Click here to load reader
Upload
fecri-afak-dergisi
View
282
Download
11
Embed Size (px)
DESCRIPTION
"Gelecek, Boyun Eğecek Asım'ın Nesline..."
Citation preview
Para
yla
Satı
lam
az
Para
yla
Satı
lam
az
Tarih boyunca bütün alçakların kendilerine yüksek binalar
yaptırmak için uğraştıklarını, başkalarına yukarıdan baktıklarını
bildiğimiz gibi, "başkalarına yukarıdan bakmalarına ve gösteriş yapmalarına müsaade edilmeyen" bir dinin/medeniyetin çocuklarının
teknik imkanlara sahip olmalarına rağmen evlerinde balkona yer
vermediğini biliyoruz. İslam şehirlerinde
kasıtlı olarak balkonlu değil, avlulu evler yaptılar.
Avlu; gösterişin düşmanı, iç zenginliğin, huzurun, sukûnetin
sembolüydü.
UFUK ÇİZGİSİ’NDEN
Sizleri Selamların en güzeliyle selamlıyoruz.
Esselamu Aleyküm!
Ahmet Hamdi Tanpınar diyor ki; idealin ufku evvela ede-
biyatta gülümser. Bu sözden ilham alarak uzun uğraşla-
rın, meşekkatli çalışmaların nihayetinde sizlere 2.
sayımızı sunmaktan memnuniyet duyuyoruz. Bilinir ki bu
çalışmalar her zaman küçük nehirlere benzetilir. Bu
nehirlerin amacı büyük nehirlere karışmak ve oradan ana
kaynağa ulaşmaktır. İdame edilemeyen her nehir kurumaya
mahkum olur. Yine Tanpınar üstadın dediği gibi, yarıda
kalmamak için omuzların birbirine değmesi, şarkıların
birbirine karışması lazımdır. Bu yolda yeni dostluklar
edinmek, yorulanları sırtlamak boynumuzun borcudur.
Gözler ve gönüller ufka bakarken hep ümitvar oldu. ‚Kim
var?‛ dendiğinde sağına soluna bakmadan ‚ben varım‛
diyebildi. Her yazar, Ruh Cephesindeki Medeniyet deği-
şiminin hakikî savaşında bir vazife üstlendi, bir
mevziiye odaklandı, asker edindiği cümlelerini, kay-
bettiğimiz değerleri yeniden kazanmak için meydana sür-
dü.
Bu sayımızda tek şiir var; Ahmet Salih Şahin’in
gönül aynasından yansıttığı ‚Üşüyen‛ isimli eseri. Onu,
‚Erişti Nev-Bahar‛ başlığıyla nefis bir anlatıya imza
atan Burak Yazıcı takip ediyor. İlerleyen sayfalarda bu
sayımızın sürpriz ismi olan Asım Gültekin sizi karşıla-
yacak. Şiire balans ayarının nasıl yapıldığını Burak
Tekiner’den okuyacaksınız. Fatih Yaşatır bizlere
‚Gitmek‛ başlıklı yazısıyla gülümseyecek, Recep Keskin
‚Fikir Çilesi‛ isimli yazısıyla kırmızı çizgiler çize-
cek.
Dosya konusu yaptığımız ‚Said Halim Paşa’nın hayatını
ve fikirlerini‛ okurken bizlere bambaşka ufukları işa-
ret edecek, Mustafa Esen.
Abdurrahim Güner bizlere neden yazdığımızı açıklarken,
Eyüp Aktuğ Batı Medeniyetinin kilit taşlarını anlata-
cak. Renklerin insanın üzerindeki etkilerini Pınar Akar
Koyuncu’dan dinleyeceğiz. Günay Turak ‚Açık Mektup‛
yazısıyla tüm dostluklara hitap edecek. Yine bu sayının
klişe yazarlarından olan Hamza Karademir Bosna’dan gön-
derdiği ‚Saraybosna‛ yazısıyla Osmanlının sadık vilaye-
tinden bizlere seslenecek. Şaban Altıntaş’ın ‚Anlamak
ve Anlaşılmak‛ hakkında yazdığı denemesi okunmaya değer
doğrusu...
Edebi Müdahale dergisinin usta yazarlarından olan Re-
gaib Albayrak ‚Anneme‛ yazısıyla ekibimize dahil oldu.
‚Esrime‛ yazısıyla Sefa Toprak, Maveraünnehir düşüncesi-
nin nerelere aksettiğini yazdı. 3. sayımızda buluşmak
üzere sizleri dergimizle baş başa bırakıyoruz…
(BAHAR) 2013/٤١٤١) | SAYI:2
İbrahim PAŞALI
Üşüyen
3.
gücün yetiyorsa tüttür bakalım hüznümün bacasını
bakmaya cesaret etsene kara gözlerimin içine
yapamazsın çünkü ekmeği kabzasından kavradığımı
ve hayın bir mızrak saplandığını biliyorsun kalbime
İmtiyaz Sahibi Enes KARADEMİR
Yazı İşleri Samet TEMİR
Editör Burak TEKİNER
1.
papatyalarla söndürmek asfaltın o şen kahkahasını
nallamak mahzun atların çıplak ayaklarını kendime
üst üste yığarken kendimi sana, çatlatmak sularını
tam da ortasından kamalar sokmak gülümser kahpeliğe
hıncahınç dolan şehrin bağrının münafık ferahlığını
doru kısraklarla parçalayarak, susturmak güzelliğe
musallat olan o madrabaz tabloların saltanatını
o zaman bir karabasan gibi çökerim şehrin üstüne
Ahmet Salih Şahin
2.
benim şehir dediğim yer kardeşlerimin kaçırıldığı
saçlarımın tarana tarana bittiği ayna önünde
durmadan büyümek isteyen umudumun tırpanlandığı
yerden başkası değil ve başkası yalan şehrin içinde
şehir, göğsüne bir şey ilişmeyen insanların kışlası
halbuki durmadan bir küheylan şahlanır benim göğsümde
usanmadan debelenir ararım gümrah bir pınar başı
yüreğimi ırmağında çivitleyeceğim su nerede
Yayın Koordinatörü Abdürrahim GÜNER Ahmet Salih ŞAHİN
Son Okuma Günay Turak
Baskı Yavuz Matbaacılık
Yayın Türü
Yerel Süreli
İrtibat Adresimiz
Web Adresimiz
www.afakdergisi.biz
facebook.com/dergiafak
Âfâk Dergisi ticari amaçlı bir dergi değildir. 3 ayda bir
yayımlanır. Yayımlanmayan ya-zılar iade edilmez. Yazılardan kaynaklanan hukuki sorumluluk
yazara aittir. .
Erişti
Nev–Bahâr Olsun gamunda bencileyin zâr u bî-karar
Âfâkı gezsün ağlayarak ebr-i nevbahâr
Bâkî
Arzın kar beyaz çarşafı kalkmış altından yeşil halısı görülmüştü. Âde-
moğlu ‚nevbahâr‛ demişti bu halıya. İlmek ilmek dokunmuş, birer birer dizil-
mişti desenleri. Düşmüştü kimi yere kırmızı gül, kimi yere mor sümbül, kimi
yere de şeydâ bülbül.
Yabanî otların bile insanın gözüne hoş göründüğü bir vakitti nevbahâr. Madımak
için yağmur gözleyen Sivaslıların bekleyişi bundandı herhalde. Nevbahâr,
gülmenin alâmetiydi belki. Bahar güllerinin handân olma vaktiydi. Ağacın yeşi-
le boyanma, çiçeğin elvan olma vaktiydi. Sultan’uş Şuâra Bâkî bir dürr-dâne
gibi dilinden dökmüştü bunu.
“Nev-bahâr oldu gelin azm-i gülistân edelim
Açalım gonca–i kalbi gül-i handân edelim”
Bahar, her zaman sevinç demekti hem insanlar için, hem hayvanât hem de nebatât
için. Erişmişti yine nevbahâr ve ince uçlu bir divit, amber katılmış kan kır-
mızı bir mürekkeple, bir dildâra bahar müjdesi olarak nâme yazmıştı. Süt beyaz
yünü olan bir kuzu yemyeşil yaylaları sayıklayarak melemişti. Payına düşen hep
vuslat olmuştu. O, neşenin huzurun ortak adıydı. Kara kışın zahmetini çekmiş
insan için bir lütuftu Rabbinden. Çölde âb-ı hayattı sanki kavuştuğu. Sanki
Firdevs’in binbir çeşit râyihasıydı soluduğu. Bülbül-i şeydâ idi dinlediği.
Yeşilin süsü bembeyaz vişne çiçekleriydi izlediği. İşte buydu nevbahâr.
Rahmeti Rahmân’ın sağanak sağanak yağdığı bir mevsimdi.
Şairlere şiir söyleten, benim gibi cahil bir yazıcıya bu satırları yazdıran
olsa olsa nevbahârın efsunuydu. Belki de bu efsundan yazmıştı Nedim bu meşhur
mısraları.
“Erişti nev-bahâr eyyâmı açıldı gül ü gülşen
Çerağan vakti geldi lâlezârın dîdesi rûşen”
Her kışın sonu nevbahâr olduğu gibi bu âsûde bahârın da bir sonu vardı elbet.
Nevbahârın son günü âfâkı seyre dalan fındık kabuğu renginde bir çift gözden
katre düşerken, leb-i la’linden de Ahmedî’nin mısraları dökülüyordu.
“Sen nirede ki gülerisen nev-bahâr olur
Ben nirede ki ağlarisem lâlezâr olur
Zülfin hevâsı aldı karâr ile sabrumı
Her kim karârsuza uya bî karâr olur”
Selam gözleri nevbahâr gören, gönlü nevbahâr olana…
Burak Yazıcı
Alışmayın! Ne Yapın Edin
Alışmayın!
Kötü, beğenmediğimiz durumlara alış-mayı sıkıcı, istenmez buluruz da güzel, sevdiğimiz varlıklara, durumlara alışmayı o kadar da itici, rahatsız edici bulmayız ne-dense.
Aklı başında herkes bilir ki; zillet içinde yaşamak hiç de istenecek bir şey değildir ve tasvip edilmez ama zillet içinde yaşama-ya alışmak zillet içinde yaşamaktan daha ağır, daha rezil bir durumdur. Fakat neden-se bu rezilliğin hissedilmesi, bundan ra-hatsız oluş ilkinden olduğu kadar şiddetli olamamaktadır. Neden: Çünkü alışmanın içe-risinde mukavemet gösterme, direnebilme, benimsememe gibi ‘bilinç ve irade’ gerekti-rir vasıflar yoktur.
Zillete alışmak, zillet altında gönülsüzce yaşama durumuna maruz kalmaktan daha kötü-dür ama bu, ‘daha farkına varılmaz’, acısı hissedilmez bir durumdur. Şair ‘Acı çekmek ruhun fiyakasıdır’* der ve alışmış birinin alıştığı hususta acı çektiğinden (yani ru-hunun o tarafının varlığından) bahsetmek biraz imkan dışıdır. Eğer ki zillet altında yaşamaya alıştığını düşündüğümüz biri bu durumundan dolayı acı çekiyorsa onun için ‘zillete alışmış biri’ demek pek hakkaniye-te uymaz.
Kötü alışkanlıklara karşı uyaranımız çoktur ama ‘alışkanlığa’ karşı uyarılmayız neden-se. Çünkü alışkanlığın iyisi kötüsü olmaz ve alışkanlık bütünüyle kötü birşeydir! İyi alışkanlıklar nelerdir sayabilir miyiz? İn-sanlara iyilik etmek, sevmek, kitap okumak, namaz kılmak, selamlaşmak, dua etmek, ağla-mak, yağmurda yürümek, düşünmek (hadi bu eylemi dindarlaştırarak (!) yazayım bir de; tefekkür etmek), dostluk, aşk, tebessüm et-mek, kendi yalnızlığına yani kendi Hira’na çekilmek... Bunlardan hangisi alışılarak gerçekleştirilir ki?! Ya da bunları yapmaya alıştığımızda gerçekten de bu eylemleri
hakkıyla yerine getirmiş olur muyuz??! Dua etmeye alışmış bir insanın gerçekten dua ettiğini yani Rabbinin huzurunda bu-lunduğunun farkında olduğunu ve O’ndan istediğinin bilincinde olarak el açtığını söyleyebilir miyiz? Sevgilimizi sevmeye alışabilir miyiz? Kim alışılmış bir sev-giyle sevilmeyi ister? (Nasıl bir şeyse o tür bir sevgi?!) Seven birine alışmak ne-den sevmekten daha zor gelir, düşündünüz mü? (Böyle bir şarkı vardı hatırlarsınız belki; ‘Alışmak sevmekten daha zor geli-yor’) Sevenin yapabileceği bir şey değil-dir alışmak. Şarkıda aşık sanırım sevgi-lisinin yokluğuna veya O’nu -karşılık alamadığı için- unutmaya çalışmaya taham-mül edememiş ki O’nsuzluğa alışma çabası-nın kendisine ne kadar zor geldiğini söy-lüyor. Ayrılığa alışılır mı? Alışıldıysa bir ayrılığa onun adı artık ayrılık mı-dır? ‘Günde bin kez ölmenin adını ayrılık koymuşlar’ denilmiş ayrılığın şiddetini anlatabilmek için. Kim ölüme alışmış peki biz yaşayan görmezişitmezibretalmazlardan başka?! Ölüm, (bizim kendi ölümümüzü dü-şünmemiz veya bir başkasının ölümü alı-şılmışlıkla geçiştirilebilecek bir hal midir? Tamam, ‘ölenle ölmeyelim’ ama ür-permeyelim mi de birazcık?!
Daha bitmedi efendim, eylemlerimizi sor-gulamaya devam ediyoruz; alışkanlıktan dolayı ağlandığı nerede görülmüş? Alış-kanlıkla ağlayan biri gerçekten de ağlı-yor mudur yoksa bizi kandırmaya, etkile-meye mi çalışıyordur? Namazı alıştığımız için mi kılıyoruz? Sahi ilkin bir alışma-
Asım GÜLTEKİN
nın, sonra da yıllarca bıkıp usanmadan bilinçlice (hadi bunu da islamîleştireyim(!); şuurluca) namaz kılmanın mümkün olduğunu mu düşünüyorsunuz?? Yanılıyorsunuz efendim! Efendim dedim de aklıma geldi; Acaba Efendimiz Hz. Muhammed namazını bir alışkanlık olarak mı kılıyordu?!!
Namaza ve hiçbir erdemli eyleme alışmayınız sakın! Çocuklarınızı da kendinize reva görmemeniz gereken bir hale sokmaya; onları da namaza alıştırmaya hiç uğraşmayınız!!
Kılacaksak namazımızı bilinçlice kılalım, bilinçle, huşu ile kılamıyorsak en azından huşu ile kılamıyor oluşumuzdan utanarak kılalım! Ama sakın alıştığımız için kılmaya-lım! İyi alışkanlıktır diye yapageldiğimiz işler aslında bizim değil; içimizdeki ma-kinanın yaptığı motor hareketlerdir. Kötü işlere alışmanınsa zaten defterimizden çı-karılması gerekmiyor mu!
Alışmaya ne kadar alışmış olsak da onu hayatımızdan çıkarabilmesini bilmemiz gereki-yor bence! Siz isterseniz beni dinlemeyin, keyfiniz, izzetiniz bilir. Ama buradan ataların bu konuya bakış açısını gözler önüne seren sözlerini yazayım da ondan sonra n’aparsanız yapın: Alışmış kudurmuştan beterdir!!!
(*) İsmet Özel
Şiire
Burak Tekiner
Bu başlık da nereden çıktı diyenler ola-
bilir. Hemen açıklık getirelim: 28 şubat her-
kesin malumu diğer darbelerden farklı olarak
toplumu yeniden dizayn etmek üzere yapılan anti
demokratik, jakoben bir uygulamaydı. Ve bu dar-
beyi yapan zihniyet de Sincan’dan tank yürütüp
küstahça demokrasiye balans ayarı yaptıklarını
iddia eder hale gelmişti. Şimdi kendilerine ba-
lans ayarı yapılsa da, asıl hedefledikleri şey-
lerin kısmen başarıya ulaşmadığını kim iddia
edebilir? Ve unutmamak gerekir ki yapılan her
darbenin belirli bir hedef kitlesi vardır. De-
ğiştirmek istedikleri, hedef aldıkları bu kitle
de hiç kuşkusuz İslamcılardır.
Peki İslamcılar nasıl değişti? En başta bize
diktikleri elbise muhafazakârlık oldu. Muhafa-
zakârlık da eylemsizleştik demenin başka türlü-
südür aslında bunu çok sonra öğrenecektik...
Ardından bir de bizimkiler iktidara gelince,
‘’nasılsa bizimkiler iktidarda gevşekliği’’
hâsıl oldu. Bizim için en tehlikelisi aslında
buydu. Hâlâ da bu… Uğruna mücadeleler verilen,
eylemler, mitingler yapılan başörtüsü, önce
türban oldu, şimdilerde ise moda… Erkekler ise
Balans
Ayarı
Ümmühan Atak Doğan’ın dediği gibi ‚Sadece erkek-
lere kalan meydanlar, sadece Gazze bombalandı-
ğında dolacak‛ Müslüman coğrafyasında yapılan
onca katliam, ölen onca çocuk yeni çıkan tele-
fonlar kadar ilgimizi çekmiyor… Bu hassasiyetle-
re biraz sahip olan arkadaşlara da rastlamıyor
değilim… Ama onlarda Serdar Tuncer’i şair sanı-
yor. İki şiir yorumu, bir de tok bir ses…
Ne yani bu mudur şair? Bu mudur şair? Şair ve
şiir hiç bu kadar aşağılarda olmamıştır. Oysa
şiirin köklerinden birisinin de ‘‘şa’r’’ -saç
- yani en tepede bulunan ‘’tüy’’ kelimesi oldu-
ğunu söylerler. ? Bu cümlelerin buraya kadar
gelmesi aslında biraz da bundandır… Evet, sözün
zirvesidir şiir, popüler bir adam getirip salon
doldurmanın en kestirme yolu değil…
Muhtemelen yine aynı kitle, çok satanlar liste-
sine göre okuyup,- Elif Şafak, İskender Pala vs.
- buna paralel olarak popüler olana yönelen,
olaylara analitik bakan, dünya gündemini haber
bültenlerinden takip eden muhafazakârlar(!) Yani
zihni iğdiş edilmiş bizler… Yani bize diktikle-
ri elbise…
Tekrar şiire dönecek olursak İbrahim Tenekeci
şiirin önemine binaen "Mehmet Akif, Necip Fa-
zıl, Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi isimler;
sadece şiirimizi değil, dinimizi de koruma çaba-
sı içine girmiş şairlerdir! Hem dinimizi, hem
vatanımızı, hem de şiirimizi savunmuşlardır.’’
Gerçekten de Tanzimat’la başlayan batılılaşma
sürecini göz önüne getirdiğimiz zaman ilk batı-
lılaşma cereyanları edebiyat ve şiir yoluyla
olmuştur. Bunun karşısında da edebiyat, en başta
Eski, kırılmış hatıralar arasından çıkarıp buldum seni. Öyle saf öyle temiz öy-le içten bir gülüşün, hâlâ dün kadar taze sinemde. Kokusu bile başka burnumda tüter. İçimde bir deniz kıyısı sahili kadar serin, dalgası kadar hırçın. Vurur sinemdeki ka-yalıklara. Hep gelgitler vardı zaten içimdeki uçsuz bucaksız, yakamozsuz denizimde…
Yeşil çimlerin arasında mor sümbüller, laleler…
Uzayan giden rüyalarım içinde hayaller, hatıralar… Bir seni bekler, köşe başında elinde sümbül, ya da lale ne fark eder… Çiseleyen yağmurun ta yüreğime sızdığı vakit-ler. Bir akşam vakti sokak lambası, bir yanar bir söner, içimdeki katremsi hatıralara eş olmuş…
Babam gelir aklıma ellerimde sıcaklığı, sinesinde yeni içilmiş bir sigara yalnızlığı, öylesine şeyler gibi.
Tütmeyen bir bacanın, yanmayan bir sobası gibiyim. İçimde soğuk lodoslar eser, yanma-ya korkarım. Zaten sen de ısınmazsın benim yalnızlığımda.
Bilmediğim bir yerdeyim, bilmediğim insanlar, bilmediğim sesler, soluksuz yaşanabi-len, susuz kalınabilen, ama sensizliğin fark edildiği, sensiz kalınamayan.
Yürüyorum, her iki yanıma salınmış ağaçların gölgesi üzerimde, öyle büyük bir yalnız-lığım var ki, ben ağaçlara gölge oluyorum.
Ağaçlarda beni tesellîkâr bir tavır, esen rüzgârla yüzüme vuran bir huzur… Bu muydu aradığım acaba şimdi bilemedim.
Bana kalan bir şey bu kimsenin bilmediği, bilmesini istemediğim...
Çocukluğum gelir aklıma, elimde tahtadan bir oyuncak… Saflığım üzerimde, büyümek is-temediğim… Koşturup durduğum bahçeli evimizin avlusu ve arkasında hayal meyal hatı-rımda ceviz ağacı arasından görmeye çalıştığım sana benzeyen Güneşin şavkı…
Paltomu alıyorum şimdi omzuma, elimde valizim içi hatıralardan döşeli. Ayaklarımda eski günlerden kalma bir ayakkabı, tak tak sesleri ile bana hüzün katan…
Yaşarken yalnızsam, giderken de yalnız olmalıyım ve bu dünyadan göçerken de…
Bir sen kalmalısın aklımda ve sensizliğin ızdırabı…
Gitmek
Fatih Yaşatır
da şiir adeta bir kale, bir mevzii haline gelmiştir. Ve bugün her şeye rağmen bu topraklar diye-
biliyorsak biraz da bu mevzimizin esaslı duruşundandır. E artık bir zahmet bu mevziyi Serdar Tun-
cer’e, Kahraman Tazeoğlu’na bırakmayalım!
Bu mevzi biraz; Asım’ın nesli diyen Mehmet Akif’in, Hareket Nesli diyen Nureddin Top-
çu’nun, diriliş nesli diyen, Sezai Karakoç’un, ve sınavlarına aldırmadan Necip Fazıl’ın yanına
götüren Büyük Doğu dergisinin heyecanıdır… Ve yine ‘‘Nasılsın’’ diye sorulduğunda ‘‘Kudüs na-
sıl ?’’diyen Nuri Pakdil’in, ‘‘Neyi Kaybettiğini hatırla!’’, diyen İsmet Özel’in, siyahların köle
olmadığını, beyazların siyahlara karşı hiç bir üstünlüğü olmadığını dillendiren Malik El- Şah-
baz’ın, ve köle olmayacağız diyerek başının üzerinde uçuşan bombalara aldırmadan yürüyerek
‚yürüyorum, çünkü yürümek için sebeplerim var‛ diyen Aliya İzzetbegoviç’in mevzisidir. Şimdi bize
düşen ise; bu mevziyi metruk bırakmamaktır…
Fikir
Çilesi Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor,
Çilesiz suratlara tüküresim geliyor…
NFK
‚Boş ver, sana mı düştü?‛ diyorlar. Bana düştü, bize düştü elbette. Neyi boş veriyorsun! Kolay mı öyle. Bir şeyde O, her şeyde. En büyük idealin bir işe sahip olmaksa yandın. Hesabın büyük olacak, çabuk ulaşılmayacak öyle. Yo-rulacaksın biraz, yontulacaksın. Ter tırnağından çıkacak, ‚daha yok mu‛ diye-ceksin! Dahası, en başından kabul edeceksin sıkıntıları. Karşına çıkan her en-gele, ‚Ben bunu çoktan hesaba katmıştım.‛ diyecek, çekeceksin derdini, çilesi-ni.
Kolay değil O’nu, O’nun gibi anlatmak, cesaret ister. Karşına geçip haka-retler etseler, başından aşağı kaynar sular dökseler, ‚Ben, bundan daha fazla-sına layıktım, yalnız, galiba bunlar benim hakkımda hüsnü zan besliyorlar.‛ deyip boyun bükeceksin. Sesin varsa konuşacak, kalemin varsa yazacaksın! Her yol O’na çıkmaz mı zaten, ne endişe ediyorsun, üzerine düşeni yap sen. Gerisi hep yarım, gerisi çeyrek, gerisi boş…
Önce idealist olacaksın, önce prensipli. O’nun hayır dediğine göz kırpma-yacak, yap dediğinden geri kalmayacaksın. Ben de bu işe sahip çıkmazsam, kim çıkar gayrı, deyip fırlayacaksın yatağından. Hakk’ı tutup kaldıracak, ait ol-duğu yere koyacaksın. Çiğnenmesine izin verirsen eğer, hesabının büyük olaca-ğını bilecek, ona göre hareket edeceksin.
Sen dününle bugünlerdesin, bugünlerinle yarınlara kalacaksın. Sen O’na aitsin, O, seni zayi etmez.
Bugün ihtiyacımız olan şey, üç beş şuurlu insan. Onlardan biri olma yo-lunda çalışmaktan geri koyacak her türlü işi kendine haram bil. Sayma yerinde, geride kalma. Öyle dol ki, yanından geçenler nasiplensin ilminden. En sağlam dostun kitaplardır, unutma. Okumakla aşacaksın aşılmaz denilen dağları, oku-makla kendini bulacak, okumakla kendini anlatabileceksin, anlatılması gereken-lere.
Selamlar, dava adamlarına…
Recep Keskin
“O visal, can sendeyken canını etmek feda;
Elveda toprak, güneş, anne ve yâr elveda!” NFK
Ufuk Sahibi bir
mütefekkir:
Said Halim
Paşa
Hazırlayan; Mustafa Esen
Sultan Aziz devrinin sadrazam ve Hariciye Nazırı olan Keçecizâde Fuad Paşa, Avrupa`daki bir diplomatlar toplantısında, kendisine yöneltilen latife yollu bir soru-ya cevap olarak ‚zamanın en kuvvetli devletinin Osmanlı devleti olduğu‛nu söylemiş ve eklemiş: ‚Çünkü siz dışar-dan, biz içerden var kuvvetimizle çalıştığımız halde, o hala ayakta duruyor!‛
Bu nükte Osmanlı`nın son dönemlerinin özeti niteliğinde-dir: Bir tarafta dıştan gelen taarruzlar; kaybedilen muha-rebeler, gün geçtikçe daha da daralan vatan toprakları ve istilalar… Diğer tarafta içten gelen yıkıcı darbeler; ken-di milletine yabancıdan daha yabancı bir aydın sınıf, tah-kir edilen an`aneler, bozulan sosyal nizam, yerlerde sürü-nen ahlak… Ve daha nice problemin pençesinde kıvranan İs-lam milletleri… Böylesi buhranlarla cedelleşmekte olan Osmanlı toplumu, bağrından Said Halim Paşa gibi esaslı bir münevver çıkarabilmiştir.
Hayatı ve eserleri
İlk dönem 'İslamcılar'ı içerisinde yer alan Said Paşa, Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın torunu ve Vezir Halim Pa-şa'nın oğludur. İsviçre'de aldığı hukuk, siyasal bilimler ve felsefe eğitimi sırasında modern Avrupa'yı ortaya çıka-ran düşünce akımlarını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. O, hem doğuyu hem de batıyı hakkıyla anlayabilen ve düşün-cenin namusunu koruyabilen ender mütefekkirlerimizden bi-ridir. Tahsilini Avrupa`da yapmış olmasına rağmen yerli, milli ve dindar kalabilmiştir. Bunca buhranın, kargaşanın, zehirli ve ifsad edici fikrin bombardımanından kendisini muhafaza ederek, esaslı fikirler ortaya koyabilmiştir. İslamcılar, Said Halim Paşa ayarında, sahih, sarih ve de-rin fikirlere bu gün bile erişememişlerdir.
İhlâslı bir mümin, cesur bir mücahid, namuslu bir mütefek-kir ve mesuliyet sahibi bir devlet adamı olan Said Paşa, İstanbul`un işgalinden sonra Malta adasına sürgüne gönde-rilir. Burada yargılandıktan sonra (İstanbul`a girmesi yasak olduğu için) Roma`ya yerleşir. 29 Nisan 1921 tari-hinde kahpe bir Ermeni kurşunuyla aynı şehirde şehit edi-lir.
Bu elim vakıadan birkaç hafta sonra Sebilürreşşat dergi-sinde Eşref Edip Bey`in kaleme aldığı yazıda geçen şu cüm-leler O`nun ne derece büyük bir mütefekkir olduğunu göste-rir:
‚Merhumun en büyük mümeyyiz vasfı bir ‚düşünen kafa‛ olma-sıydı. Onu tam olarak anlamak için eserlerini, fikirlerini tedkik etmek lazımdır. Ortaya koyduğu her eser, vaz’ etti-
ği her düstur, kendisinin ne kadar derin bir bakışa ve ne kadar tahlilci bir zihne sahip olduğunu pek açık bir şekilde gösterir. Kendi-sine mahsus bir düşünce tarzı olduğu gibi, or-taya koyduğu düsturlar da bütün İslam alemine şâmil bir mahiyet taşırlar.
Merhum hiçbir zaman başkasının kafasıyla düşün-mezdi. Fikirlerinin isabetli olduğundan son derece emin idi. Bu emniyetin kendisine verdiği cesaret ile daima çevresine hâkim olurdu. Bütün eserlerinde, ele aldığı meselenin esasına, ru-huna, lübbüne bakardı‛
Said Paşa`nın kaleme aldığı Taklitçiliğimiz, Fikir Buhranımız, İslamlaşmak ve İslam Devleti-nin Siyasi Yapısı gibi eserler; hacim olarak küçük fakat nitelik olarak büyük ve kıymetli-dir. Bu eserlerde, İslam milletinin geçirmekte olduğu sarsıntıların sebepleri teker teker or-taya konulmuş ve çözüm yolları gösterilmiştir.
Yabancıdan daha yabancı aydınlar
Said Paşa`ya göre İslam dünyasının içersinde bulunduğu durumun baş sorumlusu aydın sınıftır. Çoğu, Avrupa`da ve ülkemizde açılan ecnebi okullarında yetişmiş olan aydınlar, batılılaş-mış bir kafa yapısıyla düşünmekte ve içersinde bulunduğumuz buhrandan kurtulabilmek için her bakımdan batı milletlerini taklide mecbur oldu-ğumuzu iddia etmektedir. Onlar, kendi memleket-lerine Frenklerden daha Frenk bir yabancılıkla bakmaktadırlar. Bundan mütevellit ne kendi me-deniyetlerini ne de ilham aldıkları batı mede-niyetini anlayabilmişlerdir. Her alanda sathi bilgilerle hareket etmektedirler. Düşünceleri, derinlik ve ciddiyetten yoksundur. Çoğu zaman Avrupalı üstatlarının dediklerini tekrar edip dururular. Bu yönüyle fikren asalaktan başka bir şey değildirler. Ve böyle giderse toplumu da asalaklaştıracaklardır.
Garp medeniyetinin tesiriyle şahsiyetlerini kaybeden ve aşırı derecede batı hayranlığına
müptela olan aydın zümre; kendi değerlerine karşı izah ve ispattan yoksun, itham ve inkârlarla dolu, kötümser ve yıkıcı tenkitler yöneltmişlerdir. Mevcut olanı tamamen yok ederek, yerine Frenklerin sosyal ve siyasi kaidelerini ikame etmeye çalışmışlardır. Batıya bakmaktan kendi cemiyetlerine bakma fırsatı bulamamışlar ve böylece hastalığı bilmeden tedaviye girişmek gibi bir yanılgıya düşmüşlerdir. Oysa ‚bir fenalığın ortadan kaldırılabilmesi için çeşidinin, mahiyetinin ve onu meydana getiren sebeplerin bilin-mesi gerekir‛di.
En basit hakikatleri bile göremeyecek denli kör olan sözde aydınlar, toplumun dert ve hastalıklarının se-beplerini araştırarak çözüm üretmek yerine kendi ka-falarındaki toplumu yaratmaya çalışmışlardır… Kendi insanının geleneklerinden, fikir ve ruhundan hiçbir zevk almadıkları halde, onun geleceği ve mukadderatı üzerine fikir beyan etmekten geri durmamışlardır. Herhangi bir eser ortaya koymaktan aciz, hatta her çeşit koruma hissinden bile mahrum, her şeyi yıkmaya hazır, yıkıcı ve tahripkâr bir zümre haline gelmiş-lerdir. Hiçbir kurumu ya da kanunu ıslah etmeyi dü-şünmeyerek; her şeyi kökten değiştirmek yolunu tut-turmuşlardır. Sürekli olarak yeni şeyler uydurarak; yapılan her yeni şeyi iyilik işareti olarak görmüş-lerdir. Bunun tabii bir sonucu olarak da eskiye dair ne varsa yerle bir etmişlerdir.
Kör olasıca bir taklitçilik uğruna kendi şahsiyetin-den, mazisinden ve inançlarından sıyrılıp çıkmaya çalışan ve bu uğurda her şeyini feda eden aydın züm-re; son derece sathi değerlendirmeler yapmakta ve devşirme cümlelerle işi kotarmaya çalışmaktadır. An-lamını bilmediği kavramlar ve özünü idrak edemediği kanunlarla bu memleketin kaderine yön vermek iste-mektedir. Said Paşa`ya göre büyük hatalar büyük ha-kikatler kadar aşikârdır: Birbirinin zıddı olan şark ve garp medeniyetleri arasında; en az Hıristiyanlık ile İslamiyet arasındaki kadar fark vardır. Her iki toplumun; cemiyet yasaları, ahlak telakkileri ve ge-lenekleri arasında benzerliklerden ziyade zıtlıklar mevcuttur.
Kavramlar ve manevî vatan
Herhangi bir coğrafyada doğmuş olan bir kavram o coğrafyanın ürünüdür; başka bir memlekete aynıyla nakledilemez. Nakledildiği anda anlamını yitirir. Ve bu işi yapan milletin felaketine sebep olur. Zira toplumların, aynı üzerinde yaşadıkları toprak gibi bir de manevi vatanları vardır. Kavramlar esasen bu manevi vatanın ürünüdürler.
Said Paşa, memleketin ilerlemesi için batıdan büyük ümitlerle ithal edilen demokrasi, aristokrasi, hür-riyet ve eşitlik gibi kavramları enine boyuna irde-ler. Bu kavramların, batıda nasıl ortaya çıktığını ve şuan nasıl anlaşıldığını izah ettikten sonra; bizde nasıl anlaşılması gerektiğini belirtir.
O`na göre gayet basit kelimeler bile birçok defa ay-nı mana ve şümulü taşımaz. Söz gelimi Batı`da adale-tin sağlanabilmesi için kayıtsız şartsız bir ‘eşitlik’ten bahsedilir. İslam`da ise; bir toplumu
zor duruma düşüren hastalık, fertler arasındaki eşitsizlikten doğduğu gibi, eşitlikten de ileri ge-lebilir. ‚İslam, gerçeğe varma ve tatbik etme yolun-da insanlara tam bir hürriyet verir ve aralarında eşitlik tesis eder. Ancak aynı hürriyet sebebiyle ve kabiliyetlerin farklılığı yüzünden insanlar arasında meydana çıkacak olan ‚eşitsizliği‛ de pek tabii ka-bul eder.‛ Sonuç itibariyle kişiler arasında mutlak manada bir eşitlik söz konusu değildir.
İslam cemiyetinde şahsi üstünlük, ancak İslamî esas-ları anlamak ve daha güzel yaşamak suretiyle kazanı-labilir.
Taklitçilik
İçinde ümitsizce çırpınıp durduğumuz şu elemli buh-ranın tek sebebi, batı medeniyetine kayıtsız şartsız girmek isteğimiz ve kendi medeniyetimize karşı olan ilgisizliğimizdir. Kendi manevi şahsiyetinden vazge-çip komşusunun fikir ve hareket tarzını tam bir tes-limiyetle taklide girişme arzusu; toplumumuzu içten içe kemirmiştir. Değişik toplumların yaşam tarzları-nı, ahlak telakkilerini, cemiyet ve siyaset görüşle-rini taklit etmenin bedeli; herkese birazcık benze-yen ama asla kendisi olmayan ilkel bir kavme dönüş-mek olmuştur.
Said Paşa`ya göre; bir cemiyetin maddi refahı, o ce-miyetin sosyal nizam ve yapısının üstün olduğuna de-lalet etmez. Tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar tabiat kanunlarına vakıf olmasına rağmen; ahlakın ve cemiyetin en tabii kuralları karşısında hayret edi-lecek derecede cehalet içersinde olan batı medeniye-tinin durumu bunun en büyük kanıtıdır.
Din, kültür, ahlak ve an`ane gibi değerleri elinden alınmış bir millet, her ne kadar toprak ba-kımından özgür olsa bile manevi bakımdan esaret al-tındadır. Buradan yola çıkacak olursak; batıyı her alanda taklit etmeye uğraşan İslam milletleri hem maddi hem de manevi hürriyetini kaybetmiştir.
Müslümanlar, gerek refah içerisinde yaşamak ve gerek istiklallerini müdafaa edebilmek için muhtaç olduk-ları maddi kuvvetleri elinde bulundurmak zorundadır-lar. Bu meyanda kendilerinde bulunmayan ilim ve fen-leri hiç vakit kaybetmeden elde etmelidirler.
Cemiyet
Ancak ilim ve fennin elde edilmesi meseleyi hallet-memektedir. Bütün değerleri elinden alınan Türk top-lumu, sosyal yaşam bakımından çatırdamaktadır. Bütün kadim değerlere, geleneklere ve dine karşı takınılan lakayt tavır, sosyal hayatın kurallarını alt üst et-miştir. Evladın saygısı, babanın haysiyeti kalmamış-tır.
Cemiyetimizin içersinde bulunduğu bu ahval, tabiat kanunlarını ilahlaştırıp, cemiyet kanunlarını hiçe saymanın tabii bir sonucudur. Oysa nasıl ki tabiatın
Niçin
Yazıyoruz?
kanunları varsa; sosyal hayatın da kanunları vardır. Ve cemiyetler nasıl ki; tabiat kanunları karşısında aciz kalarak ona boyun eğmek zorundaysa, sosyal ha-yatta da şeraitin kurallarına boyun eğmek zorundadır. Zira ‚en mesut toplum, Allah`ın emirlerine en iyi itaat eden toplumdur.‛
Said Paşa`ya göre; her toplumun kendine has karakte-ri, mensup olduğu dinden neşet eder. Binaenaleyh İs-lamiyet`in, kendine has inançları, bu inançlara daya-lı ahlak nizamı ve ahlakından doğmuş bir sosyal hayat görüşü vardır. Bu bütünlüğün tabii bir neticesi ola-rak tamamen kendisine has olan bir takım siyaset kai-deleri vardır. Batı toplumunun bulup benimsediği si-yasi rejim kendi sosyal yapısından çıkmıştır ve ancak onu tatmin edebilir. Bizimle alakası yoktur. Batıdan siyasi rejim ve müessese ithal etmeye heves edenler, onun sosyal prensiplerini kabul etmeye mecburdurlar.
Sosyal veya siyasi alanda, müslüman milletlerin, ba-tılı milletlerden alacakları herhangi bir şey yoktur. Aksine ikincilerin istifade edecekleri pek çok şey İslamiyet`te mevcuttur. Osmanlı mütefekkirinden bek-lenen, dışardan kültür ithal etmek değil, ‚milli ga-yeye hizmet ederek, onu bir kat daha kuvvetlendirip yükseltmek ve elden geldiği kadar tatbikine çalışmak-tır.‛
Ahlak ve eğitim Kurtuluşu, sadece siyasette ya da yeni çıkartılacak kanunlarda aramak büyük bir yanılgıdır. Toplum insan-lardan meydana geldiğine göre, ıslah da insandan baş-lamalıdır. Zira insan düzelmedikçe toplum asla düzel-meyecektir: Bu yalın gerçek, bizi eğitim üzerinde kafa yormaya zorlar. Tanzimatla birlikte ortaya çıkan eğitim anlayışında sadece tahsile ya da tedrisata önem verilmiş, bunun yanında hikmet ve ahlak gibi değerler üzerinde durulmamıştır. Yetişmekte olan nes-le her türlü fen ve ilim kaideleri öğretilirken, bil-gili insanın da kötülük yapabileceği gerçeği gözden kaçırılmıştır.
Buradan yola çıkacak olursak insanı eyleme sevk eden şey, akıl ve bilgisinden daha çok ahlakıdır. Ahlakı-mızın zayıf olması bizleri; mesuliyetlerimizi yapmak-tan alıkoymaktadır. Osmanlı toplumunun kuvvet ve can-lılığını tam olarak kazanabilmesi için ahlaki mezi-yetlerin, faziletin ve terbiyenin; ilim ve bilginin önüne geçirilmesi gerekmektedir. ‚Artık ilmin vasıta; terbiyenin ise gaye olduğu anlaşılmalıdır.‛ Eğitim siteminin en ağır ve acil bir ihtiyaç halinde gerekli olan vazifesi, milletimizi ruh ve ahlakça yüksek bir terbiye ile donatmaktır. Bu gayeye ulaşmak için de, fertler iyi bir müslüman olarak yetiştirilmelidir.
Çözüm: İslamlaşmak Hem kültür hem de toprak bakımından işgal altında bulunan İslam dünyası er ya da geç ayağa kalkacaktır. Batılıların bu uyanışı geciktirme plan ve çabaları boşa çıkacaktır. Zira insanlar zulüm ve istibdada
sonsuza kadar boyun eğemezler. İslam âlemi, tarihinde yeni bir inkılâbın sayfasını çevirmek üzeredir.
Said Paşa`ya göre toplumun yeniden eski haşmetli ya-pısına kavuşabilmesi için yapılan hatalardan bir an evvel dönülmelidir. Yanlış uygulamalar sonucunda or-taya çıkan tahribatlar tez elden onarılmalıdır. Bütün bunların gerçekleşmesi için her alanda İslamlaş-mak`tan başka çare yoktur. İslamlaşmak, İslamiyet`in inanç, ahlak, cemiyet ve siyasete dair esaslarının tam olarak tatbik edilmesidir. Ümmeti bu buhrandan kurtarabilecek yegâne çıkış yolu bütün alanlarda şe-riatın uygulamaya geçirilmesidir. Ahlakî gerçeklerin ve sosyal adaletin tabii koruyucusu olan şeriat, ha-kikatin ta kendisidir. İnsanlık maddi ve manevi mut-luluğu ve gerçek huzuru sadece şeriatla yaşayabilir.
Müslüman milletler; ahlak, cemiyet ve siyaset bakımından gittikçe daha çok müslümanlaşmaya önem göstermelidirler. Bütün emel ve çalışmalar, sadece bu gayeye hizmet etmelidir. Bu meyanda İslam`ı daha iyi anlayıp, yaşamak, derin bir bilgi ve faziletle tatbik etmek, onlara daha ciddi ve samimi bir bağ ile bağlanmak gibi vazi-feler yüklenmelidirler. Büyük bir sebat, büyük bir tahammül ve büyük bir cesaretle yola koyul-malıdırlar. Bu yolda halkı aydınlatma mesuliye-tini omuzlaması gereken ‚fikir adamlarımızın yegâne hedefi; İslam prensiplerini bütün hakika-ti ve mükemmeliyetiyle ortaya çıkararak elden gelen hiçbir hizmeti esirgememektir.‛
Abdürrahim Güner
Bu soru; çeşitli ideolojik gruplara
mensup insanlara yöneltilse onlarca
farklı cevap alınabilir. Ancak, bu ya-
zıda bizim amacımız; bu dergi etrafın-
da eserlerini oluşturan kardeşlerimi-
zin bu soruya verdiği cevabı sizlere
aktarabilmektir. Korkmayın; Sait Faik
gibi ‚Yazmasaydım çıldıracaktım.‛ di-
yerek artistik cevaplar da verecek de-
ğilim. Veya ‚Dergide çıkan yazıyı ar-
kadaşlara gösteririz, bir havamız
olur.‛ türünden bir uğraş da değil bi-
zimkisi. Modern yaşamın insanı dalga-
lar misali taşlara çarparak paramparça
ettiği günümüzde, soylu bir direniştir
yazmak. Ayrıca birer üniversite öğren-
cisi olarak, ‚Kitap yüklü eşekler.‛
ayetinin muhatabı olmamak adına kalem
oynatmak gerektiğine inanıyoruz.
Bu söylediklerimizin yanında, al-
tı asır dünyayı saran bir gül bahçesi-
nin ardında kalmış, kurumuş yapraklar
savruluyor üstümüzde. Bu bahçeyi kuru-
tanlar; bilerek ya da bilmeyerek hok-
kalar ile asitler döktüler bu güllerin
köklerine. Güllerin, daha güzel açaca-
ğını sananlar yanıldı. Bu hokkaları
taşıyanlara mani olmak isteyen kimi
soylu direnişçiler de vardı. Ancak sa-
yıları oldukça azdı. Bu soylu direniş-
çilerden günümüzde onlarca, hatta yüz-
lerce var. Ve; her biri bu gül bahçe-
sini tekrar yeşertmenin gayreti içeri-
sinde. Bu soylu direnişçilerden olan
Üstat Fethi Gemuhluoğlu bakın yıllar
önce nasıl isabetli bir tespitte bu-
lunmuş. ‚Kişi düştüğü yerden kalkar
ayağa. Sanatla başladı yurdumuzda ya-
bancılaşma; gene sanatla atılacak yurt
dışına. Sanatla kalkacağız ayağa.‛ Bu
derginin çıkmasındaki en temel amaç
tarumar edilmiş bu gül bahçesine yeni
fidanlar dikme arzusu. Dünyayı aydın-
latan bir medeniyeti yeniden ihya ve
inşa etmede karınca misali birkaç dam-
la su taşıyabilme isteği. Bunların ya-
nında Nuri Pakdil’in şu sözlerine de
kulak vermemiz gerekiyor. ‚Mü’min bir
kuldan sonra İblise karşı koyan edebi-
yattır. Çünkü insanın vicdanına bağlı-
dır damarları.‛ Biz güzel söz ve ede-
biyatın insanı kötülüklerden koruyaca-
ğına olan inancımızı hamurumuza kata-
rak yoğuruyoruz insanlara sunulası gü-
zel ekmeklerden. Bu yolun zor ve di-
kenli olduğunun farkında olduğumuz ka-
dar dirilişin gerçekleşmesinin artık
daha da gerektiğinin farkındayız.
Diriliş kelimesinin ardından, en
büyük diriliş üstadı Sezai Karakoç’un
şu sözlerini anmadan geçmeyelim.
‚Kendimin bir diriliş eri olduğuna
inanıyorum. Bir Diriliş Cephesi bulun-
duğuna ve kendimin de o cephede bir
savaş adamı olduğuma, olmam gerektiği-
ne inanıyorum.‛ Bizler de birer diri-
liş eri olma bilincini her zaman kal-
bimizde bulundurmanın gerekliliğine
inanıyoruz. Çünkü; her geçen an onlar-
ca, hatta yüzlerce insanı bataklıklar
yutarken uzatılan bir el olmak en
onurlu eylemdir. Kalemimizin kalplere
ulaşması temennisi ile…
Niçin
Yazıyoruz?
Roma Nizamı,
Yunan Aklı
Ve Hristiyan
Ahlakı
Eyüp Aktuğ
Gönüldaşlar! Sizleri aşkların, muhab-
betlerin, vefaların en derini ile selamlar;
yazıma yapacağım girizgâhtan evvel, aynı
fikir kökünün soydaşı olmanın verdiği heye-
canla bu mukaddes selin üzerinde hiç olmaz-
sa bir saman çöpü olabilmeyi arzularım. Fi-
kir… İşte muhtaç olduğumuz yegâne hakikat…
Fikrimizi hakikatin ateş ile yıkanmış saf-
lığında eritmeliyiz. Fikrimizi üzerine bina
ettiğimiz tek sağlam temel ise bütün kıymet
ölçülerini bünyesinde barındıran İslam ol-
malıdır. Müdafaasına memur ve mecbur oldu-
ğumuz bu kutlu davanın akıl almaz yükünü
omuzlarımıza bindirebilmek için taarruz
hâlinde bulunan küfür sistemlerini iyi tet-
kik etmek icap edeceğinden, Batı Adamı’nın
ruh, fikir ve aksiyon röntgenini güneşe
tutmak gerekmektedir.
Batı medeniyeti şu üç ana öge üzerine bina
edilmiştir.
Roma Nizamı
Yunan Aklı
Hristiyan Ahlakı
Zaman kendisini, Batı Adamı için geriye
sarmakta. Batı, bugün maddeye tahakküm so-
runu ile mücadele edememektedir. Önünde
secde ettiği plastik dünya, artık batı ada-
mı için kapalı bir kutu halini almıştır.
Manevi bir buhran yaşayan batı coğrafyası,
kendi eli ile yontuğu ve "Hristiyan Ahlakı"
ile zincire vurduğu madde putu, bugün zin-
cirlerini kırmış ve sahibinin tepesine çök-
müştür. Batı denen devrin en yeni hasta
adamını iyi tahlil etmek lazım gelir.
Roma Nizamı
Batı, hürriyetine aşıktır. Öyle ki kölele-
rine dahi fikir hürriyeti tahsis etmiştir.
Batıya göre hürriyet; ferdin düşündüğünü
herkesin önünde söyleyebilme hakkıdır.
Liberalizm... Roma'nın malı olan bu sis-
tem, ferdiyetçi bir sistemdir. Ferdi hür-
riyeti her şeyden üstün tutar. Cemiyetin,
ferdin haklarına tecavüzüne müsaade etmez.
Temel ilke, "Çizmemde bir çivi eksik olsa,
Roma medeniyet bütünü yerinde değil demek-
tir." - Markus Orelyus
Evet, aynı zamanda idarede mükemmeliyetçi
bir mantıktan beslenmekteler. Öyle ki bir
intizamsızlık yapmaktansa bir haksızlık
yapmayı tercih eden fikir adamlarını ye-
tiştirmiş bir medeniyeti incelemekteyiz.
Batı medeniyetinin cemiyet ayağını oluştu-
ran Roma, tarihin en büyük imparatorluk-
lardan birisini kurduktan ve yapısı ile
diğer Avrupa devletlerine emsal teşkil et-
tikten sonra yıkımı ile başlayan ve hâki-
miyetin İslam'ın eline geçtiği bir sürece
girdi. Bu bakımdan batı medeniyetinin ce-
miyet yapısını şimdiki Roma'ya -makarnacı
İtalyanlara- bakarak hüküm bildirmek yan-
lış olacaktır.
Günümüze dönüp cemiyet için tahlillerimizi
neticelendirelim. Batı bugün liberalizmden
yavaş yavaş uzaklaşmaktadır. Müslümanlara
karşı hoşgörüsüzlük ve susturma politika-
ları bunun delilidir. Bir zamanlar kölele-
rine dahi fikir hürriyeti verilen batı
coğrafyası, günümüzde Avrupa'yı saflaştır-
ma hareketine yeniden yelken açmıştır. Uy-
kuya çekilen haçlı zihniyeti gözlerini aç-
mıştır. Cemiyet idaresindeki boşluğu, li-
beralizmden kaçarak tedavi etme yolunu
tutmuşlardır.
Yunan Aklı
Orta çağ demlerinde bilim ve fennin yasak-
landığı batı coğrafyası, Aydınlanma Hare-
keti ile akla ve mantığa hürriyetini tek-
rar teslim etmiştir. Kilisenin esaretinde
olan bilim, zincirlerini kırmış ve büyük
sanayi hamlesi başlamıştır. Yunan aklının
hürriyetini kazanması, cemiyetin politika-
larını yeniden şekillendirmiş ve onu bir
canavar haline getirmiştir.
Sömürü imparatorluğunun tohumları bu sayede
ekilmiş oldu. Batı adamı kendi eli ile yon-
tuğu madde putunun esiri hâline geldi. Dini
ve yaratıcıyı yok sayan bu plastik dünya,
ilerde ağır manevi buhranların yaşanacağı
bir iklimde kurtuluşunu arayacaktır. Batı
Adamı'nın pozitivizme bağlanması ve plastik
dünyada yeni bir cemiyet inşa etmesi ile
İslam'a karşı bir taarruz hareketinin de
başlangıcı oldu. Avrupa'yı tahakküm altına
alan Müslüman, yavaş yavaş gücünü yitirmiş,
Avrupa'nın plastik dünyasının sırrına eri-
şememiştir. Öyle ki matbaayı dahi yasakla-
yan akıl yoksunu günler yaşamıştır.
Bugün... Akla ve mantığa haklarını verdik-
ten sonra dini reddeden batı, bugün plastik
dünyasından kurtulmanın ve manevi bir kur-
tuluşa ermenin gayreti içerisinde. Bunu ge-
çen yüzyılda fark eden batı mütefekkirleri,
avaz avaz bağırmışlar ve şu ihtarı vermiş-
lerdir: Maddeye ne ile tahakküm edeceğiz?
Hristiyan Ahlakı
Orta çağda kraliyetini kuran kilise, Röne-
sans ile birlikte tahtından indirilmiş ve
idam edilmiştir.
Batı dinin reddedildiği bir plastik dünyayı
tercih etmiştir.
Hristiyanlık orta çağ döneminde bir ahlak
kurumundan çok, cemiyetin idaresini üstle-
nen bir kurum olma özelliğinde idi. Ve bun-
dan ötürü batı coğrafyasında ahlak ve din
hiçbir zaman yerleşememiş. Zamanın Batılı
mütefekkirleri bu durumu fark etmişler,
kurtuluş iksirleri hazırlamaya kalkışmış-
larsa da, bir formüle erişememişlerdir.
Bugün Batı adamında manevi bir buhran baş
göstermiş, hayatta gayesini bulamayanlar
intihar yolunu tercih etmişlerdir. Fakat
son 10 yılda yeniden bozuk Hristiyan ahla-
kını daha doğru ve keskin bir ifade ile ah-
laksızlığını tekrar diriltmek gibi bir ha-
yal taşıyanlar peydah olmuştur.
Son söz...
Görüyoruz ki Batı medeniyetinin temelini
oluşturan bu üç öge ayrı zamanlarda hüküm
sürmüştür. Batı Adamı bunların aynı anda
zuhurunu gerçekleştirememiştir. Kusursuz
bir dünya düzeni için var olan tek sistem
İslam’dır. Aziz kardeşlerim, Batının sim-
sarlığını yapanların hangi sistemi getir-
mek istediği ortadadır.
Renkler ve
Psikoloji
Pınar Koyuncu
Işığın cisimlere çarptıktan son-ra yansıyarak gözümüzde bıraktığı et-kiye renk denir. İnsanlarda renk duy-gusunun oluşması için bir cisimden yansıyan ışığın yanı sıra, gelen ışık karşısında normal çalışan bir göz ve beyinde kusursuz bir görme merkezi gerekir. Çevreyle olan duyusal etki-leşimimizin ağırlıklı kısmı, ışık ve renk uyaranlarının oluşturduğu görsel algılamalarımıza dayanmaktadır. Işık frekansının belli bir orandaki yoğun-laşması sonucunda ortaya çıkan renk-ler, içerdikleri düşük ya da yüksek titreşimli enerjileriyle insan psiko-lojisi ve davranışları üzerinde etki-li olmaktadırlar.
Renklerin psikolojik etkileri, insanın zihinsel aktivitelerini, fi-ziksel performansını, psiko-sosyal durumunu etkilemekte, insan-donanım-çevre sistemi içinde önemli bir rol üstlenmektedir.
Psikolojik etkilerine göre renk-ler sıcak ve soğuk olarak sınıflandı-rılır. Sıcak renkler, izleyeni uyarır ve neşelendirir. Fiziksel gücü, ener-jiyi, dinamizmi arttırır, metaboliz-mayı hızlandırır; fazlası ise heye-can, yorgunluk, şiddet, saldırganlık ve konsantrasyon güçlüğü yaratabilir.
Soğuk renkler ise yatıştırıcı ve
dinlendiricidir; güven, huzur, üretkenlik, sorumluluk, düzen, ferahlık, barış, özgürlük gibi duyguları çağrıştırır. Düzeni ve rahatlık duygusunu çağrıştırması nedeniyle resmi giysiler ve üniformalarda mavinin tercih edilmesi, hastane odalarında, ameliyat giysilerinde parlamayı önlemesi-nin yanında, negatif enerjiyi alması, güven ve huzur telkin etmesi nede-niyle yeşilin kullanılması birer örnektir. Soğuk renkler aşırı dozda kullanıldıklarında ise kasvetli, hatta moral bozucu, bir etki yaratabi-lirler; tembellik, ağırkanlılık, hayalperestlik, duygusallık uyandırabi-lirler. Işığın tamamen yutulduğu ya da yansıtıldığı birer renksizlik du-rumu olan siyah ve beyazın ise meydana getirdiği bazı psikolojik çağrı-şımlar söz konusudur. Siyah, güç, tutku, otorite, ciddiyet, resmiyeti temsil ederken; beyazın temizlik, saflık, istikrar, teslimiyet gibi çağ-rışımları söz konusudur. Gelinlik ve hemşire giysilerinin beyaz olması bu masumiyet, arılık duygusuna dayanır. Rengin, objelerin algılanan ağırlığı, mekânlarda geçirilen sürenin uzun ya da kısa hissedilmesi üze-rinde de etkili olduğu saptanmıştır. Ağırlık etkisinin kırmızı, mavi, turuncu, yeşil, sarı gibi bir sıralamayla azaldığı belirtilmiştir.
Ayrıca yapılan tahminler, sıcak renklerin hâkim olduğu mekânlarda geçen zamanın gerçek sürenin üstünde olduğu, soğuk renklerle renklendi-rilmiş mekânda geçirilen sürenin ise gerçek sürenin altında kaldığı yö-nündedir. Yapılan deneylerde, renklerin bireyin koku ve tat alma duyula-rı üzerinde de etkili olduğu saptanmıştır. Örneğin sarı ve yeşilin ekşi, turuncu, sarı ve kırmızının tatlı, mavi ve yeşilin acı, soluk yeşil ve açık mavinin tuzlu tatları çağrıştırdığı, yeşilin çam kokusunu, eflatu-nun parfüm kokusunu çağrıştırdığı saptanmıştır.
Ana renklerin dışında olan siyah, beyaz, gri ve kahverengi de özel önem taşımaktadır.
SİYAH: Bu rengin, ışığı emici bir özelliği vardır. Siyah, çok yoğun ve ağır enerjiler taşır. Kullanıldığı yerlerde dikkatli olmak gerekir.
BEYAZ: Siyahın zıddıdır. Yani ışığı yansıtır. Ayrıca her türlü renkle uyuştuğundan kullanım alanı geniştir. Fakat çok yoğun kullanıldı-ğında donuk ve soğuk bir izlenim yaratır.
GRİ: Siyahla beyaz arasındaki dengeyi gösterir. Genel olarak sıkıcı ve yoğun enerji yayar. Grinin açık tonları parlak renklerle kontrast oluşturur, yumuşak renklerle uyum sağlar.
KAHVERENGİ: Bağlılığı ve toprağı sembolize eder. Yoğun bir enerji taşıdığından ölçülü kullanılmalıdır. İnsana kendine güven ve emniyet hissi verir. Tamamlayıcı renk olarak açık turuncu yeşil ve turkuaz kul-lanılabilir.
Renklerin insanın duygusal yaşamını etkileme özelliği de vardır. Çünkü renkler, insanların duyu organlarındaki algılamayı etkiler. Yine bazı renkler insanların seslere duyarlılığını arttırmakta, bazıları da azaltmaktadır. Bir başka araştırmada, bir içecek, rengi yüzünden daha tatlı algılanabilmektedir. Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür ki renk-ler insan duyularını belli ölçülerde yanıltabilmekte, etkileyebilmekte ya da yönlendirebilmektedir.
Günay TURAK
Dost bî-pervâ felek bî-rahm ü devran bî-sükûn
Derd çoh hem-derd yoh düşmen kavî tâli' zebûn
Fuzûlî
Sevgili dost;
TDK senin ‘’sevilen, güvenilen, yakın arkadaş, gönüldaş’’ olduğunu söylüyor.
Ben inanmadım, lâkin, lügatimdeki bu kelimeyi silsem de senin varlığını yok
sayamam biliyorum.
Oysaki biz kardeşliğe inanırız. Hani müminler ancak kardeşti ya… Devamını da
bilirsin (49: 10). Kardeş sözcüğü daha sıcak geliyor. Karındaş diyen de var,
yüreğinin derunundan mâkes bularak ‘’gardaş’’ diyen de… Ama ben yine de sana
böyle hitap ediyorum, idealize ederek. Bu da ne kadar afili cümle oldu!..
Başın sıkıştığında çalacağın bir kapının olmama duygusu ne içler acısı bir du-
rum diyor bir iç ses, yine aynı yerden cevap geliyor:
Zindana düşenin, Kızıldeniz’i geçenin, elle tutulur, gözle görülür bir dostu
mu vardı, o ancak ve ancak Rab Teâlâ, Allah (c.c.)’dır: El Veliyy’dir o.
Hz. Ali’dir belki tek istisna: Yatağa yatan. Yatmakla kalmayıp, uyuyandır Ali.
Güvenen, güven veren. Gül tarafından gül verilen...
Ve ‘’mağarada bulunan iki kişiden biri’’ olan...
‘’Allah kuluna kâfi değil mi?’’(39: 36)
Sevgili dost; bize hep sırtımızı ancak duvara yaslayabileceğimiz öğretil-
mişti. Oysa sana döndüğüm gibi insanlara döndüm sırtımı. Kanıyor dost şimdi
orası, attığın gülün dikeninden olsa gerek!.. Fuzûli amca da ne güzel söyle-
miş: Dost umursamaz, felek acımasız, dünya karışık. Dert çok buna karşılık
dert ortağı yok, düşman güçlü, talihim ise aciz.
‚Allah yâr ise dünya dar değildir.‛
Sevgili dost; böyle hitap ettiğime bakma ağız alışkanlığı işte. Dost di-
ye bir şey olmadığını yaşayarak öğreniyor insan. Sen de öğrenmiş olmalısın.
Uykusuz gecelerde yazılan şeylerin, omuz silkerek okunduğunu da...
Sevgili dost; boş ver böyle afili cümleleri bak vakit geçiyor, namazını kıldın
mı?
Açık
Mektup
Hamza KARADEMİR
Saraybosna… Her zaman, her konuda
hep ikilem arasında kalıp kendisine bir
üçüncü yol bulmuş Bosna Hersek’in inci-
si ve başkenti. Evet, yanlış duymadı-
nız; öyle bir ülke düşünün ki, yönetim
şekliyle, diniyle, yaşantısıyla, dünya-
nın en kötü şeyi olan savaşlarla anıl-
sın. Aslında adından da anlaşıldığı gi-
bi Sarajevo yani Saray Ovası olan bir
şehir, çektiği acılardan dolayı bir
türlü gerçek ismiyle hitap edilememiş,
insanların gözünde savaşların izlerin-
den hatıralar bir türlü silinememiş şe-
hir burası. Fakat bu şehir, gerek in-
sanların güler yüzüyle, gerekse şehirde
unutulmaz hafızalardan silinmez doğal
güzelliğiyle gelenlerin gözlerini ka-
maştırıyor. Şehir, her tarafı dağlarla
kaplı bir ovanın içinde, adeta onu ko-
ruyan kollayan koskocaman dağlarıyla
etraflıca sarılmış. Hatta öyle bir söy-
lem var ki eğer Bosna Hersek’i çekiçle
düzeltsek (yani dağları engebeleri düm-
düz bir yermiş gibi yapsak) Avrupa’nın
coğrafi büyüklüğünün dört katına ulaşır
Çeşitliliğin
Fark Yarattığı
Şehir
“Saraybosna” deniliyor bu ülke için. Ama şu anda o
dağlar öyle bir hal almış ki ne geze-
biliyorsunuz, ne de görebiliyorsunuz.
Sebebiyse 1992-1995 yılları arasında
tüm dünyanın adeta mışıl mışıl uyuyup
Sırpların burada birbirinden farklı
işkence çeşitleri denediği, yapılanla-
rı değil kaleme almak, aklımın ucundan
bile geçiremeyeceğim şekilde olayların
yaşandığı şehirlerdendi burası. Savaş
boyunca o dağlara Sırp keskin nişancı-
larının menzil alıp o dağlardan aşağı-
daki masum insanları avlayışından mı
bahsedeyim size yoksa savaş bittikten
sonra Saraybosna’nın etrafındaki o
dağlara yerleştirilen üç milyondan
fazla mayından mı bahsedeyim bilemedim
doğrusu. Ama size iyisi mi bir olayı
anlatıyım, Sırplar kime sorarsanız so-
run şüphesiz dünyanın en iyi keskin
nişancılarıdır ve artık silahlarından
şikâyet etmeye başlamışlardı ve dün-
ya’nın silah devi Ruslardan bir keskin
nişancı silahı yapılması istendi, daha
az titreşimi olan, daha çok mermi kapasi-
tesi olan ve daha hızlı ateş edilebilen
bir silah… Rus silah uzmanlarından birisi
böyle bir silah yapacağını söyledi ama
tek bir şartla; silahını ilk deneyen ken-
disi olacaktı. O zamandan sonra dünyanın
birçok yerinden insanlar gelip, gözlerini
bile kırpmadan hatta güle oynaya bu dağ-
lardan aşağıdaki Boşnak Müslümanları vur-
maya başlamışlardı bile, üstelik bu işten
Sırplar para bile kazanıyordu. Bu denli
insanların aşağılandığı, sözde insan hak-
larını destekleyen Avrupa tarafından acı-
masızca katledildiği bir yer burası.
Öte yandan, burası öyle bir şehir ki, o
zamanları asla unutmamış fakat her şeye
rağmen insanların gülebildiği, savaşın
yaralarını hemen hemen her binanın üze-
rinde görmelerine rağmen kin ve nefret
yerine adalet ve şefkatle dolu insanların
bulunduğu bir şehir burası. On metre sa-
ğında camilerinde ezan okunan, hemen arka
sokağında kilise ve katedraller bulunan
bir şehir burası. Mimari açıdan da batıya
gidildikçe değişen, Osmanlı mimarisinden
Avusturya Macaristan mimarisinin görüldü-
ğü ve tam anlamıyla Osmanlı ve Avrupa mi-
marilerinin en güzide eserlerine tanıklık
etmiş şehrin adıdır Saraybosna.
Bu şehri anlatmaya ne benim kalemim
yeter, ne de sizin gözleriniz dayanır…
İyisi mi siz gelip bir göz atın Fatih’in
atını gururla sürdüğü bu nehirlere, ger-
çek güzellik ve şefkat abidesi insanları-
na…
Anlamak,
Anlaşılmak
Hakkında
‚Neden kimse beni anlamıyor?‛
sorusunu sormayan kimse, eminim kal-
mamıştır. Haklı olsun haksız olsun
fark etmez ama evet bazen haklı da
olabiliyor insan. Gerçekten seni hiç
kimsenin anlamadığı günler muhakkak
oluyor. Ama bu ne seni nede diğerle-
rini suçlu kılar. Hiç kimsenin seni
anlamadığı zamanlarda tek yapman ge-
reken, senin kendini ve onları anla-
man ya da anlamaya çalışmandır. Bu
durum şu sorunun cevabıdır; ‚Sen her-
kesi ne kadar anlıyorsun?‛
Toplumda var olan çatışmaların
en önemli sebebi; ‚Neden kimse beni
anlamıyor?‛ ve ‚ben herkesi ne kadar
anlıyorum?‛. Bu iki soru ve cevapla-
rında gizlidir. Bu soruların bir so-
runa dönüşmesi, Ben hep haklıyım dü-
şüncesinin açığa çıkmasıyladır. Bu
yüzdendir ki insan, ‚Ben neden kimse-
yi anlayamıyorum?‛ diye kendine sorma
ihtiyacı taşımadan, ‚neden kimse beni
anlamıyor?‛ sorusuyla daha en başta
kendisini masum kılma gayretine giri-
yor. İtiraf edelim ki, bu hataya düş-
meyenimiz yoktur.
Son zamanlarda, hızla artan top-
lumsal çatışmalarda bunu; patron-işçi
ilişkilerine, eşler arası ilişkilere,
nesiller arası ilişkilere, farklı
kültür, din ve zihniyetler arası
ilişkilere iletişimsizlik olarak yan-
sımaktadır. Bu durumun sebebini yuka-
Şaban Altıntaş
rıda geçen iki sorunun sorulmamasında
ya da soruluş şekillerinde arayabili-
riz. Daha en başta beni kimse anlamı-
yor diye herkesi suçlamak ne kadar
adildir. Haklı olabilirsin, gerçekten
de seni anlamıyorlar. Ama aynı şey se-
nin için de geçerli değil mi, sen de
onları anlamıyorsun. Hiç sordun mu
kendine, bunlar beni neden anlamıyor
diye. Yani, benim yaptıklarım mı anla-
şılır değil yoksa gerçektende onlar mı
anlayışsız şeklinde düşündünüz mü? Ha-
yır dediğinizi duyar gibiyim yani sa-
dece bu soruları sormakla kalmamalı,
nasıl ve kime sorduğumuza da dikkat
etmeliyiz. Fakat asıl sorun bu durumu
yaşantı hâline getirenler bunu hayat
düsturu olarak görenlerdir. Olaya bu
kişilerin penceresinden bakılırsa hak-
sız da sayılmazlar, çünkü gerçekten
kimse onları anlamıyor. Ama diğerleri-
nin penceresinden bakınca hiçte onla-
rın düşündükleri gibi olmadığı ortaya
çıkmaktadır. Çünkü bu kişilerin yap-
tıkları ne toplum ahlakına ne de insan
ahlakına yakışmayan dolayısıyla anla-
şılacak cinsten bir olay ya da durum
olmadığından kaynaklanmaktadır. Bu ki-
şilerin bu hâle gelmelerinin sebebini
‚Neden hep ben, neden onda var bende
yok‛ sorusunda arayabiliriz. Bu soru,
kıskançlığın ve hasedin kelimelere dö-
külmüş hâlidir. Bu sorulara tatmin
edici cevaplar verilmediği takdirde
ileride daha kötü safhalara geçerek,
kişiyi ve çevresindekileri çok kötü
mecralara sürüklemektedir. Bu kıskanç-
lık ilerlediği takdirde kıskandığı ki-
şilere kafayı takmaktadır. Öyle ki bu
insanın bütün dünyası bu kişiler etra-
fında dönmekte, onların üzüntüsü mut-
luluğu kısaca her şeyleri bu kişinin
hayatı olmaktadır. Bu durum, bazen on-
ların mutluluğunu çalmak onun yerine
geçmek ya da en azından ben mutlu de-
ğilsem onlarda olmasın ya da daha ara-
besk bir ifadeyle ya benimsin ya da ka-
ra toprağın zihniyetiyle yaşarlar. Kıs-
kançlığın bu safhasına da takıntı de-
nilmiştir. İşte bu hayat tarzına mantar
hayatı da denilebilir. Nasıl ki mantar-
lar diğer bitki ve hayvanların enkazla-
rı üzerinde filizlenip hayat kuruyor-
larsa, bu kişiler de takıntısı olduğu
insanların ayrılıkları, üzüntüleri üze-
rinde hayatlarını kurarlar. Tamamen
başkalarının gözyaşı ve hüzünleriyle
beslenmektedir hatta mantarlar tamamen
masum kalır bu kişilerin karşısında.
Çünkü onlar, fıtrat gereği ölmüş hayat-
lar üzerinde yaşarken takıntılı kişiler
ise hayatları bizzat kendileri yıkmak-
ta, bunun için azami gayret göstermek-
tedir. Kolay kolay vazgeçemiyorlar ve
hiçbir zaman kendime yeni bir yuva ku-
rayım kendi hayatımı yaşayayım diye dü-
şünmezler. Hep hazır hayatları yıkıp
enkazından bir dünya kurmak isterler.
Aslında yıktıkları enkazın altında ezi-
lirler de bunu kendileri için bir hayat
olarak görürler. Kendilerine biçtikleri
hayatta mutluluğun, huzurun adını bile
duyamazlar.
Her zaman yaptığımız ve yapmaya
da devam ettiğimiz gibi insanları yar-
gılarken olayları yorumlarken gözümüzü
kapatıp ağzımızı açmamalıyız. Yani baş-
kalarını yargılamadan önce kendimizi
yargılamalıyız. Başkalarının seni anla-
masını beklemeden önce sen kendini an-
lamalısın onlar seni anlamadan önce sen
onları anlamalısın. Eğer ki sen bunu
yapabilirsen onlar da seni anlayacak-
tır. Hatta sen kendini ve onları anla-
dıktan sonra onlar seni anlamasa da
olur. Çünkü herkes seni anlıyor aslın-
da ama sen hiç kimseyi anlamadığın ya
da anlamak istemediğin için fark etmi-
yorsun. Aslında sen, herkesin seni an-
ladığını anlayamıyorsun.
Regaib Albayrak
Üzgünüm anne… Sen bu satırları okuduğunda belki
de ben henüz hayatta olacağım. Uyduramadım zaten
şu tip yazıları hiçbir zaman filmlerdeki veda
mektuplarına. Biliyorum, zaten bu sebeple kızgın
değilsin bana. Kızgın olup olmadığın konusunda
da kesin bir kanaate sahip değilim zaten. Sen
kızamazsın ki bu yirmi üçlük delikanlına. Fakat
ben yine de üzgünüm anne… Üzgünüm çünkü hâlâ
seni üzebilecek kadar zalimim. Sadece ben deği-
lim zalim olan, bütün insanlar zalimdir biraz
anne. Hem ben yalnızca bundan dolayı da zalim
değilim başka nedenlerim de var. Mesela daha bu
dünyaya gelirken ne sıkıntılar çıkarttım sana.
Üzgünüm anne, hem kederliyim de biraz. Dizim
kanadığında senin de canın yanardı biliyorum.
Şimdi beynimin içerisinde bir bina var ve son
katına kadar çıkıp intihar ediyor bütün düşünce-
lerim. Oysa senin bundan haberin yok. Bu acı
başka anne… Bu keder, bu hüzün başka. Yaşar mı
her yirmi üçlük delikanlı bu hüznü? Koynumda
yılan beslemedim ben anne, dost biriktirdiğimi
sandım. Sonra âşık oldum ben anne, sevdim, san-
dım. Bilmiyordum…
Oysa benim adım baştan yazılmış yalnızlığın ya-
nına / ki yalnızlık böyle öğrendi ne manaya gel-
diğini / ellerim kenetli bir boşluğun üzerinde /
farklı dualar ediyorum / farklı tebessüm edip
ağlıyorum / başka âlemleri özlüyorum mesela gi-
dilecek güzel tatil beldeleri yerine / sakın
sanma keyfi bir mesele bu / değil / dünlerim
vardır benim yaşanmamış bugünlerim / alışık de-
ğilim yarın demeye tüylerim ürperir / hüzün dam-
lar ellerimden keder kokar giysilerim / göçmen
kuşlarını severim en çok mesela / kahkahalar
lügatimden çıktığı vakit yemiştim ilk tokadı /
ben bitkin bir adamım yorgunum / en çok hüzün
yakışır çehreme / şahsi bir mesele değil bu inan
artık / bir giysi rol kabuk hırka gölge şemsiye
falan da değil / omuzlarım daha ne kadar taşır
bu yükü bilmiyorum / bildiğim tek şey var taşı-
yamayacağımdan fazlası yok sırtımda / bileklerim
kuvvetsiz / şu hüznü dahi deviremeyecek kadar /
bir kalbe sahibim hem / bir kalbe bir hüzne bir
tebessüme bir damla gözyaşına bir miktar huzura…
Üzgünüm anne, beni getirdiğin bu dünyaya ait
olamadım bir türlü. Vazgeçtim tüm güzel şeyler-
den bir tek güzel şey uğruna. Zaman akıp gitti
ellerimizin arasından, sen gençleştin mesela
benimle ben yaşlanırken. Göremedim nasıl büyüdü-
ğümü, zaman kayıp gitti ve bir daha ardına dahi
bakmadı. Büyümedim ben anne affet beni. Çünkü
büyüseydim onlar gibi olurdum. Gördüm tüm bunla-
rı ve tekrar kaçtım çocukluğuma. Saklandım. Sak-
lambaç oynayan çocukları gördüğümde hâlâ heye-
canlanıyorum, buna mani olamıyorum anne. Ellerim
imkân tanımıyor bu koca hayata. Gözlerim zaten
habersiz olan bitenden. Büyümedim işte, tam şu-
ramda saklanan birisi var ve hâlâ onu aramakla
meşgulüm, sanırım son oyunumu sergiliyorum onun-
la. Büyüyemedim anne ve araba sürmeyi öğrendiğim
için çok pişmanım ki dahası var üstelik. Pişman-
lık biriktirdim anne para yerine, her birisi bin
nasihat kıymetinde. Bir gece ansızın fırlayıp
yatağımdan, kaçıp gittim dünyanın ötesine. Hiç-
bir arkadaşımı bulamadım orada. Zaten oyun oyna-
yacak vakitte değildi. Acilen toparlanmam gere-
kiyordu lakin hayat bana bu fırsatı bir türlü
sunmuyordu. Dünyanın ötesinde de hüzün vardı
anne. Kelimelerden gözyaşları damlıyordu. Akan
bir nehir gördüm gözyaşlarından oluşan, bana ait
bir hatıra geçiyordu satırların arasından. Yemi
takıp salladım oltamı. ‚İlk takılacak olan keli-
me neyse bahtıma‛ dedim. Sabaha kadar hüzün çek-
tim o ırmaktan, başka bir şey takılmadı oltama.
Yapmak istediğim tam da buydu aslında. Bütün
hüzünleri toparlayıp hatıralarımın arasından,
birer birer ateşe verecektim. Elime yüzüme bu-
laştırdım hüzünlerimi. Üzerime sindi kokusu ve
temizleyecek bir deterjan bulamadık hiç. Sonra
esen her rüzgârla doldu burnuma, yaktı genzimi,
sızlattı tüm yüzümü. Sonra gözyaşı olup tekrar
damladılar o ırmağa. İşte aynen böyle devam etti
her şey. Dünyanın ötesinde de durum farklı de-
ğildi yani.
Anneme
Bakkal İsmail’i gördüm orada, yanlış gelmişsin,
dedi. Bir de fırça attı bana başım kanadı. Beni
marketten alış-veriş yaparken görmüş. Marketten
alış-veriş yaptığım için üzgünüm anne başka çare
bırakmadılar bana. Hep yalnızlık kaldı o bakkalla-
ra, oralarda hep hüzün vardı. Üç ekmeği veresiye
yazdıran o küçük kızın mahcupluğunu örttüm üzerime
bir perde gibi, anlayamadı yıldızlar hiçbir zaman
bunu. Kalmamıştı eskilerden kimse, herkes markete
gider olmuştu. Mahmut amcanın bahçesine kaçan to-
pumun hazin sonundan sonra ben de yalnızlıkla ta-
nıştım, terk etti beni tüm arkadaşlarım. Yalnız
kalmaya ta çocukken başladım.
Üzgünüm anne sana söylemem gerekirdi. Doktor ola-
cağım diye kandırırdım tüm çevremi lakin aklımın
ucunda dahi yoktu bu. Ben hiçbir şey olmak isti-
yordum oysa ama insanlar hep yadırgıyordu bu duru-
mu. ‚Sizi ve o lanet hiyerarşinizi istemiyorum‛
diye haykırmak geliyordu içimden, suratıma bakıp
‚okulun dört yıllık mı?‛ diye soran varlıklara.
Ben yirmi üç yıllığım anne, dört yıllık okulun
benden fazla olan yanı ne? Diplomat olmayı iste-
miştim bir zamanlar. Martılar engel oldu bu düşün-
celerime. ‚Kendine gel ulan!‛ diyerek girdiler
rüyalarıma. Onlar o şekilde girince rüya diye bir
şey kalmadı tabii ki. İzin bile istemeden böldüler
uykumu en tatlı yerinde. Sabahlara kadar dönüp
durdum yatakta.
Tam uykuya dalacakken tekrar geldiler. Hep sıçra-
yarak uyandım uykumdan. Bir savaş hali vardı yata-
ğımda ve taarruza kalkmıştı bana karşı tüm hayal-
lerim. Her sabah onlarla çarpıştım. Rüyalarım ger-
çekti anne. Özür diliyorum, rüyalarla yaşadım bun-
ca sene. Hayallerimi satmadım hiç kimseye. (Zaten
para etmiyor.) Affet beni anne, affet ki Rabbimde
affetsin ve cennetine koysun. Yoksa hesabını vere-
mem onca sineğin, kurbağanın, tahtakurusunun, ka-
rıncanın, yengecin, hamamböceğinin, çekirgenin,
daha ismini sayamadığım, aklıma gelmeyen, nice
haşerenin, solucanların ve kedilerin. (Senden af
diliyorum Rabbim… Kanatlarını koparıp ortalığa
saldığım sinekler için. Öldürdüğüm solucanlar,
tahtakuruları, karıncalar, hamamböcekleri, yengeç-
ler ve kurbağalar için de.)
Kızma bana anne. Bilirim kızmazsın ama sen yine de
susma. Ben hatalıyım, yalan söyledim tüm insanlı-
ğa. Ama buna beni onlar mecbur bıraktı. Göğsümün
üzerinde hep tuhaf bir sancı ile yaşadım. ‚Tarif
et‛ dedi doktor bu tarifi imkânsız sızıyı. Edeme-
dim, sustum, öylece dalıp gittim bir deryaya. Ba-
lıklar yetişmedi imdadıma. Denizyıldızlarının ar-
tık farklı bir manası var benim için. Onlar en
kederli anımda aydınlattılar dünyamı. Kırık bir
kalp ile sürüklendim sularda. Kalbi kırılınca in-
san başka bir hale geliyormuş bunu öğrendim mese-
la. Sonra –yaşarken ölmek- söyleminin anlamına tam
manasıyla varmanın verdiği sıkıntıyı tuttum avuç-
larımda. Yandı ellerim, su topladı, kan kaybetti,
kaybettim ben de…mağlup oldum, mahcup oldum, mağ-
rur oldum. Sınavlardan hiç iyi not almadım çünkü
çalışkan öğrenci olmak çok sinir bozucu bir şey.
Yoksa gayet basitti her şey; dış bükey, iç bükey,
dört işlem, tarih, coğrafya, şimdiki zaman, geniş
zaman, geçmiş zaman… Bu saçmalıklara ayıracak vak-
tim olmadı hiçbir zaman. Ben hep geçmiş zamanday-
dım çünkü. Gelmeden geleceğe nasıl bakabilirdim?
Kim, hangi aklıyla görebilirdi ki geleceği anne
daha önüne konulanı görmekten acizken? Dışarıda
kurtarılacak bir dünya vardı ve benim henüz bir
süper kahraman kıyafetim bile yoktu. Biliyorum
söylememem gerekirdi o alçak terziye bu düşüncemi.
Söylemiş bulundum bir kez. Affet beni, dinlemedim
seni.
Kafam karma karışık anne, cümlelerim aldı başını
gitti. Dipsiz bir kuyuya atladı hepsi. Ucuna takı-
lan hüzünlerden kurtaramadığım için oltamı, cümle-
lerimle birlikte o dipsiz kuyularda kaldım ben de.
Aslında bu kuyuların dibi varmış. Dipsiz kuyular
bir efsaneden ibaretmiş. Yerin dibi yedi katmış /
burda hep garipler yatmış / zulmedenler yukarıda /
belli yatıp keyif çatmış (Bir Yeşilçam hatırası.)
Kurtar beni anne… Bir denklem aldı başımı gitti.
Rahat düşünemiyorum. İlkokulda konulmuştu bu soru
önüme ve hâlâ çözemiyorum. (Hani basitti her şey?)
Kaybolup gitmeme izin verme anne. Bana küsme olur
mu? Bilirim küsmezsin ama susma. Sen her şeye rağ-
men affet beni. Sizi gururlandıracak bir eğitim
hayatım olmadı, zaten başarılı olup sizi gururlan-
dırmam için gerekli olan eğitim hayatını da sunma-
dılar önüme. O eğitim hayatı getirdi bizi bu hale.
Üzülme anne, sizi gururlandıracak işler yapmasam
da boynunuzu yere eğdirecek işlere de bulaşmadım.
Affet beni… Artık akşam ezanlarına pek dikkat et-
miyorum eve gitmek için. Ağabeyim güneşin karan-
lıkla boğuştuğu seher vaktinde uyandırmıyor top
oynamaya koşmak için. Terin, suyun içerisinde ka-
lamıyorum artık, kan ter içerisindeyim, çocukluğu-
mu söke söke alıyorlar benden anne buna mani ola-
mıyorum. Hem, zaten marketlerde eskimo satılmı-
yor, tek tutar dalım bu. Ama bakkallardan da alan
olmuyor. Şimdinin çocukları gazozuna maç yapmıyor
anne.
Affet beni, şu üniversiteye verilen değeri ben
çocukluğuma veremedim. İşgal ettiler beni, tüm
hücrelerime kadar ilhak ettiler organlarımı, kar-
şı koymaya çalıştım bir sapan ve bir taş ile ye-
temedim. Topla, tüfekle değil anne; televizyonla,
telefonla, internetle geldiler. -Karşı Gelenlerin
Sonu- adında bir film çekip izlettiler tüm
mahkûmlara hayatımı. Korkuttular gözlerini, uzak
tuttular bu çabaların tümünden. Yavrunu kurban
seçtiler eğitim fakültesine anne, her yıl düzen-
lenen ve milyonlarca gencin katıldığı o ihtişamlı
açılış törenlerinde kurban ettiler düşüncelerimi.
Sınıfım öğretmen dolu anne, hepsi öğretmen ola-
cakmış, bana da bahsettiler, anlamadım... Ben ne
öğreteceğim anne o çocuklara? Seni nasıl üzdüğümü
mü? Mahalle maçlarımı mı? Ne diyeceğim ki şu za-
manın modern(!) çocuklarına? ‚Beni dinleyin ço-
cuklar, yavrucuklar, kuzucuklar… Hocanız konuşu-
yor. (Hoca mı?) Burada anlatılan ne varsa unutun!
Beni iyi dinleyin ve duymayan arkadaşlarınıza iyi
anlatın. Beşerden çift kale maç yapın. Sonra evi-
nize gidip o terle buz gibi bir su için. Anneniz-
den terlik yiyin, babanızdan fırça yiyin, ağabe-
yinizi-ablanızı kızdırın, onlarla şakalaşın ve
bir daha okula gelmeyin. Ne güzel bir öğretmen-
sin. Saygılar sunuyorum efendim, nerelerdeydiniz
satırlar boyunca? Gözlerimiz yollarda kaldı. Gel-
dim işte. Malumunuz, trafik… Girme şimdi araya,
öğretmen olduğumu falan iddia etmedim ben. Şurada
oturmuş samimi bir dille anneme sesleniyorum.
Affet beni anne… Yatağımı toplamayı öğrendim la-
kin dağılan şu kalbimi nasıl toparlayacağımı bir
türlü bulamadım. Tutamadım anne, şu dilimi bir
türlü tutmayı başaramadım. Köle olmamı istediler
benden, gençlerin düşüncelerini rahatça söyleye-
bildikleri yerler olarak bilinen bu yerde ‚Böyle
düşüneceksen düşünme sen.‛ diye susturuldum. Bo-
yun eğmedim, veryansın ettim, verdiler yandım,
dua ettim. Sabah namazlarını kaçırıyorum bazen
anne ama dua etmeyi ihmal etmiyorum. ‚Rabbim!‛
diyorum. ‚Beni ancak sen bağışlarsın, sen görür-
sün, sen işitirsin, sen kabul edersin. Bu gençler
köle edildiklerinin farkında değiller. Ben senin
kölelik makamında mutluyum, beni başka ellere bı-
rakma, ezdirme, kuvvet ver, dayanma gücü ver,
uyanıklık ver… Ben beni bıraktığımda sen beni bı-
rakma…‛ Ağlıyor musun anne? Ne olur ağlama. Ben
buna dayanamam. Ufacık kalan şu kalbimle bunu
kaldıramam.
Beni affet anne, içimdeki kör düğümü çözemedim.
Şimdi içimden ‚sen‛ geçtin ve içinde ‚anne‛ geçen
bir cümle oldum, şiir oldum, öyküler yazdım. Bu
kör düğümü çözmek için başka yollar aradım. Meş-
gul çaldı telefonlar, ulaşamadım. Zaman kayıp
gitti ellerimizin arasından hâlâ uyanamadım. Çöz
beni anne, bırakma başka ellere. Dokun… İpekten
sırma, pamuktan yumuşak ellerinle alnıma, dokun
yüzüme, dokun hüznüme, dokun dualarıma, dokun
gözyaşlarıma, dokun yaralarıma, elletme başka ta-
biplere…
Çöz beni anne, avuçlarının arasına alıp çöz. Kur-
tar beni bu kör düğümden. Ara ve bul beni anne.
Yavrunu düştüğü bu cehennemden kurtar. Çabaları-
mın sonucunu nihayete vardır, seslen bana. İşit
kalbimi, işit hüznümü, muştusunu ver gelecek te-
bessümlerimizin. Ama önce beni bulman gerek anne.
Kaçıp çocukluğuma saklanmıştım ya hani, hâlâ or-
dayımdır belki. Bakın etrafa iyice, gittiğimiz
misafirliklere, köyümüze, anlattığın masallara,
masaların altına, sandalye diplerine, kitapları-
mın arasına, kitaplığıma, bir kitap ayracına,
balkonun köşesine… Bulamazsan odamdaki dolaba bak
anne. Son oyunumuzu oynarken ağabeyimle, oraya
saklamıştım kendimi…
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
-Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.
Ece Ayhan
Esrime
Sefa TOPRAK
-Erenler! Maveraünnehir nereye dökü-
lür?
-Bizler şarhoş olduğumuzda henüz üzüm
yaratılmamıştı. O muhabbet bağından
kopuşumuzun ayrılığındaki yaranın iz-
leridir: bağrımızdaki dağ yaraları.
Adımızı Mecnun’un adı ile değiştirmiş,
bir aba bir baston dilimizdeki zikir
ile bizi aşk dergahına götürecek yolu
takip ederiz. Bu yolun çilesi içimiz-
deki günahlar kadar çoktur. Ve Mavera-
ünnehir dediğinde o aşk dergahında
oturan pirin bahçesinden öteye dökül-
mez.
-Zahid! Maveraünnehir nereye dökülür?
-Binayı, sarfı bilir misin sen? Bu so-
ruların muhataplarında akıl baliğ ol-
mak şartı vardır. Sen ilk önce bu so-
ruyu bir deliye-dervişe sordun. Sana
bir cevap verebileceğini zannettin.
Hata ettin. Günah işledin. Bu sorunun
cevabını kitaplara sormak gerekir. Bu
kitabı bilir misin sen? Gizli ilimler
hazinesidir. Hocam Ebü’l-İlm yazmış-
tır. O der ki: Maveraünnehir, ilim
kaynağından âlimler kitaplarına dökü-
lür.
-Hâanım hey! Maveraünnehir nereye dö-
külür?
-Devlet bir insana benzer. Çok uyursa
gaflete düşer, menzilden geri kalır.
Çok yerse hantallaşır aklı durur. Çok
konuşursa gizli sırrı kalmaz, ifşa
olur. Hân dediğin, bir kadına benzer
aşkı ile sevdiğini cevreden bir kadına
benzer ki –sen böyle bir tabiri belki
de hiç duymamışsındır- âşıkları onun
için canını vermeye dünden razıdır da
o, gülen yüzü ile dönüp onlara bir kez
olsun bakmaz. Sevilir ama asla sevmez.
Hânın bakışları ok gibidir. Onun yüzü-
ne bakmak için devlet gibi bir yüreğin
olmalıdır. Ordularına diş geçirmeli-
sin. Onun etrafında iltifat ettiği
binlerce nedimleri vardır. Bunların
hepsi ağyardır. Bu rakiplerin hepsiyle
baş etmek lazımdır. Maveraünnehir de-
diğin: Hânın otağından doğar, hanın
otağına dökülür.
-Çocuklar! Maveraünnehir nereye dökü-
lür?
-Bizler, günah nedir bilmeden, içimiz-
deki beyazlığı, bizi koklayanların iç-
lerine cennet kokusu veren güzellikten
alarak; bir oyun oynarız. İlerisinde
ne olduğunu bilmediğimiz şu sokak öte-
si, bizim karanlık dünyamızdır. Yalan
bizim ne olduğunu bilmediğimiz sözle-
rimizdir. Geleceği avuçlarımızda tuta-
rız. Bize bakan kendini görür. Bize
bakan düşünü görür. Kimisinin içini
kanatır bakışımız. Ve galiba Maveraün-
nehir dediğiniz de bizim Ayşelerin bahçesine dökülür.
-Kitaplar! Maveraünnehir nereye dökülür?
-Bizler hepimiz aslından bir kitabın düşülmüş şerhleriyiz. Ama insanlar okuma-
sını bilmezler. Bizlerden farklı işaretler çıkarırılar. Bizi yanlış okurlar.
Kimisi bu suçu bizde bulur: kaldırıp atar. Sonra bir de bizi yazanlar vardır:
ayıp ve utanma nedir bilmeden yalanlarla anlatırlar hikayelerini. Sonra da bi-
zim adımızı yazarlar yalanlarının başına. Kitaplar adına deriz ki: Maveraünne-
hir, gerçeklerin yazıldığı kitaplar mürekkebine dökülür.
-Kırmızı! Maveraünnehir nereye dökülür?
-Ben rengimi içinde ar bulunanların yüzlerindeki utanma duygusundan aldım.
Sonra bana onların adı ile seslenir oldular. Bir gül bu rengin kendine çok ya-
kışacağını düşünerek benden bu rengi istedi. Vermek istemedim: asıl ar sahip-
lerine bir ihanet olurdu bu benim için. Sonra bir sabah bu rengin benden ça-
lınmış olduğunu gördüm. Onu çok aradım, belki bir utanma ve ar sahibi hala
kalmıştır diye, yıllarca gezindim. Meğer hepsinin de rengine başka bir ayıp
rengi karışmış. Sonraları anladım ki bu sefer beni, benim rengimi çalan gülün
adı ile anmaya başlamışlar. Elim mahkûm gittim ve ona teslim oldum. O ise hala
bu galibiyetinin arsız gururunu yaşar. Bana sorarsanız, maveraünnehir nereye
dökülür diye. Derim ki: utanma duygusunu hala yaşayan insanların mahcubiyeti-
ne.
-Gönül! Maveraünnehir nereye dökülür?
-Kırıklık nedir bilir misin sen? Her yer için aynı bir olgu mudur? Kırılan bir
masa, kırılan bir cam aynı şeyi mi ifade eder? Peki gönül kırmak nedir? Gönül
insanın neresindedir? Benim adım gönül, ben kimin nazarında bir mabedim. Ka-
rarmış gönüller ne ile ağarır? Gönül ferman dinlemezin hükmü kime geçerlidir?
Bunca sorunun cevabı verilmemişken, sorma bana doğuşu bilinmeyen nehir nereye
dökülür. Ama istersen bir sır vereyim sana. Herkesin içinde bir yerde ‘’ahh!’’
ettiği bir yer vardır. O kaynağı bul! O zaman Maveraünnehir nereye dökülürmüş
anlarsın ve gelip bana da söylersin.
-Şâirler! Maveraünnehir nereye dökülür?
-Bizler toplumun ve zihinlerin ince kıvrımlarında yol alan seyyahlarız. Sözle-
rimiz önemsenmez çoğu kez. Biraz delilik katılır yaptığımız işlere. Adımız çı-
kar bilmediğimiz yerlerde. Biz gibi olmak ister herkes, -biraz- ama hiç kimse
bizim gibi olmak istemez. İnsanlar korkar şairlikten, bunu kendileri de bil-
mez. Aykırı olmaktan kime ne! Akşam evine giden bir memurun sevinci hiç olmadı
içimizde. Asık suratlı olmak yakıştırıldı bize. Herkes söyleyeceği sözü bizden
ödünç alarak söylemenin zevkini tadarken, o sözün bizim hangi fikir mengene-
mizden geçerek çıktığını hiç düşünmedi: düşünmek görevini bize bırakmışlardı.
yanlışlarımızı bizim yüzümüze demir balyozlarla çarpanların dillerinde, yine
bizim sözlerimiz vardı. Yaftalanmış fikirlerimiz çoktan çalınmıştı bizden...
Şimdi soruyorsunuz Maveraünnehir nereye dökülür diye. Bu sözü size veren de
bir şair değil mi? Öyleyse eminim ki cevap yine sizin bizden (ç)almış olduğu-
nuz sözlerin birinde.
Milletim, uyan! Kendine dön! Aslını unutma! Geçmişini bil.
İçinden, gerçek aydınlardan kurulu bir kadro çıkar. Çıkar ki, onlar,
hem bugününü, hem yarınını kurtarsınlar. Geleceğini, ancak,
bilinçli, idealist bir aydın nesil
güven altına alır.
Milletim! Büyük bir milletsin. Çok büyük bir ülken var. Çok köklü bir
tarihe sahipsin. Gerçek bir medeniyetin,
Hakikat Medeniyeti’nin sahibisin. Onu yeniden ayağa kaldır. Diril ve Dirilt! İnsanlık seni bekliyor.
Milletim! Doğu’ya, Batı’ya dur diyecek güç, sensin. Kendini
bildiğin gün, kurtulacaksın. Ve bütün insanlığı kurtaracaksın.
Yoksa, insanlık, büyük bir felâkete doğru gidiyor. Sınırsız hırs sahipleri dünyayı yakmaktan
geri durmuyorlar.
Milletim! Uyan, kendine gel! Yeni bir sayfa aç. Yeni bir çağ aç.
Geçmişte birkaç kez çağ açmıştın. Yine açabilirsin.
Yine açabilirsin. Yine açabilirsin.
Sezai KARAKOÇ