YABA YAYINLARI.: 56
DÜNYA YAZARLARINDAN SEÇMELER
ISBN 975 - 386 - 021 - 8
1. Basım, Kasım 1994
• Kapak düzeni: D. Piranlı
• Dizgi, basım, cüt: Ziive Ofset - Tel: 229 66 84
YABA YAYINLARI P.K. 404 ULUS 06043 ANKARA Tel+Fax:316 64 00
VLADIMIR NABOKOV SOLGUN ATEġ
(Pale Fire)
Çeviren: YaĢar Günenç
YABA YAYINLARI
ĠSTAN BU L [^jALK^ KÜTÜPHANESĠ
VLADIMIR NABOKOV (1899 -1977)
«MÜLTECĠ» KiMLtKLERĠN YAZARI: NABOKOV
Vladimir Nabokov 1899 yılında Petersburg'da doğdu.Ailesinden birçok kiĢi Çarlık döneminde önemli
görevlerde bulunmuĢtur. Babası, liberal bir devlet adamıydı; 1917'de Kerenski'nin baĢbakanlığında kurulan
hükümette bakanlık yapmıĢsa da, devrimi benimsemediğinden ailesiyle birlikte yurtdıĢına kaçmıĢtır. Bu
«iltica» olayı Vladimir Na-bokov'u derinden etkiledi; yapıtlarındaki baĢkiĢilerin çoğu «mülteci»lerdir.
V. Nabokov, Londra'da Cambridge Üniversitesi'nde Fransız ve Rus Edebiyatları konularında öğrenim gördü;
1922'de Berlin'e taĢındı. 1938'dc Hitler yönetiminden kaçarak Paris'e, iki yıl sonra da ABD'ye yerleĢti. Böcek
bilimi konusunda öğrenim görmek üzere Harvard Üni-vcrsilcsi'ndcn burs aldı; bu bilgisini daha sonra Solgun
AteĢ romanında kullanmıĢtır. Bu romanda kendi kendini sürgün eden Kral gibi, Na-bokov, ülkeden ülkeye göç
ederek sonunda Ġsviçre'nin Montreux kentine geldi. Lolita romanının ve bundan S. Kubrick'in çektiği filmin
geliri, kendisine yalnızca edebiyatla ve böcek bilimiyle uğraĢma olanağı sağlıyordu. YaĢamını aynı kentte
noktaladı (1977).
Nabokov, Borges ve Kafka gibi, dünyayı ve insanları, kendine özgü bireysel bir bakıĢ açısıyla görüp
yansıtmıĢtır. Uslupçuluğuyla tanınır. Bu özelliğini infaza Çağrı romanında Ģöyle açıklamakta: «Sözcüklerin nasıl
bir araya getirilebilecekleri, sıradan bir sözcüğün canlanması ve komĢusunun pırıltısını, sıcaklığını, karartısını
paylaĢırken bir yandan da tüm satır ıĢıltıya dönüĢene dek kendini komĢusunda yansıtıp aynı süreç içinde
komĢu sözcüğü yenilemesi...»
Nabokov, yarattığı ve insanlara mutsuzluktan baĢka bir Ģey vermeyen evrende kendisini anlatır, ama
değiĢtirerek, baĢka bir kiĢinin kimliğine büründürerek. Yapıtlarındaki baĢkiĢiler, Nabokov'un kiĢiliğinden çok
Ģey taĢırlar. Yazar, anılarında, küçükken okuyup etkisinden kurtulamadığı romanlar arasında Mayne Reid'in
BaĢsız Süvari romanını da sayar. Bu romanda iki kiĢi, birbirleriyle giysilerini değiĢirler; bunun sonucunda da,
aranan kiĢi değil, onun kılığına giren kiĢi öldürülür. Bir kiĢinin baĢka bir kiĢinin benzeri olması, çift kiĢilik, kiĢilik
bölünmesi, E. Allan Poe ile R.L. Stevenson tarafından da iĢlenmiĢtir. Aynı temaya eğilen Nabokov, yapıtlarında
baĢkiĢilerin kimliğine, yani ikinci bir kimliğe bürünerek kurmaca bir evrende kendisini yaĢatmıĢtır. Umutsuzluk
(Despair, 1936) romanında bir iĢadamı, kendisine benzeyen bir yoksulla giysilerini ve pasaportunu değiĢtirir,
sonra onu öldürür; ama kendi kiĢiliği de, öldürdüğü adamın kiĢiliğine dönüĢür. Göz (The Eye, 1938)
romanında olayların anlatıcısı olan genç Rus, bir kızın çevresinde dolanıp da ondan yüz bulamayan bir adamı
anlatır; olayların sonunda, anlatıcı durumundaki gencin, aslında anlattığı kiĢinin kendisi olduğu ortaya
çıkmaktadır.
Nabakov'un PriglaĢeniye Na Kazıt adıyla 1934'te Rusça yayımladığı ve 1950'lerde Ingilizceye infaza Çağrı
adıyla çevirdiği romanı, Kafka havasmdadır. Romanın baĢkiĢisi, düĢünce ve duygularını insanlardan gizleyen,
bu yüzden de toplumca ve devletçe dıĢlanıp ölümle yargılanan bir kiĢidir. Aslında bu roman, politik bir yapıt
değildir; çevresinden kendini yalıtan bir insanın toplumca dıĢlanması olgusunun abartılı, fantezili bir
anlatımıdır. Bu romanın ilginç bir yanı da, sonradan Lolita romanının baĢkiĢilerinden birini oluĢturacak olan,
cinsel yönden saldırgan kız çocuğu tipini içermesidir.
Lolita (1955) romanı, ruhsal bakımdan dengesiz iki insanın iliĢkilerini anlatır. Rus göçmeni orta yaĢlı bir.
profesör, çocukken, kendi yaĢında bir kız çocuğuyla kurduğu, yarım kalmıĢ cinsel iliĢkinin özlemi içinde, çocuk
yaĢtaki bir kıza tutulur. ĠliĢkiyi ilerletmekten korkan erkeğin edilgenliğine karĢın çocuk yaĢtaki Lolita, cinsel
yönden giriĢkendir. Adamın saplantısı, iki tarafa da yıkım getirir.
Nabokov'a göre insan, geçmiĢini anımsarken onu çarpıtır, değiĢikliğe uğratır. Yine insan, bir baĢkasının
anlattıklarını dinlerken ya da yazılı bir metni okurken ve bunları kendi hayalgücüyle canlandırırken kendinden
bir Ģeyler katar. Yazar, (Sebastian Knight'ın Gerçek YaĢamı (1941) romanını bu bakıĢ açısıyla oluĢturdu: ÖlmüĢ
olan yazar Sebastian Knight'ın yaĢam öyküsünü, üvey kardeĢi yazıya geçirmektedir. Ama bunu yaparken S.
Knight'ın geçmiĢ yaĢamını değiĢtirmekte, bu geçmiĢe kendi yaĢamını karıĢtırmakta, giderek S. Knight'ın
kiĢiliğine bürünmektedir. Sebastian Knight da, üvey kardeĢi de Rus göçmenidirler. Otobiyografik yanı ağır
basan bu romanda Nabokov'un kendisi de ikinci bir kiĢiliğe bürünerek karĢımıza çıkmaktadır.
Vladimir Nabokov'a göre okurların, kitaplardaki baĢkiĢilerden biriyle özdeĢleĢmeleri yanlıĢtır; yapıtın asıl
yazan okuyucular olmalıdır. Geleneksel romandaki anlatıcı, her Ģeyi bilen ««tanrısal anlatıcı»
görünümündedir. Bu anlatıcı türünün artık bir yana bırakılması gerekmektedir. Okuyucu, bir yapıtı yeniden
üretmelidir. Okuyucular burada yazar kimliğine (ikinci bir kimliğe) bürünmüĢ olmaktadır. Nabokov'un bu
anlayıĢla yazdığı Solgun AteĢ (Pale Fire, 1962) romanı, «KarĢı Roman» (Anti-Roman) akımının en önemli
örnekleri arasında yer alır.
Geleneksel öykülemc yöntemiyle ve roman kurgusuyla bağını koparan KarĢı Roman'ın ilkeleri, Ģöyle
sıralanabilir: Okuyucuyu, romandaki karakterlerden biriyle özdeĢleĢmekten uzaklaĢtırmak; bununla birlikte
onun romana katılmasını (baĢkası olarak değil, kendisi olarak) sağlamak; zamanda olayların geri ve ileri
sıçraması (bilinç akımı).
KarĢı Roman'da, geleneksel romanlardaki «tip» yaratıcılığı görülmez. Sözdizimiyle aĢırı oynanması, bu
romanlarda rastlanan baĢka bir özelliktir. Daha aĢın özelliklere rastlamak da olasıdır: Kitapta boĢ sayfaların,
atılacak sayfaların, değiĢik biçimde sıralanabilecek sayfaların, resimli sayfaların bulunması.
KarĢı Roman'ın özellikleri, ilk olarak Laurence Sterne'ün Tristram Shandy (1767) romanında görülür. Bu türün
önemli örnekleri arasında James Joyce'un Ulyssess ve Finnegans Wake, Virginia Woolf un Mrs Dalloway ve
Dalgalar, Samuel Beckett'in Molloy, Claude Simon'un Flandres Yolu, Nabokov'un Solgun AteĢ adlı yapıtları
sayılabilir.
Solgun AteĢ'te, öldürülen Ģairin uzun Ģiirinin ardından, bu Ģiirle ilgili geniĢ açıklamalar gelmektedir: bu
açıklamalar, Ģairin arkadaĢı ve onun Ģiirinin yayımcısı olan kiĢi tarafından yazılmıĢ görünmektedir.
Açıklamalarda, överken yeren ve yererken öven bir dil kullanılmıĢtır. Bu açıklamalar, Ģiiri anlamamıza ne
ölçüde yardımcı olmaktadır? Bu
açıklamaların tümüne güvenebilir miyiz? ġiiri yayımlayıp yorumlayan kiĢi, kendisinin kral olduğunu
söylemektedir. Gerçekten Kral mıdır, yoksa hapisten kaçan kralın kimliğine mi bürünmüĢtür? Kral değilse,
anlattıklarının ne kadarı kendisine, ne kadarı krala iliĢkindir? Sonra, ölen kimdir? Kim, kimin kimliğine
bürünmüĢtür? Gerçekten bir ölen var mıdır? ġairin arkadaĢı, acaba Ģairin kendisi midir? Yoksa katili mi? Yoksa
saçmalayan bir akıl hastası mı?
Bu soruların yanıtlarını okuyucuların kendileri bulacaklardır; KarĢı Roman'ın ilkelerine uygun biçimde, hiçbir
karakterle özdeĢleĢmeden, ama romana kendi kiĢilikleriyle katılarak, romanı yeniden üreterek. Belki baĢka
sorulara yanıt arayacaklardır. Solgun AteĢ'i Türk-çeleĢtirirken eklediğimiz dipnotların okuyuculara, bir yere
kadar, yardımcı olacağını umuyor ve dünya edebiyatının baĢyapıtları arasında yer alan bu romanı, bir buçuk
yıllık bir çeviri serüveni sonunda dilimize aktarmanın mutluluğunu yaĢıyoruz.
Ekim 1994/Ankara
YaĢar GÜNENÇ
Vera'ya
,?3S*-
Bu bana, onun bay Langston'a anlattığı gülünç öyküyü anımsatıyor; soylu bir delikanlının soysuzluğuyla ilgili
olayı. «Beyefendi, en son olarak onun sokaklarda kedileri kovalayıp kurĢunladığını söylediler bana». Derken
bir gün, sözümona hoĢ hayallere dalmıĢ gitmiĢken, en sevdiği kedisini anımsayıverdi, dedi ki: «Ama Hodge
öldürülmeyecek. Hayır, hayır, Hodge öldürülmemeli»
— James Boswell, SamuelJohnson'ın Yasamı.
11
ÖNSÖZ
Solgun AteĢ, beĢ ayaklı beyitler halinde^ dört kantodan oluĢan, toplam dokuz yüz doksan dokuz dizelik bir
Ģiir olup John Francis Shade (doğumu: 5 Temmuz 1898—Ölümü: 21 temmuz 1959) tarafından, ABD'de
yaĢamının son yirmi gününü geçirdiği Appalachia bölgesinin New Wye kentinde yazılmıĢtır. ġairin, ilk yazdığı
metinden temize çektiği, bizim de bu kitapta olduğu gibi yayımladığımız elyazması metin, seksen iane orta
boy dizin kartına dağılmıĢ durumdadır ki Shade, bu kartların pembe renkli ilk satırlarına baĢlıkları (kanto sıra
numarası, tarih) yazmıĢ, açık mavi renkli öbür satırlara (her kartta on dört satır) ince uçlu bir kalemden çıkan
küçük, temiz, son derece okunaklı bir yazıyla, bölüm aralarını belirtmek için bir satır atlayarak, Ģiirini
geçirmiĢtir; bir kantoyu bitirdikten sonra öbür kantoyu aynı kartın arka sayfasına değil, boĢ bir kartın ön
yüzüne yazmaya baĢlamıĢtır.
Kısa (166 dize) olan Birinci Kanto, tüm a acaip kuĢları ve ufkun yukarılarına serpilmiĢ renkli lekeleriyle, on üç
kartlık yer kaplamaktadır. En çok beğeneceğiniz îkinci Kanto ile ĢaĢırtıcı bir uslalık ürünü olan Üçüncü Kanto,
aynı uzunluktadırlar (334 dize); her kanto, yirmi yedi kart tutmaktadır. Dördüncü Kanto, Birincinin
uzunluğundadır, onun gibi on üç kart sürmektedir; Ģairin, öleceği gün yazdığı son dört kart üzerinde,
kantonun bitiĢ bölümü, düzeltilmiĢ taslak biçiminde kalmıĢ, temize çekmeye yazarın ömrü yetmemiĢtir.
Düzenli çalıĢmayı seven John Shade, yazdığı dizeleri genellikle aynı günün gecesi temize çekmiĢ ve
yanılmıyorsam, içimi zaman bir
(*) BeĢ ayaklı beyit (heroic couplet): Her dize, beĢ ayaktan oluĢur. Bir ayak ise, bir kısa ve bir uzun hece ya da
bir vurgusuz ve bir vurgulu hece biçimindedir. Aruz veznini andırır-Çev.
12
kez daha temize çektiği halde, kartın ya da kartların üzerine son düzeltme tarihini değil, taslağın ya da ilk
temize çekilmiĢ metnin bitiĢ tarihini koymuĢtur. Demek istiyorum ki, yapıtlarını yarattığı tarihleri, ikinci ya da
üçüncü düzeltme tarihlerine yeğ tutmuĢtur. ġimdi kaldığım pansiyonun tam karĢısında çok gürültülü bir
lunapark vardır.
Böylece, onun yapıt üzerindeki çalıĢmalarını gösteren eksiksiz bir takvim kazanmıĢ bulunuyoruz. Birinci Kanto,
2 Temmuzda, ge-ceyarısından sonra yazılmaya baĢlamıĢ ve 4 Temmuzda bitirilmiĢtir. Ġkinci Kanto'ya, sanatçı,
doğum yıldönümünde baĢlamıĢ, 11 Temmuzda son vermiĢtir. Üçüncü Kantoyu bir haftada bitirdikten sonra
19 Temmuzda Dördüncü Kantoyu yazmaya koyulmuĢtur; daha önce belirttiğimiz gibi, bu kantonun üçte birini
oluĢturan son bölüm (949. dizeyle 999. dize arası), düzeltilmiĢ taslak biçiminde kalmıĢtır, iĢlenmesi gereken
bu bölüm, bazı sözcüklerin karalanmasıyla bozulmuĢ, yapılan eklemeler de onu büsbütün kötüleĢtirmiĢ ve
böylece bitiĢ bölümü, düzeltilmiĢ taslak üzerindeki haliyle, kartlara yazılı ilk biçiminden çok uzaklaĢmıĢtır; oysa
Ģiirin öbür bölümleri, temize çekilmiĢ elyazmasındaki biçimleriyle, kartlara yazılı ilk hallerinden hemen hemen
farksızdırlar. Gerçekte, hiçbir korku duymadan dalsanız da gözlerinizi o bulanık yüzeyin altındaki duru sularda
açı verseniz, gördüklerinizin doğruluğundan hiç kuĢkulanmazsınız; hoĢlanırsınız bile. Ne bir çatlak dize vardır,
ne belirsiz bir anlatım. Bu durum, bazı suçlamaların asılsız olduğunu kanıtlamaya yeter sanıyoruz: Bir
gazetede, 24 Temmuz 1959 günü, kendisiyle yapılan söyleĢide, Shade uzmanı geçinenlerden biri, daha Ģiirin
elyazması metnini görmeden onun "tam bir metin özelliği taĢımayan taslak parçalarından oluĢtuğunu" öne
sürmüĢtür. Büyük bir Ģairin yapıtının ölüm tarafından yarım bırakılmasını umursamayanlarca söylenen bu tür
sözler, sanatçının hem editörlüğünü hem de eleĢtirmenliğini yapan kiĢinin yeteneğine, belki de dürüstlüğüne
çamur atmaya yönelik bulunmaktadır.
ġiirin yapısı ile ilgili olarak da, Prof. Hurley ve kafadarları tarafından öne sürülen bir sav vardır. Sözkonusu
söyleĢiden, olduğu gibi aktarıyorum: 'John Shade'in ne uzunlukta bir Ģiir tasarlamıĢ olduğunu kimse
söyleyemez; ama öyle görünüyor ki, onun bize bıraktıkları, alacakaranlıkta cam üzerinde gördüğü bir biçimin
ufacık bir parçasıdır yalnızca'. Yine saçmalıyorlar! Dördüncü Kanionun içeriğine dikkat etselerdi, 'bitti'
borusunun çınladığını duyacaklardı. Ayrıca, 25 Temmuz 1959 günlü bir belgeden anlaĢılacağı gibi, Sybil
Shade, kocasının 'dört
13
bölümden öteye uzanmayı hiç istemediğini' kabul etmektedir. Sanatçı, Üçüncü Kantoyu, yapıtının sondan bir
önceki bölümü olarak tasarlamıĢtır, bunu ben kendisinden iĢitmiĢtim; bir akĢamüstü birlikte yürüyorduk;
Shade, konuĢarak düĢünüyormuĢ gibi, o gün yazdıklarını gözden geçiriyor, bağıĢlamamız gereken kendine
hayranlığını el hareketleriyle dıĢa vuruyordu; yanında yürüyen sırdaĢı, uzun ve hızlı adımlarını boĢ yere, kılıksız
yaĢlı Ģairin ağır ayak sürümelerine uydurmaya çalıĢıyordu. Ben Ģimdi (gölgelerimizin, bizden ayrı birlikte
yürümelerini sürdürmekte olduklarına dayanarak) diyorum ki, Ģiire eklenmesi gereken bir tek dize kalmıĢtır
(1000 dize); bu dize, ilk dizenin aynısı olmalıydı. O zaman, birbirini destekleyen geniĢ ve özdeĢ iki ana
bölümden oluĢmuĢ gövdesiyle simetrik bir yapıya sahip olan Ģiire daha güçlü bir simetri kazandırılırdı;
böylece, kendilerine bitiĢik kısa yan bölümlerle birlikte bu ana bölümler, beĢer yüz dizdik bir çift kanat olur
çıkardı, müziğe boĢ vererek. Onun bileĢim yaratmadaki yeteneğini ve ezgide denge kurma konusundaki ince
duyarlığını bilen bir kimse olarak ben, hiç sanmıyorum ki Shade, belli bir büyüklüğe kavuĢturmak uğruna
kristalinin yüzeylerini bozup çirkinleĢtirmeyi göze alsın. Yukarıdaki açıklamalarımı yeterli bulmayanlar —
aslında yeter de artar bile— o unutamadığım 21 Temmuz akĢamı zavallı arkadaĢımın kendi sesinden,
çalıĢmalarının bittiğini ya da nerdeyse bittiğini iĢitmiĢ olduğumu bilmelidirler. (Açıklamalar Bölümünde, 991.
dize için yazdığım nota bakınız)
Lastik Ģeritle bağlı seksen kartlık tomarı çözüp son bir kez, dizelerin yüceliğine tanık olduktan sonra Ģimdi,
dinsel bir saygıyla yeniden bağlıyorum onu.Tomann konduğu zarfın içinde incecik, zımbalanmıĢ on iki karttan
oluĢan bir takım daha var ki bunların üzerinde bulunan ek beyitler, ilk taslakların kannakanĢıklığı içinden, kısa
ve yer yer kirli bir yolu izleyerek geçiyorlar. Genellikle Shade, taslakları yok ederdi, onlara baĢvurmaktan
kurtulmak istediği anda: Ta-raçamdan, pırıl pırıl bir sabah vakti, gördüğüm o sahneyi dünmüĢ gibi
anımsıyorum; arka bahçedeki ocağın solgun ateĢine fırlattığı taslaklar yanarken Shade, günah iĢleyen bir
insanın yakılmasında hazır bulunan devlet görevlisi gibi, baĢı önüne eğik, dikilip duruyordu, suçlunun
ölüsünden rüzgarın koparıp uçuĢturduğu kara kelebeklerin ortasında. Ama bu son on iki kartı yok etmeyip
sakladı; çünkü özü çıkarılınca maden cürufuna dönüĢen taslakların karĢısında, el değmemiĢlikleriyle
parıldıyorlardı. Belki de Ģairin kafasında, temize çekilmiĢ el-
14
yazmasmdaki kimi dizelerin yerine bu kanlardaki görkemli dizeleri koyma amacı saklıydı, ya da, daha büyük
olasılıkla, bu dizeleri Ģiirinin bölüm baĢlarına birer özet olarak yerleĢtirmek için duyduğu isteği, sanatsal
kaygılarla ya da Bayan S'nin hoĢ karĢılamayıĢı nedeniyle, bastırarak bekliyordu, ta ki arınmıĢ metin, mermersi
bozulmazlığıyla, daktilodan çıksın*-*) ve sözkonusu dizeleri ya uygun görüp içine alsın ya da ne denli güzel
olurlarsa olsunlar onları, kendi arınmıĢlığına göre pis bularak aforoz etsin. Yukarıdaki olasılıklara Ģunu da
eklememe izin verin: ġair, belki de yapıtını, övünmek gibi olmasın,bana okuyup önerilerimi almak
niyetindeydi.
ġiirin dıĢında bırakılmıĢ olan bu dizeleri, kitabın açıklama bölümünde okurlara sunuyorum. Sözkonusu
dizelerin, Ģiirin neresinde bulunacakları saptanmıĢ ya da en azından, önerilmiĢtir; bunu yaparken, metnin
taslağında bu dizelere komĢu olan ve metnin son biçimine de aktarılan dizeleri dikkate aldım; böylece, metin
dıĢı kalmıĢ dizeleri, yapıtın son biçiminde yer alan bu dizelerin yanlarına yerleĢtirmeyi önermiĢ oluyorum.
ġiirin dıĢında bırakılmıĢ dizeler, denebilir ki, hem sanatsal hem de tarihsel bakımdan, metnin son biçimindeki
en güzel bölümlerin bazılarından daha değerlidirler. ġimdi, Solgun AteĢ'in tarafımdan yayımlanmasıyla
sonuçlanan süreci gözler önüne sermek istiyorum.
Sevgili arkadaĢım ölür ölmez (daha gömülmeden) ben, elyazmasını alıp güvenli bir yere sakladıktan sonra,
para kazanma amacıyla ya da sözde bilimsel amaçlarla çevrilecek dolapları önlemek için, o günlerde aklını
yitirmiĢ gibi olan karısını razı ederek onunla bir sözleĢme yaptım; yapıtın Ģair tarafından bana bırakıldığının
belirtildiği bu sözleĢmeye göre ben, zaman geçirmeden yapıtı, kendi açıklamalarımla birlikte, seçeceğim bir
yayınevine yayımlatacaktım; sağlanacak kazanç, yayımcının payı düĢüldükten sonra, sanatçının karısına
verilecekti; kitap yayımlandığı gün, el yazması, Meclis Kitaphğı'nın sürekli koruyuculuğuna bırakılacaktı. Hiç
kimsenin, dolandırıcılık yapmıĢ olduğuma iliĢkin suçlamalarını kabul etmiyorum. Yine de, bu sözleĢme,
"gerçekdıĢı Ģeylerden ahlaksızlıkla oluĢturulmuĢ bir karıĢım" diye adlandırılmıĢ (Shade'in eski avukatı
tarafından); baĢka birisi (Shade'in yapıtlarının yayımıyla uğraĢan kiĢi) de, 'Bayan Shade'in
(*) Metnin daktilodan çıkıĢı, Hıristiyanlık inancına göre Meryem'in günahsız, arınmıĢ olarak dünyaya geliĢini
andırmaktadır. —Çev.
15
titrek imzası, sakın, çok farklı bir kırmızı mürekkeple atılmıĢ olmasın?' diye, aklınca alay etmiĢtir. Böyle
yürekler, böyle kafalar elbet uzaktırlar insanın bir baĢyapıta duyacağı büyük sevgiyle bağlılıktan; oysa bu
insanı, yapıtın örgüsünün alt yüzüdür çeken; kendisi hem onun, gözleri önünde ilmik ilmik dokunuĢunun
tanığıdır hem de biricik esinleticisi; geçmiĢi de, burada, yapıtın suçsuz yere öldürülen yaratıcısının yazgısıyla
sarmaĢ dolaĢtır.
Notlarımın sonuncusuydu galiba, orada belirttiğim gibi, Shade'in ölümü bir su altı bombası Ģiddetiyle
patlayıp öyle gizleri havaya uçurmuĢ, öyle çok balık ölüsü sermiĢti ki su yüzüne, ben tutuklanmıĢ katille son
görüĢmemin hemen ardından, New Wye'dan ayrılmak zorunda kalmıĢtım. Açıklama bölümünün basımını,
ortalık durulduktan sonra kendimi baĢka bir takma adla gösterinceye dek, ertelemem gerekiyordu ama Ģiirin
basımı geciktirilemezdi. Uçağa atlayıp New York'a gittim, el yazmasının fotokoposini çektirdikten sonra
Shade'in yayımcılarından biriyle iliĢki kurdum ve tam iĢi bağlıyordum ki, gün-batımı rengine boyanmıĢ
evrenin ortasında (ceviz tahtasıyla camdan yapılmıĢ bir hücrede oturuyorduk, bokböceği dizilerinin elli kat
yukarısında) karĢımdaki adam, söz arasında Ģunu dedi: 'Sizi mutlu kılacak bir haberim var, Dr. Kinbote;
Profesör Falanca (Shade için kurulan komisyonun üyelerinden biri) yapıtın yayıma hazırlanmasında
danıĢmanımız olmayı kabul etmiĢ bulunuyor.1
'Mutluluk' kadar öznel bir Ģey yoktur. Bizim Zembla'nın en aptalca atasözlerinden biri, 'Eldiven yitirmek,
mutluluk getirir', der. Hemen çantamı kapatıp bir baĢka yayımcının kapısını çaldım.
Aptal, beceriksiz bir dev getirin gözünüzün önüne; öyle bir tarihsel kimse ki, para konusundaki bilgisi, ulusal
borcun Ģu kadar milyar olduğu biçiminde, soyut bir bilgiden öteye geçmesin; sürgün bir Ģehzade düĢünün,
kol düğmelerindeki Golconda'dan habersiz olsun/*) Yani diyeceğim —abartarak da olsa— ben, dünyanın,
uygulamacılık alanında en beceriksiz insanıyım. Böyle bir insanla yayın dünyasının kurnaz bir tilkisi arasında
kurulan iliĢkiler, baĢlangıçta, göz yaĢartacak kadar kaygısız ve arkadaĢçadır; çekinmeden karĢılıklı Ģakalar
yapılır, armağanlar alınıp verilir. Hiç sanmam ki, ileride bir aksilik çıksın da Ģimdiki yayımcım, dostum Frank'la
kurduğumuz iliĢkinin sürekli biçimde geliĢmesini engellesin.
(*) Golconda: Hindistan'da elmaslanyla ünlü bir yer. Bu sözcük ayrıca "büyük zenginlik kaynağı" anlamında
kullanılır. —Çev.
16
Kendi yaptırdığım dizgiyle ortaya çıkmıĢ ilk baskıyı Frank onayladıktan sonra benden, açıklama bölümündeki
yanlıĢlardan yalnızca kendimin sorumlu olacağımı Önsöz'de belirtmemi istedi; bu isteğini seve seve yerine
getiriyorum. Deneyimli bir düzeltmen, Ģiirin ilk basımını fotokopisiyle, hem de büyük dikkatle karĢılaĢtırdı ama
bula bula benim gözümden kaçmıĢ birkaç önemsiz yanlıĢ bulabildi; baĢkalarının bütün katkısı, iĢte bu
kadardır. Sybil Shade'in, kocasının ya-Ģamöyküsünü yazmak için gerekli bilgileri bana göndermesini nasıl
beklediğimi söylemem bile gereksiz; yazık ki, benden önce New Wye'dan ayrılıp Qucbec'teki akrabalarının
yanına gitti. Çok verimli yazıĢmalarımız olacaktı, ama Shade uzmanları engellediler. Kendisiyle uzak
düĢmemizin, onun kararsız kiĢiliğiyle bağlantımı yitirmemin hemen ardından, bu adamlar sürü sürü Kanada
yoluna döküldüler, gidip zavallı kadının baĢına üĢüĢtüler. O da, benim Ccdarn'daki sığınağımdan
gönderdiğim ve bir aydır yanıt beklediğim mektuptaki beynimi kıvrandıran sorulara, ki bunlar "Jim Coatcs'ın
gerçek adının ne olduğu" gibisinden sorulardı, yanıt vereceğine apansız bir telgraf sıktı bana; kocasının
Ģiirinin yayıma hazırlanmasında Prof. H. (!) ile Prof. C. (ü)'nin yardımcılığını kabul etmemi istiyordu. Nasıl
ĢaĢırdım, nasıl yaralandım anlatamam! ArkadaĢımın bir zamanlar karısı iken Ģimdi kötü niyetlilerin güdümüne
giren bir insanla, doğal olarak, iĢbirliğine yanaĢamazdım.
Sağlığında, gerçekten eĢi bulunmaz bir arkadaĢtı o! Günlüğüme bakıyorum da, ancak birkaç aylık bir
tanıĢıklığımız olmuĢ; ama bazı insanlar bu kadarcık sürede ne dostluklar kurdular! Öyle dostluklar ki, ite kaka
yürütülmezler, kötülük dolu müziğin tekdüzeliğine bağlı kalmadan ilerleyen belirgin bir ritmin sonsuzluğunda
geliĢirler. Ġçimi sevinçle dolduran o günü hiç unutamam: Tatilini geçirmek üzere Ġngiltere'ye giden Yargıç
Goldsworth'un bana kiraladığı kent dıĢındaki evin, ki buraya 5 ġubat 1959 günü taĢınmıĢtım, dizelerini yirmi
yıl önce Zcmbla dilinde söylemeye çalıĢtığım o ünlü Amerikalı Ģairin evine bitiĢik olduğunu öğrendiğim
zaman, okurlarımın ilerideki sayfalarda bulacakları bir notta da belirttiğim gibi, nasıl sevinmiĢtim! Bana
böylesine çekici gelen bir komĢuluk sağlamasının dıĢında, Gold-sworth Ģatosu, çok geçmeden farkcilim ki
hiçbir çekiciliğe sahip değildi. Isıtma sistemi laçkaydı; bodrumda titreyip inleyen kazanın ılık havası,
döĢemedeki dağıtıcıların yarıklarından, can çekiĢen bir insanın son soluğu gibi ölgün yayılıyordu odalara. Üst
katuıki yarıkları ka-
17
palarak oturma odasındaki dağıtıcının gücünü arttırmaya çalıĢtım ama ısı düĢtü, çünkü odayla dıĢarıdaki
kutup bölgesi arasında ince bir kapıdan baĢka engel yoktu; antre filan hak getire —ya bu ev, buraya
yerleĢmeye gelen ama New Wye'in kendisine nasıl bir kıĢ hazırladığını bilemeyen biri tarafından yaz ortasında
yapılmıĢtı ya da eski zamanların kibarlık geleneklerine uyularak, herhangi bir ziyaretçinin kapıyı açınca daha
eĢikteyken, oturma odasında gizli kapaklı hiçbir Ģey yapılmadığına inanması istenmiĢti.
Zcmbla'da ġubat'la Mart (bizim deyimimizle, dört 'beyaz burunlu ayların son ikisi) çok sert geçerdi buradaki
gibi, ama bir köylünün evinde bile her zaman insanı ısıtacak bir sıcaklık bulunurdu— bulunmayan Ģey,
doğarken ölmüĢ olan bütün o taslakların herhangi birine dayanan ısıtma sistemleriydi. Gerçi, bütün yeni
gelenlere yaptıkları gibi bana da, gelmek için, yıllardır görülmeyen korkunç bir kıĢ mevsimini seçtiğimi
söylemiĢlerdi —oysa burası, Palermo'yla aynı enlem üzerindeydi. TaĢınmamın üzerinden birkaç gün geçmiĢti
ki bir sabah, yeni almıĢ olduğum, motoru güçlü, kırmızı arabama binmiĢ, üniversiteye gitmeye hazırlanırken,
Bay Shade'lc eĢi gözüme iliĢti; daha kendileriyle bir araya gelip konuĢmuĢ değildik (sonradan öğrendiğime
göre, benim, yalnız bırakılmak istediğimi sanmıĢlardı). Buz tutup kayganlaĢmıĢ bahçe yolunda, eski Packard
arabayı yürütmeye çabalıyorlardı; otomobil acıyla haykırıyor ama kıvranıp duran arka tekerleğini, bir türlü,
buz cehenneminin kuyusundan çekip çı-karamıyördu. John Shade, bir kovadan avuçladığı kahverengi toprağı
mavi buzun üzerine serpiyordu beceriksizce, tarlaya tohum saçar gibi. Çizmelerini giymiĢti, lama yününden
yakası sımsıkı kapalıydı, gür beyaz saçları güneĢle kırağı gibi parlıyordu. Birkaç ay önce hasla olduğunu
biliyordum; komĢularıma, benim güçlü arabamla üniversiteye gitmemizi önermek üzere, hızlı hızlı yürümeye
koyuldum. Eğimli araziden inip dar yola ulaĢtım ama karĢıya geçmeye çalıĢırken ayağım kaydı, devrildiğim
karın bu kadar sert olacağını düĢünemezdim bile. Shadc'icrin hanial arabası, benim düĢüĢümden güç almıĢ
gibi, birden fırladı, sarsılarak giderken az kalsın beni çiğniyordu. Tekerleğe canı sıkılan John, Ģuralını asmıĢtı,
Sybil ona sert sert birĢeyler söylüyordu. Her ikisinin de beni J'arkeimcmcsi, pek inanılır değil bence.
Ama birkaç gün sonra, 16 ġubat Pazartesi akĢama doğru, fakülte kulübünde verilen bir yemekle, yaĢlı Ģaire
takdim alildim. 'En sonunda sunabildim itimatnamemi', diye biraz alaylı, günlüğüme yaz-
18
mıĢtmdır bunu. Her zamanki masasında, dört beĢ değerli profesörle birlikleydi; beni aralarına çağırdılar;
duvarda Wordsmith Üniversitesinin büyütülmüĢ bir resmi vardı, aptal görünüĢlü, kılıksız; 1903 yazının
kapkaranlık bir günü çekilmiĢ. Shade'in bana 'domuz etini dene'memi önermesi canımı sıktı. Ben, kararlı bir
etyemezim ve kendi yemeğimi kendim piĢirmek isterim. Herhangi bir insanın el sürdüğü bir Ģeyi yemek, diye
açıkladım bu kanlı canlı eğlence düĢkünlerine, beni o insanın kendisini yemiĢim gibi tiksindirir, bu yaratık —
sesimi alçaltarak söyledim— bize hizmet eden, biryandan da kalemini yalayan Ģu atkuyruklu, meyve püresini
andıran kız öğrenci bile olsa, benim için farketmez. Hem, evrak çanlamdaki meyveyi yemiĢtim zaten, üstüne
de bir ĢiĢe üniversite birası içmiĢtim, bu bana yeter, diye sözümü bağladım. Kaçamak yapmadan, açıkça
konuĢmam üzerine herkes yatıĢtı. O alıĢılmıĢ sorulan sıktılar üzerime: yumurtalı içecekler, sütlü dondurmalar,
inancıma aykırı düĢüyor mu, düĢmüyor mu? Shade, benim inancıma aykırı bir görüĢteydi: Dediğine göre,
sebze yemek için kendini iyice zorlaması gerekiyordu. Salata yemek, soğuk havada denize girmek gibi
birĢeydi. Hele, gücünü iyice toplamadan, bir elmanın kalesine saldırmayı göze alamazdı. Ben, Amerikalı
cntellektüeller sürüsünün ortak özelliği olan o bezdirici takılmalara, alaylara boĢ vermeyi öğrenememiĢtim
daha; bütün o sırıtkan adamların önünde Shade'e, Ģiirlerinin hayranı olduğumu söylemekten çekindim, çünkü
edebiyat üzerine baĢlayacak ağırbaĢlı bir tartıĢma hemen yozlaĢıp alaya dönüĢebilirdi. Bunun yerine ona,
ikimizin de derslerini izleyen bir öğrenciyi sordum; karamsar, duygulu, olağanüstü bir gençti. Ama ağarmıĢ
perçemini kararlı biçimde sallayan Shade, öğrencilerinin yüzleriyle adlarını bellemeyi epey zamandır bırakmıĢ
olduğunu, kendisinin Ģiir derslerine girenlerden yalnızca, koltuk değncklcriylc gelen bir bayan misafir
öğrenciyi gözünün önünde canlandırabildiğini söyledi. 'Haydi canım', diye atıldı Profesör Hurley,
•'balcrinlcrinki gibi dar siyah giysisiyle 202 No.lu sınıfa gelip giden o nefis sarıĢın, senin kafanda ya da
kalbinde hiçbir görüntüsünü bırakmadı mı demek isliyorsun bize, Shade?' Yüzüne kırıĢıklar yayılırken Shade, -
susturmak için Hurley'in bileğine Ģakacıktan vurdu. Bir baĢka enkizisyoncu, sorgulamayı sürdürerek, bana,
evimin bodrum katına iki uınc ping-pong masası koyduğumun doğru olup olmadığını sorunca ben de ona
sordum, 'bu yaptığım ayıp mı?' diye. Hayır, dedi, ama neden iki? Ben, 'bu ayıp mı?' diye direttim, bu kez hepsi
güldü.
19
Yüreğinin sendelemesi (735. dizeye bakınız), kendisinin hafifçe topallaması ve ilerleme yönteminin eğri
büğrülüğü, Shade'in uzun yürüyüĢ tutkusunu yok edememiĢti; ama karda pek yürüyemezdi, bu yüzden
dersten sonra kendisini karısının arabayla gelip almasını yeğlerdi. Birkaç gün sonra ben, Parthenocissus
Salonu'ndan ya da Main Sa-lonu'ndan (yazık ki Ģimdi Shade Salonu) çıkmak üzereydim ki onun, dıĢarıda
Bayan Shade'i beklediğini gördüm. Sütunlu sundurmanın basamaklarında bir an, onun yanında dikildim;
eldivenlerimi tek tek parmaklarıma geçirirken, bir alayın yaklaĢıp önümden geçmesini bek-lcrcesine gözlerimi
uzaklara diktim. 'Ne sıkıcı iĢ', diye yorum yaptı Ģair. Saatine göz attı. Ö sırada saat camına bir kar tanesi
kondu. 'Kris-tal.kristali bulur', dedi Shade. Benim güçlü Kramler'imle kendisini evine bırakmayı teklif ellim.
'Hanımlar ihmalci olurlar, Bay Shade'. KarmakarıĢık saçlı baĢını kaldırıp kitaplığın duvarındaki saata baktı.
Rüzgara açık, karla kaplı çimenliğin bir baĢından öbür baĢına, renkli giysilerile pırıl pırıl parlayan iki delikanlı
kahkahalar savurarak kayıyordu. Shade yeniden kol saatine göz altı, sonra omuz silkiĢiyle teklifimi kabul etti.
Yolu uzatmamın kendisi için bir sakıncası olup olmadığını sordum; Halk Mağazası'na uğrayıp çikolatalı
bisküviyle biraz havyar alacaktım. Bunun kendisi için de iyi olacağını söyledi. Süpermarkete girdim, bir ara
pencerenin dökme camından baktığımda yaĢlı delikanlının içki satılan bir dükkana girdiğini gördüm.
Alacağımı alıp çıktığımda o, beni arabada bekliyordu; resimli bir küçük gazeteyi okumakta oluĢunu
yadırgadım; böyle bir nesneye hiçbir Ģairin el sürmek istemeyeceğini sanıyordum ben. Rahatlatıcı bir geğirme
koyuvermesinden anladım ki, kendisini sımsıcak tutan giysilerinin bir yerine küçük bir ĢiĢe brandy saklamıĢtı.
Evlerinin önüne geldiğimizde Sybil'i orada durur bulduk. Hayal dolu olduğumu gösterecek bir tavırla,
kibarlıkla çıktım arabadan. Sybil bana döndü, 'Kocam insanları tanıĢtırmayı saçma bulduğu için bu iĢi biz
kendimiz yapacağız. Siz Dr. Kinbote'sunuz, değil mi? Ben de Sybil Shade'. Kocasına, bürosunda biraz daha
bekleseydi karĢılaĢacaklarını söyledi: Arkamızdan korna çalıp durmamızı istemiĢ ama duyuramamiĢ, böylece
geri gelmek zorunda kalmıĢtı, falan filan.Ben, aile içi bir çatıĢmaya tanık olmak islemiyordum, dönüp
gidiyordum ki kadın durdurdu: 'Bizimle bir içki alın', dedi, 'daha doğrusu benimle; çünkü John'un içkiye el
sürmesi yasaktır'. Fazla kalamayacağımı söyledim; evimde, önce bir seminer çalıĢması yapmak,
20
sonra da masa tenisi oynamak üzere, cana yakın ikiz kardeĢleri ve baĢka bir oğlanı bekleyecektim, baĢka bir
oğlanı.
Artık bu ünlü komĢum gittikçe daha çok gözüme çarpar oldu. Evimin penceresinden öyle Ģeyler görüyordum
ki birinci sınıf eğlence yerine gitseydim bu kadar eğlenirdim; hele geç gelen misafirimi beklediğim akĢamlar
bu oyalanma, benim için daha da önem kazanıyordu. Ġkinci kattan baktığımda, özellikle de ağaçların
yapraklan dökülmüĢken, Shade'lerin oturma odasının penceresi lam karĢımda olurdu. Hemen her akĢam,
Ģairin tcrlikli ayağının hafifçe sallandığını görüyordum. Bundan,onun alçak bir sandalyede oturup kitap
okduğu anlaĢılıyor ama lambanın yoğun ıĢığında zihinsel bir emmenin gizli ritmiyle aĢağı yukarı inip kalkan o
ayakla gölgesinden baĢka hiçbir Ģey görülemiyordu. Hep aynı saatte kahverengi deri terlik, yün çoraplı
ayağından kayıp düĢüyor; yine de ayak, bu kez daha yavaĢ, sallanmasını sürdürüyordu. Adam, yatma saatinin ,
bütün dchĢetiyle, gelip çattığının bilincine varıyordu sonunda; ayağının ucu, biraz uğraĢarak terliği
yakaladıktan sonra benim, kara bir dalın böldüğü altın görüĢ alanımdan kayboluvcriyordu. Kimi zaman da
Sybil Shade, hızla içeri girip öfkeyle kollarını sallıyor; ama çok geçmeden, uygunsuz bir komĢusuyla kurduğu
arkadaĢlık için, bağıĢlamıĢ oluyordu onu. DavranıĢlarının gizini çözmeyi baĢardım sonunda; bir gece, hem
onların telefon numarasını çeviriyor hem de pencerelerine bakıyordum ki Sybil'in, birden kendisine büyü
yapmıĢım gibi telaĢlı, aptalca hareketlere baĢladığını gördüm, ĢaĢırdım kaldım.
Ah, bu gidiĢle çok yakında tüm sinirlerim bozulacaktı. John Shade'in, benimle arkadaĢlığı öbür insanlarla
arkadaĢlıktan üstün tuttuğunu farkeden akademik kenar mahalle sakinleri*- ^ kıskançlık zehirlerini üzerime
fıĢkırtmaya koyuldular. Sevgili bayan C, evinizdeki o sıkıcı partiden sonra ben, yaĢlı, yorgun Ģairin
ayakkaplarını bulmasına yardım ederken sizin kıs kıs gülmeniz, gözümüzden kaçtı sanmayın. Bir gün, ingiliz
Yazını bürosuna gireceğim tuttu; Onhava'daki Krallık Sarayı'nın resmi bulunan bir dergiyi arıyordum,
arkadaĢıma gösterecektim; içeri girince, yeĢil kadife ceketli genç bir doçentin sözleri çalındı kulağıma. Ben,
insanlık gösterip ona Gerald Emerald diyeceğim burada; ama o, hiç çekinmeden, sekreterin sorusuna Ģu yanıü
veriyordu: 'Sanırım, Bay Shade Koca Kunduz'la birlikte çoklan çıkıp
(*). Üniversite kampüsünde görev yapanlar. —Çev.
21
gitti.' KuĢkusuz, ben oldukça uzun boyluyum, sakalım da kapkara ve sık; bu gülünç adı bana taktıkları besbelli,
ama üzerinde durulmaya değmez buluyorum ve sesimi çıkarmadan, masadan dergiyi alıp Gerald Emerald'ın
yanından geçerken birden elimi uzatarak onun gevĢek kravatını çekiveriyorum. Yine bir sabah, bizim bölümün
baĢkanı olan Dr. Naltochdag, resmi bir sesle oturmamı rica ettikten sonra kapıyı kapadı, asık suratıyla döner
koltuğuna oturdu, beni 'daha dikkatli olmaya' zorladı. Hangi konuda dikkatli? Gençlerden biri, öğretmenine
dert yanmıĢ.Dcrdi neymiĢ peki? Ben, onun izlediği bir edebiyat dersini eleĢtirmiĢim ('yeteneksiz, gülünç bir
adamın yönetiminde, gülünç yapıtların gülünç incelemesi'). Korktuğum, baĢıma gelmeyince içim rahatladı,
gülerek dostum Netoçka'yı kucakladım, bir daha patavatsızlık yapmayacağımı söyledim. Bu arada ona
saygılarımı sunmayı unutmadım. Bana karĢı hep öyle incelik göstermiĢtir ki, kimi zaman merak etmiĢimdir,
Shadc'in kuĢkulandığı Ģeyden hiç kuĢkulanmıyor mu diye; o Ģeyi yalnız üç kiĢi (rektörün kendisiyle yönelim
kurulunun iki üyesi) kesinlikle biliyordu.
Ah, daha böyle çok olay geldi baĢıma. Tiyatro öğrencilerinin oynadığı bir taĢlamada beni, hep Housman'dan
söz eden, havuç kemirip duran, Alman vurgusuyla konuĢan, kasıntılı, kadınlardan nefret eden bir kiĢilik olarak
canlandırdılar; Shade'in ölümünden bir hafta önce de, canavar ruhlu bir kadın, kendisinin derneğinde 'Hally
Valley' üzerine konuĢma yapmak istemediğim için (çünkü Odin'in Salonu'nu bir Fin destanıyla karıĢtırıyordu)
bütün kiniyle bana, bir bakkal dükkanının ortasında Ģöyle dedi: 'Siz çok ters bir adamsınız; John'la Sybil size
nasıl katlanıyorlar, anlamıyorum'. Benim kibarca gülümsemem üzerine çileden çıktı: 'Kafadan da sakatsınız'.
Ġzninizle, bütün bu saçmalıkların dökümünü çıkarmayayım burada. Kim ne düĢünürse düĢünsün, ne derse
desin; ben, John'un dostluğunu, kendime yeter ödül sayıyorum.Bu dostluk, içtenliği herkesten gizlendiği için,
daha de değer kazanıyordu; özellikle yalnız olmadığımız zamanlar John'un bana gösterdiği kabalık,
diyebilirim ki, ödünsüz ağırbaĢlılıktan kaynaklanıyordu. O, bütün varlığıyla, bir maskeydi. John Shadc'in
bedensel özellikleri, herhangi bir insanrtaki uyumluluktan öylesine yoksundu ki, onu gören, gizlenmek için
çirkin bir ki-, lığa büründüğünü ya da bedensel olarak son biçimini almadığını ve evrim aĢamasında
bulunduğu sanır, sevemezdi; çünkü Romantizm Çağının, Ģairin erkeksi görünüĢünü inceltmek üzere, boynunu
tüm çe-
22
kiciliğiyle açıkta bıraktırması, profilini yontup güzelleĢtirmesi, dik bakıĢlarına dağ gölünün durgunluğunu
getirmesinin aksine, günümüzün Ģairleri, belki yaĢlanmaya olanak bulabilmelerinden ötürü, gorillere ya da
akbabalara benzemektedirler. Soylu komĢumun yüzünün öyle bir özelliği vardı ki, yalnızca arslanda ya da
yalnızca kızılderilide görülseydi, hoĢa giderdi; ama ne yazık, sözkonusu özellik, komĢumda, bu iki yaratığı
birleĢtirerek yalnızca ĢiĢko, ayyaĢ, cinsiyeti belirsiz, Hogarth meraklısı^ bir insanı çağrıĢtırıyordu. Biçiınsiz
bedeni, karmakarıĢık saçları, küt parmaklarının sararmıĢ tırnakları, fersiz gözlerinin altındaki ĢiĢlikler, bütün
bunlar, Ģairin Ģiirlerini yontup arındıran aynı kusursuzluğun güçleri tarafından onun gerçek varlığından
ayıklanıp atılmıĢ kötü ürünler sayılmalıdır. O, kendini kendinden dıĢlayan adamdı.
Bende onun çok ilginç bir fotoğrafı var. Bir zamanlar dostum olan biri tarafından, pırıl pırıl bir bahar günü
çekilen bu renkli resimde Shade, eskiden halası Maud'un kullandığı bir bastona dayanmıĢ görülmektedir.
(86'ncı dizeye bakınız.) Benim üzerimde, küçük bir spor giyim mağazasından aldığım beyaz bir ceketle Cannes
iĢi, leylak rengi pantolon... Sol elimi kaldırmıĢım— sanıldığı gibi Shade'in omuzuna vurmak için değil, güneĢ
gözlüklerimi düzeltmek için; ama resmin saptadığı yaĢamda, bunu hiç yapamayacağım, sağ kolumun altında
ise, Zcmbla'daki aletsiz jimnastik türleriyle ilgili bir kitap var; resmi çeken ve benimle aynı pansiyonda kalan
genç arkadaĢımın bu kitabı ilginç bulacağını umuyordum. Ama o, bir hafta sonra, benim Washington'a kısa
bir süre için gitmemden alçakça yararlandı; döndüğümde gördüm k, saçı baĢı dağılmıĢ bir fahiĢeyle
oynaĢmakta, taranırken kadının kafasından dökülen saçlar tüm odalara yayılmıĢ, banyo odalarının üçünü de
kadın kokusu doldurmuĢ. Hemen ayrılmaktan baĢka yapacak Ģey yoklu. Perde aralığından dıĢarıya baktım;
alçak Bob, kaldırımda çok zavallı bir h:j! le dikilmiĢ, duruyordu kırpılmıĢ kafasıyla; eski va-liziyle, benini
verdiğim kayaklar, darmadağın bırakılmıĢtı ycre.Kcndisini, bir daha dönmemesiye alıp götürecek olan öğrenci
arkadaĢını bekliyordu. Her Ģeyi bağıĢlarım, ihaneti asla.
Benim acılarımla sıkıntılarını. Shadc'le aramızda söz konusu edilmezdi. Bizim yakın dostluğumuz, duygusal
"değil, daha yüksek düzeyde,, zihinsel bir dostluktu; bir taraf, öbür tarafın üzüntülerinden
(*) William 1 loganh (1697-1764); Ġngiliz ressamı ve oymacısı.-
23
uzak durur, onları paylaĢmazdı. Ben Ģairi ĢaĢkınlık ve hayranlıkla seyrederken, yüksek bir dağda dinlenmeye
çekilmiĢim duygusuna kapılırdım. BaĢka, yani aĢağı düzeyden insanlarla birlikte olduğumuzda, ona
baktığımda, büyük bir ĢaĢkınlığa düĢerdim. Hele bu insanların, benim hissettiğim Ģeyleri hissetmediklerini,
benim gördüğüm Ģeyleri görmediklerini ve Shade'in, diyelim, dcstanlaĢmıĢ kiĢiliğine tüm sinirlerini
daldıracakları yerde onu hemen öylece kabul ettiklerini far-keltiğimde, bu ĢaĢkınlığım daha da büyürdü, iĢte
karĢımda, derdim kendi kendime, onun kafası ki taĢıdığı beyin, çevresinde toplanmıĢ Ģu kafataslarındaki
peltelere hiç mi hiç benzemiyor. Taraçada durmuĢ, bakıyor (Prof. C'nin evinde, bir Mart akĢamı) uzaktaki göle.
Onu seyrediyorum. Benzerine rastlanmayacak bir fizyoloji olayına tanık olmaktayım: John Shade, evreni
algılıyor ve dönüĢtürüyor; önce içine alıyor onu, parçalarına ayırıyor, bu parçaları değiĢik biçimlerde
birleĢtiriyor, depoluyor; ileride, belirsiz bir zamanda organları, doğaüstü bir Ģey üretecek, imgeyle müziğin
bileĢimi, bir Ģiir dizesi. Onu seyrederken kapıldığım heyecanı, çocukluğumda amcamın Ģatosunda bir
hokkabazı seyrederken de duymuĢtum; beni ĢaĢkınlığa düĢüren hokkabazlıklarını bitirdikten sonra gelip
masaya, karĢıma olurmuĢ, sessizce vanilyalı dondurma yiyordu. Ġlgiyle bakıyordum ona: Yanakları pudralıydı,
yakasına taktığı sihirli bir çiçek renkten renge girdikten sonra açık kırmızıda durmuĢtu; hele o sıvıyı andıran
parmakları büsbütün ĢaĢırtıcıydı, kaĢığı yakalayıp çevire çevire ıĢına dönüĢtürebiliyor, havaya fırlattığı tabağı
güvercin haline getirebiliyordu.
Gerçekten de Shade'in Ģiiri, tek bir sihirli hareketle yaratılan olağanüstü bir Ģeydir: Kır saçlı dostum, benim
sevgili ihtiyar büyücüm, Ģapkasına bir deste dizin kartı doldurup salladı— hop diye Ģiir çıktı.
ġiir üzerine birkaç söz daha edeceğim. Yazdığım bu önsöz, bence, yetersiz sayılamaz. Açıklama bölümünde,
birbirine bağlı olarak yer alan notlar, en doymak bilmez okuru bile kandırmaya yetecektir. Gerçi bu notlar,
geleneğe uyularak Ģiirden sonra konmuĢtur ama ilk önce onların okunmasını önereceğim; sonra Ģiirin kendisi
okunmalı, kuĢkusuz okurken notlara bir kez daha baĢvurulmalıdır; Ģiir incelendikten sonra, sanırım, tabloyu
tamamlamak için notların üçüncü kez okunması gerekecektir. Kitabın baĢından sonuna gidip gelmeyi
önlemek için, bence en iyisi, sayfaları kopardıktan sonra, Ģiir sayfalarına, açıklamaların ilgili sayfalarını
iğnclemcli ya da daha kolay bir yöntem olarak, bu kitaptan iki tane satın alıp bir masada bunları rahat rahat
bi-
24
tiĢlirip yanyana getirmelidir— ama bu bitiĢtirme, benim daktilo yazıcımın geçici olarak baĢtacı edildiği o
önemsiz iliĢkiye ben-zcmcmelidir, New Wye'dan kilometrelerce uzakta, kötü bir motelde, kafamın hem içinde
hem dıĢında cümbüĢ, Ģamata, izninizle belirteyim ki, Shade'in Ģiiri, benim notlarım olmasa, insana iliĢkin hiçbir
gerçeği yansıtamaz; çünkü onunki gibi, özyaĢamöyküsü olamayacak denli ürkekçe, sır saklarcasına yazılmıĢ
bir Ģiir, Ģairi tarafından düĢüncesizce metinden atılan tamamlanmamıĢ birçok dize dikkate alınmazsa, yalnızca
yazarını, onun çevresini, iliĢkilerini kapsayan bir gerçekliğe dayandırılmıĢtır; öyle bir gerçeklik ki, benim
notlarım okunursa kavranabilir. Bu sözlerimi, sevgili Ģair dostum belki kabul etmezdi; ama kötü de olsa, iyi de
olsa, son söz yorumcunundur.
CHARLES KINBOTE
19 EKĠM 1959, Ccdarn, Utana
SOLGUN ATEġ BĠRÎNCÎ KANTO
Gölgesiydim ben, mumkanat kuĢunun, öldürülmüĢ,
Sahte gökmavisiyle pencere camının;
KülleĢmiĢ bir kuĢtüyünün lekesi oldum
YansımıĢ gökte yaĢadım, uçtum.
Camın odaya bakan öbür yüzüne çıktı görüntüm
Çekmeyip perde geceye, bıraktım, karanlık cam
Assın tüm eĢyaları çimenliğin üzerine,
Öyle güzel ki yağması karın
Perde çekip çimenlikle arama, yığılması
Kardan yatakla sandalyeler oturtması
DıĢarıdaki kristal toprağın üzerine!
Biçimlerini yitirmiĢ kar taneleri
Ġnerken ağır ağır, sallanarak, ıĢığı yansıtmadan,
Karanlık beyazdır renkleri, günün solgun beyazı değil,
Havaya asılı karaçamlar, renksiz bir ıĢıkla yüzen,
Bakanla bakılanı kaynaĢtırırdı gece,
YavaĢ yavaĢ mavilik doğardı her iki yanda,
Sonra sabah, donmuĢ elmaslar
ġaĢkınlık içindedir: Kim yürüdü mahmuzlu ayaklarıyla
10
20
27
Soldan sağa, yolun boĢ sayfasında?
Soldan sağa, kıĢ alfabesiyle yazılmıĢ yazılar:
Bir iz, ucu geriye dönük ok... Sülünün ayakları!
Burma güzellik, soylu ormantavuğu,
Evimin lam arkasındaymıĢ demek, arayıp durduğun Çin-.
Yoksa Sherlock Holmes muydu uğrayan,
Ters giyip de ayakkabılarını? Ondan, ayakizlcrinin burnu geriye
dönük.
Renklerin hepsi mutlu ederdi beni: isterse kır olsun.
Fotoğraf makinesin icn farksız gözlerim 30
Resim çekerdi. Ne zaman fırsat versem onlara
Ya da, sessiz bir ürpertiyle, buyursam,
GörüĢ alanımda bulunan her Ģey—
Evin içi olsun ya da ceviz ağacının yaprakları,
Buz tutmuĢ sarkılların ince bıçakları—
Yansırlardı göz kapaklarımın ardına,
Birkaç saat, silinmeden kalırlardı,
Görüntüler yitince de ben
Kapatıverirdim gözlerimi, yeniden üretirdim
Görüntülerini yaprakların, odanın ya da saçakların. 40
Aklım almıyor, gölden nasıl
Gördüğümü taraçamızı o zamanlar giderken
Göl Yolu'ndan okula, ama Ģimdi, hiçbir ağaç
Engellemiyorsa da görmemi, baktığımda göremiyorum
Çatıyı bile. Sanki umulmadık biçimde, gökyüzü
Katlandı ya da karıĢtı ve örttü üzerini
Görüntünün, yeĢil alanlı ahĢap evin,
Goldswort'la Wordsmith arasında.
Oradaydı benim kabuğu tüylü genç ağacım Yaprakları koyu yeĢil, sık; siyah yaĢlı Gövdesi, Ģerit Ģerit soyulan.
Balan güneĢ TunçlaĢlırırdı ağacı ki çevrsine, dağınık
28
50
Çelenklcr gibi düĢerdi gölgesi yaprakların. ġimdilik sağlığı yerinde ağacın, sıkıntısı yok. Beyaz kelebekler mor
kesilir, geçerlerken Gölgesinin içinden, sanki hafif hafif sallanır Küçük kızımın hayaletinin salıncağı.
Evimiz de pek değiĢmedi. Bir koltuk
Yeniden kaplandı yalnız. GüneĢ banyosu için bir oda.
Güzel bir manzaraya açılmıĢ pencere, çevresinde sandalyeler. 60
TV'nin dev anteni parıldar Ģimdi
Rüzgârgülünün yerinde. Konar sık sık
Üstüne saydam, aptal diĢi papağan
Dinlediği programları anlatıp duran;
'Cik cik' sesleri dönüĢür sonra
'Te ve, tc ve' seslerine, sanki bir törpü sesi:
'Gel bakayım, gel bakayım, gel bayım'; kuyruğunu diker
iĢveyle yukarı yada zarif zarif baĢlar
Zıplamaya, sonra birden (te-ve!) 70
Döner tüneğine—yeni TV'ye.
Babamla anam öldüklerinde çocuktum daha.
Ġkisi de kuĢbilimciydi. ÇalıĢtım
Sık sık duyurmaya onlara ki bugün
Binlerce anam babam var benim. Acınacak biçimde
Kendi erdemlerinin içinde eriyip gittiler,
Arasıra bazı sözler iĢitirim, okurum,
Örneğin 'kalp hastalığı' sözünü, babamla ilgili olarak,
'Pankreas kanseri' olduğu söylenir annemin. ,
GeçmiĢ zaman tutkunu: soğuk kuĢ yuvaları biriktiren.
Buradaydı yalak odam; Ģimdi konuklar için ayrılmıĢ. 80
Kanadalı hizmetçi beni buraya tıkardı,
Alt katlardan gelen sesleri dinlerdim, dua ederdim
29
Herkes hep iyi olsun diye:
Amca, dayı, hala, teyze, hizmetçi, hizmetçinin yeğeni Adele
Ki Papa'yı görmüĢtür, ayrıca kutsal kiĢileri ve Tanrıyı.
Maud halacığım büyüttü beni; tuhaf alıĢkanlıkları vardı,
Hem Ģairdi hem ressam. Severdi
Somut varlıkları karmakarıĢık biriktirmeyi
Acaip bitkilerle, ölüm simgeleriyle birlikle.
Doğacak bebeğin haykırıĢını duymak için yaĢardı. Odası 90
Sağlığındaki gibi duruyor. EĢyaları,
Kendi tarzında yarattığı gerçekçi bir tablodur: Bir kâğıt lulan/1*
DıĢbükey camdan yapılmıĢ, içinde bir göl,
ġiir kitabı, dizin bölümünde açık kalmıĢ (Moon,
Moonrisc, Moor, Moral)(2), sahipsiz kalmıĢ giıar,
Bir kafatası, ayrıca yerel gazele Star'ın
Bir sayısı, anlaĢılmaz yazısıyla: Red Sox Beat Yanks 5-4
Seyyar Sancının Güvercininde, kapıya çivilenmiĢ. 100
Tanrım genç yaĢta öldü. Ona tapınmayı
Alçaltıcı buluyordum, bence hiçbir gerçekliği yoktu.
Özgür insan Tanrıya gereksinmez; ama özgür müydüm ben?
Duyuyordum nasıl kopmaz biçimde bana yapıĢık olduğunu doğanın,
Çocuk damağıma nasıl hoĢ gelirdi tadı
Hem balık, hem bal, o eĢsiz hamurun!
Çocukluğumun resim kitabı
Kafesimizi kaplayan resimli kağıt:
Ayın çevresinde leylak halkalar; kan portakalı güneĢ;
Yay gibi tris^; olağanüstü bir Ģey
(1) Kağıtların ü/crinc dağılmamaları için konan ağırlık. —Çcv.
(2) Ay, Aydoğması, I-as'lı, Ahlaksal. —Çev.
(3) Ġris, Yunan mitolojisinde, gökkuĢağı tanrısıdır. Hu sözcük, "gökkuĢağı" anlamına da gelir. —Çcv.
30
trisscl bulul^ çok güzel, ĢaĢırtıcı,
Sıradağların üzerinde, parlak gökyüzünde
Oval, yanar söner bir küçük bulul
Yansıtır gökkkuĢağını, onu doğuran yağmur
Uzak bir vadide yağmıĢtır gürleyen fırtınanın eĢliğinde—
Bir sanatçı zcvkiylc, özene bezene kapanmıĢtık biz, kafesin içine.
Bir duvar ki seslen: her akĢam
Milyonlarca cırcır böceğinin ördüğü,
Yol vermez duvar! Tepeye çıkarken, yarıyolda
Onların çılgınca bağırmalarından büyülenip kalırdım.
tĢte Dr. Sutton'ın ıĢığı. ĠĢte Büyük Ayı.
Bin yıl önce, beĢ dakika
Kırk ons ince kuma eĢitti.
Yıldızlar titreĢirler. Sonsuz geçmiĢle
Sonsuz gelecek, baĢının üstünde
Kapanırlar dev kanallar gibi; ölürsün.
Diyebilirim ki, sıradan bir adam
Daha mutludur: görür Samanyolunu
Yalnızca iĢediği zaman.Oysa ben
Tehlikeler içinde yürüdüm durdum: dallarla tokatlanıp .
Kütüklerle çelmelenerek. Astımlı, topal, üstelik ĢiĢman,
Tek bir topa bile tekme almadım, raket sallamadım.
Hayaletiydim ben mumkanat kuĢunun, öldürülen
Sahte uzaklığından pencere camının.
Bir beynim vardı, beĢ duyum (biri benzersiz),
Ama nasıl tuhaftım bilemezsiniz.
Uykumda, öbür çocuklarla oynadığımı görürdüm.
Ama hiçbir Ģeylerine imrenmezdim— belki yalnız
110
120
130
(4) "Irisscl bulut", Shade'in uydurduğu bir sözcük olup "gökkuĢağı renklerine bürünmüĢ bıılııtçuk"
anlamındadır. (Charles Kinbote'nin, 109. dize için yazdığı nota göre). —Çcv.
31
O sckizseli özlerdim, bırakılmıĢ Islak kumsalın üzerine öylece, hızlı Tckerlcklcriyle bisikletin.
Telini, incecik sızıların Çeker durur Ģakacı ölüm, sonra salıverir, Ama her zaman o tel vardır, içimden geçer. Bir
gün, On bir yaĢıma yeni girmiĢtim, uzanmıĢtım Yüzükoyun yerde, kurmalı bir oyuncağa bakıyordum— Saçtan
bir autrabası, saçtan bir çocuğun ittiği— Sandalye ayaklarının yanından geçip yalağın altına girmiĢti.
Birdenbire güneĢ çaktı kafamın içinde.
Sonra kapkara gece. Yüce karanlık.
Duyuyordum hem uzaya, hem zamana dağıldığımı:
Ayağımın teki bir dağın tepesinde, bir elimse
Çakıllarının altında, soluyan kıyının,
Bir kulağım Ġtalya'da, bir gözüm ispanya'da,
Kanım mağaralarda, ve yıldızlarda beynim.
Yürek atıĢlarım vardı ağır, Triassic'imdc(5); yeĢil
IĢık yayan bölgeler, Üst Pleistocene(6) çağımda,
Bir buz titremesi, TaĢ Çağımda^
Tüm yarınlar da, dirseğimin duyarlı bölgesinde/8-1
Bütün bir kıĢ, öğleden sonraları Gömüldüm o bir anlık baygınlığa. Sonra bitti. Ġzleri gittikçe yilti.
140
150
160
(5) l'riassic. : Jeolojik bir çağ olan Mcso/oic Çağın ilk dönemi. —Çev.
(6) Pleistocene : Dördüncü Çağ'ın ilk dönemi — Çev.
(7) Taj ÇaSr- Jeolojik bir çağ. —Çev.
(8) Dirseğin duyarlı bölgesi : Dirseğin bu bölgesinden özel bir sinir geçer; dirsek, bir yere çarpınca, bundan
dolayı liırer. —Çev.
32
Sağlığım geri geldi. Yüzme bile öğrendim. Ama bir yeni yelme gibi, bir kızın saldırdığı, iğrenç susuzluğunu
gidermek için onun arı diliyle, Kirlendim zamanla, önce korktum; ama alıĢtım, Doktor Coil dostum, söylesin
dursun beni iyileĢtirdiğini Hangi haslalıktansa, acılarım artıyordu aslında, Tutkularım sürüyordu, utançla bir
arada.
ĠKĠNCĠ KANTO
Gençlik çağımın çılğınlıyla, bir an geldi
Benden gizlendiği kuĢkusuna kapıldı o gerçeğin
Ölümden sonra yaĢama olgusunun ki biliniyordu
Sanıyordum herkes tarafından: Bendim yalnızca
Hiçbir Ģey bilmeyen; alçakça bir anlaĢma
Vardı kitaplarla insanlar arasında, benden gizlemek için gerçeği.
Sonra bir an geldi, baĢladım güvenmemeye insan aklına: Nasıl yaĢayabilirler, bilmeden Kesinlikle nasıl bir
uyanıĢın, nasıl bir ölümün, yargının Beklediğini insan bilincini, mezardan öte?
En sonunda geldi o uykusuz gece,
Karar verdiğim, araĢtırmaya ve karĢı koymaya
Korkunç, kabul edilmez dipsiz boĢluğa,
KirlenmiĢ yaĢamımı adayarak, bu
Tek amaca. Bugün altmıĢ bir yaĢımdayım. Mumkanat kuĢları
Gagalıyor meyveleri. Ötüyor bir ağuslosböceği.
170
#tö
180
33
Elimde bir küçük bir makas, pırıl pırıl,
Ki bir yanı güneĢ, bir yanı yıldız.
Pencerenin önünde durup kesiyorum
Tırnaklarımı, o anda sezer gibi oluyorum
Bazı ürkünç benzerlikleri: baĢparmak.
Bizim bakkalın oğlu; iĢaret parmağıysa sıska, somurtkan
Starovcr Blue, üniversitenin astronomi öğreticisi;
Ortadaki arkadaĢ, tanıdıklarımdan uzun boylu bir papaz; 190
Dördüncü parmak ki kadın görünüĢlü, o da eski bir sevgilim;
Küçük parmak, onun eteğine asılmıĢ.
Yüzüme vuran bir iğrenmeyle kesiyorum ince ince
Tırnaklarımı, Maud Hala'mın deyimiyle 'Ģapka'lan.
Maude Shade seksenine girmiĢti, apansız bir suskunluk
DüĢtü yaĢamına. Gördük öfke kızıllığının
Ve felç kasılmalarının saldırdığını
Onun soylu yanaklarına. Pinedale'c götürdük,
Hastanesiyle ünlü bir yer. Otururdu öylece
Camlı verandada, seyrederdi uçan sineği 200
Giysisine konan, sonra da bileğine.
Gittikçe kaplıyordu dumanlar belleğini.
Yine de konuĢabiliyordu. Duraksıyor, uğraĢıyor, buluyordu
Aradığını sandığı sözcüğü.
Ama komĢu hücrelerden çıkıvcriyordu birtakım yalancılar,
Kaplıyorlardı onun aradığı sözcüklerin yerini; o zaman, bakıĢıyla
Yardım istiyordu, umutsuzca çabalarken
Alt etmek için beynindeki canavarları.
Çökerken günden güne yaĢam, hangi andır o
Yeniden canlanmanın seçtiği? Hangi yıl? Hangi gün? 210
Kimin elinde kronometre? Kim sarar bandı yeniden?
Bazıları daha mı az Ģanslıdır, yoksa herkes mi kurtulur?
34
Bir kıyastı baĢka insanlar ötür; ama ben BaĢka insan değilim; öyleyse ben ölmem. Uzay, bir kaynaĢmadır
gözlerde; ve zaman Bir Ģarkı kulaklarda. Ben bu kaynaĢmada HapsedilmiĢim. Ama yaĢamdan önce eğer biz
DüĢicycbilscydik yaĢamı, nasıl çılgınca, Olanaksız, akılalmaz, mucizegibi, Olağanüstü bir saçmalık
gerçekleĢirdi!
220
O zaman niye katılmalı aĢağılık gülmelere? Niye
Yerin dibine balırmalı varlığı kanıtlanamayan ötcdünyayı:
Türk'ün mutluluğunu, geleceğin Ģarkılarını, söyleĢmeleri
Sokratcs'le ve Proust'la sclviliklcrde,
Yüce meleği ki kanatları altı tane, flamingo kanadı.
Sonra Flamanların cehennemini, diĢli çarklarıyla ve baĢka Ģeyleriylc?
GerçekdıĢı bir düĢ değildir gördüğümüz:
Sıkıntımız Ģu ki gösteremiyoruz onun
Gerçek olmadığını yeteri kadar, olsa olsa
Bir ev perisi olduğunu düĢünebiliyoruz. 230
Ne kadar gülünçüir çabalamak: Çevirmek
îçin genel yazgıyı kiĢisel dile!
Özlü bir iannsal Ģiirle değil de
Kopuk kopıjk notlarla, Uykusuzluğun bayağı dizeleriyle!
YaĢam bir mesajdır,karanlıkta kargacık burgacık yazılmıĢ. imzasız.
Gördük bir çamın gövdesinde, Eve doğru yürürken kızcağızın ölüm gününde, ZümrütycĢili bir boĢ kesecik,
kurbağa gözü gibi, Ağaca yapıĢık; yanında, ona benzeyen bir Ģey,
(9) Kıyas: Aristo Mantığında, bir akılyüriiıme biçimi —Çcv.
35
250
Zamka bulanmıĢ bir karınca. 240
Nice'teki o ingiliz, Kasıntılı, mutlu dilbilimci:^ nourris Les pauvres cigales— yani kendisi Besliyordu zavallı
«sea gull»l^1
Lafontaine yanılmıĢtı: Çenekemiği ölür crgeç, ölmeyense Ģarkıdır, iĢle ben de kesiyorum tırnaklarımı,
düĢünceli; iĢitiyorum Senin ayak seslerini yukarıdan gelen; yani her Ģey yolunda, sevgilim.
Sybill. daha lise yıllarımızda farkındaydım ben
Si'-n"\ çekiciliğinin, ama sana tutkunluğum
O gezide baĢladı, son sınıftayken yaptığımız,
New Wye Çağlayanı'na. Öğle yemeğimizi ıslak
çimenlerde yemiĢtik.
Yerbilim öğretmenimiz söz ediyordu
Çağlayandan, ki hem gürlemcsiyle, hem yedi renge boyalı su
tozlarıyla,
Bir masal dünyasına çevirmiĢti parkı. Bense uzanmıĢtım
Nisan'ın hafif sisi içinde, hemen arkasında
Senin narin sırtının ve seyrediyordum küçük, güzel baĢını,
Yana eğdiğin. Avucunu, açık parmaklarınla,
Bir yıldız çiçeğinin ve bir taĢın arasında
DayamıĢtın çimene. Küçük parmaklarından biri
Titreyip duruyordu. Sonra bana dönüp sunmuĢtun
Birkaç yudum acı bir çay.
Profilin değiĢmedi hiç. IĢıl ıĢıl diĢler, Bakımlı dudağını ısıran; o gölge ki vurur
260
(10) «Jc nourris les pauvres cigales» Fransızcadır, «zavallı ağuslosböc'.klcrini besliyordum.» anlamına gelir.
«Sea gull», Ingitizcedc «martı» dcmcV;,r. Fransızca «cigale» (ağustosböceği) sözcüğüyle Ġngilizce «Sea gull»
(martı) i.özcüğünün okunuĢu aynıdır: Sigal. Okuyucuların buna dikkat etmelerini sağlamak için Ġngilizce
sözcüğü, Ģiirde olduğu gibi bıraktık. Demek ki martıları besleyen dilci, kendisini Lafonlaine'in masalındaki
karınca gibi görüyor. -
36
270
Gözlerinin altına uzun kirpiklerinden; Ģeftali tüyleri, Elmacıkkcmiğini çevreleyen; koyu kahverengi ipeksi Saçlar
yukarıya toplanmıĢ, Ģakaklardan ve enseden; Boynun ki çırılçıplak; Ġranlı'ya özgü biçimi Burnunun, kaĢlarının;
korumuĢsun tümünü, eskisi gibi— Yine duyarız, sessiz gecelerde, o çağlayanı.
Gel ki tapılasın, gel ki sevilesin
Kara Vanessa'm, kızıl çizgili, kutsal
Kelebek Sultan'ım(lı) benim! Söyle bana
Nasıl, akĢam karanlığında Leylak Yolu'nda
Sen, baĢarabildin ağlatmayı hoyrat John Shade'i
Tutkuyla, ıslatarak gözyaĢlarıyla yüzünü senin, kulağını ve omuzunu?
Kırkıncı yılma vardı evliliğimiz. En az
Dört bin kez kırıĢtı yastığımız
BaĢlarımızdan. Dört yüz bin kez
Büyük saat, boğuk Wetsminister çınlamalarıyla
Bölümledi zamanımızı. Daha kaç
Takvim, mutfak kapısını süsleyecek?
280
Nasıl seviyorum seni, durduğunda çimenlikte
Bakarak ağacın gövdesindeki bir Ģeye: 'ÖlmüĢ gitmiĢ.
Küçücüktü daha. Geri gelir belki?' (Bu sözleri
Bir fısıltıyla söylersin öpüĢten de yumuĢak.)
Nasıl seviyorum seni, çağırdığında, hayranlıkla seyredeyim diye
Jetin pembe izini, günbatımı kızıllığının yukarısında.
(11) «Sultan» yerine aslında «hayran olunmaya değer» demek, sözcük anlamına daha uygun olurdu; çünkü
Ġngilizce metinde bu sözcük, «Admirablc»'dir. ama özel isim gibi, büyük harfle baĢlatılmıĢtır. Açıklamar
Bölümünde Charles Kinbolc, bu sözcükle «Admiral» (Amiral) sözcüğü arasında iliĢki bulunduğunu belirtiyor;
ben de, ona güvenerek «Admirable-Admiral» çiftinin anlamlarını «Sultan» sözcüğüyle kar-Ģıiadfm.Sanmam ki
Kinbolc, bir çok kez yaptığı gibi bu kez de yalan söylemiĢ olsun!—Çev.
37
Seviyorum seni, Ģarkı mırıldanarak doldururken
Valizi ya da çekerken o gülünç araba çantasının
Çepeçevre fermuarını. Seviyorum seni en çok da
Selâmladığında onun^ hayaletini bir baĢ sallamasıyla, kendinden
geçip, 290
Avucunda onun ilk oyuncağıyla; ya da baktığında
Onun gönderdiği bir posta kartına, kitabın içinde kalmıĢ.
O, belki sen olurdu, belki ben, ya da güzel bir bileĢim:
Doğa beni yeğledi, burkmak ve parçalamak için
Senin kalbini, benimkini de. Önceleri gülümserdik, derdik:
'Tüm küçük kızlar tombul olurlar' ya da 'Jim McVcy
(Göz doktorumuz) yok etmeli o hafif
ġaĢılığı biran önce? Daha sonra da: 'Kız, büyüyünce
Güzel olacak, biliyorsun'; ve, azaltmaya çalıĢarak
Büyüyen üzüntüyü: 'GeliĢme çağında herkesin kusuru olur.' 300
'Binincilik dersleri almalı,' diyordun sen
(Senin bakıĢlarınla benimkiler buluĢmuyorlar). 'Oynaması iyi olur
Tenis, ya da badminton/13^ Daha az hamuriĢi, daha çok meyve!
Güzel bir kız değilse de, hem Ģirin hem akıllı.'
Hiç yararı olmadı, hiç yaran... Kazanılan ödüller
Fransızca'da, tarihte, dbcı sevindiriciydi;
Noel partilerindeki oyunlar, zordu elbet,
Bu yüzden, ürkek küçük konuk, oyundıĢı bırakılabilirdi;
Ama dürüst olalım: onun yaĢındaki çocuklar
Cin, peri rollerini alırlarken sahnede,
Ona, göstermelik bir rol verilirdi;
Benim tatlı kızım, Zaman Ana rolünde görünürdü,
Ġki büklüm bir temizlikçi kadın, elinde pis su kovasiyla süpürge,
Bense aptal apıal ağlardım tuvaletle.
310
(12) ġairin ölen kızı. —Çcv.
(13) Tenise benzer bir oyun. —Çcv.
38
Bir baĢka kıĢ geçti, ağır ağır eridi karlar.
DiĢotu Beyazı^ dadandı ormanımıza, Mayıs gelince.
Yaz tükendi, sonbaharsa yandı gitti.
Ne çare ki kirlibeyaz kuğu yavrusu dönüĢemedi
Ağaç ördeğine. Yine senin sesin:
'Ama yanlıĢ bir düĢünce bui Sevinmen gerek
Kızın günahsız kaldığına. Neden abartmalı
Bedensel hazzı? Kızımız güzel görünmemcli.
Bakireler, çok güzel kitaplar yazmıĢlar.
AĢk yapmak, herĢey demek değildir. Güzellik
Pek de gerekli değil!' Gelgeldim
O eski Pan, çağırıyordu renk renk tepelerden,
Acımamızın Ģeytanları, konuĢup duruyordu:
Hiçbir dudak, onun rujunu paylaĢmayacak;
Telefon çalar danstan önce
iki dakikada bir Sorosa Haü'de
Ama onun hiç çalmayacak; beyin tırmalayan
HaykırıĢıyla tekerleklerin çakıllı yolda, kapıya doğru.
Cilâlı gecenin içinden beyaz boyunbağlı bir delikanlı
Hiç gelmeyecek onun için; gidemeyecek o
Bir peri gibi tüller, yaseminler içinde, dansa. ^
Ama biz, yine de gönderdik onu Fransa'daki Ģatoya.
GözyaĢları içinde döndü oradan, yeni hüsranlarla,
Yeni mutsuzlarla. Eğlence günlerinde, tüm sokakları
Üniversite Kent'in, salona çıktığı halde, o otururdu
Kitaplığın basamaklarında, bir Ģeyler okurdu ya da örerdi;
Yalnız olurdu çoğunlukla, ya da o sevimli
Narin oda arkadaĢıyla birlikte (Ģimdi rahibe olan o kızla);
Birkaç kez de, benim öğrencim olan Koreli gençle çıktı, o kadar.
Tuhaf korkuları vardı, tuhaf hayalleri, tuhaf bir gücü
320
330
340
(14) Okuyucuların, Kinbote'nin bu dbclcrc iliĢkin açıklamalarına baĢvurmalarını is-lemekıen baĢka Ģey
gelmiyor elimden! —Çev.
39
KiĢiliğinin— bunlar o üç geceden sonra oldu,
Bazı seslerle ıĢıklar duyup görerek geçirdiği
O geceden sonra, bir ahırda. Ters çeviriyordu sözcükleri: pot, top,
Örümcek, kecmüro, pudra, ardup.
Seni didaktik kalydid(15> diye adlandırmıĢtı.
Gülümsediği pek enderdi; gülümseyiĢi ise 350
Bir acıdan doğardı. EleĢtirirdi
Tasarılarımızı acımasızca; gözleri
boĢ boĢ bakarak, otururdu dağınık yatağında
Uzatarak ĢiĢ ayaklarını, kasırdı kafasını
Sedef hastalığına tutulmuĢ tırnaklarıyla, ve inerdi
Korkunç sözcükler mırıldanarak monoton sesiyle.
Benim canımdı o: huysuz, asık suratlı—
Âma bir tanemdi benim. Anımsıyorsundur o
Sessiz akĢamlan, hani oynardık
Mah-jong^16^ ya da senin kürkünü giyerdi o, çekici
Görünürdü oldukça; iĢte o zaman aynalar gülümser,
IĢıklar sevencenleĢir, gölgeler yumuĢardı.
Kimi zaman otıa Latince dersinde yardım ederdim,
Bazı akĢamlar yatak odasına çekilip okurdu, bitiĢiğinde
Benim yatak odamın. Sen çalıĢırdın
Kendi odanda, iki kere uzakta benden;
Arasıra seslerinizi duyardım:
'Anne, grimpen"¦ -1 ne demek?' 'ıV\ no demek?' 'Grim Pen.'
Bir an sessizlik, ardından senin çekineon açıklaman. Bir daha:
360
(15) Katydid: Hi tür çekirge. «Didaktik» sözcüğünün ters yazılmıĢ biçimine benziyor. Belki de kız, annesinin
didaktik (öğretici) yanıyla alay ediyor; onun bir çekirge gibi sürekli, baĢ ağrıtacak kadar çok ses çıkardığını
vurguluyor.Burada, sözcükleri ters çevinne oyunu oynanmaktadır; ama sözcüğün ters çevrilmiĢ biçiminin de
bir anlamı olmalıdır. Örneğin, bir önceki dizede «spider» (örümcek) sözcüğünün Icrsi «redips» olup «yeniden
yükselen» anlamına gelmektedir. Çeviride bu özellikler yansuılamamaktadır. —Çcv.
(16) Mah—Jong: 136 taĢla oynanan bir Çin oyunu. —Çev. ¦
(17) Grimpen: Saldırgan kalem. —Çev.
40
'Anne chionic^ ne demek?' Onu açıkladın, 370
Sonra sordun: 'Mandalina isler misin?1 'Hayır. Evet. Peki sempiternal ^19^ ne demek?' Duraksadın. O zaman
ben, gür sesimle ilettim Yanıtı masamdan, kapalı kapının ardından.
Okuduğu ne olursa olsun
(gözboyayan modern bir Ģiir, hani nitelendirilmiĢti
Ġngiliz Edebiyatında, bir belge olarak
'Engazhay^20) ve anlaĢılması güç'— bunun ne anlama geldiği
Kimsenin umurunda değildi); gerçek Ģu ki, bu üç
Oda o zaman birbirine bağlanmıĢtı seninle, onunla,«bcnimle, 380;
ġimdi ise bir triptik^ oldu ya da üç perdelik oyun
Ki saklayacak sonsuza dek o sahneleri, birlikle oynadığımız.
Sanırım, küçücük çılgın bir umudu o, hepsi besledi durdu.
Yeni bitirmiĢtim Pope üzerine yazdığım kitabımı.
Daktilo görevlim Jane Dean, bir gün önerdi kızıma
BuluĢmasını, kuzeni Pete Dean'la. Jane'nin niĢanlısı
Yeni arabasıyla onları alıp götürecekti
Hawai içkisi içebilecekleri bir yere.
Delikanlı geldiğinde, çeyrek geçiyordu
Sekizi New Wye'da. Sulusepken kar örtüyordu yollan. Sonunda 390
Gittiler o yere,—ama birden Pete Dean
Bağırdı elini' alnına vurarak, dediğine göre
UnutmuĢtu buluĢacağını yakın bir arkadaĢıyla
Ki hapse atarlardı onu, Pete gelmezse,
(18) Chtonic: Yeraltında bulunan (ölü). —Çev.
(19) Sempiternal: Öncesi/., sonsuz.—Çev.
(20) Tırnak içindeki ifadede yer alan «engazhay» sözcüğü, ingilizceyi iyi bilmeyen bir öğretim görevlisinin
(Shade'in de öğretim görevlisi olduğu okulda) yanlıĢ söylediği bir sözcük olabilir. Bu konuda Kinbotc'nin
açıklamaları okunmalıdır. —Çev.
(21) Triptik: Üç^ahncli resim.—Çcv.
41
Falan filan. Kızım, anladığını söyledi.
O gittikten sonra üç genç durup kaldılar
Bir an, mavi antrenin önünde.
Su birikintilerine neon lambaları vurmuĢtu yol yol;
lümseyerek
Kızım, burada/az/a olduğunu söyledi, daha iyi olurdu
Eve dönseydi. ArkadaĢları eĢlik ettiler ona
Otobüs durağına kadar ve ayrıldılar; ama o, dönmeyip
Eve, aldı baĢını gitti Lochanhead'a.
sonunda gü-
400
Sen, kolundaki saate bakmıĢtın! 'Sekiz onbeĢ/22^ (iĢte, zaman çatallandı) Açıyorum onu.' Ekranın renksiz
Sıvısında bozbulanık canlı bir Ģey büyüyordu, Sonra müzik fıĢkırdı.
Kıza Ģöyle bir baktı delikanlı, Ardından, çevirip bakıĢlarını bir ölüm ıĢını sıktı iyi yürekli Jane'e.
Bir erkek eli çizdi Florida'dan Maine'e doğru,
Eğimli uçan oklarını Aeolis'lilerin^ ^ savaĢlarda.
Dedin ki, daha sonra bir cansıkıcılar dörtlüsü,
Ġki yazarla iki eleĢtirmen, tartıĢacaklar
ġiirin ilkelerini 8. Kanalda.
Bir peri geldi, tek ayağının burnu üstünde dönerek, bürünmüĢ
Beyaz taç yapraklara, bahar ayininde
Diz çökmeye ormanın içinde bir sunağın önünde,
Süs eĢyaları doldurulmuĢ üstüne.
Yukarı çıktım, yapılımın ilk düzeltmesini okudum,
410
(22) Hurdan haĢlayarak, iki olay, birbiriyle uyumlu biçimdi; geliĢmekledir. Televizyondaki olaylarla
birlikle, Ģairin kızının buluĢma öyküsü verilmekledir. Hu-luĢluğıı gencin, kızı beğenmemesi, bir gerekçe
uydurarak ayrılması, kızın olobüse binip evden uzağa gitmesi, bekçi tarafından ölüsünün bulunması. Hu
olayla ilgili dizeler, Kinbole tarafından italik dizdirildi.—Çev.
(23) Acolis: Anadolu'da eski bir Yunan kolonisi.—Çcv.
42
Rüzgarın çatıdaki heykelleri devirdiğini iĢitiyordum.
'Oynayan kör dilenciyi seyret, Ģarkı söyleyen topalı'
Çok çirkin çınlıyor; bir özellik bu,
Çağının saçmalığından kaynaklanan. Sonra senin sesin geldi,
Benim duygulu papağanım, salondan yukarıya.
indiğimde kısa bir övgü yapılıyordu bana,
Birlikte çay içtik seninle: adım
iki kez anıldı, her zamanki gibi, arkasından
(gelen çamurlu ayak) Frost'un
'Kusuruma bakmazsınız, değil mi? Exton uçağına yetiĢmeliyim, çünkü biliyorsunuz Geceyarısına kadar parayı
götürmeyecek olursam—' '
Sonra bir gezi filmi baĢladı:
Arabanın içindeki sunucu, geçirdi bizi sisinin içinden
Mart gecesinin; önıĢıklar uzaktan
YaklaĢıyor, büyüyordu geniĢleyen yıldız gibi.
UlaĢtı yeĢil, civit gibi bir denize
Bizim de otuz üçte gitmiĢ olduğumuz,
Kızımızın doğumundan dokuz ay önce. ġimdi üstü
Siyah ve beyaz noktalarla kaplanmıĢ, güçlükle anımsatıyor
O ilk uzun yolculuğu, çiğ ıĢığı,
Yelkenleri (biri maviydi, arasında beyaz
Ve denize yakıĢmayanların, iki tanesi de kırmızı),
Eski spor ceketli adamı, ekmek kırıntılarını,
Dayanılmaz çığlıklarıyla martı sürüsünü,
Aralarındaki paytak siyah güvercini, getirmiyor aklımıza.
'Bir ses mi var?' Kapıyı dinliyordun.
Bir Ģey yok. Programı yerden aldın.
Ön ıĢıklar daha da büyüdü sisin içinde. Hiçbir anlam kalmadı
IĢıklı camda: Yalnızca bir beyaz parmaklık
Bir de reflektör direkleri akıp gidiyordu kupkuru.
420
430
¦J :'
440
43
'Onun doğru davrandığı biraz kuĢkulu değil mi?' SormuĢtun.
'Bilimsel konuĢursak, daha ilk buluĢması bu onun.
Peki, PiĢmanlık filmini seyretsek nasıl olur?' 450
Böylece razı olduk, tam bir sessizlik içinde,
O ünlü filmin yaymasına sihirli otağını;
O ünlü yüz girdi içeri, güzel ama aptalsı:
Dudakları aralık, gözleri süzgün,
Yanakları allıklı, benzersiz güzellik,
YumuĢak kıvrımlı bedeni dağılıyor, prizmasında
Genel arzunun.
Dedi ki, 'Sanırım,
'Buradan gitmem gerek? 'En iyisi Lochanhead.' 'Evel, öyle.' Apansız bir sancıyla bakakaldı Hayaleti andıran
ağaçlara. Durdu otobüs. Yitli otobüs. 460
Cengelde Fırtına. 'Hayır, onu değil!'
Pat Pink, konuğumuz (atoma karĢı bir konuĢma).
On biri vurdu saat. Sen içini çektin. 'Korkarım
Ġzlenmeye değer bir Ģey çıkmayacak.' Oynamaktaydın
Kanal ruleti: Kadran döndü, sonra trak.
Reklamların kafasını kopardın. Yüzlerini tokatladın.
Silivcrdin açık bir ağzı, Ģarkının ortasında.
Uzun favorili bir salak, tam
Kullanacaktı ki silahını, sen ondan çabuk davrandın.
Zencinin biri neĢeyle kaldırdı trompetini. Trak. 470
Senin yakut yüzüğün yaĢamı yarattı, yasayı koydu.
Ah, kapat Ģunu! YaĢamın koptuğu andu gördük
Nokta kadar kalmıĢ ıĢığın küçüldüğünü, öldüğünü, kapkara
Sonsuzlukla.
Göl kıyısındaki kulübesinden Bir bekçi, Zaman Baba, saçı ağarmıĢ, beli bükülmüĢ,
44
Çıktı dıĢarı; köpeği huysuzlaĢtı. Gitti
Sazlarla kaplı kıyı boyunca. Ama çok geç gelmiĢti.
Kibarca esnedin, tabağını aldın götürdün.
Rüzgarın sesini duyuyorduk. Duyuyorduk saldırdığını, fırlatüğını
Dal parçalan pencerenin camına. Telefon mu çaldı? Değil. 480
BulaĢıkları yıkamana yardım eltim. Bu uzun vakit,
Yok edip durdu genç kökleri, yaĢlı kayaları.
'Geceyansı,' diyordun. Ne anlama gelir geceyansı, genç insan için?
Ve birden bir festival ateĢi, fırlattı ıĢığını
Sedir ağaçlarının arasından, kar benekleri parladı,
Ardından, engebeli yolumuzda bir polis arabası
Gürültüyle durdu. Geri al, geri al!
Ġnsanlar önce sanmıĢlardı onun(24^ geçmeye çalıĢtığını gölden
Lochan Neck'te, buradan coĢkulu patenciler geçerlerdi
Exe'ten Wye'a ulaĢırlardı buzlu günlerde. 490
Kimileri de sanmıĢlardı yolunu kaybettiğini
Sola dönerek Bridgeroad'dan; kimisi de söylüyordu
Onun, kendi zavallı yaĢamını avladığını. Ben anlamıĢtın! Sen anlamıĢtın.
Sıcak bir gecöydi, çiçeklerin açtığı,
Havanın görkemli canlılığıyla. Kara bahar
KöĢede duruyordu, titreyerek
Islak yıldızıĢığına bürünmüĢ, ıslak toprağın üzerinde.
Göl, sislerin içinde uzanıyordu, buzları suda boğuluyordu.
Bulanık bir Ģekil, kıyıdaki sazlıktan çıktı
HıĢırtılı, yutucu bataklığın içine doğru, ve battı. 500
\{
(24) ġairin kızının. —Çev.
45
ÜÇÜNCÜ KANTO
L'if, yaĢamsiz ağaç^25^ Senin büyük Belki'n, Rabelais: Büyük patates.
I.P.H., kiliseden bağımsız Ensilitü(I), hazırlık (P) çalıĢmaları yapan Ötcdünya (H) için, yani If, bizim Büyük if
(belki) dediğimiz kuruluĢ, görevlendirdi beni Bir dönem, ölüm üzerine konuĢmak için ('ders vermek Ġçin
Toprakkurdu konusunda' diye yazmıĢtı BaĢkan McAbcr).
Sen, ben,
Kızımız (minicik bir çocuktu daha), gittik New Wye'dan Yewshadc'e; daha yüksek bir eyaletti. Yüce dağları
severim ben. Demir kapısından, Orada yerleĢtiğimiz viranenin, Bir Ģey görünürdü karla kaplı, öyle uzak, öyle
belirgin; Ġçini çekerdi ancak insan, sanki böyle yapmakla Onu içine daha kolay sindirecekti.
Iph
Bir larvaydı, bir menekĢe: Bir mezardı Aklın ilkbaharında. Ancak Bulamıyordu var olanın özlediği çözümü;
510
(25) Kinbotc, L'if sözcüğünün I-'ransızcada porsukaftacı anlamına geldiğini belirtiyor, i'orsukağacı, kiliselerin
bahçelerinde sık görülen bir ağaçtır. Ama Ģiirde, Ġngilizce (eğer;... ise) sözcüğüne ses yönünden
benzemekledir. Ġngilizce mclindc «l.'if, lifeless tree» ifadesinin «l.'if yaĢamsız ağaç» olarak yapılan çevirisinde
L'if sözcüğünün Life ı çağrıĢtırması gösterilememiĢtir. Ġkinci dizedeki 1.1M1. kısaltmasının if olarak
okunduğuna ve t/(eğer) sö/cüğünü anımsaılığma dikkat edilmelidir. — Çev.
46
IHI
Çünkü biz her gün ölürüz; unutmak, boy verir
Kupkuru uylukkcmiklerindc, kanlı canlı yaĢamda bile;
GeçmiĢimizin en güzel günleri, Ģimdi iğrenç urlarıyla kaplı
KarmakarıĢık adların, telefon numaralarının, sararmıĢ dosyaların.
Razıyım küçük bir çiçek olmaya
Ya da iri bir sinek, ama unutkan olmaya asla.
Ġstemem ölümsüzlüğü, yoksun kalacaksam eğer
Hüznünden ve sevecenliğinden
ölümlü yaĢamın, tutkulardan ve acılardan yoksun kalacaksam;
Kızıl ıĢığı, küçülen uçağın
Çobanyıldızı'ndan uzaklaĢtıkça; senin telaĢlı halin
Sigarasız kalınca; kendine özgü
Gülümsemen köpeklere; gümüĢsü sümük izi
Salyangozların kaldırımda bıraktığı; Ģu iyi mürekkep, Ģu uyak,
Dizin karlı, ince lastik Ģerit
Ki çözüldüğünde bir Ve izi bırakır,(26>
Bütün bunlar, bulunacaktır. Cennette, yeni ölcnlerce,
Yıllar boyu birikmiĢ olarak.
Oysa
Öne sürüyordu Enstitü, daha akla uygun olduğunu Çenet umuduna pek fazla kapılmamanın: Ya yoksa
hiç'kimse hoĢ geldin diyecek Yeni gelene? Hiçbir kabul töreni, hiçbir telkin Yapılmayacaksa? Ya
fırlatılacaksanız Sonsuz bir boĢluğa, yolunuzu yitireceğiniz? Ruhunuz çırılçıplak ve yapayalnız, Çileniz
bitmemiĢ, acılarınız anlaĢılmamıĢ, :
520
530
540
(26) Lastik Ģerit, Ģairin, Ģiirlerini yazdığı dizin kartlarını bağladığı Ģerittir. ġerit, çıkarılınca kan üzerinde Ve izi
bırakmaktadır ama bu iz, Vcnin kısa ifadesi olan &
iĢaretinin izidir. —Çev.
47
Çürümeye baĢlarken bedeniniz,
Belki de giysisini çıkarmadan
Dul eĢiniz yüzükoyun uzanacak karanlık yatağa,
Görüntüsü eriyecek dağılan beyninizde!
Hiçlediği halde tüm tanrıları, yani büyük Ö'yü de^
Iph, değersiz birtakım süprüntüler ödünç aldı
Gizemci görüĢlerden; öneriler sundu
(Kehribar gözlük, yaĢam tutulmasına karĢı^)—
Hayalet haline gelirildiğinizde, dehĢete düĢmemenin yolları:
Gizli gizli ilerleyip kayarak
Katı bir bedene rastladığınızda onun içinden geçin
Yoksa bırakın o sizin içinizden geçsin.
karanlıkta bulmanızın yolları, soluğunuz kesilerek,
Mutluluk Ülkesi'ni, yeĢim taĢı renginde.
Uzayın karmakarıĢıklığında ĢaĢırmamanın yollan.
Alınacak önlemler, anormal hallerinde
Yeniden bedenlenmenin^: Ne yapmanız gerektiği,
Birdenbire anladığınızda
Toy ve savunmasız bir kurbağa olduğunuzu
Pat diye düĢüveren, kalabalık caddenin ortasına;
Ya da bir ayı yavrusu, tutuĢmuĢ ağacın altında;
Ya da bir kitap kurdu olmuĢsanız, bir papazın içinde.
Zaman, ardardalık demektir, ardardalıksa değiĢim: Oysa zaman-dıĢılık, yok eder Ardardalığını duyuların. Bir
öğüdümüz var
550
560
(27) Öz. Burada, Hıristiyanlığın tannsı. —Çev.
(28) YaĢam tutulması: GüneĢ lululmasuıa benzer biçimde, yaĢamın tutulması (kararması). —Çev.
(29) Ruhun dünyada yeni doğan bir bedene geçmesi. —Çev.
48
Dul erkeğe. Ġki kez evlenmiĢ oluyor o:
Karilanyla buluĢmakta; ikisi de sevilmekte, ikisi de sevmekte,
Ġkisi de birbirini kıskanmaktadır. Zaman.büyümc demektir,
Büyüme ise hiçbir anlam taĢımaz Cennet yaĢamında.
OkĢayarak hiç büyümeyen çocuğunu, solgun sarı saçlı kadın
Üzgün oturmakladır kıyısında, anımsanmıĢ bir gölün
Ki doludur düĢssel bir gökle. Öbür karınız, sarıĢın,
Ama üzerine vuran gölgeyle koyu kumral görünen
Kadın, laĢtan bir irabzana uzatmıĢ ayaklarını, dizler bitiĢik,
Otururken yaĢlı gözlerini dikmiĢtir
Hafif sisin içine, delip geçemediği.
Nasıl baĢlamalı? Önce hangisini öpmeli? Hangi oyuncağı
Vermeli bebeğe? AğırbaĢlı küçük oğlan
Biliyor mu o kazayı, fırtınalı
Bir Mart gecesi hem anayı hem çocuğu öldüren?
Peki ya o, ikinci sevgili, çıplak bacaklı,
Siyah balerin giysili; neden takıyor o küpeleri,
Öbürünün mücevher kutusundan aldığı?
Neden öfkeyle çeviriyor genç yüzünü?
DüĢlerimizden biliriz ne denli güç olduğunu
ÖlmüĢ sevdiklerimizle konuĢmanın! Onlar önemsemezler
Bizim korkumuzu, iğrenmemizi, utancımızı—
Kapıldığımız, dehĢeti; kendilerini eski hallerinden farklı duğumuzda.
Uzak bir ülkede savaĢırken ölen okul arkadaĢımız
ġaĢırmaz görünce bizi evinin kapısında,
Sevinsin mi üzülsün mü, bilemeden
Gösterir bodrumunu basan suları.
Ama kim tanıtabilir o düĢünceleri, tek tek çağıracağımız,
Bizi duvara doğru yürür bulduğunda sabah,
Bir senaryoda, ahmak bir politikacının sahneye koyduğu
Yada üniformalı birköpcksuratlı maymunun?
570
580
590
bul-
600
49
Yalnızca bildiğimiz konulardır, düĢüneceğimiz—
Uyak imparatorlukları, ölçü Hindistanları;
Dinleriz uzak horozların ötüĢlerini, bakarız ki
Kaba taĢtan gri duvann üzerinde olağanüstü bir eğrelliotu;
Ve bağlanırken kral ellerimiz
AĢağılarız bizden aĢağıda olanları, alay ederiz
Kendilerini ülküye adamıĢ budalalarla, tükürürüz
Ta gözlerine, zevk olsun diye.
Kimse yardım edemez sürgün, yaĢlı adama
Bir motelde ölüm döĢeğinde, gürültülü vantilatör 610
Dönerken kızgın bozkır gecesinde
Ve dıĢarıdan, renkli ıĢık parçaları
Sanki geçmiĢten uzanan karanlık ellerdir yalağına,
Mücevherler vermek için; çarçabuk gelir ölüm.
Adam, boğulurken yalvarır iki dilde,
Ciğerlerinde geniĢleyen uzay bulutlarına.
Bir burkulma, çatlama—bundan fazlası bilinemez önceden.
Belki bilinir le grand neantp0^ belki
Yeniden doğulur, sarmal gibi, yumru kökün gözünden.
Senin de söylediğin gibi, son çıkıĢımızda 620
Enstitüden: 'Bilmiyorum gerçekten
Ne fark olduğunu burasıyla Cehennem arasında.'
Ölülerin yakılmasını savunanlar, kahkaha savuruyor, öfkeyle soluyorlardı
Grabcnnann karĢı çıkarken imbik Yöntemine Engelleyeceği için hayaletlerin cesetlerden doğmasını/3 ^
Hepimiz kaçınıyorduk inançları eleĢtirmekten.
(30) Bir inanıĢa göre, insan ölürken, hayaleti görünür. —Çev.
(31) Kinbote, Lc grand ncant: büyük hiç (618. dize). —Çev.
640
50
tl_ HAUK KÜĠOPH
Üstad Starover Blue, anlatıyordu önemini
Gezegenlerin; ruhların çıkacağı karalardı onlar.
Hayvanların kaderi tartıĢılıyordu. Bir Çinli
Anlatıp duruyordu çay törenini 630
Atalarla birlikte yapılan; bunun yaygınlaĢtırılmasını savunuyordu.
Ben yırtıp attım Poe'nun fantezilerini,
Benim önem verdiğim, çocukluk anılarıydı, tuhaf
Sedefli ıĢınları ergenliğin ötesine ulaĢan.
Enstitünün denetçilerinden biri genç bir papaz
Öbürü eski bir komünistti. Iph, hiç olmazsa
Boy ölçüĢebiliyordu kiliseyle ve partinin.siyasetiyle.
Sonraki yıllarda baĢladı gerilemeye:
Budizm kök saldı. Bir medyum, içeri sokuverdi \
Renksiz pelteleri, yüzen bir mandolini.
Fra Karamazov, mırıldanıyordu ahlaksızca
Her Ģeye izin vardır, sürünen sınıflar için;
Uygun görerek balığa düĢkünlüğünü rahmin
Freud yandaĢları, baĢtacı ediyorlardı mezarı.
Bu saçmalıklar bir yönden yararlı oldu bana. Öğrendim neyi yadsımam gerektiğini, bakarak Ölümün
uçurumuna. Çocuğumuz öldüğü zaman, Anladım hiçbir Ģey olmayacağını: ne çağrılan Bir ruh dokunacaktı
tahta klavyeye Belirtmek için göbekadını, ne de bir hayalet Görünecekti incelikle karĢılamak için seni, beni
Karanlık bahçede, ceviz ağacının yanında.
'Bu tuhaf gıcırtı ne?—duyuyor musun?' 'Merdiven kapağı yalnızca, canım'
51
650
'Uyumuyorsan, ıĢığı yakalım.
Nefret ediyorum Ģu rüzgardan! Satranç oynayalım.1 'Olur.'
'Hiç sanmıyorum kapak olduğunu, iĢte — yine.1
Pencereye çarpan asmadır.'
'Çatıdan kayıp da gümlcyen o Ģey neydi?'
'Rüzgarın yuvarladığı toprak yığınıdır.' 660
'Ne yapacağım Ģimdi? Alım sıkıĢtı.'
Kim bu allı, geccyarısı rüzgarda?
Yazarın acısıdır. Çılgın
Mart rüzgarıdır. Babadır, yanında çocuğuyla.
Derken dakikalar, saatler, koca günler gelip geçti,
Kızımız çıkmıĢtı aklımızdan; öylesine hızlı
ilerliyordu yaĢam, o tüylü tırtıl.
italya'ya gittik. GüneĢ banyosu yaptık
Beyaz bir kumsalda, pembe ve esmer öbür
Amerikalılarla birlikte. Küçük kentimize geri uçluk. 670
Öğrendim ki, denemeler demetim VahĢi
Denizatı 'genellikle beğenilmiĢti.'
(Üç yüz tane satılmıĢtı bir yılda.)
Yeniden okul baĢladı; uzak yolların çevirdiği yamaçlarda
Kesintisiz akıntısı görülüyordu
Araba ıĢıklarının, geri dönüyorlardı o düĢe:
Üniversite eğitimine. Sen yine baĢladın
Marvell ile Donnc'ı Fransızcaya çevirmeye.
Bu yıl, fırtınaların yılıydı: Kasırga
Lolita süpürdü geçti Florida'dan Maine'c kadar. 680
M;ırs parıldadı. ġahlar evlendi. Hüzünlü Ruslar casus oldular.
Lang senin portreni yaptı. Ve bir gece ben ölüverdim.
Crashaw Kulübü parayla tuttu beni, konuĢayım diye ġiirin neden dolayı bizim için önemli olduğu konusunda.
Vaazımı verdim; yavan ama kısa. : Tam ayrılıyordum ki aceleyle, allamak için
'Soru sorma aĢaması'nm üzerinden, konuĢmam bitince, i O patavatsız heriflerden biri, hani gelirler ya
Bu tür toplantılara, yalnızca karĢı çıkmak için, iĢte
Öyle biri, kalktı ayağa ve piposuyla beni göslerdi.
O anda oldu, ne olduysa— bir baskın, bir baygınlık Yani eski krizlerimden biri. ġansım varmıĢ ki Bir doktor
oturuyordu en önde. Ayaklarının dibine DevrilmiĢim. Kalbimin atıĢı durmuĢtu Sanki; epey zaman sonra
Canlandı, zar zor yürümeye koyuldu Son durağa doğru. Bana verin Ģimdi Tüm dikkatinizi.
Açıklayamam size nasıl Anladığımı— Ama anladım geçtiğimi Sınırın ötesine. Sevdiğim her Ģey yitmiĢti Ama
aort, hiçbir üzüntü belirtisi göstermiyordu. Kauçuktan bir güneĢ, çırpındı batlı; Kankarası hiçlik, baĢladı
döndürmeye O düzeneği, birbirine bağlı pillerin oluĢturduğu, Birbirine bağlı pillerin, birbirine bağlı; Bir
gövdenin içinde. Korkunç bclirginliğiyle Karanlığa karĢı, uzun beyaz fıskiye fıĢkırıyordu.
Elbette farkindaydım onun yapılmadığının
Bizim atomlarımızdan; öyle bir akıl vardı ki
Sahnenin arkasında, bizimkinden farklıydı. YaĢamda,
Ġnsan zekâsı çabuk yanılır
Doğanın aldatmacalarıyla, bu yüzden gözleri
Düdüğü kuĢ görür; yumrulu ince dalı
Tırtıl; kobranın baĢını da, kocaman
690
700
710
53
Ve bükülmüĢ hain bir güve. Ama Benim beyaz fıskiye olayımda Algılanan Ģey öyleydi ki, bence,
Algılanabilmesi için, inĢân baĢka bir dünyada YaĢamalıydı, benim yolumu ĢaĢırıp girdiğim o dünyada.
Bir an görünmüĢ, sonra eriyip yitmiĢti:
Bense daha bilincimi toplayamadan dönmüĢtüm yeryüzüne.
Anlattığım bu olay doktoru eğlendirdi.
Ona kalırsa, büyük bir olasılıkla,
Benim durumuma düĢenler "sanrıya kapılabilir
Ya düĢ görebilirler, duyularıyla. Daha sonra belki,
Ama yaĢam güçleri azaldığı sırada değil.
Olamaz, Bay Shade.'
Ama, doktor, o sırada ölüydüm ben! Gülümsedi. 'Pek değil: yalnızca yarım bir shade,' ^
720
Ben karĢı çıkıyordum buna. Kafamda
Canlandırdım aynı olayı. Yeniden indim 730
Platformdan, bir tuhaf oldum, yükseldi ateĢim,
Sonra o delikanlı kalktı ayağa, ben devrildim; değil ama
Sözümü kesen birinin piposuyla beni göstermesi sebep,
Sebep belki de zamanın hızla büyümesiydi
Çarpıp da sendelesin diye
Dayanıksız havagemisi, o yaĢlı aksak yürek.
Gözümün önünde canlanan olay, gerçek gerçek tütüyordu.
Özel bir havası vardı, tuhaf bir çekiciliği
Kendi gerçekliğinden gelen. Bir gerçekti o. Zaman geçip gidiyor
Ama onun zafer tacı eskimeksizin parıldıyordu. 740
(32) ġairin soyadı (Shade) çeĢitli anlamlara gelmektedir: Gölge, nüans, hayalet. Kalp krizi geçirip kendini
yitiren Ģair, yarım bir Shade (kendisi), yan gölge ya da yarı hayalet olmuĢtur. Bu anlamlara dikkat çekmek için,
Ģairin soyadı, ilgili dizede küçük harfle baĢlatılmıĢtır. —Çev.
54
Sık sık bunaltırdı beni çiğ ıĢığı
DıĢarının, didiĢmelerin; o zaman dönerdim içime,
Orada, ruhumun gerisinde beklerdi
Eski Dost! Varlığıyla beni hep
Oydu avutan. Günlerden bir gün
Ġkili bir gösteriyle karĢılaĢtım.
Bu, dergilerin birinde yayımlanan söyleĢiydi
Bayan Z'yle yapılmıĢ; kadının duran kalbini
OvalamıĢtı yaĢama doğru bir doktorun hızlı elleri.
Bayan Z. dergide anlatıyordu
'Perdenin Arkasındaki Ülke'yi; görmüĢ gibiydi
Melekleri, parıldıyordu renk renk
Pencereler, hafif bir müzik duymuĢtu, güzel
Ġlahiler, sonra annesinin sesi gelmiĢti;
Daha sonra gördüğü, uzak
Bir manzaraymıĢ, puslu bir meyva bahçesi.
Sözlerini aktarıyorum: 'O puslu meyve bahçesinin ötesinde
FıĢkıran uzun beyaz fıskiyeyi gördüm ben-öyle uyandım.'
Bilinmeyen bir adada, Kaptan Schmidt Görülmedik bir hayvan yakalasa Sonra da, çok geçmeden, oradan Bir
post getirse, var demektir o ada. Bizim fıskiyemiz bir iĢaret direğiydi Karanlıkta dikili duran; Bir kemik kadar
sağlam, diĢ kadar dayanıklı, Ve kabaydı, göze batan gerçekliğiyle!
Bayan Z'yle konuĢan, Jim Coates'dı. Ona Hemen mektup yazıp kadının adresini aldım. Batıya doğru Uç yüz
millik yolu aĢtım UlaĢtım. AteĢli bir mırlamayla karĢılandım.
750
760
770 55
Görünce o mavi saçı, çilli elleri, baygın
Tavırları, anladım ki oyuna getirilmiĢtim.
'Kim kaçırır buluĢma fırsatını
Böyle büyük bir Ģairle?' Onur vermiĢti ona
Bu ziyaretim! Umutsuzca çabaladım
Soru sormaya. Ama duymazlıktan geldi:
'Belki baĢka bir zaman.' Nasıl olsa, yazdıkları
Gazetecinin elindeydi. Üstelemesem de olurdu.
Mey vali kek sundu bana, çevirdi görüĢmemizi
Aptalca konuĢmaların yapıldığı bir toplantıya. 780
'inanamıyorum,' diyordu, 'sizsiniz demek!
Sevdim o Ģiirinizi, Blue Review'da basılan.
Mon Bloriu anlatan Ģiirinizi. Bir kız yeğenim
Mallcrhom'a tırmandı. Öbür kısmını
Anlayamadım. Anlamını yani. •
Çünkü, aslında, anlamı — Aslında kalın kafalıyım ben!1
Öyleydi gerçekten. Ben vazgeçmeyebilirdim.
Belki anlattırabilirdim ona daha fazlasını,
Ġkimizin de 'perdenin ötesinde' gördüğümüz beyaz fıskiye
Konusunda. Ama ben, anımsatsaydım o Ģeyi 790
Kadın hemen üzerine atılacaktı onun, aramızda
Duygusal yakınlık, dinsel bir bağ varmıĢcasına
Ġkimizi aynı gizem içinde birleĢtiren;
Belki ruhlarımız hemen kardeĢ olacak
Ürpcrecckti kıyısında, tatlı bir akraba
Zinasının. 'Vakit çok geç oldu, sanırım.' diye konuĢtum.
Coalcs'ın yanına da uğradım.
Ama o, kadınla yaptığı görüĢmenin notlarını yitirmiĢ oimaklan Korkuyordu. Sonra çelik dolaptan bulup
çıkardı: " 'Metin doğru. Kadının sözlerini hiç değiĢtirmedim. 800
Tek bir dizgi yanlıĢı olmuĢ— O da pek önemli değil:
56
Mountain olmAıyAı, fountain değil/33) Büyük farklılık.'
Ölümsüz yaĢam— dizgi yanliĢıymıĢ meğer!
Arabamı sürerken eve, dalmıĢ gitmiĢtim: bu bana ders olmalı
Vazgeçmeli miyim boĢluğu incelemekten?
Ama hemen dank elti kafama; buydu gerçek
Dayanağım, çoksesli ezgi;
Yalnız bu: konu değil, konunun anlatılıĢ biçimi; düĢ değil,
Uyumsuz Ģeylerin yarattığı uyum;
Kâğıt gibi çürük saçma sözler değil, duyuların sağlam kumaĢı. 810
Evet! YaĢamda bulabilirdim
Bir tür sertçe-serçe/34)
Oyundaki benzer sözcükleri andıran örnekler,
Uyumlu bir güzellik; bulabilirdim bunları,
O zevkle birlikte, oyunu oynayanların duymuĢ olduğu.
Farkctmez, kim olurlarsa olsunlar. Ne bir ses
Ne bir gizli ıĢık geliyordu, akılalmaz iĢler
Çevirdikleri evlerinden, ama oradaydılar, soğuk ve sessiz;
Dünyalarla oyun oynuyorlar, ilerletiyorlardı piyonlarını
Tckboynuzlu, fildiĢinden atlara, keçi ayaklı abanoz cinlere karĢı; 820
Uzun bir yaĢamın mumunu yakıyorlar bir yerde,
Kısa bir yaĢamı söndürüyorlardı baĢka bir yerde; bir Balkan kralını
öldürüyorlardı; DüĢürerek bir buz parçasını
Yükseklerdeki bir uçağın üzerinden, ölmesine neden oldular Bir çiftçinin kurĢun yemiĢ gibi; gizlediler
anahtarlarımı,
(33) Yani kadın, sözümona öldükten sonra, fıskiye (fountain) değil, dağ (mountain) görmüĢ; ama bir dizgi
yanlıĢıyla m yerine/konunca Shade, kadının, kendisi gibi, fıskiye gördüğüne inanmıĢ. Kinbote'nin belirttiği
gibi, bu iki sözcüğün çevrilmesi, büyük güçlük yaratmaktadır; çünkü o zaman, aralarındaki ses ben/erliği
gösterilememiĢ olmaktadır. —Çcv.
(34) Kinboıc'dcn öğrendiğimize göre Ģair, sözcük oyunları oynamaya düĢkündü. Ayrıca 819. dizede
«dünyalarla oyun oynama» ifadesinde, word (sözcük) ile world (dünya) arasında ses benzerliği vardır. —Çcv.
57
Gözlüğümü, pipomu. Uyumlu biçimde birleĢtirdiler Bu olayları ve nesneleri, çok farklı olaylarla Ve yok olmuĢ
nesnelerle. Süs yaptılar Raslantılarla olasılıklardan.
Paltomla girdim içeri: Sybil, sarsılmayan
înancımdır benim— 'Sevgilim, kapıyı kapat.
Nasıl geçti yolculuğun?1 Çok iyi— Üstelik
Yine inanmaya baĢladım bulabileceğime
El yordamıyla da olsa— 'Söyle canım?' Cılız umudu.
830
DÖRDÜNCÜ KANTO
Artık güzelliğin peĢine düĢeceğim, daha tutkulu
Herkesten. Artık haykıracağım, daha yüksek
Herkesten. Artık öyle bir Ģeyi deneyeceğim ki
Kimse göze alamamıĢtır. Hiç kimsenin yapmadığını ben yapacağım.
Bu olağanüstü araçtan söz ediyorum: 840
Kafamı kurcalıyor farklılığı
iki kompozisyon yönteminin: A, yani birincisi
Yalnızca, Ģairin kafasının içinde uygulanır,
UysallaĢtırılmıĢ sözcükleri sınavdan geçirir
ġair, yıkarken üçüncü kez bir bacağını,
B, öbür yöntem yani, çok daha uysaldır
Yazmaya baĢlayınca çalıĢma odasında.
58
B yönteminde el, düĢüncenin yardımcısıdır,
Soyut savaĢ somutlasın
Kalem, durakahr havada, birden iniverir ıĢın gibi,
Canlandırmaya ölü günbaümını ya da yenilemeye bir yıldızı,
Böylece maddeselliğiyle rehberlik eder tümceye
Mürekkep labirentinden geçip cılız günıĢığına ulaĢması için.
Ama A yöntemi, acıyla kıvrandım! Beyin Hemen sıkıĢır acıların çelik Ģapkasının içinde^ Esin perisi, iĢ tulumunu
giymiĢ, çalıĢtırır matkabı, Ne denli istenirse istensin, durdurulamaz, O sırada, robot gibi bilinçsiz çalıĢan adam
Çıkarır daha yeni giydiği elbisesini, Ya da hızla gider köĢedeki dükkana Satın almaya daha önce okuduğu
gazeteyi.
Neden böyle olur? Belki, kalemsiz çalıĢırken
Kalemin havada kaldığı duraksamalar olmaz,
Aynı anda üç eli birden kullanmak gereklidir,
Uygun düĢecek uyağı araĢtırırken
Tutup getirmek için dizeyi gözün önüne,
Önceki çabalan akılda tutmak gereklidir.
Belki de, yaratma süreci daha derindir, olmayınca masa
YanlıĢa destek olup Ģiiri yükseltmeye yarayan.
Çünkü öyle gizemli anlar olur ki
Düzeltme yapamayacak denli yorgun, düĢürürüm kalemimi;
O aradığım sözcük öter, konar elime.
En sevdiğim vakit, sabahtır; mevsim olarak
Yaz dönümü. Bir keresinde farkettim
Uyandığımı, oysa öbür yarım
Henüz uyuyordu yatakta. Koparıp özgür bıraktım ruhumu,
Sonra yetiĢtim kendime— çimenlikte,
850
860
870
59
Yoncanın yapraklan kavramıĢtı kadeh gibi, Ģafağın topazını,
Shade dikilip kalmıĢtı gcceliğiyle, bir ayağında ayakkabı
Sonra ayrımsadım bu yarımın 880
Hızla uyumaya koyulduğunu; ikimiz de güldük, ben uyandım
Güvenlik içinde yatağımda, gün çatlatırken kendi kabuğunu,
Kızılgerdan kuĢları yürüyor, duruyorlardı; Sudan
Elmaslarla süslü çimenlerde kahverengi bir ayakkabı unutulmuĢtu!
Benim gizli damgam, Shadc'in simgesi, miras bırakılmıĢ giz.
Seraplar, mucizeler, yaz dönümü sabahı.
YaĢamöykümün yazarı, ya fazla sakınımli,
Ya da az Ģey biliyor, bundan dolayı söyleyemiyor
Shadc'in traĢ olduğunu banyoda, diyor ki:
'ġair, taktırmıĢtı
MenteĢeli bir düzenek, bir çelik destek 890
Geçiyordu küveti boydan boya, tutmak için Aynayı tam Ģairin yüzünün karĢısında Ayağının ucuyla musluğu
açıp kapatıyordu, Bir kral gibi oturmuĢtu, kanlan akan Marat gibi.1
Ben ne kadar ağırsam cildim de o kadar dayanıksızdır;
Yer yer, gülünç derecede ince;
ĠĢte ağzımın yanında: o uzaklık, ağzımla
BuruĢmuĢ yüzüm arasında, kötü bir çentik yaratıyor.
Boynun sarkan derisi: Bir gün dolayıp boynuma
Çıkarmayacağım Newport atkısını, kendi tüyümmüĢ gibi. 900
Adem elmam, aslında firavun inciri^:
ġimdi sıkıntımı, umutsuzluğumu anlatacağım,
Kimsenin anlatmadığı biçimde. BeĢ, altı, yedi, sekiz,
Dokuz vuruĢ ycunez.On. Ovalıyorum
(35) Kaktüs cinsinden, dikenli bir bitki. —Çev.
60
Çilekli kremle o korkunç kiri
Bir de bakıyorum ki olduğu yerde duruyor dikenler/36^
Pek inanmıyorum o tek kollu herife
Hani reklamlarda, tek bir kaygan vuruĢla^37)
Dümdüz bir patika açar kulağından çenesine doğru,
Sonra yüzünü silip nasıl olduğunu inceler eliyle, sırıtarak. 910
Bense, titiz ikiclcilcr sınıfındanim.
Dar giysili, dikkatli bir delikanlının eĢlik etmesi gibi
Bir kıza, jimnastik gösterisinde,
Sol elim, yardım eder, tutar, bacaklarının duruĢunu ayarlar.
Ben diyeceğim ki... Sabundan çok
Duygudur Ģaire gerekli olan;
O zaman esin, buzul parılusıyla,
Birden doğan imge, birden gelen sözcük,
Yayarlar üçlü dalgalarını tenin üzerine 920
Farklı olarak reklamlarda biçilmesinden
Kılların, yardımıyla Bizim Krem'in.
ġimdi yavanlıklardan söz edeceğim, baĢkalannın
Yaptığından farklı biçimde. Tiksindiriyor beni caz;
Beyaz çoraplı budala, hani iĢkence eder
Kara boğaya, kırmızıyla kızıĢtırıp; soyut yapıt koleksiyoncuları;
Ġlkel toplumların yaptığı maskeler; ilerici akımlar;
Tiksindirir beni süpermarketlerdcki müzik; yüzme havuzlan;
Kıyıcı insanlar, can sıkıcılar, sınıf ayrımı yapan dargörüĢlüler, Freud,
Marx,
DüĢünür bozuntuları, pohpohlanmıĢ Ģairler, bilir görünen
bilgisizler. 930
(36) Ademelmasının üzerindeki kıllar. —Çev.
(37) «VuruĢ» sözcüğü.burada, jilet darbesi anlamında; önceki bölümde ise ovalama anlamındadır. —Çev.
61
TraĢ bıçağı, kazıyarak, hıĢırdıyarak
Giderken ülkesinde yanağımın,
Arabalar geçiyor caddeden; yokuĢ çıkarken
Büyük kamyonlar yavaĢlıyorlar çenekemiğimin kemerini aĢarken;
ġimdi sessiz bir gemi doklara yanaĢıyor;
ġimdi de güneĢ gözlüklüler geziyorlar Beyrut'u;
Yürüyorum yaĢlı Zembla tarlasında, kırlaĢmıĢ anızlarımın
Ortasında, köleler ot biçiyor ağzımla burnumun arasında.
insanın yaĢamı bir açıklamadır, kapalı ama
Yarım kalmıĢ Ģiire. AnlaĢılmasını sağlayan dipnot. 940
Tüm odalarda giyinerek Ģiir kuruyorum, geziniyorum
Evin içinde, avucumda ya tarak
Ya ayakkabı çekeceği, birden bunlar kaĢık oluveriyor
Yumurta yediğim. Öğleden sonra
Arabanla beni kitaplığa götürüyorsun. AkĢam yemeğimiz
Altı buçukla. Benim biricik esin tanrıçam,
Nereye gitsem yanımdadır
Kitaplıkta, arabada, koltuğumda.
Sen de orada oluyorsun sevgilim, o sırada,
Ya bir sözcüğün altındasın, 950
Ya bir hecenin üzerinde, vurgulamak için
YaĢam ritmini. Duyardım bir kadın giysisinin
GeçmiĢten gelen hıĢırtısını. Çoğunlukla farkederdim
Senin yaklaĢan düĢüncenin sesini, anlamını,
Sen gençlikle dolusun; ycnileĢtirirsin
Anarak, senin için yaptıklarımı.
Sisli Körfez benim ilk yapıtım (serbest nazım); Gece Dalgalarının Sesi ikincisi; ondan sonraki llebe'nin
KadehP^\ son içkimdir
(38) Ilebc: Yunan mitolojisinde.Gençlik Tannçasidır, aynca öbür tanrıların Ģakiliğini yapardı. —Çev.
62
Bu acılar karnavalında, çünkü Ģimdi diyorum ki
Her Ģey Ģiirdir, arlık kıvranmıyorum.
(Ama bu saydam Ģeye konacak
BaĢlık, Ayın bir damlası olmalı. Yardım et bana, Will!*39)
960
Solgun AteĢ.)
Gün geçti kesintisiz tatlı
Hafif bir ezgi gibi. Beyin aktı gitti,
Kahverengi çiçek öbeği, o ad, kullanmak istediğim
Ama kullanmadığım, kuruyor çimentonun üzerinde.
Belki de, duyduğum tensel sevgi, consonne
D'appuf^ için, Echo'nun^41^ ölümlü çocuğu için;
Köklü bir duygudan doğmakladır, fantastik biçimde düzenlenmiĢ
Zengin uyaklı bir yaĢama duyduğum hayranlıktan.
Sanırım kavrayabiliyorum VaroluĢu, ya da en azından bir bölümünü Kendi varoloĢumun, yalnızca Ģiirimin
aracılığıyla, Zevklerin bir bileĢimi halinde; Nasıl vezinli ise benim iç dünyam, Öyle vezinlidir tanrısal galaksiler
dizisi Ayaklı*42^ bir dizeden farksızdır bence. Ġnanıyorum doğru olarak, aslında ölmeyeceğimize, Benim bir
tanemin Ģimdi bir yerlerde yaĢadığına; Nasıl inanıyorsam, doğru olarak, uyanacağıma
970
(39) Will sözcüğü istek, irade anlamına gelir. Ama Kinbote'nin açıklamasına inanacak olursak bu sözcük,
Shakespcare'in küçük adının (William) kısaltılmıĢıdır. Kin-bole'ye inanmakla onun oyununa gelmiĢ
olacağımdan korkuyorum! —Çev.
(40) Consonne d'appui: Destekleyici ünsüz harf. ġair, zengin uyakları sevdiğini belirtiyor olmalı.—Çcv.
(41) licho: Yunan mitolojisinde bir peri; Narsis'e duyduğu sevgi yüzünden eriyip yok olmuĢ.-geride yalnızca
sesi kalmıĢtır. —Çev.
(42) Ayak: Bir kısa ve bir uzun heceden oluĢur; bu vezni «.-.-.-» biçiminde gösterebiliriz. — Çev.
63
i
Yarın saat altıda, Temmuzun yirmi ikisinde Bin dokuz yüz elli dokuzda, Belki de yarının güzel bir gün
olacağına; Önemi yok, esnetse de beni bu çalar saat Koydursa da Shade'in 'ġiirler'ini raftaki yerlerine.
Ama daha yatma zamanı değil. Vardı yolun sonuna güneĢ
Son iki penceresinin camlarında, bizim Dr. Sutton'ın evinin.
Bu adamın yaĢı-kaçtı? Seksen? Seksen iki?
YaĢı, seninle evlendiğim gün, benim yaĢımın iki katıydı.
Nerdcsin sen? Bahçede. Görebiliyorum
Gölgenin bir parçasını ceviz ağacının yakınında.
Fırlatılan at nallarının sesi geliyor bir yerden.
(SarhoĢ gibi elektrik direğine yaslanarak.)
Kızıl çizgili, kara Vanessa dönüp duruyor
Sönen güniĢığında, yere konuyor, sergiliyor
Güzelliğini kanatlarının, mürekkep mavisi renginde, beyaz benekli.
Akıp giden gölgenin^43), uzaklaĢan ıĢığın içinden,
Bir adam, kelebekle ilgilenmeden—
Bir komĢunun bahçıvanı, sanırım— geçip gidiyor
Sürerek boĢ el arabasını yolda.
980
990
(43) Gölge (Shade),aynı zamanda Ģairin soyadı olduğuna göre; «akıp giden gölge», Shade'in geçip giden
yaĢamının simgesi sayılabilir. Vanessa adlı kelebek de, Ģairin kimse tarafından önemsenmeyen Ģiiri olsa gerek!
— Çcv.
64
AÇIKLAMALAR
1.—4. Dizeler: Gölgcsiydim1-44^ ben, mumkanat kuĢunun../45^ BaĢlangıç dizelerinde yer alan bu imge,
besbelli ki, pencere camının dıĢ yüzüne vuran gök yansısının, hafif karanlığı ve bulutlarıyla, uzayın devamıymıĢ
gibi görünmesine aldanan bir kuĢun son hızla kendini cama çarpmasını belirtmektedir. Sevimsiz görünüĢlü,
ama iyi geliĢmiĢ bir çocuk olarak John Shade'in ergenlik çağında, ölüm karĢısında ilk olarak geçirdiği sarsıntıyı
gözümüzün önüne getirebiliyoruz; ĢaĢkın parmaklarıyla, çimenlerin üzerinden, tortop olmuĢ ölüyü kaldırarak
kurĢuni— kahverengi kanatlan süsleyen kırmızı çizgilere, yeni boyanmıĢcasına uçlarının sarısı parlayan güzel
kuyruk tüylerine uzun uzun bakmıĢtır sanırım. YaĢamının son yılında, önsözde belirttiğim gibi, New Wye'in
Ģiirli tepelerinde onun komĢusu olma mutluluğuna eriĢtiğim zaman, evinin köĢesinde yetiĢmiĢ ardıcın daha
olgunlaĢmamıĢ meyvelerini sevinçle yiyen bu ilginç kuĢları sık sık görmüĢtüm. (181.—182. dizelere bakınız.)
Avcs bahçesi hakkında bildiklerim, kuzey Avrupadaki bahçeler konusunda bildiklerimle sınırlıydı; ama New
Wye'da, kendisine ilgi duy-
(44) 'Gölge' olarak çevirdiğimiz 'shadow' sözcüğü, 'yansı, hayalet' anlamlarına da gelir. —Çev.
(45) 'Mumkanat kuĢu' biçiminde çevirdiğimiz 'waxwing', çeĢitli türde kuĢları kapsar; bunlardan birini
'mumkanat' olarak çevirdik. Kinbole'nin söz edeceği 'ipekkuyruk' kuĢu da bu türlerdendir. —Çev.
65
duğum o genç bahçıvan (998. dize için yazdığım nottan anlaĢılacağı gibi), Ekvator bölgesi kuĢlarını andıran
küçük yaratıklardan bir çok türü, biçimleriyle ve acaip haykırıĢlanyla tanımayı öğretti bana; doğal olarak,
herhangi bir ağacın noktalı tepesi, masamdaki kuĢbilim kitabına yönelmiĢti, ben de bir adlandırma tutkusuyla
çimenlikten fırlayıp bu kitaba koĢardım, 'Kızılgerdan' adını bu kuĢa yakıĢtırmak için kendimi çok zorladım;
çünkü bu çirkin kuĢ, zevksiz donuk kırmızı giysisiyle ve uzun, zavallı, savunmasız kurtlan yerken sergilediği
iğrenç açgözlülüğüyle, bir kenar mahalle dilberinden farksızdı!
Bu arada, vurgulamak isterim ki, Zembla dilinde sampel (ipek-kuyruk) diye adlandırılan ibikli kuĢ, biçimiyle,
gölgesiyle, mumkanat kuĢuna çok benzer; Zembla kralı (1915 doğumlu) Sevgili Charles'ın krallık armasında
yer alan üç yaratıktan biridir (öbür ikisi, doğal renkli bir rcngeyiği ile gökmavisi bir denizadamıduv46) Bu
kralın yüce talihsizliği üzerinde arkadaĢımla çok konuĢmuĢuzdur.
Bu kanto, yazın lam ortasında, 1 Temmuzda, geccyarısını birkaç dakika geçe yazılmaya baĢlamıĢtır; o sırada
ben, yaz kurslarına katılan genç bir Ġranlıyla satranç oynuyordum. ġairimiz, inanıyorum ki anlayıĢla
karĢılayacaktır, kader diyebileceğimiz bir olayla, yani kralın sözde katili Gradus'un Zembla'dan ayrılması
olayıyla, Ģiirin yazılıĢını eĢzamanlı kılma konusunda, açıklamacının^47^ duyduğu isteği. Gerçekte, Gradus,
Onhava'dan, 5 Temmuzda Kopenhag uçağıyla ayrılmıĢtır.
12. Dize: Kristal toprak
Sanırım bu benzetme, Zembla'yla, benim sevgili ülkemle ilgili. Bunun arkasından, Ģiirin taslağında, bazı dizeler
geliyor ama okunaksız yazılmıĢ, üstleri sonradan çizilmiĢ olduğundan, doğru okuyabildim mi bilmiyorum:
Ah, unutmamalıyım bir Ģeyler söylemeyi ArkadaĢımın bana sözettiği kral hakkında. Yazık! Çok Ģeyler
söyleyecekti; evindeki Kari düĢmanı kadın, Ģairin her dizesini dcncilcmcseydi! Çok kez, Ģakayla karıĢık, kız-
mıĢımdır ona: 'Sen, yaĢlı, kötü Ģair! Anlattığım olağanüstü Ģeyleri kul-
(46) Denizadamı: Deni/Juzlan gibi belden aĢağısı balık olan adam. —Çev.
(47) Kinboıe'nin. — ev.
lanacağına söz vermelisin!' Sonra ikimiz de, oğlanlar gibi kıkır kıkır gülerdik. Ama esin dolu akĢam
gezmelerinin sonunda, ayrılma saati gelip çatardı; onun zapledilmez kalesiyle benim zavallı evim arasındaki
köprüyü, acımasız gece, kaldırırdı.
Kralın yönetimi (1936-1958), en azından birkaç dikkatli tarihçinin kabul ettiği gibi, huzur dolu bir incelikler
dönemiydi. Akıllıca düzenlenmiĢ anlaĢmalar sayesinde, onun zamanında Mars, yasalara karĢı gelmemiĢtir.
Ülkenin içinde, yolsuzluk, alçaklık, ihanet ve AĢırı'cılık girmeden önce Halk Sarayı (parlamento), Krallık
Konseyiyle kusursuz bir uyum içinde çalıĢmaktaydı. Uyum, gerçekten de, krallık yönetiminin parolası.tcmel
ilkesiydi. Güzel sanatlar, edebiyat, bilim geliĢiyordu. Teknoloji, uygulamalı fizik, endüstri kimyası ve benzeri
alanlarda da geliĢme gozleniyqrdu. Mavi camdan ufak bir gökdelen, dimdik yükseliyordu Onhava'da. Ġklim
bile sanki düzelmeye yüz tutmuĢtu. Vergileri herkes severek ödüyordu. Fakirler biraz zenginleĢiyor,
zenginlerse biraz fakirleĢiyordu (ileride belki de Kinbote Yasası olarak adlandırılacak bir yasanın uygulanması
sonucunda). Sağlık hizmetleri, ülkenin sınırlarına dek yaygınlaĢtırılmıĢtı: Her sonbaharda ülkeyi dolaĢan kralın
gönül okĢayıcı konuĢmaları, boğmacalı çocukların öksürük korosu tarafından, gittikçe daha az kesilmekteydi.
ParaĢütçülük, yaygın bir spor haline gelmiĢti. Kısacası, herkes hoĢnuttu— ülkeyi yıkmaya çalıĢanlar bile;
bunlar, büyük bir hoĢnutlukla yıkıcılıklarını sürdürüyorlar, Sosed (Zcmbla'nın komĢusu olan süper devlet)
büyük bir hoĢnutlukla onlara para veriyordu. Ama bu tatsız konuyu fazla kurcalamayalım.
Krala dönelim: KiĢisel kültür sorununu ele alalım. Kralların, özel araĢtırmalara giriĢtiği kaç kez görülmüĢtür?
Deniz salyangozu gibi hayvanların spiral kabuklarını inceleyenler, eksik parmaklı bir elin parmakları kadardır.
Zcmbla'nın son kralı, biraz da, büyük bir Shakespeare çevirmeni olan amcası Conmal'ın etkisiyle (39.-40. ve
962. dizelere iliĢkin açıklamalara bakınız), sık sık gelen migren ağrılarına karĢın, edebiyat incelemelerine
tutkundu. Kırk yaĢında, tahtını yitirmesinden az zaman önce, öyle bir bilimsel yetkinliğe ulaĢmıĢtı ki,
saygıdeğer amcasının ölüm döĢeğindeki Ģu son dileğini yerine getirme cesaretini gösterebildi: 'Öğret, Karlik!'
Bir kralın, öğretim görevlisi kılığına bürünerek üniversite kürsüsüne çıkması, gül yanaklı gençlere, Finnegans
Wake^ romanını, Angus MacDiarmid'in 'anlaĢılmaz uy-
(48) James Joyceun ünlü yapılı. —Çev.
66
67
gulamalar'ının ve Southey'in Büyük Dil'inin ('sevgili stumparumper', vb.) saçma bir uzantısı olarak sunması ya
da on ikinci yüzyıl anonim edebiyatının baĢeseri Kongsskugg-sio (Kral Aynası)'nm Hodinski tarafından
1798'de Zembla'da derlenmiĢ biçimini ders olarak iĢlemesi, aslında bir krala yakıĢmaz. Bu nedenle, baĢka bir
ad altında tanıtarak kendisini, ağır bir makyaj yapıp peruk ve bıyık takarak kürsüye çıkıyordu. Tüm kara sakallı,
elma yanaklı, mavi gözlü Zemblalılar seçkin kralımıza benzediği gibi, bir yıldır traĢ olmayan ben de, onun tıp-
kısıyım diyebilirim. (894. dize için yazdığım nottan anlaĢılacaktır.)
Öğretim görevlisi olarak göründüğü süre boyunca Charles Xavier, üniversitelilerin yaptığı gibi, Coriolanus
Sokağında kiraladığı bir evde kalmayı adet edinmiĢti: merkezden ısıtılan, sevimli bir çalıĢma odası, birbirine
bitiĢik banyo ile ufak mutfak... Açık kurĢuni yer halısı, inci renginde duvarlar (birinin üzerinde, Picasso'nun
Chandelier, pot et casserole emailee tablosunun kopyası), beceriksiz genç Ģairlerin bir raf dolusu yapıtları,
bakirelere yaraĢır bir yalak, üzerinde de panda postunu andıran battaniye; bunları anımsamak, sıla
özleminden duyulan zevkin aynısını veriyor insana. Bu dinlendirici sadelikten ne kadar uzaktı saray ve iğrenç
Konsey Salonu, o çözülmez sorunlarıyla, ödlek Konsey üyeleriyle!
17. Dize: YavaĢ YavaĢ; 29. Dize: Kır(49)
Olağanüstü bir çakıĢma yaratarak (belki Shade'ın sanatındaki iki anlamı aynı anda belirtme özelliğinin sonucu
olarak) Ģairimiz,sanki burada, bir adamın adını vermeye çalıĢmaktadır (gradual, gray); üç halta sonraki ölüm
anında göreceği, daha önce (2 Temmuzda) varlığını bile bilmediği bir adamın adını. Jakob Gradus, çeĢitli
adlar altında boy göstermiĢtir: Jack Degree, Jacques de Gray, James de Gray. Ayrıca polis kayıtlarında Ravus,
Ravenstone ve d'Argus adlarıyla yer almıĢ bulunmaktadır. ġu kızıl Sovyet Rusya'ya manyakça bir hayranlık
duyduğundan, kendi soyadının Rusça vinograd (üzüm) sözcüğünden gelmiĢ olması gerektiğini, sonuna
eklenen Latince bir takıyla Vinogradus biçimini aldığını öne sürerdi. Babası Martin Gradus, Riga'da Protestan
papazıydı; ama bu adamla dayısı (polis memuru, aynı zamanda Sosyal Devrim Partisinin yarım üyesi ) R^.nan
Tse-
(49) «YavaĢ yavaĢ; aĢamalı olarak» anlamlarına gelen «gradual» sözcüğüyle, «gri, kır» anlamındaki «gray»
sözcüğü arasında ses benzerliği vardır. Kinboıe'nin yanlıĢ ya da doğru (!) açıklamalarını anlamak (!) için bu ses
benzerliği göz önünde bulundurulmalıdır. — Çev.
68
lovalnikov dıĢında, öyle görünüyor ki, bu soyun tüm üyeleri alkollü içki iĢiyle uğraĢıyorlardı. Martin Gradus
1920'dc ölünce karısı Straz-burg'a yerleĢti, çok geçmeden o da öldü. Bir baĢka Gradus, Alsaslı bir tüccar, iĢin
tuhafı bizim katille uzaktan yakından hiçbir akrabalığı olmadığı halde yalnızca onun akrabalarının yakın bir iĢ
arkadaĢı olarak, çocuğu evlat edindi, kendi çocuklarıyla birlikle yetiĢtirdi. Bildiğimiz kadarıyla, genç Gradus bir
süre Zürih'le eczacılık öğrenimi gördü; gezgin Ģarap çeĢnicisi olarak, sisli bağlarda dolaĢtı. Daha sonra
kendisini, önemsiz birtakım yıkıcı eylemlere kalkıĢmıĢ görüyoruz; saldırgan broĢürler bastı, yasadıĢı sendikalist
gruplar arasında aracılık yaptı, cam fabrikalarında grevler örgütledi, falan filan. Derken, kırklı yıllarda
Zembla'ya brandi tüccarı olarak geldi. Orada bir meyhanecinin kızıyla evlendi. AĢırılar Partisiyle iliĢkileri, o
yıkıcı iğrenç eylemlere baĢladığından bu yana sürüyordu; devrim patlak verince, örgütlenmeyle ilgili aĢırıya
kaçmayan önerileri uygulandı. Yüreğinde alçakça bir amaç ve cebinde dolu bir silahla Amerika'ya doğru yola
koyulması, suçsuz bir Ģairin suçsuz bir diyarda lam da Solgun AtcĢ'in Ġkinci Kanto'sunu yazmaya baĢladığı
güne rastlıyordu. Uzak ve karanlık Zcmbla'dan yeĢil Appalachia'ya doğru yolculuğunda ona, hayalimizde,
sürekli olarak eĢlik edebiliyoruz Ģiir boyunca; iĢte kendisi, Ģiirin ritminin yolunda ilerliyor, uyakların içinden
geçiyor, anlamı daha sonraki dizelere kadar süren bir dizenin köĢesini dönüyor, dizelerin içindeki duraklarda
soluklanıyor, sayfanın dibine doğru satırdan satıra atlıyor daldan dala atlarcasına, iki sözcüğün arasına
gizleniyor(596. dize için yazdığım nottan anlaĢılacağı gibi) sonra yeni bir Kantonun ufkunda görünüveriyor,
duraksamadan yaklaĢıyor bir kısa bir uzun adımlarla/50^ caddeleri geçiyor, vali/.iyle birlikle beĢ ayaklı
yürüyen merdivcnd.cn'- ' yukarı çıkıyor, uzaklaĢıyor, bir trene biniyor hayalimizde, otelin salonuna giriyor,
yatak odasının ıĢığını söndürüyor ki o sırada Shade bir sözcüğü karalayıp silmektedir, sonra yatıp uyuyor gece
olunca Ģairin kalemi bırakmasıyla birlikte. 27. Dize : Sherlock Holmes
Gaga burunlu, zayıf, uzun boylu, oldukça sevimli özel detektif; Conan Doylc'un öykülerindeki baĢkiĢi. Bu
dizede onun hangi öyküsüne gönderme yapıldığını Ģu anda saptayamam; ama sanırım Ģairimiz, Ters DönmüĢ
Ayak Ġzleri Olayı'nı anımsıyor.
(50) ġiir, bir kısa bir uzun hecelerden oluĢmaktadır. —Çev.
(51) Her dize, beĢ ayak (.—) ölçüsüyle yazılmıĢtır. —Çev.
69
i
i
34. - 35. Dizeler: Buz tutmuĢ sarkıtların ince bıçakları ġairimiz, bu Ģiirini ılık bir yaz gecesi yazmaya baĢladığı
halde nasıl da kararlılıkla kıĢ imgeleri yaratıyor daha ilk dizelerde! ÇağrıĢımlarını anlamak kolay (cam, kristali
çağrıĢtırıyor, kristal de buzu); ama bunları Ģaire fısıldayan, adını gizli tutmaktadır. ġairle onun Ģiirini gelecekte
yorumlayacak olan kiĢinin tanıĢtıkları kıĢ günü, bu yaz mevsimine yansımıĢtır, diye düĢünmeyecek kadar
alçakgönüllüyüz. Bu notun baĢında yer alan güzel dizenin 'sarkıt' sözcüğüne dikkat edilmelidir. Bu sözcüğün
anlamı, benim sözlüğüme göre 'saçaklardan düĢen damlalar dizisi, mağaralardan damlayan sular'dır. Bu
sözcüğü daha önce Thomas Hardy'nin bir Ģiirinde gördüğümij anımsıyorum. Parlak buz, parlak damlaların
ölümsüz olmasını sağlamıĢtır. Ayrıca, casus tuzağının bu 'ince bıçaklar'daki parıltılı anlatımına ve kral katilinin
uyaklara vuran gölgesine de dikkat edelim. 39. - 40. Dizeler: Kapatıverirdim gözlerimi Bu dizeler, taslakta,
değiĢik biçimde yer almaktadır:
(39)...............eve koĢarlardı hırsızlarım,
(40) Buzlan çalan güneĢ, yapraklı ay.
Atinalı Timon'un IV. perdesinin 3. sahnesini anımsamamak elde değil; burada, insanları sevmeyen biri, üç
çapulcuyla konuĢur. Mağarasında yaĢayan Timon gibi, ben de eski bir tahta kulübede yaĢadığımdan, kitaplığa
sahip değilim; hemen bir alıntı yapabilmek için, Timon'un Zcmbla dilinde yapılmıĢ Ģiirsel bir çevrisinden, bu
bölümü Ingili/.ccye çevirmek zorundayım; umanm, metnin aslına çok yakındır ya da en azından yapıtın özünü
yansıtabilmiĢtir: GüneĢ, hırsızdır: çeker denizi Alır. Ay bir hırsızdır: GümüĢlü ıĢığını çalar güneĢin. Deniz,
hırsızdır: eritir ayı.
' Shakespeare'in yapıtlarının Conmal tarafından yapılan çevirileri, 962. dize için yaptığım açıklamada etraflıca
gözden geçirilmiĢtir. 42. Dize: Gördüğümü
Mayıs sonunda, benim imgelerimden bazılarını, Ģairin üstün yeteneğinin onlara verdiği biçimler içinde, ana
çizgileriyle görebiliyordum; Haziran ortalarında artık onun, beynimde yanan göz kamaĢtırıcı Zcmbla'yı Ģiirinde
yaratacağına hiç kuĢkum kalmamıĢtı. Onu
70
hipnotize etmiĢtim ülkemle; düĢlerimle doyurmuĢtum; bir sarhoĢun çılgın cliaçıklığıyla, ona aktarmıĢtım
kendimin Ģiire dökemeyeceğim Ģeyleri, Ģiirin tarihinde, buna benzer bir duruma rastlamak kolay değildir:
Ülkeleri, yetiĢme biçimleri, çağrıĢımları, ruhsal yapıları, düĢünme yöntemleri farklı olan iki insan arasında böyle
bir iliĢki, görülmemiĢ bir Ģeydir; öyle iki insan ki, birisi kozmopolit bir öğretim görevlisi, öteki ise yurdunda
yaĢayan bir Ģair; bu insanlar, gizemli bir iliĢkiye giriyorlar. Sonunda Ģairin, benim Zembla'mı güzel uyaklarla
açtıracağına, kirpiklere doğru fıĢkırtacağına inandım; buna hazırdı artık. Her fırsatta onu, kökleĢmiĢ
tembelliğini alt ederek yazmaya baĢlaması için dürtüyor, zorluyordum. Günlük defterimde Ģöyle ifadeler yer
alıyor: 'Ona, beĢ ayak ölçüsüyle yazmasını önerdim'; 'kaçıĢı yeniden anlattım'; 'benim evimde sessiz bir odada
çalıĢmasını önerdim'; 'yararlanması için, benim anlattıklarımın banda kaydedilmesi konusunda tartıĢtık; ve en
son, 3 Temmuz tarihinde: 'ġiir baĢladı!'
Sonuç, yani ortaya çıkan Ģiir, solgun ve saydam haliyle, yazık ki dolaysız bir yansıması olamamıĢtı benim
anlattığım serüvenin (özellikle Birinci Kanto için yazdığım açıklamalarda, fırsatını buldukça, yalnız birkaç
bölümünü aktarabildim bu serüvenin) ama Shadc'ın üç hafta içinde bin dizelik bir Ģiir üretmesini sağlayan o
sürekli yaratıcı coĢkunluk sürecinde, kuĢku duyulmamalıdır ki benim öykümün gün-batımı kızıllığı, katalizör
görevi üstlenmiĢtir. Dahası, Ģiirle öykü arasında, aynı soydan geldiklerini gösteren bir renk benzerliği vardır.
Yeniden okudum, zevk duymadan değil ama, onun dizelerine yazdığım açıklamaları; birçok durumda, Ģairimin
ateĢli küresinden bir tür ya-narsöner ıĢık ödünç almıĢ olarak yakaladım kendimi, ayrıca onun yazdığı eleĢtiri
yazılarındaki söylemi de bilinçsizce taklit etmiĢ olduğumu anladım. Ama Shadc'ın dul eĢi, çalıĢma arkadaĢları,
kaygılanmayı bıraksınlar ve yumuĢak huylu Ģaire verdikleri öğütlerin meyvesinden zevk alsınlar. Ah evet, bu
biçimiyle Ģiir, tümüyle Shadc'indir.
Üç yerde (605, 822, 894) krallıktan rastlantısal olarak sözediĢini, ayrıca 937. dizede Pope'tan aktardığı
'Zembla' sözcüğünü saymazsak, ki saymamalıyız bence, anlaĢılan Ģudur: Benim katkılarım, Solgun AteĢ"\n son
biçiminden titizlikle ve en ufak bir iz bırakmamacasına çıkarılıp atılmıĢtır; ama Ģunu da farkediyoruz ki,
evindeki sansürcünün ve Tanrı bilir baĢka kimlerin, benim Ģairime uyguladıkları denetime karĢın o, yazdığı,
ama Ģiirin son biçimine alınmayan dizelerin mahzenlerinde, sığınmacı kralı barındırmıĢ bulunmaktadır. ġiirin
taslak
71
metninde, olağanüstü bir ezgiye sahip on üç dize (Birinci Kanto'nun 70, 79 ve 130. dizeleriyle ilgili
açıklamalarımda bu dizeler verilmiĢtir; söz konusu kanto üzerinde Ģair, belli ki, sonraları hoĢlandığı özgürlük
derecesinden daha yüksek bir yaratma özgürlüğüyle çalıĢmıĢtır) benim anlattıklarımın damgasını, Zembla ve
onun talihsiz kralı konusunda söyledilerimin birazını, bir yıldızın küçük ama gerçeğe uygun görüntüsü gibi,
taĢımaktadır.
47. - 48. Dizeler: AhĢap evin, Goldsworth'la Wordsmiih arasında Bu adlardan ilki, benim kiraladığım, Dulwich
Caddesindeki evle ilgilidir; evin sahibi Hugh Warren Goldsworth, Roma hukuku alanında bilgisiyle tanınmıĢ,
seçkin bir yargıçtır. Evsahibimle tanıĢmak mutluluğuna kavuĢamadıysam da, Shade'in elyazmalarını nasıl
gördüysem, onun da elyazmalarını görmüĢ bulunuyorum. Ġkinci ad, kuĢkusuz, Wordsmith Üniversitesini
göstermektedir. Bu iki yerin arasındaki yolun tam ortasını belirtmek isliyor görünmekteyse de, Ģairimiz,
aslında, beĢ ayaklı beyit tarzının iki ustasından yardım dilemek üzere onların adlarının ilk hecelerini
birbirleriyle değiĢtirmiĢtir kur-nazcasınaj çünkü kendi esin perisini bu Ģairlerin arasına hapsetmiĢti/ ^
Gerçekle, 'yeĢil alanlı ahĢap ev', Wordsmiih kampusunun batısından beĢ mil uzakta, ama benim doğuya
bakan pencerelerimden ancak elli yarda^ ' kadar ötedeydi.
Önsözde, evimin güzel yanlarını sergilemekten kendimi alamamıĢtım. Bu evi, gidip görmediği "halde benim
için tutan sevimli, an-laĢmazlığıyla da sevimli hanımefendi (691. dizeyle ilgili açıklamama bakınız), kuĢkum
yok, iyi niyetli davranmıĢtı; Ģu bakımdan ki, bana bulduğu ev, 'eski dünyanın ferahlık ve zarifliği'ni yansıttığı
için, çevrede çok beğeniliyordu. Gerçekte, eski, sıkıcı, siyahlı beyazlı, yarı ahĢap bir evdi, benim ülkemde
worihaggen denirdi buna; alınlığı oymalı, pencereleri cumbalıydı, ' yarı soylu' dedikleri türden çirkin bir
veranda vardı önünde. Yargıç Goldsworth, karısı ve dört kızıyla birlikte yaĢıyordu. Aile fotoğrafları, beni holde
karĢıladılar, üstelik odadan odaya peĢimi bırakmadılar; her ne kadar Alphina'nın (9), Betty'nin (10),
Candida'nın (72), Dce'nin (14) çok yakında, ĢeytanlaĢmıĢ okul-
(52) Bu iki Ģair, Wordsworth ile Goldsmith'ıir. Kinbote'yc inanırsak. Shade, bu iki adın ilk hecesine yer
dcğiĢtirıiyor, böylece Wordsmith ile Golsworth sözcükleri ortaya çıkıyor. —Çev.
(53) YaklaĢık elli metre. —Çcv.
72
kızları olmaktan çıkıp sevimli genç hanımlar, erdemli anneler haline geleceklerinden kuĢku duymuyordumsa
da, açıkça söylemeliyim ki yılıĢık resimleri sinirime dokunduğundan, hepsini tek tek topladım, saydam
torbalarla kefenlenmiĢ kıĢ giysilerinin dizildiği darağacının dibine fırlatıvcrdim. Anneleriyle babalarının büyük
bir resmini buldum çalıĢma odasında; ikisinin de cinsiyet değiĢtirmiĢ gibi göründüğü bu resimde Bayan G.,
Malcnkov'u andırırken, Bay G. de Medusc^54^bukleli bir cadıya benziyordu. Bu resmin yerine, Picasso'nun
sevdiğim ilk tablolarından birinin tıpkıbasımını astım: Yağmurbulutu atını süren toprak süvari. Ama evin her
yanına dağılmıĢ olan kitaplarının sinirime dokunduğunu söyleyemem; çeĢitli çocuk ansiklopedilerinden dört
takım, ayrıca duygularını belli etmeyen yetiĢkin bir tane vardı ki merdiven boyunca raftan rafa ilerliyor, çatı
katına dek yükselip son parçasını oraya fıĢkırtıyordu. Bayan Goldsworlh'u, kendi odasındaki romanlara
dayanarak yargılarsak; Ambcr'dcn Zen'e doğru sıralanan kitaplardan, onun kafaca çok geliĢmiĢ olduğunu
anlarız. Bu alfabetik ailenin baĢkanı da, ayrı bir kitaplığa sahipli; ama bu kitaplık, hukuksal yapıtlardan ve
ilginç Ģeyler yazılmıĢ kocaman defterlerden oluĢuyordu. Hukuktan anlamayan bir insanın iĢ olsun diye
toplayacağı her Ģey, deri ciltli bir albümü dolduruyordu; bu albüme yargıcın büyük bir sevgiyle yapıĢtırdığı
resimler ve yaĢamöyküleri, kendisinin cezaevine gönderdiği, ölmelerine karar verdiği insanlarla ilgiliydi: geri
zekalı katillerin unutulmaz çehreleri, içilen son sigaralar, son sırıtmalar, boğarak öldüren bir katilin herhangi
bir insan elinden farksız elleri, kendi kendini dul yapmıĢ bir kadın, bir manyak katilin birbirine yakın acımasız
gözleri (ölü Jacques d'Argus'u andırdığını söylemeliyim), babasını öldüren yedi yaĢında parlak bir çocuk
('ġimdi, evlat, nasıl yaptığını anlat bize'-), kendisine Ģantaj yapan adamı havaya uçuran, tıknaz, yaĢlı, üzgün bir
oğlancı. Beni oldukça ĢaĢırtan bir Ģey de, aileyi, yüksek öğrenim görmüĢ cvsahibiınin yönetiyor olmasıydı;
'hanımefcndi'sinin sözü geçmiyordu. Yeni taĢınan bir insana düĢmanca davranan komĢular^55) gibi çevremi
saran eĢyaların ayrıntılı bir listesini bana bırakmakla yetinmeyen Bay Goldsworth, akıl almaz bir sıkıntıya
katlanarak benim için, kağıl pusulalar üzerine tavsiyeler, açıklamalar, yasaklamalar ve tamamlayıcı bilgiler
içeren listeler yazmıĢtı. Daha bu eve geldiğimin ilk günü, el sürdüğüm her Ģey, Gold-
(54) Yunan mitolojisinde, yılan saçlı büyücü kadın. - Çev.
(55) Aslında 'yerliler' diye çevirmek gerekirdi. Kinbote, her zamanki gibi sinsice çatıyor komĢusu ve yakın
arkadaĢ'ı Shade'c. - Çev.
73
sworth'un bu yapıtlarından birini çıkarıyordu karĢıma. Banyodaki ilaç dolabını açınca, dıĢarı fırlayan bir bildiri
beni, kullanılmıĢ jiletlerin atıldığı kulunun haddinden fazla dolu olduğu konusunda uyardı. Buzdolabını açtım,
havlayarak 'giderilmesi zor kokular yayan ulusal ye-mekler'in buraya konmamasını istedi. ÇalıĢma odasında,
masanın orta çekmecesini çektiğimde, içini çok verimsiz buldum: Bir tane catalogue raisonne, kül tablaları
kolleksiyonu, ġam çeliğinden bir kağıt bıçağı (ev sahibine göre 'Bayan Goldsworth'un babası tarafından
Doğu'dan getirilmiĢ antika hançer), eski ama kullanılmamıĢ bir cep takvimi (umutla büyüyordu, ilgili olduğu
yılın dönüp gelmesini bekleyerek.) Evin su, elektrik Ģebekesi, kaktüs bakımı ve baĢka konularda, kilerdeki ilan
tahtasına yapıĢtırılmıĢ emirler, açıklamalar arasında bir de yemek listesi buldum; bana evle birlikte bırakılan
kara kedinin yemek programıydı bu:
Pzt, ÇrĢ, Cu: karaciğer
Salı, Per, Cmr: Balık
Pazar: Et
(Ama ben, sütle sardalyeden baĢka Ģey vermedim; küçük, sevimli bir yaratıktı, gelgeldim bir süre sonra
hareketleri sinirime dokunmaya baĢladı, ben de onu temizlikçi kadın Bayan Finley'e verip beslettim.) Ev
sahibinin bana yazdığı bu notların en eğlencelisi, diyebilirim ki, pencere perdelerinin çekilmesine iliĢkin
olanıydı; güneĢin mobilyaya vurmasını önlemek için, farklı saatlerde farklı pencerelerdeki perdelerin çekilmesi
gerekiyordu. Pencerelerin her biri için, güneĢin durumu, mevsimlik ve günlük olarak, belirtilmiĢti; ama ben, bu
uyarılara göre davranmaya kalksaydım, yelken yarıĢına katılmıĢım gibi uğraĢıp duracaktım. Bununla birlikle,
dipnot olarak, yüce gönüllülükle, baĢka bir öneride bulunuyordu: Perdeleri çekmek istemiyorsam, en değerli
mobilyaları (iki tane iĢlemeli koltukla ağır bir 'kral konsolu') güneĢin etki alanından uzaklaĢtırmakla
yetinebilirdim, ama bunu dikkatli yapmalıydım, yoksa duvarlara zarar verirdim. Tanrıya Ģükür ki, Shade'in
yaĢam dolu kahkahaları, bu kurtulamadığım damnum infect um1*¦ ' havayı iyice dağıtıyordu. Yargıcın,
mesleğinden kaynaklanan yavan düĢünme tarzıyla yargılama yöntemi üzerine, arkadaĢım, anlattığı fıkralarla
beni eğlendiriyordu; kuĢkusuz bunların çoğu, halkın abartmasıydı, bazıları da apaçık uydurmaydı, ama hiçbiri
kötülük içer-
(56) Kahrolası mikroplu. - Çev.
74
miyordu. Yargıç Goldsworth'un cübbesinin yeraltına^ savurduğu korkunç gölgeler/58^ ya da kapatıldığı
zindanda raghdirst (öce Su-samıĢlık) içinde kıvranarak ölmekte olan bir canavar hakkında - budalalarla
vicdansızların uydurduğu iğrenç söylentiler - iyi kalpli dostum, bana gülünç öyküler anlatmadı hiç; bu
söylentileri yayanlar, kendilerini duygulandıracak hiçbir serüven yaĢamayan, tekdüze bir yaĢantıdan
kurtulamayan, ve masalsı bir krallığın, fokderisi gibi çizgili, kızıl göklerini, rüzgarın oluĢturduğu kahverengi
kum tepeciklerini bilmeyen basil insanlardır/ ^ Ama bu konuyu keselim Ģimdi. Biz yine sarimizin
pencerelerine dönelim, Çarpık çurpuk biçimlendirilmiĢ bir romanın içine, yapısını anlamak için bir alet
sokmaya istek duymuyorum.
Shade'in evini, ayrıntılı olarak anlatamayacağım; çünkü onu, kaçamak bakıĢlarımın, göz kaymalarımın ve
penceremin sınırlılığı ölçüsünde tanıyorum. Daha önce belirttiğim gibi (Önsöz'de), yazın geliĢi, karĢıma bir ıĢık
problemi çıkarıyordu: ağacın sık yapraklan, her zaman benimle aynı görüĢte olmuyordu: YeĢil monoklü, ıĢık
geçirmez levhayla karıĢtırıyor; koruma amacını da, engel olma amacıyla karıĢtırıyor, bulandırıyordu. Bu arada
(günlüğüme göre 3 Temmuzda) öğrcnebilmiĢtim - John'dan değil ama Sybil'den - arkadaĢımın uzun bir Ģiir
yazmaya baĢladığını. Birkaç gün, Ģairi görmemiĢtim; onun yol kenarındaki posta kutusuna gelen yayınları
kendisine götürmek üzere aldım; bitiĢiğinde Goldsworth'un posta kutusu vardı (ama ben onu ilgilenmeye
değer bulmazdım, çünkü broĢürlerle, reklamlarla, satıĢ kataloglarıyla ve benzeri süprünıülerle doluydu);
Shade'in bahçesinde, önce Ģahin gözlerimden bir fundanın gizlediği Sybil'lc karĢılaĢtım. Hasır Ģapkasıyla,
bahçe cldivenlcriylc, çiçek tarhının önünde çö-mclmiĢ, birĢeyler buduyor ya da bağlıyordu; Kahverengi,
sımsıkı pantolonu bana, bir zamanlar kendi karımın giydiği (benim de Ģaka yollu adlandırdığım) mandolin
çoraplarını anımsattı. Sybil, böyle önemsiz Ģeylerle kocasını rahatsız etmememizi söyledikten sonra, bir Ģey
açıkladı; Ģair 'gerçekten büyük bir Ģiir yazmaya baĢlamıĢtı.' Kanımın yüzüme saldırdığını hissediyordum; sonra,
Shade'in, bu Ģiirini Ģimdiye
(57) (58) Yeraltı (underground), suçlular dünyası anlamına geldiği gibi, ölüler dünyası anlamına da gelir.
Gölge (shadow), hayalet ya da ruh anlamını içermekledir. IJuna göre, «Goldsworth'un cübbesinin öbür
dünyaya fırlattığı ruhlar» ifadesi, daha ye-. rinde olabilir. - Çev.
(59) «Zindandaki canavar», Ģairin katili olsa gerek. Bu canavar hakkında «iğrenç söylentiler» yayanlara kızan
iÇinbote, katili savunmuĢ olmuyor mu? «Masalsı krallık» Kinbolc'nin ve katilin geldiği ülke olan Zembla'dır. -
Çev.
75
dek bana göstermemiĢ olduğu konusunda bir Ģeyler geveledim. Sybil doğruldu, kır düĢmüĢ siyah saçlarını
alnından sıyırdı, bana baktı, konuĢlu, 'Ne demek isliyorsunuz, göstermedi sözüyle? O hiçbir zaman, bitmemiĢ
bir Ģey göstermemiĢtir. Hiçbir zaman. Yapıtını hemen hemen bitirmeden sizin görüĢünüzü almak da
istemeyecektir.' Ina-namıyordum buna; ama çok zaman geçmeden, arkadaĢımla yaptığım bir konuĢmada
onun, ĢaĢırtıcı bir suskunluk içinde oludğunu, bu konuda karısının öğütlerine sımsıkı bağlı kaldığını keĢfettim.
'Sırça köĢkte oturanlar Ģiir yazmamalı,' biçiminde dostça takılmalarımla onu konuĢturmaya çabaladığımda
esneyip kafasını salladı yalnızca, sonra sert bir yanıt verdi, 'Yabancılar, alasözlcrinden^60^ uzak
tutulmalıdırlar.' Gelgeldim, kendisine cömertçe verdiğim bütün o canlı, görkemli, yürek çarpıntılı malzemeyle
ne yapmakta olduğunu öğrenmek istiyordum; onu çalıĢırken görmek tutkusu da dürtüyordu beni
(çalıĢmalarının meyvesi, beni dıĢlasa bile). Bastıramadığım bu istekler, onurumu çiğnemiĢ olacağımı filan
düĢünmeden, gözetleme alem-lcrine*-61' kendimi kaptırmama neden oldular.
Çağlar boyunca, birinci kiĢi ağzıyla yazılmıĢ sanat yapıtlarının dayanağı, hepimizin bildiğimiz gibi, pencereler
olmuĢtur. Ama bu yapıttaki gözetleyici,*-6"'1 Zamanımızın Bir Kahramanının gizlice dinleme olanaklarına
sahip değildir; Yitik Zaman'm anlatıcısı gibi her yerde hazır ve nazır da olamamıĢtır. Yine de zaman zaman,
baĢarılı avcılıklarımın sonunda bir takım yiyecek artıklarına kavuĢtuğum da yadsınamaz. Pencerem, ağacın
yapraklarla kaplanması yüzünden iĢe yaramaz hale gelince ben de, verandanın ucunda, sarmaĢık kaplı bir
köĢe buldum; Ģairin evinin cephesini buradan rahatça görebiliyordum. Evin güney tarafını gözetlemek
istediğim zaman, garajımın arkasına inerek bir ağacı siper alıp meyilli yolun karĢı yakasındaki az ıĢıklı
pencerelere bakıyordum; çünkü Ģair perdeleri kapatmazdı (kapatan karısıydı). Evin öteki taralını arzuladığımda
ise, yapacağım tek Ģey, bahçemin yukarısına doğru çıkmaktı; orada koruyuculuğumu yapan ardıç kümesi,
yıldızları ve geleceğe iliĢkin belirtileri gözetlerdi; aĢağıdaki yolda tek baĢına duran elektrik direğinin altına
soluk bir ıĢık lekesi vururdu. Burada söz konusu ettiğim mevsim baĢlamadan önce çok özel bir takım
korkularımı yenmeyi baĢardım. (62. dizeye yazdığım açık-
(60) Atasözü: «Sırça köĢkte oturanlar, baĢkalarına taĢ almamalı.» - Çev.
(61) Oturak alemini andırıyor (Kinboteye göre). - Çev.
(62) Kinbotc. - Çev.
76
lamada bu korkularımı anlatmıĢ bulunuyorum); artık karanlıkta, bahçemin ollarla kaplı, kayalık bir yer olan
doğu tarafında ilerlemekten oldukça zevk alıyordum; böylece, Ģairin evinin kuzey cephesine yukarıdan bakan
akasya korusuna ulaĢıyordum.
Otuz yıl önce, o korkunç ergenlik çağımda, Tanrıyla iliĢki halindeki bir adamı yakından görmüĢtüm.
Doğduğum yer olan On-hava'da, Dük Kilisesi'nin arkasında, bizim adlandırmamızla Gül Av-lusu'nda
geziniyordum; o sırada ilahiler okunuyordu. Ben, çıplak baldırlarımı sırayla kaldırıp dümdüz bir sütuna
dayayarak serinletirken, bastırılmaya çalıĢılan çocuk neĢesine bulanmıĢ tatlı sesler, sanki uzaktan, kulağıma
geliyordu; bu neĢeye ben katılamamıĢtım, oğlanın birine duyduğum kıskançlığın öfkesiyle. Küskün bakıĢlarım,
avlunun mozaik döĢemesine takılmıĢtı; taĢtan güller, yeĢil mermerden, tek tek seçilebilen dikenler. Hızlı ayak
sesleri, bakıĢlarımı yukarı çevirmeme neden oldu. Bu dikenlerle güller arasından siyah bir gölge ilerliyordu:
Uzun boylu, solgun yüzlü, uzun burunlu, siyah saçlı genç papaz, ki daha önce birkaç kez görmüĢtüm
kendisini, giyinme odasından çıkarak uzun adımlarla yaklaĢtı ve beni görmeksizin avlunun ortasında durdu.
Suç iĢlemiĢ insanların özelliği olan nefret, ince dudaklarını çarpılmıĢtı. Gözlüklüydü. Yumduğu elleri, sanki
görünmez bir hapishane hücresinin demirlerini kavrıyordu. Ama insanların hepsinin hakkı olan bağıĢlanmaya
hiç gereksinmesi yoktu. BakıĢları birden değiĢti, yüce bir esriklikle parladı. Böyle bir mutluluk parıltısını daha
önce görmemiĢtim ben; ama bu ruhsal gücün ve tanrısal bakıĢın bir benzerini Ģimdi, baĢka bir ülkede, doslum
John Shadc'in çirkin ve arsız yüzünde görebilecektim. Bütün ilkyazı uykusuz geçirmemin faydası olmuĢtu;
böylece, onun yazdönümündc üstlendiği doğaüstü görevini yerine getiriĢini gözlemlemeye hazır hale
gelmiĢtim; içine doğan esinin ana çizgilerini nereden ve ne zaman izleyeceğimi kesinlikle biliyordum arlık.
Dürbünüm, uzaktan Ģairi, islerse farklı yerlerde çalıĢsın, yakalıyacak, üzerinden ayrılmayacaktı: geceleri, üst
kattaki çalıĢma odasının menekĢe kırmızısı ıĢığında Ģairin kamburlaĢmıĢ sırtını, kulağına soktuğu
kurĢunkalemini (arada bir onu inceliyor, tadına bile bakıyordu) nazik bir ayna, bana gösteriyordu; sabahlan,
Ģair birinci kaltaki çalıĢma odasının çarpık gölgeleri arasında saklanıyor, ama parlak bir kadeh, ağır ağır, dosya
dolabından masaya, masadan kilap-raflarına doğru geziniyordu (gerektiğinde Danıc'nin büstünün arkasına
saklanmak üzere); sıcak günlerde, bir çardağın yaprakları ara-
77
sindan gözüme çarpan renkli masa örtüsünün üzerinde Ģairin dirseklerini, Ģakaklarına dayadığı, mcleklerinki
gibi tombul yumruklarını farkedebiliyordum. Kimi zaman çerçevenin, kimi zaman yaprakların
olumsuzlaĢtırdığı görme ve ıĢık koĢullan, Ģairin yüzünü iyice görmemi engelliyordu çoğunlukla; belki de
doğanın aldığı önlemlerdi bunlar, yaratıĢın gizlerini olası hırsızlardan saklamak için. Ama kimi zaman, Ģair,
evinin çimenliğinde gezinirken ya da kanapenin ucunda bir an otururken, ya da pek sevdiği ceviz ağacının
altında soluklanırken, kafasının içinde sözcüklere dönüĢen imgelerle birlikte yüzünde beliren heyecanlı
esrikliği, yücelmeyi farkedebiliyordum ve anlıyordum ki, kuĢkucu arkadaĢım yadsıma yoluna sapsa da, Tanrı o
anda kendisiyle beraberdi.
Bazı geceler, gözetlediğim üç ayrı noktadan bana evin üç cephesi de, içindekilerin olağan yatma saatinden
çok önce karanlık görünse bile bu karanlık, onların evde olduklarını haykırıyordu sanki. Otomobilleri, garajın
yanında dururdu böyle gecelerde, ama ben onların yürüyüĢecjktıklanna inanamazdım, çünkü verandanın
ıĢığını açık bırakıyorlardı yürüyüĢe çıktıklarında. Epey düĢündükten sonra, iĢin aslını incelemeye karar
verdiğim gecenin, 11 Temmuz olduğunu saptamıĢ bulunuyorum Ģimdi; Shade'in ikinci Kanto'yu bitirdiği
gündür bu. Sıcak, karanlık, rüzgarlı bir geceydi. Çalılığın içinden evin arka tarafına sızdım. Önce, evin bu
dördüncü cephesinin de karanlık olduğunu sandım; böylece sorunu çözümleyip içimde tuhaf bir rahatlama
hissetmemin hemen arkasından farkettim ki, Ģimdiye dek bilmediğim ufak bir odanın penceresinin altına
soluk bir ıĢık dörtgeni düĢmüĢtü. Pencere, sonuna kadar açıktı. ParĢömeni andıran abajuruyla uzun bir
lambanın aydınlattığı dip tarafta Sybil, eyere oturur gibi, divanın ucuna, arkası bana dönük oturmuĢtu; John,
divanın yanındaki minderin üzerinde, pasyans oynamıĢcasına dağıtmıĢ olduğu kartları Ģimdi ağır ağır toplayıp
istifliyordu. Sybil, titreyip burnunu çekiyordu, John'un yüzü kızarmıĢ, yaĢ içindeydi. O zamanlar arkadaĢımın
yazmak için ne tür kağıt kullandığını bilmediğimden, bir iskambil oyunu insanı nasıl bu kadar gözyaĢına
boğabilir diye ĢaĢmaktan kendimi alamadım. Korkunç esneklikte bir kutunun üzerine çömelip daha iyi
görmeye çabaladığım sırada çöp tenekesinin kapağını devirdim. KuĢkusuz bunu rüzgarın yaptığını sanmıĢ
olmalıydılar; Sybil rüzgardan nefret ederdi; hemen yerinden fırlayıp pencereyi güm diye kapattı, storları da
gıcırdatarak çekti aĢağıya.
78
Emckleye emckleye döndüm kasvetli evime; yüreğim burkulmuĢ, kafam karmakarıĢık. Yüreğim öylece
burkulmuĢ kaldı, ama kafamın karıĢıklığı birkaç gün sonra yok oldu, sanırım ErmiĢ Swithin Bay-ramı'nda;
çünkü cep takvimime baktığımda, o tarihin altında, bir önseziyle yazılmıĢ 'promnad vespert mid J. S.' ifadesini
buluyorum, üstünü öyle bir öfkeyle çizmiĢtim ki kalemin ucu kırılmıĢtı. O gün, yolda, arkadaĢımın benim
yanıma gelmesini, günbatımının kızıllığı akĢamın karanlık küllerine dönüĢünceye dek, bekleyip durduktan
sonra evinin ön kapısına doğru yürümüĢtüm, binayı saran karanlıkla sessizliği farketüğimde kararsızlık içinde
kalmıĢ, evin çevresini dolanmaya baĢlamıĢtım. Bu kez, arkadaki oturma odasından ıĢık gelmiyordu; ama
mutfağın hiç Ģiirselliği olmayan çiğ ıĢığı bana, görülemeyecek biçimde gizlenmiĢ bir masanın ucunu
gösterdi; burada Sybil, gözlerinde öyle esrik bir ifadeyle oturuyordu ki Ģimdiye dek bilinmeyen bir yemek
türünü kafasında yarattığını sanırdınız. Aralık duran kapıyı tıklatarak açıp içeriye neĢe dolu sözler fırlattığım
sırada masanın öbür ucunda oturan Shade'i farkettim; karısına bir Ģey okuyordu, yazdığı Ģiirin bir bölümü olsa
gerekti. Ġkisi birden irkildiler. Shade, ağzından, buraya aktaramayacağım bir küfür kaçırdı, elindeki kart
destesini pat diye masaya vurup bıraktı. Kapıldığı bu öfke fırtınasını, daha sonraki günlerde bana, yakın
gözlüğüyle bakmasından dolayı iyi bir arkadaĢını seyyar bir satıcı sanmıĢ olmasıyla açıklayacaktı; ama bu
olayın beni sarstığını, hem de çok sarstığını belirtmeliyim, bundan sonraki olayları iğrenç bulmaya yöneltti
beni. 'ġey... oturun,' dedi Sybil, 'bizimle kahve için.' (Galipler, eli açık olurlar.) Kabul ettim. Çünkü Ģu okuma
iĢinin ben varken sürdürülüp sürdürülmeyeceğim merak ediyordum. Sürdürülmedi. 'SanmıĢtım ki,' dedim
arkadaĢıma, 'birlikte gezmemiz için dıĢarı çıkmak üzereydiniz.' O da, bugün kendisini iyi hissetmediğini
söyledi, gelemeyeceği için özür diledi, sonra piposunun ağzını temizlemeye koyuldu ama öyle bir öfkeyle ki
sanki benim yüreğimdi oyduğu.
Shade'in, yazdığı Ģiiri düzenli olarak karısına okuduğunu o zaman anlamakla kalmadım, bir Ģeyi daha anladım
Ģimdi: yine düzenli olarak Sybil, kocasına aĢıladığım ve onun geliĢmesine katkıda bulunan o yüce Zcmbla
temasıyla ilgili her Ģeyi'ya Ģiirden çıkarttırıyor ya da si-liklcĢıiriyordu, Shade'i yönlendirerek. Oysa ben, o
sırada, Ģiirin nasıl bir "geliĢme izlediğini bilmediğimden, mutluydum; Ģiirin zengin dokusu, benim verdiğim
temanın iplerine örülecekli! Bunu ummuĢtum.
79
Aynı ağaçlık tepenin yukarılarında Dr. Sutton'un tahtadan evi vardı, Ģimdi de var olduğundan kuĢku
duymuyorum; en tepede, Profesör C.'nin göz kamaĢtıran villasını yıkmaya zamanın gücü yetmez, terasından
bakınca, güneyde, birbirine bağlı Omega, Ozero, Zero adlı göllerin en irisi, en mutsuzu görülür. (Buraya ilk
gelen göçmenler, kı-zılderililerin kullandığı göl adlarını bozup çarpıtarak yanıltıcı, beylik sözcüklere, asılsız
imgelere dönüĢtürdüler.) Tepenin kuzey yanında Dulwich Caddesi, anayolla birleĢir, bu yoldan Wordsmith
Üni-versitesi'ne gidilir. Sözkonusu üniversiteden burada yalnızca birkaç sözcükle sözetmemin nedenlerinden
biri, tanıtım broĢürlerinin posta yoluyla kolayca elde edilebilmesidir. Ama üniversiteyle ilgili açıklamalarımın,
Goldsworth'a ve Shade'e ait evlerle ilgili açıklamalarımdan daha kısa olmasının esas nedeni Ģudur:
Üniversitenin bu iki eve uzaklığı, evlerin birbirine uzaklığından çok daha fazladır. Belki de ilk kez, uzaklığın
sızısı, anlatım biçimini etkilemekte ve topografık özellikler, uzaklığa bağlı olarak küçülen tümceler dizisinde
ifadesini bulmaktadır.
Çimenlikle kuĢatılmıĢ, suyu bol evlerin arasından, doğu yönünde dört mil kadar ilcrliycn anayol, sonunda iki
kola ayrılır; soldaki kol, New Wye kentine, burada bekleme halindeki hava alanına ulaĢır. Öbür kol, üniversite
kampüsüne gider. Kampüste neler yok ki? iĢte: Büyük blokları çılgınlığın, kusursuzca planlanmıĢ yatakhaneler
- cengel müziğiyle çınlayan tımarhaneler - görkemli yönetim sarayı, tuğla duvarlar, kemerli geçitler, yeĢil
zeminli eğri büğrü avlular, küçük kilise, Yeni Okuma Salonu, Kitaplık, dersliklerle büroları içeren ve
hapishaneyi andıran büyük bina (Ģimdi buraya Shadc'in adı verildi), tüm ağaç türlerini görebileceğiniz,
Shakespeare adını verdikleri ünlü cadde, uzaktan gelen bir uğultu, belirsiz bir sis, gözlemevinin firuze
kubbesi, salkım bululun solgun uçları, tahta perdeyle çevrelenmiĢ ve Roma tiyatrolarındaki gibi sıralar
döĢenmiĢ futbol alanı (yazın kimse olmazdı üzerinde; bazan dalgın bakıĢlı bir oğlan, gökyüzünde, uzun
kontrol hattı üzerinde uçurduğu motor takılı bir model uçakla vızıltı çemberleri çevirirdi).
Ulu Isa, birĢeyler yap.
49. Dize: Kabuğu tüylü
Tüylü ceviz/63) Ağaçları, hem özsuları hem de gölgelcriyle birlikte
(63) Kuzey Amerika'da yetiĢen, kabuğu tüylü vc-Ģerit Ģerit soyulan ceviz ağacı. - Çev.
80
Ģiire dikme konusunda Ģairimiz, ingiliz ustaların eĢsiz becerisine sahip.
Bizim kralımızın eĢi, kraliçemiz Disa, en çok baldırıkara ve ja-caranda ağaçlarını severdi; yıllar önce John
Shade'in llebe'nin Kadehi adlı Ģiir kitabından kendi defterine aktardığı kısa Ģiiri buraya yazmaktan kendimi
alamıyorum. (Fransa'nın güney bölgesinden bana gönderilen, elime 6 Nisan 1959 günü geçen bir mektuptan
aktarıyorum.)
KUTSAL AĞAÇ
Ginkgo(64) yaprağı, sapsarı, döktüğünde Misket üzümünü,
Artık yıpranmıĢ bir kelebektir, buruĢmuĢ; GörünüĢüyle.
Kampüste, Shakespeare Caddesi dedikleri yolun sonuna, üstün yetenekli bir bahçe düzenleyicisi (Repburg)
tarafından dikilmiĢ olan bu kutsal ağaçların bir sırası, yeni Piskoposluk kilisesinin yapımında (549. dizeyle ilgili
notta sözettim bundan), buldozerlerin hoĢgörmesi sonucu, varlıklarını sürdürüyorlar. Uygun düĢmüĢ mü,
bilmiyorum ama ikinci dizede bir kedi-fare oyunu var*- \ 'ağaç' sözcüğünün Zembla dilindeki karĢılığı
'grados' tur.
57. Dize: Küçük kızımın hayaletinin salıncağı ġiirin taslağında, bu dizelerden sonra aĢağıdaki dizeler yer
almaktadır, hafifçe karalanmıĢ olarak:
IĢıklar iyi; okuma lambaları uzun boyunlu; Tüm kapılar anahtarlı. ÇağdaĢ mimarınız Gizlice anlaĢmıĢ
psikanalistlerle: Aına babaların yatak odalarına Kilitsiz kapı taktırıyor, geriye bakınca Görsün diye gelecekteki
hastası, gelecekteki Doktor taslağının, kendisini bekleyen ilk Sahneyi. 61. Dize: TV'nin dev anteni Shadc'in
yaĢamıyla ilgili olarak, 71-72. dizeler için yazdığım notta
(64) Çin'de yetiĢen, meyveleri san, yapraklan yelpaze biçiminde bir ağaç. - Çev.
(65) «Muscat» (Misket) sözcüğünü Kinbotc, «mouse» (fare) ve «cat» (kedi) diye ayırıyor, ama bundan hiçbir
Ģey anlamadım ben. - Çev.
81
belirttiğim gibi, gerçeğe aykırı ve aptalca bir sav atıldı ortaya; Sybil Shade'den aldıkları elyazması bir Ģiiri
yayımladılar. Dediklerine göre bu Ģiir 'Ģairimiz tarafından, kesinlikle Haziran sonunda, yani ölümünden bir ay
önce bile değil, yazılmıĢ olduğundan, onun elinden çıkan son kısa metindir.'
ĠĢte:
SALINCAK
Batan güneĢ, tutuĢturur uçlarından
Dev antenini TV'nin
Çatının üzerinde;
Kapılokmağının gölgesi
Günbatımında, beyzbol sopasıdır
Kapının üzerinde;
Kardinal kuĢu, sevinçle
'Cik cik, cik cik' der
Ağacın üzerinde;
Sallanır küçük boĢ salıncak
Ağacın altında: Bunlar iĢte
Parçalayan yüreğimi.
Bu Ģiir, Solgun AteĢ'in aynı temaları içeren bölümünden yalnızca birkaç gün önce yazılmıĢ olabilir mi? Buna,
benim Ģairimin okurları karar versinler. Bence, çok önce yazılmıĢ olmalıdır. (Altında yazılıĢ tarihi yok ama
kızının ölümünden hemen sonrasına larihlcnmclidir.) Bu Ģiir Shade'in, eskiden yazdıklarını eĢeleyip de Solgun
AteĢ'te kullanmak için çıkardığı metinlerden biridir. (ġairin ölümü dolayısıyla bir yazı döĢenen kiĢi, belli ki,
Solgun AteĢ'in varlığından habersiz.)
62. Dize: Sık sık
Sık, sık, hemen her gece, 1959 ilkyazında, yaĢamımı yitirme korkusuna kapıldım. Yalnızlık, ġeytan'ın
atmeydanıdır. Yalnızlığımın, sıkıntımın ağırlığını anlatacak sözcük bulamıyorum. Çimenliğin karĢı yanında,
ünlü komĢumun evi vardı gerçi, bir süre de evimin bir odasını genç bir zevk düĢkününe kiraladım (eve
genellikle ge-ccyarısından epey sonra gelirdi). Ben, ülkesinden kovulan bir ruh için, yalnızlığın soğuk, katı
çekirdeğinin ne denli zararlı olduğunu vurgulamak istiyorum. Herkes Zembla'lıların, yöneticilerini öldürmeye
nasıl düĢkün olduklarını bilir: iki kraliçe, üç kral, ayrıca tahtla hak sahibi on dört kiĢi korkunç biçimde öldüler,
boğazlandılar, bıçaklandılar,
82
zehirlendiler, suda boğuldular; bütün bunlar tek bir yüzyıla sığdı (1700-1800). Goldsworth Ģatosunu özellikle
alacakaranlıktan sonra saran ıssızlık, sanki beynime de akĢamı getirirdi. HıĢırtılar, geçmiĢ yılın ayak sesleri,
tembel bir esinti, köpeğin devirdiği çöptenekesinin tangırtısı, herĢey bana, sinsice yaklaĢan acımasız bir katili
anımsatırdı. Pencereden pencereye gider gelirdim, ipekli gecetakkem terden sırılsıklam, çıplak göğsüm de
buzlan eriyen göle dönmüĢ, bazan yargıcın çiftcsiyle silahlanmıĢ olarak karĢı koymaya kalkıĢırdım terastan
sızan tehlikelere. Ağaçlara yürüyen yeni yaĢamın sesleri, bahar gecelerine maske giydirse de, eskiden beri
beynimin içinden eksilmeyen ölüm çatırtılarını andırıyordu korkunç biçimde; dehĢete kapıldığım böyle
gecelerde komĢumun pencerelerine bakardım, kurtuluĢ ıĢığı ararcasına. (47-48. dizeler için yazdığım
notlardan anlaĢılacağı gibi). Bu aradığım kurtuluĢu ben kendim, veremezdim Shade'e, kendisi yeni bir kalp
krizine tutulsa (691. dizeden ve buna yazdığım açıklamadan anlaĢılacağı gibi), beni de hemen, gecenin
ortasında pencereleri ıĢık saçan evine çağırsaydı, sevgiden, kahveden, telefon konuĢmalarından, Zcmbla'nm
bitkisel ilaçlanndan (öyle etkilidirler ki!) oluĢan büyük bir ısı patlamasında, yeniden canlanan Shade benim
kollarımda ağlarken ('Geçti, geçti, John'). Gelgeldim, evi Mart boyunca, geceleri kapkaraydı tabut gibi. Ben,
bedensel bitkinliğime ve evimin mezar soğukluğuna dayanamayıp üst kata çıkarak iki kiĢilik tenha yalağıma
uzanırdım, uyuyamadan, zorlukla nefes alarak —sanki ülkemde geçirmiĢ olduğum gecelerin tehlikesini yeni
farkediyordum; o zamanlar, her an çılgın bir devrimciler çetesi içeri girip beni, mehtap ıĢığı vur-, muĢ bir
duvara doğru ite kaka götürebilirdi. ġimdi, hızlı bir otomobilin ya da iniltili bir kamyonun sesi bana öyle acaip
geliyordu ki, yaĢamın kurtarıcılığı mıydı bu gelen yoksa ölümün korkunç karaltısı mı, ayır-dedemiyordum: Bu
karaltı, benim kapıma mı dayanacaktı? Bu katil hayaletler benim için mi geliyorlardı? Beni hemen vuracaklar
mıydı— yoksa kloroformla bayıltılmıĢ öğretim görevlisini kaçınp Zembla'ya, Rodnaya Zembla'ya götürerek
parlak bir sürahinin, iĢkenceci koltuklarında sevinçle oturan bir sıra yargıcın karĢısına mı
çıkaracaklardı?
Bazan, kendimi yok etmekle, bu gittikçe yaklaĢan katillerden kurtulabileceğimi düĢünürdüm; çünkü katiller
benim içimde, kulak zarımda, nabzımda, kafatasımın içindeydi, yoksa o ayyaĢ, çekilmez, unutulmaz Bob'un
yanımdan ayrılıp Candida'nın ya da Dce'nin yatağına
83
dönüĢüyle uyuyamaz hale geldiğimden, uyuklayarak gittiğim sırada üzerime ve yüreğime dolanan upuzun
yolda aramamalıydım katilleri. Önsözde kısaca belirttiğim gibi, sonunda evden kovdum Bob'u; ondan sonra
ne Ģarap, ne müzik, ne de dua yok edebildi gece korkularımı. Öte yandan, baharın tatlı günleri pek
sıkmıyordu beni; derslerimi herkes beğeniyordu; ben de buna dayanarak, yararlanacağım tüm sosyal
çalıĢmalara katılabiliyordum. Ama neĢeli akĢamların ardından yine o sinsi yaklaĢma gelirdi; ayaksürümeler,
dolanarak yukarıya doğru çıkar, sonra dururdu, çok geçmeden çatırtılar baĢlardı yeniden.
Goldswort'un Ģatosunda bir sürü yan kapı vardı; ben, yatmadan önce alt kattaki bu kapılarla panjurları ne
denli sıkı denetlersem denetleyeyim, sabahleyin ikinci kez gözden geçirirdim ama kilidi açılmıĢ hiç bir kapı ya
da pencere bulamazdım; kuĢku uyandırıcı hiçbir belirti göremezdim. Bir gece, kendisi için güzel bir tuvalet
yeri hazırladığım bodruma doğru aktığını gördüğüm kara kedi, daha birkaç saniye geçmiĢti ki ansızın müzik
odasının eĢiğinde beliriverdi; uykusuzdum, Wagner dinliyordum; sırtını kabartan kedinin boynunda beyaz
ipekten bir fiyonk vardı, bunu kendisi takmıĢ olamazdı kendi boynuna. Hemen 11111 numaraya telefon ettim;
birkaç dakika sonra gelen polisle suçlunun kim olabileceği konusunda görüĢtük, sunduğum kiraz likörünü
pek beğendi. Ama içeriye giren her kimse, hiçbir iz bırakmamıĢtı. Gaddar insan, öyle ustaca kurbanıyla oynar
ki, isterse onu, kendisine iĢkence edildiğini sanma hastalığına yakalandığına inandırır, isterse peĢine bir katilin
sinsice takılmıĢ olduğuna, ya da isterse, sanrılar görüp durduğuna inandırır. Sanrılar! Oysa ben, bir gerçeğin
far-kındaydım: Tezlerini kabul etmediğim bazı genç doçentlerin arasında en azından bir kiĢi vardı kötü
yaratılıĢtı, eĢek Ģakası yapmayı seven. Bunu, öğrenci ve öğretmenlerle yapılan zevkli, baĢarılı bir toplantıdan
eve döndüğüm günden beri biliyordum. (O toplantıda ben, coĢarak paltomu çıkardıktan sonra bazı istekli
öğrencilere Zembla güreĢçilerinin kavrayıĢ biçimlerinden birkaçını göstermiĢtim.) Evde paltomun cebinde bir
kağıt buldum, çirkin bir dille yazılmıĢ imzasız not: 'Çok kötü sa....ılar görüyorsun dostum.' Eksik harfli
sözcüğün 'sanrı' okluğu bellidir; kötü niyetli bir insan bu eksik harflerin, ingilizce okutmanı Bay Anon'un
güçlükle söyleyebildiği sesleri gösterdiğine dayanarak bu sonucu çıkarabilecektir/ ^
(66) Kinbote
84
, kaypak bir dille Bay Anon'u suçluyor. —Çev.
Ama sevinerek belirtmeliyim ki korkularım, Paskalya'dan hemen sonra, bir daha dönmemek üzere yok
oldular. Alphina'nın ya da Betty'nin odasına bir baĢka konuk geldi: Loam Prensi Balthasar, ki ben prenslik
vermiĢtim ona, ilkel bir düzenlilikle dokuza dek uykuya daldı; sabahın altısında, baktım, bahçede güneĢçiçeği
(Heliotropium turgenevi) dikiyordu/ ^ iĢte bu çiçektir, hiç azalmayan kokusuyla, Ģimdi uzak düĢtüğüm bu
kuzey ülkesindeki akĢam karanlığını, bahçe sırasını, boyalı tahtadan evi bana unutturmayan.
70. Dize : Yeni TV
ġiirin taslağında (3 Temmuz tarihli), sözkonusu dizenin ardından, numaralanmamıĢ bazı dizeler geliyor; bunlar
belki de Ģiirin daha sonraki bölümlerine alınacaklardı. Üstleri çizilmemiĢ, yalnızca yanlarına bir soru iĢareti
konmuĢ ve harflerin bazılarının üzerinden geçen dalgalı bir çizgiyle çevrelenmiĢler:
Öyle olaylar, ĢaĢırtıcı olgular var ki Simgeler halinde gelirler usumuza. Yitik mecazlardır bunlar, sürüklenirler,
kopuk kopuk, Hiçbir Ģeye bağlanamazlar, iĢte o kuzeyli kralın Cezaevinden baĢarısız kaçıĢı baĢarıldı: Dostları
Onun kimliğine hüründüler, o kaçıyormuĢ gibi kaçtılar. O hiç ulaĢamazdı batıdaki ülkenin kıyısına, eğer
gizli destekleyicileri, romantik çağ yiğitlerini andıran gözüpek kiĢiler tutkuya kapılmasalardı, uçan kral
kimliğine bürünmek için. Ona benzemek üzere kırmızı kazak, kırmızı kasket giydiler, orada burada mantar
gibi bittiler, devrim polisini ĢaĢkınlığa düĢürdüler. Bazıları kraldan çok daha gençtiler ama bunun önemi
yoktu; çünkü kralın resimleri, dağ köylülerinin kulübelerinde olsun, öbür köylerin miyop dükkanlarında olsun
(ki buralarda sülük, zencefilli çörek, zhiletka jiletleri satılırdı), taç giyme gününden bu yana yaĢlanmıĢ
değildiler. Gülünç bir çizgi film gibiydi: Kronblik Oteli'nin taraçasından hareket eden teleferik, turistleri Kron
buzuluna götürüyordu ki havada gülünç bir yaratık dalgalandı, kırmızı güve biçiminde; iki koltuk arkasında ise
Ģapkasız, Ģanssız bir polis vardı: Sanki, düĢlerde görülen, ağır çekimli bir kovalamaca içindeydiler. Ama sonu
mutlu bitti. Teleferik durağa ulaĢ-
(67) Prenslik bağıĢladığına göre Kinbote, Zembla'nm son kralıdır aslında; ama kendisini kral sayan bir manyak
da olabilir. Bunu, eğer anlayabüirsek, sonraki sayfalarda anlayacağız. —Çev.
85
madan önce, sahte kral, telin altındaki demir direklerden birine atlayıp aĢağıya kayarak kurtulmayı baĢardı.
(Ayrıca, 149. ve 171. dizeler için yaptığım açıklamalara bakınız.)
71. Dize : Ana baba
Övülecek bir çabuklukla Profesör Hurley, Ģairin ölümü üzerinden bir ay geçmeden, onun basılı yapıtlarına
iliĢkin bir Değerlendirme çıkardı. Adını Ģimdi anımsayamadığım incecik bir yazın dergisinde yayımlanan bu
yazıyı bana Chicago'da gösterdiler; o sırada ben, otomobilimle New Wye'dan Cedar'na giderken, burada
birkaç gün mola vermiĢtim.
AğırbaĢlı bilimsel bir yöntemle yazılması gereken bir Açık-lamaj68^ yukarıda adı geçen anma
yazısındaki saçmalıkları çürütmenin yeri değildir. Bu yazıya değinmemin nedeni, Ģairin anasıyla babasına
iliĢkin bazı yetersiz bilgileri buradan almıĢ olmamdır. ġairin babası Samuel Shade, 1902'de elli yaĢında öldü;
gençliğinde üp öğrenimi gördükten sonra Exton'da bir tıp araçları Ģirketinde baĢkan yardımcılığı görevinde
bulunmuĢtu. Ama en büyük tutkusu, bizim usta ağıtçının deyimiyle, 'tüylüler familyasını incelemekti'. ġunu da
belirtiyor: 'Bir kuĢ türüne onun adı verilmiĢtir: Bombycilla Shadei'. Aslında bu, 'shadei' olacak kuĢkusuz/69^
ġairin annesi, kızlık soyadıyla Caroline Lukin, kocasına, bu çalıĢmalarında yardımcı olarak eĢsiz güzellikteki
Meksika KuĢları'nın resimlerini çizdi; bunları arkadaĢımın evinde gördüğümü antmsıyorum.Ağıtçmın bilmediği
bir Ģey var: Lukin sözcüğü Luke'tan geliyor; Locock, Luxon, Lukashevich sözcükleri de. Bunlar, dede adından
türeyip soyun üremesiyle çeĢitlenen, tek bir biçimleri olmayan ölü taĢlardır ki, bazan fantastik biçimler
kazanırlar ve soy üyelerinin vaftiz adlarının, bu bayağı çakılların çevresinde görünürler. Lukin'ler, Essex'in eski
ailelerindendir. insanların adları/7^1 mesleklerden gelir, örneğin Rymer, Scrivener, Limner (resim yapan),
Botkin (botlekin yapan, yani güzel ayakkabı yapan). . Çocukluğumda, Iskoçyalı öğretmenim, yıpranıp yıkılacak
gibi olan binalardan 'hokey evi' diye söz ederdi. Ama bu konuyu uzatmayalım.
John Shade'in okurları, onun üniversite öğrenciliğiyle, son derece tekdüze yaĢamının 4O'lı yıllarıyla ilgili
birkaç önemsiz olguyu pro-
(68) Kinboıc, kendi Açıklamasından söz ediyor. ¦—Çey.
(69) Yani özel isim değil de cins isim olacak, demek isliyor. Böylece ıcuĢa verilen adın, Shade'le ilgisi
olmadığını söylüyor sinsice. —Çev.
(70) Vafüz adlan değil. —Çev.
86
fesörün yazısında görmek isteyebilirler. Tümüyle durgun, yavan olacaktı, deyim yerindeyse, bazı özel
durumlar onu biraz ha-rcketlendirmeseydi/71) Böylece, arkadaĢımın baĢyapıtına yalnız bir kez değiniliyor. (Bu
baĢyapıt, daha önce belirttiğim gibi, düzgünce istiflenmiĢ olarak masamın üzerinde, gün ıĢığında
beklemektedir, masallarda rastlanabilecek bir madenin külçeleri gibi.) Profesörün sözlerini «marazi» bir zevkle
aktarıyorum: 'ġairimiz, öyle görünüyor ki, beklenmedik ölümünden hemen önce, özyaĢamöyküsünü
ĢiirleĢtirmeye koyulmuĢtu'. Onun ölümüyle ilgili olgular, profesör tarafından çarpıtılmıĢ bulunuyor; aslında,
basında yazan beyefendileri izliyor bu tutumuyla. O basın ki, suçlunun hangi itkilerle suçu iĢlediğini ve
bununla ne amaç güttüğünü, belki de siyasal nedenlerle gizlemiĢ, çarpılmıĢtır, onun yargılanmasını
beklemeden; sözkonusu yargılanma, yazık ki, bu dünyada gerçekleĢmeyecek (notlarımın sonuncusundan
anlaĢılacağı gibi). Ama, kuĢkusuz, burada ele aldığım anma yazısının en çarpıcı özelliği, John'un yaĢamının
son aylarını nur-landıran o eĢsiz arkadaĢlığa hiç değinmemesidir.
ArkadaĢım, babasının yüzünü anımsayamıyordu. Kral da, üç yaĢına bastığında babası Kral Alfin öldüğünden
olsa gerek, onun yüzünü hiç anımsamıyordu, çikolatadan yapılmıĢ o tek kanallı uçağı çok iyi animsıyordııysa
da; kendisi tombul bir bebekken çekilmiĢ fotoğrafında, 1918 Npel'indc çekilen ve külot pantolonlu, hüzünlü
havacının son olarak göründüğü bu fotoğrafta, küçük bebek, ellerinde çikolatadan uçakla, isteksizce,
rahatsızca bu havacının kucağında yatıyordu.
Bunak Alfin, (1873—1918; krallık yılları 1900-1918, ama biyografi sözlüklerinin çoğunda, Eski Takvimden Yeni
Takvime geçiĢten kaynaklanan bir yanlıĢlık yüzünden 1900-1919) takma adını, -Amphiıheatricus'a borçludur
(liberal gazetelerde, sığınmacı Ģairlerin yapıtları üzerine acımasız yazılar yazan bu kiĢi, benim baĢkentime
Uranograd adını bağıĢlamaktan da sorumludur!). Kral Alfin'in dal-cınlığı anlatılır gibi değildi. Yabancı dil
bilgisi, çok yetersizdi; belleğinde birkaç Fransızca ve Danimarkaca deyim vardı yalnızca; ama uyruklarının
karĢısında, zorunlu iniĢ yaptığı uzak vadilerden birinde kendisini ağızları açık dinleyen Zcmbla'lı hödüklerin
karĢısında ko-
(71) Burada Kinbole, profesörün yazısından söz ediyor, ama ifadesi, Shadc'in yaĢamına iliĢkin, sinsice bir
değerlendirmeyi de içeriyor.—-Çev.
87
nuĢma yaparken kafasında dencüeyemediği bir düğme harekete geçiyor, o zaman kral, bu Fransızca ve
Danimarkaca deyimlere baĢvuruyor, konuya göre onları biraz Lalinceyle tatlandırarak kullanıyordu. Onun
bilincini yitirdiği dalgınlık nöbetleriyle ilgili fıkraların çoğu, gülünçlükleri ve edepsizlikleriyle bu sayfaları
kirletebilir. Ama hiç gülünç bulmadığım bir tanesi, Shade'i çirkin kahkahalarla güldürmüĢtü (sonra da beni;
öğretmenler odasında, olayın iğrenç biçimde çarpıtılarak anlatılması yüzünden); bu fıkrayı örnek olarak
aktarmaktan (çarpıtılmamıĢ haliyle elbette) kendimi alamıyorum. Birinci Dünya SavaĢından önce, bir yaz,
içlerinden birini yeğlemeye el vermeyecek kadar sayılan az olan büyük krallıklardan birinin imparatoru, bizim
küçük ama güçlü ülkemize, pohpohlamak niyetiyle, hiç umulmadık bir ziyaret yapmıĢtı; babam, onu ve
cinsiyetini belirtmeyeceğim genç bir çevirmeni alarak, yeni yaptırttığı otomobilinin içinde, taĢrayı gezmeye
çıkmıĢtı. Kral Alfin, her zamanki gibi, koruma görevlisi almamıĢtı yanına; hem bu durum, hem de onun hızlı
araba sürüĢü, konuk imparatoru kaygılandırmıĢa benziyordu. Geri dönerlerken, Onhava'ya yirmi mil kala, kral
Alfin, onarım için durmaya karar verdi. Kendisi motoru kurcalarken kralla çevirmen, yol kıyısındaki çamların
altında gölgelik bir yer aramaya koyuldular. Kral Alfin, ancak Onhava'ya döndüğünde, ne yaptığını anladı,
ama yavaĢ yavaĢ; yüzüne karĢı çılgınca soruların yinelenip durmasından, gerçeği kavradı sonunda: Birisini
yolda bırakmıĢtı. 'Hangi imparator?' Bu söz, bize ondan kalan en akıllıca ve unutulmaz özdeyiĢtir. Benim
katkılarımdan (ya da katkım olsun diye anlattıklarımdan) biri olan bu olayı, Ģairime, yazılı hale getirmesini
büyürdüm kuĢkusuz, ama dedikodu biçiminde yaymasını değil; ne yaparsınız, Ģairlerin de insanlarla ortak
yanları var.
Kral Alfin'in bu dalgınlığı, kendisinin makinelere duyduğu tutkuyla karıĢarak acaip bir bileĢim oluĢturuyordu.
Özellikle, uçan Ģeylere tutkundu: 1912 yılında Fabre marka bir 'deniz uçağı' ile havalanmayı baĢarmıĢ, ama
Ģemsiyeye benzeyen bu araçla, Nitra ve Indra arasındaki denize düĢmüĢ, boğulmasına ramak kalmıĢtı. Böyle
uçuĢlarda iki Farma, üç Zembla uçağı ve bir tane Santos Dumont modeli canım Demoiselle parçaladı. Blcnda
IV, çok özel, tek kanatlı bir uçak olup 1916 yılında kral için, kendisinin değiĢmez 'hava emir-subayı' Albay
Peter Gusev tarafından yapıldı (bu kiĢi daha sonra, paraĢütçülerin öncüsü olmuĢtur; yetmiĢ yaĢında ise çağın
en büyük at-
88
layıcısı); iĢte bu uçak, kralın kötü talih kuĢuydu. Açık, pek de soğuk olmayan bir Aralık sabahı melekler, onun
hafif, arı ruhunu ağla yakalamaya karar verdiler: Kral Alfin, gökyüzünde uçağıyla, tek baĢına, çok tehlikeli bir
dikey takla deniyordu; kendisine bunu, ünlü uçak can-bazı ve Birinci Dünya SavaĢı kahramanı, Rus prensi
Andrcy Kachurin, Gatchina'da öğretmiĢti. Ama bir terslik vardı; öyle görünüyordu ki küçük Blenda kontrol dıĢı
bir dalıĢa geçmiĢti. Kralın uçağının gerisinde, biraz daha yukarıda çift kanatlı Caudron uçağının içinde Albay
Gusev (o zamana kadar Rahl Dükü) ve Kraliçe, baĢlangıçta soylu ve yüce görünen ama sonra baĢka bir Ģeye
dönüĢen bu manevraların ilginç anlarını fotoğraf makinesiyle saptıyorlardı.Son anda Kral Alfin, uçağını
düĢmekten kurtardı; yeniden yerçekimine egemen oldu ama hemen ardından koca bir otelin yapı iskelesine
toslayıvcrdi; otel, sahildeki çalılığın ortasında, sanki kralın yoluna dikilsin diye, yapılmaktaydı. Bu
tamamlanmamıĢ ve barsaklan iğrenç biçimde dökülmüĢ yapıyı Kraliçe Blenda yıktırarak yerine zevksiz bir anıt
diktirdi; bu granitten anıtın tepesine bronzdan, var olmayan modelde bir uçak kondurulmuĢtu. Korkunç olayı
belgeleyen fotoğrafların büyütülmüĢ, parlak baskılarını bir gün sekiz yaĢındaki Charles Xavier, kitap dolabının
çekmecesinde buldu. Bu benzi solmuĢ resimlerin bazılarında, ĢaĢılacak kadar kaygısız pilotun omuzlarıyla deri
baĢlığı görünüyordu; sondan bir önceki resimde ise, kazayı bulanık bir beyazlıkla saptayan resimden önce
yani, pilot, zaferini duyurmak ve seyredenleri rahatlatmak için bir kolunu kaldırmıĢtı, tam çarpacağı anda.
Çocuk, bu resimleri bulduktan sonra korkunç düĢler gördü; ama annesi, onun bu cehennem sahnelerini
görmüĢ olduğunu hiçbir zaman anlamadı.
Annesini az çok anımsıyordu: Ata binen, uzun boylu, iri, sağlam yapılı, kırmızı yanaklı bir kadın. Kuzenlerinden
biri onu, saygıdeğer bay Camnbell'in koruyuculuğu altında oğlunun güvenlikte ve mutlu olacağına
inandırmıĢtı. Bay Campbell, görevlerinin bilincinde olan küçük prenseslere kelebekleri germe yöntemlerini ve
Lord Ronald'ın Ağıtı'n&m hoĢlanmayı öğretiyordu. Deyim yerindeyse, kitap kurtlarını incelemekten tutun da,
ayı avlamaya kadar bir sürü boĢ uğraĢın portatif sunağında, kendi yaĢamını kurban etmiĢti. Yolda yürürken
Mac-beıh'i baĢlan sona ezbere okuyabilirdi; ama görev ahlakına sahip değildi, hanımları beylere yeğ tutardı,
Zembla aıcĢkrallığının sorunlarına bulaĢmak istemezdi. Ülkede on yıl kaldıktan sonra 1932'de, baĢka ilgi
89
alanları bulmak üzere gitti. O yıllarda Prens'imiz on yedi yaĢına basmıĢtı; zamanının bir kısmını Ûniversite'ye,
bir kısmını da kendisine bağlı alayla ilgilenmeye ayırmıĢtı. YaĢamının en mutlu dönemi, bu yıllar olmuĢtur.
Hangi uğraĢın daha zevkli olacağına karar veremiyordu: ġiir sanatının - özellikle Ġngiliz Ģiirinin - incelenmesi
mi, törenlerde hazır bulunmak mı yoksa maskeli balolarda oğlankızlarla ve kı-zoğlanlarla dansetmek mi?
Annesi, 21 Temmuz 1936'da birdenbire öldü, soydan gelen bir kan hastalığı yüzünden; hastalığın niteliği an-
laĢılamıyordu. Ġki gün önce kadının durumu çok daha iyiydi. Charles Xavier ise Grindelwod'da Dükün Kubbesi
diye bilinen yerde düzenlenen baloya gitmiĢti o gece: Ģimdilik, spordan sonra dinlenmek amacıyla, karĢı
cinslerin bir araya geldiği bu resmi balolara katılıyordu. Sabaha karĢı saat dört sularında, güneĢ ağaçların
tepelerini ve Faik Dağının pembe konisini tutuĢtururken Kral, sarayın kapılarından birinin önünde, güçlü
arabasını durdurdu. Hava öylesine yumuĢak, ıĢık öylesine tatlıydı ki Kralla yanındaki üç arkadaĢı, konuklara
ayrılan Pavonian KöĢkü'ne ıhlamur korusunun içinden yürüyerek gitmeye karar verdiler. Birbirlerine platonik
bir yakınlık duyan Kral'la Otar, frak giymiĢler, ama silindir Ģapkalarını anayolun yellerine kaptırmıĢlardı.
Karanlığın ve aydınlığın keskinleĢtirdiği uçurum ve düzlükten oluĢmuĢ düzgün manzarada bu dört kiĢi, genç
ıhlamurların altında dikilirlerken, beklenmedik bir Ģeyle karĢılaĢıp çarpıldılar. Zarif, kültürlü bir pengueni
andıran, koca burunlu, seyrek saçlı Otar, iki sevgilisini de yanında getirmiĢti: On sekiz yaĢındaki Fi-falda
(onunla daha sonra evlendi) ve on yedi yaĢındaki Fleur (ilerideki sayfalarda yer alan iki notta da onunla
karĢılaĢacağız); kızların annesi Countess de FylerP2^ Kraliçe'nin, yanında bulundurmaktan en hoĢlandığı
hanımefendiydi. Bu resim, istense de unutulamıyor; zamanın ileri bir noktasında durup geriye bakıldığında,
insanın yaĢamının bir an içinde nasıl tümden değiĢtiği hemen görülüyor. ĠĢte Otar, kraliçe'nin dairesinin uzak
pencerelerine, ĢaĢkınlık içinde, bakıyor; iki kız da, yanyana duruyorlar, ince bacaklarıyla, parıltılı giysileriyle,
yavru kedilcrinkini andıran pembe burunlarıyla, uykulu yeĢil gözleriyle; küpeleri, güneĢin yangınından parçalar
yakalıyor, bırakıyordu durmadan. Sarayın bu giriĢinin yakınında, her zamanki gibi, birkaç insan vardı; önünden
bir yol geçer, Doğu karayoluna ulaĢırdı. Nöbetçi kulübesinde bunalan, traĢsız, karanlık, genç nailden (gecenin
çocuğu), kendisini
(72) Fyler Kontesi. - Çcv.
90
buradan kurtaracak olan nöbetçiyi bekliyordu; henüz gelmemiĢ olan nöbetçinin annesi, piĢirdiği çöreğiyle, bir
taĢa oturmuĢ, pencereden pencereye ilerleyen zayıf ıĢıkları kadınca bir hayranlıkla seyrediyordu; iki iĢçi,
bisikletlerini tutarak, öylece ayakta, bu ĢaĢırtıcı ıĢıklara bakıyorlardı; posbıyıklı bir sarhoĢ, sallanarak dolaĢıyor,
ıhlamur ağaçlarına tosluyordu. YaĢamın böyle yavaĢlama anlarında, önemsiz Ģeyler farkediliyor. Kral, iki
bisikletin gövdesine kızılımsı bir çamurun bulaĢmıĢ olduğunu ve ön tekerleklerinin, birbirlerine paralel
biçimde, aynı yönde döndüklerini gördü. Birden, leylak çalılıklarınınn arasındaki dik patikadan - Kraliçenin
dairesini dıĢarıya bağlayan en kısa yoldan - aĢağı Kontes, uzun entarisinin eteğine ayakları lakıla takıla
koĢmaya baĢladı; tam o anda da, sarayın öbür yanından, meclis üyelerinin yedisi birden, görkemli
kıyafetlerinin üzerinde üzümlü kekleri andıran niĢanlarıyla, taĢ basamaklardan kasıntılı bir aceleyle iniyorlardı;
Kontes, karĢısında saygıyla dizilen bu adamların yüzüne önemli haberi tükürdü. SarhoĢ, 'Karlie-Garlie'
hakkında açık saçık bir türkü söylemeye baĢladı, sonra karanlık bir hendeğe yuvarlandı. Büyük bir sarayın
çeĢitli özelliklerini, bir Ģiir için yazılmıĢ kısa açıklamalarda ayrıntılarıyla belirtmek kolay değildir; bu güçlüğü
bildiğimden, Haziran ayında John Shade'e, açıklamalarımın bazılarında (örneğin 130'ncu dizeyle ilgili
notumda) değineceğim olayları anlattığım sırada daha iyi anlaması için, Onhava Sarayının odalarını, ta-
raçalarını, burçlarını, güzel bahçelerini gösteren ustalıklı bir plan çizdim. Büyük (boyutları otuz ve yirmi inç)
mukavvadan bir levhaya renkli mürekkeplerle ve özenle çizilen bu resim, yok edilmcmiĢse ya da
çalınmamıĢsa, en son Temmuz ayında gördüğüm yerde olmalıdır, yani meyve odası dedikleri odaya açılan
küçük koridorun duvar oyuğunda, büyük siyah bir ağaç gövdesine tutturulmuĢ olarak, eski çamaĢır
makinesinin karĢısında. Orada değilse, Shade'in üst kattaki çalıĢma odasında bulunabilir. Bu konudaki
mektuplarıma bayan Shade yanıt vermemiĢtir. Plan kaybolmamıĢsa, bayan Shadc'dcn rica ediyorum, sesimi
yükseltmeden ve iyice küçülerek; Kral'ın en aĢağı uyruklarından biri, elinden alınan haklarının hemen geri
verilmesini nasıl küçülerek dilerse, öyle (plan benimdir; üzerinde, 'Kinbotc' adından sonra, satrançtaki siyah
Ģahın tacından bir iĢaret vardır) ; planı iyice paketleyerek, ambalajın üzerine bükülmeyecek diye yazarak,
taahhütlü postayla yayımcıma göndersin; bu kitabın daha sonraki basımlarına bir örneğinin konması için.
Artık tüm gücüm tükenmiĢ bulunuyor; Ģu kor-
91
kunç baĢağnlarım, yeni bir plan çizmek için belleğimi ve gözlerimi zorlamama olanak vermiyor. Siyah ağaç
gövdesi, daha büyük bir kahverengi gövdenin üzerindedir ve yanılmıyorsam içi doldurulmuĢ bir tilki ya da
kurt var ayrıca, onlarla birlikte aynı karanlık oyukta.
79. Dize: GeçmiĢ zaman tutkunu
ġiirin taslağında, bu dizenin yakınında, sayfa kenarına yazılmıĢ iki dize var, ama yalnızca birincisi okunabiliyor.
ġöyle: "AkĢam, günü övme vaktidir"
Hiç kuĢkum yok; arkadaĢım, karısıyla birlikte benden, mutlu anlarımda iĢittikleri bazı dizeleri özetlemeye
çalıĢmaktadır; Zembla'nın Ģairi Elder Edda'dan, Ġngilizceye kimin çevirdiğini (Kirby olabilir mi?) bilmediğim
güzel bir dörtlüğü sık sık okurdum; Shade bunları tek dizeye sığdırmıĢtır. Sözkonusu dörtlük Ģöyleydi: Bilge,
günü över akĢam olunca, Kan, göçüp gidince, Buz aĢılınca, gelin Devrilince, ve at yorulunca.
80. Dize: Yatak odam
Prensimiz, Fleur'ü kızkardeĢiymiĢ gibi severdi; ona bu tür bir sevgi duymasının nedeni, akrabayla zina etme
düĢkünlüğü değildi kuĢkusuz, gizli bir eĢcinsellik de değildi. Kızın küçük, solgun yüzünde elmacık kemikleri
çıkık, gözleri parlaktı; kıvırcık siyah saçlıydı. Bir söylentiye göre, sosyetenin heykelcisi ve Ģairi Arnor, elinde
Cinderella'nın porselen fincanı ve terliği, aylarca dolaĢtıktan sonra, aradığını kızda buldu, onun göğüsleriyle
ayaklarını Lilit P3^ Adem'i Çağırıyor yapıtında kullandı; ama bu ince iĢlerden hiç anlamam ben. Sevgilisi olan
Otar anlatırdı: Fleur'ün arkasından yürüdüğünüzde, o da sizin arkasından yürüdüğünüzü farkelliğinde, zarif
kalçaları artistik bir salınım tuttururdu, daha sonra boğazlanacak olan Parisli özel pe-zevenklerden özel
okullarda dans dersi alan Arap kızları gibi. Zarif salınımlarla yürürken birbirine sımsıkı yapıĢtırdığı narin
ayakbilekleri, sevgilisinin dediğine göre, Arnor tarafından yazılan miragarl (serap kız) Ģiirinde 'eĢsiz
mücevherler' diye anılmaktadır ki 'zaman çöllerinde düĢlerin Ģeyhi, onları ele geçirmek için üç yüz deveyle üç
pınarı gözden çıkarır.'
(73) Yahudi inancına göre Lilit, Adem'in ilk karısıydı; Havva, onun elinden Adem'i aldı, o zaman Lilit kötü bir
cine dönüĢtü.-Çev.
92
On sâgaren werem tremkfn tri stâna Verbâlala wod gev ut tri phantâna (Vurgulu heceleri iĢaretledim.)
Prens, tümünü belki de kızın annesinin yönlendirdiği bu kitsch söylentilerini önemsemiyordu; yine de bu
söylentiler, buraya ak-tarıldıysa bu, Fleur'ün ya'nızca bir kardeĢ olarak görülmesindendir: Mis gibi kokan,
modaya göre giyinen bir kız; boyalı boyalı so-murturdu; anlatmak istediğinin pek azını açığa vurmasına
elveren, Fransızlara özgü bulanık bir anlatımı vardı. Sinirli, geveze Kontes'e karĢı takındığı soğukkanlı kabalık,
Prens'in hoĢuna giderdi. Prens, bu kızla (yalnızca onunla) dans etmekten zevk duyardı. Kız onun elini ok-
Ģadığında ya da açık ama sessiz dudaklarını onun, sabaha karĢı balo bitmiĢken bulanık ıĢığın islendirdiği
yanağına bastırdığında Prens, kıvranır dururdu, sıkıntıyla. Flcur, daha erkeksi zevkler uğruna onun tarafından
terkcdildiğinde, hiç üzgün görünmüyordu; sonra onunla yeniden, bir arabanın karanlığında ya da bir
kabarenin yarı-kızıllığında buluĢtuğunda, kendisini bir yeğen gibi öpen adamın dudaklarında, gizlemeye
çalıĢtığı çift anlamlı bir gülümseme beliriyordu.
Kraliçe Blenda'nın ölümünden Prensin taç giymesine kadar geçen kırk gün, onun yaĢamının belki en gerilimli
dönemiydi. Annesini hiç sevmemiĢti; kendisini bunaltan umutsuz ve çaresiz vicdan azabı, giderek yozlaĢıp
annesinin hayaletinden korkma biçiminde bedensel bir hastalığa dönüĢlü sonunda. Bütün bu süre içinde
kendisine dost görünen Kontes, onu, usta bir Amerikalı medyumun katılacağı masa seanslarına götürdü; bu
seanslarda Kraliçenin ruhu, ölümünden önce Thormodus Torfaeus ve A.R. Wallace ile çene çalmakta
kullandığı planĢeti^74) çalıĢtırarak, hızla Ģunları yazıyordu: 'Charles sev sev aĢkı çiçeği çiçeği.' Kontesin verdiği
rüĢvetle, içinin çürüklüğü dıĢına vurmuĢ, çürük armut gibi, yaĢlı bir psikiyatrist, Prensi Ģuna inandırdı: Prensin
günahları, bilinç allında, annesini öldürmüĢtü ve eĢcinsellikten vazgeçmemesi halinde, bu günahlar,
öldürmeye devam edecekti annesini 'Prensin içinde.' Saray entrikası, ağını germiĢ örümcek gibidir; her
umutsuz çırpınıĢınızda sizi daha kötü yakalar. Prensimiz gençti, deneyimsizdi, uyuyamamakıan dolayı
sersem gibiydi. Fazla di-
(74) PlanĢet, üçgen ya da yürek biçiminde bir levhadır; iki köĢesinden tekerleklere, üçüncü köĢesinden de
dikey bir kaleme dayanır; parmakla hafifçe dokunulduğunda bu aracın sözcükler yazdığına inanılırdı. - Çev.
93
renemedi. Kontes, onun kahyasını, koruma görevlisini, teĢrifatçısını ve birçok saray görevlisini satın almak için
bir servet harcadı. Anıtsal, yüksek Güney Batı Kulesi'nin en üst katındaki daire biçiminde, geniĢ, gösteriĢli
bölümde Prens kalıyordu; onun yatak odasına bir kapıyla bağlı olan küçük odada yatmaya baĢladı Kontes.
Prensin kaldığı yer, eskiden babasının sığınağı, yalnız baĢına dinlenmeye çekildiği yerdi; eskiden olduğu gibi,
burası, duvarda açılan hoĢ bir geçitle, aĢağı kattaki salonun yuvarlak yüzme havuzuna bağlıydı; öyle ki genç
Prens güne, babası gibi baĢlayabiliyordu: Ranzasının arkasındaki levhayı kaydırınca, açılan geçide
yuvarlanıvcriyor, oradan da dosdoğru berrak suyun içine düĢüyordu bir anda. Uykunun dıĢındaki
gereksinmelerini karĢılamak istediği zaman, Charles Xavier, Iran halısıyla kaplı bir yerin ortasında otururdu;
koskacaman, oval, gösteriĢli fırfırlarla çevrelenmiĢ, saten bir yastık, ama üç yatak büyüklüğünde. Bu geniĢ
yuvada uyuyordu artık Flcur, ortadaki çukurlukla kıvrılarak, dev bir panda kürkünün altında; bu kürkü, Prensin
taç giyme töreni için, Tibet'ten bir grup Asyalı, iyi dileklerini sunmak üzere, daha geçenlerde aceleyle
getirmiĢti. Kontes'in yerleĢtiği küçük oda, kendi iç merdivenine ve banyo odasına sahip olmakla birlikte,
kayarak açılan bir kapı aracılığıyla Batı Galcrisi'ne bağlanıyordu. Fleur'e annesi nasıl bir öğüt ya da buyruk
verdi, bilemiyorum; ama bizim küçük, pek kötü bir ayartıcı oldu. Sessizce, bir gerizckalı gibi, bıkmadan, kırık
bir aĢk viyolasını onarmaya çalıĢıyor ya da üzgün bir pozda oturarak, eski zamanlardan kalma iki flütü
birbiriyle karĢılaĢtırıyordu; ikisi de mutsuzluğun ezgisini üfleyen, gücü tükenmiĢ flütler. O sırada Charles Xa-
vicr, Türk giysisiyle, babasının geniĢ sandalyesinde sallanıyordu, bacaklarını sandalyenin bir koluna dayayarak;
Historia Zemblica'mn bir cildine dalmıĢ, oradan bazı bölümleri kopya ediyor, arada bir sandalyenin dibindeki
gizli köĢelerden bir çift eski sürücü gözlüğü, siyah bir opal yüzük, gümüĢlü çikolata kağıdından bir top, ya da
nerden geldiği belirsiz bir yıldız avlıyordu.
AkĢam güneĢi odayı ısıtıyordu. Nikahsız evlilik gibi görünen gülünç beraberliklerinin ikinci gününde Flcur,
düğmesiz ve kolsuz bir gömlekten baĢka Ģey giymemiĢti üzerine. Kızın dört çıplak uzantısıyla üç fareçukuru
(Zcmbialının vücut yapısı) Prensin sinirine dokunuyordu; taç giyme törenindeki konuĢmasını tasarlarken
odada gezindiği sıralar, kıza çarpıyordu (yüzüne hiç bakmıyordu) ya da onun donuna, havlu hırkasına
rastlıyordu. Bazan, rahatlatıcı eski sandalyeye
94
geri döndüğünde, kızı orada oturmuĢ buluyordu, tarih kitabındaki bir bogtur (eski zaman savaĢçısı) resmine
üzgün üzgün dalmıĢ durumda. Onu sandalyeden dıĢarı süpürüyordu, gözlerini elindeki yazılı kağıtlardan
ayırmadan; Fleur geriniyor, sonra pencerenin önündeki koltuğa, tozlu güneĢ ıĢığının altına oturmaya
gidiyordu; ama çok geçmeden gelip Charles'a sarılmaya çabalıyor, delikanlı onun siyah bukleli, çukur dolu
kafasını bir eliyle ilmek zorunda kalıyor, öbür eliyle ise yazmayı sürdürüyor ya da onun küçük, pembe tırnaklı
pençesini kolundan, kemerinden söküp uzaklaĢtınyordu, parmaklarını tek tek ayırarak.
Geceleyin Flcur'ün varlığı, öldürmüyordu uykusuzluğu; ama en azından, Kraliçe Blcnda'nın inatçı hayaletini
yaklaĢtırmıyordu. Prens, bitkinlikle uyuklama arasında bocalarken, boĢ iĢlerle oyalanıyordu; sözgelimi,
yataktan kalkıyor, Flcur'ün çıplak omuzuna vuran zayıf ay ıĢığını söndürmek amacıyla bir sürahiden azıcık
soğuk su döküyordu kızın üzerine. Kontes ise, ininde yüksek sesle horluyordu. Prens, uykusuzluğun bekleme
odasından, arada bir uyuyakaldığı bu yerden, bitiĢikteki karanlık, soğuk galeriye geçiyorduk ^ orada, kilitli
kapının ilerisinde, renkli mermer zeminli, sütunlu derinliklerde içoğlanları, sürüyle, uyuklayarak ya da
inleyerek, yığılmıĢlardı; Troth'tan, Tos-cana'dan, Albanoland'dan getirilmiĢlerdi.
Prens uyandığında, elinde tarakla Fleur'ün dikildiğini görürdü kendisinin - aslında dedesinin - boy aynasının
karĢısında; olağandıĢı görüntüler yaratan bu ayna, dipsiz parlaklığın oluĢturduğu bu triptik, yapımcısı Bokay'lı
Sudarg'ın elmasla çizilmiĢ imzasını taĢıyordu. Kız, bu aynanın karĢısında dönüp duruyordu: Gizemli bir
yansıma oyunuyla, sonsuz sayıda çıplak kız birikmiĢti aynanın derinliğinde; zarif, hüzünlü kızlardan meydana
gelmiĢ çelenkler, berraklığın içinde uzaklaĢtıkça küçülüyorlar, ya da bu çelenkler parçalanarak tek tek su-
pcrilerine ayrılıyorlardı, ki bazıları, kızın mırıltılarından anlaĢıldığına göre, kendisinin ninelerinin gençliklerini
andırıyor olmalıydı: dibi gözle görülecek kadar sığ sularda, saçlarını tarayan basit köy kızları; daha derinlerde
ise, masalların azgın denizkızları; daha derinlerde ise, hiçbir Ģcy.<76)
(75) DüĢ görüyordu. - Çev.
(76) Aynada görüntülerin giuikçe küçülmesiyle sulann gittikçe derinleĢmesi arasında paralellik kurulmuĢtur. -
Çcv.
95
Üçüncü gece, iç merdivenlerden, ayak sesleriyle silah Ģangırtılarının oluĢturduğu büyük bir gürültü duyuldu,
sonra birden içeriye Konsey BaĢkanıyla üç milletvekili, yeni muhafız alayının komutanı giriverdi. ĠĢin tuhafı, bir
kemancı torununun kraliçe yapılmak istenmesi, en çok, milletvekillerini çileden çıkarmıĢtı. Böylece Charles
Xavier'nin Fleur'le yaĢadığı günahsız aĢk serüveni sona erdi. Tatlı bir kızdı; nazik yaratılıĢlı köpek, yabancı
türden yaratıkların çirkin kokularına katlanamazsa da, bazı kediler kendisini iğrendirmeyebilir. Beyaz
bavullanyla çağı geçmiĢ kemanlarını alıp, iki hanımefendi, sarayın ek binasına yollandılar. Kurtarıcı, hoĢ bir
tıngırtının ardından, küçük odanın kapısı, sevinçli bir çatırtıyla kaydırılıp açıldı ve içeriye yuvarlandı bütün
putti1-77^ kalabalığı.
Charles, on üç yıl sonra, 1949'da Payn DüĢesi Disa ile evlenince çok daha sarsıcı bir serüven yaĢadı;
evlenmeleri, 275. dizeyle ve 433 -434. dizelerle ilgili notlarda anlatılmıĢtır; buraya, Shade'in Ģiirinin
yorumcusu, tam zamanında ulaĢacaktır, aceleye gerek yok. Birbirinin peĢinden serin yazlar geldi, geçti. Zavallı
Fleur, pek farkedilmese de, yakınlarda dolanıyordu. Disa onu, Kontesin ölümünden sonra arkadaĢ edindi. YaĢlı
kadın, 1950'de açılan Cam Hayvanlar Sergisi'nde, yangın çıkınca, koĢuĢturma sırasında ölmüĢtü. Serginin bir
bölümü yangınla yok olunca, iĢçi örgülü üyesi olmayan kundakçıların ya da en azından onlara benzetilen
kiĢilerin (Danimarkalı iki ĢaĢkın turistin) linç edilmesi için Gradus, itfaiyecilerin ortalığı temizleyip yer açmasına
yardım etmiĢti. Genç Kraliçemiz, solgun yüzlü nedimesine karĢı anlaĢılmaz bir yakınlık duyuyor olmalıydı. Kral,
kızı zaman zaman, bir pencerenin yanında, dıĢardan vuran ıĢıkla bir konser programını okurken görürdü;
bazan da onun, B Katı'nda madensi bir Ģeyle çaldığı ezgileri duyardı. Kralın bekarlık yıllarındaki güzel yatak
odası, 130. dizeyle ilgili notta yeniden anılmıĢtır; ama bu kez, cansıkıcı ve gereksiz Zembla Dcvrimi'nin ilk
yıllarında geçirdiği 'zevkli tutsaklık' hücresi olarak.
85. Dize: Ki Papa'yı görmüĢtür
X. Pius, Guiseppe Melchiorre Sarto, 1835 - 1914; Papalık yılları 1903 - 1914.
(77) «l>utto»'nun çoğulu (Ġtalyanca). «Putto» (oğlan çocuk). Romalıların aĢk tanrısı Kupidon'un, Rönesans
döneminde resim ve heykelde somuılandınlan biçimidir.
96
86.- 90. Dizeler: Maud hala
Maud Shade, 1869 - 1950, Samuel Shade'in kızkardeĢi. Öldüğünde, Hazel (1934 doğumlu) pek de 'bebek'
değildi 90. dizede belirtildiği gibi. Resimlerini çirkin, ama ilginç bulmuĢtum. Maud hala, evlenmemiĢ bir kıza
hiç benzemiyordu; kapıldığı kabalık ve taĢkınlık krizleri, New Wye'in nazik bayanlarını ürpertmiĢ olmalıdır.
90.- 93. Dizeler: Odası
Taslak Metinde, bu dizeler Ģöyleydi:
....................................................Odası
Sağlığındaki gibi duruyor, EĢyaları, bize göre, Kendisine özgü Ģeylerdi: mezar yaprak (Ay Böceğinin cansız,
buruĢmuĢ kozası)
Burada değinilen Ģey, benim sözlüğümde 'iri ve kuyruklu, açık yeĢil, bir pervane; tırtılları, ceviz ağacında
yaĢar.' diye tanımlanıyor. Shade tarafından bu bölümün değiĢtirilmesinin nedeni, sanıyorum, güvesinin adının,
sonraki dizede geçen 'Ay' ile çatıĢmasıdır.
97. Dize: EĢyalar
Bunların arasında bir albüm vardı ki sayfalarına Maud hala, belli bir dönemde (1937-1949), farkında olmadan
gülünç ve kaba olanlarını kestiği kupürleri yapıĢtırmıĢtı. Bu dizinin birinci ve sonuncu kupürlerini görmeme
Shade bir gün izin verdi. Sözkonusu kupürler arasında, her nasılsa, çok güzel bir uyum var, diye
düĢünmüĢtüm o zaman. Ġkisi de aynı aile dergisinden, Life'tan üremiĢti; bu dergi, haklı olarak, aile dergisi diye
ünlenmiĢti ki bu da, erkek cinselliğinin gizleri konusunda pek çekingen davranmasından kaynaklanıyordu;
böylece, bu ailelerin ne denli uyarılmaya yatkın ve ne derecede Ģehvete düĢkün oldukları anlaĢılabilmektedir.
Kupürlerin ilki, derginin 10 Mayıs 1937 günlü sayısının 67. sayfasından kesilmiĢ bir reklâm; Pantolon Kancaları
(oldukça kavrayıcı, acıtıcı bir ad bu; söz aramızda). Resimde, bedeninden erkeklik fıĢkıran genç bir beyefendi,
baygın bayanların arasında durmaktadır, altta Ģöyle bir yazı: Pantolonunuzun önünün böylesine etkileyici
oluĢu sizi ĢaĢırtacak. Derginin 28 Mart 1949 günlü sayısının 126. sayfasından kesilen ikinci resimde, Hancs
Ġncir Yaprağı Külotlan'nın reklâmı yapılıyordu; çağdaĢ Havva, yeni dikilmiĢ bilgi ağacının arkasından genç
Adem'i dikizliyordu hayranlıkla; ona yan gözle bakan Adem ise, sıradan ama temiz iççamaĢırları giymiĢti;
reklâm edilen külotunun önü, göze çarpacak biçimde karartılmıĢtı;
97
Hiçbir Ģey, incir yaprağını delemez diye bir reklâm sözü vardı resimde.
Sahte Cupid'lerden^78) oluĢmuĢ yıkıcı bir çete var, kesinlikle var ve bu tombul, tüysüz cinleri ġeytan
görevlendirdi, kutsal yerlerde iğrenç Ģeyler yapsınlar diye.
92. Dize: Kağıttutan
O eski korkuların yarattığı hayal, ĢaĢılacak biçimde, Ģairimize görünmüĢtür. Onun bir Ģirini kesip saklıyorum;
antikacı dükkânında ayrıca, turistlerin hayran kaldığı bir manzara var:
DAĞ GÖRÜNTÜSÜ
Dağla gözün arasına Uzaklığın ruhu, çekiyor Mavi özlem tülünden perdeyi, Gökyüzünün gerçek kumaĢını
Meltem ulaĢıyor çamlara; bense Katılıyorum genel övgüye.
Ama hepimiz biliyoruz, böyle süremez, Dağ güçsüzdür, bekleyemez— Yeniden biçimlendirilip cam kaba
konsa bile Benim içimde; kağıttutanın iç'indeymiĢcesine.
98. Dize Seyyar Satıcının Güvercininde
Keats'in Amerika'da sık sık anılan ünlü sonnet'sinin baĢlığına gönderme yapılmıĢ; ama dizgici dalgınlıkla bu
sözcükleri baĢka bir metinden, bir spor karĢılaĢmasıyla ilgili tümceye aktardığı için gülünç bir ifade ortaya
çıkmıĢ.BaĢka önemli dizgi yanlıĢlannı 802. dizeye iliĢkin notta göstereceğim.
101. Dize : Özgür insan Tann'ya gereksinmez
Ġnsan yaratıcılığının tarihinde, sayısız düĢünür ve Ģairin akıllarının
(78) Cupid, eski Roma'da cinsel aĢk tanrısı; yay ve ok taĢıyan bir .erkek çocuğu biçiminde düĢünülürdü. —
rÇev.
98
özgürleĢmesinde dinin, engelleyici olmaktan çok geliĢtirici olduğu gözden kaçırılmazsa, bu sıradan özdeyiĢin
doğruluğunun sorgulanması gerekir. (Ayrıca 549. dize için yazdığım nota bakınız.)
109. Dize : Irissel bulut
GökkuĢağı renklerine bürünmüĢ bulutçuk; Zembla dilinde mu-derperlwelk; 'irissel bulut' terimi, sanıyorum,
Shade'in kendi uydurması. Temize çekilmiĢ metinde (9. kart, 4 Temmuz) bu terimin yukarısına, Ģair tarafından
kurĢun kalemle 'Tavus-kılı' yazılmıĢ. Tavus-kılı, bir tür yapma sinek olup 'kızılağaç' diye de anılır. Bu motor
üssünün sahibi olan bir balık avı hastasının bana yaptığı açıklama böyle. (Ayrıca 634. dizedeki 'tuhaf sedefli
ıĢınlar' ifadesine bakınız.)
119. Dize: Dr. Sutlon
Bir adın baĢındaki 'Sut' ile bir baĢka adın sonundaki 'ton' heceleri alınıp birleĢtirilerek 'Sutton'
oluĢturulmuĢtur. Emekliye ayrılan iki ünlü doktor, bizim bulunduğumuz tepede oturuyorlardı, ikisi de
Shade'in eski dostuydular; birinin kızı, Sybil'in kulübünde baĢkandı. Benim, 181. ve 1000. dizelere iliĢkin
notlarımda canlandırdığım, Dr. Sutton'dur. Aynı ad, 986. dizede de geçmektedir.
720.—121. Dizeler : BeĢ dakika, kırk onsa eĢitti, vs.
Sayfanın sol kenarında, bu satıra paralel olarak: 'Orta Çağ'da, bir saat, 480 ons ince kuma ya da 22560 atoma
eĢitti.'
Bu tümceyi ya da beĢ dakika, yani üçyüz saniye konusunda Ģairin hesaplamasını inceleyip doğruluğunu
saptayabilecek durumda değilim; çünkü 480'nin 300'e bölünme iĢlemini filan, kavrayamam, belki
yorulduğumla kalırım. John Shade'in bunları yazdığı gün (4 Temmuz), SilahĢor Gradus, Zembla'dan ayrılmaya
hazırlanıyordu; dünyanın öbür yanına geçerek, her Ģeyi yüzüne gözüne bulaĢtıracaktı. (181. dizeyle ilgili nota
bakınız.)
130. Dize : Tek bir topa bile tekme atmadım, raket sallamadım.
Doğrusu, ben de futbolda ve krikette baĢarılı olamadım; ama iyi bir biniciyim, kurallara uymasam da hızlı bir
kayakçı, yetenekli bir pa-linajcıyıin, ayrıca becerikli bir güreĢçi, korku bilmez bir dağcıyım.
Taslakla, 130. dizenin ardından, dört dize geliyor ama Shade bun-" lan, Ģiirin son biçimine almadı, Ģiirsel akıĢ
kesilmesin diye (131. dizeyle devamı).
99
Bu yanlıĢ baĢlangıç, Ģöyleydi:
Oynarken çocuklar Ģatoda, bulurlar
Oyuncaklarla dolu eski dolapta
Hayvanların, maskelerin arkasında, kayan bir kapı
[dört sözcük karalanmıĢ, okunamıyor.] gizli bir geçit—
iliĢki, belirsiz kalmıĢtır. Sanırım, Ģairimiz,yeniyetmeliğindeki baygınlık anlarında gizemli bazı gerçeklere,
tökezleyerek yaklaĢmıĢ olduğunu belirtmek istemiĢtir. Bu dizeleri Ģiirden attığına nasıl üzülüyorum,
anlatamam. Üzüntüm, bu dizelerin benzersiz güzelliğinden değil yalnızca, aynı zamanda Shade'in benden
edindiği bir Ģeye dayanarak canlandırdığı görüntünün de böylece yitip gitmiĢ olmasındandır. Zembla'nın son
kralı Charles Xavier'nin serüvenlerini ve arkadaĢımın bu öykülere ne büyük bir ilgi gösterdiğini, notlarımda
daha önce anlatmıĢtım. Bu olayın değiĢik bir biçiminin yazılı olduğu dizin kartı, 4 Temmuz tarihlidir ve
Shade'le birlikte günbatımında New Wye'in ve Dulwich'in mis kokulu sokaklarında gezindiğimiz zamanlar
benim anlattıklarımın eksiksiz bir yansımasıdır. 'Biraz daha anlat bana' derdi arkadaĢım, boĢ piposunu kayın
ağacına vurarak; gökyüzünde renkli bulut sallanıp dururken, uzaktaki tepenin üzerinde ıĢıklan yanmıĢ evde
Bayan Shade rahatça oturup video filmi seyrederken ben, arkadaĢımın isteğine sevinçle boyun eğerdim.
Ayaklanmanın ilk aylarında Kral'ın kendisini nasıl bir tuhaf duruma düĢmüĢ hissettiğini, anlaĢılır bir ifadeyle
Shade'e anlatmıĢtım. Kendisini bir satranç oyununda tek bir siyah taĢ olarak duyumsamak, kralın hoĢuna
gidiyordu; öyle ki, satranç problemleri kuran bir kimse onu, yalnız kral tipi çözümde kullanılmak üzere köĢede
bekleyen kral diye adlandırabilirdi. Kralcılar ya da en azından Ilımlı Demokratlar devletin modern bir tiranlığa
dönüĢmesini önleyebilirlerdi; ama bunun için, güçlü bir polis devletinin ancak birkaç deniz mili öteden
Zembla Devrimine pompaladığı kirli altınla ve robot sürüsüyle baĢa çıkabilmeleri gerekliydi. Durumun
umutsuzluğuna karĢın Kral, tahtını bırakmayı reddediyordu. Kibirli ve somurtkan, bir tutsak olarak, taĢtan
sarayına hapsedilmiĢti; Sarayın köĢesindeki küçük kuleden dürbünle bakıldığında, masalsı bir spor derneğinin
yüzme havuzuna a» lyan kıvrak delikanlılar görülebiliyordu ve cennet kadar uzakta, toprak bir alanda Bask
antrenörle tenis oynayan, eski moda fanila giysili ingiliz elçisi. Nasıl da apaçık görünüyordu dağlar;
gökkubbenin batısına nasıl bir özenle çizilmiĢlerdi!
100 JL
Her gün, sisle kaplı kentin içinde bir yerlerde, Ģiddet, tutuklama ve idamlar patlak veriyordu; ama kentin
büyük kısmı her zamanki gibi dingin bir yaĢam sürdürmekteydi; kahvehaneler dolup taĢıyor, Krallık
Tiyatro'sunda görkemli oyunlar sahneleniyordu. Mutsuzluğun yoğunlaĢtığı tek yer, saraydı. TaĢ suratlı, dar
omuzlu komizarlai içeride ve dıĢarıda, görevli askerlere sıkı disiplin uyguluyorlardı. Yobazca bir ahlak, Ģarap
mahzenlerinin kapısını kilitlemiĢ, güney binadaki kadın hizmetçileri uzaklaĢlırmıĢtı kuĢkusuz, kraliçenin
nedimeleri de gitmiĢti, uzun zaman önce; yani Kral, Fransız Riviyerasındaki villaya Kraliçeyi sürgün gönderdiği
zaman. Tanrıya Ģükür, o korkunç günleri bu pis sarayda geçirdi hanımefendi!
Her odanın kapısında nöbetçi duruyordu. Ziyafet salonunda üç bekçi vardı; dört tanesi de kitaplığın içinde
aylak aylak geziniyordu, karanlık raflar ihanetin gölgelerini barındırırken. Sarayda bırakılan birkaç uĢağın
yatak odaları da, kendi silahlı asalaklarını barındırıyordu; bunlar, yaĢlı uĢaklarla gizlice rom içiyorlar ya da
oğlanlarla pis iĢler yapıyorlardı. GelmiĢ geçmiĢ tüm kralların eĢyalarının sergilendiği görkemli salona
girdiğinizde, artık içi boĢalmıĢ o yiğitlerin çelik zırhlarına parmak atan terbiyesizleri görürdünüz açıkça. Ve
nasıl bir kösele ve keçi kokusu sarmıĢtı, bir zamanlar karanfil ve leylak kokularının doldurduğu o havadar
odaları!
Bu korkunç konuklar topluluğu, baĢlıca iki kümeden oluĢuyordu: cahil, yaban görünüĢlü ama aslında pek
zararsız, pıule'lu acemi erler, bir de devrimin ilk ateĢinin tutuĢtuğu o ünlü Cam Fabrik,ası'ndan gelen nazik ve
az konuĢkan AĢırılar. O kiĢi, artık açıklayabilir (Paris'te güvenlik içinde olduğuna göre): bu toplulukta en
azından bir yiğit kralcı vardı ve öyle ustalıkla kimlik değiĢtirmiĢti ki, hiçbir Ģeyden kuĢkulanmayan
arkadaĢlarını sıradan taklitçiler durumuna düĢürmüĢtü. Gerçekten de, Odon, Zembla'nın en ünlü
aktörlerinden biri olup çıkmıĢtı o zamanlar; Krallık Tiyatrosunda, oyunda rol almadığı gecelerde çok alkıĢ
topluyordu. Odon'un aracılığıyla Kral, kendisine bağlı birçok kimselerle, genç soylularla, sanatçılarla,
üniversite sporcularıyla, kumarbazlarla, Kara Gül ġövalyeleriyle, eskrim kulüplerinin üyeleriyle, ve moda
dünyasının, serüvenciliğin ünlü isimleriyle iliĢki kurmaktaydı. Bir lakım söylentiler patlak vermiĢti. Tutuklunun
yakında özel bir mahkemede yargılanacağı öne sürülüyor, ama baĢkaları onun göze çarpacak biçimde bir
hapishaneye götürülürken öldürüleceğini söylüyordu. Her gün, kralın kurtarılması konusunda tasarılar ku-
101
ruluyorduysa da bunlar, pratik olmaktan çok estetik kurgulardı. Zemb-la'nın batısındaki Blawick (Mavi Koy)'un
kıyısında, bir mağarada güçlü bir deniz motoru hazır tutuluyordu; koyun arkasındaki sıradağlar, kenti
denizden ayırmaktaydı; saydam denizin taĢ duvar ve motor üzerine yapacağı yansımalar, güçlük yaratabilirdi
ama Kralı kaçırmayı tasarlayanlar, onun Ģatodan nasıl çıkacağını, çevredeki askerlerden nasıl sıyrılacağım
bilemiyorlardı.
Güney Batı Kulesi'nde, rahatlık içinde geçirmekte olduğu tutukluluğunun üçüncü ayında, bir Ağustos günü
Kral, züppe iĢi el ay-nasıyla, yüksekteki penceresinin kanadından dıĢarıya, güneĢ ıĢınlarını yansıtarak gizli
iĢaretler vermekle suçlandı. Görüntünün geniĢliği, ihanete yardımcı olmakla kalmıyor, ayrıca yukarıdan bakan
Kral'ın kendisini, aĢağı katlardaki gardiyanlardan daha üstün sanmasına neden oluyordu; suçlamalar böyleydi.
Bu gerekçeyle bir akĢam, Kralın gemici ranzası, sarayın aynı yanında ama birinci katla bulunan kasvetli bir
sandık odasına taĢındı. Bu oda, yıllar önce dedesi Üçüncü Thur-gus'un giyinme odasıydı. Thurgus'un 1900'de
ölmesinin ardından görkemli yatak odası, küçük bir kiliseye dönüĢtürüldü; bitiĢiğindeki oda ise, çok yüzlü boy
aynasından ve yeĢil ipekli kanepesinden yoksun bırakılarak, yoz bir Ģey durumuna düĢürüldü, yarım yüzyıldır
bu durumda, eski eĢyaların atıldığı bir oda; bir köĢede kilitli bir bavul, öbür köĢede hurda bir dikiĢ makinası...
Oda kapısının açıldığı mermer döĢeli koridor, odanın kuzey yanından ilerleyerek batısına doğru keskin bir
dönüĢ yapıp Saray'ın güneybatısında bir antre oluĢturuyordu. Tek penceresi vardı, o da sarayın güney
bölümündeki iç avluya bakıyordu. Bu pencere, bir zamanlar, üzerinde bir ateĢkuĢu ve avcı resmi bulunan
renkli camıyla, benzersiz bir düĢ dünyasıydı; ama son zamanlarda bir futbol darbesi hu görkemli orman
görüntüsünü yok etti, yerine adi cam takıp dıĢarıdan demir parmaklıkla çevirdiler. Batıdaki duvarda, beyaz
boyalı dolabın yukarısında, siyah kadife zeminli çerçevenin içinde büyük bir fotoğraf asılıydı. Kuleden iĢaret
vermekle suçlanan, kısa ömürlü, güçsüz ama binlerce kez vuran güneĢ ıĢığı, bu resmi par-laklaĢtırmıĢtı;
sözkonusu resim, Ģimdi adı anılmayan bayan sanatçı iris Acht'ın romantik profilini gösteriyordu, geniĢ ve
çıplak omuzlanyla. Söylentilere göre bu bayan, apansız öldüğü 1888 yılına dek, uzun bir zaman Thurgus'un
metresi olmuĢtu. KarĢıda, doğu yönündeki duvarda uçarı görünüĢlü bir kapı vardı; odanın koridora açılan
öbür kapısı gibi turkuvaz renkli olan ama Ģimdi sımsıkı kapatılmıĢ bulunan kapı, es-
102
kiden, ihtiyar zamparanın yatak odasına açılıyordu; kristal topuzunu artık yitirdi; iki yanına konan, bir
yerlerden sürgün gelmiĢ oyma resimler, odanın çürüme döneminden kalmadır. Bu resimler buraya
seyredilmek amacıyla konmamıĢtı; koridorların ve oturma odasının süslenme gereksinimini karĢılamak üzere
konan sıradan resimlerdi yalnızca; bir tanesi, Tenier'lerin^79^ yöntemiyle yapılan zavallı, acin-dırıcı bir Fete
Flamande^ ' resmiydi; öbürüyse, bir zamanlar çocuk odasında asılı dururdu ki buranın uykulu sakinleri,
resimdeki köpüklü dalgalara bakarlardı, hüzünlü koyunların bulanık biçimlerine bakmak yerine; Ģimdiyse bu
koyunlar açıkça görünüyorlardı.
Kral içini çekti, soyunmaya baĢladı. Portatif karyolasıyla küçük bir masa, kuzey doğudaki köĢeye, pencerenin
karĢısına konmuĢtu. Do-ğuc*a turkuvaz kapı, kuzeyde koridorun kapısı, batıda dolabın kapısı, güneyde
pencere vardı. Siyah spor cckctiyle beyaz pantolonu, eski uĢağının uĢağı tarafından alınıp götürülmüĢtü. Kral,
pijamasını giyip yatağın kıyısına oturdu. Adam bir çift deri terlikle geri geldi, onları efendisinin halsiz
ayaklarına geçirdi, eskimiĢ iskarpinleri alıp çıktı. Kralın çevrede gezinen bakıĢları, yarı açık duran pencere
kanadına takıldı. Buradan, donuk bir ıĢığın vurduğu avlunun bir bölümü görünüyordu; çitle çevrili kavağın
altındaki taĢ sırada iki asker kâğıt oynamaktaydı. Yaz gecesi yıldızsız, kıpırtısızdı; sessiz ĢimĢeklerin uzaklarda
apansız parlamalarını saymazsak. TaĢ sıranın üzerindeki fenere bir pervane, yarasa gibi körcesinc, çarpıp
duruyordu; sonunda askerin biri, Ģapkasıyla vurup onu yere indirdi. Kral esnedi; ıĢığın altında kâğıt
oynayanlar, onun gözyaĢlarının prizmasında titreĢtiler, dağılıp yok oldular. Kralın sıkkın bakıĢları, bir duvardan
öbürüne yol alıyordu. Koridorun kapısı az açıktı; nöbetçinin yaklaĢıp uzaklaĢan ayak sesleri iĢiülcbiliyordu.
Dolabın yukarısında iris Acrit, omuzlarını düz-lcĢtirdi, uzaklara baktı. Bir cırcır böceği cırladı. Yatağın yanındaki
lamba, dolabın kilidinde duran yaldızlı anahtarın üzerine ıĢığını gönderecek kadar güçlüydü, iĢte anahtarın bu
parıltısıdır ki tutuklunun beyninde görkemli bir yangın tutuĢturdu.
ġimdi, 1958 Ağustosunun ortalarından otuz yıl geriye, bir Mayıs ikindisine dönüyoruz; o zamanlar Kral,
güneĢle esmerleĢmiĢ elinin iĢa-
(79) Tenier'ler, Raman ressamları olan YaĢlı David (1582-1649) ile Genç David (1610-1690)'dir. —Çev.
(80) Flaman Festivali. —Çev.
103
ret parmağında gümüĢ yüzük taĢıyan güçlü, esmer bir oğlandı, on üç yaĢında. Annesi Kraliçe Blenda,
Viyana'ya ve Roma'ya gitmek üzere ülkeden yeni ayrılmıĢtı. O yıllarda Kralın bir çok değerli, yakın oyun
arkadaĢı vardı ama hiçbiri Rahl Dükü Oleg'le boy ölçüĢemezdi. Festivallerde— ki bizim ülkemizin Kuzeye özgü
uzun bahar mevsiminde epeyce Ģenlik günü vardı— yüksek tabakadan ailelerin geliĢmiĢ oğlanları, kolsuz
kazak, siyah tokalı ayakkabılarla kısa çorap, ve çok dar, çok kısa, bizim holinguens dediğimiz bir pantolon
giyerlerdi. Okuyucularım için, böyle giyinmiĢ oğlanların resimlerini çizebilmeyi çok isterdim (makasla
silâhlanmıĢ çocuklar için kartonlara çizilen bebek resimleri gibi.) Böylece, beynimi tüketen bu karanlık
akĢamlan biraz aydınlatmıĢ olurdum. Oğlanların ikisi de yakıĢıklıydı; uzun bacaklarıyla Varang'larur ' katıksız
örnekleriydiler. Oleg, on iki yaĢındaydı ve Dükler Okulu'nun en çarpıcı öğrencisiydi. Hamamın ortasında
soyunup parıltılar saçtığında, kızlarınkini andıran zarifliğiyle sert erkekliği arasındaki keskin çeliĢki, göze
çarpardı. Kurallara düĢkün bir satirdi o. iĢte, böyle özel bir günde, akĢama doğru, güçlü bir sağnak, sarayın
bahçesinde ilkyaz yapraklarını cilalıyordu; ah, Ġran leylakları karmakarıĢık, nasıl devriliyorlar, çarpıĢıyorlardı
yeĢil bir çağlayanı andıran ametist lekeli pencere camlarının ötesinde! Çaresiz, dıĢarı çıkılmayıp içeride oyun
oynanacaktı. Oleg gecikiyordu. Acaba gelecek miydi?
Prens, değerli bir oyuncak takımını arayıp bulmaya karar verdi; daha yeni öldürülmüĢ bir kralın armağanı olan
bu oyuncak, son Pas-kalya'da Oleg'le kendisini pek eğlendirmiĢ ama sonra, bağlı oldukları zevk balonundan
kopunca müze varlıklarının unutulmuĢluğuna gömülen tüm özel, iĢçilik emeği oyuncaklar gibi, bir yana
atılmıĢtı. Prens, özellikle, güzel bir oyuncak sirki bulmak istiyordu; onu büyük bir kutuya koymuĢtu. Çok
özlüyordu onu; gözleri, beyni, ve beyninde baĢparmağının ucuyla ilgili bir yer, parlak pullu kalçaları olan o
kahverengi akrobat oğlanları dünmüĢ gibi anımsıyordu, ayrıca kırmalı yaka takmıĢ zarif, hüzünlü palyaçoyu.
Hele tahtadan yapılıp boyanmıĢ üç yavru fil vardı ki oynak eklemleriyle bir önayakları üzerinde dur-
durulabiliyorlar ya da kırmızı çemberli küçük bir fıçının tepesine dimdik konabiliyorlardı. Olcg'in ziyaretinden
bu yana iki hafta geçmemiĢti; o ziyaret gecesi ilk kez iki oğlanın aynı yatağı paylaĢmasına
(81) Varanglar, 9. yüzyılda Rusya'ya giren Ġskandinavyalı bir halktır. —Çev. 104
izin verilmiĢti. O gece yaptıkları kötü iĢi anımsayınca Prensin parmaklarında canlanan karıncalanma, ve aynı
Ģeyi yineleyecekleri ikinci bir geceyi beklerken içini saran kızıĢma, Ģimdi bir utanma duygusuyla birleĢiyordu;
bu utanma, çok önceleri çok daha masum oyunlarda sığınak olmuĢtu ona.
Mandevil Ormanındaki piknikte ayağı burkulduğu için yalaktan çıkamayan Ġngilizce öğretmeni, bu sirkin
nerede olduğunu bilmiyordu; Batı Koridorunun sonundaki sandık odasına gidip aramasını salık verdi Prense,
o da bu odaya gitti. ġu tozlu siyah bavul? Prensin umudunu boĢa çıkardı. Geveze bir oluğun yakında oluĢu
nedeniyle, yağmur burada daha iyi iĢitilebiliyordu. Peki, ya dolap? Yaldızlı anahtarı isteksizce döndü. Rafların
üçü de, altlarındaki boĢluk da çeĢitli Ģeylerle tıkabasa doluydu: birçok günbatımının tortusuyla yüklü bir palet;
bir fincan dolusu fiĢ; fildiĢinden bir sırtkaĢıyıcısı; dayısı Conmal tarafından yapılmıĢ Atinalı Timon çevirisinin
otuz ikinci basımının bir örneği; oyuncak denizkovası; bu kovanın içindeki çakıllara ve istiridye kabuklarına
Prensin çocukluk döneminde raslantıyla katılmıĢ, aslında ölen babasının takılarından olan, altmıĢ beĢ kıratlık
mavi bir elmas; tebeĢirden bir parmak; artık unutulmuĢ bir oyunun oynandığı, kareleri ayrılmıĢ dörtköĢe bir
tahta. Nasıl olmuĢsa, rafın arkasına kara bir kadife parçası sıkıĢmıĢtı; Prens önemsemeden, dikkati baĢka
yerde, bu parçayı çıkarmaya uğraĢırken raf oynadı, bir ucunun hemen altında bir anahtar deliği göründü;
anahtar buraya da uyuyordu. Sabırsızlıkla öbür iki rafı da boĢalttı (eski giysilerle ayakkabılar), öncekine yaptığı
gibi onları yerlerinden çıkardı; dolabın arkasındaki anahtar deliğine anahtarı sokup çevirince kapı yana doğru
kayıp açıldı. Filleri unutan Prens, gizli'geçidin eĢiğinde dikiliyordu. Geçit, koyu bir karanlık içindeydi ama bir
gırtlağın derinliklerinden gelen sesleri andıran, mağaralardaki yankılara da benzeyen birtakım sesler, çok
önemli olayları haber verir gibiydi. Ġki tane elfeneriyle bir tane adımölçer getirmek üzere hemen odasına
döndü. Döndüğü sırada Oleg'in geldiğini gördü, elinde bir laleyle. Ama o yumuĢak, sarı bukleleri kesilmiĢti;
Prens, içinden Ģöyle diyordu: eskisi gibi davranmayacağını biliyordum. Buna karĢılık Oleg, allın kaĢlarını
birleĢtirip ĢaĢırtıcı buluĢu iĢitmek için ilgiyle baĢını yaklaĢtırdığında genç Prens, onun kırmızı kulağının tüylü
sıcaklığından ve araĢtırma önerisini onaylamak için baĢını istekle sallayıĢından anladı ki hiç değiĢmemiĢti
sevgili yatak arkadaĢı.
105
Mösyö Beauchamp, Mr Campbell'in yalağının yanına satranç oynamak üzere oturup yumulu avuçlarını,
seçmesi için adama uzatır uzatmaz Prens de Oleg'i alıp sihirli dolaba götürdü. YeĢil halı kaplı, sakınımlı, sessiz
basamaklardan parke taĢlı bir yeraltı geçidine iniliyordu. Aslında hep 'yer altında' değildi; örneğin, sandık
odasının önünden geçen güneybatı koridorunun altında bir tünel biçiminde ilerledikten sonra bir dizi terasın
allından, krallık parkının huĢ ağaçlı caddesinin altından geçiyor, daha ileride de birbirini kesen üç yolun, yani
Akademi Bulvarıyla Coriolanus ve Tinıon Sokaklarının altından gidiyor, ama yine de hedefine ulaĢamıyordu.
Öte yandan, geçeceği binaların durumuna göre kendini ayarlayan bu geçil, bazan bir köĢeden sapıyor, bazan
kemer biçimini alıyordu; karĢısına çıkan bir sete yanını vererek, cep defterindeki özel yerine konan bir kalem
gibi, onunla çakıĢıyor, ya da bir konağın, izinsiz girenleri haber veren karanlık koridorlarla dolu
mahzenlerinden geçiyordu. Büyük olasıklıkla, zaman içinde, bu terkedilmeĢ geçitle dıĢ dünya arasında gizemli
bağlantılar kurulmuĢtu: Ya rastlanu sonucu yukarıdaki binaların yıkılması ya da zamanın körcesine parmak
sokmasıyla yer yer oluĢan yarıklar ve bir delinin girebileceği dar, derin koridorlar, içlerindeki pis, tatlı su
birikintileri dolayısıyla bir kale hendeğinin altında bulunulduğunu ya da karanlıkta duyulan toprak ve çimen
kokularıyla, yukarıda, çok yakında eğimli bir bayırın var olduğunu gösteriyorlardı; çeĢitli çöl bitkilerini
toplamasıyla ünlü seraların bulunduğu görkemli dük villasının bodrumunda geçit emekleyerek ilerlerken,
hafif kumlardan oluĢmuĢ yer, yürüyenlerin ayak seslerini değiĢikliğe uğratıyordu. Oleg önde yürümekteydi:
çivit mavisi kumaĢın sımsıkı sardığı biçimli kalçaları kıpır kıpırdı; dikleĢmiĢ parlaklığı, elindeki fenerden daha
çok; aydınlatıyordu sanki alçak tavanı ve sıkıĢık duvarları, ıĢık sıçramalarıyla. Arkasından gelen Prensin feneri,
yere oynak ıĢıklar salarken Oleg'in çıplak uyluklarının gerisini ince unla kaplıyordu. Hava soğuk, küf
kokuluydu. Fantastik tünel gidiyor, gidiyordu. Sonra hafifçe yukarıya yöneldi. Pedometre 1.888 yardayı
gösterirken yolcular tünelin sonuna ulaĢtılar. Sandık odasındaki dolabın sihirli anahtarı, Ģimdi karĢılarına çıkan
yeĢil kapının anahtar deliğine, onları sevindiren bir kolaylıkla kayıp giriverdi; böyle rahat giriĢiyle onlara
vadettiği Ģeyi baĢarmak ü:.crcydi ki kapının arkasından gelen, tanımadıkları seslerin oluĢturduğu patlama,
kaĢiflerimizi durduruverdi. Ġki korkunç ses; biri kadının, öbürü de erkeğin olmak üzere, bazan tutkulu
haykırma bi-
106
çiminde yükseliyor, bazan fısıltı düzeyine iniyor ve Batı Zcmbla'da konuĢulan Gutnish dilinde birbirlerini
aĢağılıyorlardı. Ġğrenç bir tehdit, kadının korkuyla çığlık almasına neden oldu. Birden sesler kesildi. Ama
hemen ardından, adamın gevĢek bir biçimde mırıldandığı kısa onaylama tümceleri ('Çok güzel, sevgilim' ya
da 'Daha iyisi yapılamazdı') iĢitildiyse de bunlar, daha önce olanlardan daha tüyler ürperticiydi.
Prensle arkadaĢı, birbirlerini unularak, saçma bir paniğe kapıldılar ve adımölçerin delice vuruĢları eĢliğinde
gerisingeri koĢarak baĢladıkları yere döndüler. 'Of!1 dedi. Oleg, son raf da yerine konur konmaz.
Merdivenlerden salma salına çıkarlarken genç Prens ona 'Arkadan tebeĢire bulanmıĢsın,' diyordu. Odaya
girdiklerinde, Bcauchamp'la Campbcll'i, oyunda berabere kalmıĢ halde buldular. Yemek saati yaklaĢıyordu.
Oğlanlara, ellerini yıkamaları söylendi. Önceki serüvenin heyecanı yokolup yerini bambaĢka bir Ģeyin heyecanı
almıĢtı. Yukarı çıkıp bir odaya kapandılar.
Ġçten görünüĢünü ve lekelerle kaplı dıĢtan görünüĢünü anlatmak zaman almıĢsa da, bu anı, aslında Kralın
belleğinden bir an içinde geldi geçti. GeçmiĢin bazı yaratıkları ki, bu da onlardan biriydi, yaĢadıkları doğal
ortam korkunç bir yıkıma uğramıĢ olsa bile, otuz yıl boyunca uykuya yatmıĢ olarak vardılar. Gizli geçidi
buldukları günlerde az kalsın zatürreeden ölüyordu. Hastalığı sırasında kapıldığı sanrılarda, bir kez, sonsuz bir
tünelde ilerleyen parlak bir disk görüp onu izlemeye kalkmıĢ, sonra da önündeki sarıĢın ateĢin eriyen
kalçalarını yakalamaya çalıĢmıĢtı. Sağlığına kavuĢsun diye onu bir kaç mevsimliğine güney Avrupaya
göndermiĢlerdi. Oleg'in on beĢ yaĢında, bir kızak kazasında ölmesi, ikisinin yaĢadığı serüvenin gerçekliğini
yok • etmeye yaradı. O gizli geçidin yeniden gerçek bir varlık haline gelmesi ise, ulusal bir devrimin
gerçekleĢmesini beklemiĢti.
Nöbetçinin gıcırtılı ayak seslerinin uzaklaĢtığından kuĢkusu kalmayınca Kral, dolabı açtı. ġimdi boĢtu içi;
yalnızca bir köĢeye atılmıĢ Tlmon Afinsken cildi vardı, bir de dip bölmeye tıkıĢtırılmıĢ eski spor giysileriyle
jimnastik ayakkabıları... Nöbetçinin ayak sesleri yaklaĢıyordu. Kral, araĢtırmasını sürdürmeyi göze alamayıp
dolabın kapısını yeniden kilitledi.
Tam bir güvenlik içinde olacağı birkaç dakika gerekliydi ona; ancak o zaman, en az gürültüyle birtakım küçük
iĢleri baĢarabilecekti: dolaba girmek, içeriden kilitlemek, rafları sökmek, gizli kapıyı açmak,
107
W
rafları yerlerine koymak, karanlığın açılmıĢ ağzına girmek, gizli kapıyı kapayıp kilitlemek. Hepsi doksan saniye.
Koridora çıktı; oldukça yakıĢıklı ama inanılmaz ölçüde aptal olan nöbetçi hemen ona doğru ilerledi.
'Kurtulamadığım bir istek var içimde,' dedi Kral. 'Yatmadan önce piyano çalmak istiyorum, Hal.' Hal (adı bu
ise), onu müzik odasına götürdü; burada, Kralın bildiği gibi, üstü örtülü harpın yanında Odon beklerdi hep.
Tilki suratlı, iriyarı bir Ġrlandalıydı, pembe kafasına Russki fabrika iĢçilerinin giydiklerine benzer kibar bir kasket
yerleĢtirmiĢti. Kral oturdu; nöbetçi uzaklaĢır uzaklaĢmaz da, durumu kısaca açıkladı, bir eliyle tuĢları
tıngırdatırken. 'Böyle bir geçitten söz edildiğini hiç duymadım,' diye mırıldandı Odon, yenildiği satranç
oyununda üstün gelmesi için nasıl oynaması gerektiği kendisine gösterilen biri gibi canı sıkkın. Majesteleri
kesinlikle yanılmıyordu, değil mi? Majesteleri yanılmıyordu. Bu geçidin, sarayın dıĢına açıldığını mı tahmin
ediyordu? Kesinlikle sarayın dıĢına açılıyordu.
Ama Odon, biraz sonra gitmek zorundaydı, çünkü o gece Balık adam'da rolü vardı; eski, güzel bir melodramdı
bu, dediğine göre, en az otuz yıldır oynanmamiĢtı. 'Benim melodramım bana yeter,' diye yanıtladı Kral. 'Yazık,'
dedi Odon; alnı kırıĢtı, ağır ağır deri paltosunu giyiyordu. Bu gece hiçbir Ģey yapma olanağı yoktu.
Komutandan, görevde kalmasına izin vermesini istese kuĢku uyandırırdı ve en ufak bir kuĢku bile, ölüm
getirebilirdi. Yarın bir fırsatını bulup bu yeni kaçıĢ yolunu inceleyecek; uygun olup olmadığını, ucunun bir yere
açılıp açılmadığını araĢtıracaktı. Charlie (Majesteleri), o zamana kadar herhangi bir iĢe kalkıĢmayacağına söz
verir miydi? 'Ama gitgide yaklaĢıyorlar,' dedi Kral, Resim Galerisinden kendilerine doğru gelen rap rap
seslerini kastediyordu. 'Pek değil,' diye yanıtladı Odon, 'saatte bir inç, belki iki. ġimdi gitmem gerek.' Böyle
derken gözünü kırparak, nöbeti devralmaya gelen ağırbaĢlı, ĢiĢko askere dikkatini çekiyordu.
Krallık mücevherlerinin Sarayda, bir yerde saklandığı biçiminde yanlıĢ bir inanca kapılan yeni yönetim, bunları
buldurmak üzere iki yabancı uzman getirtmiĢti (681. dizeyle ilgili notta belirtildiği gibi). Bu verimli çalıĢma bir
aydır sürüyordu. Konsey Salonunu ve baĢka odaları yerle bir ettikten sonra bu iki Rusyalı, eylemlerini galeriye
sıçrattılar; burada Eystein'in görkemli yağlı boya tabloları, Zembla Krallığının her kuĢaktan prens ve
prenseslerini yakalayıp hipnotize etmiĢti. Eystein, yüzleri asıllarına uygun çizemediği için, akıllılık edip ken-
108
dini, geleneksel övücü pome yöntemine bağlı kalmakla sınırlamıĢtı; ama bu soylu kimseleri çevreleyen çeĢitli
nesneleri, en küçük ayrıntılarına dek büyük ustalıkla çiziyordu; severek ve baĢarıyla canlandırdığı düĢmüĢ
yapraklar ve cilalı panoların aksine bu portreler, büsbütün ölü görünüyordu/82^ Ama Eystein, portrelerin
bazılarında, yanıltmacaya baĢvurmuĢtu: tahta, yün, altın, kadife gibi süslemelerin arasına, baĢka yerle ilgili bir
madde de katmıĢtı. GörünüĢe göre, resmin derinlik ve renk etkisini güçlendirme amacına yönelik bu
aldatmaca, Eystein'in alçaklığını da gösteriyordu, yeteneksizliğini de; ayrıca, Ģu temel olguyu gözler önüne
seriyordu: Gerçeklik, sanatın ne öznesidir ne de nesnesi; sanat, insan gözünün algıladığı ortalama 'gerçeklik'
ile ilgilenmez, kendine özgü bir gerçeklik yaratır. Ama biz, teknisyenlerimize dönelim yine; koridor boyunca,
tak tak diye vurarak, Kral'la Odon'un yola çıkmaya hazırlandıkları köĢeye doğru ilerliyorlardı. Burada eski
Hazine Bakanı Kont Kernel'in portresi asılıydı: ihtiyar, bitkin adam, parmaklarını hafifçe, kabartmalı ve armalı
bir kulunun üstüne dayamıĢtı; kutunun seyirciye dönük yanı dikdörtgen, bronzdandı; kutunun karanlık
içindeki kapağının üzerinde, perspektif kurallarına uygun biçimde ustaca yapılmıĢ bir tabak, tabağın içinde de
iki loblu, beyni andıran, ikiye bölünmüĢ bir ceviziçi göze çarpıyordu.
'Buraya geleceklerini düĢünmemiĢtik,' diye mırıldandı Odon, annesinin diliyle; bu sırada ĢiĢman asker, bir
köĢede silahla ilgili sıkıcı kuralları uygulamaya dalmıĢtı.
Ġki Sovyet uzmanı, gerçek bir madenin arkasında gerçek bir boĢluk bulacaklarını sandıkları için haksız
sayılmazlar. ġu anda levhayı mı sökeceklerini yoksa resmi mi indireceklerini karara bağlamak üzereydiler; ama
biz bir öngörüde bulunuyoruz ve okuyucuların Ģu gerçeğe inanmasını istiyoruz ki dikdörtgen prizma
biçimindeki boĢluk, duvarın arkasındaydı gerçekten; gelgeldim, içinde hiçbir Ģey yoktu, fındık kabuklarından
baĢka.
Bir yerde, demir bir perde kalktı, resmi çırılçıplak ortaya çıkardı, su perileri ve nilüferleriyle. Odon, ana diliyle,
anlamlı bir biçimde 'Yarın flütünüzü getiririm,' diye bağırdı, sonra gülümsedi, el salladı, çoktan sislere
bürünmüĢtendi tiyatro dünyasının uzaklıklarına çekilmiĢti.
(82) Aslında, ressam, korktuğu için bu soyluları gerçek çirkinlikleriyle çizmiyor, övücü yöntemle onları
güzelleĢtiriyordu; ama çevrelerindeki nesneleri ustalıkla çizerek, soyluları ölü durumuna düĢürüyor, öc
alıyordu. —Çev.
109
ġiĢman nöbetçi, Kralı odasına geri götürdü, yakıĢıklı Hal'e teslim etti. Saat dokuz buçuktu. Kral yatağa girdi.
Oda uĢağı olan serseri, ona her gece içtiği süt ve konyak karıĢımı içkisini getirdi, terlikleriyle sabahlığını alıp
götürdü. DıĢarı çıktığı anda, Kralın ona ıĢığı söndürmesini buyurması üzerine dıĢarıdan kolunu uzattı, eldivenli
eliyle odanın düğmesini bulup çevirdi. Yine de, bazan uzaklardan ıĢık vuruyordu pencereye. Kral karanlıkta
içkisini bitirip boĢ bardağı masanın üzerine koyarken bardak, demir bir fenere çarpıp çınlattı; bu fener, zaman
zaman ortaya çıkan elektrik kesilmelerine karĢı, düĢünceli yöneticiler tarafından Kral'a verilmiĢti.
Bir türlü uyuyamiyordu. BaĢını çevirip kapının altındaki ıĢık çizgisini seyretti. O anda kapı usulca açıldı; yakıĢıklı
genç gardiyanı, içeriye bir göz atlı. Kralın kafasında tuhaf, ufak bir düĢünce dansetmeye baĢladı; ama bütün
gençler, bitiĢik avludaki arkadaĢlarına katılmak istediklerinde bu niyetlerini ve geri gelecekleri saate dek
kapının kilitli kalacağını tutukluya bildirmek zorundaydılar. Kral, bir gereksinimi olduğunda, pencereden
bağırabilirdi. 'Ne kadar zaman burada bulunmayacaksınız?' diye sordu askere, o da 'Yeg ved ik (Bilmiyorum),'
diye karĢılık verdi. Ġyi geceler, kötü çocuk,' diye uğurladı onu Kral.
Askerin siluetinin avlu ıĢığına girmesini bekledi; orada öbür Kuzeyliler oyunlarına davet ettiler askeri. Sonra
Kral, karanlığın güvencesine sığınarak dolabın dibinde eski giysiler aramaya koyuldu; kayak pantolonunu
andıran bir Ģeyi ve eski kazak gibi kokan bir giysiyi pijamalarının üzerine çekti. El yordamıyla aramayı
sürdürünce, hafif tenis ayakkabılarıyla yünlü bir baĢlık buldu. Sonra, kafasında önceden saptadığı hareketleri
yineledi. Ġkinci rafı çıkarıyordu ki yere ufak bir gümbürtüyle bir Ģey düĢtü; onun ne olduğunu tahmin etmiĢti,
uğur getirsin diye yanına aldı.
Karanlığa tümüyle karıĢıncaya dek, el fenerinin düğmesine basmayı göze alamadı, ayağıyla bir yere
çarpmaktan da çekindi; bu yüzden, Kron Dağının likenli kayalarında aĢağı, oturup kayarak inen acemi bir
papaz gibi Kral, karanlıkta göremediği on sekiz basamağı nerdeyse oturarak inmek zorunda kaldı.Sonunda el
fenerinden salabildiği donuk ıĢık, onun en yakın arkadaĢı oldu; Olcg'in hortlağı, özgürlük hayaleti. Kral, acıyla
zevk karıĢımı, aĢk benzeri bir duyguyla dolmuĢtu ki böyle bir duyguyu en son, taç giyme töreninde tanımıĢtı;
o gün, tahtına doğru yürürken, kimin yapıtı olduğunu hiçbir zaman öğ-renemediği olağanüstü zengin, derin
bir müzik, kulağını titretmiĢ,
110
ayak taburesindeki gül yaprağını alıp atmak için eğilen güzel içoğ-lanının saçından yayılan hoĢ kokuyu içine
çekmiĢti; Ģimdiyse el fenerinin ıĢığında, parlak kırmızı giysilere bürünmüĢ olduğunu far-kediyor, korkunç
buluyordu.
Gizli geçit, eskisinden daha pis gibiydi. Ġçerisi, iki oğlanın ince kazaklarla kısa pantolonlar giyip titreyerek
burayı araĢtırdıkları güne göre, daha açıkseçik görülüyordu. IĢıltılı su birikintisi geniĢlemiĢti; kıyısında, kırık
Ģemsiyeyle yürüyen bir kötürüm gibi hasta bir yarasa ilerliyordu. Bellekten silinmeyen o renkli kum tabakası,
Oleg'in otuz yıllık ayak izlerini taĢıyordu; üç bin yıl önce Nil'in mavi çamuru üzerine Mısırlı bir çocuğun evcil
geyiğinin basmasıyla oluĢup güneĢte kuruyan ayakizleri kadar ölümsüzdüler. Geçit, ileride bir müzenin
bodrumundan geçiyordu; her nasılsa buraya, Merkür'ün kafası kopuk heykeli sürülmüĢ, atılmıĢtı;''Yeraltı
Dünyasına gidecek ruhların reh-beri/83) Ayrıca çatlak bir Ģarap sürahisi; yüzeyinde, siyah bir palmiyenin
altında iki siyah insanı zar atarken gösteren bir resim vardı.
Son bir dönemeçten sonra geçit, yeĢil bir kapıyla bitiyordu; ama kaçağın ona ulaĢması için tahta yığınını
sendeleye aĢması gerekti. Kapıyı açtı, ama ağır ve siyah bir perdeye tosladı. Dikey kıvamlan el yordamıyla açıp
geçecek yer ararken, fenerinin cılız ıĢığı umutsuzca devirdi gözbebeğini ve yitli. Kral, fenerini düĢürmüĢtü, yok
edici hiçliğin içine. Ġki kolunu da, çikolata kokulu kumaĢın katmanlarına soktu; içinde bulunduğu anın
süprizlerine ve tehlikesine karĢın gülünç görünen hareketleri, sinirli bir aktörün önce bilinçli, ama sonra
delicesine hareketlerle perdeyi boĢuna sarsıp dalgalandırarak sahneye çıkmaya çabalamasını andırıyordu. Bu
tuhaf olay, ġeytanın yardımıyla, geçidin gizini çözüverdi, sonunda Kralın perdeyi aĢıp yarı karanlık, yarı
dağınık lumbarkamer'c girmesinden önce; burası eskiden, Krallık Tiyatrosunda iris Acht'ın giyinme odasıydı. O
öldükten sonra terkedilmiĢ, toz içindeki bu odanın açıldığı koridorda sanatçılar, gezine gezine rollerini
ezberlerlerdi, bazan. Mitoloji konulu oyunlarda kullanılan dekor parçalan, duvara yığılarak Kral Thurgus'un
tozlanmıĢ fotoğrafını yarı yarıya örtmüĢtü; bir mil uzunluğundaki koridorun, Iris'le buluĢmak için büyük
kolaylık sağladığı o günlerdeki haliyle, yani fırça
(83) Yeraltı Dünyası, cehennemdir. Romalıların inancına göre Merkür, güzel söz söyleme, hırsızlık, vb.
tannsıdır. Kinbote, ölen Ģair Shade'in hırsız olduğunu ima ediyor. —Çev.
111
bıyığıyla, kelebek gözlüğüyle, madalyalanyla görünüyordu Thurgus, bu fotoğrafta.
Koyu kırmızı giysileriyle kaçak, gözlerini kırpıĢtırarak çıktı. Buraya giyinme odaları açılıyordu. Uzakta bir alkıĢ
fırtınası koptu, ağır ağır geçti. Uzakta baĢka sesler, oyunun arasını vurguladı. Kostümlü sanatçılar.Kralın
yanından geçiyorlardı; Kral, içlerinde Odon'u tanıdı; pirinç düğmeli kadife ceket, golf pantolonu, çizgili uzun
çorap giymiĢti, Gutnish balıkçılarının Pazar giysisiydi bu. Odon,bu kılığın içinde, eliyle kağıt bir bıçak
kavramıĢtı; az önce sevgilisini bu bıçakla öldürmüĢtü. 'Ulu Tanrım,' dedi, Kralı görünce.
Fantastik giysiler yığınından bir çift pelerin çekip alan Odon, Kralı sokağa açılan merdivene doğru itti. Aynı
anda, sahanlıkta sigara içmekte olan kalabalık hareketlendi. AĢırılar yöneliminin görevlilerine kuyruk
sallayarak tiyatronun yönetimini elegeçiren yaĢlı bir entrikacı, birdenbire titrek parmağıyla Kralı gösterdi; ama
kapıldığı öfke yüzünden, takma diĢleri takırdadığı, kendisi de kekeleme krizine tutulduğu için konuĢamadı.
Kral, Ģapkasını eğip yüzünü gizlemeye çalıĢtı, dar basamaklardan inerken az kalsın düĢüyordu. DıĢarıda
yağmur vardı. Bir su birikintisine Kralın kırmızı silueti vurmuĢtu. Arabaların içinde kendi yarıĢ arabasını arayan
Odon, bir an onun çalındığı korkusuna kapıldı, ama sonra zarif bir ferahlamayla anımsadı onu yan sokağa
parkettiğini. (149. Dizeye iliĢkin ilginç notumuza bakınız.)
131.—132. Dizeler : Hayaletiydim ben mumkanat kuĢunun, öldürülen, sahte uzaklığından pencere camının.
ġiirin baĢlangıcını oluĢturan iki dizenin hoĢ melodisi, burada yeniden yükselmektedir. Bu uzun ezginin
yinelenmesiyle ortaya çıkacak monotonluğu önlemek üzere, 132. dizede ustaca bir değiĢiklik yapılmıĢtır; ikinci
sözcükle sondaki uyaklı sözcüğün arasındaki ses benzerliği, kulağa çok tatlı bir gevĢeme zevki vermektedir;
hani yarım yamalak anımsadığımız hüzünlü Ģarkılar vardır, bunların ezgileri, bize sözlerinden daha anlamlı
gelir ya, iĢte onun gibi. Bugün, sözkonusu 'sahte uzaklık' o korkunç iĢlevini gerçekleĢtirdiğine göre; geriye
kalan hayalet ya da gölge de yalnızca elimizdeki bu Ģiir olduğuna göre; dizelerde, ayna oyunundan ve serap
görüntüsünden daha gerçek bir Ģeylerin varlığını görmekten kendimizi alamıyoruz. Gradus'un kiĢiliğinde
kaderin, kilometrelerce 'sahte uzaklığı' aĢarak zavallı Shade'e ulaĢtığını anlıyoruz. ġair de, kaderin zorladığı bir
kör uçuĢ sonunda, yansıyan bir görüntüye çarparak yok oluyor.
112
Gradus, birkaç tür ulaĢım aracı (kiralık arabalar, kısa mesafeli trenler, yürüyen merdivenler, uçaklar) kullanmıĢ
olduğu halde, her nasılsa aklın gözü onu görebilmekte, aklın kasları onu hissedebilmektedir, her zamanlci gibi
gökyüzünde kayarken, denizleri ve karaları aĢarak, bir elinde siyah yolcu bavulu, öbüründe gevĢek katlanmıĢ
Ģemsiyesiyle. Onu hareket ettiren güç, Shade'in kendi Ģiirinin büyülü eylemidir; veznin güçlü motorudur onu
çekip getiren. Alınyazısının amansız ilerleyiĢi, daha önce hiçbir Ģiirde böylesine somut anlalılamamıĢtır. (Duyu
organlarıyla algılanamayan bu ilerleyiĢ için Ģairin yarattığı baĢka imgeler, 17. dizeyle ilgili açıklamamda
gösterilmiĢtir.) 137. Dize : Sckizscl
Benim ağır, eski sözlüğüm, bunu 'dördüncü dereceden sekizsel eğri' diye açıklıyor. Bu sözcüğün bisiklet
sürmeyle ilgisini an-ltyamıyorum ve sanıyorum ki Shade'in bu. sözleri, hiçbir anlam içermemektedir.
Kendisinden önceki Ģairler gibi o da, benim kanıma göre, ses uyumu kaygısına kapılmıĢ, bu yüzden anlamda
bir bozulmanın kurbanı olmuĢtur.
Çarpıcı bir örnek verelim: Müziğe yatkınlık ve plastik güzellik açısından hangi sözcük, coramen sözcüğünden
daha çınlayıcı, daha parıltılı, daha anlamlı olabilir? Ama gerçekte bu sözcük, Zcmblalı bir sığırtmacın, sürüyü
vebodar'a (yaylaya) götürürken kendi basit yiyeceğini ve partal battaniyesini en uysal ineğin sırtına bağlamak
için kullandığı kabasaba kayıĢ anlamına gelir yalnızca. 143. Dize : Kurmalı oyuncak
Talihim yardım etti de gördüm onu! Mayıs ya da Haziranda, bir akĢam üstü, birtakım broĢürleri anımsatmak
için arkadaĢıma uğradım; kaçık bir rahip olan dedesinin yazdığı bu kitapçıkları Ģair, bodrumda sakladığını
söylemiĢti bana. Kendisini, sıkıntılı, bazı konukları bekler durumda buldum; iĢ arkadaĢlarıyla eĢleri,
yanılmıyorsam, resmi bir yemek için onun evinde toplanacaklardı. Beni sevinerek bodruma indirdi; ama tozlu
kitap ve dergi yığınlarını didik didik aradıktan sonra, onları baĢka bir gün bulmaya çalıĢacağını söyledi. ĠĢte o
zaman gördüm oyuncağı; bir rafın üzerinde, Ģamdanla akrepsiz çalar saatin arasında duruyordu. ġair, bunun,
ölen kızına ait olduğunu düĢünebileceğimi sanarak, aceleyle oyuncağın, kendisi kadar yaĢlı olduğunu bildirdi.
Tenekeden yapılıp boyanmıĢ zenci bir çocuktu bu; yan tarafında anahtar deliği vardı; kısacası, iki profilin
birbirine yapıĢtırılmasıyla oluĢturulmuĢtu; el arabası ise bükülmüĢ, kıvrılmıĢtı.
113
i
Giysisindeki tozlan silkelerken Shade, onu bir memento morfin olarak sakladığımı söyledi— çocukluğunda,
bu oyuncakla oynarken bir gün, tuhaf bir baygınlık nöbeti geçirmiĢti. Sybil'in yukarıdan bizi çağıran sesi,
konuĢmamızı yarıda kesti, ama önemli değil; nasıl olsa artık bu köylü makinesi çalıĢacak, çünkü anahtarı
bende.
149. Dize : Ayağımın teki, bir dağın tepesinde
Sarp dağların iki yüz millik bir zincir Ģeklinde dizilmesiyle oluĢan Bera Sıradağları, Zembla yarımadasının
kuzeyine pek yaklaĢamaz,(çıl-gınlığın anakarasından gelen aĢılmaz bir su kanalı, zincirin ucunu kesip attı);
dağlar, yarımadayı ikiye böler: Onhava'nin ve Aros, Grin-dclwod gibi kazaların bulunduğu geliĢmiĢ doğu
bölgesi ile, güzel balıkçı köylerinden ve plajlardan oluĢmuĢ daracık balı Ģeridi. Ġki sahil, birbirine iki büyük
asfalt yolla bağlanmıĢtır: eski yol, güçlüklerden kaçınarak doğudaki bayırların arasından kuzeye doğru gidiyor
ve Ode-valla, Yeslove, Embla'ya ulaĢınca batıya dönerek yarımadanın kuzeydeki en uzak noktasına dek
ilerliyordu; yeni yol ise, bakımlı, bükümlü, hayranlık verici biçimde iniĢli çıkıĢlı olup Onhava'nın kuzeyinden
Bregberg'e doğru, sıradağları batı yönünde aĢıyordu, bu yüzden turist broĢürlerinde 'zengin görüntüler
sunan yol' diye övülüyordu. Dağlan aĢan birçok patika da vardı; bunlar, en fazla beĢ bin feet yükseklikteki
geçitlere açılırlardı; iki bin feet kadar daha yükseğe ulaĢan bazı doruklar, yazın ortasında bile karlıydılar;
bunların en yükseği ve en sarpı olan Glitterntin Tepesinden, havalar açıkken bakıldığında, doğu yönünde
uzaklarda, Surprise Körfezinin öte yanında bulanık bir gökkuĢağı görülürdü, bunun Rusya olduğu söylenirdi.
Tiyatrodan kaçtıktan sonra dostlarımız, eski yol üzerinden, kuzey yönünde yirmi mil gitmeyi, sonra soldaki
bakımsız, pek kullanılmayan yola sapmayı kararlaĢtırmıĢlardı; bu yol onları, Bera Sıradağlarının doğu
yamacındaki bir çam ormanında, bir baron Ģatosunda gizlice üslenen Karl'cılara ulaĢtıracaktı. Ama o uyku
bilmez kekeme, kasılmalı herif kesik kesik konuĢmasıyla patlayıverdi; telefonlar delicesine iĢledi; kaçaklar
ancak on mil kadar yol almıĢlardı ki önlerinde, eski ve yeni yolların birleĢtiği yerde, karanlığın içinde büyük
yangın baĢgösterdi; bu yangın, en azından, iki yolu da bir barikat gibi kesmekle, çok yararlı olmuĢtur.
(84) Laıinccde «öleceğinizi unutmayın» anlamına gelir; tngilizecde «ölümlülüğün anım-salıcısı, insana ölümlü
olduğunu anımsatan Ģey» demektir (özellikle kafatası). -Çev.
114
Odon gördüğü ilk dönemeçte arabasını çevirerek batı yönünde dağların içine vurdu. Onları yutan dar,
dönemeçli yol bir odunluğun yanından geçerek ırmağa ulaĢıyor, tahta çatırtılarıyla onu aĢıyor, kıyıdan kütük
döĢeli olarak devam ediyordu. Mandevil Ormanının önüne gelmiĢlerdi. Korkunç ölçüde kararmıĢ gökte
kasırga güdüyordu.
Ġki adam, birkaç saniye durup yukarıya baktılar. Gece ve ağaçlar, bayın gizlemiĢti. Buradan tırmanacak iyi bir
dağcı, tan vaktinden önce Bregberg Geçidine ulaĢabilirdi; ama önce ormanın kara duvarını delip geçtikten
sonra kesintisiz bir keçiyoluna ayak basmayı baĢarması gerekliydi. Harekete geçmeye karar verdiler; Charlie,
deniz ma-ğarasındaki hazineye doğru uzun bir yolculuğa baĢlayacak, Odon da geride, yem olarak
kalacaktı.Dediğine göre, onları gülünç bir ko-valamacaya itecek, ĢaĢırtıcı biçimde kılık değiĢtirecek, sonra
örgütün öbür üyeleriyle iliĢki kuracaktı. Annesi Amerikalıydı, New England'ın New Wye ilinde doğmuĢtu.
Söylendiğine göre bu kadın, dünyada, uçaktan kurtları ve, yanılmıyorsam, baĢka hayvanları vuran ilk kadındı.
El sıkıĢma, fenerin yanıp sönmesi. Islak, karanlık eğreltiotlarının arasından ilerlemeye çalıĢan Krala bunların
kokusu, dantelli esneklikleri ve yumuĢak otlarla sarp yerin birlikteliği, buralarda piknik yaptığı günleri
anımsatıyordu— ormanın baĢka yerinde ama dağın aynı yamacında, daha yükseklerde, çakıllı bölgede,
çocukken; o gün Mr Campbell, ayak bileği burkulduğundan iki güçlü arkadaĢının yardımıyla aĢağıya
taĢınmıĢtı, piposunu içerek. Pek aptalca anılardı bunlar, genellikle. Yakınlarda bir avcı kulübesi olmayacak
mıydı—Silfhar Çağlayanı'nın hemen öbür yanında? Onnantavuğu ve çulluk avı— Ģimdi ölmüĢ olan annesi
Blenda'nın en sevdiği spor, tüvit giysili, binicilik tutkunu Kraliçenin. Siyah ağaçları bir sağnak dövüyordu;
durup dinleseniz, yüreğinizin güm güm atıĢını, kasırganın, uzak gürleyiĢini duyardınız. Saat kaç olmuĢtu, kot
orl Özel saatinin düğmesine bastı, ürken saat tısladı, sonra yirmi bir kez çınladı.
Gecenin karanlığında, sarp bir yamaçta, düĢman gibi önünü kesen ot yığınlannı aĢarak tepeye çıkmaya
çabalayan bir insan, bizim dağcımızın nasıl korkunç bir engelle karĢı karĢıya kaldığını bilir. Ġki saatten fazla
zorladı engeli, kütüklere ayağı takıldı, çukurlara yuvarlandı, görünmez çalıların ağına takıldı, kozalaklar
ordusuna karĢı dövüĢtü. Pelerinini yitirdi bu arada. Çalılıkların içine çöküp gün-doğumunu beklemesinin daha
iyi olacağına karar verecekti nerdeyse.
115
O anda iğne baĢı büyüklüğünde bir ıĢık parladı ileride; hemen ardından Kral, kaygan, yeni biçilmiĢ bir çayırda
sendeleyerek yürüdüğünü farketti. Bir köpek havladı. Bir taĢa basıp yuvarladı. Dağ yamacındaki bore
(çiftlik)'lerdcn birine gelmiĢ olduğunu anladı. Bir Ģey daha anladı: Çamur dolu bir hendeğe yuvarlanmıĢtı.
EciĢbücüĢ çiftçi ile tombul karısı, Ģu tatsız masallardaki kiĢiler gibi, barınaklarında korumak istediler sırılsıklam
olmuĢ kaçağı; yanlıĢ bir algılamayla onu, grubundan kopmuĢ tuhaf kampçılardan biri sanmıĢlardı. Kurunması
için, sıcak mutfağa götürdüler; peri masallarında olduğu gibi, kendisine ekmekle peynir, bir de dağların
balından yapılmıĢ bir çanak bal Ģerbeti sundular. Kralın duyguları (minnettarlık, bitkinlik, hoĢ bir sıcaklık,
uyuma isteği, filân) anlatılmaya gerek kalmayacak derecede belli, yoğundu. Ocakta karaçam kökleri tutuĢmuĢ,
çatırdıyordu; Kral, sallanan sandalyesinde kestirirken, yitirdiği krallığından kalma lüm gölgeler onun çevresine
toplanarak ateĢle toprak kandilin titrek ıĢığı arasında oynaĢıyorlardı; kandil, gagalı bir Ģeydi, Romalıların
kullandıklarına benziyordu, rafın üzerine asılıydı; rafta, yoksul iĢi, boncuklan ya da sedeften küçük eĢyalar,
amansız bir savaĢa tutuĢmuĢ mikroskopik askerleri andırıyordu. Tan vakti ineğin boynundaki çıngırağın ilk
çınlayıĢıyla uyandı; evsahibini dıĢarıda, yaradılıĢın aĢağılık gereksinimlerini gidermeye ayrılmıĢ ıslak bir köĢede
buldu; iyi kalpli grunter (dağ çiftçisi)'ne, en kısa yoldan geçide ulaĢan yolu göstermesini buyurdu. 'Miskin
Garh'ı uyandırayım,' dedi çiftçi.
Kabasaba bir merdiven, çatı odasına çıkıyordu. Çiftçi, boğumlu elini boğumlu trab/.ana koyarak yukarıdaki
karanlığa bir çağrı yö-nclltti, gırtlaktan gelen sesiyle: 'Garh! Garh!' Bu ad, iki cinsiyet için de kullanılmakladır
ama doğrusunu söylemek gerekirse, erkeklere yaraĢan bir addır; Kral bu yüzden, çıplak bacaklı bir dağ
delikanlısının, kumral bir melek gibi, görünmesini bekliyordu tavanarasından; gcl-gclelim, genç, pasaklı bir
sürtük çıktı oradan; dizlerinden aĢağı inen bir erkek gömleğiylc, kocaman ve kaba kunduralar giymiĢti. Bir an
gözden yiııiktcn sonra, sanki bir dönüĢüm eylemiyle, yeniden göründü; sarı saçları dümdüz, toplanmamıĢ,
ama kirli gömleğini çıkarıp kirli kazak giymiĢ, bacaklarında kadife pantolon. Babası, geçide ulaĢan en kısa yolu
yabancıya göstermesini söyledi. Kalkık burunlu yuvarlak yüzünü bulanıklaĢtıran ama çekiciliğini yok
edemeyen uykulu somurtmayı kız, buranın çobanlarına karĢı kullanıyor olmalıydı; ama babasının isteğini seve
seve kabul etti. Adamın karısı, çanak çömlekle uğraĢırken eski bir türkü mırıldanıyordu.
116
Ayrılmadan önce Kral, adı Grif olan ev sahibine, cebine her nasılsa girmiĢ eski bir altın parayı vermek istedi;
baĢka parası yoktu. Grif, lüm gücüyle karĢı çıktı; bir yandan karĢı çıkmayı sürdürürken bir yandan birkaç ağır
kapının kilidini açmak, sürgüsünü çekmek gibi ağır bir iĢe baĢladı. Kral, adamın yaĢlı karısına bir göz attı; onun
kabul anlamında göz kırpması üzerine, suskun dükü rafa bıraktı, mor bir deniz kabuğunun yanına; bu kabuğa
dayandırılmıĢ renkli bir fotoğraf, Ģık bir saray muhafızıyla çıplak omuzlu karısını gösteriyordu: Sevgili Kari,
yirmi yıl kadar önceki haliyle; ve genç kraliçesi, öfkeli bakire, kömür karası saçları ve buzul mavisi gözleriyle.
Yıldızlar yeni sönmüĢtü. Tan vaktinde yüksek dağlara tiyatro ıĢığı gibi vuran günıĢığında patika, kırmızı ve
parlak çiylcrle kaplıydı; Kral, önünde yürüyen kızla Ģen çobanköpeğini izleyerek bu patikadan yukarı çıkıyordu.
Hava, hafif renkli bir camı andırıyordu. Patikanın bir yanı uçurumdu, buradan bir mezar soğukluğu
yayılıyordu; ama patikanın öbür yanından inen yamacın aĢağılarında, seyrek yayılmıĢ çamların tepeleri
arasında sıcaklığın kumaĢını dokuyordu günıĢığı. Ġkinci dönemeçte, bu kumaĢ, kaçağı çepçevre sardı; çakıllı
bir yamaçtan aĢağı siyah bir kelebek iniyordu dans ederek. Patika, gittikçe damlıyordu ve derece derece
yoğunlaĢan bir taĢ yığınının içinden geçerek yozlaĢıyordu. Kız, ilerideki bayırı gösterdi. Kral, anladığını
belirtmek için baĢını salladı; sonra 'Sen eve dön,' dedi. 'Ben biraz dinlenip tek baĢıma yola devam edeceğim.'
KarmakarıĢık bir ağaç kümesine yakın, çimenliğin içine oturdu, parlak havayı içine çekü. Soluyan köpek onun
ayaklarının dibine uzandı. Garh, ilk kez gülümsedi. Zembla'nın dağlı kızları, genellikle, rastlantılara bağlı olarak
iĢleyen Ģehvet makineleridir, Garh da bunların dıĢında tutalamaz. Kralın yanına oturur oturmaz, eğildi,
karmakarıĢık saçlı kafasından kalın gri kazağını sıyırıp çıplak sırlını, blancmange^¦ •* göğüslerini ortaya
seriverdi ve denetimsiz kadınlığın tüm acılığıyla yavanlığını sıkılgan arkadaĢının üzerine akıttı. Soyunmayı
sürdürecekti, ama Kral onu bir el hareketiyle durdurdu, kalktı. Yardımları için teĢekkür etli. Suçsuz köpeğe pal
pat vurdu ve ardına bir kez olsun dönmeden, yaylanan adımlarla, çimcnli bayırı tırmanmaya koyuldu.
Sürtüğü nasıl da bozguna uğrattığını düĢündükçe kıkır kıkır gülerek, çevresini koca kayaların sardığı ufak bir
göle ulaĢtı; buraya yıl-
(85) Süüü kek gibi yiyecekler..—Çcv.
117
larca önce, birkaç kez, kayalık Kronberg kıyısından gelmiĢti. ġimdi, bir erozyon baĢyapıtı olan doğal bir
kemerin açıklığından, gölün parıltısını görüyordu. Kemer alçaktı, bu yüzden suya yaklaĢmak için baĢını eğdi.
Berrak suda kendi kırmızı yansımasını farketli; ama tuhaf olan Ģu ki yansımıĢ görüntüsü, onun ayaklarının
dibine düĢeceğine, sanki bir ıĢık oyunuyla, kendisinden koparak, uzağa düĢüyordu; bu kadarla da kalmıyor,
kralın altında durduğu kaya çıkıntısının dalgalarla çarpıtılmıĢ görüntüsü suda, adamın görüntüsüyle yanyana
duruyordu. Böyle bir görüntü olayı, us dıĢı bir Ģeydi; insan ölmeden önce görünen hayaleti gibi, bu kırmızı
kazakh, kırmızı Ģapkalı görüntü, dönmüĢ ve kayıplara karıĢmıĢtı;^' onun seyircisi, yani kral hareketsiz ka-
lakalmıĢken. Sonra gölün kıyısına yaklaĢtı; burada, kendisini yanıltan o görüntüden daha büyük, daha belirgin
bir yansımasını gördü ve iĢle bunun, gerçek bir yansıma olduğunu düĢündü. Kıyı boyunca yürümeye baĢladı.
Az önce sahte bir kralın bulunduğu boĢ kaya çıkıntısı, koyu mavi gökyüzüne doğru yükseliyordu. Alfear
ürpertisi (cinlerin neden olduğu korku), kürekkemiklerinin ortasından aĢağı kaydı. Her zaman okuduğu bir
duayı mırıldandı, haç çıkardı, korkusunu yenerek geçide doğru ilerledi. Yakındaki bir yamacın yukarısında bir
ste-inmann (bir yükseliĢin anıtı olarak, dikilmiĢ taĢ yığını), Kralın onuruna, kırmızı bir yün baĢlık giymiĢti.
Güçlükle yürüyordu. Ama yüreği, konik bir ağrı olmuĢ, onu gırtlağından yukarı dürtüyordu. Bir zaman sonra
durdu, koĢulları değerlendirdi. Bir karar vermesi gerekliydi: Ya karĢısındaki taĢlı bayın tırmanacaktı ya da sağa
doğru, li-kenli kayalıklar arasından dolana dolana giden, yılanotlarıyla bezeli çimen Ģeridini izleyecekti, ikinci
yolu yeğledi ve gecikmeden geçide ulaĢtı.
Yol kenarında, biçimleri değiĢik kocaman kayalıklar vardı. Güneydeki nippern (kubbeli tepeler ya da 'sisler')
arasından, ıĢıklar ve gölgeler içinde, taĢlı ve çimenli bir bayır çıkıyordu. YeĢil, kurĢuni, mavimsi dağlar kuzeye
doğru eriyip gidiyorlardı: Kardan ku-kuletasıyla Falkberg, çığdan yelpazesiyle Mutraberg, sonra Paberg
(Peacock Dağı) ve öbürleri;bunlann arasındaki dar, loĢ vadilere serpiĢtirilmiĢ pamuklu-yünlü bulut parçalan,
sanki dağların böğürlerinin birbirine sürtünmesini engellemeye yarıyordu. Bu dafların ar-dında,maviliğin
sonunda, Glitterntin Dağı hayal meyal görülüyordu,
(86) Belki de, Kral, birlikte tiyatrodan kaçtıkları aktör arkadaĢını anımsıyor. KiĢilik bölünmesi de olabilir.—Çev.
118
parlak bir yaprağın tırtıklı kenan gibi. Güney yönünde ise, birbirlerinin önüne düĢüp sonsuz bir dizi halinde,
ağır ağır yokluğa doğru uzaklaĢan bayırlar, hafif bir sisle örtülüydü.
Geçide varılmıĢ, granit ve yerçekiminin hakkından gelinmiĢti; ama en tehlikeli bölge, Kralın önünde Ģimdi
baĢlıyordu. Batı yönünde, parıltılı denize ulaĢmak , için, çalılık yamaçlar dizisini aĢmak gerekiyordu. O ana
kadar dağ, Kralla körfezin arasındaydı; Ģimdiyse adam, bu kabaran ateĢle karĢı karĢıya kalmıĢtı. Yamaçtan
inmeye baĢladı.
Üç saat sonra düzlüğe indi. Meyve bahçesinde çalıĢan iki yaĢlı kadın, ağır ağır doğruldular, arkasından
baktılar. Boscobcl koruluğundan geçip Blawick rıhtımına yaklaĢtığı sırada, meydandan gelen siyah bir polis
arabası Kralın yanında durdu. ġoför, 'Oyunun tadı kaçü.'diyc konuĢuyordu. 'Yüz kadar soytarıyı Onhava
cezaevine tıktık. Eski Kral onların arasında olmalı. Yerel cezaevimiz, daha fazla kralı barındıramayacak denli
küçük. Bundan sonra, kılık değiĢtirmiĢ kim görülürse hemen vurulmalı. Gerçek adınız ne, Charlie?' Ingilizim
ben. Turistim,' diye yanıtları Kral. 'Her neyse, Ģu kırmızı fufa'yla baĢlığınızı çıkarın, verin.' Bunları arabanın
arkasına attıktan sonra sürüp gittiler.
Kral yürümeye devam etti; mavi pijamasının üst kısmı, kayak pantolonunun içine sokulunca, tuhaf da olsa bir
gömlek sayılabilirdi. Sol ayakkabısına ulak bir taĢ kaçmıĢtı, ama Kral onunla uğraĢamayacak kadar yorgundu.
Sahildeki lokantayı görür görmez tanıdı; yıllarca önce burada, baĢka bir kılığa bürünmüĢ olarak, eğlendirici,
hem de çok eğlendirici iki denizciyle öğle yemeği yemiĢti. ġimdi, sardunyaların kapladığı verandada ağır
silahlı askerler bira içiyorlardı; ayrıca tatile çıkanlar vardı, bazıları uzaktaki dostlarına mektup yazmaya
dalmıĢlardı. Sardunyaların arasından eldivenli bir el uzandı, Krala resimli -bir posta kartı verdi; üzerinde acele
çiziktirilmiĢ yazıyla Ģu sözcükler okunuyordu: R.M.'ye doğru gidin. Ġyi yolculuklar! Kral, geliĢigüzel dolaĢıyor
gibi yaparak, rıhtımın sonuna ulaĢtı.
Güzel bir ikindiydi, hafif rüzgârlı. Batı ufku, ıĢıklı bir boĢluk gibi, aceleci yürekleri içine çekiyordu. Kral,
yolculuğunun en canalıcı yerindeydi Ģimdi; çevresine bakındı, gezinenleri inceledi; bunlardan hangilerinin sivil
polis olduğunu ve kendisi alçak duvarı aĢıp Ripplcson Mağaralarına koĢarsa kimler tarafından
engellenebileceğini anlamaya çalıĢtı. Parlak kırmızıya boyanmıĢ bir yelkenli, bazı kimselerin tuha!
119
beğenileri yüzünden, denizin yüzünü çirkinleĢliriyordu. KarĢı karĢıya gizli barıĢ görüĢmeleri yapıyor görünen
iki kara adacık vardı; adları Nitra ve Indra (Ġç ve DıĢ) olan bu adaların resmini bir Rus turist, duvarın üzerinden
çekiyordu; tıknaz çenesinin altı sarkık, genaraller gibi kalın enseli biriydi. Uçuk benizli karısı, bol çiçekli bir
eeharpe' a bürünmüĢtü; gördüklerini, tekdüze bir Moskovalı sesiyle Ģöyle değerlendiriyordu: 'Ne zaman,
bunun gibi bozulup çirkinleĢenleri görsem, Nina'nın oğulunu anımsamaktan kendimi alamıyorum. SavaĢ,
büyük acılar getiriyor.' 'SavaĢ mı?' diye kuĢkusunu belirtti adam. 'Bu, Cam Fabrikalarının 1951'de
patlamasından kaynaklanıyor, savaĢla ilgisi yok.' Kralın yanından, onun geldiği yöne doğru geçip gittiler.
Kaldırımdaki sırada bir adam, yüzü denize dönük; yanında kolluk değ-neklcriyle, Post gazetesi okuyordu;
Onhava'da çıkan bu gazetenin ilk sayfasında Odon, AĢırılar örgütünün üniformasını giymiĢ olarak, bir de
Balıkadam rolünün kılığıyla görünüyordu. Bu benzerliği saray koruyucularının farketmemesi inanılır gibi
değildi. ġimdi aktörün yaptıklarının bir özeti sunularak, yakalanmasının gerekçesi ortaya konmuĢ oluyordu.
Dalgalar, kıyıdaki çakılları, düzenli biçimde yalıyordu. Gazete okuyan adamın yüzü, az önce sözü edilen
patlamada yanıp korkunç bir görünüm almıĢtı; daha sonra yapılan plastik ameliyat ise, adamın yüzünü
mozaik gibi benekli, iğrenç bir hale getirmekten baĢka iĢe yaramamıĢtı; sanki yüzünün dıĢ çizgileri, yanakları
ve çenesi, bir kahkaha aynasında, birbirinden ayrılıp uzaklaĢıyor ya da birbirine girip kaynaĢıyordu.
Bir ucunda lokanta, öbür ucunda granit kayalığın bulunduğu sahil yolu, boĢtu; yalnızca ileride, solda üç balıkçı
kayığa kahverengi ağları yüklüyorlardı; kaldırımdan aĢağı yaĢlıca bir kadın da nokta süslemeli giysisiyle,
kıyının çakıllarına olurmuĢ, örgü örüyordu, üç köĢeli Ģapka biçiminde kailayıp kafasına geçirdiği gazetede
'Kaçak Kral görüldü' haberi vardi.Bandlarla sarılı bacaklarını kumlara yaymıĢtı; bir yanında halı kumaĢından bir
çift terlik, öbür yanında kırmızı yün yumağı duruyordu; kadın bunun ucunu zaman zaman, Zemblah
örgücülerin geleneksel dirsek hareketiyle gererek yumağı döndürüp ipliği uzatıyordu. Son olarak, kaldırımda,
balon cleklikli küçük bir kız, tekerlekli patenlerini beceriksizce ama yılmadan, cızırdatarak sürüyordu. Polis
örgütünden bir cüce, atkuyruklu çocuk rolü yapabilir miydi?
Kral, sıranın yanında durarak Rus ailenin uzaklaĢmasını bekledi. Mozaik suratlı adam, gazetesini katladı ve
konuĢmaya baĢlamasından
120
önceki bir saniye içinde (ağzın tülmesiyle patlaması arasındaki zamanda), Kral onun Odon olduğunu
anlayıverdi. 'Kısa bir zaman içinde bu kadarı yapılabilirdi,' diyen Odon, yanağını çekiĢtirerek, yüzüne
yapıĢtırdığı rengarenk yarı-geçirgen zarın bir ucunu kaldırdı. 'Nazik bir insan, doğal olarak, zavallı bir adamın
bozulmuĢ yüzünü çok yakından incelemez,' diye ekledi. Kral, 'Shpik'Xcn (sivil polisleri) kolluyordum,' deyince
Odon 'Bütün gün rıhtımda tur attılar. ġimdi yemeğe gittiler,' diye yanıtladı. 'Hem susadım, hem acıktım,' dedi
Kral. 'Sandalda bir Ģeyler var. Rusların uzaklaĢmasını bekleyelim. Çocukıansa zarar gelmez.' 'Ya Ģu sahildeki
kadın?' 'O, Baron Mandcvil denen delikanlıdır; geçen yıl düello yapan kiĢi. ġimdi gidebiliri/..' 'Onu da yanımıza
alsak?' 'Gelemez. Karısı, bebeği var. Haydi Charlie, gidelim, Majesteleri.' 'Taç Giyme Törenimde benim
yardımcılığımı yapmıĢtı o.' Böyle konuĢarak Ripplcson Mağaralarına ulaĢtılar. Bu açıklamamın okuyuculara
zevkli dakikalar geçirttiğine inanıyorum. 762. Dize : Onun arı diliyle...
Burada, dolambaçlı bir ifadeyle, bir köy kızının utangaç öpüĢü tanımlanıyor; ama bu bölümün tümü, fazla
barok. Shade'in bayılma nöbetlerinde uzaktan elde ettiği hiçbir Ģeye gereksinme duymayacak kadar mutluluk
ve sağlık içinde geçirdim ben yeniyelmeliğimi. Sanırım o, hafif sara nöbetlerine yakalanıyordu, birkaç hafta
boyunca, her gün, rayların aynı dönemecinde aynı bölgede sinirleri raydan çıkıyordu; gerçi sonunda doğa, bu
aksaklığı giderdi. Kim unutabilir terle parlayan uysal yüzlerini, bakır göğüslü demiryolu iĢçilerinin; kazmalarına
dayanarak, ağır ağır giden trenin pencerelerini gözleriyle izleyen?
767. Dize : Bir an geldi
ġair, Ġkinci Kanto'ya (ondördüncü kartta), 5 Temmuzda, yani altmıĢıncı doğum yıldönümünde baĢlamıĢtı. (181.
Dizeyle ilgili nota bakınız: 'bugün') YanlıĢ yaptım: AltmıĢ birinci olacak. 769. Dize : Ölümden sonra yaĢama
549. Dizeyle ilgili açıklamaya bakınız. 7 77. Dize : Alçakça bir anlaĢma
Kralla Odon'un kaçıĢlarından sonra, hemen hemen bir yıl boyunca AĢırılar, onların Zembla'dan ayrılmamıĢ
olduklarına inanıp durdular. Bu yanılgı, en geliĢmiĢ uranlığın içinden yıkımına geçen aptallık hattına
bağlanabilir ancak.Havada uçan makineler ve onlarla ilgili herĢey,
121
bizim yeni yöneticilerin kafasına, gerçek anlamıyla , bazı sözcükler fırlatmıĢtı; bunların hoĢ öyküsü, birdenbire,
dümdüz ve dikine uçan araçlardan bir kutu dolusu oyuncak yapılmasına neden oldu. Önemli bir kaçağın hava
yoluyla tüyemeyeceği, onlara hiç de akıldıĢı gelmiyordu. Krallık Tiyatrosunun arka merdivenlerinden Kralla
aktörün telaĢlı adımlarla inmelerinin üzerinden birkaç dakika geçtiğinde, göklerdeki ve yerlerdeki her kanat,
çoktan kontrol altına alınmıĢtı— bu denli etkindi devlet. Birkaç hafta, hiçbir özel uçağa ve yolcu uçağına kalkıĢ
izni verilmedi; dıĢardan gelen uçakların yolcuları öyle uzun, sıkıcı soruĢturmalarla karĢılaĢtılar ki uluslararası
uçak Ģirketleri, On-hava'ya inmemcyi kararlaĢtırdılar. Bazı aksilikler de oldu. Kırmızı bir balon akılalmaz
biçimde vurulup düĢürüldü, içindeki havabilimci de Surprise Körfezinde boğuldu. Lapland havaalanından
kalkan bir pilot, barıĢçı amaçlarla uçarken siste yolunu ĢaĢırdı, Zembla avcı uçaklarının saldırısından kurtulmak
için bir dağ doruğuna konmak zorunda kaldı. Bu olaylar, bir nedene bağlanabilir yine de. Sarp yarımadamızın
dağlarını, ormanlarını araĢtıran tüm alayların Kralcılar tarafından pusularda yok edilmesi, buralarda Kral'ın
bulunduğunu sandırıyordu devlete. Kral rolü yapan yüzlerce kiĢiyi cezaevlerine dolduran yönetim, büyük bir
ciddiyet ye gülünç bir çabayla bunları ayıklamaya koyuldu. Çoğu, özgürlüğe dönüĢ yolculuğunu taklit ettiler;
çok az kısmı ise, yazık ki, bu yolda devrildiler. Sonra bahar gelip çattığında, bir gün , yurt dıĢından ajınan bir
haber, ülkeyi ĢaĢkınlığa boğdu. Zembla'lı aktör Odon, Paris'te bir film yönetiyordu!
O zaman yönetim, Ģöyle bir akıl yürüttü , ki doğruydu: Odon kaçmıĢsa Kral da kaçmıĢtır. AĢırılar hükümetinin
olağanüstü toplantısını saran uğursuz sessizlikte, bir Fransız gazetesi elden ele dolaĢtı; haberin baĢlığı
Ģöyleydi: L'EX-ROI DE ZEMBLA EST-ĠL Â PARĠS ?(8^
Gradus'un da üye olduğu gizli örgütü, sığınmacı kralın öldürülmesi için plan yapmaya iten Ģey, devlet
stratejisi olmaktan çok, öc alma tut-kusuydu. Kinci canavarlar! Hani katiller vardır, tanıklığıyla onları yaĢam
boyu hapse tıktıran soylu kiĢiye, bir zarar vermeye güçleri yetmediği halde, iĢkence yapma hırsıyla tutuĢurlar;
sö/.konusu örgüt üyeleri de öyleydi. Ellerine geçircmediklcri bu adamın erbezlcrini avuç-layarak burkup
koparmak tutkusuyla hücrede kıvranan böyle katiller,
(87) Zembla'nın eski kralı, Paris'te mi? —Çev.
122
onun güneĢli bir adada çardakta oturduğunu ya da güvenli bir yerde dizlerinin arasına aldığı güzel yavruyu
okĢamakta olduğunu, üstelik kendilerine güldüğünü düĢündükçe çılgına dönerler, kuĢku yok buna!
Bastırmaya güçlerinin yetmediği bu Ģen kahkahalar, gittiçe yaklaĢarak onlan kuĢatıp vahĢi beyinlerini
zorlarken kapıldıkları çaresiz acı, Cehennem acılarından bile korkuçtur. Kendilerine Gölgeler adını yakıĢtıran
bir grup bağnaz AĢırı, toplandılar ve Kral'ın peĢine düĢmeye, onu buldukları yerde öldürmeye and içtiler.
Onlar aslında Karl'cıların ikiz gölgeleriydiler, Kral'cılar arasında kuzenleri, erkek kardeĢleri vardı. KuĢkusuz, her
iki grubun doğuĢu, aynı kaynağa, yani öğrencilerin kardeĢlik derneklerindeki ve subay topluluklarındaki
korkusuzluğa, törenlere bağlanmalıdır; bu gruplar bazan geçici heveslere kapılırlardı; ama yansız bir tarihçi,
Karl'cılara romantik, soylu bir yakınlık duyabilmesine karĢın bunun gölgesi olan gruptan, Gotik ve çirkin
niteliği olan bu gruptan iğrenirdi. Yarasayla yengeç arası biçimsiz bir yapıya sahip Gradus, öbür Gölgeler'den
pek farklı değildi; örneğin Odon'un, kart oyununda hile yapan üvey kardeĢi Nodo saralıydı, karĢı-madde elde
etmeye çalıĢırken bir bacağını yitiren Mandevil deliydi. Gradus, ne kadar saçma sol örgüt varsa hepsine
üyeydi uzun zamandır. Yavan yaĢantısı boyunca, birçok kez tuzağa düĢürülmüĢse de öl-dürülememiĢti.
Sonraları vurgulayarak belirttiğine göre, Kralı bulup öldürme görevi kendisine bir kart oyunu sonucunda
verilmiĢti— ama Ģunu anımsatalım ki kâğıtları karan da, dağıtan da Nodo'ydu. Belki adamımızın yabancı bir
ülkeden oluĢu, kendisinin bu göreve atanması konusunda örgütte gizli bir eğilim yaratmıĢtı; Zembla
çocuklarının, kral katili olma onursuzluğuna uğramaktan kurtarılması için. Sahneyi gözümüzün önüne
açıkseçik olarak getirebiliyoruz: gölgelerin o gece toplandıkları, Cam Fabrikasına bitiĢik laboratuvarda solgun
neon ıĢıkları; tuğla döĢelil zeminde yatan maça ası; deney tüplerinden bir dikiĢte içilen votka; Gradus'un
kambur sırtına vuran bir sürü el, ve bu ikiyüzlü kutlamaları kabul ederken yüzündeki üzüntü-sevinme karıĢığı
ifade. Bu kader anını saat 0.05, 2 Temmuz 1959 biçiminde ta-rihlcndircceğiz, ki aynı gün çarpıcı bir rastlantıyla
suçsuz bir Ģair ilk dizelerini yazıyordu son Ģiirinin.
Gradus gerçekten bu iĢ için uygun muydu? Hem evet, hem hayır. Ergenlik yıllarında, büyük ve sıkıcı bir karton
kutu fabrikasında haberci olarak çalıĢırken üç arkadaĢa iyi bir yardımı dokunmuĢtu; onlar, bir festivalde
motosiklet kazanan, oranın yerlisi bir delikanlıyı pusuya
123
düĢürüp dövmeye karar vermiĢlerdi. Genç Gradus, bir balla bulup ağaçlardan birini devirme iĢinin baĢına
geçti; ama yanlıĢ devrilen ağaç, bekledikleri avın her akĢam, alacakaranlıkta hiçbir Ģeyden kuĢkulanmadan
geçtiği kır yolunu tam olarak kapatamıyordu. Üç serserinin pusu kurduğu yere doğru hızla motosikletini
sürmekte olan zavallı delikanlı, ince uzun, yakıĢıklı bir Lorraine'liydi; onu bu zararsız eğlencesinden yoksun
bırakmak isleyecek kimselerin pek aĢağılık yaratıklar olduğuna inanmak gerekiyor. Ama ĢaĢılacak bir Ģey oldu;
o üç kiĢi yere uzanıp beklerken, ileride kral katilliğine aday gösterilecek kiĢi bir hendekte uyuyakaldı; bu
yüzden de, kısa süren savaĢı kaçırdı: yiğit Lorrainc'li, parmaklarına geçirmiĢ bulunduğu bir dizi demir halkayla
saldırganlardan ikisinin suratını dağıtmıĢtı; motosikletin altında kalan üçüncü saldırgan ise, yaĢamı boyunca
sakatlıktan kurtulamayacaktı.
Gradus, Ģarap satıcılığı ile broĢür yayımcılığı arasında sık sık yaptığı cam iĢinde gerçek bir baĢarı sağlayamadı.
ĠĢe, Deseartes Ģeytanları (alkol dolu tüplerde batıp çıkan cam Ģeytanlar) yapıp Söğütçiçeği Haftasında
caddelerde satmakla baĢlamıĢtı .(88) Devlet fabrikalarında, çeĢitli iĢlerde çalıĢtı; ben Ģuna inanıyorum ki,
denizcilerin toplandığı görgüsüz ama renkli Kalixhaven'dcki büyük devlet labarotuarına kırmızı ve kehribar
rengindeki iğrenç pencereleri takmaktan o da sorumludur. Bir ara, bağ ve bahçelerde kuĢları kaçırtmak için
kullanılan feuilles d'alarme adlı Ģeylerin parılularıyla çınlamalarını 'geliĢtirmeye' kalkıĢtı. Onunla ilgili notlarımı,
bir derecelendirme sistemiyle sıraladım (kendisinin öbür eylemlerinden belirsizce söz ettiğim, 17. dizeye
iliĢkin notuma bakınız); yani ilk notum, en kapalı ifadeyle yazılmıĢ olup onu izleyen notlar, gittikçe kesinleĢen
bir anlatımla (Gradus'un uzayda ve zamanda gittikçe yaklaĢmasına uygun olarak) yazılmıĢ, eylemler gittikçe
daha belirgin biçimde sergilenmiĢtir.
Kurmalı adamımızın içinde hareket yaratan yaylar, çok düzgündü, katıksız madendendi. Ahlaktan ödün
vermeyen bir insandı belki de, Gradus. Basitliği içinde korkunç bir nefret, onun donuk ruhunu kaplamıĢtı:
adaletsizlikten ve yalancılıktan nefret ediyordu. Birbirinden hiç ayrılmayan bu iki kötülüğün birlikteliği onda,
sözcüklerle anlatılamayan, zaten anlatılması için sözcüklere gereksinmeyen bir öfke
(88) Deseartes Ģeytanları: Tübün kapağına farklı basınçlar uygulandıkça, oyuncak bebekler alkole balar,
çıkarlar. —Çev.
124
uyandırıyordu. Bu nefret, onun onmaz aptallığının bir yan ürünü olmasaydı, övgüye değerdi. Oysa Gradus,
aklının ermediği herĢeye haksızlık ve yalancılık damgasını vuruyordu. Genel kavramlara tapıyordu, ölçüsüz bir
kendine güvenme duygusuna kapılmıĢtı. Genel özellikler tanrısal, ama bireysel ya da kümesel özellikler
Ģeytansaldı. Zengin bir insanla yoksul bir insanı gözönüne aldığımızda; bunlardan birini zengin, diğeriniyse
yoksul kılan etkenler, ne olursa olsun, önemli değildir; iki kiĢi arasındaki bu farklılık, açık bir haksızlıktır; buna
karĢı çıkmayan bir yoksul, eĢitsizliği doğru bulup savunan bir zengin kadar suçlu sayılır. Çok fazla Ģey bilen
insanlar, bilim adamları, yazarlar, matematikçiler, kristalograllar, ve benzerleri, krallardan ya da papazlardan
daha iyi değildirler: onların ellerinde tuttukları güç; öbür insanlar kurnazca safdıĢı bırakıldığı için bu denli
yoğundur. Doğanın ve çevrenin, bazı insanlara haksızlık yaparak baĢka insanlara verdiği ayrıcalıklara karĢı her
namuslu insan, uyanık olmalıdır.
Zcmbla Devrimi, Gradus'u sevindirmekle birlikte, zaman zaman kızdırdı. Olayların geliĢiminde, Gradus'un
umduğu ama bulamadığı düzenlilik konusunda, sinir bozucu bir örnek olarak, geçmiĢ bir olay anlatılmaya
değer. Ġnsanları scvmcsiylc ünlü bir adamın oğlu, teniste attığı servislere karĢı durulamayan Julius Stcinmann,
ki aynı zamanda büyük bir baĢarıyla Kralın kimliğine bürünmüĢtü, bir yeraltı radyosundan, devletle alay eden
konuĢmaları, Sevgili Charlcs'in sesini eksiksiz taklit ederek öyle ustaca yapıyordu ki polis örgütü nerdeyse sinir
krizine tutuluyordu. Aylarca gizlenmeyi baĢardıktan sonra bir gün yakalandı, Gradus'un da bulunduğu özel
mahkemede yargılanıp ölüm cezası aldı. Ġdam mangası, iĢi yüzüne gözüne bulaĢtırdı; çok geçmeden, yiğit
genç adamın bir taĢra hastanesinde yaralarının iyi-rcĢlirilmektc olduğu öğrenildi. Gradus bunu duyunca o
görülmemiĢ öfkelerinden birine yakalandı— bu iĢi Kralcıların düzenlediği kanısına vardığından değil; ölümün
temiz, namuslu yasal yolu, pis ve namussuz, yasadıĢı bir yöntemle kesildiği içindi öfkesi. Kimseye danıĢmadan
hastaneye koĢtu, fırtına gibi girdi içeri, Julius'u kalabalık bir koğuĢta buldu, üzerine iki kez ateĢ etmeyi
baĢardı, ikisinde de tutturamadı, sonunda iriyarı bir hastabakıcı silahı onun elinden aldı. Gradus o zaman
kıĢlaya gitti çarçabuk; bir manga askerle döndüğünde, hastası çoktan kaybolmuĢtu.
Böyle Ģeyler acı verir insana—- ama Gradus'un elinden ne gelirdi? Kader tanrıçaları, kendisine karĢıydılar. HoĢ
göreceğiniz bir sevinçle
125
belirtelim ki onun benzerleri hiçbir zaman, kurbanlarını öldürmenin büyük heyecanını tadamamıĢlardır. Ah,
kuĢkusuz, Gradus etkin, yetenekli, yararlı, çoğunlukla da gerekli bir insandır. Kar yağıĢlı, kurĢuni bir sabah
vakti, gecenin kar pudrasını idam sehpasının dar basamaklarından süpüren kiĢi, Gradus'un kendisidir; ama
onun uzun, kösele gibi suratı bu dünyada, sözkonusu basamaklardan çıkmak zorunda kalan adamın göreceği
son yüz değildir. Eski bir yoldaĢın yatağının altına, içindeki saatli bombayla birlikte, daha Ģanslı bir herif
tarafından bırakılan basil örme çantayı önceden satın alan, yine Gradus'tur. Yalancı ilanlar aracılığıyla luzak
kurmayı kimse Gradus'tan iyi beceremez; ama tuzağa düĢürdüğü yaĢlı zengin dul, baĢkası tarafından ayartılıp
öldürüldü. DüĢük tiran, çırılçıplak ve uluyarak, tören alanında bir kalasa bağlandıktan sonra halk tarafından
parçalanarak öldürülürken, herkes ondan bir parça koparıp yiyerek canlı bedenini bölüĢürken (gençliğimde
bir italyan diklatörüyle ilgili öyküde okuduğum böyle bir olay, benim, yaĢamım boyunca bir etyemez
oluĢumun nedenidir), Gradus bu Ģeytan ayininde yer almaz: o, elveriĢli aracı gösterir ve etkesme eylemini
hazırlar.
HerĢey, olması gerektiği gibidir; dünyanın Gradus'a ihtiyacı var. Ama Gradus, kralları öldürmemelidir.
Vinogradus asla, asla Tanrıyı kızdırmamalıdır. Leningradus, yalancı silahını insanlara yö-ncltmcmelidir, düĢte
de olsa; yoksa sütun gibi kalın, görülmemiĢ derecede kıllı iki kol, onun arkasından boynuna dolanır ve sıkar,
sıkar, sıkar.
772. Dize : Kitaplarla insanlar
O siyah cep defterini yanımda taĢıdığıma iyi etmiĢim; hoĢuma giden alıntılar var bu defterde: Boswell'in
yazmıĢ olduğu Dr. John-son'un YaĢamı'ndan bir dipnot, Wordsmith'in ünlü caddesinin iki yanındaki ağaçların
üzerine yazılmıĢ ifadeler, St. Augustine1 in bir sözü, bunun gibi Ģeyler iĢte. Bu alıntıların arasında, dağınık
olarak, John Shade'le yaptığım konuĢmalar da var; kendisiyle dostluğumu merak edenlere ya da
sevmeyenlere aktarmak amacıyla not etmiĢtim bunları. Açıklamalarımın düzgün akıĢını durdurup da, ünlü
arkadaĢıma, kendisinden sözcımcsi için olanak vereceğimden ötürü hem onun, hem benim okuyucularımız
tarafından hoĢ görüleceğimi umuyorum.
EleĢtirmenler konusunda, Ģöyle demiĢti: 'Derin kavrayıĢın ıĢık saçan somut bir görüntüsünü kucaklamayı
bazan arzulamıĢsam da, basılı bir övgüyü hiçbir zaman istemedim; ayrıca, penceremden dıĢarı
126
eğilip pis sulan zavallı bir beygirin(89) tepesine boĢaltmak sıkıntısına girmek de istemedim. Sövgüyle övgü
aynı değerdedir benim gözümde.' Kinbote: 'Sanırım birincisini, bir kaz kafalının saçmalan olduğu için
reddediyorsunuz; ikincisini ise, ince bir ruhun dostluk gösterisi olduğu için.' Shade: 'Taslamam öyle.'
Fazla önemsenmiĢ Rusça Bölümünün baĢkanlığını yapan ve astlarına karĢı kabalık derecesinde kuralcı olan
Prof. Pnin'den söz açıldığında (baĢka bir bölümde öğretim görevlisi Prof. Botkin, bu kaba 'yetkinlikçi'ye bağlı
olmadığı için Ģanslıdır) Shade Ģöyle demiĢti: 'Gogol, Dostoyevski, Çchov, ZoĢçenko gibi eĢsiz humor'cularla
onların sürdürücüleri olan lif ve Petrov gibi büyük yazarları yetiĢtirmiĢ olan Rus aydınlarının bugün humor
duygusuna muhtaç durumda kalmaları, ĢaĢılacak bir Ģey.'
Tanıdığımız iriyarı bir adamın kabalığından söz ederken: 'Herif, yemek bulaĢmıĢ bir aĢçı önlüğü kadar bayağı.'
Kinbote (gülerek): 'Çok güzel!'
Üniversitede Shakespeare'in öğretilmesini Ģöyle nitelendiriyordu: 'Her Ģeyden önce, düĢüncelerin, toplumsal
koĢulların bir yana atılması; öğrencilere, daha ilk günden, nasıl ürpcreceklerinin, Hamlet ya da Lear'm Ģiirini
içip sarhoĢ olma yöntemlerinin, kafalarıyla değil de omurgalarıyla okumaları gerektiğinin öğretilmesi.'
Kinbote: 'Özellikle, gösteriĢli bölümleri beğeniyorsunuz demek.' Shade: 'Öyle sevgili dostum Charles; soylu bir
köpeğin pislettiği çimenlikte sevinçle yuvarlanan melez bir hayvan gibi yuvarlanırım ben, onların üzerinde.'
Marksizm'le Freudizm'in benzerlik ve farklılıkları üzerine konuĢurken, ben Ģöyle demiĢtim: 'Bu iki yalancı
öğretinin en kötüsü, yok edilmesi en güç olandır.' Shade: 'Hayır, Charlie, daha basit bir ölçütle: Marksizm'in
diktatöre gereksinimi var, diktatörün ise gizli polis örgülüne; sonuçta, lam bir yıkım. Ama Frcud'un
düĢüncelerini benimseyen bir kiĢi, islerse aptal olsun, oy sandığına oy atabilir, bunu [gülümseyerek] siyasal
dölleme diye adlandırmaktan zevk duysa da.
Öğrencilerin ödevleriyle ilgili olarak: 'Ben genellikle, yardımcı olmayı severim [demiĢti Shade]. Ama bazı ufak
Ģeyler var ki, ben hoĢ göremem.' Kinbote: 'Örneğin?' 'Okunacak kitabı okumamak. Onu bir aptal gibi okumak,
içinde simgler aramak; örneğin "Yazar, yeĢil yap-
(89) Burada, 'beygir' anlamına gelen 'hack' sözcüğünün ikinci anlamını da dikkate almak gerekmektedir:
'ücretli yazar.' —Çev.
127
raklar imgesini çarpıcı biçimde kullanıyor; çünkü yeĢil, mutluluğun ve hayalkırıklığının simgesidir." Ayrıca,
"açık" ve "içten" sözcüklerini övgü olarak kullanan öğrencinin notunu iyice düĢürürüm, Ģu örneklerde olduğu
gibi: "Shclley'nin üslubu, her zaman açık ve iyidir" ya da "Yeats, her zaman içtendir" Bu tür yargılar çok yaygın;
ben, bir eleĢtirmen tarafından bir yazarın içtenliğinden sözedildiğini duyduğumda, anlarım ki, ya eleĢtirmen
budaladır ya da yazar.' Kinbote: 'Ama bu düĢünme tarzının yüksek okullarda aĢılandığını söylediler bana.'
'ĠĢle, süpürge vurulacak ilk yerler, oralarıdır. Bir çocuğa otuz farklı konuyu öğretmek için otuz uzman
gereklidir; böyle yapılmayıp çocuk, sıkıcı bir taĢra öğretmeninin eline bırakılırsa o da, çocuğa bir çeltik
tarlasının resmini gösterip buranın Çin olduğunu söyleyecektir, çünkü Çin hakkında bildiği bu kadardır,
enlemle boylam arasındaki farkı bile söyleyemez.' Kinbotc: 'Size katılıyorum.'
181.Dize: Bugün
Yani 5 Temmuz 1959, Pazar günü. ikinci Kanlo'yu Shade, 'sabah erkenden' yazmaya baĢladı (14. Kart'ın üst
köĢesinde belirtildiği gibi). Gün boyunca yazmayı sürdürerek 208. dizeye ulaĢtı. AkĢamın çoğunu ve gecenin
bir kısmını Ģair, en sevdiği on sekizinci yüzyıl yazarlarının 'Dünyanın KoĢuĢturmacası ve BoĢunalığı' dedikleri
Ģeye ayırdı. Sonuncu konuk da gittikten (bisikletle), kül tablaları boĢaltıldıktan sonra bütün pencereler, iki saat
karardı; ama saat 3 sularında, evimin üst katındaki banyo penceresinden baktığımda Ģairin, çalıĢma
odasındaki leylak rengi ıĢığa gömülmüĢ masasına döndüğünü gördüm; iĢle bu gece çalıĢması, kantoyu 230.
dizeye ulaĢtırdı (18. Kart). Bir buçuk saat sonra, tan vakti, banyo odama bir kez daha gittiğimde, Ģairin
oturduğu odadaki ıĢığın yatak odasına geçmiĢ olduğunu gördüm ve hoĢgörüyle gülümsedim; çünkü
hesaplamama göre, üç-bin-dokuz-yüz-doksan-dokuzuncu kez'in üzerinden ancak iki gece geçmiĢti; ama
önemi yok. Birkaç dakika sonra herĢey yine kapkara kesildi, ben de yatak odama döndüm.
Dünyanın öbür yarım küresinde, Onhava'nın yağmurla yıkanmıĢ havaalanında 5 Temmuz günü, öğle vakti,
Gradus, bir Fransız pasaportuyla, Rus uçağına doğru yürümekteydi; uçak, Kopenhag'a gidecekti. Shade, Ġkinci
Kanlo'nunilk dizelerini kurduğunda ya da bunları yalakta kurduktan sonra yazıya geçirdiğinde, Atlantik kıyısı
saatiyle, sabahın erken vaktiydi; iĢte Gradus aynı anda, dünyanın öbür
128
yarımküresinde uçağa bindi. ġair, yirmi dört saat sonra 230. dizeye ulaĢtığında Gradus, kendisi de önemli bir
Shadow^ olan elçimizin Kopenhag'daki yazlık evinde geçirdiği dinlendirici bir geceden sonra, bu Shadow'la
birlikte, giysi satılan dükkana giriyordu^ ilerideki sayfalarda (açıklamaların, 286. dizeden 408. dizeye kadar
giden bölümünde) kendisiyle ilgili tanımlamaya uymak üzere. Migren bugün yine azdı.
Benim iĢlerime gelince; yaratıcılık açısından, duygu açısından, toplumsal açıdan, hiç de iyi gitmiyordu.
YaĢamımın bu uğursuz dönemi, ne zaman baĢladı, biliyorum: Genç bir arkadaĢa, benim güçlü Kram-ler'ime
binmesini teklif etmek inceliğinde bulunduğum gece. Onu babasının çiftliğine, bütün yolu, iki yüz millik ufak
bir uzaklığı aĢarak götürecektim. Yaptığı bir dizi trafik kazasından sonra sürücü belgesi elinden alınan bu
arkadaĢı benim üçüncü pingpong masamın sürekli bir konuğu haline getirmeyi düĢünüyordum. Orada
geceleyin eğlence düzenlediler; ben, bir yabancılar kalabalığı— gençler, yaĢlılar, tiksinti verecek derecede
koku sürünmüĢ kızlar—arasında ve donanma fiĢeklerinin, ızgara kokularının, eĢekĢakalarının, caz ezgilerinin,
yüzme yarıĢlarının oluĢturduğu bir ortamda, dansetmek ve Ģarkı söylemek için yaratılmıĢ aptal oğlandan ayrı
düĢtüm; onun akrabalarının sıkıcı mı sıkıcı, bilgiççe gevezelikleriyle kuĢatıldım; derken, nasıl olduysa oldu,
kendimi baĢka bir çiftlikte, baĢka bir eğlencenin içinde buldum; o çiftliğin salonunda, tanımlanamaz bir oyuna
katıldım, az kalsın sakalım kesiliyordu; sabahleyin, meyveyle pirinçten oluĢmuĢ kahvaltımı bitirdikten sonra,
binici pantolonu giymiĢ ayyaĢ bir ihtiyar olan, adını bilmediğim çiftlik sahibi beni, ahırlarının çevresinde
gezmeye götürdü. Arabamı yolun dıĢına, bir çam korusuna çektim; sonra ön koltuktan dıĢarı iki tane ıslak
erkek mayosuyla gümüĢ iĢlemeli bir kadın terliği fırlattım. Frenler gece boyunca yıpranmıĢtı, bozuk yolda çok
çekmeden denetimi yitirdim. Wordsmith Üniversitesi'nin saatleri altıyı vururken ben, Arcady'ye vardım; bir
daha böyle yakalanmamaya içimden and içiyordum ve tüm temiz yürekliliğimle, Ģairimin yanında geçireceğim
dingin gecenin avuntusunu özlüyordum. Evimin ko-ridorundaki sandalyeye bıraktığım, kurdeleyle bağlanmıĢ
karton kutuyu farkettiğimde anladım ki az kalsın onun doğum günü toplantısını kaç iriyordum.
(90) «Shadow» aslında özel ad değildir, «gölge» anlamına gelen bu sözcük, Ģairin adı olan Shade'e
benzemekledir. Acaba bu gölge, Kral'ın mı yoksa Shade'in mi göl-gesidir? —Çev.
129
ġairin doğum tarihini, kitaplarından birinin kapağında görmüĢtüm; daha sonra onun kahvaltı giysisinin ne
kadar döküntü bir Ģey olduğunu düĢünmüĢtüm; Ģaka yaparcasına kolumu onunkine dayayıp ölçtükten sonra,
Washinglon'dan pırıl pırıl bir ipek sabahlık alıp getirmiĢtim giysin diye; doğu renkleriyle bezenmiĢ gerçek
ejderha derisinden; sa-muraylara layık bir giysi. Karton kutunun içindeki buydu iĢte.
Çabucak giysilerimi değiĢtirdim, en sevdiğim ilâhiyi bağırarak söylerken duĢumu aldım. Becerikli bahçıvanım,
bana çok gereksindiğim sert masajı yaparken bir haber de verdi: Shadc'lcr, bu gece büyük bir 'hafif yemek
vereceklerdi; konuklar arasında senatör Blank da vardı (sözünü sakınmaz bir devlet adamı, aynı zamanda
John'un kuzenlerinden biri).
Yalnız bir adamı, birdenbire katılma olanağı bulduğu bir do-ğumyıldönümü kutlamasından daha mutlu kılıcı
bir Ģey olamaz; ben sanıyordum— hayır, emindim—ki, gün boyunca telefonum çalmıĢ durmuĢtu,
açılmaksızın; sevinçle çevirdim Shade'lerin numarasını; ve kuĢkusuz Sybil oldu yanıtlayan.
'Bon soir, Sybil.'
'A, merhaba Charles. Yolculuğunuz iyi geçti mi?'
'ġey, doğrusu...'
'Bakın, John'u aradığınızı biliyorum ama dinleniyor Ģimdi, benim de iĢim baĢımdan aĢkın. Sizi sonra çağıracak;
tamam mı?'
'Sonra, ne zaman— bu gece?'
'Hayır, yarın, sanırım. Kapının zili çalıyor. HoĢçakalın.'
ġaĢırtıcı. Kapı zilinin çaldığını Sybil nasıl duyabilirdi, çevresinde bir hizmetçiyle aĢçıya ek olarak iki de beyaz
ceketli garson dolanırken? YanlıĢ bir gururlanma beni, yapmam gereken Ģeyi yapmaktan alıkoyuyordu; yani
görkemli armağanımı kolumun altına sıkıĢtırarak, o konuksevmez eve doğru açık açık, çekincesiz yürümekten.
Kim bilir, belki beni arka kapıda bir damla mutfak Ģa-rabıyla ödüllendirirlerdi. Yine de umutluydum; bir
yanlıĢlık vardı bu iĢte, az sonra Shade telefon edecekti. Öfkeli bir bekleyiĢ; pencerenin önünde yapayalnız
içliğim bir ĢiĢe Ģampanyanın tek etkisi ise, kötü bir crapula (baĢağırısı).
Perdenin arkasından, ağaç yapraklarının arkasından, akĢamın altın tülünü ve gecenin kara örtüsünü
bakıĢlarımla delerek o çimenliği, o araba yolunu, mücevher parıltılı pencereleri gözetliyordum. GüneĢin
130
batmasına kalmadan, saat yediyi çeyrek geçe, ilk konuğun arabasının yaklaĢtığını duydum. Ah, tümünü
gördüm onların. Bizim Dr.Sutton'un, karbeyaz kafasıyla, kusursuz ovallıktaki küçük, soylu yüzüyle, sendeleyen
bir Ford'un içinde, yanında da bayan Starr, yani bir savaĢ dulu olan uzun boylu kızı olmak üzere, geldiğini
gördüm. Bir çiftin yaklaĢtığını da gördüm; daha sonra Colt olarak tanıdığım, o yörede avukatlık yapan adamla
karısıydı; bunların saygısız Cadillac'ı benim bahçe yoluma girdi biraz, hemen ıĢıklı gözlerini telaĢla yumup
açarak geri çekildi. Dünyaca ünlü, yaĢlı bir yazan da gördüm; üretken yeteneksizliğinin ve yazınsal ödüllerinin
ağırlıyla beli bükülmüĢ; Shade'lc birlikle küçük bir dergi çıkardıkları o eski, bulanık zamanların içinden çıkıp
gelmiĢti taksiyle. Shade'lerin iĢlerini yapan Frank'ın steyĢın arabayla uzaklaĢtığını gördüm. Emekli bir kuĢbilim
profesörü de çarptı gözüme; yasalara aykırı olarak arabasını bıraktığı anayoldan doğru geliyordu. Maud
Halanın son sergisini destekleyen, güzel sanatlar patroniçesi, bir delikanlı gibi yakıĢıklı ve karmakarıĢık saçlı
kız arkadaĢıyla birlikte ufacık Pulex'e kurulmuĢ, geliyordu; gördüm onları da. Sonra Frank'ın geri döndüğünü
gördüm; yanında New Wye'li, yarı kör antikacı bay Kaplun'la karısı, gücü tükenmiĢ kartal. Derken, üniversiteyi
yeni bitirmiĢ, smokinli bir Kore'li gencin bisikletle geldiğini gördüm; ardından da, çuval gibi giysisi içinde
üniversite yöneticisini, yaya olarak.Tören hareketleriyle, aydınlıkta ve loĢlukta, bir pencereden öbür
pencereye, martinilere sodalı viskiler havada, Merihliler gibi yüzerken, gördüm otelcilik okulundan gelmiĢ
olan beyaz ceketli o iki delikanlıyı içeride; bunlardan zayıf olanını iyi, oldukça iyi tanıdığımı hemen farkettim.
En sonunda,sekiz buçukta (ben, konukları bekleyen hanımefendinin, sabırsızlandığı zaman yaptığı gibi
'parmaklarını çıtlatmaya baĢladığım düĢünüyordum ki) uzun siyah bir limuzin, resmi bir parlaklıkla ve cenaze
arabası ağırbaĢlılığıyla, araba yolunun atmosferine girdi; ĢiĢko zenci Ģoför arabanın kapısını açmak için
fırlarken ben, evinden dıĢarı çıkmakta olan Ģairimi acımayla seyrediyordum; ceketinde beyaz bir çiçek, içkinin
kızarttığı yüzünde bir hoĢgeldin sırıtıĢı.
Sabahleyin, yatılı olmayan hizmetçi Ruby'yi alıp getirmek üzere Sybil'in arabayla uzaklaĢtığını görür görmez,
incelikle ama sitem belirtecek biçimde katladığım karton kutuyla birlikte onların bahçesine girdim.
Garajlarının önünde, yerde bir büchmann farkettim: Küçük bir sütun oluĢturacak Ģekilde, üst üsle yığılmıĢ
kitaplar; kitaplıktan aldığı
131
bu kitapları Sybil, belli ki burada unutmuĢtu. Merak yükümün ağırlığına dayanamayıp onlara doğru eğildim:
çoğu bay Faulkner'ın yapıtlarıydı. O anda Sybil dönmüĢtü; arabasının lastikleri tam arkamda, çakılların
üzerinde gıcırdadı. Armağanıma kitapları ekledim, bu küçük sütunu Sybil'in kucağına bıraktım. Çok
naziktim— ama neydi bu karton kutu? John'a bir armağan yalnızca. Armağan mı? ġey, dün onun doğum
yıldönümü değil miydi? Evet, öyleydi; ama doğum yıl-dönümlcri, saçma geleneklerden sayılmaz mıydı?
Saçma da olsa, dün, benim doğum yıldönümüm aynı zamanda— on altı yıllık küçük farkla, hepsi bu. Ah
benim! Ġyi dileklerimle. Peki doğum yıldönümü partisi nasıl geçti? ġey, bilirsiniz nasıl geçer böyle partiler (bu
sırada elimi cebime sokmuĢtum, baĢka bir kitap çıkarmak için— onun hiç beklemediği bir kitap). Evet, nasıl
geçer bu partiler? Ah, tüm yaĢamınızda yüzgöz olduğunuz ve yılda bir gün davet etmekten kaçmamadığmız
insanlar; Ben Kaplun gibi, eski okul arkadaĢımız Dick Colt gibi kiĢilerdir de Washington'daki kuzen, ve John'la
ikiniz tarafından romanları beĢ para etmez bulunan Ģu adam.Sizi çağırmadık, çünkü böyle Ģeyleri ne denli
sıkıcı bulduğunuzun bilincindeyiz. KonuĢma sırası bendeydi.
'Romanlar üzerine değerlendirme yaparken,' diye baĢladım, 'anımsarsanız, ortak bir saptamamız vardı: Bizce
Proust'un yontulmamıĢ baĢyapıtı kocaman bir insanyiyen peri^91^ masalıydı, bir kuĢkonmaz dramı, anlattığı
kiĢiler Fransız tarihinde rasllanamayacak uydurma tipler, cinsellikle ilgili bir travestissemenP2\ bitmeyen bir
fars, bir da-hinin^93) söz dağarcığı, Ģiirsellik, ama hepsi o kadar, inanılmaz kabalıkta ev sahibi hanımlar,
lütfen konuĢmamı kesmeyin, üstelik onlardan da kaba konuklar, Dostoyevski'nin yapıtlarındaki gibi mekanik
tartıĢmaların ve Tolstoy'u anımsatan züppece ayrıntıların yinelenmesi ve dayanılmaz ölçüde yayılması, göz
alıcı deniz görüntüleri, sıcaktan eriyen caddeler, hayır, kesmeyin sözümü, en büyük Ġngiliz Ģairlerini
kıskandıracak ıĢık ve gölge efektleri, mecaz çiçeklerinden bir bahçe ki —yanılmıyorsam Coctcau'nun
tanımına
(91) «Peri» anlamındaki «fairy»'nin ikinci anlamını da dikkate almak gc-ckmektcdir: «KĢcinscl erkek».
(92) «Kaba liyatro gösterisi» anlamındaki bu sözcük, cinsel sapkınlık belirten «ıravesti» sö7xüğünü
anımsatmaktadır.
(93) «Dahi» anlamına gelen «genius» sözcüğünün «iblis» anlamı da vardır. (Bir iblisin söz dağarcığı).
132
göre— "asma bahçe mucizesi", daha bitirmedim, saçma bir aĢk serüveni, kahramanları da sarıĢın, genç bir
rezil (uydurma Marcel) ve gerçeğe aykırı bir genç kız, bu kızın göğsüne bastırdığıysa Vronski'nin (ve Lyovin'in)
kalın boynu, bir de Cupid'in kalçaları yanak yerine; ama— bırakın, tatlılıkla bitireyim sözümü—yanlıĢ yaptık
Sybil, "insan merakı"nı uyandırma yeteneğimizi dikkate almayınca yanlıĢ yaptık: iĢte burada; belki onsekizinci,
belki de onyedinci yüzyılı anımsatıyor, ama var böyle bir belirti. Lütfen inin, yeniden inin içine, örümcek, bu
kitabın (ona kitabı sunarken), Fransa'dan aldığım bu kitabın içinde ilginç bir iĢaret bulacaksınız. John'un bunu
saklamasını istiyorum. Au revoir, Sybil. ġimdi gitmem gerek. Sanırım telefonum çalıyor.
Çok kurnaz bir Zcmbla'lıyım ben. Böyle durumlar için Proust'un yapıtının üçüncü ve son cildini getirmiĢtim
cebimde (Pleiade Ya-yınevi'nce 1954'tc, Paris'le yayımlanmıĢ); kitabın 269—271. sayfalarda bazı yerleri
iĢaretlemiĢtim. Mme de Mortemar, o akĢam düzenlediği toplantının 'seçilmiĢ'leri arasında Mme de
Valcourt'un bulunmamasına karar vermiĢ, ertesi gün ise ona Ģöyle bir mektup göndermeye kalkmıĢtı: 'Sevgili
(Edith, sizi özlüyorum; dün gece pek ummuyordum gelmenizi (Edith merak etmiĢti: Nasıl umabilirdi, beni
davet etmediğine göre?), çünkü biliyorum, böyle toplantılara düĢkün değilsiniz; sıkılırsınız bile.'
Shade'in son doğumyıldönümü partisi için söyleyeceklerim bu kadar.
181—182. Dizeler : mumkanat kuĢları... ağustosböcekleri
l.~4. ve 131. dizclerdeki kuĢ, yine karĢımızda. ġiirin son dizesinde yeniden görünecek; baĢka bir
ağustosböceği, arkasında bırakarak kozasını, zafer türküsü söyleyecek 236-244. dizelerde.
189. Dize : Starovcr Blue
627. Dizeyle ilgili açıklamaya bakımz.Bu, Kazın Görkemli Oyunu'nu anımsatmakla; ama sözkonusu oyun
burada, boyalı tenekeden minik uçaklarla oynanmıĢ: bir yabankazı oyunu, daha çok (209. kareye dek gidilir).
209. Dize : Çökerken günden güne
Uzayzaman, çöküĢün la kendisidir. Gradus, batıya doğru uçuyor; Ģimdi gri-mavi Kopenhag'a varmıĢtır (181.
Dizeyle ilgili nota bakınız). Yarından sonra (7 Temmuzdan sonra) Paris'e ulaĢacak. Bu dizenin
133
içinden hızla geçti gitti- pek yakında sayfalarımızı yeniden karartmak üzere.
213-214. Dizeler : Bir kıyas
Bunu bir çocuk beğenir ancak. Daha sonraları, yaĢamımızın içinde öğreniriz ki, biz de o 'baĢka insanlar'danız,
230. Dize: Ev perisi
Yakın zamanlarda ziyaret ettiğim, Shade'in eski yazmanı Jane Provost bana Hazel hakkında, babasının
anlattığından çok daha fazlasını anlattı, Chicago'da: Shade, ölmüĢ kızından söz etmeye istekli görünmüyordu;
ben de, bu sorgulama ve yanıtlama metnini önceden okumuĢ olmadığım için onu, benimle bu konuda
konuĢup içini dökmeye zorlayamamıĢtım. Aslında Ģair, bu kantoda içini iyice dökmüĢ bulunuyor Hazel'in
oldukça belirgin ve eksiksiz bir portresini çiziyor; ama gereğinden fazla eksiksiz bir portre bu, bir mimar
özeniyle çizilmiĢ, öyle ki, okuyucular bu portrenin, daha değerli ve az rastlanır özelliklerini yok edecek
biçimde geniĢletilip ayrıntılarla bezendiğini hissetmekten kendilerini alamazlar. Ama hiçbir eleĢtirmen,
görevini savsaklayamaz; derleyip aktaracağı bilgiler ne denli can sıkıcı olursa olsun. Böylece bu açıklama
ortaya çıktı.
Büyük bir olasılıkla, 1950 yılının baĢlarında, ahır olayından çok önce (347. Dizeyle ilgili açıklamaya bakınız), on
altı yaĢındaki Hazel, bir. takım ürkünç 'ruh devinimi' olaylarına bulaĢtı; bu durum, bir ay kadar sürdü. Önceleri,
evin kötü çiniyle yeni ölmüĢ olan Maud Hala'nın aynı olduğu düĢünülüyordu. Ġlk olay, Hala'nm bir zamanlar,
yarı inmeli olan köpeğini yatırdığı sepetle ilgili olaydı (iskoç teriyesi diye adlandırdıkları bu soy köpeklere
bizim ülkemizde 'salkım söğüt köpeği' denirdi). Bu köpeği, Hala'nın hastaneye yatırılmasından hemen sonra,
Sybil ortadan kaldırmıĢtı; bunu öğrenen Hazel de öfkeden deli gibi olmuĢtu. Bir sabah bu sepet, hızla fırlatıldı
'dokunulmamıĢ' kutsal odadan dıĢarı (90-98. Dizelere bakınız) ve o sırada Shade'in çalıĢmakta olduğu odanın
önünden, koridor boyunca uçtu gitti; açık kapıdan Ģair, sepetin, içideki ıvır zıvın ortalığa saçtığını gördü: lime
lime bir yatak örtüsü, parlak bir kemik, rengi atmıĢ bir minder. EĢya hareketleri, ertesi gün de sürdü; yemek
odasında, Maud Hala'nın tablolarından biri (Servi ile Yarasa), duvara doğru çevrilmiĢ halde bulundu. Bunu
baĢka olaylar izledi: kadının albümünün havalarda uçtuğu olaylar (90. Dizeye iliĢkin açıklamaya bakınız);
bunlarla birlikte, kuĢkusuz, darbe seslerinin her türlüsü; özellikle kutsal odadan gelen bu
134
sesler, bitiĢik odada, elbette huzur içinde, uyuyan Hazel'i yatağından sıçratıyordu. Ama çok geçmeden, bu
Ģeytanca olaylar, Maud Hala'dan kaynaklandıklarını düĢündürmenin ötesine geçtiler ve, diyebiliriz ki, daha
seçimlik (eklektik) hale geldiler. Böyle olaylarda nesnelerin yapmaktan kaçınamayacağı sıradan, adi
devinimler, burada da görüldü. Tencereler mutfakta Ģangır Ģungur yuvarlandı; bir kartopu (mevsimsiz olmalı)
buzdolabında bulundu; birkaç kez Sybil, bir tabağın havada disk gibi uçtuğunu, sonra sapasağlam sofaya
indiğini gördü; evin çeĢitli yerlerinde lambalar yandı; sandalyeler badi badi yürüyerek kilerde toplandılar;
nerden geldiği anlaĢılmayan ip parçaları bulundu yerde; görünmez sarhoĢlar gecenin ortasında,
merdivenlerden sendeleyerek indiler; ve bir kıĢ sabahında Shade, kalkmıĢ, pencereden havaya bakıyordu ki;
Kutsal Kitap kadar değer verdiği Webster'i M harfinde açılmıĢ olarak bıraktığı küçük masanın, çalıĢma
odasında olması gerekirken, akıllara durgunluk verecek biçimde bahçede, karların üzerinde bulunduğunu
gördü. (Belki de 5-12. dizelerde dile getirdiği görüntü, bu olayın yüceleĢtirilmiĢ biçimidir.)
Benim düĢünceme göre, bu olayların sürdüğü dönemde Shade'ler, ya da en azından John Shade, dengesini
yitiren insanların heyecanı içindeydi; sanki her gün, dünya gittikçe daha çılgın biçimde dönüyor ve siz,
lastiklerinizden birinin çıkıp yanınızda yuvarlandığını ya da direksiyonunuzun koptuğunu görüyordunuz.
Zavallı arkadaĢım, yc-niyetmeliğinin ilk yıllarında geçirdiği sarsıcı krizleri anımsamaktan kendini alamıyor,
soydan gelen bu hastalığın biçim değiĢtirerek ortaya çıktığı kuĢkusuna kapılıyordu. Bu ürkünç ve utanç verici
olguyu komĢularından gizlemeye çalıĢan Shade, kendini düĢünerek yapmıĢ değildi bunu. Önce dehĢete
kapılmıĢ, sonra yüreği acımayla burkulmuĢtu. Hem'kendisi, hem de Sybil, iradesiz, güçsüz, beceriksiz ama
ağırbaĢlı kızlarını bu konuda sıkıĢtıramıyorlardı; oysa kız, bu olaylara karĢı, korkmaktan çok, ilgi duymaktaydı;
kızın anasıyla babası onun, bu kargaĢalığı yaratan gücün aracısı olduğundan kuĢku duymuyorlardı; ikisinin de
gördüğü gibi, bu güç, (Jane P.'nun sözlerini aktarıyorum) 'bir delilik biçiminde, delice Ģeyler yaparak' kendini
dıĢa vuruyordu. Bu konuda pek bir Ģey yapamıyordu babasıyla anası; çünkü çağdaĢ bir vo-odoo olan
ruhbilimden hoĢlanmıyorlardı, ama aslında çok korkuyorlardı Hazel'dcn ve ona bir zarar vermekten. Yine de,
eski kafalılığına karĢın bilgili bir insan olan Dr. Sutton'la bir görüĢme yaptılar; bu görüĢme sonucunda,
karamsarlıkları azaldı. BaĢka eve ta-
135
sınmayı düĢünüyorlardı, ya da, daha doğru bir. anlatımla, yoldan geçen birinin duyacağı biçimde yüksek sesle
birbirlerine, iblis evden gider gitmez baĢka eve taĢınmayı düĢündüklerini söylüyorlardı; bu kötü günlerin bir
moskovett gibi geçip gideceğini umuyorlardı; bu sert rüzgâr, bu soğuk hava anıtı, Mart boyunca doğu
kıyılarımızda eser durur, derken bir sabah kuĢ cıvıltılarını iĢitirsiniz, zambaklar dallarında ağırlaĢırlar; dünyanın
tüm çizgileri, yerine oturmuĢtur. Kötü olaylar dizisi sonunda kesildi; unutulmasa bile, en azından bir daha
anılmadı; ama ne tuhaftır ki, sinir hastası bir çocuğun cılız bedeninden fırlayan Hcrkül ile Maud Hala'nın hırçın
hayaleti arasındaki gizemli eĢit iĢaretini farketmiyoruz; ne tuhaftır ki, aklımız, bulduğu ilk açıklamadan hoĢnut
olur; aslındaysa, bilimsel ve doğaüstü, kasların mucizesi ve aklın mucizesi, bunların ikisi de açıklanamaz
Ģeylerdir, Ulu Tanrının hikmetidirler çünkü.
231. Dize : Ne kadar gülünç, vs.
ġiirin taslak metninde, bu dizeler farklı biçimdedir; güzel bir bölümdür ama dizelerden birinin ortasında bir
kopukluk var (6 Tcm-muz'da yazılmıĢ):
Bilinmez Öle Dünya, tüm ölü doğmuĢlarımızın oturduğu,
Sevdiklerimizin yaĢama kavuĢtuğu, yatalakların iyileĢtiği.
Akıllar öldükten sonra oraya giderler:
Zavallı yaĢlı Swift, zavallı—, zavallı Baudelaire
Buradaki kısa çizgi, ne anlama gelebilir? 'Baudelaire'dcki okunmaz e'nin, Shade, vezin gereği okunmasını
istemedikçe, ki iyi biliyorum onun Ġngilizce dizede böyle bir Ģey yapmak islemediğini (501. dizeye bakınız,
'Rabelais'), buraya konması gereken ad, bir vurgulu ve bir vurgusuz heceden oluĢmalıdır. DelirmiĢ ya da
yaĢlılıktan bunamıĢ olarak tanınan büyük Ģairlerin, ressamların, filozofların vs. adları arasında, bu ölçüye
uygun birçok ad bulabiliriz. Yoksa Shade, akla uygun bir seçim yapmasını önleyecek kadar büyük bir
çeĢitlilikle karĢılaĢtığı için mi bıraktı boĢluğu, böylece onu uygun biçimde doldurmaktan Ģairleri bağıĢık tutan
gizemli organik güce mi bel bağladı? Acaba baĢka bir Ģey miydi bunun nedeni; her nasılsa kendisinin yakın
arkadaĢlarından biri olmuĢ seçkin bir adamın adını anmaktan Ģairi ala-koyan bulanık bir sezgi, ileriye dönük
(peygamberce) bir kaygı mı? Belki de evinde bunları okuyan biri vardı ve Ģairin, ima ettiği adı açıkça
yazmasına karĢı çıkabilirdi, bu adı sevmediği için. ġairin sakınımlı
136
bir ifade kullanmasının nedeni bu muydu acaba? Eğer öyleyse, bu trajik bağlamda onu niçin ima ediyordu?
AnlaĢılmaz, karıĢık düĢünceler.
238. Dize : Zümrüt yeĢili, boĢ kesecik
Bunun ne olduğunu biliyorum! Bir ağaç gövdesinde, ergin bir ağustosböceğinin çıktığı kılıf, yarısaydam, boĢ.
Shade anlattı: Sınıfı dolduran üç yüz öğrenciye, ağustosböceğinin nasıl bir Ģey olduğunu sordu, bile bile üç
kiĢi bildi onun ne olduğunu. Yeni gelmiĢ göçmenler, bilgisizliklcriylc, 'locust' adım yakıĢtırdılar ona; aslmdaysa
bu sözcük, çekirgenin adıdır. Aynı saçma yanlıĢlık, Lafontainc'in La Ci-gale et la Fourmi (243-244. Dizelere
bakınız) parçasını çeviren bütün bir çevirmenler kuĢağı tarafından da yapılmıĢtır. Cigale'm arkadaĢı, karınca,
az kalsın kehribarla mumyalanıyordu.
Gün baümlarında, Ģair arkadaĢımla çok gezimimiz olmuĢtur; Haziran ayı içinde (notlarıma göre) en az dokuz
gezinti, ama Tcmmuz'un ilk üç haftası boyunca yalnız iki gezinti. (Kaldığı yerden devam edecek, BaĢka Ycr'de!)
Bu gezintilerimizde arkadaĢım, cilveli diyebileceğim bir tavırla bastonunu uzatarak doğadaki çeĢitli tuhaf
Ģeyleri gösteriyordu. Bu örnekler aracılığıyla bana, bıkıp usanmadan, Kanada YaĢamörıüsüyle Avustralya
YaĢamöriüsünün nasıl da olağanüstü bir karıĢım oluĢturduğunu kanıtlamaya çalıĢıyordu; bu karıĢım,
Appalachia'nın özel bir bölgesinde, Ģimdi bulunduğumuz 1500 feet yükseklikte 'elde edilebilir' (kendi
sözleriyle); burada kuĢların, böceklerin, bitkilerin kuzeye özgü türleriyle güneye özgü olanları harmanlanmıĢ
bulunuyordu. Ünlü sanatçıların çoğu gibi Shade, Ģu gerçeğin farkında değildi sanki: UlaĢılmaz bir dahiyle
baĢbaĢa kalmayı sonunda baĢaran zavallı hayranı, ondan 'diana'nın (çiçek olsa gerek) New Wyc'da 'atlantis'
(bu da, bir çiçek'olmalı) ile birlikte yetiĢtiğini filan duymayı değil de, kendisiyle edebiyat ve yaĢam üzerine
söyleĢmeyi ister. Sinirimi bozan bir akĢam gezintimizi (6 Temmuz) hiç unutamam; bunu Ģairim bana büyük bir
gönülyüccliğiyle bağıĢlamıĢtı; aldığım kötü yaranın karĢılığı olan bu gezinti- armağanını Ģairin kansı da uygun
bulmuĢ, bunu kanıtlamak üzere, Dulwich Ormanına ulaĢan yolun bir kısmında bize eĢlik etmiĢti. Shade,
doğaya iliĢkin öykülere doğru yaptığı kurnazca gezintiyle beni oyalayıp duruyordu; oysa ben, bir isterik gibi,
çılgın gibi, içimi yiyerek, öğrenmek isliyordum Ģu son beĢ günde onun, Zcmbla Kralıyla ilgili serüvenlerden
uım olarak hangilerini ĢiirlcĢtirmiĢ olduğunu. Benim doğal bir kusurum olan gururum, Ģairi dolaysız sorularla
zorlamaya, sıkıĢtırarak konuĢturmaya
137
elvermiyordu; bu yüzden, önceden anlattığım serüvenleri yeniden anlatmaya koyuldum: Saraydan kaçıĢ,
dağlardaki serüven. Sanılır ki bir Ģair, hele uzun ve güç bir yapıtı oluĢturma sürccindeyse, basanlarından ve
sıkıntılarından söz açma fırsatı çıkar çıkmaz bunun üzerine balıklama atlar. Ama ne gezer! Kibarca, ölçüyü
kaçırmadan kendisine yönellttiğim sayısız sorunun karĢılığında bütün elde ettiğim, Ģu :ürlü yanıtlar oldu: 'Ya
iyi gidiyor,' ya da 'Yok. Söylemiyorum.' Sonunda Kral Alfred hakkında oldukça çirkin bir fıkrayla beni baĢından
savdı; fıkraya göre Kral, yakın çevresinden Norveçli bir adamın anlattığı öyküleri zevkle dinler, ama baĢka iĢle
uğraĢırken onu yanından kovardı. Daha önce anlatmıĢ olduğu Norveç efsanelerinden birinin değiĢik, ama
güzel bir biçimini dokumaya gelen kibar Norveç'liye, kaba kral, 'Sen mi geldin yine?' diye çıkıĢırdı. 'Yine mi
sen geldin?' ĠĢte o günden beri, sevgili dostlarım, masal sürgünü ve TaTlrı csinlisi kuzeyli ozan, ingiliz
öğrencilerin belleğine gülünç bir takma adla yerleĢmiĢ bulunmaktadır: Yinemisen.
Nasıl olduysa oldu! Sonraki bir karĢılaĢmamızda, kaprisli ve kılıbık arkadaĢım, çok daha nazik davrandı (802.
Dizeyle ilgili notuma bakınız).
240. Dize: Nice'deki o ingiliz
KuĢkusuz, 1933 yılının martıları çoktan öldü. Ama onlara iyilik edenin adını, eğer Shade kafasından
uydurmamıĢsa, öğrenmek için The London Times'a bir ilan vermek yeter. Çeyrek yüzyıl sonra Nice'e
gittiğimde orada, Ģiirdeki Ingilizin yerine, kentin tanınmıĢ bir kiĢisini gördüm: YaĢlı, sakallı bir serseri...
Turistlerin ilgisini çektiği için halkın katlandığı ya da Ģımarttığı bu herif, keçeleĢmiĢ saçlanna tüneyen, ne
verilse yiyen bir martıyla, Verlaine heykeli gibi dururdu bazan; bazan da, herkesi ısıtan güneĢin altında, sırtını
denizin uyutucu gürültüsüne dönerek, rahatça sıraya yaslanarak Ģekerleme yapardı; bu sıranın altındaki
gazetenin üzerine, nelerden oluĢtuğu anlaĢılmaz, renk renk yiyecekleri özenle sererek kurumaya, belki de
mayalanmaya bırakırdı. Çok az ingiliz, oraya gezinmeye giderdi; ben, birkaç tanesini, Mentonc'nin tam
doğusundaki rıhtımda gezinirlerken görmüĢtüm; burada, Kraliçe Victoria'nın onuruna büyük bir anıt dikiliydi;
hafif rüzgarın güçlükle kucakladığı, ama henüz giysisini sıyıramadığı bu heykel, Almanların alıp götürdüğü
eskisinin yerine dikilmiĢti. Oldukça çarpıcı biçimde, cici hayvanının sabırsız boynuzu, giysiyi içeriden
zorluyordu.
138
246 Dize: ... sevgilim
ġair, karısına söylüyor bunları. Aslında, ona adadığı bu bölüm (246-292. dizeler), Ģiirin yapısında, kızıyla ilgili
temeya geçiĢte köprü iĢlevi görmektedir. Yine de ben, diyebilirim ki, sevgili Sybü'in yukarıdan gelen ayak
sesleri, baĢımızın üzerinde öfkeyle, güm güm vururken herĢey 'yolunda' gitmezdi hiç! 247. Dize: Sybil
John Shade'in karısı; kızlık soyadı Irondell (demir cevheri çıkarılan küçük vadinin adı değil de 'kırlangıç'
sözcüğünün Fransızcası). Kocasından birkaç yüĢ büyüktü. Sybü'in Kanadalı bir soydan geldiğini anladım,
soyadından; Shade'in anneannesi de öyleydi (Sybü'in dedesinin en büyük kuzeniydi aynı zamanda; belleğim
beni fazla yanıltmıyorsa).
Daha ilk günden, arkadaĢımın karısına son derece nazik davranmaya çalıĢtım; ama daha ilk günden o, benden
hoĢlanmadı, bana güvenmedi. Çok sonra öğrendim ki kendisi, benden üstükapalı biçimde sözederken
topluluğun içinde, 'fil kafalı, iri kıyım atsineği, barsak solucanı, bir dahinin sırlından geçinen dev kene'
adlarıyla anıyordu beni. BağıĢlıyorum onu— onu ve herkesi. 270. Dize : Kara Vancssa'm
Sanıyorum bir araĢtırmacının gönlü, Orfeus dini içinde bir kelebek türüne yer bulmak için, onun konabileceği
bir temel-ad arıyor ve bu arada kaçınılmaz olarak, Vanhomrigh, Esther adlarına gönderme yapıyor. Bu
bağlamda, Swift'in Ģiirlerinden (hangisi olduğunu bi-lemiyeceğim, bu balta girmemiĢ ormanın içinde) iki dize,
belleğime batıp duruyor:
O zamanlar, ah! Gençliğinin içinde Vanessa Ġlerledi Atalanta'mn yıldızı gibi
Vanessa denen kelebek, 993-995 dizelerde yeniden görünecek (ilgili nota bakınız). Shade'in belirttiğine göre
bu kelebeğin Eski In-gilizcede adı 'Red Admirable'^94* iken düĢe düĢe 'Red Admiral' oldu bugün. Sözkonusu
kelebek, benim tanımak olanağı buldum birkaç tür kelebekten biridir. Zcmbla dilinde ona harvalda denirdi;
armaya benzer anlamına gelen bu ad, kelebeğe, belki de onun herkesçe la-
(94) ġiirin Türkçe metninin altındaki 11 no.lu dipnota bakınız. —Çev.
139
nmabilcn resminin Payn Dükleri armasında doğmuĢ olmasından ötürü verilmiĢtir. Bazı yıllar, sonbaharda bu
kelebek, oldukça sık biçimde Saray Bahçeleri'nde görünür, gündüz uçan bir pervaneyle birlikle Michaelmas
papatyalarının üzerinde dolanırdı. Onu, cıvık eriklerle kendine ziyafet çekerken gördüm, bir kez de ölü bir
tavĢandan bir Ģeyler koparmaya çalıĢırken. Bu kelebek, oyuna, eğlenceye pek düĢkündür. Yazgının kendisine
hazırladığı acı sona doğru ilerlerken John Shade'in bana gösterdiği son doğa yaratığı, bu kelebeğin
eveilleĢmiĢ bir örneğiydi. (Bakınız, Ģimdi bakınız 993-995. dizelerle ilgili notuma.)
Notlarımın bazılarında Swifl'ten esintiler var. Ben de, yaratılıĢtan, umutsuz bir adamım, huzursuz, hırçın,
kuĢkucuyum, her ne kadar uçarılık vefou rire®^ anlarım varsa da.
275. Dize : Kırkıncı yılına vardı evliliğimiz John Shade ile Sybil Swallow(96) (247. dizeyle ilgili nota bakınız)
1919'da evlendiler. Kral Charles'ın Disa ile evlenmesinden lam oluz yıl önce (Disa, Payn DüĢesiydi). Krallığının
(1936-1958) ilk gününden beri, ulusun temsilcileri, som balıkçıları, sendikasız camcılar, ordu çevresi, üzgün
akrabalar, özellikle de sıcakkanlı, bir ermiĢ kadar temiz bir adam olan yaĢlı Ycslovc BaĢpiskoposu, Kralı,
bereketli ama kısır zeklcrindcn vazgeçerek bir karı edinmeye razı etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu,
bir ahlak sorunu değil, soyun sürdürülmesi sorunuydu. Kralın, oğlanlar için yanıp tutuĢan ataları, sert yaratılıĢli
eski krallar zamanında olduğu gibi, Ģimdi de, din adamları, genç bekârımızın dinsizce tutkularını, iyi
yüreklilikle görmezden geliyorlar ama onun, kendisinden önce hüküm süren ve bu konuda kendisinden daha
da isteksiz olan Charles gibi davranmasını istiyorlardı: bir geceyi gözden çıkarmak ve yasal yoldan bir ardıl
meydana getirmek.
Böylece, 5 Temmuz 1947 gecesi, amcasının sarayındaki maskeli baloya giden Kral, on dokuz yaĢındaki Disa'yı
ilk kez orada gördü. Kız, Tirol'lu bir delikanlı kılığındaydı; biraz çarpık bacaklıydı, ama çekiciydi yine de. Onu
ve (çiçekçi kız kılığına girmiĢ) iki erkek kuzenini Kral, tanrısal, yeni spor arabasına bindirerek caddelerden
geçirip görkemli doğumyildönümü ıĢıklandırmalarını, donanma fiĢeklerini, havaya çevrilmiĢ soluk yüzleri
görmeye götürdü. Ama iki yıl, evlenme iĢini sürüncemede bıraktı; sonra, güzel konuĢan ve acıma nedir bil-
(95) Fou rirc : kahkahaları salıverme. —Çev.
(96) Swallow : Kırlangıç. —Çev.
140
meyen danıĢmanlarının üstelemelerine direnemeyip boyun eğdi. Nikaha bir gün kala, Onhava katedralinin
geniĢ, soğuk ıssızlığına yapayalnız kapatılan Kral, gecenin çoğunu yakarmakla geçirdi. Yakut ve ametist
iĢlemeli pencerelerden, kendilerini beğenmiĢ eski krallar bakıyordu ona. Tanrıya, o geceye kadar hiç bu denli
içten yakarmamıĢtı, yol göstermesi için, kendisine güç vermesi için. (433-434. dizelere iliĢkin olarak ileride
yaptığım açıklamaya bakınız.)
ġiirin taslak metninde, 274. dizeden sonra, Ģu baĢlangıç yer alıyor (Ģiirin son biçiminde yok):
Adımı beğenirim : Shade, Ombre, hemen hemen 'adam' Ġspanyolca'da./97^
Ne iyi olurdu; Ģair, bu temayı bırakmayıp geliĢtirseydi de okuyucuyu bu dizelerin ardından karĢısına çıkacak
yavan içdökmelerden kurtarsaydı.
286. Dize : Jetin pembe izi, günbatımı kızıllığının yukarısında
Ben de, Ģairimin dikkatini, akĢam vakti gökyüzünde beliren uçakların Ģiirsel güzelliğine çekerdim hep. Kim
tahmin ederdi ki; tam o gün (7 Temmuz), Shade'in bu solgun ıĢıklı dizeyi yazdığı gün (yirmi üçüncü kartın son
dizesini), Gradus, takma adı Degre, Kopenhag'dan uçarak Paris'e inecek, uğursuz yolculuğunun ikinci
aĢamasını tamamlayacaktı! Benim bulunduğum Arcady'de bile Ölüm, mezar yazılarında konuĢuyor.
Gradus'un Paris'teki eylemleri, Gölgeler^ tarafından oldukça ustalıklı planlanmıĢtı. Kralın nerede olduğunu
yalnız Odon'un değil, eski Paris elçimiz (Ģimdi sağ değil) Oswin Bretwit'in de bildiğini, Gölgeler tahmin
ediyorlar, bunda hiç de yanıliniyorlardı. Gradus'un önce Bret-wit'i bulmasını istediler. Soylu bir kiĢi olan
Bretwit, Meudon'daki dairesinde yalnız baĢına yaĢıyor, dıĢarı pek çıkmıyordu, Ulusal Kitaplığa gittiği günleri
saymazsak; burada, tanrıya iliĢkin felsefe kitapları okuyor, eski gazetelerdeki satranç problemlerini çözüyordu.
Evine konuk çağırma alıĢkanlığı yoktu. Gölgeler'in ustalıklı planı, biraz da raslanü sonucunda açığa çıktı. Bu
örgüt, Gradus'un, coĢkulu bir Kralcı rolünü oynamak için gereken akıl donanımına ve mimik yeteneğine sahip
ol-
(97) ġairin adı (Shade), «gölge» anlamına gelir, ispanyolca karĢılığı «ombre», yine îs-panyolcada «adam»
anlamındaki «hombre» sözcüğünü andırır.—("ov.
(98) «Gölge» anlamındaki «Shadow», Ģairin soyadına benzemektedir. —Çev.
141
duğundan kuĢkuluydu; bu yüzden onun, politikayla ilgisiz bir aracı, para kazanmaktan baĢka Ģey düĢünmeyen
basit bir adam rolü oynamasının daha iyi olduğunu düĢünüyordu; bu basit adam, sözde, birtakım kimselerce
kendisine, Zembla'nın dıĢına kaçırıp gerçek sahiplerine ulaĢtırması için verilen belgeler karĢılığında iyi para
kazanan biriydi. O anda Karl'cılardan yüz çeviren talih, bu planın uygulanmasına yardımcı oldu. Kendisini
burada Baron A. diye anacağımız, Gölgeler arasında yer alan ama pek ağırlığı olmayan kiĢinin bir kayınbabası
vardı; onu da Baron B.diyc anacağız; devlet memurluğundan uzun zaman önce emekli olan bu yaĢlı, antika
adam, zararsız biriydi; yeni yönetimin Rönesans sayılması gereken uygulamalarını kavrayamıyordu. Oswin
Bretwit'in babası olan eski DıĢiĢleri Bakanının yakın arkadaĢıydı, ya da öyle olduğu sanılıyordu. (Uzaklardan
geçmiĢe bakmak, her Ģeyi güzel gösterir.) Yeni yönetimce Oswin'in persona grata®9) sayılmadığını anlamıĢtı;
ona, ailesiyle ilgili, eline geçmiĢ olan değerli belgeleri ulaĢtırma olanağını bulacağı günü iple çekiyordu.
Derken, o günün geldiğini kendisine haber verdiler: belgeler hemen Paris'e iletilecekti. ġu notu eklemesine de
izin verdiler:
«iĢte, ailenize ait birtakım değerli belgeler. Bunları, önce He-idelberg'de hem öğrencim, hem arkadaĢım,
sonra diplomatlık mesleğinde öğretmenim olan büyük insanın oğlunun ellerine teslim etmekten daha iyi bir
Ģey yapamazdım. Verba volant, scripta manentSm)
Sözkonusu scripta, iki yüz on üç uzun mektuptan oluĢuyordu ki bunlar, yetmiĢ yıl önce, Odevalla Belediye
BaĢkanı ve Oswin'in dedesinin kardeĢi Zule Bertwit ile kuzenlerinden, Aros Belediye BaĢkanı Ferz Bretwit
arasında alınıp verilen mektuplardı. Bürokratik yavanlıkların ve bayağı nüktelerin basit değiĢtokuĢu olan bu
yazılar, yerel tarihle ilgilenen araĢtırmacıların değer verebileceği o sınırlı çekiciliğe bile sahip değildiler; ama
atalarına aĢırı bir duygululukla bağlı bir insanın ilgisini neyin çekip çekmediğini söylemek olanaksızdır; Oswin
Bretwit de, böyle bir adam olarak tanınıyordu. Oswin Bret-wit'le ilgili sıkıcı bir açıklamayı bu anlattıklarımın
arasına sıkıĢtırıp kendisine kısa bir övgü sunmak, bana zevk verecek.
(99) «Gözde kiĢi» —Çev. (100) «Söz yiter, yazı kalır.» (Latince). ¦—Çev.
142
Bedensel özelliklerini sıralarsak; saçsızdı, hastalıklı bir kellikti onunki; sararmıĢ bir salgı bezini andırırdı. Yüzü,
ĢaĢılacak Ģeydir, hiçbir özellik göstermezdi. Gözleri, sütlü kahve rengindeydi. Belleklerde, hit zaman yas bandı
takan bir adam olarak yer almıĢtır. Ama kahramanımızın kiĢiliğini, bu sönük görüntüsüne bakarak de-
ğerlendiremcyiz. Okyanusun parıltılı dalgalarının ötesinden, buradan, yiğit Bretwit'i selamlıyorum! Ellerimiz bir
an, denizin üzerinden uzanarak, simgesel bir güneĢin allın görüntüsünün yukarısından, birbirini bulup sımsıkı
kavrasın. Hiçbir sigorta ya da havacılık Ģirketi, bir derginin parlak sayfasında, bir hostesin, sunabileceği her
Ģeyle birlikte sunduğu rengarenk görüntülü kahvaltıyla aplallaĢmıĢ ve onurlandırılmıĢ emekli bir iĢadamı
resminin altına, madalya gibi yerleĢtirmesin bizim bu içten el sıkıĢmamızı; daha iyisi, karĢıt cinsler arasındaki
iliĢkiyi yücelten ikiyüzlü çağımızda, bu soylu el sıkıĢması, korkusuzluğun ve kendinden vazgeçmenin sonuncu,
ama son bulmayan gösterisi olsun. Ġnsan kendini alamıyor, böyle bir gösterinin, ama sözcükler halinde, bir
baĢka ölmüĢ arkadaĢın Ģiirini kaplamıĢ olabileceğini düĢünmekten; yazık ki gerçekleĢmedi bu düĢ.^ ^ Solgun
AteĢ'lc (ah, gerçekten solgun), senin elini kavrayan elimin sıcaklığını bulmaya çalıĢmak, ne kadar boĢ bir çaba,
zavallı Shade!
Biz yine Paris'in çatılarına dönelim. Oswin Bretwit'te yiğitlikle doğruluk, incelik', ağırbaĢlılık, üstükapalı bir
anlatımla çekici toyluk diyebileceğimiz özellik birleĢmiĢti. Havalanından telefon eden Gra-dus, onun iĢtahını
kabartmak için Baron B'nin kısa mektubunu (Latince atasözünü atlayarak) okuyunca Bretwit'in aklına gelen,
kendisine güzel bir Ģeyin verileceğiydi. Gradus telefonda, sözkonusu 'değerli kâğıtlar'ın tam olarak ne
olduğunu söylemeye yanaĢmamıĢa; ama anlaĢıldığına göre, eski elçi, babasının, Ģimdi ölmüĢ olan bir
kuzenine yıllar önce bağıĢladığı değerli pul kolleksiyonunu bugünlerde kendisine göndereceklerini
umuyordu. Bu kuzen, Baron B'yle aynı evde oturmuĢtu. Kafası böylesine karmaĢık ama sevindirici
düĢüncelerle dolu olarak, eski elçi, ziyaretçisini beklerken kaygılanıyordu da: Acaba Zembla'dan gelen bu
adam, tehlikeli bir dolandırıcı mıydı? Bütün albümleri hemen verecek miydi yoksa zahmetine karĢılık ne
koparacağını anlamak amacıyla azar azar mı getirecekti? Bretwit, iĢin o gece biteceğini umuyordu; çünkü
ertesi sabah hastaneye yatacak, belki ameliyata alınacaktı (gerçekten ameliyata alındı ve bıçak altında öldü).
(101) Bir önceki tümcede Kinbote, eĢcinsel iliĢkiyi övüyor. —Çev.
143
DüĢman ülkelerin iki casusu, bir akıl savaĢında, karĢı karĢıya geldiklerinde, bunlardan biri tümüyle akıldan
yoksunsa sonuç çok gülünç olabilir; ikisi de salaksa sonuç da salakçadır. Vicdanımın sesine kulak vererek
yaptığım bu açıklamada, Ģimdi okuyucuların önüne sereceğim sahneden daha aptalca, daha yavan bir olayı,
casusluk ve karĢı- casusluk tarihinde bulacak olanın alnını karıĢlarım.
Bir yıl kadar önce üzerine yorgun bir kralın uzandığı kanapenin kıyısına rahatsızca oturan Gradus, valizinden
çıkardığı kalın bir kağıt paketini evsahibine uzattı ve onun paketi bağlayan sicimle savaĢımını rahatça
seyrelmek üzere, kalçalarını yakındaki bir sandalyeye aktardı. Bretwit, sonunda açabildiği pakete ĢaĢkınlıkla,
sessizce baktı bir süre. Kendini toplayıp konuĢtu:
'Yazık, düĢlerim gerçekleĢmedi. Bu mektuplar, 1906 ya da 1907 yılında yayımlanmıĢtı. Ferz Bretwit ölünce dul
karısı tarafından bana gönderilen bir baskısını kitaplarımın arasında bulabilirim zaten. Hem bu getirdiğiniz
belgeler, mektupların asılları değil; yayımcılara verilmek üzere tek bir elden çıkmıĢ kopyaları. Dikkat ederseniz,
iki belediye baĢkanının da yazısı aynı, bu mektuplarda.'
'ġaĢılacak Ģey,' dedi, kağıtlara dikkatle bakan Gradus.
'Ama bunları bana göndermenin bir incelik olduğunu anlıyorum,' diye konuĢtu Bretwit.
Gradus hoĢnutlukla 'Anlayacağınızdan kuĢkumuz yoktu,' dedi.
Bretwit sürdürdü: 'Baron B.'nin belleği zayıflamıĢ olmalı. Ama yineliyorum; kendisinin inceliği duygulandırdı
beni. Bu değerli Ģeyleri getirdiğiniz için, sanırım, para isteyecektiniz.'
'Sizin hoĢnut olmanız, bizim için yeterli ödüldür,' diye yanıtladı Gradus. 'Ama doğrusunu söylemek gerekirse,
bu iĢi baĢarmaya çalıĢırken çok sıkıntı çektik, epeyce uzun bir yol aĢtık. Yine de, size küçük bir anlaĢma
önermek isliyorum.Siz bizi sevindirirseniz, biz de sizi sevindiririz. Biliyorum ki parasal olanaklarınız—' (Küçük
balık iĢareti ve göz kırpma.)
'Doğru sayılır,' diye içini çekti Bretwit. 'Bizimle anlaĢırsanız, tek kuruĢ ödemezsiniz.' 'Ah, bir Ģey verebilirim.'
(somurtma ve omuz silkme.) 'Paranız gerekmiyor bize.' (Trafiği durdurmak içinmiĢ gibi uzatılan el.) 'Planımız
Ģu. Bazı sığınmacılara bazı baronlardan haberler ge-
144
tirdim. Daha doğrusu, bu sığınmacıların en gizemlisine verilecek mektuplar var yanımda.'
"Nasıl?" diye bağırdı Bretwit, gerçek bir ĢaĢkınlıkla. 'Ülkemizde, Majestelerinin yurt dıĢına çıktığını biliyorlar
mı?' (Bu hoĢ adamı tutup, kıçına Ģaplakları indirmek isterdim.)
'Elbette', diyen Gradus elerini ovuĢturuyor, hayvan gibi soluyordu zevkle - içgüdüsel bir sevinçti bu, çünkü
Gradus kendi akıl düzeyiyle kavrayamazdı eski elçinin bu gafının, Kralın yurt dıĢında olduğunu kesinlikle açığa
vurduğunu. Anlamlı bir yan bakıĢla, 'Elbette', diye yineledi, 'beni Bay X'e tanıtırsanız bu iyiliğinizi unutmam.'
Bu sözler üzerine Bretwil'in kafasında ĢimĢek çaktı (ama sahte bir ĢimĢekti), kendine kızarcasına mırıldandı:
Tamam! Ne aptalım! O da bizden! Sol elinin parmaklan, isiemdıĢı bir biçimde oynamaya baĢladı; sanki kukla
oynatıyordu; gözlerini de belli bir amaçla Gradus'un ellerine dkmiĢ; onun, aĢağı sınıf insanlarının sevinmelerini
ifade eden el ovuĢturmalarını seyrediyordu. Kari yanlısı casusluk örgütünün bir üyesinden, üst rütbeli bir
casusla karĢılaĢınca, kendisini tanıtmak için X iĢareti yapması beklenir (Xavier'nin ilk harfi); bunu, sağır-
dilsizlerin tek el alfabesine göre yapmak zorundadır: yatay olarak uzatılan elin iĢaret parmağı aĢağıya doğru
gevĢekçe kıvrık (sarkar gibi), öbür parmaklarsa birleĢmiĢ durumdadır. Birçok kiĢi, 'süngüsü düĢmüĢ' anlamını
çağrıĢtırdığı için bu iĢareti eleĢtirmiĢlerdir; bu iĢaretin yerine artık daha erkekçe bir bileĢim kullanılmaktadır.
Sözkonusu iĢaret, karĢısında ne zaman yapılsa Bretwit, bir an boĢlukta sallandığını sanır (bir gecikme
olayından çok, zamanın dokusunda bir yarıktır bu), kriz baĢlamadan önce sinir sistemini saran o tarifsiz, sıcak-
soğuk öfkeye kapılır, beyni dumanlanırdı. iĢte o büyülü Ģarabın, kafasına doğru yükseldiğini hissediyordu
yine.
'Tamam. Hazırım, iĢareti gösterin bana,' dedi tutkuyla.
Tehlikeye atılmayı göze alan Gradus, Bretwit'in kucağında duran eline Ģöyle bir baktı; sahibi farkında olmadan
bu el, sanki Gradus'a bir Ģey yapmasını fısıldıyordu. Parmaklarını o elinkilere benzetmek için çabaladı; ama
pek az benzetebildi.
'Hayır, hayır,' dedi Brelwit, çırağın acemiliğini hoĢgörürcesine gülümseyerek, 'Öbür elle, dostum. Majesteleri
solaktır, biliyorsunuz.'
Gradus yeniden denedi; ama bu kez, terbiyesiz suflör, kovulan bir kukla gibi yokolmuĢtu. Bir koyunun
aptallığıyla kıllı parmaklarına
145
baka baka Gradus, beceriksiz ve parmakları yan felçli bir gölge oyuncusu gibi, bir takım harekeler yapıyordu.
Sonunda, yarım yamalak bir V yaplı çıktı. (Zafer iĢareti.) Bretwit'in gülümsemesi, silinmeye baĢladı.
Artık gülümsemeyi bırakan Bretwit (bu ad, satranç Ustası anlamına gelir), sandalyesinden kalktı. Büyük bir
odada olsaydı, aĢağı yukarı gidip gelebilirdi; ama tıkabasa dolu bu çalıĢma odasında böyle bir olanağı yoklu.
Beceriksiz Gradus, bedenine sımsıkı yapıĢmıĢ ceketinin üç düğmesini ilikledi, kafasını birkaç kez sağa sola
salladı.
'Bence', diye üzüntüyle konuĢlu, 'dürüsl olmak gerekir. Bu değerli kağıtları size getirirsem, bana onunla bir
görüĢme ayarlamanız, hiç olmazsa adresini vermeniz uygun olur.'
'Kim olduğunuzu anladım,' diye bağırdı Brelwit, eliyle onu göstererek, 'siz muhabirsiniz! Cebinizden görünen
Ģu adi Danimarka gazetesinden geliyorsunuz.' (Gradus, elini cebine attı, öfkelendi.) 'Beni rahatsız etmekten
vaz geçeceklerini umuyordum! Ne terbiyesizlik! Sizin için hiçbir Ģey kutsal değildir; kanser, sürgün, bir kralın
yüceliği, farkeımez sizin gözünüzde.' (Yazık, bu saptama yalnızca Gradus için geçerli olmakla kalmıyor;
Arcady'de bile, onun gibi düĢünenler var.)
Gradus, yeni ayakkabılarına gözlerini dikmiĢti: Kahverengine çalan kırmızı renkteydiler, burunları küçük
deliklerle kaplı. Üç kat aĢağıda, karanlık caddelerden bir hastane arabası, her zamanki sa-bırsızlığıyla
haykırarak geçiyordu. Bretwit öfkesini, masanın üzerinde duran, ala mektuplarından çıkardı. AçılmıĢ paketin
içindeki düzgün istiflenmiĢ mektup tomarını kaptığı gibi çöp sepetine fırlallı. Sicim-, sepetin dıĢına, Gradus'un
ayakları dibine düĢtü; o da onu yerden aldı, Scripta'ya kattı.
'Lütfen gidin,' dedi zavallı Brctwit, 'Kasıklarımda bir ağrı var, sanki beni çıldırtacak. Üç gecedir uyuyamıyorum.
Siz gazeteciler, inatçı olursunuz ama ben de inatçıyım. Kralım hakkında benden hiçbir Ģey
öğrenemeyeceksiniz. Gülcgülc.'
Sahanlıkla bekledi, ziyaretçinin adımları aĢağıya inip dıĢ kapıya ulaĢıncaya kadar. Kapı açıldı, kapandı; o anda
merdivenlerin otomatik lambası tık diye söndü.
287. Dize: Mırıldanarak doldururken (sen) Bu bölümü (287.-299. dizeleri) içeren, yirmi dördüncü kartın
üzerinde 7 Temmuz tarihi var; ben de aynı tarihte cep deflerime Ģu notu
146
çiziktirmiĢim: Dr. Ahlert, öğleden sonra 3.30. Ben o gün bu notu defterimde farkeıtiğimdc, doktora
görünmeye gidecek insanların çoğu gibi, biraz ürkekleĢmiĢtim; bu yüzden, yani aldatıcı bilime güvenmekten
kaynaklanan nabız hızlanmasını gidermek üzere, bir eczaneye uğrayıp yatıĢtırıcı ilaç almaya karar verdim.
Aradığım hapları bulup hemen bir tanesini eczanede yuttuktan sonra lam çıkıyordum ki bitiĢikteki dükkandan
Shadc'lcrin çıkmakla olduklarını gördüm. Bayan Shadc'in elinde yeni bir yolculuk çantası vardı. Tatile
çıkacakları düĢüncesiyle sinirlerim alı üst oldu; yultuğum hapın hiçbir yararı kalmadı. Bir insan, bir baĢkasının
yaĢamını, kendi yaĢamına paralel akar durumda görmeye öyle alıĢır ki, bu uydunun apansız yörüngesinden
çıkıp uzaklaĢtığını farkederse ĢaĢırır, boĢlukta kaldığını sanır, haksızlığa uğradığını düĢünür. Üstelik bu baĢkası,
daha bitirmemiĢse 'benim' Ģiirimi!
Dudaklarımda bir gülümsemeyle, çantayı göstererek sordum: 'Yolculuk mu var?'
Sybil, çantayı kulaklarından tavĢan gibi tutup gözlerimin önüne kadar kaldırdı: 'Evet. Ayın sonunda. John,
yapıtını bitirince.' (ġiir!)
'Nereye, lütfen söyler misiniz?' (John'a dönerek.) Shadc'in bakıĢları karısına kaydı; onun adına verdiği yanıtta
hanımefendi, her zamanki ters tavrıyla, Ģimdilik kesin olarak bilmediklerini açıkladı; belki Wyoming olurmuĢ,
belki Ulah ya da Montana. Belki 7000 fect yükseklerde bir kulübe kiralarlarmıĢ.
'Acıbaklalarla telli kavakların arasında,1 dedi Ģair, ağır ağır. (Sahneyi gözümüzün önünde canlandırırcasma.)
iohn'un yüreği için zararlı olacak kadar fazla olduğunu düĢündüğüm bu yüksekliği, metre cinsinden
hesaplamaya baĢladım, onların duyacakları biçimde; ama Sybil kocasını kolundan tutup sürükledi, bir yandan
da ona daha alacakları çok Ģey olduğunu söylüyordu. Böylece beni, 2000 metreye ulaĢtığım sırada, ağzımda
ke-diolu tadı bırakan geğirmemle baĢbaĢa koyup gittiler.
Ama arasıra da olsa, kara talihimizin güldüğü olur bize! Aynı zamanda Shade'in doktoru olan Dr. A. on dakika
sonra bana, olayı bütün yavanlığıyla anlattı: Shade ailesi, baĢka bir yere giden dostlarının, Utana ilinin Ccdarn
kasabasındaki küçük çiftliğini kiralamıĢlardı. Doktorun yanından fırlayıp bir gezi acentesine gittim, aldığım ha-
147
ritalarla kitapçıkları inceledim ve anladım ki Cedarn'ın yukarısında, dağın yamacında birkaç ufak ev vardı;
hemen Cedarn Postanesine bir haber uçurdum; eskiden bana gönderilmiĢ olan fotoğraflarda mujik ku-
Iübesiyle sığınma kampı barakası arasında bir Ģeyi andıran, ama tuğladan bir banyosu olan bu evlerden birini,
birkaç gün içinde kiraladım; Ağustos boyunca kalacağım bu yer, Appalach dağlarında tuttuğum yazlıktan
daha pahalıya oturdu bana. Ne Shade ailesi, ne ben.yaz mevsimini geçireceğimiz bölge hakkında birbirimize
tek sözcük fısıldamıĢtık; oysa ben biliyordum, ve onlar bilmiyorlardı, tatilimizi aynı yerde geçireceğimizi. Bu
yeri benden gizlemek konusunda Sybil'in açıkça görülen kararlılığına olan öfkem arttıkça, bir kayanın
arkasından benim Tirol'lu kılığımla apansız ortaya çıkacağım ve John'un koyun gibi, ama sevinçle sırıtacağı
konusundaki öngörümün bana verdiği zevk de artıyordu. Ġki hafta boyunca, her gün cinlerimi çağırdım; sihirli
aynamı Ģunlarla doldursunlar diye: pembeli mavili kayalıklar; kara ardıçlar, dönemeçli yollar; geniĢ alan
kaplayan hoĢ kokulu çalılıklar; yine mavi çiçeklerden geniĢ bir alan, ölüm kazığı tel-likavaklar; yeĢil Ģortlu
Kinbote ailesinin^1 \ kanlarıyla birlikte gelen Ģairleri bir güldeste gibi çevresine topladığını gösteren film
Ģeridi sahneler... Ama büyülü sözleri söylediğim sırada korkunç bir yanlıĢlık yapmıĢ olmalıyım; çünkü dağın
yamacı susuz, ıssızdı, yıkılmak üzere olan Hurley çiftliği'ndeyse tek canlı yoktu. 293. Dize: O
ġairin kızı Hazel Shade; 1934'te doğdu, 1957'de öldü. (230. ve 347. Dizeler için yaptığım açıklamalara bakınız.)
316. Dize: DiĢotu Beyazı dadandı ormanımıza...
Doğrusu, bunun ne anlama geldiğini pek bilmiyorum. Sözlüğümü açıp baktım; 'diĢotu' sözcüğü için 'bir tür
tere' denmiĢ; 'beyaz' sözcüğü ise 'çiftlik hayvanlarının katıksız beyaz türü ya da kınkanatlıların bir türü' diye
açıklanmıĢ. Bu dizenin, sayfa kıyısına yazılmıĢ değiĢik bir biçimi var; belki biraz yararı olur:
'Mayıs gelince, ormanlarda Virginia Beyazlan görünür'
Halk edebiyatındaki kahramanlardan biri olmasın bu? Peri mi yoksa? Lahana kelebeği mi desek?
(102) Buraya dikkat!—Çev. 148
379. Dize: Ağaç ördeği
Güzel bir benzetme. Zümrüt yeĢili, ametist rengi, açık kırmızı renklerinin üzerinde siyah ve beyaz beneklerle,
renk yönünden zengin bir kuĢ olan ağaç ördeği, gereğinden fazla değer verilen kuğudan çok daha güzeldir.
O kuğu ki, sarımsı pelüĢlerin süslediği kirli boynuyla yılan gibi kıvrılan bir kazdan baĢka Ģey değildir, bir
kurbağaadamın siyah lastik yüzgeçlerini giymiĢtir fazladan.
Bu arada, belirtmeden geçemiyeceğim: Amerika'da halkın hayvanlara verdiği adlar, bu iĢte öncü olanların
basit faydacı anlayıĢlarını yansıtmakta, Avrupa'da hayvanlara verilen adların bilimselliğine ulaĢamamaktadır.
334. Dize: Hiç gelmeyecek onun için
'Hiç gelecek mi benim için?1 Bekler, beklerdim kehribar ve gül rengindeki karanlıklarda, gelsin diye bir ping-
pong arkadaĢım, ya da eski dost John Shade. 347. Dize: ahırda
Hazel Shade'in ölümünden birkaç ay önce (Ekim 1956'da) 'olağanüstü bir olay'ın meydana geldiği bu ahır,
daha doğrusu kulübe, Paul Hentzner adlı birinindi. Soyca Alman olan bu çiftçi, tuhaf bir insandı; hayvanların
derilerini doldurup asıllarına benzetme, bitki yetiĢtirme gibi modası geçmiĢ uğraĢları vardı. Ondan söz etmeyi
seven Shade (yalnızca bir kez, o da rastlantısal; canının azıcık sıkkın olduğu bir sırada) anlatmıĢtı:
Soyaçekimde pek görülmeyen bir olgu olarak Hentzner, büyük doğabilimcilerin üç.yüz yıl önceki babaları
sayılması gereken 'eĢi bulunmaz Almanlar'ın bir örneğiydi. Aslında bu adam, bilimsel ölçülerle
değerlendirildiğinde, eğitimsizin biriydi; uzayda ya da zamanda uzak olay Ģeyler hakkında bilgisi yoktu; ama
renkli ve toprağa bulanmıĢ bir yanı vardı ve ingilizce Bölümünün taĢralı arın-mıĢlığmdan daha çok çekiyordu
Ģairi/103) Birlikte yürüyeceği insanların seçilmesinde büyük bir titizlik gösteren Shade, iĢ bu sıska ve gururlu
Almanla yürümeye geldi mi, Dulwich'e ulaĢan orman yolundan yukarıya doğru ya da iyi bildiği yerlerde iki
akĢamda bir, onun yanında bin bir güçlükle yürümekten zevk alıyordu. Kullanmaktan
(103) «toprağa bulanmıĢ» anlamındaki «earthy», «kaba» anlamına da gelir; «arınmıĢtık»
anlamındaki «refinement» sözcüğünün «kibarlık» anlamı da vardır, h manki dokundurmasıyla, Ģairin kaba
insanlardan hoĢlandığım be-
«arınmıĢtık Kinbote, her zamanki lirtmektedir. —Çev.
149
hoĢlandığı, gerçeği de yansıtan sözcüklerle, kendisinin gözünde 'Ģeylerin adlan'nı öğreneceği kiĢiydi bu
Alman. Oysa bu adlar ya yöresel çarpıtmalardı ya da Almanca sözcükler; bir kısmı da tümüyle bu ihtiyar
zamparanın uydurmasıydı.
ġimdi baĢka bir arkadaĢıyla yürüyordu. O akĢamı, bugünmüĢ gibi anımsıyorum: ġair dostum, etrafına,
nüktelerden, özlü sözlerden, kısa öykülerden yıldırımlar fırlatıyor; ben de bunlara yiğitçe saldırıyordum,
Zembla'ya iliĢkin sözlerim ve nefeskesen kaçıĢ öykülerimle! Dulwich Ormam'nın yanında beni durdurdu; bir
patikanın geçtiği yosunlu kayalıklarda, çiçek açmıĢ kızılcıkların allında bulunan doğal bir mağarayı gösterdi. Ġyi
yürekli çiftçinin her zaman uğradığı yerdi burası; bir gün, Ģairle birlikte yürüyen Alman'ın yanına, her nasılsa
küçük çocuğu da takılmıĢ; onlardan geride kalmamak için koĢarcasına yürüyen oğlan, mağarayı gösterip
açıklama yapmıĢ: 'Babam buraya iĢer.' Daha az saçma bir baĢka öykü, beni tepenin yukarısında bekliyordu;
burada dörtköĢe bir alan, çevresindeki uzun saplı sarı çiçeklere karĢın yakı otlarıyla, sütleğen otlarıyla
doluydu; üzerinde kelebekler kaynaĢıyordu. Çocuklarını da alan karısının kendisini terketmesi üzerine
(herhalde 1950 yılında) Hentzner, çiftlik evini sattı (Ģimdi yerinde, arabalarla birlikte girilen bir açıkhava
sineması var) ve kasabaya taĢındı; ama elinde tuttuğu tarlasının sonundaki kulübeye her yaz gecesi uyku tu-
lumuyla gider, yatardı; iĢte bu kulübede bir gün, öbür dünyaya göçtü.
Kulübe, elinde Maud Hala'nın en değerli bastonuyla Shade'in dür-tüklediği, Ģimdi bulunduğumuz bu yaban
otlarla kaplı düzlükteydi yo-kolmadan önce. Bir Cumartesi akĢamı, kampusun otelinde görevli öğrencilerden
biri ile azgın bir köylü kızı, mutlaka amaçlrolarak, buraya girmiĢlerdi; çene çaldıkları ya da uyudukları sırada,
takırtı sesleri ve uçuĢan ıĢıklarla yerlerinden fırladılar; akıllan baĢlarından gitti; toz oldular oradan. Onları böyle
bozguna uğratan Ģeyin gerçekte ne olduğuna kimse dikkat etmedi; öfkeli bir hortlak mıydı bu yoksa yüz
verilmeyen bir köylü genç miydi? Olayı yarım yamalak duyan Wordsmith Gazette (ABD'nin en eski öğrenci
gazetesi), karın deĢen bir köpek gibi, onu rastgele çekiĢtirip çirkin Ģeyler çıkardı içinden. Derken, kendilerini
ruh araĢtırmacısı diye adlandırılan kiĢiler, burayı ziyarete koyuldular; sonunda, üniversitenin en alaycı
kiĢilerinin de bu-ĠaĢmasıyla olay, öyle saçma sapan bir duruma getirildi ki; bu iĢe yaramaz kulübenin, kasıtlı
ama yerinde bir yangınla yok edilmesini Shade'in yetkili makamlara Ģikayet etmesi sonucunu doğurdu.
150
ĠL HALK
•-i ESĠ
Ama bu konuda Jane P.'den edindiğim bilgiler çok daha farklı, çok daha dokunaklıydı; o zaman anladım
arkadaĢımın neden bana sıradan bir öğrenci Ģeytanlığını sunmayı uygun gördüğünü; ayrıca Ģu yüzden, bir
piĢmanlık duydum: Daha önceki bir açıklamamda belirttiğim gibi Shade, çocuğunun ölümüne değinmekten
hoĢlanmazdı; bundan dolayı, beni sevindiren bir duraklamayı Ģair, yan bilinçli diyeceğim biçimde, bulanık bir
anlatım kullanarak, Onhava Üniversitesi'nin tarihinden alınma çarpıcı bir olayla doldurmaya baĢlamıĢtı; ama
ben, onun bunu yapmasına engel olmuĢtum; üzüntüm bundandı. Sözkonusu olay, Milattan Sonra 1876
yılında meydana gelmiĢti. ġimdi biz, yine Hazel Shade konusuna dönelim. Kız, kulübedeki 'olağanüstü olayı'
gidip yerinde incelemesi gerektiğine karar verdi; sonucu 'bir konuyla ilgili' raporda belirtecekti. Bunu ondan,
üçkağıtçı bir psikoloji profesörü ödev olarak istemiĢti; adam 'Amerikalı üniversite öğrencileri arasında Au-
loneurynology Örnekleri' üzerine veri topluyordu. Hazel'e anasıyla babası, kulübeyi geceleyin ziyaret etmesi
için izin verdi; ancak (kendisine bir tutunma sütunu olacağı sanısıyla) Jane P.'nin de onunla gitmesini Ģart
koĢuyorlardı. Bütün gece sürecek olan, elektrik yüklü bir fırtına, tiyatro gösterisini andıran ulumalanyla ve
ĢimĢek pa-rılularıyla kulübeyi öyle sarmalamıĢtı ki içerideki seslerle ıĢıklan kızların farkelmesini olanaksız
bırakmıĢtı. Ama Hazel vazgeçmedi; birkaç gün sonra, yine gitmelerini istedi Jane'den; Jane bunu göze
alamadı.Bana anlattığına göre, kendisinin yerine White ikizlerinin gitmesini önerdi (Shade'lerin evlerine kabul
ettikleri bu ikizler, sevimli oğlanlardı). Bu öneriyi elinin tersiyle iten Hazel, anası ve babasıyla ağır bir
tartıĢmadan sonra tek baĢına yola koyuldu. Kötü cin olayının yinelenmesi olasılığı, Shade'leri dehĢete
düĢürüyordu; buna kuĢku yok. Ama sivri akıllı Dr. Sutlon, hangi yetkiyle, bilmiyorum, onları Ģuna inandırmaya
çalıĢtı: Bir insanın geçirdiği bir bunalıma allı yıl aradan sonra yeniden yakalanması, rastlanmamıĢ bir durumdu.
Hazel'in, kulübede tanık olduğu olayı an an saptadığı notlar, sonradan daktiloya çekilmiĢti; Jane'in izniyle
bunları defterime aktardım: «10.14 (öğleden sonra): Sorgulama baĢladı. «10.23: Sürtünme sesleri, yazma
hıĢırtıları. «10.25: Solgun ıĢıktan bir daire, fincan tabağı büyüklüğünde; karanlık duvarlarda, kapalı
pencerelerde, sonra yerde gezindi; yer değiĢtirip duruyordu; orada burada oyalanıyordu yükselip alçalarak;
151
sanki bir oyun oynuyordu da, umulmadık biçimde fırlayıp atılmak için fırsat kolluyordu. Yokoldu.
«10.37: Göründü yine.»
Sayfalarca yer kaplayan bu notları, kuĢkusuz, sözcüğü sözcüğüne vermeye kalkacak değilim burada. Uzun
duraklamalar ve 'cızırtılar, hıĢırtılar', ıĢıklı dairenin birkaç kez yeniden görünmesi. Hazel onunla konuĢtu. Bu
ıĢık, kendisine çok gülünç bulduğu bir Ģey sorulduğunda ('Sen, bataklık yakamozu musun?') kesin bir
olumsuzlama anlamında, hızla ileri geri gidip geliyordu; ama ciddi bir soruya ciddi bir yanıt vermesi
istendiğinde ('Sen ölü müsün?'), ağır ağır yükseliyordu, olumlu yanıt olarak etkileyici biçimde düĢmek için
gerekli yüksekliğe ulaĢmak amacıyla. Kimi zaman harf söyleninceye kadar hareketsiz kalıyor, o harf
söylendiğinde ise küçük bir sıçramayla onayladığını belli ediyordu. Bu sıçramalar gittikçe güçsüzleĢiyor; birkaç
sözcüğün ağır ağır ortaya çıkmasından sonra ıĢık, yorulmuĢ bir çocuk gibi tökezliyor, derken bir yarığın içine
doğru sürünüp yitiyordu; çok geçmeden delicesine dıĢarı fırlıyor, oyunu kaldığı yerden sürdürme isteğiyle
duvarlarda dört dönüyordu. Kız sonunda, birtakım sözcük parçalarını ve anlamsız heceleri, karmakarıĢık bir
diziliĢle, yani sıralarını bozmadan, kısa bir satır halinde yazıya geçirmeyi baĢardı. Buraya aktarıyorum:
«pada ata lane pad not ogo old wart alan ther tale feur far rant lant lal told.»
Bu saptamaların altına eklediği açıklamada Hazel, alfabeyi seksen kez söylemek zorunda kaldığını, ya da en
azından, söyleme iĢine baĢladığını (talihli a'lar, çoğunluğu oluĢturmaktadır) ama bu giriĢimlerden on yedisinin
hiçbir sonuç vermediğini belirtiyor. Farklı uzunluktaki bu aralara göre yapılan gruplandırma, herhangi bk
ilkeye da-yandırılamamıĢtır; yazıya geçirilen saçma sözcükler, daha değiĢik dil birimlerine dönüĢtürülebilir
(örneğin, war, talant, her, arrant, vb.) ama bunlar da öncekiler kadar anlamsızdırlar.Bu ahır perisi, sanki felçten
yeni kurtulan birinin beceriksizliğiyle açığa vuruyor kendini, ya da tavandaki ıĢık tarafından bir kılıç vuruĢuyla
kesilen yarım düĢten yarım sıyrılan birinin beceriksizliğiyle; öyle bir savaĢ bozgunu ki bu , yarattığı kozmik
etkileri kaba ve yeteneksiz dil, sözcüklere çeviremez tam olarak. Biz de, bu konuda okuyucunun ya da yakın
bir dostumuzun soru sormasına meydan vermemek için, unutkanlığın sunacağı mutluluğa gömülmek
isteriz—ama Ģeytan dürtüyor, ortada gizli bir abrakadabra numarası,
152
(182) 'Bir tür gül ve bülbül, bir tür
(183) 'KarĢılıklı iliĢkiler oyunu' olup olmadığını araĢtırmak için.
Nefret ederim böyle oyunlardan; Ģakaklarımı iğrenç bir ağrıyla zonklatırlar— ama buna göğüs gerdim, bir
eleĢtirmenin sonsuz sabn ve nefretiyle inceledim Hazel'in bulaĢtığı bu olay hakkında tutmuĢ olduğu raporda
yer alan sakat heceleri; belki zavallı kızın acı sonunun ön belirtilerini bulurum diye. Böyle bir belirtiye
rastlamadım. Onun yakın olan ölümünü önceden bildiren ya da hazırlayan olgular arasında, yaĢlı Hentzner'in
hayaleti olsun, pusuya yatmıĢ bir serserinin cl-feneri olsun, en küçük bir olasılıkla bile yer alamazdı; kızın sinir
buhranına kapılıp hayaller görmesini de etken olarak gösteremezdik.
Hazel'in raporu daha uzun olacaktı, eğer-kendisinin Jane'e söylediği gibi— o 'kazıma' seslerinin apansız
yinelenmesi, zaten yorgun düĢmüĢ sinir sisteminin direncini tükeüneseydi. O ana dek uzaklığım koruyan ıĢık
dairesi, kızın ayaklarına öyle bir saldırdı ki az kalsın onu oturduğu kütükten düĢürüyordu. Korkuya kapılan
Hazel, ne olduğu anlaĢılmayan, belki de çok kötü bir cin olan varlığın karĢısında yapayalnız durduğunun
bilincine vardı; kollarım nerdeyse omuzlarından çıkaran bir titremeyle, yıldızlı gecenin cennet kucağına doğru
fırladı. Görür görmez tanıdığı patika, yumuĢak kıvrımlarıyla sinirlerini yatıĢtırıyordu; bu patikayla birlikte
birtakım avutucu küçük etkenler (yalnız bir cırcırböceği, yalnız bir sokaklambası) ona, evine giderken
kılavuzluk ettiler. Birden durdu, korkuyla bağırdı: koyu ve açık lekelerle kaplı, masallarda görülen türden bir
yaratık, bahçede, sundurma ıĢığının zar zor aydınlattığı banktan kalkmıĢtı. New Wye'da, Ekim ayında ortalama
sıcaklık derecesinin ne olduğunu bilmiyorum ama bir babanın, açık havada, pijamasıyla ve benim verdiğim
do-ğumgünü armağanından önce (181. dizeyle ilgili notumda belirttiğim gibi) kullandığı bornozuyla nöbet
tutacak denli büyük bir gerilkn içinde olduğunu görünce ĢaĢmamak elde değildi.
Peri masallarında 'üç gece' vardır hep; bu acıklı peri masalında üçüncü gece var. Bu kez Hazel, anasıyla
babasının da bu 'konuĢan ıĢığı' görmelerini istiyordu. Bu üçüncü toplantının dakikaları, korunmaya alınmıĢ
değil; ama ben, sözkonusu toplantıyı, okuyuculara Ģöyle bir sahne halinde sunmak istiyorum ve bu sahnenin
gerçeğe pek aykırı olamayacağına inanıyorum:
153
PERĠLĠ AHIR
(Zifiri karanlık. Baba, Anne ve Kız'm, ayrı ayn yerlerden, hafif solumaları iĢitilmektedir. Üç dakika geçer.) BABA
(Anne'ye): Orada rahat mısın? ANNE: Hıhı. Bu patates çuvalları pek... KIZ (buharlı lokomotif gibi): ġĢĢĢ!
(Sessizlik içinde on beĢ dakika geçer. Gözler karanlıkta, yer yer, gecenin mavimsi çatlaklarını ve bir yıldızı far-
ketmeye baĢlamıĢtır.)
ANNE : Sanırım, Baba'nin karnından geldi bu ses. Hayalet değil. KIZ (mırıltıyla): Ne Ģaka!
(On beĢ dakika daha geçer. Kendi iĢiyle ilgili düĢüncelere dalan Baba, ağır ağır içini çeker, nedeni belli
değildir.) KIZ : Durmadan içimizi çekmemiz gerekli mi?
(On beĢ dakika daha.)
ANNE: Horlamaya baĢlarsam, Hayalet çimdiklesin beni. KIZ (öfkesini bastırmaya çalıĢarak): Anne! Lütfen!
Lütfen, Anne!
(Baba gırtlağını temizler; ama konuĢmaktan vazgeçer.
On iki dakik geçer.)
ANNE: ġu anda buzdolabında epeyce börek bulunduğunu kimse bilmiyor mu acaba?
(Bu sözler, bardağı taĢırın)
KIZ (patlar): Neden herĢeyi mahvedersiniz? Neden, her zaman her Ģeyi mahvedersiniz? Ġnsanı yalnız
bırakamaz mısınız?
BABA : Bak, kızım; Annen konuĢmayacak artık, burada ikimiz de bekleyeceğiz— ama bir saattir oturuyoruz,
vakit de geç oldu.
(Ġki dakika geçer. YaĢam umutsuzdur, yaĢamsonrası yüreksiz. Karanlıkta Hazel'in hafifçe ağladığı duyulur. John
Shade bir fener yakar, Sybil de sigara. Toplantı ertelenmiĢtir.)
IĢık, bir daha görünmedi ama sonradan Shade'in yazdığı bir Ģiirde yeniden parladı; 'Elektriğin Doğası' adlı bu
Ģiir, 1958'dcn önce, New York'ta yayımlanan YakıĢıklı Adam ve Kelebek dergisine Shade tarafından
gönderildiyse de ölümünden sonra yayımlanabildi: «Ölü, soylu ölü —kim bilir?—
154
Lambanın tungsten telini yurt edinmiĢtir,
BaĢucumdaki masada parıldayansa,
Bir baĢka adamın yeni evlenmiĢken ölen kansı.
Belki Shakespeare sel basmıĢtır
Sayısız ıĢıklarla tüm kenti,
Shelley'nin akkor ruhudur çeken
Solgun pervanelerini yıldızsız gecelerin.
Sokak lambaları numaralanmıĢ; herhalde Dokuz yüz doksan dokuz numaralısı (IĢıl ıĢıl gülümseyen, bir ağacın
içinden Ki yemyeĢil) eski arkadaĢlarımdan biri.
Mavimsi kırların yukarısında, ĢimĢeklerdir
Çatal çatal devinen: Belki de bir Timur
ĠĢkence yaptırıyor orada,
Acıyla bağırıyor tiranlar, cehennemde.»
Bu açıklamayı bitirirken, Ģunu vurgulamak istiyorum: Dünyadaki elektriğin apansız kesilmesi durumunda
Yeryüzünün parçalanıp ölmekle kalmayıp bir hayalet gibi görünmez olacağını söyler bize bilim.
347.—348.Dizeler: Ters çeviriyordu sözcükleri
Babasının verdiği örneklerden biri, ilginç. Duraksamadan söyleyebilirim ki bendim o ömeği bulan. Bir gün,
'ayna sözcükler' konusunu ele almıĢtık; ben 'örümcek' sözcüğünün tersinin 'yeniden yük-selen'^104^
olduğunu farkcdip söylediğimde Ģairin nasıl afalladığını bugünmüĢ gibi anımsıyorum. O zaman bir Ģey daha
anlaĢılmıĢtı: Hazel Shade, bazı yönleriyle bana benziyordu. 376. Dize: ġiir
Hangi Ģiirden sözedildiğini (içinde bulunduğum, kitapsızlık dağ ininde) kestirebilirim; ama bu Ģiiri görmeden
Ģairi hakkında 'Ģu kiĢidir' demek islemiyorum. Ne olursa olsun, arkadaĢımın, kendi döneminde . yaĢayan en
büyük Ģairlere böylesine kinle saldırmasını hoĢ karĢılamıyorum.
(104) Bu konuda 15 no.lu dipnotuma bakınız! —Çev.
155
376.-—377. Dizeler, hani nitelendirilmiĢti Ġngiliz Edebiyatında
Bu tümcenin yerine, taslak metinde, daha anlamlı ve ahenkli olan Ģu ifade var:
'Bölüm BaĢkanınca nitelendirilmiĢti'
Bu sözler, Hazel Shade'in öğrenciliği sırasında Bölüm BaĢkanı olan adama (her kimse) iliĢkin sayılabilir; ama
biz bu sözleri Paul H. için geçerli sayarsak suçlanmamalıyız. Ġyi bir yönetici ve yeteneksiz bir bilgin olan bu
kiĢi, 1957 yılndan beri Wordsmilh Üniversitesinin ingilizce Bölümünün baĢkanıydı. Kendisiyle arasıra
karĢılaĢırdım. (Önsözde ve 894. dizeyle ilgili notumda belirttiğim gibi). Benim bağlı olduğum Bölümün
baĢkanı, Prof. Natlochdag idi; biz bu sevimli adamı 'Netoçka' diye adlandırırdık. Bana korkunç acılar çektiren
ba-Ģağrılarımın kimseyi ilgilendirmemesi gerekirdi; ama her nasılsa kendisinin yanındaki koltuğa oturduğum
o konserde, baĢım ağrıyınca kalkıp gittiğimde Paul H. ilgilenmiĢti baĢağrılanmla, hem de pek fazla. Gözleri
benim üzerimdeydi; ansızın, John Shade'in bana kalan yapıtı hakkında bu adam, teksir ettirdiği bir yazıyı
dağıtmaya koyuldu. Yazının ilk bölümü Ģöyle:
«ingilizce Bölümünün üyeleri, John Shade'in, ölümüyle bıraktığı elyazması Ģiirin geleceği konusunda büyük
bir kaygı içindedirler. Bu metni eline geçiren kiĢi, onu basıma hazırlayacak yeteneğe sahip değildir, uzmanlık
alanı farklıdır; üstelik bu kiĢi, çevresinde, aklının dengesizliğiyle tanınmıĢtır. Yasal yollara baĢvurarak, vb.»
'Yasal yola' bir baĢkası tarafından da baĢvurulabilirdi. Ama önemli değil. ġunu bilmenin verdiği mutluluk,
insanın öfkesini gideriyor: adı-geçen engage ^105^ beyefendi, burada açığa vurulan bölümü okuduktan
sonra, arkadaĢımın Ģiirinin talihi konusunda daha az kaygılanacak. So-ulhey, akĢam yemeği olarak fare
kızartırdı—Piskoposu farelerin yemiĢ olması açısından, çok gülünç bir durumdur bu.
384. Dize : Pope üzerine yazdığım kitap
Herhangi bir üniversite kitaplığında bulunabilen bu yapıtın adı Yüce KutsanmıĢ olup Pope'un tam olarak
anımsayamadığım bir dizesinden alınmıĢtır. Kitap, Pope'un Ģiir tekniği üzerine yazılmıĢsa da 'çağının üstün
ahlakı' konusunda derin gözlemler içermektedir.
(105) BaĢkasının hizmetinde, kiralık. —Çev.
156
385.-386. Dizeler: Jane Dean, Pete Dean Ġki suçsuz insanın biraz değiĢtirilmiĢ adlan. Ağustos'ta Chicago'dan
geçerken Jane Provost'a uğramıĢtım; daha evlenmemiĢ olduğunu gördüm. Bana, kuzeni Peıer'le arkadaĢl;..
inin güzel resimlerini seyrettirdi. Peter Provost'la tanıĢmak isterdim; yazık ki Detroit'te, otomobil saücıst.
Jane'in bana anlattığına göre (kendisine inanmamak için bir neden bulamıyorum), Peter, en sevdiği okul
arkadaĢlarından birine verdiği sözü yerine getirmek zorunda olduğunu belirtirken belki biraz iĢi büyülüyor,
ama yalan söylemiyordu. Bu okul arkadaĢı, gösteriĢli bir genç olup, sporcuydu da; kendisinin 'çelengi'
herhalde 'kız-larınkinden küçük' değildi. Pctcr'in yerine getirmek zorunda olduğu bu' görev,alaya alınacak ya
da iğrenilecek türden değildir. Jane, o acı olaydan sonra Shade'lere durumu açıklamaya çalıĢtığını, ardından
Sybil'e uzun bir mektup yazdığını söyledi; bu mektuptan, kimsenin haberi olmamıĢu o güne dek. Ben.bu
açıklama karĢısında, yeni öğrenmiĢ olduğum bir deyimi kullandım (biraz da, onu baĢarıyla kullandığımı
göstermek için): 'Durumu çakmıĢtım zaten!'
403.—404. Dizeler: Sekiz onbeĢ. (ĠĢte, zaman çatallandı.) Buradan 474. dizeye dek, aynı anda iki tema
geliĢtirilmekledir: Shade'lcrin oturma odasındaki televizyonda gösterilen programla birlikte Hazcl'in buluĢma
öyküsü veriliyor; Pctcr'lc karĢılaĢması (406— 407), hemen ayrılmak zorunda olduğu için adamın özür dilemesi
(426—428), Hazcl'in otobüse binmesi (445—447 ve 457—459),bckçi tarafından ölüsünün bulunması (475—
477).Bu olayla ilgili dizeleri italik dizdirdim.
Bu bölüm, çok sıkıcı ve uzun geldi bana; eĢzamanlılık yönteminin Flaubert ve Joyce tarafından, insanı
bıktıracak biçimde kullanılması, özellikle bu olumsuz etkiyi yarattı benim üzerimde. Yoksa yöntemin kendisi
kusursuz.
408. Dize : Bir erkek eli
10 Temmuz günü, yani John Shade'in bunları yazdığı gün, belki de otuz üçüncü dizin kanını kullanmaya
406.—407.dizelere baĢladığı sırada Gradus, kiralık bir arabayla Cenevre'den Lcx'c gidiyordu; film çekimini
bitirdikten sonra Odon'un gidip oraya yerleĢtiği biliniyordu, eski arkadaĢlarından Amerikalı Joseph S.
Lavcndcr'in villasına. Usta entrikacı Gradus, Joe Lavcndcr'in, Fransızlarca ombriole diye adlandırılan türden
sanatsal fotoğraflar topladığını duymuĢtu ama bun-
157
lann nasıl Ģeyler olduklarını bilmediği için 'resimli abajur' sanıyordu. Kurduğu aptalca plana göre kendisini,
Strazburg'lu bir sanat yapıtları satıcısının aracısı olarak tanıtacak, Lavender'le ve onun konuğuyla içki içerken
Kralın bulunduğu yer konusunda onlardan bilgi koparmaya çalıĢacaktı. Gelgeldim, hesaba katmadığı bir Ģey
vardı: Tehlikeleri sezmekte üstün bir yeteneği olan Donald Odon, Gradus'un tokalaĢmak için elini hafifçe
eğmesinden (ve halktan kaptığı, kendisine kaba gelmeyen baĢka hareketlerinden) hemen anlayacaktı onun,
nerede doğmuĢ olursa olsun, aĢağı sınıflan Zembla'lıların arasında uzun süre yaĢamıĢ olduğunu ve bundan
dolayı bir casus ya da daha kötü bir adam olduğunu. Gradus, Lavcnder'in ne tür resimler topladığını da
bilmiyordu; boĢbağazlığım için bana gücenmeyeceğinden emin olduğum Joe'nun topladığı ombriole'lcv,
yüce bir güzellikle aĢın bir ahlaksızlığı (incir ağaçlarına karıĢmıĢ çıplakları, azgınlığı, kadın çekiciliğinin
kötülüğünü) kaynaĢtıran fotoğraflardı.
Cenevre'de kaldığı otelden telefonla Lavender'e ulaĢmaya çalıĢan Gradus, onun öğleden önce
gelemeyeceğini öğrendi. Yolculuğunu sürdürerek geldiği Montrcux'den, öğle vakti bir daha telefon elti;
aradığını Lavender'e haber vermiĢlerdi; Bay Degre çay saatinde bekleniyordu. Gradus, göl kıyısındaki bir
lokantada yemek yedikten sonra kentte dolaĢtı, hediyelik Ģeyler satılan bir dükkanda küçük bir kristal
zürafanın fiyatını sordu, gazete alarak sıraya oturup okudu, sonra arabasına bindi, yola koyuldu. Lex
yakınlarında, dik ve dolambaçlı dar sokaklarda yolunu ĢaĢırdı. Bir bağın yukarısında yapımı bitmemiĢ bir evin
önünde durdu; üç duvarcının üç tane iĢaret parmağı, yolun karĢı yanındaki çimcnli bayırın yukarılarında
görünen Lavender Villasının kırmızı çalısını gösterdiler ona. Arabayı bırakıp yürüyerek gitmeye karar verdi;
villanın kapısına ulaĢan taĢ basamaklar, en kestirme yol olsa gerekti. Gözlerini yokuĢun üst ucundaki kavağa
dikerek yorgun argın tırmanmaya koyuldu; ağaç, bazan kırmızı çatıyı gizliyor, bazan önünden çekiliyordu.
GüneĢ, yağmur bulutlarının arasında bir çatlak buldu; mavi boĢluğun lime lime olmuĢ kenarları parıltılar
saçmaya baĢladı. Gradus, Kopenhag'dan yeni aldığı, buruĢmuĢ giysisinin ağırlığını hissediyor, kokusunu
duyuyordu. Oflaya puflaya, saatine arada bir bakarak, yeni Ģapkasıyla yelpazelenerek yolun, baĢka bir yolla
kesiĢtiği yere ulaĢtı, karĢıya gcçıi. Küçük bir bahçe kapısından girip çakıllı paükayı da aĢınca kendisini
Lavender'in yazlığının önünde buldu. Yapının adı olan Libilina, kuzeye bakan demir kafesli pencerelerin yu-
158
karısına, siyah tellerden elyazısı harflerle yerleĢtirilmiĢ; Ylann üstüne nokta olarak, beyaz duvara çakılmıĢ iri
çivilerin baĢlan katranlanmıĢu. Bu yazı yöntemini ve kuzeye bakan pencerelerin demir kafesle örtülmesini
Gradus, daha önce Ġsviçre'de gördüğü yapılardan biliyordu; ama klasik sanala karĢı bağıĢıklığı onu, ölülere ve
mezarlara egemen olan Roma lannçalarına Lavcnder'in ölüm düĢkünlüğünün gösterdiği saygıdan zevk
alamayacak duruma sokmuĢtu. Onun dikkatini baĢka bir Ģey çekmiĢti: KöĢedeki bir kapalı pencereden dıĢarı
piyano sesi geliyordu. Kendisinin daha sonraları bana anlattığına göre, bu hızlı ve gürültülü sesler, nasıl
olmuĢsa olmuĢ, o ana dek düĢünemediği bir olasılığı aklına gelirmiĢ ve elinin hemen arka cebine kaymasına
neden olmuĢtu; karĢısında Lavendcr'i değil, Odon'u da değil, yetenekli ilahici Sevgili Chares'ın ta kendisini
göreceğini sezdirircesine. Evin ĢaĢırtıcı yapısıyla kafası karıĢan Gradus, camlı sundurmanın önünde ka-
lakalmıĢken müzik durdu. YeĢil üniformalı yaĢlıca bir uĢak, yeĢil bir yan kapıda göründü, onu antreye aldı.
Yorucu provalarla geliĢtirilmemiĢ bir ilgisizlik havasıyla Gradus, ona önce orta bir Fran-sızcayla, sonra berbat
bir îngilizceyle, en sonunda da iyi bir Al-mancayla, evde çok konuk bulunup bulunmadığını sorduysa da uĢak,
gülümsemckle yetindi, baĢını saygılı bir tavırla eğerek onu müzik salonuna buyur etli. Müzisyen ortadan
kaybolmuĢtu. Harp sesini andıran tıngırtıların gelmeye devam eıtiği büyük piyanonun üzerinde bir çift plaj
terliği duruyordu, zambak rengi havuzun kıyısında dururcasına. Pencerenin yanındaki koltuktan, sıska b ir
hanım, füze gibi dimdik doğruldu ve kendisini, Bay Lavcnder'in erkek yeğeninin özel eğilmeni olarak tanıttı.
Gradus, Lavender'in ünlü kolleksiyonunu görmek için sabırsızlandığını açığa vurdu; bu çarpıcı kollksiyon,
meyve bahçelerindeki seviĢme sahnelerinden oluĢuyordu. Ama, yüzünün güzelliğinden dolayı, Kral
tarafından, Mademoiselle Baud yerine Mademoiselle Belle^106^ diye çağrılan eğitmen bayan, patronunun
özel ilgileriyle gizli hazineleri hakkında hiçbir ilgisi olmadığnı söyledi çabucak; ardından ziyaretçiye, bahçeyi
gezmesini önerdi: 'Gordon size en sevdiği çiçeklerini göstersin,' dedikten sonra yandaki odaya seslendi:
'Gordon!' isteksiz bir tavırla zayıf ama sağlıklı görünen bir oğlan çıkiı oradan; on beĢ yaĢlarında olmalıydı;
üzerine vuran güneĢ ıĢığıyla teni, lüysüz Ģeftali rengindeydi. Çıplaktı; beline, leopar kürkü
- (106) pransızcada «Belle», güzel demektir, «Mademoiselle» ise, evlenmemiĢ bayanlar için «bayan»
anlamında kullanılır. —JÇev.
159
gibi benekli bir peĢtcmal dolamıĢtı yalnızca. Kısa kesilmiĢ saçları, teninden daha açık renkteydi. Çekici bir
kabalığı olan yüzü, somurtkanlıktan ve sinsilikten oluĢan bir ifadeye bürünmüĢtü. Bizim entrikacımız ise, kafası
düĢüncelerle dolu olduğundan, bu ayrıntıları farketmedi, karĢısındaki delikanlının yozlaĢmıĢ biri olduğu
izlenimini edindi sadece. 'Gordon müzik alanında bir dahidir,' dedi Bayan Baud; çocuk birden ürktü. 'Gordon,
beyefendiye bahçeyi gezdirir misin?' Delikanlı kabul cııi; ayrıca, kimseyi rahatsız etmezse, banyo yapmak
istediğini söyledi. Sandallarını giydi, konuğun önüne düĢtü. Bu tuhaf ikili, gölgelerin ve ıĢığın içinden
ilerlemeye baĢladı: beline sarmaĢıklar dolamıĢ zarif oğlan ve ucuz kahverengi giysili, yaĢlı katil, ceketinin sol
cebinde görünen gazeteyle.
'ĠĢte Mağara,' dedi Gordon. 'Burada arkadaĢımla bir gece geçirmiĢtim.' Gradus, yosunlu kovuğun içine ilgisiz
bir bakıĢ fırlattı; buradaki açılır kapanır yatakla, portakal rengi naylon örtüsünün üzerindeki siyah lekeyi
farketmek zor değildi aslında. Kaynak suyunun fıĢkırdığı boruya oğlan, hırsla yapıĢtırdı dudaklarını, sonra ıslak
ellerini siyah donuna sürdü. Gradus, saatine baktı. Gezinmeyi sürdürüyorlardı. 'Daha bir Ģey görmediniz,' dedi
Gordon.
Evde en az yanm düzine modern hela vardı; ama Bay Lavender, dedesinin Delawarc'dcki çiftliğine duygusal
olarak çok bağlıydı; bu yüzden, Ģimdi oturduğu yazlığın görkemli bahçesinde, kavak ağaçlarının en uzununun
altına, köy iĢi bir hela yaptırmıĢtı; seçkin konukları için bir hizmeti daha vardı: Bilardo salonundaki Ģöminenin
çevresine dizilmiĢ güzel nakıĢlı, yürek biçimindeki minderlerden birini, böyle hizmetlere humor duygulan
dayanıklı olan bu konuklardan birine, taht'a giderken yanında götürmesi için sunardı.
Kapı açıktı ve iç yüzünde, bir oğlanın kömürle çiziktirmiĢ olduğu Ģu tümce vardı: Kral uğradı.
'HoĢ bir kartvizit,1 dedi Gradus, zoraki bir gülüĢle. 'Nerede olabilir Ģimdi, bu kral?'
'Kim bilir?' diye konuĢtu oğlan. 'Nerdeyse bir yıl oldu. Sanırım, Cöte d'Azur'a gitti; ama yanılıyorum belki.'
Sevgili Gordon yalan söylüyor, çok da iyi ediyordu. Aslında biliyordu değerli arkadaĢının artık Avrupa'da
olmadığını; ama sevgili Gordon, hiç söz etmemeliydi Riviera'dan; çünkü yalan diye söylediği bu yer, bir
gerçeği gösteriyordu yine de; bu yerin adını ondan duyan
160
Gradus, Kraliçe Disa'nın orada bir sarayı olduğunu anımsayıp pat diye vurmuĢtu aklının elini alnına.
ġimdi yüzme havuzunun kıyısındaydılar. Derin düĢünceye dalan Gradus, bir tabureye çöktü. Hemen merkeze
telgraf çekmesi gerekiyordu. Bu ziyareti burada kesmeliydi. Öte yandan, birdenbire kalkıp gitmesi de kuĢku
uyandırırdı. Oturduğu tabure çatırdadı; oturacak baĢka bir Ģey bulmak için çevresine bakındı. Genç
ormanperisi, gözleri kapalı, havuzun mermer kıyısına sırtüstü uzanmıĢtı; Tarzan donunu çıkarıp çimenlere
fırlatmıĢtı. Gradus, tiksintiyle tükürdü yere, kalktı, eve doğru yürüdü. Sundurmadan aĢağı koĢarak inen uĢak,
üç dilde ona, telefonla arandığını bildirdi. Eve dönemeyecek olan Bay Lavender, Bay Degre ile konuĢmak
istiyordu. Telefonda karĢılıklı hal hatır sorulduktan sonra bir sessizlik oldu, ardından Lavender sordu: 'O adi
Fransız gazetesinin her Ģeye burnunu sokan adamlarından değil insiniz?' 'Ne?' diye bir söz çıkü Gradus'un
ağzından; 'what' diyememiĢ, 'vot' demiĢti. 'Her Ģeyi karıĢtırıp kirleten bir orospu çocuğu ol-mayasınız?'
Gradus telefonu kapadı. Gidip arabasına bindi; yamacın tepesine sürdü. Aynı bölgede, parlak sisli bir Eylül
sabahı Kral, Cenevre Gölünün pırıltılı dalgacıklarını ve onlara sessizce yanıt veren, yamacın bağlarındaki kalay
yaprakların korkulu parıltılarını sey-retmiĢti.Gradus, orada durup umutsuzlukla aĢağıya, ağaçların
koruyuculuğuna sığınmıĢ Lavender Villasının kırmızı kiremitlerine bakarken, kendisinden daha üstün
kimselerin yardımıyla, farkedebiliyordu çimenliğin bir kısmını, havuzun bir bölümünü; kıyısındaki bir çift terliği
bile (Narcissus'tan geriye kalanları) görebiliyordu. Sanki aldatılmadığından emin olmak için çevrede biraz
beklemesinin uygun olup olmadığı konusunda bir karar vermeye çalıĢıyordu. Ta aĢağılardan, yarım kalmıĢ evi
yapmayı sürdürenlerin takırtıları, Ģangırtıları gelmekteydi, ansızın bir tren geçti bahçelerin arasından ve bir
arma kelebeği, siyah üzerine kırmızı çizgili, volant en am"ere(107) yaklaĢıp korkuluğu aĢtı, John Shade yeni bir
kart aldı.
417.—421. Dizeler : Yukarı çıktım...
Bunların yerine, taslakta çok ilginç dizeler var:
(417) «Cazın ilk bağırtısıyla yukarı kaçtım
DüzeltilmiĢ metni okudum: 'ġöyle dizelerdi;
(Ġ07) «Gerilerden uçarak.» Sözkonusu kelebek, Ģiirde Vanessa adıyla geçmekledir. Ayrıca, farklı eylemleri
içeren bu uzun tümce, romanı anlamak açısından çok önemlidir. —Çev.
161
"Oynayan kör dilenciyi seyret, Ģarkı söyleyen topalı, Bu ayyaĢ bir kahraman, deli bir kral" Acımasız çağlarının
Ģaman.' Sonra senin sesin geldi" Bunlar kuĢkusuz, Pope'un tnsan Üzerine Bir Deneme'sinden. insan,
hangisine ĢaĢacağını bilmiyor: Pope'un, 'deli' sözcüğünden önce 'bu' sıfatını koyabilecek biçimde Ģiirin veznini
ayarlayamamasına mı yoksa Shade'in, kendi Ģiirinin taslağındaki güzel bir bölümün yerine, son metinde
yoğunluksuz dizeler koymasına mı? Sakın gerçek bir kralı darıltmaktan korkmuĢ olmasın? GeçmiĢ yılları
düĢündüğümde, Shade'in benim gizimi açığa çıkarıp çıkarmadığını anlayamıyorum; her ne kadar kendisi, bir
gün, gizimi öğrendiğini bana söylemiĢ olsa da. (991. Dizeyle ilgili notuma bakınız.)
426. Dize : Arkasından (gelen çamurlu ayak) Frost'un KuĢkusuz, burada değinilen kiĢi Robert Frost (1874
doğumlu). Bu dize, cinasla mecazı birleĢtirmekte Ģairimizin, her zamanki gibi, baĢarılı olduğunun bir kanıtıdır.
Herkes bilir: ġiir yeteneğinin ısı grafiğinde yüksek, alçak demektir, alçaksa yüksek; buna göre, tam bir
kristalleĢmenin- oluĢum derecesi, kolaylığın ılık derecesinden daha yüksektir. Alçakgönüllü Ģairimiz, kendi
ününü çevreleyen hava için böyle bir değerlendirme yapıyor.
Frost, Ġngiliz dilinde yazılmıĢ en değerli kısa Ģiirlerden birinin yaratıcısıdır; her Amerikalı delikanlının ezbere
bildiği bir Ģiirdir bu: karlı ormanlar, akĢamın hüzünlü alacakaranlığı, yoğunlaĢan karanlıkta atın çıngıraklarını
çınlatarak nazikçe karĢıkoyuĢu ve Ģiirin dokunaklı, hayranlık uyandıran bitiĢi; son iki dizenin, hece hece,
birbirinin aynısı oluĢu ama birinin maddesel ve kiĢisel, öbürününse fizikötesi ve evrensel içerik taĢıması... ġiiri
buraya belleğimden aktarmayacağım; küçücük bir sözcüğün yerini değiĢtiririm diye korkuyorum.
Bütün o üstün yeteneğine karĢın John Shade, kendi kartanelerini böylesine uyumlu yerleĢtirememiĢtir.
431. Dize : Mart gecesi... önıĢıklar uzaktan
Televizyonda gösterilen filmle Ģairin kızının serüveninin, bu bölümde ne güzel kaynaĢtığına dikkat ediniz
(ayrıca 445. dize: ÖnıĢıklar daha da büyüdü sisin içinde).
433.—434. Dizeler : Denize... Bizim de otuz üçte gitmiĢ olduğumuz
162
1933 yılında Prens Charles, on sekiz yaĢındaydı; Payn DüĢesi Disa beĢ yaĢında. Bu dizelerde söz konusu olan
yer, Nice'tir (240. dizeye de bakınız); Shade'ler yılın ilk bölümünü burada geçirmiĢlerdi; yazık' ki yine,
arkadaĢımın geçmiĢ yaĢam kristalinin o kadar çok sayıdakrbü-yülcyici yüzlerine baktığımda, ayrıntıları
göremiyorum (bunun için Ġçimi suçlamalı, sevgili S.S?)^1 \ bundan dolayı, Shade'lerin kıyı boyunca ilerleyip
ilerlemediklerini, ilerlemiĢlerse Türk Bumu'na ulaĢıp ulaĢmadıklarını ve genellikle turistlere açık, zakkumlarla
kaplı dar geçitten Kraliçe Disa'nın villasına Ģöyle bir bakıp bakmadıklarını söyleyebilecek durumda değilim.
Ġtalyan sanatının özelliklerini taĢıyan bu yazlık, 1908'dc Kraliçenin dedesi tarafından yaptırıldığında Villa Pa-
radiso diye adlandırılmıĢtı; Zembla dilindeki karĢılığı olan Villa Pa-radisa, Disa'nın onuruna kısaltıldı: Villa
Disa... Disa, yaĢamının ilk on beĢ yazını burada geçirdi; ülkesine döndükten sonra, 1953 yılında 'sağlık
sorunlarından dolayı' geri geldi; halka açıklanan buydu ama gerçekte Kraliçe sürgüne gönderilmiĢti; bugün de
aynı villada oturmaktadır.
Zembla'da devrim patlak verince (1 Mayıs 1958) Disa, bir mü-rebbiye tngilizcesiyle terbiyesiz bir mektup
yazdı Krala; gelmesini, durum açıklığa kavuĢana dek yanında kalmasını istiyor, onu kandırmaya çalıĢıyordu.
Mektup, Onhava'da polisin eline geçti; AĢırılar partisinin bir Hindu üyesi tarafından Zembla diline kötü
biçimde çevrildikten sonra, tutuklu Kralın yüzüne karĢı, sarayın aptal komutanı tarafından, yüksek ve
sözümona alaylı bir sesle okundu. Bereket versin ki mektupta bir— Tanrıya Ģükür, yalnızca bir duygusal tümce
vardı: 'Beni ne denli incitsen de aĢkımı incitemediğini bilmeni istiyorum.' Bu tümceyi gerisingeri ingilizceye
çevirirsek Ģöyle olur: 'Beni dövdüğün zaman seni arzuluyor ve seviyorum.' Komutanın sözlerini kesen Kral,
onu bir soytarı, bir ahlaksız olmakla suçladı; orada bulunan herkesi öyle korkunç biçimde aĢağıladı ki, AĢırılar,
ya ona hemen kurĢunu sıkmak ya da mektubun aslını vermek konusunda hızla bir karara varmak zorunda
kaldılar.
Sonunda, Kral, sarayda tutuklu bulunduğunu Disa'ya duyurmayı baĢardı. Korkusuz Disa aceleyle Rivicra'dan
ayrıldı; Zcmbla'ya dönmek amacıyla romantik, ama talihin yardımıyla baĢarıya ulaĢmayan bir giriĢimde
bulundu. Eğer ülkeye girseydi hemen tutuklanacak ve
(108) S.S, Ģairin eĢi Sybil Shade olmalı; Kinbote, Ģairin geçmiĢ yaĢamına iliĢkin ay-nnıılı bilgi edinememiĢ;
buna, Sybil'in neden olduğunu söylemek istiyor. —Çev.
163
böylece, Kralın kaçıĢının önündeki engelleri arttıracaktı. Karl'cılann, bu anlaĢılması kolay düĢünceleri içeren
mesajı Disa'nın Stockholm'e gelmesine olanak bırakmadı; hayalkırıklığıyla, öfkeyle geri tüneğine uçtu.
(Öfkesinin asıl nedeni, sanırım, bu mesajın kendisine, kuzenlerinden biri olan iyi yürekli Curdy Buff tarafından
iletilmesiydi; onu sevmezdi Disa.) Aradan haftalar geçti. Kocasının idam edileceği dedikodusuyla kızıĢan
Kraliçe, yeniden yola çıktı Türk Burnundan. Brüksel'e ulaĢtı; kuzeye uçmak üzere bir uçak kiraladığı sırada,
kendisine bu kez Odon'un gönderdiği ikinci bir mesaj, Kral'la birlikte Zembla'nın dıĢına çıkmayı baĢardıklarını,
kendisinin de Villa Disa'ya dönüp orada yeni haberleri beklemesinin daha iyi olacağını bildirdi ona. Aynı yılın
sonbaharında Lavender bir haber iletti: Disa'nın yanma gelecek olan, kocası rolündeki bir adam, kendisiyle,
Zembla'nın dıĢındaki ortak malları konusunda görüĢecekti. Kraliçe, evinin terasında Lavender'e kırgınlık dolu
bir mektup yazmaktayken, onu uzaktan seyretmiĢ olan uzun boylu, saçı kesik, sakallı bir adam, elinde çiçek
bu-ketiyle, gölgelerin çelenkleri arasından ilerledi. Kadın, baĢını kaldırıp baktı; ne takılan siyah gözlükler, ne
yapılan makyaj, adamın onu bir saniye olsun aldatmasına yetmemiĢti elbette.
Zembla'dan son ayrılıĢından bu yana Disa'yı, iki kez ziyaret etmiĢti adam; sonuncusu, iki yıl önce
gerçekleĢmiĢti; bu iki yıl içinde kadının, solgun teniyle ve kara saçlarıyla vurgulanmıĢ güzelliği, yeni, olgun,
hüzünlü bir çekicilik kazanmıĢtı. Kadınlarının çoğu çilli sarıĢın olan Zembla'da bizim Ģöyle bir atasözümüz
vardır: belwif invurkumpf wid snew ebanumf (Güzel bir kadın, dört abanoz yaprakla çevrelenmiĢ fildiĢi gül
gibi olmalıdır). ĠĢte Disa, buna uygun bir geliĢme göstermiĢtir. Bir Ģey daha vardı ki bunu ben, Solgun AteĢ'i
okuduğum zaman, daha doğrusu hayalkırıklığının ilk kızgın dumanları gözlerimden dağıldıktan sonra Ģiiri
yeniden okuduğum zaman farkedecektim. Shade'in, karısının özelliklerinden söz ettiği 261.—267. dizeleri
geçiriyorum aklımdan. ġair, bu Ģiirsel portreyi çizdiği sırada, karısının yaĢı Kraliçe Disa'nın yaĢının iki katıydı.
Bu ince konuları dilime dolayacak kadar kabalaĢmak istemem ama gerçek Ģu: AltmıĢ yaĢındaki Shade, burada,
Disa'nın iyi ve soylu yüreğinde taĢıdığı ya da taĢıması gerektiği yüce, ölümsüz özellikleri, yaĢlı bir kadına
ayarlayarak, aktarmaktadır. Gerçekten de Disa, son ziyaret edildiği yıl olan 1958 Eylül'üade, otuz yaĢında,
ĢaĢılacak derecede benziyordu, benim tanıdığım yıllardaki Bayan Shade'e değil elbette, Ģair tarafından Solgun
AteĢ'in sözkonusu
164
dizeleriyle yüceleĢtirilen insan tipine. YüceleĢtirilmiĢ, ömek bir yaĢlı kadın tipidir bu; ama o mavi terasta,
öğleden sonra ziyaret edilen Kraliçe Disa'ya benzemesi için bu resmin iyice rötuĢ edilmesi gereklidir. Bu
farklılığı okuyucuların anlayacağına inanıyorum; çünkü an-lamazsalar ne Ģiir yazmanın bir anlamı kalır, ne
Ģiirlere açıklamalar yazmanın, ne de baĢka bir Ģeyin.
Kraliçe, eskisinden daha dingin görünüyordu; öz denetimi güçlenmiĢti. Bundan önceki karĢılaĢmalarında,
hatta Zembla'daki evlilik yıllarında, kocasının karĢısında korkunç öfke patlamalarına kapılırdı. Evliliklerinin ilk
yıllarında adam, onun bıktırıcı alevlenme ve patlamalarını dindirmek, onun bir kadın olarak uğradığı
talihsizliği akılcı bir bakıĢla görüp benimsemesini sağlamak için çabalamıĢtı; ama sonraları yavaĢ yavaĢ
bunlardan yararlanmayı öğrendi; dört gözle bekler oldu Disa'nın öfke patlamalarını; çünkü yakındakinden
uzaktakine dek kapıların güm diye kapatılmasının ardından karısını geri çağırmayarak, bazan da kendisi
saraydan çıkıp kırsal yaĢamın gizliliğine sığınarak, uzun zaman onun varlığından kurtulma olanağına
kavuĢuyordu böylece.
Uğursuz evliliklerinin baĢlangıcında, canla baĢla karısına sahip olmaya çalıĢmıĢtı, ama boĢuna. Daha önce hiç
aĢk yapmadığını da söylemiĢti ona (bu kesinlikle doğruydu; kadının bu iĢ için tek bir organ tanıdığı
düĢünüldüğünde). O zaman, kibar fahiĢeler tarafından çok genç ve deneyimsiz müĢterilere ya da çok yaĢlı
müĢterilere uygulanan uyarma yöntemlerini adam, karısının da tüm saflığıyla ve görev duygusuyla, bilinçsiz
olarak kendi üzerinde denemesinin alçaltıcılığına katlanmak zorunda kalmıĢtı; bu gösteriye karĢı birĢeyler
söylediğinde (iĢkenceye son verilmesi konusunda), bu kez karısı çok vahĢice bir oyun sergilemiĢti önünde.
Adam, birtakım ilaçlar kullanarak kendini gülünç duruma sokmaktan da çekinmemiĢti; ama kadının o talihsiz
cinsiyetinin ön eklentileri, aĢılmaz bir engel olarak çıkıyordu adamın karĢısına. Bir gece, Ģansını kaplan çayıyla
denemek istemiĢ, bunun sonucunda umutlan dimdik kalkmıĢtı; o zaman karısına, baĢka bir yöntemi
uygulamalarını rica etme yanlıĢlığında bulunmuĢ, karısı da onun bu dileğini doğaya aykırı ve iğrenç olarak
suçlama yanlıĢlığını iĢlemiĢti. Adam sonunda, bir binicilik kazası yüzünden cinsel gücünün eksildiğini ama
arkadaĢlarıyla birlikte çıkacağı bir deniz yolculuğunun ve bol bol deniz banyosunun yardımıyla gücünün
elbette artacağını söylemiĢti Disa'ya.
165
Kraliçe, anasıyla babasını yeni kaybetmiĢti; kulağına gelmesi kaçınılmaz dedikoduları iĢittiğinde gidip
soracağı, danıĢacağı gerçek bir dostu da yoklu; konuyu nedimelerine açmayacak kadar kibirliydi; birtakım
kitapları okudu, Zembla'da erkeklerin alıĢkanlıkları hakkında her Ģeyi öğrendi; bundan sonra, aptalca
sıkıntılarını, iğneleyici bir bilgiçliğin arkasına gizleme numaralarına baĢladı. Onu, davranıĢlarından dolayı
kutlayan adam, gençlik alıĢkanlıklarından vazgeçtiği, ya da en azından vazgeçeceği konusunda, kutsal Ģeyler
üzerine and içli; ama yol boyunca her yerde pusuya yatmıĢlardı karĢıkonulmaz ayartmalar. Bu ayartmalara
kendini bıraktı arada bir, sonra iki günde bir, derken her gün birkaç kez; bu olayların çoğu, Shalksbore Baronu
Harfar'ın kau yöneliminin sürdüğü dönemde yer alır; ĢaĢırtıcı yetenekleri olan bu hayvansı gencin,
'üçkağıtçının çiftliği' anlamına gelen soyadı, büyük bir olasılıkla 'Shakespeare'den türetilmiĢtir. Harlar,
hayranlarının taktığı adla Curdy Buff, yanında cambazlardan, eyersiz binicilerden koca bir kalabalık
bulundururdu; iĢler öylesine çığırından çıktı ki, Ġsveç gezisinden beklenmedik sırada dönen Disa, sarayın bir
sirkten farksız olduğunu gördü. Kocası yeniden and içti, yeniden günah iĢledi, ve aldığı bütün önlemlere
karĢın yeniden yakalandı. Sonunda Disa onu, Ġngiltere'den getirilmiĢ, Eton yakalı, tatlı sesli ve her isteneni
yapan uĢaklarla gönlünü eğlendirmeye bırakarak Riviera'ya
gitti.
Adamın o zamanlar Disa'ya beslediği duyguların ulaĢtığı düzey neydi? Dostça bir ilgisizlik, soğuk bir saygı.
Evliliklerinin ilkbaharında bile, en ufak bir sevecenlik, en ufak bir heyecan duymamıĢtı. Acıma duysun ya da
yüreği sızlasın; sözü bile edilemezdi bunların. Adam, her zamanki gibi, soğuk ve acımasızdı. Ama karısından
ayrılmasından önce de, sonra da, bedenindeki yüreğin soğukluğuna karĢın sıcacıktı hep düĢlerinin yüreği.
Disa'yı, adam, günlük—görünürdeki yaĢamının izin verdiğinden daha sık ve daha yoğun duygularla
görüyordu düĢlerinde; onu pek az düĢündüğü zamanlarda, kaygılarının ondan hiç kaynaklanmadığı sırada
ortaya çıkan bu düĢlerde adam, karısını, yüce bir evrende, savaĢ yapılırken, reformlar gerçekleĢtirilirken, çocuk
masallarının Züm-rüdüanka KuĢu biçiminde görüyordu. Bu yürek paralayıcı düĢler, karısına olan duygularının
düzyazısını, tekdüzelikten kurtararak güçlü, ĢaĢırtıcı bir Ģiire dönüĢtürüyordu; bunun dalgalan, geri çekildikten
sonra, gün boyunca parıltılarıyla onu bunaltıyordu, çünkü acıyı ve taĢ-
166
kınlığı geri getiriyordu, daha sonra yalnız acıyı, ondan sonra da yalnızca parıltılı yansımasını. Ama bu durum,
adamın gerçek Disa'ya davranıĢ biçimini hiç mi hiç etkilemiyordu.
Onun uykularına sürekli olarak giren bu hayal kadın, uzaktan seçilen bir kanapeden kalkarken olsun,
perdelerin arasından yeni geçtiği söylenen haberciyi aramaya giderken olsun, hep modaya uygun giysilerle
görünürdü; oysa gerçek Disa, Cam Yapıtlar patlamasının gerçekleĢtiği o yaz mevsiminde de, son pazar
gününde de, sonuç olarak, gelmesi kaçınılmaz anın tüm bekleme odalarında da giydiği aynı giysiyle, hiç
değiĢmedi; adamın ona, kendisini sevmediğini ilk kez söylediği gün de, aynı giysi vardı üzerinde: Disa, o gün
nasıl görünmüĢse öyle kaldı. Adamın onu sevmediğini yüzüne söylemesi, Ġtalya'ya yaptıkları umutsuz gezi
sırasında olmuĢtu; göl kıyısındaki bir otelin bahçesinde, güller, soluk yeĢil ortancalar arasında, bulutsuz bir
akĢam vakti; uzak kıyının dağlan hafif sisin içinde yüzerken, hafif bir mavilik bulandırırken gölün Ģeftali
suyunu; taĢ sıranın yakınına, pis yere serilmiĢ olan gazetenin yazıları, sığ ve saydam kirin altından rahatça
okunurken adamı, sesini çıkarmadan dinlemekte olan kadın, yürek burkucu bir halle çimenlere çökmüĢ, bir
otun eklemli sapını incelerken çatık kaslarıyla, onun bu haline dayanamayan adam hemen geri almıĢtı
sözlerini; ama inen darbe, onarılmaz biçimde çatlatmıĢtı aynayı; iĢte o zamandan beri düĢlerinde, karısının
hayali bu itirafın anısıyla mik-roplanmıĢtı, bir hastalığın sonucunda ya da burada söylenmeyecek kadar özel
bir ameliyatın gizli etkileriyle mikrop kapmıĢcasına.
Sözkonusu düĢlerin konuları değil de temaları, adamın, karısına karĢı duyduğu sevgisizliği sürekli olarak
yadsıyordu. DüĢlerinde yaĢadığı aĢk, duygusallık açısından olsun, ruhsal Ģehvet ve derinlik açısından olsun,
adamın yüzeysel varoluĢunda yaĢadığı tüm tutkulardan üstündü/109) Bu sevi. elleri sıkıntıyla birbirine
kenetleyip sürekli olarak sıkmak gibi bir Ģeydi, ya da sonsuz bir umutsuzluk ve piĢmanlık labirentinde aĢkla
yoğrulmuĢ düĢlerdi, çünkü sevecenlik vardı içlerinde ve adama, baĢını kadının kucağına gömmek, geçmiĢin
korkunçluğuna karĢı hıçkıra hıçkıra ağlamak isteği veriyordu. Bu düĢler, kadının öylesine genç ve öylesine
çaresiz oluĢunu bilmenin adamda yarattığı ürpertiyle doluydu. Adamın, yaĢamından daha temizdi düĢ-
(109) Gerçek yaĢamını 'yüzeysel voroluĢ' diye adlandınyor.DüĢ dünyası, bu durumda 'içsel varoluĢ'oluyor.—
Çev.
167
691
3^(---- '(aioS BUIUIIlBpiB 1SU1S U1UaioqUl)() Jipm>|EUi>(IS 1UIUKD UlUBSlfl '5(3111111
-iX 1UI3B1 iabui uiuE|qui3^ !))bsji|b oiB5f>j|p nunioudip n[ou oil JipsDfouuaX BpuijSB >|EjBdEX iqiS joao
iXbsiq 'aioqui)( iueX '(bjx nq Jipjffaq Bp UBpuisEiu
-JOS IJ3|J0t)A03nUl BUISB3O>( OpSOUlIll I)jBJUOS Jiq ;j|pO1)(OUJUnJnp 1J3|J31JA33
-nui 'iffsp iuiseoojj MipjO|Xo5 ıfıpjOA jogop ua uiubsiq 'ua|j3qA3:>nui uidbi jub^ jjpXoi i|ui3Uo us apunzog
uiubsiq 'isbui[o SiiuiiijX ıumı iubX 'nun>|nX psap -pBiu 'uiuise3o)[ (£ Inpifuiauo BijBp uapuissuuufX iui§i|[Bj)f
'isBiujo §nui]nun)| UBpnui)(is uiuiseoo>( 'spunzog inuBsig ([ :j|))3J38 >|bui|b 3iB)))(|p uopjiq iuiuib[UB
-ap '2 uapjsjuap iġı i>fi aamni ng
A3^>— '>)iiiB JijiqBXEiXoq wiqip uızıu
q2 pv« isboo^ ojo8 bX^siq (j nipS uapjiq buiB[Ub , uie[ub uiSXbX ununfnozps ,3D[q: uapS buiuib|ue
,U3Q, (Oil)
-jn3 'ijE>[nX usisoje)} /joXi^ojoS ubuıbjbzuıı uojoSpq izBa, 'ipop ,'uirp pq >[bobAbujriiXbs ub§B[O uuBjunq
'buo Bp uiEpt? Snpjos nungnp
-JO OU UIUU3[J3lJA0Dnui UT3B] 'B[JIAB] Jiq Z0U13SUI0UQ (ni) 0J°^ B/^.BS!Q
-spy 'fUJB ipji[iq9jnuıoS oztuap '>[3p ouızojjq>ı uio[quig uBpu.namg Bjquig 'n>[nX ^ ^ yop uiu,B[qiuoz '3-
JQS Bungnpio §iiu>{i5 iui|BS §bs BuiSip 95(jn ^isbdo>( ipuif§ "ipjijoq iB(§i>|Bq uoq >pp|i§ijB o '
-ZOS UIU.BSIQ (nSlUIUBlE >[BJB[O IUBUl5lUBQ U3J§§
iy\ aioiun^nq ngnpjn>[ uubjui§v) FOuiXBj§Bq oXaunazos U9pj9(oui§u
-3Î? JBSBXlS I^Bp.BjqiUSZ'lUBpV '!P?3 0J9Zn ÎJ31UJ0A IUB[3S Jfq 5utl[
-n8 iui§Bq Bp o 'oows ipojAos luiseurepB ıuubjbjb spjod oXoq 'Burepy •3urs>[B uiu3U3[>ioq U3pu;sipuo>[
'npjoXijSoX lUisauuiSid ;§i 3[Xa§iq -Bj mursB3O5( ijjuBs 'tpBiuuB|§oij uopunuinjoq ijiSif bi^jbq uiuoaiuos cure
:ıı§ı[b5 bXbuijipubiubo opunugzoS nunSnjnoioX X ui5[ea" 3a ipo[Uip 9[>jaoz iursBuiB[uiiuBi iuipi5o3
ii[BjoX uB§B[n -H 'unuo 'uipBX "znusij npjoXiiuiiBJAi>i oiXijjq5iij uıuubjızıs p ziiuigipjBi>{B oduo zb
'uo>{jnt?juB nunsnjjXo uıuı§ı5b5( BiXiiuipjBX üruis -uk§ ubp/bjbs 'Sniujnjo bisbjoi'bpuıġı[zbX uîuısubîj 'fpıuiS
urepy
•jojipjipiiq nunfnp[o fnuijo unuo ESJBpou uap8
UOS U9 ilUlSlpJB JOX ^BJB[O Uiq U9pjO|I§I>J§Bq BpUBUIOJ Jiq 'lUlġipUOf -A3 B[XlUIBpB§f I[BîfIJOUIV
-Hq BJUOS 'nunġnpJO Bl>{BUJ>fBX §O1B Jiq
unuo Ejuos 'npjoXnJfloq iuiġrpBiUBun[nq uiurpB>( 'jbjiou uaipan ouisip
-U9JJ 3|9 U3PJ3 OA npjoXljn§BIZIS5{BUBIO IUISBUI§B[n BXd 'g
891
ubsui i^spunuo. buib tipXnsuioiXos ıui§ipA3s î(o5 ıuisıpuo>ı ' -|nq U3UJ3U, Tuipc^i 'npAnıınıu so^jsq
'n§iui§(§3 X§ ' ISUB5J >ıivre 'urepB BpuiġipBjJOZ iuipu3>j uıji 5jBUiîfBq § J ) -Jos nq buib
tn^ooopossiq nunġnpjo Bi>pui>(Bq ouisipuo^ uopuıso§o>ı uiuouiostuninS jiq jtXsz 'unuo urepB oa
ipjsi^ODoXnjnX bubXubX Tn^B^l -os U3|5flp3uniq luipe 'isi^i bjuos UBpuo ^BJBUBijn^ tuubiuiisi>( uo§np
îjuop BJBi5pn§oq i>jBpuiSBJB iJBiumns uBzqBJi uops^nX 'unioS '.n^ooopo uuipjBX u;5i TSBuniiB^ eSbXe
sı>ıiıuouıı5 t>tEpuisiXi^(o3 iuXe 'euısue>ı 'urepy 'nq ipXi§HE5 §b^ Jiq TgEOEXBUiEinun uiuojoS §np îipjBiuB
iuıġbo -bje uıuı§hb6 §E5f jijEq Jiq zBuinuByiBîi 'iuijoX —zbujIuXb jquXB iSjojeX -yl —iuı§EOEjoqXBî( BpuB Jiq
ununq uojijopojXos tXeuiı§ı pppunznX unuo uesuj •jip9i>j3UJitq3J3A non8 auissuınınS buo 'igıpouı
zBuipsJES i§jb>i 3J3i!§pı nounön ueXeuip n5ns b\\\ sp jiq 'iJB(iEjn>i ngjoS boziujeX ;jıi§ıuıubpî>(bX bStjeiseIi
Jiq iouijj jnuo '5uoj§i 'ifipouno >jEq ap 5iq 'isiJB5( 3a jq§iuii3isoS§Bq >pıb§bSje^ jiq Bpunqnj uiu.bsiq i
aiXniunzn Jiq ^nXnq 'unsio uspjappEji dijE^EuisBq ı§ipo|>p p^
-BIJ IJUIIASS UJl5(ElJiq UnUO 'UnSJO UBpUlġlJUEpEJlS UIJEJBUJSnUOĠJ
^njunS igndnX Biunuo spunsnp 'urepB '.npjoXqjpoS heaub^ ^X&W ı^ı bXejbSeui p{EpiXi>i Ep eX
JoXn§nuo>i EpuijpjBq ijbjbi^ 3lXoji§uj3q§Eq bX 'joX^eje^ iuissj Jiq eX 'esio •ipzouioXoiuo -jnq uiui§9jnX
'ssjqS uii5j missuiosuininS uojipq U3p§npi
U3^JEpB 3UU3IU3jSO8 ÎHI30u! iPP-138 ISBUldBX 'UEpUlSIOE UIUEUIEJ
-UB iXss J3ij 'unuo eujb —ipjinqBireXEp ipXEsp uiq ziseuiiob 9a louEq -bX 'i§pi u3jo§ n§np —ipjijiqBUBXBp
uesuı buı§ııjı§b uiusmuq nunjnj -nS oa luisioE unuo 'ipjiJipuaiuoX luiJopa^sjEq uiui5§i jiq uese]>jbX
}{BJBXBıXbUO BjXlSBq 3A 5(EJB5lBq EXlJE^nX '3JU9Aipj3Ul Jiq EpUIJBHOiJ
nj§op sXsjoousd ^iji^ Bp bX ipji|E>ı Epunjoz ^suısıuip luusi^ipzaA
-3§ U1Ui5i9JBXıZ ^ip3UIU3l>l9q O EX BUIB tipjlUB^nOUOq J31 EpUIU
-|B î(ı5b 'unSjos uiu,Bsia 'ustuaq ipjBjuB nunfnpp siuuiasSop uiuipB>( —iuiS9Uizi5 piuiq i>(Epui§BiBX—
iuisa8pq Jiq uiunouBH! 'uiBpy '{uip nq ipjnBzn sXip unsindo bjuos 'jEuanX nunonAE ui5i 5(3ui3|zi8 iXss -mı
'uipE>ı •npjnjgğ iui§ip9iXos jajXoSjiq uiuisBqEi>fB spzos 'uEi iiusp î{boeXbuiıo ijpq asXapjsu nznX 'UBiîjBzn
^o5 EX,Esia 'uiEpy ¦3pjs|§np nq npioX usX tıuısuo ^3d ;npjoXi^ EpjEjuB^nX 'Bpui§ -Bzn ^o5 uiU3ur/Bq \\t\%
'iSBpjnq qsEd up3Aq3S 'Mil^SQ 'UBp.EjpuEuiix pzn8 3iXiıiJEA lîpîpuniE unun§n|uo 'uBp.BiuXjqd ıpusö uaıs
:npjoXi(
-38 UBpjElUipEîJ iġipUBUnîl 91§I nq UIUISB3O^ §
iuısıpu33( 'npjoXiujpS ubp,bsiq 'BABq psup
lerle birlikte, bir telefon tırmanıyordu. Kraliçenin eski nedimelerinden, gevĢek hareketli, zarif Fleur de Fyler
(Ģimdi buruĢmuĢ, solmuĢ), eski günlerdeki gibi, kuzguni saçlarına taktığı incilerle, geleneksel beyaz salıyla,
Disa'nın odasından bir takım belgeler getirdi. Defnelerin arkasından Kralın tatlı sesini duyar duymaz tanıdı,
artık Kralın ustalıklı makyajı kendisini aldatamazdı. Latin ırkından oldukları belli, genç ve yakıĢıklı, üniformalı
iki uĢak, çay getirdiler ve Fleur'ü reverans yaparken yakaladılar. Ani bir esinti, sarmaĢıklar arasında yol aradı.
Çiçeklerin toplanması. Fleur, Disa orkidcleriyle dönüp giderken, Kral ona, viyola çalmayı sürdürüp
sürdürmediğini sorunca birkaç kez baĢını yana salladı; çünkü Krala, saygılı bir ifade kullanmaksızın söz
söylemek istemiyor, ayrıca uĢakların kulak menzilinde olabileceklerini düĢünerek, cesaret edemiyordu
konuĢmaya.
Yeniden yalnız kaldılar.Disa, Kralın istediği belgeleri çabucak buldu. Bu iĢi bitirince, bir süre, önemsiz
konularda söyleĢtiler, ama zevkli konulardı bunlar: Örneğin, Odon'un Paris'te ya da Roma'da çevirmeyi
umduğu, bir Zembla destanına dayanan film. Merak ediyorlardı; sisli bir gökten sürekli olarak damlayan
ejderha zehriyle günahlıların ruhlarına iĢkence edilen cehennem koridoru, yani narstran bu filmde nasıl
canlandırılacaktı? KonuĢmaları, genellikle, adamı rahatsız etmeyecek biçimde sürüyordu—oturduğu
sandalyenin koluna karısının parmakları, dokununca biraz titreseler de. ġimdi dikkatli olmalı.
Disa soruyordu, 'Ne yapmayı düĢünüyorsun? Niçin, burada istediğin kadar kalmıyorsun? Lütfen kal. Yakında
Roma'ya gideceğim, bütün ev sana kalacak. DüĢünsene, kırk konuğu yatırabilirsin burada, kırk haramileri.'
(Bahçedeki kocaman toprak saksılar, bunu söyletiyor
ona.)
Adam, gelecek ay Amerika'ya gideceğini, yarın da Paris'te bir iĢi
olduğunu söyledi.
Niçin Amerika? Orada ne yapacaktı?
Öğrenim görecekti. Parlak, çekici gençlerle birlikte yazınsal baĢyapıtları inceleyecekti. Ancak Ģimdi özgürce
boyun eğebildiği bir tutkuydu bu.
'Bilemem elbette,' diye geveliyordu Disa, 'Bilemem sence uygun olup olmadığını; New York'a gelebilirim—
yani bir ya da iki hafta kalabilirim yalnızca; bu yıl değil de gelecek yıl.'
170
Adam onun gümüĢ pullu ceketini övdü. Kadın direniyordu, 'Uygun mu?' 'Saç biçimi de çok yakıĢmıĢ.' 'Ah, hiç
önemi yok,' diye hayıflandı kadın, 'hiçbir Ģeyin önemi yok arlık!' 'Yoluma gitmeliyim,' diye fısıldadı adam
gülümseyerek ve kalktı. Disa, 'öp beni,' dedi; onun kollarında bir an, gevĢek bir bezbebek gibi, titredi.
Adam bahçe kapısına doğru yürüdü. Patikanın dönemecinde, ardına bir bakıĢ fırlattı; uzakta, beyazlar içindeki
kadın, tarifsiz acısının verdiği zarif bir halsizlikle, bahçe masasının üzerine eğilmiĢti ve o anda sallantılı bir
köprü kuruldu uyanmanın duygusuzluğuyla düĢteki aĢkın arasında. Kadın kımıldadı; o zaman adam, onun hiç
de Disa olmadığını, çay bardaklarının arasına bırakılmıĢ belgeleri toplayan zavallı Fleur de Fylcr olduğunu
gördü. (80. Dizeyle ilgili açıklamaya bakınız.)
Ben, 1959 yılının Mayıs ya da Haziran aylarından birinde, çıktığımız akĢam gezintisinde Shade'e bu eĢsiz
malzemeyi sunduğum zaman o, sorarcasına baktı yüzüme, sonra konuĢtu: 'Hepsi güzel bunların, Charles.
Yalnız iki sorun var. Oldukça etkileyici kralınızın yaĢamıyla ilgili bu çok özel açıklamaların doğru olduğunu
nereden biliyorsunuz? Hem doğru olsa bile, diyelim ki yaĢamakta olan kiĢilerin özel yaĢamına iliĢkin bu
olguları yayımlama umudunu nasıl taĢıyabiliriz?
'John, dostum,' diye nazikçe, ama inatla konuĢtum, 'önemsiz Ģeyleri dert edinmeyin.Bu anlattıklarım,
tarafınızdan Ģiire dönüĢtürüldüğünde gerçek olacak, kiĢiler de o zaman yaĢamaya baĢlayacak. Bir Ģairin arıttığı
gerçek, kimseyi üzmez, aĢağılamaz. Gerçek sanat, sözde onurun çok üstündedir.'
'Elbette,' dedi Shade. 'Sözcükleri, boyunduruğa vurulmuĢ pi-rclcrmiĢccsine gütmek olanaklıdır, bu pirelerin
baĢka pireleri çekip götürmesini sağlamak da. Ah, elbette.'
'Dahası,' diye sürdürdüm, yolun sonuna, güneĢin batmakta olduğu engin ufka doğru yürüdüğümüz sırada,
'Ģiirini bitirdiğin zaman, Zcmb-la'nın görkemi senin Ģiirinin görkemiyle birleĢtiği zaman, son gerçeği
bildireceğim sana, olağanüstü gizi; o zaman aklın duracak.' 469. Dize: silahını
Gradus, arabasıyla Cenevre'ye dönerken, silahını kullanma olanağını ne zaman bulabileceğini merak
ediyordu. Otele varınca, uzun mesafeli bir telefon konuĢması yaptı merkezle. Çok kötü bir konuĢma oldu bu.
BIC diline göre daha az dikkat çekeceği kanısıyla komp-
171
locular, telefon konuĢmasını ingilizce yaptılar, bozuk bir ingilizceyle, tek bir zaman kullanarak, tanım
edatlarına boĢ vererek, sözcükleri her iki taraf da yanlıĢ söylüyordu. Üstelik, hegemonyacı BIC ülkesinde
oluĢturulan, Ģifre sözcüklerin farklı iki dizi halinde kullanılmasını öngören kurnazca yöntemi uygulayarak,
örneğin 'kral' sözcüğünün yerine merkezin 'büro' kodunu kullanmasına karĢılık Gradus'un 'mektup' kodunu
kullanmasıyla, aralarındaki iletiĢimi kördüğüm haline getiriyorlardı. Bu yüzden, daha telefonda, birbirlerinin
sözcüklerini anımsayamaz oldular; arapsaçına dönmüĢ, pahalı konuĢmalarını bir hece bulmacasına, bazan da
karanlıkta engelli koĢuya döndürdüler. Merkez, gizlice Villa Disa'ya girilerek Kraliçe'nin masasının
çekmecelerinden Kral'ın mektuplarının alındığı biçiminde yorumladı Gradus'un sözlerini; oysa hiç de böyle bir
Ģey söylemeyip yalnızca Lex'e yaptığı gezinin sonuçlarını bildirmeye çalıĢmıĢ olan Gradus, merkezin sözlerini,
Nice'de Kralı aramaya gitmeyip Cenevre'de, kendisine gönderilecek ambalajlı sombalıklarını teslim almak
üzere beklemesi gerektiği biçiminde yorumlayarak üzüldü. AnlaĢılan tek bir Ģey vardı: Bir daha kesinlikle
telefon etmemeli, ya telgraf çekmeli ya da mektup yazmalıydı.
470. Dize: Zenci
Bir gün, ırkçılık üzerine konuĢuyorduk. Daha önce, Fakülte Ku-lübündeki öğle yemeğinde, Boston'dan emekli
sarsak bir öğretim üyesi— kendisini davet eden Prof. H. tarafından derin bir saygıyla 'gerçek bir yurttaĢ, kanı
temiz bir Brahman' diye tanıtılmıĢtı (bu Brah-man'ın^113) dedesi, Belfast'ta kuĢak ticareti yapmıĢtı)—bir ara,
yapmacıksız, nazik bir ifadeyle, Üniversite Kitaplığının yeni görevlisi olup pek de sevimli sayılmayacak adamın
soyuyla ilgili olarak 'SeçilmiĢ Halk'lan biri, sanıyorum,' demiĢti (rahatlamak isteyen bir at gibi, zevkle
burnundan soluk vererek); bunun üzerine, kızıl saçlı müzisyen (aynı zamanda doçent) Misha Gordon, kendi
düĢüncesini belirtmiĢti: 'KuĢkusuz, Tanrı, kendi halkını seçmeye yetkilidir; ama insanoğlu da kendi genlerini
seçmeye yetkilidir.'
Yine bir akĢam, ben ve arkadaĢım, gezintimizi, birbirine komĢu olan Ģatolarımıza doğru sürdürüyorduk;
üzerimize inen hafif Nisan yağmurunu lirik Ģiirlerinden birinde Ģöyle canladırılmıĢtır:
'Hızlı hızlı yazıyor Ġlkbahar'in kalemi'
(113) «Brahman» sözcüğü, «soylu» anlamındadır. —Çev.
172
Bu yürüyüĢümüzde Shade, dünyada en çok Bayağılık'tan ve Kıyıcılıktan tiksindiğini, bu ikisinin ırkçılıkta
ülküsel bir bileĢim oluĢturduğunu söyledi. Bir sanatçı olarak, 'yahudi' sözcüğünü 'Musevi' sözcüğüne, 'Zenci'
sözcüğünü 'renkli' sözcüğüne yeğlemekten kendisini alamadığını belirtti. Ama hemen Ģunu ekledi ki, bu farklı
iki kavramı aynı kefeye koymak, dikkatsizce ya da kötü amaçla toplama yapmanın iyi bir örneğiydi (Solcular
böyle yapıyordu); Çünkü o zaman, Ģu iki tarihsel cehennem arasındaki fark gözardı edilmiĢ oluyordu: Ģeytanın
cezalandırılması^1 I4^ ve köleciliğin barbarlığı. Öte yandan (diye kabul etti) kötülüğe uğramıĢ tüm insanların
gözyaĢları, tek tek, matematiksel olarak birbirine eĢitti, her çağın umutsuzluk getirdiği gözönüne alındığında.
Belki de (diye düĢüncesini belirtti) öfkelerine kapıldıkları zaman, sarı kuĢaklı linç-ediciyle mistik Yahudi
düĢmanının, aynı soydan olduklarını (maymunların burun deliklerinin gerilmesi, gözlerinin bulanıklaĢması
dikkate alınarak) kanıtladıklarını öne sürmek, pek de yanlıĢ sayılmazdı. Shade'in bu sözlerine karĢı ben,
Önsöz'de adı geçen unutulmaz kiracımı kovduktan hemen sonra bahçıvan olarak tuttuğum genç zencinin
(998. dizeyle ilgili açıklamama bakınız) hep 'renkli' sözcüğünü kullandığını söyledim. Shade, eski olsun, yeni
olsun her sözcüğü değerlendiren bir sanatçı olarak, bu kötü sözcüğü kesinlikle tutmadığını belirtti; çünkü
sanatsal açıdan yanlıĢlığı bir yana, anlam açısından ele alındığında 'renkli' sözcüğü, kullanılıĢ biçimine ve
kullananlara göre çok değiĢkendi. Bilgili zenciler (kendisi bunun farkındaydı) tek onurlandırıcı sözcüğün
'renkli' olduğunu, duygusallık taĢımadığını, ahlaka aykırı olmadığını düĢünüyorlardı; zenci olmayan kibarlar,
onların bu konudaki onaylarını rehber edinmek zorunda hissettiler kendilerini, ama Ģairler kendilerine
rehberlik edilmesinden hoĢlanmazlar; kibar tabakadan kiĢiler, onaylanmıĢ Ģeylere taparlar, iĢte bu yüzden
'zenci' sözcüğünü değil de 'renkli insan' sözcüğünü kullanıyorlar, 'çıplak' yerine 'nü' ve 'ter' yerine 'nem'
dedikleri gibi. Ama elbette (diye kabul etti) öyle zaman olur ki Ģair, 'nü' deki mermer kalçanın gamzesine
hayran kalır ya da 'nem' sözcüğündeki parlak ıslaklığı beğenir. ġuna da tanık olunmuĢtur ki (diye sürdürdü)
ırkçıların anlattığı, karaderililerle ilgili fıkralarda 'renkli beyefendi' nitelemesi, saçma bir Ģey söyleyen ya da
yapan zenciyle üstükapalı alay etmek
(114) Shade, biraz aĢağıdaki sözleriyle, Yahudi düĢmanlarım kötülüyorsa da, burada Yahudi düĢmanlığı
yapmakta, Yahudilerin birer Ģeytan olarak dünyada cezalandırıldıklarım öne sürmektedir (Kinbote'nin
aktardığına göre). —Çev.
173
için kullanılmaktadır. (Victoria döneminin kısa romanlarında da, böyle alaylı bir biçimde 'ibrani beyefendi'
nitelemesi kullanılmıĢtı.)
Ben, 'renkli' sözcüğüne Shade'in sanat açısından karĢı çıkmasının gerekçelerini pek kavrayamadım. Bana Ģöyle
bir açıklama yaptı: Çiçekler, kuĢlar, kelebekler ve baĢka Ģeylerle ilgili ilk bilimsel yapıtlarda resimler, elle
boyanırdı. Kusurlu baskılarda ya da ilk basımlarda bazı resimler, boyanmamıĢ çıkıyordu. 'Bir beyaz' ile 'bir
renkli adam' yan-yana getirilince Shade, bunların benimsenmiĢ anlamlarını öyle unutuyordu ki, o boĢ
resimleri, herkesçe kabul edilmiĢ renkleriyle boyanması gereken o resimleri anımsıyordu kaçınılmaz olarak:
yeĢille ve morla boyanacak egzotik bitki, koyu maviyle renklendirilecek kuĢ tüyleri. 'Üstelik (diye ekledi) biz
beyazlar, tam beyaz renkli değilizdir; doğduğumuz sırada leylak renginde, daha sonraları çayçiçeği renginde
oluruz, en sonunda da bütün iğrenç renklerle donanır çıkarız.'
475. Dize : Bir bekçi, Zaman Baba
Okuyucular, 312. dizeye verilen güzel yanıta baĢvursunlar.
490. Dize: Exe
Aslında Exton'dir. Omega Gölü'nün güney kıyısında, bir fabrikalar kentidir burası. Kentin oldukça ünlü bir
doğa tarihi müzesi de vardır; burada, Samuel Shade'in yakaladığı kuĢlar, çok sayıda küçük ca-mekanlar
içerisinde sergilenmektedir.
493.Dize : Kendi zavallı yaĢamını avladı
AĢağıdaki açıklama, intiharın bir savunması değildir; ruhsal bir durumun basit ama ciddi biçimde
betimlenmesidir yalnızca.
YaĢam tuhaftır; bir insanın kadere inancı ne denli berrak ve güçlüyse, kaderi yenmek için kapıldığı kıĢkırtma
da o denli büyüktür, ama kendini yok etmekle iĢlemiĢ olacağı müthiĢ günah karĢısında duyduğu korku da o
denli büyük olur. Önce kıĢkırtılma konusunu ele alalım. Açıklamalarımın bir yerinde daha geniĢ olarak
anlattığım gibi (550. dizeyle ilgili notuma bakınız), bir insanın kafasında, yaĢamötesinin herhangi bir biçimine
iliĢkin ciddi bir kavrayıĢın bulunması, ancak ve ancak o kiĢinin kadere, hangi ölçüde olursa olsun, inanmasına
bağlıdır; tersinden alırsak, bir insanın gerçek bir Hıristiyan olması için kesinlikle ruhsal bir yaĢamölesinc
inanması gerekir. Bu yaĢamötesinin görüntüsü, akla uygun olmak zorunda değildir; yani ne kiĢisel
kuruntuların açıkseçikliğine, ne de alttropikal bir Doğu parkının genel görünüĢüne sahip olmak zorundadır .
Zembla'da, inancı tam bir Hı-
rıstiyana öğretildiği gibi, doğru bir inanç, resimlere ya da haritalara gereksinmez; bu konuda taĢıdığı güzel
umudun sıcak buğulan, kendisini hoĢnut etmeye yeter de artar bile. Basit bir örnek verelim: Küçük
Christopher'in babası, yaĢamboyu görev yapacağı uzak bir koloniye atandığı için ailesi de buraya gidecektir.
On yaĢlarında narin bir çocuk olan Christopher, büyüklerinin yolculuk konusundaki düzenlemelerine lam bir
güven duyuyordu (böyle bir güven duyduğunun bilincinde olamayacak kadar tam bir güven besliyordu, daha
doğrusu). Gidecekleri yerin özelliklerini hayalinde canlandıramazdı, canlandırmaya kalkıĢmadı zaten, ama
burasının, Ģimdiki çevresinden çok daha iyi olduğu konusunda, belirsiz olsa da kendisini hoĢnut etmeye yeten
bir inanç vardı içinde. ġimdiki çevresinde, oturdukları ev, meĢe ağacı, dağ, bahçe, bir midilli ve ahır
bulunuyordu; ayrıca, çevrede kimse yokken çocuğu okĢamayı huy edinmiĢ yaĢlı seyis Grimm.
Yukarıda örneği verilen yalın inanç, az çok, bizde de bulunmalıdır. Bir insan, kendi varlığından çıkan kesin
inanç sisinin, bu tanrısal sisin karĢısında, kıĢkırtmaya yenik düĢebilir ya da düĢsel bir gülümsemeyle kendi
avucunda bir tabancanın, Ģato anahtarından ya da çocukların para kesesinden pek büyük olmayan deri kılıfı
içinde bir tabancanın varlığını hissedebilir; belki de gözlerini diker ayartıcı uçurumun derinliklerine, duvarın
üzerinden. Hepsi olabilir bunların.
Burada sergileyeceğim tipler, rastgele seçilmiĢtir. Kurallara düĢkün insanlar, bu iĢ için, soylu beylerin bir çift
tabanca kullanmaları gerektiğini öne sürerler (her Ģakağa bir tabanca dayamak üzere), soylu bayanlarsa ya
zehir içmelidir ya da beceriksiz Ophelia'yla birlikte suda boğulmalıdırlar. Daha alçakgönüllü kimseler, çeĢitli
boğulma biçimleri uygulamıĢlardır; küçük Ģairlerse, kötü bir pansiyonun banyo odasında, dört ayaklı küvetin
içinde, bileklerini kesmek gibi çarpıcı kurtuluĢ yöntemleri dcncmiĢlerdir.Bunların hepsi, kesin sonuç vermeyen,
üstelik iğrenç yöntemlerdir, insanın kendi bedenini cansız yere sermesini sağlayan pek az sayıdaki yöntemin
en yücesi düĢ-mek,düĢmek, düĢmektir; ama atlayacağınız yeri öyle dikkatle seçin ki kendi bedeninizin ya da
bir baĢkasının bedeninin yara bere içinde kalmasına neden olmayasınız. Yüksek bir köprüden atlamak, yüzme
bilmeseniz bile, salık verilemez; çünkü rüzgarla su, ĢaĢırtıcı olasılıklar çıkarır karĢınıza; bir de bakarsınız
trajediniz, bir dalma rekoruyla sonuçlanmıĢ ya da bir polisin ödüllendirilmesiyle. Samanyöluna kafa tutan ıĢıklı
bir gözleme kalıbı biçimindeki yüksek bir otelde, 1915 ya
174
175
da 1959 numaralı hücrelerden birini tuttunuz ve pencereyi açıp dıĢarıya— düĢmediniz, atlamadınız— yalnız
yuvarlanıverdiniz diyelim, havada soğumak istercesine; bu durumda, köpeğini gezdiren zararsız bir
uyurgezere çarpıp onu kendi cehenneminize yollama Ģansınız her zaman vardır; böyle bir iĢ için, arkada bir
oda daha güvenli olabilir, özellikle eski bir evin çatısına bakan bir oda; çatıya çok yukarıdan baksa bile, bir
kedinin apansız ortaya çıkıvereceğini bilmelisiniz. BaĢka bir atlama noktası, bir dağın 500 metre yükseklikteki
zirvesi olabilir; yalnız unutmayın, sapma açınızı yanlıĢ hesaplayabilirsiniz, aĢağıda göremediğiniz bir çıkıntı
olabilir, budala bir dağcı koĢup sizi kurtarmaya çabalayabilir, o zaman yumuĢak bir yere düĢersiniz, ha-
yalkırıklığına uğramıĢ, sakatlanmıĢ ve gereksiz bir yaĢamı sürdürmeye yargılanmıĢ olarak. En iyisi, uçaktan
atlamaktır; kaslarınız gevĢemiĢ, pilotunuz afallamıĢ, kapalı paraĢütünüz sırtınızdan çıkarılmıĢ, fır-laühvermiĢ—
elveda shootka (küçük paraĢüt)! Alçalmaktasınızdır; kendinizi havada asılı ve yüzer gibi hissederek, uyuklayan
bir güvercin nasıl ağır taklalar atarsa öylesine yuvarlanarak, havanın kuĢ-tüyü yatağında sırtüstü uzanmıĢ ya
da dönüp yastığını kucaklamıĢ durumda. YumuĢak, derin ve ölümle doldurulmuĢ yaĢam yatağının üzerinde,
son anlarınızın tadını çıkarırsınız, yeryüzünün bir inen bir çıkan yeĢil tahterevallisine binersiniz; sonra kendinizi
Ģehvetle çarmıha gererek gittikçe artan bir hızla ve vınlamayla inersiniz; artık sevgili bedeninizin ölümü,
Tanrının kucağında gerçekleĢmiĢtir. ġair ol-saydım,bir insanın gözlerini kapayıp onu acılı ölümün
koruyuculuğuna teslim etme tutkusunu yücelten bir Ģiir yazardım. ErmiĢcesine bir esrime halinde insan, özgür
kalmıĢ ruhun sığındığı Tanrısal Kucağın enginliğini, bedensel erimeyi sağlayan sıcak banyonun varlığını,
insanın geçici kiĢiliğinin tek gerçek yanını oluĢturan o küçük bilinmezi yutan evrensel bilinmezi önceden
hissedebilir.
Ruh, ölümlü dünyada kendisine yol gösteren Yaratıcı'ya taparken, yolun her dönemecinde onun ya bir kayaya
çizdiği ya da bir köknar gövdesine çenttiği ok iĢaretlerini farkederken, insanın kader defterinin her sayfası
Yaratıcının filigranını taĢırken, onun bizden, sonsuz yaĢamı esirgemeyeceğini nasıl düĢünebiliriz?
Öyleyse, öbür yana geçmekten bizi ne alıkoyabilir? KarĢı konulmaz kıĢkırtmaya karĢı direnmemize ne yardım
edebilir? Tanrının varlığına karıĢıp yitmek için duyduğumuz yakıcı isteğe boyun eğmemizi ne engelleyebilir?
»
176
Biz ki hergün pisliğin içinde debeleniriz, günahlarımızı durduracak son bir günah yüzünden bağıĢlanabiliriz.
501. Dize: L'if
Fransızcada porsukağacı. iĢin ilginç yanı; aynı sözcük Zembla dilinde, salkımsöğüt anlamına gelir
(porsukağacının karĢılığı ise tas).
502. Dize : Büyük patates
Ölümün önemsenmemesini vurgulamak amacıyla yapılmıĢ iğrenç bir benzetme. Öğrencilik yıllarımda
okuduğum Fransızca bir ders kitabında yer alan ĢaĢırtıcı sözler arasında, Rabelais'nin soi-disanfiu^ 'son
sözleri'ni de görmüĢtüm: Je men vais chercher le grand peut-
502. Dize: IPH
ġairimizin bu kantoda haksız yere alaya aldığı, aslında, yüksek bir felsefe kurumu olan bu saygın enstitünün
gerçek adını açıklamama nezaketim ve iftira yasası izin vermiyor.Son harfler, yani Hp, enstitünün öğrencilerini
Hl-Phi özetiyle donatmaktadır^17^ Shade bunların değiĢik bileĢimlerini (IPH ya da 10 yapıyor, incelikli bir
alayla. Enstitü, burada adı gizli tutulması gereken bir güneybatı ülkesinde, çok güzel bir yörede
bulunmaktadır.
ġunu belirtmek zorundayım ki yalnızca dinin karĢılayabileceği ruhsal bazı beklentiler (550. dizeyle ilgili nota
da bakınız) konusunda Ģairimizin takındığı küstahça tavrı hiç mi hiç onaylamıyorum. 549. Dize : Hiçlediği
halde tüm tanrıları, yani büyük Ö'yü de Bütün sorun, öz^11^ olarak, bu iĢte. Sanırım yalnız enstitünün değil
(517. dizeden anlaĢılacağı gibi) Ģairimizin kendisinin de yitirdiği budur. Bir Hıristiyanın açısından, ruhumuzun
sonsuz yaĢamdaki serüveninde Tanrının belirleyiciliğini hesaba katmaksızın bir Öte-yaĢamın varlığını kabul ya
da hayal etmek, olanaksızdır. Tanrıya inanmak da zorunlu olarak, her günahın büyüklüğü oranında bir cezayla
karĢılık göreceğine inanmak demektir. Küçük defterimde, Ģairle yap-
(115) Sözümona. —çev.
(116) Çekip gidiyorum büyük bclki'yi (olabiliri) aramaya. —Çev.
(117) «Higher philosophy» (yüksek felsefe)'nin kısaltılmıĢı (özeti) «Hi-Phi»'dir. Yani enstitü, öğrencilerine
yetersiz bir felsefe bilgisi sunmaktadır. —Çev.
(118) «Öz» sözcüğü, Hıristiyanlıkta «tann» anlamına da gelir. Sözcüğün «büyük Ö» üe baĢlatılması bu ikinci
anlamı da kapsamasını sağlamaktadır. —Çev.
177
tığım bir konuĢmaya iliĢkin notlar var. 23 Haziran günü, 'evimin ta-raçasmda, berabere kaldığımız bir satranç
karĢılaĢmasından sonra' yaptığımız bu konuĢmayı, yalnızca, Ģairin konuya yaklaĢımına parlak bir ıĢık tuttuğu
için aktarıyorum buraya.
Ben, bir ara, benim bağlı olduğum kilise gelenekleriyle onun kilise geleneklerinin farklılığına değinmiĢtim.
Protestanlığın bir kolu olan Zembla inancının törenleri, 'daha yüksek' düzeydeki Anglikan törenlerine sahipti.
Zembla'da Reform hareketi, dahi bir besteci tarafından yönetilmiĢti; bizim dualarımıza zengin bir müzik eĢlik
ederdi; bizim koro oğlanlarımız dünyanın en tatlı korocularıydı. Sybil Shade, Katolik bir soydan geliyordu ama
yeniyelmeliğiriden bu yana, kendisinin bana söylediğine göre, 'kendine özgü bir din' geliĢtirmiĢti ki bu, en
iyimsel bir tahminle, yarı dinsiz bir tarikata yarı gönülden bağlanma anlamına gelir, ya da en kötüsü, ılımlı bir
tanrıtanımazlık. Kocasını, dedelerinin bağlı olduğu Piskoposluk kilisesinden koparmakla kalmadı, bütün
törensel tapınma biçimlerinden de soğuttu.
Günümüzde 'günah' kavramının genel olarak bulanıklaĢtığı ve bunun, çok daha Ģehvetli bir düĢünce olan
'suç'la içice geçtiği konusuyla baĢlamıĢtık konuĢmamıza; ben, kilisemizin törenleriyle çocukluğumun kurduğu
iliĢkilere kısaca değinmiĢtim. Günah çıkartma sırasında günahlar, papazın kulağına fısıldanırdı, gözalıcı
biçimde döĢenmiĢ bir hücrede; itirafçı, elinde yanan ince bir mumla, rahibin yüksek arkalıklı koltuğunun
yanında dururdu; bu koltuk, iskoç krallarının taç giyme töreninde oturdukları koltuğu andırıyordu. Mumun,
parmağıma düĢüp kabuklaĢan gözyaĢları papazın morlu siyahlı yenlerini lekeler diye korkuyordum, çünkü
terbiyeli bir çocuktum; midye kabuğunu ya da cilalı orkide yaprağını andıran kulağının parlak içbükey yüzü
ĢaĢırtıyordu beni; salyangoz kabuğu gibi burkulmuĢ bu kutu, benim küçük suçlarım için çok fazla büyük
görünüyordu.
SHADE: Yedi korkunç günahın tümü, küçük suçlardır; ama onların üçü, yani Kibir, ġehvet, Aylaklık olmasaydı
Ģiir sanatı belki hiç doğmazdı.
KINBOTE: EskimiĢ kavramlara dayanarak bir görüĢe itiraz etmek doğru bir tulum mudur?
SHADE: Bütün dinler, eskimiĢ kavramlara dayandırılmıĢtır. KINBOTE: DoğuĢtan Gelen Günah dediğimiz Ģey,
eskimiĢ bir olgu sayılamaz.
178
i
SHADE: O konuda bilgim yok. Çocukluk çağımda bu günahın, Kabil'in Habil'i öldürmesi olduğunu sanırdım.
Ben, o eski en-fiyecilerden yanayım: L'honvne es t ne bon. ^19^
KINBOTE: Ama Tanrısal Irade'yi tanımamak, Günah'ın temel özelliğidir.
SHADE: Bilmediğim bir Ģey için, onu tanımadığım söy-lenmemelidir; bilmediğim Ģeyin gerçekliğini yadsımaya
hakkım vardır.
KINBOTE: Cık, cık! O zaman günahların varlığını da mı yadsıyorsunuz?
SHADE: Yalnız iki tane saptayabilirim: Öldürmek, bir de bilerek acı çektirmek.
KINBOTE: Peki, mutlak bir yalnızlık içinde yaĢamını harcayan insan, günahlı değil midir?
SHADE: Hayvanlara iĢkence edebilir. Adasındaki pınarları zehirleyebilir. Suçsuz bir insanın ölümünün ardından
onu karalayan bir bildiri yayımlayabilir.
KINBOTE: O hade parolamız—? SHADE: Acımak.
KINBOTE: ama bunu kafamıza yerleĢtiren kim, John? YaĢamı Yargılayan, ölümü Belirleyen kim?
SHADE: YaĢam büyük rastlantılar dizisidir. En büyük rastlantının ölüm konusunda karĢımıza çıkmaması için bir
neden göremiyorum.
KINBOTE: ġimdi yakaladım sizi John; herkesin ölümsonrası se- . rüvenini tasarlayan ve yönlendiren bir yüksek
Akıl'ın varlığını yadsıyacak olursak, o korkunç Rastlantı kavramının Ölümsüz YaĢam için de geçerli olduğunu
kabul etmek zorunda kalırız. Durumu gözden geçirelim. Sonsuz YaĢam'da zavallı ruhlarımız, önceden
bilinmeyen olaylarla karĢılaĢacaklar demektir. Ne yakarma vardır, ne öğüt, ne destekleme, ne koruma; hiçbir
Ģey. Zavallı Kinbote'nin ve Shade'in ruhları, yanılabilirler, yanlıĢ yöne sapabilirler— ah, ya dalgınlıktan ya da
sadece akıl erdiremedikleri evren oyununun en basit bir çözüm yolunu bilmediklerinden; eğer varsa böyle bir
çözüm yolu.
SHADE: Satranç problemlerinde çözüm yolları vardır; örneğin, çift çözüm yasağı.
((119) «insan, iyi olarak doğar.» —Çev.
179
K1NB0TE: ġeytanca yollara baĢvuran taraf, bizim onları kavramamız üzerine bunlardan vazgeçebilir, iĢte bu
yüzden goetic büyü, her zaman istenen sonucu vermez/120) ġeytanlar, bizimle anlaĢmayı kötülüklerinin
prizmasında çarpıtırlar, biz yeniden bir rastlantılar kargaĢasının ortasında kalırız. Rasüantı'yı Gerekirlik'le
yoğursak ve tanrısız bir determinizmi, yani sebep—sonuç mekanizmasını kabul etsek, böylece ruhlarımızı
ölümden sonra, varlığı kuĢkulu bir Olasılık Ötesi ile avutmaya çalıĢsak bile, beklenmedik terslikleri hesaba
kalmak zorundayız, yani Ruhlar ülkesinde bağımsızlık kutlamasına katılmak üzere bin ikinci hava yoluyla
gelenlerin bir kazaya uğrayabileceğini. Hayır, hayır, ölümden sonraki yaĢam konusunda ciddi olmak istiyorsak
onu bir bilim kurgu masalı ya da ispirtizma olayı düzeyine indirgemekle baĢlamayalım iĢe. Yol gösterecek bir
Tann olmaksızın, insanın ruhunun, sonsuz ve karmakarıĢık bir ötedünyaya kendisini fırlatacağı düĢüncesi—
SHADE: KöĢede her zaman bir yolgösterici olur, öyle değil mi?
KINBOTE: O köĢede asla, John. Tanrısal yardım olmazsa ruh, kendi kabuğunun toprağına dayanmak
zorundadır, beden ha-pishanesindeki yaĢamında devĢirdiği deneyimlere. O zaman küçük— kent
geleneklerine, yerel konumlara ve kendi hapishanesinin parmaklıklarının gölgesinden baĢka bir Ģey olmayan
bireyselliğine sarılır çocuk gibi. Böyle bir düĢünce, dine bağlı bir akıl tarafından, bir an için olsun kabul
edilemez. Çok daha akıllıcadır— kibirli bir dinsizin açısından da!—kabul etmek Tanrının var olduğunu—
baĢlangıçta zayıf bir fosfor parıltısı, bedensel yaĢamın donukluğunda solgun bir ıĢık, ondan sonra da
gözkamaĢtırıcı bir ıĢıma olarak mı? Ben de, evet ben de, sevgili dostum John, eskiden dinsel konularda
kuĢkuların saldırısına uğramıĢtım; onları yenmemi kilise sağladı. Bana Ģunu da öğretti ki çok fazla soru
sormamak gerekir, hayal edilemiyecek bir Ģeyin çok belirgin görünüĢünü aramamak gerekir. St. Augustine der
ki—
SHADE: Ne diye her zaman StAugusüne'in sözlerini aktarmak zorunda kalıyorlar bana?
KINBOTE: St Augustine'in dediği gibi, insan, Tanrının ne olmadığını bilebilir; insan, Tanrının ne olduğunu
bilemez.' Sanırım ben, Tanrının ne olmadığını biliyorum: Umutsuzluk değildir. Korku de-
(120) «goetic» sözcüğü, yanılmıyorsak, Goelhe'nin adından geliyor^ burada Faust'un ġeytanla anlaĢması
anımsatılıyor. —Çev.
180
ğildir. Birinin hırıltılı gırtlağındaki toprak değildir; kulaktaki o uğursuz mırıltı değildir, hiçbir Ģey söylemeyen,
hiç olup giden. ġunu da biliyorum: dünya, rastlantı sonucu var olamaz; evrenin oluĢturulmasında, nasıl olursa
olsun bir Akıl, varlığı kaçınılmaz, temel etkendir. Evrensel Akıl için, ya da ilk neden için, ya da Mutlak için, ya
da YaĢam Gücü için doğru bir ad bulmaya çalıĢırsak, beni derim ki en uygun ad Tanrı'dır.
550. Dize : süprüntü
Ġlk notlarımdan biri (12. dizeyle ilgili olanı) hakkında bir Ģeyler söylemek istiyorum. Vicdan ve bilim, konuyu
yeniden ele aldılar; Ģimdi vardığım kanıya göre, o notta aktarılan iki dize gizli bir özlemle, bilinçli olarak yanlıĢ
okundu ve aktarıldı. Bu yorucu notlan yazma yolunda ilerlediğim sırada, üzüntümün ve hayalkırıklığımın
yüzünden, bilinçli bir yanlıĢ aktarmanın kıyısında oturduğum tek andır bu. Korkarım doğru okumadığım bu iki
dizenin dikkate alınmamasını okuyuculardan rica etmek zorundayım. Bunları, yayıma vermeden önce çıkarıp
atabilirdim, ama o zaman notun tümünü ya da en azından büyük bir bölümünü baĢtan yazmak gerekirdi,
benimse böyle budalalıklara vaktim yok.
557.—558. Dizeler : Karanlıkta bulmanızın yolları, soluğunuz kesilerek, Mutluluk Ülkesi'ni yeĢim taĢı renginde.
Bu kantonun en güzel dize-ikilisi.
576. Dize : öbür karınız
ArkadaĢımın yaĢamında ikinci bir kadının varlığını ima etmek uzak olsun benden .TaĢralı hayranlarının
kendisinden beklediği örnek koca rolünü oynuyordu açık açık, üstelik karısından ölümüne korkuyordu. En az
iki kez, onun adını öğrencilerinden birinin adıyla yanyana getiren dedikoducuların ağızlarını kapatmıĢımdır
(Önsöze bakınız)'. Çoğu BirleĢik ingilizce Bölümünün üyesi olan, günümüzün Amerikalı romancıları, dünyanın
öbür insanlarından daha fazla sanat yeteneğiyle, Frcud hayranlığıyla ve karĢıt cinsiyete yönelik iğrenç
tulkuyla^12^ öylesine tıkabasa dolmuĢlardır ki konuyu, sürükleye sürüklcye, soyunun tükeneceği bir noktaya
getirmiĢlerdir; bu yüzden ben, o genç bayanı burada tanıtma sıkıntısına katlanamayacağını. Zaten, hemen hiç
tanımıyorum onu. Kendisini bir akĢam evimdeki partiye çağırmıĢtım,
(121) Kinboıe, kadın-erkek iliĢkilerini kötülüyor yine. —Çev.
181
Shade'lerle birlikte; amacım, bu dedikoduları bir darbede çürüğe çıkarmaktı. Hatırıma gelmiĢken, soğuk New
Wye'daki tuhaf davet ve karĢı-davet gelenekleri hakkında bir Ģeyler söyleyeyim burada.
Cep defterimi karıĢtırdığımda, Shade'lerle iliĢkilerimizin sürdüğü beĢ aylık dönem içinde onların beni tam
tamına üç kez masalarına davet etmiĢ olduklarını görüyorum, ilk davetin tarihi, 14 Mart cumartesiydi; onların
evinde akĢam yemeğini o gün, Ģu kiĢilerle yemiĢtim: Nattochdag (kendisini bürosunda her gün
görmekleydim); Müzik Bölümünden Profesör Gordon (konuĢmaları tümüyle o yönlendirmiĢti); Rusça
Bölümünün BaĢkanı (hakkında çok az kiĢinin çok iyi Ģeyler söylediği bir ukala dümbeleği); Uç dört tane
değiĢtokuĢ edilebilir kadın ki bir tanesi (sanırım bayan Gordon) hamileydi, aralarında bir tane yabancı vardı
ve bu kadın, yemekten sonra koltukların çok talihsiz biçimde dağılımı yüzünden, saat sekizden onbire dek,
ara vermeksizin konuĢtu bana, ya da daha doğrusu içime doğru. 23 Mayıs Cumartesi günü konduğum ikinci
ziyafet, ilkinden daha küçük, ama bir souper'dcn^22^ hiç de daha zevkli değildi; benden baĢka Ģu konuklar
vardı: Milton Stone (yeni bir kütüphaneci; Shade onunla ge-ceyarısına dek, Wordsmith kitaplığının
düzenlenmesini görüĢtü), eski dost Nattochdag (kendisini her gün görmeye devam ediyordum) ve son
olarak, kokusu giderilmemiĢ bir Fransız kadın (California Üni-versilesi'ndeki yabancı dil öğretiminin düzeyini
gözlerimin önünde canlandıran bir örnekti). Shade'lerin evinde üçüncü ve son yemeğimin tarihi, deflerime
yazılmamıĢ; ama Haziran ayı içinde olduğunu biliyorum; bir sabah, onların evine Kral'ın Onhava'daki sarayının
güzel bir planını getirmiĢtim, onlar da hazırlıksız ve acele bir öğle yemeğine kalmam için beni nazikçe
zorlamıĢlardı. ġunu da eklemeliyim ki, karĢı çıkmama kulak asılmayarak, yemeklerin her üçünde, benim gibi
bir etyemezin bağlı olduğu kurallar çiğnenmiĢti; içindeki ya da yöresindeki hayvansal parçalarla murdarlaĢmıĢ
sebzeleri koymuĢlardı önüme, sanıyorum ben de bunları tadacak kadar alçakgönüllük göstermiĢtim. Bunlara
çok akıllıca karĢılık verdim. Shade'ler, toplam olarak bir düzineyi bulan yemek davetlerimden yalnızca üçüne
geldiler. Verdiğim ziyafetlerin tümünde yemekler, sebzelerden oluĢuyordu; bu sebzeleri ben, Parmenlicr'nin
kendi yetiĢtirdiği yumru köklere uyguladığı kadar çok sayıda, ustalıklı yöntemle dönüĢüme uğratmıĢtım. Bu
'.iyafcilcrc, Bayan Shadc'i eğlendirecek türde bir konuk getirmeyi unutmuyordum. (Bayan Shade—izin
verirseniz, sesimi bir kadınınki gibi incelteyim—
(122) «Souper» (Fransızca), gecenin geç saatinde yenen yemek.—Çev.
182
armuda, ahududuna, ayvaya karĢı allerji duyuyordu/m; aslında 'a' ile baĢlayan herĢeye karĢı bedeninde allerji
uyanıyordu). Yemek masasında, makyajlarını bozmakla peçetelerini kirleten, ve belli etmeden, anlamsız
gülümsemelerin arkasında, sahte diĢetiyle ölü diĢeti arasına kaçmıĢ bir çekirdeği kırmaya çalıĢan yaĢlıca
insanların oluĢturduğu davetlilerle çepçevre kuĢatılmıĢ bir kimsede iĢtah namına bir Ģey kalmaz. Bu yüzden,
genç insanları, öğrencileri çağırmıĢtım yemeklerime: ilk davetimde bir padiĢahın oğlu, ikincisinde bahçıvanım
bulunmuĢtu; üçüncü ziyafetime uzun beyaz yüzlü, gözkapaklan cadı yeĢiline boyalı genç kızı çağırmıĢtım, ama
çok geç gelmiĢti; Shade'ler ise çok erken ayrılmıĢlardı evimden; bu yüzleĢtirme,sanmıyorum ki on dakikadan
fazla sürmüĢ olsun. Ondan sonra ben, genç bayanı ağırlama görevimi yerine getirmek için ona, bir gece
birisine telefon ederek kendisine Dulwich'teki öğle yemeğinde eĢlik etmesini istediği konuĢmanın ses
kayıtlarını dinletmiĢtim.
584. Dize : Hem anayı hem çocuğu
Est ist die Mutter mit ihrem Kind (664. dizeyle ilgili açıklamaya bakınız).
596. Dize : Gösterir bodrumunu basan suları. Sularına bir tür Stygian'ın gömüldüğü, çatlak borulardan
Lethe'nin sızdığı o düĢleri hepimiz biliriz/123-1 Bu dizeden sonra gelen bölümün baĢlangıç dizeleri, Ģiirin
taslağında çok farklı; bu dizeleri gördüğümde uzun ve esnek omurgamın içinden geçen ürpertiyi bir derecede
okurlarımın da hissedeceklerini umuyorunr11V):
'Should the dead murderer try to embrace His outraged victim whom he now must face? Do objects have a
soul? Or perish must Alike great temples and Tanagra dust?1
(123) «Stygian», Yunan mitolojisine göre yeraltındaki karanlık ruhlar ülkesinde (öbür dünyada) Styx
ırmağında yüzen ruh (ölenin öbür dünyaya giden ruhu) anlamına geldiği gibi, «saldırgan» anlamına da gelir.
«Lethe», Yunan mitolojisine göre, ölüler dünyasında, suyundan içenlere geçmiĢlerini unutturan ırmaktır
(bellek yitimi).—Çev.
(124) Son dizedeki «Tanagra dust» sözcüklerinden Kinbote'nin neler ürettiğini okuyucuların anlaması
açısından, metinde dizeleri çevirmeden bıraktık; Türkçelerini burada veriyoruz: «Olü katil, kucaklamaya
kalkınmalı mıdır/ saldırısının kurbanını, Ģimdi kaçınılmaz olarak yüzyüze gelince? /Nesnelerin ruhları var
mıdır? Ya da yok mu olacaklardır/ Büyük tapınaklar gibi, toprak yığınına dönüĢen Tanagra gibi?»
Tanagra, antik bir Yunan kentidir. —Çev.
183
'Tanagra' sözcüğünün son hecesiyle 'dust' sözcüğünün son üç harfi, katilin adını oluĢturuyor; onun çelimsiz
hayaleti çok yakında Ģairimizin parlak ruhunun ' ' karĢısında görünecektir. 'Yalnızca bir rastlantı!' diye
bağırabilir Ģiirden anlamayan bir okuyucu. Ama görmeye çalıĢsın, benim görmeye çalıĢtığım gibi, böyle
bileĢimlerden ne kadar çok sayıda oluĢturmanın olanaklı ve olası olduğunu. 'Leningrad wsed to be
Petrograd?"A prig rad (read filinin artık kullanılmayan geçmiĢ zamanı) usV-^^
Buraya aktardığım dört dize, öyle olağanüstü bir Ģey ki bilim adamı olarak sahip olduğum disiplin ve gerçeğe
duyduğum saygı, bu dizeleri Ģiire katmaktan alıkoyabiliyor beni; yine aynı nedenlerle, Ģiirin uzunluğunu
değiĢtirmemek için baĢka yerindeki dört dizeyi (örneğin pek zayıf olan 627.—630. dizeleri) çıkarıp
atamıyorum.
Shade bu dizeleri 14 Temmuz Salı günü yazdı. O gün Gradus ne yapıyordu? Hiçbir Ģey. Kader bileĢimi,
Ģimdilik iĢleyiĢini durdurmuĢtu. Gradus'u en son, 10 Temmuz akĢamı Lex'ten Cenevre'deki oteline dönerken
görmüĢ, kendisini orada bırakmıĢtık.
Cenevre'deki ilk dört gününü, huzursuzluk içinde geçirdi. Eylem adamlarının gülünç bir çeliĢkisi vardır: çok sık
olarak, uzun eylemsizlik, aylaklık dönemlerinin sıkıntılarıyla bunalırlar; çünkü bu boĢ zamanları baĢka Ģeylerle
dolduramazlar, serüven yaratma yetenğinden yoksun oldukları için. Az kültürlü insanların çoğu gibi Gradus,
gazetelerin, broĢürlerin, burun damlalanyla ve sindirim haplarıyla birlikte gönderilen her dilden yazının
doymaz bir okuyucusuydu; zihinsel açlığını yalnızca bunlarla gideriyordu; ama gözleri zayıf, tüketilecek yerel
haberler de sınırlı olduğundan, yol kıyısındaki kahvehanelerin miskinliğine sığmıyor ya da uykuda çözüm
arıyordu.
Uyumadan, tembel tembel oturan krallar, kendisinden çok daha mutluydular; zengin, korkunç hayalgüçleriyle
yoğun hazlar, coĢturucu acılar üretiyorlardı taraçanın parmaklığından akĢam vakti, aĢağıdaki gölden ve
ıĢıklardan, akĢam kızıllığında koyu kayısı rengine bürünen uzak dağların görünüĢlerinden, soluk mürekkep
renkli doruktaki çam ağaçlarından, ve gidemediği için büsbütün özlediği ıssız, hüzünlü kıyı
(125) «Ruh» anlamındaki «spirit» sözcüğünün «zekâ, duyarlık» anlamlan da vardır. Buna göre katil, Ģairin
kendi hayalinde yarattığı bir imge olabilir (mi?). —Çev.
(126) Kinbote'nin «Gradus» sözcüğünü elde etmeye çalıĢtığı bu tümcelerin Türkçeleri: «Leningrad eskiden
Pclrograd mıydı?» , «Kendini beğenmiĢ adam bizi okudu mu?» —Çev.
184
boyunca suların oluĢturduğu kırmızı ve yeĢil fırfırlardan. Ah, benim tatlı Boscobel'im! O güzel ve korkunç
anılar, o utanç, görkem, çıl-dırtıcı haberler ve bir yıldız ki hiçbir parti üyesi ona eriĢemez.
ÇarĢamba sabahı, hiçbir haber gelmemesine artık dayanamayan Gradus, Merkeze telgraf çekerek daha fazla
beklemenin anlamsız olduğu kanısına vardığını ve bundan sonra Nice'teki Lazuli Otelinde kalacağını bildirdi.
597.—608. Dizeler : düĢünceler, tek tek çağıracağımız
Okurlar bu bölümü, bir önceki açıklamada verdiğimiz olağanüstü dizelerle birlikte değerlendirmelidirler;
çünkü yalnızca bir hafta sonra 'kral ellerimiz' toprak yığınına dönüĢen Tanagra'ya kavuĢmuĢ olacaklardır,
gerçek yaĢamda, gerçek ölümde.
Kaçmasaydı, II. Charles'ımız idam edilirdi; sarayla Rippleson Mağaraları arasında yakalansaydı kesinlikle böyle
olacaktı; ama kral, saraydan kaçarken, arada bir kaderin kalın parmaklarını hissetmiĢti; Mandevil Tepesinin
ıslak, eğreltiotlarıyla kaplı yamacında kayarken (149. dizeyle ilgili açıklamada görüleceği gibi) o gece, (bir
bakirenin kızlığını yoklayan yaĢlı, acımasız bir çobanın parmaklarını anım-satırcasına) kaderin parmaklarının,
kendisini yokladığını hissetmiĢti; ertesi gün de, daha ürkünç bir yükseklikte, sarhoĢ edici maviliklerde, o dağcı
tarafından bir hayaletin farkedildiği anda kral, yine hissetmiĢti bu parmakları. O gece birçok kez, önündeki
tehlike her ne ise onu daha az sıkıntıyla allatmak olanağını bulacağı tan vaktini beklemek zorunda kendini
hisseden kral, kendini yere atıp durmuĢtu. (Ben, öteki Charles'ı, baĢka bir uzun boylu, karanlık adamı
düĢünüyorum.) Bu ya maddesel bir Ģeydi ya da sinir bozukluğunun sonucuydu; ama ben, çok iyi biliyorum ki
Kral'ım eğer yakalansaydı ve kurĢuna dizilmeye gö-, türülseydi, 606.—608. dizelerde davrandığı gibi
davranacaktı: küstah bir ağırbaĢlılıkla çevresine bakınacak
'AĢağıla(yacaklı) (kendisinden) aĢağıda olanları, alay ede(cekıi)
'Kendilerini ülküye adamıĢ budalalarla, tükür(ecekti)
Ta gözlerine, zevk olsun diye.'
izin verirseniz, bu önemli açıklamamı, Dawin karĢıtı bir özdeyiĢle bitireyim: Öldüren, öldürdüğü canlıdan her
zaman daha aĢağı düzeydedir.
603. Dize : Dinleriz uzak horozların ötüĢlerini Ġnsan, Edsel Ford'un son Ģiirlerinden birindeki çarpıcı bir sahneyi
anımsamaktan kendini alamıyor:
185
Genellikle horozun ötüĢüyle, titrer bir ateĢ Sabahın ve sisli otluğun içinden.
OÜuk (Zembla dilinde otluluk); ahırın bitiĢiğindeki, samanların yığıldığı alandır.
609.—614. Dizeler : Kimse yardım edemez Bu bölüm, Ģiirin taslağında, farklı yazılmıĢ: (609)'Kimse yardım
edemez sürgün adama, ölümün kucağında, Bu nemli gecede Amerika'nın sıcak Soluğunun girdiği belirsiz
mağarada: GiriĢi örten kayağantaĢlarından sızan renkli ĠĢık çubukları, arıyor onun yatağını— eski zaman
büyücüleri AĢk elmasları parlayan— hızla çekilir yaĢamın suları.' Yukarıdaki dizeler, bu notları düzenlemeye
çalıĢtığım 'belirsiz ma-ğara'yı (tuğlalardan örülü bir küveti olan, kütüklerle yapılmıĢ kulübeyi) oldukça iyi
canlandırıyor. Önce, yolun öbür yanından gelen Ģeytanca müziğin uğultusundan pek rahatsızdım; herhalde
orada bir lunapark vardı (sonra turist kampı olduğu ortaya çıktı); buradan baĢka bir yere gitmeyi
düĢünüyordum, ama bana engel oldular. ġimdi oldukça sessiz bir yer; yalnızca inatçı bir rüzgar, kurumuĢ
tel-ükavaklarda takırdıyor ve yeniden bir hayalet kasabaya dönüĢen Ce-darn'da, ne yaz budalaları var, ne de
beni gözetleyecek casuslar; blucinli küçük balıkçım ise artık suyun içindeki taĢının üzerinde dikilmiyor; belki
de böylesi daha iyi. 615. Dize : Ġki dilde
ingilizce ve Zemblaca, Ġngilizce ve Rusça, Ġngilizce ve Estonyaca, Ġngilizce ve Litvanyaca, ingilizce ve Rusça,
Ġngilizce ve Ukraynaca, Ġngilizce ve Polonyaca, Ġngilizce ve Çekçe, Ġngilizce ve Rusça, Ġngilizce ve Macarca,
ingilizce ve Arnavutça, Ġngilizce ve Sırp-Hırvatça, ingilizce ve Rusça, Amerikanca ve Avrupaca. 619. Dize :
yumru kökün gözünden Sözcük oyunu filizleri (502. dizeye bakınız). 627 Dize: Üstad Starover Blue
Prof. Blue'nun izniyle olsa dahi, böyle gerçek bir kiĢinin, kurgusal bir ortama, ne derece istekli ve gönüllü
olursa olsun, sokulması, üstelik bu kurguyla uyum sağlayacak bir dönüĢüme uğratılması, zevksiz bir sanat
oyunu olarak insanı yadırgatıyor; çünkü öbür gerçek kiĢiler, ailenin üyelerini saymazsak, Ģiirde takma adlarla
yer alıyorlar.
186
Çok çarpıcı bir ad: Maviliğin üstündeki yıldız^127), bir gökbilimciye pek uygun düĢüyor; aslında ne adının, ne
de soyadının gök-sellikle ilgisi var3128^ Adı, dedesinden geliyor; bir Rus sıarover'i yani (bölücü bir mezhep
üyesi) Ġlk Ġnanan olan dedesinin adı Sinyavin'dir; bu ad, Rusça, siniy (mavi) sözcüğünden türetilmiĢtir. Sinyavin,
Sa-ratov'dan Seattle'a göç etmiĢ, orada bir oğul-sahibi olmuĢtu; bu oğul, sonradan adını Blue olarak
değiĢtirmiĢ, Stella Lazurçik'le evlenmiĢti; bu kadın, AmerikalılaĢmıĢ bir Slavdı. Böyle ürer gider. Dürüst
Starover Blue, Shade tarafından Ģaka yollu kendisine bağıĢlanan unvanı duysa ĢaĢardı belki de. Bu satırların
yazarı, eski dostlarından olan bu ilginç kiĢiye burada küçük bir övgü sunmaktan kendini alamayacak;
kampüste herkes ona hayrandı, eğlenceye pek düĢkün oluĢundan dolayı öğrenciler kendisine Albay
Starbottle^29) adını takmıĢlardı. Aslında, Ģairimizin çevresinde baĢka üstad kiĢiler vardı, örneğin yetkin bir
öğretim üyesi olan Zembla'h Oscar Nattochdag.
629. Dize : Hayvanların kaderi
Bunun yukarısına Ģair.baĢka bir Ģey yazmıĢ, sonra çizmiĢ: 'Delilerin kaderi'
Delilerin ruhlarının ne olacağı konusunu inceleyen birçok Zemblalı tanrıbilimcinin genel kanısı: iyice
bozulmuĢ, en deli bir akılda bile, ölümden sonra varlığını sürdüren akıllı bir temel parçacık vardır ki birdenbire
sanki patlar, sağlıklı ve zafer sevinciyle dolu kahkaha tufanına dönüĢür, ürkek budalaların ve düzen meraklısı
dangalakların dünyası çok gerilerde kaybolduğunda. Ben, hiç deli görmedim; ama New Wye'da birkaç gülünç
olay iĢittim ('Sanki Arkady'deyim' diyor Dementia, kurĢuni sütuna zincirlenmiĢ durumda). Bir keresinde,
öğrencinin biri çıldırmıĢtı. Üniversitenin olağanüstü dürüst, güvenilir ka-'pıcısı bir gün, Projeksiyon
Salonu'nda, kız öğrencilerden birine bir Ģey göstermiĢti; elbette, bu zor beğenen kız, o Ģeyin çok daha iyi
örneklerini görmüĢtü önceden. Ama bence en çarpıcı delilik örneği, bayan H.'den dinlediğim, bir demiryolu
görevlisiyle ilgili olaydı. Hur-ley'ler, okulun yaz tatiline girmesi dolayısıyla büyük bir parti veriyorlardı; ikinci
ping-pong masamdaki eĢlerimden, aynı zamanda Hurley'lerin dostu olan biri beni oraya götürdü; Ģairimin bir
Ģeyler
(127) «Starover Blue».—Çev.
(128) «Göksellik», tanrısallık anlamında kullanılıyor.—Çev.
(129) «Yıldız ĢiĢe.» AyyaĢın biri olduğu söylenmek isteniyor. —Çev.
187
okuyacağını öğrendiğim için gitmek istiyordum partiye; bu Ģiirin benim Zembla'mla ilgili olabileceği
düĢüncesiyle kendimden geçmiĢtim (oysa Ģairin anlaĢılmaz arkadaĢlarından biri tarafından, anlaĢılmaz bir Ģiir
okundu yalnızca— Ģairim, bu yeteneksiz kiĢiye pek nazik davranıyordu). Bulunduğum yükseklikten kendimi
kalabalığın içinde 'kaybolmuĢ' hissetmeyeceğimi, ama H.'lerin evinde fazla kiĢiyi tanımadığımın da bir gerçek
olduğunu söylersem, okuyucular anlayacaklardır. Yüzümde bir gülümseme, elimde kokteyl kadehi, kalabalığın
içinde dönüp dururken, uzaktan, yanyana iki koltukta sırtları bana dönük oturan Ģairimle bayan H.'yi
farkctüm. Arkalarına iyice yaklaĢtığım sırada Shade, kadının bir düĢüncesine karĢı çıkmaktaydı:
'YanlıĢ bir nitelendirme bu. Bir insan, tekdüze ve mutsuz geçmiĢini bilinçli olarak üzerinden sıyırıp atar, onun
yerine, kendi yarattığı görkemli bir geçmiĢi kuĢanırsa, böyle bir nitelemeden uzak tutulmalıdır. Bu yalnızca, sol
elle yeni bir sayfa çevirmek demektir.'
ArkadaĢımın baĢına elimle hafifçe vurdum, Eberthella H.'yi baĢımla selamladım. ġair, bana dalgın gözleriyle
bakıyordu. Bayan H.
Ģöyle konuĢtu:
'Bize yardım edin, Bay Kinbote. Biliyorsunuz, Exton tren istasyonunda yaĢlı bir adam çalıĢıyordu; adı her
neyse, bu kiĢi, kendisini Tanrı sanıyor, trenleri, istediği gibi yönlendiriyordu; bence o, yaptıklarına göre, delinin
biriydi; ama John onun, kendisi gibi, Ģair olduğunu söylüyor.'
'Bir bakıma, hepimiz Ģairiz, hanımefendi,' diye yanıtladım, sonra diĢlerinin arasında piposuyla arkadaĢımın, iki
elini gövdesinin değiĢik yerlerine vurduğunu görünce kendisine yanan bir kibrit sundum.
Bu notun baĢında aktardığım tatsız varyantın, üzerinde durulmaya değer olduğunu pek sanmıyorum; aslında,
IPH'nm çalıĢmalarıyla ilgili bölüm, eğer ağır yürüyen vezni bir ayak kısa tutulsaydı, Hu-dibrastik(13^ bir
özellik kazanacaktı.
662. Dize : Kim bu atlı, geceyarısı rüzgarda? Bu dize, aslında bütün bölüm (653.—664. dizeler), Goethe'nin
ünlü bir Ģiirine göndermedir; sözkonusu Ģiir, perili kızılağaç ormanında oturan ve çocukları ölüm ülkesine
götüren ihtiyar cinin, ge-
(130) Solgun AteĢin dizeleri, on hecelidir. Hudibrastik Ģiir, on yedinci yüzyılda Samuel Buıler'in sekiz heceli
dizelerle oluĢturduğu alaylı bir Ģiir olan Hudibras'a benzeyen Ģiir demektir (sekiz heceli dizelerle oluĢturulmuĢ
alaylı Ģiir).
188
cikmiĢ bir yolcunun tatlı oğluna duyduğu aĢkı anlatır. Ortasında üç hece ölçüsü uygulanmıĢ olan bu balladın
kesik ritmini Shade, kendisinin farklı vezindeki Ģiirine aktarabilmek için ustaca bir yöntem kullanmıĢ olsa bile,
yeteri kadar hayranlık uyandırıcı değil bu:
(662) Kim bu allı, geceyarısı rüzgarda?
(663) ........................................
(664) ............Babadır, yanında çocuğuyla.
Goethe'nin Ģiirinin bu ilk iki dizesi, benim dilimde olağanüstü zengin uyaklarla (Fransızcada da: vent-
enfant/131) en güzel ve aslına uygun biçimde beliriyor:
Ret worcn ok spoz on nâtt ut veli? Elo est vötehez ut mfd ik delt.
BaĢka bir gerçeküstü^132^ uygulayıcı/133^ Zembla'nın son kralı; özgürlüğüne kavuĢma serüveninde,
karanlık dağda önüne çıkan eğ-reltiotlarının oluĢturduğu engeli aĢarken, yukarıdaki dizeleri hem Zemblaca,
hem Almanca yineleyip durmuĢtu kendi kendine, yorgunluğun ve kaygının rastlantısal olarak vuran davul
tokmaklarının eĢliğinde.
677.—672. Dizeler : VahĢi Denizatı
Browning'in 'Son DüĢesim' yapıtına bakınız.
Bakınız ona ve bir denemeler derlemesini ya da Ģiir kitabını — ya da uzun bir Ģiiri, yazık ki— geçmiĢin az ya
da çok tanınmıĢ bir Ģiir yapıtından aĢırılan sözcüklerle adlandırma biçiminde yaygınlaĢan uygulamayı
kınayınız. Böyle adlar, belki iyi Ģaraplara ya da tombul lüks fahiĢelere uygun düĢen bir çekiciliğe sahiptirler
ama sanat konusunda yeteneksizliğin göstergesidirler, çünkü sanatçının hayalgücünü değil de okuryazarlığın
kopyacılığını gerektirirler ve yeteneksiz kiĢinin omuzlarına iyi söz seçmenin sorumluluğunu yıkarlar; çünkü
Yaz-dönütnü Gecesi DüĢünün ya da Romeo ile Juliel'in ya da Son-nel'ler'in^4^ sayfalan arasından geçmek ve
sözcük seçmek olanağı vardır.
(131) «vent-enfant»; rüzgar—çocuk.—Çev.
(132) Bu biçimde karĢıladığımız «fabulous» sözcüğü «hayal ürünü» anlamına geldiği gibi «olağanüstü,
eĢsiz» anlamlarına da gelir; bunlardan birini kullanarak okurları yönlendirmekten kaçındık.—Çev.
(133) Bu sözcükle karĢıladığımız «ruler» sözcüğünün «yönetici, kral» anlamını da dikkate almak
gerekmektedir. «Uygulayıcı» anlamı, kralın, Shade gibi, Gocıhe'nin dizelerini kendi diline aktardığını
vurguluyor. —Çcv.
(134) Shakcspeare'in yapıtları. —Çev.
189
678. Dize: Fransızca'ya
Bu çevirilerin iki ianesini içeren Nouvelle Revue Canadienne dergisinin Ağustos sayısı, Üniversite
Kasabası'ndaki kitapçılara Temmuzun son haftasında geldi; üzüntünün ve kafa karıĢıklığının yoğun olduğu bir
zamandı; bu yüzden cep defterimdeki eleĢtiri notlarını Sybil Shade'e göstermeme iyi yürekliliğim engel oldu.
Karısı öldükten sonra Donnc'ın yazdığı Kutsal Sonnet X'un Ģu dizelerine bakalım:
'Ölüm gururlanma, deseler de sana bazıları 'Güçlü ve Ürkünç; hiç de öyle değilsin' Sybil'in yaptığı Fransızca
çeviri:
'Ne soit pas fiere, Mort! Quoique certains te disent 'Et puissante et terrible, ah, Mort, tu ne l'es pas' Çevirinin
ikinci dizesinde, duraklamayı güçlendirme amacıyla fazladan konmuĢ olan ünlemeyi ^135^ görünce insan,
'vah vah' demekten kendini alamıyor.
Ayrıca, Ģiirin aslında, bu dizeyle onu izleyen dizenin uyakları (değilsin—bozgun), Fransızca çeviride pas—bas
biçiminde uyak bulma Ģansını vermiĢtir çevirmene; ama, yine Fransızca çeviride 1. ve 4. dizelerin uyakları
(disent-prise) hiç de uygun değil, çünkü görsellik kuralının çiğnenmesi olanaksızdı.
Yalnız 'kadere' ve 'rastlantıya' değil, aynı zamanda bize ('krallara ve gözükara insanlara') bağlı olan Ölüm'ün
yüzüne karĢı, St Paul papazı Dean'in söylediği sert sözlerin bu Kanada çevirisindeki gafları ve bulanıklıkları
tümüyle sergileyecek kadar boĢ yer bulamam burada.
Öbür Ģiir, yani Andrew Marvell'in 'Kır Perisi, Doğurduğu Yavru Geyiğin Ölüsü BaĢında' Ģiiri, Fransızca'ya
dökülemeyecek denli çetin bir metin sayılır. Donnc'ın Ģiirini çevirirken bayan Irondell, ingilizce dizelerin beĢ
ayaklı veznini Fransız alexandrine'lcrine^3^ dönüĢtürmekte çok baĢarılı olsa bile; ikinci çeviride, Marvell'in
sekiz heceye sığdırdığını dokuz heceye sığdırmayı yeğleme zorunluluğunu neden duyduğunu anlamıyorum.
ġu dizeleri ele alalım:
'Pek ilgilenmeden benim acılarımla [erkek geyik] 'Yavrusunu bıraktı bana, ama kendi yüreğini aldı gitti'
(135) Dizenin Ġngilizce aslında bulunmayan 'ah, ölüm' (ah, Mort) (inlemesini görünce insan üzülüyor; ama
Sybil'in beceriksizliğine! —Çev.
(136) «Alexandrine», 6 ayak ölçüsüyle yazılmıĢ dize; 3. ayaktan sonra duraklama vardır. —Çev.
190
Fransızca çevirisi Ģöyle olmuĢ:
'Et se moquant bien de ma douleur 'Me laissa son faon, mais pris son coeur'
Yazık ki çevirmen, vezninin rahmi daha geniĢ olduğu halde, yavru Fransız geyiğin uzun bacaklarını içeride
tutamamakta ve 'pek ilgilenmeden' değil, 'sans le moindre egard pour' (hiç ilgilenmeden) ancak bu kadarını
baĢarabilmektedir.
Daha ileride, Ģu dizeler:
'Senin aĢkın, çok daha iyiydi 'Yalancı, acımasız insanın aĢkından' Sözcüğü sözcüğüne doğru olarak, Ģöyle
çevrilmiĢ: 'Que ton amour etait fort mcilleur 'Qu'amour d'homme cruel ct trompeur'
Gelgeldim, bu çeviri, öyle sanıldığı gibi, Ġngilizce dizelerin içerdiği asıl anlamı tam olarak taĢımamaktadır. Çok
güzel olan son dizeler:
'Uzun zaman yaĢasaydı 'Zambaksız kalırdı, güllerin içinde'
Bunların Fransızca çevirisinde, hanımefendi, dilbilgisi yanlıĢlığı yaptığı gibi, dur iĢaretine aldırmayıp hızla
geçmektedir: 'Ġl aurait ete, s'il eut longtemps 'Vecu, Iys dehors, roses dedans.'
Büyük usta Conmal'in 'aynanın dili' diye nitelendirdiği bizim büyülü Zcmbla dilimizde, yukarıdaki dizeler,
benzersiz bir güzellikte yansıtılabilmektedir!
'Id wodo bin, war id lev lan, 'Ġndran iz lil ut roznitran.'
680. Dize: Lolita
Amerika'da büyük kasırgalara diĢi adları verilmiĢtir. Bunun nedeni, kasırgaları, sinirli kızlara ve cadalozlara
benzetmekten çok, yaygın meslek uygulamalarıdır. Buna göre, herhangi bir makine, onu kullanmayı sevenin
gözünde diĢidir; ateĢ ('solgun' bile olsa), ateĢçinin karĢısında diĢidir; su, tutkulu bir muslukçu için diĢidir.
ġairimizin, 1958'de tanık olduğu kasırgaya, az kullanılan (bazan da papağanlara takılan) ispanyolca bir adı
niçin verdiği, niçin Linda ya da Lois demediği anlaĢılamamaktadır.
191
681. Dize : hüzünlü Ruslar casus oldular
Bu hüzün, metafiziksel ya da ırksal bir nedene bağlı değildir. AĢırılar yönetimi akındaki Zemblahların ve
Sovyet yönetimi altındaki Rusların özelliği olan o korkunç karıĢımın, yani tıkanmıĢ milliyetçilikle, taĢralılara
özgü aĢağılık duygusunun bileĢiminin dıĢa vurumudur bu hüzün. ÇağdaĢ Rusya'da düĢünceler, standart
olarak üretilirler, sabit renktedirler; en küçük bir farka bile izin yoktur, boĢluklar duvarlarla kapatılmıĢtır ve
çizgideki eğrilikler, hoyratça basılarak düzeltilmiĢtir.
Yine de, bütün Ruslar hüzünlü değildir; Zembla Krallık Tacının mücevherlerini buldurmak için yeni
hükümetimizin Moskova'dan getirttiği iki genç uzman, çok neĢeli insanlar olup çıktılar. Hazine Yöneticisi
Baron Bland'ın, Kuzey Kulesi'nden atlamadan ya da düĢmeden önce bu mücevherleri saklamayı baĢardığını
düĢünen AĢırılar, ya-nılmıyorlardı; ama Baron'un bu iĢte birisinin yardımından yararlandığını
bilmiyorlardı; ayrıca, ak saçlı nazik Bland'ın ölmeden önce hiç ayrılmadığı sarayda mücevherlerin bulunacağını
sanmakla yanılıyorlardı. BağıĢlayacağınızı umduğum bir hoĢnutlukla Ģunu da bildiriyorum: mücevherler,
Zembla'nın çok farklı, hemen hiç akla gelmeyecek bir köĢesine saklanmıĢlardı, bugün de orada duruyorlar.
Daha önceki (130. dizeyle ilgili) bir açıklamamda, okuyucular bu hazine avcılarını bir an iĢbaĢında
görmüĢlerdi. Kralın kaçıĢından ve gizli geçidin çok geç olarak ortaya çıkarılmasından sonra bu kiĢiler, sistemli
kazılarının sonucunda sarayı petek gibi delik deĢik ettiler, yer yer de yıktılar; odalardan birinin duvan
devrilince burada kimsenin aklına gelmeyen bir oyuk olduğu anlaĢıldı; içinde antika bronz bir tuzlukla, Kral
Wigber'in Ģarap içtiği boynuz vardı; ama ne yaparsanız yapın, bizim tacımızı, gerdanlığımızı, asamızı ele
geçiremezsiniz.
Bütün bunlar, tanrısal oyunun iĢleyiĢinden, kader öyküsünün değiĢmez sonucundan baĢka bir Ģey değildir ve
iki Sovyet uzmanın yeteneğinden kuĢkulandıracak biçimde yorumlanmamalıdır— hem bu uzmanlar daha
sonra baĢka bir iĢte büyük bir baĢarı göstereceklerdir (747. dizeyle ilgili açıklamaya bakınız). Adları
Andronnikov ve Ni-agarin'di (takma ad olabilir). Bu iki arkadaĢtan daha sevimli, daha düzgün görünümlü bir
çift insanı balmumu heykeller arasında bile zor buluruz. Herkes onların özenle traĢlanmıĢ çenelerine,
basit yüz ifadelerine, dalgalı saçlarına, kusursuz diĢlerine hayrandı. Uzun boylu, yakıĢıklı Andronnikov, pek
seyrek gülümserdi; ama gözlerinin çev-
192
resindeki kırık çizgiler, sonsuz bir humor taĢırdı; o sırada biçimli bu-rundeliklerinin yanlarından inen iki çizgi,
kahraman pilotları ve kafaları çclenkli yiğitleri çağrıĢtırırdı. Öte yandan Niagarin, arkadaĢından daha kısaydı,
daha etine dolgundu, ama oldukça erkeksi yüz çizgilerine sahipti; fırsatı geldikçe, saklanacak bir Ģey gören iz-
cibaĢlannı ya da televizyon Ģakalarına kendilerini kaptıran o beyefendileri anımsatırcasına, kocaman bir oğlan
gülümsemesi ça-kıverirdi yüzünde.
Bu parlak Sovyet uzmanlarının avluda koĢuĢturmalarını ve kirece bulanmıĢ, kocaman, ĢiĢkin (böyle bir
ortamda öylesine büyük ve kel görünen) bir futbol topunu tekmelemelerini seyretmenin tadına doyum
olmazdı. Andronnikov ayağının ucunda onu belki on kez oynattıktan sonra kuvvetli bir vuruĢla, roket gibi
gönderiyordu hüzünlü, ĢaĢkın, ağarmıĢ, suçsuz göğe doğru; Niagarin ise usta bir Dinamo kalecisinin
hareketlerini iyi taklit ediyordu, ikisi de, mutfaktaki oğlanlara Rus karamelaları dağıtırlardı; akĢamları,
kızarmakta olan gökyüzünde belirginleĢen çizgileriyle bu gençler, siperlerin üzerinde, duygulu asker düetleri
söylemeye baĢladıklarında, Ģehvetli köy kızları, böğürtlenlerin kapladığı patikalar boyunca sürünerek
siperlerin dibine yaklaĢırlardı. Niagarin'in dokunaklı bir tenor sesi, Andronnikov'unsa güçlü bir bariton sesi
vardı ve o sırada ikisi de zarif uzun çizmelerle yumuĢak deriden giysilere bürünmüĢ olurlardı; sırtını dönen
gökyüzü, havasal omurgasını gösterirdi.
Niagarin, bir süre Kanada'da bulunduğu için Ġngilizce ve Fransızca konuĢabiliyordu; Andronnikov biraz
Almanca'dan anlıyordu. Tanıdıkları Küçük Zemblalının adını o gülünç Rus vurgulamasıyla, yani sesli harfleri,
yabancı dil öğretircesine dolgun seslendirerek söylüyorlardı. Zembla tören alayı, bu uzmanların yürüyüĢ
biçimini örnek almıĢtı; benim sevgili Odonello'm, onların yürüyüĢüne öykünme tutkusunu yenemediği bir
gün, komutandan kötü bir azar iĢitmiĢti: iki Rus, biraz kasıntılı bir havayla yürürdü, üstelik gözle görülür
biçimde ikisi de çarpık bacaklıydı.
Benim çocukluk yıllarımda, Zembla sarayında Rusya'nın saygınlığı vardı; ama çok farklı bir Rusya'ydı o;
tiranlardan ve kültürsüzlerden, adaletsizlikten ve iĢkenceden nefret eden bir Rusya; soylu hanı in efendilerin
ve beylerin, özgür bırakılmıĢ tutkuların Rusyası. Scv-.gili Charles bile damarlarındaki azıcık Rus kanıyla
övünebiliyordu. Orta Çağ'da, dedelerinden ikisi, Novgorod'lu prenseslerle ev-
193
lenmiĢlerdi. GeçmiĢteki ninelerinden Kraliçe Yaruga (1799-1800 yıllarının kraliçesi), yarı Rustu; birçok
tarihçinin kanısına göre, Ya-ruga'nın tek çocuğu olan lgor, kesinlikle sonuncu Uran'ın (1798-1799 dönemi
kralının) oğlu değildi, Kraliçenin sevgilisi Rus serüvenci Ho-dinski'den olmaydı; Yaruga'nın dalkavuğu (goliart)
ve yetenekli bir Ģair olan Hodinski, söylendiğine göre, seviĢmekten artakalan bir zamanında, herkesin adı
bilinmeyen bir on ikinci yüzyıl ozanı tarafından yaratıldığını sandığı bir ch,anson de gesıe^1^ uydurmuĢtu
kafasından.
682. Dize: Lang
ÇağdaĢ bir Fra Pandolf olmalı. Shade'in evinde böyle bir resim gördüğümü anımsamıyorum. Acaba Ģairin
kafasında bir fotoğraf mı var? Hem piyanonun üzerinde, hem de Shade'in çalıĢma odasında bir fotoğraf
portre dururdu. Hanımefendi benim ısrarlı sorularıma yanıt vermeye tenezzül etseydi hem Shade'in, hem
onun arkadaĢının okurlarına iyilikte bulunmuĢ olacaktı. 691. Dize : baskın
Join Shade'in kalp krizi (17 Ekim 1958), kılık değiĢtirmiĢ kralın Amerika'ya varıĢıyla çakıĢıyor; paraĢütle
atlamıĢtı kral, kiralık bir uçaktan; gerçek bir sığırcık kuĢu olmayan Baltimore^38) yakınlarında, saman nezlesi
yapan, çiçekli yüksek otlarla kaplı bir yere inmiĢti. Her Ģey çok iyi zamanlanmıĢtı; kral, alıĢkın olmadığı Fransız
paraĢütüyle uğraĢmaktayken, Sylvia O'Donnel'in Ģatosundan yola çıkmıĢ olan Rolls-Royce, caddeden saparak
yaklaĢıyordu; arabanın ĢiĢman tekerlekleri, hoĢnutsuzluğunu belirtmek istercesine zıplıyor, parlak siyah
gövdesi ağır ağır ilerliyordu. Yararlı bir ulaĢım biçimi olmaktan çok duygusallığın verdiği bir alıĢkanlık olan bu
paraĢütle atlama olayını ayrıntılarıyla anlatmak isterdim ama Solgun AteĢle, ilgili notlarım için pek de gerekli
değil. Güvenilir bir kiĢi olan yaĢlı Ġngiliz Ģoför, kötü katlanmıĢ koca paraĢütü canla baĢla bagaja tıkmaya
çalıĢırken ben, ondan aldığım bir açılır-kapanır sandalyeye oturmuĢtum; arabanın büfesinden çıkarıp sunduğu
viskiyi yudumlarken (Amerika'ya geldiğinde Chateaubriand'ı hayran bırakan sarı ve kestanerengi kelebekler
girdabının ortasında, ağustosböceklerinin alkıĢ sesleri altında) The New York 7'imc.v'taki bir yazıya
gözgezdiriyordum; bu, 'ünlü Ģair'in hastaneye yatırıldığı konusunda New Wye'dan alınan bir haber olup sa-
(137) Kahramanlık Ģiiri.—Çev.
(138) «Baltimore» aynı zamanda, bir tür sığırcık kuĢu anlamına gelir. —Çev.
194
urların altı, Sylvia tarafından kırmızı kalemle kuvvetlice ve okunmayı önleyecek kadar kötü çizilmiĢti.
KarĢılaĢmak için can attığım, bu en sevdiğim Amerikalı Ģair, o anda hissettiğim gibi, bahar gelmeden çok önce
ölecekti. Ama çaresiz bir üzüntüyle aklın omuz silkmesinden çok, bir hayalkırıklığıydi bana egemen olan;
gazeteyi attım; ve , bur-numdaki tıkanıklığa karĢın, sağlık durumumdan hoĢnut bir tavırla çevreyi seyrettim.
Otlarla kaplı alanın ilerisinde çimenlik, geniĢ basamaklar halinde yükseliyordu, renk renk fidanlıklara doğru;
onların yukarısında, Ģatonun beyaz yüzü seçilebiliyor, bulutlar maviliklere karıĢıp eriyordu. Birden aksırdım, bir
daha aksırdım. ġoför Kingsley, bana bir içki daha getirdi ama kabul etmedim, demokratik bir hareketle ön
koltuğa oturarak ona eĢlik ettim. Sylvia hastalanmıĢ yatıyordu; Afrika'nın özel bir bölgesine geziye
baĢlamadan önce kendisine yapılan özel bir iğneden dolayı rahatsızlanmıĢtı. Hatırını sorduğumda, And'lann
olağanüstü güzellikte olduğunu söyledi, mı-rıldanırcasına; sonra daha gevĢek bir sesle, adı çıkmıĢ bir kadın
oyuncu hakkında sorular sormaya baĢladı, oğlunun bu kadınla yasadıĢı iliĢki içinde olduğu dedikodusu
dolaĢıyordu ortalıkta. Ben, Odon'un, o'« kadınla evlenmeyeceği konusunda bana söz verdiğini belirttim. Uçak
yolculuğumun nasıl geçtiğini sordu, sonra bronz bir çanı çaldı. Sylvia'cık! SarhoĢ olduğu zaman hoĢ
görülebilen, tavırlarındaki an-laĢılmazlık, davranıĢlarındaki gevĢeklik, biraz onun yaradılıĢından, biraz da
yetiĢme biçiminden kaynaklanıyordu; Fleur de Fyler'de de görülen bu gevĢekliği Sylvia, geveze kuklası
tarafından sözü kesilen bir vantrologu anımsatan ağır bir konuĢma tarzıyla birleĢtirmeyi baĢarmıĢtı. DeğiĢmez
Sylvia! Otuz yıl boyunca, çeĢitli zamanlarda, çeĢitli saraylarda, aynı kısa, düz, ceviz renkli saçları, aynı açık mavi
çocuksu gözleri, aynı anlamsız gülümsemeyi, aynı zarif uzun bacakları, aynı duraksamalı ince hareketleri
görmüĢümdür.
tçeriye meyve ve içkiyle donatılmıĢ bir tepsi getirildi, bir jeune beaute *¦ ^ tarafından, sevgili MarcelW ^
dediği gibi, ayrıca, Afrika'yla ilgili yazılannda siyah afacanların saten gibi tenlerini tutkuyla öven bir baĢka
yazarı, yani Parlak Gide'i burada anımsamazlık etmeyelim.
(139) «jeune beaute», genç ve güzel insan. —Çev.
(140) Marcel (Proust) ve bir satır aĢağıda anılan «Parlak Gide» (Andre Gide) eĢcinseldiler. —Çev.
195
Sylvia, Wordsmith Üniversitesi'nin yönetim yetkilisiydi (mütevelli); aslında, bana oradaki tuhaf
okutmanlık görevimi ayarlamaktan sorumlu tutulacak tek kiĢiydi. Dedi ki: 'En parlak yıldızımızla karĢılaĢma
fırsatını az kalsın yitiriyordunuz. Üniversiteye az önce telefon eltim— evet, Ģu tabureyi alın— sağlık durumu
Ģimdi çok daha iyi. Bu maskana meyvesinden de alın, sizin için getirttim, ama az önceki uĢak yabancıdır,
Majesteleri her yerde artık çok dikkatli olmalıdırlar. Yeni durumunuzu seveceğinizden kuĢku duymuyorum;
her ne kadar, Zembla dilini öğrenmek isteyen insanlar çıkacak mı, bunu neden öğrenmek istesinler diye
merak ediyorsam da. Disa'nın buraya gelmesi iyi olur. Sizin için, buraların en güzel evi olarak bilinen bir yer
kiraladım, Shade'lerin evinin yanında.'
Sylvia, onları pek az tanıyordu ama Ģair hakkında 'Amerika'daki rektörler arasında Latince bilen birkaç
rektörden biri' olan Billy Re-ading'den çok hoĢ öyküler dinlemiĢti. Bu dağınık, dalgın, kötü giyimli ama
etkileyici adamla Washinton'da iki hafta sonra tanıĢma onurunu elde ettim; lam bir beyefendi olan Reading'in
beyni kitaplık gibiydi, »tartıĢma salonu değil. Ertesi gün Sylvia uçakla bir yerlere gitti; ama ben bir süre burada
kaldım serüvenlerime ara vererek, hayaller kurdum, okudum, notlar aldım, iki sevimli bayanla ve onların
utangaç küçük seyisleriyle birlikte at sürerek kırların güzelliğini seyrettim. HoĢlandığım bir yerden ayrılırken
içimi bir duygu kaplar: sanki bir siyah, tatlı Ģarap ĢiĢesinin sıkı tıpası açılmıĢtır; ondan sonra siz, yeni bağlara ve
fetihlere doğru yola çıkarsınız. New York ve Was-hington'daki kitabevlerini gezerek, Noel kutlamaları için
Florida'ya uçakla giderek iki zevkli ay geçirdim. Yeni Arcady'me doğru yola çıkmaya hazır olduğumda, Ģaire
nazik bir not göndermemin hem bir incelik, hem bir ödev olduğu kanısına vardım: sağlığına kavuĢtuğu için
onu kutladıktan sonra, çok ateĢli bir hayranının , ġubat ayının girmesiyle kendisine komĢu olmaya baĢlayacağı
konusunda Ģaka yollu 'uyardım.' Hiçbir yanıt alamadım, bu nazik hareketim daha sonraları da anımsanmadı;
sanırım mektubum, birçok 'hayran' mektubu arasında kaybolup gitti; yine de, Sylvia ya da bir baĢkası,
Shade'lere, benim geliĢimi haber vermiĢ olabilir.
ġairin sağlığı çok çabuk düzeldi; kalbinde bir rahatsızlık olsaydı, böyle bir iyileĢme mucize olurdu. Ama yoktu;
Ģairlerin sinirleri, bazan oyun oynarlarsa da sağlığın ritmine hızla kavuĢabilmektedirler; çok geçmeden John
Shade, oval bir masanın baĢındaki koltuğunda otu-
196
rarak, sekiz dindar genç adama, kötürüm bir kadına, sekiz kız öğrenciye en sevdiği Ģair olan Pope'tan söz
etmeye baĢladı yeniden. YürüyüĢe çıkmak gibi alıĢkanlıklarını azaltması, kendisinden istenmemiĢti; ama ben
bu değerli ihtiyarın, ilkel bahçe aletlerini kullanırken ya da çağlayana doğru çıkan bir Japon balığı gibi
üniversitenin iç merdivenlerinden yukarı çırpınırcasına tırmanırken soluğunun kesilmesinden, yürek çarpıntısı
geçirdiğini anlamıĢ, soğuk ter döktüğünü görmüĢtüm. ġunu da ekleyeyim: Okuyucular, o yetenekli doktora
ilgili bölümü ne fazla ciddiye almalı, ne de sözcüğü sözcüğüne doğru kabul etmelidir; öyle yetenekli bir
doktor ki, benim de tanık olduğum gibi, bir keresinde nevraljiyi beyin sertleĢmesiyle karıĢtırmıĢtı. Shade'in
söylediklerinden anladığıma göre, en ufak bir ivedi ameliyat yapılmamıĢ, yüreğe masaj da uygulanmamıĢtı;
yüreği kan pompalamayı durdurmuĢtu belki ama bir an için ve yüzeysel olarak. KuĢkusuz, bütün bunlar,
691.—697. dizelerin destansı güzelliğini yok edemez.
697. Dize : Son durak
Gradus, 15 Temmuz 1959 günü, öğleden sonra Cöte d'Azur havalimanına indi. içindeki sıkıntıya karĢın,
görkemli kamyonların, çevik motosikletlerin, her ulustan özel arabaların seline hayran kalmaktan kendini
alamadı. Havanın aĢırı sıcaklığıyla denizin kör edici maviliğini sevmedi. Lazuli Oteli'nde, Ġkinci Dünya SavaĢı
baĢlamadan önce veremli bir Bosna'lı eylemciyle bir hafta kalmıĢtı; o zamanlar kesintisiz bir sessizlikle
çevrilmiĢ olan otelin Ģimdi karĢısında bulunan yapı makinesinin çıkardığı öğütme ve vurma sesleriyle, birbirini
kesen caddelerde akan araçların dinmez gürültüsü, Gradus için hoĢ bir sürpriz oldu; kafasını sorunlardan uzak
tutacak ufak gürültülere bayılırdı; yapı makinesinin temizliğini yapan kadının özür dilemesi üzerine, ona
söylediği gibi 'ça distrait.'^141^
Dalgın dalgın ellerini yıkadıktan sonra dıĢarıya çıktı; çarpık omurgasından aĢağı, ateĢi yükselmiĢcesine,
heyecan ürpertileri iniyordu, iki caddenin kesiĢtiği noktada, bir kahvehanedeki masalardan birinde, fahiĢe
olduğu besbelli bir kadınla birlikte oturan koyu yeĢil ceketli bir adam, yüzüne kapadığı avuçlarının arasından
boğulmuĢ aksırıklarının sesini yaydı ortalığa, ama elleriyle yüzünü maskelemeyi sürdürdü; ikinci aksırık
nöbetini bekleme numarası yapıyordu. Gradus, rıhtımın
(141) Bu (gürültüler) kendisini oyalıyordu. —Çev.
197
kuzey kıyısı boyunca yürümeye baĢladı. Bir hediyelik eĢya dükkanının vitrini önünde bir an durakladıktan
sonra içeri girdi, mor camdan yapılmıĢ ufak bir suaygırının fiyatını sordu, çıkarken Nice ve çevresini gösteren
bir harita saün aldı. Gambetta Sokağında taksi durağına doğru yürürken gözüne iki genç turist iliĢti; çiğ
renklere bulanmıĢ gömlekleri terden lekelenmiĢti; hem sıcağın hem de güneĢte fazla gezmenin etkisiyle
yüzleri ve boyunları, parıltılı bir pembe renk almıĢtı; ipek astarlı, çift düğmeli siyah ceketlerini özenle katlayıp
kollarında taĢıyorlar ama bizim hafiyeye doğru bakmıyorlardı; yine de Gradus, tüm dalgınlığına karĢın,
kendisine bu adamların sürıünerek geçiĢi sırasında, tanıyacak gibi olduğu bir Ģeyin dalgalandığını hissetti.
Turistler, Gradus'un yurtdıĢındaki varlığından haberli olmadıkları gibi, onun üstlendiği ilginç görev hakkında
da bir Ģey bilmiyorlardı; aslında, Gradus'un Cenevre'de değil Nice'de bulunduğu, hem kendisinin hem de bu
iki adamın amirleri olan kiĢiler tarafından ancak birkaç dakika önce farkedilmiĢti. Gradus'a, yapacağı
araĢtırmalarda, o iki Sovyet sporcunun, Andronnikov'la Niagarin'in yardım edeceği de bildirilmemiĢti (Gradus
onlarla, daha önce birkaç kez, Onhava Otelinin bahçesinde kırık bir pencereye cam takıldığı sırada, sonra yeni
yönetim adına eski krallık seralarından birinde ince Rippleson camları denenirken karĢılaĢmıĢtı.) Ama eski bir
Cadillac'ın arka koltuğuna kısa bacaklı adamların becerebileceği tedbirli bir büzülmeyle otururken Gradus,
tanıma ipinin ucunu yitiriverdi; Ģoföre, Pellos ile Türk Burnu arasındaki bir lokantaya gitmek istediğini söyledi.
Adamımız neyi umuyor, neyi amaçlıyordu? Kestirmek güç.Acaba yalnızca, mersinlerin ve zakkumların
arasından, hayalini kurmuĢ olduğu bir yüzme havuzuna bakmak mı istiyordu? Yoksa Gordon'un bestesinin,
daha büyük ve daha güçlü eller tarafından, yeniden seslendiriliĢini dinlemeyi mi umuyordu? Belki de,
armalardaki, kanat ve ayakları gerilmiĢ kartalları anımsatırcasına kol ve bacaklarını yayarak uzanıp
güneĢlenen, göğsündeki kıllar bile bu kartalı andıran bir deve doğru sürünerek yaklaĢacaktı, elinde
tabancayla. Bilmiyoruz, belki Gradus'un kendisi de bilmiyordu; ne olursa olsun, çok gereksiz bir yolculuktu bu
yaptığı. Günümüzün taksi sürücüleri, eskinin berberleri kadar gevezedirler; böylece bizim talihsiz katil, daha
araba kentten çıkmadan, Ģoförün erkek kardeĢinin bahçıvan olarak Villa Disa'da çalıĢtığını ama Ģu anda orada
kimsenin bulunmadığını, Kraliçenin Temmuz ayı sonunda Ġtalya'dan dönebileceğini öğrendi. ĠĢleri ters
gidiyordu yine.
198
Otelde, kendisine bir telgraf verdiler. Bunu gönderen üstleri, Cenevre'den ayrıldığı için, Danimarka diliyle,
Gradus'u azarlıyorlar, yeni bir emre kadar hiçbir giriĢimde bulunmamasını bildiriyorlar, görevini unutmasını ve
hoĢuna giden Ģeylerle oyalanmasını öneriyorlardı. Ama Gradus'un hoĢuna gidecek Ģeyler ne olabilirdi (kanlı
düĢlerin dıĢında)? Gidip ilginç yerleri gezmek ya da deniz kıyısında gezinmek, zevk vermiyordu ona. Uzun
zamandır içmiyordu da. Konserleri sevmiyordu. Kumar alıĢkanlığı yoktu. Cinsel dürtüler, eskiden kendisine
egemen olmuĢlardı, ama artık sona ermiĢti bu. Karısı, bir çingenenin peĢine takılarak kendisini terkettikten
sonra Gradus, kaynanasıyla yasadıĢı bir iliĢkiye girmiĢti; sonunda kadın, kör olduğu ve vücudu su topladığı
için bir dullar bakımevine kaldırılmıĢtı. O günden bu yana Gradus, birkaç kez kendisini iğdiĢ etmeye kalkıĢmıĢ,
bedeninin korkunç ölçüde mikroplanması yüzünden hastaneye yatırılmıĢtı; artık kırk dört yaĢına girmiĢti ve
Doğanın, bu büyük üçkağıtçının, ürememizi sağlamak için içimize soktuğu Ģehvetten hemen hemen tümüyle
kurtulmuĢtu. HoĢuna gidecek Ģeylerle oyalanmasını öneren üstlerinin sözleri, elbette kendisini
öfkelendirecekti. Sanırım bu açıklamayı daha fazla sürdüremeyeceğim.
727.—728. Dizeler : Olamaz, bay Shade... yalnızca yarım bir shade/142)
Farklı Ģeylerden bileĢimler oluĢturma büyücülüğünde Ģairimizin özel bir yeteneği olduğunu gösteren baĢka
bir güzel ömek. Ustaca düzenlenen cinas, 'shade' sözcüğünün 'nüans' anlamına ek olarak iki anlamını daha
çağrıĢtırmaktadır. Bu dizelere göre doktor, kendinden geçen Shade'in bu sırada kimliğinin yansını
korumasının yanında, yarı hayalet haline geldiğini de öne sürmüĢtür. O zamanlar arkadaĢımın sağlığıyla
ilgilenen bu doktoru yakından tanıdığım için, kendisinin böyle bir nükte yapamayacak denli kalın kafalı
olduğunu öne sürmekten çekinmeyeceğim.
741. Dize : Çiğ ıĢık(I43)
Shade'in 698.—746. dizelerle uğraĢtığı sırada (16 Temmuz sabahı), Nice kentinin alaycı aydınlığıyla kıĢkırtıcı
gürültüsünün or-
(142) Ayrıca 32 no.lu dipnotuna bakınız.—Çev.
(143) «Çiğ ıĢık» anlamındaki «glare», aynı zamanda «kötü bakıĢ» anlamına gelir. 741.—742. Dizelerde «çiğ
ıĢığı dıĢarının, kötülük dolu bakıĢları didiĢmelerin» anlamı vardır.—Çev.
199
tasında bir günü daha zorunlu bir eylemsizlik içinde geçirmekten korkan aptal Gradus, pis otelinin loĢ
bekleme salonunda, kötü kokuları soluyarak, deri bir koltukta oturmaya ve açlık kendisini zorlayıncaya dek
dıĢarı çıkmamaya karar verdi. Yakınındaki bir masanın üzerinde yığılı duran eski dergilere doğru ağır ağır
yürüdü. Oturdu; küçük bir sessizlik heykelini andırıyordu; içini çekiyor, yanaklarını ĢiĢiriyor, sayfayı çevirmek
için baĢparmağını yalıyor, ağzını açarak resimlere ba-kakalıyor, bir yazının sütunlarından aĢağı inerken
dudaklarını kımıldatıyordu. Sonra dergileri düzgünce masaya istifleyip koltuğuna yaslandı; birleĢtirdiği ellerini
açıp kapayarak çeĢitli sıkıntı binaları kurmakla oyalandığı sırada, yanındaki koltukta oturmakta olan bir adam,
ayağa kalkıp dıĢarının çiğ ıĢığına doğru yürüdü, arkasında gazetesini bırakarak. Gradus onu kucağına çekti,
açtı ve dondu kaldı gözüne çarpan bir yerel haberi okuyunca: Villa Disa'nın kapısını kırıp içeri giren hırsızlar,
bir masanın çekmecesini açmıĢlar ve buldukları mücevher kutusundaki değerli madalyaları alıp kaçmıĢlardı.
insanın kafasını kurcalayan bir olay bu. Kendi göreviyle bir ilgisi olabilir miydi bu Ģüpheli hırsızlığın? Bu
konuda bir Ģey yapması gerekiyor muydu? Merkeze bir telgraf çekse? Basit bir olayı, Ģifreli biçimde
yazmadıkça, öz olarak ifade etmek zordu. Haberi kesip uçakla mı göndermeli? Odasında jiletle haberi
kesmeye çalıĢtığı sırada kapıya hızlı hızlı vuruldu. Gradus, >hiç beklemediği bir ziyaretçiyi aldı içeri; Gölgeler
örgütünün en önemli kiĢilerinden olan bu adamı Gradus, on-hava-onhava (uzakta, çok uzakta) sanıyordu,
vahĢi, fırtınalı, sisli, efsane ülke Zembla'da! MakineleĢmiĢ çağımız, büyük bir sihirbaz; yaptığı hokkabazlıklarla,
yaĢlı Uzay anayı, yaĢlı Zaman babayı ĢaĢkınlıklara boğuyor!
Ziyaretçi, yeĢil kadife ceketiyle, neĢeli, belki de fazla neĢeli görünüyordu. Kendisini kimse sevmezdi, ama
kafası iyi çalıĢan biri olduğu belliydi. Adı, Izumrudov, Rus adını andınyorduysa da, aslında Umrud'lu anlamına
geliyordu; Umrud, bir Eskimo oymağıdır; bazan, kısa küreklcriyle umyak (deri kaplı kayık)'larını, ülkemizin
kuzey kıyıları boyunca, zümrüt yeĢili sularda ilerlettiklerini görürdük. Ziyaretçi sırıtarak yoldaĢ Gradus'a, gezi
için gerekli tüm belgelerini yanına alıp bulabileceği ilk New York uçağına binmesi buyruğunu iletti. . Doğru
yeri ve doğru yolu böylesine bir kavrayıĢ gücüyle belirlediği için, baĢıyla selam vererek onu kutladı. Evet,
Kraliçenin yazı masasından Andron'la NiagaruĢka'nın ele geçirdiği (çoğu tahvil, önemli
200
ĠLHALK KÜTÜ pe
fotoğraflar ve Ģu gülünç madalyalardan oluĢan) ganimetin içinde Kral'ın bir mektubu bulunmuĢtu; Kral, kendi
adresini bildiriyordu mektupta, kimsenin aklına gelmeyecek bir adresli bu. Böyle bir Ģey yapmadığını
bildirmek için, karĢısında baĢarıları müjdeleyen kiĢinin sözünü kesen adamımızdan, önemsiz bir rolde
kalmaması isteniyordu. Izumrudov, kahkahalarla sarsıla sarsıla gülmeye baĢladı (ölüm, insana kahkaha attırır);
bir kağıt parçasına Gradus için, müĢterilerinin (!) takma adını, öğretim görevlisi olduğu üniversitenin ve
yerleĢtiği ken-tin adını yazdı. Hayır, bu kağıt sürekli saklanmayacaktı. Bu pusulayı gizli tutmanın tek yolu, onu
ezberlemekti. Bademli kurabiye fabrikalarında kullanılan bu kağıt türü, hem kolay sindiriliyordu, hem de pek
lezzetliydi. Bu eğlendirici öngörü (vizyon), daha geliĢmeden, geri alındı— adamın alçaklığını kaldığı yerden
sürdürmek üzere elbette. Nefret edilecek kiĢiler hepsi!^144^
768. Dize : adres
Mektuplarımdan birinde John Shade hakkında kullandığım üs-tükapalı ifade, okurlarımın hoĢuna gidecek
sanırım; Güney Fransa'da oturan bir mcktup-arkadaĢıma 2 Nisan 1959 günü yazdığım bu mektubun bir
örneğini saklamakla çok iyi etmiĢim:
«Canım; düĢüncesiz davranıyorsun. Evimin adresini sana da, baĢkasına da vermiyorum, vermeyeceğim; senin
sanmaktan hoĢlandığın gibi yanıma gelmenden korktuğum için değil; mektuplar, iĢyeri adresime
gönderilmektedir. Burada kentin dıĢ mahallelcrindeki evlerde, ağızları sokağa açık posta kutuları var; herhangi
biri, bu kutuları reklamlarla doldurabilir ya da içlerindeki mektupları çalabilir (merak duygusuyla değil,
anlarsın, kötü bir amaçla). Bu mektubu uçakla gönderiyorum ve ısrarla, sana Sylvia'nm verdiği adresi
yineliyorum: Dr. Ç. Kinbotc, KINBOTE (senin ve Sylvia'nın yazdığı gibi Charles X. Kingbot Ekselansları değil;
lütfen daha dikkatli ve akıllı davran), Wordsmith Üniversitesi, New Wye, Appalachia, ABD.
«Sana kızgın değilim; ama kaygılara boğulmuĢum, sinirlerim gergin. Burada, benim çatımın altında yaĢayan
birinin beni sevdiğine sarsılmaz inancım vardı; iĢte bu kiĢi bana hainlik etti, bende onulmaz yaralar açtı;
dedelerimin çağında böyle bir Ģey hiç olmazdı, o dedelerim ki suçluları iĢkenceden geçinirlerdi; kuĢkusuz ben,
hiç kimseye iĢkence çektirmekten yana değilim.
(144) önceki tümcede geçen «vizyon» ve «sürdürmek» sözcükleri, romanın anlaĢılmasında anahtar olacak
sözcüklerdendir. —Çev.
201
«Burada çok korkunç soğuklar oldu; ama Tanrıya Ģükür, bu düzenli kuzey kıĢı Ģimdi bir güney baharına
dönüĢmüĢ bulunuyor.
«Avukatının sana söylediklerini bana açıklamaya çalıĢma; onun, benim avukatıma bu açıklamaları yapmasını
sağla, benim avukatım bu sözleri bana iletecektir.
«Üniversitedeki iĢim, hoĢuma gidiyor. Çok sevimli bir komĢum var; içini çekip kaĢlarını kaldırma canım, çok iyi
bir beyefendi o; senin bitki albümündeki ginko meyvesi lokmasının sorumlusu gerçekten bu beyefendidir (49.
dizeyle ilgili açıklamaya bir daha bak-yani okuyucular bir daha baksın demek istiyorum)/145^
«Bana bu kadar sık yazmazsan daha güvenli olacak, canım.»
782. Dize : Ģiiriniz
Buraya aktarmak istediğim, ama elimde bulunmayan o Ģiirin bulutu arkasından, bir an, Mont Blanc'ın 'mavi
payandaları, güneĢ yağı sürünmüĢ kubbeleri' görünmüĢtü. 'Beyaz dağ', Shade'in bu son Ģirinde de beliriyor
tema olarak; dizgi yanlıĢlığından dolayı Ģairin 'beyaz fıs-kiye'sinc dönüĢen dağ, onu düĢünde gören
hanımefendinin kaba söy-leyiĢiyle bulanık bir görüntüye büründürülmüĢ.
802. Dize : dağ
ġairin kullandığı altmıĢ beĢinci dizin kartında yer alan 797.—809. dizeler, 18 Temmuz günbatımından 19
Temmuz tan vaktine kadar olan süre içerisinde yazılmıĢtır. O sabah ben, farklı iki kilisede dua ettim (New
Wye'da bilinmeyen ama Zembla'da yaygın olan mez-hebimdeki gibi, iki tarafta); evime doğru yürürken
içimde bir yü-celmiĢlik duygusu vardı. Tutkulu gökte tek bulut bile görülmüyordu ve yeryüzü, Tanrımız isa'ya
kavuĢma özlemiyle içini çekiyordu sanki. Böyle aydınlık, üzgün sabahlarda umutlu olurdum: her Ģeye karĢın
Ccnnet'ten dıĢlanmama olanağına sahiptim, yüreğimdeki donmuĢ çamura ve korkuya karĢın bana da kurtuluĢ
bağıĢlanabilirdi. BaĢım önüme eğik, zavallı kiralık evime doğru çakıllı patikadan çıkarken, kulağıma Shade'in
sesi geldi, hem de açık seçik; sanki hemen ar-kamdaydı da ağır iĢiten bir adamın duyacağı biçimde
bağırıyordu: 'Bu gece uğra, Charlie.' Korkuyla bakındım çevreme, ĢaĢırdım: Benden
(145) Çin'de yetiĢen ginko ağacrnın meyveleri kayısryı andırır. Kinbote'nin sözkonusu açıklamasında, Shade'in,
ginko ağacına iliĢkin kısa bir Ģiiri var. Kısalığı yüzünden, bu Ģiiri, meyveden koparılmıĢ bir lokmaya benzeten
Kinbote, Ģairin meyveyi (ve herĢeyi) bozduğunu mu söylemek istiyor? —Çev.
202
baĢka kimse yok gibiydi. Hemen telefon ettim. Shadc'ler evde yoklardı; Shade'in hayranı olan, pazar günleri
onun evine yemek piĢirmeye gelen ve kuĢkusuz Ģairin, karısı evde yokken, kendisiyle yatmasını sağlama fırsatı
arayan iğrenç bir hayranı, gönüllü hizmetçisi olan bir yüzsüz kız, bana böyle söyledi. Ġki saat sonra yeniden
telefon açtım; karĢıma her zamanki gibi Sybil çıktı; arkadaĢımın kendisiyle konuĢmakta direttim (çünkü
bıraktığım haberler ona ulaĢtırılmıyordu); telefona gelen Ģaire, kendisinin bahçemdeki koca kuĢlardan biri gibi
bağırdığını iĢittiğim o öğle saatinde ne yaptığı sordum, elimden geldiği kadar sakin olmaya çalıĢarak. Shade,
pek anımsamıyordu ne yaptığını, ama bir dakika dedi, Paul (her kimse) ile golf oynamıĢtı ya da en azından
Paul'ün, baĢka bir iĢ arkadaĢıyla oynadığı golf oyununu izlemiĢti. Kendisini bu akĢam görmem gerektiğini
haykırdığım anda, hiç nedensiz, gözlerimden yaĢlar boĢandı, telefon sırılsıklam oldu; soluk soluğa kaldım; 30
Martta Bob tarafından terkedildiğimden bu yana böyle bir bunalıma düĢmemiĢtim. Karı koca Shadc'ler
arasında bir söz kasırgası koptu, sonra John konuĢtu benimle: 'Dinle Charles. Bu gece bir sağlık yürüyüĢüne
çıkalım; sekizde buluĢuruz.' O sıkıcı doğa konuĢmasının yapıldığı 6 Temmuz yürüyüĢünden sonra, bu ikinci
sağlık yürüyüĢümüzdü; üçüncüsü, 21 Temmuzda, umulmadık kısalıkta bir yürüyüĢ olarak gerçekleĢecekti.
Neredeydim? Evet, John'la eski günlerdeki gibi yeniden Arcady ormanında yorgun argın yürüyordum, sarımsı
pembe göğün altında.
NeĢem yerine gelmiĢti: 'Peki, dün gece yazdığın konu neydi, John? ÇalıĢma odanın penceresi ıĢık saçıyordu.'
'Dağlar,' diye yanıtladı.
Dimdik kalkmıĢ damarlı taĢtan Bera Dağı, üzerindeki kaba tüylü köknarlarla, önümde yükseliyordu tüm gücü
ve gururuyla. Bu olağanüstü haber, yüreğimi küt küt attırmaya baĢladı; Ģimdi benim de ona karĢı yücegönüllü
davranmayı baĢarabileceğimi hissediyordum. ArkadaĢımdan, eğer istemiyorsa, bana daha fazla açıklama
yapmamasını rica ettim. Hayır dedi, istemiyordu; sonra, üzerine almıĢ olduğu görevin güçlüklerinden
yakınmaya koyuldu. Hesapladığına göre, son yirmi dört saat içerisinde beyni, kabaca, bin dakikalık iĢ yapmıĢ
ve elli dize (yani 797.—847. dizeleri) ürcuniĢli ki bu, her iki dakikada bir hece demekti. Üçüncü Kanlo'sunu
bitirmiĢ, son kanto olan Dördüncü Kanto'ya baĢlamıĢtı. (Önsöz'e bakın, Önsöz'e bakın hemen.) Acaba
evlerimize doğru yürümeye baĢlasak fazla kusuruna bakar mıydım?
203
Gerçi saat daha dokuzdu; onun yeniden kendi kaos'unun içine dalmasına ve oradan, bütün ıslak yıldızlarıvla
kozmos'unu çekip çıkarmasına izin verir miydim?
Nasıl hayır diyebilirdim? O dağ havası, beynime iĢlemiĢti: bu adam, toplayıp yeniden birleĢtiriyordu benim
Zembla'mı!
803. Dize : dizgi yanlıĢı
Shade'in bu Ģiirinin çevirmenleri, bir vuruĢta 'mountain'i 'fountain'e dönüĢtürmekte büyük bir güçlükle karĢı
karĢıyadırlar/146^ Fransızca, Almanca, Rusça ya da Zemblaca'da bu iĢin üstesinden gelmek olanaksızdır; o
zaman çevirmen, sabıkalıların resimlerinin toplandığı albümleri andıran dipnotlara koymak zorunda kalır bu
sabıkalı sözcükleri. Yine de değer! iki değil, üç sözcükle ilgili olağanüstü, inanılmayacak kadar hoĢ bir durum
geliyor aklıma. Aslında olayın kendisi pek sıradan (belki de uydurma). Rus çarının taç giyme törenini anlatan
bir gazetede, korona (taç) sözcüğü, yanlıĢ dizgi sonucu vorona (karga) olarak çıkmıĢ, ertesi gün okurlardan
özür dilenerek 'düzeltildiğinde' yine dizgi yanlıĢıyla korova (inek) olarak çıkmıĢtı. Bu sözcüklerin ingilizce
karĢılıkları olan crown-crow-cow dizisi ile Rusça korona-vorona-korova dizisi arasındaki uygunluk, benim
Ģairimin baĢını döndürecek denli sanatsaldır, hiç kuĢkum yok. Sözcük oyunu yarıĢmalarında böyle bir Ģeye
rastlamıĢ değilim; iki Ģeyin yakın benzerliğine karĢın aralarındaki farklar, hesaplanamayacak kadar çoktur.
810. Dize: duyuların kumaĢı
Garajın beĢ odasından birinde buranın sahibi kalıyor; gözleri sulanmıĢ yetmiĢlik bir adam; topallamasıyla bana
Shade'i anımsatıyor. Yakın bir yerde benzin istasyonu iĢletiyor.bahkçılara solucan falan satıyor. Beni genellikle
rahatsız etmiyor. Ama geçen gün odasındaki raftan 'eski bir kitap kap'mamı önerdi bana; hatırını kırmak
istemedim; kafamı bunların sayfalarına tek tek sapladım; hepsi de, karton kapaklı, döğüĢlü polis öyküleri
anlatan kitaplardı; okuyanda, içini çekip gü-Iümsemckten baĢka etki yaratmıyordu. Bana, bir dakika bekle
dedi, yatağının yanındaki dolaptan yıpranmıĢ bez ciltli bir hazine çıkardı. 'Yaman bir herifin büyük yapıtı.'
Franklin Lanc'in Mektupları. 'Raincr Parkı'nda görevli olduğum yıllarda, gençliğimde, onu gezinirken çok
görmüĢümdür. Bu kitap birkaç gün sizde kalsın. PiĢman olmazsınız!'
(146) Bu konuda 33. dipnotumuza bakınız. —Çev.
204
Olmadım. Ameliyat sırasında ölmeden önce, 17 Mayıs 1921'de Lane tarafından yazılmıĢ bir metinden buraya
aktaracağım satırlar, Shade'in Üçüncü Kanto'nun sonundaki sesinin yankısı sanki: 'Öbür ülkeye geçecek
olursam, arayacağım kiĢi kimdir orada?... Aristo! —Ah, konuĢacağım bir kiĢi var! Onun, bir insanın ellerinden,
dizginleri alır-casına, yaĢamının uzun ipini aldığı, olağanüstü serüvenlerin ĢaĢırtıcı labirentinden bu ipi
izleyerek geçtiğini görmek ne hoĢ olurdu!... Eğrilikler düzeltilmiĢtir. Yukarıdan bakan göz, Dcdalos'un planın/
^ basitleĢtirmiĢtir— karmakarıĢık, ürkünç Ģeyi güzel bir doğruçizgi haline getiren becerikli bir baĢparmağın
izlerini andıran beneklerle çıkıĢ yolu iĢaretlenmiĢtir.
819.Dize : dünyalarla oyun oynuyorlar
Çevresine ıĢık saçan arkadaĢım, sözcük oyunlarını, özellikle sözcük golfu denen oyunu, çocukça bir
düĢkünlükle herĢeye üstün tutardı. Renk renk ıĢıklı bir konuĢmanın akıĢını durdurur, sözcük oyunlarına
kendisini kaptırırdı; doğal olarak, onunla böyle bir oyun oynamayı reddetmek benim için kabalık olacaktı.
822. Dize : bir Balkan kralını öldürüyorlardı
ġiirin taslağında bu tümcenin .'bir Zembla kralını öldürüyorlardı' biçiminde yazılmıĢ olduğunu bildirmek için
delice bir istek duyuyorum. Yazık ki, taslak halinde olan dizelerin yazılmıĢ bulunduğu kartı Shade saklamamıĢ.
835. —838. Dizeler : peĢine düĢeceğim
AltmıĢ sekizinci kartın üzerine 19 Temmuz'da yazılmaya baĢlanan bu Kanto'nun ilk dizeleri, Shade'in kendine
özgü yöntemini yansıtıyor: iç uyakları olan, ilk dizede bitmeyip ikinci dizeye taĢan tümcelerden oluĢturulmuĢ
ustaca bir doku. Aslında, bu dört dizede verdiği sözü Ģair tutmadı; yine de, bu dizelerin büyülü ritmini 915.
dizede ve 923.— 924. dizelerde yinelemeyi baĢardı (bunların ardından, 925.—930. dizelerde öfkeli bir saldırı
baĢlayacak). ġair, ateĢli bir horoz gibi kanat çırpar görünüyor, yaratıcı patlamasıyla sahte bir esinin; ama
güneĢ doğmuyor. GerçekleĢtireceğine söz verdiği delidolu Ģiirin yerine, burada biz birkaç alaylı söz, biraz
taĢlama buluyoruz yalnızca; bir de kantonun bitiminde sevecenlikle dinginliğin görkemli parıltısını.
(147) Yunan mitolojisinde Dedalos, zindandan kaçmak için bir labirent oyar. —Çev.
205
841. —872. Dizeler: iki kompozisyon yöntemi
Aslında üçtür; üst dünyanın parıltısına, flütüne ve 'sessiz komutuna' güvenme gibi çok önemli bir yöntemi de
sayarsak (871. dize).
873. Dize : En sevdiğim vakit
Sevgili arkadaĢım bu dizesiyle 20 Temmuz tarihli kart destesini doldurmaya baĢlarken (yetmiĢ birinci karttan
yetmiĢ altıncı karta dek, 948. dizeyle bitirerek), Orly havaalanında Gradus bir yolcu uçağına bindi, oturdu,
kemerini bağladı, gazetesini okumaya koyuldu; uçakla birlikte yükseliyor, süzülüyor, göğün kutsallığını
kirletiyordu.
887. —888. Dizeler : YaĢamöykümün yazarı, ya fazla sakınımlı yâ da az Ģey biliyor.
Kim fazla sakınımlı? Kim az Ģey biliyor? Zavallı arkadaĢım, onun kim olacağını kestirseydi, böyle
değerlendirmelere kalkıĢmazdı. Bu dizelerin ardından gelen dizelerde sözünü ettiği düzeneği ben, bir Mart
sabahı, görme zevkini ve onurunu tatmıĢ bulunuyorum. Washington'a gidiyordum; tam yola çıkacağım sırada,
Shade'in, Meclis Ki-taplığı'ndaki bir Ģeyi incelememi istemiĢ olduğunu anımsadım. Belleğimin kulağında
Sybil'in soğuk sesi: 'Ama John Ģimdi sizi göremez, banyoda' Banyodan Shade'in boğuk kükremesi: 'Bırak
gelsin, Sybil; ırzıma geçecek değil ya!' Shade'in bana sözünü ettiği Ģeyin ne olduğunu kendisi de, ben de
anımsayamadık.
894. Dize : kral
Zembla Devrimi'nin ilk aylarında Kral'ın resimleri Amerika'da sık görülüyordu. Kampüste kendilerini
ilgilendirmeyen iĢlere burunlarını sokan bazı belleği güçlü kiĢiler ya da kulüpte Shade'in ve ilginç arkadaĢının
peĢinden ayrılmayan bazı kadınlar arasıra, bilinçli olarak takındıkları aptalca ifadeyle bana, o talihsiz krala ne
kadar benzediğimi bir söyleyen çıkıp çıkmadığını sorarlardı. Ben 'tüm Çinliler birbirine benzer,' biçiminde,
benim için tehlikeli olacak bir yanıt verir, konuyu değiĢtirirdim. Ama bir gün, Fakülte Kulübünün dinlenme
salonunda, öğretim görevlisi arkadaĢlarla çene çalarken, hiç beklemediğim bir saldırganlıkla karĢılaĢtım.
Oxford'dan burayı ziyarete gelen bir Alman okutmanı, benzerliğin 'akıl almaz ölçüde' olduğunu söyledi ba-
ğırırcasına; ben, ilgisiz bir tavırla, bütün sakallı Zembla'lılann birbirine benzediğini ve Zembla adının gerçekte,
Rusça zemlya sözcüğünden bozma olmadığını, yansımalar ülkesi ya da 'benzeyenler' ülkesi anlamındaki
Semblerland'dan geldiğini açıkladım. ĠĢkencecim,
Ģöyle dedi: 'Evet ama Kral Charles'ın sakalı yoktu; karĢımdaki de tastamam onun yüzü! Karımla birlikle
1956'da Onhava'ya Spor YarıĢmalarını izlemeye geldiğimde Kral locasının yakınında bir yere oturma onurunu
elde etmiĢtim. Evimizde onun bir resmi var; uĢaklarından birinin annesi olan ilginç kadını, karımın kızkardeĢi
iyi tanıyor. Görüyor musunuz [Shade'in giysisinden asılarak] yüzlerin ĢaĢırtıcı benzerliğini? Yüzün üst yanı,
gözler, hele gözler, sonra kemerli burun...'
'Hayır, beyefendi [dedi Shade, düĢüncesini belirteceği zamanlar yaptığı gibi ayak ayak üstüne atıp koltuğuna
hafifçe gömülerek), arada hiçbir benzerlik yok. Haber filmlerinde Kral'ı gördüm; hiç benzerlik yok.
Benzerlikler, farklılıkların gölgeleridir. Farklı kiĢiler, farklı benzerlikleri ve benzer farklılıkları görürler.'
Ġyi yürekli Netoçka, bu konuĢma sırasında pek huzursuzlaĢmıĢtı; yumuĢak sesiyle, böylesine 'sevimli bir kralın'
belki de zindanda ölüp gittiğini düĢünmenin ne denli acı verici olduğunu söyledi.
Ġçeriye bir fizik profesörü girdi. Ġlerici eğitim adını verdikleri bir eğitimi, Rusya için casuslk yapanların
dayanıĢmasını savunan, yalnızca ABD bombalarının yıkım yarattığını öne süren, Dr. Jivago'yu da kapsayacak
biçimde Sovyet baĢarılarını öven ilericiler grubunun bir üyesi olarak bu profesör, Ģöyle konuĢtu: 'Üzülmenize
gerek yok. O zavallı kralın, rahibe kılığına girerek kaçtığı biliniyor. Ama baĢına ne gelmiĢse ya da gelecekse,
Zembla halkını ilgilendirmez. Mezar taĢına Ģu yazılmalı: Tarih, onu suçlu bulmuĢtur.
Shade: 'Doğrudur, beyefendi. Zamanı gelince, tarih herkesi suçlu bulur. Kral belki ölmüĢtür; belki sizin gibi,
Kinbote gibi sağdır, ama biz gerçeklere saygılı olmak zorundayız. [Beni göstererek] ondan öğ-retidiğime
göre, ortalığa yayılan bu rahibe masalı, AĢırılar yönetimini destekleyenlerin kaba bir uydurması. AĢırılar
yönetimiyle destekçileri, uğradıkları bozgunu gizlemek için bir sürü saçmalık uydurdular. Gerçek Ģudur: Kral,
yürüyerek saraydan çıktı, dağları tırmanıp aĢtı, ülkeyi terketti; evde kalmıĢ uçuk benizli bir kızın kara kılığıyla
değil, kırmızı yünden sporcu kılığıyla.'
'Tuhaf, tuhaf diyen Alman, son konuĢmalarda gizli olan gerçekten etkilenmiĢ tek kiĢiydi.
Shade {gülümserken benim dizimi ovalayarak]: 'Krallar ölmezler, yalnızca ortadan kaybolurlar, değil mi
Charles?'
206
207
'Kim söyledi bunu?' diye tiz bir sesle sordu, bir esrime halinden sıyrılırcasına; konuĢmalardan haberi olmayan,
her zaman kuĢkucu Ġngilizce Bölümü BaĢkanı.
Sevgili ArkadaĢım ise, Bay H.'ye aldırmadan konuĢmasını sürdürdü:
'Benim durumumu ele alalım. En az dört kiĢiyi andırdığım söylendi bana: bunlardan biri, Samuel Johnson'dır;
öbürü, Exton Müzesinde sevecenlikle kurgulanmıĢ olan insanın atası; iki tanesi, yöremizin insanlarından olup,
bunlardan biri, Levin Hall kafeteryasında çorba dağıtan pasaklı cadıdır.'
'Üçüncü cadı,' diye hoĢ bir özetleme yaptım, herkes güldü.
Bay Pardon— Amerikan Tarihi, Ģöyle konuĢtu: 'Bence bu kadın, özellikle iyi bir yemekten sonra öfkelenmiĢ
haliyle yargıç Goldsworth ('Bizden biri,' diyen Shade, baĢını eğdi) gibi görünüyor bana.'
Netoçka aceleyle 'Goldsworth ailesinin iyi eğlendiğini duydum,' dedi.
înatçı Alman mırıldanıyordu: 'Yazık ki sözlerimin doğruluğunu ka-nıtlayamıyorum. Burada bir resmi olsaydı...
Acaba yok mu—'
'Vardır,' diyen genç Emerald, koltuğundan kalkıp gitti.
Profesör Pardon, bana sordu: 'Siz, Rusya'da doğdunuz sanıyorum; adınız, Botkin ya da Botkine adlarının
değiĢtirilmiĢ biçimi olabilir mi?'
Kinbote: 'Beni Yeni Zembla'dan gelen bir sığınmacıyla karıĢtırıyorsunuz' [Alaylı bir biçimde 'Yeni' sözcüğünü
vurgulayarak].
Dostum Shade sordu: 'Kinbote sözcüğünün kral katili anlamına geldiğini bana söylememiĢ miydin, Charles?'
'Evet. Kral'ı yokeden demektir,' yanıtını verdim (kendi kimliğini sürgünlük aynasına gömen bir kral, bir bakıma
kral katilidir; bunu onlara açıklamak isterdim.)
Shade [Alman ziyaretçiye]: 'Profesör Kinbote, takma adlar üzerine ilginç bir kitap yazmıĢtır. Sanırım [bana] bu
yapıtın Ġngilizce çevirisi basılmıĢtı.'
'Oxford, 1956,' diye açıkladım.
Pardon sordu: 'Ama Rusça biliyorsunuz, değil mi? Yanılmıyorsam, geçen gün sizin konuĢtuğunuzu duydum o
kiĢiyle... Adı neydi.. Aman Tanrım' [dudaklarını güçlükle birle;,'adi]
208
Shade: 'Beyefendi, o adı ağıza almak, bizim için de güçtür' [gülerek].
Profesör Hurley: 'DıĢ lastiği sözcüğünün Fransizxa karĢılığını düĢünüyorum: punoo.'
Shade: 'Korkarım, güçlüğü patlattınız' [gürültüyle gülerek]. 'Sönük adam,' diye dalga geçtim. Pardon'a
dönerek sürdürdüm, 'Evet, Rusça biliyorum. Zembla sarayında ve soylular arasında en gözde dil, Fransızcadan
çok, Rusçaydı. Bugün, durum farklı elbette; artık aĢağı sınıflara Rusça öğretiliyor, zorla.'
ilerici profesör: 'Biz de okullarımızda Rusça öğretmeye çalıĢmıyor muyuz?'
O sırada genç Emerald, odanın öbür ucunda, kitaplığın raflarını araĢtırıyordu. Bulduğu resimli ansiklopedinin
T-Z cildiyle yanımıza gelerek, 'iĢte,' dedi, 'kral burada; ama gördüğünüz gibi, genç ve yakıĢıklı.' ('Ah, bu yeterli
değil,' diye Alman ziyaretçi yakındı.) Genç, yakıĢıklı, üniforması ise parlak renkli.' diye konuĢmayı sürdürdü
Emerald. 'Aslında parlak hercai menekĢe/148^
Ben, istifimi bozmadan ona, 'Siz de, ucuz yeĢil ceketli, iğrenç düĢünceli bir köpeksiniz,' dedim.
'Kötü bir Ģey söyledim mi ben?' Çevresindekilere soruyordu, Le-onardo'nun Son Yemek tablosundaki havari
gibi ellerini açarak.
Shade ortalığı yatıĢtırdı: 'Genç arkadaĢımız, sizin kral adaĢınızı aĢağılamak amacı gütmüyordu kesinlikle,
Charles.'
'istese de yapamaz zaten,' diye yumuĢak bir tavırla, iĢi Ģakaya döktüm.
'Gerald Emerald elini uzattı— bu el, Ģimdi, yazma anında da aynı durumda bekliyor.
895.—899.Dizeler : Ben ne kadar ağırsam... Bu basit, tiksindirici dizelerin yerine taslakta Ģunlar vardı: (895)
Yadsımıyorum, belli bir tutkunluğum var Parody'ye, aklın son sığınağı bu; 'Doğa didiĢmesinde, direnç üstün
geldiğinde Kurban sendeler, yengi kazanansa baĢaramaz.' (899) Evet, okuyucularım, Pope bu.
(148) «Hercai menekĢe» sözcüğü, «eĢcinsel» anlamına da gelir. —Çev.
209
922.Dize : yardımıyla Bizim Krem'in
Tam böyle değil.Sözkonusu reklamda krem değil, köpüklü bir madde kullanılıyordu traĢ için.
Bu dizeden sonra, 923.—930. dizelerin yerine, taslakta, üstleri çizilmiĢ olarak Ģu dizeleri buluyoruz:
Tüm sanatçılar, mutsuzluk çağı derler Doğdukları çağa; en kötüsü benim ki: Bir çağ ki, uzaybombaları,
uzaygemileri için Yabancı adlı bir dahiyi görevlendirir, Öküz herifin biri, birĢeyler yapar; Bir çağ ki, yanıltıcı
görüntüler ĢaĢırtır Aybilimciyi; bu gülünç çağda Dr Schweitzer, büyük bilge sanılır.'
Bu dizelerin üzerini çizen Ģair, onların yerine baĢka bir temayla ilgili dizeler yazdı, ama sonra onları da çizdi:
'ġairlerin yükseklerde uçtuğu Ġngiltere ġimdi onları yerde yürütmek ister Kanatlı esin atına saban çektirmek;
ġimdi bayağılıkları sanat diye yutturanlar, Haberci, baykuĢu andıran Aptal Ve çağımızın tüm Toplumsal
Romanları Kömür tozlarıdır yalnızca, sayfaların üstünde.' 929. Dize: Freud
Hayalimde yine, Ģairin çimenlere devrildiğini, yumrüklanyla otları döverken sarsıla sarsıla kahkahalar attığını
görüyorum; kendimi, yani Dr Kinbote'yi de görüyorum yeniden, sınıftan yürüttüğüm bir kitaptaki hoĢ
bölümleri, gözlerimden sakalıma akan yaĢlarla okumaya çalıĢırken. Bu kitap, Amerika Üniversitelerinde, evet,
Amerika Üniversitelerinde okutulan, psikanalizle ilgli bilimsel bir yapıt. Yazık ki cep defterimde, sözkonusu
bölümlerin yalnızca iki tanesi var:
«Bütün yasaklamalara karĢın parmağın buruna sokulması, ya da giysilerdeki iliklere sürekli biçimde
parmakların sokulması, cinsel açlık çeken kiĢilerin hayalgüçlerinin hiçbir sınır tanımadığını gösterir.» (Prof. C.
tarafından Ģu yapıttan aktarıldı: Psikanaliz Yöntemi, yazan Dr. Oscar Pfister, 1917, N.Y., sh. 79).
«Kırmızı BaĢlıklı Küçük Süvari söylencesinin Almanya'da yaygın olan biçiminde, kırmızı kadifeden küçük takke,
aybaĢı kanamasının
210
simgesidir.» (Prof. C. tarafından Ģu yapıttan aktarıldı: Unutulan Dil, yazan Erich Fromm, 1951, N.Y., sh. 240).
Bu soytarılar, öğretmeye çalıĢtıkları Ģeyin doğruluğuna gerçekten inanıyorlar mı?
934. Dize: büyük kamyonlar
Yöremizden sık sık 'büyük kamyonlar' geçtiğini gösteren motor sesleri duyduğumu anımsamıyorum.
Gürültülü otomobiller geçiyordu, kamyonlar değil.
937. Dize : YaĢlı Zembla Yorgun ve üzgün bir açıklamacıyım bugün. ġair, ölümünden az önce,yelmiĢ altıncı
kartın sol yanına, Pope'un insanlar Üzerine Deneme'sinin Ġkinci Bildirisi'nden bir dize aktarmıĢ; herhalde bunu
bir dipnot biçiminde belirtecekti. ġöyle: 'Grönland'da, Zembla'da ya da Tanrı bilir nerde' Hain, yaĢlı Shade'in,
Zembla hakkında, benim Zembla'm hakkında söyleyebileceği bu kadar mıydı? Anızlarını traĢ ederken?
Ġnanılmaz, inanılmaz.
959.—940. Dizeler : Ġnsanın yaĢamı
Bu özlü ifadeyi doğru anladımsa, Ģairimiz burada insan yaĢamının, büyük kapsamlı ve anlaĢılması güç ama
yarım kalmıĢ bir baĢyapıt için bir dizi dipnot olduğunu söylemek istiyor. 949. Dize : O sırada
Böylece John Shade, 21 Temmuz sabahı, yani yaĢamının son günü, son kart demelini (yetmiĢ yedinci karttan
sekseninciye kadar) kullanmaya baĢladı.Ġki sessiz zaman bölgesi birleĢerek bir adamın yazgısının kesin
zamanını belirlediler; New Wye'da Ģairin, New York'ta katilin, o sabah, her ikisini de yönlendiren Zaman
Hakeminin kronometresinin korkunç çmlayıĢıyla, aynı anda uyandırılmaları olanaksız değildir.
949, Dize : O sırada
O sırada adam, buraya gittikçe daha çok yaklaĢmaktaydı. Gradus'u, Paris'ten New York'a geldiği gece (20
Temmuz Pazartesi) ürkünç bir kasırga karĢılamıĢtı. Ekvator yağmurları gibi bir sağanak, binaların zemin
kaüarıyla metroyu basmıĢtı. Irmağa dönüĢmüĢ caddeler, üzerlerinde oynaĢan yansımalarla, kaleidoskopları
andırıyorlardı. Vinogradus, böyle bir ıĢık oyununu daha önce hiç gör-
211
memiĢti. Jacques d'Argus da öyle: Jack Grey bile (unutmamamız gereken bir kiĢidir Jack Grey!) Üçüncü sınıf
bir Broadway oteline kapağı atü; karnı yukarda, yalak örtülerinin üzerine, çizgili pijamasıyla yalıp uyudu; her
zamanki gibi, çoraplarını çıkarmadı; Ġsviçre'de bir Fin hamamına gittiği 11 Temmuz gününden beri, kendi
ayaklarını çıplak görmemiĢti.
ġimdi 21 Temmuzdu. Sabah saat sekizde New York'un güm-lemeler ve gümbürtülerle uyandırdığı Gradus,
pislikle dolu günlük yaĢamına, her zamanki gibi, sümkürmckle baĢladı. Geceleri bir karton kutuya koyduğu
olağanüstü iri ve vahĢi diĢ takımını buradan çıkarıp ağzına yerleĢtirdi; aslında çok zararsız bir insan olduğunu
belli eden yüzünün tek aksaklığı, bu diĢlerdi. Sonra evrak çantasından iki küçük bisküviyle, bunlardan daha
önceki bir zamandan kalma olduğu halde yine de taze, lezzetli, ufak bir sandviç çıkardı; bunları, cumartesi
gecesi Nice'ten Paris'e yaptığı tren yolculuğu boyunca niçin sakladığını kendisi de bilmiyordu; tulumlu bir
insan sayılmazdı (zaten Gölgeler, epeyce bir para vermiĢlerdi); ama Gradus, tutumlu yaĢamak zorunda kaldığı
gençlik yıllarının alıĢkanlıklarına hayvanca bir bağlılık gösteriyordu (bir tür içgüdü). Bu lezzetli Ģeylerle kahvaltı
yaptıktan sonra, yaĢamının en önemli gününe hazırlanmaya koyuldu. TraĢını dün olmuĢtu; alıĢkanlığı değildi
aslında. Hükümlülerinkini andıran pijamasını bavula koymayıp evrak çantasına tıkıĢtırdı, giyindi, çekelinin iç
yüzünden iĢlemeli akik bir tarak çıkardı, diĢlerinin arası dolmuĢ bu tarağı dik saçlarından geçirdi, keçeli
Ģapkasını özenle kafasına yerleĢtirdi, koridorun sonundaki helaya girerek zarif, modern, kokusuz lavaboda
hoĢ, modern sıvı sabunla iki elini de yıkadı, iĢedi, bir elini sudan geçirdi; kendisinin tepeden tırnağa tertemiz
olduğuna inanarak gezinmeye çıktı.
New York'u daha önce gezip görmemiĢti; ama kafası ağır iĢleyenlerin çoğu gibi o da yenilikleri kavramaktan
uzaktı. Önceki gece, bir sürü gökdelenin kat kat yükselen ıĢıklı pencerelerini saymıĢtı; Ģimdi birkaç binanın
daha yüksekliğini hesapladıktan sonra, artık bilinmesi gereken ne varsa hepsini öğrendiğini düĢünüyordu.
Kalabalık ve rutubetli bir büfede bir fincan dolusuyla yarım tabak kahve içti; sis mavisi sabahın kalan kısmını,
Merkez Parkı'nın batı yakasındaki ağaçlı yollarda kanapeden kanapeye, bir gazeteden öbür gazeteye
gitmekle geçirdi.
212
Ġlk okuduğu gazete, The New York Times oldu. Dudaklarını, kıvranan kurtlar gibi kımıldatarak, hemen hemen
bütün sayfayı okudu. HruĢçov (yaygın adlandırılıĢıyla KruĢçev), iskandinavya'ya yapacağı ziyareti ansızın
erlelemiĢti; çünkü Zembla'ya gidecekti (sözlerini önceden aktarıyorum: Vi nazivaete sebya zemblerami , siz
kendinizi Zembla'lı diye adlandırıyorsunuz, a ya vas nazivayu zemlyakami, ben de sizi taĢralı yoldaĢlarımız
diye adlandırıyorum! [Kahkaha ve alkıĢlar]). BirleĢik Devletler, atom enerjisiyle çalıĢan ilk ticaret gemisini
denize indirmeye hazırlanıyordu (Rusların canını sıkmak için, kuĢkusuz. J.G.). Dün gece Newark'ta, Güney
Caddesinde bir kasırganın 555 nolu apartmana çarpmasıyla bir TV alıcısı zarar görmüĢ ve Ģiddetli bir stüdyo
fırtınasında bir bayan sanatçının kaybolmasını seyreden iki kiĢi yaralanmıĢtı (Ģu acı çeken ruhlar ne korkunç!
C.X.K. tohumunun kabuğu J.S.). Brooklyn'deki Rachel Mücevher ġirketi, yayımlattığı bir duyuruda,
yakutların parlaülmasından anlayan birini arıyordu; bu kiĢi 'giysi mücevherleri konusunda deneyimli olmalıdır'
(ah, Degre öyleydi!). Helman kardeĢler, 11 000 000 dolarlık bir senedin ödenmesiyle ilgili görüĢmelerde
Decker Cam Fabrikası ġir-keti'ni desteklemiĢ olduklarını açıkladılar; borcun ödenme tarihi 1 Temmuz 1979'du;
Gradus, yeniden gençleĢerek, bunu iki kez okudu, belki de bu tarihten sonra altı bin dört yüz dört gün daha
yaĢayacağı biçiminde kırlaĢmıĢ bir düĢünce vardı kafasında (açıklama yok). BaĢka bir kanapede aynı gazetenin
pazartesi sayısını buldu. Beyaz At sokağındaki (Gradus, çok yakınına gelen bir güvercini tekmeledi) müzeyi
ziyaret etliği sırada Ġngiltere Kraliçesi, Beyaz Hayvanlar Sa-lonu'nun köĢelerinden birine doğru yürüdü, sağ
eldivenini çıkardı, kendisini seyreden bir sürü insana sırtını dönerek alnını ve bir gözünü ovaladı. Irak'ta Kızıl
yanlısı bir ayaklanma patlak verdi. New York'taki Sovyet sergisi için ne düĢündüğü sorulan Ģair Cari Sand-
bug'un yanıtını buraya aktarıyorum: 'Kendilerini en yüksek zihinsel düzeylerde tanıtıyorlar.' Turistlere yönelik
sıradan kitaplarla uğraĢan bir yayımcı, Norveç'le yaptığı geziyi değerlendirirken, fiyortların, kendisi tarafından
tanıtılmayı gerektirmeyecek kadar ünlü olduklarını belirtti, tüm Ġskandinavyalıların çiçek sevdiklerini de ekledi.
Her ulustan çocukların katıldığı bir kır eğlencesinde Zembla'lı bir yavrucak, Japon arkadaĢına Ģöyle bağırdı:
Ufgut, uf gut, velkam ut Semblerland! (HoĢça kal, Zembla'da görüĢelim!) Açıklamaktan çekinmiyorum: kısa bir
213
zaman yaĢayabilen yaratıkları *- ' bir omuzun arkasından incelemek, gerçeklen çok zevkli bir oyundu.
Jacques d'Argus yirminci kez saatine baktı. Elleri arkasında, bir güvercin gibi gezinmeye baĢladı. Broadway'de
bir lokantada lahana tur-Ģusuyla birlikle koca bir tabak yarı çiğ domuz eti, lastik gibi Fransız kızartmasından
iki porsiyon, üzerine de ham bir kavunun yarısını yedi. KiralamıĢ olduğum karanlık hücreden onu
seyrediyorum ĢaĢkınlıkla: iĢte orada, canavarca bir iĢe kalkıĢacak olan yaratık— iĢte baĢladı çiğ et yemeye
hayvanca bir mutlulukla! Bu harekeli sırasında, kafasındaki hayallerin ileriye dönük geliĢmesi, sanırım, durmuĢ
kabul edilmelidir, bütün olası sonuçların eĢiğinde; olası sonuçlardan biri, organı kesik bir yaratığın hayaletimsi
ayak burunlarıdır ya da satranç tahtasına eklenerek yayılan hayalet karelerdir, öyle ki boĢluğun üzerinden at-
layabilen bir at, gerçek karelerin son sırasında beklerken, satranç tahtasının ötesine ulaĢan bu hayalet
yayılmaları 'hisseder' ama bu yayılmalar, gerçek oyunda atın gerçek hareketlerini değiĢtirmez kesinlikle.
Güvercin yürüyüĢüyle geri döndü; Beverland Oteli'nde geçirdiği kısa ama hoĢ zaman için tam üç bin Zembla
kuronu ödedi. Deneyimleriyle beslenmiĢ öngörüsünün yanıltıcılığına kapılarak bavulunu ve —bir an
duraksadıktan sonra— yağmurluğunu, tren istasyonundaki emanetçinin pek de sağlam olmayan
güvenilirliğine bıraktı; bu eĢyalar, sanırım bugün de orada güvenlik içinde durmakladır; nasıl benim kıymetli
taĢlarla süslü krallık asam, yakut gerdanlığım, elmas kakmalı tacım, açıklamaya gerek görmediğim bir yerde
güvenlik içinde duruyorsa, öyle. Kaçınılmaz yazgıyı belirleyen yolculuğuna çıkarken yanına, Ģu bildiğimiz siyah
ve yıpranmıĢ evrak çantasını aldı yalnızca; içinde temiz bir naylon gömlek, kirli bir pijama, traĢ makinesi, tek
bir bisküvi, boĢ bir karlon kutu, parkta tümüyle okuyamadığı bir resimli dergi, eskiden metresi için yaptırmıĢ
oldğu bir lens ve yıllar önce kendi elleriyle bastığı, on kadar sendika kitapçığı (çoğaltılmıĢ olarak) vardı.
Öğleden sonra saat 2'de havaalanında olması gerekiyordu. Dün gece yer ayırtırken, New Wye kentine gitmek
için, daha önceki uçakta yer bulamamıĢtı; o zaman demiryolu listesini incelemiĢti, ama boĢuna.
(149) Gradus'un okuyup geçtiği gazetelerin haberlerindeki kiĢiler olabilir. —Çev.
214
Çünkü trenlerin hareketini gösteren listeyi, eĢek Ģakası yapmaktan hoĢlanan biri düzenlemiĢti besbelli;
aktarmasız bir tek tren vardı; içinde sarsılıp zıplayarak yol alan öğrencilerimizin adlandırmasıyla Kare tekerlek
olarak ünlenen bu tren, sabahleyin Saat 5.13'te kalkıyor, istasyonlarda zaman öldürüyor ve Exton'a ulaĢmak
için dört yüz millik yolu onbir saatte alıyordu. Kurnaz davranıp Washington üzerinden gitseniz bile, orada en
az üç saat, uyuĢuk banliyö trenini beklemeniz gerekiyordu. Otobüsler, Gradus'un ilgi alanının dıĢındaydr,
otobüs yolculuğunda rahatsızlandığı için kendisini Fahrmamine haplarıyla uyuĢturmak zorunda kalıyordu ki
bu da, onun amacını gerçekleĢtirmek istediği Ģu anda, çok sakıncalıydı. Aslında amacını pek sık aklına
getirdiği yoktu ya, neyse.
Gradus Ģimdi bize, uzayda ve zamanda, önceki kantolara göre daha fazla yaklaĢmıĢ bulunuyor. Kısa kesilmiĢ,
dik, kara saçları var. Yüzünün boĢ dikdörtgenine, gerekli öğelerin çoğunu yerleĢtirebiliriz, örneğin kalın
kaĢlarını, çenesinin siğilini. Cildi gergin ama sağlıksız. Yüzünün hemen hemen ortasında, biraz
hipnotizmacılarınkini andıran görme organlarını farkediyoruz. Kambur gibi duran, ucu yivli, hüzünlü burnunu
görüyoruz. Çenesinin madensel maviliğini, kesilmiĢ bıyığının yerinde kum gibi dağılan noktaları farkediyoruz.
ġimdiden onun bazı hareketlerini tanıyoruz; geniĢ gövdesiyle, kısa arkaayaklarıyla, bir Ģempanze gibi
yürüdüğünü biliyoruz. BuruĢuk giysisi hakkında yeterli bilgi edindik. En azından boyunbağını tanımlayabiliriz;
Onhava'daki eniĢtesi, giyim konusunda zevk sahibi bir kasaptı, boyunbağını Paskalya armağanı olarak
Gradus'a almıĢtı; , yapma ipekten, çikolota renginde, kırmızı çizgili olan bu bo-yunbağının ucu,
1930'lu yılların Zembla- modasına göre, gömleğin ikinci ve üçüncü düğmeleri arasına sokulurdu. Gradus'un
dürüst, kaba ellerinin üzeri iğrenç kara kıllarla kaplıydı; sendika-ötesi bir ustanın özenle temizlenmiĢ
elleriydi bunlar, iki baĢparmağı da bi-çimsizleĢmiĢti, avize yapanlarda görüldüğü gibi.Sonra, sanki
birdenbire, Gradus'un ıslak etini farkediyoruz. Bu kadarla da kalmıyoruz: Önden, ama oldukça tehlikesiz, bir
hayalet gibi onun içinden, uçan makinesinin parlak pervanesinin içinden, bize el sallayıp sırıtan delegelerin
içinden geçtiğimiz sırada,Gradus'un parlak al ve dut rengindeki iç organlarını görebiliyoruz, bir de içini
dolduran tuhaf, hafif kabarmıĢ denizi.
215
ġimdi daha fazla ilerleyebiliriz; bir doktora ya da bizi dinlemek isteyen herkese bu primatın^50) zihinsel
özelliklerini anlatabiliriz. Okuma, yazma, hesap yapma yeteneğine sahipti; az da olsa, kendi varlığına iliĢkin bir
bilinç (bunu nasıl kullanacağını bilmiyordu), biraz akıl, ama yüzleri, tarihleri saklayan güçlü bir bellek
bağıĢlanmıĢtı kendisine. Ruhsal gerçeklik açısından, bir varlık sayılmazdı. Ahlak açısından ise, uydurma bir
kiĢiyi izleyen baĢka bir uydurma kiĢiydi. Silahı gerçek bir silahtı, avı da son derece geliĢmiĢ insan türünden bir
canlıydı; ama bu gerçek, bizim olaylar dünyamızda yer alıyordu, onun dünyasında ise hiçbir yer tutmuyordu.
Size Ģunu bildireyim: 'Kralı' yok etme düĢüncesi, ona bir ölçüde zevk veriyordu. KiĢisel yetenekleri için
tuttuğumuz listeye, bu yüzden, onun kavramlar oluĢturma yeteneğini de eklemeliyiz; genel kavramlar
oluĢturmakla sınırlı bir yetenektir bu (Ģimdi hangisi olduğunu araĢtırma sıkıntısına katlanamayacağını baĢka
bir notumda da sözelmiĢlim bundan). Gradus'un aldığı sözkonusu zevk (benim kendisinde bunu yüksek
ölçüde belirlememe karĢılık) az, pek az bir tensel zevk olabilirdi; bir dev aynasının önünde adi bir
hcdonistW151) durup soluğunu tutarak yüzündeki koca sivilceyi iki yanından, iki baĢparmağıyla öldüresiye
bastınp içindeki yarı saydam, yılansı irini tümüyle dıĢarı (oh! diye bir rahatlama sesiyle birlikte) çıkarırken
duyduğu zevk kadar küçük olabilirdi Gradus'un zevki. Onun kimseyi öldürmemesi için, (belirgin bir geleceği
hayal etme yeteneğinin elverdiği kadar) kafasında kurduğu bu eylemden zevk almaması yetmezdi; ayrıca,
onun adalet anlayıĢını paylaĢan kiĢilerce kendisine önemli (iĢe bakın ki öldürmesini zorunlu kılar hale gelen)
bir ödev yüklenmesinden de zevk almaması gerekiyordu; ama öldürme iĢinde, o sivilce düĢmanının iğrenç
ürpertisine benzer bir Ģey bulmasaydı, bu ödevi kesinlikle kabul etmezdi.
Önceki notlarımdan birinde (Ģimdi bunun 171. dizeyle ilgili açıklama olduğunu biliyorum) 'otomatik
adam'ımızın hoĢlanmadığı Ģeyleri ve bunlara bağlı olarak güdülerini ele almıĢtım; ona bu adı taktığım sırada
kendisi, Ģimdiki kadar bedenselleĢmemiĢti, akıl kurallarını da Ģimdiki kadar çiğnemiyordu; kısacası, bizim
güneĢli, yemyeĢil, çimen kokulu Arcady'miz'den uzaktaydı o zamanlar. Ama yüce Tanrı, insanoğlunu öyle
hayran olunacak biçimde yaratmıĢtır ki onun, kendini,
(150) Primat; insanları ve maymunları kapsayan omurgalılar türü. -Çev.
(151) YaĢamda tek ahlak ilkesi olarak «zevk almayı» benimseyen kiĢi.—Çev.
216
çocuklarını savunma ya da yaĢamım sürdürme zorunluluğu dıĢında nasıl ve neden, kendi gibi bir insanı yok
etmeye kalkıĢtığını açıklamak için (bu düĢüncenin, Gradus'a sürekli bir insan statüsü bağıĢlamayı
gerektirdiğinin farkındayım) hiçbir güdü avcılığı ve akılcı araĢtırma, elveriĢli olmamaktadır; Gradus'un, Taç
davasında, kendisi hakkında verilecek son yargıda, ben diyorum ki, yalnızca silahının Ģarjörünü boĢaltmak
üzere Atlantik'in karĢı kıyısına yaptığı aptalca yolculuğu açıklamak için, onun tamamlanmamıĢ bir insan
oluĢunun yetersiz bir sebep olduğu hükmüne varılması halinde Ģunu kabul edebiliriz ki, doktor, bizim yarı-
insanımız aynı zamanda bir yarı-deliydi.
GüneĢe doğru uçmakta olan ufak, konforsuz uçağın içinde kendisini, New Wye Dilbilim Konferansına
gecikmeli giden delegelerin arasına sıkıĢmıĢ buldu. Bu delegelerin tümü, aynı yabancı dilin uzmanlarıydı; ama
hiçbiri bu dili konuĢamıyordu; konuĢmalar (yerinde büzülüp kalan katilin üzerinden aĢarak, kımıltısız yüzünün
dört yanından) Amerikan Ġngilizcesiyle yürütülüyordu. Ama bu sıkıntılı ortamın içindeki Gradus, karĢılaĢtığı
baĢka bir sıkıntının nedenini bulmaya çalıĢıyordu;uçaktan indikten sonra da kurtulamadığı bu sıkıntı,
çevresindeki tekdilcilerin gevezeliklerinden kat kat kötüydü. Rahatsızlığını, yemiĢ olduğu domuz eti, lahana,
kızarmıĢ patetes ve kavundan hangisine bağlayacağını bilemiyordu; bunları tek tek, bir kaç kez tatmıĢ; mide
sancıları açısından geçmiĢe dönük bir araĢtırma yapmıĢ, ama hepsinin eĢit ölçüde sancı verici olduğunu
bulmuĢtu. Benim saptamam Ģudur (doktorun bunu doğrulamasını isterdim): Fransız sandviçi, barsaklarda
Fransız kızartmasıyla, iki tarafa da yıkım getiren bir savaĢa tutuĢmuĢtu.
Saat beĢten sonra New Wye havaalanına indiler. Gradus iki kâğıt bardak dolusu taze, soğuk süt içti; masadaki
haritayı inceledi. Haritada, kıvranan bir mideyi andıran kampusun resmine küt parmağıyla hafifçe vurarak,
üniversiteye en yakın otelin adını görevliye sordu; yaya olarak Merkez Bina'dan (Ģimdiki adıyla Shade
Salonu'ndan) beĢ dakikalık uzaklıkta olan Kampus Olcli'ne arabayla gidebileceğini öğrendi. Oraya giderken
midesi karıĢtı, otele varır varmaz helaya koĢtu; içindekilerin sıcak bir sel gibi boĢalmasıyla rahatladı.
Pantolonunu çekip arka cebindeki ĢiĢliği kontrol etmiĢti ki bulantı ve sancı yeniden bastırdı; bir kez daha
pantolonunu aceleyle indirirken az kalsın arka cebindeki küçük Browning'i helanın derinliklerine kaçınyordu.
217
Kendi varlığıyla ve evrak çantasıyla güneĢin canını sıkmaya koyulurken de inlemesini, takma diĢlerini
takırdatmasını sürdürüyordu. GüneĢ ağaçların arasından renk renk benekler saçıyor, Üniversite Kasabası
öğrencilerle ve dilbilim toplantısı için gelen uzmanlarla cıvıl cıvıl kaynıyordu; bu kalabalığın içinde Gradus,
Amerikalı küçük öğrencilere yönelik Temel ingilizce kitapları satan ya da çeviri iĢinde herhangi bir insan ya da
hayvandan çok daha hızlı, akılalmaz çeviri makinelerinin pazarlamasıyla uğraĢan gezgin bir satıcı sanılabilirdi
kuĢku uyandırmadan.
Merkez Bina'da kendisini büyük bir hayalkınklığı bekliyordu: bugün kapalıydı. Çimenlere uzanmıĢ olan üç
öğrenci ona, Kitaplığa gitmesini önerdiler; üçü de parmaklarıyla, çimenliğin sonundaki binayı gösteriyorlardı.
Katilimiz, yorgun argın, oraya doğru yürüdü.
DanıĢma yerindeki kız, 'Onun ev adresini bilmiyorum,' dedi, 'ama Ģu anda kendisinin burada olduğunu
biliyorum. Kuzeybatıdaki üçüncü salonda bulursunuz kesinlikle, Ġzlanda Yapıtları salonunda. Kuzeye doğru
yürüyün [kalemini sallayarak], batıya dönün, sonra yine batıya; orada Ģeyi göreceksiniz [kalemiyle havada
çember çiziyordu— yuvarlak masa mı, yoksa yuvarlak raf mı?]— Ama, bir dakika, en iyisi Florence Houghton
Salonu'nu buluncaya dek dosdoğru batı yönünde gidin, oradan kuzeye dönün; böylece yolunuzu
ĢaĢırmazsınız.' [kalemi yeniden kulağına yerleĢtirdi].
Bir gemici ya da kaçak kral olmadığı için Gradus, gideceği yeri hemen ĢaĢırdı; raflı labirentte boĢuna
dolaĢtıktan sonra, çelik bir dolaptaki kartları kontrol eden ağırbaĢlı kütüphaneci anaya yaklaĢarak Ġzlanda
Yapıtları Salonu'nu sordu. Kadının yavaĢ ve ayrıntılı açıklamaları, kendisini çabucak, baĢladığı yere geri
götürdü (danıĢma yerine).
BaĢını ağır ağır sallayarak, kıza 'bulamıyorum,' dedi:
'Bulamadınız mı?' diye konuĢmaya baĢlayan kız, birdenbire iĢaret etti: 'A, bakın, iĢte kendisi orada!'
Salonun üzerindeki koridorda, uzun boylu, sakallı bir adam, hızlı bir asker yürüyüĢüyle doğudan batıya geçti,
dolabın arkasında kayboldu; ama Gradus onun, sağlıklı iri gövdesinden, dik yürüyüĢünden, yüksek kemerli
burnundan, düz alnından ve canlı kol sallayıĢlarından hemen anladı Sevgili Charles Xavier olduğunu.
Bizim iz sürücü, en yakın merdivene doğru fırladı— bir anda kendisini Eski Kitaplar Odası'nm büyülü
sessizliğinde buldu. Oda güzeldi,
218
ama hiçbir kapısı yoktu; gerçekte, kendisinin geçmiĢ olduğu perdeli giriĢ yerini ancak birkaç dakika sonra
yeniden görebilmiĢti. Kafasında bu kovalamacanın yarattığı ĢaĢkınlık, kamındaysa yinelenen o da-• yanılmaz
sancı; geri dönüp hızla üç basamak indi, sonra dokuz basamak yukarı fırladı, daire biçimindeki bir odaya
giriverdi o hızla, burada Havai gömleği giymiĢ, teni güneĢte yanmıĢ kel bir profesör, yuvarlak bir masanın
baĢına olurmuĢ, yüzünde alaycı bir ifadeyle Rusça bir kitabı okumaklaydı. Gradus, kendisine aldırmayan
adamın yanından geçti, uyuyan küçük beyaz köpeğin üzerinden sessizce atladı, sarmal merdivenleri
takırdatarak indi, mahzeni andıran bir yere ulaĢtı. Buradan, iyi aydınlatılmıĢ, boru döĢenmiĢ bir koridor onu
hiç ummadığı bir hela cennetine götürdü; su borusu döĢeyicileri ya dâ kaybolmuĢ üniversiteliler kullansın
diye yapılmıĢ olmalıydı. Bela okuyarak çarçabuk tabancasını, tehlikeli arka cebinden ceketine aktardıktan
sonra karnını ağrıtan cehennem sıvısının bir kısmını daha boĢaltarak rahatladı. Geldiği yerden yukarı tırmandı;
rafları aydınlatan tapınak ıĢığında, oranın görevlisi olan narin Hindu delikanlıyı gördü, elinde baĢvuru kartıyla.
Onunla hiç konuĢmuĢluğum yoktu, ama mavi-kahverengi gözlerini birkaç kez bana diktiğini hissetmiĢtim,
öğretim üyesi olarak kullandığım takma ad da kendisine yabancı değildi kuĢkusuz; ama delikanlının içinde
duyarlı bir hücre, bir sezgi teli, katilin sorusundaki hoyratlığa tepki gösterdi; beni olası bir tehlikeden korumak
istercesine genç Hindu, gülümseyerek Ģöyle dedi: 'Onu tanımıyorum, beyefendi.'
Gradus, bir kez daha, danıĢma yerine gitti.
'Çok kötü,' dedi kız, 'Onun Ģimdi buradan ayrıldığını gördüm.'
'Bozhe moy, bozhe moy! diye homurdandı Gradus, sinirleri bo-, zulduğunda böyle Rusça ünlemler kullanırdı.
Kız, 'adres defterinden onu bulursunuz,' diye Gradus'un önüne defteri sürdü; sonra kendisini karın ağrılanyla
baĢbaĢa bırakarak, elinde selefon kaplı kalın bir kitap bulunan bay Gerald Emerald'la ilgilenmeye koyuldu.
Ġnleyerek, ağırlığını bir ayağından öbürüne aktararak Gradus, defterin sayfalarını çeviriyordu; ama aradığı
adresi bulduğunda, oraya ulaĢma sorunuyla yüzyüze geldi.
Emerald sordu: 'Siz, Profesör Pnin'in yeni asistanı mısınız?"
'Hayır,' dedi kız. 'Bu adam, sanırım Dr Kinbote'yi arıyor. Siz, Dr Kinbote'yi arıyorsunuz, değil mi?'
219
'Evet, ama artık arayamam,' dedi Gradus.
'Öyle sanmıĢtım,' diye kız sürdürdü, 'Onun evi, bay Shade'inkine yakın mıdır, Gcrry?'
'A, elbette,' diyen Gerry, katile dönerek konuĢtu: 'Ġslerseniz sizi arabamla oraya götürebilirim. Yolumun
üzerinde.'
Bu iki karakter, yeĢil giysili adamla kahverengi giysili adam, konuĢtular mı arabanın içinde? Kim bilebilir?
KonuĢmadılar. Buna karĢın araba yolculuğu yalnızca birkaç dakika sürdü (güçlü Kramler'imle, yolculuğum
dört buçuk dakika sürdü).
'Sizi burada indirsem iyi olur,' dedi Bay Emerald. 'ġu yukarıdaki ev.'
Gradus'un, öbür adıyla Grey'in o anda neyi daha çok istediğini söylemek güç: Silahını boĢaltmak mı yoksa
barsaklanndaki bitmez tükenmez lavdan kurtulmak mı? Kapıyı aceleyle açmaya çalıĢırken, ona yardım etmek
üzere alçakgönüllü Emerald eğildi, onun üzerinden uzandı, sanki onunla bütünleĢti, kapıyı açtı; sonra kapıyı
hızla kapattı, vadide buluĢacağı bir yere doğru sürdü gitti. Okuyucularım, katille yaptığım uzun bir
konuĢmadan sonra kendilerine bildirmek yorgunluğuna katlandığım bütün bu ayrıntıların değerini
anlayacaklardır diye umuyorum; hele, polis tarafından sonradan yayılan söylenceye göre Jack Grey'in
Roanoke'tan ya da herhangi bir yerden baĢlayan yol boyunca kamyonla yalnız bir sürücü tarafından
götürülmüĢ olduğunu söylersem, okuyucularım bu ayrıntıların değerini daha iyi anlayacaklardır! Kitaplıkta ya
da bay Emerald'ın arabasında unutulan Ģapkanın yansız bir araĢtırmayla ortaya çıkarılacağını ummaktan
baĢka bir Ģey gelmiyor elimizden.
957. Dize : Gece Dalgalarının Sesi
Amerikalı Ģair Shadc'le ilk iliĢkimi oluĢturan Gece Dalgalarının Sesi'nden, küçük bir Ģiir geldi aklıma. Amerikan
Edebiyatı okutmanlığı yapan Boston'lu parlak ve sevimli delikanlı, bu ince ama hoĢ kitabı bana Onhava'da,
öğrencilik yıllarımda göstermiĢti. 'Sanat' baĢlığını taĢıyan sözkonusu Ģiirin ilk dizeleri, kıvrak ve latlı ezgileriyle
bana zevk veriyorlar; çok 'yüksek' Zcmbla kilisemizden içime damlayan dinsel duyguların üzerinde
titreĢiyorlar:
'Mamut avlayanlardan ve Odiseus'lardan
'Ve doğu büyülerinden
Ġtalyan tanrıçalarına
'Kollarında Flaman bebekleri taĢıyan.'
220
962. dize : Yardım et bana, Will. Solgun AteĢ(152)
Bu sözcükler, açıkça Ģu anlama geliyor: Shakespeare'in yapıtlarına bakayım da baĢlık olarak kullanabileceğim
sözcükler bulayım. Bulduğu, 'solgun ateĢ.' Ama Ģairimiz bunu Bard'ın hangi yapıtından dev-ĢirmiĢ olabilir?
Okurlarım bunu kendi araĢtırmalarıyla bulsunlar. Bende yalnızca Atinalı Timon'un ince bir cep kitabı biçiminde
basılmıĢ Zemblaca çevirisi var! Bu yapıtta, 'solgun ateĢ' anlamına gelebilecek hiçbir Ģey bulunmuyor
(bulunsaydı, benim Ģansım olağanüstü bir yaratık olurdu).
Zembla'da ingilizce öğretimi, bay Campbell'in döneminden önce yapılmıyordu. Conmal, Ġngilizceyi kendi
kendine öğrendi (sözlük ezberlemeye ağırlık vererek); 1880 yılında bunu baĢardığında henüz genç bir
adamdı; önünde bir söz cehenneminin değil, oldukça dingin bir askerlik mesleğinin kapıları açılmıĢ gibi
görünüyordu; ilk yapıtı (Shakespeare'in Sonnet'lerinin çevirisi) subay arkadaĢıyla tutuĢtuğu bahsin ürünüydü.
Ondan sonra, kılıcıyla subay giysisini temelli çıkarıp üniversite öğretim görevlilerinin cübbesini kuĢandı ve
Fırtına'mn hakkından geldi. Shakespeare'in yapıtlarını, ağır bir iĢçilikle yarım yüzyılda çevirmeyi baĢardı;
tümünü 'dze Bart' adı altında topladı. 1930 yılında ise, çağları delip geçmeye, Milton'u ve öbür Ģairleri
çevirmeye koyuldu. Son çevirisi, Kipling'in 'Üç Fok Avcısının ġiiri.' (ġimdi bu, Rus'un Yasası oldu, çelikle ve
silah atıĢıyla uygulanıyor.) Conmal, çekmiĢ olduğu Altamira hayvanları resimleriyle donatılmıĢ görkemli bir
tavanı olan yatak odasında ölümüne yatarken, son sayıklamasının son sözlerini söyledi : 'Comment dit-on
"mourir" en anglais?*• ' Güzel ve dokunaklı bir son.
Conmal'ın eksiklikleriyle alay etmek kolaydır. Büyük bir öncünün toyluğundan kaynaklanıyordu onlar. Kendisi,
kitaplığında gereğinden fazla yaĢamıĢtı, oğlanlarla gençlerin içindeyse gereğinden az. Yazarlar, dünyayı
görmeli, onun incirleriyle Ģeftalilerini toplamalı ve sarı fildiĢi kulede sürekli olarak düĢüncelere
kalmamalıdırlar; bir bakıma Shade de yaptı bu yanlıĢlığı.
Unutmamamız gereken bir Ģey var: Conmal, bu büyük görevine baĢladığında hiçbir Ġngiliz yazarı Zemblacaya
çevrilmemiĢti, Jane de Faun'dan baĢka (bu hanım romancının on cilt tutan yapıtlarından hiç-
(152) Bu konuda 39. dipnotumuza bakınız!—Çev.
(153) 'Ġngilizcede "ölmek" nasıl denir?'—Çev.
221
biri, tuhaftır ki, ingiltere'de bilinmiyordu); Byron'un Ģiirlerinin birkaç parçası, o da Fransızca çevirilerinden,
Zemblacaya aktarılmıĢtı, hepsi bu.
iri, tembel bir insan olan Conmal'ın tek tutkusu Ģiirdi; bu yüzden sıcak Ģatosundan ve armalı elli bin
kitabından pek seyrek ayrılmıĢtır. Onun, iki yılını yalakta okuyarak ve yazarak geçirdiği, böylece güç
topladıktan sonra ilk ve son kez Londra'ya gittiği, ama havanın sisli olması ve kendisinin ingilizce'den
anlamaması nedeniyle ertesi yıl yatağına geri döndüğü bilinmektedir.
ingilizce, Conmal'ın ayrıcalığı olduğu için, Shakspere çevirisi de, uzun yaĢamının büyük bölümünde kendisinin
dokunulmaz kalesi olarak kaldı. Saygıdeğer Dük, yapıtının soyluluğuyla ünlenmiĢti; onun aslına uygunluğunu
çok az kiĢi sorgulamaya kalkıĢtı. Bense, buna kalkıĢacak denli korkusuz olamadım. Acımasız bir öğretim üyesi
yaptı bunu, ama sonunda koltuğunu yitirdi; ayrıca Conmal, belki biraz yanlıĢ bir Ingilizceyle, yine de canlı bir
sonnet'de onu çok sert payladı. ġiirin ilk dizeleri Ģöyleydi:
'Ben köle değilim. Beni eleĢtiren köle olsun.
'Ben olamam. Shakespeare de istemezdi bunu.
'Resim öğrencileri yapsın resmini yaprakların.
'Ben, Ustayla birlikte sütun pervazını yapacağım!'
997.D/ze:atnallan
O çınlama seslerinin nereden geldiğini Shade anlayamadığı gibi ben de anlayamamıĢımdır. Yolun karĢı
tarafında, ağaçlı tepemizin alçak yamaçlarında oturan beĢ aileden hangisinin iki akĢamda bir at-nallarıyla
halka oyunu oynadığını bilmiyorduk. Ama Dulwich Te-pesi'nin akĢam korosuna, yani çocukların birbirlerini
çağırmalarından, evlerine çağrılmalarından ve çevrede nefret uyandıran bokser köpeğinin coĢkuyla sahibine
havlamasından oluĢan ses karmaĢasına, bu atnallarının tangırtısı, hüzünlü güzel bir ara müziği gibi katılırdı.
Güçlü arabamla kitaplıktan evime döndükten sonra hemen sevgili komĢumun ne yapmakta olduğunu
görmeye gittiğim o çok önemli, çok aydınlık 21 Temmuz akĢamında çevremi iĢte o madense! ezgi kuĢatmıĢtı.
Sybil'le, kasabaya doğru arabasını sürdüğü hırada karĢılaĢmıĢtım, bu da benim o akĢam için bazı umutlar
beslememe neden olmuĢtu. Size açıklayayım ki ben, karısı evden ayrılan genç bir adamın yalnız kalıĢını fırsat
bilen uyanık bir metres sayılsam yeriydi!
222
Ağaçların arasından John'un beyaz gömleğiyle ağarmıĢ saçlarım farkettim; 47-48. dizelere iliĢkin açıklamamda
sözettiğim sarmaĢıklı verandada, kendi deyimiyle Yuva'sında oturuyordu. Biraz daha yaklaĢmaktan kendimi
alamadım- ah, çıt çıkarmadan, ayaklarımın ucuna basarcasına; iĢte o zaman Ģairin yazmaktan çok,
dinlenmekte olduğunu gördüm ve hiç çekinmeden onun yuvasına ya da tüneğine doğru yürüdüm. Dirseğini
masaya, elini Ģakağına dayamıĢtı; yüz çizgileri çarpılmıĢ, gözleri nemli ve bulanıktı; kafayı bulmuĢ yaĢlı bir
cadıyı andırıyordu. Yerinden kımıldamadan, öbür elini havaya kaldırdı beni selamlamak için; eskiden beri
yaptığı bu hareket bu kez Ģairin dalgın olmaktan çok, umutsuz olduğunu gösterircesine beni çarptı.
'Esin perisi, size iyi davranıyor mu?' diye sordum.
'Çok iyi,' diye yanıtlarken eliyle desteklenmiĢ baĢını biraz eğdi:
'Olağanüstü bir iyilik ve eliaçıklık gösterdi. ĠĢte burada [muĢambanın üzerinde, kendisine yakın duran, karnı ĢiĢ
bir zarfı iĢaret ederek] ürünün hemen hemen tümünü toplamıĢ bulunuyorum. Birkaç küçük düzeltmeden
sonra [yumruğunu birden masaya indirerek] bitti demektir bu iĢ.'
Bir ucu kapatılmamıĢ olan zarf, içindeki kart destesiyle, bir tepeyi andırıyordu.
Hanımefendi yoklar mı?' diye sordum (ağzım kurumuĢtu).
'Buradan çıkmama yardım et, Charlie,' diye rica etti, 'Ayağım uyuĢmuĢ. Sybil, kulübünde yemek yemeye gitti.'
'Bir öneride bulunacağım,' dedim, titreyerek. 'Evimde yarım galon Tokay var. En sevdiğim Ģarabı en sevdiğim
Ģairle paylaĢmaya hazırım. Yemek olarak ceviz, iki iri domates, bir demet muz yiyeceğiz. Eğer 'bitmiĢ
ürün'ünüzü bana göstermeyi kabul ederseniz güzel bir Ģey daha sunacağım: Yapıtınızdaki temayı size niçin
verdiğimi, daha doğrusu kimin verdiğini açıklayacağım.'
Koluma yaslanmıĢ olan Shade, "Ne teması?' dedi dalgın dalgın; ayağı uyuĢukluktan kurtuluyor, o da
yürümeye çalıĢıyordu.
'Yokülkemiz mavi Zembla, kırmızı Ģapkalı Steinmann ve deniz mağarasındaki motorlu kayık, sonra...'
'Hah,' dedi Shade, 'Sanırım, senin gizini çoktan anlamıĢ bulunuyorum. Yine de Ģarabının tadına zevkle
bakacağım.Tamam, artık yürüyebilirim.'
223
Evinde kendisine sıkı bir içki kısalması uygulandığından, herhangi bir altın damlaya karĢı direnemeyeceğini iyi
biliyordum. Ġçe dönük baĢarılı bir atlayıĢ yaptım ve Ģairi, basamaklardan inmesini güçleĢtiren koca zarftan
kurtardım. Çimenliği aĢtık, yolun karĢı yanına geçtik. Klink-klank, atnallarının müziği geliyordu Gizemin
Kulübesi'nden. TaĢıdığım zarfın içindeki sert köĢeli ve lastikle bağlı dizin kartı destesinin katılığını
hissedebiliyordum. Ölümsüz imgelerin, karmaĢık düĢüncelerin ve konuĢan, ağlayan, gülen canlı insanlarla
dolu yeni dünyaların yazı denilen iĢaretlerle sergilenmesi mucizesine saçma bir hayranlık besliyoruz. Bunun
doğruluğundan hiç kuĢkulanmıyoruz; bu yüzden, ağaçta yaĢayan insandan Browning'e kadar, mağara
adamından Keats'e kadar Ģiirsel anlatım ve kurgunun aĢamalı geliĢme tarihini, çağların bu ortak örgüsünü,
saçma hayranlığımızın kaba hareketleriyle, bir bakıma söküp bozuyoruz. Bir gün hepimiz, uyandığımızda
kendimizi, okuma yeteneğimizden tümüyle yoksun kalmıĢ bulursak ne olacak? Yalnızca okuduğunuz Ģey
karĢısında değil, onun okunabilir ~ ' oluĢunun mucizesi karĢısında da soluğunuzun kesilmesini isterdim
(öğrencilerime bir zamanlar söylediğim gibi). Mavi büyüyle uzun zaman amatörce uğraĢtığım için,dünyadaki
tüm düzyazı yapıtlarının taklitlerini üretebilirim (ama ĢaĢılacak Ģeydir ki nazım türünden yapıtları taklit
edemiyorum— ben iyi bir Ģair taslağı değilim); bu taklit yeteneğime dayanarak kendimi gerçek bir sanatçı
saymıyorum elbette; ancak vurgulamam gereken bir özelliğim var: Ben, yalnız gerçek bir sanatçının
baĢarabileceği Ģeyi yapmaya yetenekliyim— unutulmuĢ esin kelebeğini yakalamaya çalıĢırım; sıradan Ģeylere
bağlılıktan kendimi kurtarırım; dünya denen ağı, bu ağın iplerini görürüm. Sol koltukaltımda taĢımıĢ olduğum
Ģeyi, dinsel bir tören yaparcasına elimde tutuyordum; bir an kendimi, anlatılmaz bir ĢaĢkınlık içinde buldum;
sanki dağlanıp yaralanmıĢ gökyüzünde, acı çeken ruhlar adına ateĢböceklcrinin okunabilir bir Ģifreyle
anlattıklarını çözmüĢ ya da bir yarasanın okunabilir biçimde yazdığı iĢkence öyküsünü okumuĢtum.
Tüm Zcmbla'yı kalbime sımsıkı bastırarak tutuyordum.
993.-995. Dizeler : Kara Vanessa
Shade'lc ikimiz, onun bahçesinden benimkine geçerken ardıçlarla çiçekli çalıların arasına daldığımız sırada,
Ģairin ölümüne bir dakika
1
(154) Bu paragrafın son tümcesine dikkat edilmelidir. —Çev.
kala, bir kızıl Amiral (270. dizeyle ilgili açıklamaya bakınız), renkli bir alev gibi, çevremizde baĢdöndürücü bir
hızla dönerek yaklaĢtı. AkĢamın gölgesi patikaya düĢerken alçalan güneĢin yapraklar arasında bulduğu
boĢluktan son ıĢıklarını göndererek kahverengi kumlan yaldızladığı yerde, Shade'lc ben aynı anda aynı adamı
farkedinceye kadar kelebek bir ya da iki kez görünüp yitti. Hızla uçarken güneĢ ıĢınları altında parlayan,
sönen, yeniden parlayan kelebek, gözlerimizden kaçıyordu; sanki bilinçli olarak korkutucu bir oyun
oynuyordu; sonunda, bundan zevk duyan arkadaĢımın koluna konarak oyunu durdurdu. Havalandı; bu kez
onu, bir defne ağacının çevresinde, kendinden geç-miĢcesine hızlı bir uçuĢa kapılmıĢ gördük; arasıra cilalı bir
yaprağın üzerine konup onun ortasındaki oluktan aĢağı kayıyordu, do-ğumyıldönümünde Ģimarıp trabzandan
kayan bir çocuk gibi. Sonunda gölgenin dalgası, defnelere ulaĢtı ve kadife-alev karıĢımı görkemli yaratığı
yuttu.
998. Dize : Bir komĢunun bahçıvanı
Bir komĢunun! Benim bahçıvanımı Ģair birçok kez görmüĢtü; burada açıkça belirtmemesini ben onun, bilinen
kiĢi ve Ģeyleri Ģiirselliğin örtüsüyle, belirsizliğin sisiyle kaplama tutkusuna bağlayabilirim ancak (adları
kullanacağı baĢka yerlerde de bu tutkusuna kapılmıĢtır) — Ģairin, zayıf ıĢıkta bahçıvanımı, bir yabancı için
çalıĢan baĢka bir yabancıyla karıĢtırmıĢ olması da güçlü bir olasılıktır. Bu yetenekli bahçıvanı ben, boĢ
olduğum bir bahar günü, rastlantıyla keĢfetmiĢtim; o gün,üniversitcnin içindeki yüzme havuzunda çıldırtıcı ve
utanç verici bir serüven yaĢadıktan sonra ağır ağır evime gidiyordum. Bahçıvan Appalachia'riın en ünlü
caddelerinden birinde, bir ağaca dayadığı merdivenin en üstünde oturuyor, ağacın hasta dalıyla ilgileniyordu.
Kırmızı pazen gömleğini çimenlerin üzerine atmıĢtı. O yukarıda, ben aĢağıda, biraz çekingen, konuĢtuk. Bütün
hastalarının, tek tek, hangi ülkeden geldiklerini bilmesi bende hoĢ bir ĢaĢkınlık yarattı. Bahar mevsimiydi;
Ġngiliz gezginlerin bir baĢtan öbür baĢa resmini çektikten sonra ayrıldıkları güzel ağaç sütunlarının arasında
yalnız biz kaldık. Bu ağaçların ancak birkaç türünü sayabileceğim burada: Jüpiter'in gürbüz meĢe ağacı ve
öbür iki türü: Ġngiltere'den getirilen gökgürültüsü ağacıyla bir Akdeniz adasından getirilen boğumlu ağaç;
hava tutan ağaçlarından bir sırr. (Ģimdi ıhlamur), bir anka ağacı (Ģimdi palmiye), bir çam, bir sedir (Cedrus),
hepsi de ada ağaçları; Venedik'ten gelen bir firavuninciri; iki söğüt, yeĢil olanı Venedik'ten getirilmiĢ olmalı,
224
225
beyaz yapraklısı Danimarka'dan; bir karaağaç, kabuklu parmaklarında sarmaĢık yüzükleri; insanı gölgesinde
oyalanmaya çağıran bir dut ağacı; bir palyaçonun mezarından alınmıĢ üzgün selvi ağacı (Arnavutluk
dolaylarından).
Bahçıvan, daha önce Maryland'da bir zenci hastanesinde, hastabakıcı olarak iki yıl çalıĢmıĢtı. BeĢparasizdı.
Bahçe düzenlemeciliği, bilkibilim ve Fransızca öğrenimi görmek ('Baudelaire ve Dumas'yı asıllarından
okumak') istiyordu. Onu parasal yönden destekleyeceğime söz verdim. Hemen ertesi gün, benim bahçemde
iĢe baĢladı. Çok sevimli, hüznüyle insanı etkileyen bir görünüĢü vardı; gelgeldim biraz fazla geveze ve
tümüyle güçsüzdü, bu beni umutsuzluğa düĢürüyordu. Aslında sırım gibi bir bedene sahipti; onu sabırla
toprağı iĢlerken, çimen döĢerken, özenle çiçek soğanları dikerken seyretmek bana estetik açıdan zevk
veriyordu. Bazan da patikaya taĢ döĢemekle uğraĢıyordu; bu, Ġngiltere'den güvenlik içinde döndüğü zaman
evsahibim için hoĢ bir karĢılama olabilir, belki de olmaz (umarım, orada kana susamıĢ manyaklar kendisinin
peĢine düĢmemiĢlerdir!). Onu (evsahibimi değil, bahçıvanımı) büyük bir sarıkja Ģalvar giymiĢ, ayağına halhal
takmıĢ görmeyi nasıl isterdim! Onu, eskidenberi hayallerde canlandırılan romantik Moritanyalı prens örneğine
göre giydirirdim kesinlikle, eğer kuzeyli bir kral olsaydım- daha doğrusu, krallığımı sür-dürseydim(sürgünlük,
zararlı bir alıĢkanlık oluyor). Kınayacaksın beni, alçakgönüllü adamım, bu açıklamamda senin hakkında bu
kadar çok Ģey yazdığım için; ama sana borcumu ödemeliyim böylece. Ne de olsa, benim yaĢamımı kurtardın.
Senle ben, John Shade'i hayatta gören en son kiĢileriz. Sen Ģairle birlikte geldiğimizi farkettiğin zaman tuhaf
bir önseziye kapılmıĢ, iĢini bırakmıĢtın; bizim, fundalıklardan yü-' rüyerek yaklaĢmakta olduğumuz verandada
duran kiĢi— (bu karanlık kiĢinin adını sen bana söylemiĢtin ama o uğursuz sözcüğü yazmaktan batıl
inançlarım alıkoyuyor beni.)
7000. Dize : [= 1. Dize : Gölgesiydim ben, mumkanat kuĢunun, öldürülmüĢ.]
Bütün iyi Amerikalılar gibi Shade, gömleğinin altına, tuhaf bir Ģey giyerdi; gömleğin tene yapıĢan yerlerinde
küçük pembe lekeler olurdu (sırtında). ġairi alçaktaki omuzunu kımıldatır, öbürünü yükseltirken, dağınık kır
saçlarıyla, buruĢuk ensesiyle, arka ceplerinin birinden sarkan parlak renkli mendiliyle, öbür cebinde ĢiĢkinlik
yapan cüzdanıyla, biçimsiz iri kalçalarıyla, oturduğu olların boyadığı haki pantolonuyla,
226
sürüyerek yıprattığı topuksuz ayakkabı larıy la, kısacası o günkü haliyle görür gibiyim. Benim önümde
yürürken baĢını arkaya çevirip hoĢ bir homurtuyla Ģuna benzer sözler söylüyordu: 'Hiçbir Ģeyin üzerinden at-
lamamalısın— tavĢan tazı oyunu değil bu,' ya da [irkilerek] 'Sah geceleri geçen Ģu kahrolası kamyonlar için
Bob Wells'e [belediye baĢkanı] yeniden yazmam gerekecek.1
Caddenin karĢı yanına geçip Goldsworth arazisine, oradan da taĢlı bir yola girmiĢtik; bu yol, bir çimenliğin
yanından tırmanıyor ve Dul-wich yolunu Goldswort'un ön kapısına bağlayan taĢlı patikayla birleĢiyordu.
Shade, 'Bir ziyaretçin var,' dedi.
Verandada kısa, tıknaz, siyah saçlı bir adam, kahverengi takım elbise giymiĢ, eliyle de eski, biçimsiz bir evrak
çantasını gülünç sapından yakalamıĢ, bize profilini gösteriyordu; kıvrık iĢaret parmağı, henüz bastığı zil
düğmesine yönelmiĢ kalmıĢtı.
'Öldüreceğim onu', diye mırıldandım. Yakın zamanlarda, baĢlıklı bir kız, elime bir tomar dinsel kitapçık
tutuĢturmuĢ ve sinir hastası bir genç olduğunu sandığım erkek kardeĢinin, benim evime gelerek Tanrının
iradesi konusunu görüĢeceğini, kitapçıklarda anlamadığım Ģeyler çıkarsa onları bana açıklayacağını
söylemiĢti.. Gençlik iĢte!
'Ah, öldüreceğim onu,' diye yineledim fısıltıyla Ģiirin —esrik edici akıĢının kesintiye uğratılabileceğini
düĢünmek, öylesine katlanılmaz bir Ģeydi. Davetsiz konuğu uzaklaĢtırmak için öfkeli bir acelecilikle Shade'in
önüne geçtim; Ģair, kendisine suacağım içkiye ve açıklamaya doğru paytak paytak yürümüĢtü önümde o ana
dek.
Daha önce Gradus'u hiç görmüĢ müydüm? Durun düĢüneyim. Evet mi? Belleğim, baĢını iki yana sallıyor.
Amaıiaha sonraları katil, bana, bir, zamanlar kulemden Sarayın bahçesine baktığım sırada kendisini eski
uĢaklarımdan bir gençle birlikte seradan, cam yataklar içinde bitkileri atlı bir arabaya taĢırken gördüğümü ve
kendisine el salladığımı söylemiĢtir, yine de ziyaretçi, bize doğru dönerek donuk ve birbirine yakın yılan
gözleriyle bizi yerimize mıhladığında ben, onu tanımanın ürpcrlisiyle öyle sarsıldım ki yatağımda düĢ görüyor
olsaydım hay-kırarak uyanırdım.
Sıktığı ilk kurĢun, yazlık siyah ceketimin kol düğmesini kopardı, ikincisi kulağımın yanından vınladı geçti.
Onun, arkamda duran kır bukleli beyefendiye niĢan aldığını, beni hedeflemediğini öne sürmek, büyük bir
akılsızlık olur (beni kitaplıkta yeni görmüĢtü - tutarlı olalım,
227
beyler, her Ģeye karĢın bizimki akla uygun bir dünyadır). Ah, bana niĢan alıyor, ama her seferinde ıskalıyordu,
kurtulamadığı sakarlığıyla. Bense arkadaĢıma siper olup bağırarak, güçlü kollarımı açarak (sol elimde Ģiiri
tutmayı sürdürerek, Matthew Arnold'un deyiĢiyle (1822 -1888) 'dokunulmaz gölgeyi^155^ bırakmaksızın') o
çılgın herifin yaklaĢmasını engellemeye, John'u korumaya çabalıyordum, çünkü sakarlıkla sıkılacak bir
kurĢunun onu rastlantı sonucu öldürmesinden korkuyordum. O sırada canım arkadaĢım beceriksiz John, okul
çocuklarının fırlattığı kayalardan felçli kardeĢini kurtarmaya çalıĢan zavallı topal bir oğlanın özeniyle beni
tutup peĢinden götürmeye, bel bağladığı defnelerin koruyuculuğuna doğru sürüklemeye uğraĢıyordu.
Hissettim - yine hissediyorum - benim elimi yakalamaya çalıĢan John'un elini, parmaklarımı arayıp sonunda
bulan parmaklarını, yüce bir bayrak koĢusunda hemen yaĢam değneğini bana aktarmak istercesine elime
teslim olan elini.
Beni ıskalayan bir mermi onu yandan vurup kalbine girdi; arkamda olduğu için çabalarımı boĢa çıkardığı gibi
dengemi de bozdu; aynı anda, yazgının bu saçma oyununu bitirmek üzere bahçıvanım, elindeki beli arkadan,
silahlı Jack'ın kafasına var gücüyle indirip onu yere devirdi. Katilin elinden düĢen silahı, kurtarıcımız kaptı;
ayağa kalkmama yardım etti. Kuyruksokumumla sağ bileğim, kötü incinmiĢti ama Ģiir kurtulmuĢtu. John ise,
beyaz gömleğinde kırmızı bir leke, yüzükoyun yere serilmiĢti. YaĢadığından umutluydum yine de. Deli,
verandanın basamağına oturmuĢ, ĢaĢkınlık içinde kanlı elleriyle kanlı kafasını tutuyordu. Onu bahçıvanın
gözcülüğüne bırakarak eve koĢtum; paha biçilmez zarfı helada yığılı duran kız ayakkabılarının, kürklü kar
çizmelerinin, beyaz lastik .çizmelerin altına sakladım; beni sihirli Ģatomdan dıĢarı ve Zembla'mdan bu
Arcady'ye iletmiĢ olan gizli geçidin ağzıydı sanki hela; çıktım. Telefonda 11111 numarayı aradıktan sonra bir
bardak suyla cinayet sahnesine geri döndüm. Zavallı Ģair, Ģimdi sırtüstü yaüyordu, aydınlık akĢamda göğün
maviliğine açılmıĢ ölü gözleriyle. Silahlı bahçıvan, yaraladığı katilin yanına oturmuĢtu; basamakların üzerinde
sigara içiyorlardı. Katil, ya acı çektiğinden ya da yeni bir rol oynamaya karar verdiğinden, beni unutmuĢ
gibiydi; sanki ben, Onhava'nın Tessera Meydanı'nda, taĢtan bir at üzerinde taĢtan bir kraldım; ne olursa olsun,
sonuçta Ģiir kurtulmuĢtu.
(155) Gölge (shade) aynı zamanda Ģairin soyadıdır.— Çev.
228
Basamakların yakınındaki saksının yanına bıraktığım bir bardak suyu bahçıvan aldı, katille paylaĢtı, sonra
zemin kattaki helaya kadar ona eĢlik etli; polisle birlikte hastane arabası geldi o anda. Katil, adını Jack Grey
olarak bildirdi; sürekli bir oturma adresi yoklu, Katil Deliler Bakımevi'nin dıĢında; ici^56^ sadık köpeğin hiç
ayrılmadığı, tek oturma adresidir aslında; polis de onun buradan yeni kaçmıĢ olduğunu düĢünüyordu.
'Bizimle gel, Jack, Ģu kafana bir Ģeyler sokacağız senin.' Bir aynasız, sakin ama kasıtlı biçimde böyle
konuĢurken ölünün üzerinden atlıyordu; iĢle o korkunç anda Dr Sutton'ın kızıyla Sybil Shade'in içinde
bulunduğu araba kapının önüne yaklaĢıyordu.
Bu kargaĢalık gecesinde Ģiiri, Goldsworth'un dört perisinin çizmelerinin altından benim siyah bavulumun
sağlam koruyuculuğuna aktarmama olanak veren bir an bulabilmiĢtim; ama hazinemi gözden geçirmek için
en güvenli anı ancak Ģafak sökerken buldum.
Shade'in, Zembla Kralı hakkında destansı bir Ģiir yaratmakta olduğuna nasıl sarsılmaz ve nasıl aptalca bir
inanç beslediğimi hepimiz biliyoruz. Beni bekleyen büyük hayalkınklığıyla karĢılaĢmaya hazırız artık. Ah,
kendisini tümüyle bu temaya adayacağını ummamıĢtım aslında. Bu temaya, kuĢkusuz, kendi yaĢamından
parçalarla bazı Amerikan malları karıĢtırabilirdi; ama Ģiirinde, kendisine anlattığım krallığımın benzersiz
atmosferinin yer alacağından bir an bile kuĢku duymamıĢtım. Güzel bir Ģiir baĢlığı da önermiĢtim ona; benim
için hiçbir anlam taĢımayan Solgun AteĢ yerine, kitaplığımda bulunan ve kendisinin sayfalarını keseceği bir
kitabın adını, Ģiirine baĢlık yapmasını istemiĢtim: Solus Rex.^51^ ġiiri okumaya baĢladım. Gittikçe ' hızlanarak
okuyordum. YaĢlı bir yalancının vasiyetnamesini öfkeyle okuyan genç bir mirasçı gibi çabuk ve söylenerek,
baĢtan sona okudum. Nerdeydi benim günbatımında yükselen kalemin siperleri? Güzel Zembla'm nerdeydi?
Sıradağları nerde? Sisin içinde ülkemin uzun titreyiĢleri nereye gitti? Ve sevimli çiçek oğlanlarım, ve
pencerelerde yansıyan yedi renk, ve Kara Gül Bekçilerim, ve bütün olağanüstü öyküm, hani? Hiçbiri yok! Bir
hipnotizmacı sabrıyla, bir aĢık baskısıyla Ģairin kafasına yerleĢtirdiğim karıĢım, olması gereken yerde
(156) Burası.—Çev.
(157) Yalnız Kral.—Çev.
229
!|
yoktu. Ah, acım anlatılır gibi değil! Çılgınca, tutkuyla yaratılmıĢ bir destan beklerken, ne geçmiĢti elime? Esas
olarak Ģairin kendi yaĢamını konu edinen, Appalachia bölgesini yer olarak seçen ve Pope'un kullandığı veznin
yeni bir biçimiyle yazılmıĢ, eski türden bir yapıt; güzel yazılmıĢ olduğu kuĢku götürmez elbette; Shade, güzel
yazardı her zaman; ama Ģiiri, benim engin ve büyülü çılgınlığımın akıĢından yoksundu; ben iĢte bu akıntının,
Ģiiri bir baĢtan öbür baĢa geçeceğine ve onu zamanının ötelerine ulaĢtıracağına inanmıĢtım.
Kafamı ağır ağır topladım; Solgun Atefı yeniden, daha dikkatli okudum. ġiiri, ilk okuyuĢumdakinden daha az
beğeneceğimi sanırken aksine, daha çok beğendim. Neydi sebebi? Neydi o uzaktan belli belirsiz gelen müzik,
havadaki hafif renklenmeler? ġiirin orasında burasında, özellikle, evet özellikle bazı dizelerin farklı
biçimlerinde aklımın yankılarını ve parıltılarını, geçip giden görkemimin arkada oluĢturduğu dalgalan
keĢfediyordum. ġiire, acımayla karıĢık bir sevecenlik göstermeye baĢlamıĢtım. Sanki sahip olduğumuz dönek
bir genç yaratık, siyah bir dev tarafından kaçırılıp hoyratça sevildikten sonra Ģimdi salonumuzun ya da
bahçemizin içinde yeniden güvenliktedir ve seyislerle ıslık çalmakta, evcil fokbalığıyla yüzmektedir. Onur
yarası ağrımaya devam eder, ağrıması da gerekir, ama biz tuhaf bir gönül borcuyla o ağır, ıslak gözkapaklarını
öperiz, o kirletilmiĢ eti okĢarız.
ġiirle ilgili, Ģimdi okuyucularımın ellerinde tuttukları açıklama notlarım, kaynağı bende olan o yankıları ve ateĢ
titreĢimlerini, ve solgun fosfor parıltılarını, ve Ģairin farkında olmadan benden aldığı her Ģeyi bulup gösterme
giriĢimimin ürünleridir. Bu notların bazılarında belki sert bir ifade var— ama haklı yakınmalarımı kamuoyuna
duyurmamak için elimden geleni yaptım notlarımda. Burada ek bir açıklama yaparken amacım, gazetecilerin
ve ölüm yazılarında Ģairin 'arkadaĢları' diye kafadan uydurulan kiĢilerin, kasıtlı biçimde, Shade'in ölümüyle
ilgili olayları yanlıĢ yansıtarak yaptıkları kaba, katilce saçmalamalardan yakınmak değildir. Onların bu olaylarla
benim aramda kurdukları bağlantıyı ben, engerek zchiriyle güçlendirilmiĢ gazeteci acımasızlığı olarak
değerlendiriyorum. Ġyi biliyorum ki bu açıklamalarımı ya-yımlattığtm zaman çoğunu, asıl suçlu sayılması
gereken kiĢiler ellerinin tersiyle iteceklerdir. Kocası tarafından 'her Ģey kendisine gösterilmiĢ olan' bayan
Shade, sözkonusu farklı dizelerin yine kocası la-
230
rafından kendisine gösterildiğini anımsamayacaktır. Çimenlere uzanmıĢ üç öğrenci, birdenbire belleklerini
yitireceklerdir. Kitaplık'taki danıĢma görevlisi kız, cinayet günü Dr. Kinbote'yi soran adamı anımsamayacaktır
(çünkü kendisine anımsamaması söylenecektir). Yine biliyorum; bay Emerald, memeli bir öğrencinin esnek
güzelliği üzerinde yaptığı incelemeyi kısa keserek, kıĢkırtılmıĢ erkekliğinin gücüyle yadsıyacaktır o akĢam
arabasıyla benim evime birisini götürmüĢ olduğunu. Yani bireysel varlığımın, değerli arkadaĢımın acı sonuyla
iliĢkisini koparmak için elden gelen her Ģey yapılacaktır.
Ama az da olsa öcümü almıĢ bulunuyorum: kamuoyunun yanlıĢ anlayıĢı, Solgun AteĢ'i yayımlama hakkını
kazanmama dolaylı yoldan yardım etmiĢtir. Benim dürüst bahçıvanım, gördüğü olayı herkese heyecanlanarak
anlatırken bazı konularda yanılıyordu; yine de olaydaki 'kahramanlığımı abartması, takma adıyla Jack Grey'in
bilinçli olarak Shade'e niĢan aldığını söylemesi kadar yanlıĢ değildi; ama Shade'in dul eĢi, hiç
unutamayacağım bir sahnede katille hedefi arasına 'kendimi fırlatmıĢ' olduğum düĢüncesiyle öyle etkilendi ki
ellerimi sıkarak bağırdı: 'Böyle Ģeylerin karĢılığı ne bu dünyada ödenebilir, ne öbür dünyada.' ġu 'öbür dünya',
inanmayan kiĢinin kötü talihine yakalanmasıyla gerçekleĢir; bunu bir yana bırakıyorum ve iĢin doğrusunu
açıklamamaya karar vererek diyorum ki: 'Ah, yine de bir karĢılık ödenebilir, sevgili Sybil. Senin gözünde, küçük
bir istek sayılabilirse de... Shade'in son Ģiirini basıma hazırlama ve yayımlama hakkını bana vermeni istiyorum.'
Bu hak hemen bana verildi; yeni ağlamalar, yeni kucaklamalarla; ertesi gün de, hızlı bir küçük avukata
hazırlattığım anlaĢmaya imzasını bastı. Bu güzel üzgünlük anını çok çabuk unuttun, sevgili kız. Ama Ģunu
unutmamanı isterdim: hiçbir kötü amaç gülmedim ben; ayrıca, bütün entrikalara ve alçaklıklara karĢın John
Shade, sanırım bu açıklamalarımdan pek rahatsız olmayacaktır.
Bu alçakça düzenler yüzünden, insanların soğukkanlılıkla (birdenbire haykırarak bana saldırmalarına meydan
vermeyecek biçimde) bu trajedideki gerçeği görmelerini sağlamaya çalıĢtığım sırada, karabasanımda bazı
güçlüklerle karĢılaĢtım^ ). Bu trajedide ben, bir rastlantı tanığı' değildim; aksine, baĢlıca, en büyük (yazık ki öl-
(158) Bu romandaki olaylar, bir karabasanın ürünü olmasın sakın? — Çev.
231
dürülemez olmayan) kurbandım. Bu gürültüler, yeni yaĢamımı etkileyerek sona erdi, bu basit dağ kulübesine
taĢınmamı gerektirdi; ama ben, cezaevine konmasından hemen sonra tutukluyla bir görüĢme, belki de iki
görüĢme yapmayı baĢardım. ġimdi, evimin verandasında yüzü kan içinde otururkenki haline göre daha aklı
baĢındaydı; bana bilmek islediğim her Ģeyi anlattı, iĢlediği iğrenç suçu - tımarhaneden kaçmıĢ Jack Grey
kimliğine bürünerek polisi ve halkı (aynı zamanda, kendisini buraya gelmesini buyuran kiĢiyle karıĢtıran
Shade'i) aldattığını itiraf ettirmek için onu, yargılanması sırasında yardımcı olabileceğime inandırmıĢtım. Ama
beklenmedik bir aksilik oldu: birkaç gün sonra, çöp sepetinden ele geçirdiği bir jiletle gırtlağını keserek
adaletin gerçekleĢtirilmesini önledi. Öldü. Kendisini öldürmesinin nedeni, bu öyküdeki rolünü oynadıktan
sonra arlık gereksiz bir varlığa dönüĢtüğünü görmesi değildi; bu son beceriksizliğiyle, baĢarısızlıklarına taç
giydirmesiydi: öldürmesi gereken kiĢi önünde dikilirken o, tutup yanlıĢ kiĢiyi öldürmüĢtü. Yani onun yaĢamı,
kurmalı bir oyuncağın motorunun durmasıyla sona ermedi; insana özgü umutsuzluğun zorunlu kıldığı bir
hareketle tükendi. Bu kadar yeter. Jack Grey sahneden çıkar.
New Wyc'da, bir daha dönmemek umuduyla ayrılmadan önce geçirdiğim o korkunç haftayı, ürpermeden
anımsayamıyorum. Pırıl pırıl hazinemden beni hırsızlar yoksun bırakacaklar diye sürekli bir korku içinde
yaĢadım. Belki bazı okuyucularım, öğrendiklerinde gülecekler ama ben anlatacağım yine de: ġiiri telaĢ ve
korkuyla siyah bavulumdan çıkarıp evsahibimin çalıĢma odasındaki boĢ çelik kutuya kapattım önce; birkaç
saat sonra çıkardım; uzun zaman giydim onu sanki; yani doksan iki tane dizin kartını bireysel varlığımın
üzerine yaydım: yirmi tanesi ceketimin sağ cebinde, bir o kadarı sol cebinde, kırklık bir tomarı sağ mememin
üzerinde, dizelerin değiĢik yazılmıĢ biçimlerini içeren çok değerli on iki tanesi ise en içteki sol göğüs cebimde.
Kendi kendime kadın iĢi yapmayı öğrenmiĢ olduğum için talihime Ģükrediyordum; çünkü ceplerimin
dördünün de ağızlarını dikmeyi baĢarmıĢtım. Böylece, dikkatle adım atarak, aldattığım düĢmanların arasında
dolaĢıp duruyordum, Ģiirle zırhlanmıĢ olarak, uyaklarla silahlanarak, bir baĢka adamın dcstanıyla yiğitleĢerek,
kartonla desteklenmiĢ olarak, en sonunda kurĢun iĢlemez bir varlık haline gelerek.
232
Yıllarca önce - kaç yıl olduğunu söylemeye istek duymuyorum hiç— yetiĢkin bir insan gibi uykusuzluk
hastalığı çeken allı yaĢında küçük bir adam olan bana, Zemblalı hastabakıcımın Ģöyle dediğini anımsıyorum:
'Minnamin, Gut mag alkan, Pern dirslan' (küçüğüm, Tanrı acıktırır, Ģeytan susatır). ġimdi ey ahali, bu güzel
salonda birçoğunuz, sanırım en az benim kadar aç ve susuz; burda dursam iyi olur arlık, ey ahali..
Evet, dursam iyi olur. Açıklamalarımla birlikte varlığım da tükenmek üzere. Sayın baylar, çok acı çektim ben;
hiçbirinizin düĢünemeyeceği kadar çok acı. Yüce Tanrının kutsaması, zavallı yurttaĢlarımın üzerinden eksik
olmasın, iĢim sona erdi. ġairim öldü.
'Peki sen, sen kendin ne yapacaksın, zavallı kral, zavallı Kinbote?' diye soruyordur belki de kibar, genç bir
insan sesi.
Bu yapıttaki öbür iki karakterin kaderini paylaĢmak tutkusundan kurtulmam için Tanrı bana yardım edecek;
inanıyorum buna. Var olmayı sürdüreceğim. BaĢka gizlenme yollarını, biçimlerini deneyebilirim; ama var
olmaktan vazgeçmeyeceğim. BaĢka bir kampüste yeniden ortaya çıkabilirim yaĢlı, mutlu, sağlıklı, cinsel açıdan
karĢı cinse ilgi duyan bir Rus, sürgünde bir yazar olarak; ünsüz, geleceksiz, dinleyicisiz; sanatından baĢka Ģeyi
olmayan bir insan. Yeni bir filmde Odon'la güçbirliği yapabilirim: Zembla'dan KaçıĢ (saraya top mermisi, saray
bahçesine bomba). Tiyatro eleĢtirmenlerinin ilkel beğenilerini karĢılamak üzere bir oyun, o kötü
melodramlardan bir tane ko-tarabilirim, üç ilkeye bağlı kalarak: bir deli (düĢte var olan bir kralı öldürmek
istemektedir), baĢka bir deli (kendisini o kral olarak düĢlemektedir) ve seçkin bir yaĢlı Ģair (ayağı takılarak
savaĢ alanına düĢüverir, düĢsel iki varlığın çarpıĢmasıyla yokolur). Oh, çok Ģey yapabilirim! Öykünün geliĢimi
izin verirse, yelken açabilirim yeniden elegeçireceğim krallığıma doğru; hıçkırıklarla selamlayabilirim ülkemin
kurĢuni kıyılarını, yağmur allında hafifçe parlayan bir çatıyı. Bir tımarhaneye tıkılmıĢ, haykırıp yakınıyor
olabilirim. Ama ne olursa olsun, sahne nereye kurulursa kurulsun, adamın biri, Ģimdilik epey uzakta, bir bilet
satın almakta; otobüse, gemiye, uçağa binmekte; karaya ayak basmıĢ bulunuyor, bir milyon fotoğrafçıya
doğru ilerliyor; Ģimdi kapımı çalacak - daha iri, daha saygın, iĢinde daha becerikli bir Gradus.
233
DtZĠN
f talik olarak dizilen sayılar, dizelerin
ve onlarla ilgili açıklamaların numaralarıdır. G,K£ büyük harfleri ise
bu açıklamalardaki üç baĢkiĢiyi
simgelemektedir,
A., Baron, Oswin Affengin, son Aff Baronu, önemsiz bir hain, 286.
Acht, iris, tanınmıĢ kadın sanatçı (ölümü 1888'de), tutkulu ve etkili bir kadın, Üçüncü Thurgus'un gözdesi, 130.
Resmi açıklamalara göre, intihar etmiĢti; ama resmi olmayan bilgilere göre, aktör dostu tarafından kıskançlık
sonucunda kendi odasında boğulmuĢtu (Ģimdi doksan yaĢında olan bu adam, Gölgeler (bk.) grubunun en
yaĢh,ve en alt üyesidir.)
Alfın, Kral, takma adı Belirsiz, 1873-1918, tahta oturuĢu 1900'de; K.'nin babası; kibar, dalgın bir kral; en çok
otomobillerle, uçan makinelerle, denizmotorlanyla, bir zaman da deniz kabuklanyla ilgilenirdi. Uçak kazasında
öldü,77.
Andrronnikov ve Niagarin, gömülü hazineyi arayan iki Sovyet uzmanı, 130, 681, 741; Tacın Mücevherleri'ne
bakınız.
Arnor, Romulus, Zemblalı Ģair ve yurtsever, 1914-1958; aktarılan Ģiiri 80. AĢırılar tarafından idam edildi.
Aros, Zembla'da güzel bir kent, Conmal düklüğünün baĢkenti; bir zamanlar buranın belediye baĢkanı, Sayın
Ferz ('satranç kraliçesi') Bretwit idi; kendisi Oswin Bretwit'in (bk.) büyükamcasınm kuzeniydi, 149,286.
B., Baron, Baron A.'nın tasarlanmamıĢ kayınbabası ve Bretwit (bk.) ailesinin, hayal ürünü eski dostu, 286.
235
Bera, yarımadayı uzunlamasına bölen sıradağlar, parıltılı do-ruklarıyla, gizemli geçilleriyle ve güzel bayırlanyla
ünlüdür, 149.
Blawick, Mavi Koy, Zembla'nın batı kıyısında hoĢ bir dinlenme yeri; gazino, golf alanı, deniz ürünleri lokantası,
kiralık de-nizmotorları, 749.
Blenda, Kraliçe, kral'ın annesi, 1878-1936; yönetime 1918'de baĢladı, 71.
Boscobel, yazlık sarayın bulunduğu yer, güzel, çamlık ve kum te-pecikleriyle kaplı, Batı Zembla'da bir bölge;
yumuĢak çukurlukları, yazarın birçok aĢk anısıyla dolu; ġimdi (1959) bir 'çıplaklar kolonisi' -nasıl bir Ģeyse
149,596.
Botkin, V., Rus asıllı Amerikalı bilgin, 894; king bot (kral kurtçuk), soyu tükenmiĢ bir sineğin kurtçuğu,
mamutların iç organlarında erginleĢirdi, sonunda onların yeryüzünden silinmesine neden oldu, 247; boltekin
yapımcısı, 71; bot, cup, ve boteliy, koca göbekli (Rusça); botkin ya da bodkin, bir Danimarka hançeri.
Bregberg, bk. Bera.
Bretwit, Oswin, 1914-1959, Zemblah yurtsever ve diplomat, 286. Ayrıca Odevalla ve Aros maddelerine bakınız.
Charles (Ġkinci), Charles Xavier Vseslav, Zembla'nın son kralı, takma adı Sevgili, 1915 doğumlu. Krallık yıllan
1936-1958; ibikli kuĢu 1, araĢtırmaları ve krallığı 12, atalarının acı sonu 62, destekçileri 70, ana babası 71,
yatakodası 80, saraydan kaçıĢ 130, dağları aĢması 749, Disa'yla niĢanlanması 275, Paris'ten geçiĢi 286,
isviçre'den geçiĢi 408, Villa Disa ziyareti 433, dağlarda geçirdiği geceye iliĢkin anılar 597, 662, damarlarındaki
Rus kanı, ve Tacın Mücevherleri (bakılacak elbette) 687, ABD'ye varıĢı 697, Disa'ya gönderdiği mektubun
çalmıĢı 747, bu mektubun içeriği 768, yüzü konusundaki tartıĢmalar 894, kitaplıkta görülmesi 949, nerdeyse
açığa vurulan özdeĢlik 997, Solus Rex 7000. Aynca Kinboteye bakınız.
Conmal, Aros Dükü, 1855-1955, K.'nin amcası, aynı zamanda Kraliçe Blenda'nın (bk.) en büyük üvey kardeĢi;
soylu yorumcu 72; Atinalı Timon çevirisi 39,130; yaĢamı ve çalıĢmaları 962.
Çeviriler (ġiir); tngilizcc'dcn Zemblacaya Conmal'ın yaptığı Shakespeare, Milton, Kipling çevirileri 962;
Ġngilizce'den F.ansızca'ya Donne ve Marvell çevirileri 678; Almanca'dan Ġngilizce ye ve Zemb-laca'ya Der
Erlkönig 662; Zemblaca'dan Ġngilizce'ye Timon Afınsken (Atinalı) 39; Elder Edda 79; Arnor'dan Miragarl 80.
236
Din: Tanrıyla iliĢki 47, Papa 85, aklın özgürlüğü 707, günah ve inanç sorunu 549. Inlihar'a bakınız.
Disa, Payn DüĢesi; benim tatlı, solgun, hüzünlü Kraliçem; düĢlerimi ziyaret eden, benim düĢlerim tarafından
ziyaret edilen; 1928 doğumlu; albümü ve sevdiği ağaçlar 49; 1949'da evlendi 80; filigranlarını seçemediğim
ince kağıtlara yazdığı mektuplar; uykumda görünüp beni rahatsız etmesi 433.
Embla, sisli yarımadanın en sıkıcı, en ıssız, en kuzey noktasında, ollarla kaplı bir bataklığın çevrelediği ahĢap
bir kilisesi olan küçük, eski kasaba, 749,433.
Emblem, Zembla dilinde 'çiçekli' anlamına gelir; Batı Zembla'nın en güneyinde mavimsi ve siyah, ĢaĢılacak
kadar çıplak kayalıklarla ve hafif eğimli bayırları kaplayan çiçekli süpürgeotlarıyla ünlü, güzel bir koy. 433.
Falkberg, pembe tepe 71; kar baĢlıklı 749.
Farklı dizeler, hırsız güneĢ ve ay 39-40; planlama 57; Zembla Kralı'nın kaçıĢı (K'nın katkısı, 8 dize) 70 ; Edda
(K'nın katkısı, 1 dize) 79; Ay Böceğinin cansız kozası 90-93; çocuklar gizli bir geçit buluyorlar (K'nın katkısı, 4
dize), 750; zavallı yaĢlı adam Swift, zavallı-(belki K'ya taĢ atıyor) 237; Shade, Ombre 275 ; Virginia Beyazları
376; Bölümümüzün BaĢkanı 377; Pope'tan yeni dizeler (belki K'ya taĢ atılıyor) 477; Tanagra (dikkate değer bir
öncedcn-bilme örneği) 596; Amerika'nın 609-614; dizenin değiĢmiĢ ilk iki ayağı 629; Pope'un gülünç bir
taklidi 895-899; mutsuzluk çağı, ve Toplumsal Romanlar 922.
Flatman, Thomas, 1637-88, Ġngiliz Ģairi, öğretim üyesi ve min-yatürcüsü; yaĢlı hırsız onu tanımazdı, 894.
Fleur, Countess de Fyler, Kralçenin hizmetinde güzel bir bayan, 71,80,433.
G. Bakınız: Gradus.
Garh. bir çiftçi kızı 149,433. Ayrıca Troth'un kuzeyinde bir karayolunda, 1936'da bulunmuĢ, pembe yanaklı kaz
çobanı (yazar onu ancak Ģimdi anımsıyor).
Gliıierniin, Bera Sıradağlarında (bk.) görkemli bir dağ; yazık ki bir daha oraya tırmanamayacağım, 749.
Gordon, bakınız: Krummholz. Gölgeler, Kralı öldürmek için kurulan örgüt; bu örgüt, kendi ken-
237
dini sürgün eden kralı öldürme görevini Gradus'a (bk.) vermiĢti. Örgüt yöneticisinin korkunç adı açıklanamaz,
bir öğretim görevlisinin tanınmamıĢ yapıtının dizininde bile. Bu kiĢinin, ana tarafından büyükbabası, ünlü,
bilgili, çalıĢkan bir bina yapımcıstydı; kendisini, kıĢlaları onarması için Thurgus (Turgid) görevlendirmiĢti
(1885'te). Sarayın mutfağında; Yan, Yonny, Angeling biçiminde güzel adları olan üç genç yardımcısıyla birlikte
zehirlendi (kuĢku uyandıran bir ölüm). Adına yakılan ağıt, ülkemizin vahĢi vadilerinde bugün de
söylenmektedir.
Gradus, Jacob, 1915-1959; öbür adları Jack Degree, de Grey, d'Argus, Vinogradus, Leningradus, vb.; Jack (ufak
iĢler ve katillik) 72,77; yanlıĢ kiĢiyi linç etmesi 80; kendisinin hedefe yaklaĢması, S'nin kendi Ģiirini geliĢtirme
aĢamalanyla eĢzamanlıdır 120,131; seçimi ve geçmiĢ sıkıntıları 777; yolculuğunun ilk uğrağı, Onhava'dan
Kopenhag'a 181, 209; Paris'e varması, Oswin Bretwit'le buluĢması 286; Cenevre'ye geliĢi, Lex yakınlarında Joe
Lavender'in yerinde küçük Gordon'la konuĢması 408; Cenevre'den merkeze telefon etmesi 469; bir dizenin
farklı yazılmıĢ biçiminde onun adının yer alması, Cenevre'de beklemesi 596; Nice'e varıĢı, orada bekleyiĢi 697;
Nice'te Izumrudov'la görüĢmesi, Kral'ın adresinin ele geçiriliĢi 747;Paris'ten New York'a 873; New York'ta
949(1); New York'ta ilk sabahı, Nw Wye'a yolculuk, kampüse varıĢ, Dulwich Cd 949(2); büyük yanlıĢlık 7000.
Griff, Zemblah yurtsever ve dağlı çiftçi 749.
Grindelwod, Doğu Zembla'da güzel bir kasaba 71,149.
Hodinski, Rusyalı serüvenci (ölüm tarihi 1800), Hodyna adıyla da tanınır 681; Zembla'da 1778-1800 yıllarında
bulundu; güzel bir nazirenin yazarı olup Prenses (sonra Kraliçe) Yaruga'nın (bk.) sev-gilisiydi. (Kraliçe Yanığa,
ikinci lgor'un annesi, Thurgus'un ni-nesiydi.).
Igor (tlcinci), 1800-1845 yılları arasında hüküm süren akıllı, iyi yürekli kral; Kraliçe Yaruga'nın (bk.) oğlu ve
Üçüncü Thurgus'un (bk.) babası. Sarayın resim galerisinde, kapısı yalnız krala açılan ama meraklı bir
yeniyetmenin P Salonundan bir gedik bulup girebileceği özel bir bölüm vardır ki burada lgor'un sevgilileri
olan dört yüz oğlanın pembe mermerden, cam göz takılmıĢ, ayrıntılı iĢlenmiĢ heykelleri bulunurdu; gerçeğe
uygunluk ilkesine dayanan, kötü sanat anlayıĢının örneği bu sergi, sonraları K. tarafından Asyalı bir krala da
gösterildi.
238
Ġntihar, bu konuda K.'nın düĢünceleri 493.
K. Bakınız: Charles II ve Kinbote.
Kalixhaven, Batı kıyısında, Blawick'in (bk.) birkaç mil kuzeyinde, canlı bir liman 777 ; birçok tatlı anı.
Kinbote, Charles, Dr, S'nin yakın arkadaĢı ve onun sanat danıĢmanı, editörü, yorumcusu; S ile ilk karĢılaĢması
ve dostluğu, Önsöz; Appalach kuĢlarına duyduğu ilgi 1; kendi yaĢamına iliĢkin öyküleri S'ye kullandırmak
konusundaki iyi niyetli isteği 12; alçakgönüllülüğü 34; Timon gibi yaĢadığı hücresinde kitaplığının
bulunmadığı 39; S'yi etkilemekle olduğuna inanıĢı 42; Dulwich Caddesindeki evi, S'nin evinin pencereleri 47;
Prof. H.'nin yanlıĢlarını düzeltmesi 67,77; sinir gerginlikleri ve uykusuzlukları 62; S için çizdiği harita 77; humor
duygusu 79,97; 'irissel bulut' teriminin S'nin uydurması olduğuna inanıĢı 709; yorgunluğu 720; spor
çalıĢmaları 130; S'nin bodrumunu ziyareti 143; açıklamasını okuyucuların beğeneceğine güveniĢi 749; ye-
niyetmeliğine ve Doğu Ekspresi'ne iliĢkin anıları 762; okuyucuların sonraki bir nota baĢvurmalarını istemesi
769; G'yi nazikçe uyarması 777; bir yerdeki festivale katılması, eve döndüğünde S'nin doğumgünü
toplantısına çağrılmamıĢ olduğunu farketmesi, ertesi sabah yaptığı kurnazca Ģaka 181; Hazel'in 'gulyabani'
olayına iliĢkin duydukları 230; zavallı kim 231; S'nin doğa tarihi hakkında konuĢmayı bırakıp yapıtından söz
etmesini sağlamak için boĢuna uğraĢması 238; Nice ve Mcntone rıhlımlarıyla ilgili anılan 240; arkadaĢının
karısına karĢı gösterdiği büyük incelik 247; kınkanatlılar konusunda sınırlı bilgisi ve kendi doğasının da, siyah
Vanessa'yı anımsatacak biçimde, sevinç parıltılarının zaman zaman belirlediği bir siyahlıkta oluĢu 270;
Cedarn'a S'yi götürmek konusunda bayan S'nin tasarıları, buna karĢı kendisinin de oraya gitmeyi
kararlaĢtırması 288; kuğulara aldığı tavır 319; Hazel'e yakınlığı 334,348; bir zamanlar perili ahınn bulunduğu,
otlarla kaplı bölgeye S ile birlikte gitmesi 347; dönemin ünlü sanatçılanna S'nin takındığı düĢmanca tutuma
karĢı çıkıĢı 376; Prof. H.'ye (dizinde yok) duyduğu nefret 377; hızlı çalıĢan belleği 384; Jane Provost'la
karĢılaĢması ve güzel gölkıyısı fotoğraflarını incelemesi 385; 403-474. dizelerin oluĢturduğu bölüme iliĢkin
eleĢtirisi 403; kendisinin gizinin S tarafından tahmin edilmesi, belki de edilmemesi; Disa hakkında S'ye
anlattıkları ve S'nin tepkisi 477; Irklara ve yabancılara düĢmanlık konusunda S ile tartıĢması 470; intihar
konusundaki düĢünceleri 493; hüzünlü bir ağacın Fransızca adının, Zembla dilinde baĢka bir ağacın
239
adıyla aynı olduğunu farkettiğinde ĢaĢırması 507; Üçüncü Kanto'nun bazı önyargılı bölümlerini uygun
bulmaması 502(2); günah ve inanç üzerine görüĢleri 549; editör olarak dürüstlüğü ve ruhsal açıdan zavallılığı
550; bir kız öğrenci hakkında düĢünceleri, ayrıca Shade'lerle birliku yediği yemeklerin sayısı ve özelliklerine
iliĢkin saptamaları 579; ard arda gelen iki sözcüğün heceleri arasında oluĢan gizemli birlik karĢısında duyduğu
sevinç ve ĢaĢkınlık 596; öldüren ve öldürülen konusunda özdeyiĢleri 597; Cedarn'daki, ağaç kütüklerinden
yapılmıĢ kulübesi ve balık avlayan, bal tenli oğlan, belden yukarısı çıplak, pantolonunun bir paçası kıvrık
otururken ceviz ve koz helvası yiyordu, ama sonra okul açıldı, belki de hava değiĢti 609; H'lerin evinde
görünmesi 629; Fırtına ya da baĢka yapıtlardan aktarılan 'solgun ateĢ' gibi sözcüklerin yeni yapıtlara baĢlık
olarak konmasına yönelttiği sert eleĢtiri 671; humor duygusu 680; Bayan O'Donnel'in kır evine gittiği güne
iliĢkin anılar 691; çarpıcı bir sözcük bileĢimi hakkında görüĢleri ve bunu kimin yaptığı konusunda kuĢkusu 727;
iĢleri örgütleyen, sonra soylu ve toy bir yüreği yalnız bırakan, kendisinin kurbanı hakkında aptalca öyküler
anlatan ve onu eĢek Ģakalarıyla bunaltan bir adama duyduğu nefret 747; psikolojik engeller yüzünden ya da
ikinci G'ye karĢı duyduğu korku yüzünden, yalnızca altmıĢ ya da yetmiĢ mil uzakta bulunan bir kente, orada
iyi bir kitaplığın varlığını kesinlikle bildiği halde, gidemeyiĢi 747; bir hanıma gönderdiği 2 Nisan 1959 günlü
mektup; bu hanımefendi, yazın Roma'ya giderken sözkonusu mektubu, Nice yakınlarındaki yazlığında değerli
eĢyalarının içinde, kilitli bırakacakur 768; sabah dinsel görevlerini yerine getirmesi, akĢam da Shade ile yaptığı
gezintide Ģairin en sonunda Ģiirinden söz etmesi 802; sözcükbilimsel ve dilbilimscl bir mucize üzerindeki
gözlemleri 803; F.K.Lane'in kitaplaĢtırılmıĢ mektuplarını okumaya koyulması 810; arkadaĢının banyo odasına
girdiğinde onu küvette traĢ oluyor halde bulması 887; Oturma Salonu'nda kendisinin Kral'a benzerliği
konusundaki bir tartıĢmaya katılması ve E. (dizinde yok) adlı kiĢiyle tüm dostluk bağlarını koparması 894; Prof.
C. (Dizinde yok) tarafından yazılmıĢ bir ders kitabındaki hoĢ sözleri okurken Shade'le birlikte sarsıla sarsıla
gülmesi 929; mutsuzluğunu belirtmesi ve nazikçe sitemde bulunması 937; Onhava Ünivesitesi'ndeki genç bir
okutmanı dünmüĢ gibi anımsaması 957; Ģairin kameriyesinde S ile sonuncu buluĢması 991; üniversiteliler gibi
bilgili bahçıvanı keĢfettiği günü anımsaması
240
998; S'yi ölümden kurtarmadaki baĢarısızlığı, ama SE'yi^159^ kurtarmayı baĢarması 7000; bunu, iki 'uzman'ın
yardımı olmaksızın yayımlamayı kararlaĢtırması, Önsöz.
Kobaltana, dağların üzerinde, yıkık kıĢlanın yakınında, bir zamanlar çok gidilen bir dinlenme yeri; Ģimdi soğuk,
ıssız, ulaĢılması güç, ama asker aileleri ve ormanlardaki Ģatolarda oturanların unutmadığı bir yer, mcundeyse
unutulmuĢ.
Kronberg, Bcra Sıradağlarında, kardan baĢlığı olan, çıplak bir dağ; rahat bir otel vardır burada, 70,130,149.
Krummhoh, Gordon, 1944 doğumlu; Joseph Lavcnder'in ünlü kız-kardeĢi Elvina Krummholz'un oğlu, bir
müzik dahisi ve hoĢ bir sevgili 408.
Lane, Franklin Knight, Amerikalı avukat, devlet adamı, 1864-1921; etkileyici sözleri vardır, 870.
Lavender, Joseph S., bak: O'Donnell, Sylvia.
Mandevil, Baron Mirador, Rodomir Mandcvil'in (bk.) kuzeni, deneyci, deli, hain 777.
Mandevil,Baron Radomir, 1925 doğumlu, modaya düĢkün, Zemb-lalı yurtsever; 1936'da taç töreninde Kral'ın
yardımcısı 130; 1958'de kılık değiĢtirip kendini gizledi, 149.
Marcel, Proust'un 'YitirilmiĢ Zamanın PeĢinde' romanında, züppe, hoĢ olmayan, baĢkiĢinin yerini tutamayan ve
herkesçe pohpohlanan bir kiĢi 787, 697.
Marrowski, dıĢ ülke saraylarında kendi adını yanlıĢ söylemekle ünlü, ondokuzuncu yüzyıl diplomatı Rus Kont
Komarovski'nin adının eksik söyluımiĢ biçimi.
Mulırabcrg, bakınız: Bera.
Mumkanat kuĢları, bunların oluĢturduğu kümenin adı Bombycilla, 1-4,131, 1000; Bombycilla shadei, 71 ;
sonradan gerçekleĢmiĢ ilginç bir soydaĢlık.(160)
Niagarin ve Andronnikov, gömülü hazineyi bugün de aramakla olan iki Sovyet 'uzmanı' 750, 687, 741; Tacın
Müccvhcrlcri'ne bakınız.
Niıra ve Ġndra, Blawick'in açığındaki adalar 149.
(159) Shadein Elyazması. —Çcv.
(160) Shadcin kuĢa dönüĢtüğü belirtilmek isteniyor. —Çcv.
241
Nodo, Odon'un üvey erkek kardeĢi, 1916 doğumlu; Leopold O'Donnell'in ve Zemblalı oğlan kiĢiliğine
bürünmüĢ birinin oğlu; kartlarda hile yapan, alçak bir hain, 777.
Odevalla, Doğu Zembla'da, Onhava'nın kuzeyinde güzel bir kent; eskiden burası, saygıdeğer Zule ('satranç
kalesi') Bretwit'in belediye baĢkanlığı yaptığı yerdi; bu adamın kardeĢinin torunu Oswin Bret-wit'tir (bak, bak,
kargaların dediği gibi) 149, 286.
Odon, Donald O'Donnel'in takma adı; 1915 doğumlu, dünyaca ünlü aktör ve Zembla'lı yursever; gizli geçidin
varlığını K.'den öğrenir ama tiyatroya gitmek zorundadır 130; K.'yi tiyatrodan alıp Mandevil Dağının eĢiğine
götürür 749; deniz kıyısındaki mağaranın yakınında K. ile buluĢup onunla birlikte, deniz motoruyla kaçar, aynı
yer; Paris'te film yönetir 777; Lex'te Lavender ile birlikte oturur 408; dağınık saçlı, kalın dudaklı sinema
yıldızıyla evlenmemesi gerekir 697; aynca bk. O'Donnel, Sylvia.
O'Donnel, Sylvia, kızlık soyadı O'Connell, doğumu 1895? 1890? Odon'un (bk) annesi, çok gezmiĢ, çok
evlenmiĢ bir kadın 149, 691; üniversite yöneticisi Leopold O'Donnell ile (Odon'un babası) 1915'te evlenip
ayrıldıktan sonra Rahl Dükü Peter Gusev ile evlendi ve 1925'e kadar Zembla'yı onurlandırdı; aynı yıl,
Chamonix'te tanıĢtığı Doğulu bir Ģehzadeyle evlendi; az ya da çok görkemli baĢka evlilikler de yaptı; son
olarak, (bu dizinde daha önce anılan Joseph'in kuzeni) Lionel Lavender'den boĢanmaya çalıĢıyordu.
Oleg, Rahl Dükü, 1916-1931, (1885 doğumlu olup çevikliğini yitirmeyen Albay Gusev'in oğlu); K'nın sevgili
oyun arkadaĢı, bir kızak kazasında öldü 130.
Onhava, Zembla'nın güzel baĢkenti 12, 71, 130, 149, 171, 181, 275,894,1000.
Otar Koni, karĢı cinse düĢkün adam, Zemblalı yursever, 1915 doğumlu; seyrek saçları, iki genç metresi, Fleur
ve Fifalda (daha sonra Kontes Otar), Kontes Fyler'ın mavi damarlı kızları, merak uyandıran hafif ıĢıklar 77.
Paberg, bakınız: Bcra sıradağları.
Payn Dükleri; arması 270; bakınız: Disa, benim Kraliçem.
Pencereler , Önsöz, 47, 62,181.
Potaynik, taynik (bk.)
Rippleson Mağaraları, Blawick'te deniz mağaraları; bunlara adı verilen Ripplcson, ünlü bir cam yapımcısıydı;
mavi-yeĢil denizin yüzeyindeki ıĢık beneklerini ve dalgalanmalarını, çemberi andıran çeĢitli yansımaları, Saray
için yaptığı pencere camlarına aktarmıĢtı 130,149.
Saklama yeri, potaynik (bk.)
Shadejlazel, S'nin kızı, 1934-1957; büyük bir övgüyü hakketti, çünkü ölümün güzelliğini yaĢamın çirkinliğine
yeğ tuttu; ev perisi, 230; Perili Ahır, 347.
Shade, John Francis, Ģair ve öğretim üyesi 1898-1959; Solgun AteĢ konusundaki çalıĢmaları ve K. ile dostluğu,
Önsöz; dıĢ görünüĢü, tavırları , alıĢkanlıkları vb, aynı yerde ; ölümle ilk çatıĢması (K.'nin hayal ettiği biçimde),
Ģiiri yazmaya baĢlaması (bu sırada K., Öğrenciler Kulübü'nde satranç oynamaktadır) 1; K. ile akĢam gezintileri
12; doğaüstü bir yetenekle, G.'nin varlığını, belirsiz de olsa, önceden bilmesi 77; ıĢıklı pencerelerden K.'nin
gördüğü biçimde Ģairin evi 47; Ģiire baĢlaması, ikinci Kanto'yu bitirip Üçüncüyü yarılaması, bu sıralarda
kendisini üç kez K.'nin ziyaret etmesi, aynı yerde; anababası, Samuel Shade ve Caroline Lukin 77; bir dizenin
farklı yazılmıĢ bi-çimindeK.'nın etkisi 79; Maude Shade, S'nin babasının kızkardeĢi 86; memento mori olarak
sakladığı kurmalı oyuncağını S., K.'ya gösteriyor 143; K., S.'nin hafif krizlerini anlatıyor 762; S'nin ikinci
Kanto'ya baĢlaması 767; eleĢtirmenler, Shakespeare, eğitim, vb konularda S'nin düĢünceleri 772; K.'nin,
kendisinin ve S'nin doğumyıldönümündc S'ye gelen konukları seyretmesi ve S'nin ikinci Kanto'yu yazıĢı 787;
S, kızıyla ilgili eski kaygılarını anımsıyor 230; kibarlığı, ya da sakınganlığı 231; yörenin hayvanlarına ve
bitkilerine gösterdiği abartmalı ilgi 238, 270; K.'nin evliliğindeki karmaĢıklığa karĢı S'nin evliliğindeki rahatlık
275; K'nin, günbatımında gökyüzünden geçen pastel bir lekeyi S'ye göstermesi 286; ortak yapıtlarını
bitirmeden önce S'nin gitmesi olasılığı karĢısında duyduğu korku 288; 15 Temmuz günü S'yi boĢuna
beklemesi 338; S'yle birlikle, yaĢlı Hentzner'in çayırlarında yürümesi ve kafasında, S'nin kızının Perili Ahır'a
yaptığı yürüyüĢü canlandırması 347; S'nin Pope'la ilgili kitabı 384; Peter PRovost'a öfkesi 385; 406-416. dizeler
üzerindeki çalıĢmaları, G'nin Ġsviçre'deki eylemleriyle eĢzamanlıdır 408; yine sakınganlığı, ya da kibarlığı 417;
olasılıkla, yirmi altı yıl önceki Villa Disa'yı ve yanında Ġngiliz eğil-meniyle küçük Payn DüĢesini bir an gözünün
önünde canlandırması 433; Disa'ya iliĢkin bilgileri özümsemiĢ görünmesi ve K'nın ona, son
242
243
gerçeği de bildiriceğine söz vermesi, aynı yerde; Önyargı konusunda S'nin düĢünceleri 470; intihar konusunda
K'nın görüĢleri 493; günah ve inanç üzerine S'yle K'nın düĢünceleri 549; S'nin kötü konukseverliği ve benim
evimde etsiz yemeklerden aldığı zevk 579 ; bir kız öğrenciyle iliĢkisi konusunda dedikodular, aynı yerde; bir
demiryolu görevlisinin deli olduğuna inanmaması 629; kendisinin kalp krizi, olağanüstü bir serüvenin
sonunda K'nın ABD'ye varıĢıyla eĢzamanlıdır 691; Disa'ya yazdığı mektupta K'nın S'den üstükapah söz etmesi
768; S ile son gezintisi ve S'nin çok sıkı biçimde 'dağ' teması üzerinde çalıĢtığını öğrenince sevinmesi- trajik
bir yanlıĢ anlama 802; S ile oynadığı golf oyunları 819; S için bir kitabı bulmaya duyduğu istek 887; S'nin
Zembla Kralını savunması 894; ruhbilimci ve edebiyat uzmanı(!) Prof. C.'nin ders kitabındaki zırvalara S ve
K'nın kahkahalarla gülmeleri 929; son kart destesine yazmaya baĢlaması 949; iĢini tamamlamıĢ olduğunu K'ya
söylemesi 991; baĢkasını öldürmek için atılan bir mermiyle kendisinin ölmesi 7000.
Shade, Sybil, S'nin karısı, çeĢitli yerlerde.
Shalksbore, Baron llarfar, Curdy Buff olarak tanınır, 1921 doğumlu, salon adamı ve Zemblalı yurtsever 433.
Sözcük golfu, S'nin bunu yeğlemesi 819.
Steinmann, Julius, 1928 doğumlu, tenis Ģampiyonu, Zemblah yurtsever 171.
Sudarg (Bokay'lı), dahi bir cam yapımcısı, Zembla'nın dağlannda, Bokay'ın ermiĢ patronu 80; yaĢamı hakkında
bilgi yok.
ġiirler, Shade'in kısa Ģiirleri: Kutsal Ağaç 49, Salıncak 61, Dağ Görüntüsü 92, Elektriğin Doğası 347, Nisan
Yağmurundan bir dize 470, Mont BLanc'tan bir dize 782, Sanat'm ilk dört dizesi 957.
Tacın Mücevherleri, 130,681; bakınız: Saklama Yeri.
Taynik, Rusça; gizli yer; bakınız: Tacın Mücevherleri.
Thurgus (Üçüncü), takma adı Turgid, K'nın dedesi, 1900 yılında yetmiĢ beĢ yaĢında öldü; uzun ve sıkıcı bir
krallık sürdü; su geçirmez kasketiylc, yün ceketine takılı tek bir niĢanla, parkın içinde bisiklet sürmeyi severdi;
iri bedeni, kel kafası, kıpkırmızı burnu, sönmüĢ bir tutkunun dikleĢtirdiği asker bıyığıyla, yeĢil ipekten
sabahlığının içinde, elindeki feneri yukarıya kaldırarak her gece, seksenli yılların ortalarında fazla sürmeyen bir
zaman içerisinde, kukuletalı sevgilisi iris Acht'ı (bk) karĢılardı, sarayla tiyatroyu birbirine bağlayan ve sonraları
lorunu tarafından keĢfedilen gizli geçidin ortalarında, 130.
Tinlarron, Orta Çağ'da, Zembla dağlannda, Bokay denen yerde yapılmıĢ, koyu mavi, değerli Cam türü 749;
bakınız; Sudarg.
Uran (Sonuncu), 1798-1799 yıllarında hüküm süren Zembla im-naratoru; inanılmaz ölçüde kurnaz, görkemli
ve acımasız olan bu diktatörün ıslıklı kırbacı, Zembla'yı topaç gibi döndürüp kıvrandırmıĢtı; bir gece,
kızkardeĢinin yandaĢlarınca öldürüldü 681.
Vanessa, sumpsimus soyundan; anımsanması 270; isviçre'de, bir tepenin yamacında, korkuluk duvarını aĢması
408; resminin çizilmesi 470; karikatürleĢtirmesi 949; akĢam güneĢinin ıĢıkları alünda S nın son adımlarına eĢlik
etmesi 993.
Yaruga Kraliçe, 1799-1800 yıllarında hüküm sürdü; Uran'ın (bk.) kızkardeĢi; geleneksel Yeni Yıl Eğlencesi
sırasında Rus sevgilisiyle birlikte, buzun kırılmasıyla suya düĢüp boğuldu 681.
Yeslove, Onhava'nın kuzeyinde güzel bir kasaba ve piskoposluk bölgesi 749, 275.
Zembla, uzaklarda bir kuzey ülkesi.