243

İmam gazâli ve i̇man küfür sınırı faysalu't-tefrika beyne'l-i̇slam ve'z-zendeka-süleyman dünya

Embed Size (px)

Citation preview

Risale Yayınları: 73

İmam Gazali ve

İman-Küfür Sınırı

Süleyman Dünya

Çeviri

Y. Doç. Dr. Ahmet Turan Arslan

ı1iWı Fevzipaşa Cad. Ocaklı Sk. No: 15

Fatih-İstanbul Tel: 511 48 63- 531 56 29

Orjinalİsmi: Faysalu't· Tefrika beyne'I-İslam ve'z-Zendeka

© Risale Basın-Yayın Dizgi: Risale Dizgi Merkezi Baskı: Ziya Ofset /1992 Cilt: Mektup Mücellithanesi

TAKDIM

Imam Gazali yalnız Doğunun değil Batı dünyasının da faydalandığı d3.hi bir İslam lilimidir. Onun tenkirli d�Unceleri ve Yunan felsefesine karşı itirazla­n orta çağ Avrupası'nda rağbet görm� ve Aris to muhalifierinin elinde birer si­lah olmuştur.

Gazali'yi daha açık bir şekilde tanıyabilmemiz için onun yaşadığı devrin (450 H/1058 M - 505 H 1 1 ll 1 M) durumuna bir göz atmarruz faydalı olacaktır. O devirde fikri ve siyasi büyük kargaşalar hüküm sOrUyordu. Bağdad'daki Abbasi halifesinin nüfuzu zayıflamış, Büyük Selçuklu Devleti kuvvctlenmişti. Bu arada Hasan Sabbah ve taraftariari sapık Batıniyye mezhebinin fikirlerini yaymaya çal�ıyorlardı. Mısı:'daki Ismiiili ve Şii kaynaklı Fatımi hanedanı çökmeye yüz tutmuş ve EndUIUs Emevi Devleti zayıOaıruşu. Hristiyan dOnyası ise mukaddes topraklan müslümaniann elinden almak için haçlı seferleri ter­tipliyordu. Öte yandan Eski Yunan Felsefesine ait eserler Arapçaya çevrilmiş bulunrr. kta ve dolayısıyla Yunan felsefesine ait fıkirler müslümanların kafala­oru kurcalıyordu. Mutezile mezhebi gibi itikadi ve fikri eeceyanlarda sünnet yoluna bağlı büyük müslüman çoğunluğunu rencide ediyordu. Işte Gazali, fıkri, felsefi ve l'tikadi meselelerin engin bir hürriyet havası içinde enine-boyu­na tartışıldığı bir atmosfer içinde bulunuyordu. Bu durumd;ııi etkilenmemek Gaziili gibi bir kimse için milmkiln değildi; ya mevcut mezheplerden birini be­nimseyecek, ya hepsini reddedecek, ya da bunlann hepsini bir bir süzgeçten ge­çirerek hakkı batıldan ayıklayacak, bu hercUmerce dur diyecek ve insanlara sahih ilikadın ve vahyin ışığında mantıklı düşünmenin yolunu gösterecekti. Gaziili bu sonuncuyu tercih etti. Insanlık da ondan bunu beklerdi. Ç!lnk!l o, Al­lah'ın insanlığa bir Iutfu idi.

Gerçekten de Gazili çapında bir zekaya insanlar arasmda pek az rastlanır. İnsanlar böyle üstün yaratılışlı bir kabiliyel sahibini kimbilir kaç asırda bir gö­rebilir ...

Gazali nasıl nıtarlı olmuştur? Kanaatirnizce o, akıl ve nakilden birini alıp ötekini bırakanlardan olmamış,

'her ikisini de layık oldukları makama oturtri-ıuştur. önce akla ve nakle bağlı ilinıleri ciddi olarak öğrenmiş, ikisi arasmda ölçülü bir denge kurabilmiştir. El­bette ona da itiraz edenler olmuş, tenkid edenler bulunmuşnır. Ama o hep ger­çeğin peşinde olmuştur. Bir noktaya körü köıilne saplarup kalmamış, söyledik­lerini akli ve nakli ölçülere dayandıiabilmiştir. Kendisine yöneltilen tenkidler­den korkmamış ve yılmamıştır. Böylece o yaşadığı çağdaki fıkri dalgalarm çal­leantısı içinden gemisini selamet sahiline çıkarabilmiştir. Onun karşılaştığı fıkri kargaşa, onun asrındaki gibi ilmi ve fıkri münakaşa zemini ve bu mUnaka­şayı gerçekleştirecek ilim ve fıkir adamlan topluluğu da nadir karşılaşılacak bir keyfıyettir. Bu yüzden onun maruz kaldığı şanlarla karşılaşacak diğer kişile­rinde onun rotasını takip etme zarureti vardır. Gazali'nİn eserleri İslam düşün­cesiyle ilgilenen herkesin vazgeçemiyeceği kaynaklardır.

Lnam Gazili, nesilden nesile aktarılan sahih nass ve yaratılıştaki safiyetini kaybetmemiş olan akıl (akl-ı selim) için doğru teraziler, müstakim kıstaslar ko­y abiimiş ve İslam düşünce tarihinde bir dönüm noktası olmuştur.

Tercemesini sunduğumuz eser lmam Gazali'nin "Faysalü't-Tefrikiı Bey­rıe'l-lslturıi ve'ı-Zendekiı" isimli kitabının me rhum Dr. Süleyman Dünya'nın Ezher Üniversitesi Usülüddin Fakültesinde Felsefe yardınicı doçenti iken yap­tığı (Kahire, 1961) talıkikli ne�dir. S. Dünya, Gazaii'nin terceme-i halini uzun

ve münakaşalı bir tarzda veren Sübki'nin "et-Tabakmü'ş-Şafiyyetü'l-Küb­ra'sından -lhya'nın hadisleriyle ilgili kısmı hariç- aynen nakletmiştir. Bu bö lüm kitabımızda uzunca bir kısmı teşkil eder. Daha sonra Gazili üzerinde ih­ıisasıyla tanınan muhakkıkın, Gazali ve "Faysalü't-Tefrikiı ... " hakkındaki de­ğerlendirmeleri yer alır. Süleyman Dünya Beramme ve Seneviye gibi mezhep­lerden bahsederken Şehristani'nin "el-Milel ve'n-Nihal" İnden geniş nakillerde bulunmuşnır. Bu kısımlar da Dinler Tarihi açısından önemine binaen ıerceme edilmiştir.

Tercememizin, "Hakk"ın "Hak" olarak göıillüp ona tabi ohınması ve "Batıl"ın da "B atıl" olarak göıillüp ondan kaçınılması doğrultusunda bir arnel-i salih olarak kabul edilmesini Cenab-ı Allah'tan niyaz ederiz.

A. Turan ARSLAN

GAZALİ'NİN HAYATI <*> (H. 450-505)

Hüccetül-İslam Gazaıi, dinin müdMii ve delili; çeşitli bilgileri ken­disinde toplayan, akli ve nakli ilimierin açıklayıcısıdır. Kendisinden önceki alimler belirli bir merhale katetinişlerse de hedefe vanlmamış­ur. O ise, mübtedilerin ve müntehilerin meselelerine cözüm ıı;etirmis­tir.

Beyt:

Yemin ettim ve senin için hiçbir şüphe bırakmadım:

Kişi için Allah dışında gidilecek bir yol yoktur.

O, çağdaşlan içinde şöhretin zirvesindeki tüm hasımlarını aşdı ve eli kılıçlı nice zorlu kişilerin bile ilişemediği bütün bid'at ateşlerini sön­dürdü.

-Allah ondan razı olsun-, bütün asianiann önünde küçüldüğü ve gizlendiği bir yiğitti. Öyle bir dolunaydı ki, onun hidayet meşruesi gün­düzü bile aydınlatırdı. O da bir insandı, ama diğer insanlar yanında bir

(*) Bu bölüm Taceddin Ebü Nasr Abdulvehab b. Takıyyüddin es-Sübki (ölm. H.171/M.l369)'pin 'Tabakatu'ş-Şilfiiyyeti'l-Kübril" adlı eserinden alın­

mıştır.

7

� gibi yüce ve sa�amdı; taşlar arasındaki bir inci tanesi gibiydi. -� geeelerio Y!ldızlara. kurak arazinin su �lal�_m@�

gl�.!-!g_u gi�i. insaniann da felsefecilerin yalan ve !�ndan_�l!ın!l_:_ maya aynı derecede muhtaç olduklan zamanda ortaya çıku. Kılıcını mÜteCAvizlerin k8i1İanyıi-ıdiieten-bif'kiffisecte�il;Haicdinifl;e esasla­rmm, tatlı sözleri ve kalemiyle savunan müdafıi idi. Böylece dlnin de­lilleri �lam bir şekilde anlaşılır hale geldi ve �Yfl!!!!!l�s.özl��!!�§_�

_

_

!a bir_�Y.-��L� şüphe karanlıklan aydınlaQğı. Gönlü vera duygusuyla doluydu; yaşadığı halvet bayannda tek can

yoldaşı, Allah'a teslimiyetti. Onu insanlardan uzak bir hayat içinde gö­rürsün, gerçekteyse o, devrinde tevhid deryasının tek ve en güzel kişisi­dir.

Beyt:

Yükünü hafifletmek için kalem kağıdı attı

Azığını, hatta papucunu dafırlattı

O, dünyaya boş vermiş, Allah'a yönelmiş ve artık gizli ve açık her işi O'nunla olmuş bir kişidir.

Gazaıi, Hicri 450 (M. 1058) yılında Tus'ta doğdu. Babası, eğirdi� yünleri Tus'taki diikk3nında satarak geçimini sağlayan bir kimseydi. Ölümü yaklaşınca onu, kardeşi Ahmed'le birlikte, iyiliksever sfıfi arka­daşlarından birine emanet etmiş ve ona şöyle demişti:

- "Hat (güzel yazı) sanannı öğrenemedi�m için çok üzgünüm. Ka­çırdığım bu fırsaun iki oğlum tarafından teıafısini çok istiyorum. Bu sa­nau onlara öğret Onlar için bırakUğım malı bu uğurda harcamaktan çe­kinme!"

Bu zat, babalarının bırakuğı az miktardaki mal bitineeye kadar bu iki çocuğunun öğrenimiyle meşgul oldu. Fakat artık çocuklarm ihtiyaç­larını karşılamak bu sfı.fıye zor gelmeye başlamışu. Bir gün çocuklara şöyle dedi:

- "Babanızın sizin için bırakUğı paramn harcanıp tükendigini bilme­nizi istiyorum. Ben ise yoksul bir insanım ve dolayısıyle size yardım edebilme imkanından mahrumum. Sizin için en iyi e&enin bir medre-

8

seye girerek orada bannmak oldu�unu düşünüyorum . Çünkü ikiniz de bilgiye karşı isteklisiniz. Orada kendinize yetecek nzkı elde edebilirsi­niz."

İki kardeş bu iyiliksever sôfınin söylediklerini yaptılar. Bu, mutlu­luğa ulaşmaianna ve derecelerinin yükselmesine sebep oldu.

Gaz3li bu olayı anlaurken şöyle der: - "Biz ilmi başlangıçta Allah nzası için de� nzık için istemiştik, fa­

kat o ancak Allah için olmakta diretti. n

•••

Hikaye edilir ki, Gaziili'nin babası sMih bir fakir idi. Sadece kendi elinin emeğinden yer, bu maişetini de yün e�innekle temin ederdi. Alimleri ziyaret eder, onlann sohbetinde bulunur ve onlara çokça hiz­met ederdi. Alimiere iyilik yapmaya ve mümkün oldu�u kadar onlara ikramda bulunmaya gayret gösterirdi; hatta alimierin sözünü dinlerken ağlar, Allah'a yalvanr ve ondan kendisine bir o�ul nasip etmesini ve onu fakih (=din bilgini) yapmasını isterdi.

Yine o, va'z meclislerine gider, va'zdan etkilenince a�lar ve Al­lah'tan kendisine vaiz olacak bir oğul nasip etmesini dilerdi ki Cenab-ı Hak her iki duasını da kabul euniştir.

Nitekim Ebu Hamid el-Gazali, akıfmmın en fakihi, zamanındaki in­sanların imamı (=din önderi) ve· sahasının otoritesi oldu. Onun sözü, muvafık ve muhaliflerince delil sayıldı; hasımlan bile görüşlerinin do�lu�unu itiraf etti.

Ahmed ise, bir vaiz oldu. Öyle ki onun azaptan korkutan sözlerini işiten taş gibi katı kalpler yumuşar, onun va'z meclisinde bulunaniann kemikleri titrerdi.

Huccetü'l-İslam'ın İlim Öğrenmeye Başlaması

Çocukluğunda, kendi memleketinde, Ahmed b. Muhammed er­Razikani'nin yanında bir müddet fıkıh okudu. Sonra: Cürcan'a, Ebu Nasr el-İsmaili'in yanına gitti. Ondan okuduğu derslerin notlarını da yazıp tamamladı. Daha sonra Tus'a döndü.

İmam Es'ad el-Miheni şöyle der: Gazali'nin şöyle söylediğini işit-

9

tim: "(Tus'a dönerken) çeteler tarafından yolwnuz kesildi. Bu eşkiya he­

rifler yanımda ne varsa hepsini alıp gittiler. Ben de peşlerinden gittim. Reisieri bana dönüp dedi ki:

"Dön diyorum sana; yoksa mahvolursuni" Ben de ona şöyle dedim: "Seiamet wndugun kimse aşkına, senden sadece not tuttuğum def­

terlerimi bana geri vermeni istiyorum. Çünkü onlar sizin işinize yara­maz."

Bana şöyle dedi: "Nedir onlar?" Dedim ki: "Şu torbadaki kitaplar. Ben onları dinlemek, yazmak ve içindekileri

ögrenmek için memleketimi bile terkettim." Bunun üzerine adam güldü ve şöyle dedi: "Peki, onlardaki ilmi ögrendiğini nasıl iddia ediyorsun? İşte, onları

senden aldık; sen onlardan aynldın ve bilgisiz kaldın." Daha sonra çetebaşı, adamlarından birine erneetti o da bana torbayı

teslim etti. t

İşte bu adamı dogru yolu bulayım diye Allah söyletm,iştir. Nihayet Tus'a gelince üç sene ugraştım ve sonunda yazdıklarımın hepsini ez­berledim. Aruk tekrar yolwn kesilse de ilmimden ayrılmayacak hale geldim."

Gazali'den bu hikayeyi, Vezir Nizamülmülk de rivayet etmiştir. Ni­tekim bu hikaye İbnü's-Sem'am'nin Zeyl'inde Nizamü'lmülk'ün hal ter­cümesinde anlatılmaktadır.

Sonra Gazali Nisabur'a geldi ve orada İmamü'l-Harameyn'in<l) derslerine devam etti. Çok gayret gösterip çalıştı. Nihayet mezhebine

(1) lmarnü'l,Harameyn ve eserleri hakkında geniş bilgi için bakınız: el-Gü­veyni, el-Kô.jiye fı'l-Cedel, nşr. Prof. Dr. Fevkiye Huseyn Mahmud Kahire, 1399 H-1979 M. (Mütercim).

10

ait bilgilerde Hılafta, Cedel'de, Usôi-i din, Usôl-i fıkıh ve Mantık'ta emsaiini geçti. Hikmet ve Felsefe okudu ve bunlan çok sa�lam �ndi. Bu ilimleri bilenlerin sözlerini çok iyi anladı; onlara cevap vermeye ve iddialarını çürütrneye koyuldu.

Bu ilim dallannın herbirinde kitap yazdı. Bu eserlerin tertip ve tan­zimini de çok güzel yapb. Bu hususta raviler böyle nakletmiştir. Ancak Çok ararnama ra�men ben onun Usôlü'd-öın'e dair bir eserini görme­dim. Ancak bu bahsedilen kitap Kavaidü'I-Akaid ve Alcaid-i Suğra ola­bilir. Kelamcılann metoduyla yazdığı müstakil bir kitabını ise görme­dim. (2) İl.P"ide Gazaıi'nin bildiğim eserlerinin isimlerine dair bir bölüm ayıracağım.

• ••

Gazaü, (r.a.) çok zeki ve sağlam görüşlü idi. Şaşılacak bir yarabhş ve ileri derecede idrak (kavrayış) sahibi idi. Kuvvetli bir hafızası vardı, meseleleri derinliğine inceler, ince manaJara dalardı. Adeta bir ilim da­ğı idi. İlmi münakaşa ve münazaralarda çok cedelci idi.

İmamü'l-Harameyn, talebelerini tavsif ederken şöyle derdi: "Gazali, ilirnde bir derya, ei-Kiya yırtıcı bir arslan, el-Havafi ise ya­

kan bir ateştir." Deniliyar ki sonraları, İmamü'I-Harameyn her ne kadar görünüşte

onun için sevgi izhar ediyor idiyse de hakikatte ona karşı içinde bir kız-gınlık vardı.

·

•••

Daha sonra İmamü'l-Harameyn ölünce, Gazali, Vezir Nizamü'I­Mülk'ün yanına çıkmak niyetiyle el-Muasker'e gitti. Çünkü onun mec­lisi, alimierin toplandığı ve sığındığı bir yerdi. Nizamü'l-Mülk'ün mec­lisinde ileri gelen aıimlerle münazaraya girişti; hasımlarını niağlup etti; onun sözü üstün geldi. Hasımlan onun üstünlüğünü kabul ettiler. Niza­mü'l�Mülk ona büyük bir saygı gösterdi ve Bağdad'taki medresesine müderris tayin etti.

(2) Şüphesiz ki Gaı.zili'nin el-lkıisadji'l-l'tikad kitabı, kelam metodu üzerine yazılmış önemli ve çok kıymetli bir kitaptır.lnşaallah yakmda basınımı

tamamlıyacağun.

ll

Bunun üzerine 484 senesinde Gazali, Bağdad'a geldi. "Nizamiye" medresesinde ders verdi. Olgunluğu, fesatıati, ince nükteleri, sözünün güzelliği, derin manaiı işaretleri, insaniann hoşuna gitti ve ha1k kendi­sini çok sevdi. O da bir müddet ilim öğretmek, fetva verrnek ve eser yaz­makla meşgul oldu.

Evet bir müddet o, makamı ve haşmeti büyük, rütbesi yüksek, söz� dinlenilir, ismi meşhur olmuş, örnek alınan ve uzak yerlerden ilim için kendisine gelinen bir kimse olarak yaşadı. Nihayet onun rUhu dünyanın aşağılık şeylerinden kurtulup yüceidi de mevki ve makamı terketti. Bunların hepsini arkaya atıp Beytullah'a yöneldi.

488 senesi Zilhicce ayında medresedeki görevine kardeşini vekil ederek hacca gitmek üzere yola çıktı. 489'da Şam'a geldi. Fakir bir der­viş kılığında orada sadece birkaç gün kaldı. Sonra, Beytü'l-Makdis'e yöneldi ve orada bir müddet mücavir olarak bulundu. Daha sonra Şam'a döndü. Emevi C8mü'nin bab tarafındaki min3rede ilikafa girdi ve gün­lerini orada geçirdi. Bu bilgiler ez- Zehebi'nin Hafız İbn Asakir'den naklettilderine göredir. Ancak, İbn Asikir'in sözünde bunları bulama­dım.

• ••

Gaz3li, Emevi Camii'nde Şeyh Nasr el-Makdisi zaviyesinde çok otururdu. Bugün bu köşe Gazali'ye nisbetle, ez-Z3viyetü'l-Gazzaliye (=Gazaıi zaviyesi) diye tanınır. Oysa daha önce Şeyh N�r el-Makdisi zaviyesi diye bilinirdi.

Hafız İbn Asakir der ki: "Gazaii, Şam'da on sene kadar ikamet etti." Hocamız ez-Zehebi böyle nakletrniştir. Ancak ben bunu ne 'Tari­

hu'ş-Şam" da, ne "et-Tebyin" de ne de İbn Asakir'in sözünde bul­dum.

Gazali'ye dair bazı hikayeler nakledilir; onlardan biri şöyledir: Gazali, ·Şeyh Nasr'la buluşmak ister. Ancak, Şeyh'in vefat ettiği gün

Şam'a varır; fakir elbisesi giymiş olarak Cami'ye girer ve tesadüfen adı geçen zaviyeye oturur. Biraz sonra bir talebe grubu gelir. Bir müddet düşündökten ve Gazali'ye hayretle baktıktan sonra onunla ilmi müza-

12

kerelere başlarlar ve onun deryi gibi bir alim oldu�unu anlarlar.

Nihayet Gazall onlara der ki: "Şeyh Nasr el-Makdisi nasıl?"

Şöyle cevap verirler:

"O vefat etti. Biz de şimdi onu defnetmekten geliyoruz. Ölüm hasta­lığında ona: 'Ders halkasına senin yerine kim geçecek?' diye sormuş­tuk, o da bize şöyle demişti: 'Beni defnetme işini bitirdi�iniz zaman zaviyeye dönün; orada yabancı bir şahıs bulacaksınız; ona benden selam söyleyin o benim halifemdir' dedi ye seni bize tavsif etti."

Bence bu hikaye gerçek de�ildir. Üstelik Şeyh Nasr'ın vefau da 490 senesindedir. E�er bu hikaye doğu ise olay Gazali'nin Kudüs'ten Şam'a dönüşü sırasında meydana gelmiş ola�ilir. Nasr'ın vefaundan bir sene önce 489 yılında, GazAli Şam'a geldi� zaman onunla buluşması mümkün idi.

Hocamız ez-Zehebi de, Gazali'nin Nasr'ın meclisinde bulunduğunu açıkça zikretmiştir.

Bu durum karşısında derim ki: Nasr el-Makdisi'nin kendisinin yeri­ne geçmesini tavsiye etti�i şahıs, talebesi olan Nasrullah el­Masisi'dir.

Hikayelerden biri de şöyledir: "0, fakir bir derviş kıyafetiyle Şam'a girdikten sonra Sümeysauyye Dergalu'nın kapısında oturur. Nihayet tanınmayan meçhul bir derviş ona izin verirdi. O da dergahın abdest al­ma yerini temizlerneye ve oraya hizmet etmeye başlar. Bir gün Emevi Camü'nin sahanlığında otururken bir grup müftü de oradan geçmekte­dir. Ansızın bir köylü onlara bir mesele sormak üzere gelir. Onlar ada­ma cevap veremezler.

Gazali onlardan hiçbirinin adama cevap verernediğini görünce, adamın irşad edilmemesi wruna gider. Adamı çağırıp cevap verir. Bu­nun üzerine köylü "Müftüler bana cevap veremediler de sıradan bir kimse olan bir derviş bana nasıl cevap verir?" diyerek hayret eder.

Bu sırada müftUler onu gözlerler. Konuşması bitince köylüyü çağı­np: "O adam sana ne dedi?" diye sorarlar.

1 3

Adam durumu onlara açıklayınca, hemen Gazali'nin yanına gelip onunla tanışırlar; ilmi seviyesini anlayınca kendilerine bir ilim meclisi kunnasını ve ders vermesini isterler. O da daha sonra, diye onlara söz verir ve hemen o gece yola çıkar. -Allah kendisinden razı olsun.-

Bir başka hikaye ise şöyle:

O bir gün tesadüfen el-Medresetü'l-Emine'ye girer. Müderrisin kendisinin sözlerini naklettiğini ve "Gazaii şöyle dedi" diye açıkladığı­nı duyar.

Bunun üzerine Gazali, nefsine kendini beğenme hastalığı (ucub) gelmesinden korkar ve Şam'dan aynlır. Şehir şehir dolaşmaya başlar. Mısır'a gider. Oradan İskenderiyye'ye yönelir. Bir müddet orada kalır. Deniliyar ki, o,�daletini duyduğu için Mağrib Sultanı Yusuf b. Tafşin'in yanına giuneye karar vermişti. Ancak onun vefat haberi gelince şehir­den şehire gitmeye, ilim meclislerini türbe ve camileri ziyarete, çöller­de dolaşmaya, iyi kişilerin yaptığı gibi nefsini riyazet ve mücahedeye alıştırmaya, nefsine ağır ibadet yükleri yüklerneye ve ona çeşitli ibadet ve taatler yaptırmaya devam etti. Nihayet varlığın kutbu ve her varlığa şamil bereket, Allah'ın nzasına erdirecek ve iman merkezine gidecek yolun işaret taşı oldu.

Daha sonra Bağdad'a döndü. Orada va'z etmeye başladı. Hakikat ebiinin diliyle konuşuyordu. İhya' adlı eserinden vazetti.'

lbnü'n-Neccar şöyle dcr: Gazaii'nin hadis hususunda hiçbir hocası yoktur. Hadis'ten bir şey de öğrenmeye çalışmış değildir. Onun için bu kitapta (İbnu'n-Neccar'in tarihi) zikredilecek olan bir tek hadisten baş-ka hadisini görmedim.

/

Ben de derim ki: Bu ifadesinden sonra (İbnü'n-Neccar'ın) bu hadisi zikrettiğini görmedim.

***

Onun hadisinden bir hadisi Hafız Ebiı Abdullah bize haber vermiş­tir ki; onu ilerde zikredeceğiz.

Hafızİbn Asakir ise, Gaziili'nin, Buhfui'nin Sahih'ini Ebiı Sebl Mu­hammed b. Ubeydillah el-Hafsi'den dinlediğini zikreder.

14

AbdulgMir der ki: Daha sonra Gazali, Horasan'a döndü ve bütün kalbi ile tarikatten kendisine açılmış bulunan hale ba�lı olarak kısa bir müddet Nisabür'daki Nizarniye medresesinde ders okuttu. Sonra o, Tfıs şehrine döndü ve evinin yanında fakihler için bir medrese, sufiler için de bir tekke yaptırdı. Artık veffttına kadar vakitlerini Kur'an-ı Kerim okuma, gönül ehli kimselerle sohbet etme, ilim taliplerine ilim öğretme ve devamlı olarak oruç tutup namaz kılma gibi işlere tahsis etti. Niha­yet, çok güzel bir nam bırakarak gökteki yıldızdan daha yüce bir merte­bede; ancak bir hasetçinin veya bir zındığın hoşlanmayacağı bir halde ve kendisini doğru yoldan sapmayan bir kimsenin kötüleyemeyeceği bir durumda Allah'ın rahmet ve nzasına kavuştu. Lisaı:ı-ı haliyle sanki şöyle diyordu:

"Bana onların şerlerinden bir karanlık ulaşırsa, bilinmelidir ki, parlaklık bakımından inci, karanlıktan daha güzeldir.

Şayet onlar üstünlüğümün güzelliğini hakkıyla görürlerse, her ne kadar satın alınamasa da inci incidir."

Beşyüz elli beş yılında Cemaziyelahirin ondördü Pazartesi günü Tus'da veffıt etti. Türbesi bu şehirdeki Taberan kabristanındad.ır. Eb'ul­Ferec b. el-Cevzi "es-Sehat İnde'l-Memat" adlı kitabında der ki:

İmam Gazall'nin kardeşi Ahmed şöyle dedi: Pazartesi günü sabah vakti olunca kardeşim Ebu Hami d abdest alıp namaz kıldı ve: "Bana kc­fen getirin" dedi; onu aldı öptü; iki gözü üstüne koydu ve: "Kainatın sahibi olan Allah'ın huzfıruna çıkmak için gelen emre candan razıyım!" dedi. Sonra ayaklarını uzattı; kıbleye döndü ve ortalık aydınlanmadan ruhunu teslim etti.

••*

İşte bu, kısa bir hal tercümesidir. Özet isteyen bununla yetinir. Ama sen, kitap yapraklarının onu yad etmekle şeref kazandığı ve varlığın kendisine doyamadığı bu yıldızın durumu hakkında daha da tafsilat is­tersen onun hakkında muasırlarından bazılarının sözlerini nakledelim: Hocası olan İmamü'l-Haramey'in "Gazarı bir deryadır" dediğini daha önce nakletmiştik. el-Hafız Ebu Tahir es-Selefi ise şöyle demiştir:

"Alimierin şöyle söylediklerini işittim: İmamü'l-Harameyn el-Cü-

15

veyni talebelen münazara ettilderinde şu degerlendirmeyi yapmıştır. Tahkik "gerçeği onaya çıkarma" el-Havafi'ye aittir. el-Hadsiyat

"Feraset ve çabuk anlayışla elde edilen meseleler" el-Gazali'ye malı­sustur. el-Beyan "meseleleri delille açıklama" el-Kiya'ya mahsustur;

Öğrencisi İmam Muhammed b. Yahya da şöyle der. "Gazaıi öyle bir kimsedir ki, Onun üstünlüğünü ancak Onun derecesine çıkan yahut Onun aklındaki olgunluğa yaklaşan kimseler anlayabilir."

Derim ki: Bu söz benim hoşuma gidiyor. Çünkü bir kimsenin ilirnde kendisinden daha ileri olan kişinin derecesini bilebilmesi için akla ve 1 anlayışa sahip olması gerekir. Zira kişi doğruyu yanlıştan alcıila ayınr; anlayış gücüyle de meseleleri hükme bağlar. Gazali'nin ilmi zirvede olunca, O'nun değerini öğrenmek isteyen kimsenin de tam akıl sahibi olma zaruriyeti var demektir.

Yine diyorum ki: Bu konuda bir kimsenin aklının tam olması gere­ğinin yanında ilimdeki derecesi de öteki kimsenin derecesine yaklaş­malıdır. Bu yüzden Gazali'den sonra gelen bir kimse Gaz31i'nin değeri­ni de ilminin genişliğini de hakkıyla tanıyamaz. Çünkü Ondan sonra kendisinin bir benzeri gelmemiştir. Sonra onu değerlendiren kişiler Gazali'nin bizzat kendisinde mevcut olanı değil, kendi bilgileri ölçü­sünde Onu değerlendirmiş olurlar.

Eş-Şeyhu1 İmam (?)'ın şöyle dediğini işittim: "Kişinin'ilimdeki se­viyesini, ancak onun derecesinde olan ve onunla beraber bulunmuş olan kimse anlayabilir".

Yine bir sözü: '�Kl�! b�kasının ğ�ğ�ı}!l_i_ke�ı!!-��!_l}_lç�s_!irı�e ta­_

_ !\_t).:abilir." Yine o bize derdi ki: Talebelennden hiçbiri Şafii'nin kıymetini Mü­

zeni'nin Onu anladığı kadar anlayamaz. MUzeni de ancak kendi gücü nisbetinde Şafii'nin değerini anlayabilir. Müzeni, Şafii'nin değerinden kendi gücünü aşan kısmını anlamamıştır.

Yine bize derdi ki: p�yg!J:m��r.J�:!�.Y.:))�.���rı�Aıı�:dan başka Elç kii_!!.��!!Y�.�:.Q!!!! .. ����-���r.ı�.�.Y.�!'il�!lg�ç_ll_İSbetinde

-��bilir. �esela RasUlullah (s.a.v.)'i ümmet içinde en çok tanıyan Ebfı Bekir (r.a.)'dır. Zira o, ümmetin en faziletlisidir. Ebô Bekir (r.a.) de

16

Mustafa (s.a.v.)'nın kıymetinden ancak kendi gücünün yettiğini anla­yabilir. Bu noktada Onun gücünün aciz kaldığı ve ilmin kuşatamadığı başka hususlar da vardır ki, onları Allah'ın ilmi kuşaur.

Abdü'I-Gafir EI-Farisi'nin Sözleri

Ben O'nun söylediklerinin tamarnını kelime kelime aynen naklet­mek istiyorum. Çünkü o, hem GazAli'nin çağdaşı hem de güvenilir bir kimsedir.

Ancak onun sözü hakkında hüküm verenler ikiye aynlmışlardır.

Bir kısmı, Gazali hakkındaki övgülerin bazısını nakleder, ayıplan­dığı hususların ise hepsini hikaye eder. Bu Huccetü'l-lslam'ın aleyhin­de taassup gösterenierin tavndır. Bu tavn takınan kişi ise hocamız ez­Zehebi'dir. Zira o, övgi.ilerin bir kısmını sözleri kısaltarak ve çoğunqa da aslına uymaksızın sadece manayı nakletmiştir. Abdülgafır'in, Gaza­li'nin aleyhinde zikrettiği sözlerini ise tamamen nakletmiş üstelik ilave de yaparak, süslemiş, genişletmiş ve tavsiye etmiştir.

Bir kısmı da Gazali'nin aleyhine zikredilenleri söylemiyecek sade­ce övgüleri nakledenlerdir ki bunu yapan da Hafız Ebü'l-Kasım b. Asa­kir'dir. Onun böyle yapmasının sebebini ileride anlaıacağım. Ben ise o sözlerin hepsiı:ıi nakledeceğim. Sonra hakkında söz söyleyeceğim. Al­lah'dan kalbime iyiliği ilham etmesini ve bir tarafa meyletmekten beni korumasını ni yaz ederim. Nisabur Hatibi Ebü'l-Hasan Abdülgafir b. lsmfıil-el Haub el-Farisi der ki, "0, Muhanımed b. Muııammed b. Mu­hammed, EbU Ham id el-Gazali'dir. İslam'ın ve müslümanların delili­dir. Din imamlannın önderidir. Lisan, anlatım, konuşma, akıl, zeka ve karakter bakımından gözler onun benzerini görmemiştir. Çocukluğun­da Tfıs'ıa, İmam Ahmed er-Razikani'den biraz fıkıh okudu. Sonra, Tfıs'lu bir grup gençle birlikte lmamü'l-Harameyn'in dcrsine devarn et­mek üzere Nisabur'a geldi. Gayret edip çok çalıştı. Nihayet kısa zaman­da büyük bir maharet kazandı. Arkadaşlarını geçti. Kur'an ı ezberledi. Zamanındaki alimierin en üstünü ve yaşıtları içinde en birincisi oldu. Talebeler kendisinden istifade ediyor, o da onlara ders okutuyor ve doğru yolu gösteriyordu. Diğer taraftan kendi çalışmalarına ciddiyetic devarn ediyordu. Nihayet olgunlaştı ve eser yazmaya başladı.

17

lmamü'l-Harameyn derecesi yüksek, ifadesi güzel ve çekici konuş­ma sıiliibi olmakla beraber Gazaü'ye iyi gözle bakmazdı. Zira Ga.zAli onun karşısında süratli ibareye ve güçlü bir tabiate sahipti. İmamü'l­Harameyn kendi yanında yetişmiş ve kendisine bağlı olsa da Gazaıi'nin kitap yazma teşebbüsünü de hoş karşılamıyordu. Bu davranışiann be­şeri bir zaaf olduğu bellidir. Fakat o, kalbinde gizlerliğinin aksine Gaza­li ile övünüyor ve ona önem veriyordu. Sonra Ga.zAli Hocası İmamü1-Harameyn'in vefatma kadar böylece devam etti.

Hocasının vefatından sonra Gazali, Nisabfır'dan çıkıp Asker şehri­ne gitti. Nizamül-Mülk onu güzel karşıladı. İlmi derecesi yüksek, şöh­reti yaygın, münazaralan güzel ve ifadesi akıcı olduğu için vazir-i azam Ona çok iltifat etti. Nizamü'l-Mülk'ün meclisi, Mimlerin dolup taşdığı, ileri gelen ve fakih kimselerin yöneldiği bir merkezdi. Böylece Gazali için güzel fırsatlar doğdu: Bir çok Mimle ve sert hasımlarıyla tartıştı. İleri gelen kimselerle münazaraya tutuştu. Neticede ismi her tarafa ya­yıldı. Böylece durumu sağlamlaşdı. Bu Onun, el-Medresetü'l-Meym­finetü'n- Nizfuniyye (Uğurlu Nizarniye Medresesi)'de öğretim göreviy­le Bağdat'a gitmesine sebep oldu. Bağdad'a gidip öğretime başlayınca, ders okutınası ve münazaralan herkesin hoşuna gitti. Benzeri görülme­mişti. Horasan'ın imfunı (önde gelen ilim adamı) olduktan sonra Irak'ın da imfunı olmuştu. Datıa sonra o Usfil ilmi üzerinde durdu; esasen o il­mi, çok sağlam öğrenmişti. Bu ilim dalında eserler yazdı. Fıkıh saha­sında mensup olduğu mezhebde yeni görüşler getirdi ve o Jconuda da ki­taplar hazırladı. İlmu'l Hılafa yeni bir düzenleme getirdi; bu konuda da eserler yazdı. Bağdad'daki şöhreti ve derecesi o kadar yükseldi ki, ileri gelenlerin, prensierin ve Hilafet Sarayı'nın haşmetini gölgede bırakır oldu. Ancak bu durum bir başka yönden tersine döndü. Derin ilimleri inceledikten ve o ilimiere dair yazılan eserleri okuduktan sonra kendi­sinde bir başka hal belirdi. Zühd ve ibadet yoluna girdi. Gösterişli yaşa­yışı terketti. Takvaya ve ahiret azığına götüren işlerle uğraşmak için, el­de ettiği dünyevi dereceleri kaldınp attı. Ve içinde bulunduğu gösterişli yaşayıştan uzaklaştı. "Beytullah"a yöneldi. Hacca gitti. Sonra "Şam" bölgesine geldi. On seneye yakın bir zaman gezerek ve mubarek ma­kam ve türbeleri ziyaret ederek bu diyariarda kaldı. Benzeri göriiime­miş meşhur eserlerini yazmaya başladı. Misal olarak İhyau ulfımu'd-

18

din'i ve bunun özeti olan el-Erba'in gibi küçük kitaplan zikredebiliriz ki, onlan okuyup düşünen kimse Gazali'nin çeşitli ilim dallanndaki de­recesini aniayıp takdir eder. Gazali artık nefis mücahadesine, ahlakını değiştirmeye ve yaşayışını düzene koymaya başladı. Bu defa, kibir, başkanlik ve mevki isteği gibi kötü huylar, rUhun huzur bulmasına, iyi huylara ve gösterişlerden uzaklaşmaya dönüştü. Salih kişilerin kıyMe­tine büründü. Dünyevi emellerini kısalttı. Artık vakitlerini, insanlan doğru yola iletmeye, kendilerini ilgilendiren ahiret işlerine çağırmaya, dünyanın hoş olmayan yanlannı anlatmaya, sMiklerle, dervişlerle meş­gul olmaya, devamlı kalınacak diyara göç için hazırlanmaya ve ahiret hazırlığıyla meşhur olan yahut kendisine ahireti için yardım edebilece­ğini sezdiği ya da müşahade nurlanndan bir nurla uyanıklığı sezilen kimselere itaat etmeye vakfetti. Neticede bu işlere alışu ve bunlar ken­disine kolay gelmeye başladı.

Sonra vatanına döndü. Evine çekildi. Tefekkürle meşgul oldu. Va­kitlerini saat be saat değerlendirdi. Gönüllerin gıdalandığı takva ehli bir alim oldu. Bir zaman böyle geçti. Nihayet eserleri ortaya çıktı, kitaplan yayıldı. Nizamü'l-Mülk zamanında Gazali'nin bu durumu böylece de­vam etti. Ona karşı kimsenin i tirazı olmadı. V ezirlik sırası, Şehidler gü­zeli Yüce Fahrü'l-Mülk'e -Allah onu rahmetine bürüsün ve Horasan Onun başınet ve idaresi ile süslensin- gelince, Gazali'nin mevki ve de­recesini, olgunluk ve üstünlüğünü, itikadındaki ve insanlarla olan mua­melesindeki herraldığı işitip görünce Onu bereket kaynağı saydı; huzu­runa gelip sözünü dinledi. Ardından bu sözlerinden daha da istifade edilir hale gelmesini istedi ve bu hususta çok israr etti. Nihayet Gazali, evinden çıkmayı ve Nisabur'a gitmeyi kabul etti. Böylece aslan ininden uzak kaldı, işin neticesi de Allah'ın takdirinde gizlenmiş oldu.

Onun -Allah marnur eylesin- "el-Medresetü'l-Meymfuıetü'n -Niza­miyye"de ders vermesi istenildi. Aruk GazAli vezirin isteğine boyun eğmekten başka çare bulamadı. Mevki istemek, akıfuııyla münazara et­mek ve inatçılada mücadele etmek gibi işleri bıraku. Eski hayauna dönmeksizin uğraştığı ilimleri açığa çıkarmak ve gelenlere anlatmak suretiyle bu yolun arslanlarının hidayete kavuşması için çalışmaya ni­yet etti.

19

Çok kere münakaşa gerektirecek durumlar basti oldu ve bir çok kimseler kendisini kusurlu ve kötü göstemıeye ve jurnal etmeye çalışu­lar ama o, bunlann etkisinde kalmadı; onlara cevap vennekle meşgul olmadı ve fesatçılara hiç aldırış etmedi.

Kendisini birkaç kere ziyaret ettim. Ama onda, eskiden tanıdığım kötü huyluluk, insanlara korku salmak, onlara alaylı bakışlarla nazar et­mek, kendini büyük görüp onları hafıfe almak, kendisine nasip olan, akıl, zeka ve güzel konuşma ile gunırlanmak, mevki ve yüksek rütbe peşinde olmak gibi halleri artık hissetmiyordum.

Şüphesiz ki o, eskiden tanındığımın zıddı olmuş, manevi kirlerden arınmışb. Ben ise Onu bunları zoraki ve bereketlenmek ümidi ile yapb­gını sanıyordum. Ama derin derin düşünüp inceledikten sonra iyice an­ladım ki durum sandıgımın aksinedir ve adam gerçekten olgunlaşmış-� tır.

Birlcaç gece başından geçenleri bize hikAye etti: İbadet yoluna giri­şinden dolayı kendisinde zuhur eden hallerin başlangıcından ve kendi­sine bu manevi hatin galebe çalmasından itibaren, ilimiere dalmasını ve onların herbirinde söz sahibi olmasını, sonra kendisinde zühd halinin galip gelmesini çeşitli ilimleri tahsil hususunda Allah'ın kendisine ba­ğışladığı istidadı, araştırma ve düşünmedeki gücünü, ilimlerle uğraş­maktan dolayı diğer işlerden usanç duyduğunu, sonumuzun ne olacağı­nı ve 3hirette fayda verecek şeyleri düşündüğünü uzun uzun anlattı. An-lattıkları özetle şöyle:

'

Önce el-Faramedi'nin sohbetinde bulunmuş, ondan tarikatİn baş­langıcını almış, kendisine tavsiye ettiği ibadet ve vazifeleri yerine ge­tirmiş, nafile ibadetleri titizlikle yapmış, zikirlere devam etmiş, kurtu­luşu elde etmek için çok çalışmış. Nihayet o, bu engebeleri aşmış, onca meşalekat ve kendisini maksuduna erdirecek güçlüklere katlanmış.

Bunları anlattıktan sonra, o tekrar ilimlerle meşgul olmaya döndü­ğünü, değişik ilim daliarına daldığını, ince ilimlerle ilgili kitaptarla çok uğrnştığını onları yorumlamaya koyulduğunu, neticede onların kapıla­nnın kendisine açıldığını, ve bir süre sıkıntılı düşünceler, delillerin ka­nşması ve meselelerio teferruab içinde kaldığını hikaye etti. Sonra içi­ne bir korku düştüğünü o kadar ki kendisini her şeyden alıkoyduğunu,

20

artık o korkudan başka şeylerden yüz çevinnek zorunda kaldı�ıru anlat­u. Yine devamla, tam manasıyla nasıl riyazet yapuğını, kendisine haki­katierin tecelli edişini, güçlüklere karşı koyma, ahlaki meziyetler ka­zanma ve bunların tabiat haline gelip gerçekleşmesine dair onun hak­kında zanneuiğimiz hususlan ve bütün bunlann kendisine Allah tara­fından takdir edilen saMetin eseri olduğunu anlatu. Yine Ona evinden çıkmayı arzulamasının ve Nisabur'a gitme cıavetini kabul etmesinin na­sıl olduğunu sorduk. Bunun üzerine bu hususdaki mazeretini açıklaya­rak şöyle dedi: "Dine cıavetten ve talebelere ilim öğretmekten geri dur­mayı caiz görmüyordum. Gerçekten benim hakikati açıklamam, onu söylemem ve ona insanları çağınnam üzerime bir vazife olmuştur".

O, bu sözlerinde samimi idi. Daha sonra o, kendisi terkedilmeden önce orayı terkeni ve evine döndü. Evinin yakınında ilim öğrenmek is­teyenler için bir medrese, tasavvuf ehli için de bir dergah edindi. Aruk vaktini, Kuran-ı Kerim'i hatmctme, gönül ehli kimselerle sohbet etme ve kendisinin ve kendisiyle beraber bulunaniann hiç bir anı faydasız geçmemek kaydıyla ders okutma gibi işlere ayırmıştı. Bu durum Ona zamanın gözünün değmesine ve günlerin Onun çağdaşlanna karşı cim­rilik etmesine kadar devam etti.

Neticede nice üzüntü, birbiri ardından gelen düşmanlık ve hüküm­darlam şikayet gibi zorluklara karşı koyduktan sonra Hak Te31a onu şe­refli ahiret yurduna nakleui. Allah ona yeui; düşmanlannın elinin ona yetişmesinden herhangi bir hatası ile dinin perdesinin yırtılmasından Allah onu korumuştur. Son işi Muhammed Mustafa (s.a.v.)'nın hadisle­rine yönelmek, hadis aiimleri ile sohbet etmek ve islam'ın iki delili olan Buhari ve Müslim'in "Sahih"lerini müı.aiaa etmek oldu. O daha fazla yaşasaydı şüphesiz ki bu ilim dalında hepsini geçer ve kısa sürede o ilmi tahsil ederdi. Kuşkusuz o, daha önce hadis dinlemişti. Ömrünün sonuna doğru da onu dinlemekle meşgul olmuştur. Ancak kendisinden hadis ri vayeti hususunda ittifak hasıl olmamışur. Ama bu onun için bir eksik­lik sayılmaz. Çünkü usfıl, fıirfı' ve diğer ilmi sahalarda bırakuğı eserleri okuyup istifade edenler nezdinde Onun haurasını ebedileştiriyor ve on­dan sonra benzeri eserler yazılmadığını ispat ediyor.

O, 505 yılında Cemazi yelahir ayının on dördüncü günü olan Pazar-

21

tesi günlinde Allah'ın rahmetine kavuştu. Taberfuı kasabası dışına def­nedildi. Allah lutfu keremiyle ona dünyada çeşitli ilimler nasip ettiği gibi atıirette de çeşitli ikearnlar tahsis eylesin!

Arkasında yalnız kız çocuklan kalmıştı. Miras ve kazanç olarak kendisine ve çoluk çocuğunun nafakasına yetecek kadar iınkanlan var­dı. Binaenaleyh, dünyaya ait işler için kimseye el açmazdı. Kendisi ni­ce karlı tekliflerle karşılaştıysa da onlan kabul etmedi; dinini koruya­cak ve kendisini başkasından istemeye maruz bırakmayacak olan mik­dar ile yetindi.

Ona karşı yapılan itirazlArdan biri de sözlerinde nahiv (gramer) yö­nünden bazı hatalann bulunmasıdır. Bu konu kendisine. söylendiği za­man kendisi hakkında da adaletten aynlmamış ve o ilim dalı ile fazla uğraşmadığını ve nahiv ilminden, ihtiyacını giderecek kadarla yelindi­ğini itiraf etmiştir. Böyle olmakla beraber o, edib ve fasihterin yazama­yacaklan ifadelerle hutbeler yazar ve kitaplar �erhederdi. Öte xandan, .IsitııP!l!'J.!.I.!_<;>kuy_l!P.� söz y�na rastlayanlara onlan dü.��!!!!!�!(_!!L lçlı::ü.zin:yeımi.tY.�= keQdisffiLbu lı!!s,ust�LITI�Iff_§[email protected]!!is�miştiı:. Q!!ıkü, onun ma]s§adı saJ!.ece manalar ve onlann zihinlere yer!��iril:

_

_ !_llesiydi; yoksa lafızların düzeni ve süslenmesi değildi!-_ Onun aleyhinde söylenen sözlerden biri de, "K imyay-ı Saadet" ve

"el-Ulilm" kitaplannda, bazı husus ve meselelerin açıklamasında Şer­iat'ın emirleri ve İslam esaslarının zahiri (ilk an�ılan manalanyla) ile uyuşmayacak şekilde garib karşılanabilecek Farsça olarak zikrettiği la­fızlardır. Doğrusunu söylemek gerekirse onun bu türlü ifadeleri terket­

.mesi ve bu açıklamalardan yüz çevirmesi daha uygun olurdu; Zira halk çoğu zaman din kaideleri hakkında delille hüküm vermez, bu konuda bir şey işittiği zaman onu itikad esasianna zararlı olacak şekilde tasav­vur eder ve onu öncekilerin (bozuk görüşlerine) nisbet eder.

Şu kadar var ki, akıllı musannif, kendi kendine düşündüğünde zik­rettiklerinin çoğunun, Şeriat'ın her ne kadar açık olarak zikredilmes� de, rumuzla gösterdiği şeyler cinsinden olduğunu anlamıştır. Diğer ta­raftan bu tür sözler,111İl1uzlu veya ve 3çik:ça tarikat şeyhlerinin sözlerin­de dağınilc şekilde bulunur. Oysaki adı geçen lafızlardan her lafız bir yönü ile vehme düşürücü bir söz olduğu hissini veriyorsa da diğer yön-

22

leri onun dindarlann inançlanna uygun düştü�ü hissini vermektedir. Bu yüzden din esasıanna uygun düşecek şekilde do�u bir yönünü açık­lamak mümkün ise, onu yalnızca makbul olan yöne yormak gerekir; herhangi bir kimsenin onun merdud olan yönüne takılınası uygun ol­maz. Çünkü onun İslam esasianna uygun oluşu hususunda ona açıkla­ma imkanı vermektedir.

Şu kadar var ki meselenin bu ölçüde ele alınması onu net bir şekilde açıklayacak ve onun hakkından gelecek kimselere ihtiyaç gösterir. Oy­sa yukanda söylediğimiz gibi o türlü meseleleri açıklamamak daha uy­gun olurdu. İstisna! ve özel durumların açıklanması da gerekmez. Hatta bir çok şeyler vardır ki bilinir, sezilir fakat dile getirilmez.

Geçmiş salih alimler (Selef-i Sat.ihin) Şeriat'ın zahiri emirlerini de­vami� kılmak ve dinin işfu"et taşlannı itirazcılann ayıplamasından ve inkarcilann tecavüzünden korumak için işte bu yolda yürüdüler. Do�­ruya erdirecek olan Allah'tır.

Gazali'nin Ebu Davud es·Sicistani'nin Sünen'ini el-Hakim Ebü'l­Feth el-Hakimi et-Tusi'den dinlediği kesindir. Ama ben onun dinledi�i­ni gösteren delile (sema' kaydına) rastlamadım. O, muhtelif hadisler­den binlercesini fukaha yoluyla dinlemiştir. Benim rastladıklanmdan biri, Onun, EbU Bekr Ahmed b. Arnr b. Ebi Asım eş-Şeybfuıi'nin yazdı­ğı Meylidü'n-Nebf kitabından dinlediğidir. Müellif bu kitaptaki bilgi­leri eş-Şeyh el-İmam Ebu Bekir Ahmed b. el-Haris el-İsbahani'den; o, Ebu Muhammed Abdullah b. Muhammed b. Cafer b. Hayyan'dan o da, el-Munsıfdan rivayet etmiştir. tı.nam Gazilli o kitabı Taberan Huva­n'ndan olan eş-Şeyh EbU Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Huva­ri'den, yanında bu zaun iki alim oğlu Abdülcebbar ve Abdulhamid ve ayrıca alimlerden bir cemaat da bulundu�u halde dinlemiş tir.

Şu ifadesi onu dinledi�inin delillerinden biridir. Bize eş..:Şeyh Ebu Abdiilah Muhammed b. Ahmed el-Huvan haber verdi; bize Ebu Bekir b. el-Haris el-İsbeh&ni haber verdi bize, EbU Muhammed b. Hayyan ha­ber verdi bize, EbU Bekir Ahmed b. Amr. b. Ebi Asım b. İbnıhim el­Münzir el-Harizmi haber verdi bize, Abdiliaziz b. Ebu Sabit tahdis. etti; bana ez-Zübeyr b. Musa Ebü'l-Huveyris'in şöyle dediğini tahdis etti:, Ben Abdulmelik b. Mervandan işittim. O Kendisi Kattat b. Eşyem el-

23

Kinllııi'ye şöyle sormuş: "Sen mi daha büyüksün Rasulullah (s.a.v.) mı?" Şöyle cevap vermiş: "Rasulullah (sa.v),benden daha büyüktür, ben ise o'ndan daha yaşlıyırn Rasulullah (s.av.) fıl senesinde do�uş­nır." Adı geçen kitabın tamamı bir cilt olup Gazali'nin dinledilderinden biridir.

Burada Abdulgafır'in sözü sona erdi. Onun sözlerini İbn Asakir, ba­şından "Ona karşı yapılan itirazlardan biri ... " ifadesine kadar naklet­miş, di�er kısırnlannı ise almamıştır. O gerek Tarihu'ş-Şam'da gerekse et-Tebyin adlı kitabında böyle yapmıştır.

İbn Asakir'in bu tutumu, Gazaii lehine bir taasup, ( Gazali taraftarlı­ğı) ve Zehebi'nin yapuğı da Gazali aleyhine bir taasup mudur, dersen, işin öyle olması muhtemeldir derim. İbn As8kir'in ona karşı mUtecaviz olmamasının yanında, böyle bir imam hakkında bu gibi meseleleri yay­mayı uygun görmemesi de muhtemeldir. Zehebi ise, bu rivayetleri atla­mış ve ona dilediği şeyleri eklemiştir. İleride onlar hakkında bilgi vere­ceğim. Aynca içinde bulunduğumuz konumuzu bitirdikten sonra Hüc­cetül-İslam'ın -Allah ona rahmet eylesin- hayat hikayesinden bahse­denlerin sözlerinden bu imamı tenkid edenler hakkında da konuşacağız ki, onlann çoğu Abdulgafir'in sözünden cesaret almışlardır.

HMız Ebill-Kasım İbn Asakir dedi ki, O mezhep ve hılaf ilmi bakı­mından fıkıhda ve usulü'd-dinde imam idi. Ruhari'nin Sahibi'ni Ebfı Sehl Muhammed b. Abdullah el-Hafsi'den dinledi. Bağdad'da Nizarni­ye medresesinde öğretim üyesi oldu. Daha sonra Beytü'l-Makdis'i ziya­ret etmek üzere Şam bölgesine doğru yola çıktı. 489 senesinde Şam şehrine geldi. Orada bir süre kaldı. Bazı eserlerini orada yazdığı haberi bana ulaştı. Sonra tekrar Bağdat'a döndü; oradan Horasan'a geçti. Bir müddet Tus'da ders okuttu. Daha sonra ted.risi ve münazarayı bıraktı ibadetle meşgul oldu.

Hafız Ebfı Sa'd b. es-Sem'ani ise Onun hakkında: "0, lisan, beyan, konuşma, akıl, zeka ve karakter bakımından benzerini gözlerin görme­diği bir kimsedir" demiş, sonra, Abdulgafir'in zikreuiği övgülere başla­mış ve zikrettiği son hususa hiç dokunmamıştır. Farklı olarak şuriu zik­reımiştir." "O Tus'lu ll!fız Ebü1-Fityan ömer b. Ebi'l-Fityan Ömer b. Ebi'l-Hasan-er-Ravvasi'yi çağımuş, ona ikrnmda bulunmuş ve ondan

24

Buhaıi ve MUslim'in sahibierini dinlemiştir." Yine Sem'�i dedi ki: "Onun herhangi bir hadis tahdis ettiğini sanmıyorum. Tahdis etmişse de azdır. Çünkü ondan hadis rivayet edildiği haberi meşhur olmamış­tır."

Sernam'nin sözü burada bitti. Onun, Abdülgafır'in zikrettiklerinden son fasıldan bir şey zikretmemiş olması ve aynı şekilde İbn-i Asakir'in de oliu zikretmemesi sözü bu kadar u7.atmamı gerektirrniştir. Oysa İbn Asakir daima, gayesini mümkün kılan yerde ibareyi terkeder ve leh ve aleyhindeki sözleri nakleder. Aynca Abdulgafir'in son fasılda, Gaza­li'nin hadis dinlemesi ve "sahihayn"ı dinlemesi için Ravvasi'yi ça�ır­ması ile ilgili olarak zikrettiklerine temas eder. Halbuki bu faslı Ab­dülgafir, ancak tercüme-i hMi bitirdikten ve vefat tarihini kaydettikten sonra zikretmiştir. Bu ise adet olan bir tarz değildir. Alışılmış olan ter­cüme-i hal yazma tarzı, tercüme-i hallerin vefat tarihiyle bitirilmesidir. Bu fasılda zikredilenterin yeri, tercüme-i hMin içinde bir yer olmalı­dır.

Bütün bunlar -zannımca- Abdülgafır hakkında uydurolmuş ve son­radan kitabına ilave edilmiştir. Dogruyu en iyi bilen, Allah'ur.

Mamafih, ilerde zikredece�imiz gibi, bu çok önemli bir şey değil­dir.

İbnü'n-Neccar der ki: "GazMi genel manada, fakibierin i�funı, itf:�� fakla ümmetin rabhani alimi, zamanının müctehidi, devrinin büyük . adamıdır�Namı ülkelere yayılmış, fazileti insanlar arasında meşhur of: muş, muhtelif gruplar onu büyük bilme ve ona saygı gösterınede ittifak etmiştir. MuhMifleri kendisinden korkmuş, onunla münazara edenler ileri sürdü�ü delillerle perişan olmuş ve titiz ilmi çalışmalanyla bidat­çılann ve muhaliflerinin kusurlan ortaya çıkmıştır. O sünnete yardım etmek ve dinin gerçek şeklini ortaya çıkarmalda meşgul olmuştur. Eserleri parlaklık ve güzellikte güneş gibi dünyayı dola.Şmıştır. Muha­lifleri olsun taraftarlan olsun onun ilimdeki üstünlü�e ve olgunlu�u­na şahitlik etmişlerdir".

Onun tercüme-i halini yazaniann sözlerinde daha çok bilgi bulmak mümkündür. Zikrettiklerimizde yetecek kadar bilgi bulundu�u için sö­zü daha fazla uzatmayaca�ız.

25

Gazali'nin Biyografisiyle İlgili Diğer Rivayetler

İbnu's Sem'ani der ki: "Gazaıi'nin Musul'da bulunan Ebu Hamid b. Ahmed b. Selfune'ye yazdığı bir mektupta şu sözlerini okudum: "Va'za gelince, ben kendimi ona illyık: görmüyorum. Çünkü va'z, öğüdü kabul etme nisabının zekatıdır. Binaenaleyh, nisaba ulaşmayan kimse nasıl zekat verir? R,lbise_şi_q!ııı.ay� Idm�!?��!I!Ll!�M giy:@:i(? A.ğ�eğri

. i,!<:en gölgenin doğru olduğ!!_ne Z(!!Dan_gğ[ii_l�UşL __ .

Şüphesizki Allah İsa aleyhisselama şöyle vahyetmiştir: �:Nefsine _ya'z_et, o va'zı kabul ederse o zaman insanlara va'z et;_yoksa benden utan".

İbnü's-Sem'aru yine şöyle dedi: Merv'de bizim evde EbU Said Mu­hammed b. Esad b. Muhammed el-Halil el-Tevkanl'nin bir sohbetini dinledim. O şöyle diyordu: Ebtı Hamid, el-Gazali'nin lhyau-Ulu­middm adlı kitabını okuturken dersinde bulunmuştum da o, "İnsanlara vatanları sev dirildi, zira gönül, ihtiyaçları orda gördü. Onlar vatanlarını andıkiarı zaman çocukluk günlerini hatırlarlar, bunun için onlar inler­ler." mealindeki şiiri okumuş, hem kendi ağlamış hem de oradaki cema­atı ağlatmışu.

İbnü's-Sem'ani yine der ki: Merv'de EbU Nasr el-Fadl b. el-Hasen b. Ali el-Mukri'nin bir konuşmasını dinledim; şöyle diyordu: Vedalaş­mak üzere İmam Gaz3li'nin huzuruna girmiştim. Bana bu mektubu el­Mu'in es-Sabit Ebu'I-Kasım el-Beyhaki'ye götür, dedi. Daha sonra ba­na, o mektupta Tus vakıflar mütevellisi el-Aziz aleyhine şikayet vardır. Mütevelli de kardeşinin oğludur, dedi. Bunun üzerine ona, ben Herat'ta onun amcası olan el-Mü'in'in yanındaydım. el-İmad et-Tusi, içinde mü­tevelliye övgü bulunan bir mektup getirdi. Üzerinde de senin el yazın vardı. Halbuki o sırada amcası onu kovmuş ve ona küsmüştü. Senin onun hakkındaki medh u senarn görünce onunla barışnuş ve onu yaruna almışu, dedim. B u defa İmam Gazali dedi ki:_ Mektubu el-Mu'in'e tes­lim et ve ona şu beyti oku:

26

"Qörmedim ben bu zulmf},r.tb.t:l.t.ztdni, ?:!fl'!.!!!'..i!.arız da, sonra överiz zalimini. "

EbU Abdiilah Muhammed b. Abdulmün'im el-Abdeli el-Müezzin dedi ki: Hicri Beş yüzüncü yılın Muharrem veya Safer aylanndan birin­de İskenderiye'de bir rüya gördüm. Sanki güneş batıdan doğmuştu. Ba­zı rüya tabircileri bunu batıda yaşayan insanlar arasında çıkacak bir bi­date yordular. Bir kaç gün sonra kervanlar Meriyye'de EbU Hamid Gazali'nin kitaplannın yakılması haberini getirdi.

İmam Fahreddin Ebfı Bekr Eşşişi'den şöyle rivayet edildi: Niza­mü'lmülk, Ebfı Hfunid'i Bağdat Nizarniye Medresesi'nde öğretim üye­liğine tayin ettiği ve o da dört yüz seksen dört senesinde Bağdad'a geldi­ği vakit alimler yanına toplandılar ve ona: Herhalde efendimiz biliyor­lardır ki, bu bölgede adet şöyledir. Ders okutacak kimse alimiere bir ziyafet verir. Biz senin davetinin senin ilimdeki rütbenle mütenasip ol­masını istiyoruz, dediler. Gazali dedi ki: Hay hay! Yalnız iki şartım var. Şöyle ki, ya ziyafet muhtevasının tesbiti size, zamanının tayini bana ait olur. Veya bunun tersi olur. Onlar hayır muhtevayı tesbit sana ait, za­manı tesbit bize aittir ve biz daveti bugün istiyoruz, dediler. Bunun üze­rine onlara:

"Pekala öyleyse, benim muhtevayı tesbitim, kendi imkanıma göre olacaktır ki, o da ekmek, sirke ve sebzeden ibarettir. Bunun üzerine de­diler ki:

- Hayır, valiahi bu olmaz. Zamanı tesbit sana, muhtevayı tesbit bize olsun. Biz bu ziyafette şu kadar tavuk, şu kadar tatlı ... olmasını isteriz. Gazali:

- Hay hay öyle olsun. Zamanı iki sene sonra, dedi. Bunun üzerine dediler ki:

- Halcikaten biz bu işte aciz kaldık, hepsini sana bıraktık. Anladık ki biz seninle münazara yoluna girince, bu ziyafetle bizim aramıza engel koyacaksın.

Zamanımızda Mısır diyarında Gazali'den hoşlanmayan, onu yeren ve gıybetini eden bir kişi vardı. Rüyada yanında Ebu Bekir ve Ömer (r.anhüma) olduğu halde Peygamber (s.a.v.)'i görmüş, Gazali onun önüne otunnuş: Ya Resuluilah bu adam benim hakkında konuşuyor, di­yormuş. Resuluilah (s.a.v.) kamçılan getirin, buyurarak o adamın dö-

27

vülmesini emrebniş ve o adam da GazAli habnna dövülmüş. Adam uy­kudan uyanınca kamçılann izinin tıaıa sırtında oldugunu gönnüş. O bu rüyayı insanlara ağiaya aglaya anlatırdı.

llerde Ebu-I-Hasen b. Hırzihim el Ma�bi'nin lhya kitabı ile ilgili rüyasını anlatacagız ki o da bunun bir benzeridir.

·

Mısır'da hayır sahibi 81imlerden biri bana şöyle anlattı: Şafıiyye (Şafii mezhebine ait fıkıh) dersinde bir şahıs GazAli hakkında kötü söz söyledi. Bu olayı bana anlatan kimse, bu konuşmadan aşırı derecede üzülmüş. O gece rüy�da Gaz81i'yi görmüş, bu durumdan duydugu üzüntüyü ona anlabnış. GazMi demişki: Üzülme, o yarın ölür. Olayı an­latan şahıs sabahleyin Şafiyye dersine gitmiş ve o �limi sapasa�lam derse gelmiş halde bulmuş. Daha sonra alim dersten çıkmış gitmiş. Ama daha evine varmadan bine�inden düşmüş, bitkin bir halde evine girmiş ve akşama do� vefat etmiş.

Gazali'nin kerilmetlerine dair anlatılanlardan biri de şudur: Mağrip Fas ve ci van hükümdarı Emiru'l müslimin lakabı ile anıian Sultan Ali b. Yusuf b. Tafşin gerçekten adaletli, faziletli, M81iki mezhebini bilen ve onu yaymaya çalışan bir hükümdardı. Kendisi felsefi ilimlerden hoşlanmazdı. Gazali'nin sırf felsefeyi ihtiva eden eserleri Ma�b'e gi­rince kitapların yakılmasını emretti. Yanında o kitaplardan birşey bulu­nanları ölümle tehdit etti. Ama bundan sonra düzeni bozuldu. Ülkesin­de hoşa gitmeyen pekçok olaylar meydana geldi. Ordu ona karşı geldi. Acze düştU�ünü anladı. Öyle ki kendisinin yerine Müslümanların işle­rini görecek başka bir hükümdar getirmesi için Allah'a dua eder oldu. Neticede Abdulmümin b. Ali kendisini iş başından uzaklaştırdı. Gazali'nin kitaplarına takındı�ı olumsuz tutumdan dolayı ölünceye ka­dar üzüntü ve sıkınu içinde yaşadı.

Huccetü'I-İslam'dan Yapılan Rivayetlerden Bazıları

. Ben (Sübki), Hafız Ebiı Abdullah b. Ahmed'in yanında 743 senesin­de okudum. Şu senedie hadis rivayet etti. Hafız Ebu Muhammed ed­Dimyati, Hafız Abdulazim el-Münziri'nden o, Şeyh Ebiı Mansur Feth b. Halef es-Sa'di'den, o İmam Şihabüddin EbU'l Feth Muhammed b. Mahmud et-Tiısi'den o, Muhyiddin Muhammed b. Yahya el-Fakih'den o Huccetulislam Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed el-Gazali'den

28

o, Şeyh Muhammed b. Yahya b. Muhammed eş-Şüca'i ez-Zevzeni'den­Zevzenideki evinde, yanında okurken o: Ebu1-Kasım el-Hasen b. Mu­hammed b. Habib el-Makberi'den o, Ebiı.Bekir b. Muhammed b. Ab­dullah b. Muhammed b. Hafid el-Abbas ibni Hamza'dan o, Ebu'I-Ka­sım Ahmed b. Abdullah b. Amir et-T"ai'den (Basra' da), o: İki yüz altmış senesinde babasından, o 194 senesinde Ali b. Musa er-Rıda'dan, o ba­bası Ca'fer b. Muhammed' den, O, Babası Muhammed b. Ali'den o ba­bası Ali b. el Hüseyin'den, o babası el-Hüseyin b. Ali'den babası Ali b. Ebi Taiib�den -Allah kendisinden razı olsun- tahdis etti ve şöyle dedi: Rasulullah (s.a.v .) buyurdu ki: "Dinden nasibleri olmayan bir kavim or­taya çıkar. Gençleri fasık:ur, dini emirleri gözetmezler: Y aşiılan dinden çıkar, çocukları çıplakur. Aralarında iyiliği emir, kötülükten men eden­ler zayıf kimse kabul edilenlerdir. İçlerindeki tasık: ve münafık:lar üstün tutulurlar. Şöyle ki: Sen zengin olursan hürmet ederler, fakir isen kü­çümserler. Onlar gıybet ederler. İnsanların ayıplarını yüzlerine vurur­lar, söz taşırlar. Hileyle dost görünürler. İşte o kimseler cehennem in ke­lebekleri ve iştahlı sinekleridir. İşte o zamanda Allah onlara zalim ida­reciler, hain vezirler ve dikkatsiz arkadaşlar musallat eder. O zaman her tarafı kaplayacak çekirge, mahvedici bir pahalılık ve işlere zarar vere­cek ruhsatlar beklenir. İp kopunca boncukları ardarda döküldüğü gibi belalar ardarqa gelir. n

Bu 7..ayıf bir hadistir. Hafız Ebü'l-Abbas el-Eş'ari, Ebü'l Fadıl Ahmed b. Ahmed b. Hibe­

tutlah b. Asakir'den o da Ebü'IMuzaffer Abdurtahim'in şöyle dediğini özel bir izinle haber verdi. Babam el-Hafız Ebu Sa'd Abdurrahim b. Muhammed b. Mansur bize haber verdi. Ebu Sa'd Muhammed b. Ebi'l Abbas ei-Halili Biikar-'da camide, yazdırmak için (iriıla) şiir okudu ve şöyle dedi: Bize İmam Ebiı Hamid ei-Gazali şu şiiri okudu:

Bir kimse rızkı için eminse Halık'ından Artık ırzı korunmu.ştur, her lekeden. O hep yenidir, uzaktır eskimeden. Kanaat meydanına dalarsa çekinmeden. Bir daha rastlamaz bir şeye üzüntüden.

29

Ahmed b. Ebi Talip el-Müsned bana şöyle yazdı: El-HMız EbU Ab­dillah Muhammed b. Mahmtıd'dan, o da EbU Abdilialı Muhammed b. Ahmed b. Süleyman Ez-Ziıheri'den şöyle rivayet etti: Bana EbU Mu­hammed Abdiilah el-Melik b. Büveyh el-Abderi şür okudu ve şöyle de­di: Bana Ebu Bekr El-Arabi şiir okudu ve şöyle dedi: Ebfı Hamid el­Gazilli kendine ait şu şüri bana okumuştur:

Sevgi uğruna tutulduğum hastalığım afiyetimdir. Arzular içindeki varlığım yokluğum demektir. Razı olunan azab ağzımdaki nimetlerden daha tatlıdır. And olsun, sizin sevginiz uğrunda, Bize e hiç bir elemin zararı yoktur.

El-Hafız Ebfı Abdullah'a varan senedie de şöyle dedi: Ben Ebu'I­Kasım b. el-Es'ad el-Bezzar'ın yanında okudum. Bize, Yusuf b. Ahmed el-Hafız'ın şu sözünü rivayet etti: Muhammed b. Ebi Abdillah el-Cev­heri bir şiir okudu ve şöyle. dedi: Bize Ebô Hamid'in şu şiiri okundu:

Alimlerimiz lambanın benzer fitiline: Aydınlatırlar insanları yanarken kendileri Hoş bir manzara altında kötü bir durum, Bakır üstünde-beyaz gümüş mis/ili.

Ali b. el-Fadl el-Hilfız, Ebô Muhammed Abdullah b. Yusuf el­Amidi'den o, Ümeyye İbn Ebi's-Salt'ten, o da Ebô Muhammed el­Tikriti'den Gazali'nin kendisine ait olan şu şüri okuduğunu rivayet et­ti:

30

Yüzünden zülfünün akrepleri sarkmış Bir ay üstüne ki, tarif edilmez! Bildiğimiz: ay akrep burcuna inerdi. Hayret doğrusu; Akrepler ona nasıl indi?!

, Gaz3li hakkında söylenen şiirlerden biri de Ebfı Hafs ömer b. Abdi­laziz b. Yusuf el-Tarablusi'ye aiuir:

Bir alim' /d mezhebi düzene koydu Allah O'nun kurtuluş vesilesini güzel eylesin. "Basit", "Vasit", "Veciz" ve "Hultisa" kitaplarıyla . ..

Ebfı Muzaffer el-Ebiverdi Ona ağıl olmak üzere şöyle der:

Kabre konunca Hüccetü'l-lslam, Ağladı ona her sahib-i can. Allah için göz yaşı döken EbU Hamid'i kınamaz ve ona kızamaz. Bu büyükfelfıket aklımı başımdan alıyor. Gözlerim uyku, tutmuyor; akacak yaş kalmadı. Zfıhidlikte onun yadırganmış bir has/eti yoktur. Halk içinde bir benzeri de; tanım O'nu. Geçti gitti üzüldüğüm en büyük kayıp Halk içinde yerini tutacak bir dengi yok.

Muhammed el-Muafi oğlu Ahmed oğlu Abdülmelik - Allah onlara rahmet eylesin!- de şu ağıdı yaklı:

Merhametli bir kalbin ve şaşkın bir yiğidin iki gözüyle ağladım. O'na dost olmayan Hakk'a dost olmaz. H absettiğim göz yaşlarımı boşalttım da boşalttım. Göz kapaklarıma dedim Id: Yandım, bittim, Ilimleri canlandıran EbU Hanid'e Sözü Din'in kulpunu bağlamaya uygun düşen zat-ı azfze .

... ... ...

3 1

Eserleri

Mezhebe ait olanlar: el-Vasit, el-Basit, el-Veciz, el-Hulasa Diger ilimiere ait olanlara: İhyau Ulumid-din, el-Erbain, el-Esmaü'l Hüsna, el-Mustasra fi

Usulil-Fıkıh, el-Menhlll fi Usulı'l Fıkıh (Bu kitabını hocası 1mamul­Harameyn sağken yazmıştır) Bidayetü'l Hidaye el-Meahız fi'l-Hıla­fiyyat, Tahkikul-Meahız, Kimyau's-Seade (Farsça), el-Münkız mi­ne'd-Dalal, Lübabü1 -Müntehal fi'l-Cedel, Şitau'l-Galil fi Beyani Mes­iili't-Ta1il, el-İktisM fi'l-İtikad, Mi'yar'ul-İlm, Mehakkü'n-Nazar, Be­yanü'l-Kavleyn li'ş-Şafi'i, Mişkatil1-Envar, el-Milstazhiriyy fi'r-Rad al'el-Batıniyye, Tehaftitü1-Felasife, el-Makasıd fi Beyani İ'tikadi'l-Ev­ail, (diğer adı: Makasıdu'l-Felasifedir), İlcamü-1-Avam fi 'İlmi'l­Kelam, el-Gayatill Kusva, Cevahiru1-Kur'an, Beyanu FOOiihi-1 -tma­miyye, Gavrud-Devr fil-Meseleti's-Sericiyyeh, el-Muhtasaru-1 -Ehir fi'l-Meseletis Sericiyyeh (Bunda, bu konudaki Gayetu'l-gavr fi diraye­ti'd-devr adlı eserindeki fikirlerinden döndü.), Keşfu Ulumi'I-Ahirah, er-Risaletu'l- Kudsiyyeh, el-Fetava, Mizanu'l-Ainel, Mevahimu'l-Ba­tiniyyeh, (Bu eser, Batiniye mezhebini red için yazdığı ve el-Mustazhi­riy adını verdiği eserden başkadır.) Hakikatu'r-Rlıh, Kitabu Esrari Mu­amelatid-Din, Akidetu'l-Mısbah, el-Menhecu'l-a'la, Ahıaku'l-envar, el-Mirac, Hilccetul-Hak:, Tenbihu1-Gafilin, ei-Meknun fi'l-Usfıl, Risa­letu'l-Aktab, Musellemu's-Seliıtin, el-Kanunu'l-Külli, el-Kurbetil ile'llah, Mu'tadu'l-llm, Mufassalu'l-Hılaf fi Usuli'l-Kıyas, Esrfuıı İtti­baı's-Silnneh, Telbisu İblis, el-Mebadi ve'l-Gayat, el-Ecvibe, Kitabu Acaıbı Sun'ıllah, Risaletu'r-Red ala men tağa

•• •

İmam Amir es-Savi'nin Mekke'de gördüğü rüya

el-Hafız EbU'I-Kasım b. Asıikir, Kitabil't-Tebyin'de der ki: Şam'da büyük alim, mutasavvıf, Şafıi fakibi İmam Ebü'l-Kasım Sa'd b. Ali b. Ebi'I-Kasım b. Ebü Hureyre el-İsferayinl'den şu sözü duydum: Mek­_ke'de -Allah orayı korusun- büyük Alim, imam, zamanının yeganesi,

32

laraat alimlerinin süsü, Harem-i Şerifin güzelliği, Ebü'l-Feth, Amir b. Amir el-Arabi es-Savi'den şöyle anlatırken duydum:

545 senesi Şevval ayının ondördü pazar günü öğle ile ikindi arası Harem-i Şerif e girdim. Vücudumda bir kırgınlık ve baş dönmesi vardı. Bu hal öyle şiddetliydi ki ayakta duracak ya da oturacak halim yoktu. Bir süre yanıının üstüne yatıp istimhat edecek bir yer anyordum. Merve

. kapısının (=Babü'l Merve) yanında bulunan er-Rasi ri batının cemaat evinin kapısını açık gördüm. Hemen oraya yönelip içeriye girdim. Uy­ku tutup da abctesLim bozulmasın diye elierimi yanaklarıının altına ya­yarak Kabe-i Muazzarna'nın hizasında sağ yanıının üstüne yattım. Bir de baktım ki bid'atçılığıyla tanınmış bir adam geldi, seecadesini o evin kapısının önüne yaydı. Cebinden taştan olduğunu sandığım ve üzerinde yazı bulunan bir levha çıkardı ve önüne koydu. Uzun w..adıya bir namaz kıldı. Bu namazda adetleri üzere ellerini yanlarına saldı. Her defasında da bu levha üzerine secde ediyordu.

Namazını bitirince o'nun üzerine yine secde etti ve secdede uzun müddet kaldı. Yanaklarını bu taş levhaya sürüyor ve yalvararak dua ediyordu. Sonra başını kaldırdı ve levhayı öptü. Onu gözlerinin üzerine koydu. Daha sorıra onu ikinci kez öptü ve tekrar cebine koydu.

es-S avi devamla dedi ki: Bu durum hiç hoşuma gitmedi ve ondan nefret ettim. Kendi kendime dedim ki, keşke Resuluilah (s.a.v.) içimiz­de hayatta olsaydı da, onlara yaptıklarının ve içinde bul undukları bid'atın kötülüğünü haber verseydi. İşte bu düşünce içinde, beni uyku tutup da abd�!stim bozulmasın diye uyumamaya çalışırken, bir de, bir uyku geldi, beni yendi, ben sanki uyanıklıkla uyku arasındaydım. Rüyada geniş bir meydan gördüm. Orada bir çok insan ayakta duruyor­du. Herbirinin elinde cilticnmiş bir kitap vardı. Hepsi de bir şahsın etra­fında halka olmuşlardı. O insanlara bu durumlarını ve halkanın içindeki şahsı sordum. Dediler ki:

O Rasulullah (s.a.v.)'dir. Bu insanlar da mezheb sahibi olan kimse­lerdir. Mezheplerini ve iLikatlarını kendi kitaplarından Rasulullah (s.a.v.)'a okuyup Onun huzurunda onları tashih etmek istiyorlar. es­Savi devamla şöyle dedi:

Ben bu halde cemaate balayarken birden bire halkadan bir kişi gel-

33

di, elinde de bir kitap vardı. Bu İmam Şafii (r.a.)'dir denildi. Halkanın ortasına girdi ve Rasulullah (s.a.v.)'e selam verdi. es-Savi dedi ki:

Rasulullah (s.a.vJi ıasavvuf ehlinin kıyafeti üzere, sank gömlek ve diğer kısımlardan müteşekkil, yıkanmış ve temiz beyaz elbiseler giyin­miş olarak kendine mahsus güzelliği ve olgunluğu içinde gördüm. O Şafii'nin selamını aldı ve merhaba, dedi. Şafii O'nun huzura oturdu ve Ona elindeki kitaptan mezhebini ve ilikadını okudu. Ondan sonra başka bir şahıs geldi. Onun da Ebfı Hanife (r.a.) olduğu söylendi. Onun da elinde bir kitap vardı. Selam verdi ve İmam Şafii'nin yanına oturdu. Ki­taptan mezhebini ve ilikadını okudu. Sonra pek az kimse kalıncaya ka­dar mezhep sahiplerinin hepsi geldi. Okuyan diğerinin yanına oturu­yordu. Nihayet onlar bu işi bitirince ansızın Riliizi diye anılan bid'atçı­lardan bir kimse geldi. Elinde ciltlenınemiş bir kaç forma vardı. Onlar­da batıl olan ilikatlarının esaslan vardı. Halkaya girip Rasulullah'ın hu­zurunda onlan okumak istedi. Hemen Rasulullah (s.a.v.)'Ja beraber on­lardan biri çıkıp ona engel oldu ve formaları elinden alıp halka dışına fırlatu; adamı da azarlayıp kovdu.

es-S avi yine devarn ediyor: Cemaati bu işlerini bi tirmiş ve Peygam­ber (s.a.v.)'in huzurunda bir şey okuyan kimse kalmamış olduğunu gö­rünce elimde ciltli bir kitap olduğu halde biraz ilerledim. Yüksek sesle şöyle söyledim: Ya Resulullah, bu kitap benim ve Ehl-i sünnetin inan­c ıdır. İzin verirseniz onu huzurunuzda okuyacağım. Peygamber (s.a.v.): O nedir? diye sordu. Ya Resfılullah, "O Gazali'nin yazdığı Kav­aıdü'I-Akaid kitabıdır" dedim. Bunun üzerine bana izin verdi. Ben de oturup okumaya başladım:

34

Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla:

Bu KA VAİDÜ'L-AKAİD kitabıdır ve onda dört fasıl var-dır:

Birinci Fasıl

Ehl-i Sünnet'in itikad esasları ve İslam'ın temellerinden biri olan kelime-i şahadetİn açıklanmasına dairdir.

İmdi şöyle deriz: -ki, tevfik ancak Allah'tand ır.- Hamd Al-

lah'a mahsustur. O yaratıklan yoktan var eden ve yok ettiklerini yeniden yaratandır. O dilediğini yapaiıdır. Şerefli Arşın ve şid­detli azabın sahibidir. Kullannın seçkinlerini do� ve geniş yo­la ileten, tevhide ( Allah'ın bir olduğuna) inanmatanndan sonra onlann aleidelerini şek ve tereddüt karanlıklanndan korumak suretiyle onlara nimetler veren, onlan, Peygamberi Mustafa (s.a.v.)'e uymaya ve O'na destekçi olmak ve insaniann doğru yola iletilmesi için çalışmalanyla Onun pek şerefli arkadaşlan­nın (Ashab-ı kiraın) izinden giuneye sevk edendir. Yine o, onla­ra zaunda ve sıfatiannıla ancak dikkatle dinleyenlerin idrak ede­bileceği vasıflannın güzellikleri ile tecelli eder. Kendisini kul­Ianna şöyle tanıtır: o zatında birdir, hiçbir ortağı yoktur, birdir, hiç bir benzeri yoktur. Herkes O'na muhtaç, o kimseye muhtaç değildir. Hiçbir zıddı yoktur, yeganedir, hiçbir dengi yoktıır. O, evveli olmayan bir kadim, başlangıcı olmayan bir ezelidir. Var­lığı devaınlıdır. Onun için hiç son yoktur; ebedidir, nihayeti yoktur. Kesintisiz olarak yarattıklarını idare eden ve koruyandır (Kayyum). O her zaman var olandır. Onun için hiç bir kesinti söz konusu değildir. Büyüklük vasıflarıyla var olmuştur ve var olacaktır. Zamanların kesilmesi ve eecllerin binnesi onun hak­kında sona erme hükmünü gerektirmez. Bilakis Evvel (kendi­sinden önce hiçbir varlık olmayan), Ahir (kendisinden sonra hiçbir varlık olmayan) Zahir ( delilleriyle varlığı açık olan) ve Batın (zaunın hakikati gizli ve akdiann özünü idrak ederniyece­ği varlık) O'dur.

Allahu Teala'nın noksan sıfatiardan tenzihi

O asla tasvir edilen bir cisim değildir, sınır ve miktarı tayin edilmiş bir cevher değildir, cevherler O'na girmez. O asla bir araz da değildir ve arazlar ona girmez. Hatta herhangi bir varlığa benzemez ve herhangi bir varlık da O'na benzemez.

O'na benzer hiçbir şey yoktur. O hiçbir şeyin benzeri değil­dir. Mikdarlar onu sınırlayamaz. Ülkeler onu ihtiva edemez; yönler onu kuşatamaz; yerler ve gökler O'nu içine alamaz.

O Kur'an-ı Kerim'de kendisinin buyurduğu ve kasd ettiği

35

36

manada, -dokunma, yerleşme, mekan tutma, girme ve intikal et­meden münezzeh olarak- Arş üzerine hükümran oldu. Arş onu taşımaz. Bilakis Arş ve Arş'ı taşıyan melekler O'nun kudretinin lütfuyla taşınırlar ve onun kudretine boyun e�erler. O yer küre­sinin dibinden Arş'a varıncaya kadar her şeyin üstündedir. An­cak bu üstünlük, onun Arş'a ve göğe yakınlıWıtı artınnaz. Aksi­ne o yerden kat be kat yüksek olduğu gibi, Aeştan da kat be kat yüksektir. Bununla beraber O, her varlığa yakındır. O, kullara şah damarından daha yakındır. O, herşeye şahittir. Onun zan ci­simlerili zatına benzemediği gibi yakınlığı da cisimlerin yakın­lığına benzemez.

O, hiçbir şeye girmez (hulul etmez); hiç bir şey de ona hulul etmez. O, kendisini herhangi bir zamanın sınırlamasından mü­nezzeh olduğu gibi, herhangi bir yerin kendisini içine almasın­dan da yücedir. Bilakis O, zamarn ve mekanı yaratmadan önce de vardı. Şimdi de O, daha önce var olduğu gibi vardır. O, yara­tıklarından sıfatlarıyla aynlır. O'nuJt zatında kendisinden baş­kası yoktur; kendisinden başkasında da O'nun zatı yoktur.

O değişiklik ve intikalden münezzehtir. Sonradan olan var­lıklar (havoois) O'na hulw etmez; arazlar ona anz olmaz. Bilakis O celal sıfatları içinde zevaldeıi devamlı münezzeh ve kemal sı­fatları içinde, kemalin artmasından devamlı müstağnidir.

Zatında akıllada varlığı bilinmiştir. (Müminler cennette ol­duğu halde, yüce zatı ise yer, yön, şekil ve mesafeden münezzeh olarak) kendisinden bir nimet ve iyi ku1lara bir lütuf olmak üzere ve şerefli zatına bakma ikıamiyle nimetlerini tamamlamak için zatı gözlerle, görülecektir.

Kudreti

Allah u Teala diridir ve herşeye gücü yetendir. Hükmünde galiptir, her erneini yürütür. O'na herhangi bir acizlik ve güçsüz­lük anz olmaz. O'nu bir gaflet ve uyku tutmaz. O'na yokluk ve ölüm anz olmaz. Mülk ve melekutun (görülen ve görülmeyen bütün varlıkların), güç ve üstünlüğünün sahibidir. Otorite ve ga­libiyet. yaratma ve emretıne O'na aittir. Gölder O'nun sağ elinde

(1) dürülmüştür; yaratıldar O'nun mülkünde ma�lup ve mah­kumdurlar.

O yaratma ve icat etmede yeganedir; bir şeyi varetme ve ör­neksiz olarak yapmada tektir. MahiUkatı ve arnellerini yaratmış, nzıklarını ve ecellerini taKdir etmiştir. Takdir edilen hiçbir şey O'nun elinden ktirtulamaz. Takdir etti�i şeyler sayıya sı�maz, bildiklerinin ise sonu gelmez.

ilmi

O, her şeyi bilir. O'nun ilmi, yerin dibinden göklerin zirvesi­ne kadar olan herşeyi kuşatır. Yerde ve gökte zerre kadar birşey O'nun ilmi dışında kalmaz. O kadar ki, karanlık gecede, kara ta­şın üstündeki kara karıncanın yürümesini de bilir. Hava boşlu­�nda ki zerı:elerin hareketini anlar; gizliyi de daha gizli yi de bi­lir. Gönüllerden geçenleri, akıllara gelenleri ve içteki gizlilikle­ri bilir. O, hulul ve intikal ile zatında hasıl olan ve yenilenen bir bilgi ile de�il. kadim (sonradan olmayan), ezeli (de�işmeyen) ve ezelden mevsuf oldu�u bir bilgi ile bilir.

iradesi

Allah u Zülcelai, var olanların var olmasını dileyen ve hadi­seleri idare edendir. 'Bilinen ve bilinmeyen alemde az veya çok, küçük veya büyük, hayır veya şer, fayda veya zarar, bilinme ve­ya bilinmeme, kazanına veya zarar görme, artma veya eksilme, itaat veya isyan, küfür veya iman ancak O'nun kaza ve kaderiy­le, hikmeti ve dilemesiyledir. Binaenaleyh, dilediği olmuştur; dilemedi� olmamıştır. Herhangi bir kimsenin gözünün bakışı­nın sağa sola kayması veya batırdan bir şeyin çıkması O'nun ira­desi dışında kalmaz. Bilakis o yaratıkları yoktan var eden ve yok ettiklerini yeniden yaratandır. O, dilediğini yapandır. O'nun hikmetini geri çevirecek hiç bir şey yoktur. Kulun isyandan kaç­ması ancak O'nun tevfik ve rahmetiyle; itaate güç yetirmesi de ancak O'nun sevmesi ve dilemesiyledir. O'nun iradesi ve dile-

(1) "El" kelimesinin manası hakkında ilerde iz3hat gelecektir. s. 134-5,161 (Mütercim).

37

38

mesi olmadan, bütün insanlar, cinler, melekler ve şeytanlar k!i­natta bir zerreyi hareket ettirmek için veya hareketsiz kılmak için bir araya gelseler muhakkak ondan aciz kalırlar.

Şüphesiz ki diğer sıfatları gibi O'nun iradesi de zabyla var olucudur. Allah o sıfatlarla devamlı olarak muttasıfur. Varlıkla­nn, takdir ettiği vakitlerde var olmasını ezelde dilemiş, onlar da ileri gitme veya geri kalma olmaksızın, ezelde O'nun dilediği vakitlerinde var olmuşlardır.

Hem de O'nun bilgisine ve dilernesine uygun olarak, her­hangi bir değişikliğe upadan meydana gelmişlerdir ve gelir­ler. O'nun işleri idaresi, rıkirlerin sıralanması ve zamanın göze­tilmesi şeklinde değildir. Bu yüzden O'nu hiçbir iş diğerinden alıkoymaz.

İşitmesi ve görmesi

Allahu TeMa işitici ve görücüdür, işitirve görür. Her ne ka­dar gizli olsa da hiçbir şey O'nun işitmesinden uzak kalmaz. Ne kadar küçük ve dakik de olsa O'nun görmesinden gaib olmaz. Hiçbir uzaklık O'nun işitmesine perde olmaz. Hiçbir karanlık O'nun görmesine maru olmaz. Göz bebeği ve göz kapaklarına muhtaç olmadan görür. Kulak ve kulak deliklerine muhtaç ol­madan işitir. Nitekim kalp olmadan bilir. Uzuv olmadan yaka­lar, aletsiz yaratır. Çünkü O'nun zatı yaratıkların zatina benze­mediği gibi sıfatları da yaratıkların sıfatiarına benzemez.

Konuşması

Allahu TeMa'nın konuşma sıfatı vardır, emreder, nehyeder, va'd eder, korkutur. Bunlar kadim, ezeli ve zatiyle var olan ketarn sıfatı ile olur, O'nun ketarnı yarabklann konuşmasına benzemez. Binaenaleyh, O'nun konuşması nefes alıp verme ve ses tellerinin titreşimiyle meydana gelen bir ses dudakların açı­lıp kapanması veya dilin hareket ettirilmesi ile çıkan kelimelerle değildir.

Kur'an, Tevrat, İncil ve Zebur O'nun peygamberlerine indi­riimiş kitaplarıdır. Kur'an dillerle okunmuş, mushaflarda yazıl-

mış, kalplerde ezberlenmiştir. Bununla beraber O, kadimdir, Allahu Teala'nın zatiyle vardır. O kelam, kalplere ve kağıt yap­raklanna intikal etmekle (O'nun Zatından) aynlmayı kabul et­mez. Mfısa (a.s.) Allah'ın ketarnını sessiz ve kelimesiz işitmiştir. Nitekim iyi kullar, {ebrar) cevher ve araz olmaksızın Allahu Teala'nın zaunı görürler. Allahu Teaia için bu sıfatlar sabit olun­ca O sadece zatiyle değil, hayat sıfauyle diri, ilim sıfauyle alim, kudret sıfatiyle kadir, irfıde sıfau ile dileyici, işitme sıfau ile işi­tici, görme sıfau ile görücü ve kelfun sıfatı ile konuşucudur.

Efali (işleri) Kesin olan şudur ki, Allah'ın fiiliyle meydana gelenlerin dı­

şında hiç bir varlık mevcut değildir. Var olan, en güzel en mü­kemmel, en tam ve en düzgün şekilde O'nun adatelinden çoğalıp taşmışur. Şüphesiz ki Allah işlerinde ince hikmetler sahibi, hü­kümlerinde ise adildir. Hem O'nun adaleti kulların adateli ile öl­çülmez. Çünkü başkasının mülkünde. tasarruf etmek suretiyle kulun zulüm yapması düşünülebilir. Oysa yüce Allah'tan zulüm tasavvur olunamaz. Zira Allah kendisinden başkasının m ülküy­le karşılaşmış olmaz ki, onda haksız tasarrufta bulunsun.

Binaenaleyh, Allah'tan başka herşey: İnsan, cin, şeytan, me­lek, gök, yer, hayvan, bitki, cevher, araz, varlığı akılla anlaşılan ve duyutarla bilinen (her şey) O'nun buluş ve inşa etmesi sure­tiyle, yok iken ve hiçbir şey değilken icat ettiği sonradan olma (hadis) birer varlıktır. Çünkü O ezelde tek başına vardı ve O'nunla başkası yoktu. Neticede o, muhtaç olduğu için değil, kudretini göstermek, önce sebkat eden iradesini ve ezelde sabit olan sözünü gerçekleştirmek için yaraUklan meydana getirmiş­tir.

Muhakkak ki Allahu Teala kendi üzerine vacip olmaksızın yaratma, icat etme ve teklif etmekle iyilik edici; yine kendi üze­rine borç olmaksızın varlıklan ıslah etmek ve bağışta bulun­makla nimet vericidir. Üstünlük ve iyilik yapma, nimet verme ve minnet O'na aittir. Çünkü O, kullarına çeşitli azapları verme­ye, onlan muhtelif acı ve hastalıklara müptela kılmaya kadirdi.

39

40

Böyle bir şey yapsaydı yine de bu onun bir adaleti olurdu; çirkin bir iş ve zulüm olmazdı. (yani kendi mülkünde adaletini icra et­miş olurdu)

Allah, kullannın yaptıklan i badetiere karşılık olmak üzere sevap verir, ancak O'nun bu sevap verişi, O'nun cömertliği ve va'd etmiş olması sebebiyledir; yoksa, kullann bunu hak etmesi ve bu işin Allah'ın üzerine gerekli bir borç olmasından değildir. Çünkü hiçbir işi yapmak Allah'a vacip değildir. O'ndan haksız­lık (zulm) tasavvur olunmaz ve O'nda kimsenin hakkı olmaz.

Taat ve ibadetlere dair kullar üzerindeki hakkı; sırf akı1la de­ğil peygamberlerinin aracılığıyla bildirmesiyle vacip olmuştur. Ancak O, peygamberler göndermiş ve onların do� olduklannı açık mucizelerle ortaya koymuştur. Peygamberler de O'nun em­rini, nehyini, sevap va'dini ve azap haberini insanlara ula.ştırmış­lardır. Böylece insanlann, onlapn getirdiklerini tasdik etmeleri gerekmiştir.

Kelime-i Şehddet'in İkinci Şıkkı Olan Peygamber (s.a.v.) 'e İmanın Manası:

"Allahu TeMa, Kureyş kabilesine mensup ümmi peygamber Muhammed (s.a.v.)'i Araplann ve Arap olmayanlann, insania­nn ve cinlerin hepsine kendisinin elçiliği göreviyle göndermiş­tir."

Ebü'l-Feth Amir b. el-Arabi es-Sa vi diyor ki, sözün burası­na. yani Peygamber (s.av.)'ın vasıflannı anlatan bu kısma gelin­ce, onun (s.a.v.) yüzünde sevinç ve gülümseme gördüm. Pey­gamber (s.av.) bana döndü ve "Gazan nerede?" buyurdu. Bir de bakum ki Gazati, halkada ve onun huzunında duruyor. Hemen Gazali "Burdayım, ya Resulallah" dedi. Res�ılullah (s.a.v.)'in yanına doğru ilerledi ve Ona selam verdi. O da selamını aldı ve mübarek elini ona doğru uzatU. Gazali ise Peygamber (s.a.v.)'in elini öpüyor O'ndan ve mübarek elinden hareket umduğunu ira­de için, o mubarek ele yüzünü sürüyordu. BUndan sonra Gazali

yerine oturdu. Rasulullah (s.av.) ötekilerden herhangi birinin okurlukianna benim ona Kavaidü'l-Akaid kitabını okuduğum­da sevindiğiden daha çok sevindiğini görmedim.

Daha sonra, gördüğüm hal ve kerametierden dolayı gözle­rim yaşannış bir halde uykudan uyandım. Zira onlar özellikle, nefsi arzular çoğalmışken ahir zamanda (1) Allahu Teata tara­fından ihsan edilmiş birer nimetti. Bu yüzden Allah u Teaia'dan bizi gerçek hak yolda olanların itikadı üzere sabit kılmasını ve o itikad üzere yaşatmasını, o itikad üzere canımızı almasını ve mahşerde bizi nebiler, resuller, sıddıklar, şehitler ve salihlerle -ki onlar ne güzel arkadaştır- haşretmesini niyaz ederiz. Zira şüp­he yok ki O, kullarına ihsanda bulunmaya layık, dilediğini yap­maya kadirdir.

Büyük alim İmam Ebü'l-Kasım el-İsferayani der ki, işte bu sözler Ebü'l-Feth es-Savi'nin rü'yada görüp bana anlattıklarının tercümesidir. Zira O bana Farsça anlatmıştı, ben de O'nun anlat­tıklarını Arapça'ya çevirdim.

Kendisi ile inancın tam olacağı Kavaidü'l-Akaid kitabının fasıllarından birinci fastın devamı, Resuluilah (s.a.v.)'ın huzu­runda okunmamıştır, ancak itikadı tam olsun noksan kalmasın diye o kitabı okumayı ve ezberlemeyi arzulayan kimseler için yukarıda nakledilenin devamını yazmayı faydalı buluyorum.

Gazatl'nin: "Allahu Teata, Kureyş kabilesine mensup ümmi Peygamber Muhammed (s.a.v.)'i Araplar'ın, Arap olmayanla­no, insaniann ve cinlerin hepsine kendisinin elçisi göreviyle gönderdi" sözünün devamı şöyledir:

"Allah değiştirmedİğİ kısımlar hariç daha önceki dinleri O'nun dini ile nesh etti (yürürlükten kaldırdı). Muhammed (a.s.)'ı diğer peygamberlerden üstün kıldı. Onu insanlığın efen­disi yaptı.

Cenab-ı Hak, Kelime-i şehadetin peygambere iman şıkkı

(1) Onlar kendi zamanlarını 3hir zaman sayariarsa bizim zamanınuza ne demeli?!

41

42

(Muhammed (s.a.v.) Allah'ın elçisidir) ile birlikte olmadığı müddetçe yalnızca tevhide iman (Allah'dan başka hiçbir ilah yokti.ır) kısmını söylemeyi tam iman kabul eunemiştir.

Binaenaleyh, yaratıkları, dünya ve iihiret işlerine dair O'nun haber verdiklerinin hepsi hakkında O'nu doğru saymaya (tasdi­ke) mecbur tu un uştur. Allah u Te31a, Peygamberin, ölümden sonrası hakkında haber verdiklerine inanroadıkça hiçbir kulun imanını kabul euniyor. Ki, onun verdiği haberlerin ilki Münker ve Nekir adlı meleklerin suruidir. Onlar, heybetli, korkunç iki varlıktırlar; kulu kabirde ruh ve ceset beraber olduğu halde otur­turlar. Ona tevhidi ve peygamberfiği sorarlar ve şöyle derler:

Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir?

O ikisi kabirde imtihana çekenlerdir. Onların soruları, ölümden sonra kabir azabmm ilkidir.

Cenab-ı Hak insanları şu hususlara inanmaya da mecbur et:. ti: Kabir azabı haktır, gerçektir, Allah'ın hükmü adaletin ta ken: �isidir. Kabir azabı Allah'ın dilediği gibi beden ve ruh üzerine. olacaktır.

Müminler, ahirette iki gözü (kefesi) ve dili olan terazi (Mizan: tartı aleti) kurulacağına, bunların gökler ve yer kadar büyük olduğuna ve Allah'ın kudretiyle onda arnelierin tartılaca­ğına inanırlar.

O gün mizanda (terazi) kullanılacak ·ağırlık ölçü birimleri, adaleti tam gerçekleştirmek için en küçük zerreler ve hardal ta­neleri kadar küçük olacaktır.

, İyiliklerin yazıldığı sayfalar güzel bir şekilde "mizan"ın ay­dınlık gözüne konur. Onlar Allah'ın katındaki derecelerine göre ve Allah'ın lutfu ile mizanda ağır gelir. Kötülüklerin yazıldığı sayfalar ise "mizan"ın karanlık gözüne konur. Onlar da Allahu Teatanın adaleti gereğince "mizan"da hafif gelir.

"Sımt" haktır, gerçektir. O cehennem Ü7..erine kurulmuş, kıl­dan ince, kılıçtan keskin bir köprüdür. Allahu Tala'nın hükmün­ce oradan kafirlerin ayakları kayar ve Cehennem'e düşerler.

Mürninterin ayaklan O'nun üzerinde kaymaz. Oradan geçtikten sonra ebedi kalınacak yurda (Cennete) gönderilirler.

Müminler, ahirette insaniann u�rayaca�ı "Havz"a, Mu­hammed (s.a.v.)'in havuzunun varlıgtna inanırlar. Mürninler sı­rattan geçtikten sonra ve cennet' e girmeden önce o havuzdan içerler. Ondan bir yudum içen bir daha ebediyyen susamaz. Ge­nişliği bir aylık yoldur. Suyu sütten daha beyaz, baldan daha tat­lıdır. Çevresinde gökteki yıldızlar sayısınca bardaklar vardır. O havuzda Kevser ırma�ından gelip dökülen iki su olu�u var­dır.

Mürninler hesap gününe, hesap hususwıda insanların birbir­lerinden farklı oldu�una kiminin hesabının münakaşalı, kimi­nin de münakaşasız geçece�ine ve Allahu Tea.Ia'ya yakın olan kimselerin ise hiç hesaba çekilmeden cennete gireceklerine ina­nırlar. Bu hesap gününde Allahu Tea.Ia diledi�i peygamberlere peygamberlerlik vazifelerini yerine getirip getirmediklerini, di­ledi�i Ufırlere Peygamberleri niçin yalan saydıklarını soracak:­tır. Bidatçılan sünneti terk ediş sebepleri ve Müslümanları da arnellerinden sorguya çekecektir.

Mürninler Allah'ın bir olduğuna inanmı§ olan muvahhitle.: rin cehennemde cezalarını çektikten sonra çıkanlacakianna hatta Allah'ın lütfuyla hiçbir muvahhit m üroinin ebedi �larak_ cehennemde kalmayacağına inanırlar. .

Yine mürninler sırasıyla peygamberlerin, alimlerin, şehitle­rio ve müminlerin Allah kautıdaki mevkii ve derecelerine göre şefaat edeceklerine inanırlar. Şefaatçısı olmaksızın kalan mü­minler de Allah'ın ihsanı ile çıkanfırlar ve hiçbir mürnin cehen­nemde ebedi kalmaz; kalbinde zerre kadar imanı olan kimse oiadan çıkacaktır . .

Yine onlar sahabenin üstünlü�üne, onlann kendi aralannda fazilet konusundaki sıralanışına, peygamberler (s.a. v.)'den son­ra insanların en üstünü EbtJ Bekir, sonra ömer, sonra Osman ve sonra da Ali (Allah onlardan razı olsun) olduğuna inarurlar.

43

Aynca sahabenin hepsi hakkında iyi düşünmek (hüsn-i zan) ve on­ları Allah ve Rasülünün - ki Allah ona ve onlann hepsine rahmet eylesin - övdüğil gibi övmek gerekti�ne inanırlar.

Çünkü bu konulann hepsi hakkında sünnetten bir delil gelmiştir. Eserler ( deliller ve haberler) onların doğruluğunu göstermiştir. Artık kim kesin bilgiye ermiş olarak bunlann hepsine ilikat ederse o doğru­lardan (ehlü'l-hak) ve sünnet yolundakilerden (ehlü-s-sünnet) olmuş; sapıklık ve bid'at topluluğundan aynlmış olur.

Bu sebeple, kendimiz ve bütün müslümanlar için Allahu Tealadan, şeksiz bilginin tam olmasım (kemalini) ve dinde devamlı kalmayı niyaz ediyoruz. Zira kesindir ki O, acıyanların en merhametlisidir.

Allah, Efendimiz Muhammed' e ve Onun aı u ashabının hepsine rah­met eylesin.

• • •

İmam Gazali'ye itirazlar ve onlara verilen cevaplar

İmam Ebfı Abdullah el-Mazeri el-Maliki, kendisine lhyau Ulu­mi'dDin ve Onun yazan Gazali hakkında soru soran kimseye cevap ol­mak üzere şöyle demiştir:

"Her ne kadar onun kitabını okumadırnsa da talebelerini ve arkadaş­larını gördüm. Onların her biri onun hal ve gidişinden bir yönünü anlat­u.

Anlatılanlardan Onun mezhebi ve yaşayışı hakkında kendisini gör­me yerine geçebilecek kadar bilgi edindim.

Şimdi ben o şahsın -Gazali'nin- ve kitabının durumu zikretmekle ve tevhid inancında olanların, mutasavvıfların, felsefecilerin ve iş3ret es­habının (eshabul-işarat) görüşlerine kısaca temas etmekle yetinece­ğim. Çünkü Onun kitabı bu görüşler dahilinde dönüp dolaşmakta ve onlardan dışarı çıkmamaktadır.

Sonra bir mezhebe mensup olaniann başka bir mezhep mensuplan hakkındaki hilelerini hatırlatacağım.

Bundan sonra aldanma yollarını ortaya koyup batıl yolların av tu-

44

zaklanna düşmekten sakınılması için, gizli batıl tuzaklarını açı�a çıka­raracağım. Batıl tıızaldarının açığa çıkanlması hususunda GazaJi'yi öv­güyle anmak isterim."

Mazeri bu arada şunu da ekleyerek der ki: O, UsUl-i fıkh'ı Fıkıhtan daha çok bilir.

Dinin esaslarını (Usfilüddin) konu edinen Ketarn ilmi hakkındaki durumuna gelince, şüphesiz ki o ilirnde de eser yazmıştır. Ama o konu­da mütebahhir (derin) değildir. Onun derinleşmeme sebebine iyice dik­kat ettim. Şu neticeye vardım: O, Usiilüddin ilminde derinleşmeden ön­ce felsefe ilmini (1) okumuş. Felsefe okuması ona manalara daima cür� tini kazandırmış ve hakikatiere yönelmesini kolaylaştırmış. �ek . ..sefeciler akıtianna estiiH gibi konuşurlar. .

Dikkate alacakları şer'i hiçbir hükümleri yoktur ve tabi oldukları imarnlara muhalefet etmekten de çekinmezler. Arkadaşlanndan biri bana, Onun, İhvanu's -Safa Risaleleri - ki bunlar elli bir risaledir- üze­rinde dikkatle durduğunu bildirdi. Gerçekten bu risalelerin müellifi şe­riat ilmine ve akla dalmış ve bu iki ilmi birbiriyle mezcetmiş, felsefeden bahsetmiş ve Onu Şeriat ehli'nin gönüllerinde, sırası geldikçe zilerettiği bazı beyit ve hadislerle güzel göstermeye çalışmıştır.

Öte yandan, bu son zamanlarda, filozoflardan İbn Sina diye tanınan donyayı felsefe ilmine ait teliflerle doldurmuş bir adam vardı. Kendisi o ilirnde büyük bir öncü idi. Felsefedeki gücü onu temel itikat esasları­nı, (usulu'l-akaid) Felsefeye dayandırmak için çaba göstermeye sev­ketti. O bu konuda var gücünü harcadı. O kadar ki kendisinden başkası­na nasip olmayan şeyler ona nasip oldu. Ben de Onun kitaplarından ba­zılarını gördüm.

Gazali'nin de, felsefeye dair işaretierin çoğunda Ona (İbni Sina'ya) dayandığını gördüm: Daha.sonra, Gazali'nin ilgilendiği ilimlerden Su­fiyye mezheplerine gelince, bu konuda kime güvendiğini bilmiyorum, dedi ve sonra, Onun Ebu Hayyan Et-Tevhidi'ye itimad ettiğine işaret et­ti. Ardından İhya'daki hadislerin çoğunun zayıflığından sözetti ve şöyle

(1) Gazaii'nin hayatında Usı11i'd-din ilminde derinleşmeden önce Felsefeyi okuduğunu isbat eden delil var mı acaba?

45

dedi: Hadis rivayetinde titiz davrananlann adeti ise kendileri nezdinde sabit olmayan hadisler hakkında "Malik şöyle buyurdu, Şafıi böyle bu­yurdu" dememeleridir.

Sonra, Gaz3li'nin, bir hakikate dayanmayan bazı şeyleri güzel kabul ettiğine işaret etti. Mesela tırnaklar kesilirken sebbabe (şehadet) par­mağından başlanılması gibi. Buna sebep, tesbih çeken parmak olduğu için şehadet parmağının diğer parmaklardan üstün olmasıdır.

Gazali bu tür görüşleri hakkında tafsilat vermekte ve bu konuda bir haber rivayet ederek şöyle demektedir:

Bir kimse bullığa erdikten sonra Allah'ın kadim olduğunu bilmeden ölürse o, icma ile Müslüman olarak ölmüş olur.

Kim, Gazali'nin söylediğinin aksine icma edilmesi akla daha yakın olan bu icmfun nakledilmesinde mosarnaha gösteritse o kişi, naklettiği şeylere güvenilmemeye daha layıkur.

Gördüm ki, o bu ilimlerinde bir kitabta zikredilmesi caiz olmayan sözleri zikretmiştir. Ah bir bilsem ki, onlar gerçek mi yoksa babl mı­dır?"

İşte bu naklettiklerimiz el-Mazeri'nin sözlerinin özetidir.

el-Mazeri'den birkaç sene önce de Malikilerden EbUI-Velid et­Turtfışi, Gazali hakkında konuşmuş ve İbn Muzaffer'e yazdığı mektu­bunda şöyle demişti:

"Gazllii'nin" durumu ile ilgili olarak bahsettiğin şeylere gelince, ben o adamı gördüm ve kendisiyle konuştum. Onun ilim ehlinden bir kimse olduğunu gördüm. Kendisinde, ilmin faziletleri toplanmış; akıl, anla­yış ve ömrü boyunca ilimlerle uğraşma özelliği bir araya gelmiştir.

Daha sonra, alimler metodundan ayrılmayı uygun görmüş; zffiıidle­rin sıkınuh hayauna girmiş, sonra da tasavvufu benimsemiştir. Böylece O, ilimlerden ve ilim ehlinden uzaklaşmış, rUhi ilimiere dalmış, göhül ehli kimselerle bir olmuş ve şeytanın vesveseleri ile uğraşmış, sonra da onları filozofların görüşleri ve Haltae'ın rumuzlarıyla (sembolik ifade­leriyle) karıştırmış ve fıkıh ve kelam illimlerine itiraz etmeye başlamış­br.

46

Neredeyse o dinden çıkacaku. el-lhya'yı yazınca, hal ilimleri ve sufiyenin rumuzlu sözleri hakkında konuşmak istedi. Oysaki kendisi­nin onlarla bir ünsiyeti yoktu ve onların bilgisinden de haberdar de�il-di. Bu yüzden o hata yapu ve kitabını mevzu hadislerle doldurdu."

Ebu'l-Velid et-Turtiışi'nin sözü de burada bitti. Şimdi ben (Sübki) o iki alimin sözleri üzerine birkaç söz söyliyece­

�m. Sonra o ikisinden başkasırun sözünü zileredecek ve onların sözü­nünde peşini bırakmıyaca�ım. Bunları yaparken, insaf sınınnı aşma­maya çalışacak, taassup ve zulum daınannın tutmaması için gayret gös­tereceğim. Bu işi yapmak için yardım etmesini ve kolaylık vermesini Allah'tan ni yaz ediyorum. Zira onlardan hiç biri ne çağdaşımız, ne bir yakınımız ve ne de aramızda yaşayan bir kimsedir.

Onlarla aramızda ki alaka, yalnızca bir ilmi atilidan ve halkı hakka çağırma meselesinden ibarettir.

İşte bu düşünceler içinde diyorum ki:

el-Mazeri ile hesapl�maya girmeden önce okuyucuya bir ön bilgi sunmak isterim.

Bu alim, Mağrip alimlerinin en akıllılan ve en keskin zekatılanndan biridir. O, İmamü'l-Harameyn'in el-Burhan kitabını şerhetme cesareti­ni göstermiş bir kimsedir. Halbuki o kitap sanki bu ümmet için hazır­lanmış bir bilmece gibidir ki, ilirnde yüksek dereceye çıkmış keskin ze­kalı bir mana ctaıgıcından başka bir kimse onun etrafında dotaşamaz ve onunla uğraşmayı göze alamaz.

O, büyük alim Ebü'l-Hasen el-Eşari'nin büyük, küçük bütün Makalat'ını benimsernede son derece kararlı idi. Onlardan bir milim bi­le aynlmaz; çok az ve çok basit bir konuda da olsa ona muhalefet edeni bid'atçılıkla suçlardı.

Öte yandan o Maliki mezhebine mensup, mezhebine aşırı bağlı ve onun uğrunda çok mücadele veren bir kimse idi.

Bu iki imam-yani İmamü'l-Harameyn ve talebesi İmam Gazali ise ilirnde çok ileri bir seviyeye hatta her insaf sahibinin, o ikisinden sonra kimsenin erişmediğini itiraf etti�i bir dereceye ulaşmışlardır.

47

Bununla bember o ikisi kimi zaman Kelam ilmine dair bazı mesele­lerde Ebu'I-Hasen el-Eş'ari'ye muhalefet etmişlerdir.

Eş'ariler, bilhassa Mağripli Eşariler ise bu işi çok güç kabul edilir bir durum buluyor ve en ufak bir meselede bile Ebü'l-Hasen'e muhale­fet etmeyi uygun gönnüyorlardı. Ve sanki Gazaıi, sözüyle Onu hedef almışu.

O iki imam, bir çok meselede İmam Malik mezhebinin de zayıf ol­duğunu söylemişlerdir. Nitekim "el-Mes3lıhu1 Mürsele" meselesinde mezhepler amsındaki tercih bahsinde böyle yapmışlardır.

İşte bunlar el-Mazeri'yi o iki at imden soğutan iki meseledir. Takip edilen yoUann metodlann, birbirinden farklı oldukları gerçeği de buna eklenmelidir.]'{itekim ben,�., hiç bir tarik s3likini {!?ir mezhebi ��!!'�=� Y.�!}_kimseyi) ggrmedi!!!_�.!-��!l:�!�!ıE!l_g�ediği_���_!�li!i!!�rn�sin, qıe4_!�1!i!!Llglbul_�«!�m��XQ!.@�(;lrı:ı!�!!l.��u:�����·iğe!���t1�ıı ıı:�ı

.

. «!�Qırnt:.me�i._n�ı§J!!�n. �� tutumdan _i_se, �i!g!�i_y�.��ç_�i!�!c!nısele­!]n ço�_�ı ��ç,I�iiJl� ��rtu!���--

_Şumsı muhakkak ki ben bu durumu tarikat şeyhleri_!lde d�_g��i!_qı __

ve onu ibretle müşahade ettim. �----

Beli iki, Gazati'nin yolu, metodu tasavvuf, hakikatiere dalmak ve ta-savvuf büyüklerinin işaretlerini benimsemekti.

el-Mazeri'nin yolu ise, ibareterin zahirine taasup derecesinde bağlı olmak ve onlardan aynlmamaktır. Allah'a hamdolsun, bunlann hepsi de güzeldir. Fakat metodlann aynhğı, mizaçiann zıtlığını ve iki kalbin amsındaki mesafenin uzaklığını gerektirir. Zikrettiğimiz gibi, özellik­le, bu ihtilafa mezhep hususundaki farklılık da eklenmiştir.

el-Mazeri, (Ö. 536/1 14 1) Gazati'yi, mezhebinin kıymetini düşürü­yor ve onu ehl-i sünnetin tabi olduğu büyük alim Ebü'l-Hasan el­Eşari'ye muhalefet ediyor zannetmiştir. Hatta ben el-Mazeri'nin "el­Burhan" şerhi'nde, İmamü'l-Harameyn'in muteber ve mühim olmayan bir meselede Ebü'l-Hasen el-Eşari'ye muhalefet edişi hakkında şöyle dediğini gördüm: "Kim ebi-i sünnet'in tabi olduğu alimin yanıldığını söylerse, asıl yanılan kendisidir." el-Mazeri bundan sonm uzun uzadıya sözler söylemiş ve İmamu'l-Haremeyn'in "el-BurJıan" ın baş tarafta-

48

nnda da aklın mahiyetinden bahsederken Eşaô'nin "Akıl ilimden iba­rettir." dediğini İmam (Eş'aô)nin -Allah ondan iazı olsun- el-Haris el­Muhasibi'nin çok derin ve kıymetli olan sözünü beğendiğini nakletmiş­tir.

Oysa el-Cüveyni bunlan, "eş-Şamil" adlı kitabında inkar ettikten ve (Ömrünün sonunda) başka bir topluluğun yani felsefecilerin kapısını çaldıktan sonra bu sözleri söylemektedir.

Ah bir bilseydim, el-Muhasibi'nin sözünde, el-Mazeri'nin sözünün doğruluğunu gösteren ne vardır?

Bundan daha tuhafı, Onun -yani el-Mazeri'nin- İmam Eşari'nin fel­sefecilere yönelmediğini itiraf etmesi ve Onu değerinden uzaklaştır­maya başlamasıdır. Ki, onun (el-Mazeri'nin) böyle hareketleri pek çok­tur.

İşte bu yukanda yazdıklarımız Onun, Gazali ve İmamü'l- Hara­meyn'le aralanndaki hoşnutsuzluğu gerektiren sebeplerdir. Diğer ta­raftan bu durumlar, insaf sahibi kimselere, el-Mazeri'nin sözünü ancak açıkça bir delil bulunduktan sonra dinleyebilecekleri görevini yükle­mektedir.

Değerli okuyucular, sakın bizim bu sözleri, el-Mazeri'yi önemse­roediğimiz ve onun kıymetini düşünnek için yazdığımızı sanmayınız! Vallahi, hayır; bilakis biz onun nasıl yanıldığını açıklamış olduk. As­lında o mazurdur.,.Çünkü kişi, bir kimse hakkındaköLü zanda.bulundll=­ğıı?�!ID. pı,ı_9i.işi!ıw�s.i.ılcl�!lşQ.f!I!!,SQ!ç _ _!<:�§.9!!:1!'JŞQ?;W!ILiY�ç� anlay�.:! __

.roaz. Eı;ı .ti!ç_i,i!ç_pk ci<:\U!!e.,_Q!!_l!!!.QI!D!!!ll!!!_l!!<:QmY�.YQIW .. Y�.Qı;ıu_ hatalı �yıg,_Bu psiko!Qi!k durumdan ancak kasıtlı hareketlerd�Q.Jt�laşan, he.p_iyilik_düş�ıı�!lv.�_h��j§��ğ!Jc�il!l.e.!l.�l!.�e.!i_nde.cl..w� .IQmşeler_gi_� _])i,_Nl_a11u_T��·IlıJ1 �a!!l��rill� . .i>.·il�. il��-e.g!ği -�ı:ı�l:ı! !çımı,ı.lal?ilir­l�.

Bu öyle bir düşünce seviyesidirki, oraya sıradan insanlar ulaşamaz. el-Mazeri ise, bu iki imama göre, bu seviyede bir dereceye çıkmış de­ğildir. Hakikaten, Onun, (et-Tabakatu'I-Kübra adlı kitapta) dördüncü tabaleada İmamü'l-Harameyn'in hal tercemesinde hikaye ettiğimiz "el­İstirsal meselesi"nde, İmam hakkındaki tutumunu da görmüş bulun u-

49

yorsunuz. İmamü'l"Harameyn hakkında ne kadar da yanılrnış; nasıl da avamın bile düşünemiyece� şeyleri düşünmüş ve nasıl kınama oklarını ona doğru çevirmiş ...

Giriş mahiyetindeki bu sözleri anladığınıza kanaat getirerek derim ki: el-Mazeri'nin onun mezhebini gözle görür gibi anladı�a dair iddi­ası çok şaşılacak bir sözdür. Çünkü biz, herhangi bir kimsenin akıdesi hakkında bu şekilde hüküm verilmesini caiz göremeyi�: Zircl kaleteki .

inanç öyle bir §eyCir kj, Onu Allalı'tan !?!§ka kimse bilemez_�_g_mıJut-nun v�_tı,a_��l�r aşla_l!lı,tşarrıaz�

·

Gerçek şu ki biz Gazaii'nin sözlerinin çoğuna v3kıf olduk. Onu gör­müş olan ve Onun hakkındaki haberleri nakleden arkadaşlannın kitap­lannda yazdıklarını inceden ineeye düşündük. Onlar Gazali'yi el­Mazeri'den daha iyi tanıyan kimselerdir. Neticede Onun "Eş'aıi itika­dında. Sfıffiye'nin sözlerine dalmış bir kimse" olduğundan başka bir so­nuca varamadık.

el-Mazeri'nin, "Gazrui muvahhidlerin, filozofların, mutasavvıfla­nn ve işaret eshabının görüşlerinden bazı cümleler zikretmiştir." şek­lindeki sözüne cevap olarak derim ki: "Muvahidler" sözüyle, Allah'ın bir olduğuna inananlan kastettiyse, bu guruba ilk girecek olan kimseler müslümanlardır. Sonra o ifadede sfıfıyyenin muvahhidlere atfedilmesi onların (sfıfiyyenin) - hiişa- müslüman olmadıklan zannını"Veriyor.

Şayet o ifadeyle, "Allah'a tevekkül eden kimseler" i kasdetti ise, on­lar, Müslümanların en hayırlıları olan tasavvufi cemaatlerin en iyilerin­dendirler. O halde "sfıfiyye"nin muvahhidler üzerine atfedilmesinin manası nedir?

Eğer çoğu "sapıklık ve hulfıl fikrinin bağiısı olan" mutlak manada vahdete (birliğe) inananlan (ehlü'l-vahdeti'l-mutlaka) anlatmak istedi ise böyle bir söz söylemekten Allah'a sığınırız. Çünkü o zat, (Gaziili) bu fıkirde değildir ve o fırkayı teldir etti�ni açıkça söyleyen bir kimsedir. Kitabında da onların inançlarından hiçbir şey yoktur.

"Gazali kclarn ilminde derin alim değildi" demesine ise katılınm. (1) Ancak derim ki, o ilimdeki geçmişi köklüdür; fakat diğer ilimlerde-

(1) Bu gö�e ancak Gaziili'nin Teh8füt01-Felasife kitabının bir kelim kitabı

50

ki gibi deitildir. Bu benim zannımdır.

"Gazali Usül ilminde (KeJam-akaid) derinleşmeden önce felsefe ile uıtraşmıştır", demesine gelince, durum hiÇ de öyle deitildir. Aksine o, felsefeye ancak usul ilminde derinleşmesinden sonra kafa yorrnuş­nır.

Nitekim bizzat kendisi yani GazAli, "el-Münkız mine'd Dalal" adlı" kitabında buna işfuet etmiş ve ilm-i keiam'la, felsefeden önce ciddi ola­rak meşgul olduıtunu açıkça iiade etmiştir.

Sonra el M8zeri'nin, "o UsUl'de derin alim değildir" dedikten sonra, "Usul ilminde derinleşmeden önce felsefeyi okumuştur," demesi başı sonuna ters düşen bir sözdür.

"GazAli m3nalara daimada cüret etmiştir," iddiasına gelince, o an­cak şeriat'ın delalet ettiği yerlerde cesaret göstemıiştir. Bunun aksini Gazall'yi tanımayan ve kimin hakkında konuştuğunu bilmeyen kimse iddia edebilir.

Gazali'nin, Ebfı Hayyan et-Tevhiöı'nin kitaplarına güvenip dayan­dığı iddiası onun durumunun bilinmediitinin bir işfıretidir. Halbuki du­rum bunun tersinedir. O lhya'yı kendisinin sahip olduitu ilim, irfan ve araştırmalarla meydana getirmiş ve güzel bir düzen vermiştir. Bize ese­rini meydana getirirken o, bu meziyetlerinden başka, ancak, gerek ken­dileri ve gerekse eserlerinin büyüklüğünde ittifak hfısıl olmuş bulunan EbU Tfılib el-Mekki'nin Kutü'l KulU/lu ile Ebü'l-Kasım el-Kuşeyri'nin er-Risale'sine dayanmıştır.

İbn Sina karşısındaki durumuna gelince, Gazali onun küfre düştü.:.

olduğunu bilmeyen kimse katılabilir. Hem o kitab Gazali'den sonraki kelam IDimlerinin filozoflara cevap verme konusunda güvendikleri bir ki­taptır. Öte yandan GaziDi'nin Tehaftltü'l-Felasife'den başka el-lktisadfı'l­l'tikad adında bir kitabı daha vardır ki, kısa olmasına rağmen o zatın kelam ilmindeki şan ve şerefinin yüceliğine kuvvetli bir delildir. Nitekim daha önce Sübki bu kitabı görmediğini ve GaziDi'nin kelam ilmine dair eserleriiı­den_kendisine ulaşanlann Kavaidü'l-Akiiid kitabından ibaret olduğunu açıkça zikretmişti. Buna göre Gazali'nin kelam ilmine dair eserleri hakkın­daki bilgisi sadece Kavaidu'l-Ako.id kitabıyla sınırlı olan bir kimsenin ese­rin yazarını kelam ruimleri arasındaki yüksek mevkiinden indirecek bir hilİmıe varmasındaki mazereti meydandadır.

51

ğünü söylemektedir. Artık Gaz3.1i'nin ona tabi oldu�unu söyl�'!!�!c.��. mümkün olur? Gazali, el-Munkız mine'd-Daldl kitabında felsefede kendisinin tabi oldu�u hiç bir şeyhi (hocası) bulunmadı�ını açıkça ila­de euniştir. İnşaallah onun bu konudaki sözünü ilerde nakledece�iz.

"O'nun tasavvuf konusunda itimad etti�i kimseyi bilmiyorum," de­mesi karşısında derim ki: O, el-Kut ve er-Risale kitaplarına itimad et­miştir.

Ebfı Ali el-Aıai ve benzeri şeyhlerinin sözlerini ve fıkir, görüş ve kendisine nasib olan ilhamtarla bizzat kendisinin sahip olduğu bilgileri de bu iki kitaptan öğrendiklerine eklemiştir.

Gazali'nin kitabındaki bilgilerin çoğu kanaatimce bundan ibarettir. Kitapta felsefeciler için bir giriş noktası yoktur. Hem de Gazali bu ese­rini ancak onların ilimlerini tenkid eunesinden ve onların kitaplarına bakmayı nehyeunesinden sonra yazmıştır. 1 hya'nın bir çok yerinde bu hususa açık olarak işMet euniştir.

el-Munkız mined-Dalıli kitabında ise şöyle diyor: Ben, ilm-i kelam'ı bitirdikten sonra, felsefe ilmine başladım ve ke­

sin olarak anladım ki, bu ilmin temeli hususunda felsefecilerin en bilgi­nine denk olacak, sonra bu husustaki bilgisini ondan daha fazla artıra­rak, onun ilmi seviyesini geçecek ve o ilmi benimseyen felsefecinin bi­le bilmediği ince noktaları ve kötü yanlannı bilecek kadar bu ilmin son noktasına (kühnüne) vakıf olmayan kimse, her hangi bir ilmin yanlışlı­ğına vakıf olamaz. Zira bozuk olduğu iddiasını isbat etmesi ancak bu şekilde mümkündür. Oysa İslam alimlerinden gayretini bu yöne çevir­miş hiç kimse görmedim. Müslümanların kitaplakında felsefecilerin sözlerinden bir şey mecut değildi. Şöyleki İslam alimleri onlara cevap vennekle meşgul olinuşlar, o cevaplar da, kapalı, dağınık bir biriyle ters düşen, bozuk ve ilimierin inceliklerini bildiğini iddia edenler şöyle dur­sun, halktan aklı başında bir kimsenin bile kabul etmesi beklenmeye­cek bazı sözlerden ibaretti.

Artık iyice bildim ki, bu mezhebi anlamadan ve onun gerçek duru­munu öğrenmeden onu reddetmeye yeltenrnek körü körüne bir hareket­tir. Bunun üzerine her hangi bir üstat ve hocadan yardım istemeksizin,

52

sırf inceleme yoluyla bu ilmi, kitaplanndan öyenmek için ciddi ciddi paçayı sıvadım, Şer'i ilimlerle ilgili tedris ve tasnif (öğretim ve kitap yazma) işinden arta kalan vakitlerimde bu işe yöneldim. Halbuki ben Bağdad'da bir çok talebeye ders okutmak ve aniatmakla meşguldüm. Netice, iki seneden daha az bir zaman zarfında sırf işte bu boş vakitle­rimdeki incelernem sayesinde Allahu Teata beni onların ilimlerinin son noktasına kadar muttali kıldı. Sonra bir seneye yakın da onu anladıktan sonra üzerinde düşünmeye devam ettim. Tekrar tekrar ince noktalannı araştırdım. Sonunde falsefedeki hile ve aldatmalan, hakikati bulma ve hayale kapılma hallerini şüphe �tmiyeceğim bir şekilde anladım.

Şimdi benim hikayemi ve onların ilimlerinin bulasasının hikayesini dinle: Onlann fırkalarının çokluğuna rağmen ilimlerinin bir kaç kısıma ayrıldığını gördüm. Fırkalannın çok olması yanında öneekilerle daha öncekiler, sonrakilerle evvelkiler arasında gerçeğe yakınlık ve uzaklık bakınundan büyük bir fark varsa da hepsine küfür ve Allah'ı inkar dam­gasını vunnak lazım gelir."

Gaz&i'nin sözü burada bitti. O, bundan sonra: "Felsefecilerin gruplan ve küfür alarnetinin hepsini kaplarlığına da­

ir" başlığını zikreder ve bu hususta söze girişir. Işte Gazali, (bahsettiği) filozoflann hepsinin kafır olduğunu açıkça

söyleyen bir kimsedir. Onlara cevap verme hususun$ üstün seviyeli kitapları, harim-i İsiarnı müdMaa konusunda da çok güzel sözleri var­dır. Böyle olduğu halde onun hakkında, kitabını felsefecilerin sözlerine dayanarak yazmıştır, deniyor. Aman Allah'ım Müslümaniann haline acı! ! Din imamlarına iftiraya sevkedecek her taassuptan Allah'a sığını­rız.

Bazı hadislerin zayıf gösterilmesiyle ilgili olarak lhya'ya yönelttiği suçlamalara gelince, Gazali'nin Hadis'te geniş ar�urması olmadığı_ malumdur. /hya'daki haber ve eserlerin çoğu ise, GazMi'den önceki sfıfi ve fakibierin kitaplannda dağınık bir şekilde mevcuttur. Üstelik, GaiMi, tek bir hadisin bile senedini zikretmemiştir.

Öte yandan bazı Mimlerimiz İhya'daki hadisleri dikkatle tahriç et­mişler ve onlardan ancak az bir kısmını şaz hadis bulmuşlardır. İstifade

53

edilmesi için bu şh hadislerden bir kaçını ilerde zikredece�iz. "Tırnakların kesilmesi" hususunda zikrettiklerine gelince, sözü

edilen mesele sabit olmamakla beraber Hz. Ali (Kerremellahü vec­he)'den rivayet edilmektedir. Hem, bu konu önemli bir iş olmadı� gibi Şeriat'a da muhalif de�ildir.

·

Ben bir derviş cemaatinden duydum: Kendilerinin bu işi denedikle­rini Gazaü'nin bu hususta yan�dı�, bu tan bmak kesmeye devam eden kimsenin göz $sından emin oldu�nu söylüyor ve Hz. Ali (Ker­remellahü veche) den bu tarzda bir rivayette bulunuyorlardı.

el-Mizeri'nin "vera' sahiplerinin adeli, Malik şöyle dedi dememele­ridir," şeklindeki sözüne gelinee, Gazili'nin "Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu': ı.femesi de kesinlik ifade eder tarzda de�dir. O, ancak bu sö­züyle hadisin kesinli�e nisbet edildiğini anlatmak istiyor.

Zira kanaau hasıl olmasaydı onu söylemezdi. Onun maksadı da zannedildi� gibi de�ldir. lhya'daki. münker hadisler hakkında ilerde bir fasıl açacağız.

Allahu TeaJ.a'nıii kadim olduğunu bilmeden ölen kimsenin mesele­sine gelince o, bambaşka bir durumdur.

Şöyle ki: O meselede Allah'ın kıdemine inanmamak ve kıdem diye bir şey yoktur diye İnanmak, anlaşılmalıdır.

Alimierin küfründe ittifak ettikleri, bu inancın ikinci şıkkına itikat edendir. Mesela bir kimse zihninde kıdem sıfatını düşünse o sıfann Al­lah'tan uzak olduğunu söylese ve bulunmamasını vacib saysa ve bu hu­susta şüpheye düşse, kafir olur.

Kıdem meselesi şaibesinden uzak, hiç böyle bir problemi olmayan ve icmali olarak da Allah'a inanan kimseye gelince, işte, Gazali'nin icmalen iman etmiş ve mutlak manada cehennemden kurtulmuş oldu­ğunda ittifak edildiğini (icma vaki olduğunu) ileri sürdüğü kimse bu­dur.

Gazali gibi bir alimin naklettiklerinin güvenilir olmadı�nı söyle­mek en büyük bela ve en acı musibetlerden biridir. Artık ne diyeceğini ve bu ilim adamı hakkında böyle ilikada sahip olan kimsenin hangi yüz­le Allah'ın huzuruna çıkacağını bilemiyorum.

54

Hüccetü'l-İslfun'm, herhangi bir kitaba yazılamaya�ma işaret et­tiA:i ilim hakkında el-Mazeri'nin taksim tarzına gelince, keşke onu hiç zikreunemiş olaydı. Çünkü o, meseleyi kanşurmış anlayamamış. Hal­buki, bu el-Mazeri, aiim, faziletli, şerefli, zeki bir kimsedir. Ben onım böyle bir hataya düşeceğini sanmazdım. Çünkü hiç bilmez mi ki, ilim­lerin bazı ince noktalan vardır ve a.Iimler halkın zayıflannın anlayama­malanndan korktuklan için onlann açıklanmasını yasaklamışlardır.

Başka bir takım durumlar daha vardır ki, sözler onları anlatamaz ve onları ancak tadanlar bilir.

Yine başka bazı haller de vardır ki sayılamayacak kadar çok hik­metler yüzünden Allah bile onlann açıklanmasına izin vermemiştir.

el-Mazeri, Butıaıi'nin Sahih'inde, Ebu't-Tufeyl'in hadisinden tahric ettiği şu meseleye ne diyecek:

Ebu't-Tufeyl diyorki: Ali (r.a.)'ın şöyle dediğini işittim: "İnsanlara aniayabildiklerini söyleyin; siz hiç Allah ve Ras(ılü'nün

yalanianmasını ister misiniz?" ... Ve daha nice meseleler vardır ki aiimler anlayamayacak ki.!!!_seler�

anlatılrı:ıaxa çalı_şılmasından endir duyd�lan i_çin! onlann �çıklan­nış.�ını teş_yik etmişlerdir� İşte mamımız Şafii (r.a.) şöyle diyor:

"Ecir-i müşterek (ortaklaşa çalıştınlan ve herkesin işini yapan kişi) kasıtsız olarak bir .zarara sebeb olursa o zarannı tazmin etmez.

Rabi dediki: "Şafii bu görüşünü kötü işçiden korktuğu için açıklamazdı" Rabi yine şöyle dedi: "Şafii-Allah ondan razı olsun-kadi (hakim), bilgisine göre hükme­

der, görüşündeydi." Ancak o, kötü kadılardan korktuğu için bu görüşünü (ictihadını)

açıklamazdı. Bu anlattıklanmızla, bazan sakıncalı bir durumla karşılaşmaktan

korkulduğu için bir kısım bilgileri söylememenin uygun düştüğü her­halde açıkca anlaşılmıştır. Bunun benzerleri de pek çoktur.

* * *

55

Yurtfişi'nin sözüne gelince o, delilden yoksun bir iddiadır. Böyle derya gibi bir Alimin şeytanın vesveselerine kapıldığını söylemeyi nasıl caiz gördü ve durumunun böyle oldu�unu nereden bildi bilmiyorum.

Yurtfişi'nin Gazaü, bilgilerini felsefecilerin görüşlerine ve Haltac'ın rumuzlanna kanştırmış, demesine gelince, ben, o kitapta herhangi bir arifin inkar euneyeceği, mutasavvıflara ait işAretlerden başka hangi ru­muzlar var, bilmiyorum. Hallac'a ait olarak tanınmış rumuzlar da mev­cut değildir.

Onun "Gazali nerdeyse dinden çıkacakb" demesi karşısında ceva­bımız şu olabilir. Amma da söz ha! Allah bizi o sözün şerrioden koru­sun!

Yine Yurtfişi'nin, o Sfifiyyeye ait ilimlerle alakası olmayan bir kim� sedir, iddiası ise zayıf bir sözdür. Zira düşünebilen kimseler, GazAli'nin tasavvufta sa�lam bir geçmişe sahip olduğunda şüphe eunezler. Yasav­vufu GazAli bilmeyecek de, kim bilecek?

Onun GazAli "tepetaklak oldu", (hata eui) iddiası ise, Alimler hak­kında delilsizce söylenmiş saçma bir sözdür. Çünkü hangi sözde hata ettiğini zikretmemiştir. Artık, ne diyelim; Allah Onu da, bizi de taassup belasından korusun!

Gazali'nin kitabındaki mevzu hadisler meselesinde ise diyeceğim şudur: O hadislerin vazıı (uyduranı) GazA.li'mi ki, onu ayıplıyor? Doğ­rusu bu tavır, katı bir ıaassuptur ve herhangi bir tenkidçinin bile benim­semiyeceği biçimde bir suçlamadır.

Hiç şüphe yok ki o, güzellık ve if'ade bakımından mevkiini hiç bir Alimin inkar eunesi uygun düşmeyecek olan lhya'da, bunu terkeuniştir. Gerçe�i araşbran Alimlerden biri şöyle demiştir: Eserlerinde, ri vayetle görüşü, fıkirle haberi bir araya getiren alimierin yazdığı kitaplar arnsm­da lhya'dan başkası olmasaydı şüphesiz insanlara o illı getirdi. O, bir çok insanın hid!yete ennesi için müslümanların önem vermesi ve yay­ması gereken kitaplardan biridir. Çünkü pek az kimse vardır ki, ona baksın da derhal gafletten uyanmış olmasın!

Allah, bize do�yu gösterecek bir hasiret nasibetsin ve bizi, bizim-

56

le kendisi arasında bir perde olan ceMietin şerrioden korusun! * * *

Takıyyuddin b. es-Salah'ın da Gazali hakkında, Mantık alimlerinin naklettikleri ve bizim beğenmediğİrniz bir sözü vardır. Biz İbnu'l Hacib'in el-Muhtasar'ına yazdığımız şerbin baş tarafında o söz hakkın­da fıkrimizi açıklamıştık.

* * *

Efendimiz Rasulullah (s.a.v.)'ın şehri olan Medine'de ikamet et­mekte olan Hafız Afifuddin el-Matari bana bir mektup yazdı, İmam Şeyh'den Gazali hakkındaki görüşünü sormamı istedi. Ben bu meseleyi ona bildirdim. O da bana şu cevabı yazdı:

"Hamd Allah'a mahsustur. Oğlum Abdulvehhab -Allah sana bere­ketler ihsan eylesin!- örnek alim Afifuddin el-Matari'nin (Onun sebe­biyle Allah bize hayırlar versin), Gazali'nin ve Ebfı Hayyan et-Tevhi­di'nin hal. tercümelerine dair sorduklarını ve ayrıca "et-Tabakat" adlı ki­tapta Tevhidi'nin hal tercümesinde senin yazdıklarını gördüm. Bu hu­susta benim bildilderim daha çoktur. Ve ben ona (el-Matari'ye) yazdım. Gazali hakkında da öyle; İbn Asfıkir'in hal tercümesini yazan diğer kimselerin bildirdiklerinden fazlasını biliyorum.

i Büyük alim Takıyyuddin b. es-Salah'ın, kendi kafasından ve Yusuf

ed-Dimaşki ve el-Mfızeri'nin sözlerinden naklen bildirdilderine gelin­ce, -Allah kendilerine rahmet eylesin- ben onları ancak şöyle bir cema­ata benzetirim. Onlar işin kolayına alışmış temiz kalbli, kendilerini iba­dete vermiş bir cemaattir. Azamelli bir müslüman suvfıri görmüşler, o süvari müslümanlar için büyük bir tehlike teşkil eden bir düşman toplu­luğu görmüş; onlara hucfım etmiş, saflarına dalmış, içlerine girmiş ... Nihayet onların kuvvetlerini kırmış, parçalamış ve topluluklarını, öte­ye beriye dağıtmış ve onların pek çoğunu telef etmiş ... Bu sebeple onla­nn kanından az bir şey kendisi üzerine bulaşmış ama sağ salim dönmüş o cemaat ise onu, üzerindeki kanı yıkarken görmüşler, sonra suvfıri na­maz ve ibadetlerinde onların arasına katılmış; bu yüzden onun üzerinde yine kan izi vardır sanıp onu ayıplamışlar.

İşte Gazaii ile onu tenkit edenler bu misaldekilere benzerler. Ve

57

hepsi de-inş3allah Hak Tealanın huziirunda bir araya geleceklerdir. ei-Mazeri'nin durumuna gelince, ona pek şaşılmaz, çünkü o bir

Magrib'lidir. Esasen Ma�bliler, el-/hya kitabı ellerine geçince, onu anlamadıklan için yakrnışlardı. El-Mazeri işte bu durumun etkisinde konuşmuştur. Sorua Magribliler, bu olayiann ardından /hyı:i'ya yönel­diler ve onu kasidelerle övdüler ki onlardan biri şöyledir:

Ey EbU Hamid, (Gazali) harnde tahsis edilen sensin

Doğruluğun yollarını bize öğreten de sensin!

Ruhlarımızı diriltsin ve bizi sapık şeytanın ipinden kurtarsın di­ye

Bizim için İhya'yı yazdın.

Bu kaside uzundur. Ancak bı.ı şftirin "hamde tahsis edilen sensin" şeklindeki sözünü beğenmiyorum. Fakat bu kasideyi söyleyen adına "akranlan içinden" veya "kendisi hakkında konuşulanlar arasından harnde tahsis edilen sensin" demek istemiştir, diyerek tevil edilebilir.

Biz ve bizden daha üstün olanlar hatta onlardan daha üstün olanlar nerde, Gazft.li'nin sözünü anlamak yahut onun ilimde, dinde ve ibadet­teki derecesini bilmek nerde?

Büyük ft.lim Takiyyüddin'in fazileti, fıkıh ve hadis bilgisi, dindarlığı ve hayn arayan bir kimse oluşu inkar edilemez; ancak kabul etmeli ki, her işin adaını ayndır.

Yine el-Mazeri'nin yüksek mertebesi inkar edilemez. Ancak, her hali tatmayan veya meselelere kuşbakışı bakmayan kimse herşeyi anla­yamaz. Aynca herkes, içinde yetiştiği duruma ve eriştiği bilgi seviyesi­ne göre formasyon kazanır ve konuşur.

EbU Bekir ve Ömer'i - Allah ikisinden de razı olsun- bu makamda zikreden kimsenin durumuna gelince, Allah bizi de onu da bizim sevi­yemize göre o ikisinin makamını anlamaya muvaffak eylesin, deriz. Zi­ra o ikisinin makamlarını olduğu_gibi anlamak bizler için çok zor­dur.

Hatta diğer �abelçr_ de öyle, onlardan sonia gelenlerden hiç kimse pn@rı_ıı_Q_�@cesine �_g._ Çünkü bizim gece gündüz öğrenmeye

58

onların derecesine varamaz. Çünkü bizim gece gündüz öğrenmeye gayret ettiğimiz lugat, nahiv, sarf ve usUl-i fıkıh gibi ilimler onlarda ya­rablıştan vardir; Sahip olduklan üstün akıllar onlan düşünce hususunda yanılmaktan koruyan ve Allah'ın üzerlerine bol bol ihsan etti�i pey­gamberlik ışı� (nlır-ı nübüvvet) da onları mantık ve diğer akli ilimler­den musta�i kılmıştı.

Allah'ın onların kalbierini birbirine sevdinnesi ve nihayet karde§. hafine gelmeleri durumu da onları münazara ve mücAdeleye hazırl'!!!­mak külfetinden kurtannıştı. Bu yüzden onlar bir takım ilimiere muh­� olmuyorlardı. Sadece Peygamber (s.a v .)'den Ki tab ve Sünnet'i d!�--

_Eyor, onu en iyi şekilde anlıyot, en güzel şekilde ezberleyip naklediyq_�_ ve onları aniayarak herşeyi yerli yerine koyuyorlardı. Aralannda bif!?k riyle çekişen ve mücadele eden yoktu. Bid'at ve sapıklık da mevcut de­�di. Daha sonra onların durumlanna-benzer bir tarzda müslümanlan�. ikinci kgş_ak (tfıbiin) ve üçüncü (etbau't-tfıbiin) kuşak nesilleri gelmiş­tir. İŞ!e onlar Peygamber (s.a.v.)'in kendisinden sonraki asırların en ha: yırlısı oldu�una sehadet ettigi üç asrın insanlarıdırlar.

Sonra, onların ardından ikinci ve üçüncü asırlarda az bulunmakla beraber hld'atçılar ve hak yoldan sapanlar zuhur etti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)'in yolundan ayrılmayan (ehl-i sünnet) alimler, bil­gileri zayıf olan kimseler için dinlerine ait meseleler kanşık kalmasın ve dinden olmayan şeyler de dine girmesin diye, onlara karşı koymak, onlarla mücadele ve münazara etmek ihtiyacını hissettiler.

Bid'atçıların (Ehlu'l-bid'a) sözüne, mantıkçtiarın ve sapık yolda olan başka kimselerin sözlerinden pek çok şey karıştı. Bid'atçılar bize bir çok §üpheler getirmiş oldular:._Öyle ki, onları yaptıklarıyla başbaşa bıraksak zayıf kimseleri, müslümanların avamını ve kısa görüştü bil­ginterin bir çoğunu yanıltabilirler onları sapıklığa sürüklerler ve doğru ilikadlarını muhakkak bozarlardı. Neticede bid'atlar ve sapıklıklar ya­yılır ve herkesin tek başına onlara mukavemet etmesi mümkün olmaz­dı. Hatta rastgele bir kişi, -o meselelerle uzun boylu uğraşmadığı için,­onların sözünü anlamayabilirdi. Sözü ancak anlayan reddedebilir. Bid'atçının sözü reddedilmediği zaman da, cahiller, kwnandanlar, kral­lar ve halka hakim olanlar onların sözünün doğruluğuna inanırlardı. Ni-

59

tekim çok kere böyle olmuştur. Di�er taraftan, önceki nesillere göre in­sanların din gayretleri de zayıflamıştır.

lşt� bu saydığımız sebepler yüzünden insanlar arasında Allah'ın kendileri vasıtasıyla sMih kullarının itikatlannı koruyaca� ve sapılda­no şüphelerini defedeceği kimselerin bulunması gerekli bir hal aldı. O kadar ki, böyle bir kimsenin sevabı cihada çıkanın sevabmdan çok daha fazladır. Çünkü o, diğer insanların halini, ibadet edenlerin ibadetlerini, fakihlerin, muhaddislerin, kıraat Mimlerinin ve müfessirlerin ilimlerini ve zahidlerin ibadetleriyle meşgul olmalarını koruma altına almış . olur.

Hasreıin ne demek olduğunu çeken bilir.

Aşk ateşinin ne olduğunu da, başına gelen bilir.

Şu halde, İbn Salah ve benzerlerine yakışan, Gaz81i ve ondan önceki alimler vasıtasıyla ihsan ettiği- hayır ve lütfettiği nimetten dolayı Al­lah'a şükretmeleridir. Zira onlar bu nimetler sayesinde ibadet esasları ve yapacakları hayır yollarına ait bilgileri koruyabilmişlerdir. Her ney­se, sözü bu konuda fazla uzatmaya gerek yoktur.

lhya'da tenkid edilen bir kaç nokta var, diye başka bir kitapta bulun­mayan ve kitabın çoğunu teşkileden güzelliklerini bir kenara itmek uy­gun olamaz! Gazali'ye pek çok şey borçluyuz. Tasavvufu kimden aldı­�. bilinsin veya bilinmesin farketmcz. ttikadlar Allah'tan bir bağıştır, rivayet cinsinden bir şey değildir. n

el-Matari'nin cevabı burada bitti . ... ... ...

Gazali hakkında İbnu's - Saıah'ın işaret ettiğim sözü, onun mantıkla meşgul olmasını Tabakat'ında ayıplaması el-Mustasja'nın baş tarafm­da Gazali'nin "Bu, bütün ilimler için bir mukaddimedir. Onu kavrama­yanların ilimlerine güvenilmez" şeklindekisözünü yadırgamasıdır. Bir de el-Mazeri'nin sözünü hikaye etmesidir ki, biz onu yukarda anlat­tık.

İbnu's-Salah, Gazali'ye nisbet edilen "ei-MadnUn" kitabının ona ait olamayacağını bildirmiş ve onun aleyhine uydurolmuş bir kitap olma­sının sebebini de açıklamıştır. Gerçekten durum onun dediği gibidir.

60

el-MadnU.n kitabı, aıemin kadim oluşwtu cüziyyata taalluk eden kadim ilmin ve sıfatiann inkarı (1) konularını ihtiva eder ki, GazMi ve bütün ehl-i sünnet bu sözlerden her birini söyleyenleri tekfır ederler. Artık O'nun bu sözü söylediği nasıl düşünülür?

Ben onun gerçekten doğru bir kişi olduğuna şehadet ederim.

Büyük alim, arif-i billah, velilerden biri olan ve es-"Sayyad" laka­bıyla tanınan Yemenli Ebü'l-Abbas Ahmed b. Ebi'l-Hayr'dan şu haber nakledilmiştir: "Ebü'l-Abbas bir gün otutururken, göğün kapılannın açıldığını ve aniden yanlannda yeşil elbiseler ve bir binek hayvanı bu­lunan bir grup meleğin yer yüzüne indiğini bir kabcin başında durup ka­birdeki şahsı çıkardıklannı, o şahsa elbiseler geydirip o bineğe bindir­diklerini, onu göğe yükselttiklerini, bir semadan diğerine çıktıklanm nihayet yedi kat semayı geçtiklerini ve önlerinde yetmiş bin perdenin açıldığını görmüş. Ebü'l-Abbas devam ederek demiştir ki:

Ben bu gördüğüme hayret ettim ve bineğe binenin kim olduğunu öğrenmek istedim.

Bana onun GazMi olduğu söylendi.

Ancak benim, onun şehadet mertebesine eriştiğine dair bilgim yok.

İşte, bu Mim hakkında ehlultahm ( Allah'ın veli kullarının) söyledik­leri ve gördükleri bunlar olunca -ki çağdaşı olan ilim adamlannın söy­lediklerini daha önce zikretmiştik- Onun hakkında söz söyleyecek baş­ka kim kaldı? Yaşayış tarzıyla alakah biraz malumat da verdik. Artık, Onun hakkında "nerdeyse dinden çıkacaku" denilmesi nasıl mümkün olur?

• • •

�üphesiz ki, Magrib ülkelerinde, (Mısır'ın bausında kalan kuzey_ Afrika ülkeleri)_, /hya kitabı yüzünden bir çok kanşıklıklar ve nerdeyse onu yakacakları dereceye varan bir taassup hareketi meydana gelmişti. Belki de bir kısmını yakmışlardır. Daha önce bu mevzuyla alakalı biraz

(1) Gazili'nin filozoflan tekfır ettiği meselelerin üçüncüsü cesedierin hllljredil-memesidir. Sıfaılann inkar edilmesi değildir. Bkz: 'Teh/ifıilü'l-Fellısife".

61

bilgi vermiştik. İbnu Harzihim Diye Bilinen Ebu'l-Hasen'in rüyAsı

O, Şe h Ebü1-Hasen b. Huzihim isimli bir kimsedir. Ondan bahse­dilirken fbn Hırazihim denildiği de olur. Bu şahıs lhı_a'yı görüp üzerin:_ _2-e düşününce, bu Sünnet'e aykın bir bid'attir dedi.Esasen kendisi M�­rib ülkelerinde sözü dinlenir bir alimdir. Hemen M�b ülkelerindeki lhya müst:ıalannın toplanmasını erneetti ve hükümdardan halkı bu işe mecbur etmesini istedi. Bu yüzden hükümdar da etrafa emirler yazıp şiddetli takibata girişti ve o kitaptan bir parça bile gizleyenleri tehdit et­ti. Bu sesnlar yanlannda bulunan lhya nüshalannı getirdiler. Alimler toplanıP. meseleyi görüştüler. Sonunda, cuma günü onun yakılmasını. , kararlaştırdılar. Karann verildi4i gün perşembe günü idi.

Cuma gecesi olunca adı geçen Ebü'l-Hasen bir rüya göfÜ!, Rüyasın­da, caminin her günkü girdiği kapısından girer, caminin köşesinde bir nfır vardır. Bir de ne görsün, bakşr ki, Peygamber (s av), EbU Bekir ve Ömer (Radiyallahü anhüma) ile otunnuşlar, İmam Ebu Hamid GazAli de elinde /hya kitabı olduğu halde ayakta durup:

Ya Resülallah, işte bu, .benim hasmınıdır diyerek İbn Hırzıhım'ı işa­ret eder. Sonra iki dizi üzerine çöküp emekliye emekliye Peygamber (sav)'in yanına varır. lhya kitabını ona verip ya Resulallah ona bak; eğer senin sünnetine aykın ise ben hemen Allah'a tevbe ederim, şayet hoşuna gider bir şey ise ben senin bereketiO(len kazanmışım demektir, der. Eğer böyleyse, hasınırndan benim hakkımı tamamen al, diye ilave eder. Bunun üzerine RasUlullah (sav) kitabın yapraklarına sonuna 1at, dar teker teker bakar, sonra buyurur ki:

"V allahi, bu, �1 bir şeydir�' Sonra onu EbU Bekir' e verir. O da ay­nı şekilde bakar ve: "Evet ya Reswallah, seni gerçekle gönderene ye­min ederim, o, kesinlikle güzel bir şeydir, der ve örnete verir. O da EbU Bekir gibi bakar ve sonra onun dediği gibi der. Bunun üzerine Peygam­ber (sav), Ebü'l-Hasen'in elbiselerinin çıkarılmasını ve onun iftira eden bir kimsenin dövüldüğü şekilde dövülmesini emreder. O da soyulur ve dövülür. Beş kamçı vurolduktan sonra Ebu aekir onun hakkında şefa­aıçı olur ve "Ya Resülellah hatası senin sünnetin hakkındaki ictihad ve hürmeti yüzünden meydana gelmiştir", der. O zaman Ebu Hamid

62

Gaz81i onu ba�şlar.

Ebü'l-Hasen, uykusurldan oyarup sabah olunca rüyasını arkadaşia­nna anlatır. Dövülmenin acısını bir aya yakın bir süre hisseder. Sonra acı diner. Ama kamçı izleri ölünceye kadar sırtında kalır. Bu olaydan sonra Ebül-Hasen lhya kitabına son derece hünnetle bakmaya baş­lar.

İşte bu sahih bir rivayet'tir, Onu eş-Şazili, büyük şeybirniz veliyyul­lah Ebü'l-Abbas el-Mürsi'den, o da hocası büyük şeyh Allah dostu Ebü'l-Hasen eş-Şazili'den nakletmiştir.

HUCCETÜ'L-İSLAM GAZALI'NİN ÇAGDAŞLARINDAN Bİ­RlNE Y AZDIGI BİR MEKTUBUN METNİ:

Rabman ve Rahim olan Allah'ın adıyle sözüme başlı yorum.

Hamd, aıemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur. Güzel son müttaki­ler içindir. zatimlerden başka hiç kimseye düşmanlık yoktur.

Salatu selam peygamberlerin efendisi, efendimiz Muhammed'e ve Onun aı u eshabının hepsine olsun.

Gelelim meselemize. Değerli kadı İmam Mervan- Allah muvaffa­kiyetini artırsın- vasıtasıyla, devlet nezdinde güvenilir insan büyük aiim Mutemedü'l-MÜlk - Allah gücünü korusun - ile aramızda, akraba­lı�n yerini tutacak ve mektuplaşma ve alakalanmayı gerektirecek ka­dar güçlü bir sevgi ve ahbaplık meydana geldi.

Şüphesiz ben ona şimdi bir hediye gönderiyorum ki, o hediye de onu Allah'a vasıl edecek, Rabbiİle yaklaştıracak ve onu Firdevs-i aia'da konaklanasını sağlayacak olan en güzel nasihattır.

Zira, nasihat, ai.imlerin hediyesidir. Bana da o dosturnun o hediyeyi kabul etmesinden ve dünya karanlıklarından annmış bir gönülle ona kulak vermesinden daha değerli bir armağan ulaşamaz. Sakın ha o dos­tum gönül erbabı zatlar nezdinde. kusursuz insanlar ayırt edildiği zaman kıymetli ve en üstün kişiler zümresinin dışında kalmasın! Nitekim Al­lah Rasulü (s.a.v.)'ne:

- "İnsaniann en değeriisi kimdir?" denildiwnde şöyle buyurdu:

- Onların Allah'dan en çok kotkanı. Yine

63

- İnsanlar içinde kalbi en yumuşak kimdir, denildi. Bu defa şu ceva­bı verdi:

- Onlardan ölümü en çok hatırlayan ve ölüm için en iyi bir şekilde hazırlanandır.

Efendimiz (s.a. v .) yine şöyle buyurdu:

"Ar....ıllı kimse nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışan­dır. Ahmak ise, kendisini nefsi arzularının peşine takıp da Allah'tan ba­�ışlanma bekleyen kimsedir."

İnsanların en anlayışsız ve en cahili, kendisini öldü� zaman geride bırakacağı dünyasının işleri meşgul eden buna karşılık kendisinin cen­netlik mi yahut cehennemlik mi olduğunu bilmesi ilgilendirmeyen kimsedir. Halbuki Cenab-ı Hak "İyiler mutlaka nimet içindedirler. Kö­tüler de yakıcı ateş içindedirler" (İnfitar, 13-14)

"Artık kim azarsa ve dünya hayatını tercih ederse (onun için) gidile­cek yer cehennemdir" (Naziat, 37-39)

"Kimler dünya hayatını ve süsünü isterse onlara oradaki arnelleri (nin karşılı�ın)ı tam veririz ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmaz­lar. Ama onlar öyle kimselerdir ki ahirette onlar için yalnız ateş vardır ve yaptıklarının hepsi orada boşa çıkmıştır. Arnelleri hep batıl olmuş­tur" (Hud, 15-16) buyurarak ona bu durumun nasıl olacağını bildirmiş­tir.

Kesinlikle ben o dostuma, himmetini, gayretini o tarafa yöneltmesi­ni, hesaba çekilmeden önce nefsini hesaba çekmesini, görünen- görün­meyen hallerini, niyyetini ve kararını, işlerini ve sözlerini, yaydığı ve söylediği haberleri kontrol edip (şu soruların cevabını düşünmesini) tavsiye ederim:

Bütün bu sözleri ve işleri kendisini Allah'a yaklaştıracak ve ebedi saadete kavuşturacak işler midir, yoksa onlar, tasa ve keder içinde dün­yasını marnur etmesine rağmen -Allah korusun- yaşantısını bahtsızlık­la sona erdirecek şeylere mi yöneliktir?

Binaenaleyh, o basiret gözünü açsın da, öte dünya için yapıp gön­derdiğine baksın. Bil'sin ki öldü� zaman ona ağlayacak ve yardım ede­cek hiç kimse yokdur. Ona kendi nefsinden başka kimse acımayacak. O

64

içinde bulunduğu tıali düşünsün. Eğer gelirli bir arazinin iman ile meş­gülse, güzelce imar edildikten sonra halkının haksızlık ettiği için Al­lah'ın helak ettiği ve şimdi duvarlan yikılmış tavanlan çökmüş nice memleketler bulunduğunu bir kere düşünsün ...

Su çıkarmak veya kanal kazmalda uğraşıyorsa, yapıldıktan sonra harap olmuş nice kuyular ve yüksek saraylar bulunduğunu düşün­sün.

Bir bina yapmayı düşünüyorsa, içinde yaşayanlar gittikten sonra ıs­sız kalmış, temelleri sağlam ve binalan yüksek nice köşkler olduğunu düşünsün.

Bahçeler ve bostanlar tanzim etmeye önem veriyorsa, şu ayetten ib­ret alsın:

"Onlar geride neler bırakınışiardı neler: Nice bahçeler, çeşmeler, ekinler, güzel makamlar ve zevku sefa sürecekleri nice nimetler! " (Duhan, 25-27)

Ve Allah'ın şu ayetini okusun:

"Şimdi sen bana haber ver. Biz onlan senelerce yaşatıp faidelendir­sek de sonra kendilerine tehdit olunageldikleri (azap gelip) çatıverse o yaşayıp faidelenmiş olduklan yıllar kendilerini kurtarabilir mi?" (Şu­ara, 205-207)

Şayet kalbi - Allah korusun - bir hükümdarıo hizmetine tutulmuşsa hadiste gelen şu sözleri hatırlasın:

"Kıyamet gününde bir müniidi: Zalimler ve onlann yardımcılan nerde diye nida eder. Bunun üzerine onlara yardım ve hizmet için bir di­vit uzatmış, bir kalem açmış veya daha fazla bir iş yapmış olup da gel­meyen hiç kimse kalmaz. Sonra onlar ateşten bir sandık içinde toptanır ve cehenneme atılırlar."

Kısaca söyleyecek olursak, Allah'ın koruduklan dışında, bütün in­sanlar Allah'ı unutmuşlar, Allah da onlan unutmuştur. Onlar Ahiret için azık hazırlamaktan yüz çevirip iki şeyin peşine düşmüşlerdir:

Makam ve mal.

Onlar makam ve başkanlık sevdasında iseler hakkında haber gelmiş

65

olan şu durumu hatırlamaya çalışsınlar:

"Emir venne yetkisine sahip olanlar ve başkanlar, (ümeıi ve rüesa) kıyamet gününde insaniann ayakları altında basıp çigıtedikleri küçük kanncalar şeklinde haşrolunacaklar."

O dosblm aynca, Allahu Te8la'nın her kibirli zorba hakkında buyur­duklarını da okusun. Nitekim Rasiilullah (s.a.v.)de şöyle buyurmuşbır: "Adam sadece kendi ev halkının idaresine malik iken bile zorba hül:c..:.

_'!lün�_giyebilir." Bu şu demektir: Kişi onlann arasında başkan olmayı ister ve onlara karşı büyüklük tasiayıp gerçekleri kabul etmemekle inat ederse Allah kaunda zorba sayılır.

İsa (aleyhissetam) da şöyle buyurmuştur:

"Ey Havfuiler c�maati! Mal ve mülk, dünyada sevinç verici, 8hiret- .· .

� zarar vericidir. Gerçek söylüyorum: Zenginler göğün ruhlara. mahsus gayb alemine (Melekutu's-sema) girmeyecekler':.

Bizim peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet gününde zenginler dört sınıf olarak haşredilirler:

1- Haram mal biriktiren ve onu haram işlerde harcayan adam. Deni­lecek ki: Onu cehenneme götürün.

2- Haram yoldan mal biriktiren, fakat onu helal işlerde harcayan adam. Denilecek ki: Onu da cehenneme götürün.

3- Helal yoldan mal biriktiren ama onu haram yerlerde harcayan adam. Yine denilecek ki: Onu cehenneme götürün!

4- Helat yoldan mal biriktiren ve onu helai işlerde harcayan adam. Denilecek ki: Bunu durdunın ve sorguya çekint Ola ki, O, zenginliği sebebiyle, üzerine farz kıldığımız şeyleri küçümsemiştir; ya da nama­zında veya o namazın abdestinde veya rukunda veya seedesinde veya huşu ile kılınmasında tembellik etmiştir, yahut da zekat veya hacdan bir şeyde ihmalkarlık yapmıştır.

Adam der ki: Malı helatdan biriktirdim, onu helat işlerde harcadım ve farz emirlerden hiç bir şeyi ihmal etmedim, hem de onları tastamam yaptım.

Hak Teala buyurur: (Fakat) Andolsun malınla övündün veya elbise-

66

lerin sebebiyle kibirlendin? Adam diyecek: Ya Rabbi, malımla ütihar etmedim; elbiselerim se­

bebiyle de kibirlenmedim. Hak Tala buyuracak: Belki akraba ile ilgilenmede (sıla-i rahim),

komşulann ve yoksulların ihtiyaçlannı görme gibi erneettiğimiz husus­larda ihmalkar davranmış ve bunların önce veya sonra yapılmasında, tercih edilmesi veya adaletli daveanılmasında kusur işlemişsindir?

Bunun Uzerine o kimseler (akrabalar komşular, yoksullar) Onun et­nıfını kuşatır ve: Ya Rabbi, içimizde onu zengin kıldın ve bizi ona muh­taç ettin; o da hakkımızı ihmal etti, derler sonuçta, onun bir kusuru mey­dana çıkarsa doğruca cehenneme götürülür.

Kusuru görolmediği takdirde ise, dur bakalım, şimdi her nimetin, her yemenin, her içmenin ve her lezzetin şükrünü getir denilir. Artık so­rulur da sorulur."

İşte Allahu TeMa'nın haklannı yerine getiren salih zenginlerin du­rumu böyledir. Arasat meydanında uzun uzun beklerler. Ya Haram ve şüpheli şeylere alabildiğine dalan, sahip oldukları mallarla birbirine övünen, nefsani isteklerinin peşinde zevk-u sefa içinde hayat süren ve haklarında "Çoklukla övünmek sizi (o derece) oyaladı ki, kabirieri (da­hi) ziyaret ettiniz ( ölüleriilizin çokluğunu bile hesaba katunız) (Teka­sür, 1-2) buyrulmuş olaniann haii kimbilir nice olur.!

İşte bu kötü istekler, insanların gönüllerine hakim olup da onian şeytanın emrine arnade kılan v_e onları gülünç duruma sokan şeyler­dir.

Binaenaleyh, o dosturnun ve nefsiyie mücadele için paçalan sıva­yan herkesin, kalbiere çöken bu hastalığın ilaçını öğrenmesi gerekir.

Kalbin hastalığının tedavi edilmesi bedene ait hastalığın tedavisin­den daha önemlidir. O hastalıktan ancak Allah'ın huzuruna dürüst bir kaib (kalb-i seüm) ile gelen kimse kurtulabilir.

O derdin iki devası vardır: Onlardan biri; kişinin ölümü hatırlaması, kralların ve kendilerini

dünyaya veren erbab-ı dünyanın kötü sonlarından ibret alarak, oniann

67

nasıl pek çok: mal biriktirdilderini, mallannın ise toz - dwnan olduğunu ve Allah'ın şu emrinin yerini bulmuş bir kader (hüküm) oldu�u uzwı uzun düşünmeye devam etmesidir.

"Kendilerinden önce nice nesiller helale edişim iz, hala onlan yola getirmedi mi? Ki (bugün) onlann yurtlannda gezip dolaşıyorlar (görü­yorlar). Şüphesiz bunda ibretler vardır. (Öğüt alma kulağıyla) işitmi­yorlar mı?" (Secde, 26)

Onların köşkleri, müllderi, yaşadıkları yerler suskwı gözükse de konuşmaktadırlar: Lisan-ı halleriyle kendilerini yapanların aldandılda­rını gösteriyorlar.

"Şimdi onlardan hiçbirini duyuyor muswı, yahut onlann gizli bir se­sini işitiyor musun?" (Meryem, 95)

tkinci deva: Allahu TeMa'nın kitabını iyice anlamaya çalışmaktır. Çünkü aıemlere şifa ve rahmet ancak onda vardır. Nitekim Allah'ın ResUlu (s.a.v.) şu iki vaizden İstifadeyi tavsiye ederek şöyle buyurmuş­tur:

"Aranızda susan ve konuşan olmak üzere iki vaiz bıraktım. Susan vaiz ölüm, konuşan ise Kur'an'dır."

Muhakkak ki insanların çoğu, her ne kadar maddi hayatlarında diri olsalar da, Allah'ın kitabı karşısında ölü, dilleriyle onu okuyar iseler de, Allah Tea.Ia'nın kitabı karşısında dilsiz, her ne kadar kulaklarıyla O'nu dinliyor iseler de O'nwı karşısında sağır, sayfalannda ve mushaflarında O'na bakıyor iseler de hayret verici halleri karşısında kör, tefsirlerinde O'nu açıklıyor iseler de sırlah karşısında gafıl kimseler olmuşlardır.

Ey dost, öylelerinden olmaktan sakın; kendi halini düşün; kendi ha­lini düşünmeyenin durumunu bir düşün, kabrioden nasıl kalkacak ve nasıl başrol unacak! Sen kendi haline. ve kendi haline bakınayan kimse­nin haline bak. Öldüğü zaman nasıl gayreti boşa çıkacak ve helale ola­cak!

Allah'ın kitabından tek bir ayetle de öğüt alabilirsin. Zira onda her hasiret sahibi için kendisine güvenilen ve yeter derecede delil vardır.

Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

68

"Ey İnananlar, mallannız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alı­koymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır. n (Müna­fıkun, 9)

Sakın hA, mal toplamakla oyalanmayasın. Çünkü o mal sebebiyle sevinmen sana ahiretin hAlini unutturur ve kalbinden imanın tadını gi­derir.

İsa aleyhisselfun şöyle buyunnuştur:

"Dünya ehlinin maliarına bakmayınız. Zira onların mallarının çok­luğu imanınızın tadını giderir.

n

İşte görüyorsun ya, bu sadece bakmanın neticesidir. Öyle olunca ar­tık mal biriktinnenin ve mal sebebiyle Allah'a isyan etmenin cezası ya nasıl olur?!

Kadri yüce kadı, İmam Mervan'a gelince -ki Allah ilim adamları arasmda Qnun benzerlerini çoğaltsın!- O göz nuru ve ilim ve takva gibi iki büyük fazileti kendinde toplamış bir kimsedir.

Ancak bir şeyin kamil olmasını isternek kemal ile olur. (Onun arzu­ladığı) işe devam etmek de Onun tarafından gelecek bir yardım ve teş­vikle olur.

Kendisine Allah'ın böyle kıymetli bir çocuğu ihsan ettiği kimsenin, onu, atıiret hazırlığı edinmesi, Allah katında bir kurtuluş vesilesi say­ması onun kalbini Allah'a ibfu:lete yönettmesi için çalışması ve Allah'a giden yolda ona engel olmaması gerekir.

Allah'a giden yolun ilki, helal rızık aramak, yetecek kadar mal ile mütevazi olmaya, meşhur olmamaya ve gizli kalmaya kanaat etmek ve şeytanın tuzakları olan dünyaya ait isteklerden kaçmaktır.

Bütün bunların yanında idareciler ve hükümdartarla düşüp kalk­maktan da kaçınmalıdır.

Zira hadiste şöyle gelmiştir:

"Şüphesiz ki lilimler dünyaya daimadıkları sürece Allah'ın güven­diği kimselerdir; dünyaya daldıkları zaman dininiz hakkında onları şüpheyle karşdayın."

İşte bu hususlar, Allah'ın o İmam Mervan'a yol gösterdiği ve amel

69

etmeyi kolaylaştırdığı işlerdir. Bu sebeple, o dosturnun dua ile ona yar­dım ebnesi gerekir. Zira babanın duası en büyük bir ihti�at _!!cçesi V€?_

__ ,ğ.!!!IJ.:ada da ahirette de bir hazır malzem�� Ayrıca dünyadan kaçınması gibi tercih ettiW. hususlarda ona uyman

gerekir. Her ne kadar çocuk, feri (babadan meydana gelen bir dal) duru­munda ise de ilmin bereketiyle asıl (kök) olabilir. Bu yüzdendir ki; İbr­ahim aleyhisselam şöyle buyurmuştur:

"Babacı�ım. bana. sana gelmeyen bir bilgi geldi, bana uy seni düz­gün bir yola ileteyim." (Meryem, 43)

O (dostum) kıyamete dair niyeti sebebiyle ci�er paresi olan o�luna saygı göstermekle onu mükafatlandınnaya gayret etsin. Zira dünya eb­linin en büyük üzüntüsü, kıyamette kendilerine şefaat edecek samimi bir dosttan mahrumiyetleridir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyunnuştur: "Bugün onun için candan bir dost yoktur" (Hakka, 35) Allah'tan, Allah kaunda değeri küçük olan dünyayı onun gözünde

küçülbnesini, Allah kaunda büyük olanı onun gözünde de büyübnesi­ni, bizi de onu da kendi razı olduğu işlerde muvaffak kılmasını ve lutf u keremiyle onu cennetlerden Pirdevs-i Ala'da konuk edip ağırlamasını niyaz derim. Yüce Allah dilerse, olur .

• • •

70

HUCCETÜ'L-İSLAM'IN FETV ALARlNDAN BAZILARI

İlahi Emirlerin Hükümden Düşeceğini Söyleyeniere Cevab

Hak yoldan sapanlardan biri şöyle yazdı. Allah (Gazall'ıün) varlı­ğıyla müslümanları faydalandırsın ve gerçeği arayanlara onu görüp is­tifade euneyi nasibetsln. Hak Teaiii ona manevi zenginlikler içindeki bir kalp ile; evliya ve esfiyadan seçkin kullarının en üstününe ihsan et­tiklerinin de üstününü ihsan eylesin. Ona çeşit çeşit nur ve lütuflar ba­ğışlasın. Bu nimetler ona vakitlerin ve hallerin hepsinde aksamadan ar­tarak devam etsin.

Onun dış görünüşü şer'i hükümlerle marnur olsun; günahlardan ve Şeriat'e uymayan hallerden uzak olsun. İç aleminde manevi keşifler ve harika nurlar bulsun.

Sonra, bir kişiye bir irfan çeşidi açılsa ve şer'i tekliflerden ve eğitici riyazetlerden maksadın, Hak'dan başka şeylerden atakayı kesrnek ol­duğunu aniasa -nitekim Musa (s.a.v.)'ya şöyle denmiştir: "Gönlünü başka şeylerden anndır; çünkü oraya inmek istiyorum."-

Masiva ile atakanın kesilmesi tamam olup Allah'a yakınlığa eriş­mek ve aralıksız bu yolda terakkinin devamı ile maksat hasıl olsa, yani

71

artık Şeriat' e ait vazifeler ve zatıiıi emirlerle meşgul olma sebebiyle iç alemini korumaktan zahir emre riayete yönelmekle durumunun karışık bir hal alacağından korksa ...

Bu adam elini zahir tekliften çekmese, Şeriat'in hükümlerini ihmal etmese fakat dinin zahiri emirleri ve tekliflerine karşı hakkındaki ta­zimi azalsa fakat yine de o emirleri uygulasa ve onlara ( Allah'ın mora­kabesinden veya halkın ayıplamasından korktuğu için değil de) bir adet, bir alışkanlık olarak devam etse ...

Bu durumların hükmü nedir?

Sonra "(Allah'a) davet etmekten gaye, Allah'ı tammak ve O'na ya­kınlık meydana getirmektir. Bunlar hasıl olunca sebeplerden ve vasıra­dan müstağni kalınır." şeklinde bir düşüneeye kapılsa bu düşüncelerin tedavisi nasıl olacaktır?

Diyebiliriz ki; Ma'rifet ebedi olarak son bulmaz, bilakis ebediyyen artmaya müsaittir. Binaenaleyh, ebedi olarak bir da'vetçi (Peygamber) ve delilden müstağni kalınaİnaz. Fakat da'vetçi, açıklanmaya muhtaç olunan konuları tamamen açıklamış, yolun işaret taşlannı belirlemiş ve gitmiştir. Bu sebeble, satik (Hak yolun yolcusu) zevaid ve iradat hak­kında O'na (da'vetçiye- peygambere) müracaat etmeye muhtaç olsa bu durumda müracaat mümkün değildir.

Bu halde benim derdimin tabibi kimdir? Zira müracaat imkarn orta­dan kalkmıştır; o halde çare nerededir.?

Evet, şimdi Gazali'nin sadra şifa olacak cevabını görelim:

Cevap: Doğruya erişmek ancak Allah'ın yardunıyladır. Bu noktada müridin iyice bilmesi gerekir ki, i.lMı.i emirler ve farzlam göre kulluk et­mekten maksadın, Allah'dan başka varlıklar (masiva)'dan uzaklaşmak ve sırf O'nun için çalışmaktan ibaret olduğunu düşünen kimse o düşün­cesinde isabetlidir; ancak malesadın hepsinin ondan ibaret olduğunu, ondan başka malesadın olmadıguu sanan kimse o zannında hata içinde­dir.

Allah'ın, mahliıkatın kendisiyle ibadet etmesini istediği farzlarda masivadan uzaklaşmaktan başka da sırları vardır ki, akıl onu kavra­maktan aciz kalır.

72

Böyle bir zanna kapılan kimse, şöyle bir adama benzer: Babası ona bir da� başında bir saray yaptırır; içine de güzel kokulu bir ot koyar ve o�luna da ömrü boyunca bu sarayı bu otsuz bırakmamasını sıkı sıkı ten­bih edip şöyle der:

"Sakın ha bu sarayın içinde bu ot olmadan gece veya gündüz bir an durma!"

Zaman geçer, çocuk, sarayın çevresinde güzel kokulu çeşit çeşit bit­kiler yetiştirii, kara ve deniz yoluyla öd, anber ve misk a�açları getirir, kısaca güzel kokulu �açların hepsini sarayında toplar. Neticede sarayı bu yeni kokular kapladı� için o otun kokusu kaybolur.

Çocuk, şüphesiz babam ·bana bu otun korunmasını ancak güzel ko­kusundan dolayı tavsiye etti, şimdi ise, bu güzel kokulu bitkileri yetiş­tirdik onun kokusuna ihtiyacımız kalmadı, artık o ot yer tutmaktan baş­ka hiç bir fayda sa�lamaz, der ve onu saraydan dışarı atar.

Bu ottan uzak kalan sarayın deliklerinden birinden korkunç bir yı­lan ortaya çıkar ve o çocuğa öyle bir saldırır ki o saldırının tesiriyle ne­redeyse helak olacak hale gelir. Bunun üzerine durumu anlar, ama bu otun özelliklerinden birisinin bu öldürücü yılanı kovmak olduğunu ve babasının bu otu şu iki sebepten dolayı tavsiye ettiğini anlaması artık ona fayda vermez:

Birincisi; çocu�un. otun kokusundan faydatanmasıdır ki, çocuk bu­nu aklıyla idrak etmişti.

İkincisi ise; kokusuyla öldürücü yılanların kovulmasıdır ki, işte bu nokta çocuğun basiretinin kavrayamadı� bir husustur. Halbuki çoc�-­

-�J.!gisine aldanf!!�e aklıyla anladıklarının ötesinde bir sırrın olıri�­�ı sanmıttı�- Benzer bir durum için Cenab-ı Hak şöyle buyurmuş­tur:

_"İşte onların erişebilecekleri bilgi (sınırı) budur. (Bundan ötesine �Ilan ermez.t �ecm, 30) ,

"Peygamberleri onlara açık mucizeler getirince, yanlannda bulu­nan bilgi ile sevinip övündüler, (peygamberlerin getirdikleri bilgiye de­ğer vermediler, onlarla alay ettiler) Sonunda alay edegeldikleri şey, kendilerini kuşatı verdi." (Mü'min, 83)

73

Map kimse, aklına aldanır da kendi bilmedi�i şeyin gerçekten yl)�_l)lduğunu z_anneder. -

· · · ·

Olgun kişiler (ehl-i kemal) ise kesinlikle bilirler ki, insan o�lunun kalbi de işte o saray gibidir ve öldürücü yılan ve akreplerin yuvasıdır. Onun tedavisi ve korunması ancak özel bir yolla: Farzların yerine geti­rilmesi ve dinin cevaz verdiği meşru fiilierin gözetilmesiyle mümkün olur.

Bu sözlerin dayanağı Cenab-ı Hakk'ın şu ayetleridir: . "Muhakkak namaz, müminlere vakitli olarak farz kılınmıştır."

(Nisa, 103) "Sizin üzerinize oruç yazıldı." (Bakara, 183) Musleada ve okumada teleffuz edilen ve yazılan sözlerin, sahip ol­

dukları özellik (hassa) sayesinde yılanların çıkarılmasında. hatta cinle­ri ve şeytanları emir altına almada etkili oldukları gibi, düzenlenmiş ba­zı me'sur dualar da, dua eden kimsenin duasının kabulü hususundaki çalışmaları için meleklerin meylini çekmede etkili olur. Ne var ki akıl onun nasıl olduğunu ve özelliğini açıklamaktan acizdir. Bu ancak Levh-i mahfuz'daki sır belli olduğu zaman "peygamberlik kuvveti yle" idrak edilir.

Güneş doğarken, zeval vaktinde iken ve batarken kılınan bir rukfı'lu, iki secdeli, belli sayıda ve içinde Kur'an-ı Kerim'den çeşitli miktarlarda muayyen lafızlarıo okunduğunamazın şekli de yukardaki-­ler gibi sahip olduğu özellikleriyle insanoğiunun bünyesinde yerleşmiş bulunan büyük yılanın zararsız hale getirilmesinde etkili olur. O yılan­dan insanoğlunun huylan sayısınca, büyükbaşlı birtakım yılanlar (ej­derhalar) çıkar; kabrinde onu sokar ve çiğnemek için ağzına alır, ruhun özüne ve zatına tesir eder. Bu ise bedeni önceki sokmasından daha acılı olur; sonra da onun tesiri rfıha geçer.

Peygamber (s.a.v .)'in şu sözü de bu duruma işaret edilmiştir: "Kabirde lliıre, doksan dokuz başlı büyük bir yılan musallat olur.

Sıfatı şöyle şöyledir ... "

İnsanoğlunun yapısında bu büyük yılanın benzeri çok vardır. Onları ancak erneedilen farzlar önleyebilir. İnsanı heliik edici sonuçlardan kur-

74

taracak olanlar işte o farzlardır ki onlann kötü huylar sayısınca çeşidi vardır.

"Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir." (Müddessir, 3 1) O halde İlahi tekiifte iki maksat vardır:

Hakkında soru sorduğunuz bu ma� kişi onlardan birini anlamış, diğerinden ise gaflet etmiştir.

Fıkhi meselelerde EbU Hanife'nin -Allah ondan razı olsun- böyle bir zannı vaki olmuş ve şöyle demiştir:

"Allah kırk koyunda bir koyunu (zekau) farz kılmış ve bununla fa­kirliği ortadan kaldırmayı kasdetmiştir. Koyun fakirliğin giderilmesin­de bir vasıt.adu. Bu na rağmen, bu iş başka bir malla da meydana gelirse malesadın tamamı hasıl olmuş demektir."

Buna karşı Şafii -Allah ondan razı olsun- şöyle demiştir:

Zekattan maksat budur, demende doğru söyledin; bundan başka maksat yoktur şeklindeki hükmünde ise kendini tehlikeye atmış oldun. Mesela, kişiye, kıyamet günü, fakiri başkasına, malının cinsinde ortak kılmamızın yarunda başka bir sırrımız daha vardır, denildiği zaman ya ne cevap vereceksin? Nitekim bir kimse, hacda yedi taş yerine beş inci veya beş tane şeker atsa, Hak Teaıa onu kabul etmez.

Hac konusundaki bu (yedi taş) kaydı ve muamelatt.a akılla anlaşılan mana (ma'kul)nın nazar-ı itibara alınması düz olunca, zekAt meselesin­de akılla anlaşılan mana ile şer'i kayıtlann birlikte bulunması niçin imkAnsız olsun? Hulasa, fakirliğin giderilmesi aklen anlaşılan, öteki sır (gizli hikmet) ise akılla aniaşılmayan bir husustur".

Ebfı Hanife bir de şöyle dedi: "Teköır'den maksat Allah'ın büyüklü­ğünü zikrederek O'nu övmektir. Bu yüzden (Arapça olarak) tekbir (Al­lahü ekber) sözü ile onun her dile yapılacak tercümesi veya "Allahu a'zam" iradesi arasmda hi� bir fark yoktur."

Bunun üzerine Şafıi şöyle buyurdu:

"Allahu Teaia: "Azamet" benim izarım ( elbisenin alt kısmı) "kibri­ya" ise ridfundır (üst tarafa giyilen elbise), buyurıırken Allah'ın sıfatla­rından "azamet" ile "kibriya" arasmda hiçbir fark olmadığını nereden

75

bildin?

Hem rida iz3rdan daha üstündür. ''Rukô" dan "hudii"un (boyun eğ­me, itaat etme) maksadını da istinbat edip rukiiyu secdenin yerine koy­saydın bari; çünkü, secde itaat hususunda ondan daha ileri bir derecede­dir.

Bizim anladığımızın dışında rukôda özel olarak Allah'a ait bir sır olabilir, dersen, biz de şöyle deriz:

Peki ya bütün hitap insanoğluna iken "esselfun" kelimesinde bir sır­no bulunması dolayısıyla "el-hadis" kelimesinin onun yerini tutmama­sı niçin mümkün olmasın? Yine kendisi teretirneyi onun yerine koy­muşken icaz sahibi olan Kur'an'da Allah'ın bir sımnın bulunup başkası­nın O'nun yerini tutmaması ve o (Ebu Hanife) Fatilta'nıu«?ril!� �ur'an'ın diğer surelerinin okunmasını caiz gördüğüne göre Fatiha'da

--�ah'ın bir sımnın olması niçin muhal olsun? .

Şayet maksat Kur'an'ın manalandır, kalbin etkilenmesidir, yoksa onun harfleri, kelimeleri ve sesleri değildir, çünkü onlar birtakım vası­tatardan ibarettir, der ise, o halde, dilin hareketinden maksat kalbin et­kilenmesidir, binaenaleyh, kişi namaz şeklinde durarak, Allah'dan ni­yazda bulunarak O'nu zikretme ve O'na tazim halinde Allahu TeMa ile -manen- beraber olmak için (lisan ile) okumaktan vazgeçsin, deseydi ya bari ...

• ••

EbU Hanife'nin zikrettiklerinin hepsinin isabetli olmadığı zanna da-yanır, kesin değildir. "-

Ama, dilin hareketini terk ederek okumanın kalb ile yapılması, rü­kuyu, secdeyi ve namazın belli olan şeklini terk ederek zikre devam edilmesi durumunun yanlışlığı ise ittifakla kesindir. İşte bu zayıf hayal bu düşüncede olan kimsenin icmaya karşı çıkmasına ve delili kesin olan Şeriat'e muhalefet etmesine sebep olm,uştur.

Bilgide (marifet) mübtedi (yeni başlayan). kişi, manalan şekillerden ayırır olduğu ve şekilleri bir kenara attığı zaman bilgisinin (el-ma'rife) nuru vera'nın (günahtan titizlikle sakınmasının) nurunu söndürür de kabrindeki ejderha onun üzerine atılır. Bundan hayretler içinde kalır ve

76

Allah tarafından, kendisi için beklemedi�i durumlar başına gelir. Ej­derhanın vuruşu kendisine çarpınca ''bu da ne?!" der. Kendisine denilir ki: İşte bu ejdertıanın tiryakı (panzehri) ancak emredilen farzların şekil­leri idi.

Rivayet edilen şu hadiste de bu duruma işaret edilmektedir: "Muhakka ölü kabrine konur, azap melekleri ona baş tarafından ge­

lirler, onlan (okuduğu) Kur'an defeder; ayaklan tarafından gelirler, bu defa da (yapuğı) hac onlan geri çevirir ... "

Bu mağrur (aldanmış) kişi bilgisizce hareketleı,inde israr eder ve kim ki -benim eriştiğim gibi- olgunluk derecesine erişirse bu ejderh­adan emin olur ve balını ondan temiz olur, derse ona denir ki: Sen bu gü­venmende aldanmış bir kimsesin. Çünkü "zi:xana u�yan toplul�--

. ��!,_M���'lJ!Juza�ndan emiri olm�" (A'raf, 99) O halde1 kül ün altında korun gizlendigi, :xahut kül ün içinde ateşin

�lenmesi gibi kalbin içinde de o ejderhanın gglenmiş olmasından na-- sıl emin olabilirsin1_0 ölse bile tekrar dirilir. Çünkü onun kökü ve kay­n$ işte bu beden kalibıdır ki, o da nefsani güçlerin ve insana ait sıfatia­nn bulunduğu sanılan yerdir. Otlann biçilmesi de onun tekrar bitmeye­ceğini garanti etmez. Zira her ne zaman o yer, suya kavuşsa bitkileri ye­nilenir.

İnsan bedeni de böyledir, duyulara ve nefsani güçlere (şehvetlere) ait düşüncelerin döküldüğü yer olduğu sürece biçilip koparıldıktan sonra orada bitkilerin nefsani istekterin tekrar bitmesinden emin olun­maz.

Şu üç hali düşünerek bu bilgiye dikkat çekmek isteriz: Birinci hal: İblis'in başlangıçtaki durumu ve onun meleklerin hoca­

sı idi diye vasıflanması sonra da bir tek emre muhalefet sebebiyle ke­mal mertebesinden nasıl düştüğü meselesi. O'nun kemal derecesinden düşmesine, bir tek ernre muhalefeti, bildiği ilme güvenmesi, ibadet hu­susunda Allah'a ibadet yapılması ile ilgili çeşitli sırlardan gaflet etmesi ve kendisinin Adem (a.s.)'den daha hayırlı olduğu hususunda sadece zekasına, anlayışına ve aklına güvenip dayanması sebep olmuştur.

İşte bu yüzden biz, bu sembolik ifade ile, insaniann dikkatini çek-

77

rnek isteriz ki, hayırsız zeki ve gurur veren akıllılıktansa tevazu ile . lll1lŞtırlllaYa yönelr_en zayıf akıllı ve Aciz olmak lcuıJ!ılup. muhakkak Wı­

- ha yakındır. �- --------�

Ikinci hal: Adem (a.s.ll!! Mli ve onun sadece tek bir yasak işi işle­mesi sebebiyle Cennet'ten çıkanlması. Onun bir yasak yüzünden Cen­ı."et'ten çıkanlması, yasağın işlenmesinin, yaraucısının kemal sıfaunın -·�ptal edilmesi demek olduğunu anlaması içindir:

Üçüncü hal: Rasfılullah (s.a.v.)'ın hali. Çünkü bir maWw" kişi, Rasfılullah (s.a.v.)'ın kemal rütbesinin herkes tarafından kabul edilme­diğini söyleyebilir.

Ayrıca Peygamber (s.a.v.) Allah'ın koyduğu cezalam uymaya ve farzları yerine getirmeye son nefesine kadar devam etmiştir. Hatta ona emredilen farzlar artırılmış ve başkasına vacib kılınmamışken tehec­cüd ona vacib kılınmış ve ona hitaben şöyle buyurulmuştur.

"Ey örtüsüne bürünen, geceleyin kalk (namaz kıl); yalnız gecenin birazında (uyu). Gecenin yarısında (kalk), yahud bundan biraz eksilL" (Müzzemmil, 1-3)

Bu ziyadenin ona vecib kılınmasının bir sebebi vardır. Çünkü hazi­nedeki mücevherler kıymet ve şeref itibarıyle artUkça, korunduğu yeriri de sağlamlık ve yükseklik bakımından artıniması gerekir. Bu yüzden­dir ki, teheccüdün vacib kılınmasının sebebi hususunda şöyle buyurul­muştur:

"Doğrusu biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız. Gerçekten gece kalkıp ibadet etmek daha oturaklı ve (geceleyin) okumak daha etkili­dir." (Müzzemmil, 5-6)

Namaz gibi şekli ibadetlere ihtiyacı olmadı&ını söyleyen kişiye söylen�cek söz açıkca belli olmuştur ki, bu namazlar kemali korux_an

e

bir kaledir, onsuz muhafaza edilemez .. ... ... ...

O mağrur ve bunak kişi, muhakkak ki Peygamber (s.a.v.), kemalin korunmasında kendisi onlara muhtaç olduğu için değil, izinden gitme­leri hususunda insanlara acıdığı için ibadetlere devam ediyordu; diye­bilir.

78

O zaman ona şöyle denir: Öyleyse niye ona teheccüd fazladan vacib kılındı? Buna karşı adam şöyle demeli değilmiydi: Şüphesiz ki, peygamber­

lik derecesinin seviyesi, peygamberden başkasının ihtiyaç duyaca�ı şeylerden onu müstağni kılar. Şayet böyle derse, onun bu sözü kabul edilir. Nitekim şu görüşü de kabul edilir: Peygamber (s.a.v.)'e dokuz hatta dilediği kadar kadın helal kılınmıştır. Zira o, peygamberlik kuv­veti sebebiyle kadıniann çokluğu karşısında da adaleti sağlayabilir. Bu, bir hocanın talebelere dersi tekrar etmelerini ve kendisi uyuduğu halde onlara uykusuz kalmayı emretmesine benzer.

O mağrur kişi; Şüphesiz ki ben, o ibadetlerden müstağni olduğum bir dereceye eriştim, diyor.

Oysa ki, hiç kimsenin böyle bir düşünceyle ibadetlere devam etme­yi bırakma hakkı yoktur.

O mağrur kimse, bu görüşünü tercih ettiği zaman şeytan ona güler, onunla aley eder ve der ki:

Tabii, sen Peygamber'den, Hz. Sıddik'tan ve farzlara devam eden herkesten daha olgunsun! İşte o zaman onun düzelmesinden ümit kesi­lir. Çünkü artık o, haklannda:

"Onlan doğru yola çağırsan da bu halde asla doğru yola gelmezler (çünkü gerçeğe hasiretlerini kaparnışlardır)" (Kehf, 57) buyurolmuş olanlardan olmuştur.

İlahi tekliflerle meşgul olacak olsa, bunlann kendisini, elde ettiği Allah'a yakınlık derecesi (kurbet) ve eriştiği olgunluktan alıkoyacağı iddiasına gelince biJiniz ki, o söz apaçık bir yalan, imkansız bir hal, öl­çüyü aşan çirkin bir sözdür. Çünkü, ilahi teklifler, emir ve yasak olm*- . üzere iki kısımdır:

. Yasak e<!ileı;ıl�r: Zina. hırsızlık, öldürme, dövme, söz taşıyıcılılç_, yalan ve iftiradı!.: Bunların terkedilmesi insanı olgunluktan nasıl alı­kor? Allah'a yakın olmaya nasıl engel olur? Olgunluk, nasıl bu kötü ve çirkin işlerin irtikap edilmesine bağlı olur?

Emredilen işler ise, zekat, oruç ve namaz gibi amellerdir� Kişi malı-

79

nın hepsini infale etse bu onun olgunluğuna bir mani midir? Yine bir kimse, bütün ömrü boyunca oruç tutsa, şehvet saltanatın­

dan başka elinden hangi nimet kaçar? Bir Ramazan ayında. kuşluk vak­ti yemek yemeyi terketmekle, hangi olgunluk derecesini kaçrrmış olur?

Namaza gelince, o, bir takım hareketler ve zikirler olmak üzere iki­ye aynbr.

�amazdaki hareketler: Kıram. rüku ve seç,�edir. j_nsanf!l_!!orm.� . .9E!!ak j§ledi�!er sebe�J)'l�AJ:l���x�!ll*.9��­

ces�en uzak kalmar,�&!!!da hiç bir �[!he xoktur. Ç�, <? �<!!!m.M-� maz kılmamış olsaydı yine ya ayakta, ya oturur ya da yatar halde bulu-

·nacakb. --

· --��-·�

--· ---

Adet haline gelmemiş işler ise -ki secde ve rükUdur- onlar Allah'a yakınlığa nasıl perde olur? Esasen Allah'a yakınlığın sebebi nedir ki?

Bu hususta Allah peygamberine (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Allah'a secde et ve yaklaş." (Alak, 19) Bir kimse güzellik saJiibi bir padişahı çok sevse ve ona itaat etmiş

olmak için huzurunda toprağın üzerinde bile otursa yine de kalbinde yakınlıktan doğan sevinçle huzur duyar.

İşte bu sebepten ötürüdür ki, Peygamber (s.a.v.): "Namaz gözümün nurudur" buyurmuştur. Buna karşılık Allah'a yakınlık lıMinin devam etmesini ve artmasını

Sağlamak ise secde ile olur. Bunun daha kolay bir yolu da yan yatarken ve otururken ortaya çıkan durumdur.

Artık ne zaman bir kimsenin kalbine, secdenin Allah'a yakınlığa en­gel olduğu düşüncesi gelirse, işte o düşünce İblis'ten kayruiklanmakta­dır. Zira o Allah'ın emriyle secde etmenin, O'na yakınlığm ve olgunlu­ğun elden çıkmasına sebep olacağını düşündürmüştür.

Özetle, Allah'a yakınlık derecesinden lanet seviyesine düşen her velinin suçu secdeyi terketmektir. Onun imamı ve izini takip ettiği kim­se de İblis'tir.

80

Allah'a yakınlık derecelerine yükselme mutluluğuna erişen vetilere şöyle emredilmiştir:

"Allah'a secde et ve yaklaş!" (Aiak, 19) Böylelerinin imamı ve izini takip ettigi kimse ise Peygamber (s.a.v.)'dir.

Gerçek veliye, hayatta oldugu sürece İblis'in aldatmasından emin olmak yakışmaz.

Hatta hata etmek tehlikesinden peygamberler bile tamamen kurtul­muş degildir. Ancak Peygamber hata üzerinde bırakılmaz. Nitekim Ce­nab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

"Senden önce hiçbir rasul ve nebi göndermemişlik ki o, (bir şey) ar­zu ettigi zaman, şeytan onun arzusu içerisine mutlaka (onu dünya ile meşgul edecek bir düşünce) atmış olmasın. Fakat Allah, şeytanın atngı­nı dertıal iptal eder, sonra k�ndi ayetlerini sağlamlaşnor. Allah bilen­dir, hikmet sahibidir." (Hac, 52)

Namazın rükünleri ise tekbir, Fatiha ve teşelihüdden ibarettir. Bun­lardan başka farz yoktur. Peki namaz kılanın "Allahu ekber" demesi, Fatiha okuması, Allah'a sığınması O'ndan yardım ve kendisini doğru yola eriştirmesini (-ki bunlar Fatiha'nın muhtevasıdır-) istemesindeki zaruretin sebebi nedir?

Bunların hepsi, içten AUah'a yalvarıp yakarmadır.

Mesela o kişinin iddia.<ıını dogru kabul etsek bile her bir günde bin­lerce nefes vardır; bütün bu sayılı nefesleri zikir ve secdeye yöneiten ki­şinin kemalinin eksildigini; veya farz edilen beş vakit namazda okunan surelerio onu Allah'tan uzaklaştırdığını söylebilir miyiz? Hayır, tam

aksine kişi böylece başka bir kötülükle ölçüterneyen o ejderhanın zara­nodan emin olur ve bu inançtaki yanılma tehlikesinden kurtulur.

Şayet o kişi: Beni Allah'a yakın olma mertchesinden alıkoyan, kal­bin namazdaki işlerin sırasını ve dualan ezberlemeye meyletmesidir, derse, işte o söz abes bir iddiadır. Çünkü hidayet ezberleme külfetine ihtiyaç göstermez. Hatta yaygın olarak bilinen gerçek, o iddianın aksi­dir. Bir defa, insan herhangi bir beyti ezberledigi zaman, artık onu iste­diği zaman okumak zor gelmez.

Bilakis kişi, o konuda kendi içinde bir coşkunluk ve canlılık du-

8 1

yar. Durum onda böyle olursa kulun gözünün nuru, kılınan namazda

sevdiği mabuduna olan ni yazında ve O'nun erneedip razı oldu� hizme­tinde nasıl olmaz?

Velilerden Teklifin Kaldırılması Mes'elesi

Veliden tekiitin kaldınlmasının manası, -ilk anda akla gelenin aksi­ne- şudur: �l!,det onun gözünün nuru ve rfıh.�-'!l���ı_l@iı\� � ve artık onun yokluğuna dayanarnaz. Binaenaleyh, ibadet emri ona bir

------------ ��·,-- �-

külfet olarak �elrnez .•

O, okula gibnesi teklif edilen ve oraya zorla gönderilen çocuk gibi­dir. O çocuk, ilirnde olgunlaşuıı zaman ilim ona göre vazgeçilmez bir tat haline gelir; onsuz edemez ve artık ilim oıia zor gelmez. _

!\m. bir deyj�le bu durum aç olan_ kim�yi_le���LY�J!l_ekl�ıi _y_e� mesi için zorlamak gibidir. Çünkü o kimse onu iştahla yer. Aruk: bu ona bir külfet teşkil edebilir mi?

İşte bu manada vetiye teklif de muhaldir ve ondan teklif kalknuşur; yoksa o, oruç tubnaz, namaz kılmaz, içki içer ve zina eder, demek değil­dir.

�itekim, flşık bir kimseye mflş�una bakmayı, onun ayakla_ı:I!!_!!_�­panmayı ve ona mütevazi davranınayı emretmek de muhaldir. Çün�ü _btffiiann hepsi zaten, onıin isteruği şeylerdir. Ayni şekiİde velinin ruhu­nun gıdası da zikre devam etmek, Allah'ın emrine uymak ve O'na sa­mimi olarak tevazu göstennektir. Böyle bir kimsenin Allah'a itaat hu­susunda (secde hatinin dışında) kalıbını kalbine ortak etmesi mümkün değildir. Secdedeki durum ise itaat ve ta'zim lezzetinin olgunluğunu gösterir. Böylece, lezzet almaya kalbi ve kalıbı birlikte kaUlır. Nitekim şair de şöyle diyor:

"Beri bak, bana şarap içir Ve onun şarap olduğunu söyle! " Yani dilim onu tatuğı gibi kulağım da onun adını duyacak şenlensin.

Böylece aynı zevki ikisi birden yaşasın. İbadet ve niyaz ederken velinin Rabbı'nın huzurunda duyduğu zevk

82

o dereceye varır ki, (bu esnada) ayağındaki şişmeyi bile hissetmez.

İşte bu sırada ona: Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını yargı­lamadı mı? denir de o: "Peki ben şükreden bir kul olmayayım mı?" der!

Kalbi İbadete Devam Etmeye Zorlamakla

İbadetin Tesiri Gider mi?

Senin, "bir kimse, ibadetler hakkındaki i'tikadı değişmiş iken,· din­ce, emredilen i badetiere zorlandığı zaman, onların tesiri onun kalbin­den gitmez mi? Veya onlar ona fayda verir mi?" şeklindeki sözüne ge­lince, şunu bilesin ki:

Kişi, olgunluk ve Allah'a yakınlık derecesinin korunmasında veya baulın helak edici işlerini ortadan kaldırmada, o ibadetlerin varlığı ile yokluğu arasında hiç bir fark yoktur, diye i'tikad etmez ve onlarda Al­lah'ın bir sırrı olacağını ve bizzat kendisinin o sırra muttali olmadığını düşünürse, işte o kimsenin ibadeti sahihtir.

Şayet o, onların varlığıyla yokluğu arasında hiçbir fark olmadığına ve onların meziyetlerinin alunda bizzat kendisinin muttali olmadığı bir sırrın olmasının düşünülemeyeceğine inanırsa işte o kimsenin ibadeti batıldır.

F:latta onun ulfıhiyyete ve peygamberliğe imfuu bile boş bir hayal­den ibaret olur. Çünkü o, Allah u Tea.Ia'nın kudretinin mükemmelliğin­de bir sır olacağını, ibadet ve zikirlerde bir meziyet bulunacağını kabul euncdiği zaman o zaten, kudret-i ilahiyenin mükemmelliğine inanmış bir kişi olamaz ve Allah'ın gücünü kendi aklının gücüne bağlı görür ki, bu apaçık bir küfürdür.

Eğer meziyetin bulunacağını caiz görür de, onunla mükellef olma­dığına inanınazsa o, peygamberliği inkar eden ve şeriat'ten bilmek zo­runda olduğu hususlan bilmeyen bir kimse olur. Zira Peygamber (s.a.v.) Allahu Tea.Ia'nın şu sözünü tebliğ etmiş bulunmaktadır: " ... Na­maz mü'minlere vakitli olarak farz kılınmışur." (Nisa, 103)

Sahabe-i kiraın ve icma ehli de namazın istisnasız herkese vacib ol­duğu hükmünü anlamıştır. Eğer bir kişi, Peygamber (s.a.v.)'in vacib kıldığında şüphe ederse, Kur'an-ı Kerim ve bu yolda gelen haberler ko-

83

nusundaki inançlarını da yeniden gözden geçinnelidir.

Farz ibadetterin kendisi için mükemmel bir kale ve helak edici gizli durumlara karşı sağlam bir koruyucu olduğundan, ibMet ve zikirleri yerine getirmek için Allah'ın kendisine güç verdiğinden şüphe eden ki­şi kendisine şu soruları sorsun: Bu işin imkansızlığını aklın zaruretiyle veya kendi görüşüyla mi bilmiştir? O buna nasıl i'tikad ediyor ve kendi­sinin de dahil olduğu Allah'ın şaşılacak yaraukları hakkındaki görüşü nasıldır?

Mesela kişi her kenan "Hesabü'l-Cümmel" (1 ) den onbeş sayıyı ihti­va eden şu şeklin işaretlerini bir tuğla üzerine işlese, özel bir şartla ona hiç zarar dokunmaz.

,

_:) � •

c •

}b _.) c ' _,

J?u şekil, doğum sancısı çe�erken doğumu g!!çleşen bir kadına ve-.. ... _ı:!lş�J.if.W!mu.JsQ!�yl�_ı_ı:.

Bunlar tecrübeyle sabittir. O, ne şekilde olduğunu, evvelkilerin ve sonrakilerin akıllannın anlamaktan aciz kaldıklan bir meziyetle etki yapar.

Havass ehlinin şaşılacak işlerinde buna benzer şeyler çoktur.

(l) Harflere rakamlar verilmek suretiyle yapılan hesap. Buna Ebced hesabı da denir. Tafsilat için bkz: (Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, ikinci basılış, Milli Eğitim Bakımevi, İstanbul, 1971, I, 4934) Mütercirn

84

Artık (-her biri meleklerden bir sınıfın işi bulunan kıyam, ı:ükU, see­de ve ka'de gibi arnelierin hepsini bir araya toplamalannın yanında-) Fatiha'daki ilAhi kelimelerin düzenine ait, 8hiret kurtuluşu, olgunluk ve ilAhi yalanlık derecesinin korunması için bir özelli�in (hassa) buhm­ması neden imkansız olsun? Yahut, yılan ve akreplerin sokmasından daha kötü bir şekilde kalbi sokan gizli helak edicileri mUhlikAt-ı batına) ortadan kaldırmak için bir özelli� olması niçin imkansız olur? Veya o ilahi kelimelerin düzeninin aklın kavrayamaca� bir şekilde insan�­lunun mutlulu�unu etkileyici olması nasıl muhal olur?

Öyleyse bunun mümkün oldu� inanmayan bir kimse hem akıl­dan, hem imandan yoksun demektir.

Veli Allali'a Ulaştığında Onu Ulaştıran Vesileden Müstağni Olur mu?

Onun itahi emirlerden kasdediten ma'rifet ve Allah'a giden yolda dosdo� hareket etmektir", şeklindeki sözüne gelince, şöyle deriz:

Diyelim ki, bu s3lik (hakikat yolcusu) yola girdi. Allah'ı tanıdı, tekl­if-i ilahi, bu gayesine ulaşmada vesile oldu ve maksuduna erişti; bu ve­sileden ve mürşidden mUstağni oldu. Ama gün geldi, mürşide muhtaç oldu; fakat bu defa mürşid vefat etmiş oldu�u için ona müracaat, imka­nsız hale geldi.

İşte bu durumun da c;.evabı yukarıda geçenlerden anlışılır. Çünkü bunların hepsi, kendi bilgisinde olmayan şeyin esasen yok oldu�nu zannetmesinden kaynaklanmaktadır. O, kendi odasında olmayan bir şeyin hükümetann ve memleketin hazinesinde de olmadı�nı sanan bir ihtiyar yahut dünyada evinin tavanından başka bir tavanın olmadı�ını veya evinin arsasından başka bir toprak parçası olmadığını sanan bir kadına benzer.

Bu ise, büyük bir.bilgisizliktir. Zira, Allah Teata'nın gücü dahilinde olanlara göre, velilerin ulaştıkları dereeelerin hepsi, denizdeki bir dam­ladan daha azdır.

O iddiacı kişinin olgunluk (kemal) derecesine eriştiği kabul edilse bile, denilebilir ki beş vakit namazın şekli ve kendisine has meziyeti el­de ettiği olgunluk derecelerinde yükselmesine sebep olabilir, yahut ol-

85

gwıl�nun beka ve devamma sebep olabilir ya da ölüm sarhoşlukla­nnda (sekeıitü'l-mevt) imanmda sabit kalmasına sebep olabilir.

Şayet o adam beş vakit namaza devam etmezse olabilir ki, önceki hali onu ölürken terkeder ve ona şöyle denir: Bu olgunluk (kem31) bina­sı şimdiye kadar sağlam idi. Ölüm rüzgArlan beş çiviyi -ki bunlar beş vakit namazdır ve olgunluk onlarla sağlam durur- koparıp çivisiz kalın­ca. şiddetle samldı ve yerinden koptu; şimdi de sen, yanındaki ilme gü­vendiğin için zarar ettin; aynca kıyamet günü size şöyle denecek: Ey ibahiyeciler! (farzlan terketmeyi, haramlan işlemeyi�bah sayanlar) "sizi şu yakıcı � ne süıükledi?" (Müddessir, 42) onlar da diyecekler ki:

"Biz namaz kılanlardan olmadık." (Müddessir, 43)

Şimdi bu ilmine aldanan, aklı zayıf ve kalbi hasta kişinin ilacı, bu iş­leri uzun uzadıya düşünmesi ve kendisinin yanılabileceğim kabul et­mesidir; vesselam.

Hüccetü'I-İslam'dan RivAyet Edilen Bazı Garip Meseleler

Bir kimse, benim kölemi kim geri çevirirse, peşin olarak (çevirme­den önce) ona bir dirhem var, dese, bu söz yanlıştır.

Nitekim yine bir kimse, aybaşı gelince falan kimse için bir dirhem var dese, bu söz doğru olmaz.

Çünkü meseleyi erteleme ancak, niyet edilen bir amel (- ki o dirhe­min karşılığıdır-) sebebiyle malı hak etmek için olur. Vacip kılınan şey, vacip kılan şeyden öne geçmez.

Yukardaki örneklerde arnelin gerçekleşmesini belirsiz kılan bir şey vardır. Zaman zaman, malın kazanılma şartı veya fiilin gerçekleşme şartı fıilin kendisine bağlanmaya elverişli değildir.

Gazali bu sözleri "İimu'l-Gavr fi Diıiyeti'd-Devr" adlı kitabında söylemiştir.

Boşanmış olan kadın: "İddetim bitti." dese, biz de onun sözünü ka­bul etsek, bir süre sonra bir çocuk doğursa, kadının nikahlı iken o çocu­ğa gebe kalmış olma ihtimali vardır ve nesep boşandığı adama bağlanır. Ancak kadın evlenmiş ise o zaman ikinci kocadan olma ihtimali

86

olur. Şayet kadın; başka bir kocayla evlendim ama çocuğumuz olmadı

derse; bu konuyla ilgili olarak Gazali "et-Tahsin" adındaki kitabında der ki: "O konuda bir � yoktur ve onda ihtimal ve mezhepler arası ih­tilaf vardır."

Koca karısına: "Senin kız kardeşini kendime helal edindim" dese ve boşamaya niyet etse, talak vaki olur mu? (boşanma meydana gelir mi?) Ve kannın kızkardeşinin helal edilmesi, karının mahrem sayıldı�ını i.Iade edece�i ve boşandı�ını bildirece�inden dolayı bu söz karısının boşanmasından kinliye olur mu? Yani adam karısına onu boşadığını bildirmek için bu sözü söylese, boşanma gerçekleşmiş olur mu?

Gazaii "et-Tahsin" kitabında "Ben senden boşum" meselesinde: Bu, hakkında nass bulunmayan, sadece zihinden çıkmış bir meseledir, demiş ve bu meselenin kocanın karısına "iddet bekle" sözüne katılıp katılmayacağı hususunda teredddütlü bir ifade kullanmışur.

Burada iddet şer'i bir çözümdür. Kız kardeşin helal kılınması da böyledir. Bazen bu iki.konu birbirinden ayrı düşünülür. Zira iddetin bo­şamaya deHHet etmesi, kız kardeşin hetal sayılmasından daha açıktır. Çünkü ço�unlukla böyle olur ve o akla gelir.

Yolcunun, temizlik için suyu, semen-i misil ile saun alması gere­kir.

Denildi ki: Semen-i misil; suyun sauldı�ı yerde taşınma ücretidir. Bu hükme, su kapta toplandıktan sonra suya malik olunmaz, kaidesin­den hareketle varılmışur. Bu görüş cidden uzak bir ihtimaldir. Ancak araşurmaların nihayetinde anlaşılır. Gazali, kitaplarında bu görüşü be­nimsemiş ve onun caiz olduğunu iddia etmiştir.

Biz: Suya malik olunur, desek, bu da çok uzak bir ihtimal olur. Rafı'i şöyle demiştir: Ondan başka bu görüşü tercih eden gönnedim.

Cemaatle Huşôsuz, Yalnız İken Hoşulu Namaz _Q�i'ye tek başına kıldığı zaman g_�_xekte.!!__I!��!_J!_d�thll§Y.!İ!cl: ,_

yan, cemaatle kıldığı zaman ise dikkati dağılan ve h.!!§fi dUXQ!..l!Y�_!!m: __ _

se icin hangisi daha iyidir, diye soruldu.

87

Bunun Uzerine (-Allah rahmet etsin-) o, öyle olduğu zaman tek başı­-� kılmak daha iyi ve daha do�ur. diye cevae ve� ve şu hadisi deill. getirdi: "Kul namaz kılar, oysa kendisine namazın on misli {sevap) ya­zılmaz."

GazAli devamla şöyle dedi: Raslılullah (s.a v .) tek başına kılındığın­da duyulan huşii sa�landığı takdirde cemaatle kılınan namazı yirmi ye­di derece daha üstün saymıştır.

Şayet tek başına kıtarken duyduğu huşiia göre cemaatle kıldı�ında duyduğu huşiiun nisbeti 1-27 dereceden daha az ise, o takdirde tek başı­na kılmak daha iyidir, buna rağmen huşiiun nispeti daha çok ise cemaat evladır.

Gazali'nin sözleri -özetle- burada sona erdi . .. Büyük a.J.im İzzüddin b. Abdüsselam da bu görüşü benimseyip gös­

_.!Ç� i�in cemaate katılan kimsenin, namazı tek b!l§ına kılmasının daha . münasip olaca!ına fetva ve!ffiiş�.

Aslında bu iki a.J.ime de ·İbn Mes'iid'un rivayet ettiği "Biz Rasiilullah (s.a.v.) zamanında inandınlmıştık ki, ancak münafık oldu�u bilinen kimse cemaatten geri kalabilir. Andolsun, adam (tek başına gelmeye muktedir de�ilse) iki kişinin koltu�unda getirilir ve safa sokulurdu" şeklindeki hadis, arz edilseydi, muhtemelen hemen şöyle diyecelderdi: Gerçek şu ki, adı geçen sorudaki iddianın aksine, selef içinde cemaate gittiği için huziiru, huşiiu ve hudiiu kaçan hiç kimse yoktur. Selefte böyle bir olay meydana gelmemiştir.

Bununla beraber ben diyorum ki: Görünen odur ki, cemaate gitmek mutlaka daha üstündür. Cemaatin terkedilmesi ise, soru soran için hasıl olan huşuun gitmesinden daha fazla veballidir.

Tek başına iken hasıl olan huşiiun cemaatle de hasıl olup olamaya­cağında sadece tereddüt etmek bile aslında bir huşu çeşididir.

Her halUkarda cemaat daha evladır. Hem de, Gaza.J.i'nin söylediği bu durum, (-kabule şayan olmanıakla

beraber-) herhangi bir kişi hakkında ve (-her zaman değil-) bazan hasıl olur.

88

Ama, bunda ittifak eden bir cemaatin veya bu sebebi ileri sürerek devamlı olarak cemaati terkeden bir kişinin donınıuna gelince: Gaza­li'nin görüşü, o cemaat için de, o fert için de geçerli degildir.

Biz Rasôlullah (s.av.)'in sünnetini (-ki onu bir grup alim farz say­mış ve diğer bir grup da namazın sıhhati için şart koşmuştur-) bu gibi hayallerden dolayı terkedemeyiz. Şeylana bu kapı açılmaz. Hatta her türlü hayır ve bereket sünnete uymakla ve ona itaat etmesi için nefsi zorlamaktadır. Böylece huşu tıasıl olursa ne alA, ne güzel. Biz sünnete tabi olm�tan meydana gelecek huşuu terketmeyiz. Hem bu huşu, tek başına kılarken meydana gelecek huşudan daha hayırlı bir huşudur.

İmdi, bunu uzwı uzun düşün. ÇUnkü bu konu güzel ve ince bir mese­ledir ...

Sözün özü; şüphesiz, huşfisuz ve eksik olsa da, sünnet olan -cemaat­le kılmak- sünnetle hiç alakası olmayan bir işten yine de daha iyidir. O işte başka bir sünnet -yani huşu- meydana gelmiş olsa da hüküm yine değişmez.

Yalnız olarak ibadet yapmayı (= halveti) sevenlerden bazıları böyle bir durum sebebiyle cemaati terkettiklerini ileri sürmüşlerdir. Oysa bi­ze göre o iş, Şeriat'e uymayan bir iştir. Hatta deriz ki, o bir saatlik de olsa sünnet olan bir arnele gitmesi sünneti terkederek yapacağı bin saat arnelden daha hayırlıdır.

Şayet bu kimse çıkıp araştırsa ve "biz bu sünnetin sabit olduğunu kabul etmeyiz; çünkü onun sübfitu, huşuya eren le gönlü dağınık vazi­yette namaz kılanın halini birbirinden ayınnadan genel olarak cemaate gelmeyi isteyen zahir delillerledir". dese de yine hükmümüz aynı olur.

Cuma Namazından Sonraki Sünnet

İbn Salalı der ki: Gazmi'nin tek kaldığı görüşlerinden biri de, onun "Bidayeıü'l-Hid!ıye" de cumadan sonra kişinin iki, dört veya altı rekat kılabileceğini zikretmiş olmasıdır.

Altı rekat hususunda çok ileri gitti ve yalnız kaldı.

Nevevi der ki: Şafii "Ali" ve "İbn Mes'ud" kitabında, Hz. Ali (r.a.)'nin şöyle söylediğini senediyle rivayet etmiştir: "Sizden kim cu-

89

madan sonra namaz kılacak olursa. ondan sonra alu rek'at kılsın."

Ben dedim ki: Ali (r.a.)'den rivayet edilen bu söz, Ebô Môsa el Eş'ari. Ata. Mücahid, Humeyd b. Abdıırrahman ve Süfyan es-Sevri'den de nakledilmiş; aynca Ahmed b. Hanbel'den de rivayet edilmiştir.

"el-Kôji'' kitabının müellifi aniaşılmaktan uzak garib bir söz ebniş ve şöyle demiştir. önce iki. sonra bir selfunla dört rek'at kılarak -çok ol­du�u için- alu rekat kılınması daha faziletlidir.

ei-Harizml'nin "el-Kôji''-deki sözü burada sona erdi.

Böylece. et-Tae es-Sübki'nin "et-Tabaklitü'l-KUbra" sında nakle­dildi�i şekliyle İmfun Gazaii'nin hal tercümesi sona ermiş oldu.

90

GAZALİ'NİN ŞAHSİYETİ HAKKINDA BAZI GÖRÜŞLER

GazAii, İslfun dünyAsının çeşitli görüşler ve de�ik fıkir akımlany­la çalkalandı�ı. her toplulu� sadece kendisinin kurtulaca�ını sandı�ı ve her gurubun kendi görüşüne bağlandığı kanşık bir dönemde yetiş­miştir.

Bu görüşlerin hepsi de birbirine karşı idi. Peygamber (s.a.v.) de "Ümmetim yeUniş üç bölü�e aynlacak, kurtulacak olan ise onlardan yalnız .biridir." buyurmuştu.

İmam GazAli de, kötü bir sonuçla karşılaşmaktan çekinen ve ahiret alemindeki gelece�e son derece düşkün olan bir kimse oldu�na gö­re, o ne yapacaku?

Şüphe yok ki bu durumda -araştırmadan- bir grubu bırakıp öteki gruba kablmak, ölçüsöz bir iş ve başkalarını taklit eUnek olacaktı. Ted­birlilik ise, araşbnp soruşturmayı, cesaretli ve iyi tenkit usUlünü kullan­mayı gerektiriyordu. Çünkü durum, ya ebedi mutlu olmak; ya da ebedi mutsuz olmak noktasına varmıştı.

İşte bu durum karşısında ne yaptı�ını Gazali kendisi anlatmakta­dır:

91

"Muhakkak ki, dinlerdeki aynlık sonra da din önderlerinin (imanı­ların) mezhepterindeki ihtilM, insanların ç�nun battıkf ve pek azının kurtuldu!u derin bir denizdir ...

Gençli!imin ilk yıllannda ( -ergenlik çağına yaklaşukfmdao itiba­ren-) bu derin denizin dalgaianna karşı pervasız davranırdım. Onun de­rinliklerine cesur bir kimsenin dalışı gibi dalardım, kodcak ve çelcingen birinin dalışı gibi değil ... Her karanh!a girer, her güç işe g� gerer ve her tehlikeye aulırdım. Haklı ile haksızı (Gerçekçi olanla gerçege uy­mayanı) sünnete uyanla bid'at olanı birbirinden ayırabilmek için her fırkanın inanç esasını inceden ineeye araştırır ve her taifenin görüşünün sırlarını meydana çıkarmak isterdim. Şöyle ki: Batınmıin içyUzüne muttali olmadan bir batıniden, zahiriliğinin özünü öğrenmeden bir zatıiıiden, felsefesinin gerçek şekline vakıf olmadan bir felsefeciden, sözüne ve mücadelesinin maksadına muttali olmaya çalışmadan bir kelamcıdan, iyi oluşunun sırrını bilmeye çokça çaba göstermeden bir slı.fiden, ibadetinin hillasasını görmeye çalışmadan bir abidden ve zın­dıklığının sebeplerini anlamak için hakkında araşurma yapmadan bir dinsizden ayrılmak istemezdim.

Çocukluğumdan beri işlerin gerçek durumlanni öğrenme tutkusu benim actetim ve tiitiımum ld"Lo� ( -k:eiidHsteıC-:ve-·iCWTiaZfiğunıa değil-) yaratılışimi'aft,"'A.1iah'tariiliildin konulmuş bir karakter idi. Nihayet t.likilrba�lrıl-Çözüldü. KüÇuk yaştan 6eri başkaianndan ö�endiğim inançlar, hükümler kafanıdan dağıldı;" (1)

Kesindir ki, taklidi bir yana bırakmak, küçük yaştan itibaren edini­len inançların otoritesini atmak, iyisini ve elverişli olanını, tenkidin tes­bit ettiği fikirleri seçmek için birbirine zıt fikirleri araşurma masasına koymak bir takım şüpheterin başlangıcı demektir. Şüphe ise -bütün ruh halleri gibi- birden bire ortaya çıkmaz. Ancak gizli gizli ve yavaş yavaş ruha girer, hatta bu durumun şüphe sahibinin kendisi bile farkına var­maz. Sonra günler geçtikçe azar azar kuvvet kazailmaya devam eder ve nefsi sıkıştınp boğar.

Aynı şekilde o kişiye birbirine bağlı, girift sebepler topluluğu tesir

(1) el-Münkız mine'd-Dalal, nşr. Dr. Cemil Saliba ve Dr. K3.mil Ayyid, s. 66 vd.

92

edebilir. Aynca sebepler birbirini de takviye edebilirler. Bunlann bir kısmı o kadar gizli ve wr anlaşılır şekilde oluşur ki, dımıp onlan incele­yenler bile sezemez.

Bu yüzden çok kere şüphenin zaman ve sebeplerini sınırlamada an­laşmazlı�a düşülür. Bundan ötürüdür ki, araştırmacılar zaman zaman Gazali'ye arız olan bu ruh hallerinin zamanını sınırlamada ihtilaf eblliş­lerdir.

Mesela. Kamil Ayyad ile Cemil Saliba bir görüş ileri sürerler. Prof. De Boer başka bir görüştedir, Dr. S. Zewemer (1867-1952) üçüncü bir görüş ileri sürer, Prof. Mac Donald ise dördüncü bir görüşü benim­ser.

Ben bu görüşlerin hepsini de "el-Hak'ikııfi Nazari'l-Gazôli'' adlı ki­tabımda inceden ineeye ela aldım ve sonuç olarak hepsine muhalefet et­tim. Bana göre do� olan şudur: Gazrui'de şüphenin önemli rol oynadı­� iki devre vardır.

Birincisi şüphenin bir çok araştırıcılara anz olan türden, hafif rol oynadığı devre.

İkincisi ise, şüphenin büyük filozof ve düşünürlerin başına gelen türden, şiddetli ve yıkıcı bir rol oynadığı devre.

Birinci devrede Gazali, önünde �şitli fırkalar ve birbirine zıt fıkir­lerin bıılunduğunu gördü. Bu durum karşısında gerçeği öğrenip anla­maya büyük bir gayret gösterdi. O, bu görüşlerin hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu, ardından da bu fırkalann hangisinin hak yolda, hangisinin baul yolda olduğunu anlamak için fıkirlerin sahiple­rine bakmadan yalnızca fıkirleri gözönüne aldı. Böyle yapmaktan mak­sadı, o fıkirlerin sahiplerinin otorite, nüfuz ve şöhretlerine boyun eğ­mekten kurtıılmak ve böylece gerçekçi bir sonuca ulaşmaktı.

Onun meselesi, yaşadığı asrındaki, birbiriyle mücadele eden fırka­ların hangisinin hak, hangisinin baul yolda olduğunu bilmekti.

Gazali, akıl, beş duyu, Kitap ve Sünnet'in zahiri ve o devirde kabul edilen delil çeşitlerinin yardımıyia bu yönde araştırmaya koyuldu.

Kuvvet 'Ve zaaf bakımından birbirinden farklı durumda olan bu tür deliliere itimad eden kimselerin, birbiriyle çelişen sonuçlara varması

93

kaçınılrnazdı. Gerçekten bu durumda, Gazili'nin başına gelenler baş­kalannın da başına gelmiştir.

Nitekim Gaz8li "Ceviihira'l-Kur'an" da bir grup insanın dmumunu hileiye ederken şöyle demiştir:

"Onların kanaatlerince delillerin zahiri birbiriyle çelişti. Nihayet onlar hem saptılar, hem de saptırdılar.

Sonra kendisi hakkında da şu tesbitte bulundu: "Biz de bunu uzak saymıyorduk. Nitekim bir süre bu sapıklıklann

bıraktıklan toz yığınları içinde tökezleyip durduk." Gaz8li'nin, toz yı�ınlarmın içinde tökezledi�i bu sapıklıklar ise,

gerçe�e ulaştıracak özden yoksun bulunan delillerin sevkettiği fıkri şaşkınlıklardan başka bir şey de�ildir.

Delillere ancak hakikatten uzak olan ve onu idrak etmek isteyen kimse tutunur. Şüpheci (septik) denilenler de işte o kimselerdir. Böyle bir kimsenin güvenip tutunduğu deliller kendisini bir takım şaşkınlıkla­ra götürdü�ünde onun üzüntü ve hayreti daha da artar. Zira o, bu nokta­da, kavradığı şeyin gerçek olup olmadığını bilmez.

GaıAii'nin, bir adım geri gitmesi, kaçınılmazdı. Önce bu delillerin, ikinci olarale da hakikatın hesabını görüp bitir­

mesi gerekiyordu. Bu yüzden, sonraki araştırmalarında kullanabilmek için önce, bu delilleri, süzgeçten geçinneyi, incelerneyi uygun gör­dü.

Gaza.Ii, el-llmü'l-yaktnl adını verdiği şeyin ışığında bu delilleri de­rinliğine inceledi. el-Ilmu'l-yakininin kesinliği ise, ona göre şöyley­di:

"Bilinen şey öyle açıklık kazanır ki, onunla birlikte hiç bir şüphe kalmaz; yanılma imkAnı ona yaklaşamaz. Kalbin bu yanılınayı farzet­mesi de imkansız olur. Hatta yanılmaya karşı güven içinde olmak, şüp­hesiz bilgiye o derece yakın olmayı gerektirir ki, mesela taşı altın ve asayı yılan yapabilen bir kimse, onun batıl oldu�nu iddia etse bile, b'!. durum, o bilgi hakkında bir şüphe ve inkfu' meydana getirmez._ Mesela ben, o'nun, üç'ten çok olduğunu bildiğim zaman, birisi çıkıp bana: Ha-

94

yır, aksine, üç daha çoktur dese ve sözünün do�lu�a delil olarak da bu hastonu yılan yapacağım dese ve dediwni yapsa ve ben de bunu gö­zümle görsem yine de o iş sebebiyle bilgimin doğrulu�undan şüphe et­me�'!!: Sadece o adam bu işi nasıl yapabildi diye hayret ederim. Bildi� !!.md! şüpheye düşmek ise, asla!;.

Sonra bildim ki, benim bu kesinlikte bilmedigim ve kesin bilginin bu derecesinde şüphesiz bilgiye sahip olmadı�ım malumat, güvenil­meyecek bilgilerdir. Kendisine �ven olmar!'!! h�r bi!S,i ise i:!!!!.:i.J.�İ (kesin ilim) degildir." (1)

Ilim, delilin meyvesidir. Buna göre, sahih delil, bilineni (el-ma­lum), yukanda söylenen açıklıkta bir bilgiye götürür. Bu derecenin al­unda bir bilgiye götüren her delil de kendisine güvenitmeyecek bir delil demektir. Binaenaleyh, delil ile medlul arasında, onların birini etken digerini etkilenen yapacak olan bir bag vardır.

Evet, bilgi delilin meyvesidir. Meyve ise kökünden etkilenir ve aynı zamanda ona götüren bir adrestir.

Ilmi bu tarzda düşünmesinin ve ilim le delil arasında bu derece gü­venilir bir bag kunnasmm ışı�ında GazMi, akıl ve duyu dışındaki bütün istidlal vasıtalarını terketmiştir.

Şu kadar var ki, Gazali onları, yukarda geçen sözlerinde, en ufak bir şüpheye yer vermeyecek şekilde sınınnı belirledi�i, kesin ilme ulaştır­madalci yeterlilik derecelerini ortaya çıkaracak ince bir imtihandan ge­çirmeden, akıl ve duyuya da bel bağlamarmşur. GazMi bize, aklı ve du­yulan nasıl imtihan ettiğini tasvir ederken duyulardan başlayarak der ki: "Şüphe içindeki bu tavnın o dereceye -vardı ki, ncfsim duyul�rla çjğ� .. �n b!_lj;,!kre güvenmeye de müsade etmedi. ıçimden bir ses şöyle dedi: Bunlara nasıl güveneceksin ki; bak işte duyu orsanlarının en güç­lüsü gözdür. O bil��lg�e bakıyor; onu hareketsiz ve durmuş görüyor ve gölgenin hareket etmediğine hükmediyor. Bir saat sonra ise, tec!:_i:i_� ve müşahedeyle, onun hareket edici olduğu ve ansızın, bir kerede hare­ket etmediğini, aksine milim milim (tedricen) hareket ettiğini, onun için durma halinin sözkonusu olmadı�nı anlıyor.

(1) el-Münkız mine'd-Dalôl, n�r. el-Kürdistani, s. 37.

95

Yine bu göz yıldıza bakıyor, onu bir madeni ean! kadar �ük görü:.._, yar. Fakat geometrik deliller onun yerküreden de büyük oldu#Unu gös­�!iyor.

Böyle duyular yoluyla elde edilen bilgilerden çıkanlan hükümleri akıl sahibi kişiler müdafaası mümkün olmayacak şekilde yalanlı­yor."

Tabü, bu imtihaıun sonucu bellidir. Duyu �anı. hareket edene du­ruyor, çok büyük olan bir şeye ise, küçük şeklinde hükmetmeye devam etti�i sürece onun, gerçe�e ulaşuracak güvenilir bir yol, metod olması

JE-_fi!nkün de�ildir.:.

Gerçe�e ulaşunnayan metoda ise, gerçe�i araştıran Gazali'nin bu merhalede ihtiyacı yoktur. Böylece Gazali'nin önünde akıldan başka bir delil kalmamıştır. Fakat GazaJi'nin onu da imtihan etmesi gereke­cektir. Tak ki, gerçe�e ula:şnracak yeterli bir metot olarak ona güven­sin; yahut, duyu organlannın yetersizli�ini anladığı gibi bunun da elve­rişli bir metot olmadığını �layıp bu metodu bir kenara bıraksın.

Gazali aklı imtihan edişini de tasvir ediyor ve şöyle diyor:

"Duyularla elde edilen bilgiler (Mahsusat) itiraz edip der ki: "Akılla .elde edilen bilgiler" e gQveniyorsun, fakat onların da "duyularla elde edilen bilgiler" gibi olmayacağını nasıl garanti ediyorsun? Çünkü sen önce bana güveniyordun; akıl hakimi geldi ve beni yalancı çıkardı. Ama akıl hakimi olmasaydı şüphesiz sen beni doğru saymaya devam edecektin. Şu halde, aklın kavrayışının doğrulu�unu çürütecek başka bir unsur (metot) olabilir; o ortaya çıkınca aklı, verdiği bükümde yalan­cı çıkarabilir, (Tıpkı akıl hakiminin ortaya çıkıp duyunun verdi�i hü­kümleri yalancı çıkarması gibi.) Böyle bir durumun (-şimdilik-) ortaya çıkmayışı onun imkansız olduğunu göstermez.

Bu ilirazı cevaplamakla nefıs biraz durakladı; işin karışık oldu�nu düşünürken uyku olayını haurladı ve dedi ki:

Görmüyor musun? Sen kendin, uykuda bir takım işlere itikad edi­yor, bazı hayaller görüyor ve onlann var oldu� inanıyorsun. O halde iken gördüklerinde hiç şüphe etmiyorsun. Sonra da uyanıyor ve anlı­yorsun ki, hayal ettiğin şeylerin hiç birinin aslı-astan yokmuş.

96

O halde, içinde bulundugun bale göre ( 1 ) uyanıkken akıl ve his ile inandığın şeylerin hepsinin doğru olduğuna nasıl güvenebilirsin? Fa­kat, şu da mümkündür ki; sana bir hal anz olur, o halin senin uyanıklık haline nisbeti, uyanıklık halinin uyku haline nisbeti gibi olur. Uyanıklık hali de o ariz olana nisbetle uyku hali gibi olur.

Bu hal başına gelince iyice anlarsın ki, düşündüklerinin hepsi boş hayallermiş ... Ve muhtemeldir ki bu durum, sfıfiyyenin kendi halleri ol­duğunu iddia ettikleri durumdur.

Ve yine olabilir ki o hal, ölümün .kendisidir. Çünkü Rasfılullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar uykudadırlar; öldükleri zaman uyanırlar."

Bu vesveseler aklıma gelip ruhuma tesir edince, bunları tedavi et­meye uğraşum. Ama kolay olmadı. Çünkü bunlann ortadan kaldmima­sı ancak delille mümkün olurdu. Bir delil getirmek ise ancak önceki in­sanlann ilimlerinin (ulfım-i evvelinin) terkibinden mümkün idi. Önce­kilerin ilimleri kabul edilmeyince delili elde etmek de mümkün olmu­yordu.

Özetle, derde derman bulunamadı. Bu hal iki aya yakın devam etti. Ben ise o iki ay içinde anlayış ve söz itibanyle değil ama, hal itibariyle hissiyat ve bedihiyau inkar eden sofızm mezhebi (es-Sefsata, Sufıs!Aiy­ye) üzereydim."

Gazali'nin Geçirdiği İkinci Şüphe Devresi Kuşkusuz, Gazilli'nin hiç bir şeye güveomeden ve hiç bir şeyi doğru

saymadan çalışması ve Sofiye mezhebi üzere yaşayacak dereceye ulaş­ması bir şüphe hillinin varacağı en şiddetli durumdur. Zira Gazali, araş­tıncı bir iıtsan için mümkün olacak bilgi yollarının hepsinin çürük:lüğü­nü görmüştür.

O, hissin (duyguların) da, aklın da güvenilmezliğin0.!��J!�>.:� mU§tUr . .

Şöyle ki .artık onlan müdafaa yolu kalmamıştır. Nitekim kendisi de bu hususu açıkca ifade etmiştir. Zira akıl hissi, hissin hatasını ispat ede­rek çürük olduğunu göstermiştir. Hem öyle bir hata ki, sırf bu yüzden

(1) Yani o içinde bulunduğun haJe göre gerçektir, ama realitede o gerçek değil­dir.

97

mutlak gerçeğe ulaştınnada ona (hisse) güvenilmez. Öte yandan akıl, (hissi çürüttüğü kadar değilse bile) kendi kendinin de çürüklüğünü gös­termiştir. Şöyle ki, akıl sürekli yanılmaz belki ama onun yanılma ihti­mali de vardır. Ne var ki, bu ihtimali uzaklaştırmaıun, insanın gücü da­hilinde bir yolu vardır: Nazar ve istidla.I ... Nazar ve istidlalin aracı ise, akıldır. Akıl da itharn kafesine kapatılmıştır. Bu halde o, itharn edilen ve araştırma ve incelemeyle bağının çözülmesi gereken esir varlık du­rumuna düşmektedir. Neticede iş döndü dolaştı, aklın töhmetten anndı­rılmasına geldi. B ir şeyin kendi kendini bağlama durumunda kalması ise çolaklığa ve çalışma imkanını kaybetmeye sebep olur.

Gazali bu neticeye varınca, kendisini bir fasit daire içinde dolaşır buldu ve kendini kurtarınaktan aciz bir kimse gibi teslim oldu.

Fakat insan için şart olan tek çıkış yolunun, hiç bir insanın tekrar aç,:. masının muriıK.ün olmayacaği-şekilde kapanmış olduğu zaman bile Al­Jah başka kapılar acar._ Çünkü Allah'ın kudretinde kapananı aÇmak, zor­taşanı kolaylaştınnak ve daralanı genişletmek için bir değil, bir çok ge­niş yol vardır; bir metot değil, bir çok metot vardır. Aynca_iyi niyetler .

, de _Allah'ın rahmetini �eken ve onun şefkat ve rızasını kazanmaya sebe.R _olan vasıtalardır. Esasen Gazati, sıkıntı ve fesadı yaymak geçimini sağ-

lamak için bu yola giren Yunanlı Sofistlerin yapmak istedikleri gibi, bu karmaşık yola; kendi nefsinde ve başkalannda sıkıntı ve isyan doğuran şüphe tohumlarını ekmekr için girmedi. O, bu yola sırf, köklü, güçlü, sağlam ve doğru olmasını arzuladığı bilgisinin temellerini sağlamlaş­tırmak için girmiştir.

Gazali bir ayet ile ters düştüğü zaman, kendisinden daha üstün Qir bilgi bulimmayan bilgiyi (el-marife) ararken, büsbütün bi,lgisizliğe düşmüş olur. Bu noktaya vannca ne bir adım ileri, ne bir adım geri ata­bilir. Bir insan olarak problemine bir çözüm bulmaktan aciz kalır. Bu durumda gerçeği bulma arzusundan vazgeçip öldürücü bir hale teslim mi olur? Hayır. Zira şüphe asla bir donma değildir. Bil�is, O süratli, hem de pek süratli bir hareket demektir. Ancak o hareket mevziidir, bir yerde kalır; kendi etrafında dönen ve sonunda yok olup giden kasırga­nın hareketi gibi . . .

Evet Allah'ın rahmeti, Gazali'nin imctadına yetişti de aklın durumu-

98

nu ona, şüphe ve vesveselerin bulandırdıgından başka bir şekilde gös­terdi. Artık akıl ona, daha önce oldugundan başka bir tarzda göründü: Yani gerçeklerin araştınlmasında güvenilmeye layık bir araç olarak. Aldı, şüpheyi ve insanı yaratan Allah'ın kudreti, şüphenin yerine itima­dı, üzüntü ve sıkınunın yerine huzur ve hoşnutlu�u koymaya ve şüphe sebebiyle hasta olan bir insanı da sa�larn, kendine güvenen ve huzurlu bir insan şekline çevirmeye muktedirdir.

İşte bunlar, Allah'ın rahmet ve ilisanı olarak, bilfıil Gazali'nin başın­dan geçen hallerdir:

"Nefis; (iki ay sonra) tekrar sağlı�ına kavuştu ve normal haline dön­dü. Zarfıriyyat-ı akliyye (zorunlu olarak akıl ile bilinen bilgiler) kabul edilir, emin ve kesin olmak üzere kendisine itimat edilir hale geldi. Bu hal ise delil toplamalda ve söz dizmekle değil, Allah'ın kalbime atuğı bir nur sebebiyle olmuştur. Bir çok bilgilerin anahtarı da işte o nurdur. Binaenaleyh, kim, bir şeyin hakikatini keşfetmenin sadece deliliere bağlı olduğunu sanırsa, şüphe yok ki, Allah'ın geniş olan rahmetini da­raltmış olur."

Geçirdiği çok ciddi tecrübeden, çektiği sıkıntılardan, bunalımdan kurtulunca Gazali için Allah'ın hediyesini sevinç içinde kabul etmek ve onun yardımı ile, yoluna devam etmekten başka bir şey kalmamışu.

Aruk o gerçeği araşurmak için şüphe edilmeyen bir metot bulmuş; bilgi edinmek için eline çok sağlam bir araç geçirmişti. Fakat Gazali çok şiddetli şüphe krizinden kurtulduktan sonra bile, hafif bir şüphe ta­şıyordu. O şüphe de şu idi: acaba devrindeki fırkalardan hangisi hakur,

_!ı.angisi b3uldır? - ----·

Şu kadaf var ki, aruk şimdi, Allah'ın tezkiye etmesinden sonra gü­vendiği aklı, o fırkalan görüşlerini ve itikadlannı incelemek için, vasıta edinınesi mümkündü. İş� Gazali'nin şimdi yerine getirmesi gereken görev budur. Bununla ilgili olarak o, şöyle demiştir:

"Allah beni bu hastalıktan ( I) kurtarınca, gerçeği arayanların kana­atimce dört grupta toplandığını gördüm:

� 1- Keliimcılar: Kendilerinin, fikir ve delil yoluyla sonuç çıkarmak

(1) Yani akıl hususunda şüphe etme hastalığından.

99

lsteyen kimseler olduklannı iddia ederler_:. 2- Batıniler: "Ta'fim" sahibi olduklannı ve hakikatleri (bilgileri)

günah ve yanılmadan korunmuş olduğuna inandık18!J.J� (= eı:· İmam el-ma'siim) dan aldıklannı söylerler. ·

3- Felsefeciler: Kendilerinin mantık ve delil adamı olduklarını SÖ).'; ler ler.

···--·'

4- SU[iler: Kendilerinin Allah'ın has kullan olduklan ve gönül göz7 .,J�ıi!Çık (k:eşif ve milşahade sahibi) kimseler olduklannı iddia ed�!: .

. _ı� ... Ben önce, Kefim ilminden işe başlayıp onu iyice öğrendim. Kelam­

cılardan, meseleleri delil ile isbat ve kabul eden aiimlerin eserlerini okudum. O ilirnde yazmak istediğim konularla ilgili eserler yazdım. Neticede anladım ki, Ketarn ilıni kendi maksadı için kafi gelmekte, ama benim maksadıma yetmemektedir.

Zira Kelfun ilminin maksadı, müslüman olarak yetişen bir insanın akidesini korumak ve yine onun akidesini Kitap ve Sünnet' e göre tesbit etmek ve onu etrafında dolaşan şüphelerden ve ona yöneltilen tenkitler­den korumaktır.

Kelam ilminin gayelerinden biri de, İslam'ın temellerini yılgnak, zayıflatmak ve insanlan ondan vazgeçirmek üzere ona saldıran düş­manianna karşı İslam'ı savunmaktır:

Ketarn ilmi yoluyla, inanmamış bir kimsenin İslam'a girmesi pek nadirdir. Zira o ilmin cedelci üslfıbu, metodlarını bilmediği için dinle­yeni susturabilirse de, onu gönül huzuru içinde kabul ve itaat etmeye sevkedemez."

Gazaii el-Munkız mine'd-Dala/'de kelam atimleri hakkında: "Onla­no daha çok meşgul olduklan şey hasımlannın fikirlerindeki çelişkileri ortaya çıkarmak ve yine hasımlannın kabul ettikleri düşüncelerden do­ğan yanlışlıklan muciiheze etmekti" der ve şöyle devam eder:

"Bunun ise zorunlu olarak aklın kabul ettiklerindel)_ (=ez-zarfı­riyyat)başka asla bir şey kabul etmeyen kemselere, f�dası çok azdı.r. IŞte bundan dolayı Kelfun ilmi, beni tatmin etmedi ve benim şikiiyetçL olduğum derde de deva olmadı ...

100

Hastlı, halkın ihtilafmda meydana gelmiş olan şaşkınlık karanlıkla­nnı (itikat bozukluklannı) büsbütün yok etmek, Ketarn ilmi için müm­kün olmamışur.

Böyle olmakla beraber ben, Ketarn ilminin benden başkasını tatmin etmiş olmasını uzak görmüyorum; hatta bir çok insaniann ondan istifa­de ettiklerinde de şüphe etmiyorum. Faka� bu istifadenin, isbata ihtiyaç göstermeyen bilgilerin (evveliyat) dışındaki konularda taklitle kanşık olduğu da şüphesizdir.

Bu sözleri söylerken maksadım, kendi durumum u anlatmaktan iba­rettir, yoksa bu ilimden şifa bulanlan inkar etmek değildir. Zira şifa ve­ren ilaçlar derde göre değişir. Bir hastanın şifa bulduğu bir diğerininse zarar gördüğü nice ilaçlar vardır." (1)

Gerçekten de Gazati, "Faysalü't-Tefrika beyne'I-ls/am ve'z-Zende­ka" kitabında bir fasıl ayınnış ve orada çok dikkatli bir şekilde Ketarn'ın değerini belirtmiştir. Bu fasıl o kitapta isutradi olarak yer al-

(1) GaziDi yukanda geçen ifadesinde kendisinin "Kelarncılardan meseleleri delil ile isbat ve kabul eden alimierin eserlerini okılduğunu v��ilimd� yazmak istediği konularla ilsili eserler yazdığıru'" açıkça söylüyordu._ Burada ise yine açıkça '"kelam ilminin kendisini tatmin etmediğini ve şikayet etmekte olduğu derde de deva olmadığını .. . " söylüyor o Bundan bir sonuç çıkarılabilir ki o, kelam ilminin kendisinin maksadına kafi gelmediğine ve onun ihtiva ettiği meselelerin aklının gıdası ve ruhunun istediği şey olmadığına inanmakla beraber, kclarn ilmine dair eser yazmı�tır. Bundan şöyle bir sonuç çıkıirmak da mümkündür: Düşünürlerin ve onların düşüncelerinin tarihini yazanların, acelecilik edip bir kitapta bulunan fikirleri müellifın inancıdır diye ona isnad etmeleri uygun düşmez. Mesela işte Gaz3.li; kclama dair kitaplarında bir takım kazıyyeler (önermeler), deliller ve hükümler zikrediyor ama o, bunların hepsinin ruhunda (kendi içinde) akide (inanç prensibi) derecesine erişmediğini de itiraf ediyor. Evet, bu tarih yazanlar itikad olarak değil, kitaplannda yazılmış olarak bulduklan fikirleri müelliflere isnad edebilir ve mesela: '"Gazali, filan kitabında, mesele Şöyle söyledir, diye zikretmiştir" şeklinde. Fakat, sadece mesele Gazili'nin yazdığı bir kitapta vardır diye; '"Gazlili, meselenin şöyle şöyle olduğuna itikad ediyor'" demeleri asla hakları değildir, Neyse bu mesele bu fasılda daha fazla açıklık kazanacaktır.

101

mış gibidir. Zira onda yer alaniann hepsi konusuyla yakından alakadar değildir. Burada bizim konumuzia yakından alakalı olan kısımlan or­dan iktihas etmemizde bir beis yoktur:

Gaz3.li orada şöyle der: "İnsanlann en aşın gidenlerinden bir kısmı-da müslümaniann halk

. .

�!�sını _(avamü'l-müslimin) lliır sayan Kelamcılar taifesidir. Onlar iddia edip derler ki; bizim bildiğimiz gibi kelamı bilmeyen ve bizim yazdığımız deliliere göre şer'i ataidi (dini inanç esaslarını) bilmeye,!l kimse kafırdir.

İşte bu iddiada olanlar önce Allah'ın geniş rnhmetini, onun kullarına _ daraltan ve Cennet'i çok az bir cemaat olan kelfuncılara hasreden, ayn­. ca t�vatür yoluyla gelen sünneti öğrenmemiş olan kimselerdir.

Zira onlar, Rasfılullah (S.A.V.) ve sahabe (R.anhüm) zamanında arapların kaba ve ahmaklanndan nice ce�aatlerin müslümalı oldukla­rını görmezden gelmişlerdir. O Araplar ki, daha önce putlara ibadetle meşgul olmuş ve delil ilmiyle iştigal etmemiş, hatta o iliınle uğraşsalar bile onu anlayamayacak kimselerdi.

İmanı kavramış (imam tam olan) kimsenin, Kelamı, ve Ketarn ki­taplarında yer alan delilleri ve sıralanmış olan bölümleri anlayan kimse olduğunu iddia etmek, şüphesiz, imanın tarifinde (sınınnda) bid'at çı­karmak olur. Çünkü iman; Allah'ın, kullarının gönüllerine, kendi tara­fın�arı_Jıitbediy�.Y�.h��Ql�J!t�ğLbiı:.n:urd�------

-------------

Bu nur bazen içten {babn) açık bir delille olur ki onu sözle ifade et­mek mümkün olmaz.

Bazan da uykuda bir rüya yoluyla olur. Bazan, dindar ve ehl-i hal bir kimsenin durumunu müşahede etmesi

ve sohbetleri esnasında nurunun ona geçmesiyle olm. Bazan da, içinde bulunulan bir durumun malesadı gösteren delili

(hal karinesi) ile olur. Nitekim bir çöl arabı (a'rabi) (İslfun'ı) inkar ede­rek Peygamber (s.a v.)'in yanına geldi. Gözünün ışığı onun güzel yüzü­ne (-Allah onun şerefini ve değerini arursın!-) düşünce ve ondan pey­gamberliknurtarının parladığını görünce hemen: "Vallahi, işte bu yüz, asla bir yalancı yüzü değildir" dedi ve İslfun'ı kendisine öğretinesini is-

102

teyip müslüman oldu.

Başka biri Peygamber (s.a v.)'e gelip dedi ki: Allah aşkına bana söy­le, Allah mı seni peygamber olarak gönderdi? Efendimiz (s.a.v.) ona: "Evet, vallahi, beni Allah peygamber olarak göndermiştir" diye cevap verdi. Adam onun elini tutarak tasdik etti ve İslfun'a girdi.

Bunların benzerleri sayılamayacak kadar çoktur. Üstelik onlardan hiçbiri Kclarn'la ve delilleri öğrenmekle (delil öğretimiyle) uğraşma­mıştır. Ancak iman nuru, maksada ulaştıran bu deliller gibi, onların kalbierinde parlak bir ışık olarak ortaya çıkıyor, sonra da o gibi yüksek hallerin müşahedesi, Kur'an tilaveti ve gönüllerin temizlenmesiyle par­laldığı artarak devam ediyordu.

Ah bir bilsem: Rasfılullah (s.a.v.) ve sahabenin (R.anhüm) müslü­man bir çöl arabını getirip aşağıdaki hususlarda bana bir delil getir, de­diği ne zaman nakledilmiş?!

- Alem hadistir (sonradan olmadır).

- O araziardan hali olmaz.

- Hadislerden hali olmayan sonradan olmadır.

- Allah ilim (sıfau) ile bilicidir, - Kudret (sıfatı) ile Kactirdir,

- Bu sıfatlar, zattan artık (fazla) dır,

- Onlar O'nun ne aynıdır, ne gayndır.

- Ve kelfuncıların diğer tarifleri ... • • •

Ben, bu lafızlar ve bu lafızlann manasını ifade eden sözlerin geÇerli olmadığını söylüyor değilim. Bilakis, herhangi bir savaş ancak, kılıçla­rın gölgesi alunda müslüman olan kaba-saba bir bede:vi arap kabilesi yüzünden açılıyor esirler ise, er veya geç teker teker müslüman oluyor­lardı.

İslfun'a girenler kelime-i şehadeti söyledikten sonra kendilerine na­maz ve zekatöğretiliyor, sonra meslekleri olan koyun gütme vesair iş­lere geri gönderiliyorlardı.

103

Evet, ben, kelamcılann delillerinin zikredilmesinin bazı kimselerin imana gelme sebeplerinden biri olabileceğini inkar ediyor değilim. An­cak, o (iman sebepleri) sadece buna bağlı değildir. Ve çok da nlidir­dir.

Bilakis en faydalı olan metot, Kur'an'ın ihtiva ettiği gibi, va'z (öğüt) tarzında söylenen sözdür.

Kelamcılann tesbit ettiği şekilde yazılan Ketarn ise, dinleyenlerin ruhunda, halktan bir kimseyi aciz bırakmak için kendisinde bir cedel sanatı bulunduğu, esasen kendisinin bizatihi gerçek olmadığı hissini uyandınyor.

Kelam, dinieyenin kalbindeki inancın kökleşmesine de sebep ola­bilir. İşte bundan ötürüdür ki, kelamcılann ve fakibierin münazara meclisinde bir kimsenin gönlünün·açılıp da mu'tezile mezhebinden ve­ya bir bid'atten diğer fikre intikal ettiğini yahut Şafıi'nin mezhebinden EbU Hanife'nin mezhebine geçtiğini ya da bunun tersini göremezsin.

Bu geçişler, kılıçla savaşma dahil öteki sebeblerle olur. İşte bu yüz­dendir ki seletin (geçmiş eski alimlerin) İslam'a davet metodu bu tür mücadelelerle olmamıştır. Hatta onlar, Kelam'a dalanların ve bütün himmetlerini araşurrnaya ve soru sormaya verenlerin aleyhinde şiddet­li sözler söylemişlerdir.

* * *

Biz ikiyüzlülüğü ve "ne derler" i bir kenara bıraktığımız zaman, za­ran çok olduğu için, Kelam'a cialmanın haram olduğunu açıkça söyle­riz. Bu haram hükmünden ancak şu iki grup istisna edilir:

1- Kalbine bir şüphe düşmüş olan ve o şüphe, kalbinden öğüdümsü sözlerle ve Rasfılullah (S.A.V.)'den nakledilen bir haberle gitmeyen bir kimsedir. İşte Kelfun usUlüne göre sıralanmış söz, onun şüphesini gi­dermeye sebep ve hastalığına ilaç olabilir. Bu durumda olan kimse o ilacı kullanıp, kendisinde bu hastalık bulunmayan sağlam insan ise Ketarn'dan kendisini korur. Zira Kelarn'ın, onun ruhunda başka bir problem teşkil edip kesin ve doğru ilikadından kendisini uzaklaştınp hasta edecek yeni bir şüpheyi harekete geçirmesi pek muhtemeldir.

2- Aklı tam, dini sağlam ve yakin nurlanyla imanı köklü olan ama,

104

itikadi bir şüphe meydana geldiğinde o hastalığa tutulanı tedavi etmek, bir bid'atçıya gerçeği anlatmak ve bir bid'atçı kendisini saptumale iste­diği zaman kendi ilikadını korumak maksadıyla bu ilmi (Kelam'ı) öğ­renmek isteyen kimsedir. Bu durumlarda o şekilde bir niyyetle o ilmin öğrenilmesi farz-ı kifayelerden olur.

Başka bir yolla kişinin kesin ilikadını tekrar elde etmesi mümkün olmadığı zaman, meselenin çözümünde şüpheyi ortadan kaldırncak ka-dar (Kelfun) öğrenilmesi farz-ı ayındır.

·

Mık gerçektir ki, Peygamber (s.a.v.)'in getirdiklerine ve Kur'an'ı_ IÇ�rim'in. ihtiva ettiği Ş,t:ylere kesin bir şekilde itikad eden herkes

.•

J�:elam'ıQJ!çJillerini bilme_se de, mü'min!!!!, Hatta kelami delilden elde edilen iman, her türlü şüpheyle yok olmaya müsait ve gerçekten pek za­yıftır. Köklü iman ise -öbürünün tersine- çocukken devamlı duyulan telkinler yoluyla insanların kalplerinde oluşan veya ergenlik çağından sonra, sözlerle anlaulma imkanı olmayan hal karlneleriyle meydana gelen imandır.

lmanın tanı kuvvet kaza!lması kişiyi ibadete ve zikre zorlar. Şüphe­siz ki, takvanın hakikatine erişinceye, iç a.Iemini (baun) dünyevi kirler­den anndınncaya ve devamlı olarak Allahü Te3Ia'yı haurlayabilme (zikr) .derecesine varıncaya kadar ibadete devam eden kimseye ilahi bilginin (el-marife) ışıkları (nurları) görünür (tecelli eder) ve başka in­sanları taklit yoluyla öğrendikleri artık gözle görmek ve müşahede et­mek gibi olur. İşte o durum marifetin gerçek şeklidir ki ancak, itikada ait ukdeler (şüphe düğümleri) çözüldükten ve Allahu Tea.Ia'nın nuroyla gönül genişledikten sonra meydana gelir.

"Allah da kimi hidayete erdirmek isterse onun gönlünü imana (İslam'a) açar (En'am, 125) "ve artık o, Rabbından bir nur üzeredir" (Zümer, 22)

Nitekim Peygamber (s.a.v.)'e gönlün açılması (genişlemesi) .sorul­muş, o da şöyle cevap vermiştir:

"- O, Allah'ın mü'minin kalbine atuğı bir nurdur." Bunun üzeri-ne,

"- Onun al1imeti nedir?" denilince cevabı şöyle oldu:

105

"Aldanma yurdu {dünya) dan uzaklaşıp ebedilik yurduna yönel­mektir." ·

Hasılı, böylece anlaşılmış oldu ki, dünyaya yönelen ve ona ihtiras gösteren kelfuncı, ma'rifetin gerçek şeklini kavramış değildir. Onu kav­ramış olsaydı, aldanma yurdu olan dünyadan kesinlikle kaçınırdı.

Gazali'nin kelam ilmine dair görüşü bu olunca, onun "Kelfun bana kafi gelmedi {beni tatmin etmedi) ve şikayet ettiğim derdime de deva olmadı" demesi, pek garip değildir.

Bundan sonra Gazilli yüzünü, arzuladığı "hakikatı" (gerçeği) bul­mak: ümidiyle "felsefecilerin" tarafına çevirdi. Felsefeciler ise, ilmL

_yollarında (metodlannda) akla güvenen kimselerdir_., Gazali önce onlann itikat konulanyla ilgili araştınnalannı ele aldı.

Onların yanında, ak:ı1la kavrama tekniklerinden ve görüşlerinin doğru­luğunu kesinlikle ortaya koyacak bir delil bulacağını umuyordu. Bir de baku ki onlar o meselelerde büyük ihtilaflara düşmüşler.

"Gerçekten de Aristo kendisinden önceki herkese hatta "İlfıhi Efl­atun" lakabıyla anılan hocasına bile itiraz edip, görüşlerini kabul etme­di. O şöyle diyordu: "Eflatun doğrudur, Hak: da doğrudur, ama Hak: on­dan daha doğrudur."

Biz bu sözü sadece, felsefecilerin görüşlerinin kendileri tarafından bile sabit ve sa�laın � edilmediğinin ve onların zan ve ıahminle hü­kÜm verdiklerinin bilinmesi için nakl ettik."

..__,....., '

)

* * *

Gaz_illi,,ak:lın bu önemli meseleye girişmesiniri, gücünün yetmeye­ceği bir işe kendini atması demek olduğunu ve aklın riyazi meseleleri�· anlamadaki gücünün ilfıhi meselelerde büyük öl!(üde kaybolduğunu_ �ok �abuk anladı ve şöyle dedi.:

"ManUk'tan Bürhan kismında kiyas maddesinin doğruluğu ve kiyas kitabında kıyas sureti hakkinda koşlukları şartlan lsiigoci ve Katıfu­yas'da ortaya koyduktan esaslan açıklayacağız ki, onlar mantık ilmi­nin bölüm ve mukaddimeleridir. Felsefeeller ilahi konularda mantık il­minin verileriyle yeterli bir sonuca ulaşma imkanı bulamamışlardır,�

106

İşte bu yüzdendir ki Gazali, sesini yükselterek soruyor: "İlahiyyatla ilgili delillerin (metafizik delillerin) hendesi (geomet­

rik) aenırerğmrJcesmoıa�l!fuiiiaili��eae-ll_�!�iji!�eJ" - ··· -

·· - · Felsefeciler ilahi meselelerde, riyaziyattaki kesinlik derecesinde

bir kesinliğe ul'!§tıracak dellllere sahip olmadıklan sürece, kendileri­nin her şeyi akılları ile idrak eden akılcılar olduğu ve ilahi meselelere varıncaya kadar bütün bilgilerinin kesin olduğu iddiaları, herhangi bir ,temele dayanmayan bir saplanudan başka bir şey değildir., Sonuç ola­rak Gaziili'nin ilahi meselelerde kesin bilgiye ulaşacağı bir metod ol­mayan felsefeden elini çekmesi kaçınılmazdı .

. �.Q!!ILG�!LY!i��!!!! .. :�.�!m.Y.�!!Il!!!ay�c_ağm_ıı gi,iy(!l]!IJ11C!?;. _�in��­�aleyh. dinin hakikatlerini ondan öğrenmek doğru ol'!l�;:.�lY2!1

. • -

"Ta'limiyye" ye çevirdi. İşte bu noktada Gaziili onlarla anlaştı. Peki "Ta'limiyye"nin görüşü bundan ibaret miydi? Hayır! Onlara göre dini hakikatler, bilgilerini Peygamber'den ve Allah'tan alan imam-l ma'sum'dan öğrenilmeliydi.

Gerçeği arayan kimsenin karşısına Çıkan her metoda gönlünü açma-sı gerekir ki onu deneyip, uygunsa alsın, yanlaşsa bıraksın.

Gaziili'nin yapuğı da odur: İmam-ı ma'siim'un n�rede olduğunu sormuş, şu cevabı almış: - O kaybolmuştur, aıiıa dönecektir. - Ne zaman dönecek? demiş, - Bilmiyoruz, demişler. - O dönene kadar biz ne yapacağız? demiş, bu sorusuna bir cevap

bulamamışur. Bunun üzerine onlardan da yüz çevirmiştir. Zira onların yanında da aradığını bulamamışur.

Geriye fırkalann dördüncüsü mutasavvıflar kalmışu. Onlar ise ke­şif ve muayeneye, melekut iilemiyle birleştiklecine ve doğrudan doğru­ya ondan bilgi aldıkianna ve Levh-i mahfuz'a ve içindeki sırlaıa muttali olduklarına inanıyorlardı. Fakat Gazali'nin kafasında bir soru belirdi:

Keşf ve muayeneye giden yol nedir? Mutasavvıflar onun bu sorusu­na: İlim ve ameldir, diye cevap verdiler ...

107

Gazali onlardan açıldama almaya ve onu kendi nefsinde uygulama­ya başladı. Nihayet bu durum onu: "-nimetlerinden istiflde ettiW. ma­karnını, üzüntü ve sık:ınbdan Uzak bulunan düzenli yaşayışmı ve hasım­Iann düşmanlığından uzak: olan güven içindeki durumunu" terketmeye götünnüştü. BÖylece o, şaşkınlık içinde, başını alıp sahralara, çöllere düştü. Bir Şam'a, bir Hicaz'a gitti. Üçüncü seferinde Mısır'a yöneldi. Bütün bunları, kendisine mutasavvıfların tavsiye ettiklerini tatbik et­mek, yalnız kalmak ve kendini insanlardan kaçırmak için yapıyordu. Zira mutasavvıfların yolunun esası (metodunun temeli) şöyle idi:

"Aldanma yurdundan uzaklaşmak, yüzünü ebedilik yurduna çevir­mek ve var gücüyle Allah'a yönelmek suretiyle kalbin dünya ile olan bağlarını koparmak. Bu da ancak makamdan ve maldan yüz çevirmek, insanı meşgul eden ve dünyaya bağlayan şeylerden kaçmalda eksiksiz olabilirdi. Hatta kalp öyle bir hale gelmeliydi ki, her şeyin varlığı da yokluğu da onun için bir olmalıydı."

Yine Sufiyyenin yollarını tamamlayacak işlerden bir kısmı da Gazali'nin dediği gibidir.

"Sadece farzlar ve revatib sünnetlerle meşgul olarak yalnız başına bir köşeye çekilmen ve kalbini masivadan arındırıp, himmetini bir nok­taya toplaman ve zikrinle Allah'a �önelerek o köşede oturmandır�_!!.S§:" langıçta bu, Allah u Team'nın zikrine devam etmekle olur, yani Allah! Allah! demeye devam edersin:

Bu iş gönül huzuru (u�anıklığy ve şuuru içinde devam ede ede nih�� �yle bir bir hale gelirsin ki, dili hareket ettirmesen bile iyice alışmış

olduğu için, kelimenin dilinde devam ettiğini zannedersin ... Sonunda kalbinde lafza-i celalin manasından başka bir şey kalmaz; liklma lafzın harfleri ve kelimenin şekilleri gelmez, aksine kalbinde devamlı olarak sırf mana kalır.

Sen yalnız bu dereceye erişinceye kadar, iradene sahip olursun. De­vamlı şekilde ve sadece, seni yolundan alıkoyan vesveseleri gidenneye çalışırsın. Bundan sonra artık bir seçme gücün (ihtiyar) kalmaz. Artık elinden benzeri veliler için meydana gelen ilahi fetihterin (futuhat-ı ila­hiyenin) tecelli etmesini beklemekten başka bir şey kalmaz. Bu durum peygamberlere zuhur eden halin bir kısmıdır ... O konuda evliyanın de-

1 08

receleri ise sayıya gelmez ... İşte bu da sfıfiyyenin metodudur. Onda iş, senin kendin tarafından

yapılacak samimi bir temizlemeye, anndırmaya ve açıklık kazanmaya, sonra da sadece ilahi tecelliyi beklerneye bırakılmıştır. n

Bu, şu demektir: Gönül günah kirlerinden temizlendiği, ı.aatlerle cilalandığı zaman, Allah'ın olmasını dilediği şeyler Levh-i mahfuz'dan onun üzerine akseder. İşte bu, ilm-i ledünni diye bilinen ilimdir. Bu il­me bu isim Allahu teala'nın şu ayetinde geçen bir kelimeden alınmış­tır:

" ... Biz ona katımızdan (Ledünna=tarafımızdan) bfr rahmet vermiş­tik ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik." (Kehf, 65)

Mutasavvıflar: " ... Kim Allah'tan korkarsa Allah ona bir çıkı§ yo� yaratır. Ve onu ummadığı yerden nzıklandırır." (falak, 2-3) ayctin�e� n�ık kelimesini de "öğrenilmeden elde edilen ilim" diye tefsir etmi§ler:­dir . .

GazaJi, işte bu metodu kendinde uyguladı. Nefsi temizlendi ve kalbi cilalandı: Nitekim bizzat kendisi bu 'durumu şöyle anlatır:

"Bu halvetler sırasında bana öyle haller açıklandı ki, onları sayıp bi­tirmek mümkün olmaz.

Ancak istifade edilsin diye şu kadarını yazayım: .��?.�!n bilgi ile (yaklnen)._Pildim ki, sırf Allah yoluna gidenler slıfiyyedir. Hal ve g_i�.:_

Jepn en güzeli onlarınkidir. Yolların en_�_o$!!ı_Ş!!.Q�!�_I! y()!udur. Onla= nıJ.!!ılakı huyların en üstünüdür.

·

·� .. ,,_,,.. -:-�...,..,.,.,.,-�,.. ---.-·-·······--" ······ ..

O kadar ki, onların hal-gidiş ve ahlakını değiştirip onun yerine daha iyisini koymak için, akıl sahiplerinin aklı, hikmet sahiplerinin hikmeti ve Şeriat'ın ( öınin) inceliklerini bilen atimlerin bilgisi biraraya getirilse yine de ona bir imkan bulunamaz. Çünkü onların (muıasavvıOann) gQ: rün ür, görünmez (zahiri ve batıni) bütün hareketleri ve davranıslan nü­büvvet (peygamberlik) kandilinin nurundan alinmadır. Yeryüzünde ise, nübüvvet nurundan başka kendisiyle aydınlanılan bir nur yok­tur ...

Yine onlar uyanıkken melekleri ve peygamberlerin rutllannı müşa- . hade eder, gözleriyle görür, onlardan sesler işitir ve bazı bilgiler öğre-

109

nirler ... Ve onlardan biri o hallerinden şöyle bahseder.

"Şimdi hatırlamadığım şeylerden, olan oldu, Sen hüsnüzanda bulun da bana bir şey sorma!"

• • •

Şu halde Gaza.Ii, kendisinin içten gelerek isıernekte olduğu bilgileri öğrenmiş ve onları hatadan emin bir şekilde kavramışu.

Böylece Gazali, hakikaun ölçüleri hakkında kafasını kurcalayan kalbini meşgul eden şüpheden kurtulduktan sonra şimdi de, hak yolda olan fırkayı tanıma konusundaki şüphelerinden tamamen kurtulmuş­tu.

İşte Gazali'nin ancak, hakikati idrak ettiği (gerçeği anladığı) bu va­kitten itibaren yazmış olduğu eserleri, onun görüş, düşünce ve nazari­yelerini yansıtan kaynaklar olarak kabul edilebilir.

O tarihten öncekiler ise, kaynak kabul edilmez ... Şu da var ki, Gazali'nin gerçeğe eriştikten sonraki bütün eserlerine

fikirlerinin kaynağı olarak güvenmek de uygun olmaz. Zira hakikati tasvir ve onu açıklama yolunda, Gazali'nin dikkate değer bir görüşü vardır. Ona göre in�lar, kabiliyetler ve kavramalar (idrak) hususunda

J__ , .. ·---�----·-·-· ···-···-, --____ , - -

birbirinden farklıdırlar. Şeriat sahibi ise hikmet salıibidir. Onun, idrale �e istictalıari-faridıcldıigu"iiat<ie--fnsani��-h�p�i�� �}rı;� gÖzle bakıp da, avamdan olan bir kimseyi gücünün üstünde bir araştııma ve incelemey­le mükellef tutması ve kendisini ilmi araşurmalara vermiş kimseye de araştırma ve düşünme alanındaki isteklerini yasaklaması mümkün de­ğildir.

_Qıı..:�J!__ş_qyl�--��r; "İ!is_ıl!lJE!:_!i_ÇJ��S!_�d!f;

)- Avam (halk tabakası). Onlar da!gın ve zararlardan kurtulmuş __Q_lı!!}lar.4!L.

2- Havass tabakası. Bunlar zeka ve kavraxış sahibi olanlaı:.�r,__ 3· Bu ikincil���ın�ail �an bir gruptu! ki, __ �nlar cedelciler-

1 10

..mr... Havassın durumuna gelince, ben onlan adil ölçüleri ve o ölçülerle

nasıl ölçüleceğini Öğreterek tedavi ederim. Böylece aralanndaki ihtilaf yaklaşık olarak ortadan kalkar. Bunlarda üç özellik vardır.

Birincisi: Malıaretti bir akıl ve güçlü bir aniayıs (zeka). Bu. yarş.!!;_ J!şt.an _gelen bir bağ!_Ş ve a�ık bir karakterdir, �alışmakla �85....11.!�·

İkincisi: Yapıları önceki nesillerden kalan ve kabul edilen bir mez­hebe körükörüne bağlanmaktan ve taklitten uzaktır. Zira mukallit kulak _y�ez;� ahmak i� kulak ve!:_�j�_!Illarrı_�.:.

.---·-·-·---------··

Üçüncüsü: Onlar, benim, ölçüleri bilen bir kimse olduğuma inanır­lar. Zira senin hesabı bilen bir kimse olduğuna inanmayan bir kimseıü'!. senden hesap öğrenmesi mümkün olmaz.

Anl�Y!.§!!�.�lere gelince; onlar avam kısmıdır. Hakikatleri an- . 1�!2in �layış �üs;leri yoktur. Bin��_Yh, onları öğütle, zek:i.!_eri�.

� hık�!!e ve gürültücüleri de mücadele ile Allah'a ���ırın_!!!.: Allahu Teata bu üç metodu tek bir ayette şöylece toplaınıştır: "Sen hikmetle, güzel öğütle Rabbının yoluna çağır ve onlarla en gü-

zel şekilde mücadele et." (Nahl, 1 25) '

Allah işte böyle buyurarak bir kısım insanların hikmetle, bir kısmı­nın öğütle, bir kısmının da mücadele ile Allah'a çağırılacağını öğret­miştir.

Zira, süt emen sabiyi kuş etiyle beslemek nasıl zararlı olursa, öğütle yola gelecek insanlan da hikmetle çağırmak öyle zararlı olur.

Güçlü, kuvvetli adam, insan sütünü emmekten Liksindiği gibi, hik­metten aniayacak olanlara da mücadele metodu uygutanırsa ondan tik­sinirlet.

Yine bu kimse ecdeleilere karşı mücadele metodunu Kur'an'dan öğ­renildiği şekilde en güzel bir tarzda kullanınazsa bedeviyi buğday ek­meğiyle, şehirli yi hurma ile beslemiş gibi olur. Oysa ki, bedevi sadece hurmaya, şehirli ise sadece buğday ekmeğine alışıktır.

* * *

Cedelcilerin durumuna gelince, onlarda akıl ve anlayış vardır. Bu

l l l

sebeple avamdan (halk tabakasmdan) daha üstün bir seviyeye yüksel­mişlerdir. Ancak onlann akıllan eksiktir. Zira yarablış mükemmel fa­kat içlerinde bir pislik, inat, taassup ve taklitçilik vardır. İşte bu durum da onlann gerçeği kavrarnalanna engel olmakta ve bu sıfatlar da, kalp­lerinde bir perde ve kulaklann da bir sağırlık oluşturmaktadır.

Ben onlan nazik ifadelerle Hakka (gerçeğe) çağırıyorum. Yani on­lara karşı müteassıp davrarunıyor ve şiddet göstenniyorum. Bilakis yu­muşak ifadeler kullanıyor ve en güzel yolla mücadele ediyorum."

Bu iiadeler gösteriyor ki Gazali insanlara bilgisini farklı şekillerde takdim ediyordu.

Yine bu iiadelerden anlıyoruz ki, güçleri ;retme�eceği için hakika�. kendi kendisine keşfedemeyecek olan bazı insanlar vardır. Gazali bu kims�lere kar�ı Şeriat'in münasip gördüğü tavn takınıyor ve akıllann� (�layış güçlerine) göre hitap ediyor.

Ve o, kitaplannda çoğu kez, rivayet edilen şu haberi tekrarlamış­br:

·:tnsa�ı��--�!tıın!!�-l}_g�_çQ!!�_(Q.lç�şE_��)_g_Q.r�!!i�P.�iniz_; Siz Al­lah'ın ve peygamberinin yalanianmasını ister misiniz?''

* * *

Hatta Gazilli bunu açıkça göstermek için şöyle der: "Mezhep, üç mertebe (seviye) için ortak olarak kullanılan bir isim­

dir. Birincisi: Karşılıklı övünme ve münazaralarda taassup gösterilen

şey. İkincisi: Öğretim ve irşadlarda tutulan yol.

Üçüncüsü: Kişinin kendi içinde inandığı ve içine doğmuş olan na­zariyelcr.

Buna göre her kamil insanın üç mezhebi vardır: Birinci mezhep: Babaların ve dedelerin yolu, öğretmenin ve kişinin

içinde yetiştiği belde halkının mezhebidir. Bu tür mezhep, beldelere, bölgelere (ülkeler) ve hocalara göre değişir.

1 12

�esela, Ml:l'��ile yah��ş��-���-�nefi y��� Ş3.JIL!J!�zh��i.ı:ı.!.ıı yargın olduğ_ti bir yer�e <!�ğan bir ki_��'!-�_!l_na d�a ç_�ll.Isl!!ğurı: dan itibaren o mezhebe körü körüne bağJ.!.�!!s.ı. . .9rıu savl!_nma v��f1Qll!l baskasını kötüleme düşün�esi. ye!!�§!!� _

Sonunda ona Mutezile, Eş'ari, Hanefi veya Şafii mezhebine men­suptur denir. Yani o mezhebe körü körüne bağlanır; dostluk gösteren cemaate yardımcı olur. Bu yardımlaşma hali, kabile mensuplannın bir­birine yardım etmesi şeklin<; dönüşerek devam eder.

İkince mezhep: İlim öğrenmek ve doğru yolu bulmak isteyen kim­selere irşad ve öğretim sırasında söylenilen sözlerdir� Bu ise tek bir şe­kilde belli olmaz. Aksine irşad talebenin durumuna göre değişir. Bu yüzden her müsterşide (irşad isteyene) anlayışının tahammülüne göre hitap edilir.

Mesela o alime kaba saba tabiatlı ahmak bir kimse irşad isternek üzere gelse ve o bilse ki, o adama Allah'ın zatının alemin içinde ve dı­şında olmadığını ve aleme bitişik ve ondan ayrı olmadığını söyleyecek olsa o adam hemen, Allah'ın varlığını inkaf eder ve onu yalanlar. Bu du­rwn karşısında o alimin, o adamın yanında Allahu Teala'nın arş üzerine yerleşmiş olduğunu, O'nu kulların ibadetinin memnun ettiğini, bu iba­detlerine sevinerek sevap vereceğini ve buna karşılık onlan Cennct'c koyacağım söylernesi gerekir.

O kişiye açıklamak maksadıyla apaçık hakikati söyleycbilmesi mümkün olsa da durum yukardaki gibi izahı gerektirir.

Bu bakımdan, mezhep değişir ve farklılık gösterir; herkesin mezhe­bi anlayışına göre olur.

Üçüncü mezhep: Kişinin Allah Jc.c) ile kendi arasında gizli�_i�an_-_ -��-�t-c!ir· �un_!!)�zhebini (g_örgıi!!@. Al!�l!.I�K�J:ı�ka kimse

bilmez. Onu aricak gücü nisbetinde kendisinin bilgisine muttali olan ar­-kadaşına veya onu aniayacak seviyeye erişen kimseye (ki bu da kişinin irşad İstekiisi ve zeki .. , olmasıyla mümkün olur) açar ...

. Buradan anlaşılıyor ki, Gazfıli , All.ah hak!SIP:��-�k.:i-�i.!!I.Ş��_ş9y!�.:­-�ğini ahmak �X�2Y.!���cli�

Yani o, hakikati kabiliyel ve idraklerin farklı oluşuna göre, muhtelif_

1 1 3

�f911erde tasvir edix_ordu. O halde (ihtida (hidayete kavuşma) ve keşf döneminde bile)

Gazali'nin görüşünü tasvir ve mezhebinin sınırlannı tesbit etmek için, eserlerinin hepsinden istifade etmek mümkün olmaz. Zira o: "Bu itibar� la her kamil (olgun) alimin üç mezhebi vardır" diyor }?u üç mezhebin otoritesine boyun eğiyordu.

mi.

***

Bundan sonra Gaza.Irnin hayannı üx devre):e ayırabiliriz: 1- Şüphe den önceki dönem, 2- Her iki �idiyle şüphe dönemi, __

3- Hidayete enne (doğru yolu bulma) ve huzura kavuşma döne-

Şüphe döneminden önceki zamanı dikkate almayabiliriz. Zira o dö­nemde kendisi öğrenci idi. Kendisini bağımsız görüş sahibi olmaya ha­zırlayacak fikri olgunluğa efişmemişti. Gazali'nin bizzat anlatuğına göreşüphe ona, çocukluk zamanına yakın bir zamanda, erken vakitte arız olmuştur.

İkinci devreye gelince, şiddetli şüphe dönemini şimdilik sonraya bı­rakalım. Zira o henüz kuvvetli bir şüphe halini almamışu.

Geriye hafif _§üphe dön�mi �almaktadır. O dönem gerçekten uzun sürdü. Çünkü çocukluk yaşından başladı, tasavvufa girip do&!!ı yolu b!!!�ada� si!!:@� .

Bu dönem içinde Gazali'nin Ketarn ilmi, felsefenin tenkidi ve Batiniyye mezhebinin tenkidi ile ilgili eser yazdığım görmekteyiz. Ay­nca o, Nisabur ve Bağdad medreselerinde öğretirole de meşgul oluyor­du.

Burada hayret verici bir durum da, hakikat hakkında şüphe eden bir kimsenin hakikate dair müsbet eserler yazması ve müsbet dersler ver­mesidir. Bununla, tenkit ve tezyife gitmeden yapılan açıklama ve Lak­rirleri kasdediyorum.

Evet, şüpheci bir kimseden tenkit ve tezyif şeklinde olumsuz bir te'lif ve tedrisin sadır olması garip bir şey değildir. Çünkü şüpheci bi�.

1 14

kimse, iddialann delillerini kabul etmeyip araştınnasını sürdürmek�. olan bir kişidir,_ Zira ona göre hakikatİn ettafında şüpheler vardır. İşte o kimse bu şüphelerini kitaplarda yazdığı yahut derslerde anlatugı zaman .§üphesine sebep olan şeye cevap aradığı için kendisine göre tutarlı bir mantığı vardır. Bu sebepledir ki, Gazali'nin felsefeyi ve ta1imiye mez­hebini tenkil etmesi garip bir iş değildir.

Ancak Gazaii'nin, felsefeyi tenkit ettiği 'Tehdfütü'l-Felôsife" adlı kitabını okuyan kimse, müellifin, ruhunda müsbet manalar taşıdığını hisseder.

Diyor ki; "Biz bu kitapta (yani Tehôfütü'l-Felôsiufe'de) felsefecilerin sadece

yanlışlannı ortaya koymayı benimsedik. Hak mezhebin isbatını ise, bu işi (kitabı) bitirdikten sonra Allah diler ve tevfık-i ilahi erişirse "Kavôi­dü'l-Akôid" adını vereceğimiz başka bir kitapta yapacağız. Bunda yık­maya önem verdiğimiz gibi onda da isbat işine önem vereceğiz."

Gerçekten de Gazaii, sözünü yerine getirmiş; meşhur kitabı Kava­dü'l-Akaid'i Kelam ilmi ile ilgili olarak te'lif etmiştir.

Bundan anlaşılıyor ki, Gazali felsefeyi yıkıyordu. Zira felsefe Kelfu:n mezhebi ile (metodu ile) çelişiyordu. Kelfu:n ise yukanda anlatı­lan Ehl-i sünnet mezhebinin manalanndan olması itibanyla Gazali'nin mezhebiydi.

O halde 'Tehô.fütü'I-Felôsife" kitabı, içindeki müsbet kısımlar öl­çüsünde aşağıdaki soruyu güçlendirmek için, Gazali'nin Ketarn ilmine dair teliflerine ve ders takrirlerine eklenebilir:

Hakikat hakkında şüphe eden kimse nasıl müsbet eserler te'lif eder ve nasıl müsbet dersler verebilir?

.şu var ki, Gazali bu karışıklığı çözmeyi bizzat kendisi üzerine al­mışur. Zira o yukanda geçen sözlerinde mezhebin (aşağıdaki şekilde) üç manasının bulunacağını bize anlatmış bulunmaktadır:

)�i§inin taassuE derecesinde ba�!�J:!ğ_!!Etez_!ı_���-'--�şl!!�rı __

içirı_� de _yetiştiği l}eldenin1 ailesinin ve hocalannın mezhebidir.

İrşiid isteyenlerin (müsterşidlerin) mezhebidir ki, o bu kişilerin du-

1 15

rumianna göre değişiklik gösterir. Üçüncü olarak da kişinin özel olarak kendi içinde inandığı bir mez­

hep vardır ki, onu ancak yukanda işaret edilen hallerle vasıflandırdığı kimselere açıklar.

Şu halde Gazali şüphe halinde iken ancak üçüncü mfuıadaki mez­hepte bulunuyordu. Çünkü o din edineceği ve beraberinde Allah'ın hu­zuruna varacağı hakikati araştırıyordu.

Bu mfuıada mezhepte şüphe etmesi, bağlı olduğu resmi mezhepte şüphe etmesini gerektirmez.

Zira Ehl-i sünnet mezhebi, idAresinde yetiştiği devletin, odalarında okuduğu medreseterin ve uzun müddet onun talim ve terbiyesini üzeri­ne almış olan hocalarının mezhebi idi.

İşte bu sebepledir ki, onun kelam kitaplarının hepsi de şöyle bir mu­kaddime ile başlar:

"Hamd, kullarının hillisierinden Hak topluluğunu ve sünnet ehlini kendine ayıran Allah'a mahsustur."

Açıkça belli oluyor ki, Ga.zali, bu dönemde hakikatten şüphe etme­ye devam ettiği müddetçe, görüşlerinitasvir etmek için eserlerine gü­venmek doğru olmaz.

Gazali'nin sufıyyenin "Keşf' nazariycsini bulduğu üçüncü dönem ise, ona göre hak mezhebin tasvirinde eserlerinden istifade edilecek dö­nemdir.

Fakat bu dönemdeki teliflerinin de hepsi bu işe elverişli olmaz. Çünkü Gazali bu dönemde de mezhebin diğer iki mfuıasından büsbütün aynlmış değildir.

Gerçekten Gazali, herkese göstermediği, sakladığı ve "hakikatın halisi ve ma'rifetin özü" adını verdiği özel kitaplarının olduğuna işaret ederken son derece dikkatli idi.

İşte bu şekilde o, araştırıcıların, kendisini hiçbir kanşıklık ve kapa­lılık kalmaksızın doğru bir şekilde anlarnalanna yardımcı olmuştur. Bununla beraber ben, önceki ve sonraki illimlerden, Gazilli hakkında dikkatli ve kapsamlı bir araştırma yapıp da sözlerin birbiriyle çeliştiği

1 16

bu şahsiyet hakkında kesin bir görüş ortaya koyan görmedim. Nihayet ,Prof. Mac Donald onun hakkında "ŞtiP.�_ş!�-�-�.9az!l!.�!ı!.§!��iY.��-�

,.Ç()?;!!mi�rını.qe�m.�h!!Ç��k_[�lsef���!��9.i!':_.c:l,eE.1�§�· Konuya bir kere daha işaret eımeyi gerektiren bir başka durum da,

Gazali'ye nisbet edilen ve içinde meşhur kitaplarındaki Hadeler ile ve bir kaÇ mesele yüzünden felsefecileri tekfir ettiği Tehdfütü'l{elasi­fe'deki tutumoyla bağdaşmayan sözler yer alan kitaplarının bulunma­sıdır.

Bazı kimseler, bu kitaplada onun metıur kitapları arasındaki uyuş­mazlık hususunda, bu kitapların Gaz3li'ye nisbet edilmemesinin gerek­tiğini ileri sürmektedirler.

Kanaatimce, mesele, bu şekilde çabuk hüküm verilecek kadar basit değildir. Zira, Gazaii'ye nisbeti sahih olan eserlerde, bizzat kendisinin, içinde garip fıkirler bulunan bazı kitaplan olduğunu gösteren iladeleri vardır.

İşte Gazali'nin bu iladelerinden biri "el:Erbe"infi Usuli'd-dfn" (l) adlı kitabındaki şu sözleridir:

"Bu inanem hakikatinin kendilerinde araoacağı kitaplara işa­ret hakkında son söz (2)

Bil ki zikrettiklerimiz, Kur'an ilimlerinden elde edilendir. Yani o ilimlerden Allah ve atıiret günü ile alakah olanlardır.

O, inanıp kesin bir şekilde tasdik ederek her müslümanın kalbinde bulunması gerekli olan iman prensibinin aklde ifadesidir.

Bu açık akidenin gerisinde ise iki mertebe daha vardır:

Birisi: Esrftrına dalmaksızın, bu açık akidenin delillerini tanlmak (bihıiek).

İkincisi ise, esrarını, manMarının özünü ve zahirini bilmek .

Bu mertebelerin ikisi de avaının hepsine vacip değildir. Demek isti­yorum ki bunların ahiretteki kurtuluşları da nimetleri kazanmaları da

(1) el-Kürdi baskısı, s. 24. (2) Bu fasıl, "el-Erbe'in fi Usüli'd-Din" kitabından alınan metindir.

1 17

bu iki mertebeye erişmeye ba�lı de�ildir. O iki mertebeye ba�Iı olan saadetin kemMidir.

Yukardaki kurtuluş sözüyle azaptan kurtulmayı; nimetleri elde et­me sözüyle de faydalanılan şeylerin aslını, seadede de, nimederin en güzel olanlannı kasdediyorum.

Şöyle ki: Bir hükümdar, bir ülkeyi zorla ele geçirdiği zaman, ülke­den çıkarmış da olsa öldürmeyip işkence etmediw kimse kurtulmuş de­mektir.

tşkence etmediği, bununla beraber, mevcut olan işi ve çoluk çocu­�yla ülkede kalmasına izin verdi�i kimse de kurtulmanın yanında ni­mete de kavuşmuş olur.

Ama, hil'at giydirdiw. hükümdarlığına ortak etti�i ve krallığın� ve komutanlığında kendisine vekil tayin ettiği kimseye gelince; o hem kurtuluşa, hem nimete, hem de mutluluğa ermiş demektir.

Artık saMederin dereceleri sayıya gelmez .

.»il 19. .... ijı...ite.ı,�na daha çok sınıflara aynlacaklar­._dJL_

Açıklanması mümkün olanları Tevbe kitabında açıkladık.

Adıgeçen iki mertebeden bu akidenin delillerini tanımaktan ibaret olan birinci mertebeyi, el-lhyii kitabından Kavii'idü'l-Aka'id bölümle­rinden birini teşkil eden ve yirmi varak olan "er-Risiiletü'l-Kudsiyye'; de yazdık.

Delillerini ise iyi bir tahkik, soru ve müşkilleri güzelce ortaya koyan yüz varak:lık "el-lktisad fi'l-ltikad" kitabında yazdık. O kitap "mütekel­limlerin ilmi" nin özünü ihtiva eden müstakil bir kitaptır. Ancak o, tah­kiktc daha ileri ve kelfuncılann kitaplannda görülen resmi ketarn bilgi­sinin bölümlerini aniatmada daha elverişlidir.

Bu eserlerin hepsi de bilgi (el-Ma'rife) ile değil, ilikadla alakalıdır. Zira kelfuncı avamdan olan kimseden ancak kendisi arif, avamdan ola­nın da i'tikad edici olmasıyla aynlır. Kelamcı da ilikadını pekiştirmek, devam ettirmek ve bid'atçilerin bozmasından korumak için, itikad de-

1 1 8

llllerine inanarak bilgi sahibi bir mu'tekiddir.

Oysa ki, itilcad düğümü ma'rifetin açılmasına kadar çözülmez.

Ma'rifet kokularından koklamak istersen, "Sabır", "Şükür", "el­Muhabbe" kitaplannda ve "Kitabü't-Tevekkül"ün baş tarafından "Babü't-Tevhid" de dağınık olarak az miktarda rastlarsın ki bunların hepsi "Kitabü'l-lhya" nın bölümlerindendir.

O marifet kokularından sana, marifet kapısının nasıl çalmacağını öğretmeye yetecek karlanna da (özellikle Allah'ın fiillerden türetilmiş isimleri hakkında önemli bilgiler bulunan) "el-Maksadü'l-Aksa fi Me'anf Esmcii'l-llahi'l-Hüsna" kitabında rastlayabilirsin.

Bu akidenin hakikatlerine dair kanşıklık ve korku olmaksızın açık bilgi elde etmek istersen onu ancak bizim ehlinden başkasına verilme­yen.kitaplanmızın bir kısmında bulabilirsin.

Sakın gaflete düşerek sen kendinin bu konularda ehil olduğunu söy­leyip tartışmaya kalkışmayasın. Ancak şu üç hasleti toplaman hali müs-tesna:

'

Birincisi: zahir ilimlerde bağımsızlık ve onlarda imamlık rütbesini kazanmak.

İkincisi: Kötü huylan mahvettikten sonra, kalbi dünyadan tama­men ayırmak. O kadar ki, artık sende Hak'tan başkasına hiç bir arzu su­sama, ondan başkasına hiçbir ihtimam, ondan başkasıyla meşguliyet ve ondan başkasına hiçbir meyil kalmasın.

Üçüncüsü de; Yaradılışında, safbir akıl ve ilimierin zor meseleleri­ni hemen aniayacak kadar ileri derecede bir zeka ve sana safldelin takdir edilip verilmiş olmasıdır. Zira ahmak kimse, zihnini yorup ısrarla bir işin üzerinde durMak kendisini zorladığı zaman, bazı derin meseleleri de anlayabilir. Fakat onlardan az bir meseleyi de uzun sürede ancak ka vrayabilir.

Hakiki ma'rifeti alabilmek için asla parlak bir ayna gibi olan safbit kalb, temiz bir gönülden başka birşey elverişli olamaz. Bir kal b de bu şekli ancak, yaratılıştaki güç, niyyet sağlamlığı ve dünyaya ait kirleri onun yüzünden gidermekle alabilir. Zira gönül yüzündeki o kirler, Al-

1 19

lah'ın, kalbierin kendisini tanımasına engel yapbğı perde ve pasnr.

"Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ... " (Enfal, 24) * * "'

İşte bunlar Gazati'nin şahsiyetine dair bazı düşüncelerdir. Umanın ki, onlarla bu büyük şahsiyere ışık tuunuşumdur.

120

"FAYSALÜ'T-TEFRİKA BEYNEL'L-İSLAM VE'Z-ZENDEKA"

KİT ABI İLE İLGİLİ BAZI DÜŞÜNCELER

Kitabın daha isminde Islam ve Zendeka (sapıklık) kelimelerinin karşı karşıya kullanılması; Gazali'nin "zendeka" dan, insanı İslam'dan uzaklaşuracak her şeyi anladığını göstermektedir. Nitekim Gazali bu anlayışını kitabın mukaddimesinde şöyle açıklamıştır:

"Sonra; şefkatli kardeşim ve ba�lılığı fazla olan dostum, seni çok canı sıkılmış ve aklı-fikri dağınık gördüm ... Buna sebep de, dini mua­melelerin sırları ile ilgili tasnif edilmiş olan bazı kitaplarımız hakkında kimi haselçilerin bazı tenkidlerinin senin kulağına çalmış olması. Di­yorlarmış ki:

O kitaplarda önceki mezhep ve kelam alimlerinin görüşlerine muhalif sözler var! el-Eşari'nin mezhebinden bir karış bile olsa, sap­mak küfürdür; �n ufak bir konuda bile ona zıt olmak ise sapıklıkur.

Şefkatli ve samimi kardeş sen endişelenme, tatlı canını üzme; öfke­nin şiddetini biraz azalt, "söylediklerine karşı sabret ve onları güzel bir şekilde terket" (Müzzemmil, o). Çekerneyen ve iftira atanlara, bilme­den küfür ve sapıklık (dalalet) içinde olanlara, önem verme.

121

Zira. hangi davetci, peygamberlerin efendisi (s.a.v.)'den dah� m!i: kemmel ve daha akıllıdır; oysa ona delilerden bir delidir, demişlerdi.

Ve hangi söz, Alemierin Rabbı'nın sözünden daha yüce ve. daha_. do®ıdur� Onun hakkında bile eskilerin efsaneleridir, dediler! Artık onlarla mücadele etmekten ve onları delillerle susturmaya uğraşmak­tan vazgeç. Çünkü istenmeyen ve dinlenmeyecek bir sözü söylemiş olursun. Hem şu sözü işitmedin mi:

Kurtuluş ümidi vardır, bütün düşmanlık/ardan.

Fakat seldmette kalınmaz hasetçi olanlardan.

Onların ıslah edilme ümidi olsaydı ecellerini anlatan ayetlerden"

sonra ümitsizlik ifade eden ayetler gönderilmezdi. Allahu Teata'run şu sözlerini de mi işitmedin?:

"Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi (yapabilirsen) yerin içine (inebileceğin) bir delik, ya da göğe (çıkabileceğin) bir mer­diven ara ki onlara bir mucize getiresini Allah, dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplardı, o halde bilmeyenlerden olma!'� (En'am, 35)

"Onlara gökten bir kapı açsak da oraya çıkacak olsalardı; herhalde gözlerimiz döndürüldü, biz büyütenmiş bir topluluğuz, derlerdi." (Hıcr, 14- 15)

"Eğer sana kağıt üzerine yazılı bir kitap indirmiş olsaydık da onu el­leriyle tutsalardı, yine inkar ederler, bu apaçık bir büyüden b;ışka bir şey değildir! " derlerdi. (En'am, 7)

"Biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikten sonra yine inanmazlardı, fakat çoklan (bunu) bilmezler." (En'am, 1 ll)

Şiiesin ki, küfür ve imanın hakikati (gerçek şeklinin ne olduğu), Hak ve dalillet (sapıklık)'ın sım, mevki ve mal isteyen ve onların sevgi:

_ _ş,!): le kirlenmiş olan gönüllerde tecelli etmez.

Bilakis bu gerçekler ancak;

l-..Qün1cvi kirlerden arın� ış;

_2- Tam bir riyitzetle cilaianmış;

122

3- Zikr-i safi ile nurlanmış; 4� İs3betli düşünceyle beslenmiş 5- Ve şer'i emidere bağlılıkla süslenmiş olan gönüllere tecelli eder-

ler�-- · - - - = -

Nihayet, peygamberlik kandilinden o kal be nur akar, sanki o kalb ciWı ayna olur ve peygamberlik kandilinden kendisine gelen n uru etra­fa saçar hale gelir. Artık iıahları; nefsi arzuları; taptıkları; hükümdarla­n, kıbleleri; dirhem ve dinarlan, dinleri: Saçmalamaları, istekleri; ma­kam ve şehvetleri; ibadetleri; zenginlerine hizmetleri, zikirleri; vesve­seleri, hazineleri; idarecileri (işlerini görenler); düşünceleri ise zevkli hayatlarının gerektirdiği şeyleri elde etmek için hileler uydurmaya ça­Iışmaktan ibaret olan insanlara melekutun (ruhlara mahsus gayb alemi­nin) sırları nasıl görünür?

İşte böyle kimseler için, küfrün karanlığı imanın ışığından nasıl ay­rılacak; ilahi bir ilhamla mı? Oysa onların itharnı kabul edebilmesi içig önce, kalblerini, dünya kirlerinden arındırmaları gerekir.

Yoksa ilmi bir olgunlukta mı? Halbuki onların ilmi sahadaki serma­yeleri de sadece neciiset, zaferfuı suyu meselesi vb. şeylerden ibaret­tir.

Heytıat, heyhat! İstenen bu iş, öyle temenni ile veya gevşeklikle el­de edilebilmekten çok uzaktır.

Bu yüzden, sen, kendi işinle u�; elde kalan vaktini de onlarla mü­cadele ederek zayi etme. "Bizim zikri_I!I_(zdei!_yüz �yireE_ç!en_ v� _ğün�li­

- �yatından baş�a bir şey i�t�m�y�_nler��n yü��S:!!-<,ri::_ Onların erişebilecekleri bilgi sınırı budur. Şüphekiz ki Rabbin yo­

lundan sapanı daha iyi bilir ve o hidayet bulan kimseleri de pek iyibi­lendir." (Necm, 29-30)

Gazali'nin "Küfrün karanlığı" ve "Imanın ışığı" na dair sözlerinden ve yine orada kendisini "Faysalü't-Tefrika beyne'l-lslfuni ve'z-Zende­ka" kitabını yazmaya sevkeden sebepleri açıklamasından ve onun "ez­Zendeka" sözüyle de küfrü ve genel olarak insanı İslam'dan çıkaran herşeyi kasdetmiş olduğunu anlamaktayız.

123

Gazili'nin burada yani "Faysalü't-Tefrika beyne'I-lslam ve'z-zen­deka" kitabında kendisine karşı çıkan ve küfürle itharn edenlerden "ha­sedçiler" şeklinde bahsetmesi yalnızca bu kitapla sınırb de!ildir. Nite­kim "el-Munkız mine'd-Daliii ve'/-MU.Sıl ila zi'l-lzzeti ve'l-Celôl" adlı kitabında da aynı şikayeti tekrarbyor ve şöyle diyor: "Din ilimlerinin sırlarıyla ilgili eserierimize serpiştirilmiş olan bazı sözler yüzünden bir grup insan bana karşı çıkmıştır. Bu kimseler, ilimierin sırlarını iyice kavrayamamış, mezheplerili maksadiarının en ileri derecesine basiret­Ieri açılmamış ve o sözlerin evvelkilerin ( 1) sözlerinden olduğunu idwa etmiş olanlardır. Oysa ki onların bir kısmı kendi hatmma gelen sözler­dir. Hem "Bazan bir hayvan, evvelce g5en bir hayvanın izine basa( atasözü hatardan uzak tutulmamalıdır; yani bizim hatınınaza gelmiş olan bir şey daha önce başkalannın hatırma da gelmiş olabilir. O sözle­rin di�er bir kısmı ise şer'i (dini) kitaplarda vardır. Çoğu da manaca sfifiyyenin kitaplannda mevcuttur.

Farzet ki, o sözler sadece Yunan filozoflannın kitaplannda vard�. ne _çıkar bundan? O söz haddizaunda akla uygun ve deiÜe dayariıyorsa ve Kitap ve Sünnet'e de aykırı de@se, onun 3ııııp terkediirnesi mçin ge�-

reksin? · · · ·· ·

Çünkü e�er biz bu kapıyı açar ve baul yolda olan kimsenin hatırına daha önce selmi§ Oian her gerçei;i �rketnıe x()Iunu tutaiSak, etik Çok­�!�i terkeE:flemiz gerekir. �esela Kur'an ayetlerinden bir yı�n aye­ti, Peygamber (s.a.v.)'den gelen haberleri, selefin hikayeiiiini ve hu­kema ve sfifiyyenin sözlerini terketmemiz icabeder. Zira, "lhvanu's­safô" kitabının yazan onları, delil sayarak ve onların aracıb�ıyla ah­maklann kalbierini kendi batılına yavaş yavaş çekmek maksadıyla zik­retmiştir.

Böyle bir tavır, haul ehlinin, gerçeği kendi kitaplarına yazmakla bi­zim elimizden almalarına yol açar.

Alimin derecelerinin en aşağısı cahil halktan aynlacak: bir seviyede olmaktır ki, bu seviyede olan kişi, -hacamat yapan adamın kan alma şi­şesinde de bulsa- baldan tiksinmez. Kesinlikle bilir ki, kan şişesi balın (I) ls lam felsefecilerinin ıstılihında (evvelkiler=el-Ev3.il) sözUyle "Yunan fi-

lozoflan" kasdedilir.

124

kendisini bozmaz. İnsan tabiannın ondan nefret etmesi ise avrunın bil­gisizliğinden ve o aletin kirli kan için yapılmış olduğu düşünmesinden kaynaklanır. Ve sanar ki, kan o kapla bulunduğu için kirlidir,ve onu biz­zat kendisinde bulunan bir nitelikten dolayı pis olduğunu da bilmez. Binaenaleyh, balda bu sıfat olmadığı zaman, onun o kabın içinde bu­lunması ona bu vasfı vennez ve pis olmasını gerektinnez.

Bu batı.l bir vehimdir ve halkın çoğuna anz olur. Binaenaleyh o in­sanlar; sözü kendilerinin iyi bildikleri birine nisbet ve isnad edersen, o söz babl da olsa kabul ederler. Şayet sözü kötü bildikleri birine isnad edersen doğru da olsa reddederler.

Huiasa, her zaman hakkı (gerçeği) adamlarla tanırlar, adamlan hak­la değil. (Gerçeği insanlara göre ölçerler.) Böyle bir tutum ise sapıklı­ğın son derecesidir."

•••

Bu dıırum böyle olmakla beraber Gazali'nin, "eski alim ve kelruncı­lara" muhalefet ettiği eserleri sebebiyle kendisini -hfişa dinden çıkmak ve sapıkhkla itharn edenlere cevap vennek için küfıirle imanın tartıla­cağı bir terazi (ölçü) koymaya çabalaması, insana Gazali'nin eski dııru­munu haurlatıyor. Zira o bir kısım insanlar tarafından atılan küfür ve sapıklık töhmetinin hedefi idi.

İnsan, Gazali'nin başkalanna töhmet yönelttiğinde küfür ve iman için bir ölçü kullandığım ve kendisi töhmetin hedefi olduğunda, yani kendisini müdafaa ederken de küfür ve iman için bir ölçü kullandığım düşününce kendi kendine şu soruyu soruyor: Bu iki durumda Gazali farklı mı davranıyor? İtham edilirken başka, itharn ederken başka bir Gazfıli mi oluyor? Küfür ve imanı konumunda nefsini müdafaa ederken başka, başkalanna itharnı yönettirken daha başka bir ölçümü kullanı­yor?

Gazali'nin eski tutumu, felsefecilere karşı idi. O tutumunu "Tehôfü­tü'l-Fe/dsife" kitabının sonunda şöyle anlatıyor:

"Birisi dese ki: onların (1) mezhebierini açıkladınız; peki şimdi, on-

(1) Tehafütü'l-Felô.sife kitabını( kendilerini reddetmek için yazdığı felsefecileri kasdediyor.

125

lann kafır olduklarını ve onlann itikadı gibi itikad edenlerin öldürülme­leri gerekti�ini kesin olarak sövlüvor dıusunuz? .

Deriz ki: Onlann tektır ooıımesı ü(i-meselede kaçınılmazdır: _Birincisi: Alemin kıdemi meselesi ve onlann, muhakkak cevherle­

. rio hepsi kadimdir, demel�ri. İkincisi: Allah u Teata'nın ilmi, insanlardan meydana gelen cüz'iy-

��-�fı:�az, demeleri,----··-· --·-·-·----

Üçüncüsü ise; cesedierin tekrar diriltilip toplanmasını (haşr) inkar .. etnieleridir.

• ••

İşte bu üç mesele hixbir şekilde İsi� 'la bağ��_:._Q!l_l�i�. eden kimse de, peygamberlerin -Allah'ın rahmet ve selamı orılara ol-

-�_lll!�_ralaİı söyleJifiıleve-tcl)i'ifettikıeri şeyleri insaiililraffi-ıl'Siahatica­bı söylemiş olduklanna i tilcad etJ.niş o�llf.! JiıLise, müslümanlardan hiç

-bfrinin (hiçbir firlcilıün}Irummadi�l-(itikacfeimediği) bir şeydir ve apa­çık küfürdür.

Bu üç meselenin dışında, ilahi sıfatlardaki t.asarruflan, onlara dair tevhid inançlan gibi meselelerdeki görüşleri ise, Mu'tezile mezhebine yakındır. Mesela, onlann tabii sebeplere bağlanma hususundaki görüş­leri, Mu'tezile'nin tevellüd konusundaki açıklamalannın aynısıdır. Yi­ne bizim, felsefecilerden -bu üç mesele hariç, naklettiklerimizin hepsi­ni İslam fırkalanndan bir fırka söylemiş bulunmaktadır.

Binaenaleyh, bid'at ehli İslam fırkalannı tekfır etme görüşünü be­nimseyenler onlan da felsefecileri de bu görüşleri sebebiyle tekfır eder­ler. Tektir konusunda çekimser olanlar ise, onları tekfir etmeyi bu üç meseleye hasrederler.

Bize gelince, şimdi İslam1a ba�daşanı ve bağdaşmayaru ayırmadan bid'at ehlini tekfıre kalkışmadık. Bu tutumumuzun sebebi, sözü bu kita­bın maksadrndan saptırmamaktır. Doğruya erişmeyi nasip.eden ancak Allahu Teala'dır."

Görülüyor ki, Gazali'nin burada yani 'Tehôfütü'l-Feldsife" kitabın­da küfür için koyduğu ölçü İslam'a "uyup uymama" dır. Çünkü o "bu üç

126

mesele hiçbir şekilde İslam'la bağdaşmaz" diyor. Ancak bu kapalı bir ifadedir. Bundan maksat elinin nasslarına uygun olup olmamak mıdır? Bu taktirde tevil konusunda Gazali'nin fıkrini öğrenmek gerekir. Çün­kü şüphesiz ki te'vilin bir kısmı, neredeyse aslı mahvedip onu önemsiz sayacak kadar aşırıdır. Bir kısmı da mutedildir, aslı yerinde bırakır ve onu temel sayar.

Bunun içindir ki Gazali meseleye daha fazla açıklık getirmek için şunları söylüyor: "Onlara yani bu üç meseleye itikad eden kimse, pey­gamberlerin yalan söylediğine ve zileretlikleri şeyleri halk toplulukları­na misal vermek ve anlatmak için, masiahat icabı söylemiş olduklarına itikad etmiş olur."

Bu demektir ki, ,peygamberleri yalanlama derecesine varmayan te'vil, küfıir değildir. Küfıir ve iman hususunda esas olan ölçü, peygam­berlerin yalanlanması veya onların tasdik edilmesidir. Binaenaleyh, onları �layan k.!!Me kafır, tasdik eden de mü'mindJr_,

Anlaşılıyor ki Gazali'nin "Telılıfütü'l-Felasife" kitabında küfür ve iman için koyduğu ölçü budur. Fakat acaba bu ölçü, Gazali'nin, "Fay­salü't-Tefrika beyne'I-lstam ve'z-Zendeka" ve "el-Münkız mine'd­Daldl ve.'l-MClsıl ilô. zi'l-lzzeti ve'l-Celô.l" kitaplarında kullandığı ölçü­nün aynısı mıdır?

O "el-Munkız" da der ki: "O söz akla uygunsa, delile dayanıyor ve Kitap ve Sünnet'e de aykırı

değilse, onun atılıp terkedilmesi niçin gereksin?" Bu ölçüde özü, peygamberlerin yalanlanmaması esası teşkil etmek­

tedir. Artık sen, rehberin doğru düşünce ve dengeli akıl olduğu sürece, istediğin sözü söyle; dilediğin görüşü benimse. Fakat bir şartla ki o söz, seni peygamberleri tekzibe (yalanlamaya) götürmesin. Biz daha sonra ­"Faysalü't-tefrika" nın metinlerinden- te'vilin tekzible altıkasını, biri­nin ötekinin aynısı olup olmadığını öğreneceğiz.

Özetle, peygamberleri yalan saymak küfıir; onları tasdik etmek ise iman demektir. İşte bu, "Tehdfütü'ljelasife" ile "el-Münkız mine'd­Daldl" kitaplarının üzerinde ittifak ettikleri ölçüdür.

"Faysalu't-Tefrika"da ise Gazali, meseleye daha fazla açıklık geti-

127

rerek şöyle diyor: "Umanm ki, sen küfrün tarifıni öğrenmeyi çok istersin. Şunu bil ki,

onun açıklaması uzundur; kavranması da zordur. Fakat ben sana çok sağlam bir işaret taşı vereceğim. Onu, düşüncenin temel taşı edinir ve onun yardımıyla İslam fırkalannı tekfırden ve ehl- İsl3m'a dil uzatmak­tan vazgeçersin. Her ne kadar bu fırkalann metodlan farklı ise de, "U ilfıhe illailah Muhammedün 'Rasfılullah" sözüne, samirniyetle ve onun­la çelişki ye düşmeden sımsıkı bağlı olduklan sürece, mü'mindirler. Bu sebeple diyorum ki:

Küfür, Peygamber (s.a.v.)'i getirdiği şeylerin herhangi birinde ya­lanlamak (tekzib) tir.

İman ise, getirdiklerinin hepsinde onu doğru kabul etmek (tasdik) tir.

Buna gö_r(\ y�)1fıgi _vt\Jıı_rist!y�ınJ� Mfırd�rler. Çünlçii__�Jşi d_��­

garnber ( ş,a. v .)'i y.U�ırıcı. _ sayıı,uştardır ..

Bırabmanlar is�, h_ay�i �llYclİ Mfıı:liiı:le_r. _Zi.!!t9J�!� ]Jiziı:ı:ı ,P_eygan:ı­berimizle birlikte diğer_ pey g;:u:ıı®ı:.Ieıi _dejnkar .etmişlerdir.

_ P��riJ�ı:Jmı:ı_�_ıya_!i_ş1t�_r)__Q�_�Mi!'diı:I�ı:,__ÇQ�!_i_q_ııJ�-�hçı:ı:ı __ �i?:il!! Peyga����'!l!2:�!ı�_l_ll �� _(İİğ_e!_ �_ygaiJibe!�I'İ- !!!M!:_e�ş!��.Q.iı:.

Ayrıca, küfür, mesela kölelik ve hürriyet gibi şer'i bir hükümdür. Çünkü küfrün manası, bu hükmü giyen kişinin (savaşta veya şartları bulununca) kanının helal olması ve Cehennem'de ebcdi kalması de­mektir.

Onun anlaşılması da şer'idir. Bu sebeple o ya nassla, ya hakkında nass bulunan bir şeye (mansfıs) kıyasla anlaşılır.

Yahudi ve hıristiyanlar hakkında nass vfırid olmuş, Brahmanlar, Se­neviler (Düalistler), zındıklar ve Dehriler (materyalistler) de onlara (kı­yas yoluyla) katılmışlardır. Hepsi de kafirdirler. Çünkü peygamberleri yalanlamaktadırlar. __ _ __ Kısaça_h�ı:kafir._p_eyzı,ımb.�rLyalanlaı:..

(Peygamberi) h�r_y�_'!.rılayaıı_� kafirdir. İşte bu söyledikl�riı:ı:ı •. s�-� ,

nin dikka� edec�ğin bir i§ar�t_�!�ır:"

128

Görülüyor ki, Peygamber (s.a.v.)'i yalanlamanın küfıir, onu bütün getirdilderinde tasdik etmenin de iman oldu� hükmü, "el-Münkız mi­ne'd-Dalcil" kitabındaki hükmün aynısıdır. Çünkü Gazali orada " ... eğer o söz Kitap ve Sünnet'e aykırı değilse ... " demişti.

İşte bu kitapta da Gazali, tasdik ve tekzibi, son Peygamber, pey­gamberlerin sonuncusu, Muhammed b. Abdullah'ın -en üstün rahmet ve en tam selfunet ona ve öteki peygamberlere olsun- getirdiklerine tah­sis etmektedir.

I.ehqfütü'l-Felasi[e'de ise Gazali, küfür ölçüsü o!M�ID!..Y&ıımb!<r.: ltı� y$nlaı:ım�mıJç�bul�tınişU!: .•

Bununla öteki arasında hiç bir çelişki yoktur�J!a i!llfuUQı:.üyl� -�il�n,_rugamberlerin hepsini tasdik etm�.kti.ı:,llinkoal�h. on.­.latdru:ı herhmlg!,biQ!ıi_yalan!ID:� .�fır olıg._ Küfür sözüyle kasdedilen de, peygamberlerin yani onlardan herhangi birinin yalanlanmasıdır.

Muhammed (s.a.v.), Peygamberlerin sonuncusudur ve risaleti pey­gamberlerin hepsinin getirdiği itikad esaslarını ihtiva edicidir:

''Nwi'a ve ondan sonra gelen heygamberlere valıyettiğimiz gibi, sa­na da vahyettik. Nitekim İbrahim'e, lsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunla­n(ın)a, İsa'ya, Eyylıb'a, Ylınus'a, Harun'a, Süleyman'a da vahyetmiş ve Davlıd'a da Zebfır'u vermiştik.

Daha önce sana anlatuğımız elçilere ve sana anlatmadığımız elçile­re de (vahyetmiştik). Ve Allalı Musa ile de konuşmuştu.

(Bunları) müjdeleyici ve uyarıcı elçiler olarak (gönderdik) ki, pey­gamberler geldikten sonra insanların Allah'a karşı bahaneleri kalma­sın. Allah üstündür, hikmet sahibidir.

Fakat Allah, sana indirdiğini kendi bilgisiyle indirmiş olduğuna şa­hitlik eder. Melekler de (buna) şahitlik ederler. Allah'ın şahitliği de (birşeyin gerçekliği için) kafidir." (Nisa, 163-166)

O halde O'na ve O'nun peygamberliğine iman, peygamberlerin hep­sine iman demektir. Artık o peygamberleri tafsilen anan lafsilen inan­mış olur; icmalen anan da icmalen inanmış olur. (Buna mukabil) onu yalanlamak, diğer herhangi bir peygamberi yalanlamak gibidir, küfür-

129

dür. Çünkü iman onlann hepsini tasdikten ibarettir . • • •

Gazati'nin hem başkası hakkında iman ve küfür hükmünü verirken hem de "Faysalü't-Tefrika" kitabında kendi lehine veya aleyhine hü­küm verirken takındıAı tavrı işte bu ölçüde uygunluk göstermektedir. Yani her iki halde de ölçü peygamberlmn tasdiki ve tekzibindm ibaret­tir.

Tekzibin mAnAsma ginneden önce Gazilrnin yukanda geçen söz­lerinde zikıett.iAi iki hususa işaret etmek istiyorum:

Birinci husus: O diyor ki, şüphesiz ki, küfür şer'i bir hükümdür. Bu­nun manası şudur: Küfür iki kere birin toplamının iki ve ObJZ üçün dört- ' te üçünün yirmi dört tam üç bölü dört (24 3/4) oldu�un anlaşılması gi­bi yalnızca akılla anlaşdan aldi bir mana deAildir. Yine küfür, insania­nn ntl on iki ükiyyedir, fıkiyye on iki dirhemdir, dirhem şu kadar arpa çeker, şeklinde ölçiller ilminde kaıarlaştınlan di�er ölçüleri tesbit ettik­leri gibi ittifak ettikleri beşeri bir hüküm de�ildir.

O ancak hikmetin gerektirdi�i duruma göre Şan' (şeriat �bi) in takdir ettiAi ve bize bildirdiAi bir hükümdür ki, o da kMirin kanının helal görülmesi ve Cehennem'de ebedi kalaca�ına hükmedilmesidir. Her­halde bu Şan'in sıraladı� sonuçlarına göre küfrün bir tarifidir. Yoksa, o (küfür) yukanda gördü�ümüz gibi peygamberleri yalanlamaktan iba­rettir. Onu ister eserleri ve işaretleriyle tanımış olalun; isterse gerçek şekliyle bilmiş olalım, her halukarda şer'i bir hükümdür. Yani o, beşer aklının tek başına ulaşaca�ı bir iş de�ildir. İnsaniann kendiliklerinden uydurup ittifak ettikleri rastgele bir mesele de de�ildir.

İkinci husus: Gazali, "Onun kavıanması -yani küfrün anlaşdması­nın yolu- şer'idir" diyor.

Dolayısıyla o ya nassla veya hakkında nass vand olan bir meseleye kıyasla idrak edilir.

·

Bu, birinci hususun açıldanması gibidir. Küfür yalnızca Şer'i bir meseledir. Çünkü onun bilinmesinin yolu Şeriat'ten geçer. Şeriat ise, yahudi ve hıristiyanlann lliır olduklarına dair açık delil getirmiştir. Muktezasınca, Şeriatın, yahudi ye hristiyanlar aleyhinde küfür hükmü-

130

nil verdi� mini, brahmanJarda, dUalistlerde, zmdıldarda ve materya­lisierde daha kaba ve çirkin şekliyle mevcuttur; İşte bu sebepledir ki, onların da ktlfı1lne hOkmedilmişlir.

Şimdi, "tekzib" in minAsındaki Ozellile dair vadetti�m söze dönU­ypr ve diyorum ki:

Tekzibiin iki.Ozellili vardır ki onlann Uzerinde iyice durubnası ge­rekir:

1- Bir kimse haberi ne yalanlar, ne dotruiar (ne tekzib eder, ne de tasdik eder). Bu dururiıda haber, haber verene sahih bir nisbede nisbet edilen bir haber olmadıkça, o kimseye, haber kendisine nisbet edileni (peygamberi) yalanlıyor, denilemez. Binaenaleyh, haberin söyleyene Miyeti yakin ilim derecesine erişmeden, bir kimseye nisbet edilen ha­beri yalan sayan bir kişiye her ne kadar haberi yalanlıyor denilirse de, o haberin nisbet edildili kimseyi yalanladılı söylenemez.

Hasılı, küfılr hlikmUne giren tekzib, peygamberlere nisbeti sabit olan haberler hakkında varid olan yalanlamadır. Nisbeti sabit olmayan­lar hakkındaki ise de�l Buradan hareketle ilimler insaniılın efendisi, efendimiz Muhammed Aleyhisselam'ın Şeriat'ında, Kur'an ve müteva­tir hadisin tekzibi ile atıad hadjslerin tekzibini, bir birinden ayımıışlar­dır. Eter yalanianan haber Peygamber (s.a.v.)'e nisbetlerinde hiç şüphe bulunmayan Kutan-ı Kerim ve mütevatir hadis ise, onlan yalanlamak, o sözü söyleyeni yalan saymak olur.

AlıM hadislerin nisbet derecesi böyle degildir ve Alimiere göre on­ları yalanlamale küfür olmaz.

Ancak bu konuda bazı hususlan gözönünde bulundurmamız gere­kir:

Birinci husus: Bir kimsenin ben bu hadisi peygamberin muhakkak söyl�iş oldutunu tasdik ederim; ancak, onun manasının sahih oldu­gunu tasdik etmem, demek suretiyle abM hadisi tekzib etmesi (yalanla­ması) dir. Ki, işte bu bana göre -hadisin taşıdılı manilardan herhangi birini (1) kabul etmeyi redd&ierse- peygamberi yalanlayıcı demek­tir.

(1) Biraz soma gelecek olan varlığın beş mertebesi bahsine bkz.

1 3 1

İkinci husus: Bir kimsenin, abM hadislerin hepsini reddetmesi (ki, ahad hadisler, takriben, Peygamber (s.a.v.)'den varid olanların tamamı-nı teşkil eder; ���. Mi!Jıler m_i!�Y�E!-�!!<!�s-��!ill���E"-����ll_f�_hı .Q!�M!!ID!!t.l!�m!J!�nların gı�U���ji!�!?tQ!!!P:�l!l.U .�Yl�J!lJşi�r�-�J>ir !gsnıt� _mütevaıir hi� 1JirJ�IID.!!!�-�-I:I!-Q!m!<,lı_: _

_ _

-� ileri sürm�lerdirl.,ye Kur'an'da bizi o hadislerden müsta�i bıralat � bilgi vardır ı.lllifias!Y!��-�adisleriıı�g;!!!!J>er__(!-!�YJ��!ş�!!!ım . . _

sahih oluf.flmaması bir xanal i!adisleri alma� biz hiç mecbur d�jliz,_ -��m-�!-�.!!�.!Ş.f& o ki�i .bamı göre Peygamberi yalanlay!Jl btr.�Içi!!l,Ş�ir. Zira o kişi, Peygamberin sözünü, yaptığına üzüntü de duymaksızın, ha­fıfe almaktadır. Bu şekildeki küÇümseme ve üzülmeme ise alay etme ve yalanlamadan başka bir şey de�ildir. Sonra, hadisler hakkındaki bu kü­çümseme, :'J>e_ygamber size ne verdiyse onu alın,..§ize ne.YiY.._�...Y.:. -��dan sa!anın." Q:!gf1 72 bu�uran Allah'ın emrine de itaat etmemelç __ _

.!�.emektir. Işte bu makamda ilahi emre hemen itaat etmemek ise, o emre razı ol­

mamak ve onubbullenmemek antamına gelir. Sonra, buna ilaveten, o türlü davranmada bir tavır alış daha vardır

ki, Allahü TeMa'nın "O kendi hevasından söylemez" (Necm, 3) şeklin­deki ayetinin manası açısından çok daha tehlikelidir.

Bazı kimseler, Peygamber (s.a.v.)'in hadisleri Arap muhitine ma­halli bir ilaç idi. Kur'an-ı Kerim ise, her zaman ve her yerde bütün insan­lık için genel kanundur. Binaenaleyh, Kur'an'la iktifa etmemiz gerekir, diye iddia edebilirler.

Fakat, bizzat Kur'an'ın kendisi Peygamberin lisanı ile şu aşa�ıdaki iyeileri zileredince iddiacı kimselerin sözünün ne kıymeti kalır'?

"De ki: "E�er Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı ba�şlasın." (Al-i lmran, 3 1)

"Andolsun Allah'ın elçisinde sizin için Allah'ı ve Ahireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için (uyulacak) en güzel bir örnek vardır." {Aiızib, 21)

Peygamber (s.a.v.) ise şöyle buyurur. "Benim sünnetime ve benden sonra da, hidayete ermiş olgun halifelerimin (Hulefa-i R8şidin) sünne-

132

tine sanlın." O yine şöyle buyurur: "Ben size, kendisine tutunduğunuz zaman, benden sonra asla sapıt­

mayacağınız bir şey bıraktım. Allah'ın kitabı ve benim sünnetim." ]}ütün bunlar �ıkça göstennektedir ki, ��..!!!� _ _(ş.a. �J!ı:ı��'!!'e­

Jini hafife almak v� hiç bir üzüntü duymi.!!Dak S':lfe_t!y}ı:..QJ!!.l_!?_��!?ütün terk�4�!l_ kimse, yalanlayanlara dahildir.

2- Tekzib (yalanlama), ancak yalanlayanın, haber sahibinin habe­rinden kasdettiği manayı reddettiği zaman tahakkuk eder. Binaenaleyh haber sahibinin haberinden neyi murad·etti�ini tam olarak bilemiyor­sak yalanlayanın yalanladığına dair kesin bir hüküm veremeyiz. Fakat haberin taşıyabileceği bütün manatan yalanladığı zaman durum deği­şir. Kişi haberin muhtemel olan manatarından birini kabul ettiği zaman, onun, yalanlayıcı olduğuna kesin hüküm vermek mümkün olmaz. Çün­kü, olabilir ki, haber sahibi, bu kişinin kastettiği manayı murad etmiştir. Böyle bir ihtimal bulununca tekzibin varlı�ına kesin hüküm vermek mümkün değildir. Tekzibin varlığına kesin hüküm olmadan da kafır ol­duğuna hükmetmenin hiçbir yolu yoktur.

Tekzibin bilhassa bu ikinci yönü hakkında, Gazati, Faysalü't-Tef­rika kitabında özel bir bölüm ayınyor ve orada sadra şifa olacak kadar açıklık getirerek diyor ki;

"Bil ki, bizim zilerettiğimiz husus, açık olmakla beraber, altında de­rinlik, hat.ta derinliğin tamamı vardır. Çünkü her fırka muhalifi olan fır­kayı tektir etmekte (kafir saymakta) ve onun Peygamber (s.a.v.)'i ya­lanladığını söylemektedir. ( . .. )

... . . Bu karışık ve zor durumdan seni ancak, tekzib (yalanlamak) ve

tasdik (doğru olduğunu kabul) in tariflerini ve onların İslam'daki ger­çek durumlarını bilmen kurtarır. Böylece bu fırkaların (mezheplerin) birbirini tektirdeki aşınlıklarını ve haddi aşmalarını anlarsın.

Bu sebeple derim ki: Tasdik: Ancak haberi hatta haberi vereni hedef alır.

133

Onun hakikati: Peygamber (s.a.v.)'in var olduıunu haber verdi!i şeylerin varlııım kabul etmektir. Ancak, var olmanın da beş mertebesi vardır. İşte o mertebelerden gMil olundu� içindir ki, her fırka mutıaıi­fınin Peygamber (s.a.v.)'i yalanladııını söylemiştir.

Şöyle ki: Varlık, z!ti, hissi, hayili, akli ve şibhi olmak üzere kısırn­lara aynlır.

Binaenaleyh, Peygamber (aleyhissalatü ve's-selam)'ın var oldu�u­nu haber verdi�i şeylerin onun haber verdi� şekilde var oldu�unu, bu beş kısımdan birine uygun şekilde kabul etmiş olan kimse, umümi ll)anasıyla Peygamber (s.a. v .)'i tekzib edici (yalanlayıcı) de!ildir.

Şimdi de, bu beş kısmı açıldayalım ve te'villerdeki örneklerini zik­redelim:

Zôti Varlık (el-VücUdu'z-Zôti): Hissin ve aklın dışında var olan hakiki varlıktır. Fakat akıl ve his ondan bir süret alır; onun bu almasına da idrak adı verilir.

Bu tür varlık göklerin, yerkürenin, hayvan ve bitkilerin var olması gibidir ki, o çok 'açıktır. Hatta o kadar bilinen bir şeydir ki, insan1ann � �u, varlığın bundan başka olan manasını bile bilmez.

Hissi varlık (el-VücUdü'l-hissi): Gözün dışında bir varlı�ı bulun­mayan bir şeyin, gözün görücü kuvvetinde temessül etmesi (var görün­mesi) dir. Böylece o şey hissen var olmuş olur ve o duyu organına mah­sus bu varlık olur. Bu hususta duyu organına başkası ortak olmaz. Bu çeşit varlık, uyuyan kimsenin hatta uyaruk hasta kimsenin gördüğü şey (hayalet) gibidir. Çünkü böyle bir kimseye bazan bir süret görünür, oy­sa onun hissin dışında bir varıııı yoktur. Ama böyle bir kimse onu, di­�er varlıklan gördü�ü gibi görür. ( ..• )

Hayiili Varlık (el-VücUdü'l-hayali): O, bu duyularla bilinen varlık­ların senin hissinden uzak oldukları zamandaki şeklidir (süretidir). Çünkü sen, gözleri kapalı olsan da, hayalinde bir "fıl" ve "at" ın şeklini canlandırabilirsin; hatta onu gözle görüyormuş gibi olursun. O, tam bir şekilde, senin dima�da (beyninde) mevcuttur; ama dimağın dışında­ki alemde yoktur.

Akli Varlık (el-VücUda'l-akli): O, bir şeyin (varlı�n) ruhu, hakikati

134

ve nı.anası olması demektir. Akıl, onun, hayalde, histe ve hariçteki sfıre­tinin sabit olmasına bakmaksızın, sırf minasun kavrar. Mesela "el" i ele alalım: Şüphesiz ki elin hisle bilinen ve hayal edilebilen bir slireti var­dır. Onun bir de gerçek mahiyetini teşkil eden manası vardır ki, o yaka­lama ve sımsıkı tutma gücüdür. İşte bu güç, aklın anladığı "el" dir. ( ... )

Şibhi varlık (el-VücUdül'ş-şibhl): Bu tür varlık, ne suretiyle, ne ha­kikatiyle, ne hariçte, ne histe, ne hayalde ve ne de akılda bir şeyin bizatİ­hi var olmamasıdır. Fakat var olan nesne başka bir şey olur ki, özellikle­rinden veya sıfatlarından birinde ona benzer.Gadap, şevk, ferah (se­vinç), sabır ve Allahu T.eata hakkında varid olan diğer şeyler onun mi­salidir. Çünkü, mesela gadabm hakikati kalb kanuun galeyanı (kayna­ması) dır. Bu ise bir eksiklik ve acıdan ayn düşünülmez.

Binaenaleyh, Allahu TeMa'ya ait bizzat gadabın, zati, hissi, hayali ve akli şekilde sübfitunun (var olmasının) muhal olduğuna dair delili bulunan kimse onu, başka bir sıfatın varlı�na delil sayar ki, gadap sıfa­tından sadır olan şey o sıfattan da s8dır olur. Ceza venneyi dilemek (ira­de etmek) gibi.

İrade haddizatmda gadaba uygun olmaz. Fakat sıfatıardan birinde ona yakındır ve eserlerden bir eser ondan sudlir eder (meydana gelir) ki o da acı vermektir."

Bir insanıri kavrayışı açısından, bir şey ancak bu beş şekilden biri­siyle vardır. Sonuç olarak kişi, Pegayber (s.a.v.)'in varlığını haber ver­diği bir şeyin varlığını itaraf (kabul) etmek suretiyle İslam sınırından çıkmış olmaz; ve yalanlayıcı olmaz. Nitekim Gaiali de böyle söylü­yor:

"Binaenaleyh, Peygamber (s.a.v .)'in varlığını haber verdiği şeyleri bu beş mertebeden birine uygun şekilde var olduğunu kabul etmiş olan kimse, umômi manasıyla (Peygamberi (s.a.v.) tekzib edici de�ildir."

İşte bu ifade, benim daha önce, tekzib (yalanlama), ancak mükezzib (yalanlayan), haber sahibinin, haberinden kasdetti�i manayı reddettiği zaman tahakkıık eder, şeklinde ifade ettiğim sözün manasıdır. Binaena­leyh yalanlama o sözün birden çok manası olabilecegi ve haber verenin

135

de o manalardan birisini özellikle belirtmedi�i takdirde muhtemel ma­naların hepsini inkar etmekle olur. Onlardan hangisi olursa olsun birini isbat (varlı�ını kabul) etme durumunda ise, haber verenin (muhbirin) verdi�i haberle, bizzat o kabul edilen mfuı§.yı kasdetmiş olma ihtimali vardır. Bu ihtimal bulundu�u sürece haberin tekzib edildi�ne (yalan­landığına) hükmedilmesi mümkün değildir. Küfür tekzibten ib§.ret olunca ve tekzibe dair de hüküm bulunmayınca o kişinin illır oldu�una hükmetmek caiz olmaz.

* * *

Fakat bu geniş alanda, nasslarla oynamayı mfıbah görecek şekilde mesele bir başıboşluğa mı bırakılacak? Bu durumda dileyen o nassı ha­kiki mfuı§.sına yorar ve onu kabul eder, dileyen "de diğer dört mfuı§.dan birine yorar; o da onu alır. Anlamanın ve te'vil etmenin bağlanacağı bir kaide bulunmazsa bu durum da başıboşluğa sebeb olmaz mı?

Muhakkak ki mesele �kanaatince- böyle olmaktan daha sağlam da­ha ince ve uzaktır. Zira Ş&i-i Hakim'in haberleri, aynı zaman içinde var plma, zuhfır ve vuzUh derecesinde birbiriyle uyuşan renkler topluluğu­nu, aynı zaman içinde bir araya getiren ebemkuşağı gibi bir şey değil­dir. İlrull kanun, Gaza.Ii'nin daha önce açıkladığı görüş gereğince, habe­rin taşıdığı beş man§. mertebes!nden, kişinin nefsi arzusuyla uyuşacak olanı seçmesine izin·vrecek kadar esnek değildir. Asla böyle olamaz. Şüphesiz ki, mesele bundan daha sağlam ve daha titiz ele alınmaktadır. (Nasslar hakkında) hile ve kurnazlığa yol açan böyle bir başıbozuklu­ğun ona hakim olması mümkün değildir. İşte bu hususa dair Gazallder ki:

"Ben, te'vil konusunda, fırkaların bu beş mertebe (derece) üzerinde ittifak ettilderini ve onlardan hiç birinin tekzib makamında (tekzibi üa­de eder oln:ıadığını) kesinlikle anladım.

Yine onlar şu hususlarda da ittifak etmişlerdir: Bu tarz bir te'vile git­menin caiz oluşu nassın zahirinin muhal olduğuna dair delilin bulun­masına bağlıdır.

tik zahir olan man§. (nassdan ilk anlaşılan) zati var olmadır, o sabit olduğu zaman hepsini (diğer bütün mfuıaları) ihtiva eder.

136

Z3ti var olmanın anlaşılması zor olursa, hissi varolma alınır. O sabit olduğu zaman kendinden sonrakileri içine alır.

Onu anlamak zor olursa, hayaii varolma veya aldi varolma mertebe­si alınır:

O da zor olursa, şibhi (mecAzi) var olma alınır. Apaçık delilin bulunması dışında ondan daha aşağı dereceye inme­

ye izin yoktur." •• •

Demek ki, bu var olmalar sırayladır; kimisi kimisinden daha doğru­dur; daha doğrudan, daha doğru olmayana inmek, nefsi arzunun (keyfi hareket) peşinde koşmaya kapı açmak ve lafzı yorumlamaya daha layık olan hakikatten yüz çevirmektir.

Böyle bir iş hakkında söylenecek en hafif söz, bunun nasslarla eğ­lenme olduğu ve nassları akla ilk gelen ve şari'in moradına en yakın olan manadan uzaklaşurma olduğunu söylemektir. Böyle bir iş yapan kimseye doğru yolun gösterilmesi gerekir. Fikrinde djretirse, o maksat­lıdır ve günahkardır.

• ••

Tekzibin manasma bir kez daha göz atarak konuyu toparlayalım. GazMi meseleyi özetle şu şekilde ortaya koymuştur: "Şeriat sahibinin sözlerinden herhangi bir sözü, bu derecelerden

(mertebelerden) birine göre -yani biraz önce işaret edilen kanuna uygun olarak- izah eden herkes (peygamberi) tasdik edenlerdendir. Tekzib ise ancak, bir kimsenin bu manaiarın hepsini inkar etmesi .ve Şan'in söyle­diği sözün hiç bir manasının olmadığını iddia etmesidir. Bu iddiayı ya­panın maksadı meseleyi bulandırmak veya dünya menfaati ise O, sırf yalan olur. O durum ise, küfür ve zındıklığın ta kendisidir. Te'vil kanu­nuna bağlı kaldıkları sürece te'vilcileri tekfir etmek gerekmez."

Yukardaki sözden anlaşılabilir ki, bu beş çeşit varlık şeklinin sınırı, ne kadar aşırı olsa da her sözü kuşatır. Buna göre, sözünde her ne kadar aşırı da olsa, herhangi bir kimse hakkında küfürle hükmetmenin iinkanı yoktur. Çünkü onun bu sözünün beş çeşit varlıktan herhangi birine uy-

137

gun düşmemesi nasıl mümkün olur?

Bu düşüncemizi GazAli'nin TehıifütQ'l-Felasife kitabınm sonunda (Mtimesinde): "Biz ise bid'at ebiini tekfrre yeltenmeyi tercih eder ol­madık" şeklindeki sözünün yorumu olarak da dipnot� kaydetmiştik.

Şöyle ki; onun sözündeki şüphe (kaPalılık) benim hoşuma gitmedi; isterdim ki açıkça şöyle desin:

"Biz bid'at ebiini tekfır eder olmadık. u

Bu yüzden o ifadeyi şöyle yorumlamışum:

"Gazaıi'den böyle bir tevakkufun sudur etmiş olması gerçekten şa­şılacak bir şeydir. Bu onun görüşünde çok kati ve ısrarlı oldu� şüp­he bırnkmayacak bir durumdur. Onun bu ibarede, bir görüşü benimse­mesinden daha kan ve ısrarlı nasıl olunabilir ki, o, ne kadar basit olursa olsun, hatta sıfatlarm zattan ziyade olmadı�nı söylemek olsa bile bir meselede Eş'aôler'e muhalefet etmenin, Allah'm gadabını ve cehen­nemde ebedi kalmayı gerektirdiği vehmini (zannmı) vennektedir."

Bundan sonra.Gazali'nin, aşağıdaki sözleri sebebiyle felsefeciler hakkmda küfür hükmünü vermesini tenkide geçtim:

- Alem kadimdir - Allah cüz'iyyau bilmez

- Cismaru ba's (dirilme) yoktur.

Ben bunları yaparken Gazarı'nin küfür ve iman için vaz ettiği naza­riye ve az önce açıkladığı beş varlık şeklinden biri üzere Peygamber (s.a.v.)'in varolduğunu haber verdiği şeylerin varlı�nı kabul eden kişi­nin tekzib damgasından -ki o, Allah korusun küfürdür-tebrieye (uzak kalmaya) kefil olduğunu zannediyordum.

Yukarıda geçen "cehennemde ebedi kalmak"sözünün ardından aşağıdaki sözleri söylemiştim:

"Fakat biz Gazali'yi bu görünümünden başka bir görünümde, küfür ve iman meselesinde son derece ihtiyatlı hareket eden bir kimse olarnk tanıyoruz. O kadar ki o, haklı olarnk değil de nefsani arzulan ve maksat­lan peşinde giderek, rastgele söyler ve başka kimselere iftira edebilirler diye, insanları, küfür sözünü a�anna almaktan bile men eder ve şöyle

138

der:

"Bir müslümanı tekfır eden kafır olur." • • •

Biz Gaz3li'yi, müsamahakar, düşünürler arasında yakıniaşmayı sa�layan, onları birbirlerini küfürle ilham etmelerine razı olmayan bir kimse olarak tanıyoruz. Zira düşünürler ço�u kez ancak, gerçek şekli­nin kavranması kolay ve basit olmayan derin meseleler hakkında aynlı­�a düşerler. Bu yüzden onlardan hiç birinin kendisine, kendi görüşünün tam gerçek oldu�u. muhalifinin görüşünün ise açık küfür oldu�una inandıracak şekilde güvenınesi uygun olmaz. İşte Gazali "Faysalü't­Tefrika"da �yle diyor:

"Bu konuda iki durum vardır: Birincisi: Avam-ı nasın (kültürsüz halk tabakasının) durumudur.

Bu makamda do� tutum, ittiba (meselelerin derinliklerine daimadan daha önceki açıklamalara uyma) nasların zahiri manaiarını do�dan tefsirden kaçınmak ve sahabenin açıklamadı�ı bir te'ville açıklama yapmaktan sakınmaktır.

İkincisi ise; eskiden gelen ve rivayet edilen itikadlan birbirleriyle çarpışan düşünürler arasındadır. Binaenaleyh, onlann meseleleri ince­lemeleri zamret miktarınca ve zahiri manalan bir kenara bırakmalan bUrhan-ı kat'i (kesin delil) zarureti ölçüsünde olmalıdır.

Birinin, di�erinin delil diye inandı�ı hususta onu hata içinde gör­mek suretiyle, birbirini tekfır etmeleri yakışmaz. Çünkü o iş (tekfır) ba­sit ve kolay kavranılır bir iş de�ildir."

Biz Gazaii'yi iman için bir takım mi'yar ve mikyaslar koyan ve onla­n gerçekten çok geniş tutan bir kimse (olarak) tanıyoruz. O kadar ki onun bu sının çok geniş dairesinin dışmda ancak pek az bir kimse kal­maktadırlar ki onlar da, kendini büyük gören ve gerçek karşısında inada kapılanlar, ya da peygamberlerin de di�er liderler gibi sosyal reformİst­ler olduklarını, vahiyle te'yid edilmediklerini ve Allah tarafından gön­derilmedikıerini iddia eden vb. kimselerdir. Bu konuda yine "Faysa­lü't-Tefrika" da �yle diyor: "Herhalde sen küfrün tarifıni (smınru) bil­mek istersin ... "

139

Gazali'nin yukandaki ifadesini tamamen naklettikten sonra şöyle yorum getirdim:

"Bu beş kısmı, onlann sınırlannın genişliğini ve onun (Gazali'nin), peygamberin varlığını haber verdiği bir şeyin varlığını bu beş kısımdan biri üzerine sabit gören kimsenin'(peygamberi) tasdik edici bir kimse olduğuna açıkça hükmedişine ne dersin?

Gazali'nin "et-Tehiıfüt" kitabında felsefecileri tekfır ettiği mesele­ler ve yine onlann belki tekfır edebileceğini söylediği meseleleri gör­dün mü?

Şüphesiz ki onlann bu mesele çevresindeki görüşleri hiçbir halde bu geniş dairenin dışında kalmaz. Çünkü nassı te'vil eden ve nassla ak­lın arasını bulmaya çalışan bir kimseyi yaptığı iş, herhalde bu merte.be­lerin dışına çıkarmış olmaz. Felsefecilerin yaptığı da bu sınırlar içinde­dir."

On yıldan az olmayan bir zamandan beri GazMi karşısındaki tutu­muro işte budur. Burada açıkça ilan ediyorum ki, ben varlığın (el-vücô­dat el-hamse) sınırının her sözü içine alacağı ve hiçbir sözün onun dı­şında kalmayacağı şeklindeki zannımda ben hatalıyım. Çünkü, pey­gamberlerin, kendileri böyle bir şeyin varlığına inanmaciıldan halde, cennetin hissi nimetleri ve cehennemin hissi azabı gibi bazı meseleleri halkı itaate teşvik maksadıyla zikrettiklerine itikad eden kimse, pey­gamberleri tekzib edici olmaktadır.

Yine Allah'ın meydana gelen teferruatlı olaylan (el-cüz'iyyat) bil­mediğine, onlan Kur'an'da ancak, insanlan korkutmak, onlan günah iş­lerden sakındırmak ve itaatlere teşvik için zikretmiş olduğuna itikad eden kimse de Kur'an'ı ve Kur'an kendisine indirilmiş olanı (Peygam­beri) yalanlamış demektir.

Onlann bu sözleri beş varlık (el-vücudat el-hamse) sınıona girmez. Nitekim cismani ba's (dirilme) ayn bir şeydir, ruhfull ba's bir başka şey­dir. Yine İslfun'da, cennette hissi nimetler ve ma'nevi nimetler bulundu­ğunu ve cehennemde hissi ve ma'nevi bir azab olduğunu göster.en şey­ler vardır. Bu iki durumdan birini kabul edip diğerini etmemek tekzib­tir.

140

İşte bunun içindir ki Gazarı "Feysalü't-tefrika" da söyledigini 'Tehdfütü'l1elasife" kitabında söylemiş olduklanndan farklı görmü­yor. Yine bunun için felsefecilerin "Allah cüzziyyau bilmez" demeleri ve cismani ba's'ı inkar etmeleri sebebiyle felsefecileri tekfırde hata ıs­ratlıdır.

Şüphe yok ki, onun beş varlık "el-vücudat el-hamse"ye dair söyle­dikleri felsefecileri küfıir damgasından kurtannaz ve onları sapıklık (il­had) sahasının dışına çıkarmaz. Gazali'nin beş varlık (el-vücudat el­Immse) nazariyesini tesbit etmiş olmasına ragmen "Faysalu't-Tefrika" kitabında felsefecilere küfıir hükmünü verdiğini görürsün.

Demek olur ki, Gazali'nin felsefecilere küfür hükmünü vermesine nisbette "Faysalü't-Tefrika"daki ve 'Tehtıfütü'l-Feltısife"deki durumu degişmemiştir. Zira felsefeciler cismani ba'sın (dirilme) olmadıgını ve Allah'ın cüz'iyyau bilmedigini söylemektedirler.

Gerçekten ben, bu iki durumun ayn ayn oldugunu düşündügünl za­man yanılmışum. İşimin önünde de sonunda da hamdolsun Allah'a ...

Samt ve selam olsun peygamberlerin sonuncusu Raslılullah'a.

Süleyman Dünya

Hilmiyetu'z-Zeytun 19 Rebiulevvel 1381, 24 Agustos 1961.

141

Faysalu 't-Tefrika Beyne'I-islam ve'z-Zendeka

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla ...

"FAYSALU'T-TEFRİKA BEYNE'L-İSLAMi VE'Z-ZENDEKA"

Faziletli alim İmam Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed b. Mu­hammed el-Gazali der ki:

İzzetine (k:uvvetine) teslim olmak, nimetinin tamamlanmasını dile­rnek, tevfıkini, yardımını ve O'na itaati ganimet saymak, O'nun yardım­sız bırakmaması, kendisine isyan etmekten koruması ve güzel nimetle­rinin bol bol gelmesini dilemek için yüce Allah'a hamdediyorum.

Kulu, peygamberi ve yarattıklannın en hayırlısı Muhammed (SA V)'e de, peygamberliğine boyun eğdiğimi bildirmek, şeiaatını dile­rnek, peygamberliğinin hakkını vermek, mübarek sırrına ve seeiyesine sığınmak için kendisine, O'nun aline, eshabına ve nesiine dua ediyo­rum.

Şimdi, ey şefkatli kardeşim ve bağlılığı fazla olan dostum, seni, cam sılalmış ve aklı-fikri dağınık gördüm. Buna sebep de dini muamelelerin sırlan ile ilgili yazılmış olan bazı kitaplanmız hakkında kimi hasetçile­rin bazı tenkidlerinin senin kulağına gelmiş olmasıdır. Onlar şöyle di­yorlar:

145

O kitaplarda, önceki mezhep ve kelam alimlerinin görüşlerine muhalif sözler var.

Eş'ari mezhebinden bir kanş bile olsa sapmak küfıirdür, çok küçük bir konuda da olsa ona muhalefet sapıklıktır, zarardır.

Ey şefkatli ve samimi kardeş, sen rahaıına �� ca.:ruru tg_m�.J)f� . _!c�n�_i������-�!: .. :�4�!!Q�!:İ.!}�-�J! .. �9!�!..Q!l�--ID!: . !��--�i,ı:������!�!.L{M�ell)_f!!!l .. ı .. !9l.!!�şe_t�ı>.M!!m [email protected].!�..! ... önemseme ve bilmeden küfıir ve ��t {�ı!!.J!HçLn@_9�l,aı1l.c:la

�önem verme. __ Zira hakka�� hang! da�i.�).'g���!�.;t}�!endİ!�ı!�ıı.d.a-

. ha ll!ükemmel ve daha akıllıdır? �le oldu@ halde onun hakkın� bi- _

1�-·�o-���l���en bir delidir" demişl�rdi!._. _ Yine hangi söz, Alemierin Rabbi'nin, sözünden daha yüce ve daha

d<>Wudur? Onun hakkında bile eskilerin efsaneleridir, dediler! . . ""'A!Dk onlarla mü.s:_adele ve m�!ttnekten, onlan delillerle sus­

turmaya uğraşmaktan vazgeç. Çünkü fstenmeyenıli!"Şeyl"tekfif"etiiiiŞ-"Y�Amfeilm�ekbir �zti.sMe�!i�!�uii: ··-- '"· --��-- - - - --- - -- ··

Hem şu sözü işitmedin mi? Kurtuluş ümidi vardır bütün düşmanlık/ardan,

Fakat seliimette kalınmaz hasetçi olanlardan.

Onları herhangi bir kimsenin islah etme ihtimali olsaydı ecellerin­den bahsedildikten sonra ümitsizlik ayetleri okunmazdı.

Allah'u Tealll'nın şu sözlerini de mi işitmedin? "Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi (yapabilirsen)

yerin içine (inebildiğin) bir delik, ya da göğe (çıkabileceğin) bir merdi­ven ara ki onlara bir mucize getiresini Allah, dileseydi, elbette onları hidflyet üzerinde toplardı, o halde bilmeyenlerden olma!" (En'am, 35)

"Onlara gökten bir kapı açsak da oraya çıkacak olsalardı: Herhalde gözlerimiz döndürüldü, biz büyülenmiş bir topluluğuzderlerdi." (Hıcr, 14-15)

"Eğer sana kağıt üzerine yazılı bir kitap indirmiş olsaydık da onu el-

146

leriyle tutsalardı, yine ink8r ederler, bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, derlerdi." (En'Am, 7)

"Biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşıianna getirseydik, Allah dilemedikten sonra yine inanmazlardı; fakat çokları (bunu) bilmezler." (En'am, l l 1)

J'ilesin kii küfür ve imanın halcikati,J,.ıın�J.arnl�ri; � deWet v�-�..!!lann sırl!l!!,; m�vki_ye mal ��&.i!!YJ�.!Q!J�nıiş olan gönüllerde �Ili etmez (g�!i!.'!m��--

Bilakis bu ge!:Ç_��_r: 1- Dünyevi kirlerden arınmış, 2- Tam bir ri yazetle cilal.anmış, 3- Safi zikirle aydınlanmış, 4- ls!betli (do�) düşünceyle beslenmiş, S- Şer'i emirlere b�lılıkla süslenmiş ol.an gönüllerde tçççlli w�ı:.­

ler . .. Nihayet nübüvvet kandilinden o kalbe nur akar, sanki o kalp cilait

ayna olur ve kişinin kalb kandili içindeki iman IOOıbası, etrafa nurlar sa­çar hale gelir. Nerdeyse, ateş, değmese de yağı ışık verir.

llatıları, nefsi arzuları; taptıkları, hükümdarları; kıbleleri, dirhem ve dinarları (gümüş ve altın paraları); şeriatleri, saçmalamaları; istedik­leri makarn ve şehvetleri; ibadetleri zenginlerin hizmetleri; zikirleri vesveseleri; hazineleri işlerini görenler (idarecileri); düşünceleri de zevkli hayatlarının gerektirdiği şeyleri elde etmek için hileler uydur­maya çalışmaktan ibaret olan"insanlarda artık melekfıtun (ruhlara mah­sus gayb aıeminin) sırları nasıl tecelli eder.

Böyle kimseler için küfrün karanlığı imanın ışığından nasıl ayrı­lır?

llatıi bir ilhamla mı? Oysa onlar ilhamı kabul etmek için kalbierini dünya kirlerinden arındırmamışlardır.

Yoksa ilmi bir olgunlukta mı? Halbuki onların ilmi satıadaki serma­yeleri de, sadece necaset meselesi, za'ferfuı meselesi ve benzeri şeyler­den ibarettir.

147

Heyhat! hey hat! ! Istenen bu iş öyle temenni ile veya gev�klilde el­de edilebilmekten çok uzaktır.

Bu yüzden sen kendi işinle uğraş, vaktini de onlarla mücadele ede­rek zayi etme!

"Bu sebeple bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden yüz çevir.

İşte onlann erişebilecekleri bilgi sının budur. (Bundan ötesine akıl­lan ermez.) Şüphesiz, Rabbin yolundan sapanı da o yola geleni de iyi bilir." (Necm, 29-30).

I. FASIL Şimdi eğer sen, kendi gönlünden ve hasetçi azgmlığınm yerinden

oynatamadığı ve taklit körlüğünUn kendisini bağlamadığı; buna muka­bil taklit körlüğünün bıraktığı izleri anlamak için fıkren susuz kalan kimseler arasından senin durumunda olanların gönüllerindeki bu düş­manlığı söküp atmak istersen, sadece senin gibi kimselerle dost ol ve küfrün sınırını (tarifini) araştırmaya çalış.

Dost olduğun kişi küfrün tarifinin, Eş'ari mezhebine, Mu'tezile mezhebine, Hanbeli mezhebine veya başkasına muhalif olan şeyden ibaret olduğunu iddia ederse, iyi bil ki o kişi, bilgisiz ve ahmak bir kim­sedir. Kendisini taklit bağı bağlamıştır. O, (ma'nen) körlerden biridir. Artık, onu düzelteceğim diye boşuna zamanını harcama.

Onu anlamak için, senin delillerine karşı öne sürdüğü iddiaları kar­şılaştırman yeter. Zira bu takdirde o, kendisine muhalif olan diğer tak­litçilerle kendi nefsi arasında hiçbir fark göstermeyecektir.

Bu fikrin sahibi mezheplerden Eş'ari mezhebine meyledebilir ve herhangi birşeyde ona muhalefet etmenin açık bir küfıir olduğunu iddia edebilir.

O zaman sen ona şunu sor: Gerçeğin Eş'ari'ye bağlı olduğuna nasıl kesinlikle inanabiliyor ki sırf, Allah'u Teala'nın beka sıfatı hakkında Eş'ari'ye muhalif olduğunu ve bekanın Allahu Team'nın zatı üzerine zaid bir sıfatı olmadığını iddia ettiği için, Bakıllani'yi tekfır edebili­yor?

148

Ve niçin Bakıliani'ye muhalefeti sebebiyle Eşari de�il de, Eşaı'i'ye muhalefeti sebebiyle BakillAni küfre daha layık olmuştur?

Öteki haklı da, niçin heriki degil?

Bu, zaman itibarıyle Eşari daha önce yaşadı�ı için mi olmuştur? O takdirde, Mu'tezile'den olup da Eşaıi'den daha önce yaşayanlar vardır. Bu durumda daha önce gelen herkes haklı mı olmalıdır?!

Yoksa bu durum, ilim ve faziletlerindeki farklılıklanndan ötürü müdür? Bu durumda o kişiye şunu sonnalı;, hangi ölcü ve t.aıtı,yla fazil� !i�����!�!i!!Ull�mi!§!H! cl;e. varlık alemiJ!de ke!ldisinin tibl olduğQ ve taklit etti� alimden daha faziletli hi bir alimin bulunmadı�ını anlam -· ·----·--�---------------�------ö!----- -... !Ş. _ı;ıa _

.

Şayet o, B3kı.llaıti'nin Eşaıi'ye muhalefet etmesine izin veriyorsa başkasına bu işi niçin haram sayıyor? BakıliAni ile, el-Kerabisi, el­Kalanisi ve di�erleri arasında ne fark vardır? Bu ruhsatı Bakıllani'ye tahsis etmenin manası nedir?

Şayet münakaşa etti�in kişi; "Bakıllaıti'nin muhalefeti meselenin aslı ile alakah olmayın lafzi bir ihtilaftır. Nitekim bazı mutaassıplar, kendini ilgilendinneyen işe karışarak: haksızlık etmişlerdir," der ve Ba­kıliani ile Eş'aıi'nin Allahü Tealfuıın vücud sıfatının devamı konusunda müttefık olduklarını (ki bu konudaki ihtilaf zat ile yahut zat üzerine zait bir vasıf ile alakalıdır; ve şiddet göstenneyi gerektinneyecek kadar ba­sit bir ihtilaftır) iddia ederse (peki niçin, sıfatlan kabul etmedi�inden dolayı Mu'tezile alimi aleyhinde şiddetli söz söylüyor? Oysa ki Mu'te­zili alim Allah'ın alim (ilim sahibi) olduğunu, bilinmek şaıtından olan­ların (el-ma'liimat) hepsini kuşatıcı olduıunu ve mümkün olaniann (müınkünat) hepsine kadir olduğunu kabul etmektedir. Eş'aıiye, sade­ce Allahu TeMa'nın zatı ile mi yoksa zai.t bir sıfatla mı alim ve kadir ol­du�unda muhalefet eder.

O halde iki ihtilaf arasındaki fark nedir? Allahu TeMa'nın sıfatları­nın inkarı ve isbaıını düşünme hususunda o sıfatiardan daha büyük ve daha önemli hangi bahis vardır?

Muhatabın; "ben mu'teziliyi sadece şu sebeple tekfir ediyorum; çünkü o, zat-ı vahideden (tek zattan) ilim, kudret ve hayat faydasının

149

şudôr ettiW.ni (meydana geldiW.ni) iddia etmektedir. Oysa ki bunlar ta­rifleri ve hakikatleri itibarıyle birbirinden ayn sıfatlardır. Halbuki muh­telif hakikatierin hepsinin birleştirilerek tavsif edilmesi veya bir zat'ın onlann yerine kalın olması muhaldir." diyebilir.

O halde Eş'ari'nin: "Şüphesiz ki ke:tam, Allahu Teaia'run Zatı ile kaim zaid bir sıfattır. O

keiam sıfau tek olmasının yanında Tevrat'ur, lncil'dir, Zebur'dur ve Kur'an'dır.

Ve o emirdir, nehiydir, haberdir ve haber sormadır" şeklindeki sö­zünü niçin gözden ırak tutuyor? Oysa bunlar da ayn ayn hakikatler­dir.

Çünkü "haber"in tarifi şöyledir. "Haber, tasdik ve telezip edilebilir sözdür." Oysa ki bu ihtimal emir­

de ve nehiyde bulunmaz. O halde nasıl tasdik ve tekzip ihtimali olanla olmayan şeyler tek bir hakikat olur? Bu durumda tek bir şey üzerinde hem nefiy hem isbat birleşmiş olur!..

Ey kardeş! Şayet muhalifm buna cevap vermekte bocalar veya onu açıklamaktan aciz kalırsa bil ki O, müstakil fı.kir sahibi degildir, ancak bir mukallid<lir :.!!Mkasm.!_taklid �!!.��>.:��� ise. susmak; ona

!!l�a��lara J!kı__J!!!_ da cevaE vermemektir. Zira m��.:. leleri delille İ7Jlh. etmekten içizdir. Q� i§ç.Iaxık biri Qls:ıı���

. . nna �bjJ�iri ıJ.eJU,Jmş_�m kcınms.ine_tabi.._�unl.u;_ ��i. de�iJ.ı:ıı�!.� .. C!ı:ıı�!!l)_Ql.�!!:

Buna rağmen mukallid, delil getirmeye çabalarsa bil ki, o fuzuli bir işle uğraşmaktadır; böyle bir kişi so�uk bir demiri döven ve parampar­ça olmuş bir şeyi düzelimeye çalı§an bir kimse gibidir. Zamanın bozdu­�unu attar koku serpmekle hiç düzellebilir mi?

İnsafla hareket edersen hakikati (hakkı), belli bir kimseye has kılan kimsenin küfre ve çelişkiye daha yakın oldu�u anlarsm.

Küfre daha yakın olması şu sebepledir ki, o kişi bağlandığı kimseyi en küçük hatalardan bile münezzeh görerek neredeySe (Allahu Teala tarafından) korunmuş peygamber (nebiyy-i ma'sôm) yerine koymuş olmaktadır.

150

O pey�ber kiiman ancak O'na tAbi olmakla g���!<J�ş!r,_ • Küfür de ancak O'na muhalefet etmekle _J!I_�ydan!!_g�Jk:.

Çelişki içerisinde olmalan da şöyle açıklanabilir: Şüphe yok ki her düşünür, düşünmeyi gerekli görür ve 'düşüncende de ancak benim gö­rüşüme uyacaksın; çünkü benim ileri sürdü�üm her görüş bir delildir,' der. Şu halde 'benim mezhebimde beni taklid et' diyenle, 'mezhebimde de delilirnde de beni taldid et' diyen kimse arasında ne fark var? Peki bu, çelişkiden başka nedir?

II. FASIL Herhalde sen, mukallid sınıflannın tarifleri birbiriyle çelişik oldu­

ğu örtaya çıktıktan sonra, küfrün tarifini bilmek istersin. Bilesin ki, bunun açıklanması uzun, kavranması ise zor bir mesele­

dir. Fakat ben sana salı;lam bir ölçü verece�m. O ölçü sayesinde Isıarn fırkalannı tekfırden, "la ilatıe illailah Mu­

hammedün rasillullah" (=Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur; Muham­med Allah'ın elçisidir) sözünü nakzetmedikleri ve on samirniyetle bağlı olduklan sürece her ne kadar ayn yollarda olsalar (metodları ayn olsa) da ehl-i lslam'a (müslümanlara dil uzatmaktan kendini alıkoyarsın.

Bu maksatla diyorum ki: .Küfür: "Pexgamber (SA V)' i getirdiği �e_ylerd�!L(<Uıu�saslaı"indan)

. h�ang! biri hususunda tt:_!cıip (�al���) .• ��!!!���!· İman ise, getirdiği şeylerin hepsinde onu tasdik etmek_(doğru oldu-

-���J!!S.I.IDHMÜYr, .

. IUn��!l'!)�y!ı,_y@Jl.<iil�L!l�-bJ!iştjy_ıwJıı.r _da •. P�ygamber (SA V)'i ya­mQ�ğık}a,rı iç!n.�fir�irler_,_

�fu�!ınıanizm� inanan bir kimşe ise hay_di..baydi.kafl(diı:._Zira o, bi­�iffiJ2�Y@J!I�!iı:niz!süı.iffikt,ç. <!iğer:.ooy_g�rleri de �nkace.tmiş.tir •

.• _Mat�IY!il!�t(���J}ltÇr ğ� I<l��tl!�l,ıı._�g�r1er_ sıl!_ıfıııa _ciahildirler. Çün_kij onlaı: (fa �i:?Jı:ı:t���l!mJı�rimjzi irıka,da b_i!JJk� .. .AUi-!�Ja.rafıı:ı­� g()rı4çı:i!�rı �ğ��gamberleri <!�(h�tta�y__gl!ffi_�r!�ri_gönderen . .

. -�Jia!ı.!J I�!�):!.�) in!!!'" ede�l�I!-

15 1

Bu durum böyledir. Zira küfür (kafır sayılma), köle olma ve hür ol­ma gibi şer'i bir hükilmdür. Çünkü küfür, (bu sıfau taşıyan kimsenin) kanının akınlmasını (öldürülmesini) mubah kılar ve onun cehennemde kalmasının edebi olacağına hükmetmeyi gerektirir.

Onun bilinmesi de şer'i (delitlerle) dir. Bu yüzden ya bir nassla veya hakkında nass bulunan bir şeye kıyasla anlaşılır.

Nitekim yahudi ve hıristiyanların kMir oldukları hakkında nass varid olmuş, Brahmanlar, Seneviler (düalistler), Zindıklar ve Dehriler (Materyalistler) (1) de onlar hakkındaki hükme (kAfır hükmüne) bitari­ld'l-evlfı, (daha da layıkıyla) kaulmışlardır.

III. FASIL Şunu iyi bil ki, bizim zilerettiğimiz bu husus, açık ve basit görun­

mekle beraber, aslında geniş bir meseledir. Çünkü her fırka muhalifi olan fırkayı tekfır etmekte (kafır saymakta) ve onun Peygamber (a.s.)'i yalanladığını söylemektedir.

Mesela Hanbeli mezhebine mensup biri Allah'a fevk (üst) isbau ve "Arş üzerinde istivfı" meselesinde Peygamber (a.s.)'ı yalanlamış oldu­ğunu iddia ederek Eş'ari mezhebinde olanı tekfır eder.

Eş'ari mezhebinde olan da onun, Allah'ın "zatına benzer hiç bir şey olmadığı" hususundaki görüşü dolayısıyle (Allah'ı malılukata benze­ten kişi) olduğunu ve Peygamber (a.s.)'i yalanlamış olduğunu ileri süre­rek tektir eder.

Eş'ari, Mu'tezile mezhebine mensub olanı, "Allah'ın görülmesinin caiz olması" ve "Allah için ilim, kudret ve sıfatiann isbau" hususunda Peygamber (a.s.)'i yalanlamış olduğunu iddia ederek tekfir eder.

Mu'tezile de Eş'ari'yi sıfatları isbat etmenin kadim varlıkları çoğalt­mak ve tevhid hususunda Peygam�r (a.s.)'i yalanlamale demek olaca­ğını ileri sürerek tekfir eder.

• • •

Bu karışık ve zor durumdan seni ancak, tekzib (yalanlamak) ve tas­

(1) Süleyman Dünya'nın bunlar hakkındaki dipnot olarak verdiği malumatı ki­tabın sonıma almayı münasib gördük. Bkz. 193 s. (Mütercim)

152

dik (doğru olduğunu kabul)'in tariflerini ve onların İslam'daki (1) ger­çek anlamlarını bilmek kurtarır. Böylece bu fırkaların (mezheplerin) birbirini tekfirdeki aşırılıklarını ve haddi aşmalarını anlarsın.

Bu sebeple derim ki: Tasdik, ancak haberi, hatta haberi vereni hedef alır.

Tasdilcin (2) asıl anlamı: Peygamber (as.)'in var olduğunu haber verdiği şeylerin varlığını kabul etmektir. Ancak var oluşun da beş mer­tebesi vardır. İşte o mertebelerden habersi� olundu ğu içindir ki, her fır­ka muhalifinin, Peygamber (a.s.)'i yalanladığını söylemiştir.

Şöyle ki varlık, zati, hissi, hayali, akli ve şıbhi olmak üzere kısımla­ra aynlır.

Binaenaleyh, Peygamber (a.s.)'in var olduğunu haber verdiği şeyle­rin (O'nun haber verdiği şekilde) var olduğunu, bu beş kısımdan birine uygun şekilde kabul etmiş olan kimse, (Umlımi manasıyla) Peygamber (a.s.)'i tckzib edici (yalanlayıcı) dcğlidir.

Şimdi de bu beş kısımı açıklayalım ve te'villcrdeki örnekleri zikre­dclim.

* * *

Zdıi varlık (el-Vücudü'z-zaıi): Hissin ve aklın dışında var olan haki­ki varlıktır. Fakat akıl ve his ondan bir suret.alır, onun (bu) almasına da idrak adı verilir .

. Bu tür varlık, yer kürcsinin, hayvanların ve bitkilerin var olması gi­bi çok açık bir şekilde bellidir. Hatta o kadar bilinen bir şeydir ki, i nsap­lan n çoğu, varlığın bundan başka olan manasını bile bilmez.

Hissi varlık ( el-vücüdü'l-hissi): Gözün (3) dışında, bir varlığı bu­lunmayan bir şeyin gözün görücü kuvvetinde temessül etmesi (var gö­rünmesi) dir. Aslında o şey sadece hissen var olan ve duyu organına mahsus bir varlıkur. Bu hususta o duyu organına başka birşey etki et­mez. Bu çeşit varlık, uyuyan kimsenin hatta hasta bir kimsenin uyanık­ken gördüğü şey (hayalet) gibidir. Çünkü böyle bir kimseye bazen bir

(1) Yakında geçmemiş olsa da, herhalde zamir lstam'a racidir, (2) "lman"uı eş anlamiısı olan "şeriate uygun tasdik"in gerçek mahiyeti (3) Gaz31i gözü misal olarak zikrediyor. Yoksa işitme kuvveti için temessül

eden şeyin de hükmü aynıdır.

153

suret görünür, fakat onun hissin dışında bir varlığı yoktur. Ama böyle bir kimse onu hissin (duyu organının) dışındaki diğer varlıklan gördü­ğü gibi görür.

Hatta bazen, uyanık ve sıhhatli iken Peygambere ve velilere melek­lerin cevherlerine benzeyen güzel bir suret göründüğü olur. Onlar bu suret vasıtasıyla vahiy ve ilham alırlar. Zira başkalannın gayb alemine dair uykuda telakki ettiklerini onlar uyanık iken alırlar. Bu da onların iç alemlerinin çok temiz ve berrak oluşundandır. Nitekim Allahu Teaia: O (Cebrail), ona (Meryem'e) düzgün bir insan şeklinde göründü" (Mer­yem, 17) buyurmuştur.

Peygamber (a.s,) de Cebrail Aleyhisselamı bir çok kere görmüştür. Fakat onu kendi (asıl) sUretinde iki kereden başka görmemiştir. O, onu, şekline büründüğü muhtelif suretierde görüyordu. (1) (1) Bana öyle geliyor ki, Imam Gaza.Ii, hakkında konu�tuğu çerçevenin d�ına

çıkmıştır. Şöyle ki; bu çerçeveyi bize çizen temel kaide, Gaz3.li'nin, duyu organının dışında varlığı olmayan bir şeyin duyu organının hissinde görünmesi dir, diye tarif ettiği, hissi varlıktır. Gerçekten Gazali onun için, bize göre zararı olmayan bir misal vermşitir ki o misal; uyuyan veya hasta bir kimsenin hislerinin dışında bizzat mevcut olan varlıkları gördükleri gibi; hislerinin dışında varlığı olmayan bir şeyi görmeleridir. Bu tariflerden ziiti varlıkla hissi varlık arasındaki fark ortaya çıkm� oluyor. nitekim ziiti varlığın kendisini onu idrak edici bir müdrik olmasa da onun bağımsız bir vücudu vardır. Hissi varlıkta ise sadece idrlik edicinin idrakindekinden başka hiçbir varlığı mevcut değildir. O halde Gaza.Ii'nin, bu misalden sorıra verdiği misaller bu çerçeveye giriyor mu, yoksa dışında mı kalıyor? Mesela Cebriiil'in, muhtelif suretierde görünmesi, aktörün yaşlı kimse veya aksi �ekilde ortaya çıkmasında olduğu gibi, Cebriiii'in gerçek varlığını iptal mi ediyor ki, bu misal, d� illernde asla bir mevcudiyeti olmayan hissi varlık çerçevesic girmiş olsun? Hayır, bize öyle geliyor ki. bu Gaziili'nin düştüğü bir gaflettir. Okuyucu, bu duruma düşmekten sakınsın. Bu halin sebeb ve sırrı uzundur. Biz onu bazı kitaplarımızda (geni�çe) açıkl�ızdır. Bizi tasdik etmezsen, kendi gözünü tasdik et. Şöyle ki: Nokta gibi küçük bir ateş parçası alır, düz istikamette süratle hareket ettirirsen onu ateşten bir çizgi şeklinde görürsün. Daire şeklinde hareket ettirince de ateşten bir daire şeklinde göıiirsün. Ateşten daire de, çizgi de gözle görülmektedir. oysa her ikisi de, senin hissinin dışında değil, hissinde mevcutturlar. Zira hissinin

154

Peygamber (a.s.)'de rüyada görülür. Kendisi şöyle buyurmuştur:

"Beni rüyada gören kimse, gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan benim suretirnde görünmez"

Peygamber (a.s.)'in bir kimse tarafından rüyada göriilmesi, O'nun, Medine'deki Ravza-i Mutahharadan o uyuyan kimsenin bulunduğu ye­re gitmesi demek olmayıp bilakis o, sadece, rüyayı görenin hissinde O'nun suretinin varolması şeklinde olur.

* '* *

dışında var olan, gerçek durumda bir noktadan ibarettir. O nokta ancak birbirini izleyen zamanlarda çizgi halini almaktadır. Bu yüzden çizgi tek bir halde mevcut olmaz. Halbuki o senin bir anlık mU§ahedende-vardır. Hayali varlık (el-vUcıidU'l-hayiili): O, bu duygularla bilinen' varlıkların, hissinden uzak oldukları zamandaki şeklidir (suretidir). Çünkil sen gözleri kapalı olsan da, hayalinde bir "fil" veya "at" şekli canlandırabilirsin; hatta onu gözle göıiiyormuş gbii olursun. O, tam bir şekilde, senin dimağında (beyninde) mevcuttur, ama dimağın dışındaki alemde yoktur. Akli Varlık (el-vUcıidu1-akü): O bir şeyin (varlığın) ruhu, hakikati ve manası olması demektir. Akıl, onun, hayalde, histe ve hariçteki suretinin sabit olmasına bakmaksızın, sırf manasını kavrar. Mesela ·:el"i ele alalım: Şüphesiz ki elin, histe bilinen ve hayal edilebilen bir süreli vardır. Onun bir de gerçek mahiyetini teşkil eden manası vardır ki o, yakalama ve sımsıkı tutma gücüdür. Yakalama gücü ise, aklın anladığı "'el"dir. Kalemin de bir §ekli vardır. Fakat onun hakikati, ilimierin kendisiyle yazıldığı şeydir. İşte "kamış" "ağaç" şekliyle ve diğer hayaliyle ve hissi §ekillerle ilgisi olmaksızın, aklın, '"kalem"den anladığı budur.

Şibhi varlık (el-vücudü'ş-şibhi): Bu tür varlık, ne suretiyle, ne hakikatiyle; ne hariçte, ne histe, ne hayalde ve ne de akılda bir şeyin bizfuihi var olmasıdır. Fakat var olan nesne başka bir şey olur ki, o, ona özelliklerinden veya sıfatianndan birisiyle benzer. Bu kısmı te'viller bahsinde misalini zikrettiğim zaman daha iyi anlayacaksın. Varlıkların var oluş mertebesi işte bunlardır. Peygamber (SA V)'de rüyada görülür. Kendisi şöyle buyurmuştur: "Beni rüyada gören kimse, gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan benim suretirnde görünmez." Peygamber (SA V)'in bir kimse tarafından rüyada görülmesi, O'nun, Medine'deki Ravza-i Mutahhara'dan o uyuyan kimsenin bulunduğu yere gitmesi demek olmayıp bilakis o, sadece, rtlyayı görenin hissinde O'nun suretinin varolması şeklinde olur.

155

Bu halin sebeb ve sım uzundur. Biz onu bazı kitaplanmızda (genişçe) açıklamışızdır. Bizi tasdik etmezsen, kendi gözünü tasdik et. Şöyle ki:

Nokta gibi küçük bir ateş parçası alır, düz istikaınette süratle hare­ket eUirirsen onu ateşten bir çizgi şeklinde görürsün. Daire şeklinde ha­reket euirince de, ateşten bir daire şeklinde görürsün.

Ateşten daire de, çizgi de gözle görülmektedir. Oysa her ikisi de, se­nin hissinin dışında değil, hissinde mevcutturlar. Zira hissinin dışında var olan, gerçek durumda bir noktadan ibarettir.

O nokta ancak birbiiini izleyen zamanlarda çizgi halini almaktadır. Bu yüzden çizgi tek bir halde mevcut olmaz. Halbuki o senin bir anlık müşahedende vardır.

Hayali varlık ( el-vücudü'l-hayali):

O, bu duygutarla bilinen varlıkların, hissinden uzak oldukları za­mandaki şeklidir (suretidir). Çünkü sen gözleri kapalı olsan da, haya­linde bir "fil" veya "at" şekli canlandırabilirsin; hatta onu gözle görü­yürmuş gibi olursun. "0, tam bir şekilde, senin dimağında (beyninde) mevcuttur, ama dimağın dışındaki atemde yoktur.

Ak/i Varlık (el-vücUdu'l-ak/1): O, bir şeyin (varlığın) rUhu, hakikati ve manası olması demektir. Akıl, onun, hayalde, histe ve hariçteki sure­tinin sabit olmasına bakmaksızın, sırf manasını kavrar. Mesela "el" i ele alalım: Şüphesiz ki elin, histe bilinen ve hayal edilebilen bir sureti var­dır. Onun bir de gerçek mahiyetini teşkil eden manası vardır ki o, yaka­lama ve sımsıkı tutma gücüdür.

Yakalama gücü ise, aklın anladığı "el" dir.

Kalemin de bir şekli vardır. Fakat onun hakikati, ilimierin kendisiy­le yazıldığı şeydir. İşte "kamış" "ağaç" şekliyle ve diğer hayaliyle ve hissi şekilieric ilgisi olmaksızın, aklın, "kalem"den anladığı budur.

Şibhl varlık (el-vücUdü'ş-şibhi): Bu tür varlık ne suretiyle, ne haki­katiyle; ne histe, ne hayalde ve ne de akılda bir şeyin bizli.tihi var olması­dır. Fakat var olan nesne başka bir şey olur ki, o, ona özelliklerinden ve­ya sıfatlarından birisiyle benzer. Bu kısmı te'viller bahsinde misalini zikrettiğim zaman daha iyi anlayacaksın.

156

IV. FASIL Şimdi de, bu varlık şekillerinin tevil edilebilir misallerine baka­

lım:

Zdti V ar lık:

Bunun için misale ihtiyaç yoktur. Zira realitede var olan odur; te'vil edilmez ve mutlak hakiki varlık odur. Peygamber (as.)'in Arş, Kürsi ve yedi kat göğün varlığına dair haber vermesi gibi. Çünkü onlar, zMıir üzere sabit olur; te'vil edilmez. Yine bunlar his ve hayaile idrale edilsin veya edilmesin gerçekte var olan cisimlerdir.

Hissi Varlık:

Bunun te'villerdeki misalleri çoktur. Onlardan iki misaile yetinece-�m:

Birinci Misal: Allah Resfılü (s.a.v)'nün şu sözüdür:

"Kıyamet gününde ölüm, güzel bir koç şeklinde getirilir ve Cen­net'le Cehennem arasında boğazlanır."

Ölümün araz olduğuna veya olmadığına ve arazın cisim haline dö­nüşmesinin muhal oldu�a. ona güç yetirilemeyeceğine delili olanlar bu haberi şu şekilde açıklarlar: Kıyamet günündeki insanlar, onu görür ve onun ölüm olduğuna itikad ederler. Böylece o, hariçte değil, onların duyularında var olmuş olur. Bundan sonra artık ahirette ölümün varlı­ğından ümit kesilmesine dair kesin bilginin meydana gelmesine de se­bep olur. Zira boğazlanan, kendisinden ümit kesilen şey demektir.

Bu delili sabit görmeyen kimse ise, belki, bizzat ölümün hakiki koç şekline dönüşeceğine ve boğazlanacağına inanır.

İkinci Misal:

Allah Raswü (SA V)'nün, "Cennet, bana bu duvarın yüzünde göste­rildi." meatindeki hadisidir. (Bu hadis karşısında) cisimlerin birbirine girmeyeceğine (tedahül) ve küçük cismin büyük cismi içine alamaya­cağına dair delili kabul eden kişi, bu hadis-i şerifi, şöyle yorumlar: Biz­zat cennetin kendisi duvara intikal etmemiştir; ancak, onun sôreti du-

157

varda (Peygamber (SA V) onu görüneeye kadar) hissen temessül etmiş­tir.

Büyük bir şeyin misalinin küçük bir cisimde görühnesi ise imkansız de�ildir. Nitekim (koca) gökkubbe küçük bir aynada görülüyor.

Buna göre o hadise sırf cennetin sOretini tahayyülden dolayı farklı bir görme olayı olmaktadır. Zira sen aynada göğün sôretini görmekle, gözlerini kapaup hayal yoluyla aynadaki semanın sOretini idrale etmek arasındaki farkı anlarsın.

Hayali V arlı/c:

Bunun misaii Peygamber (SA V)'iıi şu sözüdür: "Ben Yunus b. Metta'yı üzerinde (Kiife civarında bulunan ve elbisesi ile meşhur olan) Katvan'da dokunmuş iki abd olduğu halde, telbiye edip dağlar ona ce­vap verirken ve Allaha Te dia da ona: "Lebbeyk (dile benden ne diler­sen) ey Yılnus, derken, görlıyor gibiyim."

Belli ki bu hadis-i şerif, Peygamber (SA V)'in hay8J.inde beliren siiretin tasvir yoluyla anlaulmasıdır. Çünkü anlanlan bu durum Rasii­lullah (SA V)'ın dünyaya gelişinden önce idi; kesin olarak yok olmuştu ve hadis-i şeritin söylendi�i zamanda mevcut de�ildi.

Bu durum, uyuyan kimsenin suretleri gördü�ü gibi, Peygamber (SA V)'in görme duyusunda temessül ebniş, o da onu görmüştür şeklin­de yorumlanabilir. Fakat Peygamber (SA V)' in "görüyor gibiyim" bu­yurması, onun gerçek görüş olmayıp, bilakis görmek gibi oldu�u bil­diriyor.

Bu hadis-i şerili zikrebnekten maksat da, misai ile anlatmaknr; yok­sa, bu siiretin kendisi de�ildir.

Sözün kısası, hayal mahallinde temessül edilen her şeyin, görme mahallinde temessül ebnesi de tasavvur edilir ve bu hal de müşatıede (görme) olur.

Hayal edilmesi tasavvur edilen şeylerde mUşalıedenin mümkün ol­madı�ının delille gösterilmesi pek nadirdir.

Ak/i V arlı/c:

Bunun misalleri çoktur. Onlardan iki misaDe yetiniyorum:

158

Birinci Misal:

Peygamber (SA V)'in şu hadis-i şerifidir:

"Cehennemden çı/cana, bu dünyanın on misli (büyüklüğünde) cen­netten (yer) verilir."

Şimdi, bu hadisin zAhiri manası o yerin uzunluk, genişlik ve alan itibariyle dünyanın on misli oldu�unu gösteriyor. Bu hal ise, hissi ve hay&i farklılıkbr.

Sonra (bu hadisi duyan bir kimse) hayrete düşüp şöyle söyleyebilir. "Haberlerin zAhirierinin gösterdi�ine göre, Cennet göktedir."

Şu halde sema, dünyanın on mislini nasıl içine alabilir; halbuki sem� da dünyadandır. (1)

Bu konuda te'vil yapan kimse bu hayretini giderebitir ve şöyle der:

Buradaki farklılıktan murat, ma'nevive akli farklılıkbr; hissi ve hayiDi farklılık de�ildir. Nitekim "Bu mücevher, atın birkııç kııtıdır." şeklinde bir söz söyleuse bundan maksat mücevher atın, his ve hayal ile

(1) Bu, kabiile §ayan olmayan bir sözdür. Çünkü Şeriat lisanmdaki dünya (sözü) ihiret kllr§ıhğmda kullarulır. "Kim fllıiret ekinini istiyorsa onun ekinini artırırız; kim de dünya ekinini istiyorsa onıı da dünyadan bir şey veririz. Falcal onun ahirette bir nasibi olmaz." (Şıirii., 20) Hem ihiret, nerede olacağı tartışması bir yana, sadece insanın ikinci hayatının adı da değildir. Bilakis o, hem insanın ikinci hayatının, hem de insanın bu ikinci hayatı yaşayacağı yurdun (dar) adıdır: "/şte ahiret yurdu: Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyen/ere veririz. (Güzel) sonuç, (günııhlardan) sakuıanlarındır." (Kasas, 83) O halde cennet, �u dünyadan değildir ki, bir şeyin bir kismi (cüz'ü), bütününün on mislini nasıl içine alabilir, densin. ŞÜphesiz ki, durum bazan tersine olabilir. Çünkü bu dünya, Allah'm: "Hayır, (bu yaptıgınız dogru degildir.) yer çarpılıJ paralandığı zaman ... (Fecr, 21), "Güneş dürüldüğü zaman, yıldızların kararıp döküldüğü zaman, dagların yürütüldüğü zaman." (fek:vir, 1-3) şeklindeki vadi gereğince değişmesinden sonra, belki yeni ii.lemin yani ihiret 8.leminin içine girmesi için, tekrar yaratılacaktır. Buna göre akla uygun düşen, ii.hiretin dünyanın bir cüz'ü olması değil dünyanın, 8hiret bir parça olmasıdır.

159

idmk edilen büyüldü�ü itibanyle de�il, mAliyetinin özü ve aklen idmk edilen manası itibariyle birkaç kaudır, demektir. (1)

İkinci Misal:

Peygamber (SA V)'in şu sözüdür:

"Şüphesiz Id yüce Allah kendi eliyle kırk sabah, Adem'in çamurunu mayalandırdı."

Bu ifade, Allah'ın elinin oldu�unu bildirmiştir.

His veya hayAl ile bilinen (bu dwum karşısında) bir organ demek olan "el"in Yüce Allah için kullanılmasının muhal oldu�na dair delil getiren kimse hadis-i şerifte bildirilen elin rUharn ve akü oldu�nu ka­bul eder. Yani o kişi, "el"in sfıretini de�il. m3n3smı, hakikatini ve ruhu­nu sabit görür.

Şüphesiz, elin rUhu ve manası, kendisiyle yakalanılan ve bir takım işler yapılan, kendisiyle verilen ve engel olunan vasıta demektir. Yüce Allah ise melekleri aracılığıyla verir ve inani olur.

Nitekim Peygamber (SA V) şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın ilk yarattığı şey akıldır. Sonra ona şöyle hitab etmiştir: Ancak seninle verir ve ancak seninle engel olurum."

Bu "akıl"la kasdolunan şeyin, kelamcılann inandıklan gibi, araz ol­ması mümkün değildir. Çünkü araz olan bir varlığın ilk yaratık olması mümkün değildir. Bilakis o, meleklerden akıl adı verilen bir meleğin zaundan ibarettir ki, o öğrenmeye ihtiyaç duymaksızın, cevheri ve zauyla varlıklan idrak eder.

Bu meleğe, bazan, peygamberlerin, velilerin ve diğer meleklerin kalbierindeki ilim hak:ikatlerinin, vahiy ve ilham alarak kendisiyle ya­zılması itibanyle "kalem" adı da verilir. Zira başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

:'Allahu Telila'nın ilk yarattığı şey kalem'dir. "

Eğer bu "kalem" SÖZÜ yukandaki akıl manasma kabul edilrnezse iki

(1) Öğrenmiş bulımuyorsım ki, üzerinde kurulduğu esasm doğru olmadığmı açıkladıktan sonra, artık bu te'vile ihtiyacunız yoknır.

160

hadis arasmda çelişki bulunmuş olur. Muhtelif sebeblerle bir varlı�m. birçok isminin olması caizdir:

İşte bu varlı�a. yukarıda anlatılanlar itibarıyle "akıl", Allahu Teata ile mahlukat arasmda aracı olması bakımından Cenab-ı Hakk'a nisbeti itibariyle "melek", İlimlerin ilham ve vahiy suretinde yazılması şeklin­de onun yaptı�ı işe nisbet edilmesi itibarıyle de "kalem" adı verilir.

Nitekim Cebrail'e de, kendi zau itibarıyle, "Ruh"; Kendisine ema­net edilen sırlar itibarıyle "Emin"; Gücü itibanyle, "Zii Mirra" (kuvvet­li); kuvvetinin mükemmel olması itibarıyle "Şedidu'l-Kuva; mertebe­sinin Allahu Teali'ya olan yakmlı� itibariyle "Mekinen-inde Zi'l-Arş" (Arş sahibi Allah'ın yanında de�erli) ve bazı meleklerin kendisine tabi olmaları itibarıyle de "Muta" (itaat edilen) adı verilir.

İşte bu şekilde inanan kimse hissi ve hayati değil, akli bir "el" ve "kalem"e inanmış olur.

Yine "el" in ku<ıtet veya başka bir şey diyerek Allahu Teata'nın bir sıfatından ibaret olduğuna inanan kimseler de böyledir. Nitekim Kela­mcılar bu hususta ihtilaf etmişlerdir.

Şibhi Varlllc:

Onun misati de öfke, özlem, sevinç, sabır vb. Allahu Teata hak­kında varid olan şeylerdir.

Mesela öfkenin (gadap) hakikatı; şifa bulmak için kalbde kanın kaynarnasıdır. Bu durum bir noksanlık ve elemden hali olmaz.

Binaenaleyh, bizzat gadabm Allahu TeMa'ya zati, hissi, hayali ve akli olarak (1) nisbet edilmesinin muhal olduğuna delil getirenler, "ga­dab"ı, gadabclan meydana gelen şeylerin kendisinden meydana geldiği "ceza vermeyi dilerne gibi" başka bir sıfatın, yerine koymuş oldular.

"lradenin, zatının hakikatı itibariyle gadapla münasebeti yoktur. Fa-

(1) '"El" ile yakalama, iş görme, verme ve engel olma gibi etkileri (belirtileri) kasdolunduğu gibi, gadap ile de onun intikam gibi belirtileri kasdedilmesi -

ki şanıyilee Allah Müntekim ve Cebbar sıfaüanyla muttasıftır (Cebbar ve Müntekimdir)- durumunda, onun (gadabından) Allahu Teala için akli sübfıtu niçin muhal olsun?

161

kat sıfatiardan bir sıfatta ve onlardan meydana gelen etkilerden bir etki­de yakınlıklan vardır ki, o da "elem venne" dir.

"' "' "'

V. FASIL Kesinlikle bilki, Şeriat sahibinin sözlerinden herhangi bir sözü, bu

derecelerden birine uygun olarak anlayan herkes Peygamber'i tasdik eden bir kimse demektir.

Tekzib, ancak bu manaiarın hepsinin inicar edilmesi ve Peygamber (SA V)' in söylediklerinin hiçbir manasının olmadığını ·ki bu durum doğrudan doğruya tekzip demektir- ve sözlerindeki gayenin işleri ka­nştırmak ve dünya menfaati elde etmek olduğunun iddia edilmesi­dir.

İşte bu, hMis küfür ve zındıklığın ta kendisidir.

llerde iş3.ret edeceğimiz gibi, te'vil kanuniarına bağlı kaldıkları sü­rece, te'vilcilerin kMir sayılması gerekmez.

Te'vil sebebiyle tekfır etmek nasıl mümkün olur ki, İstam fırkalann­dan te'vil yapmak zorunda olmayan hiçbir fırka yoktur. Mesela insania­nn te'vilden en uzak olanı -Allah rahmet eylesin- Ahmed b. Han­bel'dir.

Te'villerin hakikatten en uzağı ve en garibi de sözü mecaz veya is­tiare saymaktır. O ise, akil veya şibhi varlıktır.

Hanbeli işte bu ·şekilde te'vil yapmak zorunda kalmış ve ona kail ol­muştur. Gerçekten de Bağdat'ta güvenilir Hanbeli imamlarından ben şu sözü işittim:

Muhakkak ki Ahmed b. Hanbel, sadece şu üç hadisi açıkça te'vil et­miştir:

"Hacerü'l-esved, yeryüzünde Allah'ın sağ elidir."

"Mü'minin kalbi, Rahman'ın parmaklarından iki parmak arasın-dadır. "

· ---

"H akikaten ben, Rahman'ın nefesini Yemen tarafından hissediyo­rum."

162

İmam Ahmed b. Hanbel bu hadislerden ilkini şöyle yonımlamış­·· br.

Elin sahibine yaklaşmak için gelenekle � el öpülür. Allahil Teaia'ya yaklaşmak için de Hacerü1-esved öpülür. O, sa�

elin benzeridir. Bu benzerlik ne zatında ve ne de sıfatlan bakımından­dır, ancak, anzi vasıflanndan biri itibariyledir. Bu yüzden ona "yemin" (� el) adı verilmiştir.

İşte bu varlık, bizim şibhi varlık adını verdi�imiz şeydir. O ise te'vil yolları içinde hakikatten en uzak olanıdır.

İşte bak, te'vili kabul etmek hususunda insanların en uza�ı olan İmam Ahmed b. Hanbel bile te'vil yoluna gitmeye nasıl mecbur kalmış­br?

Aynı şekilde o, Allahu TeMa için hissi olarak iki pann�ın olmasını imkansız görünce (çünkü gögüs boşlu�unu inceleyen kimse orada iki pannak göremez) o kelimeyi akli-ruhani parmak demek olan "iki par­ma�n ruhu" diye te'vil etmiştir.

"Parma�n rfıhu"ndan maksat, varlıkların evrilip-çevrilmesi kendi­siyle mümkün olan şeydir.

_ İnsanın kalbi ise, melekle şeytanın mücadeleleri arasındad,ır. AU�.�­hu Teal!�2.-�_i_r,le_{pelek_!�Y!�!!2Jcal�!i.!!U��Lt�ctçevirir. N��� qlarak, "ilci pannak" sözi!,_o i!Qs.iJ!<:l�ıı.(şe.�!ıı f!!elelcten) kina­

,.Ye .. ol;ıntk �Yle.nmişt!r, Ahmed b. Hanbel, yalnızca bu üç hadisi te'vil etmekle iktifa etmiş­

tir; çünkü o, z:Mıiıi manaıanm anlamanın mümkün olmadı�nı ancak bu ka$r hadiste görebilmiştir. Çünkü İmam Ahmed, akli ilimler alanında derine dalan bir kimse de�di. Bu alanda derinleşmiş olsaydı, şüphesiz, "Fevk" ve di�erleri gibi te'vil etmediklerini de anlardı.

Eş'arilerle Mu'tezililer, akli ilimler sahasında fazla araşbrma yap­okları-için bir çok nassların zahiri manalarını te'vil etmişlerdir.

Ahiret işlerinde insanların Hanbelilere en yakın olanları ise Eş'ari­lerdir. Zira onlar, pek azı müstesna, z3hiıi manalarıo ço�nu oldu� gi­bi kabul etmişlerdir. Mu'tezile mezhebine mensup olanlar, te'villere

163

daimada onlardan daha aşırıdırlar.

Bununla beraber onlar -yani Eş'ariler- de, yukarıda zikrettitimiz: "O lam güzel bir koç sılretinde getirilir ... " hadisi ve anıellerio terazide tartılması hakkında v3rid olan nass gibi bazı meselelerde te'vil yapmak zorunda kalmışlardır. lmain Eş'ari, ameDerin tartılmasıru te'vil edip şöyle demiştir: "Amellerin yazıldıgı sayfalar tartılır ve Allah onlqrda arnelierin dereceleri miktarınca agırlıklar yaratır."

Bu te'vil şekli, meseleyi uzak bir yorum olan şibhi varhAa götürmek demektir. Çünkü sayfalar ısnlahta bazı araziardan ibaret olan arnelleri gösteren rakamiann yazıldıgı cisimlerdir.

Şu halde tartilan şey amel de�. bilakis istilahta arneli gösteren nalc­şin mahallidir.

Mu'tezile mezhebi de terazinin (mizan) kendisini te'vil ebniş ve kiniye olarak yorumlamıştır. Onlara göre herkes arnellecin miktarını ancak bu mizanla bilir. Bu ise, gerçe� sayfalann tartılması şeklinde te'vil yapmaktan daha uzaktır.

Buradaki maksadmuz bu iki te'vilden birinin doAru olduAunu söyle­mek de�. şu gerçekleri ortaya çıkannaktır. Hiç şüphe yok, her fırka ne kadar nassların zahiri manatarına bağlı kalmakta titizlik gösterse de so­nunda te'vile gibnek zorundadır. Ancak akılsızbkta ve tecruıuı göster­mede haddi aşarak şöyle diyenler müstesnadır:

"Hacera'l-esved, gerçekten sağ e/dir." • • •

"0lüm her ne kadar araz ise de istihôleye utrar; değişme yoluyla

koç hôline dönüşar."

"Arneller her ne kadar araz iseler de; yok olmuş iseler de, terazi ye

intikal ederler ve orada arazlar ağırlık olurlar. n

CehMetin bu derecesine varan kimse ise artık akıl bağım çıkarmış

demektir.

• • •

1 64

VI. FASIL Şimd.i de te'vnin metodunu anlatalım.

Buraya kadar anlatılanlardan mezheplerin, te'vil konusunda bu beş derece üzerinde ittifak ettiklerini ve bunlardan birine uygun olarak ya­pılan hiçbir te'vilin tekzip ifade etmediAi anlaşılıyor.

Yine mezhepler, te'vilin cevazının, zAhiri manAnın anlaşılmasının imkinsızlıAı hakkında bir delil bulunmasına bağlı olduğunda ittifak et­mişlerd.ir.

Nasstan ilk anlaşılan mana zati varlıknr. Bu mana sabit olduğu za­man d.iğer manatarın hepsini içine alır. Zati varlığın anlaşılması imkA­nsız olduğu takdirde hissi varlık anlaşılır. o mana sabit olduğunda ken­disinden sonrakileri de içine alır. Hissi varlığın sübfitu da mümkün ol­mazsa, hayafi veya akli varlık üzerinde durulur. Onlar da mümkün ol­madığı takdirde şibhi-mecazi varlık manası alınır.

Delilin bulunması zarfireti dışında, bu dereeelerin birinden daha aşaAtda olanına geçmek için ruhsat yoktur. Böylece meseleDin gerçeği­ni bulma uğrunda ortaya çıkan ihtilaf delile dayanmış olur. Çünkü Han­beiDer, Allahu Teata'nın, "üst" yönüne (fevk) mahsus kılınmasının mu­hal olduğunu gösteren hiçbir delil yoktur, derler. Eş'ariler de, rü'yet (Allah TeMa'nın görülmesi) hususunda hiçbir delilin bulunmadığını söylerler.

Bu durumda sanki her bir fırka. hasmın zikrettiği delili beğenme­mekte ve onu kesin delil olarak görmemektedir. Ne olursa olsun, hiçbir fırkaya getirdiği, delilde yanılıyor diyerek hasmını lliır sayması yakış­maz. Belki, ona dalatette olan kişi (sapık) veya mübtedi (bidatçı) adını verebilir; bu caizdir. Her fıika kendisine göre doğru olan yoldan, muhalifinin sapmış olması bakırnından ona, "delalette olan" diyebi­lir.

Bid'atçi demesinin sebebi ise, muhalifin, selef-i salibinden hakkın­da açıklama bulunmayan bir sözü Söylemiş olmasıdır. Çünkü selef ara­sında yaygın olan görüş, "Allah Teaiii görülür" şeklindedir. Öyleyse "görülmez" diyenin sözü bir bid'attir. Onun rüyeti te'vil ettiğini açıkla-

165

ması da başka bir bid'attir. Hatta bu gönnenin kalbin müşahedesi de­mek oldu�unu aniasa bile onu açıldamaması ve zikretmemesi gerekir. Zira selef böyle bir şey söylememiştir.

Fakat bu takdirde Hanbeliler şöyle derler:

"Allahu TeMa'ya "fevk"ın (üstte olmak) isnad edilmesi selef yanın­da meşhurdur ve onlardan hiçbiri, Memin yaratıcisının aıeme bitişik, ayrı, içinde veya dışında oldu�nu, al b yönün ondan haıi bulundu�nu ve O'na üst "fevk" cihetinin nisbet edilmesinin alt "taht" cihetinin nis­bet edilmesi gibi oldu�nu, söylememiştir. İşte bu söz bid'attir. Çünkü bid'at, seleften rivayet edilmeyen bir sözü ortaya atmaktır.

Bu durumda aşağıdaki iki seviyenin bulundu� açıkça ortaya çık­mış olur:

1) Halk tabalqısı seviyesi: Bu mertebede layık olan, (selefe) tabi ol­mak, prensip olarak, naslann zahiri manMarını de�ştirmekten kaçın­mak, sahabe-i kiramın açıldamamış oldu� bir te'vili 8çıklama bid'atini çıkarmaktan sakınmak, esasen sual kapısını kapamak, ve kelam ilmine dalmaktan, itikadi meseleleri inceden ineeye araştırmaktan ve kitab ve sünnet'in müteş3.bih olan naslanna uymaktan halkı menetmektir.

Nitekim Hz. ömer (RA)'den rivayet edildi�ine g�. bir kimse ken­disine, birbirine müteanz olan iki ayetin durumunu sormuş o da onu kırbaçlamıştır.

İmam Malik'ten de rivayet edildi�ne göre, ona istiva hakkında so­rulmuş; bunun üzerine O, şu cevabı vermiştir:

"/stiva ma'lumdur; ona inanmak vacibtir; keyfiyeti (nasıl olduğu) meçhuldür; onun hakkında soru sormak ise bid'attir."

2) Seleften rivayet edilerek kendilerine ulaşan itikadları inceleyen düşünürler seviyesi: Bu durumda olan kimselerin araştırmalannın za­ruret miktan olması ve zahiri manMan bırakınalan da kesin delil za­ruretine dayanması gerekir. Birbirlerini, delil olarak inandıgı şeyden yanılıyor diyerek tektir etmemeleri icabeder. Çünkü bu husus, basit ve kolay anlaşılır bir mesele degildir. Aralarında, üzerinde inifak edilen ve hepsinin kabul edece� bir kanu,n olmalıdır. Zira onların, ölçü 8.letinde ittifak eblledikleri takdirde ölçmedeki ihtilafı ortadan kaldırmaları

166

mümkün olmaz. Biz bu hususta gerekli olan beş ölçüyü "el-Kıstasu'l­müstaki" adlı kitabımızda zikrettik. O beş ölçü anlaştidıktan sonra on­larda ihtilaf edilmesi asla tasavvur olunmaz. Hatta, onları anlayan her­kes, ölçülerin, kesin bilgiyi elde etmenin yolları olduklarını kat'i olarak kabul eder. Bu beş esası kavrayanların başkalarına karşı insaflı davran­maları, onlara karşı kendilerini savunmalan, kapalı meSeleleri anlama­ları ve ihtilafı ortadan kaldırmalan kendilerine kolay gelir. Fakat şu se­bepler yüzünden onların da ihtilM etmeleri muhal görülmez:

1- Onlardan bir kısmı, gereken şartların tamamını id.JWc edememiş olurlar.

2- Meseleleri çözmede belli ölçülere göre hareket etmeksizin, dü­şüncelerini sırf kendi akıl ve kabiliyederine çevirirler. Böylesi, şiirde aruz ilmini tamamen öğrendikten sonra, her şiiri Aruz ölçüsüne vurma­yı zor görerek zevk-i selime başvuran kimSe gibidir. Tabii, böyle biri­nin yanılması uzak bir ihtimal değildir.

3- Delillerin mukaddimesi olan ilimlerde birbirinden farklı olabilir­ler. Zira delillerinin temelini teşkil eden ilimlerden bir kısmı tecrübi, tevatüri vs. şeklindedir. İnsanlar ise, tecrübe ve tevatür hususunda bir­birinden farklı durumdadırlar. Birinin tevatür saymadığı, diğerine göre tevatürdür; yine başkasının tecrübe etmediğini beriki denemiş olabi­lir.

4- Vehmin hükümleri aklın hükümlerine karıştırılır.

5- Beğenilen yaygın sözler, zorunlu ve bedibi bilgilerle kanşunlır. Nitekipı bunları "Mehak.k.ü'n-nazar" (Düşünmenin Ölçüsü) adlı kitabı­mızda tafsilauyla anlatUk.

Yani özetleyecek olursa (inat terkedildiği takçlirde) bu ölçüleri elde edip iyice anlayanlar, yanılacak noktalan kolayca tesbit edebilirler .

• • •

VII. FASIL Kimi insanlar kesin delile dayanmadan zann-ı gaiiplerine kapılarak

hemen te'vile giderler. Böyle kimseleri de her meselede hemen tekfir etmek doğru değildir. Doğru olan, onlar hakkında düşünerek karar ver-

167

mektir. Şöyle ki; eğer te'vili, i'tikad esaslan ve onların önemli meselele­riyle ilgili değilse onu tekfır etmeyiz. Bunun misali surderin şu sözü­dür:

'1bmhim (a.s.)'in yıldızı, ayı ve güneşi görmesinden ve "işte budur benim Rabbim" (En'am, 77) demesinden maksat, bu nasslann zahiri manalan değildir. Bilakis burada sözü edilenlerden kastolunan, nura­ni-meleki cevherlerdir. Onlann nuranilikleri de aklidir; hissi değildir. O nıır3niliğin de mükemmel olmada dereceleri vardır. O dereceler ara­sındaki nisfx:t farkı yıldız, ay ve güneş arasındaki nisbet gibidir."

Mutasavvıflar bu görüşlerini teyid etmek için de şu delilleri ileri sü­rerler:

1- İbrahim (a.s.), bir cismin ilah olduğuna i'tlkad etmeyecek kadar yüce bir kimsedir. Binaenaleyh, işin gerçeğini anlamak için o cismin (ay,güneş, yıldızın) batmasını görmeye muhtaç değildir.

2- O cisim batmasa ve o cismin zamanı belli bir cisim olması itiba­nyle onun i18h olmasının imkansızlığını bilmeseydi, İbrahim (a.s.) onu ilah mı edinceekti?

3- ltirahim (a.s.)'in ilk gördüğü şeyin yıldız olması nasıl mümkün olur? Oysa daha belirgin olan güneştir ve ilk görülecek de odur.

4- Allahu Tealfı önce: "Böylece biz lbralıim'e göklerin ve yerin me­lekıi.tunu (büyük ve Jıarikuldde muhteşem varlıklarını) gösteriyoruz. " (En'am, 75) buyurmuş, sonra da İbrahim (a.s.)'in yıldız, ay ve güneş hakkındaki sözünü nakletmiştir.

İbrahim (a.s.) için melekô.t alemi açıkça belli olduktan sonraartık, yıldız, ay ve güneşi ilah sanması nasıl mümkün olur?"

Mutasavvıflann bu sözleri zanni delaletlerdir; kesin deliller değil­dir. Şöyle ki:

"İbrahim aleyhisselam, bir cistnin ilah olduğuna i'tikad etmeyecek kadar yücç: bir kimsedir" demeleri karşısında şu cevap verilmiştir: Mu­hakkak ki, bu hadise olduğu zaman İbrahim aleyhisselam çocuk yaş­taydı. llerde peygamber olacak bir kimsenin daha çocuk yaştayken ak­lına böyle bir düşüncenin gelmesi, sonra da hemen oridan vazgeçmesi olmayacak bir şey değildir. Ayrıca İbrahim aleyhisselam'ın yıldızın,

1 68

ayın ve güneşin batrnasıyla onlann hadis (soruadan olına) bir varlık ol­duklarını anlarnasının, o varlıkların zamanlarının sınırlı ve birer cisim olduklarını anlamasından daha açık (kolay) olınası da yadırganacak bir şey değildir.

önce yıldızın görülmesi meselesine gelince, İbrahim aleyhisse­lam'ın çocukken bir mağarada habsedilmiş olduğu ve ancak gece dışarı çıkmış olduğu rivayet edibniştir.

Allahu Teala'nın önce: "Böylece Biz lbrahim'e göklerin ve yerin melekucunu (büyük ve barikulade muhteşem varlıklarını) gösteriyo­ruz." buyurması meselesine karşı da şöyle denilmiştir: Allah u Terua'nın, İbrahim aleyhisselam'ın sonraki halini zikredip sonra da ilk halini zikretmeye dönmüş olması caizdir.

İşte bu ve bunun gibi te'viller, kesin delilin gerçek durumunu ve şar­tını bilıneyen kimselerin delil sandığı zanlardır.

Netice itibariyle bu, mutasavvıflann yaptıkları te'vilin bir çeşididir. Nitekim Onlar Cenab-ı Hakk'ın, " .... papuçlarını çıkar" , "sağ elindeki­ni (asanı) at!" (TaM, 1 2,69) ayetterindeki "ad" ve "papuçlar (na'leyn)" sözlerini de te'vil etmişlerdir.

Herhalde i'tikad esaslarına taalluk etmeyen bu gibi meselelerdeki zan, i'tikad esaslarındaki kesin delil yerine geçmektedir. Binaenaleyh o zan yüzünden bir kimse tekfir de edilmez, bid'atçı da sayılmaz.

Ayrıca eğer bu te'vil kapısının açılması halkın kafasını karıştırmaya sebep oluyorsa, seleften söylendiği rivayet edilmeyen her konuda özel­likle o te'vilin sahibi bid'atçı sayılır.

Buna yakın bir iddia. Batınilerin "Şüphesiz ki, Samiri'nin "buzağı­sı", ifadesini tevil etmeleridir. Diyorlar ki, "Nasıl olur da, o kadar çok insanın içinde, altından elde edilen bir buzağının ilah olmayacağını bilen bir akıllı bulunmaz?"

İşte bu da bir zandır. Çünkü, insanlardan bir taifenin bu derece ah­maklığa düşmesi (mesela puta tapılması,) imkansız bir şey değildir. Bu halin çok az rastlanır bir şey alınası ise o iddiayı kesin bilgi derecesine eriştirmez.

Akaidin mühim esaslarıyla ilgili bu türden te'villere gelince kesin

169

delil olmadan nassın zahiri manasını değiştiren kimsenin tekfır edilme­si gerekir.

Bunun misMi kesin delile dayanmadan, .ahirette cesetlerin toplan­masını (haşr) ve verilecek cezaların hissi olarak çekilmesini, zan, ve­him ve bu işlerin olmasını uzak görmek gibi sebeplerle iııkar eden kiin­sedir ki işte bu gibi kişilerin kesin şekilde tekfır edilmesi gerekir .. Çüıı­kü, nıhiarııı �������seri döndürüJm.�.Ş��rı!�şı:z. o_ldl!ğ��;� 8.<!��--. ren hiçbir delil yoktur.

" ' . - . .. " ·-· - · �

Hem bu gibi te'villerin zikredilmesinin din için zararı büyüktür. Bu yüzden, böyle te'vilde bulunan herkesin tektır edilmesi icabeder.

Bu şekildeki te'vil de, felsefecilerin çoğunun görüşüdür. Felsefeci­lerden '!\!!� ���endi nefsini bilir" y�, ancak külliyab bilİ!ı_ kişilerle ilgili teferruab (cüz'iyyaau) ise bilmez" diyenierin de aynı şe­'kfide-ie1Cilr editmeTerilCabeder. Çünkü bu türlü sözler kesin olarak,

·-Peygamber (SA V)'i yalancı saymakur_ ve te'vil hususunda zilıeı.irgi: miz dereeelelin benzeri bir şey değildir. Çünkü, cesedierin başrini ve Allahu TeMa'nın ilminin, kişilerin hallerinin tafsilauna talluk ettiğini anlatan Kur'an ve hadis delilleri te'vil kabul etmeyecek kadar çoktur. Hem onlar da bunun bir te'vil olmadığını itiraf ediyorlar ve diyorlar � .

"Akılları akli haşri (el-meadü'l-akli) anlamaktan aciz olduğu için cesetlerin haşrine inanmak halkın yarannadır.

Kalplerinde bir istek ve korku meydana getirmesi için, Allahu TeMa'nın b�larından geçecek şeyleri bildiğine ve onları gözetlediğine inanmalarında yine onlar için fayda vardır.

Peygamber (SA V)'in onlara bu şekilde anlatması caizdir. Çünkü �kasının faydasına çalışan ve her ne kadar dediği gibi olmasa da ona yararı olan şeyi söylenen asla yalancı değildir."

Bu sözler kesinlikle bauldır, gerçeğe aykırıdır. Çünkü o söz önce açıkça tekzib edip sonra da Peygamber (SA V) yalan söylemedi diye mazeret aramakur.

Halbuki peygamberlik (nübüvvet) makamının (onların anlatuğı şe­kildeki) aşağılık durumdan tenzih edilmesi gerekir. Hem ne bacet!

170

Doğrulukla ve doğrululda ha1k:ın durumunu düzeltmekte pekAla yalan­dan kurtaracak kadar geniş bir hareket sahası vardır.

İşte bu tür ifadeler zındıklıktaki mertebelerinin ilkidir. O, Mu'tezile ile mutlak zındıklık arasındaki mertebedir. Çünkü Mu'tezilenin me�..:

_E!ı felsefecilerin metodlaıma yakındır .. Ancak şu tek mesele de ayrılır­lar:

Mu'tezililer böyle bir mazeret ileri sürerek Peygamber (SAV)'in ya­lan söylediğini caiz görmezler. Ama zat;ıiıi nassın hilat'ına bir delil bul­duklarında onu te'vil ederler.

Felsefeeller ise, nassın zahiri manasını bırakıp uzak olsun yakın ol­sun te'vili kabul etme ihtimali olan manMara geçmekle kalmaz, daha ileri giderler.

Mutlak zındıklık, hem hissi hem akli (ruhi) §ekildeki ahiret hayatını ve �!!.l!�lE.!!l..XaratıcJSını tem,&lden büsbütün inkar etmçktif.

Hissi tezzet ve elemleri inkar etmenin yanısıra bir çeşit akli ahiret hayatını ve Al)ah'ın, işlerin rafsilatını bilmesini kabul etmemekle bera­ber alemin yaratıcısının varlığını söylemek şartlı bir zındıklıktır. Çün­kü bu tarz bir anlayışta bir nevi peygamberlerin doğruluğunu kabul manası vardır.

Zannımca bu şekilde itik:ad edenler -işin hakikatini Allah bilir ama­Peygamber (SA V)'in "Ümmetim yetmiş küsur ftrlcaya ayrılacak; zın­dıklat hariç onların hepsi cennetlikıir." (1) hadis-i şerifi ile kasdolu­nanların ta kendileridir.

(1) Elimin altında bu�unan hadise ait kaynaklara (-ki onlar, kendisiyle meşguliyetin nasib olmayı§ıru pekçok hayırdan mahn1miyet saydığım bu ilim dalıyla uğraşmadığım için azdır. Yüce Mevlii'dan o ilimden alıkoyan engelleri benden uzakl&§tınnasını ve o sahada elimden tutacak hadis hocalarına benim için ilham etmesini niyaz eyliyorum! müracaat ettim, ama onu bulamadım. Aslında ben, bu konuda özellilde Gaz&i'nin burada naklettiği rivayet hakkında dUşünürlerin (ehl-i re'y) görü§Unü öğrenmeyi çok istiyordum. Zira Muhammed Abduh, "eş-Şeyh Muhammed Abduh beyne'l-Feliisifeti ve'l-Keliimiyyin" adıyla yayınladığım "Hiişiye ale'l­Akaidi'l-Adudiyye" adlı kitabında bu hadis-i şerif üzerinde bir açıklama yapmıştır. Ancak ben o açıklamayı beğenmedim ve o görüşlerine

17 1

Zındıldar da bir fırkadır. Rivayetlerin bir kısmında hadisin lafzı bu şekildedir. Bu hadisin zahiri, Peygamber (SA V)'in bu sözüyle ümmetinden

olan "zındıklan" kasdettiAini gösteriyor. Çünkü o, "ümmetim ... aynla­cak: •••• " şeklinde ifade ebniştir. Onun peygamber olduAunu kabul ebne­yen kimse ise zaten onun ümmetinden değildir.

"Ahiret" ve "yaraucı" methumlannı temelden inkar edenler onun peygamberliğini kabul etmiş olmazlar. Çünkü onlar ölümün sırf yok­luktan ibaret olduğunu ve Memin de bir yaraucısı olmaksızın kendi kendine eskiden beri bu şekilde var olageldiAini iddia ederler. Allah'a

katılmadım. Bu görü§ü hakkında onunla sert bir §ekilde tartl§tım ve onları adı geçen kitabın mukaddimesine kaydettim. Muhammed Abduh, bu hadis hakkında teknik bilgi açısından kendisinin veya bqkasırun görü§Une i§aret etmemi§ti. Esasen Muhammed Abduh, bir hadis ilimi değildi. Gerçekten Muhammed Abduh, Gazili'nin burada naklettiği rivayeti naklederken özel bir §ekilde durdu. Çünkü onda diğer rivayetteki anlayl§ını destekleyen bir kolaylık buldu. Fakat, Muhammed Abduh'un naklettiği ve beğendiği rivayet burada Gazili'nin naklettiğinden biraz farklıdır. Çünkü o rivayet "biri hariç hepsi cehennemliktir" şeklindedir. Muhammed Abduh, bu "bir" i, ötede heride aramaya koyulmuş, sonunda sermayeyi tükettiğini ve o "bir"i bulamadığım ilan etmiştir. Biz, Allah'ın rahmetinin bütün yaratıklarını ku§atmasıru ve onların hepsini cennetinin geniş sahasının içine almasını yadırgamıyoruz. O, (Abduh) sadece temenni etmekle kalsaydı mesele kolaydı. Fakat Cenab-ı Hak §öyle buyuruyor: "(Iş) sizin kurunıunuza, veya Kitab ehlinin kurunıusıuuı göre olmaz. Kötülük yapan cezasını çeker ve kendisine Allah'tan başka ne dost ne de yardımcı bulabilir. ( Allah'ın vereceği cezayı kimse ondan savamaz) (Nis8, 123 ). Biz ise, bize Allahu Teila'run verdiği tarifler ve Rasulullah (SA V)'m tesbit ettiği sınırlara rivayete mecburuz. Ölçü, işte bu tarifler ve sınırlardır. Bunların dışmda kalan her söz sahibine aittir, onu benimsemez ve ona önem vermeyiz. lşte bu ölçü, kendisinden vazgeçrneyeceğimiz parolamız ve yolumuzda devamlı benimseyeceğimiz delilimizdir. Bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyen hadisin ilgili yerlerdeki rivayetlerine baksm ve Muhammed Abduh'un "eş-Şeyh Muhammed Abduh beyne'l-Felasifeti ve'l-Kelamiyyin" adlı kitapta bu hadisle ilgili olarak açıklamalarma müracaat etsin.

172

ve ahiret gününe inanmaz ve peygamberleri hakikati gizlemekle ilham ederler. Artık bu şek:i.lde olan kimselerin "ümmet"ten sayılıİıaları müm­kün deAildir.

Şu halde "bu ümmetin zındıklan" ifadesinin bizim zikrettiAimizin dışmda hiçbir manası yoktur .

• • •

VIII. FASIL Bilesiniz ki, bir kimsenin tekfır edilebilmesi için, bu konuda söyle­

nen sözlerin ve mezhepterin hepsinin zikredilmesine, herbirinin şüphe­sini, delilini, zahiri manidan uzak oluş sebebini ve nasıl te'vil etti�ini anlaunaya ihtiyaç gösteren uzunca bir tafsilat vennek getekir;

Bu bilgiler ciltlere sa�mayaca�ı gibi benim de ona vaktim yet­mez.

Şimdilik bir tavsiye ve bir kanun ile yetinece�m; Tavsiye: "U iJ.ahe illallah; Muhammedün Rasfılullah (Allah'tan

başka hiçbir il8h yoktur; Muhammed (s.a.v) O'nun elçisidir" dedikleri ve bu tman esasına ters düşmedikleri sürece, mümkün oldu�u kadar ehl-i kıble'ye dil ıızaırnayın.

Ters düşmek demek, bir mazeret bulunsun veya bulunmasın, Resfı­lullah (s.a.v)'ın yalan söylemesini cAiz görmeleridir. Bu halde (bile) tekfır tehlikelidir, susmakta ise hiç bir tehlike yoktur.

Kanun: Nazari bilgiler iki kasımdır: a) Asıl kaidelerle al3kalı olanlar, b) Teferruatla atakalı olanlar,

Jn:ı�nJ!$ıllan ü..ÇJür: J) All.{!!Üt.!ın!m •.. ı.tr�.Y&mn�dn�J.ı:mm.3) _ __

Mir�tgj.ID.ilne iman. J!unlaı:m .. dı§ın4a kalanlar tefemıauır. Biliniz ki, tek bir mesele hariç, teferruat sebebiyle tekfıre asla cevaz

yoktur. O bir mesele de, Peygamber (s.a.v)'den tevatür yoluyla geldiği bilinen dini bir esasın inkar edilmesidir.

Ancak, (Fıkıhla ilgili meselelerde olduğu gibi) teferruat meseleleri-

173

nin bir kısmında hatası görülen kimseler için yanıldı, denilebilir. İma­met (hilMet) ve saMbenin halleriyle ilgili olanlar gibi bazı fer'i mesele­lerde yanılgıya düşenierin de bid'atçı oldu�u söylenebilir.

Hilafetin aslı, halife ta'yininin şartları ve onunla ilgili hiçbir şeyde yanılmak tekfıri icabettirmez.

Nitekim İbnu Keysan, hilafetin gereldili�inin aslını inkar ebniştir. Onun da tekfıri lazun gelmez.

HilMet işini büyüten ve hıüıfeye imama inanmayı, Allah'a ve Rasu­lüne imanla eş tutan cemaate iltifat edilmez. Öte yandan, sırf imarnet (hilafet) hususundaki görüşleri yüzünden onları tekfır eden hasunlaiı­na da iltifat Flmez.

Çünkü bu iddiaların hepsi de haddi aşmaktır. Zira bu iki sözden hiç birinde Peygamber (s.a.v)'i telezip manası asUi yoktur. Ama ne zaman ki, fer'i bir meselede de olsa, peygamber (s.a v)'i yalancı çıkarma (tek­zip) çabası bulunursa tekfır vacib olur .

. M�.S.-�!�Ei!.��!!!�;�:����:�!ki Bel_!�ıllah denilen_ bina Allah u . Terua'nm hac_ ipa4��Jçin ��Y.���-���-I_l!�s.�f!L��!��L�:�� . .d�e.�Idir" dese işte bu iddia küfürdür. Çünkü bu iddianın aksinin Peygamber (s.a.v);den-tevatüf.yoluyla . . geldi�i kesin şekilde sabittir. Bu kişi, Pey­gamber (s.a v)'in bu Beytullah'm, makSud olan Ka'be olduğuna şehadet ettiğini inkar etse de kendisine fayda vermez. Bilakis, onun inkarında inatçı olduğu kesinlikle bilinmiş olur.

Ancak kişinin İslam'a yeni girmiş olması veya bu meseleDin kendisi nezdinde tevatür yoluyla sabit olmaması durumunda küfür hükümü­nün dışında kalır.

Aynı şekilde, suçsuzluğu hakkında ayet-i kerime nazil olmuşken, Aişe (Radyallahu anha)'yi fuhşa nisbet eden kimse de illırdir. Çünkü bu ve benzeri durumların meydana gelmesi ancak Peygamber (s.a.v)'i tekzib veya tevatürü inkarla mümkündür.

Tevatür öyle bir kesinlik derecesidir ki, insan onu diliyle inkar eder ama, kalbinin onu bilmemesi mümkün değildir.

Evet, bir kimse, ahAd haberleriyle sabit olan bir meseleyi inkar etse,

bu inkan yüzünd�ri onu tekfır lazım gelmez.

174

Şayet bir kimse icma ile sabit olan bir hük:mü inkar etse, o konu, mün3kaşa götürür. Zira icmam kesin delil oldu�unun bilinmesi mesele­si zor bir meseledir. Bu derin meseleyi ancak Uslıl-i Fıkıh ilmini tahsil edenler anlayabilirler.

Bilginlerden Nazzam da, prensip olarak icmfun delil oluşunu inkar etmiş, bu yüzden icmam delil oluşu ihtilaf edilen (muhtelefun fih) bir mesele halini almıştır.

Özetle, fer'i meselelerio hükmü işte bu anlattıklanmızdan ibaret­tir.

Yukanda adı geçen üç esasa ve haddi zatında te'vile ihtimali olma­yan, naklinde tevatür derecesine erişen ve aksine herhangi bir delilin bulunması düşünülmeyen her meseleye muhalefet etmek hatis tekzib demektir. Bunun misati, cesetlerin haşri, Cennet, Cehennem ve Allahil Teata'nın ilminin işlerin tarsilAtını kuşatması gibi zikrettiğimiz şeyler­dir.

Uzak bir mecaz yoluyla bile olsa te'vile ihtimali bulunan meselele­rio deliline bakarız; şayet delil kesin ise onunla hüküm vermek gerekir: Ancak açıklanmasında, kusurlu anlayışları yüzünden halka zaran var­sa, onun açıklanması bid'attir. Ama delil kesin değil fakat zann-ı galib ifade ediyorsa ve bununla beraber (Mu' tezile ' nin Allahu Te3.IA' nın &2:­rülmesini inkar etmeleri gibi) dinde i.ararı bilinmiyorsa, işte bu bir b id ' attir: fakat asla küfür değildir.

Zararı zahir olan, ictihad ve münakaşaya konu teşkil eden mesele­lerde ise, tekfir edilme ihtirrıali de, edilmerne ihtimali de vardır. TasaY:,.-�-eh_!i_Q!����}����-��.!1-�ı--��!�!iı!j�ı:Ls..��!:i.!sl�.!ig!hl, Al­lah ile kendileri arasında bir dereceye eriştiklerini! �l!_S,�Q�pl�jiı:�!l�:.

���;-��:��;rfiitl$���lil.t���:�fi[;������: ki iddialar, işte bu cinstendiı:l�r, _ _

İşte böyle bir kimse (cehennemde ebedi kalması ile ilgili bükümde ihtilaf olsa da) öldürülmesinin gerektiğinde hiçbir şüphe olmayanlar­dandır.

Böyle birinin öldürülmesi yüz illıri öldürmekten daha faziletlidir.

175

Çünkü onun dine verdi� zarar daha büyüktür. Ayrıca onun yüzünden bir haramları mübah sayma (ib!ha) kapısı açılır ve kapanmaz. İşte böy­le birinin zararı mutlak olarak ibahiyecili�i benimseyenin zaranndan fazladır. Çünkü mutlak olarak ibahayı benimseyenin kafırli�in açık­ça belli olması sözlerinin dinlenmesine engeldir.

Ama beriki, 1stam'ı içerden (dln yolundan) yıkmaleta ve dinde kendi derecesinde olmayanlara olan umumi teklifleri hııSfısileştirmekle, bu genel dini teklifleri özelleştirmekten başka bir suç işlemedigiru iddia etmektedir.

Böyle bir kimse bazan da, zahiren günahları işledi� ama iç aJ.emi­nin o günahlardan uzak bulundu�u iddia eder. İşte bu kimse her tası­kın onun gibi bir iddia içine ginnesine sebep olur ve işte o kimse yüzün­den dirun ba� çözülür.

Tekfır etmenin de, etmemenin de her durumda kesinlikle bilinmesi gerekece�nin zannedilmesi uygun değildir.

Hatta tekfır, şer'i bir hükümdür ki, kafır sayılan bir kimsenin malı­mn alınmasını ve kanının dökülmesini mübah kılar ve cehennemde ebedi olarak kalaca�a hükmetme imkanı verir.

Kısaca, o tektir hillçmünün kaynağı da di�er şer'i hükümterin kay­nağı gibidir. Bu yüzden bazen kesin şekilde bilinir; bazan zann-ı galiple bilinir; bazan da tereddüt hasıl olur.

Eğer, tereddüt hasıl olmuşsa onda tevakkuf etmek tekfıre gitmemek daha uygundur.

Hemen tekfır yolunu tutmak ise, ancak çoğunlukla kendilerinde ce­haletin galip olduğu kimselerin işidir.

Başka bir kaideye daha dikkat çekmek gerekir ki o da şudur:

Muhalif bazan kendisinin te'vil edici oldıığunu ileri sürerek mü­tevatir bir nassa ay kın davranabilir. Fakat onun te'vil diye ileri sürdüğü düşüncenin lisan kaideleriyle uzaktan ve yakından hiçbir ilgisi bulun­maz. İşte bu davranış küfürdür. Bunu yapan kişi her nekadar kendisinin te'vilci olduğunu iddia etse de tekzipçidir. Sahib-i şeriatı' yalancı çıkar­ma durumuna düşmüştür.

176

Bunun misaii, bazı batinilerin sözünde gördüğüm şu iddalardır:

"Allahu TeiDa birdir, demek, o birü�i (vahdeti) verir ve onu yaratır, demektir."

"O Alim 'dir demek, ilmi başkasına verir ve onu yaratır demek­tir."

"O mevcuttur demek, o başkasını var eder, demektir."

"Ama onun bunlarla muttasıf olması manasında, bizatihi bir, var ve aiim olmasma gelince; böyle bir şey yoktur."

İşte bu iddia apaçık küflirdür. Çünkü bir (vahid) kelimesini "birliği yaratma" manasıyla tefsir etmenin şüphesiz, te'ville hiçbir aWcası yok­tur. Arap dili asla öyle bir mana taşunaz.

Birliğin (vahdet) yaratıcısı birli�i yarattığı için vahid (bir) diye isimlendirilmiş olsaydı, o takdirde üç ve dört diye de isimlendirilirdi. Çünkü bu sayılan da o yaratmıştır.

İşte bu gibi sözler te'vil diye ifade edilmiş bir takım tekziplerden ibfu'ettir.

• • •

IX. FASIL Tekfırle ilgili bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, tekf'ıri düşünmek

bazı hususlarm bilinmesine bağlıdır:

1- Zahiri manasıyla amel edilmesi terkedilen nassm te'vile ihtimaii var mıdır, yok mudur?

Varsa. o te'vil akla yakın mıdır, uzak mıdır? Te'vili kabul edecek ve euneyecek olan nasslan bilmek hiç de kolay değildir. Hem bu işe an­cak, Arap dilini, bu dilin esaslaniu, Araplar'ın isliare ve mecazlan kul­lanıştaki adetlerini ve atasözlerini kullanınada takip ettikleri metodlan detaylarıyla ve çok iyi bilen bir kimse güç yetirebilir.

2- zahiri manası terkedilen nass, tevatür yoluyla mı, alıM yoluyla mı, yoksa sırf icma ile mi sabit olmuştur?

Tevatüren sabit olduysa. tevatür şartına uygun mudur, değil midir? Çünkü bazan müsteiız hadis, mütevatir zannedilebilir.

177

Tevatürün tarif�::_ "Peygamberlerin ve meşhur beldelerin ve benzeri şeylerin varlığının bilinmesindeki gibi, kendisinde şüphe edilm� mümkün olmayan §eydir.ye bu mütevatır olan şey Peygamber (SA V)'in zamanına varıncaya kadar, asır be asır, çağlar boyu mütevatir olmalıdır."

Buna göre, asırlardan birinde, tevatürde lazım gelen sayının noksan olması tasavvur edilebilir mi?

Tevatürde aranan şart, Kur'an-ı Keôm konusunda olduğu gibi buna ihtimal vermez.

Kur'an-ı Kerim'in dışındakilerde ise bunu kavrama işi gerçekten çok karmaşıktır. Onu ancak, tarih kitaplanru, geçmiş asırların durumla­rını, hadis kitaplarını ve hadisleri nakleden kimselerin hallerini ve söz­leri nakletmedeki maksatlarını iyice araştınp inceleyeP- kimseler idrak edebilirler.

Zira her asırda tevatürde aranan sayı mevcut olabilir; ama onunla ilim meydana gelmez.

Çünkü, özellikle mezhepterin mensupları arasındaki taassubun or­taya çıkmasından sonra, birçok kimse için, bir konu üzerinde anlaşma­larını sağlayacak birleştirici bir unsurun mevcudiyeti düşünüliirdü.

İşte bundan dolayıdır ki, Rafiz'ilerin kendileri nezdinde tevatür de­recesine ulaştığı için, Ali b. Ebi Talib (r.a.)'in bilafeti konusunda nass bulunduğunu iddia ettiklerini görürsün.

Muhaliflerin nezdinde ise, birçok konuda, onlarca tevatür derecesi­ne varan haberlerin aksi olan haberler tevfuür derecesine varmıştır. Bu durum, Rafızilerin yalan uydurmaya ve uydurulan yalanıara uymaya aşırı muvafakatıarından dolayı meydana gelmiştir.

İcma'a dayanan meseleler en zor anlaşılan şeylerdendir. Çünkü ....iç}lla'm saffi şöyledif: "Ehlü'l-hall ve'l-akd �ir meseleY.isözmeye ve bu .

!§! netice�dirmexe xetkili kimseler} �ir yerde toptanırlar ve bu mesele üzerinde açık bir lafızla ittifak ederler� Sonra bazı alimiere göre onlar bu ittifakları üzere bir müddet devam etmelidirler; diğer bazılarına göre de o asrın bitimine kadar devam etmeleri icabeder.

Bazılarına göre de icma şöyle tahakkuk eder. Bir hükümdar yeryü-

178

zünün çeşitli bölgelerinde bulunan alimiere mektup yazarak onların fetvaiarını alır. Onların fetvaları açıkça ittifak eder de artık onlardan bi­risinin sözünden dönmesi ve onun aksine fetva vermesi mümkün ol­maz. Sonra şu mesele düşünülmelidir: Böyle bir icma meydana geldik­ten sonra ona muhalefet eden tdcfır olunur mu? Çünkü bazı alimler şöy­le dertıişlerdir: Bu müddet içinde ihtilaf etmeleri c3iz olunca, onların muvafakatiarı ittifak diye tefsir edilebilir. Ve onlardan birinin fıkrinden rücu' etmesi imkansız de!lldir. Bu hususun bilinmesi de çok zor bir iş­tir.

3- Söz sahibinin yanmda o haber tevatür derecesine varmış mıdır? Yahut, icma' ona ulaşmış mıdır? Bunlar üzerinde iyice düşünülmelidir. Çünkü yeni doğmuş kimselerin nezdinde işler tevatür derecesine ulaş­mış; icma edilen konularla ihtilaf edilen konular birbirinden ayrılmış de�ildir. Bu meseleler ancak tedricen idrilk edilir. Yine bunlar ancak selef tarafından ihtilaf edilen ve icma meydana gelen konularla ilgili olarak tasnif edilen kitapların mütealaasıyla ö�enilir. Sonra, bu konu­da bir iki kitap mütelaa etmekle de bilgi edinilemez. Zira bununla ic­ma'ın mütevatır oluşu anlaşılmaz.

Nitekim, -Allah rahmet etsin- Ebu Bekr el-Fansi icma ile sabit olan meseleler hakkında bir kitap yazmıştır. Fakat zikrettiği meselelerio bir­çoğu reddedilmiş, bir kısmında da kendisine muhalefet edilmiştir.

O halde bir meselede icmaın sabit olduğunu bilmeden icmaa muha­lefet eden kimse bilgisiz ve hatalıdır, ama tekzibçi değildir. Binaena­leyh, onu tekfır etmek mümkün olmaz.

Bu hususlarda gerçek şekilde bilgi sahibi olabilmek hiç de kolay bir şey değildir.

4- Bir kimsenin nassın zahiri manasma muhatefet etmesine sebep olan delili hakkında düşünülmesi gerekir. Bu delil, delil olma şartını ta­şıyor mu, taşımıyor mu?

Delilde bulunması gereken şartla ilgili bilgilerin lafsilatını anlat­mak ancak ciltlerle kitap yazmakla mümkün olur. "ei-Kıstasu'l-Müs­takim" ve "Mehakkı'n-Nazar" adlı kitaplarımızda zikrettiklerimiz ise sadece onlardan bir örnektir.

179

Delilin (bürhan) şartının tam olarak anlaşılması gerekligini anla­maktan, zamanımız fakibierinin aklı aciz kalır. Oysa ki bunun bilinme­si kaçınılmazdır. Zira delil kesin oldugu zaman (-uzak bile olsa-) te'vile ruhsat (izin) verilebilir. Delil kesin olmadı� zaman ise arıcak akla ya­km ve anlaşılır te'vile izin verilir.

5- Bir kimseni.n söyledigi sözün, dindeki zamrının büyük olup ol­madı� düşünülmelidir. Şöyle ki: Dinezaran büyük olmayanlarda, me­selA. "lmam"ı bekleyen İmlimiye·fırkasının: "Muhakkak imam bir ma­gara da gizlenmiştir; o bir gün çıkacak:br" demeleri gibi, sözün, her ne kadar çirkin ve batıl olduğu açıksa da, mesele çok basitıir.

Evet, gerçekten o söz yalan bir sözdür, gerçeğe uymadığı bellidir ve hakikafFn çok çiıkindir, fakat o anda dine bir zarar yoktur. Zaran sade­ce ona inanan ahmak adamadır. Çünkü o her gün "İmam"ı karşılamak için memleketinden çıkar; geceye kadar bekler; sonunda da eli boş ola­rak evine döner.

Demek istediğim şudur: Her ne kadar batıl oldugu belli olsa da, her saçma söz sebebiyle bir kimsenin lliır sayılması (tekfır) gerekmez.

İşte, teldiri düşünmenin bu zikrettiğimiz hususlarm hepsinin (ki, ni­ce ileri gelen alimler bile onların her birini bilemez) bilinmesine baglı olduğunu anladığın zaman, İmam Eş'arl'ye ve başkasına muhalefet edeni, hemen tekfıre yeltenen kimsenin cahil ve saçma-sapan konuşan biri olduğunu bilmiş olursun.

Hem, fakih, sırf fıkıh bilgisiyle böyle büyük ve çok önemli konuyu nasıl anlayabilir? Zaten o bu bilgilere fıkhın hangı bölümünde nıstlaya­cak. ki?

Sözün özü şudur, ilmi sermayesi fıkıh ilminden ibaret olan fakihin bazı kimseleri tekfır ve tadiile (sapık olduğunu söylemeye) daldiğını gördü�e hemen ondan yüz çevir, kalbini ve dilini onunla meşgul et-me. ,Ç!inkU �iE.2.!.<!'!�-!!�l�!!.�.i?.�"!!!��J!!§L!!!�I� Q�_:_ � insan tabiatında var olan bir iç@üdür. Cahiller ise bu nefsi li!ZUY� 8�!!1 ���!��.��-ih�s.��-�!;I!!D-��i de o

(1) el-Kisttisu'l-Müstalcim ve Mehaklaln-Nazar kitaplan Faysolü't-Tefrika .. kitabından önce te 'lif edilmişlerdir.

1 80

!ç@üdür. �u işi anlamayanlar elini çekse, elbeue halk arasında ihtilaf az olurdu.

• • •

X. FASIL -�!l�l�!!.��!!!_g!!!�nleri.ı)den bi!'_!'!�ı:!ı.�-�-��ş!!!m�anl!_��

-�b.�nı �ır Sl!Y�!��-�fi.ı!ı:l�J.!��_Qıılı:!! d����-�: �·�gi� bildj-- -�-�_gibi Ke�1���Y�!l-�� �1-��--l>gimy�4ıWıız.4elillere - g�r.� �J;tr.n�!!!!.!Q.mş�Jc!fi!.cJ.k, n

İşte bu iddiada olanlar, önce, Allah'ın geniş rahmetini, O'nun kolia­nna daraltan ve cenneti çok az bir cemaat olan kelamcılara rabsis eden, ikinci olarak da, revatür yoluyla gelen sünnet'i kavramamış olan kimse­lerdir. Zira onlar peicrua bilirler ki, Rasôlullah (s.a.) ve sahabe zamanla­rında Araplar'ın kaba ve ahmaklarından nice cemaatlerin müslüman ol­duklarına hükmedilmiştir. O araplar ki daha önce putlara tapmış ve de­lil ilmiyle iştigal etmemiş, hatta o ilimle �salar bile onu aniayama­yacak kimselerdi. Bir kimse, imanın keiam, sırf keiami deliller ve ke­lam kitaplarında sıralanmış olan bölümleri anlamaktan ibaret oldugu­nu zannederse, şüphesiz bir bid'at çıkarmış olur. _Ç_ünkü iman, Allah'n.! -��i!l!��e �e� taraf!fidan�!§ olmak u�. �tbitJJ!-!ffi!!!:. Bu nur_����J� __ !ç_��i!l<!e.!l_�J!!ç!lsmr.ıt�liJ­le olur ki, �� �()zl�.i!M�-�mı�tmlif!l�n o�az. Bazan da uykuda bir rüya yoluyla olur. Bazen dindar ve ehl-i hal bir kimsenin durumunu müşahede etmesi ve sohbetleri esnasında nôrunun ona geçmesiyle olur. Bazan hal (=içinde bulunulan durum) Icarinesi (=maksadı gösrereıt de­Iili) ile olur. Nitekim bir çöl arabı inkarcı haliyle Peygamber (s.a.)'in ya­nına geldi. Bakışlan O'nun güzel yüzüne ulaşır ulaşmaz Onda peygam­berlik nurlarının (nfir-ı nübüvvet) panldadıgını görünee hemen: "Vali­ahi, bu yüz bir yalancı yüzü de�Idir" dedi ve lslam'ı kendisine ögeet­mesini isteyip müslüman oldu. Başka biri, Peygamber (s.a.)'e gelip de­di ki: "Allah aşkına bana söyle; Allah mı seni Peygamber olarak gön­derdi?", Efendimiz (s.a.) de ona: "Evet, vallahi, Allah, beni Peygamber olarak göndeımiştir." diye cevap verince, adam onu, elini tutarak tasdik etti ve İslam'a girdi.

1 8 1

Bu ve benzeri hadiseler sayılamayacak kadar çoktur. Üstelik onlar­dan hiçbiri, Kelam ilmiyle ve delilleri �enmekle meşgul olmamış idi. Ama iman niiru, maksada ulaşbran bu gibi karineler yardımıyla onlann kalplerinde parlak bir ışık olarak ortaya çıkıyor; ayrıca o gibi yüksek hallerin müş2hedesi, Kur'an tilaveti ve gönüllerin temizlenmesiyle onun parlaklıgı arbp duruyordu.

Ah bir bilsem ki, Raswullah (SA V) ve sahabenin (R.anhüm) müslü­man bir çöl arabını getirip de şu aşağıdaki hususlarda bana bir delil getir dedikleri ne zaman nakledilmiş?! ...

- Alem hadistir (sonradan olmadır).

- O araziardan hali olmaz. - Hadislerden hali olmayan ise sonradan olmadır.

- Allah ilim sıfab ile bilicidir. - Allah zab üzerine zaid olan kudret sıfabyla Kadir'dir.

- O sıfatlar O'nun ne aynıdır ne gayridir vs.

Ben, bu lafızların (kelamcıların ileri sürdüğü delillerin) veya ben­zerlerinin lüzumsuz olduğunu söylemiyorum. Bilakis (o devirde) her­hangi bir savaş, ancak kılıçların gölgesi altıiıda İslam'a giren kaba saha bir cemaat yüzünden açılıyor, esirler ise er veya geç teker teker müslü­man oluyorlardı. lsiam'a girenler kelime-i şehadeti ikrar ettikleri zaman kendilerine namaz ve zekat öğretiliyor, sonra meslekleri olan koyun gütme vesair işlere geri gönderiliyorlardı.

Evet, ben, kelamcıların delillerinin zikredilmesinin bazı kimselerin imana gelme sebeplerinden biri olabileceğini inkar etmiyorum. Ancak iman sebepleri sadece buna bağlı değildir. Kaldı ki bu kelam problem­Ieriyle uğraşarak müslüman olanlar çok nadirdir.

Bilakis en faydalı olan metod, Kur'an'ın metodu olan öğüt tarzıdır. Keiam ise, dinleyenlerin ruhunda, halktan bir kimseyi aciz bırakmak için kendisinde bir cedel san'ab olduğunu ve fakat kendisinin bizatihi gerçek olmadıgı hissini uyandınyor. Kelam, dinieyenin kalbinde ina­dm kökleşmesine de sebep olabilir. İşte bundan ötürüdür ki, kelamcıla­nn ve fakibierin münazara meclislerinde, bir kimsenin gönlünün açılıp

1 82

da Mu'tezile mezhebinden veya bir bid'atten di�er fıkre intikal ettiğini yahut İmam Şaiıi'nin mezhebinden İmam Ebu Hanife'nin mezhebine geçtiğini ya da bunun tersini göremezsin.

Bu geçişler, (cedel yoluyla değil) savaş dahil pekçok başka sebep­lerle olur. İşte bu yüzdendir ki, selefın lsiam'a davet metodu, bu tür mü­cadelelerle olmamışur. Hatta onlar, Kelam'a dalanların ve bütün him­metlerini, arayıp sorup mesele çıkannaya verenlerin aleyhinde şiddetli sözler söylemişlerdir.

Biz, ikiyüzlülüğü ve "acaba ne derler" i bir kenara bırakuğımız za­man, zararı çok olduğu için, Ketama daimanın haram olduğunu açıkça söyleriz� Bu hükümden ancak şu iki sınıf insan istisna edilebilir.

1- Kalbine bir şüphe düşmüş olup nasihat kabilinden sözlerle ve Rasulullah (SAV)'den nakledilen bir haberle kalbinden şüphe gitme­yen kimse. İşte KeiAm usUlüne göre tertiptenmiş olan söz, onun şüphe­sini gidermeye sebep, hastalığına ilaç olabilir. Bu durumda olan kimse o ilacı kullanabilir. Kendisinde bu hastalık bulunmayan sağlam insanın ise KeiAm'dan kendisini koruması gerekir. Zira KeiAm'ın onun ruhunda başka bir problem teşkil etmesi ve sapasağlam irikadından kendisini uzaklaşunp hasta edecek bir şüpheyi harekete geçirmesi pek muhte-meldir.

'

2- Aklı tam, dinde kuvvetli ve yakin nurlarıyla sağiarniaşmış imana sahip olan ama itikadi bir şüphe meydana geldiğinde o hastalığa tutula­nı tedavi etmek ve bir bid'atçi kendisini sapurmak istediği zaman irika­dını korumak maksadıyla kelam ilmini öğrenmek isteyen kimse. Böyle bir niyyetle o ilmin öğrenilmesi bir farz-ı kilaye olur. Başka bir yolla ki­şinin kesin irikadını tekrar elde etmesi mümkün olmadığı zaman, mese­lenin çözümünde şüpheyi ortadan kaldıracak kadar ketarn öğrenilmesi ise farz-ı ayındır.

Açık bir gerçektir ki, Peygamber (SA V)'in getirdikleri ve Kur'an-ı Keriffi'lıl' 'Ifluvf'eiitiCŞe:Yiere .. k:esili.1ir 'Şek:ii<ıe-I1ikaileCiei{. herkes, ·:Keifuli .. Iiffiiiii'büffiese·ae,·liiii'ffiilliırr. lfaira K'effuiif(leliiCieıl eiCie Cdiıen

"'Iman herhangi bir şüpheyle yok olmaya müsait ve gerçekten pek zayıf­tır. Köklü iman ise, çocukken devamlı surette duyulan telkinler yoluyla insaniann kalplerinde oluşan veya ergenlik çağından sonra, sözlerle

183

anlatılması imkam olmayan hal Icarineleriyle meydana gelen iman­dır.

l11!�2!!..�!!!:V.V.51!_ ka?Jmması kişiyi ibade�_y_�Picre nır&bur_��. ,.Ş�p���!�-�-�!_�� haki�tine e!!§!!lek, iç_��!l!�f!!. __ �l!l!l!!9!1Y��. kifiç��-�1!�"� v������<!.�.N�ıı.Teala'ya haıırlam3: (zikr) Q�!:_�i�_ulaşmak içni ibad�.te de�-��-!Qm�_y_C!_� "'ilgL(ına'ri�

. f�t>:��!l_i!.,IJ!]an tecelli �er. BQylece artık başka insaniann taklit yoluyla öğrendikleri şeyler gözle görmek ve müşahede etmek gibi olur. İste o durum "Ma'rifet"in gerçek�kli@: ki, o ancak itikada ait şüphe düğüm­leri çözöldükten ve Allahu Teata'nun nôruyla gönül genişledikten son­ra meydana gelir.

"Allah kimi doğru yola iletmek isterse onuiı gö�sünü İsiam'a açar." (En'am, 125)

"Ve artık o Rabb'inden bir nur üzeredir." (Zümer, 22) Nitekim Peygamber (SA V)'e gönlün açılması sorulmuş, o şöyle ce­

vap vermiştir: "0, Allah'ın mü'minin kalbine attığı bir nurdur." Bunun üzerine:

"Onun atanıeti nedir?" denilince cevabı şöyle olmuştur: "Al�nma yurdu olan dünyadan uzaklaşıp ebedilik yurduna yönel­

mektir." Hasıh, böylece anlaşılmış oldu ki, dünyaya yönelen ve ona ihtiras

gösteren keiamcı, ma'rifetin gerçek şeklini kavramış değildir. Onu kav­ramış olsaydı, aldanma yurdu olan dünyadan kesinlikle kaçınınb.

* * *

XI. FASIL Açıklamalanma karşı şöyle diyebilirsin: Tekfar hükmünü, şer'i

nasslan tekzipten çık:anyorsun. Oysa, insanlara Allah'ın rahmetini da­raltan Ketarn alimleri değil, Sahib-i Şeriat (SA V)' in kendisidir. Zira o şöyle buyurmuştur:

"Allahu Teaıa, kıyamet günü Adem aleyhisseıam'a buyuracak: - Ey Adem! Zürriyetinden bir kısmını cehenneme göndereee�im.

1 84

Adem lleyhisseıam - Ne kadarını ya Rabbi? diyecek. Cenab-ı Hak şöyle buyuracak: - Her binden dokuzyüzdoksan dokuzunu." Yine Rasfıl-i Ekrem (SA V)

_şöyle buyurdu:

"Ümmetim yetmiŞ küsur fırkaya bölünecek. Bunlardan kurtulacak olan sadece biridir."

Cevap:

Doğrusu birinci hadis sahihtir. Fakat onunla kasdolunanlar, cehen­nemde ebedi olarak kalacak olan kafırler değildir. Hadiste kasdolunan­lar, cehenneme girecekler, fakat orada günahla11 kadar bırakılacaklar; günahlardan masum olanlar ise, binde birden fazla olmaz.

Cenab-ı Hakk'ın şu ayeti de ona deiMet eder: "İçinizden oraya (ce­henneme) gitmeyecek hiç kimse yoktur." (Meryem, 71)

Sonra "Cehenneme gönderilecekler", günahlan yüzünden cehen­neme müstehak olanlardan ibarettir. Hem onlar şefaat sebebiyle cehen­nem yolundan geri çevrilebilirler. Nitekim bu konu ile ilgili hadisler vardır. Allah'ın rahmetinin genişliğini gösteren pek çok hadis-i şerif buna şahittir. O hadisler sayılamayacak kadar çoktur.

İşte onlardan biri Aişe (R.anha) validemizden rivayet edilen şu ha­distir:

"O diyor ki: Bir gece peygamber (SA V)'i kaybettim, onu aramaya çıktım. Bir de baktım ki, o devamlı bitkisi olan yumuşak bir yerde na­maz kılıyor.

Başının üzerinde üç nur gördüm. Namazını bitirince: "Kim o?" dedi. "Ben Aişe'yim ya Resiilallah!" dedim. "Üç nuru gördün mü?" buyurdular. "Evet, ya Rastilallah", dedim. Buyurdular ki: "Birinci nur içinde bana, Rabbim tarafından biri gel­

di ve Allahu Teala'nın ümmetimden yetmiş bin kişiyi hesapsız ve azab-

185

sız olarak cennete göndereceğini müjdeledi.

İkinci nur için de yine Rabbim tarafından biri geldi ve bana Allahu T�'nin yukandaki yetmişbinden her biri için yeuniş bin kişiyi daha hepaszı ve azabsız olarak cennete göndereceğim müjdeledi.

Sonra üçüncü nur içinde de Rabbim tarafından bana biri geldi ve ikiye katianan yetmişbinden her biri için yine hesapsız ve azabsız ola­rak ümmetimden yetmiş bin kişiyi daha cennete göndereceğini müjde­ledi."

Bunun üzerine ben: "Ya RasUiullah ümmetinin sayısı bu kadara ulaşmaz ki?" dedim.

Cevaben buyurdu ki: "Oruç tutmayan ve namaz kılmayan göçebe Araplardan sayınız tamamlanır."

İşte Allahu TeaJA'nin rahmetinin genişliğini gösteren bu ve benzeri haberler (hadisler) pek çoktur.

İşte bu lütuf özellikle Muhammed (SA V)'in ümmeti hakkındadır.

Ve ben derim ki: Her ne kadar, çoğu bir lahza yahut bir saat yahutta bir müddet gibi az bir zaman için cehenneme gönderllseler bile ilahi rahmet, geçmiş ümmetierin pek çoğuna şAmil olur. Hatta derim ki: Al­lahu teala dilerse, bu zamandaki Ruin ve Türk hıristiyanlann uzak di­yarlarda yaşayan ve kendilerine İslam daveti ulaşmamış olanlarından çoğunu ilahi rahmet kuşatacaktır. Çünkü onlar üç kısımdır:

1 - Kendilerine Muhammed (SA V)'in ismi hiç ulaşmamış olanlar. Bunlar mazurdurlar.

2- Peygamber (SA V)'in ismi; vasfı ve gösterdiği mucizeler kendile­rine ulaşmış olanlardır. Bunlar İslam memleketlerine komşu ülkelerde ve müslümanlada beraber yaşarlar. Onlar illır ve m�lhiddjrlf:r.

3- Bu iki grup arasında olanlar.

Bunlara Muhammed (SA V)'in ismi ulaşmış fakat, onun bütün özel­lik ve güzellikleri ulaşmamıştır. Hatta onlar çocukluklarmdan beri onu "Muhammed isimli bir yalancı ve dalavereci, peygamberlik iddiasında bulunmuştur" diye duymuş ve o şekilde tanımışlardır. Tıpkı bizim ço­cuklarımızın, ei-Mukaffa' denilen bir yalancının Allah'ın kendisini

1 86

peygamber olarak gönderdigini iddia etmesini ve yalancı olarak pey­gamberlik iddiasıyla ortaya abimasını duyduklan gibi.

Bana göre işte bunların durumu da birinci gruptakilerin durumu gi­bidir. Çünkü bunlar Peygamber (SA V)'in ismini işitmiş olmakla bera­ber onun vasıflarının aksini duymuşlar, onu olduğunun tam tersine ta­nımışlardır. Bu ise insanı gerçegi aramaya sevketmez.

"O fıkralardan kurtulan tektir" şeklindeki hadise gelince, onun hak.: landa rivayetler muhteliftir. Nitekim "O fırkalardan helak olan tekli( şeklinde de rivayet edilmiştir. Fakat meşhur olan yukarıdaki rivayet­tir; .

" ..... kurtulan" demek, cehenneme abimayacak ve şefaata muhtaç olmayacak olan fırka demektir:

Hatta cehenneme sürüklemek için zebanilerin yapışbgı kimse, şe­faat sebebiyle onların pençelerinden kurtulmuş olsa bile, genel mana­sıyla "Kurtulan" demek degildir.

Hadis-i şerif bir rivayeue de şöyledir: "Zenadıka (fırkası) dışında olanların hepsi cenettedir." zenadıka da bir fırkadır.

Bu rivayetlerin hepsinin sahih olması da mümkündür. Şöyle ki: He­tak olan bir fırka olur ki o cehennemde ebediyyen kalacak olandır. He­tak olan demek, kurtulmasından ümit kesilen demektir. Çünkü helak olan, helak olduk� sonra ondan bir daha hayır beklenmez.

JSurnılacak bir fırka ise hesaba çekilmeden ve şefaat edilmeden ce�.: nete girecek olandır. Çünkü hesaba çekilen �mse azab gömıüş demek­tir. O halde "Kurtulan" değildir. Şefaat dilerne durumunda kalan kimse ise zillete düşmüş demektir. Bu yüzden o da, mutlak manada "Kurtu­lan" sayılmaz.

İşte açıkladığımız bu iki yoldan biri en iyi insanların, öteki de en şer­li insanların tuttuklan yollardan ibarettir. Öteki fırkaların hepsi işte bu dereceler arasında yer alır. Şöyle ki: Onlardan bir kısmı sadece hesaba çekilmek suretiyle azab görür, bir kısmı cehenneme yaklaşır, sonra şe­faat sayesinde geri çevrilir. Bir kısmı da cehenneme girer ve itikadlag!!; daki hataları ve bid'atları miktarınca, günahlannın �k!u_ğyna ye�!� na göre orada kaldıktan sonra çıkar . .

187

Bu fırkalardan helak olacak ve cehennemde ebedi olarak kaJacak olanlardan biri de menfaal maksadıyla Allah'ın Rasôlünü telezih eden ve bu yalanı caiz görenlerdir.

Di�er ümmetierden olan insanların durumuna gelince; kim Mu­hammed (SA V)'in peygamberli�ni ilan ederek ortaya çıkb�ı, onun sıfatiarını ve ayın ikiye bölünmesi, çakıl taşlarının tesbih etmesi, par­makları arasında suyun fışkuması ve kendisiyle fesahat ehline meydan okuduğu ve ediblerin benzerini ortaya koymaktan aciz kaldıb, Kur'an gibi barikulade mucizelerini tevatüren işittikten sonra, ondan yüz çevi­rir, onun hakkında gere� gibi düşünüp kafa yormaz ve derlıal onu tas­dik etmezse, işte o kimse inkarcıdır, tekzibçidir ve neticede kafirdir. Ama, müslüman beldelerinden uzak diyariarda yaşayan Rumlar'ın ve Türkler'in çoğu (Rasulullah'ı ve tebli�ini işibnedikleri için) bu hükme dahil olmazlar.

Hatta derim ki; kim peygamber (SA V)'in yukarıda saydı�ınıız özel­liklerini işitirse -o kimse din kaygusu duyan ve dünya hayatını ahirete tercih ebneyen bir kişi olduğu takdirde- işin gerçek yüzünü açıkça orta­ya çıkması için kendisinde bir araştırma arzusunun uyanması kaçınıl­mazdır.

Şayet bu arzu uyanmamışsa hemen anlayın ki bu durum, adamın ta­mamen dünyaya meyletmesinden, ona güveomesinden ve onun Allah kork:usundan, din işinin önemini anlamaktan uzak bulunuşundandır. İşte bu küfıirdür. Bu arzu uyanır da kişi araştırma yapmada �mbellik ve ihmal ederse, o da küfıirdür. Yine derim ki esisen her �n Allah'a ve ahirete iman eden kimsenin, hariktiıade yollarla alam�er belirdikten sonra, bu araşbrmada ihmalkar davnmması mümkün de�dir. Ama kişi düşünüp araşbrır ve tembellik etmez de, hakikati bulma çabasını ta­mamlamadan ölüm onu yakalarsa o da mağfıi:ete mazhar olur. Sonra Allah'ın geniş rahmeti de onun lehinedir.

Sözün özü, Allah'ın geniş rahmetinin genişli�ini anlamada ilahi meseleleri kalıplaşmış basit ölçülerle ölçme.

Bilesin ki ahiret dünyaya çok yakındır.

"Sizin yaraulmanız ve diriltilmeniz, bir tek kişinin yaratılıp diriltil-

1�8

mesi gibidir." (Lokman 28) Ve nitekim dünyadaki insaniann ço�u ni­met ve selamet içindedir. Veya herleesin imrendi� bir halde bulunurlar. Sözgelimi, bu insanlar, öldürülme ve yok edilme ile dünyayı tercih ara­sında muhayyer bırakılsalar elbette dünyayı tercih ederler. Çekti�i azabtan dolayı ölümü temenni eden de azdır. İşte, cehenneme d�mek­ten kurtulanlara ve oradan çıkarılacak olanlara nisbetle cehennemde ebedi kalacaklar da aynı şekilde azdır. Çünkü Allah'ın rahmet sıfatı bi­zim halterimizin farklı oluşuna göre de�işmez. Dünya ve ahiret senin hallerinin farklı oluşundan ibarettir.

Bu durum böyle olmasaydı, Aleyhüssalatü ve seıam Efendimizin şu sözünün bir manası olmazdı: "Allah'ın kitabın başında ilk yazdı�ı şey budur: Ben Allah'ım. Ben'den başka hiçbir ilah yoktur. Rahmetim ga­dabımı geçmiştir. Bu sebeple kim; ta ilahe illallah, Muhammedün ab­duhil ve rasiilüh (=Allah'tan başk ahiçbir ilah yoktur ve Muhammed onun kulu ve elçisidir) diye şehadet ederse, cennet onun içindir."

Şüphesiz bil ki, hasiret ehli kimseler için, Allah'ın rahmetinin gada­bıru geçişi ve o rabmetin enginli�. bildikleri ayet ve hadislerden başka birtakım sebepler ve manevi keşifler sayesinde, açıkça belli olmuştur. Fakat bu konulann anlatılması uzun sürer.

!lzmı sözi!!! kı�ı�.§!er �_ ve!ID.l�l:L�ih'i birlgtirn,Ji_ş�ı:ı • . �rıi . mutlak anlamda kurtul� ile; pyet bunların he�i!ıj.� uza,!c ise� •.. I!I!Jt:: _ tak anlamda heliik ile müjdele� .

E�er sen tasdikini yakin (kesin) bilgiye dayanmadan yapmışsan, bir kısım te'vilde de hatalı isen veya her ikisinde şek sahibiysen (1) ya da arnellerde kusurlu isen mutlak manadak.i kurtuluşu umma. Bil ki bu du­rumda sen ya bir müddet azab çektikten sonra kurtulursun; ya da getir­diklerinin hepsinde kendisini kesin şekilde tasdik etti�n bir kimse Pey­.gamber (SA V) veya başkası sana şefaat eder. O halde sen gayret et de, Allahu ıealii seni, kendi lütfuyla, şefaatçıların şefaatına muhtaç duruma düşmekten kurtarsın. Çünkü böyle bir durumda yine de tehlike söz ko­nusudur.

• • •

(1) Bu ibare (son şık) anlaşılınamakıadır. Kilabm aslını istinsah edenler tarafın­dan yap� bir tahrif olabilir.

1 89

XII. FASIL Bazı insanlar tekfır konusunda esas alınacak unsurun Şeriat'tan de­

ğil akıldan olduğunu kabul edip, Allah'ı bilmeyenin kAfrr, O'nu tanıya­nın da mü'min oldu�unu zannetmişlerdir.

Bunlara cevap olarak şu söylenebilir. Haklannda küfür hükmü veri­len kimselerin kanlarının akıtılması ve onların cehennemde ebedi ola­rak kalmasıyla ilgili hüküm, akli değil şer'i bir hük.ümdür. Şeriat gelme­den onun böyle anlaşılması imkArn yoktur.

O kimseler, şeriat sahibinin sözlerinden "Allah'ı bilmeyenin kafir" olduğu manasım ileri sürerlerse, o zaman şöyle cevap verilir: "Bu tak­dirde bu hükmü sadece Allah'ı bilmeyene hasretmek mümkün olmaz. Zira, peygamberi ve ahireti bilmeyenler de kafırdir."

Sonra onlar bu hükümlerini, '�Allahu TeaiA'nın varlıAını veya birli­Aini inkar etmek suretiyle O'nun zabnın bilinmemesine" has kılarlar ve onu sıfatiara teşmil etmezlerse, o zaman kendilerine yardım eli uzatıla­bilir, kabul görebilirler.

Eğer Allahu Teala'nın sıfatları hususunda yanılanları da cahil, Al­lah'ı bilmeyen ve illır sayariarsa o takdirde;

Beka ve kıdem sıfatiarını inkar edenleri, Keiam sıfabnın ilim sıfa­tından ayrı bir sıfat olduğunu inkar edenleri, işitme ve görme sıfatiah­nın ilim sıfatından ayrı bir sıfat olduğunu reddedenleri, Rü'yet ( Allah'ın görülmesi)'in caiz olduğunu kabul etmeyenleri, Allahu teala'ya cihet is­nad edenleri, Allahu teaıa'nın ne zatında ne de başka bir yerde olmaksı­zın ona hadis bir irade nisbet edenleri ve irfe bahsinde bu görüşe mu­halif olanları da tekfir etmeleri lazım gelir'.

Hülasa, Allahu teaıa'nın sıfatlarıyla ilgili her meselede tektir etmek mecburiyelinde kalırlar ki, bu da hiçbir dayanağı olmayan bir hüküm olur. Bu hükümlerini sıfatiarın bir kısmına tahsis etmeyip sadece bir kısmına tahsis �erlerse, o takdirde bu meseleleri hall-ü fasl edecek bir çözüm yolu bulamazlar. Bu hususta peygamberi ve ahireti yalanlayanı da içine alması ve tevilcinin de bükmön dışında kalması için, "tekzib" ölçüsünden başka bir çıkar yol yoktur.

Şu da var ki, te'vil veya tekzible ilgili konular cümlesinden olmak

190

üzere, bazı meselelerde şüphenin vaki olması uzak ihtimal değildir. Bu durumda te'vil uzak ihtimalli olabilir ve o meselede zan ve ictihada göre hükmedilmiş olabilir ki sen bu gibi konulann ictihad meselesi olduğu­nu biliyorsun.

* * *

XIII. FASIL Bazı kimseler: "Ben, fırkalar içinden, sadece beni tekfır edenleri

tekfır ederim, beni tekfır etmeyenleri ben de tekfır etmem n derler. Bu sözün de hiçbir dayanağı yoktur. Bir kimse Hz. Ali (r.a.) halife olmaya başkasından daha layıktır, de­

se (ki bu itikaua olan katir olmaz) bu takdirde, Hz. Ali hakkında bu iri­katta olanın ona muhalefet eden sahabileri hatalı görmesi ile ve bizim de bu konuda o muhalifi kafır zannetmemizle kişi kafır olmaz. Çünkü bunlar olsa olsa şer'i bir meseledeki hatadan ibarettir.

Aynı şekilde Hanbelller de, Allahu teala'ya cihet isnad etmeleri se­bebiyle tekfır edilmedikleri gibi, bu cihet isoadını reddedenleri te'vilci değil tekzibçi zannetmeleri veya yanılmalan sebebiyle teldir edilmez­ler.

RasUlullah (SA V)'in: "Müslümanlardan biri diğer müslüman arkadaşını küfürle itharn

ederse muhakkak ikisinden biri o küfrü yüklenmiş (kabul etmiş) olur." diye buyurmuş olmasına (bunun manası onun halini bilmekle birlikte onu tekfır ederse, demektir) gelince, durum şöyledir: Bir kimse arkada­şım, Peygamber (SA V)'i tasdik edici tanır da sonra onu kafır sayarsa, işte bu kafır sayan kafır olur.

Ama, onu, peygamberi yalanlamış zannettiği için illır saymışsa, iş­te bu durum onun tek bir kişi hakkında yanılmasından ibarettir. Çünkü bazan bir kimse başka birini aslında öyle olmadığı halde kMir ve tek­zibçi zannedebilir. Bu durum ise küfıir olmaz.

İşte tekrar tekrar yaptığımız bu açıklamalarla bu kaide ile ilgili anla­şılması en zor olan hususu ve uyulması gerekli olan kanunu anlatmış ol­duk. Artık buna kanaat getirmelisin, vesselam.

19 1

EK ŞehristAni el-Mi/el ve' n-Nihai adlı kitabında bunlar hakkında şu taf­

silau verir:

B R A H M A N L A R

Brahmonların Mensup Oldukları Düşünce ve Onları Biraraya Ge­tiren Temel Fikir

Bir kısım insanlar, onlann İbrahim aleyhisselama mensup oldukla­n için "Berahime" adını aldıklannı zanneder. Halbuki onlaı:..I!!f�­

��)jğ! bü��!l inM!.�e_!l_JQ_p�ı,ıJ!Jlct.uı. İbrahim aleyhissetama nasıl mensup olurlar?

._!:lin!!iler'q�Jbqıhim aleyhissetamın I?<!YWll�.lı:!mı.ml top­luluk (kavim) "Seneviler" dir ki, onlardan bir kısmı "düalistlerin (ash­abu'l-isneyn) itikadı üzere nur (ışık} ve znimete Qsaranlık) Inanırlar. Onlann mezheplerini yukanda (ei-Milelve'n-Nihal'de) zikrettik.

Brahmanlar ise, sadece "Biıahim" denen bir adama tabi olmuşlar­dır. O da onların peygamberli�e ait itikadi esaslan temelinden inkar et­melerine zemin hazırlamış ve bunun muhal olduğunu bir takım sözlerle akıllanna yerleştirmeye çalışmıştır.

O sözlerinden biri şudur: "Şüphesiz ki, �gamberin getirdiği haber, bu iki durumdan ayn_s>l_:­

maz: -y! �ılla anl!!§ılan b� �Y olur;

Ya da akllla aniaşılan lC şex olmaz. Eğer akılla anl�lan 6ir �ise onu anlaınakta ve ona �mada �:

renmede) tam akıl (akl-ı kamil) bize yeter; artık peygambere ne ihtiya: cımız var? - A!§IIa anlaşılan bir *y değilse o takdirde de kabul edilir bitaQ!: maz. Çünkü akılla anla§ılır (ma 'kul) olmayan bir �yi kabul eunek, in­sanlık sınınndan çıkmak ve hayvanlık hududuna girmek demek�."

Bu tür bir açıklama zayıfur; peygamberlere ihtiyaçsızlık hükmünü haklı gösterecek gücü yoktur. Zira �!gJlaqn �irbirindellJwl.ğı_olduğun� . !la kimse şüıW� edemez. Akıl gibi sahibi tarafından böylesine beğeni­ten hiçbir şey de yoktur. Ve herJçm;Jç�rr4i.M1u:ım..._@J!an.ru.:ıuioğnısu

. ...Qlauğynu sanır._v� aklının kendisine gQsterdiklerini _g_erçeklestirmeye çalı�ır. Fertlerin ve nüll.etlerin birbiri..Yl�_ç_�_lg_şro�leıLdeJ..şıe buradan. kaynaklanmakmd.ır ...

1 93

. _Q�..xandan1 insan sadece � i�et_l?k_��Wç_@�l<liı'- O, akJl v� b!ı:.��hvetlerden (istekler� mü��kkij bi,ry�ıdadır. �i

. -�-'!!L�..Y� aıqa� ve onu hükmü �Y..ell_er___,_ifl:: S!ID4w-=�9!qnü a!.tJpa al�4a�ı yağdıonış_oluı:. İnsanlar arasında savaşların çıkıp yayılmasının asıl sebebi işte bu nok­tadır. O takdirde anık, Allah laf<lfindan gönderilmi§ bir_�y�!ıçı"_ ol-

"�yğı,IJÜ!jösteren mucizelerle gijçlendirilrniş olarak, Allah'in emirlerini __ {_J!l�_ını) yaratıkianna ulı§tırmak için yine Allah...tamfin.dan_seçilmiş .l,,iıJtim�nin insanlar arasında.h.u_lunması kaçınılmaz bir hal alır. Bu Y.ü�en �gamberle!� ihtiyaçsızlı�ı iddia etmek, delili bulunmayari

..

"""" h;;ı,;;,.., .,ıı.,. ı...· • .,x.,.d··jf.Ji�-....nı ... ;,.;n ,..,,.,.., • ... .,ı;,..,;.,etl bo:, ,';!Yj , ,�WM�-Y.!f_, __ Yr.J.�Dıınıy1:t Ye7�- . e_ - -

YJ!I.l_��?ş!çleri il3!\U!ruu!!bm kJ!OYlpş yoktm: .•

Şimdi, Şehristani'nin, Berahime ile ilgili sözlerinin devamına döne­lim:

"Onlardan biri de Berahim'in şöyle söylemiş olmasıdır: Akıl Allahu Teata'nin hikmet sahibi bir varlık (hakim) oldu�unu

gösteriyor. Hakim olan bir varlık ise, yaratıklardan ancak akıllarının kendilerine gösterdi�i şekilde itaat etmelerini ister. Akli deliller de gös­termiştir ki, a.Iemin, ilim, kudret ve hikmet sahibi bir yaratanı (sani'i) vardır ve o kullarına, şükretmeyi gerektirecek nimetler ihsan etmiş­tir.

Binaenaleyh, biz onun yaratıklarını akıllarımızla düşünür ve üzeri­mizdeki nimetleri sebebiyle ona şükrederiz.

Biz onu tanıdı�ımız ve ona şükretti�imiz zaman onun vereceği se­vaba hak kazanmış oluruz.

Ona karşı nankörlü�e kalkışu�ız zaman da onun vereceği cezayı hak etmiş oluruz.

Öyleyse bizim gibi olan bir beşere niye tabi olalım? Zira e�er o bize, yukarıda söylediğimiz Allah'ı bilmeyi ve ona şük­

retmeyi ernrediyorsa, akıllarımız sayesinde ona muhtaç olmaktan kur-tulduk. .

Şayet o bize buna aykırı bir şey ernrediyorsa, bizzat kdndi sözü, onun yalan söyledi�ine açik bir delil olmuş ·olur."

Yine bu söz, birkaç sebepten dolayı, gaflet içinde bulıınuldıiğunu ve kısa görüşlülü�ü gösterir.

Birinci sebep, onun, "Hakim olan bir varlık, yaratıklardan ancak akıllarının kendilerine gösterdiği şekilde itaat etmelerini ister" demesi­dir.

194

Bu sözün manası; o sadece dışardan bir uyancı olmadan bağımsız olarak akıllannın idrak ettiği şekilde kendisine itaat cnnelerini ister de­mek midir? Yoksa gerçekten O, onlan ancak akıtianna uyan şeylere ira­at enneye çağırır (onlar bu şeye ister kendilerinden akıllanyla varmış olsunlar, isterse kendilerine bildirilmiş de akıllan onu araştırmış, ve uy­gun bulmuş onda bir sakınca görmemiş olsun) demek midir?

Bu sözlerden birincisini kasdediyorsa bilmelidir ki, bu her ferdi, kendi kafasına göre hareket etmeye ça�ırmak demektir. Şimdi bir yan­da tek tek çekişen insan yı�ınlan, di�er tarafta birbiriyle kıyasıyla sava­şan devletler acaba hangi akla hizmet etmektedirler? Oysa ki, (onlann iddiasına göre) hakim olan varlık, kişiye aklının kendisine işaret ettik­lerinden başkasını teklif etmez!

Şayet ikinci manayı demek istiyorsa, yine bilmelidir ki, akılların derece bakımından birbirinden farklı oldu� u kendisi caiz görmüştür. Bunun tabii sonucu olarak da, çoğunluğun, üstün akıllann ve isabetli görüş sahiplerinin fikrini benimsernesi gerekecektir.

Akıl ve fikirlerde farklılık kapısı ve üstün akıllıların insaniann ço­ğunluğuna hakimiyeti kapısı açılınca o zaman, Allah'tan, türlü türlü hi­dayet ve irşad yollan telakki eden bir aklın bulunmasına ne mani var? Hem insanların akıllan onlara (o yollara) uzun tecrübeler ve meşakkatli çabalardan sonra ancak erişebilir.

Üstelik, Allah'tan doğrudan doğruya vahiy alan yüce şahsiyetin, ruhları, isteyerek ve severek itaat etmeye razı olacakları bir otoritesi bu­lunduğu zaman, ne engel olabilir? ·

İkinci sebep, şüphesiz ki, Allah'ın insanlara teklifleri, sırf içinele ya­şadıklan, çeşitli yönlerden sıkıntısını çektikleri ve bu yaşayış ve sıkıntı çekme neticesinde kendisinden pek çok şey öğrendikleri bu hayatın iş­lerini tanzime münhasır değildir. Bilakis onlar, insaniann henüz yaşa­madığı ve hakkında bir şey bilmedikleri başka bir hayatın işlerini düze­ne koymayı da ihtiva etmektedirler.

Çünkü hakim (hikmet sahibi) olan yaratıcının, insanlan, hakkında bilgilerinin bulunmadığı bu hayata alışuracak olan bazı teklif ve nizam­lar orraya koymaması nasıl düşünülebilir?

· Sonra, ikinci hayatın birinci hayatın uzantısından ibaret olduğu ka­bul edildiği zaman, dünya hayatını tanzim ile ilgili olan tekliflerin, onun kadar öteki hayat için de hazırlığa önem vermesinin gereği ortitya çıkar.

Ahiret hayatı hakkında hiçbir şey bilmeyen kimseyle ahiret hayatı-

195

na hazırlayacak teklifler vaz'eunenin nasıl ilgisi olur? Bu durumda, Al­lah'ın peygamberleri vasıtasıyla. dünyada insanların saadetini sağlaya­cak ve ikinci hayatlannda onlan başka bir mutluluğa hazırlayacak olan teklif ve nizarnlan vazeune işini üzerine alması bir zaruret olmakta­dır.

Üçüncü sebep, şüphe yok ki, birçok etkenin birbirine destek olması, tek başına bir sebebin yapamadığı bir işi ortaya koymaktadır. Tek başı­na akılların Allah'ı bilmeye ve ona şükreuneye yetebileceği kabul edil­se bile, bu akıllara yardımcı olmak ve onları desteklemek suretiyle bu durumun Allah tarafından bir sebeple te'yid edilmesinin ne zaran olıır? Nitekim biz gündelik işlecimizde de görüyoruz ki, kişi bazan bir şeyin doğruluğunu anlıyor fakat onu gerçekleştirmede gevşeklik gsöteriyor, ama samimi bir arkadaşı o işe teşvik edince gayrete geliyor ve o işi ger-çekleştirmeye başlıyor.

·

Öte yandan tarih gösteriyor ki, Brahmanlar hangi isim verirlerse versinler, bizim peygamber adını verdiğimiz insanlar, milletlerinin ha­yaunda, onların yaşayışlarının akışını büsbütün değiştiren ve kendi milletlerinin sınırını aşarak bütün dünya milletlerine siıayet eden inki­laplar meydana getirmişlerdir.

Peki bu milletler, akıllan başlannda bulunduğu halde, o zatlar orta­ya çıkmadan önce niçin adı sanı anılmayan kimselerdi?

İşte bütün bunlar, bu dıştan olan etkenin (dış motivin), fertlerin ken­diliklerinden yapamayacaklan enteresan işler yapuğına çok güzel bir delil değil mi?

Peygamberlik (nübüvvet) de işte bu tür işler yapan ve enteresan hadiseler ortaya koyan dış motivden (etkenden) başka bir şey değildir. Hiç kimse ileri gelen kişilerin milletlerio ve insanların hayaundaki etki­sini inkar edemez. Bu etki, lider adı verilen bir şahıs hakkında doğru olursa, Allah tarafından gönderilmiş olan bir zat (peygamber) hakkında haydi haydi sabit ve doğru olur. Bu durumu inkar eden, herhangi bir li­derin insanlar arasında yaptığını, Allah'ın peygamberine yaqtırması hususundaki gücünü inkar eLIDiş olur.

Brahmanlar, Allah'ın kudretini kabul ettikleri sürece, herhangi bir liderin insanlar arasında yaptığını, Allah'ın peygamberinin de yapma­sını kabulden kaçış imkanı bulamazlar.

Liderlerin, milletlerio hayaundaki te'sırini ise, inatçı bir kimseden başkası inkar eunez.

Liderlerle peygamberler arasındaki fark ise şudur;._L_iQ.erler1 keı:ıdi.

196

j:�ndilerini ortaya,EQY!!!!!!ı:.Y.� .O.�-�-_!çinde bulunduklan şartlar ortaya_

--���{�i���l��l�tri�n���h�rcf����İ��� ....... -----· ···--·--�----�&. - .�. _______ 't._ ______ g __ ____ , . . . .. .

tür. ---- ·Tekrar Şehristani'nin "Brahmanlar" hakkındaki görüşlerine döne­lim:

"Onun söyledi� sözlerden biri de şudur: 'Gerçekten de akıl, atemin hikmet sahibi bir yaratıcısının bulunduğunu göstermiştir. Hakim (hik­met sahibi olan yaratıcı) ise, yaratıklardan, akıllannın çirkin gördüğü bir şeyle ibadet etmelerini istemez. -

Dini hükümleri koyanlar ise akla hoş gelmeyen bazı şeyler öne sür­müşlerdir. Mesela, ibadete mahsus bir eve (Beytullah, Ka'be) yönel­mek,-onun etrafında dolaşmak (tavaf etmek), sa'y (Safa ile Merve ara­sında koşmak), şeytan taşlamak, ihram giymek, telbiye yapmak, Ha­cer-i esved'i öpmek gibi.

Yine hayvanı kurban kesmek, insan için gıda olabilecek bir şeyi ha­ram saymak, bünyesini zayıflatacak bir işi helat saymak vb. uygulama­lar akla aykırıdır."

Aklın, atemin, hikmet sahibi bir yaratıcısının bulunduğunu göster­mesi sözü bizim de katıldığımız bir gerçeği ifade eder.

Hakim olan yaratıcının insanlardan, akla aykın görünen bazı istek­lerde bulunduğu iddiası da doğrudur. Fakat gerçek şu ki, yaratıcının yü­celiğini ve yaratılmışlann zayıflığını kavramış olan aydın ve akıllı kişi­ler, dilediğini emretmesi hususunda yaratıcının hak sahibi oluşunu inkar etmezler. Bu kişiler, emrin uygulaması için, yaratıcı tarafından is­tenmiş olmasını yeterli görürler. Zira yaratılmışın, yaratanı hesaba çek­mek imkanı yoktur. Yaratanın da emrinin yerine getirilmesi için, ancak yaratıklann hoşuna gidecek şeyi emretmesi gerekmez.

Bu yüzden, mahlfıkun söz dinleyip itaat etmesi için kendisinin yara­tılmış bir varlık olduğunu kavraması yeterlidir. Kendisine gelen emrin doğru (isabetli) olup olmadığını kavrayıncaya kadar emre itaat etmek­ten geri durmak ise ancak böyle bir durumdan zarar görmeyeceği konu­sunda kesinlikle emin olan insanlann. hakkıdır.

Fakat biz emir ve yasaklara karşı kayılc;ız kaldığımız takdirde Al­lah'ın azabından emin olabilir miyiz? Madem ki yaratanın bildirdiği bu azaptan bizi koruyacak bir şey bulamayacağız, o halde O'nun emirlerini yerine getirmek bizim menfaatimizdedir. İnsanın menfaatine olan bir şeyi yapmak da sağlıklı bir akıl için kabih (çirkin) olmadığı gibi, aykın

197

hiç deıildir. Binaenaleyh, Allah'ın nzasını ve sevabını eelbeden işler, ne çeşit

olursa olsun, kabih (çirkin) olmazlar. Buna rağmen biz hasmımıza, ancak her aydınlık aklın kavrayabile­

ce� bu ince görüşü kabul ettirme ihtiyacında değiliz. Kendi kendimize düşünürsek, görürüz ki; 'hakim (hikmet sahibi olan Allah) mahliikatın­dan akıllarınca çirkin olan şeyle ibadet etmelerini istemez' bu doğru; fa­kat mesela yukarıda zikredilen, "peygamberler akılların yadırgadıW, ve çirkin gördüğü şeyleri getirmişlerdir" şeklindeki iddia oldukça tuhaf.

_ J?iygr �� ::�����!lE.�!!§.��� bi! ev�J:ön_elmek ye_ oııun etrafında tav��1-':11��-�ı1J��ç_4:"1!l�li�, :·

Bun�n çU:Iqn_g()!j,i_lffi�stÇQk gMjpJ;!iı:J!!I:ı.mı.c:J�.Qysa aniliuyıdapek _çok alim yy fi!Q?:ill!m..���ll!lifYğ!J __ l!li!XQJl�_iı:ı�--�l;l�İl!Y�P-l!l��­

-c!ır.hPek�-şim"Ll)yı:ılım!L�si birden akıllarını ipt1ll nlJ_ ettiler \'��tçk­kinliğin ne ol.ctı.ığı.ı_IJI! mıtbJ1rrüy_Qrlar1.

Sonra bu iş nasıl çirkin olabilir ki, ruhlar, ümmetierin ve toplumla­no hayatında belirgin etkileri bulunan büyük olayları, onların sonuçla­nnı ve o olaylan meydana getirenleri bilme ve tanıma merakı içinde ya­ratılmışlardır. Bundan dolayıdır ki, tarih yazıcılığı meydana gelmiş; heykeller dikilmiş ve tarihi eserler hakkında araştırma ve incelemeler yapılmıştır.

Bu mesele sadece ruhların olaylan bilme merakı ile kalmaz aksine, ibret ve öğüt alma ve (bir peygamberin) izinden gitme ve ona uyma dü­şüncelerine kadar sınınnı genişletir. İbret ve öğüt almanın ve bir ticterin izini takip etmenin ise, fertlerin ve toplumların hayatında inkar edilme­si veya bilmezlikten gelinmesi mümkün olmayan bir etkisi vardır.

İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, namazda Ka'be'ye yönelmek meşru kılınmıştır. Yine tavaf olayındaki temel fikir, milletlerio ve fert­lerio hayatında itikad ve amel bakımından Ka'be'nin oynadığı rolden kaynaklanan tarihi öneminden dolayı (hac için) oraya gitmek ve çevre� sinde dönerek onu anlamaya çalışmaktır.

Bunlar gözönünde bulundurulunca, anlaşılır ki orası, çeşitli dpşün­ce ve cemaatların buluşma yeri halini almıştır. Bu hüviyetiyle o, ilim ve aydınlık çağı denilen asnmızda hiçbir şekilde vazgeçilmez bir zarfıret haline gelen parolalardan biri olmuştur.

Ka'be, kendisinden başkasında bulunmayan çok önemli hatıralar taşımaktadır. O'nun çevresinde dönmek ve namazda ona yönelmek de bu güzel bAtıralann canlandınlmasına vesile olduğuna göre, nasıl bu iki

198

anıelin (tavaf ve kıbleye dönmenin) aklın hükümlerinin dışına çıkmak olduğu söylenebilir?·Esasen böyle bir yargıya varmanın kendisi, aklın hükümlerinin dışına çıkmadır.

Sata ile Merve arnsında koşmanın (sa'y) dıırumu da tavarınkinden farldı değildir. Çünkü, o iki mekana için de, kendilerine doğru ve arala­nndaki koşmayı (sa'yı) akıllann kabul edeceği ve kabulden çekinmeye­ceği bir amel saydıracak kadar derin hatıralar ve İbretler vardır.

Şeytan taşlama meselesine gelince; o hikmet sahibi Şari'in, aklın anlıyacağı bir şeyi duyularla anlaşılacak bir şekilde tasvir eunek istedi­ği bir semboldür. Aynı zamanda o, toplumlarm hayatında, yetiştiriime­sinde (eğitiminde) ve onları huy güzelliğine eriştirmede çok tesirli ve faydalı olan eğitim metodlarından bir metoddur. Binaenaleyh, aslında o, bir çakılın, bir dağa veya bir kayaya atılmasından ibaret değildir. Bundan maksat ancak bu işin ardındaki bir düşüncedir. Nitekim iki kişi el ele tutuşup tokalaşırlar. Birndan maksat, bu iki kişinin birbirine karşı besledikleri-samimiyet ve sevgilerinin iiade edilmesidir. Oysa samirni­yet ve sevgiyi ifadede bu iki kişinin tokataşmaları da sembol olmadan ileri bir-mana taşımaz.

Müslümanlar'ın daha işin başından beri kendileri için ne bir zarar ve ne de bir faydaya sahip olmadığını bildikleri Hacerü1-esved'in dıırumu da aynıdır. Nitekim Emirü1-mü'minin Hattab oğlu ömer (RA)'in Hace­rü'l-esved'i öperken şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ey taş! Allah'ın Rasulü seni öpmüş olmasaydı, ben seni öpmezdim."

Buna göre Müslümanlar kendilerin� x:al!ılan teislifl�r Jçru:şı�mclıl : _!!allarını. ietai euniş değillerdir. Ancak yalan söylediğ!_görülnı�!!!i§lıi!

__

�kimseye tabi olmak, ruhlarıf! kol���!�b.!:!l ed��ğ�_]:>_iı:Q!J!!!I!I4ıır, Bu yüzden onda ma 'kulun dışına çıkma diye hiçbir şey yoktur ve yaraulışla da hiçbir çatışma mevcut değildir.

Sonra Hacerü'l-esved, Arap toplumunun hayatında önemli bir rol oynamıştır. Hacerü'l-esved'e ait, Arapları geçmişlerine sıkı sıkıya bağ­layan hatıralar vardır. O kadar ki, Ka 'be binası yenilenirken o taşı yeri­ne koyma şerefini kazanma uğruna aralarında neredeyse savaş çıkacak­u. Bu yüzden onun öpülmesi de, bu batıralara karşı duyulan saygının ifade edilme yollarından biridir. Mesela kişinin gurbetteki oğlundan mektup gelir, onu okur sonra öper ve başına koyar. Adam mektubu öpüp ve başına koymak bir kağıt parçasına hürmet euniş olmaz; o kim­se bu işi ancak mektubun oğlu ile alakasından ve kendisiyle oğlu ara­sında bir haberleşme vasıtası oluşundan dolayı yapar.

199

_Njyyet ve özel gif!!ı!§ demek olan ilirama gelince, bunda akılla çab­�cak rte var'! Çünkü niyyetsiz bir arnel muteber de�ildir. Dış görünüş ıiküöın&n zenginlefaıan eşit ki1ifl.i\ffiili'inn·uz-üiüiıa ·çoonıfguniiiiu· iiiiırıaiiı1Vezm1iilenn·SIDU·'·oıa\ililiiiivarliklliiln ··-enaıınmasi müm-

·• · •""-•••-•n •"'' -' ' ... �·�&1!,_._��-�- -!P.��---�. �···�---·-,8 ... ........ -.. • . • ... • .. •

.k.ün olan __ bir e��net Q!�.!Il!!!t.!!.Y...���.slı!���!!!!en@_e!!!l.�!l. �n-__

. IJ!�Ş!}�sız, �!!suz bir durum olmadığJ!lı anlamalarıiç!n,_bir__ş!ife ���nme, �-�!L���� ��!!�!!J�iY�L��-�:_ lanna ters gönnek nasıl mümkündür? Pek muhtemeldir ki, akıllar tersi-ne işloo@, kalbler de� zainan olaylar onlara kapalı kalır da bu yüzden hakkı biiul, billılı hak görürler! ..

Telbiye ise, yaraucıya yalvarmaktan, O'nun emrinin tutulduğunu ve O'nun emirlerine boyun egildiWııi ilim etmekten başka bir şey değil­dir. Öyleyse onun hakkında, "akıl hükümlerinin dışına çıkmadır" deni­lebilir mi?

Şüphe yok ki "Brahmanlar", iliihın varlığını kabul ediyorlar. Bir ya­raucının varlığım kabul eden kimseye, O'na itaat ettiğini göstennek, tekliflerini kabul ettiğini ve emirlerine boyun edi�ini ilan etmek için yapılan telbiyede ne kusur olur ki? Kulun bu hali, içinde bulundu� her durumda olmasa da, ço� hallerinde insandan istenir.

Kendisinde bir yerden bir yere intikal, yolculuk ve şiddetli yorgun­luk bulunması, ınaıi ve bedeni bir fedakarlık olması itibariyle Hac, iba­detlerin en başta gelenlerindendir. Kulun onlardan memnun olduğunun ve onları tercih ettiğinin ilanı demektir. Bunlar mükellef olaniann emirleri tuttuğunun ifadesidir. Biniienaleyh, bizzat akıl bunu gerekti­rir; onlan kabulden çekinmez. Nefisler de onlan ister, reddetmez. Bu durumlar, akıli.ar tersine işlemedigi. nefisler (ruhlar) temiz, iyi ve parlak olup kir ve pistikiere bulaşmadığı sürece böyle olmaya devam eder.

Hayvan boğazlama meselesine gelince, bu hayvan, bitki ve insan gibi her canlının uyduklan bir sünnettir (yoldur). MeselA insan ölür, ama hiç kimse ölümün tabiaunı yolunu ve keyfiyelini bilmez.

Peki hayvan, bo�azlanmada, insanın ölümünde olduğundan daha çok mu bedbaht olmaktadır? İşte bunu hiç bilen yoktur.

İnsan ölüyor ve yere gömülüyor; sonra onu hayvanlar yiyor; cis­minden çıkan artıklardan insan ve hayvanıann birlikte yedikleri1 bitki­ler bitiyor. İşte bu bir roldür ki, hayvan, bitki ve insandan her biri onda bir yer alıyor ve rolünü oynuyor . .§pnu anlamıyorum� hayyanı t.i.tib.Y.�

_ __k�şm�kle_�Q!��.!!!san. bitkileri yemeyi kendisine nasıl caiz görüY9f, OYSB:lc�_l!..<!;_�!ı. hayvar.ıın �esim sırasında eziy�t�g§!slii!i!_giJ!JJıü!si1�ıW

200

de eziyet çekip çekmediğini bilmemek!�ir7 · Arı:ı� �Y"-��-l?._i!hi!iıft_yer. Bu hünerli kirı)_�l�r.l!!ifu��'

hayvan_ın �a�anı_�!!!��i!l!n v�_ h_;i_yy_l!ll_ıı;t._lı!!Y':'@�j�!J._ç_e_�tm�s_inin. önüne geçmel.!çi.n Ja.ıllı!!!��_ya! Mademki bunu yapmaktan acizler Q_ . �<!!ffi�.ın�!�yi_Ql)�yamttcısına bıraksınlar da. O geniş ilim ve_yü-

�-lliknı�tinY..&.C>�l@ı.JID._\çQyşlJ!l. ZaY!f yarablısh insanoğlu da haddini. =J�ilsin. Çünkü o insan, bir yönde başlangıcını ancak Allah'ın bildigi

maziye, diğer yönde de sonunu ancak Allah'ın bildiği istikbale uzanan ve her bir noktasını diğer varlıkların teşkil ettiği uzun bir çizgideki ipte bir noktadan ibarettir.

Öyleyse ey insan, sen bu sonsuzluk aleminde bir noktadan başka bir şey olmadığın halde, neden, bu sonsuzluğu kontrol etme ve onun hak­kında kanun koyma hakkını iddia edersin? Oysa ki sen bu uçsuz bucak­sız sahr3da, gideceği ve döneceği yeri bilmeyen zayıf bir noktadan iba­retsin.

O halde ey zayıf varlık, gururlanrnaktan vazgeç; haddini bil; kendi­ni tanımaya çalış. Emri kabul edip ona uyarak yaratanın sevgisini ka­zanmaya çabala. Ola ki O seni kabul eder.

İnsan için gıda olması muhtemel bir şeyin haram kılınması iddiası ise o, vicdfuli duygulardan ve yüksek zevkten uzak olan kurak ve çorak bir ruhun sözüdür.

,S.!L'!!.�J��'W!_ Al�'!!!..!!!�ı �!!�rum_ ettiği_ herhan_gi_bj_r_ g!llıt_ Y()�t�.

-

.:-�Jg; Rııl;>l>!!!lJ!!lC�1J.ötülükleri_{g_ere�J1Qğ!Q!,_&.e.�e.�.&�!!ş!J!i,.,)_ haram kılmışur." (A'raf, 33) . Yani maddece ve manaca kötü olan şey haramdır. Kötü ise, çirkin olari:aş$ıikvee1!igöiüTeılŞey��---------------·�---····· . ... . .. ' -

Bin�enaleyh kendisini, çirkin, aşağılık ve pis görülen şeylerden ko­rumaya dikkat etmeyen kimse, bu tıaıiyle ahmak bir hayvan derekesine düşmüşken kindisinde akıl, akıllılar ve ma 'kul adına konuşma yetkisini nasıl bulur?

Bir de insan, lezzetlerine engel olunmadan, faydalandı� şeylerden mahrum edilmeden bütün düşüncesi sadece yemek ve içmekten ibaret bir varlık olarak yarattlmamıştır!

Gerçek şu ki, insan, canlılığın üstünde bir manası bulunan bir var­lıkbr; bu mananın hakikati ve sorumlulukları vardır. İnsan da ancak bu yönüyle insandır. Bu özellik ise anlamını insanın manevi ve rUhi yapı­sında bulur. Ondaki maddi ve hayvaru özellikler, işte bu rUhi tarafa hiz-

201

met eden araçlar olmaktan başka bir şey de�ildir. Araç amaca hizmet eder, hizmet edilen karşısında haddi �tı� zaman ise durum kanşır ve işler alt-üst olur. Kanşık durumlar ve tersine dönmüş işleri akıl diye ad­landırmak ise ahmaklıktan başka bir şey değildir.

İnsanın bünyesini noksanl�nracak şeyin helal sayılması ile ilgili söz ise, önceki iddiadan tlaha çirkindir. Bnıhmanlann bu iddialarına göre, sanki insan bir elmas veya zeberced parçasıdır, de�eri kemmiye­tindedir. Ona gösterilen atakanın tamamı da o noksanlaşmasın diye bünyesine yönelik olarak sarfedilir.

Efendiler! Kesin bir durum var: insan ruhtur, insan kuvvettir; insan bir heyecan ve harekettir; kullanma ve emrine alma bakımından kendi nefsi lehine maddeye boyun e�er. İnsana bütün himmetini maddenin artma ve gelişmesi yolunda sarfetmesi yakışmaz. Çünkü böyle yapmak maddeye hatcim olan değil, madde kendisine hatcim olan kişinin özelli­�idir.

İşte görüldüğü gibi, Allah'ın Şeriat'ında akl-ı selimle ve bozulma­mış yaratılışla çelişen hiçbir şey yoktur. Allab bana da, size de teviıkini refık etsin ve bize ahmaklık, gurur ve cehaletten kaçınınayı nasip et­sin ...

• ••

"Brahmanlar"ın peygamberlik ve peygamberler bakındaki geri ka­lan evhamını nakletmekte olan Şehrist.fuıi'ye tekıar dönelim:

"Onlardan biri de Bnıhman'ın şu sözüdür: Risalet hususunda en büyük yanlış, şekil, ruh ve alcıica senin gibi

olan, senin yediğin şeylerden yiyen ve senin içtiklerinden içen bir kim­seye tabi olmaktir. O kadar ki, ona göre sen, cansız bir varlık gibi olu­yqrsun. O seni yukarı çekiyor, aşağı indiriyor, yahut bir hayvan gibi oluyorsun, öne veya arkaya çeviriyar ya da bir köle gibi oluyorsun, o sa­na emir veriyor, yasak koyuyor. Peki onun senden ne ayncalı� var? Hangi üstünlüğü senin ona hizmet etmeni gerektirdi? Onun iddiasım n doğruluğuna delil nedir? Eğer sırf onun sözüne aldandıysanız biJiniz ki, bu sözün herhangi bir sözden hiçbir ayncalığı yoktur.

Şayet onun deliline, mucizesine kapıldıysaruz, biliniz ki, bizim yal nımızda sayılamayacak kadar çok cevher ve cisimler vardır. Sonra ga.ipten haber verenlerin bir kısmının haberi, birbirinin aynısıdır."

Brahman'ın "Risatet hususunda en büyük yanhş, şekil, ruh ve alcıica

202

senin gibi olan, senin yediğin şeylerden yiyen ve senin içtiklerinden içen bir kimseye tabi olmakur" sözü, gerçekten çok garip bir sözdür.

Evet, gerçekten bu söz, çok gariptir. Çünkü, hayat gerçeği böyle bir tabi oluş üzerine kuruludur. ��@_bütün insanlar ya kendisi itaat.�iJ�!!

��eıe�rrtiş�iıl�ie�j���������:��;z:,� tür ]'ir taQj oluş ��çınılmaz bir durumd'!t,:_&� hald�l!ı�an�l! -�l!Y�L dü�elli. ]:)cı�_l!l!l!_v_� Qf!!'!,}'®f!lı_�yvl;!!ll<ı! gH>iQl_w)ar.

J�lite!!_f!.l __ �ITl {b�!can)_ olan kiş}_._şekilz..nıh:��-�ıl_9!_ �i�i_IJl gibi

_Ql�n. bizim�imiz.,mrd�!LY.!Y�_ı:tY.e.J�_lz_iı,n iç@tı.n.l�_şe,ylerden �j�n bir a�dan b!J§ka bir varlık değ_ildir�J:!�mj_nE.!l_�_y�ry__�E!!_��-:YI!

_ __Q��uğ_l!Ddan �ri de ��t düzeni, işte bu !!�_"Q!�l!!��r!!!e.l<_'!D!lınl!§� �kil de j�tj!<amet bulmU§!%.QJW�e bir ilahın V!lf!!!!�jman et!!ğim� J -ki B rabmanlar da onun_ var�A!__na inan m� ta v! onu in� et.:ı:!!�n.:ı�!cte�. dirler) ve tabi olunan kişi Allah tarafından gönderilen bir elçi olQ!!ğ_l-!�

?sürece Jliçin biz ona u�maktan ka�ınalım? H�gL�be.P. AllahJ:.�isi ol­J!Yl.,YW,lJ?jr devlet!>M_kaı!ı�-�� tabi old.!J!'!!!!!:!*.!:mtçt� •. bJl.�J3:­rafından _gönde_ril_�ı:ı__b.ir�lç_LQlaı:ı.J.l�mbere tabi.J!h:n!!ID!:@.�I!g�l olur?

- - -- -Brııhman'ın: "O kadar ki ona göre sen cansız bir varlık gibi oluyor­sun; o seni yukan çıkarıyor, aşağı indiriyor; yahut bir hayvan gibi olu­yorsun, öne veya arkaya çeviriyar ya da bir köle gibi oluyorsun; o sana emir veriyor ve yasak koyuyor" �klindeki sözü ise büsbütün gerçekten uzakur. Zira biz peygamberlerden hiç biri hakkında ıavsif edilen şekli bilmiyoruz. Onların hepsinin şian ise şu idi: .:pe �-!!.�1:!-��_Ş,i_�-�-g��i _b� _ insanım. Tll!!!!nızın b� tek Tanrı oldu&!! b�__x�_yolunu�!·J�im_Rıı:ll:- __ ,E!!!ç kav!!_Şm�ı 3!Z'!.!d.Jrorsa ix._ij_şy�ın ve J3.abbine (Y�ğ!U!>3,.<iç� .

, hiç kjm_seyi ortak etmesin." (Kehf, 1 10) Onlar, büyüklük taslayan, kendini başkalarından üstün ve büyük

gören ve kendini beğenen kimseler değillerdi. . " .... E�r ka!?a, lc_a� _ _y_!ir.��Ii ()!sayif_ı!1s���ı:ıçl�ru!�M!Lgi<_l�der<:Ji,

. .Qx!�yse onlar ����l!_ların)dan _g�. onlar tn mağfir���{yapaca-,ğ!!l)Jti!ç!) ha!dcında onlara danış ... " (Al-i mran, 159).

· - - --

Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyururdu: ."Kalbin.Q.�-�!!� ��dar !ili!LQ�Jcl.!!l�_,Ç�ı_ırı�!'��girç_I_!l��-"·

Kendisiyle karşılaşmaktan dolayı korku duymakta olan adama da şöyle demişti:

"Rahat ol; çünkü ben sadece, vakti yle, kurutulmuş et yiyen bir kadı-

203

nın oğluyum." _P.e_xsamberler, Allah tarafından bildirilmesi dışında, kendilerinin

_ _ g��!,bildiklerini de iddia ettne_!l!�ş!�Q-� _:_!!en �i��: "Allah 'ın _ hazineleri _l:?�niJ!lJ!!!!.!-..!!!<Eı4ır" .ı!��Y.Q!'__U_!!!, _ _

_ G�y_Q,ı � bilmem._ ''B�n �elef:im" de d��i�orum.:. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için "AI iili onlara 6ır fiayır vermeyecek" de de­mem. Allah, onların içinde olanı daha iyi bilir. (Böyle bir şey yapar­sam) o takdirde ben, mutlaka zatimlerden olurum." (Hud, 3 1)

Peygamberler insanlardan köle olmalarını istemiyor ve onları yu­karı çıkanp, aşağı indirme gibi tasarruflarda bulunmuyorlardı. Onların prensibi sadece:

"Allah yanında en üstün olanınız (Allah'ın buyrukları dışına çık­maktan) en çok: k:orunanınızdlr:"\\IUCu:rat:'TI}-��--·----�-�--., .. ·· -

-

--.--nınsanlar tarağın dışlen gibı eşıttır----:-Aiibın Arab olmayana hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir." şeklinde idi.

Peygamberlerin bildirmiş olduğu bu prensipler genel prensipler iöi. Peygamberlerin bizzat kendi kabileleri ve akrabalan da onlara itaat eder ve onların bayrağı altına sığınırlar. Gerçekten de Peygamber (s.a.v) bu durumu apaçık bildirmiştir:

"Ey Muhammed kızı Fatıma! Allah tarafından olan herhangi bir şeyde (emirde) kat'iyyen sana kefil olarnam (seni kurtaramam)."

Allah'ın yerine getirilmesini istediği haklardan (emirlerden) biri hakkında şefaat (af) isternek üzere geldiği zaman Üsfune'ye de şöyle ödemiştir:

"Vallahi, Muhammed kızı Fatıma bile hırsızlık etse, Muhammed onun da elini keser."

Nuh Peygamber (a.s) da: "Rabbım, oğlum benim ailemdendir. Senin sözün elbette haktır ve

sen hakimler hakimisin." (Hüd, 45) diyerek, Rabbının va'dinin yerine getirilmesini isteyince Rabbi, ona kesin delil ve şiddetle karışık azarla­ma ile; yakınlığın, neseb ve kan temeline dayanmadığını, ancak hayır üzerine yardımlaşma temeli üzerine kurulduğunu anlatır.

"Ey Nuh, o senin ailenden değildir. O (nun yaptığı), yaramaz iştir. Bilmediğin bir şeyi benden isteme. Sana eMrillerden olmamanı öğütle­rim. (Hfıd, 46)

İşte böylece Allah, peygamberi Nfıh'a takvanın, Allah katında in­sanlar arasındaki üstünlüğün tek ölçüsü olduğunu bildirdi. Allah'ın peygamberi Nuh da Mevla'sının hükmüne razı oldu ve şöyle dedi:

204

"Rabbim, bilmediğim bir şeyi senden isternekten sana sığinınm. Eğer beni bağışlamaz, bana acımazsari ziyana uğrayanlardan olu­rum."

Bunun üzerine ona Allah'ın yardımı yetişti ve ferahlık geldi: "Ey Nuh, denildi, sana ve seninle beraber olanlardan (türeyecek)

ümmetiere bizden esenlik ve bereketlerle (gemiden) in. Ama (seninle beraber olanlardan gelecek) öyle ümmetler de vardır ki, onlan bir süre yaşatacağız, sonra onlara bizden acı bir azap dokunacaktır! " (Hud, 48).

İşte�:xwnberlerin metodu �ç Allah'ın onlara çizdiği program bu­dur. Binaenaleyh hem onlar için, hem de bütün insanlar için dünya ve dine ait haklarda tavkil ve salih arnelin dışında hiçbir üstünlük sözkonu­su değildir._Onlar ne kendilerinin hükümdar, iı_ı_��n �-���-O.!ct�-: lannı, ne dÇ.,�endil(!,rinin efendi, insaniarın da köl�_olc!_�IE!:J._l}_ı_igdi� et-:

_rrı!§Ierdir. Hilşil sümnie haşa! ... Onlar hakkiılWi bundan başkaSını iddia ecterl:'k:esinlikle, gerçeğe ve onlara iftira etmiş olur.

Brahman'ın, (" .. Peki onun senden ne ayrıcalığı var? Hangi üstünlük senin hizmet etmeni gerektirdi?") şeklindeki sözüne gelince, onun ce­vabı şöyledir: _Pe:xgarıı �rjrı__,�ifeşini_p.,.g�r.�W:diğLşey.krden, Al-: .

. lalı'in ona verdiğ!.!)!!calıklar dışında, kavmi k�bjçbi.r..ayncalı� . •

ğı yoktl!!. Madem ki, hikmet sahibi bir ilah vardır; -ki onu 'Brahman­lar'da kabul ediyor-; madem ki hikmet sahibi bu ilahın hikmeti, yaratık­Ianna kurtuluş yolunu açıklamadan onlan bırakmamasını gerektirmiş-tir ve madem ki bu açıklamayı, ti!S3fll.!!I:IJLqrılarla ilgi kurması y� bilgi _ _ _

,a!qı� ıcQtay plsqı_ı,ı;liy� lq�rrci.I cins.leriııd�ı:ı Qlaı:ı_P.�yg_a,ı:n!?,erler <!fclC!!ıA! ... . �ileJ�!!l-�_!!lJ�M� �!;ı!!l..!Ş.t,ı.r, o hald�, onun hikmelioi!J__gen�klerinden _biri de insanlara . önderilert arnbederin vazifelerinin erektirdi.&,!.

-··

§ekilde insanlardan üstün olma an . ır._Bu ayncalık şu şekilde tasvır edilebilii. ,Onlar emiri..{giivenTI��§.l�fiQ.iQJgp:ııJ.cterinianJayan _

ye bu i§e Sii!i_Yetiren kimselerdi. bunun y!ID,ıo�uW:Jçeııdisme.uyulan başkan mevkiin_de, irısan_lar� ()_Ila I:!Y� tebaa yçrinde idi, ..

· t§Wet edilmesfgeiefceilfıuslısla.rd&ı biri'de peyambeJk!in ip�;ın!oo _ kendi1erin_ç_�ğım!�ı:l.!!J1!!!,_Q.ı_ı!�ı!u�����l!�.·�-c§_y�tçJ�!�!lı!k: Ya­

}!L<?.nJ'!f insanlara Allah'a giden yolda rehber olur ve onları ona s�vıce� ...ckrlcx."be -ki: :Eğer Aıiafıiı sevlyörSaiili baiia-uyüii ki,· Aifalı da sizi sev� lin ve günahannızı bağışlasın. Allah. bağışlayan, esirgeyen.dlı:.:�_(Al:L_ -� • .]!.) __

Geriye onun şu sözü kaldı: " ... Onun iddiasının doğruluğuna delili

205

nedir? Eğer, sırf onun sözüne aldandıysanız, billniz ki, bu sözün her­hangi bir sözden hiç bir ayncalığı yoktur. Şayet onun deliline ve muci­zesine kapıldıysanız, biliniz ki, bizim yanımızda sayılamayacak kadar ço� cevher ve cisimler vardır. Sonra gaipten haber vererlierin bir kısmı­nın haberi, birbirinin aynısıdır."

Şüphe yok ki, "Brahmanlarm" peygamberlerin do�luğuna bazı deliller istemeleri, doğru bir iştir. Hiçbir insaf sahibi onu yadırgamaz. Ama onlann (mevcut) delillerin varlığını inkar etmeleri pek garip bir durumdur.�ünkü Peygamberlerin mu'çizeleri sa....l:Jlamayagık � .

. ç��tll:f:..9.!ll'.I:��!�J��ör�nl�!�.r� da haberdar olanl�KJ).nlactaı-

. :!�:::rır:rr.:�����ni�c��!?}�kı: �_b!u��!-ri ve işte Muhammed (s.a.v)'in mucizeleri:

"Musa dedi ki: Ey Firavun, ben alemierin Rabbı, tarafından gönde­rilmiş bir elçiyim."

Allah'a karşı gerçekten başkasını söylememek, benim üzerime borçtur. Size Rabbınızdan açık delil getirdim, artık İsıiiloğullannı be­nimle gönder!"

(Fir'avn) dedi: Eğer bir ayet (mu'cize) getirmiş isen, hakikaten doğ­ru söylüyorsan göster onu bakalım!

Bunun üzerine (Musa), asasını (yere) attı, birden o, açıkça bit·ejder­ha (oluverdi).

Ve elini (koltuğunun altından) çıkardı, birden, bakanlar için bembe­yaz parlayan bir şey oldu.

Fir'avn kavminden ileri gelen bir topluluk dediler ki: "Bu çok bilgin bir büyücüdür."

"Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor, ne buyurursunuz?" "Onu da kardeşini de beklet, dediler, şehirlere toplayıcılar yolla." "Bütün bilgili büyücüleri (toplayıp) sana getirsinler." Büyücüler Fir'avn'a gelip: "Eğer üstün gelen biz olursak elbet bize

bir mükfıfat var değil mi?" dediler. (Fir'avn): "Evet" dedi, hem de siz (benim) yakınlar (ım) dan (ola­

cak) sınız!" Dediler ki: "Ey Musa, sen mi (önce h ünerini ortaya) atacaksın, yok­

sa biz mi" "Siz atın" dedi. (hünerlerini ortaya) atınca, insanlarm gözlerini bü­

yülediler, onlan ürküttüler ve büyük bir büyü meydana getirdiler. Biz de Mfısa'ya: "Asanı at" diye vahyettik. Bir de baktılar ki o, onla-

206

nn uydurduklannı yakalayıp yutuyor. (Musa'nın ejderha olan degnegi büyücülerin büyülerini yutup yok etmişti).

Gerçek ortaya çıktı ve onlann bütün yapuldan yok oldu. Orada yenildiler, küçük düştüler. Ve büyücüler secdeye kapandılar: "Alemlerin Rabbına inandık! "

dediler; MusA ve Harun'un Rabbma. Fir'avn: "Ben size izin vermeden ona inandınız mı?" dedi. "Bu, bir

tuzaktır, şehirde bu tuzagı kurdunuz ki, halkını oradan çıkarasmız, ama yakmda (başınıza gelecekleri) bileceksiniz! "

"Elbette ellerinizi ve ayaldannızı çaprazlama kesecegim, sonra he­pinizi (hurma dallanna) asacagım!"

Dediler ki: "Biz zaten Rabbimize döneceğiz!" "Rabbimizin ayetleri gelince ona inandık diye bizden öç alıyorsun.

(Ey) Rabbımız, üzerimize sabır dök ve bizi müslümanlar olarak öldür! " (Araf, 104-126).

Kitap'ta Meryem'i de an. Bir zaman o ailesinden aynlıp doğu tara­fında bir yere çekilmişti (Evinde ve ma'bedde bir kenara çekilip kendini ibadete vermişti).

Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de riıhumuzu (Cebr­ail'i) ona gönderdik; (o), ona düzgün bir insan şeklinde göründü.

(Meryem) dedi ki: "Ben senden, çok esirgeyici (Allah'a) sığınınm. Eğer (Allah'tan) korkuyorsan (bana dokunma)."

(Ruh, yani Cebrail} : "Ben, dedi, sadece Rabbinin elçisiyim; sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye (geldim)."

"Benim nasıl oğlum olur� dedi, bana bir insan dokunınadı ve ben bir fahişe de değilim."

(Ruh): "Öyledir, dedi. Rabbin: 'O bana kolaydır. Onu insanlara, (kudretimizi gösteren) bir işfu"et ve bizden bir rahmet kılmak için (bunu yapacağız)' dedi" ve iş olup bitti.

(Meryem), ona gebe kaldı. Onunla uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı onu bir hurma dalı (nın altı) na getirdi: "Keşke bun­

dan önce ölseydim, unutulup gitseydim!" dedi, Altından (İsa veya Cebrail) ona şöyle seslendi: "Üzülme, Rabbın,

altın (daki çocuğu), büyük bir lider yaptı. Hurma dalını sana doğru silkele, üzerine olmuş taze hurma dökül­

sün. "Ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen 'Ben

Rabman için (susma) oruc(u) adadım, bugün hiçbir insanla konuşma-

207

yaca�ım; de." (Meryem) onu taşıyarak kavmine getirdi: "Ey Meryem, dediler, sen

tuhaf bir iş yapbn." -

"Ey Harun'un kızkardeşi, baban kötü bir adam de�ildi, annen de lahişe de�ildi (sen ne yapbn böyle)?"

(Meryem, konuşmaları için) onu gösterdi. Dediler ki: "Beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?"

(Çocuk): "Ben Allah'ın kuluyum, dedi (o), bana Kitab verdi, beni peygamber yaptı."

"Beni bulunduğum her yerde insanlara yararlı kıldı. S� olduğum sürece bana namaz kılmayı, zekat vermeyi emretti."

"(Beni), annerne iyilik eder (kıldı), beni baş kaldıran bir zorba yap­madı."

"Doğduğum günde, ölece�m günde ve diri olarak kaldırılacağım günde (Allah'tan) bana esenlik verilmiştir."

İşte Meryem oğlu İsa, şüphe edip ayrılığa düştükleri şey, "gerçek söz" olarak budur." (Meryem, 16-34)

De ki: "Andolsun; eğer insan �ve cirr{��ur'an'm bir benze� :�ıı! ge�ç� üzere tOpl��!�!Jine onun �nz�rini getiremezlyr. :Bir­birlerine arka ol {up yardım etseler) de (bunu yapamazlar). (İsra, 88).

.

" ... De ki: "Öyleyse siz de onun benzeri on uydurolmuş siire geti­rin ... " (Hfıd, 13)

_g_ğer kulumuz (Muhammed) a indirdigirnizden şüphe içinde iseniz.ı... �.ffi!Y.di onun gibi_bir şQ�t;_gçtjri_!l. .. (Ş;tka@, Z3)

***

Brahman'ın" ... şayet onun deliline ve mu'cizesine kapıldıysanız bi­liniz ki, bizim yanımızda sayılamayacak kadar çok cevher ve cisimler vardır. Sonra gaipten haber verenlerin bir kısmının haberi birbirinin ay­nısıdır." sözü ise cevaplanması zor olmayan bir iddiadır. Çünkü eşya­nın özelliklerini tanımak için alıştınna yapan, sonra da bu özellikleri garip bir takım şeyler ortaya çıkarmak için kullanan bir kimse ile bu özellikleri bilmeyen sadece bir şeyi talep etmesi veya kendisinden bir şey talep edilmesi halinde bu talebe cevap veren veya talebine (vahiyle) cevap verilen kimse arasında büyük bir fark vardır. Nitekim Hz. lsa'nın verdiği cevap şekli böyle olmuştur:

208

" .. Körü ve alacalıyı iyileştiririm; Allah'ın izniyle ölüleri dirilti­rim ... " (Al-i İmran, 49).

Şöyle ki, lsa aleyhissetam bu işleri yapabilmek için up fakültesinde yetişmiş değildir. Onun yaptıkları, ancak Allah tarafından desteklenen bir kimse dışında, benzerini bir kimsenin meydana getiremeyece�i mu­cizelerdir. Kendi elleriyle ortaya çıkan mucizeler hususunda di�er pey­gamberlerin durumu da lsa aleyhisselamıtı durumuna benzer .. Mucize­lerJ __ Q_I}!ar!_I!_.ok!J_Q��E _ _y�--��§!!!�ığ_! _J!l_�ş_el�le!___�ğji�ir. Mesa.lA. Kur�an'dan en kı� bir sôrenin benzerini__g!!J,irmeJe_ı:üçio insanlara ve cinlere meydan okumuş olan Pey_gam'berlerin efendisi (s.a.s), kendişi­ne IÇ_l!f:�_jnin_ç�_y:� _ �ı��vn!J_�Ş_!n�_,_ ş!!r . ..Y!:YiL!!§.şiL_y�ı

__ y_�y.a �

- hitabet olarak söz ��.!!Y._la uğ�makla tanınmı§ bir !J!!ıse ğ�ğ_i!�· Aynı şekilde gaible ilgili işlerin (muğayyebat) peygamberlerin di­

linden haber verilmesiyle başka kimseler tarafından haber verilmesi arasında küçümsenmeyecek bir fark vardır.

time dayanan haberle, zan ve tahmine dayanan haberler arasında da fark vardır. Nitekim doktorlar: Muhakkak filan hastanın -sözgelimi- fi­lan organı görevini yapamaz hale gelmiştir. Hayaun devamı için de bu organın görevini yapması zarfıridir. Bu yüzden bu hasta şu kadar saat veya şu kadar gün veya şu kadar ay veya şu kadar yıl içinde ölür, derler ve bazan gekçekten dedikleri gibi de ölür. _

Fakat bu sözün, gerçekleşmiş olmasına rağmen, ilim siilıasına gir­mesi m ümkün olmaz. Zira şüphesiz ki onların sözü bazı kereler doğru çıkmışsa da, başka zamanlarda yalan çıkmıştır. Çocukluk günlerinde öleceklerine dair doktorların ittifakla karar verdikleri, hal tercümele­rinde zikredilen kimselerin, uzun seneler yaşadıklarına dair nice haber­ler okwnuşuzdur.

Kesin ilim ise, realiteye aykırı olarak ortaya çıkması asla mümkün olmayan ilimdir. Bu yüzden onun bir kere bile, realiteye aylan düşme­si, onun ilim olmadığına delildir. Böyle bir şey ancak zan ve tahminden ibarettir. Peygamberlerin gayba dair bilgilerinde ise böyle bir şey yok­tur.

Bu konuda, peygamberlerin gayba dair haber vermeleriyle, başka­larının haber vermesi arasmda başka bir alaka vardır ki o da şudur: Şüp­hesiz ki, peygamberlerden başka kimselerin haber vermeleri, normal olarak, özel riyazetlerle uğraşmaları ya da astronomi (ilmu'l-felek) ve benzeri ilimlerle meşgul olmalannın sonunda olur�qig

_ _g�yba � haberle� do�dan do_ğrrıya AJ��ma

209

• ._claY.an,tr;. Bununla öteki, birbirinden ne kadar uzak! Biri Allah'ın seçme­si dışında, hiçbir kimse için elde edilmesi mümkün olmayacak kadar insanlan aciz bırakan bir şeydir; öteki ise pek çoklanrun u�bileceği bir san'attır.

• ••

Biz tekrar ŞehristAni'nin sözlerine dönelim. O, kitabında Allah'ın bize nasib ettiği kadar ilimle, münakaşa ederek cevaplamaya çalıştt�­mız "Berabime"nin, şüphelerini yani peygamberlik ve peygmberlerle ilgili şüpheleri sıraladıktan sonra, onlara cevap vermek ve iddialarını çürütmek gayesiyle şöyle demiştir:

�__ygmnberleri onlara dediler ki: Biz de sizin gi.bi İ!lSan<Jan p§ka .'" ...b.ic�yjeğiliz. Fakat Allah, kullanndan diledi�e nimetini lutfeder." (İbıihim, l l)

" O OOO O" O n O O -�---�----·-

_§i! ey Brahmanlar1 b!!!!�� in hikmet sahibi bir yapıcısı, yarattgş�­g�uğunu itiraf �Jti@!ize göre, §llnu da kabul ebl!,elisiniz lğ._fD:aı:!!tıÇ� •.

--�.'!l!�_çLve nehyedicidir; yaQtı&ımı� ve düşüıı�üklerimizin heQsinde . . . <>nuıı �ükm� ve emri vardır. Her insan aklı1 onun emrini kavıayacak �

biijy��Q.I!JltliYh&ilii. her � nef_şj_!J�_Q!!Y.D..hijlg:p_üni,i,.g��lç Şt!lci14e . !'.!:!�� sevix�e değildir� :Silakis onun hikıneti, akıllarda ve ruhlar­da bir sıralamayı gerektirmiş ve onun taksimi de, " ... onlardan kimini ötekine derecelerle üstün" kılınayı icabettirmiştir ·"ki, biri diğerine iş gördürebilsin. Rabbının rahmeti onlann toplayıp yığdıklanndan daha hayırhdır." (Zuhruf, 32).

Özetleyecek olursak, Allah'ın engin rahmeti (bu "nübüvvet" ve "ri­salet"tir) onların büyükleneo akıllanyla topladıklanndan daha iyidir.

"Berahime"den bahsetmeye devam eden Şehristani'yi okumaya de­vam ediyoruz. O şöyle diyor:

"Sonra Brahmanlar bir takım sınıflara aynldılar. Bazılan �unlar-dır:

- "el-Bidede"ye inananlar ("el-bidede" ashabı) - "el-Fikratü" ye inananlar (el-fikratü ashabı) - "et-Tenasuh' a inananlar (el-tenasuh ashabı)

a) Bidede Aslıaba Onlara göre "el-Büdd", doğurulmayan, evlenmeyen, yemeyen, ih­

tiyarlamayan ve ölmeyen bir şahasttr.

210

Bu dünyada ortaya çıkan ilk "büdd"ün adı "Şakemin" dir. Bu keli­menin manası "Şerefli Başkan" demektir. Onun ortaya çıkmasından hicrete kadar beş bin yıl geçmiştir.

Dediler ki: "el-Büdd" mertebesinin altında "el-Biidisaiyye" merte­besi vardır. Bunun manası da, Hak yolunun talibi olan insan demektir. Bu insan o mertebeye ancak şu meziyetler ile erişir: Sabretmek ve ba­ğİşta bulunmak, arzu etmesi gereken şeylere rağbet etmek, dünyalığı kabul etmemek ve ondan uzaklıişmak, dünyevi istek ve tezzetleri iste­memek, onların haramlanndan çekinmek, bütün yaradılmışlara acı­mak ve şu on günahtan kaçınmak:

1- Herhangi bir canlı yı öldürrtı ek, 2- İnsanların mallarını heıai saymak, 3- Zina yapmak, 4- Yalan söylemek, 5- Söz taşımak, 6- Çirkin söz söylemek, 7- Sövmek, 8- Çirkin Iakap takmak, 9- Kötü huylu olmak, 10- Ahirette görülecek karşılığı inkar etmek. Bunların yanında şu on hasleri de tam bir şekilde kendinde bulun­

durmakla o mertebeye erişilir: 1- Cömert ve değerli insan olmak, 2- Kötülük yapanı affetmek ve gadabı yumuşak huylu olmakla de­

fetmek, 3- Dünyevi şehvetlerden çekinmek, 4- Bu fani alemden varlığı devamlı olan aleme geçmeyi düşün-

mek, 5- Aklı ilim ve edeple eğitmek; işlerin sonunu çok düşünmek. 6- Nefsi yüce düşüncelere çevirmek için kuvvet sahibi olmak. 7- Herkesle yumuşak ve hoş konuşmak 8- Onların isteklerini kendi isteğinden üstün tutarak dostlarla güzel

geçinmek. ·

9- İnsanlardan tamamen yüz çevirip büsbütün Hakk'a yönelmek. 10- Hakk'a olan aşkından dolayı ve Hakk'ın huzuruna erişmek için

canı feda etmek.

2 1 1

Bu itikadda olanlar aynca şöyle iddia ederler: Şüphesiz ki "el B ide­de", "ei-Kenk (Ganj) nehrinden" heykeller sayısınca kendilerine gel­mişler ve onlara ilimleri vermişlerdir. Onlaramuhtelif cins ve şahıslar halinde görünmüşlerdir. Cevherler şerefli olduğu için de ancak kralla­rın saraylarında ortaya çıkmışlardır.

Aralarında, alemin ezeli oluşu ve ahiretteki ceza ile ilgili inançların­da ihtilaf olmadığını söylediler.

• ••

"ei-Bidede" nin ortaya çıkması sadece Hindistan'da olmuştur. Zira orada toprak ve bölge özellikleri ve riyazet yapanlar ve nefsi terbiyeye gayret edenler çoktur.

Eğer bu söyledikleri doğruysa tavsiflerine göre "el-Büdd" sadece, müslümanların varlığını isbat ettikleri (ve inandıkları) Hızır (a.s.)'a benzemektedir.

b) EI-Fikre ve'l-Vehm Ashabı

Bunlar da felek ve yıldızlara dair ilmi (astronomi ve astroloji yi) ve kendilerine nisbet edilen hükümleri yukardakilerden daha iyi bilir­ler.

Rum ve Acem müneccimlerinin metodlarından ayn "Hindistan"a mahsus, bir metod vardır. Buna göre onlar, hükümlerinin çoğunda ge­zegen yıldıziarta değil, sabit yıldıztarla olan alakalarına göre hüküm verir ve hükümlerini yıldızların tabiatiarına değil, özelliklerine daya­narak: ortaya koyarlar.

Zühal (Satürn) yıldızını, bulunduğu yerin yüksekliğinden, kütlesi­nin büyüklüğünden dolayı en büyük uğur sayarlar. Saadete ait genel çaptaki (külli) bağışları ve kısmi ugursuzluğu veren odur.

lar.

Diğer yıldızların da bu şekilde tabiat ve özellikleri vardır. Rum müneccimleri yıldızların tabiatlarından hüküm çıkarırlar. Hind müneccimleri ise yıldızların özelliklerinden hüküm çıkarır-

Tıbbi bilgileri de böyledir. Şöyle ki, onlar ilaçların tabiatiarına de­ğil, özelliklerine önem verirler. Rumlar ise bu konuda onlardan ayrı­lır.

Bu "Fikre ashabı", "fikri" büyük bilir ve şöyle derler: O, duyutarla

212

kavranılan ile akılla bilinenierin ortasındadır. Bu yüzden "sfıretler", "duyularla kavranılanlar" (mahsfısat) dan

olup, fıkre dahil edilirler. "Hakikatler" de "akılla bilinenler (ma'kfılat)"den olup yine ona da�

hil edilirler. Buna göre fıkir, iki 3lemden olan iki ayrı ilmin kaynağıdır. Bu se­

beple onlar, vehmi ve fıkri, aşırı riyazet ve yorucu gayretlerle mahsfısat 31eminden uzaklaştırineaya kadar var güçlerini harcarlar. Nihayet, fı­kir, bu 31emden uzaklaşınca, ona, o 3lem görünür. Sonuçta da gaybe ait hallerden haber verebilir.

Yağmurlan yağdırmayabilir, bir adama vehim bırakıp onu derhal öldürebilir.

Bunlar olmayacak şeyler değildir. Çünkü vehmin, cisimleri ve ruh­lan yönlendirmede şaşılacak bir etkisi vardır. Nitekim uykudaki düş azınası (ihtilam) vehmin cisimdeki yönlendirmesi değil midir? Göz değmesi vehmin kiJ.ideki xön�ndiiTI!�Ü�.çğil midir? Yüksek bir duvar üzerinde yürürken adam derhal düşmüyor mu? Halbuki adımlannın ge­nişliği düz yerde attığı adımlardakinden farklı değildir.

Vehim mücerred olduğu zaman şaşılacak işler yapar. İşte bu yüz­dendir ki, Hindliler "fikir ve vehim" mahsfısatla meşgul olmasın diye günlerce gözlerini kapatırlardı.

Tecerrüdle beraber, onunla başka bir vehim bitiştiği zaman, bilhas­sa iyice ittifak halinde olduklan zaman etki etmede ortak olurlar. Bun­dan dolayı onların adetleri şöyle idi: Ansızın başlarına bir iş geldiği va­kit, ahıakı düzgün, ihlas sahibi ve bir fıkren doğruluğunda ittifak etmiş olan kırk adam toplanırdı. Neticede onları sıkan durum açılır ve ağırlığı onlara meşakkat veren ve ortalığı kaplamış olan bela ortadan kalkar.

***

Onlardan bir grup da "el-Bekrnefıniyye" yani "Demirle bağlanan­lar" dır.

Onların yolu da şöyle: Baş ve sakalları tıraş etmek, avret yeri dışında vücutlarını açmak. İl­

min çokluğundan, vehmin şiddetinden ve fıkrin galebesinden dolayı karınlan çatlamasın diye belden gögüse kadar bedenleri demirle bağla­mak.

Demirde, vehimlere uygun düşen bir özellik görmüş olmalılar. Aksi

213

halde demir, karnın parçalanmasına nasıl mani olacak; ilim de bu işe nasıl sebep olacak?

c) Tenasühe İnananlar

"Tenasüh" e inanan mezhepler anlablmıştı. Hiçbir ümmet (mez­hep) yok ki, onda tenasühün köklü bir geçmişi var olmasın; yolları an­cak (sadece) bunun tesbitinde birbirinden aynlır.

"Hind Tenasühcülü�" ise buna itikad bakımından grupların en aşı­nsıdır. Zira onlar inanmışlardır ki, belli bir vakitte, bir kuş çıkar, belli bir agaça konar ve yumurtlayıp civciv çıkarır. Daha sonra civcivi saye­sinde nev'i (türü) tamam olunca gagası ve pençeleriyle kaşınır, ondan tutuşan bir ateş parlar; kıış yanar; ondan bir yag akar, bir agacın dibinde birikir.

Daha sonra bir sene geçip, ortaya çıkması vakti gelince, bu yagdan onun gibi bir kıış yarablır. O da uçar ve agaca konar. Bu dmum, sonsuza dek böyle sürer. Bütün devirler, topluluklar dünyada yaşayanlar da bu şekildedir ler.

Yine dediler ki; yıldızların döndü� boşluktaki hareketleri "devri" oldugu için, pergelin aynı açıda aynı daireyi çizmesi gibi sabittir. Per­gel birinci çizgi üzerinde ikinci dönüşü yapınca yine hiç şüphesiz, bi­rinci dönüşün ifade ettiği şeyi ifade etmiş olur. Çünkü, iki devir (dönüş) arasında hiç bir fark yoktur ki, iki sonuç arasında farkın varlıgı düşünül­sün. Zira etkileyici sebepler başladıgı noktaya dönmüş (başlartgıçtaki durumunu almış) yıldızlar ve felekler de ilk merkez üzerinde dönmüş­lerdir. Onların boyutları, ilgileri, yakınlık ve münasebetleri de herhangi bir şekilde degişmemiştir. Bu yüzden onlardan etkilenenterin de her­hangi bir şekilde degişmemesi gerekir.

lşte bu durum, devir ve topluluklardaki ıenasühtür. En büyük devrio kaç sene oldugunda ihtilaflan vardır. çoguna gö­

re, otuz bin yıldır. Bazılaona göre ise bu süre, üç yüz altmış bin senedir. Bu devirlerde (dönüşlerde) onlar gezegenlerin değil, sabit yıldızla­

rın hareketlerini itibara alırlar. Hintlilerin çoguna göre felek, su, ateş ve rüzgarlardan meydana gel­

miştir. Pelek içindeki yıldızlar ise, ateş ve havaya mensuptur. özet olarak, sadece arza (yer) ait unsur dışında, yüce varlıklar (el-

214

mevcôdatü1-ulviyye) yok olmamışlardır." (ŞehristAni, en-Milel ve'n­nihal, nşr. Dr. Muhammed b. Fetbullah Bedran, el-Encelo Yayınevi (Mısır), Il, 258)

SENEVİYYE

Şehristani "es-Seneviyye" (Düalizm) başlığı ile özel bir bölüm ayır­mış ve orada şöyle demiştir.

. "Bunlar ezeli iki varlı�a inananlardır. "Nur" (ışık) ve "zulmet" (ka­raiil.meırve ]@!m oldu@na }nanır!ai::

Bunlar, Me.côsiler'den ayrı inanca sahiptirler. Zira onlar, kamnlı�ın hAdis oldu� görüşünü benimsemiş ve hAdis oluşunun sebebini zikret­mişlerdir. Seneviyye mensupları ise, o ikisinin (nur ve zulmet) kıdemde eşit olduklarına, cevherde, tabiatta saha, mek!n, cinsler, bedenler ve ruhlarda ise farklı olduklarına hükmetmişlerdir."

Şehristani "es-Seneviyye" başlığı altında aşa�ıdaki taifeleri zikre­der:

a) Maniheizm

(Manikeizm, Manişeizm, Manihaizm, Manicilik ve Manescilik de denmektedir.)

215

O, kad"ım bir ezelden sidır olanın dışında kalan bir şeyin varlı�nı inkar euniştir.

Iddiasma göre o iki varlık (nur ve zulmet) h8li güçlü, hisseden, id­rak eden, işiten ve gören iki varlıktırlar.

Bwıa karşılık onlar, nefiste, sôrette, fıilde ve tedbirde birbirine zıt­tırlar.

Kapladıklan alanda ise, kişi ile gölgenin bir bizada olması gibi bir hizadadırlar.

O ikisinin cevherleri ve fiilieri şu listede belli olur:

Özellikleri Nur Zulmet

Cevher Cevheri: Güzel, faziletli, Cevheri: Çirkin, noksan, değerli, berrak, temiz, aşağılık, bulanık, pis, kö-güzel kokulu ve güzel tU kokulu ve çirkin man-görünüşlüdür. zaralıdır.

Nefis Nefsi: İyi, değerli, hik- Nefsi: Kötü, değersiz, met sahibi, faydalı ve bil- kötü huylu, zararlı ve ca-gilidir. bildir.

Fiil Fiili: İyilik, elverişlik, Fiili: Kötülük, bozgun-faydalıhk, sevinçli ol- culuk, zarar vermek, mak, tertiplik, düzenli ve üzüntü vermek, zihni uyumlq olmaktır. bozmak, helak eunek ve

aynlıktır.

Alan Yönü: Üst tanlftıt. (Mez- Yönü: Alt taraftır. Ç�u-hep mensuplarının) ço- na göre, o, gUney tanlfm-ğuna göre, o, kuzey yö- dan aşağıya doğru iner. nUnden yükselir. Bir los- Bir kısmına göre ise, mına göre ise, zulmetin nôrun yanındadır. yanındadır.

216

ÖzelUkleri Nur Zulmet

Cinsler Cinsleri beştir: Dördü be- Cinsleri beştir: Dördü be-dendedir. Beşincisi de denlerdir. Beşincisi de rUhudur. Bedenleri: Ateş, rUhudur. nur, rüzgar ve sudur. Bedenleri: Yangın, ka-

ranlık, zehirtenrnek ve sistir.

Ruh Ruhu: Hoş rüzgardır; bu Ruhu: Dumandır; el-bedenlerde hareket eder. Hame denir ve bu beden-

lerde hareket eder.

Sıfatlar Diri, iyi, temiz, paktır. Bir Ölü, kötü, necis, kirlidir. kısmı der ki: "Nur" un bu Bir kısmı dedi ki: alemin misali üzere ol- "Zulmet" bu alemin mi-masıdır. Ona mahsus yer sali üzere devam etmiş-küresi (arz) ve atmosfer tir. O'na ait bir yer küresi {hava boşluğu) vardır. (arz) ve atmosfer (hava Nur'ın arzı, hala Iatiftir; boşluğu) vardır. bu arzın şeklinden başka- Zulmetİn arzı hala kesif-dır. Onun şekli Güneş'in tir; bu arzın şeklinden kütlesi gibidir, ışını gü- başkadır; hatta o daha ke-neş ışını gibidir. Kokusu sif (yoğun) ve daha sert-en güzel kokudur; renk- tir. Kokusu kötüdür, ko-leri ebem kuşağı renkte- kuların en kötüsüdür. ridir. Renkleri siyah renkler-

dii.

"' Bir kısmı da dedi ki: Ci- Bir kısmı da dedi ki: Ci-simden başka hiç bir şey simden başka hiçbir şey yoktur. yoktur. Cisimler üç çeşittir: Cisimler üç çeşittir:

2 1 7

Özellikleri Nur Zulmet

Nur arzı: Beştir. Zulmet arzı ve ondan da-Burada ondan latif başka ha karanlık bir cisim ki o bir cisim daha vardır. O hava boşlugudur. Üçün-hava (boşlugu)dur; Nu- CÜSÜ de ondan da kar.mlık run nefsi (nefesi?) dir. bir cisim vardır ki O sıcak Ondan daha latif başka bir rüzgardır. cisim vardır ki, O "hoş rüzgar" dır ve o "Nurun Ruhu"dur.

• O dedi ki: Nur hala, me- O dedi: Zulmet tıaıa şey-lekler, ilahlar ve veliler tan, başkan ve çok kötü doguruyor; ancak bu do- kimseler dogurur; ancak, ğurma evleome yoluyla biı doğurma evleome yo-değildir. Aksine, fdozof- luyla değil,dir. Aksine, tan hikmetli sözün doğ- kirli, kokuşmuş yerler-ması ve konuşan kimse- den h�relerin {böcelde-den güzel konuşmanın rin) doğması gibidir. (Yi-doğması gibidir. (Yine) ne) o dedi ki: "Bu alemin O dedi ki: "Bu alemin meleği "onun rihi"ndan meleği" onun "ruhundan ibarettir. O'nun alemi kö-ibarettir. Onun alemi, tülüğü, ayıbı ve karanlığı hamdi, medhi (?) ve nuru toplar. toplar.

2 1 8

Sonra Maniheizm mensuplan "mizac" ve onun sebebi" , kurtuluş (halAs) ve onun sebebi" hakkında ihtilafa düştüler.

Bir kısmı, nur ile zulmet (ışık ile kaıanlık) niyyet ederek ve tercih yaparak değil bir rastlantı şeklinde birleşmişlerdir, demişlerdir.

Çoğu da Mizacın (birleşmenin) sebebini şu şekilde açıklamışlardır. Zulmetin bedenleri ruhlanndan biraz gafıl kaldılar. Ruh baktı. ve nfıru gördü. Bunun üzerine bedenleri nurla karışmaya gönderdi; onlar da şer­re çabuk kaydıldan için hemen kabul ettiler. Nurun meleği (nur meleği) bu durumu görünce meleklerinden birisini, kendi beş cinsinden beş cins halinde ona yöneltti. Böylece nur beşi ile karanlık beşi karıştı lar. Sonuçta duman da tatlı rüzgara karışmış oldu.

Bu ilemdeki "hayat" ve "ruh" ancak tatlı rüzgardan; "hel3k" ve "afetler" ise dumandandır.

Yangın ateşle, nfır zulmetle, sıcaklık rüzgartarla ve sis de su ile ka­nşmıştır.

Binaenaleyh, ilentde "menfaat", "iyilik" ve "bereket" cinsinden ne varsa hepsi "nurun" cinslerindendir.

"Zarar", "kötülük" ve "fesat" cinsinden de ne varsa onlar da "zul­met" cinslerindendir.

"Nur meleği" bu karışmayı görünce meleklerinden birisine emretti. o da bu alemi, "nur" cinsleri "zulmet" cinslerinden kurtulsun diye bu şekilde yarauı.

Güneş, ay ve yıldızlar, ancak nur parçalannı zulmet parçalanndan kurtarmak için hareket etmişlerdir.

Mesela Güneş, "sıcaklık şeytanları" ile karışmış olan "nur"u temiz­ler.

"Ay" soğukluk şeytanlanyla birleşmiş olan "nur" u temizler. "Tatlı rüzgar" hala yükselir durur; çünkü kendi dünyasına yüksel­

rnek onun şanındandır. Nurun parçalanndan hepsi de böylece ebediyyen yükselme halin­

dedirler. Karanlığın parçalan ise ebedi olarak inme ve alçalma halindedir­

ler. Parçalar parçalardan kurtuluncaya, imtizac (kanşma) ın hükmü or­

tadan kalkıncaya, terkipler çözülünceye ve her biri kendi bütününe ve kendi ilemine varıncaya kadar bu durum böylece devam edecektir.

İşte o zaman, kıyamet ve dönüş zamanıdır.

219

• • •

(Mani) dedi ki: "Kurtulma", "ayınna" ve nur parçalannın yükseli­şinde yardım edecek unsurlardan bazıları, tesbih, takdis, güzel söz ve iyi amellerdir.

Böylece nur parçaları ışığı içinde ay yörüngesine yükselir. Kamer (ay) bunları "aybaşından" itibaren kabul etmeye devam eder

nihayet "ayın ortası" na kadar dolgunlaşır ve "dolunay" halini alır. Son­m ayın sonuna kadar da "güneş"e ulaştınr. Güneş de kendisinin üstün­deki nüra sevkeder ve en yüksek öz nüra varıncaya kadar o 3Iemde sey­rine (hareketine) devam eder. Bu hareket devarn eder durur. Nihayet ayın ve güneşin antmaya muktcdir olmayacağı donmuş az bir mikdar dışında, bu aıemde nur parçalarından hiçbir şey kalmaz.

İşte o zaman yeri (arzı) taşıyan melek yükselir, gökleri çeken melek işi bırakır da yer ve gök altüst olur. Daha sonm, bir ateş yakılır; yukarı ve aşağı tutuşur. Nur cinsinden onda ne varsa çözülünceye kadar ateş yanmaya devam eder. Yanma müddeti bin dört yüz altmış sekiz sene olur.

... ... ...

Filozof Mani "Cibille" den, "Babü'J,Elifde" ve "Evvelü'ş-ş8ber­kan" da şöyle bahseder:

Nur aleminin meleği öyle bir varlıkur ki kendi yer küresinin (arz) her tarafında vardır, hiç bir şey ondan hali değildir. O hem zfıhir, hem batındır. Kendi arzının düşmanının arzına ermesi dışında onun için so­na erme yoktur. Nur aleminin meleği, arzının merkezindedir.

Eski miztıc (=el-Mizacü'l-kadim) sıcaklığın, soğukluğun, yaşlığın ve kuruluğun karışımıdır. Yeni mizac (=el-miz3cü1-muhdes) ise hayır ve şerrio imtizacıdır."

... ... .

Mani, mensuplarına, malların hepsinde öşür (onda bir) vergisini, gece ve gündiizde dört vakit namazı, Hakk'a dua etmeyi emretmiş; ya­lanı, öldürmeyi, hırsızlığı, zina yı, cimriliği, sihir yapmayı, putlam iba­det etmeyi ve bir kimsenin kendisine yapılmasını hoş karşılamadığı bir

220

işi herhangi canlı bir varlığa yapmaktan men euniştir .

• • •

Şeriatler ve peygamberler hakkındaki görüşü ise şöyledir: Allah'ın ilim ve hikmetle gönderdiği ilk kişi insanlığın b3bası olan Adem'dir. Daha sonra, Şit'i, ondan sonra NUh'u, ondan sonra da İbrahim (aleyhis­selam)'i gönderdi. Daha sonra Bidede'yi Hind diyarına, Zerdüştü'ü Faris'e ve AUah'ın kelime ve ruhu olan Mesih'i de Rum ve Mağrib diya­nna, ondan sonra da o diyara Pavlos'u gönderdi. Bir zaman sonra da "peygamberlerin sonuncusu" Arap diyarına gelecektir .

. ... ...

EbU Said ei-Manivi onlann reislerindendir. Mizactan (nurla zulme­tİn kanşmasından) kendisinin yaşadığı zamana kadar (yani hicıi ikiyüz yeuniş bir yılına kadar) geçen zamanın on bir bin yedi yüz sene; kurtu­luş (hatas) vaktine ise üç yüz sene kalmış olduğunu iddia etmiştir.

Onun görüşüne göre, mizacın müddeli on iki bin senedir. Buna göre bizim bu zamanımızcia yani hicıi beş yüz yirmi birde bu müddetten elli sene kalmış olur.

Yani biz mizac anında ve halasın (kurtuluş)-başlangıcında bulunu­yoruz. Buna göre halas-ı külliye (genel kurtuluş) ve terkibierin çözül­mesine elli yıl kalmıştır.

"' * *

b) Mazdekilik-Mazdeizm (Mazdeke inananlar)

"Mazdek", "Enfışirvan' ın babası "Kubaz" (Kavaz) ın zamanında or­taya çıkmış olan bir kimsedir. Mazdek, Kubaz'ı kendi mezhebine çağır­dı, o da kabul etti. Ancak Enfışirvan onun rezfıletine ve iftirasına muttali oldu. Neticede onu arayıp buldu ve öldürdü.

Varrak'ın naklettiğine göre Mazdekiyye mezhebinin inancı, "iki aıem" (=dünya ve ahiret) ve "iki asıl" hakkında Maniheizm'den çoklan­nın inancı gibidir.

Mazdek'in farklı olarak söyledikleri şunlardır: "Nur yaptığı işleri niyyetle ve kendi tercihiyle yapar. Zulmet ise iş-

221

lerini rastlantı olarak yapar. Nur, bilgilidir, his sahibidir. Karanlık ise bilgisizdir, kördür. Mizac (kanşım), niyyet ve tercihle değil, rastlantı şeklinde idi" Mazdek insanlara, birbirine muhalefet etmeyi, birbirine buğzetme-

yi ve birbirini öldürmeyi yasaklardı. Bu işlerin çoğu kadın ve mal yüzünden meydana geldiği için, kadın­

lan helal saydı ve mallan mübah kıldı. İnsanlan, suda, ateşte ve otta or­tak olduklan gibi bu iki şeyde de ortak saydı.

Kendisinden nakledildiğine göre o, kötülükten ve zulmet kanşı­mından kurtarmak için nefsin öldürülmesini emretmiştir .

•••

Mezhebinin usul ve rükünlerini üç şey teşkil eder: Su, Arz (yerküresi), Ateş. Kanşma olunca bunlardan şu ikisi ortaya çıkar: Hayn idare eden, Şerri idare eden. Ozetle onlann iyisinden olan hayn idare edendir, bulanık olanı da

şerri idare edendir. Rivayet edildiğine göre, onun mabfıdu, en yüce alemdeki kürsüsü

üzerinde, aşağı alemde "Husrev"in oturduğu şekilde oturucudur. Önünde de şu dört kuvvet vardır:

Temyiz, anlama, hıfz ve sürfır (sevinç). Bunlar Rusrev'in huzurundaki şu dört şahıs gibidirler: "Mfıbiz-i Mfıbizan", "el-Herbedu'l-ekber", "el-Esbahbed" ve "er­

Ramşiker". Bu dört, kendilerinin arkasındaki şu yedi kişiyle dünyanın işini ida­

re ederler: "Salar", "Bişkar", "Batan", "Beravan", "Kazran" , "Düstfır" ve

"Kfızek". Bu yedi de şu oniki ruhani ile idare eder: "Hanende", "Dihende", "Sitanende", "Birende Hfımende", "De­

vende", "Hizende", "Küşende", "Zenende", "Künende", "Abende" , "Şevende" ve "B�yende".

Kendisinde bu dört, yedi ve oniki kuvvet toplanmış her insan aşağı alemde (el-Alemu's-süfli) rabhani bir kişi haline dönüşür ve kendisin-

222

den teklif kalkar. Mazdek diyor ki: En yüce aıemin "Husrev"i, toplamı "el-lsmü'l­

a'zam" olan harflerle idare eder. Kim bu harflerden bir şey tasavvur ederse onun için en büyük sır açılır.

Bundan mahrum kalan bir kimse ise, bu dört rUhani kuvvetin karşı­sında bilgisizlik, unutma, ahmaklık ve üzüntü körlüğü içinde kalır.

Mazdek mezhebi mensupları, "el-Kiiziyye", "Ebfı Müslimiyye", "el-Mahaniyye ve "el-Esbidhamekiyye" gibi fırkalara ayrılırlar.

"el-Kfıziyye" Ehvaz, Faris ve Şehrizfır bölgelerinde yaygındır. Diğerleri ise, Sağd-i Semerkand, Şas ve İlak: çevresinde vardır.

c) Ed-Deysaniyye

"Deysan" mensupları iki aslın var olduğunu söylerler: Işık (nur) ve karanlık (zulmet). Nur işleri niyyet ve tercihle yapar.

Karanlık ise tabii ve zorunlu olarak yapar. Binaenaleyh, iyi, faydalı, hoş ve güzel olanlar nurdan, kötü, zararlı,

pis ve çirkin olanlar ise karanlıktandır. Bu mezhep mensuplan "nur" un canlı, bilgili, güçlü , duyarlı, idıik:

edici bulunduğunu, hareket-ve hayatın ancak ondan olduğunu; kannlı­ğın da ölü, bilgisiz, aciz, cansız (harekeısiz) ve faydasız olduğunu ve bir füli temyiz gücünün olmadığını ileri sürdüler. _

Başka bir iddialan da şerrin o karanlıktan tabii ve aciz olarak mey­dana geldiğidir.

"Nur" tek bir cinstir. Karanlık da tek bir cinstir. Nur'un idraki tesadüfi bir idraktir. Zira onun işi tmesi, görmesi ve di­

ğer duyulan tek bir şeydir. Yani işitmesi görmesinden, görmesi de diğer duyulanndan ibaret­

tir. lşiticidir, görücüdür, denilmesi aslında farklı iki şey aldııldan için

değil, sadece terkibin ayn oluşundandır. lnançlanna göre, renk tattır, kokudur ve hissetmedir. İnsanın onu

renk olarak bulması, karanlığın ona o çeşitten farklı şekilde kanşmış ol­masındandır.

Karanlığın, rengi, tadı, kokusu ve hissi hakkındaki sözleri de aynı­dır.

Nıırun hepsinin beyaz, karanlığın hepsinin de siyah olduğuna ina­nırlar.

223

Yine onlar, nurun, alt yüzüyle karanlık abnaya, karanlığın da üst yüzüyle nur atmaya devam ettiğini ileri sürerler .

•••

Onlar "Kanşma" ve "kurtuluş" hakkında da ihtilMa düşmüşlerdir.

Bir kismı nlirun zulmete diıh.il olduğunu, zulmelin ona sertlik ve ka­tılıkla attığını, bu yüzden nurun karanlıktan eziyet duyduğunu, onu yu­muşatmak istediğini ve sonra da ondan kurtulmak istediğini iddia eder­ler. Bu durum cinslerin ayrılığından değildir.

Fakat bu hal bıçkının durumuna benzer: Cins demirdir, yüzü yumu-şakur, dişleri ise serttir.

Bu yüzden yumuşaklık "nur" da, sertlik ise "karanlık"tadır. Oysa ikisi de tek bir cinstir. Nur yumuşaklığı sayesinde latif olduki bu aralıktan girebilsin. Fa­

kat bu sertlikle ona ancak imkan bulabildi. Netice olarak, bir varlığın olgunluğuna erişmek ancak yumuşaklık

ve sertlik sayesinde düşünülebilir.

* * *

Bir kısmı da der ki: Hayır, aksine karanlık yüzünün alt tarafıı;ıdan nurla sabit olmak için çare arayınca nur ondan kurtulup onu kendisin­den uzaklaştınnak üzere bütün gücüyle gayret etti. Bunun üzerine ka­ranlığa güvendi ve onun en derin yerine daldı.

Bu hal, çamurdan çıkmak isterken onun içine batan çıkmak için çır­pınan ve iyice derine batan insanın durumuna benzer. İşte bu halde olan nur, karanlıktan kurtolmayı başannası için zamana ve kendi aıeminde yalnız kalmaya ihtiyaç duymuştur .

•••

Bir kısmı ise şöyle der: Nur karanlığın parçaları arasına, on lan ıslah ebnek ve onlardan kendi aıemine elverişli parçalar çıkarmak için, kendi isteğiyle girmiştir. Nur onlann içine girince onlar bir zaman, ona iyice yapıştılar ve nur isteğiyle değil de zorunlu olarak zulüm ve çirkin işleri yapar oldu.

224

Şayet kendi aleminde tek başına kalsay dı, ondan, sırf iyilik ve sade­ce güzellik meydana gelir ve zorunlu fıil ile ihtiyaıi fiil birbirinden ay­nlmış olurdu.

d) Merkayiıniyye

"Merkaylın" un mensupları, birbirine zıt iki kadim aslın varlığına inanırlar. Ki, onlardan biri nur diğeri de karanlık (zulmet) tır.

Fakat onlar üçüncü bir aslı daha ileri sürerler ki o "el-muaddilü'l­cami"dir ve mizac (kanşlm) ın sebebidir. Zira birbirinden nefret eden iki zıt varlık ancak onları birleştiren bir sebeble karışırlar.

Derler ki: Şüphesiz "el-Cami" (birleştiren sebep) derece bakımın­dan "nur" un altında, "zulmet"in ise üstündedir. O birleşme ve kanşma­dan işte bu alem Ilasıl olmuştur .

• • •

Onlardan bir kısmı ise şöyle der: Karışma sadece "zulmet"le "muaddil" arasındadır. Çünkü o, ona

daha yakındır. Zulmet, onunla huzur bulmak ve onun tezzetlerinden faydalanmak için onunla karışmayı kabul etmiştir.

Bunun Uzerine "Nur", rahmetten kovulmuş olan karanlığın ağına düşmüş bulunan günahsız "muaddilu'l-cfuni" e acıdığından dolayı onu şeytanların tuzaklarından kurtarsın diye, karışmış aleme, "Allah'ın ruhu" ve "oğlu" olan "Mesihi ruhu" gönderdi. Artık kim ona uyar, ka­dınlara dokunmaz ve kokuşmuş semi:1� etiere yakın olmazsa kaçıp kur­tulmuş olur.

Ona muhalefet eden de zarar görüp helak olur .

• • •

Derler ki: Biz "muaddil"in varlığını kabul euik, çünkü, Allah Te31a demek olan "nur"un şeytanlarla karışması ona caiz olmaz. Yine bu iki zıt, tabiatı itibariyle birbirinden nefret etmekte ve zat ve nefis itibariyle birbirine mani olmaktadırlar.

O halde o iki şeyin bir araya gelmeleri ve birleşmeleri nasıl diiz olur?

Bu sebeple nurdan aşağı, karanlıklar üstünde bir mertebede olan bir

225

"muaddil" bulunması gerekir ki ondan kanşma tıasd olsun. Bu (her ne kadar "Deysatı" daha önce ise de) "Maniheizm"in söyle­

dilderine aykındır. Mani mezhebini ondan almış ve muaddil husôsunda ona muhalefet etmiştir. O "Zerdüşt" ün söyledilderine de aykındır. Zira nur ile zulrnet arasmda tezadın bulundu�u söylemekte ve iki hasmm karşısındaki bilim ve iki zn şeyi birleştiren dwumundaki muadililin varlığına inanmaktadır. Hem de onun tabi ve cevheri iki zıttan biri ol­ması c3.iz değildir. İşte o, hiç bir zıddı ve dengi olmayan Aziz ve Cefil olan Allah'tır.

• • •

Muhammed b. Şebib, Deysaniye hakkında onların "muaddil" in duygulu ve çok anlayışlı insan olduğuna, zira onun sırf nur ve sırf ka­ranlık olmadığına inandık:Jannı rivayet etmiştir.

Yine onlardan kendilerinin, evlenmeye, bedene, rôha faydası bulu­nan her şeyi haram gördüklerini ve acı vermek olduğu için hayvan 1»­ğazlamaktan kaçındıklarını rivayet etmiştir.

"Seneviyye"den olan bir topluluktan şunlar nakledilir: "Nur" ve "zulmet" ha.J.a diridirler. Ancak "nur", hassas ve bilgili, "Karanlık" ise bilgisiz ve kördür.

"Nur" aynı seviyede ve doğru hareket eder, "Karanlık" ise düzensiz ve eğri hareket eder.

Durum böyle iken, birden karanlığın cemaatlerinden bazıları nurun taraftarlarından bir kısmına hücum etmiş ve nur karanlıktan bir parçayı isteyerek ve bilerek değil, tutuşmuş ateş parçası ile hurmayı birbirinden ayıramayan çocuk gibi bilmeden yutmuştur. Bu da "karışma" nın sebe­bi olmuştur.

Sonra En Büyük Nur, kurtarma tedbirini almış ve karışmış olan nur­lan kurtarmak için bu a.J.emi bina etmiştir. Onun kurtuluşu da cancak bu tedbirle mümkün olur.

e) EI·Küyneviyye

Sıyamiyye ve Tenasühiyye bunlardandır. Kelam alimlerienden bir cem3at, Küyneviyye'nin, ateş, arz ve su ol·

mak üzere üç esasa inandıklarını rivayet etti. Onlara göre varlıklar an­cak, Seneviyye'nin isbat ettiği iki asıldan değil, bu asıllardan meydana

226

gelmiştir. Dediler ki: Ateş tabiatı itibanyle hayırlı ve nôıinidir. Su yaıatılışta onun zıddıdır. Binienaleyh, bu alemde hayır cinsinden olanlar ateşten, şer cinsin­

den olanlar sudandır. Arz bu ikisine göre mutavassıt (orta) br. Bu mezhep mensuplan ulvi, nôıini ve latif oldu�u. onsuz hiçbir

varlık olmadı�ı ve onun yardımı olmadan hiçbir şeyin devamlılı�ı (bekisı) olmadı� sebebiyle aşırı şekilde ateşe tutkundurlar.

Su ise yarablışta ona muh31iftir, fiilde de ona muJıalefet eder. Arz ikisi arasmda orta durumdadır. Sonuç olarak, bu Alemin bileşimi bu asıllardandır .

• • •

Onlardan "Sıyamiyye" taifesi güzel nzıklardan, evlenmekten ve kesilmiş hayvan yemekten kaçmır, kendilerini ibAdete verir, ibadetle­rinde ona tazim e.tmiş olmak için "ateşlere" yönelirler.

Onlardan "TenAsuhiyye" fırkası ise, ruhlarm tenasuhuna ve bir şa­hıstan bir şahsa geçti�ine inanırlar.

Insanın karşılaşb� rahat, yorgunluk, refah ve meşakkat gibi haller, riihun başka bir bedende iken daha önce yapnıış oldu� fıillerin karşılı­� olarak düzenlenmiştir.

Insan ebedi olarak iki durumdan birindedir: Ya bir fiil (işgörme), ya da bir ceza (karışılık görme). Insanın içinde· bulundu�u durum, ya daha önce yapb�ı bir işin

mükifabdır veya mükifabnı bekledigi bir iş içinde olmakbr. Cennet ve cehennem bu bedenlerdedir. A'llyı llliyyin; peygamberlik derecesidir. Esfelü's-sifılin: Yılanın bulundugu aşa�ılık mertebedir. Ris31etten

daha yüce hiçbir varlık yokbır. Yılan derekesinden de daha aşa� hiçbir varlık yokbır. Onlardan bir kısmı da şöyle der: En yüksek derece meleklerin derecesidir. En aşa�ısı ise şeytanların

derekesidir. Bu fırka mensuplan bu görüşleriyle "Seneviyye"den di�erlerine

muhalefet etmiş olmaktadırlar. Çünkü onlar kurtuluş günleriyle "nur"un paıçalannm şerefli ve begenilen Alemine dönüşünü ve karanlık

227

parçalannın da rezil ve yeriimiş lleminde kalmasını kasdederlC'l'." Bu konuda Şehristani'nin "el-Milel ve'n-nüıal" adlı eserinden nak­

letti!Uniz sözleri burada sona enniştir .

• • •

İşte, Seneviyye'nin inançlan ve fırlcalan bunlardır. Ancak Şeh­ristanrnin onlara dAir babsin başında söyledili şu sözler dikkat çekici­dir:

"İşte bunJar, iki ezeli varlıp (iWıa) inananiann kendileridir. "Nur" ve "Zulmet"in ikisinin de ezeli ve kadim olduAW18 inanırlar. MecQsile­re muhaliftir. Çünkü mecfısiler lcaranlıAın hid.is (sonradan meydana gelme) olduAuna inanmışlardır ... "

Şehristlni, mecCisllerin, Seneviyye oldutunu da, ifMe eder. el-Mi­

lel ve'n-nihal'de onlarla ilgili olarale inceleme yapınca şu ifadelere de rastladım:

"Sonra, "et-Tesniye" (=iki ilah tanıma), Mecfısilere mahsustur. HaDa onlar, hayn-şerri, faydayı-zararı ve salih ve fesAdı aralannda

paylaşarak. id1re eden iki kadim asim varlıAmı söylemişlerdir. O ikiden birine "nur", dilerine "zulmet" adını verirlC'l'. ·

MecCisilerin bütün dllşünceleri iki temel mesele etrafında döner: Biri: "nur" un "karanlık" ile birleşme sebebinin açıklanmasıdır. İkincisi de: "Nur"un "karanlık" tan kı.nıulma sebebinin açıklanma-

sıdır. Onlar "birle:şmeyi" başlangıç noktası, "kurtuluşu" da "dOnUş nokta­

sı" saymışlardır." Şehristlni, bundan sonra hemen şöyle demiştir:

MecCisiler: "Onlar zikrettilimiz gibi iki aslı kabul ederlC'l'. Ancak asıl MecCis­

ner, iki aslın ikisinin de ezeli ve kadim olmalannın cAiz olmayacaAmı, bilakis, "nur" un ezeli, "zulmet"in ise muhdes olduAunu iddia ederler.

Sonra, onun hadis oluşu ile ilgili şöyle bir ihtilaflan da vardır: Zulmet "Nur" dan mı hadis olmuştur? Oysa ki, nur çok az bir şer dahi

ihdas etmez. Öyleyse şerrin aslını nasıl icad eder'? Ya da başka bir şeyden mi meydana gelmiştir? Halbuki icad eune ve

kadim olmada hiçbir şey "Nur" a ortak olmaz. İşte bulada MecCisUC'l'in şuursuzca sözleri ortaya çıkmış oluyor ...

228

Acaba, GazMi, haklannda kUfUr hUkmUnD verdili zaman, bmılann (meclisiler ve daha Once zikredilenler) hepsini mi yoksa bir kısmını mı kasdetmiştir?

ZINDIKLAR

Kimlerdir o Zmdıklaı7 Onlar, fertlerini bir araya getiren, parola ve fikirleri bulıman bir raife ve fuka mıdır? Yoksa lsıAm'a gOre aşın gOrDş sahibi herkes zındık mıdıt? Şu anda elimin altmda mevcut kaynaklarda zındıklar ve zındıklarla ilgili ilmi ve dückatli bir smırlandınna bulama­dım.

AşaAıda Dehı'iler haklandaki babiste kendisinden almb yapbJımız metinde Qaz.A]j'nin, "Dehriyye" ile "Zendeka" yı, "dehri" ile "zındik" ı eşanlamlı saydılım göreceJiz.

DEHRİLER

GazAli "el-MiJnlcız mine' d-Daldi" adlı kitabından onlar hakkında şöyle demiştir:

"Dehriler (maıeryalisder) öncekilerden bir t.Aifedir. İdare eden, bi­len ve lcudret sahibi yarabcıyı inklr etmişlerdir. İddia ederler l:i, Alem, bir yarabcının yarabnasıyla delil, kendi kendine bu şekilde var idi. Hayvanın nutfeden, nutfenin de hayvandan olması ezelidir (eskiden be­ri böyledir). Eskiden böyle idi, ebedi olarak da böyle olacaktır. İşte zın­dıklar bu görüşte olanlardır. n

Şehristini "Muattılata'l-Arab" (Bari Teasil'nın sıfatiarını inkAr edenler, ateisder) dan üstü kapalı biçimde söz eder ve şöyle der:

Onlar bir takım grublara ayrılırlar. Yaratıcıyı öldükten sorua dirii­rneyi ve Ahiretteki hayab inkAr edicidirler.

Nitekim onlardan bir sınıf yaraucıyı, öldükten sorua dirilmeyi ve Ahiret hayabnı ink1r ebniş ve hayat veren tabiala ve yok eden dehre (za­mana) inanmışlardır. İşte onlar şerefli Kur'an'ın şu llyetiyle haber verdi­li kimselerdir:

"Dediler ki: "Ne varsa dünya hayabmızdır, başka bir şey yoktur. Ölürüz, yaşarız." (Cllsiye, 24)

Bu fırlca mensupları süfli llernde duyularla anlaşılan fabiadere dik­kat çekmiş, hayab ve ölUmü onların bir araya gelmesi ve çözWmesine ballamışlardır. Bunlara göre birleştiren unsur fabiattır, helik edici de

229

zamandır. " ... � b�kası helik euni�or (l>!zi öld.Uren yalnız za­

mandır). Fakat onların bu ususta hiçbir bilgilen yokwr. Onlar sAdece zaımeai ' Iii" (CaS 24

.

. �, "=""'.'!X9!..�. ı ye, ) Allahu Teill onlara karşı fılai zarilretler ve fıtri iyederle delil geti-

rip şöyle buyunnuştur: "Q.Ylürunediler mi ki,_ arkadaşlannda (Muhammed aleyhisselaın}

hiçbir delilik yoktur, o �ık bir ux_ancıdır?� ·

"Göklerin, yerin melekutuna ve Allah'ın yaraıtılı şeylere ecelleri­nin yaklaşmış olabilecetine bakıp ibret al madılar mı?" 'A'ıif, 184-185)

: Al�'m �arat� �ylere balanıyorlar mıJ," (Nahl, 48). "De ki: "SIZ mi arzı iki günde yaratanı tanımıyor ve O'na eşler koşu­

yorsunuz?" (Fussilet, 9). "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbmıza kulluk

edin." (Bakara, 21) Bu ayetlerle Cenab-ı Hak, yarabcı karşısında mahluklann zarCiri

deıatetini isbat etmiş ve kendisinin başlangıçta da tekrarda da kemile kadir oldutunu isbat etmiştir."

Şehristani'nin sözleri burada sona eriyor. Onların hepsi de müşrikti:rler ve bu sebeple peygamberleri yalanla­

yıcıdırlar. Hasılı, her lliır peygamberleri yalanlayıcıdır. Her yalanla­yıcı da k8firdir.

İşte bu özellik lsıam dairesinin dışında kalanların taşıdılı temel ve genel atamettir.

230

İÇİNDEKİLER

Gazali'nin Hayatı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 Huccetü'l-İslfun'ın 1Iim Öğrenmeye Başlaması. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 Abdü'l-Galir El-Ffırisi'nin Sözleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17 Gazali'nin B iyografisiyle İlgili Diğer Rivayetler .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26 Huccctü'I-1slam'dan Yapılan Rivayetlerden Bazıları 28 Eserleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32 İmam Amir cs-Savi'nin Mekke'de gÖrdüğü rüya 32 AIIahu Tcala'nın noksan sıfatiardan tenzihi . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35 Kudreti 36 İlmi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 37 İradesi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 37 İşitmesi ve görmesi 38 Konuşması. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 38 Efa! i (işleri) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 39 Kelime-i Şehadct'in İkinci Şıkkı Olan Peygamber (s.a.v)'e İmanın l\1anası: . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 40 İmam Gazali'ye itirazlar ve onlara verilen cevaplar 44 İbn u Hırzihim Diye Bilinen Ebu'l-Hasen'in rüyası . . .. . . . . . . . .. . . 62 Huccetü'l-İsHim Gazali'nin çağdaşlarından birine yazdığı bir mektubun metni . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 63 Huccetü'l-İslam'ın Fetv1Uarından Bazıları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 71 Velilerden Teklifin Kaldmiması Mes'elesi 82 Kalbi İbadete Devam Etmeye Zorlamakla İbade� Tesiri Gider mi? 83

Veli Allah'a Ulaştığında Onu Ulaştıran Yesileden Müstağni Olur mu?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 85 Hüccetü'l-İslam'dan Rivayet Edilen Bazı Garip Meseleler 86 Cem&atle Huşfısuz, Yalnız İkcn Huşfılu Namaz 87 Cuma Namazından Sonraki Sünnet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 89 Gazilli'nin Şahsiyeti Hakkında Bazı Görüşler 91 Gazilli'nin Geçirdiği İkinci Şüphe Devresi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 97 Bu inancın hakikatinin kendilerinde aranacağı kitaplara işaret hakkında son söz . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 17 Faysalü't-Tefrika Bcynel'l-İslfım Ve'z-Zendeka Kitabı ile ilgili bazı düşünceler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 121 Faysalü't-Tcfrika Beynel'l-İslfımi Ve'z-Zendeka 145 I . FASIL 148 II. FAS IL 151 III. FAS IL . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 152 IV. FASIL . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 157 V. FASIL 162 VI. FAS IL . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 165 VII. FASIL 167 VIII. FASIL 173 IX. FASIL . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 177 X. FASIL 181 Xl. FASIL 184 XII. FASIL 190 XIII. FAS IL . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 191 BRAHMANLAR 193 a) Bidede Ashabı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 210 b) El-Fikre ve'l-Vehm Ashabı 212 c) Tenasühe İnananlar 214 SENEVİYYE 215 a) Maniheizm . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 215 b) Mazdekilik-Mazdeizm (Mazdeke İnananlar)

·

221 c) Ed-Deysaniyye . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 223 d) Merkayfıniyye 225 e) El-Küyneviyye . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 226 ZINDIKLAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 229 DEHRİLER 229

INDEKS

A

Abbas ei-Esari, 29 Abdeli el-Muezzin, 27 Abdulcabbar, 23 Abdu'I-Gafir ei-Farisi, 14, (17), 24, 25 Abdulhamid, 23 Abdullah el-Hafsi, 24 Abdulmelik b. Mervan, 23 Abdul Vehhab, 57 Acem, 212 Hz. Adcm, 77, 78, 160, 184 Ahmed b. Hanbel, 90, 162-163 Ahmed (Gaz. kard.), 8; 15 Ahmed b. Seleme, 26 Aişe (r.a.), 174, 185 Akaidi Suğra, U "Akıl", 160 Akl-ıkfunil, 193 Aıemu's-Süfli, 222 Hz. Ali (r.a.), 43-55, 89-90, I 78, 191 Ali el-Alai, 52 Ali el-Mukri, 26 Amir b. Amir el-Arabi es-Savi, 33-34 Amir et-Taii, 29

Arş, 36, 157 Arş-lstiva, 1 52 Aruz ölçüsü, 167 Asker sehri, 18 Asıronomi-Astroloji, 212 Ata, 90 Ateistler, 229

B

Babü'l-Elif, 220 Babü'l-Mcrvc, 33 Babü't-Tcvhid, 1 1 9 Bağdat, 1 1 - 12, 14, 18, 53, l l4, 162 Bakıllani, 148-149 Bfui Teasla, 229 Batınilik, 92, 100, ı 14 Bcrahime, 210 el-Beyan, 16 Beytü'l-Makdis, 12, 24 Beytullah Ka'be, 18, 174, 197 Bidayetü'l-Hidaye, 89 Bidede Ashabı, 210

Brahman-Brahmanlar, 128, 152, Düalizm, 215 193, 196, 197, 200, 202-203, 205-206, 208, 210 Buhan, 21, 24 E el-Burhan, 47-48 Burhan-ı Kat'i, 139 Buveyh el-Abder, 30

c

Ca'fer b. Muhammed, 29 Cebrail (a.s.), 154, 161, 207

_Cehennem, 128, 130, 159, 227 Dr. Cemil Saliba, 92-93 Cennet-Cennet nimetleri, 1 13 , 140, 159, 227 Cevahiru'l-Kur'an, 94 Cismani ba's, 140 C um 'a namazı, 89 Curcan, 9 Cüveyni, 15, 49

D

Davud (a_s.), 129 Prof. De Boer, 93 Dehriler-Dehriyye1 128, 229 Deysan, 226 Deysani�ye, 223-226 Düalistler, 128, 193

Ebiı Abbas, 61 Ebiı Abdullah bin Ahmed, 28 EbU Abdullah el-Cevheri, 30 Ebu Bekr (r.a.), 16, 43, 58, 62 EbU Bekr el-Farisi, 179 EbU Davud es-Sicistani, 23 Ebiı Ferec b. el-Cevzi, 15 Ebu'I-Feth, 33 EbU Haınid, 15 Ebu Hanife, 34, 75, 76, 183 Ebu'I-Hasen, 61-63 Ebu Hayr, 61 Ebu Hayyan et-Tevhidi, 5 1 -57 EbU lsa ei-Varrak, 215 EbU Muhammed b. Hayyan, 23 Ebu Musa el-Eş'ari, 90 EbU Muzaffer Abdurrahim, 29 EbU Nasır el-İsmaili, 9 Ebu Said, 221 Ebu Talib ei-Mekki, 5 1 Ebu't-Tufeyl, 55 Ehli Hal ve'l-Akd, 178-181 Ehli Sünnet, 44, 1 15-1 16 Emevi Camii, 12 el-Erba1n fi Uslıli'd-din, 19, 1 17 el-Es'ad el-Bezzar, 30 Es'ad el-Miheni, 9

Esfelü's-Satilin, 227

Eş'ari, 47-49, 1 13, 121 , 164,

180

Eş'ariler, 163

Evvelü'ş-Şaber, 220

Eyyüb (a.s.), 129

Fahreddin Ebü Bekr EşşAsi, 27

el-Farfunedi, 20

F

Fatıma, 204

Faysalü't-Tefrika beyne'I-İslam ve'z-Zendeka, 101 , 123- 124,

127, 130, 133, 139, ı4ı, 180

Felsefeciler, 100

Fevk, ı63

Fevkiye Hüseyin Mahmud, 10

el-Fikra ve'l-Vehm, 2ı2

Fir'avn, 206-207

Pirdevs-ı Ala, 70

G

Ganj, 2ı2

aaza.ıı, 7-9, ı ı-ı 9, 23-25, 27-30,

49-51 , 56-57, 60-63, 71-72, 86-

9ı, 94-102, ıo6-1 10, 1 12-1 17,

ı20- 122, 1 25-127' 129-130,

133, 135-140, 145, 229

H

"Haber", 150

Habib el-Makber, 29

Hacer-i Esved, 163, .197, ı99

el-Hadsiyyat, 16

Hafız Afifu'ddin Matari, 57

Hafız Ebfı Abdullah, 14

Hafız Ebu'I-Kasım b. Asakir, 17

Hafız Ebfı Sa'd b. es-Sem'ani, 24-

26

el-Hafız Ebü Tahir es-Sclefi, 15

Hafız İbn Asakir, 12

el-Hafsi (Ebü Seyl Muhammed b. Ubeydillah), 14

el-Hakika fi Nazari'l-Gazati, 93

Halef es-Sa'di, 28 Halil et-tevkani, 26

Hallac, 46

Hanbeli, 152-191

Hancfi, 1 13

Harem-i Şerif, 33

Haris el-muhasibi, 49

el-Harizmi, 90

Harun (a.s.), 129, 207-208

Hasan er-Ravvasi, 24-25

Ha�iye ale'I-Akaidi'l-Adudiyye, 171

Hattab o�lu Ömer, 199

el-Havafi, 16

Havariler, 66 Havz, 43 "Hesabü'l-Cümmel", 84 Hırzihım et-Mağribi, 28 Hızır (a.s.), 2ı2

Hilafet. ı 74

Hilmiyetü'z-Zeytun, ı4ı

Hindistan, 2ı2

Horasan, 15, ı8

Hristiyan, 128, 130, ıs2

Huccetü'l-lslam, 86

Hulefai Raşidin, ı32

Humeyd b. Abdurrahman, 90

Huvari, 23

i

İblis, 80

İbn Asakir, 12, 24-25, 57

İbn Ebi's-Salt, 30

İbn Hacib, 57

İbn Hamza, 29

İbn Keysan, 174

İbn Mes'ud, 88-89

İbn Muzaffer, 46

İbn Neccar, 25

İbn Salah, 60, 89

İbnu's-Sem'ani, 10

İbn Sina, 45, s ı

İbrahim (a.s.), ı29, 168-ı 69,

193

İhya-u Ulumi'd-din, ı4, ı8, 26,

44, 47, 5ı-54, 56, 58, 60Y53, ı 18-

1 19

İhvanü's-Sala, 45, 124

el-lktisad fi'l-İtikad, l l , 5 1 , 1 18

llmü'l-Felek, 5, 209

İlmü'l-Gavr fi Dirayeti'd-Devr', 86

İlmü'l-Hilaf, 18

el-llmü'l-Yakin, 94

el-İmad et-Tusi, 26, 28

İmam Ebu'I-Kasım el-lsferayani, 4ı lmamu'l-Harameyn (el-Cü­veyni), 10- 1 1, 15, 17-18, 47, 49-

50

İncil, 38, 150

lsa (a.s.), 66, 69,129; 206-209

İshak (a.s.) 129

İskenderiyye, 14 tsıam, 121

İsmail (a.s.), 129

İzzuddin b. Abdüsselam, 88

K

Ka'be, ı98-199

el-Kafi, 90

el-Kafiye (Cüveyni'nin eseri), 10

Kalb-ı Selim, 67

Dr. Kamil Ayyad, 92-93 Kasım ei-Beyhaki, 26 Kavaidü'I-Akaid, l l , 34, 41 , 5 1 , 1 15, 1 18 ei-Kıstasu'l-Müstakim, 167, 179 Kimya-i Saadet, 22 Kitabü't-Tevekkül, 1 19 Kitabü't-Tebyin, 32 Kiya, ı ı

eı-Kıya, ı6 Kudüs, 13 Kufe, 168 Kur'an, 38, 73, 150 cl-Kureyşi (Ebu'l-Kasım), 5 1 Kursi, 157 Kutü'l-Kullıb, 5 1 -52 Küfür, İmanın Hakikati, 147 cl-Kürdistani, 95 ci-Küyneviyye, 226

L

Levh-i Mahfuz, 74

M

Prof. Mac bonald, 93, I 17, el-Madnun, 60-61 ei-Mağrib, 28, 58, 61, 62

ei-Maksadü'l-Aksa fi Meani Es­mai'llahi'l-Hüsna, I 19 Mani b. Fatik, 215, 220, 226 Manihcizm, 215, 226 Masiva, 7 1 -72 ei-Matari, 57, 60 Materyalist (Dchri), 1 28, 151 -152, 229 Mazdekilik, 221 Mazeri, 45, 46, 48-55, 57 Mecusi, 215, 228-229 Mcdine, 57 el-Mcdrasctü'l-Emine, 14 el-Mcdrasetü'l-Meymunetü'n­Nizamiye, 18- 19 Mehmet zeki pakalın, 84 Mchaklün-nazar, 167 Mekinen inde Zi'l-Arş, 161 Mckke, 32, 174 Mediyyc, 27 Mcrkaylıniyyc, 225 (İmam) Mervan, 69 Hz. Meryem, 154, 207-208 cl-Meslliihu'l-Mürselc, 48 Mesih, 225 Mevclıcllitü'I-Uiviyye, 215 Mevlidü'n-Nebi, 23 Mısır, 14, 27 ei-Milel ve'n-Nihal, 193, 228 ei-Mizan, 42, 164 Muattılatü'I-Arab, 229 Mücahid, 90

el-Muhabbe, 1 19 Hz. Muhammed (s.as), 17, 40, 42, 145 Muhammed b. Şebib, 226 Muhammed b. Mahmud, 30 Muhammed b. Harun, 215 Muhammed ed-Dimyaıi, 28 Muhammed b. Abdullah, 129 Muhammed Abduh, 171-172 Muhammed b. Yahya, 16 el-Muhtasar, 57 Muğayyebat, 209 el-Mukaffa, 186 cl-Münkızü mine'd-Dalal, 5 1 -52, �2. 95-100, 124, 127, 129, 229 Munzir cl-Harizmi, 23 Musa (as.) 39, 71, 129, 206, 207, 2 15 Musa cr-Rıda, 29 ei-Mustasfa, 60 Muta, 161 Mutezilc, 1 13, 126, 163, 171 Muzaffer el-Ebiverdi, 3 1 Muzeni, 16 Mümkürıat., 149 Müslim, 21 , 24

N

Nasr el-Makdisi (şeyh), 12-13

Nasrullah el-Masist, 13 Nazzam, 175 Nevevi, 89 Nisabur, 10, 15, 17-19, 21, 1 14 Nizarniye Medreseleri, 12, 1 5, 24

'

Nizamülrnülk, 10- 1 1 , 18-19 Nuh, 129, 204-205 Nur, 216-218 Nübüvvet., 210

0-Ö

Hz. Osman, 43 Osmanlı Tarih Deyimleri ve te­rimleri Söılüğü, 84 Hz. Ömer (r.a.), 43, 58, 166

R

Rabi, 55 RMi'i, 87 Rafiziler, 34, 178 er-Rasi, 33 Raslılullah, 8, 181 Ravza-i Mutahhara, 155 Razikani (Ahmed �- Muham­med), 9, 17 er-Risale, 51-52 er-Risa.Ietü'l-Kudsiyye, 1 18

Ruh, 161 Ru'yetullah, 52

s

Sablır b. Erdeşir, 215 Safa ve Merve, 197, 199 Sahihi buhan, 55 Sahibu'l-Şeriat, 184 Samiri, 169 es-Savi, 33, 40-41 es-Sayyad, 6 1 es-Sehat İnde'l-Memat, 1 5 Sekeratü'l-Mcvt, 86 Selef-i Salihin, 23 Seneviler (Düalistler), 1 228, 152, 193, 2 15, 226-228 Sıyamiyyc, 226-227 Sofizm mezhebi (cs-Safsata, So­fistiüyye), 97 Subki, 7, 47, 51 Sufiyye, 56, 80, 100 Süfyan es-Sevri, 90 Süleyman (a.s.), 1 29 Sümeysatiyyc Dergahı, 13

ş

(İmam) Şafii, 34, 55, 75, 89, ı 13, 183

Şam, 12- 14, 18 Şamil, 49 Şari-i hakim, 136 Şedidü'l-Kuva, 161 Şehrisllini, 193-1 94, 197, 202, 210, 228-230 eş-Şucai ez-Zcvzeni, 29

T

et-Tabakatü'l-Kübra, 49 Taberani, 15, 22 et-Tae cs-Sübki, 90 "Tahkik", 16 "ct-Tahsin", 87 Takiyyuddin b. es-Salah, 57 et-Takriti, 30 Talibü'I-Müsned, 30 Tarihu'ş-Şam, 12, 24 tasavvuf, 1 14 et-Tebyin, 12, 24 Tchafütü'I-Fclasife, 5 1 , 1 1 5 , 1 17, 125-127, 129, 1 38, 140-141 Telbiye, 200 Tenasühiyye, 210, 2 14, 226-227 Tevrat, 38, 150 Ebu'!-Velid et-Turtuşi, 46-4 7, 56 Hakimi et-TQsi, 23

Türkler, ı 88

u

UsUl-i Fıkıh, ı 75 "ei-Uİum", 22 . üsanie, 204

V-Y

ei-Vücudat ei-Hamse, 140-14ı, ı53 Yahudiler, 128, 130, 152 Yahya ei-Fakih, 28 Ya'kub (a.s.), 129 Yemen, 162 Yunan Filozoflan, 124 Yunus (a.s.), 120 Yunus b. Mctta', 158 Yusuf ed·Dımeşki, 57 Yusuf b. Tafsin, 14, 28

z

Zahirilik, 92 ez-zaviyetü'l-Gazaliyye, 12 Zebfır, 38, 129, 150 Zehebi, 12-13, 17-24 Zenadıka (Zındıklar), ı28, ı52,

187, 229 Zendeka (Sapıklık), 12ı Zerdüşt, 226 Dr. S . Zewemer, 93 Zevzeni, 20 Zulmet, 216-218 Zümirra, 161