Aydınlık12 Temmuz2013 Cuma
Yıl: 2 Sayı: 72
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITA P.
Milli ruha adanmış şiirler
Milli ruha adanmış şiirler
Milli ruha adanmış şiirler
Milli ruha adanmış şiirler
Milli ruha adanmış şiirler
Milli ruha adanmış şiirler
Milli ruha adanmış şiirler
Milli ruha adanmış şiirler
Milli ruha adanmış şiirler
Milli ruha adanmış şiirler
HÜSEYİN HAYDAR İSYAN MAKAMIHÜSEYİN HAYDAR İSYAN MAKAMIHÜSEYİN HAYDAR İSYAN MAKAMIHÜSEYİN HAYDAR İSYAN MAKAMIHÜSEYİN HAYDAR İSYAN MAKAMIHÜSEYİN HAYDAR İSYAN MAKAMIHÜSEYİN HAYDAR İSYAN MAKAMIHÜSEYİN HAYDAR İSYAN MAKAMIHÜSEYİN HAYDAR İSYAN MAKAMIHÜSEYİN HAYDAR İSYAN MAKAMI
Devrim kendine engel koyamaz
SEYYİT NEZİR
İnsanın içindeki kuyuya bakan şair
MECİT ÜNAL
İki eksik pathostançıkan poetik
M. SALİH KURT
Körleşme ve biruyumsuz
KATİBE BARTLEBY
Geçen hafta 77,302 okura ulaştık
Aydınlık KİTAP
Bu bir şaşzamanlı (anakronik) yazı olacak. Okuduğumda afallamıştım, mutlaka bir karşılık ver-
mek gerekiyordu, verilmemişti. Şimdi hani neredeyse biryıl olmuş. Daha da küllenip, tozlanmadan yazmak gere-kiyor.
23 Temmuz 2012’de Başbakan Recep Tayyip Erdo-ğan, The Istanbul Review dergisinin röportajında şunla-rı söylemişti:
“Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı adlı eseri ve FahrettinPaşa’nın Medine Müdafaası’nı anlatan eserler, bence hersiyasetçinin, sadece siyasetçi değil, her çocuğumuzun, hergencimizin mutlaka okuması gereken eserler. Bu toprak-ları anlamak ve anlamlandırmak, bugünlere nasıl ulaş-tığımızı görebilmek adına bu ve benzeri eserler mutlakaokunmalı ve okutulmalı.”
Kesinlikle öyle, aynı kanıdayım! Ama benim başba-kanla aynı kanıda olmam vahim bir şey. Birimizden birifena yanılıyor.
Şu kanıdayım ki, Başbakan ya ‘Zeytindağı’nı okumadıve Medine Savunması’nı hiç bilmiyor, ya da her ikisini deidrak edemedi!
İnsan bu kadar hararetle önerdiği kitabı ve olayı an-lamamış olabilir mi?
Bakalım o zaman nedir Medine Müdafaası...*Haşimi soyu başı Şerif Hüseyin’in 1916’da İngiliz des-
teğiyle Osmanlı’ya isyan etmesiyle başlayan ve 2 yıl 7 aysüren savunmadır. Sadece Medine Garnizonu’nu sa-vunmak açısından değil asıl önemi Ravza-i Mutahhara’yısavunmaktan gelir. Yani Peygamber’in ve yakınlarının me-zarlarının bulunduğu camiyi Türk askeri, Fahrettin(Türkkan) Paşa komutasında akıl almaz bir yoklukta, kıt-lıkta ve kuşatılmışlıkta savunmuşlardı.
İşin bu yönü saf dindarları ve onların duygu sömü-rücüsü din bezirganlarını pek etkiler. Ama bu yalnızca ha-masetle sınırlıdır, ötesine geçilmez.
Başbakan da bu hamasetle sınırlıdır zaten, ötesini yabilmez ya düşünmez.
Onların işine gelemeyen ilk sorudan başlayalım: Me-dine kime karşı savunuldu?
Yanıtlayalım: İngiliz altınlarıyla çölü Mehmetçiklerinkanıyla sulayan Urban ( Bedevilere) ve onları kışkırtan Ha-şimi, Suud emirlerine, şeyhlerine karşı. Yani Tayyipgilinbugünkü pek sıkı fıkı dostlarına karşı.
Hangi projenin sonucuydu Medine’yi Türklerin elin-den almak? Bugün başbakanın görevlisi olduğu BOP’uno günkü uygulamasının.
Kimden, hangi Müdafaa’dan bahsediyor Başba-kan? Neden bahsettiğini biliyor mu?
Ve asıl hassas nokta, Fahrettin Paşa’nın “meşru” hü-kümetin emirlerini dinlememiş olmasıdır.
31 Ekimdeki Mon-dros ateşkesiyle en yakınİtilaf kuvvetlerine teslimiemredilen FahreddinPaşa teslim olmayı red-detti. Mütareke ile işbaşına gelen hü-kümetten emir almayacağını açıkladı. Kurmay Başkanı Yar-bay Sakallı Emin Bey ise İttihatçılık’ın ve Yeniçeriliğin dev-rinin geçtiğini, “Kaldı ki, meşruti idarede, meşruti rejimdeemir, doğrudan doğruya hükümetten gelir.” diyerek Şerif Hü-seyin’e (dolayısıyla İngilizlere) sığındı.
Fahrettin Paşa teslim olmadı. Padişah Vahdettin’in tes-lim olmasını isteyen iradesini bizzat getiren Adalet Nazı-rı Haydar Molla’ya şu yanıtı verdi:“Padişahımız bu ira-deyi ve bu sözleri düşman baskısı altında çaresizi kalarakvermiş ve söylemiştir. Kerhen verilmiş fermanın, sizin depek âlâ bildiğiniz gibi bir hükmü yoktur”. Yine teslim ol-madı. Ta ki, asker açlık, hastalık ve umarsızlıktan bitip tü-kenene kadar, üç ay daha direndi.
İngilizler ona, Mısır’daki tutsak kampında diğer bü-tün yüksek komutanlardan daha kötü davrandı. Malta tut-saklığında sırtından üniformasını hiç çıkarmadı.
Dahası var... O günün özel yetkili mahkemesi olan İs-tanbul’daki Kürt Nemrut Mustafa Paşa Divan-ı Harbi’ndeölüme mahkum edildi Fahrettin Türkkan Paşa.
Ancak Ankara Hükümeti’ningayretleriyle 8 Nisan1921’de Malta’dan kurtulduktan sonra Eylül 1921’de Mil-li Mücadele’ye katılmak üzere Ankara’ya geldi ve MustafaKemal Paşa emrine girdi.
*Bu hayat hikayesinden, o olağanüstü duygusal ve yi-
ğit Medine Savunması’ndan, askerlik onurunu ve guru-runu hiç teslim etmemiş Fahrettin Paşa’dan ne düşer baş-bakanın payına?
O dönemde yaşasaydı bugünün başbakanı kimin em-rine girerdi? Vahdettin’in mi, Mustafa Kemal Paşa’nın mı?Bir an bile tereddüt edecek var mıdır bu sorunun yanıtında!
Medine Müdafaası’ymış, Fahrettin Paşa imiş…Onun askerleri, silah arkadaşları Silivrideler, Has-
dal’dalar, Maltepedeler…Hala Medine’yi savunuyorlar. Yine bir 9 Eylül’de de
düşmanı denize dökmek üzre bu kahra, eziyete dayanı-yorlar. Fahrettin Paşa’ları gibi.
Kesinlikle, “Bu toprakları anlamak ve anlamlandır-mak, bugünlere nasıl ulaştığımızı görebilmek adına bu vebenzeri eserler mutlaka okunmalı ve okutulmalı”
Çünkü bu eserler aynı zamanda düşmanı ve onun al-çaklığını da belleten ders kitaplarıdır.
Türkçenin büyük ustası Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytin-dağı” kitabı gibi.
Onu da haftaya bırakalım.
İÇİNDEKİLER
s. 4-5
s. 6-7
Körleşme ve bir uyumsuz s. 8
s. 9
Belirleyici güç işçi sınıfı s. 10
s. 11
s. 12-13
Bi’ düşünebileydik s. 14
s. 15
Efsane Dekan Cevat Geray s. 16
s. 17
Yeni çıkanlar s. 18-19
s. 20
Teslim olmayan umut s. 21
s. 22
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu/ İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Genel Müdür YardımcısıSaynur Okuroğlu
[email protected] Müdürü
Kamile Karakadı[email protected]
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
SahibiAnadolum Gazetecilik Basım Yayın
San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Yalçın Büyükdağlı
Genel Yayın YönetmeniMustafa İlker Yücel
Sorumlu MüdürMehmet BozkurtTüzel Kişi Temsilcisi
Metin Aktaş
Aydınlık
KITA P.
Medine Müdafaa’sı ve Zeytindağı imiş!
Reklam Servisi
Çocuk-Genç :
Nehirler derelerden
topladıkları ile gösteriş yapar
Devrimleri kadınlar yaptı,
medya unuttu
HÜSEYİN AVNİ DEDE:
Sokak şairi değilim,
sokağın şairiyim
Cenevizli orospunun isimsiz
oğlu Lupo’nun maceraları
Şiir ile maddesi
‘İsyan Makamı’nda buluştu
KAPAK:
Ulusal ruha adanmış şiirler
HALDUN ÇUBUKÇU
Devrim kendine
engel koyamaz
İnsanın içindeki kuyuya
bakan şair
İki eksik pathostan
çıkan poetik
12 TEMMUZ 2013 CUMA 3
Fahrettin (Türkkan) Pa�a
Sayfa Sekreteri Alev Özgenç
Editör Pınar Akkoç[email protected]
Yazıişleri İrem Halıç, Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı[email protected]
Yayın Yönetmeni Haldun Çubukç[email protected]
12 TEMMUZ 2013 CUMA4 Aydınlık KİTAP
Marx, 1848 Fransız Devrimi’nin uzun bir karga-
şadan sonra III. Napolyon’un 2 Aralık 1851’deki
darbesiyle bastırılmasını anlattığı “Louis Bona-
part’ın Darbesi” kitabına şöyle girer: “Hegel, bü-
tün bir tarihsel olay ve kişilerin iki kez ortaya çık-
tığını söyler bir yerde. Fakat şunu eklemeyi unut-
muştur: İlk kez trajedi, ikinci kez komedi olarak...”
(İzlem Y., Mart 1967, çev.: Ahmet Acar)
Fransız Devrimi’nin (Şubat 1848-Aralık 1951)
üç dönemini Fransa’da Sınıf Savaşımları’nda
daha önce ayrıca inceleyen Marx (Sol Y., Temmuz
1967, çev.: Sevim Belli), devrimin yükseliş döne-
mindeki Haziran Ayaklanması’nı gün gün değer-
lendirir. Şubat barikatları döneminde kurulan ve
yapısında çeşitli partileri yansıtan Geçici Hükü-
met’te cumhuriyetçi burjuvazinin belirgin bir ağır-
lığı bulunmaktaydı. Nitekim Enternasyonal’in
yüklediği görev üzerine Marx ve Engels, devrim-
ci süreçte işçi sınıfının egemenliğinin yansıması zo-
runluğundan yola çıkarak Komünist Partisi Ma-
nifestosu’nu (çev.: Işık Soner, Kaynak Y.) yazdılar.
LAMART�NE VE DEVR�MŞubat günlerine dair somut bir imge oluştur-
ması yönünden, Göl Saatleri’nin şairi Lamartine’in
Geçici Hükümet’te üstlendiği rolü Marx’ın kale-
minden okumak nasıl da zevkli:
“Lamartine, Geçici Hükümet’te, ilk önceleri
gerçek hiçbir çıkardan, belirli hiçbir sınıftan yana
değildi; o, yanılsamaları, kuruntuları, şiiri, şiirinin
hayali içeriği ve parlak sözleri ile ortak ayaklan-
maydı, Şubat Devrimi’nin ta kendisiydi. Ama
özünde, Şubat Devrimi’nin bu sözcüsü, durumu ile
olduğu kadar, görüşleri ile de
burjuvaziye aitti.”
Peki işçi sınıfı devrimci
sürece damgasını vurmaya
hazırlanınca sevgili şairimiz
ne yaptı? Özü sözü bir oldu:
“Lamartine, barikat sa-
vaşçılarının cumhuriyet ilan
etme hakkına, ancak Fran-
sızların çoğunluğunun bunu
yapacak yetenekte olduğunu,
onların oyunu beklemek gerek-
tiğini, Paris proletaryasının bir zor-
balıkla zaferini lekelememesi gerektiğini
söyleyerek karşı çıktı. Burjuvazi, [Lamartine’in ağ-
zından / SN] proletaryaya bir tek zorbalık hakkı ta-
nıyordu: savaşım zorbalığı.”
İşçi sınıfına bu durumda barikatları ve devri-
mi burjuvaziye terk etmek ya da Haziran Ayak-
lanması’nı gerçekleştirmek kalıyordu. O belirsiz-
lik ve kararsızlık günlerinde, tarafsız gözüken
ordu, gönlü devrimden yana olduğu halde, Geçi-
ci Hükümet’in ivedi önlem ve kararlarıyla bari-
katlara saldırıyordu.
Marx, durumu, ironi yüklü söylemiyle bakın na-
sıl tanımlıyor: “... Bonaparte, orduyu kazanmak için
harekete geçti. Versailleis yakınlarındaki Satory ova-
sında büyük teftişler yaptırttı, bu teftişler sırasın-
da sarımsaklı sucuklarla, şampanyalar ve yaprak
sigaralarıyla [devrimin yoksulluk ve açlık günlerinde
/ SN] askerleri satın almaya çalıştı.”
1848’�N HAZ�RAN AYAKLANMASIEngels, burjuvazinin ihanetine uğrayan işçi sı-
nıfının barikatlardaki durumunu şöyle anlatıyor:
“Haziran Devrimi, umutsuzluğun devrimidir
ve onun için, umutsuzluğun sessiz öfkesi ile, ürküntü
veren soğukkanlılığı ile dövüşülüyor;
işçiler bir ölüm kalım savaşımı sür-
dürdüklerini biliyorlar ve bu sava-
şımın ürkünç, tehlikeli ağırlığı
karşısında işlek Fransız zekâsı
bile susuyor. ...
“İşçilerin dövüşürken gös-
terdikleri yiğitlik gerçekten hay-
ran olunacak bir şeydi. Askerî bir-
liklerin 80 binden fazla, ulusal
muhafızın 100 bin adamına karşı,
Cezayir araçlarını kullanmaktan utan-
mamış olan generallerin büyük savaş de-
neyimine karşı, tam üç gün tutunan 30-40 bin
işçi! Ezilmişlerdi, büyük çoğunluğu da katledilmişti.
... Tarih, proletaryanın ilk kesin meydan savaşının
kurbanlarına bambaşka bir yer ayıracaktır.”
Marx, ayaklanma sonrasındaki seçimlerde or-
dunun tutumuna dair gözlemini şöyle aktarıyor:
“Orduya bile devrim ateşi, devrim heyecanı bu-
laşmıştı. Ordu, Bonaparte’a oy verirken zafere oy
vermişti, Bonaparte ise ona yenilgi veriyordu. Oysa
Bonaparte’ın kişiliğinde, ardında büyük bir ko-
mutanın gizlendiği küçük onbaşıya oy vermişti, Bo-
naparte ise, ona, arkalarında tozluk düğmelerin-
de uzman onbaşının görünmez olduğu büyük ge-
neralleri veriyordu.”
KARARSIZLIK ALMANYA’DAEngels, 1848’de Almanya’da Devrim ve
Karşıdevrim kitabında (çev.: M. Ragıp Zaralı,
BirlikY., 1975) şu çarpıcı sözlere yer verir: “Al-
man hükümetleri, savaş sırasında Schleswig -
Holstein devrimci ordusuna her fırsatta ihanet
ettiler ve bu ordunun bölünüp parçalanarak Da-
nimarkalılar tarafından bozguna uğratılmasına
kasten göz yumdular. Gönüllü Alman kolordu-
Vard���yeni a�amada
milyonlar�n yenidenayaklanmas�, bir
komediye dönü�meninyazg�s�na boyun e�emezelbette; halk bu kez epik
bir kahramanl���yaratma
sava��m�ndad�r
SEYYİT NEZİ[email protected]
ARAKABLO
Devrim kendine engel koyamaz
5Aydınlık KİTAP
suna da aynı biçimde davranıldı. ...
Phalz ve Baden’de ise, tersine, verim-
li ve zengin bir ülke ile devletin bütünü is-
yancıların eline geçti. Para, silah, asker, sa-
vaş malzemesi, her şey kullanılmaya hazırdı.
Düzenli ordunun askerleri isyancılarla
birleşti; evet, Baden’de en ön safta yer alan-
lar arasında askerler vardı. Saksonya ve
Ren Prusya’sındaki ayaklanma Güney Al-
manya’daki hareketin örgütlenmesine za-
man kazandırmak için bundan daha uygun
bir konum bulunamazdı. Paris’te bir dev-
rim bekleniyordu; Macar devrimcileri Vi-
yana kapılarına dayanmışlardı; Alman-
ya’daki bütün devletlerde, sadece halk
değil, ordu da ayaklanmayı şiddetli biçimde
destekliyor, açıkça katılmak için fırsat kol-
luyordu. [Oysa] Alman Meclis üyeleri
içindeki devrimciler, ... sorumluluk alacak
yerde, bütün zamanlarını meşruti gelene-
ği çiğnemeden İmparatorluk ordusuna
karşı direnme olanağı üstüne saçma sapan
tartışmalar yaparak harcıyorlardı. ... izle-
meleri gereken yol, yeterince basitti. On-
lara düşen görev, sadece, ayaklanmanın ya-
nında kararlı biçimde açıkça yer almak ve
böylece, hem kısa bir zaman içinde kendini
savunacak bir ordu elde etmek, hem de
ayaklanmayı yasallığın sağlayacağı güçle do-
natmaktı. ... Küçük devletlerin ordularının
üçte ikisi, Prusya ordusunun üçte biri,
Prusya Landwehr (ihtiyat ve milis)inin
çoğunluğu onunla birleşmeye hazırdı, ye-
ter ki bu sınıf kararlı davransın ve durumu
açıkça görme sonucunda elde olunan ce-
sareti yeterince gösterebilsin!”
DEVR�M VE ORDUEngels, küçük burjuva önder ve ku-
ramcılarının ayaklanma sırasında ordu
karşısındaki kararsızlık ve korkaklığına
ilişkin bu saptamalarla kalmaz. Kırk yıl son-
ra, 3 Kasım 1892’de Paul Lafargue’a mek-
tubunda devrimin orduya karşı tavrını be-
lirlemesi yönünde çok önemli bir ipucu ola-
rak, “sokak savaşları ile barikatların geçmişe
mal olduğunu; orduyla girişilecek bir çar-
pışmadan sosyalistlerin en kötü bir durumda
çıkacaklarının belli olduğunu” yazar. Bu ne-
denle devrimcilerin görevi; akılcı politika-
lar, ustalıklı taktikler, incelikli yöntemler ve
gerçekçi ittifaklarla orduyu olabildiğince ta-
rafsız konumda tutmaktır. Ordu taraf be-
lirleme zorunluğunu duyumsadığı anda
onu kendi saflarına kazanmaktır.
Elbette, her devrimci durum bir ayak-
lanma gerektirmez, her ayaklanma da
devrimle sonuçlanmaz; her devrimse mut-
laka zafer ve düzen değişikliği değildir.
Devrim ancak kitlelerin ayaklanmaya
hazır olmaları, yanı sıra egemen sınıfların
eski düzende işleri yürütemez durumda ol-
maları halinde ortaya çıkar. Başka deyişle,
devrimin nesnel koşulları, yönetilenlerin eski
düzenle yönetilemez olduğu, yönetenlerinse
yönetemez konuma düştüğü durumda be-
lirir. Kaldı ki bu, sınıf ve partilerin iradele-
rinin oluşturduğu öznel koşulların kendi-
ni henüz göstermediği bir nesnel durum ta-
nımıdır. Öznel ve nesnel koşullar, devrim-
ci sürecin geçirdiği dalgalar içinde sürekli
gelgitler ve aşamalar geçirir. (bkz.: Mark-
sist Felsefe Sözlüğü, yay. yön.: T. Bottomore;
“Devrim” md.: V. G. Kiernan, İletişim Y.)
Devrim konusunu siyaset bilimi açı-
sından ele alan Charles Tilly’de şu tanım-
ları buluyoruz:
“Tanımı gereği büyük bir devrim hem
yönetimde esaslı bir bölünmeyi (derin
devrimci durum), hem de iktidarın kapsamlı
bir biçimde el değiştirmesini (yıkıcı ve ku-
rucu devrim) içerir. Bir iç savaşın derin bir
devrimci durum içerdiği açıktır, ama mut-
laka devrimci bir sonuç doğurması, yani ik-
tidarın kapsamlı biçimde el değiştirmesiy-
le sonuçlanması gerekmez. Yukarıdan aşa-
ğıya devlete el konması iktidarın önemli öl-
çüde el değiştirmesini (devrimci bir sonuç)
getirebilse de, yönetimde esaslı bir bölün-
me (devrimci bir durum) yaratmaz. Ne de
olsa bütün bunlar [nesnel ve öznel, nicel ve
nitel elverişlilik] dereceye ve zamanlama-
ya bağlıdır. Ayaklanmalar büyük devrimlere
dönüşebilir, darbeler çığırından çıkıp ikti-
darın önemli bir ölçekte el değiştirmesiy-
le sonuçlanabilir. Ancak bütün bu durum-
lar, öyle ya da böyle devrimci özellikler gös-
termektedir.”
(Avrupa’da Devrimler / 1492 - 1992,
çev.: Özden Arıkan, 1995)
MISIR DEVR�M�Mısır Devrimi’nin Ocak 2011’den beri
geçirdiği gelgitli süreçte iktidarı Müslüman
Kardeşler gericiliğine bırakmakla önce
trajediyi yaşadı. Vardığı yeni aşamada mil-
yonların yeniden ayaklanması, bir komediye
dönüşmenin yazgısına boyun eğemez el-
bette; halk bu kez epik bir kahramanlığı ya-
ratma savaşımındadır. Bu kararlılık, laikli-
ği ve çağdaş yaşamı savunma konusunda bu
kez orduyu daha etkin tutum izlemek ve
halkın yanında yer almak zorunda bıraktı.
Aralarında yılların devrimcisi Ali Sirmen ve
Ergin Yıldızoğlu’nun da yer aldığı kimi sol
yorumcular, ordunun bu tavrını darbe ola-
rak adlandırıp küçümseyici bir söyleme baş-
vurdular. Ordu tarafsızlığın da ilersinde bir
tutum seçerek, devrimcilerle ittifaka yö-
nelmişse, bu gelişmeye sevinecek ve içinde
yer alarak sapmalardan esirgeyecek kim var
devrimcilerden başka? Yani ordunun ta-
rafsızlığını ya da yurtsever demokratlığını
sürdürme görevini o ülkenin devrimcileri
dışında kim güvenceye alabilir? Gerçek şu
ki, satrançta bile cansız taşların konumla-
rı ve güçleri her hamle sonrasında değişir.
Devrimciler, durumlara anında yatkınlık
gösteremezse, ayaklanmayı yenilgiye terk
etmeye yazgılıdırlar. Oysa devrim, kendine,
karşıdevrimcilerden önce kendi önyargı-
larıyla engel koyamaz.
1974’te Portekiz’de faşizmi askerlerin
yıktığını ve hükümeti halkla birlikte ku-
rarak seçimlere gittiğini hep anımsıyoruz.
Bu olay, faşizme karşı savaş veren bütün
halklar için dönüm noktası olmuş, faşiz-
min dünya çapında geriletilmesinde işlev
görmüştü.
Konuyu gelecek hafta sosyalizmin ev-
rensel klasikleri üzerinden irdelemeyi sür-
düreceğiz
12 TEMMUZ 2013 CUMA6 Aydınlık KİTAP
“Alış veriş pazarındaVarı yok ile kapattımAklım kâra yönelinceGünah aldım sevap sattım”.
Bu dörtlüğü, “aydın” ve “aydın
kavramı” üzerine yapılmış tartışma-
larda şimdiye kadarki yaklaşımlara
kökünden karşı, dolayısıyla da kökün-
den farklı bir bakış açısı getirmek
amacıyla aktardım. Şiir, her birinden
sonra tekrarlanan “Dedem demde,
dem dedemde/ Demi daim ol alem-
de” kavuştağı dışında toplam dört kı-
tadan oluşuyor. Kavuştağın ikinci di-
zesi, istenirse “demi daim ol ademde”
şeklinde de okunabilir. Bu durumda,
ilk bakışta tasavvuf şiiri gibi algılana-
bilecek bu modern nefes, insanın
alemde, alemin insanda zuhur ettiği
düşüncesini çok daha net bir biçimde
seçikleştirecektir…
“Anlaşılmaz oldu halimŞah demekti tüm vebalimSohbette yok aklı selimSırrımı kuyuya attım”
Hiçbir yerde yayımlanmamış bu
nefesin hangi şairin kaleminden çıktı-
ğını da belirteyim: Ahmet Turan
Kul…
Ahmet Turan Kul öğretmen şairle-
rimizdendir. Doğuludur, Muş doğum-
lu. Köklü bir Doğu kültürü almıştır. İs-
lam’ı, İslam felsefesini, tasavvufu, eski
edebiyatımızı bilir. Deyimi toplumda
yeri olan biçiminde anlayacak olursak,
daha çocuk yaşta “camide safı olan
adam”dır. Adı Antalyalı şairler arasın-
da sayılsa ve ünü Kaleiçi’nin surlarını
henüz aşmış bulunsa da, şiiri hem za-
man hem uzam yönünden bir şehrin
sınırlarının ötesine taşmıştır.
Ahmet Turan Hoca, görev gereği
yıllardır yaşadığı Antalya’da denize
değil, kuyuya bakar. İnsanın içindeki,
deryalar kadar geniş, derin ve yoğun
kuyuya… “Efendim Dedi Fehmi Bey”
ilk şiir kitabıydı. Ardından “Zarf ile
Mazruf ille Karanfil” geldi. Sonra da
“Söz Bu Ya”. İranlı şair “Firdevsi”nin
binlerce beyitten oluşan Şehname’sini
Türkçe esinle ve 11’li hece ölçüsüyle
telif eseri olarak yazdı. “Manas Desta-
nı” ile “Ahmet Harami Destanı” Ho-
ca’nın iki başka telif eseri. “Efendim
Dedi Fehmi Bey”, “Zarf ile Mazruf
ille Karanfil” ile “Söz Bu Ya”nın bir
araya geldiği “Toplu Şiirler”den sonra
yayımlanan “Nasreddin Hoca’nın Eşe-
ği” ise, şairin en yeni kitabı.
YEN� B�R AYDIN TANIMIZaman zaman haberleşiriz Ho-
ca’yla. Daha çok o arar. Yazdığı yenibir şiirden dizeler okur. Yazılarımdaeksik bıraktığım bir şeyi tamamlar. Yada yeni bir tartışmaya kapı açar. Buşiir de işte o kapılardan biri.Şiirden, aşağıdaki şudörtlükle aralayalımo zaman.
“Her sözün gizlimânâsıMânâ insanınaynasıPervanelik haklokmasıIşığı ben aydın-lattım”
Dikkat edilirse
“Işığı ben aydınlat-
tım” diyor şair. Işığı ay-
dınlatan nesnenin işlenmiş, yeni-
den yaratılmış başka bir ışık olması ge-
rekir. Işık orada ham halde duruyor ve
şiirdeki kişi -önündeki çukura düşme-
den yıldızlara bakan bilge - kendisini
ışığa tutuyor. Işıktan aydınlanmıyor,
aydınlanmacı değil, tam tersine ışığı
aydınlatıyor. Bir aydınlatmacı, “aydın-
lıkçı” yani. “Aydınlıkçı”nın a’sı burada
küçük, çünkü sözcüğün bu bağlamdaki
anlamı geniş mikyasta yeni bir aydın
tanımıdır.
“Aydınlanmacı ay-
dın”la, “aydınlıkçı ay-
dın” arasındaki fark
niceliğe değil niteliğe
ilişkindir. Salt duygu
ya da salt akılla değil
hem duygu, hem
akıl, hem de sezgiyle
bütünlüklü bir oy-
lumdur.
�EM �LEPERVANEAYNI MI?
“Aydınlanmacı
aydın” geleneksel
olarak kendisini
19. yüzyıl hüma-
nizminin dar, Ba-
tıcı, burjuva-re-
formist, sosyal-
demokrat çerçe-
vesiyle sınırla-
mış, toplumsal
siyasal her olgu
ve olaya bu dar
çerçeveden
bakmış ve bü-
tün zor zaman-
larda bu dar
çerçeveye sığınmış-
tır. “Aydınlan-
macı aydın” hayat karşısında
yekpare edilginlik, “Aydın-
lıkçı aydın” ise, her du-
rumda ve bütün zor za-
manlarda yekpare et-
kinlik olmuştur. İyi an-
laşılır olması için bir
de bildik, klasik kav-
ramlarla vurgulayayım:
“aydınlanmacı aydın”
su katılmamış bir “ev-
rimci”dir, “aydınlıkçı ay-
dın” saflaştırılmış -kendi
kendisini saflaştırmış- devrim-
ci. Zifiri karanlıkta ışığı yanan ev-
dir “aydınlıkçı aydın”. Fırtınalı hava-
larda gemilere yol gösteren deniz fe-
neri. Karanlıkta yolunu kaybetmişlere
gideceği yönü gösteren kutupyıldızı…
“Aydınlanmacı aydın”, ışığı arayan-
dır, “aydınlıkçı aydın” ışığı bulan! “Ay-
dınlanmacı aydın” kendisi aydınlanan-
dır: pervane; “aydınlıkçı aydın” ışık
olan, aydınlatan: şem! “Aydınlanmacı
aydın”, “aydınlıkçı aydın”ın birinci
aşaması, ön tipidir. Her “aydınlıkçı
aydın” o birinci aşamayı geçerek, ken-
disini ışığa dönüştürmüştür. Işığı bul-
muş, o ışıkta yanıp akkora dönmüş,
ışık olmuş olan ile ışığı arayan bir mi?
Şem ile pervane aynı mı?
KAVGAYI �Ç�NDENAYDINLATAN AYDINLIKÇI �A�R
Bu soruyu sorduktan sonra, şimdi,sözcüğün ilk harfi büyük olan yazılı-mıyla ilişkisini büyük, Aydınlıkçı şairNâzım Hikmet’in Aydınlık’ın Eylül1924 tarihli sayısında yayımlanan “Ay-dınlık” başlıklı şiirinden aktardığımaşağıdaki parçayla kurabiliriz:
“Aydın Aydınlık Ay-dın-lık!..Aydın aydınlığım benimGökte ay gibi değil!..Gökte yay gibi gerilen ay gibi aydınlat-mıyorum tepedenToprakta sınıfların kavgasını!..Bağlıyım ben:Çamurlu, kanlı, karaTopraklara!..Ben o topraktaki kavgadan doğdum,İçindeyim o kavganın,İçinden aydınlatıyorum ben o kavgayı…”
MECİT Ü[email protected]
İnsanın içindeki kuyuya bakan şair
I��kolmu� olanla
����� arayan bir de�il“Ayd�nlanmac� ayd�n”,
����� arayand�r, “ayd�nl�kç�
ayd�n” ����� bulan!
“Ayd�nlanmac� ayd�n” kendisi
ayd�nlanand�r: pervane; “ayd�nl�kç�
ayd�n” ���k olan,ayd�nlatan: �em
GÜLDEN TERAZİ
Ahmet Turan Kul
7Aydınlık KİTAP
Ayakları Türkiye toprağına basan,
gerçeğe, Türkiye’ye, dünyaya, olaylara
ve olgulara Türkiye’den bakan, kendisi
ışık olan/şem olan her kim olursa ol-
sun bir “aydınlıkçı aydın”dır. Bu aydın-
lıkçıların esasını da 1920’lerden bugü-
ne, kavrama bu anlamı kazandıran, ay-
dın olmanın gereğini, kendini yakıp ışı-
ğa dönüştürerek yerine getiren Aydın-
lıkçılar oluşturur. Biz bu yüzden büyük
şaire yakıştırılan bütün öteki sıfatları
bir yana bırakıp “Aydınlıkçı Şair” tanı-
mı getiriyoruz. (bkz. Aydınlık Kitap, s.
66, 31 Mayıs 2013).
�NAYET D�LENEN �MZA METN�
“Aydınlanmacı aydın” ile “aydınlık-
çı aydın” arasındaki farkın en somut
örneği de ne biliyor musunuz; 29 Hazi-
ran 2013 günü Hürriyet ve Cumhuriyet
gazetelerinde yayımlanan, altında ünlü
şair, yazar, tiyatrocu, sinemacı, heykel-
tıraş, ressam ve müzisyenlerin imzala-
rının da bulunduğu “Kaygılıyız” başlık-
lı ilan.
Toplam yüz ismin imzaladığı bu
ilan metnine göre içinde bulunduğu-
muz durum bu: “Kaygılıyız”!
Yaklaşık 40 gündür süren Gezi Par-
kı direnişi ve bu direnişe destek eylem-
lerinin şiddetle bastırıldığı, üç kişinin
öldüğü, yüzlerce kişinin yaralanıp sa-
kat kaldığı, işe eli sopalı, palalı,
satırlı hükümet yanlılarının da
karıştığı bir süreçte bulunduğu-
muz noktaya bakın siz: Kaygılıy-
mışız!
İmzacıların genel profiline
bakınca metnin inayet dilenici
karakterini anlamak hiç de zor
değil. İmzacılara göre metin ya-
zıldığı son derece açık. Çok açık
olan bir şey de bazı isimlerin
mıknatıs gibi kullanılmış olması.
Yoksa onca “İkinci Cumhuriyet-
çi” ve “Yetmez ama evetçi” ile
cumhuriyetçi olduklarından bir
an bile kuşku duymayacağımız
isimler başka nasıl bir araya gele-
cek?! İnsan görmediği bir metne
imza atar mı, güvendiği bir ismin
varlığını bilmese?(Konuyu bir tek Özdemir
İnce yazdı. 1 Temmuz günlü Ay-
dınlık’taki köşesinde ilan metninikendisinden imzalamalarını iste-mediklerini, ama isteselerdi ne-den imzalamayacağını kaygı söz-cüğünün tüm anlamlarını ortaya
koyarak anlatan İnce’nin yazdık-larının dirhemini Gezi Parkı’ndabiber gazına boğulan kuşlar yese
kahrından ölürdü. Bekledik, ara-dan iki hafta geçti, kimseden sesçıkmadı.)
İlan metni, içeriği açısındanda aydınlanmacı aydın” ile “ay-
dınlıkçı aydın” arasındaki farkınsomut bir örneği.
“Aydınlanmacı aydın” salt
kendisini, kendi faaliyet alanını
düşünür. Şairse şair kimliği önemlidir
örneğin, oyuncuysa oyuncu kimliği…
İnsan ve yurttaş kimliğinden ayrı tutar
o kimliği, sanki Tanrısal bir şeydir o
kimlik, bir zırh gibidir gökten zembille
inmiştir, sarar tüm ruhunu… Bu, salt
kendini düşünmeye götürür onu ve ni-
tekim bildirideki anlayış da bütünüyle
budur… Çünkü gerçekten de son 40
gündür olup bitenleri görmüyor o ilan
metni. İnayet dilenerek uzlaşma yolu
aranıyor. Kaygılar sunuyor. “Galip”ler-
den iyi niyet bekliyor. O iyi niyeti gör-
se, saygılar sunacak ve tamam diyecek,
demokrasi kazandı!
“ULA�INCA SIRRI ZATA”“Yaratma özgürlüğü”nü “oto san-
sür tehdidi altında” gören her anlayış,
kan gövdeyi götürecek olaylar arifesin-
de ancak ve sadece kaygılı olabilir. İla-
nın kotarıcılarına da helal olsun ki;
onca Cumhuriyetçi’ye Orhan Pamuk,
Elif Şafak ve Halil Ergün gibi cumhu-
riyet karşıtlarını üste para bir de verdi-
rerek aklattılar.
Yazı bitti, sözü Ahmet Turan Kul
bağlasın:
“Ahmet’im der çıka bataKöprü oldum hakikataUlaşınca sırrı zataHep söyledim hiç anlattım.”
AYDINLIKÇILAR
Şu!
Şu da!
Şuradaki de!
Şuradaki işçilerin hepsi!
Şunların yarısı!
Şu ateşçinin kendisi, kızı, karısı!
Şu şimendiferci, şu vatman!
Şu patronu selamlayan usta başı değil!..
Ötekisi!..
Şu bol paçaları dalgalı iki gemicinin ikisi!.
Şu iğneden
Parmaklarıyla dikiş diken
Kadınlar!..
Şu taşlı yolları çarıklarına dolayan,
Dağlardan
dağlara
güneşi kovalayan
Köylü ırgat!..
Şu Marks’ın kafası,
Lenin’in gözüyle yazan muharrir!..
Sonra bu şiiri söyliyen şair!..
Bütün bunların,
şunların,
onların,
hepsi…
Hepsinin alnında (güneşten) tacı
Hepsi Aydınlık’çılardan
Hepsi Aydınlık’çı.
Nazım Hikmet
12 TEMMUZ 2013 CUMA8 Aydınlık KİTAP KÂTİBE BARTLEBY’NİN YAZIHANESİ
Elias Canetti, “Körleşme”yi yazdığında Avru-
pa’da nazizmin yankılanan ve ürküten ayak
sesleri duyulmaktadır. Şaşırtıcı ölçüde kalaba-
lık kitlelerin ‘körleşmiş’ bilinçleri ve vicdanla-
rıyla desteklenen, insana ve insanlığa ait ne ka-
dar değer varsa ayaklar altına alınmış zifiri ka-
ranlık bir atmosfer sarmıştır tüm kıtayı.
“Körleşme” romanının ana karakteri ünlü
bir Sinoloji profesörüdür. Profesör Kien, evin-
deki 25.000 kitaplık gökadasında çalışıp yaşa-
maktadır. Dışarı denen acımasız ve adi iklim-
den sabah erken saatlerinde yaptığı 1 saatlik
yürüyüş dışında ne haberi vardır, ne de o ikli-
me karşı panzehiri.
Tam bir ‘dışarı’, ya da başka bir deyişle kör-
leşmiş iklimin bayağı, cahil, açgözlü, ahlaksız
tipik bireyi olan Therese, katur kutur kolalı,
mavi uzun gülünç eteğiyle, önce hizmetçi, son-
ra profesörün kitaplarını koruma içgüdüsü ne-
ticesinde terfi edip ‘evin hanımı’ olarak içine
daldığı Kien’in hayatını korkunç bir acımasız-
lıkla gerçek bir cehenneme ya da kendi bildik
iklimine çevirir.
Kien’in evi önce eşya istilasına uğrar; profe-
sörün neredeyse sadece kitaplardan oluşan
evindeki yalınlığı ‘pek içler acısı’ ve bir ‘ham-
fendi’ için yakışıksız bulan Therese, evi masa,
yatak, kanepe, koltuk takımlarıyla doldurmaya
başlar. Eşya düşmanı olan Kien önleyemediği
bu işgalden ve kadının nefret uyandıran görün-
tüsünden kaçmak için gözlerini hiç açmadan
yaşamaya çalışır. En sık kullandığı ‘rica ede-
rim’, ‘lütfen’, ‘beyefendi’ sözcükleri de dâhil or-
talama 50 kelime ile üstelik herkesten çok ko-
nuşan bu yaratıktan kaçmak o kadar da kolay
değildir.
Bu çürüyen ortama tamamen yabancılaşan
profesör, kadının evde tek başına daha fazla
var olamayacağı umuduyla kendisini beyninin
içinde taşıdığına inandığı kitaplığıyla beraber
dışarı atar. Aç gözlü dilencilerle, fahişelerle,
acımasız satranççı cücelerle, duygudaşlık ustası
ve kadın ruhu okşayıcısı psikiyatrlarla, aptal
polislerle dolu ‘kafasız bir dünya’dır dışarısı;
tek isteği bilimsel çalışmalarına devam etmek
isteyen bir bilim adamını adım adım deliliğe,
nihayetinde yok oluşa götürecek kadar vahşi,
saçma ve kafasız bir dünya.
Görkemli bir alegoriyle örülen olay dizge-
sinde aşağılanan, kafasındaki uygarlık çöken ve
delilik lâbirentine sıkışan Kien’i adım adım, bir
bilim adamı için var olmanın özgürlükle eşde-
ğer olduğunu bilen herkesin öngöreceği, iç bur-
kucu sona doğru takip ederiz.
“Körleşme”yle “yüzyılı gırtlağından yakala-
maya çalışan” Canetti, Profesör Kien’e şöyle
dedirtir romanda: “Ah, bir ortadan kaldırılabil-
seydi şu şimdiki zaman! Dünya üzerindeki tüm
mutsuzluklar, yeterince gelecekte yaşayama-
maktan kaynaklanıyor.” Kitaplığında yükselen alevler yüzünü yalar-
ken ‘hayatta hiç atmadığı kadar yüksek bir ses-le’ kahkaha atan Kien’in ya da Canetti’nin, oyok oluş anında yeni bir barbar ya da bir Hitlersilueti görmediğini umuyoruz.
Körleşme ve bir uyumsuz
Elias Canetti
Tüm kedileri ama en çok Cahide’yi seviyor, İkinci Yeni’yi ama en çok
Turgut Uyar’ı seviyor, tüm içkileri ama en çok rakıyı seviyor, her ha-
liyle ama en çok öykü yazarken güzel; Tomris Uyar; yirmi beş yıl bo-
yunca, aralıklarla da olsa günlük tutup sonunda “Gündökümü” ola-
rak yayımlamış; son derece içtenlikli, duru bir dille ve zihninin tüm do-
ğurganlığıyla düşüncelerini, anılarını, tanışlarını, eleştirilerini, zama-
nın ruhu diye özetlenebilecek anekdotlarını sunmuş okura. Zaman za-
man yazanlara, yazarlara ‘eleştiri’ denen bıçak sırtında zerre kan dök-
meden ama ve bir ‘uyumsuz’ olarak gayet ‘eyvallahsız’ eleştiriler yap-
maktan da geri durmamış.
“Verimlilik mi?” başlıklı yazısında şöyle diyor Tomris Uyar; “Ya-
yın dünyamızı ur gibi saran, yayımlanma nedeni asla anlaşılamayan sal-
dırgan ve sığ yaşam öykücüleri, cıvık romanlar, yerli televizyon dizi-
lerine egemen olan, zamanla yazıları da egemenliğine alan savruk dil,
güvendiğimiz dağlara bile iyice kar yağdığının en önemli belirtileri. Çün-
kü bir Dostoyevski -hatta bir Saroyan- kumar borçlarını ödemek pa-
hasına zorunlu olarak yaşadıkları yapay verimlilik dönemlerinde bile
böylesi bir düzeysizlik göstermemişler.
Bu verimlilik telaşında, bazı yazarların yazma sancısı çektiklerini,
zaman zaman yazıdan tiksindiklerini okurlar anlasınlar isterdim. Ta-
bii, dokuz çocuk doğurup dokuzunu da sokağa salan çaresiz ana bi-
linciyle yazarlık bilinci arasında bir ayrım görülmüyorsa, diyeceğim yok.”
Güncesinde bu yazısının tarihi 1985.
205 yazar ve eleştirmenin görüşü alınarak yapılan ‘Türk edebiya-
tında yüzyılın 40 öykücüsü’ anketinde Sait Faik ve Sabahattin Ali’nin
arkasından üçüncü sırayı almış olan yazar ‘kısa öykü’ yü çok önemli
bir yazın türü olarak görüyor. Romana karşı onurunu çok iyi koruyan
öykünün ‘kendine ayrılan sürede yoğunluk, içtenlik, sahicilik öğele-
rini gereğince kullanamazsa, bu öğeleri yitirirse, ister toplumsal sorunları
ele alsın ister bireyin iç dünyasında dolaşsın bellekten siliniverdiğini’
belirtiyor ve ekliyor; çok öznel gelebilir ama evrenselliğe varmak adı-
na, ‘alegori’ ya da simgeye başvurmak, yer, zaman, ad gizlemek çok
ters geliyor bana. Yabancı yer ve kişi adlarını kullanmaktan tat almak
da. Hayatın tez ve değişen akışına uygun atan bir nabzı var kısa öykünün.
Hele Türkiye gibi çelişkilerle dolu, hep olaylara gebe bir Asyalı-Ak-
denizli Ortadoğu ülkesinde bu hıza ayak uydurmak pek güç değil. Ye-
ter ki gerçekten bildiğimizi, çok iyi bildiğimizi yazalım.
Sözü Ferhan Şensoy’un içinden Tomris Uyar geçen şiiriyle biti-
rebiliriz belki de;
“adamlar var / sanki yollar / onlarınmış gibi yürüyorlar / yolların
ortalarından / hiç yüz vermeden kaldırımlara / indirimlere / adamlar
var / adam değiller / sanki adammış gibi duruyorlar köşebaşlarında /
adamlar yok / adamlardan çok sıkılarak / içeri girdi tomris uyar / bir cin
tonik söyledi öğlene çeyrek var / otuzbir mayıs seksen üç park kafeterya”
Bir uyumsuzun notlar� - Tomris Uyar
Tomris Uyar ve Cahide
12 TEMMUZ 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAP
“Sıkıcı, size eşlik etmediği halde yalnızlı-ğınızdan da mahrum bırakan kişidir.”
Oscar Wilde
Dehayı ortaya çıkarmada ve tanımada,
Orta Çağ’dan bu yana belki de en lanet-
li çağın içerisindeyiz. Delilik artık salgın-
dır. Kullanım ve meta birincil algı aracı-
dır ve önceliklerin, öncüllüklerin sıralaması
da buna göre düzenlenmektedir. Bütün al-
gının darmadağınık halde milyonlarca
parçalık bir yapboz olması da yetersizdir.
Geçmiş dehaların yarattığı bir sis ve bal-
çık bileklerdedir. Kalabalıktır. Ağzını yeni
bir şey söylemek için açmak hayal kırık-
lığından başka şey getirmez. Zaten söy-
lenmiştir. En iyimser tabloda, sadece
denk gelinmemiştir. Artık yazılacak bir şey
kalmadı, neyi değil nasıl yazdığın önem-
li söylevleri uzar da uzar. Sıkışılır. Ama ara-
ya değil, öteye, duvara doğru. Deha artık
çıksa da görülmez, duyulmaz. Kokusu kal-
mamıştır çünkü. Reklâmlarla gaz çıkara
çıkara burunlar harap edilmiştir çoktan.
Belki kalıtımsal bir hasar veremediysek he-
nüz, sonraki kuşaklara umut bağlamaktan
başka elden ne gelir? Görmemek, daha az
dikkat etmek, bir yabancı evrende yaşı-
yormuş gibi duyumsamak belki dehayı ye-
niden çıkarmak için tek çözümdür. Olmaz.
İletişim baskın çıkar. Süperego bile dar-
madağın etmeye yetmemiştir çünkü. Daha
fazla alçı konulmalıdır. Evet, sevgili Céli-
ne, cila, cila, cila… (Umarım mezarında
ters dönmüşsündür bu satırdan sonra).
Yalnızlık -ama yalnızlık derken öze dönüş-
yok edilmelidir. Daha fazla iletişim ku-
sulmalıdır. Maske, aman ha, bir an olsun
çıkarılmamalıdır. Facebook hesapları en
güzel fotoğraflarla bezenmelidir, twit-
ter’da afili aforizmalar sıralanmalıdır, ye-
mek tabaklarına filtre uygulanmalı, her an,
her saniye kayıt altına girmeli, her şeye ula-
şılmalıdır. Herkes artık şöhrettir Warhol!
Ancak kimse gerçekte şöhret değildir. Kus-
ma ve kuşanmadır. Herkes dehadır. Kim-
se değildir. Herkes ilginçtir. İlginç ol-
maksa artık en sıradan “ben” deme yo-
ludur. Merhaba, ben Bay İlginç, sizin
adınız nedir? Siz de mi İlginç… Memnun
oldum. Gözler ve eller dilenir gibi aka-
demilere çevrilir. Deha mı? Yok canım, ge-
rek yok. Akademi denen şey tamamen be-
ton olmalıdır. Canlılık kimin umurun-
da? Çok fazla gevezelik…
SEN VE SENKitaptan alıntıyla girelim: “Bu bir ye-
tenek, ama aynı zamanda bir lanet de. De-
hayı başkalarında tanıyabiliyoruz, ama
dahi değiliz.” Lars Iyer’in romanı “Spu-
rious,” “Kuşku” adıyla (buraya koca bir
soru işareti) tercüme edildi. Ki-
tabın adını bir kenara bı-
rakarak, kitabın çevirisi-
nin baştan sona kusursuz
ve özenli olduğunu, de-
vam kitapları “Dogma”
ve “Exodus”un da yayın-
evinin programında bu-
lunduğunu belirtelim. İlk
olarak kendisini ve arka-
daşlarını eğlendirmek ama-
cıyla yazmaya başladığı bir
internet günlüğüyle başlayan
ve roman haline gelen “Kuş-
ku”da, yazar, W. ve Lars
adında “düşünememekten”
muzdarip, akademik iki dü-
şünürün öyküsünü anlatır.
Aynı zamanda yazarın kendisi
de akademisyendir ve New-
castle Üniversitesi’nde felsefe dersleri
vermektedir. W. ve Lars’ın öyküsü, dost-
lukları ve diyalogları üzerine Lars’ın aldığı
notlar aracılığıyla anlatılır. Bir yönüyle ni-
hilizmin pençesindeyken, aynı şekilde
kendini ve daha da fazla Lars’ı aşağılamayı
da ihmal etmeyen W.’nin
söylenceleri geniş yer
kaplar. Hatta Lars çok az
yorumda bulunur. İki
şapşal (aptal değil) filo-
zofun, yenilgilerine kar-
şı duydukları öfke ve
çaresizlik bütünleştiri-
cidir. W.’nin Lars’ın ak-
lından çıkma -veya tam
tersi- bir karakter ol-
duğu izlenimini uyan-
dırır. Ya da yazarın,
bir başka gerçeklikte
kendisi için öngördü-
ğü iki benlik gibidir.
PATHOSFarklı yollarda-
dırlar, ister odada ki-
taplar biriksin, ister
mutfağı küf kaplasın, bir sızıntıdan kur-
tulup güneşi görmek arzusunda, ka-
ramsar, kaybedişleriyle yüz yüze ancak
hala hayata kahkaha ile gülebilen ka-
rakterlerdir. Tekliklerindeki yoklukları-
nın bilincinde, ancak hep bir arada bü-
tün haline gelebilen bir dizi çarktırlar. İn-
giliz usulü bir mizah, çarkları yağlar da
yağlar. Lars Iyer’in çıkış formülüdür
belki, düşünce pedallarına ancak W. ve
Lars’ın ağırlıkları asıldıkça ilerleyebil-
mektedir. Yukarı ve aşağı… Mizahın
çarklarının arasında kalan bir kara ke-
dinin çığlıklarına da rastlamanız olasıdır.
Umursamayın. Muhtemelen Samuel
Beckett’tir. Kitapta bazı tekrarlar surat
ekşitici elbette. Her pathosa dönüşte, şöy-
le enseye okkalı bir tokat indiresi geliyor
okurun. Olamaz, yine o pantolon… Di-
ğer yandan Béla Tarr ve Kafka sayfala-
rı ziyaret ettikçe kitaba bağlanıyor-um-
dum-sunuz-lar. Modern edebiyatın fel-
sefeyle kardeş bu güzel örneğini kaçır-
mayın derim. Kitaptan son bir alıntı ve
veda vakti: “…ve bu sırayla. Çamur,
yağmur ve sonsuz…”
Haftaya görüşmek dileğiyle…
İki eksik pathostançıkan poetik
M. SALİH [email protected]
Ku�ku, Lars Iyer,
Kolektif Kitap,
Çev: Elif Ersavc�, 212s.
BABİL BALIĞI
Lars Iyer
12 TEMMUZ 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP
Türkiye Solu 1960’ların sonlarından iti-
baren parçalandı. Bu parçalanmada ortaya
çıkan görüş ayrılıkları içinde en önemli ko-
nuların başında Kemalist Devrim’e ilişkin
değerlendirmeler geldi.
Kemalist Devrim’in önemini kavra-
mayan veya karşıdan eleştiren yaklaşım-
ların sahipleri, 1990’lı yıllardan itibaren
başlayan ve 2000’li yıllarda şiddetlenen mil-
li devlete ve Kemalist Devrim’e yönelik
emperyalist saldırının yedek kuvvetleri ha-
line geldiler.
Kemalist Devrim’e ilişkin tutum bugün
her zamankinden daha önemli hale gel-
miştir.
Bundan dolayıdır ki, konunun sağlık-
lı ve doğru olarak değerlendirilmesi, özel-
likle solun sözünü ettiğimiz kesimi açı-
sından ihmal edilmez bir önem taşımak-
tadır.
Yıldırım Koç’un Kaynak Yayınla-
rı’ndan çıkan “Kemalist Devrim, CHP ve
İşçi Sınıfı” başlıklı çalışması, bu açıdan bir
ders kitabı niteliğindedir.
M�LL� DEMOKRAT�K DEVR�M SÜREC�
Yıldırım Koç, işçi sınıfı ve sendikacı-
lık hareketinin tarihi konusunda çok sa-
yıda eser vermiş değerli bir aydınımızdır.
“Kemalist Devrim, CHP ve İşçi Sınıfı” ki-
tabı da büyük bir emek ürünüdür. İlgili bü-
tün kaynaklar taranmış ve bilgiler doğru
bir perspektifle yerli yerine oturtularak
okuyucuya sunulmuştur.
Bu anlamda Türkiye’nin ya-
şadığı Milli Demokratik
Devrim (MDD) süreci
ile işçi hareketi arasında-
ki bağ üzerine tarihsel
çerçevesi içinde ilk defa
somut bir çalışma yapılmış
olmaktadır.
Yıldırım Koç’un kita-
bında Kurtuluş Savaşı yıl-
larından başlayarak 1946
yılına kadar işçi sınıfının
mücadelesi, işçi hakları ko-
nusundaki yasal mevzuat,
elde edilen kazanımlar ve
kayıplar, başta CHP olmak
üzere diğer bütün siyasal par-
tilerin işçi hakları konusun-
daki görüşleri ve yaptıkları, so-
mut bilgilerle sunulmaktadır.
CUMHUR�YETDEVR�M� YILLARI
Kitapta öncelikle Türkiye işçi sınıfının 19.
yüzyıl sonu ve yüzyılın başındaki durumu
gerçekçi bir şekilde su-
nulmaktadır.
Cumhuriyet Devri-
mi yıllarında (1919-
1946) kayda değer bir
işçi hareketinin olma-
ması da nedenleri ile
birlikte ortaya konul-
maktadır. Bu neden-
ler arasında elbette en
başa devrim ile birlik-
te bütün halkın ve bu
arada işçilerin elde et-
tiği kazanımları say-
mak gerekiyor.
Bunun dışında Yıl-
dırım Koç’un kitabın-
dan, Cumhuriyet’in ilk
dönemindeki işçilerin topraktan tamamıy-
la kopmadıklarını, toprağa bağlılığın dav-
ranışlarını da belirlediğini öğreniyoruz.
Cumhuriyet’in ilk dö-neminde büyük bir iş-gücü açığının olma-sı da işçi davranışı-
nı belirleyenönemli bir etken-dir. İş yerindekikoşullardan ra-hatsız olan işçi, iş
yerini çok da zor-lanmadan değişti-rebilmektedir.
Yine, tarihi bir
önemi olan 1926’daki İz-
mir İktisat Kongresi’nde işçi
hakları konusunda alınan mesafenin,
işçi sınıfının verdiği mücadelenin ürünü
olmaktan çok, emperyalizme karşı mücadele
eden kadronun, milletin bir parçası olarak
işçilerin de haklarını elde etmesi ve daha iyi
bir yaşama kavuşması yönündeki politika ve
uygulamalarının sonucu olduğu belirtil-
mektedir.
KAMU EMEKÇ�LER�Yıldırım Koç’un kitabında dikkat çeki-
ci konulardan bir diğeri de kamu çalışanla-
rının, İşçi sınıfının bir parçası olarak ele alın-
maları konusunda getirdiği yaklaşımdır.
Yazara göre, kamu çalışanları da emek-
lerini satmak durumunda olan emekçi-
lerdir. Memur kitlesi içinde bazı kesimle-
rin nispeten iyi durumda olmaları bu ger-
çeği değiştirmez. Bunları işçi aristokrasi-
si içinde değerlendirmek gerekir.
Kamu çalışanları Türkiye’de özellikle
1923-1946 yılları arasında en iyi dönemle-
rini yaşamışlardır. Devrimin dayandığı kad-
rolar olmaları dolayısı ile bu dönemde
müstesna bir konum elde etmişlerdir. İtibarlı
konumdadırlar ve gelirleri görece iyidir.
Ama 1946 sonrasında büyük çoğun-
lukla emeğini satan çalışanlar olarak işçi
sınıfının diğer kesimleri ile aynı konuma in-
mişlerdir.
Son yıllarda kamu emekçilerinin yük-
selen mücadelesinin, işçi sınıfının toplam
mücadelesi içinde önemli bir yer tutmaya
başlaması da bu gerçekliğin sonucudur.
M�LL� HAREKET VE EMEK� HAREKET�
Yıldırım Koç’un kitabının sonunda yer
alan aşağıdaki değerlendirme, aynı zaman-
da kitabın vermek istediği temel mesajdır.
“Emperyalizmin ulus-devlete, ulusun
bütünlüğüne ve özgür yurttaşlığa yönelik
karşı devrimci saldırısı, sınıf çıkarları için
olmasa bile onurlu yaşamak isteyen va-
tanseverlere, Kemalistlere de zarar ver-
mektedir. 1919 yılında can/namus/mal
kaygısıyla birleşen insanlar, günümüzde bö-
lünme/iç savaş/yok olma tehdidiyle bir-
leşmektedir.
Günümüzün görevi, sınıf çı-
karlarının anti-emperyalist,
anti-kapitalist ve millici yap-
tığı işçi sınıfıyla bölün-
me/iç savaş/yok olma kay-
gısının millici yaptığı kit-
leleri birleştirmek, Tür-
kiye demokratik devri-
mini geliştirerek koru-
maktır. Türkiye demo-
kratik devrimi ancak 1938
yılında eriştiği zirvenin çok
ilerisine götürülerek koruna-
bilir; Kemalist Devrim, ancak
daha ileri götürülerek kurtarılabilir.
Geleceğin programını, bu mücadelede
belirleyici güç olan işçi sınıfının çıkarları ve
talepleri belirleyecektir.
Yıldırım Koç’un kitabı, “mutlaka okun-
ması gereken kitaplar” içine alınmayı faz-
lasıyla hak ediyor.
Belirleyici güç işçi sınıfıMEHMET BEDRİ GÜLTEKİ[email protected]
Y�ld�r�mKoç’un kitab�yla,
Türkiye’nin Milli Demokratik Devrimsüreci ile i�çi hareketi
aras�ndaki ba� üzerinetarihsel çerçevesi
içinde ilk defa somutbir çal��ma yap�lm��
olmaktad�r
Kemalist Devrim
CHP ve ��çi S�n�f�,
Y�ld�r�m Koç, Kaynak
Yay�nlar�, 448 s.
Illustrasyon: Ayd�n Erku�Illustrasyon: Ayd�n Erku�Illustrasyon: Ayd�n Erku�Illustrasyon: Ayd�n Erku�
Y�ld�r�m Koç’un kitab�yla, Türkiye’nin Milli Demokratik
Devrim süreci ile i�çi hareketi aras�ndaki ba� üzerine
tarihsel çerçevesi içinde ilk defa somut bir çal��ma
yap�lm�� olmaktad�r
12 TEMMUZ 2013 CUMA 11Aydınlık KİTAP
Hüseyin Haydar’ın yeni şiir kitabı “İsyan
Makamı” matbaadan çıktığı gün, çoğun-
luğunu gençler, İstanbul halkı, AKP dik-
tatörlüğüne karşı isyan halindeydi. 31
Mayıs’ta İstanbul Taksim’de başlayan is-
yan dalga dalga Türkiye’ye yayılırken,
AKP polisinin gaz mermilerine, asitli su-
yuna, çivili sopasına karşı Türkiye sokak-
ları savunmadaydı; 21. yüzyılın isyanı, eski
isyanların en temel savaşım aracını, sokak
barikatlarını keşfediyordu. Şairin “İsyan
Makamı” ile halkın isyan makamı birlik-
te doğuyordu.
Hüseyin Haydar’ın şiirinin temel özel-
liği alabildiğine güncel olmasıdır. “İsyan
Makamı” ile, bu şiirin güncelliği, hayatın
bir adım daha önüne geçiyordu denebilir.
Şairin yaratım süreci, toplumun yaratım sü-
recini önceliyordu; şair, isyan başlamadan
şiirini ortaya koyuyordu.
İsyanın somut nedeni, ya da vesilesi
Taksim Gezi’deki ağaçları, beton yığını için-
deki kamusal bir vahayı korumak için di-
renişe geçenlerin polis saldırısına uğra-
malarıydı. Gün boyu süren birkaç yüz ki-
şinin inatçı direnişi, akşama doğru bütün
İstanbul’un patlamasına dönüştü ve ülke-
ye yayıldı. Bir ay boyunca bütün Türkiye’yi
sarstı, sarsmaya devam ediyor, öyle anla-
şılıyor ki, daha da güçlenerek sürecek…
Dünyada da örnekleri olmakla birlik-
te, bizdeki çadır eylemlerinin bazıları ta-
rihsel ölçüde görkemli izler bıraktılar.
2009-2010, Aralık-Mart’ta, Ankara’nın
göbeğinde, 70 günden fazla, kışın en soğuk
ve yağmurlu günlerinde birkaç sokağa
yayılan Tekel çadırları bunlardan en önem-
lisiydi. Bir başkası ise, karşıdevrimin Silivri
hapishanesinde tutsak ettiği gazetecileri,
yazarları, subayları, devrimci aydınları sa-
vunmak için, tam karşısında açılan, yakında
ikinci kuruluş yılını kutlayacak Silivri Ça-
dırıydı. Hüseyin Haydar, güncel gerçeğin
içinde, direniş için açılan bu çadırların ta-
rihsel anlamını gördü ve Gezi’de, bir baş-
ka çadır sahrasında uç veren isyanın şiiri-
ni, aylar önce, “Kıyamet Çadırları”nda yaz-
dı. Zamana ve mekâna yayılmış çadırların
birikimini bütünlüklü kavrayabildiği için,
daha yaşanmadan, çadırlı Gezi’deki “diriliş
meydanına” dönüşümü şiirleştirebildi. Bu
dirilişin sarsıntısı içinde, “İsyan Makamı”
da isyana kalkışmış okurla buluştu.
“Çadırlar dizilmiş çadırlar!Naylondan, bezden, muşambadan,İpleri azap, direkleri acıdan…
Çadırlar kurulmuş diriliş meydanına,Kıyamet çadırlarıdır bunlar.Girin haykırın, çıkın haykırın!”
“DEVR�M BEKLEMEZ!”Bu dizelerle başlayan Kıyamet Çadır-
ları, Silivri, Tekel ile sürüyor, karda kışta
donan bebelerin sığındığı “deprem çadır-
larını”, AVM inşaatında, bir gece yanıp gi-
den işçi çadırlarını, daha önemlisi karşı-
devrimin “çadır mahkemesi”ni de şiire alı-
yor ve aralarındaki kopmaz ilişkiyi görü-
nür kılıyor. Bu “azap ve acı” üreticisi dü-
zenin yıkıldığı bir kıyamet sahnesinde bir
araya getiriyor. Devrimin şiirini, yaşananın,
güncelin içinden giderek yazıyor. Bu an-
lamda Hüseyin Haydar’ın şiiri tektir ve yeni
bir şiirdir. Günümüzde Hüseyin Haydar öl-
çüsünde topluma, toplumsal mücadeleye
ve devrime yoğunlaşmış eser veren çok az
şair bulabiliyoruz.
Ey gökyüzü, iyi kalpli yaratıcıAdanmış olana, “yükün ağır” denir mi?Kartala ne kadar ağırsa kanatları,Yüküm ağır değil o kadar, gel gör kiAşk bekler, düş bekler, beklemez devrim.
Hüseyin Haydar şiirinde bütün dizeler,
bu “devrim beklemez” sorumluluğu ek-
seninde dizilirler. Şairin zaman zaman
öğreticiliğe düşmesi, alışılmış şiirsel söyleyiş
ve duyarlıklara boş vermesi ve doğrudan
öykülemeye ve konuşmaya girişmesi, dev-
rim zorunluluğunun bu birincil niteliğinin
gereklerine bağlansa yeridir. Bu gereklilik
her sözü, her katkıyı şiire koşmaya izin ve-
rirken, alışılmış, kanıksanmış, mırıltılı şi-
irsel duyarlıklara yer kalmaz. Hüseyin
Haydar şiirinin günümüzdeki aşamasında,
yalnızca düş ya da aşk değil, şiirin müca-
dele, devrim ve toplumsallığa açılmayan
bütün kapıları bir süre kapalı kalacaktır.
YUNUS’A YASLANAN ���RLER
Onun şiirinde değişik kaynaklardan
alınmış biçim örnekleri, ses tonları, şiir har-
manları vardır; bunlardan hiçbir kişisel
komplekse düşmeden, göğsünü gere gere
yararlanır. Bütün bu şiirsel kalıtın bireşi-
minde güncel ve alabildiğine çağdaş bir içe-
rik yüklüdür. Biçimsel yapısıyla, uyak dü-
zeniyle, bir Yunus Emre ya da Köroğlu şii-
rini okuduğumuzu düşünürken, günümü-
zün sınıf çatışmalarının sesiyle karşılaşırız.
Toplumsal açıdan hayati bir mücadelenin
insanlığın bugününü ve geleceğini belir-
lediği koşullarda, şiirin varlık nedeni bu sa-
vaşımdaki işlevidir. Hüseyin Haydar’a
göre, şiir, eğer bu işlevi yerine getirecek-
se, insanlığın bütün birikimlerinden, bu şii-
rin yazıldığı dili oluşturan Türklerin bütün
tarihsel değer ve imgelerinden yararlanmak
gerekir. Kimilerinin tüylerini ürpertecek ta-
rihsel simgeler ve imgeler, Hüseyin Hay-
dar şiirinin en doğal hammaddesidir. Yal-
nızca Türk mitolojisi ve tarihi değil, “Doğu
Tabletleri”nde, doğrudan içeriği de belir-
leyecek biçimde, Doğu mitolojisi ve kültür
değerleri, kucaklayıcı anlamda bu şiirin ya-
pısında harmanlanmıştır. Eski ve yeniyi,
uzak ve yakını, açık ve kapalıyı, net ve be-
lirsizi uç noktada buluşturan bir şiirdir bu.
Zenginliği de ve varsa eksikliği de bu ya-
nında gizlidir.
“İşte karşınızdayım, göğsüm yunus,Ağzım ejderha, kanadım anka, dilim pars,Kullanacağım silahlarımı, geldi sırası.Bilek, ya istiklal ya ölüm, makamım isyan,Ne demiş hürriyet’in arslan ziya’sı:Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.”
“İsyan Makamı”, Hüseyin Haydar’ın
bütün kitaplarında olduğu gibi bir “Ada-
nış” şiiriyle başlar. Şiirlerini nesnesini
oluşturan, bir bakıma, asıl yaratıcıları
olan öne çıkan insanlara, sınıflara, top-
luluklara adadığını görürüz. Bu “Adanış”
şiirleri, kitaba bir giriş niteliğindedir. İs-
yan Makamı’nın “Adanış VII” şiiri de, ta-
rihte bu makama şair kişilikleriyle kor-
kusuzca erişmiş ustaları anar ve şair, on-
lara benzer biçimde savaşımcı bir şiiri yaz-
mayı diler. Her şey, sonraya ertelenebi-
lirken “beklemez devrim” saptaması bu-
radadır.
Hüseyin Haydar şiir anlayışını, yaka-
rışını ortaya koyduktan sonra, günün ko-
şullarında başka şairleri de bu kavgaya da-
vet eder. Şairlere şiirle getirilen bir eleş-
tiri okuruz. Özellikle bu şiirler Yunus
Emre ve Köroğlu’nun sesini duyururlar.
Şair, klasik bir şiir biçimini güncel ve çağ-
daş bir içeriğe ustalıkla içselleştirir. Aynı
zamanda adanmış şairler geleneğinin bi-
çim ve ses düzleminde de yeniden yankı-
lanması, isyan makamının şair cephesin-
den daha belirgin kılınmasına katkıda bu-
lunur.
“Elinizi çabuk tutun, dilinizi çabuk,Dağıldı dağılacak halkın göğüs kafesi.Abuk sabuk tükettiniz nefesinizi,Bir sözünüz kaldı mı söyleyecek?Kaldı diyorsanız, atılın ileri.”
Hüseyin Haydar şiiri, güncelin oldu-
ğu kadar tarihselin de şiiridir. Bu şiirin es-
tetik nesnesine bakış yöntemini örneğin
“Emek Yoğun Hayat” başlıklı şiirde gö-
rebiliriz.
Partili bir şairdir Hüseyin Haydar,
şiirinde partili mücadelenin imgeleri ağır-
lıklıdır. Kitabının “Alnı Çobanyıldızlı-
lar” bölümü, büyük ölçüde devrim mü-
cadelesinin savaşçılarının portrelerinden
oluşur. Şairin bu portrelerde ele aldığı ki-
şinin özelliklerine, eylemine uyacak bir dil
ve biçim geliştirdiğini, kişilerin nitelikle-
rine yakışan, değişik biçim ve ses düzen-
leri kurduğunu görürüz. Örneğin Hikmet
Çiçek, Fatih Hilmioğlu, İlhan Erdost şi-
irleri birbirinden farklıdır. Her an devrim
için düşünen bir imgelemde, toplumsal ha-
reketin örgüt matematiği de hak ettiği yeri
bulur. Bu yönüyle de Hüseyin Haydar, Na-
mık Kemal, Tevfik Fikret, Nâzım Hikmet,
Kemal Özer çizgisinde savaşımcı şairler
geleneğinin günümüzdeki bir örneğidir.
YEN� NES�L DEVR�M�N�N D�L�
Haziran İsyanı’nın şiiri “yeni nesil
devrimler”e uygun bir dille yazılmalıydı.
Şair İstiklal Caddesi duvarlarına isyancı-
ların yazdığı bir dizeyle işe başladı: “Dev-
rim Download” ve yeni bir dille “göz kır-
pan devrim”e koşan gençler, “Türki-
ye’nin masaüstünü temizleyeceklerdi”.
İsyanı isyanla aynı gün yayımlanan kita-
bına ad yapan Hüseyin Haydar’ın şu sö-
züne güvenmekte yarar var:
Türkiye’nin üzerinde dolaşan fırtına,İşbaşı yapacak yakında:Doğuracak yüzyılın kollarına,Doğuracak Avrasya’nın en güzel çocuğunu.
Şiir ile maddesi ‘İsyan Makamı’nda buluştuB. SADIK [email protected]
Hüseyin Haydar
12 TEMMUZ 2013 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK
Dili durağan kılabilir miyiz? Ya bir an-
latıyı, bir anlatım biçimini? İnsanlığın
çağ yolculuklarına baktığımızda, yaza-
rın/şairin bilinci, düşün insanınkiyle
aynı tınıyı/içerlek anlamı taşıyor. Der
ya, Canetti: “İçinde yaşadığımız dün-
yanın durumunu göremeyenin o dünya
üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi
yoktur.” İşte bu vicdan duygusunun
yansımalarıyla sözü kurandır anlatıcı.
Ne söylerse, ne biçimde bunu dillendi-
rirse dillendirsin; o görme yolculuğun-
da değişkenlik esastır. Ve bir aynadan
geçirir yolculuğunu, kendi çağına ba-
karken öte çağlardan taşınanlara da
düşürür yolunu, ki sesini kıvandırmak
değildir salt derdi; “ben şimdi nasıl de-
meliyim”in derdindedir aslında! İşte
bu noktada da dille yolculuğunun ve
kendi benliğinin kavmine döner. Her
sözünde kendi debisini yaratmayı da
göze alır. Şairi bu noktada yol ayrımı-
na getiren, diğer anlatıcılardan ayıran
da sesçil bir söyleyici olmasıdır. Yani
orada biz, o debinin gözelerinde hayat
pınarlarının, yaşama kıvılcımlarının,
söz parıltılarının, imge yaratımlarının,
dilin akkor hallerinin yansımalarını
buluruz. Hayata dair edilmiş sözler
işte bundandır hep bizi kendine çeker.
Ve diğer bir yandan da merak ederiz o
sözü kuranın yolunu/yordamını... Otuz
yılda yayımladığı dört kitaptan uzun
bir süre sonra, ardı ardına üç şiir kita-
bıyla zamanının ruhuna dönük yolcu-
luğunu getirip bize sunan Hüseyin
Haydar’ın şiirinin taşıdığı anlamı işte
bu aralıklardan gö-
rüp anlamaya çalış-
tım. Gene de şaire
yöneltmek istedim
aklımdaki şu soruları:
� “Adanış”ın yol-culuğu, şiirini “İsyanMakamı” ile nereyegetirdi?
12 Eylül öncesi şiir-
lerinin toplandığı “Acı
Türkücü” 1981 yılında
yayımlandığında, kita-
bın başında bir de
“Adanış” şiiri yeraldı.
Adanmışlık, benim, iç-
ten bağlanmış devrimci
duruşumun ortaya çıkışıy-
dı, belki bir and içme. Söz
verme. Genç şairin kendi-
ni bağlaması… Adanış
duygusunu yaşamayan bir
şairin gerçek başarıya ulaşması hemen
hemen olanaksızdır. “Adanma” duru-
şu şairi, insanlığın büyük mücadelesi-
nin içinde kılıyor. Ben şairim diyen,
ancak ateşin ortasında, büyük sorum-
luluklar yükleyerek bir yaşama alanı
bulur. “Adanış” şiirleri daha sonraki
kitaplarımın da başında yeraldı. Her
kitap kendi sürecinin yansıması ve top-
lu bir adanışıdır. “İsyan Makamı”,
“Adanış VII” ile başlamakta. Ülkemin
özgürlük mücadelesinin geldiği yer,
onun şair oğlu, hizmetkarı olarak be-
nim de geldiğim yerdir. Evet, ağır bir
yüklenme, diyeceksin ama adanmış
olana yükü ağır gelir mi?
� Çağının ruhunu kavrayış, ger-
çekliğini yansıtış… Birtür isyan bayrağı açmakgibidir buradakisözün… Şiirinin özselyanını belirleyen çağ in-sanın yaşadığı gerçek-likler, dünya düzenininhali… Şair, sözüyle bu-rada neyi kuşanır?
İsyan bayrağı aç-
mak, olay budur. Eğer
isyan makamında de-
ğilseniz, mutlaka
daha aşağılarda bir
yerdesiniz. İsyan ma-
kamı insan onurunun
en üst mertebesi…
Şairin kuşanmışlığı
işte bu “makam”dan
bellidir. Tarih şairin
masasına dört bin yılın kitabını
tepeleme yığar ve bir de sayfaları boş
defter bırakır. “Yaz bakalım,” der ve
“yüreğini yeme, yedirme” macerası
işte orada başlar. Tarihin o derin sesi
benim kulağımdan hiç çıkmadı: “Ey
şair, sıra sende, dünyaya bak ve olup
biteni bir de sen anlat. Gidebildiğin
kadar git, ama yitip gitme sakın.” İşte
sözünü ettiğin isyan bayrağı da bu dip
akınlarının ortasında açılıyor. Kesin
bir başkaldırı hali ve bütünüyle adan-
mış, kamusal... Çünkü şair de her birey
gibi toplumsal bir varlık olarak toplu-
mun kutsal yaşam hakkına kendini ka-
tar. Ve yaratıcı söz bu süreçte, dört bin
yılın derin gerçekliği içinde yeni insa-
nın hallerini kuşanır, beklenmedik bir
yerde de ortaya çıkar.
ÖZLEMLERE H�ZMET ETMEL�
� Bir ivme, “hadi, kalkın yürüyün,gözünüzün bandını açın, karanlığı ay-dınlatın” dercesine bir söz ivmesidirsenin şiirin aynı zamanda… ve gide-rek halk şiiri kıvamında bir söyleyiş…Ay aydınlığında bir söyleyiş… Şiirinioraya taşıyan neydi peki?
Şunu söyleyelim, halk korkağı sev-
mez ve zorbaya eğileni adam yerine
koymaz. Hele sanatçının korkağı, kay-
pağı rezilin tekidir. Yaşantısı utanç ve-
ricidir. Boyun eğmek şaire insanlık su-
çudur. O nedenle şair şöyle bağırır:
“Yürüyün! İleri atılın!” İnsana yakışan
da budur. Bu aynı zamanda bir başkal-
dırma hakkıdır. Bunun için aydınlık bir
söyleyiş gereklidir. Ve belki de artık
sözü pek edilmeyen yiğitlikleri anım-
satmak zorundayız. Şiir akar, büyük
hayatın damarlarında en uç dokulara
sokulur. Oralara canlılık taşır. Bu güç
insanlığın toplam yeteneği, yetkinliğiy-
le anlatılabilir. Toplumsal olan beni
coşturur, yerimde duramam. Eylemin
her türü beni kendine çeker. Hareke-
tin her türü gözümü alır ve kayıtsız ka-
lamam. Hatta hareketin kıyılarında
dolaşmak değil, merkezine girmeye
can atarım. Başka türlü merakım yatış-
maz... Burada en önemlisi eylemin,
halkın özgürleşme mücadelesinde in-
sanın özlemlerine hizmet etmesidir.
İşte o zaman savaşan insana, onun se-
vebileceği, yararlanabileceği, kullana-
bileceği bir şeyler vermeniz gerekir.
Halka tek başına yalın, duru bir şeyler
HÜSEYİN HAYDAR’DAN ‘İSYAN MAKAMI’
FERİDUN ANDAÇ
�syan Makam�,
Hüseyin Haydar,
Kaynak Yay�nlar�, 112 s.
Ulusal ruha adanmış şiirlerUlusal ruha adanmış şiirlerUlusal ruha adanmış şiirlerUlusal ruha adanmış şiirlerUlusal ruha adanmış şiirlerUlusal ruha adanmış şiirlerUlusal ruha adanmış şiirlerUlusal ruha adanmış şiirlerUlusal ruha adanmış şiirler
12 TEMMUZ 2013 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP
vermeniz önemlidir. Ama ya-
lın, duru olanın bir de derin
olması, hatta bazen dibi gö-
rünmeyen bir sonsuzluğa ka-
vuşması gerçek sanatın ge-
reklerindendir. Benim ça-
bam bu yönde, sözün anlamlı
derinliğinde, zamana daya-
nıklılığında. Hatırlar mısın,
ikimizin de üzerinde hakkı
bulunan, ortaokuldaki de-
ğerli hocamız ressam Fuat
İğdebeli şöyle derdi: Her
resmin bir duvarda durma
süresi vardır. Tablo duvarda
asılı kalsa bile, resim olarak
bir gün oradan kendiliğinden
düşer. Şiirimin tarihsel ka-
rakterini zorlayan, senin “sö-
zün ivmesi içinde ve aydın-
lık” dediğin yere taşıyan da
bu derin kavrayış, anlayış
olabilir.
� Türkiye’yianlamak/anlatmak derdi,kaygısı ön planda… Bir ba-kıma, şairin “millî gurur”ruhuna adanışın şiirleri…Ne dersin?
Feridun biliyorsun ve tanığısın, be-
nim yaşamım şiir çabamla devrimci
mücadelemin tam bir sarmalıdır. İkisi-
nin özüyle beslenip geldim. Hayatım-
da bu iki ana eylem damarı birbirinin
içinde gelişti ve ortaya bir varlık koydu
denebilir. Bunun adı “Şairin
Emeği”dir. Bu emeğin maddesi beni
var eden ülkem Türkiye ve daha da
yetkinleşecek olan Türkçemin insanla-
rıdır. Benim insanlarım; görüp tanıdı-
ğım, aynı özlemleri birlikte duyduğum,
aynı mücadeleyi birlikte verdiğim in-
sanlar. Böyle bir eylemli durum size
tarihi bir rol verebilir. “Milli gurur”
duygusunu hamasetten temizleyerek
bakarsak, gerçek bir yiğitliğin dile geli-
şinden başka nedir. Ulusal onuru edin-
mek ne büyük bir esin kaynağıdır. Bu
nasıl edinilir? Kendi varlığını, bütün
yetkinliği ve yeteneğiyle toplumun en
üst örgütlenme biçimi olan ulusal/milli
varlığında eritmek. Bu kavramın er-
demlerini insanlığın bir parçası olarak
Türk halkının ortaya koyduğu değerle-
rin içinden anlamak gerekir. Mayıs-
Haziran ayaklanmasını Hilmi Yavuz
televizyonda, “Kemalizmin ayaklan-
ması,” olarak özetlerken, Türk bayrağı
onun belirleyici simgesi, “Mustafa Ke-
mal’in Askerleriyiz” ise ayaklanmanın
sloganı oluyordu. İsyanın içerik ve bi-
çim bütünlüğü müthiş. Nazım, Şeyh
Bedreddin Destanı’nı yazdıktan he-
men sonra bunun farkına varmış ve
yaşamının sonuna kadar bu duygudan
beslenmiştir. Belki de dilimizin büyük
yapıtlarından biri olan “Memleketim-
den İnsan Manzaraları” bu sayede,
yani milli onur güdüsüyle ortaya çık-
mıştır. Neruda, Mayakovsky, Ritsos,
Petöfi, Jose Marti, Atilla Jozef vb
uluslarının güçlü şairleri birer sosyalist
olarak bunu yaşamıştır. Milli/ulusal
ruha adanmış şiirler evrensel bütün-
lükte insanlığın büyük mücadelesine,
sonsuz kardeşliğine adanmış demektir.
ÖRGÜTLÜLÜKÖZGÜRLÜKTÜR
� Sokağa inen, alanları kuşatanşiir… Kendi sesini yaratan… Yevtu-şenko, alanda okunan, kendi şiirininyarattığı algı için şunları söyler:“Gençlerin şiirlerime ihtiyaçduyduğunu gördüm. Top-lumumuzda neyin yanlışolduğunu onlara an-latmakla onlarıkendi yaşama yolu-muza bağlayaninancı yıkmadığımı,güçlendirdiğimigördüm.” Senin şii-rinin bağlandığı birdamardır bu. “İsyanMakamı” ile geldiğinyeri böyle nitelendirebi-lir miyiz?
Yevtuşenko’dan yansıttığını
algılayabiliyor ve önemsiyorum. Her
şeyden önce, “İsyan Makamı”nın dur-
duğu yer, Türkiye’nin, Türk milletinin
büyük macerasında durduğu yerin
kapsama alanındadır. Yaşananlar orta-
da. Dünyanın en büyük ayaklanmala-
rına tanık oluyor, hatta içinde doğru-
dan kendi safımızda, insanlığın özgür-
leşme safında yeralıyoruz. Karşıdev-
rim uluslaşma süreci boyunca kazandı-
ğımız bütün varlıklarımıza hayasızca
saldırıyor. Biz buna karşı duruyoruz.
Şair bu karşı koyuşta kendini bütün
donanımıyla ortaya koymalıdır. Bunu
yapabilmek için de olayları, olguları iyi
anlaması gerekir. Bunu nasıl yapacak?
İşte örgütlülük dediğimiz biricik olu-
şum burada devreye girer ve sizi dona-
nımlı kılar. Bildiğin gibi ben İşçi Parti-
si üyesiyim. Partim bana bu olanakları
fazlasıyla sağlıyor ve ben yüzbinlerce
insanın toplam zekasından, öngörüle-
rinden yararlanabiliyorum. Brecht’in
partiden kastı da budur. Örgütlülük
özgürlüktür. Yoksa, “İsyan Makamı”
olmazdı… İşte bu sayede ben yaklaşık
on yıldan beri pek çok şaire nasip
olmayan bir deney yaşıyo-
rum. Nedir bu? Bir şii-
rin yayınlandığı gün
yaklaşık yüz bin
kişi tarafından
okunması, şiirin
geriye çekildiği,
şiir kitaplarının
çok az basıldığı
bir dönemdeki
değeri ortada-
dır. Bunlara bir
de internet orta-
mında yüzlerce site-
de milyonu aşan oku-
yucu eklenince, bir sıra
dışılık ortaya çıkıyor. Bazı ko-
nuşmalarımda bu durumun kaynakları
üzerinde uzunca durduğum oldu. Be-
nim örgütlü oluşum, uzun yıllar parti-
nin mücadele çizgisinde bir nefer gibi
görev almamın Yunus’un Tabduk
Emre dergahındaki durumundan farkı
nedir?
� Peki, şiirinin asal çağrısı nedir?Taşıyıcı olanı, uyaranı, dönüştüreni,tanıklığını, güncele bu denli yaslan-manı Canetti’nin sözüyle nasıl buluş-turuyorsun?
Evet, Canetti özet olarak “İçinde
yaşadığımız dünyanın durumunu göre-
meyenin o dünya üzerine yazacak he-
men hiçbir şeyi yoktur,” sözü, bana
bizim güzel sözlerimizden birini
anımsattı: “Tarlada izi olmayanın
harmanda yüzü olmaz!” En genel
anlamıyla olay bundan ibaret.
Dünyanın türlü türlü hallerini ken-
di somutluğu içinde yaşayarak ha-
yatın gerçeklerini kavrarız. Bu kav-
rayış ortaya bir şeyler koymak için
ilk elden olması gerekenlerdir. Ca-
netti, “içinde yaşadığımız dünya”
demekle içinde yaşadığımız toplu-
mu kestediyor. Ülkeyi, kenti, köyü,
sokağı tarih ve coğrafyasıyla, bilim
ve siyasetiyle, kültür ve sanatıyla
kavramamıza işaret ediyor. Şöyle
diyebiliriz: “Yaşamda izi olmaya-
nın yazında sözü olmaz!” Hayatı
ne kadar yaygın bir düşünsellikte
yaşıyorsak, o kertede derinliğine
kavramalıyız. Bunun için de doğa-
nın ve insanın yasalarını bilmenin
ötesinde, doğrudan olayların orta-
sında olacağız.
YEN� NES�L DEVR�MLER� İsyan günlerini önceden
gören bir şair olarak, Mayıs-Ha-ziran ayaklanmalarını, şiirimize
yansıması açısından nasıl değerlendi-riyorsun?
Herkesi şaşkına çeviren bu büyük
başkaldırı hareketi gökten inmedi,
doğa ve toplum yasalarının dışında
gerçekleşmedi. Bu tür başkaldırıların
olacağı bizim için 2012’nin kitlesel ey-
lemlerinden belliydi ve kitabıma “İs-
yan Makamı” adını vermemi coşkuyla
öneren Doğu Perinçek’in Aydınlık’ta-
ki yazılarıyla önceden de haber veril-
di. Benim için asıl şaşırtıcı ve beklen-
medik olan gençliğin apolitik diye anı-
lan kesiminin kararlı, yılmaz bir du-
ruşla ortaya çıkışıydı. İşte bunun açık-
lanmaya ihtiyacı vardı. Büyük bir öfke
ve bunun iktidar planlarını yıkacak şe-
kilde barışçıl, akılcı yönlendirilmesin-
den doğan enerjinin bu safhadaki tah-
rip gücü. Aydınlık Kitap’ın soruştur-
masında şu karara varmıştım: “Dev-
rim pratiği konusunda katılaşmış bil-
gilerimizi bir kez daha gözden geçire-
lim… Anlayışımızı 21. yüzyılın yeni
nesil devrimlerinin sürprizlerine açık
tutalım…” Bunun şiire yansımasına
gelince, kolayına kaçılarak çokça şar-
kı, beste yapıldı, şiir yazıldı, ama ger-
çek sanat ürünü olarak ortaya çıkan
örnekler azdı. Ancak şairlerde yazma
eylemini, sanatçılarda yaratma güdü-
sünü tetiklediği bir gerçek. Mayakovs-
ki’nin şu sözünü de unutmayalım:
“Nesne ya da olay ne denli büyük
olursa o denli uzaklaşmamız gerekir
ondan. Zayıf kişiler zamanı beklerler;
olayı anlatabilmek için ne denli bekle-
mek gerekiyorsa o denli beklerler;
oysa güçlü kişiler ileriye doğru koşar,
olayı ortada yakalar, böylece kendine
yaklaştırırlar.” Ben olayların merkezi-
ne doğru koşmayı seviyorum. Çok şü-
kür yoldayım ve koşuyorum.
Neruda,Mayakovsky,
Ritsos, Petöfi, JoseMarti, Atilla Jozef vb
uluslar�n�n güçlü �airleri birer
sosyalist olarak bunu
ya�am��t�r. Milli/ulusal ruha
adanm�� �iirler evrensel
bütünlükte insanl���n büyük
mücadelesine, sonsuzkarde�li�ine adanm��
demektir
Hüseyin Haydar
12 TEMMUZ 2013 CUMA14 Aydınlık KİTAP
İnsanın eline bu tarz doğru düşünmeye
yönlendirici kitaplar geçince ilk aklına
gelen, “Önce bir düşünmeyi becerebil-
seydik” oluyor. Ne de olsa, “Sen düşün-
me, ben senin yerine düşünürüm” di-
yen baskıcı yönetimlerden gelen bir
toplumuz. Hele hele şu günlerde, bıra-
kınız düşünmeyi, “Konuşma, karışma,
üretme! Verdiğim kadarıyla idare et ve
sus!” diyen yaklaşımlar karşısında,
“Düşünmek mi? Sümme haşa!” desek
yeridir! Neyse ki, düşünen gençlerimi-
zin olduğunu gördük ve bu geleceğe
dair güvenimizi artırdı.
Rolf Dobelli “yapmamamız gere-
ken 52 düşünme hatasına” dikkat çeki-
yor. Çünkü gündelik
hayatın içinde ama ön-
yargılarımızla, ama
öyle gördüğümüz için
yahut da beynimizin
canı öyle istediğinden
pek çok düşünme ha-
tasına düşüyoruz. “Dü-
şüneyim derken düş-
mek” bunun adı. Yazar
Dobelli’nin gösterme-
ye çalıştığı da bu yanıl-
gılar.
Son zamanlarda
okuduğum en iyi kitap
desem inanır mısınız?
İnanırsınız elbette. Zira
ne yazarla bir tanışıklı-
ğım var, ne de yayınevin-
den bir beklentim. Olası
en nesnel okurum. İşte
yalnızca bu ölçütleri ele alarak bana
inanırsanız ciddi bir düşünme hatasına
düşmüş olursunuz. Neden? E, benim
damak tadımla sizin damak tadınız aynı
değil ki? Öyleyse, Yazar Dobelli’nin
tespit ettiği düşünme hatalarına bir ba-
kalım.
SEV�LME YANILGISIKitabın en çarpıcı başlıklarından
biri “sevilme yanılgısı”. Çarpıcı bir hi-
kaye ile giriş yapmış yazar. “Kevin iki
kasa Margaux şarabı almış. Şarap, hele
Bordeaux şarabı nadiren içer. Ama sa-
tıcı kadın ona çok sempatik gelmiş, ba-
yağı ya da baştan çıkarıcı değil, sadece
sempatik,” deyip nasıl da sevilme yanıl-
gılarına düştüğümüze dair çarpıcı pek
çok örnek veriyor kitap. Peşi sıra sem-
patinin ne olduğunu ve insanı nasıl da
etkilediğinden dem vuruyor. “Sevilme
yanılgısını anlamamak için ahmak ol-
mak gerekir ama yine de tekrar tekrar
aynı yanılgıya düşeriz,” diyor.
Aklıma, alış-veriş alışkanlıklarımız
ve Türk pazarlık sistemi geliyor. Tanı-
madığınız bir satıcıdır fakat size öyle
sempatik ve içten davranır ki, bir şey
satın almadan ayrılırsanız ona ayıp ede-
ceksiniz duygusunu yaşarsınız. Bir de
“Sadece size özel bu indirimi yapıyo-
rum,” kakalaması var tabii. “Bundan
daha ucuzunu bulursan getir ben alaca-
ğım!” yaygarasını saymıyorum bile. Sa-
nırım biz bu işin pîriyiz.
YÜZÜCÜ VÜCUDUYANILSAMALARI
Düşünme yanılgılarımıza dair dik-
kat çekici başlıklardan biri: Seçenek
İkilemi. “Seçenekler ne kadar çoksa in-
san mutsuzluğu o oranda artıyor” diyor
yazar. Öyledir de. En basiti giysilerle
başımız beladadır. Eskilere özenme-
mek mümkün değil! Sırtında bir günde-
lik giydiği kıyafet ve var-
sa bir de geceleri üstüne
geçirdiği pamuklu gece-
lik. Daha eskilere gider-
sek, üstünde bir kıyafet
olsun da gecesi de bir,
gündüzü de. Sıfır kaygı,
sıfır yanılgı. Havva ile
Adem’in mutluluğu du-
dak uçuklatır cinsten!
Bir başka yanılgımız
ise, “Yüzücü Vücudu
Yanılsaması.” Yazar bu
bölüme de hoş bir hika-
ye ile giriş yapmış, fakat
ilerleyen satırlarda yine
aynı yanılsamaya bağlı bir
paragrafı var ki, gülmek-
ten kendimi alamadım:
“Kadın mankenler koz-
metik ürünler için reklam yapar. Böyle-
ce kimi kadın tüketiciler, o kozmetik
ürünlerin insanı güzelleştirdiğini düşü-
nür. Ama o reklamlardaki kadınların
manken olmasını sağlayan şey kozme-
tik ürünler değildir. Mankenler tesadü-
fen güzel insanlar olarak dünyaya gel-
mişlerdir. Vücut yapıları seleksiyon kıs-
tasıdır, aktivitelerin veya kullanılan
ürünlerin sonucu değil.” Niye güldüğü-
mü anladınız elbette. Aynı yanılgıyla sa-
tın alınan ürünleri bir düşünsenize…
Daha fazla içerik vermeden, “İkram
edilen bir içkiyi neden reddetmeli, filmi
beğenmediğinizde neden hemen salo-
nu terk etmelisiniz” merak ediyorsanız,
okuyun derim. Ha, bir de… Tabii önce,
kitabı yayımlayan NTV yöneticileri
okumalı ki, penguenler arasında rey-
ting peşinde koşarak, sahici bir haberci-
liği maddi çıkarlar için yapmamanın
ağır manevi ezikliğinden bir an önce
kurtulabilsinler! Yok yok, eziklik duya-
bilmeleri için “hatasız düşünebiliyor”
olmaları gerekirdi. Sanırım okumadan
yayımlıyorlar(!)
Bi’ düşünebileydikEMİNE SUPÇİ[email protected]
Hatas�z Dü�ünmeSanat�, Rolf Dobelli,
NTV Yay�nlar�, Çev: It�r Arda, 184 s.
�kna, Jane Austen, K�rm�z� Kedi Yay�nevi,Çev: Serim As Özdemir, 264 s.
Kalbine söz geçiren
kadın
Kalbine söz geçiren
kadın
Kalbine söz geçiren
kadın
Kalbine söz geçiren
kadın
ASLIHAN KOCABAL
Batı Edebiyatı’nın en çok okunan yazarla-
rından Jane Austen’in ölümünden önce yaz-
dığı son romanı “İkna”nın duyarlı kadını
Anne Elliot, Sir Elliot’un ortanca kızı olarak
19. Yüzyıl İngilteresi’nde dünyaya geliyor.
Kendini beğenmek konusunda babasıyla
yarışan ablası ve çocuksu şımarıklığıyla her-
kesi çileden çıkaran kardeşinin aksine hayli
alçakgönüllü ve sakin bir doğaya sahip olan
Anne, aynı zamanda Austen’in önceki kadın
kahramanlarının da en mütevazısı olarak ak-
lımızda yer ediyor.
“Sir Walter tepeden tırnağa kibirle do-
luydu, görünüşünden ve toplumsal konu-
mundan duyduğu kibirle. Güzellik nimetinin
yalnızca baronetlik nimetinden daha de-
ğersiz olduğunu düşünürdü, duyduğu en
derin saygı ve bağlılığın değişmez nesnesi, her
iki nimeti de şahsında toplayan Sir Walter El-
liot yani yine kendisiydi.”
İngiliz soylularının listelendiği kaynak ki-
tapta kendi isimlerini görmenin coşkusuyla
yanıp tutuşan aileler, kızlarını onlara muh-
temel zenginlikler vaat eden evlilikler yap-
maya teşvik ederken, Anne Elliot da ilkeli du-
ruşuna rağmen bu furyadan nasibini alıyor.
Austen dönemin kadınlarını, “dünyanın en
mutlu insanları olmasalar da görevleri, dost-
ları ve çocuklarında onları hayata bağlayacak,
onlardan ayrılma vakti geldiğinde bunu ka-
yıtsızlıkla karşılayamayacak kadar çok şey bul-
mak isteyen” kadınlar olarak tanımlıyor.
İkna edilenlerin dünyasında balon etek-
lerimizi giyip, sayfiye yerlerinde piknik yapıyor
ve ardından her duygunun ancak en ölçülü
şekliyle yaşanabildiği İngiliz kentlerinde kısa
bir gezintiye çıkıyoruz. Austen neyi, nerede
ve ne şekilde söylememiz gerektiğinin; ki-
minle, ne şekilde yan yana görülebileceği-
mizin kesin çizgilerle belirlenmiş olduğu bir
toplumda kahramanı Anne Elliot’un varlı-
ğında soluk aldırıyor. Yakışıksız olanla ol-
mayanı ayırt etmeye çalışırken epeyce geri-
liyor ve Anne’nin uysallığı sayesinde yeniden
ferahlıyoruz.
Austen, merhamet, iyiniyet ve alçakgö-
nüllülük gibi ender bulunan niteliklerle be-
zediği naif Anne Elliot’ın diliyle yaşadığı
toplumun acımasızlığını en kibar ve ince
şekliyle fakat sözünü hiç sakınmadan eleşti-
riyor.
Anne, 19. Yüzyıl İngilteresinin soyluluk
ve zenginlik gibi başat değerlerine ihtiyatla
yaklaşırken, babasının kibiri ve ablasının
uçarılığından epeyce uzakta bir yerde, ol-
masını istedikleri ve gerçekte olanlarla he-
saplaşıyor. Aşkın, soyağacının genişliği ve ma-
likanelerin büyüklüğüyle ölçüldüğü bir dün-
yada çevresinin baskısına direnemeyen kah-
ramanımız, bildik hikâyelerin aksine kalbine
söz geçirmeyi başarabiliyor. Ancak sevgilisi-
ne duyduğu bağlılık ve pişmanlık, tazeliğini
ve yaşam enerjisini vaktinden önce kaybet-
mesine neden olarak onda kalıcı izler bıra-
kıyor. Böylesine güçlü bir kadının, çevresi ta-
rafından “ikna” edilerek aşkının peşinden git-
memiş olmasına hayıflanırken bir yandan da
kendimizi ona bir nebze de olsa hak verirken
buluyoruz. Kaderin tanıdık cilveleri, Anne’i,
bir zamanlar geri çevirdiği büyük aşkıyla ye-
niden çarpıştırdığında ise, “aşk” ve “gurur”
arasında yüzyıllardır çözülemeyen o aman-
sız mücadeleye bir kez daha tanıklık ediyo-
ruz. Anne ve reddedilen aşık Wentworth, bu
kez geçmişin elini bir türlü üzerinden çek-
mediği zarif ve çekingen bir dansa başlıyor.
Austen’in “pembe dizi”lere benzemeyen
dokunaklı hikâyesi, dönemin toplum ve aile
yapısına yakın bir bakışın, farklı olana iliş-
kin derin bir betimlemenin izlerini taşıyor.
İkna’nın Anne Elliot’ı, grilerin dünya-
sındaki kırmızı olma iddiasında değilse de
kimselere benzemeyen rengiyle okuyucusu-
nun kalbini kazanmayı fazlasıyla başarıyor.
12 TEMMUZ 2013 CUMA 15Aydınlık KİTAP
Adı, önce Lupo sonra Kurtbey. On altı ya-
şına kadar Lupo olarak anılmış. Cenevizli
bir orospunun adsız oğlu. Annesi onu do-
ğururken ölmüş. Genelevdeki hayat ka-
dınları tarafından büyütülmüş. Adsız ve ruh-
suz olarak 16 yıl sokaklarda hırsızlık ve eş-
kıyalık yaparak büyümüş. Bıçakla adam ya-
raladığında 11, ilk “leş”ini yere serdiğinde
14 yaşında. Hesaplanamayacak kadar çok
kadınla birlikte olmuş. Sefaletin, pisliğin, sa-
katların, cüzamlıların, dilencilerin, Çinge-
nelerin ve orospuların hizmetinde sokak
krallığının şövalyesi... 1439’un sonbaharın-
da ‘Il Stramboni’ gemisinde kürek mahkû-
mu. Sakız Adası’nda bir baskında korsan-
lara esir düşerek Türklere satılmış.
Çağatay Güney’in, “Fatih’in Cenovalı
Sırdaşı Lupo’nun Adı” romanının sıra dışı
kahramanından söz ediyoruz.
Beyliklerden imparatorluğa geçişte II.
Mehmet’le (Fatih Sultan) birlikte merkezi
otorite devşirme kapıkulları, yeniçeriler ve
Enderun sistemiyle güçlendirilmeye başla-
nır. “Ordu-yi Hümâyûn”un bir bölümü de
ganimet olarak ele geçirilen kölelerden
oluşur. 18 yaşını aşan
her beş esirden biri “pen-
çik” olarak adlandırılan
bir yöntemle asker oca-
ğına alınır. Sınırların ge-
nişlemesi, asker gereksi-
niminin artması ile bir-
likte bu sistemle birlikte
yeni bir yasayla Hıristi-
yan köylerinden her do-
kuz çocuktan biri ve köle
pazarlarından satın alı-
nan köleler de orduya
alınır. Köylerden alınan
Hıristiyan çocuklarına
devşirme, diğerlerine
pençik denilir. Fatih’in
Cenovalı sırdaşı Lupo da
köle pazarlarından satın
alınarak kapıkulu ocağına
asker yazılan pençikler-
dendir. Orduya alınanla-
ra yılda dört maaş ve ele geçirilen gani-
metlerden pay verilir.
JUDY’E KAVU�MAK �Ç�NÇağatay Güney, “Fatih’in Cenovalı Sır-
daşı Lupo’nun Adı”nı Bernard Cornwell’in
açtığı yolda, onun izini sürerek yazdığını be-
lirtiyor. Cornwell’in Güney için ayrıcalıklı bir
yeri var. Cornwell, 23 Şubat 1944’te Lon-
dra’da doğdu. Babası Kanadalı bir havacı,
annesi kadınların da görev aldığı Hava
Kuvvetleri’ne yardımcı hizmet veren bir gru-
bun üyesiydi. Ailesinin, üyesi olduğu mez-
hebin kendine özgü garip yasakları vardı ve
siyaseten “pasifizm”i benimsemişlerdi.
Cornwell’de ailesi gibi İngiliz Silahlı Kuv-
vetleri’nde üç kez görev yapmak istedi, an-
cak miyop olduğu gerekçesi ile kabul edil-
medi. Üniversiteyi Londra’da okudu.
BBC’de Güncel Olaylar Televizyon Daire
Başkanı olarak görev aldı. Amerika gezisi
sırasında eşi olacak Judy ile
tanıştı. Amerika’da Judy’nin
yanında kalmak için yeşil
kart talebinde bulunduysa
da istemi geri çevrildi. Judy
de ailesini bırakarak İngil-
tere’ye gitmeyi kabul etme-
di. Judy ile beraber olmak
için yeşil karta gereksinim
duymayacağı bir iş yapmaya
karar verdi ve böylece yaz-
maya başladı. Napolyon sa-
vaşlarında bir İngiliz askeri
olan Richard Sharpe’nin
maceralarını yazmaya aşla-
dı. Bernard Cornwell’in on
bir ciltlik “Sharpe” serisinin
doğuş öyküsü budur. “Savaş
Lordu” yine tarihsel bir üç-
lemeydi. “Kâse”, “Sakson
Öyküleri” dizi tarihi kitaplar
olarak yazıldı. Amerika’da
tarihsel roman yazarı olarak adından söz et-
tirdi. Kitapları dizi film olarak televizyon-
larda gösterildi. Cornwell, ABD vatandaş-
lığına geçti ve Judy ile 1980’de evlendi.
Çağatay Güney, 1973’de Ankara’da
doğdu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu
Yönetimi Bölümü’nü 1995’te bitirdi.
ABD’de Bowling Green Devlet Üniversi-
tesi’nde yüksek lisans yaptı. ABD’de on bir
yıl danışman ve yönetici olarak görev yap-
tı. 2012’de Türkiye’de da-
nışmanlık firması kur-
du. Tarih, ulusal kül-
tür, bireysel farklı-
lıklar, kendini tanı-
ma ve liderlik ko-
nularında eğitim ve-
riyor. “Fatih’in Ce-
novalı Sırdaşı Lu-
po’nun Adı” ilk roma-
nı. Cornwell’in tarihi dizi
kitaplar yazması gibi Çağa-
tay Güney’in de “Fatih’in Ce-
novalı Sırdaşı” altı ciltlik bir dizi olacak. Bi-
rinci kitapta Lupo’nun kürek mahkûmlu-
ğundan, İzladi Savaşı sonrası Sultan Murat
Han’ın ordusuna katıldığı 1439’dan 1443 yı-
lına kadar yaşadıkları anlatılıyor. Sonraki ki-
taplarda Lupo’nun Varna, Kosova, Roma,
Pera, Konstantaniyye serüvenleri, buralar-
da dönen entrikalar, isyanlar, aşklar otuz iki
kısım tekmili birden anlatılacak.
“Tarihsel Romanlar ve Hıfzı Topuz’un
Romanlarındaki Tarih”te de belirttiğim
gibi; iki binli yıllardan bu yana tarihi roman
okuma alışkanlığı arttı, bunda yazarların ta-
rihi romana yönelmesinin büyük payı var. Ta-
rihi romanların artması kendi okurunu ya-
rattığı, okurun bu nitelikli romanları talep
ederek tarihi roman yazarlarını arttırdığı gibi
savlar ileri sürülebilir. Her iki sav da kendi
bütünlüğü içinde tutarlıdır. Biri diğerini te-
tiklemiştir. Tarihi roman yazanların tarihi
yaklaşımları önemsenmelidir. Nasıl bir ta-
rih sorusu göz önünde bulundurulmalıdır.
TAR�HSEL ROMANTarihsel roman yazarlarının ve tarih
romanların artması yalnızca bizim ülkemi-
ze özgü değil. Umberto Eco, Amin Maalouf
gibi nitelikli tarih romanı yazarları da var, salt
popüler olmak, çok satmak için yazanlar
da… Umberto Eco’nun tarihsel romanla-
ra yönelmesi, “Gülün Adı”, “Baudolino” gibi
tarihsel romanlar yazması, İtalyan bir ya-
yıncının bu nitelikli kitaplar yazılmasını
sağlamak üzere başlattığı bir yayıncılık gi-
rişimidir. Bunu yaparken pervasız davran-
dığı ve çok kazanmayı da, birden yitirmeyi
göze aldığı söylenebilir. İtalyan yayıncı bu ni-
telikli kitapların yazımını başlatmak için ki-
tabın yazılmış olmasını yeterli sayar ve ba-
sılmasa dahi telif ücretinin ödeneceğini
garanti eder. Bu akım içinde basılmayan ya
da tarihsel gerçekliğe uygun olmayan ki-
tapların var olduğunu da söylemekte sakınca
yoktur.
Nitelikli bir tarihsel romanın nasıl yazı-
lacağı konusunda Gustave Flaubert’i
gösterebiliriz. Gustave Flaubert’in
“Salambo”yu yazmak için üç
yüz cilt kitap incelediği dü-
şünülürse, tarihsel roman
yazmanın ne anlama gel-
diği ve nasıl yazılması ge-
rektiği kendiliğinden or-
taya çıkacaktır.
Tarihi romanlara gös-
terilen ilgiden sonra şimdi
de yeni bir süreç başlıyor
varsayabiliriz; Çağatay Gü-
ney’in de aralarında bulunduğu
dizi tarihi romanlar süreci…
Çağatay Güney, “Fatih’in Cenovalı Sırdaşı
Lupo’nun Adı”nda anlatacağı tarihi olaylar
ve romandaki kişilerin birçoğu kurgu değil,
gerçek. Güney, Cenevizli bir orospunun isim-
siz oğlu Lupo’nun, Osmanlı esir pazarında sa-
tın alınarak adı değiştirilerek Kurt, Macar sa-
vaşçılarına verdiği gece baskını ve akınlarda
gösterdiği yiğitlikle Kurtbey ekseninde, dö-
nemin sosyo-ekonomik gerçeklerine, güç
ilişkilerine, feodal toplum dinamiklerine ve
Osmanlı’nın içsel yapısına sadık kalarak di-
ziyi oluşturacağından söz ediyor.
Kitap macera romanlarının olmazsa
olmazı sürükleyici, merak uyandırıcı bir
tempo ve yalın bir dille yazılmış. Güney, Lu-
po’yu “Türk tarihi romanlarının tek yönlü
romantik kahramanları yerine üzülen, se-
vinen, başarısız olan, hata yapan, bazen şan-
slı, bazen şanssız, korkan, endişelenen, âşık
olan, kıskanan, okuyucularına dersler veren,
sırlar paylaşan, duygularını açan kendi ha-
talarıyla çok zor durumlara girip sonunda
azmi ve zekâsıyla dört ayak üstüne düşen…”
bir karşı kahraman olarak tanımlıyor.
Genelevin minik veledinin; hiçlikten, er-
lik yolunda Fatih Sultan Mehmet’in sır-
daşlığına kadar, nasıl bir adam olduğunu se-
rinin diğer kitaplarında göreceğiz.
Şu da unutulmamalıdır ki; tarihi sevmek
ve yozlaştırmamak bir erdemdir.
Cenevizli orospunun isimsizoğlu Lupo’nun maceraları
HALİT PAYZA
Fatih’in Cenoval�S�rda�� Lupo’nun Ad�,
Ça�atay Güney, Esen Kitap, 526 s.
Cenovagenelevinin
minik veletli�inden,yeniçerilerin verdi�iisimle Kurt ve FatihSultan Mehmet’in
s�rda�� Kurtbey’li�eserüven dolu
bir ömür
12 TEMMUZ 2013 CUMA16 Aydınlık KİTAP
Elime, geç de olsa ulaşmış bir kitabın ken-
disini değil ama kahramanıyla birlikte ya-
şadığımız kimi olayları anlatacağım size.
Ama kısa da olsa söz konusu kitaba deği-
neyim önce. Adeta bir roman tadında ka-
leme alınmış kitabın adı: “Anılarıyla Cevat
Geray - Efsane Dekan”.
Meral Uysal’ın kaleme aldığı, bir bilim in-
sanı ve akademisyen olan Prof. Dr. Cevat Ge-
ray’ın anılarından oluşan kitap, salt onun bi-
reysel anılarıyla da sınırlı kalmayıp, yaşadı-
ğı dönemde nice siyasal ve toplumsal olay-
lara tanıklık edişini de belgeliyor. Bence anı-
lara bu yönüyle bakıldığında, “Efsane Dekan”
üniversite duvarlarını aşarak toplumsal kah-
ramanlığın doruklarına ulaşıyor.
Bu efsane kahramanla ilk tanışıklığım, 12
Eylül faşizminin yaşandığı o karanlık gün-
lerde, başında Aziz Nesin’in de bulunduğu
ve Ankara’da gerçekleşen Demokrasi Ku-
rultayı’nda olmuştu. Ben de kurultaya Ko-
nutbirlik kadrosundan delege olarak katıl-
mıştım. Böylece Cevat Geray’la özel ve siyasal
dostluğumuz, yoldaşlığımız başlamış oldu.
AYDINLAR D�LEKÇES�“Efsane Dekan”ın 1402’lik olduğu ve
üniversiteden ayrıldığı tarihten sonra da top-
lumsal çalışmalar içinde yer aldığına tanık
olmaktayız. Örneğin söz konusu kitapta “Ef-
sane Dekan” bunu şöyle özetler:
“Aydınlar Dilekçesi’ni hazırlayanlar
arasında olmaktan hep onur duymuşumdur.
Aziz Nesin’le birlikte onbin kişinin imzala-
dığı ‘Ekmek ve Hak Di-
lekçesi’nin hazırlanmasın-
da etkin katkım oldu. Ay-
rıca ilk Demokrasi Kurul-
tayı’nı düzenleyen kurulda
ben de vardım. Bunu Ana-
yasa Kurultayı izledi. Ekin
- Bilar etkinliklerinde sü-
rekli yönetim sorumluluğu
yüklendim. İnsan Hakları
Derneği’nin ve Dil Derne-
ği’nin kurucu üyesiydim.
Ayrıca Eğit-Der’in kuruluş
aşamasında da katkılarda
bulundum. Sosyalistlerin
parti kurmalarına ilişkin
çabalara yandaş oldum.
Kısacası, demokratikleş-
me yolunda etkin roller yük-
lenmekle, siyasal yaşamda
etkinlik gösterebileceğime
inanıyorum. Ekin-Bilar et-
kinlikleri, Onbinler A.Ş. gi-
rişimleri, Aziz Nesin’in önderliğinde so-
rumluluk yüklendiğim örgütlenmelerdir.” (s.
183)
Bu alıntı içinde yer alan ve Aziz Nesin’in
önderliğinde bağımsız ve güdümsüz bir
günlük gazete çıkarmak amacıyla ku-
rulan Onbinler A.Ş.’nin sonradan Ge-
nel Müdürlüğü’ne benim atanmamda,
Cevat Geray’ın birinci derecede rolü ol-
muştur. Bu şirkette, çok sayıda aydın,
yazar ve sanatçının akçalı katılımlarıy-
la oluşan sermayeyle İstanbul Küçük-
çekmece ilçesi Kayabaşı yöresinde 11
dönümlük bir arsa alınmış ve bu arsa-
nın bedelinin yarıya yakını ise Aziz Ne-
sin tarafından ödenmişti. Daha sonra
şirket dağılınca bu arsa Nesin Vakfı’na
devredilmiştir.
TAR�HSEL BA�LA�MA:AYDINLIK
Aziz Nesin’in Teşvikiye’deki evin-
de bu şirketin bir yönetim kurulu top-
lantısında, o zaman yine günlük yayı-
na geçecek olan Aydınlık gazetesiyle or-
taklık kurulması ve Nesin’in bu gaze-
tede başyazar olması konusundaki ka-
rarın oluşmasında “Efsane Dekan”la
birlikte davrandığımızı anımsıyorum.
Burada özellikle vurgulamak gerekir-
se, bu, solda iki ayrı kutupta olan si-
yasalların, bir yayın organı temelinde
bir araya gelerek gerçekleştirdikleri,
ilk ve çok önemli tarihsel bir bağ-
laşmaydı. Nesin’in başyazarlık yap-
tığı dönemde Aydınlık’ta Salman
Rüştü’nün “Şeytan Ayetleri” yapıtı da
bölümler halinde yayınlanmaktaydı.
“Efsane Dekan”la dostluğumuzdan
usumda kalmış ve derin izler bırakmış bir
olayın kısa öyküsü de şöyle: Gecenin geç bir
zamanı... Eşim büyük bir telaşla ve hatta bi-
raz da sert biçimde dürt-
tü: “Kalk, uyan, Cevat
Hoca seni telefonda bek-
liyor!”
Bir mermi hızıyla ya-
taktan fırlayıp telefona
uzandım. Telefonun öbür
ucunda boğuk ve titrek bir
sesle Cevat Hoca: “Sön-
mez, Sivas’tayız ve Madı-
mak Oteli’nde alevler için-
de yanmaktayız. Kendi-
mizi yan binadaki bir par-
tinin (BBP) il merkezine
zar zor attık. İçlerinde
Aziz Nesin’in de bulun-
duğu çok sayıda aydınımız
ölümle burun buruna. Er-
dal İnönü’ye ya da ulaşa-
bildiğin tüm yetkililere du-
rumu anlat...”
Önce, o zaman başba-
kan yardımcısı olan ve aynı
zamanda Başbakana vekâlet eden Erdal İnö-
nü’ye ulaşmaya çalıştım. Ama nafile! O an
sanki tüm telefonlar el birliği etmişçesine sus-
maya odaklanmıştı.
2 Temmuz 1993’te yaşanan bu trajedi-
de 33 aydının can verdiğini daha sonraki gün-
lerde öğrenecektim. Ama bu olayda eşiyle
birlikte sağ kurtulan hocamın, o gece tele-
fonda bir çan sesi gibi çınlayan sesi kulak-
larımdan hiç gitmeyecekti.
“Efsane Dekan”, Türkiye’nin siyasal vetoplumsal yaşamının birçok alanında, risklerehiç aldırmadan görev ve sorumluluklar yük-lenmiştir. Yurt çapında yapılan sayısız panel,forum ve seminerlere birlikte konuşmacı yada yönetici olarak katılmıştık. Bunlarınönemli bir bölümünde kendisiyle birlikte ol-
dum. Özellikle 1994'te yapılan yerel yönetimseçimleri öncesi, BSA (Birleşik SosyalistAlternatif) siyasal oluşumunun birçok ilde dü-
zenlediği seçim çalışmalarına katıldık.Cevat Geray, Mersin Üniversitesi’ne
atandığı yıllarda, benim geçmişte siyaset yap-tığım bu bölgede, ailemin diğer üyeleriyle detanışmış, siyasal yakınlığımız, aile yakınlığıile de taçlanma şansına erişmişti.
ULUSLARARASI KONFERANSOnbinler A.Ş. yönetiminde, bu şirket ka-
panana değin Cevat Hoca’yla birlikte olduk.
Aziz Nesin’in sağlığında ve başkanı olduğu
dönemde şirket, önüne öncelikli iki temel
sorunu koymuştu. Birincisi, o yıllarda sadece
Türkiye’de değil, tüm dünyada yakıcı bir
biçimde yaşanan radikal (fundamenta-
list) dinsel akımlara karşı uluslararası bir
konferans düzenleyerek toplumu ay-
dınlatmak, ikincisi, Kürt sorununa ilişkin
bir konferans düzenleyerek çözüme kat-
kı koymak...
Her iki konferansın düzenlenmesi ko-
nusunda, Aziz Nesin son derece karar-
lıysa da, bunları göremeden yaşama
veda etti. Onun ölümü sonrasında Cevat
Geray, Onbinler’in başkanı sıfatıyla, bu
iki konuyu kendine vasiyet kabul edip biz-
leri göreve çağırdı.
Onbinler A.Ş. olarak, çok sayıda
oda ve meslek kuruluşuna, sendikala-
ra, sivil toplum kuruluşuna birer mek-
tup yazarak çağrıda bulunduk. Giri-
şimci kurulun ilk toplantısına Cevat
Hoca başkanlık etmişti. Daha sonra,
hocamız Mersin Üniversitesi’ne ata-
nınca, toplantılara bir yıla yakın ben
başkanlık etmiştim.
Adı, “Köktendinciliğe Karşı Ulus-
lararası Aydınlanma Konferansı” olan bu
etkinlik 20-22 Mart 1997 tarihinde An-
kara’da gerçekleşti. Konferansın açılış
konuşmasında söz alan “Efsane De-
kan”ın dile getirdiği toplumsal ger-
çekliğin bir bölümüne yer vererek
yazımızı noktalayalım. Böylece “Efsane
Dekan” gerçek bir aydın olarak ara-
mızda yaşamayı sürdürsün.
LA�KL�K VE KÖKTEND�NC�L�K“Laiklik, en basit anlamıyla dile getire-
bileceğimiz biçimde, din ve devlet işlerinin
ya da dünya ile ‘ahiret’ işlerinin birbirinden
ayrı tutulmasıdır. Bu bağlamda devletin
dini olmaz, bireylerin dini olur. Laikliğin, din-
sizlik, hatta din düşmanlığı olarak gösteril-
mesinin gerisinde, gerçekten din devletinin
ya da şeriat devletinin kurulması özlem ve
isteğinin yattığını görüyoruz. Bu açıdan
laik bir toplum ya da devlet düzeninde Di-
yanet İşleri Başkanlığı’nın yerini ve devlet
bütçesinden din için para ayrılmasını tar-
tışma konusu yapmakta yarar görüyoruz.
“Bir başka nokta da dinin siyasete alet
edilmemesinin, laikliğin ve demokratik dü-
zenin bir gereği olduğunu vurgulamak isti-
yorum. Kitlelerin dinsel duygularının sö-
mürülmesine ve oy’a dönüştürülmesine iliş-
kin pek çok örneği biliyoruz ve yaşıyoruz. Bu,
endişe edici boyutlara varmış bulunmakta-
dır. Dine dayalı bir siyasal düzenin bireye,
yurttaşa dayatılması çağdaş demokratik, in-
san haklarına saygılı, laik devleti yıkma giri-
şimiyle bir arada değerlendirilmelidir.
“Demokratikleşme için gerekli kültürel or-
tamın yaratılması ve geliştirilmesi açısından,
köktendinciliğin büyük ölçüde eğitim dizge-
sinden beslendiği, kaynaklandığı anlaşılmak-
tadır.” (Köktendinciliğe Karşı Aydınlanma,
s.17-18, 68’liler Birliği Vakfı Y., 1997)
Efsane Dekan Cevat GeraySÖNMEZ TARGAN
An�lar�yla Cevat GerayEfsane Dekan, Meral Uysal,
�sim Yay�nlar�, 200 s.
Köktendincilik ve Kürt Sorunu konferanslar�n�ndüzenlenmesi konusunda, Aziz Nesin son
derece kararl�ysa da, bunlar�gerçekle�tiremeden ya�ama veda etti.
Cevat Geray, Onbinler’in ba�kan� s�fat�yla, bu iki konuyu kendine vasiyet
kabul etmi�ti
12 TEMMUZ 2013 CUMA 17Aydınlık KİTAP
Hüseyin Avni Dede, bir çınara kök olmuş,
anneler gününde annesini, sevgililer gü-
nünde sevgilisini kaybetmiş bir şair. Şiir
yazmaya başladığım yıllarda, onu ilk ola-
rak, Kadıköy-Eminönü seferi yapan bir
vapurda görmüştüm. Bir gün yolum Be-
yazıt’a düştüğünde de Çınaraltı’nda…
“İşte şair olmak böyle bir şey!” demiştim.
Hâlâ da bir şairin öyle olması (yaşaması)
gerektiğine olan düşüncemi kaybetmiş de-
ğilim. Yıllar sonra çok değerli bir dostum
ve ağabeyim oldu; birlikte ortak şiir et-
kinliklerinde yer aldık. İki yıldır görüşe-
miyorduk. Bu söyleşi sayesinde bir araya
gelerek, hasret giderme şansını yakalamış
olduk.
� 50 yıldır Çınaraltı’ndasınız. Bu-rayla ilişkiniz nasıl başladı?
1964’te Beyazıt’taki bitpazarı ile baş-
ladı. Bu durum 1968’e kadar devam etti.
O zamanlar babamın yayımlanmış üç ki-
tabı vardı: “Yaylada Çoban”, “Taşra
Kızı”, “İlk Durak”. Bitpazarı’nda bu ki-
tapları satıyorduk. Daha sonra bizleri
Topkapı’ya gönderdiler. Ben burada üç ay
kalabildim. Tekrar buraya (Beyazıt’a)
geri döndüm. Bir daha da hiç ayrılmadım
buradan.
ÇINAR ÖKSÜZ KALDI� Burayı terk ettiğiniz dönemler de
oldu. Neden?Sadece altı ay uzak kaldım. Bu döne-
mi Kadıköy ve Taksim’de geçirdim. Ne-
denine gelecek olursak: Belediye kaynaklı
bir durum… Belediye bu bölgeyi ticari an-
lamda kullanmak isti-
yordu. 1996’da ve
2007’de (iki kez), yav-
ru çınarı kestiler ve
her iki olayda da, ay-
larca kendime gele-
medim. Ayrı kaldığım
bu dönemlerde, “Çı-
nar öksüz kaldı!” söz-
leri tekrar geri dön-
meme neden oldu.
Çünkü beni, Çınaral-
tı’nın bir sembolü/
simgesi olarak görü-
yorlardı. Bu arada,
2008’de de bir ayrılık
yaşadığımı yeri gel-
mişken belirtmek is-
terim. Son üç yıldır
bir sorun yok; bura-
dayım.
� Çınaraltı esnafı bir şairle yaşa-maya nasıl bakıyor?
Doğrusunu söylemek gerekirse; hâlâ
yabancı ya da işportacı olarak bakanlar
var. Şair gözüyle bakanların sayıları ol-
dukça az. Benimle söyleşi yapmak için ge-
lenler oluyor; işte o zaman burada bir şai-
rin yaşadığının farkına varıyorlar. Ama on-
ların gözünde ben bir işportacıyım; bu du-
rum benim açımdan çok acı…
� Burada sahaflar olmasına rağ-men mi?
Sahaflarla iç içe olmak da, onların bu
algısını değiştirmiş değil. Kaldı ki; sahaflık
da eskisi gibi değil. Onlar da bir kültür-
sanat hizmeti yapmaktan öte, ayakta kal-
maya çalışan esnaf durumundalar.
� Buradan bakıldığında şiir dün-
yası nasıl görünüyor? Şiir benim için hep diri
ve ayakta… Kolay kolay
yok olması mümkün değil.
Neredeyse her yıl “yeni bir
kuşak” çıkıyor ve bunu
önemsiyorum. Beyazıt or-
tamının şiirle ilişkisine tek-
rar gelecek olursam (yö-
nelttiğin soruyla ilgisi ol-
duğuna inandığım için); bu-
ranın yüzü değişti, gelenler
farklılaştı. Kitaptan ziyade
nesneler/objeler ilgi görüyor
ve satıyor. Ticari bir yüz
oluştu, sosyal-kültürel yanı
her geçen gün zayıfladı.
İçimden bir ses “Bu böyle
gitmez!” diyor. Mutlaka şiir
adına, burada
da yeni damar-
lar oluşacaktır.
���R BULA�ICIDIR!� Babanız Durmuş
Dede bir şairdi… Hatta2010’da onun şiirlerini“Ben Öldükçe Yaşarım”adıyla bir araya getirdi-niz. Şiirin babadan oğlageçme geleneği, aklımailk olarak MuammerHacıoğlu/Volkan Hacı-oğlu, Ziya Mısırlı/ErtanMısırlı ve sizi; DurmuşDede/Hüseyin Avni De-de’yi getiriyor. Buradanhareketle, babanızın şiirkonusunda sizde yarat-
tığı etkileri de konuşalım istiyorum. Nedersiniz?
Elbette… Babam Durmuş Dede’nin
Ekspres Gazetesi’nde “Bir Sizden Bir Biz-
den” adını taşıyan köşesi vardı. 1968’den
1976’ya kadar dönemin şairleriyle ger-
çekleştirdiğim söyleşileri, babam bu kö-
şede yayımlardı. Bu süreç sadece asker-
liğimi yaptığım 1974-75 yıllarında kesin-
tiye uğradı. Babam sayesinde çok şair ve
yazarla tanıştım: Bedri Rahmi, “Yelken”
dergisinin sahibi Rüknettin Resiloğlu,
sonraki yıllarda önemli arkadaşlarım-
dan biri olan Muammer Hacıoğlu. Fazıl
Hüsnü ve Behçet Necatigil’le de babam
sayesinde tanıştım. 1973-74 yıllarında
Hatay Restaurant’a uğrardım. Özellikle
1976 yılında daha çok yoğunlaştığım bu-
raya… Cemal Süreya ve Sabahattin Kud-
ret Aksal gelirdi. İlhami Bekir Tez, Eray
Canberk, Aydın Hatipoğlu, Ercüment
Uçarı ve uzay şairi olarak adlandırılan
Suavi Koçer’le de burada tanıştım. Bu
isimlere Eflatun Cem Güney ve A. Kadir’i
de eklemem gerekir. Tam bu nokta, Öz-
demir İnce’nin “Şiir bulaşıcıdır” sözü
aklıma geldi. Evet; şiir bulaşıcıdır. Ba-
bamdan bana geçti.
� Münzevi bir şair olarak anılmaksizde nasıl bir duygu yaratıyor?
Bu türden bakış açılarının benimle
örtüştüğüne inanıyorum. Bu yüzden şi-
kâyetçi değilim. Ben kendi kitaplarını
kendi basan ve satışlarını kendi yapan bir
şairim. Ben sokak şairi değilim, sokağın
şairiyim… Şiirden başka işim yok.
� Yayımlanmış birçok kitabınız bu-lunuyor. Sıralamak gerekirse; “ŞairlerÜzülmesin”, “Acıya Kurşun Geçmez”,
“Ben ÖlmedenÖnce”, “Ben Öl-dükçe Yaşarım”,“Yağma Yok”, “TekŞekerli Çınaraltı”,“Keman Çalan Ölü-ler”, “Bizans TabutÇivileri” ve “SesimÇiviye Takıldı”. Şusıralar, günışığınaçıkmaya hazır bir ça-lışmanız var mı?
Bu kitaplarda yer
alan şiirlerimi, “Toplu
Şiirler” adıyla bir araya
getirmeyi düşünüyo-
rum. Ne zaman yayımla-
nacağı konusunda net bir
şey söyleyemiyorum.
HÜSEYİN AVNİ DEDE:Sokak şairi değilim, sokağın şairiyim
ÇINARALTI’NDA MÜNZEVİ BİR ŞAİR
İSMAİL BİÇ[email protected]
Sesim Çiviye Tak�ld�,Hüseyin Avni Dede,
Sone Yay�nlar�, 136 s.
Ben Öldükçe Ya�ar�m,Durmu� Dede, Haz: Hüseyin
Avni Dede, 320 s.
Hüseyin Avni Dede
12 TEMMUZ 2013 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
Ya�am�n Gücü Enzimler
Ahmet Fahri Kaya, Öteki Adam Yay�nlar�, 208 s.
Enzimler yaşamı mümkün kılan par-
çalardır. İnsan bedeninde gerçekle-
şen kimyasal reaksiyonların her biri
için gereklidirler. Enzimler olma-
dan hiçbir mineral, vitamin veya
hormon görev yapamaz. Bedenimiz,
organlarımızın tümü, dokularımız
ve vücuttaki her hücre metabolik
enzimler tarafından çalışır. Onlar, be-
denimizi protein, karbonhidrat ve
yağlardan inşa eden işçiler gibidir.
Tıpkı evimizi inşa eden işçiler gibi. İn-
şayı gerçekleştirmek için hammad-
deniz olabilir ama işçiler olmadan işe
başlayamazsınız. Sağlıklı bir yaşam,
bedenimizdeki en önemli görevi üst-
lenen enzimleri anlamaktan geçer.
Gezi Direni�i
Aykut Küçükkaya, Emre Kongar,Cumhuriyet Kitaplar�, 192 s.
Taksim Gezi Parkı Direnişi beklenme-
dik bir anda ortaya çıktı, beklenmedik
bir biçimde gelişti ve beklenmedik so-
nuçlar verecek...
Bu kitapta değerli bilim insanı Prof.
Emre Kongar olayın evrensel ve ulusal
boyutlarını toplumbilimsel açıdan ir-
deliyor. Araştırmacı gazeteciliğin başa-
rılı ismi Aykut Küçükkaya Direniş’i gün
gün belgeliyor. Gezi Direnişi, “Artık hiç-
bir şeyin eskisi gibi olmayacağı” bir
Türkiye’yi yaratan olayın, tweet’ler ve fo-
toğraflarla zenginleştirilmiş başucu bel-
geseli. Cumhuriyet gazetesi arşivinden
çok özel fotoğraflar… Gün gün yaşa-
nanlar... Kim ne dedi? Gazeteci, sanat-
çı ve ünlülerin tweet’leri...
K�z�l Ölümün Maskesi
Edgar Allan Poe, Notos Kitap,Çev: Tomris Uyar, 251 s.
Edgar Allan Poe bu dünyada âdeta bir
sürgün gibi yaşadı. Dehanın getirdiği
uyumsuzluk eksik olmadı yaşamından.
Hiçbir maddi güç ya da statü de bu
uyumsuzluğun üstesinden gelemedi. Ne
var ki Poe’yu Poe yapan da bu: Öyküle-
rinde insanın karanlık yanlarına, sıkış-
mışlığına, tuhaflığına, zaman zaman
duyduğu çaresizliğe gözünü kaçırmadan
bakan Poe, okurlarından da aynı cüre-
ti bekliyor. “Kızıl Ölümün Maskesi”,
Tomris Uyar’ın seçtiği öykülerden olu-
şuyor. Onun çevirilerinin özenini, sağ-
duyusunu, inceliğini okurları biliyor. Bir
Tomris Uyar çevirisinin değerini bil-
menin önemini göstermek, gün yüzüne
çıkmasını sağlamak da gerek.
Kuzin Bette
Honoré de Balzac, K�rm�z� KediYay�nevi, Çev: Ya�ar Avunç, 480 s.
“Kuzin Bette”, intikam, tutku, zaaf ve er-
dem üzerine klasik bir yapıt. Mutlu bir
aile yaşantısı kuran akrabalarına duy-
duğu kıskançlığın pençesindeki Kuzin
Bette, çapkın eniştesinin göz koyduğu gü-
zel ve şuh Valerie’yle baş başa verip en-
trikalar düzenler ve geniş ailesinin çö-
küşünü planlar. Paranın tek amaç hali-
ne geldiği devrim sonrası Fransız burjuva
toplumunda, konfor ve statü için aşkı kul-
lanan kadınların ve kudretlerini kadın-
ları elde etmek için sonuna kadar har-
cayan erkeklerin iç dünyalarını ince ay-
rıntılarıyla işleyen Balzac, günümüzün
pembe dizi senaryolarında tekrarlan-
maya devam eden aşk entrikalarını da
edebiyata kazandırmıştır.
Estetik
Vecihi Timuro�lu, Berfin Yay�nlar�, 527 s.
Vecihi Timuroğlu’nun önemli boşluğu dol-
duran bu başucu kitabı, satır aralarında,
eski Yunan’dan günümüze dek estetiğin
devrimci değişimini, özgürlüğün sanatsal
yaratışın kaynağı olduğunu dile getirirken,
düşüncenin işleyişi açısından özgür çalış-
mayı ve bağımsız görüş bildirmeyi esas al-
mış, biçim üzerine yoğunlaşmış ve güzel-
lik kavramının özünü sığlaştırmamıştır. Ki-
tabın önemli bir noktası da, yazarın, sa-
natçının toplumsal sorumluluğuna özel-
likle dikkat çekmesidir. Bilhassa, günü-
müzde ülkemizde yaşanan olaylar karşı-
sında sanatçının “örgütlenmesi”, bilin-
çlenmesi ve tepki göstermesi çok önem ta-
şımaktadır. Bu açıdan baktığımızda da, ya-
zar okuyucuya ışık tutacaktır.
Pas
Celal Güngördü, Ayr�nt� Yay�nlar�, 304 s
“Çektiğim bunca acı bir yanlış anlama-
nın mı yüzünden?” dedi Yusuf. Neden
bunca yıldır bir hainmişim gibi acı çek-
tim? Bir eylem hangi yoğunlukta zafe-
re adanmışsa, dedi Meryem, yenilgi de
o yoğunlukta ihanete odaklanır...” Üç
ayrı anlatım tarzıyla Yusuf’un Yusufla-
ra, Yusufların Yusuf’a dönüşmesidir
“Pas”ın konusu. Hangisinden başlarsa-
nız, diğerleri bir düşe dönüşür; neyin düş
neyin gerçek olduğuna karar verecek
olan ise okurdur. Celal Güngördü bu ilk
romanında, tespih tanesi gibi parçalan-
mış hayatları, kafasını ülkesinde bırak-
mış mültecileri, yerini apartmanlara bı-
rakmış bahçeleriyle değişen doğayı kur-
guyla gerçeği iç içe geçirerek anlatıyor.
Narcissus’un Zencisi
Joseph Conrad, Can Yay�nlar�,Çev: Erhun Yücesoy, 205 s.
“Narcissus’un Zencisi”, deniz edebiyatı-
nın en büyük adı, en usta kalemi diye ta-
nımlanan Joseph Conrad’ın bir uzun
öyküsüdür. Yazarın kişisel deneyimle-
rinden kaynaklanan bu öyküyü okurken,
fırtınalı bir denizde dalgaların üzerinize
doğru geldiğini, güvertesinde çaresizlik
içinde kıvrandığınız teknenin alabora
olma tehlikesiyle karşılaştığını sanki ora-
daymışçasına hissedeceksiniz. Gemi mü-
rettebatıyla el ele verip teknenizi kur-
tarmaya çalışacak, bu arada sizin varlı-
ğınızı umursamayan patrona karşı yine
birlikte hınçlanacaksınız. Üzerleri be-
yaz köpüklerle taçlanmış dalgaların peş
peşe şahlanıp devrilmesini, görkemli bir
deniz tablosuna bakar gibi izleyeceksiniz.
Zaman�n Efendisi
Maxime Chattam, Do�an Kitap,Çev: Hakan Tansel, 384 s.
Yazar Guy de Timée, yeni arayışlar
içindeyken rahat bir yaşamın yaratıcılı-
ğına köstek vurduğunu, daha gerçekçi ya-
zabilmesi için lüks hayatını terk etmesi
gerektiğini düşünür. Bir sabah, karısını
ve kızını bırakıp gider.
Bir gece, randevuevinde çalışan kız-
lardan biri öldürülmüş halde bulunur. Po-
lisi bir fahişenin öldürülmesine pek al-
dırmaz ve olayın peşini bırakır. Guy, ran-
devuevinde çalışan genç ve güzel Faus-
tine ve Müfettis Perotti’le birlikte olayı
araştırmaya başlar. Ekibin araştırmala-
rı, aynı şekilde öldürülen başka fahişe-
ler olduğunu da gösterir. Cinayetlerin iş-
leniş biçimleri ise, şeytana tapan bir gru-
bun varlığını akıllara getirmektedir.
12 TEMMUZ 2013 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Tekinsiz Kitap
Jeremy Dyson, Domingo Yay�nevi,Çev: Algan Sezgintüredi, 344 s.
Bir kitaptan korkmak tuhaf. Belki de
değildir. Kitaplar kudretli nesneler
nihayetinde.
2009 yılında bir gazeteci İngilte-
re’nin farklı yerlerinden derlediği ger-
çekten yaşanmış hayalet öykülerini ka-
ğıda dökmek için elinizdeki kitabın ya-
zarı Jeremy Dyson ile temasa geçer.
“Tekinsiz Kitap”, o ana dek katı bir
şüpheci olan Dyson’ın bu öykülerin ar-
dında yatan gerçekleri ortaya çıkarmak
üzere çıktığı yolculuğu ve kendisinin
de zamanla lanetli bir öykünün parçası
haline dönüşmesini anlatıyor.
Unutma, hayalet diye bir şer yok-
tur. Her sayfada dur ve kendine bunu
hatırlat.
Atlantis Efsanesi
Rene Treuil, �� Bankas� Kültür Yay�nlar�,Çev: Devrim Çetinkasap, 96 s.
Bugüne dek yeryüzünün hemen her böl-
gesinde konumlandırılmaya çalışılan At-
lantis karşısındaki bu büyülenme, 40 bini
aşkın esere esin kaynağı oldu. Platon’un
“Kritias”ından alınan büyük esin Ba-
con’ın felsefi ütopyasıyla, Lovecraft, Co-
nan Doyle ve Pierre Benoit’nın yapıtla-
rında da yankı buldu. Kayıp dünyalar çiz-
gi roman alanında başarı kazanırken, film-
lere de konu oldu ve Atlantis’le ilgili pek
çok video oyunu üretildi. Her mit gibi At-
lantis de kendi hayatını yaşamaya başla-
yıp, “her dönemin kültürel eğilimlerini
yansıtan imgeleri üreten bir makine”ye
dönüştü. René Treuil, Batı kültürünün ve
zihniyetinin bir parçası haline gelmiş bir
kurgu olarak Atlantis’i anlatıyor.
Do�u Anadolu
Bilge Umar, �nk�lâp Kitabevi, 370 s.
İnkılâp Kitabevi, tarihsel kalıntılara
meraklı, bu kalıntıların bulunduğu yö-
releri gezmeyi seven okurlar için
özetlenmiş, yol gösterici bilgiler içe-
ren ve görsellikle de zenginleştirilmiş
bir dizi kitap yayımlama projesini
“Karia” adlı kitapla hayata geçirmiş,
ardından da Lykia, Kilikia, KaradenizKappadokia’sı, Lonia, Lydia, Troia,Aiolis, Bithynia, Mysia, Trakya, Paph-lagonia, Phrygia, Kappadokia, Pisidia,Pamphylia Isauria Lykaonia, Kom-magene-Kuzey Mesopotamia adlı ki-
tapları sunmuştu okurlara.
Elinizdeki kitap yine aynı yazarın,
Bilge Umar’ın bir çalışması: “Doğu
Anadolu”.
Reiki
Brigitte Müller, Horst H. Günther,Remzi Kitabevi, Çev: Gül Öner, 262 s.
Reiki, “evrensel hayat enerjisi” anla-
mına gelen Japonca bir sözcüktür ve
aynı zamanda çok eski bir şifacılık
tekniği olarak yüzyıllardır uygulan-
maktadır. Bu kitapta, fotoğraflarla, çi-
zimlerle ve ayrıntılı açıklamalarla Rei-
ki uygulaması ile ilgili gereken tüm bil-
giler verilmiştir. Brigitte Müller, Avru-
pa’daki ilk Reiki öğretmenidir ve bu ki-
tapta kendi deneyimlerini bütün can-
lılığıyla aktarmaktadır.
Yazarlar, Reiki’nin, yani evrensel
hayat enerjisinin, kendimizi ve çevre-
mizdekileri iyileştirmeye yardımcı ol-
mak için nasıl kullanılacağını anlat-
makta ve bizimle tüm deneyimlerini
paylaşmaktadırlar.
Kad�nlar Gülmemeli
Remzi Karabulut, Aylak AdamKültür Sanat Yay�nc�l�k, 138 s.
“Gelecek az sonra. Az sonra bir et yığını,
kokuşmuş soluğuyla ve ilkel hayvanla-
rın saldırısına benzer saldırısıyla, o ya-
banıl, o iğrenç elleriyle, şuracıkta, fark
etmez, belki de başka bir köşede; hiç acı-
madan, duygusuzluk, bayağılık ve büyük
bir bencillikle isteklerinde kullanacak
seni.” Remzi Karabulut’un klasikleşmiş
eseri “Kadınlar Gülmemeli”, bizleri
hem iyi bir öykücüyle hem de sayfalara
mahkûm olmayan, aklımıza bulaşan, ta-
dına doyulmaz öykülerle tanıştırmıştı.
Güçlerini yaşamın bencilliğinden, ka-
ostan, çırılçıplak duygulardan alan bu öy-
küler ve kahramanları; tekrar tekrar
okunmayı, üzerinde yeniden düşünül-
meyi her zaman hak ediyor.
Türkiye’de Çin’iDü�ünmek
Altay Atl�, �senbike Togan, Selçuk Esenbel,Bo�aziçi Üniversitesi Yay�nevi, 328 s.
Türkler ile Çinliler arasındaki ilişkiler
yüzyıllar, hatta binyıllar öncesine daya-
nıyor. Ne var ki kısa bir süre öncesine ka-
dar, Türkiye ile Çin birbirlerine hem fi-
ziksel hem de düşünsel olarak bir hayli
uzakta dururken, son dönemlerde bir ya-
kınlaşma olduğunu ve ilişkilerin her
alanda hızla geliştiğini görüyoruz.
Ancak bizler Çin’i ne kadar tanı-
yoruz? Farklı disiplinlerden akade-
misyenleri bir araya getirerek, Türkiye
ile Çin arasındaki ilişkileri farklı açı-
lardan ele alan bu kitap, Çin’e odak-
lanan genç akademisyenler ile duayen
hocaları buluşturan bir çalıştayın ürü-
nü olarak ortaya çıktı.
Kur�un Ata Ata Biter
Tar�k Dursun K., Yap� KrediYay�nlar�, 260 s.
“Bu kasabanın, bu çevre köylerin tüm
adamı bu işten ekmek yer. Kaçakçılık
yapmasın da n’apsın? Ekilecek toprağı
mı var? Babam ki, bu işte ehildi, koku-
sundan anlardı mayını, rüzgârı dinler,
candarmayı bilirdi. N’oldu? Karşı gele-
medi yazgısına. Dayımdan kendisini
vurmasını istemiş. Böyle yaşamaktansa,
demiş; vur kurtulayım İsmail, demiş
ona.” Bir sınır kasabasının insanları:
Tahir, Üzer, Cevahir, Gazel ve Hediye...
Sevgi, dostluk, dayanışma ve güven... Di-
kenli tellerin “o” tarafında da, “bu” ta-
rafında da ölümle burun buruna yaşayan
ama hayattan vazgeçmeyen dirençli ve
yalnız insanların çarpıcı hikâyesi...
Önemsizin Arkeolojisi
Jacques Derrida, OtonomYay�nc�l�k, Çev: Ali Utku, Mukadder Erkan, 136 s.
Zihin tam olarak dünyayı yansıtı-
yorsa ve dil de zihni yansıtıyorsa,
neden bu kadar çok hata ve anlam-
sızlık var?
Çarpıtmalar nereden kaynakla-
nıyor? Bunlara nasıl çare bulunabilir?
“Önemsizin Arkeolojisi”nde Der-
rida, o zamandan beri epistemoloji-
yi ve dilbilimsel felsefeyi tıkayan pek
çok meseleyi bilinçli ya da bilinçsiz
nasıl öngördüğünü göstererek Con-
dillac’ın girişimini yeniden ele geçi-
riyor.
Yapıbozumun güçlü bir analitik
metot olduğundan şüphelenen varsa,
bu kitabı okusun.
Neil Gaiman, bu kez okurunu, yeryüzü
üzerinde söylenegelen tüm öykülerin
sahibi örümcek tanrı Anansi'nin ve ço-
cuklarının macerası-
na kulak vermeye ça-
ğırıyor. Her şey Şişko
Charlie’nin, ölen ba-
basının aslında bir
tanrı olduğunu öğ-
renmesiyle başlar.
Bu yetmezmiş gibi
Şişko Charlie,
Örümcek adında gi-
zemli bir kardeşi ol-
duğunu da öğrenir.
Artık hiçbir şey es-
kisi gibi olmayacak-
tır; insanlar için de,
tanrılar için de...
Neil Gaiman,�thaki Yay�nlar�,
Çev: MuratÖzbank, 384 s.
12 TEMMUZ 2013 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUK - GENÇ
Anansi Çocuklar�
Sıra dışı üç çocuk, birbirinden kopma-
yan üç arkadaş… Sherlock Holmes,
Arsen Lüpen ve Ire-
ne Adler, kaderin
kendilerine hazırla-
dığı sürprizden ha-
bersizdi. Etrafı keş-
fetmeye çıktıkları
gün, sahilde bul-
dukları bir ceset,
tüm hayatlarını de-
ğiştirdi. Kıyıya sü-
rüklenen yabancı-
nın nasıl öldüğünü
araştırmaya karar
veren korkusuz üç-
lüyü artık hiçbir şey
durduramazdı...
Irene Adler,Do�an Egmont
Yay�nc�l�k,Çev: �remÖnderol
Sherlock, Lüpen veBen - Siyahl� Kad�n
Küçük Leopold, daha sekiz yaşındadır,
gerçekten de kitaplardan çok korkmak-
tadır. Her yıl olduğu gibi sekizinci do-
ğum gününde de, an-
nesiyle babasının ge-
tirdikler armağan pa-
ketini heyecanla açar,
ne yazık ki, o çok
sevdiği, sahip olmak
için can attığı bir çift
koşu ayakkabısı yeri-
ne parlak kaplı iki
kitapla burun buru-
na gelir. Hıçkırarak
ağlamaya başlar. So-
nunda Leopold, ça-
reyi evden kaçmak-
ta bulur.
Susanna Tamaro,Can Çocuk
Yay�nlar�, Çev:Eren YücesanCendey, 56 s.
Kitaplardan Korkan Çocuk
Arkeolog Günegül, yüreğinde yitirdiği
oğlunun acısı, müzedeki görevine baş-
lamak üzere Bodrum’a gelmişti. Siya-
vuş ise bir gecede
hem annesiz hem de
babasız kalmıştı.
Sanki görünmez bir
el bu iki insanı bir
araya getirmişti.
Artık tek bir kaygı-
ları vardı: Yatı ha-
vaya uçuranları
bulmak ve kara ku-
tudaki mektupta
anlatılan uluslar-
arası kaçakçılık şe-
bekesini ortaya çı-
kartmak...
Cahit Uçuk,Bilge
Kültür Sanat,160 s.
MaviDerinliklerindeki S�r
Arabanın radyosundan haberlerden sonra
yine aynı şarkı yükseldi. Önceki gün duy-
duğumda “ben yoruyorum” demiştim ken-
dime, “hep bunu yapıyorsun”. Metin Üs-
tündağ bazı geceler uzun oturulur
dediğinden beri duyduğun her şar-
kı senin dünyan için yazılmış, oku-
duğun her kitap gizliden gizliye o an-
daki haleti ruhiyene değiniyor. Şar-
kıya eşlik etmeye başladım; “şov
yapma şov yapma farketmez, anladık
seni!”.
Sonra kitaplarım geldi, “ben de
geziyi anlatacaktım,” dedim müdü-
rüme; “bunlar ilgili mi bilmem,” dedi.
“Henüz böyle ayrılmamıştık’ diyor;
bana Gezi’yi anlatacak” dedim. Fakat
bunu derken sahiden de bilmiyordum,
L. Gülden Treske’nin sade diliyle,
ayrı ayrı ama hep sevgiyle bağlı öykü-
lerinde bana vaat ettiklerini..
“Bir Kelebeğin Kozadan Çıkma
Anındaki Endişesi” isimli öyküde baş-
lıyor anlatmaya L. Gülden Treske an-
nemi; eski zaman korkuları dürtülerek,
çocuklarınızı parktan alın diye tehdit edi-
len parktaki tüm çocukların annelerini;
“ABBA’nın sarışını ile Patricia Hearst
arasında parçalanmış annesine daha iyi dav-
ranmaya karar verdi. Demek ki geçen yüz-
yılda işler pek kolay sayılmazdı.
Bilmezdi ki, annesinin gençliği zaman-
larında, “tek
yol devrim” di,
yollar yürü-
mekle aşın-
mazdı, herkes
bacıydı, kar-
deşti, katiller
bir gün hesap
verecekti, se-
vişmek bir da-
kika olsa da sevmek bir ömür sürecekti…
Bir sabah uyandıklarında ise bir balyoz dar-
besi ile neye benzeyeceklerine, neye ben-
zemeleri gerektiğine karar verilmişti…”
“Her şeyi duyduk! Gelmiyoruz!” isim-
li harika öyküde ise Birleşik Fetuslar Kon-
federasyonu karar veriyor ve tüm bebekler
öldürecekleri ve ölecekleri, ellerine silah ve-
rip savaşa gönderilecekleri, dövülecek ço-
cuk, itilip kakılacak çırak; ucuz işçi ve satı-
lacak bakire olacakları bir dünyaya gelme-
yi reddediyorlardı. Hepsi göbek kordonla-
rına sarılmış; bu gidişe bir dur diyorlardı; işte
bu bebekler de bizim bebeklerimizdi; pasif
direnişi anne karnında öğrenen; hani bun-
dan da üç tane ister misin cinsinden..
Kitabın son hikayesi “Önce Dereler Ku-
rur” da ise artık eminim; o şarkı da bizim
için zorbaya karşı çalındı; her gün haber-
lerden sonra o radyoda ve bu kitap benim;
bizim; Kürt’ün, Türk’ün, Sünni’nin, Al-
evi’nin, sağın, solun; parktaki tüm çocukların
haleti ruhiyesini yansıtıyor. Günlerdir ha-
karet üstüne hakaret işiten artık sahiden de
tüm bunları kişisel algılayan bu bünyeye
Pangea’yı hatırla diyor; adı Dilan olan bir
laz çocuğusun, henüz böyle ayrılmamıştık
ve işte tam da bu sebepten ayrılamayız di-
yor. #Diren! diyor. (Kitaplar yazarına de-
ğil okuruna aittir bu biline; anladığım da be-
nim okumamdır, yazarın yazışı değil; bir ya-
zar/sanatçı daha taciz edilmeye).
“Topraktan çok iyi anlarım… En çok da
dereleri severim…’ dedi sessizce. ‘Büyük
nehirleri de severim ama esas dereleri… Ne-
hirler tüm suyu toplamıştır, çoktur, yolu bel-
lidir, gidecekleri yere topluca akar, gider de-
nize; göle kavuşur… Yolu izi bellidir, sonu
bellidir, gidecekleri yere doğru topluca
akarlar, gider denize, göle kavuşur… Yolu
izi bellidir, sonu bellidir. Ama şuncacık dere,
azıcık suyu ile ayrı bir yolu vardır, kendi ba-
şına usulca akar, incecik bir yol yapar ken-
dine; iki damla suyu ile nehirleri besler. Ne-
hirler ise derelerden topladığı ile gösteriş ya-
par. Oysa ilk kurakta dereler susuz kalır.
Önce dereler kurur. Nehir bunun çok son-
ra farkına varır. Ama artık çok geç olmuş-
tur,’ dedi hüzünle” L. Gülden Treske “yarınları için özür di-
lediğim tüm genç ve çocuklar için” atfıylabaşladığı bu basılmış ikinci öykü kitabını;sevgisizlikten elinde satırla sokaklara dö-külmüş insanların olduğu şu günlerde park-ta, meydanda elden ele dolaştırılacak sev-gi dolu satırlara ne kadar ihtiyacımız oldu-ğunu anlamış da yazmış sanki sanatçı du-yarlılığıyla, eline sağlık...
Nehirler derelerdentopladıkları ile gösteriş yaparDİLAN ÖZTÜ[email protected]
Pangea’y� Hat�rla,L. Gülden Treske,Çitlembik Yay�nevi,
128 s.
L. Gülden Treske
12 TEMMUZ 2013 CUMA 21Aydınlık KİTAP
“Lağımpaşalı” ve “Başbakanın Günlüğü”
Atalay Girgin’in birbiri ardına yayınlanmış üç
romanından ikisinin adı. İkisinin kahramanı
da başbakan. Hiç kuşkum yok ki, Lağımpa-
şalı sözünü okur okumaz, her okurun aklın-
da, Kasımpaşalı’yla çağrışımsal ilişki belire-
cektir. Hele hele her iki romanın da siyasal ni-
teliği bu ilişkiyi pekiştirme olanağı sağlaya-
caktır.
Özellikle de günümüzde adlarını telaffuz
edercesine bir rahatlıkla, yüzleri bile kızar-
madan yalan söyleyen liderler dikkate alın-
dığında, bir problem olarak, her iki romanın
yalanı işleyişi de çağrışımsal algıyı güçlendi-
rici bir unsur olacaktır okur için.
Ancak yazar, Türkiye’den de yaşadığımız
gezegenden de söz etmiyor. Her yazar yaşa-
dığı zaman ve mekân koşullarında, çağından,
tanıklık ettiği olay ve kişilerden etkilense,
olumlu ve olumsuz anlamda onları yapıtın-
da bir biçimde yeniden var etse de Atalay Gir-
gin, romanlarında bir başka gezegenden ve
bambaşka ülkelerden söz ediyor.
Girgin’in “Kemeutopyalılar roman dizi-
si” adını verdiği dizinin ilk kitabı olan “Meh-
di ve Mesih”ten itibaren, hem “Lağımpaşa-
lı” hem de “Başbakanın Günlüğü” Kemeu-
topya gezegeninde geçiyor. Olayların asıl
mekânı ise Ambarya Cumhuriyeti.
Kemeutopya gezegeninin ve Ambarya
Cumhuriyeti’nin sakinleri ise kuyruksuz ve kör
faresinden her türüne dek fareler ya da bir
başka deyişle kemeler. Gezegenin de adı, ke-
melere istinaden, Kemeu-
topya zaten. Yazar, düşsel
düşünsel düzeyde kurguladı-
ğı bir gezegen ve ülkede, fabl
türü anlatının politik ve ironik
dilinin kendisine sağladığı
olanakları da kullanarak, ger-
çeklik çağrışımları güçlü bir
dizi ortaya koymuş.
ÖNCELA�IMPA�ALI
“Lağımpaşalı”nın okur-
daki çağrışımsal anlamları ne
olursa olsun, roman Fistanı-
bol’un Lağımpaşa semtinden
çıkıp gelmiş birinin, adının
kısaltılmış haliyle RéTE’nin,
her şeye rağmen iktidarda kal-
ma uğraşını anlatıyor. İktidar-
da kalmak için her türlü aracı
ve kişiyi kullanmaktan geri durmayışını da…
Elbette zorda kaldığında “denize düşen yı-
lana sarılır” sözünü hatırlatırcasına, o an çare
olarak gördükleri karşısında nasıl ezilip bü-
züldüğünü de… İktidarı, başta kendisi olmak
üzere yakın çevresine nasıl rant sağlama ara-
cına dönüştürdüğünü de… Partisi kapatılma
aşamasına geldiğinde, bunu engelleyebil-
mek için hiç sevmediği, nefret ettiği kişiler-
le nasıl işbirliğine girişip, örtülü ödenek ola-
naklarını, yüksek mah-
keme üyelerini satın al-
mak için hesapsızca kul-
lanışını da…
Politik ve ironik bo-
yutuyla akıcı bir dilin eş-
liğinde ilerleyen roman,
kişinin değeri ve değerle-
riyle, bütünsel bir varlık
olarak değil de iktidara
yakınlığı ve uzaklığına
göre değerli ya da değer-
siz kılındığı, yabancılaşıp
ilinekleştiği bir ülkeden
kesitler sunuyor okura.
Bir başka deyişle, bilindi-
ği sanılan ve herkesin gö-
zünün önünden akıp giden
olay ve kişilere “zil takı-
yor”. Görmediyseniz du-
yun, dercesine…
BA�BAKANIN GÜNLÜ�Ü Atalay Girgin, dizinin üçüncü kitabı olan
“Başbakanın Günlüğü”nde, her şeyi denetle-
meye, herkesi dinlemeye, görüntülemeye giri-
şen yetkinleşmiş bir devlette, egemenler ara-
sında alttan alta süren iktidar mücadelesi ve çe-
kişmelerin ortasında sıfatların ve statülerin ken-
dilerinden bile daha değerli olduğu yanılsa-
masına kapılan kişiler arası ilişkileri anlatıyor.
Bir yandan ülkenin komşularıyla sorun-
lu ilişkilerinin eşlik ettiği, diğer yandan se-
çimlerden tüm rakiplerinin toplamından
daha fazla oy alarak çıkmış RéTE’nin, da-
nışmanlarının da şişirmesiyle filozofluğa so-
yunduğu roman, Başbakan RéTE’nin nasıl
kaybolduğu bilinmeyen günlüğü çevresinde
dönüyor.
İktidarın, medya patronları ve genel ya-
yın yönetmenleriyle ilişkilerinin de sergilen-
diği roman, günümüzde basının “Gezi Par-
kı” olaylarında takındıkları tutum ve tavrın çok
önceden bir habercisi. İktidarın hoşuna git-
meyen köşe yazarlarının, televizyon yorum-
cularının işten el çektirilmesi; istenmeyen ka-
rarlara meyleden hâkimlerin, savcıların apar
topar görevlerinden alınması da yine kaybo-
lan günlük çerçevesinden kurgulanan olay ve
kişilerle romanda aktarılmakta.
Ve umut… Yarın umudu… Karanlığın en
koyu anında bile teslim olmayış… Atalay Gir-
gin’in başta “Başbakanın Günlüğü” olmak
üzere her iki romanında da kabuk bağlama-
yan bir yaradan sızan kan gibi inatla varlığı-
nı sürdürmekte… Dinmeyen bir diş ağrısı gibi,
topluma kendini hissettirmekte.
ATALAY GİRGİN’DEN SİYASAL VE FELSEFİ İKİ ROMAN:
Teslim olmayan umutDEMETER TOPRAK
La��mpa�al�, Atalay Girgin,
Bence Kitap, 140 s.
Büyük toplumsal çalkantılar, alt üst oluşlar ya da devrimler,
sanat planında meyvelerini günü gününe vermezler. O sü-
recin zaman içerisinde mayalanması, tarihin imbiğinden
geçmesi, bireylerin yaşamında bir karşılığını bulması bek-
lenir. Bu, ülkemizin yakın tarihi bağlamında -özellikle- böy-
le olmuştur: Gerek 27 Mayıs Devrimi ve gerekse 12 Mart,
12 Eylül karşıdevrimleri, sanatın yedi dalında kendileri-
ni epey bir süre sonra göstermiş ve günümüze değin ulaş-
mışlardır. Erdal Öz’ün “Yaralısın”ı ve “Darağacında Üç
Fidan”ı, 12 Mart sonrası yaşanan karanlığın edebiyatı-
mızdaki yansımasıdır. Nevzat Çelik’in “Şafak Türküsü”
ise 12 Eylül faşizminin şiirimizdeki karşılığıdır.
31 Mayıs 2013’te başlayıp haftalarca süren Gezi
Parkı Direnişi, çağın gereklerine uygun olarak ilk mey-
velerini çabucak verdi. Üstelik yaşamın belki de hiç bek-
lenmedik çok özel bir alanında: O alanın adı, çağrışım gücü
olağanüstü olan zekâdır! İnsan zekâsı bu kez şiirden, ro-
mandan, hikâyeden, resimden, tiyatrodan, sinemadan ve
heykelden çok daha çabuk davranarak mücadele ağacı-
nın en üstünden filizini gösterdi. Özellikle kentli gençler,
yıllardır yaşamlarının hemen her alanına müdahale
eden, oraya nizam vermek isteyen siyasal iktidara “Bu-
rada dur bakalım!” dediler. Şiddete başvurmadıkları, baş-
ka bir deyişle doğru araçları kullandıkları için yanlarına
annelerini, babalarını, hatta o güne değin siyasi karşıtla-
rı gibi gördükleri arkadaşlarını aldılar, kendi cepheleri-
ni genişletip karşı cepheyi daralttılar.
HAKLI ZEM�NDE MÜCADELESiyasal iktidar akıllı davranıp gençlerle uzlaşmayı de-
neseydi hiç kuşkusuz bütün bunlar olmazdı. Fakat tersi-
ne, çatıştırıcı bir dili tercih ettiler. İktidar sahiplerinin he-
sap edemedikleri bir şey vardı: Gençlerin zekâsı! Onlar,
ilk olarak korku duvarını yıktılar. Şarkı söylediler, kitap oku-
dular, türlü şakalar yaptılar, yardımlaştılar, dayanıştılar; kı-
sacası, -belki de- kendilerinden hiç beklenmedik tutum ve
davranışlar sergilediler. Onların bu sevimli jestleri, sıradan
insanların bile dikkatini çekti, puan topladılar. Haklı bir ze-
minde mücadele etmenin erdemini gösterdiler.
Etki Yayınları, iktidarın başındaki kişinin “Çapulcu-
lar!” diye hakaret ettiği o “şarabi eşkıyalar”ın sosyal med-
ya (facebook, twitter vs) üzerinden yaptığı paylaşımları
zamanı iyi kollayarak kitaplaştırmış, böylece gelecek ku-
şaklara aktarmayı amaçlamış. İster şiir niyetine, ister ro-
man, ister hikâye, ister deneme niyetine okuyun. Aynı za-
manda resim sanatının doruğu… Sinemanın hası, heykelin
dayanıklısı, türkülerin en dokunaklısı…
Sayfaları çevirdik-
çe çok şey öğreniyor
insan: Gerçekten de
isyan, demokrasinin
en yüce yeriymiş. Hele
bu isyanda zekâ, gü-
vendiğiniz tek silah-
sa!.. Her pankart sar-
sıcı. Her döviz, mü-
cadelenin özeti. Oku-
dukça duruyor, dü-
şünüyorsunuz. Ora-
da, o mücadelenin
bir yerinde olma ar-
zusuyla doluyorsu-
nuz. Çünkü 31 Ma-
yıs, Türkiye’nin direniş tarihinde yerini şimdiden al-
mıştır. Tarih artık başka türlü okunacaktır.
“Çapulcuların Sosyal Medya Paylaşımları” adlı bu se-
vimli derleme, faşizmin orantısız ‘gücü’ne halkın zekâsıyla
karşı çıkmasının, mücadele azminin ve kararlılığının ki-
tabıdır. Tanık olmanın ötesinde, o mücadeleye müdahil
olmakta, cephedeki yerini almaktadır.
Mücadelenin bu kızıl karanfilini başka bir ele vermek
de size düşüyor artık!
AYDOĞAN YAVAŞLI
Orantısız zekânın kitabı
Çapulcular�n SosyalMedya Payla��mlar�,Hasan Karg�, EtkiYay�nlar�, 80 s.
12 TEMMUZ 2013 CUMA22 Aydınlık KİTAP
BULMACASOLDAN SA�A1. Antik Roma’da ölünün yak�l�p
küllerinin muhafaza edildi�i yap�ya da alan - Milimetre (k�sa)
2. Sodyum’un simgesi - �ki yan�
a�açl�, do�rusal, geni� yayacaddesi
3. Fas’�n plakas� - H�rvatistan’da birliman kenti
4. Becerikli, usta - Boru sesi
5. Bir kimsenin veya ailenin içindeya�ad�� yer, konut, hane - U�ur - Ancak
6. Baca��n alt bölümünü veayakkab�n�n üstünü örten bir
tür tozluk - “... Ayhan” (�air) -“... Güler” (foto�rafç�)
7. Tav�r, davran�� - Arapça’da“ben” - A��r� dereceye varanal��kanl�klar
8. Gelir sa�layan mülk - Ak kan9. �ridyum’un simgesi - �nce,
keskin ses - Ö�ütücü di�10. Dokunma duyusu - Ordu
(k�sa) - Numara (k�sa)11. Beyaz - Bir nota -
Oldukça, hayli12. Resimdeki yazar�n bir eseri -
Yünden dövülerek yap�lankaba ve kal�n kuma�
YUKARIDAN A�A�IYA1. Bir denizimiz - Üstün nitelikli ya
da üstün yetenekli2. Bilgi anlam�na gelen Sanskritçe
bir sözcük - Akümülatör (k�sa)3. Mikroptan ar�nd�rma, sterilize
etme4. Saz�n en kal�n teli ya da kiri�i -
Stronsiyum’un simgesi -
Belirli bir günün veya olaydanbir önceki gün; öngün
5. Japonya’da buda rahibesi -Rütbesiz asker - Çal��ma, emek
6. Kalay’�n simgesi - StanislawLem’in bir eseri - Bir cetvel türü
7. Bahçelerde çiçek dikmek içinayr�lan yer - Hat sanat�nda iri vekal�n yaz� - Sümerler’de sutanr�s�
8. En küçük sosyolojik birim;familya - Yar� efsanevi Yunanmasalc�
9. Güre� meydan�, kar��la�mayap�lacak yer - Küçük ma�ara -Satürn gezegeninin be�inciuydusu
10. Lantan’�n simgesi - Usta aday� -�tterbiyum’un simgesi
11. Mililitre (k�sa) - Diki�tekullan�lan pamuk ipli�i -Çinko’nun simgesi
12. Resimdeki yazar�m�z
GE
ÇE
N H
AFTA
NIN
ÇÖ
ZÜ
MÜ
31 Mayıs’ta başlayan Gezi Parkı direnişi-
nin sembolü yüzüne gaz püskürtülen kır-
mızı elbiseli kadın ile polisin sıktığı tazyikli
suyun önünde kollarını cesurca açan siyah
elbiseli bir kadın oldu. Bu iki kadının
cesareti tüm dünyada dikkat
çekti ve kamuoyunun gözü-
nü Türkiye’ye çevirdi.
İtalyan parlamentosun-
daki kadın milletve-
killeri bile Gezi dire-
nişine destek olmak
için kırmızı giydiler.
Elbette sadece iki
sembol kadın yoktu.
Sokaklarda ve mey-
danlarda çok sayıda
kadın erkeklerle omuz
omuza mücadelenin için-
de yer aldı. Zaten kadınlar
olmasa bu direniş bu kadar büyüyemezdi.
İlk günlerde üç maymunu oynayan med-
ya sadece onları değil, penguenler dışın-
da kimseyi görmemişti. Arap Baharı’nda
ise protestolarda yer alan kadınlar genel-
likle görmezden gelindi ve yok sayıldı. Ama
Tunus kökenli İtalyan gazeteci Leila Ben
Salah ile psikolog ve antropolog
Ivana Trevisani “Ferite di Pa-
role” (Dil Yarası) başlıklı
kitapta Tunus, Mısır, Lib-
ya, Suriye, Bahreyn ve
Yemen’deki yok sayı-
lan kadınların sesi ol-
dular.
“Arap Baha-
rı’ndaki protestolar-
da kadınlar da vardı.
Vardılar ama yokmuş
gibiydiler. Medya ta-
rafından algılanmayan
bir varlık. Bir sessizlik, bir
boşluk, hızlı ve stereotip-
leşmiş bir tür iletişim” diye başlıyor ki-
tap. Genellikle yok sayılan ve ender
olarak haberlerde yer alabilen bu ka-
dınların bireysel ya da kolektif öykü-
leri yer alıyor. Üstsüz fotoğrafıyla
ünlü olan ve hala Tunus’ta hapiste bu-
lunan Amina Tyler, Tunuslu şarkıcı
Amel Mathlouthi, İskenderiye’de
polis tarafından bir internet cafenin
önünde öldürülen gencin annesi
Umm Khaled… Elbette bunlar Batı
medyasının ilgisini çeken isimler,
bir de çekmeyenler var ki, kitabın ya-
zarları bunun gibi pek çok kadının
öyküsünü stereotipleştirmeden, ön-
yargısız anlatarak başkaldırıların
daha gerçekçi bir tablosunu çizme-
ye çalışmış. Keşke bu kitap Türk-
çe’ye çevrilse de, Arap ülkelerine
rol model olmaya çalışanlar oku-
sa… Türk kadınını zaten çağdaş bir
konuma oturtmuş olan Atatürk
devrimlerini silmeye kalkmasa…
FATMA BATUKAN BELGE
Devrimleri kadınlar yaptı, medya unuttu
Geçti�imizgünlerde �talya’da
yay�nlanan “Ferite di
Parole” (Dil Yaras�) ba�l�kl�
kitap, Arap Bahar�’nda önemli
rol oynayan ama medyan�n
unuttu�u kad�nlar� anlat�yor.
Tunus, M�s�r, Libya, Suriye,
Bahreyn ve Yemen’deki yok
say�lan kad�nlara adananbu kitap onlar�n
sesi