1
Türk kimliğinin ve birliğinin korunması, ancak dilinin korunması ile mümkündür
“Türk ırkı yoktur, Türk dili vardır”
Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi, 26.09.2015
Şu anda elde edilen bilimsel bulguların tümü, bundan yaklaşık 6.5
milyon yıl önce, Güney Doğu Afrika’da bir bölgede primat ailesinden bir
türün hızla farklılaşarak insani özelliklerden bir kısmını kazandığını
göstermektedir. Evrim ve antropoloji kitaplarında bu özelliklerin nasıl, niçin
ve hangi evrelerde hangi ölçülerde ortaya çıktığını açıklayan bilgiler vardır.
Yine eldeki bilgiler bu özelliği kazanan türün bu özelliklerle yetinmeyip, bir
taraftan insani özelliklerini daha da geliştirirken, belirli bir evreden sonra da
bölgeden çıkarak dünyanın dört bir tarafına göç ettiğini göstermektedir. Bu
gelişim kademeleri, özelliklerine göre bilimde çeşitli adlarla tanımlanmıştır:
Parapithecus (40-60 milyon yıl önce, Mısır) Propliopithecus (32-35 milyon,
Mısır), Dryopithecus = Proconsul (25 milyon yıl önce, Kenya, Hindistan),
Ramapithecus (13-14 milyon yıl önce, Doğu Afrika); ilk defa insansı olarak
adlandırılan Ardipithecus (4.4-5.2 milyon yıl önce; ramidus ve kadabba,
Ethiopya), Australopithecus (4 milyon – 700.000 yıl önce, Afrika,
aethiopicus, robustus, boisei, anamensis, afarensis, aficanus),
Aegyptopithecus (Mısır, Fayyum’da bulunmuş, , zeuxis), Homo habilis = Becerikli adam (12.2-1.8 milyon yıl önce, Afrika), Homo erectus = Ayağa kalkmış adam (1.8-0.5 milyon yıl önce, Afrika’da gelişmiş; ancak kıtadan
dışarıya göç eden ilk insansıdır) ve Homo neanderthalensis = Neandertal
insanı (eski kıtada, 100.000 – 35.000 yıl önce) ve en sonunda dünyaya
egemen olan Homo sapiens (45.000 yıldan beri) gibi. Elde edilen kemikler
bu değişimin nasıl olduğuna ilişkin önemli bilgiler vermektedir.
2
Yeterince bilimsel görüşe ve bilgiye sahip olmayanlar, esasında bunu
çok iyi kavrayamadıkları için, çoğunlukla şu soruyu yönetirler: Söyle bakalım
ne zaman insan olduk? Esasında yukarıda yazdığım isimlerin hiç biri kendi
başına bağımsız bir kimlik oluşturmazlar. Antropolojide verilen bu adların
hemen hepsi, bir merdivenin basamağında aşağıdan yukarıya duran
varlıklar gibidir. Bir alttaki basamakta bulunan bir canlı grubu, daha alttaki ya
da daha üstteki canlı grubuyla büyük bezerlik gösterdiği gibi, kendi
basamağındaki karşı cinsten bir bireye duyduğu yakın ilgiyi duymasa bile,
yine de bir üst ya da bir alt basamaktaki bireyle eşeysel ilişkiye girerek
verimli yavrular meydana getirebilir. Çok daha somut bir örnek verirsek, bir
adada, örneğin bir Türk olarak biri Afrikalı bir pigme diğeri Ukraynalı bir
beyaz iki bayanla yaşamak durumunda kalır ve sadece birini tercih etmek
durumunda kalırsak, biyolojik davranışlar şunu göstermektedir ki, beyaz bir
erkek beyaz bir bayanı öncelikle tercih etmektedir. Eğer, adadaki erkek bir
pigme erkeği olsaydı, o da bir pigme kadını tercih edecektir. İster pigmeyle
ister Ukraynalı ile çiftleşin, bu çiftleşmeden verimli yavrular da meydana
gelecektir. İnsanın yücelişinde dünyanın birçok yerinde ve keza Afrika’da
buna benzer evrimleşmeler gözlenmiştir. Merdivenin her basamağında bir
miktar daha değişmiş bir topluluk bulunmaktadır. Biz belirli özellikleri belirli
ölçüde gösteren toplulukları, yani basamakları bir araya getirir, ortak bir
tanım yaparız Australopithecus gibi. Bu özünde birbirinin aynı olan değil
birbirine benzer toplulukların oluşturduğu ortak bir havuzdur ve bu cinsin her
basamakta birbirinden yapısal olarak ayrılan temsilcileri vardır. Katlar
arasındaki merdiven aralıkları, işte bu küçük küçük farklı toplulukların genel
tanımlarının sınırlandığı yerlerdir. Merdiven arılıkları cins olarak adlandırılır;
Homo’da olduğu gibi. Basamakta duranları da tür olarak tanımlarız, örneğin
Homo habilis, Homo erectus, Homo sapiens gibi. Bütün bu adlandırmalar,
anlamayı kolaylaştırmak ve ortak özellikleri bir bütün içinde verebilmek
içindir. İnsan belirli bir merdivenden çıkan ve her basamakta fiziksel
3
özellikleri bakımından bir miktar değişen bir canlı grubunun adıdır. Bu
merdivenin herhangi bir basamağı insanı temsil edemez. Bu nedenle insan
ne zaman ortaya çıkmıştır sorusu da bilimsel olarak bir anlam ifade etmez.
Ancak din adamları, örneğin Hıristiyan öğretisi, belirli bir tarih ve gün
vererek, o gün insanın ortaya çıkışını tarifler; keza Müslümanlık da insanlık
çoğunluk Âdem ile Havva’nın indiği günden başlatılır. Birçok dinde bu
şekilde birçok öykü vardır.
Şu anda dünyada bulunan insanların tümü, merdivenin son
aralığındaki, yani iki kat arasındaki basamaklarda yer alan insanlara verilen
toplu addır: Homo sapiens. Dünyadaki insanların farklı görünümlerde olması
farklı basamaklarda durmalarından kaynaklanmaktadır. Bu basamaklar,
eskiden ırk olarak tanımlanırdı (Homo sapiens sapiens = beyazlar, Homo
sapiens nigra = zenciler gibi); son zamanlarda ırkçılığı kışkırtacağı kaygısı
ile insan için ırk teriminden vazgeçildi; bir de bir zamanların insan ırkı olarak
tanımlanan grupları arasındaki (örneğin zenciler, sarı ya da kırmızı ırk,
beyaz ırk gibi) genetik farklılığın neredeyse 1/10.000 bir olduğu anlaşılınca;
bu farklılık çok az bulunarak, ırk yakıştırmasından vazgeçildi. Ancak yine de
aynı kökten gelen insan soyu, yayılırken, yayıldığı yerin koşullarına göre
birbirinden fiziksel ölçüde ayrılabilecek kadar farklılaştı. Bunun en güzel
örneğini Polenezya adalarında görebiliriz. Yaklaşık binin üzerinde iskân
edilen ada bulunmaktadır ve her ada uzun süre yalıtılmış olduğu için burada
yaşayan insanlar fiziksel özellikleri bakımından her ada içinde benzer; ancak
ada dışındakilerce fark edilebilen yapısal değişikliğe uğramıştır. Bu bölgenin
dışındakiler (örneğin Türkler) değil; ancak bu bölgede yaşayanlar bir kişiyi
görünce hangi adadan geldiğini söyleyebilirler.
İnsan soyu belirli bir alandan, aynı zamanda yola çıkmış olmalarına
karşın, neden farklı gelişim gösterdiler sorusuna yanıt ise: Bulundukları ya
da yaşadıkları çevrenin koşullarının, topluluk (gen havuzu) üzerinde farklı
4
etki etmesinden kaynaklanmış olmasındandır. Tipik bir örnek olarak güneş
ışınlarının yıkıcı etkisinden korunmak için ekvatora gittikçe melanin birikerek
derinin koyulaşması, kutuplara gittikçe D vitaminini sentezleyebilmek için
derideki melaninin azalarak rengin beyazlaşması (kutuplarda buz ve kardan
yansıyan ışınların etkisi daha güçlü olduğu için kutuplarda Eskimolarda da
bir miktar koyulaşma görülür) buna tipik örnektir.
Kural olarak farklı çevrelerde gerek fiziki –dış görünüş- gerekse
davranış bakımından (buna gelenek-görenek da dâhil edilebilir) birbirinden
farklı evrimleşmeler ortaya çıkar. Kural olarak yakınlık benzerliğin de
doğrusal bir ifadesidir. Yakın topluluklar yakın sosyal değerleri de
geliştirirler. Buna ilişkin dünya üzerinde yüzlerce örnek vermek mümkündür.
Bütün bu topluluklar kendi aralarında bir eletişimi sağlayabilmek için,
büyük bir olasılıkla gereksinmeye göre gittikçe karmaşıklaşan, ilk olarak
sese dayalı, dil dediğimiz bir araç geliştirdiler. Böylece insanoğlu, kazanmış
olduğu deneyimleri zamandaşlarına ve gelecek kuşaklara aktarma
olanağına kavuştu. Kültürel gelişme de bu noktadan sonra patlarcasına
gelişti.
Bu arada bir şeyi vurgulamamız da gerekiyor. Dili sözlü ve yazılı dil diye
ikiye ayırmamız mümkündür. Bundan yaklaşık 12.000 yıl önce ortaya çıkan
küresel kuraklık nedeniyle, dünyanın kuraklığı derinden hisseden
bölgelerinde insanların subaşlarına toplanma gereği ortaya çıkmış ve
bundan da, yerleşik düzene geçme, şehirleşme, hızlı sosyalleşme ve
kültürel alışverişte gelişmeler ortaya çıkmıştır. Sosyalleşmenin kaçınımaz
sonuçu, özellikle ticaretin gelişmesi, insan ilişkilerini düzenleme
zorunluluğunugetirmiş, bu da yazı dilinin doğmasına neden olmuştur.
Uzakdoğuda Sarı Nehir, Hindistan’da Ganj Nehri, Mezopotamya’da Fırat-
Dicle, Mısır’da Nil Nehrinde, Orta Amerika’da kendine özgü alfabelerin ya da
yazı dilinin ortaya çıkması bu nedenledir. Hâlbuki kuraklığı derinden
5
yaşamayan Afrika, Kuzey ve Güney Amerika ve keza Avrupa ve Asya’nın
kuzey ülkelerinde –birkaç basit simgeyle yapılanlar hariç- insanlık tarihini
etkileyecek böyle bir gelişme olmamıştır; yani yazı dili geliştirilememiştir.
Türklerin yerleşik düzene geçmesi oransal olarak geç olması nedeniyle, yazı
dilin geliştirilmesi de oldukça geç tarihlere denk gelmektedir. Bilinen en eski
Türkçe yazı dili, yani alfabe, Göktürkler tarafından yazılmış olan “Göktürk
Kitabelerinde ve Orhun Yazıtlarında” görülmektedir.
Bilge Kağan ve Kül Tigin anıtlarını Yollug Tigin yazmıştır, Yollug Tigin aynı
zamanda Bilge Kağan'ın yeğenidir.
Yazıtlar, 1889 yılında Moğolistan'da Orhun Vadisi'ndeki anıtlarda saptanmıştır.
Bu yazıtlar İkinci Köktürk devletine aittir. Yazılış tarihi 8. yüzyılın başlarına
dayanmaktadır. 1893 yılında Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Ludwig Peter Thomsen
tarafından, Rus Türkolog Vasili Vasilyeviç Radlof'un yardımıyla çözülmüş ve aynı
yılın 15 Aralık günü Danimarka Kraliyet Bilimler Akademisi'nde bilim dünyasına
açıklanmıştır.
Örnek:
"tunga tigin yoghinda kiri ölürtimiz." (Vikipedi’den).
Bu yazının ana konusunu oluşturan Türk dili de böyle bir gelişmenin
ürünüdür. Afrika’dan yola çıkan Homo erectus ya da Homo sapiens, Ön
Asya üzerinden dünyanın birçok yerine dağıldı. Çıkarken 0 kan
grubundaydı; bu nedenle Amerika’ya ve Avustralya’ya ilk ulaşanlar
(Aborijinler ve özellikle Güney Amerika yerlileri) hala 0 kan grubunu
taşımaktadırlar. Ancak, özellikle büyük buzul çağlarının yaşandığı
dönemlerde, Asya’nın Amerika ve Avustralya ile bağlantısı kesilmiş ve bu
arada oluşan büyük buz katmanları Urallar’dan başlayarak Kafkasların altına
kadar inen bir setle batı ve doğu insan topluluklarını birbirinden büyük
ölçüde ayırmıştır. Bu evrede meydana gelen mutasyonlar, doğudaki insan
topluluklarının B kan grubuna, batıdaki toplulukların da A kan grubuna
6
dönmesine neden olmuştur. Bu dönemde bile 0 kan grubu yine bu
topluluklarda belirli ölçülerde temsil ediliyordu. B kan grubunun sıklığı
(frekansı) Orta Asya bölgesinde %60’lara ulaştı; batıda da A kan grubunun
sıklığı büyük oranlara vardı. Doğal koşullar iki topluluğun fiziki olarak
birbirinden farklı şekilde gelişmesine neden oldu (bir olasılıkla doğudakiler
kum fırtınalarından korunmak göz alanını küçültürken çekik gözlü oldular;
batıdakiler nemli ve bulutlu havada daha çok D vitamini sentezini
gerçekleştirebilmek için melanin pigmentini azaltarak beyaz renkli oldular).
Ancak en önemlisi sosyal davranışların (din gibi) ve bunlardan da en
önemlisi dil (gramer) yapısının farklılaşmasıydı. Bu buzul bariyeri sadece
toplulukları fiziksel yapı bakımından değil, dil yapısı bakımından da ikiye
böldü. Dil yapısı, düşünme mantığını da derinden etkileyen bir sosyal
gelişme olduğu için doğu insanı ile batı insanı birbirini kural olarak hiç bir
zaman tam olarak anlayamadı. Uzakdoğu’ya gittiğinizde, bu mantık
farklılığını çok daha iyi görebilirsiniz.
Örneğin batı dillerinde, en yaygın olduğu için İngilizceyi, Almancayı ve
Fransızcayı verelim.
Türkçe: Bugün yolda giderken düştüm
İngilizce: I fell on the road today
Almanca: Ich fiel auf dem Weg Heute
Fransızca: Je suis tombé sur la route aujourd'hui
Dikkat ederseniz, Türkçe ilk olarak zamanı, sonra eylemin geçtiği
yeri, daha sonra eylemi ve sonunda da özneyi tarifliyor. Batı dillerine
baktığımızda ilk olarak özneyi, daha sonra eylemi, daha sonra eylemin
geçtiği yeri ve en sonunda da zamanı tarifliyor. Yani dizilim tam tersi.
Emir kipinde de öyledir.
Türkçe: Buraya gel deriz
7
Ama batılı
Come here (İngilizce) ya da kom hierher (Almanca) ya da viens ici
(Fransızca), der.
Türkçenin bize göre en uç lehçelerinden biri Kazakça olmasına
karşın, bugünkü Anadolu Türkçesi ile benzerliğine bakalım. Bir Kazak ile
bir AnadoluTürkünü görünüş bakımından hiçbir zaman birbirine
benzetemezsiniz; ancak dil yapısına bir bakarsak temeldeki benzerliği
hemen anlayabilirsiniz.
Türkçe: Ben sizin evinize saat 6’da geleceğim.
Kazakça: Men sizdin üyünüzge sağat 6’de kelemi.
Birkaç hafta kaldığınızda derdinizi anlatacak kadar dilde benzerlik
var. De ve da takıları da aynen Anadolu Türkçesi gibi. Dile çok önem
veren devlet başkanı N. Nazarbavey'in çeşitli sözleri şehirlerdeki
panolarda yazılıdır. Birinde şöyle diyor. Kazagın bolaşagı Kazak tilinde
(Kazağın geleceği Kazak Dilinde). 2012 yılına kadar Kazaklar da latin
alfabesine geçecekler; Türk devletinin esirgerdiği bu önemli yardımın
yarasını, kendi başlarına gidermeye çalışıyorlar.
Bu şu demektir, biz batının düşündüğünün aynadaki görüntüsü gibi
tersinden düşünürüz ya da batı bizim düşündüğümüzün tersinden
düşünür. Bu kimliğimizin oluşmasındaki en önemli farktır. Batıya
yamanmaya çalışıp da bunu bir türlü başarmamamızın nedenlerinden biri
de bu farktır. Hangisi üstündüer, hangisi iyidir tartışmasını yapmak
anlamsızdır.
Bu dil farklılığına, dolayısıyla mantık farklılığına baktığımızda, Orta
Asya topluluklarının, yani Altay ırklarının (Anadolu’daki Türkler bunları
toptan Türk ırkı olarak tanımlar) benzer olduğunu görürüz. Hâlbuki Türk
ırkını tanımlamaya kalkıştığımızda karşımıza önemli zorluklar çıkar. Bir
8
defa biyolojik olarak ortak bir yapısal benzerlik altında toplayamıyoruz.
Türk ırkının diğer ırklara göre daha belirgin – hemen tanınabilir- bir tarafı
yoktur. Birbirlerine kısmen benzeseler dahi, Türkmenleri, Kazakları,
Kırgızları, Özbekleri, Azerileri birbirinden belirli olarak ayırıyoruz. Kaldı ki
yüzlerce alt boy bile birbirinden kolaylıkla ayrılabiliyor. Ancak kan
gruplarının yüksek oranda B olması fiziki olarak ve dillerinin gramer
yapısı bakımından aynı olması da sosyal olarak bunların ortak bir
havuzdan kaynaklandığını göstermektedir. B kan grubu diğer fiziki
yapılar gibi niye değişmedi diye sorabilirsiniz. İnsanda dış koşullardan
etkilenmeyen tek özelliğin kan gurubu olduğunu biliyoruz. Çünkü kural
olarak bir kan grubunun diğer kan grubuna göre bir insana fiziki ve
kimyasal olarak çok farklı bir özellik kazandırmadığı bilinmektedir. Bu
nedenle bu atasal özellik korunarak gelmiştir.
Ülkü birliğini oluşturacak en önemli özelliğin bu durumda varsayılan
Türk ırkı için dil birliği olduğu söylenebilir. Çünkü bugün Anadolu’daki
insanların en fazla %15’i B kan grubundandır; bu demektir ki, biz köken
aldığımızı savunduğumuz Orta Asya topluluklarından önemli ölçüde
farklıyız ya da yerleştikten sonra buradaki Kafkas ırkı ile (A grubundan)
kaynaşarak geldiği B grubu oranını düşürmüşüz. Belli ki genetik
havuzumuzda Hititlerin, Asurların, Frikyalıların, Urartuların, Ermenilerin,
Rumların, Lidyalıların, Bizanslıların, belki Keltlerin, Arapların, yüzlerce
büyüklü insan grubunun ve küçüklü büyüklü göçün genetik mirasını
taşıyoruz. Ancak genetik kökeni ne olursa olsun, herkesi birbirine
bağlayan ve bize farklı bir kimlik kazandıran –Orta Asya ülkeleri ile bir
araya getirip bir dünya birliği oluşturabilecek- bir tutkalımız var: Dilimiz.
220 milyon insanın Türkçe gramerle konuştuğu bilinmektedir. En
yaygın olan şivesi (ya da alt dil grubu) Türkiye Türkçesi, ikincisi Kazak
Türkçesi, üçüncüsü Azerbaycan Türkçesidir. Sibirya’da Türkçe gramerine
göre konuşan 1000 kişiden oluşan farklı gruplar bile vardır.
9
Bugün 86 ülkede en az bir okulunda seçmeli de olsa Türkçe dersi
verilmektedir. Bizim dışımızda 26 Türkoloji ya da Türk dilini araştırma
enstitüsü vardır. Bizim dışımızda 9 üniversite Türkçe eğitim vermektedir.
Ortak Dilin Geliştirilmesi: Bunun için, en azından bizim toplumumuz
açısından çok büyük değer taşıyan bir öğenin, yani dil yetkinliğinin
geliştirilmesi gereklidir: Bu, Türk'ü, Türk yapan dil bilgisinin ve dil yeteneğinin
geliştirilmesidir. Özünde, genel kanaatin aksine, dil, toplumları ayıran değil,
birleştiren bir öğedir. Dilin, savaşları ve çatışmaları teşvik ettiğine ilişkin elde
hiçbir bilgi yoktur. Aksine, iletişimi sağladığı için, uyuşma için uygun zemini
de hazırlar. Bunun için yeni gelişmelere ve koşullara göre, gramer yapısı
aynı kalmak kaydıyla, özellikle kelime üretme yoluyla dil zenginleştirilmeli ve
anlatım ve dilin tarifleme gücü yükseltilmelidir.
Yalnız, tutucu, özellikle dinci kesim, öğretisi gereği dildeki atılımlara ve
yeniliklere hep karşı çıkar. Çünkü bunlar, dildeki bu evrimleşmenin,
dayandıkları öğretinin dilinin modasını ortadan kaldıracağına inanırlar.
Özellikle Kur’anın kendine özgü bir dille yazılmış olması Müslümanları bu
bakımdan çok daha bağnaz yapmaktadır. Hatta 1950‘li yıllarda insanları
ibadete çağıran ezanın Türkçe okunmasına karşı oluşan tepkiler yine bu
nedene dayanır.
Gerçi dini öğretilerin ya da kitapların özellikle Mezopotamya kültüründe
farklı bir dil ve farklı bir alfabe ile yazılması neredeyse bir kuraldı. Bu
Tevrat’ta ve İncil’de çok iyi bilinir; başlangıçta bulundukları ülkelerin dilinde
değil Aremice yazılmıştır. En ilginci de daha eski dönemlere ulaştığımızda,
kutsal kitapların dilini, ancak rahipler öğrenebilirlerdi; halka bu dili öğrenme
yasaklanmıştı. Çünkü rahipler bu kitapları böylece işlerine geldiği gibi
yorumlama ve halkı kandırma ya da sömürme yolunu bulmuşlardı. Vatikan,
İncil’i bin yıldan fazla bir süre halkın hiç anlamadığı Latince yazdırdı ve
Latince okutturdu. Başka bir dilden yazmayı yasakladı. Niye? Kendine göre
10
yorumlayarak halka kan kusturabilmek için. Ne zaman ki bir Alman rahip
Martin Luther İncil’i Almanca yazmaya kalkıştı; Kilise’nin de sömürü düzeni
bozuldu ve aydınlama dönemi başladı. Aradan binlerce yıl geçmiş olmasına
karşın değişen çok büyük bir şey olmadığını görüyoruz. Bizim kutsal
kitabımızı da her gün televizyona çıkıp, kutsal kitapta yazılı olan kelimeleri
özel sesleri çıkararak telaffuz edip, anlamını “güya” açıklıyorlar. Birinin
açıkladığını da bir başkası hiçbir zaman beğenmiyor. Türkçe okuyalım,
okutalım dendiğinde de tutucu kesim başta olmak üzere büyük bir tepki
doğuyor: Türkçeye çevrilince o uhrevi etkinliğini yitiriyormuş.
Anadildeki yeteneğin geliştirilmesi, bireylerin düşünce ve iletişim
yeteneklerini geliştirdiği için de çok önemlidir. Kural olarak dil yeteneği
gelişmemiş bir insanın, öğrenme, düşünme, yaratma ve iletişim kurma
yeteneği de sınırlı kalır. Dil, düşüncenin ifade edilmesinin tek yolu olduğuna
göre, dil bilgisi ile düşüncenin düzenli ve anlamlı ifadesi arasında doğrudan
bir ilişki vardır. Hızlı düşünmenin, kastedilenin tam anlaşılmasının yolu, yine,
dildeki kuralları iyi kullanmayla gerçekleşir. Dilin kelime olarak içeriğini iki
kısma ayırmak mümkündür. Birincisi günlük iletişimi sağlayan ve edebi ya
da sanatsal duyguları anlatmada kullanılanlar; diğeri ise teknik tanımlarda
kullanılanlardır. Birincisi toplumun geçmişten gelen sosyal ve edebi
yapısıyla; ikincisi ise toplumun teknik olarak yaratıcılık gücüyle ilgilidir.
Birincisi, kullanıldığı toplumun gereksinmelerine göre şu ya da bu şekilde
geliştirilmiştir. Öyle ki, Amerika Kızılderililerininin sadece bir dilinde
(Meksika’nın kuzeyindeki halklarda bile 292 çeşit dil olduğu belirlenmiş) ok
için 20, Arapların deve için 200, Eskimoların ise buzun çeşidini belirtebilmek
için en az 20 farklı kelimesi olduğu söylenir. Gereksinme duyulduğu için bu
kelimeler türetilmiştir. Teknik dilin zenginliği ise, ülkenin, teknik yaratıcılığıyla
ilgili olduğu için, birçok toplum bu çeşitlenmeye katkıda bulunmamıştır.
Türkiye yol ayırımındadır. Bu nedenle bu yazı kaleme alınmıştır.
11
Osmanlı döneminde sosyal gereksinmeleri karşılayacak tanımlar ve
sözcükler, uğraşılsaydı Türk diline dayalı olarak geliştirilebilirdi: ancak
Osmanlı’nın biidrak (anlama güçlüğü olan) dediği ve İstanbul’a 1915 yılına
kadar belirli bir sayının üstünde girmesi yasaklanan Türkmenler (bugünkü
geniş tanımıyla Türkler), en önemli sosyal işlevlerin geçtiği ve olanakların
bulunduğu belki de tek şehir olan İstanbul’a ulaşma şansını
yakalayamadılar. Yazılı eser üretemediler; dillerini sazla-sözle bugüne kadar
korumaya çalıştılar. Osmanlı gerek duyduğu sosyal tanım ve sözcükleri,
bizim dil ve gramer yapımıza hiç uymayan Farsça ve Arapçadan
karşılamaya kalkıştı. Ortaya sadece saraylıların ya da bu çevredeki sınırlı
sayıda insanın anlayabileceği Osmanlıca çıktı. Türk dili ahenk üzerine kurulu
olduğu için, halk Farsça ve Arapça bu kelimeleri benimseyemedi, benimsese
de doğru kullanamadı, telaffuz edemedi. Öğrenciliğim sırasında iki seslinin
bir araya geldiği kelimeleri, örneğin müddeiumumu ya da müteahhit
kelimesini doğru telaffuz eden halktan hiç kimseye rastlamadım. Ne zamanki
müddeiumumu savcı, müteahhit yüklenici oldu rahata kavuştuk.
Böyle bir zorluğu birçok ülke yaşadı, yaşıyor. Osmanlı döneminde bu
nedenle halk bir türlü aydınlamamadı. Bir İngiliz bu nedenle şöyle diyor:
Türkler Allahla Arapça, sevgilileri ile Farsça, Aileleri ile Türkçe
konuşuyorlar, bu nedenle iflah olmazlar. Dünyanın birçok ülkesinde
Atatürk gibi geçmişte birçok düşünür, aydın, dildeki çıkmazları görüyorlar,
önerileri oluyor; ancak bilinen en büyük dil devrimi Cumhuriyet
Türkiyesinde gerçekleşiyor. Örneğin Şekspir diyor ki "Bu ingilizce
gramerle biz adam olamayız; mendil yazarken her defasında sözlüğa
bakıyorum; öyle sözlüğe bakmadan yazabileceğimiz alfabeyi geliştirene
servetimi vasiyet ediyorum" diyor. Bunun üzerine 50 kadar harfi olacak
alfebeler yapılıyor. Ancak Şekspirin koşullarına uymadığı için bu ödülleri
12
bir türlü bugüne kadar kimse alamıyor. Bire bir yazılım getiren (okunduğu
ya da söylendiği gibi yazılan) Türkiye Cumhuriyeti harf devrimini, gericiler
bir türlü hazmedemiyor. Hâlbuki baba diyorsunuz, baba yazıyorsunuz,
ana diyorsunuz ana yazıyorsunuz. Hangi dilde bu kolaylık var? O
nedenle harf devriminde, yıllarca eski yazıyı öğrenemeyen insanlar, bir
iki gün içerisinde yazmayı okumayı öğrendiler.
1867 yılında İstanbul Üniversitesi'nde çeşitli disiplinleri kapsayacak
şekilde dersler verilmeye, yani gerçek bir üniversite eğitimine geçilince,
teknik tanımları karşılayacak hemen hemen hiçbir kelime bulunamamış;
dolayısıyla en kolay yoldan bu tanımların Fransızcaları alınarak kullanılmaya
başlanmıştır. Bu nedenle dilimizde sonu 'siyonla' biten anlamlı ya da
anlamsız birçok kelime bugüne kadar kullanılagelmiştir.
İlk Türkçe Lügat (sözlük) 1945 yılında çıkıyor. Bu sözlükteki yabancı
kökenli kelime sayısı %41; 2005 yılında çıkan 10. baskısında dahi 41 farklı
ülkeden alınmış yabancı kelimeler hala %24 oranında; hâlbuki 1927 tarihli
Resimli Kamus’ta ancak 27 farklı ülkeden kelime girmiş). İlk Türk dil
devriminin yapıldığı 1908 yılından bu yana özlediğimiz bir arılaşma
olmamıştır. 2005 Yılındaki bu sözlükte 4.000 yabancı kelime var; bunların 29
ülkeden gelmiş bilimsel kelimedir. Yaklaşık 1000 yıldır yakın ilişkide
olduğumuz Arapçadan 1083; buna karşın Fransızcadan 2305 kelime
girmiştir.
Birçok konuda en doğru teşhisi koyan genç Türkiye Cumhuriyeti ve bu
konuda ağırlığını ve etkisini unutamayacağımız Gazi Mustafa Kemal Paşa,
parasını cebinden vererek, iki nedenle Türk Dil Tarih Kurumu'nu (1932)
kurmuştur. Vakıf olarak kurulmuştur. Her kurum gibi sağ-sol çekişmeleri ile
çok değerli zamanı yitirmiştir. Elinde parasal olanak olmasına karşın,
beklenen kapsamlı ve mesleki sözlükleri, tarihsel sözlük ve gramer
13
kitaplarını, etimolojik sözlükleri (kelimelerin geldikleri kaynağa göre
sınıflayan), lehçeleri analiz eden kitapları tamamlayıp da yayınlayamamıştır.
En önemlisi bir kelimenin nasıl söyleneceğini (aynen bir müzik notasını
dünyanın her yerinde benzer şekilde çalma gibi, dilin evrensel kimlik
kazanabilmesi için) öğreten bir fonatik laboratuarı bile kuramamıştır. Ağızlar
arasındaki fark bilinmiyor. Hâlbuki Dil Tarih Kurumu çok önemli iki amaç için
kurulmuştu.
Bunlardan biri iletişimin daha etkili ve hızlı bir şekilde olabilmesi için,
dilde bir çeşit standartlaşmayı, dil yapımıza uygun Türkçe kelimelerin
olanaklar içinde yeniden kullanımını ve yeni gelişmeleri, daha doğrusu,
uygarlığın göz ardı edilemez bir sonucu olan teknik gereksinmeleri
karşılayacak kavram ve kelimelerin türetilmesini ya da yaratılmasını
sağlamaktı. Bu, genç Türkiye Cumhuriyeti için uygarlığa uzanan en önemli
köprülerden biri olmuştur. Cumhuriyet kurulurken, bayanlar arasında %03,
erkekler arasında %13 olan (bunların çoğu da sadece Kur’anı okumayla
yetinenlerdir) okuma oranı, bugün, %90'ların üzerine ulaşmıştır. Herhangi bir
simgeyle (alfabeyle) dillerin hemen hemen tümünde anlaşmak kuramsal
olarak mümkündür. Fakat o güne kadar kullanılagelen alfabenin, yani Arap
harflerinin bırakılıp, teknik dilini geliştirmiş toplumların yaygın olarak
kullandığı alfabenin (Latincenin) alınmasının altında da, bu uygarlığa uzanan
köprünün daha rahat kullanılmasını sağlama yatar. Nitekim bugün,
bilgisayar teknolojisinde, farklı simgeler kullanan Arapların ve hatta
Japonların karşılaştığı sorunlar küçümsenmeyecek boyutlardadır. Bu
devrim, 1980 yılında, Dil Kurumu'nun "hangi akla hizmet olduğu bir türlü
anlaşılamayan bir kararla" kapatılmasıyla noktalanmış ve böylece, ne yazık
ki yeni arayışların ortaya çıkmasına ve toplumsal kimliğin yitirilmesine zemin
hazırlanmıştır.
14
Bu kaldırma esasında bir gecede alınan bir kararla olmamıştır. 1960-
1970’li yılları bir hatırlayın. Dil Kurumunun ürettiği birçok sözcük, özellikle o
günün tutucularının alay konusu olmuştu. Milli Marşa “Ulusal Düttürü”,
arabaya “kendinden götürgeç” gibi bazen aslı olan bazen aslı astarı olmayan
kelimeler yakıştırılarak bu girişim baltalandı. Hatta bu kelimeleri kullananlar
komünist olarak adlandırıldı. Türk diline çok şey kazandırdığı söylenen
Ömer Asım Aksoy bizzat üniversitedekiler tarafından “o adam ermeni
kökenlidir” diyerek kendi mantıklarınca horlanmaya çalışıldı (o zaman birçok
Ermeni kökenli Türkçe şarkı besteleyenlerin eserlerini de dinlememiz
gerekir). Atatürk Üniversitesinde Amerika’da bilgisayar dili üzerinde eğitim
görmüş bir meslektaşımız derslerinde “İhtimaliyet” yerine “Olasılık” kullandı
diye kafası gözü malum kesim tarafından kırıldı. Bugün rahatlıkla
kullandığımız, olasılık (ihtimaliyet), olanak (imkân), koşul (şart), yasa
(kanun), evren (kainat), doğa (tabiat) gibi kelimeler bir kişinin kimliğini,
dünya görüşünü belirleyen tehlikeli kelimelerdi. 1980 ihtilalinde tümü öz
Türkçe olan 220 kelime bir tamimle yasaklandı (bunların içinde oğullarıma
vermiş olduğum Evren ve Doğa sözcükleri de vardı). Bir anlamda, benden
oğullarım Evren’in kâinat, Doğa’nın tabiat yapılması talep ediliyordu. Ancak
bu genelgeyi hazırlayanlar, darbeyi yapanın Kenan Evren olduğunu
düşünmemiş ve yaptıkları hatayı anlamış olmalılar ki, ikinci bir genelge ile
“evren” kelimesinin kullanılabileceği beyan edildi; böylece “tuluat” dediğimiz
gerçek bir orta oyununa şahit olduk. Bu genelgede yasa kelimesi de
yasaklanmıştı, onun yerine kanun kullanacaktık (galiba bu gün de geçerli);
ancak neden anayasa kelimesini kullandığımızı bugüne kadar kimse
çözemedi; halbu ki bu mantıkla onu da “Teşkilat-ı Esasiye” yapmalıydık.
Bu dönemlerde yazmış olduğum ilk biyoloji kitabımın adı “Yaşamın
Temel Kuralları” olduğu için ve öztürkçe yaşamın karşılığı Arapça hayat
olduğu için ve o günkü anayasa dilinde hayat kelimesi yazılı olduğu ve
yaşam yasaklandığı için, epeyi bir zorluk yaşamıştım. O dönemde hiç
15
kimseye “Yaşamak” kelimesinin Türkçe bir fiil olduğunu, “Yaşam”ın” da onun
isim hali olduğunu anlatamadım. Üniversitelerde bir dil komitesi kurularak
yazılan eserlerin dil bakımından Anayasamıza uygunluğu denetleniyordu
(benim üniversitemde bir nörolog olan Prof. Dr. Turgut Zileli bu görevi
üstlenmişti). O günlerde yazmış olduğum bin küsur sayfalık bir biyoloji
kitabının 130 küsur maddeden oluşan Anayasamıza uygunluğu aranmıştı.
Uygun görülmediği takdirde masraflar kişiden alınacak, kitap da imha
edilecekti. Bu kitap kişinin olanakları ile basılmış olsa dahi bu koşullar
geçerliydi. 1980 darbesi sadece devlete karşı yapılmış bir darbe değil, aynı
zamanda Türk Diline de yapılmış bir darbedir. Çünkü yapısı gereği çoğunluk
Arapça ve Farsçadan gelen kelimelerle yazılmış olan anayasa, böylece Türk
dilinin önünü kesmek için önemli bir neden olmuştur. Bu süreçte yaşanan
kargaşalıkta, Türkiye’yi Amerikan Prensleri dediğimiz kişiler idare etmeye
başlayınca, İngilizceye de yoğun bir ilgi başladı. Anaokulundan mezara
sloganı her yanı sardı. Böylece Türkçe’nin eritilme süreci, paramparça
edilmeye dönüştü. Bazen düşünüyorum, dünyada Türklere en düşman
bilinen ülkenin gizli servisi gelse ve Türkiye’yi yıkmak için girişimlerde
bulunsa; acaba bizimkiler gibi etkin bir plan yapabilir mi diye? Türkiye bu
durumlara bir rastlantı olarak gelmedi. Bu….ların yüzünden geldi.
1867 yılından 1982 yılına kadar geçen süre içerisinde, özellikle
Cumhuriyet Dönemini kapsayan dönemde, özlediğimiz kadar olmasa da,
artık birçoğumuzun ortak kullanabildiği bir bilim dili geliştirilmiş
bulunmaktaydı. Geçen 120 yıl boyunca güçlükle bilim dilini yaygın olarak
kullanmayı başaran Türkiye Cumhuriyeti, 1980'lerin başından beri, iki
anlamsız (ya da sinsi) tehlikenin etkisi altına girmiş durumdadır. Birincisi,
kendini aydın zanneden, sosyal olayların girdabından kendini kurtarıp da,
uygarlığın yönünü değiştirecek "fen bilimleri dediğimiz" konulardaki değişim
ve atılımlardan haberi olmayanların, hala insan hakları vs. gibi kavramların
maskesi ya da zırhı altında, "her etnik gruba kendi dilinden eğitim"
16
sloganıyla, yan çıktıkları ya da haklarını savunduklarını ileri sürdükleri
toplumları bile 120 yıl geriye iteleyecek bir eyleme girmiş olmalarıdır. Bu
etnik gruplar, eğer bu topraklar üzerinde birlikte yaşayacaksak, bilim dilini
geliştirmek için, yeniden bir 120 yıl daha mı harcasınlar?
Kaldı ki bütün bunların ekonomik bir hesabı da vardır. Sayıca belirli
büyüklüğe ulaşmamış toplumların (bu cümleden aynı dili konuşan
insanların) kendi bilimsel dilini ve yayınını geliştirmesinde zorluklar olacaktır.
Çünkü belirli bir dilde basılmış bir kitabın 5.000 adet satması ile bir milyon
adet satması açısından önemli fark vardır. 1.000.000 adet satan dildeki
yayınların, temel (hazırlık) harcamalarının düşük olması nedeniyle,
gelişmesi ve mükemmele gitmesi söz konusu olurken, az sayıda satanların
rekabete dayanma şansı olamayacağı için bir zaman sonra sahneden
uzaklaşacaklardır. Bu nedenle bir ülkede (keza bizim ülkemizde) bir dilden
ne kadar çok kişiye ulaşabilirseniz, gelecekteki başarı şansınız ve mücadele
gücünüz o kadar yüksek olacaktır. Eğer, siz onu, insancıl nedenlerle
dayandırarak, etnik dillere bölerseniz, her kesim de bundan önemli zarar
görecektir. Bu, bir anlamda, eldeki etkin olabilecek olanağın ya da
büyüklüğün, etkin olmayacak küçüklüklerdeki parçalara ayrılması demektir.
Ne yazı ki demokratik açılım vaveylası içerisinde bu önemli gerçek gözden
kaçacaktır.
Burada en önemli görevlerden biri de üniversitelere düşmektedir. Birinci
sınıf yayınlarını olabildiğince Türkçe yayınlayarak bu dilin gelişmesine
katkıda bulunabilirler. Ancak YÖK’ün son yıllarda uyguladığı politikalar
nedeniyle, sadece derleme ya da eften-püften bilgiler taşıyan yayınlar (hiç
bir yerde yayınlanma şansı olmayanlar) Türkçe yayınlanmaktadır. Bir ülke
böyle bir dil politikası ile kimliğini ve bütünlüğünü koruyamaz.
Fakat bundan sonraki başlıkta anlatılacak olan, Türk Dil Kurumu'nun
kuruluşundaki ikinci amaca yönelik asıl büyük tehlike, ne yazık ki, çok daha
17
değişik ve sinsi bir şekilde toplumu kemirmeye başlamıştır. Bu tehlike
eğitimin, gittikçe daha yaygın olarak yabancı dillerden alınan kelimelerle
yüklenmesi ya da tümüyle yabancı dilde yapılmaya başlaması ve özellikle
de 1980 yılından sonra yönetici olarak her gün medyada boy gösterenlerin,
entelektüel olmanın yolu bundan geçiyormuş gibi, her cümlelerinin içine, bir
yabancı kelime, tercihen İngilizce sıkıştırmaları olmuştur. Bütün tepkilere
karşın, hiç kimsenin değiştiremediği YÖK sistemi, ilk olarak, hizmet
götürdüğü toplum Türk, içinde yaşadıkları toplum Türk, öğrencileri Türk,
hocaları Türk olan Hacettepe Üniversitesi'nde İngilizce eğitime geçerek,
Türkiye'nin en iyi yetişmiş, büyük bir olasılıkla en zeki öğrencilerini buraya
çekmiştir. Bu öğrencilerin Türk diliyle yaptıkları ve yapacakları yayınların ve
yine bu öğrencilerin kaçının Türkiye'de hizmet gördüğünün incelenmesi son
derece ibret verici sonuçlar sergileyecektir. Türk insanının alın teri pahasına
okutmaya çalıştığı bu pırıl pırıl insanların, hangi milletlere hizmet verdiği acı
bir şekilde görülecektir. Aynı yolu izleyen, Ortadoğu, Bilkent, son
zamanlarda mantar gibi türeyen vakıf üniversitelerinin çoğundan ve diğer
üniversitelerin yüksek puanla öğrenci alan bölümlerinden mezun olanların
izlenmesi de çok çarpıcı sonuçlar verecektir... Paralı olarak bu tip
üniversitelere gidenler ya da yabancı dille eğitim yapan üniversiteleri tercih
edenler; zaman zaman “bir meslek sahibi olmasa bile bir dili olup, ondan
ekmek yer” gibi bir beklentiyle bu yerleri tercih ediyorlar. Bu ne demektir;
zaman ve imkân yitirilmesi. Eğer dil bilen bir insana ihtiyacınız varsa onu o
şekilde eğitirsiniz; kimya-fizik laboratuarlarında eğittikten sonra onu
çevirmen (tercüman) gibi kullanmanız en azından fizibil değildir. İnsanını bu
kadar savurganca kullanan başka bir ülke var mıdır acaba?
Bir zamanların çok gözde eğitim kurumu olan Robert Kolej'den,
Anadolu'yu hemen hemen karış karış gezmiş ve görmüş olmama karşın,
mezun tek kişiyle karşılaşmadım. Ne hikmetse, bu eğitimi alanlar,
Anadolu'nun kıraç kısmına uzanmaktan kaçınmış, birkaç büyük şehirde ya
18
da yurtdışında ülkelerine hizmet vermeyi yeğlemişlerdir! Anadolu ise,
aşağıladığımız Türkçe eğitim yapan okulların mezunları ile uygarlığa
ulaşmaya çalışmıştır, çalışmaktadır.
Burada bir hususu karıştırmamak gerekir. Dil öğrenmek başka şey, bir
dilin kişinin kimliğini yitirmesine neden olacak şekilde öğretilmesi başka
şeydir. Uygar bir insana en az bir yabancı dil gereklidir. Bu, eğitim sürecinde
kazandırılması gereken genel bir kültür olarak algılanmalıdır. Fakat Siz, dili,
bir kültürün aşılanması şeklinde öğretmeye başlarsanız, bir zaman sonra, o
kişi, kendi toplumu içerisinde yaşasa dahi, öğrendiği dilin ait olduğu
toplumun davranış şeklini göstermeye başlar ve ilk olarak çevresindeki
insanların giyim kuşamından tutun, yılların birikimi olan sanat anlayışlarına
varıncaya kadar içinde yaşadığı toplumun değerlerini (örneğin müziğini)
yadırgamaya başlar ve sonuçta topluma, hatta geleneksel ya da tutucu bir
aileden gelmişse, ailesine yabancılaşır. Sonuçta, kendini huzurlu
hissedemez ya bunalıma itilir ya da biyolojik yapının gereği olarak, kendini
daha rahat hissettiği toplumlara sürüklenmek zorunda kalır.
Türkçede devrim ya da yenilenme derken, başka bir hataya da
düşmemek gerekir. Osmanlıcanın devşirme dilini halkın benimseyemediği
bir gerçek. Ancak bu dili bugün göz ardı ederek de bir yere gidemeyiz.
Çünkü belgeler en azından bu alfabe ve dil yapısı ile yazılmıştır.
Geçmişimizi anlayabilmek ve geleceği doğru tanı koyabilmek için bu
belgeleri normal eğitimli her Türk vatandaşının da okuyor olması gerekir. Bu
nedenle sadece üniversitelerin birkaç bölümünde değil, çok yaygın olarak
(genel kültür olarak) bu alfabenin okunabilmesinin ve Osmanlıcanın en az
mealen de olsa anlayacak kadar öğretilmesi gerekir.
Türk Dil Kurumu'nun kurulmasının ve Türk Dilinin yaygınlaştırılmaya
çalışılmasının en büyük ikinci amacı, dil birliğinin kurulmasıydı. Bu satırların
yazarı, biyologdur; fakat özel bir şekilde evrim ve antropolojik sorunlarla da
19
ilgilenmektedir. Dolayısıyla ırk kavramının hangi bilimsel temeller üzerine
oturtulduğunu bilmektedir. Yazının başında daha ayrıntılı açıklandığı gibi,
geçen jeolojik zamanlardaki zoocoğrafik olayların oluşum tarzı nedeniyle
"Türk" diye nitelediğimiz ırkın, morfolojik yapı itibariyle bir birlik göstermediği,
çok değişik ırk ya da alt ırk gruplarından oluştuğu söylenebilir. "Türk Irkı"
kavramı, özünde, dünyada kendine özgü bir dil (gramer) yapısı itibariyle bir
birliğe verilen ad olduğu açık bir şekilde vurgulanmıştır. Bir Özbek, bir
Kazak, bir Azeri, farklı iki ırk grubundan olan insanların benzerliğinden daha
çok birbirine benzememektedir. Bu insanlar birbirlerine, dillerinin ortak yapısı
nedeniyle yakınlık ve sempati duyarlar. Dil, bu insanları birleştiren
çimentodur. Bu nedenle her kim ki bu “gönül” birliğini yıkmak isterse, o
zaman, dil birliğini yıkmayla işe başlamalıdır. Nitekim 1915 yılına kadar
İstanbul'daki nüfusun %40'ından daha fazlasının Türk olmasını yasaklayan,
Türkmen ile düşmanı aynı değerlendiren Osmanlı, Türk Dili'nin gelişmemesi
için her şeyi yapmıştır. Türkçe ilkel bir dil olarak kabul edilmiş; Farsça ve
Arapça kültür dili olarak benimsenmiştir. Türk ırkı bu çimentonun
sağlamlaşması için, çok değerli bir 600 yılı yitirmiştir. Bugün koskoca bir
imparatorluktan, çocuklarımıza okutacağımız tek bir roman, tek bir öykü dahi
kalmamıştır.
Birinci Tanzimatta ilk defa gazete çıkarılınca, Osmanlıcanın yaptığı
tahribat da anlaşılıyor. Çünkü gazeteyi okuyup da anlayacak sadece bir
avuç insan bulanabiliyor. Böylece ekonomik nedenlerden dolayı bir
zamanlar beğenilmeyen halk dilini de gözönüne alan dil devrimi yapılmak
zorunda kalanıyor.
Bırakın teknik terimlerin geliştirilmesini, bugün Afrika yerlilerinin dahi
çevresindeki bitki ve hayvanlara taktıkları yöresel adlar, bu
imparatorluğunkinden kat be kat çoktur. Bu topraklar üzerinde yaşayan
yaklaşık 10.000 bitki türünden, ancak, yaklaşık 350 kadarına (bunların da en
20
az 200'ü Arapça ve Farsçadan devşirilmiş ya da türetilmiştir), 80.000 hayvan
türünden, ancak, yaklaşık 400 türüne (bunların da en az 200 tanesi Arapça
ve Farsçadan devşirilmiş ya da türetilmiştir) ad verilebilmiştir. Bu adların
birçoğu da, yine dil birliği tam oluşturulamadığı için, her yörede, farklı
canlıları işaret ederek kullanılmaktadır.
Birçok alanda olduğu gibi, insanları en çok ilgilendiren, en eski
uygulamalı iki alanda, yani, tıp ve hukuk alanında, en azından temel eğitim
ve kavramlara yönelik uygun bir iletişim dilinin geliştirilememesi, sade
vatandaşın, bu kurumlarda ya da bu meslek sahiplerinin yanında, sanki
farklı bir âlemin çocuğuymuş gibi yabancı kalmasına neden olmakta ve
doğal olarak da bilinçlenmekte, haklarını aramada ya da başkalarının
haklarına saygı göstermede yetersiz kalmaktadır. Sadece bu kavramlara
aşina ya da hâkim olmaları nedeniyle, birçok insan (açıkgöz), diğerlerinin
üzerinde çağdışı bir çıkar hâkimiyeti kurmaktadır.
Hiçbir dil yabancı kökenli kelimelerin ya da eskiye ait olduğu
düşünülen kelimelerin (sadeleştirme gerekçe gösterilip) ayıklanması ile
gelişemez; ya bu kelimelerin yerine yenilerinin korunması gerekir ya da
yeni durumları tanımlayan kelimeler üretilerek geliştirilebilir.
Türkçenin temel 3.000 kelimesine, Türkçede mevcut yüz küsur ekin
ilavesiyle birçok kelime üretme olanağı vardır. Bu sayının 450.000 kadar
olabileceği; ses uyumundan dolayı 150.000 kadarının kullanılamayacağı ve
bu nedenle Türkçe ses uyumuna uygun en az 300.000 kelimenin
türetilebileceği gözönüne alınırsa, Türkçenin bilim dili olmaması için hiçbir
neden yoktur. Yeter ki bu bilince ulaşılmış olsun ve gerekli kurumlar, politik
değil, yetenekli ve bu davaya inanmış insanlarla desteklenmiş olsun.
Hâlbuki bugün Türkçede, türetilmiş tüm kelimelerle birlikte bu sayının
30.000 kadar olduğu varsayılmaktadır.
21
Türkçenin bilim dili olamayacağını ileri sürenlere bu dilin yetkinliğini
anlatabilmem için bir örnek vermek istiyorum. Üretilmeye yatkın bir dil bilim
dili için uygundur. Eğer bu güne kadar bu yetkinliği anlayıp da dilinizi
geliştirememişseniz, bu kusur dilde değil sizin yeteneksizliğinizden ya da
ilgisizliğinizdendir; ilk olarak kendinize bakın derim…
Farsça kökenli olup da dilimize yerleşen (kökeni konusunda beni
uyaran Prof. Dr. O Yavuz Ataman’a teşekkürlerimle) “Can” kelimesini
türetmeye başlarsak, anlamı tamamen birbirinden farklı olan onlarca
kelime oluşturabiliriz: Can atmak (çok istemek), canından bezmek (iyice
bezmek), canhıraş (büyük bir talaş ve heyecan içinde), canımın içi
(sevgilim), can suyu (bitki dikiminde verilen ilk su), can borcu (çok büyük
bir minnet duyma), canı çıkmak (yorulmak, ölmek), can vermek (yaşatmak,
yeniden ümitle doldurmak), canına ezan okutmak (rahmet dilimek), can
pazarı (herkesin canını kurtarmaya çalıştığı tehlikeli bir durum); canı aziz
ya da canı kıymetli (canını sıkmayan), canı sıkılmak (sıkılmak), canını
üzmek (bir şeye kederlenmek), canına tak etmek (bezmek), can derdine
düşmük (büyük bir sorunu olmak), yanlış bir kullanım da olsa canbaz
(normalde cambaz olması gerekir) (ipte numara yapan kişi, her türlü oyunu
oynayan kişi), can simidi (boğulmadan kurtaran mantar; bir şeye derman
olma), canlandırma (diriltme, hayalde de olsa tanımlama), cancağızım
(sevdiğim), can yoldaşı (eş ya da bir işte güvenilen biri), cansiperane
(elinden geldiğince), cancana (gönül gönüle), can(lar) (özellikle Alevilikte
insan), canik (sevgili), canla başla (elinden geldiğince), canım (sevdiğim),
canı cehenneme (defol), canı yanma (acıma), canına değme (birisine feda
olsun), canına gitme (birinin ruhuna adama), canını tehlikeye atma (riske
girme), canı çekme (arzu etme), iki canlı (hamile), mal canlı (çıkarcı, cimri),
mercan (bir hayvan), tez can (hızlı hareket eden), cankurtaran (acil sağlık
arabası, yollarda yardım istasyonu); yer isimlerine de takı yapılarak
22
kullanılır (Tercan, Mercan, Erzincan gibi), isim takısı olarak da kullanılır
(Sercan, Alican, Tezcan), Ercan gibi) ve sizin ekleyebileceğin daha
onlarcası…
Her alanda, kavramsal olarak bir patlama döneminin yaşandığı bu
yüzyılda, eğer yetişecek gençler, bu kavramları başka dillerin kelimeleriyle
kullanma alışkanlığını kazanırlarsa, bir zaman sonra kendi dillerinin
yetersizliğine ve sonunda da gereksizliliğine inanacaklardır. Türkiye'de
"aydın tavrı içerisinde geçinen bir takım insanların, son zamanların moda
deyimi ile bazı entellerin kötü örnek oluşturması" ve "Milli Eğitim
Politikasının yeteneksiz ve özellikle çağdışı kişilerce yönlendirmesi sonucu"
bu saplantıya sürüklenenlerin sayısı, her gün biraz daha artmaktadır.
İşlenen her dil gelişir. Ancak bazı diller yapısı itibariyle
geliştirilmeye daha yatkındır; bazılarında daha kolay olabilir.
Bilebildiğimiz kadarıyla dilbilimciler Türkçeyi en kolay geliştirilebilecek dil
gruplarının içinde görüyorlar. Eğer bu güne kadar istenen düzeyde
geliştirilememişse, kusuru dilde değil, bilimsel dile geliştirmek
yükümlülüğünde olan benim ve bizim gibi öğretim üyelerinin çalıştığı
kurumların ya da bu kurumları eşgüdümleşmekle yükümlü olan Yüksek
Öğretim Kurumu gibi kurumlarda aramak gerekiyor.
Osmanlı'nın bilinçli olarak yaptığı bu engelleme, ne yazık ki, özellikle
1980 yılından sonra, hem de Türk Milliyetçiliğine sahip çıktığını söyleyenler
tarafından yeniden uygulamaya sokulmuştur. Bir zamanlar Kıbrıs için, hangi
görüşten olursa olsun, yollara dökülen gençliğin, bugün, Türklerin Avrupa'da
ve Asya'da aşağılanmasına, hakarete uğramasına tepki göstermemeleri, bu
uygulamanın sonuçlarından başka bir şey değildir. Dini eğitim tüm
etkinliğiyle sürdürüldüğü için, bu hakaretlere, ancak bir nebze, din
dayanışması içerisinde – cuma namazlarından sonra- tepki gösterilmektedir.
23
Bütün bu anlatılanlardan şu sonucun çıkarılması da sakıncalıdır: Eğer
bir bayrak altında toplanmış bir toplum varsa, bu toplumun tüm grupları,
ayrıcalıksız, anadili olarak aynı dili, yani resmi dili konuşmalıdır yargısı. Bu
hem olanaksızdır; hem de kültürel çeşitliliği azalttığı için, insanlık adına
yanlıştır da. Her dil bir kökene dayandığı için, insanlığın bir çeşit mirasıdır;
korunmalıdır; hatta geliştirilmesi için zemin hazırlanmalıdır. Fakat daha
sonra anlatacağımız diğer kimlik öğelerini ortak olarak paylaşan gruplar
(yani aynı şeye sevinen aynı şeye üzülen; sosyal davranış bakımından
benzer olanlar), dil farklılıkları ne olursa olsun, yaygın ve bilimsel olarak
daha gelişmiş ve tarihsel gelişimi bakımından ortaklığa daha yatkın olan dili,
ortak –resmi- dil seçerek anlaşmalıdırlar. Türkiye'deki durum da bu
olmalıdır. Diğer diller bölgesel olarak kullanılabilmelidir.
Eğer TRT’nin, son zamanlarda TRT-6 aracılığıyla başlattığı etnik
dillerdeki yayın politikası, dil zenginliğinin yitirilmemesi ve insanların kendi
ana dillerinde bir şeyleri dinleme ya da ana dillerini geliştirme amacıyla
yapılmış ise saygı duyulmalıdır. Yok, eğer bu yayınlar bu ülke içerisinde dil
birliğine dayalı başka bir ülkü birliğini yaratmaya yönelik yapılacaksa, bu ne
etnik gruplara ne de Türk devletine yarar sağlamayacaktır. Bölünme,
yutulmaya hazırlık demektir. Kaldı ki 80 yıldan bu yana bir çeşit zorunlu
Türkçe eğitimi ile halkımıza hala bu dili yeterince öğretememişsek ya bu
halkta ya da bu eğitim sisteminde ya da uygulanan politikada bir hata var
demektir. Özellikle son 30 yılda her evde bulunan televizyondan sonra hala
bu dili konuşamayan bir kesim varsa, bu, üzerinde ciddiyetle durulması
gereken bir husustur.
Bu ülkenin bütünlüğünü sürdürmek istiyorsak, bizim dışımızdaki Türkçe
gramerle konuşan ülkeleri ve toplulukları bir araya toplayarak küresel bir
birlik ve ekonomik-siyasi güç oluşturmak istiyorsak, dilimizi geliştirmenin ve
24
yaygınlaştırmanın en kısa ve hızlı bir şekilde yolunu aramamız gerekecektir.
Türkçe yayınların ve belgesellerin yaygınlaştırılması ilk adım olabilir.
1988 yılında Sovyetler Birliği parçalanınca, yeni kurulan Türki
Cumhuriyetler Türkiye’den Türkçe kullanılmış daktilo ve Türkçe yazılı basılı
eser talebinde bulundular. Türkiye, bu desteği yapacağına, bu ülkelere
Suudi Arabistan desteğiyle yüz binlerce Kur’an göndermeyi yeğledi. Bugün
ne yazık ki bu ülkeler bizim kullandığımız alfabeyi kullanmıyorlar. Türkiye
tarihi bir fırsatı böylece kaçırdı. Hoş ya, Türkler de artık kendi
anavatanlarında (Anadolu’da) Türkçe Klavye (F klavye) kullanmıyorlar;
silikleşme neyle başlayacak; ilk olarak diliyle.
Dil devrimi yapılırken, Atatürk’ün çeşitli konularda 5000 sayfa kitabı
okutturarak orada geçen harfleri saydırarak ve en çok kullanılan harfi 10
parmak daktilo yazan birisi için en güçlü parmağa, ikinci en çok geçen harfi
en güçlü ikinci parmağa gelecek şekilde tuşları yerleştirerek, F klavye’yi
ortaya çıkardığı söylenir (bunu kanıtlayacak bilgi bulunamamıştır).
Ancak F klavyenin (buna Türk Klavyesi diyelim) bulunuş öyküsü belgeli
olarak başka bir kişinin gayreti sonucu gerçekleşmiştir. Bunu biraz daha
ayrıntılı anlatmamız gerikiyor. Çünkü milli değerlerimize nasıl sahip
çıkamadığımızın da bir anlatımıdır:
F klavyenin yaratıcısı Sıtkı Yener adlı bir uzmanmış (Meliha Okur,2
Ocak 2011, Sabah Gazetesi, 14’cü sayfa). Konu üzerinde 10 yıl çalışmış.
10.000 Türkçe kelimeyi etimolojik olarak incelemiş. 184 bin sesli ve
sessiz harfin kullanım sıklığına bakmış (o zaman bilgisayar olmadığını da
düşünün). Parmakların ergonomisini optimize etmiş ve F klavyeyi
tasarlayarak 1955’te dünyayı F klavyeyle tanıştırmış.
Sayın Sıtkı Yener, aynı zamanda daktiloyla dünya hızlı yazı yazma
rekortmeniymiş. Bu güne kadar hiçbir İngiliz ve Amerikalı ana dilinde Q
25
klavyeyle dünya şampiyonu olmamış. Türkler ise F klavye sayesinde 59
kez şampiyon olmuş. Bunlardan 25’nde de dünya rekorunu kırmış.
F klavyenin 1955’den bu yana bize sağladığı yararlara bir göz
atarsak durumun önemini daha iyi anlamış olacağız:
• F klavye ile yazanlar, Q klavye ile yazanlardan 2-3 kat daha hızlı
yazabiliyor.
• Q klavyere sesli ve sessiz harflerin gelişigüzel sıralanması, sağ ve sol
elin ritmik kullanılmasını olumsuz etkiliyor.
• Ortalama bir süratle yazan bir F klavye kullanıcısı saniyede 3-4 vuruş
yapıyor.
• Q klavyede parmakların en rahat ulaşabileceği orta yatay ve orta
dikey sınırdaki parmakların kullanım sıklığı yüzde 76, F klavyede ise
oran %86.
• F Klavye ile yazanlar anlayarak yazabiliyor; yazarken anlayabiliyor,
konuyu öğrenebiliyor.
• F klavye, Türkçe dışında İngilizce, Fransızca gibi Latin dillerinde de
hızlı yazı yazmayı sağlıyor.
Böylece, F klavye kullanarak girdiğimiz dünya daktilograf
yarışmalarında hemen hemen hep birinci olduk. Ne zaman ki Q klavye’ye
geçtik, yazma verimimiz en az %30 azaldı.
Neresinden bakarsak bakalım bir şeyler eğri ya da çarpık gidiyor. Bu
ülkeyi aydınlatmak için kurulmuş iki önemli kurumun TÜBİTAK’ın ve YÖK’ün
başkanları bir zamanlar “Türk Dili bilim dili olamaz diye” beyanatlar verdiler.
Bir insanın kendi diline güvenmemesi ne kadar acı. Bununla da kalınmadı,
YÖK, atama ölçütlerinde yabancı dille yazılmış eserleri ön plana aldı, en
düşük puanları Türkçe yazılmış olanlara verdi. Böylece Türk toplumu kendi
dilinde olabilecek en hızlı şekilde bilimsel aydınlanma olanağını yitirdi.
26
TÜBİTAK, çeşitli konularda bugüne kadar Türkçe olarak derli toplu çıkarılan
dergilerini (DOĞA), Türkçesi olmadan, İngilizce çıkarmaya başladı. Çünkü
yaptıklarımızı bizim değil başkalarının kullanması ve takdir etmesi
gerekiyor… Hâlbuki bugün, dünyada, neredeyse 200-300 milyon (Türk Dil
ve Tarih Kurumu başkanına göre 220 milyon) Türkçe okuyabilecek bir insan
kitlesi bulunmaktadır. Bu insanlara ulaşma değil de, Amerika’nın bilmem ne
unvanlı kişisinin takdirini kazanma çabasının anlamı nedir? Kendi kendimizi
yok ediyoruz… Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan ve birkaç milyonluk
ülkelerin kendi dilinde büyük yayın faaliyetlerine girmesi akıllıca sayılmaz;
çünkü maliyetleri düşürecek yeterli okuyucu kitlesini bulamaz. Ancak Türkçe
dilinin böyle bir çıkmazı yoktur. Yeterli okuyucunuz hazır.
Tuzağa düşmeyin, geçmişe bir göz atın
Sultan İkinci Abdülhamit çok zeki bir insandı. Meşrutiyetin ilanını hiç
bir zaman olumlu bakmamıştı. Ancak, Osmanlıyı içten parçalamak
isteyen güçler, azınlık yardakçıları ve batı hayranı yeni Osmanlıcılar,
Osmanlı İmparatorluğunun çağdışı yönetimini fırsat bilerek Meşrutiyet
ilanı için zorlamaya başlamıştılar. Bunun lokomotifini de Serasker (Genel
Kurmay Başkanı) Hüseyin Avni Paşa ve gizli yönlendirici Ahmed Şefik
Midhat Paşa’dır. Ancak Sultan İkinci Abdülhamit başa geçtiğinde ipler
elinde değildi; çünkü görünmez padişah Ahmed Şefik Midhat Paşa’ydı.
Zorunlu olarak 1876 yılında Meşrutiyet’i ilan ediyor. 23 Aralı 1876 yılında
ilk anayasa (Kanun-u Esasi) yapılıyor. Sırbistan ve Karadağ özgürlük
istiyor. Sırbistan ve Karadağ sorununu görüşmek üzere İstanbul’da
Avrupa ülkelerinin toplandığı gün, Avrupa’yı kandırabilmek için anayasa
ilan ediliyor. Yabancılar kanmıyor; özellikle Rus delegasyonu “devam
edelim, bunların yaptıkları çocukça işler” diyor. Osmanlının manevrası
boşa çıkıyor.
27
Anayasada resmi dil Türkçedir deniyor ve Mecliste Türkçe
konuşulması zorunlu kılınıyor. Gayri Müslimler şiddetle karşı koyuyorlar.
Hatta yıllarca padişahın en yakınında yer alan ve paşalık unvanı verilen
–bugünkü moda söylemle- azınlık kökenli; ancak Müslüman yöneticiler
bile bu dil ayrılığını gizli gizli ya da açıktan kaşıyorlar. Eldeki bilgiler, bu
dil dayatmasının halkın bizzat kendisinden değil, Osmanlı topraklarına
göz dikmiş bugünkü stratejik ortaklarımız olarak sunulan ezeli
düşmanlarımızın tezgâhlamasından kaynaklandığını göstermektedir.
Sonuçta Meclis Başkanı Ahmet Paşa “bilmiyorsanız 4 yıl sonra seçim
var; öğrenir gelirsiniz diyerek” konuyu bağlıyor.
Eğinli Said Paşa Türkçenin resmi dil olması için büyük çaba sarf
ediyor ve diretiyor. Anayasaya resmi dil teriminin girmesinin altında
büyük bir tuzak yattığını anlayarak, bunun anayasadan çıkarılmasını
sağlıyor.
Dil tartışması burada sonlanmıyor. Arnavutlar kendi dillerinden
hutbe okunmasını talep edince Sultan 2. Abdülhamit bunu hemen ret
ediyor. Alışılageldiği gibi hutbenin Arapça verilmesini emrediyor.
Osmanlıda da hutbeler Arapça verilmiştir. Çünkü Osmanlı döneminde
imparatorluğu bir arada tutan gücün din ve dinin dili olan Arapça’yı da bu
birliğin simgesi olarak görüyordu. Dolaylısıyla hutbeleri Arapça
okutuyordu. Sultan 2. Abdülhamit’in dildeki bu kaymaya “imparatorluk
sadece bu nedenle bile parçalanabilir kaygısıyla” izin vermiyor.
Sultan 2. Abdülhamid’in o gün gördüğünü ne yazık ki bugünkü
yöneticilerimiz göremiyor ya da görmek istemiyor. O gün bu tuzağa
düşenlerin benzerleri, farklı isimlerle bugün aynı rolleri üstlenmiş
görünüyorlar.
Osmanlı da Türkiye Cumhuriyeti de yaptıklarının cezasını çekiyor
28
Osmanlıda doğru dürüst bir Türçe eğitiminin verilmediği biliniyor.
Bırakın eğitimi, Farsça, Arapça, daha sonra Fransızca ve sonunda
Almanca dilini konuşanlar baş tacı ediliyor. Türkçe konuşanlar
aşağılanıyor (bugün de dolaylı olarak öyle). Cumhuriyet kurulduğunda
Türkçe okuyup yazanların oranı bu ihmali apaçık gösteriyor. Anadolu’da
bile insanlar bir dille anlaşamıyorlar.
Cumhuriyet kuruldu, aradan 85 yıl geçti; hala 5 milyon insan resmi
dilde derdini anlatamıyor; resmi dilde istediği bilgiye ulaşamıyor. Bu nasıl
bir ihmal bu ne biçim ihanettir. Bizimle birlikte iç içe yaşamış bu insanları
–bu kadar süre geçmesine karşın resmi dili niye öğrenmedin diye- sürekli
suçluyoruz; ancak bize düşen hatayı görmemezlikten geliyoruz. 1979
yılında Hakkâri’ye bir araştırmaya gittiğimde, bir ay süreyle bırakın
görüntülü Türkçe yayınları (televizyonu), hiçbir Türkçe radyonun (TRT’nin
bile) doğru dürüst bu ilde dinlenemedeğini hayretler için de gözledim.
Halk sadece Arapça (belki de Kürtçe) radyoları dinliyordu. Bir radyo
istasyonu kurma, 1950 yılından bu yana yönetimde bulunmuş
politikacıların, bir günde ahbablarına bankalardan çektikleri peşkeşten
kat be kat daha az olduğunu söylersek şaşırmayın. Ancak yarım yüzyıldır
bizi yöneten siyasiler bugünkü gelinen noktayı hesaplayamayacak kadar
çapsızdılar.
Halkının önemli bir kısmı yaşamı boyunca tek bir kitabı okumamış,
bir yol sorduğunuzda bile tarif edemeyecek ve ağzına bir mikrofon
uzattığınızda düşündüğünü düzgün cümlelerle anlatamayacak kadar dil
eğitiminden yoksun, kendi yöresel şivesinin yanı sıra bir türlü bir ülkenin
bütünlüğünü sağlayacak ortak dil vurgusunu öğrenememiş; en kötüsü de
neredeyse bir yüzyıl geçmesine karşın, bir türlü resmi dili konuşamayan
milyonlarca insanı barındıran bir topluluk olarak ikibinlili yıllara girdek.
Kendi dilini bile tam öğrenme gibi bir çabası olmayan bu insanlardan
29
başka dilleri ya da şiveleri öğrenmesini beklemek zaten hayaldı. Ne
zaman bu isteği duyabilirdi? Bütün bu insanları düzenli bir eğitimden
geçericek olanağı yaratmadığınıza göre, onları ortak bir dil etrafında
birleştirmenin yolu görsel ya da basılı yayınlar ile onların ilgisini çekerek
bunu başarma şeklinde olabilirdi. Türkiye Cumhuriyeti bunu yapmadı
(yapamadı diyemiyorum; çünkü çok pahalı bir yatırım değildi).
Ana dili Türkçe olmayan bu insanlar durup dururken niye Türkçeyi
öğresinler? İzleyecekleri görsel ve yazılı yayınlar yoktu ya da yeterli
değildi. Sağlık, ekonomi, tarım, hobi ve birçok konuda merak edecekleri
şeyleri okuyacak, derdine deva olacak şeyleri okuyabilecekleri Türkçe
kaynaklar yoktu; yazılan birkaç kitap da zaten buralara yeterince
ulaştıralamamıştı. Gazeteler en erken buralara 3 gün sonra
ulaşabiliyordu ve kötüsü de belirli gazeteleri okuyanlar belirli bir siyasi
partinin adamı olarak damgalanarak devlet katında işleri zorlaştırılıyordu.
Gazetelerin konuları da buradaki insanın ilgi alanına girmiyordu; büyük
bir kısmında, batı hayranı, kendi kültüründen kopmuş insanların sapık ya
da buradaki insanların yaşam tarzına ters düşen ilişkilerini renkli
fotoğraflarla veren konular işleniyordu. Çocuklarına “gazete okuma
ahlakın bozulur gibi” nasihatlar veriliyordu.
Bu insanlar sadece İstiklal Marşını ve Türküm Doğruyum Andını
söylemeyle –askerde biraz da sopayla- bu dili öğrenemezlerdi,
sevemezlerdi. Biz önce Farscayı, Arapçayı, Fransızcayı, sonra
Almancayı ve daha sonra İngilizceyi keyf olsun diye mi öğrendik?
Bunların hepsi bir ihtiyaçtan doğdu. Ya edebiyatına ya teknolojisine ve
bilimine ulaşabilmek için ya da diplomatik ilişkileri daha sağlıklı
yürütebilmek için bir dilleri öğrenmeye çalıştık. Gereksinme zorunluluğu
da doğurur.
30
Biz insanımızın gereksinmesini resmi dille karşılayacak ve bu dili
öğrendiğinde önemli ekonomik ve sosyal kazançları olacak şekilde alt
yapıyı hazırlamayamadık ki bu insanlar kendilerini resmi dili öğrenme
zorunluluğunu duysunlar.
Batı hayranı ve toplum ve Türklük bilincinden yoksun bir kesim,
1982 yılından bu yana yasal yetkileri de ele geçirince, özellikle YÖK
uygulamaları ile Türk dilinin dibine kiprit suyu döküldü. O güne kadar
yönetimler çeşitli ihmaller ya da bilinçsizlik ya da beceriksizlikleri
nedeniyle Türkçe dilini evrensel ya da ulusal bir dil haline, özellikle bilim
diline çeviremeyince, 1980 darbesinin arkasına sığınmış güçlerin de
devre girmesiyle, çareyi yabancı dillerde özellikle İngilizcede aramaya
başladı. Anaokulundan mezara İngilizce sloganı eğitimimizin orta direği
oldu.
O güne kadar “belki” diye umutla bekleyen anadili farklı; ancak bu
topluluğun ayrılmaz parçası olan insanlar, açıkçası Kürtler başta olmak
üzere birçok farklı grup, kendi dillerinde eğitim için harekete geçtiler.
Çünkü kendi dilinde ümidini yitirmiş ve yabancı dile sarılmış –bilimsel
değerlendirmelerini yabancı dillerle yapanları ön plana geçirmiş- bir
Cumhuriyetin resmi dilinin öğrenilmesinin bir önemi kalmamıştı. Onun
yerine kendi dillerini ve olanak bulursa bağlı oldukları Cumhuriyetin
yaptığı gibi yabancı bir dili, tercihan İngilizceyi öğrenirlerse daha karlı
çıkacaklarını anlayınca, haklı olarak kendi ana dilimızda eğitim diye
diretmeye başladılar. Kışkırtmalarla desteklenen bu istek sonunda
ayrılıkçı teröre doğru ülkeyi sürüklemeye başladı.
Türkiye Cumhuriyeti ne önlem aldı? Buradaki binbir sorunun
çözümünü basit bir Türkçe (yazılı ya da sözlü) anlatımla çözmeye
çalışarak ihtiyaç yaratmayı beklerdiniz. İnsanların ihtiyaçlarını ve
sorunlarını giderebilmek ve yaşam kalitesini yükseltebilmek için Türkçe
31
kaynaklara gereksinme duyacak düzenlemeleri beklerdiniz. Öyle olmadı.
Bu sefer de her kanalda, en çok izlenen saatlerde, Güneydoğunun ilkel
feodal ilişkilerini konu edinmiş sayısız diziyi gündeme sokarak bu sorunu
gidermeye çalışıyoruz.
Bunun tersini niye düşünmüyoruz? Eğer bu güne kadar bu insanlara
resmi dilimizi öğretemedikse biz niye bu insanların dilini resmi dil gibi
öğrenmiyoruz, öğretmiyoruz? Bunu yapmıyoruz, yapamıyoruz. Çünkü biraz
önce anlatılan ihtiyaç meselesi, bizim için de geçerli. Kürtçeyi öğrenip de ne
yapacağız? Ekonomimize mi, bilimimize mi, sosyal yaşantımıza mı önemli
katkılar getirecek? Buna, ana dili Kürtçe olan ve düzgün düşünen her insan
bile “hiçbirine” diye yanıt verecektir. Olsa olsa müzikal bir dil olan Kürtçe
türkülerin sözlerini anlamaya yarayabilir.
Bu topraklarda yaşayan ve anadili farklı olan her grubun dili, üzerinde
çalışılsaydı, geliştirilseyde dünya ve bilim dili olabilirdi. Olmadı. Şu ya da bu
şekilde geliştirilemedi (şu anda suçlu arayacak zamanımız da kalmadı).
Türkçede israr etmemizin nedeni, bilim diline en çok yaklaşan ve yaklaşık
100 yıldan beri üzerinde yine de çalışılan dil Türkçe olduğu için, ortak dil
olarak kullanılması önerilmektedir. Eğer bu topraklar üzerinde konuşulan her
dili, ortak dil ya da resmi dil gibi geliştirmeye kalkışırsak, zamana karşı
yarışılan bu dünyada emin olununuz ki hepimiz ancak nal toplayabiliriz.
Ben, Osmanlıdan kötü bir miras alan Anadolu insanının, son yarım
yüzyıldır özellikle de son çeyrek yüzyıldır sinsi sinsi dili üzerinde oynanan
oyunlara rağmen, bu önemli sorunun üstesinden geleceğine inanıyorum.
Kendi benliğini özümsemiş, becerikli ve akıllı yönetimlerle bu toprakların
insanının, yakın bir gelecekte, resmi dilimizde dünya edebiyatına, sanatına,
bilimine katkılarda bulunacağını; kendi resmi dilimizle Orta Avrupa’dan Çin’e
sorunsuz seyahat edeceğimize ve dünyanın her yöresinde açıklayıcı
32
tabelalarda ve el kitaplarında resmi dilimizin yer alacağına inanıyorum.
Yeter ki Türçe yazın Türkçe konuşun.
Ali Demirsoy sen ne yaptın?
Diyeceksiniz ki Ali Demirsoy bunca yıl üniversitede bulundun da sen ne
yaptın? Eğer sabrınız varsa bu öyküyü dinleyin ve bu ülkenin kimlere
kaldığını öğrenin…
Ama önce, burada kendime ait bir yaklaşımı vurgulamak isterim.
Türkçeyi bilimsel dil olarak kullanma her zaman Türkçe ana bir kelimeden bir
türetme yapma ya da bu hususta ısrar etme anlamına gelmemelidir. Örneğin
atom kelimesi yerine çekirdek kullanılıyorsa da (çekirdek fiziği gibi), meyve
tohumu ya da nüve anlamına da geleceği için, atom kelimesinin kullanılması
pek büyük bir sakınca oluşturmayacaktır; çünkü atom kelimesi harf dizilimi
bakımından Türkçenin ses uyumuna tam uymaktadır. Batı dillerindeki durak
anlamına gelen “Station”, iki sessizle başladığı için Türkçe ses uyumuna ters
geldi ve bunun üzerine başına bir “i” harfi koyarak bu uyumsuzluğu giderdik.
Ancak, uğrama şeklindeki istasyona durak (otobüs durağı ve dolmuş durağı
gibi); belirli bir süre de kalınabilecek yerlere de istasyon dedik (tiren
istasyonu gibi); aynı şekilde istatistik ve benzer kelimeler dilimize sokulabilir.
Ya da iki sessizin arasına bir i sokmak suretiyle ses uyumunu sağladık.
Galiba 1946 yılında Türkçeleşme hareketi sırasında birçok kelime üretildi,
örneğin hücreye göze dendi; ancak tutmadı; çünkü hücre sözcüğü de Türk
dil ses uyumuna ters gelmiyordu ve insanlar bunu tercih ettiler ve böylece
göze sözcüğü bırakıldı. Benzer şekilde savcı kelimesi tuttu, ancak yargıç
çok da yaygınlaşamadı ve hâkim sözcüğü kullanılmaya devam etti.
İngilizcede feed back diye bir sözcük var. Bu, Türkçeye sokuldu; ancak
özgün haliyle değil çok daha zengin bir biçimde bilimsel tanımlar üretilerek.
Örneğin İngilizcede geri besleme olarak bilinen bu sözcük, fizikte geri
33
besleme, biyolojide başa tepki, sistem araştırmasında denetim, iletişimde
geri bildirim, argoda ayağın başı yönetmesi anlamlarına gelecek şekilde
kullanılarak daha zengin bir anlatım yeteneği kazandırmıştır. Burada
vurgulanması gereken en önemli husus, bir kelime üretirken, kökeni ille de
Türkçe olacak bir kelime bulmamıza gerek yoktur; başka bir dildeki kelime
aynen ya da üzerinde oynanarak Türk dilinin ses uyumuna
uydurulabiliyorsa, kullanılmasında sakınca yoktur (biyolojide, sitoplâzma,
ribozom, mitokondri, benzer yüzlerce kelimede olduğu gibi). En çok dikkat
edeceğimiz atalarımızdan bize kalıtılan sözcüklerin yerine yabancı dildekileri
kullanmaktan kaçınmamızdır. Örneğin, Türkçe’de hiçbir kültürü taklit etmeye
kalkışmadan kullanmış olduğumuz “Günün Aydın Olsun” ya da “Günaydın”
yerine neden Hay, Good Morning, Selamın Aleyküm, Merhaba sözcüklerini
kullanırız. Üreticisi, satıcısı, giyicisi, gözleyeni Türk olan bir ülkede neden
üzerimize giydiğimiz Ti-Şört olarak bilinen üst gömleklerin üzerine istisnasız
olarak, çoğunu kimsenin anlamadığı saçma sapan yabancı kelimeleri
yazarız? Bu en başta kimliğimize hakarettir.
Biraz önce kadrosu ve unvanı gereği –ister istemez- aydın sınıfına
sokulan benim gibi insanlara “siz ne yaptınız sorusu sorulursa” ne yanıt
verebiliriz demiştik. Başkası ne yanıt verir tam söyleyemem (verebilecekleri
fazla bir sözleri olacağını zannetmiyorum ya); ancak biraz sabrınız varsa,
benimkini dinleyin derim:
Ben Kemaliye İlçesinin Yuva Köyünde bir hocalı beş sınıflı bir ilkokulu
bitirdim. Böyle bir okulda ne öğrenilirse o kadar öğrendim. Sözlü bitirme
sınavı yapılırken, beş kişiydik, hepimizi toptan aldılar ve Türkçe sınavında,
Ahmet nedir diye sordular, birinci sıradaki arkadaşımız sıfat dedi, ikincisi
edat dedi, benden bir önceki isim dedi, tekrar bana sordular, fiildir dedim…
Ortaokula geldim, Türkçe hocası yok. Bir gün –Naim İşler diye geçici-
bir hoca geldi, bize çocuklar önümüzdeki hafta ödev olarak bir rüyayı
34
anlatan bir kompozisyon yazacaksınız dedi. Herkes birbirinin yüzüne
bakıyordu; çünkü kompozisyonun ne olduğunu bilen yoktu. Hoca ekledi: 28
noktası, 52 virgülü olacak. Eve geldim babama durumu anlattım. Oğlum ben
rüyayı söyleyeyim sen yaz; ama noktadan virgülden anlamam dedi. Yazıp
verdim; bir hafta sonda karatahtanın önünde eşek sudan gelircesine dayak
yedim. Çünkü metine göz kararı ile rastgele 29 nokta, 52 virgül koymuştum.
Daha sonraki eğitimim de farklı geçmedi, lisedeki hocalarım “Fa-i-lā-tün
Fa-i-l-ün”e kafalarını takmışlardı. Akşam sabah şiirleri failātün fail denen
parçalara ayırıyorduk.
Üniversite hiçbir Türkçe kitabımız olmadan bitti. Not tutmaktan ellerimiz
nasır tuttu; iyi kötü olan yazı sitilimiz de okunamaz hale dönüştü.
Ne olduğumu, doktora tezimi yazarken öğrendim. Alman Hocam Ord.
Prof. Dr. Curt Kosswig, tezimi okuyup düzeltirken. Bir gün beni yanına
çağırdı. Oğlum, sen hiç Türkçe dersi almadın mı? İmla işaretlerinin hiç
birinden haberin yok; ilk olarak sen Türkçe öğren dedi.
Öğrenciliğimde hiç kitabım olmadı (diğer arkadaşlarımın da). Hep özlem
duyardım, koltuğumun altına bir kitap alarak köydeki komşularıma hava
atmayı; hiçbir zaman yapamadım.
Atatürk Üniversitesinde iken, benim konumda Türkçe kitap olmadığı
için, tek bilim kaynağı bizim bölük pörçük bilgilerimizdi. Kitap getirtme
Merkez Bankasından akreditif açma, onlarca yere imza attırma ile elimize
ulaşması en erken 3-4 ayda gerçekleşiyordu.
Doktora sonrası Almanya’ya gittim, her yerde kitap var. Özellikle sarı
seri dedikleri (Almanya’da harbi bu kitapların çıkardığını savunanlar da var)
her konuda onlarca, yüzlerce, son derece kapsamlı kitabın olduğunu
gördüm. Örneğin A vitaminini öğrenmek istiyorsanız, fotokopi kâğıdı
büyüklüğünde 400-500 sayfalık, sadece A vitaminini anlatan bir kitap
bulabiliyordunuz.
35
Babam bana göre inanılmaz ileri görüşlü bir adamdı ve ölümüne yakın
bana: Eğer bilimi bu ülkede yaygınlaştırmazsan emeklerimi haram ederim
demişti. Almanya’daki gözlemlerim ile babamın vasiyetini yan yana getirince,
bulutlar açıldı ve ufku görmeye başladım. Kurtuluşumuz, Türkçe eserler
üreterek halkı aydınlatmadan geçecekti. Ancak alt yapım buna uygun
değildi, dil bilgim hemen hemen yoktu; yeteneğim de yoktu. Bunun üzerine
ilk olarak Almanca bir imla işaretleri kitabı aldım ve başka bir dilde de olsa,
imla işaretlerinin önemini kavramaya başladım. İyi bir burs aldığım için,
biriktirdiğim paraların önemli bir kısmını da kitap ve makalelere yatırdım.
Plan yaptım, 10 sene daha yaşarsam şunları, 20 sene daha yaşarsam
şunları, 30 sene daha yaşarsam şunları yazacağım diye yola çıktım…
Geceleri 3.30’da kalkıp, sabah saat 9’a kadar yazıyordum. Bayram
seyran, hafta sonu demeden. Sağdan soldan gelen seslere kulağımı
kapatmıştım. Bir taraftan da Türkçe dil bilgisi ve yazım kurallarını
okuyordum; imla kılavuzları masamın üzerinde duruyordu.
Zorluklarla karşılaştım mı? Karşılaştım. Benden ve dilden kaynaklanan
zorluklar. Örneğin kuşların kanatları konusunda, kuşun ne olduğunu
bilmeyen birisine bu konuyu anlatmaya başlarsam, konuya nasıl girmeliyim
diye düşünmeye başladım.
Kuşların kanatları (kuşlar çoğul, her kuşun iki kanadı olduğu için o da
çoğul)
Kuşların kanadı (kuşlar çoğul, kanat anlatılacak nesne olduğu için tekil
olmalıydı)
Kuşun kanatları (kuş tekil, iki kanatlı olduğu için çoğul)
Kuşkanadı (kuş tekil, kanat nesne olduğu için tekil ve bileşik olmalıydı)
Bütün bu seçenekler kuş (ya da kuşların yerine) kuşlarda ya da kuşta kelimesi de kullanılabilirdi.
36
Böyleci bir konuya girerken bile karşımıza birçok seçenek çıkıyordu ve
biz hangisiyle başlamalıydık? Bir kişinin bildiği bir objede bunlardan
hangisini kullanırsanız kullanın, kişide doğru çağrışım yapabilirdiniz; ancak
sadece çok az insanın bildiği bir şeyi anlatmaya başladığınızda, örneğin
palamut başlı sırtiplide böbreği anlatacaksam, bir insanın bu hayvanın
dünyada tek bir tür olup olmadığını, böbreğinin tek bir tane mi yoksa çift mi
olduğunu bu başlıktan çıkarması mümkün olamazdı. Çözebildin mi dersiniz?
El yordamıyla çözdüm. Kimseden ses çıkmadığına göre ya okumadılar ya
da anladılar demektir.
Bir zaman sonra bilimsel eserleri mektup kadar hızlı yazmaya
başlamıştım. En yetkili ağızlardan bile çıkan bilimsel eserler –uygun kelime
ve terim eksikliğinden olacak-Türkçe yazılamaz zırvalarının geçerli
olmadığını, hiç kimseye danışmadan, Türkçe kökenli kelimelerden birçok
bilimsel anlatımı karşılayacak sözcüğün üretilebileceğini anladım ve yaptım.
Sonuçta neredeyse 40.000 sayfaya yakın, birçoğu, bu ülkede bugüne kadar
yazılmış en kapsamlı içeriği olan, birkaç tanesi de dünyada bugüne kadar
yazılmış en kapsamlı bilgiyi içeren kitapları Türk halkına sunmayı başardım;
hem de yabancı kitapların dörtte bir fiyatına. Bu kitapların çoğunun
üniversite hocalarının elinin altında olduğunu ve sıkıştıkları zaman ilk olarak
bunlara baktıklarını biliyorum. Ancak yine de derslere, öğrencilere
anlatılanların yabancı yayınlardan yararlanarak hazırlandığı izlenimini
verebilmek için, koltuklarının altında, kalitesi ve bizim ülkemiz için yararlılığı
çok daha düşük olan yabancı dilde yazılmış kitaplarla girdiklerini de
biliyorum. Çünkü Türkçe yazılmış bir kitap değerli değildir yargısına hocası
da öğrencisi de inanmıştır.
Bu kitaplar yazılırken dünyada yapılmış çalışmaları ilk olarak okur,
sonra onları gerektiğinde bizim ülkemizin eğitiminde daha yararlı
kullanılacak bir şekilde yorumlar, bir anlamda telif ya da yarı telif bir eser
37
üretebilirdiniz. Yakın zamana kadar böyle oldu. Ancak tekeli bırakmak
istemeyen ülkeler baskı üzerine baskı yapılarak alelacele telif yasası
çıkarmamızı sağladılar ve bu kolaylık, bu yükün altına gireceklerden alındı.
Çünkü yeni düzenlemeye göre herhangi bir resmi, fotoğrafı, haritayı,
üzerinde değişiklik yapsanız da, altına alındığı kurum ya da kişiyi yazsanız
da, yayıncısından yazılı izin almadığınız sürece önemli parasal ceza
yersiniz. Yaklaşık 200 kelimenin üzerinde alınan bilgi için de bu geçerlidir.
Yayıncıya başvurduğunuz zaman da bir tek şekil ya da fotoğraf için
formalitelerin yanı sıra, önemli para taleplerinde de bulunabiliyorlar. Böylece
batının bilimini getirip, kendi yorumumuzu katarak yen bir sentez oluşturma
olanağımız da ortadan kaldırılmış oldu. Bilimsel şekil ve resimleri özgün
olarak tarif üzerine çizecek bir ara kademe meslek grubu da bu güne kadar
yetiştirilemedi. Bu nedenle mecburen tercüme kitaplara yöneldik. Tercüme
kitapları da yapalım; ancak bu kitaplarla dünyaya damgamızı hiçbir zaman
vuramayız. Ancak izleyici oluruz, öncü değil…
Orta zekâlı, doğru dürüst dil eğitimi görmemiş, doğru dürüst bir
eğitimden geçmemiş birisi, kendi çabası ile bu kadar kapsamlı kitapları
üretmiş ise, organize ve kurumsal girişimlerle neden dünyaya hitap
edebilecek Türkçe eserleri üretemeyelim? Türk dili dünyada geçerli değildir
deniyor. Esasında bugün dil önemli bir sorun değil. Siz eğer doğru dürüst
kitap ya da benzeri eser yazarsanız, onun dili Marsça da olsa gelir bulurlar.
Nitekim Türkçe yazmış olduğum Genel Zoocoğrafya ve Türkiye
Zoocoğrafyasını Kudüs Üniversitesi ders kitabı olarak izliyor. Kalıtım ve
Evrim kitabımı ve bir önceki kitabı Neil Basım ve Dağıtım evi Londra’dan
dünyaya pazarlamak istiyor. Siz yeter ki dilinizle gurur duyun, inanın ve bu
ülkeyi sevin…
38
Dilini çağdaş atılımlara ve yeniliklere parelel olarak geliştiremeyen her
millet, er ya da geç, toplumsal kimliğini yitirir ve etkisi altında kaldığı dilin
kültürünün egemenliği altına girer
Prof. Dr. Ali Demirsoy
26.09.2015
Not: Yazarın “Son İmparatora Öğütler-Bilim Toplumu” kitabında bu
konuları işleyen bir kısım vardır.
Sunuş yazısı
Sevgili Kardeşim
Bugün (26 Eylül), bizi biz yapan dilimizin bayramıdır “Türk Dili Bayramı”.Bir ülkenin kimliğini dili belirler; ancak özellikle Türklerin ülkü birliğini
hatta bir anlamda evrimsel kökenini yine dili belirler. Dünyada Türkleri bir
çatı altında tutmak istiyorsanız, vücutlarının yapısal özelliklerini belirleyici
ölçüt olarak alamazsınız; dil kültürü Türkü Türk yapar.
Türk dilinin özendirilmesi, kimliğimizin evrensel olarak korunması
olacaktır. Birliğin yıkımı ise dilimizin yerine başka dilleri ikame etme ve
önemsizleştirme ile gerçekleşecektir. Osmanlı döneminde ilk defa Birinci
Meşrutiyet ilanı (1876) ve ilk sivil anayasanın hazırlanması sırasında her
ne kadar imparatorluğun birliğini koruyabilmek için Türk dili konusunda
duyarlı adımlar atılmış olsa da; Osmanlı uzun yıllar Türk diline önem
vermemesinin acı sonuçlarını yaşamıştır; hızla parçalanmasının önemli
nedenlerinden biri olmuştur. Benzer şekilde bugün de, özellikle son yarım
yüzyıldır artan bir ivme ile sokaktaki tabeladan, anaokullarına, çıkarılan
bilimsel makalelerden, giydiğimiz tişörtlerin üzerindeki yazılara kadar
39
artık hep yabancı diller egemendir. Osmanlı bu gafleti ağır ödedi; dilerim
biz ödemeyiz.
Bir ülkenin klavyesini terk edip başka bir dilin klavyesini yaygın
olarak kullanması bile kimlik aşınmasıdır.
Bu yazıda demokrasi açılımı adı altında Türk diline yapılan saldırıları
ve sinsi bir şekilde dil birliğini bozarak ulusal kimliğimizi geçmişteki gibi
sarsmayı hedefleyen girişimleri hem de en yetkili kuruluşlarımızın ve
bilim adamlarımızın aymazlıklarını, bilinçli ya da bilinçsiz olarak dilimizin
önemsiz bir konuma düşürülerek Anadolu insanına (hatta Türk
dünyasına) yapılan darbeyi göreceksiniz.
Son zamanlarda öz Türkçeye geçişi “bir gecede cahil kaldık”
söylemi ile aşağılamaya ve yıpratmaya çalışan gerici ve hain kesime
yanıt olarak Sayın Prof. Dr. Mehmet Şahin’in kaleme aldığı bir makaleyi
de ekleyerek gönderiyorum
Siz okumasanız bile çocuklarınıza okutmanızı öneririm.
Dil Bayramınız Kutlu OlsunSevgilerimle
Ek: Prof. Dr. Mehmet Şahin’den
“YAZIMIZI DEĞİŞTİRDİLER BİR GECEDE CÂHİL KALDIK” (!)
Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı firâkız,
Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden.
Sultan II. Selim
Memleketimden manzaralar
Bu yazının başlığındaki ifadeyi çok eskiden beri ara sıra duyardım, son birkaç yıldır sıkça işitir oldum, son zamanlarda da neredeyse her gün duymaya başladım. Ekranda bir politikacı, hepimizin aklına, irfanına hakaret edercesine, “bu Cumhuriyeti kuranlar zorla yazımızı değiştirdiler ve millet bir gecede cahil bıraktılar, dedelerimizin mezar taşlarını okuyamaz olduk” diyor. Kendi kendime “eh, politikacılık bu ülkede zaten millete doğruları anlatmak, milletin irfanını yükselmek, millete huzur vermek için yapılmıyor, bu da politikacıdır konuşur, mazurdur” diyorum. Ertesi gün ekranda, mesleğinin haysiyetini sıfırlayan, sahibinin sesi bir gazeteci, ağzından alevler saçarak aynı şeyleri tekrarlıyor. Bir sonraki gün,
40
ekranda bir din adamı, bir başka ekranda bir üniversite profesörü, sokak işportacıları gibi bağırıyor, “bu cumhuriyeti kuranlar var ya, bunlar millete ihanet ettiler, bizim rüya imparatorluğumuzu yıktılar, yazımızı zorla değiştirdiler, milleti bir gecede câhil bıraktılar”. Aklım duruyor, zihnim duruyor. Televizyonu kapatıp hafızamı yokluyorum, çocukluğumda yaşadıklarımı düşünüyorum, kitapları açıp yeniden okuyorum. Fakat maalesef bu ayrışan dünyalarımızı örtüştürme imkânını bulamıyorum.
İki gün sonra, bir toplantıda, az çok lisan bildiği, birçok yabancı ülkeyi gördüğü intibaı veren, temiz yüzlü, genç bir iş adamıyla sohbet ediyoruz. Çok geçmeden aynı cümle geliyor: “Hocam bütün sıkıntılarımızın kaynağında Cumhuriyet döneminde yapılan yanlışlar var. Meselâ yazımızı değiştirdiler millet bir gecede câhil kaldı”. Bu yargının doğru olmadığını anlatmaya çalışıyorum: “Bu gün bir karar alınsa ve yarından itibaren Çin alfabesi kullanılacak dense, sen, yarın sabah, bütün bildiklerini unutup bir anda câhil mi kalacaksın? Evindeki kitaplar yok mu olacak, bunları okumaktan vaz mı geçeceksin? Çalışıp yeni alfabeyi de öğrenirsin ve ölünceye kadar ikisini birden kullanırsın. Geçmişte de aynen böyle olmuştur. “Yazının değişmesi, şu şu sebepten dolayı kötü oldu” diyebiliyorsan belki anlarım, ama “millet bir gecede câhil kaldı” dersen bu birçok bakımdan yanlıştır ve çok basit bir politik slogandır.
Bu olayın tam ertesi gün, köyde, çocukluğumdan tanıdığım, benden yaşlı biriyle karşılaşıyorum. Selâmlaşma ve kısa bir hâl hatır sormadan sonra, işaret parmağını yüzüme doğru uzatarak, “biliyor musun Memedefendi, bu Cumhuriyeti kuranlar var ya, milletin dînini ve ahlâkını kuruttular, yazısını değiştirdiler, bizi bir gecede câhil bıraktılar”… “Sen kaç yaşındasın hacı efendi” diye sordum. “Seksen iki” dedi. “Demek ki, sen 1933 yılında doğduğun zaman en az 40-45 yaşında olması gereken deden, babaannen ve 20-30 yaşında olması gereken baban, annen, dayın, teyzen, halan, amcan, hep Osmanlı döneminde doğmuşlardı. Hacı Efendi, bunların hangileri okuryazardı, söyler misin?” dedim. “Ama Osmanlı’nın çok büyük âlimleri, hocaları vardı, evliyaları vardı Memedefendi” dedi. “Peki, sen yaşın itibariyle 1940’lı yılları benden daha iyi bilirsin ve annemi tanırsın, o tarihlerde annemden başka bu köyde (Hisarcık’ta) okuma bilen bir tek kadın var mıydı?” diye sordum. Bir an düşündü, “annen rahmetliyi iyi tanırım, çok bilgiliydi, neyse ezan okunacak Memedefendi, bana müsaade” dedi ve gitti.
Bundan üç gün sonra, komşu köyden, elli sekiz yıldır görmediğim bir çocukluk arkadaşımla karşılaştım. Heyecanlandık, sarıldık, hâl hatır sorduk. Ankara’da yaşıyormuş. Köye gezmeye gelmiş. “Memleketi yine karıştırıyorlar Memet Bey, ne olacak bu işler?” diye sordu ve daha ben ağzımı açmadan “yazımızı değiştirdiler, millet bir gecede câhil kaldı, olacağı buydu” dedi. “Peki, yazı değişmeden önce câhil değiller miydi?” diye sordum. “Hayır, yüzde sekseni tahsilliydi, hatta bazıları İngilizce de biliyordu” dedi. İngilizce bilenin kim olduğunu hatırladım, biri aynı köyden olan teyzemin kocasıydı, Kanal Harekâtı’nda İngilizlere esir düşmüş, Mısır kampında kalmış ve çat pat İngilizce öğrenmişti. Bir diğeri, üç kilometre ötedeki Talas Amerikan Okulu’nun hizmetkârlığını yaparken birkaç kelime kapmıştı. Baktım ki lâfı uzatmanın faydası yok, “bu söylediklerin doğru değil, ama ayaküstü anlatılmaz, sonra konuşalım” diyerek ayrıldım.
Çekilmez, katlanılmaz oldu
Ama artık gına geldi. Nedir bu cür’et, nedir bu şartlanmışlık? Halkımız eskiden daha mı edepliydi ne? İyi kötü mürekkep yalamış, eğitime-öğretime emek vermiş, göz nuru dökmüş insanları görünce haddini bilir, ders vermeye kalkmaz, soru sorar ve cevabına katılmasa bile, sükûnetle dinleyip anlamaya çalışırdı. Hadi ilkokuldan sonra kalemi kitabı bir kenara koymuş olan, günlük mâişet derdindeki insanları anladık, mazurdurlar. Ama üniversite mezunu, öğretmen, doçent, profesör, iş adamı, politikacı, bazıları yurt dışında okumuş, şu veya bu ölçüde lisan bilen ve dünyayı az-buçuk anlamış olması gereken insanlar, “cehlin (cehâletin) bu kadarı ancak tahsille mümkündür” hükmünü haklı çıkarırcasına, papağan gibi, aynı cümleleri nasıl kullanabiliyorlar? Bu ezberi hangi meş’um (uğursuz) niyetler yaptırıyor?
41
Hayır beyler, hayır, bunların hiçbiri doğru değildir. Bütün sıkıntılarımızın kaynağı, yazının veya devlet sisteminin şu veya bu olması değil, benim, senin, onun, velhasıl hepimizin kalitesizliğidir, yetersizliğidir, bilgisizliğidir, iptidâîliğidir ve daha da vahimi böyle olduğumuzun farkında olmamaktır ve bu nedenle de, teşhis koyma ve çare arama yeteneğinden yoksun bulunmaktır.
Cihan-ârâ cihan icredir, arâyı bilmezler,
Ol mâhîler ki, deryâ icredir, deryâyı bilmezler.
Hayâlî
İlk genel nüfus sayımı
Modern manadaki ilk genel nüfus sayımı 1749’da İsveç’te yapıldı ve birkaç yıl arayla tüm Avrupa ülkelerinde nüfus sayımları yapılmaya başlandı. Osmanlı döneminde ise, birincisi 1831 yılında olmak üzere birkaç defa nüfus sayımı yapılmıştır, ama bunlar, toplumu tüm özellikleriyle tanımaya yönelik ve genel değildi. Kadınlar ise yok farz edilmiş ve sayılmamıştı. Asker ve vergi alma potansiyelini ölçmeye yönelikti. Dolayısıyla, herkesi kapsayan ve toplumun tüm özelliklerini ölçmeye çalışan ilk genel nüfus sayımı, harf inkılâbından bir yıl önce, yani 1927 yılında gerçekleştirildi. Buna göre 1927 yılında toplam nüfusumuz 13.629.488 kişiydi. Türkiye genelinde 1.111.496 kişi okuma-yazma biliyordu ve bunların toplam nüfus içindeki oranı sadece % 8 idi. Buna karşılık 12.517.992 kişi okuma-yazma bilmiyordu. Bunların toplam nüfus içindeki oranı ise % 92 idi. Yâni yüz kişiden doksan ikisi “elifi görse mertek (sopa) sanıyordu”. Kadınlar arasında okuma-yazma bilenlerin oranı % 1'in de altındaydı.
Bazıları da okur ama yazamazdı
Ayrıca, eski yazıyla (Osmanlı alfabesiyle) iyi-kötü okuyabilenlerin önemli bir bölümü yazmayı bilmezdi, çünkü diğer başka sebeplere ilâveten, yazmayı öğrenmek, okumayı öğrenmekten çok daha zor ve masraflıydı; kâğıt, kalem, mürekkep, sehpa (ya da rahle) gerekirdi ve çoğu insanın bunları alacak gücü yoktu. Şimdi de olduğu gibi Kur’an’ı yüzünden okumak, sadece dînî bilgiler öğrenmek ve beş vakit namaz kılmak yeterli sayılıyordu. Bu nedenle halk arasında, “kıl beşi bitir işi” gibi sloganlar türemişti, çünkü zekât vermek zengine mahsustu, eşekle, atla veya deveyle hacca gitmek de binde bir insana nasip oluyordu.
Annem eski yazıyı oldukça iyi biliyor ama yazamıyordu. Ona eski yazıyla imza atmayı, belirli bir yaşa gelince ben öğrettim ve mühür kullanmasına gerek kalmadı. Hiç kimse de anneme eski yazıyla imza olmaz demedi. Kendisi 1910 doğumluydu. Akçakaya köyünde, evlerinin bitişiğindeki caminin imamından (Hacı Ahmet Hocadan) okuma öğrenmişti. Beş tane kitabı vardı: Kur’an, Ahmediye, Muhammediye, Taberî Târihi ve Delâil-i Hayrât. Altıncı bir kitabı olmadı. 2008 yılında, 98 yaşında vefat edinceye kadar sadece bunları okudu ve vefatından bir ay öncesine kadar her ay Kur’an’ı hatmetti. Kendisine sordum: “Anne, okumayı öğrenirken, neden yazmayı da öğrenmedin?” Cevabı şu oldu: “Oğlum, okumayı öğrendiğime şükür, eskiden kızları okula göndermezlerdi, hele yazmayı asla öğretmezlerdi, oğlanlara mektup yazar diye korkarlardı”.
Bazı üst düzey Osmanlıların dahî okuryazar olmadıklarına dair tarih kitaplarında bilgiler vardır. Meselâ, Yedisekiz Hasan Paşa… Hatırladığım kadarıyla, Kırım Harbi’ne er olarak katılmış, gösterdiği başarılar nedeniyle saray çevresine alınmış, zamanla terfi etmiş ve ‘paşa’ unvanı verilmiştir. Abdülaziz ve II. Abdülhamit dönemlerinde sarayın korumasından sorumlu ‘Beşiktaş Muhafızı’ olmuştur. Bazı kitapların yazdığına göre, imzasını atmayı bilmediği için, eskiden, biri ‘v’ diğeri ‘ters v’ gibi yazılan, 7 ve 8 rakamlarının arasına bir çizgi çekerek ‘Hasan’ yazmayı ve böylece imzasını atmayı öğrenmiştir. Bu
42
nedenle kendisine ‘Yedisekiz Hasan Paşa’ lâkabı’ takılmıştır. Bu gün böyle bir şeyi tasavvur edebilir misiniz?
Batıdaki şehirler ve Anadolu çok farklıydı
Şüphesiz ki, İstanbul başta olmak üzere, İzmir, Bursa, Edirne vesaire gibi, Batıdaki önemli merkezlerde okuryazarlık oranı ortalamanın birkaç kat üstündeydi. Ama Orta ve Doğu Anadolu’ya doğru gittikçe okuryazarlık oranları ortalamanın çok daha altındaydı. Meselâ, 1927 yılında yapılan ilk genel nüfus sayımı verilerine göre, Çorum’da okuryazarlık oranı, ortalama olarak % 4, erkeklerde % 8, kadınlarda ise binde 9’du. Çorum örneği bütün Anadolu kentleri için geçerliydi. Kadın-erkek arasındaki okuryazarlık uçurumu ise ülkenin her tarafında aynı vahamet düzeyindeydi.
İstidâcılar ve mühürcüler vardı
Cumhuriyet döneminin başlangıcında, nüfusun %24 kadarı şehirlerde, %76 kadarı da köylerde yaşıyordu. (Bu gün köylerde yaşayanların oranı %8, şehirlerde yaşayanlarınki ise %92’dir). Osmanlı döneminde köylerdeki okuryazarlık oranı erkeklerde %1-2 civarında, kadınlarda ise sıfıra yakındı. Birinci Cihan Harbi esnasında, bir köye birkaç ayda veya birkaç yılda bir defa mektup geldiği zaman, köylünün, okuryazar bir adam bulup da bunu okutması veya birkaç satır cevap yazdırması için, yayan-yapıldak, köy köy dolaşması veya şehre gelmesi gerekiyordu. Hattâ 1960’lara kadar, valiliklerin, kaymakamlıkların, nüfus dairelerinin, tapu dairelerinin etrafında bir tabureye oturmuş, vatandaşlar için dilekçe yazan, sıra sıra ‘istidâcılar’ bulunurdu. Ayrıca, imzasını atamayanlar için ‘mühürcü’ esnaf vardı ve bunlar âdetâ birer iktisâdî sektördü. Rahmetli annemin birkaç yılda bir imza atması gerekir, bu arada mührünü kaybeder ve ben Kayseri’de, İki Kapılı Câmi’nin oraya gidip, sarı, metal döküm, kulplu bir dikdörtgen üzerine, eğri-büğrü, ‘MAKBULE’ diye mühür kazıtırdım. Bazen de imza atmayı bilmeyenlere parmak bastırırlardı.
Gayrimüslimlerin durumu
Oysa aynı dönemde Kayseri’de bulunan Rum ve Ermeni kızlarının neredeyse tamamı kendi cemaat okullarında ve hatta Amerikan, İngiliz, Fransız vesaire misyoner okullarında eğitim görüyor, sadece okuma ve yazmayı değil, pek çoğu, lise düzeyinde, matematik, fizik, kimya, biyoloji, tarih, coğrafya vesaire öğreniyor, önemli bir kısmı yabancı dil biliyor, bazıları da yurtdışında eğitim görüyordu. Osmanlı döneminde gayrimüslimlerin iktisadî, sosyal ve kültürel durumu hakkında kaçımız ve ne kadar bilgiye sahibiz? İşte Osmanlı’yı asıl yıkan, kendi gayrimüslim azınlıkları ile ve bilhassa Batı dünyası ile aradaki bu farktır, şu veya bu şahıs, şu veya bu parti değildir. Bunlar sadece birer sonuçtur, sebep değildir. Bu gün yaşanan sıkıntıların temelinde de bu farkın halâ giderilememiş olması yatmaktadır.
Annem bir gecede câhil mi kaldı?
Yazı değiştiği zaman annem on sekiz yaşındaydı. Bir gün veya bir yıl önce ne biliyor idiyse, bir gün veya bir yıl sonra da aynısını, hatta daha fazlasını biliyordu, çünkü görgü ve tecrübesi artmıştı. Yazı değişmeden önce hangi kitapları okuyor idiyse aynı kitapları okumaya devam etti. Yâni “bir gecede câhil” falan kalmadı. Kitaplarını kimse elinden almadı, Osmanlı döneminde basılmış olan bu kitaplar halâ evde duruyor ve bana miras kaldı. Evlerde, kütüphanelerde ve câmilerde bu kitaplardan binlerce var, sahaflarda ise on binlercesi satılıyor. Televizyonlara çıkarak, “kitapları toplayıp meydanlarda yaktılar” diyen, kimi fesli, kimi cübbeli, kimi sarıklı, kimi sakalsız-bıyıksız-kravatlı, kimi profesör unvanlı soytarıların, bunlar halkın beynini iğfal ettikçe, “bana oy geliyor” diyerek keyiflenen politikacıların
43
sorumluluk duygusu yok mu, hayâ duygusu yok mu, bunları dinleyip inananların, aynı cümleleri ezberleyenlerin, aklı, fikri, irfanı, iz’anı, muhâkeme yeteneği ve feraseti yok mu? Bir büyük dönüşüm anında, şurada burada, birkaç fanatiğin yaptığı yanlışları genelleştirmek doğru mu? Bu gün, belki ters yönde, ama çağdaş bir topluma asla yakışmayan yüzlerce yanlış yapılmıyor mu? Bunların üstünü titizlikle örtmeye çalışırken, yüz yıl önce yapılan bazı yanlışları cımbızla çekerek abartmak bir asalet işi olabilir mi? Her yıl, 17 Aralık anma toplantılarında, politik ve katı nefsânî nutuklarla kemiklerini sızlattığınız Mevlânâ, “çirkinlikleri örtmekte gece gibi ol, güzellikleri aydınlatmakta gündüz gibi ol” dememiş miydi? Hiç olmazsa onun huzurunda, yılda iki saat, başınızı kalbinize doğru eğip, tevâzû-u mahviyyet içinde bir nefs murâkabesi yapmanız gerekmez mi?
Benim aklımın ermeye başladığı 1950-51 yılında dahî, Kayseri’ye 10 km mesâfede bir köy olan Hisarcık’ta, 1928’den önce doğmuş kadınlar arasında okumayı bilen bir tek benim annem vardı, yazmayı bilen hiç kimse yoktu. Köylü kadınlar, ‘Hocânım’ diyerek annemin etrafına toplanır, annem onlara, yukarda zikrettiğim kitapları okur, ya da mevlit okur ve Yunus Emre ilâhileri söylerdi. Kadınlar annemin okuduklarını gözyaşlarıyla dinlerdi. Çok sayıda kadına da Kur’an okumayı öğretti. Kimsenin mâni olduğunu görmedim ve annemden de böyle bir şeyi duymadım. Annem, Fuzûlî’nin, Bâkî’nin, Nedim’in, Şeyh Galip’in, Itrî’nin, Dede Efendi’nin adını bile duymamıştı, onların yazdığı tek satırı dahî anlayamazdı, ama Yunus Emre ilâhîlerinin çoğunu bilirdi, Mevlit’i ezbere okurdu, çünkü bunların dili halkın konuştuğu Türkçeydi. Eski yazıyı bilen Osmanlıcayı da bilirdi sanmak bir gaflettir, böyle bir algı yaratmaya çalışmak ise kirli siyasettir. Osmanlıcayı ancak çok küçük bir elit azınlık bilirdi.
Annem tam manasıyla dîni bütün bir insandı. Onun için okuduğu beş kitaptan başka bir hakîkat yoktu. Buna rağmen, ne Cumhuriyet, ne inkılâplar, ne Atatürk konusunda hiçbir sorunu ve hiçbir şikâyeti olmadı. Tam tersine, 1970’li yılların anarşik ortamında, itiş-kakışları televizyonda görür, “yine neler oluyor oğlum” diye sorardı. Anlatırdım. “Ah oğlum ah, bunlar nimet azgını nimet, açlık görmemişler, kıtlık görmemişler, harp görmemişler, eşkıya görmemişler, ırz-namus korkusu yaşamamışlar, Rahmetli Atatürk olaydı da görelerdi” diyerek hissiyatını ve ıstırabını ifade ederdi. Çünkü annem ‘halk’tı ve halkın kâhir bir ekseriyeti annem gibiydi… Bu nedenle annemi örnek gösteriyorum.
Annem, İkinci Dünya Harbi döneminde, özellikle 1942-43 yıllarında yaşanan yokluk ve kıtlıktan, aynî vergi toplanırken, ya da gazyağı, şeker, kaput bezi vesaire dağıtılırken mütegallibenin ve mahallî bürokratların yaptığı haksızlık ve zorbalıktan dolayı İsmet İnönü’yü sorumlu tutardı. Asla, Cumhuriyet kuruldu, şapka giyildi, yazı değiştirildi, falan diye değil, sadece ve sadece bu sebeplerden dolayı suçlardı. Esasen halkta sosyolojik bir karşılığı olmasaydı, bu kadar radikal devrimler, bu kadar kısa bir sürede yapılabilir miydi? Hadi zorbalıkla yapıldı diyelim, sosyolojinin kanunlarına aykırı olarak doksan iki yıldan beri ayakta kalabilir miydi?
Mezar taşlarını çok az insan okuyabilirdi
“Efendim yazımızı değiştirdiler, dedelerimizin mezar taşlarını okuyamaz olduk” ifadesi de bir safsatadır, okumuşların cehalet itirafı, politikacıların siyaset silâhıdır. Bu adamlara, “bırakın üstündeki yazıyı, babanızın, dedenizin mezarında taş var mı?” diye sormak lâzımdır. Anadolu’da binlerce mezarlıktaki kaç mezar taşının üzerinde eski yazıyla yazılmış bir ifade var? Anadolu’nun bütün mezarlıklarını Eyüp Sultan veya Karacaahmet Mezarlığı mı sanıyorsunuz? Ya da, selâtin câmilerin hazîresi mi zannediyorsunuz? Anadolu’daki milyonlarca kırık dökük mezar taşını, İstanbul’daki birkaç bin, hoca, şeyh, veli, paşa mezar taşlarına mı benzer sanıyorsunuz? Veya böyle olmadığını bildiğiniz hâlde, böyleymiş gibi bir algı yaratarak halkı aldatmaya utanmıyor musunuz?
Ey okumuşlar, söyleyin, kaçınızın dedesinin mezar taşında yazı var? Şayet varsa ve böyle bir elit imtiyaza sahipseniz, elin Amerikalısı, İngiliz’i, Japon’u gelip bunları okuyor da, siz neden dizinizi kırıp
44
okumayı öğrenmiyorsunuz, elinizi kolunuzu tutan mı var? Çoğunuz, Kur’an kursu, imam hatip lisesi, ilâhiyat fakültesi, Türk dili ve edebiyatı bölümü, ya da tarih bölümü mezunu değil misiniz? Bu devlet, en az yetmiş yıldan beri, milyarlar harcayarak size eski yazı öğretmek için çabalamadı mı, birçoğunuzu yüksek lisans ve doktora yapmak için yabancı ülkelere göndermedi mi? Okuyamıyorsanız bu sizin utancınız değil mi? Cehlinizi ve tembelliğinizi örtmek için tarihten mazeret mi arıyorsunuz?
Osmanlı döneminde okumayı öğrenmiş annem de mezar taşlarını veya bina kitabelerini okuyamazdı. Bunları, Osmanlı döneminde bile, İstanbul’da ve taşra kentlerinde yüksek derecede eğitim görmüş, çok elit bir zümre dışında kimse okuyup anlayamazdı. Çünkü bunlar çok karmaşık bir hatla yazılırdı; kitâbelerin önemli bir kısmının dili de Arapça veya Farsçaydı. Politikacılar için bir şey demiyorum, çünkü onların ar damarı çatlamıştır, akla, iz’âna ve vicdana hakaret niteliği taşıyan her şeyi söylemekte ve yapmakta artık mazurdurlar. Ama ekran şarlatanı hocalar, sarıklılar, fesliler, profesörler, helâl haram tanımayan iş adamları, artık bu milleti aldatmaktan, kamplaştırmaktan, aramızdaki güven duygusunu, sevgi ve muhabbeti yok etmekten vaz geçin. Kendi marazî kimlik sorunlarınızı, İslâmiyet ile perdeleyerek, bu milletin içine nifak sokup mahvetmek suretiyle tatmin hastalığından kurtulun. En büyük kötülüğü İslamiyet’e karşı yaptığınızı görmüyor musunuz? Bu politikaların, bir taraftan on binlerce, El Kâide, Taliban, İşid ve daha bilmem ne sempatizanı ve militanı yarattığının, diğer yandan milyonlarca insanı dinden, milletten ve memleketten soğuttuğunun farkında değil misiniz? Bu vebâli nasıl taşıyacaksınız? Madem din adına konuşuyorsunuz, bir de şu hadîsi okuyun. Hz Muhammed der ki: “Bizi aldatan bizden değildir”. Ama nafile, çünkü sizler için din, mânevî bir zarafet ve letâfetle yaşanan değil, ihtiraslarınız uğrunda, işinize geldiği gibi tepe tepe kullanılan bir şeydir ve hattâ bilmezsiniz ki bu, dînen haramdır, putperestlik ve küfürdür.
Tekrar Cumhuriyet dönemine gelelim
Alttaki tablodan anlaşılacağı üzere, ülkemizde okuryazarlık oranı, harf inkılâbından sonra hızla yükselmiştir: Harf İnkılâbından yedi yıl sonra, yâni 1935 yılı nüfus sayımı esnasında, okuryazarlık oranının iki kattan fazla arttığı görülmektedir. Çünkü bu arada halk için kurslar açılmış ve herkese okuryazarlık öğretmek için çok büyük bir çaba sarf edilmiştir. Kız-erkek ayırımı yapmadan çocukların okula gönderilmesi kanunen zorunlu kılınmıştır. Buna rağmen erken Cumhuriyet döneminde insanlar kız çocuklarını okutmamak için her çareye başvurmuştur. Hepsi de Cumhuriyetten sonra doğan dört kız kardeşimden biri, hiç okula gönderilmemiş, diğer üçü, ikişer yıl gittikten sonra, “akla karayı ayıracak hale geldin (yani kâğıt üstündeki yazıyı okuyacak hâle geldin) bu kadarı yeter” denmek suretiyle ve bir mâzeret uydurularak okuldan alınmıştır. Hepsi de, mahkemede yalancı şahitlerle yaşları büyütülerek, 14-15 yaşındayken evlendirilmiştir. (Eskiden mahkemelerde yalancı şahitlik etmek bir meslekti. Bu utanç verici durum ayrı bir yazı konusudur.) Ekteki tabloya göre, yıllar itibâriyle okuma-yazma oranlarındaki artış şöyledir: 1935 yılında ortalama % 19, erkeklerde % 31, kadınlarda %8’dir. 1950 yılında ortalama % 32, erkeklerde % 48, kadınlarda % 17’dir. 1965 yılında ortalama % 46, erkeklerde % 65, kadınlarda % 28’dir. 1980 yılında ortalama % 66, erkeklerde % 81, kadınlarda % 50’dir. 2000 yılında ortalama % 87, erkeklerde % 94, kadınlarda % 79 ve nihayet, 2012 yılında ortalama %95, erkeklerde %98, kadınlarda ise %92’dir.
Dolayısıyla, “yazımızı değiştiler, bir gecede câhil kaldık” lâfı külliyen yanlıştır. Çünkü bu lâfın mefhum-u muhalifinden (tersinden) şu mânâ çıkar: “Biz Osmanlı döneminde o kadar kaliteli, iyi eğitimli, bilgili ve kültürlü bir toplumduk ki, yazımız değişmese ve bir gecede câhil bırakılmasaydık, uçakları, bilgisayarları, akıllı telefonları, kanser ilâçlarını, MR ve tomoğrafi cihazlarını biz yapardık, Ay’a ve Merih’e biz giderdik”. Bu zihniyet, zaaflarımıza doğru teşhis koymaya mânî büyük bir avuntudur, garabet ve hamakattır. Ayrıca, yüz binlerce insana papağan gibi bu lâfı ezberletmek, o insanların,
45
zaten zayıf olan, ‘hakîkat, adâlet ve hakkaniyet’ hassalarını, duygularını, büsbütün felç etmektir, dumûra uğratmaktır, ağır bir vebaldir, topluma karşı büyük bir kötülüktür.
Cumhuriyetten önce âlim miydik?
Ayrıca, Cumhuriyetten önce millet zaten câhil olduğu içindir ki yazı bu kadar kolay değişmiştir. Eğer Osmanlı döneminde bu millet iyi eğitimli, bilgili ve kültürlü olsaydı; (1) hiç kimse yazıyı değiştirmeye gerek duymazdı, aklına bile getirmezdi ve (2) yazıyı değiştirmeye cesaret bile edemezdi. Asırlar boyunca bu millet fakir, eğitimsiz ve kültürsüz bırakıldığı içindir ki, yazı bu kadar kolay ve suhuletle değişmiştir. Şapka olayı gibi, Müslümanlıkla hiç alakası olmayan, basit bir sembolden dolayı başını veren kesimden bir kişi dahî, yazı değiştiği zaman tırnağını bile feda etmemiştir. Hâlbuki yazının değişmesi şapka olayından bin kat daha önemlidir. (Eğer şapkanın İslâmiyet’le bir alâkası olsaydı, şimdi fes giymek için de bir kampanya yapılırdı ve Diyanet İşleri Başkanı, görevi dışında başı açık gezmezdi. Peki, devrin uleması neden insanlara bunu anlatmadı da bunca ıstırap yaşandı?)
Kerâmet yazıda olsaydı…
Eğer keramet yazıda olsaydı, yazısını değiştirmemiş olan tüm Arap âleminin, İranlıların, Pakistanlıların, Afganlıların durumunun bizden daha iyi olması gerekmez miydi? Özellikle Arap dünyasına bir bakın, hepsi de Müslüman, hepsi de Kur’an’ı aslından okuyor ama hepsi de gelişmiş ülkelerin oyuncağı olmuş ve birbirine kurşun atıyor. “Yazımız değişti, bir gecede câhil kaldık” diyenlerin oralarda yaşananlara ve hattâ bunların bizi bile yakıp yıkması ihtimaline bakıp, asıl derdin, bin kat daha derin ve karmaşık olduğunu idrak etmeleri gerekmez mi?
Şimdi eski yazıyı bilenler çok daha fazladır
Bir konuyu daha anlatayım: 1927 yılında eski yazıyla okuryazar olan 1,1 milyon insanın en az on beş yirmi katına, yâni 20 milyon civarında insana, Kuran kurslarında, imam hatip liselerinde, üniversitelerin ilâhiyat fakültelerinde, Türk dili ve edebiyatı bölümlerinde, tarih bölümlerinde, maaşı devlet tarafından ödenen hocalar marifetiyle eski yazı öğretilmiştir. Her yıl milyonlarcasına daha öğretilmeye de devam edilmektedir. (Belediyelerin, cemaatlerin, tarikatların bu yöndeki gayretlerini de hesaba katmıyorum). Devlet eliyle eski yazı öğretilen bu insanların nüfusumuza oranı ise, Osmanlı dönemindeki yüzde sekize karşılık, bu gün en az yüzde yirmidir. Peki, ya sonuç? İnsanları dinden soğutan çeyrek din adamları, bilimin ‘b’ sini bile bilmeyen çeyrek profesörler, devlet mülküne el koyarak zenginleşen iş adamları, terör örgütlerine katılan binlerce militan ve insanlık câmiâsında yüzümüzü yere baktıran, Makyavelist ve şarlatan politikacılar… Kalite sorunu kimsenin umurunda olmayınca bu sonuç doğaldır, aksini beklemek saflıktır.
Yabancılar okuyor da biz neden okuyamıyoruz?
Bizimkiler, “yazımız değişti, bir gecede câhil kaldık” diye sıkılmadan şikâyete devam ededursun, Osmanlı arşivlerini, mezar taşlarını, bina kitabelerini yabancılar gelip okusun, dizini kırıp çalışsın, alın teri ve göz nuru döksün ve yüzlerce kitap yazsın… Osmanlı’nın torunları siz değilsiniz de onlar mı? İmam hatip okullarına, Kur’an kurslarına, ilâhiyat fakültelerine siz değil de onlar mı gidiyor? Siz, sıkışınca, “canım, bu dünya kâfirler için, öte dünya Müslümanlar için” diyerek esrar uykusuna dalın… Beyler, üç yüz yıl önce, atı alıp Üsküdar’ı geçenler, şimdi Güney Doğu Anadolu’nun dağlarında cirit atıyor. Beğenmediğiniz, yıllarca “hezimet” diye bağırdığınız ‘Lozan Coğrafyası’ bile altımızdan kayıyor. Hâlâ gerçekleri görüp uyanma zamanı gelmedi mi? (Kalbi ıstırapla dolu samimî din adamlarını, laboratuvarlarda geceleyen bilim adamlarını; toplumun kaderini değiştirmek,
46
ileri teknolojiye dayalı, yüksek kaliteli üretim yapmak ve dünya ile rekabet etmek için çırpınan işadamlarını; velhâsıl, şikâyet etmeden, suçlu aramadan, cehalete mazeret uydurmadan, alın teri ve göz nuru dökerek çalışan, dürüst, bilgili, onurlu, yüksek ahlâklı, tüm saygıdeğer insanlarımızı tenzih ediyorum.)
Bu anlattıklarım “yazı değişmeli miydi, değişmemeli miydi” tartışmasından tamamen bağımsızdır. Herkes kendi meşrebine göre, her ikisinin de lehinde veya aleyhinde, bin bir tane delil getirebilir. Zaten, bu tür tartışmalar, yazı değişmeden önceki elli-altmış yıl boyunca, en ariz-amik (enine boyuna) bir biçimde yapılmıştır. Bu işler, biri rüyasında gördü ve bir gecede yapıldı mı sanıyorsunuz? Ayrıca, olan olmuş ve aradan tam bir asra yakın, geri dönülmesi imkânsız bir zaman geçmiş, milletin yüzde doksan beşi bu yazıyla okuryazar hâle gelmiştir ve kütüphanelerimiz bu yazıyla yazılan kitaplarla dolmuştur. Bu saatten sonra millete bunları konuşturmak, tartıştırmak, sünnetçinin, “kuşa bak” demesi gibi, asıl vahim sorunları dikkatlerden kaçırma kurnazlığıdır, başka hiç bir faydası yoktur.
Harf devrimi başka dil devrimi başkadır
Ayrıca, harf devrimi ile dil devrimini birbirine karıştırmamak gerekir. Bunlar birbirine yakın fakat ayrı konulardır. Osmanlıca sadeleştirilmeliydi, buna hiç şüphe yok, aksini iddia edenler bu satırların arasına sıkıştırdığım Osmanlıca beyitleri anlasın da göreyim. Eskiden de halktan hiç kimse bunları anlamazdı. Ama Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı, Köroğlu’nu, Dadaloğlu’nu anlardı. ‘Öz Türkçe’ konusunda aşırıya gidildiği ise kesindir. Halkın dili devletin dili hâline getirilmeye çalışılırken, halkın bildiği kelimeleri ve bazı kavramları atmak vahim bir hata olmuştur. Dilin zenginliği ve ahengi kaybolmuştur. Ayrıca, milletin tarihine ve kültürüne yabancılaşmayı ‘aydın olmak’ zanneden bir yığın kalitesiz, kimliksiz ve kişiliksiz, nevzuhur insan türemiştir. Ancak bunları tenkit ve tahlil etmek ve yanlışları düzeltmeye çalışmak ayrı bir şey, “yazımız değişti bir gecede câhil kaldık” diyerek insanları slogan kültürüne mahkûm etmek ve siyasî ihtirasların papağanı haline getirmek ayrı bir şeydir.
Asıl vahim sorun
Asıl sorun, eğitimin kalitesinin düşüklüğüdür, kaliteli insan yetiştirememektir ve hattâ ‘yüksek kaliteli eğitimin’ ve ‘kaliteli insanın’ ne demek olduğunu dahî bilmemektir; üniversite mezunlarının diplomayı aldıktan sonra ve çoğu üniversite hocalarının bile profesör olduktan sonra kitabı kalemi bir köşeye atmasıdır. Bilimde, teknolojide ve ekonominin her alanında geri kalmamızdır. Okumayan, yazmayan, düşünmeyen, araştırmayan, tecessüsü (merakı) olmayan, okuduğunu ve duyduğunu sorgulamayan, ahlâkî değerlerine sahip çıkamayan, doğruyu delikanlıca savunamayan, zâlimin karşısında boyun eğen, sevdiği insanın yalanını doğru kabul edip papağan gibi ezberleyen, sevmediği insanın söylediğini, mutlak hakikat olsa bile reddeden bir toplum güdülmeye teşnedir (hazırdır, heveslidir). Nitekim güdülmektedir ve hiçbir sorununu sağlıklı bir biçimde çözememektedir. Böyle bir toplum, ister eski yazıyı, ister yeni yazıyı, ister Çin, ister maçin yazısını kullansın; ister saltanatla ister cumhuriyetle, ister demokrasiyle, isterse şeriatla yönetilsin, durum çok da fazla değişmez. Etrafınızdaki ülkelere bakın ve değişmediğini görün. “Acaba, böyle dipsiz kuyulara atılan, deli saçması taşları çıkarmaya çalışmaktan yorulduğu, bunaldığı ve usandığı için mi, koskoca Osmanlı Şeyh-ül İslam’ı aşağıdaki beyti yazmak zorunda kalmıştır” diye sormaktan kendimi alamıyorum:
Mescidde riyâ-pîşeler etsin ko riyâyı,
Meyhâneye gel kim ne riyâ var ne mürâî.
Şeyhülislam Yahyâ
47
Rusya ve diğerlerinden örnekler
Rusya, 1917’den evvel çarlar tarafından yönetilirken, Puşkin’leri, Lobaçevski’leri, Çaykovski’leri, İvan Gonçarov’ları, Çehov’ları, Turgenyev’leri, Dostoyevski’leri, Tolstoy’ları, Pavlov’ları ve daha birçoklarını yetiştirdi. Dünyanın bir numaralı devletlerinden biriydi, en az yüz elli yıl boyunca Osmanlı’ya kök söktürdü. Rusya 1917 yılında, 180 derecelik bir dönüşle, insanlık tarihinin en trajik devrimini, en radikal, en hayâl edilemez dönüşümünü gerçekleştirdi; mülkiyeti kaldırıp komünizme geçti. Bu defa Maksim Gorki’leri, Boris Pasternak’ları, Soljenitsin’leri, Yevgeni Yevtuşenko’ları, Yuri Gagarin’leri ve daha nicelerini yetiştirdi. Yine birinci sınıf devletlerarasındaydı, Hitler Almanya’sını yenen ülkelerden biri oldu, atom bombasını yapan ikinci ülkeydi, uzaya ilk füzeyi, ilk insanı gönderdi, çok sayıda Rus Nobel mükâfatı aldı ve yine, yetmiş yıl boyunca, en korkulu rüyamızdı. 1989 yılında yüz seksen derecelik bir dönüş daha yaparak kapitalizme geçti. Bunca radikal dönüşümlere rağmen hâlâ birinci ligde oynuyor ve hâlâ biz, ayağına basmamaya dikkat ediyoruz.
Neden ve nasıl oluyor bu? Çünkü neredeyse herkesin ‘Büyük Petro’ dediği, ama adamın ne yapmaya çalıştığını anlayamadığımız için bizim ‘Deli Petro’ dediğimiz Çar, Batının gücünün nereden geldiğini anlamak için, bundan üç yüz yıl önce saltanatını bırakıp ve kimliğini gizleyip, Avrupa’ya işçi olarak çalışmaya gitmiştir. Hâlbuki o tarihten neredeyse yüz yıl öncesinden itibaren Osmanlı sultanları saraya kapanmıştır. Dördüncü Murat’ın Bağdat seferinden sonraki üç yüz yıl boyunca, “acaba tebaam nasıl yaşıyor, aç mı, susuz mu” diye merak edip İzmit’in doğusuna geçen, bir tek Osmanlı Padişahı yoktur. Bu bir şaka değil, tam üç yüz yıl… Hâlbuki Ruslar, Çar Petro’dan itibaren, bireyin ve toplumun kalitesini yükseltmek için yoğun bir çaba içine girmiş ve birinci sınıf bir toplum yaratmıştır. Bu nedenledir ki, rejim ne olursa olsun, birinci ligde oynamayı başarıyorlar ve ona buna esip gürleyen biz, NATO üyeliğimize rağmen, Rusya söz konusu olunca hâlâ sus pus vaziyetinde kalıyoruz…
Peki, ister Osmanlı, ister Cumhuriyet döneminde biz, dünya çapında kaç kişi yetiştirdik? Bilimde, sanatta ve kültürde ne yaptık? İster Osmanlı, ister Cumhuriyet döneminde ve hangi kesimden olursa olsun, birazcık öne çıkanları itibarsızlaştırmak ve mahvetmek için, “bu bizden değil, bu bize boyun eğmiyor, bu bize bîat etmiyor” diyerek yapmadığımız zulüm kaldı mı? Hangi kesimden olursa olsun, biraz öne çıkıp da, karakollarda, mahkemelerde, hapislerde süründürülmemiş kaç kişi var?
Hatırladığım kadarıyla anlatayım: Fransa’da 1968 öğrenci olayları esnasında, sosyalist Filozof Jan Paul Sartre olayların içinde ve en önünde yürüyor. Kabine toplantısı esnasında içişleri bakanı, “Bu adam tahrikçidir, tevkif edilmesi gerekir” diyor. İkinci Dünya Harbi kahramanı ve muhafazakâr, sağ görüşlü Cumhurbaşkanı De Gaulle, “Jan Paul Sartre demek Fransa demektir, tevkif kelimesi telâffuz dahî edilemez” cevabını veriyor. Bir süre sonra da, Sartre’ı hapse atmak yerine seçime gidiyor ve ardından kendisi istifa ederek olayların yatışmasını sağlıyor. Beyler, işte Fransa’yı büyük, güçlü ve hattâ, İslâm dünyasının tüm kaçkınlarına melce (sığınak) kılan budur. Bizde olanlarla mukayeseyi siz yapın…
Almanya ve Japonya için de benzer paragraflar yazıp lâfı uzatmaya gerek var mı? Peki, Rusya Almanya ve Japonya, yaşadıkları bütün trajedilere ve radikal dönüşümlere rağmen, neden her zaman birinci ligde oynuyor? Bunun cevabı yüksek kaliteli insanlar, sanatta, bilimde, teknolojide üretimde ileri gitmiş, yüksek kaliteli ve birinci sınıf bir toplumdur. Toplum böyle olduğu zaman, rejimin, yazının, fesin, şapkanın önemi minimumdur. Ayrıca, yüksek kaliteli bir toplum, yanlış olanı, toplumda karşılığı bulunmayanı ve sosyal realiteye uymayanı zaten kısa bir sürede tasfiye eder.
Dünya ile rekabetin gereğini yapmak şarttır
Eğer dünya ile rekabete mecbursak, rakiplerimizin normlarını uygulamak ve değişimi o yönde yapmak zorundayız. En basitinden bir bakkal dahî bilir ki, yanına daha iyi bir dükkân açılırsa, onun normlarını
48
(meselâ, daha çekici bir vitrin, daha yeni bir buzdolabı, daha çok mal çeşidi vesaire) uygulamadan rekabet edemez ve ayakta kalamaz. Ey okumuşlar, ey hocalar, ey profesörler, ey bürokratlar, ey işadamları, ey politikacılar; en az üç asırdan beri devam eden geri kalmışlık ıstırabından, şahsiyet ve haysiyet kırılmalarından sonra anlayın artık bunu. “Bizim oğlan bina okur, döner döner gene okur” fasit dairesinden kurtulun.
Ey, kürsülerde ve ekranlarda tozu dumana katarak, ağzından alev saçarak beyin yıkamaya çalışan, bir hayal dünyasının slogan ilkelliğine toplumu mahkûm eden insanlar, kiminizin cehalet kompleksini tatmine çalıştığını, kiminizin para ve ikbâl kazandığını herkes biliyor. Ama bunun sonu yok, doyamazsınız. Bari topluma acıyın, torunlarınıza acıyın. Çünkü bunun faturasını toplum, yakında çok ağır bir biçimde ödeyecektir. Her zaman söylüyorum, bir kere daha söyleyeyim: Değişim kaçınılmazdır, kendiliğinden değişmeyeni, bir gün birileri mutlaka ve zorla değiştirir, üstelik şeref ve haysiyetini de elinden alır.
Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde,
Biz hezâran mest-i mağrûrun humârın görmüşüz.
Nef’î
Bilgisizlik belâdır, felâkettir
Bir gün Hz. Ali, bet-beniz kül gibi, koşar adım gidiyormuş. Biri sormuş, “Yâ Ali, nedir bu hâl?” “Korktum” demiş. “Sen ‘Allah’ın aslanı’ unvanıyla mârufsun, neden korkmuş olabilirsin ki?” Hz. Ali, hızla uzaklaşarak, “câhil ve ahmaktan korktum” cevabını vermiş.
İngiliz Filozof Bertrand Russell der ki: “İnsanlığın en önemli sorunu, akıllılar şüpheyle doluyken, aptalların özgüvenle dolu olmasıdır”. Alman düşünür Goethe de der ki: “Câhil insanlar akıllıların bin yıl önce cevapladığı soruları sorarlar ve tartışırlar”. Bu son söze göre cehaletimizin tescîli için dokuz yüz yılımız daha var. Müsterih olabilir, sevinebilir ve hattâ rahatça uyuyabiliriz!
Ülkemiz hakkındaki kaygılarımı anlattığım, üniversite mezunu bir iş adamı, bana, “korkma hocam, bu millete bir şey olmaz, çok şükür memleketimizin sahipleri var, Allah’ımız, dinimiz, îmânımız, peygamberimiz, evliyalarımız, türbelerimiz, yatırlarımız var” dedi ve aklıma şu hikâye geldi:
Bir gün Padişah’a bir haber gelmiş: “Kâfirler Tuna nehrinin kaynağından başlayarak, nehir boyunca yeni katılımlarla gittikçe büyüyen bir donanma oluşturuyorlar, yakında Karadeniz’i aşıp Boğaz’a girecekler ve İstanbul’u geri alacaklar”. Padişah kara kara düşünmeye başlamış, yeterli sayıda ve kalitede asker yok, top yok, tüfek yok, günlerce uyku-tünek kalmamış. Padişahı eğlendirmekle görevli cüce bir maskara, bir gün, tüm cesaretini toplayıp, “aman Padişahım nedir derdiniz, günlerdir sizi tebessüm bile ettiremedim” demiş. Padişah olayı anlatmış. Maskara, “aman Padişahım, üzüldüğünüz şeye bakın, bundan kolay ne var, Belgrad ormanlarından birkaç yüz tane ağaç kestirelim, bunları 3-4 metre boyunda parçalara ayıralım, katranla siyaha boyayalım, sonra da Anadolu ve Rumeli hisarlarının mazgallarına uzatalım, düşman bunları görünce top zanneder, korkar ve kaçıp gider” demiş. Padişah ellerini gökyüzüne açmış ve bütün kalbiyle, “Yâ Rabbî, ne olursun, bir gece için şu adamın aklını bana ver de, rahat bir uyku uyuyayım” demiş.
Sonuç olarak, açıkça ifade etmek isterim ki, bu toplumda, eski yazı da, Osmanlıca da, Arapça da Farsça da, Çince de, maçince de, velhasıl istisnasız mümkün olan her şey derinliğine öğretilmeli ve öğrenilmelidir. Ama hiçbir şeyi derinliğine öğretmeden ve öğretemeden, bu yönde en küçük bir çaba sarf etmeden, sağ-sol, ön-arka, her kesimden insana, slogan kültürünün, çeyrek aydın cesaretinin ve ahmaklığın hâkim kılınması ve toplumda kalitesizliğin derinleştirilmesi bir felâkettir ve Goethe’nin dediği gibi, “eyleme geçmiş cehaletten daha korkunç bir şey yoktur”.
49
Geliniz, bir ateş çemberinin içinden geçtiğimiz böyle bir dönemde, bırakın gezip eğlenmeyi, uyumaya dahî hakkımız yokken, belirli tarih dönemlerini veya belirli şahsiyetleri, bir top gibi tepe tepe kullanarak, birbirimize gol atmaktan, çeyrek aydınların ve sorumsuz politikacıların oyuncağı olmaktan vaz geçin. Hiçbir dönem cennet veya cehennem değildir, hiç kimse melek veya şeytan değildir, gerçekler de beyaz veya siyah değildir, gridir, gri, gri…
Geliniz din ve tarih üzerinden politika yapmaktan da vaz geçin. Çünkü bu ikisi de, insanların ve toplumların asla fikir birliğine varamayacağı konulardır. Bunlar üzerinden politika yapmak toplumları tahrip eder, en büyük kötülüktür ve en büyük vebaldir. Hem bizde ve hem etrafımızda olup bitenlere bakarak hlâ bunu anlayamıyorsak başka ne anlatabilir ki…
Zamanımı, bir bedâhatı (açık gerçeği) anlatmak için harcamak zorunda bırakanlara, bu ve benzeri beyhûde konularla, milletimize, onlarca yıldır vakit kaybettirenlere ve bunlar karşısında, kimi “ekmeğimden olurum”, kimi “koltuğumu kaybederim”, kimi “tekfîr edilirim”, kimi “huzurum kaçar” korkusuyla susanlara yazıklar olsun...
Mehmet Şahin
24 Ağustos 2015
TÜRKİYE’DE OKURYAZARLIK ORANLARI Yıllar
Nüfus Miktarı Okuma-Yazma Bilenlerin Oranı (%)*
Okuma-Yazma Bilen Erkeklerin Oranı (%)*
Okuma-Yazma Bilen Kadınların Oranı (%)*
1927 (Yazı değişmeden önce)
13.648.987 8,00 16,00 1,00
1935 16.158.567 19,00 30,80 8,00
1945 18.790.987 28,45 44,25 13,51
1950 20.947.155 31,80 47,60 16,70
1955 24.065.543 38,70 56,10 21,20
1960 27.755.532 38,09 54,70 21,15
1965 31.391.651 46,22 64,60 27,50
1970 35.605.176 53,61 70,96 36,24
1980 44.736.957 65,62 81,33 49,77
1990 56.473.035 79,23 89,85 68,52
2000 67.803.927 86,50 94,42 78,50
2007 70.586.256 88,22 96,00 80,54
2010 73.722.988 92,66 97,29 88,07
2012 75.627.384 94,91 98,26 91,60