96
James Thurber 13 SAAT çeviren: Emin E.

13 SAAT (James Thurber)

  • Upload
    demono2

  • View
    73

  • Download
    26

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: 13 SAAT (James Thurber)

James Thurber

13 SAAT çeviren: Emin E.

Page 2: 13 SAAT (James Thurber)

Bu çeviri, gönüllü bir çalışmanın ürünüdür.

İletişim: [email protected]

Mayıs

Page 3: 13 SAAT (James Thurber)

James Thurber (1894-1961) Amerikalı yazar ve gazeteci. Karikatürleri, mizahi kısa hikayeleri ve çocuk romanlarıyla tanınır. 13 Saat (The 13 Clocks) ve Muhteşem O (The Wonderful O) adlı eserleri modern Amerikan edebiyatının klasikleri olarak kabul edilir. Adına konmuş olan Thurber Ödülü, 1997 yılından bu yana her yıl en iyi mizah yapıtına verilmektedir.

Page 4: 13 SAAT (James Thurber)

13 SAAT

James Thurber

Resimler: Mark Simont

çeviren: Emin E.

Page 5: 13 SAAT (James Thurber)
Page 6: 13 SAAT (James Thurber)

Bu kitap, yazara bir cadı ya da büyücü

tarafından yapılan büyüleri her defasında bozmuş

olan Jap ve Helen Gud’a adanmıştır.

Page 7: 13 SAAT (James Thurber)
Page 8: 13 SAAT (James Thurber)
Page 9: 13 SAAT (James Thurber)

Bir zamanlar, on üç saatin çalışmadığı ıssız bir

tepedeki kasvetli bir şatoda soğuk, kavgacı Dük ile onun yeğeni Prenses Saralinda yaşardı. Prenses her mevsim sıcakken, Dük her zaman soğuktu. Elleri, gülümsemesi kadar, hatta neredeyse kalbi kadar soğuktu. Uykudayken eldiven giyerdi, uyanıkken de eldiven giyerdi, bu yüzden de toplu iğneleri ya da metal paraları ya da yemiş kabuklarını toplamak ya da bülbüllerin kanatlarını yolmak onun için zor oluyordu. Bir doksan beş boyunda, kırk dört yaşındaydı ve düşündüğünden daha soğuktu. Bir gözünde kadife bir göz bandı vardı; diğer gözü ise monoklün içinden parıldayarak bakıyordu. Bu haliyle Dük’ün bir yarısı diğer yarısından daha yakınmış gibi geliyordu insana. Kuşları ve hayvanları hırpalamak için yuvalara ve inlere bakmaya meraklı olduğundan on iki yaşında bir gözünü kaybetmişti. Bir gün öğleden sonra, yavruların anası bir örümcekkuşu çabuk davranıp önce onu hırpalamıştı. Geceleri kâbuslar görürken, gündüzlerini şeytani planlar yaparak geçiriyordu.

Şeytanca planlar yaparak şatonun soğuk koridorları boyunca aksayarak yürüyor ve bir yanda da kıkırdıyordu; Saralinda’nın taliplerinin yerine getiremeyecekleri yeni isteklerinin neler olacağını planlamaktaydı. Onun evlenmesini istemiyordu,

Page 10: 13 SAAT (James Thurber)

çünkü şatodaki tek sıcak el onun eliydi. Saatlerinin kolları, o on üç saatin kolları bile donmuştu. Hepsi de, yedi yıl önce karlı bir gecede aynı anda donmuşlardı ve o zamandan bu yana saat hep beşe on kalayı gösteriyordu. Gezginler ve denizciler ıssız tepedeki kasvetli şatoya bakıyor ve “Zaman orada donmuş; hep Geçmiş’i gösteriyor, hiç Şimdi’yi göstermiyor,” diyorlardı.

Soğuk Dük Şimdi’den, Şimdi’nin sıcaklığından

ve baskısından korkuyordu; Geçmiş ise ölüydü ve gömülmüştü. Şimdi, neşenin şövalyesini ve parıltılı cesareti getirebilirdi… “Hayır, olmaz!” diye

Page 11: 13 SAAT (James Thurber)

mırıldandı soğuk Dük. “Prens, kendisini yeni ve korkunç bir görev uğruna heba edecek: ulaşılması çok yüksek bir yer, bulunması çok zor bir nesne, taşınması çok ağır bir yük.” Dük, Şimdi’den korkuyordu, fakat tuhaf bir dürtüyle acaba çalışacaklar mı diye saatleri kurcalardı, bir yandan da çalışmasınlar diye dua ediyordu.

Page 12: 13 SAAT (James Thurber)

Ustalar, uzmanlar ve birkaç büyücü alet edevatları ya da büyülü sözleriyle, bu yöntemler işe yaramayınca da sallayarak ve küfrederek saatlerin çalışması için uğraştılar; ama ne bir vızıltı ne de bir tıkırtı vardı. Saatler ölüydü. Sonunda Dük zamanı katlettiğine karar verdi; kılıcıyla öldürmüştü onu ve kanını onun sakalına silmiş, onu yerde yatarken terk etmişti. Saatler ve dakikalar geçip giderken zamanın yayları boşanıp dağılıyor, sarkacı parçalanıyordu.

Dük topallıyordu, çünkü bacaklarının uzunlukları farklıydı. Sağ bacağı sol bacağından daha uzundu, çünkü gençken sabahlarını köpek yavrularıyla şut çekip kedi yavrularıyla röveşata yaparak geçirmişti. Taliplere, “Bacaklarımdaki uzunluk farkı nedir?” diye soruyor, eğer genç bu soruyu, “A, biri diğerinden daha kısa!” diye yanıtlarsa bastonunun içinde taşıdığı kılıcıyla işini bitirip onu kazlara yem olarak veriyordu. Taliplerin, “A, biri diğerinden daha uzun!” demesi gerekiyordu. Pek çok prens bu farkı yanlış söylediği için canından olmuştu. Öbürleri de yine aynı derecede önemsiz meseleler yüzünden fırçayı yemişlerdi: Dük’ün kamelyalarını çiğnemek, şaraplarını yeterince övmemek, eldivenlerine gözlerini dikmek, yeğenine çok uzun süre bakmak. Kılıcıyla haklamasından ve horlamalarından kurtulanlara ise, bir kış gecesi zamanın beşe on kala donup ölesiye durduğu bu şatoda varlığını sürdüren tek sıcak el olan yeğeninin

Page 13: 13 SAAT (James Thurber)

elini tutabilmeleri için yerine getirilmesi neredeyse imkânsız görevler veriliyordu. Ay’dan bir dilim kesmeleri ya da okyanusu şaraba çevirmeleri söyleniyordu. Hiçbir yerde bulunamayacak şeyleri bulmakla, inşa edilemeyecek şeyleri inşa etmeye çalışmakla sınanıyorlardı. Geliyorlar, deniyorlar, başarısız oluyorlar, umutsuzluğa düşüyorlar ve bir daha dönmüyorlardı. Bazıları ise, X ile başlayan isimler kullandıkları ya da kaşıkları düşürdükleri ya da yüzük taktıkları ya da günahlar konusunda saygısızca konuştukları için azarlanıyorlardı.

Şato ve Dük gitgide daha da soğurken Saralinda bir prenses olarak, zamanın donduğu bu yerde bile birazcık yaşlanmıştı, ama sadece birazcık. Bir prens, ozan kılığında şatonun aşağısındaki kasabaya gelip şarkı söylediği gün, neredeyse yirmi bir yaşındaydı. Kendini Xingu olarak tanıtmıştı genç-bu onun gerçek ismi değildi ve tehlikeliydi çünkü X ile başlıyordu-ve hala da tehlikeli. Tam anlamıyla paçavralar içinde, hırpani kılıklı bir ozandı ve para toplamak için şarkı söylüyordu, ama aynı zamanda seviyordu da şarkı söylemeyi. Kendini böylesine düşüncesizce Xingu ismiyle tanıtan bu genç, güçlü bir kralın en küçük oğluydu, fakat debdebe içinde yaşamaktan, şölenlerden, yarışmalardan ve krallığındaki çabuk elde edilebilen prenseslerden bıkmıştı; uzak bir diyardaki rüyalarını süsleyen o masum kızın hayalini kuruyordu. Böylece yola çıkmış,

Page 14: 13 SAAT (James Thurber)

şarkı söylemiş, alçakgönüllüce yaşamayı öğrenmişti ve belki şurada burada bir ejderha bile öldürebilecekti.

Şatonun aşağısındaki kasabada gazinocuların, gezginlerin, meddahların, ayyaşların, bela arayanların ve kasabadaki diğer insanların toplandığı Gümüş Kuğu’da Saralinda’dan, yeryüzündeki en güzel prensesten haberdar oldu. “Eğer yağmuru gümüşe çevirebilirsen, kız senindir,” dedi bir gazinocu yan yan bakarak.

“Eğer boynuzlu Domusboy Domuzu’nu öldürürsen, kız senindir,” dedi bir gezgin sırıtarak. “Fakat boynuzlu Domusboy Domuzu diye bir şey yok, işin zor tarafı da bu.”

“İşi daha da zorlaştıran amcasının herkesi horlaması ve haklaması,” dedi bir meddah alaylı bir şekilde. “Seni bogurundan zevadenine kadar yarıp geçer.”

“Dük iki metre on beş santimdir ve sadece yirmi sekiz yaşındadır veya olgunluk çağındadır,” diye lıkırdadı bir ayyaş. “Eli bir saati durduracak kadar soğuk, bir boğayı boğacak kadar güçlü ve rüzgârı yakalayacak kadar hızlıdır. Ozanları kraker gibi parçalayıp çorbasına doğrar.”

“Ozanımız burada ihtiyar adamın kalbini şarkıyla ısıtacak, altın ve gümüşlerle onun gözlerini kamaştıracak,” dedi belasını arayan biri pişmiş kelle gibi sırıtarak. “Dük’ün kamelyalarını çiğneyecek,

Page 15: 13 SAAT (James Thurber)

şarabını dökecek, kılıcın köreltecek ve X ile başlayan ismini söyleyecek ve Dük de sonunda ona, ‘Saralinda senindir, benim takdirimle, paçavraların ve kadavraların asil prensi, güneşin süvarisi!’ diyecek.”

Belasını arayan yüz on kilo ağırlığındaydı, ama

ozan onu kaldırıp havaya fırlattı ve yakalayıp yere indirdi. Sonra da borcunu ödeyin Kuğu’dan ayrıldı.

“Bu genci daha önce görmüştüm,” diye düşüncelere daldı gezgin, Xingu’nun ardından bakarken. “Fakat o zaman ne böyle paçavralar içindeydi ne de ozandı. Şimdi düşüneyim, acaba onu nerede görmüştüm?”

“Çorbada,” dedi ayyaş, “krakerler gibi.”

Page 16: 13 SAAT (James Thurber)

Dışarıda gece, boynuzunda bir yıldız tutmakta

olan sarı bir aydede tarafından aydınlanmıştı. Tepedeki kasvetli şatoda bir lamba, sıska Dük sanki bir odadan diğerine sinsice geçiyor, sıçanları, örümcekleri bıçaklıyor, fareleri katlediyormuş gibi parlayıp sönüyor, görünüyor kayboluyordu. “Mücevherle Dük’ün gözlerini kamaştır,” dedi ozan kendi kendine. “İşin içinde bir iş var, ama nedir, nerededir, bulamıyorum.” Dük’ün kendisinden pembe kar yağdırmasını ya da talaştan masa yapmasını isteyip istemeyeceğini merak ediyordu; belki de sadece bogurdundan zevadenine kadar yarar ve sonra durumu Saralinda’ya anlatırdı.

“İşte orada, senin son kafasız talihlin, isimsiz bir ozan yatıyor. Uşaklarıma onu kazlara vermesini söyleyeceğim.” Ozan ay ışığında titredi, bogurdunun ve zevadesinin neresi olduğunu merak etti. Şatoya nasıl, niçin ve ne zaman girebileceğini düşünüyordu. Bir dük pejmürde kılıklı bir ozanı asla masasına davet etmez, ona bir görev vermez ya da onu prensesle tanıştırmazdı. “Bir yolunu bulmalıyım,” diye düşündü Prens. “Bir şeyler düşünmeliyim.”

Gece ilerlemişti. Eğlence düşkünleri sallanarak ve sendeleyerek hanlardan ve meyhanelerden çıkmışlardı. Giysileri ne yırtık ne de kırpıktı; bazıları kadife gecelik giymişti. Kasabadaki köpeklerin üçte

Page 17: 13 SAAT (James Thurber)

biri havlamaya başladı. Ozan omuzundaki lavtasını indirdi ve o an bir şarkı uydurdu. Bir yolunu bulmuştu.

“Hav hav diye havladılar, Ama sadece üçte biri. Onların derdi kadifelilerle, Ben niye korkayım ki.” Yalpalayarak yatağa giden bir meddah şarkıya

güldü; belasını arayanlar ve ayyaşlar toplanıp dinlediler.

Page 18: 13 SAAT (James Thurber)

“Kadife gecelikleri sever Dük, Sizleri çaya davet edecek. Yırtık ve kırpıklar içindeki beni ise, Gözü bile görmeyecek.” Kasabalılar ozanın etrafını sarmış gülüp

eğleniyorlardı. “Cesurmuş, bu haliyle Dük hakkında şarkılar uyduruyor!” diye kıkırdadı kalabalığa yeni karışmış bir balkabağı-ki buydu lakabı. Ozan söylemeye devam etti.

“Hav hav diye havladılar, Kedi yavrularını sever Dük. Derileri temizce yüzülünce, Eldivenleri olur birer kürk. Kalabalık, Dük’ün sadece ellerine, yakut ve

elmaslarla parıldayan eldivenler içindeki ellerine baktılar diye 11 talipliye etmediğini bırakmadığını bildikleri için korku ve merak içinde derin bir sessizliğe gömüldü. Eğlenceden dönmekte olan bütün ahali, çılgın ozanın umutsuz ve ayvayı yemiş bir arkadaşı olarak görülme korkusuyla hemen evlerine sıvıştılar ve olayı eşlerine de anlattılar. Sadece ozanı daha önce başka bir yerde de gördüğünü düşünen gezgin, onu içinde bulunduğu tehlike konusunda uyarmak için biraz oyalandı. “Seni parmaklıkların arasında parıldarken gördüm,” dedi,

Page 19: 13 SAAT (James Thurber)

“ya da bir savaşta şövalyeleri haklarken veya bir adamı kraker gibi ikiye ayırırken. Tristram’in oğlu olmalısın sen; ya da Lancelot’un. Yoksa Tyne veya Tora mısın?”

“Sadece göçebe bir ozan,” dedi ozan, “paçavraları ve zevadenleriyle.” Ağzından kaçırdığı laftan dolayı şaşkınlık içinde dilini ısırdı.

“Kudretli Zorna’lı Zorn olsanız bile”, dedi adam, “Dük’ün öfkesinden kaçamazdınız. Sizi bogurdunuzdan zevadeninize kadar, buradan buraya yarardı.” Böyle diyerek ozanın midesine ve boğazına dokundu.

“Biliyorum şimdi alacağım önlemi,” diye iç çekti ozan.

Page 20: 13 SAAT (James Thurber)

Kadife maskesi, şapkası ve pelerini olan siyah bir figür bir ağacın arkasında kayboldu. “Soğuk Dük’ün baş casusu”, dedi gezgin. “Adı Fısıltı. Yarın ölecek.” Ozan devamını bekledi. “Ölecek çünkü senin günahlarını sayarken kürklerden bahsetmek zorunda kalacak. Ben de bir an önce ayrılmalıyım buradan, ne de olsa ben de adını andım kürklerin.” İçini çekti. “Sen de asla yeğeniyle evlenemeyeceksin. Sadece kazlara yem olmak için öleceksin. Hoşça kal, iyi geceler ve üzgünüm.”

Gezgin, tıpkı bir kurbağanın ağzına giren bir sinek gibi ortadan kayboldu; ozan ıssız ve karanlık sokakta tek başına kalmıştı. Bir yerlerde bir saatin soğuk sesi gecenin içinde çınladı. Ozan tekrar şarkı söylemeye başladı. Yumuşak bir parmak omzuna dokundu; dönünce ay ışığında gülümseyen küçük bir adam gördü. Tanımlanamayacak bir şapka giymişti; gözleri, sanki bu olup bitenler hayatında ilk kez gerçekleşiyormuş gibi kocaman ve şaşkınlıkla açılmıştı; ve siyah, tanımlanabilir bir sakalı vardı. “Eğer şarkılarından daha iyi bir şeyin yoksa,” dedi, “çoktan daha az ve herhangi bir şeyden birazcık daha fazla bir şeysin.”

“Kendi usulümce deniyorum,” dedi ozan ve lavtasını tıngırdatıp söylemeye başladı.

Page 21: 13 SAAT (James Thurber)

“Hav hav diye havladılar, Korkaklar gidiyor uyumaya. Kimileri görecek şafağı, Fısıltı ölmüş olunca.” İhtiyar adamın gülümsemesi soldu. “Kimsin sen?” diye sordu ozan. “Ben Golux’um,” dedi Golux gururla.

“Dünyadaki tek Golux ve sadece bir Aygıt değilim.” “Birine benziyorsun,” dedi ozan,

“Saralinda’nın bir güle benzemesi gibi.” “Ben sadece kabul etmediğimi söylediğim

şeylerin yarısına benzerim,” dedi Golux, “diğer yarısı da bana benzer.” İçini çekti. “İnsanlar tehlike içinde olduğunda her zaman hazır bulunmalıyım.”

“Tehlikedeysem beni ilgilendirir,” dedi ozan. “Yarısı seni yarısı da Saralinda’yı.” “Bunu düşünmemiştim,” dedi ozan. “Sana

güveniyorum. Sen nereye götürürsen oraya gideceğim.”

“O kadar da hızlı değil,” dedi Golux. “Benim gittiğim yerlerin yarısı, hiç var olmadı. Genelde kafamdan uydururum. Söylediğim şeylerin yarısı hiç bulunamadı. Gençken bir gömü masalı uydurmuştum, adamlar ormanda kazı yapıyordu falan. Sonra ben de kazdım.”

“Ama neden?” “Uydurduğum masal doğru çıkabilir diye.”

Page 22: 13 SAAT (James Thurber)
Page 23: 13 SAAT (James Thurber)

“Uydurduğunu söylemiştin.” “Uydurmuştum biliyorum, ama o zaman

uydurduğumu bilmiyordum. Ayrıca bazı şeyleri unuturum.” Ozan belirsiz bir kararsızlık içindeydi. “Yanlış yaptığım olur, ama İyi’nin yanındayım ben hep,” dedi Golux, “kazara ve tesadüfen. İki yaşımdayken İblis olacağıma dair büyük umutlarım vardı, fakat gençlik dönemimde örümcek ağında ışıldayan bir ateş böceğine rastladım. Kurbanın hayatını kurtarmıştım.”

“Ateş böceğinin mi?” diye sordu ozan. “Örümceğin. Yanıp sönen kundakçı ağı ateşe

vermişti.” Ozanın kuşkuları daha da arttı, fakat tam sıvışmayı düşünürken şatodan derin bir çan sesi duyuldu, ışıklar yandı ve emirler, buyruklar veren sesler yükseldi. Bir ışık seli karanlığın içine doğru akmaya başladı. “Dük senin şarkını duydu,” dedi Golux. “Şimdi kıyamet kopacak, ok yaydan çıktı, oyun bitti, suyun ısındı, ifşa oldun.”

“Vadem dolmuş,” dedi ozan. Bir çeliğin sırtının bilek taşında bilenmesine benzer, uzak ve zayıf bir gıcırtı duydu.

“Dük seni kazlarına besin yapmak için hazırlanıyor,” dedi Golux. “Onu durdurmak için bir hikaye uydurmalıyız.”

“Ne tür bir hikaye?” diye sordu ozan.

Page 24: 13 SAAT (James Thurber)

“Öyle bir hikaye ki,” dedi Golux, “seni öldürmesinin başka birinin yüreğinde bir ışık yakacağına onu inandırsın. İnsanların yüreğindeki ışıktan nefret eder o. Bu yüzden ona, belirli bir prensin ya da prensesin, senin kazlara yem olduktan sonraki günün akşamına kadar evlenemeyeceğini söylemen gerek.”

“Keşke bunu tekrarlayıp durmasan,” dedi ozan.

“Ama hikaye doğruya benziyor,” dedi Golux, “ayrıca bir cadının büyüsünü andırıyor. Dük, cadı büyülerindeki haşmete sahiptir. Eminim kendini dizginleyecektir, sanırım.”

Ağır adımların sesi daha da, daha da yaklaştı. Dük’ün demir muhafızları parlayan lambaları,

Page 25: 13 SAAT (James Thurber)

mızrakları ve zırhları içinde görünür mesafeye geldiler. “Dur!” Şangırtılar ve tıngırtılar duyuldu.

“Arkadaşımı tutuklamayın,” diye istirhamda bulundu genç olan.

“Hangi arkadaş?” diye hırladı komutan. Ozan etrafına, ötesine berisine bakındı, fakat

kendisinden başka kimse yoktu. Bir muhafız kahkaha atarak, “Belki de Golux’u görmüştür,” dedi.

“Golux diye bir şey yoktur. Ben okula gittim ve biliyorum,” dedi komutan. Ozanın kuşkuları yeniden arttı. “Sıraya gir!” diye haykırdı komutan. “Yerini al.”

“Onu duydun. Yerini al ,” dedi çavuş. Muhafızlar, ozanla birlikte, onu şatoya hapsetmek için uygun adım ilerlediler. Bir ışık seli yavaş yavaş tepeye doğru tırmandı.

Page 26: 13 SAAT (James Thurber)

Sabah vaktiydi. Soğuk Dük, sanki

tomurcuklanan çiçekleri ya da uçuşan kuşları izlemek istiyormuş gibi pencereden dışarı baktı. Uşaklarının Fısıltı’yı kazlarına yem olarak vermesini izliyordu. Döndü ve üç kez aksayarak şatonun büyük salonunda, elleri arkasına bağlı halde duran ozana baktı. “Hangi prens senin gibi hiçbir anlamı ve amacı olmayan bir kelime kullanarak konuşur ve bu sözlerle bir kızı sevebilir?” Sesi bir kadife parçasının üzerine damlayan demir gibiydi.

“Asil bir prens, asil bir leydiyi,” dedi ozan. “Onlar evlendiğinde bir milyon insan mutlu olacak.”

Dük kılıcını topuzlu bastonundan çıkardı ve iyice baktı ona. Aksayarak geldi, gözlerini tutsağına dikti; boguruna yumuşakça dokundu, zevadenine dokundu; içini çekip kaşlarını çattı ve kılıcını indirdi. “Senin için düşündüğümüz harika bir görev var,” dedi. “Senin hilelerinden ve üçkağıtlarından hoşlanmıyorum. Seni öldürdüğüm takdirde evlenecek bir prens ya da bir kız olduğunu da sanmıyorum; ama bundan kati surette emin değilim.” Kötü kötü sırıttı yine. “Senin için düşündüğümüz harika bir görev var.”

“Fakat ben prens değilim,” dedi ozan, “ve ancak bir prens, Saralinda’ya talip olabilir.”

Page 27: 13 SAAT (James Thurber)
Page 28: 13 SAAT (James Thurber)

Soğuk Dük sırıtmasını sürdürdü. “Demek öyle, o zaman seni prens yaparız,” dedi. “Gürültünün ve Patırtının prensi.” Eldivenli ellerini birbirine vurdu ve iki uşak, tek ses etmeden belirdiler. “Hapse atın,” dedi Dük.

“Ekmek vermeden suyla, su vermeden ekmekle besleyin.”

Uşaklar ozanı büyük salondan çıkarırlarken Prenses Saralinda bir bulut gibi mermer basamaklardan aşağıya doğru aktı. Dük’ün gözü kristal gibi parladı. Ozan büyülenmiş gibi bakıp kaldı. Prenses Saralinda uzundu; siyah saçlarında kayısıçiçekleri vardı ve gökkuşağı gibi parıl parıl parıldayan sükuneti giyinmişti. Ağzını goncaya, kaşlarını leylağa benzetmek kolaya kaçmak olurdu. Sesi uzaklardaki müzik, gözleri huzur dolu bir gecede yanan mumlardı. Odayı menekşeler içinde esen bir rüzgar gibi geçti; kahkahası, orada bulunmasıyla birlikte hafif ve düşlenemez, ama mis gibi bir kokuyla dolan havada ışıldadı. Prens, bu güzellik karşısında donakaldı, ama soğuk değildi. Dük soğuktu, ama donakalmamıştı; eldivenleri ellerini, sanki Prenses bir ateşmiş de onları yakacakmış gibi kaldırmıştı. Ozan, aksak adamın yanaklarına kanın yayıldığını ve onu ısıttığını gördü. “Bu paçavra kadavra parçası bizim küçük oyunumuza iştirak edecek,” dedi yeğenine; sesi bir kadife parçasının üzerindeki demir gibiydi.

Page 29: 13 SAAT (James Thurber)

“Ona zarar gelmemesini isterim,” dedi Prenses.

Ozan kendisini tutanlardan kurtulup Prenses’in ellerini ellerine aldı, fakat Dük çabucak kırlangıç saplı bastonuyla onu uzaklaştırdı. “Zindana atın şunu hemen,” dedi. Monoklünden soğukça ozana baktı. “Orada en eğlenceli sıçanları ve örümcekleri bulacaksın.”

“Ona zarar gelmemesini isterim,” dedi Prenses tekrar. Uşaklar ozanı zindana götürdüler.

Zindanın büyük demir kapısı arkasından gürültüyle kapandığı zaman, karanlığın içinde kendini yapayalnız buldu ozan. Ağının kenarında sallanan bir örümcek, ileri geri gidip geliyordu. Sıçanların vırıncıklamaları duvarlarda yankılanıyordu. Ozan yılan veya onun gibi bir şeye basmaktan kaçınarak bir adım attı. “Dikkat et,” dedi Golux, “ayağıma bastın.”

“Burada ne işin var?” diye haykırdı ozan. “Bir şey unuttum. Dük’ün sana vereceği

görevle ilgili bir şey unuttum.” Ozan çok geniş göllerde yüzmeyi, taşların

içinde sıvıları döndürmeyi, kemikten yapılmış kemiksiz yaratıkları bulmayı getirdi aklına. “Buraya nasıl geldin?” diye sordu. “Buradan ayrılabilir misin?”

“Asla öğrenemedim,” dedi Golux. “Annem bir cadıydı, ama işte şöyle böyle. Bir nesneyi altına

Page 30: 13 SAAT (James Thurber)

çevirmeye çalışırken balçığa çevirirdi; rakiplerini balığa dönüştürmek istediğinde yapabildiği tek şey denizkızına dönüştürmek olurdu.” Ozanın kalbi güvende değildi. “Babam bir sihirbazdı,” dedi arkadaşı, “sihirleri genellikle kendine yönelik olurdu. Bir ateş yak ya da lambayı ateşle! Kafası olmayan bir şey tuttuğum olmuştu.”

Ozan titredi. “Görev konusu,” dedi, “bana söylemek istediğin bir şey vardı.”

“Öyle mi? Oh, evet. Babam yoğunlaşma gücünü kaybetti. Rahipler ve keşişler için kötüdür bu, ama sihirbazlar için daha kötüdür. Dinle. Dük’e Boar’ı avlayacağını ya da Ay’ın etrafında üç tur atacağını ya da Kasım’ı Haziran’a çevirebileceğini söyle. Ama seni bin tane mücevher bulması için göndermemesi konusunda yalvar ona.”

“Sonra?” “Sonra seni bin tane mücevher bulmak için

gönderecek.” “Ama ben fakir biriyim!” diye haykırdı ozan. “Hadi, hadi,” dedi Golux. “Sen Zorna’nın

Zorn’usun. Tanıştığım bir gezginden öğrendim bunu. Kasabadan ayrılmak üzereyken hatırladı. Babanın fıçıları ve sandıkları yakut ve safirlerle parlıyormuş.”

“Babam Zorna’da yaşıyor,” dedi Prens. “Dokuz ve doksan günümü aldı: üç ve otuz gün gitmek, üç ve otuz gün buraya dönmek.”

“Bu altı ve atmış eder.”

Page 31: 13 SAAT (James Thurber)

“Babamın karar vermesi üç ve otuz gün alır,” dedi Prens. “Büyülerde ve çalışma hayatında her zaman belirli bir süre vardır. Benim sürem dolduğunda denizde olmalıyım.”

“Bu başka bir gün için başka bir problem,” dedi Golux. “Zaman yusufçuklar ve melekler içindir. Birinciler çok az yaşar, ikinciler çok fazla.”

Page 32: 13 SAAT (James Thurber)

Zorna’nın Zorn’u bir süre düşündü ve “Görev tuhaf ve basit gözüküyor,” dedi.

“Bu adanın ucunda ve bucağında,” dedi Golux, “hiç mücevher yok; tabii şatodakileri saymazsak. Dük senin Zorna’nın Zorn’u olduğunu bilmiyor. O seni beş parası ya da ay taşı olmayan biri sanıyor. Mücevherlere düşkündür o. Eldivenlerindekileri gördün.”

Prens bir kaplumbağaya bastı. “Dük’ün casusları var,” dedi. “Belki de benim kim olduğumu biliyordur.”

Golux iç çekti. “Yanılıyor olabilirim,” dedi, “ama risk almalı ve denemeliyiz.”

İç çekme sırası Prens’teydi. “Keşke daha emin olabilseydin.”

“Keşke,” dedi Golux. “Üzülerek söylemeliyim ki annem sadece kısmen cenin zarının içinde doğmuş. Benim zamanımda ben birçok prensin hayatını kurtardım. Ama hepsini kurtaramam.” Eğer ışık olsa pembe olduğu görülebilecek bir şey, zeminde hızlıca hareket edip geçti. “Dük belki de bin tane mücevheri bulmam için bana sadece otuz gün ya da kırk iki gün verir,” dedi Zorna’nın Zorn’u. “Niye doksan dokuz gün versin ki?”

Page 33: 13 SAAT (James Thurber)

“Benim ifade ettiğim de bu,” dedi Golux.

“Sıkıntı ne kadar uzun sürerse, onun sinsice alacağı zevk de o kadar uzun sürer. Sinsice sevinmekten hoşlanır, biliyorsun.”

Page 34: 13 SAAT (James Thurber)

Prens bir karakurbağasının yanına oturdu. “Babam mücevherlerini kaybetti,” dedi, “ya da elden çıkardı.”

“Bunu düşünmüştüm,” dedi Golux. “Ama benim bir taneden başka planlarım var. Şimdi uyumalıyız.”

Herhangi bir yaratığın olmadığı bir köşe

buldular ve kasabanın saati gece yarısını çalasıya kadar uyudular.

Zincirler şıkırdadı, takırdadı ve büyük demir kapı hareket etmeye başladı. “Dük bir kez daha seni çağıracak,” dedi Golux. “Ne söylediğine ve ne yaptığına dikkat et.”

Büyük demir kapı yavaş yavaş açılmaya başladı. “Seni bir daha ne zaman göreceğim?” diye fısıldadı Zorna’nın Zorn’u. Cevap gelmedi. Prens karanlıkta el yordamıyla çevresini yokladı; kediye benzer bir şeye değdi, ama bu Golux’u değildi.

Page 35: 13 SAAT (James Thurber)

Büyük demir kapı şimdi iyice açılmıştı. Zindan fenerin ışığıyla aydınlandı.

“Dük seni istiyor,” diye homurdandı muhafız.

“O da neydi?” “Ne neydi?” “Bilmiyorum,” dedi muhafız. “Kahkaha atan

birinin sesini duydum sanki.” “Dük kahkahadan korkar mı?” diye sordu

Prens. “Dük hiçbir şeyden korkmaz. Hatta,” dedi

muhafız, “Todal’dan bile.” “Todal mı?” “Todal.” “Todal da nedir?” Muhafızın saçındaki lüle beyaza döndü ve

dişleri takırdamaya başladı. “Todal bir hamla damlasına benzer,” dedi. “Tavşan çığlığı gibi ses çıkarır; eski, gün yüzü görmemiş odalar gibi kokar.

Page 36: 13 SAAT (James Thurber)

Bir şekilde Dük’ü yenmeyi bekliyor, mesela senin gibi birine üstesinden gelebileceği bir görev vererek.”

“O bana görev verince… ben de başaracak

mıyım?” diye ağız aradı Prens. “Bahsettiğim Damla onu hamlayacak,” dedi

muhafız. “O iblisin casusu; yapmaları gerekenden daha az şeytani işler yapan şeytanları cezalandırmak için gönderildi. Çok konuşuyorum. Hadi, Dük bekliyor.”

Page 37: 13 SAAT (James Thurber)

Dük, kalkanların ve mızrakların üzerine kırmızı

parıltılar gönderen meşaleler tarafından aydınlanan kara meşeden yapılma odadaki kara meşeden yapılma masanın bir ucuna oturmuştu. Ellerini hareket ettirince eldivenleri ışıldadı. Monoklünden genç Prens Zorn’a huysuzca baktı. Alayla gülümsedi ki bu onu daha soğuk gösterdi. “Demek Boar’ı avlayacaksın,” dedi, “ya da Ay’ın etrafında üç tur atacaksın ya da Kasım’ı Haziran’a çevireceksin.”

Güldü ve bir meşale söndü. “Kasım’daki Saralinda Kasım’ı Haziran’a çevirebilir. Bir inek Ay’ın etrafında üç tur atabilir, hatta daha fazla. Ve herhangi biri Boar’ı kolayca avlayabilir. Senin için başka bir planım var. Dün gece fareleri boğazlarken aklıma geldi. Seni bin tane mücevher bulup getirmen için görevlendireceğim.”

Prens’in yüzü soldu, kekeleyerek “Gezgin bir ozan, ben,” dedi, “şeylerin prensi…”

“Yakutların ve safirlerin.” Dük’ün gülüşü kazanda kıkırdayan bir buz gibi çıkmıştı. “Zorna’nın Zorn’u olduğun için,” diye fısıldadı hafifçe, “Babanın fıçıları, mahzenleri ve sandıkları mücevherlerle parlıyordur. Altı ve atmış günde Zorna’ya gidip dönebilirsin.”

“Babamın karar vermesi hep üç ve otuz gün sürer,” diye haykırdı Prens.

Page 38: 13 SAAT (James Thurber)

Dük pis pis sırıttı. “Benim bilmek istediğim de

buydu benim saf Prens’im,” dedi. “Öyleyse sana dokuz ve doksan gün vermemi istiyorsun?”

Page 39: 13 SAAT (James Thurber)

“Bu adil olurdu,” diye yanıtladı Prens. “Fakat benim Zorn olduğumu nasıl bildiniz?”

“İşit isminde bir casusum var,” diye açıkladı Dük, “kasabada kaldığın yerde senin prenslere yakışır elbiselerini buldu ve buraya getirdi. Elbiselerin üzerinde senin kim olduğunu açığa vuran belirgin işaretler, damgalar ve mühürler vardı. Git de giy elbiseni.” Demir bir merdiveni işaret etti. “Kapısını bir yıldızın kararttığı odada. Giyip geri dön. Sen giderken ben de böcekleri düşüneceğim, ve onun gibi şeyleri.” Dük topallayarak sandalyesine gitti ve yeniden oturdu; Prens de Golux’un nerede olduğunu merak ederek demir basamakları çıkmaya başladı. Sonra durdu ve dönüp, “Bana dokuz ve doksan gün vermeyeceksiniz. Peki, ne kadar vereceksiniz?” Dük alaycı bir gülümsemeyle, “Aklımda hoş bir sayı var,” dedi. “Sen devam et.”

Zorn kraliyet giysisini giyip geri döndü, ama Dük’ün casusları kılıcını kınına sabitledikleri için çekip çıkaramadı. Dük oturduğu yerden kadife bir maske takmış, pelerin giymiş, kukuletalı bir adama bakıyordu. “Bu İşit,” dedi, “bu da Dinle.” Bastonuyla olmayan bir şeyi işaret etti.

“Orada kimse yok,” dedi Zorn. “Dinle görünmezdir,” diye açıkladı Dük.

“Duyulabilir, ama asla görünmez. Senin görevinin ayrıntılarını ve ayrımlarını öğrenmek için buradalar. Bin mücevheri bulup getirmen için sana dokuz ve

Page 40: 13 SAAT (James Thurber)

doksan gün değil, dokuz ve doksan saat veriyorum. Döndüğünde tüm saatler beşi vuruyor olmalı.”

“Bu şatodaki saatler mi?” diye sordu Prens. “On üç saat mi?”

“Bu şatodaki saatler,” dedi Dük. “On üç saat.”

Prens duvarlardaki iki saate baktı.

Yelkovanları beşe on kalayı gösteriyordu. “Yelkovanları donmuş,” dedi Prens. “Bu saatler ölü.”

“Kesinlikle,” dedi Dük, “ve dahası, senin görevini daha da büyüleyici kılan, dokuz ve doksan saatin sonunda bulabileceğin hiç mücevher olmaması, tabii benim mahzenimdekiler ve bunlar dışında.” Eldivenlerini gösterdi; parlıyorlardı.

Page 41: 13 SAAT (James Thurber)

“Hoş bir görev,” dedi İşit. “Ustaca” diyen sesi duyuldu Dinle’nin. “Beğeneceğini düşünmüştüm,” dedi Dük.

“Kılıcını serbest bırakın.” Görünmez eller Prens’in kılıcını serbest bıraktı.

“Peki, başarırsam?” diye sordu Zorn.

Dük eldivenli elini demir merdivene doğru

salladı ve Zorn orada durmakta olan Saralinda’yı gördü. “Ona zarar gelmemesini isterim,” dedi Prenses; amcası gülüp Zorn’a baktı. “Ona küçük bir büyü yapacak bir cadı kiralamıştım,” dedi. “Benim huzuruma çıktığında söylediği tek şey bu: ‘Ona zarar gelmemesini isterim.’ Beğendin mi?”

“Zekice bir büyü,” dedi İşit. “Müthiş bir büyü,” diyen sesi duyuldu

Dinle’nin.

Page 42: 13 SAAT (James Thurber)

Prens ve Prenses bakışarak sessiz bir dilde konuştular, ta ki Dük’ün “Git!” diye haykırmasına kadar. Bunun üzerine Saralinda basamakları çıkarak kayboldu.

“Ya başarısız olursam?” diye sordu Zorn. Dük kılıcını bastonunun içinden çıkardı ve

eldivenini kılıcının sırtında gezdirdi. “Seni bogurundan zevadenine kadar yarar ve Todal’a yem ederim.”

“Bunu duymuştum,” dedi Zorn. Dük gülümsedi. “Sadece yarısını duymuşsun,”

dedi. “Öbür yarısı daha kötü. Dudaktan yapılma. Bir düzine günün sonunda ölmüş gibi duruyor, fakat maymunlar ve gölgeler gibi hareket ediyor.” Prens kılıcını çıkarıp tekrar yerine koydu. “Todal öldürülemez,” dedi Dük sakince.

“O hüpletir,” dedi İşit. “Hüplemek ne demek?” diye sordu Prens. Dük, İşit ve Dinle güldüler. “Zaman geçiyor

Prens,” diye hatırlattı ona Dük. Şimdiden sadece sekiz ve doksan saatin kaldı. Keşke her türlü tuhaf şansa sahip olsan.” Odanın ucundaki meşeden yapılma geniş kapı aniden açıldı ve Prens şimşeği, geceyi ve yağan yağmuru gördü. “Son bir ikaz ve ibraz daha,” dedi Dük. “Yerinde olsam Golux’a güvenmezdim. O, ne olamayacağından çıkarım yapıp ne olabileceğini söyleyemez. Sadece nadiren ne

Page 43: 13 SAAT (James Thurber)

olduğundan çıkarım yapıp ne olması gerektiğini bilir.”

Prens İşit’e, Dük’e ve Dinle’nin olması gereken

noktaya baktı. “Bütün saatler beşi vurduğunda,” deyip odadan çıktı. Dük’ün, İşit’in ve Dinle’nin kahkahaları dışarı çıkıp merdivenleri inerken ve karanlığa karışırken onu takip etti. Şatodan birkaç adım uzaklaştığında penceresinden ışık görünen pencereye baktı ve Prenses Saralinda’yı görmeyi umdu. Ayaklarının dibine bir gül düştü; gülü alırken Dük’ün, İşit’in ve Dinle’nin kahkahaları kara meşeden odanın içinde önce güçlendi, sonra da yavaş yavaş kesildi.

Page 44: 13 SAAT (James Thurber)
Page 45: 13 SAAT (James Thurber)

Prens dirseğine nazik bir parmağın

dokunduğunu hissettiğinde şatodan ayrılalı çok olmamıştı henüz. “Ben Golux’um”, dedi Golux gururla. “Dünyadaki tek Golux.”

Prens, ihtiyarın neşe ve sevincine ortak olacak havada değildi. Şimdi Golux ona o kadar da muhteşem görünmüyordu; hatta tanımlanamaz şapkası bile birden tanımlanıverir olmuştu. “Dük seni, senin kendini gördüğün kadar zeki görmüyor,” dedi.

Golux gülümsedi. “Sanıım Dük, benim onu gördüğüm kadar zeki değil,” dedi. “Oradaydım, süreleri biliyorum. Sadece yusufçukların ve meleklerin zamanı düşündüklerini düşündüm, asla bir melek veya yusufçuk olarak var olmadan.”

“Nasıl orada bulunabildin?” dedi Prens şaşkınlık içinde.

“Ben Dinle’ydim,” dedi Golux, “ya da her nasılsa o öyle olduğunu sanıyordu. Görmediğin bir casusa asla güvenme. Dük benim yaşlı olduğumdan daha fazla topal ve ben onun soğuk olmasından daha fazla kısayım; yine de benim onun olduğundan daha akıllı olmam seni şaşırtıyor.”

Prens’in cesareti geri gelmeye başlamıştı. “Bence sen dünyadaki en fevkalade adamsın,” dedi.

Page 46: 13 SAAT (James Thurber)

“Kim bir elmanın ayvadan çıkmadığını biliyor ki,” dedi Golux. Kaşlarını çattı. “Bin mücevheri bulmak için şimdi sadece sekiz ve doksan saatimiz var,” dedi.

“Bir taneden başka planların olduğunu

söylemiştin,” dedi Prens ona hatırlatarak. “Hangi planlar?” diye sordu Golux. “Onu söylemedin,” dedi Zorn. Golux gözlerini kapattı ve ellerini kenetledi.

“Batmış bir hazine gemisi var, buraya kırk saatten daha uzak değil,” dedi. “Fakat aklıma gelmişken, Dük gemiyi yağma edip bütün mücevherleri çaldı.”

Page 47: 13 SAAT (James Thurber)

“Şimdilik,” diye iç çekti Zorn, “bu kadar yeter.”

Golux tekrar düşündü. “Eğer dolu varsa,” dedi, “ve doluyu kanla renklendirebiliyorsak, belki yakuta çevirebiliriz.”

“Dolu yok,” dedi Zorn. Golux iç çekti. “Şimdilik,” dedi, “bu kadar

yeter.” “Görev zor,” dedi Zorn, “ve yerine getirilecek

gibi değil.” “Yerine getirilemeyecek şeylerin bir listesini

yapabilirim,” dedi Golux. “Göremeyeceğim bir şeyi bulabilir, bulamayacağım bir şeyi görebilirim. İlki zaman, ikincisi ise gözlerimin önündeki leke. Dokunamayacağım bir şeyi hissedebilir, hissedemeyeceğim bir şeye dokunabilirim. İlki üzüntü, ikincisi ise yüreğin. Ben olmasam ne yapardın? ‘Hiçbir şey’ de.”

“Hiçbir şey,” dedi Prens. “Güzel. Öyleyse yardıma ihtiyacın var ve ben

de yardım edeceğim. Sana bir taneden başka planlarım olduğunu söylemiştim, şimdi ne olduğunu hatırladım. Bu adada bir kadın var, sekiz ve seksen yaşında kadar ve sahip olunabilecek yeteneklerin en ilgincine sahip. Ağladığı zaman, ne döküyor diye düşünürsün?”

“Gözyaşı,” dedi Zorn. “Mücevher,” dedi Golux.

Page 48: 13 SAAT (James Thurber)

Prens ona baktı. “Fakat bu fazla fevkalade,” dedi.

“Niye anlamıyorum,” dedi Golux. “Mütevazi bir istiridye bile incisini göz, el ya da herhangi bir alet kullanmadan yapıyor ve inciler de mücevherdir. İstiridye bir hamla damlasıdır, ama bir kadın kadındır.”

Prens, Todal’ı düşündü ve bogurdunda küçük bir soğukluk hissetti. “Bu harikulade kadın nerede oturuyor,” diye sordu.

İhtiyar adam sızlandı. “Dağların tepesinde, akarsuların üzerinde, fırtınaların ve gök gürültülerinin yanında bir kulübede, çok yüksek ya da derin - hangisi asla hatırlayamıyorum - çıplak gözle görünemeyecek.” Durdu. “Yola çıkmamız gerekiyor,” dedi. “Gidip gelmek doksan saatimizi alacak, daha çok ya da daha az. Bu yol ya da şu yol. Kararımı ver.”

“Nasıl yapabilirim?” diye sordu Prens. “Bir gülün var,” dedi Golux. “Onu elinde tut.” Prens gülü çıkardı, elinde tuttu; gülün sapı yavaşça döndü ve durdu. “Bu yol,” diye haykırdı Golux ve gülün işaret ettiği yolda yürümeye başladılar. “Sana Hagga’nın hikayesini anlatacağım,” dedi Golux.

Hagga on bir yaşındaydı (diye başladı), bir gün ormanda kiraz toplarken, ve de çirişotu, ayağı kurt kapanına sıkışmış Yarrow’un iyi kalpli kralı Gwain’e rastladı. “Benim için ağla genç kız,” dedi Kral, “benim

Page 49: 13 SAAT (James Thurber)

gibi komik, gülünesi, ayağını tuzağa kaptırmış birine. Ertya’mı kaybettim için artık ert değilim. Parmaklarımı oynatırken ya da ellerimi çırparken insanların kaderini değiştirirdim, fakat şimdi ayağımı bu şeyden kurtaramıyorum.”

“Gözyaşı için zamanım yok,” dedi genç kız. Tuzağın sırrını biliyordu ve yakındaki çiftlikten bir çiftçi gülmeye başladığında onun ayağını kurtarmak üzereydi. Kral ona ve karısına lanet okuyup onları, ayakları tuzağa yakalanmamış bile olsa her zaman yakalanmış gibi gözüken yaratıklara, yani çekirgelere çevirdi.

“Hey, genç kız bacağımı kurtardı,” dedi Kral sevinç içinde, “fakat uyuşmuş, sanki benim değil de başkasının bacağı gibi.” Kız ayakkabıyı çıkarıp ayağı ovdu ta ki Kral onu kendi ayağı gibi hissedip yere basana kadar. Bu iyiliğinden dolayı Kral ona ağlayınca gözyaşı yerine mücevher dökme gücünü verdi. İnsanlar Kral’ın Hagga’ya verdiği bu tuhaf yeteneği öğrendiklerinde, gece ya da gündüz, yaz ya da kış demeden çevredeki bölgelerden gelip onu üzmeye, kederlendirmeye çalıştılar. Acıklı bir şey olmasa da o bunu duyup ağlıyordu. İnsanlar buruk yüreklerle gelip inci ve yakutlarla ayrıldılar. Yollar incilerle döşendi, nehirler yakutlarla aktı. Çocuklar sokaklarda safirlerle oynadılar, köpekler opal taşını gevelediler. Her tavus kuşunun kursağında en az dokuz elmas vardı; St. Wistow Günü’nde kesilen bir

Page 50: 13 SAAT (James Thurber)

tanesinin içinden ise otuz sekiz tane çıkmıştı. Çakıl taşlarının ve kayaların fiyatı yükselirken mücevherlerinki düştü, ta ki Hagga’yı ağlatanlar asılıp cezalandırılana kadar. Sonunda mücevherler Kral’ın emriyle korkunç bir ateşte eritildi. “Onu bizzat kendim ağlatacağım, yılda sadece bir kere,” diye buyurdu, “ve böylece ve bundan böyle, mücevherlerin akışının bir anlamı olacak, bir özelliği ve dengesi.” Fakat heyhat ve fakat eyvah ki genç kız artık hiçbir acıklı ve kederli hikayede ağlamıyor. Ejderhalar tarafından öldürülmüş kızlar etkilemiyor onu, kırık kalpler de, kayıp çocuklar da, reddedilmiş aşklar da. Gece ya da gündüz, yaz ya da kış, hiç ağlamıyor. Yaşı on altı oldu, yirmi altı oldu, otuz dört oldu, kırk sekiz oldu, elli iki oldu ve şimdi seksen sekiz yaşında, beni ve seni bekliyor. “Umarım,” dedi Golux, “bu doğrudur. Planlar yaptım, biliyorsun.”

Page 51: 13 SAAT (James Thurber)

Genç Prens iç çekip “Yaptığını biliyorum,” dedi. “Eğer Hagga artık ağlamıyorsa, niye senin için ağlasın ki?”

Golux düşündü. “Onun kırgın ve kırılgan olduğunu hissediyorum. Üzgün ve üzüntülü olmasına güveniyorum. Umarım ölmemiştir ya da ölmüyordur. Ona söyleyebileceğim çok üzücü bir şeyler düşüneceğim. Çok üzücü ve kasvetli. Gülünü çıkar, sanırım kaybolduk.”

Böğürtlenlerin içinde sıkışıp kalmışlardı; içinde bulundukları ormanda ağaçlar sık ve uzundu. Dikenler, Prens’in elbiselerini yırtmaya başlamıştı. Şimşek çaktı, gök gürledi ve bütün patikalar gözden kayboldu. Prens gülü çıkarıp avcunun içinde tuttu. Sap dönüp kıvrıldı ve yönü gösterdi.

“Bu yoldan,” dedi Golux. “Burası daha aydınlık.” İleri doğru giden dar bir patika bulmuştu. Yol boyunca yürürlerken Golux önden gidiyordu. Giysileri yırtılmış, lime lime olmuş bir şaklabanla karşılaştılar.

Page 52: 13 SAAT (James Thurber)

“Hikayemi Hagga’ya anlattım,” dedi adam, “fakat Hagga ağlamıyor artık. Ona Nisan’da kaybolan aşıkların hikayesini anlattım; Haziran’da kaybolan kızları; kazlara yem olan prensleri, hatta en genç yeğenimi nasıl kaybettiğimi bile anlattım.”

“Bu üzücü,” dedi Golux, “ve giderek daha da üzücü oluyor.”

“Yol uzun,” dedi elbiseleri yırtık adam, “ve giderek de uzuyor; tepeyi çıkıp ilerliyor ve öteye doğru uzuyor. Keşke şansınız olsaydı,” dedi, “buna ihtiyacınız olacak.” Adam böğürtlenlerin içinde kayboldu.

Ormandaki tek ışık şimşeğin ışığıydı ve o çaktığında gülü ve onun nereyi gösterdiğini görebiliyorlardı. Böylece ikinci günde bir vadiye geldiler. Giysileri yırtılmış, lime lime olmuş bir daltabanın yaklaştığını gördüler. “Hikayemi Hagga’ya

Page 53: 13 SAAT (James Thurber)

anlattım,” dedi adam, “fakat Hagga ağlamıyor artık.

Page 54: 13 SAAT (James Thurber)

Ona denizde kaybolup pınarlarda boğulmuş aşıkların hikayesini anlattım; ormanlarda ve dağlarda kaybolan bebekleri anlattım. Ağlamadı, “ dedi daltaban. “Bu yol karanlık ve giderek de kararıyor. Kulübe yüksekte ve hatta giderek yükseliyor. Keşke şansınız olsaydı. Ama yok.” Adam fundalıkların içinde kayboldu.

Cırcır böceklerinin çalgılarını çaldıkları çalılıklardaki çalı çırpılar giderek daha da dallanıp çatallaşıyordu. Daha ilerde, zambakların üzerindeki yeşil ve parlak kurbağalar güruhunun şamatası güçlü bir şekilde duyulmaktaydı. Gökyüzünden sineklerin attığı çığlıklar yükseldi; seyyahlar, kıyısında kıymıkların kıyıldığı kırgın akarsuyun içindeki kaygan ve kaypak yılanlar kayırdığı için kıymetine kıymet katılmış koyunların kayarak kaybolurken kısık sesle dillendirdiği şarkıları dinliyorlardı düşlerinde.

Page 55: 13 SAAT (James Thurber)

Gökyüzünde bir kuyrukluyıldız ıslık çalarak geçip gitti; onun yaydığı ışıkta Hagga’nın tepedeki, epey yüksek bir noktadaki evini gördüler. “Eğer ölmüşse orada şimdi yabancılar vardır herhalde,” dedi Golux.

“Yola çıktığımızdan bu yana kaç saat geçti?” diye sordu Prens.

“Eğer onu bir saat içinde ağlatabilirsek,” dedi Golux, “ucu ucuna yetişebiliriz.”

“Umarım yaşıyordur ve üzgündür,” dedi Prens.

“Öldüğünü dair bir his var içimde,” diye iç çekti Golux. “Midemde hissediyorum. Beni taşısan iyi olur, bitap haldeyim.”

Page 56: 13 SAAT (James Thurber)

Zorna’nın Zorn’u, Golux’u tutup kaldırdı ve taşımaya başladı.

Page 57: 13 SAAT (James Thurber)

Hagga tepesi soğuktu; yerde yakın zamanda

toprağın sabanla sürüldüğünü gösteren yıldız biçimli izler vardı. Mor önlük giymiş bir köylü dumanı tüten izleri takip edip tohum ekiyordu. Bir koku var, diye düşündü Golux, sanki havadaki Ebedi gibi biraz, ama uçuk bir şeyle karıştırılmış ve daha az kalıcı, muhtemelen bir çiçek kokusu. “Penceresinde ışık yok,” dedi Golux, “içerisi karanlık ve giderek de kararıyor.”

“Bacasında duman yok,” dedi Prens, “soğuk ve giderek de soğuyor.”

Golux güçlükle nefes aldı. “Ben çok üzen şey, menteşelerden mandala kadar uzanan şu örümceğin ağı,” dedi.

Genç Prens zevadeninde bir boşluk hissetti. “Kapıyı çal,” dedi Golux. Sesi yüksek perdeden titreyerek çıkmıştı. Parmaklarını çaprazladı ve o halde tuttu. Zorn kapıyı çaldı. Ses gelmedi. “Tekrar çal,” diye seslendi Golux ve Zorn da tekrar çaldı.

Hagga oradaydı. Kapıya gelip onlara baktı. Ne ölmüştü ne de ölüyordu; daha otuz sekiz ya da otuz dokuz yaşındaydı ancak. Golux elli yıl kadar yanılmıştı, ihtiyar adamların sıkça yaptığı gibi. “Bizim için ağla,” diye haykırdı Golux, “yoksa bu Prens asla Prenses’le evlenemeyecek.”

Page 58: 13 SAAT (James Thurber)

“Gözyaşım yok,” dedi Hagga. “Zamanında

gemiler geç kaldığında ağlamıştım, ya da dereler kuruduğunda, mandalinalar çürüdüğünde veya koyunların gözüne bir şey kaçtığında. Artık ağlamıyorum.” Gözleri çöller kadar kuruydu ve ağzı taştan yapılmış gibiydi. “Binlerce insanı kapımdan mücevhersiz çevirdim. İçeri gelin,” dedi. “Artık ağlamıyorum.”

Oda karanlıktı. İçeride bir masa, bir sandalye ve bir köşede, meşeden yapılmış, pirinçle bağlanmış bir sandık duruyordu. Golux gülümsedi, sonra üzgün gözüküp, “Bir celladı ağlatacak, bir canavarın

Page 59: 13 SAAT (James Thurber)

gözünden seller akıtacak hikayelerim var,” dedi. “Hikayelerim bir ejderhanın uykusunu kaçırabilir, hatta Todal’ın ah etmesini bile sağlayabilir.”

Page 60: 13 SAAT (James Thurber)

Todal’ın adı geçince Hagga’nın saçı griye döndü. “Zamanında genç kızlar Nisan’da ay ışığında evlendiklerinde ağlamıştım. Artık kızlar Haziran’da ay ışığında gömüldüğünde bile ağlamıyorum.”

“Sende bir balığın duyguları var,” dedi Golux sinirli bir şekilde. Zemine oturdu ve ona hükümdarların ve hükümranların ölümlerini, halkalarla boğulan küçük çocukların hikayelerini anlattı.

“Gözyaşım yok,” dedi Hagga. Ona toplantı halindeki kurbağaları,

saçmalıkneşesini ve hainkeyfini yok eden pirinç içindeki karakurbağalarını anlattı.

“Gözyaşım yok,” dedi Hagga. “Bak,” dedi Golux, “ve dinle! Prenses

Saralinda, bu genç bin tane mücevheri söylenen masanın üzerine yığasıya kadar onunla evlenemeyecek.”

“Saralinda için ağlamak isterdim,” diye iç çekti Hagga, “eğer elimden gelseydi.”

Prens meşeden yapılma sandığın yanına doğru gitti. Kapağını kaldırdı. Oda parıltıyla doldu ve karanlık köşeler aydınlandı. Sandığın içinde tam Dük’ün istediği türde ve çeşitte en az on bin tane mücevher vardı. Elmaslar parıldadı, yakutlar ışıldadı, safirler alazlandı, zümrütler ateş almış gibi yanıp söndü. İkisi de Hagga’ya baktı. “Bunlar kahkaha mücevherleri, “ dedi Hagga. “On dört gün önce

Page 61: 13 SAAT (James Thurber)

uyanınca yatağımda buldum onları. Uykumda bir şeye ağlayıncaya kadar gülmüştüm.” Golux parlayan mücevherleri avuçladı, mutlulukla haykırdı. “Yerine koy onları,” dedi Hagga. “Bilmeniz gereken bir şey var, onlar kahkaha mücevherleri. İki hafta sonra gözyaşına dönüyorlar. Bu göz alıcı şeyleri sandığa koyalı gününe ve dakikasına kadar tam on dört gün oldu.”

Bu sırada, onlar izlerken, ışıklar ve renkler gitti. Elmaslar karardı, zümrütler kayboldu, Hagga’nın kahkaha mücevherleri, iç çekmeye benzer zayıf bir sesle gözyaşlarına döndü. Sandıkta, onlara bakıp göz kırpan berrak bir sıvıdan başka hiçbir şey yoktu. “Düşünmelisin,” diye haykırdı Golux. “Rüyanda neye gülüyordun, düşünmek zorundasın.”

Hagga’nın gözleri boş boş bakıyordu. “Bilmiyorum, bu on dört gün önceydi.”

“Düşün!” dedi Golux.

Page 62: 13 SAAT (James Thurber)

“Düşün!” dedi Zorna’nın Zorn’u.

Page 63: 13 SAAT (James Thurber)

Hagga kaşlarını çattı ve “Rüyaları asla hatırlamam,” dedi.

Golux ellerini arkasına kenetledi ve düşündü. “Hatırlıyor ve anımsıyorum da” dedi, “üzüntü mücevherleri kalıcıdır. Böyle bir yeteneği ve gücü Gwain vermişti. Bu arada aklıma gelmişken, Yarrow’dan bu kadar uzakta ne işi vardı?”

“Av” dedi Hagga. “Kurtlar, hatırlıyorum.” Golux sert sert baktı. “Ben mantık

adamıyımdır, kendimce. Şu korkunç günde ne oldu da üzüntüyü kahkahadan daha değerli ve kıymetli buldu? Niye bu mücevherler iki hafta sonra gözyaşına dönüyor?”

“Yakınlarda bir çiftlikte kahkaha atan bir çiftçi vardı,” dedi Hagga. “ ‘Bir daha düşündüm de,’ dedi iyi yürekli Kral, ‘Sana verdiğim yeteneği değiştireceğim ve düzelteceğim. Üzüntü mücevherleri sonsuza dek sürecek, ama kahkaha mücevherleri pek az zevk verecek.’ ”

Golux sızlandı. “Eğer bu dünyada nefret ettiğim bir tek şey varsa,” dedi, “o da değişikliktir.” Sonra gözleri parıldadı, daha da parıldadı, ellerini çırptı ve “Onu ağlatana kadar güldüreceğim,” dedi.

Golux eskiden ve daha da eskiden başından geçmiş komik hikayeleri anlattı, fakat Hagga’nın gözleri kuvars taşı kadar kuruydu, ağzı akikten yapılmış gibi görünüyordu. “Ben olmuş şeylere gülmem” dedi, “ya da olmakta olanlara.” Golux

Page 64: 13 SAAT (James Thurber)

gülümsedi. “O zaman biz de olacak olan, ama şimdi olmayan ve hiç olmamış şeyleri düşüneceğiz. Ben bir şeyler düşüneceğim, öyle bir şey ki,” dedi ve düşündü, düşündü, düşündü.

Bir dombi vardı şöyle korkunç aksak Döşenmiş taşlardan yapardı basamak Vururdu öten yarasaları Aldığında eline sapanları Ama dokunmazdı mürekkebe yalvarsak

Page 65: 13 SAAT (James Thurber)

Hagga ağlayasıya kadar güldü ve yedi tane ay taşı yanaklarından süzülüp gürültüyle yere düştü. “Kıymetsiz taşlar döküyor!” diye feryat etti Golux. Yeniden denedi:

Bir kodiş vardı yaşlı ve şımarık Konuşurdu hep mızmırımtırık Saçları pek bir sığdı Hep kucağına yığdı Ama bak boşa gitti onca pıtırık

Page 66: 13 SAAT (James Thurber)

Hagga ağlayasıya kadar güldü ve yedi tane pırlanta yanaklarından süzülüp gürültüyle yere düştü. “Kristal taşlar!” diye inledi Golux. “Şimdi de taklit mücevherler döküyor!”

Prens kahkaha attıracak bir hikaye anlatmayı denedi, ama emeğinin karşılığını turmalin taşı, kedigözü taşı ve inci yağmuru olarak aldı. “Dük incilerden nefret eder,” diye yakındı Golux. “Onları balıkların ürettiğini düşünüyor.”

Odadaki karanlık artıyor, birbirlerini görmeleri git gide güçleşiyordu. Yıldızların ve ayın ışığı kaybolmuştu. Odada, tıpkı heykeller gibi kımıltısız duruyorlardı. Golux boğazını temizledi. Prens kollarını indirdi, sonra yeniden çaprazladı. Ve ortada hiçbir sebep ve şiir yokken, hepsinin karnı tokken, Hagga gülmeye başladı ve gülüşünü kesmedi. Hiç kimse ne tek bir kelime söylemiş ne de bir hikaye anlatmıştı. Bir baykuş ötmüş olabilirdi. Bir yılan sürünmüş olabilirdi. Fakat Hagga güldü ve gülmesini sürdürdü; değerli taşlar yanaklarından parıldayarak dökülüp zeminde ışıldadılar, ta ki kulübe bileğe kadar elmas ve yakutla dolana dek. Golux bin tanesini sayıp yanında getirmiş olduğu kadife çuvala koydu. “Keşke,” diye iç çekti, “benim söylediğim bir şeye gülseydi.” Zorna’nın Zorn’u Hagga’nın ellerini tuttu. “Tanrı seni kışın sıcak, yazın serin tutsun,” dedi.

“Güle güle,” dedi Golux, “ve teşekkürler.”

Page 67: 13 SAAT (James Thurber)

Hagga güldü ve gülmesini sürdürdü, safirler zeminde alev gibi yanıp kapıya doğru giden Golux’u aydınlattı.

“Kaç saatimiz kaldı?” dedi Prens. “Tuhaf,” dedi Golux kendi kendine mırıldanarak. “Kızın ölmüş olduğuna yemin edebilirdim. Midem bana ilk kez yalan söyledi.”

“Kaç saatimiz kaldı?” diye adeta yalvararak sordu Prens.

Hagga sandığa oturup gülmesini sürdürdü. “Sadece kırk saat kaldığını söylemeliyim,”

dedi Golux. “Ama daha epey yol gideceğiz.” Aysız gecenin içine dalıp karanlıkta etrafa

bakındılar. “Bence bu yol,” dedi Golux ve onun söylediği

yola girdiler. “Peki ya saatler?” diye sordu Zorn. Golux sıkıntılı bir şekilde iç çekti.

“Önümüzdeki süreyle alakalı başka bir problem,” dedi.

Kulübenin içinde, mücevherlerin arasında, yakuttan daha büyük, kırmızı bir şey parlıyordu. Hagga eline aldı ve “Bir gül,” dedi. “Onlar düşürmüş olmalı.”

Page 68: 13 SAAT (James Thurber)
Page 69: 13 SAAT (James Thurber)

Meşeden yapılma siyah odadaki sarı

meşalelerin ışıltıları ve çatırtıları duvara yansıyor, alevleri kalkanların ve mızrakların üzerine geliyordu. Dük’ün eldivenleri parıldadı. “Gece nasıl geçiyor?” diye homurdandı.

“Ay alçalıyor,” dedi İşit. “Saatlerin sesi duyulmuyor.”

“Onları hiçbir zaman duymayacaksın!” diye haykırdı Dük. “Bu şatoda zamanı pek çok soğuk ve karlı yıl önce katlettim.”

İşit boş boş baktı ona, bir şey çiğniyormuş gibi görünüyordu. “Zaman burada dondu. Birisi pencereleri açık bırakmış.”

“Hıh!” Dük masanın en ucuna oturdu, tekrar kalktı, etrafında topallayarak yürüdü. “Saatlerin ve dakikaların kanını emdi zeminde. Gözlerimle gördüm.” İşit ağzındaki neyse çiğnemeyi sürdürdü. Gotik pencerelerin dışında gök gürledi. Bir baykuş uçup geçti.

“Mücevherler yok,” diye kükredi Dük. “Bana denizden çakıl taşları ya da çayırlardan mika getirecekler.” Korkunç bir kahkaha savurdu. “Gece nasıl gidiyor?” diye sordu yeniden.

“Baştan ve sondan saydım,” dedi İşit, “şunu söyleyebilirim ki kırk dakikaları kaldı.”

Page 70: 13 SAAT (James Thurber)

“Asla başaramayacaklar!” diye haykırdı soğuk Dük. “Umarım boğulmuşlar, bacaklarını kırmışlar ya da yollarını kaybetmişlerdir.” Neredeyse burnuna dokunacak kadar yaklaştı İşit’e. “Nereye gidiyorlardı?” diye fısıldadı sertçe.

İşit geriye doğru yedi adım attı. “Şaklabana rastladım yedi saat önce,” dedi. “Hagga’nın tepesine doğru gitmişler. Hagga’yı hatırlıyor musun, aklına geliyor mu?”

Dük’ün kahkahası kalkanları şıngırdattı. “Hagga artık ağlamıyor,” dedi. “Hiç gözyaşı

yok. Benim şatoma hapsedilen çocukların hikayesi anlatıldığı zaman bile ağlamadı. “

“Nefret etmiştim bundan,” dedi İşit.

Page 71: 13 SAAT (James Thurber)

“Bayılmıştım buna,” dedi Dük. “Hiçbir çocuk benim kamelyalarımın içinde uyuyamaz.” Tekrar topallayarak yürümeye başladı ve dışarıya baktı. “Dinle nerede?” diye sordu.

“Onları takip etti,” dedi İşit, “Golux’u ve Prens’i.”

“Ona güvenmiyorum,” diye hırladı Dük. “Görebildiğim bir casusu severim ben. Görünebilir adamlar bulundur etrafımda.” “Dinle!” diye merdivenlere doğru bağırdı, “Dinle!” dedi pencereye doğru, fakat kimse cevap vermedi. “Soğuk olduğumu hissediyorum,” diye sinirlendi.

“Her zaman öylesiniz.” “Şimdi daha soğuğum,” diye söylendi Dük, “ve

hiçbir zaman bana her zaman nasıl olduğumu söyleme!” Kılıcını çıkardı ve hiçbir şeyi ve sessizliği kamçıladı. “Fısıltı’yı özledim.”

“Kazlara yem etmiştiniz,” dedi İşit. “Onu beğenmişler gibi görünüyor.”

“Sessizlik! Bu da neydi?” “Sesi neye benziyordu?” “Prenslerin merdivenlerden yukarı doğru

süzülmesine, Saralinda’nın ayrılmasına.” Dük topallayarak demir merdivenlere gitti, bir kez daha sessizliği ve hiçbir şeyi kamçıladı. “Nasıl hissediyor? Onu sezebiliyor musun?”

Page 72: 13 SAAT (James Thurber)

“Dinle’yi mi kastediyorsunuz? İki metre yukarıda,” dedi İşit. “Sakalı var ve başında tanımlayamayacağım bir şey duruyor.”

“Golux!” diye çığlık attı Dük. “Golux’u sezdin sen! Onu casus diye kiraladım ama haberim yok.”

Altın yıldızlarla kaplı mor bir top, demir merdivenlerden zıplayarak yavaşça indi ve rahipleri selamlayan çıplak bir çocuk gibi parıldayıp pırıldadı. “Bu küstahlık da neyin nesi?” dedi Dük. “Nedir bu şey?”

“Bir top,” dedi İşit.

Page 73: 13 SAAT (James Thurber)

“Bunu biliyorum!” diye bağırdı Dük. “Fakat neden? Bu iğrenç şey niçin burada?”

“Gördüğüm kadarıyla,” dedi İşit, “Golux ve şu çocukların oynadığı topa benziyor.”

“Onlar da onun tarafında!” Dük sinirlenmişti. “Hayaletler onun tarafında.”

“Pek çok dostu var,” dedi İşit. “Sessizlik!” diye kükredi Dük. “O ölmekte

olanın ölüden, gitmekte olanın gitmişten veya çalmakta olan saatin asla çalmayacak olan saatten farkını bilmiyor.”

“Bana bildiğini düşündüren ne acaba?” Casus çiğnemeyi bıraktı. Hiçbir şeye benzeyen bir şeyin merdivenlerden inip odayı boydan boya geçtiği görüldü.

Page 74: 13 SAAT (James Thurber)

“Bu da ne?” diye sordu Dük solgun bir halde. “Ne olduğunu bilmiyorum,” dedi İşit, “ama

şimdiye kadar orada olan tek şey oydu.” Dük’ün eldivenli eli titreyip parıldadı. “Onları

parçalasınlar diye Todal’la kazların arasına atacağım! Onları başsız bir taşla zindana kilitleyeceğim!” Todal’ın adı geçince İşit’in kadife maskesi griye döndü. Dük’ün gözleri yuvalarında yukarı doğru hareket etti. “Onları katledeceğim!” dedi. “Bu canımın içini ve onun taliplisini, şu şaşı gözlü palyaçoyu! Beni duyuyor musun?”

“Evet,” dedi İşit, “fakat dağlardaki çanlar ve karlardan daha eski gelenek, görenek ve kurallar var.”

“Devam et,” dedi merdivenlere bakmaya devam eden Dük yumuşakça.

“Onlara zaman tanımalı ve şato saatlerinin beşi çalmasına izin vermelisiniz.”

“Şatonun saatleri öldürüldü,” dedi Dük. “Karlı bir sabah vakti zamanı öldürdüm. Elbisemin kolunda saniyelerin kan kaybından ölürken bıraktıkları eski

Page 75: 13 SAAT (James Thurber)

kahverengi lekeleri görebilirsin.” Güldü. “Başka,” diye sordu.

“Benim gibi siz de biliyorsunuz,” dedi İşit. “Prens’in bin mücevher getirmesi için zaman ve sıraya sahip olmak hakkı.”

“Ya getirirse?” “ O zaman Prenses Saralinda’yı kazanır.” “Şatodaki tek sıcak kişiyi,” dedi Dük. “Kim

Saralinda’yı kaybederse ateşi de kaybeder. Batan güneşin ateşini kastediyorum, mücevherlerin soğuk ve kasvetli ateşini değil. Onun gözleri tapınakta yanan mumular gibidir; ayakları benim için güvercinlere eştir; kucağındaki parmakları açan çiçeklere benzer.”

“Bunlar birisinin yeğeninden söz ederken kullanacağı sözlere benzemiyor,” dedi İşit.

“O benim yeğenim değil! Onu çaldım!” diye haykırdı Dük. “Onu bir kralın şatosundan çaldım! Uyuyan bir kraliçenin koynundan koparıp aldım. Isırdığı yerlerin izlerini hala ellerimde taşıyorum.”

“Kraliçenin ısırdığı mı?” diye sordu İşit. “Prenses’in,” diye gürledi Dük. “Kral kimdi?” diye sordu İşit. Ustası kaşlarını çattı. “Hiçbir zaman

öğrenemedim,” dedi. “Gemim bir fırtınada adanın birinde karaya oturdu. Ne ay ne de yıldız vardı. Şatoda da hiç ışık yoktu.”

Page 76: 13 SAAT (James Thurber)

“Prenses’i nasıl buldunuz peki?” diye sordu İşit.

“O ışıl ışıl parlıyordu,” dedi Dük. “Annesinin koynunda bir yıldız gibi ışık saçıyordu. Bu parıltıya şatomda sahip olmam gerektiğini biliyordum. Kastettiğim, onu yirmi bir yaşına kadar burada tutmam gerektiğiydi. O gün geldiğinde onunla evlenecektim ve işte yarın o gün.”

“Niye daha önce değil?” diye sordu İşit. “Şato, krallığınızın bir parçası nasıl olsa.”

Dük gülümsedi, üst dişleri gözüktü. “Çünkü hemşiresinin aslında bana büyü yapan bir cadı olduğu ortaya çıktı.”

“Büyü neydi?” diye sordu İşit. “Onunla yirmi bir yaşına kadar evlenemezdim

ve işte yarın o gün.” “Bunu daha önce söylemiştiniz.” “Onu benden yana güvende olacağı bir odaya

kapatmam gerekiyordu. Bunu yaptım.” “Bu bölümü seviyorum,” dedi İşit. “Ben nefret ediyorum,” diye hırladı Dük.

“Onunla evlenmek isteyen her prense bir şans vermem gerekiyordu. Bunu da yaptım.” Masaya oturdu.

“Böyle bir büyüde,” dedi İşit çiğnemeyi sürdürüp, “bir hakkın var olmasından dolayı birileri mutlaka bir açık, bir boşluk bulur ve yetenekli bir prens, verdiğiniz görev ne kadar zor olursa olsun

Page 77: 13 SAAT (James Thurber)

onunla evlenmeye hak kazanabilir. Cadı büyünün bu kısmını nasıl bildirdi?”

“Şöyle: ‘Prenses kurtulabilir ve sen de yenilebilirsin, ama seni yenecek prensin ismi X ile başlamalıdır ve prens böyle bir isme sahip olmamalıdır.’ İsmi X ile başlayan ama böyle bir isme sahip olmayan bir prens yok.”

Page 78: 13 SAAT (James Thurber)

İşit’in yüzündeki maske kaydı. İşit maskeyi hemen yerine yerleştirdi; Dük’ün onun gözlerindeki kahkahayı görmesine fırsat vermemişti. “Bu prens,” dedi İşit, “Zorna’nın Zorn’udur; fakat sizden korkusuna ozan kılığına girdi. Onun ismi Xingu’ydu ama bu ismi kullanmamıştı. İsmi X ile başlayan ama böyle bir isme sahip olmayan prens işte bu prens.”

Dük’ün kılıcı sallanmaya başladı. “Kimse bana bir şey anlatmadı,” diye fısıldadı kendi kendine.

Üzerinde kırmızı baykuş resimleri olan başka bir top merdivenlerden aşağı yuvarlanmaya başladı. Soğuk Dük, onun zeminden geçip gidişini izledi. “Bu ne cüret!” diye haykırdı.

İşit merdivenlere doğru yürüyüp etrafı dinledi, dönüp, “Yukarıda biri var,” dedi.

“Onlar çocuklar!” diye vakladı Dük.

Page 79: 13 SAAT (James Thurber)

“Çocuklar ölmüştü,” dedi İşit, “benim duyduğum ses ise yaşayan bir şeye ait.”

“Ne kadar zamanları kaldı?” diye sordu Dük. “Yarım saat, sanırım,” dedi İşit. “Benimle oyun oynadıkları için bogurlarını

kılıcımla deşeceğim!” Dük merdivenleri çıkmaya başladı, sonra durdu. “Ordalar, hepsi orda. Muhafızları çağır,” diye havladı.

“Muhafızlar saatleri muhafaza ediyorlar,” dedi İşit. “Böyle istemiştiniz. On bir muhafız var, hepsi bir saati muhafaza ediyor. Siz ve ben de bunları muhafaza ediyoruz.” Böyle diyerek duvardaki iki saati işaret etti. “Böyle istemiştiniz.”

“Muhafızları çağır,” diye yineledi Dük ve ajanı muhafızları çağırdı. Muhafızlar makineler gibi takım halinde girdiler odaya. Dük topallayarak merdivenleri çıktı, bastonundan çıkarttığı kılıcı parlıyordu. “Beni izleyin!” diye haykırdı. “Başka bir oyun hazırladım. Golux ve Prens’i katledip Saralinda ile evleneceğim!” Önden yürüdü. Muhafızlar makineler gibi gürültüyle harekete geçtiler. İşit gülümsedi, ağzındakini yeniden çiğnedi ve onları izledi.

Meşeden yapılma siyah oda yedi saniye kadar sessiz kaldı. Sonra duvarların birindeki gizli bir kapı sallandı. Golux odaya kaydı. Onu Prenses izledi. Golux, Saralinda’nın odasına gidebilmek için sarmaşıklara tırmanmıştı, bu yüzde elleri kırmızıydı

Page 80: 13 SAAT (James Thurber)

ve yara içindeydi. “Benim gülüm olmadan karanlıkta şatonun yolunu nasıl bulabildin?” diye sordu Prenses. “Meşale yakmama izin yoktu.”

Page 81: 13 SAAT (James Thurber)

“Pencerendeki ışık bir yıldız gibi parlıyordu, böylece çok uzaktan bile şatoyu görebildik,” dedi Golux. “Süremiz dakikalarla belirlendi. Saatleri çalıştır!” “Yapamam,” dedi Prenses. Epey yukarıdan bir yerden kavga sesleri geldi. “On üç tane adamı geçmek zorunda,” diye haykırdı Prenses, “bu çok zor.”

“Biz de on üç saati geçmek zorundayız,” dedi Golux, “bu daha da zor. Saatleri çalıştır!”

“Nasıl çalıştırabilirim ki?” diye dövündü Prenses.

“Senin elin, karın soğuk olmasından daha sıcak,” dedi Golux. “Elinle ilk saate dokun.” Prenses dokundu. Hiçbir şey olmadı. “Mahvolduk,” dedi Golux sadece, Saralinda’nın kalbiyse durmuştu neredeyse.

“Sihrini kullan!” diye haykırdı Prenses. “Bel bağlayabileceğimiz bir sihrim yok,” diye

sızlandı Golux. “Diğer saati dene.” Prenses diğer saati denedi ama hiçbir şey

olmadı. “Mantığını kullan o zaman,” dedi Prenses. Gizli duvarların ötesinde Demir Muhafızların Zorn’u yumrukladığını duydular. Sesler giderek yaklaşıyordu.

“Bir bakalım,” dedi Golux. “Eğer saatlere dokunuyorsan ve onlar da çalışmıyorsa, o zaman onları çalıştırabilir ama onlara dokunmazsın. İşte benim bildiğim ve kullandığım mantık bu. Elini biraz

Page 82: 13 SAAT (James Thurber)

uzakta tut. Şu uzaklıkta. Biraz yakınlaştır! Şimdi biraz geriye çek. Biraz daha geriye. İşte! Bence yapacaksın! Hareket etme!”

Saatin sertleşmiş, katılaşmış mekanizması vızıldamaya başladı. Bir tik sesi duydular, son bir tik sesi daha.

Prenses Saralinda tıpkı rüzgardaki bir yonca gibi bir odadan diğerine uçtu ve elini saatlere uygun uzaklıkta tuttu. Akbabaya benzer bir şey kanatlarını çırparak şatoyu terk etti. “Bu Geçmiş’ti,” dedi Golux.

“Artık Şimdi’deyiz!” diye haykırdı Saralinda.

Page 83: 13 SAAT (James Thurber)

O güne değin hiç görülmemiş güzellikte muhteşem bir sabah kendini gösterdi avluda. Hiç ötmeyen bir horoz ötmeye başladı. Sabah ışığı pencereye ve soğuk duvarlara vurdu.

Dük acıyla inledi. “Zamanın sesini duydum. Oysa onu katletmiş, kanlı kılıcımı onun sakalına silmiştim.” Zorna’nın Zorn’unun muhafızları atlattığını düşündü. Kılıcı karanlıkta vınlamaya devam ediyordu. Kendi sol bacağını kesince bunun Golux olduğunu düşündü. “Çık ortaya seni hilekar!” diye bağırdı. “Öne çık Zorna’nın Zorn’u.”

“O burada değil,” dedi casus. Vahşice çarpışan kılıçların sesini duydular. “Onu yakaladılar!” diye mırıldandı Dük. “Bir

kişiye karşı on bir kişi.” “Duyduğunuz Galahad olabilir,” dedi İşit,

“onun gücü on kişiye eşittir.” “Öyleyse geriye onu yakalayacak bir adam

kalıyor,” dedi Dük. “Krang’a güveniyorum; o sahip olduğum en iyi muhafız ve dünyadaki en iyi eskrimci.

Page 84: 13 SAAT (James Thurber)

Sadece zırhlar içindeki bilinmeyen bir prens bir yıl önce onu adanın bir yerinde mağlup etti. Başka da kimse hakkından gelemez onun.”

“O prens,” dedi İşit, “Zorna’nın Zorn’ydu.” “Öyleyse onu ben öldüreceğim!” Dük’ün sesi

yükseldi ve karanlıkta, gizli merdivenlerde yankılandı. “Senin kolunu tutan bu kanlı elle zamanı öldürmüştüm ben ve zaman, Zorna’nın Zorn’unundan çok daha büyüktür.”

İşit yeniden ağzındakini çiğnemeye başladı. “Ölümlü hiçbir insan zamanı öldüremez,” dedi, “öldürebilecek bile olsa başka bir mesele daha var: genç bir kızın kalbindeki saat, gençliğin ve aşkın zamanını gösterir; kış karından güneye kaçan kuğuları ve lalelerin çıkışından, yaz öğleden sonrasının geldiğini bilir.”

“Gerzekçe gevezeliklerinle midemi bulandırıyorsun,” diye hırladı Dük. “Dilin şekerden yapılmış. Krang elinden kaçırsa bile bu pejmürde prensi öldüreceğim. Eğer ışık olsaydı sana saniyelerin can verirken yenlerimde bıraktıkları eski kahverengi lekeleri gösterebilirdim. Zamanı bu loş salonda katlettim ve kılıcımın kanlı sırtını silerken…”

“Ah, kapa çeneni,” dedi İşit. “Sen dünyadaki en kavgacı karaktersin. Sana hep bunu söylemek istemiştim. Şimdi söyledim ve bundan memnunum.”

“Sessizlik,” diye gürledi Dük. “Neredeyiz biz?” Gizli merdivenlerin aşağısına doğru sendelediler.

Page 85: 13 SAAT (James Thurber)

“Meşeden yapılma siyah odaya açılan gizli kapı bu,” dedi İşit.

“Aç,” diye gürledi Dük; kılıcı sımsıkı duruyordu elinde. İşit önünü yokladı ve gizli topuzu buldu.

Page 86: 13 SAAT (James Thurber)

Meşeden yapılma siyah oda meşalelerle

aydınlanmıştı, fakat asıl aydınlık Saralinda’nın kendisinden geliyordu. Dük’ün soğuk gözü, masada ışıltılar içinde duran bin mücevherle kamaştı. Kulakları saatlerin çalmaya başlayan sesleriyle doldu.

“Bir!” dedi İşit. “İki!” dedi Zorna’nın Zorn’u. “Üç!” dedi Dük’ün neredeyse fısıltı halinde

çıkan sesi. “Dört!” diye iç çekti Saralinda. “Beş!” diye çığlık attı Golux ve masayı işaret

etti. “Görev tamamlandı, şartlar karşılandı.” Dük’ün soğuk gözü yavaşça odayı kolaçan etti.

“Muhafızlarım nerede?” diye vakladı “ve Krang, hepsinin en üstünü?”

“Onları kandırıp kuleye çektim,” dedi Zorn, “ve oraya kilitledim. Krang’ı da düğümledim.”

Dük ters ters baktı masadaki mücevherlere. “Bunlar sahte!” dedi. “Boyanmış çakıl taşları olmalılar!” Birini aldı, gerçek olduğunu gördü ve yeniden yerine koydu.

“Görev tamamlandı,” dedi İşit, “şartlar karşılandı.”

“Ben sayana kadar değil,” dedi Dük. “Eğer bir tane bile eksik varsa, yarın Prenses Saralinda ile

Page 87: 13 SAAT (James Thurber)

evlenirim.” Odadaki şekiller hala oradaydılar ve nefes alıp verişleri hala duyulabiliyordu.

“İnsan yeğenine böyle mi davranır!” diye haykırdı Golux.

“O benim yeğenim değil,” dedi aksak adam alay dolu bir gülümsemeyle. “Onu bir kraldan çaldım.” Alt dişlerini gösterdi. “Hepimizin kusurları var,” dedi, “ve benimki biraz şeytani.” Masaya oturup mücevherleri saymaya başladı.

“Benim babam kim öyleyse?” diye haykırdı Prenses.

Casusun siyah kaşları yukarı kalktı. “Golux size söylemiştir diye düşünmüştüm, fakat sonra hatırladım elbette, o her şeyi unutur.”

“Özellikle de,” dedi Golux, “kral adlarını.”

Page 88: 13 SAAT (James Thurber)

“Sizin babanız,” dedi casus, “Yarrow’un iyi kalpli kralı Gwain.”

“Bunu biliyordum,” dedi Golux, “fakat unutmuşum.” Saralinda’ya döndü. “Öyleyse babanızın Hagga’ya verdiği hediye sonunda sizin mutlu olmanızı sağladı.”

Dük başını kaldırıp dişlerini gösterdi. “Benim için fazla narin bir öykü,” diye hırladı. “Hiç sevmedim.” Böyle diyerek saymaya devam etti.

“Zarif bir öykü,” dedi İşit, “ve bana göre rahatlatıcıydı.” Maskesini çıkardı. Gözleri parlak ve hoştu. “Kendimi tanıtmam gerekirse,” dedi, “ben Kral’ın, Yarrow’un iyi kalpli kralı Gwain’in bir hizmetkarıyım.”

“Bunu bilmiyordum,” dedi Golux. “Yıllar önce Prenses’i kurtarabilirdin.”

Kral’ın hizmetkarı üzgün bir ifadeyle baktı ve “Bu kısmı anlatmaktan hep nefret etmişimdir, ama bir cadının büyüsü altındaydım.”

Page 89: 13 SAAT (James Thurber)

“Anneme saygı duymakla birlikte,” dedi Golux, “bu cadılardan bıktım.”

Dük gülümseyince üst dişleri gözüktü. “Ben gördüğüm casuslara bile güvenmem,” diye mırıldandı. Gözü donuk bir biçimde etrafta gezindi ve Golux’u gördü. “Seni Aygıt!” diye homurdandı. “Seni klişe! Seni Hızır makine!”

“Seni parıltılı hırsız,” dedi Golux, “sessiz ol lütfen.”

“Dokuz yüz doksan sekiz.” Dük saymaya devam ediyordu. “Dokuz yüz doksan dokuz.” Hepsini saymış ve çuvala doldurmuştu. Masanın üstünde hiç mücevher yoktu. Korkunç bir neşeyle onlara baktı. “Prenses bana ait,” dedi.

Ölümcül bir sessizlik doldurdu odayı. Golux hafiften soldu, eli titremeye başladı. Karanlıkta bir şey hatırladı, Hagga’nın tepesinden inerken bir safir ya da yakut çuvaldan düşüp bileğine çarpmıştı galiba. “Bin,” diye acıyla inledi Dük büyük bir

Page 90: 13 SAAT (James Thurber)

şaşkınlık içinde. Son mücevher eldiveninden düşmüştü, ama bunu sadece Golux görmüştü. Dük doğruldu ve küçümser bir tavırla gülümsedi. “Neyi bekliyorsunuz?” diye bağırdı. “Gidin! Eğer ebediyen gitmiş olursanız, yeterince uzun olmayacak! Eğer bir daha dönmeyecek olursanız, fazlasıyla yakın olacak!” Yavaşça Zorn’a döndü. “Nasıl bir düğümdü?” diye hırladı.

“Türk başı,” dedi genç Prens. “Kız kardeşimden öğrenmiştim.”

“Defolun!” diye bir kez daha bağırdı Dük ve ellerini yakutlara daldırdı. “Mücevherlerim,” diye vakladı, “sonsuza kadar var olacak.” Hayatında hiç kıkırdamamış olan Golux kıkırdadı. Meşeden yapılmış odanın büyük kapısı açıldı; soğuk Dük’ü orada, bileklerine kadar elmaslara boğulmuş halde bırakarak odayı terk ettiler.

“Yarrow,” dedi Prens, “yolumuzun ortasında yer alıyor.” Şatonun dışında durdular.

“Bunlara ihtiyacınız olacak,” dedi Golux. İki tane beyaz atın dizginini tutuyordu. “Geminiz limanda. Bir saat içinde kalkacak.”

“Gemi gece yarısı kalkacak,” diye düzeltti onu İşit.

“Her şeyi hatırlayamam,” dedi Golux. “Babamın saatleri hep yavaştı. Ayrıca dikkatini toplayamama sorunu vardı.”

Page 91: 13 SAAT (James Thurber)
Page 92: 13 SAAT (James Thurber)

Zorn, eyere binerken Prenses’e yardım etti. Prenses son bir kez şatoya baktı. “Yarrow’a doğru yola çıkmak için her şey hazır,” dedi Prens.

Golux son bir kez Prenses’e baktı. “Kendinizi sıcak tutun,” dedi. “Atları ayırmayın, gülmeyi unutmayın. Sonsuza Kadar adasında bile ihtiyacınız olacak buna.”

“Ahırlarda hiç at yoktu,” diye düşündü Prens. “Bu beyaz atlar nereden geldi?”

“Golux’un pek çok dostu var,” dedi İşit. “Sanırım atları ihtiyacı olduğu için onlar verdi. Ama öte yandan, belki de kendisi halletmiştir. Biliyorsunuz, böyle şeyleri sever.”

“Biliyorum,” diye iç çekti Zorna’nın Zorn’u. “Bizimle birlikte Yarrow’a gidecek misin?”

“İki hafta daha kalmalıyım,” diye cevap verdi İşit. “Üzerimdeki büyü devam ediyor. Böylece toparlanmak için zamanım da olacak, tabii Krang’ı serbest bırakmak için de.”

İhtiyar Aygıt’a baktılar, ama artık orada değildi. “Nereye gitti?” dedi Saralinda üzüntüyle.

“Pek çok yer biliyor,” dedi İşit. “Ona sevgilerimi ve bunu iletin,” dedi

Saralinda. İşit gülü aldı. İki beyaz at, limana giden soğuk yeşil arazide

bembeyaz sisi soluyordu. Yarrow’a doğru yola çıkmak için her şey hazırdı ve Prenses Saralinda denizin ilerisine bakarken, Sonsuza Kadar’ın uzaktaki

Page 93: 13 SAAT (James Thurber)

ışıltılı sahillerini gördüğünü düşündü, tıpkı insanların sık sık gördüğünü düşündüğü gibi. Sizin tahmininiz de benimki gibi (uzakta ışıldayan şey başka bir şey de olabilir), fakat ben her zaman Prsenses’in gördüğünü düşündüm ve hep de öyle düşüneceğim.

Page 94: 13 SAAT (James Thurber)

SON On dört gün sonra, Dük meşeden yapılma

odada altınlarını açgözlülükle izlerken mücevherler birden, cılız bir iç çekme sesiyle birlikte gözyaşına dönüverdiler. Parlak eldivenlerinin püskülleri Hagga’nın gözyaşlarıyla lekelenmişti. Dük sendeledi, kılıcını çekip “Fısıltı!” diye bağırdı. Şatonun avlusunda ürkmüş haldeki altı kaz, salyangoz avlamayı bırakıp meşe odaya baktılar. “Bu çirkef de neyin nesi?” diye bağırdı Dük, masanın üzerinde mücevherin oluşturduğu havuza tiksintiyle bakarken. Monoklü düştü, kılıcıyla sessizliğe ve hiçbir şeye saldırdı. Maymun ya da gölge gibi bir şey odayı boydan boya geçti. Odanın duvarlarındaki meşaleler söndü, orada bulunan iki saat durdu ve oda gittikçe soğudu. İçeride eski, gün yüzü görmemiş odaların kokusu vardı ve çığlık atan tavşanların sesi duyuluyordu. “Hadi, seni hamla damlası,” dedi soğuk Dük kükreyerek. “Ahtapotları ölümüne korkutuyor olabilirsin seni nefretin ve gök gürültüsünün kambur yumurtası, fakat Tabut Şato’nun Dük’ünü değil!” dedi alaycı bir tavırla. “Benim değerli mücevherlerim şıpa dönüştüğüne göre, yalnız ve soğuk yaşamak benim en büyük arzum olamaz artık. Koru kendini, seni köhne kanepe!” Todal hüpletti. Boğuk bir çığlıktan sonra sessizlik hakim oldu.

Page 95: 13 SAAT (James Thurber)

İşit, başının üzerinde bir lamba tutarak odaya girdiğinde içeride kimse yoktu. Dük’ün kılıcı zeminde parlıyor, masadan Hagga’nın üzüntü mücevherleri gibi sonsuza dek sürmeyen, on dört gün sonra gözyaşına dönüşen kahkaha mücevherleri damlıyordu. İşit şlep diye bir şeye bastığını anlayınca duvara tükürdü. Kaldırıp ışığa tuttu. Üzerinde kırmızı baykuş resimleri olan küçük siyah bir toptu bu. Kasvetli odada yalnız, yapayalnız kalan Tabut Şato’nun Dük’ünün son casusu, çok uzaklarda bir yerde birinin kahkahayla güldüğünü duyduğunu sandı.

Page 96: 13 SAAT (James Thurber)

“13 Saat, modern bir yazarın kaleminden çıkabilecek

en zekice kurgulanmış masallardan biri… Masal diyarında

böylesine bir kıvraklık ve içtenlikle hareket edebilecek

yaşayan başka bir yazar yok.”

Time

“Son yüzyılın en muhteşem çocuk kitaplarından biri.

Muhtemelen Thurber’ın yazdığı en iyi eser. Ayrıca kesinlikle

yüksek sesle okunabilecek en keyifli kitap.”

Neil Gaiman

“13 Saat olağanüstü bir eser.”

The Washington Post

“13 Saat, bütün bir masal geleneğini onurlandıran,

yergi alanında küçük bir başyapıt.”

The Hudson Review

“Gotik, ürkütücü ve ustalıklı sözcük oyunlarıyla

yazılmış bir eser. Eğer benim elimdeki nüshayı görmüş

olsaydınız, kitabı 13 kezden fazla okuduğumu söylediğimde

bana inanırdınız.”

Nicola Morgan, The Scotsman

“Thurber’ın hikayeleri çocuklar için birer düş,

yetişkinler içinse birer mesel niteliğini taşıyor.”

Guardian