View
15
Download
0
Category
Preview:
Citation preview
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
SÖZÜN TESİRİ
THE EFFECT OF THE WORD
Gerçekten anlayanlar için sözler, nice kişilere yol gösterir, onların nice işler başarmalarını sağlar. Ama sözlerin gerçek anlamda yol gösteren nitelikte olmaları için, iyi niyete dayanmaları gerekir. Bir kimse Müs-lüman bir kardeşinin faydası için, art niyeti olmadan, tatlı bir dille ona, doğru olduğuna inandığı bir sözü söyleyebilir. Onu, saadeti için tenkit edebilir. Çünkü bunda, Müslüman bir kardeşini uyarma, ona iyiliği tav-siye etme vardır. Onun için onun bu davranışı, onu sevmenin bir belirtisidir.Aksine, bir din kardeşini küçük düşürmek, ya da başkaları yanında kötü tanıtmak için, arkasından onun beğenmeyeceği sözleri söylemek çirkin bir davranış olur. Çünkü bu çoğu defa fena bir düşüncenin belirtisidir.
Peygamberimiz (s.a.v)’in de bu konudaki sözü şudur: “Müslüman o kişidir ki, Müslüman kardeşleri onun dilinden ve elinden selâmettedir.”Lokman Hekim’in oğluna verdiği öğütlerden biri şöyledir: “Merha-metli olan, başkalarından merhamet görür. Yerinde susmasını bilen selâmet bulur. Hayır söyleyen nimete erer. Kötü söz söyleyen günahkâr olur. Dilini tutmasını bilmeyen sonradan pişmanlık duyar.”Birlikte yaşa-ma, karşılıklı güvene bağlıdır. Güven ise sözde durmak, sözleşmeleri yerine getirmekle olur. Aksine yalan, yanlış bir söze bir de hayal katarak, orada burada küçük düşürücü sözler söylemek, o kişiyi manen öldür-mek demektir. Bir hadisi şerif şöyle buyurmaktadır: “Bir kardeşine kızdığın zaman, onun kötülüklerini sa-yıp dökerek, iyiliklerini saklayışın, gerçek bir zulümdür.”
İyiliğe davet ve yol göstericilik bir eğitimdir. Ama insan bunu yaparken gerçekten iyi niyet sahibi olmak zorundadır. Yol göstericiliğin en tesirlisi ise, fiille olanıdır. Çünkü yol gösteren kimse yaşayışı ile yol göster-dikleri insanlar için iyi bir örnek olmalıdır. Bu konuda İslâm’a ait ölçü şudur: “Bir kişinin, bilgisi ile yaşa-yışını kuşatırsa, Yüce Allah ona bilmediği şeyler hakkında bilgi bağışlar.”İnanan insan, şartlar ne olursa ol-sun söz ve davranışlarında aklıselimi, ölçüyü arka plana atmayan; hareketlerini kontrol edebilme irade ve gücüne sahip; ağırbaşlı, ciddi, vakur, yumuşak huylu, müşfik v.b. güzel huyları şahsında toplamış; nizam ve disiplin örneği bir kişidir. Esasen İslâm bizatihi nizam, disiplin ve ölçüdür. Dinimizin hükümleri incelendi-ği zaman baştan sona hepsinin insan hayatına yön veren ve ona üstünlük kazandıran disiplinler manzume-si olduğu görülür.
Her Müslüman, özellikle İslâm’ı başkalarına öğretme ve telkin etme vazife ve mes’uliyetini omuzların-da taşıyan ilim sahibi kimseler, huy ve hasletlerden yumuşak huyluluğu “rıfkı” kendisine rehber edinmeli-dir, İslâm dininde insanî münasebetler yumuşak huyluluk, sevgi ve saygı esası üzerine kurulmuştur. Sevgi-nin, saygının ve yumuşaklığın barınmadığı kalp ve kafalara sahip olan kimselerin, katılaşmış, kötülüklerle nasırlaşmış başka kalpleri yumuşatması, bu tür kalplere din duygusunu, Allah korkusunu, insan sevgisini aşılamaları söz konusu olamaz. Zaten böyle bir insanın söyledikler de kimseye tesir etmez. Sözün tesiri için; önce inanmak sonra yaşamak lazım.
The words, for those who can really make out, lead forth for the many and let them be succesful in many ways. Yet, for the words to be leading, in real terms, they should be well intentioned. A muslim, for the be-nefit of his muslim brother, can remark his pieces about a point that he believes to be true.
Our prophet (pbuh) says: “Muslim is who that his muslim brothers are in safety from his all behaviours”
One piece of such advice that Lokman says to his son is: “ A merciful man has mercy from the others, a person who knows where to keep quiet reaches safety, one who says good reaches benefaction. A person who says a bad word becomes sinful. One who is not able to keep quiet regrets in the end.” A truth believer, in every situation, is a sensible person; sober-minded, serious minded, solemn, benign, etc; he has all the good qualities in himself and he is a man of regularity and self discipline.
SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır
Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
YIL: 17 SAYI: 119 Eylül 2010 Basım Tarihi: 01 Eylül 2010
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA
Yayın Editörü Musa TEKTAŞ
Kapak Osmanlı’da Bayram Töreni
Topkapı Sarayı Müzesi
Yapım ARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU
Sanat Yönetmeni Şenol GÜRSOY
Tashih Ali YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI
Arşiv Muharrem AKIN
Abone Ziya TOKSÖZLÜ
Reklam Yusuf YILMAZ
Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - bilgi@somuncubaba.net
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
CTP - Kalıp Çıkış Bizim Repro: (312) 341 10 20
Baskı & Üretim Kozan Ofset
Büyük Sanayi 1. Cadde Arpacıoğlu 2 İşhanı 95/11 İskitler / ANKARA Tel: (312) 384 20 03
Tek Sayı : 7 TL - Kurum Abone : 120 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 TL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO
Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Gönderilerin abone adına yatırılması gerekmektedir.
KUR’ÂN’A GÖRE SÖZ SANATI
Ali AKPINAR
Evet, Müslüman, kendisine bahşedilen en büyük nimet konuşma melekesini/dilini en güzel şekilde yönetecek ve onu yerli yerince kullanacaktır. Zira dilin insana kazandırdığı pek çok güzellik olduğu gibi, ona kaybettireceği pek çok şey de vardır.
06
İSLÂM’DA HARAM
Mehmet SOYSALDI
İslâm dini insana zararlı olan her şeyi yasaklamıştır. Haramlar genel olarak korunması zaruri olan beş şeyi zedeleyen ve onlara zarar veren fiil ve hareketlerdir.
44
GönüllerdekiBayram3006 Kur’ân’a Göre
Söz Sanatı
119
Dergisi Hediyesi...
E Y L Ü L 2 0 1 0Fiyatı: 7 TLAYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
RABB - Ramazan ALTINTAŞ (10)
HER NE Kİ VAR ÂLEMDE AŞKTIR- Abdülmecit İSLAMOĞLU (14)
‘PEYDA’ REDİFLİ GAZEL - Resul KESENCELİ (22)
KENDİSİNİ BAŞKASININ YERİNE KOYMAK EMPATİ - Mehmet Zeki AYDIN (26)
İBÂDET - Abdullah KAHRAMAN (36)
BİRLİK - Mustafa ÖZÇELİK (40)
KİŞİLİK ÖZELLİKLERİYLE KÂFİR- Mustafa Doğan KARACOŞKUN (50)
RABBİN RIZÂSINI GÖZETMEK - Enbiya YILDIRIM (52)
OSMANLI VE ORTADOĞU İsmail ÇOLAK (56)
BİZİM TÜRKÜMÜZ - Yavuz Bülent BAKİLER (61)
ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0342 321 43 34GEREDE 0 530 512 33 10GÖLCÜK 0 216 344 45 30 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892
İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 2365SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474
TASAVVUFÎ ŞİİRİN MÂHİYETİ
GÖNÜLLERDEKİ
BAYRAM
Kadir ÖZKÖSE
Tasavvufî şiirin muhatapları iç mânâya erenler, tasavvufun özel diline vakıf olanlar, anlama kapasitesi olan ehil şahsiyetler, yüksek hakikatleri anlayabilecek kapasitede olanlardır.
18 30
WASHINGTONSÜLEYMANLAR KAPINDA KARINCA
Fatih ERKOÇOĞLU
Minnesota’ dan gelirken arkadaşım Uveys Ali Nur Washington’a gitmek isteyip istemediğimi sordu. “Eğer vaktimiz olursa neden olmasın?”
Vedat Ali TOK
Na’tinde Hz. Muhammed (s.a.v.)’i, Hz. Musa’nın Allah ile kelâm eylediği Tûr Dağı’na benzetiyor. Allah, Tûr Dağı’na tecellî edince, her taraf göz kamaştıran bir nûrla dolmuştu.
62 74
KOMŞULUK - Mehmet DERE (68)
ÂMİR B. VÂSİLE - Bünyamin ERUL (72)
KIRK HADİS (73)
KİTAPLIK (77)
KAHRAMANMARAŞ VELİLERİ - Yusuf HALICI (78)
MEDENİYETİMİZİN AYNASI MEZAR TAŞLARI - Nidayi SEVİM (81)
CEMİL MERİÇ - A. Ali YILMAZ (82)
ÇOCUK EĞİTİMİNDE MODEL - M. Emin KARABACAK (84)
İNCİR - Şifalı Bitkiler (86)
MUHALLEBİLİ LOKUM - Mesude SARI (87)
Musa TEKTAŞ
İslâmiyet’in etkisiyle bayramlara “iyd” denilmiş. Günümüzde dinî bayramlar, milletimizin manevî inanç ve beraberliğini, kardeşliğini gösteren gönül yansımasıdır.
Eylül 20104
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Dokuzuncu Hutbe
Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden
Hutbeler
5
“...Şunu da bilin ki Allâh içinizden geçeni hakkıyla
bilir. Onun için Allâh’a karşı gelmekten sakının ve yine
şunu da bilin ki Allâh gerçekten çok bağışlayandır, ha-
limdir. (Hemen cezâlandırmaz, mühlet verir.)” (2/Ba-
kara, 235.)
Azîz Cemâat-ı Müslimîn!
Terbiyenin temellerinden, en köklü kâidelerinden
biri ve belki birincisi mürebbînin fiilen imtisâl nümûnesi
olmasıdır. Bunun içindir ki Peygamberler, Tanrı teâlâ
ve tekaddes hazretleri tarafından teblîğ edecekle-
ri emirleri, ilk önce kendileri yerine getiriyorlardı. Bu
sözleri, özleri birbirine uygun olduğu içindir ki bu ilahî
mürebbîlerin ocağı yani din müesesesi sönmemiştir.
Peygamberlerin yollarına giden mü’minler de yalnız
söz ile kalmazlar aynı zamanda fiil ile îmânlarını yaşar-
lar. Îmânın nûru onların üzerinde dâimâ görülür. Her
ne yapar; her ne işlerlerse bilerek, inanarak yapar ve iş-
lerler. Bütün yaptıklarında Allâh (c.c)’ın rızâsını göze-
tir, Allâh (c.c)’ın rızâsına muvâfık harekette bulunma-
yı îmânlarının bir îcâbı bilirler. Hiç kimseye kötü gözle
bakmak ve bir kimseyi tahkîr etmek, onların şanından
değildir. Onların düstûrları yaratılmışları, yaratanın-
dan ötürü hoş görmektir.
Hazret-i Ali kerreme’llâhu vecheh efendimiz diyor-
ki: “Mü’min yiğit ölür, er olur. Yani onun güleçliği yü-
zünde, hüznü üzerindedir. Her nesneyi hoş görür ve afv
eder, kendisini herkesten aşağı tutar, kimseyi çekiştir-
mez, kimseye kötü söz söylemez. Gözü, bağrı yaşlıdır.
Hayrı, “Yapıyor.” desinler diye yapmaz. Riyâ ve süm’a
nedir bilmez. Kimseye şerri dokunmaz. Gülmesi tebes-
sümdür, susması taallümdür. Kimseyi mahcûb etmek
kasdıyla suâl sormaz. Sordukları anlamak için, anladık-
ları da yapmak içindir. Kimseye bir iftirâda bulunmaz.
Bilmediği işe karışmaz.”
Yukarıda okuduğumuz âyet-i kerîmede buyuruldu-
ğu gibi gönlünün içinden geçirdiği işlerden ve kulağın,
duyduğu laflardan ve gözün, gördüğü şeylerden mes’ûl
olduklarını düşünür ve bunun için iyice bilmediği ve iyi-
ce duymadığı ve iyice görmediği şeyleri, «Bildim, gör-
düm, duydum.» demez. Acınacak kimselere acınması
samîmî olup, yapmacık değildir. İlmi çoktur. Yarayışlı
ve ağır başlıdır, eli açıktır. Hayra, «Hayır.» demez, kim-
seye kibir ve gurûr taslamaz. Hiçbir şeyde koltuk ka-
bartmaz. Hükümlerinde ve verdiği kararlarında zulüm-
den ve haksızlıktan bir iz bulunmaz. Söylediği sözü icrâ
ve va’dini îfâ eder. Kendisi yumuşak huylu, üstü başı
pâk, alnı açık ve aktır. Susması söylemesinden çok, söy-
lemesinde aslâ külfet yoktur. Kızdığı zamanda bile hak-
tan ayrılmaz ve bir hakkını isterken bile hiçbir kimseye
karşı kıyasiye iş yapmaz. Sevdiklerinin dertleriyle dert-
lenir. Dostlarından gördüklerine katlanır. Mevlâsından
râzı, hevâ ve hevesine muhâlefetle marzîdir. Gönlü her
an pâk ve temiz, saflık ve pâklıkta sanki bir kenzdir.
Kendisine ezâ edene, bile katı söz söylemez ve onun yü-
zünden altun işini bakır eylemez. Kendi üzerine vazîfe
olmayan işe ne elini ve ne dilini sokmaz.
Muhterem Cemâat-i Müslimîn!
Cenâb-ı Hakk en büyük kürrelerinden en küçük
zerrelerine kadar bu kâinâtı yoktan var etmiştir. Bun-
ları sevk ve idâre etmek de kendisinin hakkıdır. Mülk
O’nundur, mülkün hâkim-i mutlakı odur. İstediğini
yapar ve dilediği gibi hükmeder. Kendisinden başka
herkesin ve her şeyin mukadderatını takdîr eden ve
herkes ve her şeyi kendisine mutî’ ve münkâd kılan
O’dur. Herkese yaptığından hesâb soran O’dur. Fakat
kimse O’na suâl soramaz. Her ne yaparsa O’nun yaptı-
ğı mahzâ hayırdır. Bütün hayırlar O’na râci’dir. O’nun
bütün işleri hayırdır, şer ona râci’ değildir. Kâmil
mü’minler, mülkünde dilediği gibi tasarruf hakkını
hakka teslîm ile her hâlükârda, serrâda, darrâda onu
lisân-ı hamd ile yâd ederler. (Lehü’l-mülkü ve lehü’l-
hamd) “Mülk O’nundur, hamd O’nadır.” (64/Teğa-
bün, 1.) diye onu tesbîh ve takdîs eylerler. Dâimâ hayır
görürler ve hayra ererler. Onun için ma’rifet ve îmân;
hikmet ve îkân menbaı olan Peygamberimiz, hutbemi-
zin başında okuduğumuz, Süheyb-i Rûmî radıya’llâhu
anhdan mervî hadîs-i şerîfinde buyuruyorlar ki;
“Mü’minin hâli ne hoştur. Çünkü onun bütün hâli ve
bütün işleri hayırdır. Böyle her hâli ve bütün işleri ha-
yırlı olmak mü’minin gayrısında yoktur. Bütün hâli
hayırlı olmak mü’minlere mahsûstur. Mü’min hayâtta
bir muvaffakiyyete nâil olacak, sürûra mazhar olacak
olursa, bu muvaffakiyyeti Hakk’ın lutf ve kereminden
bildiğinden Hakk’a şükreder ve bu şükür onun hak-
kında hayır olur. Bu şükür öyle hayra erer, hayır bu-
dur. Yok bunun aksi olarak hayâtta bir muaffakiyet-
sizliğe, bir kedere dûçâr olacak olursa, bunu da haktan
bildiği cihetle sabreder ve bu sûretle yine hayra erer,
hayır bulur.”
Allâh cümlemizi böyle kâmil mü’minlerden, şâkir ve
sâbir kullardan eylesin. Âmîn.
Eylül 20106
İlim ve Hayat
Ali AKPINAR*
KUR’ÂN’A GÖRE
SÖZ SANATI“Evet, Müslüman, kendisine bahşedilen en büyük nimet konuşma
melekesini/dilini en güzel şekilde yönetecek ve onu yerli yerince
kullanacaktır. Zira dilin insana kazandırdığı pek çok güzellik olduğu gibi,
ona kaybettireceği pek çok şey de vardır.”
7
İnsanların farklı
dillerde konuşma-
ları Yüce Allah’ın
âyetlerinden (varlığının delille-
rinden ve mucizelerinden) sa-
yılmıştır: “O’nun delillerinden
biri de, gökleri ve yeri yarat-
ması, lisanlarınızın ve renk-
lerinizin değişik olmasıdır.
Şüphesiz bunda bilenler için
(alınacak) dersler vardır.”1
İnsan konuşan bir varlıktır.
Hayvanlar, bitkiler, hatta can-
sız dediğimiz varlıkların da dili
olsa bile insanın konuşan bir
varlık olması kendine özgüdür.
Zira insanın konuşması, gayeli,
anlamlı, amaçlı ve ölçülüdür.
İnsan için ve insanın haya-
tına şekil/düzen vermek için
gelmiş olan dinimiz, insanın
konuşma melekesini de ele al-
mış ve bu nimeti en güzel ve en
faydalı bir şekilde kullanma-
sı için temel kurallar koymuş-
tur. Sonuçta her konuda olduğu
gibi İslâm’ın söz sözleme âdâbı
oluşmuştur. Bu yazımızda bun-
lara özet olarak değinmek isti-
yoruz:
Yüce Allah, insana iki ku-
lak ve bir ağız vermiştir. “Biz,
insan için iki göz, bir lisan ve
iki dudak yaratmadık mı?
Ve Biz insana iki yol göster-
dik.”2. Bunun pek çok hikme-
tinden biri de insanın iki din-
leyip bir konuşmasıdır. Yani
insan, önce doğruları öğre-
necek, onları özümseyecek ve
sonra bin düşünüp bir söyle-
yecek, ama sadece hakikatle-
ri konuşacaktır. Bunun için
kendisine güzel konuşma ye-
teneği verilen Hz. Dâvûd pey-
gamber3, “Söz gümüşse sükut
altındır.” demiştir. Ne var ki
pek çok insan bu konuda altı-
na değil de gümüşe talip olur.
Aynı bağlamda, “Bilirsen söy-
le herkes ibret alsın; bilmi-
yorsan sus, herkes seni bilir
sansın.” denmiştir.
Kur’ân, insanın konuşma
konusunda da başıboş bırakıl-
madığını, konuştuklarından
da hesaba çekileceğini özellik-
le vurgular: “Göklerde ve yer-
de olanları Allah’ın bildiğini
görmüyor musun? Üç kişinin
gizli konuştuğu yerde dör-
düncüsü mutlaka O’dur. Beş
kişinin gizli konuştuğu yerde
altıncısı mutlaka O’dur.”4
“Yoksa onlar, bizim ken-
dilerinin sırlarını ve gizli ko-
nuşmalarını işitmediğimi-
zi mi sanıyorlar? Hayır, öyle
değil; yanlarındaki elçile-
rimiz (hafaza melekleri de)
yazmaktadırlar.”5
Kur’ân, sözün frekansını
değil, kalitesini yükseltmemi-
zi ister ve eşekler gibi bağırıp
çağırmamamızı bizlere salık
verir: “Yürüyüşünde tabiî ol,
sesini alçalt. Unutma ki, ses-
lerin en çirkini merkeplerin
sesidir.”6
Yüce Allah, Hz. Mûsâ’yı Hz.
Hârûn ile birlikte Fir’avun’a
gönderirken şöyle buyurur:
“Ona yumuşak söz söyleyin.
Belki o, aklını başına alır veya
korkar.”7 Onun bu buyruğun-
da, davetçilerin konuşması-
nın hedefinin muhataplarının
hidâyeti olması gerektiği, bu-
nun için de yumuşak söz söy-
lenmesi vurgulanır.
Eylül 20108
Peygamberimiz de, “İn-
sanlara akıllarına göre konu-
şun.” buyurarak aynı gerçeğe
işaret eder. Zaten bir âyetinde
Yüce Rabbimiz, Peygamberi-
mizin son derece insanlara/
mü’minlere düşkün ve onlara
karşı son derece şefkatli oldu-
ğunu açıklarken, bizlerden de
öyle olmamızı ister:
“Andolsun size kendinizden
öyle bir Peygamber gelmiştir
ki, sizin sıkıntıya uğramanız
ona çok ağır gelir. O, size çok
düşkün, mü’minlere karşı çok
şefkatlidir, merhametlidir.”8
“O vakit Allah’tan bir rah-
met ile onlara yumuşak dav-
randın! Şâyet sen kaba, katı
yürekli olsaydın, hiç şüphesiz,
etrafından dağılıp giderlerdi.”9
İslâm, söylem eylem birlik-
teliğine vurgu yapar: “Ey iman
edenler! Yapmayacağınız şey-
leri niçin söylüyorsunuz? Yap-
mayacağınız şeyleri söyleme-
niz, Allah katında büyük bir
nefretle karşılanır.”10
Nitekim bu konuda şu temel
ölçüler belirlenmiştir:
İyiliği emretme görevinin la-
yığı ile yapılabilmesi için şu beş
maddeye ihtiyaç vardır:
İlim. Zira cahil kimse bu işi
iyi bir şekilde yapamaz.
Allah’ın rızasını kazan-
mak ve Allah’ın dinini yücelt-
mek için yapmak. Bir hadis-
lerinde Peygamberimiz şöyle
buyurmuştur: “Vallâhi, senin
sâyende bir kişinin hidâyete
ermesi tüm dünyalıklardan
daha hayırlıdır.”11
Emredilen kimseye şefkat-
le yaklaşmak, ona yumuşak söz
söylemek. Zira Yüce Allah, en
azılı düşmanı Fir’avun’a bile
yumuşak sözle hitap edilmesini
emretmiştir.
Çok sabırlı ve hilim sahibi
olmak. Zira söylenen sözün et-
kisini göstermesi için belli bir
sürenin geçmesi gerekir. Söy-
lenen sözün her insanda bir te-
sirini gösterme/mayalanma sü-
resi vardır.
Emrettiği şeyi kendisi yerine
getiriyor olmak. Çünkü âyette,
“Ey iman edenler, yapmadı-
ğınız şeyleri için söylersiniz?”
buyurulmuştur.12
Yüce Yaratıcımız bizden,
doğrularla beraber ve doğru
konuşan bir dile sahip olma-
mızı ister: “Ey iman edenler!
Allah’tan korkun ve doğrularla
beraber olun.”13 Bu emir, doğru
sözlü olmayı, doğruluğu özüm-
semeyi, her hal ü kârda doğru
söylemeyi ve doğrulara destek
olmayı bizden ister. Bizlere ör-
nek olarak sunulurken Hz. İb-
rahim ve peygamber oğulları
Hz. İsmail ve Hz. İshak hakkıda
şöyle buyurulur: “Onlara rah-
metimizden bağışta bulunduk;
kendilerine haklı ve yüksek bir
şöhret nasip ettik.”14
Doğruyu söylemek, bizim
iki dünyada da iki yakamı-
zın bir araya gelmesi, işlerimi-
zin rast gitmesi için kaçınılmaz
bir durumdur: “Ey iman eden-
ler! Allah’tan korkun ve doğru
söz söyleyin. (Böyle davranır-
sanız) Allah işlerinizi düzeltir
ve günahlarınızı bağışlar. Kim
Allah ve Resûlüne itaat eder-
se büyük bir kurtuluşa ermiş
olur.”15
“Kullarıma söyle, sözün en
güzelini söylesinler. Sonra şey-
tan aralarını bozar. Çünkü
şeytan, insanın apaçık düşma-
nıdır.”16
Müslüman ne pahasına
olursa olsun doğruluğu şiar
edinen, her zaman ve her yer
yerde, herkese karşı doğrula-
rı, hakikatları konuşan kimse-
dir. Şairin dediği gibi: “Şudur cihânda benim en beğendiğim meslek: Sözüm odun gibi ol-sun; hakîkat olsun tek!”17
Her şeyi apaçık olan Dîn-i
Mübîn-i İslâm’ı kendisine dâva
edinen Müslüman anlaşılmak
için konuşur. O, muhataplarıyla
kuş diliyle yahut anlaşılmaz bir
biçimde şifreli bir biçimde ko-
nuşmaz. Zaten onun kitabı da
tüm mesajları açık olan Kitâb-ı
Mübîn, Peygamberi de Rasül-i
Mübîn’dir. Zaten Tevhîd tari-
hi boyunca her peygamber ken-
di kavmine gönderilmiş ve onla-
rın diliyle onlara hitap etmiştir:
“(Allah’ın emirlerini) onla-
ra iyice açıklasın diye her pey-
gamberi yalnız kendi kavminin
diliyle gönderdik.”18
Hanımlara yönelik bir dü-
zenlemede ise şöyle buyurulur:
“Eğer (Allah’tan) korkuyorsa-
nız, (yabancı erkeklere karşı)
9
çekici bir edâ ile konuşmayın;
sonra kalbinde hastalık bulu-
nan kimse ümide kapılır. Güzel
söz söyleyin.”19
Evet, Müslüman, kendisine
bahşedilen en büyük nimet ko-
nuşma melekesini/dilini en gü-
zel şekilde yönetecek ve onu yerli
yerince kullanacaktır. Zira dilin
insana kazandırdığı pek çok gü-
zellik olduğu gibi, ona kaybetti-
receği pek çok şey de vardır. Bu
yüzden ahlak kitaplarımız di-
lin âfetlerine dikkatlerimizi çe-
kerler. Sözgelimi gıybet, dedi-
kodu, yalan, alay etme, lakap
takma, sövüp sayma, lüzumsuz
ve boş konuşmalar bunlardan-
dır. Kur’ân’da bu konuda da pek
çok uyarı yer alır:
“(O Firdevs cennetine talip
olan mü’minler) boş ve yararsız
şeylerden yüz çevirirler.”20
“O halde, pislikten, putlar-
dan sakının; yalan sözden sakı-
nın.”21
“(Rahman’ın o gözde kulla-
rı), yalan yere şahitlik etmez-
ler, boş sözlerle karşılaştıkla-
rında vakar ile (oradan) geçip
giderler.”22
“Ey mü’minler! Bir topluluk
diğer bir topluluğu alaya al-
masın. Belki de onlar, kendile-
rinden daha iyidirler. Kadınlar
da kadınları alaya almasınlar.
Belki onlar kendilerinden daha
iyidirler. Kendi kendinizi ayıp-
lamayın, birbirinizi kötü la-
kaplarla çağırmayın. İman-
dan sonra fâsıklık ne kötü bir
isimdir! Kim de tevbe etmezse
işte onlar zalimlerdir.”23
“Ey iman edenler! Zannın
çoğundan kaçının. Çünkü zan-
nın bir kısmı günahtır. Birbiri-
nizin kusurunu araştırmayın.
Biriniz diğerinizi arkasından
çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş
kardeşinin etini yemekten hoş-
lanır mı? İşte bundan tiksindi-
niz. O halde Allah’tan korkun.
Şüphesiz Allah, tevbeyi çok ka-
bul edendir, çok esirgeyici-
dir.”24
Kur’ân insanı, bu uyarıları
dikkate alarak diline sahip çı-
kan, onu dinin ölçüleri çerçe-
vesinde kullanan, kısaca ko-
nuşma sanatını en güzel şekilde
icra eden kimsedir.
*Prof. Dr.
1 30/Rûm, 22.2 90/Beled, 8-10.3 Onun hükümran-
lığını kuvvetlendir-miş, ona hikmet ve güzel konuşma vermiştik. (38/Sâd, 20)
4 58/Mücâdile, 7.5 43/Zuhruf, 80.6 31Lokmân, 19.7 20/Tâhâ, 44.8 9/Tevbe, 12.9 3/Âlu İmrân, 159.10 61/Saff, 2-3.11 Ebû Dâvûd, İlim,
10; Buhârî,
Ashâbu’n-Nebî, 9; Müslim, Fedâilü’l-Ashâb, 34.
12 Fetâvâ-yı Hindiyye, V, 353..
13 9/Tevbe, 119.14 19/Meryem, 50.15 33/Ahzâb, 70-71.16 17/İsrâ, 53.17 M. Akif, Safahât,
Fatih Kürsüsünde.18 14/İbrâhîm, 4.19 33Ahzâb, 32.20 23/Mü’minûn, 3.21 22/Hac, 30.22 25/Furkân, 72.23 49/Hucurât, 11. 24 49/Hucurât, 12.
Dipnot
Hul
usi G
ÜLS
EREN
Eylül 201010
RABB
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
Sahİp, mâlİk, ıslâh eden, tasarrufta bulunan, yaratan, yöneten, helâl ve haram koyan:
“Tevhîdin tarihine baktığımız zaman, insanların şirke düşme nedenlerinden birisi
Allah’ın isimleri arasında yer alan “Rabb” vasfının bir mefhum olarak O’ndan
başka varlıklara izafe edilmesi sonucu olduğunu görmekteyiz. İşte Kur’an, önce bu
noktada insanların akîdesini düzeltmek için işe başlamıştır.”
11
Allah’ın zatıy-
la ilişkili olan
güzel isimle-
rinden birisi “Rabb” ismidir.
Arapça’da “Rabb” kelimesi,
“terbiye” ile aynı kökten gelir.
Terbiye ise, bir şeyi olgunluk
derecesine ulaştırıncaya ka-
dar aşama aşama inşa etmek,
yetiştirmektir. “Kureyş’ten bir
adamın beni terbiye etmesi,
Hevâzin kabilesinden bir ada-
mın beni terbiye etmesinden
daha fazla iyidir.” sözü bu anla-
ma gelir. Yine “rabb” kelimesi;
yaratma, büyütüp yetiştirme,
eğitme, yağmur indirip rızık
verme, helâl-haram kılma, sa-
hip ve mâlik olma, görüp gözet-
me, tedbir etme, nimet verme
gibi anlamların yanında; “ulu-
luk ve efendilik” mânâlarını da
bünyesinde toplayan; şefkat,
merhamet ve sevgi neticesinde
tezahür eden bir vasıftır.1
Tevhîdin tarihine baktı-
ğımız zaman, insanların şir-
ke düşme nedenlerinden biri-
si Allah’ın isimleri arasında yer
alan “Rabb” vasfının bir mef-
hum olarak O’ndan başka var-
lıklara izafe edilmesi sonu-
cu olduğunu görmekteyiz. İşte
Kur’an, önce bu noktada insan-
ların akîdesini düzeltmek için
işe başlamıştır. Çünkü tevhîd,
bir binanın su basmanı gibidir.
Tevhîde dayalı dindarlık sağ-
lam olmazsa, bunun üzerine
bina edilecek ibadet, ahlak ve
muâmelât gibi davranış tarzla-
rı Allah katında bir anlam ifa-
de etmeyecektir. Bundan do-
layı, Kur’an-ı Kerîm’in ilk inen
âyetlerini incelediğimiz zaman
en çok kullanılan isimlerden
birisinin ‘Rabb’ olduğunu gö-
rürüz.
Rubûbiyet Sıfatları Allah’a Aittir
Kur’an, Yüce Allah’ın dışın-
da bir takım nesnelere ulûhiyet
atfederek O’na ortak koşan
müşriklerin, Allah’ı tanıdıkla-
rı ve ikrar ettiklerini bildirmek-
tedir. “Andolsun, eğer onlara,
“Gökleri ve yeri kim yarat-
tı, güneşi ve ayı hizmetinize
kim verdi?” diye soracak olsan
mutlaka, “Allah” diyeceklerdir.
O halde nasıl (haktan) döndü-
rülüyorlar?”2 Burada asıl orta-
ya çıkan tezatlardan birisi, sa-
dece ve sadece Allah’a kulluğu
terk edip, yaratılmış nesnelerin
Allah’ın rubûbiyeti üzerinden
ilâhlaştırılmalarıdır. Hâlbuki
rubûbiyet sıfatı, Allah’a ait-
tir. Hiç hakkı olmayan varlık-
ları rab yerine koyup, onlara
yaklaşarak üzerlerinde bunca
hakkı bulunan Allah’ı bırakıp
da hiç hakkı bulunmayan ha-
yali şeylere tapmak anlamsız-
dır ve haksızlıktır. İşte Kur’an
birçok âyette bu mânâsızlığa
ve haksızlığa dikkatleri çeke-
rek vicdanları uyandırmakta ve
rubûbiyet sıfatlarının Allah’a
ait olduğunu ilan etmektedir:
“Hamd, âlemlerin rabb’i
Allah’a mahsustur.”3
“Şüphesiz senin Rabbin,
kendi yolundan sapan kişi-
yi daha iyi bilir. O, hidâyete
erenleri de daha iyi bilir.”4
“Rabbinin adını an ve bü-
tün benliğinle O’na yönel. O,
doğunun da batının da Rab-
bidir. Ondan başka hiçbir ilâh
yoktur. Öyle ise O’nu vekil
edin.”5
“Rabbini yücelt.”6
“Yaratan Rabbinin adıyla
oku! O, insanı “alak”dan ya-
rattı. Oku! Senin Rabbin en cö-
mert olandır.”7
Rabb kelimesi, fâil-özne için
kullanılan bir mastardır. Tek
başına mutlak olarak sadece
varlıkların maslahatını üzerine
alan Yüce Allah için kullanılır.
Örneğin şu âyette olduğu gibi:
“Hoş bir ülke, çok bağışlayan
Rab!”8 Ayrıca şu âyet de bu an-
lama gelir: “Size: “Melekleri ve
peygamberleri rabler edinin!
diye emretmez.”9
Eylül 201012
Yukarıdaki âyetlerde görül-
düğü gibi, Yüce Allah, melek-
lere ve peygamberlere ulûhiyet
atfederek ilâh konumuna koy-
mayı yasaklıyor. Çünkü onlar
yaratılmış varlıklar olup, hiçbir
zaman ne sebeplerin müsebbi-
bi ve ne de insanların çıkarları-
na olan şeyleri üslenen yaratıcı
varlıklardır.
Kur’an’ın nüzul yılların-
da “Rabb” sözcüğü, Arapça’da,
kendisine itaat olunan efendi,
herhangi bir durumu düzelten
kimse ve bir şeyin sahibi anlam-
larına geliyordu. Müşrikler bu
ismi, Allah’a değil de Allah’ın
dışındaki bir takım varlıklara
özgü kılıyorlardı. Kur’an indiği
zaman, Rabb kelimesi, tevhîde
uygun bir anlam kazanarak;
benzeri olmayan efendi, verdi-
ği sayısız nimetleriyle yarattığı
canlıların durumunu düzelten,
yaratma ve yönetmenin sahibi
anlamına kullanılmaya başla-
dı. Böylece İslâm, Rabb ismini,
putlara özgü olmaktan kurta-
rıp, Allah’a verdi.
Rabb kelimesinin mut-
lak ve ma’rife olarak kullanılı-
şı yalnızca Allah içindir. Fakat
Kur’an’da “er-Rabb” şeklinde
hiç varit olmamış olması dikkat
çekicidir. Allah’tan başkası için
ise, muzaaf olarak kullanılması
caizdir. Bu kelime, Allah lafz-ı
celalinden sonra Kur’an’da
Yüce Allah’ın en çok kullanılan
ismi olmuştur (970 defa geçer.)
İlk vahiyden itibaren “Rabb”
kelimesi Kur’an’da ençok ,
“Rabbüke”, “Rabbühum” şek-
linde zamirlere ya da “Rabbü’s-
semâvâti ve’l-ardı”, “Rabbü’l-
âlemîn”, “Rabbü’l-arş” gibi
önemli varlık ve kavramlara
izafe edilmek suretiyle kullanıl-
mıştır. Rabb vasfının her defa-
sında muzaf olarak kullanılma-
sından şu sonucu çıkarabiliriz.
Kur’an bu vasfı ulûhiyetin ya-
ratılmışlar âlemiyle nisbetlerini
ve münâsebetlerini göstermeye
vesile yapmaktadır. Zira Allah
lafzı muzaf olarak kullanılma-
dığından, bu zaruri ihtiyaç böy-
lece giderilmiştir.10
Kur’an’ın ilk muhatapla-
rı olan müşrik Araplar, aslında
13
Allah’ı bir mefhûm olarak bili-
yorlardı: “İyi bilin ki, halis din
yalnız Allah’ındır. Onu bırakıp
da başka dostlar edinenler, “Biz
onlara sadece, bizi Allah’a daha
çok yaklaştırsınlar diye ibadet
ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Al-
lah ayrılığa düştükleri şeyler
konusunda aralarında hüküm
verecektir. Şüphesiz Allah ya-
lancı ve nankör olanları doğ-
ru yola iletmez.”11 Bu âyetten de
anlaşıldığı gibi, sorun Allah’ı bi-
lip bilmemekte değil, nasıl bir
Allah tasavvuruna sahip olup ol-
mamakta düğümleniyordu.
Rabbimiz, Allah’tır
İslam öncesi câhiliye döne-
minde, putperest câhiliye in-
sanının ilâhları arasında yeri-
ne göre Allah, yerine göre Rabb
denen ve bütün tanrılardan üs-
tün sayılan bir ilâh inancı var-
dı. Mesele, herhangi bir ilâh
inancına sahip olmak değil, yal-
nız bir olan bir ilâh inancına sa-
hip olmaktır. Nitekim Kureyş
Suresi’nde: “Kendilerini besle-
yip açlıklarını gideren ve on-
ları korkudan emin kılan bu
evin (Kâbe’nin) Rabbine kul-
luk etsin.”12 âyetleri, Mekke’lile-
rin orada Allah’a tapıyor olduk-
larının yegâne delilidir. Yalnız
şu var ki, onların nezdinde Al-
lah, tek rabb değil, O’nun yanın-
da birçok Rabler ve tapınaklar
vardır. İlk defa İslam O’nu bü-
tün bir kâinatın hâkimi ve otori-
tesi yaptı. Kur’an, Allah’tan baş-
ka rabler tanıyanları da kınadı:
“Ey zindan arkadaşlarım! Ayrı
ayrı uydurma rabler mi daha
iyidir, yoksa mutlak hâkimiyet
sahibi olan tek Allah mı?”13
Tevhîdin tarihinde Yusuf (a.s)
da dâhil hiçbir peygamber, üm-
metini Allah’tan başka varlıkları
ilâh edinmeye, rab kabul etme-
ye ve onlara kulluk yapmaya aslâ
çağırmamışlardır. Onların ge-
liş misyonu, Allah’ı her türlü ke-
mal sıfatlarıyla muttasıf kılmaya
ve noksan sıfatlardan da arındır-
maya çağırmaktır.
Rab kelimesinin anlamla-
rından birisi de helâl ve haram
kılma yetkisine sahip olmaktır.
Kur’an’dan öğrendiğimiz kada-
rıyla, inanç tarihinde Yahudi ve
Hıristiyanların şirke düşme se-
beplerinden birisi, helâl ve ha-
ram kılma yetkisini Allah’tan
alarak din adamlarına verme-
leri suretiyle olmuştur. Kur’an
onların şirkini şöyle anlatır:
“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, ha-
hamlarını; (Hıristiyanlar ise)
rahiplerini ve Meryem oğlu
Mesih’i rab edindiler. Oysa bun-
lar da ancak, bir olan Allah’a
ibadet etmekle emrolunmuş-
lardı. O’ndan başka hiçbir ilâh
yoktur. O, onların ortak koş-
tukları her şeyden uzaktır.”14 Bu
âyet inince, Adiy b. Hatem, “Biz
din adamlarımıza tapmıyoruz”
demişti de, Efendimiz, “Onla-
rın Allah’ın indirdiği hükümlere
aykırı hükümler koymaları ve
sizin de onların koymuş olduğu
bu hükümlere tabi olmanızdır,
tapınmak” buyurmuştu.15
O halde, Rabbimiz, Allah’tır
Bizi besleyen, büyüten, ye-
tiştiren, ilâhî eğitimden geçiren,
yağmur yağdıran, bizi görünür-
görünmez kötülüklerden koru-
yan, helâl ve haramları birbir
açıklayan O’dur.
Öyleyse, sadece ve sadece
böyle bir Rabb’e kulluk etmek
muvahhid bir Müslüman olma-
nın bir gereğidir. Bu bağlamda
her Müslüman, kabirde sorula-
cak olan “men Rabbüke/Rab-
bin kim?” sorusunun cevabını
bu dünyada hem iman ve hem
de davranışlar boyutunda hazır-
lamak zorundadır.
* Prof. Dr.
1 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Kahire, ts., I, 399-400; el-İsfehânî, el-Müfredât, s. 269.
2 29/Ankebût, 61. 3 1/Fâtiha, 2.4 68/Kalem, 7.5 73/Müzzemmil, 8-9.6 74/Müddessir, 3.7 96/Alak, 1-3. 8 34/Sebe’, 15.9 3/Âl-i İmrân, 80.10 Ulutürk, Veli, Kur’an-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor?,
İzmir, 1986, s. 92. 11 39/Zümer, 3.12 106/Kureyş, 3-4.13 12/Yûsuf, 39.14 9/Tevbe, 31.15 İbn Kesîr, Tefsir, Beyrut, 1981, I, 137.
Dipnot
“Rabb kelimesi, fâil-özne için kullanılan bir mastardır.
Tek başına mutlak olarak sadece varlıkların maslahatını
üzerine alan Yüce Allah için kullanılır.”
Eylül 201014
Hulûsi Kalb’den Abdülmecit İSLAMOĞLU*
Hat
: Hüs
eyin
GÜ
ND
ÜZ
, Tez
hip:
Far
uk T
AŞKA
LE
15
Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi’nin
Dîvân’ında en çok işlenen konula-
rın başında şüphesiz aşk gelir. Hat-
ta Hulûsî Efendi’nin Dîvân’ı baştan sona ilâhî aşkı
terennüm etmektedir denilebilir. Bu şiirlerde aşk,
âşık ve maşûk kavramları çeşitli tamlama, teşbih
ve tezahürler içerisinde ele alınır. Aşk muhteva-
lı bu tür manzûmelerde dikkat çeken en önem-
li hususlardan birisi de elbette vuslat arzusunun,
sevgiliye kavuşma özleminin dile getiriliyor ol-
masıdır. İşte “mahrem-i visâl-i yâr olmak” üzere
yazılan; yani hakîkî sevgiliye, Cenâb-ı Hakk’a ka-
vuşma arzusu ile kaleme alınan bu şiirlerden biri-
si de “eder” redifli aşağıdaki manzûmedir:
1. Her hâlde aşk leyl ü nehâr her faslı bahâr eder
Her dil nâğme-i hezâr her hârı gül-izâr eder
Aşk, ister gece ister gündüz olsun her vakti ba-
hara çevirir. Aşk, her dili bülbül, her dikeni gül
yanaklı yapar.
Aşkın öyle etkileyici bir gücü vardır ki, şartlar
ne kadar zor olursa olsun, aşk işleri yoluna koyar.
Her taraf bahar mevsiminin umut ve neşeyle dolu
güzelliğine bürünür. Söz söyleyen her lisan, bül-
bülün güle aşkını terennüm ettiği gibi, aşkla şa-
kımaktadır artık. Her diken, gül yanaklı sevgili-
ye dönüşür. Diller/gönüller bülbül olup ötmekte;
dikensiz/zahmetsiz, sıkıntısız gül yüzlü sevgililer
tüm güzellikleriyle arz-ı endâm etmektedir.
2. Her çeşm tarâvetiyle incilâ bahş eyleyip
Her hüsn zarâfetiyle hûb nigâr eder
Aşk, her göze tazelik ve parlaklık lutf eder. Her
güzelliği zarafetiyle güzel sevgililere çevirir aşk.
Günah ve isyan karanlıklarıyla perdelenmiş göz-
ler, eğer elde edbilirse aşkın kazandırdığı tazelik ve
parlaklıkla aydınlanacak, hakikati görecektir. Aşk,
her güzelliğe kendine has nezaketi ve inceliğiyle za-
rafet katacak; güzeller aşkla daha da güzelleşecektir.
AŞKTIRHER NE Kİ VAR ÂLEMDE
“Mecnûn’a Leylâ’nın yüzünde/şahsında ilâhî güzelliği göstererek onu dağlara
taşlara düşüren aşkın gücüdür. Kays’ı Mecnûn yapan aşktır. Mecnûn’a, Leylâ’nın
gerçekte güzel biri olmadığını ve nasıl olur da böyle kara kuru bir kıza bu
denli büyük bir aşkla bağlandığını soranlara, “Onu bir de benim gözümle
görebilseydiniz...” dedirten ve ona o gözleri veren yine aşktır.”
Eylül 201016
3. Aşkdır pâdişâh iken gedâ gedâ iken şâh eden
Aşkdır nesi varsa âşıkın târumâr eder
Aşk, padişahları köle, köleleri padişah yapar.
Âşığın kendini yoldan alıkoyan varını yoğunu da-
ğıtır, perişan eder aşk.
Dünyalık adına ne varsa sahip olan padişah-
lar, hükmün/mülkün gerçek sahibini tanıdıkla-
rında kul olmayı, köle gibi yaşamayı tercih etmiş-
lerdir. Tıpkı İbrahim Ethem Hazretleri gibi. Aşk,
kulun sahip olduğu(nu zannettiği) her şeyi almış
ve onu Rabbiyle başbaşa bırakmıştır. İşte bu nok-
tada kul yeniden şâh olmuştur. Alçaldıkça yüksel-
miş, Rabbini tanıdıkça kıymet kazanmış, yücele-
rin yücesine çıkmıştır.
4. Aşkdır ferah veren cümle gumûmdan kalbe
Aşkdır âşıkı cümle derde giriftâr eder
Aşk, kalpteki her türlü sıkıntıdan insanı kur-
tararak gönle ferahlık verir. Âşığı her türlü derde
esir eden yine aşktır.
Aşk, kalpteki dünyevî dertleri, sıkıntıları çı-
karıp atacaktır. Zira gönülde birden fazla sevgi-
ye yer yoktur. Kalp, Fuzûlî’nin, “aşk derdiyle ho-
şem” dediği aşk derdine kavuşacak, sadece O’nun
derdiyle/aşkıyla dolacak, gönülde sadece O ola-
caktır.
5. Aşkdır şem’ oduna yandıran pervâneyi
Aşkdır gül için bülbül bunca zâr zâr eder
Pervaneyi mumun ateşinde yanmaya iten aşk-
tır. Bülbülü gül için inleyerek ağlatan yine aşktır.
Aşkın insanı kendinden alan, cezbeden gücü
sayesinde pervane, canını hiçe sayarak kendini
mumun alevlerine atmakta, yanarak varlığından
geçmekte, yok olmaktadır. Yok olarak ise aslında
gerçek varlığı bulmaktadır. Ölerek, ölümsüzlüğe
ermek… Ölerek, sonsuz diriliği elde etmektir per-
vanenin yaptığı… Bülbüle gül için destanlar yaz-
dıran da yine aşktır. Bülbül de pervane gibi aşkın
etki alanına girmekte, kendinden/canından geç-
mektedir. Bülbül gül dalına konmakta, göğsüne
batan dikenlerin akıttığı kanlar gülün kökünü su-
layarak güle kırmızı rengini vermektedir. Aşkın
gücüdür bu; vesselam.
6. Aşkdır Mecnûn’a kûh u sahrâyı gezdiren
Aşkdır Leylâ’ya hüsnüne i’tibâr eder
Mecnûn’a dağları, çölleri gezdiren aşktır.
Leylâ’nın güzelliğine değer katan da aşktır.
Mecnûn’a Leylâ’nın yüzünde/şahsında ilâhî
güzelliği göstererek onu dağlara taşlara düşü-
ren aşkın gücüdür. Kays’ı Mecnûn yapan aşktır.
Mecnûn’a, Leylâ’nın gerçekte güzel biri olmadığı-
nı ve nasıl olur da böyle kara kuru bir kıza bu den-
li büyük bir aşkla bağlandığını soranlara, “Onu
bir de benim gözümle görebilseydiniz...” dedirten
ve ona o gözleri veren yine aşktır.
7. Aşkdır Ferhâd’a tîşesin taşa urduran
Aşkdır Şîrîn lebinden Kevser nisâr eder
Ferhat’a kazmasını taşa vurduran aşktır.
Şirin’in dudaklarından kevser saçan yine aşktır.
Ferhat’a sevdiğine kavuşmak üzere dağları
deldiren aşktır. Ferhat’a Şirin’e kavuşmayı Kev-
ser suyunu içmek gibi algılatan yine aşktır.
8. Aşkdır Vâmık’ı gark-ı eşk-i hûn eden
Aşkdır Azrâ’nın râzını halka âşikâr eder
Vâmık’ı kanlı gözyaşlarına boğan aşktır.
Azrâ’nın sırrını halka duyuran da aşktır.
Vâmık’ı güzeller güzeli Azrâ’ya kavuşamadı-
ğı için üzüntülere boğmaktadır aşk. Azrâ’nın du-
rumu da Vâmık’tan çok farklı değildir. Aşk ate-
şi Azrâ’yı sarıp sarmalamıştır. Beti benzi atmış,
yüzü sararmış, halsiz kalmıştır artık. Ne kadar
gizlemek istese de artık her şey ortadadır. Azrâ
âşıktır… Bu hâli saklamanın anlamı da kalma-
mıştır. Aşk uğruna herşey göze alınmış, kınaya-
nın kınaması umursanmamıştır.
9. Aşkdır deryâya salan nehr eyleyip katreyi
Aşkdır deryâyı cûşa getirip buhâr eder
17
Bir damla suyu nehre düşürüp denize kavuş-
turan aşktır. Deryayı coşturarak buharlaştıran
yine aşktır.
Özüne kavuşmak için can atmaktadır bir dam-
la su. Aslından kopmuş, ayrı düşmüştür; vatanın-
dan ayrı, gurbettedir su. Önce nehre karışmakta,
yola girmektedir. Bu yoldur ki onu ummâna, so-
suzluğa kavuşturacaktır. Görünürde var olan ay-
rılık ortadan kalkacak; herşey bir olacaktır.
10. Aşkdır cemâlde kemâl gösteren
Aşkdır her kemâl ile kâr u zâr eder
Sevgilinin yüzünü kusursuz gösteren aşktır.
Âşığı bu kusursuz güzellikle daima meşgul eden
ve bu uğurda ağlatan da aşktır.
Âşık sevdiğinin güzelliği karşısında kendisin-
den geçmiş hayran kalmıştır. Mükemmel ve ek-
siksiz bir güzellik... Âşığın gözü artık başka bir
şey görmez olmuştur. Kusursuz olan eldeyken
başkası ne yapılsın ki?... Onunla kalkılmakta,
onunla yatılmakta, onunla gülünmekte, onunla
ağlanmaktadır.
11. Sensin bu hüsn-i aşkdan murâd ey nigâr
Sensiz hüsn ü aşka kim i’tibâr eder
Ey sevgili! Aşkın bu güzelliğinden murad olan
sensin. Sensiz güzelliği de aşkı da kim ne etsin?!
12. Aşkdır Hulûsî her ne ki var âlemde
Aşkdır bîgâne gönlünü mahrem-i visâl-i yâr eder
Âlemdeki herşey aşktan ibarettir ey Hulûsî!
Kayıtsız gönlünü sevgilinin vuslatına mahrem kı-
lan yine aşktır.
XVI. yüzyılın büyük dîvân şâiri Fuzûlî’nin
İlm kesbiyle pâye-i rif’at
Arzû-yı muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kîl ü kâl imiş ancak
dörtlüğünde dile getirilen hakikat, Hulûsî
Efendi’nin diliyle ve üslûbuyla çağımız insanının
dikkatine yeniden sunulmaktadır.
Kâinattaki her şey aşk olunca, mihverde aşk
bulununca sevgiliye kayıtsız kalmak, ona ilgi duy-
mamak mümkün müdür? Aşkla kalpler vuslat
için çarpacak, gönül sevgiliye kavuşma arzusuy-
la yanıp tutuşacaktır.
Burada baştan sonra bahsi geçen aşk elbette
ilâhî olan aşktır. Allah aşkıdır. Sonlu olan güzel-
likler, bir yönüyle hep eksik kalacak insanoğlunu
tatmin etmeyecektir. Aslolan gerçek güzellikleri,
ebedî ve mükemmel olan güzellikleri sevmektir.
Bunun dışında sevilenler ise sadece O’nun rızası
dahilinde sevilmeli, O’nun için sevilmelidir.
Ne mutlu Allah için sevenlere!
Ne mutlu hakikî aşkı tadanlara!...* Dr.
ŞİİRİN MÂHİYETİTASAVVUFî
Eylül 201018
Sufi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
19
İmanın içselleştirilmesini, İslam’ın
yaşanır kılınmasını ve ihsan duygu-
sunun egemen kılınmasını hedefle-
yen tasavvuf, Mutlak Güzel’e duyulan aşkın adı-
dır. Atılan adımların, gerçekleştirilen eylemlerin
ve ortaya konan eserlerin en güzelini ortaya koy-
ma çabasını ifade eden ihsan duygusu, sûfîlerin
şiiri tercih etmelerinde temel etken olmuştur.
Sûfîlerin nazarında şiir gâye değil bir vâsıtadır.
Tekellüften, iddiadan, benlikten ve gösterişten
arınan bir ifade tarzıdır. Şiir söylemek âriflerin
kerâmeti, söz ustalığının göstergesi, bilgeliğin
yansımasıdır. Dervişliğini tamamlamış, seyr ü
sülûk eğitimini gerçekleştirmiş, irşad makamına
ehil hâle gelmiş isimlerin şiirleri daha makbul ve
yerinde kabul edilmiştir. Bu itibarla, sûfî şairlerin
genelde pîr, mürşid ve şeyh mertebesinde olduk-
ları bir gerçektir. Zira mübtedîlerle henüz seyr ü
sü lûklarını tamamlamamış olanların şiirle meşgul
olmaları uygun görülmemiştir.
Sûfîleri Şiir Söylemeye İten Unsurlar
Sûfîleri şiir söylemeye iten unsurların başın-
da onların marifet anlayışları gelmektedir. Allah-
insan-kainât ilişkisini çözmeye yönelik söylemle-
ri, ilhama dayalı bilgileri, mânevî tecrübelerinin
ifadesi sadedinde sûfîler, şiir dilini kullanır ol-
muşlardır. Onlar ontolojik tahlilleri, epistemo-
lojik yorumları ve teolojik tartışmaları erbâbının
idrâk edip gayrının müdâhil olmaması için şiir
desteği ile gündeme taşımışlardır. Kendilerine
has ıstılahları kullanarak az sözle çok mânâ te-
rennümüne gayret etmişlerdir. Sûfîler için şiirin
bir diğer özelliği aşk dili olmasıdır. Aşk sanatının
güçlü terennümlerini ifade ederken şiirden istifa-
de etmişlerdir. Âşıkların hicran duyguları ve vus-
lat özlemleri, mensur kayıtlardan çok manzum
terennümlerle ortaya konmuştur. Varlık merte-
beleri, mânevî gelişim merhaleleri, içe yolculu-
ğun argümanları hep şiirin kıvrak dokusu ile be-
lirgin hale getirilmiştir.
Şairden Sayılamayan Kişiler
Şiiri bir hikmet, âriflerin bir kerâmeti ve ilâhî
bir hazine olarak gören sûfîler, vehbî olarak lut-
fedilen şiir yeteneğini kesbî olarak elde etmeye
yeltenenleri, lafızda kalıp anlamı yakalayama-
yanları, ehl-i tarîk, ehl-i hâl ve ehl-i dil olmayan-
ları, ruhânî zevke dayalı lafızlardan mahrum ka-
lanları, ilmî arka plandan yoksun olanları, sanat
taslayanları, süslemeye yeltenenleri şairden say-
mazlar. Çünkü tasavvuf erbâbının şiir söyler-
ken kâfiye, redif, nazım şekillerine dair endişe-
leri olmaz. Süsleme ve sanat çabaları bulunmaz.
Bilakis onlar, iddiadan kaçıp mânâ ve hikmeti
yakalama arayışına girerler. Onlara göre şâirlik,
sadece medresede edebiyat, lisan ve bazı âlet ilim-
lerini öğrenmekle olacak bir şey değildir. Onlara
göre şiir, mektep ve medresede öğrenilen bir be-
ceri değil, dilin çözülmesi ile gerçekleşen teren-
nümler ve ilâhî bir mevhibedir. Onların şair ol-
“Tasavvufî şiirin muhatapları iç mânâya erenler, tasavvufun özel
diline vakıf olanlar, anlama kapasitesi olan ehil şahsiyetler, yüksek
hakikatleri anlayabilecek kapasitede olanlardır.”
Eylül 201020
mak gibi bir iddiaları yoktur. Tasavvufî gelenekte
sanat olsun diye sözü süse boğmak, mânâyı öldür-
mek anlamına gelmektedir. Söz ne kadar süsle-
nirse süslensin, özünde bir mânâ yoksa okuyucu-
ya hiçbir fayda vermez. Böylesi uygulamalar, âdetâ
estetik ameliyatla gerçekleştirilen zoraki ve sun’î
güzelliğe benzetilmektedir. Mektep ve medresede
edebiyat tahsili ile değil de genellikle halvet/erbaîn
sırasında tulû eden sûfîyâne şiirler, rüyada gerçek-
leşen işaretleri, kâmil zâtların elinden “bade içmeyi”,
sülûk ehli olmayı, mürşid edinmeyi, mânevî zev-
ke ermeyi, hikmet pınarı haline gelmiş bir dile ve
himmet tarlası haline dönüşmüş bir gönle sahip
olmayı gerekli kılmaktadır.
Tasavvufî Şiirin Muhatapları
Tasavvufî şiirin muhatapları iç mânâya eren-
ler, tasavvufun özel diline vakıf olanlar, anlama
kapasitesi olan ehil şahsiyetler, yüksek hakikat-
leri anlayabilecek kapasitede olanlardır. Dindar-
lık taslayanlar, kabukta kalıp özü idrak edeme-
yenler sûfî şiirin derinliklerinden habersizdir.
Sûfîler her defasında yanlış anlaşılma korkusu-
nu taşımışlar veya anlaşılamama sancısını duy-
muşlardır. Yanlış anlaşılmaktan korunmak için
erbâbının anlayacağı rumuzu, sembolik dili ve
mecaz örtüsünü kullanmışlardır. Sofu ve zâhid
tiplemeleriyle de tasavvufî gelenek içerisinde iba-
detlerin ruhundan ziyade şekli ile uğraşanlara ta-
rizlerde bulunmuşlardır. Şiir zevkinden yoksun
olanlara ve anlama kapasitesinden uzak kalanla-
ra karşı şiirlerini şifreleştirmişlerdir. Onlara göre
tasavvufî şiirin esrârını, dünyevî akıl/gündelik akıl/
discursive mind açıklayamaz. Feleklere kanat çır-
panlar ve eşyanın künhüne vâkıf olanlar, ancak ev-
rensel akıl/akl-ı meâd sahibi olanlardır.
Mutasavvıflar, her ne kadar geliştirmiş ol-
dukları kavramları izah eden yahut konuyla ilgi-
li şiirleri şerh eden pek çok eser bıraktılarsa da,
bu sahada yazılan eserlerin kitâbî bilgiyle mut-
lak olarak anlaşılması mümkün değildir. Zira
tasavvuf, bir hâl ilmidir. Anlamak için o hâl ile
hâllenmek gerekir. Hâl, kâl ile bilinemeyeceğin-
den sûfiyâne bir eserin anlaşılabilmesi için, biz-
zat bu hayatı benimseme zarûreti vardır. Niyazî-i
Mısrî, bu hususu şöyle beyan kılar:
Zât-ı Hak’da mahrem-i ‘irfân olan anlar bizi,
‘İlm-i sırda bahr-i bî-pâyân olan anlar bizi.
Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz.
Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi.
Dünya vü ‘ukbâyı ta’mîr eylemekden geçmişiz
Her tarafdan yıkılıp vîrân olan anlar bizi.
Biz şol abdâlız bırakdık eynimizden şâlımız
Varlığından soyunup üryân olan anlar bizi.
Kahr u lütf u şey’-i vâhid bilmeyen çekdi ‘azâb
Ol ‘azâbdan kurtulup sultân olan anlar bizi.
Zâhidâ ayık dururken anlamazsın sen bizi
Cür’ayı sâfî içüp mestân olan anlar bizi.
‘Ârifin her bir sözünü duymaya insân gerek
Bu cihânda sanma kim hayvân olan anlar bizi
Ey Niyâzî katremiz deryâya saldık biz bugün
Katre nice anlasın ummân olan anlar bizi.
Halkı koyup lâ-mekân ilinde menzil tutalı
Mısriyâ şol cânlara cânân olan anlar bizi.
Şiir Türleri
Tasavvuf edebiyatında daha çok sebk-i hindî
ve lirik üslûb hâkimdir. Mesnevî tarzı da irfanî ve
hikemî konulara elverişli görülmektedir. Tasav-
vufi şiirlerdeki ruh ve beden birlikteliği ise en güç-
lü olarak rubâîlerde görülmektedir. Rubâîlerde
dâimâ bir şekil ve mazmûn birli ği bulunur.
Klasik şiirde rubâî söylememiş şâir son dere-
ce azdır. Tam bir fikri, yani kendiliğinden tas-
tamam bütün oluşturan bir dü şünceyi tesirli bir
şekilde ifade edebilmek için dâimâ rubâî şek-
li tercih edilegelmiştir. Başvurulan bir diğer şiir
türü olan gazel ise parça parça ve birbiriyle il-
gisiz mazmûnları beyan et mek için kullanılan
bir nazım şeklidir. Bununla beraber klasik ede-
biyatımızda dîvânlar gazellerle tertip edildiği
için dîvân sahibi mutasavvıf şairlerin şiirleri-
21
nin çoğunun gazeltarzında olduğu da bir ger-
çektir.
Şiir, Âhenk ve Musiki Uyumu
Tasavvufî ruhtan etkilenen edebi formlar aynı
zamanda musiki ve plastik sanatlara da imkân ha-
zırlamıştır. Divanını yazıp bi tiren şair, eserini hat-
tata verir. Genelde tekke mensubu olan hattatlar o
divandan ta’lîk hattının kıvraklığıyla bir sanat ese-
ri vücuda getirirler. Müzehhib yazılan hatta orijinal
tezhîb kazandırır.
Bestekâr ise sûfî şâirin divanındaki sözleri de-
ğişik makamlarda besteler, Rumeli ve Anadolu
tekkelerini cûş u hurûşa getirir. Sûfî şâirler bü-
tün dinî ve millî hayatın bir şâhidi konumunda
olup peygamberden velîlere kadar bü tün şahsi-
yetleri şiiriyle yaşatmaktadır. Tasavvufî şiir her
şeyden önce bir “dil musikisi”dir. Bir nazım sanatı
olduğu için bir ritim ve bestedir.
Makalemizi dervişlerin yazdığı şiirle di-
ğer manzumelerin farklarını anlatan Ahmed
Kuddûsî (ö.1265/1849)’nin şu beyitleri ile nok-
talayalım:
Şol şi’ir kim sâmi’i giryân u sekrân eylemez
Yok halâvet anda hiç ‘atşânı reyyân eylemez
Ehl-i hâle ehl-i hâl şi’ri virür zevk u safâ
Ehl-i zâhir sözüni hâl ehli burhân eylemez
Şâirânın kalbleri Hakk’m hazâ’ini imiş
Hem mukallid sözleri ‘uşşâkı hayrân eylemez
Ehl-i hâlin kalbine ilhâm ider şi’ri Hudâ
Ehl-i zâhir sözleri irşâd-ı ihvân eylemez
Ehl-i hâlin sözleri îkâz ider gâfilleri
Ehl-i zâhir şi’ri ‘ışk u cezbe ityân eylemez
Ehl-i hâlin sözleri hakdır ki Hak’dan söyler ol
Ehl-i zâhir sözleri teşvîk-ı yârân eylemez
Var nice şi’r-i fasîh mevzûn belâgatla rakîk
Okuyanlar dinleyenler kesb-i ‘irfân eylemez
Kuvvet-i ‘ilm ile söyler şi’ri çok ehl-i kemâl
‘Âşıkın bağrın yakup ‘ışk-ıla biryân eylemez
Bî-tekellüf söylenen söz ‘âşıka hâlet virir
Külfet-ile söylenen esfâ-yı ‘atşân eylemez
Ehl-i hâl şi’ri kulûba ok gibi te’sîr ider
Ehl-i zâhir şi’ri kalbde dostı mihmân eylemez
Gerçi var hüsn-i fasâhat yok velâkin lezzeti
‘Âkılı medhûş idüb ‘aklın perîşân eylemez
Hâl ile söylenmeyen söz şi’r-i Kuddûsî gibi
Mâsivâ hubbıyla âbâd gönli vîrân eylemez.* Prof. Dr.
Eylül 201022
KültürResul KESENCELİ
CAN VEREN PERVANELER’DE HULÛSİ EFENDİ’NİN
CAN VEREN PERVANELER’DE HULÛSİ EFENDİ’NİN
‘PEYDA’‘PEYDA’REDİFLİ GAZELİREDİFLİ GAZELİ
23
TRT’de her hafta sonu mutat olarak
yayınlanan “Can Veren Pervane-
ler” programı Dîvân edebiyatına
farklı bir bakış getirmekte ve tarih süreci içe-
risindeki nostaljiyi seyircilerine yaşatmaktadır.
Özel bir seyirci kitlesi olan bu program edebi-
yatımız ve tarihimizi sevdirmek için hazırlanan
en güzel edebiyat-sanat programlarından biri-
dir. Programın sunucusu Hayati İnanç Bey’in
inceliği, nezaketi ve Dîvân edebiyatındaki derin
vukufiyeti ile gönüllere taht kurmuştur. Bizle-
ri bu programa davet etmesinden dolayı teşek-
kür ederiz. 25.07.2010 tarihindeki programda
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin ‘Peyda’ re-
difli gazelinin işlenecek olması ise ayrı bir leta-
fet, ayrı bir zarafetti. Programa katılmak için
bir müddet önce TRT stüdyolarına gittiğimizde
ayrı bir incelikle karşılaştık. İnsanların iç gü-
zelliğinin dışa yansımasını ekip elemanlarında
gördük. Aslında Hayati Bey’in yansımasıydı bu
ve gençleri Dîvân edebiyatı sevdalısı olarak ye-
tiştiriyordu. Bu ise bizleri ziyadesiyle memnun
etti.
Özellikle Hayati Bey’in “Tüm insanlar vefat
etmeden mutlaka Darende’yi bir kez görmeli-
ler.” cümlesi bizleri duygulandırdı. Güzellikleri
gören gözleri, incelikleri yakalayan hisleri, ta-
rih, sanat ve estetiği derinden kavrayan bu dü-
şüncenin yapacağı program da aynı güzellik ve
derinlikteydi. Hayati İnanç Bey ekibiyle birlikte
çok güzel bir uyum oluşturmakta ve güzel prog-
ramlara imzalar atmakta, tüm izleyenlerin tak-
dirlerini toplamaktadır. Bizler de 25 Temmuz
Pazar akşamı yapılacak olan bu nadide progra-
mın misafiriydik ve o akşam Hulûsi Efendi’nin
‘Peyda’ redifli gazeli işlenecekti. Bir gönül sul-
tanının yazdıkları konu olarak seçilmişti. Hem
insanlara edebiyat programı sunulacak hem de
gönüllere huzur nakşedilecekti. Ortam çok gü-
zeldi, insanlar saygılıydı. Hulûsi Efendi’nin be-
yitleri ise bu ortama harikulade güzellikler katı-
yordu. Aynı zamanda değişik Dîvân şairlerinden farklı beyitler okunması ise programa ayrı bir
neşe, ayrı bir haz veriyordu. Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi’nin ‘Peyda’ redifli gazeli ve prog-
ram akışı şu şekilde devam etti.
Gönül nefsine hâkim oluben eyle zafer peydâ
Ziyâsı kalbi rûşen kılmağa et bir kamer peydâ
İlk beyit okunduğunda gönüllere bir huzur
geldi. Çünkü beyitte şunları söylüyordu Hulûsi
Efendi; “Ey gönül sen nefsine hâkim olursan,
onun dediğini yapmazsan, nefsine boyun eğmez-
sen zafere ulaşırsın, başarılı olursun. Sen ışığı,
nuru, seni aydınlatacak bir ay/mürşid bul. Nasıl
ki ay geceleri aydınlatırsa mürşid de karanlık gö-
nülleri nurlandırır, aydınlatır.” Ayrıca kamer ifa-
desiyle bir istiare sanatı da görülmektedir.
Program akışındaki yeteneği ile dikkat çeken
Hayati Bey söylediği beyitler ve sözlerle gönülle-
ri derinden etkiliyordu. Anlattığı şu kıssa gerçek-
ten ibret vericiydi. Kıssada; İyiliği beyaz köpek,
kötülüğü siyah köpek temsil ediyordu. Bunların
kavgasında sahibi hangisini iyi beslemişse o ka-
zanabilir diyordu. Eğer gönlünüzü iyi eğitmişse-
niz, gönül ehliyseniz gönül kazanır, eğer nefsinizi
beslemişseniz, her şeyi nefis için yapmışsanız ne-
fis kazanır.
Figân ü zâr edip tâ subha dek akıt gözünden yaş
Derûnunda edegör aşk ile âh u şerer peydâ
“Sabahlara kadar ağlayıp inleyerek gözlerin-
den yaşlar akıt. İçinden öyle bir ‘Ah!’ çek ki aşk
kıvılcımları ortaya çıksın.”
Eylül 201024
Aslında buradaki ‘Ah!’ kelime-
si Allah kelimesinin kısaltılmışı-
dır. Yani Hulûsi Efendi şunu ifa-
de ediyor; “Seher vakti gönülden
bir Allah dersen aşk kıvılcımla-
rıyla tutuşmaya başlarsın.”
Bu arada katılan sanatkârların
gazelden söylediği beyitler gönül-
leri mest ederken ezgiler ise ayrı
bir zarafet timsaliydi.
Dil-i bî-mârına dermânı gözle
fecr-i sâdıkda
Kamu derde devâlar bahş olur
vakt-i seher peydâ
“Gerçek fecirde, şafak sökme-
den önce sıkıntılı hasta gönlü-
ne bir derman/çare ara şunu bil
ki her türlü derdin devası seher
vaktinde ihsan olur, seher vaktin-
de verilir.”
Hulûsi Efendi seher vaktine
ayrı bir önem verirdi. Sevenlerine
ve muhibbanlarına bu vakti çok
iyi değerlendirmelerini söylerdi.
Seher vaktiyle ilgili de pek çok be-
yit yazmıştır. Seher vaktinin gize-
mi ve sırları ise bu beyitler içeri-
sinde gizlidir.
Oturtub ey gönül tahta o Yûsuf
meh-likâyı çün Erişdirsin hemen
Ya’kûb-ı zâra bir haber peydâ
“Ey gönül ay yüzlü Yûsuf’u/
sevdiğini, dostunu gönül tahtına
oturt ki Yusuf’un/sevdiğinin has-
retiyle inleyen ağlayan Yakub’a/
sevdiğine bir haber uçurulsun,
ulaştırılsın.”
Bu beyitte Hulûsi Efendi Yûsuf
suresine atıfta bulunmuştur. Kıs-
saların en güzeli olan Yûsuf kıssa-Hat: Hüseyin ÖKSÜZ, Tezhip: Banu HİDAYETOĞLU
25
sını işlemiş sevenin sevdiğinin gönül tahtındaki
yerini belirtmiştir. Bu beyitte ise telmih ve teşhis
sanatları görülmektedir.
Hulûsî ismini yâd etmeğe ihvân u yârânın
Fenâ dârında et sen kudretince bir eser peydâ
“Ey Hulûsi! İhvanlarının, sevenlerinin, insan-
ların senden sonrada ismini anmaları için bu fani
dünyada elinden geldiği kadar çalış güzel eser/
eserler meydana getir.”
Nitekim Hulûsi Efendi hizmete çok önem ver-
miş pek çok eser vücuda getirmiştir. Öyle ki bu
beyiti okuduğumuzda şu hadis-i şerifi hatırlıyo-
ruz. “Kişi vefat ettiğinde üç halde amel defte-
ri kapanmaz. İlmî eser verdiğinde, sadaka-i ca-
riye bıraktığında, hayırlı evlat yetiştirdiğinde.”
Hulûsi Efendi Hazretlerinin hayatında bunlar net
bir şekilde görülmektedir.
Klasik dîvân edebiyatımızın en güzel örnekleri-
ni veren, son yüzyılın en büyük belki de tek Dîvân
şairi Hulûsi Efendi’nin beyitleri bizlere nostaljik
bir süreç yaşatmıştır. Klasik edebiyatımızın deva-
mının da çok güzel örneklerini vermiştir. Ayrıca
programda bulunan genç arkadaşlarımızın oku-
duğu ve açıkladığı beyitler ise onları yetiştiren si-
manın edebiyata vukufiyetini gösterdiği gibi yeti-
şenlerin ise kabiliyetini gözler önüne sermektedir.
Programın akışında Hayati Bey Hulûsi Efendi’nin
Mevlânâ Celaleddin Rumî’ye yazdığı beyitlerle il-
gili şu hatırasını anlatmıştır. ”Hulûsi Efendi yaz-
dığı beyitleri bir tüccar arkadaşa verir, oğul bu
beyitleri hattat Hamid Aytaç’a yazdırın der. Bu
sırada bir handa bulunan Hamid Aytaç’la görü-
şen bu kişi bir miktar meblağı yazması için ve-
rir. Fakat bu sanatkâr beyitleri yazamadan vefat
eder. Hulûsi Efendi, “Oğul ihtiyacı vardı onun
için sizi gönderdik, biz yazılmayacağını biliyor-
duk,” der. Daha sonraki dönemde Hamid Aytaç’ın
öğrencilerinden Hüseyin Öksüz beyitleri yazar
ve herhangi bir bedel de almaz. Yazılan bu levha
Hulûsi Efendi’nin gösterdiği yere Mevlâna müze
müdürü tarafından konulur. Hulûsi Efendinin
sözü tahakkuk eder ve söylediği yere konulur. Ya-
zılan beyitler ise şu şekildedir:
İhtirâm eyle varıp türbet-i Mevlânâ’ya
Hâk-i pâyi ol da eriş hazret-i Mevlânâ’ya
Şems’in etrafını devr eylüyû pervâne gibi
Cân ile bende olup hıdmet-i Mevlânâ’ya
Ta’zim ile dergâhına yüz koy da Hulûsi
Mazhar ol merhamet-i şefkat-i Mevlânâ’ya
Levhanın yazılmasından birkaç ay sonra Vakıf
Başkanımız Hamid Hamideddin ATEŞ Efendiyle
birlikte Konya’ya gittiğimizde Mevlânâ’nın türbe-
sini ziyaret ettik. Girişte Vakıf Başkanımız ayak-
kabılarını çıkarttı ve sizler de çıkarın dedi. Oysa
herkes galoş takmış ayakkabıyla girmektedir. Fa-
kat bizler; büyüklere hürmeten, edeben huzura
ayakkabıları çıkararak girdik.
Hulûsi Efendi’nin misyon ve çalışmala-
rı, yetiştirdiği ve emanetini verdiği evladınca
günümüzde en iyi şekilde temsil edilmekte-
dir. Bu durumu canlı canlı görmek ve yaşa-
mak için tüm okuyucularımızı, izleyenlerimi-
zi Darende’ye davet ediyoruz. Bu programa
bizleri davet eden ve Hulûsi Efendi’nin edebî
kişiliğini çok güzel bir şekilde ortaya koyan
ve harika bir program yapan Hayati İnanç
Bey’e, genç kadrosuna, programa vesile olan
Hulûsi Gülseren Bey’e ve teknik ekibe çok te-
şekkür ediyor tekrar Darende’ye davet ediyo-
ruz. Ayrıca bizleri izleyen takdir ve teşekkür-
lerini e-mail yoluyla bizlere ileten çok sayıda
izleyicilerimize ve gönül dostlarımıza teşek-
kür ediyor, Somuncu Baba’nın diyarı Hulûsi
Efendi’nin mekânına davet ediyoruz. Esenlik-
le kalın, Saygılarımızla.
Eylül 201026
KENDİSİNİ BAŞKASININYERİNE KOYMAK
EMPATİ
Kendisi için
i s t e d i ğ i -
ni başka-
sı için de istemek ya da kendi
için yapılmasını istemediği-
ni başkasına da yapmamak
İslam’ın en güzel ahlak ilke-
lerinden biridir. Bu davranı-
şa günümüzde “empati” de-
niliyor.
Empati kişiler arası ileti-
şimin en vazgeçilmez unsur-
larından biridir. Empati, ki-
şinin, kendini karşısındaki
kişinin yerine koyarak, onun
duygu ve düşüncelerini an-
lamaya çalışması ve anladı-
ğını karşı tarafa “Seni an-
lıyorum.” mesajı hâlinde
iletmesidir.
Empatinin üç unsuru var-
dır:
1.Kendimizi karışımızdaki
kişinin yerine koymak.
2.Karşımızdakini anlama-
ya çalışmak.
3.Karşımızdakini anladı-
ğımızı karşı tarafa bildirmek
veya hissettirmek.
EğitimMehmet Zeki AYDIN*
“Empati kişiler arası iletişimin en vazgeçilmez
unsurlarından biridir. Empati, kişinin, kendini karşısındaki
kişinin yerine koyarak, onun duygu ve düşüncelerini
anlamaya çalışması ve anladığını karşı tarafa “Seni
anlıyorum.” mesajı hâlinde iletmesidir.”
27
Peygamber Efendimiz, bir
hadis-i şerifte, “Sizden biri, ken-
disi için sevdiğini kardeşi için
de sevmedikçe gerçek imana
eremez.”1 buyurarak yıllar ön-
cesinden empati çizgisini hayat
hâline getirmiştir. Karşımızda-
ki kişiyi en iyi şekilde anlama-
nın yolu, onun yerine kendimi-
zi koymaktır.
İnsanlar arası iletişim-
de önemli ölçülerden sayılan
empatik olma ilkesini de Hz.
Peygamber’in daha o devirdey-
ken kullandığını ve bizlerin de
bu ilkeyi kullanmamızı istedi-
ğini onun söz ve davranışların-
dan anlıyoruz. Hz. Peygamber
bu konuda: “Mü’min mü’minin
aynasıdır.”2 buyurarak, inanan
insanın, karşıdakinin gözüyle
bakabilmesinin gereğine vurgu
yapmıştır.
Empati yani kendimiz için
istediğimizi başkaları için de is-
temede başarılı olabilmek için,
önce kendine odaklaşmaktan
vazgeçip, karşıdakinin de ken-
disi gibi bir insan olduğunu ka-
bul etmek gerekir. Kimsenin
kimseden takva, yani Allah’a
saygı ve yakınlık dışında üstün-
lüğü yoktur. Hiç kimse doğuş-
tan imtiyazlı değildir. Hiç kim-
se, herkesin kendisine hizmet
etmesi gereken, hata yapma-
yan, Allah’ın özel olarak yarat-
tığı kulu değildir. Bunu kabul
eden Müslüman, karşısında-
kinin duygu ve düşünceleri-
ni anlamaya çalışır. Em-
pati kurmuş sayılmak
için, karşıdaki kişi-
nin duygularını ve
düşüncelerini doğ-
ru olarak anlamak ge-
rekmektedir. Bunun için
de yapılması gereken ikinci
şey, karşısındakini dinlemektir.
Ama birçoğumuz, konuşurken
karşımızdakine nasıl ve ne ce-
vap vereceğimizi düşünüyor ve
onu dinlemiyoruz.
Empati Sıkıntılı Kişiye Yardımdır
İnsan ilişkilerinde, empati-
ye ihtiyaç vardır. Çünkü empa-
ti, yani birbirlerini anlamak, in-
sanları birbirine yaklaştırma ve
iletişimi kolaylaştırma özellili-
“Mü’min bilmediği, anlamadığı konularda zan ve
önyargıyla hareket edemez. Rabbimiz, şöyle buyurur:
Ey iman edenler, zannın birçoğundan sakının. Çünkü
zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin ayıbını aramak
için casusluk yapmayın. Bazınız bazınıza gıybet etmesin.
Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi?
Siz bundan iğrendiniz. Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah
tevbeleri kabul edendir, merhamet edendir.”
Eylül 201028
ğine sahiptir. İnsanlar, kendi-
leriyle empati kurulduğunda,
anlaşıldıklarını ve kendilerine
önem verildiğini hisseder. Bu
da kişiyi rahatlatıp kendini iyi
hissettirdiği gibi insanların bir-
birlerine yaklaşmasına ve ara-
larında gerçeğe dayanan gü-
ven ve sevginin oluşmasına yol
açar.
Empati kurmada, karşımız-
daki kişiye yardım etme niyeti
ve gerektiğinde yapma davranı-
şı da vardır. Kendisini sıkıntıda
hisseden bir kişi dostuna sıkın-
tısını anlatırsa ve dostu da o
kişinin sıkıntısını dinleyip onu
geri yansıtırsa, o kişinin sıkıntı-
sı biraz hafiflemiş olur, böylece
empati kurularak sıkıntılı olan
kişiye yardım edilmiş olunur.
Peygamber Efendimiz, şöy-
le buyurur: “Kim Allah için se-
ver, Allah için (sevmez) buğze-
der, Allah için verir, Allah için
vermezse imanını kemale er-
dirmiştir.”3
Akıllı bir insan, çevresinde-
kileri üzecek söz söylemek ye-
rine, onlarla empati kurar ve
onları anlayarak dostlukları-
nı güçlendirir. Karşısındaki ki-
şinin iyi yönlerine odaklanarak
onlara yardım etmiş olur. Dost-
larının gerçek duygu ve düşün-
celerini anlamaya yönelmesi,
kendisi zıt fikirde olsa da dost-
luklarını güçlendirir.
Peygamber Efendimizin, yu-
karıda zikrettiğimiz, “Sizden
biri, kendisi için istediğini kar-
deşi içinde istemedikçe gerçek
imana eremez.” hadisi, hem bir
uyarıyı hem de yol göstermeyi
amaçlamaktadır. Gerçek iman
etmeden cennete girilemeyece-
ği ikazı ve aynı zamanda cenne-
te girmenin bir yolu bu hadis-
le belirtilmiş olmaktadır. Her
insan kendinden yola çıkarak
iyilik yapsa ve kendisine yapıl-
dığında rahatsızlık duyabilece-
ği herhangi bir şeyi kendisi de
başkasına yapmamak için çaba
sarf etse, ilişkilerimiz daha gü-
zel olur. Bu şekilde davranma-
yı bilen ve uygulayan birisi, kar-
şısındaki ile ilişkilerinde basit
hatalara düşmeyecek, karşısın-
daki kişiyi körü körüne eleştir-
meyecek, yargılamayacak, sa-
“Empati kurmada,
karşımızdaki kişiye yardım
etme niyeti ve gerektiğinde
yapma davranışı da vardır.
Kendisini sıkıntıda hisseden
bir kişi dostuna sıkıntısını
anlatırsa ve dostu da o
kişinin sıkıntısını dinleyip
onu geri yansıtırsa, o
kişinin sıkıntısı biraz
hafiflemiş olur, böylece
empati kurularak sıkıntılı
olan kişiye yardım edilmiş
olunur.”
29
dece anlamaya çalışacaktır. Bu
anlayış insanların birbirlerine
yaklaşmasını ve aralarında ger-
çeğe dayanan sevginin gelişme-
sini sağlar.
Doğru Olanı Anlamak
Mü’min bilmediği, anlama-
dığı konularda zan ve önyar-
gıyla hareket edemez. Rabbi-
miz, şöyle buyurur: “Ey iman
edenler, zannın birçoğundan
sakının. Çünkü zannın bir kıs-
mı günahtır. Birbirinizin ayı-
bını aramak için casusluk yap-
mayın. Bazınız bazınıza gıybet
etmesin. Sizden biriniz ölmüş
kardeşinin etini yemeyi se-
ver mi? Siz bundan iğrendi-
niz. Allah’tan sakının. Şüphesiz
Allah tövbeleri kabul edendir,
merhamet edendir.”4
Empati kurabilmek için
mutlaka karşımızdaki insanın
karşılaştığı olayı yaşamak ge-
rekmez. Aynı şekilde birini an-
lamak demek onun yaptıkla-
rını kabul etmek, onaylamak
demek de değildir. Onun yaşa-
dığı olayda kendini görebilmek,
kendini onun yerine koyup,
onun duygularını anlayıp, onun
bakış açısından bakılabiliyorsa
ve bu duygu ona iletilebiliyor-
sa, empati kurulmuş demektir.
Burada asıl olan, olayları yaşa-
mak değil, doğru olarak anla-
maktır. Empati kurmanın fay-
daları şunlardır:
1. Karşımızdaki kişiyle ilgi-
lendiğimizi ve onu anladığımızı
gösterir, böylece bizimle konuş-
maktan hoşlanır ve bize daha
çok açılırlar.
2. Yanlış anladığımız bir du-
rumda, kişiye yanlış edindiği-
miz bilgileri düzeltme hakkını
vermiş oluruz ve insanlar hak-
kında daha çok şey öğreniriz.
3. O kişi ile olan samimiye-
ti duygusal açıdan daha önem-
li noktalara çekebiliriz.
4. Dinlerken, konuşan kişi-
nin, olduğu gibi kabul edildiği-
ni hissettirerek, güvenini kaza-
nır ve kendini bize daha yakın
hissetmesini sağlamış oluruz.
5. Anlayabildiğimiz için öf-
kemiz azalmış olur. Anlayabil-
mek affedebilmektir.
6. Önyargılarımız azalır,
herkesin anlaşılabilir olduğunu
fark ederiz.
7. Bütün bunların sonu-
cunda anlamlı ve daha samimi
dostluklar kurarız.
Peygamberimiz, “Nefsim
yed-i kudretinde olan (canım
elinde bulunan) zata (Allah’a)
yemin ederim ki, iman et-
medikçe cennete giremezsi-
niz. Birbirinizi sevmedikçe de
iman etmiş olmazsınız. Yaptı-
ğınız takdirde birbirinizi seve-
ceğiniz şeyi size haber vereyim
mi? Aranızda selamı yaygın-
laştırın.”5 buyurmaktadır. Se-
lamı yaymak onu sadece dil ile
ifade etmek demek değildir. Ki-
şinin insanlara güler yüzle, ne-
şeli, sıcak ve samimi bir şekil-
de yönelmesi ve karşısındakine
kendisinden bir zarar gelmeye-
ceğini hissettirerek ona güven
vermesidir. Yüce Efendimiz,
şöyle buyurur: “Müslüman, di-
ğer Müslümanların elinden ve
dilinden zarar görmediği kim-
sedir. Mü’min de halkın, can ve
mallarını kendisine karşı em-
niyette bildikleri kimsedir.”6
* Prof. Dr.1 Kütüb-i Sitte, Hadis no: 30, c. II, s. 248.2 Ebû Dâvûd, Kitâbü’l-Edeb, Hadis.no: 4918.3 Kütüb-i Sitte, Hadis no: 31, c. II, s. 249.4 49/Hucurât, 12.5 Kütüb-i Sitte, Hadis no: 3335, c. 10, s. 133.6 Kütüb-i Sitte, Hadis no: 32, c. II, s. 249.
Dipnot
Eylül 201030
EdebiyatMusa TEKTAŞ
BAYRAMGÖNÜLLERDEKİ
BAYRAMGÖNÜLLERDEKİ
Bayramlar neş’e, mutluluk de-
mektir. Bayramların amacı,
millet hayatında sağladıkları
bu millî birlik-beraberliği ve aynı hisleri, aynı he-
yecanları birlikte yaşamaktır. Yani; kaderde-ke-
derde-tasada ve kıvançta beraberliktir. Bayram-
lar bunların yaşandığı en güzel günlerdir.
Bayramlar kırgınlık, yas ve keder günü değil-
dir. Küsenlerin birbirleriyle barıştıkları, kan da-
valarının bile unutulduğu, neş’e içinde üç gün ge-
çirmeyi sağlayan bir kutlu zaman dilimidir.
Divan-ı Lügati’t-Türk’te bayram sözcüğü, se-
vinç ve eğlence günü olarak tanımlanmış. Daha
sonra, İslâmiyet’in etkisiyle bayramlara “iyd” de-
nilmiş. Günümüzde dinî bayramlar, milletimizin
manevî inanç ve beraberliğini, kardeşliğini gös-
teren gönül yansımasıdır.
Osmanlı’da Bayram Töreni
Bir “cihân devleti” olan Osmanlı İmparator-
luğu, İslâm medeniyetinin en ihtişamlı temsilcisi
olarak yeryüzüne hükmettiği devirlerde, her şey
gibi “bayram”lar da halka mânevî bir haz ve bam-
başka bir zevk verirdi. Şanlı devletin öngördüğü
her işin tertipli ve intizamlı bir şekilde yürüme-
sine önem veren Osmanlı pâdişahları, Topkapı
Sarayı’nda yapılacak olan “Bayram merâsimi”nin
de, Şer’-i şerîf’e ve Devlet-i aliyye’nin şânına ya-
raşır bir biçimde yürütülmesine büyük özen gös-
terirdi.
Öyle ki, bayram töreni ile ilgili düzenlemeler,
basit bir şekilde hazırlanmasına rağmen Osman-
lı Devleti’nin ilk “Kânun-nâme”sinde dahî yerini
almış; törenin ne şekilde yapılacağı ve merâsim
heyetinin kimlerden oluşacağı titizlikle belirlenip
kararlaştırılmıştı.
Osmanlı Devleti’nde bayram töreni ile ilgili ilk
resmî düzenleme Fâtih Sultan Mehmed Hân ta-
rafından yapılmış; İstanbul’un fethinden sonra
şehrin en güzel yerinde büyük ve muhteşem bir
saray inşâ ettiren cihân pâdişâhı, çıkardığı ilk Os-
manlı “Kânûn-nâme”sinde burada yapılacak Bay-
ram töreninin âdab ve erkânını da açıklamıştı.
Bu kânun gereğince pâdişâh; hoca-
sıyla, şeyhülislâm’la, kazaskerlerlerle ve
defterdârlarıyla ayağa kalkıp bizzat kendisi bay-
ramlaşacak, geri kalan devlet ve saray erkânı ise
musâfaha etmekle yetinecekti.
Ramazan ve Kurban bayramlarında, Topkapı
31
“Divan-ı Lügati’t-Türk’te bayram sözcüğü, sevinç
ve eğlence günü olarak tanımlanmış. Daha sonra,
İslâmiyet’in etkisiyle bayramlara “iyd” denilmiş.
Günümüzde dinî bayramlar, milletimizin manevî inanç ve
beraberliğini, kardeşliğini gösteren gönül yansımasıdır.”
Eylül 201032
Sarayı’nda ilk tören Arefe günü gerçekleştirilirdi.
Sabah namazından sonra, kurulmuş bayram
tahtında musâfaha başladığı zaman, herkesin
rütbesine göre âdâb ve erkânla oturması ve kalk-
ması temin edilirdi. Tören boyunca kesintisiz ola-
rak mehter vurulur; Sarayburnu önüne getirilen
Donanma’-i hümâyûn da ona eşlik ederek, meh-
ter sesi kesilinceye kadar ard arda top atışında
bulunurdu.
Pâdişah bayram namazı için saraydan çıkıp,
usûl ve töre gereğince Sultanahmet veyâ Ayasof-
ya câmiine gitmeden önce elbisesini değiştirir ve
şahsî hazırlıklarını tamamlardı. Bayram sabâhı
pâdişah namaz kılmak üzere saray kapısın-
dan çıkarken, dua ile uğurlanır, namazdan son-
ra Saray-ı hümâyûn’a dönülür dönülmez Bayram
ziyâfeti başlardı. Bayram ziyâfeti bitince artık tö-
ren tamamlanır ve hâne halkıyla bayramlaşmak
üzre herkes evine dağılırdı.
Bayram günleri, millet ahlâkının, geleneğinin
temel noktalarıdır. Bayram, yaşlısıyla-hastasıy-
la-yalnızıyla, fakiriyle-zenginiyle, bütün memle-
ket insanlarının aynı saadeti paylaştığı günlerdir.
İnsanların birbirlerini aramaları sormaları ve
birbirleriyle küslüklerini, dargınlıklarını bir ke-
nara bırakarak birlik-beraberlik içerisinde mesut
yaşamayı idrak etme fırsatlarıdır.
Hulûsi Efendi Hazretleri sevgiliye, dostun
dosta kavuşma gününün, yani gönül vuslatının
da barış/bayram olduğunu şu beyitle ifade eder:
Vasl-i yâr ile bu münkesir gönlü sarıştırdık
Hudâ lütfetti de küskünle küskünü barıştırdık
Usta edebiyatçı Prof. Orhan Okay, bayram ve-
silesiyle yapılan bir söyleşide şunları anlatıyor:
“Bütün milletlerde olduğu gibi bizde de bayram-
lar, halkın ortak olarak yaşadığı en önemli gün-
lerdir. Bu günler pek tabii olarak edebî eserlere de
yansımıştır. Eski edebiyatımız hemen bütünüy-
le bir şiir edebiyatı olduğu için, bayramlar divan
şiirinde özel bir yer alır. Gerek Ramazan, gerek-
se Kurban bayramları için ‘lydiyye’ veya ‘bayra-
miyye’ denilen kasideler kaleme alınmıştır. Daha
doğrusu şair, padişahın ve diğer büyüklerin bay-
ramını tebrik vesilesiyle yazdığı kasidenin gi-
riş (nesib) bölümünde bayramı faziletleriyle, çok
defa birkaç mânâya gelen nükteli ifadelerle anla-
33
tırdı. Tanzimat’tan sonra değişen edebiyatımız-
da, bayramlar diğer edebî türlerde de görünme-
ye başlamıştır. Fakat galiba bayram asıl, çocuklar
için olmalıdır. Zira, edebiyat türleri içinde bayra-
mın en çok yer aldığı eserler, hatıralar ve benze-
ri kalem denemeleri olmuştur. O hatıralarda da
yazar hep güzel çağrışımlar uyandıran çocukluk
bayramlarını anlatmıştır.”
Eski şiirimizde bayramlar, sultanları, zafer-
leri, maneviyatı çağrıştırmakta. Yahya Kemal,
Süleymaniye’de Bayram Sabahı adlı şiirine şöy-
le başlar:
Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye’de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Bayram: Vuslat Ânı
Tasavvuf büyüklerinden Hacı Bayram-ı Velî,
mürşidi; Hamîdeddîn-i Velî (Somuncu Baba) ile
bir Kurban bayramında buluştuğu için, o zaman
Hamîd-i Velî; “İki bayramı birden kutluyoruz.”
buyurarak, Nûmân’a “Bayram” lâkabını vermiş-
tir. Hacı Bayram-ı Velî de bu vuslat ânını şöyle
dile getirmiştir:
Bayramım imdi bayramım imdi
Bayram ederler yâr ile şimdi
Hamd ü senâlar hamd ü senâlar
Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm
Bayram kavuşmayı, sevinmeyi bize hatırlatır.
Ancak bir de bayramı gurbette geçirenlerin duy-
gularında bir burukluk ve özlem vardır.
Mektubat’taki şu dörtlük bize bu duyguları
anımsatıyor:
Benim de annem var kardaşlarım var
Benim de eşim var yoldaşlarım var
Benim de halımla haldaşlarım var
Beni de gönülden özleyen vardır
Bayram ve Özlem
Hasret ve iştiyak ile ailesini, sevdiklerini özle-
yen bir kalbin, hissiyatına örnek olması bakımın-
dan Hulûsi Efendi Hazretlerinin asker ocağından
kaleme aldığı iki mektubu okuyalım:
Askerliğinin ilk bölümünü Diyarbakır’da ya-
pan Hulûsi Efendi Hazretleri, evden yeni ayrıl-
Eylül 201034
manın verdiği iştiyak ve hasretle bayram yakını
muhterem babası Hatip Hasan Efendi’ye şu mek-
tubu yazar:
“Sebebi hayatı müstearı ve munisi canı bî-
kararım. 29.12.940 gününün seherinde vakıam-
da sizinle meşgul idim. Vesile-i mağfiretim olan
yüzlerinizden öperek “Babam, babam” diye uyan-
dım. Ve sine-i bî- kînemi iştiyakınızla per olarak
buldum.
Ateş-i firkat ile odlara düştüm bu gece
Emelim vasl idi hicrana kavuştum bu gece
Niyetim pâyini bûs etmek idi ol melekin
Ne acep derde düşüp zâre duruştum bu gece
Bir mâha karîb olan mektubunuzun gel-
mesi men garibi endişelere sürüp kâm-ı kâm
şarab-ı gam yutturdu telsiz telgrafa benzeyen
gönül irtibatına mani yok. Fakat yüzünüzün
seyrinden mahrum olan gözlerimi haftada bir
derin hayalinizle mektubunuza vad’ etmiş ol-
duğunuz imzanıza sürmem canım kararır gi-
bidir. Mecnun-sıfat tarik-i ihtiyarı canib-i
mihraba düşer.
Haberdar olursa yârim sitemden kılıp rahmi
Beni âzâde sa’y eylerdi elbet işbu bendimden
Ana bilmezlik isnat eylemek bigânelikdendir
O vâkıf hâlime ben gafilim mutlak efendimden
İşte hulul eden bayram yine ateş-i hicran
ile geçecek. Son mektubunuzun tarihine bak-
tım, 27 Ocak imiş. Bir aydan fazla olan mek-
tup yazmayışınız hangi kusurumdan neş’et
eden muhabbetsizlikten zuhura geldiğini bil-
mem. Yine ol valide-i müşfikem ey seher yeli
bana Ahmed’in kokusunu getir diye bâd-ı sa-
badan bir iltimas var mı ola. Sekine’ye selâm
ve yavrucuk Sırrı’nın iki gözlerinden hasret-
le öperim. Geline selâm ve çocukların cümle-
sinin gözlerinden öperim. Cümle akrabalara
selâm ve hürmetler eylerim.
Cümlenizin bayramınızı tebrik ile tekrar hâk-i
pâyinize yüz sürmekle nihayet veririm. 7 Şubat
1941
Ağabeyimden bir ay evvel mektup almıştım.
Ona da cevap yazdığım halde cevap alamadım.
Mektupları çok sık yaz. Eğer her mektubunu se-
nin yazın ve senin imzanla görmezsem gönlümün
endişesi teskin bulup mutmain olmaz ey canım
pederim. Oğlunuz Hulusi.
Çağşırlı Ali Efendiden mektup aldım. Sizin ve
validenin mahsusen ellerinden öpüp dua ve him-
metinizi niyaz etmektedir. Kırcaşarlılar ve Bıyık-
boğazlılar hepsi buradadırlar, sıhhattedirler, el-
lerinizden öperler. Müftü Efendinin mahdumu
Abdullah ve İsmail Efendi dahi bulunduğumuz
bölüğe yan yana olan 4. bölükteler. Ellerinizden
öperler. Abdurrahman Beyle haftada bir defa gö-
rüşüyoruz ellerinizden öper. Sabri, İdris, Şamil,
Ziya ve diğer arkadaşların cümlesi selâm ve hür-
metlerle ellerinizden öperler.”
Diyarbakır’dan sonra askerlik hizmetini K.
Maraş’ta devam ettiren Efendi Hazretleri, bay-
ram iznine gidemeyişini komutanına yazdığı
tebriknâmenin içine dercetmiştir:
15.07.942/Maraş
Sayın Komutanım
Melek misal fezail hamidenizden bir nefes bile
incinmediğim için âlem-i fanide hayatı müsteabi-
re sonuna kadar sizi unutamam. Evlenme töreni-
nizi tebrik edemediğime mahcubum. Bu hususta
âli vicdanınızın affına sığınırım.
Muhtereme hemşireme de hürmetler arz edip
sizin gibi âli fıtrat bir zat ile semahat sıfat ile ev-
lenme şerefine nailiyetini kutlularım. Dünya ve
ahiret saadetleriyle mesut ve müreffeh yaşayıp
yüksek mertebeler ihraz etmenizi diler sonsuz
hürmet ve saygılarımı sunarım.
Sadık ve vefalı erlerinizden Hulusi.
Maksuda Hulûsi yetmemiştir
Hâlâ ki izinli gitmemiştir
Ne yazık ki bilinmedi emekler
Geçti yere ettiğim dilekler
35
Gönüllerdeki Bayram
Hulûsi Efendi Hazretleri bayram ziyaretleri-
ne önem verirdi. Bayram günlerinde ziyarete ge-
lenlerle evi dolar taşardı. Bu sevinç, memnuniyet
ve gönül hoşnutluğu içerisinde kaleme aldığı bir
dörtlüğünde şöyle seslenir:
Şâdilik bahşeyleyûben şâdu handân ettiniz
Feyzi rahmet sundunuz lutf ile ihsân ettiniz
Bîdeva derdimize vasl ile dermân ettiniz
Merhaba hoş geldiniz yârânîler merhaba
Bayramlar dostlarla buluşmanın lütuf ihsan
dertlere derman kısacası birbirine seven insan-
ların gönüllerinin buluşmasıdır. Gam ve tasanın
unutulduğu, engellerin kalktığı bir vuslat mevsi-
midir. Dîvan-ı Hulûsi-i Darendevî’deki bir beyit
şu şekildedir:
Gönülden sürer gamı bayram olur her demi
Yârın olup mahremi kalmaz özge kâr-ı aşk
Gönlün aydınlığa kavuşması, akşamın karanlığı-
nın sabahın güneşiyle ışıması gibi bayramlarda
da gönüllerin manevi ışıklarla bezenmesi, kötü
duygu ve düşüncelerden arınması ve bayramın
manevî hâlinden lezzet alması gerekir.
Efendi Hazretlerinin bir dörtlüğü bu hakika-
ti dillendiriyor:
Seyyid Hulûsî nâmımız
Sabâh oldu akşamımız
Bugün kutlu bayramımız
Gelin dostlar bize gelin
Muhterem H. Hamidettin Ateş Efendi bir soh-
betlerinde gönül hakkında şöyle buyurmuştur:
“Gönlünüze sahip olunuz. Bizim için fakir-zen-
gin fark etmez. Biz dış görünüşe itibar etmeyiz.
Gönüllere bakarız.”
O zaman gönüllerimizde bayram sevincini ya-
şabilmek için önce gönüllerimizi maneviyatla
mamur etmeli, gönül kazanmalı, esas itibariyle
bir Allah dostunun gönlüne girerek, böylece her
ânı bayram hâliyle geçirmeliyiz. Bayramınız mü-
barek olsun…
Eylül 201036
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
MADDÎ VE MÂNEVÎ TEMİZLİĞİN EN ÖNEMLİ YOLU:
İBÂDET
Muh
amm
ed G
ÜLS
EREN
37
İnsanın Yaratılış Gayesi Olarak İbadet
Kur’ân, insanı yaratılmış-
ların en üstünü ve en güzel şe-
kilde yaratılmışı olarak an-
latmaktadır.1 Yine Kur’ân’a
göre insanın yaratılışındaki en
önemli gaye ibadettir.2 Çünkü
yaratılmışların hiçbirine veril-
meyen akıl nimeti sadece in-
sana verilmiş ve kâinat bütün
nimetleriyle onun için donatıl-
mıştır. Verilen nimetlere kar-
şılık da ona başka varlıklara
yüklenmeyen sorumluluklar
yüklenmiştir. Mesela, insan so-
rumluluğunun bütün alanlarını
kapsayan ilâhî emânet insana
yüklenmiştir.3 Yani insan mu-
kaddes yüke hamal kılınmış-
tır. Buna göre insanın en temel
sorumluluğu yaratıcısını tanı-
mak, O’na itâat etmek ve O’nun
murâd ettiği doğrultuda bir ha-
yat yaşamaktır. İnsan, Yaratıcı-
sı tarafından istenen bu hayat
tarzını tutturabilirse bütün ha-
yatı ibadet olarak değerlendiri-
lecektir.
Kur’ân’ın mü’minlerin özel-
liklerini anlattığı âyetler dikkat-
le incelendiği zaman mü’minin
amel-i sâlih, yani iyi işlerin
adamı olduğu anlaşılır. Sâlih
amel, Allah’ı ve yaratılmışla-
rı memnun eden her güzel, iyi
niyetli ve hayırlı iş ve eylemin
adıdır. İslam’a göre yapılan iyi
işlerin sâlih amel niteliğini ka-
zanması için iman şarttır. İman
olmadan yapılan iyi işlerin de
bir değeri bulunmakla birlikte,
iman ön şartını taşımadığı için
değerlendirmeye tabi tutulma-
maktadır.4
İbadet, Hayatın Tamamını
Kapsayacak Kadar Geniştir
Allah için, O’nun rızasını
kazanmak maksadıyla ve O’na
olan itâat ve teslimiyeti ifade
etmek adına yapılan ibadetle-
rin sâlih amel olduğunda şüphe
yoktur. İbadet, boyun eğme, al-
çak gönüllü olma, itâat, kulluk,
tap ma, tapınma gibi anlamla-
ra gelir. Dinî bir terim olarak
ibadetin genel anlamı, her şe-
yin yaratıcısı olan Allah’a içten
gelerek ve gönüllü olarak yö-
nelmek, boyun eğmek ve itâat
etmektir. Bu geniş anlamıyla
ibadet, mükellef olan her Müs-
lümanın Allah’ın rızâ sına uy-
gun ve iradesiyle yaptığı bütün
davranışlarını içine alır. Yani
tamamen dinî olan görevler ya-
nında, kişilerin Allah’ın hoşnut-
luğunu kazanmak için yaptı-
ğı her fiil, niyet, düşünüş ve söz
ibadet olarak nitelendirilir. Bu
amaçla fert ve toplum yararı-
na yapılan her olumlu davranış
dinî ve mânevî bir anlam kaza-
nır ve ibadet sayılır. Aynı za-
manda Allah’ın emirlerine itâat
edip yasaklarından kaçmak da
ibadettir. İbadetin bir de dar ve
özel anlamı vardır. Fıkıh kitap-
larında ibadet yaygın olarak bu
özel anlamda kullanılır. Bu an-
lamdaki ibadet, Allah ve Resulü
tarafından yapılması istenen ve
yapana sevap kazandıran be lirli
davranış biçimleridir. Bu iba-
detlere sistematik ve şekle bağ-
lı ibadetler adı verilir. İslâm’ın
temel şartlarını oluşturan na-
maz, oruç, zekât, hac bu tür iba-
detlerin en meşhur olanlarıdır.
İslam âlimleri, Allah’a say-
gıyı ve O’nun rızasını gözeterek
iş yapmayı ifade etmek üzere
“ibadet” yanında “tâat” ve “kur-
bet” kelimelerini de kullan-
“Allah için, O’nun rızasını kazanmak
maksadıyla ve O’na olan itâat ve teslimiyeti
ifade etmek adına yapılan ibadetlerin sâlih
amel olduğunda şüphe yoktur.”
Eylül 201038
maktadır. Tâat veya itâat,
emri benimseyip yerine ge-
tirmek demektir. İster bel-
li bir niyetle isterse niyetsiz
yapılsın, yapılmasından do-
layı sevap kazanılan herhan-
gi bir iş tâat ve itâat olarak
nitelendirilir. Mesela Kur’ân
okumak bir tâattır. Yakınlık
anlamına gelen kurbet ise,
insanı mânevî olarak Yüce
Allah’a yaklaştıran her bir
güzel iş anlamındadır. Sada-
ka vermek ve nafile namaz
kılmak birer kurbettir.
İbadetin Üç Boyutu
İbadetin zikir, fikir ve şü-
kür olmak üzere üç boyu-
tu vardır. İbadetin zikir bo-
yutu, Allah inancını zihinde
canlı tutmak, O’nu anmak
ve varlığını benliğinde du-
yabilmektir. Fikir boyutu,
Allah’ın sıfatları ve evrende
yarattığı eşsiz eserleri hak-
kında düşünmektir. Şükür
ise, bütün bu nimetlerine
karşı minnettarlığını bildir-
mektir.
Önemi
İbadet, insanı Allah’a ulaş-
tıran, O’na yaklaştıran ve
O’nunla buluşturan yolun adı-
dır. İnsanoğlu yaratıldığı gün-
den beri yaratıcısına nasıl iba-
det edeceğinin yollarını aramış
durmuştur. Bu arayışta zaman
zaman ibadet adına çeşitli bi-
dat ve hurafeler uydurmaktan
da geri kalmamıştır. Fakat in-
sanı yaratan Yüce Allah buna
fırsat vermeyerek gönderdiği
kutlu rehberler, yani peygam-
berler vasıtasıyla kullarına iba-
det yollarını göstermiştir. Hz.
Peygamber’in: “Ben nasıl na-
maz kılıyorsam bana bakın
ve öyle namaz kılın.” ve “Hac-
cın yapılış tarzını benden öğ-
renin.” şeklinde buyururken
anlatmak istediği de budur.
İbadet kulun Allah’a olan say-
gı ve bağlılığının bir ifadesi ol-
ması dolayısıyla dinin temel di-
reğidir. İbadet eden insan her
şeyden önce yaratıcısını tanır.
O’nun büyüklüğünü, yüceliği-
ni, eşsizliğini kavrar. İbadetiyle
O’na yakın olmak, rahmetinden
ve merhametinden faydalan-
mak ister. Kendisine verdiği ni-
metlere şükretmek için ibadeti
en güzel bir vesile bilir. Gerek-
li şartları yerine getirerek, haz
alınarak ve bilinçli olarak ya-
pılan ibadet insanda Allah’a
teslîmiyet dolayısıyla bir ümit
ve iyimserlik meydana getirir.
Bu duygu onu daima iyi işlere
yönelmeye, kötülüklerden de
kaçınmaya teşvik eder. Böyle-
ce ibadeti hayat tarzı haline ge-
tiren insan, yaratıcısıyla, kendi-
siyle ve çevresiyle barışık hale
gelir. İbadeti onu kötülüklere
ve ahlaksızlıklara karşı koruyan
bir kalkan olur. Bir an için ken-
disine cazip gösterilen günahı
işlemekle karşı karşıya kaldı-
ğı zaman hemen ibadeti aklına
gelir ve onu bu kötülükten en-
geller. Kur’ân açık bir şekilde
namazın böyle kötülüğü engel-
leyici özelliğinden bahseder.5
Kısacası ibadet, insana dünya
ve âhiret mutluluğu kazandırır.
Maddî Ve Mânevî Temizlik Aracı Olarak İbadet
Temiz insan, temiz çevre ve
temiz toplum İslam’ın vazgeçil-
mez hedefleri arasındadır. Bü-
tün bu temizlikler aslında insanı
temiz kılmaya yöneliktir. Bunun
için Yüce Allah insanın temel ya-
ratılış gayesi ve insanın mânen
temiz olmasını sağlayacak olan
ibadeti emrederken temizliği de
şart koşmuştur. İbadet için şart
koşulan temizlik insanın bede-
nini, elbisesini ve namaz kılaca-
ğı yeri yani çevreyi kapsamak-
tadır. Buna göre mesela namaz
kılacak olan insanın vücudu-
39
nu, elbisesini ve namaz kılacağı
yeri dinin necis (pis) kabul etti-
ği şeylerden temizlemesi gerek-
mektedir. Fıkıh dilinde buna
“necâsetten tahâret” denilmek-
tedir. Esasen mânevî bir temiz-
lik olan ibadet maddî temizliği
de beraberinde getirmektedir.
Dinimiz bu kadarla da yetinme-
yip bazı durumları “mânevî kir-
lilik hâli” olarak kabul etmekte-
dir. Gerçek temizliğe ulaşmak
ve Allah’ın huzuruna pak haliy-
le çıkmak isteyen insanı bunlar-
dan da temizlemek istemekte-
dir. Buna da “hadesten tahâret”
adı verilmektedir. Mesela dini-
mize göre abdesti olmayan ve
cünüp olan insan madden temiz
olsa da manen kirli kabul edilir.
Çünkü bu haliyle Allah’ın huzu-
runa çıkarak ibadet edemez. O
zaman abdest alarak ve gusül
yaparak mânevî kirlilikten kur-
tulması gerekir. Esas temizlik
olan namazdan ve ibadetten na-
siplenebilmesi için mü’minin bu
temizlik aşamasını da tamam-
laması gerekir. İslam’ın insan-
dan esas istediği nihai temizlik
şekli ise mânevî temizliktir. Bu
da kalp başta olmak üzere bü-
tün organların kötülüklerden
ve kötü eylemde bulunmaktan,
hatta kötü eyleme niyetlenmek-
ten temizlenmesidir. İşte ibadet
bu mânevî temizliği sağlayacak
vasıtaların başında yer almak-
tadır. Kur’ân temel ibadetlerin
hepsinin mânevî temizlik boyu-
tuna işaret etmiş ve onların bu
fonksiyonunu dile getirmiştir.
Bunu anlamak için şu âyetleri
bir daha okuyalım:
“Ey iman edenler! Sizden
öncekilere farz kılındığı gibi
oruç tutmak size de farz kılındı.
Böylece umulur ki fenalıklar-
dan korunursunuz.”.6
“Onların mallarından zekât
al ki, bununla onları temizleye-
sin ve arındırasın. Onlar için
dua da et. Çünkü senin onlar
lehine duan, onlar için büyük
bir huzur ve tatmin kaynağı-
dır. Allah her şeyi hakkıyla işi-
tir, bilir.”7
“Sana vahyedilen kitabı
okuyup tebliğ et, namazı hak-
kıyla îfâ et. Muhakkak ki na-
maz, insanı, ahlâk dışı dav-
ranışlardan, meşrû olmayan
işlerden uzak tutar. Allah’ı na-
mazla anmak, elbette en büyük
fazîlettir. Allah bütün işledikle-
rinizi bilir.”8
*Prof. Dr. 1 95/Tîn, 4.2 75/Kıyâme, 36; 51/Zâriyât, 56.3 33/Ahzâb, 72.4 24/Nûr, 39; 25/Furkân, 77.5 29/Ankebût, 45.6 2/Bakara, 183.7 9/Tevbe, 103.8 29/Ankebût, 45.
Dipnot
Eylül 201040
EdebiyatMustafa ÖZÇELİK
BİRLİK
41
Vahdet-i vücûd (var-
lığın birliği) anla-
yışı, elbette sûfî bir
telakkîdir ve bu disiplin içeri-
sinde bir anlam ifade eder. Bu
kavramı, “Gerçek olan varlık
tektir. Kâinatta asıl olan gerçek-
lik bu Mutlak Varlık ve O’nun
kâinattaki tecellîlerdir.” şeklin-
de ifade edebiliriz. Bu kavramın
ontolojik mahiyeti, felsefî ve
tasavvufî açıdan mütâlaa edile-
rek insanlığın önüne bir hayat
görüşü çıkarılmıştır.
Hayat görüşü dememizin se-
bebi ise kuramsal olarak ele alı-
nan bu anlayışın aynı zamanda
hayat içinde de bir pratiğinin
olmasındandır. Bunu bir üst
basamak anlayış olarak. “İslâm
tevhîd dinidir.” esasından hare-
ketle “Tek Yaratıcı” ilkesi şek-
linde anlamak mümkündür.
İşte bu noktada birliğin aynı
zamanda sosyolojik gerçekli-
ğe tekabül ettiğini de görürüz.
Bu bakımdan birlik kavramı-
nı hem bir sûfî nazariye hem
bir akîde ilkesi ve bunlara bağlı
olarak, insanların sosyal olarak
birlikteliği şeklinde de anlamak
kavramın özüne uygun düşe-
cektir. Nitekim, insanlığın ha-
yatı da buna göre şekillenmiş,
insanlar toplu olarak yani bir-
lik içinde yaşamak durumunda
kalmışlardır. Bunun müşahhas
uygulamaları ise tekkelerde ha-
yat bulmuş, bu merkezler, dinî,
tasavvufî irşat yerleri olmala-
rının yanı sıra sosyal hayatın
bütün tezâhürlerinin de birlik
duygusu içinde yaşandığı yerler
olmuştur.
Bir sûfînin, bir mü’minin
huzuru; bu birliği ne ölçüde iç-
selleştirdiği ile ilgilidir. Eğer,
birliği sağlamışsa dirliği de sağ-
lamış demektir. Dirlik, birli-
ğin bir ödülü olarak çıkar kar-
şısına.. Aynı şekilde insanların
dirliği de birliklerine bağlı ola-
rak gerçekleşir. Böylece bir-
lik ve dirlik birbirinin sebebi
ve sonucu olan ve birbirinden
ayrı düşünemeyeceğimiz
iki temel kavrama dönü-
şür. Ama bu birliği ve dir-
liği sağlamak, söylendiği
kadar kolay de-
ğildir. Eğer ko-
lay olsaydı asır-
lar boyunca
peygamberler,
kanaat önderle-
ri, mutasavvıf-
lar, sanatkarlar…. sürekli ola-
rak birlik çağrısı yapmazlardı.
Yine insanlığın tarihinde birli-
ğin bozulmasıyla meydana ge-
len huzursuzluklar, ayrılıklar,
savaşlar olmazdı.
Din ve tasavvuf anlayışın-
daki birlikte, her şeyin ötesin-
de ve üstünde bir varlık, bir de-
ğer vardır. Kişiler, pervanelerin
ışığa koşması gibi ona koşar-
lar. Onun gerçekliğinde kendi
varlıklarını yok ederler. Bu, bü-
tünüyle yok oluş değil, Mutlak
olanda yeni bir varlık kazan-
madır. Bu kazanıma tek engel
ise insanın egosudur. Ben, di-
yen biz diyemeyeceği için bir-
liği gerçekleştiremez ve ayrılık
rüzgârlarıyla yaban çöllere dü-
şer. Kendi etrafında bir duvar
örer. Burası mutsuzluğun ha-
pishanesidir. Burada yal-
nızlığın ve güvensizliğin
boğuntusunu yaşar.
Birlik Duygusu Pratiğe
Dönüşünce
Çağımızda savaş-
lar, huzursuzluklar iyi-
ce yoğunlaşmışsa ve bun-
“Herkesle birleştin, kaynaştın mı ummansın, madensin.”
Mevlâna
Eylül 201042
lar karşısında selim akla sahip
olanlar yine birlikten bahsedi-
yorsa işte meseleyi böylesi ge-
niş bir çerçevede ele almak la-
zımdır. Çünkü ters giden bir
şeyler var. Yerleşim yerlerinde
nüfus arttıkça yalnızlıklar da o
ölçüde çoğalıyor. Beklenirdi ki
apartman ve site hayatı insan-
ları daha çok birbirine yaklaş-
tırsın. Sevinçler, acılar birlik-
te yaşansın. Zorluklar birlikte
aşılsın. Cami, kahvehane, pazar
yeri… gibi mekanlar birlik duy-
gusunun pratiğe dönüşmesini
sağlayan yerler olsun.
Ama öyle olma-
dı. Anadolu’dan diyelim ki
İstanbul’a gelip bir apartman
yahut site içinde yeni bir hayata
başlayan kimse, çok geçmeden
etrafına duvar örerek yalnızlı-
ğın zırhına bürünüyor. Selam-
laşma, komşuluk, misafirlik,
yardımlaşma… gibi yine birli-
ğin pratikleri olan davranışları
hayatından çıkarıyor. Ama çok
geçmeden görüyor ki, bürün-
düğü yalnızlık zırhı onu koru-
muyor, boğuyor. İşin trajik ta-
rafı bundan kurtulacağına daha
çok saarılıyor/sarınıyor. Çün-
kü yalnızlığın ve yabancılaşma-
nın en kötü tarafı insana verdi-
ği korku ve güvensizlik hissidir.
İnsan, bu hisle çevresindekileri
hep yabancı, güvenilmez varlık-
lar olarak görüyor. İşte yalnız-
lık zırhına daha sıkı sarılması
bundandır.
Bu meseleler etrafında dü-
şünürken şunu gözden kaçır-
mamak gerekir. Bir sûfîyi Mut-
lak varlıkla bütünleştiren aşkın
bir değer vardır. O varlık, O’na
yönelenlerin hepsi için or-
tak değerdir. Zaten öyle olma-
sından dolayı birlik onun var-
lığında sağlanabilmektedir.
“Allah’tan başka ilah yoktur.”
diyen bir muvahhid de aynı şu-
urun insanıdır. Yine bu birleş-
mede güven hissi hakimdir.
Bağlılık sevgiye dayalı bir bağ-
lılıktır.
Meselenin toplumsal görün-
tüsündeki duruma bakıldığın-
da ise aynı temel kuralın ge-
çerli olduğunu görürüz. Ortak
değerler, ortak idealler, ortak
inanışlar, anlayışlar ve ortak
davranışlar… İşte bütün bun-
lar varsa birlik dolayısıyla dirlik
gerçekleşebiliyor. Bu birliğin ve
dirliğin huzurunu yaşayan kişi
öylesine yüce bir gönlün sahibi
oluyor ki, bu defa farklı inanış-
ta, tutumda, anlayışta olanla-
rı kucaklayabiliyor, onlarla or-
tak inançları olmasa bile ortak
insanlık paydasıyla değerleriyle
onlarla da birlik içinde olabili-
yor. O zaman bir cami ile bir ki-
lise yan yana inşa edilebiliyor,
bir siyah bir beyazla farklılıkla-
rı ayrılık olarak değil zenginlik
olarak değerlendirerek bir ara-
da yaşayabiliyor. Farklı dinden
iki aile komşuluk ilişkisi kura-
biliyor.
“Ben” Kabuğuna Bürününce
Ne zaman ki insan, “biz” bi-
lincinden kopup tekrar “ben”
kabuğuna bürünüyorsa o za-
man camidekiyle kilisedeki
arasında, siyahla beyaz arasın-
da duvar örülüyor, o zaman bir-
lik şemsiyesi parçalanıyor. On-
dan sonrasında ise olacakları
tahmin etmek güç değil.. Tef-
rika, düşmanlık, öfke, güven-
sizlik, şüphe… İnsanın yüreği-
ni teslim alan duygular bunlar
oluyor. Hayat bir teşbih olarak
söyleyecek olursak cehenneme
dönüyor. Sonrası insanlığımız
adına utanç sayfaları açılıyor
önümüzde… Zulümler, mağdu-
riyetler, kan, gözyaşı… birbirini
takip ediyor.
İşte bütün bunlardan son-
ra şunu söylemeliyiz ki, çağımı-
zın meseleleri üzerinde kafa yo-
rarken, tarih bizim için hep bir
okuma alanı olmalıdır. İnsanlı-
ğın birlik zamanlarıyla, kavga,
mücadele zamanları sürekli göz
önünde tutularak, dünden bu-
güne taşıyabileceğimiz değer-
leri iyi tespit etmeliyiz. Mesela
13. asrın olaylarını hatırlaya-
lım. Haçlı ve Moğol saldırıları-
nın ardından birlik ve dirliğini
yitiren Anadolu’da Selçuklu ge-
“Bütün bu gelişmeleri sadece başa gelen siyasilerin
siyasi dehalarıyla ve gayretleriyle açıklamak yeterli
olamayacaktır. Çünkü tarihe baktığımızda o fetret
çağında bir Mevlânâ’yı görmekteyiz.”
43
cesinden sonra bir Osmanlı sa-
bahı nasıl doğdu. Beyliklere ay-
rılmış olanlar, nasıl bir beyliğin
etrafında yeniden birleşti ve altı
yüz yıl süren bir Osmanlı mede-
niyeti nasıl kuruldu?
Bütün bu gelişmeleri sade-
ce başa gelen siyasilerin siya-
si dehalarıyla ve gayretleriyle
açıklamak yeterli olamayacak-
tır. Çünkü tarihe baktığımızda
o fetret çağında bir Mevlânâ’yı
görmekteyiz. Yûnus Emre ile
tanış olmaktayız. Bu ve benze-
ri isimlerin neden en çok birlik
üzerinde durduklarını anlamak
aslında hiç de zor değildir. Bun-
lar, dağılma döneminde sosyal
birliğin yeniden inşasında gay-
ret içerisinde oldular. Daha
sonraki aşamalarda ise mese-
la Osmanlı beyliğinin kurulu-
şunda Osman Gazi’nin yanın-
da Şeyh Edebali’yi görürüz. O
ki Osmanlı devletinin mânevî
temeline ilk harcı koyan bir in-
sandır. Yine Bursa’da Yıldırım
Beyazıt’ın yanında Emir Sultan,
Fatih’in yanında Akşemseddin
vardır.
Doğrudan doğruya bir
devlet adamının mânevî des-
teği olmanın ötesinde halk
içinde de benzer gayreti gös-
teren nice birlik mimarları
daha vardır. Somuncu Baba,
Hacı Bayram Veli, İbrahim-i
Tennûrî, İbrahîm-i Gülşenî
ve daha niceleri…Bütün bu
isimler hem yaşadıkları çağ-
larda hem de etkilerini son-
raki zamanlarda da sürdü-
rerek bütün çağlarda birlik
fikrinin sahüpleri olarak top-
lumsal dirliğin de mânevî mi-
marları olmuşlardır. Dikkatli
bir gözle bakacak olursak bu-
gün Anadolu’da bu tür isim-
lerin yollarını sürdürenler
yine aynı şekilde birer mânevî
merkezler olarak hizmet yap-
maktadırlar.
Bütün bunlardan dolayı bu
tür mânevî merkezleri ve bu-
ralarda yapılan hizmetleri,
sosyolojik ve psikolojik açı-
dan da izlemek, gözlemek ve
değerlendirmek gerekir. Bil-
hassa sivil toplum kuruluş-
larının öneminin son derece
arttığı günümüzde bu mer-
kezlerin uygulamaları, anla-
yışları dikkatle incelenmeli-
dir. İnsanları, kanunen bir
sosyal merkeze şeklen bağ-
layabilirsiniz ama, esas olan
kalbî bağlılıklardır. Tasavvuf
ve onun merkezleri sayılan
dergahlar, tekkeler… tarihi
tecrübelerinden mutlaka isti-
fade edilen yerler olmalı ve bu
konulardaki önyargılardan
sıyrılarak hareket edilmelidir.
Birlik ve dirliğe son derece ih-
tiyaç duyduğumuz bir zaman-
da tasavvufun birlik anlayı-
şı, çağımızdaki problemlerin
çözümünde de bizlere önem-
li katkılar sağlayacaktır.
Eylül 201044
KültürMehmet SOYSALDI*
İSLÂM’DA
HARAM “İslâm dini insana zararlı olan her şeyi yasaklamıştır. Haramlar genel olarak
korunması zaruri olan beş şeyi zedeleyen ve onlara zarar veren fiil ve
hareketlerdir. Bu beş şey ise can, mal, akıl, din ve nesildir. Canı, öldürme yasağı;
malı, hırsızlık yasağı; aklı, içki yasağı; dini, İslâmî esasları temelinden bozan
davranışların yasaklanması ve nesli de, zina yasağı korumuş olur.”
4545
Haram; di-
nin yenmesi-
ni, içilmesi-
ni ve yapılmasını yasakladığı
her şeye haram denir. Örne-
ğin; anne ve babaya karşı gel-
mek, başkasının malına zarar
vermek, başkalarıyla alay et-
mek, sözünden dönmek, dedi-
kodu yapmak, söz taşımak gibi
söz ve davranışlar dinimizce
haramdır.
Haram çeşitleri: İslâm
dini insana zararlı olan her şeyi
yasaklamıştır. Haramlar genel
olarak korunması zaruri olan
beş şeyi zedeleyen ve onlara za-
rar veren fiil ve hareketlerdir.
Bu beş şey ise can, mal, akıl,
din ve nesildir. Canı, öldür-
me yasağı; malı, hırsızlık yasa-
ğı; aklı, içki yasağı; dini, İslâmî
esasları temelinden bozan dav-
ranışların yasaklanması ve nes-
li de, zina yasağı korumuş olur.
İslâm’ın; öldürmeyi, hırsızlığı,
sarhoşluğu, zinayı… yasakla-
ması bu 5 esası korumaya yöne-
liktir. O halde haram olan her
şeyin insana mutlaka bir zara-
rı vardır.
İslâm dininde yasaklanan
haramlardan bazılarını şöyle sı-
ralayabiliriz:
Haram yiyecekler: Ölü hayvan eti, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesi-len hayvanlar haram yiyecek-lerdir. Nitekim Yüce Allah, Kur’an’da bunları şöyle be-lirtmektedir: “Allah size an-cak ölüyü, kanı, domuz eti-ni ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın etini haram kıldı. Her kim bunlardan ye-meye mecbur kalırsa, başka-sının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir mik-dar yemesinde günah yok-tur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan çokça esirgeyen-dir.”1
“De ki: Bana vahyolunan-da, leş veya akıtılmış kan ya-hut domuz eti -ki pisliğin ken-disidir- ya da günah işlenerek Allah’tan başkası adına kesil-miş bir hayvandan başka, yi-yecek kimseye haram kılın-mış bir şey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek
ve sınırı aşmamak üzere kim (bunlardan) yemek zorunda kalırsa bilsin ki Rabbin ba-ğışlayan ve esirgeyendir.”2
İnsanlar açlık nedeniyle ölüm tehlikesi ile karşı karşı-ya kaldıklarında, haram olan şeylerden az miktarda yiyebi-lirler.
Haram içecekler: Şa-rap, afyon, eroin ve koka-in benzeri uyuşturucular, etil alkol ve ispirto vb. gibi insan sağlığına zarar veren ve aklı izale eden her türlü içecek ha-ramdır. Nitekim Yüce Allah, bu hususta şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), şans ok-ları, şeytan işi bir pisliktir. Bunlardan kaçının ki, kurtu-luşa eresiniz.”3
Aile Hukuku ile İlgili Haramlardan
Bazıları
Zina etmek haramdır: İslâm dini fuhuş ve zinayı ha-
ram kılmış ve şiddetle yasakla-
Eylül 201046
mıştır. Nitekim yüce Allah, “Zi-
naya yaklaşmayın. Çünkü o,
son derece çirkin bir iştir ve
çok kötü bir yoldur.”4 buyur-
maktadır.
Kişiye, kendisiyle arasında
“devamlı evlenme engeli” bu-
lunan kadınlarla evlenmek de
haramdır. Bu kimseler âyette
şöyle ifade edilir: “Size ana-
larınız, kızlarınız, kız kardeş-
leriniz, halalarınız, teyzeleri-
niz, erkek kardeşin kızları, kız
kardeşin kızları, sizi emziren
analarınız, sütkız kardeşleri-
niz, kayın valideleriniz, ger-
değe girdiğiniz karılarınız-
dan olup, evlerinizde bulunan
üvey kızlarınız (Eğer henüz
gerdeğe girmemişseniz üze-
rinize bir vebal yoktur.), ken-
di sulbünüzden gelen oğulları-
nızın karıları ve iki kız kardeşi
bir nikâh altında toplamanız
haram kılındı.”5
Bu âyetin hükmüne göre üç
mutlak evlenme engeli ve ebe-
di haramlık ortaya çıkmakta-
dır. Bunlar kan hısımlığı, ev-
lilikle meydana gelen hısımlık
ve süt hısımlığıdır.
Haram Muameleler
İslâm’ın haram kılıp yasak-
ladığı bazı muameleler vardır.
Bunların bir kısmı insanın Al-
lah ile ilişkisinde bir kısmı in-
sanın diğer insanlarla olan iliş-
kisindedir.
İnsanın Allah ile olan ilişki-
sindeki harama şu örneği vere-
biliriz:
Allah’a ortak koşmak haramdır: Allah’a ortak koş-
mak en büyük günahtır. İnsan
bu günahtan tevbe edip dön-
medikçe Allah o kişiyi aslâ af-
fetmez. Nitekim yüce Allah;
“Allah, kendisine ortak koşul-
masını aslâ bağışlamaz; bun-
dan başkasını, (günahları)
dilediği kimse için bağışlar.
Allah’a ortak koşan kimse bü-
yük bir günah (ile) iftirâ etmiş
olur.”6 buyurur. Allah şirki ke-
sinlikle yasaklamıştır. Nitekim
Hz. Lokman, oğluna şöyle bu-
yurur: “Yavrum! Allah’a ortak
koşma! Çünkü Allah’a ortak
koşmak elbette büyük bir zu-
lümdür.”7
İnsanın Diğer İnsanlarla Olan İlişkilerindeki
Haramlar
Ana-babaya isyan et-mek ve kötü davranmak haramdır: Allah insanın ana
babasına isyan etmesini haram
kılmıştır: “Rabbin, kendisinden
başkasına asla ibadet etme-
menizi, anaya babaya iyi dav-
ranmanızı kesin olarak emret-
ti. Eğer onlardan biri, ya da
her ikisi senin yanında ihtiyar-
lık çağına ulaşırsa, sakın onla-
ra “öf!” bile deme; onları azar-
lama; onlara tatlı ve güzel söz
söyle.”8
Cana kıymak haram-dır: İslâm’da büyük günahlar-
dan biri de kasden bir cana kıy-
maktır. Yüce Allah haksız yere
cana kıymayı haram kılmış ve
şöyle yasaklamıştır: “Kim bir
47
mü’mini kasden öldürürse,
cezâsı, içinde ebedî kalacağı
cehennemdir. Allah, ona gazap
etmiş, lânet etmiş ve onun için
büyük bir azap hazırlamıştır.”9
Terör estirmek veya te-rörsel faaliyetlerde bu-lunmak haramdır: Yeryü-
zünde terör yapmak ve fesat
çıkarmak da haramdır. Nite-
kim Yüce Allah şöyle buyu-
rur: “Allah’a ve Resulüne sa-
vaş açanların ve yeryüzünde
bozgunculuk çıkarmaya çalı-
şanların cezâsı; ancak öldürül-
meleri yahut asılmaları veya
ellerinin ve ayaklarının çap-
razlama kesilmesi yahut o yer-
den sürülmeleridir. Bu cezâlar
onlar için dünyadaki bir rezil-
liktir. Âhirette de onlara büyük
bir azap vardır.”10
Hırsızlık yapmak ha-ramdır: Hırsızlık yapmak da
büyük günahlardan olup yüce
Allah Kur’an’da hırsızlığı ya-
saklamış ve çok ağır bir cezâ ge-
tirmiştir: “Hırsızlık eden erkek
ve kadının, yaptıklarına kar-
şılık Allah’tan bir cezâ olarak
ellerini kesin! Allah daima üs-
tündür, hüküm ve hikmet sahi-
bidir.”11
Yalan söylemek haram-dır: İnanan insan, daima doğ-
ru sözlü olmalı asla yalan söyle-
memelidir. Zira iman ile yalan
bir arada bulunmaz. Yüce Allah
bir âyet-i kerîmede doğruluk il-
kesine vurgu yaparak şöyle bu-
yurmaktadır: “Ey iman eden-
ler! Allah’tan korkun ve doğru
söz söyleyin ki, Allah sizin işle-
rinizi düzeltsin ve günahları-
nızı bağışlasın. Kim Allah’a ve
Resûlüne itaat ederse, muhak-
kak büyük bir başarıya ulaş-
mıştır.”12
Görüldüğü gibi bu âyette söz
söylerken ve iş yaparken doğ-
ru ve dürüst olunması emredil-
miş, böyle olunduğu takdirde
işlerin düzeleceği, günahların
bağışlanacağı ve sonuçta da
mü’minlere va’d edilen cennete
ulaşılacağı belirtilmektedir.
Gıybet, (dedikodu) yap-mak haramdır: İslâm dinin-
de dedikodu yapmak ve insan-
ları arkalarından çekiştirmek
de haramdır. Zira Yüce Allah
bu hususta şöyle buyurmak-
tadır: “Birbirinizin gıybetini
yapmayın. Herhangi biriniz
ölü kardeşinin etini yemekten
hoşlanır mı? İşte bundan tik-
sindiniz! Allah’a karşı gelmek-
ten sakının. Şüphesiz Allah
tövbeyi çok kabul edendir, çok
merhamet edendir.”13
Alay etmek haramdır:
İnsanların birbirleriyle alay et-
mesi de haramdır. Bu davra-
nış, Yüce Allah tarafından şöy-
le yasaklanmıştır: “Ey iman
edenler! Bir topluluk bir diğe-
rini alaya almasın. Belki onlar
kendilerinden daha iyidirler.
Kadınlar da diğer kadınla-
rı alaya almasın. Belki onlar
kendilerinden daha iyidirler.”14
İnsanların gizli halleri-ni araştırmak haramdır:
İnsanların birbirlerinin gizle
hallerini araştırmaları da ha-
ramdır. Bu da, biraz önce yazdı-
ğımız âyetin bir parçası olarak
Yüce Allah tarafından şöyle ya-
Eylül 201048
saklanmıştır: “Birbirinizin ku-
surlarını ve mahremiyetlerini
araştırmayın.”15
Ticaretle İlgili Haramlar
Faiz haramdır: İslâm di-
ninde faiz haram kılınmıştır.
Nitekim bu hususta yüce Al-
lah şöyle buyurur: “Faiz yi-
yenler (kabirlerinden), şeytan
çarpmış kimselerin cinnet nö-
betinden kalktığı gibi kalkar-
lar. Bu hal onların “Alım-sa-
tım tıpkı faiz gibidir” demeleri
yüzündendir. Hâlbuki Allah,
alım-satımı helâl, faizi haram
kılmıştır. Bundan sonra kime
Rabbinden bir öğüt gelir de
faizden vazgeçerse, geçmiş-
te olan kendisinindir ve artık
onun işi Allah’a kalmıştır. Kim
tekrar faize dönerse, işte onlar
cehennemliktir, orada devamlı
kalırlar.”16
Ölçü ve tartıda hile yap-mak haramdır: İyi ahlak sa-
hibi bir tâcir, işini doğru ya-
par. Kimseyi aldatmaz, hile ve
sahtekârlık yapmaz. Üzerine
aldığı görevi hakkıyla yapar,
hem kendisine hem de çevresi-
ne yararlı olur. Müslüman yap-
tığı bütün iş ve görevlerde doğ-
ruluk ve dürüstlüğü kendisine
şiar edinmelidir. Ticarette ek-
sik tartmak ve hile yapmak ha-
ram olup Yüce Allah tarafından
şöyle yasaklanmıştır:
“Eksik ölçüp noksan yapan
hilekârlara yazıklar olsun! On-
lar insanlardan alırken ölçüp
tarttıklarında tam, onlara ver-
mek için ölçüp tarttıklarında ise
eksik ölçer ve tartarlar. Onlar
düşünmezler mi ki, tekrar diril-
tilecekler! Büyük bir günde (he-
sap vermek için) diriltilecekler.
Öyle bir gün ki, insanlar o gün-
de âlemlerin Rabbinin huzurun-
da divan duracaklardır.”17
Haram Yemenin Olumsuz Sonuçları
Haramların işlenmesi fert ve
toplum hayatında birçok tahri-
bata yol açmaktadır. İslâm di-
ninde helâl kazanç teşvik edil-
miş, buna karşılık gayr-i meşru
yollardan rızık elde edilme-
si haram sayılmış ve yasaklan-
mıştır.
Haram lokma yendiği daki-
kada melek insana ilhamını ke-
ser. O andan itibaren Rahmânî
feyiz ve bereket kalbe inmez.
Böylece o kimsenin sıfatı deği-
49
şir. İnsan midesine giren her
haram şey, insan karakteri üze-
rinde olumsuz tesir yapar ve
ruh ya da beden sağlığının bo-
zulmasına sebep olur. O halde
insan yaşadığı sürece haram-
dan âzamî ölçüde sakınmalı ve
daima helâle talip olmalıdır.
Her haram bir hakkın zayi
olmasına sebep olur. Böyle-
ce haram, toplumda haksızlığa
yol açar, insanlar arasında gü-
veni sarsar ve toplum yapısında
huzur suzluk doğurur.
Hayatın canlılık kazanma-
sının, insanın ataletten kur-
tulmasının bir sebebi de içi-
mizdeki ve dışımızdaki karşıt
kuvvetlerin çarpışıp tartışma-
sı, sürtüşüp itişmesidir. İçimiz-
de iman ve irfan ile şekillenmiş
vicdanımızı melek destekler.
Kötülüğe ve günaha meyyal
olan nefsimize ise, şeytan yar-
dım eder. Haram ve murdara
doğru yönelme hevesini taşı yan
nefsimizi, akıl, iman ve irade-
mizin denetimine vermeyecek
olursak, mutlaka o şeytanla bir-
leşip, onun olumsuz yönde etki-
leyen sinyallerine hedef olarak
kötü arzularının yerine gelme-
sini sağlar. Böylece insanın şe-
hevî duygusu hareket ve canlı-
lık kazanır; o yüzden bir takım
hakların çiğ nenmesine, ahlâk
ve faziletin çökmesine yol acar.
Çünkü nefis bu vaâdîde şeyta-
na adım ve ayak uydurmuştur.
Hâlbuki şeytan insana apaçık
bir düşmandır; o ancak kötülük
ve hayâsızlığı emreder.18
Haram lokma ile beslenen
insanın dua ve ibadeti Allah ka-
tında kabul edilmez. Nitekim
Hz. Peygamber (s.a.v) bir ha-
dislerinde şöyle buyurmuştur:
“Adam saç sakalı karışık tozlu
bir vaziyette yolculuğunu uza-
tır da elini göğe kaldırıp: Ya
Rabbi! Ya Rabbi! der; halbu-
ki yediği haram, içti ği haram,
giydiği haramdır; haramla
beslenmiştir; artık onun dua-
sı ne rede ve nasıl kabul olur?”19
Netice olarak diyebiliriz
ki İslâm dini, insanı temiz ve
helâle yönlendirmekte, mur-
dar, pis ve haram şeylerden
uzak durmasını istemektedir.
İslâm’ın haram ve helâl kıl-
dığı hususlar açık olup ikisi
arasında kalan şüpheli fiillerin
bulunduğu bir saha daha var-
dır. Hz. Peygamber, bunlardan
uzak durmanın din ve namusu
korumak için daha emin bir yol
olduğunu, bunları yapan kim-
selerin ise haram işlemeye çok
yaklaşmış olacağını söylemiş20
ve haramlara yol açabilecek
şüpheli şeylerden kaçınmanın
faziletli bir davranış olduğunu
bildirmiştir.21
Helâl ve haram hususunda
İslâm’ın getirdiği temel kaide-
leri şöyle sıralayabiliriz:
Helâl, eşyanın aslındadır.
Yasaklanmamış her şey mubah
ve helâldir. Helâl ve haram kıl-
ma hakkı yalnız Allah ve Resu-
lüne aittir.
Helâli haramlaştırmak, ha-
ramı helâlleştirmek Allah’a or-
tak koşma gibidir. Harama
muhtaç etmeyecek kadar helâl
vardır.
Haram olan bir şeyde mutla-
ka çirkinlik ve zarar vardır. Ha-
rama götüren her şey haramdır.
Haramı helâlleştirmek için
hile yapmak haramdır. Şüpheli
olan her şeyden kaçınmak esas-
tır. Haram herkes için haram-
dır. Zaruretler mahzurları mu-
bah kılar.
* Prof. Dr.
1 2/Bakara, 173.2 6/En’âm, 145.3 5/Mâide, 90.4 17/İsrâ, 32.5 4/Nisâ, 23.6 4/Nisâ, 48.7 31/Lokmân, 13.8 17/İsrâ, 23.9 4/Nisâ, 93.10 5/Mâide, 33.11 5/Mâide, 38.12 33/Ahzâb, 70-71.13 49/Hucurât, 12.14 49/Hucurât, 11.15 49/Hucurât, 12.
16 2/Bakara, 275.17 83/Mutaffifîn, 1-6.18 Celal Yıldırım,
İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları, I, 427.
19 Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsir, 2/36, Edeb, 41; Dârimî, Rikak, 9; Ahmed b.Hanbel, age., II, 328.
20 Buharî, Îmân, 39.21 Müslim, Müsakat,
107-108; Ebû Dâvûd, Buyû’, 3.
Dipnot
Eylül 201050
KİŞİLİK ÖZELLİKLERİYLE
KÂFİR “Kâfirlerle ilgili olarak Kur’an, daha çok inanç ilkelerine aykırı olumsuz tutum
ve davranışlarından ve bu davranışlarının sürekliliği sebebiyle şartlanarak,
artık doğru ve güzel davranışları yapamayacak durumda olma özelliği
kazanmalarından bahseder.”
PsikolojiMustafa Doğan KARACOŞKUN*
5151
Kur’an-ı Kerim,
insanların ki-
şilik özellik-
lerinden söz ederken, inanç ve
inanca dayalı davranışlar açısın-
dan gruplama ve değerlendir-
meler yapar. Buna göre, birçok
inanç ve inanca dayalı davranış
grupları arasında üç kimlik öne
çıkmaktadır. Bunlardan biri kâfir
kimliğidir. Kur’an-ı Kerim bir-
çok âyette kâfirlere işaretle onla-
rın tutum ve davranış özellikleri
üzerinde durur. Bu özellikleriy-
le onları tanıma ve anlama nok-
tasında mü’minlere uyarılarda
bulunur. Bu bağlamda kâfirlerle
ilgili olarak Kur’an, daha çok
inanç ilkelerine aykırı olumsuz
tutum ve davranışlarından ve bu
davranışlarının sürekliliği sebe-
biyle şartlanarak, artık doğru ve
güzel davranışları yapamayacak
durumda olma özelliği kazanma-
larından bahseder: “Allah, onla-
rın kalplerini ve kulaklarını mü-
hürlemiştir, gözlerine de perde
inmiştir.” (2/Bakara, 7).
Kâfirlerin kişiliklerini şekil-
lendiren temel kimlik özellikle-
rini Kur’an bağlamında psiko-
log Prof. Dr. Osman Necati yedi
maddede özetler. Şimdi bu mad-
deleri psikolojik çözümlemeler
yaparak sırayla ele almak istiyo-
ruz:
İnançla İlintili Kimlik:
Tevhîde, resullere, âhiret gü-
nüne, dirilişe ve hesap gününe
inanmamayı içeren kişilik özelli-
ğidir. Bilindiği gibi kâfirlerin te-
mel özellikleri inkârcılıklarıdır.
Onlar özellikle gaybı inkâr ede-
rek, Allah’ın sayısız âyetlerini
görmezden gelip nankörlükte ıs-
rarcı olurlar. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de şu âyet-i kerîmelerde
ifade edildiği gibi: “Nefse kötülü-
ğü (fücur) ve korunmayı (takvâ)
ilham edene and olsun ki, onu
tezkiye eden kurtuluşa ermiştir,
kirletip örten ise kaybetmiştir.”
(91/Şems, 8-10.). Bunu yaparak
varoluşsal özlerindeki Allah’a
iman ve buna bağlı diğer olumlu
yönelimlerin üstünü örterek, kö-
tülüklere yönelirler.
İbadetlerle İlintili Kim-lik: Allah’tan başka, kendilerine
herhangi bir fayda ve zarar ver-
meyen varlıklara ibadet etmek
de kâfir kişiliğin özelliklerinden-
dir. Çünkü her ne kadar Allah’ı
inkâr etseler de, varoluşsal özle-
rinde diğer bir ifadeyle fıtratla-
rında var olan bir kutsal varlığa
inanma ve yönelme eğilimi ihti-
yacı sonucu, bu ihtiyacı böylece
giderme yolunu tercih etmekte-
dirler.
Sosyal İlişkilerle İlintili Kimlik: Zulm etme, mü’minlere
karşı olan tasarruflarında düş-
manlık gütme ve onlarla alay
etme, haklarında sınırı aşma, kö-
tülüğü emretme ve iyilikten alı-
koyma gibi kişilik özellikleri bu
kategoridedir.
Aile İlişkileriyle İlinti-li Kimlik: Sıla-i rahimi kes-
me bu bağlamdadır. Bu nedenle
mü’minler sıkça uyarılarak ak-
rabalarıyla ilişkilerini güçlendir-
meye teşvik edilmektedirler. Ni-
tekim her Cuma namazı sonrası
okunan âyet-i kerimede “akraba-
larla yardımlaşma” emri cemaa-
te hatırlatılarak, kâfirlere benze-
memek için uyarılmaktadırlar.
Yaratılış/Tabiatla İlintili Kimlik: Ahdi bozma, ahlaksız-
lık, hevâ ve şehvetlere tabi olma,
gurur ve büyüklük taslama gibi
özellikle yaratılışla ilgili davra-
nışlar bu çerçevededir. Dolayı-
sıyla Kur’an ekseninden bakıl-
dığında, ahlakî özellikler olarak
nitelenen bu hususların kâfir ki-
şiliğine ait oldukları ve dolayısıy-
la Allah’a inanma ile ahlakî dav-
ranışlar arasında bağ kurduğu
belirtilmektedir.
Tepkisellik ve Duygu-sallıkla İlintili Kimlik: Mü’minleri sevmeme, onlara
karşı kin besleme, Allah’ın ken-
dilerine verdiği nimeti çekeme-
me ve haset etme hususları bu
sınıfta sayılabilir.
Akılsal ve Bilgisel Kim-lik: Bu kimlik özellikleri arasın-
da babaları taklit ve nefsin al-
datması, düşüncelerin anlayış ve
akletmekten donması, kalplerin
mühürlenmesi, inançlara kar-
şı basiretlerin körelmesi, sayıla-
bilir. Bu süreçler, aslında birbi-
rinden tümüyle kopuk değildir.
Babaları taklit ve nefsin istekle-
rine uyarak davranışlar gerçek-
leştirme olayı süreklilik kazan-
dığı sürece yerleşecek ve bireyin
benlik ve kişiliğini kuşatacaktır.
Zamanla birey, kendi yaptıkları-
nı iyi ve doğru olarak algılama-
yı daha güçlü bir inançla başara-
bilecektir. Yaşadığı süreç bir tür
şartlanma ve yapageldiği davra-
nışları pekiştirmedir. Bu neden-
le kalpleri mühürlenmiş, yani
artık iyi ve güzel işleri algılamak-
tan uzaklaşmış olacaktır. Anlayış
ve idrakleri de bu çerçevede işlev
görecektir. *Doç. Dr.
Eylül 201052
KültürEnbiya YILDIRIM*
RABBİNRIZÂSINI GÖZETMEK
“Meseleye dinin nasıl baktığına göz atacak olursak; insanların gözünde hiç tasvip
görmeyen çift şahsiyetli olmayı Allah’ın asla sevmeyeceği âşikârdır. Çünkü kulların
hoş görmediğini Allah’ın da hoş görmeyeceği bellidir.”
53
Bir insanın
yapmış oldu-
ğu hareke-
ti başkalarının gözüne girmek
için yapmasına riyâ ve gösteriş
denir. Bu şekildeki davranışlar-
da doğallık yoktur, ikiyüzlülük
ve yapmacıklık vardır. İnsanın
kendisiyle ve toplumla çelişik
yaşaması, iki farklı şahsiyet ser-
gilemesi söz konusudur. Böy-
lesi davranışları benimseyen-
ler kendileriyle, çevreleriyle,
en önemlisi de Allah’la barışık
değillerdir, devamlı bir ikilem
içindedirler, huzursuzdurlar.
Toplumun önündeyken farklı-
dırlar, yalnız kaldıklarında ise
bambaşka bir şahsiyet olur çı-
karlar.
İnsanların farklı kimlikler
sergilemelerinin kökenleri on-
ların çocukluk dönemlerine ka-
dar iner. Çocuklar, aile içinde
karşılaştıkları baskı ve şiddet
nedeniyle ebeveynlerinin ya-
nında farklı, yalnız kaldıkla-
rında da farklı davranışlar ser-
gilerler. Ev ortamı onları âdetâ
yalan söylemeye sürükler. Yap-
tıkları hataları inkâr ederler,
suçları bir başkasına atmayı
alışkanlık haline getirirler. Kar-
şılaşacağı baskı nedeniyle en iyi
yardımcı olarak yalanı kullanır-
lar. Ellerinden geldiğince uslu
çocuk rolünü oynamaya çalı-
şırlar, anne babalarının yanın-
da doğal davranmazlar, daha
o yaşlarda vaziyeti idare etme-
yi öğrenirler. Bazen de gerek-
siz veya aşırı ödüllendirmeler
olumsuz etki yapar; bu durum-
da bazı çocuklar, anne babala-
rının gözüne girmek için bazı
davranışları sırf o ödülü elde et-
mek için istemeyerek yaparlar,
ilk fırsatta da tam tersi bir tavır
içine girerler. Ebeveynin kendi
aralarındaki yanlış tavırları da
onların olumsuz şekillenmele-
rinde etkili olur. Anne babaları-
nın evlerinde sergiledikleri aile
içi davranış tarzının bir başka-
sı yanında tamamen değişmesi,
arkasından kınadıkları ve son
derece kötüledikleri kimselerle
karşılaştıklarında yakınlık gös-
termeleri de onların şahsiyetle-
rinin şekillenmesinde olumsuz
etkiler bırakır. Böylece çocuk-
lar duruma göre tiyatro oyna-
mayı hayatın gereği gibi algı-
larlar. Gerek okul döneminde
ve gerekse daha ileriki yaşlar-
da aynı tavrı besleyen etkenle-
rin neticesinde, böyleleri âdetâ
iki kimlikli insanlar olurlar.
Böylesi bir atmosferde ye-
tişen ve insanlarca beğenilme-
yi her şeyin önüne koyan kim-
selerin yaptıkları ibadetlerde
de aynı ikilem kendini gösterir.
Başkalarının kendisi hakkın-
da iyi düşünmesi için, görülen
alanlarda ibadet düşkünü olur
çıkarlar, başka zaman yapma-
dıkları ibadetleri başkalarını et-
kilemek için yaparlar. Bazen bu
siyaset için yapılır, bazen de bir
makama ulaşmak için. Bu ta-
vır, bazen de masum bir yardım
bağışında kendini gösterir. Fa-
kir insanlara yapılacak yardı-
mın herkes tarafından duyul-
ması ve ne kadar iyiliksever bir
insan olduğunun bilinmesi için
ilan ve reklamın her türlüsü so-
Eylül 201054
nuna kadar kullanılır. İnsanlar
da onların bu reklamına alda-
narak ne kadar cömert ve iyi-
lik sahibi bir kişi olduğunu dü-
şünürler. Hâlbuki bilmezler ki,
onların bu davranışlarının esas
nedeni yapmak istedikleri bazı
işleri gölgelemek veya bazı yer-
ler nezdinde muteber bir insan
olduğu imajını uyandırmak ve-
yahutta ileriki yatırımları için
çıkabilecek pürüzleri daha baş-
tan silmektir. İsimleri karanlık
işlere karışmış nice insanın ha-
yır ortamlarında boy gösterme-
sini başka neyle izah edebiliriz
ki? Bu aynı zamanda, menfaat
ve istikbal için her şeyin hizmet
aracı olarak görülmesi ve arzu-
lara alet edilmesidir. Dolayısıy-
la yer ve zamana göre farklı ka-
rakter sergilemek ve ortama bir
bukalemun gibi hemen uyuver-
mek, bunu yapan gözünde açık-
gözlülük ve işbilirliktir. Aslolan
onun hedeflediği şeye doğru
yürüyebilmesidir ve bu amaç-
la önündeki her engeli hangi
yolla olursa olsun aşmak du-
rumundadır. Tabii bu şekilde
davranan az sayıdaki insan için
yaptığımız bu tespitlerden, ger-
çekten samimi olarak yardımda
bulunan büyük çoğunluğu ten-
zih etmek gerekir. Onların sa-
mimi yardımları sayesinde çok
sayıda fakir ve muhtaç insan
hayatını sürdürebilmektedir.
Meseleye dinin nasıl bak-
tığına göz atacak olursak; in-
sanların gözünde hiç tas-
vip görmeyen çift şahsiyetli
olmayı Allah’ın asla sevmeye-
ceği âşikârdır. Çünkü kulların
hoş görmediğini Allah’ın da hoş
görmeyeceği bellidir. Bunu da
en iyi ibadetler alanında gör-
mekteyiz. Allah Teâlâ kendisi-
ne yapılan ibadetlerde gösterişe
kaçılmasını asla tasvip etmez ve
şöyle buyurur: “Vay o namaz
kılanların haline ki, onlar kıl-
dıkları namazdan habersizdir-
ler. Onlar gösteriş yaparlar.”
(107/Mâûn, 4-6). Allah Teâlâ,
insanları beğendirmek ve on-
ların gözüne girmek için ibadet
eden insanlara “Böyle ibadet
edeceğine hiç yapma daha iyi.
İbadetini benim için yapma-
ya çalış. Çünkü o ibadeti sana
emreden ve mükâfatını verecek
olan benim. O halde benim için
yap.” der gibidir. Hz. Peygam-
ber de bir grup riyâkâr hakkın-
da şöyle buyurmaktadır:
“Bazı şehitler, malını tasad-
duk edenler ile âlimler müka-
fat olarak cenneti isteyecekle-
ri zaman, Allah Teâlâ her birine
‘Yalan söylediniz; biriniz desin-
ler diye cömertlik etti; diğeri-
niz desinler diye savaşta kah-
ramanlık gösterdi; diğeriniz de
falan kimse âlimdir desinler
diye okudu.’ buyuracak ve bun-
ların hiçbiri mükafat alamaya-
caktır.” (Bunu ifade eden uzun
rivayet için bkz. Müslim, İma-
re, 152.)
Bu hadiste bizler için çok
ibretlik dersler vardır. Göste-
riş olsun, namım yürüsün, in-
sanlar beni övsün diyerek yapı-
lan iş, niyetini bilmedikleri için
insanların gözünde büyük bir
amel olarak gözükse bile, Allah
o kulun kalbini iyi bildiğinden,
içindekiyle dışındakinin fark-
lı olduğunu gördüğünden, ona
hiçbir sevap vermez, belki de
cezalandırır. Bir başka hadiste
bu gerçek daha açık bir şekilde
ifade edilmektedir:
Hz. Peygamber ashabına der
ki: “Sizin için en korktuğum şey
küçük şirktir.” Ashabı şaşırarak
“Küçük şirk de nedir?” diye so-
rarlar. Hz. Peygamber onlara
şöyle buyurur: “Küçük şirk riyâ
yani gösteriştir. Allah Teala
kıyamet günü herkesi yaptı-
ğı ameline göre mükafatlandı-
racağı zaman şöyle buyura-
caktır: Dünyada kime gösteriş
yaptıysanız, şimdi gidin onla-
rın yanına. Bakalım onlarda
size verilebilecek bir mükafat
var mı?” (Ahmed b. Hanbel, V.
428, 429) Bu hadiste Hz. Pey-
gamber, gösteriş için, insan-
ların gözüne girmek için bir
takım iyilikler yapanların kıya-
met günü sevap alamayacakla-
rını ve kandırdıkları kimselerin
yanına gönderileceklerini ha-
ber vermektedir. Gönderildik-
leri kimselerin onlara bir yara-
rı dokunmayacağı için hüsrana
uğrayacaklar ve Allah rızâsını
“Allah’tan dileğimiz, ibadetlerimizi ve diğer davranışlarımızı
gerçekten gönlümüzden gelerek yapmayı bizlere nasip
etmesidir. Sırf insanlar desin diye gösteriş yapmaktan
bizleri korumasıdır.”
55
gözetmeden sırf insanların gö-
züne girmek maksadıyla yap-
tıkları ameller boşa gidecek-
tir. Hz. Ali böylesi insanları
çok güzel tanıtmaktadır: “Gös-
teriş yapanın alameti şunlar-
dır: Yalnız kaldığında amelin-
de tembelleşir, halk içindeyken
heveslenir. Övüldüğü zaman
amelini çoğaltır, yerildiğinde
ise azaltır.”
Bütün sorun insanın dünya-
ya bir imtihan için geldiğini za-
man zaman unutmasındadır.
Dünyayı ebedî ve devamlı ya-
şayacağı bir yer gibi görmesin-
dedir. Dünyanın geçici olduğu,
insanın yaptıklarından hesaba
çekileceği unutulduğunda veya
önemsenmediğinde, insanla-
rın beğenisi ön plana çıkmakta,
bu sefer Allah rızâsı değil de et-
raftakilerin hoşnutluğu gözetil-
mektedir. Bu, ibadette bile ken-
disini göstermektedir. İnsan
şeklen Allah’a ibadet etmek-
te ancak gönlünden bunu bir
kula doğru yapmaktadır, arzu-
su onun gözüne girmektir. Do-
layısıyla bir başka insana kul-
luk yapıyor gibidir.
Başkalarını da teşvik et-
mek gayesiyle yapılan ibadet-
leri, yardımları ve iyilikleri yu-
karıdaki tanımlamanın dışında
tutmak gerekir. Eğer insan ger-
çekten yaptığını iyi niyetle ya-
pıyor ve bunu yaparkenki ni-
yeti, insanların kendisini örnek
almaları ve benzeri yardım ve
iyilikleri onların da yapma-
sı ise, Allah elbette onun kal-
bindeki niyetini bilmektedir.
Mükâfatını da niyetine göre ve-
recektir. Başkalarının da aynı
veya benzeri hayrı yapmasına
sebep olduğu için onların se-
vaplarının bir mislini kendisi
de alacaktır. Ancak kişinin ni-
yetinin ne kadar önemli oldu-
ğu dikkatlerden kaçmamalı-
dır. Dolayısıyla aslolan kalbinin
kendisine ne dediğidir. Eğer
ibadetini yaparken gönlün-
den başkalarına beğendirme
arzusu geçiyorsa, etrafındaki-
ler olmadığı takdirde o ibade-
ti farklı şekilde yapacaksa, bu-
rada bir problem var demektir.
Keza başkaları olmadığı takdir-
de yaptığı iyiliği yapmayacaksa,
burada da sorun var demektir.
Sonuç itibarıyla, şahsiyet
ikileşmesi son derece ciddi bir
sorundur. Bunun ortaya çıkma-
sı daha çocukluk dönemine ka-
dar uzandığına göre, ebeveyn-
ler yavrularını böyle olmaya
itecek ödüllendirmelerden veya
baskılardan kaçınmak duru-
mundadırlar. Kendileri de bu
tür davranışlar sergileyerek ço-
cuklarına kötü örnek olmama-
lıdırlar. Kalbiyle barışık, yalnız
kaldığında içi huzurlu olan in-
sanlar yetiştirmek istiyorsak,
çocuklarımızı farklı ortamla-
ra göre değişik davranışlar içi-
ne girmeye neden olacak davra-
nışlardan kaçınmamız gerekir.
Allah’tan dileğimiz, ibadet-
lerimizi ve diğer davranışları-
mızı gerçekten gönlümüzden
gelerek yapmayı bizlere nasip
etmesidir. Sırf insanlar desin
diye gösteriş yapmaktan bizle-
ri korumasıdır.
*Prof. Dr.
Eylül 201056
Tarihİsmail ÇOLAK
OSMANLI veOSMANLI ve
ORTADOĞUORTADOĞU
57
Batılılar ve Si-
y o n i s t l e r
(hatta bir kı-
sım Araplar) güç birliği edip
Osmanlı hâkimiyetine son ver-
dikleri, hele de İsrail Devle-
ti kurulduğu andan itibaren
Ortadoğu’da barış ve istikrar
hayal olmuştur. Çalkantı ve ça-
tışmalarla dolu cehennemî bir
hayat yaşamaktan ve malûm
güçlerin saldırı ve zulümleriy-
le kan deryasına gömülmekten
kendini bir türlü kurtarama-
yan mahzun coğrafya Ortado-
ğu, dünyanın hâlâ en bunalım-
lı ve kanlı yerlerinin odağında
bulunmaktadır. ABD’nin Irak’a
yönelik hayâsız istilâsı kesin
olarak gösterdi ki Ortadoğu,
emperyalizm ve Siyonizm’in or-
tak mahsulü olan bu uğursuz
beladan yakasını kolay kolay sı-
yıramayacaktır.
Aslında yaklaşık bir asır-
dır Ortadoğu’da tarih benzer
biçimde tekrar etmekte, baş-
ta Irak olmak üzere tüm böl-
gede, “emperyalist tezgâh”ın
20. yüzyılın başında sunî ola-
rak ürettiği, Osmanlı’yı pay-
laşım kavgasından arta kalan
eski dondurulmuş meselelerin
izdüşümleri ve birbirini andı-
ran kısır döngüler yaşanmakta-
dır. Burada aktaracağımız bil-
gilerin, bugünkü gelişmeleri
lâyıkıyla anlam(ak)landırmak-
ta ne kadar mühim bilgiler ol-
duğunu sizin de takdir ede-
ceğinizden ve hâdiselerin ve
gerçeklerin soğuk yüzü kar-
şısında iliklerinize kadar tit-
reyeceğinizden eminiz. Mak-
sadımız, kuru bir Osmanlı’yı
yeniden diriltme çabası değil,
güncel politikaya hizmet ede-
cek şekilde nihaî barışın ide-
al koordinatlarını bir kez daha
hatırlatabilmektir.
Osmanlı Mucizesinin Sırrı
Cetvelle taksim edilip em-
peryalizmin sömürü ve hege-
monyasının kolaylaştırıldığı
bu coğrafya, Osmanlı’dan son-
ra siyasî anaforun tam ortası-
Eylül 201058
na düşmüş ve huzur ve istikra-
rın teminatı “barış şemsiyesi”
paramparça olup tarihe karış-
mıştı. İslâm Dünyası’nın bağ-
rında ve mukaddes mekânlarda
her geçen gün daha da kat-
merleşen üzüntü verici olay-
lar, Osmanlı’nın bölgede dört
asır boyunca tesis ettiği köklü
ve kalıcı barışın ne anlam ifade
ettiğini bugün daha iyi anlat-
maktadır. Artık Osmanlı san-
cağı altında idrak edilen mutlu
yıllar tarih yapraklarında kaldı
ve bir daha yakalanması, hat-
ta hayali bile imkânsız, özlemle
yâd edilen tatlı bir hatıra olarak
mazideki en seçkin yerini aldı.
Gerçekten de Osmanlı, Ce-
mil Meriç’in de dediği gibi, böl-
genin tüm hassas dengelerini
bilen, birbiriyle sürekli çatış-
ma ve rekabet içindeki Müs-
lim ve gayrimüslim bütün mez-
hep ve ırklara eşit mesafede
hitap eden, anarşi ve karma-
şaya meydan vermeden âdil
bir arabulucu olarak bilumum
meseleleri çözen ve kendinden
sonra hiçbir devletin başara-
madığı “kerim devlet rüyası”nı
tek başına gerçekleştiren bir
kudret olmuştu. Osmanlı’nın
mucizevî düzeninin temelin-
de, kaynağını İslâm’ın ve İslâm
Tarihi’ndeki uygulamaların, ci-
hanşümul hoşgörü ve adale-
tinden alan, karşılıklı güven ve
gönül rızasına dayanan, ger-
çek insan haklarının geçerli ol-
duğu âdil bir yönetim/medeni-
yet anlayışı yatıyordu. ABD’de
Dortmouth College antropo-
loji ve insan ilişkileri profesö-
rü olan Dale F. Eickelman, yu-
karıdaki kanaatleri bakın nasıl
desteklemektedir: “Osman-
lı yönetimi, neredeyse altı asır
boyunca üç kıtada farklı inanç
ve kültürleri bir araya getirir-
ken, onlara Avrupalı muasırla-
rından çok daha ileri derecede
farklılıklarını koruma imkânı
vermiştir.”
Emperyalist Oyun Neden Bitmez?
Barışın altın çağını dört
asır boyunca Osmanlı saye-
sinde yaşayan Ortadoğu’ya
hâlihazırda ne oldu da fırtı-
naların hiç dinmek bilmediği,
selâmet ve sükûnete hasret ka-
lan bir bölge hâline geldi? Bu-
gün Ortadoğu’da, çok zamandır
kanayan ve artık kangrenleşen
yaraların, tarihî kökenden kay-
naklandığı apaçık ortadadır. I.
Cihan Harbi’nin akabinde İn-
gilizler, müttefikleriyle bir olup
Ortadoğu’yu çıkarlarına göre
paramparça etmişler ve bölgeyi
kolonileştirme arzularını açık
bir surette ortaya koymuşlar-
dı. Daha da vahimi, Yahudilere
Filistin’de bir yurt ikame etme
emelini de alenen sergilemişler-
di. İngiltere’nin o zamanki Dı-
şişleri Bakanı Lord Curzon’un,
Arap kabile reislerine (tam bir
sömürgeci edasıyla) yaptığı bir
konuşmadaki şu sözleri, Anglo-
Saksonların, Ortadoğu’dan çık-
maya hiçbir surette niyetleri-
nin olmadığını herkesin gözüne
sokarcasına ilan eder mahiyet-
teydi: “Sizin onayınızla, İngiliz
Hükümeti’ne yüklenen ulusla-
rarası barışın bekçisi görevinin
doğal sonucu olarak, çağımızın
herhangi bir gücü buraya gel-
meden biz buradaydık. Karga-
şa ile karşılaştık ve belli bir dü-
zen meydana getirdik. Yüzyıllık
pahalı ve muzaffer bir teşebbü-
sü elbette ki terk etmeyeceğiz.
Tarihteki en özverili sayfayı sil-
meyeceğiz. Hükümetimizin nü-
fuzu ve çıkarı her şeyden üstün
tutulacaktır.”
Hasretle Anılan “Altın Çağ”
Yıkılışından günümüze de-
ğin Osmanlı hakkında orta-
ya atılan, Batı kaynaklı pek
çok olumsuz propaganda, Arap
âleminin zihnini bulandıran bir
paranoya hâline gelmesine rağ-
men, hakikat erbabı bazı aydın-
ların ve siyasetçilerin; Devlet-i
Alî’nin tesis ettiği barış ve is-
tikrarın, bölgenin hassas den-
geleri ve geleceği açısından ne
mana taşıdığını takdir etme-
lerine ve hasretini çekmele-
rine mâni olamamıştır. Eski
Osmanlı Paşası, Türklere kar-
şı kurulan Arap İhtilâl Teşki-
59
latı El Ahd’ın bir dönem lide-
ri olan Aziz Ali Mısrî, kendisine
karşı çok cürümler işledikleri
Osmanlı’nın hakkını ödeyeme-
yeceklerini ve sonu gelmeyen
karışıklıklar dolayısıyla onu
sıkça aradıklarını şöyle itiraf et-
mişti: “Bugün bütün Ortadoğu,
Osmanlı Devleti’nin kendileri-
ne karşılıksız ve men-
faatsiz, sadece cömert
ve âdil bir hükümran
olarak verdiklerinin
pek azını arıyor; ama
bulamıyor.”
H i n d i s t a n ’ d a k i
İsmailî Mezhebi’nin
eski liderlerinden Ağa
Han, Osmanlı’nın
İslâm âleminin lide-
ri ve koruyucusu sıfa-
tıyla, itibar ve caydı-
rıcılığını muhafaza ve
ona yönelik saldırıları
bertaraf etme görevine
ise, şöyle işaret etmişti:
“İstanbul’daki rejim,
İslâmiyet’in dünyevî
yüceliğinin gözle görü-
nür kalıntısını temsil
etmekteydi. Osmanlı-
lar, Ortadoğu’nun çet-
refilli siyasî gerçeklerini anla-
mış ve kavramış gerçek devlet
adamlarıydı.” Sudan Meclis
Başkanlarından Muhammed
Hanife de, Osmanlı’nın aksi-
ne Batılıların Ortadoğu’daki te-
mel siyasetlerini emperyalizme
dayandırdıklarına şu şekilde
dikkat çekmektedir: “Osmanlı
geçmişte İslâm âlemine büyük
hizmet vermiştir. Amerika’nın
bir ülkeye emperyalizmle gittiği
gibi, Rusya’nın Doğu Avrupa’ya
emperyalizmle gittiği gibi Os-
manlı İmparatorluğu hiçbir
yere gitmemiştir. Türkler git-
tikleri yere hizmet vermişler-
dir.” Mısır’daki Osmanlı Araş-
tırmaları Merkezi Müdürü Prof.
Muhammed Harb ise, bölgede
karmaşaya meydan vermeyen
Osmanlı’nın, krizleri çözme-
deki üstün becerisine şöyle te-
mas etmektedir: “Osmanlı’nın
azınlıklara olan nizamı şim-
di tatbik edilseydi, Ortadoğu
müşkülatlarının hiçbirisi mey-
dana gelmezdi. Çünkü 400-500
sene aynı azınlıklar vardı. Ne-
den böyle bir müşkülat olmadı?
Çünkü Osmanlı nizamı kuvvet-
liydi. Meseleleri hallediyordu.”
I. Körfez Savaşı’nda, Mısır Dı-
şişleri Bakanı’nın sarf ettiği şu
veciz söz, buraya kadar izah et-
meye çalıştığımız realiteleri son
tahlilde bir kez daha bayraklaş-
tırmıştı: “Osmanlı gitti, Orta-
doğu bitti!”
Batı’nın Hakkı Teslim ve İtirafları
Batılıların hakkı teslim eden
itiraf ve değerlendirmelerine de
parantez açmak meseleye ol-
dukça ilginç bir boyut
katacaktır: Napol-
yon, 17 Şubat 1807’de
Varşova Senatosu’na
gönderdiği mesajda,
Osmanlı’nın hüküm-
ran olduğu coğrafya-
larda attığı sağlam
temellerin, bölgesel
barış açısından ta-
şıdığı hayatî önemi
şöyle vurgulamıştı:
“Osmanlı Devleti yı-
kıldığı zaman, bunun
peşinden gelecek fe-
laketleri ve harple-
ri hiç kimse tahmin
edemez.” Fransa Dı-
şişleri Bakanı Tal-
leyrand da, 27 Ocak
1807’de Viyana elçi-
liğine yazdığı mek-
tupta, Napolyon’un
dikkat çektiği aynı
noktaya temas etmişti: “Bü-
tün düğümlerin başı Osman-
lı Devleti’dir. O muhafaza edil-
melidir.” Ortadoğu’da Osmanlı
barışının bozulması ve dünden
bugüne kıyameti andıran karı-
şıklıkların ortaya çıkmasında
en fazla hissedar olanların ba-
şında gelen ajan Lavrens ise,
20. yüzyılın başında şu keha-
neti yapmıştı: “Osmanlı’yı yıka-
cağız; ama Ortadoğu’da onun
boşluğunu asla doldurama-
yacağız.” Benzer bir kehane-
Eylül 201060
ti, İngiltere başbakanlarından
meşhur Winston Churchill de
seslendirmişti: “Osmanlı İm-
paratorluğunun parçalanması,
Akdeniz’den Hindistan’a kadar,
İslâm Dünyası ile ebedî savaşa
yol açacak.”
İngilizlerin dünyaca ünlü ta-
rihçisi Arnold Toynbee, Lav-
rens ve Churchill’in görüşü-
nü destekler tarzda, Devlet-i
Osmâni’nin Ortadoğu’da bı-
raktığı boşluğu Batılı devletle-
rin asla dolduramadığını şöyle
hükme bağlamıştır: “Osmanlı-
ların Yakın Doğu’da yerlerine
geçen Avrupalı veya yerli hiçbir
devlet, bu bölgeyi Osmanlılar
kadar iyi idare etmemişlerdir.
Avrupa devletleri, Osmanlı-
lardan aldıkları ülkeleri ancak
zulümle yönetebilmişlerdir. O
ülkeleri kısa müddet bile elle-
rinde tutamadılar. Üstelik kar-
makarışık ettiler.” Bu tespit-
ler ışığında, Auguste Comte’un
halefi Fransız bilgin Pierre
Lafitte’nin, yerden göğe kadar
haklı şu genel kanaatine ka-
tılmamak imkânsızdır: “Batı,
Doğu’yu düzeltmeye kalkışma-
dan evvel, kendi tereddisine
(çöküşüne) çare bulmalıdır. Hı-
ristiyanların insan neslini ida-
re etmeye kalkışmasından daha
manasız ve daha küstah bir id-
dia düşünemiyorum.”
Barışı Sağlamada Osmanlı
Koordinatları
Ortadoğu’nun süt liman ol-
ması ve yeniden barış ve is-
tikrara kavuşması için şu an
Osmanlı yegâne numunedir;
başka idealize edilebilecek bir
misal de zaten mevcut değildir.
Dünya jandarmalığına ve Yeni
Dünya Düzeni mimarlığına so-
yunan ABD’nin gerçek barı-
şı tesis etmekten ne denli uzak
olduğu meydandadır. Eski baş-
kan George Bush’un 1992’de
sarf ettikleri, sözlerimizin açık
delilidir: “Ortadoğu’da çatış-
maların ve karışıklığın bu denli
fazla olduğu bugünlerde, dün-
yanın, Osmanlı İmparatorluğu
zamanında uyum ve saygı için-
de, yan yana yaşayan Müslü-
man ve Yahudileri anımsaması
gerekmektedir.”
Osmanlı fobisinin kıska-
cından bir türlü kurtulama-
yan yerli Arap yönetimlerinin
ve Osmanlı’nın bölgede ifâ et-
tiği görevin tek mirasçısı olan
Türkiye’nin de kendilerini “Os-
manlı tecrübesinden” nasipsiz
bırakmamaları mutlak surette
zarurettir. Dinmeyen çatışma-
lar, durmaksızın kanayan yara
ve emperyalizmin sözde barış ve
özgürlük adına getirdiği zorba-
lık ve yıkımdan sonra “Osman-
lı Modeli”, tek alternatif olarak
tarafların karşısına çıkmıştır.
London School of Economics’te
Avrupa Düşüncesi Profesörü
John Gray’le yapılan röportaj-
da “Endülüs Emevileri’nin, Os-
manlıların hoşgörülü yaklaşım-
ları günümüz dünyası için yol
gösterici olabilir,” yaklaşımı sa-
vunulmuştur. İngiliz The Guar-
dian Gazetesi’ndeki bir değer-
lendirmede de, zuhur eden son
gelişmeler akabinde, diğer böl-
gelerin yanı sıra Ortadoğu’da
da, Osmanlı’nın müsamaha-
lı, âdil ve insancıl yönetimi-
nin mumla arandığı şöyle ifade
edilmiştir: “İmparatorluğun çö-
küşünün olumsuz sonuçları her
zamankinden daha yoğun his-
sediliyor.”
Hıristiyan bir Filistinli Şar-
kiyatçı olan Edward Said ise,
İsrail’deki Ha’aretz Gazetesi’ne
verdiği röportajda, daimî ba-
rışın adresi olarak “Osmanlı
Millet Sistemi”ni teklif etmiş-
tir: “Onların sistemi, şu an sa-
hip olduğumuzdan çok daha in-
sancıl gözükmektedir.” Samuel
Huntington dâhi, 1997’de An-
kara’daki bir konferansında; id-
dia ettiği çatışma tezinin bölge-
de Osmanlı benzeri bir yapının
kurulması durumunda ortadan
kalkacağını kabul etmiş olması-
dır.1
1 Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, s.197; İsmail Çolak, Modern Zamanlarda Osmanlı’yı Aramak, s.53; Cemal Kutay, Tarihte Türkler Araplar, İstanbul 1970, s.233-234, 247; Peter Mansfield, Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, Çev: N. Ülken, İstanbul 1975, s.92; T. G. Djuvara, Türkiye’yi Parçalamak İçin 100 Plan, s.147; Ah-met Rıza, Batının Doğu Politikasının Ahlâken İflası, s.40; Naci Bozkurt, Türk ve Türklük, s.31-39; NPQ 2001, C.3, Sayı:2, s.13; Muhammed Yahya, “Osmanlı Nizamı Çatışmaya Deva”, Tarih ve Düşünce Dergisi, Ocak-Şubat 2002, Sayı:25, s.57; Ha’aretz Gazetesi, 18 Ağustos 2000; Samuel Huntington’un Türkiye’de Verdiği Konferans, Sermaye Piyasası Kurulu Yay., Ankara 1997, s.238; Muhammed Heykel, 3. Petrol Savaşı, İstanbul 1993, s.18; İsmail Çolak, Doğu-Batı Kavşağında Osmanlı, 4. Bölüm.
Dipnot
61
BİZİM TÜRKÜMÜZ
Bizim türkümüzde gurbet var artık. Hasret var, yürek var, toprak var balam Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar Tiyan-Şan, Kadır-Gan Dağları’na dek uzar Kim demiş vatanımız Edirne’den Kars’a kadar. Kerkük’te kurşunlar ansızın bizi vurur Sürüklenir sokaklarda başsız cesetlerimiz Zulüm bir hançer gibi içimize oturur Bir mağara devrinden arta kalan insanlar Kerkük’te kan kusturur... Uzar gider bir sessizlik içinde Bir uçtan bir uca Türkistan toprakları Beyaz altın dediğimiz pamuk tarlalarına Çöreklenir yedi başlı kızıl yılan Baş kaldırsa esarete yeni bir Osman Batur Han Bebekler bile vurulur beşiklerinde Kana boyanır Türkistan. Basmış kanlı çizmeler toprağına bir defa Çiğnenmiş kara kalpaklar, temiz duvaklar Susmuş minarelerinde mübarek ezan Prangaya vurulmuş bir mahkûm gibi çaresiz Boynu büküktürkülerde güzelim Azerbaycan.
Bir kanlı ağıt söylenir şimdi Kırım’da Biz duyarız Kırım’ın öldüren feryadını Bir büyük destanla birlikte yeniden yazacağız Kırım topraklarına Kırım Türkünün adını. Balkanlarda büyük, öksüz kubbeler Minareler, şadırvanlar, kervansaraylar Bizi söyler, anlatır Mimar Sinan’dan beri Üsküp’te, Estergon’da, bir atar damar gibi Davullar, zurnalar ve serhat türküleri... Yüzyıllardan beridir Altaylardan Tuna’ya Bizim türkülerimizdir söylenen Konuşan dil, bizim dilimizdir Renk renk, nakış nakış uzayan toprak değildir Kilimlerimizdir... Yine bir dağ gibi, bir dev gibi doğrulacağız Yeni bir ruh doğacak toprağımızdan Tanıyacak bizi dünya yeniden heyecanla Burma bıyığımızdan, kalpağımızdan. Bizim türkümüzde gurbet var artık. Hasret var, yürek var, toprak var balam Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar Tiyan-Şan, Kadır-Gan Dağları’na dek uzar Kim demiş vatanımız Edirne’den Kars’a kadar.
Yavuz Bülent BAKİLER
Eylül 201062
WASHINGTON
GeziFatih ERKOÇOĞLU*
63
Mi n n e s o -
ta’ dan ge-
l i r k e n
arkadaşım Uveys Ali Nur
Washington’a gitmek isteyip is-
temediğimi sordu. “Eğer vak-
timiz olursa neden olmasın?”
dedim. O bir ara navigation ci-
hazıyla Washington’un mesa-
fesini öğrendi ve nereden gide-
ceğimizi tespit etmeye çalıştı.
Yeri gelmişken ifade edeyim
Amerika’da bir yön bildiren ci-
hazınız yoksa işiniz gerçekten
de zor…
Giderken uğradığımız
Colombus’a dönüş yolunu de-
ğiştirdiğimizden dolayı uğra-
maksızın transit geçtik. Bura-
da çok sayıda otoban yol vardı
ve önceden hesap yapıp nere-
den gideceğinize karar verme-
niz gerekiyordu. Arkadaşım
Washington’u görmem için
programını ona göre ayarladı.
Washington yolunda gece ya-
rısına kadar araç kullandı ve
epeyce yorulunca da yol bo-
yundaki ucuz otellerden birisi-
ne gecelemek için girdik. Sabah
erkenden kahvaltı sonrasında
tekrar yolumuza koyulduk.
Hava yağmurluydu. Seyir
halindeyken arkadaşımı daha
önce benim de tanışmış ol-
duğum Ayşe el-Adeviye Ha-
nım aradı. Kendisi Georgetown
Üniversitesi’nin düzenlediği bir
programa katılmak için yarın
Washington’a geleceğini söy-
lüyordu. Ne büyük tesadüf ki
biz de oraya doğru yol alıyor-
duk. Bu arada arkadaşımdan
bu programın mahiyetini Ayşe
Hanım’dan öğrenmesini iste-
dim. Zira belki bu programda
Washington’da Din Müşaviri
olarak bulunan Ankara İlahiyat
Fakültesinden Prof. Dr. Meh-
met Paçacı hocamı görebilece-
ğimi düşündüm. Böylece hem
ülkenin başkentini hem de bu-
rada tertip edilen İslâm’la ilgi-
li bir programda hocamı görme
imkanını elde edecektim.
Öğleye doğru Washington’a
ulaştık. Hava yağmurlu, her
yer alabildiğine yeşillikti. Mo-
telimiz Virginia tarafında idi.
Pentagon’u ve sadece görev es-
nasında şehit olanların defne-
dildiği Arlington Milli (Askerî)
Mezarlığının hemen yanından
geçerek gittik. Aracımızdaki eş-
yaları odamıza bıraktıktan son-
ra şehri gezmeye başladık.
Amerika’da şehir merkezin-
de araç park etmek ve park ede-
cek yer bulmak çok zor. Uveys
Ali beni yolda indirdi ve ben
hızla 169 m. yüksekliğindeki
mermerden yapılan Washing-
ton anıtının bulunduğu yere
gittim. Hava oldukça kapalı ve
yağmurluydu. Yine de birkaç
Eylül 201064
tane fotoğraf çekebildim. Arka-
daşım artık arabayı nereye park
ettiyse geldi ve benim anıt (di-
kilitaş) önünde bir iki fotoğ-
rafımı çektikten sonra birlikte
yürüyerek Capitol Hill’e doğ-
ru gittik. Artık neredeyse hava
kararmıştı, yine de biz gece
modunda fotoğraflar çekme-
ye devam ettik. Capitol Hill’in
önündeki havuzu dolandık ve
diğer caddeden arabamızın ya-
nına vardık. Dikilitaş ve Capitol
Hill’in arasında gezerken bir-
den aklıma Sultan Ahmet Mey-
danı geldi. Buradaki dikilitaş-
lardan Topkapı Sarayına doğru
gidişi hatırladım ve Amerika-
lıların bu düzenlemeyi bizden
almış olabileceklerini düşün-
düm. Gerçi onların dikilitaşla-
rı bizimkilerden daha büyük ve
kalın idi. Anıtın etrafı yeşillikti
ve bir yandan Capitol Hill diğer
yandan ise Lincoln Memorial’ın
bulunduğu mekan arasında ha-
vuzlar ve parklar yer almaktay-
dı. Yeşillikler arasında yüzlerce
kaz özgür bir şekilde otluyordu.
Hava karardığında aracı-
mızla Washington sokaklarında
biraz dolaştık, arkadaşım bura-
da yaşayan bir arkadaşını tele-
fonla aradı. Yolculuk boyunca
uğradığım yerlerin hemen hep-
sinde olduğu gibi Somalili arka-
daşımın burada da
bir arkadaşı vardı.
Arkadaşıyla buluş-
tuk ve sahibi İran-
lı olan bir lokantaya
girdik. Lokantadan
içeriye girer girmez ben ekme-
ğin kokusunu almıştım. Zira
neredeyse 5 aydır Amerika’da
bulunuyordum ve New York’ta
birçok defa Türk Lokantasına
gitmiştim; fakat bu lokantada-
ki ekmek kokusu aynı güzel ül-
kemdeki lokantalardakiler gibi
kokuyordu. Müteakiben ısmar-
ladığımız kebablar ve ayranlar
geldiğinde durum aynı minval
üzere idi. İnanır mısınız ilk defa
o gün, ülkemdeki damak tadını
bir İranlının restorantında bul-
muştum.
Sabah erken arkadaşım-
la birlikte George Washington
Üniversitesine gittik. Üniver-
site çevresindeki sokaklar ol-
dukça dardı, aracımızı park et-
mek yine sorun oldu. Sokaklar
genelde sağlı sollu ikişer kat-
lı, bakımlı evlerden oluşuyor-
du. Filimlerde görüldüğü gibi
Amerikan Üniversiteleri ağaç-
ların ortasında genelde taştan
ve ortaçağ şatosu görünüm-
lü binalardan müteşekkildi. Bu
üniversite binası da farklı de-
ğildi. Yeşillikle birlikte kare ta-
mamlanıyordu. Giren çıkan öğ-
renciler, bu ortaçağ binasının
modern hayatın bir parçası ol-
duğunu kanıtlar gibiydiler.
Programın yapıldığı salon
da yapının dışı gibi idi. Ahşap
paneller, süslemeler sanki eski
bir kilisede olduğunuz havası-
nı veriyordu. İçeride kadınlı er-
kekli çok sayıda insan vardı. Biz
girdiğimizde program henüz
başlamıştı. Amerika Müslüman
Çalışmaları Programı kapsa-
mında bir günlük konferansın
konusu “21. Yüzyılda Amerikan
Camii” idi. Konferans progra-
mı şöyle idi: Açılış konuşma-
larını Georgetown Üniversi-
tesinden John Voll ile Zahid
Bukhari yapacaktı. Cami, Top-
lum ve Çevre başlıklı ilk panel-
de Fairfax Enstitüsünden İqbal
Unus’un başkanlığında Ho-
ward Üniversitesinden Süley-
65
man Nyang, ADAMS merke-
zinden İmam Mohamed Magid,
Kentucky Üniversitesinden İh-
san Bagby, Prairie View A&M
Üniversitesinden Akel İsma-
il Kahera’nın konuşmaları var-
dı. Orange County (İlçesi) İs-
lam Merkezi’nden Muzzammil
Sıddıkî’nin konferansı bir saat
olarak planlanmıştı. Müteaki-
ben öğlen yemeği ve namazı için
ara verilecekti. Öğleden sonraki
ikinci panelin konusu; Mekan,
Dizayn ve Fonksiyon idi. Bu
panelde Georgetown Üniversi-
tesinden Diana Apostolos-Cap-
padona başkanlığında Mus-
limGuide.com’dan Riad Ali,
AIC’den Mazen Ayoubi, McCoy
Architects’ten Christopher
McCoy ve Cemiyet Camii’nden
İmam Khalid Griggs’in konuş-
maları vardı. Üçüncü pane-
lin konusu ise Eğitim ve Yetki
idi. Bu panelde ise Georgetown
Üniversitesinden İmam Yahya
Hendi başkanlığında Howard
Üniversitesinden Altaf Husa-
in, Beytü’l-İlm Akademisin-
den İmam Amir Mukhtar Faezi,
ILDC’den Louay Safi ve İmam
Johary Abdul Malik konuşma-
larını yapacaklardı. Program
Howard Üniversitesinden Sula-
iman Nyang’ın kapanış konuş-
masıyla sona erecekti.
Ön taraflarda bir yere otur-
dum. Birkaç kare fotoğraf aldım
ve programdaki konuşmacıla-
rı dinlemeye koyuldum. Arada
hocamın burada olup olmadı-
ğını kontrol için, salondakileri
süzüyordum. Maalesef hocam
gözükmüyordu. İlk oturumun
sonuna doğru arkama baktı-
ğımda bir de ne göreyim hocam
dört beş sıra gerimde oturuyor-
du. Ne kadar sevindiğimi anla-
tamam. Oturuma ara verilince
hemen hocamın yanına gittim.
Tokalaştık ve kucaklaştık. Hal
hatır sonrasında ben arkadaşı-
mı ve Ayşe el-Adeviye Hanımı
hocama takdim ettim. Hocam,
Ayşe hanımla biraz sohbet et-
tikten sonra, birlikte yemeğin
yenileceği salona gittik. Tabii
bu arada fotoğraf çekmeyi de
ihmal etmiyordum.
Yemek esnasında sohbeti-
mize devam ettik. Müteakiben
diğer oturum için aynı salona
gidilecekti. Bizim fazla vaktimiz
olmadığında hem hocamızdan
hem de Ayşe Hanımdan ayrıl-
mak için izin istedik. Hem az da
olsa programın bir kısmına ka-
tılabilmiştim hem de Mehmet
Paçacı hocamı görmüştüm.
Yeniden aracımızla şehir
merkezine gitmek için yola çık-
tık. Bu sefer arkadaşım bana
Beyaz Sarayı gösterdi. Ben de
şaka yollu arkadaşıma –ki bu
arada arkadaşım koyu bir Oba-
ma taraftarı idi- akşam çayını
Obamalarda içip içemeyeceği-
miz hususunda takılıyordum. O
da bana gülüyordu.
Amerikalılar başkanlarının
saraylarını dahi halka ziyarete
açmışlar. Çay takdim edip et-
mediklerini bilmiyorum ama
rehberlerde salı ve cumartesi
günleri saat 10’dan öğleye ka-
Eylül 201066
dar başkanlık konutunun hal-
kın ziyaretine açık olduğu yazı-
lıdır. Ne yazık ki biz Çarşamba
günü gelmiştik Washington’a
ve Obamaları ziyaret imkanı-
mız olmadı. Bu arada aracımıza
park yeri ararken iki defa dolaş-
mak zorunda kaldığımız Penns-
ylvania Caddesi boyunca önce
hoş binasıyla Kanada Elçiliği’ni
ardından FBI binasını gördük.
Çok sayıda anıt ve bakan-
lık binasının yer aldığı bu şehir
malumunuz üzere Amerika Bir-
leşik Devletlerinin başkenti idi.
Binaların mimarisi eski Yunan
ve Roma tapınaklarını anım-
satmakta olup şehirde adeta
üçüncü Roma İmparatorluğu-
nun vurgusu hissedilmektedir.
(İkinci Roma bilindiği üze-
re Osmanlı İmparatorluğu idi)
Washington anıtından Capitol
Hill’e kadar Constitution ve İn-
dependence Caddeleri arasın-
da çok sayıda müze bulunmak-
tadır. 14 adet müzeyi kapsayan
Smithsonian Enstitüsü, Ulu-
sal Havacılık ve Uzay Enstitü-
sü, Ulusal Doğa Tarihi Müzesi,
Ulusal Amerikan Yerlileri Mü-
zesi, Hisrhom Müzesi ve Hey-
kel Bahçesi, Ulusal Sanat Ga-
lerisi bunlardan sadece birkaçı
idi. Capitol Hill’in önündeki,
şehri ziyarete gelen çok sayıda
turistin uğrak yeri olan havuz
başı, burada fotoğraf çektir-
mek isteyenler için çok ideal bir
mekan oluşturmaktadır. Ayrı-
ca havuzla Capitol Hill arasında
Kuzey Güney Savaşı’nı anlatan
bazı asker heykelleri yer almak-
tadır.
Capitol Hill’den sonra aracı-
mızla Lincoln Memorial’a git-
tik. Arkadaşım aracını park
ederken ben süratle Virginia’yı
Marryland’a bağlayan Arling-
ton Köprüsün’den önce Vir-
ginia tarafına geçtim oradan
da fotoğraf çekerek Lincoln
Anıtı’na doğru geldim. Yu-
nan tapınağını andıran Lin-
coln Memorial’a Anıtkabir’de-
ki gibi çok sayıda merdivenle
çıkılıyordu. Önünde büyük bir
havuz bulunmakta olup havuz
neredeyse Washington anıtı-
na kadar uzanmaktaydı. Mer-
divenlerden çıktıktan sonra be-
yaz mermerden kaide üzerinde
bir tahta oturmuş olduğu halde
Amerika Birleşik Devlet’lerinin
16. Başkanı ve Cumhuriyetçi
Parti’nin de ilk başkanı olan Ab-
raham Lincoln sizi karşılamak-
taydı. Yapının duvarlarındaki
yazılarda Abraham Lincoln’un
yapmış olduğu muhtelif konuş-
malardan alıntılar vardı. Çok
sayıda ziyaretçinin akın ettiği
Abraham Lincoln’un anıtının
hemen altında ise bir müze yer
almaktaydı. Anıttan aşağı doğ-
ru inerken hemen sağınızda ise
1950-1953 yıllarında bizim de
asker yollayarak iştirak etmiş
olduğumuz Kore Savaşı anısı-
na oluşturulmuş mekanda bir-
kaç asker heykeli bulunuyordu.
Adamların kısacık tarihlerinde
yaşamış oldukları her şeyi ge-
lecek nesillere ve turistlere ak-
tarılması noktasında her türlü
çabayı sarf ettikleri anlaşılmak-
taydı.
Kore Savaşı anısına tesis
edilen alandan ayrıldıktan son-
ra son bir kez Capitol Hill’e var-
dık. Hava da iyice kararmış-
67
tı. Hiç vakit kaybetmeden New
York’a doğru yola çıkmamız ge-
rekiyordu. Yol boyu giderken bir
ara Türkiye Büyükelçiliği’nde
dalgalanan bayrağımızı gör-
düm. Ardından neredeyse bir
saat trafikte bekledikten son-
ra ancak Washington’dan ay-
rılabilmiştik. Birkaç saat sonra
Baltimore’daydık. Burada ar-
kadaşımın bir akrabasıyla bu-
luştuk ve menüde balığın oldu-
ğu bir akşam yemeğini birlikte
yedik. Bu süre zarfında arkada-
şım biraz dinlenmişti ve hemen
yolumuza tekrar koyulduk. Phi-
ladelphia sınırlarında ara ara
molalar verdik. Molalardan bi-
risi zorunlu oldu. Zira arkada-
şım bir ara uyuya kalmıştı ve
neredeyse arabamız yoldan çı-
kacaktı. Benim yol kenarındaki
motellerin birinde konaklama
isteğime ve ısrarıma rağmen bi-
raz istirahat sonrası New York’a
doğru yeniden hareket ettik.
Sabaha doğru New Jersey’dey-
dik. New Jersey ile Manhattan’ı
bağlayan George Washington
köprüsünden karşıya geçtik. O
sabaha kadar araç kullanmak-
tan yorulmuştu ben de onun
uyuyup uyumadığını kont-
rol etmekten dolayı yorulmuş-
tum. Yarım saat sonra evimi-
zin önündeydik. Bagajlarımızı
ve beni indirdikten sonra Uveys
Ali, parkın sorun olmadığı bir
yere aracımızı götürdü. On da-
kika sonrasında sıcacık evimiz-
deydik. O gün istirahat ettik.
Ertesi günü arkadaşımla bir-
likte daha önce belirttiğim üze-
re Malcolm X’i anma programı-
na gittik.
Somalili arkadaşım Uveys
Ali Nur’la birlikte Amerika’nın
içlerine doğru yapmış olduğu-
muz bu gezi, benim için olduk-
ça verimli geçti. Arkadaşımın
engin tecrübesiyle bu gezide
Columbus, Chicago, Minneapo-
lis, Snt. Paul, Washington gibi
bazı önemli Amerikan şehirle-
rini kısmen tanıma fırsatı bul-
dum. Eski model aracımızla
binlerce kilometre yol kat ettik.
İnanır mısınız toplam benzin
maliyetimiz, otoban yola verdi-
ğimiz ücretten daha azdı. Ben-
zin masrafımız takriben 160
dolar civarındaydı. Moteller
orta halli idi ve geceliği adam
başı 45 ila 50 dolar idi. Çok az
maliyetle geniş bir coğrafî ala-
nı ve özellikle de Amerika’daki
Somali toplumunu tanıma fır-
satı temin ettiği için arkadaşım,
kardeşim Uveys Ali Nur’a çok
teşekkür ediyorum.
Başka gezi notlarında görüş-
mek temennisiyle…*Dr.
KOMŞULUK“Hz. Âişe (r.anhâ) komşuluğun her taraftan kırk evlik mesafe olduğunu ve
bunlar arasında komşuluk hukukunun olacağını söylemiştir.”
Eylül 201068
KültürMehmet DERE
İlhan
SO
YLU
69
Sözlüklerde kom-
şu, aynı konutta,
mahallede, çevre-
de yaşayan insanların birbir-
lerine göre aldıkları ad olarak
tanımlanmaktadır. Türkçemiz-
de komşu, yaygın şekliyle fizikî
olarak birbirine yakın veya yan
yana, bitişik yerlerde yaşayan-
lara denir.1
Arapçada ise komşu “câr”
kelimesiyle ifade edilir ki, bir-
birine yakın meskenlerde yaşa-
yan kişilerin ve ailelerin her biri
anlamına gelir.2
Ailemizden, akrabalarımız-
dan sonra en yakın çevremizi
komşularımız meydana getirir.
Yardımlaşma ve dayanışma, iyi
ve kötü günlerde birarada olma,
karşılıklı ziyaretleşme, sır sayı-
lan hallerini gizleme, komşu-
nun mülkünü satın almada ön-
celik hakkına sahip olma (şuf’a)
komşulukla ilgili birtakım hak
ve sorumlulukların kaynağını
teşkil etmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de komşu
ilişkisinden şöyle bahsedilir:
“Anneye, babaya, akrabaya,
yetimlere, yoksullara, yakın
komşuya, uzak komşuya, yanı-
nızdaki arkadaşa, yolcuya, eli-
nizin altındaki kimselere iyilik
edin.”3
Âyette geçen “yakın kom-
şu ve uzak komşu” ifadesinde
âlimlerimizin birçoğu; yakın
komşu ile evi en yakın olanlar,
akrabalar, Müslümanlar; uzak
komşu ile de evi uzak olanlar,
akrabalık bağları bulunmayan-
lar ve gayrimüslimler olduğunu
ifade etmişlerdir.4
Komşu ifadesinin kapsamı
ile ilgili olarak Hz. Ali (r.a.) çev-
rede sesi işitilenlerin komşu ol-
duğu görüşündedir. Hz. Âişe
(r.anhâ) de komşuluğun her ta-
raftan kırk evlik mesafe oldu-
ğunu ve bunlar arasında kom-
şuluk hukukunun olacağını
söylemiştir. Ayrıca komşu tabi-
ri, Müslüman-gayrimüslim, ak-
raba olan-olmayan, âbid-fâsık,
mukîm-misâfir, iyi-kötü, ya-
kın-uzak bütün komşuları içine
alır.5 Bu durum, İslâm’ın kom-
şuya/komşuluğa ne kadar bü-
yük önem verdiğini, ne kadar
insânî, sosyal ve hoşgörülü bir
yönünün olduğunu çok iyi orta-
ya koymaktadır.
Komşu Hakkı
Hz. Peygamber (s.a.v.)
bir hadisinde, “Cebrail (a.s.)
bana komşuluk haklarından,
komşuya iyilik etmekten o ka-
dar çok bahsetti ki, neredey-
se komşuyu komşuya mirasçı
yapacak zannettim.” buyur-
maktadır. Bu hadiste de açıkça
görüldüğü üzere, komşunun
dinine ve akraba olup olmadı-
ğına bakılmaksızın komşuya
her türlü iyilik ve ikram yapıl-
malı, komşunun hak ve huku-
ku gözetilmelidir. Nitekim bu-
nunla ilgili olarak sahâbeden
birisi, Peygamberimize (s.a.v.)
komşusunun kendisinde ne
gibi hakları bulunduğunu sor-
muş, Peygamberimiz (s.a.v.)
de ona şu cevabı vermiştir:
“Hastalanırsa ziyaretine gi-
dersin, vefat ederse cenaze-
sini kaldırırsın. Senden borç
isterse borç verirsin. Darda
kalırsa yardım edersin. Ba-
şına bir felâket gelirse tesellî
edersin. İzni olmadıkça evi-
ni onun evinden daha yük-
sek yapma ki, onun rüzgârını
(güneşini, manzarasını) kes-
meyesin. Ya senin ne pişirdi-
ğini bilmesin, ya da pişirdi-
ğinden ona da ver.”6
Yine bu bağlamda komşu-
larımıza karşı pek çok görevle-
rimiz vardır. Yerimizin darlığı
nedeniyle biz bunlardan bazıla-
rını sıralamak istiyoruz:
- Komşuların hakkına saygı-
lı olmak, onları söz ve davranış-
larımızla incitmemek,
- Güler yüzlü, tatlı sözlü ol-
mak, sevinç ve üzüntülerini
paylaşmak,
- Dert ve sıkıntılarını gider-
meye çalışmak, gerektiğinde
yardım etmek, hediyeleşmek,
- Ses ve gürültü ile onları ra-
hatsız etmemek, ayıp ve kusur-
larını araştırmamak,
Eylül 201070
- Dünya ve âhiret işlerinde
onlara nasihat edip yol göster-
mek,
- Komşularımızdan gelen sı-
kıntıları anlayışla, hoşgörüyle
karşılamak,
-Çocuklarını çocuklarımız
gibi sevmek vs.7 Bir Müslüma-
nın başkalarına zarar verme-
mesi, herkese iyilik yapması en
önemli ahlakî görevlerinden-
dir. Bu nedenle Müslümanın
komşularıyla iyi geçinmesi, on-
ları rahatsız etmemesi, onlara
eziyet etmemesi, gerekir. Nite-
kim konuyla ilgili hadislerde de
şöyle buyrulmuştur: “Allah’a ve
âhiret gününe iman eden kom-
şusuna iyilik etsin.”8 “Allah’a ve
âhiret gününe iman eden kom-
şusuna ikramda bulunsun.”9
“Allah’a ve âhiret gününe iman
eden komşusuna eziyet etme-
sin.”10 “Şerrinden, komşusu-
nun emin olmadığı kimse ger-
çekten iman etmiş olmaz.”11
Bu hadislerde de görüldü-
ğü gibi iyi ve olgun mü’min ola-
bilmek komşularımızı rahatsız
etmemeye, tam tersine onlara
iyilik yapmaya, ikramda bulun-
maya bağlıdır. Bu, komşuları-
mıza karşı hem İslâmî hem de
insânî bir görevimizdir.
İnsan için hem bu dünya-
da hem de âhirette iyi kimse-
lerle beraber olmak, mutluluk
ve huzur kaynağıdır. Dünya-
da iyi kimselerle beraber olmak
Allah’ın insana bir lütfudur.
Bu sebeple iyi komşulara sahip
kimseler, bundan dolayı ayrıca
Allah’a hamd etmelidirler.
İyi İlişkiler İnsan Ömrünü Uzatıyor
Yapılan bilimsel araştırma-
lar da komşularla iyi ilişkilerin,
insan ömrünü uzattığı belirlen-
miştir: Selçuk Üniversitesi Me-
ram Tıp Fakültesi İç Hastalık-
ları Uzmanı Prof. Dr. Süleyman
Türk, atalarımızın “Ev alma
komşu al.”, “Komşu komşu-
nun külüne muhtaçtır.”, “Kom-
şu hakkı kutsaldır.” ve benze-
ri ifadelerinin ne kadar doğru
olduğunu belirterek, bu konu-
nun British Columbia Üniver-
sitesi araştırmacılarının yap-
mış olduğu araştırma ile bir kez
daha doğrulandığını söyledi.
Prof. Dr. Süleyman Türk, yapı-
lan araştırmada, 13 yıl boyun-
ca takip edilen 485 hastadan iyi
ilişkileri olan komşuya sahip,
komşusunun sosyoekonomik
durumu daha iyi olan, prob-
lemsiz ve toplumda sevilen ve
sayılan insanlarla komşu olan
hastaların daha fazla yaşama ve
daha fazla iyileşme şansına sa-
hip olduklarının ortaya çıktı-
ğını ifade ederek, “Bu çalışma-
da kötü komşuluk ilişkileri olan
komşuların müzmin/kronik
hastalıklara yakalanma ihti-
malinin, iyi komşuluk ilişkileri
olanlara göre iki kat daha faz-
la olduğu tespit edildi. Stanford
Üniversitesi Tıp Fakültesi araş-
71
tırmacıları tarafından bu konu
ile ilgili yapılan bir diğer çalış-
mada da, özellikle 15 yılı geçen
komşuluk ilişkilerinde komşu-
luk ilişkileri iyi olanlara göre
komşuluk ilişkileri kötü olanla-
rın daha az yaşadığı tespit edil-
miştir. Bu farkın istatistikî olan
önemli bir farklılık olduğu da
gösterilmiştir.” dedi. Modern
şehirleşme adı altında yapılan
dikey büyümenin –çok katlı bi-
nalar yapmanın- komşuluk iliş-
kilerini çok zayıflattığını söyle-
yen Prof. Dr. Süleyman Türk,
“İyi komşuluk ilişkileri, daha
sağlıklı ve uzun ömürlü bir top-
lum için şehircilikte yatay bü-
yümenin öne çıkarılması ve
yeşil alanların miktarının artı-
rılması gereklidir.” şeklinde ko-
nuştu.12
Yüce dinimiz İslâm, yar-
dımlaşamaya ve dayanışmaya
çok büyük önem vermiş, haya-
tın her safhasında yardımlaşma
ve dayanışmayı emretmiştir.
Bu nedenle komşular arasında
yardımlaşma ve dayanışma çok
önemli bir unsurdur. İmkân sa-
hibi komşular, fakir ve yardı-
ma muhtaç komşularını görüp
gözetmelidir. Nitekim ilgili ha-
dislerde de, “Komşusu açken,
kendisi tok yatan kimse bizden
değildir.”13 “Ya Ebû Zerr! Çor-
ba pişirdiğin zaman suyunu
çoğalt ve komşularına da ik-
ram et.”14 buyrulmuştur.
Günümüzde teknolojik
imkânlar sayesinde dünyamızı
âdeta köy haline getirdik, uzaya
bile çıktık; ama yanı başımız-
da aç olan, dert ve sıkıntı içinde
olan, hatta ölen komşumuzdan
bile haberimiz olmadı. Hâlbuki
İslâm, komşuluk haklarına o
kadar çok önem vermiştir ki,
yukarıda da ifade edildiği gibi,
tok olan komşunun aç olan
komşusunu gözetmesini ısrarla
emretmektedir.
‘Komşu Komşunun Külüne Muhtaçtır.’
Komşuluğun günümüzde
uğradığı erozyonu şu satırlar ne
güzel ifade etmektedir: “Atala-
rımız ‘Komşu komşunun külü-
ne muhtaçtır.’ derdi. Alacakları
evden önce komşuyu düşünür,
arar soruştururlardı. Çünkü
komşuluk bağları samimi ifa-
desini onlarda bulmuştu. Yiyip
içtikleri ayrı gitmezdi araların-
da. Onlarla paylaşılırdı en gü-
zel ve samimi sohbet ortamları,
dertler, sevinçler hep beraber
yaşanırdı. Sıkıntı ve keder, bu
samimi atmosferde bir bir kay-
boluverirdi. Ne var ki zaman,
mâzîmize ait birçok güzel has-
letimizi aldı götürdü aramız-
dan. Müstakil evlerin yerleri-
ni dev apartmanlara bırakması,
birçok insanın birbirine katlan-
mak zorunda olduğu bir yaşam
tarzına dönüşmesi ve sosyal ha-
yatın şahısları içine çekerek;
okul, iş, çarşı derken, bir sürü
meşguliyet içinde komşular da,
komşuluklar da unutulup git-
ti. Aynı apartmanı paylaşma-
mıza rağmen ne alt, ne üst, ne
de yan kapı komşumuzun kim
olduğunu bile bilemez olduk.
Rastlantılar sonucu sadece bir
‘merhabâ’dan ibaret aramızda-
ki bağlar. Herkes kendi içinde,
kendi derdiyle muzdarip, ken-
di sevinciyle mesrur. Oysa bu,
ne inancımıza ne de örfümüze
uymaktadır.”15 Evet, âh nerde o
eski komşuluklar!
Sonuç itibariyle şunları söy-
lemeyebiliriz: İslâm komşuya
ve komşuluk ilişkilerine çok
büyük önem vermiş, bu husus-
ta din ve nesep farkı gözetme-
miştir. Yine İslâm, komşular
arasında yardımlaşmayı, da-
yanışmayı, sevinçleri ve dert-
leri paylaşmayı, iyi komşu-
luk ilişkileri içinde bulunmayı
sosyal hayatın gerekliliği say-
mış, komşuluk haklarına ve
hukukuna riâyet etmeyi ısrar-
la emretmiştir. Bizlere düşen
görev bu haklar çerçevesinde
komşuluk hukukunu gözete-
rek, komşularımızla münase-
betlerimizi en iyi şekilde sür-
dürmektir.
1 (Hasan Eren vdğr, Türkçe Sözlük, C. 1, TDK. Yay., Ankara 1988, s. 891; İlhan Ayverdi, Mis-alli Büyük Türkçe Sözlük, C. 2, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006, s. 1736; Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İz Yay., İstanbul 1996, s. 669)
2 (Mustafa Çağrıcı, “Komşu”, DİA., C. 26, TDV. Yay., Ankara 2002, s. 157)
3 (4/Nisâ, 36)4 (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. 2,
Çelik-Şûrâ Yay., İstanbul 1993, s. 520; Komisyon, Kur’an Yolu, Meâl-Tefsir, C.2, DİB. Yay., 2. basım, Ankara 2006, s. 65 vd)
5 (Komisyon, “Komşu-Komşuluk”, Şamil İslam An-siklopedisi, C. 4, İstanbul 2000, s. 363; Ali Haşimî, Kur’an ve Sünnette Müslüman Şahsiyeti, çev: Resul Tosun, Risale Yay., İstanbul 1995, s. 131)
6 (brahim Canan, Kütüb-i Sitte-Hadis Ansiklopedisi, C. 10, Akçağ Yay., Ankara 1990, s. 211)
7 (Lütfi Şentürk- Seyfettin Yazıcı, İslam İlmihâli, DİB. Yay., 11. basım, Ankara 2004, s. 478; Şamil İslam Ansiklopedisi, “Komşu-Komşuluk”, s. 363)
8 (Buhârî, Edeb, 31; Müslim, İman, 74, 76,77; İbni Mâce, Edeb, 4; Dârimî, Et’ime, 11),
9 (Buhârî, Edeb, 31; Müslim, İman, 74, 76, 77; İbni Mâce, Edeb, 4),
10 (Buhârî, Edeb, 21; Müslim, İman, 19),11 (Buhârî, Edeb, 29; Müslim, İman, 73; Tirmizî,
Kıyâme, 60)12 Star Gazetesi, 23 Ocak 2009, s. 19.13 Müslim, İman, 74, Birr ve Sıla, 142; Ahmed b.
Hanbel, Müsned,1,55,14 Müslim, Birr 142; İbni Mâce, Et’ime 58; Tirmizî,
Et’ime, 30.15 (Havva Ergene, “Komşuluk İlişkileri”, Zaman
Gazetesi, 24 Ekim 1997, s. 16)
Dipnot
Eylül 201072
Adı : Âmir
Künyesi : Ebü’t-Tufeyl
Doğum yılı : H. 3. sene
Doğum yeri : Medine
Baba adı : Vâsile b. Abdillâh el-Leysî
Anne adı : Tespit edilemedi
Eş(ler)i : Tespit edilemedi
Akrabaları : Safvan b. Ümeyye’nin anneden
kardeşidir.
Oğulları : Tespit edilemedi
Kızları : Tespit edilemedi
Kabilesi : Leys’in Kinâne Oğulları’ndan
İslâm’a girişi : Doğuştan
Sohbet süresi: 8 yıl (çocukluğu)
Rivayeti : 15
Yaşadığı yer : Medine, Kufe, Mekke. Hz. Ali’nin
vefatı sonrasında hep Mekke’de kal mıştır.
Mesleği : Ziraat, ticaret vb.
Hicreti : Tespit edilemedi
Savaşları : Hz. Ali (r.a)’nin yaptığı savaşlar-
da onun yanında yer almıştır. Hz. Hüseyin (r.a)’in
kanını yerde bırak mamak için Emevîler’e karşı
açılan sa vaşlarda Muhtar es-Sekafî ile ön planda
yer almıştır.
Görevleri : Hz. Ali (r.a)’nin en yakın adam-
larındandı.
Fiziki yapı : Tespit edilemedi
Mizacı : Akıllı, hazırcevap, fasih, şair bi-
riydi, duygusal bir yönü vardı. Güvenilir biriydi.
Ayrıcalığı : As hap arasında en son vefat eden
sahâbî olarak tanındı.
Ömrü : Yaklaşık 100 yıl
Ölüm yılı : H. 100. 102, 104, 107, 108, 110
tarihleri de verilmektedir.
Ölüm yeri : Mekke
Ölüm sebebi : Yaşlılık
Hakkında : Hz. Ali (r.a)’nin yarenlerindendi.
Onu Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Ömer (r.a)’e takdim
ederdi.
Hadisleri : “Ben genç bir çocuk iken Hz.
Peygamber (s.a.v)’i (veda haccında) bineğinin
üzerinde tavaf ederken ve elinde bir kamçı ile
Hacer-i Esved’i selamlarken gördüm”. Ci’rânede
Hz. Peygamber (s.a.v)’i et taksim ederken gör-
düm.” “O, orta boylu, beyaz tenli ve parlak yüz-
lüydü.”
Sözleri : Hz. Muâviye kendisine Hz. Ali
(r.a)’ye duyduğu özlemin derecesini sorunca: “Hz.
Musa’nın an nesi Musa’yı Nil’e bıraktıktan sonra
onu nasıl özlediyse ben de o haldeyim, belki on-
dan da çok hasret çekiyorum” demiş tir.
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
Âmİr b. Vâsİle
Kaynaklar: İstîâb, I. 517, no: 1848; İsâbe, IV. 113; Üsd, III. 145; DİA, X. 346; Müsned, V. 454; Nübelâ, III. 467-470.
73
Kırk HadisOtuzüçüncü
Hadis
Yorum
“Dünyada bir garip veya yolcu gibi ol. Kendini kabirdekilerden kabul et.”
(Tirmizî, Zuhd, 25; et-Taberânî, Musnedu’ş-Şâmiyyîn, s. 109)
Türkçe Açıklaması
Tezhib: Şehnaz Özcan
(Şeyh Hamid-i Veli, Kırk Hadis, (Haz: Prof. Dr. Enbiya Yıldırım), Nasihat Yayınları, 2007.)
“Hz. Peygamber fânî yurtta yaşayan insanın olup bitenlere aldanmamasını, cereyan eden fesadlara kapılmamasını
istemektedir. Talib bu gurur yurdundan kendini uzaklaştırmalı, surûr yurdunu vatan edinmeye çalışmalı, şer güruhunu bırakıp din yoluna geçmelidir. Böyle yaparsa ölmeden önce ölür, kabre
girmeden önce haşrolur.”
Şeyh Hâmid-i Veli / Somuncu Baba (k.s)
Eylül 201074
SÜLEYMANLAR KAPINDA
KARINCA
EdebiyatVedat Ali TOK
75
Yahyâ Kemâl’in
“Çok insan anlayamaz eski
mûsıkîmizden
Ve ondan anlamayan bir
şey anlamaz bizden” diye bah-
settiği “Mûsıkîsinde bir taraf-
tan din, bir taraftan bütün ha-
yat akan” bu “öz mûsıkîmizin
pîri” diyerek methet-
tiği Itrî, büyük bir
Türk bestekârıdır.
Mevlânâ’nın Peygamber
Efendimiz vasfında söy-
lediği na’tini Rast maka-
mında bestelemiş, bu-
gün bile bu Farsça na’t,
Mevlevî âyinlerinde söy-
lenmektedir. Öte yan-
dan Kurban Bayramı
Tekbiri (Allahü ekber,
Allahü ekber, lâ ilâhe il-
lallahü Allahü ekber, Allahü ek-
ber veli’llahi’l-hamd) sadece
Türkiye’de değil bütün Müslü-
man ülkelerde meşhur olmuş-
tur. Kezâ, Salât-i Ümmîye (Al-
lahümme salli alâ seyyidina… )
de onun meşhur bestelerinden-
dir.
Na’tinde Hz. Muhammed
(s.a.v.)’i, Hz. Musa’nın Allah
ile kelâm eylediği Tûr Dağı’na
benzetiyor. Allah, Tûr Dağı’na
tecellî edince, her taraf göz ka-
maştıran bir nûrla dolmuştu.
Şair, Hz. Muhammed’i işte bu
Tûr Dağı gibi hayâl ediyor. O,
nûrdan yaratıldığı için gölgesi
yere düşmeyen bir Tûr Dağı gi-
bidir. Şair benzetmelerine de-
vam ediyor ve Peygamber Efen-
dimizin nûrunu daha iyi ifade
etmek için bu defa da Güneş’e
benzetiyor: “Sen dünyaları ku-
caklayan, aydınlatan güneşsin;
baştan ayağa kadar nûrsun.”
diyor.
Hz. Muhammed
(s.a.v.), hiçbir zaman
dünyaya bel bağlama-
mıştır. Şair de dünya-
yı bir bahçeye benze-
terek Hz. Muhammed
için “Dünya bahçesi-
ni hiçe sayıp bir kenara
atan sensin, çünkü sen
yokluk ülkesinin sahi-
bisin.” demektedir.
Itrî, Hz. Muhammed(s.a.v.)
’in vasıflarını şöyle dile geti-
Sâyesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tûr’sun
Mihr-i âlem-gîrsin başdan ayağa nûrsun
Tarîk-i gülzâr-ı âlem, mâlik-i mülk-i adem
Münkîrine mahz-ı mâtem mü’minine sûrsun
Sensin ol şâh kim Süleymanlar kapında mûrdur
Onsekiz bin âleme hükmetmeğe me’mûrsun
El benim dâmen senin ey Rahmete’n-li’l-âlemîn
Şöhretim isyân benim sen afv ile meşhûrsun
Pâdişâh-ı evvelîn ü kıblegâh-ı âhırîn
Evvel ü âhir İmâmü’l-enbiyâ mezkûrsun
Yâ Resûlallah umarım diyesin Rûz-ı Cezâ
Gerçi cürmüm çokdur ammâ Itriyâ mağfûrsun
(Buhûrîzâde Mustafa) Itrî (1640-1712)
Eylül 201076
riyor: Hakk’a inanmayanla-
ra matem tutturur, inananları
ise sevindirirsin. Sen on sekiz
bin âleme hükmetmeğe memur
edilmiş öyle bir padişahsın ki
Süleymanlar senin kapında bi-
rer karıncadır.
Itrî, burada Hz. Süleyman
(a.s.)’a telmihte bulunuyor.
Hz. Süleyman (a.s.) hem padi-
şah hem de peygamberdi. Al-
lahü Teâlâ, ona birçok muci-
ze vermiştir. Bunlardan biri de
hayvanların dilinden anlama-
sı, hayvanlarla konuşmasıydı.
Karınca ile münasebete gelin-
ce: Hz. Süleyman (a.s.), ordu-
suyla bir sefere giderken bir
vadiye ulaştıklarında karınca
beyi’nin diğer karıncalara “Ka-
çın, Süleyman’ın orduları sizi
ezmesin.” dediğini işitir. Hz.
Süleyman (a.s.) tebessüm eder
ve karıncaların beyini yanına
çağırır. Karınca beyi, Hz. Sü-
leyman (a.s.)’ın yanına eli boş
gitmek istemediği için kendin-
ce değerli gördüğü bir çekirge
budunu alarak Hz. Süleyman
(a.s.)’ı ziyarete gider. Hz. Sü-
leyman (a.s.) dua eder, but be-
reketlenir; bütün ordu yarısıy-
la doyar. Geri kalanını karınca
beyi’ne iade eder ve ondan bir
öğüt ister. Karınca da Süley-
man Peygambere öğütler ve-
rir. Hz. Süleyman (a.s.), karın-
caya “Ben peygamber olduğum
hâlde sizi çiğneyeceğimi nasıl
düşündün ve arkadaşlarına ni-
çin kaçmalarını söyledin?” de-
yince karınca da ona: “Karın-
calar, senin debdebene dalıp da
tespihlerini unuturlar diye söy-
ledim.” cevabını verir.
El benim dâmen senin ey
Rahmete’n-li’l-âlemîn
Şöhretim isyân benim sen
afv ile meşhûrsun
“Ey âlemlere rahmet olarak
“Hz. Muhammed (s.a.v.), hiçbir zaman dünyaya bel
bağlamamıştır. Şair de dünyayı bir bahçeye benzeterek
Hz. Muhammed için “Dünya bahçesini hiçe sayıp bir kenara
atan sensin, çünkü sen yokluk ülkesinin sahibisin.” demektedir.
Kitaplık
Sonsuzluğa Yürüyüş
Kurul
Buruciye Yayınları
Tel: 0346 221 10 42
Un Sandığı 4
Mehmet GÖÇER
Göçer Ofset
Tel: 0 344 415 40 40
Göçmen Kuşlar
Perihan USTA
www.gocmenkuslar.net
Kızım Süreyya
Eva İsfendiyarî
Kaknüs Yayınları
Tel: 0 216 341 08 65
Kuran’la Yaşamak
Ahmet Bulut
Timaş Yayınları
Tel: 0212 511 24 24
77
gönderilmiş Resûl, el benim (eteğini tut-
mak benden), etek senin (eteğini elimden
çekip çekmemek senden). Bu dünyada
ben isyan ile şöhret bulmuşum; Sen ise
affetmekle meşhursun.”
“Etek”, himaye etmeyi ifade eder. Pey-
gamber Efendimiz de ümmetinin hâmisi
olacaktır. Onun eteğine yapışan, onun
yolunda giden kurtulacaktır. Şair de
bunu ifade etmek istiyor. Ben senin ete-
ğine tutunuyorum; sen de istersen bana
sahip çıkarsın, istemezsen çıkmazsın.
Kul, günah işlemekle bilinir; Sen ise af-
fetmekle meşhursun. Bu yüzden ümitli-
yim diyor.
Aşağıdaki beyitte Peygamber Efendi-
mizin vasıfları sayılmaya devam edilmiş:
Pâdişâh-ı evvelîn ü kıblegâh-ı âhırîn
Evvel ü âhir İmâmü’l-enbiyâ mezkûrsun
Âlem yaratıldıktan sonra senden evvel
gelenlerin padişahısın. (Kıyamete kadar)
senden sonra geleceklerin de, dönüp el
kavuşturup duracakları kıble sensin. Se-
nin adın dillerde “Peygamberlerin Başı”
diye söylenmektedir.
Burada “Âdem su ile çamur arasında
iken ben peygamberdim.” ve “Önce be-
nim rûhum yaratıldı.” hadîs-i şeriflerine
telmihte bulunulmuş.
Son beyitte şair :“Yâ Resulullah, biliyo-
rum suçum çoktur; ama gene de umuyorum
ki, Kıyamet Gününde, Ey Itrî, affedildin,
suçun bağışlandı diyesin.” sözleriyle Hz.
Muhammed(s.a.v.)’in şefâatine nâil olma
arzusu taşımaktadır.
Yukarıdaki na’t Mevlid ve Mi’râciye ara-
sında söylenen, bestelenmiş bir dînî mûsıkî
olup Mevlid törenlerinde makamla okun-
maktadır. Bunun terim anlamı “tevşih”tir.
Eylül 201078
Kültürel zenginliğini bugünlere
taşıyan fakat kendini yeteri ka-
dar tanıtamayan illerimizden
Kahramanmaraş’ta bulunan Allah Dostları’nın
hayatları hakkında yeterli miktarda bilgi bulun-
mamaktadır.
Kahramanmaraş’ta bulunan Allah Dostları de-
nilince akla ilk gelen hiç şüphesiz Hz. Peygamber
(s.a.v.) Efendimizin seçkin sahabilerinden olan
Ukkaşe (r.a.)’dir.
Ukkaşe (r.a.) Peygamber âşığı, Peygamber
sevdalısı bir insandır. O, bu sevgisinden dolayı
Peygamberimizin kürek kemikleri arasında bulu-
nan peygamberlik nişanesi, peygamberlik müh-
rünü öpmeyi başarmış bir sahabidir.
Allah Rasûlü (s.a.v.) son konuşmalarından bi-
rini yapacaktır. Zorlanarak da olsa çıktığı mesci-
din minberinden ashabına şöyle seslenir:
- Ey ashabım! Allah adına, sizden kime bir
haksızlık yapmış isem, kıyamette hesaplaşıp hak-
kını almadan önce, şimdi ayağa kalkıp hakkını
benden alsın. Kimin malını almışsam işte malım
gelsin alsın. Kimin sırtına vurmuşsam işte sırtım
gelsin vursun...
Hiç kimsede çıt yoktur. Allah Rasûlü sözlerini
üç defa tekrarlar. Üçüncü defa söyledikten son-
ra, Ukkaşe (r.a.) ayağa kalkar, Müslümanları ya-
rarak ilerler, Peygamberimizin önünde durur ve
şöyle der:
- Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın el-
çisi, eğer ısrar etmeseydin senin karşına çıkıp bir
şey istemeyecektim. Bir savaştan sonra gazile-
rin arasındaydım. Ayrılmak üzereyken develeri-
miz yan yana geldi. Devemden indim, ayağını öp-
mek için sana yaklaştığımda değneğini kaldırdın
ve sırtıma vurdun. Bana kasten mi vurdun, yoksa
devene mi vurmak istemiştin bilmiyorum. Bunun
üzerine Peygamber Efendimiz:
- Ey Ukkaşe, sana kasten vurmaktan Allah’a
sığınırım, diyerek Ukkaşe’nin bu hakkını alması
için seslenir:
- Bana bir kırbaç getiriniz.
Mescidin içi birdenbire kaynamaya başlar. Di-
ğer sahabiler:
- Ey Ukkaşe! Sen ne yaptığını sanıyorsun?
Kendine gel! Şayet böyle bir şey olmuşsa Allah’ın
Rasûlü’ne hakkını helal et. Yahut da onun yerine
Örnek Hayat Yusuf HALICI
VELİLERİKAHRAMANMARAŞ
79
bize vur, derler.
Sahabilerin bu he-
yecanını gören Peygambe-
rimiz:
- Susunuz! Kimse kimsenin cezası-
nı çekemez, buyururlar.
Bu sırada kırbaç da getirilmiştir. Ukkaşe (r.a.)
Peygamberimize sokulup kulağına fısıldar:
- Ey Allah’ın Rasûlü! Ama o gün benim sırtım
çıplaktı…
Peygamberimiz hırkasını kaldırır ve mübarek
sırtları tamamen açılır. Ukkaşe Hazretleri elin-
deki kamçıyı fırlatır ve gözyaşları içinde yüzünü
gözünü Efendimizin sırtına sürmeye ve öpmeye
başlar. Sahabiler hayret içinde onları seyrediyor-
dur. Peygamberimizi öp-
tükten sonra şöyle der:
- Anam babam sana feda
olsun ey Allah’ın Rasûlü!
Maksadım sadece mukad-
des bedeninize yüzümü gö-
zümü sürmek ve şefaatinizi
dilemekti. Beni affedin.
Rasulûllah (s.av.)’ın du-
daklarında bir tebessüm
belirir. Ardından Ukkaşe’ye
dua ederek, “Cennette-
ki arkadaşlarımdan biri-
ni görmek isteyen varsa
Ukkaşe’ye baksın.” buyu-
rurlar.
Derdimend Dede Hazretleri
Derdimend Dede Hazretleri Osmanlı devri
velîlerindendir. Yaptığı ilaçlarla insanların dert-
lerine deva olan ve yöre halkı tarafından çok se-
vilen Derdimend Dede’nin dergâhında çıkan
yangın sonucu yazı-
lı belgelerin yanmaları
sebebiyle Dede ve hizmet-
leri hakkında yeterli bilgi
bulunamamıştır. Kabri Sütçü
İmam Hatip Lisesi karşısındaki
tepededir.
Çomak Dede Hazretleri
Hangi asırda yaşadığı hakkında kaynak-
larda bilgi bulunmayan Çomak Dede’nin kab-
ri, Kahramanmaraş’ın Sakarya mahallesindeki,
Sakarya caddesi üzerinde, küçük bir bahçe için-
deki ağaçların arasında olup, dışa rıdan bakıldı-
ğında görülmemektedir. Fransız işgali sırasında
kabrinden iniltiler geldiği, Sütçü İmam’ın Fran-
sızlara karşı başlattığı mücadelede ise kabrinden
kalkıp, elindeki çomağıyla en ön safta çarpıştığı
rivayetleri vardır.
Darendeli Muhammed Hilmi Efendi Hazretleri
Anadolu’da yaşayan son devir velîlerindendir.
Darende ilçe sinin Yenice bucağında doğdu.
Doğum tarihi bilinmemektedir. 1916 yılında
Kahramanmaraş’ta vefat etti.
Eylül 201080
İlk tahsi lini
Darende’de ta-
mamlayan Muham-
med Hilmi Efendi, ih-
tisas için İstanbul’a gitti.
Abdülaziz Han devrinde Fatih
Medreseleri’nde tahsil gördü. Bu
sırada Müderris Sadık Efendi’nin özel
himayesine kavuştu ve Gümüşhaneli Ah-
med Ziyaeddin Efendi Hazretleri’nin sohbet-
lerine devam etti. Bu zattan halifelik icazeti
aldı. Sonrada Darende’ye döndü.
O sıralarda bulunduğu çevrede gördüğü
olumsuz bazı tutum ve davranışlar sebebiyle
Muhammed Hilmi Efendi, babasına: “Medi-
ne tarafına doğru hicret edelim” dedi. Babası:
“Niçin?” diye sorduğunda: “Burada biz şim-
dilik rahatız. Kimse bize dokunamıyor. Kim-
se bize zul metmez. Biz de kimseye zulmetme-
yiz. Fakat bizden sonra gelen çocuklarımız
belki zalim olup, zulmederler. O zaman biz-
ler sorumlu oluruz. Yahut evlatla rımız maz-
lum durumunda olur, zalimden zulüm görüp,
sorumluluğu yine bize kalır.” cevabını verdi.
Bunun üzerine neleri varsa satılığa çıkardılar.
Fakat mallarını almazsak hicret edemezler
düşüncesiyle hiç kimse müşteri olmadı. Bu-
nun üzerine mallarını orada bırakıp, hayvan-
larla yola çıktılar. Halk arkalarından gelerek
geri dönmeleri için çok rica ettilerse de mu-
vaffak olamadılar.
Muhammed Hilmi Efendi ve ailesi, ilk du-
rak yerleri Maraş’ta iki yıl kadar kaldı. Bu
müd det içerisinde kendilerinin tamir ettir-
dikleri bugün Duraklı Camii diye anılan Sey-
yid Ali Bey Camii’nin hücresinde kaldılar.
Muhammed Hilmi Efendi’nin ilmî kıymeti-
ni takdir eden Maraşlılar bu sırada kendisine
her türlü yardımı göster diler.
Bir ara Antep’e giden Muhammed Hilmi
Efendi, orada on yıl kadar kaldı. Bu zaman
zarfında pek çok talebe yetiştirip, yörede hu-
zur ve esenlik se-
bebi ol du. Herkesin
derdini sohbet ve nasi-
hatlerle halletmeye çalıştı.
On yıl sonra tek rar Maraş’a
döndü. Bu dönüş Anteplileri
üzdü. Maraşlılarla Antepliler ara-
sında bir çekişme başladı. Muham-
med Hilmi Efendi zor durumda kaldı.
Sonunda ne yapması gerektiğini, hoca-
sı Sivaslı Ahmed Nalçacı Efendi’ye sordu.
Ahmed Efendi: “Şu anda nerede bulunuyor-
san orada kal.’’ dedi. O sırada Maraş’a gelmiş
olan Muhammed Hilmi Efendi hizmetlerine
Maraş’ta devam etti. Bir yandan da meşruta-
sına yerleştiği Duraklı Camii’nde halka vaaz
ve irşatlarına devam etti.
Muhammed Hilmi Efendi, malın fayda-
lı mı zararlı mı olduğu yolunda soru soran
bir kimseye: “Mal yılana benzer. Hem zehri,
hem de panzehiri vardır. Eğer insan fayda ve
zararını bilirse o yılanın şerrinden kurtulur.
Malın faydası şahsına, aile efradına israf et-
meden sarf etmek geri kalanı da hac, cihad,
İslâm Dini’ni yaymak, hayır kurumu yaptır-
mak ve muhtaçlara vermekle olur.”
Muhammed Hilmi Efendi, 1900 yılında,
Duraklı Camii’nin bugünkü son şekliyle ya-
pılmasında inşaat çatısından aşağı düşerek
yürüyemez hâle geldi. Bundan sonra on altı
yıl daha yaşadıysa da yatağından kalkamadı.
Ömrünün son yıllarını yatağında zikirle geçir-
di. Muhammed Hilmi Efendi, 1334 (M. 1916)
yılında vefat etti. Kabri Kahramanmaraş’ta,
Şeyh Âdil kabristanındadır.
Çok cömert olan Muhammed Hilmi Efen-
di Hazretleri, evine gelen hedi yelerin ta-
mamını fakirlere dağıtırdı. Bir gün yeğeni:
- Amca gelenin hepsini dağıtıyorsun, deyince,
- Oğlum, dağıtmazsan gelmez, demiştir.
81
MEDENİYETİMİZİN AYNASI MEZAR TAŞLARI Heybetlidir kavuğu, serpuşu, sarığı, fesi, Hüve’l Bâki ile teselli verir serlevhası. “Kalıcı olan, ancak Rabbimizdir” mânâsı, Tapu senedlerimiz Osmanlı mezar taşları. Hatayî’li Rumî’li çizilir şekli şeması, Sülüs, celî tâlîk, hüsn-ü hattır yazısı. Zemin ördek yeşili, kabartmalar altın sarısı, Sanat harikasıdır Osmanlı mezar taşları. Sümbül, yasemin, nergis, zarafetin ifadesi, İncir, üzüm, kayısı hepsi cennet meyvesi. Gül, Resul-ü Ekrem’in, lâle, Hüda’nın simgesi, Kültür mirasımızdır Osmanlı mezar taşları. Mühr-ü Süleyman bolluk, bereket arması, Denizcinin çapası, gâzîyânın madalyası. Her âdemin farklıdır alâmet-i farikası, Tarihî şahidimizdir Osmanlı mezar taşları. Nâzenin göçtü ukbaya, pek çetindir acısı, Emr-i ferman buyrulmuş Yaradan’ın yazgısı. Şahidesine işlenir kırılmış bir gül goncası, İbret vesikasıdır Osmanlı mezar taşları. Nakşedilir dünyanın acı tatlı hülasası, Unutulmaz baba, dede, cümle geçmiş atası. Diriden, Fatihadır ehl-i bekanın ricası, Ecdat hatırasıdır Osmanlı mezar taşları. Şair tarih düşürdü kitabenin son mısrası: Bin iki yüz otuz dört, Ramazanın on altısı. Damga misali Mustafa Rakım’ın imzası, Medeniyet aynasıdır Osmanlı mezar taşları…
Nidayi SEVİM
Eylül 201082
EdebiyatA. Ali YILMAZ
CEMİL MERİÇ “Mihnetle dolu yaşam serüvenini işte şu cümlelerle hülâsa eder; Hayatının sonuna
yaklaşmış bir insan olarak, zaten çoktan beri kaybettiğim yaşama sevincini, bu
sınıflar üstü hakikatlerin taharrisinde buluyorum.”
83
Türk düşün tari-
hinin belki de
en manidar is-
midir Cemil Meriç. Yetmiş kü-
sur yıllık hayatı boyunca ken-
disine en yakın olarak kitapları
seçmiş ve ölümüne kadar ne on-
lar Meriç’i, ne de Meriç kitapla-
rını bir an olsun kendisinden
uzak tutmamıştır. Kadim
dostları hakkında şu ifadele-
ri oldukça tesir edicidir; Kal-
bi var kitapların onları bir
kerhane sermayesi gibi ha-
şin parmaklarınla mıncık-
ladın mı senin oldular sanı-
yorsun. Gaflet. Senin olan
sadece on dakikalık tenleri.
Konuşmaz seninle kitap, o
bir basamak değildir, sırtı-
na alıp ikbale tırmanamaz-
sın. Tırmanmaya tırmanırsın
ama Kapitol’den Tarpea’ya
fırlatılmak için. Kahrını çeke-
ceksin kitapların, hizmetin-
de bulunacaksın. Senelerce,
senelerce hiçbir şey bekleme-
den diz çöküp emirlerini din-
leyeceksin… Adam vardır,
Aristo’yu Atina kerhaneleri-
nin adresini sormak için, kö-
şebaşında bekler. Adam var-
dır, kenef süpürtür Venüs’e.
Ve kitabı, ağzına kadar ruh-
la dolu kutsal bir emanet ola-
rak değil, maddî refahına hiz-
met edecek bir hüddam olarak
görür.1
Bu mütecessis fikir işçisi1,
herhangi bir tarafgirlik hissi
gütmeden, hemen hemen her
konuya eğilmiştir. Zaten demi-
yor muydu İzm’ler idrâklere
giydirilmiş deli gömlekleri2
diye… İşte bu şiarla Türk zihin
tarihinde çığır açmıştır. Zîra
senelerce kısır kutuplaşmalar-
la yozlaşmış Türk neslinin ar-
tık ikaz edilmesi ve doğruyu
görmesi elzemdir. Pekiyi sade-
ce halk mı doğruyu görmelidir,
elbette Tanzimat’tan bu yana
aldanan ve aldatan Türk aydı-
nı da kulak vermelidir Meriç’e.
Bu itibarla, gözlerinin nu-
runu aydınlanmak ve aydın-
latmak uğruna feda etmiştir.
Öyle gayretkeştir ki, sosyal bi-
limlerin her alanında gezin-
miş, bu alanlarda otorite sa-
yılacak orijinal fikirler öne
sürmüş ve sistemli sorgulama-
lar yapmıştır. Bütün bu azimli
çalışmalar sonucu her biri şa-
heser niteliğinde eserler telif
etmiştir.
Mihnetle dolu yaşam serü-
venini işte şu cümlelerle hülâsa
eder; Hayatının sonuna yak-
laşmış bir insan olarak, zaten
çoktan beri kaybettiğim ya-
şama sevincini, bu sınıf-
lar üstü hakikatlerin ta-
harrisinde buluyorum. Bu
itibarla mezarların öte-
sinden seslenir gibi ses-
lenebilirim çağıma, daha
doğrusu ülkeme. Ama oku-
nur muyum, sesim duyu-
lur mu? Meşhur bir adam
da değilim, kalabalığın be-
nimsediği edebi bir nevi de
temsil etmiyorum. Ne ro-
mancıyım, ne şair, ne tarih-
çi. Sadece dürüstüm, çok oku-
dum, çok düşündüm. Beşeri
ihtiraslardan uzaklaşmışım:
Bütün bu vasıflar bir düşünce
adamının hamurunu yapar...
Üstad Cemil Meriç, marjinal
bir aydın olarak çoğu aydın ta-
rafından ekol olarak kabul edi-
lir ve geniş bir okur kitlesine
sahiptir..
1) Cemil Meriç, Jurnal (1955-1965), İstanbul, İletişim, 2007. C.I, s.67.
2) Meriç, Bu Ülke, İstanbul, İletişim, 2007, s.7.3) A.g.e., s.90.
Dipnot
ÇOCUK EĞİTİMİNDE
MODELÇOCUK EĞİTİMİNDE
MODELEylül 201084
EğitimM. Emin KARABACAK
85
An n e - b a l a l a r
ç o c u k l a r ı n ı
eğitip yetişti-
rirken sürekli nasihat yerine uy-
gun bir şekilde model olmaları
gerekir. Evde çocuğun ders çalış-
masını isteyen bir anne babanın
çocuğuna model olması açısın-
dan kitaplarla haşır neşir olma-
sı lazımdır. Çünkü çocuklar anne
babaların sözlerine değil davra-
nışlara baktıklarını bilmeyenimiz
yoktur.
Çocukların söz ve nasihatler-
den daha çok davranışları mo-
del aldığı her anne baba çok iyi
bilmektedir. Olumsuz davranış-
lar sergileyen bir anne babanın
çocuklarının olumsuz davranış-
ları bırakması ve bu davranışla-
rın ne kadar yanlış olduğunu an-
latmaya çalışması ne kadar etkili
olabilir ki. Yine kendisi olumsuz
davranışlar sergilemede bir sa-
kınca görmeyen; fakat çocuğu-
nu olumsuz davranışlarına aşı-
rı tepki veren bir anne babanın
davranışları ne kadar tutarlı ola-
bilir ki. Mükemmel çocuk yetiş-
tirme konusunda çocuğa uygun
şekilde model olmak yerine “Ço-
cuğum dediklerimi yap; fakat git-
tiğim yoldan gitme!” sözü çocukta
ne kadar etkileyici olabilir ki.
Sadece nasihatle çocuk ye-
tiştirilemeyeceği gerçeği-
ni aşağı yukarı bütün anne ba-
balar farkındadırlar. Sadece
nasihatle çocuk yetiştirilmiş ol-
saydı Cenab-ı Hakk da insanla-
ra sadece ilâhî kitap gönderirdir,
insanların davranışsal olarak ör-
nek alabilecekleri peygamberle-
ri göndermesine gerek kalmazdı.
Oysa Cenab-ı Hakk ilâhî kitap-
larla birlikte peygamberlerini de
gönderdi ki insanlara hem onla-
rı model almaların hem de hayat
standartlarımı ve yaşayışlarını
onların yaşantılarına göre ayar-
lamalarını istedi.
Sadece nasihatle çocuk eği-
tilemeyeceği Cenab-ı Hakk’ın
İslâm’ı gönderiliş şekline bakın-
ca çok daha iyi anlamaktayız.
Cenab-ı Hakk’ın İslâm’ı ve Hz
peygamberin gönderiliş şekline
birlikte bakalım.
Peygamber Efendimizi
Cenab-ı Hakk; peygamber ol-
madan önce topluma ahlaken ve
davranışsal olarak örnek olması
için toplum içinde O’nu tutarak
insanlara model olmasını sağla-
mıştır. Bu sebepledir ki Peygam-
ber Efendimiz (s.a.v.) insanların
güvenini kazanınmış ve dürüstlü-
ğü konusunda da insanlar hemfi-
kir olmuşlar. Buna bağlı olarak da
O’na“El-Emin” denmiştir.
Hatta Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) akrabalarını İslâm’a da-
vet için topladığı zaman onlara:
“Ben size: ‘Şu dağın arkasında
bir düşman ordusu var, üzerini-
ze saldırı hazırlığı yapıyor!’ de-
sem, bana inanır mısınız?” Hepsi
birden: “Evet inanırız. Çünkü biz
senin şimdiye kadar hiç yalan
söylediğini duymadık.” dediler.
İşte Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) ümmetine anlatacağı
İslâm’ı önce bunu kendi hayatın-
da davranışsal olarak göstererek
dost ve düşmanlarının ortak pay-
dası olan güvenini kazanmıştır.
Ahlâken ve davranışsal olarak
insanlara en güzel şekilde ör-
nek olan Peygamber Efendimiz
(s.a.v.), anlatacakları da insanlar
tarafından dinlenmiş, tutulmuş
ve davranışsal olarak hayata ge-
çirilmiştir. Bunun sonucunda da
İslâm insanlar tarafından daha
kolay benimsenmiştir.
Peygamber Efendimizin
(s.a.v.) sözleri ile davranışları
arasındaki mükemmellilik ve tu-
tarlık O’nun insanlar tarafından
daha fazla saygı gösterilmesine ve
sözlerinin insanlar üzerinde daha
etkili olmasını neden olmuştur.
Burada Peygamber Efendimi-
zin (s.a.v.) hayatı, anne babalara
en güzel örneği verdiğini düşü-
nüyorum. Anne babalar çocukla-
rını eğitip yetiştirirken Hz. Pey-
gamber (s.a.v.) misali ahlaken
güzel, davranış ve sözler arasın-
da tutarlık göstermeli ki hem ço-
cuklarına uygun bir model olsun
hem de yapmış oldukları nasi-
hatler yerine ulaşması açısından
tutulmuş olsun.
Yine Cenab-ı Hakk; Kur’an-ı
Kerim’in indirilişi ile Peygam-
ber Efendimizi (s.a.v.) tebliğinin
yaklaşık 23 yılda tamamladığını
biliyoruz. Cenab-ı Hakk’ın bize
burada vermiş olduğu mesaj ço-
cuk eğitiminde de geçerli oldu-
ğunu düşünüyorum.
Peygamber Efendimizin
(s.a.v.) insanlara İslâm’ı tebliği,
insanların içinde bulundukları
şartlara ve ihtiyaçlarına göre ka-
demeli olarak anlattığı gibi anne
babalarında çocuklarını terbiye
ederken onların gelişim dönem-
leri ve ihtiyaçları göz önünde bu-lundurmaları gerekir.
Eylül 201086
İncirAnavatanı Doğu Akdeniz olan ve Türkiye’den
Afganistan’a kadar yılda 1 milyon ton üretilen
incirin yüzde 25’inden fazlasını Türkiye üreti-
yor. İncir üretiminde Türkiye’yi, Mısır, Cezayir,
Yunanistan, Iran ve Fas gibi ülkeler takip edi-
yor.
Taze ve özellikle kuru incirin yenilmesiyle
insan bedeninin hücrelerinin yenilendiği belir-
tiliyor. Uzmanlara göre, incir, içerdiği yüksek
oranlardaki protein, vitamin ve minerallerle
hücrelerin yenilenmesini sağlayan bir besindir.
Sözgelişi, 100 gr. kuru incir yenilirse be-
denin günlük gereksinimlerinden kalsiyu-
mun yüzde 17’si, demir ve magnezyumun yüz-
de 30’u, fosforun yüzde 20’si, B1 vitamininin
yüzde 5’i ve B2 vitamininin yüzde 4’ü alınmış
olur. İncir, içerdiği yüksek orandaki liflerle be-
dene giren kolesterolün kana karışmadan atıl-
masını sağlar.
Sindirimi kolaylaştıran incirin, bedeni bak-
terilere karşı koruyan etkileri de var. İncir içer-
diği yüksek orandaki kalsiyum ve fosforla kemik
ve dişlerin oluşumu ile sağlıklarını garantiler.
İncirin içerdiği kalsiyum, diğer besinlerdeki-
ne göre daha kolay sindirilir. Süt içemeyen ki-
şilerin incir yemeleri öğütlenir. İncir, içerdiği
‘benzaldehit’ adlı maddeyle kanserli hücrelerin
büyümesini önler, kansere karşı etkili olur.
Şifalı Bitkiler
87
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Muhallebili LokumMalzemeler (5 kişilik)20 Adet3 su bardağı süt1 çorba kaşığı tereyağıİki buçuk kahve fincanı unİki buçuk kahve fincanı toz şeker1 tatlı kaşığı tarçın1 su bardağı Antepfıstığı
Hazırlanışı:Süt, iki buçuk kahve fincanı un ve tereyağını tencere-de muhallebi gibi pişirin. Kaynamaya yakın, şekeri ila-ve edin ve 5 dakika daha pişirin. Ocağı kapattıktan sonra tarçını ekleyip karıştırın. Blender ile iyice çır-pın. Muhallebiyi düz bir tepsiye 1 cm kalınlığında yayın üzerine antepfıstığını serpiştirin ve buzdolabına ko-yup 3-4 saat katılaşmasını bekleyin. Buzdolabından al-dıktan sonra 2 cm eninde ve 5 cm boyunda dikdört-genler kesin. Minik rulolar elde edin. Servis tabağına koyduktan sonra üzerlerine antepfıstığı serpiştirin. Afiyet olsun
Bekir SARI
Eylül 201088
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
Gerçek Kalp
Dostları4606 Hulûsi Efendi(k.s.)’nin
Tasavvufî Görüşleri
116
Dergisi Hediyesi...
H A Z İ R A N 2 0 1 0
Fiyatı: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 70 TL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Posta Çeki Hesap No: 1361068Ziraat Bankası Darende Şubesi : 26798480-5001 Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 bilgi@somuncubaba.netwww.somuncubaba.net
Çocuk ekiyle birlikte yıllık abone bedeli
70 TL
2010 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Recommended