
25 Fikir Hareketleri’nin yayınlanmaya başlamasının nedenlerinin başında, Kemalizmin
ideolojik çerçevesini temellendirmeye çalışan Kadro ile mücadelenin geldiği; Fikir
Hareketleri’nin, başyazarınca, “yaşayabilmek” amacıyla çıkarıldığı; Hüseyin
Cahit’in, daha önce 1923-1925 devresinde siyasal iktidara karşı Tanin’de yürüttüğü
muhalefeti, Fikir Hareketleri’nde de sürdürdüğü; Fikir Hareketleri’nde güncel iç
siyasal konulara değinilmediği ve 1930’lu yılların siyasal yaşamını araştırmak
isteyenlerin Fikir Hareketleri’nde pek az şey bulacakları, hatta hiçbir şey
bulamayacakları. 26 Toplam 364 sayıdan oluşan Dergi 26’şar sayılık 14 cilt halindedir. Fikir
Hareketleri’nin 14 ciltlik koleksiyonları Ankara’daki Milli Kütüphane’de ve A.Ü.
Siyasal Bilgiler Fakültesi Kütüphanesi’nde vardır. 27 Dergi 3245 makale içermektedir. 28 Abide Doğan, 1923-1938 Arasında Yayınlanan Dergiler – Anadolu, Kadro, Ülkü,
Fikir Hareketleri, Ayda Bir – Üzerinde Bir Çalışma, (Yayımlanmamış Doktora
Tezi), Gazi Üniversitesi, Ankara, 1991, s. 574.
15
Yalçın’ı ve Fikir Hareketleri’ni ele aldığı “makale”sidir. Bu makalede,
bir makale ölçüleri çerçevesinde, derginin temel tezleri ve başyazar
tanıtılmaktadır.29 Bu iki çalışma dışında Fikir Hareketleri’ne dair
birşeyler bulmak için ya başyazar üzerine yapılan çalışmalara ya da
ansiklopedilerin Fikir Hareketleri ve Hüseyin Cahid Yalçın maddelerine
bakmak gerekmektedir.
Çalışma, Giriş ve Sonuç bölümleri dışında üç bölümden
oluşmaktadır. Fikir Hareketleri’nin nasıl bir ulusal ve uluslararası
ortamda yayımlandığının anlaşılması için Birinci Bölüm’de iki Savaş
arası dönem (1918-1939), dönemle ve konumuzla sınırlı kalmak üzere,
değişik açılardan (siyasal gelişmeler, uluslararası ilişkiler, liberalizm,
Türkiye’de liberalizm, iktisat politikaları, Türk basını) incelenmektedir.
İkinci Bölüm’de derginin başyazarı tanıtılmakta,30 Fikir Hareketleri’nin
29 Cemil Koçak’a göre, Fikir Hareketleri 1930’lu yıllarda, “siyasi liberalizmi savunan
tek yayın organıdır.” 1930’lu yıllarda ortaya çıkan demokratik sisteme düşman
akımların Türkiye’yi de etkilediği kanısında olan Yalçın’ın amacı, bolşevizmin ve
diğer diktatörlüklerin zayıflıklarını ortaya koymak ve liberal demokratik sistemin,
tüm zayıflık ve eksikliklerine karşın, herhangi bir diktatörlükten üstün olduğunu
kanıtlamaktı. Cemil Koçak, “Hüseyin Cahit ve Fikir Hareketleri”, Tarih ve Toplum,
C. VII, Sayı 68, (Ağustos 1989), s. 22. Fikir Hareketleri, Akşin’in belirttiğine göre, o
yıllarda bütün dünyada ve özellikle Avrupa’da liberal demokrasi, sosyalizm,
komünizm ve faşizm arasında cereyan etmekte olan kıran kırana ideolojik mücadeleyi
yansıtmaya çalışıyor ve liberal demokrasinin yandaşlığını yapıyordu. Sina Akşin,
Ana Çizgileriyle…, s. 199. 30 Her dergi, kuşkusuz, başyazarının izlerini az ya da çok taşır. Fikir Hareketleri bu
bakımdan bir aşırı ucu temsil etmektedir. Hüseyin Cahid Yalçın, derginin yalnızca
başyazarı değil, herşeyidir. Bu nedenle, çalışma dergiye ilişkin olmakla birlikte,
Yalçın’ın yaşamından ve düşünce yapısından söz edilmesi gereklidir. Yalçın’ın,
birkaç yıllığına kesintiye uğramakla birlikte, yine de çok uzun (1908-1957) bir
16
biçimsel özellikleri belirtilmekte ve içeriği (makaleler, yazarlar)
konusunda ayrıntılı sayısal bilgilere yer verilmektedir. Fikir
Hareketleri’nin yaptığı çözümlemelerin bazılarının (XIX. yüzyıl,
devrim, demokrasi, diktatörlük, devletçilik, ulusçuluk/ırkçılık,
kapitalizm/emperyalizm) ele alındığı Üçüncü Bölüm’de, başka kişi,
gazete veya dergilerle yapılan polemiklere de değinilecektir. Fikir
Hareketleri’nin siyasal ve iktisadi düşüncelerini anlayabilmek
bakımından, çalışmanın en önemli bölümü bu bölümdür.
“siyasal” gazetecilik yaşamı vardır. Bu yüzden, Yalçın’ın gazeteci, siyasetçi ve
edebiyatçı kişiliğinin ayrı çalışmalara konu edildiği ve hatta belirli dönemler itibariyle
(1908-1913) incelendiği de görülmektedir. Bu çalışma ise, 1933-1940 yılları arasında
yayımlanan Fikir Hareketleri’ni ele almaktadır. 1922-1925 dönemi yazıları
dolayısıyla Hüseyin Cahit’in adı muhalif gazeteciler listesine girmiş, İstiklal
Mahkemelerinde üç kez yargılanmış, Nutuk’ta cumhuriyet karşıtı ve hilafet yanlısı
olmakla suçlanmıştır. Bu dönem yazıları nedeniyle 1939 yılına kadar siyasal yaşamın
dışında bırakılmış, 1925-1933 devresinde de gazetecilik yapması engellenmiştir.
Siyasal iktidarın içinde yer aldığı İkinci Dünya Savaşı (İDS) yılları ile Savaş sonrası
dönem yazıları da, yazarın düşünce çizgisini izlemek bakımından ve çalışma için
gerektiği ölçüde incelenmiştir.
BÖLÜM I: İKİ SAVAŞ ARASI DÖNEM (1918-1939)
Evrensel etkileri bakımından Fransız Devrimi XIX. yüzyıl
tarihinin, Sovyet (Ekim) Devrimi de XX. yüzyıl tarihinin en önemli
olaylarıydı.1 Sovyet Devrimi diğerinden çok daha derin ve küresel
yankılar uyandırmıştır.2 1914 yılının yüzyıl sona erdiren önemde bir yıl
sayılması boşuna değildir. BDS ve sonrasında ortaya çıkan felaketler,
bunlara alışkın olmayan Avrupa insanında, zamanın çarpıcı biçimde
1 Devrimleri üç aşamalı bir süreç (düşünsel hazırlık, eylem ve yeni düzenin kurulması
aşamaları) olarak niteleyen ve “ihtilal” sözcüğünü “devrim”in (inkılabın) eylem
aşaması olarak tanımlayan Sarıca, kitabında, Fransız Devrimi’nin yalnızca ikinci
aşamasını (ihtilali) ele almaktadır. Murat Sarıca, 100 Soruda Fransız İhtilali, (3.
B.), İstanbul, Gerçek, 2000, s. 5-6. 2 Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, İstanbul, Sarmal,
1996, s. 72. Hobsbawm, XIX. yüzyılı 1789 ile başlatmakta ve 1914’te sona
erdirmektedir. Fransız Devrimi’nin II. Meşrutiyet öncesinde Osmanlı Devleti ve ilk
yıl TBMM’si üzerindeki etkileri için Sina Akşin’in şu iki makalesine bakınız.
“Fransız İhtilalinin II. Meşrutiyet Öncesi Osmanlı Devleti Üzerindeki Etkileri Üzerine
Bazı Görüşler,” AÜSBF Dergisi, Cilt 49, Sayı 3-4, (Haziran-Aralık 1994) ve
“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin İlk Yılında Fransız İhtilali’nin Etkileri”, Birinci
Meclis, (Ed. Cemil Koçak), İstanbul, Sabancı Ü., 1998. Sovyet Devrimi için, Edward
Hallett Carr, Bolşevik Devrimi I-II, (Çev. Orhan Suda), İstanbul, Metis, 1998.
18
değiştiği, dünya tarihinin ilerleyişinin iniş ve çıkışlarla sürdüğü kanısını
uyandırdı.3
Felaket Çağı’nda (1914-1945) kitlesel felaket ve giderek artan
barbarca yöntemler, teknolojideki sürekli ve göz alıcı ilerlemeleri, hatta
dünyanın birçok yerinde insanın toplumsal örgütlenmesindeki inkar
edilemez gelişmeleri gölgelemekteydi. Sanayileşmiş ülkelerin bu
devrede toplumsal devrime yakalanmadan çıkabilmeleri, Hobsbawm’a
göre, onların iktisadi ve toplumsal yapılarının hayli sağlam olduğunun
kanıtıydı. Bu başarıyı göstermekle birlikte, kapitalizm, Bolşevizmin
meydan okumasını, kendisini 1914’te olduğundan bambaşka bir şeye
dönüştürerek savuşturabildi. 1920-1939 devresinde Avrupa devletlerinin
çoğunda parlamenter demokratik sistemler hemen hemen tamamen
ortadan kalktı, bunlardan bir kısmı sosyalizme yöneldi. Liberalizm için,
bütünüyle yok olmanın tek seçeneği değişim idi. Bu seçenek, Keynes
sayesinde yaşama geçirildi. Keynes, devletin yönettiği ve kontrol ettiği
bir ekonominin savunuculuğunu yapmaktaydı. Kapitalist toplumun
ancak devlet yönetim ve kontrolünde (planlamacılığında) varlığını
3 Savaş öncesinde milyonlarla ölçülen büyüklükler yalnızca astronomi, ülke nüfusları
ile üretim, ticaret ve finans verileri iken, 1914 sonrasında kurbanların (savaşta
öldürülen, göçe zorlanan insan) sayısının milyonlarla ölçülmesine tanık olunmuştu.
Bu boyutta kıyımlar, XIX. yüzyılın hafsalasına sığmazdı. BDS (1914-1918), insanlık
tarihinde o güne kadar gerçekleşen savaşlar içinde hem en geniş alana yayılanıydı
hem de öncekilerle kıyaslanamayacak boyutlarda bir yıkıma ve acılara neden
olmuştu. Bu Savaşı, yirmi yıl sonra patlak veren ve her bakımdan ilkini geride
bırakan bir savaş, İkinci Dünya Savaşı (İDS) (1939-1945) izleyecekti.
19
koruyabileceğini düşünmekteydi. 1939 yılında yaşlı kıtadaki 27
devletten yönetimleri demokratik olanların sayısı 10’u geçmemekteydi.4
1914 öncesindeki liberal anlamıyla kapitalizmin ölmüş olduğu, iki savaş
arası dönemde5 hemen hemen evrensel bir biçimde kabul edilmişti.
“... 1914-1945, ideolojilerin en yoğun olduğu bir evreydi. Demokrasilerin
çöktüğü, liberalizmin terk edildiği, güdümlü ekonomilerin giderek
neomerkantilist çizgiye girdiği; iki dünya savaşı, bir dünya buhranı,
milliyetçilik ve militarizm; faşizm, nasyonal sosyalizm, bolşevizm ve benzeri
otoriter ve totaliter rejimlerin at oynattıkları bir dönem geride kaldı. 20
yüzyılın tüm çözümsüzlük örnekleri bu otuz yıla sığdı...”6
4 Lipson da benzeri gözlemlerde bulunmakta, 1939 yılında demokratik yönetime sahip
Avrupa ülkeleri olarak Belçika, Danimarka, Fransa, Hollanda, İngiltere, İrlanda,
İsveç, İsviçre ve Norveç’i saymaktadır. Ona göre, 1920’lerin başlarında
demokratikleşme konusunda umutlar artsa da, bu onyılda ve 1930’lardaki olaylar
demokrasinin son bir yüzyıl boyunca başına gelenlerin en kötüsü idi. Leslie Lipson,
Demokratik Uygarlık, (Çev. Haldun Gülalp, Türker Alkan), Ankara, Türkiye İş
Bankası, 1984, s. 71-2. 5 Farklı tarihlendirmeler olsa da, iki Savaş arası dönem hep olumsuz nitelemelerle
anılmıştır. Hobsbawm “Felaket Çağı”, Carr “kriz yılları” nitelemesini kullanmaktadır.
Dönemi “Karanlık Çağ” ve “İdeolojiler Çağı” diye adlandıranlar da vardır. 6 Zafer Toprak, “Türkiye’de Muhalefetin Doğuşu: II. Dünya Savaşı ve Tek Partinin
Sonu”, Toplumsal Tarih, Sayı 121, (Ocak 2004), s. 70. Devlet-birey ilişkilerinin
tarihin hiçbir döneminde BDS sonrasında olduğu kadar kamuoyunu meşgul
etmediğini belirten ve bunu Savaşın ortaya çıkardığı genel karışıklıklar (ihtilaller,
isyanlar ve bunalımlar) ve bu karışıklıklar arasında yapılan emrivakiler (Sovyet
Devrimi) biçiminde iki nedene bağlayan Ağaoğlu Ahmet’e göre, Avrupa’da
diktatörlüklerin yaygınlaşması, tarihin gidişinin “medeni beşeriyet”e (iktisadiyat
alanında mesai serbestisi ve kapitalizm, siyaset alanında parlamentarizm ve bireysel
özgürlük olan kuruluş tarzı) doğru olmadığı yönünde öteden beri sosyalistlerce
savunulan tezleri güçlendirmektedir. Ağaoğlu Ahmet, Devlet ve Fert, İstanbul,
Sanayiinefise Matbaası, 1933, s. 3-6.
20
Ulusçuluk akımı BDS sonrası Avrupa’sında hem savaşı kazanan
hem de savaştan yenik ayrılan ülkelerde güçlenmiş7 ve Sovyet
Devrimi’nin de etkisiyle,8 toplumsal düzende değişiklik yapılması
yönünde istemler duyulmaya başlanmıştı. Bazı gelişmeler de (Savaş’tan
yenik çıkan ülkelerinde halk arasında öç duygularının uç vermeye
başlaması, revizyonist devletlerde parlamenter demokrasiyi küçümseyen
ulusçuluk akımlarının belirmesi ve savaşta demokrasilerin yanında yer
almalarına karşın Savaş sonunda umduklarını bulamayan devletlerin düş
kırıklığına uğramaları) Savaş sonrasının gözde rejimi olan çoğulcu
parlamenter demokrasinin saygınlığına gölge düşürmekteydi.9 Savaş
sonrası Avrupa’sında üç tür güç odağı belirmişti: parlamenter çoğulcu
demokrasiler, Marxist-Leninist rejimler ve faşist rejimler (Faşizm ve
Nasyonal Sosyalizm). Sarıca’ya göre, bu üç rejim arasındaki çelişkiler
7 Murat Sarıca, Birinci Dünya Savaşından Sonra Avrupa’da Barışı Kurma ve
Sürdürme Çabaları (1919-1929), İstanbul, İ.Ü. SBF, 1982, s. 16. Carr, modern
uluslararası ilişkiler tarihini, siyasal bir varlık olan “ulus”un gelişimine bakarak üç
döneme ayırmakta ve 1914-1939’u üçüncü dönem olarak adlandırmaktadır. E. H.
Carr, Milliyetçilik ve Sonrası, (Çev. Osman Akın), İstanbul, İletişim,1990, s. 7. 8 Savaş sonrasında parlamenter demokrasiye yönelik ilk tehdit sol’dan gelmiştir.
Rusya’da yeni kurulan rejim, parlamenter demokrasiyi biçimsel demokrasi olarak
nitelemekte, devletin üretim araçlarına sahip olan sınıfın (burjuvazinin) baskı aracı
olduğunu, bu sınıfın yönetim mekanizmasını, ordu ve polisi elinde tuttuğunu, gerçek
demokrasiye ise, ancak proleterya diktatörlüğünden geçilerek sınıfsız bir topluma
varıldığında ulaşılabileceğini ileri sürmekteydi. Savaş sonrası ortamında kurulan yeni
devletlerin yine de parlamenter demokrasiyi yeğlemede duraksamaya
düşmemelerinin nedeni, ulusal burjuvazilerinin ağır basması ve işçi sınıflarının
Sovyet modelini gerçekleştirecek denli güçlü olmamasıydı. Bununla birlikte, yeni
devletlerde anayasaların yürürlüğe girişi birçok güçlükle karşılaşmakta ve siyasal
istikrar sağlanamamaktaydı. 9 Sarıca, Birinci Dünya..., s. 19-20.
21
de zaten iki dünya savaşı arası dönemin özelliğini meydana getirecekti.
Demokrasilerle faşist rejimler arasındaki çelişki temel çelişkiyi
oluşturacak, Sovyetler Birliği’nin varlığı çözüm biçimini etkileyecekti.10
İki Savaş arası dönemin ilk yarısında Avrupa’da barışı kurma ve
sürdürme çabaları egemen olmuş,11 savaşların önlenmesi ve kalıcı
barışın kurulması konusunda arayışlara girilmiştir. Savaşların ortaya
çıkışında ülkelerin yetkeci ve baskıcı bir biçimde yönetilmelerinin,
liderlerin demokratik sorumluluklarının olmamasının ve
anlaşmazlıkların artmasını önleyecek uluslararası mekanizmaların
azlığının veya yetersizliğinin önemli rol oynadığı saptamasında
bulunulmuş, çözümün ulusal ve uluslararası düzeylerde reform
yapılmasından geçtiği belirtilmiştir. Somut öneriler arasında ise, yetkeci
ve mutlakiyetçi rejimler yerine demokrasilerin yerleştirilmesi,
uluslararası politikada ‘gizli diplomasi’nin yerini ‘açık diplomasi’nin
alması, uluslararası hukukun güçlendirilmesi ve uluslararası kurumlar
oluşturulması sayılmaktaydı.12
10 a.g.e., s. 21-25. 11 a.g.e., s. 1. Uluslararası ilişkilerin tarihsel gelişimi ve iki Savaş arası dönem için bkz.
A. Nuri Yurdusev, “‘Uluslararası İlişkiler’ Öncesi”, içinde, Devlet, Sistem ve
Kimlik: Uluslararası İlişkilerde Temel Yaklaşımlar, (Der. Atilla Eralp), (2. B.),
İstanbul, İletişim, 1997, s. 19. Mustafa Aydın, “Uluslararası İlişkilerde Yaklaşım,
Teori ve Analiz”, AÜSBF Dergisi, (Prof. Dr. Oral Sander’e Armağan), Cilt 51,
Sayı 1-4, (Ocak-Aralık 1996), s. 71-114. 12Atilla Eralp, “Uluslararası İlişkiler Disiplininin Oluşumu; İdealizm-Realizm
Tartışması”, içinde, Devlet, Sistem ve Kimlik Uluslararası İlişkilerde Temel
Yaklaşımlar (Der. Atilla Eralp), (2. B.), İstanbul, İletişim, 1997, s. 61-62. Ayrıca
bkz. Burak Ülman, “Uluslararası İlişkiler Kuramı ve Realizm”, içinde, Uluslararası
22
Uluslararası sistem 1930’lu yıllarda büyük sorunlarla (1929
iktisadi bunalımının uluslararası ekonomik sistemin çözülmesine neden
olması ve BDS’nı kaybeden bazı devletlerin statükoyu değiştirme
çabalarının gerilimi artırması) karşı karşıya gelmiştir. Bu ortamda,
BDS’nın ardından büyük umutlarla oluşturulmaya çalışılan düzen
konusunda kuşkular belirmiş, barış temasını temel alan ve barışçıl bir
dünya düzeninin oluşturulmasını hedefleyen ‘idealizm’, uluslararası
kurumsallaşmanın (Milletler Cemiyeti) da uluslararası sorunlara çözüm
getirememesi karşısında, sorgulanmaya başlamıştır.13
Carr’a göre, siyasal idealizmin temel kavramlarından birisi olan
“uluslararası çıkarların uyumu”, esas olarak, XIX. yüzyılın laissez-faire
anlayışının bir türevidir ve bu kavram statükodan memnun olanlar ile
olmayanlar ayrımının belirleyiciliğindeki iki savaş arası dönemin
uluslararası koşullarına ters düşmektedir. 1930’lu yıllarda güç, bağımsız
ve egemen devletlerin elindedir. Çatışmalar, yalnızca liderlerin sorunları
İlişkilerde Sınır Tanımayan Sorunlar, (Derl. Ayhan Kaya – Günay Göksu
Özdoğan), İstanbul, Bağlam, 2003., s. 31-46. Aydınlanmadan gelen ‘ilerleme’
anlayışı, BDS gibi bir felaketin ardından uluslararası alandaki sorunlara da ‘aklın’
çözüm getirmesi düşüncesini gündeme getiriyordu. Eralp, a.g.m. s. 62. 13a.g.m., s. 68-69. İdealizmin sorgulandığı ve realizmin ilk temellerinin atıldığı bu
dönemin en önemli düşünürlerinden biri Edward Hallett Carr’dır. Bu düşünürün iki
savaş arası dönemi krizini ele aldığı kitabı, yazarın “ütopyacılık” olarak nitelendirdiği
“idealizm”in en ciddi biçimde sorgulandığı ve bu tartışma içinde realizmin
oluşturulduğu bir eser olarak kabul edilmektedir. Edward Hallett Carr, The Twenty
Years’ Crisis 1919-1939; An İntruduction to the Study of International
Relations, Macmillan, London, 1949.
23
giderememelerinden değil, aynı zamanda bu liderlerin ülkelerince
izlenen ve birbirleriyle uzlaştırılması güç amaç ve siyasetlerden
kaynaklanmaktadır.14
İki savaş arası dönemin bir başka özelliği de, Hobsbawm’ın
değişiyle, “… liberal uygarlık değerlerinin ve kurumlarının çöküşü…”15
idi. Kısa bir süre öncesine kadar gelişeceğine sonsuz iman beslenen
liberal değerler şunlardı: diktatörlüğe ve mutlak yönetime güvensizlik,
hukuk düzeninin güvencesi altında özgürce seçilmiş yönetim, anayasal
hükümete bağlılık, konuşma, basın ve toplanma özgürlüğünü de içeren
bir yurttaş hak ve özgürlükleri seti.16
İki yüzyılı aşan bir geçmişi bulunan liberalizm, bu süreçte
önemli değişimlere uğramıştır. Siyasal bir doktrin olarak liberalizm,
iyasal özgürlüğe ve onun özünü oluşturan düşünce özgürlüğüne büyük
önem verir, din ve vicdan özgürlüğünü de güçlü bir biçimde savunur.
14 Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası Politika Ekolleri, İstanbul, Der, 1997, s. 145-146.
“Carr da uluslararası sistemde barışın sağlanması ile ilgilenmektedir. Fakat bunun, bir
dünya hükümeti ya da Milletler Cemiyeti tarafından uluslararası hukuk kurallarının
çatışan taraflara empoze edilmesi yolu ile değil, çıkarları çatışan tarafların kıyasıya
bir pazarlığa girişmeleri yolu ile gerçekleştirilebileceğini düşünmektedir…” a.g.e., s.
146. Carr’ın realizmi için bkz. Ülman, a.g.m. 15 Hobsbawm, a.g.e., s. 132. 16a.g.e, s. 132-133. Aslında BDS’nın hemen ertesinde liberal demokrasinin kurumları
konusundaki iyimserlik yine de korunmaktaydı. Savaştan çıkan eski ve yeni hemen
hemen bütün rejimler (Sovyetler Birliği hariç), temelde seçimle iş başına gelmiş
temsili parlamenter rejimlerle yönetiliyordu. Liberal anayasal hükümetin temel
kurumu olan seçimler bu sırada bağımsız devletler dünyasında neredeyse evrenseldi.
Oysa, bu iyimserlik kısa sürecekti.
24
İktisadi bir doktrin olarak liberalizm ise, devlete ekonomik alanda büyük
rol tanıyan merkeziyetçi, otoriter plancı sosyalist ve kolektivist
doktrinlerin karşısında yer almıştır. Özel mülkiyete, serbest girişime, kar
ve rekabet esasına dayanan liberal doktrin XVIII. yüzyıldaki ilkelerinden
birçoğunu bugün terketmek durumunda kalmıştır.17 Liberalizmi dar ve
geniş anlamlarıyla ele alan Şenel’e göre, dar anlamda liberalizm, kökleri
XVIII. yüzyılda olan, XIX. yüzyılda gelişip XX. yüzyıla dek uzanan,
tutuculukla (muhafazakarlık) sosyalizm arasında orta bir toplumsal
tutumu benimseyen, dolayısıyla burjuvazinin görüşlerini temsil eden bir
ideolojidir, burjuvazinin ideolojisidir.18
Liberalizm iki tarihsel döneme ayrılmaktadır: klasik liberal
dönem ve neo-liberal dönem. Klasik liberalizm, genellikle liberalizmin
kurucusu olarak kabul edilen Locke’un görüşlerinden kaynaklanır ve
17Bülent Daver, Çağdaş Siyasal Doktrinler, Ankara, AÜSBF, 1968, s. 2-4. Benzer
bir tanım için bkz. Yaşar Şahin, Liberalizm, Demokrasi ve Türkiye’de Liberalizm:
ANAP Örneği, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, Gazi Ü. Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 1994, s. 20-21. Bir başka yazar da, liberalizmi, “... bireyciliğe
dayalı, rasyonel bireylerin siyasal ve ekonomik alandaki hak ve özgürlüklerini
güvence altına alan, piyasa ekonomisinin doğal işleyişine bırakılarak, devletin
ekonomiye müdahalelerinin en az düzeye indirilmesini savunan bir doktrin...”
biçiminde tanımlamaktadır. Coşkun Can Aktan, “Klasik Liberalizm, Neo-Liberalizm
ve Libertarianizm”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 28, Sayı 1, (Mart 1995), s. 4. 18 Alaeddin Şenel, Çağdaş Siyasal Akımlar, Ankara, İmaj, 2001, s. 1-2. Şenel,
liberalizmin eşitlikten çok özgürlük üzerinde durmasını, bu ideolojinin bir burjuva
ideoljisi olduğunun kanıtı olarak göstermekte, tarihsel bağlamı içinde liberalizmin
yaptığı olumlu etkiyi vurgulamaktadır. a.g.e., s. 37-38. Liberal iktisadi öğretiler için
bkz. Gülten Kazgan, İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, (9. B.),
İstanbul, Remzi Kitabevi, 2000. Liberalizmin türleri için, Aktan, a.g.m., s. 7-27.
25
Locke’çu liberalizm diye de adlandırılır. Liberalizmin diğer türü ise,
esinini Rousseau’dan alan ve İngiliz siyasal düşünce tarihinde en güçlü
ifadesini T. H. Green’de bulan, devletçi liberalizm veya neo-liberalizm
veyahut sosyal liberalizm diye adlandırılan türdür.
“... [Klasik] liberalizm, toplumda özgürlüğün asıl amaç ve bireyin asıl varlık
olduğunu vurgulamış, ‘bırakınız yapsınlar’ ilkesini ülke içinde devletin
ekonomik rolünü azaltıcı dolayısıyla bireyin rolünü genişletici bir araç olarak
desteklemiştir; ülke dışındaysa serbest ticareti desteklemiştir. Siyasal
konularda, temsili hükümetin ve parlamenter kurumların gelişmesinden,
devletin keyfi gücünün azaltılmasından ve bireylerin medeni özgürlüklerinin
korunmasından yana olmuştur.”19
“Pozitif özgürlük anlayışına dayanan bu liberalizm [neo-liberalizm] 19. yy.
sonlarından itibaren ve ABD’de 1930’dan sonra istenen hedeflere ulaşmada
19 Şahin, a.g.e.,s. 19-20. Liberalizmin en temel kabulü birey-toplum ilişkisi üzerinedir:
birey topluma önceldir. Liberal teori, toplumsal ve tarihsel koşullardan soyutlanmış
bir bireyden yola çıkarak topluma varmaktadır. Evrenin rasyonel düzeninin
bulunduğu (doğal ve toplumsal dünyanın hesaplanabilir bir düzeninin olduğu) ve her
insanın zaman ve mekan boyutlarından bağımsız olarak bu hesaplamayı yapabileceği,
araçsal rasyonalite gereği de insanların nasıl bir yaşam sürdürmek istiyorlarsa ona
göre eylemlerini yönlendirebilme yeteneğine sahip bulunduğu, liberalizmin temel
kabullerinden bir diğeridir. Klasik liberalizme göre, dışarıdan yapılacak herhangi bir
müdahale, insanın kendi “iyi”sini belirleme ve bunu gerçekleştirme yeteneğinin
(özgürlüğünün) kısıtlanması anlamını taşıyacaktır. Dolayısıyla, toplumsal ve siyasal
örgütlenme öyle düzenlenmelidir ki, bir insana diğer insanlardan veya siyasal
otoriteden gelebilecek ve eylemlerini engelleyici veya sınırlandırıcı nitelikli
müdahaleler en az düzeye indirilebilsin. Doğal hukuk, doğal haklar, özgürlük, doğal
düzen, pazar ekonomisi, bireycilik, mülkiyet, devletin sınırlılığı, hoşgörü, özel hayat
alanı, gönüllü işbirliği, barış ve adalet gibi birtakım kavram ve kurumları içeren klasik
liberalizmin dört temel ilkeye dayandığı kabul edilmektedir: bireycilik, özgürlük,
kendiliğinden düzen ve piyasa ekonomisi ve sınırlı devlet. a.g.e., s. 13-19.
26
özel gönüllü düzenlemelerden çok, öncelikle devlete dayanılması eğilimini
ifade eder olmuştur. Sloganlarının özgürlükten çok refah ve eşitlik olduğu bu
20. yy. liberalleri klasik liberalizmin tersine devlet müdahalesi ve
koruyuculuğunun yeniden canlanmasından yana olmuştur.”20
“Liberal demokrasi” iktisadi sistemin bütünüyle ya da başat
olarak kapitalist girişime dayalı olduğu ülkelerde var olmaktadır. Liberal
devlet sisteminin hak ve özgürlük anlayışının en açık ifadesini bulduğu
Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, devlete, kişilerin
zamanaşımıyla kaybedilmeyen doğal haklarının (özgürlük, güvenlik,
mülkiyet ve baskıya karşı direnme hakkı) korunması görevini
yüklemekteydi. Tarihsel gelişim seyrinde liberal devlet liberal
demokratik devletten önce gelmektedir. Batı dünyasına demokrasi
yerleşmeden önce, sermayeye, rekabete ve piyasaya dayanan bir toplum
20a.g.e.,s. 20. 1890’ların neo-liberallerince bireylerin içinde yaşadıkları toplumdan
soyutlanamayacağı, tek tek bireysel yararlardan ayrı, onlara üstün bir ortak yarar
kavramı ve bu kavramın geliştirilmesi gereken bir değer olarak benimsenmesi kabul
edilmiştir. Neo-liberal yaklaşım, toplumun ortak yararı adına toplumsal yaşama
müdahalenin yolunu açmıştır. Neo-liberaller, faydacı yaklaşım gibi, Locke’cu doğal
haklar yaklaşımını da yadsımışlardır. İnsanın toplumdan öncel sayılması yerine, insan
hak ve ödevlerinin toplum içinde bulunulmasından ve bizzat toplumdan
kaynaklandığı kabul edilmektedir. Özgürlük, bu yeni tür liberalizmde, pozitif bir
anlamda görülmekte, iktisadi alana müdahaleci politikalar, refah devleti ölçüleri
(özellikle XIX. yüzyıl İngiltere’sinin temel sorunu olan işsizlik ve mülkiyet
dağılımındaki eşitsizliği giderici önlemler) savunulmaktadır. Neo-liberal yaklaşımın
bu düşünceleri zamanla Batı Demokrasilerinde hakim düşünce ve pratik haline
gelmiştir. Şahin, a.g.e., s. 9-11. Şenel’e göre, neo-liberalizm, liberalizm ilkelerini XX.
yüzyılda kapitalist ekonominin ve kapitalist toplumun gerçeklerine ve ihtiyaçlarına
göre gözden geçirip bazı değişiklikler yaparak yeniden düzenlenmesine çalışan bir
harekettir. Şenel, a.g.e., s. 35. Liberalizmin türleri konusunda bkz. Atilla Yayla,
Liberalizm, Ankara, Turhan Kitabevi, 1992, s. 18-24.
27
ve siyaset yerleşmişti. Önce liberal devlet demokratikleştirilmiş, daha
sonraları da demokrasi liberalleştirilmiştir.21
İki Savaş arası dönem Avrupa’sında liberal siyasal kurumlar hızlı
ve giderek felaketli bir biçimde geriledi, yasama meclislerinin etkisiz
duruma getirildiği ülke sayısı iki’den dokuz’a çıktı. Demokratik siyasal
kurumların kesintiye uğramadığı ve yeterince işlevsel olduğu Avrupa
ülkelerinin sayısı bir elin parmaklarını aşmıyordu.22 Bütün dünyada
siyasal liberalizmin gerileyişi Hitler’in 1933’te Alman Şansölyesi
olmasından sonra büyük bir hız kazandı, anayasal ve seçilmiş
hükümetlerin sayısı otuzbeş’ten onyedi’ye düştü.23 1920’lerin
demokrasileri devrim ve karşı devrimin (Macaristan, İtalya, Portekiz) ya
21Şahin, a.g.e., 25-28. Lipson’a göre de, XIX. yüzyılın ilk yarısında liberalizm ile
demokrasi aynı “… çizgi üzerinde ya da hiç değilse birbirine paralel çizgiler
üzerinde…” gitmekteydiler. Liberalizmin temel düşüncesi, demokrasinin de doğal
olarak temel kavramı olan özgürlük idi. Bu kısmi çakışmaya karşın, iki kavram özdeş
değildir. Bu yüzyıl sonuna doğru ayrım daha da belirginleşecekti. “… Liberaller
demokrat olmak zorundaydı, ama bütün demokratlar liberal olmak zorunda değildi.”
Liberalizm ile demokrasinin yollarının gitgide ayrılması süreci için, bkz. Lipson,
a.g.e., s. 59-61. Genel, eşit ve gizli oy ilkelerine dayanan seçimlerle gelen
temsilcilerden oluşan bir yasama organının ve yine seçimle işbaşına gelen devlet
başkanı veya cumhurbaşkanının bulunması, siyasal iktidarın sınırlı yetkiye sahip
olması ve hakların çeşitli mekanizmalarla güvence altına alınması, her tür düşüncenin
özgürce açıklanmasına, örgütlenmesine ve iktidara gelebilmesine olanak tanıyan
çoğulculuğun sağlanması, hoşgörünün varlığı ve çoğunluk kararının sınırlılığı, siyasal
iktidarın faaliyetlerini denetleyen ve dengeleyen sivil toplum örgütlerine yer verilmesi
ve son olarak da bireysel hak ve özgürlüklerin güvenceye kavuşturulması bakımından
siyasal iktidarı sınırlandırıcı denetim ve denge mekanizmalarının varlığı liberal
demokrasinin özellikleri arasında sayılmaktadır. Şahin, a.g.e., s. 25-31. 22 Hobsbawm, a.g.e., s. 133-134. 23 a.g.e, s. 135.
28
da ulusal çatışmanın (Polonya, Yugoslavya) gerilimi altında,
1930’larınki ise çöküşün gerilimleri altında devrildi.24
Hobsbawm’a göre, bu dönemde komünist kaynaklı bir toplumsal
devrim olasılığının varlığına karşın, yirmi yıl süren liberal gerileme
sırasında hiçbir liberal demokratik rejim soldan gelen bir hareketle
devrilmemiş, tehlike hep sağdan gelmiştir.25 Bu sağ güçlerden biri olan
Nasyonal Sosyalizm faşizmin Alman versiyonu idi.26 XVIII. yüzyıl
aydınlanmasına ve Fransız Devrimine ilkesel olarak düşmanlık besleyen
faşizm, moderniteyi ve ilerlemeyi resmen benimseyemezdi, büyük bir
coşkuyla liberalizme karşı çıktı. 27
BDS’den sonra radikal sağın yükselişi genelde toplumsal devrim
ve işçi sınıfı iktidarı tehlikesine, özelde ise Ekim Devrimi ve Leninizme
24 a.g.e., s. 166. “…I. Dünya Savaşı sona ererken demokrasi zirvedeydi, ama yirmi yıl
sonra neredeyse can çekişiyordu…” 1921 yılında klasik eseri olan Modern
Democracies’de James Bryce, normal ve doğal bir yönetim biçimi olarak
“demokrasinin evrensel kabulü”nden söz etmekteydi. Çok kısa bir süre içinde siyasal
kutuplaşma Avrupa’nın büyük bir kısmını iç savaşın eşiğine getirecek, demokratik
değerler kaybolacak, birçok ülkenin yönetici seçkinleri, demokrat olmaktan çok
komünizm karşıtı olduklarını kanıtlayacaklardı. 1930’lu yılların başı, her yandan
demokrasi krizi hatta felaketi sözlerinin duyulduğu bir dönem olarak nitelenecekti.
Mark Mazower, Karanlık Kıta Avrupa’nın 20. Yüzyılı, (Çev. Mehmet Moralı),
İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi, 2003, s. xii ve 1-2. Kitapta, iki Savaş arası
dönemin güzel bir çözümlemesi yapılmaktadır. 25 Hobsbawm, a.g.e, s. 135-137. 26 a.g.e, s. 137-141. 27 a.g.e, s. 142-143.
29
gösterilen bir tepki idi ve Faşizm bunlar sayesinde vardı.28 Faşizmin
yeniliği, bir kez iktidara geldiğinde eski siyasal oyunları reddetmesi ve
fırsat bulduğunda iktidarı tam olarak ele geçirmesiydi, İtalya’da altı
yılda (1922-1928) ve Almanya’da iki yılda (1932-33) iktidara gelmişti.
İktidar bir kez ele geçirildiğinde “önder” (Duce, Führer) için ortada
hiçbir engel ve hiç bir iç siyasal sınırlama bırakılmamaktaydı.29
Büyük Bunalım sonrasında birçok ülke (Büyük Britanya,
Kanada, İskandinav ülkeleri, ABD, Belçika, Hollanda ve Fransa) altın
standardından vazgeçti. 1840’lardan beri İngiliz iktisadi kimliğinin
merkezini oluşturan serbest ticaret, bu ülkece 1931 yılında terk edildi.
Ulusal korunma eğilimi güçlenmekteydi. Bunalım, Batılı hükümetleri,
toplumsal kaygılara iktisadi kaygılar karşısında öncelik vermeye zorladı.
Bunun başarılamaması üzerine bazı ülkelerde sol, Almanya’da ve bazı
başka ülkelerde de radikal sağ gitgide tehdit edici duruma gelmekteydi.
Oysa, kapitalist sistemden bir Devrimle kopan Sovyetler Birliği’nin bu
bunalıma bağışık olduğu görülmekteydi. Liberal Batı kapitalizmi
28 a.g.e, s. 151. 29 a.g.e., s. 153. Faşizmin iş dünyası ile ilişkileri için bkz. a.g.e., s. 155. Hobsbawm,
XX. yüzyıl tarihinin Ekim Devrimi ve onun etkileri olmaksızın anlaşılamayacağı
kanısındadır. Bu Devrim, paradoksal biçimde, liberal kapitalizmin kurtarıcısı
olmuştur. “...Bunun nedeni, bu devrimin en azından, hem batının Hitler Almanyasına
karşı İDS’nı kazanmasını sağlayarak ve hem de kapitalizme kendisini reformdan
geçirme dürtüsü kazandırarak ve – paradoksal biçimde – Sovyetler Birliğinin Büyük
Depresyona karşı görülebilir bağışıklığı sayesinde serbest piyasa ortodoksluğuna
duyulan inancın terk edilmesi için bir dürtü sağlayarak, liberal kapitalizmin kurtarıcısı
olduğunu kanıtlamasıydı...”a.g.e., s. 104.
30
durgunluk içindeyken, Sovyetler Birliği yeni beş yıllık planlarla son
derece hızlı bir sanayileşme atılımı içindeydi. Sovyet sisteminin
gizeminin plan ve planlama kavramında gizli olup olmadığı tartışılmaya
başlanmış, kapitalist ülkelerde de plan ve planlama sözcükleri yüksek
sesle telaffuz edilir olmuştu. Nazi Almanya’sında bile 1933 yılında dört
yıllık plan yürürlüğe konuldu.30
Liberalizm, bütün dünyada ve Avrupa’da olduğu gibi, 1930’lu
yıllar Türkiye’sinde, pek de yerleşmemiş olduğu bu ülkede de gözden
düşmüştü. XIX. yüzyılın ikinci yarısında bazı düşünce akımları saray ve
devletin iktidarını sınırlamak amacıyla toplumsal meşruiyet ve
muhalefet odakları oluşturmaya çalışmaktaydılar.31 Ortaya atılan iktisadi
çözüm önerileri sürekli bir biçimde iki odak arasında salınmıştır: serbest
ticaret ve korumacılık.32 Dönemin siyasal düşün akımları, Osmanlı
30 a.g.e., s. 116-118. Dünya Bunalımı sonrasında eski tip liberalizm ölmüş ya da ölüme
mahkum olmuştu. Şimdi birbiriyle yarışan üç seçenek vardı: Marxist komünizm,
serbest piyasaların optimalliğine inancını kaybeden ve komünist olmayan işçi
hareketlerinin ılımlı sosyal demokrasisi ile bir tür gayri resmi evlilik ya da sürekli bir
gizli ilişkiyle yeniden biçimlenen kapitalizm ve üçüncü olarak, faşizm. Nasyonal
Sosyalizm bunalımla başa çıkmada faşizme kıyasla daha başarılı oldu. a.g.e., s. 131. 31Kurulacak bir Meclis-i Meşveret’le siyasal iktidarın paylaşılmasını kurumlaştırmak
ve kuvvetler ayrımı ilkesini yerleştirmek istiyorlardı. 1876 Anayasası ile devlet ilk
defa şeklen anayasalı bir devlet, dini ve meşruti bir monarşi olmuştu. Ancak, gerçekte
egemen yine padişahtı. Bazı klasik hak ve özgürlükler bu Anayasa ile tanınmışsa da
bu hakları koruyan bir güvence mekanizması yoktu. Şahin, a.g.e., s. 34-36. 32 Tevfik Çavdar, Türkiye’de Liberalizmin Doğuşu, İstanbul, Uygarlık, 1982, s. 9.
Liberal yaklaşım “Serbesti-i Ticaret” diye adlandırılmakta ve iktisadi yaşam
üzerindeki bütün kısıtlamaları reddetmekteydi. İkinci yaklaşım da temelde kapitalist
ilişkilerin geliştirilmesi ile ülkenin kalkınacağını kabul etmekle birlikte, Osmanlı
toplumu gibi geri kalmış toplumlarda serbest ticaret kurallarını aynen uygulamadan
31
Devleti’nin çöküş sürecini tersine çevirmenin yolları ve araçları
konusunda öneriler geliştirmekteydi. Önerilerin yaşama geçmesinin ve
başarılı olmasının önkoşulu, siyasal yönetimin anayasal temelinin
merkeziyetçi ve demokratik bir yapıya kavuşturulmasıydı.33
Aynı dönemde kimi Osmanlı aydınları klasik liberal düşünce
esinli makaleler yazmaya ve eserler vermeye başlamışlardır. Sakızlı
Ohannes’in Mecmua-i Fünun’daki yazıları Türkiye’de klasik ve çağdaş
anlamda ilk iktisat yazıları olarak kabul edilebilir. İktisat 1870’ten sonra
üst düzeydeki okullarda ders olarak okutulmaya başlanmış, ilk ders
kitabı da yine Sakızlı Ohannes tarafından yazılmıştır. Kitabın ana savı,
serbest piyasa koşullarının gerçekleştirilmesi ve ekonominin bu
koşulların gerektirdiği doğrultuda işlemesi gerektiğiydi. Ali ve
Keçecizade Fuat Paşaların, Namık Kemal’in önerileri de bu yöndeydi.
Aynı dönemde Ahmet Mithat Efendi gibi korumacı iktisat politikasını
savunanlar da vardı. Yüzyılın sonlarında serbest ticaret yanlıları liberal
iktisadın tüm kurallarının aynen uygulanmasını istemekte ve List’in
önce, yerli sanayiin gelişmesi için korumacı bir iktisat politikasının uygulanmasından
yana olan düşünceydi. Çavdar, iki yaklaşımın da kapitalizme teveccüh göstermesini,
Batı Avrupa ülkelerinin göz kamaştırıcı ekonomik gelişme ve üstünlüklerinin
Osmanlı aydınlarınca gözden kaçırılmadığının kanıtı saymaktadır. a.g.e., s. 72. 1850
sonrası oluşumlar bilinmeden 1923-1929 ve 1930’lu yıllar iktisat politikaları
anlaşılamaz. 33 a.g.e., s.84-85.
32
korumacılık ilkesini savunanlarla çekişmekteydiler.34 Öncülüğünü
Akyiğitoğlu Musa Bey’in yaptığı korumacı iktisat politikasını
savunanlara göre, serbest piyasa koşullarının işlediği bir ortam her
toplum için ideal bir iktisadi çevre olmakla birlikte, Osmanlı Devleti gibi
sanayi ve ticarette ileri gitmemiş ülkelerin birden bire bu yolu seçmeleri
sanayileşmeleri açısından çeşitli sakıncalar doğurur ve onları ileri sanayi
ülkelerinin uydusu haline getirebilir. Osmanlı Devleti gibi ülkelerin
kapitalistleşmeleri öncelikle sanayi ve ticareti geliştirmelerine bağlıdır.
Bunun yolu da sanayi ve ticaret kuruluşlarının korunmasından geçer.
Ancak ekonomi geliştirildikten sonra sınırlar serbest ticarete açılabilir.35
34 Tevfik Çavdar, “Cumhuriyet Döneminde Türk İktisadi Düşüncesi”, CDTA, Cilt IV,
s. 1074-1075. Çavdar’a göre, Türk iktisadi düşüncesi açısından en önemli yapıtı
Mehmet Cavid Bey vermiştir. Onun dört ciltlik İlm-i Iktisat adlı yapıtı klasik iktisadın
XIX. yüzyıl içerisinde geçirdiği tüm gelişmeleri içermekteydi. 1908 Devriminden
sonra, Mehmet Cavid Bey, Ulum-ı Iktisadiye ve Içtimaiye Mecmuası adlı dergide
yayımladığı makaleleriyle, Avrupa’daki en son iktisadi gelişmeleri yansıtmayı
sürdürmüştür. a.g.m., s. 1075. Deniz Karaman, Cavid Bey ve Ulum-ı İktisadiye ve
İçtimaiye Mecmuası, Ankara, Liberal Düşünce Topluluğu, 2001; Mehmet Cavid
Bey, İktisat İlmi, (Sadeleştiren: Orhan Çakmak), Ankara, Liberte, 2001. Çavdar,
Sakızlı Ohannes ve Mehmed Cavid Bey çizgisinin klasik ekonomiyi ülkeye
yerleştirdiğini ve liberal iktisat politikalarını egemen kılacak ortamı hazırladıklarını
belirtmektedir. Çavdar, a.g.e., s. 161. 35 Çavdar, a.g.m., s. 1075. II. Meşrutiyetin ilanından ve özellikle Ocak 1913’te Babıali
baskını ile İT iktidarının pekişmesinden sonra ulusal iktisat akımı etkinleşmiş,
Türkçülük yaklaşımının bir tamamlayıcısı olarak ortaya atılan bu düşünce Ziya
Gökalp ve Tekin Alp tarafından savunulmuştur. Bu kişiler Yeni Mecmua çevresinde
toplanmışlar ve özellikle BDS’nın ikinci yılından itibaren bu iktisat akımını çeşitli
yönleriyle tanıtmış ve savunmuşlardır. Bu yaklaşıma göre, Manchester Okulu diye
adlandırılan liberal iktisat sadece İngiltere gibi ileri sanayi ülkelerinin iktisadi
amaçlarına hizmet etmektedir. Türkiye kendi koşullarına göre bir ulusal iktisat
düzenini yaratmalı ve ulusal burjuvazisini egemen kılmalıdır. Hedef ulusal sanayici
33
Kapitalistleşme Jön Türkler’in 1902 Kongresinde ortaya çıkan
iki grup için de temel amaçtı. Teşebbüs-ü Şahsi ve Ademi Merkeziyet
Cemiyeti’ni kurmuş olan Prens Sabahaddin ve grubu serbest ticareti,
diğer grup ise korumacılığı savunmaktaydı. Muhalifler ulusal iktisadı,
ulusçuluğu ve merkeziyetçiliği savunurken, siyasal liberalizmi de
benimseyen Prens Sabahattin grubunun görüşleri iktisadi liberalizm-
osmanlıcılık-ademi merkeziyetçilik bileşimiyle her alanda liberal bir
program niteliği taşımaktaydı.36 Prens Sabahaddin grubunun görüşleri
daha sonra Ahrar ve Hürriyet ve İtilaf Fırkalarının programlarında yer
alacak ve bu görüşler İT tarafından bölücü ve yıkıcı olarak
nitelendirilecekti.
XIX. yüzyıl sonunda Osmanlı’ya anayasalı yönetimi getirmek
isteyen hareketin arkasında ne Avrupa’dakine benzer bir burjuva sınıfı
vardı, ne de padişahın iktidarının sınırlandırılmasını isteyen geniş halk
kitleleri. II. Meşrutiyet, Akşin’in de belirttiği gibi, “burjuvazi olmadan,
bir ikame burjuvazisi tarafından yapılmış” bir burjuva devrimi
başlangıcıydı.37 1908 hareketiyle başlayan burjuva devrimini Ulusal
ve ulusal tüccardır. Ulusal iktisat yaklaşımı ile korumacı iktisadi politika önerileri
birbirleri ile örtüşmektedir. a.g.m., s. 1075-6. 36 Şahin, a.g.e.,s. 37. 371908 hareketinin tam anlamıyla bir burjuva devrimi olduğu hakkında, bkz. Aykut
Kansu, 1908 Devrimi, İstanbul, İletişim, 1997. Bu kitap üzerine yapılmış bir
değerlendirme için bkz. Sina Akşin, “İkinci Meşrutiyet Üzerine Bir İnceleme”, içinde,
Atatürkçü Partiyi Kurmanın Sırası Geldi, Ankara, İmaj, 2002, s. 195-202.
34
Kurtuluş Mücadelesi süreciyle başlayan ikinci devrim hareketi
sürdürecek, bu hareket çerçevesinde siyasal rejimde başlayan yeniliği
toplumsal ve iktisadi alanlardaki köklü değişimler izleyecekti.38
1921 Anayasası, Osmanlı geleneğinden farklı olarak, egemenliği
kayıtsız ve koşulsuz olarak ulusa vermişti. Ulusal egemenlik ilkesi,
padişahın lutfuna dayalı temsilden vatandaşın hakkı olan temsile geçiş
demekti. 1923 yılı sonuna doğru Cumhuriyet ilan edilmiş, 1920’li ve
1930’lu yıllarda devletin yapısında ve toplumsal yaşamın çeşitli
alanlarında yapılan değişikliklerle kapitalizmin yerleşmesinin ve
gelişmesinin önündeki engeller ortadan kaldırılmaya çalışılmış, bir
toplumsal devrim yaşanmıştır. Yönetici kadro, bütün bu devrimlere
koşut olarak iktisaden kalkınmayı, çağdaş uygarlık düzeyine varmayı
amaçlamış, bunun yolunun “yurt sanayiini ve ticaretini geliştirmeyi
amaçlayan, özel girişime öncelik veren, onu koruyan, mülkiyet haklarına
saygılı bir ekonomik düzeni yasal çerçevesi ve kurumlarıyla oluşturmak,
kökleştirmek”ten geçmekte olduğu İzmir İktisat Kongresi’nde
belirtilmişti.39
38 Şahin, a.g.e., s. 37-39. 39Türk toplumunu kapitalizm öncesi sosyo-kültürel bağlardan koparmaya ve kapitalist
Batı kültür alanına sokmaya yönelik bu çabalar için bkz. Şahin, a.g.e.,s. 39-41.
Çavdar, Şubat 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresinde egemen olan havanın
ekonominin kendi kuralları içinde işlemesine devletin hiçbir biçimde karışmaması
doğrultusunda olduğunu belirtmektedir. Devletin sağlayacağı destek serbest
piyasadaki faaliyetlerin sınırlanmasına neden olmamalıydı. Çavdar, ünlü iktisatçı
Keynes’in Versay Barış Anlaşmasının içerdiği iktisadi hükümleri eleştiren bir kitabın
Lozan Barış Konferansı’na katılmadan önce Fethi (Okyar) Bey tarafından çevirisinin
35
Devletin ekonomiye özel teşebbüs lehine sayısız müdahalelerde
bulunduğu 1923-1929 döneminin iktisadi politikalarına “liberal”
denilemez. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde ortaya konulan “milli
iktisat” görüşleri iktisadi politikalara damgasını vurmuş, Lozan’dan
gelen sınırlamalar nedeniyle 1929 yılına kadar korumacı ve
sanayileşmeci politikalar uygulanmasa da, 1923’ten itibaren yine de
devlet desteği ile bir ulusal burjuvazi yaratılmasına çalışılmıştır.
Kongre’de benimsenen ilke, devletin ancak özel sermayenin yetersiz
kaldığı alanlara yönelmesi, bireyin yapamadığını devletin yapmasıdır.
Yasalara uyması ve kapitüler ayrıcalıklar aramaması koşuluyla, yabancı
sermayeye sıcak bakılmaktaydı. Bu devrede, tüm teşviklere karşın yerli
bir sanayi burjuvazisi yaratılamaması devletçilik uygulamalarını
gündeme getirmiştir.40
1924 yılında kurulan muhalif TpCF’nın programında liberalizme
(siyasal ve iktisadi liberalizm) yer verilmekte ve demokrasiyi yerleştirme
sözü verilmekteydi. Programda “hürriyetperverlik” (liberalizm) ve
“halkın hakimiyeti” (demokrasi) ilkeleri Fırkanın “meslek-i esasi”si
yapıldığına ve resmi olarak yayımlandığına, dolayısıyla Türk Heyetinin Lozan’a
Versay’ın hükümlerinin ne tür sakıncalar taşıdığını bilerek gittiğine değinmekte ve bu
gözlemlerden hareketle şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Demek ki, Cumhuriyet
kurulurken iktisadi politika yönünden bir yandan ileri Batı ülkelerine bir ölçüde
güvence vermeyi de amaçlayan liberal düşünceye dayanan yaklaşımlar kabul
edilirken, diğer yandan da Keynes’in deneyimlerinden ve eleştirilerinden (ölçüsünü
bilemediğimiz biçimde) yararlanılmıştır.” Çavdar, a.g.m., s. 1076. 40 Şahin, a.g.e., s. 42-43.
36
sayılmaktaydı. Fırka dinsel düşünceye saygılı olacaktı, kamu düzeninin
korunmasının zorunlu kıldığı durumlarda bile özgürlüklere yönelik
sınırlamanın ancak anayasa ile yapılmasından yanaydı. Tek dereceli
seçim usulünün getirilmesini savunmakta, CHF’nin merkeziyetçiliğine
karşı “idari ademi merkeziyet” esasını benimsemekteydi. Devlet
görevlerinin asgari düzeye indirilmesi, iç ve dış ticaretin
liberalleştirilmesi ve yabancı sermayeye davetkar bir tavır izlenmesi,
programın diğer öngörüleriydi. Şeyh Sait İsyanı’nı bastırmak amacıyla
çıkarılan Takrir-i Sükun Yasası’na dayanılarak başta İstanbul’dakiler
olmak üzere muhalif basın organlarının “susturulmasını”, kuruluşunun
üzerinden henüz altı ay geçmeden, TpCF’nın kapatılması (1925)
izleyecekti.41
Çok partili yaşam denemelerinden ikincisi 1930 yılında
gerçekleştirilmiştir. SCF Atatürk tarafından Ali Fethi Bey’e kurdurulan
güdümlü bir muhalefet partisiydi. Parti programında vergilerin
hafifletilmesi, mali ve iktisadi her türlü girişime engel olan Hükümet
müdahalelerinin kabul edilmemesi, devletin bireylerin güçlerinin
yetmeyeceği işlerde faaliyette bulunması, yabancı sermayeye kapıların
açık olması ve tek dereceli seçim usulünün benimsenmesi gibi bazı
liberal izler yer almaktaydı. Kısa zamanda rejim muhaliflerini ve hoşnut
41 a.g.e., s. 49-50.
37
olmayan kitleleri arkasına alarak güçlenen SCF, misyonunu (iktidar
partisi olan CHF’yi kontrol görevini) aştığından, kendini feshetmiştir.42
1930’lu yıllar Türkiye’sinde çeşitli iktisadi düşünceler tartışılmış
ve değişik önerilerde bulunulmuştur. Tartışmaların bu denli
yoğunlaşmasını 1929 Bunalımına bağlamak hatalı olmaz. Çünkü,
bunalım liberal iktisadi düşüncenin sarsılmasına neden olmuştu. O
zamana kadar liberal iktisada sıkı sıkıya bağlı olan çevreler bile bu
konuda kuşkularını dile getirmeğe, çeşitli çıkış yolları aramaya
başlamışlardı. Türkiye’nin dışsatımında bunalıma bağlı olarak ortaya
çıkan daralma, kapalı ve büyümeye ağırlık veren iktisat politikasının
çekiciliğini artırmış, “devletçilik” diye adlandırılan yaklaşım bu
dönemde güçlenmiş ve tartışma gündeminin ilk sırasına oturmuştur.
Tartışmalar 1932 yılının sonuna kadar sürmüştür. Bu yıldan sonra ise,
resmi bir görüş olarak kabul edilen sınırlar içerisinde tanımlanıp
açıklanmaya başlanmıştır. Devletçilik, artık, “özel kesimin yapamadığı,
yapmaya gücü yetmediği işlerin devlet tarafından yapılması” biçiminde
tanımlanacak, zamanla devletçilik uygulaması özel kesimin gelişimi ve
sermaye birikimini sağlayan bir araç halini alacaktır.
1930’lu yıllarda devletin iktisadi yaşama müdahalesi konusunda
olumsuz bir tartışma neredeyse ortaya çıkmamıştır. Müdahale bu on
yılda hiç bir ülkede reddedilmemekteydi. Bunalımı faşist yönetimle
42 a.g.e., s. 49-50.
38
atlatmaya çalışan Almanya da, Roosevelt’in New Deal programı da
devleti ekonomiyi yeniden canlandırmakla görevli saymakta, onyılın
ortasında beliren Keynesgil iktisat da devlete görevler yüklemekteydi.
1937 yılında devletçilik ilkesinin Anayasa maddesi haline getirildiği
birleşimde, “liberal ekonomi görüşünün bir anayasa suçu sayılıp
sayılmayacağı”na ilişkin bir soruyu yanıtlarken, CHP’nin önde gelen
liderlerinden Recep Peker, liberalizmi “tefessüh etmiş sistem” diye
nitelendirmekteydi.
Bu dönemdeki liberalizm-devletçilik tartışmasının doğru
anlaşılabilmesi için, Ayşe Trak’ın da belirttiği gibi, liberalizmden ne
anlaşıldığının net biçimde ortaya konulması gerekmektedir. İktisadi
liberalizm kavramı, her şeyden önce iktisadi faaliyetin siyasal
kurumlardan bağımsız olarak, kendi yasalarına göre yürütülmesiyle
ilgilidir. Liberal bir iktisat politikası, devletin piyasa mekanizmasına
müdahale etmemesini, yalnızca bu mekanizmanın serbestçe işlemesini
engelleyen unsurların ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmasını
gerektirir. Ayrıca, dış iktisadi ilişkiler de devlet kontrolünden bağımsız
yürütülmeli, dışsatımı ve dışalımı engelleyen siyasal önlemlere ve
yabancı sermayeye karşı olumsuz bir tavra raslanmamalıdır. Liberal
düşünce sistemi içinde hem tüketici hem de üretici olarak bireye çok
önem verildiğini, bu yüzden de liberal düşünürlerin bireysel girişimciliği
engelleyebilecek bütün kurumlara karşı çıktıklarını belirten Trak, bireyin
iktisadi özgürlüğünün savunulmasının siyaset alanına da yansıdığına,
39
siyasal liberalizmin bireyin demokratik haklarını ve özgürlüklerini devlet
karşısında savunan görüşlerle karşımıza çıktığına işaret etmektedir.
1930’larda bütün gruplar geri bir ülkede liberal bir politika uygulamanın
güçlüklerinin bilincindeydiler ve buna göre davrandılar. Bu bilinç
dolayısıyladır ki, tutarlı bir biçimde liberalizmi savunan kimseye
1930’lu yıllar Türkiye’sinde rastlanmamıştır.43
1930’lu yıllar Türkiye’sinde liberalizme karşı ileri sürülen
görüşler birkaç başlık altında toplanabilir: az gelişmiş bir ülkenin liberal
bir politika uygulayarak kalkınması olanaksızdır, liberalizm zaten bütün
dünyada bir çıkmazdadır, Almanya ve İtalya’da faşizm, SSCB’de
bolşevizm liberalizmin yol açtığı çıkmazı göstermekte yararlı olabilir,
her ülke kendine uyan modeli bulmak ve geliştirmek zorundadır, bazı
ülkelerin geri kalması uluslararası sömürü mekanizmasının işleyişiyle
ilgilidir, kendine yeterli bir ekonomiye sahip olmak ve özellikle
sanayileşme hamlesinin gerçekleştirilmesi büyük önem kazanmıştır, aşırı
özgürlükler sosyal sakıncalar doğurmaktadır, Batı toplumları yalnızca
uyguladıkları liberal ekonomik politikalar yüzünden değil, çok partili
demokrasi ve aşırı özgürlük ortamı yüzünden de sıkıntı çekmektedirler,
43 “Oysa 1923-1929 dönemimin bir liberal ekonomi dönemi olarak tanımlanıp
tanımlanamayacağı konusu çok kuşkulu. Aynı şekilde 1930’larda liberalizm yanlısı
olarak tanınan politikacı ve düşünürlerin ne dereceye kadar liberal oldukları da hiç
açık değil. Aksine, hem 1923-1929 dönemindeki uygulamalar, hem de 1930’larda
alınan çeşitli tavırlar Türkiye’de gerek ekonomik politikalar düzeyinde gerek düşün
alanında tam anlamıyla bir liberalizmden söz etmenin güçlüğüne işaret ediyor.” Ayşe
Trak, “Liberalizm-Devletçilik Tartışması (1923-1939)”, CDTA, Cilt IV, s. 1085-
1089.
40
toplumun çıkarlarının her zaman bireyin çıkarları üzerinde olduğu için,
gerektiğinde bireysel özgürlükler kısıtlanmalıdır, bireysel özgürlükler
her zaman toplumsal huzur ve refah için feda edilmelidir.44
Korkut Boratav, XX. yüzyıl Türkiye iktisat tarihini incelerken45
1908’den 1922’ye kadar olan dönemi “Devrim ve Savaş Yılları”, 1923-
1929 dönemini “Açık Ekonomi Koşullarında Yeniden İnşa”, 1930-1939
dönemini “Korumacı- Devletçi Sanayileşme” ve 1940-1945 dönemini
de, “Bir Kesinti: İkinci Dünya Savaşı” diye adlandırmaktadır.46
44 a.g.m., s. 1087. Dönemin önde gelen liberallerinden Ağaoğlu Ahmet de, CHF’nin
devletçiliğinin bütün diğer liberal ve demokratik devletlerin devletçiliklerini
andırdığını, CHF devletçiliğinin kendi devletçilik düşüncelerine İnkılap ve
Kadro’daki devletçilikten daha yakın olduğunu belirtmektedir. Ahmet Ağaoğlu, “Bir
İzah”, Kooperatif, C. 1, Sayı 8, (Kanunusani 1933), s. 11-12. 45 Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2002, (7. B.), Ankara, İmge, 2003.
Boratav’ın da belirttiği gibi, Kemalist Devrim, 1908 Devrimini tamamlayan ikinci bir
dalgadır. Ulusal bir ekonomi oluşturma sürecinin kalıcı ve ciddi bir biçimde 1930
sonrasında başladığı söylenebilir. a.g.e., 207-208. 46a.g.e., s. 24. Serbest ticareti ve piyasa mekanizmasını yücelten klasik ve neoklasik
iktisat okulları ile kapitalizmin gelişiminde geç kalan kıta Avrupası ülkelerinde ve
özellikle Almanya’da yeşeren korumacı-müdahaleci okullar arasındaki polemikleri
Osmanlı düşünürleri de oldukça erken bir tarihte izlediler, benimsediler ve aktardılar.
Sakızlı Ohannes Paşa, Portakal Mikail Bey, M. Cavid Bey, Ağaoğlu Ahmet ve 1945
sonrasında ise Ahmet Hamdi Başar, Demokrat Partinin fikir babası olan çeşitli yazar
ve düşünürler devlet müdahalesinin ve bürokrasinin kaynak tahsisini bozup israf
yarattığını, içte piyasa serbestisinin, dışta ise serbest ticaretin etkinlik sağlayıp refahı
artıracağını savundular. Buna karşılık, Akyiğitzade Musa Bey, Ahmet Mithat Efendi,
Ziya Gökalp, Recep Peker ve Kadrocular tarafından savunulan, kalkınmanın
sanayileşmek anlamına geldiği, bunun da geri kalmış bir ülkede dışa karşı koruma,
içte ise devlet eliyle sağlanan planlı bir birikimle gerçekleşebileceği görüşü de pek az
yeni unsurla zenginleşerek zamanımıza kadar gelmiştir. Bu iki çizgi arasındaki
dalgalanma iktisat politikalarında da gözlenmiştir. İT’nin Maliye Nazırı Cavid Bey’in
açık pazar, serbest piyasa politikalarıyla Harb-i Umumi yıllarının milli ve müdahaleci
41
1908-1922 döneminde etkili olan “milli iktisat” görüşüne göre,
gerekirse savaşın yarattığı kıtlık koşullarından da yararlanarak ve devlet
desteğiyle bir yerli ve ulusal burjuvazi yetiştirilmeliydi. Bu, hem
olanaklı hem de kalkınma ve modernleşme için zorunluydu.47 Trak,
1923-1929 döneminde uygulanan ekonomi politikasının liberal bir
politika olmamasını,48 Türkiye’nin hem altyapı tesislerinin hem de özel
iktisat politikaları arasındaki çatışma, büyük buhranın öncesi ve sonrasında liberal-
açık kapı politikaları ile korumacı-devletçi politikalar arasındaki hesaplaşma İDS
öncesi dönem izlerini yansıtmaktadır. a.g.e., s. 209-210. 47 a.g.e., s. 26-27. 1908 Devrimi sonrasında Türk ulusçuluğunun yeşerdiğine, bunun
özellikle iktisadi liberalizme bir tepki olarak ortaya çıktığına, Türk ulusçuluğunun
gelişiminde Alman romantizminin önemli katkılarının olduğuna, liberal iktisadi
öğretiye ters düşen dışa kapalı bir ulusal iktisadi yapının gündeme geldiğine işaret
eden Toprak, BDS yıllarında Osmanlı iktisat yazınında artık ulusal iktisatçıların
görüşlerinin revaçta olduğunu, Savaş sonrasında “milli iktisat” politikası
uygulandığını belirtmektedir. “... Bu doğrultuda devlet iktisadi yaşama doğrudan
katılmış, devletçilik ya da İttihatçıların değimiyle ‘devlet iktisadiyyatı’ ‘milli
iktisad’ın temel yörüngesini oluşturmuştu.” Zafer Toprak, Türkiye’de “Milli
İktisat” (1908-1918), Ankara, Yurt, 1982, s. 20. 1923-1930 dönemi için, Korkut
Boratav, Türkiye’de Devletçilik, (2. B.), Ankara, Savaş, 1982, s. 6-92. 48 Trak, a.g.m., s. 1085- 1089. Devletin özellikle “milli tüccar” ve “girişimci”
yaratmak amacıyla ekonomiye müdahale ettiğine, bu çaba içinde siyasetle
ekonominin içiçe girdiğine, siyasal kadroların iktisadi faaliyetin yönlendirilmesinde
büyük rol oynadıklarına, yabancı sermayeye karşı bir tutum alınmadığına, bu
dönemde kurulan çok sayıda anonim şirkette yabancı sermaye paylarının yüksek
olduğuna, buna karşılık, yabancı şirketlerin bürokrasiden bağımsız faaliyette
bulunmalarının engellendiğine, yabancı sermayedarların meclis içindeki ilişkilerinin
birçok söylentiye ve yolsuzluk suçlamasına yol açtığına, dış ticaretin bütünüyle
serbest bırakılmadığına, dışalım kısıtlanmadığı halde Cumhurıyetin ilk yıllarından
itibaren yerli malı kullanmayı özendiren yasalar çıkarıldığına, 1927 Teşvik-i Sanayi
Yasasının da çok yüksek koruma sağlayıp teşvikler getirdiğine değinen Trak, bütün
bunları, liberal bir iktisat politikası uygulanmadığının göstergeleri saymaktadır.
42
girişimciliğin gelişmemiş olduğu geri bir ülke olmasına bağlamaktadır.
1930-1939 dönemi iktisat politikalarının iki belirleyici özelliği
korumacılık ve devletçiliktir. İktisat politikalarının yöneldiği amaca ve
elde edilen sonuçlara bakılırsa, rahatlıkla denilebilir ki, bu yıllar ilk
sanayileşme yıllarıdır. 1930’lu yılların ilk yarısı Büyük Bunalımın etkisi
altında geçmiştir. Türkiye, ekonomisini dışa kapamış ve devlet eliyle
ulusal sanayileşme denemesine girişmiştir. Bu deneme başarılı da
olmuştur. 1930-1939 dönemi iktisat politikaları, belirgin bir biçimde bir
önceki dönemden kopuşu temsil etmektedir.
“1923 yılında zafere ulaşan ‘Kemalist devrim’, bu tarihte kapitalist
dönüşümlerin siyasi (ve birkaç yıl içinde diğer üst yapısal) ön-gereklerini
tamamladı. Eksik olan, yirminci yüzyılın ilk yarısında, bir yarı-sömürge
mirasının tüm unsurlarını taşıyan azgelişmiş bir ekonomide milli bir
kapitalizmin gelişebilmesinin mümkün olup olmadığını sınayacak (ve bu ana
kadar tam olarak denenmemiş olan) iktisat politikası aletleri idi. İşte, 1930
öncesiyle bir ‘kopuş’tan söz edeceksek, bu sadece, korumacılık-devletçilik
sentezi olarak ortaya çıkan bu aletlerin ilk kez birlikte ve etkili olarak
kullanılması anlamında, yani sınırlı bir anlamda, doğru olacaktır.”49
49 Boratav, Türkiye İktisat ..., s. 60-61. Stratejik bakış meziyetinin yönetici kadroyu
ülkeyi yeni baştan inşa etmek düşüncesine yönelttiğini belirten Kuruç’a göre,
Cumhuriyet’in ilanını izleyen yıllarda yönetici kadroda ülkenin istikrardan çok
istikrarsızlık içinde olduğu görüşü egemendir. Devlet içte ve dışta 1924 yılında
hukuken tescil edilmiş olsa da, kuruluşun temel sorunları henüz çözüm bulmamıştır.
Bu durum, yönetici kadro için rahatlık ve güvenlikten çok, keskin bir duyarlılığa ve
tedirginliğe yol açmaktadır. 1930 yılında, yönetici kadro, yeniden inşa düşüncesini
güçlü bir savaş stratejisi mantığı ile uygulamayı kaçınılmaz saymıştır. Çünkü,
cumhuriyet rejiminin bekleyecek zamanı yoktur. Beklemek ve gecikmek kaybetmekle
43
1930’lu yıllarda önce korumacı önlemlere yönelen Türkiye,
1932’den sonra korumacılığı devletçilikle tamamlamıştır. Devletçilik
Türkiye’de kapitalist gelişme modelinin bir parçası olmuştur. Burjuvazi,
önündeki iki seçenekten birini tercih etmek durumundaydı: ya devletçi
bir dinamizmi, ya da bunalım koşullarında liberalizmin zorunlu
refakatçisi olacak olan durağanlığı. Birinci seçenek, burjuvazinin kısa ve
uzun vadeli çıkarları ve Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi bakımından
çok daha elverişli bir ortam yaratmaktaydı.
1931 yılında yapılan CHF Kurultayı’nda devletin elindeki bütün
fabrikaların özel teşebbüse devredileceği İktisat Vekilince belirtilmiştir.
Fırka Genel Sekreteri Recep Bey’in henüz 1931 yılı sonlarına doğru
yaptığı ve devletçiliğe yönelişin sinyallerini verdiği konuşmasında, belli
sermaye çevrelerine karşı güvensizliğini ifade etmiş, devletin “şahsi
teşebbüslerin başaramayacakları veya şahsi teşebbüse bırakmakta zarar
tasavvur edilen” alanlara girmesinin zorunlu olduğunu vurgulamıştır.
İktisadi politikada köklü bir değişikliğe yönelme niyetinin habercisi olan
bu konuşmayı, Recep Bey’in Haziran 1932’de yaptığı ve gerekirse özel
girişimin yapabileceği alanlarda dahi devlet işletmeciliğine
geçilebileceği açıklaması izleyecekti. 1932 yılında devletçi uygulamalara
sonuçlanabilecektir. Bilsay Kuruç, Belgelerle Türkiye İktisat Politikası, 1. Bölüm 1.
Cilt (1929-1932), Ankara, AÜSBF, 1988, s. XXXII-XXXIII.
44
ani ve hatta iş çevrelerine bakılırsa aşırı bir biçimde geçilmiş, bir dizi
devletçi ve devletleştirici yasa ile bu model değişikliği uygulamaya
konulmuş, bu ilk atılımı fazla sert ve aşırı bulan bazı çevreler, özellikle
İş Bankası çevresi, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’yı ikna ederek
Başvekil İsmet Paşa’nın muhalefetine karşın İktisat Vekili Mustafa
Şeref’in istifasını ve İş Bankası Genel Müdürü Celal (Bayar) Beyin
İktisat Vekilliğine getirilmesini sağlamışlardır.50 Yeni İktisat Vekilinin
ilk işi de, iş çevrelerini rahatlatacak uygulamalara hemen başlamak ve
1932 yasalarının sivri köşelerini törpülemek olmuştur. Bununla birlikte,
bu törpüleme, hiçbir zaman 1930 ve hatta 1932 öncesine dönüş anlamına
gelmeyecekti. Boratav’a göre de, devletçilik yönelimini durdurmak ve
50 Heyet-i Vekilede bazı “radikal” değişikliklerin olacağı, tedavi ve istirahat için
Avrupa’ya gidecek olan Mustafa Şeref Bey’in istifa edeceği ve yerine İş Bankası
Umum Müdürü Celal Bey’in getirilmesinin kuvvetle muhtemel olduğunu belirten iş
çevrelerine yakın bir gazete, “… Celal Beyin İktisat Vekaletine gelmesi ihtimali çok
iyi karşılanmıştır. Buna sebep bugün şikayet ve tenkit mevzuu olan kararlarda İş
Bankası Umum Müdürünün fikir ve noktai nazarının herkesçe malum olmasıdır.”
yorumunu yapmaktaydı. Milliyet, (7.9.1932). Siirt Meb’usu Mahmut (Soydan) Bey
de, ithal edilecek hammaddeye önemli sınırlamalar getiren son kararnamenin sanayi
ile iştigal edenlerin önemli yakınmalarına neden olduğunu, bazı işler, hareketler ve
kararların “mutedil” devletçi sistemimizi başka türlü yoruma olanak tanıdığını,
iktisadi sistemimizin tamamen değiştirildiğini, devletleştirme adı altında Bolşevizme
mi gitmekte olduğumuz “vehim ve endişesi”ne kapılan yurttaşlarımızın sayısının
hızla arttığını belirtmektedir. “Teşviki Sanayi Kanunu hakkında müfrit devletçi miyiz,
mutedil devletçi miyiz?” sorusunun sorulduğu ve “Bolşevik olmaya niyetimiz yoktur”
altbaşlığının kullanıldığı makalede denildiğine göre, “... Memleketin siyasi ve iktisadi
gidişini gayri tabii bir cereyana götürmek hiç kimsenin aklından geçmiyor…
Bulutlanan havanın düzelmesi ve iddialarımızın tahakkuk etmesi için uzun müddet
beklemeyeceğiz.” Siirt Meb’usu Mahmut, “İsmet Pş. Lozandaki Gibi İşbaşında”,
Milliyet, (7.9.1932). Mustafa Şeref Bey’in istifa etmesine varan süreç için bkz. Bilsay
Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Ankara, Bilgi, 1987.
45
gerekirse devletçilik terimini kullanarak 1932 yılı öncesinin
politikalarına dönmek yönünde çok güçlü bir akım vardı ve 1933 yılı
içinde çıkarılan yasalar 1932 yılındaki devletçilik yönelişinden tavizde
bulunulduğunun göstergesiydi. Hatta, Başvekil İsmet Paşa’nın 1933
yılında Kadro’da yayımlanan ünlü makalesinde, bu yılın ödüncü
tutumuna adeta bir muhalefet platformundan karşı koymaya çalıştığına
Boratav işaret etmektedir.51 İsmet Paşa’nın yazısına İş Bankası
çevrelerinden tepkiler gelmekte gecikmemiştir. Bu çevreler, yine aynı
kaynakta belirtildiğine göre, “1932 yılının havası”nı devam ettirmek
isteyen çevrelere, ön planda Kadro’ya ve belki de bizzat Başvekil’e,
temsil ettiği çevreler adına bir uyarıda bulunmak istemiştir. Bu çıkış,
devletçilik aleyhtarı tepkinin erişeceği en uç, en cüretli noktayı temsil
etmektedir. Devletçilik teriminin, bu yıllarda, liberalizmle komünizmin
(veya sosyalizmin) bir alternatifi olarak kullanımı yaygındır.
1933-1939 diliminde devletçilik rayına oturmuştur. Celal
Bayar’ın başbakanlık yaptığı son iki yılda ise, devletçilik politikası
uygulanmaya devam edilmekle birlikte, özel teşebbüsün özendirilmesine
dönük yeni bir yönelişin ilk izleri gözlemlenmiştir.52
51 Boratav, Türkiye İktisat…, s. 129. 52 1930’lu yıllar, Türkiye’nin sanayileşme doğrultusunda ilk ciddi adımları attığı
yıllardır. Bu dönemde sabit fiyatlarla yıllık büyüme hızı ortalaması, sanayide, %
10,3’tür. Sanayi kesimi, Cumhuriyet tarihinin bundan sonraki hiçbir döneminde 1930-
1939 yıllarının ortalama büyüme hızına ulaşamayacaktır. Bu dönemde sanayileşme
yönünde hızlı bir yapısal değişim gerçekleşmiştir. Tarım sektörü ise, sanayi
sektörünün gerisinde kalan bir gelişme temposu (yıllık ortalama % 5,1)
gerçekleştirmiştir. Tüm dünya ekonomisinin büyük bunalımın etkisi ile sarsıldığı bu
46
Kemalist ekonomiden kesitleri hem 1920’den başlayan bir iktisat
politikası incelemesi biçiminde hem de orta sınıf değerleri ve özlemleri
ile kurulan ulus devletin gelişmesi içinde izlediği makalesinde, Kuruç,53
1930’larda Kemalizmin ekonomideki özgün modelini54 ve bunun hangi
koşullarda değişime uğradığını yorumlamaktadır. Kuruç’a göre, 1923-
1939 döneminde günün yükselen sınıfları payları küçülmediği veya bu
olasılık görünmediği sürece iktisat politikasındaki radikal değişikliklere
karşı tavır almamışlar, tersine, (1933’ten sonra devletçilik çizgisini
kabullerinde olduğu gibi) radikal değişikliklerin kendileri için yarattığı
fırsatları çabuk benimsemişlerdir. 55
dönemde, % 6’ya yaklaşan bu büyüme oranı, başarılıdır. Bir diğer önemli yan ise, bu
büyümenin esas olarak ekonominin öz güçleriyle başarılmış olmasıdır. Boratav,
Türkiye İktisat ..., s. 67-72. Bu dönemin daha ayrıntılı bir çözümlemesi için bkz.
Boratav, Türkiye’de..., s. 93-214. 53 Bilsay Kuruç, “Kemalist..., s. 298-312. 54 Kuruç, Ekonomide hem evrensel bazı esasları benimseyen hem de ülkenin ve
zamanın özel koşullarını dikkatle izleyerek yerleşen ve süreklilik kazanan Kemalist
özgün modelin ayırt edici özellikleri arasında mali disiplini, savaşsız bir dünyada
köylüyü çiftçi haline getirmeyi, sermaye birikimini yaratmayı, orta sınıf değerlerini ve
radikal özlemleri göstermektedir. a.g.m., s. 298-300. 55“... ekonomik konjonktür elverişli olduğu, ekonomik paylar genişlediği veya
iyimserlik bozulmadığı sürece, başta sanayi, ticaret ve finans kesimleri olmak üzere
yükselen sınıflar Kemalist modele zaman zaman tam, zaman zaman ölçülü destek
vermişlerdir. Rejimin radikal fakat daima mutabakatları gözeten orta sınıf tercihleri
usta politikalarla uygulanmış ve yükselen sınıfların bir modüs vivendi içinde
kalmaları sağlanmıştır. Siyaset alanındaki gelişmeler (önce, 1923’ten başlayarak
siyasette ve devlette geçmişten kopuşu getiren değişiklikler ve sonra, 1931’de
başlayan Tek Parti dönemi) 1920’lerin yükselen sınıflarını aktif biçimde
ilgilendirmemiş, tedirgin etmemiştir. Ekonomide de böyle olmuştur…” a.g.m., s. 300.
1929 iktisadi bunalımının etkilerinin hissedilmeye başlaması üzerine zamanın İktisat
Vekili Mustafa Şeref Bey’in yöneldiği politika Kemalist özgün modeli ilk kez ve
47
1930’lu yılların işadamları devlet müdahalesi ile istikrarsızlık
arasında kesin bir seçim yapmanın kaçınılmaz olduğuna inanmakta ve
bu durumda tercihlerini müdahaleden yana yapmaktaydılar.
İşadamalarının 1930’lu yıllardaki şikayetleri, devletin rolünü artırıcı
politikalardan çok istikrarsızlık yaratıcı müdahalelere yöneliktir. Onlar,
kendilerine ayrılan alanın sınırları içinde sahip oldukları hak ve
ayrıcalıkların sürmesini, daha da önemlisi, bu sınırların açık ve net bir
biçimde tanımlanmasını istemekteydiler. 1930’lu yıllarda iktisat
günün bunalım ortamında ticaret, sanayi ve finans kesimlerinin ve büyük toprak
sahiplerinin ortak muhalefeti ile karşı karşıya getirmiş, sorun İktisat Vekilinin istifası
ile aşılmıştır. “... Kemalizmin yükselen sınıfların ekonomik paylarını sabitleme veya
küçültme yolundaki ilk girişimi ile model sıkışmış, fakat, özel kesimin de ekonomide
yeni devletçi birikimden pay alabileceği bir rötuşla 1930’lardaki uygulama şansını
kazanmıştır.” a.g.m., s. 301. Kuruç, makalesinde, Kemalist ekonomi modelinin,
öncülüğünü yeni İktisat Vekili Celal (Bayar) Bey’in yaptığı bir ikinci kolundan söz
etmektedir. Bu çizgi, siyasal otorite ile yükselen sınıflar arasında, yükselen sınıfların
talepleri doğrultusunda bir “ittifak” arayışıdır. Bayar bu arayışını “Güdümlü
Ekonomi” sloganı ile yapmaktadır. Rejimin siyasal kadrosu ile yükselen sınıflar
arasında 1933 yılında varılan uzlaşmayı, Kuruç, yükselen sınıfların ekonomide geriye
(1920’lere) dönüş arzularını aşmayı bilen bir bakışın ve çabanın ürünü olarak
değerlendirmektedir. “... En önemli temsilcisi Bayar olan bu ‘ikinci kol’un veya ikinci
çizginin 1930’ların siyasal modeli olan Tek Parti sistemi ile ilgili bir tereddütü veya
muhalefeti yoktur....” a.g.m., s. 307. İkinci kol dolayısıyla yükselen sınıfların orta
sınıfla yaptıkları ittifakta hem paylarını büyütme arzuları hem de mali disiplinin
gevşetilmesi çabaları gözlemlenmektedir. Kuruç’un bir diğer önemli saptaması da,
1930’lu yıllardan, yükselen sınıfların liberal denilebilecek bir düşünce veya isteğe
sahip olduklarının okunmadığı, bu sınıfların ekonomide ve siyasette liberalizm arayışı
içinde olmadıklarıdır.
48
politikalarının belirlenmesinde, devlet, sanıldığının aksine, yüksek
derecede bir özerkliğe sahipti.56
Devletçiliğin, “... Cumhuriyet Türkiye’sinde kapitalist sermaye
birikiminin özel bir yolu...” olduğunu, bir sistem olarak değil, bir iktisat
politikası olarak anlaşılması gerektiğini belirten Boratav, devletçiliği,
genel olarak, devlet işletmeciliğini de zorunlu bir unsur olarak içeren
müdahaleci bir iktisat politikası olarak tanımlamaktadır.57 Trak’a göre
de, devletçilik kavramı devletin ekonomiye dışarıdan müdahalesi ve
devletin ekonomik faaliyet içinde bizzat yer alması olarak iki ayrı açıdan
ele alındığında 1930’lardaki tartışmalara katılanlar arasında devletçiliği
savunmayan yok gibidir.58
56 Ayşe Buğra, Devlet ve İşadamları, (2. B.), İstanbul, İletişim, 1997, s. 149-150.
Buğra’ya göre, Celal Beyin uyguladığı iktisadi politikalar selefinin uyguladığı
politikalardan daha liberal değildi. a.g.e., s. 152. 57“... 1932-1939 arasında Türk ekonomisinde artan devlet müdahalesinin tezahür
biçimlerinin bütünü, en genel anlamda devletçilik terimiyle nitelendirilmiştir.” Ona
göre, devletçiliğin ve bazen adlandırıldığı biçimiyle karma ekonomi düzeninin,
ekonominin bazı kesimlerinde yaygın devlet işletmeciliğinin varlığından ve sadece bu
olgudan hareketle, kapitalizm ve sosyalizmden ayrı, sistem olarak bir üçüncü yolun
varlığı iddiası bilimsel bir dayanaktan yoksundur. Boratav, Türkiye'de..., s. 2. 58 Liberal politikacı ve düşünürler bireyin yapamadığını devletin yapacağını,
devletçiliği benimseyenler ise devletçiliğin amacının sınıfsız ve imtiyazsız bir toplum
yaratmak olduğunu savunmuşlardır. Başka bir ayrım da önerilen politikaların
uygulama süresi konusunda yapılabilir. Taraflardan bir kısmı devlet müdahalesi ve
devlet işletmeciliğini özel girişimciliğin gelişip iktisadi faaliyetin tümünü
üstlenebilecek duruma gelmesine kadar başvurulacak politikalar olarak görmüşler,
diğerleri ise bu politikaların sürekli yürürlükte kalması gerektiğine inanmışlardır. Bu
durum gösteriyor ki, devletçi görüşlerin karşısında “gerçek” anlamda liberal görüşleri
savunan bir grup düşünür ve politikacı bulunmamaktadır. Trak, a.g.m., s. 1089.
49
1930’lu yılların hükümet programlarında59 siyasal ve iktisadi
liberalizm ögeleri aramak boşunadır. Çoğunlukla CHP programlarına
göndermede bulunulan bu programların içerik ve anlayış bakımından
birbirinden çok farklı olduğu söylenemez. V. İsmet Paşa Hükümetinin
programında, yıllardan beri izlenen genel siyasetin değişmeyeceği,
yurdun ve ulusun kültürel ve toplumsal birliğinin korunacağı ve
güçlendirileceği, iktisat alanındaki faaliyetlerle ulusal iktisadın önündeki
engellerin kaldırılacağı belirtilmektedir. VI. İsmet Paşa Hükümeti, ülke
içinde huzur ve emniyetin ihlal edilmesinin kuvvetli devlet otoritesi
sayesinde önleneceği, yasaların egemen kılınacağı sözünü vermiş, VII.
İnönü Hükümeti ise, “... inkılapların vücuda getirdiği yeni Türk
cemiyetinin içerden ve dışardan sulh ve emniyet içinde çalışıp
ilerlemesini ve açılmasını...” sağlamayı taahhüt etmiştir.
I. Bayar Hükümetinin programı, hem 1930’lu yıllardaki en uzun
Program olması hem de şef vb. nitelemelerle Atatürk’e çok sayıda atıfta
bulunulması60 bakımından ilginçtir. Bayar, kendilerininki gibi parti
59 Nuran Dağlı-Belma Aktürk, Hükümetler ve Programları, (I. Cilt), Ankara, TBMM
Basımevi, 1991, s. 40-96. 1930’lu yıllarda kurulan hükümetler ve kuruluş tarihleri
şöyledir. V. İsmet Paşa Hükümeti, 27.9.1930; VI. İsmet Paşa Hükümeti, 4.5.1931;
VII. İnönü Hükümeti, 1.3.1935; I. Bayar Hükümeti, 1.11.1937; II. Bayar Hükümeti,
11.11.1938; I. Saydam Hükümeti, 25.1.1939; II. Saydam Hükümeti, 3.4.1939. 60 Haldun Derin, Çankaya Özel Kalemini Anımsarken (1933-1951), (Yayıma
Hazırlayan: Cemil Koçak), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt, 1995, s. 123. Derin’in de işaret
ettiği gibi, Program’da “Şefin direktifleri”, “yüksek ifadeleri”, “parolası”, “işaret
ettiği”, “emri”, “verdiği vazife”, “dediği”, “verdiği emir ve ideoloji”, “emrettiği”,
50
hükümetlerinin kendilerine özgü bir programlarının bulunmadığını,
izleyecekleri programın, “... büyük Türk milletinin arzu ve iradelerini
toplayan Cumhuriyet Halk Partisinin realist ve dinamik programı...”
olduğunu belirtmekteydi. Ona göre, tarihte hiç bir devre, BDS sonrası
kadar ibret verici derslerle ve Türk Devrimi’nin her adımındaki büyük
isabeti onaylayacak çeşitli olaylarla ve mücadelelerle dolu geçmemiştir.
Zamanımızda birçok şeylerin ileri ulus olarak var kalmak için yapılması
bir zorunluluktur. Birçok ülkeyi kemiren ve hükümetlerin belli başlı
uğraşısı haline gelen iç siyasal davalar Cumhuriyet Türkiye’sinde
yoktur. Hükümet, mevcut emniyet ve istikrar havasını sürdürmeye
kararlıdır. Bütün devrim sonuçları hükümet otoritesi sayesinde
korunmaktadır ve bu otorite temel sayılmaya devam edilecektir. Zamana
ve ihtiyaca uygun bir güdümlü ekonomi politikası uygulayacaklardır. İç
ticarette kesin zaruret olmadıkça piyasalara karışılmayacak, bununla
birlikte hiçbir piyasa da başıboş bırakılmayacaktır. Kemalist rejim, “…
“emrettiği politika”, “emirleri”, “iradesi”, “vaki irşatları”, “işaretleri veçhile”,
“işaretleri dairesinde” sözleri paragraflar boyunca birbirini kovalamaktaydı. Bayar’a
göre bunların her biri büyük teminattı, hükümet işlerine rehber olacaktı, mesailerini
bu sonuca götürecek doğrultular idi. Bunların her biri izlenecekti, yerine getirilecekti,
gerçekleştirilecekti, önem verilmeye devam edilecekti. Bu Programda “şef”
sözcüğünün otuz dokuz kez tekrarlandığını belirten Haldun Derin’e göre, Bayar,
Hükümet Programını, “... benliğini Atatürk’ün kimliği içinde eriterek, onun varlığı
karşısında kendini hemen hemen bir hiç sayacak tarzda kaleme...” almıştır. Cemil
Koçak’a göre, “Bayar Hükümetinin yaklaşık bir yıllık faaliyeti göz önüne alındığında
ve siyasal ve ekonomik kararları İnönü Hükümetleri ile karşılaştırıldığında, bazı yeni
ekonomik politika eğilimleri sezilmekle beraber, arada önemli bir fark olmadığı
belirtilmelidir.” Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), (I. Cilt), İstanbul,
İletişim, 1996, s. 96.
51
mülkiyet, ferdi mesai ve çalışma kıymetini…” iktisat politikasının esası
olarak almakta, ulusal çıkarlara uymayan, devamlı bir kişisel çıkarı
kabul etmemektedir, bundan böyle de etmeyecektir. Bir tüccarın yalnız
kişisel çıkarını düşünmesi demek, yararlandığı kaynağı kurutması
demektir. Bu yönde çalışmak isteyenleri engelleyecek önlemleri almakta
hükümet gecikmeyecektir. Hükümet, birey tarafından yapılabilecek
işlerin bireylerce yapılmasını himaye ve teşvik edecek, bu amaçla
sanayii teşvik siyasetini sürdürecek, “… ferdi mesai veya sermayenin
bugün için yetmediği veya gidemediği işlerde, korunmanın gerektirdiği
hususlarda, milli emniyeti ve umumi menfâati temin etmek ferdi mesai
ve sermayenin çeşitlenip büyümesini kolaylaştırmak için…” devlet iş
başına geçecektir.
II. Bayar Hükümetinin Programında da, bir önceki Programın
şimdiye kadar yapılamayan kısımlarını yürütmek azim ve kararlılığı
içinde oldukları, CHP programının rehberleri olacağı belirtilmektedir.
Bayar’a göre, ulusumuz, on beş seneden beri tecrübe edilen Kemalizm
rejiminin kendisine verdiği huzur ve sükun içerisinde çalışmak ve
kuvvetlenmek istemektedir. Kendisi ve kabine üyeleri “... rejimin azâd
kabul etmez kulları...”dır.
Devrim yasalarının uygulanmasına özenle devam edileceği I.
Saydam Hükümetinin programında belirtilmekte, hem bu programda
52
hem de II. Saydam Hükümetinin programında, CHP programının
yaşama geçirilmesinin amaçlandığı vurgulanmaktadır.
CHF Üçüncü Kurultayı’nda (Mayıs 1931) saptanan altı ilke
(cumhuriyetçilik, ulusçuluk, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik)
Fırkanın “esas”ları61 olarak benimsenmiştir. Bunlardan devrimcilik ve
61 CHF’nin 1931 Programında bu esaslar Fırkanın “…istikbale de şamil olan
tasavvurlarımızın ana hatları”nı oluşturacak prensipleri (1935 Programında da
Kemalizmin ilkeleri) olarak ifade edilmekte ve 1931 Programında ilkeler birer veya
ikişer pasajla ifade edilmekteydi: “Fırka, Cumhuriyetin, millî hakimiyet mefkuresini en
eyi ve en emin surette temsil ve tatbik eder devlet şekli olduğuna kanidir. Fırka, bu
sarsılmaz kanaatle Cumhuriyeti tehlikeye karşı her vasıta ile müdafaa eder.”
(cumhuriyetçilik); “Fırka, terakki ve inkişaf yolunda ve beynelmilel temas ve
münasebetlerde bütün muasır milletlere muvazi ve onlarla bir ahenkte yürümekle
beraber Türk içtimaî hayatının hususî seciyelerini ve başlı başına müstakil hüviyetini
mahfuz tutmayı esas sayar.” (ulusçuluk); “İrade ve hakimiyetin kaynağı millettir. Bu
irade ve hakimiyetin, devletin vatandaşa ve vatandaşın devlete karşılıklı vazifelerinin
hakkiyle ifasını tanzim yolunda anılması Fırkaca büyük esastır. Kanunlar önünde mutlak
bir müsavat kabul eden ve hiçbir ferde, hiçbir aileye, hiçbir sınıfa, hiçbir cemaate imtiyaz
tanımayan fertleri halktan ve halkçı kabul ederiz.” “Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı
ayrı sınıflardan mürekkep değil ve fakat ferdî ve içtimaî hayat için iş bölümü
itibariyle muhtelif mesaî erbabına ayrılmış bir camia telâkki etmek esas pren-
siplerimizdendir.” (halkçılık); “Ferdî mesaî ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün
olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi mamuriyete eriştirmek için
milletin umumî ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde -bilhassa iktisadî sahada-
Devleti fiilen alâkadar etmek mühim esaslarımızdandır.” (devletçilik); “Fırka, Devlet
idaresinde bütün kanunların, nizamların veusullerin ilim ve fenlerin muasır
medeniyete temin ettiği esas ve şekillere ve dünya ihtiyaçlarına göre yapılmasını ve
tatbik edilmesini prensip kabul etmiştir. Din telâkkisi vicdanî olduğundan, Fırka, din
fikirlerini Devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin muasır terakkide
başlıca muvaffakiyet amili görür.” (laiklik); “Fırka, milletimiz birçok fedakârlıklarla
yaptığı inkılâplardan doğan ve inkişaf eden prensiplere sadık kalmayı ve onları müdafaa
etmeyi esas tutar.” (devrimcilik). Yılmaz Gülcan, Cumhuriyet Halk Partisi (1923-
1946), İstanbul, Alfa, 2001, s. 394-395.
53
devletçilik yeni ilkelerdi; buna karşılık, halkçılık, II. Meşrutiyet
Türkiye’sinden devralınan bir ilkeydi.62
Halkçılık ilkesi Fransız dayanışmacı (solidarist, tesanütçü)
düşüncesi esinlidir ve 1908 sonrası Türkiye’sinde egemen ideoloji
olmaya başlamıştır.63 Dayanışmacı düşüncenin temel tezi şudur: XIX.
yüzyıl ekonomist ve sosyalist düşünceleri toplumsal sorunu doğru
62 1930’lu yıllardaki CHF programlarına altı esas (ok, ilke) biçiminde yansıyan ifadeler
genellikle Mustafa Kemal’in çeşitli zamanlarda ve türlü vesilelerle söylediklerinden
ya aynen alınmış veya bu sözlerden esinlenilerek bu ilkeler tanımlanmıştır. 1935
Programının 1931 programından en önemli farkı, altı okta ifade edilen ilkelerin
tümünün “Kemalizm” olarak ifade edilmesi ve dilinin öztürkçeleştirilmesidir. Levent
Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, (3. B.), İstanbul, İletişim, 1995, s.
133. Kemalizmin nasıl bir ideoloji olduğu sorusunun yanıtlanmasında ve Kemalist
ilkelerin kendi içlerinde nasıl ilişkilendirildiğinin kavranabilmesinde esas alınması
gereken ilke, Köker’e göre, halkçılıktır. a.g.e. s. 136-137. Aynı konuda bkz. İlhan
Tekeli-Gencay Şaylan, “Türkiye’de Halkçılık İdeolojisinin Evrimi”, Toplum ve
Bilim, Sayı 6-7, (Yaz-Güz 1978), s. 64-65. 63 Zafer Toprak, “II. Meşrutiyet’te Solidarist Düşünce: Halkçılık”, Toplum ve Bilim,
Sayı 1, (Bahar 1977), s. 92-94. İT’nin halkçılık ideolojisini Fransız
dayanışmacılığından değil, XIX. yüzyıl sonu Rus Narodnik akımından aldığını ileri
süren Tekeli-Şaylan, 1912 Balkan Savaşı yenilgisi sonrasında Fırka’nın Osmanlıcı,
İslamcı ve Ademi Merkeziyetçi özellikleri ağır basan ideolojisinin dönüşüme
uğrayarak Türkçü, Batıcı ve Merkeziyetçi özellikler kazandığını, halkçılık akımının
da bu dönüşümden payını alarak, toplumcu içeriğinden kısmen uzaklaştığını ve Ziya
Göklap’in sentezciliği içinde Türkçü bir içerik kazandığını, dayanışmacı bir yapıya
büründüğünü belirtmektedir. Tekeli-Şaylan, a.g.m., s. 59. Şerif Mardin ise,
halkçılığın kaynağını Batı dayanışmacılığı olarak görmekte, halkçılık ilkesinin XX.
yüzyılla birlikte Türkiye’de aydınlar arasında en çok tutulan akım oluşunu “eski bir
kültür kodunun yeni bir şekilde yansıması” olarak nitelemektedir. Mardin’e göre,
Batı’ya giden Türk aydınlarının sosyalizm-dayanışmacılık almaşığından ikincisini
seçmelerinin nedeni, dayanışmacılığın bu kadroların kolayca kabul edebilecekleri,
eskiden beri bildikleri, kendi toplumlarında egemen olan değerlere benzeyen
toplumsal değerler getirmesidir.
54
biçimde saptamış olmalarına karşın, her ikisi de soruna tutarlı bir çözüm
getirememişlerdir. Ekonomistler çabanın bireyi yükselttiğini, mücadele
kaygısının onu güçlü kıldığını ve rekabetin bir ayıklama ve ilerleme
unsuru olduğunu vurgulamışlarsa da, bırakınız yapsınlar-bırakınız
geçsinler sloganıyla adaleti yadsımışlardır. Buna karşılık, kolektivistler
de, salt maddi göstergelerle adalete arka çıkmışlar, toplumu, mutluluğu
üleştirecek bir güç olarak görmüşler, adaleti otoriter yöntemlerle
kurmaya kalkışmışlardır. Dayanışmacılar adaleti ve özgürlüğü
bağdaştıracak, ekonomist ve sosyalist düşünceyi uzlaştıracak bir çözüm
ileri sürdükleri kanısındadırlar.64 Üçüncü Cumhuriyet Fransa’sında
(1870 ve sonrasında) resmi ideoloji durumuna gelen dayanışmacılık,
“... teşebbüs serbestiyeti ve mülkiyetin dokunulmazlığına gölge dürşürmeden
liberalizmle sosyalizm arası bir “orta yol” aramayı amaçlayan, ekonomide
devlet müdahaleciliğini öneren, sosyal mevzuatı gündemine alan, toplumsal
yaşamda sınıf çatışmasının gereksizliğine inanan, çelişkiden arınmış, uzlaşma
esasına dayalı organik dayanışmayı (tesanüdü) benimseyen, laik eğitimi
savunan, pasifist, uzlaşmacı bir ideoloji olarak tanımlanabilir. Diğer bir
deyişle, süregelmiş toplumsal yapıyı veri olarak alan, kapitalist toplumun
sosyal adaletsizliklerine parlamenter yoldan çözüm arayan evrimci bir
düşünce, bir anlamda Bentham faydacılığının Fransa’daki ahlakçı
görünümüdür.”65
64 Toprak, “II. Meşrutiyet’te…, s. 94. 65 a.g.m., s. 94-95. Sosyalizmin en güçlü siyasal silahı olan sınıf çatışmasını gündemi
dışına iten dayanışmacılık, işbirliği ve dayanışma ilkelerini benimsemiştir.
55
Dayanışmacılığı ve onun devlet felsefesi olan halkçılığı
Türkiye’ye Ziya Gökalp ve Tekin Alp’in de aralarında bulunduğu kimi
İttihatçı çevreler getirmişlerdir. Meşrutiyet halkçılığı toplumsal olduğu
kadar siyasal ve ekonomik içeriği de olan bir öğretidir. Dönemin
uluslaşma sürecini, ulusal iktisat politikasını ve toplumsal dayanışma
ilkesini kapsayan bir ideolojidir. Meşrutiyet halkçılığının siyasal boyutu,
yani siyasal halkçılık, Toprak’a göre, ulus-devlet kurulmasını
amaçlayan, siyasal bağımsızlığa yönelik, bireylerin siyasal hak ve
özgürlüklerini gözeten bir halkçılık türü, iktisadi halkçılık ise, uluslaşma
sürecinde liberal iktisat politikasına karşı devlet müdahaleciliğini öneren
bir öğretidir.
“... İktisadi solidarizm, ‘ferdi’ kapitalizmin yolaçtığı sınıflaşma sorununa
çözüm getirmeyi amaçlamakta, devletin izleyeceği sosyal politika ile sınıfsal
çelişkileri, toplumsal çarpıklıkları gidermeyi savlamaktadır. Bu nedenle ‘ferdi
kapitalizm’ yerine ‘devlet kapitalizmi’ önerilecek, devletin fiilen iktisadi
hayata girmesi, sermayedar olması benimsenecek, bu arada ‘teşebbüs-ü
şahsi’yi sınırlamamaya aşırı özen gösterileceği belirtilecektir. Devlet sosyal
mevzuata da eğilecek, emekçilerin hak ve menfaatlerini gözetecek,
işverenlerle emekçiler arasında arabuluculuk görevini üstlenecektir.”66
Halkçılığın, yukarıda değinilen iktisadi ve siyasal boyutları yanı
sıra bir de toplumsal boyutu vardır.
66 a.g.m., s. 96.
56
“... ‘içtimai halkçılık’ çelişen toplumsal sınıflar yerine, uzlaşan meslek
zümrelerini benimsemekte, sınıf mücadelesini yatsıyarak, menfaat ahengi ve
tesanüdünü önermektedir. Sınıflı toplumları izleyecek ‘meslek devri’nde
toplumsal işbölümü esası üzerine kurulmuş meslek zümreleri toplumsal tabanı
oluşturacaktır. Toplumsal sınıflar, aralarında uzlaşma imkanı bulunmayan,
birbirleriyle sürekli mücadele eden unsurlardır. Ayırıcı, parçalayıcı, sürekli
çelişen toplumsal sınıflar kalkıp da yerlerine meslek zümreleri geçince
toplumda içtimai darvinizm son bulmuş olacak, ebedi barış hüküm sürmeye
başlayacaktır.”67
Tekeli ve Şaylan ise, halkçılığın oluşumunu belirleyen temel
sürecin kapitalizm olduğunu, halkçılık ideolojisinin, kapitalistleşme
sürecinde ortaya çıkan mülksüzleşme tehdidi ile karşı karşıya gelen
grupların tepkisinden kaynaklandığını, halkçılığı bir bakıma yok olma
tehdidi ile karşı karşıya kalan küçük ve orta mülkiyetin dünyaya bakış
açısı saymanın olanaklı olduğunu belirtmektedir.68
Ziya Gökalp’e göre Türkçülüğün önemli ilkelerinden biri “halka
doğru”luktur. Halka doğru gidecek olan güzideler (münevverler ya da
67a.g.m., s. 96. II. Meşrutiyet döneminde İttihatçı ideolog kadroların sorunu,
uluslaşmanın maddi dönüşümleri doğrultusunda ülkedeki gelişmeleri de içerecek bir
toplum felsefesi oluşturmaktı. Bu kadrolar halkçılık ideolojisinde karar kıldılar.
a.g.m., s.115-117. Toprak, halkçılık ideolojisinin içselleştirilmesi sürecinde Ziya
Gökalp’in ve Tekin Alp’in rollerine dikkat çekmektedir. 68 Makalede, halkçılık ideolojisinin içeriğinin Türk siyasal yaşamına paralel olarak
neden ve nasıl değiştiği gösterilmektedir. Yazarlara göre, “İdeoloji belirli bir
dönemde ya da çağda, varolan tarihi ve toplumsal bir grubun, örneğin bir ulusun, bir
sınıfın bütünüyle evreni yorumlayışı, tüm yaşamına bir düzen getirmedeki
tutumu”dur. Tekeli-Şaylan, a.g.m., s. 45-48.
57
mütefekkirler) onlara uygarlık (medeniyet) götürecek ve halktan kültür
(hars) alacaklardır. Aydınlar halka doğru yalnızca onu aydınlatmak için
değil, aynı zamanda halktan alacaklarıyla ülkenin kendine özgü gelişme
sentezini başarmak için gideceklerdir. Halk, avam değildir, topluma
özgü nitelikler ile dehanın kaynağıdır. Aydının yapması gereken, bu
kaynağa Batı’nın uygarlığını ya da tekniğini götürmektir. Ülkenin
kendine özgü sentezi ancak bu suretle ortaya çıkacaktır.69 Halkçılık
ideolojisi, Tekeli ve Şaylan’ın saptamalarına göre, Ziya Gökalp’te de
evrim geçirmiş, örneğin BDS öncesi ile sonrasındaki halkçılığın içeriği
farklı olmuştur.
İT döneminde ve Ziya Gökalp’in sentezlerinde halkçılık
ideolojisinin üç boyutu (siyasal, kültürel ve toplumsal) ortaya çıkmıştır.
Siyasal boyut, halkın siyasal yaşama ve yönetime katılmasına ilişkindir.
Bunun nasıl sağlanacağı konusundaki değişik görüşler (yalnızca
69a.g.m., s. 59-60. Ziya Gökalp üzerinde Durkheim’ın dayanışmacı (solidarist)
sosyolojisinin etkisi çok olduğundan, Ziya Gökalp toplumsal sınıf olgusu üzerinde
durmamaktadır. Ona göre, önemli olan, toplumsal işbölümü dolayısıyla doğan
toplumsal dayanışmadır; sınıf çatışması değil. Toplumdaki bütün uzmanlık ve meslek
zümreleri işbölümü yüzünden doğmaktadır. İşbölümünün sürmesi için ise toplumsal
dayanışma gereklidir. Bu dayanışma “içtimai mefkure”nin (toplumsal ülkünün)
oluşması ile sağlanabilecektir. Osmanlı tolumunun müşterek vicdanında “Türk
milletinden, İslam ümmetinden, Garp medeniyetinden olma” idraki ya da bilinci
uyanmıştır. Ziya Göklap’in bu formülü, Türkleri artık Osmanlılık uğruna kendi
Türklük bilinçlerini bastırmaktan kurtarmaktaydı. Toplumda Türklük bilinci
uyanınca, bunun doğal sonucu olarak da, Ziya Gökalp’te halkçılık ile Türkçülük elele
vererek “mefkureler alemine” doğru beraberce yürüyeceklerdir. Her Türkçü siyaset
alanında halkçı kalacak, her halkçı da “hars” alanında Türkçü olacaktır.
58
parlamentoculukla yetinmek, adem-i merkeziyetin güçlendirilmesi,
bürokrasiye karşı olmak) bu tip halkçılık anlayışının alt boyutlarıdır.
Halkçılığın kültürel boyutu bakımından temel sorun, halkın değerleri ve
özlemleri ya da Türk halkına özgü niteliklerin değişen toplum içinde
toplumun gelişmesini engellemeden nasıl korunacağıdır. Halkçılığın
toplumsal boyutunda, toplumsal düzen ya da toplumsal sistemin yapısal
özellikleri tartışma konusu edilmektedir. Toplumda işbölümünün varlığı
toplumu organik bir bütün haline getirmiştir, toplumsal dayanışma
modeli egemendir. Toplum kendi işleyişine bırakılacak olursa sınıfsal
farklılıklar ve eşitsizlikler doğacak, eşitsizlikler toplumu giderek sınıfsal
çatışmaya götürecektir. Bu ise, hiç istenilmeyecek bir sonuçtur. Sınıf
farlılıklarının törpülendiği ya da sınıfların olmadığı bir toplum
yaratılmalıdır. Böyle bir toplumu kurmak için, ya toplumdaki kişilerin
yasalar karşısında eşit sayılması yeterli olacaktır; ya da üretim
araçlarının mülkiyet biçimine eğilmek gerekecektir.70
Mustafa Kemal, Kurtluş Savaşı’nın zaferle sonuçlandığının artık
anlaşıldığı bir sırada, 7 Eylül 1922’de yayımladığı beyannamede, zafer
sonrasına yönelik öngörülerini belirtirken, “halkçılık esası üzerine
müstenit Halk Fırkası”nı kurma niyetinde olduğunu belirtmiş, yılın
sonuna doğru basına verdiği bir demeçte de gerekçelerini açıklamıştır.
70 a.g.m., s. 64-65.
59
“... başka memleketlerde fırkalar, mutlaka iktisadi maksatlar üzerine
kurulmaktadır. Çünkü o memleketlerde muhtelif sınıflar vardır. Bir sınıfın
menfaatini korumak için kurulan siyasi bir fırkaya karşılık, diğer bir sınıfın
menfaatini korumak maksadiyle bir fırka kurulur. Güya bizim
memleketimizde de ayrı ayrı sınıflar varmış gibi kurulan fırkalar yüzünden
şahit olduğumuz neticeler malumdur. Halbuki, Halk Fırkası dediğimiz zaman,
bunun içine bir kısım değil, bütün millet dahildir.”71
71Demeçte, “...çeşitli meslek erbabı, birbirinin menfaatine yardımcı olduğundan onları
sınıflara ayırmak imkanı yoktur. Ve heyet-i umumiyesi halktan ibarettir...”
denilmekte idi. Yetkin, a.g.e., s. 97-98. İzmir İktisat Kongresi’ne dönemin
dayanışmacı toplum görüşünün etkisi altında mesleki temsil esasına göre çağrılmış
çiftçi, tüccar, sanayici ve işçi temsilcileri katılmıştır. Aynı ay içinde Balıkesir’de
yaptığı konuşmada, Mustafa Kemal, halkçılık anlayışını Türk toplumunda sınıf
farklarının bulunmaması varsayımına dayandırmış, Mart 1923’te yaptığı konuşmada
aydın-halk ayrımı yapmıştır. Bu ayrım ekonomik olarak temellendirilmediğinden,
toplumdaki bütün grupların çıkarlarının çelişmediği yönündeki varsayıma ters
düşmemekteydi. Aydınlar, içeriği belirsiz bırakılan ve üzerinde mutabakat
bulunmayan “çağdaş uygarlık”ı topluma taşıyacaklardı. Tekeli ve Şaylan’a göre,
mevcut halkçılık anlayışının (toplumsal grupların çıkarlarının uyuştuğu ve sınıfların
bulunmadığı) Cumhuriyetin ilanı sonrasında izahının güç olduğu belliydi. Sovyetler
Birliği’ndeki sosyalist düzen henüz yeterince başarılı olamamışsa da, çağdaş Batı
uygarlığına bir almaşık durumundaydı, hem de Batı toplumlarında da sınıf
çelişkilerinin egemen olduğu bilinmekteydi. Zaman, Durkheim’ın dayanışmacılık
kuramından kaynaklanan sınıfsız toplum ve aydın öncülüğü düşünü geçersiz
kılmaktaydı. Saltanat ve hilafet kaldırılmış, Cumhuriyet ilan edilmiş ve egemenlik
ulusa verilmişti. Bütün bunlar halkçılık ilkesinin üst yapı kurumlarına uygulanması
olarak nitelendirilebilirdi. Aşarın kaldırılması dışında, halkçılığın alt yapıya ilişkin bir
uygulaması yoktu. Halkın esaslı ve çağdaş tarzda örgütlenmesi ve örneğin bunu
sağlamak üzere sendikalar yasasının çıkarılması yönünde 1924 yılında yapılan
çağrılara iktidar kulaklarını tıkamıştı. Tam tersine, “Halkın örgütlenmesi siyasal
sürece ağırlığını koyması gerçekleşmeyecek, burjuva devrimi doğrultusunda
bürokrasinin merkeziyetçi kontrolunun kurulması yönünde gelişmeler birbirini
izleyecekti.” Tekeli ve Şaylan, a.g.m., s. 76-78.
60
Halk Fırkası’nın 9 Eylül 1923 tarihli ilk Nizamnamesine (Tüzük)
göre, Fırkanın amacı, ulusal egemenliğin halk tarafından ve halk için
uygulanmasına rehberlik etmek, Türkiye’yi uygar bir devlet haline
yükseltmek ve Türkiye’de bütün kuvvetlerin üstünde yasanın
koruyuculuğunu hakim kılmaya çalışmaktı. Tüzüğün ikinci maddesi ise,
Fırkanın halkçılık anlayışını düzenlemekteydi.
“Halk Fırkası nazarında halk mefhumu, herhangi bir sınıfa münhasır değildir.
Hiçbir imtiyaz iddiasında bulunmayan ve umumiyetle kanun nazarında mutlak
bir müsavatı kabul eden bütün fertler halktandır. Halkçılar, hiçbir ailenin,
hiçbir sınıfın, hiçbir cemaatin, hiçbir ferdin imtiyazlarını kabul etmeyen ve
kanunları va’zetmekteki mutlak hürriyet ve istiklâli tanıyan fertlerdir.”72
15 Ekim 1927 günü yapılan İkinci Kurultay’da Fırka Tüzüğünde
değişiklik yapılarak, Fırka’nın ilkeleri olarak cumhuriyetçilik, halkçılık
ve ulusçuluk sayılmıştır.
“Fırka; millî hâkimiyet ve idarenin taallûk ettiği bütün şuabat-ı faaliyette halk
tarafından ve halk için kaidesini hâkim kılmayı gaye edinmiştir. Kanun
nazarında mutlak bir müsavatı kabul eden ve hiçbir ailenin ve hiçbir sınıfın,
hiçbir cemaatın, hiçbir ferdin imtiyazlarını tanımayan fertleri halktan ve halkçı
olarak kabul eyler.”73
72 Yetkin, a.g.e., s. 92. Tüzük için bkz. Gülcan, a.g.e., s. 340-353. 73 a.g.e., s. 361.
61
İktisadi Bunalımın da etkisiyle toplumsal hoşnutsuzluğun artması
ve 1930 yılında kurulan SCF’nın çok kısa sürede geniş kitlelerin
desteğini kazanması karşısında, rejim, ideolojisini yeniden gözden
geçirme gereğini duymuştur. 1931 yılında kabul edilen CHF programı
yeni ideolojik çerçeveyi içerecektir. 1931 yılı ortalarında CHF Genel
Sekreterliğine getirilen Recep (Peker) Bey, aynı yılın Eylül ayında
verdiği bir konferansta, Fırka’nın halkçılık anlayışını açıklamaktaydı.
“... Millet ve milliyet mefhumlarını anlamış vatandaşların kütleleşmesi ancak
bu mefhumların halkçılık zihniyeti ile incelenmesi ve saflaşması sayesinde
mümkün olur. (...) C.H.F. tek vatandaşın olduğu kadar çalışma zümrelerinin
hususi menfaatlerinin de devletin ve memleketin umumi menfaatleri çerçevesi
içinde temin olunabileceğine kanidir. (...) biz sınıflaşmayı reddediyor bunun
yerine milletçe kütleleşmek fikrini müdafaa ediyoruz...”74
74Cumhuriyet, 19 Teşrinievvel 1931’den aktaran Yetkin, a.g.e., s. 101. Haziran 1932’de
de, Recep Bey, şunları söylemekteydi: “Halkçılık kanunlar önünde Türk
vatandaşlarının mutlak ve kati müsavatını emreder. Halkçılık Türkiye’de imtiyazlı
tabakaların mevcudiyetini reddeder, selbeder. Halkçılık sınıf mücadelesini kabul
(etmez) ... çalışma zümreleri arasında ahenk tesisini takip eder...” Cumhuriyet, 24
Haziran 1932’den aktaran Yetkin, a.g.e., s. 101. Recep Peker, İş Yasası Tasarısının
TBMM’de görüşülmesi sırasında (1936) da, bu Yasanın bir rejim yasası olacağını,
yasanın, işçi ve patronu karşı karşıya getiren liberalizme karşı olduğunu, yurttaşların
sınıflaşmasını ve dolayısıyla bölünmesini engelleyeceğini, sınıfçılık bilincinin
doğmasına ve yaşamasına olanak veren iklimi ortadan kaldıracağını savunmaktaydı.
Yine Peker, 1936 yılında yayımlanan “İnkılap Dersleri Notları” adlı kitabında da,
halkçılık ilkesi uygulanmakta olan Türkiye’de eğer yurttaşlar arasında birtakım
farklar varsa, bunların hayatın icabı sayılması gerektiğini belirtecekti. a.g.e., s. 102.
62
CHF’nin 9 Mayıs 1931 günü açılan Üçüncü Kurultay’ında
benimsenen Program’da tek dereceli seçimlerin yapılması için henüz
yurttaşların yeterli olgunlukta olmadığı saptaması yapılmıştır.
“Bir dereceli intihabı tatbik etmek yüksek emellerimizdendir. Ancak
vatandaşı, intihap edeceğini tanıyabilecek vasıflar, şartlar ve vasıtalarla
mücehhez kılmak lâzımdır. Bunun temini hususundaki mesainin matlup
neticeyi vereceği güne kadar vatandaşı, yakından tanıdığı ve emniyet ettiği
insanları intihap etmekte serbest bırakmayı demokrasinin hakikî icaplarına
daha uygun buluruz.”75
1931 Programı, “Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sı-
nıflardan mürekkep değil ve fakat ferdî ve içtimaî hayat için iş bölümü
itibariyle muhtelif mesai erbabına ayrılmış bir camia telâkki...” etmeyi
esas ilkelerinden saymaktadır.76
Halkçılık ilkesi aynı zamanda yalnızca tek bir partinin
varoluşunu da meşrulaştırıyordu. Toplumda sınıf çatışmasını
75Gülcan, a.g.e., s. 394. 76“A) Küçük çiftçiler, B) Küçük sanayi erbabı ve esnaf, C) Amele ve işçi, Ç) Serbest
meslek erbabı, D) Sanayi erbabı, büyük arazi ve iş sahipleri ve tüccar, Türk camiasını
teşkil eden başlıca çalışma zümreleridir. Bunların her birinin çalışması, diğerinin ve
umumî camianın hayat ve saadeti için zaruridir. Fırkamızın bu prensiple istihdaf ettiği
gaye sınıf mücadelesi yerine içtimaî intizam ve tesanüt temin etmek ve birbirini
nakzetmiyecek surette menfaatlerde ahenk tesis eylemektir. Menfaatler kabiliyet ve
çalışma derecesiyle mütenasip olur.” a.g.e., s. 395-396. Halkçılık ilkesi bakımından
iki Program (1931 ve 1935) karşılaştırıldığında, yalnızca bir tek değişikliğe gidildiği
anlaşılmaktadır. İkinci Program’da halkçılığın ulusal egemenlik, hukuki eşitlik, hiçbir
63
gerektirecek farklı sınıflar yoktu, sınıf bilinci ve sınıfsal mücadele CHP
liderlerinin gözünde kaynakların israf edilmesi anlamına geliyordu ve bu
nedenle de ulusal gelişmenin önünde bir engel sayılıyordu. Türk
devletinin varlığı ve gelişmesi için ulusal birlik ve uyum şarttı. Türkiye,
sınıf çatışmasının bulunmadığı bir toplum olduğundan, çok partili
demokrasiye de gereksinim yoktu. Çok partili sistem sınıf farklılıklarını
kışkırtacak, toplum içinde gruplaşmalara yol açacak, ulusal birliği
tehlikeye düşürecekti. Gerçek demokrasi tek partili sistemde ve
insanların dayanışmasındaydı. Devlet, toplumdaki işbölümüne paralel
olarak mesleki grupların dayanışması üzerinde temellendirilmeliydi.77
1931 yılında kapatılan Türk Ocakları yerine kurulan halkevleri, tek-parti
halkçılığının en önemli aracı ve Batı esinli uygarlığın ülkeye yayılma
odakları olacaktı.78
bireye ve kolektiviteye ayrıcalık tanınmaması boyutları sayılmış, devletin yurttaşlara
ve yurttaşların devlete karşı “görevleri”nin bulunduğu ifade edilmiştir. 77Ayşe Güneş-Ayata, CHP (Örgüt ve İdeoloji), (Çev.Belkıs Tarhan- Nüvit Tarhan),
Ankara, Gündoğan, 1992, s. 69. 1930’lu yılların başında siyasal iktidarı elinde
bulunduranlar, devrim yapılan bir ülkede çok partili ya da iki partili bir rejim
uygulanmasının kolaylıkla devrimlerden vazgeçmeye yol açacağını ileri sürmüşler ve
tek parti yönetimini böylelikle devrimcilik açısından gerekçelendirmeye
çalışmışlardır. CHP, tek partili düzende, çok partili bir düzende tüm partilerin
gördükleri işlevleri üzerine almıştır. Dayanışmacılık esinli halkçılık anlayışı tek-parti
rejiminin dayanağı haline getirilmiş, halk ayrı ayrı sınıflardan meydana gelmiş değil,
kişisel ve toplumsal yaşam için iş bölümü bakımından türlü iş kollarına bölünmüş bir
topluluk sayılmıştır. Toplumda ayrı ayrı sınıflar olsa idi, onların çıkarlarını korumak
için ayrı partiler kurulması gerekirdi. Türkiye’de ayrı ayrı sınıflar olmadığı için ayrı
partilere de gerek yoktur. Bu egemen anlayış, tek-parti düzeninde parti ile devleti
özdeşleştirmiştir. Tekeli ve Şaylan, a.g.m., s. 79-80. 78a.g.m., s. 82-83. 1930’lu yıllar CHP’sinin önde gelenlerinden biri olan ve uzun yıllar
Parti Genel Sekreterliği görevinde bulunan Recep Peker’in değişik konulardaki
64
Halkçılığı diğer ilkelerle ilişkilendirirken, Köker, halkçılığın
siyasal boyutunun, cumhuriyetçilik ilkesi içinde değerlendirilen “ulusal
egemenlik” düşüncesi ile ifade edildiğini, halkçılığın, halkın siyasal
yaşama ve yönetime katılması anlamında demokratik bir ilke olduğunu
belirtmektedir. Demokratik bir ilke olarak halkçılık, 1920’li yıllardaki
biçiminden önemli bir değişim geçirerek, 1930’lu yıllarda farklı bir
içeriğe bürünmüştür. İlk on yıllık dilimde halkçılık, “hakimiyet bila
kayd-ü şart milletindir” ve “halkın kendi mukadderatına bizzat ve bilfiil
sahip olması” gibi formüllerle ifade edilmiş, halkçılık tartışmaları
doğrudan demokrasi ile temsili demokrasi kavramlarınca belirlenen bir
platformda yerlerini almışlardır. Buna karşılık, ikinci on yılın halkçılık
formülü “halk için halka rağmen”dir; halkın siyasal yaşama katılımı
bakımından TBMM’nin varlığı yeterli görülmüş, halkın dilek ve
özlemlerinin Meclis’e özgürce yansımasına izin verilmemiştir.79
(özgürlük ve sınıf devrimleri sınıflandırması, liberalizmin ve parlamentarizmin
sakıncaları, Türk Devrimi’nin halktan gelerek otoritelere karşı yapılmış olduğu,
iktidar mevkiini alınca da, otoriteden halka doğru devam ettiği, Devrimimizin
yerleştirilmesinde değişik partilerin mücadelelerinin ortaya çıkaracağı olası sakıncalar
dolayısıyla tek parti sistemini benimseyişimiz, Faşizm değerlendirmeleri, Halkçılık
anlayışımızın sınıf mücadelesini yaratan doktrinlerin tamamı tamamına zıddı olduğu,
siyasal parti yaşamında özellikle üzerinde durulmaya layık unsurun “şef” olduğu, hak
ve özgürlükler kullanılırken görevlerin göz ardı edilmemesi gerektiği, İktisadi
liberalizmin, dünyanın düzenini bozacak ve az kazançlı insan yığınlarının
yaşayışlarını tazyik edecek nitelikten kurtulamadığı…) görüşleri için bkz. Recep
Peker, İnkılap Dersleri, (4. B.), İstanbul, İletişim, 1984. 79Köker, a.g.e., s. 137-138. Köker’in de belirttiği gibi, halkçılık ve cumhuriyetçilik,
1920 ve 1930’lu yıllar Türkiye’sinde demokrasinin yerini belirleyen en önemli
ideolojik ögelerdi. a.g.e., s. 138. 1920 ve 1930’lu yıllarda hakçılığın geçirdiği bu
65
Halkçılık anlayışının halkın siyasal yaşama ve yönetime katılması
açısından olumsuz özellikler gösterdiği tek parti döneminde halkçılık ve
cumhuriyetçilik ilkeleri arasındaki ilişkinin aldığı biçime bakıldığında,
cumhuriyetin, ulusal egemenlik (demokrasi) düşüncesinin en mükemmel
olarak gerçekleştirildiği bir rejim olarak kabul edildiği, rejimi her türlü
tehlikeye karşı koruma düşüncesi gerekçe gösterilerek halkın siyasal
tercihlerinin serbestçe belirlenebileceği çok partili yaşama izin
verilmediği, başka bir anlatımla, ulusun egemen olduğu bir siyasal
rejime karşı yıkıcı tehlikelerin yine ulus içinden gelebileceğinin
düşünüldüğü gözlemlenmektedir. Tek parti döneminde halkçılık anlayışı
siyasal içerik açısından 1920’lere oranla zayıflamış, buna karşılık,
halkçılığın kültürel ve iktisadi boyutlarına daha çok ağırlık verilmiştir.80
evrim, iki kez başvurulan çok partili yaşam denemesinin başarılı olmaması ve iktidarı
tehdit eder boyutlar kazanması, BDS hemen ertesinde Avrupa’da beliren demokrasi
rüzgarının kısa bir süre sonra durulması ve diktatörlüklerin Avrupa’yı kaplaması ve
inşası sürdürülen cumhuriyetin korunması ve yerleştirilmesi için ototriter bir
yönetime gereksinim duyulması ile açıklanabilir. 80a.g.e., s. 148-149. Devrimcilik ilkesinin bizzat Atatürk tarafından değişik zamanlarda
farklı biçimlerde tanımlandığına işaret eden Köker, devrimciliğe yüklenen farklı
anlamları açıklamaktadır. Örneğin, ilerleme düşüncesi ile ilişkilendirildiğinde, Türk
Devrimi, topluma yön vermek için gerek duyulan siyasal mekanizmanın ele geçirilip
yeniden düzenlenmesi anlamında “ani değişim” yanlısı, bu değişim gerçekleştikten
sonra ise “düzen içinde ilerlemeci”dir. a.g.e., s. 170.-177. Recep (Peker) Bey, 1931
Programını açıklarken, o zamana kadar gerçekleştirilen yedi devrimden söz etmekte ve
cumhuriyeti, devrimlerin en büyüğü olarak tanıtmaktadır. Recep Bey, devrimciliği
yapılmış olan devrimlerin korunması ve bunlardan doğan ve gelişen ilkelere sadık
kalınması biçiminde yorumlamaktadır. Tekeli ve Şaylan’a göre de, 1931 Programında
devrimcilik değiştirici olarak değil savunucu olarak tanımlanmaktaydı. Devrimlerin
halka nasıl maledileceği ise ayrı ve çok önemli bir tartışma konusuydu. Parti ideologu
Recep (Peker) Bey, devrimlerin ancak baskı ve zor altında yapılabileceğini ve ne
derece zor kullanılacağının devrimlerin sayı ve çeşidine bağlı olacağını belirtmekte ve
66
Fikir Hareketleri’nin yayımlandığı yılların Türk basını, kimi
yazarlarımızca “dirije (güdümlü) basın” biçiminde adlandırılmaktadır.81
Takrir-i Sükun Yasası yüzünden basında 1926 yılından beri gözlemlenen
suskunluk 1929 yılında kısmen bozulmuş ve bazı gazete ve dergiler
muhalif yayın politikası izlemeye başlamış, 1930 yılında SCF’nin
kurulmasından sonra basında muhalefet daha da artmıştır. 1930 ve 1931
yıllarında muhalif basının üzerinde en çok durduğu konu, iktisadi
bunalımın külfetlerinin halka yansıtılmasında adaletli davranılmadığı idi.
Memur ve işçilerin işten çıkarılmaları ve bunalımın yol açtığı intiharlar
ünlü “halka rağmen halk için” sloganını ortaya atmaktaydı. Devrimciliğin bu algılanma
biçimi, halkçılık gibi devrimciliğin de 1930’lu yıllarda farklı bir içeriğe kavuştuğunu
göstermekteydi: devrim halk yığınlarına dayanılarak yapılamazdı, devrim yukarıdan
gelmeli ve zor kullanılmalıydı. Halktan ise ancak karşı-devrim gelebilirdi. Yönetim ya
da siyasal iktidar halka karşı dikkatli ve önlemli davranmalı, karşı-devrim girişimlerine
karşı uyanık olmalıydı. Bu ideolojik çerçeveden kaynaklanan merkezci ve baskıcı bir
yönetim aygıtı, sonuç olarak giderek ağırlığını artırmaya başlamıştır. Tekeli ve Şaylan,
a.g.m., s. 81. 81Kocabaşoğlu şöyle bir dönemleme yapmaktadır: Ulusal Kurtuluş Mücadelesi yılları
(1919-1923), serbestlik yılları (1923-1925), tefrikacılık yılları (1925-1931) ve dirije
matbuat dönemi (1931-1938). Uygur Kocabaşoğlu, “1919-1938 Dönemi Basınına
Toplu Bir Bakış”, AÜSBF Basın ve Yayın Yüksek Okulu Yıllık 1981 (VI), Ankara,
AÜSBF, 1982, s. 109. 1924 Anayasasına göre basın özgürdü, bu özgürlüğün sınırları
yasa ile çizilecekti, yayından önce teftiş ve inceleme yapılmayacaktı. Dönemin basın-
iktidar ilişkileri için bkz. Nurettin Güz, Türkiye’de Basın-İktidar İlişkileri (1920-
1927), Ankara, Gazi Ü., 1991; Nurettin Güz, Serbest Cumhuriyet Fırkası Sonrası
Basında Muhalefet ve 1931 Matbuat Kanunu, Ankara, Gazi Ü., 1993 ve O. Murat
Güvenir, 2. Dünya Savaşında Türk Basını Siyasal İktidarın Basını Denetlemesi ve
Yönlendirmesi, İstanbul, Gazeteciler Cemiyeti, 1991. Dönemin basını
değerlendirilirken, 1920 ve 1930’lu yılların ulus devletin inşa süreci olduğu, basının
da eğitimle birlikte hükümetin elindeki en önemli araç olduğu unutulmamalıdır.
67
diğer tartışma konularıydı.82 1931 yılının ilk aylarında ülkede bütün
kurumlarıyla tek partili yaşama geçilmiştir. Türk Ocakları kendini
feshetmiş, birçok dernek kapatılmış, 1932 yılında da, Türk Ocaklarının
yerini almak üzere doğrudan Fırka’ya bağlı Halkevleri kurulmuştur.
Bu dönemin muhalif gazeteleri Arif Oruç’un Yarın’ı, Zekeriya
Sertel’in Son Posta’sı ve Ahmet Kadri’nin Yılmaz’ıydı. İktidar yanlısı
basın muhalif basını yapıcı olmamakla, basın özgürlüklerini kötüye
kullanmakla ve bozgunculuk yapmakla suçlamaktaydı. Muhalif basın
ise, ülkede iktisadi durumun kötü olduğunu, yönetimde hataların ve
yolsuzlukların yapıldığını, kendilerinin bunları kamuoyuna duyurmayı
görev bildiklerini, muhalif basına kamuoyunu aydınlatma ve iktidara yol
gösterme olanağının verilmesi gerektiğini savunuyordu. Onlara göre,
muhalif basının bu kadar çok satması bile, halkın hoşnutsuzluğunun
göstergesiydi.83
Basındaki muhalif tutum 1931 yılının ilk yarısı boyunca sürdü.
Kimi milletvekilleri bazı basın organlarının basın özgürlüğünü kötüye
kullandıklarını gerekçe göstererek muhalif basını suçladılar, muhalefete
bir çekidüzen verilmesinin gerekliliğini vurguladılar. 5 Temmuz 1931’de
82 Güz, Serbest ... , s. 1-3. SCF denemesi (1930), Menemen olayı (1930), bu olay
üzerine İstiklal Mahkemelerinin kurulması ve yargılamalar (1931), TBMM
seçimlerinin yenilenmesi (1931) değinilen iki yılın önemli siyasal gelişmeleridir.
Muhalif yazılar 1931 yılı Mayıs ve Haziran aylarında iyice yoğunlaşmıştır. 83a.g.e., s. 142-143.
68
TBMM’de yapılan görüşmelerde, basın özgürlüğünün ne denli önemli
olduğu ifade edilmiş, muhalif basının ise kişiliklere saldırıda bulunduğu,
ülkede bozgunculuk yaptığı belirtilmiş, hatta kimi milletvekilleri muhalif
basının kökünün kazınmasının gereğini savunmuşlardır. Bu görüşmeleri
izleyen günlerde yeni Basın Yasası Tasarısı hazırlandı. Bu sıralarda
Yılmaz’ın imtiyaz sahibi gazetesini kapattı. Temmuz ayında çıkarılan
Basın Yasası iktidar yanlısı basında da tedirginlikler yaratmıştı. Ağustos
ayında da Yarın gazetesi yayın yaşamına son verdi. Son Posta’nın
hisselerinin Zekeriya Sertel tarafından diğer ortaklara devredilmesi
sonrasında, basındaki üç muhalif ses susmuş oldu.84
1881 sayılı yeni Matbuat Yasası 1931 ortalarında yürürlüğe girdi.
Yasa, “padişahçılık-hilafetçilik” ve “komünistlik-anarşistlik” tahriki
yapan yayınları yasaklamakta, siyasal tartışma ortamına bir sınır
84a.g.e., s.143-145. 1930’lu yılların başında SCF’nın kurulmasından kısa bir süre önce
yayımlanmaya başlayan Arif Oruç’un Yarın’ı, hükümete yönelik eleştirileri ve SCF
yanlısı tutumuyla günlük elli bini geçen satış rakamlarına ulaşmış, yeni Fırka’yı
destekleyen diğer bazı gazetelerin satışında da önemli artışlar gözlemlenmiştir.
SCF’nın kendini feshetmesinden sonra Yarın kapatılmış, yazarları Bulgaristan’a
kaçmıştır. Cumhuriyet döneminin ilk basın yasası da, muhalefetin susturulması
sonrasında, 1931 yılında çıkarılmıştır. Gevgilili, a.g.m., s. 215. “1930’lu yıllarda bu
koşullar altında oldukça güdümlü bir basın anlayışının uygulanmasına geçilecektir.
Gazeteler ve yazarlar, İçişleri Bakanlığı’nın Matbuat Umum Müdürlüğünden gelen
bir telefon emriyle ‘kapatılmış’ olduklarını görecek ve bazen nedenini bile
anlayamadıkları kapatma kararlarını kaldırabilmek amacıyla günlerce Ankara’da özel
görüşmeler yapmak zorunda kalacaklardı...” Matbuat Yasa Tasarısının Meclise
sunulmasından önce basın özgürlüğü ve bu özgürlüğün kötüye kullanımı konularında
TBMM’de geçen tartışmalar ve 1818 sayılı Yasanın içeriği konusunda bkz. Topuz,
a.g.e., s. 85-91. Topuz’a göre de, 1931-1938’de Türkiye’de oldukça sınırlı bir basın
özgürlüğü vardır.
69
getirmekte, basını sıkı denetim altında tutmayı amaçlayan düzenlemeler
içermekte, siyasal iktidara yayın organlarını toplatma ve kapatma yetkisi
vermekteydi. Yasa’nın 51. maddesi, hangi hallerde ve ne tür yayında
bulunulduğunda toplatma kararı verileceğine açıklık getirmeksizin,
toplatmayı, tamamen iktidarın keyfi tutumuna bırakmaktaydı. Yasanın
bir diğer önemli maddesi ise, Bakanlar Kuruluna her hangi bir gerekçe
göstermeden yayın organlarını (gazete ve dergileri) kapatma yetkisi
veren 50. maddeydi. Madde, Bakanlar Kurulu’nun “memleketin umumi
siyasetine dokunacak neşriyattan dolayı” gazete ve dergileri
kapatabileceğini hükme bağlamaktaydı. Ancak, hangi yayınların genel
siyasete aykırı sayılacağı belirtilmemişti. 1881 sayılı Yasaya 1938
yılında eklenen yeni maddeler85 basın özgürlüğünü daha da kısıtlamıştır.
Gazete veya dergi çıkarmak için ruhsatname alma zorunluluğu
getirilmişti. İktidar, yayın organı çıkarma istemini reddedebilecekti.
Yasa değişikliği ile getirilen ikinci önemli kısıtlama ise, siyasal nitelikte
yayın organı çıkaracaklar için getirilen teminat yatırma zorunluluğu idi.
85Matbuat Yasasında değişiklik yapılmasını öngören Tasarının gerekçesinde, 1937
yılında Anayasa’da yapılan değişiklikle Devletimizin ana niteliği olan
cumhuriyetçiliğe ilave olarak devletçilik, ulusçuluk, halkçılık, devrimcilik ve laikliğin
de birer nitelik olarak kabul edildiği ve bütün mevzuatın buna uyumlu olması
bakımından Matbuat Yasasında da değişikliğe ihtiyaç duyulduğu belirtilmiş, Tasarı
ile yapılması amaçlanan düzenleme konusunda da şunlar belirtilmiştir: “Milletlerin
hayatında bugün en mühim propaganda ve telkin vasıtası olan ve halk kütleleri
üzerinde çok mühim tesirler husule getiren matbuatın da, bu suretle tespit edilmiş
bulunan devlet rejiminin ana prensiplerine muzır olmayacak ve bilakis bu prensipleri
bütün halk tabakası arasına yayacak ve benimsetecek bir şekilde çalışmasını ve
memleketin yüksek mefaatlerine aykırı neşriyatte bulunmamasını temin etmek için
matbuat kanununda da bazı tadiller yapılması ...” Güvenir, a.g.e., s 42 (Dipnot 13.)
70
Yasa’da 24 Nisan 1940’da değişiklik yapılmış, eklenen iki madde ile de,
Türklerin ulusal duygularını inciten ve tarihini yanlış gösteren yazılar ile
ülkenin güvenliği ile ilgili sorunlar hakkında yapılmakta olan
soruşturmalardan ve güvenlik önlemlerinden söz eden yazıların
yayımlanması yasaklanmaktaydı.86
1930’lu yıllarda basının yönetim organı, 1933 yılı Mayıs ayında
İçişleri Bakanlığına bağlı olarak yeniden kurulan Matbuat Umum
Müdürlüğüdür.87 1934 yılında ise, Matbuat Umum Müdürlüğünün
örgütünü ve görevlerini düzenleyen 2444 sayılı Yasa çıkarılmıştır.88
86Bir araştırmaya göre, 1930’lu yıllarda Türkiye’de yayımlanan dergilerin sayısı 41
(1932) ile 139 (1939) arasında değişmiştir. Bu sayı 1933 yılında 55’tir. Bu onyılda yıl
başına düşen dergi sayısı, ortalama 63’tür. Bu ortalama, 1923-1970 ortalamasının (87)
altında kalmaktadır. Uygur Kocabaşoğlu, “Cumhuriyet..., s. 4. Aynı makalede yer
verilen Başbakanlık Basın-Yayın Genel Müdürlüğü verilerine göre, 1933 yılında
çıkarılmakta olan 55 dergiden % 38’i kültürel-sanatsal içerikli iken, hiçbir dergi
siyasal-haber içerikli değildi. 8722 Mayıs 1933 gün ve 2205 sayılı Yasa’ya göre, Umum Müdürlük, “bilumum gazete
ve mecmuaları ve risaleleri ve emsali neşriyatı tetkik etmek ve Devleti alakadar eden
yazıları tefrik ile Vekalet makamına bildirmek ve matbuat mensuplarının matbuat
kanununun tayin ettiği vasıf ve şartları haiz olup olmadıklarını araştırmak ve matbuat
kanununun hükümlerine nazaran matbuat harekatını takip eylemek ile mükellef”
olacaktı. 88Tasarının TBMM’de görüşülmesi sırasında, bu Genel Müdürlüğe verilmekte olan
görevlere, “Memleketimiz içinde milliyet ve demokrasi esaslarına mugayir fikir
cereyanlarının yayılmasına mani olmak için tedbirler almak, bu gibi cereyanlarla
neşriyat vasıtasile mücadele etmek” biçimindeki bir görevin eklenmesi bir
Milletvekilince önerilmiştir. Önergesi sahibi Milletvekiline göre, her ülkenin kendi
gereksinimlerine uygun bir yaşam felsefesi saptama hakkı vardır. Bizim devlet ve
hükümet başında bulunan Fırkamız ülkemizin dayandığı felsefi, toplumsal ve milli
esasları saptamıştır. Bir insan kendi sağlığını korumaya ne kadar önem vermeye
mecbur ise, ülkeler de kendi ulusal felsefelerini korumada o denli kıskanç olmak
71
1933-1938 devresinde bu Umum Müdürlüğün başında bulunan Şükrü
Kaya’ya göre “En iyi özgürlük ülkenin çıkarlarına uygun, ulusun
karakterine uygun, devletin haklarını ve çıkarlarını koruyan
özgürlüktür.” Falih Rıfkı Atay da, her yazarın yasalara bakarak kalemini
kolayca ayar edebileceğini belirtmekteydi.89
Cumhuriyetin onuncu yıldönümünde (1933), Türkiye’de basın,
düşünce ve sanat ortamını uzun süre etkileyecek bazı dergiler yayın
yaşamında yerini almıştır. Halkevleri Ülkü’yü, Hüseyin Cahit Fikir
Hareketleri’ni, Yaşar Nabi ve Nahit Sırrı Varlık’ı, İsmayıl Hakkı Yeni
Adam’ı ve Sedat Simavi de Yeni Gün’ü bu yıl içinde yayımlamaya
başlamıştır. Kadro ile Kooperatif 1932’den beri yayımlanmaktaydı.90
zorundadırlar. Bu konuda hoşgörüye izin yoktur. “Beyler; bu gün bizden başka birçok
memleketlerde yeni esaslara müstenit Devletler teessüs etmiştir. Bu gün bu
memleketlerdeki Hükümetlerin faaliyetlerini tetkik ediyoruz. Almanya’da Hitler;
İtalyada Mussolini fırkaları, Sovyetler memleketinde kommunist fırkası kendi milli
felsefelerini korumak için birçok tedbirler almaktadırlar...” T.B.M.M. Zabıt
Ceridesi, Devre IV, Cilt 22, (26.5.1934). Milletvekilinin önergesi, 2444 sayılı
Yasanın 1. maddesinin (C) bendi olarak yasalaşmıştır. 89Topuz, a.g.e., s. 152-154. Topuz, 1931-1938 döneminin en önemli gazetelerinin
Cumhuriyet, Akşam, Tan, Son Posta ve Ulus olduğunu, diğer önemli gazeteler
arasında ise Akın, Haber, Hergün, Açıksöz ve Kurun’un sayılabileceğini
belirtmektedir. 901935 yılında Basın Kongresi toplandığında ülke çapında 38 günlük gazete, 78 süreli
gazete ve 127 dergi çıkarılmaktaydı. Yeni rejimle en uyumlu yayın yapan gazeteler
Ulus, Cumhuriyet, Akşam, Kurun (Vakit) ve Son Posta idi. 1930’lu yılların önemli iki
gazetesi de 1936’da çıkarılan Tan ve 1938’de çıkarılan Yeni Sabah idi. Gevgilili,
a.g.m.,s.216-217.
72
Dayanışmacılık esinli olduğunu ve II. Meşrutiyet döneminden
beri düşünce yaşamımızda yeraldığını belirttiğimiz halkçılık (popülizm),
düşünce dergiciliğimize de yansımıştır. II. Meşrutiyet sonrasında ve tek
parti döneminde yayımlanan bazı dergilerde, farklı temalarla, halkçı
söylem kullanılmıştır. Fikir Hareketleri de bu tür söylem içeren
dergilerden biridir.91 Fikir Hareketleri öncesinde halkçılığın
dergiciliğimize nasıl yansıdığına aşağıda kısaca değinilecektir.
II. Meşrutiyet döneminde Osmanlı halkçılarının sözcülüğünü
Yusuf Akçura üstlenmiş, 1910’ların başında yayınlanan Türk Yurdu’nda
ulusun halktan kaynaklandığı ve halktan ayrı bir ulus kavramının
düşünülemeyeceği belirtilmiştir. Uluslaşabilmek için halkı yükseltmek
gerekmekteydi. Osmanlı aydını halka doğru inmeli ve halkı anlamalıydı.
91Zafer Toprak, “Fikir Dergiciliğinin Yüz Yılı”, içinde, Türkiye’de Dergiler ve
Ansiklopediler (1849-1984), İstanbul, Gelişim, 1984, s. 13-54. Cumhuriyet öncesi ve
Cumhuriyet dönemi dergilerini “fikir dergiciliği” açısından inceleyen ve
dergiciliğimizin nasıl bir evrim geçirdiğini saptamaya çalışan Toprak, makalesinde,
BDS’nın neden olduğu toplumsal çöküntü dolayısıyla, uzlaştırıcı bir dünya görüşü
olan dayanışmacılığın Osmanlı düşünce yaşamında yerleştiğini, çıkarları çelişen
toplumsal sınıflar yerine çıkarları uzlaşan meslek zümrelerinin konduğunu,
korporatist yönü giderek belirginleşen meslekçilik vurgulanarak Osmanlı toplumsal
düzeninin ahlak normlarıyla denetlenmek istendiğini, halkçılığın iktisadi boyutunun
müdahaleci bir devlet modelini gerektiren iktisadi dayanışmacılık olduğunu, BDS
yıllarında XIX. yüzyıl liberalizminin artık geçerliliğini yitirdiğini, List’in “milli
iktisat”ının Smith’in “liberal iktisat”ına üstünlük sağladığını belirtmektedir. a.g.m., s.
24-26. Ziya Gökalp’in, dayanışmacılık anlayışını halkçılıkla özümsediği dergisi Yeni
Mecmua için bkz. a.g.m., s. 24. Toprak, İttihatçıların, II. Meşrutiyet sonrasında her
yönüyle liberal bir nitelik taşıyan Ulum-ı İktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası ile yola
çıktıklarını, buna karşılık, İktisadiyat Mecmuası gibi koyu müdahaleci bir dergiyle
73
1913 yılında yayımlanan Halka Doğru ise, aydınlar önderliğinde halkın
eğitilmesini önermiş, II. Meşrutiyetin sonlarına doğru “halk” sözcüğü ile
“orta tabaka” kastedilmeye başlanmıştır.
“1910’lu yılların ilk yarısında Türk Yurdu ve Halka Doğru dergilerinde
gündeme gelen halkçılık, 1. Dünya Savaşıyla birlikte yeni bir evreye girer.
Savaş öncesi ‘halka doğru’ hareketi gizli bir sınıf anlayışını içerir: Alt gelir
gruplarına yönelir, kır ve kent çalışanlarının sorunlarına çözüm arar. Rusya
kökenli göçmen müslümanlar ve Balkanlar’daki popülist gelişmeler Türkçüler
arasında ‘narodnik’ geleneğinin doğuşuna neden olmuştur. Oysa, 1. Dünya
Savaşı ile birlikte Osmanlı yepyeni gerçeklerle karşılaşır. Halk sözcüğü içerik
değiştirir. Müslüman-Türk unsur etkinlik kazanır. Halk bundan böyle
Müslüman-Türk orta sınıf’tır. Türkiye’nin en zengin yöresi İzmir’de, Mahmut
Celal (Bayar), Dr. Nazım ve Vali Rahmi Bey’in girişimiyle Halka Doğru
Cemiyeti kurulur. Derneğin yayın organı olarak Halka Doğru Mecmuası
çıkarılır.
“Halka Doğru Mecmuası’nın, aynı adı taşıyan önceki dergiden farklı bir halk
anlayışı vardır. Halk sözcüğünden ulusal benliğin taşıyıcısı orta tabaka
amaçlanır; düşük gelir grupları, topraksız ya da az topraklı köylü, gündelikçi
işçi ve küçük esnaf dışlanır. O güne değin, ‘avam’ ve ‘havas’tan oluşan
Osmanlı toplum yapısına, Halka Doğru Mecmuası üçüncü bir katmanı, ‘halk’ı
ekler. Bundan böyle Halka Doğru Mecmuası, Türk ulusunun geleceğinin
güvencesini oluşturduğu kanısında olduğu ‘orta sınıf’a bilinç götürmeyi
amaçlar. Savaş yıllarında ‘halka doğru’ gidenler, Türk Ocaklarının ‘narodnik’
1918’e ulaştıklarını, 1908’in İngiliz hayranlığının Balkan Savaşları ertesinde Alman
hayranlığına dönüştüğünü işaret etmektedir.
74
eğilimlerini terk eder, Müslüman-Türk eşrafın dış odaklara karşı iktisadi çıkar
birliğini gözetirler.”92
Güçlü orta sınıf tezi halkçı rejimlerin temel dayanak noktasıdır.
Sınıfsal karşıtlıklar bu rejimlerde orta sınıf aracılığıyla giderilmektedir.
Halkçılığa göre, gelişmiş ülkelerin sınıfsal yapılarındaki kristalleşme ya
da belirginleşme geri kalmış ülkelerde görülmez. Bu ülkelerde olsa olsa
sömürgecilik döneminden kalma “sınıfsal kalıntılar”dan söz edilebilir.
Halkçı düzende sınıf mücadelesi kavramı anlamını yitirmektedir. Bu
rejimlerde temel çelişki sınıflar arasında değil, toplumun tümü ile ya da
ulusla, tüm dış dünya, özellikle eski sömürgeci ülkeler arasındadır.
Halkçılığa göre geri kalmış ülkelerde proleter sınıf yoktur, proleter ulus
vardır. Bağımsızlığını kazanan ve uluslaşan toplumlarda ulusal kimlik ya
da benlik sorunu bütüncü-dayanışmacı bir toplum modelini gerekli kılar.
Ulusun kendini tanımlaması kimi kez ırkçı açılımları da gündeme getirir.
Halkçılığın (popülizmin) tüm bu ögeleri, Toprak’a göre, Tek Parti
dönemi dergilerinde görülebilir. Örneğin, proleter ulus teması Kadro’da,
orta sınıf teması Fikir Hareketleri’nde, ırkçı temalar93 ise dönemin
Türkçü-Turancı dergilerinde işlenmiştir.94 1930’lu yılların dergilerinden
92a.g.m., s. 28-30. 93 Bu söylemi kullanan dergiler hakkında iyi bir çözümleme için bkz. Toprak, a.g.m., s.
42-48. Bu konuda ayrıca bkz. Günay Göksu Özdoğan, “Türk Ulusçuluğunda Irkçı
Temalar: 1930 ve 1940’ların Türkçü Akımı,” Toplumsal Tarih, Sayı 29, (Mayıs
1996), s. 19-24. Güven Bakırezer, “Nihal Atsız’ın Düşüncesi”, Toplumsal Tarih,
Sayı 29, (Mayıs 1996), s. 25-31. 94 Toprak, “Fikir…, s. 42. Tek parti döneminde geliştirilen halkçı düşüncenin temel
odaklarından biri olan kooperatifçilik ve Ahmet Hamdi’nin (Başar) Kooperatif’i ve
75
bu onyılın düşünce dergiciliğine damgasını vuranı, 1932-1935 arasında
36 sayı yayımlanan Kadro’dur.
Kadro, Kemalist Devrimin ideolojisini oluşturmayı
amaçlamakta, kapitalizm ile sosyalizm dışında üçüncü bir yol
aramaktaydı. Marksizmden esinlenmesine karşın, dönemin resmi
ideolojisine ters düşmemektedir. Kadro’ya göre, Marxist kuram ulusal
kurtuluş hareketlerini açıklamada yetersiz kalmıştır. Tarihsel maddecilik
ise, Marxist öğretiden bağımsız olarak sömürgelikten yeni kurtulan
azgelişmiş ülke koşullarına uygulanabilir. Kapitalizmin gelişmesi
dünyayı ileri tekniğe sahip ülkeler ve bu teknikten yoksun ülkeler diye
iki kampa ayırmıştır, ulusal kurtuluş hareketleri de işte bu çelişkiden
doğmaktadır. 20. yüzyılın temel çelişkisi azgelişmiş sömürge ya da yarı
sömürge ülkelerle bunları yöneten ileri kapitalist ülkeler arasındadır.
İleri kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin geleceği de sömürge ve
yarı sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin yazgısına bağlıdır.
Sömürge ve yarı sömürgeler ulusal kurtuluş mücadelelerini başarıya
ulaştırmadıkları sürece bu ülkelerde Batı’daki anlamıyla toplumsal
sınıflar ortaya çıkamaz. Osmanlı Devleti de toplumsal sınıflardan
halkçı düşüncenin bir diğer versiyonu olan, CHF’nin altı esasını kitlelere
benimsetmeyi amaçlayan ve köy ve köycülüğü yücelten Ülkü için bkz. a.g.m., s. 36-
38. “Ahmet Hamdi’ye göre, Türkiye’de sınıflar belirgin bir nitelik kazanmamıştır. Bu
nedenle, bir dizi zorlamalarla ülkede ‘kapitalist sınıf’ yaratmak gereksizdir. Zaten
dünya buhranı kapitalizmin çözümsüzlüğünü göstermiştir. İzlenecek yol, geri kalmış
tüm ülkelerde geçerliliği olan iktisadi devletçiliktir. Yapay özendirmelerle özel
girişimci yetiştirmek çözüm değildir. Özel girişimcilere olanaklarına koşut ortam
sağlanmalı, diğer alanlar devletçe değerlendirilmelidir.”
76
yoksundu. Mustafa Kemal’in önderliğindeki milli mücadele, bir sınıfın
değil tüm ulusun emperyalizme karşı başkaldırmasıdır. Temel çelişki
bağımsızlığı kazanan ülkelerin kendi üretici güçlerini geliştirmeleri ile
çözülecektir. Türkiye gibi sınıfların olmadığı bir toplumda modern
teknik ve toplumsal kalkınma Devlet eliyle ve bir plan dahilinde
yürütülecektir. Ulusal kurtuluş savaşı ertesi ortaya çıkan devlet sınıfsal
nitelik taşımayacak, sınıflardan bağımsız bir devlet olacaktır. Türk
Devrimi, Kadroculara göre, “sınıfsız ve tezatsız” bir ulus olmayı
amaçlar. Bu açıdan kadrocu görüş dönemin resmi ideolojisi ile uyum
içindedir. 95
Halkçı düşüncenin ve halkçı rejimlerin temel dayanak noktası
“güçlü orta sınıf96 tezi”dir. Bu tez, Fikir Hareketleri’nde de
95a.g.m., s. 38-40. Dergi için ayrıca bkz. Sezgin, “Kadro…, ; Türkeş, a.g.e. 96 Sözlük anlamıyla “orta sınıf”, Batı toplumlarında sanayileşmenin gelişmesiyle
birlikte belirginleşen küçük üreticileri, yüksek ücretli profesyonel yöneticileri, doktor,
avukat, mühendis gibi bağımsız çalışanları, teknik elemanları ve hizmet sektöründe
çalışanları içeren toplumsal sınıftır. Marx bu terimi burjuvazi ile proleterya arasındaki
sınıfı ya da zümreyi tanımlamak için daha çok “küçük burjuvazi” anlamında kullanır.
Marx’ın gözünde orta sınıf, toplumun tutucu ve devrimi engelleyici güçlerinden
biridir. Günümüz sanayi toplumlarının sınıfsal yapılanmalarında orta sınıf en geniş
yer tutan sınıftır. Sezgin Kızılçelik-Yaşar Erjem, Açıklamalı Sosyoloji Sözlüğü, (4.
B.), İzmir, Saray Kitabevleri. 1996, s. 408. Hançerlioğlu’na göre, kat ya da katmanla
sınıf kavramları arasındaki farkı titizlikle gözönünde tutmak gerekir. Sınıfları
ayırdeden ölçüt, üretim araçları üstündeki mülkiyet ilişkilerinin biçimidir.
Katmanlaşma belli çıkarlar çerçevesinde toplanmış, sınıf niteliği taşımayan insan
gruplarıdır. Her sosyo-ekonomik kuruluşta temel sınıfların yanında temel olmayan
sınıflar da vardır. “Orta sınıf” deyimi de bu temel olmayan sınıfları dile getirir. Temel
olmayan sınıflar, ya kapitalist toplumdaki köylü ve toprak sahibi sınıfları örneklerinde
olduğu gibi, aşılmış sosyo-ekonomik kuruluşun mülkiyet ilişkilerini sürdürmeye
77
görülmektedir. Fikir Hareketleri tek parti döneminde demokrasi
retoriğini en yaygın biçimde kullanan dergidir.97 1930’lu yıllarda,
kuşkusuz, halkçı olmayan dergiler de vardı. Bu dergiler arasında Ahmet
Ağaoğlu’nun Akın’ı (1932-1933, 26 sayı), Sabiha Sertel’in Projektör’ü
(Mart 1936, tek sayı), İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun YeniAdam’ı (1934,
haftalık - aylık), Hilmi Ziya Ülken’in İnsan’ı (1939-1941 ve aylık 25
sayı) Nurettin Topçu’nun Hareket’i (1939-1979) sayılabilir.98
çalışan gruplardır, ya da Feodal düzendeki burjuva sınıfı örneğinde olduğu gibi,
geleceğin sosyo-ekonpomik kuruluşunda gerçekleşecek mülkiyet ilişkilerinin
filizlerini taşıyan gruplardır. Kapitalist sosyo-ekonomik kuruluşunda orta sınıf
deyimi, sadece köylülerle toprak sahiplerini dile getirir. Orhan Hançerlioğlu, Felsefe
Sözlüğü, (5. B.), İstanbul, Remzi Kitabevi, s. 370. Bir başka sözlükte de, orta sınıf,
kimi batılı toplumbilimcilere göre, çekirdeğini küçük işleyimci ve tecimcilerin
oluşturduğu, doktor, avukat, mimar, mühendis gibi bağımsız uğraş adamları ile beyaz
yakalı emekçileri, dahası yüksek gelirli işçilerle kendi toprağı olan çiftçileri de içeren
toplumsal sınıftır. Özer Ozankaya, Toplumbilim Terimleri Sözlüğü, (2. B.), Ankara,
TDK, 1980, s. 85. 97 Toprak, makalesinde, Fikir Hareketleri’nin demokrasi anlayışının Kıta Avrupa’sın-
daki totaliter eğilimlerden etkilendiği kanısındadır. Her hangi bir ülkede
demokrasinin, özgürlüğün ve cumhuriyetin yaşayabilmesi için Fikir Hareketleri’nin
yerine getirilmesini gerekli gördüğü iki temel koşula (demokrasinin yalnızca yasalarla
değil, toplumun bağrında, ahlak, gelenek-göreneklerde yaşatılması ve bir “orta
sınıf”ın varlığı), bu iki koşulun da Türkiye’de yerine getirildiğine, gerçek
demokrasinin ancak güçlü bir orta sınıfın bulunduğu ortamda yaşayabileceğine
dergide işaret edildiğine Toprak değinmektedir. Toprak, “Fikir…, s. 40-41. 98Özgürlükler sorununu gündeme getiren ve demiryolu politikasını eleştiren muhalif
Akın kısa bir süre sonra kapatılmıştır. Yalnızca tek sayı çıkarılabilen aylık düşünce
dergisi Projektör’e göre, toplumsal gelişme iki büyük tehlike ile karşı karşıyadır. Bu
tehlikeler emperyalizm ve faşizmdir. Dergi, ülkemizdeki yoksulluk ve eşitsizliği,
sömürgeci İngiltere ile Alman ve İtalyan faşizminin dünya barışı için yarattıkları
tehlikeyi vurgulamaktadır. İnsan’a göre, Türk Devrimi bir rönesans dönemi
yaşamaktadır. Tanzimat’ta gerçekleşmesi gereken bu dönüşüm ancak yüzyıl sonra
gündeme gelebilmiştir, Türk Devrimi mistik, kapalı dünyasını aşmalı, dünyaya
açılmalıdır. Doğu ve Batı kültürleri değerlendirilmeli, bu kültürlerin toplumumuz
78
üzerindeki etkileri incelenmeli, bir Doğu toplumu olduğumuzu hatırdan
çıkarmaksızın, kültürel değerlerimize Batı ölçüleriyle yeni boyutlar
kazandırmalıdır. 1939 yılında Nurettin Topçu'nun yönetiminde yayımlanmaya
başlayan Hareket 1925 yılından bu yana İslamcı muhalefetin ilk sözcülerinden
biridir. Dergi Batılılaşmayla beklenen rönesansın ve dirilişin gerçekleşemiyeceğini
savunur, tek şef rejiminin sakıncalarını vurgular. Bu eleştirileri nedeniyle Topçu
Denizli’ye sürülmüş, dergi 1942’ye değin yayınına ara vermek zorunda kalmıştır.
BÖLÜM II: HÜSEYİN CAHİD YALÇIN VE FİKİR
HAREKETLERİ
A. Hüseyin Cahid Yalçın
Gazeteci, siyasetçi ve edebiyatçı kimlikleri ile tanınan Hüseyin
Cahid Yalçın, ününü, diğer iki özelliğinden çok, yaşamının neredeyse
kırkbeş yılında aktif biçimde sürdürdüğü gazeteciliğe ve güçlü yazı
uslubuna borçludur. Fikir Hareketleri, Yalçın’ın yaşamının yedi yıllık
diliminin uğraşısıdır. Yalçın’ın yaşamı, edebiyatçı, siyasetçi ve gazeteci
kimliği üzerine birçok kitap ve makale yayımlanmıştır.1 Yalçın, Fikir
1 Bunlardan en önemlileri aşağıda gösterilmektedir. Ö. Faruk Huyugüzel, Hüseyin
Cahit Yalçın’ın Hayatı ve Edebi Eserleri Üzerinde Bir Araştırma, İzmir, Ege Ü.
Edebiyat Fakültesi, 1984; Hilmi Bengi, Gazeteci, Siyasetçi ve Fikir Adamı Olarak
Hüseyin Cahit Yalçın, Ankara, AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi, 2000; Ali
Mücellitoğlu Çankaya, Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler, İstanbul, Cilt III,
1968-9; Süleyman Bulut, Hüseyin Cahit Yalçın, İstanbul, Milliyet, 1984; M. Nuri
İnuğur, Türk Basınında İz Bırakanlar, Ankara, Kültür Bakanlığı, 1988; Cevdet
Kudret [Suat Hizarcı], Hüseyin Cahit Yalçın, İstanbul, Varlık, 1957; Hilmi Yücebaş,
Büyük Mücahit Hüseyin Cahit, İstanbul, Kültür Kitabevi, 1960; Cemil Koçak,
“Hüseyin Cahit ve … ; Y. Doğan Çetinkaya, “Hüseyin Cahit Yalçın”, içinde,
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 3 Modernleşme ve Batıcılık, (Ed. Uygur
Kocabaşoğlu), İstanbul, İletişim, 2002, s. 314-329; A. Ali Gazal, H. Cahit (Yalçın)
80
Hareketleri’ni yalnız başına çıkarmış olduğundan, dergiyi konu edinen
bu çalışmada, Yalçın’ın yaşamından ve düşünce yapısından gerektiği
kadar söz edilmesinde yarar görülmektedir.
Hüseyin Cahit, orta halli bir maliye memuru (Aşar Müdürü) olan
Ali Rıza Efendi ile Fatma Neyyire Hanım’ın oğludur. Ailece
İstanbul’ludur. Babasının görevi nedeniyle bulunduğu Balıkesir’de, 7
Aralık 18752 tarihinde doğmuş, ilköğrenimine İstanbul’da başlamış,
Serez’de3 Askeri Rüştiye’yi bitirmiştir. 1889 yılında Dersaadet İdadi
Mülki’sine (İstanbul Lisesi) kaydolmuş, sonraki yıllarda iyi birer
arkadaşı ve dostu olacak olan kişilerle (Mehmet Cavid ve Ahmet Şuayp)
bu okulda tanışmıştır. 1893 yılında girdiği Mülkiye Mektebinden 1896
yılında pekiyi derecesi ve ikincilikle mezun olmuş,4 Maarif Nezareti
Bey’in Siyasi Hayatı (1908-1913), (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Erzurum,
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1998. 2 Hüseyin Cahit’in doğum tarihi, doğum yeri ve nüfusa kayıtlı olduğu yer konusunda
bazı kaynaklarda farklı bilgilere raslanmaktadır. Askerlikten muaf tutulmasını
sağlamak amacıyla, nüfus kaydında doğum yeri olarak Şişli/İstanbul gösterilmiştir.
Bengi, a.g.e., s. 9-11 3 Kimi yazarlara göre, Hüseyin Cahit’in aktif, mücadeleci, ateşli, polemikçi ve
özgürlüğü her şeyin önünde tutan bir kişiliğe sahip olmasında, kişilik yapısının
oluştuğu yılların, o yıllarda canlı ve hareketli bir yaşantının olduğu, Rum, Bulgar,
Türk ve Ulah’ların sürekli mücadelelerine sahne olan Serez’de beş yıl yaşamasının
rolü vardur. a.g.e., s. 11. 4 İdadi ve Mülkiye yıllarında edebiyatla yakından ilgilenen Hüseyin Cahit, eserlerini
okuduğu Namık Kemal’den büyük ölçüde etkilenmiş, “vatan ve özgürlük aşkı”nı
onun eserlerinden almıştır. Çeviriler yaptığı ve hatta bu yolla para kazandığı bu
öğrencilik yıllarında katıldığı bir eylem, kendi değerlendirmesine göre, yaşamının
rotasını değiştirmiştir. Onun Mülkiye’ye başladığı yıl giriş sınavı konulmuştur. Bütün
öğrenciler, giriş sınavı uygulamasını protesto ederek, sınava bir gün sonra katılırlar.
81
Mektubi Kaleminde memuriyete başlamış, 1897’den sonra Vefa ve
Mercan İdadilerinde Türkçe ve Fransızca öğretmenliği, Müdür
Yardımcılığı ve Müdürlük yapmıştır. Maarif Nezaretinin çeşitli
kalemlerinde 1901 yılına kadar çalışmış, 1901 ile 1908 yılları arasında
Vefa ve Mercan İdadilerinde öğretmenlik ve Müdürlük yapmıştır.
Mülkiye’nin son sınıfında iken arkadaşları ile birlikte başladığı
gazeteciliği, sonraki yıllarda memuriyetle birlikte sürdürmüş, bu süreçte
değişik gazete ve dergilerde (Mektep, Servet-i Fünun5, Tarik, Sabah ve
Saadet) muhabirlik, yazarlık ve başyazarlık yapmıştır. 1901-1908’de
dilbilgisi ve sözlük çalışması yapmış, Türkçe Sarf ve Nahiv adında bir
gramer kitabı hazırlamıştır.
İlk siyasi nitelikli yazısını, II. Meşrutiyetin ilanından duyduğu
memnuniyeti dile getirmek için 25 Temmuz 1908 tarihli İkdam
gazetesinde yayımlamış,6 memuriyetten ayrılmış, günlük olarak çıkmaya
başlayan Servet-i Fünun’da yayımlanan dört makalesi dikkatlerden
Hüseyin Cahit bu eylem yüzünden Saray Mabeyn Katipliğine girme şansını
yitirmiştir. Mülkiye’den ilk üç dereceyle mezun olanların Saray Mabeyn Katipliğine
alınması uygulaması bu eylem yüzünden Hüseyin Cahit’in dönemi için kaldırılmıştır.
a.g.e., s. 17-8. 5 Bu dergideki çalışmalarıyla Edebiyat-ı Cedide akımının öncüleri arasında yer almıştır.
Bu akıma mensup diğer birçok yazar gibi, o da, modern eğitim sistemiyle yetişmiş,
yalnızca Batıya dönük bir hayat çizgisi benimsemiş, bu dünya görüşü onun yazılarına
ve eserlerine de yansımıştır. a.g.e., s. 30-31. Hüseyin Cahit’in çevirdiği eserlerdeki
ana temanın “özgürlük” olduğuna dikkat çekilmiştir. 6 “Oh” başlıklı bu makale, Hüseyin Cahit ve Abdullah Zühtü’nün yazılarının
birleştirilmesiyle oluşmuş, bu nedenle yazı imzasız çıkmıştır.
82
kaçmamış ve bu makalelerden biri Zaptiye Nazırının değiştirilmesine
neden olmuştur. İT’nin isteği doğrultusunda Tevfik Fikret ve Hüseyin
Kazım’la birlikte Tanin’i kurmuş, gazetenin başyazarlığını üstlenmiştir.
Gazetenin 1 Ağustos 1908’de yayımlanan ilk sayısında, İT’nin
düşüncelerini yayacak gazete (Şura-yı Ümmet) çıkıncaya kadar İT’nin
bildirilerinin Tanin aracılığıyla duyurulacağı, Tanin’de yayımlanmayan
bildirilerin Cemiyeti bağlamayacağı belirtilmiştir. Tanin, zamanla
kamuoyunun gözünde Cemiyetle özdeşleşmiş, onun yayın organı olarak
görülmüştür. Gazete-İT ilişkisi hakkındaki bu yargıyı yabancı basın da
paylaşmaktaydı. Tanin’in Fırkanın sözcüsü durumuna geldiğini gerekçe
gösteren Tevfik Fikret gazeteden ayrılmıştır.
Hüseyin Cahit İT’den milletvekili adayı olmuş, seçimlerin7
öncesinde ve sonrasında Fırka’ya muhalif yazarlarla sert polemiğe
girmiş, milletvekili olduktan sonra da ateşli ve mantıklı yazılarıyla
Fırka’yı savunmuştur. 1909 yılındaki 31 Mart Olayı8 sonrasında Tanin’i
7 Bu seçimde İT birlik temasını işlemiştir. Birliği sağlayacak olan da Osmanlıcılıktır.
Oysa, azınlıklar bağımsızlık propagandası yapmaktadırlar. Hüseyin Cahit, Osmanlı
İmparatorluğunun yapısı içinde çeşitli etnik unsurlar bulunmasına karşın, bu
İmparatorluğu kuran, onun yaşaması için kanını verenin Anadolu kökenli Türkler
olduğunu, Türklerin İmparatorluk içinde hakim unsur olarak yer aldığını belirtmiştir.
Seçim günü Derviş Vahdeti Volkan’da Hüseyin Cahit’i hedef alan bir yazı
yayımlamış, 11 Aralık 1908 günü yapılan seçimlerde İttihatçı adaylar büyük başarı
elde etmiş, bu arada Hüseyin Cahit de İstanbul Mebusu seçilmiştir. Meclis-i
Mebuasının açılışı Tanin’de ulusal bayram olarak nitelendirilmiştir. 8 Muhalafetin yayın organı olan Volkan’da, İT yayın organları olan Tanin’e ve Şura’yı
Ümmet’e karşı adeta savaş açılmış, Volkan’ın görüşleri doğrultusunda İttihadı
Muhammedi Cemiyeti kurulmuş ve şeriat yanlıları aktif siyasete girmişlerdir.
Milletvekili Rıza Nur da İttihatçı karşıtı cephededir. Ona göre, Meclis-i Mebusan,
83
yayımlamayı sürdürmüş, 1911’de Maliye Nazırı Mahmet Cavid’in teklifi
ve teşvikiyle Düyun-ı Umumiye Osmanlı Dayinler Vekilliğine seçilmiş,
milletvekilliği aylığına ek olarak yüksek bir ücret almakta olduğu bu
görevini, aralıksız Mayıs 1922’ye kadar sürdürmüştür.9 Kişilik haklarına
dokunan ve heyecan yaratan sert uslubu gerekçe gösterilerek üç kez
(Mayıs 1911, Eylül 1912 ve Ekim 1912) Tanin kapatılmış, bunun
üzerine, Hüseyin Cahit, sırasıyla ve her biri kapandıkça onun yerine
geçmek üzere, Cenin, Senin ve Renin gibi değişik adlar altında
gazetesini çıkarmayı sürdürmüş, üç kapanışta da, kısa bir süre sonra
gazetenin Tanin adıyla çıkarılmasına izin verilmiştir. Hüseyin Cahit,
gerçek bir meclis değil, adi, cansız bir makinedir; bu makinenin manivelası da Talat,
Cavit ve Cahit gibi birkaç adamın elindedir. Nisan 1909 başında oluşan gerilimli
atmosferde, bir de faili belirlenemeyen ancak, İT’nin düzenlediği sanılan bir cinayet
işlenmiştir. Cinayete kurban giden, İT muhalifi Serbesti’nin başyazarı Hasan Fehmi
Bey’dir. Cenaze töreni İttihatçılara yönelik gövde gösterisine dönüşmüş, İttihatçılar
da izleyen günlerde karşı gösteriler yapmışlardır. 12 Nisan 1909 tarihli Volkan’da,
kimi İttihatçılar adeta hedef gösterilmiştir. 13 Nisan günü Taşkışla’daki Avcı Taburu
kendi subaylarını etkisiz hale getirerek ayaklanmış, bazı isteklerde bulunmuş, iki gün
içinde 20’den fazla subay ve Hüseyin Cahit olduğu sanılarak Lazkiye Mebusu Arslan
Bey öldürülmüştür. Olaylar sonrasında isyancıların istekleri bir ölçüde karşılanmıştır.
Hüseyin Cahit, Rus elçiliğine sığınarak yurtdışına kaçmış, Hareket Ordusunun
İstanbul’a girmesinden sonra 27 Nisan 1909’da İstanbul’a dönebilmiştir. Aynı gün II.
Abdülhamid’in yerine Sultan Mehmet Reşat tahta çıkarılmıştır. Kurulan yeni
Hükümette Cavid ve Talat Beyler nazır olmuşlar, İT’nin iktidardaki gücü artmıştır.
Bir süre sonra işlerin kötü gitmesi ve İT içi muhalefetin de etkisiyle, bu iki Nazır
istifa etmişlerdir. Kasım ayı içinde muhalif bir parti, Hürriyet ve İtilaf Fırkası
kurulmuştur. Önceleri böylesi bir muhalif partiye olan ihtiyacı yazılarında belirten
Hüseyin Cahit, yeni partinin kuruluşundan iki gün sonraki yazısında, Fırkanın,
yapmak için değil yıkmak için bir araya gelen kişilerce kurulduğunu ileri sürmüştür.
Bengi, a.g.e., s. 107-159. 9 Huyugüzel, a.g.e., s. 27.
84
Osmanlı Meclis-i Mebusanının 1912 yazında kapatılması üzerine, bu
olayı protesto etmek üzere gazetesini geçici olarak kapatma kararı almış,
bu kararını okuyucularına da duyurmuştur. Ancak Arnavutluk isyanının
çıkması üzerine, bu kararından vazgeçerek 21 Ağustos 1912’de Tanin’i
yeniden yayımlamaya başlamıştır. 29 Ağustos 1912’de Almanların
Türk-Alman dostluğunu pekiştirmek amacıyla yaptığı bir davet
çerçevesinde Almanya’ya giden Meclis Heyetine, parlamenter olmasının
yanı sıra, “Tanin Başyazarı” sıfatıyla katılmış ve heyete başkanlık
etmiştir. Hükümete yönelik sert eleştirileri yüzünden, Tanin, Kasım
1912’de, bir başka adla yayımlanması da yasaklanmak suretiyle,
kapatılmıştır. 11 Kasım 1912’de Viyana’ya kaçan Hüseyin Cahit,
Babıali Baskını sonrasında ülkeye dönmüş ve 31 Ocak 1913’te Tanin’i
tekrar çıkarmaya başlamış, eleştirilerini bu kez İT’ye yöneltmiştir. 12
Haziran 1913’teki Mahmut Şevket Paşa suikastinden sonra, Fırka ile
daha fazla ters düşmemek için başyazılar yazmamaya başlamış,
Tanin’de eleştirilerin sürmesi üzerine, Fırka’nın rahatsızlığı kendisine
iletilmiş, uyarıların sıklaşması üzerine, Hüseyin Cahit, Fırka’daki
arkadaşlarını çalışmalarında rahat bırakmak10 için Tanin’i 30 Ocak
1914’te Fırka’ya satmıştır. Tanin, Hüseyin Cahit’e büyük bir ün
kazandırmıştır.11
10Bengi, a.g.e., s. 107-159. Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasal Anılar, (Haz. Rauf
Mutluay), (2. B.), İstanbul, T. İş Bankası, 2000, s. 285. 11Cemiyet muhalifleri ile giriştiği polemikler onu dönemin gözde gazetecisi yapmıştır.
Tanin sonrası dönem (1914-1919), milletvekili olmasına karşın, onun suskunluk
dönemidir. İT içinde önemli bazı görevlere seçilmiş, Ocak 1917’de de Cavid Bey’in
gayretleriyle, yeni kurulmuş olan İtibar-ı Milli Bankasının geçici yönetim kuruluna
85
Mondros Mütarekesi sonrasında İstanbul’a ayak basan İngilizler,
Ermeni tehcirinden, Ermenilere, Rumlara, Hristiyan Nestorilere
zorbalıktan ve savaş tutsaklarına kötü davranmaktan sorumlu gördükleri
Türklerin adlarını içeren “kara listeler” hazırlamışlar ve listelerde adı yer
alanları tutuklamaya başlamışlardır.12 Hüseyin Cahit, Şubat 1919’da
tutuklanmış ve “Bekirağa Bölüğü”ne konulmuştu. “Asayişi bozmak”tan
suçlu sayılmaktaydı. Onun da aralarında bulunduğu toplam 78 kişiyi
taşıyan gemi 28 Mayıs 1919’da İstanbul’dan hareket etmiş ve onları
Malta’ya götürmüştür. Hüseyin Cahit, Malta’da sık sık yeniden
düzenlenen listelerde en az suçlular arasında sayılmaktaydı.13 16 Mart
1921 günü tutsakların salıverilmesi konusunda Türk ve İngiliz
Hükümetleri arasında imzalanan anlaşma çerçevesinde serbest
bırakılanlar arasında Hüseyin Cahit de vardı. Hüseyin Cahit, kendisi gibi
tayin edilmiştir. Şubat 1918’de ise Matbuat Cemiyeti Başkanlığına getirilmiştir.
Ayrıca, Savaş sırasında ortaya çıkan ticari vurgunculuğu önlemek için kurulan Men-i
İhtikar Komisyonunda 1918 yılı sonuna kadar çalışmıştır. Bu devrede ya tedavi için
ya da Düyun-ı Umumiyedeki görevi dolayısıyla sık sık yurt dışına gitmiştir.
Huyugüzel, a.g.e., s.29-31. 12Bu tutuklamaların ve sürgünün ayrıntıları için bkz. Bilal N. Şimşir, Malta
Sürgünleri, (2. B.), Bilgi Yayınevi, Ankara, 1982. 13Sürgünlerin Malta’dan ailelerine çok sayıda mektuplar yazdıklarını, İngiliz
makamlarına protesto amaçlı dilekçeler yolladıklarını belirten Şimşir, Türkiye’de
polemikleri ile tanınmış olan Hüseyin Cahit ve Ahmet Emin gibi kalem sahiplerinin
Londra’da tek bir mektubuna dahi raslamadığını belirtmektedir. Şimşir’e göre, diğer
sürgünler İngilizlerle kavga ederken, bu gazeteciler susmaktaydı. İngilizler, Hüseyin
Cahit’in, kendi hesabına şehirde bir otelde ya da pansiyonda oturmasına izin
vermişlerdi.
86
“varlıklı” diğer üç kişi ile birlikte, diğer sürgünlerden ayrı olarak 29
Nisan 1921 günü Malta’dan ayrılmıştır.
Hüseyin Cahit, Malta’da ayrıcalıklı bir konumdaydı. Bir otelde
kalmasına ve ailesini getirmesine izin verilmişti. Malta’dan ayrılırken
eşi, iki çocuğu ve teyzesi de yanındaydı. Ayrıcalıklı konumda olmasının
nedeni, Huyugüzel’e göre, onun Düyun-ı Umumiye’deki görevi
dolayısıyla edindiği çevre ve öteden beri bilinen İngiliz ve Fransız
yandaşlığıydı. Hüseyin Cahit’in hemen yurda dönmeye pek niyeti yoktu.
Hüseyin Cahit ve Eski Maliye Nazırı Mehmet Cavid, aileleri ile birlikte,
değişik Avrupa şehirlerini gezmişlerdir.14
İşgal altında bulunan İstanbul’a 15 Temmuz 1922’de, yani
Malta’dan ayrıldıktan onbeş ay sonra dönen Hüseyin Cahit, Ermenice
yayımlanan bir gazeteyi (Ceride-i Şarkiye) satın almış, Tanin adıyla
14Mehmet Cavid ile Hüseyin Cahit 1911 yılından beri Düyun-ı Umumiye’den
kendilerine rahat ve konforlu bir hayat sağlayacak düzeyde aylık almaktaydı. Hüseyin
Cahit’in bu aylığı, Ankara Hükümetinin 1922 yılı Mayıs ayında Hüseyin Cahit’in
adaylığını reddetmesiyle kesilmiştir. Bunun üzerine geçim sıkıntısı çeken Hüseyin
Cahit’e, bir süre Mehmet Cavid maddi yardımda bulunmuştur. Huyugüzel, a.g.e.,s.
32-33. Fransızca bilmekte olan Hüseyin Cahit, Malta Sürgünlüğü sırasında İtalyanca
ve İngilizce de öğrenmiş, yoğun bir çeviri uğraşına girişmiştir. Bu uğraşını sürgünlük
dönemi sonrasında da sürdürecek, çok sayıda eseri dilimize kazandıracak ve Oğlumun
Kütüphanesi adını vereceği “tercüme külliyatı”nı meydana getirecektir. Ülken de,
Hüseyin Cahit’in bilim ve edebiyata ilişkin tanınmış ve önemli eserleri belirli bir
konu ayırmaksızın çevirdiğini ve bu yılla Türkiye’nin orta öğrenim ve düşünce
dünyasına katkıda bulunduğunu belirtmektedir. Hilmi Ziya Ülken, “Tercüme
Faaliyeti”, içinde, Atatürk Devri Fikir Hayatı II, (Haz. Mehmet Kaplan vd.),
Ankara, Kültür Bakanlığı, 1981, s. 222.
87
gazete çıkarmasına izin verilmeyince, Renin adını verdiği akşam
gazetesini 14 Teşrinievvel 1338’de (27 Ekim 1922) çıkarmış, bir süre
sonra da bu gazeteyi sabah gazetesine dönüştürmüştür.15 İlk makalesinde
Ulusal Mücadele’yi Türk Ulusunun “dirilmesi” olarak nitelendirmiş ve
Mustafa Kemal’i övmüştür. Ona göre, değeri olan şey saltanat ve
diktatörlük değil, “milli hakimiyet”tir.16 Bir ülkede her zaman için
dayanılacak kuvvet, ancak bir “Meclis-i Milli” (Ulusal Meclis)
olabilirdi.17 Eylül 1922’de, askeri alanda zaferin kazanılmış olduğu bir
ortamda, Yakup Kadri’nin (Karaosmanoğlu) gözlemlerine göre, “…
İstanbul’un havasını türlü siyasi tedirginlikler, küme küme bulutlar
halinde kaplamağa başlamıştır…” Daha önceleri ulusal kurtuluş
mücadelesi yandaşı ve karşıtı ayrımı varken, şimdi birçok parçaya
bölünmüştü. “… yeniden çıkmaya başlamış Tanin herkese fazilet
dersi…” vermekteydi. Mustafa Kemal Paşa’ya, bir köşeye çekilmesini
15Bengi, a.g.e, s. 183. Barış koşullarını görüşmek üzerere Lozan’da 20 Ekim 1922’de
başlayacak olan konferansa Ankara ve İstanbul Hükümetleri birlikte davet edilmiştir.
Lozan Konferansına, Ankara Hükümetini temsilen katılmak üzere, yeni Hariciye
Vekili İsmet Paşa, Rıza Nur ve Hasan Hüsnü Beyler seçilmişlerdir. TBMM, 1 Kasım
1922’de aldığı kararla saltanatı kaldırmış, Hilafet ise, Hanedan-ı Ali Osman’da
kalmakla birlikte, Ankara Hükümeti’ne bağlanmıştı. TBMM’nin çıkardığı yasaların 6
Kasım 1922’den itibaren İstanbul’da da yürürlüğe gireceği duyurulmuş, son Padişah
Vahdeddin 17 Kasım’da bir İngiliz gemisi ile İstanbul’dan ayrılmış, ertesi gün
Abdülmecid Efendi TBMM tarafından Halife seçilmiş, Lozan Konferansı ise, bir
aylık gecikme ile 20 Kasım’da başlamıştır. 6 Aralık günü, Mustafa Kemal Paşa,
halkçılık esasına dayanan, Halk Fırkası adında bir siyasi parti kurma niyetinde
olduğunu açıklamıştır. Dönemin siyasal gelişmeleri için bkz. Alpkaya, a.g.e.,s. 22-24. 16 “Mucize”, Renin, 27.10.1922’den aktaran Bengi, a.g.e.,s. 183-84. 17“Anadolu’nun Siyaseti Dahiliyesi”, Renin, 29.10.1922’den aktaran Bengi, a.g.e.,s.
184.
88
önerenler de vardı, Paşa’nın bir diktatörlük yönetimi kurmasından yana
olanlar da.18 BMM’nin saltanatı kaldırdığı19 1 Kasım 1922 günü Refet
Paşa komutasındaki Türk ordusunun Trakya’ya girmesi, başka bir
anlatımla, Rumeli’ye bu “ikinci geliş”, Renin için, “Tarihin muazzam
günü”ydü.20 Hüseyin Cahit, ulusal mücadeledeki tutumundan dolayı
İstanbul Hükümetlerini suçlamakla birlikte, Tevfik Paşa Hükümetinin
masumiyetini vurgulamaktan da geri durmamakta, Lozan Barış
görüşmeleri öncesinde Ankara-İstanbul ayrılığının hala ortadan
kaldırılamamış olmasından duyduğu kaygıyı dile getirmekteydi.21
Mustafa Kemal Paşa’nın parti (fırka) kurma fikri birçok basın organı
tarafından desteklenirken, Paşa’nın partiler üstü ve tarafsız lider olarak
kalmasını isteyen kimi yakın çalışma arkadaşları (Rauf Bey, Ali Fuat ve
18Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, Ankara, Bilgi, 1968, s. 9-10. Ortada
birbiri ile bazen uluorta, bazen sinsi sinsi çekişen üç siyasal oluşum vardı: Anadolu ve
Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyeti, M. M. Grubu ve “İttihat ve Terakki şebekesi”. İlk
iki ulusal oluşum arasındaki çekişmelerden yalnızca İT şebekesi yararlanmaktaydı.
“Mütareke devri boyunca her biri bir köşeye çekilmiş veya Malta’ya sürülmüş bu eski
ve tecrübeli politikacılar şimdi birer birer ortaya çıkmışlar; İstanbul mahallelerinin
köşe başlarını tutmağa başlamışlardı ve şefleri Kara Kemal’in, sözde ‘İş bürosu’
olarak kullandığı Sirkeci’deki bir apartman dairesini eski İttihat ve Terakki Merkezi
Umumisi haline sokmuşlardı. Yayın organları da Hüseyin Cahit Bey’in Tanin’iydi.”
a.g.e., s. 10-12. 19 “... saltanatın kaldırılması ile siyasi rejim sorunu tamamen çözülmüş olmuyordu. Bu
kez atışma yeni bir biçim kazanıyordu: Halife ile Meclis ilişkileri, ya da halifenin
yetki ve görevleri sorunu. Halifeliğin saltanattan ayrılması ve halifeliğin korunması
suretiyle, Mecliste Birinci ve İkinci Gruplar arasında uzlaşma sağlanabilmiş...”ti.
Yeni Halife seçimi sırasında, Halifenin devlet sistemi içindeki yeri de tartışma konusu
olmuştu. Ömür Sezgin, a.g.e., s.100-101. 20Renin, 2.11.1922’den aktaran, Hasan Türker, Türk Devrimi ve Basın 1922-1925,
İzmir, Dokuz Eylül Yayınları, 2000, s. 28. 21“Anadolu ve İstanbul”, Renin, 4.11.1922’den aktaran Türker, a.g.e., s. 28-9
89
Kazım Karabekir Paşalar) ve gazeteciler (Hüseyin Cahit ve Ahmet
Emin) bu fikre karşı çıkmaktaydılar.22 Siyasal parti konusunu tartışmaya
açan Hüseyin Cahit, hiçbir zaman bir parti olamadığını belirttiği İT’nin
eski biçimiyle yaşatılmasının olanaksızlığını vurgulamıştır.23 Tevfik
Paşa’nın Lozan Barış konferansına İstanbul ve Ankara Hükümetlerinin
birlikte katılması yönünde Ankara Hükümetine yaptığı önerinin yanıtsız
bırakıldığından gazetede söz edilmektedir.24 Hüseyin Cahit, Ankara
Hükümeti’nin yönetim biçiminin cumhuriyet olduğunu belirten ilk
gazeteci olmuş, “milli hakimiyet” rejimlerinin dünyada yaygınlaşmakta
olduğu saptamasında bulunmuştur.25 Vahdettin’in İngilizlere
sığınmasını, Renin, bir ihanet olarak yorumlamaktadır..26
Hüseyin Cahit, “Kemalilik” diye adlandırdığı Mustafa Kemal’in
ilkeleriyle İT’nin ilkeleri arasında bir karşıtlık görmemekte, Mustafa
22Türker, a.g.e., s. 62. 23“Hangi Fırkadansınız?”, Renin, 11.11.1922’den aktaran Bengi, a.g.e.,s. 186. 24“Bab-ı Ali’nin Müracaatına Ankara’dan Cevap Yok”, Renin, 1.11.1922’den aktaran
Türker, a.g.e., s. 31. 25Hüseyin Cahit, “İnkılap”, Renin, 4.11.1922’den aktaran Türker, a.g.e., s.43-4.
Hüseyin Cahit, “cumhuriyet” sözcüğünü kullanmaması konusunda Matbuat Müdürü
Ağaoğlu Ahmet Bey tarafından uyarılmıştır. Hüseyin Cahit, 1955 yılında yayımlanan
anılarında, bu uyarıya bir anlam veremediğini belirtmekte, Ankara Hükümetinin
kendisini yanlış anladığını düşünmektedir. “Ankara, nazariye ve prensip ile hayalat
dünyasına dalmaktan ziyade realite ve imkan hudutları içinde kendisini bağlı
görüyordu. Attığı ilk adımı benim hakiki hüviyetiyle ilan ettiğimi göründe bunu
Cumhuriyet fikrini henüz anlamamış ve hazmedememiş büyük kütleyi yeni rejime
karşı bir nevi tahrik manasında anlıyordu. Bu tahrikin fena niyetle yapılmamış olsa
bile fiiliyatta zararlı olabileceği endişesini hissediyordu.” Yalçın, “Meşrutiyet Devri
ve Sonrası: Atatürk Devri”, Halkçı, (29.3.1954). 26Renin, 18.11.1922’den aktaran Türker, a.g.e., s. 50.
90
Kemal’in bir siyasal hareket içine girmeyerek tarafsız kalması
gerektiğini belirtmektedir. “Kemalilik bir meslek-i siyasi (siyasi eğilim)
değildir. Bugün Kemali olmayan hiçbir Türk tasavvur edilemez.”27
Hilafet ile saltanatın birbirinden ayrılmasını, Ankara’nın “… devleti
asrileştirmek, medeniyet ve Avrupa fikirleri dairesinde bir temele istinat
ettirmek hususunda attığı kat’i adım…” olarak görmektedir.
“… Diyebilirim ki hükümet-i milliyenin en büyük zaferi Sakarya değil,
Dumlupınar değil, bu adımdır [Hilafet ile saltanatın ayrılması]. İşte şimdi
memlekette hakiki bir fırkanın bayrağı açılıyor. Medeniyet ve irfan fırkası,
esaslı ve ciddi ıslahat fırkası, dünyevi bir devlet fırkası.”28
Mustafa Kemal Paşa, 15 Ocak 1923 günü Eskişehir’de yaptığı
konuşmada, “cumhuriyet” sözcüğünü ilk kez telaffuz etmiş, Hilafete
yetki vermenin ulusal egemenlikle bağdaşmayacağını belirtmiştir. Ertesi
günkü İzmit konuşmasında da, ulusal egemenlik ve cumhuriyet vurgusu
yapmış, Ankara’nın başkent olmasının ve Fırka kurulmasının
gerekçelerini açıklamıştır. Paşa’ya göre, yapılan devrim, Meşrutiyet ve
daha önceki devrimlerden farklıdır.29 Muhalif basına göre
27 “Bir Mülakata Dair”, Renin, 25.11.1922’den aktaran Bengi, a.g.e.,s. 186. 28 Tanin, 9.12.1922, Bengi, a.g.e., s. 198. 29 17.2.1923 tarihinde İzmir İktisat Kongresi açılmış, Mart Ayı içinde Mustafa Kemal
Paşa bazı illeri kapsayan geziye çıkmış, 1.4.1923’te BMM seçimlerinin
yenilenmesine karar verilmiştir. Mustafa Kemal Paşa 8 Nisan’da Dokuz Umde’yi
yayımlayarak kurulacak olan Halk Fırkasının seçim propagandasını açıklamış, daha
sonraki tamim ve beyannameleri ile de, belirlediği adayların ve Dokuz Umdenin
desteklenmesini istemiştir. 23.4.1923’te tekrar başlayan Lozan Barış Konferansı
sonucunda Barış Anlaşması 24.7.1923’te imzalanmıştır. 21.5.1923’te Meclis’in
91
Cumhurbaşkanı fırkalar karşısında bağımsız kalmalıydı.30 Ankara, 1923
yılı başında, Tanin’in muhalif bir yayın organı haline geldiği
kanısındadır ve bu gerekçeyle Tanin’e yöneltilen eleştiriler giderek
artmıştır. Hüseyin Cahit ise, Ankara’yı bazı konularda eleştirmiş
olmasına bakılarak kendisinin muhalif bir kişi sayılmasından
yakınmaktadır.
Birinci Devresi sona ermiş ve Meclis fiilen kapanmıştır. BMM’nin ikinci devresi,
seçimler sonrasında 11.8.1923’te açılmış, 13.8.1923 günü Meclis Başkanı seçilen
Mustafa Kemal Paşa, yeni dönemin en önemli konuları olarak “asayiş”, “bağımsızlık”
ve “adalet”i göstermiştir. Hükümeti Ali Fethi Bey kurmuş, işgal kuvvetlerinin
boşalttığı İstanbul’a Türk Ordusu 6.10.1923’te girmiştir. 13 Ekim günü Ankara’nın
başkent olması kararlaştırılmış, 26.10.1923 günü Hükümet istifa etmiş, 29.10.1923’te
Cumhuriyet ilan edilmiş ve Mustafa Kemal Paşa ilk Cumhurbaşkanı seçilmiş, ilk
Cumhuriyet Hükümetini İsmet Paşa kurmuştur. Ekim 1923 sonlarına doğru ortaya
çıkan Hükümet bunalımı ve bu sırada cumhuriyetin ilan edilmesi, İstanbul
gazetelerinde ve çeşitli çevrelerde önce şaşkınlıkla karşılanmış, sonra da eleştirilere
neden olmuştur. Kasım ayı ortalarına doğru Halifenin istifa edeceği söylentileri
dolaşmaya başlamış, Halife bunu yalanlamıştır. 5.12.1923 günü ise, Ağa Han ve
Emir Ali’nin Başvekil İsmet Paşa’ya gönderdikleri mektup bazı gazetelerde
yayımlanmış, bu mektuplar gerekçe gösterilerek, İstanbul’a gönderilmek üzere bir
İstiklal Mahkemesi kurulmuştur. Alpkaya, a.g.e., s. 24 vd. 30“Anadolu’da aklı eren zatlar her fırsat düştükçe İstanbul ile Adadolu arasında
icadedilmek istenilen hayali zıddiyet ve münaferete meydan vermiyecek beyanatta
bulunuyorlar. Eminiz ki cahil de olsa akl-ı selimden mahrum olmadığını birçok misal
ile ispat etmiş olan kütleyi halk ancak delalete düşmüş mütefekkirlerin mahsulü olan
bu lüzumsuz sözlere ehemmiyet vermiyecektir. İstanbulu müdafaa ve tahlis için
kanını döken bir milletin kendi eliyle İstanbulu tahrip edeceğine, ayaklar altında
çiğneyeceğine ihtimal vermek için aklı selimden ümidi kesmek icab eder.” Tanin,
19.2.1923’den aktaran Bengi, a.g.e., s. 187. Hüseyin Cahit’in Tanin’deki yazılarında
yer verdiği eleştirileri ağırlaştırması ve muhalif bir tutum takınmaya başlaması,
Bengi’ye göre, İttihatçıların ve kendisinin dışlanmasını içine sindirememesindendir.
Hüseyin Cahit, kimi çevrelerin İstanbul ile Ankara arasında hayali bir karşıtlık
yaratma çabası içine girdiği kanısındadır.
92
“(...) Tanin’e muhalif diyorlar… Bugün müdafaai milliye şeklinde vücud
bulmuş bir hükümetimiz var ki, hiçbir Türk buna muhalif olamaz. Çünkü o
zaman muhalefet değil, hıyanet yapmış olur. (...) Benim zihnimde taraftarlık
kelimesi dalkavukluk manasile müteradif (eş anlamlı) değildir. İnsanların
layuhti (hatadan arınmış) olduğuna, bir adama mevkii iktidara gelmek ve
esasen haiz olmadığı zeka, vukuf, ihata, liyakat ve kabiliyetin de mintarafillah
(Allah tarafından) geleceğine kanaatim yoktur. Zannederim Meclis-i Milli de
bu kanaattedir ki, arada sırada vekillerini değiştiriyor. (...) Şurasını da
söyleyeyim ki, icraatı hükümette elde hurdebin (büyüteç) ile kusur aramak
taraftarı da değilim. (...) Acı olan hakikati gazete sütunlarında görmekten
hoşlanmayanlar belki buna ‘muhalefet’ diyebilirler. Fakat ben bunun
memlekete ‘hizmet’ olduğuna kaniyim.”31
Basında iktidara yöneltilen eleştirilerin önemli bir kısmı
özgürlüklere ilişkindi. Mustafa Kemal Paşa’nın bir diktatörlük
kurmasından endişe ediliyordu. Çok partili bir yapıda olan İngiliz
Parlamentosunun özgürlüklerin de güvencesi olduğuna 1923 yılının ilk
aylarında bazı basın organlarında değinilmişti. Hüseyin Cahit de, kişisel
özgürlüklerin önemine değinmekteydi.32
31Tanin, 20.2.1923’den aktaran Bengi, a.g.e.,s. 187-88.(dipnot 497). Hüseyin Cahid
Yalçın, anılarında, kendisine karşı Ankara Hükümeti ve belirli çevrelerin olumsuz
bakışının vaktiyle Tanin’in İT Cemiyetinin yayın organı gibi görülmesinden ileri
geldiği kanısındadır. Yalçın, a.g.m. Oysa, ona göre, İT’ye mensup olduğu zaman da
Tanin bağımsız düşünceden ödün vermemiştir. Yeni Tanin ise, ulusal egemenlik
esaslarını ve Halk Fırkası ilkelerini göz önünde bulundurmakta ve ilkelere
uyulmasını, yasaların her şeye egemen olmasını ve eski mutlakiyet idaresinin artık
geçmişte kalmasını istemektedir. Tanin, 4.7.1923. 32Hüseyin Cahit, “Hürriyeti Şahsiyye”, Tanin, 4.3.1923’den aktaran, Güz,
Türkiye’de... , s. 73.
93
Ankara’nın mı yoksa İstanbul’un mu başkent olması gerektiği
konusunda 1922 yılı sonlarına doğru başlayan tartışmada, Hüseyin
Cahit, İstanbul’un tercih edilmesi yönünde kamuoyu oluşturmaya
çalışmakta,33 İkdam ve diğer bazı basın organlarından bu düşüncesine
destek bulmaktaydı. Mustafa Kemal ise, 16 Ocak 1923 tarihinde İzmit’te
yaptığı konuşmada, başkentin kıyıdan uzak ve merkezi bir yerde, yani
Anadolu’da bulunmasının yararları üzerinde durmuş, açık bir biçimde
Ankara’yı tarif etmişti. Hüseyin Cahit’e göre, Ankara başkent yapılırsa,
İstanbul’dan bir Türk ve Müslüman göçü başlayabilirdi: “... Tahripkar
tenkitlerden korkarak merkezini değiştiren bir hükümetin hiçbir zaman
kimseye telkin-i hürmet ve itimat edemeyeceğini de hesaba katmalıdır.”
Bu görüşleri savunmakta olan Hüseyin Cahit, birkaç ay sonra bu
ısrarından vaz geçecektir. Mustafa Kemal Paşa, Eskişehir nutkunda,
yapılan devrimin Meşrutiyet ve daha önceki devrimlerden ne denli farklı
olduğunu vurgulamıştır. Hüseyin Cahit ise, ulusal hükümeti 1908
hareketinin bir devamı ve kardeşi görmekte, Mustafa Kemal’in parti
kurma isteğine ise karşı çıkmaktaydı.34
33Tanin’in 17.3.1923, 22.3.1923 ve 13.4.1923 günkü sayılarında çıkan “İstanbul’un
Kusurları”, “İstanbul’un Kusurlarından” ve “Ali Fuat Paşa Hazretleriyle Mülakat”
başlıklı makaleler. Türker, a.g.e., s. 77-8 34“Siyasi mesleklere müstenid fırka hükümetleri bizim için henüz süs addolunabilecek
sun-i, ca’li işlerdir. Biz herşeyden evvel muntazam bir hükümet partisi kurmağa
mecburuz. Memlekette olmayan budur ve bunu yapmak için de siyasi fırkalara değil,
vatan fikri etrafında toplanabilecek mukadder, afif [namuslu], fedakar ve çalışkan
kimselere ihtiyaç vardır. Bulunduğumuz nazik ve müşkil vaziyeti idrak eden zatların
94
Hüseyin Cahit, Hükümet çevrelerinde ve Hükümet yanlısı
basında kendisine karşı olumsuz tutum takınılmasından ve her türlü
değerlendirmesinde gizli bir amaç aranmasından yakınmaktaydı.35
Kendisine yöneltilen eleştirilere karşın, o, kendi bildiği yolda yürümekte
kararlıdır.36
Ağa Han ve EmirAli’nin Hilafet ve bu makamın İslam dünyası
bakımından önemi konusunda Türk Hükümetine yazdıkları mektubun 5
Aralık 1923 günü Tanin’te yayımlanması nedeniyle Hüseyin Cahit
İstiklal Mahkemesinde yargılanmıştır.37
böyle bir gaye etrafında birleşmemeleri affolunamaz bir kabahat olur.” “Kuvvetli
Hükümet”, Tanin, 1.4.1923’den aktaran Türker, a.g.e., s. 63. 35“Yeni intihabat icrasından memnun olduk mu? İttihatçıların işine geldi denilecek.
İntihabata şu sırada ne lüzum vardı desek, İttihatçılar galiba boş bulundular, henüz
hazırlıklarını yapmadılar da onun için memnun olmuyorlar, hükmü verilecek...”
Bengi, a.g.e., s. 188-9. 36“Bu kararı verirken düşündüm ki ben Türk ve müslüman olarak doğdum. İttihatçı
veya fırkacı olarak doğmadım. Bu vatan benim gibi Türk ve müslüman doğmuş bütün
fertlerin müşterek bir anasıdır. Binaenaleyh, yeni bir milli hükümet kurulmakta
olduğu bir sırada bu vatanın evlatlarından her birinin vazifesi her şeyden evvel
vatanın umumi menfaatlerini, hayatını, istikbalini düşünmek ve yalnız bunları
düşünerek yalnız bu gayeye hizmet etmekten ibaret olabilir.” Tanin, 5.4.1923’den
aktaran Bengi, a.g.e., 189 37“Beni bırakınız. Çünkü masumum. Çünkü vatan haini değilim, diyorum.
Huzurunuzdan beraat kararı ile çıkmayı arzu etmekliğimizin en birinci nedeni de,
vatanımın şeref ve haysiyetinin muhafazası endişesidir. Dünyada bunu kim işitirse
benim için ‘işte siyasi iktidar kurbanı olmuş bir zavallı’ diyecektir. Sonra da,
‘medeniyet ailesi içinde eşit hukuk ile mevki sahibi olmak isteyen hürriyetperver asri
Türk Cumhuriyeti bu mudur’ diye soracaklardır. Yüce Mahkemenizden yalnız adalet
istiyorum. Çünkü bu, hem benim namusumu kurtarmaya kafidir, hem de
memleketin.” Bengi, a.g.e., s. 228
95
Nisan ayında seçimlerin yenilenmesi kararının alınmasıyla
birlikte bir başka grup, eski İT’ciler, kendilerinden söz ettirmeye
başlamışlardır. Özellikle İstanbul ve çevresinde etkili görünüyorlardı ve
daha başından itibaren bazı konularda Ankara’dan farklı düşündüklerini
belirtmekteydiler. Bununla birlikte, İT’liler seçimlerde Mustafa Kemal’i
ve Birinci Grubun38 adaylarını destekleyeceklerini bildirmişlerdir.39
İkinci Grup adaylarının Meclis’e giremeyeceklerini anlayan Hüseyin
Cahit, bu Grup mensuplarının Meclis dışında bırakılmasını doğru
bulmamaktaydı.
“…Mademki birinci grup, dar bir fırka halinde kalmak istemeyerek,
memleketin bütün diri, münevver ve teceddüt perver kuvvetlerini toplamağa
çalışan bir heyet-i mecmua şeklinde tecelli ediyor; fırkacılığın dar zihniyetile
38Sezgin, 10.5.1921 günü oluşturulan Birinci Grubun siyasi edebiyatımızda genel
olarak “İnkılapçı” grup olarak anıldığını, bir yıl sonra kurulacak olan İkinci Grubun
ise “Muhafazakar” olarak nitelendirildiğini belirtmektedir. Başlangıçta Birinci Gruba
mensup iken sonraları İkinci Gruba geçen Ali Fuat Paşa (Cebesoy), İkinci Grubun,
zamanın Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşanın diktatörlüğe yönelmesinden
kaygılananlar tarafından kurulduğunu açıklamıştır. Nutuk’a göre ise, İkinci Grup,
hükümet teşkilatının Teşkilatı Esasiye Kanununa göre yapılmasına karşı çıkmak için
kurulmuştu. Sezgin, a.g.e., s. 81-82. 39 İT’nin seçimlerde kendi adaylarını seçtirmeye çalışacağı yönünde bazı İstanbul
gazetelerinde çıkan haberler üzerine, Hüseyin Cahit, 14.4.1923 tarihli Tanin’de,
İT’nin seçimlerde Birinci Grubu destekleyeceğini, çünkü aynı görüşü paylaştıklarını,
yalnız yürütme ve yasama güçlerinin ayrılığını savunduğunu, bununla birlikte bu
farkın anlaşmaya engel olmadığını ve Mustafa Kemal’e anlaşma teklif edildiğini
yazmaktaydı. Sezgin, a.g.e., s. 132-133. İT’nin eski İaşe Nazırı Kemal Bey de, 20
Nisan 1923 tarihli Yeni Gün’de yayımlanan demecinde, kendilerinin Müdafaai Hukuk
Cemiyetini müşkülata duçar edecek hiçbir hareket ve faaliyette bulunmayacaklarını
belirtmekteydi.
96
muhakeme yürütmeyerek, intihabatta taraftar değil, aynı yüksek mefkureye
müteveccih muktedir kimseler seçmeye ehemmiyet verilmelidir.”40
Hüseyin Cahit, Hükümetin eski mutlakiyet idaresini çağrıştıracak
uygulamalardan kaçınmasını istemekte,41 yeni fırka kurulması
arayışlarını ise özenti saymaktadır.42
Lozan Konferansının gidişatının ve Hükümet icraatlarının
muhalif İstanbul basını tarafından sürekli olarak eleştirilmesinin bir
nedeni de, İstanbul basını üzerinde Ankara Hükümetinin denetiminin
olmamasıydı.43 Mustafa Kemal, gazetecilerle İzmit’te gerçekleştirdiği
toplantıda, artık eski etkisi kalmayan Hilafetin Müslüman ülkelerin
gelişmesini engellediğini ileri sürmekte, Hükümeti sürekli eleştirdiği ve
devrim için yapılacak programlara yeteri kadar yer vermediği
40“Nasıl Bir Meclis Olmalı?”, Tanin, 18.4.1923’den aktaran Türker, a.g.e., s. 73-4.
Seçimlerde İkinci Grup üyelerinden hiçbiri milletvekili seçilememiştir. Sezgin’e göre,
bu durumu seçimlerin baskı altında yapılmasıyla veya halkın siyasi bilincinin
yetersizliğiyle açıklamak mümkün değildir. “...Uzun süren savaş yılları sonunda halk
barış istemekte ve sonu belirsiz maceralardan korkmaktadır...” Sezgin, a.g.e., s. 134. 41“Tanin’in bütün yazdığı şey hakimiyeti milliye esasını, halk fırkası umdelerini
gözönünde tutarak devlet adamlarından bunlara sadakat beklemeden ve inhiraf
(sapma) vuku bulunduğunu görürse nazarı dikkati celbeylemekten ibarettir..(...) Tanin
yalnız bir şey istiyor: Umdelere riayet edilsin, kanun her şeye hakim olsun ve eski
mutlakiyetçi idare zihniyeti orada kalsın.” Tanin, 4 Temmuz 1923’den aktaran Bengi,
a.g.e., s. 188. 42“Memleketimizde Avrupa’da olduğu gibi fırka cereyanları vücuda getirebilecek
muhtelif efkar-ı siyasiye göremiyoruz. Bu vadide yapacağımız şeylerin hepsi özenme
olacaktır.” “Neye Muhtacız?”, Tanin, 26.6.1923’den aktaran Bengi, a.g.e., s. 189. 43Güz, Türkiye’de..., s. 69.
97
gerekçesiyle basından, özellikle de İstanbul basınından yakınmaktaydı.44
Rauf Bey Hükümetinin istifası sonrasında yeni hükümet 13
Ağustos 1923'de Ali Fethi (Okyar) Bey tarafından kurulmuş,45 13
Ekim’de Ankara’nın Başkent ilan edilmesini İstanbul basını iyi
karşılamamıştı.46 Gündemde olan konu, yeni devlete “cumhuriyet”
adının konulup konulmayacağı, bunun ne zaman açıkça ilan edileceği ve
cumhuriyetin Batıdaki gibi bütün kurumlarıyla yerleştirililip
yerleştirilemeyeceğiydi.47
Eylül ayında cumhuriyet rejiminden ve devletin adının Türkiye
Halk Cumhuriyeti olacağından söz edilmeye başlanmıştır. “Halk”
sözcüğünün bolşevizmi çağrıştırdığını söyleyen Hüseyin Cahit, Türkiye
44Yalman, Mustafa Kemal’in gazetecilerden, Hilafetin kaldırılması konusunu halka
işlemelerini istediğini, kendilerinin de bunu yaptıklarını ve zemin hazırladıklarını
belirtmekteydi. Hükümeti ve Lozan görüşmelerini eleştirmelerine karşın gazetelerin
tamamına yakınının Lozan Anlaşması’na yaklaşımı olumluydu. Ahmet Emin Yalman,
Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, (2. B.), İstanbul, Pera Turizm ve
Tic. A.Ş., C. II, 1970, s. 28-31. 45Başvekil Rauf Bey ile İsmet Paşa Lozan müzakereleri boyunca sık sık ihtilafa
düşmüşler, bu ikilinin anlaşmazlıklarında Mustafa Kemal İsmet Paşa’yı desteklemişti.
Güz, Lozan Anlaşmasının imzalanması sonrasında Rauf Bey’in istifa etmesinde bu
nedenleri aramak gerektiğini belirtir. Güz, Türkiye’de..., s. 76 46Ankara’nın hükümet merkezi seçilmesinde iki neden rol oynamıştır. Birincisi,
başkentin kolaylıkla savunulabilmesi; ikincisi, halkının ve basınının önemli bir kısmı
Halife yanlısı olan İstanbul’dan hükümet merkezinin uzak tutulması isteği. Kemal
Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, (2. B.), İstanbul, Afa, 1996, s. 57. 47Hüseyin Cahit, Hanedanın Türk Ulusuna yüz çevirmesi sebebiyle Cumhuriyetin
kurulması fikrini Malta’da iken benimsediğini belirtmektedir. Yalçın, Siyasal…, s.
361.
98
Cumhuriyeti adını önermekte, Mustafa Kemal Paşa’nın hem Fırkanın
Genel Başkanı hem de Devlet Başkanı olmasına karşı çıkmaktaydı. Bu
durum, ona göre, demokratik açılıma engel olurdu.48
Hüseyin Cahit’in de aralarında yer aldığı muhalif İstanbul
basınına göre, hazırlanmakta olan yeni Anayasa Tasarısında
Cumhurbaşkanlığı ile Meclis ve Parti Başkanlıklarının aynı kişide
birleşmesine olanak tanıyan maddelerin yer alması, Mustafa Kemal’in
diktatörlüğe yönelmesine neden olabilirdi.49 Tanin Başyazarı’na göre,
48“Şüphe yok ki, reisicumhurumuz Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretleri olacaktır. Bunu
gerek Paşa hazretleri gerek memleket hayrına kaydedilecek bir vak’a diye telakki
ederiz. Gazi Mustafa Kemal Paşa, mücadele-i milliyenin timsali olmak itibarile bütün
memleketin malıdır. Halbuki halk fırkasının reisi mevkiinde bulunuyor. Memlekete
bu kadar hizmet etmiş mümtaz bir şahsiyetin fırka mücadelesi fevkinde kalması
umuma ilka ettiği (bıraktığı) hürmet ve muhabbet hislerine istinad ederek memleketin
tayin-i mukadderatına yüksek bir hakem mevkiine çıkması ve bilaistisna bütün vatan
evladı tarafından sevilebilmesi lazımdır. Halbuki vatanı kurtaran Mustafa Kemal filan
veya filan fırka reisi mevkiine düştükçe buna imkan yoktur. (...) Gazi paşa artık bir
fırkanın reisi değil, bütün vatanın timsali nüfuz ve şevketidir.” Tanin, 23.9.1923’den
aktaran Bengi, a.g.e., 196. 26 Eylül’de, “Biz Halk Fırkasının tebaası değiliz, Türk
Devletinin vatandaşıyız. Hiçbir Türk vatandaşı Halk Fırkası’na itaatle mükellef
değildir.” demekte ve diktatörlüğe yol açacağı gerekçesiyle devlet-parti
bütünleşmesine karşı çıkmaktaydı. a.g.e., s., 196. 49“... Halbuki herşeyden evvel memleketin menafi-i aliye ve daimesi göz önünde
tutulmak ister, Teşkilatı Esasiyede yapılacak tadilatı mutlaka Gazi Mustafa Kemal
Paşa hazretlerinin şahsi olarak ihraz etmiş olduğu mevki-i müstesna ve muhterem ile
telif etmeğe uğraşmak biraz yanlış olur. Biz daha ziyade gayri şahsi olarak vatan
binasını kurmağa mecburuz. Gazi Paşa hazretleri gibi bariz ve kuvvetli bir şahsiyet
reis-i cumhurlukta da büyük bir nüfuz ve faaliyet sahası bulabilir. Hem hiç
yıpranmadan, eskimeden. Fakat behemehal faal bir mübareze-i siyasiyeden ayrılmak
istemedikleri takdirde, heyeti vekile riyasetini tercih edebilirler. Bunda şeref ve
haysiyetini mahal hiçbir nokta göremeyiz.” “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda Tadilat”,
Tanin, 30.9.1923’den aktaran Türker, a.g.e., 105. İstanbul Barosu Başkanı Lütfi
99
egemenliğin İngiltere, Fransa ve Belçika’daki gibi bir ulusal hükümet
biçiminde kullanımı yararlı olurdu. Cumhuriyet hukuken ve fiilen var
olduğu için, Cumhuriyetin ilanından kaçınılmamalı ama, bütün yetkiler
Meclis’e bırakılmamalıdır.50
Cumhurbaşkanı olduğu zaman Mustafa Kemal Paşa’nın Parti ve
Meclis Başkanlıklarını bırakmasını isteyenler olduğu gibi, Paşa’nın daha
geniş yetkilerle donatılmasını ve Mussolini ve Lenin gibi bir diktatör
olmasını savunanlar da vardı. Suphi Nuri’ye göre, Meclis ve Hükümet
ülkeyi ileri götürememişti, Halk Fırkası bir fikir partisinden çok
menfaatperest topluluğunu andırmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa
meydana çıkmalı, yönetimi ele almalı ve herkesi kurtarmalıydı.51
Hüseyin Cahit ise, Mustafa Kemal’in halen sahip olduğu mevkiyi
bırakıp diktatörlük istemeyeceğini, çünkü onun vatanı için çalıştığını ve
Fikri de, 20.8.1923 tarihli Tanin’de, benzeri bir görüşü savunmaktaydı. Ona göre,
Paşa, mademki iş görmekte devam etmek istiyor, bizzat Heyet-i Vekilenin başına
geçmeli, idareyi bilfiil ele almalıdır. “Hükümet ve Düşündüklerim”, Tanin,
20.8.1923’den aktaran Türker, a.g.e., s. 105 (dipnot 85). 50Hüseyin Cahit, “Hükümeti Milliye ve Cumhuriyet”, Tanin, 29.9.1923’den aktaran
Güz, Türkiye’de..., s. 78. Güz, Cumhuriyetin ilanından önce Ankara ve İstanbul
basını arasında büyük bir çekişmenin varlığına ve çekişmenin taraflarına dikkat
çekmektedir. İstanbul basınındaki eleştirilere Hakimiyeti Milliye ve Yeni Gün’ün
Hükümet icraatlarını savunarak cevap verdiklerini, İstanbul’daki Akşam’ın da
Hükümet yanlısı olduğunu, basındaki bu çekişmenin zaman zaman çok sertleştiğini
ve hatta Ankara basınının tehditler savurmasına kadar vardığını belirtmektedir.
İstanbul basını da tek bir bütün değildir, birbirlerini de eleştirmekteydiler. İstanbul
basını içinde Ankara’nın şimşeklerini üzerine en çok çekeni, Tevhid-i Efkar idi. Güz,
Türkiye’de..., s. 77. 51a.g.e., s. 79-80.
100
bu yüzden sevildiğini, diktatörlük istemesi halinde, birkaç kişinin
dışında yanında kimsenin kalmayacağını belirtmekteydi. Ona göre,
Mustafa Kemal şayet Vahdettin’in yerine geçmek için yola çıkmış
olsaydı, Türk Ulusunu yanında bulamazdı. Mustafa Kemal yalnız
değildi, onunla birlikte savaşan ve bu yolda canlarını veren birçok vatan
evladı vardı. Mustafa Kemal diktatörlük mevkiine çıktığı gün nüfuzunu
kaybedecekti. Halk, diktatörlüğü asla kabul etmeyecekti.52
Anayasa değişikliğine ilişkin Tasarının Meclise sunulmadan
önce kamuoyunda tartışılmasını53 gerekli gören Hüseyin Cahit, Halk
Fırkası’nı açık olmamakla suçlamıştır.54
Cumhuriyet, basının hiç beklemediği bir anda, 29 Ekim 1923’te
ilan edildi. Bazı basın organları, değişik gerekçelerle, Cumhuriyetin
ilanından sonra da Hükümeti eleştirmeye devam ettiler. Basın
cumhuriyetin bütün kurumlarıyla işletilmesini istemekteydi; yalnızca
yönetim şeklinin adının değişmesi yeterli değildi.55 Cumhuriyetin ilanı
sonrasındaki tepkilerin bir kısmı kişisel sürtüşme ve çekememezlikten
kaynaklanmaktaydı.56
52“Mühim Bir Münakaşa”, Tanin, 9.10.1923’den aktaran Güz, a.g.e., s. 80. 53“Ne Var?”, Tanin, 24.10.1923’ten aktaran Türker, a.g.e., s. 96 54“Beğenilecek Bir İş”, Tanin, 23.10.1923’den aktaran Güz, a.g.e., s. 81. “Teşkilatı
Esasiye Etrafında”, Tanin, 25.10.1923’den aktaran Güz, a.g.e., s. 80 55Güz, Türkiye’de..., s. 86 56Falih Rıfkı, Cumhuriyetin ilanı sonrasında ortaya çıkan hoşnutsuzluğun ilan kararının
Meclis ve halk efkarı önünde açıkça ve serbestçe tartışılmaksızın acele ilan
edilmesine bağlanamayacağını, bazı çevreler için bunun bir bahane olduğu
101
Cumhuriyet, Hüseyin Cahit’e göre, “alkış ile, dua ile, şenlik ve
şehriayin” ile yaşayamaz, ancak doğru idare ile yaşayabilirdi.
Cumhuriyet bir tılsım olmadığı gibi Millet Meclisi’ne de bir tılsım
yapılmamıştı. Her işin kendiliğinden düzeleceğini sanmak hataydı.
Çareler yine insanlar tarafından bulunacaktı. Asıl sorun, Cumhuriyetin
yönetim biçimi değişikliği ile birlikte zihniyet değişikliği getirip
getirmediği ve vekillere devlet adamı kafasını hediye edip etmediği idi.
Hüseyin Cahit, “cumhuriyet”in en iyi yönetim biçimi olduğuna
inandığını ancak, bu sözcüğün putlaştırılmaması gerektiğini
belirtmekteydi. Asıl önemli olan cumhuriyetin yönetime
görüşündedir. Ona göre, İT’den arta kalan nüfuzlular değişik gerekçelerle eski
kolağası Mustafa Kemal’in aleyhindedirler. Dr. Nazım, Kara Kemal ve Mehmet
Cavid’in aleyhtarlık gerekçelerini izah etmekte ve Hüseyin Cahit’ten de söz
etmektedir. “Hüseyin Cahit, Tanin gazetesinin başında Ankara’ya karşı savaşa
geçmişti. Cahit, hiç şüphesiz bir mürteci değildi. Daha meşrutiyet devrinde Latin
yazısının kabul edilmesi lehinde bulunmuştur. Fakat ta başlangıçtan beri, ne Mustafa
Kemal ona, ne de o Mustafa Kemal’e ısınabilmiştir. 1908 Meşrutiyetinde İttihat ve
Terakki Fırkasının gaztecisi iken, Selanik’te toplantı olmuş ve Cahid’e bir altın kalem
hediye edilmek teklifi ortaya atılmıştı. Merkez-i umumi politikasını sevmiyen ve
beğenmiyen Mustafa Kemal, bir nutuk söyliyerek, o politikanın İstanbul’daki
savaşçısına altın kalemin verilmesini reddettiğini veya reddettirmeye çalıştığını
kendisinden dinlemiştim…” Falih Rıfkı, Mustafa Kemal’in kurmak istediği yeni
Türkiye ve yeni Türk toplumu ile Hüseyin Cahit’in gençliğinden beri rüyasını
gördüğü yeni zamanlar Türkiyesi arasında hiç bir farkın bulunmadığını
belirtmektedir. Velit Ebüzziya’yı ise vatansever, ulusçu, koyu şeriatçı (padişahçı ve
Hilefet’çi) denecek kadar geri düşünceli bulmaktadır. Falih Rıfkı Atay, Çankaya,
İstanbul, Bateş A.Ş., 1998, s. 381-2. Yalçın da, Mustafa Kemal Paşa’yı kastederek,
“... Ülkü bakımından birbirimize bu kadar yakın olduğumuz halde yaşamda
birbirimizi anlayamayışımız gerçek bir gariplik oluşturmuştur.” demektedir. Yalçın,
Siyasal…, s. 372.
102
uygulanmasıydı. Anayasa değişikliği tasarısının Fırka grubuna bile
getirilmeden birkaç saat içerisinde yasalaştırılmasını yadırgamaktaydı.57
İsmet Paşa başkanlığındaki ilk “Cumhuriyet” Hükümetinin, eski
kabinenin hemen hemen aynısı olduğuna işaret eden Hüseyin Cahit, yeni
hükümete güvenmemekteydi.58 Cumhuriyetin ilanını bir “emri vaki”
olarak niteleyen Rauf Bey’e Hüseyin Cahit’ten destek gelmekteydi.
Tanin Başyazarı, iyi bir şey yapmak için kötü bir yol tutulduğu
kanısındaydı.59 Parti başkanlığı ile cumhurbaşkanlığı görevi aynı kişide
birleşmemeliydi.60
57“Yaşasın Cumhuriyet”, Tanin, 31.10.1923’den aktaran Güz, a.g.e., s. 87. Türker,
a.g.e., s. 121-2. 58“... Demek oluyor ki, eski kabinenin tekmil-i muvaffakiyetsizliği giden bu üç vekilin
yüzünden idi... Şu kanaatteyiz ki İsmet Paşa Kabinesi, Fethi Bey kabinesinden daha
çürüktür. Esbab-ı zaafı kendi içindedir. Yine hariçden gelecek sızmalar değil, kendi
içinden çıkacak gailelerle yıkılacaktır.” “Yeni Kabine”, Tanin, 1.11.1923’ten aktaran
Türker, a.g.e, s. 123. Güz, a.g.e., s. 87. 59“... Hükümetimizin şekli Cumhuriyet oldu. Pek güzel oldu ve iyi oldu. Fakat bunu
yapanın tarzı o kadar aculane, o kadar gayr-i menus idi ki Cumhuriyet’in en samimi
taraftarlarında bile bir ürkeklik husule getirdi.” “Son Vaziyet”, Tanin, 2.11.1923’ten
aktaran Türker, a.g.e, s. 126. 60“Gazi Paşa Hazretlerinin sırf kendi nefislerinin menfaatini düşünerek hayat-ı
hususiyeye çekilmesi ne kadar şayanı takdir ve memnuniyet ise, riyaseti cumhuriyete
çıktıktan sonra fırkacılık etmekte devam göstermesi bu memnuniyeti tahfif edecek
(hafifletecek) kadar bir hata olur. Memleketin kaybetmemeye muhtaç olduğu Gazi
Mustafa Kemal Paşa, fırkacılıktan kendini çekmekle memleket hesabına
kaybolacaktır. Bu dakikada bunun kendilerinin aciz fakat halis bir takdirkarı sıfatıyla
yazmak ve söylemek borcumuzdur. Halk Partisi riyasetinde kalan bir Mustafa Kemal
Paşa cereyanı vekayi ve hadisat ile behemehal yıpranmaya ve küçülmeye
mahkumdur. Halbuki, bütün fırkaların fevkine çıkmakla ilelebed mevkii bülent ve
muhteremini (saygıdeğer ve yüce konumunu) muhafaza edeceği şüphesizdir. (...)
Fırkanın mütezelzil (sallanan) talihine Mustafa Kemal Paşa’nın talihini de niçin
103
Nutuk’ta Cumhuriyet’in ilanının yarattığı sevince katılmayan kişi
ve gazetelerin varlığına işaret olunmakta61 ve bu konudaki suçlamaların
bazıları ise doğrudan doğruya Tanin’e ve onun Başyazarına
yöneltilmektedir.62
bağlamalı? Fırka düşerken niçin Mustafa Kemal Paşa’yı da beraberinde sürüklemeli?”
Tanin, 4.11.1339 (1923)’den aktaran Bengi, a.g.e., s. 202-3. Bengi, Hüseyin Cahit’in
eleştirilerinin bu denli yoğunlaşmasında, İttihatçılığın etkilerini görmektedir.
Kendilerinin başına geçmesi yönünde Mustafa Kemal Paşa’ya götürdükleri teklife
olumlu yanıt alamayan İttihatçılar, İT varken Halk Fırkasının kurulmasını doğru
bulmamaktaydı. Oysa, Mustafa Kemal Paşa kendi örgütünü kurmayı yeğlemişti.
Bengi, Hüseyin Cahit’in tutumunda kişisel bazı nedenlerin (kıskançlığın) de rol
oynadığı düşüncesindedir. Malta’dan yurda dönüşünde Cumhuriyet Partisi adlı bir
parti kurmak istemişse de bunu başaramamış, partiyi Mustafa Kemal kurmuştu.
Yalçın, anılarında bu adla bir parti kurmayı tasarlamış olduğunu belirtmektedir. Bkz.
Yalçın, Siyasal…, s. 362. 61“... Yalnız İstanbul’da çıkan iki üç gazete ile İstanbul’da toplanan bir takım kişiler
ulusun genel ve içten gelen sevincine katılmaktan çekindi, kaygıya düştü;
Cumhuriyetin kuruluşunda önayak olanları eleştirmeye başladı. Sözkonusu
gazetelerin ve kişilerin, Cumhuriyetin kuruluşunu nasıl karşıladıklarını anlamak için,
yalnız o günlerdeki yayınları gözden geçirmek yeter.” Mustafa Kemal Atatürk,
Söylev (Nutuk) II, (8. B.), Ankara, TDK, 1981, s. 595. 62“Örneğin, ‘Yaşasın Cumhuriyet’ başlığı altındaki yazılar bile cumhuriyetin
yadsınacak bir biçimde kurulup halka duyurulduğunu; bunda ‘sıkboğaza getirilmiş bir
durum’ sezildiğini yayıyordu. Bu yazıları yazan şu düşünceleri ileri sürüyordu: ‘...
Şöyle olacağı, böyle olacağı söylenip dururken, öte yandan birdenbire, birkaç saat
içinde, Anayasa değişikliği yapılıvermesi en yumuşak deyimiyle olağandışı bir
davranıştır.’
“Bizim yaptığımız iş, ‘uygarlık dünyasını anlamış, okumuş, incelemiş, devlet
yönetiminde yeterlik kazanmış kafalardan çıkacak düşünce sonucu’ değilmiş...
“Cumhuriyetin ilanını Meclisin alkışlarla kabul etmesi, ulusun toplarla kutlaması
eleştiriliyor; deniliyorki: ‘Cumhuriyet alkış ile, dua ile, şenlik ve bayram yapmakla
yaşamaz. Cumhuriyet bir büyülü değnek değildir. Millet Meclisinde bir büyü yapıldı.
Bundan sonra her iş kendiliğinden düzelecek, her derdin çaresi kendiliğinden
bulunacak değildir.’
104
“Bu yazarın ve benzerlerinin, cumhuriyeti kurmak kararının alınışında ve
cumhuriyetin kuruluşu ile ilgili yasada gördükleri yanlışlık ve eksiklikleri
eleştirmelerini içtenlikli saymak için çok bön olmak gerekir. Eğer bu yazarlar,
cumhuriyetin ilanı günü yaygaralı saldırılara başlamayıp, önce cumhuriyet
ilanını iyi gözle görseler, içtenlikli karşılasalardı; kamuoyunu kuşkuya ve
düzensizliğe sürükleyecek yerde, cumhuriyetin iyi ve onun ilanının pek
yerinde olduğunu kamuoyuna aşılayacak yazılar yazsalardı, ondan sonra
yapacakları her türlü eleştirinin içtenliğini ileri sürmekte haklı olabilirlerdi.
Ama gördüğümüz davranış biçimi böyle olmamıştır.”63
8 Kasım 1923 tarihli Akşam’da, cumhuriyetin ilanı ile birlikte
Hilafet sorununun gündeme geldiği, Halifenin istifayı tercih ettiği
bildirilerek bütün İslam ülkeleri temsilcilerinin İstanbul’da toplanıp yeni
halifeyi seçecekleri belirtilmekteydi. Ertesi gün bu haber Tanin’de tekzib
edildi. 10 Kasım'da ise, Lütfi Fikri’nin Halifeye yazılmış açık bir
mektubu Tanin’de yayınlandı. Mektubunda istifa söylentilerini
çıkaranları gelecek nesillerin lanetleyeceğini belirten Lütfi Fikri haberin
tekzib edilmesinin gönüllere su serptiğini belirtti. Fakat, istifa olayının
ebediyete kadar gömülmesini istedi. Bazı hallerde bazı görevler için
istifanın yerinde olacağını ileri süren Lütfi Fikri, Halifenin istifasının
vatan ve İslam aleminin aleyhine bir durum teşkil edeceğini söyledi.
“‘Ben cumhuriyetçiyim.’ diyenlerin, cumhuriyetin kurulduğu gün, kalemlerinden
çıkacak sözler bunlar mı olmalıydı? En iyi hükümet biçiminin cumhuriyetten başka
bir şey olamayacağına inandığı savında bulunanların: ‘Cumhuriyet sözcüğüne bir put
gibi tapmam.’ demelerindeki anlam ve emel ne idi?” 63a.g.e., s.597-598.
105
Lütfi Fikri, büyük sorumluluk nedeniyle Halifenin istifa edemiyeceğini
belirterek, Halifenin istifa etmesi halinde Osmanlı Hanedanının hem
Hilafeti hem de Osmanlı Hanedanı’nın Halifelik hakkını kaybedeceğini,
vatan dışına çıkmak zorunda bile kalacağını yazdı. Akşam’daki habere
de değinen Lütfi Fikri, Hilafetin Türk Ulusun elinde bir hazine
olduğunu, bu hazinenin elimizden çıkmasını kendimizin istediğini
belirterek, Halife istifa ederse yeni Halifenin belki şimdi Türklerden
seçilebileceğini, fakat ileride kimin nereden halife seçileceğinin
bilinmediğini söyledi. Halifeye de seslenerek, istifa etmesi halinde,
vatana, ulusa, tarihe ve atalarına karşı sorumlu olacağını belirtti.
Akşam’daki habere değinerek, Hüseyin Cahit, barışın sağlandığı
ve ileriye dönük planların yapıldığı, hala birçok sorunun halledilemediği
bir ortamda hilafet konusunun gündeme getirilmesini doğru bulmadığını
belirtmektedir. Akşam’da çıkan haberde, istifa durumunda Hilafetin şekli
ve seçiminin de değişeceğini belirten Hüseyin Cahit, halife seçiminin
yasada açıkça belirtildiğini, Akşam’ın bu haberi mebus olan bir
ortağından öğrenmiş olabileceğini ileri sürdü. Hüseyin Cahit, arkadan
verilmiş bu emrin yakında uygulamaya konacağını, yine emri vaki
karşısında bulunulduğunu ve arkadan verilen bu kararın onaylanacağını
söyledi. Cumhuriyeti de bir oldubitti olarak gören Hüseyin Cahit, Hilafet
konusunda Meclise hiç olmazsa görünüşte hürmet gösterilmesini istedi.
Ona göre, Millet Meclisinin bu kadar kayıd altında kaldığını, dışarıda
verilen kararları onay mevkiine indirildiğini görmek cidden üzücü bir
106
olaydır. Hüseyin Cahit, Halifenin yeni sisteme göre seçilmesi halinde
Hilafetin Türklerin elinden çıkabileceğini, bu durumda beş on milyonluk
Türkiye Devletinin İslam aleminde hiç ehemmiyetinin kalmıyacağını,
Avrupa nazarında küçük ve kıymetsiz bir hükümet mevkiine
düşeceğimizi belirtti. Bu, ona göre, ulusçuluk değildir. Milliyet hissini
kalbinde duyan her Türkün Hilafete dört elle sarılmak mecburiyetinde
olduğunu söyleyen Hüseyin Cahit, “çünkü Hilafet Türklük için bir
kuvvettir. Hilafeti Türkiye hududlarından dışarıya çıkaracak surette
hareket etmek intihardan farksızdır.” demektedir.
Hilafetin Türklerde kalmasının İslam dünyasınca da kabul
edildiğini belirten Hüseyin Cahit, neden yokken bir halife seçiminin
uygun olmadığını, toplanacak olan temsilcilerin halifeyi Türklerden
seçseler bile kimi seçeceklerinin belli olmayacağını ileri sürdü. Hüseyin
Cahit, Reisicumhurun halife seçilmesi halinde laik, demokratik
cumhuriyetten uzaklaşılmış olacağını ve Saltanatla Hilafetin
ayrılmasının anlamsız kalacağını söyledi. Kaldı ki, diğer İslam ülkeleri
temsilcilerinin gelecek yıllarda halifeyi hangi ülkeden seçecekleri belli
değildir. Hilafetin her halukarda Türklerde kalması için önlem
alınmasını istedi ve Akşam’ın sözünü ettiği önlemin yarım kalmasını
diledi.64 Hilafetin kaldırılması konusu hükumet taraftarı basın tarafından
sık sık gündeme getirilirken, önde gelen yazarlar da Hilafet kurumunu
eleştiriyordu. Yakup Kadri, Aralık ayı içerisinde Akşam’da yayınlanan
64“Şimdi de Hilafet Meselesi”, Tanin, 11.11.1923’den aktaran Güz, a.g.e., s. 115.
107
bir makalesinde, Hanedan ve damat maaşlarının cumhuriyet bütçesinden
ödenemiyeceğini söyleyince büyük bir tepki gördü.
Mustafa Kemal’e göre, Cumhuriyet ilanına yönelik bu eleştirileri
yapanların amacı hiç olmazsa Hilafeti kurtarmaktı.65 Cumhuriyetin ilanı
üzerine İstanbul’da kimi kişiler ve bazı gazeteler Halifeye de bir rol
vermek isteğine kapılmışlardır. Halifenin görevden çekildiği ya da
çekileceğine ilişkin gazetelerde söylentiler ve yalanlamalar
yayımlanmıştır. Sorun bir söylenti niteliğinde olmadığı gibi, bir
yalanlama ile çözümlenecek ölçüde önemsiz de değildir. Cumhuriyet
ilanının yeniden bir halifelik sorununu ortaya çıkardığı yönünde görüşler
ileri sürülmektedir. Gazi Mustafa Kemal’e göre, bu kişi ve çevreler, hem
kendilerini halifelik görevlerini saptamaya çağırmaktalar, hem de
Müslümanlık dünyasının hoş görmeyeceğini belirterek gözdağı vermeye
çalışmaktadırlar. Tanin’de yayımlanan Lütfi Fikri Bey imzalı Halifeye
açık mektubu buna örnek olarak göstermekte ve bu mektubu
değerlendirmektedir. 66
65Atatürk, a.g.e., s. 827-833. 66“ ‘... Lütfi Fikri Bey’in yazdığı bu mektupta, Halifenin görevden çekildiği
söylentilerinin ulusun ne denli üzüntü ve acı duyduğunu tanıtlamak için bir vapur
öyküsü uydurulmuştu. Vapurda oturanların, Halifenin görevden çekildiğini duyunca
yüzlerine üzüntü ve kaygı çökmüş. Birbirlerini tanımayanlar içtenlikle görüşmeye ve
çok görüşmeye başlamışlar. Ortak kaygıları bunları bir dakikada dost etmiş.
“Lütfi Fikri Bey: ‘Gönül istiyor ki bu çekilme sözü sonsuza değin gömülsün kalsın.’
diyor; çünkü: Dünya için karayazı olur’muş.
“Lütfi Fikri Bey, ulusa şunu da aşılıyordu: ‘Şaşarak ve üzülerek görülüyor ki, bugün
şu kutsal hazineye (yani halifeliğe) saldırmak isteyenler, dışardan kimseler, Türkü
çekemeyen müslüman uluslar değildir; biz, Türkler kendimiz, kendi elimizde bu
108
“Baylar, yabancılar halifeliğe saldırıda bulunmuyorlardı; ama, Türk ulusu
saldırıdan kurtulmuyordu. Halifeliğe saldıranlar, Türkü çekemeyen müslüman
uluslar değildi. Ama, Çanakkalede, Suriye’de, Irak’ta İngiliz ve Fransız
bayrakları altında Türklerle vuruşan Müslüman uluslardı. Bunları, Türk
ulusuna kolaylıkla saldırabilmek için ayakta kalması yeğ görülen halifeliğin
ortadan kaldırılmasını: ‘Türklük için kendi kendini öldürtmektir.’ diye
nitelemeleri ve cumhuriyetin amacını: ‘Halifeliği ortadan kaldırmak için biz
Türkler girişimlerde bulunuyoruz.’ Sözleriyle açıklayıp ilan etmeleri, kuşku
yok ki, etkisiz kalmadı.”67
Lütfi Fikri Bey’in bu yazısının ertesi gün aynı gazetede Başyazar
tarafından kaleme alınan “Şimdi de Halifelik Sorunu” başlıklı yazı ile
desteklendiğine işaret edilmiştir.
“... 11 Kasım 1923 günlü Tanin’in ‘Şimdi de Halifelik Sorunu’ başlıklı
başyazısı okununca, cumhuriyetin kuruluşuna engel olmayanların, ne pahasına
olursa olsun, halifeliğin kaldırılmasını önleyebilmek için çaba göstermeğe ve
çalışmaya başladıkları anlaşılır. Tanin’in bu yazısında, padişah oğullarının
mektupları yayımlanarak, padişah soyundan olan kişiler halka sevdirilmeye
çalışılıyor. Ayrıca, padişah soyundan olanların haklarına karşı çirkin saldırılar
yapıldığı ve bunu yapanın, partimizin en seçkin takımından olduğu
belirtildikten ve Cumhuriyet Hükümetini ulus gözünde kötü göstermek için ne
söylemek gerekli ise onlar da yazıldıktan sonra, Halifenin çekileceği
söylentisine değinilerek : ‘Arkadan arkaya verilmiş bir karar karşısındayız’
deniliyor. Sonra da: ‘Millet meclisinin bu denli özgürlükten yoksun kaldığını,
halifenin elimizden temelli çıkarılmasıyla sonuçlanabilecek girişimlerde
bulunuyoruz!’” a.g.e., s. 604-605.
109
dışarıda verilen kararları yasalaştırmak durumuna düşürüldüğünü görmek
gerçekten acı oluyor.’ sözleriyle Meclis, bize karşı kışkırtılıyor; Cumhuriyetin
ilanını kabul eden meclisin hiç olazsa Halifeliğin kaldırılmasını, oldubitti
biçiminde kabul etmemesinin sağlanmasına çalışılıyordu.”68
Hüseyin Cahit’in halifeliğin bizden gitmesinin olası sonuçlarına,
Türkiyenin Müslümanlık dünyasında hiçbir öneminin kalmayacağına
ilişkin görüşleri69 de Nutuk’ta yorumlanmaktadır. Mustafa Kemal’e göre,
halifeliğe dört elle sarılmak zorunda bulunan bir yönetim biçiminin
cumhuriyet olamayacağını anlayabilmek için de büyük bir yetenek
gerekmez.70
67a.g.e., s. 605. 68a.g.e, s. 605-6 69“Halifelik bizden giderse, beş on milyonluk Türkiye devletinin Müslümanlık dünyası
içinde hiç önemi kalmayacağını, Avrupa siyasası karşısında da küçücük ve değersiz
bir hükümet durumuna düşeceğimizi anlayabilmek için büyük bir yetenek gerekmez.
Ulusseverlik bu mudur? Gönlünde gerçek ulusçuluk duygusu olan her Türk, halifeliğe
dört elle sarılmak zorundadır.” 70 “… Tanin başyazarı, kendisinin cumhuriyetçi olduğunu ilan etmişti. Ama öyle bir
cumhuriyetçi ki, onun istediği cumhuriyetin başında halife sanıyla
Osmanoğullarından bir kişi bulunacaktır. Yoksa yapılan iş, akıl ve yurtseverlik ile,
ulusçuluk duygusu ile hiç bağdaşmazmış. Halifeliği, elimizden hiç alınamayacak
biçimde korumakla görevli imişiz. Bu konuda gizlice alınan karar, sonuçuz kalmalı
imiş.”
“Baylar, bu yazıların anlamı ve bu düşüncelerin amacı bugün kolaylıkla
anlaşılmaktadır. Yarın daha açık olarak anlaşılacaktır. Gelecek kuşakların, Türkiyede
cumhuriyetin ilan edildiği gün ona hiç acımadan saldıranların başında,
‘cumhuriyetçiyim’ diyenlerin yer aldığını gördükleri zaman şaşacaklarını hiç
sanmayınız.! Tersine, Türkiyenin aydın ve cumhuryetçi çocukları, böyle cumhuriyetçi
geçinmiş olanların gerçek inanışlarını irdeleyip saptamakta hiç de güçlük
çekmeyeceklerdir.
110
Cumhuriyet ilanının öncesinde ve sonrasında Rauf Bey, Kazım
Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa ve Refet Paşanın önderliklerinde bir
grubun Mustafa Kemal ve arkadaşlarına karşı bir düzen kurduklarına,
orduda bazı faaliyetlere giriştiklerine, Meclisin dinlenme dönemine
rastlayan aylarda milletvekilleri üzerinde ve yeni seçimde başarı
kazanamayan İkinci Grup üyeleri aracılığıyla bütün yurtta, ulusu
kendilerine karşı kışkırtmak için çalışma fırsatını elde ettiklerine, yurt
içinde birtakım gizli örgütler kurmaya ve girişimler yapmaya da
başladıklarına, aralarında Tanin’in de yer aldığı bazı gazetelerle işbirliği
yaptıklarına ve bu gazetelerde yönetimi karalama amaçlı imzasız yazılar
yayımladıklarına Nutuk’ta değinilmektedir.71 Yine Nutuk’a göre, Rauf
Bey, Tevhid-i Efkar ve Tanin’i, Cumhuriyetin ilanı konusunda yaptığı
konuşmayı silah olarak kullanmakla suçlamıştır.72
İstanbul muhalif basınının üzerinde durduğu bir diğer konu da
Halifenin konumuydu. Hüseyin Cahit’e göre, “Halife ya vardır, ya
yoktur. Varsa, O’na hürmet etmek ve gerek zatını gerek hilafete karşı
hiss-i ta’zim bekleyen milyonlarca Türk’ün ve müslümanın hissiyatını
rencide etmemek lazım.”73 Nasıl ki Cumhurbaşkanı aleyhinde yapılacak
“Onlar kolaylıkla anlayacaklardır ki, başında çürümüş bir padişah soyunun, halife
sanıyla, yerleşip kalmasını zorunlu kılan bir devlette, cumhuriyet ilan olunsa bile, onu
yaşatma olanağı yoktur.” a.g.e, s. 606-7. 71a.g.e, s. 623-4 72a.g.e, s. 615. 73“Matbuatta Nara Siyaseti”, Tanin, 6.11.1923’den aktaran Türker, a.g.e., s. 128.
111
eleştiriler suç kapsamına alınmıştır, benzeri bir yasa da halife için
çıkarılmalıdır.
Ülkemizde başka fırkaların da bulunmasını istediğini belirten
Hüseyin Cahit, bundan sonra Türkiye’ye istibdat rejiminin
getirilemiyeceğini söyleyerek dolaylı yoldan Halk Fırkası’nı
suçlamaktaydı. Halk Fırkası’nın bazı hareketlerinde istibdat havası
sezdiklerini ve onu uyardıklarını, eleştirileriyle hükümete doğru yolu
göstermeye çalıştıklarını ileri süren Hüseyin Cahit, eleştiri yapmanın
basın olarak kendilerinin görevi olduğunu belirtmekteydi.74 Kendisi ve
gazetesi cumhuriyet taraftarıdır ancak, bu “Kızıl Cumhuriyet” taraftarlığı
değildir. Hiçbir irtica hareketini desteklememekte ve hiçbir makam ve
mevki peşinde koşmamaktadır. Diktatörlükten ve diktatörlüğe doğru
gidilmekte olunmasından korkmaktadır.75
İstanbul basınının Hilafet konusundaki duyarlılığını bilen
Ankara, Hilafet lehine yayın yapan basına gözdağı vermek istiyordu. Bu
sıralarda Ağa Han ve Emir Ali’nin gönderdikleri mektupların muhalif
74“Yıkmak İstemiyoruz”, Tanin, 8.11.1923’den aktaran Güz, a.g.e., s. 89. 75Bu kaygısına gerekçe olarak, daha önceleri hükümeti alkışlayan İleri’nin şimdi sert
bir dille hükümeti eleştirmesini göstermektedir. Tanin Başyazarı, Kanuni Esasi
Encümeni Reisinin Mustafa Kemal’e halife olmasını önermesinin, Fırka, Meclis ve
Cumhuriyet riyaseti ile Hilafet’in aynı kişide toplanmasının ve milletvekillerinin
“bende” gibi hareket etmelerinin diktatörlüğe gidilmekte olduğu kaygısı yarattığını
belirtmektedir. Hüseyin Cahit, tıpkı cumhuriyetin ilanının bir oldubittiye getirilmesi
gibi bir yöntemin diktatörlük için de kullanılmasından korkmaktadır. “Korktuğumuz
Nedir?”, Tanin, 9.11.1923’den aktaran Güz, a.g.e., s. 90.
112
gazetelerde yayımlanması Hükümete aradığı fırsatı vermişti. İstanbul’a
bir İstiklal Mahkemesi gönderildi.76 Mahkemenin gönderilmesi kararının
alındığı gün, Hüseyin Cahit Hilafeti savunmaktaydı.77
İstanbul’da çalışmalarına başlayan mahkeme, Tanin başyazarı
Hüseyin Cahit ile yazı işleri müdürü Baha, İkdam başyazarı Ahmed
Cevdet ile sorumlu müdürü Ömer İzzettin, Tevhid-i Efkar başyazarı
Velid Ebüzziya ile sorumlu müdürü Hayri Muhiddin Beyi ve Baro
Başkanı Lütfi Fikri Beyi gözaltına aldı, sonra da tutukladı. 12 Aralık
1923’te Halid Ziya’nın (Uşaklıgil) Başkanlığında ve bütün İstanbul
gazetecilerinin katılımıyla toplanan Matbuat Cemiyeti, görüşlerini üç
maddelik bir metinde toplayarak BMM’ne gönderdi: Söz ve yazı
özgürlüğünün saklı kalacağı konusunda hükümetin ve İstiklal
76Kurtuluş Savaşının başlangıcında asker kaçaklarını önlemek için 11.9.1920 tarihli
Yasa ile kurulan İstiklal Mahkemeleri, Meclis içerisinden seçilecek bir başkan, iki
üye ve bir savcıdan oluşacak, ayrıca mahkemenin bir de yedek üyesi bulunacaktı.
BMM’nin 26.9.1920 tarihli oturumunda, 8 bölge için istiklal mahkemeleri kurulmuş
ve mahkemelerin üyeleri seçiImişti. Bu merkezler Ankara, Eskişehir, Konya, Isparta,
Sivas, Kastamonu, Pozantı ve Diyarbakır’dı. 1923 yılı Mayıs ayına kadar görev yapan
mahkemeler bu tarihte faaliyetlerini tamamlamışlardı. Ulusal Mücadele’nin
başarılmasından sonra siyasal bir niteliğe bürünecek olan mahkemeler 31.7.1922 gün
ve 249 sayılı Yasa ile düzenlenmişti. Yasanın ilk maddesi, hangi hallerde İstiklal
Mahkemesi kurulacağını belirtmekteydi. Buna göre, Heyet-i Vekilece gösterilecek
lüzum üzerine, Meclis’in mutlak çoğunluğunun vereceği kararla, gereken yerlerde
istiklal mahkemesi kurulabilecekti. Büyük Millet Meclisinin 8 Aralık 1923 günkü
gizli oturumunda kurulan mahkeme Cumhuriyet döneminin ilk istiklal mahkemesidir.
Başkanlığını Cebelibereket Mebusu (Topçu) İhsan’ın yaptığı Mahkemenin görev
alanı “İstanbul ve havalisi”ydi. 77“Şimdi de Hilafet Meselesi”, Tanin, 11.11.1923’den aktaran Alpay Kabacalı, Türk
Basınında Demokrasi, Ankara, Kültür Bakanlığı, 1994, s. 113-4.
113
Mahkemesinin verdiği güvencenin memnuniyetle karşılandığı, İstiklal
Mahkemesinin adaletle iş göreceğine inanıldığı belirtildikten sonra,
tutuklanan gazetecilerden ‘vatanın çıkarlarına aykırı ve suiniyete
dayanan bir hareket’ beklenemeyeceğine olan inanç vurgulanıyordu.78
Emir Ali ve Ağa Han’ın mektubu, gazetecilerin yargılanması ve
onlara gözdağı verilmesi için bir bahane idi. Çünkü, daha önce
Londra’daki İslam Cemiyeti Komitesinin 27 Eylül 1923 tarihli Dahiliye
Vekaletine gönderdiği bir mektup Tanin’de yayınlandığı halde herhangi
bir takibat yapılmamıştı.79 İsmet Paşa'ya gönderilen bu yeni mektup ise,
içişlerimize karışmak olarak algılanmış ve henüz İsmet Paşa’ya
gelmeden gazetelerde yayımlanmasının80 suç teşkil ettiği ileri
sürülmüştü. 15 Aralık 1923'de başlayan duruşmalar 2 Ocak 1924’e kadar
sürmüştür. Savcı, Ağa Han ve Emir Ali tarafından gönderilen ve
Halifeye siyasi güç kazandırmayı amaçlayan mektubu yayımlamakla,
Hilafetin kaldırılması durumunda sünni müslümanlığın büyük felaketle
karşılaşacağı yolundaki propagandalara bilerek veya bilmeyerek aracı
olunduğu için, gazetecilerin Hıyanet-i Vataniye Yasasının ilgili
maddelerine ve Matbuat Yasasının 11. maddesine göre müştereken
78a.g.e., s. 118. 79Tanin, 8.10.1923. Mektupta, Lozan'dan dolayı Mustafa Kemal ve TBMM
kutlanmakta, içişlerimize karışılmak istenmediği belirtilmekte, İslam aleminin lideri
olan halifenin durumunun açıklığa kavuşturulması, Ankara başkent olacaksa, kutsal
şehir olan İstanbul’un da halifeden dolayı ikinci başkent ilan edilmesi isteniyordu. 805.12.1923 tarihli Tanin’de mektup, “Hilafet Meclisine Dair” başlığı ile verilirken;
yine aynı tarihli İkdam’da mektup için “Hilafet ve İngiltere Cemiyeti İslamiyesi”
başlığı kullanılmıştır.
114
sorumlu tutulmalarını, Hüseyin Cahit’in cumhuriyetçi olması ve bu fikri
savunmuş olmasının dikkate alınmasını, yazı işleri müdürlerinin
beraatlerini istemiştir. Sanıkların avukatları ise, cumhuriyete karşı
işlenmiş, kasıtlı bir suç unsuru bulunmadığını ve mektubun güncel haber
olarak yayınlandığını, bu nedenle fiilin Hıyaneti Vataniye ve Matbuat
Yasaları kapsamına girmeyeceğini belirtmişlerdir.81
Hilafet sorunu konusunda basında yapılan tartışmalar Ankara
tarafından iyi karşılanmamaktaydı. Muhalif basın, cumhuriyetin tüm
81Hüseyin Cahit, mektubun kendisine yazı işleri müdürü Baha Bey tarafından
bildirildiğini, mektupların yayımlanmasında bir mahzur görmediğini, tenkit için ise,
Başbakan İsmet Paşa’nın yapacağı açıklamayı beklediğini söyledi. Halifeye siyasi güç
verilmesine karşı olduğunu bildiren Hüseyin Cahit, Hilafetin Türklerin elinde
kalmasını uygun bulduğunu, esasen mektupta da böyle bir düşüncenin bulunmadığını
belirtti. Mahkemeden merhamet ve müsamaha istemediğini, yalnızca adalet istediğini
belirterek, iktidarda bulunanları vatanın iyiliği için eleştirdiğini, vatan haini
olmadığını söyledi. Mahkeme, 2.1.1924 tarihli kararında, Ağa Han ve Emir Ali’nin
mektubunun Saltanatın kaldırılmasına ilişkin 1.11.1922 tarihli kararla çeliştiğini,
Halifeye siyasi nüfuz verilmesini savunarak ulusu hukuk egemenliğine karşı
kışkırttığına karar verdi. Ancak, kararda mektubun gazetelerde yayınlanmasında
gazetecilerin suça kasıtlı katılıp katılmadıklarının incelenmesi gerektiği, esasen
tutukluların da bu gerekçeyle yargılandıkları belirtildi. Gazete sahiplerinin ve yazı
işleri müdürlerinin mektubun yayımlanmasında kesin bir bilgilerinin bulunmadığını
açıklayan Mahkeme, mektubun yayımlanmasındaki amacın haber ve haberde atlamak
korkusu olduğu, kasıtlı ve yıkıcı vatan ihaneti gibi bir amacı olmadığına mahkemenin
kanaat getirdiğini belirtti. Yıkıcı amacı bulunan bu mektubu yayımlayarak,
gaztecilerin, istemeyerek de olsa Ağa Han ve Emir Ali’nin amaçlarına alet oldukları,
bundan sonra basının bu tür amaçlara alet olmayacağının ümit edildiği ifade edildi.
Suç unsuru olan mektubun yayımlanmasında gazete sahiplerinin ve müdürlerinin
kasıtlı bir amaçları görülmediğinden, Savcının cezalandırma isteği yerinde
görülmemiş ve tüm gazetecilerin beraatine karar verilmiştir. Tanin, ertesi günkü
sayısında, Mahkemenin oy birliği ile verdiği bu kararı “Şerefli Karar” olarak
nitelemekteydi.
115
kurumlarıyla işletilmesini istiyor, tepeden inmeciliğe ve oldu bittilere
karşı çıkıyordu. Sorunların kamuoyunda ve Meclis’te serbestçe
tartışılmasından yanaydı. Hükümet, basına hür tartışma ve eleştiri
olanağı tanımamakta, basın özgürlüğüne sahip çıkan kamu görevlilerini
de (Matbuat Umum Müdürü Zekeriya Sertel) görevden almaktaydı.
Basına yönelik bu sindirme hareketinden sonra İzmir toplantısı
yapılmıştı. Bu toplantının üzerinden bir ay bile geçmeden Hilafetin
kaldırılması gündeme getirilmiş, Meclisteki ve basındaki muhalefetin
sindirilmesiyle Hilafet sakin bir şekilde kaldırılmıştır.
Necmeddin Sadık’ın Hüseyin Cahit’i “en eski cumhuriyetçi
olduğunu söylemekle övünenler şeriat ve hanedan savunuculuğuna
çıkıyor. Cumhuriyet fikrine en büyük ihanet budur.” biçiminde suçlaması
üzerine, Hüseyin Cahit, şeriat ile cumhuriyetin birbiriyle bağdaşmaz
şeyler olmadığını kanıtlamaya çalışmıştır.82
82“... En eski cumhuriyetçi olduğunu söylemekle övünenlerin şeriat ve hanedan
savunuculuğuna kalkışmaları bir kabehat oluyor. Hanedan savunuculuğunu anladık.
Cumhuriyetten yana olanlar, tabii bir hanedan hükümetinden yana olmazlar. Biz
meseleyi yalnız hilafet açısından düşünmüş ve savunmuştuk. Fakat şeriatı bu konuya
karıştırmanın ne manası var? Uluorta söylenen bu münasebetsiz sözler halkın fikrine
cumhuriyetle şeriatın bağdaşmayacağı korkusunu vermez mi? Cumhuriyetçi bir adam
neden şeriatın savunucusu kesilmekle siteme uğrasın? Oysa İslamiyetin ilk zamanları
bize bir cumhuriyet idaresi gösterir. Cumhuriyeti halkın fikrine ve tüm İslam
dünyasına hoş göstermek için ileri süreceğimiz en göze çarpar, en akla uygun delil
budur. Şimdi bizzat Cumhuriyet Partisinin (Halk Partisi’ni kastediyor) baltalamaya
kalktığı görülürse hayretlere düşülmez mi?
“Yapılan inkılapta güdülen amaçlardan biri laik, modern bir devletin kurulmasıydı.
Saltanatla hilafetin ayrılması, bu açıdan memleket hakkında büyük bir yarar
sağlayacaktı......Bu iyi adım atıldıktan sonra artık zihinleri karıştıracak ve cumhuriyet
116
22 Ocak 1924’te Mustafa Kemal Paşa, “Halife ve bütün cihan,
kat’i olarak bilmek lazımdırki, mevcut ve mahfuz olan halife ve halife
makamının, hakikatte, ne dinen ne de siyaseten hiçbir mana ve hikmet-i
mevcudiyeti yoktur.” biçiminde bir açıklama yapmış, Hilafetin tarihi bir
hatıra olmaktan öte bir anlamının olmadığını belirtmiştir. 4 Şubat 1924
günü Reis-i Cumhur bir grup İstanbul gazetecisini İzmir’de kabul etmiş,
6 Şubat günü yapılan toplantıda da, Mustafa Kemal Paşa, basından,
Cumhuriyetin çevresinde çelikten bir kale meydana getirmelerini
istemiştir. Hüseyin Cahit, kendilerinin çelikten bir kale meydana
getirdiklerini, Hükümetle aralarında bazı yanlış anlamalar olsa da, esasta
hiçbir ihtilafın bulunmadığını belirtmiş, özgürlüklerin korunması için
geniş bir hoşgörü ortamı istemiştir.83 Şubat başından beri süren bütçe
taraftarlığı şeriat taraftarlığına engelmiş gibi bir sanı vererek herkesi şimdiki idare
şeklinden soğutacak sözler söylemekten kesinlikle sakınmak gerekir. Ne gerilemek, ne
sınırı aşmak. Kazanılmış durumu korumak, sağlam, fakat ılımlılıkla devam....İşte dört-
beş kelime içinde koca bir program....
“Şu izahattan sonra bizim şeriat savunuculuğumuz pek kolay anlaşılabilir. Şeriatın
savunucusuyuz. Çünkü şeriate saldırılmasını memlekete zararlı görüyoruz. Zaten
mesele şeriat savunması şeklinde hiçbir zaman sözkonusu olmadı. Bilinen ağır
saldırılar hilafet hanedanına dokunduğu için bunu sırf dünyevi açıdan muhakeme
ederek ve düşünerek vereceği zararı düşündük ve protesto ettik.” Tanin,
15.11.1923’den aktaran Kabacalı, a.g.e., s. 114-5 83Mustafa Kemal, “Milletimiz, demokratik bir hükümet kurmak sayesinde düşman
ordularını yok etti, vatanı istiladan kurtardı, kahraman ordumuzun erlik meydanında
kazandığı zafer siyaset sahasında da verimli kılındı. Türkiyenin yeni idaresi fiilleriyle,
başarıyla kendi kendini tanıttıktan sonra cihanca bilinen ve tanınan unvanıyle de
varlığını duyurdu. Bazılarının sanmak ve inandırmak istedikleri gibi, geri dahi
gitmesine ihtimal olan bir bekleyiş ve tereddüt durumunun mevcut olmadığı ispat
edildi, Türk tarihinde cumhuriyet devri açıldı.
117
görüşmelerinde Hanedan bütçesine yönelik eleştirilerde bulunulmuş, 27
Şubat günü yapılan görüşmelerde de, bir milletvekili, bundan sonra Türk
ulusunun bütçesinde Hilafet için verilecek hiçbir ödenek olmadığını
belirtmiştir. 29 Şubat tarihli gazetelerden, hilafetin kaldırılmasının artık
an meselesi olduğu anlaşılmaktadır. Mart ayı başında Hilafet kaldırılmış,
6 Mart’ta yeni hükümet tekrar İsmet Paşa tarafından kurulmuş, 20
Nisan’da da yeni Teşkilat-ı Esasiye Kanunu kabul edilmiştir. 22
Nisan’da ise Meclis tatile girmiştir.84 Mustafa Kemal Paşa, 16 Eylül’de
“Arkadaşlar, Türk basını, milletin gerçek seda ve iradesinin kendisini belirtmesi şekli
olarak cumhuriyetin etrafında çelikten bir kale vücude getirmelidir, bir fikir kalesi, bir
zihniyet kalesi ... Basın mensuplarından bunu istemek cumhuriyetin hakkıdır. Bütün
milletin samimi bir birlik tesanüd içinde bulunması bir zarurettir. Umumun selamet
ve saadeti bundadır. Mücadele bitmemiştir. Gerçekleri, milletin kulağına ve vicdanına
lüzumu gibi ulaştırmakta basının vazifesi çok, çok mühimdir.
“Efendiler, kabul etmeliyiz ki cihan henüz yeni Türkiye Devleti hakkında, Türkiye
Cumhuriyeti hakkında daha fazla aydınlanmak ihtiyacındadır. Milletin ve aydın ve
olgun vatandaşların ortak davaları etrafında olduklarını red ve cerh (çürütme) kabul
etmeyen delillerle göstermeliyiz. Ulusal işlerde çeşit çeşit çalışma elemanlarının
birbirlerine yardım etmeleri, çalışmalarının ortak hedefin üzerine yığılacak şekilde
birbirlerine uygun düşmeleri lazımdır. Türlü türlü zorlukların ve meselelerin
karşısında bulunduğumuzun farkındayız. Bunların hepsini inceleyerek azim ve
imanla, bir milletin aşkının sarsılmaz kuvvetiyle birer birer çözeceğiz ve neticeye
bağlayacağız. O millet aşkı ki her şeye rağmen sinemizde bir kuvvet, metanet ve ateş
kaynağıdır.”
Hüseyin Cahit’e göre, “Elde edilen bu mucizenin yerleşmesi için basın samimi
hislerle gayret sarfetmeye arzulu ve taraftardır. Cumhuriyetin etrafında Gazi Paşanın
dediği gibi, çelikten değil, ondan da sağlam olan kalpten bir kale vücude getirdik.
Fakat bazen ne yazık ki maksatlarda ve esaslarda değil, ifadede anlaşmazlık oluyor.
Yoksa esasta hiç ihtilaf yoktur. Hürriyet, zor ve şiddetle kurulur, fakat korunması
ancak karşılıklı ve geniş bir müsamaha ile darılmamakla mümkün olur. Bunu Gazi
Paşada görmekle bahtiyarım.” Bkz. Bengi, a.g.e., s. 210-211. 84Alpkaya, a.g.e, s. 190. İzmir’de Şubat ayı başında gazetecilerle yaptığı söyleşide
Mustafa Kemal’e, gazeteciler, Halife hakkında ne düşündüklerini, saltanat
118
Trabzon’da yaptığı konuşmada, Reis-i Cumhurluk ile Fırka reisliğinin
kendisinde birleşmesinde sakınca görmediğini, 20 Eylül’deki Samsun
konuşmasında da, muhalif fırka kurulmasına taraftar olmadığını
belirtmiştir. Ekim ayı başından itibaren muhalif bir parti kurma
hazırlıklarının olduğu basına yansımıştır. Kurulacak yeni partinin
liderinin Rauf Bey olacağı söylenmektedir. Kazım Karabekir ve Ali Faut
Paşaların ordudan ayrılmaları ve Refet Paşanın milletvekilliğinden
istifasını geri alması, ayrıca bu üç Paşanın kendisine karşı mesafeli
davranmaları Mustafa Kemal Paşa’nın kuşkularını artırmıştır. Nutuk’ta
belirttiğine göre, Cumhuriyetin ilanı ve hilafetin kaldırılması bir yıldır
hazırlık yapan komplocuları birbirine daha da yaklaştırmıştı,
komplocular siyasi alandaki ve ordudaki hazırlıklarını tamamlamışlar,
yaz tatili boyunca da teşkilatlanmışlardı. Ayrıca, bu kişilerin İstanbul’da
yayımlanan Vatan, Tanin, Tevhid-i Efkar ve Son Telgraf ile Adana’da
yayımlanan Toksöz tarafından da desteklendiği kanısındaydı.
İsmet Paşa Hükümeti, Kasım ayı başında yapılan oylamada, 19’a
karşı 148 oyla güvenoyu almış, oylamanın ertesi günü 10 milletvekili
Halk Fırkasından istifa etmiştir. Kurulacak yeni partinin adının
Cumhuriyet Fırkası olacağının söylenmesi üzerine, 10 Kasım 1924 günü
kaldırıldıktan sonra halifeliğin korunmasında tehlike görüp görnmediklerini sormuş,
Hüseyin Cahit, Halifeliğin İslam dünyasına karşı bir kuvvet olarak korunabileceğini
belirtmiştir. Mustafa Kemal de, gazetecilere, saltanatın kaldırılmasından sonra
halifeliğin yeri olmadığını, halifenin kalmasının hem anlamsızlaştığını hem de
tehlikeleri bulunduğunu belirtmiştir. Türker, a.g.e., s. 165.
119
yapılan Halk Fırkası grup toplantısında, tüzük değişikliği yapılarak, Halk
Fırkasının adı Cumhuriyet Halk Fırkası olarak değiştirilmiştir. Halk
Fırkasından istifa edenlerin sayısı birkaç gün içinde 40’ı geçmiş, 17
Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF) kurulmuş,
Kazım Kararbekir 26 Kasım’da bu Partinin başına getirilmiştir. Yeni
Parti, liberalizmi ve halkın egemenliğini esas almaktaydı. Özgürlüklere
taraftardı, dini düşünceye ve inançlara saygılıydı. Yerinden yönetimi
gerçekleştirmeye söz veriyordu. Cumhurbaşkanının milletvekilliği ile
ilişkisi kesilmeliydi. 23 Kasım’da İsmet Paşa Hükümeti istifa etmiş, yeni
Hükümeti 27 Kasım’da Ali Fethi Bey kurmuştur. Muhalif İstanbul
basınının TpCF’nı destekleyen yayınlarında önemli artış olmuştur.
Bunun üzerine CHF, Matbuat Yasasında değişiklik yapılmasını öngören
12 maddelik bir Yasa Tasarısı Layihasını Meclis’e sunmuştur. Muhalif
basın, Yasa Teklifini, basın özgürlüğünü zedeleyeceği gerekçesiyle
eleştirmiştir. Bursa’da yapılan milletvekilliği ara seçimlerini CHF
adayına karşı Sakallı Nurettin Paşa’nın kazanması, Tanin, Vatan ve
Tevhid-i Efkar arasında muhafazakarlık - liberallik tartışmasının
başlamasına neden olmuş, Matbuat Yasası değişikliği tartışmaları
gündemin ikinci sırasına düşmüştür.85 Güz, bu dönemde iktidarın
eleştirilmesine neden olan bir başka konunun “rüşvet”olduğunu
yazmaktadır.86
85a.g.e., s. 191-219. 86Güz, Türkiye’de..., s. 232.
120
Hüseyin Cahit, muhalif görülme pahasına da olsa Hükümetin
kusurlarını söylemeyi kendine görev bilmektedir.87 Batı Trakya’dan
gelen muhacirlere iyi bakılmadığını, yoktan yere irtica söylentileri
çıkarılarak asıl sorunların unutturulmaya çalışıldığını ileri sürmekte,88
tek derecli seçim yapılmasını savunmaktaydı.89 CHF “herkes”in
toplandığı bir yer durumuna gelmişti. Birer kahraman oldukları kabul
edilen ve hatta çocuklara da böyle öğretilen Kazım Karabekir, Ali Fuat
ve Refet Paşalar ile Rauf Bey’e şimdi çeşitli hakaretler yapılmakta ve
suçlamalarda bulunulmaktaydı. İsmet Paşa, CHF içindeki bu zümreler
konusunda uyanık olmalıydı.90
TpCF, program ve beyannamesinde, siyasal ve iktisadi
liberalizmi savunmaktaydı. Parti, halkın desteği alınmadan yeni
devrimler yapılmasına karşıydı. Tanin, Tevhid-i Efkar, Vatan ve Son
Telgraf TpCF’ni desteklemekteydiler. Basın ise, ülkede özgürlüklerin
kısıtlandığını, Meclis’in etkin biçimde çalışmadığını, yalnızca önceden
verilen kararları onaylayan bir merci konumuna indirgendiğini ileri
sürmekte, diktatörlüğe gidilmesinden kaygı duymaktaydı. Nutuk’ta
Mustafa Kemal, TpCF öncesinin muhalif basınını (Tanin, Tevhid-i
Efkar, Sebilür Reşat) ve onların yazarlarını gerçekleri saptırmakla
suçlamakta, bu gazetelerin özellikle TpCF’nın kurulması arifesinde yanlı
87“Sekter zihniyet”, Tanin, 17.8.1924’den aktaran Bengi, a.g.e., 215. Ayrıca, “Bazı
İzahat”, Tanin, 23.7.1924’den aktaran Bengi, a.g.e., s. 213. 88Tanin, 10.9.1924, 12.9.1924 ve 1.10.1924. 89“Bir Dereceli İntihabı”, Tanin, 2.11.1924. Güz, Türkiye’de..., s.140 90“Korkunç Bir Manzara”, Tanin 13.11.1924’den aktaran Güz, Türkiye’de..., s. 142
121
yayın yaptıklarını ileri sürmekteydi. CHF’den ayrılan milletvekillerine
sandalye için ayrıldıkları suçlamasında bulunulmuştur. Hüseyin Cahit’e
göre, sandalye hiç kimsenin malı değildir, ulusun malıdır, Halk
Fırkasından ayrılabilmek için temiz bir maziye sahip olunması gerekir,
geçmişi temiz olmayanlar eleştirilere açık olmayacakları için Fırkadan
ayrılmayacaklardır. Başyazar, bu yorumuyla, CHF’den ayrılanları
iktidara boyun eğmeyen ve geçmişi temiz kişiler, Halk Fırkasında
kalanları ise geçmişleri kirli kişiler saymaktaydı.91
Tanin Başyazarı İsmet Paşa Hükümetinin 22 Kasım 1924’teki
istifasını, TpCF’nın kurulmasından sonra Meclis’te işlemeye başlayan
muhalefet ve kontrolün olumlu bir semeresi olarak görmekte,92
muhalefetin henüz yeni organize olmaya çalıştığı sıralarda CHF’nin
Matbuat Yasasında değişiklik yapmayı öngören Yasa Tasarısını Meclise
sunmasını ise, yadırgamaktadır. Ona göre, CHF’yi gülünç ve zor duruma
düşürmek için bundan daha kötü bir çare muhaliflerin bile aklına
91“Sandalye Kavgası”, Tanin, 18.11.1924’ten aktaran Türker, a.g.e.,s.204. Hüseyin
Cahit, TpCF’nın doğuş nedenlerini şöyle açıklamaktaydı: “Halk Fırkası zimamdarları
zannettiler ki namzetlerinden alacakları senetlerle vicdanları susturmak, Fırkada tesis
edecekleri inzibat ile mebuslara bir tabur gibi emir vermek, satın alabilecekleri
kalemlerle hür matbuatı hükümden düşürmek kabildir. Bu kalb-i beşeri tanımamak
demektir. Bugünkü muhalefet işte bundan doğuyor.” “Arkaya Doğru Bir Nazar”,
Tanin, 19.11.1924’ten aktaran Türker, a.g.e., s.205. 92“Millet meclisinde ciddi bir muhalefet ve kontrol karşısında İsmet Paşa kabinesinin
muhafaza-i mevki edebilmesine imkan yoktu. Şimdiye kadar ancak, fırkacılık
gayretkeşliği ile, tarafgirlik kuvvetiyle ayakta tutunabilen ehliyetsiz bir kabine işte
böyle bir fırkai muhalife daha henüz teşekkül eder etmez yuvarlanıp gider...” “İsmet
Paşanın İstifası”, Tanin, 23.11.1924’ten aktaran Türker, a.g.e.,s.210.
122
gelemezdi.93 Hüseyin Cahit, Tasarının yasalaşmayacağına
inanmaktadır.94 Hükümet kararıyla gazete kapatılmasını ise keyfi bir
tasarruf ve bütün ulusun hakkına tecavüz saymaktadır.
“... Bir gazeteyi Heyeti Vekile kararı ile kapamak gazete muharrirlerini İstiklal
Mahkemesine göndermekten daha ağır, daha gayrı kabil-i tecviz bir harekettir.
Adil bir mahkeme huzuruna çıkmaktan hiç kimse perva etmez. Fakat Heyeti
Vekile kararı ile bir gazeteyi kapamak, hiçbir hakk-ı müdafaa tanımadan,
93“Bugünkü milletlerde demokrasi idaresinin kabil olabilmesi ancak ve ancak matbuat
sayesindedir. Matbuat olmayan bir memlekette demokrasi yoktur ve olamaz. Kurun-u
kadimde demokrasi ancak millet efradı hep ve bir araya toplandığı zaman birinin
söylediği her şeye herkesin işitebileceği kadar küçük cemaatlerde görülmüştür. Büyük
memleketlerde böyle şeyin imkanı olmayınca hatibin sesinin yerine matbuatın sesi
kaim olmuştur. Matbuatın sesidir ki bütün efrad-ı millet arasında dolaşarak hepsini
birbiriyle temasa geçirir ve memlekette efkar-ı umumiyenin teşekkülüne ve kendisini
ifade etmesine imkan temin eyler. Hür matbuatın mahzurları görülebilir. Fakat
dünyada hangi şeyin, hangi usul ve kaidenin bir de mahzur tarafı yoktur? Bütün bu
mahzurlarıyla beraber matbuata dokunulmaz, çünkü demokrasinin kabe taşıdır. Buna
dokunulduğu gün, ne demokrasi vardır, ne hükümet vardır, ne hak ve kanun.
Hakimiyeti milliye demek halkın kendi kendisini idare etmesi demek ise, halkın
düşündüğünü, hissettiğini izhar etmesi de en tabii bir hak olmak icab eder. Hürriyet-i
matbuat işte bu hakkı esasi ve iptidainin tezahürüdür.” “Matbuat Kanunu Hakkında
Yeni Bir Layiha”, Tanin, 5.12.1924’ten aktaran Türker, a.g.e. ,s.217-218. 94“Matbuatın hürriyeti kalmadığı gün, bütün öteki hürriyetler, herkesin gözüne bir avuç
toz serpmek için, kullanılan birer zevahir derekesine düşerler. Memlekette artık halkın
hakimiyetine müstenid bir cumhuriyetten bahsetmek, safdilliğin fevkinde bir çılgınlık
olur. Bunu bildiğimiz için, gayesi hürriyet-i matbuatı mahvetmekten ibaret olan bu
teklifin Millet Meclisince kabul edilmesine zerre kadar imkan tasavvur etmiyoruz...
Fakat niçin Meclise geldi? Bu bile bir Cumhuriyet fırkası için lekedir. Çünki
Hakimiyet-i milliyeye müstenid cumhuriyet esasına bir darbedir. Bu noktai nazardan
en büyük bir hıyanet-i vataniyedir. Çünkü teklif kabul edilirse, değişecek şey matbuat
kanunu değildir. Şekli hükümettir. Hakimiyet-i milliye ve cumhuriyet elden
gidecektir. Mecliste Ali Saib bey efendinin yazmak istediği makale bir idam
fermanıdır.” “Hür Matbuatın İlgası”, Tanin, 8.12.1924’den aktaran Türker, a.g.e., s.
123
kanun dinlemeden keyif ve arzu üzerine bir mahkumiyet kararı vermek
demektir. İşin en büyük fenalığı da böyle bir kararı keyfi neticesinde zayi olan
ve çiğnenen hakkın yalnız bir ferde değil, bütün memlekete ait olmasıdır. Bir
gazetenin istinad ettiği hürriyet-i kelamda yalnız gazete sahibinin değil, bütün
vatandaşların bir hakkı hissesi vardır. Zahiren bir gazete kapanmış oluyor,
fakat tecavüz edilen hak bütün miletindir.” 95
13 Şubat 1925’te Şeyh Sait İsyanının çıkması sonrasında,
Hüseyin Cahit, Fethi Bey Hükümetini, isyan hakkında yeterli bilgi
vermemekle suçlamakta, Hükümetin suskunluğunu olayın önemli
olduğunun kanıtı saymaktaydı. 21 Şubat günü birçok Doğu ilinde
sıkıyönetim ilan edilmiş, isyanda dini bir niteliğin de bulunduğu
açıklanmış, 25 Şubat’ta Hıyaneti Vataniye Yasasında değişiklik
yapılmıştır. Fethi Bey, sertlik yanlılarının İstanbul’da da sıkıyönetim ilan
edilmesi yönündeki isteklerini reddetmiş, 2 Mart günü Fethi Bey
Hükümeti düşürülmüş ve yeni Kabine İsmet Paşa Başkanlığında
kurulmuştur. Yeni Hükünet ilk iş olarak Takrir-i Sükun Yasasını
çıkarmıştır.96 TpCF mensupları, Yasa Tasarısı ile Şeyh Sait İsyanı
218-219.
95Tanin, 6 Kanunusani 1925’den aktaran Türker, a.g.e., s. 218-219. 96Toplam üç maddeden oluşan Takrir-i Sükun Yasasının ilk maddesinde; “İrtica ve
isyana memleketin nizamı içtimaisini ve huzur ve sükununu ve emniyet ve asayişini
ihlale bais bilumum teşkilat ve tahrikat ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı
Hükümet, Reisicumhurun tasdikiyle re’sen ve idareten men’e mezundur.
“İşbu efal erbabını Hükümet İstiklal Mahkemesine tevdi edebilir.” denilmekteydi.
Tasarının Mecliste görüşülmesi sırasında, Müdafaai Milliye Vekili Recep (Peker)
Bey, basının devlet nüfuz ve kuvvetine karşı mücadele ettiğini, “manzaraı za’fın
sebebi aslisi”nin İstanbul basını olduğunu söylüyordu. Kazım Karabekir’e göre ise,
bu Tasarı yasalaşırsa basın ülkemizde tamamıyla sınırlandırılmış olacaktı. Nutuk’ta da
124
bahane edilerek basının ve siyasal muhalefetin üzerine gidilmesinden,
temel hakların çiğnenmesinden kaygılanıyorlardı. Milli Müdafaa Vekili
Recep Bey ise, Şeyh Sait İsyanının sorumlusu olarak İstanbul basınını
göstermiştir. Yasanın kabulünün ardından, biri Ankara’da ve biri de
isyan bölgesinde olmak üzere iki İstiklal Mahkemesi kurulmuştur.
Hükümet, Takrir-i Sükun Yasasının 1. maddesi hükmüne dayanarak, 6
Mart günü, çoğunlukla muhalif olarak tanınan ve TpCF’nı destekleyen,
aralarında Tevhid-i Efkar’ın da bulunduğu birçok basın organını
kapatmıştır. Hakimiyet-i Milliye’de Yakup Kadri, Cumhuriyetin
ilanından beri İstanbul basınının Cumhuriyet kurumlarına karşı cephe
aldığını ve giderek devlet üzerinde bir “Matbuat Terörü” estirerek,
özgürlük maskesi altında devrimi yapan kişiliklere ve kurumlara
saldırdığını belirtmekte, İsyandan basını sorumlu tutmaktaydı. Çok
sayıda basın organının kapatıldığı 6 Mart 1925 günü, Hüseyin Cahit,
bundan böyle artık siyasal yazılar yerine hatıra, ilmi makale ve hikayeler
yazacağını belirtmekteydi.97 TpCF’nın İstanbul Merkez Şubesinin 12
Nisanda aranmasını Tanin “Dün Gece Terakkiperver Fırka basıldı”
biçiminde duyurunca, bu gazete de 16 Nisan’da süresiz kapatılmıştır.
cumhuriyete ve yenileşmeye karşı çabaların hükümet ve meclisi olağanüstü önlemler
almaya ve bu çerçevede Takriri Sükun Yasasını çıkarmaya götürdüğü anlatılmaktadır.
Karşılaştırmalı bir değerlendirme için bkz. Korkmaz Alemdar, İletişim ve Tarih,
Ankara, Ümit, 2001. İki yıl için çıkarılan Yasa’nın yürürlük süresi 1927 yılında iki yıl
daha uzatılmış ve Yasa 1929 yılı Mart ayında yürürlükten kalkmıştır. Bu Yasanın
yürürlükten kalkmasıyla Hükümetin basın üzerinde azalan kontrolü, 1931 yılında
çıkarılan Basın Yasasıyla doldurulmaya çalışılmıştır.
125
Tanin Başyazarı ve sahibi Hüseyin Cahit tutuklanmış ve 20 Nisan’da
Ankara’ya getirilerek Cebeci Hapishanesine konulmuştur. Tanin davası 8
Mayıs’ta sonuçlanmış, yazdığı muhalif yazılar ve Mahkemedeki ifade ve
davranışları ile yasadışı yargılanıyormuş hissi yaratarak kamuoyunu
kışkırtmaya çalışması göz önünde bulundurarak, Hüseyin Cahit, Matbuat
Yasasının 17 nci maddesine göre sürgün cezasına mahkum edilmiştir.
Hüseyin Cahit cezasını Çorum’da çekecekti.98 1925 yılı ortalarında
TpCF kapatılmıştır.99
Hüseyin Cahit Çorum’da sürgün cezasını çekmekte iken İzmir’de
1926 yılı ortalarında Reis-i Cumhur Mustafa Kemal Paşa’ya yönelik bir
97“Karilerimle Kısa Bir Hasbıhal”, Tanin, 6.3.1925’den aktaran Türker, a.g.e., s. 230-
231. Tanin, daha çok Hakimiyeti Milliye’de yayınlanan başyazıları haber niteliğinde
ve birinci sayfasında yayımlamaya başlamıştır. 98Türker, a.g.e., s. 219-237. 99“TpCF'nın dayandığı esas fikir, muhalefet olmaksızın bütün kuvvetlerin Meclis'te
toplanmasının otoriter bir sistem doğuracağı fikri idi. Bu sebeple yeni fırka, birkaç
kişinin tepeden inmeci gayelerine karşı koyarak ferdi hürriyetleri korumak amacında
idi. Cumhuriyet rejimi, liberalizm ve demokrasi yeni partinin kabul ettiği temel
prensiplerdi. Ş.S. Aydemir, TpCF’nin normal bir Meclis ve oturmuş bir rejimin
fırkası olduğunu, halbuki yeni Türkiye’nin şartlarının buna müsait olmadığını, karşı
fırkanın da bunu kabul edebilecek durumda bulunmadığını belirtir.
“İktidarın yeni fırkaya bakışı sıcak değildi. Mustafa Kemal kesin bir cephe almıştı.
‘London Times’ muhabirinin sorularını cevaplandırırken TpCF’nın mevcut fırkanın
[CHF] programından farklı bir görüş ortaya koymadığını ileri sürüyordu. Başka bir
soruya verdiği cevapta ise yeni fırkanın özellikle fırka programında diktatörlükle ilgili
imalarda bulunduğunun doğru olduğunu, ancak bunun sebebini açıklayamadığını
belirtti. İstanbul basınının hükümete karşı olması konusunda sorulan bir soruya ise,
halkın çoğunluğunun bu gazetelere inanmadığını umduğunu söyledi. Mustafa Kemal
‘Nutuk’ta, TpCF’ndan iyi bir şekilde söz etmez. Fırkanın programının gizli eller
tarafından çizildiğini iddia ederek Fırkayı, Cumhuriyeti boğmak isteyenlerin
toplandığı bir yer olarak niteler.” Güz, Türkiye’de..., s. 286.
126
suikast girişimi ortaya çıkarılmıştır.100 İzmir’de 26 Haziran’da başlayan
yargılamalar 11 Temmuz’da sonuçlanmış ve toplam 15 kişinin idam
kararı 13 Temmuz gecesi infaz edilmiştir. Gıyabında idama mahkum
edilen Kara Kemal ise yakalanamamış ancak, intihar etmiştir. Suikastin
örgütlü bir girişim olma olasılığını değerlendiren Mahkeme, arkasında
eski İttihatçıların da olabileceğine kanaat getirdiğinden, 1923 yılında
İstanbul’da Cavit Beyin evinde İttihatçıların yaptığı toplantıyı101
incelemeye almıştır. Bu toplantıya katılan İttihatçıların Ankara’da
yargılanmasına karar verilmiştir. İstiklal Mahkemesi 17 Temmuz’da
Ankara’da çalışmalarına başlamış, Mahkemenin talebi üzerine Hüseyin
Cahit 25 Temmuz 1926 günü Çorum Valiliğince tutuklanarak
sorgulanmış ve 1 Ağustos’ta Ankara’ya gönderilmiştir. Karar duruşması
26 Aralık 1926’da yapılmış, Mahkeme Cavit Bey,102 Dr. Nazım, Hilmi
100Çok sayıda araştırmaya konu olan İzmir Suikasti girişimi, özetle, şöyledir.
Cumhurbaşkanı 14 Haziran 1926 günü Bursa’dadır ve ertesi gün İzmir’e gitmesi
planlanmıştır. Giritli Şevki adında bir motorcu, güvenlik güçlerine, İzmir’de Gazi
Mustafa Kemal Paşa’ya bir suikast yapılacağını ihbar eder. Bunun üzerine
Cumhurbaşkanının gezi programı değiştirilir. Suikat planını organize eden Birinci
Meclis Mebuslarından Ziya Hurşit ile üç tetikçi yakalanmıştır. Suikast Planına göre,
Gazi Mustafa Kemal Paşa İzmir’e geldiğinde suikast yapılacak ve suikastçiler Giritli
Şevki’nin motoru ile Sakız adasına kaçacaklardır. Ankara İstiklal Mahkemesi
İzmir’de çalışma yapma kararı almış ve kapatılan TpCF’nın bellibaşlı üyelerinin
İzmir’e celbine karar vermiştir. Bengi, a.g.e., s. 244 101Bu toplantıda İT Fırkasının programı ve seçim beyannamesi olarak kararlaştırıldığı
öne sürülen dokuz madde için bkz. na.g.e., s.247-248 (dipnot 626) 102Mehmet Cavid Bey’in, oğlu Osman Şiar’ın doğumundan yirmi aylık olana kadar her
gün için tuttuğu günlükler için bkz. Eski Maliye Nazırı Cavid Bey, Şiar’a
Mektuplar, (Yayına Hazırlayan: Şiar Yalçın), İstanbul, İletişim, 1995. Zaman zaman
güncel siyasal konulara ilişkin yorumların, Hükümete ve özellikle Başvekil İsmet
Paşa’ya yönelik suçlamaların yer aldığı günlüklerde, Mehmet Cavid, Cumhuriyet
127
ve Nail Beylerin idamına hükmetmiş, Hüseyin Cahit ise bu davadan
beraat etmiştir. İdamlar o gece infaz edilmiş, Hüseyin Cahit sürgün
cezasının da kaldırıldığına ve serbest bırakıldığına dair telgrafı Çorum’da
almıştır.103
Hüseyin Cahit, Türk Devriminin din ile siyaseti birbirinden
ayırmakla sağladığı kazançları açıklıyordu.104 Mahkemedeki savunması
devri kahramanlarının genellikle maddi çıkarlar peşinde koşmalarından yakınmakta,
Lozan Konferansı sonrasında İsmet Paşa’nın kendisini ihanetle suçlamasını, ona karşı
duyduğu “nefret ve husumet”in nedeni olarak göstermekte, Hüseyin Cahit’i, Osman
Şiar’ın, babasından ve annesinden sonra en çok seveceği ve hürmet edeceği kişi
saymaktadır. İstanbul’da Duyunu Umumiye Meclisi idaresinde Türk dayinler vekilliği
yaptığını ve bu görev dolayısıyla aldığı 1600 lira tutarındaki maaşın ülkemizde maaş
alan kimseler içinde Reisicumhurdan sonra en yüksek maaş olduğunu belirtmektedir. 103Beraat edenler tahliye edilirken, kararda, Hüseyin Cahit’in, sürgün cezasının kalan
kısmını çekmek üzere Çorum’a gönderileceği belirtilmiştir. Hakkı Tarık (Us)
Mahkeme nezdinde girişimde bulunarak Hüseyin Cahit’in kefaletle serbest kalmasını
sağlamıştır. Hüseyin Cahit ise, Ceza Yasası değişikliğine göre cezasının geçici sürgün
olacağını, bunun da üç yılı geçemeyeceğini, yargılamalar sırasındaki tutukluluk
süresinin ve her tutukluluk gününün yedi günlük sürgüne eşdeğer olduğu dikkate
alındığında, ceza süresini doldurmuş sayılması gerektiğini Hakkı Tarık’a belirtmiş ve
serbest bırakılması beklentisi içinde olduğunu ifade etmiştir. Bu görüşlerini, yazdığı
dilekçeyle ve Hakkı Tarık aracılığıyla Mahkemeye iletmiştir. Hüseyin Cahit’in
Çorum’dan eşi ve kızıyla ayrıldıktan sonra kısa süreliğine uğradığı Ankara’da
Başvekil İsmet Paşa ve İstiklal Mahkemesi Başkanı Ali Çetinkaya ile yaptığı
görüşmeye dair tartışmalar için, bkz. Bengi, a.g.e., s. 255-256. 104“İnkılap Türkiyesi hiçbir zaman din ve şeriata tecavüz etmemiş, böyle bir teşebbüsü
aklına bile getirmemiştir. Hürriyet-i vicdanı insanın en büyük bir hakkı addeden Türk
inkılapçıları için din düşmanlığı isnadı kadar hamakat kabil-i tasavvur olamaz. İnkılap
Türkiyesi dine tecavüz etmiş değil. Şimdiye kadar din namına hürriyet-i beşere
hürriyet-i vicdana yapılan tecavüzlere bir set çekmek istemiş, din ile siyaseti
ayırmakla dinin işte böyle cahil, hain ve yağmagir ellerde vatana karşı bir kundak
olarak kullanılması ihtimalini ref’ eylemiştir...” “İsyanın Gayesi”, Tanin,
28.2.1925’den aktaran Türker, a.g.e., s. 225-226.
128
sırasında, Hüseyin Cahit, basın özgürlüğünden ne anlaşılması gerektiğine
ilişkin düşüncelerini açıklamıştır.105 Yalçın, anılarında 1920’li yılları ve
Mustafa Kemal’e bakışını şöyle değerlendirmektedir.
“Başkumandan Mustafa Kemal Paşa, zafer kazanmış, rakipsiz bir yıldız
halinde yükseliyordu. Düşüncelerimizin arkasında ve derinliklerinde zafer
kazanmış komutan general Napolyon’un gölgesi, belki de açık bir biçimde
farkında olmadığım halde yaşıyordu. Cumhuriyeti yapanların cumhuriyet
sözünü ağıza almakta beni engellemek istemelerini mantık ve düşünme ile
açıklıyamıyordum. Açıklayamayınca da içimde bir düğüm beni sürekli
rahatsız ediyordu.”106
Mustafa Kemal’in kendileri ile temas kurduğu eski İttihatçılar,
Anadolu Hareketi karşısında kendilerinin yaklaşımlarını Mustafa
Kemal’e bir mektupla bildirmişlerdir.107 Yıllar sonra kaleme aldığı
105“Engizisyon devrinden sonra medeni ve hür dünyada ve bilhassa egemenliği halka
dayanan bir demokrasi ve cumhuriyette kimse fikir ve mesleğinden dolayı suçlanıp
sorumlu olmamıştır. Fikir mesleğine ceza yoktur... Basın özgürlüğünü zararlı görmek,
bunun memlekette kötü sonuçlar verdiğini söyleyerek gazetecileri mahkum etmeğe
kalkmak adalete aykırıdır. Mademki bu memleket halk egemenliği prensibi ile
kendini yönetecektir, mutlaka basın özgürlüğü olacaktır. Hem de sınırsız bir basın
özgürlüğü. Çünkü bütün dünya kabul eder ki basın özgürlüğü olmadan demokrasi
olmaz. En saydığımız ağızlar bize ‘Basın özgürlüğünün ilacı gene basın
özgürlüğüdür’ demiyorlar mı? Bunlar demiyorlar ki basın özgürlüğünün ilacı sonra da
bir istiklal mahkemesi kurarak ve bu kanun kapsamına geçmişteki olayları da alarak
gazetecileri mahkum etmek olsun.” Türker, a.g.e., s. 236. 106Yalçın, Siyasal…, s. 271. 107“Eskiden İT’ye bağlı arkadaşlar Anadolu örgütüne hiç karşı değildirler. Mustafa
Kemal Paşa isterse İT’nin başına geçsin, örgüt yeniden kalkındırılsın; isterse başka
bir örgüt kursun. İsterse cumhurbaşkanı olsun, bizim bu konularda hiçbir karşı
koymamız yoktur. Ayrıca İT’yi diriltmek ve çalıştırmak düşüncesinde de değiliz.
129
anılarında, 1920’li yılların ilk yarısında kendisinin Ankara’ya muhalif
gibi algılandığını, bunun bir yanlış anlaşılmadan kaynaklandığını
belirtmektedir.108 İzmir mülakatı konusunda Hüseyin Cahit yıllar sonra
şu değerlendirmeyi yapacaktır.109
Yalçın, aynı devrede Ankara Hükümeti ile yıldızının
barışmamasının, muhalif sayılmasının nedenlerini açıklamaktadır.
Yapılacak seçimlerde kendimiz hiçbir mebusluk istemiyoruz. Mustafa Kemal Paşa
isterse içimizden istediklerini mebus alır. Seçimlerde muhaliflik yapmayacağımız gibi
İstanbul gibi örgütünü az çok koruyan yerlerde Anadolunun adaylarına yardım
etmeye de hazırız.” a.g.e., s. 274. 108“Ankaraya karşı düşman durumda değil hakikatte pek dost ve taraftar hissiyat içinde
bulunduğum için şüphelerin, yanlış anlaşmaların kalkmasını ben de çok istiyordum.
Mustafa Kemal Paşa’nın şahsiyeti de beni pek enterese ediyordu. Çünkü tam
istediğim gibi radikal, cesur ve açık fikirli bir lider gönünüyordu. İT hareketinin
başlangıcından beri tanımış bulunduğum ihtilalcilerin hiçbirinde bu fikir genişliği ve
cesaret yoktu. Tam aradığım bir inkılapçı idi. Ona muhalif imiş gibi bir durumda
bulunmak beni içimden müteessir ediyordu.” Yalçın, “Yalçın’ın 50 Yıllık Hatıraları:
Atatürk Devri”, Halkçı, (22.5.1955). 109“Mustafa Kemal Paşa, ne yapmak istediği noktasına hiç temas etmeden, o da nazari
ve akademik sahada kaldı ve kendi kanaatini söyledi. Bu kanaate göre, Hilafetin
Türklerde kalması memleket hesabına faydalı bir şey değildir. Ben anlayacağımı
anlamıştım. Mustafa Kemal Paşa, Hilafeti kaldırmaya karar vermiş bulunuyordu.
Anayasa değişirken, Hilafete dokunmayışı muhakkak ki ‘dokunmak istemediğinden’
değil, dokunmak o dakikada ‘elinden gelmediğinden’ ileri gelmişti. Büyük bir
tabiyeci ve manevracı kumandan sıfatıyla bu işin kat’i surette, hal ve zamanını ileriye
bırakmış olacaktı. (...) Bundan dolayıdır ki, İzmir mülakatından sonra Taninde tek bir
kelime yazmaktan içtinab ettim. Çünkü Mustafa Kemal Paşa mademki hilafeti
kaldırmayı bir kere aklına koymuş ve bunun lüzumuna iman etmişti, ne yapılsa onu
yolundan alıkoymak kabil olamazdı. Böyle olunca, memlekette nafile yere bir mesele
çıkarmak ve memleketin halaskarının (kurtarıcısının) tarihimizdeki en büyük
ıslahatçının bir muarız gibi yolu üzerine dikilmek çok manasız ve vatanseverliğe
uymaz bir hareket olurdu.”Yalçın, a.g.t.
130
“Ankara beni kendisinden uzaklaştırmak için neler yapmamıştır, düşünelim.
Daha memlekete ayağımı basmamışken, Düyunu Umumiyeye seçilmeme
karşı veto etmiştir. Bu, o mevkiye daha münasip, kendilerince daha emin
birisini yerleştirmek lüzumundan ileri gelseydi pekala. Fakat, sırf bana şahsi
bir düşmanlık olmak için yapıldı. İstanbul’a geldim, milli hakimiyet hakkında
duyduğum hayranlığı ve şükran hislerini hararetle ifade ettim. Yeni rejim
kuruldu. Cumhuriyete kavuştuk, diye yazılarımda şenlik yaptım. Bu bir
kabahat oldu. İT’de başa geçecek kimse kalmamıştır. Paşa isterse başımıza
geçsin, beraber çalışırız dedik. Bizi istemediler. Kenarda durduk. Sonunda
Lozan Konferansında Rıza Nur’un entrikaları sebebiyle aforoz edildim.
Ecnebi Maliye mümessillerine memleketin menfaatine mugayir (ülke
çıkarlarına aykırı) olarak hizmet etmek lekesi üzerime sürülmek istendi. Daha
sonra dünyanın kaatillikten de ağır bir suçu ile, vatana ihanet isnadı ile istiklal
mahkemesine verildim. Bereket versin, orada Lozan ihtilafları ve vatana
hiyanet sözleri hakiki çehresi ile meydana çıktı. (...) İşte bu hal karşısında
benim Halk Partisine muhalif bir fırkaya girmemden daha tabii bir şey
olamazdı. Fakat, girmedim ve girmeyeceğim. Çünkü, serbest ve bitaraf
çalışmak istemiyorum. Paşanın yaptığı büyük işlerin hayranıyım. Onun ilan
ettiği prensiplere candan bağlıyım. Hükümetin aleyhinde görülebilecek yazılar
yazıyorsam da ihtilaf esasta ve prensipte değil, tatbikat ve icraattadır. Buna da
düşmanlık denmez. Canla başla hakimiyeti milliye ve demokrasi
taraftarıyım.”110
110Yalçın, a.g.t. Ardahan Meb’usu Halit Paşa’nın Ali Çetinkaya tarafından BMM
koridorlarında öldürülması olayı konusunda Hüseyin Cahit’in Tanin’de yaptığı
değerlendirme için bkz. Kandemir, Cumhuriyet Devrinde Siyasi Cinayetler,
İstanbul, Ekicigil, 1955, s. 68-73. Başyazara göre, “… Her halde, Halit Paşanın
yaralanmasına [ve ölümüne] sebebiyet vermiş olan vak’a, sulhtan sonraki milli ve
medeni hayatımızda bir durak noktası teşkil edecek kadar mühimdir. Zira ortada
umumi bir hoşnutsuzluk vardır. Bu umumi hoşnutsuzluktan çıkan en sarih, en açık
131
Hüseyin Cahit neden Ankara Hükümeti ile uyum içinde
çalışamadı, onu dört yıl içinde İstiklal Mahkemelerine taşıyan süreç nasıl
açıklanabilir?
Hüseyin Cahit, Malta’daki mahkumiyetinin bitiminde hemen
ülkeye dönmemesini üç gerekçeye dayandırmaktadır: kızını tedavi
ettirme zorunluluğu, Anadolu’da Ulusal Mücadele’yi yürütenlerin bir
eski İttihatçı olarak kendisini benimsemeyecekleri düşüncesi ve kendisi
asker olmadığı için, Ulusal Mücadele sırasında Anadolu’da bulunsa
dahi, her hangi bir işe yaramayacağı.
Çok sayıda eski İttihatçı’nın Ulusal Mücadele sırasında
Anadolu’daki harekete değişik biçimlerde katkıda bulunduğu
düşünülünce, Hüseyin Cahit’in gösterdiği üç gerekçeden son ikisi iyice
zayıflamaktadır. Gerçekten de, Malta sürgünlerinden bu adadan kaçmayı
başaranların ve serbest bırakılanların çoğu hemen Anadolu’ya
koşmuşlar, Ulusal Mücadelede büyük yararlılıklar göstermişlerdir.
Hüseyin Cahit’in bu tutumunda, Ulusal Mücadelenin önder
kadrosuna yönelik kıskançlık duygusu, Mustafa Kemal ve ekibinin
kontrolü altına girmek istemeyişi, kendisinin eski İttihatçı olması
hakikat ise, sulh devresine girdiğimizdenberi işlerimizin iyi gitmemesinden ibarettir.
Evet, işte hakikat bundan ibarettir. Maalesef bir türlü itiraf edilmek istenmiyen şey de
budur.” a.g.e., s. 73.
132
nedeniyle Anadolu hareketince dışlanacağı düşüncesi etkili olmuş
olabilir. Onun tutum belirlemesinde ne etkili olmuş olursa olsun, şu bir
gerçektir ki, Hüseyin Cahit’te Ulusal Mücadeleye katılma konusunda
yeteri derecede bir istek görülmemiştir. Hüseyin Cahit, ancak Ulusal
Mücadelenin zaferle sonuçlanacağı anlaşıldığında yurda dönmeyi
yeğlemiş, Renin ve Tanin’de Ulusal Mücadeleyi ve onun önderlerini
destekleyici yazılar yazmıştır. Hüseyin Cahit’in Ulusal Mücadelenin
lider ekibi ile çelişkisi, İsmet Paşa başkanlığındaki Lozan Konferansı
Murahhaslar Heyetindeki görevi sırasında ortaya çıkmaktadır.
Nurettin Güz, Ankara Hükümetinin Anadolu basını üzerinde
belirli bir denetim kurduğuna, onu maddi yönden desteklediğine ve hatta
yönlendirdiğine, buna karşılık, İstanbul basınının Türk ordusunun bu
şehre girdiği 6 Ekim1923’e kadar Ankara Hükümetinin denetiminden
uzak ve başına buyruk olduğuna dikkat çekmektedir. Gerçekten de,
aralarında Ankara Hükümeti ile iyi ilişkiler içinde olan basın organları
da var ise de, İstanbul basını büyük ölçüde muhalif basın olarak
tanımlanmaktaydı. Hüseyin Cahit, kendilerine muhalif sıfatının
yakıştırılmasında kimi Anadolu basınının rolüne işaret ediyordu.
Hüseyin Cahit’i “Tanin Başyazarı” sıfatıyla Nutuk’a taşıyan
konu, yani Hüseyin Cahit’in samimi bir cumhuriyetçi olup olmadığı da
konumuz bakımından önemlidir. Yazar, kendisinin cumhuriyet
rejiminden yana olduğunu, Ulusal Mücadelenin gidişatının cumhuriyete
133
doğru olduğunu açıklayan belki de ilk yazar olmasına karşın, Mustafa
Kemal’in Nutuk’taki değerlendirmelerinden anlaşılmaktadır ki, Hüseyin
Cahit’in cumhuriyetçiliğinden Mustafa Kemal hep kuşkulanmıştır.
Cumhuriyetçi olduğunu açıklamakla birlikte, hilafetin korunmasındaki
ısrarı ve Ankara Hükümeti muhaliflerine zaman zaman destek vermesi,
Mustafa Kemal’in ona karşı kuşkularını iyice artırmıştır. Tanin’e ve
Tanin Başyazarı’na Nutuk’ta neredeyse on sayfaya yakın yer ayrılmış,
bu gazeteden ve gazeteciden hiç de sitayişle söz edilmemiştir. Hüseyin
Cahit’in Ankara Hükümetine ve Mustafa Kemal’e karşı açık ve pervasız
bir muhalefete geçmesi ve İT’nin yeniden canlandırılması emellerini
kimi eski İttihatçılarla birlikte besliyor olması, Mustafa Kemal’i haklı
olarak kuşkulandırıyordu. Gerçekten de, Ulusal Mücadele sonrasında
İstanbul ve civarında en örgütlü ve faal gruplardan biri İT teşkilatı idi.
Mustafa Kemal’in diktatörlük kuracağına dair bir kaygı vardı. Bu
kaygıyı yalnızca Hüseyin Cahit değil, Mustafa Kemal’in çok yakın
çalışma arkadaşları da paylaşıyordu. Devrimler konusunda büyük ölçüde
Mustafa Kemal’le aynı düşünceleri paylaşsa da, Cumhuriyet ilanının
Meclis’te yeterince tartışılmadan bir oldubittiye getirilmesinde olduğu
gibi, ulusal egemenlik ilkesine aykırı icraatlara karşı çıkması yüzünden,
Hüseyin Cahit kendisini muhalif safta buluyordu.
Nutuk’ta Tanin Başyazarının, Kurtuluş Savaşında yararlılık
göstermiş kimi kişileri kışkırtmaya uğraştığı, hükümete yönelttiği
134
eleştirilerle muhalif güçleri güçbirliği etmeye çağırdığı, Halk Fırkasının
halkçılığının ancak dudaklarında olduğunu ileri sürdüğü belirtilmekte ve
Hüseyin Cahit’in kafasını ve gönlünü siyasal tutku ve öc alma
duygusunun kararttığı ileri sürülmektedir.
Çorum’dan İstanbul’a döndüğünde geçim sıkıntısı çekmeye
başlayan Hüseyin Cahit’in, iş bulmak üzere çaldığı kapılar birer birer
yüzüne kapanmıştır.111 Şükrü (Kaya) Bey aracılığıyla, 1930 yılında,
Sanayi ve Maadin Bankası Yönetim Kurulu Başkanlığı görevine
atanmıştır. Kendisine düzenli bir gelir sağlayan bu iş geçim sıkıntısını
gidermiş ise de, Birinci Türk Dil Kurultayına sunduğu bildiri112
111Daha önceleri uzun uğraşılar sonucu çevirilerle oluşturduğu “Oğlumun Kütüphanesi”
dizisinden depoda kalan kitapları toptan satarak bir miktar paraya kavuşmuştur.
Stendhal’den yaptığı çeviriyi (Parma Manastırı) gazetesinde yayımlama sözü veren
Yunus Nadi Bey, ilk tefrikadan sonra, yayımı kesmesi konusunda emir aldığını
belirtmiş ve çeviriyi yayımlamaktan vazgeçmiştir. Maarif Vekaletinden üniversitede
serbest bir demokrasi kürsüsü istemiş, bu isteği geri çevrilmiştir. Bu kez arkadaşı
İsmail Müştak ile birlikte bir süre gümrük komisyonculuğu yapmış, 1929 yılında
iktisadi bunalım baş gösterince, bu işte başarılı olamamışlardır. Değişik gazetelerde
yazı yazmak için yaptığı girişimlerden sonuç alamamıştır. Gazetecilik yapma
olanağının kalmadığını anlayan Hüseyin Cahit, Falih Rıfkı’ya (Atay) bir mektup
yazarak, İstanbul’da bir lise müdürlüğüne talip olduğunu bildirmiş ve ondan aracılık
etmesini istemişse de, cevap alamamıştır. Malta sürgünlüğü sırasında çevirdiği
kitapları yayımlamaya başlamış ancak, bundan elde ettiği gelir geçim sıkıntısını
hafifletmemiştir. 112Kurultay 2.10.1932’de toplanmış, Hüseyin Cahit de bir bildiri sunmuştur. Ertesi
günkü gazetelerde Kurultay’da Hüseyin Cahit’in tezi üzerine yapılan tartışmalara
ayrıntılı biçimde yer verilmiştir. “Dün Kurultayda Hüseyin Cahit Beyin tezi şiddetli
münakaşalar uyandırdı.” “...Hüseyin Cahit Bey tezini bitirir bitirmez, bütün ileri fikir
taraftarları söz isteme müsabakasına giriştiler.” “Hüseyin Cahit Bey, sözünü
bitirirken, müdafaa ettiği noktai nazarın şöyle bir hülasasını yaptı: ‘Türkçenin
menşeleri hakkında ilmi tetkikler lazımdır. Bunun için bir ilim heyeti teşkil etmelidir.
135
yüzünden Atatürk’ün emriyle bu görevine de son verilmiş, tekrar işsiz
kalmıştır.
“Gazetem kapanmış, şiddetli bir rejim teessüs etmiş ve mücadele imkânı
bitmişti. Bütün yakın arkadaşlarım hayata gözlerini kapamışlardı.
Yapayalnız ve işsiz güçsüz kalıyordum. Ne bir gazeteye bir satır yazı, ne
ufak bir iş. Hatta eski mektep müdürlüğüme dönmeye bile imkân yoktu. En
kolay ve âdi bir iş sayılan gümrük komisyonculuğuna Müştak ile beraber
başladım. Biz nerede, gümrük komisyonculuğu ve güya ticaret nerede? Bu işi
tasfiye ettik.
“Çok zor ve ezici bir hayat devresi başladı. Eski dostum Şükrü Kaya’nın
halimi İsmet Paşa’ya anlatması Sanayi ve Maadin Bankasına yerleştirilmemi
intaç etti. Fakat Dil Kurultayında düşündüklerimi pervasızca ileri sürdüğüm
için bankadan atıldım.” 113
27 Haziran 1933’te Necmeddin Sadak’ın Akşam gazetesinde
“Akşamcı” imzasıyla fıkralar yazmaya başlamıştır. Akşam macerasının
kısa sürmesine gerekçesi olarak, Atatürk’ün Sadak’a bu yönde yaptığı
telkini göstermektedir.114
İstilahları kararlaştırmalı, eksik kelimeleri tamamlamalı, Türkçenin Nahvinde
kabiliyetsizlik yoktur. Kusur kelimelerdedir. Yazı ve konuşma dili arasında fark
yoktur. Lisan sadeliğine doğru kendiliğinden gidiyor. Lisana öz Türkçe kelimeler
koymak vazifesini hiçbir heyet deruhte edemez. Bu şahsi, daha doğrusu gayrişahsi
birşey olur.’” Milliyet, (3.10.1932) 113Hüseyin Cahid Yalçın, “Atatürk Devri”, Ulus, (27.2.1951). 114Hüseyin Cahit’in yaşamının belki de en az hareketli ve renksiz olan bu sekiz yıllık
dilimi (1926-1933) hakkında diğer ayrıntılar için bkz. Bengi, a.g.e., s. 266-268.
136
Hüseyin Cahit, özellikle iç politikadan uzak bir yayımcılık
yaptığı Fikir Hareketleri’nin henüz ilk sayısında, Cumhuriyetin onuncu
yıldönümünde, Cumhuriyet konusundaki değerlendirmelerini ve
coşkusunu dile getirmiştir: “Nasıl olmuş da uzun zamandır
cümhuriyetsiz yaşanmış, cumhuriyetten başka rejim altında yaşamaya
nasıl tahammül etmişiz diye düşünüyoruz.”115
Hüseyin Cahit, Fikir Hareketleri’nin yayımlanmaya başladığı
1933 yılı sonlarından siyasete atılıp milletvekili seçileceği 1939 yılına
kadar iç siyasetle ilgili güncel yazılar yazmaktan kaçınmıştır. 1935
yılında haftalık Yedigün’de başladığı sohbet, deneme ve gezi yazılarını
1946 yılına kadar sürdürecektir.116 1936 yılında İstanbul Valisi ve
Belediye Başkanı Muhittin Üstindağ ile belediye yatırımları ile ilgili bir
konu dolayısıyla davalık olmuş ve davada yaptığı savunmayı Fikir
Hareketleri’nde yayımlamıştır.
115Bengi, Hüseyin Cahit’in bu makalesinde Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal
Paşa’nın adını hiç anmamasını ve ondan yalnızca “şef” olarak, Türk Milletinin
yeniden dirilişini sağlayan Ulusal Mücadele hareketinin sevk ve idarecisi olarak söz
etmesini ilginç bulmakta ve bu durumu, Nutuk’ta kullanılan “Tanin Başyazarı”
nitelemesiyle bağlantılı değerlendirmektedir. Cumhriyetin on beşinci yıl dönümü için
1938 yılında yazdığı yazıda ise, Hüseyin Cahit, Atatürk’ün büyüklüğünü ve ulusal
mücadelenin başarılmasındaki rolünü açıkça belirtmekte, “Atatürk” sözcüğünü
kullanmaktadır. 116Yalçın, haftalık Yedigün’de İT erkanının önemli kişiliklerinin (34 kişi) portrelerini
çizmektedir. Hüseyin Cahit Yalçın, Tanıdıklarım, İstanbul, YKY, 2001.
137
Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre sonra, Hüseyin Cahid
Yalçın, Başvekil Celâl Bayar’dan aldığı bir davet üzerine Ankara’ya
gelmiştir.117 Bayar, kendisini çok sıcak karşılamış ve ülkenin birlik ve
bütünlüğe ihtiyaç duyduğunu, kırgınlık ve ayrılıkların artık bir yana
bırakılması gerektiğini belirtmiş ve kendisine milletvekilliği önerisinde
bulunmuştur. Yalçın, Bayar ve Cumhurbaşkanı İnönü ile yaptığı
görüşmeler sonrasında öneriyi kabul etmiş,118 4 Ocak 1939 tarihinde
yapılan ara seçimde V. Dönem Çankırı milletvekili olarak TBMM’ye
girmiştir. VI. Dönemde yine Çankırı, VII ve VIII. dönemlerde
İstanbul’dan, IX uncu dönemde de Kars’tan milletvekili seçilmiştir.
Birleşmiş Milletler Filistin Uzlaştırma Komisyonu üyeliği yapmış,
partisinde Grup Başkan Vekilliğine seçilmiş, Türk Basın Birliği Başkanı
olmuştur.119
117İnönü, hatıralarında, Başvekil Celal Bayar aracılığıyla Hüseyin Cahid Yalçın ile
ilişki kurduğunu belirtmektedir. Koçak, a.g.e., s. 176. 118Asım Us, milletvekilliği önerisini kabul etmesinden sonra Yalçın’ın kendisine
şunları söylediğini belirtmektedir. “... Ben Atatürk’ün aleyhinde hiçbir şey
yapmadım. İsmet aleyhinde polemik yaptım. Fakat İsmet bana iyilik yaparak
intikamını aldı. Ben hayatta oldukça onun aleyhinde kalemimi oynatmam.” Asım Us,
1930-1950 Atatürk, İnönü, İkinci Dünya Harbi ve Demokrasi Rejimine Giriş
Devri Hatıraları, İstanbul, Doğruluk Matbaası, 1966, s. 328. 1191938 yılından beri yalnızca dış siyaset konulu başmakaleler yazdığı Yeni Sabah
gazetesinden 1943 yılında ayrılan Yalçın, 30.8.1943’te Tanin’i üçüncü kez
yayımlamaya başlamış, 1947 yılı ortalarına kadar yayın yaşamında kalan bu gazetede
daha çok dış siyasete ilişkin yazılar yazmış, komünizm, faşizm ve irticaya karşı
mücadele etmiştir. 1948 yılında CHP’nin yayın organı olan Ulus gazetesinde siyasi
nitelikli başyazılar yazmaya başlamış, partisine ve İnönü’ye destek vermiş, polemikçi
uslubunu sürdürmüş, Demokrat Parti’ye ağır eleştirilerde bulunmuştur. 9.9.1951
tarihli Ulus’ta yazdığı bir yazıda TBMM’nin manevi şahsiyetini tahkir ettiği
gerekçesiyle, dokunulmazlığı kaldırılmıştır. 1953 yılında Ulus gazetesinin kapatılması
138
Yalçın’ın 1939 yılında siyasal yaşama adım atmasından kısa bir
süre sonra İDS başlamıştır.120 Savaş yıllarında, Yalçın, 1943 yılı
ortalarına kadar Yeni Sabah’ta, bu tarihten sonra da Tanin’de yazdığı dış
siyaset yazıları yoluyla, kendisi gibi Gazeteci-Mebus olan Falih Rıfkı
Atay (Ulus), Necmeddin Sadak (Akşam), M. Asım Us (Vakit) ve Yunus
Nadi Abalıoğlu (Cumhuriyet) gibi meslektaşlarıyla birlikte, kamuoyu
oluşturulmasına yardımcı olmuştur. Henüz Savaş başlamadan önce,
Yalçın, Anglo-Sakson yandaşı ve Alman aleyhtarı çizgisini belli
etmiştir. O, İtalya ve Almanya’nın silahlanmasını dünya barışı açısından
önemli bir tehlike olarak görmekte, Türkiye’nin Almanya ile savaş
öncesinde geliştirdiği ticari ilişkiye, ticaretinin yarısını bu ülke ile
yapmasına pek sıcak bakmamaktaydı. Makalelerinde Türk-İngiliz
ilişkilerinin daha da geliştirilmesinin gereği üzerinde durmuştur.121 1939
üzerine onun yerine çıkarılan Yeni Ulus ve Halkçı gazetelerinde de başyazarlık
yapmıştır. Demokrat Parti aleyhine yazdığı yazılardan dolayı yargılanmış ve 26 ay
hapse mahkum edilmiş, 1.12.1954 tarihinde 79 yaşında iken cezaevine konulmuştur.
Üç buçuk aylık mahkumiyetin ardından, iç ve dış basında yürütülen kampanyaların da
etkisiyle, Bakanlar Kurulu Kararı ile serbest bırakılmıştır. 1957 seçimlerinde hasta
olmasına rağmen yeniden aday olan Yalçın, seçim kampanyası sürerken, 18 Ekim
1957 günü zatürreden hayatını kaybetmiştir. 120İDS yılları Türkiye’sinde basın-iktidar ilişkileri için bkz. Güvenir, a.g.e. Güvenir’e
göre, Türkiye, iktisadi durumunun elvermemesi, kamuoyundaki isteksizlik vb
nedenler yüzünden, “topraklarına bir saldırı olmadıkça savaşa girmeme” kararı almış
ve bu politikasında ısrar etmiştir. Güvenir, a.g.e., s. 33 vd. 121“Türk-İngiliz Münasebetleri”, Yeni Sabah, 24.5.1938’den aktaran Ayşe Azman,
Türk Basınında Siyasi Bir Gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın, (Yayımlanmamış
Doktora Tezi), İstanbul, İstanbul Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Bölümü,
1994, s. 128.
139
yılında Yalçın’ın beklentisine uygun gelişmeler olmuş, Türk-İngiliz-
Fransız ittifak anlaşması imzalanmıştır.
Savaş yıllarında İnönü, siyasal yaşamın mutlak hakimidir. Parti,
Büyük Millet Meclisi ve Bakanlar Kurulu hemen her konuda Milli Şef’e
bağlı kalmış, çalışma arkadaşları olarak da İnönü, emirlerine tartışmasız
uyacak kişileri seçmiş, bürokrasinin işleyişine müdahale etmiş
(Başbakanı aşarak müsteşarlara ve genel müdürlere emirler vermiş),
mutlak kişisel egemenliğini devlet-basın ilişkisine de yansıtmıştır. Savaş
yıllarında basında Milli Şef ile ilgili olarak yayımlanacak haberlerin
tekeli Anadolu Ajansı’ndadır. Milli Şef dönemi yönetimi otoriter bir
yönetimdir, önemli ve etkili bir kurum olması nedeniyle, basının sıkı bir
biçimde denetim altına alınması gereği duyulmuştur. Dönemin İçişleri
Bakanının, matbuatın yaşadığı muhitin siyasal rejimine intibak etmesi
gerektiği, her rejimin kendisine uygun bir matbuat tipi arayacağı
yönündeki beyanı, iktidar-basın ilişkisinde hangi anlayışın egemen
olduğunu göstermekteydi.
Savaş yılları Türk basınını yönlendirme açısından önemli bir
kurum da Türk Basın Birliği idi. Birliğin Kasım 1941’deki Birinci
Umumi Kongresinde, Başkan, yürürlükte olan Basın Yasasını
kastederek, “... Bu kanun, öyle bir niyetle yapılmıştır ki, tetkik ettiğimiz
zaman hükümeti bizim içimizde ve biz kendimizi hükümetin hüviyetinde
bulabiliyoruz...” demiştir. Başkana göre, mevcut rejim dolayısıyla basın
140
bir “hükümet kuvveti”dir, iktidarın ve rejimin varlığını sürdürmesinde
bir araçtır. Basın Birliği Başkanının işlevini bu biçimde betimlediği
basının güdümlü olması kaçınılmazdı.122
Matbuat Umum Müdürlüğü, siyasal iktidarın Savaş yıllarında
basını denetleme ve yönlendirme faaliyetinde aracı olarak kullandığı en
önemli kurumdur. Savaşın başlamasında kısa bir süre sonra çıkarılan bir
yasa ile bu Umum Müdürlük Başbakanlığa bağlanmıştır.123
Basını bu biçimde güdümlü duruma getiren Milli Şef rejimi,
basının güdümlü olmasını sağlamaya yönelik bir başka araç daha
kullanmaktaydı: gazeteci mebuslar.124 Savaş yıllarının ortalarından
122Güvenir, a.g.e., s.30-32. Güvenir, kitabında, İDS sırasında izlenen dış politikanın
iktidarın basın üzerindeki baskısını artırıcı işlevini ele almaktadır. 1237 Haziran 1920’de kurulan ve aynı yılın sonuna doğru Hariciye Vekaletine bağlanan,
1931 yılında lağvedilen Umum Müdürlük 22 Mayıs 1933’te Matbuat Umum
Müdürlüğü adıyla ve İçişleri Bakanlığına bağlı olarak yeniden kurulmuş, 1940 yılında
Başbakanlığa bağlanmıştır. Güvenir, a.g.e.,s. 59. Yayın faaliyetinin doğrudan
Başbakanlığa bağlı bir kurum ile sıkı bir denetim altında tutulması amaçlanmaktaydı.
Yeni Yasanın 4. maddesinde Umum Müdürlüğe basın ile ilgili olarak verilen görevler
arasında, “... münasip göreceği vasıtaları kullanarak neşriyat ... yaptırma,” “Milli
matbuatın inkılap prensiplerine, Devletin umumi siyasetine ve memleket ihtiyaçlarına
uygun olmasını temine çalışmak ve bunların mesleki inkişaf ve faaliyetleri için
rehberlik etmek...” de sayılmaktaydı. İktidar, basının kendi belirlediği doğrultuda
yayın yapmasını sağlamıştır. Matbuat Umum Müdürlüğü 16.7.1943’de kabul edilen
yasayla Basın ve Yayın Umum Müdürlüğüne dönüştürülmüş ve yurt dışında da
propaganda yapacak biçimde örgütlendirilmiştir.
124Gazeteci mebusların işlevleri konusunda bkz. Nilgün Gürkan, Türkiye’de
Demokrasiye Geçişte Basın (1945-1950), İstanbul, İletişim, 1998, s. 79 vd. Mebus
olmaları yanı sıra ülkenin önde gelen yayın organlarında siyasal makaleleri
141
itibaren Yalçın, üçüncü kez aynı adla çıkarmaya başladığı gazetesinin
(Tanin) sahibi ve başyazarıdır. 1939 seçimlerinde mebus yapılan önde
gelen üç gazeteci (Cumhuriyet’ten Yunus Nadi, Son Telgraf’tan Ethem
İzzet Benice ve İkdam’dan Abidin Daver), gazetelerinin genel yayın
politikası ya da yazılara yansıyan kişisel görüşler hükümet politikasına
ters düşmesi nedeniyle, 1943 seçimlerinde mebus yapılmamışlardır.125
Cumhuriyet’in sahibi ve başyazarı olan Yunus Nadi, 1923-1943
döneminde kesintisiz olarak mebusluk yapmış, Savaş’ın ilk
dönemlerinde Almanya yanlısı bir tutumu benimsediği için, 1943’de
aday gösterilmemiştir. Aynı başyazar Ulusal Kurtuluş Mücadelesi
yıllarında Mustafa Kemal hareketini gazetesi Yeni Gün ile desteklemiş,
Cumhuriyetin ilanının ertesinde, İstanbul basınının muhalif tutumunun
aksine, Ankara Hükümeti’ne desteğini sürdürmüştü. Bu başyazarların
milletvekili yapılmaması, siyasal iktidarın Savaş yıllarında basının
işlevine verdiği önemi göstermektedir. Yalçın’ın eleştirel ve hükümet
politikasına bazen ters düşen yazılarına hükümetin zaman zaman ses
çıkarmaması ise, Güvenir’in de belirttiği gibi, iktidar tarafından ilerideki
gelişmelere karşı bir emniyet süpabı olarak görülmesine bağlanabilir.126
yayımlanan bu kişiler resmi kamuoyu oluşturucuları konumundaydılar. Kimileri
mensubu bulundukları gazetenin başyazarı, hatta kimileri de aynı zamanda başyazarı
oldukları gazetenin sahibi idiler. CHP Nizamnamesinde yapılan değişiklikle, gazeteci-
mebusların sahip oldukları yayın organları parti mensubu sayılmış, aykırı davranışta
bulunanlar uyarılmıştır. 125a.g.e., s. 81. 126Savaş yıllarında iktidarın basını yönlendirme yöntemlerinden ilki gazeteci-mebuslar,
ikincisi basına verilen talimatlar ve üçüncüsü de yayın organlarının kapatılmasıdır.
Yönlendirme yöntemleri için bkz. Güvenir, a.g.e., s. 65-146. Savaş yılları Türk basını
142
1940 yılının ilk aylarında Fransa’ya giden Türk basın heyetinde
yer alan Yeni Sabah başyazarı Yalçın, Türkiye’nin müttefikleri tuttuğunu
açıklamıştır. Türk basınının ağırlıklı olarak müttefik yanlısı bir tutum
takınması karşısında, Almanya, değişik araçlarla (Alman Radyosu,
Turkische Post) Alman propagandasına girişmiştir. Güvenir’in de
belirttiği gibi, savaşın başlangıç yıllarında Türk basınının Almanya’ya
karşı takındığı bu mesafeli tutumun iktidarın onayı olmadan
sürdürülmesi olanaksızdı. Savaş öncesinde Türkiye’nin ekonomik
ilişkilerinde büyük ağırlığı bulunan ülke Almanya iken, 1939 yılı
başında İngiltere ve Fransa ile de ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi
yönünde adımlar atılmıştır. Almanya ile de yeni ticari anlaşmalar
yapılmasından geri durulmamasının nedeni, dış ticarette tek ülkeye
bağımlı olmamak ilkesinin gözetilmesidir.
Savaşın başlangıcında yazdığı makalelerde, Yalçın, diğer
yazarların çoğunluğu (Sadak, Atay, Sertel) gibi Alman aleyhtarı
görüşleri, Nadir Nadi ise, Almanya ile iyi ilişkiler kurulmasını
dış siyasete ilişkin yayınlarında iktidarın sesi olmuştur. Basın, Savaşın Mart 1941’e
kadarki kısmında müttefiklere yakın mihver’e uzak bir siyaset izlemiş, Mart 1941’den
Nisan 1944’e kadar süren üç yıllık dönemde iki kampa karşı ılımlı bir tutum takınmış,
Nisan 1944’den Savaşın sona erdiği Mayıs 1945’e kadar da kendisini müttefiklere
yakın mihvere uzak bir biçimde konumlandırmıştır. Bütün basın organlarının dış
siyasetteki bu gidişata aynı biçimde uyduğu söylenemez. Böylesi durumlarda da,
iktidarın muhtelif yaptırımları devreye girmiştir.
143
savunmaktadır.127 Yalçın’ın gözünde Almanya’nın değişik biçimlerde
yaptığı propaganda, ülkemizin iç işlerine küstah bir kabalıkla dil
uzatılmasıdır.128 1940 yılı Haziran’ında Almanların Fransızları yenilgiye
uğratmaları üzerine, Türk basınında bu iki ülke rejimlerinin üstünlükleri
karşılaştırılmaya başlanmıştır. Nadir Nadi’ye göre, Nasyonal
Sosyalistlerin iktidara gelmesi ile birlikte yalnızca hammadde satabilen
tarıma dayalı ekonomilerin sömürülmesi devrinin bitmişti. Yalçın’a göre
ise, dünyanın özgürlüğünün İngiltere’nin bu Savaştan galip çıkmasına
bağlıydı. Bir süre sonra, polemiğe son vermeleri yönünde Hükümet iki
gazeteyi de uyarmış, yayınını sürdürmekte ısrar eden Cumhuriyet
kapatılmıştır. Ancak üç ay sonra bu gazetenin yeniden yayımlanmasına
izin verilecekti.129 Sovyet Basınında Türkiye ile ilgili olumsuz yayınların
yapıldığı bir sırada, Yalçın, Sovyet Devriminin 23. yıldönümünü
kutlayan ve bu Devrimi öven bir yazı yazmıştır.130
Almanya’nın savaşta üstün duruma geçmesi ve 2 Mart 1941’de
Balkanlara girmesi üzerine, Türkiye’nin dış siyasetinde değişiklik
127Bu arada, 1933 yılından beri Türkiye’de yayımlanan ve Deutsche Orient Bank’n
finanse ettiği, sorumlu müdürlüğünü Pan Türkist eğilimli Birinci Ordu Eski
Kumandanı Ali İhsan Sabis’in yaptığı Turkische Post adlı gazete, müttefiklerin
Türkiye’deki etkilerine karşı, Almanlar lehine karşı propaganda yapmaktadır. Azman,
a.g.e., s. 129. 128“Alman Radyosunun Türkiye Aleyhindeki Propagandası”, Yeni Sabah,
21.4.1940’dan aktaran Azman, a.g.e., s. 129. 129a.g.e., s. 130-131. 130“Sovyetler İnkılabının 23 üncü Senei Devriyesi”, Yeni Sabah, 7.11.1940’dan
aktaran Güvenir, a.g.e., s.157-158.
144
olmuştur.131 Alman orduları, Türk-Alman saldırmazlık anlaşmasının
imzalanmasının ertesinde, 22 Haziran 1941’de Sovyetler Birliğine
saldırmış, Türkiye hemen tarafsızlığını ilan etmiştir. Buna karşın,
Türkiye’nin tarafsızlığı, bir bakıma, Sovyetler Birliği’ne düşman bir
tarafsızlık biçimindeydi. Alman saldırısını Yalman insanlığın
bolşevikliğe karşı mücadelesi biçiminde değerlendirirken, Yalçın “...
Nazilik yıkılmaya muhtaç rejim ise, komünizm de hiç olmazsa aynı
derecede otoriter bir rejimdir...” demekteydi. Basın, dış haberler ile ilgili
bilgileri yalnızca Anadolu Ajansının gönderdiği biçimde vermekteydi.
Gazeteci-mebuslar, bu sıralarda ağız birliği etmişçesine, iktidarın
tutumuna da uygun olarak, Sovyetler Birliğine tepki niteliğinde yazılar
yazmaktaydı. Almanların Sovyetler Birliğine saldırması öncesinde
131Almanya’ya karşı savaşın başından beri takınılan mesafeli ve eleştirel tutum
bırakılmış, Almanya’nın dost olarak nitelendirildiği bir döneme girilmiş, pan-türkist
akıma hoşgörülü davranılmaya, onların yayınlarına müdahale edilmemeye başlanılmış
ve bu yönde davranmayan basın organları kapatılmıştır. Alman dostluğu ile
müttefiklere yakınlık bir denge içinde tutulmaya çalışılmıştır. Bir süre sonra, İngiliz
propagandasının da etkisiyle Türk Kamuoyunda, Almanya’nın, Irak ve Suriye’yi
zaptettikten sonra Türkiye’ye saldıracağı söylentileri dolaşmaya başlamış,
Türkiye’nin bu saldırıyı önlemek için, Irak ve Suriye’ye müdahale etmesi gerektiği
ileri sürülmüştür. Bu görüşte olanlar arasında Yalçın da vardır. Nadir Nadi ise,
Türkiye’nin savaşa girmesi anlamına gelecek bu tür önerilere karşı çıkmaktadır. Türk-
Alman Saldırmazlık Paktı 18 Haziran 1941’de Ankara’da imzalanmıştır. Basın paktı
desteklemiş ve paktın varlığının Türkiyenin müttefiklerle olan ilişkilerinde bir
değişikliğe neden olmayacağını özenle vurgulamıştır. Paktın Millet Meclisinde
onaylanmasından sonra, Yalçın şunları yazmıştır: “... Türkiye, İngilterenin dostu ve
müttefikidir. İngiltere ile, Almanya ise harp halindedir. Türkiyenin birbiriyle
öldüresiye bir mücadeleye girmiş iki devletten birinin müttefiki ve diğerinin bir
misaka istinat eden dostu sıfatlarını birleştirebilmesi için pek yüksek bir diplomasi
kabiliyetine ihtiyaç vardır...” “Türk-Alman Muahedesinin Tasdiki”, Yeni Sabah,
27.6.1941’den aktaran Güvenir, a.g.e., s.162.
145
küçük bir seçkinci hareket konumunda bulunan Pan-Türkizm (dünyadaki
tüm Türkleri tek devlet çatısı altında toplama düşüncesi), saldırının
yapıldığı 1941 Haziranından itibaren, özellikle dergilerde, güçlü bir
biçimde ortaya çıkmıştır. Bu harekete destek veren Almanların amacı,
Türkiye’yi Sovyetler Birliği’ne karşı kendi yanlarında savaşa
sokmaktı.132 Türkçülüğün bir kan sorunu olup olmadığı konusunda,
Yalçın, “... kimsenin kanını alıp da mikroskopta muayene edecek
değiliz. Bu çok meşkuk miyardan ziyade vicdana ruha ve kültüre itibar
edeceğiz...” demekte ve Türklüğü ve Türkçülüğü “saf Türk kanı” taşıma
esasına bağlayan Adsız ise Türkkan gibi Pan-Türkist yazarlara karşı
çıkmaktadır.
Türk basını 1942 yılının ikinci yarısında denge politikası
çerçevesinde yayınlar yapmış, bazı gazetelerde Almanya, bazılarında ise
İngiltere yanlısı makaleler yer almıştır. Yalçın’a göre, İngiltere hukuk
devleti ilkeleri ile yönetilmekte, bu ülkede demokrasi tüm kuralları ile
işlemekteydi. Savaşın favorisi de İngiltere idi.133
132Refik Saydam’ın 8.7.1942’de ölümü üzerine kurulan Saraçoğlu hükümetinin
programında, Türkiye’nin tarafsız bir dış politika izlemekte olduğu ve bu politikanın
sürdürüleceği belirtilmektedir. Başyazarların hepsi yeni hükümetin bu yaklaşımını
olumlu karşılamıştır. Yalçın dahi, Türkiyenin İngiltere ile müttefik olduğunu
belirtmeyi ihmal etmeden, Saraçoğlu’nun açıkladığı tarafsızlık siyasetinin bir ciddiyet
ve samimiyet eseri olduğunu ifade etmiştir. Ona göre, Almanya ile diplomatik
ilişkiler memnuniyet verici düzeyde sürmekte ve iktisadi ilişkiler olumlu biçimde
gelişmektedir. “Başvekilin Nutku”, Yeni Sabah, 6.8.1942’den aktaran Güvenir,
a.g.e., s. 181-182. 133“Kanun Önünde Tam Müsavat”, Yeni Sabah, 29.9.1942’den aktaran Güvenir, a.g.e.,
s. 185-186.
146
1942 yılı sonlarına doğru, müttefikler çeşitli cephelerde Alman
saldırısını püskürttükten sonra bu ülkeye kesin darbe vurmanın planlarını
yapmaya başlamışlardı. Churchill, kendi saflarında savaşa katılmasını
sağlamak üzere, Türkiye’ye gelmiş, Adana’da yapılan görüşmede
İnönü’yü ikna edememişti. Türkiye, Almanyanın çeşitli cephelerde
gerilemesine karşın henüz kesin durumun belli olmaması nedeniyle
topraklarına bir saldırı olmadıkça savaşa girmeme esasına dayalı dış
siyasetini 1943 yılında da iki muhasım tarafı kollayarak sürdürmüştür.
İlkbahar aylarında bir yandan Almanya ile yeni iktisadi anlaşmalar
yapılırken, basında müttefikler hakkında olumlu yayınlar sürdürülmekte,
Türk-Amerikan dostluğunu öven makaleler yayımlanmaktaydı.134
Yalçın, 31 Ağustos 1943’te Tanin’i yeniden çıkarmıştır. Tanin’in
onuncu sayısında, CHP’nin kuruluşunun 20 nci yıldönümü üzerine bir
makale yazmıştır. Makalede, 1923 yılında CHF kurulduğu ve başka
fırkaların kurulmasına izin verilmeyeceğinin açıklandığı zaman, muhalif
fırka kurulmasının yasaklanmasına en çok karşı çıkanlar arasında
kendisinin de yer aldığını belirtmektedir. Ona göre, klasik
parlamentarizmde, yüzyıllardan beri İngiltere’de görüldüğü gibi, en az
134“Türk-İngiliz Dostluğu”, Yeni Sabah, 16.5.1943’den aktaran Güvenir, a.g.e., s. 189.
Yalçın, bu makalede, “... Biz her şeyden evvel, İngiltere’nin siyasi ideallerine, İngiliz
milletinin müdafaa ettiği hürriyetlere ve garp demokrasilerinin temsil eyledikleri
ideallere taraftarız...” demekteydi. ABD ile olan ilişkiler konusunda da, bkz.
“Amerika ve Türkiye”, Yeni Sabah, 13.3.1943’den aktaran Güvenir, a.g.e., s. 189.
147
iki partiye gereksinim vardı. Padişahlık devrinin mutlak ve müstebit
idaresi altında özgürlük aşkı ile yaşama katlanmış ve vatan hakkındaki
bütün sevgisini ve ümidini ülkede özgür rejimin kurulmasına bağlamış
insanımız için az çok diktatörlük kokusu veren tek parti rejimine yandaş
olmak güç idi. Kaldıki, tek parti sisteminin sakıncaları İtalya’da çoktan
ortaya çıkmıştı. İlk kurulduğunda CHP “… kuvvetli, prestijli bir
halaskar kumandan elinde ne şekil alacağı pek kestirilmeyen ve bir
tahakküm ve istibdat mekanizması gibi kullanılmasından korkulabilen
bir yenilik…” idi. Atatürk’ün bile “… bir aralık bu partinin nüfuz ve
kudretine bir mukabil siklet hizmetini görecek ve bir nevi müvazene
vücuda getirebilecek bir ikinci parti teşkili…”ne gerek görmesi tek parti
rejimi konusundaki kendi kaygılarının haklılığının kanıtıydı. Tek parti
rejimi konusunda bu kaygıları taşıyan Yalçın, ileriki yıllarda, “En itimat
edilebilecek dürüst ellere tevdi olunan bir ikinci partinin… bizi mazinin
nifaklarına ve yıkıcı mücadelelerine…” hızla götürdüğünü görecekti.
İkinci partiye izin verilecek olsaydı, “… meşrutiyet devrinde misallerini
gördüğümüz tarzda, bulanık ve bulaşık bir muhalefet entrikaları ve
mücadeleleri bu memleketi ne kadar sarsardı!” Oysa ülkemizin
sarsıntıya tahammülü yoktu, birbirimizi ezmeğe, yıkmaya ve
mahvetmeye değil, tutmağa, sevmeye ve kuvvetlendirmeye muhtaç idik.
Kuramsal bir ilke uğruna ülkemiz tehlikeye düşürülemezdi. Kuramları,
felsefeleri ve başka ülke örneklerini bir yana bırakarak yalnız ve yalnız
Türk toplumunun ve Türk vatanının yaşamsal çıkarlarını düşünmek
148
gerekirdi. Yalçın’a göre, Cumhuriyet Türkiye’sinin içinde bulunduğu
koşullarda tek partili yaşam bir zorunluluktu.
Cumhuriyet devrinde kuramlara ve felsefelere bağlı kalarak iki
partili yaşamda ısrar etmenin ülkemiz için olası kötü sonuçlarını bu
biçimde değerlendiren Yalçın, fırka sözcüğü ile de Meşrutiyet
devrindeki fırka yapısında olan fıkraları anlamamak gerektiğini
belirtmektedir.
“… Bugün mevcut tek fırkamız, Cumhuriyet Halk Fırkası, muayyen bir
sınıfın, muayyen bir zümrenin, muayyen menfaatlerinin mümessili değildir.
Cumhhuriyet Halk Fırkası bütün milleti, bütün vatanı temsil ediyor. Bu
temsilin tek bir parti altında vukua gelmesi, fikir, söz ve vicdan hürriyetine bir
engel teşkil etmiyor, bilakis bir garanti vücude getiriyor.”135
Ali İhsan Sabis’in Turkische Post’ta yayımlamaya başladığı
anılar yüzünden Sabis ile Yalçın arasında karşılıklı suçlamalar olmuş,
135“Memlekette gördüğümüz vahdet, kuvvet, tesanüd, ileri hamle hızı Milli Şef ile
Millet Meclisi ve millet arasında teşekkül etmiş tesanüdün, gaye ve iman birliğinin
semeresidir ki bunun da aleti, nazımı ve mekanizması Cumhuriyet Halk Fırkasıdır…”
Yalçın’a göre, “Türkiye Cumhuriyeti bu idareyi başka bir memleketten kopya etmiş
değildir. Bunu memleketin kendi şartları doğurdu. Onun içindir ki birinci cihan
harbinden sonra her tarafta mantar gibi türeyen temsili rejimler birer birer yıkıldıkları
halde Türk hükümet rejimi ayakta kaldı ve liberal prensiplere ve ideallere doğru
gelişmeler göstererek mahiyeti hakkında kalblerde kanaat tesis etti.” “Cumhuriyet
Halk Partisinin 20 nci Yıldönümü”, Tanin, (9.9.1943).
149
sonunda konu yargıya götürülmüş, hakaretlerin karşılıklı olması
nedeniyle dava 20 Ocak 1944’te düşmüştür.136
Türkiye’ye 1943 yılının ikinci yarısında Savaş’a katılması137
yönünde müttefiklerce yoğun diplomatik baskı yapılmaktadır. Kasım ayı
başında Kahire’de görüşmeler sürerken, görüşmenin amacının
Türkiye’yi müttefikler safında savaşa katılmaya ikna etmek olduğu
basına yansımıştır. Yalçın, savaşa girmemiz yönünde yapılan baskıların
aceleci bir tavır olduğu, Türkiye’nin Savaşa girmesinin, kendisini feda
etmesi anlamına geleceği, ülkemizi harap ve feda edecek bu hareket
tarzının dost ve müttefiklerimize de bir fayda temin etmeyeceği, temin
etse dahi, bunun geçici olacağı kanısındadır.138
Kahire görüşmeleri sonrasında ise, Yalçın, Türkiyenin
siyasetinde bir yenilik vukua geleceğini sananların aldandığını, Türkiye
için, İngiltere ile dostluğu çerçevesinde taahhütlerini yerine getirmenin
esas olduğunu belirtmektedir.139 Yalçın, bu yazısının kaleme alınışından
136Yalçın’ın Tanin’de ileri sürdüğü düşünceler için bkz. “Fena Bir Kitap”, Tanin,
20.9.1943; “Fena Kitabın Lekeli Muharriri”, Tanin, 26.9.1943; “Hem Hırsız Hem
Yalancı”, Tanin, 27.9.1943; “Yakayı Ele Veren Şerir Bu, Ali İhsan Sabis’tir”, Tanin,
4.10.1943; “Adalet Huzurunda Bir Hesaplaşma”, Tanin, 5.10.1943. Azman, a.g.e., s.
133. 137Müttefikler Türkiyenin kendi saflarında Savaşa girmesini ve Ege Denizindeki üs ve
havaalanlarını müttefik ordularının kullanımına açmasını istiyorlardı. 138“Hissi Selimden İlham Almış Sözler”, Tanin, 7.11.1943’den aktaran Azman, a.g.e.,
s. 134. 139“Kahire Görüşmelerinden Sonra”, Tanin, 9.11.1943’den aktaran Azman, a.g.e., s.
134.
150
on gün gibi kısa bir süre sonra ise, görüş değiştirmiştir. Ona göre, 1939
yılında İngiltere ve Fransa ile yapılan Ankara muahedenamesi
Türkiye’ye İngiltere’nin yanında savaşa girmek yükümlülüğü
yüklemektedir. Artık, tecavüze uğramadıkça hiç bir zaman silaha
sarılmayacağı biçimindeki Türk dış politikasının anlamı kalmamıştır.140
Ona göre, Kahire mülakatına kadar Türkiye’nin Savaşa girmemesi
olasılığı ne kadar güçlü ise, Kahire mülakatından sonra Savaşa girmesi
olasılığı da o kadar yüksektir.141 Yalçın, tutumundaki bu değişiklikten
ötürü savaş çığırtkanlığı yapmakla suçlanmış, Tasvir-i Efkar Yalçın’ın
siyasal geçmişini tartışma konusu yapmıştır.142
Birinci Kahire görüşmelerinin ardından Tahran’da bir araya
gelen Stalin, Roosevelt ve Churchill, Türkiyenin, savaşa girmesi
konusunda ikna edilmesini kararlaştırırlar. 4 Aralık 1943’de yapılan
İkinci Kahire görüşmelerine katılan İsmet İnönü savaşa katılmayı ilke
olarak kabul etmekle birlikte kendilerine yeterli savaş teçhizatı
140“Parti Müzakereleri Etrafında Harp - Sulh”, Tanin, 20.11.1943’den aktaran Azman,
a.g.e., s. 134. 141“Türkiyenin Durumunda Değişen Bir Şey Var mı?”, Tanin, 20 İkinciteşrin 1943’den
aktaran Azman, a.g.e., s. 134-135. 142Hüseyin Cahit, “… Lozan gibi en şerefli davamızı baltalamaya kalkan, kalemini
yabancı sermayenin çıkarları lehinde, milli menfaatlerimiz aleyhinde kullanan kişidir.
O, BDS sonunda tarihe karışmış bir imzadır. “Lozan’da hortladı, büyük davamızı
kundaklamaya kalktı. Muvaffak olamadı. O günden bu güne kadar, yıkılmış bir
imparatorluğun tarihe karışan hüviyetinin cesedini aramızda bir canlı cenaze gibi
sürüklemeye ve eski hıyanetlerini tekrarlamaya çalışıyor. Bütün bu gayretlerinde bir
mezar kargasının uğursuz kanat çırpışı var...” Tasvir-i Efkar, (1.12.1943).
151
sağlanmasını şart koşmuştur.143 Diğer bir makalesinde de, Kahire
görüşmelerinin Türkiye’de büyük ilgi uyandırdığını, Türk-Sovyet
dostluğunun yeniden düzenlendiğini belirtmiştir.144
Türkiye’nin silah ve teçhizat gerekçesini bir bahane olarak ileri
sürdüğünün, ne yapılırsa yapılsın Türkiyenin savaşa girmeyeceğinin
143Tahran ve Kahire Konferanslarını değerlendirdiği ilk makalesinde, Yalçın, Anglo-
Sakson ve Sovyetler Birliği ilişkilerini ele almış, bu iki tarafın, bu iki dünya
görüşünün birbirleriyle anlaşıp anlaşamayacakları konusunda bir şey söylemek için
henüz erken olduğunu, Savaş sonrasında nasıl bir tarih sayfasının açılacağını bize
ancak bu iki tarafın anlaşma teşebbüslerinin sonuçlarının göstereceğini belirtmektedir.
Ona göre, Türkiye, ilk günlerinden itibaren hayat ve istiklalini Anglo-Saksonların
ideallerine bağlayarak İngiltere’nin yanında yer almıştır. Buna karşılık, Türkiye,
müttefiklerden savaş boyunca yeterli destek görmemiş, “... müttefiklerinden ve
dostlarından alamadıklarını kromdan fedakarlık ederek Almanya’dan tedarik etmek
gibi acı bir mecburiyet karşısında ...” kalmıştır. “Fakat şimdi müttefikler bu sadık ve
vefakar Türkiye’den fiili bir iştirak talep ettikleri zaman yerine getirilmeyen vaadların
yarattığı nahoş bir realite ile karşılaşmış bulunuyorlar. Türkiye’de eksik olan iyi niyet
ve mertlik değildir, silahtır. Harp, peki. Fakat ne ile? Nerede ve kiminle beraber?”
“Tahran ve Kahire Konferansları Hakkında Bir Mütalea”, Tanin, 4.1.1944’den
aktaran Azman, a.g.e., s. 137. 144“Tahran ve Kahire Konferansları Hakkında Bir Mütalea”, Tanin, 5.1.1944’den
aktaran Azman, a.g.e., s. 137. Kahire Konferansında Müttefiklerle ilke olarak
mutabakata varılmış olmasına karşın, 1944 yılı Ocak ayı içinde Türkiye’ye gelen
İngiliz Askeri Heyeti Türk hükümetini savaşa girme konusunda ikna edememiştir.
Bunun üzerine 4.2.1944’te İngiltere, 7.2.1944’te de ABD Türkiye ile olan ilişkilerini
dondurduklarını açıklamışlardır. Bu durum Türk ve İngiliz basını arasında çeşitli
tartışmalara yol açmıştır. Mart ayı başında İngiltere Türkiye’ye yapılan savaş
malzemesi sevkiyatını durdurmuştur. Bu tartışmalar ve gelişmeler karşısında
Yalçın’ın tavrında bir değişme gözlenmektedir. Birkaç ay öncesinde, 1939 tarihli
Ankara Anlaşmasının Türkiyenin İngilizlerin yanında savaşa katılmasını icab ettirdiği
yorumunu yapan Yalçın, son dönemlerde Hükümetin takındığı tutumu benimsemiş
gözükmektedir. “Türkiye Silahsız Bırakılıyor”, Tanin, 5.3.1944’den aktaran Azman,
a.g.e., s. 138-138 ve Güvenir, a.g.e., s.191-192.
152
İngiliz Manchester Guardian gazetesinde ileri sürülmesi üzerine, Yalçın,
1941 yılı Mart ayından beri Türk basınında Almanya lehinde yazılan
yazıların izahını yapmış ve bunun dış siyasette bu ülke ile girilen
zorunlu dostluk döneminin, denge politikasının kaçınılmaz bir sonucu
olduğunu belirtmiştir.145 Yalçın, Türkiye’nin İngiliz müttefiki ve
sempatisinin demokrasilere müteveccih olduğunu hiçbir zaman
gizlemediğini öne sürmüştür.146 1944 yılı içinde ırkçı ve Turancı
yayınlara karşı Hükümetin tutumu sertleşmiş, 1 Nisan 1944’te Nihal
Atsız’ın Orhun dergisi kapatılmıştır. Aynı ay içinde Nihal Atsız ile
Sabahattin Ali arasındaki hakaret davasından kaynaklanan mahkeme
sürerken, Ankara’da bir grup öğrenci Nihal Atsız lehine gösteri yapmış,
145“Manchester Guardian Gazetesinin Bir Makalesi Münasebetiyle”, Tanin,
9.3.1944’den aktaran Güvenir, a.g.e., s. 192-193. Almanya’nın savaşı kaybettiğinin
artık kesinlik kazanmak üzere olduğu 1944 yılı baharından itibaren (Nisan 1944-
Eylül 1944) İngiliz ve ABD telkinleri sonucunda Almanya’ya krom satışı
durdurulmuş, Boğazlar Mihver gemilerine kapatılmış, Almanya ile iyi ilişkiler
sürdürülmesinin mimarı olan Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu görevinden
istifa etmiş, Almanya ile siyasi ve iktisadi ilişkiler kesilmiştir. İç siyasette de Varlık
Vergisi uygulamasına son verilmiş, Pan-Türkist faaliyetler dolayısıyla Irkçı-Turancı
tevkifatı başlatılmıştır. Güvenir, Hüseyin Cahid Yalçın’ın, savaşın başından beri
Almanya’nın karşısında olduğunu, denge politikası gereği Türk hükümetinin bu ülke
ile iyi ilişkiler içinde olduğu dönemde dahi yazarın bu eğilimini, izlenen dış siyasete
ters düşme pahasına kamuoyuna yansıttığını belirtmektedir. “... Biz İngiliz-Türk
münasebetlerinin iyileşmesini fevkalade bir keyfiyet değil, bozulmasını anormal bir
hadise telakki ederiz.... harbe girmek bahsine gelince, bunu bizler gazetelerimizin
sütunlarında hal ve münakaşa edebileceğimizi zannetmeyiz. Bu işi de
diplomatlarımız ve askerlerimize bırakalım...” “Türk-İngiliz Münasebetlerinin
İyileşmesine Dair”, Tanin, 24.6.1944’den aktaran Güvenir, a.g.e., s. 199. 146“Almanya ile Köprüler Kesildi”, Tanin, 3.8.1944’den aktaran Güvenir, a.g.e., s.
199.
153
bu gösteri sonrasında basında Irkçılık-Türkçülük-Turancılık tartışması
başlamıştır.
Türkiye 1944 yılının Mayıs ayından itibaren İngiltere ve diğer
müttefiklere daha yakın bir siyaset izlemeye başlamıştır. Türk-İngiliz
dostluğundan basında övgüyle söz edilmektedir. Müttefiklerin isteği
üzerine 2 Ağustos 1944’de Almanya ile siyasi ve iktisadi ilişkiler
kesilmiş, 23 Şubat 1945 tarihinde de, Almanya ve Japonya’ya karşı
sembolik de olsa savaş ilan edilmiştir.147 Türkiye’nin dış siyasetindeki
bu gelişmeler Yalçın’ın Anglo-Sakson yanlısı çizgisine uygundu:
müttefikimiz İngiltere ile aramızda bir süredir devam eden akıl almaz
yanlış anlama devresi Hükümet tarafından atılan bu adım ile artık
kapanmıştı.148
Yalçın, ABD’nin Savaş sonrası dünyasının en büyük güçleri
arasına girebileceğini görmüş ve henüz 1943 yılı sonlarına doğru Türk-
Amerikan dostluğunu konu edinen makaleler yazmıştır. 1945 yılı
başında da, ABD’nin yeni dünya düzeni içindeki rolünün yalnızca
Nazileri ezmekten ibaret olmadığını, dünyayı yaşanır hale getirmek
görevini üstlenmeye de bu devletin aday olduğunu belirtmekteydi.
Yalçın, San Francisko Konferansına hem iktidar partisinin bir
milletvekili hem de gazeteci sıfatıyla katılmıştır. Konferans sonrasında,
147Azman, a.g.e., s. 141. 148“Almanya ile Siyasi ve İktisadi Münasebetlerin Kesilmesi”, Tanin, 3.8.1944’den
aktaran Azman, a.g.e., s. 141-142.
154
Yalçın, bağımsız ve özgür bir Türkiye’nin varlığının dünya barışı için
kesin bir gereklilik olduğundan şüphe edilmediğini,149 Sovyetler
Birliği’nin Orta Doğu’ya inme tehlikesini önleyebilecek tek ülkenin
Türkiye olduğunu, bu nedenle de Türkiye’nin dünyanın en can alıcı
noktası durumunda bulunduğunu belirtmektedir.150 Türkiye, Yalçın’ın
öngörülerine uygun biçimde zaman içinde ABD’ye ve diğer Batılı
Müttefiklere daha çok yaklaşmış ve kendisini demokrasi cephesi içine
atıvermiştir. Batı’ya yaklaşan Türkiye, bu kez Sovyetler Birliği ile yeni
ve sorunlu bir ilişkinin arifesindedir.
İDS’nın sona ermesinin ardından, birtakım iç ve dış
etkenlerin zorlamasıyla, çok partili dizgeye (sistem) geçme kararı
verilmişti.151 CHP içindeki muhalif grup (Celal Bayar, Adnan
Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan) 7 Haziran 1945’te
“Dörtlü Takrir” diye adlandırılan bir önerge verdiler. Önerge 12
Haziran’da CHP Grubu’nda görüşüldü ve reddedildi.
149“San Fransisco Dönüşü”, Tanin, 16.6.1945’den aktaran Azman, a.g.e., 143. 7
Mayıs 1945’de Almanya Müttefik Kuvvetlerine kayıtsız şartsız teslim olmuş ve
Avrupa’da savaş sona ermiştir. 150“Türkiye Orta Şarkın Belkemiği, Dünya Sulhunun Son Duvarı”, Tanin,
22.6.1945’den aktaran Azman, a.g.e., s.143 151Dış etkenlerin en önemlisi, Savaşı “Batı Demokrasileri”nin kazanmış olması ve
bunun otoriter yönetimleri sarsması idi. Hüseyin Cahid Yalçın’ın sık sık sözünü
ettiği “Dört Hürriyet Bildirgesi” de, ABD Başkanı Roosevelt tarafından bu
hava içinde ortaya konulmuştu. Kabacalı, a.g.e., s. 170.
155
CHP’yi destekleyen gazeteciler, başta Yalçın olmak üzere,
yeni parti düşüncesini başlangıçta desteklediler. Yalçın’a göre, bir
demokraside en az iki parti olmazsa murakabe (denetim) görevinin
yerine getirilmesine olanak yoktu. Bunun için en iyi çare, mevcut fırka
içinden bazı zatların ayrılarak, esas programda müttefik kalmakla beraber,
bir kontrol partisi vücuda getirmeleri olacaktır. Yalçın, kurulması
önerilen yeni partiyi bir kontrol partisi niteliğinde tasarlamaktaydı.
Tan’ın siyasal affı gündeme getirmesi üzerine, Yalçın, “fikir
ayrılığından dolayı” kimsenin bu ülkede mahkum edilmediğini öne
sürmekte ve komünizm propagandası yaptıkları gerekçesiyle mahkûm
edilenleri düşünce suçlusu saymamaktaydı. Sabiha Sertel’in CHP
Hükümetini ırkçı ve gerici diye nitelemesine bir anlam
verememekteydi. Kendisi, aynı partinin iktidarda olduğu 1930’lu
yıllarda, yedi yıl boyunca Fikir Hareketleri’nde faşizm ve gericilik
aleyhtarı ve vicdan, söz ve düşünce özgürlüğü yanlısı yazılar yazdığını
ve kitaplar yayımladığını, bu yazı ve kitaplardan dolayı hiç bir takibe
uğramadığını belirtmekteydi. Yalçın’a göre, bu ülkede öteden beri hiç
kimse düşüncelerinden dolayı mahkum edilmemiştir. Mahkum olmuş
olanlarda başka özellikler (komünist propagandacılığı gibi) aramak
gerekir. Sabiha Sertel bu kişilerin affını istemektedir.
Sovyetler Birliği’nin toprak talebinin açığa çıkması üzerine,
Yalçın, Türk’ün şerefi ve bağımsızlığı pahasına elde edilecek Rus
156
dostluğunu lanetlediğini belirtmekte, Moskova Radyosunun Türkiye
aleyhindeki yayınlarını Türkiye’nin içişlerine müdahale etmeye yeltenen
küstah yayınlar olarak nitelemekteydi.152 Hitler ve Mussolini’nin
yenilgisi ile faşizm ortadan kalkmıştı. Şimdiki yeni tehlike, “kızıl
faşizm” dediği komünizmdi.153 İngiltere ve ABD’nin dostu olan
Türkiye’ye Sovyetler Birliği saldıramaz, saldırsa bile hiç bir şey
yapamazdı.154 Yalçın, Anglo-Sakson yanlısı siyasal çizgiyi savunmada o
kadar ileri gitmişti ki, ABD’nin dünya üzerinde denetim sağlamak üzere
kullandığı araçlara, hatta atom bombasına bile sempati ile bakmakta,
atom bombasının caydırıcı bir güç olarak kullanılmasına ABD’li bilim
adamlarının karşı çıkmasına anlam verememekteydi.155
152Yalçın, Türkiye’nin özlemini çektiği demokrasinin Batılı anlamda bir demokrasi
olduğunu, hiçbir gücün Türkiye’yi Garpten, müttefikleri ve dostları olan İngiltere ve
ABD’nin demokrasi ideallerinden ayıramayacağnı belirtmektedir. Emperyalist
emelleri olmakla suçladığı Sovyetler Birliğini, dünyada İDS sonrasında ortaya çıkan
belirsizlikten sorumlu tutmaktadır. “Üçüncü Cihan Harbi karşısında Türkiye”, Tanin,
27.6.1945’den aktaran Azman, a.g.e., s. 144. Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında
17.12.1925 tarihinde imazalanan ve 7.11.1945’e kadar sürecek olan saldırmazlık
anlaşması Sovyetler Birliği tarafından feshedilerek, durum 19.3.1945’te bir nota ile
Ankara’ya bildirilmişti. İlk başlarda basında pek yankı bulmayan bu gelişme,
Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak isteğinde bulunduğu (Boğazlardan üs ile
Kars ve Ardahan’ı) duyulunca, gündemin ilk sırasına oturmuştur. 153“Niçin Bolşeviklerin Aleyhinde Bulunuyorum?”, Tanin, 6.8.1945’den aktaran
Azman, a.g.e., s. 146. 154“Yalman’a Göre Ruslar Haklı, Biz Kabahatli”, Tanin, 8.8.1945,’den aktaran Azman,
a.g.e., s. 146. İDS yıllarında muhalif yayınlar yapan Zekeriya Sertel’in sol eğilimli
Tan‘ı, Türkiyenin savaş sonrasında Sovyetler Birliği ile işbirliği yapmasından
yanaydı. Gazete, sıklıkla, ABD’yi yeren ve SSCB’yi öven yazılar yayımlamaktaydı. 155“Atom Bombası Münasebetiyle Bir Düşünce”, Tanin, 9.10.1945’den aktaran
Azman, a.g.e., s. 147.
157
Tanin-Tan tartışması CHP’ye yöneltilen “faşist” ve “mürteci”
suçlamaları yüzünden iyice alevlenmişti. Tan, bütün dünyada faşizme
karşı birleşildiği halde Türkiye’de hala faşizme yandaş olanların
seslerinin çıkmasından yakınmakta, Halkevlerinin faşistlerin progapanda
ocağı olup olmadığını sormakta, kimi milletvekillerini yurttaşlar arasına
ırk nifakı sokmakla suçlamaktaydı. Yalçın’a göre, kendisi ile Sabiha
Sertel’in faşistlik anlayışları farklıdır. Sabiha Sertel Moskova’nın ağzı
ile konuşmaktadır. Sabiha Sertel’in ağzı Türkiye’de gerçek
demokrasinin oluşmasını engelleyecek esas faşist ağzıdır. Kendisi ise
eskiden beri liberaldir.156 Türkçülüğün tarihsel temellerinin
çözümlemesini yapan Yalçın, bizdeki Türkçülüğün Avrupa’daki ırk
üstünlüğü edebiyatı ile hiçbir ilgisinin olmadığını, Avrupa’daki faşizmin
ırkçılık temeli üzerinde yükseldiğini, Türkçülüğün kültür ve fikir
sahasına inhisar edebileceğini ve ancak böyle olursa bir anlamı
olabileceğini belirtmiştir.157 Yalçın, Türkiye’de faşizmi eleştirmenin
aslında Türk hükümetini faşistlikle suçlayan Bolşeviklere hizmet ettiği
kanısındadır. İDS yıllarında ülkemizde Alman yanlısı bir akımın
olduğunu o da kabul etmektedir. Oysa, Savaş sonrasında demokrasi
galip gelmiştir. Yalçın, Türkiye’de faşizm düşüncesinin ve faşist rejimin
varlığını kabul etmemekte, ülkemizdeki rejimin ruhunu liberalizm olarak
tanımlamakta ve bundan sonraki hedefimizi de, ulusun egemenliğini en
156“Türkiyede Faşistlik Davası Üzerine I”, Tanin, 21.10.1945’den aktaran Azman,
a.g.e., s. 148. 157“Bizde Türkçülük ve Irkçılık II”, Tanin, 22.10.1945’den aktaran Azman, a.g.e., s.
148.
158
üst seviyeye çıkarmak olarak göstermektedir. Bu hedefin önündeki en
önemli engel, şimdiye kadar, dünyadaki siyasal bunalımdı.158
Sabiha Sertel, 21 Kasım 1945 günlü makalesinde, rejimin ve
partinin bazı özelliklerinden (milletvekili olmak için CHP’ye üye olma
zorunluluğu, yeni parti kurulamaması ve söz ve düşünce özgürlüğü
önündeki engellerin Hitler’in uygulamalarını anımsatması) hareketle
“rejimin ve CHP’nin faşist olduğu”nda ısrar etmektedir. Sertel’in
devrimcilik anlayışı, Yalçın’a göre, Bolşeviklerin Doğu Avrupa’da
giriştikleri eylemleri anımsatmaktadır. Bizdeki rejimi Bolşevikler de
faşistlikle suçlamaktadır; Sertel, demokratlığı ve devrimciliği Bolşevikler
gibi algılamaktadır. Sertel’in tek parti yönetimini suçlaması karşısında,
Yalçın, komünist partilerinin durumunu örnek göstermektedir.159
Yalçın’a göre, kendisinin ve Sertel’in savunduğu demokrasi
anlayışı sonuçta Batılı anlamdaki demokrasidir. Aralarındaki fark,
Sertel’in solcu ve devrimci bir ileri rejimi savunmasına karşılık,
kendisinin Roosevelt’in dört özgürlüğünün tam ve kesin olarak
sağlanmasından yana olmasıdır.160
158“Faşizmi İmha Bahanesi Türkiyeyi Dört Hürriyet Prensibinden Uzaklaştıramaz.”
Tanin, 25.10.1945’den aktaran Azman, a.g.e., s. 149. 159“İnkılapçı Parti Meselesi” Tanin, 22.11.1945’den aktaran Azman, a.g.e., s.149. 160“Hükümetde İnkılapçılık” Tanin, 23.11.1945’den aktaran Azman, a.g.e., s. 149. Bu
yazıya verdiği yanıtta, Sertel, sosyalist ve komünistlerin de demokrasiden yana
olduklarını, ama onların istedikleri demokrasinin burjuva demokrasisinden farklılık
gösterdiğini belirtmektedir. Sosyalistler burjuva sınıfının aleyhine bir demokrasiden
yanadır. Kendisinin istediği tarzda bir devrimin Türkiye’de gerçekleşmeyeceğini
159
Yalçın’ın 3 Aralık 1945 tarihli makalesi Namık Kemal’in “Kalkın
Ey Ehli Vatan” dizeleriyle başlayan büyük puntolu başlığıyla
yayımlanmıştır.161 Yalçın, bir vatan cephesine gereksinim duyulduğu
kendisinin de bildiğini, öncelikle kendilerine lazım olanın dört özgürlük olduğunu
belirtmektedir. Kendisinin asıl karşı olduğu şey ise, CHP’nin faşist yasa ve
uygulamalarıdır. “Hükümette İnkılapçılık”, Tan, 24.11.1945’den aktaran Azman,
a.g.e., s. 149. 161“Bu memleket, asırlardan beri şimalden gelen hücumlara karşı koydu. Milletin
varlığı, bu ızdıraplar ve felaketlerle yoğrulmuştu, bu defa yine anavatan
topraklarından parçalar ve Türk istiklalinin hatimesini teşkil edecek surette
boğazlarda üsler isteniyor.
“Büyük vatanperver Namık Kemal’in sesi buğunun parolasıdır: Kalkın Ey... Ehli
Vatan!.. Mücadele başlıyor. Ve başlamak lazımdır. Çünkü en azgın ve insafsız bir
propagandanın Türk vatandaşlarının ruhuna her gün en yıkıcı, yeis verici, ümit
kırıcı bir propaganda zehirini dökmesine müsaade edemeyiz. Bir vatan sahibi olmak,
bu vatanın içinde hür ve müstakil yaşamak isteyen her Türk bu propagandaya
karşı koymaya mecburdur.
“Görüşler’i açıp da Bayan Sertel’in ‘Zincirli Hürriyet’ makalesini okuduğum zaman,
sahifeyi süsleyen bu kıpkızıl demirlerle bize nasıl bir hürriyet hazırlamak
istediklerini derhal anladım Sertel, şöyle diyor: Hür insanlar cemiyetinin en
büyük şiarı geniş halk kütlelerinin menfaati için icap ederse, şahsi hürriyetini,
menfaatini feda etmektir.
“Komünist edebiyatı ile meşgul olmamış olanlar bu satırların altında gizlenen
manâyı gözden kaçırabilirler. Geniş halk kütlelerinin menfaati namına
hürriyetlerin feda edildiği yer Rusya’dır. Geniş halk kütlelerinin menfaati
namına hürriyetini feda edebileceğini söylemesi, kurmak istedikleri işçi proletar-
yasında yalnız kendilerinin hürriyeti olacağını ve bizim hürriyetimizin zincire
vurulacağını gösteriyor. Çünkü komünist dilinde halk kütlesi, geniş kütle,
yalnız ameleye şâmildir. Tıpkı Rusya’da olduğu gibi. Orada hürriyet vardır.
Fakat yalnız komünist şefleri ve ameleler için. 160 milyon halkın hürriyeti,
işçilerin menfaati namına esarete vurulmuştur.
“Bunları susturmak için, cevap hükümete düşmez. Söz, eli kalem tutan gazetecilerin
ve hür vatandaşlarındır.”
160
kanısındadır. Kışkırtıcı bir üslubu olan makale Görüşler’i162, Yeni Dünya
ve Tan’ı açıkça hedef göstermekte ve suçlamaktadır. Yalçın’a göre, bu
tip yayınların varlığı düşman istilasının komünizm propagandası ile
içimize sızdığının kanıtıdır. “Bir vatan sahibi olmak, bu vatanın içinde
hür ve müstakil yaşamak isteyen her Türk bu propagandaya karşı
koymaya mecburdur.” Ertesi günkü makalesinde de, komünistlerin
“Atatürk istismarı” yaptıklarını ileri sürmekte, Sabiha Sertel’i Moskova
emrinde komedi oynayan biri olarak tanıtmaktadır.163
Aynı gün, yani 4 Aralık 1945’te, Türk basın ve siyasi tarihinde
“Tan Gazetesi Olayı” diye adlandırılan, Sabiha Sertel ve Zekeriya
Sertel’in başyazarlıklarını yaptıkları Tan gazetesinin tahrip edilmesiyle
162Tek sayı olarak ve 1.12.1945’te çıkan Görüşler’in kapağında, dergiye yazı
yardımında bulunmayı taahhüt edenler arasında Celal Bayar, Tevfik Rüştü Aras, Fuat
Köprülü, Adnan Menderes, Cami Baykurt, Pertev Naili Bpratav, Behice Boran,
Niyazi Berkes, Adnan Cemgil, Hulusi Dosdoğru, Sabahattin Ali, Kemal Bilbaşar,
Aziz Nesin gibi isimler sayılmaktaydı. Dergi anti-amerikancı bir çizgidedir. İşlediği
konular ise, Savaş sonrasının siyasal ilişkileri ile hükümet uygulamalarının
eleştirisidir. Azman, a.g.e., s. 150 (dipnot 156) 163“Atatürk’e karşı bu memlekette beslenen hürmet ve hayranlık, düşmanların
elinde Türkiye’ye karşı bir propaganda silahı olmuştur. Hitler bu silahı bol bol
kullandı. Alman radyoları Türk hükümeti Atatürk’ün izinden ayrılıyor, diye Türk
milletini hükümet aleyhinde kışkırttı, durdu.
“Bugün aynı silahı Ruslar ellerine aldılar. Türk hükümetini Atatürk’ün yolundan
şaşmakla ve Hitlercilere meyletmekle itham ediyorlar. Şimdi Yeni Dünya ve
Görüşler cephesi de aynı silahı kullanıyor. Görülüyor ki, Faşist olsun, Kızıl olsun,
bütün düşmanlar, Atatürk silahı ile Türk’ü vurmak istiyorlar. Memleketimizin
içindeki gönüllü komünist beşinci kolu da bundan medet umuyor. Komünist
propagandacılar avaz avaz bağırarak hürriyet istiyorlar. Fakat yazılarından taşan
hakikat, onların en büyük hürriyet düşmanı olduklarını göstermektedir...” Kabacalı,
a.g.e., s. 191-192.
161
sonuçlanan bir dizi olay meydana gelmiştir.164 Bu günler Türk-Sovyet
ilişkilerinin en gergin olduğu günlerdi.
Tanin‘in ertesi günkü başlığı “Üniversite Gençliğinin
Tezahüratı”dır. Haberde, “Yüksek tahsil gençliği dün yaptığı muazzam
bir mitingte Kemalist rejime bağlılığını teyit etti. İçişleri Bakanı ve
Başbakan Parti Grubunda izahat verdi: Tahrikat yapan bazı gazetelerden
suçlu görülenlerin dosyaları kanunun tatbikatına verilecek.”
denilmektedir. Olayların başlamasında Yalçın’ın gençleri eyleme
kışkırtan makalesinin rolünün büyük olduğu kabul edilmektedir. Yalçın,
bu olay sonrasında, olay hakkında hiçbir yorum yapmamıştır.
1945 yılında çok partili yaşama gidilmekte olduğunun bazı
emareleri ortaya çıkmaktaydı. Cumhurbaşkanı İnönü aynı yılın Gençlik
ve Spor Bayramında, Savaş koşulları ortadan kalktıkça ülkemizin siyasal
ve kültürel yaşamında demokratik ilkelerin daha fazla yer tutacağını
açıklamıştı. Çok partili yaşama geçilmesi yönündeki istekler TBMM
içinde ve TBMM dışında sıklıkla dile getirilmekteydi. Yaz aylarında, iki
164Öğrenciler 4.12.1945 günü İstanbul Üniversitesi bahçesinde toplanarak oradan Tan
gazetesine gelmiş, ellerindeki balyoz, balta ve kırmızı mürekkep şişeleriyle matbaaya
saldırmışlardır. Matbaanın etrafı polislerle çevrili olmasına karşın, polis göstericileri
durdurmak için hiçbir müdahalede bulunmamıştır. Matbaayı tahrip eden öğrenciler bir
yandan da slogan atmaktadırlar (kahrolsun komünizm, kahrolsun Serteller). Sol
eğilimli iki gazeteyi ve bir kitabevini de tahrip eden öğrenciler, Sovyetler Birliği
konsolosluğuna gitmelerinin önlenmesi üzerine, İngiliz Konsolosluğu önünde bir
dostluk gösterisi yapmışlar, daha sonra da Hüseyin Cahid Yalçın ile görüşmek üzre
Tanin’e gelmişler, fakat kendisini bulamamışlardır.
162
ayrı gazeteden oluşan muhalif bir Vatan – Tan cephesi kurulmuş,
Haziran ayı başlarında bazı gazetelerde basın özgürlüğünün sağlanması,
polis görev ve yetkilerine ilişkin yasanın 18 inci maddesi ile Ceza ve
Cemiyetler Yasalarının değiştirilmesi, tek dereceli seçim yapılması
savunulmaya başlanmıştı.165
Tek parti döneminin siyasal rejiminin diktatörlük olup olmadığı
tartışmasına Yalçın da katılmıştır. Bütün yaşamını istibdat ve mutlakiyet
sistemi ve zihniyeti aleyhine kalem kullanarak geçirdiğini, yıllar boyunca
örfi idare altında yaşadığını, hatta Cumhuriyetin ilk yıllarında rejime
muhalif duruma bile düştüğünü, kendisinin muhalefetinin esasa ilişkin
olmayıp uygulamaya yönelik olduğunu, iktidarda bulunanların ise ameli
şartları ve zaruretleri göz önünde bulundurduklarını belirten Yalçın’a
göre, tek parti dönemindeki sistem zaruretin yüklediği bir diktatörlüktü,
Avrupa’da görülen tarzda ve ruhta bir diktatörlük değildi.166
Yalçın’a göre, anayasayı ve uygulamalarımızı bugünkü dünya
165Azman, a.g.e., s. 154. Ağustos 1945’den itibaren Yalçın da yazılarında bu konuları
işlemiştir. Savaş sonrası döneminin bu gelişmelerini olumlu karşılayan Yalçın,
egemenliğin ulusa ait olduğu Türk siyasal rejimi için ulusa düşünce ve ifade
özgürlüğünü tanımanın ve serbest rejime dayalı bir hükümet sistemi kurmanın en
doğal hareket olacağı kanısındadır. Anayasada egemenliğin ulusa ait olduğunun
belirtilmesine karşın uygulamada durumun farklı olduğuna işaret etmekte, var olan
rejimi “eksik ve kusurlu” olarak nitelemektedir. Rejim, ona göre de, artık
değişmeliydi. “Bizde Dahili Rejim ve Hükümet Meselesi” Tanin, 29.8.1945’den
aktaran Azman, a.g.e., s. 154. 166“Bizde Dahili Rejim ve Hükümet Meselesi” Tanin, 30.8.1945’den aktaran Azman,
a.g.e., s. 155.
163
şartlarına uydurmak yönünde bize dışarıdan herhangi bir zorlama, telkin
veya tavsiye yoktur. Gelişmelerin bu yönde olmasında işaret
Cumhurbaşkanı İnönü’den gelmiştir.167 Partiler, demokrasinin
vazgeçilmez unsurlarıdır. Atılması gereken ilk adım da yeni partilerin
kurulmasına izin verilmesi olmalıdır. Gerçek bir parti, doğal bir
gereksinimin ürünü olarak kendiliğinden, bağımsız ve özgür bir surette
doğar. Oysa Savaş sonrası ortamında böyle bir partinin kurulması için
koşullar henüz elverişli değildir, CHP bile hala yetersiz ve cılızdır. II.
Meşrutiyet dönemindeki gelişmeler bu konuda öğretici olabilir.168
Yalçın, Partiler kurulurken “ilke olarak” her düşünce ve kanaate saygı
gösterilmesi gereğini belirtmekte, sonra da hangi tür düşünce ve kanaatin
partileşmesinin önüne geçilmesi gerektiğini açıklamaktadır. Bu konuda
ilk olarak 31 Mart Olayının ibret olmasını salık vermekte, dini siyasete
alet eden partilerin kurulmasına karşı çıkmaktadır. Komünist parti
kurulmasına da asla izin verilmemesi gerektiği düşüncesindedir. Aksi
halde, bütün Moskova ajanları Türkiye’ye doluşacaklardır. Sosyalist parti
kurulmasına itirazı yok ise de, ülkemizde henüz buna uygun şartların
oluşmadığı kanısındadır. Demokrasi deneyimi açısından tek dereceli
seçime sıcak bakmaktadır. 169
167“Bizde Dahili Rejim ve Hükümet Meselesi” Tanin, 1.9.1945’den aktaran Azman,
a.g.e., s. 155. 168“Bizde Dahili Rejim ve Hükümet Meselesi” Tanin, 2.9.1945’den aktaran Azman,
a.g.e., s. 155. 169“Bizde Dahili Rejim ve Hükümet Meselesi” Tanin, 5.9.1945’den aktaran Azman,
a.g.e., s. 155.
164
Yalçın’ın gözünde ideal parti sistemi, iki büyük partiden oluşan
parti sistemidir. İktidardaki partiyi yalnız bırakmamak açısından ikinci
büyük partiye gerek vardır. O sırada CHP karşısında ayrı bir parti henüz
yok ise de, CHP içinde bir kontrol partisi çekirdeği belirmektedir. Yeni
partinin oluşum yöntemini de gösterir: hükümetin oluşum biçiminden ve
uygulamalarından memnun olmayan milletvekillerinin170 CHP’den
ayrılarak bir kontrol partisi kurmaları. Yeni partinin CHP’nin
programından ayrı bir programının olabileceğini düşünmez bile; yeni
partinin eleştirileri, CHP programının uygulanmasındaki başarısızlara
yönelecektir. Parlamenter sistem Türkiye için idealdir. Buna karşın, ABD
Başkanlık sistemini de incelenmeye değer bulur.171
Demokrasi için basın özgürlüğünü kesinlikle gerekli gören
Yalçın, bu konuda da, tıpkı yeni parti kurulmasında olduğu gibi, temkinli
davranmakta, II. Meşrutiyet devrinde basın özgürlüğünün ilk
uygulamalarının zararlı sonuçlar doğurduğuna dikkat çekmektedir. Basın
özgürlüğünün, yönetim işlerinde çok etkili bir kontrol hizmeti göreceği
ve yönetim aygıtını ıslah konusunda hükümete yardımcı olacağı
170Hüseyin Cahit, 1924 yılında TpCF kurulurken de benzer düşünceleri savunmuştur. 171Yalçın bu konuda bir ikilem içindedir. Parlamenter sistem söz konusu olacak olsa,
İnönü’nün parti başkanlığından ayrılması gerekecektir. Azman’ın da belirttiği gibi,
Yalçın, İnönü’nün iki işi birlikte yürütmesinden yanadır. Oysa, Atatürk zamanında
Hüseyin Cahit Cumhurbaşkanının aynı zamanda parti başkanı da olmaması
gerektiğini savunmuştu. Bu yaklaşım değişikliği, Azman’ın da belirttiği gibi, iktidar
mevkiinin farklı düşüncelerin savunulmasını olanaklı kılması ile açıklanabilir.
165
kanısındadır.172
Yalçın, 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti’yi (DP) bir
kontrol partisi olarak görmektedir.173 Tanin Başyazarının Demokrat
Partiye karşı olan olumlu bakışı, Demokrat Partinin CHP’yi eleştirmeye
başlamasıyla, yerini eleştiriye bırakmıştır. Fuat Köprülü’nün, New York
Times’a verdiği demeçte hükümet uygulamalarını eleştirmesini
yadırgayan Yalçın, bu tutumu ülke çıkarlarını gözetmeyen sorumsuzca
bir davranış saymış, Köprülü’nün bir “Fena Vatandaş Örneği” çizdiğini
belirtmiştir. 21 Temmuz 1946 genel seçimleri öncesinde antidemokratik
uygulamaları kaldırma yolunda bazı adımlar (basındaki kısıtlamaların
kaldırılması ve dernek kurma hakkının sınırlarının genişletilmesi gibi)
atılmıştır. Seçim öncesi ortamındaki söz ve basın özgürlüğü, Yalçın’a
göre, muhalefetin elinde iftira, tecavüz ve tahkir özgürlüğüne
dönüşmüştür. DP kuvvetli, bariz ve sarih düşünceye dayanmayan bir
oluşumdur. Bu parti, beklentilerin aksine, kontrol partisi görevini yerine
getirememektedir.174 DP’nin de TBMM’ye girmeyi başardığı seçimin
172“Bizde Dahili Rejim ve Hükümet Meselesi”, Tanin, 7.9.1945’den aktaran Azman,
a.g.e., s. 156. 1945 yılının ikinci yarısında Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik
Koraltan ve Celal Bayar, değişik biçimlerde de olsa, CHP’den kopmuşlardır. Yalçın,
Bayar başkanlığında yeni bir parti kurulacağı söylentilerine değinmekte ve
söylentilerden memnun gözükmektedir. Celal Bayar’ın siyasi yaşamını övmekte,
CHP içinde görev yüklenen bu kişinin şimdi koşullar oluştuğu için bu rejimde
mantıki hedefe doğru yöneldiğini belirtmektedir. “Yeni Parti”, Tanin, 5.12.1945’den
aktaran Azman, a.g.e., s. 157. 173“Yeni Partinin Teşekkülü”, Tanin, 10.1.1946’dan aktaran Azman, a.g.e., s. 157. 174“Çarçabuk Tereddi Eden Bir Muhalefet”, Tanin, 16.7.1946’dan aktaran Azman,
a.g.e., s. 159.
166
(1946) ülkemize ulusal iradenin timsali olan bir meclis kazandırdığını,
meclisin çoğunluğunun güvenine dayanan güçlü bir hükümet
kurulabileceğini belirten Yalçın, DP’nin yaptığı muhalefeti II. Meşrutiyet
döneminde İT karşısında Hürriyet ve İtilaf Fırkasının yaptığı muhalefete
benzetmektedir.175 Ona göre, DP’nin seçimlerde elde ettiği başarı, uzun
yıllar devam etmiş olan tek parti sistemine karşı ulusta birikmiş
memnuniyetsizliğin birdenbire patlaması ve tek parti sistemine karşı bir
tepki şeklinde DP lehine bir akım meydana getirmesi ile açıklanabilir.
DP’nin başarısı bu partinin ülkede haiz olduğu nüfuz ve itibar ile
mütenasip değildir. CHP ise, “inkılap esaslarına taraftar, radikal
cumhuriyetçi ve ileri bir liberal parti”dir.176 Yalçın, yine de zihniyette bir
değişikliğin olması, halk ve hükümet arasındaki kopukluğun giderilmesi,
ulusal egemenlik ilkesinin yasa maddelerinde kalmayarak yaşama
geçirilmesinin beklentisi içindedir. Örnek alınması gerekli model olarak
Batı uygarlığının demokratik rejimlerini tasarlamakta, aşırı sağ ve aşırı
sol ile dini siyasete alet eden partilere sıcak bakmamakta, bu tür partileri
kurmaya kalkışanlara karşı savunma önlemleri almayı önermektedir. 177
1947 yılında Tanin’i kapattıktan sonra, Yalçın, 11 Eylül 1948’de
CHP’nin resmi yayın organı niteliği taşıyan Ulus’un başyazarlığına
getirilmiş ve bu gazetede Parti savunuculuğunu üstlenmiştir. En önemli
175“Seçimlerden Sonra”, Tanin, 2.9.1946’dan aktaran Azman, a.g.e., s. 159 176“Halk Partisinin Geçirdiği İmtihan”, Tanin, 15.8.1947’den aktaran Azman, a.g.e., s.
161 177“Rejimin Müdafaası”, Tanin, 15.9.1947’den aktaran Azman, a.g.e., s. 161.
167
polemiklerini Cumhuriyet’ten Nadir Nadi ile yapmaktadır.178 Yalçın’a
göre, yıllar önce 31 Mart olayını çıkaran zihniyet ile Millet Partisinin
zihniyeti aynıdır.179
14 Mayıs 1950 genel seçimlerinde DP büyük bir çoğunluk
sağlayarak iktidara gelmiş ve yeni bir dönem başlamıştır. Yalçın, İnönü
ve Bayar’ı kastederek, kapanmakta olanın ulusal bir kahramanın devri,
açılmakta olanın ise fani vatandaşlar arasından seçilmiş alelade
cumhurbaşkanları devri olduğunu ileri sürmektedir.180
178Yalçın’ın, 1924 yılında devrim ateşi ile yanan Halk Fırkasına karşı onca muhalefet
ettikten sonra şimdi bu Partinin saflarında yer alarak Parti dışındakilere pala
sallıyabilmesini Nadir Nadi’nin hafsalası almamaktadır. Yalçın ise, kendisinin 1920’li
yıllardaki muhalefetinin Halk Fırkasının ilkelerine değil uygulamalarına karşı
olduğunu, Partinin diktatörlüğe doğru gitmemesi için mücadele ettiğini ve onun ulusal
egemenlik ilkesine sadık kalmasını sağlamaya çalıştığını, Parti diktatörlükten ayrılıp
demokrat bir rejim kurmaya karar verince kendisinin de partinin en samimi dost ve
savunucusu olduğunu belirtmekte, kendi geçmişinin ve kimliğinin tartışma konusu
yapılmasını yadırgamaktadır. CHP’nin bugüne kadar özgürlük ilkelerine uymayan
yanlarının olduğunu o da kabul etmektedir. CHP’ye girişini ise 1939 yılındaki
yumuşama ortamı ile açıklamaktadır. Nitekim, Adnan Adıvar gibi küskünler de
kendisi ile aynı zamanda partiye katılmışlardır. Yumuşama ortamının sağladığı
ilerlemeyi İDS durdurmuş, ancak Savaş sonrasında değişim başlatılabilmiştir. “Bazı
Suallerin Cevapları”, Ulus, 24.9.1948’den aktaran Azman, a.g.e., s. 163. 179“Kırk Sene Sonrası”, Ulus, 3.11.1948’den aktaran Azman, a.g.e., s. 164. 180“Yeni Bir Devir Açılıyor” Ulus, 17.5.1950’den aktaran Azman, a.g.e., s. 167.
Yalçın, DP’nin bu kadar büyük başarı sağlamasını seçim sisteminin azizliğine
bağlamaktadır. Bir miras yedi cömertliğiyle seçim öncesinde halka çok şeyler
vaadeden iktidarın dediklerinin onda birini dahi yapamayacağını belirtmektedir.
İktidar partisinin “muvaffakiyetlerine duacı”dır. “Halinden Memnun Olmıyanların
Ekseriyeti”, Ulus, 19 Mayıs 1950. CHP yapıcı bir muhalefet yapacaktır, Hükümet’in
iyi işlerini alkışlamaya hazırdır. “Talihli Hükümet” Ulus, 27.5.1950’den aktaran
Azman, a.g.e, s. 167. Yalçın, kısa bir süre sonra, DP Hükümetine karşı yapıcı ve
kontrol edici değil, hırçın ve saldırgan tutum takınacaktır.
168
Demokrat Parti hükümetinin tek partili döneme ilişkin
suçlamalarda bulunması üzerine, CHP tarafından yayımlanan ve
Cumhuriyet devrinin bütün hesaplarının meydana dökülmesini öngören,
kimin bir suçu varsa ortaya çıkarılması amacını taşıyan tebliğ Yalçın’ı
çok memnun etmiştir. Ona göre, gerçekleri öğrenmek ulusun hakkıdır.181
Seçimlerde büyük bir çoğunlukla iktidara gelen yeni hükümeti
eleştirmenin ulusu eleştirmek anlamına geleceğini Başbakan’ın
belirtmesi üzerine, Yalçın, hükümetin layuhtilik arayışı içinde olduğunu,
hükümeti eleştirmenin bir küfür ve cinayet teşkil ettiği ülkeleri bulmak
için diktatörlük diyarlarına gitmek gerektiğini, demokrasinin hoşgörü
demek olduğunu ileri sürmektedir.182 Bir başka makalede de, Atatürk’ün
ve Cumhuriyetin ülkeye en büyük hizmetlerinden birinin 27 yıldan beri
orduyu siyasetten uzak tutmak olduğunu belirtmiştir.183
Yalçın’ın gözünde İnönü, demokrasiyi yalnızca istemekle
kalmayan, onu kuran ve işleten bir liderdir. Demokrasi hareketi yarı
yolda kalmamışsa, bunu, ülke olarak, İnönü’nün demokrasiye karşı
181“Memlekette temizlik, namus, fazilet ve kanun isteriz. Halk Partisi iftiraya,
namussuzluğa, yalancılığa, garazkarlığa karşı mücadele bayrağını eline almıştır. Bana
yeni bir hayat daha bahşettin. Şimdi daha rahat nefes alıyorum, sana mensup olmakla
şeref ve iftihar duyuyorum, ve başım dimdik tekrar ediyorum: Yaşa Halk Partisi!”
“Yaşa Halk Partisi”, Ulus, 10.6.1950. Aynı konuda, “Hesap Soranlar Şimdi
Korkuyorlar”, Ulus, 2.7.1950. 182“Layuhti Bir Hükümet”, Ulus, 28.6.1950. 183“Uzaktan Seyredince”, Ulus, 14.7.1950.
169
beslediği imana borçluyuz. Oysa, aynı İnönü, iktidarda bulunan
DP’lilerin düşmanca tutumlarına maruz kalmaktadır. “... İsmet İnönü’nün
ufak bir teveccühünü kazanmak için şeflik sistemi lehinde kasideler
yazmış, yerlerde yuvarlanmış kalemler ve dudaklar ateş püskürmeye
başladılar.”184
Yalçın, hükümet darbelerine ve askeri müdahalelere sıcak
bakmamaktadır. Ona göre, Meşrutiyet devriminin Türk Ulusunun hak ve
özgürlüklerine kavuşması yolunda gerekli ve hayırlı bir hareket
olduğunda kimsenin duraksamaya düşmeyeceği açık ise de böyle bir
girişimin bir ülkede hükümet değişikliği için adeta gündelik bir usul
haline gelmesi herhalde o memleketin geriliği, siyasal terbiyesinin ve
gelişmesinin ilkelliği hakkında en kötü bir kanıt sayılmalıdır.185
Demokrat Parti iktidarı döneminin ilk Cumhuriyet Bayramı’nda,
Yalçın, Cumhuriyetin tesisinde Türk Ulusunun, Atatürk ve İnönü’nün
rollerini değerlendirmektedir.
“Türk Milletine cumhuriyet kendisinden dışında veya üstünde bir kudret
tarafından zorla yükletilmedi yahut bağışlanmadı. Bir asırdan fazla bir müddet
184“İnönü’ye Yapılan İşkence”, Ulus, 23.7.1950. Ayrıca, “Husumet Politikası”, Ulus,
14.9.1950; “Hakikaten Korku Başlamış”, Ulus, 20.9.1950; “Demokratların Gidişine
Dair”, Ulus, 20.9.1950; “Bizim Demokrasi”, Ulus, 23.9.1950; “Kalpten Gelen Bir
İsyan”, Ulus, 25.9.1950; “Demokrat Parti Çıkmaz Sokakta”, Ulus, 29.9.1950; “14
Mayıs’ta Ne Başladı?”, Ulus, 2.10.1950; “Maske Düştü”, Ulus, 1.10.1950. 185“Hükümet Darbesi”, Ulus, 9.9.1950.
170
evvel, Türk Milleti uzaktan sezer gibi olduğu hak ve hürriyet hayatına, siyasi
rüşt çağına erişmek için içinde bir tahassür beslemeğe başlamıştır. Padişahların
keyfi idaresine karşı bir nefret hissi ve bundan kurtulma arzusu ile başlıyan bu
hareket bir mücahitler silsilesinin gayret, hizmet ve fedakarlıklariyle yürüdü,
genişledi, meşrutiyet tecrübelerinden geçtikten ve inkıraz uçurumlarının
kenarlarından dolaştıktan sonra nihayet bundan yirmiyedi sene evvel bir
hakikat oldu. CUMHURİYET’i kim kurdu, Türk Milletine onu kim verdi? Bu,
sathi bir görüşü ifade eden bir gaflet sualidir. Cumhuriyeti Türk Milleti kurdu.
Cumhuriyet kimsenin malı değildi ki onu Türk Milletine ihsan edebilsin. Türk
Milletinin hissiyatı, Türk Milletinin ideali cumhuriyet mefhumunu
benimsememiş olsaydı bu rejim 27 senedenberi yaşamaz ve gittikçe
kuvvetlenmezdi.
“Fakat, nankörlüğe kaçmamak ve hakikatleri eksik olarak görmemek için,
itiraf ve teslim etmek icap eder ki Atatürk olmasaydı cumhuriyet olamazdı...
Milli Mücadeleyi Atatürkün nurlu görüşü ve dehasında sevk ve idaresi altında
bizzat Türk Milleti muvaffakiyete eriştiği içindir ki cumhuriyet rejimini
düşünmek ve zaten fiilen mevcut olan realiteyi resmi ve kanuni şekle koymak
kaabil ve kolay oldu...
“Yirmi yedi senedir istibdat ve kötülük altında yaşadıklarını haykırmak
hafifliğinde bulunanların bu cumhuriyet bayramlarında vicdanlariyle
yapacakları muhasebe neticesinde epeyce ıstırap ve mecburiyet duymaları
lazım gelecektir. Atatürk devrinde hükümet ve idare kusurları vuku
bulmadığını iddia etmek akıldan geçemez. Fakat o zaman ilan edilmiş olan
milli hakimiyetin bütün icapleriyle fiile konduğunu görerek kuvvetle mübareze
etmiş ve bunun neticelerine katlanmış bir kalem sahibi sıfatiyle Atatürk’ün
büyük icraatı huzurunda bugün bir Türk vatandaşı sıfatiyle ebedi bir
minnettarlıkla Cumhuriyeti ve Kurucusunu selamlamayı en büyük vazife
171
bilirim.”
Atatürk’ün rolünü belirttikten sonra, Cumhuriyetin kurulmasında
ve çok partrili sisteme geçilmesinde İnönü’nün katkılarına işaret
etmektedir.
“Atatürk’ü müteakip, bu Cumhuriyet bayramında, bir Türk sıfatiyle ve aynı
hürmet ve sevgi hisleriyle İsmet İnönü’yü de yadetmek benim kanaatimce
vatani bir vazifedir. İsmet İnönü bir Milli Şef sıfatiyle yüksek bir nüfuz ve
kudreti haiz iken, hazırlama devresinin artık tamam olduğuna ve milletin
olgunluğuna itimat ederek sırf vicdanının emriyle yüzde yüz demokrasiye
doğru yürüdü. ... İşte bu tekamülü İsmet İnönü’ye borçluyuz. ... Fakat onun
metin iradesi, sebatı ve azmidir ki her zorluğu yenerek Türk Milletini 1950
seçimlerine götürdü ve demokrasiyi yüzde yüz bir halde muhaliflerinin eline
teslim etti.
“... Türk milletinin ruhunda vatan aşkı, hürriyetin ideali yaşadıkça, Atatürk’ün
ve onu takiben İsmet İnönü’nnün hatıraları da hürmet ve sevgi ile anılacaktır.
“Bu sene, Cumhuriyet Bayramımızı bütün demokratik haklarınıza sahip bir
halde, tamam olmuş bir cumhuriyete malik medeni bir millet sıfatiyle
karşılamak saadetine kavuşmuş bulunuyoruz. Bu nimetin kıymetini bilen Türk
Milleti için bundan sonra en büyük vazife haklarının bir zerresini bile feda
etmemek ve Atatürk rejimini korumak olacaktır.”186
Demokrat Parti’lilerin Atatürk ve İnönü devirlerini kötülemeleri
dolayısıyla, Yalçın, şunları yazmaktadır.
186“Cumhuriyet Bayramı”, Ulus, 29.10.1950.
172
“Atatürk tek partiyi kurmak ve başına geçmek istediği zaman, tek partili
hürriyet idaresi olamıyacağını, Cunmhurbaşkanının bitaraf kalması lazım
geldiğini yazdım. Beni İstiklal Mahkemesine verdiler. Beni muaheze edenler
arasında bugünün Meclis Başkanı Sayın Koraltan da vardı. Şimdi ben onun
boğazına sarılarak: sen bir istiklal mahkemesine nasıl azalık kabul ettin diye
muaheze etmek hakkını haiz olduğum halde, o – daha doğrusu ayrılmaz
arkadaşları Menderesler, Sametler, Karaosmanlar ve ilh. – benim boğazıma
sarılarak 25 senenin hesabını benden soruyorlar!
“Dil Kurultayı’nda devlet müdahalesiyle bir lisan değişikliği yapılamayacağını
müdafaa ettiğim için beni Sanayi Bankasından attılar. Atan bugünün Sayın
Cumhurbaşkanı ve o tarihin İktisat Bakanı Celal Bayar’dı....
“... Mutlak bir idareye, söz ve neşir hürriyeti olmıyan bir devrede o rejimin
icaplarından olan fena hareketler elbette vardır. Bunlara son vermek içindir ki
İsmet İnönü fiilen elinde bulunan mutlak idareyi bıraktı ve uğraşa uğraşa
demokratik rejimi tatbika muvaffak oldu. Eski devirden millet memnun
olsaydı ve o idare şekli memleketin saadet ve terakkisini temin etseydi onu
değiştirmeğe ne lüzum vardı? Fakat Atatürk’ün büyük gayeye doğru yürürken
lüzum hissettiği yarı diktatörlük rejimini muttasıl kötülemekte ne mana
var?...”187
Ulus, yeni bir imtiyazla ve Yeni Ulus adı ile 8 Aralık 1953’de
yeniden yayınına başlamış, Yalçın bu gazetenin de başyazarlığını
yapmıştır. 22 Mayıs 1954’e kadar yayınını sürdüren gazete, 23 Mayıs
1954’te Halkçı adını almıştır.
187“Ah; O Yirmi Beş Sene”, Ulus, 24.2.1951.
173
2 Mayıs 1954 seçimlerinden DP yine zaferle çıkmış, iktidarını
sağlamlaştırmış, Milletvekili seçilemeyen Yalçın, seçim öncesinde CHP
adına yürüttüğü sert muhalefet nedeniyle seçim sonrasında Hükümet
tarafından cezalandırılmıştır. Makalelerinde suç unsuru bulunduğu
gerekçesiyle hakkında birçok dava açılmıştır. Yalçın, 2 Eylül 1954’te
yaptığı savunmada, “tenkid ve muahezenin tahkir ve tecavüzle
karıştırılmaması” gerektiğini, ulusal egemenlik ilkesinin düşünce, söz ve
yazı özgürlüğünü kapsadığını, bu ilke etrafında Hükümeti eleştirmenin
bir vatandaşlık görevi olduğunu ileri sürmüştür. Basın Yasası, üniversite
özerkliği, yargının bağımsızlığı ve toplantı ve gösteri yürüyüşleri
konularındaki antidemokratik uygulamalardan örnekler vermiş ve
yargıçları partizan hükümete alet olmamaya çağırmıştır. Davalar, 24
Eylül 1954’te sonuçlanmış ve Yalçın toplam 2 yıl 2 ay 20 gün hapse
mahkum edilmiş, yaşı 65’in üzerinde olduğundan, cezası altıda bir
oranında indirilmiş, Aralık ayı başında Paşakapısı Cezaevine
konulmuştur.188 Bakanlar Kurulu kararı ile cezasının kaldırıldığı 19 Mart
1955’e kadar cezaevinde kalmıştır. Cezaevinden çıktıktan sonra da yazı
yazmaya ve iktidarı eleştirmeye devam eden Hüseyin Cahid Yalçın, 17
Ekim 1957 günü hayata gözlerini yummuştur. Ertesi günkü Ulus’ta, Türk
Ulusuna altmış yıl ışık saçan bir kalemin söndüğü belirtilmiş ve kendisi
özgürlük savaşçısı olarak selamlanmıştır.
174
Hüseyin Cahid Yalçın’ın ömrü, bir bakıma, yazı yazarak
geçmiştir. Yazı yazma sıklığı ve verimliliği bakımından onunla
karşılaştırılabilecek biri ya yoktur ya da ender bulunur. Ayrıca, Koçak’ın
belirttiği gibi, o, gazeteciliğin nerede bitip siyasetin nerede başladığının
pek belli olmadığı, aradaki sınırın belli belirsiz kaldığı bir geleneğin iyi
bir temsilcisidir.189
Ölümünden sonra yazar hakkında çok şey yazılmıştır. Yalçın’ın
ardından kamuoyunda oluşan “olumlu” yargıları belki de en derli toplu
biçimde anlatanı, Yücebaş’ın aşağıdaki paragrafıdır.
“Büyük Türk mütefekkiri Hüseyin Cahit Yalçın, 18 Ekim 1957 Cuma günü
saat 6 da, 82 yaşında fani aleme gözlerini kapadı. Onun ölümile, ‘Şimşek gibi
parlayıp güneş gibi sönen’ bir hürriyet mücahidi, kütüphaneler dolusu eser
okuyan, boyunca kitap yazan seçkin bir mütefekkir, yalnız Türk dünyasında
değil, demokrasi ve demirperde memleketlerinde de büyük isim yapan bir
başmuharrir kaybettik. 60 yıl ışık saçan Hüseyin Cahid’in ölümü, memleket
çapında bir teessür uyandırdı.”190
188Yalçın’ın cezaevine konulmasına gösterilen tepkiler ve diğer gelişmeler için bkz.
Azman, a.g.e., s. 173 vd. 189Koçak, “Hüseyin Cahit Yalçın ve ..., s. 8-9. 190 Hilmi Yücebaş, “3 üncü Ölüm Yıldönümünde Hüseyin Cahit Yalçın”, içinde,
Büyük Mücahit Hüseyin Cahit, (Derleyen: Hilmi Yücebaş), İstanbul, Kültür
Kitabevi, 1960, s. 3. Bu kitapta, Yalçın üzerine yazılan çok sayıda makaleye ve İsmet
İnönü’nün başsağlığı mesajına yer verilmiştir. İnönü’ye göre, Hüseyin Cahid için
ciltler yazılacaktır. Hüseyin Cahid her anlamda bir düşünce adamının sebatı, idealizmi
için örnek kalacaktır. Siyasal yaşamımızda güçlünün elinden vatandaşın özgürlük
hakkını kurtarmak için mücadelenin timsaliydi. “... Bizim iktidarımız zamanında
Hüseyin Cahid bizimle amansız bir şekilde uğraşmıştır. Hesapsız tehlikeleri
175
Samed Ağaoğlu, babasıyla (Ahmet Ağaoğlu) Yalçın’ın
arkadaşlığının hemen hep resmi düzeyde kaldığını, birbirlerini az
sevdiklerini, hatta Yalçın’ın Ahmet Ağaoğlu’nu hiç sevmediğini
belirtmekte, Yalçın’ın yaşam öyküsünü, kişiliğini ve karakterini
değerlendirmektedir. Samet Ağaoğlu’na göre, Yalçın’ın ruhunu üç maya
(çelişki, gurur ve benlik) oluşturmaktaydı. Bu mayalar ona, dostunun da
düşmanının da takdir ettiği bir nitelik kazandırmıştı: cesaret.
“Babamın bu Arkadaşı ruh ve fikir tezadlarının üstünde devirden devire,
fikirden fikire, yan yana ve ters istikamet’de koşan atların birinden diğerine
sıçrıyabilen cambaz mahareti ile atlayabiliyordu. Herkesin Saltanat ve
Hilafeti, milli tesanüdün, hatta kurtuluşun tek çaresi diye kabul ettiği yıllarda
tezini ortaya atıyor; Cumhuriyet kabul ve i’lan edildiği zaman da aceleye
geldiğini, henüz sırası olmadığını yazmaktan çekinmiyor; Gazetesi’nde
Hilafetin etrafında toplanmayı telkin eden yazılara geniş yer veriyordu.”
Yalçın’ın kişilik yapısını anlamak bakımından, mücadele
felsefesi hakkında yazdıklarına göz atmak yararlı olacaktır. O, yaşamda
en çok mübarezeyi sevdiğini söylemektedir. En mesut günleri en şiddetle
göğüslemiştir. Onun ideali olan medeni ve demokrat idare imkanı belirince, bütün
kuvvetiyle buna yardımcı olmuştur...” Yücebaş, a.g.e., s. 15. Yücebaş ise geniş
genel kültürüne rağmen Hüseyin Cahit’in yazılarında kızgınlıklarına yenildiğini,
üslubunun sert ve kırıcı olduğunu, ele aldığı konularda akıl ve mantıktan çok
duygularının etkisi altında kaldığını belirtmektedir. a.g.m. s. 5. Yalçın’ın ölümü
üzerine basında onun hakkında yapılan değerlendirmeler ve bildiriler için bkz.
Çankaya, a.g.e., 652 vd.
176
hücuma uğradığı, en şiddetle hücum ettiği zamanlardır. O anlarda
damarlarında yaşam veren bir ateş tutuşmakta, yaşamın solukluğu
silinmekte ve gözünün önünde “mübarek ve muazzez” bir amaç
canlanmaktadır. “...Vatanın hayrı için, fenalığı ezmek ve iyiliği galebe
ettirmek için mücadele.”191
Tanin Başyazarının siyasal yaşamı hakkında farklı
değerlendirmeler vardır. Yücebaş’a göre, Yalçın’ın siyasal yaşamında iki
özellik dikkati çeker. Bunlardan ilki, onun değişken doğaya sahip biri
olmaması, herhangi bir düşünceye sadakatle bağlı kalmasıdır. Yalçın’ın
ikinci ve daha önemli özelliği ise, sürekli olarak iktidarın adamı ve
taraftarı olmayı yeğlemiş olmasıdır.192 Bütün sertliğini ya iktidarı
savunmak için kullanmıştır ya da savunduğu düşünceyi tekrar iktidara
getirmek için. Saltanat, meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşayan
Yalçın’ın, Saltanat devrinde bağlı bulunduğu yönetsel makama karşı,
değil muhalefete kalkışmak, onu kuşkulandıracak duruma bile
girmediğini, gününü gün ettiğini Yücebaş ileri sürmektedir.
Yalçın’ın siyasal gazeteciliği Ayşe Azman tarafından
incelenmiştir. Bu inceleme de Tanin Başyazarının kişilik yapısı
hakkında önemli bilgiler vermektedir. II. Meşrutiyet Yalçın’ın O, II.
Meşrutiyet’te siyaset yaşamına ve siyasal gazeteciliğe adım atmıştır. İT
191Yücebaş, a.g.e., s. 8. 192a.g.e., s. 5-6.
177
mensubu bir gazeteci ve mebustur. Başyazarlığını yaptığı Tanin’in adı,
Fırka’nın yarı-resmi yayın organı olarak dillerde dolaşmaktadır.
Muhaliflerin Hürriyet ve İtilaf Fırkası adıyla örgütlendikleri 1911-1912
yıllarında İT’yi Tanin’de tek başına savunmuş, eleştirilerini hem
muhalefete hem de hükümete yöneltmiş, bu yüzden gazetesi sık sık
kapatılmıştır. Azman’a göre, Hüseyin Cahit kendisi ve gazetesi
üzerindeki İT baskısından yakınsa da, Babıali Baskını ile İT’nin 1913
yılında iktidara gelmesi ve iktidarını sağlamlaştırması sonrasında
eleştirilecek kadroların ve çekişecek siyasal takımın kalmaması Tanin’i
işlevsizleştirmiştir. Malta sürgünlüğü sonrasında döndüğü İstanbul’da,
1922 yılında Tanin’i tekrar yayımlamaya başlamıştır. Lozan görüşmeleri
sonrasında ise, Cumhuriyetin kurucuları karşısında muhalif bir Tanin
vardır. Azman’a göre, Lozan öncesinde de Ulusal Kurtuluş Hareketini
destekleyen Hüseyin Cahit’in Tanin’de yürüttüğü muhalefet, hiçbir
zaman Cumhuriyetin ilkelerine karşı değildir. Bu muhalefeti, Azman,
eski İttihatçı kadrolarla yeni Kemalist kadrolar arasındaki siyasal
önderlik çekişmesine bağlamaktadır. Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşının
başlangıcından itibaren özellikle İttihatçıların yönetici kadrolarına karşı
mesafeli, hatta karşı bir tutum almıştır. Hüseyin Cahit ve Tanin,
Kemalistlere katılmayan ve bazı siyasal faaliyetler içine giren grup
içinde değerlendirilmiştir. Takrir-i Sükun Yasası sonrasında Hüseyin
Cahit uzun yıllar siyaset ve gazetecilik yaşamı dışında kalacak, ancak
Atatürk’ün ölümü sonrasında, İnönü’nün eski küskünleri CHP’ye dahil
178
etme planı çerçevesinde, bu iki etkinliğine (mebusluk ve siyasal
gazetecilik) dönme olanağı bulacaktır.193
Yalçın, İDS yıllarında Anglo-Sakson dünyanın yanında yerini
almış,194 İngiltere ile ittifak yapılmasını sık sık önermiştir. “... İngiltere
ile Türk hükümeti arasında bir sorun çıktığında son noktada hükümeti
desteklemekle beraber, İngiltere’yi kızdırmaya da pek yanaşmaz...”
Savaş sonrası gelişmeler Yalçın’ın öngörülerine uygundur. Yeni dünya
193Azman, a.g.e., s. 176-178. 194Gökçen Başaran’a göre, İDS’nı siyasal oyunlar dışında araştırılmaya değer kılan bir
diğer yan da bu Savaşın karşılıklı propagandalar savaşı olmasıydı. Bu savaşların en
önemli ve önde gelen aktörleri, doğal olarak, gazetecilerdi. Bu gazeteciler, yaptıkları
yayınlarla kendi ülkelerinin siyasetine hizmet etmeleri yanı sıra, destekledikleri kamp
ile de kamuoyunun gündemini belirleme gücüne sahiptiler. Bu nedenle, iki taraf da
sürekli olarak tarafsız ya da küçük ülkelerin basınının hangi tarafa satıldığınının ya da
bu mecraları satın almanın hesaplarını yapmaktaydı. Başaran, İngiliz Dışişleri
Arşivi’nden (1942 yılı) üç Türk gazetecisi (Yunus Nadi, Hüseyin Cahid Yalçın ve
Ahmet Emin Yalman) hakkındaki yorumları makalesine taşımıştır. Dosyada Yalçın,
“Türk gazeteciliğinin duayeni ve Türkiyenin en seçkin simalarından biri” olarak
tanıtılmaktadır. Yalçın’ın yaşamının özetlendiği dosyada, Malta dönüşü Tanin’i
çıkarırken “bir süreliğine” Kemalist rejimi desteklediği, bu arada İT’nin yaşayan
liderleriyle yakın temasını da sürdürdüğü, zamanla daha bağımsız bir çizgi izlemeye
başladığı, Atatürk’ün diktatörce yöntemlerini onaylamadığı, Çorum sürgünü
sonrasında Atatürk’ün ölümüne kadar Boğaz’da inzivaya çekildiği, Atatürk’ün ölümü
sonrasında yeniden ortaya çıktığı, 66 yaşındaki Yalçın’ın “... bugün Türkiye’nin en
zinde ve en etkili gazetecisi...” olduğu belirtilmektedir. Gökçen Başaran, “Gizli Bir
İngiliz Raporuna Göre II. Dünya Savaşı’nda Türkiye’de Gazeteciler”, Toplumsal
Tarih, Sayı 123, (Mart 2004), s. 50-51. Gürkan’a göre, Yalçın’ın Savaş yıllarında
sergilediği İngiliz yanlısı tutum tutarlı bir demokrasi fikri ya da liberal fikirlere denk
düşmemektedir. O, dönemin mebus-gazetecilerindendir; yani resmi ideolojinin
propagandacılarındandır. Bürokratik aydın niteliği taşımaktadır. Nilgün Gürkan,
“Türk Modernleşme Sürecinde Gazetecinin Bir Muhalif Olarak Portresi: Hüseyin
Cahit Yalçın Örneği”, İletişim, Sayı 4, 1997, s. 15-21.
179
lideri İngiltere olamamışsa da, bu rolü ABD’nin üstlenmesinden de
memnun gözükmektedir. Batı ittifakına katılmayı yeğleyen Türkiye’de
tek parti yönetimine son verme hazırlıklarını desteklemekle beraber, bu
sürecin hızlı gitmesinden de yana değildir. Oysa, Cumhuriyetin ilk
yıllarında, aynı kalem, CHF ve Mustafa Kemal’i bir an önce
demokrasinin (ulusal egemenliğin) uygulanması konusunda
uyarmaktaydı. Ama, arada önemli bir fark vardı: bu uyarıyı, muhalefet
konumunda ve yeni rejim kadrolarının dışında iken yapmaktaydı. “...
Oysa CHP içinde bir iktidar partisinde yer almanın rahatlığı ile olsa
gerek CHP’ye bu konuda yapılan eleştirilere tahammülsüzdür.” DP’yi
iktidar adayı bir parti olarak göremeyecektir. Bu parti, ancak iktidar
partisi olan CHP’yi kontrol ve eleştiri partisi olabilirdi. Gerçek iktidar
partisi, CHP’dir. CHP’nin iktidardan düşmesi de onun bu yargısını
etkilememiştir. Halkın bu tercihini, yıllardır süren tek parti yönetimine
halkın tepkisi ile açıklamaktadır. Ulus’ta CHP’nin resmi sözcüsü rolünü
üstlenince, kalemi ve üslubu daha da sertleşmiştir. 79 yaşındaki
mahkumiyeti sonrasında da, aynı hiddetle muhalefetini sürdürmüştür.195
Azman da, Yücebaş gibi, Hüseyin Cahit’in ya iktidara oynayan gruplar
içerisinde yer almayı ya da iktidar mevkiinde bulunmayı yeğlediğini
belirtmektedir. Azman’a göre, bu dönemde Yalçın’ın İT ile olan ilişkisi
de tartışma konusudur. Her ne kadar İT fiilen yok ise de, İT’nin eski
kadrolarının bazı siyasal oluşumlar içinde olduklarına dair kanıtlar
195Azman, a.g.e., s. 178-179.
180
vardır. Hüseyin Cahit’in de bu takım içinde siyaset yapmaması için
neden yoktur.
Hüseyin Cahit’in Ulusal Mücadele’yi yürüten ve Cumhuriyeti
kuran ekiple yıldızının barışmamasını, siyasal muhalefete düşmesini,
Koçak da Azman gibi, onun İttihatçı kadrolar arasında meydana gelen
çekişme ve çatışmada Ankara’daki yeni iktidar sahiplerinin yanında
ya da arkasında kalmayı tercih etmemesine bağlamaktadır.196
Yalçın, ülkü bakımından kendisi ile Mustafa Kemal’in çok
yakın olduğunu gözlemlemektedir.197 Falih Rıfkı Atay ise, Hüseyin
Cahit ve Mehmet Cavit’in Mustafa Kemal’in Enver Paşa gibi
diktatörlüğe yönelmesinden korktuklarını belirtmekteydi.
“... Gerçekte Mustafa Kemal’in yaratmak istediği yeni Türkiye ve yeni
Türk Cemiyeti ile, Hüseyin Cahit’in ilk gençliğinden beri rüyasını gördüğü
yeni zamanlar Türkiyesi arasında hiçbir fark yoktu. Cavit de, O da tabii ki
196Koçak, “Hüseyin Cahit Yalçın ve Portreleri ..., s. 9. Eski İttihatçılardan biri olarak,
Yalçın, Talat Paşa konusunda 1943 yılında kaleme aldığı bir kitapta, hem İT hem de
İT’nin ulusal kurtuluş mücadelesi dönemi ve sonrasında Ankara Hükümeti ile olan
ilişkisi hakkında değerlendirmelerde bulunmaktadır. Ona göre, İT, yerli ve yabancı,
özellikle de yabancı propagandalarının insafsız yayınları karşısında adeta bunalıp
kalmıştır. İT mensupları içinde ulusal kurtuluş mücadelesine muhalefet etmiş tek bir
kimsenin varlığından haberdar olmamıştır. “… Milli mücadele ile İttihat ve Terakki
birbirlerini hazırlıyan ve tamamlayan tek bir hamle gibi telakki edilmiyerek adeta ayrı
ve bir dereceye kadar birbirine muhalif iki cereyan gibi düşünülmek temayülleri göze
çarptı…” Yalçın’ın 1940’lı yıllardan geriye doğru İT değerlendirmeleri için bkz.
Hüseyin Cahit Yalçın, Talat Paşa, İstanbul, Yedigün Neşriyat, 1943, s. 6. 197Yalçın, Siyasal..., s. 372.
181
Cumhuriyetçi idiler. Öyle olmalı idiler. İkisi de aşağı yukarı Mustafa
Kemal’le aynı şeye inanmakla beraber Mustafa Kemal’e inanmıyorlardı.
İttihat ve Terakki devrindeki Enver diktatoryası tecrübesinin bu türlü
kaygılanmalarında derin tesiri olmuştur.”198
Atatürk devrini ve kendi muhalefetini anlattığı hatıralarında,
Yalçın, Atatürk’ün yakın çevresinden yakınmaktadır. O çevrede
bulunanlardan, hatta yemek masasından eksik olmayanlardan
birçoğunun şimdi DP saflarında yer aldıklarını ve Atatürk devri
hakkında olumsuz yorumlarda bulunduklarını belirtmekte, kendi
muhalifliği ile onların tutumlarını dikkatlere sunmaktadır.
“İlk dakikalardan itibaren, sezdiğim diktatörlük temayüllerini karşılamak
için, elimde yalnız tahta kalemden ibaret bir silah ile, mücedeleye
atıldım. Millî hâkimiyet rejiminde tek parti ve Cumhur Başkanlığında bir parti
şefi bulunamayacağını müdafaaya başladım...” 199
198Atay, a.g.e., s. 382. Cumhuriyetin ilanı sonrasında eski İttihatçıların takındıkları
tutum için, bkz. A.g.e., s. 381. Yalçın, çok partili yaşama geçişin arifesinde (1945)
Tanin’de yayımladığı makalelerinde, tek parti dönemindeki sistemin zaruretin
yüklediği bir diktatörlük olduğunu ama, bu diktatörlüğün, yine de Avrupa’da görülen
ruhta ve tarzda bir diktatörlükle bir tutulamayacağını belirtmekteydi. 199Hüseyin Cahid Yalçın, “Atatürk Devri”, Ulus, 27.2.1951. “İşte Atatürk devrini ben
böyle geçirdim. Fakat Atatürk vefat eder etmez en samimi ve hararetli teessürler ve
yazılarla arkasından ağlayan ben oldum. Atatürk melek değildi. Hepimiz gibi fâni bir
insan idi. Kusurları vardı. Fakat Atatürk gözlerini kapamakla bütün beşerî
kusurlarının hesabını ödemiş oluyordu. Ortada yalnız Büyük Eseri kalıyordu. Büyük
dağların yanında büyük uçurumlar da olur. Fakat bunlar dağın azamet ve heybetine
halel vermez. Bugün her Türk her nefes aldıkça Atatürk’ü minnet ve hürmetle
yâdetse ona karşı şükran borcunu ödiyemez. Memleketi kurtaran, yaşatan ve
Büyük Inkılap’ı yapan odur. Memlekette yer yer mukavemet nüveleri vardı. O
bunları topladı, birleştirdi. Memlekette umumi bir uyanış hareketi vücuda getirdi.
182
Yalçın üzerine yapılan bir diğer çalışmada da, velveleli
yaşamına, kavgalarına ve iktidar karşısındaki durumuna vurgu
yapılmaktadır.
“Böylelikle kavgalar, ihtiraslar, ikbal ve idbar günleriyle, iktidarın ve
nimetlerinin bazan uzağında, çok kere de yakınında ve öldürücü
darbelerden büyük bir talihle her zaman uzakta geçen bu velveleli ömür,
gene velveleli bir seçim propagandasının ve siyasi çatışmaların ortasında,
her zaman büyük bir iştiyakla dönmek istediği edebiyat dünyasından uzakta
sona erer.”200
B. Fikir Hareketleri
Hüseyin Cahid Yalçın, 1951 yılında kaleme aldığı bir makalede,
Fikir Hareketleri adlı dergiyi “yaşıyabilmek için” yayımladığını
belirtmiştir.201 Fikir Hareketleri’nin niçin çıkarıldığı sorusu da, dergiye
yapılan hemen her atıfta, çoğunlukla Başyazarın verdiği bu yanıtla
Yorgun, yaralı ve bitik Türk gayretini sözleriyle, hareketleriyle tekrar canlandırdı.
Millî Mücadelenin başına geçti ve inkılabı yaptı. Atatürkten başka hiç kimse bu
mücadeleyi başa çıkaramazdı. Onun dehâsı onun işbilirliği, siyasi manevra
kaabiliyeti olmasaydı müstakil Türk vatanı ve hür Türk Milleti yoktu. Bugün esaret
ve zillet içinde idik. Bu büyüklük ve bu netice karşısında yirmi beş senenin
kusurlarından bahsetmek bizler için bir nankörlük ve alçaklıktır.” 200Huyugüzel, a.g.e., s. 46. Yalçın’ın, uzun bir liste oluşturan eserleri için, bkz. A.g.e.,
s. 265-277. Bengi, a.g.e., s. 347-358. 201Hüseyin Cahid Yalçın, “Atatürk Devri”, Ulus, (27.11.1951). Yalçın, demokrasiye
sövmenin, diktatörlüğü alkışlamanın bir “... geçim ve ilerleme vasıtası...” olduğu bir
183
geçiştirilmektedir. Yalçın’ın geçmişi ve kişilik yapısı göz önünde
bulundurulduğunda, bu yanıtın yavanlığı ortaya çıkmaktadır. Gerçekten
de, II. Meşrutiyet döneminin bu ünlü gazetecisinin, Cumhuriyet
döneminin başlangıç yıllarının bu ünlü muhalif gazetecisinin (Nutuk’un
sık sık değindiği “Tanin Başyazarı”nın), her ne kadar güncel iç siyasete
değinmemeye özen göstermiş olsa da, yalnızca yaşayabilmek (geçim
sıkıntısını gidermek) için böyle bir dergiyi çıkarmış olduğu söylenemez.
Hüseyin Cahit Fikir Hareketleri’ni çıkarmaya başladığında 58
yaşındaydı. Yaşamında en çok mübarezeyi sevdiğini, kalem kavgası
yaptığı günlerde huzur bulduğunu belirten bu gazeteci, köşesine
çekilemeyecek bir kişilik yapısına sahipti. Bu kalem üstadı, Fikir
Hareketleri tipinde bir yayın sayesinde kendisini yönetimin gözünde
meşrulaştırmayı ummuş olabilir. Kadro ve Kooperatif’in yayın
yaşamında olmaları da onu cesaretlendirmiştir.202 Birkaç yıl önce Sanayi
Maadin Bankası Yönetim Kurulu Başkanlığı görevine getirilmesinde
kendisine yardımcı olan eski arkadaşı Şükrü (Kaya) Bey’in 1933-1938
devresinde Matbuat Umum Müdürlüğü görevinde olması ve 1933
yılında yükselen sınıflarla siyasal iktidar arasında bir ittifakın sağlanmış
olması da, derginin yayımlanma nedenleri arasında değerlendirilmelidir.
dönemde, “Yaşayabilmek için ‘Fikir Hareketleri’ risalesini neşre...” başladığını
belirtmektedir. 202Koçak, “Hüseyin Cahit ve..., s. 23-24. Gerçekten de, 1933 yılının ortasından itibaren,
onuncu yıl kutlamalarına yönelik çalışmalar başlatılmış ve bu çerçevede altı yasa
çıkarılmıştır. 26.10.1933 günlü ve 2330 sayılı Af Yasası, Hıyanet-i Vataniye Yasası
uyarınca mahkum edilmiş TpCF mensupları ile İzmir Suikasti sanıklarını da
kapsamına alıyordu. Mahmut Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet (1931-1938),
İstanbul, Goloğlu, 1974, s. 113-114.
184
Fikir Hareketleri’nin ortaya çıkmasında bu etkenlerin her birinin rolü
olabilir. En güçlü etken, yukarıda da vurguladığımız gibi, yazarın
meşruiyet arayışıdır, siyasal rejimle barışma umududur.
“Fikir Hareketleri” adını taşıyan “İlmi, İçtimai, Edebi Haftalık
Risale”, Cumhuriyet’in ilanının onuncu yıl dönümünde (29 Teşrinievvel
1933)203 ilk sayısıyla okur karşısına çıkmıştır.204 İlk sayı,205 reklamların
203Server İskit, Fikir Hareketleri’nin yayımlanmaya başladığı yılı, yanlış olarak, 1934
olarak almaktadır. Server İskit, Türkiye’de Matbuat Rejimleri, İstanbul, Matbuat
Umum Müdürlüğü, 1939, s. 236. Fikir Hareketleri, 1923-1940 devresi gazete ve
dergilerinin derlendiği bir başka çalışmada “kültür” mecmuası olarak tanıtılmaktadır.
Feridun Fazıl Tülbentçi, Cumhuriyetten Sonra Çıkan Gazeteler ve Mecmualar (29
İlkteşrin 1923-31 İlkkanun 1940), Ankara, Başvekalet Matbuat Umum Müdürlüğü,
1941, s. 61. 204Başmuharriri, muharriri, hatta Fikir Hareketleri’ne değinen bazı kitap ve
makalelerde de ifade edildiği gibi, derginin herşeyi, Hüseyin Cahit idi. Derginin
Umumi Neşriyat Müdürü de, son 25 sayıda (340-364) Hüseyin Suad Yalçın, diğer
sayılarda ise Hüseyin Cahid Yalçın’dır. Derginin ilk sayısında yönetim yeri
(idarehane) olarak gösterilen adres, derginin yayın yaşamı boyunca hiç
değişmeyecekti: “Şişli, Kâatane Caddesi, No: 226.” 205İlk sayıda, Hüseyin Cahit imzalı dört makale yer almaktaydı: “Türk Cümhuriyetinin
Onuncu Yıldönümü”, “Hilafet Meselesi”, “Hocalar Saltanatı” ve “Matbuat Hayatı”.
Francesco Nitti imzalı “Türk İnkılabı” ve “Hükümdarlık İdaresinin Ruhu”, F. Cambo
imzalı “Dünyanın Harp Sonu Vaziyeti” ve imzasız “Hükümdarlara ve Hükümdarlık
Rejimine Dair” başlıklı yazılar da yine bu sayıda yer almaktaydı. Ayrıca, her ikisi de
Sovyetler Birliği’ndeki olumsuz yaşam koşullarını ele alan iki tefrikaya (Henri
Béraud: “Moskovada Neler Gördüm? Komünistliğin İflası” ve Anatole France:
“Allahlar Susamışlardı”) başlanmıştır. “Kitablar Arasında (Küçük Notlar)” adıyla kısa
notlar ve anekdotlar yazılar arasına serpiştirilmiştir. Sonraki sayılarda da, “Kitablar
Arasında” başlıkı bu notlara (güzel sözler, tarihi fıkralar ve özlü düşünceler) ve
Leyhte Aleyhte başlıklı notlara yer verilmeye devam edildi. Hüseyin Cahit, “Matbuat
Hayatı” başlıklı makalesinde, Fikir Hareketleri’nin çıkmaya başladığı sıralarda birçok
derginin yayın yaşamında olmasının iftihar edilecek bir durum olduğunu
185
yer aldığı sayfalar ve kapak sayfaları sayılmazsa, 24 sayfadan206
ibarettir. Diğer sayılar ise, yine reklam ve kapak sayfaları bir yana
bırakılırsa, 16 sayfa olarak yayınlanmıştır. Dergide makaleler iki sütun
halinde dizilmiştir. Derginin her sayısında bir başyazıya ve “Matbuat
Hayatı” adlı köşeye derginin yayın yaşamı boyunca sürekli biçimde yer
verilmiştir. Derginin yayın akışı, aşağıda belirtildiği gibi, belirli bir
düzen içinde sürdürülmüştür.
84. sayıdan (30.5.1935) itibaren altı sayı boyunca, bundan sonra
dergiye gönderilecek yazılarda hangi eski Türkçe sözcük yerine hangi öz
Türkçe sözcüğün kullanılmasının tercih edilmesi gerektiği listeler
halinde verilmiştir.207
belirtmektedir. Ona göre, “... Türkiye hiçbir zaman böyle bir inkişafa nail
olmamıştır.” Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 1, (29.10.1933). 206Abide Doğan, Fikir Hareketleri’nin on altı sayfa olarak yayımlandığını
belirtmektedir. Doğan, a.g.e., s. 574. Oysa, ilk sayı 24 sayfadır. 207Birinci Liste’de “Hakim (Souverraine)” yerine “Egemen”, “Hakimiyet” yerine
“Egemenlik”, “Müstakil” yerine “Erkin” veya “Bağımsız”, “İstiklal” yerine
“Erkinlik” veya “Bağımsızlık”, “Sanayi” yerine “Endüstri”, “Sınai” yerine
“Endüstriel”, “Hür” yerine “Özgen”, “Hürriyet” yerine “Özgenlik”, “Serbest” yerine
“Özgür” “Meb’us” yerine “Saylav” ve “Mahkeme” yerine “Hakyeri” sözcükler
önerilmektedir. Eski sözcüklere yeni karşılıklar olmak üzere 85, 86, 87, 89, 90 ve 91
inci sayılarda yapılan öneriler (eski ve yeni sözcükler) aşağıda gösterilmiştir. Mamur:
Bayındır, İmar etmek: Bayındırmak, Mamuriyet: Bayındırlık, İnkişaf: Gelişim veya
Gelişme, Mülki: Sivil, Askeri: Süel, Cemiyet/ Şirket: Sosyete, İçtimai: Sosyal, İtimat:
Güven, Asayiş ve Emniyet: Güvenlik, Huzur ve Sükun: Baysallık, Temin etmek: 1.
İnaçlamak, inan vermek, 2. Sağlamak, 3. Elde etmek, Netice: Sonuç, Teminat: İnanca.
Abide: Anıt, Müstacel: Evgin, Terbiye: Eğitim, Mürebbi: Eğitmen, Mektep: Okul,
Muallim: Öğretmen. Seciye: Ira, Aciz: Eksin, Acz: Eksinlik, İnkılap: Devrim,
Ehemmiyet: Önem, Merasim: Tören, Müsavi: Eşit. Tadil: Değişke, Takdir etmek:
Değerlemek, Merhale: Yüğrüm, Safha: Evre, Tekamül: Evrim. Ancak, gerek bu
186
İnsanların “komünizm” denilen boş hülyalar arkasında neden
koştuğunu sorguladığı makalesinde, Hüseyin Cahit, derginin içeriği ve
yayın politikası konusunda bilgi vermektedir. Kendisinin de gençken bir
aralık bu “ boş hülya”lara (komünizm) sürüklendiğini itiraf etmekte ve
BDS sonrası “... devresinin en mühim hadisesi sıfatile bugün tazelenmiş
olan bu mevzuu esaslı surette tetkik etmekte büyük bir fayda ...”
gördüğünü belirtmektedir.
“Umumi harp beşeriyet tarihinde hiç görülmedik bir kan ve felaket kasırgası
halinde ortalığı sarstıktan sonra büyük bir inkılaba sebep oldu. İnsanların en
yüksek bir ideal gibi ele geçirmeye çalıştıkları demokrasi yıkılacak
zannolundu ve her tarafta demokrasi aleyhinde sesler işitildi. Bugün
demokrasi bir taraftan komünistlerin teşkil ettikleri tehlike ile uğraşmak
mevkiindedir. Diğer tarafta da diktatörlükle demokrasiyi ezmeğe
uğraşıyorlar.”
Bu durum, ona göre, büyük bir ruhsal bunalımın göstergesidir.
Her yanda karşıt düşünceler ve yorumlar ileri sürülmektedir. Böylesi bir
ortamda soğukkanlılıkla muhakeme yürütebilmek ve berrak bir fikir
edinebilmek için çok uğraşmak gerekmektedir. Berrak bir fikir
edinimine katkıda bulunmasını umduğu Fikir Hareketleri de, programlı
çalışmanın bir gereği olarak, belirli bir silsileyi izleyen yazıları
içerecektir. Önce demokrasinin bugünkü durumu, daha sonra ise
listelerin yayınlandığı sayılarda gerekse diğer sayılarda, Hüseyin Cahit, önerdiği
sözcükleri kullanmamıştır.
187
demokrasinin düşmanları (diktatörlükler, sosyalistler ve komünistler)
incelenecek, diktatörlük rejimleri ve komünizm, kuramsal yönden ve
uygulanmalar açısından ele alınacaktır. Son olarak da, demokrasi
aleyhinde ve lehinde yazılanlar gözden geçirilecektir.208
Fikir Hareketleri’nin yayımını Hüseyin Cahid Yalçın’ın yalnız
başına yürütmesini, Dergi’de çoğunlukla çevirilerin kullanılmakta
olmasını, Türkiye ile ilgili konulara (iç siyasete) çok az yer verilmesini
ve çoğunlukla Batı fikir hareketlerinin dergide işlenmesini, Ağaç dergisi,
30 Mayıs 1936 tarihli nüshasında eleştirmektedir.209 Hüseyin Cahit,
Ağaç’ın bu eleştirileri dolayısıyla, Fikir Hareketleri’nin yayın ilkelerini
açıklamayı gerekli görmüştür.
“Fikir Hareketleri evvela, başmakalelerinde sosyal meseleleri tedrici bir
adımla ve muntazam bir sıra halinde takip ve izah ediyor. Bu meselelerde en
salahiyattar kalemlerin yazılarını Türkçeye çeviriyor. Meselelerin iyice
anlaşılması için, kendi kanaatlerine zıt muharrirlerin yazılarına da yer ayırıyor.
Georges Sorel’den tercemeler de buna şahittir. Maksat Türk gençliğine ve
208Hüseyin Cahit, “Bizde Komünistlik”, FH, Sayı 2, (2.11.1933). İncelemenin böyle bir
sıra halinde yapılmasını, bugünkü yaşamın en esaslı toplumsal sorunları hakkında
biraz aydınlanmış olmak için zorunluluk olarak görmektedir. 209“Fikir Hareketleri’nde Hüseyin Cahid’den başka kimse yok. Bu da doğru bir söz
değil. Orada Hüseyin Cahid de yok. Hüseyin Cahid gibi düşünen kaç Avrupalı
muharrir varsa yalnızca onların yazıları var. Bu mecmuaya ‘Fikir Hareketleri’ değil,
‘Hüseyin Cahide Uygun Frenk Fikir Hareketlerinin Tercemeleri’ mecmuası demek
daha doğru olur. Bir benzetme yapmak gerekirse, denilebilir ki, Hüseyin Cahid
silindir şapkalı frenk muharrirlerinin azası olduğu bir idare meclisinde katib
vaziyetindedir.” Yalçın, Ağaç’ın kendisine yönelik bu eleştirilerine dergisinde aynen
yer vermiştir. Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 139, (20.6.1936).
188
münevverlerine mümkün olduğu kadar objektif malumat temin ve onları kendi
kendiliklerinden düşünmeye, hazır esvap alır gibi hazır fikir kabul etmiyerek
tetebbü, tetkik ve vesika üzerine müstenid kanaat edinmeye alıştırmak ve
sevketmektir.
“Aynı zamanda, Fikir Hareketleri bugünün sosyal ve felsefi hiçbir fikir
hareketini ihmal etmiyerek memlekette öğrenmek aşkını duymuş gençliği
bunları takib edecek mevkide bulundurmak istiyor. Yalnız Avrupa değil bütün
dünya mütefekkirlerinin, alimlerinin, edip ve sanaatkarlarının zaman zaman
toplanıp tetkik ettikleri büyük meseleleri Fikir Hareketleri uzun uzun
naklediyor. Kültürün istikbali, sanat ve realite, sanat ve devlet bahisleri,
Avrupa ruhunun mahiyeti meseleleri şu son senelerin en göze çarpan fikir
hareketlerini teşkil eder ki risalemiz bunları tamamen ihtiva ediyor.
“Aynı zamanda, Fikir Hareketleri her makalesinde bugünkü dünyayı
öğretmek, cihan vaziyeti, düşünüşü, görüşü hakkında fikir vermek emelini
takib ediyor. Petrol ve pamuk meseleleri hakkındaki neşriyat buna şahittir.
Nasyonalizm bahisleri Fikir Hareketlerinde çok geniş bir yer tutmuştur.(...)
“Cihanın en ileri gelen mütefekkirlerinin, profesörlerinin, edip ve
sanatkarlarının yazıları ile doldurduğum şu risalede benim rolüm yalnız
insicamı ve vahdeti teminden ibarettir. ‘Oğlumun Kütüphanesi’ teşebbüsü ile
yapmak istediğim hizmeti şimdi bu şekilde temadi ettiriyorum. Aczim daha
ileri geçmekten beni menediyor. Bazan risaleye kendiliğimden yazmaya
mecbur olduğum yazılar için, adeta okuyucularımı bir şey öğrenmek ve
istifade etmek hakkından mahrum ediyormuşum gibi, bir eza da duyarım. İşte,
‘Fikir Hareketleri’ risalesi budur.”210
210a.g.m.
189
1930’lu yılların ilk yarısında demokrasinin içinde bulunduğu
durum ve bu duruma gelişin nedenleri Nitti’nin kaleminden211
okuyucuya sunulduktan sonra, 4. sayıda, bir yazı dizisi halinde, “Yeni
zamanlarda demokrasinin nasıl başlamış, ne gibi siyasi vak’alar içinde
temellerini kurmuş olduğunu göstermek, demokrasinin küçük bir tarihini
yapmak için...” ünlü bir İngiliz tarih profesörünün, F. J. C. Hearnshaw’ın
eserine başvurulmuş ve bu yazarın birkaç makalesi yayımlanmıştır.212 9.
ve 10. sayılardaki başyazıları Hüseyin Cahit yazmış,213 11. sayıdan
itibaren, F. Cambo, Joseph Barthélemy ve C. Sforza’nın kalemlerinden
211Hüseyin Cahit, sunuş yazısında, “Demokrasi meselelerini, demokrasiye hücumları ve
bu münasebetle ortaya atılan muhtelif nazariyeleri uzun uzadıya tetkik ve tahlile
başlanırken, her şeyden evvel, demokrasinin bugünkü fiili vaziyetini objektif surette
görme ve tetkike muhtaç meselelerin nelerden ibaret olduğunu anlamak icap eder.
Meselenin bu safhasını şerhetmek için Avrupanın en salahiyettar bir kalemine
müracaat ediyoruz.” demektedir. Müracaat edilen salahiyettar kalemlerden biri, Fikir
Hareketleri’nde çok sayıda makalesi yayımlanacak olan İtalya’nın Eski Başbakanı
Nitti’dir. Bkz. Francesco Nitti, “Demokrasi Meselesi Bugünkü Vaziyet,”, FH, Sayı 3,
(9.11.1933). 212“Demokrasi ve Fransız İnkılabı – Başlangıç-”, FH, Sayı 4, (16.11.1933);
“Demokrasinin Teessüsü –Fransız ve İngiliz İnkılapları Arasındaki Farklar-”, FH,
Sayı 5, (23.11.1933); “Milli Hakimiyetin İnkişafı”, FH, Sayı 6, (30.11.1933); “Milli
Haikimet Yolunda 1830 Fransız İhtilali”, FH, Sayı 7, (7.12.1933); “Mlli Hakimiyetin
Büyük Zaferi 1848 Fransız İhtilali”, FH, Sayı 8, (14.12.1933). 213“Bizde Demokrasi Dümanlığı”, FH, Sayı 9 (21.12.1933) ve “Demokrasiler ve
Diktatörlükler”, FH, Sayı 10, (28.12.1933). İzleyen sayıdan itibaren, demokrasiden
sapmaların ve diktatörlüklerin ele alınacağını, Hüseyin Cahit 10. sayıdaki
makelesinde belirtmektedir. “Rusya’da gördüğümüz amele diktatörlüğü ve komünist
rejimi ne mahiyet arzediyor? İtalya’daki faşist diktaörlüğü ne gaye takip eyliyor?
Avrupadaki sair diktatörlüklerin maksatları nedir? Bunlar arasında benzeyişler var
mıdır?” Hüseyin Cahit’e göre, “… meseleleri ortaya dökerken ve derinleştirirken
intizamı ve sırayı bırakacak olursak açık bir fikir edinmemize imkan kalmaz. Onun
için, sözü Avrupanın mütefekkirlerine bırakarak arada, katettiğimiz mesafeyi ve
müktesep noktaları tesbit için söze karışarak ilerlemeyi münasip görüyorum.”
190
demokrasilerin neden gözden düştüğü çözümlenmiştir.214 29. sayıdan
itibaren, diktatörlüklerin türlerinden biri olan Faşizm ele alınmıştır. Bu
sayıdaki sunuş yazısında, Hüseyin Cahit, diktatörüklerin incelenmesinde
sıranın faşizme geldiğini, faşizmin bütün dünyada kazandığı önem
nedeniyle bu konuyu geniş çaplı biçimde ve derinleştirerek incelemek
istediğini belirtmektedir. İlk önce faşizmin ne olduğunu doğrudan
doğruya Mussolini’den dinlemek, sonra da faşizm aleyhinde İtalyan
liberallerinin, İspanyol ve Fransız düşünürlerinin yazdıklarını görmek
doğru olacaktır. Mussolini’nin üç makalesine215 yer verildikten sonra,
Hüseyin Cahit, kendisinin faşizmi nasıl algıladığını216 açıklamaktadır.
Derginin 33.-43. sayılarında ise, dört yazarın (Cambo, Sforza, Nitti ve
214Cambo’nun şu makaleleri yayımlanmıştır: “Demokrasiden Diktatörlüğe”, FH, Sayı
11, (4.1.1934); “Diktatörlükler Zaaf ve Hastalık Alametidir.”, FH, Sayı 12,
(11.1.1934); “Diktatörlüğü Doğuran Sebeplerden”, FH, Sayı 13, (18.1.1934);
“Diktatörlüğü Doğuran Sebeplerden Demokrasi Buhranı”, FH, Sayı 14, (25.1.1934);
“Diktatörlüğü Doğuran Sebeplerden Maddiyetçi Hotgamlık”, FH, Sayı 15,
(1.2.1934); “Diktatörlükleri Kolaylaştıran Sebepler”, FH, Sayı 16, (8.2.1934);
“Diktatörlüklerin Tevellüdünde Demagojinin Tesiri”, FH, Sayı 17, (15.2.1934);
“Kanuni ve Kısa Diktatörlükler”, FH, Sayı 18, (22.2.1934); “Diktatörlük Rejiminin
Faydaları”, FH, Sayı 19, (1.3.1934); “Diktatörlük Rejiminin Fenalıkları”, FH, Sayı
20, (8.3.1934); Comte Sforza’nın da şu makalelerine bakılabilir: “Harp Sonu
Avrupası ve Diktatörlükler”, FH, Sayı 21, (15.3.1934); “Macar Oligarşisi”, FH, Sayı
22, (22.3.1934); “Yugoslavyada Diktatörlük”, FH, Sayı 25, (12.4.1934); “Yugoslavya
Diktatörlüğünün Menşeleri”, FH, Sayı 26, (19.4.1934); “Yugoslavya Diktatörlüğü”,
FH, Sayı 27, (26.4.1934); “İspanyol Diktatörlüğü”, FH, Sayı 28, (3.5.1934);
“Lehistanda Diktatörlük”, FH, Sayı 23, 29.3.1934). Ayrıca, Joseph-Barthelemy,
“Lehistan Diktatörlüğünde Bazı Hususiyetler”, FH, Sayı 24, (5.4.1934). 215“Faşizm Diktatörlüğü –Esasi Fikirler-”, FH, Sayı 29, (10.5.1934); “Faşizm
Diktatörlüğü – Siyasi ve İçtimai Meslek-”, FH, Sayı 30, (17.5.1934); “Faşizm
Diktatörlüğü –Siyasi ve İçtimai Meslek-”, FH, Sayı 31, (24.5.1934). 216Hüseyin Cahit, “Benim Anladığım Faşizm”, FH, Sayı 32, (31.5.1934).
191
Joseph-Barthélemy) faşizm çözümlemelerine217 yer verilmiştir. 44.
sayıdan itibaren Rus Diktatörlüğünü analiz eden başyazılar218
yayımlanmıştır. 52. sayıda, Hüseyin Cahit, geride bırakılan bir yıllık
dönemin bir bakıma muhasebesini yapmakta, bundan sonra nasıl bir
yayın politikası izleneceğini açıklamaktadır.219 Sosyalist düşünce
konusunda Fikir Hareketleri’nde çok sayıda makaleye yer verilmiştir.220
217Cambo, “İtalyan Faşizmine Dair”, FH, Sayı 33, (7.6.1934); Sforza, “Faşizmin
Kaynakları”, FH, Sayı 34, (14.6.1934); Sforza, “İtalyan Diktatörlüğünün Tabiatı”,
FH, Sayı 35, (21.6.1934); Sforza, “İtalyayı Kurtaracak Faşizm Masalı”, FH, Sayı 36,
(28.6.1934); Sforza, “İtalyan Diktatörlüğünün Neticeleri”, FH, Sayı 37, (5.7.1934);
Nitti, “Faşizm Rejiminin Mahiyeti ve Neticeleri”, FH, Sayı 38, (12.7.1934); Sforza,
“Faşizm İdaresinde Ahlak Düşkünlüğü”, FH, Sayı 39, (19.7.1934); Joseph-
Barthelemy, “Faşizm ve Mussolini”, FH, Sayı 40, (26.7.1934); Joseph-Barthelemy,
“Faşist Teşkilatı”, FH, Sayı 41, (2.8.1934); Joseph-Barthelemy, “Faşizm ve
Sendikalizm”, FH, Sayı 42, (9.8.1934); Joseph-Barthelemy, “Faşizm ve Hürriyet”,
FH, Sayı 43, (16.8.1934). 218Francesco Nitti, “Bolşeviklik ve Çarlık”, FH, Sayı 44, (23.8.1934); Comte Sforza,
“Rus Diktatörlüğü – Rus İnkılabında Dini Mahiyet, Amele ve Köylü Tezadı –“, FH,
Sayı 45, (30.8.1934); Sforza, “Rusyada Bolşevikliğin Muvaffakiyet Şartı“, FH, Sayı
46, (6.9.1934); Joseph Barthelemy, “Bolşevik Diktatörlüğü”, FH, Sayı 47,
(13.9.1934); Johan Hjort, “Bolşeviklikte İki Merhale”, FH, Sayı 48, (20.9.1934);
Hjort, “Beş Senelik Plan”, FH, Sayı 49, (27.9.1934); Hjort, “Bugünkü Nesle Düşen
Vazife”, FH, Sayı 50, (4.10.1934); Hjort, “Marx’çılık ve Vakalar”, FH, Sayı 51,
(11.10.1934). 219Hüseyin Cahit, “Bir Hulasa – Milli Hakimiyet Rejimi ve Düşmanları-“, FH, Sayı 52,
(18.10.1934). Diktatörlükleri “keyfi bir idare” diye niteleyen Hüseyin Cahit, “Tam bir
senedir devam eden şu makale silsilemizle tetkiklerimizin birinci kısmı nihayet
buluyor. (...) Demokrasinin nasıl doğup nasıl inkişaf ettiğini, ne gibi mücadeleler
neticesinde yerleşmeye muvaffak olduğunu gördük. Sonra, milli hakimiyet
aleyhindeki cereyanlara sıra geldi. Diktatörlük kelimesi altında toplanabilen bu
düşmanlığı evvela nazariye itibarile gözden geçirdik. Sonra, bu diktatörlük fikrinin
tatbikatta ne şekil aldığını muhtelif memleketlerin misalleri ile anladık. Bu arada
faşizme de mühim bir mevki ayırdık. Sağ taraf diktatörlüklerini bitirdikten sonra sol
taraf diktatörlüğü olan bolşeviklik tatbikatını da tamik ettik.” demekte ve gerek kuram
gerekse uygulama sahasında demokrasi düşmanlığının hiçbir zaman kuvvetli ve
192
Fikir Hareketleri’nin 157. sayısında, o sayıya kadar izlenen
yayın programı ve derginin işlevi belirtilmektedir.221
“İlk sayılarımızda, memleketimizde arasıra matbuata akseden demokrasi
düşmanlığını mevzuu bahsetmiştik. Millî hâkimiyetine kavuşan ve bu ideali
elde etmek için büyük bîr inkılâb savaşına girişen bir memlekette millî
hâkimiyet düşmanlığının gençliğe ve efkârıumumiyeye sinsi sinsi sokulması
vatanın hürriyet ve saadetini istiyen münevverler için çok dikkatle takib
edilmeğe değer bir hâdisedir. Fikir Hareketleri bu meseleyi bütün ciddiyetile
ele aldı. Risalenin başındaki makaleler muntazam bir program dahilinde bu
mevzuu izah ve tahlile çalışıyor.
“İbtida, bir mukaddeme yaptık, demokrasinin son devirlerdeki başlangıcını
ve inkişafını gösterdik. Bizde demokrasiyi istihfaf edenlerden bazıları pek
amiyane ve sathî bazı sözlerle bu rejimi gözden düşürebilecekleri zannında
devamlı bir rejim mahiyetini haiz olmadığının görüldüğünü, demokrasi düşmanlığının
sırf menfi bir hareket ve muvakkat bir hücum olduğunu ileri sürmektedir. İzleyen
sayılarda sosyalizm ve komünizm bahislerinin kuramsal yönden inceleneceğini, esaslı
noktalar hakkında umumi ve objektif bilgi verileceğini, sosyalist hareketin tahlili için
de Berlin Üniversitesinden Profesör Werner Sombart’ın konferaslarına
başvuracaklarını, sosyalist hareketin tarihçesini böylece ortaya koyduktan sonra, diğer
profesörlerin ve alimlerin konuya dair yazılarını yayımlayacaklarını belirtmiştir. 220Sombart: 25.10.1934 tarihli 53. sayı ile 10.1.1935 tarihli 64. sayı arasında toplam 12
makale; Hearnshaw: 17.1.1935 tarihli 65. sayı ile 14.2.1935 tarihli 69. sayı arasında
toplam 5 makale; Trumer: 21.2.1935 tarihli 70. sayı ile 25.4.1935 tarihli 79. sayı
arasında toplam 10 makale; Gautherot: 2.5.1935 tarihli 80. sayı ile 30.5.1935 tarihli
84. sayı arasında toplam 5 makale; Turgeon: 6.6.1935 tarihli 85. sayı ile 25.4.1936
tarihli 131. sayı arasında toplan 45 makale; Sorel: 2.5.1936 tarihli 132. sayı ile
11.7.1936 tarihli 142. sayı arasında toplam 11 makale; Henri de Mann: 18.7.1936
tarihli 143. sayı ile 17.10.1936 tarihli 156. sayı arasında toplam 14 makale. 221Hüseyin Cahid Yalçın, “Bir Hulasa”, FH, Sayı 157, (24.10.1936).
193
bulunuyorlardı. Demokrasi artık pek köhneleşmiş; Avrupanın hiçbir tarafında
kıymeti kalmamış; bunun yerine yeni hayatın icablarına uygun yeni
nazariyeler, prensipler çıkmış.
“Hükümet rejimi meseleleri her sene yeni modeller çıkaran otomobillere, buz
dolablarına, radyo makinalarına benzemez. Bunların moda gazeteleri sayfaları
gibi her zaman yeni bir şekil arzetmeleri de beklenemez. Her yeninin
mutlaka iyi olması da icab etmez.
“Bu mütaleayı realite ile teyid için bugün güya yeni zannedilen sosyalizm,
komünizm, sendikalizm ve faşizm gibi mezheblerin de kökleri en eski
zamanlara kadar çıktığını gösterdik.
“Dediğimiz gibi, yenilik ve eskilik hiçbir zaman iyilik ve uygunluk bahsinde
bir miyar olamıyacağı için, hakikate şu suretle ufak bir işarette bulunduktan
sonra, demokrasi aleyhinde vaziyet alan rejimleri tetkike başladık.
Öncelikle komünizm ve faşizm dışında kalan diktatörlükleri
gözden geçirdiklerini, faşizm diktatörlüğü üzerinde biraz fazla
durduklarını belirten Yalçın’a göre, Fikir Hareketleri, okurlarına tek
yanlı bilgi vermemeğe özen göstermekte, “…hazır esvab arzeder gibi
hazır kanaatlar telkin etmekten ziyade kendi şahsî kanaatlarına esas
olabilecek malzeme ve vesikaları temin etmeğe…” çalışmakta, faşizm
konusunda önce Mussolini’nin daha sonra da karşıtlarının yazdıklarını
sunmaktadır. Faşizm konusunu komünizm konusu izlemektedir.
194
“Sonra, içtimaî hareket ve komünizm meselesine geçtik. Avrupanın en büyük
ekonomi üstadlarından ve Karl Marx’ı sevenlerden Werner Sambart’ın
içtimaî hareket hakkındaki konferanslarını gördük; Karl Marx taraftarı bir
muharririn, M. Turner’in, komünizm hakkındaki neşriyatını dinledik. Bunlar-
dan sonradır ki tarihte materyalizm hakkında profesör Charles Turgeon’un
ince tahlil ve tenkidlerine başladık ve en nihayet sözü zamanın en büyük
sosyalist müfekkiresi olan H. de Mann’a bıraktık. İşte artık kendimizi
demokrasi aleyhindeki faşizm ve komünizm mezhebleri hakkında oldukça
bir fikir edinmiş sayabiliriz.
“Bunları gördükten sonra demokrasi bahsini derinleştirmeğe sıra geliyor.
Dünyada tanıdığımız en eski demokrasiler Yunanistanda ve bilhassa Atinada
tatbik edilmiş olduğu için eski zaman demokrasileri hakkında bir fikir
vermek üzere en salahiyetli bir kalemin, Fransa İnstitut’sü azasından A.
Croiset’nin yazılarını gelecek sayıdan itibaren neşretmeğe başlayacağız.
Tedricen ilerliyerek demokrasinin her safhasını aydınlatmak fikrindeyim. İşte
ancak üç senelik bir mukaddemeden sonradır ki demokrasi rejiminin hakkile
anlaşılması için icab eden ihzari malûmatı toplamış bulunuyoruz. Risalemizin
yalnız münferid nüshalarına göz gezdirildiği zaman, heyetimecmuanın
ahengini, insicam ve teselsülünü farketmeğe imkân yoktur. Risalenin ilk
makalelerindekî vahdet ancak heyetimecmua ve takib edilen hedef böyle
gözönünde tutulduğu takdirde kendisini gösterir.”
Başyazara göre, Fikir Hareketleri’nin bu tarihçesi bile demokrasi
lehinde kalbimize derin bir muhabbet vermeğe kâfidir.
“… Düşünmelidir ki bu makale silsileleri ne faşizm rejiminde yazılabilirdi ne
komünizm diyarında. Çünkü o rejimlerde fikir hürriyetine yer yoktur. Matbuat
hürriyeti akla bile getirilemez. O rejimlerde yalnız bir ses işitilir. Bu, hakkın,
195
ilmin, hakikatin ve realitenin objektif sesi değildir. Hüküm süren
diktatörlüğün keyfinin sesidir. Bunun aksine bir şey söylemek istiyenler o
diktatörlüğün yumruğile karşılaşırlar. Oraların üniversiteleri birer ilim ocağı
değil, birer propaganda merkezidir. Tarihten başlıyarak her şey ve bilhassa
siyasî rejim bahisleri tahrif edilen ve bir tiyatro sahnesi gibi sahte dekorla bir
gaye uğurunda evvelden hazırlanmıştır. Bu gaye ise hüküm süren tazyiki,
istibdadı, keyif ve hevesi haklı ve doğru göstermekten ibarettir. Liberal
demokrasi hür münakaşaya göğsünü açmıştır. Hattâ kendini yıkmak
istiyenlere bile müsavi bir düşünme ve söyleme hürriyeti tanır. Şahsiyet sahi-
bi bir insan için bundan başka teneffüs edilecek bir hava tasavvur edilemez.
Ferdler bir kürek hayatı geçirecek olduktan, şahsiyetlerini, insanlıklarını in-
kişaf ettiremiyecek olduktan sonra, baştaki rejimde ne kıymeti tasavvur
edilebilir?”
A. Croiset’nin demokrasi konulu makaleleri 158. sayıda başlamış
ve 25 sayı sürmüştür.222 Sekizinci cildin ilk sayılarında Georges Guy-
Grand’ın223 ve F. Nitti’nin224 demokrasiyi konu edinen makaleleri,
222A. Croiset, “Demokrasi ve Tarih”, FH, Sayı 158, (31.10.1936). “... umumi surette
demokrasinin ne methini göreceksiniz, ne de prensiplere karşı bir hücuma şahid
olacaksınız. Ben yalnız vak’aları tetkik edeceğim. Neticeleri fiiliyatta iyi yahud fena
çıkmış olmalarına göre haklarında bir hüküm vermekten geri kalmayacağım. Fakat
realiyete mümkün olduğu kadar yakın kalmağa, umumi ve mutlak hükümlerden
ictinab etmeğe çalışacağım. Ben de, Aristote ile beraber, demokrasinin, sair hükümet
şekilleri gibi, bazı muayyen ahval ve şeraitten çıkacağına kaniim. Medeni sosyetelerin
tekamülünde en son had demokrasidir gibi görünüyor.” 22324 Nisan 1937 tarihli 183. sayıdan 8 Mayıs 1937 tarihli 185. sayıya kadar. 22415 Mayıs 1937’den (Sayı 186) 16 Teşrinievvel 1937 tarihine kadar toplam 22 yazı.
FH’nin düzenli yayın akışında, 10 Temmuz 1937 günkü 194. sayıda bir kesinti
gözlenmektedir. Hüseyin Cahid Yalçın, İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı
Muhiddin Üstündağ ile aralarındaki davada mahkemeye sunduğu savunmayı, “bir
196
dokuzuncu ciltte (209-226) C. Bouglé’nin ırk ve ırkçılık konusunu ele
alan 18 makalesi yayımlanmıştır. William Henry Chamberlin ise, bir dizi
makalesinde, ulusal egemenlik (demokrasi) rejiminin başarılı olup
olamayacağını ele almaktadır.
242. sayıdan (11.6.1938) itibaren 19 sayı boyunca Harold
Laski’nin yeni yayımlanan Hürriyet adlı kitabından bazı makaleler
yayımlanmıştır.225 Derginin son dört cildinin başyazıları ise, ağırlıklı
olarak, diktatörlük ve ırkçılık çözümlemeleri yapmıştır.226
tarihi vesika olarak” neşretmektedir. Bir sayfalık tefrika dışında, 194. sayının
tamamını bu davaya ilişkin savunma ve değerlendirme kaplamaktadır. 225Yalçın, Laski’yi okuyucusuna şöyle tanıtmaktadır: “Harold Laski bugün bütün
dünyaca tanınmış bir şahsiyettir. Fikir ve temayül itibarile komünizme kaçar. Böyle
olmakla beraber, Paris Hukuk Fakültesi Profesörlerinden Joseph-Barthelemy ve
beynelmilel hukuku amme enstitüsü umumi katibi Mirken-Guetzevitch gibi halis
liberaller tarafından yazılan takdirkarane bir mukaddime ile eser Fransızlara takdim
edilmiştir. Bu zatların dedikleri gibi, Harold Laski’nin eseri tenkid ve muhakeme
kabiliyetine malik okuyuculara hitab eder; onları tenvir ve alakadar eyler ve
kendilerine derin derin düşünülecek mevzular verir...” Yalçın’ın bu tanıtım yazısı
için, bkz. Harold Laski, “Hürriyeti Tarifi”, FH, Sayı 242, (11.6.1938). 22622.10.1938 tarihli 261. sayıdan 19.11.1938 tarihli 265. sayıya kadar, Nitti, Alman
Nasyonal Sosyalist diktatörlüğünün çözümlemesini yapmış, 26.11.1938 tarihli 266.
sayıdan 15.4.1939 tarihli 286. sayıya kadar Walter Lipmann’ın hem sağ hem de sol
taraf diktatörlüklerini çözümleyen yazılarına dergide yer verilmiştir. Arnold Lunn,
Reginald Northam ve Bertrand Russell gibi yazarların değişik konulara ilişkin
makaleleri, başyazılar olarak, derginin 22.4.1939 tarihli 287. sayısından 8.7.1939
tarihli 298. sayısına kadar olan sayılarında yayımlanmıştır. 15.7.1939 tarihli 299.
sayıdan itibaren ise, Georges Lakhosky’nin ırk ve ırkçılığı ele alan makalelerinin
yayımlanmasına başlanmış, bu makalelerin yayımı 26.8.1939 tarihli 305 inci sayıda
son bulmuştur. 2.9.1939 tarihli 306. sayı ile 3.8.1940 tarihli 354. sayı arasında Alfred
Cobban’ın diktatörlükler (tarihteki örnekler, komünizm, faşizm) üzerine, 10.8.1940
tarihli 355. sayı ile 12.10.1940 tarihli 364. sayı arasında ise, Henry Michel’in
ferdiyetçilik konulu makalelerine yer verilmiştir.
197
Fikir Hareketleri’nin son sayısında, başyazar, derginin bundan
böyle çıkmayacağını haber vermektedir. Bu kararına gerekçe olarak da,
kağıt fiyatlarının çok yükselmesini ve yedi yıldan beri yalnız başına
üstlenmekte olduğu yazı işinin kendisini çok yormasını göstermektedir.
Makalede, derginin yayın yaşamı boyunca bütün sorunları “metodik bir
surette, tedrici bir yürüyüşle tetkik” ettiklerini vurgulamaktadır.227
Yalçın, dergisinin son sayısında, Fikir Hareketleri’nin “... milli
hakimiyet felsefesi ve rejimi aleyhinde sağdan ve soldan yapılan
hücumların mahiyetini tahlil ve teşrih…” ettiğini ve gereken bilgiyi
verdiğini belirtmektedir.”228
227Fikir Hareketleri’nin her bir sayısının başmakalesinin konusuna bakılarak, her biri
26 sayıyı içeren ciltlerde işlenen konular şöyle sıralanabilir. I. Cilt (29.10.1933-
19.4.1934): Demokrasi ve demokrasi düşmanlığı; II. Cilt (26.4.1934 – 18.10.1934):
Faşizm ile nasyonal sosyalizm dışında kalan diğer sağ taraf diktatörlükleri; III. Cilt
(25.10.1934 – 18.4.1935): Sol taraf diktatörlüğü (komünizm); IV. Cilt (25.4.1935 –
19.10.1935): Sol taraf diktatörlüğü (komünizm); V. Cilt (26.10.1935 – 18.4.1936):
Sol taraf diktatörlüğü (komünizm); VI. Cilt (25.4.1936 – 17.10.1936): Sol taraf
diktatörlüğü (komünizm); VII. Cilt (24.10.1936 – 17.4.1937): Demokrasi; VIII. Cilt
(24.4.1937 – 16.10.1937): Demokrasi; IX. Cilt (23.10.1937 – 16.4.1938): Irkçılık,
demokrasi; X. Cilt (23.4.1938 – 15.10.1938): Demokrasi; XI. Cilt (22.10.1938 –
15.4.1939): Sağ ve sol taraf diktatörlükleri; XII. Cilt (22.4.1939 – 14.10.1939):
Irkçılık, sağ ve sol taraf diktatörlükleri; XIII. Cilt (21.10.1939 – 13.4.1940): Sağ ve
sol taraf diktatörlükleri; XIV. Cilt (20.4.1940 – 12.10.1940): Sağ ve sol taraf
diktatörlükleri, demokrasi (ferdiyetçilik). 228Hüseyin Cahid Yalçın, “Okuyucularıma”, FH, Sayı 364, (12.10.1940).
198
Fikir Hareketleri satış gelirleri, abone bedelleri ve reklam
gelirleri ile ayakta duran bir dergidir. Abonelik bedeli yayın süresi
boyunca hiç değiştirilmemiştir. Türkiye İş Bankası’ndan ve Ziraat
Bankası’ndan düzenli bir biçimde reklam alınmıştır. Bunlar dergi için
önemli bir kaynaktır.229 Ayrıca, özel reklamlara da derginin arka
sayfalarında yer verilmiştir. Fikir Hareketleri’nin tirajını saptama
olanağı bulunamamıştır.230 Bununla birlikte, derginin önemli sayıda
abonesi vardır. Haftalık bir dergi olmasına rağmen, bazı sayılarının
ikinci baskısının yapıldığı belirlenmiştir.231
229Örneğin, İş Bankası’nın 1930’lu yıllarındaki ilan ve reklam giderlerinin % 85-87’sini
tasarruf reklamları oluşturmaktaydı. “1930’lu yılların ikinci yarısında gazetelerde İş
Bankası’nın tam sayfa tasarruf reklamlarına sık sık rastlanmaktadır.” Gazete ve
dergilere ödenen abonelik bedeli yanı sıra, Banka gazete ve dergilerde 20.000 liralık
kumbara reklamı yayımlatmaktadır. Uygur Kocabaşoğlu vd., Türkiye İş Bankası
Tarihi, İstanbul, Türkiye İş Bankası, 2001, s.232. 2301950 yılına kadar Türkiye’de yayımlanan gazete ve dergilerin baskı ve satış
sayılarına ilişkin sağlıklı verilere ulaşmanın güçlüğüne değişik araştırmalarda işaret
edilmiştir. Bu güçlüğün nedeni, basının o yıllarda kendi güçsüzlüğünün kanıtını
oluşturabilecek bu bilgileri okuyucularından gizleme eğiliminde olmasıdır. Bülent
Özükan, “Basında Tirajlar”, CDTA, Cilt I, s. 229. Güvenir, a.g.e., s. 169 (dipnot
119). 231Fikir Hareketleri’nin yayımlanmaya başladığı dönemin basını incelendiğinde, bu
derginin ilk beş sayısının piyasaya çıktığına dair ilanların Akşam’da verildiği
görülmektedir. 23 Teşrinisani 1933 tarihli Akşam’da, Fikir Hareketleri’nin hem 5 inci
sayısının çıktığı ilan edilmekte, hem de “Mevcudu kalmayan 2. nüsha tekrar
basılmıştır.” denilmektedir. Fikir Hareketleri’nin 23 Teşrinisani 1933 tarihli 5.
sayısında yayımlanan “Bizde İktisadi Devletçilik Avrupada İktisadi Devletçilik”
başlıklı makale 29 Teşrinisani 1933 tarihli Akşam’da yayımlanmıştır. Ayrıca, derginin
2. sayısının çıktığı 2 Teşrinisani 1933 tarihli Cumhuriyet’te de ilan edilmiştir.
199
Fikir Hareketleri’nde değişik türde ve uzunlukta yazılar
yayımlanmıştır. Yazılardan bazıları birkaç sayı, bazıları ise birkaç on
sayı sürmüştür. En önemli yazılar başmakale olarak yayımlanmıştır.
Dergide, basındaki gelişmeleri izleyen ve polemiklerin ve kitap
tanıtımının yer aldığı “Matbuat Hayatı” adlı bir köşe sürekli olarak
bulunmuştur. Değişik uzunlukta tefrika yazılara da yer verilmiştir.
Hüseyin Cahit tarafından derlenen ve özlü sözlerden, fıkralardan vs.
oluşan “Kitaplar arasında”, “Leyhte ve aleyhte”, “Düşünceler” başlıklı
kısa yazılar, Dergi’nin makale sayısı saptanırken dikkate alınmamıştır.
Fikir Hareketleri’nde, 80’i Türk olmak üzere toplam 332 ayrı
yazarın kaleminden çıkan toplam 3245 makale yayımlanmıştır. Türk
yazarların sayısı fazla gözükmekle birlikte, Hüseyin Cahid Yalçın bir
yana bırakılırsa, yazarlardan birden fazla makalesi yayımlananların
sayısı 10’u geçmemektedir. Zaten, Türk yazarlarının makalelerine,
Hüseyin Cahit’in yönettiği Matbuat Hayatı köşesinde yer verilmekteydi.
Onların kitaplarından bazı bölümler bu köşede tanıtılmaktaydı.
Derginin asıl yükü, EK 1’den de anlaşılacağı gibi, Yalçın’ın
sırtındaydı. Bir kısmı Matbuat Hayatı köşesindeki kitap tanıtımları ve
edebi yazılar olmak üzere, başyazarın toplam 401 makalesi
yayımlanmıştır. Bu, makale toplamının % 12,3’üdür. Dergide en çok
makalesi yayımlanan ve Yalçın’ı izleyen beş yazarın (Will Durant, L. F.
Benedetto, H. De Zogheb, Clavijo ve Alain) makaleleri, tefrika şeklinde
200
yayımlanan yazılardır. 79 yazı ile Francesco Nitti,232 dergiye en çok
katkısı olan ikinci yazardır. Derginin diğer önemli yazarları Francis
Delaisi, Edouard Benes, Alfred Cobban, Louis Marlio, Edmond
Vermeil, Fortunat Strowski, W. Henry Chamberlin, Joseph-Barthelemy,
Frank H. Hankins, Henri Decugis, Julien Benda, Comte Sforza, Emile
Labarthe, F. Cambo, F.J.C. Hearnshaw, Georges Guy-Grand’dır.
Bilimsel, toplumsal ve yazınsal bir dergi olan Fikir
Hareketleri’nde siyasetten iktisada, kültürden diplomasiye, dinden
edebiyata kadar pek çok konuya yer verilmiştir. Makalelerin konuları
bakımından sayısal dökümlerinin yapılmasında karşılaşılan bir diğer
sorun, aynı makale içinde, örneğin hem siyasal hem iktisadi konuların ve
hatta üçüncü bir konunun da ele alınmış olmasıdır. Böyle durumlarda,
232Nitti, Francesco Saverio (1868-1953): Akademisyen ve İtalyan siyasetçidir. Bir
süre gazetecilik yaptıktan sonra ekonomi profesörü olmuş, 1904 yılında milletvekili
seçilmiştir. Liberallerin sol kanadında yer alan Nitti, 1911-1914 arasında tarım, sanayi
ve ticaret bakanlığı, 1917-1919 arasında da hazine bakanlığı yapmıştır. Haziran
1919’da, İtalya’nın toprak taleplerinin öteki İtilaf devletlerince reddedildiği, içte ise
savaşın ve asker terhisinin yarattığı ekonomik ve mali sorunların derinleştiği bir
ortamda savaş dönemi başbakanı Orlando’nun yerine başbakan olmuştur. Nispi temsil
sisteminin ilk kez uygulandığı 1919 seçimlerinde İtalyan Sosyalist ve İtalyan halkçı
Partiler oylarını önemli ölçüde artırarak mecliste sırasıyla 156 ve 100 sandalye
kazanmışlardır. Nitti, bu iki partiyi istikrarlı bir hükümetin kurulması konusunda
uzlaştırmayı başaramaz. Bütün ülkeyi saran grev dalgası ve Mussolini önderliğindeki
faşistlerin çıkardığı karışıklıklar Nitti hükümetini olduğu kadar demokrasiyi de
kökünden sarsar. 1920’de başbakanlıktan istifa eder, 1921’de tekrar milletvekili
seçilir ve bu görevini 1924 yılına kadar sürdürür. Mussolininin iktidara gelmesi
üzerine 1924 seçimlerine katılmaz. Ülkesinden ayrılır ve yıllarca Fransa’da sürgün
yaşar. İDS sırasında 1943’te Almanlar tarafından tutuklanır ve 1945 yılına kadar
Avusturya’da gözaltında tutulur. 1948 yılında tekrar Senato’ya seçilir.
201
makalenin başlığı ve makale içinde en ağırlıklı ve merkezi biçimde
değinilen konu esas alındı. Sayısal döküm yapılırken, farklı ülkelere dair
bazı siyasal gelişmelerin her birinin ayrı ayrı konu başlığı altında mı
yoksa hepsini toparlayan bir üst konu başlığı altında mı verilmesinin
uygun olacağı sorunuyla da karşılaşıldı. Bu çerçevede, ülkemizle ilgili
siyasal konuları “Siyaset (Türkiye)”, diğer ülkelerle ilgili konuları
“Siyaset (Dünya)” ve siyasete ilişkin diğer genel konuları “Siyaset
(Diğer)” konu başlıkları biçiminde adlandırmak uygun görüldü.
“Konu başlıkları” bakımından yapılan sınıflandırmada onlarca
konu başlığı ortaya çıktığından, birbirine yakın konu başlıklarını içeren
“konu grupları” oluşturuldu. Bu değerlendirme çerçevesinde, örneğin,
“Demokrasi/Siyaset” konu grubunda şu konu başlıklarına yer verildi:
Demokrasi, Siyaset (Türkiye), Siyaset (Dünya), Siyaset (Diğer), Siyaset
Felsefecileri, Siyaset Felsefesi, Fransız Devrimi, Napolyon, On
Dokuzuncu Yüzyıl ve Atatürk. Derginin sol taraf diktatörlüğü ve
komünizm olarak adlandırdığı SSCB ile ilgili değişik türde yazıların,
gezi izlenimlerinin, Marksist düşünceyi açıklamaya ve/veya yermeğe
yönelik çok sayıda makale, birçok konu başlığı yerine, Fikir
Hareketleri’nin adlandırmasına uygun biçimde, “Komünizm” konu
başlığı altında toplandı. Bu çerçevede, “Diktatörlük” konu grubu,
“Komünizm”, “Faşizm”, “Nasyonal Sosyalizm” ve “Diktatörlük
(Diğer)” biçiminde dört konu başlığından oluştu.
202
Fikir Hareketleri’nde yer verilen makaleler yukarıda belirtilen
yaklaşım çerçevesinde sınıflandırıldığında, 62 konu başlığı ortaya
çıkmıştır (Ek 3). Konu başlıkları içinde en fazla makale içereni, 421
makale ile komünizmdir. Onu edebiyat, gezi notları, siyaset (Türkiye),
demokrasi, filzoflar, kültür ve siyaset izlemektedir. Toplam on bir konu
başlığı ise, yalnızca birer makaleden ibarettir.
Çalışmanın amacı da gözetilerek gruplandırma yapıldığında, altı
“konu grubu” ortaya çıkmıştır: “Diktatörlük”, “Demokrasi/Siyaset”,
“İktisat/Para”, “Kapitalizm/ Emperyalizm”, “Milliyetçilik/ Irkçılık” ve
“Diğer Konular”. Dergideki makalelerden % 20’sini (650)
“Demokrasi/Siyaset” konu grubu, % 18,2’ini (591) “Diktatörlük” konu
grubu içermektedir. “İktisat/Para” konu grubunda 195 makale (% 6),
Kapitalizm/Emperyalizm konu grubunda 49 makale (% 1,5),
Milliyetçilik/Irkçılık konu grubunda ise 123 makale (% 3,8) yer almıştır.
Çalışmanın konusu dışında kalan makalelerin oluşturduğu “Diğer
Konular” konu grubu 1637 makaleyi (% 50,4) içermektedir (Ek 4).
Ayrıca, Ek 3 ve Ek 4’ten, Fikir Hareketleri’nin her bir cildinde
(14 cilt) hangi konu başlıklarının ve konu gruplarının ağırlıklı olarak
işlendiğini saptamak da olanaklıdır. İlk dört ve son dört ciltte
“Diktatörlük” konu grubunun “Demokrasi /Siyaset” konu grubuna göre
daha ağırlıklı işlendiği görülmektedir.
BÖLÜM III: FİKİR HAREKETLERİ’NİN ÇÖZÜMLEME
VE POLEMİKLERİ
Fikir Hareketleri’nin içerdiği siyasal ve iktisadi düşünceleri
çözümlemeyi ve derginin ideolojisini saptamayı amaçlayan bu
çalışmada, Fikir Hareketleri’ndeki yedi tür çözümleme (XIX. yüzyıl,
devrim, demokrasi, diktatörlük, devletçilik, ulusçuluk/ırkçılık ve
kapitalizm/emperyalizm) ve bunlardan bazıları konusunda yapılan
polemikler ele alınacaktır.
A. XIX. Yüzyıl Çözümlemeleri
Fikir Hareketleri’nin XIX. yüzyıla ilişkin çözümlemeleri,
siyasal, iktisadi ve toplumsal bunalımın yoğun biçimde yaşandığı
1920’li ve 1930’lu yıllarda kaleme alınmıştır. Oysa, geçen yüzyıl,
gelişkin özgürlük ortamıyla, demokrasinin gelişip yaygınlaşmasıyla
belleklerde yer etmişti. Fikir Hareketleri’nin yazarlarının referansı XIX.
Yüzyıladır. Bu yüzyıl, onlar için, demokrasi ve özgürlüklerin beşiğidir.
BDS sonrasında özgürlüğün gözden düşmesi ve diktatörlüklerin ortaya
204
çıkması dergi yazarlarının gözünde bir sapmadır.1 Bu yazarlara göre, XIX.
yüzyıl devrimleri Fransız Devrimi esinliydiler; yani, hepsi liberal ve ulusal
idiler, bireyin ve ulusun özgürlüğünü kurmaya yönelmişlerdi.2 BDS’na
gelinceye kadar yakın zamanlar tarihinin en önemli olayı olarak
algılanan Fransız Devrimi, demokrasinin öncüsü olan avam halkı
Avrupa siyasetine sokmuş3 ve ulusçuluk düşüncesinin doğup
yayılmasına4 neden olmuştur. Bu bakımlarından Fransız Devrimi
Avrupa ve Dünya tarihinin iki devresi arasında bir “ittisal” (bitişme,
bağlantı) noktasıydı.5 Ulusçuluk ve demokrasi, XIX. yüzyıl tarihinin en
büyük iki kuvvetiydi.6
Fransız Devrimi’nin yarattığı ve XIX. yüzyılda kötü sonuçları
ortaya çıkan bazı aşırılıklar Devrimin etkisini azaltmada karşı güçlerin
1F. Cambo, “Demokrasiden Diktatörlüğe”, FH, Sayı 11, (4.1.1934). 2Joseph-Barthélemy, “İnkılabların Yeni Simaları”, FH, Sayı 117, (18.1.1936). 3F. J. C., Hearnshaw, “Demokrasi ve Fransız İnkılâbı: - Başlangıç -“, FH, Sayı 4,
(16.11.1933). 4Francis Delaisi, “Milliyet İdeali Nasıl Doğdu ve Nasıl Kökleşti?”, FH, Sayı 134,
(16.5.1936). 5“İnkılabın ideolojisi milliyet fikrinin galebesini de temin etmiştir. Milliyet fikri
modern Avrupadaki manasile ferdiyetçiliğin ve romantizmin en necib çiçeği idi.
İktisadi ve sosyal siyasette on dokuzuncu yüzyıl sanayi alemini yarattı. Siyasette,
meşruti rejimli ve liberal demokrasi vücud buldu... Avrupa’da, önce liberal burjuva
toplumu, daha sonra da sanayici ve kapitalist burjuva toplumu oluştu.” a.g.m. 6Hearnshaw, “Yeni Zamanlarda Milliyet Hissi Nasıl Doğdu?”, FH, Sayı 10
(30.11.1933) Ayrıca bkz. Delaisi, “Cihanşümul Bir Din: Milliyet”, FH, Sayı 137,
(6.6.1936) Bu yüzyılda, yukarıda değinilen siyasal ve toplumsal olaylar dışında
iktisadiyat alanında devrimler yaşandı, büyük bilimsel keşifler yapıldı, icatlar
gerçekleştirildi, felsefe ve eğitim alanında ilerlemeler oldu. Hearnshaw, “Demokrasi
ve Fransız İnkılâbı: - Başlangıç -”, FH, Sayı 4, (16.11.1933).
205
(krallar, asilzadeler ve papazlar) güç birliğinden çok daha fazla etkili
oldu.7 Yüzyılın ikinci yarısından 1930’lara kadar geçen sürede
hükümetlerin iktisadiyat alanına karışırken nasıl hareket etmesi
gerektiği konusunda iki okulun (klasik ve müdahaleci okullar)
görüşleri birbirine çok yaklaşmıştır. Bir yandan liberal iktisatçılar
ifratı bırakmışlar, diğer yandan da iktisadî yasaların var olduğu ve arz
ile talebin birbirine uyması gerektiği konusunda Fransız iktisatçıları
uzlaşmışlardır.8
B. Devrim (İnkılap) Çözümleme ve Polemikleri
Fikir Hareketleri yayımlanmaya başladığında, Türk Devrimi
konusunda son birkaç yıldan beri değişik çevrelerce (Kadro, Kooperatif,
Ağaoğlu Ahmet …) yazılıp çizilmekteydi, canlı bir tartışma ortamı
vardı. Türk Devrimine ideolojik çerçeve oluşturma konusunda
Kadro’nun verdiği uğraş farklı tepkilere neden olmaktaydı.9 Böyle bir
ortamda, Fikir Hareketleri devrim olgusunu, XX. yüzyıl başında
devrimin anlam ve işlevini ve Türk Devrimini çözümleme konusu
yapmıştır.
7Yüzyılın siyasal ve toplumsal ve askeri gelişmeleri (savaşlar ve ulusçuluk-demokrasi
ilişkileri) için bkz. Hearnshaw, “Milli Hakimiyetin İnkişafı”, FH, Sayı 6,
(30.11.1933). 8Bernard Lavernge, “Dünya Buhranının Sebepleri, Son Senelerin Boş Tedbîrleri,
Akim Nazariyeleri 2”, FH, Sayı 24, (5.4.1934). 91932 yılı başından beri yayımlanmakta olan Kadro’nun basında ve siyasal yaşamdaki
yankıları ve dönemin liberal aydınlarının önde gelenlerinden bir olan Ağaoğlu Ahmet
ile olan polemikleri için bkz. Tekeli-İlkin, a.g.e.
206
1. Devrim, Fransız Devrimi ve Devrimin Değişen Anlamı
“Révolution” sözcüğünün bazen “inkılap” (devrim) bazen de
“ihtilal” diye dilimize çevrildiğini belirten Hüseyin Cahit, “... anlam
belirsizliğine düşmemek bakımından...” révolution sözcüğüne karşılık
olarak “inkılap” (devrim) sözcüğünü kullanmayı yeğlemektedir.10 Ona
göre, sözlük anlamıyla devrim, nagihani (ani) ve önemli bir değişikliği
anlatır. Siyasal anlamıyla devrim ise, bir devletin siyasal ve toplumsal
yapısının aniden11 ve şiddetli bir biçimde değişmesidir. Devrimin isyan
veya ihtilalden farkını Hüseyin Cahit özenle vurgulamaktadır.12
Hüseyin Cahit, devrim sözcüğünün tanımı ve devrimin süresi
konusunda Şevket Süreyya ile olduğu gibi Ahmet Hamdi ile de
uzlaşamamakta, Ahmet Hamdi’nin Kooperatif’te13 yaptığı devrim
tanımını Hüseyin Cahit “daha ağır başlı, daha alimane ve dolambaçlı”
bulmaktadır. Ahmet Hamdi’nin tanımına göre devrim, “… bir cemiyetin
bir takım şartlar altında bulunduğu ve içine bir takım fikirlerin intibak
ettiği bir muvazeneden diğer bir takım şartlara ve gene başka bir takım
10Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 1, (29.10.1933). 11Hüseyin Cahit’e göre, birdenbire ve şiddetli, yıkıcı ve yapıcı nitelikleri taşıyan bir
hareketin, devrim sayılabilmesi için, uzun sürmemesi gerekir. Uzun sürecek
olursa, buna devrim değil tekâmül denilir. Hüseyin Cahit, “İnkılaba ve Hürriyete
Dair”, FH, Sayı 11, (4.1.1934). 12Hüseyin Cahit, “Bizde İnkılap Avrupa’da İnkılap”, FH, Sayı 2, (2.11.1933). 13Kooperatif, Sayı 19, (Kanunuevvel 1933).
207
fikirlerin intibak ettiği diğer bir muvazeneye geçmesi demektir.”
Uzlaşmazlık devrimin süresi konusundadır. Ahmet Hamdi, Hüseyin
Cahit’in devrimi “bir taraftan yıkıcı, bir taraftan yapıcı hareket” olarak
nitelemesine dikkat çekerek, bu nitelikteki bir hareketin, ‘ani’
olamayacağını, çünkü devrimin “yapıcı” olabilmesinin onun sürmesine
bağlı bulunduğunu ileri sürmektedir.
Hüseyin Cahit ise14, devrim ‘ani’ olur demekle, ‘enstantane’ (bir
anda olan) fotoğraflar gibi çok kısa sürede olan biten bir hareketi
kastetmediğini, böyle anlaşılmasının bir “tecahül” (bilmezden gelme)
teşkil edeceğini belirtmektedir. “... Şüphesiz ki inkılap bir müddet sürer.
Fakat milletlerin insan cemiyetlerinin hayatına nazaran bizlerin
şahsımızca mühim olabilen zaman parçaları pek değersiz kalacağı için
bunlara ‘ani’ denilmesi tabiidir.” Anlaşmazlık, devrimin ne kadar
süreceği konusu üzerindedir. Devrimler, Hüseyin Cahit’e göre, ilkeler
koyar ve sonra o ilkeleri uygulamaya başlar. Devrimleri ‘ani’ bir hareket
olarak algılayanlar bununla işte bu ilke ilanlarını kastederler. Devrimin
“yapıcılık” niteliğinin uzun zaman gerektirmesi doğaldır.
İngiliz ve Amerikan Devrimlerinden esinli Fransız Devrimi
modern Avrupa demokrasisinin gelişimine yol açmıştır.15 Başlangıçta
İngiltere’dekine benzer bir meşrutî monarşi kurmayı hedefleyen
14Hüseyin Cahit, “İnkılaba ve Hürriyete Dair”, FH, Sayı 11, (4.1.1934). 15Edouard Benes, “Modern Avrupanın İnkişafı: Fransa ve Amerika İnkılabları”, FH,
Sayı 335, (23.3.1940).
208
Fransız Devrimi’nde, burjuvazinin, kazanacağı siyasal nüfuz ve
kudreti şehir veya köylerdeki halk kütlesiyle paylaşmağa hiç niyeti
yoktu. Devrimi başlatanlarla onu sonuçlandıranların çoğunlukla aynı
kişiler değildir. Burjuvazî’nin eski rejim surlarında açtığı gedikten
içeriye dolan dalga burjuvaziyi de kral, soylular ve papazlarla beraber
silip süpürdü.16 Birçok benzerliklerine karşın, Fransız ve İngiliz
Devrimleri arasında önemli farklar vardır.17
Fikir Hareketleri, modern Avrupa’nın oluşumunda Fransız
Devrimi’ne büyük bir önem atfetmektedir. Devrim’in, feodal düzen ve
mutlak monarşi aleyhinde bir tepki olduğu, herkes için aynı (bitaraf)
yasa ruhunu oluşturduğu, serfliği ve kast (tabaka) sistemini, kiliselerin
dini ayrıcalıklarını kaldırdığı, dini özgürlüğü ve hoşgörüyü, daha da
önemlisi, temsili sistemi benimsediği, bütün sınıfları eşit bir temsil
hakkına kavuşturduğu, vicdan, bilim, sanat ve girişim özgürlüğünü
getirdiği, malda tasarruf ve yeni mülkiyet hakları verdiği
belirtilmektedir.
16Hearnshaw, “Demokrasi ve Fransız İnkılabı: - Başlangıç-“, FH, Sayı 4,
(16.11.1933). 17İngiliz Devrimi siyasal (Stuart’ların yönetimine başkaldırı) olduğu halde Fransız
Devrimi toplumsal (yüksek tabakaların ayrıcalıklarına düşmanlık besleyen)
nitelikteydi. İlkinin parolası “özgürlük” olduğu halde ikincisi daha çok “eşitlik” diye
haykırıyordu. Birincisi iş adamları tarafından düzenlenip uygulandığı halde Fransız
Devrimcileri kuram ve düşünce adamı idiler. Hearnshaw, “Demokrasinin Teessüsü:
Fransız ve İngiliz İnkılâpları Arasındaki Farklar“, FH, Sayı 5, (23.11.1933).
209
“... yalnız felsefe ve tefekkür aleminde değil, ameli siyasi, sosyal ve iktisadi
hayatta da Avrupa milletleri için modern hayatın temellerini attı. Heyeti
mecmuası itibarile bu felsefe akılcı, müsavatçı, cihanşümul ve humanistic idi;
beynelmilel kardeşliği ilan ediyordu. Bugün bu tabiri kabul ettiğimiz sentetik
manada liberal ve demokratik idi ...”18
Devrimlerin işlevini XIX. yüzyıl ve 1930’lu yıllar için aynı
sanmak, Fikir Hareketleri’ne göre, önemli bir yanılgıdır. Devrimin işlevi
mutlak ve müstebit hükümetleri yıkmak ve demokrasiyi kurmaktır. “…
Gerek mazide gerek zamanımızda inkılap mutlak ve müstebit
hükümetlerden kurtulmak için yegane müessir halas şeklini vücude
getirmiştir.”19 Demokrasilerin kurulmasından sonra devrimin çekiciliği
kalmamıştır. Bundan böyle yapılacak devrimlerin hedefi, mevcut yasal
düzeni ve uyumu bozmak ve yıkmak olacaktır. Bu tür bir harekete ise ya
komünistler ya da irtica fırkaları yeltenebilir.20
18Edouard Benes, “Modern Avrupanın İnkişafı: Fransa ve Amerika İnkılabları”, FH,
Sayı 335, (23.3.1940). Buna karşılık, Marx, liberal ve ulusal devrimlerin burjuvazi
dışında kalan sınıflar için kazançlı olmadığını ilan etmiş, “yalnızca eşitlik
sağlamak amacıyla yapılan toplumsal devrimlerin” mücadele etmeye ve uğrunda
fedakarlığa katlanmaya değer olduğunu ileri sürmüştü. Marx’ın yaptığı bir yenilik
varsa, o da, devrimi ulusal ve siyasal düzlemden toplumsal düzleme taşımasıydı.
Marx’çılığın etkisi belki eski tipteki (yani liberal ve ulusal) devrimlerin ortadan
kalkmasını sağlayamadı ama, devrim olgusunun etki alanını genişletti. Öyle ki,
doğrultusu ne olursa olsun, her tür değişiklik, kendisinin devrim niteliği taşıdığını
ileri sürer oldu. Joseph-Barthélemy, “İnkılabların Yeni Simaları”, FH, Sayı 117,
(18.1.1936). 19Hüseyin Cahit, “Bizde İnkılap Avrupa’da İnkılap”, FH, Sayı 2, (2.11.1933). 20“Fakat inkılaplar mutlak ve müstebit hükumetleri yıktıktan ve hürriyet temeline
dayanan demokrasiler vücut bulduktan sonra, inkılap mistiğinin bütün cazibe kuvveti
kayboldu. Bu itibar ile, demokrasi asri tarihin en inkılap aleyhtarı bir hadisesini
210
1930’lu yılların Avrupa’sında devrimcilik demokrasiden (ulusal
egemenlik rejimi) tamamen ayrılmış ve hatta ona düşman hale gelmiştir.
Fransız Devriminin de etkisiyle, “devrim”de sanki kutsal bir nitelik
aranmış, bir devrim gizemi oluşmuş, devrimde yaratıcı bir kuvvet
olduğu düşüncesi kabul görmüştür. Avrupa’daki devrim meczupları
terakki (ilerleme) ve devrim kavramlarını karıştırmakta ve her siyasal ve
toplumsal devrimi mutlaka bir ilerleme sanma yanılgısına
düşmektedirler.
“Bugün Avrupada inkılap mezcupları eksik değildir. Onların fikrince her
inkılap bir terakki teşkil eder. İnkılap kelimesinin muhtelif manaları olduğu
için, filhakika, bazen hepimiz bu kelimeyi terakkiye delalet edecek bir manada
kullanırız. Mesela nakil vasıtalarında bir inkılaptan bahsederiz... Bunları
söylerken bir terakki kastettiğimiz muhakkaktır. Fakat bunu inkılabın siyasi ve
içtimai sahadaki manasile karıştırmak ve her siyasi ve içtimai inkılabı mutlaka
bir terakki zannetmek büyük bir gaflet olur. Biz bugün ne muhafazakar ve
mürtecilerin inkılabında, ne komünistlerin inkılabında bir terakki eseri
görmekten uzağız.”
vücude getirdi. Sosyalizm bir inkılap hareketi gibi meydana çıktı. Fakat o da inkılapçı
vasfını kaybetti. O da bir demokrasi hareketi şeklini aldı. Binaenaleyh, bugün
Avrupada, kafi miktarda taraftarları bulunmayan münferit fertlerden ibaret anarşistler
bir tarafa bırakılırsa, yegane inkılapçı fırkalar yani mevcut kanuni nizam ve ahengi
değiştirmek için cebrü şiddete ve kuvvete müracaat etmeğe hazırlananlar iki türlü
ekalliyetten ibarettir. Bunların bir kısmı komünistler, diğer kısmı da İtalyada faşistlik,
Fransada ve Almanyada hükümdarcılar ve milliyetçiler (nasyonalistler) gibi irtica
fırkalarıdır.” a.g.m.
211
Siyasal anlamda devrim hakkında yorumda bulunmak için
sonuçlarını görmek gereklidir. Devrim meczuplarının devrimleri bir
yazgı olarak nitelemelerini anlamak olanaklı değildir.
“Siyasi inkılap kendi kendisine, ne bir iyiliktir ne bir fenalıktır. İyilik de teşkil
edebilir fenalık da. Bir inkılabın hayırlı bir hareket olduğu ancak
vukubulduktan ve neticeleri görüldükten sonra kestirilebilir. Her inkılapçıyım
diyenin, her akıllarına gelen rejimleri tatbika kalkışanların mutlaka beşeriyet
için hayırlı bir teşebbüs arkasında koştuklarına körkörüne inanamayız.
“İnkılap meczupları inkılabın yalnız hayırlı değil elzem ve mukadder olduğu
fikrini de kuvvetle ileriye sürerler. Fakat neden dolayı mukadder olduğu,
kimin böyle takdir ettiği bir türlü anlaşılamamıştır...”21
Hüseyin Cahit’e göre, devrim sözcüğü hiçbir dönemde, iktisadi
bunalımın ve hoşnutsuzlukların giderek arttığı Savaş sonrası
Avrupa’sında olduğu kadar ağızlarda gezmemiştir. Oysa, ihtilal ve
devrim, bu bunalıma ve hoşnutsuzluklara bir çare olamaz.22 Siyasal ve
iktisadi liberalizmi reddetmeleri ve özgürlükleri yok etmeleri Sovyet,
Alman ve İtalyan devrimlerinin ortak yanlarıdır.23
21a.g.m. 22Joseph-Barthélemy, “Hürriyetin İstikbali” , FH, Sayı 120, (8.2.1936). 23Hükümet nüfuz ve kudreti artık seçimlerden kaynaklanmamaktadır. Birtakım şefler
var ki bunlar kendiliklerinden meydana çıkmışlar ve hüküm ve nüfuzlarını zorla
kabul ettirmişlerdir. Artık özgürlükler tehlikeli birer lüks olmuştur, fırkalar
yoktur, birbirinden ayrı düşünceler yoktur. Artık her ülke için bir fırka vardır:
Roma’da faşizm, Moskova’da bolşevizm, Berlin’de nasyonal-sosyalizm. Modern
diktatörlüklerin babaları devletçilik, peygamberleri Fichte, Hegel ve hattâ Karl
Marx’tır. Modern diktatörlüklerin hepsinde müşterek çimento Fransız Devrimi
212
Fikir Hareketleri’nde devrim sözcüğü ile bağlantılı biçimde sık
sık kullanılan iki sözcük daha vardır: terakki (ilerleme) ve tekamül
(gelişme, olgunlaşma). Nitti’ye göre, ilerlemenin zorunlu olduğunu
sanmak yanlış, gelişmeyi kesin biçimde tayin etmek de olanaksızdır.24
2. Türk Devrimi
Hüseyin Cahit’e göre, kimi yabancı düşünür ve siyasilerin Türk
Devriminde bazı ıslahatlarda pek acele edildiği ve tarihin cereyanının
hızlandırılmaya çalışıldığı yönünde görüşler ileri sürmelerinin ve
Devrimimizin kalıcılığı konusunda duraksamaya düşmelerinin nedeni,
Devrimimizin uzun bir geçmişi olduğunu göz önünde
bulundurmamalarıdır. “...tarihin bir asırlık cereyanı kah belli, kah gizli,
kah uyuşuk, kah ateşli, bu neticeyi hazırlıyordu.”
tarafından ilân edilmiş olan herkes için müşterek hukukun red ve inkârıdır. Joseph-
Barthélemy, “İnkılabların Yeni Simaları”, FH, Sayı 117, (18.1.1936). 24Nitti, “Terakki ve Medeniyet Telakkileri”, FH, Sayı 47. Nitti’ye göre, özellikle
Ansiklopedicilerden sonra kimilerinde öyle bir kanı hasıl olmuştur ki, ilerleme
(terakki) zorunludur, esrarlı bir kuvvet insan toplumlarını ilerlemeye doğru sevk eder.
Bu inanışa göre, bizler önceki kuşaklardan daha uygarız, bizden sonraki kuşaklar da
bizden daha uygar olacaklardır. Tekamül (gelişme) kuramı bu yanlış düşünceyi
yaymaya hizmet etmiştir. Terakki kuramı uzun süre demokratların bir nevi akidesi
haline geldi. İnsanlığın hiçbir zaman gerilemeyeceği ve görünüşteki gerilemelerin
daha geniş atılımları hazırlayacağı düşünüldü. Oysa, uygarlık tarihinde sürekli bir
gelişme gözlenmemiştir. Bu konuda ayrıca bkz. Henri Sée, Tarihte Tesadüfün Rolü:
Tekamül ve İnkılab, FH, sayı 190, (12.6.1937); Henri Sée, “Umumi Tarih ve
Tekamül”, FH, Sayı 187, (22.5.1937); Henri Sée, “Tarihte Terakki Fikri”, FH, Sayı
195, (17.7.1937); Henri Sée, “Tarihte Tekamül Fikri”, FH, sayı 184, (1.5.1937).
213
“... Türk inkılabı herhangi bir şark memleketinde herhangi muvazenesiz bir
inkılapçının hayat ve kabiliyet imkanlarını düşünmiyerek kurmağa çalıştığı
bir hayal binası, bir utopie değildir. Biz bugünkü neticeye varmak için bir
asırdan ziyade bir müddettir çalışıyoruz, kurbanlar veriyoruz. Türkiye
Cümhuriyeti kış bahçelerinin yapma havası içinde zorla açtırılmış mevsimsiz,
soluk bir çiçek değildir. Haşmetile ortalığı kaplıyan canlı bir şe’niyettir.
“... Türk inkılabı herhangi bir şark memleketinde herhangi muvazenesiz bir
inkılapçının hayat ve kabiliyet imkanlarını düşünmiyerek kurmağa çalıştığı
bir hayal binası, bir utopie değildir. Biz bugünkü neticeye varmak için bir
asırdan ziyade bir müddettir çalışıyoruz, kurbanlar veriyoruz. Türkiye
Cümhuriyeti kış bahçelerinin yapma havası içinde zorla açtırılmış mevsimsiz,
soluk bir çiçek değildir. Haşmetile ortalığı kaplıyan canlı bir şe’niyettir.
“Son padişah ve halifenin hıyaneti yüzünden müttefik düşmanlar karşısında
kendi başına kalan millet vatan müdafaasında yalnız kendi varlığına ve
kuvvetine güvenerek senelerce çarpıştı, evlatlarının dökülen kanı içinde
cümhuriyet terbiyesini aldı ve cümhuriyet idaresini resmen ilan etmeden filen
senelerce tatbik etti. Onun içindirki hükümdarlık rejiminden cümhuriyet
rejimine geçiş millet için pek zaruri, pek tabii, pek sade bir iş oldu. Ruhlarda
zaten hazırlanmış olan içtimai ve fikri ıslahat da bu siyasi inkılabı müteakıp
birbiri ardınca fiiliyat sahasına çıktı. Uzun bir hürriyet aşkı ile çırpınmamış,
uzun bir halas iştiyakı [kurtuluş özlemi] ile yeni şekillere ve yeni hayata
doğru içinde hamleler hissetmemiş bir millette böyle bir inkılaba imkan
olabilir miydi?”25
25a.g.m. Ayrıca, Hüseyin Cahit’e göre, Derim Türkiyesi “Milli Mücadele” veya
“İstiklal Savaşı” yılları diye adlandırdığımız 1920-1923 döneminde ana rahmine
düşmüş, doğmuş, biçimlenmiş, sonraki yıllarda da tabii bir inkişaf ile hep aynı ilkeler
214
Türk Devriminin niteliği konusu Hüseyin Cahit ile Şevket
Süreyya arasında polemik konusu olmuştur. Şevket Süreyya, Kadro’da,
Devrimimizi açıklamaya yönelik iki ayrı yaklaşımın varlığından söz
etmekte, kendi yaklaşımını üçüncü bir yaklaşım olarak sunmaktadır.
Şevket Süreyya’nın tezine göre;
“İnkılâbımız hususî bir tarih seyrinin mahsulüdür. Zarurî surette tekevvün
etmiş nev’i şahsına mahsus bir hâdisedir; bütün prensipleri kendisine
hastır. Benzer göründüğü diğer inkılâp hadiselerinden cevher itibarıle
ayrıdır. Başlamıştır, bitmiştir. O, ne demokrasinin, ne sosyalizmin, ne
faşizmin ne diğer herhangi bir yabancı cemiyet nizamının eşi, devamı
yahut kopyası değildir.”
Kadro’nun, Türk Devriminin nev’i şahsına münhasırlığı tezine
Fikir Hareketleri katılmamakta, Devrimimizi demokrasi devrimleri
üzerinde, “nereye gideceği belli bir şose” gibi ilerlemiştir. Bu ilerleme sırasında
makul bir haritaya ihtiyaç duyulursa, onu bize 1920-1923 döneminin hatıraları,
olayları, ilkeleri, heyecan ve idealleri temin edecektir. “... İnkılap hamlesi ilk
saffetini, ilk feragatli, yüksek gayelerini asıl kaynaktan arasıra kuvvet alıp
tazelemekle muhafaza ve ilanihaye idame edebilir.” “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 192,
(26.6.1937). Gazi Mustafa Kemal, 1923 yılı başında, Türkiyenin tedrici mi yoksa ani
biçimde mi ilerletileceği konusunda şunları söylemiştir. “İki sistem var. Biri malum,
büyük fransız ihtilalindeki tarz: Rejimler değişecek, ihtilallere karşı mukabil ihtilaller
yapılacak. Sağ solu tepeler, sol sağı süpürürken bir de bakılacak ki bir buçuk asırlık
zaman geçmiş. Bu milletin damarlarında o kadar bol kan ve önünde o kadar geniş
zaman var mı?” İsmail Habib’e göre, devrimlerimizin hepsinde ortak olan iki yan var:
hepsinde fiiller kuramlardan önce gelmiştir ve daha da önemlisi, hepsi de ani
gerçekleştirilmiştir. Bu sayede bütün devrimlerde ne kan döktük, ne de zaman
kaybettik. Yalçın, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 292, (27.5.1939).
215
kategorisine sokmaktadır. Hüseyin Cahit’e göre, her devrim gibi Türk
Devrimi de “… kendini doğuran hususî bir tarih seyrinin mah-
sulüdür…” Taklit devrim olmaz.
“İnsanların gerek şahsî hayatlarında, gerek cemiyet hayatlarında bir takım
çerçeveler, esaslı umumi fikirler vardır ki her hadise onların içinden
yer alır, tasnif olunur. Onun için, nev’i şahsına mahsus bir inkılâp
hadisesi yoktur. Herhangi içtimaî ve siyasî bir inkılâp mutlaka tasnif olu-
nabilir. Fakat şekli itibarile diğerlerinden ayrılması zaruridir. Bugün,
meselâ, demokrasi diyoruz. Bu umumî tabir altında, bu umumî
çerçeve içinde topladığınız hadiseler her memlekette aynı şekiller mi
arzediyorlar? Amerikada, İngilterede, Fransadaki demokrasi ile
Balkanlardaki demokrasi bir midir? Hatta Amerika ve İngiltere
demokrasileri birbirlerine benzer mi? Sosyalizm diyoruz. Sosyalizm her
memlekette aynı manzara mı gösteriyor? Binaenaleyh, bizim inkılâbımız
hakkında da bu, bizim memleketimizin tarihi seyrinin millî bir
mahsulüdür ve tabi olduğumuz teşkilâtı esasiyeye nazaran hiç şüphesiz
bir demokrasi inkılâbıdır denebilir. Demokrasi inkılâbı demekle, mutlaka
filân veya filân memleketteki demokrasinin aynı olmak lâzım gelecek
değildir. Her memleket kendi hayatının şartlarına göre buna bir şekil
verir. Bizde de pek tabiî olarak, diğerlerinden kendini ayıracak
hususî vasıflar ve şekiller alacaktır. Fakat bugün mahiyeti
demokrasidir.”
Kadro’nun, bir yandan Devrimimizi “nev’i şahsına münhasır”
bir olay olarak algılaması öte yandan da bu Devrimin diğer
devrimlerin “öncüsü” olacağını ileri sürmesi, Hüseyin Cahit’e
göre, açık bir çelişkidir.
216
“... Başkalarını taklit etmediğimizi iddia ederken, inkılâbımızın
tarihimizden doğduğunu pek haklı olarak hatırlamak, fakat sonra da
başkalarına bizim numune olacağımızı düşünmek i lk sözlerimizdeki
kuvveti kaybettiren bir dalgınlık teşkil eder.”26
Bir toplumsal ve siyasal devrim olarak Türk Devrimi,
Hüseyin Cahit’e göre, “çerçeve ve esaslı umumi fikir” olarak
demokrasi sınıfında yer alır. Olayların objektif gözlemi bizleri bu
sonuca götürmektedir. Türk Devrimi bir demokrasi devrimi olarak
başlamış, bir demokrasi devrimi olarak yürümüş, genişlemiş ve
kuvvetlenmiştir, bundan sonra da kuvvetlenecektir.27
Hüseyin Cahit, 1930’lu yıllar Avrupa’sının devrimcilik anlayışı
ile aynı yıllar Türkiye’sindeki anlayışın birbirinden farklı olduğunu
belirtmektedir. Bizde devrimin mutlak ve müstebit hükümetlerden
kurtulmanın tek etkili yolu olarak algılandığına, var olan mutlak ve
müstebit bir hükümeti, padişahlığı yıkarak onun yerine demokrasi
kurduğumuza, bu anlamda gerçek anlamda devrimci olduğumuza
değinen Hüseyin Cahit’e göre, 1930’lar Avrupa’sında ise, devrimcilik,
demokrasisi rejiminden tamamen ayrılmış ve ona düşman olmuştur.
“Avrupada bugün inkılapçı denilen kimseler bizim kabul ettiğimiz rejime
düşmandırlar. Demokrasi rejimi Avrupada iki ateş arasında bulunuyor. Bir
26a.g.m. 27a.g.m.
217
taraftan mürteciler diğer taraftan da inkılapçılar ona hücum ediyorlar.
Mürteciler nazarında demokrasi daima bir inkılaba sebep olan yıkıcı bir
rejimdir. İnkılapçılar nazarında da yeni zamanlara mahsus bir irtica şeklidir.”
Hüseyin Cahit’e göre, biz Avrupa’nın anladığı anlamda devrimci
değiliz; ne komünistiz, ne de mürteci.
“... Avrupada bugün inkılap taraftarlığı edenlerle bizim aramızda hiçbir
münasebet yoktur. Onlar bizim rejimimizi yıkmaya çalışan kimselerdir.
İstibdadı ve mutlak hükümetleri devirmeyi kendilerine hedef bilen, hürriyet
rejimini kurmak isteyen inkılapçılarla beraberiz, fakat mürtecilerden de
komünistlerden de ayrıyız.”
Hüseyin Cahit’e göre, Avrupa diye tek bir kavram yoktur.
Bin bir yüzlü bir Avrupa karşısındayız: zevk, safa, eğlence ve
fezahat Avrupası, siyaset Avrupası28 bilim, uygarlık ve düşünce
Avrupası.29 Hüseyin Cahit, yalnızca bilim, uygarlık ve düşünce
28Bu Avrupayı, Hüseyin Cahit, “emperyalist hırsıcahların, nasyonalist emellerin aleti
olarak fütuhat politikası takip eden, yahut büyük mali menfaatlerin esiri olarak
başka milletleri istismar etmekten başka birşey düşünmeyen Avrupa” şeklinde
betimlemektedir. 29Hüseyin Cahit’i kendisine hayran bırakan Avrupa, bu Avrupadır. Bu hayranlıkta
ayıplanacak bir yön görmemektedir. Zira, “Bugün alim değiliz, alim
yetiştiremiyoruz. Fakat hiç olmazsa ilme hürmet etmesini de öğrenemez miyiz?”
Karl Marx menşeli “tarihte maddiyetçilik”i benimseyen, bunu “... bir mezhep ve
akide payesine yükselt(en) ve hayran olduğu parçaya müsaadekarlık ruhu tanımaz
bir iman ile bağlanan... “ Kadro’nun da Avrupa'ya hayran olması gerekir.
Durum böyle iken, Kadro’nun Fikir Hareketleri’ni Avrupaya hayranlıkla suçlaması
anlaşılır bir şey değildir. “Bana hürriyeti sevdiren ve insanlık haysiyetimi kendi hür
düşüncemde, vicdani istiklalimde bulduran Avrupa mütefekkir ve mürşitlerinin
izlerinde yürümeyi ve etrafıma bu hürriyet ve istiklal aşkını vermeyi gaye bildim.”
218
Avrupasına hayran olduğunu belirtmektedir. Ona göre, bugünkü devrim
Türkiye’sinin beslediği “Avrupalılaşmak”30 da zaten budur.31 Bizler,
devrim sayesinde içine girdiğimiz bu Avrupa’yı çok yakından
tanımalıyız. ‘Avrupa’ basit bir kavram değil, aksine karmakarışık bir
varlıktır. Onun içindeki değişik düşünce ve duygu akımlarını iyi
öğrenmek için çok okumağa, çok dikkat etmeğe gerek vardır.32
Hüseyin Cahit, Kadro’nun Türk Devrimi adına söz
söyleyebilmeyi kendisinde hak görmesine bir anlam
verememektedir. Ona göre, bir kişinin Devrimimizin niteliği
hakkında görüş belirtebilmesi, Devrimimizin niteliği şudur
diyebilmesi için “... Türk İnkılâbının tekevvününde, seyrinde
oynadığı rol ile büyük salâhiyet kesbetmiş...” olması, böyle bir
açıklamayı devrimi bizzat gerçekleştirenlerin yapması daha doğru
olur. Hüseyin Cahit, kendisini devrimin “hakir ve gönüllü neferi”
30Hüseyin Cahit’e göre, Avrupalılaşmak kendi kişiliğimizden vazgeçmeyi, kendi
benliğimizi unutmayı gerektirmez. Nitekim, bugün Avrupa uygarlığı içindeki
Fransızlar, İngilizler ve Almanlar birbirlerinin taklitçisi değildir. Hepsi
milliyetlerini, geleneklerini ve kişiliklerini koruyorlar. 31Hüseyin Cahit, “Avrupanın Mirasçıları”, FH, Sayı 35, (21.6.1934). 32Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı: Bolşeviklik, Faşistlik ve Demokrasi”,
FH, Sayı 83. Hüseyin Cahit’e göre, her okuduğumuz eser bizi aydınlatamaz. Hele
yolumuzu görebilecek, istikametimizi tayin edebilecek kadar esaslı bir
hazırlığımız yoksa bazı eserler bizi çok şaşırtabilirler; bize bir şey biliyormuşuz
zannı içinde büyük bir gaflet verirler. Onun için, Avrupa’nın niteliğini ve
gerçeğini ortaya koyar gibi görünen eserler arasında gayet ihtiyatlı davranmak
gerekir. Nitti’nin yazılarını güvenle elimize alabileceğimizi, yazarın hürriyet ve
millî hâkimiyet prensiplerine bağlılığının ve sadakatinin şüphe götürmediğini,
219
saydığı için devrim adına “söz söylemek gibi muazzam bir yükün
ezici haşmetini” yüklenmeye kalkmamakta, hatta bunu aklına dahi
getirmemektedir. Şevket Süreyya’nın buna kalkışmasına da hak ve
anlam verememektedir.
“Şevket Süreyya Beyin... söz söyleyişinde, hükümlerinde öyle bir kat’iyet
var ki mütaleaları kabul edilmezse inkılâba hürmetsizlik edilmiş,
aleyhdarlık gösterilmiş olacakmış gibi bîr his hâsıl oluyor. Şevket Süreyya
beyde böyle bir salâhiyet varsa her şeyden evvel bunun bilinmesi pek
faydalı olur. Çünkü artık başka türlü bir mütalea yürütmeğe hacet kalmaz.
Eğer kendisinde bu salâhiyat yoksa ifade tarzı biraz değişmek, ‘nas’
edası yerine münakaşa kabul eden beşerî bir yumuşaklık gelmek
icap eder.”
Türk Devriminin ideolojisi aydınlarımızı çok cezbetmektedir.
Hatta, kimileri bu Devrime ideoloji biçmek arzusundadırlar.
“Halbuki Türk inkılabı büyük, objektif bir hakikattir. İnkılap şeflerinin
sözleri, inkılabın fikri ve siyasi abideleri meydandadır. Bunlar tevil
götürmez, inkar kabul etmez bir vuzuh ve katiyet ile ortada dururken
Türk inkılabını milli hakimiyet prensibinden ayırarak faşistliğe yahut
Devlet sosyalistliğine, hatta daha ileriye doğru götürmeğe çalışmak ve öyle
göstermek fazla bir cur’etkarlık olur.”33
Avrupa’nın durumuna dair muhakeme ve eleştirilerin gözümüzü açacağını ileri
sürmektedir. 33Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Tenvire Muhtaç İki Nokta”, FH, Sayı 37,
(5.7.1934).
220
Devrimimizi milli hakimiyet prensip ve felsefesinden alıp başka
emellere hizmetkar yapmak yolunda birçok gayretlere, hatta
şarlatanlıklara da şahit oluyoruz.34 Türk toplumunu özgürlüğüne
kavuşturan büyük Devrimimizi, bu Devrimin özü olan demokrasiyi
(milli hakimiyet) sağdan soldan gelen, gizli ve açık, ahmakça ve
kurnazca hücumlara karşı korumak, yurttaşlık bilincine sahip her Türk
için en büyük ödevdir. 2444 sayılı Yasa bütün tereddütleri
giderecek ve tartışmalara son verecek ölçüde kesin ve açıktır.35
Kadrocuların Türk Devrimini Marxcıların devrimi ile karıştırmak
yolundaki gayretleri, Hüseyin Cahit’e göre, boşa çıkmıştır.36
Avrupanın mirasçılığı konusu Fikir Hareketleri ile Kadro
arasında polemik konusu olmuştur. Fikir Hareketleri’nin özgürlükçü
ve demokrasi taraftarı olduğunu, Avrupa’nın bilim alanındaki
34“Maamafih, bu şarlatanlık biraz hünerli surette yapılmak isteniyor. Evvela, her
propagandada olduğu gibi, öyle kelimeler kullanılıyor ki bunlar tahtı
gururumuz üzerinde tesir yaparak takip edilen maksat lehinde ruhumuzda iyi bir
manevi muhit yaratmak gayesine matufturlar. Mesela, pek hassas ve uyanık olan
milliyet hislerimizi gıdıklamak yolu... Herkesten üstün olmak için kimseye
benzememek arzuları... Yeni ve yüksek bir şey yapmak, bütün cihana örnek ve
önayak olmak iddiaları... Mukallitlikten ve bilhassa 1789 Fransız İnkılabını ve
onun mahsulü olan Fransız Demokrasisini taklit küçüklüğüne düşmekten nefret...”
a.g.m. 35Matbuat Umum Müdürlüğünün teşkilatını ve vazifelerini düzenleyen ve 1934’te
çıkarılan 2444 sayılı Yasa, ülkemizde milliyet ve demokrasi esaslarına aykırı
düşünce akımlarının yayılmasına engel olmak için önlemler almayı, bu gibi akımlar
ile “yayın” yoluyla mücadele etmeyi Umum Müdürlüğün görevleri arasında
saymıştır. 36Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Şahsiyata Dökülen Bir Münakaşa”, FH, Sayı 52,
(18.10.1934).
221
akımlarını ve düşüncelerini yayımlamak suretiyle Marx’çılığın
modası geçmiş, çürük ve değersiz bir şey olduğunu ortaya koymaya
çalıştığını belirten Hüseyin Cahit, Fikir Hareketleri’nin rejim
ithalâtçılığı ile suçlanmasının tamamen uydurma bir suçlama
olacağını ileri sürmektedir. Ona göre, Fikir Hareketleri millî
hâkimiyet (demokrasi) taraftarıdır: ulusçu, cumhuriyetçi, devletçi,
devrimci, halkçı ve laiktir.37
“Benim bu memlekette, türk inkılâbında beğenmediğim ve sevmediğim
hiçbir mefhum yoktur. Bilâkis bütün idealim bugünkü inkılâp, cumhuriyet
mefhumudur. Fikir hareketleri her satırına varıncıya kadar millî hâkimiyet,
hürriyet ve cumhuriyet taraftarıdır. Haykırıyorsam demokrasiye hücum
edenlere, hürriyeti yıkmak istiyenlere, faşistlik ve komünistlik rejimlerini
dolambaçlı yollarla müdafaaya kalkanlara karşıdır. Benim vaziyetim açık,
insicamlı ve mantıkîdir.” 38
Hüseyin Cahit’e göre, Cumhuriyet rejimi vatanı kurtaracak
ilkeleri ilân etmiş ve Devrimin genel çerçevesini çizmiştir. Artık temenni
edilecek şey bu ilkelerin uygulanmasıdır. Türkiye’de kesinlikle
gerçekleşmeyeceği sanılan yüksek bir hülya vardı: vicdan özgürlğüğü.
Cumhuriyet rejimi bu “ilkelerin ilkesi”ni Türk yurdunda egemen kıldı.
Cumhuriyetimiz uygarlık tarihinde temiz bir yer kazanmıştır.
37Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Bir Münakaşanın İbret Alınacak Neticeleri 1”, FH,
Sayı 44, (23.8.1934). Hüseyin Cahit’e göre, bu tartışma, “Kadro risalesinin Fikir
Hareketlerine ilişmesi üzerine” açılmıştır. 38Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Bir Münakaşanın İbret Alınacak Neticeleri 2”, FH,
Sayı 45, (30.8.1934).
222
Cumhuriyet çocukları, Devrimin kendilerine verdiği sancağı daima
yüksek tutarak Büyük Önder’in işaret ettiği hedefe doğru
yürümelidir.39
Halkevlerinin ülkemizin her tarafını “nurlu bir şebeke gibi”
sardığını belirten Hüseyin Cahit, bunların işlevleri konusunda
iyimserdir: “...Memleketin her köşesinden yükselmiş bütün o muhtelif
gayretlerden terekküp eden büyük hamle halkın manevi seviyesini
yükseltmek ve gençliği inkılap yolunda yetiştirmek için şüphesiz ki
feyizli semerelerini vermekte gecikmeyecektir.”40
Cumhuriyetin onbeşinci yılını değerlendirirken, Hüseyin Cahit,
Devrimlerin yaşama geçirilmesinde gösterilen beceriyi övmekte,
Atatürk’ün ölümü dolayısıyla da, devrimlerin yapılmasında ve
yerleşmesinde Atatürk’ün rolünü değerlendirmektedir.
39Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı: Parti Kurultayı Münasebetiyle”, FH, Sayı
81, (9.5.1935). CHP’nin, ülkenin geleceğine hâkim olarak devrim işini her vakit taze
ve canlı bir hamle ile takip etmekte olduğu belirtilmektedir. 40Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 182, (17.4.1937). Başvekil İsmet
İnönü’nün 1934 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisinde irat ettiği bir nutukta,
halkevlerinin, bütün milletin her seviyedeki halkın yükselmesine çalıştığını
belirttiğine işaret eden Hüseyin Cahit, şunları yazmaktadır. “Filhakika, halkevlerinin
içtimai ve fikri bakımdan yükselmemiz üzerinde oynayabilecekleri mühim roller
düşünülürse memleketin idaresini ellerinde tutan şefler için halkevlerinin inkişafını
teşvik etmek bir vazife teşkil eyler. Şimdiye kadar alınan semerelerin istikbal
hakkında kuvvetli ümitler verdiği muhakkaktır.”
223
“Bu milletin ruhunu en iyi Atatürk anladı. O kadar büyük inkılapları o kadar
bir ‘sehli mümteni’ ile yaptı ki bunları hayret ve zevk ile temaşa etmemek
kabil değildi. Bütün yenilikler sanki sihirli bir güneşin hayat verici tesirile
kendi kendiliklerinden fışkırıyor gibi, tabii surette, kolay kolay birbirlerini
takib ettiler.” 41
Türk Devrimini yenileşmeyi ve dirilmeyi sağlayan bir devrim
olarak niteleyen Robert de Beauplan’a göre, Cumhuriyet Türkiye’si
onbir yıl içinde önemli bir sıçrama yapmış, adeta altı yüzyıllık bir
ilerleme sağlamıştır. Hüseyin Cahit, Vu risalesinin Türkiye’ye dair özel
bir nüsha çıkardığını, Fransa’nın önde gelen devlet ve siyaset
adamlarının devrim Türkiye’sini tanıtmak için bu nüshaya yazılar
yazdığını, bu makaleler arasında Türk ulusçuluğuna ilişkin olanların da
bulunduğunu belirtmekte, bizim ulusçuluğumuzun Avrupa
ulusçuluğundan farkı konusunda da makalelerdeki görüşlerin kendisini
onayladığını söylemektedir. Türk Devrimi ile Avrupa’daki devrimlerin
bir karşılaştırmasını yapan Bauplan’a göre, Türkiye’de Atatürk’ün
yaptığı iş faşizmi ve hatta hitlerizmi “şümul ve azamet itibarile” çok
geride bırakır. Yazara göre, Atatürk, Lenin gibi, yalnız toplumsal bir
kadroyu kırmak mecburiyeti karşısında kalmadı. Dini bir mistikliği
yoketmek gereği ile de karşılaştı. Türkiyeyi laikleştirmeden
çağdaşlaştırmaya olanak yoktu. Kemal Atatürk işte bunu yapmayı
başardı. Türklerin giydiği şapka bir serpuş olmaktan çok düşünsel
kurtuluşun, özgür ruhun batıl düşüncelerin üstesinden gelmesinin
41Hüseyin Cahid Yalçın, “Milli Matem”, FH, Sayı 266, (26.11.1938).
224
simgesidir. Çağdaşlaşma, demokratlaşma ve laikleşmeyi tercihinden
ötürü Kemal Atatürk’e bazen ‘antiklerikal’ denilmiştir. Fakat bu doğru
değildir. O vicdan özgürlüğüne hürmet göstermiştir, dini olguları ruhani
alana bırakmıştır. Bunu, resmi ve özel bütün etkinliklerin en küçüğünde
bile daha önceleri dinin hakim bulunduğu bir ülkede yapmıştır.42
C. Demokrasi Çözümleme ve Polemikleri
Fikir Hareketleri’nin temel sorunsalı, gerek sağdan gerekse
soldan “milli hakimiyet felsefesi ve rejimi”ne (demokrasiye) yapılan
hücumların niteliğini anlamak ve bunlar konusunda gerekli bilgiyi
vermektir. Dergide demokrasi çözümlemeleri geniş bir biçimde yer
almıştır.
Çağdaş anlamda demokrasinin ne zaman ve nerede doğduğu,
nasıl geliştiği, BDS öncesi ile sonrasında demokrasinin durumu ve iki
Savaş arası dönemde demokraside gözlemlenen bunalım Fikir
Hareketleri’nin değindiği alt başlıklardır. Demokrasinin tehlikelere karşı
korunmasında başvurulabilecek bir araç olarak gösterilen ve
demokrasilerin diktatörlükler karşısında çekilebilecekleri en geri
mevziyi ifade eden “kanuni diktatörlükler” de çözümleme konusu
yapılmıştır. Yalçın’ın makalelerinde ise, yukarda belirtilenlere ek olarak,
42Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı: Yeni Türkiyeye Dair”, FH, Saayı 79,
(25.4.1935).
225
demokrasinin Türkiye bakımından önemi ve geçerliliği değerlendirilmiş,
başta Kadro olmak üzere, bazı dergilerle polemiğe girilmiştir.
Demokrasi dergide zaman zaman farklı kavramlarla ifade edilmiştir:
“milli hakimiyet rejimi”, “hürriyetler rejimi”, “siyasi liberalizm” ve “hür
demokrasi.”
1. Demokrasinin Tanımı, Doğuşu ve Gelişimi
Demokrasi “... milli hakimiyetten başka bir şey değildir; ... halk
hükümetidir, halkın icrayı hükümet etmesidir,”43 “halk tarafından
hükümet”tir.44 Demokratik hükümet, doğrudan doğruya yahut dolaylı
olarak halktan kaynaklanan otoritenin kendisini yaratanların kontrolüne
tabi bulunmasıdır.45 “Umumun umum tarafından idare edilmesi demek
olan demokrasi, nazariye itibarile, umumda müşterek bir meleke olan
akıl rejimi demektir...”46 Bu rejimde mümkün olduğu kadar çok kimse
ortak çıkarların idaresine yine mümkün olduğu kadar doğrudan ve eşit
biçimde katılır. Demokrasi insana ve kişiliğe saygıyı esas alır,
bireycidir.47
43Hüseyin Cahit, “Bizde Demokrasi Düşmanlığı”, FH, sayı 9, (21.12.1933). 44Georges Guy-Grand, “Demokrasinin Tarifi”, FH, Sayı 183, (24.4.1937). 45a.g.m. 46Guy-Grand, “Demokrasinin Ana Fikirleri”, FH, Sayı 184, (1.5.1937). 47Joseph-Barthélemy, “Demokratik Devletin Tanımı”, FH, Sayı 116, (11.1.1936).
Demokrasi ile liberalizm eşanlamlı değildirler. Birçok Devlet İngiltere’den daha
demokratik olmasına karşın, pek az devlet İngiltere kadar liberaldir ve bireysel
özgürlüklere saygılıdır. Bir İngiliz hiçbir zaman totaliter bir devlet özlemi duymaz.
226
Demokrasinin öncüsü olan avam halkı Avrupa siyasal
yaşamına Fransız Devrimi sokmuştur. 48 Demokrasi, bu Devrim
sonrasında tarihi bir gerçeklik biçimini almış, monarşilerin çoğu XIX.
yüzyılda ve XX. yüzyılın başında gerçek birer demokrasiye
dönüşmüşlerdir.49 Bütün dünyayı kaplayan bu hareket, Fikir
Hareketleri’ne göre ne keyfi ne de raslantı eseriydi; evrensel bir
eğilimdi.50 Dünya ulusların özgürlüğüne doğru yürümektedir. BDS
Richard Coudenhove-Kalergi, “Siyasette Gentlemen’ler ve Gangster’ler”, FH, Sayı
287 (22.4.1939). 48Hearnshaw, “Demokrasi ve Fransız İnkılâbı: -Başlangıç-”, FH, Sayı 4, (16.11.1933).
Fransız Devrimi ile başlayan Avrupa demokrasisi Napolyon egemenliği altında bir
durgunluk ve gerileme devresi geçirmiş, 1822-1830 tarihleri arasında görülen
ulusçuluk hareketi sırasında yeniden gelişmiştir. Hearnshaw, “Milli Hakimiyetin
İnkişafı”, FH, Sayı 6, (30.11.1933). 1830 Devrimi ve etkileri için, Hearnshaw, “Milli
Hakimiyet Yolunda 1830 Fransız İhtilali”, FH, Sayı 7, (7.12.1933). 1848 Devrimi ve
sonrası için de, Hearnshaw, “Milli Hakimiyetin Büyük Zaferi 1848 Fransız İhtilali”,
FH, Sayı 8, (14.12.1933). Edouard Benes, “Liberal Burjuva Demokrasisinin
İnkişafı”, FH, Sayı 336 (30.3.1940). 49Guy-Grand, “Demokrasinin Tarifi”, FH, Sayı 183, (24.4.1937). Nitti ise,
günümüzdeki anlamıyla demokrasinin ancak 1787 Amerika Anayasasından sonra
yaşama geçtiği, modern demokrasinin, içerik ve gelişim çizgisi itibariyle Amerikan
olduğu kanısındadır. Nitti, “Demokrasinin Temel Prensipleri”, FH, Sayı 186,
(15.5.1937). 50Nitti, “Hükümdarlık İdaresinin Ruhu”, FH, Sayı 1, (29.10.1933). “Siyasî bir
temayülün bütün dünyaya şamil olması ancak bizim muhakememizin
üstüne çıkan şartların bir neticesi, bizim irademizden müstakil surette hükmünü
yürüten sebeplerin bir tesiri olabilir.” Nitti, “Demokrasi Meselesi: Bugünkü
Vaziyet”, FH, Sayı 3, (9.11.1933). Başlangıçta demokrasi karşıtı bir hareket olan
sosyalistliğin şimdi her yerde bir demokrasi hareketine dönüşmekte olduğunu,
birçok ülkede liberal burjuvazinin boş bıraktığı mevkii aldığını belirtmektedir. Nitti,
“Demokrasiye Avdet”, FH, Sayı 15, (1.2.1934). Ayrıca, bkz. Nitti, “Milli
227
sırasında ve sonrasında yıkılan hükümetler, Savaş öncesinde en kudretli
oldukları sanılan mutlak hükümdarlıklar idi.51
2. Demokrasinin Özü, Yaşayabilme Koşulları ve Orta
Sınıfların Önemi
Demokrasi, Hüseyin Cahit için, “... bütün insanlıkta, tefekkürün,
kültürün, medeniyetin, ilmin terakkisi neticesinde inkişaf eden ve
yükselen insanlıkta en tabii bir emel ve gaye olarak muhtelif
memleketlerde parlamış yüksek bir alevdir...” Demokrasi uğrunda 150
yıldan beri değişik ülkelerde kan dökülmekte ve devrimler
yapılmaktadır. Demokrasinin bir unsuru olan özgürlük, insanlığın
solumaya muhtaç olduğu manevi bir havadır.52
Demokrasinin ana fikirleri, Fransız Devriminin üç şiarından
ikisidir: hürriyet (özgürlük) ve müsavat (eşitlik). Devrimin üçüncü şiarı
olan uhuvvet (kardeşlik), hissi bir durumdan ibarettir, bunu yasal
düzenleme konusu yapmak olanaksızdır. Özgürlük ve eşitlik ise birer
pozitif kavramdırlar, tarihi anlamları vardır. Özgürlük, “...ağır manialarla
[engel, zorluk] karşılaşan ferd veya cemaatlerin ilk emelidir.” Sırf kendi
istediği gibi kararlar vermek ve hareket etmek isteyen her aklı başında
Hakimiyete Karşı Sosyalizm”, FH, Sayı 206, (2.10.1937). Nitti, “Dünya
Demokrasiye Doğru mu Yürüyor?”, FH, Sayı 203, (11.9.1937). 51Hüseyin Cahit, “Türk Cümhuriyetinin Onuncu Yıldönümü”, FH, Sayı 1,
(29.10.1933). 52Hüseyin Cahit, “Bizde Demokrasi Düşmanlığı”, FH, Sayı 9, (21.12.1933).
228
insanın ilk arzularından biri özgürlüktür. Guy-Grand, eşitlik sözcüğünün
demokrasi idealini özgürlükten daha iyi ifade ettiğinin kimi düşünürlerce
kabul edildiğine değinmektedir. Mutlak anlamları ile kabul edilecek
olursa özgürlük ile eşitliğin arasında karşıtlık bulunduğu53 yadsınamaz.
Guy-Grand, “fiiliyattaki demokrasi” ve “hukuki demokrasi”yi
demokratik ilerlemenin iki aşaması saymaktadır.54
Toplumların özgürlüğe doğru yürüyüşleri ile eşitliğe doğru
yürüyüşlerini birbirinden ayırmak gerektiğini, özgürlüğe doğru
yürüyüşün aynı zamanda eşitliğe doğru yürüyüş anlamına gelmediğini,
baskıcı hükümler içeren yasalarla elde edilebilecek bir eşitliğin
özgürlüğü öldürebileceğini de Guy-Grand ileri sürmektedir. Ne mutlak
liberalizmin (yani asıl anlamıyla anarşizm) özgürlükçülüğü ne de
53“... İnsanlar fıtraten gayrimüsavi oldukları için, mutlak müsavat her sahada bu tabii
müsavatsızlığı daha göze çarpar bir hale sokmaktan geri kalmaz...” a.g.m. 54“...Kanunun akli ve mantıki surette vaz’ı vatandaşların akıllarını hür surette
kullanmalarile kabil olabilir. Fakat hepimiz takdir ederiz ki teemmül ve mülahazaya
müstenid bu sakin müzakereler bugün için bir istisna teşkil ediyor. Fiiliyatta,
sevkitabiiler, ihtıraslar, menfaatler çok kere akıl ve mantığın sesini boğuyorlar. Bunun
içindir ki fiiliyattaki demokrasi ile hukuki demokrasiyi birbirinden ayırd etmek
lazımdır. Fiiliyatta göreceğimiz demokraside ‘aded’ anif bir tefevvuku haiz olur.
Maamafih, bu da müsellah bir cebir ve şiddete müreccahtır. Çünkü reyleri saymak
döğüşmekten iyidir. Hukuki demokrasi ise ideal cümhuriyettir. Bu, kuvvetin sui
istimalini takbih eder. Kuvvet ister bir meclis yahut bir kalabalık namına suiistimal
edilsin ister bir müstebid yahut bir oligarşi tarafından suiistimal edilsin, hep fenadır.
Fiili monarşiden yahud aristokrasiden fiili demokrasiye geçmek; sonra bunu gittikçe
daha hukuki bir şekil alacak surette, adalete hürmet yolile, disiplin atına sokmak; işte
demokratik terakkinin iki merhalesi.” a.g.m.
229
komünizmin mutlak eşitlikçiliği demokrasi demektir. Demokrasi bu aşırı
uçların, bu “ifrat ile tefrit”in bileşimi ile oluşur.55
Eşitlik ve özgürlük kavramlarının demokrasi ile ilişkilerini
değerlendiren Nitti’ye göre, demokrasi insanların servetlerde, mevki ve
vaziyetlerde değil, yasalar ve resmi memuriyetler karşısında eşitliği
esasına dayanır; eşitsizlikler doğurması olağandır. Hatta, bu eşitsizlikler,
“... tekamül etmiş, ilerlemiş sosyetelerde inkişafın şartları ve hayatın
icab ve zaruretleridirler.” Bir ülkede, özgürlük yanı sıra şu üç koşul da
gerçekleşmişse, o ülkede demokrasinin varlığından söz edilebilir. Bu
koşullar isonomie (yasa önünde eşitlik), isotimie (irsi memuriyet ve
vazife kabul edilmesinin reddi, yurttaşların memuriyetlere girmede eşit
hakka sahip olmaları) ve isegorie’dir (dernek kurma, toplanma ve söz
söyleme özgürlüğü, yani basın özgürlüğü). Özgürlükçü rejimler özgür
bireyler gerektirir.56 “Bütün şekilleri altında hürriyet ile beraber
isonomie, isotimie ve isegorie’yi ihtiva eden rejimler birer demokrasi
55Tarihte düz bir hat doğrultusunda sürekli bir ilerleme aramak boşunadır. Avrupa’nın
tarihi, bize, hem özgürlüğe hem de eşitliğe doğru bir eğilim olduğunu gösteriyor. Bu
eğilimlerden biri pek mutlak bir hale geldi mi, diğeri onun dizginlerini çeker. Hiçbir
yerde mutlak eşitlik ya da mutlak özgürlük olamıyor. Hep sentez, denge veya
bileşimler vardır. Demokrasi hareketleri coğrafya şartlarına, kavimlerin
fizyolojilerine, tarihi geleneklere göre değişik biçimler aldı. Örneğin, Anglo-Sakson
ülkelerinde daha liberal ve ampirik olan demokrasi Latin ülkelerde daha mantıki ve
eşitlikçidir. Demek ki siyasal rejimler de doğanın, tarihin, toplumsal biçimlerin ve
karakterlerin verdiği özel niteliklerin rengini almaktadır. Guy-Grand, “Demokrasi
Tekamülünün Muhtelif Amilleri”, FH, Sayı 185, (8.5.1937) 56Nitti, “Demokrasinin Temel Prensipleri”, FH, Sayı 186, (15.5.1937).
230
rejimidirler.”57 İsonomie, isegorie ve isotimie ile birlikte özgürlüğü
sağlamak, düzen ve asayiş içinde istikrarı güvence altına almak bütün
demokrasilerin emelidir. Fakat, demokratik rejimler bunu ancak
kısmen başarabilmişlerdir. Bir ülkede elverişli sonuçlar ortaya çıkaran
önlemler başka ülkelerde bütün bütün aykırı sonuçlar
doğurabilmektedir.58
Demokrasilerin gücü, Nitti’ye göre, bütün olan bitenin
kamuoyunun denetimine tabi olmasındadır; mücadeleye, yasa sınırları
içinde izin verilmesindedir; partiler arasında çekişmenin pek vahim
hatalara yol açmamasındadır.59 Anayasalar, yasalar, seçim sistemleri ve
parlamentolar ne kadar önemli olsalar da, yaşamın ahlak anlayışı kadar
önemli değildirler. Yasa karşısında eşitliği ilan etmek yeterli sayılamaz.
İnsanların kendilerini eşit hissetmeleri ve bu eşitliği ruhlarında
duymaları lazımdır. Değişiklik, yasalardaki değişikliklerle sınırlı
kalmamalı, bundan daha çok örf ve adetlerde ve toplumsal yaşamda
değişiklik sözkonusu olmalıdır. 60
Orta sınıfların inkişaf ettikleri yerlerde istikrar görülür,
demokrasiler daha sağlam ve daha devamlı olur, buralarda bireylerin
57Demokrasinin temel ilkelerinden büyük kısmını kurumlarında ve uygulamalarında
bulunduran toplumlar birer demokrasi sayılabilir. Nitti, “Eski ve Yeni Demokrasi
Telakkileri”, FH, Sayı 187, (22.5.1937). 58Nitti, “Modern Demokrasinin Muhtelif Şekilleri”, FH, Sayı 202, (4.9.1937). 59Nitti, “Hür Demokrasilerin Kuvveti ve Özü”, FH, Sayı 190, (12.6.1937). 60Nitti, “Demokrasi Bir Fikir Olmadan Evvel Bir Histir”, FH, Sayı 195, (17.7.1937).
231
mukadderatında olduğu gibi, ulusların mukadderatında da çok kere orta
meziyetliler istisnai meziyetlilere üstünlük sağlarlar. Modern kavimlerde
en yüksek gelişme düzeyine genellikle demokrasilerde ulaşılmaktadır.61
Sosyalistlerin orta halli insanları “burjuva” diye nitelediklerini belirten
Nitti, orta sınıfların birbirine benzer iki büyük kuvvet (bir tarafta kudretli
bir zenginler sınıfı, diğer tarafta gittikçe daha kuvvet bulan bir proleterya
sınıfı) arasında ezilmekte olduklarının kabul edildiğini, sosyalist düşünce
esinli bu değerlendirmenin iktisadi, toplumsal ve siyasal bakımlardan
yanlış olduğunu ileri sürmektedir.62
“Zeka, enerji, hürriyet hissi namına ne varsa hep orta sınıflardan çıkmıştır.
Hangi memlekette orta sınıflar ortadan kalkmışlarsa hürriyet ve teşebbüs
kuvveti de zail olmuş ve büyük kabiliyetlerin yetişmesine imkan kalmamıştır.
Uzun asırlardanberidir ki Avrupada düşünen ve sevki idare eden sınıf hemen
munhasıran orta tabakalardan yetişiyor.”63
61Nitti, “Siyasi Şekiller Arasında Tesanüd”, FH, Sayı 189, (5.6.1937). 62Nitti, “Orta Sınıflar”, FH, Sayı 196, (24.7.1937). “... Gelir ve sermaye hakkındaki
bütün istatistikler bize gösteriyor ki orta gelirlerde gittikçe artan bir çoğalma vardır.
Komünistler sermayedarlarla, sermayeden mahrum işçiler arasında gittikçe daha derin
bir uçurum açılacağını tahmin etmişlerdi. Halbuki burjuvazi denilen sınıf içine
amelelerin girip yükselmeleri hadisesi karşısında bulunuyoruz. Bu sayede büyük
demokrasiler teşekkül ediyor.” 63a.g.m. Kendi başlarına çalışan üreticilerin, bir sermayeyi işlettikleri halde sermayedar
ruhuna sahip olmayan küçük girişimcilerin, serbest meslek erbabının ve sayıları
gitgide artmakta olan işçilerin varlığına dikkat çeken Nitti’ye göre, toplumumuzun
tamamen kapitalist olduğunu iddia etmek kadar yanlış bir şey olamaz. Marx’ın
tahminine göre büyük çoğunluk oluşturmaları gereken işçiler, ancak bir azınlıktan
ibarettir. Toplumda orta tabakaların çıkarları önemli bir oran teşkil eder ve orta
tabakaların oranı gitgide artmaktadır. “Eğer Marx’ın düşüncesi doğru olsa idi, az
miktarda zengin ile bir sürü işçiden mürekkeb bir sosyete içinde yaşasa idik yalnız
232
“Nerede gayet az miktarda zenginler veya asılzadelerle bir sürü fıkara karşı
karşıya mevki alırlarsa orada sağlam ve devamlı bir demokrasi teessüs
edemez. Bütün hür sosyetelerin kuvveti orta sınıfların inkişaf ve imbisatile
ölçülür. Her yerde ve her zamanda servetin gayet gayri müsavi bir hale
girmesi ve orta sınıfların ortadan kalkması büyük felaketler doğurmuşlardır.
Gerek sulhde gerek harbde en dayanıklı modern kavimler orta sınıfları en çok
terakki etmiş olanlardır...”64
Kesin ve en son bir toplum şekli arayışlarını, Nitti, insanlığı
mutlu etmeği, insanları sükûn içinde adalete ve servete kavuşturmayı
amaçlayanların uğraşısı saymaktadır. Bu uğraşı, ona göre, başarısız
kalmaya mahkumdur.65 Hangi siyasal biçim altında olursa olsun,
hükûmet sürenler daima bir azınlıktan ibarettir. Demokrasiyi
ekaliyyetlerin kurduğu mutlak hükümet şekilleri görürdük. Bunların arkasından da
ihtilal kasırgaları kopardı.” 64a.g.m. “...Ancak orta sınıfların diğerlerinden daha kalabalık ve daha kudretli olduğu
memleketlerde iyi idare edilen bir Devlet mevcud olabilir. Orta sınıf bulunmazsa
ihtilallere, oligarşilere, tahammül edilmez istibdadlara düşülür. ‘Orta sınıflar ki
demokrasinin istikrarını ve devamını temin eder.’ Bunun içindir ki kanun vazii orta
sınıfların inkişafını temine azami derecede gayret etmelidir. Halk hiçbir zaman kendi
kendisine karşı isyan etmez. Her halde bu cins isyanlar pek ehemmiyetsizdirler.
Şimdiye kadar hakiki bir cümhuriyetin görülmemiş olması kanun vaziin orta sınıfları
inkişaf ettirmek lüzumunu takdir etmemiş bulunmasındandır.”
“Bu kalabalık orta sınıfın kafi bir tahsili de bulunmak lazımdır. Bu temin edilirse, o
zaman, amme işlerine ve milli bir ekseriyet teşkiline müessir surette iştirak ve hizmet
eden bir vatandaşlar kütlesi vücud bulur. Başka bir tabir ile, bir efkarıumumiye
olmadan, ferdi haklar vazıh surette idrak edilmeden bir demokrasi olamaz.
Efkarıumumiye ve ferdi haklara dair vazıh bir şuur ancak orta sınıfların inkişafile
temin edilir. Bu şartların tahakkuk etmediği memleketlerde, parlamentolar bir
gösterişten ibarettir ve asılzadelerle zenginlerin elinde bir oyuncak demektir.” 65Nitti, “Sosyeteler İçin Kat’i şekil”, FH, Sayı 204, (18.9.1937).
233
ilgilendiren, hükümet sürenlerin azınlık olup olmadığı değil, bu azınlığın
güç ve şiddet kullanarak mı yoksa çoğunluğun özgür istenci ile mi
nüfuz ve iktidarı elde ettiğidir. Demokrasi, bazen söylendiğinin aksine,
halkın hükümeti değildir, halkın istenç ve arzusu ile bir hükümettir.
Liberal okula ve eski İngiliz radikalizmine mensub kişiler XIX. yüzyılda
kurulan iktisadî ve siyasal toplum tipini tek ve kesin bir demokrasi biçimi
gibi algılamakla hataya düşmektedirler. Özgürlüğü güvence altına
alarak isonomie’yi, isotimie’yı, isegorie’yi uygulayan ve çoğunluğun
iradesine hür bir ifade teşkil edecek hükümete malik olan bütün siyasal
ve iktisadi biçimler, Nitti için, demokratiktir.66 Modern demokratik
toplumlarda, devrimcilik, bütün cazibesini kaybetmiştir. Demokrasi
devrimcilik aleyhinde en ileri varmış bir olaydır. Büyük modern
demokrasilerin hepsi istikrara taraftardır.67
Komünizm, özü itibarile, demokrasinin red ve inkârı demek
değildir. Yeter ki, “umumun muvafakati”ne dayalı olarak kurulsun.
Oysa, günümüzde, hiçbir zaman özgürlüğün ne olduğunu görmemiş
bir ülkede, Rusya’da, bir azınlık özel bir tipte siyasal ve iktisadi bir
rejim kurdu. Bu, çoğunluğun istenci doğrultusunda kurulmuş bir
komünizm değildir, muazzam bir devlet kapitalizmidir. Yalnız büyük
bir mal sahibi vardır ve o da devlettir, üretim hükümet tarafından
66a.g.m. 67Nitti, “Demokrasiler ve İnkılab”, FH, Sayı 205, (25.9.1937).
234
çizilmiş bir plana göre yapılır. Herkes bunu icraya mecburdur.68
Sosyalist yahut komünist bir demokrasi de olabilir: yurttaşların
çoğunluğu tarafından kabul edilmesi ve bu toplumsal biçimlerin özgürlük,
isonomie, isotimie ve isegorie gibi esasları yerine getirmesi koşuluyla.69
Nitti’ye göre, demokrasi anlayışının ruhu din ve dünya işlerinin
ayrılmasıdır.70
Bir ülkede demokrasinin, özgürlüğün ve cumhuriyetin
yaşayabilmesini, Hüseyin Cahit, iki koşulun gerçekleşmesine bağlar.71
Birinci koşul, demokrasinin yalnızca yasalarda değil, aynı zamanda
ahlak ve adetlerde bulunmasıdır.
“Bir memleket, kanunlarına rağmen, demokrasi ahlak ve adatına malik
değilse, o memleket demokratik olamaz. Ahlak ve adat ancak yavaş yavaş
teşekkül eder. Bir ihtilal, çökmeğe yüz tutmuş eski bir siyasi binayı sarsabilir.
Fakat, itiyatlar yaratamaz. İşte bunun içindir ki ihtilallerin arkasından daima
68Nitti, “Milli Hakimiyete Karşı Komünizm”, FH, Sayı 207, (9.10.1937). Ayrıca bkz.
Nitti, “Milli Hakimiyete Karşı Sendikalizm”, FH, Sayı 208, (16.10.1937). 69Nitti, “Dünya Demokrasiye Doğru mu Yürüyor?”, FH, Sayı 203, (11.9.1937).
“Hürriyet ve demokrasi prensiplerinin sosyalizm ve komünizme zıd olmaları ancak
sosyalizm ve komünizmin cebir ve şiddet yoliyle halka kabul ettirilmesinde, hürriyetin
ortadan kaldırılmasındadır. Bir sosyete kanunlarla değil ahlâk ve adat sayesinde
demokratik olur. Her demokrasi evsafını, an’anelerini, kusurlarını muhafaza eder.
Ferdiyetçi demokrasiler, militarist demokrasiler olduğu gibi müsaadekârlıktan mahrum
demokrasiler ve açık fikirli demokrasiler de vardır. Bir anayasa, nekadar âkılâne
olsa, ahlâk ve adatın terbiyesine yardım edebilmekle beraber, kavimlerin karakterlerini
değiştiremez. Onlar ancak pek bati surette tahavvül edebilen tarihî teşekküllerdir.” 70Nitti, “Demokrasi Hareketlerine Karşı Muhtelif Dinler”, FH, Sayı 6, (30.11.1933). 71Hüseyin Cahit, “Türk Cümhuriyetinin Onuncu Yıldönümü”, FH, Sayı 1,
(29.10.1933).
235
aksülameller gelir. Çünkü eski mukavemet kuvvetleri ortadan
kaldırılmamıştır.”
Demokratik rejimin kurulmasının ve bu rejimin yaşayabilmesinin
ikinci koşulu, bir “orta sınıf”ın varlığıdır. Orta sınıfa mensup kimseler
tarafından yönetilen bir cumhuriyet istikrara doğru daha emin bir surette
yürür. Orta sınıfın bulunmadığı yerlerde yüksek sınıf tehlikelidir. Her
toplumsal formasyonda görevini algılamış bir “itidalci” unsur lazımdır.
Bu, sosyalistlerin yanlış anlatımı ile “burjuva” denilen orta sınıftır. Orta
sınıf bir toplumdaki dengenin esaslı ve zaruri bir unsurudur.72
“Bugün nerede küçük arazi sahiplerinden, küçük tacirlerden, esnaftan, küçük
dükkancılardan ve az irat sahiplerinden, heyeti umumiyelerile çok sıkıntı
çekmiyen ve kolayca patron değiştirebilen amelelerden mürekkep kalabalık
bir sınıf mevcut ise hakiki demokrasi ancak orada bulunabilir.”
Hüseyin Cahit’e göre, “fert mi cemiyet mi” (birey mi toplum mu)
sorusunu soranlar yanlış bir başlangıçtan hareket etmişlerdir. Birey ile
toplum birbirine zıt ve düşman iki varlık olarak algılanmamalıdır.
72“Fransada, İngilterede, Amerikada ve Belçikada, ilh. bir taraftan diktatörlükler, diğer
taraftan bolşevik tipinde inkilaplar doğuran büyük harbin felaketlerinden sonra
demokrasiler hiç olmazsa kısmen mukavemet gösterebildilerse ve militarizm, irtica ve
cebrü şiddet cereyanlarına rağmen mevkilerini sağlamlaştırabildilerse bu, orta
sınıfların büyük bir inkişaf seviyesine vasıl olmuş olmalarındandır. Rusyadaki gibi
orta sınıfın ehemmiyetsiz, İtalyada ve bilhassa Lehistanda, Macaristanda, İspnyadaki
gibi sanayici orta sınıfın yeni teşekkül etmiş olduğu yerlerde irtica kolayca galebe
çalmıştır.”
236
Aksine, bunlar birbirini tamamlayan ve el ele yürümesi gereken dost ve
müttefiklerdir. Birey olmazsa toplumdan söz edilemez.73
Demokrasi bir devlet kavramına, demokrasiye dayalı devlet de
özgürlük havasına ihtiyaç gösterir. Demokratik devlet, devlet ile birey,
otorite ile özgürlük, devletçilik ile liberalizm arasında bir denge
sağlar74 Özgürlük aleyhindeki asıl tehlike, sosyalist yahut komünist
tehlikesidir.75
Bir ülkedeki demokratik rejimin mutlaka şu veya bu ülkedeki
demokratik rejimle aynı olması gerekmez. Her ülke, kendi koşullarına
göre demokrasisine biçim verir. Ayrıca, bir ülkede siyasal özgürlük
var olduğu halde iktisadî özgürlük bulunmayabilir veya iktisadî
özgürlük bulunduğu halde siyasal özgürlük bulunmayabilir.
Demokrasi mutlaka ‘iktisadî hürriyetçilik’ demek değildir.76
73Fakat, bireyler hep kendi bencillikleri ve çıkarları için yaşarlarsa, bu da toplum
yaşamına olanak tanımayan bir anarşi doğurur. İşte, bireyi topluma feda eden
sistemler, bu uyumu unuttuklarından dolayıdır ki, uygulamaya geçer geçmez zulüm
ve istibdat doğurmuşlar, bireyi topluma değil kendi keyiflerine ve ebedi çıkarlarına
hizmetkar yapmışlardır. Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Muslih Ferit Bey”, FH,
Sayı 31, (24.5.1934). 74Joseph-Barthélemy, “Hitlere Göre Devlet”, FH, Sayı 115, (4.1.1936). Joseph-
Barthélemy, “Sosyal Demokrasi Siyasal Demokrasi”, FH, Sayı 131, (25.4.1936). 75Joseph-Barthélemy, “Hürriyetin Lüzum ve Zarureti”, FH, Sayı 121, (15.2.1936).
Ayrıca, bkz. Joseph- Barthélemy, “Hürriyet Nedir?”, FH, Sayı 119, (1.2.1936). 76Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 1, (29.10.1933).
237
Demokrasi, bireyler için daha büyük maddi huzur ve güven
sağladığı, fırsat ve olanaklarda eşitlik sağladığı ölçüde kalıcı olabilir.77
“Hür hükümetlerin hataları, zaafları, muvaffakiyetsizlikleri şimdi
gördüklerimizden on kere daha fazla olsalardı bile, faşist ve komünist
idarelerile mukayese edilince, hürriyet gene çok kıymetli ve muazzez
addedilmek lazımgelirdi.”78
Diktatörlük, ancak demokrasiyi kendilerine yabancı bulan ve
demokrasi ruhu içlerine işlemeyen ülkelerde tutunabilmiştir. Bugüne
kadar demokrasinin kaybettiği yerler hiçbir zaman emin surette elinde
bulunan yerler değildir.79
Benes’e göre, bireyler ve sınıflar arasındaki farkları fiiliyatta
sürdürmek zorunlu ise, sınıflar arasında uyumu sağlamak ve eşitsizlikleri
aşamalı biçimde kaldırmak için, demokratik yöntemden başka uygun bir
yöntem yoktur. Bu yöntem tekamülcü bir yöntemdir; bunda bir
mücadele ruhu bulunduğunu da kabul eder. İnsanlar arasındaki sorunlar
77William Henry Chamberlin, “Demokrasinin İki Kusuru”, FH, Sayı 228, (5.3.1938).
Bu kusurların hangi koşullarda giderilebileceği ve demokrasinin payidar olabileceği
bir diğer makalede ele alınmaktadır. Chamberlin, “Demokrasinin Payidar Olmasının
İki Şartı”, FH, Sayı 229, (12.3.1938). 78Chamberlin, “Milli Hakimiyet ile Diktatörlüklerin Mukayesesi”, FH, Sayı 233,
(9.4.1938). Ayrıca bkz. Chamberlin, “Sosyalizm Hürriyet ve Refah Yolu mudur?”,
FH, Sayı 234, (16.4.1938). 79Chamberlin, “Medeniyet Ancak Hürriyetle Yaşar”, FH, Sayı 241, (4.6.1938).
238
cebir ve şiddetten uzak, kansız yöntem ve araçlarla çözümlenmelidir.
Demokrasi de onun gözünde budur.80
3. Demokrasinin Bunalımı (İki Savaş Arası Dönem)
XIX. yüzyılda büyük gelişim gösteren demokrasinin BDS
sonrasında ve özellikle Büyük Bunalımın ertesinde bunalıma girmiş
bulunduğu Fikir Hareketleri’nce de doğrulanmakta, bu bunalımın
nedenleri ve demokrasilerin geleceği sorgulanmaktadır.81 Demokrasi bu
dönemde sağ ve sol diktatörlüklerin saldırısına maruz kalmıştır.82
BDS sonrası Avrupa tarihinin demokrasi ve bireysel özgürlük
ideallerinin yenilgisi tarihine dönüştüğünü belirten Chamberlin, özgürlük
denilince akla gelmesi gereken söz, basın, toplantı ve sakınma (içtinap)
özgürlüklerinin Savaş sonrası döneminde ancak çok az ülkede (İngiltere
80Edouard Benes, “Faşizm ile Nasyonal Sosyalizm, Komünizm ve Demokrasi
Arasındaki Münasebetler”, FH, Sayı 364, (12.10.1940). 81Bunalımın vardığı aşama şöyle betimlenmektedir: “Artık demokrasi imanı canlı bir
şey değilmiş deniliyor. Dünyaya nur Paristen değil, Romadan, Moskovadan,
Berlinden gelecekmiş.” Joseph-Barthélemy, “Sosyal Demokrasi Siyasal Demokrasi”,
FH, Sayı 131, (25.4.1936). 82Benes’in tercihi, modern demokrasinin Fransız Devriminin eski bireyci siyasal
felsefesini uygulamaya devam edecek yerde kendisinin özgürlük, eşitlik ve kardeşlik
ilkelerini toplumsal ve iktisadi alana uygulamasıdır. Benes’e göre, burjuva
demokrasisindeki her türlü toplumsal ve iktisadi haksızlıklara son verilmeli, modern
sanayiciliğin ve kapitalizmin eksikliklerine çare bulunmalı ve Avrupa’da halen
geçerli olan siyasal burjuva demokrasisini toplumsal ve iktisadi bir demokrasiye
dönüştürmeye çalışılmalıdır. Edouard Benes, “Liberal Burjuva Demokrasisinin
İnkişafı”, FH, Sayı 336, (30.3.1940).
239
ve dominyonları, Belçika, Hollanda, İsviçre ve Çekoslovakya)
geçerliliğini koruduğunu gözlemlemektedir.83 Bir demokrasi
bunalımından söz etmenin neredeyse modaya dönüştüğünü belirten
Nitti’ye göre, demokrasinin ulusal ideale, kudret ve gelişmeye aykırı
olduğunu düşünenler geçmişe, soyluluk dönemlerine dönmek,
hükümdarlıklar, oligarşiler, diktatörlükler kurmak düşüncesindedirler.
Kimileri ise işçi sınıfının egemenliğini sağlayacak baskıcı toplumsal
biçimler arzulamaktadırlar.84
En eski ve en sağlam sanılan demokrasilerde dahi genel bir
memnuniyetsizlik duygusunun egemen olmasını, demokrasiye yönelik
eleştirilerin yalnızca “mürteci”lerden ve “inkılap”çılardan değil, aynı
zamanda demokrasiden yana yazarlardan da gelmesini, Nitti,
demokrasinin esası olan ve gelişkin demokratik rejimli ülkelerin
83Chamberlin, “Hürriyete Karşı İsyan”, FH, Sayı 213, (20.11.1937). 84Nitti, “Demokrasi Meselesi: Bugünkü Vaziyet”, FH, Sayı 3, (9.11.1933). “Mürteciler
ve inkılâpçılar hep aynı delilleri kullanarak demokrasiyi ittiham için müsabakaya
çıkmışlardır. Hep demokraside kusurlar arıyorlar. Hiçbir vukuf ve salâhiyetleri
olmıyan bir takım muharrirler demokrasiyi liyakatsiz ve meziyetsiz kimselere
tapmakla ittiham ediyorlar... Birçok kişi acaba demokrasi silinip süprülecek mi ve
dünyanın böyle umumî surette demokratlaşması umumî bir aksülâmel doğuracak mı
diye düşünüyor.” Nitti’nin “inkılapçı”lardan kasdı, komünistler ve bolşeviklerdir.
Avrupa, “… ancak harpten evvelki prensiplere yani siyasi hürriyete, iktisadi ve ticari
hürriyete hiç olmazsa bazı merhalelerden geçmek suretile, avdet…” edebilirse tekrar
canlanabilirdi. Nitti’yi asıl endişeye düşüren Marx’cılık ile istatistik deliliği idi.
Bunlar insan türünün gerçek düşmanlarıydı. Harabe halindeki Avrupanın kurtuluşu
özgürlüğe dönmekle olanaklı olabilirdi. Oysa, “… hiç kimse hürriyetten bahsetmiyor,
herkes dünyayı cebir ve şiddet ile düzeltmek fikrini besliyordu.” Nitti, “1933
Senesinde Robinson’un Avrupaya Seyahati”, FH, Sayı 56, (15.11.1934).
240
çoğunun yasalarına girmiş bulunan isonomie, isotimie ve isegorie’nin
yeterince fiiliyata çıkmamasına, özgürlüğün saldırıya açık olmaktan
kurtulamamasına, örneğin yasa önünde eşitliğin hemen herkes için temin
edilmiş bulunmasına karşın, birtakım fiili ayrıcalıkların hala devam
etmekte olmasına bağlamaktadır.85
Hüseyin Cahit’e göre, kimileri demokrasinin modasının
geçtiğini, şimdi yeni kuramların var olduğunu ileri sürmektedir. Oysa,
siyasal rejimler ve toplumsal sistemler hakkında eskilikten veya
yenilikten söz etmenin hiçbir anlamı yoktur. Toplumsal sorunlarla
uğraşılırken biraz daha derinlemesine araştırma yapmak gerekir. Eğer
eksiklik ve yenilik aranacaksa, demokrasi, mevcut toplumsal sistemlerin
gene en yenisidir; çünkü, günümüzdeki anlamıyla demokrasi
düşüncesinin ancak bir iki yüzyıllık geçmişi bulunmaktadır. Demokrasi
karşısında yer alan toplum sistemlerinden komünistlik, işçilerin (fabrika
amelesinin) diktatörlüğü üzerine kurulu bir sınıf egemenliği, diktatörlük
ise tek bir adamın keyfi egemenliğidir. Bu diktatörlükler dünyanın
çoktan beri görüp niteliklerini anladığı iki hastalıktır. 86
Hüseyin Cahit, son yıllarda demokraside bir bunalımın
yaşandığını belirtmektedir. “...Bu buhran bazı memleketlerde
komünistlik rejimi ile, bazılarında faşistlik idaresile kendisini gösteriyor.
85Nitti, “Hiçbir Siyasi Şekil Daimi Değildir”, FH, Sayı 197, (31.7.1937). 86Hüseyin Cahit, “Bizde Demokrasi Düşmanlığı”, FH, Sayı 9, (21.12.1933).
241
Demokrasiye imanı sarsılmayan memleketlerde bile parlamentarizm
tarzından şikayetler ve tenkitler yükseliyor.”
Hüseyin Cahit, iki durumda, belirli tür bir diktatörlüğe
başvurulmasını uygun ve hatta gerekli görmektedir.87
a. Olağanüstü durumlar. Hüseyin Cahit’e göre, bazen bir ulusun
yaşamında iç ya da dış olaylar öyle bir durum ortaya çıkarabilir ki,
demokrasi, olağan işleyişiyle bu duruma karşı koyamaz; ülkenin iç ve
dış güvenliğini sağlamak olanaksızlaşır.
“.... Bu vaziyet karşısında ne yapılacak? Prensiplere dokunmaktan ise varsın
memleket batsın, diye kol kavuşturulup beklenecek mi? Bu, safderunluk
hududunu da geçer, adeta bir cürüm teşkil eder... Mademki hakimiyet
milletindir, millet bu hakimiyetini istediği gibi kullanmakta hürdür. Bazı
fevkalade ahval ve şerait karşısında, millet, hakimiyetinin istimal tarzını,
şeklini bir müddet hususi bir rejim altına alabilir88... Bu, demokrasi rejiminden
uzaklaşmak değil, demokrasi rejiminin silahlarından birini kullanmaktır.”
Her diktatörlüğün bu gerekçeyle açıklanmaya çalışılacağı
düşünülebilirse de, gerçek durumun ne olduğu, göz önündeki
diktatörlüğün kökenleri, nitelikleri, ilkeleri ve daha da önemlisi amaçları
incelendikten sonra anlaşılabilir.
87a.g.m. 88Nitekim, çağdaş dünyanın en sağlam demokrasisi olan ABD, içinde bulunduğu
olağanüstü ciddi iktisadi bunalım karşısında Başkan’a olağanüstü yetkiler vermiştir.
242
b. Demokrasiye alıştırma. Hüseyin Cahit’e göre, bir azınlık
başarılı olup da demokrasiyi kurar kurmaz hemen demokrasi ilkelerini
harfi harfine uygulamaya kalkacak olursa, bu azınlık, daha henüz onları
tamamen benimsememiş olan çoğunluk içinde eriyip gitmek tehlikesi ile
karşı karşıya kalabilir. Bu tehlikeyi görmek ve buna karşı önlem almak
bir hata, ilkelerden bir ayrılış değildir; aksine, bir görevdir. İşte bu
önlemler de bir tür diktatörlük biçiminde algılanabilir. Bir demokrasi bu
türlü diktatörlükten hiç korkmaz, çekinmez. Bu tür diktatörlük faydalı,
hatta zorunludur.89
Hüseyin Cahit’e göre, büyük ve yüksek bir demokrasi ideali
uğrunda, zaruri olduğu için, bir geçiş çaresi, bir alıştırma aracı olarak
kullanılan veya olağanüstü iç ve dış olaylar karşısında bir kurtuluş silahı
olarak başvurulan diktatörlük ile adi bir hükümet darbesi sonucunda, sırf
bir adamın veya bir grubun kişisel düşünce ve çıkarlarını esas alan
diktatörlüğü karıştırmamak gerekir. Her diktatörlük olgusu ayrı ayrı ve
89 “Şimdi, farzedelim ki bir memleket, hakimiyeti milliye esaslarını tesbit için büyük
bir ihtilal yaparak demokrasiye kavuştu ve bir inkılap vücude getirdi. Şimdiye kadar
dünyanın her tarafında böyle hareketlere faal, münevver, feragati nefis sahibi
ekalliyetler teşebbüs etmişlerdir. Bir akalliyet azminde muvaffak olup da milli
hakimiyeti tesis eder etmez, derhal, prensipleri harfi harfine tatbik etmeğe başlıyacak
olursa, daha henüz onları tamamile benimsememiş büyük ekseriyet içinde eriyip
gitmek tehlikesine maruz kalır. Bu tehlikeyi görmek ve buna karşı tedbir almak bir
hata, prensiplerden bir ayrılış değil, bir vazifedir. İşte bu tedbirler de bir nevi
diktatörlük telakki olunabilir. Bir demokrasi bu türlü diktatörlükten hiç korkmaz,
çekinmez; gayeyi, hedefi düşünerek onu zaruri ve faydalı bulur.” a.g.m.
243
diktatörlüğün demokrasiye karşı durumu açısından incelenmeli ve ona
göre karar verilmelidir. “Diktatörlük” sözcüğünden ne ürkmek gerekir,
ne de bunu demokrasi aleyhinde bir rejim sanmak doğru olur.
Demokrasinin bir bunalım geçirmekte olduğu bir gerçek ise de,
ondan daha iyi başka bir rejim bugüne kadar ortaya konulamamıştır.
“Harp sonu rejimi olarak ortada bir bolşeviklik görüyoruz, bir de faşistlik,
bunlar mı yeni? Komünistlik dünya kadar eski. Faşistlik de aynı şey. Çünkü
bir adamın şahsi istibdadına bir felsefi külah geçirmek için icat edilmiş
hokkabazlıktan başka bir şey değil. Keyfi bir tahakküm ve istibdat ise, ne
şekilde olursa olsun, çok eskidir...” 90
Diktatörlüklerin kuramsal olarak bazı yararları olabilirse de,
zararları herhalde yararlarından daha çoktur. Savaş sonunda kurulan
diktatörlüklerden hiçbiri demokrasi ile karşılaştırılamaz.91
90Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Avrupanın Mirasçıları”, FH, Sayı 35, (21.6.1934). 91Hüseyin Cahit, “Bir Hulasa: Milli Hakimiyet Rejimi ve Düşmanları”, FH, Sayı 52,
(18.10.1934). “Milli hakimiyet rejimi aleyhindeki idarelerin hepsi, görüyoruz ki,
çürük bir temele istinat ediyorlar, yani sırf kuvvet ve tahakküm mahsulüdürler. Küçük
bir akalliyet çıkıyor cebir ve şiddet mahsulü olarak hükumeti ele geçiriyor ve istediği
gibi memleketi idare ediyor. Memleketin büyük ekseriyeti bu akalliyet elinde esir
vaziyetinde kalıyor. Bütün bu rejimlerin felsefesi ‘yumruk hakkı’ düsturunda hulasa
edilebilir. Hürriyet yoktur. Herkes, kim daha açık göz ve kuvvetli davranıp da
hükumeti ele geçirmişse ona itaate mecburdur. Şu halde, böyle rejimler daimi
karışıklıklar, isyanlar ve komplolar memleketi demektirler. Çünkü tahakküme boyun
eğmemek istiyen vicdanlar, yahut kendi hesaplarına tahakküm etmek istiyen kimseler
iktidar mevkiine geçmek için bu cebir ve şiddet vasıtalarına müracaattan başka çıkar
bir yol olmadığını görürler. Bu rejimIerin ahlakı şudur: muvaffakiyet her şeyi mazur
244
Demokrasiye yöneltilen eleştirilerin (onun bir seçim ve
parlamentoculuk oyunundan ibaret olduğu, adi ve liyakatsiz adamların
önemli mevkilere geçtiği, devlet gelirlerinin israf edildiği, demagojinin
insan karakterini bozduğu, üstünlük aracı olarak ortada yalnızca servetin
kaldığı...) çoğunun doğru olduğunu belirten Nitti, asıl bu kusurların
demokrasinin bulunduğu yerlerde mi yoksa irsi ve aristokratik nüfuz ve
kudretin hakim olduğu yerlerde mi daha çok olduğunun araştırılması
gerektiğini belirtmektedir.92 Örneğin, bazı sakıncalarının bulunduğu
bilinen İngiliz rejiminin birçok Avrupa devletinde gözde olan diktatörlük
rejimlerinden yine de iyi işlemekte olduğu bir gerçektir. Orta sınıf halk
tarafından idare edilen bir cumhuriyet bir avuç adamın otoritesi altında
yaşayan bir devletten çok daha fazla istikrara sahip olur. Nitti,
demokrasiye yöneltilen suçlamaları diğer makalelerinde de
değerlendirmektedir.93
Cambo’ya göre, büyük bir dış tehlikeye yahut iç başkaldırıya
karşı koymak için oluşturulan “geçici” diktatörlük rejimleri
demokrasiye aykırı şeyler değildir, aksine “hürriyet rejimlerinin”
gösterir. Gayeye vasıl olmak için her çare mubahtır. Elverir ki neticede muvaffakiyet
elde edilsin. Böyle bir felsefe beşeriyet için daimi bir rejim vücude getirebilir mi?” 92Nitti, “Demokrasiye Hücumlar”, FH, Sayı 191, (19.6.1937). 93Nitti, “Demokrasilerde Vukuf ve Salahiyet Meselesi”, FH, Sayı 192, (26.6.1937).
Ayrıca bkz. Nitti, “Rejimlerin Mukayesesi”, FH, Sayı 193, (3.7.1937).
245
(demokrasilerin) en büyük tehlikelere karşı koyacak ve en vahim
sorunları çözebilecek çarelere sahip olduğunu gösteren kanıtlardır.94
“Diktatörlük bir ilaçtır ki bazı hastalıklara tutulmuş memleketlere, ister
istemez, tatbik olunur. Çünkü o memleketlerin bünyesinde uğradıkları o
hastalıklara karşı koyacak müdafaa vasıtaları yoktur.”
BDS sonrası Avrupa’sında diktatörlüklerin ortaya çıkmasını,
Cambo üç nedene bağlamaktadır:95 Diktatörlükleri doğuran birinci
neden, parlamentarizmin bunalımıdır. Otuz yıl öncesine kadar,
parlamentolarda yalnızca dış politika, anayasal ıslahat, oy verme
yöntemi, kilise-devlet ilişkileri, adliyenin ve yerel yönetimlerin
örgütlenmesi gibi “büyük bir siyasî kültüre ve hususî bir salâhiyete”
sahip olmayı gerektiren sorunlar tartışılırdı. Şimdi ise demiryolu
tarifeleri, ithalât ve ihracat resimleri, ziraatın, sanayiin ve ticaret
gemilerinin himayesi gibi harcıâlem bir kültür ile halledilebilecek
somut konular tartışılmaktadır. Bu konulardan birinde gerçek bir
uzmanlığı bulunan ve sorun ortaya atılınca söze karışmak için
dayanılmaz bir arzu duyan milletvekili sayısının eski dönemlerle
94Cambo’ya göre, Avrupa’daki diktatörlüklerin kökenleri hep hükümet
darbeleridir. Cambo, “Demokrasiden Diktatörlüğe”, FH, Sayı 11, (4.1.1934). 95Cambo, “Diktatörlükleri Doğuran Sebeplerden Parlamentarizm Buhranı”, FH, Sayı 13,
( 18.1.1934).
246
kıyaslanamayacak kadar çok olması, parlamentoları gözden düşüren ve
onların gizemini azaltan önemli etkenlerden biridir.96
Diktatörlükleri doğuran ikinci neden, demokrasinin
bunalımıdır. Cambo’ya göre, demokrasi propagandacıları sürekli
olarak demokrasi rejiminin yurttaşlara sağladığı hakları övmüşler, buna
karşılık, demokrasinin yurttaşlara yüklettiği görevlerden pek az söz
etmişlerdir.97
96Parlamentoların saygınlığının giderek azalmasının diğer nedenleri şunlardır:
Milletvekillerinin parti disiplinine uymamaları; parti disiplini ve liderlere itaatin
iktisadî veya içtimaî bir takım menfaatlere feda olunması; seçim sistemlerinin
değiştirilerek, dar bölge çoğunluk sistemine yönelinmesi; parlamentolarda
tartışmaya açılan konuların sayısındaki artışının, parlementoların ya hiç
çalışamamasına ya da çok yavaş çalışmasına neden olması; fırka sayısındaki
artışın parlamentoda çoğunluk sağlanmasına olanak tanımaması; Savaş sonrasına
yönelik olumlu beklentilerin boşa çıkması ve Savaş sonrasında yapılan
anayasaların değiştirilmek zorunda kalınması. a.g.m. 97Cambo, “Diktatörlükleri Doğuran Sebeplerden Demokrasi Buhranı”, FH, Sayı 14,
(25.1.1934). “Nerde bir vazife teşkil eden demokrasi mefhumu bir hak teşkil eden
demokrasi mefhumundan daha az kuvvetli ve münteşir ise orada demokrasinin
tehlikede bulunduğuna, diktatörlük rejiminin hazırlandığına emin olabiliriz.”
Demokrasilere yönelen en etkili hücum, demagoglardan gelmektedir. Demagoglar
ise, hak teşkil eden demokrasiyi göklere çıkarır, görev teşkil eden demokrasiden hiç
söz etmezler. Diktatörlük rejimine düşen ülkelerde kendilerini bütün haklara sahip
gören fakat karşılığında hiçbir görev yapmak istemeyen bu tür yarı yurttaşların
sayısı çoktur. “Hangi ülkelerde hak teşkil eden demokrasi vazife teşkil eden
demokrasi ile tam olur ve bir ahenk vücude getirirse oralarda bu çeşit insanlara
tesadüf edilmez.”
247
Diktatörlükleri doğuran üçüncü neden, Savaş dolayısıyla ve
Savaş sırasında ortaya çıkan ve bütün Avrupayı kaplayan maddiyetçi
hodkamlıktır (bencilliktir).98
Cambo’ya göre, demokrasilere bulaşan hastalıklar iki türlüdür:
“had” bir vasıf arzeden hastalıklar ve “müzmin” bir vasfı haiz olan
hastalıklar. Diktatörlük, bir ülkenin uğrıyabileceği bazı had hastalık
hallerine karşı etkili bir ilaçtır. Fakat, müzmin hastalıkların tedavisine
tahsis edilirse etkisiz kalır, hatta zararlı olabilir. Bu yorumdan hareketle,
Cambo, demokrasilerin, kurumları arasına “kanuni” diktatörlüğü
sokmalarını gerekli görmektedir: parlamento tarafından kurulması ve
süresinin sınırlı olması koşuluyla.
“Hürriyet rejimleri, müesseseleri arasına kanuni diktatörlüğü sokabilirler.
Bundan hürriyete zarar gelmez. Diktatörlük bazı had marazi hallere karşı
98Cambo, “Diktatörlükleri Doğuran Sebeplerden Maddiyetçi Hotgâmlık”, FH,
Sayı 15, (1.2.1934). Cambo’ya göre, BDS sırasında Başkan Wilson’ın başını
çektiği idealist yaklaşım, savaşanlarda sonsuza dek savaşsız bir dünya
oluşturma azmi yaratmıştı. Savaşçılar, bu uğurda canlarını tehlikeye attılar,
öldüler. Savaş’ın ortalarına doğru Avrupa’da savaş zenginlerinin ortaya çıkması
ve bunların maddiyetçi bencillik ötesinde bir şeye önem vermemeleri, bu
tutumu benimseyen insan sayısının hızla artması ve bu insan türünün, diktatörce
tutumları reddetmek bir yana, kendi maddi çıkarları açısından tasvip dahi
etmeleri, diktatörlüğün doğmasına neden olmakta, onu kolaylaştırmaktaydı. “...
Maddiyetçi bir heyeti içtimaiyenin kendisine zenginliğinden rahat rahat istifade
imkânı temin edecek maddî bir nizam ve asayişi idameden başka bir
düşündüğü yoktur. Çok kere, asayişin idamesini bir adamın mutlak idaresi
daha iyi temin edeceğine kani olur…”
248
koymak imkanını temin eder. Böyle yapılmazsa, o marazi haller hürriyeti ve
gelmişlerdir.99
Ekonomide “kötü para iyi parayı kovar” biçiminde izah edilen
Gresham Yasası Savaş sonrasında siyasette de geçerli duruma gelmiş ve
keyfi ve mutlak diktatörlükler demokrasileri ortadan kaldırmış, bir
bakıma onu siyaset arenasından kovmuştur.
“... Çünkü bu iki sistem arasındaki mübareze, bir bakıma gayet gayri müsavi
şartlar dairesinde vukua geliyor. Demokrasi komünizm ile faşizme intihabat
sandıkları başında yirmi kere galebe çalabilir. Komünizm ve faşizm
taraftarları yirmi birinci defada gene milli hakimiyet aleyhinde cidale
kalkabilirler. Fakat milli hakimiyet intihabatta bir kere kaybedecek olursa
ondan sonraki intihabatta artık hür surette davasını müdafaaya imkan
bulamaz. Çünkü bir memlekette bir kere komünist yahud faşist hükümet
iktidar mevkiine gelirse artık hür intihabata nihayet verilir.”100
Demokrasiye yöneltilen suçlamalarda az çok bir gerçek payı
vardır: rejimin bir servet avcılığına döküldüğü, yiyicilik ve rüşvetçiliğin
diktatörlüklere oranla demokrasilerde daha fazla olduğu, genel oy
99Chamberlin, “Hürriyete Karşı İsyanların Menşeleri”, FH, Sayı 217, (18.12.1937).
Bolşevik, faşist ve nasyonal sosyalist diktatörlüklerin demokrasi karşısındaki
konumları ve ortak özellikleri için; Chamberlin, “Modern Diktatörlüklerin Bariz
Vasıfları”, FH, Sayı 224, (5.2.1938); Chamberlin, “Diktatörlüklerin Farkları ve
Müşabehetleri”, FH, Sayı 226, (19.2.1938). 100Chamberlin’e göre, demokrasi-diktatörlük karşılaştırmasında demokrasinin zayıf
gibi göründüğü diğer bir nokta, rejimin kendini zayıflatıp çürütecek denli eleştiriye
açık olmasıdır. Chamberlin, “Demokrasi Payidar Olabilir mi?”, FH, Sayı 227,
(26.2.1938).
249
usulünün sakıncaları, ortak çıkarların ayaklar altına alınarak kişisel
çıkarların gözetildiği... Bütün bu eleştirilerde haklılık payı bulunabilirse
de, bundan dolayı kollektivist diktatörlüğün daha iyi bir toplumsal düzen
temin ettiğini kabul etmek gerekmez.101 Demokrat hükümetlerin hataları,
zaafları ve başarısızlıkları şimdi gördüklerimizden on kez daha fazla
olsalardı bile, faşist ve komünist idarelerle kıyaslanınca, demokrasi yine
çok değerli ve şerefli sayılmak gerekirdi.102
Toplumumuzun en büyük sorunu, özgürlüğü kendisini tehdit
eden bütün kuvvetlerden (“irtica”nın ve “inkılab”ın aşırılıklarından)
kurtarmaktır.103 Bolşeviklik ve faşistlik, Savaş sonrası devresinin en
önemli siyasal ve toplumsal sorunudur.104 Demokrasi bunalımını
demokrasinin bir biçiminin (parlamentarizm) bunalımı ile karıştır-
mamak gerekir.105
Demokrasi kurumlarına karşı nefret dalgası Avrupa’nın hemen
her tarafına yayılmıştır: her tarafta faşizm, hitlercilik, diktatörlük ve
bolşeviklik.106 XIX. yüzyıl Avrupa’sında yeşeren özgürlük şimdi
101Chamberlin, “Hürriyet Aleyhindeki Dava”, FH, Sayı 232, (2.4.1938). 102Chamberlin, “Milli Hakimiyet ile Diktatörlüklerin Mukayesesi”, FH, Sayı 233,
(9.4.1938). 103Nitti, “Hürriyet Düşmanları”, FH, Sayı 14, (25.1.1934). 104Hüseyin Cahid Yalçın,“Matbuat Hayatı: Bolşeviklik, Faşistlik ve Demokrasi 1,
FH, Sayı 83, (23.5.1935). 105Joseph-Barthélemy, “Demokratik Devletin Tanımı”, FH, Sayı 116, (11.1.1936). 106Joseph- Barthélemy, “Hürriyetin Son Kaleleri”, FH, Sayı 159, (7.11.1936).
250
solmuştur.107 Nitti, çağdaş toplumlarda demokrasiden nefret edilmesi
sonucunu doğuran bir gelişmeden söz etmektedir.
“Nerede gayet zengin insanlardan mürekkep bir sınıf teşekkül ederse ve
bunların servetleri sağlamlaşırsa orada çok geçmeden demokrasi şekilleri için
daimî bir nefret müşahede edilir. Demokrasi orada daimî bir tehlike
içindedir. Fakat zenginliklerin en tehlikeli şekli Avrupanın hemen her
memleketinde harpten sonra peyda olan yeni zenginlerin arzettikleri
şekildir.”108
Demokrasi karşıtı hareketlerin siyasal ve iktisadi kökenlerinin
çoğunun ortak olduğunu, Lenin, Hitler ve Mussolini’nin her üçünün de
Savaş sonucunda ve büyük sefalet ve ızdırap ortamında ortaya çıktıklarını
belirten Chamberlin’e göre, bu üç liderin önderlik ettiği rejimler de
bireycilikten az çok bilinçli biçimde vazgeçme temeline dayalıdır, üçü de
devletin bireye karşı büyük nüfuz ve kuvvet ile donatılmasını yeğler.109
Parlamento kurumunun her yerde yıprandığını, demokrasi ile
parlamentarizmin birbirinin aynı şey olmadığını belirten Pinon, zaman
ve yer bakımından sınırlı, erk ve yetki bakımından sınırsız bir “kanuni”
107Daniel Halévy, “Hürriyetin İnhitatı”, FH, Sayı 179, (27.3.1937). 108Nitti, “Zenginliğin Cemiyet İçin Tehlikesi”, FH, Sayı 4, (16.11.1933). 109Devrimin genellikle istibdada karşı bir tepki olarak algılandığını belirten
Chamberlin, özgürlük alanını daraltan üç isyanı (Rus, İtalyan ve Alman) bu anlamda
devrim saymamaktadır. Chamberlin, “Hürriyete Karşı İsyanların Menşeleri”, FH,
Sayı 217, (18.12.1937). Mirkine-Guetzevitch’e bakılırsa, “Parlamento rejimi halkın
hürriyete hazırlanmamış olduğu memleketlerde iflas etti...” Mirkine-Guetzevitch,
“Parlamento Rejiminin Tekamülü: İcrai Kuvvetin Rolü” FH, Sayı 247, (16.7.1938).
251
diktatörlüğün tercih edilmesinden yanadır. Derin ıslahat yapabilmek
bakımından hem yasal hem de etkili başka bir çare yoktur.110 Pinon
Rusya, İtalya, Türkiye, Almanya, Portekiz ve Yugoslavya
devrimlerinden şu dersi çıkarmaktadır: Partilerin ve bireylerle grupların
çıkarlarından üstün bir otoriteye sahip bir şef arama düşüncesi insanlık
için olağan sayılmalıdır. İktisadi, toplumsal ve ahlaki öyle sorunlarımız
var ki, parlamento yöntemleri bunlar karşısında aciz ve köhne kalır.
Parlamento rejiminin ıslahı bakımından belirli konularda tam yetki ve
güce sahip bir hükümet oluşturulmalıdır. “… Bir ıslahat diktatörlüğü
kabul etmelidir.”111 Devlet-birey ilişkisi, bu ilişkiye egemen olan anlayış
yenileşmelidir. Bu yenileşme ancak yasal ve geçici bir diktatörlükle
yapılabilir. Batı uygarlığının, değerleriyle birlikte çöküp gitmesini
istemiyorsak, bu yenileşme kaçınılmazdır.112
Fransız Devriminin coşturmuş olduğu birey kavramı bugün
toplum kavramı karşısında gerilemektedir. Bolşevizm, faşizm ve
güdümlü (dirije) ekonomi aynı eğilimin üç biçiminden başka bir şey
değildir.113 Marlio, yaşanan bunalımın ayırt edici özellikleri arasında
servetlerde, gelirlerde, üretimde ve ticaretteki azalmayı, yüzde otuza ve
110René Pinon, “Parlamento Rejiminin Tekamülü: Kanuni Diktatörlük”, FH, Sayı 250,
(6.8.1938). 111René Pinon, “Parlamento Rejiminin Tekamülü: Parlamento Rejimini Islah İçin”, FH,
Sayı 256, (17.9.1938). 112René Pinon, “Parlamento Rejiminin Tekamülü: Şahsiyete Hörmet”, FH, Sayı 259,
(8.10.1938). 113Louis Marlio, “Bugünün Meseleleri: Ferd ve Cemaat”, FH, Sayı 257, (24.9.1938).
252
hatta bazı ülkelerde yüzde kırklara varan işsizliği, namus bunalımını,
zevk ve eğlence düşkünlüğünü göstermektedir.114
Savaş sonrası Avrupasında kurulan demokrasilerin birçoğu adım
adım otoriter sisteme doğru yürüdü. 1923 yılında Türkiye’de Kemal
Atatürk’ün diktatörlüğü kurulmuştu. Yunanistan’a karşı kazanılan askeri
zafer ve Türk halkının yaşamının toplumsal, kültürel ve ulusal
bakımlardan yüreklilikle modernleştirilmesi bu diktatörlüğün 1938 yılına
(yani Atatürk’ün ölümüne) kadar başarıyla sürmesini sağlamıştır.115
4. Demokrasi ve Türkiye
Fikir Hareketleri’nde Türkiye’deki demokrasinin niteliği
konusunda yapılan değerlendirmeler hemen tümüyle Hüseyin Cahid
Yalçın’a aittir.116 Hüseyin Cahit, kimi yurttaşlarımızın demokrasiye
114Louis Marlio, “Bugünkü Dünya: Avrupanın İnhitatı”, FH, Sayı 282, (18.3.1939). 115Edouard Benes, “Harbden Sonra Diktatörlükler”, FH, Sayı 349, (29.6.1940). Ayrıca
bkz. Edouard Benes, “Milletler Cemiyeti: Son İki Asırda Sulh Hareketi”, FH, Sayı
351, (13.7.1940). 116Dergide Türk Devrimini değerlendiren bir diğer yazar Francesco Nitti’dir. Nitti,
“Türk İnkılabı”, FH, Sayı 1, (29.10.1933). “...Türkiyede genç Türklerin pek çabuk
zeval bulan teşebbüsleri istisna edilirse, hiçbir zaman ne hürriyet görülmüştür, ne
hakiki bir parlamento, ne de demokrasi. Mustafa Kemal bütün bunları işte her şeyden
mahrum olan memlekete soktu. İntihabat sisteminin zorluksuz işlediği,
parlamentonun daima iyi işlediği iddia olunamaz. Fakat ne de olsa imkan müsait
olduğu kadar işliyor...
“Zaferden sonra, tarihin şimdiye kadar şahit olmuş olduğu en büyük teşebbüslerden
birini yapmak, yani asırlardanberi müstebidane bir tazyike alışmış olan bir memlekete
demokrasi başlangıcı sokmak ve müslüman diyarında asri zamanların en büyük
253
karşı oluşlarını, demokrasi aleyhine söz söylemelerini ve demokrasiyi
yerin dibine batırmak istemelerini anlayamadığını belirtmekte, bu
durumu onların demokrasiye, bilimsel anlamı dışında garip ve
kendilerince bir anlam vermelerine bağlamaktadır.117 Demokrasi “milli
hakimiyet”ten başka bir şey değildir. Anayasamız en değerli demokrasi
belgemizdir.118
Hüseyin Cahit’e göre, hükümdarlık rejimi insan doğasına uygun
olmayan bir rejimdir.119 Cumhuriyet, insanlığını duyan, kişilik sahibi bir
bireyin ruhsal, duygusal ve maddi ihtiyaçlarına o kadar uygun bir
yönetim biçimidir ki bir kere ona kavuşan bir ulus artık başka bir siyasal
biçime kolay kolay katlanamaz. Dünya ulusların özgürlüğüne doğru
layikleştirme işini başa çıkarmak şerefi ona aittir. Bütün iğvaata karşı koyarak,
kendisi halifeliği kabul etmedikten başka İstanbul halifeliğini de ortadan kaldırdı. Bu,
katolik memleketler için yalnız Kilise ile Devleti ayırmağa değil, Papalığı yok etmeğe
de muadildir.” 117Hüseyin Cahit, “Bizde Demokrasi Düşmanlığı”, FH, Sayı 9, (21.12.1933). 118a.g.m. Hüseyin Cahit, şu değerlendirmelerde bulunmaktadır: “... Bugün memleketi
Cümhuriyet Halk Fırkası idare ediyor. Bugün Türkiyede bir halk hükümeti iktidar
mevkiinde bulunuyor. Türk inkılabı eski sultanların istibdat diyarına bu hürriyeti
getirmek şerefile bütün dünyaya karşı iftihar ediyor. Bu neticeyi temin için Türk
inkılapçıları, başlarında Büyük Şef, senelerce uğraştılar, kanlarını feda ettiler ve
nihayet dünyanın en necip ve yüksek hareketlerinden birini hakikat sahasına
çıkardılar.” 119Hüseyin Cahit, “Türk Cümhuriyetinin Onuncu Yıldönümü”, FH, Sayı 1,
(29.10.1933). “Bir adam çıkacak, Allah kendisine lütuf ve ihsan ettiği bir hak namına
milyonlarca halk üzerinde istediği gibi hüküm ve tasarrruf etmek iddiasına kalkacak.
Öyle bir idare altında yaşayacağız ki bütün hak mefhumu tek bir adamın keyfinden
ibarettir. Biz hepimiz bir köle mevkiinde kalacağız.
“Fikri biraz aydınlanmış, kendi kendisine düşünmeğe alışmış bir adamın böyle bir
rejime katlanmasına ihtimal olur mu?...”
254
yürüyor. BDS’nda yıkılan hükümetler, dünyanın en kudretli en muazzam
sanılan mutlak hükümdarlıkları idi. Bu müthiş yıkılmaların içinden yeni
yeni demokrasiler belirdi. Türk Cumhuriyeti de savaş sonrasının bu yeni
demokrasilerinden biridir. Türkiye’de gerçekten değişen bir şey vardır.
Bu yalnız bir etiket farkı değil, ulusun ruhundan yeni bir hareket
zembereği canlanmasıdır, bir ulusun benliğini anlaması, hak ve özgürlük
alanına doğmasıdır. Hüseyin Cahit’e göre, “... tarihin bir asırlık cereyanı
kah belli, kah gizli, kah uyuşuk, kah ateşli, bu neticeyi hazırlıyordu.”120
Hüseyin Cahit, Nitti’den esinlenerek, bir ülkede demokrasinin
yaşayabilmesinin ilk koşulu olarak, demokrasinin yalnızca yasalarda
değil, aynı zamanda ahlak ve adetlerde de bulunmasını göstermektedir.
Bu koşul, Hüseyin Cahit’e göre, Türkiyede yerine gelmiştir.
“... Türk cemiyetinin bünyesi demokrasi hissiyatına, itiyadatına dayanır.
Türkiyede hiçbir zaman asalet sınıfı olmadı ve bir sınıf hakimiyeti görülmedi.
Türkiyede her fert kendisini diğeri ile müsavi hisseder. Asalet fikri batılları
sevkile Avrupa heyeti içtimaiyelerinde sınıflar arasında görülmüş olan fikir,
his ve yaşayış farklarını biz derin hayretlerle karşılarız. Padişahlık kalkınca
120“Son padişah ve halifenin hıyaneti yüzünden müttefik düşmanlar karşısında kendi
başına kalan millet vatan müdafaasında yalnız kendi varlığına ve kuvvetine
güvenerek senelerce çarpıştı, evlatlarının dökülen kanı içinde cümhuriyet terbiyesini
aldı ve cümhuriyet idaresini resmen ilan etmeden filen senelerce tatbik etti. Onun
içindir ki hükümdarlık rejiminden cümhuriyet rejimine geçiş millet için pek zaruri,
pek tabii, pek sade bir iş oldu. Ruhlarda zaten hazırlanmış olan içtimai ve fikri ıslahat
da bu siyasi inkılabı müteakıp birbiri ardınca fiiliyat sahasına çıktı. Uzun bir hürriyet
aşkı ile çırpınmamış, uzun bir halas iştiyakı ile yeni şekillere ve yeni hayata doğru
içinde hamleler hissetmemiş bir millette böyle bir inkılaba imkan olabilir miydi?”
255
bütün Türkiye demokrasi ahlak ve adatı içinde yekpare bir şekil arzetti. Bizde
çok eski asırlardan beri teşekkül etmiş demokratik ahlak ve adatın
mevcudiyeti yüzündendir ki inkilap pek tabii geldi ve hiçbir ciddi aksülamel
tehlikesine maruz bulunmadı.”
Demokrasinin yaşayabilmesinin ikinci koşulu ise, bir orta sınıfın
bulunmasıdır. Hüseyin Cahit’e göre, bu koşul da Türkiye’de yerine
gelmiştir.121
“Türk cümhuriyetinin içtimaiyat sahasında hakiki kuvveti de işte bu orta
sınıftadır. Bugün Türkiyede etrafına kin ve nefret hissi dağıtacak bir
mütehakkim çok zenginler sınıfı yoktur. Eski Avrupanın sefil amele hayatını
süren ve bir nevi intikam hissile tutuşan yoksullar sınıfına da tesadüf edilmez.
Türk heyeti içtimaiyesinin bünyesindeki esaslı nesci bu pek kalabalık orta
sınıf teşkil eder.”
Hatta, bu iki koşul, Hüseyin Cahit’e göre, tam da Türkiye için
konulmuş gibidir. Bu nedenle, ülkemizin geleceğini büyük bir ümit,
sönmeyen bir şevk ve heyecanla karşıladığını belirtmektedir.
Bütün ilkelerin ve rejimlerin ülkelere göre uygulamada az çok
değiştiğini, demokrasinin de mutlaka filan ülkede uygulanan biçiminin
Türkiye’ye aynen alınmasının söz konusu olamayacağını belirten
121Nitti, “orta sınıf” derken şu toplumsal kesimlerin oluşturduğu sınıfı kastetmektedir:
Küçük arazi sahipleri, küçük tacirler, esnaf, küçük dükkancılar, az irat sahipleri,
heyeti umumiyelerile çok sıkıntı çekmiyen ve kolayca patron değiştirebilen ameleler.
256
Hüseyin cahit’e göre, demokrasi taraftarı olmak mutlaka iktisadi
liberalizmi ya ilk klasiklerin benimsedikleri biçimde ya da daha sonraki
aşırı şeklinde kabul etmeyi gerektirmez. Siyasal liberalizm ile iktisadi
liberalizm, ona göre, ayrılabilir ve nitekim ayrıdır.122 Her ülke kendi
koşullarına göre demokratik rejimine bir biçim verir. Bizdeki
rejimin de diğerlerinden kendini ayıracak özel nitelikleri olması
doğaldır. Fakat, diğerlerinden farklı da olsa, niteliği demokrasidir.123
Fikir Hareketleri anayasada öngörülen özgürlükleri
savunmaktan başka bir şey yapmamaktadır.
“...bu hürriyetler Avrupada on dokuzuncu asırda ilân edilmiş olabilirler.
Bu onların kıymetsiz olmaları için bir sebep midir? On dokuzuncu asrın
istihfaf edilmek istenilen bu hürriyetleri filân veya filân kavmin hususî
mahsulleri değil, bütün beşeriyetin şerefi ve hakkıdır.” 124
Bugün dünyanın en demokrat hükümetleri bile iktisadî
özgürlükten uzaklaşmışlardır. Bu nedenle, iktisadi devletçiliği
122Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Avrupanın Mirasçıları”, FH, Sayı 35, (21.6.1934). 123Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 1, (29.10.1933). Hüseyin Cahit, Saltanat
kaldırılıp da Büyük Millet Meclisi ulusun egemenliği adına ülkeyi yönetmeye
başlayınca, kendisinin yeni rejimi “Cumhuriyet” olarak nitelediğini ve
alkışladığını belirtir. 124Hüseyin Cahit, “İnkılaba ve Hürriyete Dair”, FH, Sayı 11, (4.1.1934). Hüseyin
Cahit’e göre, demokrasi taraftarlarının aşırılığı (ifratı) ve iktisadî özgürlüğü siyasal
özgürlüğün mütemim bir cüz’ü gibi algılamaları sosyalistlerde bu tepkiyi
doğurmuştur. Fakat, bir taraftan siyasal özgürlükler ile iktisadi özgürlüklerin
birbirinden ayrılmaz şeyler olmadığı kabul edildi. Diğer taraftan sosyalistlik
hareketi hemen hemen özgürlükçü bir demokrasi hareketi halini aldı.
257
benimsemekle, Türkiye, kendi ilkelerini ve demokrasiyi inkâr
etmiş değildir.
“...Atatürk milletini orta çağların köhne an’aneleri ve müteassıb bağları ile
zincirlenmiş tefekkürün esaretinden kurtararak hür ve modern düşünce ve
hareket sahasına eriştirdi. Onun asıl büyüklüğü işte bundadır...”125
Cumhuriyetin bütün şerefi, Hüseyin Cahit’e göre, onu yapan,
kuran ve her gün sağlamlaştıranlara aittir. Ona göre, bir işi
düşünmek iyidir, fakat sadece düşünmekten ne çıkar? Şeref
düşünmekte değil, yapmaktadır. Düşünmek bir şeref ise bile, kendisi
buna istihkak iddiasında değildir.126
Hüseyin Cahit, bizdeki kimi “tetkikleri kıt, görüşleri sınırlı”
yazarların Avrupa’da özgürlüklerin ortadan kalkmasını demokrasi
aleyhinde bir kanıt gibi göstermeğe kalkmalarını yadırgamaktadır.
Avrupa’da özgürlük kavramının çok hücuma uğradığı, hattâ bazı
ülkelerde özgürlüğün ortadan kalktığı doğru ise de, Hüseyin Cahit’e
125Hüseyin Cahid Yalçın, “Milli Matem”, FH, Sayı 266, (26.11.1938). 126Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı: Parti Kurultayı Münasebetiyle”, FH, Sayı
81, (9.5.1935). “Ancak Maltaya götürülüp te, orada vatanın selâmeti Anadoludaki millî
mücadelenin zaferine bağlı olduğuna iman ettiğim zaman, Osmanlı hanedanına mensup
şehzadelerden hiçbirinin İstanbuldan Anadoluya geçerek milli ve vatanî vazifelerini
yapmadıklarını görünce, artık Osmanoğullarına Türk ülkesinde bir hayat hakkı
kalmamış olduğuna, artık bu memleket için cumhuriyetten başka bir rejim tasavvur
edilemiyeceğine hükmettim. Ben bu kanaate eriştiğim dakikada ise Anadoluda
cümhuriyet fi[i]len yerleşmiş bulunuyordu.”
258
göre, bu gidişata imrenmek değil, üzülmek gerekir.127 Fikir
Hareketleri’nin işlediği konular bile, Hüseyin Cahit’e göre, demokrasi
lehinde kalbimize derin bir muhabbet vermeğe kâfidir.
“... Düşünmelidir ki bu makale silsileleri ne faşizm rejiminde yazılabilirdi ne
komünizm diyarında. Çünkü o rejimlerde fikir hürriyetine yer yoktur. Matbuat
hürriyeti akla bile getirilemez. O rejimlerde yalnız bir ses işitilir. Bu, hakkın,
ilmin, hakikatin ve realitenin objektif sesi değildir. Hüküm süren
diktatörlüğün keyfinin sesidir… Liberal demokrasi hür münakaşaya
göğsünü açmıştır. Hattâ kendini yıkmak istiyenlere bile müsavi bir düşünme
ve söyleme hürriyeti tanır. Şahsiyet sahibi bir insan için bundan başka teneffüs
edilecek bir hava tasavvur edilemez. Ferdler bir kürek hayatı geçirecek
olduktan, şahsiyetlerini, insanlıklarını inkişaf ettiremiyecek olduktan sonra,
baştaki rejimde ne kıymeti tasavvur edilebilir?”
Beşinci yılını tamamlayarak altıncı yılına basmış bulunan ve
geride kalan beş yıl içinde günlük siyasal olaylara hiç karışmadan sırf
objektif ve bilimsel olarak bütün toplumsal ve felsefi sorunlara, düşünce
ve ifade özgürlüğüne hiçbir sınırlama getirmeksizin değinen Fikir
Hareketleri, Cumhuriyet’in on beşinci yılının kadrini, nimetini bütün
azamet ve derinliği ile ilan etmeği kendisine bir görev saymaktadır;
çünkü, varlığını Cumhuriyet’in sağladığı olanak ve özgürlüğe borçludur.
127Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı: Bolşeviklik, Faşistlik ve Demokrasi [1],
FH, Sayı 83, (23.5.1935). Demokrasi idealine büyük bir devrim yaparak kavuşan bir
ülkede demokrasi düşmanlığının gençliğe sinsi sinsi sokulması yurtsever aydınlar için
izlenmesi gereken bir olaydır. Hüseyin Cahid Yalçın, “Bir Hulasa”, FH, Sayı 157,
(24.10.1936).
259
Atatürk’ün büyüklüğü Türk’ü vicdan ve düşünce özgürlüğüne
kavuşturmasındadır, gerçek kurtuluşumuzun ancak bu özgürlük
sayesinde olacağını anlamasındadır. Türk Devrimi bu iki esaslı nimeti
bütün samimiyeti ile bize sağladı. Vicdan ve inanç özgürlüğü dünyanın
en özgür ülkelerindeki kadar bizde de vardır.128
“Milli hakimiyet rejimi felaketlerin sebebi değildir. Bazı yerlerde bu rejim
tereddi etmişse Falih Rıfkı Atay’ın da pek güzel takdir ettiği gibi, halkın
siyasi ve içtimai terbiyesindeki kifayetsizlik buna sebep olmuştur. Şu halde,
bütün beşeriyeti milli hakimiyet rejimine layık olacak bir hale çıkarmak
insaniyet için bir gaye teşkil etmemeli midir? Demokrasiler milyonlarca
insanı öldürerek, insanlar için ekmekten çok kıymetli olan hürriyeti
çiğniyerek mi o seviyeye yükseldiler?” 129
Diktatörlükler, Hüseyin Cahit’e göre, geçici rejimlerdir. Azınlık
diktatörlüğü bazen gerekli ve zaruri olabilir. Onu komünist ve faşist
diktatörlüklerden ayıran esaslı bir nitelik vardır: gayeleri. Diktatörlük
demokrasiyi kurmak ve güçlendirmek amacına yönelikse, amacı
bireylere özgürlük sağlamak, onları demokratik rejimde yaşatmaktan
ibaret ise, ancak o zaman mazur görülebilir. Bu türlü diktatörlükler ‘halk
ve gençlik yetiştikçe’ biraz daha lüzumsuz hale girerler ve ortadan
kalkarlar.130
128Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 262, (29.10.1938). 129Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 65, (17.1.1935). Yalçın, Fikir
Hareketleri’ni güncel siyaset tartışmaların dışında tutmak için, Falih Rıfkı Atay’ın
ülkemize ilişkin bazı görüşlerini değerlendirmemeyi yeğlemektedir. 130Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 66, (24.1.1935).
260
5. Demokrasi Polemikleri
Fikir Hareketleri’nde yapılan polemiklerden büyük bir kısmı
demokrasi konusundadır. Hüseyin Cahit, derginin ilk yayın yılında
özellikle Kadro ile bu konuda sık sık polemiğe girmiştir. Ona göre,
Kadrocular, Türk Devrimini ulusal egemenlik ilkesinden (demokrasi)
ayırarak faşistliğe yahut devlet sosyalistliğine, hatta daha ileriye doğru
götürmeğe çalışmaktadırlar.131 Fikir Hareketleri ise, ulusal egemenlik
yandaşıdır; ulusçu, cumhuriyetçi, devletçi, devrimci, halkçı ve laiktir.132
“Fikir hareketleri her satırına varıncıya kadar milli hakimiyet, hürriyet ve
cümhuriyet taraftarıdır. Haykırıyorsam demokrasiye hücum edenlere, hürriyeti
yıkmak istiyenlere, faşistlik ve komünistlik rejimlerini dolambaçlı yollarla
müdafaaya kalkanlara karşıdır.” 133
131Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Tenvire Muhtaç İki Nokta”, FH, Sayı 37,
(5.7.1934). 132Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Bir Münakaşanın İbret Alınacak Neticeleri 1”, FH,
Sayı 44, (23.8.1934). “...Fikir Hareketleri inkılabın öz evladı diye ortaya çıkan, hatta
inkılabın halıkı gibi azamet ve gurur ile söz söyliyen Kadro’nun inkılabın ruhu olan
milli hakimiyet prensibine hücum ettiğini ve inkılabımızı Marksçılığa mal ettiğini
görünce vazifesini yapmış ve ortadaki ağız kalabalığına nihayet vermek istemiştir.”
Bu, bir bakıma, Fikir Hareketleri’nin yayınlanma gerekçesidir. 133Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Bir Münakaşanın İbret Alınacak Neticeleri 2”, FH,
Sayı 45, (30.8.1934).
261
Polemiklerden bir diğerinin konusu Avrupaya hayranlıktır.134
Kadro, Hüseyin Cahit’e göre, Fikir Hareketleri’nde “derin Avrupa
hayranlığı” görmekte ve bunu Fikir Hareketleri için bir kusur ve bir suç
saymaktadır. Hüseyin Cahit, Kadro’nun kendisini doğru anladığını,
kendisinin bir Avrupa hayranı olduğunu, bu hayranlığın, “bize pantalon
nereden gelmiş ise ilim ve medeniyet de oradan gelecektir.” diye
haykırarak batılılaşmak gereğini savunduğu II. Abdülhamit zamanından
beri kendisinde var olduğunu, zaman geçtikçe hayranlığının arttığını
belirtmektedir. Hüseyin Cahit, Avrupa hayranlığının bütün gençlere ve
ülkeye yayılmasını istemektedir. Bu duygunun varlığı sayesinde
herkesin okuyacağını, çalışacağını ve öğreneceğini ileri sürmektedir.
Kaldıki, Avrupa’ya hayran olan yalnızca kendisi ve dergisi değildir.
Çocuklarımızı öğrenim için Avrupa’ya göndermekteyiz, üniversitemizin
kapılarını Avrupalı profesörlere açmaktayız, Türkiye’yi Batı uygarlığı
ailesine sokmak için çalışmaktayız ve her iş için Avrupalı uzman
aramaktayız. Bütün bunlar, ona göre, Avrupa hayranlığıdır. O, ne zevk,
safa ve eğlence Avrupasına ne de siyaset Avrupasına hayrandır. Onun
hayran olduğu Avrupa bilim, uygarlık ve düşünce Avrupasıdır. Bu
hayranlığında küçümsenecek veya yadırganacak bir yön görmemektedir.
134Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Avrupaya Hayranlık”, FH, Sayı 27, (26.4.1934).
Kadro’nun Mart 1934 tarihli 27 nci sayısında İstanbul’da çıkan dergiler ele
alınmaktadır. Köşede, İsmayil Hakkı’nın (Baltacıoğlu) çıkardığı Yeni Adam’ın
bireyciliğin savunucusu olduğu, bu dergi varken Fikir Hareketleri’nin yayın hayatına
girmesine gerek bulunmadığı belirtilmektedir. Çünkü, Kadro’ya göre, bu iki dergi de
demokrattır ve Avrupa hayranıdır. Fikir Hareketleri’nin Kadro ile yaptığı polemikler
için bkz. Tekeli-İlkin, a.g.e., s. 376.
262
Hüseyin Cahit’e göre, Fikir Hareketleri’ni Avrupa hayranı olmakla
suçlayan Kadro da Avrupa hayranlığı içindedir. Çünkü, Kadro,
savunucusu olduğu tarihsel materyalizmi Karl Marx’tan almıştır.
“... Şu halde Avrupaya hayranlık neden yalnız Fikir hareketleri’nde bulunuyor
da Kadro’da bulunmuyor? Neden bizim hayranlığımız fena oluyor, istihfaf ile
görülüyor da Kadro’nunki iyi ve yekane iyi bir hayranlık oluyor?
“Çünkü Kadro Avrupa’dan ilim ve fikir almak istememiştir, bir din ve iman
almıştır. Tercih ettiği peygamber Karl Marx ise bütün din vazıları gibi,
hakikatın yalnız kendisinde bulunduğuna inanır. Bu dinin salikleri de dünyayı
yalnız Karl Marx gözlüğile görürler, hakikatı yalnız onun sözlerinde bulurlar.
Binaenaleyh kim başka türlü düşünürse dalalettedir zannederler.”135
Oysa, Fikir Hareketleri, proleterya sınıfının egemenliğini, sınıf
diktatörlüğünü değil, düşünce ve vicdan özgürlüğünü, ulusal egemenliği
savunmaktadır. Fikir Hareketleri dar bir öğretinin savunduklarını
yayımlamamakta, işlediği konuları derinleştirerek okuyucularının kendi
anlayışlarıyla, kendi düşünüşleriyle konu hakkında özgür bir yargıda
bulunmak alışkanlığı edinmelerine çaba göstemektedir. 1930’ların
ulusçu ve emperyalist Avrupa’sına saldıran, doğru bildiklerini
korkusuzca söyleyen yazarların eserlerinden aktarma yapmaktadır.
Okuyucularına, kendileri ne kadar özgür iseler karşısındakileri de aynı
ölçüde özgür sayma ve karşısındakilerin düşüncelerine saygı duyma
davranışını aşılamaktadır. Bu bakımdan, Fikir Hareketleri’nin bazen
135Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Avrupaya Hayranlık”, FH, Sayı 27, (26.4.1934).
263
eklektik gibi görünmesini olağan larşılamak gerekir. Bir konu hakkında
derinlemesine bilgi edinebilmek, lehte ve aleyhte söylenen sözleri
bilmeyi gerektirir.
Şevket Süreyya, Kadro’da yayımlanan “Biz Avrupanın Hayranı
Değil Mirasçısıyız!” başlıklı makalesinde,136 Hüseyin Cahit’in, hemen
bütün Meşrutiyet aydınları gibi, yalnızca “nakilci ve tercümeci” bir
düşünsel temele dayandığını ve görünüşte Avrupai olduğunu
belirtmektedir.
“Hüseyin Cahit Bey, mesela bugünkü Türkiyenin, yahut bugünkü dünya
gidişinin şu veya bu meselelerini aksettiren bir fikir hareketinin değil, sadece
kendi devrinin ve kendi zümresinin mümessilidir. O devir ki, kısaca, biz
ismine Harp öncesi diyoruz ve o zümre ki harp öncesi Türkiyesinde sadece
kör bir Avrupa hayranlığından, körükörüne bir Avrupaya intibak kaygusundan
başka bir şey gütmemiştir.”
Şevket Süreyya’ya göre, BDS öncesi Avrupasının dünya çapında
bir üstünlüğü ve karşı çıkılamaz bir düşünsel hegemonyası vardı.
“Fakat şimdi yaşadığımız devir artık harp öncesi devri değildir ve bugünkü
Avrupa artık, bütün cihana yayılmış mutlak bir siyasi ve iktisadi hakimiyet
üstünde mutlak bir fikri hegemonyayı temsil eden harp öncesi Avrupası
sayılamaz. Bugün artık Avrupanın siyasi ve iktisadi kudreti gibi, en bariz
Fransız ihtilalinden beri bütün cihana yaydığı cemiyet görüşü de taarruza
264
uğramış ve sarsılmaya başlamıştır. Ve düne kadar Avrupanın fikri
tahakkümüne boyun eğen geri memleketlerin yeni yetişen nesilleri bir taraftan
Avrupanın siyasi ve iktisadi hükümranlığına diğer taraftan da bu
hükümranlığın üstünde yaşıyan fikri hegemonyasına karşı tam bir mücadeleye
girişmişlerdir.”
Şevket Süreyya, kendilerinin Avrupa’nın ne iktisadi, ne siyasi, ne
ahlaki bünyesinin, hatta ne de düşünce dizgesinin hayranı ve izleyicisi
olamayacaklarını, Avrupa’nın yalnızca tekniğinin ve bilim yönteminin
hayranı ve hatta mirasçısı olduklarını belirtmektedir. Tarih boyunca
yöntem ve teknik uygarlıklardan uygarlıklara miras olarak geçmiş ve
bunları tevarüs eden uygarlık kendinden önceki uygarlığın her zaman
zıddı ve düşmanı olmuştur. Hatta, bu tevarüs işinde şimdi bizim ve bize
benzer ülkelerin Avrupa’ya bir teşekkür borcu duyması da düşünülemez.
Çünkü Avrupa’nın yarattığı bu yüksek teknik ve yöntem, yalnız onun
elinde toplanan teknik ve sermayenin, yani emperyalizmin bir eseridir.
Bu yüksek teknik ve sermaye ise, her şeyden önce, bizim gibi sömürge
veya yarı sömürge ülkelerin yıllardan beri ödediği değerlerle beslenmiş
ve üretilmiştir.
Şevket Süreyya, tarihsel materyalizmi Avrupa’dan, Karl
Marx’tan almış olduğu biçiminde Hüseyin Cahit tarafından kendisine
yöneltilen suçlamayı şöyle yanıtlamaktadır:
136Şevket Süreyya, “Biz Avrupanın Hayranı Değil Mirasçısıyız!”, Kadro, Sayı 29,
265
“Aşikar bir şeydir ki tarihi maddiyetçilik Avrupai bir mahsuldür. Fakat bu
mahsul ilimde sadece metottan başka bir şey değildir. Eğer biz tarihi
maddiyetçiliğin, muasır Avrupa nizamını mütaleaya tatbiki demek olan ‘ilmi
sosyalizmi’ de aynen alsak ve bunun hükümlerini bugünkü Türk cemiyeti için
de aynen varit telakki etseydik o zaman bizden evvelki neslin, yahut o nesle
mensup muarızlarımızın hatasını aynen tekrar etmiş olur ve milli bünyeyi
tahlilde hiçbir zaman şahsiyetleşemezdik. Çünkü malumdur ki, Hüseyin Cahit
beyin de dahil olduğu bütün o neslin münevverleri için Avrupa ancak kül
halinde alınan bir şeydi...”
Şevket Süreyya, Kadro’nun tarihi maddeciliği hiç bir zaman
örneğin Türk Devrimi hakkında hazır bir hüküm gibi almadığını, buna
karşılık, Fikir Hareketleri’nde Türk Devriminin, siyaseti ve düşüncesi
kendi ülkesinde bile iflas etmiş ve o ülkeden kovulmuş bir İtalyan’ın,
Francesco Nitti’nin kaleminden anlatıldığını örneklemektedir. “Belirli
bir içtimai mektebi temsil ve müdafaa etmediğini ve bütün cehdinin
Avrupanın fikri sermayesinden mümkün olduğu kadar fazla miktarını
ülkemize nakletmek olduğunu” belirten Fikir Hareketleri’ne, Şevket
Süreyya, şu suçlamaları yöneltir: Devrim içindeki Türkiye’nin yolunu ve
Türk gençliğini aydınlatmak konusunda ne Nitti’nin ne de Sforza’nın
verebileceği bir şey vardır. Adı Fikir Hareketleri olan bir derginin
Devrim Türkiye’sinde ülke gençliğine eklektizmden, mesleksizlik ve
hedefsizlikten başka şeyler vermesi beklenirdi. Her hangi bir öğretiye
dayanmadığını ileri sürse de, Fikir Hareketleri liberalizm taraftarıdır.
(Mayıs 1934). Bu makale ve yankıları için ayrıca bkz. Tekeli-İlkin, a.g.e., s. 387-8.
266
Hüseyin Cahit, Şevket Süreyya’nın bu suçlamalarına yanıt
vermekte gecikmemiştir.137 Kadro’nun, Avrupa uygarlığının mirasçısı
olarak ortaya çıktığını, elindeki tek sermayenin ise bir “lukata”dan
(kimsenin artık yüzüne bile bakmadığı, bilimsel değerden yoksun, köhne
eserler müzesine çekilmiş, eksik ve kusurlu bir anlayış) ibaret olan
“tarihi maddiyetçilik” yöntemi olduğunu belirten Hüseyin Cahit’e göre,
Kadro acınacak bir durumdadır. Savaş’tan önceki ve sonraki Avrupa
konusunda Şevket Süreyya’nın yaptığı değerlendirme “pek basit ve
iptidai, … pek sathi ve aculane”dir. Bu ülkede körü körüne bir Avrupa
hayranlığı güden aydın bir zümre yoktur. Kendisi, yalnızca bilim ve
uygarlık Avrupa’sına hayrandır, bugünkü devrim Türkiye’sinin
“Avrupalılaşmak” arzusu da budur. Avrupalılaşmak demek kendi
kişiliğimizden vazgeçmek, kendi benliğimizi unutmak demek değildir.
Bunu, ancak “... hakiki surette fikri tenevvür etmemiş gafiller ve
cahiller...” düşünebilir. Avrupa uygarlığı içinde yer alan Fransızlar,
İngilizler ve Almanlar birbirinin körü körüne taklitçisi olmadıkları gibi,
kendi milliyet, gelenek ve kişiliklerini korumuşlardır. Bunların ortak
noktaları bir “Avrupa uygarlığı”nı oluşturur. Avrupalılaşmaktan Hüseyin
Cahit’in anladığı, bu ortak niteliklere yükselmektir. “… bu ilim, teknik
ve metot Avrupasından başka bir nasyonalist ve emperyalist, istismarcı
ve insafsız Avrupanın bulunduğunu ben de bilmekteyim. Bunun içindir
ki, Fikir Hareketleri’nin önceki sayılarında Avrupanın nasyonalizm
137Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Avrupanın Mirasçıları”, FH, Sayı 35, (21.6.1934).
267
dalaletlerini, emperyalist hırslarını gene Avrupanın en salahiyettar
kalemleri tarafından şerh ve takbih edecek yazılara yer verilmiştir.”138
Hüseyin Cahit, bizde öteden beri kara cehaletten ve tutuculuktan
kaynaklanan bir Avrupa düşmanlığı bulunduğunu, bu tür düşmanlığın
şimdi ulusal gurur görüntüsü altına gizlenmek suretiyle sürdürülmeye
çalışıldığını belirtmektedir. Şevket Süreyya’nın Savaş sonrası
Avrupa’sına ilişkin betimlemesi, Hüseyin Cahit’e göre, “... hakikate pek
dar bir cepheden, eksik bir surette bakmak mahsulüdür...” Savaş sonrası
Avrupa’sının düşünsel hegemonyasının bulunmadığını, yeni nesillerin
buna karşı mücadeleye giriştiklerini söylemek, hiçbir yarar sağlamayan,
düşünsel hegemonyaya karşı mücadele etmek gibi bir takım soyut
kavramları ortaya atıp boş yere ve “muttasıl” [biteviye] çene çalmak”tır.
Fikir Hareketleri’nin Avrupa’dan aktardığı fakat Kadro
tarafından beğenilmeyen malzeme, Hüseyin Cahit’e göre, bugün
üniversitelerimize getirilen Avrupalı profesörlerin gençlerimize
verdikleri derslerle koşut ve onlara uygun bir malzemedir. Kendisi, bilim
ve yöntem konusunda Kadro saflarında bulunmaktan ise üniversitemizin
Avrupalı profesörlerinin arkasında bulunmayı yeğlemektedir.139 Ayrıca,
138a.g.m. 139Ulusal egemenlik (demokrasi) ilkesinden ve felsefesinden başka Türk gençliğine
salık verebileceği bir şey bulunmadığını, demokrasinin bunalım geçirmekte olduğunu,
bununla birlikte, daha iyi başka bir rejim ve ilke vazedilemediğini, Savaş sonrası
rejimi olarak ortada duran bolşevikliğin de faşizmin de, bir adamın kişisel istibdadına
bir felsefi külah geçirmek için icat edilmiş hokkabazlıktan başka bir şey olmamaları
268
Fikir Hareketleri mesleksiz ve hedefsiz değildir; ulusal egemenlik
taraftarıdır.140
Türk Devriminin şeflerinin sözleri, Devrimin düşünsel ve siyasal
“abide”leri ortada dururken, Türk Devrimini demokrasiden (ulusal
egemenlik) ayırarak faşistliğe yahut devlet sosyalistliğine, hatta daha
ileriye doğru götürmeğe çalışmak veya öyle göstermek fazla bir
cür’etkarlıktır. Hüseyin Cahit, Kadro’nun kullandığı yöntemleri şöyle
sıralamaktadır: milliyet hislerimizi gıdıklama, herkesten üstün olmak
için kimseye benzememek arzuları, bütün cihana örnek ve önayak olma
savı, taklitçiliğe ve özellikle Fransız Devriminin taklitçiliğine, onun
ürünü olan demokrasiyi taklit küçüklüğüne düşmekten nefret... 141
Devrimimizi ve demokrasimizi sağdan ve soldan gelen her tür
saldırıya karşı korumak, Hüseyin Cahit’e göre, yurttaşlık
sorumluluğunun bilincindeki her Türk için en büyük ödevdir. Devrim
çözümlemelerinde de belirtildiği gibi, 2444 sayılı Yasa da, ülkemizde
milliyet ve demokrasi esaslarına aykırı fikir cereyanlarının yayılmasına
engel olmak için önlemler almayı ve bu gibi cereyanlara karşı “yayın
yoluyla” mücadele etmeyi Matbuat Umum Müdürlüğünün görevleri
bakımından, dünya kadar eski olduklarını, bu uşaklıkları Türk gençliğine salık
vermemekle kabahat işlemediğini düşündüğünü belirmektedir. 140a.g.e. 141Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Tenvire Muhtaç İki Nokta”, FH, Sayı 37,
(5.7.1934).
269
arasında saymıştır.142 Yasa’da mücadelenin güç kullanılarak değil de
yayın yoluyla yapılmasının salık verilmesini, Hüseyin Cahit, Moskova
ve Roma’yı örnekleyerek, Türk Devriminin bir demokrasi devrimi
olduğuna kanıt olarak göstermektedir.
“... Moskova ile Roma gözümüzün önünde duruyor. Oralarda fikir mücadelesi
yoktur, fikir yoktur. Yalnız müthiş ve kat’i bir zulüm ve tazyik vardır. Vicdan
ve fikir hürriyetini boğan, fikri ortadan kaldıran, yalnız keyif ve istibdadı
imkan kılan bir rejim...”143
Kadro’nun Nitti’yi küçümsemesi Fikir Hareketleri’nce
yadırganmaktadır. Nitti’nin İtalya’yı terk etmesinin nedeni, Fikir
142Hüseyin Cahit’in 2444 sayılı Matbuat Umum Müdürlüğü Teşkilatına ve Vazifelerine
Dair Yasanın yukarıda değinilen hükmüne atıfta bulunmasını, Tekeli ve İlkin,
Kadro’nun demokrasi konusundaki olumsuz tutumunun adeta ilgililere şikayet
edilmesi olarak değerlendirmektedir. “Hüseyin Cahit Beyin bu satırları yazmasının ne
anlama geldiğini anlamak için bu dönermde Kadrocu Vedat Nedim’in matbuat umum
müdürü olduğunu hatırlamak gerekir.” Bkz. Tekeli-İlkin, a.g.e., s. 390. Kadro’nun
Temmuz 1934 tarihli 31 inci sayısında, Şevket Süreyya, 2444 sayılı Yasa ile her türlü
telkin araçlarının devletin denetimi altına alınmasının devrimci bir adım olduğunu
ileri sürmektedir. 143Hüseyin Cahit, Kadro’yu samimi olmamakla suçlamaktadır. “Bugün Türkiyede işte
demokrasi aleyhinde yazılabiliyor. Fakat ne faşistlikte, ne bolşeviklikte faşizm ve
komünizm aleyhinde yazmak değil bir tek lakırdı söylemek bile an haricindedir. (...)
Fikir Hareketleri demokrasi prensiplerinin aleyhinde bulunulmasına hayret etmez.
Yalnız bizim karşımızdakinden istediğimiz şey açık ve samimi olmaktır. Türk
inkılabının evlatları mıyız? Demokrasi prensiplerini takip edeceğiz. Fakat bir taraftan
Türk inkılabına taraftar görünmek, hatta Türk inkılabı namına söz söylemek
salahiyetini haiz imiş gibi azamet satmak, diğer taraftan da demokrasiyi bir tarafa
atarak sağ ve sol istibdat şekillerine doğru yürümek: işte bu olmaz. İkisinden birini
tercih etmeli, mantıki olmalı, samimi olmalı. Bu şart ile, dediğim gibi, her kanaat
hürmete şayandır ve üzerinde münakaşa yürütülmeğe layıktır.”
270
Hareketleri’ne göre, ülkesinde tutunamaması değil, Mussolini’ye
dalkavukluk yapmak istememesidir.144
Şevket Süreyya’nın, Kadro’nun 31 inci sayısındaki “Hüseyin
Cahit Bey’in Hazin Tarafı” başlıklı makalesinde, Avrupanın mirasçıları
derken ulusal kurtuluş hareketlerini kastettiğini belirtmesi üzerine,
Hüseyin Cahit,145 Şevket Süreyya’nın mirasçılık iddiasından
döndüğünü, iddiasını hafiflettiğini belirtmiştir. “Kadro 'nun lâkırdıyı
evirip çevirip nihayet bütün o yükseklerde uçan ‘mirasçılık’
iddiasını Avrupadan ilim, ihtisas ve teknik almağa inhisar ettirmesi
aramızda görünüşte fikir bakımından hiçbir fark bırakmıyor.”
Oysa, Hüseyin Cahit’e göre, Fikir Hareketleri ile Kadro
arasındaki uyuşmazlık çok derindir ve anlaşmalarına da olanak
yoktur. Çünkü, Kadro Marksçıdır, dünyayı tarihî maddiyetçilik
gözlüğüyle görmektedir. Avrupa bilim çevrelerinde artık ciddiye
alınmayan köhne Marksçılığı bugünün en yeni bir cereyanı gibi
sunmak emelindedir. Buna karşılık Fikir Hareketleri özgürlükçüdür,
ulusal egemenlik yandaşıdır; ulusçudur, cumhuriyetçidir, devletçidir,
devrimcidir, halkçıdır ve laiktir. Kadro, Devrimimizin özü olan ulusal
144Şevket Süreyya, 31 sayılı Kadro’da (Temmuz 1934) verdiği yanıtta, Hüseyin
Cahit’in yazısındaki üslubu hafif bulduğunu belirtmektedir. Şevket Süreyya’ya göre,
Avrupanın mirasına konması söz konusu olan, Kadro değil, ulusal kurtuluş
hareketleridir. Şevket Süreyya, siyaseti kendi ülkesinde bile iflas etmiş olan Nitti’nin
savunulmasını anlayamamaktadır. 145Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Bir Münakaşanın İbret Alınacak Neticeleri 1”, FH,
Sayı 44, (23.8.1934).
271
egemenlik ilkesine saldırmakta ve Devrimimizi Marksçılığa mal
etmeye çabalamaktadır. Fikir Hareketleri, kendi üzerine düşen görevi
yapmış ve buna izin vermemiştir.
Hüseyin Cahit’e göre,146 Şevket Süreyya’nın Avrupa’nın
emperyalizmine yalnızca Marxçıların isyan ettiği görüşü doğru
olmadığı gibi, Nitti’nin faşistlerle anlaşamamış olmasını Şevket
Süreyya’nın kusur gibi sunması da anlaşılır şey değildir. Şevket
Süreyya, yeni ve sol nitelikli hareketlerin mutlaka daha iyi olduğu
biçiminde bir yanılgı içindedir.
Hüseyin Cahit - Şevket Süreyya polemiğinde ihbarcılık suçlaması
da gündeme gelmiştir. Hüseyin Cahit, Şevket Süreyya’nın Kadro’daki
“Hüseyin Cahit Beyin Hazin Tarafı” başlıklı makalesini Fikir Hareketleri
hakkında, ciddî bir kalem sahibi hesabına eseflerle karşılanacak
“bazı imalı ve telmihi isnatlarla” bitirdiğini147 belirtiyor. Hüseyin
146Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Bir Münakaşanın İbret Alınacak Neticeleri 2”, FH,
Sayı 45, (30.8.1934). 147Şevket Süreyya’ya göre, Hüseyin Cahit’in yazı taktiği iyi bilinirse, “Fikir
Hareketleri”nde haykıran ruhun gerçek hedefi daha kolay anlaşılır. Taktik şudur:
“Başkasının dilile ve başkasından bahseder gibi yaparak muhatabına veya muhitine
kendi ruhi tehevvürlerini haykırmak!” “… aynı taktik zahiren Türkiye ile hiç alakadar
değilmiş gibi görünen ve bir takım hüviyeti meşkuk ecnebilerin imzalarını taşıyan
yazılarda da hakimdir. Bakarsınız ki bir ecnebi yazısı Fikir Hareketleri sahifelerinde
ya liberalizmi, ya parlamentarizmi müdafaa eder. Ya liberal demokrasilerin lehinde,
ya diktatörlüklerin aleyhinde bulunur. Filvaki bütün bu yazılar, başka memleketlerde
ve başka memleketler için yazılmıştır. Hatta İstanbul’da neşrolunan bir mecmuada
nasıl yer bulduğuna da hayret edersiniz. Fakat hayır! Bu işin sadece zahiridir.
Hakikatte bu sahifelerde konuşan Hüseyin Cahit Beyin öz ruhudur ve bu ruhu bizde
272
Cahit’e göre, ilk sataşan Kadro olmuştur. Hüseyin Cahit’in bütün
ideali bugünkü Devrim ve cumhuriyet kavramıdır.
“... Fikir hareketleri her satırına varıncıya kadar millî hâkimiyet, hürriyet ve
cumhuriyet taraftarıdır. Haykırıyorsam demokrasiye hücum edenlere,
hürriyeti yıkmak istiyenlere, faşistlik ve komünistlik rejimlerini dolambaçlı
yollarla müdafaaya kalkanlara karşıdır. Benim vaziyetim açık, insicamlı
ve mantıkîdir. Şevket Süreyya Beyin ihbar ettiği gibi, ben ‘bugünün
şartlarına karşı’ bir silâh kullanmak ihtiyacında değilim. O silâhı millî
hâkimiyeti yıkmağa ve çürütmeğe kalkanların kullanması lâzım gelir. Fikir
Hareketleri olsa olsa, neşriyatile, bu el çabukluğunun mahiyetini meydana
koymuş olur.”
Polemik, Şevket Süreyya’nın Kadro’nun Eylül 1934 tarihli 33
üncü sayısındaki “Hüseyin Cahit Bey Öncü” başlıklı makalesi ile
sürmüştür.148 Şevket Süreyya, Hüseyin Cahit’i, her konuda (meşrutiyet,
anlıyanlar, benimsemiyenler, hatta koruyanlar yoktur denemez. Fakat bütün bunlara
rağmen şu da bir hakikattir ki bu telmih ve micaz sanatı şarkta yeni değil, eskidir.
Hatta bizzat Hüseyin Cahit Bey gençliğinde, o zaman hem meşrutiyet hareketine, hem
de bizzat şahsına karşı kullanılan bu kötülemiş tenkit tarzına karşı uzun zaman
mücadele etmek mecburiyetinde kalmıştı. Şimdi aynı taktiğin kendileri tarafından
bugünün şartlarına karşı bir silah gibi kullanılması, herşeyden evvel Hüseyin Cahit
Bey hesabına hazindir.” Şevket Süreyya, Kadronun 31 inci sayısındaki makalesini,
büyük puntolarla yazdığı, “Türkiye’de en büyük ve en emniyetli kredi kaynağı devlettir
ve yeni bir devlet kredileri siyaseti, yarınki maliye plan ve siyasetimizin de mucizeli
unsuru olacaktır.” ibaresi ile bitirmiştir. Bu polemik için, Tekeli-İlkin, a.g.e., s. 398. 148 Bu makaleyi kaleme alma nedenini açıkladığı dipnotta, Şevket Süreyya, Hüseyin
Cahit ile “bir münakaşa şeklini alan mukabil yazılar” yayınlamakta olduklarını, en
son olarak Avrupa hayranlığı konusunda tartıştıklarını, kendilerinin, “... Avrupanın
metot ve tekniğini alır, fakat rejimlerini almayız, bu itibarla da milli kurtuluş
hareketleri tarihi bakımından Avrupanın metot ve teknik bakımından bir mirasçısıdır,
273
cumhuriyet, dil, edebiyat, kadın hakları, toplumsal reformlar, dini
reformlar, ulusçuluk, halkçılık, devrimcilik) kendini öncü göstermekle
suçlamaktadır.
“Her nereye giderseniz gidiniz, siyasiyattan, edebiyattan, içtimaiyattan,
ilimden, filandan demvurulan her yerde ve dem vuran her kesin önüne titrek
bir gölgenin, yerinden fırlamış gözler ve artık istikametini kaybetmiş bir
tehevvürle dikilerek: - Nereye ayak basıyorsunuz efendiler! Orası da benimdir!
Orayı evvela ben işgal etmiştim. Benden müsaade alınız! Diye ayaklarını
sürterek üstünüze yürümeğe çalıştığını göreceksiniz”149
Hüseyin Cahit’in, her şeydeki ilk olma özelliğini kapitalizme ve
emperyalizme karşı olmada da sürdürmesi, bu alandaki öncülüğünü
Fikir Hareketleri’nin 44. sayısındaki makalesinde dile getirmesi, Şevket
Süreyya’yı en çok kızdıran şeydir. Hüseyin Cahit’in Duyunu Umumiye
ile olan yakın ilişkisini ve emperyalizmi algılayış biçimini irdeleyen
zaten her medeniyet devri, kendinden evvelki devrin metot ve tekniğine bu suretle
tevarüs etmiştir.” dediklerini, Hüseyin Cahit’in ise, bu konu üzerindeki tartışmayı
bildik sözcük oyunculuğuna intikal ettirdiğini ve çıkardığı sonuçlara göre Kadro’un
komünist, Fikir Hareketleri’nin de laik, cumhuriyetçi, halkçı, devrimci ve devletçi
olduğunu “taayyün ediverdi”ğini belirtmektedir. “İş bu şekli alınca, (...) münakaşayı
daha esaslı bazı merkezlere toplamak ve en sonunda Hüseyin Cahit Beyin
inkılapçılık, laiklik, cumhuriyetçilik, halkçılık ve devletçilik karakterinin reel kıymeti
üstünde konuşmayı faideli bulduk. Bu yazı işte bu maksatla yazılmıştır.” 149Bu hayalin neslimizin peşini bırakmayacağını ileri süren Şevket Süreyya, bu insan
tiplerinin karakter çözümlemesini yapmaktadır.
274
Şevket Süreyya, antiemperyalizm konusunda da öncülüğü kimseye
kaptırmak istemeyen Hüseyin Cahit’i kıyasıya eleştirmektedir.150
Şevket Süreyya Bey tarafından ileri sürülen “Hüseyin Cahit’in
her konuda kendisini öncü ilan ettiği” savının geçerli olmadığını,
Düyunu Umumiye meclisindeki Türk delegeliği görevini kendisi ihdas
etmediği gibi, kendisi için de ihdas edilmediğini, bugün de bir Türk
yurttaşının o görevi aynı yetkilerle yürütmekte olduğunu, şayet o görev
yurdu sevmeğe ve antiemperyalizm olmağa bir engel teşkil etseydi
bugün mevcut olmayacağını, Duyunu Umumiyeye dokunulmamasını
sağlamaya çalıştığına dair iddianın kesinlikle yalan ve aynı zamanda
iğrenç bir iftira olduğunu ileri sürmektedir. Hüseyin Cahit, Kadro ile
sürdürdüğü polemiğin sonuçlarını şöyle özetlemektedir:
“l- Kadrocular Avrupanın mirasçıları olmak iddiasile ortaya atıldıkları
halde, bunun gülünçlüğü azıcık teşrih edilince, tekrar büzülmüşler,
tevillere baş vurmağa kalkmışlardır.
“2- Marx’çılığı neşr için hâkimiyeti milliye aleyhtarlığı bahsinde ne kadar
ihtiyatsızca hareket ettiklerini ve pek fazla ileri gittiklerini görerek
susmayı tercih etmişlerdir.
“3 - İnkılâp kelimesinin Avrupadaki ve bizdeki mâna farklarından istifade
ederek millî türk inkılâbını Marx’cıların inkılâbı ile karıştırmak yolundaki
150Hüseyin Cahit, bir süre sonra, Şevket Süreyya ile olan tartışmanın artık kişiselleştiği
kanısına varacaktır. Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Şahsiyata Dökülen Bir
Münakaşa”, FH, Sayı 52, (18.10.1934).
275
gayretlerinin boşa çıktığını ve bu el çabukluğunun sökmeyeceğini
görmüşlerdir. Millî türk inkılâbı namına Kadro söz söyliyemez.”151
Başvekil İsmet Paşa’nın demiryolunun Sıvas’a varması
dolayısıyla yaptığı konuşmada Türkiye’nin “mutedil devletçi”
olduğunu açıklamasını, Ahmet Hamdi (Başar), Türkiye’nin
demokrasiyi arkada bırakarak yeni bir aşamaya girmesi olarak
değerlendirmiştir. Hüseyin Cahit’e göre ise, Ahmet Hamdi’nin bu
yargısı ancak “mutedil hattâ şiddetli devletçilik ile demokrasi
birbirine uymaz iki kanaat” olması halinde geçerli olabilir. Oysa,
devletçilik ile demokrasi uyuşabilir. Çünkü, demokrasi mutlaka
iktisadi özgürlükçülük demek değildir. İktisadî özgürlükçülüğü bir
takım özel şartlar doğurur. O şartların gerçekleşmediği yerde iktisadi
özgürlükçülüğün anlamı yoktur. Nitekim, dünyanın bugünkü
durumu, bir çok kusurları olmasına karşın, devletçiliğin
benimsenmesini zorunlu kılmaktadır. Devletçiliği benimseyen
ülkeler ve bu arada Türkiye, bugünün dünyasının gereklerini
yerine getirmekle demokrasiden ayrılmış sayılamazlar.152
151“Ben Kadrodan tasvip ve takdir beklemiyorum, bekliyemem de. Çünkü Marksçı ve
tarihte maddiyetçi değilim. Bunların bugünkü irfan ve ilim sahasında ne kadar
köhne ve esassız şeyler diye telâkki edildiğini en salâhiyettar kalem sahiplerinden
yaptığım tercümelerle gösteriyorum. Şu halde, iki zıt mesleğin çarpışması pek
tabiîdir. Kadroculardır ki karşılarında emellerine ve mesleklerine engel telâkki
ettikleri bir mecmua görünce kendilerinden geçmişler ve nihayet şahsiyata kalkarak
gürültüden ve iftiradan medet ummuşlardır. Mesleklerinin doğruluğuna kendilerinin
bile güvenemediklerine bundan daha kuvvetli delil mi olur?”a.g.m. 152Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 1, (29.10.1933).
276
Nurullah Ataç’ın, Nitti liberalizmini savunduğu için Hüseyin
Cahit’e “Durmuş Bir Adam” adını yakıştırması üzerine Hüseyin
Cahit onu şöyle yanıtlamıştır.
“Liberalizm bile Nurullah Ata Beyin hoşlanmadığı bir kimse tarafından
müdafaa edilirse fena oluyor! Filhakika, dünyada yalnız Nurullah Ata Bey
var. Her şeyi o bilir, Avrupanın her memleketi, her mesleği, her siyasisi
hakkında en doğru hükümleri yalnız o verir ve onun beğenmediği
kimselere kıymet vermeğe kalkanlar ‘durmuş’ olurlar. Fakat, ne
yapayım, ben Nurullah Ata Beyin arkasına düşüp te gülünçlük
dünyasında yürümekten ise Mösyö Nitti'nin tarafında kalarak ‘durmuş’
olmayı daima tercih edeceğim.”153
Falih Rıfkı’nın 1932 yılında yayımladığı ve Moskova-Roma
karşılaştırmasını içeren kitapta154, demokrasiye (ulusal egemenliğe) karşı
153Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Kendine Tapan Bir Adam”, FH, Sayı 16,
(8.2.1934). 154Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 65, (17.1.1935). Hüseyin Cahit,
Falih Rıfkı’nın Sovyetler Birliği hakkında 1931 yılında yazdığı kitabı değerlendirdiği
makalesinde, çon önemli gözlemleri içeren bu kitabın sosyalist sanayiin kapitalist
sanayiden daha iyi inkişaf edeceği, sosyalist işçilerin kapitalist işçilerden daha
müreffeh olacağı ve sosyalist eşitlikçi toplumun gerçekleştirileceği gibi hayati
konularda yeterli bilgi içermemesini ve bazı konuların çözümlemesinden
kaçınılmasını yadırgamaktadır. Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı: Bay Falih
Rıfkı Atay Yeni Rusya (1)”, FH, Sayı 63, (3.1.1935). Falih Rıfkı’nın Sovyetler
Birliği hakkında 1931 yılında yazdığı kitabı (Yeni Rusya) tanıtan Hüseyin Cahit’in
belirttiğine göre, Falih Rıfkı, komünizmin esas davalarını ve bu davaları ne dereceye
kadar tatbike muvaffak olduğunu doğrudan doğruya incelemek istememiştir. Hüseyin
Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı: bay Falih Rıfkı Atay Yeni Rusya (2)”, FH, Sayı 64,
(10.1.1935).
277
beslenen nefretin kolaylıkla sezilebildiğini belirten Hüseyin Cahit, buna
anlam verememektedir. İktisadi devletçiliğin bizdeki ve Avrupadaki
algılanış biçimleri konusunda Fikir Hareketleri’nde Hüseyin Cahit’in
yazdığı makaleye Ahmet Hamdi Kooperatif’te yanıt vermiştir.
“İçimizden biri... iktisadi ve siyasi hayat diye cemiyette birbirinden
ayrılabilen iki safha varmış gibi iktisadi hürriyeti red, ondokuzuncu asrın
siyasi hürriyetini kaydu şartsız müdafaya çalışırsa, bu fikirlere inkılap
namına yüz vermemek mecburiyetindeyiz.”
Hüseyin Cahit, Ahmet Hamdi’nin sözlerini eski bir sosyalist
yahut bugünkü bir komünist veya bolşevikten duymuş olsa hiç
yadırgamayacağını ve hatta olağan karşılayacağını belirtmekte,
kendisinin XIX. yüzyılın siyasal özgürlüklerini savunan düşüncelere
hangi devrim adına yüz vermemek zorunda olduğunu, hangi devrim
adına konuştuğunu Ahmet Hamdi’ye sormaktadır.
“Ben Türk inkılabının teşkilatıesasiyesile temin edilen milli hakimiyet
hürriyetlerini müdafadan başka bir şey yapmıyorum. Bu hürriyetler avrupada
ondokuzuncu asırda ilan edilmiş olabilir. Bu onların kıymetsiz olmaları için
bir sebep midir? Ondokuzuncu asrın istihfaf edilmek istenilen hürriyetleri
filan veya filan kavmin hususi mahsulleri değil, bütün beşeriyetin şerefi ve
hakkıdır.”
Hüseyin Cahit, sosyalistlerde demokrasiye karşı bir tepkinin
doğmasını, demokrasi taraftarlarının aşırıya gitmelerine ve iktisadi
278
özgürlüğü siyasal özgürlüğün tamamlayıcı bir ögesi olarak
algılamalarına bağlamaktadır. Ona göre, eskidiği ve modasının geçtiği
ileri sürülen anlayışlar da, zaten, bu iki özgürlüğü “mütemmim cüz”
sayan anlayışlardır. Çünkü, bir yandan demokrasilerde siyasal
özgürlükler ile iktisadi özgürlüklerin birbirinden ayrılmaz şeyler
olmadığı görülmekte ve kabul edilmektedir. Öte yandan, başlangıçta
demokrasi karşıtı olan sosyalistlik hareketi de hemen hemen özgürlükçü
bir demokrasi hareketi halini almaktadır. İngiltere’de ve diğer bir çok
Avrupa ülkesinde sosyalistler hükümete geldiler. Yaptıkları şey
demokrasiden farklı olmadı.
“... Onun için, bugün iktisadi hürriyet ve siyasi hürriyet çarpışmaları
münasebetiyle demokrasi aleyhinde işittiğim şu sözleri Avrupada çoktan
halledilip bitmiş gürültülerden artakalmış aksisedalar diye telakki ediyorum.
Tıpkı bazı modaların birkaç sene geçtikten sonra İstanbula’a gelmeleri gibi!
“Hatta, gariptir, bizde o kadar istihfaf edilmek istenilen iktisadi hürriyet
mesleği bile Avrupada öyle zannedildiği gibi ölmüş, ‘mumya haline gelmiş’
bir telakki değildir. Bu, ifratlarını bırakarak eski büyük klasiklerin
prensiplerine dönüyor, diğer taraftan iktisadi hürriyet prensiplerini şiddetle
istihfaf etmiş olanlar da çok ileri gitmiş olduklarını anlıyorlar. Arada bir
anlaşma ve kaynaşma vukugeliyor.”155
155Hüseyin Cahit, liberal ve müdahaleci mekteplerin devletin iktisadi yaşama karışması
konusundaki görüşlerinin, liberal iktisatçıların ifratı bırakmaları nedeniyle, son yirmi
beş yılda, birbirine yaklaştığına işaret etmektedir. Bu durum, ona göre, iktisadi
düşüncenin geliştiğinin göstergesidir.
279
“Demokrasinin milli hakimiyet prensibinden başka bir şey olmadığı
düşünülünce iktisadi hürriyetin bir demokrasiden katiyen ayrılmaz bir esas
adedilemeyeceği derhal anlaşılır. Bugün dünyanın en demokrat hükümetleri
bile iktisadi hürriyetten uzaklaşmışlardır. Amerika, İngiltere, Fransa, ilah artık
demokrasi memleketleri saymayacak mıyız?”
Türk Devrimi, Hüseyin Cahit’e göre, iktisadi devletçiliği
toplumun iktisadi koşulları gereği olarak benimsemekle, kendi ilkelerine
ters düşmüş, demokrasiyi ve siyasal özgürlükleri inkar etmiş değildir.
Nitti’nin dünyanın bugünkü durumuna ilişkin çözümlemesinin
gerçeklere uymadığının, ABD’nin iktisadi diktatörlük sistemi ile
yönetilmesinin bu devletin de demokrasi sisteminden ayrıldığının
göstergesi olduğunun, demokrasiden ayrılma konusunda ABD’yi
Almanya’nın izlediğinin Mehmet Asım tarafından ileri sürülmesi
üzerine, Hüseyin Cahit156, dünyanın demokrasiye doğru gittiğini
gözlemleme konusunda Nitti’nin yalnız kalmadığını, tarihin
yürüyüşünün meydanda olduğunu, son zamanlarda demokrasilerden
ayrılma olayları ile ilgilenen ciddi “tetkik ve tetebbü erbabı”nın da
kendisi ile aynı kanıyı paylaştığını belirtmekte, 1914 yılından beri
cumhuriyetin ve demokrasinin gelişiminin pek muazzam olduğunu ileri
sürmektedir. Bu, Hüseyin Cahit’e göre, genel bir eğilimdir. Yoksa,
demokraside bugün bir bunalım yaşandığının, bunalımın bazı ülkelerde
komünistlik bazılarında faşistlik rejiminin kurulmasına neden
156Hüseyin Cahit, “Demokrasiler ve Diktatörlükler”, FH, Sayı 10, (28.12.1933).
280
olduğunun, demokrasiye imanı sarsılmayan ülkelerde bile
parlamentarizm tarzından şikayetlerin ve eleştirilerin yükseldiğinin
kendisi de farkındadır. Ona göre, ABD iktisadi diktatörlük sistemiyle
idare olunmağa başladı diye onu demokrasiden ayrılmış zannetmek pek
acele bir hüküm vermek ve demokrasinin çerçevesini çok dar algılamak
olur. İlk bakışta birbirine tamamen zıt iki kavram gibi görünen
diktatörlük ve demokrasi birbirleri ile telif kabul etmez bir rejim
değildir. Bu durum, demokrasi için büyük bir faikiyet ve kuvvet teşkil
eder. Hüseyin Cahit’e göre, önemli olan, diktatörlük ile kastedilen
gayenin, takip edilen hedefin ne olduğudur.
Demokrasinin, özgürlük ve liberalizmin hiçbir değerinin
kalmadığının, bunların sosyoloji tarihine karışan hareketsiz ve ölü şeyler
olduklarının, bireysel özgürlüğün toplumun esaretine mal olduğunun
Kültür tarafından ileri sürülmesi üzerine, Hüseyin Cahit, Kültür’deki bu
yazının, basınımızda öteden beri göze çarpan bir derde tanı koymaya
yarayacak iyi bir örnek oluşturduğunu belirtmektedir.157
“Gariptir, memlekette eline kalemi alanların çoğu bir allame, bir mütebahhir
tavrını takınıyor. Her şeyi biliyor, bir kalem darbesi ile rejimleri deviriyor,
tarihleri devrediyor, hükümler veriyor, neticeler çıkarıyor. İlmin en birinci
temeli tevazu ve mahviyettir. Bilhassa bizde bu kadar yüksekten söz
söylemeğe salahiyet kazanacak imza sahipleri varsa bile pek mahduttur. Fakat
157Hüseyin Cahit, “Bizim Allameler”, FH, Sayı 12, (11.1.1934).
281
buna mukabil peygamberler, evliyalar ve bilhassa meczuplar nekadar hadsiz
hesapsız!”158
“....Maksadım sadece gençliği Avrupanın bulanık membalarından
aksedebilecek kıymetsiz neşriyata karşı uyanık bulundurmaktır. Her
okuduğumuz eseri mukaddes bir kitap sanmıyalım. Muharririni, mesleğini göz
önüne getirelim ve söylediğimiz sözlerin neticesi nereye varacağını gözden
kaçırmıyalım.”
D. Diktatörlük Çözümleme ve Polemikleri
Fikir Hareketleri’nde “diktatörlük” sözcüğü hem farklı
anlamlarda kullanılmış, hem de bu sözcük yerine, aynı olgu kastedilerek,
başka sözcükler de kullanılmıştır. Sözcük bazen komünist, faşist ve nazi
rejimlerini ifade etmek üzere, bazen de, bu üç rejimin yanı sıra, diğer
158“İşte burada bizim zayıf taraflarımızdan birinin üstüne parmağımızı koymuş
oluyoruz. Bir şey bilmiyenler, kendiliklerinden muhakeme kabiliyetinden mahrum
olanlar, okuduklarını mukayese ve tahlil kabiiyetini henüz iktisap edemiyenler ilk
açtıkları kitabın tesiri altındadırlar...
“Sonra bir kitabın sade manasını anlamak kafi değildir. O kitabın ve muharririrnin
umumi irfan içinde mevkiini tayin edebilmek, hangi mesleğe göre ve kimin tarafından
yazılmış olduğunu da temyiz edecek kadar yükselmiş olmak lazımdır.
“Avrupanın irfan sahası acemiler ve yeni çalışmağa başlayanlar için adeta haritasız,
karmakarışık bir orman manzarası arzeder. Burada şaşırıp kalmamak, yol bulup
çıkmak kolay bir iş değildir. Bu aczimizi idrak etmeyip de okuduğumuz kıymetsiz
birkaç kitaba bağlanır kalır, yahut hudutsuz bir ufuk kadar geniş olduğuna iman
ettiğimiz zeka ve dehamızın indi keşiflerine ve muhakemelerine fazla kıymet verirsek
gülünç oluruz.” a.g.m. Burhan Asaf (Belge) ile yapılan ve düşüce özgürlüğü
temasının işlendiği polemikler için bkz. Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı:
Fikir Hürriyeti”, FH, Sayı 125, (14.3.1936); Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı:
Mahud Antoloji Münasebetile”, FH, Sayı 127, (28.3.1936).
282
bazı Avrupa ülkelerinde kurulan ve “adi bir hükümet darbesi neticesinde,
sırf bir adamın yahut bir takımın şahsi düşünce ve menfaatleri uğrunda
tesis edilen” diktatörlükleri de anlatmak için kullanılmıştır. Bazen de
demokrasi rejimi dışında kalan her tür rejim “diktatörlük” sayılmıştır.159
Francesco Nitti, iki tür diktatörlükten sosyalist rejimleri “inkılapçılık”,
diğer diktatörlükleri ise “irtica” biçiminde adlandırmaktadır.
Bolşevizmin “sol taraf”, faşizmin de “sağ taraf” diktatörlüğü olarak
nitelendiğine de tanık olunmaktadır. Fikir Hareketleri’nde Sovyetler
Birliği’ndeki rejim komünizm, bolşevizm veya ara sıra da kolektivizm
diye adlandırılmaktadır. Kapitalist ülkelerde de sosyalist partilerin
iktidara geldiği ve sosyalist düşüncenin kabuk değiştirerek
komünizmden ayrıldığı gerekçesiyle, Sovyetler Birliği’ndeki rejimden
dergide komünizm diye söz edilmektedir. Burada, Fikir Hareketleri’nin
bolşevikliğe, faşizme ve nasyonal sosyalizme ilişkin çözümlemeleri ele
alınacaktır.
Zamanın “otorite” hükümetlerine elverişli hale gelmesinde
Savaş’ın büyük rolü olmuştur. Bolşeviklik, faşizm ve nasyonal
sosyalizmi Savaşın ürünü olarak gören Chamberlin’e göre, Lenin,
Mussolini ve Hitler bu sayede kendi uluslarının yazgısına egemen
duruma geldiler.160 Savaş sonrasında uluslar ya demokratik kurumlarını
159Hüseyin Cahit, F. Cambo ve René Pinon’un sözünü ettikleri ve bazı hastalıklara
tutulmuş demokrasilere uygulanabilecek bir ilaç, demokrasi için bir “müdafaa
vasıtası” olarak gördükleri ve tavsiye ettikleri “kanuni diktatörlükler”e Demokrasi
Çözümlemeleri’nde değinilmişti. 160Chamberlin, “Hürriyete Karşı İsyanların Menşeleri”, FH, Sayı 217, (18.12.1937).
283
değiştirerek ya da bunları bütünüyle kaldırarak kendilerini kuvvetli bir
elin idaresi altına sokmak ve yürütmeyi güçlendirmek gereksinimini
duymakta, bazı ülkelerde ise, demokratik kurumlar tümüyle ortadan
kaldırılmaktaydı.161 Avrupa’da iki ateş (devrimciler ve mürteciler)
arasında kalan demokrasi mürtecilerin gözünde sürekli olarak devrimlere
neden olan yıkıcı bir rejim, devrimcilerin gözünde de yeni zamanlara
özgü bir irtica biçimiydi.162 BDS ihtilalci hareketleri tahrik etmiş, ihtilal
tehlikesi ise zenginleri, korkakları ve müteredditleri irticaya sevketmiş,
bundan dolayı, çoğunlukla ihtilal ve irtica birbirini izlemişti. Sanayiciler
ve arazi sahipleri sözde bir bolşeviklik tehlikesine karşı mücadeleye
giriştiler, Yahudi aleyhtarlığı arttı, bolşeviklik tehlikesi gerçekten de
belirdi, eski parlamento kurumlarının bazılarından hoşlanılmamaya
başlandı.163 Avrupa’da istikrarsızlık çok ileri boyutlara vardı; siyasal
ve toplumsal sistemler değişik ülkelerde ardı sıra tecrübe edilir oldu.164
“Birçok ülkede diktatörlük rejimleri kuruldu. Bunların hepsinin ortak noktası,
mutlak nüfuz ve kudretin tek bir adam elinde toplanmasıdır. Sovyetler Birliği
ve İtalya gibi bazı devletler yalnız toplumsal düzen kurmak amacıyla
diktatörlük rejimi kurmadılar, birisi bolşeviklik diğeri faşistlik üzerine daimi
bir meslek tesis etmeğe kalktılar ve bunun millet için daimi bir rejim olacağını
161Cambo,“Dünyanın Harp Sonu Vaziyeti - İktisadi, Mali, İçtimai, Bedii, Fikri, Siyasi”,
FH, Sayı 1, (29.10.1933). 162Hüseyin Cahit, “Bizde İnkılap Avrupada İnkılap”, FH, Sayı 2, (2.11.1933). 163Comte Sforza, “Harp Sonu Avrupası ve Diktatörlükler”, FH, Sayı 21, (15.3.1934). 164Joseph- Barthélemy, “Hürriyetin İstikbali”, FH, Sayı 120, (8.2.1936).
284
iddia ettiler. Bolşeviklik ile Faşistlik, zahiri farklarına rağmen, aynı kaynaktan
çıkıyor. Bu iki diktatörlük kuvvete, cebir ve şiddete dayanır.”165
Savaş sonrasındaki büyük hareketlerin çoğu beynelmilel
olacak gibi başlamışlar ama, yalnızca ulusal hareketler olarak
kalmışlardır.166 Avrupa’da diktatörlüklere en kolay boyun eğen uluslar
özgürlüğü ele geçirmek için en az çaba göstermiş olanlardı.”167
1930’lara gelindiğinde hem mevcut diktatörlükler iyice
yerleşmekte, bir yandan da yeni diktatörlükler filizlenmekteydi. Savaş,
beklentilerin aksine, barışı hazırlamamış, anlaşmazlıklar ve kargaşalıklar
Savaş öncesine kıyasla şimdi daha da artmıştı. Demokrasi, bir yüzyıldan
beri hiç görmediği bir zillete (aşağılanmaya) ve hakarete uğramıştı.168
Diktatörlükler bireysel özgürlükleri inkâr etmekte, yeni
mutlakiyetçi Avrupa’da Fransız Devrimi’nin değerleri erişilmez bir hülya
gibi gözükmekteydi.169 Üç modern devrim (Rus, Alman ve İtalyan)
siyasal ve iktisadi liberalizmi ortadan kaldırmıştı.170 Diktatörlüklerden
165Emile Labarthe, “Hürriyet ve Müsavat Prensiplerini Telif Etmek Lazımdır”, FH,
Sayı 27, (26.4.1934). 166Nitti, “Beynelmilelcilik Yürümüyor”, FH, Sayı 21, (15.3.1934). 167Nitti, “Hürriyet Düşmanları”, FH, Sayı 14, (25.1.1934). 168Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı – Bolşeviklik, Faşistlik ve Demokrasi”, FH,
Sayı 83, (23.5.1935). Makalede, Nitti’nin kitabı (Bolşeviklik, Faşistlik ve Demokrasi)
değerlendirilmektedir. 169Mirkine-Guetzevitch, “Matbuat Hayatı: Yeni İstibdad Faşizm- Hitlerizm -
Bolşevizm”, FH, Sayı 180, (3.4.1937). 170Joseph-Barthélemy, “İnkılabların Yeni Simaları”, FH, Sayı 117, (18.1.1936).
285
biri sol taraf diktatörlüğü (fabrika amelesinin diktatörlüğü olan
komünistlik), diğer ikisi ise sağ taraf diktatörlüğü (tek adamın keyfi
hakimiyeti demek olan diktatörlük) idi. Sağ taraf diktatörlüklerinden
yalnızca faşizm devamlı bir rejim, bir felsefe ve kuram olarak meydana
çıkmıştı; demokrasi ilkelerine saldırarak onun yerine geçmek
istemekteydi.171
Üç modern “zorba”nın (Stalin, Hitler ve Mussolini) varlığında
bir sosyal demokrasi unsuru karışıktı. Üçünün babası da toplumun alt
kesimlerine mensuptu ve en yüksek makamlara yükselmelerinde irsin ve
zenginliğin etkisi olmamıştı. İşçileri saygı ile karşılamakta, orta
yaştakilerden çok gençleri muhatap almaktaydılar. Üç rejimde de
aydınlar genellikle sevilmez ama, rejimi korumak üzere istibdadı öven
aydınlara da gereksinim vardır.172
Liberal demokrasi kurumları ve onların faaliyetleri aleyhinde bir
takım haklı eleştiriler bulunabilirse de, bu durum, kolektivist
diktatörlüğün daha iyi bir toplumsal düzen temin ettiğini kabul etmeyi
171Hüseyin Cahit, “Bizde Demokrasi Düşmanlığı”, FH, Sayı 9, (21.12.1933). 172Chamberlin, “Modern Diktatörlüklerin Bariz Vasıfları”, FH, Sayı 224, (5.2.1938).
Bolşevizm Marx’ın iktisat düşüncesine derin imanla bağlı iken, faşizm, Marx
düşüncesine şiddetle karşı çıkar. Bolşevikler üretim araçlarını bireylerin elinden
alırken, faşizm bu yolu tercih etmez, yalnızca bazı devlet kontrollerine yönelir.
Bolşevizm enternasyonalizm ile övünmekte, faşizm ise nasyonalizmi her şeyin
üstünde tutmaktadır. Bolşevizm din aleyhtarıdır, faşizm ise katolikliğe hürmet eder.
Bolşeviklik liderleri işçi sınıfından, faşist liderler ise orta sınıftan çıkar. Chamberlin,
“Diktatörlüklerin Farkları ve Müşabehetleri”, FH, Sayı 226, (19.2.1938).
286
gerektirmez.173 Diktatörlükler sonsuza kadar sürmek iddiasından
vazgeçmezler. Bu tür diktatörlükler ya değişmeğe ya da zorla yıkılmağa
mahkumdur.174
Alman Nasyonal Sosyalizmi, İtalyan Faşizmi ve Rus
Komünizminin siyasal yöntemleri arasında büyük benzerlikler vardır.175
Bunlar, insanlığın kurtuluşunu kendi kolektif toplum anlayışlarının
benimsenmesinde görmektedirler.176 Demokrasi bu diktatörlüklerle
karşılaştırılmaktan hiç bir zaman çekinmez.177 Kolektivist zorbalığın
yayılması bireylerdeki kişiliğin yok olması, düşünce ve kültür yaşamının
askeri bir zaptırapt altına alınması anlamına gelmektedir. Demokraside
böyle bir şey akıldan bile geçmez.178
XX. yüzyılın totaliter devleti burjuvazi ile proleterya arasındaki
savaşımın ürünüdür. Totaliter devlet, özü itibariyle, savaşçı bir devlettir;
ülkeyi sürekli biçimde askeri işgal altında tutmak sayesinde ülkedeki iç
173Chamberlin, “Hürriyet Aleyhindeki Dava”, FH, Sayı 232, (2.4.1938). 174Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 66, (24.1.1935). 175Chamberlin, “Yeni İstibdad Tekniği”, FH, Sayı 222 (22.1.1938). 176Chamberlin, “Diktatörlüklerin Farkları ve Müşahebetleri”, FH, Sayı 226
(19.2.1938). Yazara göre, Faşizm ve Nasyonal Sosyalizm demokrasi ve bireysel
özgürlükler karşısında güç birliği yapan tehlikelerdir. 177Chamberlin, “Kolektivist Devletin Tarifi”, FH, Sayı 236, (30.4.1938). 178Chamberlin, “Ya hürriyet Ya Barbarlık”, FH, Sayı 240, (28.5.1938). Aynı konuda
bkz. Chamberlin, “Medeniyet Ancak Hürriyetle Yaşar,” FH, Sayı 241, (4.6.1938).
287
barışı ve sükunu temin eder. Bolşeviklik kapitalizme karşı savaştan,
faşizm de Marx’çılığa karşı savaştan doğmuştur.179
İnsanlık tarihinde hiçbir otoriter sistem birey ve toplum arasında
makul ve dengeli bir ilişki kuramamıştır; çünkü, böyle bir ilişki otoriter
sistemin niteliğine ve özüne aykırıdır.180 Benes, komünistlerin tezlerini
(sınıf savaşımı, devrim, geçici diktatörlük) reddetmektedir.181
1. Komünizm
Fikir Hareketleri’nin diktatörlük çözümlemeleri içinde, hatta
tüm çözümlemeleri içinde en geniş yer tutanı, komünizm
çözümlemeleridir. Komünizmi konu edinen makaleler toplam makale
sayısının (3245) % 13’ünü (421) oluşturmaktadır.182
179Richard Coudenhove-Kalergi, “Bugünkü Dünya: Totaliter Devlet I”, FH, Sayı 274,
(21.12.1938). Ayrıva bkz. Richard Coudenhove-Kalergi, “Total İnsanın Saltanatı”,
FH, Sayı 285, (8.4.1939); Richard Coudenhove-Kalergi, “Harbden Sonra Devlet
Telakkisi”, FH, Sayı 279, (25.2.1939). 180Edouard Benes, “Demokrasi ile Ona Aleyhtar Rejimler Arasında Esaslı Farklar”,
FH, Sayı 357, (24.8.1940). 181Edouard Benes, “Faşizm ile Nasyonal Sosyalizm, Komünizm ve Demokrasi
Arasındaki Münasebetler”, FH, Sayı 364, (12.10.1940). 182Derginin ilk sayısında yayımlanmaya başlanan bir tefrikada, olumlu izlenimler
edinmek niyetiyle Sovyetler Birliği’ne giden bir yazarın düş kırıklıkları
anlatılmaktadır. Tefrikanın girişinde şu yargıda bulunulmuştur: “Tarih karşısında
Bolşevikleri mahkum eden şey muvaffakiyetsizlikleri değildir. Bu
muvaffakiyetsizliklerinin insanlara pek pahalıya oturmuş olmasıdır…” Henri Béraud,
“Moskovada Neler Gördüm Komünistliğin İflası” (Tefrika 1), FH, Sayı 1,
(29.10.1933).
288
Dergi için, özgürlük aleyhindeki asıl tehlike komünizm
tehlikesidir. Bolşevikliğin (Rus komünizmi) Marksçılıkla hiçbir ilgisi
yoktur; hatta, tamamen onun red ve inkarıdır.
“...Başlarında Lenine bulunan komünist bir küçük münevverler zümresi halka
sulh ve toprak vadederek etrafa dehşet salarak gayet küçük bir akalliyetin
hükümetini tesis ettiler...” 183
Sovyetler Birliği’nde bolşevizmin ilanı, Çarlığın yerine başka bir
cebir ve şiddetin geçmesi anlamına gelmektedir.184 Dış görünüşteki bazı
küçük farklılıklarına rağmen, bolşeviklik en çok faşistliğe yaklaşır.185
İşçi sınıfının haklarını koruma düşüncesiyle ortaya atılan “sosyalistlik”,
Hüseyin Cahit’e göre, hiç bir zaman işçi sınıfının kafasından ve
ruhundan çıkmamıştır; orta ve müreffeh sınıflara mensup hülyacı
aydınların ürünüdür. Sosyalistlik ve komünistlik düşünceleri, uzak
durulması gereken birer toplum hastalığıdır.186
183Joseph-Barthélemy, “Hürriyetin Lüzum ve Zarureti”, FH, Sayı 121, (15.2.1936).
Hüseyin Cahit, “Bizde Komünistlik”, FH, Sayı 2, (2.11.1933). 184Nitti, “Bolşeviklik ve Çarlık”, FH, Sayı 44, (23.8.1934). 185Joseph-Barthélemy, “Bolşevik Diktatörlüğü”, FH, Sayı 47, (13.9.1934). Ayrıca, bkz.
John Hjört, “Bolşeviklikte İki Merhale”, FH, Sayı 48, (20.9.1934) Hjört, “Beş
Senelik Plan”, FH, Sayı 49, (27.9.1934); Hjört, “Bugünkü Nesle Düşen Vazife”, FH,
Sayı 50, (4.10.1934); Hjört, “Marx’cılık ve Vakalar”, FH, Sayı 51, (11.10.1934). 186Hüseyin Cahit, “Bizde Komünistlik”, FH, Sayı 2, (2.11.1933). Başyazar, kendisinin
de gençken bir aralık bu hislere sürüklendiğini itiraf etmektedir.
289
Demokrat ülkelerde işçilerin bugün ulaşmış olduğu konfor,
Marx’ın manifestosunun yayınlandığı tarihte müreffeh burjuvaların, hattâ
zenginlerin sahip olduğu konfor düzeyinden daha yüksektir.187 Şimdiki
sosyalist partilerin bir yüzyıl önceki sosyalist düşünceler ile hiçbir
ilişkisi yoktur.188 Özgürlüklere dayanmadığı için sosyalizm bir refah
ve bolluk yolu olamaz.189
Sovyetler Birliği, dünyaya üç şeyi kanıtlamaya çalışmaktadır:
sanayisinin kapitalist sanayiden daha iyi gelişeceği, işçilerinin kapitalist
işçilerden daha müreffeh olacakları ve eşitlikçi sosyalist toplumun
gerçekleştirilebileceği. Hüseyin Cahit’e göre, bunların üçü de
kanıtlanamadığı gibi, Sovyetler Birliği’ndeki uygulamalar sosyalistlik
esaslarından ayrılma hareketinden başka bir şey değildir.190 Beş yıllık
planların başarılı olması uğruna, Sovyetler Birliği’ndeki bugünkü nesil
onca acılara katlanmakta ve tahakküme boyun eğmektedir.191
187Nitti, “Komünistliğin Hatalarından: Dünkü ve Bugünkü Amele Hayatı”, FH, Sayı
8, (14.12.1933). 188Nitti, “Demokrasiye Avdet”, FH, Sayı 15, (1.2.1934). Nitti’ye göre, Marx
eserlerine kendinden hiçbir şey katmamıştır; bütün yazdıkları seleflerinin
eserlerinde zaten vardı. 189Chamberlin, “Sosyalizm Fedakarlığa Değer mi?”, FH, Sayı 235, (23.4.1938). 190Hüseyin Cahit’e göre, Sovyetler Birliğindeki maddi ilerlemeler bu ülkede sosyalist
rejimi olmasaydı da sağlanabilirdi. Kaldı ki, komünist olmayan ülkeler de Savaştan
sonra ilerlediler. Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı: Bay Falih Rıfkı Atay Yeni
Rusya (1)”, FH, Sayı 63, (3.1.1935). Ayrıca bkz. Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat
Hayatı: Bay Falih Rıfkı Atay Yeni Rusya (2)”, FH, Sayı 64, (10.1.1935). 191Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 63, (3.1.1935). “Karl Marx
bütün tarihte yalnız bir amil, maddi bir amil kabul eder: İktisat! Görüşü bu kadar dar
ve mutaassıbanedir. Marx’ın kıymetli tarafları bugün herkesçe tasdik edilmekle
290
XIX. yüzyıl toplumcu filozofları arasında birinci sırada olan
Marx, Hegel ve Darwin ile birlikte çağdaş düşünce üzerinde en büyük
etki yapmayı başarmış bir kişidir. Marx, “… devrindeki en mükemmel
şeklile tarih felsefesi vukufunu – yani Hegel tarih felsefesini – içtimai
hayatın en inkişaf etmiş şekli hakkındaki vukuf ile birleştirmiş…”tir.
Bununla birlikte, Marx’ın toplumsal hareket kuramı esaslı noktalarda o
kadar yanlıştır ki, bu kuramın kalıcı olması olanaksızdır. Kapital uzun,
karışık ve kötü yazılmıştır, anlaşılmazdır. Kapital’deki düşüncelerden
çok azı yazarına aittir. Bu az sayıdaki düşünceden biri olan iktisadi
determinizm de yanlıştır.192
Lippmann, komünizmin pratik düsturları ile ideal iddiaları
arasında derin bir uçurum193 ve Marx’ın kuramı ile Sovyetler Birliği’nin
uygulamaları arasında esaslı bir ayrılık194 olduğunu belirtmektedir.
beraber dünyaya getirdiği dinin çürüklüğü çoktan göze çarpmış ve bugün Marx’cılık
ilmin ciddi surette meşgul olabileceği bir mevzu olmaktan çıkmıştır…” Hüseyin
Cahit, “Matbuat Hayatı: Avrupaya Hayranlık”, FH, Sayı 27, (26.4.1934).
Marx’çılığın “tarihi maddiyetçilik” yöntemi, kimsenin artık yüzüne bakmadığı, hiçbir
bilimsel değeri olmayan, köhne eserler müzesine çekilmiş, eksik ve kusurlu bir
anlayıştır. Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Avrupanın Mirasçıları”, FH, Sayı 35,
(21.6.1934). 192Werner Sombart, “Karl Marx”, FH, Sayı 59 (6.12.1934). Ayrıca bkz. Werner
Sombart, “İçtimai Hareket ve Proleterya”, FH, Sayı 53 (25.10.1934). 193Walter Lippmann, “Komünizmin Nazari Prensipleri”, FH, Sayı 276, (4.2.1939). 194Lipmann, “Komünizmin Karakteri”, FH, Sayı 278 (18.2.1939) Marlio da, Sovyetler
Birliği’nde rejime hakim olanlar her ne kadar Marx ve Lenin’in ilkeleri çerçevesinde
ülkeyi yönettiklerini ileri sürseler de, bu ülkede komünizmin değil, son birkaç yıldan
bu yana en büyük devlet kapitalizminin bulunduğunu, iktisadiyatı gelişmiş ve zengin
291
Şimdiye kadar bilinen kolektivizm örneklerinin (komünizm, faşizm,
nasyonal sosyalizm) çoğu savaştan doğmuş ya da savaşa hazırlanmayı
bir amaç edinmiştir.195
Komünizmin izlediği strateji komünizm açısından tarihi bir hata
idi. Komünizm, hükümette olan demokratik rejimler düşerse toplumsal
devrimin hemen ortaya çıkacağını sanıyordu. Hem sosyalist partileri ve
liberal demokrasiyi tahrip etmeye uğraşıyor hem de demokrasiyi
mahvetmek için faşizme büyük serbesti bırakıyordu. Hatta, faşizmle ve
muhafazakarlıkla dayanışma içine bile girmekteydi. Komünist partilerin
bu siyaseti Almanya’da demokrasinin düştüğü 1933’ten sonra yavaş
yavaş değişti. Yöntem yanlışlıklarını anladılar ve demokrasiye
hücumlarını kestiler.196 Yalçın’a göre, beş on kişinin zihninde doğmuş
bir gerçek adına 160 milyonluk Rus halkının dünyada cehennem
azaplarına mahkum edilmesi azıcık muhakemesi olan kimseleri bile
komünizm sapkınlığından uzaklaştırmağa yeterlidir.197
bir ülkede uygulansa bile komünizmin yine başarılı olamayacağını ileri sürmektedir.
Louis Marlio, “Stalin Tecrübesi: Bugün Rusya Nedir?”, FH, Sayı 343, (18.5.1940). 195 Lipmann, “Planlı İktisad Harb Ruhuna Muhtaçtır”, FH, Sayı 279, (25.2.1939). 196 Edouard Benes, “Komünizm ve Demokrasi Aleyhindeki Siyaseti”, FH, Sayı 344,
(25.5.1940). Avrupa demokrasilerinin düşüşünde komünizme atfedilebilecek büyük
bir sorumluluk vardır. Benes, “Demokrasilerin Düşmeleri: Yağmurdan Kaçarken
Doluya”, FH, Sayı 345, (1.6.1940).
292
2. İtalyan Faşizmi
Fikir Hareketleri’nde faşizm (İtalyan faşizmi) çözümlemelerine,
komünizm çözümlemeleri kadar olmasa da, geniş ölçüde yer verilmiş,
faşizmin ortaya çıkış nedenleri ve doğuş süreci ile faşizmin niteliklerine
değinilmiştir.
Sforza, İtalyan faşizminin doğuşunu anlayabilmek için İtalyan
psikolojik yaşamına etki eden iki olayın üzerinde durur. Bunlardan biri,
d'Annunzio’nun marazi edebi zihniyetidir. Bu şair, kibir ve gururu, cebir
ve şiddeti eşelemiş ve duygulara seslenmiştir. İkinci olay ise, barışın
İtalya’da doğurduğu hayal kırıklıkları ve memnuniyetsizliklerdir.198
197Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 66. Hüseyin Cahit, bu
değerlendirmelerini Falih Rıfkı’nın Moskova-Roma (İstanbul, 1932) adlı kitabını
değerlendirdiği makalesinde yapmaktadır. 198Sforza, “Faşizmin Kaynakları”, FH, Sayı 34, (14.6.1934). Sforza, bu makalede,
sosyalist kuramcıların faşizm çözümlemelerini eleştirmektedir. Diğer bir makalede de,
1922’de iktidara gelen Mussolini’nin kurduğu ilk hükümette faşist olmayanlara yer
verişi, kısa bir süre sonra faşist çete reislerinin her tarafta bütün nüfuz ve kudreti ele
almaya başlamaları ve Mussolini’nin giderek sertleşmesi, 1923’te faşistlerle
nasyonalistlerin tek parti halinde birleşmeleri, aynı yıl seçim yasasının değiştirilmesi
ve 1924 seçimlerini kazanmaları, cinayetlerin gitgide artması, parlamentonun
kapatılması, Mussolini’ye yönelik düzmece bir suikast teşebbüsünün ortaya
çıkarılması, bunun üzerine muhaliflere karşı yeni bir tecavüz hareketinin başlatılması,
sıkıyönetim ilanı, rejime yasal bir biçim verilmesi, 1926’da Devletin savunulması için
özel mahkeme kurulması ve bütün siyasal cürümlere burada bakılmaya başlanması,
faşist zabitlerin bu mahkemelere hakim tayin edilmeleri, kimi aydınların bu
mahkemelerce çok ağır cezalara çarptırılmaları, yüzlerce rejim karşıtı işçi ve
köylünün, komünist suçlaması ile on beş, yirmi sene hapis cezası ile cezalandırılması
anlatılmaktadır. Sforza, “İtalyan Diktatörlüğünün Tabiatı”, FH, Sayı 35, (21.6.1934).
293
İtalya’da faşizmin ilerlemesine ve iktidar mevkiine gelmesine
Parlamento’nun durumunun da (iyi çalışmaması ve gözden düşmesi)
katkısı olmuştur.199 İtalyan Faşizminin eski muharipler cemiyetinden
çıktığını ileri süren ve gelişim sürecini anlatan Lewihnson’a göre,200
faşizm, Avrupa’da sermayenin oynadığı en tehlikeli kumarlardan
biriydi. “... burjuvazi artık ömrünün son dakikaları gelmiş
olmasından korkmasa idi şüphe yok ki böylece bir uzlaşmaya
kalkmazdı...” Sermaye sahiplerini en çok ürküten şey, yalnız amelelerin
çıkardıkları karışıklıklar, şehirlerde ameleler tarafından fabrikaların
işgal edilmesi ve köylerde yağmalar yapılması değildi. Parlamentoda
yaşananlar bunlardan daha tehlikeliydi. Çünkü, Savaş sonrasında
yapılan ilk seçimde milletvekilliklerinin üçte biri sosyalistlerin eline
geçmişti. Ayrıca, Meclis’te, radikal ve katolik bir büyük köylü partisi
olan Popolari’ler vardı. Amelelerle köylülerin sermaye aleyhinde
birleşerek sermayedarlar aleyhinde bir yasa çıkarmalarından
korkulabilirdi. Ayrıca, Faşist Partisi de para düşüncesinden
kurtulmuştu. Çünkü, büyük bankalar, sanayiciler ve nakliye şirketleri
Partiye milyonlar veriyorlardı. 201
199Cambo, “İtalyan Faşizmine Dair”, FH, Sayı 33, (7.6.1934). 200“...Faşistlik Italyada eski muharipler cemiyetinden çıkmıştır. Bunlar harp bitince,
terhisten sonra ilk vahim iktisadî buhran neticesinde, beş parasız açıkta kaldılar.
İçlerinden bir kısmı sendikalistlerin ve komünistlerin çıkardıkları karışıklıklara
iştirak etmişlerdi. Şimdi bu adamlar Mussoliniye sığınıyorlardı…” Richard
Lewıhnson, “Siyasiyatta Paranın Rolü: İtalya ve Faşizm l”, FH, Sayı 3,
(9.11.1933). 201a.g.m.
294
Faşizm iktidarı ele geçirdiğinde, hemen hemen bütün gazeteler bu
iktidarın aleyhindeydiler. Bir yasa çıkarılarak bu iktidar aleyhtarı basının
bir kısmı ortadan kaldırılmış, diğerleri üzerinde de şiddetli bir sansür
uygulanmaya başlanmıştır.202 Faşizm, İtalya sınırlarının dışına
yayılmak hırsı içindeydi. Faşizmin dış siyasetine de, örgütlenme pro-
jelerine de eski imparatorluk Roma’sının anıları egemendi. Gerçekten
de, faşist İtalya, kendisini yalnızca İtalya’nın değil, Eski Roma’nın da
varisi sayıyor ve onun dünya üzerindeki eski nüfuzunu sürdürmek
istiyordu.203 İtalya’da yarım asırlık bir çabanın ürünü birkaç yıllık faşist
rejim sırasında mahvolup gitmiştir. Zaferin bıraktığı hayal kırıklığı,
eğitimin geriliği, nüfusun çabuk artması ve toprağın fakirliği BDS’nın
yarattığı sarsıntıyı en fazla İtalya’nın hissetmesinin nedenleriydi.204
202a.g.m. Basına bazı yaptırımlar uygulanmaktaydı. Yalnızca polisten iyi hal
belgesi alarak özel listeye kaydolunan kimseler gazetecilik edebilirlerdi. Böylelikle,
gazetecilik bir devlet imtiyazı haline gelmişti. Gazeteciler devletten bazı yardımlar da
görüyorlardı. Örneğin, gazetelerin eski pul resmi varidatı gazeteciler için yapılan bir
emekli sandığına verilmekteydi. Mussolini matbuatı devletleştirmek hatasına
düşmedi. Basının en büyük kısmı kişilerin elinde kaldı ise de, faşizm bunların iyi
birer el olmasına önem veriyordu. Basının eski hürriyetperver ve demokrat
sahiplerinin elinden emin ve sadık faşist sermayedarlara geçmesi, uzun uğraşları
gerektirdi. Faşistler gazeteleri mahvetmek fikrinde değildiler. Niyetleri, onları
ellerine geçirmekti ve öyle de oldu.. Büyük iktisadî sorunlarda gazeteler hükümetin
çizdiği genel hatları izlemek zorundaydı. Mussolini, dünyada İtalyan basınından
daha hür basın bulunmadığını ileri sürüyordu. 203Fortunat Strowsky, “Dünyayı Düzeltecek İtalya”, FH, Sayı 23, (29.3.1934). 204Nitti, “Faşizm Rejiminin Mahiyeti ve Neticeleri”, FH, Sayı 38, (12.7.1934). Joseph-
Barthélemy için faşizm, devlet örgütünde kendisine özgü anlayışlar üzerine kurulu bir
rejimdir. Joseph-Barthélemy, “Faşizm ve Mussolini”, FH, Sayı 40, (26.7.1934).
295
Faşizmin belki de en kötü sonucu, halkın ahlak seviyesini düşürmesi
olmuştur.205
Hüseyin Cahit, Mussolini’nin faşizm konusunda yazdıklarına bir
anlam verebilmek için uzun uzun zihnini yorduğunu, yazılanların bir
sürü laf kalabalığından ve koca koca laflardan ibaret olduğunu
belirtmektedir.206 Duce’nin “... bulutlu, sisli, karmakarışık ve adeta abuk
sabuk laflarını...” eski zaman kahinlerinin atmalarına benzetmektedir.
“... İtalyanın dahili gidişinden, fırkalar arasındaki nifaktan ve bunun
doğurduğu zaaftan istifade ederek Roma üzerine yürüyüş hareketini yaptı ve
kazara muvaffakiyete erişti. Roma üzerine yürüyüş hiçbir fikir, meslek, felsefe
namına yapılmış bir kıyam değildi, bir inkılap hareketi olarak düşünülmemişti.
Burasını Duce tercüme ettiğimiz yazılarda açıktan açığa itiraf ediyor. ... O
zamana kadar Duce sosyalist idi, anarşistliğe muhip idi. Ondan sonra kılıktan
kılığa girdi. Nihayet öyle bir dakika hulul etti ki İtalya demek Mussolini
demek oldu. Bütün nüfuz ve kudret Duce’nin eline geçti. Zaman ilerledikçe
Mussolini’nin bu nüfuz ve kudreti arttı. İtalya’da bütün milli hakimiyet ve
hürriyet prensipleri çiğnendi. Ortada yalnız bir kanun, yalnız bir hakikat kaldı:
205Sforza, “İtalyan Diktatörlüğünün Neticeleri”, FH, Sayı 37, (5.7.1934). Ayrıca, bkz.
Sforza, “Faşizm İdaresinde Ahlak Düşkünlüğü”, FH, Sayı 39, (19.7.1934); Sforza,
“İtalyayı Kurtaran Faşizm Masalı”, FH, Sayı 36, (28.6.1934). 206Benito Mussolini, “Faşizm Diktatörlüğü - Esasi Fikirler-”, FH, Sayı 29, (10.5.1934).
Hüseyin Cahit, öncelikle faşizmin ne olduğunu doğrudan doğruya Mussolini’nin
ağzından dinlemenin, sonra da faşizm aleyhinde İtalyan liberallerinin, İspanyol ve
Fransız düşünürlerinin yazdıklarını görmenin yararlı olacağı kanısındadır. Faşizm
konusunda leyhte ve aleyhte söylenenleri okuyucuya doğru biçimde sunmayı amaçlar.
“... Herkes bunları okur, tetkik eder, tartar ve faşistlik hakkındaki kanaatini kendi
kendisine vücude getirir.”
296
Mussolini. Karşısında herkes köle, herşey onun. ... Memleket üzerinde müthiş
bir orta zamankar zulmü ve keyfi icraatı hüküm sürer oldu. İşte bugünkü
hakiki İtalya, işte göz önündeki şeniyet.”207
Mussolini İtalya’sını, yani şeniyeti bu biçimde betimleyen
Hüseyin Cahit, bu durumun uzun sürüp sürmeyeceğine bakmakta ve “…
açıktan açığa bir keyif ve istibdadın hükümran olması manzarasına
beşeriyet uzun müddet tahammül edemez…” demektedir.208 Ona göre,
Mussolini faşizme kuramsal çerçeve oluşturmada güçlük çekmektedir.
Bu çerçeve oluşturma işinde başarısız olması kaçınılmazdır. Faşizm,
Mussolini’nin iddia ettiği gibi, bir düşünce sistemi değil, düşünceyi
mahveden, düşünceye olanak tanımayan bir zulüm ve tazyik aletidir.
“Mussolini bir taraftan komünistliğe, diğer taraftan milli hakimiyet esaslarına,
liberalizme hücumlar ediyor… Liberalizm veya sosyalizm, diyelim ki,
Mussolininin iddia ettiği gibi, çok kusurlu ve fena olsunlar. Fakat onlar fena
olmakla faşizmin iyi olması mı icap eder? Bir kere faşizm ne olduğu
anlaşılmalı, faşizmin tatbikatta ne neticeler verdiği görülmeli ki, ondan sonra
faşizmin iyiliğinden bahsetmeğe hak kazanılmış olsun. Dikkat edilecek şeydir
ki tenkide geçerken az çok açık söz söylemesini bilen Mussolini Faşizme dair
izahat verirken hiçbir şey anlaşılmayacak kadar bulutlara dalıyor… Mevcut
olan hakikat keyfi ve şahsi bir hakimiyettir, yalnız Mussolini’nin hayatı ile
kaim geçici bir istibdattır.” 209
207Hüseyin Cahit, “Benim Anladığım Faşizm”, FH, Sayı 32, (31.5.1934). 208a.g.m. 209“... Fikir ancak hürriyet mevcut olan yerde bulunur. Mussolininin kendi ağzından
işittiğimize göre, faşizm tek bir hürriyetin taraftarıdır. Bu da Devletin hürriyetidir...
Fakat İtalyada Devlet demek Mussolini demektir. Şu halde Mussoliniden başka
297
Kurulu düzene karşı her siyasal hareketin genel düzeyde
benimsenmiş düşüncelere ve öğretilere de karşı olduğu saptamasında
bulunan Benes’e göre, faşizm, başlangıçta var olan her şeye karşı bir
tepki hareketi idi, özellikle düşüncelere ve siyasal düzene karşı bir
tepki niteliğindeydi, hiçbir öğretisi yoktu. Daha çok belirsiz, sistemsiz
fikirler toplamı, heyecana dayalı bir takım tepkilerdi. Faşizm,
İtalya’nın kusurlu demokrasi makinesinin ulusu ve devleti tam bir
çöküşe götüreceği savını ileri sürmekteydi. Yaşam, sürekli bir
hareketti, değişim ve gelişim ile dolu bir savaşım idi. Faşizm,
BDS’ndan önce benimsenmiş olan bütün kuram ve öğretilerin, Fransız
ve Amerikan Devrimlerinin, XVIII. ve XIX. yüzyıl Büyük Britanya
meşruti ve liberal kurumlarının ürünü olan Avrupa düşünce ve
kurumlarının red ve inkarıdır. Faşizm, demokratik liberalizme
olduğundan belki de daha çok sosyalizme ve komünizme karşıdır.210
3. Alman Nasyonal Sosyalizmi
Faşizmin Alman versiyonu olan nasyonal sosyalizme ilişkin
çözümlemeler, Fikir Hareketleri’nde, diğer iki tür diktatörlüğe
(komünizm ve faşizm) ilişkin çözümlemelere kıyasla daha az yer
tutmaktadır.
kimsede düşünmek hakkı yoktur. Başkalarına kalan hürriyet yalnız uşaklık
hürriyetidir!” a.g.m. 210Edouard Benes, “İtalyan Faşizminin Tezleri”, FH, Sayı 358, (31.8.1940).
298
Strowsky, kuvvet ve kudret mistikliği ile ırk mistikliğinin
Almanya’da Hitler’den önce de var olduğunu, Nazizmin bunları
yaratmadığını, yalnızca bunlara bir biçim vermekle yetindiğini
belirtmektedir.211 Ona göre, Prusya, Almanların ihtiyaç duyduğu
teşkilatı, Prusyalılara özgü bütün kusur ve meziyetleriyle Almanlara
vermiştir. Bu bakımdan Prusya, Almanya’nın Napolyon’udur.
Almanlar teşkilâtı almışlardı ama, teşkilatlanma tamamlanmamıştı.
Prusyalaşmış Almanya büyük bir derebeylikten başka bir şey değildi.
Kudret ve azameti, kibir ve gururu vardı. Bütün bunları haklı
gösteren kanıtı da ırk idi. BDS sonrasında Hitler, İtalya’dan
esinlenerek, toplumdaki telâş ve endişeyi gidermenin gereğini anladı.
“... Bir Devlet adamı olmaktan ziyade mistik yaratan ve canlandıran bir
adam olan Hitler eski nasyonalizme bir de teşkilât mistiği ilâve etti. Bu
maksatla, iptida germanisme kelimesini icat etti yahut tazeledi. Germanisme
bugünkü nazistlerin Almanyasında ‘Alman milletinin kuvvetlerinin alman
ruhuna göre teşkilâtı’ manasını ifade eder.
“... Hitler ile hükümeti imparatorluk Almanyasının iki mistiğinden
hareket ederek asrî Almanyanın hülyalarını fiiliyat sahasına çıkarmak
istiyorlar. Irk ideolojisi ile kudret ve azamet ideolojisini daha faal, daha
azimli bir hale sokarak bunlardan istifade ediyorlar. Aynı zamanda, uzun bir
işsizliğin uyandırdığı cebir ve şiddet hissiyatından da medet umuyorlar
ve buna çare bulmak istiyorlar. Filhakika, on iki seneden beri Almanyada
211Strowsky, “Almanyada Teşkilât Mistiği”, FH, Sayı 13, (18.1.1934).
299
işçilerin birçoğu çalışmıyor. Bundan başka, mekteplerden ve
üniversitelerden çıkan gençler ne yer buluyorlar ne iş. Gençlikleri,
gayretleri hiçbir fayda vermeden mahvolup gidiyor ve kendilerini büyük
bir ümitsizliğe düşürüyor. Bu, isyana ve nihilizme daimî bir tahrik
demektir.”212
Hitler, hiçbirşeyi olmayanlara bir parçacık birşey dağıtabilmek
için, ellerinde bir şeyi olanları bu nimetlerden mahrum bırakmak
yolunu seçmişti. Sorun, kimlerin bu işe kurban edileceğiydi.
“... Fakat teşkilâtçı, ırk şevki tabiisine müracaat etmekle, iyilerle
kötülerin ayrılması için, derhal bir usul buldu ve bunu da herkes şevk
ve heyecan ile kabul etti! Hitler, halis arî dehasını ‘bozan’ ikinci derecede
bir ırka mensup yahudileri kovdu.”
Hitler’in ikinci siyasi kurnazlığı “gayrimütecanis siyaset
unsurlarını” (sosyalistlerle komünistleri) kovması olmuştur. Bu
yöntemler yanı sıra, askeri yöntemlere başvurmuş ve ayrıca işçileri
seferber etmiştir. Olağan dönemlerde ulusal atölyelerde küçük bir ücret
karşılığında çalışmayı kabul etmeyecek olan Almanlar, savaş kokan
ve savaş disiplini ile idare edilen iş taburlarına büyük bir şevk ve
hevesle yazıldılar. Hitler’in beklentisi, bu sayede iktisadî yaşamın tekrar
işlemeğe başlamasıydı. Çünkü, fabrikaların çalışmaması, herkesin
gereksinimlerinin giderilmiş olmasından değil, kimsede alım gücü
kalmamasındandı. İşçi ücretini asker tayini ve aylığı düzeyine
212a.g.m.
300
indirmekle, Hitler, maliyet fiyatlarını düşürmeyi hedeflemekteydi. En
yoksullara bile ucuzlamış eşyayı satın alma olanağını verecekti. Ticaret
tekrar canlanacak, bu canlanma bütün ekonominin tekrar harekete
geçmesini ve bir daha durmamasını sağlayacaktı. Strowsky, Alman
ulusçuluğunun, başından beri dünya için bir tehlike olduğunu
belirtmektedir.213
Joseph-Barthélemy, devlet ve kabile kavramlarından hareketle,
Hitler’in devlet anlayışını incelemektedir. Hitler’e göre, aynı ülkede
oturan, aynı otoriteye tâbi bulunan ulusal gruba mensup bireylerin
toplamı bir devlet vücuda getirir. Bu devlet kavramına karşılık bir de
eski kabile fikri vardır. Kabile, ülke sınırları içinde yalnız aynı ırka
mensup insanları içerir. Fakat, kabileye, ülke sınırları dışında oturan
aynı ırktan bireyler de dahildir. Bir kabile, sınırları içinde, yalnızca
aynı ırktan olan insanlara yer verebilir. Milliyet bağıyla topluma dahil
bulunan ve ülke üzerindeki siyasî otoriteye tâbi olan bireyler kabilenin
içine tamamen kabul edilmezler. İşte, Hitler’in en esaslı düşüncesi
budur. Alman kabilesi ari olmayanları, yani örneğin yahudileri kendi
dışarıda bırakacaktır. Fakat, buna karşılık, kabile, sınırlara hiç önem
vermeden, kendi ırkına mensup birtakım bireyleri de (ister
Avusturya’da, Çekoslovakya’da isterse Fransa’da yaşıyor olsun) kendi
bünyesinde sayar. Hitler’in düşüncesine egemen olan da, bu kabile
fikridir. Hitler’in devlet anlayışını inceleyen Joseph-Barthélemy’ye
213a.g.m.
301
göre, bu anlayış, devletin aynı kana, aynı dine, aynı ecdada mensup
Almanlardan oluştuğunu kabul eder. Kan, din ve ecdat bakımından
farlı olanlar yabancıdırlar ve topluma düşmandırlar.214
Ferdonnet, Almanya’da Hitler önderliğindeki hareketi, Markscı
rejimin kötülüklerinin mantıksal bir sonucu saymaktadır.215
Almanya’daki bunalımın iktisadî, ahlâkî ve düşünsel nedenleri
bulunduğunu belirten Ferdonnet’ye göre, siyasal nedenler yukarıda
değinilen üç nedenin sonucudur.216 Nasyonal-sosyalist hareket, acı
çeken ve yaşamak isteyen bir kavmin ulusal varlığını şiddetli bir
biçimde ilân etmesidir. Alman kavminin genel arzusu tek bir sözcükte
toplanır: tekrar canlanmak.217
Bugünkü nasyonal sosyalit pencermanizm, BDS’ndan önceki
pancermanizmden farklı olarak, kaynağını ırk kuramından alır. Bu ırk
kuramına göre, muhtelif ırklar özleri itibariyle birbirinden tamamen
farklıdır. Başlangıcından beri yüksek ve alçak, kötü ve iyi ırklar vardır.
İnsan niteliğindeki ve doğasındaki bu fark hiçbir gelişim ile
iyileştirilemez. Muhtelif ırklar arasında en yüksek ve en mükemmeli ari,
214Joseph- Barthélemy, “Hitlere Göre Devlet”, FH, Sayı 115, (4.1.1936). 215Paul Ferdonnet, “Almanyada Hitler İnkılabı”, FH, Sayı 21, (15.3.1934). 216Ferdonnet, “Alman Faciası: İktisadi Buhran”, FH, Sayı 24, (5.4.1934). Alman
iktisadiyatı BDS’ndan ağır zararlarla çıktı. Versay’ın hükümleri durumu daha
da ağırlaştırmıştı. Bütün zorluklara karşın, Almanya, kendisinin zaafına
inanmıyordu. Tekrar işine başlamak için sabırsızlanan bir hasta gibi, o geniş ikti-
sadî programını tekrar yürürlüğe koymak için iyi olmayı beklemiyordu. 217Ferdonnet, “Alman Faciası: Ahlak Buhranı”, FH, Sayı 25, (12.4.1934).
302
şimali ırktır. En mükemmel insan uygarlığını bu ırk kurmuştur.
Beşeriyet tarihi de zaten yüksek ırkın aşağı ırklarla mücadelesinden
ibarettir.218
Burada her ne kadar üç diktatörlük çözümlemesine değinilse de,
Fikir Hareketleri’nde diktatörlük çözümlemeleri yalnızca bu
diktatörlüklerle sınırlı kalmamıştır. Avrupa’da ortaya çıkan diğer tür
diktatörlükler (Macar, Leh, Yugoslavya, İspanya...) de, hem ortaya çıkış
süreçleriyle hem de özgünlükleri ile inceleme konusu yapılmıştır.219
E. Devletçilik Çözümleme ve Polemikleri
Devletin iktisadi yaşama müdahalesi 1930’lu yıllarda ülkemizde
ve kapitalist ekonomilerin hemen hepsinde az ya da çok söz konusu
olmuştur. Türkiye uygulaması bakımından devletçilik biçiminde
adlandırılan bu müdahale, demokrasi ve diktatörlükle ilişkili olan bu
olgu, Fikir Hareketleri için önemli çözümleme konusudur.
218Edouard Benes, “Harbden Evvelki ve Sonraki Pancermanizm”, FH, Sayı 361,
(21.9.1940). 219Comte Sforza, “Macar Oligarşisi”, FH, Sayı 22, (22.3.1934); Sforza, “Lehistan’da
Diktatörlük”, FH, Sayı 23, (29.3.1934); Joseph-Barthélemy, “Lehistan
Diktatörlüğünde Bazı Hususiyetler”, FH, Sayı 24, (5.4.1934); Sforza,
“Yugoslavya’da Diktatörlük”, FH, Sayı 25, (12.4.1934); Sforza, “Yugaslavya
Diktatörlüğünün Menşeleri”, FH, Sayı 26, (19.4.1934); Sforza, “Yugaslavya
Diktatörlüğü”, FH, Sayı 27, (26.4.1934); Sforza, “İspanyol Diktatörlüğü”, FH, Sayı
28, (3.5.1934). Cambo’nun gözünde diktatörlükler zaaf ve hastalık belirtisidir. F.
Cambo, “Diktatörlükler Zaaf ve Hastalık Alâmetidir”, FH, Sayı 12, (11.1.1934).
303
İktisadi yaşama devletin en az düzeyde karışmasından iktisadi
yaşamın büyük ölçüde devletçe plana bağlanmasına kadar varan geniş
yelpazedeki “devlet müdahaleciliği” Fikir Hareketleri’nde farklı
biçimlerde (iktisadi devletçilik, sevk ve idare edilen iktisat, dirije iktisat
gibi) adlandırılmaktadır. Dergi yazarlarının hepsi, ilkesel düzeyde,
iktisadi liberalizmi savunmakta ve ekonomiye devletçe yapılacak
müdahalelerin olumsuz sonuçlar vereceğini düşünmektedirler. Hüseyin
Cahid Yalçın da bu yaklaşıma katılmakla birlikte, Türkiye ve Türkiye
gibi sanayileşememiş ve toplumsal sınıfların henüz oluşmadığı ülkeler
bakımından, tıpkı Başvekil İsmet İnönü gibi, bir “müdafaa vasıtası”
olarak gördüğü iktisadi devletçiliğe sıcak bakmaktadır.
XIX. yüzyılda gözde olan iktisadi liberalizmin bu yüzyılın
sonunda ve izleyen yüzyılın ilk çeyreğinde gözden düştüğüne ve
rekabet ve serbesti ruhu üzerine kurulu kapitalist düzenin yerine
yarı özel yarı devletçi “melez” bir rejimin geçmekte olduğu kanısının
uyandığına, başka bir anlatımla, devlet kapitalizminin kapsama
alanının gün geçtikçe genişlediğine daha önceki çözümlemelerde
değinilmişti.220
220Bu konuda bkz. Lavernge, “Dünya Buhranının Sebepleri, Son Senelerin Boş
Tedbîrleri, Akim Nazariyeleri ”, FH, Sayı 23, (29.3.1934).
304
Decugis, iktisadi liberalizmden devlet kapitalizmine gidiş
sürecini ele aldığı makalede, bireylerin girişim özgürlüğünün önündeki
engellerin pek çoğunun XIX. yüzyılda ortadan kaldırılmış olduğunu,
liberal iktisat sisteminde ilk gediği korumacılığın açtığını, BDS sırasında
devletlerin, ordu ve sivil halkça gereksinim duyulan eşyanın üretim ve
ticaretini sıkı surette denetim altına aldığını belirtmektedir. Savaş
sonrasında, Sovyetler Birliği hariç, bütün ülkelerde liberal iktisada doğru
“kısmi ve geçici” bir dönüş hareketi görüldü ise de, Savaş sonrasının
ekonomik zorlukları yavaş yavaş bütün devletleri “sevk ve idare edilen”
(dirije) iktisada yöneltti.221 Bireylerin özgür biçimde sözleşme yapma
alanı gitgide daralmış, çağdaş uygarlığın temeli olan ticaret ve sanat
özgürlüğü ortadan kalkmış, her türlü ürünün üretim ve dolaşım koşulları
gittikçe daha sıkı kurallara bağlanmıştır.222
Delaisi de, BDS sonrasında dünyanın hemen her tarafında
himayeciliğe geri dönüş olduğunu, hükümetlerden yüksek bir gümrük
tarifesi koymasının ve bunu korumasının istendiğini, başlangıçta
yalnızca yeni doğmakta olan sanayi için ve geçici nitelikte olan bu
korumanın geçici olmaktan çıktığını ve çok geçmeden devletten koruma
istemlerinin çoğaldığını, uluslararası rekabet alanının yıldan yıla
daraldığını, bir süre sonra ise, her ulusun kendi gümrük birliğini
221Henri Decugis, “‘Economie Dirigée’ Gidişi”, FH, Sayı 99, (14.9.1935). Bu yola ilk
önce İtalya ile Almanya girmiş, diğer devletler de onları izlemiştir. 222a.g.m.
305
kurmayı başardığını yazmaktadır.223 Birçok ülkede üretim ve dağıtım
planları uygulamasına, planlı iktisada geçilmiş, bir planlı iktisat
modası (Bolşeviklerin, nasyonalistlerin, faşistlerin, sosyalistlerin ve
planları...) başlamıştır. Oysa, “... ferdi teşebbüs ve mesuliyet üzerine
istinat eden ve kapitalist denilen istihsal şekli mevcut bir memlekette
istihsal ve tevzi planları...” büyük felaketler doğurabilirdi.224 Nitti’ye
göre, sevk ve idare edilen (dirije) iktisat bir demokraside uzun müddet
yaşayamaz. İktisadi plan bütün iktisadi etkinlikleri zorunlu bir biçimde
devlet denetimine sokar. Bu tür iktisat yalnızca toplum çıkarı adına
bütün direnişleri kırabilecek merkezi bir örgüt sayesinde yürütülebilir.
Sevk ve idare edilen her iktisat bir plandır, devlet memurlarının sevk ve
idare ettikleri bir iktisat demektir. Her plan da ancak direnci ortadan
kaldıracak gücün yönetimi altında yaşama geçirilebilir. Direnci kırmak
merkezi bir siyasal gücü gerektirir. Kaldıki, “sevk ve idare edilen iktisat”
aslında halk için sefalet yaratmaktadır. Önemli olan “iktisadın kimin
tarafından ve hangi amaçlar için sevk ve idare edileceğini saptamaktır.225
Nitti, çekilen sıkıntıları kimilerinin plansızlığa bağladığını ve çarenin
223Francis Delaisi, “Milliyet Prensipi ve Himayecilik”, FH, Sayı 173, (13.2.1937). 224Nitti, “Planlı İktisat”, FH, Sayı 26, (19.4.1934). 225Nitti’ye göre, çoğunlukla dalavere çevirmek peşinde olan siyasiler için ekonominin
plana bağlı olması ve devlet tarafından sanayiye ve ticarete birtakım usuller
konulması büyük bir nimettir. Dış ticaret devletin eline geçtiğinde, hemen kurallar
konur, dış ticaret kontenjana tabi tutulur. Siyasal özgürlük büyük ölçüde sınırlanmasa
ve mülkiyet hakkı tamamen kaldırılmasa da iktisadi planlar ahlaki çöküntü yaratır.
Sonuçta, mülkiyet hakkı az çok ortadan kalkmadan sevk ve idare edilen bir iktisat
kurulamaz. Hangi sanayinin korunacağına, hangisinin ortadan kaldırılacağına,
SSCB’de kolaylıkla karar verilebilirse de, sermaye üzerinde mülkiyet hakkı bulunan
yerlerde bu kararı vermek güçtür. a.g.m.
306
plan yapmakta arandığını belirtmektedir. O, böyle düşünenlerin yanıldığı
kanısındadır.
“…İnsan kendi hesabına düşündüğü zaman dikkatli ve müvesvis olur. Bir işe
sermayesini yatırmadan evvel tehlikesini düşünür. Bütün çiftçilerin,
fabrikacıların, tüccarların birer planı vardır. Aradaki fark şudur ki şahsi
planların zararı pek mahdut kaldığı halde tek bir planın yahut bir büyük
planlar silsilesinin zararı bütün memleketi kaplar.
“Hür bir iktisatta hata ve ziyanı ölçmek kabildir. Mesuliyet hissi basiret tevlit
eder. Planlı iktisatta ise zararlar gizlenir. Ancak bir felaket tahakkuk edince
bunlar meydana çıkar.”
“Dünyanın bugünkü iktisadi karışıklığı ne istihsal sistemindendir ne
plansızlıktandır. Resmi masrafların gayet fazla çoğalması, binaenaleyh
vergilerin artması, gümrük resimlerinin ithalata mani olacak surette
yükseltilmesi, insanların ve eşyanın serbest münakalesine müşkülat
çıkarılması istihsalatı mefluç hale sokuyor...” 226
Kapalı iktisatların BDS’nın ürünü ve Savaş dönemine özgü
olduğunu, sanayi felce uğradıkça, işsizlik arttıkça ve bunalımlar
birbirinin arkası sıra geldikçe her ülkenin kendine yetmeye, sırf kendi
sınırlarının içinde kapalı bir iktisadiyat teşkilatı kurmaya yöneldiğini
226“Ömürlerinde bir fabrika idare etmemiş, resmi bir iş başında bulunmamış kimseler
yalnız plan tavsiye etmekle kalmıyorlar, bir milletin iktisadiyatı nasıl sevk ve idare
edileceğini cihana öğretmek için malumat satmağa da kalkıyorlar. Hatta bazıları sevk
ve idare edilen bir medeniyetten bile bahsediyor! Eğer herkes sevk ve idareye
kalkacak ise bunları acaba kim idare edecek ?” a.g.m.
307
belirten Nitti, bu hareketler hiçbir iktisadi sistemin ve özellikle de
kapitalizmin eseri ve ürünü değildir, Savaş ve devlet giderlerinin çok
fazla artmasının sonucudur. Devlet giderlerinin artışından da ulusçuluk
ve sosyalizm sorumludur. Dirije iktisat taraftarları ne istediklerini, neyi
sevk ve idare edeceklerini ve hedeflerini bilmemektedirler.
İktisadi düşkünlüğü ve bunun nedenlerini irdelediği makalesinde
de, Nitti, devletlerin müsrifçe müdahalelerinden kapalı iktisatları ve
iktisadi himayeciliği sorumlu tutmakta, amele himayeciliğinin de
düşkünlüğü iyice artırdığını savunmaktadır.227
“Devlet iktisad işlerine müdahale eder, ağır vergiler konur, gümrüklerde
himayeciliğe kalkılır, piyasalar kapanır ve memleket kendi başına müstakil bir
iktisad dünyası vücuda getirirse, evvelce, mübadele hürriyeti sayesinde
ihtiyaca zorlukla kafi gelebilen mallar satılmaz bir halde yığın yığın kalırlar,
düşkünlük ve buhran doğururlar.
“Umumi harbden sonra iktisadi bir nasyonalizm başladı. Yani beynelmilel
rekabet kaldırıldı, yahud azaltıldı.
“Hasılı, hür bir iktisadda hiçbir istihsal fazla değildir. Halbuki kapalı
iktisadlarda hemen her istihsal fazladır. Bu kapalı iktisadlar harbden sonra
iktisadi nasyonalizm yüzünden vücud bulmuştur.”
227Nitti, “Kapalı İktisadların Neticeleri”, FH, Sayı 71, (28.2.1935).
308
Le Temps’da yayımlanan ve Fikir Hareketleri’nde de yer verilen
bir mektupta, İngiltere’nin önde gelen politika, ekonomi ve finans
adamları hükümetlerin müdahaleci tutumundan yakınmakta, iktisadi
liberalizmden uzaklaşılmasını dünyadaki karışıklıkların temel nedeni
olarak göstermekte, Le Temps da bu değerlendirmeye katılmaktadır.
“Bugün, artık liberalizmin vakti geçmiştir demek moda olmuştur. Filhakika,
hemen bütün Devletlerde hükumetler liberalizmin necat ve selamet temin
eden prensiplerini terketmişlerdir. Hükumet hususi işlere müdahalesini
gittikçe artırıyor, ekonomik faaliyeti sevk ve idare etmeğe çalışıyor. Milletler
etraflarına gümrük sedleri çekmekle kanamıyarak memleketler arasındaki
mübadeleye de bir kaide koymak istiyorlar. Dünyanın çektiği azap ve felaket
bu po1itikanın ve istinat ettiği fikir ve mezheplerin hatasını parlak surette
isbat ediyor. Bütün dünyaya şamil olan kargaşalık liberalizmin doğruluğu
hakkında en iyi bir delili teşkil etmektedir .” 228
Dirije iktisada doğru yürüyüş, henüz Almanya’da ve Lehistan’da
olduğu kadar göze çarpmamakla birlikte, Fransa’da da söz konusudur.
Son yıllara gelinceye kadar devletçiliğe karşı koyan İngiltere de akıntıya
kapılmaktan kendini kurtaramamıştır.229 İktisadi bunalımın tahripleri
ABD’yi bile Almanya, Lehistan ve İtalya kadar dirije iktisat yoluna
itmiştir. “Hemen hiçbir medeni memleket yoktur ki onda Devletin vazife
ve salahiyetleri bu son senelerde pek çok genişlememiş olsun. Müreffeh
228Hüseyin Cahid Yalçın, “’Matbuat Hayatı: Avrupadan Yükselen Bir Feryat”, FH,
Sayı 99, (14.9.1935). 229Decugis, “‘Economie Dirigée’ Gidişi”, FH, Sayı 100, (21.9.1935).
309
ve mesut iken dünyanın tanımış olduğu liberal ekonomi artık bir
hatıradan ibarettir.”230
Dirije iktisat231 biçimlerinden biri olan ve gerçekte birbirini
tutmaz bir takım düşüncelerden oluşan plancılık, bugüne kadar gördüğü
rağbetin bir kısmını kaybetmiştir. Fakat Devlet adamları ve profesörler,
muhtelif adlar altında, dirije iktisat sistemleri kurmaya devam ediyorlar.
Amaçları, kapitalist teşkilat kadrolarına dokunmadan, iktisadi anarşinin
yerine devletin istediği düzeni ikame etmektir. Müdahalecilik,
sanıldığının aksine, yeni bir ekonomik kuram değildir; her zaman vardı.
En katı liberal iktisatçılar dahi bunun meşru bir alanı bulunduğu fikrinde
idiler. Hiç kimse devletin bir gümrük veya vergi politikası olmasına,
ihracat bankaları aracılığıyla iskonto fiyatını saptamasına itiraz
etmemiştir. Liberal ekonomide devletin müdahalesi istisnai niteliğini
korur ve özel nedenlerle haklı görülür. Dirije iktisatta ise devletin
müdahalesi normal ve hayırlı görülür. Demiryollarını yutan devletin
şelaleler, madenler, elektrik dağıtımı, sigortalar, bankalar, vapur
şirketleri ve savaş imalat fabrikaları hakkında da aynı şeyi yapması
savunulur. İki anlayış arasında, kesin biçimde ve belirgin bir sınır
yoktur. Daha doğrusu, bu sınır duruma ve olaylara göre yer
değiştirmektedir. BDS’nın başlamasından sonra, sınırın yer değiştirmesi
230Decugis, “’Economie Dirigée’ Gidişi”, FH, Sayı 101, (28.9.1935). 231Louis Marlio, “’Dirigé’ İktisadın İnkişafının Sebepleri”, FH, 348, (22.6.1940).
Marlio, dirije iktisada değişik adlar (muvazeneli iktisad, kontrollü iktisad, istikameti
tayin edilmiş iktisad, teşkilatlı iktisad... ) verilmekte olduğuna işaret etmektedir.
310
dirije iktisat lehinde oldu. En dirije iktisat aleyhtarı hükümetler bile
kendilerini korumak için bir takım önlemler almaya mecbur kaldılar.
Dirije iktısadın bir ülkede var olması, birkaç yıl içinde bunun bütün
dünyaya yayılması için yeterlidir.232
Marlio, dirije iktisadiyatın zorlukları arasında en iyi memurları
seçebilmek ve bunları yerlerinde tutabilmeyi, gereksinimlerin doğru
biçimde saptanmasını, iktisadi yaşamın tamamının veya bir kısmının
planlanmasını, siyasetçilerin bu plana gerçek anlamda uymamalarını
göstermektedir. Güdümlü ekonomi, serbesti ile zorlama arasında
zararlı bir uyumlulaştırma yöntemi olduğu için, maddi bakımdan
bütün sistemlerin en kötüsüdür. Bu tür ekonomilerin başarıyla
uygulanabilmesi hükümetin diktatörce yetkilere sahip olmasını
gerektirir. Güdümlü ekonomi ile diktatörlük ekonomisi ya acze ya da
keyfi icraata mahkumdur. Güdümlü ekonomi taraftarları bir özgürlük
rejiminde bu düşüncelerini yaşama geçirmeye olanak bulamayacakları
için, ister istemez diktatörlük rejimi kurmaya mecbur olurlar.
Güdümlü ekonomi iki rejimin de kötülüklerini yapısında barındırır.233
Savaş sonrasının üç büyük diktatörlüğünü ortaya çıkaran
devrimler, Joseph-Barthélemy’ye göre, iktisadi liberalizmi de ortadan
kaldırdılar.234
232a.g.m. 233Louis Marlio, “‘Dirigé’ İktisadın Zorluğu”, FH, Sayı 288, (29.4.1939). 234Joseph-Barthélemy, “İnkılabların Yeni Simaları”, FH, Sayı 117, (18.1.1936).
311
Labarthe, diğer yazarlardan farklı biçimde, müdahaleciliği
koşulların gereği olarak görmektedir. Ona göre, en koyu liberallerin,
giriştikleri iş tehlikeye düşünce, hükümetin koruma ve yardımına
başvurduklarını, dünyadaki bu altüst olma olayı karşısında “düzene
sokulmuş bir iktisat” taraftarı olduklarını görüyoruz. Kuvvetli ve düzeni
koruyacak otoriteye sahip bir hükümet ile her türlü ilerlemenin kaynağı
olan kişisel özgürlüğe hürmet arasında bir uyuşma yolu bulmak
mümkündür. Günümüz koşulları, düzeni korumak için özgürlüğü bazı
sınırlamalara tabi tutmayı gerektiriyor.
“...Devlet kendisi bir şey icat etmediği gibi en doğurucu şahsi teşebbüslerin
muvaffakiyetinde de birçok engeller çıkarır. Hiç şüphe yok ki Devlet pek
yüksek ve lüzumlu bir rol ifa eder. Fakat bu yaratıcı bir rol değildir, onun
“…Muhtelif anaların evlâdı olan modern diktatörlüklerin babaları hep birdir:
Devletçilik. Peygamberleri ise Fichte, Hegel ve hattâ Karl Marx’tır. Modern
diktatörlüklerin hepsinde müşterek çimento Fransız inkılâbı tarafından ilân edilmiş
olan umum için müşterek hukukun red ve inkârından ibarettir.” Fichte’nin
“Devlet en yüksek, en son ve mutlak surette müstakil bir kudrettir.”, Hegel’in
“Hak yalnız Devlettedir. Çünkü en kuvvetli odur.”, “Devlet yeryüzünde ülûhiyet
fikrini teşahhus ettirir. Devlet umumî cevherdir. Ferdîer bunun birer arazlarından
ibarettirler. Devlet ferdî hürriyet üzerinde müşterek kudretin hâkimiyetini ifade
eder.”, Karl Marx’ın “Bütün milletler arasında yalnız Rusyayı görüyorum ki
ibtidaî kültürü, ibtîdaî ekonomisi, ümmî köylülerden mürekkeb halk kütlesi ile
hakikî bir komünist sosyetesini teşkile ehil olsun.” ve Lenin’in “Devlet ile
hürriyeti telife kalkışmak bir manasızlıktır. Diktatörlük öyle bir kuvvettir ki
doğrudan doğruya cebir ve şiddet üzerine istinad eder. Bunu tahdid eden hiçbir
kanun yoktur. O hiçbir kaideye tâbi değildir.” ve Mussolini’nin “Her şey
Devletin içindedir. Devletin dışında hiçbir şeyin kıymeti yoktur. Hukuku Devlet
yaratır.” sözlerine işaret etmektedir.
312
tabiatında böyle bir şey yoktur. Devletin ihtiyaçları vardır. fakat fertlerin
ihtiyacını anlıyamaz. Devlet vücudu elzem bir yardımcı olabilir. Bir intizam
ve asayiş ve muhafaza amili, içtimai cidallerde bir hakem olur. Faydalı, elzem
ve mütenevvi vazifeler görür. Devletin şahsiyeti genişliğe doğrudur,
yüksekliğe doğru değildir. Fertleri icat dehasına nail eden o esrarlı
kıvılcımdan Devlet hisse almamıştır. Halbuki hürriyet olmazsa bu halk ve
icada imkan kalmaz. Şüphe yok ki hürriyet servetlerde ve kabiliyetlerde
müsavat halketmemiştir. Çünkü insanın fıtreti buna manidir. Bir heyeti
içtimaiye fertlerin emeği, güzide zümrelerin gayreti ve ilmi sayesinde terakki
eder...” 235
Labarthe’ye göre, kişisel amaçlarla toplumsal amaçlar arasında
bir uyum bulunmasını ilerleme bize emreder. Bireyin yalnızca kendisine
münhasır çıkarları yoktur, ulusal çıkarları da vardır. Ulusal çıkarların
koruyucusu devlettir. Bir yurttaş, “tefekkür ve mülahazanın mahsulü”
olarak bireyci olmalı, anarşiye varan mutlak özgürlükçülükten
kaçınmalı, hemcinslerine yardıma koşmalı, insanlardaki ızdırabın
azalmasına çalışmalıdır. Gerçek bireycilik dayanışma (tesanüt) ruhu ile
uzlaşır. Birey ile devlet faaliyet alanlarında kendi haklarını ve
görevlerini hakkıyla anlamalı ve özgürlüklere hürmet göstermelidirler.
Devlet, ‘can verici’ olmalı, bireylerin azim ve faaliyetini teşvik etmeli,
engelleri kaldırmalı, eşitlik, özgürlük, barış ve güvenliği sağlamalıdır.236
İktisadi liberalizmin diktatörlükle uzlaşamadığını tecrübe
235Labarthe, “Ferdi Haklar ve İçtimai İcaplar”, FH, Sayı 32, (31.5.1934). 236Labarthe, “Fert ve Devlet”, FH, Sayı 48, (20 Eylül 1934).
313
göstermektedir. Bütün demokratik ulusları bireylerin iktisadi
faaliyetlerine müdahaleye sevk eden, iktisadi kolektivizme götüren bir
hareket karşısındayız.237 Ekonominin doğrudan doğruya devlet tarafın-
dan yönetilmesi, refah getirmek ve üretim bolluğu yüzünden fiyatların
düşmesi sonucunu değil, karışıklığı artırmak ve bütün toplumsal
sınıfları fakirleştirmek sonucunu doğuracaktır.238
Fikir Hareketleri’nin demokrasi taraftarı olduğunu belirten
Hüseyin Cahit’e göre, bütün ilkeler ve rejimler ülkelere göre
uygulamada az çok değişir. Demokrasi (ulusal egemenlik) taraftarı ve
liberal olmak “... mutlak iktisadi liberalizmi ya ilk klasikler şeklinde ya
sonraki müfrit şeklinde kabul etmeyi tazammun etmez. Siyasi liberalizm
ile iktisadi liberalizm ayrılabilir, ayrıdır....” Türkiye’de de bir zorunluluk
olarak devlet iktisadiyatı kabul edilmiştir.239 “En esaslı iktisat
mezheplerinin hiçbir vakit bütün gelecek zamanlar ve bütün memleketler
için harfi harfine riayet edilecek bir din ahkamı...” bulunmadığını
belirten Hüseyin Cahit’e göre, “... iktisat sahasında takip olunacak
siyaset, zamanın ve mekanın mahsulü olmak icap eder.”240
237Joseph-Barthélemy, “Hürriyet Nedir?”, FH, Sayı 119, (1.2.1936). 238Lavernge, “Dünya Buhranının Sebepleri, Son Senelerin Boş Tedbîrleri, Akim
Nazariyeleri 2” FH, Sayı 24, (5.4.1934). 239Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Avrupa’nın Mirasçıları”, FH, Sayı 35, (21.6.1934). 240Hüseyin Cahit, “Bizde İktisadi Devletçilik Avrupa’da İktisadi Devletçilik”, FH, Sayı
5, (23.11.1933). “İngilterenin maddi refah ve saadetini, cihan piyasasına hakimiyetini
temin eden iktisadi hürriyetçilik o asra mahsus bir İngiliz mesleği idi. O zaman için
İngilterede harikalar doğurmuş olan iktisadi hürriyetçiliğin her memlekette her zaman
aynı tılsımlı tesiri husule getireceğine inanmak şeniyete karşı göz kapamaktır. Bugün,
314
“... Her memleket iktisadi siyasetini tanzim ederken, iktisat hadiselerinin
umumi ve büyük kanunlarını gözden kaçırmamakla beraber, kendi varlığından
fışkıran zaruretleri de düşünmeğe mecburdur. Yoksa prensip ve nazariye
uğrunda memleket ve hakikat feda edilmiş olur.
“Vakıa iktisadi hürriyetçilik, esas itibarile, pek takdir edilecek, gayet tabii
görünecek bir yoldur. Fakat umumi surette tatbik kabiliyeti mevcut olmak
şartile. Yoksa öte tarafta başka memleketler bütün bütün aykırı prensipler
dairesinde umum dünyanın ahengini ihlal edip dururken kardeş beşeriyet
ideali peşinde gümrük hudutlarını kaldırmak ve dahilde iktisadi hürriyet
prensiplerini tatbik etmek biraz Donkişotluğu andıran bir hareket olur.”241
İktisadi liberalizm, Hüseyin Cahit’in de asıl tercihidir. Bunun
uygulanabilir olması, her ülkede benimsenmiş olmasına bağlıdır.
Hüseyin Cahit, Başvekil İsmet Paşa tarafından Kadro’da yayımlanan ve
Halk Fırkasının devletçilik yaklaşımının açıklandığı makalenin “... bu
bakımdan pek dikkate şayan bir mukaddeme ile söze başl[adığını]...”
belirtmektedir. Başvekilin bu makalede “İktisadi devletçilik siyaseti,
bana her şeyden evvel bir müdafaa vasıtası olarak kendi lüzumunu
gösterdi. ...İktisadi devletçiliği biz inkişaf yolu takip edebilmek için bir
müdafaa vasıtası ve bu sebeple bir azimet noktası, bir temel addetmeğe
mecbur bulunuyorduk...” şeklinde bir yaklaşım sergilediğini, bu
iktisadi hürriyetçiliğin beşiği olan İngiltere vekayiin sevkile o esastan uzaklaşmış
bulunuyor...” 241a.g.m.
315
yaklaşımıyla iktisadi sorunları gerçek bir Devlet adamı gözü ve
muhakemesi ile görmekte ve çözümlemekte olduğunu gösterdiğini
belirtmektedir.
Hüseyin Cahit, iktisadi devletçiliği bir “müdafaa vasıtası” ve
“Türk iktisadiyatını kurtarmak ve sağlam temellere oturtmak için tatbik
edilecek en salim meslek” olarak görmektedir.
“İktisadi devletçilik masa başında kitap ve nazariye ile halledilecek bir iş
değildir… bütün dünyanın iktisadi vaziyeti ve gidişi karşısında Türk
camiasının tutması icap edecek en münasip yol ne olacağı düşünülürse o
zaman memleketin iktisadi hayır ve selameti itibarile selim bir neticeye vasıl
olmak kabil olur. İktisadi devletçilik bugün Türk iktisadiyatını kurtarmak ve
sağlam temellere oturtmak için tatbik edilecek en salim meslektir. Çünkü
kendimizi başka türlü müdafaa edemeyiz. Eğer bütün cihanda tek bir para
tekarrür etmiş, gümrük hudutları kalkmış, iktisadi hürriyetçilik prensipleri
işlemeğe başlamış olsa idi bile biz gene bu yolu tutmak için iyice düşünmek
mecburiyetinde kalacaktık. Çünkü Avrupada iktisadi devletçilikten
bahsedilince karşıya çıkacak iktisadi vaziyet başkadır, bizde bütün bütün
başkadır.”
“İktisadi vaziyet”in farklı farklı oluşu, iktisadi devletçiliğin
Türkiye ve Avrupa bakımlarından farklı biçimde ele alınmasını gerekli
kılmaktadır.
316
“Avrupada büyük bir sermaye birikintisi vardır. Avrupada büyük bir
sanayicilik vardır. Avrupada bir mala sahip sınıf ile bir beş parasız sınıf vardır
ve birbirlerile adeta hayat ve memat mücadelesi içindedirler.
“Bizde bu hallerden henüz eser yoktur. Bizde daha kapitalizm başlamamış
sayılabilir. Sanayicilik hareketi yoktur. Sermayedar ve işçi sınıflarından da
henüz eser görmüyoruz. Avrupada iktisadi devletçilik sosyalizme götüren bir
yol diye telakki ediliyor. Avrupada sanayicilik etmek isteyen Devlete karşı
işleri iyi beceremiyeceği söyleniyor. Avrupada Devletin sanayiciliğe
kalkışması bir gasp ve müsadere mahiyetini alıyor.
“Bizde iktisadi devletçilik bir nazariyenin mahsulü olmadığı için sosyalistliğe
doğru adım olsun diye yapılmamaktadır. Memleketin iktisadi hayatını
kurtarmak, bir sanayi hareketi vücude getirmek ve bütün bunlardan daha
mühim olmak üzere, şamil tabir ile, memleketi sefalet ve iflasa sevketmemek
için bir tedbir olarak tatbik edilecektir. Avrupada uzun zamandan beri hususi
fertler ve şirketler elinde inkişaf eden sanayi hareketi dahiyane başlara,
herhalde büyük, tecrübeli ve mütehassis şeflere maliktir. Bizde bu hususta
vukuf, irfan ve tecrübe namına ne varsa Devlette toplanmıştır. İşte
memleketimizde pek çok hususi fabrikalar görüyoruz. Halbuki bugün
sanayiciliğin ruhu olan ‘rasyonalizasyon’u düşünen, bunu temin için
Avrupanın en büyük profesörlerinden birini davet eden, onun vesayası
dairesinde prensipleri tatbika geçen, hasılı sanayiciliği iptidai ve ham halinden
çıkararak asri ilim ve teknik esasına dayanmış surette idare etmek isteyen
ancak Devlet fabrikalarıdır. Fabrika yalnız para ile kurulmaz ve işlemez. İlim,
teknik ve ihtisas ister. Avrupada Devlet bu noktada zayıftır, bizde kavidir.
“Eğer biz memlekette Devlet başta olarak bir sanayicilik tesis etmezsek bir
taraftan kendi topraklarımızda aç ve sefil kalacağız, bir taraftan bütün bu
317
kurtardığımız istiklale rağmen dünyanın sanayici yedi devletinin hepsinin
veya bir kısmının bir müstemlekesi haline düşeceğiz...”
Hüseyin Cahit’e göre, Savaş, yaşamak için başka ülkelere
muhtaç olmanın ne büyük bir zaaf teşkil ettiğini ortaya koydu.
“Şimdi her memleket hudutlarının etrafına adeta bir duvar çekmiş;
gümrüklerden içeri kuş uçurmaz bir halde, bütün ihtiyaçlarını kendi temin
etmek istiyor. Kat’iyyen muvaffak olamıyorlar. Bugün gene bütün
memleketler biribirlerine muhtaç bir halde bulunuyorlar. Her memlekette
gümrük himayeleri sayesinde cılız, sun’i bir sanayicilik hareketi inkişaf
ediyor. Fakat serbes[t] rekabete imkan olmayınca bu yolu tutmak bir zaruret
değil midir? Herhalde, iktisadiyatın ve siyasiyatın umumi gidişi bugün infirat
politikasıdır. Herkes her şeyi kendi temin etmek mecburiyetindedir, elinden
geldiği kadar.”
Emperyalizmin var olduğu ve serbest rekabetin bulunmadığı bir
dünya vaziyeti karşısında, Hüseyin Cahit’e göre, “... prensip tenkitlerini
bir yana bırakmak ve herkes gibi müdafaa tertibatı almak...”
gerekmektedir. İktisadi devletçilik bizde her hangi bir hakkı ortadan
kaldırmamakta olduğundan, yüksek adalet ilkelerine de uygundur.
“Başvekil Paşa Hazretlerinin işaret ettikleri gibi bizde İktisadi devletçilik sade
bir müdafaa tertibatından ibaret kalamaz. Bugün memlekette sermaye de
devlettedir, vukuf ve ehliyet de Devlettedir. Devleti kendilerini himaye
etmeğe mecbur edecek kuvvetli ve nüfuzlu bir sermayedar sınıfının esareti
altında bulunmamak bizim için en büyük bir nimet teşkil ediyor. Devlet sanayi
318
himayesi için memleketin umumi ve yüksek menfaatleri namına bir tedbir
alacak ise bu bir nevi vergi demek olacaktır. Fakat bu vergi mahdut bir
sermayedar sınıfının kasasına değil, hepimizin hazinemize, maliyeye
girecektir. Bu noktadan da iktisadi devletçilik bizde yüksek adalet
prensiplerine uygundur. Mevcut ve müesses hiç bir hak yıkılmamaktadır. “242
Hüseyin Cahit, Fikir Hareketleri’nin ulusal egemenlik
(demokrasi) taraftarı, ulusçu, cumhuriyetçi, devletçi, devrimci, halkçı
ve laik olduğunu sık sık yinelemektedir.243 Başka bir makalesinde de,
Başyazar, değişik iktisat okullarının birbirlerine yaklaşmakta
olduklarını belirtmektedir.
“Devletin içtimaî sahaya müdahalesi keyfiyeti liberal ve müdahaleci
mektepler arasında münakaşayı mucip olup duruyor. Fakat hükümete
iktisadiyata kanarken ne suretle hareket edeceğini tavsiye hususunda iki
takımın da görüşleri birbirine pek yaklaşmıştır. Çünkü liberal iktisatçılar
ifratı bırakmışlardır. Denilebilir ki bugün fransız iktisatçıları arasında
iktisadî kanunların hakikaten mevcut olduklarında, arz ile talebin
birbirine uyması İcap ettiğinde ittifak vardır. Müstahsillerle hükümetlerin
bir takım sun’i çarelere baş vurarak iktisadî âmillerin birer makina gibi
kendiliklerinden faaliyetlerini göstermeleri keyfiyetinden kurtulmaya
çalışmaları gayet muzırdır. İşte son yirmi beş sene zarfında bu ilmî
saha üzerinde nazariyelerin böyle tedricen birbirine yaklaşması ve birleşmesi
iktisadî tefekkürün terakkisine bir alâmet ve kefildir.”
242a.g.m. 243Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Bir Münakaşanın İbret Alınacak Neticeleri 1”, FH,
Sayı 44, (23.8.1934).
319
Dünyanın en demokrat hükümetleri bile (Amerika, İngiltere,
Fransa...) iktisadi özgürlükten uzaklaşmışlardır. Bu, siyasal özgürlükle
iktisadi özgürlüğün birlikte bulunmasının zorunlu olmadığını
göstermektedir.
“... Bunun içindir ki iktisadî Devletçiliği Türk heyeti İçtimaiyesinin
iktisadî şartları icabından telâkki eden ve bu yola giren Türk inkılâbı
kendi prensiplerine hıyanet etmiş, millî hakimiyeti yani demokrasiyi ve
siyasî hürriyetleri inkâr eylemiş değildir.”244
Siyasal özgürlük ile iktisadi özgürlüğü birbirine
karıştırmamak gerekir. İktisadi özgürlükçülüğü bir takım özel
koşullar doğurmuştur. O koşulların gerçekleşmediği yerde iktisadi
özgürlükçülüğün anlamı yoktur. Bugünkü dünya, birçok kusuru
olmasına karşın, devletçiliği zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla,
devletçiliği benimseyen ülkeler şimdiki durumun ve koşulların
gereğini yerine getirmiş olmakla demokrasiden ayrılmış
sayılamazlar.245 ABD’nin iktisadi diktatörlük sistemi ile yönetilmeye
başlaması onun demokrasiden ayrılmış olduğu anlamına gelmez.
Demokrasi ile diktatörlük birbirine tamamen zıt iki kavram değildir.246
244Hüseyin Cahit, “İnkılaba ve Hürriyete Dair”, FH, Sayı 11, (4.11.1934). 245Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 1, (29.10.1933). 246Hüseyin Cahit, “Demokrasiler ve Diktatörlükler”, FH, Sayı 10, (28.12.1933).
Demokrasilerin ne tür hastalıklarına karşı ne tür diktatörlüklerin iyi geldiği
konusundaki değerlendirmelere “Demokrasi Çözümlemeleri” esnasında değinilmişti.
Devletçilik çözümlemeleri ile kısmen ilişkili bulunan bu konuya burada tekrar
değinilmeyecektir.
320
F. Ulusçuluk ve Irkçılık Çözümleme ve Polemikleri
Fikir Hareketleri, “ulusçuluk” ve “ırkçılık” olguları konusunda
da çözümlemeler yapmıştır. Bu olgulardan ikincisi, yani ırkçılık, 1930’lu
yılların en önemli tartşma konularından biriydi.
1. Ulusçuluk: Doğuşu, Gelişimi ve Niteliği
“Ulus” (millet) görece yeni bir sözcüktür, günümüzdeki anlamıyla
XIX. yüzyılın başından beri kullanılmaktadır. Sözcüğün kullanımını
Fransız Devrimi genelleştirmiştir. Tanımı üzerinde çok da uzlaşılamayan
“ulus”, düşünceleri, kuralları ve tarihleri ortak bir insan kümesini anlatır,
tarihsel bir oluşumdur, ırk ile aynı şey değildir. XIX. yüzyılda “...
Napoleon bütün milletlere karşı yürümekle milliyet prensiplerini
bilaihtiyar vücude getirmiştir. Millet fikri, devlet ve vatan
mefhumlarından ayrı olarak, demokrasilerle beraber doğmuştur.”247
Ulusçuluk XIX. yüzyıl Avrupa tarihinin demokrasi ile beraber en
büyük kuvvetidir.248 Ulus düşüncesinin bu yüzyılda hızla yayılmasının
247Nitti, “Birkaç Mefhum - Millet, Vatan, Irk, Kavim, Devlet-”, FH, Sayı 13,
(18.1.1934). 248Hearnshaw, “Yeni Zamanlarda Milliyet Hissi Nasıl Doğdu?”, FH, Sayı 10,
(28.12.1933). Francis Delaisi XIX. yüzyılda ulusçuluk yolunda kat edilen yolu
anlatmaktadır. Delaisi, “Milliyet İdeali Nasıl Doğdu ve Nasıl Kökleşti?”, FH, Sayı
134, (16.5.1936). Russell da, dayanışma duygusuna sahip coğrafi bir grup olarak
321
dört nedeni vardı: düşüncenin kendine özgü çekiciliği, ulaştırma
araçlarının gelişmesi, askeri zorunluluklar ve emperyalist diplomatların
hırsları.249 XX. yüzyılın ilk çeyreğinde ise, milliyet tutkusu, ulusunun
çıkarını anlamaktan çok, ulusu hakkında bir gurur duymaktan, ulusuna
yapıldığını sandığı olumlu ya da olumsuz hareketlere bir tepki
göstermekten ibaret hale gelmiştir.250
Benes’e göre ulus düşüncesi demokrasinin içinden çıkmış
olmakla birlikte, totaliter rejimler onu aşırı ve kötü biçime
sokmuşlardır. Fransız Devrimi sonrasında büyük gelişim gösteren,
yaygınlaşan ve demokratik ideolojinin bir parçası durumuna gelen
ulusçuluk, o yüzyıldaki anlamıyla, yalnızca bireylerde değil ulusal
gruplarda da insanlığa saygı ilkesinin ve demokratik özgürlüklerin
uygulaması demekti. Ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı
düşüncesi demokratik ideolojinin mantıksal bir sonucu idi ve BDS
sonrasında resmen ilan edilmişti. Faşizm ve nasyonal sosyalizm gibi
totaliter rejimler bunu kararlı bir biçimde benimsediler, ideolojilerinin
nitelediği ulusun ortaya çıkış sürecini anlatmaktadır. Bertrand Russell, “Ondokuzuncu
Asırda Fikirler: Milliyet Prensibi”, FH, Sayı 261, (22.10.1938). 249“Her yerde aynı usul tatbik olundu: İbtida dil birliği tesis edildi. Sonra, bu sayede
herkese aynı tarihi hatıralar, aynı edebi hayranlıklar telkin olunarak ruhlarda gizli,
başka kimseye geçirilmesi imkansız bir ‘milli deha ve fıtret’ vücuda getirildi. Daha
sonra, bu suretle teşekkül etmiş olan ırka mensub bütün fertlerde oturdukları toprak
üzerinde tarihi, tabii ve infikak kabul etmez bir hak bulunduğu ilan edildi. Herkes bu
toprakları müdafaaya mecburdu.” Francis Delaisi, “Cihanşümul Bir Din: Milliyet”,
FH, Sayı 137, (6.6.1936). 250Julien Benda, “Milliyet İhtirasları Hakkında Bir Tahlil”, FH, Sayı 7, (7.12.1933).
322
bir kısmı haline getirdiler. Siyasal imanlarının temeli yaptılar ve bunu
en aşırı uca kadar vardırdılar.251
Savaştan acı çekmiş ülkelerin hepsinde, aynı zamanda, büyük
bir barış ve güvenlik gereksinimi ortaya çıktı.
“... İtalya yeni bir şevk ve galeyan kuvvetini daha derin yeni bir membada
aradı. İşte bu hayatî zarurete mukabele etmek için faşist nasyonalistliği
meydana çıktı. Bugün bütün italyan nasyonalistliği bu faşistliktir.
Vatanperverliğin esrar ile örtülü, hummalı bir istihalesi! 1919 tarihinden
sonra, sadece vatanperverane olan hislerin yapamadığı şeyleri nasyonalist ve
faşist imanı bir hamlede temin etti.”252
Yurtseverlik kendi sınırları dışında bir iddia beslemez, barışa
kavuşmaktan ve kendi kaynaklarını doğal biçimde geliştirmekten
başka bir şey istemez. Buna karşılık, her ulusçuluk (nasyonalizm)
kutsal bir görev adına ya da kendi kendine takındığı bir üstünlük savı
adına dünyayı düzeltmeğe, ıslah etmeğe kalkar. Başka ulusçuluklarla
çarpışmak tehlikesine maruzdurlar. Çünkü dünyanın dengesini altüst
etmek ve genel dengeyi bozmak eğilimindedir.253
251Edouard Benes, “Demokrasilerin Sükutu: Müfrit Nasyonalizm”, FH, Sayı 346,
(8.6.1940). 252Strowsky, “İtalyan Nasyonalizmi”, FH, Sayı 22, (22.3.1934). 253Strowsky, “Dünyayı Düzeltecek İtalya”, FH, Sayı 23, (29.3.1934). Strowski’ye göre,
“... Kavimler arasında şimdi ihtilafların asıl sebebi, ... hemen her tarafta
vatanperverliğin yerine nasyonalizmin kaim olmasıdır.” Ulusçuluk ile yurtseverlik bir
birine zıt şeylerdir; bu ulusçuluğun gücü, çoğunlukla karışıklığından ve karanlığından
ileri gelir. “Fakat, prensip itibarile, bütün nasyonalizmler sevkitabiiden gelen bütün
323
“Milliyetçilik” sözcüğünü Fransızcadaki “nationalisme” sözcüğü
karşılığı kullanmakta olduğunu belirten Yalçın, doğru çevrilmiş olsa
dahi, ruhları bakımından iki sözcük arasında büyük bir fark
bulunduğunu, bir Avrupalının nasyonalizm sözcüğünden anladığı ile
bizim “milliyetçilik” (ulusçuluk) sözcüğüne yüklediğimiz anlamın
apayrı şeyler olduğunu vurgulamaktadır.254 Hüseyin Cahit, yukarıda
belirtilen özelliklere sahip Avrupa nasyonalistliği ile bizim
kuvvetler gibi azmağa, zehirli bir hal almağa maruzdurlar...” Strowsky, “Nasyonalizm
ve Vatanperverlik”, FH, Sayı 5, (23.11.1933). Strowsky’ye göre, Alman kuvveti
kendisini meşru göstermek için adalete dayanmağa gerek görmemiş, ırk ideolojisine
başvurmuştur. Bugün ise Hitler’in uyandırdığı şevk ve galeyan işin çehresini
değiştirmiştir. Strowsky, “Alman Nasyonalizmi”, FH, Sayı 11, (4.1.1934). 254Hüseyin Cahit’e göre, Avrupa’daki “nasyonalist”ler demokrasi aleyhtarıdırlar, hatta
demokrasiyi yıkmak konusunda komünistlerle işbirliği yapmaktan çekinmezler; din,
hükümdarlık, soyluluk ve savaş taraftarıdırlar, Nasyonalistler bütün siyasal faaliyetin
temeli olarak ulusu kabul eder, ulusu bir mutlak kavrama dönüştürürler. Ulusun
çıkarının bütün diğer tür çıkarların üstünde olduğunu düşünür, ancak ulusa yarayışlı
şeyleri ahlaka uygun sayar, ulusu yurtla özdeşleştirirler. Yurt, onların gözünde ırksal
bir olaydır, gelişimin en gerekli koşulu diğer yurtlara karşı güvensizlikten
kaynaklanan ateşli bir yurtseverliktir, ulus ile ırk daima aynı şeyler değilse de ulusun
ırksal bir temeli vardır, onun için de Yahudi düşmanıdırlar, savaşı bütün ulusal
kudretlerin en yüksek tezahürü diye telakki ederler. Onların gözünde güç hakkın
üstündedir, devletin adil olmasına gerek yoktur, kuvvetli olması yeterlidir. Hüseyin
Cahit’e göre, nasyonalizmin bir de iyiliği vardır. Sömürgelerden Avrupa’ya
savaşmaya getirilen insanlar Savaşta yenilenlerin topraklarını işgal ettiler. Bu
savaşçılar barış anlaşmalarındaki haksızlıkları gördükçe, Avrupa’ya karşı olan
saygılarını yitirdiler. Gayet tekemmül etmiş olan maddi bir uygarlığın arkasında adi
bir manevi uygarlık gizlendiğini kolayca anladılar. Yazara göre, bağımsızlık
hareketleri ulusal coşkunluğun temelini teşkil ederse bunlar daima yararlıdır.
Avrupa’da bir haraplık nedeni olan şey, yani nasyonalizm, Avrupa’nın dışında büyük
ulusal grupların oluşumunu ve yeni uygarlıkların gelişimini hazırlamaktadır. Hüseyin
Cahit, “Bizde Milliyetçilik Avrupada Nasyonalizm”, FH, Sayı 3, (9.11.1933).
324
milliyetçiliğimizin (ulusçuluğumuzun) farkını özenle vurgular.
Milliyetçiliğimizi içe ve dışa karşı bir savunma refleksi olarak niteler.
“Bizde nasyonalistlik, harici siyasetimizde, (...) memleketimizi yarı
müstemleke şeklinde telakki eden haris ve insafsız garp devletlerine karşı bir
istiklal mücadelesi şeklini almıştır. Bizde nasyonalistlik dahili siyasette
Türkün gayrı unsurların memleketi yıkmak yolundaki emel ve teşebbüslerine
karşı Türkün hakkını muhafaza endişesile doğmuş bir aksülamel şeklinde
başladı. Türk nasyonalizmi muhafazakar ve mürteci değildir, hükümdarlık
taraftarı değildir, ruhani sınıflar nüfuzuna dayanmak fikrinde değildir, harp
aramaz, ırk düşmanlığı bilmez.” 255
Kendisinin de ulusçu olduğunu belirten Hüseyin Cahit’e göre,
Türk ulusçuluğunun Avrupa nasyonalizminden çok ayrı ve yüksek
olduğunun kimi yabancı yazarlar da farkındadır.256 Ülkemizdeki
255a.g.m. 256Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı: Yeni Türkiye’ye Dair”, FH, Sayı 79,
(25.4.1935). Batılı bir yazarın, “... komşularını, hatta çok kere uzak ve meçhul
kavimleri bile yutmak için...” ölçüsüz hırsa sahip olmalarını Avrupa’daki ve Avrupa
dışındaki nasyonalizmlerin ortak yanı olarak gösterdiğini belirten Yalçın, aynı
düşünürün, Kemalist Türkiye’deki ulusçuluğu dünyanın içine en az emperyalizm
bulaşmış ulusçuluğu olarak nitelemesine işaret etmektedir. Yalçın, aynı düşünürün şu
değerlendirmelerini aktarmaktadır. “…Türk kavminin tecanüsünden başka bir şey
istemiyorlar. Karışık olmayı, tahakküm hareketlerine kalkmayı akıllarına
getirmiyorlar.” “Türkiye harbi kazanmış olduğu için, bazı muhitler galebesini fütuhat
şekline sokmadığından dolayı hayretler içinde kaldılar. Klasik an’ane budur. Gazinin
bu ananeyi takip etmemesi selim, sakin ve emperyalizm karışmamış bir nasyonalizm
hakkında göstereceğim son örneği teşkil eder.... Türk inkılabı bize isbat etti ki bir
millet kendi ferdiyeti içine yabancı düşmüş unsurlar karıştırmadan, komşularının
ülkesine el uzatmadan de şevket ve kudret sahibi olabilir. Emperyalizmden bir hayır
görmemiş olan milletlerin Türklerin misalini takip etmemeleri için mücbir bir
sebepleri var mıdır?”
325
ulusçuluğu Avrupa’dakinden ayırt etmek bakımından, Türk
ulusçuluğuna “milliyetçilik” nitelemesini, Avrupa’daki ulusçuluğa ise
“nasyonalizm” nitelemesini uygun görmekte, “… kendi aramızda
yaşayan bazı unsurların vaktile Türk vatanına karşı hıyanete, Türk
unsuruna karşı tefevvuk ve tahakküme kalkmaları yüzünden…” Türk
ulusçuluğunun savunma refleksi ağırlıklı olduğunu vurgulamaktadır.
“...Bizde milliyetçilik yüksek bir vatan aşkı ifade eder. Daima ileriye atılan bir
hamleyi gösterir. Bunda kimseye karşı tecavüz fikri olmadığı gibi, kimseyi
hakir görmek meyli de yoktur. Halbuki Avrupa nasyonalistleri mürteci, dar
düşünceli, insanlık mefhumuna arka çevirmiş, mutaassıp kimselerdir.” 257
“Türk milliyetçiliğini Avrupanın ‘nasyonalizm’i ile karıştırmak kadar büyük
bir hata ve gaflet tasavvur edilemez. Bizim temiz, yüksek ve insani
milliyetçiliğimizle Avrupanın dar, mutaassıb, mürteci nasyonalizmi arasında
zerre kadar münasebet yoktur. Bizim milliyetçiliğimiz çok esaslı, çok yüksek
ve kuvvetli bir vatan muhabbetinden ibarettir. Bizde milliyetçilik gene kendi
aramızda yaşıyan bazı unsurların vaktile Türk vatanına karşı hıyanete, Türk
unsuruna karşı tefevvuk ve tahakküme kalkmaları yüzünden bir müdafaa
aksülameli tarzında vücud buldu. Hedefi vatanın ve Türk ırkının selametini
temindi. Bugün bu mücadele safhasını atlatan ve vahdet ve tecanüsüne
kavuşan Türk unsuru için milliyetçilik bu kadar fedakarlık pahasına elde
edilmiş mütecanis vatanı sevmek, korumak ve daima ilerletmek manasını
257Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı: Bolşeviklik, Faşistlik ve Demokrasi”, FH,
Sayı 83, (23.5.1935).
326
ifade eder. Milliyetçiyiz, yani vatanımızı çok severiz. Fakat vatanın selametini
tahakküm ve istibdatta, irticada aramayız...”258
Hüseyin Cahit’e göre, atalarımızı milliyet duygularına sahip
olmamakla, Osmanlı Devletini Arapça, Farsça ve Osmanlıca’yı
Türkçeye yeğlemekle suçlamak “tarihe vukufsuzluk neticesidir,
muhakemesizlik mahsulüdür.” Milliyet duygusu ve kavramı yeni
icatlardandır. Üstelik milliyet duygusundan yoksun olan yalnız bizim
atalarımız değildir.259
258Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı: Namık Kemal İhtifali”, FH, Sayı 112,
(14.12.1935). Hüseyin Cahit’e göre, Namık Kemal, özgürlük ve yurt kavramlarını bu
ulusun ruhuna sokmuştur. Namık Kemal’in başarısının sırrı, bu iki kavramda temsil
edilen iki aşkı içimizde tutuşturmasındadır, o kavramları bizim varlığımızdan bir
parça yapmasındadır. “... Osmanlı imparatorluğu içinde, bir halitayı ayakta, yaşar bir
halde tutabilmek için bir belkemiği hizmetini görecek unsura ihtiyaç vardı. Bu unsuru
ancak ‘müslüman’ adı altında temin edebilmek kabildi. Sair unsurlara nisbetle azlık
halinde kalan Türk unsuru için bir üstünlük istemek ve sonra da hürriyet ve adaletten
bahsetmek imkanı yoktu. Onun için, Namık Kemal’in islamcılığını neşrettiği
fikirlerin temeli saymak doğru olmaz. O vatanının selametini ve bu vatanda hürriyet
rejiminin hüküm sürmesini istiyordu. İşte onun eserinde ölmeyen ve ölmeyecek
noktalar budur. Zamanın, muhitin icab ve mahsulü olan ikinci derecedeki teferruat
eserin esaslı hatlarını ve kıymetini bozamaz.” 259“Avrupada milliyet hissi nasıl Napoleon’un istila siyasetine karşı bir müdafaa
hareketi olarak vücut buldu ise bizde de milliyet duyguları hem mütecaviz Avrupa
devletlerinin memleketimizi istismar eylemek, vücudumuzu ortadan kaldırmak
yolundaki siyasetlerinin hem dahilde, ecnebi tahrikatı neticesinde bizden evvel
milliyet hissine sarılmış muhtelif unsurların vatanı parçalamak hususundaki
teşebbüslerinin neticesi olarak tecelli etti. Bizde de bu büyük bir müdafaa zembereği
oldu ve gördüğümüz kurtuluş mucizesinde en büyük manevi amili teşkil etti.”
Hüseyin Cahit, “Niçin Ecdadımız Milliyetçi Değildiler?”, FH, Sayı 14, (25.1.1934).
327
Hüseyin Cahit, Atsız’ın Toplamalar adlı kitabında yer verdiği
ulus ve ulus tarihi çözümlemelerini değerlendirmektedir.260 Hüseyin
Cahit, Türk Ulusunun iki anayurdu bulunduğu biçiminde Atsız’ın
savunduğu tezi, “... siyasi mülahazalara göre biraz sun’i surette yapılmış
bir tertib...” gibi görmekte ve şu değerlendirmede bulunmaktadır.
“... Aynı zamanda muharrir, ‘Türkiye’nin fütuhat neticesi elimize geçtiğini de
söylüyor. Fetih hakkı olarak anayurddan buraya geldiğimizi ve bin seneye
yakın bir zamandan beri burada yerleşmiş olduğumuzu neden en esaslı bir hak
diye ileri sürmiyelim de anayurd tabirini çeke çeke bu kadar uzatmağa
uğraşalım? Bir kavim mutlaka ilk teşekkül ettiği noktada mı yaşamağa
260Atsız’a göre Türk tarihi İngiliz, Alman ve Fransız uluslarının tarihleri gibi
değerlendirilemez. Çünkü, Türk Ulusu tarih başladığı zaman oluşmuştu, ayrıca, Türk
tarihi, diğer uluslarınkinden farklı olarak, “aynı ve dar bir alanda” geçmemiştir.
Örneğin, Fransızlar için ulus, “o vatan içinde oturan ve birbirine karışan insanların
topluluğundan doğan varlık” demektir. Fransızlar değişik unsurların aynı yurtta
karışmasından doğan bir ulus oldukları için yurt tarihini esas almak zorundadırlar.
Buna karşılık, Araplar için tarih bir ulus tarihidir. Çünkü yurtlarının sınırları değişik
kalmakla beraber bu ulus yüzyıllar boyunca devletini kaybetmiş, fakat ulusal varlığını
korumuştur. İngilizler için tarih bir devlet tarihidir. Çünkü yurt dışına çıkınca, kültür
olarak İngiliz kalmakla beraber İngilizden başka bir ad taşıyan İngilizler esas
varlıklarını ana devletlerinde korumuşlardır. Türk tarihi için ise, Atsız, ulus-devlet
esasının kabul edilmesi gerektiği kanısındadır. “... Esas olarak sülale ve rejim tarihini
kabul etmemiz yanlıştır. Her sülaleyi ayrı bir devlet sayamayız. Hakikatte ayrı ayrı
birçok Devletler kurmuş değiliz, yalnız birçok hükümdar sülaleleri değiştirmişizdir.”
Ona göre, “Ahalisi, sınırları, toprağı, teşkilatı, dili, an’anesi bir olan iki devre
arasındaki fark yalnız başlarındaki hanedanın ayrı bulunmasından ibaret kalırsa buna
nasıl ayrı devletler denilebilir?” “Türk tarihi deyince, aklımıza anayurd Türk tarihi
gelmelidir. Anayurd ise onbirinci asra kadar yalnız Türkistan, onbirinci asırdan
başlıyarak ta Türkistan ve Türkiyedir. Şu halde 11 inci asırdan sonra iki Türk Devleti
vardır. Fakat bu iki Devlet de bazan birleşmişlerdir.” Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat
Hayatı: Türk Tarihi Üzerine Toplamalar III”, FH, Sayı 151, (12.9.1936).
328
mahkumdur? Muhaceret etmiş kavımlar sonradan fethettikleri ve asırlarca
üzerinde yaşadıkları topraklarda yabancı mı sayılırlar ki bunu sanki
affettirmek ister gibi ‘anayurd’ tabirini kullansınlar? Anayurd denilince sadece
bir kavmın ilk kaynağı olan kıt’ayı anlamak daha doğru ve daha sade olmaz
mı? Ben bunda milli idealimizi rencide edecek hiçbir şey göremiyorum.”
Yalçın’a göre, Atsız, bir yurt içinde oturan ve birbirine karışan
insanlar topluluğundan doğan varlığın “ulus” olarak adlandırılmasını
yadırgamaktadır. Oysa günümüzde ulus kavramı, aşağı yukarı, Atsız’ın
yadırgadığı biçimde tanımlanmaktadır. Atsız’ın ulus anlayışında ırk
unsuru öne çıkmaktadır. Yalçın şu değerlendirmeyi yapmaktadır.
“Biz ‘millet’ kelimesini ‘ırk’ tabiri ile müteradif mi telakki edeceğiz?
Vatanımız olan Türkiyede bugün hepimizin ayrı ayrı hangi ırklara mensub
olduğumuzu tesbit edebilir miyiz? Bugün içimizde bazı çocuklar biliyorum ki
babaları Arab ve anaları Almandır. Fakat bu gençler bugün Türk adını
taşıyorlar. Hem onların Türklüğü yalnız adlarında değildir, kalblerindedir.
Kendilerini Türk hissediyorlar, hayatlarını Türklüğe veriyorlar, Türküm
diyorlar. Onun için, muhtelif unsurları nefsinde toplamış ve hepsini Türk
milliyetinin putası içinde eriterek aynı hissiyata, aynı an’anelere, aynı
ideallere sadık bir hale getirmiş Türkiye hududları içinde biz vatan tarihini
bertaraf edemeyiz. Muharririrn tavsiye ettiği gibi ‘Millet-Devlet’ esasını kabul
etmenin şümul ve delaleti ne olabileceği biraz mübhem ve meşkuk kalıyor.
Muharrir ‘millet’i ne suretle tarif ediyor? Milleti vatandan ne suretle ayırıyor?
Vatandan ayrılan millet ‘ırk’ demek olmuyor mu? Irk ve temiz ırk
telakkilerine kaçarsak Hitler dalaletlerine düşmiyecek miyiz?”261
261“Ahalisi, sınırları, toprağı, teşkilatı, dili, an’anesi bir olan devreleri hükümdar
sülalelerinin ve rejimlerin ayrılıklarına rağmen, Atsız, aynı Devlet saymaktadır.
329
Yalçın’ın Toplamalar konusunda yaptığı değerlendirmelere,
Atsız, gönderdiği bir mektupla yanıt vermiş, siyasal yaşamda istikrarı ve
milliyette ırk ve kan esasını vurgulayan bu mektubu, Yalçın, Fikir
Hareketleri’nde yayımlamıştır.262 Yalçın’a göre ise, siyasal yaşamdaki
Bundan dolayıdır ki Osmanlı saltanatı yıkılıp ta cumhuriyet rejimi yükseldiği zaman,
Atsız’ın yaklaşımına göre, Devlet değişmemiştir. Hep aynı Türk Devleti devam
ediyor. Bunu vatanımızda maziye doğru da teşmil ve tatbik edebiliriz. Bugünkü
Devletimizin kuruluşunu Osmanoğullarının saltanata gelmelerinden başlatmakta
hiçbir mantık yoktur. Buraya Selçuklarla geldik ve yerleştik. Onun için, bugün
Türkiye Cumhuriyeti hududları ile anladığımız vatan içinde biz ta ilk istila devrinden
beri aynı Devlet olarak yaşıyoruz. Anadoluda Türkleri Osman Beyin emareti ile
başlatmak Osmanlı saltanatının belki de kasdi bir yanlış görüşünden ibaretti. Fakat
bundan daha yukarı zamanlara çıkmak isteyince, Atsızın saydığı şartlardan bazıları
karşımıza dikilmiyor mu? Mesela sınırlar? İki Devleti aynı varlık telakki edebilmek
için sınır birliği lazım değil mi? Hem, birinci makalemde dediğim gibi, bir kavmin bir
iki kere Devlet kurmasında o kavmin şeref ve haysiyetini bozacak ne var ki böyle
zihne mülayim gelmiyen ve zoraki ileriye sürülmüş gibi görünen telakkiler peşinde
koşalım?” a.g.m. 262Atsız, 155. sayıda yayımlanan mektubunda, siyasal yaşamdaki istikrarı bir ulus için
en büyük şeref olarak algıladığını, değişik hükümdar sülaleleri tarafından
yönetilmelerine karşın Türklerin tek bir devletinin bulunduğunu ileri sürmektedir.
Atsız’a göre, ‘ulus’ kavramını her ulus için ayrı ayrı tanımlamak gerekmektedir.
Örneğin, Fransız ulusu için yapılacak tanım Türk Ulusu bakımından yapılacak
tanımdan farklıdır. Türkler için milliyette esas ırk ve kan birliğidir. Yurt ikinci
derecede kalır. “Kaşgardan gelen hacılar türküz diye barbar bağırırken ve ‘Kamal
Ata’(Atatürk)yı kendi padişahları sayarken vatan ayrılığı var diye biz onları nasıl
Türklükten dışarı çıkarırız? Hem vatan birliği, vatan ayrılığı ne demek? Türklerin
doğup büyüdüğü, ecdad hatıralarile dolu her yer Türk vatanı değil midir? Vatan diye
siyasi hududlarımızı telakki edersek herhangi bir mağlubiyette elimizden çıkan bir
yeri bizim için ebediyen kaybolmuş nu telakki edeceğiz?” Atsız’ın değerlendirmesine
göre, ırk ve kan birliğine dayanmıyan Türk milleti kendi içinden ihanetlere uğrar.
“Eskiden ırkçılığın aleyhinde olanlar ‘insanların kanlarını tahlil mi edeceğiz?’ diye
ırkçılarla alay ederlerdi. Fakat bugün kan grupları ile ırkı tayin etmek meselesi artık
müsbet ilim sahasına girmiştir. Bundan dolayı ırk ve temiz ırk meselesini ‘Hitler
330
istikrarı (başkalarına esir olmadan yaşamayı) bir ulus için en büyük şeref
sayan Atsız’ı tarihsel olaylar doğrulamamaktadır. Atsız’ın düşünceleri
dilek düzeyinde kalmaktadır.263 Atsız’ın, Türkler için milliyette esasın
ırk ve kan birliği olduğu, yurdun ikinci derecede kaldığı tezi, Yalçın için
kabul edilemez bir tezdir. Bugünkü duruma göre, hiçbir kavim ‘ırk ve
kan birliği’ni milliyet için esas tutamaz. Bir ulus için bir yurttan söz
ediliyorsa, bu genel bir kayıttır. Her ulusta yurt dışında kalmış ulusdaşlar
vardır. Bu durum, onların hiçbir zaman bağımsız bir yurtta toplu yaşayan
ulusdaşlardan ayrı sayılmalarını gerektirmez. Örneğin, Türkiye
Cumhuriyeti sınırları dışında yaşayıp da Türk’üz diyenlerin hepsi
Türk’tür. Ayrıca, Atsız’ın belirttiği gibi, kan grupları ile ırk sorununu
çözmek olanaklı olmuş olsaydı, konu hala tartışılmaya devam etmezdi.
2. Irkçılık: Doğuşu, Gelişimi ve Niteliği
dalaleti’ olmak üzere kabul etmiyorum. Bunu bir dalalet olarak kabul etsek bile acaba
bu dalalet, yabancıları Türk diye bağrımıza basıp sonra müşkül saatlerimizde onların
ihanetine uğramak dalaletinden daha mı büyüktür?” Atsız, Hitlerin etkisi altında
olduğu biçimindeki eleştirileri yanıtlarken de, kendisine kimilerinin Türk faşisti
dediklerini, bununla birlikte, Hitlerizmin atkisi altında kalmadığını, henüz 1924
yılında dört arkadaşı ile birlikte uzun tartışmalar ve çalışmalar sonucunda Türk ulusu
için en doğru esasın ırk ve kan ilkesi olduğunu kabul ettiğini, o tarihte Türkiye’de
kimsenin Hitlerden haberi olmadığını belirtmektedir. Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat
Hayatı”, FH, Sayı 155, (10.10.1936). 263Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı – Birkaç Söz”, FH, Sayı 156, (17.10.1936).
331
Irk, yalnızca kan alakalarını gösteren fizik bir tipin devam edip
gitmesidir. Tarihi oluşumları ve toplanmaları temsil eden kavim, ulus,
dil, ahlak ve adetlerin ırk ile hiç ilgisi bulunmayabilir ve genellikle de
bulunmaz. Bugün artık halis ırk yoktur, karışmış ırklar vardır. Ari
ırklardan, hatta sadece latin ırklarından bahsetmek kadar gülünç bir şey
olamaz. Bir İtalyan ırkının varlığı iddia edilemez, yalnız bir İtalyan
ulusu vardır. Ulus ırk ile aynı şey değildir.264 Ulusçular Gobineau’nun
(1816-1882) tarihi ve ulusal gururu okşayan eserlerinden
esinlenmişlerdir.265
264Nitti, “Birkaç Mefhum - Millet, Vatan, Irk, Kavim, Devlet”, FH, Sayı 13,
(18.1.1934). 265Nitti, “Ari Irkların Faikiyeti? Gobineau’nun Mes'uliyeti”, FH, Sayı 16,
(8.2.1934). “... Kont Gobineau bulutlu ve geveze bir muharrirdi. Bugün nasıl
roman tarzında tercümei hal yazıyorlarsa o da o zaman ilimden o tarzda
bahsediyordu. Tahsili ciddî ve esaslı değildi. İnsan ırklarının müsavatsızlığı
hakkındaki dört cildi akıl ve hayale gelmiyecek bir sürü saçma sapan sözler
yığınıdır. Gobineau her şeyden bahseden bir gramofon idi. Başı sonu belli
olmıyan romanlar, binlerce mısradan mürekkep manzumeler yazar, İranlıların, ilâh.
tarihinden bahsederdi. Bir salon diplomatı idi. Parlak bir zekası vardı. Göz
kamaştırmak zevkini ilmî hakikate tercih ederdi. Aynı zamanda pek kendini
beğenmiş bir adamdı. Kendisindeki arî dehasını ispat için kitapları gibi yazılmış
bir şecere neşretti. Fransayı istilâ etmiş olan ilk Viking’lerin neslinden geldiğini
iddia ediyordu.
“… Gobineau bugünkü nasyonalist dalâletlerinin doğrudan doğruya yahut
bilvasıta en birinci mesulüdür.” Paul Ferdonnet’ye göre, ırkçı düşünce, diplomat bir
Fransız olan ve ölümünün 50. yıldönümünde (1932) Almanlarca kendi uluslarının
büyüklüğüne layık gördükleri bir parlaklıkla anılan Kont Joseph Arthur de
Gobineau’nun 1853-55 yıllarında yayımladığı kitapta ortaya atılmıştır. Gobineau,
kitabında, bir kavmin çöküşünün yabancı ırklarla karışmasından ileri geldiğini
savunmaktaydı. Gonineau’ya göre, ari ırk Batı uygarlığını yaratan yüksek ırktır; en
saf ari ırkını da cermen ırkı korumuştur. Ferdonnet, “Alman Faciası: Irk İdeolojisi”,
FH, Sayı 28, (3.5.1934).
332
“Gobineau’nun tasnifini teşkil eden yedi medeniyet grubu arasında
birincilik arîlere düşüyor. Eski zamanlardaki yunanlılarla asrî medeniyetin
cermenleri bunların neslindendir. Büyük olan her şey arîdir; güzel san’atlar,
medeniyet, ilim münhasıran arîlere mahsus bir imtiyazdır. Arîler başka
ırklarla, karıştıkları zaman melezler vücude getirdiler, necabetlerini
kaybettiler. Arî ırk mabutlar ve kahramanlar yetiştirdi. Az karışık
olduğu müddetçe dünyada yüksek vazifeler gördü. Fakat başka ırklarla
kaynaştığı dakikadan itibaren inhitata doğru yürüdü. Germenlere dünyaya
malikiyet asasını veren ve bütün asaletleri yalnız zarurî ve elzem bir vak’a
diye değil, faydalı ve hayırlı bir vak’a diye de izah eden bu garip telâkki
bir taraftan cermen kibir ve gururunu okşuyor, diğer taraftan da
asilzadelerin bütün bâtıl fikirlerine taraftarlık ediyordu. Bütün nasyonalist
dalâletlerini muhik[haklı, doğru] gösterdikten başka yahudi aleyhdarlığına
da hak veriyor, beşeriyet hakkında şairane ve felâketengiz bir telâkki
getiriyordu…”266
Irkçılık düşüncesi XIX. yüzyılda Malthus ile Darwin’in doğal
seçilime ilişkin kuramları sonrasında belirmeye başlamış ve bu yüzyılın
ikinci yarısında daha da güçlenmiştir.267 Hitler’in damgasını taşıyan
266 Nitti, Gobineau’dan sonra kimi antropolog ve sosyologların (Almanya’da Ammon ve
Stewart Chamberlain, İngiltere’de Galton, Pearson, Bateson ve Fransa’da de
Lapouge gibi) bir takım hatalarla tarihi izah etmeğe ve geleceği kestirmeğe
kalktıklarını belirtmektedir. Nitti, “Arı Irkların Faikiyeti?: Gobineau’nun
Mes’uliyeti”, FH, Sayı 16, (8.2.1934). 267Edmond Vermeil, “Irkçılık Hareketi: Almanyada Asıl Irkçılık Ne Zaman Başladı?”,
FH, Sayı 276, (4.2.1939). Yalçın, bir makalenin başına koyduğu sunuş yazısında,
ırkçılığı, çağdaş dünyanın en önemli düşünsel, felsefi ve toplumsal hareketi olarak
nitelemektedir. “Hitler’in tarifine göre, Almanya ‘ırkçı bir Devlet’tir. Kanunlar,
maarif, ilim, güzel san’atlar, iktisad, hasılı gerek umumi ve gerek hususi hayat bu
333
ırkçılık ise 1919’dan 1937 yılına kadar olan devrede gelişmiş, bu ırkçılık
daha önceki Pancermanizmin bütün mirasını kendisinde toplamıştır.268
yeni telakkinin icablarına boyun eğmek mecburiyetindedir. ‘Irk politikası ofisi’
namile tesis edilen mühim bir teşkilat bu babda icab eden tertibatı almakla meşguldür.
Büyük bir milleti hususi bir rejim altında yaşatan nazariyeleri ve bu nazariyelerin
Alman kavminin ahlak ve adatında ve tarzı hayatında husule getirdiği derin
hercümercleri alaka ve dikkat ile takib etmek bütün münevverler için bir borçtur.”
Vermeil, “Irkçılık Hareketi: Cihan Harbinden Evvel Almanyada Irkçılık”, FH, Sayı
274, (21.1.1939). 268Vermeil, “Irkçılık Hareketi: Irkçılık ve Pancermanizm”, FH, Sayı 275, (28.1.1939).
Pancermenizm üç büyük aşamadan geçmiştir: XIX. yüzyıldaki başlangıç aşaması,
Bismark zamanı ve İkinci Guillaume aşaması. “Alman ırkçılığının asıl tarihi Viyana
Kongresinden 1918 mütarekesine kadar sığan devre içindedir. Bu hareket 19 uncu ve
20 nci asırların pancermanizm hareketi ile büyük nisbette karışır...” Vermeil, “Irkçılık
Hareketi: Pancermanizmin Üç Merhalesi”, FH, Sayı 278, (18.2.1939). Günther’in
1920 ile 1937 yıllları arasında yayımlanan eserleri, Alman ırkçılığının BDS
sonrasında pancermanist geleneğini ne kadar çabuk tekrar ele aldığını bize
göstermektedir. Vermeil, “Irkçılık Hareketi: Nordisme Nazariyesi”, FH, Sayı 280,
(4.3.1939). Makale, Günther’in ırk konusundaki görüşlerini değerlendirmektedir.
Vermeil’in konuya dair diğer makaleleri: Vermeil, “Irkçılık Hareketi: Şimal Ruhu
‘Totaliter’dir” FH, Sayı 281, (11.3.1939); Vermeil, “Irkçılık Hareketi: Şimallilerin İlk
Vatanı” FH, Sayı 283, (25.3.1939); Vermeil, “Irkçılık Hareketi: Pannordisme” FH,
Sayı 284, (1.4.1939). Vermeil, “Irkçılık Hareketi: Hitler Mezhebinin İlmihali” FH,
Sayı 285, (8.4.1939), Vermeil, “Irkçılık Hareketi: Hitlerde ve Rosenbergde Yahudi
Düşmanlığı” FH, Sayı 286, (15.4.1939); Vermeil, “Irkçılık Hareketi: Katolikliğe ve
Yahudiliğe Karşı” FH, Sayı 287, (22.4.1939); Vermeil, “Irkçılık Hareketi: Hitler ve
Rosenberg’in Tenkidleri” FH, Sayı 288, (29.4.1939); Vermeil, “Irkçılık Hareketi:
Otorite ve Irkçılık” FH, Sayı 289, (6.5.1939); Vermeil, “Irkçılık Hareketi: Hitlercilik
Müsavat Tanımaz” FH, Sayı 290, (13.5.1939); Vermeil, “Irkçılık Hareketi: İki Yüzlü
Alman Felsefesi” FH, Sayı 291, 20.5.1939); Vermeil, “Irkçılık Hareketi: Üçüncü
Reich’ın Dahili Rejimi” FH, Sayı 292, (27.5.1933); Vermeil, “Irkçılık Hareketi:
Nasyonal-Sosyalist Devlet” FH, Sayı 293, (3.6.1933); Vermeil, “Irkçılık Hareketi:
Kapitalizm Devlete Hizmetkar” FH, Sayı 295, 17.6.1933); Vermeil, “Irkçılık
Hareketi: Bedeblere ve Ruhlara Hakim Olmak İçin” FH, Sayı 296, (24.6.1933);
Vermeil, “Irkçılık Hareketi: Goebbels ve Propaganda” FH, Sayı 310, (30.9.1939);
Vermeil, “Irkçılık Hareketi: Yeni Almanyada Fikir Cerayanları”, FH, Sayı 313,
(21.10.1939); Vemeil, “Irkçılık Hareketi: Nasyonal-Sosyalist Hareketinin
334
Ulusu ırksal değil tarihsel birer oluşum sayan Nitti, onların
oluşumunda asıl etkenin ortak yaşam, din, duygular, toplumsal
mücadeleler ve kültür olduğunu belirtmektedir. Ona göre, panslavizm,
pancermenizm, panserbizm, panhelenizm vs. ancak birer anlayıştan
ibarettir. Bunlar bilimden değil, aydınların ve politikacıların
dimağlarından çıkmışlardır ve siyasal birer program ifade ederler.269
Bütün dahilerin ari kavimlerine mensup olduklarına, ariler saf
kaldıkça kahramanlar yetiştirdiklerine dair ortaya atılan garip ve
anlamsız fikirlerin iki sonucu görülmüştür. Bunlardan biri, Almanların
kendilerinde ırk bakımından büyük bir yükseklik hülyasına
kapılmalarıdır. Bu üstünlük onları bütün dünyaya egemen olmaya aday
yapıyordu. İkinci sonuç, Almanların ırkın arılığı düşüncesine
saplanmaları ve arılığı diğer unsurlardan ve özellikle Yahudilerden
korumaları gerektiği düşüncesine kapılmalarıydı.270
Hazırlanması”, FH, Sayı 314, (28.10.1939); Vemeil, “Irkçılık Hareketi: Nasyonal-
Sosyalist Siyaseti”, FH, Sayı 318, (25.11.1939); Vermeil, “Irkçılık Hareketi:
Nasyonal-Sosyalizm ve Diğer Alman İdeolojileri”, FH, Sayı 322, (23.12.1939);
Vermeil, “Irkçılık Hareketi: Bugünkü Almanyanın Ruhu”, FH, Sayı 327,(27.1.1940).
Almanya’da ırk nasyonalizminin gelişim süreci için bkz. Strowsky, “Almanyada Irk
Nasyonalizmi”, FH, Sayı 12, (11.1.1934). 269Nitti, “Irk Hakkında Bazı Yanlış Düşünceler”, FH, Sayı 23, (29.3.1934). 270Nitti, “Irk Sahasında Arilik Davaları”, FH, Sayı 262, (29.10.1938). Nitti, bir diğer
makalesinde de, Almanya’da bir sistem hastalığı, biril olayları genel fikirler arasından
görme yeteneği bulunduğunu, oldukça anlamsız bir şey için bile koca bir bina kuracak
ve sistem yaratacak bir Alman profesörü var olduğunu, Almanların fabrikadan fazla
sistem kurduklarını ileri sürmektedir. Nitti, “Almanya’da Sistem Hastalığı”, FH, Sayı
263, (5.11.1938).
335
XIX. yüzyılın iki büyük kişiliğinin, iki büyük devrimcisinin
Marx ile Gobineau olduğunu, Marx’ın sınıf mücadelesi ve proleterya
diktatörlüğü mistiğini, Gobineau’nun ise ırkçı mistiği ve büyük ulusçu
(nasyonalist) hareketleri kurduğunu belirten Nitti’ye göre, BDS
öncesinde pek sınırlı etkiye sahip bulunan bu ikili, ideolojileri
aracılığıyla, Savaş sonrasında Avrupa’nın altüst olmasına ve
darmadağınık hale gelmesine neden olmuşlardır. Gobineau’dan önce
büyük Alman düşünürleri hiçbir zaman nasyonalist anlayışlara
kapılmamışlardır.271
Gobineau’nun düşüncelerini Nitti şöyle özetlemektedir.
“... yüksek bir asya ırkı, ariler vardır. Bunlar Hindistandan çıkmışlar ve yunan
medeniyetini doğurduktan sonra Avrupanın ve bilhassa cermenlerin temelini
teşkil etmişlerdir. Bu ırk diğer ırklara kahir surette üstündür. Çünkü onlar
siyah yahud sarı kan ile az çok bulaşmışlardır. Diğer ırklar haiz oldukları az
çok ari kaynağa göre muhtelif seviyeler işgal ederler. Tarih bir ırk
271Nitti, “İki İnkılabcı”, FH, Sayı 261, (22.10.1938). Nitti, hiçbir Alman düşünürünün
Gobineau’dan evvel ırk mücadelesinden bahsetmediğini, cermenlerin üstünlüğünü
vurgulama gereği duymadığını belirtmektedir. “...Bilakis, çoğu [A]lman ilmini ve
alman kültürünü pek medhettikleri halde sair kavimlere karşı bundan bir üstünlük
yahud emniyetsizlik iddiası çıkarmamışlardır.” Gobineau’nun ırkların eşitsizliği ve
cermenlerin üstünlüğü düşüncesi Hitler’de yankı bulacaktı. Nitti’ye göre
Gobineau’culuk, Marx’cılık ile aynı etkiyi muhtelif şekil altında icra ediyor.
Gobineau’culuk da Marxcılık gibi, tarihi izah etmekte, geleceği haber vermektedir.
Toplumsal eşitsizliği de ırksal bir olay olarak kabul etmektedir.
336
meselesinden başka bir şey değildir. Tarih biribirlerile çarpışan muhtelif
ırkların gayrimüsavi meziyetleri ve bu ırkların tesalübünden doğmuş aşağı
ırkların mevcudiyeti ile izah olunur. Büyük imparatorluklar ve büyük
medeniyetler yüksek ırklar ve aşağı ırklarla karıştıkları zaman
mahvolmuşlardır. Aynı milli sınırları muhafaza etmiş olsalardı başlarına bu
felaket gelmezdi. Gobineau ırkları tasnif ederken birinci mevkii arilere
vermiştir. Eski medeniyetin Yunanlıları ve modern medeniyetin cermenleri
bunlardan gelirler. Ariler saf kaldıkları müddetçe kahramanlar
yetiştirmişlerdir. Büyük olarak ne varsa bize hep onlardan intikal etmiştir.”272
Hankins’e göre, ırk öyle bir insan grubunu ifade eder ki buna
dahil olanlar diğer gruptakilerden bazı fiziksel farklarla ayrılırlar.273
İnsanlar o kadar çok yer değiştirmişler ve değişik kabileler arasındaki
ilişkiler o kadar sürekli bir hal almıştır ki ırk bakımından tam bir
halisliği korumaya olanak kalmamıştır.274 Avrupa milliyetlerinde ırk
yönünden homojenlik aramak boş bir çabadır.275 Siyaset ya da
kültürün oluşumunda ırkın hiç öneminin olmadığı söylenemezse de, bu
etkiyi şu an için ölçme olanağından yoksunuz.276
272a.g.m. Werner Sombart da yüksek veya aşağı ırklardan söz etmenin doğru olmadığı
kanısındadır. Werner Sombart, “Muhtelif Irkların Kıymetleri”, FH, Sayı 6,
(30.11.1933). 273Frank H. Hankins, “Irk Mefhumu”, FH, Sayı 174, (20.2.1937). 274Hankins, “Halis Irklar Var mıdır?”, FH, Sayı 177, (13.3.1937). 275Hankins, “Irk ile Millet Aynı Şey Olabilir mi?”, FH, Sayı 179, (27.3.1937). 276Hankıns, “Irkın Siyasi Ehemmiyeti”, FH, Sayı 181, (10.4.1937).
337
Cermen kavminin ırk bakımından üstünlüğü ve Cermen
kanının üstünlüğü kuramı bilimsel gerçeklere ters düşmektedir.277
Genellikle sanıldığının aksine, ulusu ırk vücuda getirmemiştir. Tam
tersine, uluslar halinde gruplar oluşturmak gereğidir ki aynı uluslar
içinde yaşayan insanlara dil, gelenek, ahlak ve adet birliğini ve bu da
onlarda ortak bir kaynaktan çıktığı sanısını doğurmuştur.278
Stoffel de, ırkları iyi ve yüksek, kötü ve aşağı diye ikiye ayıran,
bu ayrım çerçevesinde ari ırkın birinci sınıfı, Yahudi ırkının da ikinci
sınıfı oluşturduğunu belirten anlayışı bilimsel yönden savunmanın
olanaklı olmadığını, bu tür ırkçılıkta Nasyonal Sosyalistlerin çıkarlarının
gizli olduğunu savunmaktadır.279 Yahudi aleyhtarlığını değerlendirirken,
Nitti, Yahudilerden nefret duygusunun (antisemitizm) barbarlığa
dönüşten olduğunu, bunun, öteden beri her türlü etkinlik alanında
Yahudilerin gösterdikleri üstün yeteneklere karşı çekememezlikten
kaynaklandığını belirtmektedir.280
Yalçın, Nihal Atsız’ın Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar adlı
eseri konusunda yaptığı değerlendirmede, ırk ve ırkçılığa ilişkin
277Georges Lakhosky, “Almanya’da Irk Üstünlüğü Hülyası”, FH, Sayı 305,
(26.8.1939). 278Francis Delaisi, “Cihanın Bugünkü Vaziyeti Karşısında Milliyet Efsanesi ve
Realite”, FH, Sayı 230, (19.3.1938). 279Georges Stoffel, “Alman Kanının ve Namusunun Muhafazası”, FH, Sayı 197,
(31.7.1937). 280Francesco Nitti, “Yahudi Aleyhtarlığı”, FH, Sayı 41, (2.8.1934).
338
düşüncelerini ortaya koymaktadır. Yalçın’a göre, ‘ırk ve kan birliği’
milliyet için esas tutulamaz. Bugün dünyada hiç kimse halis ırk
bulunduğu savını ileri süremez. Yurttan ayrılan ulus ‘ırk’ demek olur.
Irk ve temiz ırk anlayışlarına yönelirsek Hitler sapkınlıklarına düşeriz.
281
Yalçın, Ziya Gökalp’ın kalpleri coşturan “Düşmanın ülkesi viran
olacak, Türkiye büyüyüp Turan olacak!” müjdesine de değindiği
makalesinde, son zamanlarda Türk ruhunun akışının, Ziya Gökalp’in
belirttiğinin aksine, “daha realist bir ülkü takib eder gibi” göründüğünü,
Turan’ın yerini Anadolu’nun aldığını belirtmektedir.282
G. Kapitalizm/Emperyalizm Çözümleme ve Polemikleri
Fikir Hareketleri Kapitalizmin XIX. yüzyılda kaydettiği
gelişmelerin ve XX. yüzyılın ilk çeyreği sonunda yaşadığı bunalımın
farkındadır. Kapitalizm, dergiye göre, XIX. yüzyıl boyunca “eşi
görülmemiş başarılara” imza attı, zenginlik kat kat arttı. Daha da
önemlisi, bu zenginleşmeden yalnızca ayrıcalıklı sınıflar değil, işçi sınıfı
(proleterya) da yararlandı.283 “İktisadi ulusçuluk” ve “emperyalizm”in
BDS’na gidilmesinin en önemli nedeni olduğunu belirten Delaici,
281Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı: Türk Tarihi Üzerine Toplamalar III”, FH,
Sayı 151, (12.9.1936). Ayrıca bkz. Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı – Birkaç
Söz”, FH, Sayı 156, (17.10.1936). 282Hüseyin Cahid Yalçın, “Matbuat Hayatı: İki Şair”, FH, Sayı 61, (20.12.1934). 283Marlio, “Kapitalizmin Muvaffakiyeti”, FH, Sayı 299, (15.7.1939).
339
makalesinde bu iki olgunun XIX. yüzyıldaki seyrini irdelemektedir.284
Yine bu yüzyılda girişim özgürlüğü önündeki engellerin çoğu ortadan
kalkmıştır. Liberal iktisat sisteminde ilk gediği ise himayecilik açmıştır.
BDS sonrasının iktisadi zorlukları bütün devletleri güdümlü (dirije)
iktisada yöneltmiştir.285
Kapitalizm, bir üretim tekniği olarak, BDS sonrasında büyük bir
gelişim gösterdi, yeni sınai girişimler kuruldu. Daha da önemlisi,
savaş ile sanayi arasında sıkı bir ittifakın oluşmasıydı. Sermayedarlar
savaş gereksinimlerini gerekçe göstererek ağır sanayi kurulmasına
destek verdiler. Ordu ile birleşmiş kapitalizm, ikna temeli üzerine
kurulu ürkek malî kapitalizmden farklıydı; eski sanayi ülkelerinin
sınırları içine sıkışıp kalmayı yeğlemedi. Savaş gerekleri, iktisaden geri
ülkelerde de sanayii aynı yönde geliştirdi. Özellikle ağır sanayi her
284Yüzyıla damgasını vuran Sanayi Devrimi önce İngiltere ve Fransa’da, daha
sonra da Almanya’da ekonomik yapıyı değiştirdi; küçük girişimler yerine
uzmanlaşmış büyük şirketler kuruldu. Bu büyük şirketler hem hammaddelerini
hem de müşterilerini ülke sınırları dışında arıyorlardı. Demiryolları, posta
vapurları, telgraflar sınırları aşmakta, mal, sermaye ve istihbarat bir ülkeden
diğerine gittikçe artan bir miktarda geçmekteydi. Her ulus belirli bir dalda
uzmanlaşmayı yeğlemekteydi. Bütün uluslar bir yandan kendilerini muhtar ve
egemen ilan etmekteydiler, öte yandan da maddi bakımdan birbirlerine tabi hale
geliyorlardı. XIX. yüzyıl Avrupa’sında sanayisi henüz zayıf olan ülkeler dışalımı
yasaklamakta, yalnızca yeni aletlerin ve makinelerin dışalımına çaba
göstermekteydiler. Ülkelerin tercihleri, kendilerine yeterli olmak ve
bağımsızlıklarını korumaktı. Bu arayış, sonuçta ülkeleri iktisadi ulusçuluğa götürdü.
Sanayisi gelişmiş ülkeler ise, gereksinim duydukları maddeleri üreten ülkeleri işgal
etmeye yöneldiler. Bu tutum da emperyalizmi doğurdu. Delaisi, “Ekonomik
Nasyonalizm ve Emperyalizm Nasıl Doğdular?”, FH, Sayı 168, (9.1.1937). 285Decugis, “‘Economie Dirigée’ Gidişi”, FH, Sayı 99, (14.9.1935).
340
tarafta korumaya ve teşvike mazhar oldu. Savaş sonlarına doğru
“kuvvet ve şiddete dayalı” kapitalizm o zamana kadar asla elde edememiş
olduğu bir güce sahip oldu. Bolşevik Devrimi’nin, henüz ikinci
yılında bile, bütün Avrupa’ya yayılma yeteneği göstermesi yeterince
ürkütücüydü. Savaşın galiplerinde de mağluplarında da “kuvvet ve
şiddete dayalı” kapitalizm ile savaşı birbirinden ayrılmaz bir ikili gibi
algılayan düşünceler ortaya atılıyordu.286
Fikir Hareketleri’nde Harb-i Umumi’nin (BDS) ve İktisadi
Bunalımın nedenleri ile kapitalist üretim biçiminin akıbeti gibi konular
ele alınmakta, Savaş sonrası dönemde, kapitalist ekonomilere, bu
ekonomilerin felsefelerine uygun olmayan plan gibi bazı uygulama
araçlarının (enstrümanların) sokulmasının sakıncaları üzerinde
durulmaktadır. Örneğin, iktisadi bunalıma neyin ya da nelerin yol
açtığının sıkça tartışıldığına, kimilerinin sorunun plansızlıktan
kaynaklandığına kanaat getirdiğine değinen Nitti, böyle düşünenlerin
yanıldıklarını belirtmektedir. Ona göre, liberal bir ekonomide hata ve
zararı ölçmek olanaklıdır. Ayrıca, bu ekonomide sorumluluk duygusu
kişileri basiretli davranmaya yöneltir. Planlı ekonomilerde ise, zararlar
gizlenir, ancak bir felaket olunca bunlar meydana çıkar. Kapitalist üretim
biçimi, sıkça ileri sürüldüğünün aksine, iktisadi bunalımdan sorumlu
değildir. Üretim yapılmasının önündeki engeller (yüksek vergiler ve
gümrük resimleri, insanların ve eşyanın serbest dolaşamaması)
286M. J. Bonn, “İktisadiyat Sahasında Dünya İnkılâbı”, FH, Sayı 2, (2.11.1933).
341
kaldırılacak yerde durumu daha da kötüleştirecek planların yapılmasına
yönelinmektedir. Bolşevizmin planları Nitti’yi hayrete düşürmemektedir.
Buna karşılık, bireysel girişime dayanan ve kapitalist denilen üretim
biçiminin egemen olduğu bir ülkede üretim ve dağıtım planlarının
yapılması büyük felaketler doğuracaktır.287
Kapalı ekonomileri incelediği bir başka makalesinde de, Nitti,
sanayi felce uğradıkça ve işsizlik arttıkça, bunalımlar birbiri arkası sıra
geldikçe her ülkenin kendine yetmeye, kendi sınırlarının içinde kapalı bir
iktisadiyat oluşturmaya yöneldiğini, “harb sebebleri hazırlıyan” bu
hareketlerin kapitalizmin değil, BDS’nın ve devlet giderlerinin çok
artmasının bir sonucu olduğunu, devlet giderlerinin artmasından ise
ulusçuluk ile sosyalizmin sorumlu tutulması gerektiğini yazmaktadır.288
Marlio, kar kurumunu getirmekle kapitalizmin insanı en verimli
duruma getirdiğini, serbest iktisadiyat sisteminde herkesin kendi
hesabına çalıştığını sandığını, gerçekte halk kütlesi için çalışıldığını,289
kapitalizmin kusursuz bir biçimde işlemesinin başlıca dört koşulun (kişi
özgürlükleri, iktisadi unsurların serbest dolaşımı, değişim serbestisi ve
yeteneksizlerin ayıklanması) gerçekleşmesine bağlı bulunduğunu
287 Francesco Nitti, “Planlı İktisat”, FH, Sayı 26, (14.9.1934). 288Nitti, “Kapalı İktisadların Neticeleri”, FH, Sayı 71, (28.2.1935). Makalede ülkelerin
kapalı iktisada yöneliş nedenleri ve bu tür iktisadın olumsuz sonuçları
açıklanmaktadır. Ayrıca bkz. Decugis, “’Economie Dirigée’ Gidişi”, FH, Sayı 99,
(14.9.1935); Decugis, “’Economie Dirigée’ [G]idişi”, FH, Sayı 101, (28.9.1935);
Marlio, “‘Dirigé’ İktisadın İnkişafının Sebepleri”, FH, Sayı 348, (22.6.1940).
342
belirtmektedir. Buna karşılık, 1938 yılının Avrupa’sında liberal
kapitalizmin bu dört koşulundan hiç biri geçerli değildir.290
1929 Bunalımı sonrasında kapitalizmin, yani şimdiki üretim
biçiminin “sonunun geldiği” savlarına karşılık verirken, Nitti, 1929
Bunalımının nedenlerini BDS’nda ve sonrasında yapılan barış
anlaşmalarında aramak gerektiğini savunmaktadır. Ona göre, siyasal
iktisat (ekonomi politik) iflâs etmediği gibi, iktisat biliminin esasları
tecrübe ve kontrolden geçmiş, doğrulukları anlaşılmıştır. Bozukluk,
üretim biçiminde, yani kapitalizmde değildir. Dünyanın hayatını felce
uğratan nedenler siyasal ve toplumsal tutkulardır. Bu tutkuların
kökenlerinde pek az iktisadi neden olabilir. Dünyadaki karışıklığın
nedenlerini üretim biçimlerinde değil, siyasal ve ahlâki düzende aramak
gerekir. Üretim biçimini değiştirmekle bunları hafifletmek veya
bütünüyle ortadan kaldırmak olanaklı değildir.291 Lavernge, on
dokuzuncu yüzyıldan başlattığı çözümlemesinde, bugünkü felâketlerin
289Marlio, “Kapitalizmin Kuvvet Unsurları”, FH, Sayı 298, (8.7.1939). 290Louis Marlio, “Kapitalizmin Zayıf Noktaları”, FH, Sayı 301, (29.7.1939). Devletin
kontrolü altında ya da devlet tarafından kurulan fabrikalardan başka bir şey yoktur.
Bunun sonucunda bütün Avrupa gitgide büyük piyasaları kaybetmektedir. Louis
Marlio, “Modern İktisadiyatın Dramı”, FH, Sayı 303, (12.8.1939). XIX. yüzyılda
harikalar yaratan kapitalizmin en esaslı kaldıraçlarından biri olan makinalaşma,
bunalım devrelerinde işsizliği süreğen duruma getirdiğinden, şimdi kapitalizmi yok
edebilecek duruma gelmiştir. Bkz. Marlio, “Kapitalizm Davası: Devrimizin En
Vahim Meselesi”, FH, Sayı 305, (26.8.1939) ve Louis Marlio, “Müzmin İşsizlik”,
FH, Sayı 309, (23.9.1939). 291Nitti, “Economie Politique İflâs Etti mi ?”, FH, Sayı 12, (11.1.1934)
343
(iktisadi bunalımın) nedeni olarak “inhisar ruhu” ile “devletçilik”
fikrinin karışmasını göstermektedir.292
Kapitalizmin varlığını sürdürmesi onun demokratlaşmasına
ve sunduğu nimetlerden toplumun bütün kesimlerini
yararlandırmasına bağlıdır.293
XIX. yüzyılın sonlarında ülkelerin tamamına yakını kendi
gereksinimlerini kendileri sağlamak düşüncesindeydiler. İktisadi
bağımsızlık siyasi bağımsızlığın zorunlu bir tamamlayıcısı gibi
292Lavernge’ne göre, XIX. yüzyılın sonunda ve XX. yüzyılın başında liberal iktisat
saygınlığını büsbütün yitirmişti. BDS’nın başlamasıyla liberal iktisada son darbe
indirilmiş gibi göründü. Artık XIX. yüzyılın serbest rekabetine veda edilmişti.
XX. yüzyılın başından itibaren her yanda (ABD, Avrupa) ulusal ve çokuluslu
kartellerden ve tröstlerden başka bir şey görülmez oldu. BDS arifesinde, sayısı
100’ü aşan çokuluslu kartel yahut birlik vardı, tekel ruhu her yanda hakim olmağa
başlamıştı. Savaş sırasında sanayinin kontrolü ve devletleştirilmesi hareketi
güçlendi. Bunun sonucunda savaşa katılan veya katılmayan hemen her ülkede devlet
sosyalizmi doğdu. ortaya çıktı. XIX. yüzyılın her yerde rekabet ve serbesti
ruhu üzerine kurmuş olduğu kapitalizm ortadan kalkmak üzere idi. Onun
yerine yarı özel yarı devletçi “melez” bir rejim geçiyordu. Devletleştirilen alan
gün geçtikçe genişliyordu. Yarı devletleştirilmiş sanayi, gelişim devresinde,
ücretlerin ihtiyatsızca artırılmasını kabul ettiği gibi maliyet fiyatlarına etki eden
diğer unsurların fiyatlarının yükseltilmesine de ses çıkarmamıştır. 1920’den
1929’a kadar hallerde görülen o anlamsız yükselmenin hikmeti budur. Şimdi
bütün fiyatların bu kadar aşağı düşmesi de o hareketin pek zaruri olan bir geri
tepmesidir. Lavernge, “Dünya Buhranının Sebepleri, Son Senelerin Boş Tedbirleri,
Akim Nazariyeleri ”, FH, Sayı 23, (29.3.1934); Lavernge, “Dünya Buhranının
Sebepleri, Son Senelerin Boş Tedbirleri, Akim Nazariyeleri 2”, FH, Sayı 24,
(5.4.1934). 293Bonn, “Kapitalizmin Manası: Kapitalizm Ne Şartla Payidar Olabilir?”, FH,
Sayı 17, (15.2.1934).
344
algılanmaktaydı. Her ulus kendi gereksinimleri için gerekli bütün sanayi
kendi sınırları içinde kurmaya çalışmaktaydı. Ancak, bu tür bir
ekonomik ulusçuluğa bir iki yüzyıl öncesinden beri ve özellikle XIX.
yüzyılda kendini bağlı hissetmeyen devletler de vardı. Çünkü,
makineciliğin gelişimi bu sınırlamaların kalkmasını gerektiriyordu.
Makineciliğin en çok geliştiği ülkede (İngiltere) hammaddeleri ve
kaynakları yabancı ülkelerde aramak zorunluluğu doğmuştu. Bu suretle
siyaset ve ekonomi arasında yeni bir lehimleme tipi vucut buldu. Bu
emperyalizmdi ve bunun ilkelerini ilk önce ortaya atan ve uygulayan
İngiltere idi.294 Emperyalist ülkeler, iktisadi yönden karşılıklı
bağımlılık işini aynı siyasal hakimiyet çerçevesi içinde sağlamak için
kendilerine gereken maddeleri üreten ülkeleri ele geçirmeye kalktılar.295
Rustow’un kapitalizm üzerine verdiği bir konferansta dile getirdiği
görüşlerin Kooperatif’te296 eleştirilmesi üzerine, Hüseyin Cahit, konuya
ilişkin görüşlerini açıkladığı makalesinde, Kooperatif’i ve onun gibi
olduğunu düşündüklerini tevazuya davet etmekte, kapitalizmin iflas etmiş
294Francis Delaisi, “İngiliz Emperyalizminin Doğuşu”, FH, Sayı 180, (3.4.1937). XX.
yüzyılın başlangıcında büyük Avrupa devletlerinin sınırları çoktan beri saptanmış
bulunmaktaydı ve aralarında sınır uyuşmazlıkları hemen hiç yok denecek kadar az idi.
Emperyalist devletler şimdi de Balkanlarda, Türkiye’de, İran’da, Afganistan’da,
Tibet’te, Mançurya’da, Çin’de, Afrikanın en ücre köşelerinde birbirleriyle
çarpışıyorlardı. Delaisi, “Müstemlekecilik”, FH, Sayı 185, (8.5.1937). 295Francis Delaisi, “Ekonomik Nasyonalizm ve Emperyalizm Nasıl Doğdular?”, FH,
Sayı 168, (9.1.1937) 296Kooperatif, C. II, S. 23, (Nisan 1934).
345
olduğu yönünde Kooperatif’in ileri sürdüğü tezi gülünç bulmaktadır.297
Rustow, birçok sakıncasına karşın kapitalizmi insanlık için en uygun
sistem saymakta, kapitalizmin kötülüklerini sistemin kendisinde değil,
insanların ilgisizliğinde ve geleneklere uymamalarında aramaktadır.
Kapitalizmin bunalıma düşmesini ve temellerinin sarsılmasını kendi
ideolojisinden ayrılmasına ve tarafsız hükümet bulunmamasına
bağlamaktadır. Kooperatif ise, kapitalizmin bunalıma düşmesinin ve iflas
etmesinin nedeninin, sömürge ve açık pazarlarla sanayi ülkeleri arasında
serbest piyasa ve rekabetin doğurduğu farklılık olduğu kanısındadır. “...
İşte ilim ışığında [T]ürk davası ve [T]ürk inkılabı ideolojisinde garp
kapitalizm buhranının başlıca sebebi budur.” Ayrıca, Kooperatif’e göre,
ülkemize gelmiş bir Alman profesörü olarak, Rustow’un, Türkiye gibi bir
devrim ülkesinde iktisadın bugünkü sorunlarını inceleyebilmek için evvela
ülkemizin düşünce ve bilim anlayışları ve akımları üzerinde durması ve
onlarla ilgilenmesi gerekir.
Hüseyin Cahit’e göre, Kooperatif’teki bu yazı, ülkemiz irfan
alemine musallat olmuş müthiş bir derdin, ‘yarım allamelik sultanlığı’nın
varlığının açık göstegesidir. Bu allameler her şeyi bilen güya münevver
bir bilgiç sınıfıdır, gerçek ve bilim yalnızca onların dediklerinden ibarettir,
Avrupa’dan gelen uzmanlara, bilim adamlarına karşı adeta düşman gibi
davranırlar, en azından onları küçümser görünürler.
297Hüseyin Cahit, “Biraz Tevazu!”, FH, Sayı 28, (3.5.1934).
346
“İşgal ettikleri kudsiyet kürsüsünün üzerinden fırlattıkları ayetlere karşı bütün
itirazları susturmak için ağızlarından eksik etmedikleri bazı kelimeler vardır
Hep Türkiyenin inkılap içinde bulunduğunu, milli bir ideolojinin böyle icap
ettiğini ileriye sürerler. Sade[ce] memlekette kimseyi beğenmemekle kalsalar
gene iyi. Fakat bununla da iktifa etmiyerek bütün garp ilmini, irfanını hiçe
sayarlar. Çünkü ilim bizim memleketin hududlarını aşınca mutlaka ilimlikten
çıkar, bu sultan bilgiçlerin tabiiyeti altına girip de ayaklarına kapanmazsa
kıymeti olmaz. Yalnız onlar vardır, onlar bilirler, onlar hüküm verirler ve herkes
onlara iman etmek mecburiyetindedir.”
Bunlar iktisadiyat ve içtimaiyat sahasında, kapitalizmin ve
liberalizmin aforoz edildiğine, iflas ettiğine inanırlar. Bu iflası kabul
etmeyenler “... köhne itikatlara saplanmış, zamanın seyrine uymamış
acınacak zavallılardır, ‘statik’ adamlardır.” Hüseyin Cahit’e göre, keşke
dosdoğru bir inceleme sonucunda, kaynaklara ve istatistiklere başvurarak
bu kanıya varmış olsalar. Ama, ne gezer!
“Bizde fikir ve ilim cereyanları! Fikir galiba ‘opinion’ zannediliyor. Yoksa
hangi fikir ve ilim cereyanlarımız var? Bütün marifetimiz elimize geçen dört
beş kitapta öğrendiğimiz şeyleri memleketimize tatbik eder gibi görünerek ve
kendimize malederek bilgiçlik taslamak değil de nedir? Bir fikir ve ilim
cereyanı yaratmak bugün için bizde kimin haddi? Evvela talebe olalım, bir
üniversiteye girebilecek vasfı haiz olduğumuzu ispat edelim. Okuduğumuzu ve
profesörlerimizin söylediklerini anlıyabilecek hale gelelim. Sonra hayatımızı bir
irfan şubesine hasrederek senelerce çalışalım. Kabiliyetimiz varsa belki o
zaman ortaya bir cereyen değil, küçük bir kıvılcım çıkarabiliriz. İlmin
başlangıcı haddini bilmek ve tavazudan ayrılmamaktır. Halbuki daha biz bunu
bile anlamadık!”
348
349
SONUÇ
Fikir Hareketleri’nin içerdiği siyasal ve iktisadi düşünceleri
incelemeyi ve derginin benimsediği ideolojiyi saptanmayı amaçlayan bu
çalışma, doğrudan dergi üzerine yapılan ilk çalışmadır. Yedi yıl boyunca
hiç sektirmeden haftalık olarak toplam 364 sayı yayımlanan derginin
misyonu, “...milli hakimiyet [demokrasi] felsefesi ve rejimi aleyhinde
sağdan ve soldan yapılan hücumların mahiyetini tahlil ve teşrih ...”
etmek ve gerekli bilgiyi vermektir. Fikir Hareketleri, demokrasi-
diktatörlük geriliminden yola çıkmıştır.
Başyazar, dergiyi, “yaşayabilmek” (geçim sıkıntısını gidermek)
amacıyla çıkardığını belirtmekte ve dergiden söz eden çalışmalardan
yalnızca Koçak’a ait olanda bu gerekçe sorgulanmakta, başka
çalışmalarda Başyazarın belirttiği bu gerekçeye değinilmekle
yetinilmektedir. 1926-1933 devresinde Hüseyin Cahit’in geçim sıkıntısı
çektiği doğru ise de, onun gazetecilik ve siyasetçilik geçmişi göz önünde
350
bulundurulduğunda, yaşayabilmek için dergi çıkardığı yönünde kendisi
tarafından formüle edilen gerekçe doyurucu olmaktan uzaktır. Derginin
içeriği ve yayın politikası1 göz önünde bulundurulduğunda, Koçak’ın
yorumuna (Hüseyin Cahit’in Fikir Hareketleri sayesinde siyasal alanda
meşruiyet kazanma peşinde olduğu) katılmamak olanaklı değildir.2
1 Fikir Hareketleri, yayın yaşamı boyunca güncel siyasal olaylara değinmekten
özellikle kaçınmıştır. Türk Devrimi, demokrasi, diktatörlük ve ırkçılık gibi konularda
Kadro, Kooperatif ve diğer bazı dergi ve kişilerle yaptığı polemikler dışında, dergide
Türk siyasal yaşamına ilişkin bir şey bulmak güçtür. Daha da önemlisi, dergide
iktidara ve rejime yönelik en küçük bir eleştiriye raslanmaz. Buna karşılık, Fikir
Hareketleri CHF’nin altı ilkesine olan inanç ve bağlılığını sık sık yinelemiş, Türk
Devriminde kendisine ters gelen hiçbir yanın bulunmadığını, özgürlüklerin, komünist,
faşist ve nazi rejimleri veya diğer diktatörlüklerle kıyaslanamayacak ölçüde geniş
olduğunu vurgulamıştır. Güncel siyasal konulara ancak bu çerçevede, rejim ve
yönetim olumlanarak değinilmektedir. Bu tür değinme olanaklarını dergiye veren,
Kadro ile girdiği polemiklerdir. Kadro’nun kapandığı 1935 yılı başından itibaren ise,
sınırlı sayıdaki bazı vesilelerle (derginin yayın politikası, CHP kongreleri,
Cumhuriyetin 15. yıldönümü ve Atatürk’ün ölümü) Türk siyasal yaşamına
değinilecek, bu değinilerde hiçbir eleştiri unsuru bulunmayacaktır. Koçak, haklı
olarak, tek parti dönemi siyasal tarihini araştırmak isteyenlerin Fikir Hareketleri
koleksiyonunda işlerine yarıyabilecek pek az şey bulabileceklerini belirtmektedir. 2 Hüseyin Cahit’i dergi çıkarma konusunda yüreklendiren başka olası etkenlerden en
önemlisi, Kadro ve Koopertif gibi hayli iddialı siyasal dergilerin yayın yaşamına
devam edebiliyor olmasıdır. Ayrıca, Hüseyin Cahit, hükümetin içinde veya yakınında
yer alan eski İttihatçı arkadaşlarından yönetimin tutumunu yoklamış olabilir. Derginin
ilk sayısının Cumhuriyet’in onuncu yılönümüne denk getirilmesi de derginin yoklama
olarak tasarlandığının bir kanıtı sayılabilir. Bu yıldönümü vesilesiyle 26.10.1933’te
çıkarılan ve İzmir Suikaski davası mahkumlarından bazılarına bile af getiren genel af
yasası ve bunun yarattığı olumlu siyasal hava da Hüseyin Cahit’in dergi çıkarma
kararında etkili olmuş olabilir. Bu olasılıklar için bkz. Cemil Koçak, a.g.m., s. 87-88.
Onuncu yılın ülke çapında kutlanması ve kutlama etkinliklerinin görkemli olması o
kadar önemsenmekteydi ki, dört ay öncesinden kutlamalara yönelik yasa çıkarıldı. Bu
arada, kutlamalar çerçevesinde genç Cumhuriyeti tanıtacak bir dizi yayın yapıldı.
Cumhuriyet öncesi ile sonrasının karşılaştırıldığı, Cumhuriyetin on yıl içinde yaptığı
büyük atılıma yer verildiği, sayısı 128’i bulan ve çoğunluğunu il ve ilçe sanayi ve
351
Dergi üzerine yapılan veya göndermede bulunulan çalışmalarda
hep bu “demokrasi söylemi”ne değinilmiş, Avrupa’da ve Türkiye’de tek
parti otoriter yönetimlerinin ideolojik olarak ön planda bulunduğu ve
liberal demokrasinin öldüğünün3 sıklıkla ifade edildiği 1930’lu yıllar
Türkiye’sinde Fikir Hareketleri’nin “tek partili otoriter rejime karşın
demokrasi söylemi kullanması”ndan övgü ile söz edilmiştir. Böyle bir
ortamda, üstelik başyazarı rejimle barışık olmayan4 bir derginin (Fikir
Hareketleri) “nasıl bir demokrasi söylemi” kullandığının, kullanılan
söylemin bir biçimde otoriter rejimi olumlayıp olumlamadığının5 üzerinde
durulmamıştır.
ticaret odalarına ait olan bu eserlerden 80’i kitap, geri kalanı ise dergi özel sayısıdır.
Kerem Coşkuner, “Onuncu Yıl Anısına Yapılan Yayınlar”, Toplumsal Tarih, Sayı
118 (Ekim 2003), s. 94. 3 İki Savaş arası dönem siyasal, iktisadi ve toplumsal yönleriyle Birinci Bölüm’de ele
alınmıştır. Bu dönem Avrupa’sında çok sayıda liberal demokrasi çökmüş ve her yanı
diktatörlükler (komünizm, faşizm ve diğer) kaplamıştır. Türk düşünce yaşamında da
tek partili otoriter siyasal rejimler ideolojik planda güç kazanmıştır. 4 Derginin sahibi ve başyazarı olan Hüseyin Cahit’in (Yalçın) gazeteci ve siyasetçi
geçmişi göz önünde bulundurulmadığı sürece, dergi hakkında doğru kanıya varılması
güçtür. Başyazar, eski İT mebusu, bu Fırkanın en güçlü kalemlerinden biri, II.
Meşrutiyet dönemi Tanin’inin ünlü başyazarıdır. Cumhuriyet’in ilanı sırasında ve
ertesinde Tanin’deki yazıları dolayısıyla muhalif gazeteci olarak tanınan ve üç kez
yargılanan Hüseyin Cahit’e Nutuk’ta da ağır suçlamalar (Cumhuriyet’i içine
sindiremediği, Hilafet yanlısı olduğu ve Ankara’yı yıpratmaya çalıştığı)
yöneltilmiştir. Atatürk’ün ölümüne kadar siyasal yaşamda yer alamadığı gibi, 1926-
1933 devresinde gazetecilik yapmasına da engel olunmuştur. 5 Hüseyin Cahit, Fikir Hareketleri’nin CHF’nin bütün ilkelerine bağlı olduğunu,
yani ulusal egemenlik (demokrasi) taraftarı, ulusçu, cumhuriyetçi, devletçi,
devrimci, halkçı ve laik olduğunu sık sık yinelemektedir.
352
1930’lu yılların yukarıda betimlenen ulusal ve uluslararası
koşullarında, Fikir Hareketleri’nin, güçlenmekte olan komünist ve faşist
ideolojiye karşı siyasal liberalizmin (demokrasinin) savunusunu yaptığı,
demokratik sistemin ve çoğulculuğun henüz ölmediğini ve yaşamaya
devam ettiğini ileri sürdüğü, diktatörlüklerin zayıflıklarını ortaya koymaya
ve liberal demokrasinin tüm zayıflık ve eksikliklerine karşın her hangi bir
diktatörlükten daha üstün olduğunu göstermeye çalıştığı Koçak tarafından
belirtilmektedir. Hatta, Fikir Hareketleri ve onun başyazarı, artık son
nefesini vermekte olan siyasal liberalizmin Türkiye’deki tek
savunucusuydu.6 Bengi de, Koçak gibi, Fikir Hareketleri’nin “totaliter
rejimlere karşı demokrasiyi…” savunduğu kanısındadır. Derginin
demokrasi savunusu yaptığı konusunda Koçak ve Bengi ile aynı düşünceyi
paylaşan Huyugüzel, Hüseyin Cahit’in Fikir Hareketleri’nde kullandığı
demokrasi söylemiyle daha önce 1922-1926 döneminde Tanin’de yaptığı
muhalefeti bir başka biçimde sürdürdüğü kanısındadır.7
Fikir Hareketleri, çözümlemelerinin eksenine, 1930’lu yıllar
Türkiye’sindeki bazı dergilerin (örneğin, Kadro ve Kooperatif) ve kimi
6 Cemil Koçak, “Hüseyin Cahit Yalçın ve …”, s. 88-93. 7 Huyugüzel, a.g.e., s. 41. Hüseyin Cahit’in 1922-1926 devresinde Tanin’de yaptığı
muhalefeti Fikir Hareketleri’nde bir başka biçimde sürdürdüğü yorumuna katılmak için,
dergideki demokrasi söyleminin ironik olduğunu kabul etmek gerekir. Tanin’deki etkili
muhalefete (Cumhuriyet’in BMM ve kamuoyunca yeterince tartışılmadan ilan edilmesi,
Hilafetin kaldırılması, İstanbul yerine Ankara’nın başkent yapılması, Cumhurbaşkanlığı
ile Meclis ve Fırka Başkanlığının aynı kişide toplanması ve hükümet icraatları) karşılık
Fikir Hareketleri’nde Türk Devrimi, bu devrimin ürünü olan cumhuriyet’e ve devrimi
yapanlara övgüde bulunulmuştur.
353
yazarların (Ağaoğlu Ahmet) yaptıkları gibi, BDS sonrasının uluslararası
sistemine ilişkin değerlendirmelerini almıştır.
BDS sonrası dünyasında üç tür ülkenin (kapitalist-emperyalist
ülkeler, sosyalist ülkeler ve ulusal kurtuluş savaşı veren veya vermekte
olan ülkeler) ortaya çıktığını belirten Kadro’ya göre, kapitalist ve
emperyalist ülkeler arasında giderek şiddetlenecek olan rekabet ileride
çatışmaya dönüşecek ve kapitalist-emperyalist sistem çökecek, XX.
Yüzyıl, ulusal kurtuluş hareketleri çağı olacaktır. Türkiye’de sermaye
birikimi cılızdır, kapitalist sistemdeki anlamıyla sınıflar henüz ortaya
çıkmamıştır. Sınıfların ortaya çıkmamış olması bir bakıma şanstır;
çünkü, kapitalist olmayan bir gelişme modelini uygulama olanağı
doğmuştur. Önemli olan, kapitalist sınıfların ortaya çıkmalarının
önlenmesidir. Türkiye’de yeterince sermaye birikiminin bulunmadığı
saptamasından yola çıkanlardan biri de Ağaoğlu Ahmet’tir. Ona göre,
devlet tarafından teşviklerle ve kredilerle desteklenen özel sektör bir süre
sonra kendi kendine ivme kazanacak noktaya gelebilecekti. Ağaoğlu
Ahmet liberal ekonominin kendi kendisini düzenlemeye yetkin olduğu
kanısındaydı. Bu yazar iiberal kapitalizmi savunmaktaydı, Kadro ve
Kooperatif’ten farklı olarak, planlı iktisadi kalkınmayı
benimsememekteydi. Kooperatif ise kapitalizme ideolojik olarak karşı
değildi, fakat kapitalizmin Türkiye’de tarihsel olarak gelişmediği
gerçeğinden hareketle iktisadi bunalımın etkisi altındaki ekonomiye
devletin müdahalesini savunmaktaydı. Ağaoğlu Ahmet bu müdahalenin
354
en az düzeyde tutulmasını isterken, Kadro, devletin ekonomiye
bütünüyle müdahale etmesinden yanaydı. Kooperatif ise, devletin
iktisadi gücü kuruluşlara dağıtması ve uzun vadede devletin iktisadi
alandan tamamen çekilmesini savunmuştur. Ağaoğlu Ahmet için
referans batı iken, Kooperatif, ilke olarak Batıya karşı olmamakla
birlikte, Batı ülkelerinde uygulanan kapitalizmin Türkiyede
uygulanmasının olanaksızlığını dile getirmiştir. Kadro ise kapitalizme
ideolojik olarak karşıdır.8
Avrupa-Türkiye karşılaştırmasına Hüseyin Cahit de yönelmiştir.
Aslında, Fikir Hareketleri yazarlarının büyük çoğunluğu gibi, Hüseyin
Cahit de, serbest rekabete dayalı liberal kapitalizme inanmaktadır.
Bununla birlikte, ülkeler arasında serbest rekabet olanağının kalmadığı,
emperyalizmin geçerli olduğu ve iktisadiyatın ve siyasiyatın genel
gidişinin “infirat” politikasına dönüştüğünü gözlemlemektedir. Ona göre
Avrupa’da büyük bir sermaye birikimi (sanayicilik), birbirleriyle adeta
hayat ve memat mücadelesi içinde olan sermayedar sınıfı (burjuvazi) ve
beş parasız işçi sınıfı (proleterya) vardır. Bizde ise bu üç unsurdan hiçbiri
yoktur. Bu ulusal ve uluslararası koşullarda yapılacak tek şey, ilkelere körü
körüne bel bağlanmak yerine, “müdafaa tertibatı” almaktır.9
8 Bu üçlü karşılaştırma için bkz. Türkeş, a.g.e., s. 214-225. 9 “Şimdi her memleket hudutlarının etrafına adeta bir duvar çekmiş; gümrüklerden içeri
kuş uçurmaz bir halde, bütün ihtiyaçlarını kendi temin etmek istiyor. Kat’iyyen
muvaffak olamıyorlar. Bugün gene bütün memleketler biribirlerine muhtaç bir halde
bulunuyorlar. Her memlekette gümrük himayeleri sayesinde cılız, sun’i bir sanayicilik
hareketi inkişaf ediyor. Fakat serbes[t] rekabete imkan olmayınca bu yolu tutmak bir
355
Güçlü bir sermaye sınıfının bulunduğu Avrupa’da devletin
sanayicilik yapmaya kalkışması bir gasp ve müsadere sayılmakta,
iktisadi devletçilik sosyalizme götüren bir yol biçiminde algılanmakta ve
sanayicilik yapmak isteyen devletin bu işleri iyi beceremiyeceği
söylenmektedir. Sermaye birikiminden yoksun, sermayedar ve işçi
sınıflarının henüz bulunmadığı Türkiye’de ise, iktisadi devletçilik,
sosyalistliğe doğru adım olsun diye değil, ülkenin iktisadi yaşamını
kurtarmak, bir sanayi hareketi yaratmak ve ülkeyi sefalet ve iflasa
sevketmemek için bir önlem olarak uygulanacaktır. “… Sanayi
hareketini yürütebilecek dahiyane başlar, tecrübeli ve mütehassıs şefler,
vukuf, irfan ve tecrübe adına ne varsa Devlette toplanmıştır.” Sanayiyi
kuramazsak, Hüseyin Cahit’e göre, hem kendi topraklarımızda aç ve
sefil kalabilir, hem de sanayileşmiş devletlerin sömürgesi haline
gelebiliriz. Kaldı ki, iktisadi devletçilik bizde her hangi bir hakkı ortadan
kaldırmamakta olduğundan, yüksek adalet ilkelerine de uygundur.
Hüseyin Cahit’e göre, bu uluslararası düzen veri iken, bütün ülkeler
iktisadi özgürlükçülüğü benimsemiş olsa da, biz yine de iktisadi
liberalizme yönelip yönelmemeyi düşünmek zorunda olurduk.10
zaruret değil midir? Herhalde, iktisadiyatın ve siyasiyatın umumi gidişi bugün infirat
politikasıdır. Herkes her şeyi kendi temin etmek mecburiyetindedir, elinden geldiği
kadar.” 10 CHF’nin 1931’de benimsenen Programına göre, ferdî mesai ve faaliyeti esas
tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde ulusu refaha ve ülkeyi
mamuriyete eriştirmek için ülkenin genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği
işlerde - özellikle iktisadî alanda- Devleti fiilen alâkadar etmek, Fırkanın önemli
esaslarındandır.
356
Başyazar’a göre, Amerika, İngiltere, Fransa gibi dünyanın en
demokrat hükümetlerinin bile iktisadi özgürlükten uzaklaşmaları
siyasal özgürlükle iktisadi özgürlüğün birlikte bulunmasının zorunlu
olmadığını göstermektedir. Türkiye de, iktisadi devletçiliği
benimsemekle, demokrasiyi ve siyasal özgürlükleri inkar etmiş
değildir. Zaten siyasal özgürlük ile iktisadi özgürlüğü birbirine
karıştırmamak gerekir. İktisadi özgürlükçülüğü bir takım özel
koşullar doğurmuştur. O koşulların gerçekleşmediği yerde iktisadi
özgürlükçülüğün anlamı yoktur. Bugünkü dünya, birçok kusuru
olmasına karşın, devletçiliği zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla,
devletçiliği benimseyen ülkeler şimdiki durumun ve koşulların
gereğini yerine getirmiş olmakla demokrasiden ayrılmış
sayılamazlar. Örneğin, ABD’nin iktisadi diktatörlük sistemi ile
yönetilmeye başlaması onun demokrasiden ayrılmış olduğu anlamına
gelmez.
Demokrasi - diktatörlük geriliminden yola çıkan Fikir
Hareketleri’nin geliştirdiği ve tek partili otoriter siyasal rejimlere çekici
gelen, onların meşrulaştırılmasına katkıda bulunan söylemin içinde
formülleştirildiği ideoloji ise, güçlü orta sınıf tezini kullanan
halkçılıktır.11 Güçlü orta sınıf tezi halkçı rejimlerin temel dayanak
11 Halkçılık, aynı zamanda CHF’nin altı ilkesinden biridir. Dayanışmacılık düşüncesi
esinli olan ve II. Meşrutiyet’ten beri düşünce yaşamımızda etkili olan halkçılık,
toplumda siyasal sınıfların bulunmadığı, işbölümü ve dayanışmanın egemen olduğu
357
noktasıdır, bu rejimlerde sınıfsal karşıtlıklar orta sınıf aracılığıyla
giderilmektedir. Halkçılık, gelişmiş ülkelerin sınıfsal yapılarındaki
kristalleşme ya da belirginleşmenin geri kalmış ülkelerde görülmediği,
bu ülkelerde ancak sömürgecilik döneminden kalma sınıfsal
kalıntılardan söz edilebileceği saptamasında bulunmaktadır. Sınıflar
bulunmadığı için de, sınıf mücadelesi kavramı anlamını yitirmektedir.12
Toplumda farklı sınıflar bulunmadığını savunan halkçılık, aynı
zamanda, tek bir partinin varoluşunu da meşrulaştırıyordu. Sınıf bilinci
ve sınıfsal mücadele, Fırka liderlerinin gözünde, kaynakların israf
edilmesi anlamına geliyordu ve bu nedenle de ulusal gelişmenin önünde
engeldi. Türk devletinin varlığı ve gelişmesi için ulusal birlik ve uyum
şarttı. Sınıf çatışmasının bulunmadığı bir toplumda çok partili
demokrasiye de gereksinim yoktu. Çok partili sistem sınıf farklılıklarını
tezini savunmaktadır. Halkçılığın alt boyutları ulusal egemenlik, bireyler arasında
hukuki eşitlik ve ayrıcalıkların olmamasıdır. Fikir Hareketleri’nde orta sınıfçı bir
halkçı söylem geliştirilmiştir. Bir ülkede demokrasinin var olabilmesinin ve
varlığını sürdürebilmesinin en önemli koşulu, dergiye göre, güçlü bir orta sınıfın
varlığıdır. Hüseyin Cahit, Türkiye’de Avrupa’daki anlamıyla sınıfların (mütehakkim
bir çok zenginler sınıfı ve çok yoksul bir işçi sınıfı) henüz ortaya çıkmadığını, hakim
toplumsal kesimin orta sınıf olduğunu belirtmektedir. Orta sınıf olarak nitelediği
unsurlar CHF programında sayılan unsurlarla az çok örtüşmektedir. Hüseyin Cahit’in
orta sınıf söylemi Fırka’nın halkçılık söylemi ile bağdaşmaktadır. 12 CHF’nin 1931 Programında halkçılık ilkesi formüle edilirken “Türkiye Cumhuriyeti
halkını ayrı ayrı sınıflardan mürekkep değil ve fakat ferdî ve içtimaî hayat için iş
bölümü itibariyle muhtelif mesaî erbabına ayrılmış bir camia telâkki etmek esas pren-
siplerimizdendir.” denilmiştir. Levent Köker, tek parti dönemindeki halkçılık
anlayışının siyasal içerik (halkın siyasal yaşama ve yönetime katılması) açısından
1920’lere kıyasla zayıfladığı, buna karşılık, halkçılığın kültürel ve iktisadi boyutlarına
daha çok ağırlık verildiği kanısındadır.
358
kışkırtacak, toplum içinde gruplaşmalara yol açacak, ulusal birliği
tehlikeye düşürecekti. Gerçek demokrasi tek partili sistemde ve
insanların dayanışmasındaydı.
CHF’nin halkçılık ilkesinin içerdiği boyutlar ile Fikir
Hareketleri’nin söylemi karşılaştırıldığında, derginin söyleminin ilke ile
çelişmediği, hatta çoğunlukla örtüştüğü gözlemlenmektedir. Program,
Türkiye’de sınıfı yok saymakta, işbölümünü öne çıkarmaktadır. Recep
(Peker) Bey de sınıflaşmak yerine ulusça kütleleşmeyi savunmaktaydı.13
Fikir Hareketleri ise, demokrasinin yaşayabilmesi koşullarından biri
olarak, güçlü ve geniş bir orta sınıfın varlığını göstermektedir. Orta sınıf
kalabalık olduğu ölçüde, sınıf mücadelesi de olmayacaktır. Hüseyin
Cahit, Türkiye’de ne etrafına kin ve nefret hissi dağıtacak bir
mütehakkim çok zenginler sınıfının ne de sefil amele hayatı süren ve bir
tür intikam duygusu ile tutuşan yoksullar sınıfının bulunduğunu, Türk
toplumunun asıl ve en kalabalık bölümünü orta sınıfın oluşturduğunu
belirtmektedir. Türkiye gibi ülkelerde, sanayileşmiş ülkelerden farklı
olarak, ne sermaye sınıfının, ne de beş parasız sınıfın bulunduğu
saptamasını yapmakla, Hüseyin Cahit, toplumu hemen hemen tek bir
sınıftan, orta sınıftan ibaret sayan, bir bakıma sınıfları reddeden ve
ulusça kütleleşme söylemini çağrıştıran bir söylem geliştirmektedir. Şu
halde, Programın sınıfsızlık söylemi ile derginin orta sınıf söylemi
13 Haziran 1932’de Recep (Peker) Bey’in açıkladığı halkçılık anlayışı yasalar önünde
Türk yurttaşlarının mutlak ve kati eşitliğini öngçrmektedir. Bu halkçılık imtiyazlı
tabakaların mevcudiyetini reddeder, sınıf mücadelesini kabul etmez.
359
esasen birbiriyle çelişmemekte, hatta örtüşmektedir. Kaldı ki, derginin
orta sınıfı oluşturduğunu belirttiği toplumsal kesimler (küçük arazi
sahipleri, küçük tacirler, esnaf, küçük dükkancı, düşük irat sahipleri)
Programda da aşağı yukarı aynı adlarla ve işbölümü yapacak unsurlar
olarak sayılmaktadır. Ayrıca, Fikir Hareketleri’nde çok partililikten hiç
söz edilmemekte, yukarıda da gösterildiği gibi, ülkeyi yöneten tek
partinin (CHF) hükümeti de, “halk hükümeti” olarak adlandırılmaktadır.
Demokrasi, Fikir Hareketleri’nde, en çok sayıda insanın ortak
çıkarların yönetimine katılması biçiminde algılanmaktadır. 14 Yüzyılın
başından beri mutlakiyetlerin yıkılması ve yerlerine demokratik
rejimlerin kurulması raslantısal bir durum değil, evrensel bir eğilimdir.
Dünya ulusların özgürlüğüne doğru yürümektedir. Orta sınıf (küçük
arazi sahipleri, küçük tacirler, esnaf, küçük dükkancılar ve az irat
sahiplerinden, heyeti umumiyesiyle çok sıkıntı çekmeyen ve kolayca
patron değiştirebilen ameleler), Marx’ın öngörüsünün aksine, gitgide
genişlemekte ve güçlenmektedir. Orta sınıfın kalabalık ve güçlü olduğu
toplumlarda demokrasiler istikrar kazanır. Bir ülkede demokrasinin
yaşayabilmesinin ilk koşulu, kalabalık ve güçlü bir orta sınıfın
bulunması, ikinci koşulu ise, demokrasinin yalnızca yasalarda değil, aynı
14 Demokrasinin ana kavramları olan “özgürlük” ve “eşitlik” mutlak anlamları ile
alınacak olurlarsa, bunların arasında çelişki doğması kaçınılmazdır; bu iki kavram
ussal biçimde uzlaştırılmalıdır. Demokrasi insanların servetlerinde, mevki ve
durumlarında değil, yasalar ve resmi memuriyetler karşısında eşitliğini
öngördüğünden, demokrasinin eşitsizlikler doğurması kaçınılmazdır. Bu
eşitsizliklerin olumlu işlevleri de vardır; çünkü, gelişimin itici gücüdürler.
360
zamanda ahlak ve adetlerde de olmasıdır. Birey ile toplum birbirini
tamamlamalı ve el ele yürümelidir. Demokrasi bireylere haklar
bahşettiği ölçüde ödevler de yükler. Dergiye göre, yönetici azınlığın
halkın özgür istenci sonucunda iktidarı elde etmesi demokrasinin temel
ölçütüdür. Bu bakımdan, komünist bir demokrasi de olabilir; yeter ki,
yurttaşların çoğunluğunun özgür istenci ile bu yola gidilmiş olsun.
Ülkeden ülkeye değişmeyen “tek biçim” bir demokrasi arayışını
yadırgayan dergi, her ülkenin kendi demokratik rejimine, kendi
koşullarına uygun bir renk vereceği kanısındadır. Bu nedenle, siyasal
veya iktisadi özgürlüklerden her hangi birinin eksikliği, bir rejimi
demokrasi olmaktan çıkarmaz.
Son yıllarda demokraside bunalım yaşanmakta olduğu,
Avrupa’nın birçok ülkesinde diktatörlüklere (komünistlik, faşistlik veya
başka tür diktatörlükler) yönelindiği gerçeğinin Fikir Hareketleri de
farkındadır. Demokrasi bunalım geçirmekle birlikte, demokrasiden daha
iyi bir rejim henüz vazedilememiştir. Derginin asıl kaygısı, bunalımların
demokrasiyi bütünüyle gözden düşürmesi ve komünistlikle faşistliğin
demokrasinin yerine ikame edilmeye kalkışılmasıdır. Demokrasileri
ayakta tutmak uğruna tavizler vermeyi, en geri mevziye kadar çekilmeyi,
geçici ve “kanuni diktatörlük”lere birer araç olarak başvurmayı
yeğlemekte, diktatörlüğün parlamento tarafından kurulmasını ve
süresinin sınırlı tutulmasını bu tür diktatörlükler için ön koşul
saymaktadır. İki durum için bu tür diktatörlük tavsiye edilmektedir.
361
Demokrasinin olağan işleyişi ile üstesinden gelinemeyecek sorunlar
ortaya çıktığında, ulus, egemenliğin kullanım biçimini, bir süreliğine,
güç ve yetkilerle donatılmış özel bir rejime terkedebilir. Bu durum,
demokrasiden uzaklaşmak değil, demokrasinin silahlarından birini
kullanmaktır. Bu tür diktatörlük demokrasi bakımından bir tehlike
olmadığı gibi, büyük bir üstünlük ve kuvvet teşkil eder. Ayrıca,
demokrasi devrimi yapıldıktan sonra, demokrasi ilkelerini henüz
özümsememiş bir topluma, ilkeler özümseninceye kadar, demokrasi
ilkeleri yerine diktatörlük sayılabilecek bir yönetimin uygulanması
gerekebilir.
Bu iki tür diktatörlüğün diğer diktatörlüklerden farkı,
buradakinin yüksek bir demokrasi ideali uğrunda uygulanıyor olmasıdır.
Diktatörün kişisel düşünce ve çıkarları burada ön plana geçmez. Şu
halde, “diktatörlük” sözcüğünden mutlaka ürkmek gerekmez. Her
diktatörlük olayı ayrı ayrı incelenmeli ve demokrasiye karşı durumu
gerçek biçimde saptanmalıdır. Demokrasi bir bunalım geçirmekle
birlikte, demokrasiden daha iyi bir rejim vazedilmediği unutulmamalıdır.
Hiç bir zaman soylu bir sınıfın bulunmadığı ve sınıf
hakimiyetinin görülmediği, bireylerin kendilerini diğer bireylerle eşit
gördükleri, mütehakkim çok zenginler sınıfı ile çok yoksul bir amele
sınıfına raslanmayan Türkiye’de, demokrasinin yaşayabilmesinin iki
koşulu da Türkiye’de gerçekleşmiştir.
362
Devrimi, mevcut bir siyasal düzenin birdenbire ve şiddete
dayanılarak ortadan kaldırılması ve bunun yerine yeni düzenin kurulması
biçiminde tanımlayan Fikir Hareketleri için devrimlerin işlevi mutlak ve
müstebit hükümdarlıkları yıkarak egemenliği ulusa vermek, yani
demokrasi rejimini kurmaktır. XIX. yüzyıldaki devrimler bu nitelikteydi;
bu yüzyılda demokrasi yaygınlaşmakta, özgürlükler artmaktaydı.
Demokrasilerin etki alanının genişleyeceği ve özgürlüklerin artacağı
konusunda XIX. yüzyıl Avrupa’sında ortaya çıkan iyimserlik, BDS ve
sonrasında diktatörlüklerin belirmeye beşlamasıyla, yerini kaygıya
bıraktı. Devrimler, bu yeni yüzyılda artık demokrasiyi kurmak için değil,
komünist, faşist veya başka tür diktatörlüklere ulaşmak için arzu
edilmeye başlandı. Başka bir anlatımla, devrim kavramı XIX. yüzyıldaki
işlev ve anlamını (demokrasi kuruculuk) BDS sonrasında tümüyle
yitirmişti. Bu yeni devrim anlayışını benimseyenler, her devrimin
ilerleme teşkil edeceği gibi yanlış bir savı ileri sürmekte ve demokrasiyi
devrimle yıkmaya çalışmaktaydılar.
Türk Devrimi ise, Fikir Hareketleri’nin anladığı anlamda, yani
demokrasi kuran devrimdir. Bizim devrim anlayışımızla Avrupa’nın
devrim anlayışı arasında fark vardır; çünkü onlar demokrasiye
düşmandır. Avrupa’da demokrasi yalnızca devrimcilerin (komünistlerin)
değil, mürtecilerin de (monarşi yandaşları) saldırısına uğramaktadır.
Fikir Hareketleri CHF’nin bütün ilkelerini, bu arada devrimciliği
363
benimsemektedir. Derginin devrimcilik anlayışı, yapılmış olan
devrimlerin korunmasını öngörmektedir. Ahmet Hamdi’nin (Başar)
“sürekli devrim” ve Kadro’nun “nev’i şahsına münhasır devrim”
tezlerine Fikir Hareketleri katılmamaktadır. Devrimlerin bir azınlık
eliyle ve zor kullanılarak yapılmasını onaylayan dergi, Recep Peker’in
“halka rağmen halk için” formülünü benimseyen bir anlayışa sahiptir.
Dergide bolşeviklik ve faşistlik Savaş sonrası döneminin en
önemli toplumsal ve siyasal olayı olarak değerlendirilmektedir. Rus,
Alman ve İtalyan devrimleri siyasal ve iktisadi liberalizmi ortadan
kaldırmış, Fransız Devrimi’nin ilan ettiği hak ve özgürlükleri red ve
inkar etmişlerdir. Bu devrimlerin hepsi çürük bir temele
dayanmaktadırlar, kuvvet ve tahakküm ürünüdürler. Sürekli karışıklık ve
isyan içindedirler. Diktatörlüklerin ortaya çıkmasında, BDS dışında,
parlamentarizm ve demokrasinin bunalımı ile maddiyetçi bencilliğin de
rolü vardır.
Özgürlük aleyhindeki asıl büyük tehlike, Fikir Hareketleri’ne
göre, komünist tehlikesidir. Bolşevikliğin Marxizmle ilgisi yoktur, onun
red ve inkarıdır. Marx’ın öngörüsünün aksine, gelişmiş ülkelerde
işçilerin refah düzeyi yükselmektedir. Sovyetler Birliği’nin, hem
icraatlarında hem de dünyaya kanıtlamaya çalıştığı konularda başarısız
olması kaçınılmazdır. İlk başlarda demokrasinin red ve inkarı olan
sosyalizmin şimdi demokrasi hareketine dönüşmüş olması da
364
Marksizmin çekiciliğinin kalmadığının göstergesidir. Tarihsel
materyalizm yönteminin yüzüne artık kimse bakmamaktadır.
Mussolini’nin faşizm hakkında yazdıkları, bir sürü boş laf kalabalığıdır.
Mussolini teorik çerçeve oluşturmayı başaramamıştır. Faşizm bir
düşünce sistemi değil, düşünceyi mahveden bir zulüm ve tazyik aletidir.
BDS sonrasındaki hayal kırıklığı, eğitimin geriliği, nüfusun hızla artması
ve toprağın fakirliği, Savaş sonrası Avrupa’sında sarsıntıyı en çok
İtalya’nın hissetmesinin nedenleridir. Faşizm, sermaye sınıfının işçi
sınıfının taşkınlıklarından ve çoğunluğu sosyalistlerin denetimine geçen
parlamentolardaki icraatlardan korkmasının ürünüydü. Alman ulusunun
tekrar canlanma arzusunun dışa vurumu olan Nazizm, daha önceleri de
Alman toplumunda var olan kuvvet, kudret ve ırk mistikliğine biçim
vermekle yetinmiştir.
Hüseyin Cahit’e göre, devrim anlayışlarındaki farklılık gibi,
1920 ve 1930’ların Türk ulusçuluğu ile Avrupa nasyonalizmi de
birbirinden farklıdır. Bizde ulusçuluk duyguları, hem mütecaviz Avrupa
devletlerinin ülkemizi sömürmek istemeleri üzerine, bir savunma aracı
olarak, hem de iç politikada Türkler dışındaki unsurların ülkeyi yıkmak
yolundaki emel ve girişimlerine karşı Türk’ün hakkını korumak
kaygısıyla bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Avrupa nasyonalizminden
farklı olarak, bizim ulusçuluğumuz, muhafazakar ve mürteci değildir,
ruhani sınıflara dayanmamaktadır, savaş yanlısı ve ırkçı değildir. Fikir
Hareketleri’nde ırkçılık konusunda çok sayıda makaleye yer verilmiş ve
365
ırkçılık yerilmiştir. Derginin ulusçuluk söylemi Fırka’nın 1931
Programındaki söylemle uyumludur.
Özetle, Fikir Hareketleri’nin ilk bakışta liberal demokrasi
savunusu yapıldığı izlenimi edinilen söyleminin gerisinde halkçı ve orta
sınıfçı söylem kullanıldığı, bu söylemin ise tek parti otoriter yönetimini
olumladığı, onu desteklediği ve CHF Programı ile ters düşmediği
söylenebilir.15 1930’lu yıllar Türkiye’sinde liberal düşünceyi savunan
hiç bir kesime raslanılmaması, Koçak’ın Türk liberalizmine ilişkin
yorumunun haklı olduğunu düşündürmektedir.
“Bizde liberal-demokrat olmak, bugün olduğu gibi eskiden de güçtü. Yakın
tarihimizin en bilgili ve verimli yazarlarından H.C.Yalçın’ın yedi yıl süren
haftalık dergisi, bir yandan da Türk liberalizminin yalınkatlığına tanıklık
ediyor.”16
Hüseyin Cahid Yalçın’ın, derginin kapanış sayısında, “... milli
hakimiyet felsefesi ve rejimi aleyhinde sağdan ve soldan yapılan
hücumların mahiyetini tahlil ve teşrih...” ettiklerini ve gerekli bilgiyi
verdiklerini belirttiği dikkate alındığında, Nilgün Gürkan’ın yorumu da
15 Koçak’ın da belirttiği gibi, Fikir Hareketleri, Türk Devriminin ve demokrasisinin
içinde bulunduğu gerçek ve somut görüntüsü ile geleceğe yönelik hedeflerini
bağdaştırmaya çalışıyordu. Yalçın, bir anlamda, vesayetçi demokrasi görüşünü
oluşturmaktaydı. Koçak, “Hüseyin Cahit Yalçın ve…, s. 92. Toprak da, Fikir
Hareketleri’nin demokrasi anlayışının Kıta Avrupa’sındaki totaliter eğişlimlerden
etkilendiği kanısındadır. Toprak, “Fikir…, s. 41
366
anlamlı hale gelmektedir. Gürkan’a göre, 1930’lu yıllar Türkiye’sinde
basın ile merkezi otoritenin ortaklaşa paylaştığı en önemli hedef,
batılılaşmadır. Üzerinde uzlaşılan temel ise, devletin aşırı sol ve aşırı
sağ akımlara karşı korunmasıdır.
16 Koçak, a.g.m. s. 86. Gürkan, a.g.e., s.74.
367
ÖZET
Fikir Hareketleri, 1930’lu yıllarda (1933-1940) haftalık olarak
İstanbul’da yayınlanan bilimsel, toplumsal ve edebi bir dergidir.
Derginin başyazarlığını, eski İttihatçı siyasetçi Hüseyin Cahit (Yalçın)
yapmaktadır. Başyazar, dergiyi çıkardığı sırada siyasal otorite ile barışık
değildir. Çünkü, Cumhuriyet’in ilanı sırasında ve sonrasında Tanin’de
yazdığı yazılar nedeniyle kendisi rejim muhalifi gazeteci olarak
damgalanmış ve İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmıştır. Mustafa
Kemal Nutuk’ta Hüseyin Cahit’in Tanin’deki muhalefetini kınamaktadır.
Başyazar bu dışlanmışlıktan kurtulma arayışı içindedir. Fikir Hareketleri
demokrasi ve liberalizmin gözden düştüğü bir dönemde yayınlanmaya
başlamıştır. Dergi, demokrasi konusunda okurları bilgilendirmeyi ve
komünist ve faşist ideolojilere karşı mücadele etmeyi, onların
etkilerinden demokrasiyi korumak istemektedir.
Fikir Hareketleri hakkında yapılan değerlendirmelerde, derginin
demokrasi ve liberalizmi savunduğu belirtilmekte ve bunun yüreklice bir
davranış olduğu vurgulanmaktadır. Bu çalışmada, Fikir Hareketleri’nde
savunulan siyasal ve iktisadi düşünceler ortaya konulmakta ve derginin
ideolojisi belirlenmektedir. Siyasal ve iktisadi düşünceler ile derginin
başka dergi, gazete ve yazarlarla yaptığı polemikler yedi başlık altında
368
incelenmiştir: XIX. Yüzyıl, devrim, demokrasi, diktatörlük, devletçilik,
milliyetçilik/ırkçılık ve kapitalizm/ emperyalizm. Fikir Hareketleri’nin
demokrasi ve liberalizmi savunduğu, bir gerçektir. Buna karşın, derginin
tezleri ile CHP’nin tezleri arasında uyum vardır. Derginin halkçı ve orta
sınıfçı söylemi tek partili rejimi, tek partinin otoriter yönetimini
olumlamaktadır. Derginin rejime ve CHP’ye yönelik her hangi bir
eleştirisi yoktur. Kimi yazarların da belirttiği gibi, 1930’lu yıllar
Türkiye’sinde liberal demokrasiyi savunmak güçtür. Bu dönemde siyasal
iktidar ile basın iki konuda uzlaşmıştır: batılılaşma ile devleti aşırı sağ ve
aşırı sol ideolojilere karşı koruma.
369
ZUSAMMENFASSUNG
Fikir Hareketleri (Meinungs Bewegung) ist eine in den dreisiger
Jahren (1933-1940), in İstanbul erscheinende wöchentliche Zeitschrift
mit sozial-wissenschaftlich und literarischem İnhalt. Der Kolumnist
dieser Zeitschrift ist der zur ehemaligen “İttihat und Terraki” Partei
angehöriger und alter Politiker Hüseyin Cahit (Yalçın). Dieser befindet
sich zu beginn seiner Veröffentlichungen im Zwiespalt mit dem
herrschenden Regime. Waehrend der Ausrufung der Republik und auch
danach wird er wegen seinen gegnerischen Aufsaetzen vom Tanin als
Gegner des herschenden Regimes proklamiert und als Journalist vom
dem herrschenden Unabbaengigkeitsgericht (İstiklal Mahkemesi)
verurteilt. Auch Mustafa Kemal kritisiert ihn, in seinem Werk Nutuk für
seine gegnerische Haltung. Aus dieser aussenseiter Position und
Einsamkeit versucht er sich in der Folge Zeit zu befreien. Fikir
Hareketleri wird in einer Zeit veröffentlicht, wo weder Demokratie noch
Liberalismus von prioritaerer Bedeutung sind. Die Zeitschrift Deklariet
sich seinen Lesern gegenüber als informierer und beschützer der
Demokratie, gegen Angriffe aus Kommunistisch-faschistischem Lager
und deren İdeologien. Die Demokratie vor Diktaturen und seinen
Einflüssen zu schützen gehört somit zu seinen Haupthesen.
370
Viele Autoren sind der Ansicht dass die Zeitschrift wegen ihrer
mutigen Haltung zur Demokratie und Liberalismus gelobt werden
musse. Analysiert werden sollen in sieben Überschriften, İnhalte dieser
Zeitschrift auf ihre politisch-okonomische Gedanken, sowie ihre mit
anderen Zeitschriften, Zeitungen Verfassern und Kritikern geführten
polemiken wie: 19. Jahrhundert, Revolution, Demokratie, Diktatur,
Etatismus, Nationalismus/ Rassismus sowie Kapitalismus/
İmperialismus. Fikir Hareketleri wird als befürworter der Demokratie
und des Liberalismus angesehen. Trotzdem wird ihm eine ideologische
Übereinkuft mit dem Republikanische Volks Partei (Cumhuriyet Halk
Partisi) dieser Jahre zugeschrieben. Die von ihr vertretenen
populistischen und mittelschichtsnahen Thesen bestaerken indes das
Einparteienenregime und ihre otoritaere Regierung. Nach Ansicht
mancher Schriftsteller war es schwierig in den 1930’er Jahren der Türkei
die Liberal Demokratie zu vertreten. Die Zeitschrift richtet keinerlei
Kritik gegen das herrschende Regime und somit der CHP Regierung.
Die politische Macht und Presse diese Jahre sind sich in zwei Puntken
einig: Verwestlichung und den Staat gegan extrem rechte und linke
Ideolojien zu schützen.
371
EKLER
372
373
374
375
376
377
378
379
380
381
382
383
384
385
KAYNAKÇA
A. Kitaplar
Ağaoğlu Ahmet, Devlet ve Fert, İstanbul, Sanayiinefise Matbaası,
1933.
Akşin, Sina, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi (1789-
1980), (4. Baskı), Ankara, İmaj yayınevi, 2001.
Akşin, Sina, Atatürkçü Partiyi Kurmanın Sırası Geldi, Ankara,
İmaj yayınevi, 2002.
Alemdar, Korkmaz, İletişim ve Tarih, Ankara, Ümit Yayıncılık,
2001.
Alpkaya, Faruk, Türkiye Cumhuriyetinin Kuruluşu (1923-1924),
İstanbul, İletişim yayınları, 1998.
Atatürk, Mustafa Kemal, Söylev (Nutuk) II, (8. Baskı), Ankara,
TDK yayını, 1981.
Atay, Falih Rıfkı, Çankaya, İstanbul, Bateş A.Ş., 1998, s. 381-2.
386
Azman, Ayşe, Türk Basınında Siyasi Bir Gazeteci Hüseyin
Cahit Yalçın, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul, İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Bölümü, 1994.
Bengi, Hilmi, Gazeteci, Siyasetçi ve Fikir Adamı Olarak
Hüseyin Cahit Yalçın, Ankara, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi yayını, 2000.
Boratav, Korkut, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2002, (7. Baskı),
Ankara, İmge Kitabevi yayını, 2003.
Boratav, Korkut, Türkiye’de Devletçilik, (2. Baskı), Ankara,
Savaş yayınları, 1982.
Buğra, Ayşe, Devlet ve İşadamları, (2. Baskı), İstanbul, İletişim
yayınları, 1997.
Bulut, Süleyman, Hüseyin Cahit Yalçın, İstanbul, Milliyet
yayınları, 1984,
Carr, Edward Hallet, Bolşevik Devrimi I-II, (Çev. Orhan Suda),
İstanbul, Metis yayınları, 1998.
Carr, Edward Hallet, Milliyetçilik ve Sonrası, (Çev. Osman Akın),
İstanbul, İletişim yayınları,1990.
Carr, Edward Hallet, The Twenty Years’ Crisis 1919-1939; An
İntruduction to the Study of International Relations, Macmillan,
London, 1949.
Cevdet Kudret [Suat Hizarcı], Hüseyin Cahit Yalçın, İstanbul,
Varlık yayınları, 1957.
387
Çankaya, Ali Mücellitoğlu, Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler,
Cilt III, İstanbul, Mars Matbaası, 1968-9.
Çavdar, Tevfik, Türkiye’de Liberalizmin Doğuşu, İstanbul,
Uygarlık yayınları, 1982.
Dağlı, Nuran-Belma Aktürk, Hükümetler ve Programları, (I.
Cilt), Ankara, TBMM Basımevi, 1991.
Daver, Bülent, Çağdaş Siyasal Doktrinler, Ankara, AÜSBF
yayını, 1968.
Derin, Haldun, Çankaya Özel Kalemini Anımsarken (1933-
1951), (Yayıma Hazırlayan: Cemil Koçak), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt
yayını, 1995.
Doğan, Abide, 1923-1938 Arasında Yayınlanan Dergiler –
Anadolu, Kadro, Ülkü, Fikir Hareketleri, Ayda Bir – Üzerinde Bir
Çalışma, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Gazi Üniversitesi, Ankara,
1991.
Gazal, A. Ali, H. Cahit (Yalçın) Bey’in Siyasi Hayatı (1908-
1913), (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Erzurum, Atatürk Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1998.
Goloğlu, Mahmut, Tek Partili Cumhuriyet (1931-1938), İstanbul,
Goloğlu yayınları, 1974.
Gülcan, Yılmaz, Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1946), İstanbul,
Alfa yayını, 2001.
Güneş-Ayata, Ayşe, CHP (Örgüt ve İdeoloji), (Çev.Belkıs Tarhan-
Nüvit Tarhan), Ankara, Gündoğan yayınları, 1992.
388
Gürkan, Nilgün, Türkiye’de Demokrasiye Geçişte Basın (1945-
1950), İstanbul, İletişim yayınları, 1998.
Güvenir, 2. Dünya Savaşında Türk Basını Siyasal İktidarın
Basını Denetlemesi ve Yönlendirmesi, İstanbul, Gazeteciler Cemiyeti
yayını, 1991.
Güz, Serbest Cumhuriyet Fırkası Sonrası Basında Muhalefet ve
1931 Matbuat Kanunu, Ankara, Gazi Üniversitesi yayını, 1993.
Güz, Türkiye’de Basın-İktidar İlişkileri (1920-1927), Ankara,
Gazi Üniversitesi yayını, 1991.
Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Sözlüğü, (5. Baskı), İstanbul, Remzi
Kitabevi yayını, 1979.
Hobsbawm, Eric, Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991 Aşırılıklar Çağı,
(Çev. Yavuz Alogan), İstanbul, Sarmal yayınları, 1996.
Huyugüzel, Ö. Faruk, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayatı ve Edebi
Eserleri Üzerinde Bir Araştırma, İzmir, Ege Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi yayını, 1984,
İnuğur, M. Nuri, Türk Basınında İz Bırakanlar, Ankara, Kültür
Bakanlığı yayını, 1988.
İskit, Server, Türkiye’de Matbuat Rejimleri, İstanbul, Matbuat
Umum Müdürlüğü yayını, 1939.
Alpay Kabacalı, Türk Basınında Demokrasi, Ankara, Kültür
Bakanlığı yayını, 1994.
Kandemir, F., Cumhuriyet Devrinde Siyasi Cinayetler, İstanbul,
Ekicigil, 1955
389
Kansu, Aykut, 1908 Devrimi, İstanbul, İletişim yayınları, 1997.
Karaman, Deniz, Cavid Bey ve Ulum-ı İktisadiye ve İçtimaiye
Mecmuası, Ankara, Liberal Düşünce Topluluğu yayını, 2001.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Politikada 45 Yıl, Ankara, Bilgi
yayınevi, 1968.
Karpat, Kemal, Türk Demokrasi Tarihi, (2. Baskı), İstanbul, Afa
yayınları, 1996.
Kazgan, İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, (9.
Baskı), İstanbul, Remzi Kitabevi yayını, 2000.
Kızılçelik, Sezgin – Yaşar Erjem, Açıklamalı Sosyoloji Sözlüğü,
(4. Baskı), İzmir, Saray Kitabevleri yayını, 1996.
Kocabaşoğlu, Uygur vd., Türkiye İş Bankası Tarihi, İstanbul,
Türkiye İş Bankası Kültür yayınları, 2001.
Koçak, Cemil, Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), (I. Cilt),
İstanbul, İletişim yayınları, 1996.
Köker, Levent, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, (3.
Baskı), İstanbul, İletişim, yayınları, 1995.
Kuruç, Bilsay, Belgelerle Türkiye İktisat Politikası, 1. Bölüm 1.
Cilt (1929-1932), Ankara, AÜSBF yayını, 1988.
Kuruç, Bilsay, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Ankara,
Bilgi yaynı, 1987.
Lipson, Leslie, Demokratik Uygarlık, (Çev. Haldun Gülalp,
Türker Alkan), Ankara, Türkiye İş Bankası yayını, 1984.
390
Mazower, Mark, Karanlık Kıta Avrupa’nın 20. Yüzyılı, (Çev.
Mehmet Moralı), İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi yayını, 2003.
Mehmed Cavid Bey, İktisat İlmi, (Sadeleştiren: Orhan Çakmak),
Ankara, Liberte yayını, 2001.
Mehmet Cavid Bey, Şiar’a Mektuplar, (Yayına Hazırlayan: Şiar
Yalçın), İstanbul, İletişim yayını, 1995.
Ozankaya, Özer, Toplumbilim Terimleri Sözlüğü, (2. B.), Ankara,
TDK yayını, 1980.
Peker, Recep, İnkılap Dersleri, (4. Baskı), İstanbul, İletişim
yayınları, 1984.
Sarıca, Murat, Birinci Dünya Savaşından Sonra Avrupa’da
Barışı Kurma ve Sürdürme Çabaları (1919-1929), İstanbul, İ.Ü. SBF
yayını, 1982.
Sarıca, Murat, 100 Soruda Fransız İhtilali, (3. Baskı), İstanbul,
Gerçek yayınevi, 2000.
Sezgin, Ömür, Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu,
Ankara, Birey ve Toplum yayınları, 1984.
Sönmezoğlu, Faruk, Uluslararası Politika Ekolleri, İstanbul, Der
yayınları, 1997.
Şahin, Yaşar, Liberalizm, Demokrasi ve Türkiye’de Liberalizm:
ANAP Örneği, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1994.
Şenel, Alaeddin, Çağdaş Siyasal Akımlar, Ankara, İmaj yayınevi,
2001.
391
Şimşir, Bilal N., Malta Sürgünleri, (2. Baskı), Bilgi yayınevi,
Ankara, 1982.
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Devre IV, Cilt 22, (26.5.1934).
Tekeli, İlhan-Selim İlkin, Bir Cumhuriyet Öyküsü Kadrocuları
ve Kadro’yu Anlamak, İstanbul, Tarih Vakfı yayını, 2003.
Timur, Taner, Türk Devrimi ve Sonrası, (3. Baskı), Ankara, İmge
Kitabevi yayını, 1994.
Toprak, Zafer, Türkiye’de “Milli İktisat” (1908-1918), Ankara,
Yurt yayınları, 1982.
Topuz, Hıfzı, 100 Soruda Başlangıçtan Bugüne Türk Basın
Tarihi, (2. Baskı) İstanbul, Gerçek yayınları, 1996.
Tülbentçi, Fazıl Cumhuriyetten Sonra Çıkan Gazeteler ve
Mecmualar (29 İlkteşrin 1923-31 İlkkanun 1940), Ankara, Başvekalet
Matbuat Umum Müdürlüğü yayını, 1941.
Türker, Hasan, Türk Devrimi ve Basın 1922-1925, İzmir, Dokuz
Eylül Üniversitesi yayını, 2000.
Türkeş, Mustafa, Ulusçu Bir Sol Akım: Kadro Hareketi, Ankara,
İmge Kitabevi yayını, 1999.
Us, Asım, 1930-1950 Atatürk, İnönü, İkinci Dünya Harbi ve
Demokrasi Rejimine Giriş Devri Hatıraları, İstanbul, Doğruluk
Matbaası, 1966.
Varlık, Bülent (Derl.), Kooperatif Seçme Yazılar (1932-1934),
Ankara, Gazi Üniversitesi yayını, 1982.
392
Yalçın, Hüseyin Cahit, Siyasal Anılar, (Haz. Rauf Mutluay), (2.
Baskı), İstanbul, Türkiye İş Bankası yayını, 2000.
Yalçın, Hüseyin Cahit, Talat Paşa, İstanbul, Yedigün Neşriyat,
1943.
Yalçın, Hüseyin Cahit, Tanıdıklarım, İstanbul, Yapı Kredi yayını,
2001.
Yalman, Ahmet Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim ve
Geçirdiklerim, (2. Baskı), İstanbul , Pera Turizm ve Tic. A. Ş., C. II,
1970.
Yayla, Atilla, Liberalizm, Ankara, Turhan Kitabevi yayını, 1992.
Yetkin, Çetin, Türkiye’de Tek Parti Yönetimi 1930-1945,
İstanbul, Altın Kitaplar yayınları, 1983.
Hilmi Yücebaş, Büyük Mücahit Hüseyin Cahit, İstanbul, Kültür
Kitabevi yayını, 1960
B. Makaleler
Ağaoğlu Ahmet, “Bir İzah”, Kooperatif, Cilt 1, Sayı 8,
(Kanunusani 1933).
Akşin, Sina, “Atatürk Döneminde Demokrasi”, AÜSBF Dergisi,
Cilt 47, Sayı 1-2, (Ocak-Haziran 1992), s. 245-252.
393
Akşin, Sina, “Fransız İhtilalinin II. Meşrutiyet Öncesi Osmanlı
Devleti Üzerindeki Etkileri Üzerine Bazı Görüşler,” AÜSBF Dergisi,
Cilt 49, Sayı 3-4, (Haziran-Aralık 1994), s. 23-29.
Akşin, Sina, “İkinci Meşrutiyet Üzerine Bir İnceleme”, içinde,
Atatürkçü Partiyi Kurmanın Sırası Geldi, Ankara, İmaj yayıncılık,
2002, s. 195-202.
Akşin, Sina, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin İlk Yılında Fransız
İhtilali’nin Etkileri”, Birinci Meclis, (Ed. Cemil Koçak), İstanbul,
Sabancı Üniversitesi yayını, 1998, s. 63-69.
Aktan, Coşkun Can, “Klasik Liberalizm, Neo-Liberalizm ve
Libertarianizm”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 28, Sayı 1, (Mart 1995), s.
3-32.
Alemdar, Korkmaz, “Köşe Yazarlığı (ya da Gazetecilik) Üzerine”,
Panorama, Sayı 3, (Nisan 2004).
Aydemir, Şevket Süreyya, “Biz Avrupanın Hayranı Değil
Mirasçısıyız!”, Kadro, Sayı 29, (Mayıs 1934).
Aydın, Mustafa, “Uluslararası İlişkilerde Yaklaşım, Teori ve
Analiz”, AÜSBF Dergisi, (Prof. Dr. Oral Sander’e Armağan), Cilt
51, Sayı 1-4 (Ocak-Aralık 1996), s. 71-114.
B. Ferdi [Şefik Hüsnü], “Kemalist Türkiye Nereye Gidiyor?”,
Toplumsal Tarih, Sayı 41 (Mayıs 1997), s. 17-23.
Bakırezer, Güven, “Nihal Atsız’ın Düşüncesi”, Toplumsal Tarih,
Sayı 29, (Mayıs 1996), s. 25-31.
394
Başar, Ahmet Hamdi, “Fırkamızın Devletçilik Vasfı Başvekil İsmet
Paşa Hazretlerinin Makaleleri Münasebetile,” Kooperatif, Cailt 2, Sayı
19, (Kanunuevvel 1933), s. 6-11.
Başar, Ahmet Hamdi, “İnkılapçılık ve Türk İnkılabı II”,
Kooperatif, Cilt 2, Sayı 23, (Nisan 1934), s. 1-4.
Başaran, Gökçen, “Gizli Bir İngiliz Raporuna Göre II. Dünya
Savaşı’nda Türkiye’de Gazeteciler”, Toplumsal Tarih, Sayı 123, (Mart
2004), s. 50-53.
Coşkuner, Kerem, “Onuncu Yıl Anısına Yapılan Yayınlar”,
Toplumsal Tarih, Sayı 118 (Ekim 2003), s. 94-95.
Çavdar, Tevfik, “Cumhuriyet Döneminde Türk İktisadi Düşüncesi”,
CDTA, Cilt IV, s. 1074-1084.
Çetinkaya, Y. Doğan, “Hüseyin Cahit Yalçın”, içinde, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 3 Modernleşme ve Batıcılık, (Ed.
Uygur Kocabaşoğlu), İstanbul, İletişim yayınları, 2002, s. 314-331.
Eralp, Atilla, “Uluslararası İlişkiler Disiplininin Oluşumu;
İdealizm-Realizm Tartışması”, içinde, Devlet, Sistem ve Kimlik
Uluslararası İlişkilerde Temel Yaklaşımlar, (Der. Atilla Eralp), (2.
Baskı), İstanbul, İletişim yayınları, 1997.
Gevgilili, Ali, “Türkiye Basını”, CDTA, Cilt I, s. 203-228.
Gürkan, Nilgün, “Türk Modernleşme Sürecinde Gazetecinin Bir
Muhalif Olarak Portresi: Hüseyin Cahit Yalçın Örneği”, İletişim, Sayı 4,
1997, s. 13-31.
395
Huyugüzel, Ö. Faruk, “Fikir Hareketleri”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi, Cilt 13, İstanbul, 1996.
Kocabaşoğlu, Uygur, “Cumhuriyet Dergiciliğine Genel Bir Bakış”,
içinde, Türkiye’de Dergiler ve Ansiklopediler (1849-1984), İstanbul,
Gelişim yayınları, 1984.
Kocabaşoğlu, Uygur, “1919-1938 Dönemi Basınına Toplu Bir
Bakış”, AÜSBF Basın ve Yayın Yüksek Okulu Yıllık 1981 (VI),
Ankara, AÜSBF yayını, 1982. s. 95-127.
Koçak, Cemil, “CHP-Devlet Kaynaşması (1936)”, Toplumsal
Tarih, Sayı 118, (Ekim 2003), s. 74-79.
Koçak, Cemil, “Hüseyin Cahit ve Fikir Hareketleri”, Tarih ve
Toplum, C. VII, Sayı 68, (Ağustos 1989), s. 22-30.
Koçak, Cemil, “Siyasal Tarih 1923-1950”, içinde, Türkiye Tarihi
4 Çağdaş Türkiye 1908-1980, (Yayın Yönetmeni: Sina Akşin),
İstanbul, Cem yayınevi, 1990.
Kuruç, Bilsay, “Kemalist Ekonomiden Kesitler”, içinde, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 2 Kemalizm, İstanbul, İletişim
yayınları, 2001, s. 298-312.
Milliyet, (3.10.1932)
Milliyet, (7.9.1932).
Özdoğan, Günay Göksu, “Türk Ulusçuluğunda Irkçı Temalar: 1930
ve 1940’ların Türkçü Akımı,” Toplumsal Tarih, Sayı 29, (Mayıs 1996),
s. 19-24.
396
Sezgin, Ömür, “Kadro Hareketi”, içinde, Kadro, (Ed. Cem Alpar),
Ankara, Gazi Üniversitesi yayını, 1982, ss. 11-20.
Siirt Meb’usu Mahmut, “İsmet Pş. Lozandaki Gibi İşbaşında”,
Milliyet, (7.9.1932).
Tekeli, İlhan-Gencay Şaylan, “Türkiye’de Halkçılık İdeolojisinin
Evrimi”, Toplum ve Bilim, Yaz-Güz 1978, s. 44-110.
Toprak, Zafer, “Fikir Dergiciliğinin Yüz Yılı”, içinde, Türkiye’de
Dergiler ve Ansiklopediler (1849-1984), İstanbul, Gelişim yayını,
1984. s. 13-54.
Toprak, Zafer, “II. Meşrutiyet’te Solidarist Düşünce: Halkçılık”,
Toplum ve Bilim, Sayı 1, Bahar 1977, s. 92-123.
Toprak, Zafer, “Türkiye’de Muhalefetin Doğuşu: II. Dünya Savaşı
ve Tek Partinin Sonu”, Toplumsal Tarih, Sayı 121, (Ocak 2004), s. 70-
75.
Trak, Ayşe, “Liberalizm-Devletçilik Tartışması (1923-1939)”,
CDTA, Cilt IV, s. 1085-1089.
Ülken, Hilmi Ziya, “Tercüme Faaliyeti”, içinde, Atatürk Devri
Fikir Hayatı II, (Haz. Mehmet Kaplan vd.), Ankara, Kültür Bakanlığı
yayını, 1981.
Ülman, Burak, “Uluslararası İlişkiler Kuramı ve Realizm”, içinde,
Uluslararası İlişkilerde Sınır Tanımayan Sorunlar, (Derl. Ayhan
Kaya - Günay Göksu Özdoğan), İstanbul, Bağlam yayınları, 2003, s. 31-
46.
Yalçın Hüseyin Cahid, “Bizim Demokrasi”, Ulus, (23.9.1950).
397
Yalçın, Hüseyin Cahid, “14 Mayıs’ta Ne Başladı?”, Ulus,
(2.10.1950).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Ah; O Yirmi Beş Sene”, Ulus,
(24.2.1951).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Atatürk Devri”, Ulus, (27.2.1951).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Cumhuriyet Bayramı”, Ulus, (29.10.1950).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Cumhuriyet Halk Partisinin 20 nci
Yıldönümü”, Tanin, (9.9.1943).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Demokrat Parti Çıkmaz Sokakta”, Ulus,
(29.9.1950).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Demokratların Gidişine Dair”, Ulus,
(20.9.1950).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Hakikaten Korku Başlamış”, Ulus,
(20.9.1950).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Hesap Soranlar Şimdi Korkuyorlar”, Ulus,
(2.7.1950).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Husumet Politikası”, Ulus, (14.9.1950).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Hükümet Darbesi”, Ulus, (9.9.1950).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “İnönü’ye Yapılan İşkence”, Ulus,
(23.7.1950).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Kalpten Gelen Bir İsyan”, Ulus,
(25.9.1950).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Layuhti Bir Hükümet”, Ulus, (28.6.1950).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Maske Düştü”, Ulus, (1.10.1950).
398
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Meşrutiyet Devri ve Sonrası: Atatürk
Devri”, Halkçı, (29.3.1954).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Uzaktan Seyredince”, Ulus, 14 Temmuz
1950.
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Yalçın’ın 50 Yıllık Hatıraları: Atatürk
Devri”, Halkçı, (22.5.1955).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Yaşa Halk Partisi”, Ulus, (10.6.1950).
Yurdusev, A. Nuri, “‘Uluslararası İlişkiler’ Öncesi”, içinde, Devlet,
Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde Temel Yaklaşımlar, (Der.
Atilla Eralp), (2. Baskı), İstanbul, İletişim yayınları, 1997, s. 16-24.
Yücebaş, Hilmi, “3 üncü Ölüm Yıldönümünde Hüseyin Cahit
Yalçın”, içinde, Büyük Mücahit Hüseyin Cahit, (Derleyen: Hilmi
Yücebaş), İstanbul, Kültür Kitabevi yayını, 1960, s. 3-6.
C. Fikir Hareketleri’ndeki Makaleler
Benda, Julien, “Milliyet İhtirasları Hakkında Bir Tahlil”, FH, Sayı
7, (7.12.1933).
Benes, Edouard, “Demokrasi ile Ona Aleyhtar Rejimler Arasında
Esaslı Farklar”, FH, sayı 357, (24.8.1940).
Benes, Edouard, “Demokrasilerin Düşmeleri: Yağmurdan Kaçarken
Doluya”, FH, Sayı 345, (1.6.1940).
399
Benes, Edouard, “Demokrasilerin Sükutu: Müfrit Nasyonalizm”,
FH, Sayı 346, (8.6.1940).
Benes, Edouard, “Faşizm ile Nasyonal Sosyalizm, Komünizm ve
Demokrasi Arasındaki Münasebetler”, FH, Sayı 364, (12.10.1940).
Benes, Edouard, “Harbden Evvelki ve Sonraki Pancermanizm”, FH,
Sayı 361, (21.9.1940).
Benes, Edouard, “Harbden Sonra Diktatörlükler”, FH, Sayı 349,
(29.6.1940).
Benes, Edouard, “İtalyan Faşizminin Tezleri”, FH, Sayı 358,
(31.8.1940).
Benes, Edouard, “Komünizm ve Demokrasi Aleyhindeki Siyaseti”,
FH, Sayı 344, (25.5.1940).
Benes, Edouard, “Liberal Burjuva Demokrasisinin İnkişafı”, FH,
Sayı 336, (30.3.1940).
Benes, Edouard, “Milletler Cemiyeti: Son İki Asırda Sulh
Hareketi”, FH, Sayı 351, (13.7.1940).
Benes, Edouard, “Modern Avrupanın İnkişafı: Fransa ve Amerika
İnkılabları”, FH, Sayı 335, (23.3.1940).
Béraud, Henri, “Moskovada Neler Gördüm Komünistliğin İflası”
(Tefrika 1), FH, Sayı 1, (29.10.1933).
Bonn, M. J., “Kapitalizmin Manası: Kapitalizm Ne Şartla
Payidar Olabilir?”, FH, Sayı 17, (15.2.1934).
Bonn, M., J., “İktisadiyat Sahasında Dünya İnkılâbı”, FH, Sayı 2,
(2.11.1933).
400
Cambo, F., “Diktatörlük Rejiminin Fenalıkları”, FH, Sayı 20,
(8.3.1934).
Cambo, F., “Demokrasiden Diktatörlüğe”, FH, Sayı 11, (4.1.1934).
Cambo, F., “Diktatörlük Rejiminin Faydaları”, FH, Sayı 19,
(1.3.1934).
Cambo, F., “Diktatörlükler Zaaf ve Hastalık Alâmetidir”, FH,
Sayı 12, (11.1.1934).
Cambo, F., “Diktatörlükleri Doğuran Sebeplerden Demokrasi
Buhranı”, FH, Sayı 14, (25.1.1934).
Cambo, F., “Diktatörlükleri Doğuran Sebeplerden Maddiyetçi
Hotgâmlık”, FH, Sayı 15, (1.2.1934).
Cambo, F., “Diktatörlükleri Doğuran Sebeplerden Parlamentarizm
Buhranı”, FH, sayı 13, ( 18.1.1934).
Cambo, F., “Diktatörlükleri Kolaylaştıran Sebepler”, FH, Sayı 16,
(8.2.1934).
Cambo, F., “Diktatörlüklerin Tevellüdünde Demagojinin Tesiri”,
FH, Sayı 17, (15.2.1934).
Cambo, F., “Dünyanın Harp Sonu Vaziyeti - İktisadi, Mali, İçtimai,
Bedii, Fikri, Siyasi-”, FH, Sayı 1, (29.10.1933).
Cambo, F., “İtalyan Faşizmine Dair”, FH, Sayı 33, (7.6.1934).
Cambo, F., “Kanuni ve Kısa Diktatörlükler”, FH, Sayı 18,
(22.2.1934).
Chamberlin, William Henry, “Demokrasi Payidar Olabilir mi?”,
FH, Sayı 227, (26.2.1938).
401
Chamberlin, William Henry, “Demokrasinin İki Kusuru”, FH, Sayı
228, (5.3.1938).
Chamberlin, William Henry, “Demokrasinin Payidar Olmasının İki
Şartı”, FH, Sayı 229, (12.3.1938).
Chamberlin, William Henry, “Diktatörlüklerin Farkları ve
Müşabehetleri”, FH, Sayı 226, (19.2.1938).
Chamberlin, William Henry, “Hürriyet Aleyhindeki Dava”, FH,
Sayı 232, (2.4.1938).
Chamberlin, William Henry, “Hürriyete Karşı İsyan”, FH, Sayı 213,
(20.11.1937).
Chamberlin, William Henry, “Hürriyete Karşı İsyanların
Menşeleri”, FH, Sayı 217, (18.12.1937).
Chamberlin, William Henry, “Kolektivist Devletin Tarifi”, FH,
Sayı 236, (30.4.1938).
Chamberlin, William Henry, “Medeniyet Ancak Hürriyetle Yaşar”,
FH, Sayı 241, (4.6.1938).
Chamberlin, William Henry, “Milli Hakimiyet ile Diktatörlüklerin
Mukayesesi”, FH, Sayı 233, (9.4.1938).
Chamberlin, William Henry, “Modern Diktatörlüklerin Bariz
Vasıfları”, FH, Sayı 224, (5.2.1938).
Chamberlin, William Henry, “Sosyalizm Fedakarlığa Değer mi?”,
FH, Sayı 235, (23.4.1938).
Chamberlin, William Henry, “Sosyalizm Hürriyet ve Refah Yolu
mudur?”, FH, Sayı 234, (16.4.1938).
402
Chamberlin, William Henry, “Ya hürriyet Ya Barbarlık”, FH, Sayı
240, (28.5.1938).
Chamberlin, William Henry, “Yeni İstibdad Tekniği”, FH, Sayı
222, (22.1.1938).
Coudenhove-Kalergi, Richard, “Bugünkü Dünya: Totaliter Devlet
I”, FH, Sayı 274, (21.12.1938).
Coudenhove-Kalergi, Richard, “Harbden Sonra Devlet Telakkisi”,
FH, Sayı 279, (25.2.1939).
Coudenhove-Kalergi, Richard, “Siyasette Gentlemen’ler ve
Gangster’ler”, FH, Sayı 287, (22.4.1939).
Coudenhove-Kalergi, Richard, “Total İnsanın Saltanatı”, FH, Sayı
285, (8.4.1939).
Croiset, A., “Demokrasi ve Tarih”, FH, Sayı 158, (31.10.1936).
Decugis, Henri, “‘Economie Dirigée’ Gidişi”, FH, Sayı 99,
(14.9.1935).
Decugis, Henry, “‘Economie Dirigée’ Gidişi”, FH, Sayı 100,
(21.9.1935).
Decugis, Henry, “‘Economie Dirigée’ Gidişi”, FH, Sayı 101,
(28.9.1935).
Delaici, Francis, “Milliyet Prensipi ve Himayecilik”, FH, Sayı
173, (13.2.1937).
Delaisi, Francis, “Cihanın Bugünkü Vaziyeti Karşısında Milliyet
Efsanesi ve Realite”, FH, Sayı 230, (19.3.1938).
403
Delaisi, Francis, “Cihanşümul Bir Din: Milliyet”, FH, Sayı 137,
(6.6.1936).
Delaisi, Francis, “Ekonomik Nasyonalizm ve Emperyalizm Nasıl
Doğdular?”, FH, Sayı 168, (9.1.1937).
Delaisi, Francis, “Milliyet İdeali Nasıl Doğdu ve Nasıl Kökleşti?”,
FH, Sayı 134, (16.5.1936).
Delaisi, Francis, “Müstemlekecilik”, FH, Sayı 185, (8.5.1937).
Ferdonnet, Paul, “Alman Faciası: Ahlak Buhranı”, FH, Sayı 25,
(12.4.1934).
Ferdonnet, Paul, “Alman Faciası: Irk İdeolojisi”, FH, Sayı 28,
(3.5.1934).
Ferdonnet, Paul, “Alman Faciası: İktisadi Buhran”, FH, Sayı 24,
(5.4.1934).
Ferdonnet, Paul, “Almanyada Hitler İnkılabı”, FH, Sayı 21,
(15.3.1934).
Guy-Grand, Georges, “Demokrasi Tekamülünün Muhtelif
Amilleri”, FH, Sayı 185, (8.5.1937).
Guy-Grand, Georges, “Demokrasinin Ana Fikirleri”, FH, Sayı 184,
(1.5.1937).
Guy-Grand, Georges, “Demokrasinin Tarifi”, FH, Sayı 183,
(24.4.1937).
Halévy, Daniel, “Hürriyetin İnhitatı”, FH, Sayı 179, (27.3.1937).
Hankins, Frank H., “Halis Irklar Var mıdır?”, FH, Sayı 177,
(13.3.1937).
404
Hankins, Frank H., “Irk ile Millet Aynı Şey Olabilir mi?”, FH, Sayı
179, (27.3.1937).
Hankins, Frank H., “Irk Mefhumu”, FH, Sayı 174, (20.2.1937).
Hankins, Frank H., “Irkın Siyasi Ehemmiyeti”, FH, Sayı 181,
10.4.1937).
Hearnshaw, F. J. C., “Demokrasi ve Fransız İnkılâbı: - Başlangıç
-“, FH, Sayı 4, (16.11.1933).
Hearnshaw, F. J. C., “Demokrasinin Teessüsü: Fransız ve İngiliz
İnkılâpları Arasındaki Farklar“, FH, Sayı 5, (23.11.1933).
Hearnshaw, F. J. C., “Milli Hakimiyet Yolunda 1830 Fransız
İhtilali”, FH, Sayı 7, (7.12.1933).
Hearnshaw, F. J. C., “Milli Hakimiyetin Büyük Zaferi 1848 Fransız
İhtilali”, FH, Sayı 8, (14.12.1933).
Hearnshaw, F. J. C., “Milli Hakimiyetin İnkişafı”, FH, Sayı 6,
(30.11.1933).
Hearnshaw, F. J. C., “Yeni Zamanlarda Milliyet Hissi Nasıl
Doğdu?”, FH, Sayı 10, (28.12.1933).
Hjort, John, “Bolşeviklikte İki Merhale”, FH, Sayı 48, (20.9.1934).
Hjört, “Marx’cılık ve Vakalar”, FH, Sayı 51, (11.10.1934).
Hjört, John, “Beş Senelik Plan”, FH, Sayı 49, (27.9.1934);
Hjört, John, “Bugünkü Nesle Düşen Vazife”, FH, Sayı 50,
(4.10.1934);
Joseph- Barthélemy, “Hitlere Göre Devlet”, FH, Sayı 115,
(4.1.1936).
405
Joseph- Barthélemy, “Hürriyet Nedir?”, FH, Sayı 119, (1.2.1936).
Joseph- Barthélemy, “Hürriyetin İstikbali”, FH, Sayı 120,
(8.2.1936).
Joseph- Barthélemy, “Hürriyetin Son Kaleleri”, FH, Sayı 159,
(7.11.1936).
Joseph-Barthélemy, “Demokratik Devletin Tanımı”, FH, Sayı 116,
(11.1.1936).
Joseph-Barthélemy, “Bolşevik Diktatörlüğü”, FH, Sayı 47,
(13.9.1934).
Joseph-Barthélemy, “Faşist Teşkilatı”, FH, Sayı 41, (2.8.1934).
Joseph-Barthélemy, “Faşizm ve Hürriyet”, FH, Sayı 43,
(16.8.1934).
Joseph-Barthélemy, “Faşizm ve Mussolini”, FH, Sayı 40,
(26.7.1934).
Joseph-Barthélemy, “Faşizm ve Sendikalizm”, FH, Sayı 42,
(9.8.1934).
Joseph-Barthélemy, “Hürriyetin Lüzum ve Zarureti”, FH, Sayı 121,
(15.2.1936).
Joseph-Barthélemy, “İnkılabların Yeni Simaları”, FH, Sayı 117,
(18.1.1936).
Joseph-Barthélemy, “Lehistan Diktatörlüğünde Bazı Hususiyetler”,
FH, Sayı 24, (5.4.1934).
Joseph-Barthélemy, “Sosyal Demokrasi Siyasal Demokrasi”, FH,
Sayı 131, (25.4.1936).
406
Labarthe, Emile, “Ferdi Haklar ve İçtimai İcaplar”, FH, Sayı 32,
(31.5.1934).
Labarthe, Emile, “Fert ve Devlet”, FH, Sayı 48, (20 Eylül 1934).
Labarthe, Emile, “Hürriyet ve Müsavat Prensiplerini Telif Etmek
Lazımdır.”, FH, Sayı 27, (26.4.1934).
Lakhosky, Georges, “Almanya’da Irk Üstünlüğü Hülyası”, FH,
Sayı 305, (26.8.1939).
Laski, Harold, “Hürriyeti Tarifi”, FH, Sayı 242, (11.6.1938).
Lavernge, Bernard, “Dünya Buhranının Sebepleri, Son Senelerin
Boş Tedbirleri, Akim Nazariyeleri ”, FH, Sayı 23, (29.3.1934).
Lavernge, Bernard, “Dünya Buhranının Sebepleri, Son Senelerin
Boş Tedbirleri, Akim Nazariyeleri 2”, FH, Sayı 24, (5.4.1934).
Lewihnson, Richard, “Siyasiyatta Paranın Rolü: İtalya ve
Faşizm l”, FH, Sayı 3, (9.11.1933).
Lipmann, Walter, “Komünizmin Karakteri”, FH, Sayı 278,
(18.2.1939)
Lipmann, Walter, “Planlı İktisad Harb Ruhuna Muhtaçtır”, FH,
Sayı 279, (25.2.1939).
Lippmann, Walter, “Komünizmin Nazari Prensipleri”, FH, Sayı
276, (4.2.1939).
Marlio, Louis, “‘Dirigé’ İktisadın İnkişafının Sebepleri”, FH, 348,
(22.6.1940).
Marlio, Louis, “‘Dirigé’ İktisadın Zorluğu”, FH, Sayı 288,
(29.4.1939).
407
Marlio, Louis, “Bugünkü Dünya: Avrupanın İnhitatı”, FH, Sayı
282, (18.3.1939).
Marlio, Louis, “Bugünün Meseleleri: Ferd ve Cemaat”, FH, Sayı
257, (24.9.1938).
Marlio, Louis, “Kapitalizm Davası: Devrimizin En Vahim
Meselesi”, FH, Sayı 305, (26.8.1939).
Marlio, Louis, “Kapitalizmin Kuvvet Unsurları”, FH, Sayı 298,
(8.7.1939).
Marlio, Louis, “Kapitalizmin Muvaffakiyeti”, FH, Sayı 299,
(15.7.1939).
Marlio, Louis, “Kapitalizmin Zayıf Noktaları”, FH, Sayı 301,
(29.7.1939).
Marlio, Louis, “Modern İktisadiyatın Dramı”, FH, Sayı 303,
(12.8.1939).
Marlio, Louis, “Müzmin İşsizlik”, FH, Sayı 309, (23.9.1939).
Marlio, Louis, “Stalin Tecrübesi: Bugün Rusya Nedir?”, FH, Sayı
343, (18.5.1940).
Mirkine-Guetzevitch, “Matbuat Hayatı: Yeni İstibdad Faşizm-
Hitlerizm -Bolşevizm”, FH, Sayı 180, (3.4.1937).
Mirkine-Guetzevitch, “Parlamento Rejiminin Tekamülü: İcrai
Kuvvetin Rolü” FH, Sayı 247, (16.7.1938).
Mussolini, Benito, “Faşizm Diktatörlüğü - Esasi Fikirler-”, FH,
Sayı 29, (10.5.1934).
408
Mussolini, Benito, “Faşizm Diktatörlüğü – Siyasi ve İçtimai
Meslek-”, FH, Sayı 30;
Mussolini, Benito, “Faşizm Diktatörlüğü –Siyasi ve İçtimai Meslek-
”, FH, Sayı 31.
Nitti, Francesco, “1933 Senesinde Robinson’un Avrupaya
Seyahati”, FH, Sayı 56, (15.11.1934).
Nitti, Francesco, “Almanya’da Sistem Hastalığı”, FH, Sayı 263,
(5.11.1938).
Nitti, Francesco, “Ari Irkların Faikiyeti? Gobineau’nun
Mes'uliyeti”, FH, Sayı 16, (8.2.1934).
Nitti, Francesco, “Beynelmilelcilik Yürümüyor”, FH, Sayı 21,
(15.3.1934).
Nitti, Francesco, “Birkaç Mefhum - Millet, Vatan, Irk, Kavim,
Devlet”, FH, Sayı 13, (18.1.1934).
Nitti, Francesco, “Bolşeviklik ve Çarlık”, FH, Sayı 44, (23.8.1934).
Nitti, Francesco, “Demokrasi Meselesi: Bugünkü Vaziyet”, FH,
Sayı 3, (9.11.1933).
Nitti, Francesco, “Demokrasi Bir Fikir Olmadan Evvel Bir Histir”,
FH, Sayı 195, (17.7.1937).
Nitti, Francesco, “Demokrasi Hareketlerine Karşı Muhtelif Dînler”,
FH, Sayı 6, (30.11.1933).
Nitti, Francesco, “Demokrasiler ve İnkılab”, FH, Sayı 205,
(25.9.1937).
409
Nitti, Francesco, “Demokrasilerde Vukuf ve Salahiyet Meselesi”,
FH, Sayı 192, (26.6.1937).
Nitti, Francesco, “Demokrasinin Temel Prensipleri”, FH, Sayı 186,
(15.5.1937).
Nitti, Francesco, “Demokrasiye Avdet”, FH, Sayı 15, (1.2.1934).
Nitti, Francesco, “Demokrasiye Hücumlar”, FH, Sayı 191,
(19.6.1937).
Nitti, Francesco, “Dünya Demokrasiye Doğru mu Yürüyor?”, FH,
Sayı 203, (11.9.1937).
Nitti, Francesco, “Economie Politique İflâs Etti mi ?”, FH, Sayı 12,
(11.1.1934)
Nitti, Francesco, “Eski ve Yeni Demokrasi Telakkileri”, FH, Sayı
187, (22.5.1937).
Nitti, Francesco, “Faşizm Rejiminin Mahiyeti ve Neticeleri”, FH,
Sayı 38, (12.7.1934).
Nitti, Francesco, “Hiçbir Siyasi Şekil Daimi Değildir”, FH, Sayı
197, (31.7.1937).
Nitti, Francesco, “Hükümdarlık İdaresinin Ruhu”, FH, Sayı 1,
(29.10.1933).
Nitti, Francesco, “Hür Demokrasilerin Kuvveti ve Özü”, FH, Sayı
190, (12.6.1937).
Nitti, Francesco, “Hürriyet Düşmanları”, FH, sayı 14, (25.1.1934).
Nitti, Francesco, “Hürriyet Düşmanları”, FH, Sayı 14, (25.1.1934).
410
Nitti, Francesco, “Irk Hakkında Bazı Yanlış Düşünceler”, FH, Sayı
23, (29.3.1934).
Nitti, Francesco, “Irk Sahasında Arilik Davaları”, FH, Sayı 262,
(29.10.1938).
Nitti, Francesco, “İki İnkılabcı”, FH, Sayı 261, (22.10.1938).
Nitti, Francesco, “Kapalı İktisadların Neticeleri”, FH, Sayı 71,
(28.2.1935).
Nitti, Francesco, “Kapalı İktisadların Neticeleri”, FH, Sayı 71,
(28.2.1935).
Nitti, Francesco, “Komünistliğin Hatalarından: Dünkü ve Bugünkü
Amele Hayatı”, FH, Sayı 8, (14.12.1933).
Nitti, Francesco, “Milli Hakimiyete Karşı Sendikalizm”, FH, Sayı
208, (16.10.1937).
Nitti, Francesco, “Milli Hakimiyete Karşı Komünizm”, FH, Sayı
207, (9.10.1937).
Nitti, Francesco, “Milli Hakimiyete Karşı Sosyalizm”, FH, Sayı
206, (2.10.1937).
Nitti, Francesco, “Modern Demokrasinin Muhtelif Şekilleri”, FH,
Sayı 202, (4.9.1937
Nitti, Francesco, “Orta Sınıflar”, FH, Sayı 196, (24.7.1937).
Nitti, Francesco, “Planlı İktisat”, FH, Sayı 26, (14.9.1934).
Nitti, Francesco, “Planlı İktisat”, FH, Sayı 26, (19.4.1934).
Nitti, Francesco, “Rejimlerin Mukayesesi”, FH, Sayı 193,
(3.7.1937).
411
Nitti, Francesco, “Siyasi Şekiller Arasında Tesanüd”, FH, Sayı 189,
(5.6.1937).
Nitti, Francesco, “Sosyeteler İçin Kat’i şekil”, FH, Sayı 204,
(18.9.1937).
Nitti, Francesco, “Terakki ve Medeniyet Telakkileri”, FH, Sayı 47.
Nitti, Francesco, “Türk İnkılabı”, FH, Sayı 1, (29.10.1933).
Nitti, Francesco, “Yahudi Aleyhtarlığı”, FH, Sayı 41, (2.8.1934).
Nitti, Francesco, “Zenginliğin Cemiyet İçin Tehlikesi”, FH, Sayı 4,
(16.11.1933).
Pinon, René, “Parlamento Rejiminin Tekamülü: Kanuni
Diktatörlük”, FH, Sayı 250, (6.8.1938).
Pinon, René, “Parlamento Rejiminin Tekamülü: Parlamento
Rejimini Islah İçin”, FH, Sayı 256, (17.9.1938).
Pinon, René, “Parlamento Rejiminin Tekamülü: Şahsiyete Hörmet”,
FH, Sayı 259, (8.10.1938).
Russell, Bertrand, “Ondokuzuncu Asırda Fikirler: Milliyet
Prensibi”, FH, Sayı 261, (22.10.1938).
Sée, Henri, “Tarihte Tekamül Fikri”, FH, Sayı 184, (1.5.1937).
Sée, Henri, “Tarihte Terakki Fikri”, FH, Sayı 195, (17.7.1937).
Sée, Henri, “Umumi Tarih ve Tekamül”, FH, Sayı 187,
(22.5.1937).
Sée, Henri, Tarihte Tesadüfün Rolü: Tekamül ve İnkılab, FH, Sayı
190, (12.6.1937).
412
Sforza, “Yugoslavya Diktatörlüğünün Menşeleri”, FH, Sayı 26,
(19.4.1934).
Sforza, Comte, “Faşizm İdaresinde Ahlak Düşkünlüğü”, FH, Sayı
39, (19.7.1934).
Sforza, Comte, “Faşizmin Kaynakları”, FH, Sayı 34, (14.6.1934).
Sforza, Comte, “Harp Sonu Avrupası ve Diktatörlükler”, FH, Sayı
21, (15.3.1934).
Sforza, Comte, “İspanyol Diktatörlüğü”, FH, Sayı 28, (3.5.1934).
Sforza, Comte, “İtalyan Diktatörlüğünün Neticeleri”, FH, Sayı 37,
(5.7.1934).
Sforza, Comte, “İtalyan Diktatörlüğünün Tabiatı”, FH, Sayı 35,
(21.6.1934).
Sforza, Comte, “İtalyayı Kurtaracak Faşizm Masalı”, FH, Sayı 36,
(28.6.1934).
Sforza, Comte, “Lehistan’da Diktatörlük”, FH, Sayı 23,
(29.3.1934).
Sforza, Comte, “Macar Oligarşisi”, FH, Sayı 22, (22.3.1934).
Sforza, Comte, “Rus Diktatörlüğü – Rus İnkılabında Dini Mahiyet,
Amele ve Köylü Tezadı –“, FH, Sayı 45, (30.8.1934).
Sforza, Comte, “Rusyada Bolşevikliğin Muvaffakiyet Şartı“, FH,
Sayı 46, (6.9.1934).
Sforza, Comte, “Yugoslavya Diktatörlüğü”, FH, Sayı 27,
(26.4.1934).
413
Sforza, Comte, “Yugoslavya’da Diktatörlük”, FH, Sayı 25,
(12.4.1934).
Sombart, Werner, “İçtimai Hareket ve Proleterya”, FH, sayı 53
(25.10.1934).
Sombart, Werner, “Karl Marx”, FH, Sayı 59 (6.12.1934).
Sombart, Werner, “Muhtelif Irkların Kıymetleri”, FH, Sayı 6,
(30.11.1933).
Stoffel, Georges “Alman Kanının ve Namusunun Muhafazası”, FH,
Sayı 197, (31.7.1937).
Strowsky, Fortunat, “Alman Nasyonalizmi”, FH, Sayı 11,
(4.1.1934).
Strowsky, Fortunat, “Almanyada Teşkilât Mistiği”, FH, Sayı 13,
(18.1.1934).
Strowsky, Fortunat, “Almanyada Irk Nasyonalizmi”, FH, Sayı 12,
(11.1.1934).
Strowsky, Fortunat, “Dünyayı Düzeltecek İtalya”, FH, Sayı 23,
(29.3.1934).
Strowsky, Fortunat, “İtalyan Nasyonalizmi”, FH, Sayı 22,
(22.3.1934).
Strowsky, Fortunat, “Nasyonalizm ve Vatanperverlik”, FH, Sayı 5,
(23.11.1933).
Vemeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Nasyonal-Sosyalist
Hareketinin Hazırlanması”, FH, Sayı 314,(28.10.1939).
414
Vemeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Nasyonal-Sosyalist Siyaseti”,
FH, Sayı 318, (25.11.1939).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Almanyada Asıl Irkçılık Ne
Zaman Başladı?”, FH, Sayı 276, (4.2.1939).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Bedenlere ve Ruhlara Hakim
Olmak İçin” FH, Sayı 296, (24.6.1933).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Bugünkü Almanyanın Ruhu”,
FH, Sayı 327,(27.1.1940).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Cihan Harbinden Evvel
Almanyada Irkçılık”, FH, Sayı 274, (21.1.1939).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Goebbels ve Propaganda”
FH, Sayı 310, (30.9.1939).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Hitler Mezhebinin İlmihali”
FH, Sayı 285, (8.4.1939).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Hitler ve Rosenberg’in
Tenkidleri” FH, Sayı 288, (29.4.1939).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Hitlercilik Müsavat Tanımaz”
FH, Sayı 290, (13.5.1939).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Hitlerde ve Rosenbergde
Yahudi Düşmanlığı” FH, Sayı 286, (15.4.1939).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Irkçılık ve Pancermanizm”,
FH, Sayı 275, (28.1.1939).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: İki Yüzlü Alman Felsefesi”
FH, Sayı 291, 20.5.1939).
415
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Kapitalizm Devlete
Hizmetkar” FH, Sayı 295, 17.6.1933).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Katolikliğe ve Yahudiliğe
Karşı” FH, Sayı 287, (22.4.1939).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Nasyonal-Sosyalist Devlet”
FH, Sayı 293, (3.6.1933).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Nasyonal-Sosyalizm ve Diğer
Alman İdeolojileri”, FH, Sayı 322, (23.12.1939).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Nordisme Nazariyesi”, FH,
Sayı 280, (4.3.1939).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Otorite ve Irkçılık” FH, Sayı
289, (6.5.1939).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Pancermanizmin Üç
Merhalesi”, FH, Sayı 278, (18.2.1939).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Pannordisme” FH, Sayı 284,
(1.4.1939).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Şimal Ruhu ‘Totaliter’dir”
FH, Sayı 281, (11.3.1939).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Şimallilerin İlk Vatanı” FH,
Sayı 283, (25.3.1939).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Üçüncü Reich’ın Dahili
Rejimi” FH, Sayı 292, (27.5.1933).
Vermeil, Edmond, “Irkçılık Hareketi: Yeni Almanyada Fikir
Cerayanları”, FH, Sayı 313, (21.10.1939).
416
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Milli Matem”, FH, Sayı 266,
(26.11.1938).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 262,
(29.10.1938).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Tenvire Muhtaç İki
Nokta”, FH, Sayı 37, (5.7.1934).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “’Matbuat Hayatı: Avrupadan Yükselen
Bir Feryat”, FH, Sayı 99, (14.9.1935).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Avrupanın Mirasçıları”, FH, Sayı 35,
(21.6.1934).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Bir Hulasa”, FH, Sayı 157, (24.10.1936).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Bizde Demokrasi Düşmanlığı”, FH, Sayı
9, (21.12.1933).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı – Birkaç Söz”, FH, Sayı
156, (17.10.1936).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı – Bolşeviklik, Faşistlik ve
Demokrasi”, FH, Sayı 83, (23.5.1935).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı: Bay Falih Rıfkı Atay Yeni
Rusya (1)”, FH, Sayı 63, (3.1.1935).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı: Bay Falih Rıfkı Atay Yeni
Rusya (2)”, FH, Sayı 64, (10.1.1935).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı: Fikir Hürriyeti”, FH, Sayı
125, (14.3.1936).
417
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı: Mahud Antoloji
Münasebetile”, FH, Sayı 127, (28.3.1936).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Muslih Ferit Bey”, FH,
Sayı 31, (24.5.1934).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı: Namık Kemal İhtifali”,
FH, Sayı 112, (14.12.1935).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı: Parti Kurultayı
Münasebetiyle”, FH, Sayı 81, (9.5.1935).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Şahsiyata Dökülen Bir
Münakaşa”, FH, Sayı 52, (18.10.1934).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı: Türk Tarihi Üzerine
Toplamalar III”, FH, Sayı 151, (12.9.1936).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı: Yeni Türkiyeye Dair”,
FH, Sayı 79, (25.4.1935).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 1,
(29.10.1933).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 139,
(20.6.1936).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 155.
(10.10.1936).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 182,
(17.4.1937).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 262,
(29.10.1938).
418
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 292,
(27.5.1939).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 63, (3.1.1935).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 65,
(17.1.1935).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 66,
(24.1.1935).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Milli Matem”, FH, Sayı 266,
(26.11.1938).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Okuyucularıma”, FH, Sayı 364,
(12.10.1940).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Türk Cümhuriyetinin Onuncu
Yıldönümü”, FH, Sayı 1, (29.10.1933).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı”, FH, Sayı 192,
(26.6.1937).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Bizim Allameler”, FH, Sayı 12,
(11.1.1934).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Bir Münakaşanın İbret
Alınacak Neticeleri 2”, FH, Sayı 45, (30.8.1934).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Benim Anladığım Faşizm”, FH, Sayı 32,
(31.5.1934).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Bir Hulasa Milli Hakimiyet Rejimi ve
Düşmanları”, FH, Sayı 52, (18.10.1934).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Biraz Tevazu!”, FH, Sayı 28, (3.5.1934).
419
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Bizde İktisadi Devletçilik Avrupa’da
İktisadi Devletçilik”, FH, Sayı 5, (23.11.1933).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Bizde İnkılap Avrupa’da İnkılap”, FH,
Sayı 2, (2.11.1933).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Bizde Komünistlik”, FH, Sayı 2,
(2.11.1933).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Bizde Milliyetçilik Avrupada
Nasyonalizm”, FH, Sayı 3, (9.11.1933).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Demokrasiler ve Diktatörlükler”, FH,
Sayı 10, (28.12.1933).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “İnkılaba ve Hürriyete Dair”, FH, sayı 11,
(4.1.1934).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Avrupaya Hayranlık”,
FH, Sayı 27, (26.4.1934).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Bir Münakaşanın İbret
Alınacak Neticeleri 1”, FH, Sayı 44, (23.8.1934).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Bir Münakaşanın İbret
Alınacak Neticeleri 2”, FH, Sayı 45, (30.8.1934).
Yalçın, Hüseyin Cahid, “Matbuat Hayatı: İki Şair”, FH, Sayı 61,
(20.12.1934).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Kendine Tapan Bir
Adam”, FH, Sayı 16, (8.2.1934).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Şahsiyata Dökülen Bir
Münakaşa”, FH, Sayı 52, (18.10.1934).
420
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Matbuat Hayatı: Tenvire Muhtaç İki
Nokta”, FH, Sayı 37, (5.7.1934).
(Yalçın), Hüseyin Cahit, “Niçin Ecdadımız Milliyetçi Değildiler?”,
FH, Sayı 14, (25.1.1934).
Makalenin Yazarı Makale Sayısı (%)1 Yalçın, Hüseyin Cahid 401 12,4
2 Durant, Will 171 5,3
3 Benedetto, Luigi Foscolo 109 3,4
4 De Zogheb, Henry 90 2,8
5 Clavijo 86 2,7
6 Alain 79 2,4
7 Nitti, Francesco 79 2,4
8 Barmine, Alexandre 74 2,3
9 Challaye, Felicien 67 2,1
10 De Busbeck, O. Ghiselin 65 2,0
11 Smith, Andrew 65 2,0
12 Tchernavina, Tatiana 58 1,8
13 Delaisi, Francis 57 1,8
14 Cobban, Alfred 56 1,7
15 Laboulaye 55 1,7
16 Mosca, Geatano 55 1,7
17 Béraud, Henri 53 1,6
18 France, Anatole 49 1,5
19 Murri, Tullio 47 1,4
20 Russell, Bertrand 47 1,4
21 Turgeon, Charles 47 1,4
22 Marlio, Louis 41 1,3
23 Kornis, Jules 40 1,2
24 Bernard, Paul 39 1,2
25 Romier, Lucien 38 1,2
26 Lewinsohn, Richard 37 1,1
27 Rousseau, Jean-Jacques 36 1,1
28 Zischka, Antoine 35 1,1
29 Benes, Edouard 31 1,0
30 Lévy-Bruhl L. 30 0,9
31 Vermeil, Edmond 29 0,9
32 Laski, Harold İ. 26 0,8
33 Croiset, A. 25 0,8
YAZARIN YAZMA SIKLIĞINA GÖRESAYISAL VE ORANSAL DAĞILIMI
FİKİR HAREKETLERİ'NDE YAYIMLANAN MAKALELERİN
EK 1
371
Makalenin Yazarı Makale Sayısı (%)34 De Jouvenel, Robert 24 0,7
35 Millot, Albert 24 0,7
36 Lippmann, Walter 21 0,6
37 Strowski, Fortunat 21 0,6
38 Bernal, J. D. 20 0,6
39 Chamberlin, W. Henry 20 0,6
40 Joseph-Barthélemy 20 0,6
41 Dawson, Christopher 19 0,6
42 Bouglé, C. 18 0,6
43 Hankins, Frank H. 18 0,6
44 Van Loon, Hendrik 18 0,6
45 Belgion, Montgomery 17 0,5
46 Gide, André 17 0,5
47 Décugis, Henri 16 0,5
48 Sée, Henri 16 0,5
49 Siegfried, André 16 0,5
50 Belloc, Hilaire 15 0,5
51 Benda, Julien 15 0,5
52 De Man, Henri 15 0,5
53 Sombart, Werner 15 0,5
54 Prélot, Marcel 14 0,4
55 Sforza, Comte 14 0,4
56 Baudin, Louis 13 0,4
57 Labarthe, Emile 13 0,4
58 Söyleşi 13 0,4
59 Wells, H. G. 13 0,4
60 Cambo, F. 12 0,4
61 Gemon, P. 11 0,3
62 Hearnshaw, F. J. C. 11 0,3
63 Sorel, George 11 0,3
64 Van Gennep, A. 11 0,3
65 Michel, Henry 10 0,3
66 Trumer, M. 10 0,3
67 Coudenhove-Kalergi, R. 9 0,3
68 Curtius, E. - Robert 9 0,3
69 De Tarde, G. 8 0,2
70 Duhamel, Georges 8 0,2
71 Romains, Jules 8 0,2
72 Walter, Gérard 8 0,2
73 De Rothschild, P. 7 0,2
74 Einstein, Albert 7 0,2
75 Gaultier, Paul 7 0,2
371
Makalenin Yazarı Makale Sayısı (%)76 Lakhovsky, Georges 7 0,2
77 Malvert 7 0,2
78 Marcel, Gabriel 7 0,2
79 Rassak, Jules 7 0,2
80 Stoffel, Grete 7 0,2
81 Ferdonnet, Paul 6 0,2
82 Mélot, Ernest 6 0,2
83 Northam, Reginald 6 0,2
84 S. R. 6 0,2
85 Gautherot, Gustave 5 0,2
86 Pakalın, Mehmed Zeki 5 0,2
87 Seignobos, Charles 5 0,2
88 Tagore, Rabindranath 5 0,2
89 Bloch, Jean - Richard 4 0,1
90 De Ruggiero, Guido 4 0,1
91 Halevi, Daniel 4 0,1
92 Henry, Paul 4 0,1
93 Hjort, Johan 4 0,1
94 Hocart, A.M. 4 0,1
95 Ludwig, Emile 4 0,1
96 Lunn, Arnold 4 0,1
97 Mirkine - Guetzevitch 4 0,1
98 Pinon, René 4 0,1
99 Sieburg, F. 4 0,1
100 Weill, Georges 4 0,1
101 Aron, Raymond 3 0,1
102 Bernard, A. 3 0,1
103 Bourgin, Francis 3 0,1
104 D'Avenel, Georges 3 0,1
105 De Madariaga, Salvador 3 0,1
106 Duplain, J. L. 3 0,1
107 Ferrero, Gugliemo 3 0,1
108 Guy-Grand, Georges 3 0,1
109 Kanad, H. Fikret 3 0,1
110 Lapie, P. O. 3 0,1
111 Muhtelif 3 0,1
112 Mussolini, Benito 3 0,1
113 Orkun, Hüseyin Namık 3 0,1
114 Ripert, Georges 3 0,1
115 Strzygowsky, J. 3 0,1
116 Vacaresco, Helene 3 0,1
117 Valéry, Paul 3 0,1
371
Makalenin Yazarı Makale Sayısı (%)118 Akverdi, Hamdi 2 0,1
119 Başgil, Ali Fuad 2 0,1
120 Bonn, M. J. 2 0,1
121 Boudin, Louis 2 0,1
122 Broendal, Viggo 2 0,1
123 Dantas, Julio 2 0,1
124 De Velde, Van 2 0,1
125 Demirelli, Fuad Hulusi 2 0,1
126 Dennery, E. 2 0,1
127 Destrée, Jules 2 0,1
128 Ediz, Hasan Ali 2 0,1
129 Ergin, Osman 2 0,1
130 Focillon, Henri 2 0,1
131 Groc, Léon 2 0,1
132 Halévy, Elie 2 0,1
133 Herriot, Edouard 2 0,1
134 Hubert, René 2 0,1
135 Huguenin, Elisabeth 2 0,1
136 Huizinga, Joseph 2 0,1
137 Huxley, Aldous 2 0,1
138 Kayserling 2 0,1
139 Kurtuluş, Fahri 2 0,1
140 Lavergne, Bernard 2 0,1
141 Maeterlinck, Maurice 2 0,1
142 Marjolin, Robert 2 0,1
143 Martin, William 2 0,1
144 Menemencioğlu, Etem 2 0,1
145 Mortier, Pierre 2 0,1
146 Opresco, Georges 2 0,1
147 Özkend, Ali Haydar 2 0,1
148 Özön, Mustafa Nihad 2 0,1
149 Pepeyi, Haluk Nihad 2 0,1
150 Poisson, Georges 2 0,1
151 Rey, Robert 2 0,1
152 Schwarz, A.B. 2 0,1
153 Teleki, Comte 2 0,1
154 Tels, Jaques 2 0,1
155 Terive, André 2 0,1
156 Tezel, Naki 2 0,1
157 Tietze, Hans 2 0,1
158 Uman, Osman Nuri 2 0,1
159 Valot, Stephen 2 0,1
371
Makalenin Yazarı Makale Sayısı (%)160 Wilde, Oscar 2 0,1
161 Withers, Hartley 2 0,1
162 Acworth, William M. 1 0,0
163 Adalan, M. 1 0,0
164 Ağaoğlu, Samed 1 0,0
165 Ahmed Cemil 1 0,0
166 Akalın, Besim Ömer 1 0,0
167 Akyüz, Ali Kami 1 0,0
168 Ali, Yusuf 1 0,0
169 Amiel, Denis 1 0,0
170 Amos, M. 1 0,0
171 Ancel, Jacques 1 0,0
172 Aral, Namık Zeki 1 0,0
173 Aran, Kemal 1 0,0
174 Ararad, A. Tevfik 1 0,0
175 Arsuner, Ferruh 1 0,0
176 Atsız 1 0,0
177 Atsızayoldaş, M. 1 0,0
178 Ayiter, Ferid 1 0,0
179 Ayni, Mehmed Ali 1 0,0
180 Baltacıoğlu, İsmail Hakkı 1 0,0
181 Basler, A. 1 0,0
182 Baştimar, Zeki 1 0,0
183 Baum, Vikki 1 0,0
184 Belgesay, Mustafa Reşid 1 0,0
185 Bernard, J. 1 0,0
186 Bilbaşar, Kemal 1 0,0
187 Bilsel, Cemil 1 0,0
188 Bode, Boyd H. 1 0,0
189 Boratav, Pertev Naili 1 0,0
190 Bossert 1 0,0
191 Brach, Paul 1 0,0
192 Braunschvig, Marcel 1 0,0
193 Brossolette, Pierre 1 0,0
194 Brunsschvicg, Léon 1 0,0
195 Bryce, James 1 0,0
196 Buck, Pearl 1 0,0
197 Caballero, Gimenez 1 0,0
198 Cacteau, J. 1 0,0
199 Cantacuzene, Jean 1 0,0
200 Canudo 1 0,0
201 Capek, Carel 1 0,0
371
Makalenin Yazarı Makale Sayısı (%)202 Cartier, Edmond 1 0,0
203 Cathecart, E. P. 1 0,0
204 Cingria, Alexandre 1 0,0
205 Coline, Constance 1 0,0
206 Conker, Orhan 1 0,0
207 Croiset, Maurice 1 0,0
208 Crozat, B. 1 0,0
209 Çağıl, Talat 1 0,0
210 Çehof, A. 1 0,0
211 Danişmend, İsmail Hami 1 0,0
212 D'Annunzio, Gabriel 1 0,0
213 De Kayserling, H. 1 0,0
214 De La Briere, L.R.P. 1 0,0
215 De la Pradelle, Paul 1 0,0
216 De Maupassant, Guy 1 0,0
217 De Unamuno, Miguel 1 0,0
218 Dostoievsky 1 0,0
219 Dumas, Alexandre 1 0,0
220 Duran, Faik Sabri 1 0,0
221 Duru, M. C. 1 0,0
222 Eckhardt, A. 1 0,0
223 Effimianidis, Yorgaki 1 0,0
224 Eflatun 1 0,0
225 Egger, Auguste 1 0,0
226 Emre, Ahmed Cevad 1 0,0
227 Emre, Cahid Cevad 1 0,0
228 Erberk, İbrahim Ali 1 0,0
229 Erişirgil, Mehmed Emin 1 0,0
230 Ertem, Sadri 1 0,0
231 Esad, Sabri 1 0,0
232 Ferriere 1 0,0
233 Fleiner, Fritz 1 0,0
234 Frederic, Pierre 1 0,0
235 Gay, Edwin M. 1 0,0
236 George, Waldemar 1 0,0
237 Goethe 1 0,0
238 Gooch, P. G. 1 0,0
239 Gorki, Maxim 1 0,0
240 Gökay, Fahreddin Kerim 1 0,0
241 Gökberk, M. Ali 1 0,0
242 Gökyay, Orhan Şaik 1 0,0
243 Gruenberg, Sidonie M. 1 0,0
371
Makalenin Yazarı Makale Sayısı (%)244 Gürer, Cevad Abbas 1 0,0
245 Gürpınar, Kemal 1 0,0
246 Hadley, Arthur Twining 1 0,0
247 Haldane, J. B. S. 1 0,0
248 Herriot, Paul 1 0,0
249 Hovig, Richard 1 0,0
250 Hustzi, Joseph 1 0,0
251 İktisat Vekaleti 1 0,0
252 İleri, Suphi Nuri 1 0,0
253 İpşir, Mazhar Şevket 1 0,0
254 Irmak, Sadi 1 0,0
255 Isaacs, Susan 1 0,0
256 İskit, Server R. 1 0,0
257 İsmail Habib 1 0,0
258 İstatistik Umum Müdürlüğü 1 0,0
259 Karaosmanoğlu, Yakub Kadri 1 0,0
260 Karslı, Ferid 1 0,0
261 Katayev 1 0,0
262 Konur, İsmet 1 0,0
263 Köprülü, Fuad 1 0,0
264 Kuntay, Mithat Cemal 1 0,0
265 Labriola, Arturo 1 0,0
266 Lambert 1 0,0
267 Langevin, Paul 1 0,0
268 Lazaroff, Joan 1 0,0
269 Le Corbusier, Charles 1 0,0
270 Lermontof 1 0,0
271 Levillier, Roberto 1 0,0
272 Lhote, André 1 0,0
273 Lorwin, Lewis L. 1 0,0
274 Maclagan, Eric 1 0,0
275 Mann, Thomas 1 0,0
276 Maraini, Antonio 1 0,0
277 Maranon, G. 1 0,0
278 Maurois, André 1 0,0
279 Mauss, Marcel 1 0,0
280 Melek Celal 1 0,0
281 Metiya, Nusret 1 0,0
282 Mirbeau, Octave 1 0,0
283 Morente, Manuel Garcia 1 0,0
284 Murray, Gilbert 1 0,0
285 Neumark, Fritz 1 0,0
371
Makalenin Yazarı Makale Sayısı (%)286 Niceforo, Alfredo 1 0,0
287 Olivier-Martin, Félix 1 0,0
288 Orestano, F. 1 0,0
289 Öget, İbrahim Zati 1 0,0
290 Özbek, Sait Emin 1 0,0
291 Parodi, Denis 1 0,0
292 Peyret, Henry 1 0,0
293 Pinder, H. 1 0,0
294 Reckert, Robert 1 0,0
295 Renard, Jules 1 0,0
296 Reynold, G. 1 0,0
297 Ritchie, David G. 1 0,0
298 Ronart, Stephan 1 0,0
299 Röpke, Wilhelm 1 0,0
300 Sabahattin Ali 1 0,0
301 Sağlık, Saim 1 0,0
302 Sarfatti, Margherita 1 0,0
303 Sarmat, Garra 1 0,0
304 Saygun, A. Adnan 1 0,0
305 Severi, F. 1 0,0
306 Sihay, Yaşar 1 0,0
307 Simon, Sir Ernest 1 0,0
308 Strindberg, A. 1 0,0
309 Synge, J. M. 1 0,0
310 Szentgyörgyi, A. 1 0,0
311 Şolohof 1 0,0
312 Şure, Eduar 1 0,0
313 Tarus, İlhan 1 0,0
314 Taşkın, Rifat 1 0,0
315 Tongas, Gérard 1 0,0
316 Tonnelat, E. 1 0,0
317 Topuzlu, Cemil 1 0,0
318 Tökin, İsmail Hüsrev 1 0,0
319 Turgenief 1 0,0
320 Uşaklıgil, Halid Ziya 1 0,0
321 Ülgen, Ali Saim 1 0,0
322 Ülken, Hilmi Ziya 1 0,0
323 Vakıflar Umum Müdürlüğü 1 0,0
324 Vignaud, Jean 1 0,0
325 Wahsburne, Carleton 1 0,0
326 Weber, Louis 1 0,0
327 Yakob 1 0,0
371
Makalenin Yazarı Makale Sayısı (%)328 Yurdakul, Mehmed Emin 1 0,0
329 Yücel, Hasan Ali 1 0,0
330 Zımmern, A. 1 0,0
331 Ziraat Vekaleti 1 0,0
TOPLAM 3245 100,0
371
Makalenin Konusu Makale Sayısı %Komünizm 421 13,0Edebiyat 296 9,1Gezi notları 269 8,3Siyaset (Türkiye) 200 6,2Demokrasi 185 5,7Filozoflar 161 5,0Kültür 135 4,2Siyaset 126 3,9Büyük Adamlar 92 2,8İktisat 76 2,3Irk ve Irkçılık 74 2,3Kitap Tanıtımı 73 2,2Diktatörlük 72 2,2Sanat 71 2,2Tarih 70 2,2Uygarlık 70 2,2Siyaset (Dünya) 65 2,0Faşizm 64 2,0Eğitim 61 1,9Din 56 1,7Milliyetçilik 48 1,5Bunalım 47 1,4İnsan 47 1,4Siyaset Felsefecileri 42 1,3Basın 40 1,2Rousseau 38 1,2Emperyalizm 35 1,1Nasyonal Sosyalizm 34 1,0Savaş 32 1,0Hukuk 22 0,7
FİKİR HAREKETLERİ'NDE YAYIMLANAN MAKALELERİNKONU BAŞLIKLARINA GÖRE DAĞILIMI
EK 2
Makalenin Konusu Makale Sayısı %Para 21 0,6Petrol 19 0,6İngiltere 17 0,5Bilim 16 0,5İktisadi Devletçilik 16 0,5Pamuk 16 0,5ABD 15 0,5Kapitalizm 14 0,4Siyaset Felsefesi 10 0,3On dokuzuncu yüzyıl 9 0,3Diplomasi 8 0,2Fransızlar 8 0,2Aile 7 0,2Avrupa 7 0,2Fransız Devrimi 7 0,2Sağlık 6 0,2Napolyon 5 0,2Almanya 4 0,1Barış 3 0,1Köy 2 0,1Tanzimat 2 0,1Anarşizm 1 0,0Atatürk 1 0,0Aydınlar 1 0,0Büyük Yapıtlar 1 0,0Gelenekler 1 0,0Gençlik 1 0,0Güzellik 1 0,0Kıbrıs 1 0,0Spor 1 0,0Vakıf 1 0,0Yahudiler 1 0,0
TOPLAM 3245 100,0
Cilt I Cilt II Cilt III Cilt IV Cilt V Cilt VI Cilt VII Cilt VIII Cilt IX Cilt X Cilt XI Cilt XII Cilt XIII Cilt XIVS. [1-26] S. [27-52] S. [53-78] S. [79-104] S. [105-130] S. [131-156] S. [157-182] S. [183-208] S. [209-234] S. [235-260] S.[261-286] S. [287-312] S. [313-338] S. [339-364]
[29.10.1933/ [26.04.1934/ [25.10.1934/ [25.04.1935/ [26.10.1935/ [25.04.1936/ [24.10.1936/ [24.04.1937/ [23.10.1937/ [23.04.1938/ [22.10.1938/ [22.04.1939/ [21.10.1939/ [20.04.1940/KONULAR 19.04.1934] 18.10.1934] 18.04.1935] 19.10.1935] 18.04.1936] 17.10.1936] 17.04.1937] 16.10.1937] 16.04.1938] 15.10.1938] 15.04.1939] 14.10.1939] 13.04.1940] 12.10.1940]
Komünizm 28 13 52 53 31 27 3 6 18 29 30 31 54 46 421Edebiyat 51 66 49 30 9 9 18 6 16 18 4 2 8 10 296Gezi notları 26 26 26 34 27 26 26 26 26 26 269Siyaset (Türkiye) 10 10 8 30 30 29 28 31 17 1 3 1 1 1 200Demokrasi 21 7 2 2 8 7 31 25 26 25 12 3 9 7 185Filozoflar 9 26 26 26 26 26 22 161Kültür 2 7 15 6 16 5 5 7 19 24 16 10 3 135Siyaset 3 6 8 7 1 1 3 11 10 35 41 126Büyük Adamlar 1 12 26 27 26 92İktisat 8 7 5 4 9 8 11 4 6 6 1 1 4 2 76Irk ve Irkçılık 3 2 2 1 6 5 8 9 3 12 18 2 3 74Kitap Tanıtımı 6 16 10 13 8 7 1 1 6 5 73Diktatörlük 16 5 2 3 2 1 3 6 4 8 22 72Sanat 3 3 7 10 11 12 9 5 1 8 1 1 71Tarih 2 1 2 3 6 8 17 10 5 7 9 70Uygarlık 2 2 1 4 6 2 2 7 9 19 5 6 4 1 70Siyaset (Dünya) 5 6 17 16 3 3 1 2 3 4 5 65Faşizm 3 36 1 2 2 1 7 12 64Eğitim 1 4 3 7 6 7 1 5 11 11 1 4 61Din 6 17 9 4 9 9 2 56Milliyetçilik 13 2 4 1 5 8 1 1 8 3 2 48Bunalım 7 1 9 1 5 5 4 5 1 4 2 3 47İnsan 2 15 2 10 3 1 13 1 47Siyaset Felsefecileri 20 18 1 1 2 42Basın 5 5 1 1 1 4 4 17 2 40Rousseau 2 19 17 38Emperyalizm 2 1 4 1 4 4 2 1 2 7 5 1 1 35Nasyonal Sosyalizm 3 1 1 3 1 6 5 8 6 34Savaş 2 1 4 6 2 1 3 3 1 1 8 32Hukuk 1 9 8 1 3 22
FİKİR HAREKETLERİ'NDE YER VERİLEN MAKALELERİN KONULARI İTİBARİYLECİLTLERE DAĞILIMI
EK 3
Cilt I Cilt II Cilt III Cilt IV Cilt V Cilt VI Cilt VII Cilt VIII Cilt IX Cilt X Cilt XI Cilt XII Cilt XIII Cilt XIVS. [1-26] S. [27-52] S. [53-78] S. [79-104] S. [105-130] S. [131-156] S. [157-182] S. [183-208] S. [209-234] S. [235-260] S.[261-286] S. [287-312] S. [313-338] S. [339-364]
[29.10.1933/ [26.04.1934/ [25.10.1934/ [25.04.1935/ [26.10.1935/ [25.04.1936/ [24.10.1936/ [24.04.1937/ [23.10.1937/ [23.04.1938/ [22.10.1938/ [22.04.1939/ [21.10.1939/ [20.04.1940/KONULAR 19.04.1934] 18.10.1934] 18.04.1935] 19.10.1935] 18.04.1936] 17.10.1936] 17.04.1937] 16.10.1937] 16.04.1938] 15.10.1938] 15.04.1939] 14.10.1939] 13.04.1940] 12.10.1940]
Para 2 8 1 1 9 21Petrol 8 8 3 19İngiltere 1 11 5 17Bilim 1 1 14 16İktisadi Devletçilik 2 6 1 4 1 2 16Pamuk 8 8 16ABD 6 2 3 4 15Kapitalizm 2 1 9 2 14Siyaset Felsefesi 3 1 6 10On dokuzuncu yüzyıl 3 1 5 9Diplomasi 1 2 1 4 8Fransızlar 4 4 8Aile 1 1 4 1 7Avrupa 3 3 1 7Fransız Devrimi 7 7Sağlık 1 1 2 2 6Napolyon 5 5Almanya 4 4Barış 1 2 3Köy 1 1 2Tanzimat 2 2Anarşizm 1 1Atatürk 1 1Aydınlar 1 1Büyük Yapıtlar 1 1Gelenekler 1 1Gençlik 1 1Güzellik 1 1Kıbrıs 1 1Spor 1 1Vakıf 1 1Yahudiler 1
TOPLAM 208 207 214 211 234 243 244 232 242 251 250 236 235 238 3245
Cilt I Cilt II Cilt III Cilt IV Cilt V Cilt VI Cilt VII Cilt VIII Cilt IX Cilt X Cilt XI Cilt XII Cilt XIII Cilt XIV
S. [1-26] S. [27-52] S. [53-78] S. [79-104] S. [105-130] S. [131-156] S. [157-182] S. [183-208] S. [209-234] S. [235-260] S.[261-286] S. [287-312] S. [313-338] S. [339-364]
KONU GRUBU / [29.10.1933/ [26.04.1934/ [25.10.1934/ [25.04.1935/ [26.10.1935/ [25.04.1936/ [24.10.1936/ [24.04.1937/ [23.10.1937/ [23.04.1938/ [22.10.1938/ [22.04.1939/ [21.10.1939/ [20.04.1940/
KONU 19.04.1934] 18.10.1934] 18.04.1934] 19.10.1935] 18.04.1936] 17.10.1936] 17.04.1937] 16.10.1937] 16.04.1938] 15.10.1938] 15.04.1939] 14.10.1939] 13.04.1940] 12.10.1940]
DİKTATÖRLÜK 50 54 54 54 35 31 8 12 19 32 43 36 77 86 591Komünizm 28 13 52 53 31 27 3 6 18 29 30 31 54 46 421
Faşizm 3 36 1 2 2 1 7 12 64
Nasyonal Sosyalizm 3 1 1 3 1 6 5 8 6 34
Diğer (Diktatörlük) 16 5 2 3 2 1 3 6 4 8 22 72
DEMOKRASİ/SİYASET 39 23 27 48 44 47 69 81 65 36 28 25 58 60 650Demokrasi 21 7 2 2 8 7 31 25 26 25 12 3 9 7 185
Siyaset(Türkiye) 10 10 8 30 30 29 28 31 17 1 3 1 1 1 200
Siyaset(Dünya) 5 6 17 16 3 3 1 2 3 4 5 65
Siyaset (Diğer) 3 6 8 7 1 1 3 11 10 35 41 126
Siyaset Felsefecileri 20 18 1 1 2 42
Siyaset Felsefesi 3 1 6 10
Fransız Devrimi 7 7
Napolyon 5 5
On Dokuzuncu Yüzyıl 3 1 5 9
Atatürk 1 1
İKTİSAT/PARA 19 24 22 14 17 22 16 9 12 16 9 4 4 7 195İktisat 8 7 5 4 9 8 11 4 6 6 1 1 4 2 76
İktisadi Devletçilik 2 6 1 4 1 2 16
Bunalım 7 1 9 1 5 5 4 5 1 4 2 3 47
Para 2 8 1 1 9 21
Petrol 8 8 3 19
Pamuk 8 8 16
KAPİTALİZM/EMPERYALİZM 4 1 0 4 1 4 5 2 1 2 7 14 1 3 49Kapitalim 2 1 9 2 14
Emperyalizm 2 1 4 1 4 4 2 1 2 7 5 1 1 35
MİLLİYETÇİLİK/IRKÇILIK 17 4 4 2 2 11 13 9 10 3 20 18 5 5 123Milliyetçilik 13 2 4 1 5 8 1 1 8 3 2 48
Irk ve Irkçılık 3 2 2 1 6 5 8 9 3 12 18 2 3 74
Yahudiler 1 1
DİĞER KONULAR 79 101 107 89 135 128 133 119 135 162 143 139 90 77 1637TOPLAM 208 207 214 211 234 243 244 232 242 251 250 236 235 238 3245
FİKİR HAREKETLERİ'NDE YER VERİLEN MAKALELERİN KONULARA VE KONU GRUPLARINA DAĞILIMIEK 4