30
Takdim ‚Esselamu Aleyküm‛ diyerek başlıyoruz söze. Sözün kıymetini bilerek… es-Selam olan Rabbimi- zin ismiyle… Yarınki Türkiye ve Medeniyet üzerine çok sayıda fikir beyan edildi. Birazdan okuyacaklarınız sa- dece bu deryadan bir katre… Fakat bu deryanın ifade ettiği yegane hakikat, ‚durdurulmuş olan medeniyetimizin‛ tekrar ayağa kalkması ve pran- gaları kırılmasıdır. Belki de Mekke’den Medine’ye tekrar hicret et- memiz, dünyanın saltanatından kalbimizin ulvi derinliklerine dönmemiz ve Maveraünnehir’den tekrar yola çıkmamız gerekliydi. Medeniyetimiz, iki kanadı koparılmış bir kuş gibi uçamaz hal- deydi ve şüphesiz biz kendimize zulmettiğimiz için bu hal ile hallenmiştik. Tıpkı kış mevsimi gibi bütün canlılık ve toprak, bir sükûnete bürünmüştü. Baharı beklercesine… Artık kanatsız olan kuş kanatlarını bulmuş, durdurulmuş medeniyetimiz yeniden yürümeye baş- lamıştır. Nurettin Topçu hocamız nasıl diyordu: ‚Neslimizin duygu ve ideal sahasında sahipsiz bırakılmış çocuklarını bir bayrak altında bir- leşmeye davet ediyoruz.‛ Duamız odur ki, Ayasofya Camii’nde bütün ümmet tek bir secdede buluşalım. Kitap ve Sünnete olan bağlılığımız daha da kuvvetlensin ve muhabbeti- miz daim olsun. Fi emanillah… #Hak #Tevhid #İlim #İrfan #akıl #Hikmet #İnsan #Amel #Adl #Ahlak #Ümran #İslam “Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır. Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı işi, insan yetiştirmektir.” Nurettin Topçu [KIŞ] 2015 ٦٣٤١ │ SAYI:5

Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

fb.com/fecriafak

Citation preview

Page 1: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

Takdim

‚Esselamu Aleyküm‛ diyerek başlıyoruz söze.

Sözün kıymetini bilerek… es-Selam olan Rabbimi-

zin ismiyle…

Yarınki Türkiye ve Medeniyet üzerine çok sayıda

fikir beyan edildi. Birazdan okuyacaklarınız sa-

dece bu deryadan bir katre… Fakat bu deryanın

ifade ettiği yegane hakikat, ‚durdurulmuş olan

medeniyetimizin‛ tekrar ayağa kalkması ve pran-

gaları kırılmasıdır.

Belki de Mekke’den Medine’ye tekrar hicret et-

memiz, dünyanın saltanatından kalbimizin ulvi

derinliklerine dönmemiz ve Maveraünnehir’den

tekrar yola çıkmamız gerekliydi. Medeniyetimiz,

iki kanadı koparılmış bir kuş gibi uçamaz hal-

deydi ve şüphesiz biz kendimize zulmettiğimiz

için bu hal ile hallenmiştik.

Tıpkı kış mevsimi gibi bütün canlılık ve toprak,

bir sükûnete bürünmüştü. Baharı beklercesine…

Artık kanatsız olan kuş kanatlarını bulmuş,

durdurulmuş medeniyetimiz yeniden yürümeye baş-

lamıştır.

Nurettin Topçu hocamız nasıl diyordu:

‚Neslimizin duygu ve ideal sahasında sahipsiz

bırakılmış çocuklarını bir bayrak altında bir-

leşmeye davet ediyoruz.‛

Duamız odur ki, Ayasofya Camii’nde bütün ümmet

tek bir secdede buluşalım. Kitap ve Sünnete olan

bağlılığımız daha da kuvvetlensin ve muhabbeti-

miz daim olsun.

Fi emanillah…

#Hak #Tevhid #İlim #İrfan

#akıl #Hikmet #İnsan #Amel

#Adl #Ahlak #Ümran #İslam

“Yarınki Türkiye’nin

kurucuları, yaşama zevkini

bırakıp yaşatma aşkına

gönül verecek, sabırlı ve

azimli, lakin gösterişsiz

ve nümayişsiz çalışan, ruh

cephesinin maden işçileri

olacaklardır. Bu ruh

amelesinin ilk ve esaslı

işi, insan yetiştirmektir.”

Nurettin Topçu

[KIŞ] 2015 ٦٣٤١ │ SAYI:5

Page 2: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

İmtiyaz Sahi

bi

Enes KARADEM

İR

Genel Yayın

Yönetmeni

Hamza KAPLAN

Yazı İşleri

Samet TEMİR

Yayın Türü

Yerel Süreli

İletişim Adr

esimiz

afakdergi-

[email protected]

om

E-Dergimizi

Okumak

İçin

www.issuu.co

m/muhal

Web Adresimi

z

facebook.com

/

fecriafak

twitter.com/

fecriafak

Fecr-i Âfâk De

rgisi, hür

tefekkürün bir

kalesi-

dir. Kalesini

kiraya

verenlere çok

kızar.

Çayın dibini g

örmeden

bırakmaz. Bal

reklamla-

rını sevmez ve

muhabbe-

tin baldan tat

lı olduğu-

nu bilir.

Gökkubbede hoş

bir sada

bırakabilirsek

ne mutlu

bize…

Hakikat

Medeniyetinin

Surları Abdürrahim Güner

Dünya; tarih boyunca farklı medeniyetlerin etkisi

altında kalmış, altı asır boyunca ise Osmanlı Dev-

leti yani İslam medeniyeti ışığında huzura kavuş-

muştur. İslam medeniyeti ve son yüzyılda etkisini

gösteren Batı medeniyetini, dünya üzerinde yaşanan

karışıklıklar ve çatışmalar açısından mukayese ede-

cek olursak, ecdadımızın medeniyet değerlerinin,

Batı medeniyetine göre çok önde olduğunu daha net

anlamaktayız. Batı medeniyeti, bilim ve tekniğini

insanlara bir zulüm aracı olarak uygulamış, kendi

geleceği için dünyanın farklı kesimlerindeki coğ-

rafyaları soygununa uğratmıştır. Buradan hareketle

son yüzyılda sürekli karışıklıklar içinde çırpınan

insanlığın bir medeniyet krizi ile karşı karşıya

kaldığı sonucuna kolaylıkla varmamız mümkün.

Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemi ile Batı Medeniye-

ti’nin bilim ve teknik açıdan üstünlüğünün daha net

olarak öne çıktığı son yüzyılda esas tartışma bir

medeniyet fikri üzerinden olan tartışmadır. Bu dö-

nemde; ‚Biz yenilmiş bir

medeniyetin evlatlarıyız.

Bu yüzden Batı’yı körü

körüne taklit etmekten

başka çaremiz yok. Yenil-

gimizin sebebi ise; bizim

medeniyetimizdir, değer-

lerimizdir, Müslümanlığı-

mızdır.” diyen Batıcı

elitin karşısında duran

bazı münevverlerimiz de;

‚Hayır; yanılıyorsunuz.

Osmanlı’nın yeniden yükselişinin yolu; medeniyeti-

ne, değerlerine, inancına yeniden dönmesidir.”

diyerek bu çerçevede siyasi fikirlerini oluşturmuş-

lardır. Bu düşüncelerin temelinde “İslam terakkiye

mani midir değil midir?” sorusu yatıyordu. Bu dö-

nemden başlatarak Cumhuriyet’in ilk yıllarından

itibaren günümüze kadar gelen süreçte, “İslam te-

rakkiye mani değildir.” düşüncesi etrafında fikir-

lerini oluşturan birçok münevver olmakla birlikte,

isimlerini zikretmemiz ve dergimizin sonraki sayı-

larında ayrı ayrı irdeleyeceğimiz şahsiyetler; me-

deniyetimize açtıkları ufuklar açısından önemlidir.

Buradan itibaren bu isimlerin en önemlilerini ifade

etmeye çalışacağız.

İlk olarak irdeleyeceğimiz Şehbenderzâde Filibeli

Ahmet Hilmi, fikirlerini İslam Felsefesi ve Medeni-

yetini İhya tezi üzerinde dile getirmiştir. Onun

ifade ettiği “Bir Fransız gibi giyinen, bir İngiliz

gibi gezinen, bir İtalyan gibi şarkı söyleyenimiz

var; fakat bir zırhlı mühendisimiz bir fabrika ku-

cak adamımız yok.” düşüncesi medeniyet sorunlarımı-

zın tespiti açısından önemlidir.

Sait Halim Paşa ise; Siyaset Teorisi ve Siyaset

Sosyolojisi üzerine fikir-

lerini dile getirmiş; mede-

niyet değerlerimizi bu öl-

çüde değerlendirerek katkı

sağlamıştır.

İstiklal Şairimiz Mehmet

Akif Bey ise; Siyasi Viz-

yon, İdeolojik Misyon ala-

nında fikirlerini dile ge-

tirmiştir ki; onun ifade

ettiği çıkış yolu Asım’ın

Nesli’dir. Asım’ın Nesli

bir gelecek, bir umut ve bu ülkeyi kendi değerleri

üzerinde yeniden ayağa kaldıracak bir nesildir.

Dergimizin sloganını da Asım’ın Nesli’ne bir ilham

kaynağı olarak “Gelecek, boyun eğecek Asım’ın Nes-

‚Tanzimat’tan bu yana hazır

elbiseye meraklıyız, hazır

elbise hazır medeniyete…

Tefekkür kılıçla fethedilmez,

bir parça kendi kafamızla

düşünmek ne kadar güç.‛

Page 3: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

line.” biçiminde ifade ettik ki; isabetli bir ka-

rar verdiğimiz kanaatindeyim.

Diğer bir isim Hüseyin Avni ULAŞ ise; Cumhuriyeti-

mizin ilk ve en köklü demokratlarından birisidir.

O da fikirlerini elitler ile millet zıtlaşmasından

yola çıkarak; Millet Egemenliği, Hukukun Üstünlü-

ğü, Adalet ve Hürriyetin Tesisi hususunda ifade

getirmiştir.

Ali Fuat BAŞGİL hoca ise; bir çok eser yazmış, bu

eserlerinde; demokrasinin bir sandık meselesi de-

ğil, zihniyet meselesi olduğunu, fert ve cemiyetçe

demokrasi zihniyetini benimsememiş memleketlerde

bu rejimin yerleşip kökleşemeyeceğini, Cumhuriyet

tarihi başından beri tartışma konusu olan laiklik

meselesini ve buna dair eleştirilerini ifade eder-

ken, bunun yanında demokrasi, fikir hürriyeti, in-

san hakları ve anayasa meselesini irdeleyerek me-

deniyetimize ciddi katkılar sağlamış bir şahsiyet-

tir.

Bu isimlerden sonra; Anadolucu, halkçı bir siyaset

çizgisi üzerinde düşüncelerini ortaya koyan Kemal

TAHİR ise; “Osmanlı toplumunun sadece var olması

bile Batılı soyguna direniştir. Bu direniş yalnız-

ca Osmanlı toplumunun değil bir bakıma soyulan bü-

tün bir Doğunun direnişidir.” diyerek bu çerçevede

medeniyet tasavvurumuza katkı sağlamıştır.

Nurettin TOPÇU da Ana-

dolucu, halkçı bir an-

layış çerçevesinde fi-

kirlerini dile getiren

diğer bir mütefekkiri-

mizdir. O; “Cihadımız

fikir ve ruh cephesin-

de, ahlak ve iman cep-

hesinde yapılacak ve

yarınki Türkiye, Ana-

dolu’nun toprağından

kaynaklanan bir kan, cemaat için harcanan emek,

bin yıllık bir tarih, otoriteli bir devlet, edebi

olduğuna inanmış bir ruh temelleri üzerinde kuru-

lacaktır.” sözleri ile özellikle medeniyetimizin

en önemli yapı taşlarından ruh üzerinde durmuştur.

Bu noktadan sonra biraz daha ileriye götürecek

olursak millete ve medeniyete dayalı tefekkür an-

lamında isimlerini saymamız gereken önemli düşü-

nürlerimizden; Necip Fazıl, Sezai KARAKOÇ ve Cemil

MERİÇ de çizgimizi belirlemiş önemli münevverler-

dendir.

Bu isimlerden Necip Fazıl, fikirlerini Büyük Doğu

ismiyle idealize ettiği düşünce hareketi çerçeve-

sinde ifade etmiştir. Ona göre; Batı; aklı ve mad-

deyi temsil ederken Doğu derinlik ve ruhun simge-

sidir. Büyük Doğu mefkûresinin temel prensipleri

de; ruhçuluk, keyfiyetçilik, şahsiyetçilik, ahlak-

çılık, milliyetçilik, sermaye ve mülkiyete tedbir-

cilik, cemiyetçilik, nizamcılık, müdahaleciliktir.

Bu ilkeler ışığında Büyük Doğu’yu Türkiye merkez-

li, Bütün İslam dünyasını kucaklayan ve beslenme

kaynağı İslam olan bir mefkûre olarak görmek müm-

kündür.

Yine bu isimler arasında Sezai KARAKOÇ, daha ev-

rensel düşünen ve bu medeniyet çıkışını isim ola-

rak da daha net yapan bir mütefekkirimizdir.

Ona göre çıkış yolu; Batılılaşmış mefkûrelerin de-

ğiştirilmesi ve yerini evrensel ölçekte doğrulara

bırakmasıdır. O; ‚Kuşatılmış durumdayız. Kendi

kavramlarımızı bile yabancı kavramlarla tanımlıyo-

ruz. Hayat anlayışımızı yabancı kavramlarla ifade

ediyoruz. Oysa biz, büyük bir medeniyet ve kültür

ocağıyız. Bizim kavramlarımız, düşünüş biçimimiz,

hayat algılayışımız, sevgimiz ve öfkemiz bize öz-

güdür. Onun için bulunduğumuz yerde bir bulamaca

dönüşmüş olanı yaşamak bizim için bir çözüm değil-

dir.” diyerek bizlere içinde bulunduğumuz buhran-

dan çıkış yolunu ifade etmiştir. Bunun yanında

Mehmet Akif’te Asım’ın Nesli olarak ete kemiğe bü-

rünen ideal kurtuluş düşüncesi Sezai KARAKOÇ’ta

Diriliş Nesli

olarak karşımıza

çıkmaktadır. Onun

için diriliş; bir

medeniyet tasav-

vurudur. İslam

Medeniyetinin o

eski ihtişamına,

büyüklüğüne, ada-

let ve hikmet

yurdu bir coğraf-

yaya dönüşmesinin anahtar kavramıdır diriliş…

Cemil MERİÇ’in ise; “Tanzimat’tan bu yana hazır

elbiseye meraklıyız, hazır elbise hazır medeniye-

te… Tefekkür kılıçla fethedilmez, bir parça kendi

kafamızla düşünmek ne kadar güç.‛ İfadelerinden de

anlayabileceğimiz üzere medeniyet değerlerimizden

kopuşun en ciddi eleştirilerini yapan bir medeni-

yet mimarıdır. Onun eleştirileri; yıllarca en çe-

likleşmiş kalemiz olan tefekkürün surlarında pat-

layan topların, bizlerde sebep olduğu kaçış ile

başkalarına sığınma talebinde bulunuşumuzun eleş-

tirisidir.

Hakikatlere dair bir medeniyetin en önemli haber-

cileri hakkında, eserleri ve söylediklerinden yola

çıkarak genel bir çerçeve çizmeye çalıştık. Mese-

lemiz; hakikatlere özlem duyan bir milletin çocuk-

ları olarak medeniyet binasında birkaç kum tanesi

olabilmek…

‚Medeniyetimizin yeniden inşası için sözü ve çabası olan herkes

bunun canlı tanığıdır‛

‚Yıllarca en çelikleşmiş kalemiz olan

tefekkürün surlarında patlayan

topların, bizlerde sebep olduğu

kaçış ile başkalarına sığınma

talebinde bulunuşumuzun eleştirisidir‛

Page 4: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

Yarınki Türkiye

Enes Karademir

‚Asrımızın Hareket Adamları‛ndan olan Nurettin

Topçu, son devrin nev’i şahsına münhasır bir

münevveridir. Fikirleri itibariyle ruh cephe-

sindeki hareket idealini şuurlara nakış nakış

işlemiş, Anadolu’yu mayalayanlardan biri ol-

muştur. Yaşadığı zaman dilimindeki buhranlara

çözüm yolları sunması ve ‚yeniden diriliş‛ in

meşalelerini ateşlemesiyle sınırların ötesinde

bir ufku olduğunu yakinen hissettirmiştir.

Milletin meselelerine hiçbir zaman duyarsız

kalmamıştır. Fakat bazı imkânsızlıklar ve in-

sanların onu anlaşılamamakla suçlaması trajik-

tir. Suçlayanların aksine, yayınladığı dekla-

rasyon niteliğindeki eserleri ve medeniyetimi-

zin dirilişini tasavvur etmesi dahi onun bu

toprakların evladı olduğuna işarettir. Bu id-

eal çerçevesinde yaşamış ve daima bunu savuna-

rak gönülleri fethetmiştir. Zaten ona göre

büyük fetih, ruhların fethidir. Nurettin Top-

çu’nun uzun yazarlık hayatı içinde en çok yazı

yazdığı yayın organı kurucusu olduğu Hareket

Dergisi’dir. ‚Yarınki Türkiye‛ isimli eseri,

derlenen yazı ve konuşmalarından meydana gel-

miştir. Başta İsmail Kara hocamız olmak üzere

Ezel Erverdi hocamıza ve kitabın yayınlanma-

sında emeği geçen tüm kardeşlerimize müteşek-

kiriz.

‚Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevki-

ni bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sa-

bırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayiş-

siz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri

olacaklardır. Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı

işi, insan yetiştirmektir.‛

Nurettin Topçu esas itibariyle ruh cephesinde-

ki asıl mücadeleye dikkatleri çekmiştir. Bu

cephedeki önemli hareket ise insan yetiştirme

olgusudur. Akabinde insan davranışlarındaki

değeri ortaya koyacak olan ‚hareket ahlakı‛

teorisini savunmuştur. Ruh ve zihin dünyasında

hantallaştırılan, atalete düşürülen Anadolu

evlatlarını münasip bir lisan ile ikaz etmiş-

tir.

‚Anadolu’nun Kurtuluş Savaşı, ruh cephesinde

henüz yapılmadı.‛

‚Anadolu’nun helal sütle büyümüş çocuğuna,

‚Helalin haramın aslı yokmuş‛ dedirten felake-

ti nasıl unuttuk?‛

‚Dünyayı karanlık gören gençler kendi içlerin-

deki karanlığı yok etmeye çalışsınlar. Çünkü

hayatımızın karanlık oluşu, içimizin karanlık

oluşunun sonucudur.‛

Nurettin Topçu kitabın ilerleyen sayfalarında

bir hakikatten daha bahseder. Rönesans… Yani

yeniden doğuş, diriliş… ‚Rönesans’ımızın ilk

ve ana kaynağı Kur’an olacaktır‛ diyerek ölme-

den önce ölen ümmete dirilmeden önce dirilin

mesajını Kur’an’ı merkez alarak veriyordu.

Aslında sözünü ettiği diriliş ‚Her dem yeniden

doğarız bizden kim

usanası‛ diyen Yunus

Emre’nin kastettiği

yeniden doğuş vurgusu

muydu? Nurettin Topçu

bunu 3 basamakta for-

müle etmiştir.

‚Birinci basamak: İl-

kin bir ilahi hareke-

te başlangıç olacak

aşkın, yepyeni bir

neşvenin doğması la-

zımdır. Zira onsuz

hiçbir ruh hareketi

yapılamaz.

İkinci Basamak: Aşkı-

mız kanatlandı. Kendimizi ve gözle görülen

vehimlerin dışında, ancak aklın ulaşabileceği

kâinatımızı arıyoruz.

Üçüncü basamak: Hür düşünüşe ulaşmaktır. Bili-

yoruz ki hürriyetimizin düşmanı olan kuvvetler

hem dışımızda hem içimizdedir.‛

Sağlam bir dirilişin olmasını, bir vecibe gibi

gören Nurettin Topçu, ‚Hareket‛inden ne anla-

mamız gerektiğini de detaylı şekilde açıkla-

maktadır. ‚Bizim hareketimiz mesuliyet hareke-

tidir. Davamız hayata uymak değil, hayatımızı

hakka uydurmaktır. Bizi Allah’a götürecek olan

irademizin iktidarı isyan halinde ifadesini

bulucudur. Hayatımızın içinde hayat yokluğuna,

ruhumuzda aşkın yokluğuna, vicdanlarımızda

mesuliyetin yokluğuna isyan; merkezi, mihrakı,

meşalesi aşk ve iman olan ve aydınlığın sahası

Page 5: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

içindeki nesle ilim, sanat, ahlak ve felsefe

yolları açacak olan yaratıcı isyan. Alparslan-

ların, Nizmülmülklerin, Yıldırımlarla Mehmet

Akiflerin ruhaniyetleri üzerinde barınacak

olan isyanımız ruhlarda bir Rönesans başlangı-

cıdır. Her asrın fütühatı vardır. Batı’da 15.

asır keşiflerin, 16. asır Rönesans’ın, 17.

asır metot zihniyetinin, 18. asır inkılabın

fütuhatını terennüm etmişti. Dünya tarihinin

istikametini değiştiren atalarımızı ruh ve ah-

lak sahasındaki nice nice fetihlerinden 500

sen sonra 20. asrın ortasında biz yeni fetih-

ler yapmak azmindeyiz. İlim ve ahlak, hak ve

adalet uğrunda girişeceğimiz bu cihad için,

neslimizin duygu ve ideal sahasında sahipsiz

bırakılmış çocuklarını bir bayrak altında bir-

leşmeye davet ediyoruz.‛

İdealsizleşen, körelen bir nesle en bariz ifa-

delerle sahip çıkmak her mütefekkirin harcı

olmasa gerek. Nesle sahip çıkmanın geleceğe

sahip çıkmakla eşdeğer olduğu aşikâr bir durum

malum. Biraz daha izahat gerekirse, Yarınki

Türkiye için en temel mesele nesillerin dil,

tarih, ahlak ve iman noktasındaki emanetini

kayba uğratmadan gelecek nesillere aktarması-

dır. Bu milletin selametini istemeyen odaklar,

saldıracaklarında ilk bu emanetlere hücum et-

meleri tesadüfi değil. Bunları kaybetmemiz bi-

zim mankurtlaşmamızdır, Cengiz Aytmatov’un de-

diği gibi.

Nurettin Topçu batılılaşma üzerinde de oldukça

önemli tespitler yapmıştır. Batı medeniyetinin

hiçbir zaman bizim için çare ve model olamaya-

cağını, kendi özümüze dönerek büyük işler ba-

şarabileceğimizi, Batı taklitçiliğinin kötü

sonuçları olacağını ifade etmiştir. Bunlar bir

anlamda uyarı mahiyetinde tespitlerdir. ‚Ne

sebepten memleketimizde bir buçuk asırdır

‚Garp! Garp!‛ diye çın çın öten sesler bir

türlü susmuyor. Bunun sebebi Batı medeniyeti-

nin üstün oluşundan ziyade bizde Batı karşı-

sında aşağılık duygusu yaratan tesirlerde ara-

malıyız. Bu tesirler, Ziya Gökalp’e ‚Garp Me-

deniyetindenim‛ dedirten şaşkınlığı yaratmış-

tı. Bizde millet fikrinin Avrupa fikriyle son

ve kati vedalaşma zamanı artık gelmiştir.‛

Nurettin Topçu, kendi yaşadığı devirde bazı

sebeplerden dolayı pek anlaşılmamıştır. Maziye

körü körüne bağlanmayı yani gericiliği reddet-

miştir. Ama maziyi yok saymamış, tarihimizden

aldığımız ilhamlarla yeni şeyler başarabilece-

ğimizi savunmuştur. Yahya Kemal’in söylediği

‚Ne harabîyim ne harabatîyim/ Kökü mazide olan

âtîyim‛ ifadesini farklı formlarda geliştir-

miştir. ‚Mazisinden ilham almayan ve kültürünü

yoğuracak kuvvete sahip olmayan millet, insan-

lığın büyük hareketlerine de uzanamıyor. Bir

değil kırk tane klasik serisi tercüme edilip

her okulda her sınıfta okutulsa, hepsinden bir

dünya görüşü, ruh için bir iman sistemi çıka-

rılamaz.‛

Nurettin Topçu davasını ruh mücahedesiyle

taçlandırmıştır. ‚Adil insan, istismar etmeyen

ve istismar edilmeyen insandır; zorbalığa kar-

şı gelen insandır, hakikati kuvvet yapan in-

sandır. Ancak bu insan, hareket ahlakının sa-

mimi sahibidir. Cihadımız fikir ve ruh cephe-

sinde, ahlak ve iman cephesinde yapılacaktır.

Bunu yapacak olanlar bütün memleket değil,

neslin hassa askerleridir.‛

‚Ruh Cephesindeki Medeniyet Değişiminin Hakiki

Savaşı‛nda birçok engellerden bahsedilmektedir

ilerleyen sayfalarda. Fakat Nurettin Topçu,

çözüm yolu sunmayı da ihmal etmemiştir. ‚Zorlu

hareket, irademizi çürüten tazyik, çok kere

hiç farkında olmadan benliğimize nüfuz ediyor

ve bizi de kazanıyor. O halde evvela kendi

varlığımıza, kendimize karşı cihad açmak, biz-

de bizi harap edecek unsuru ele geçirmek gere-

kiyor. Sizde sizin olan unsur kalmamalıdır.‛

Nurettin Topçu’nun hayalindeki Rönesans yani

‚Yeniden Doğuş‛, hikmet prensibine dayanmakta-

dır. Çin’de olduğu kadar İtalya’da, Yunan’da

ve bunlardan daha fazla olması itibariyle İs-

lam’da hakim olan prensibin ‚hikmet prensibi‛

olduğunu dile getirmektedir. Ve nefis bir ta-

nımlama: ‚Hikmet, aklın ebedi olan aydınlığıy-

la aydınlanan hayatın yine aklın yanılmaz öl-

çülmesiyle ölçülmesi; hareketlerimize aklın

kaideler koymasıdır.‛ Bu minvalde düşünceleri-

ni yoğuran Nurettin Topçu, kendi zamanından

gelecek zamanlara fikir bazında sıçrayış yapa-

rak ruhlara etki etmiştir.

Belki de gelecek zamanlar, Nurettin Topçu’nun

daha anlaşılabilir olmasını sağlayacak ve onu

haklı çıkaracak. İşte o zaman ruh cephesindeki

mücadelede üstadın fikir ışıklarına ihtiyacı-

mız olacak. Ve sözümüzü Nurettin Topçu’nun

ifadeleriyle bitirelim.

“Bütün ömrümüz ve belki de

hayatın değeri, son nefeste en

büyük aşkı yaşayacak bir benliği

kendimizde yaratmaya,

durmadan emek vermekten ibaret

olmalıdır.”

Page 6: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

Batı Batı Diyerek

Batıyor muyuz

Yoksa? Hamza Kaplan

Bir yanda; ‚İlim müminin yitik malıdır, nerede

bulursa alır‛ diyen bir medeniyet, diğer yanda;

‚Dünya dönüyor‛ dediği için bilim adamına ölüm

hükmü vermeyi meziyet addeden çağ ve insanlık

dışı bir medeniyet düşmanlığı.

İslam mütefekkiri her şeyden evvel zaman ve

hadise üzerinde tam bir egemenliğe malik ve

toplumunu bu minval üzerinde yol göstermekle

mükellef olun muazzez kişidir.

‚İlim Çin’de de olsa alınız‛ diyen bir Peygam-

ber medeniyetinden ve medeniyetin kalbi ve ruhu

olan İslam’dan bahsediyoruz. Ne kuru kuruya bir

öfkeye, ne de fikrini ithal eden üçüncü sınıf

mukallid muharririn bayağı ve mesnetsiz fikir-

lerine ihtiyacımız var. Bu iki zümrede bizden

uzak ve beridir. Bize özünü hakikatlerden alan,

ebed gerçekler karşısında, bu hakikatlerin sa-

hibine karşı ‘hiç içinde hiç’ olduğunu bütün

hücrelerinde hissedip ve yegâne görevinin ‘hep

içinde hepi’ bulmak ve aramak olduğunu bilen

âli şahsiyet, bizce en aziz ve sönmesi mümteni

bir medeniyet meşalesidir.

Medeniyet her şeyden evvel Allah’a kul olabil-

mektir. Nasıl mı? Allah’a boyun eğen bu baş,

Allah’tan başka hiçbir şahıs, hiçbir oluşum,

hiçbir kuvvet ve hiçbir zümreye boyun eğmez

diyerek ve başlı başına insanı tefekküre ve

medeniyet inşasına davet eden bir Kuran’dan ve

Peygamberden bahsediyoruz! Bütün mesele anlaya-

bilmekte.

Müminin başlı başına görevlerinden biride in-

sanlığa hizmettir. Hakka hizmet, insanlığa hiz-

mettir. İnsanlığa hizmet, medeniyete hizmettir.

Medeniyete hizmet çağ ve asırlara hizmettir.

Şimdi en büyük sorun şu: Medeniyet Batı’dan mı

doğdu? Garp adamı mı hizmet etti insanlığa?

İnsana insan olduğunu haykıran medeniyetin kökü

nerede, hangi oluşumun ruhunda gizli? Evet bu

soruların cevabı, güneşin doğudan doğduğu bil-

gisi kadar yakîndir (kesindir). Güneşin şarktan

(doğudan) doğuşu nasılsa medeniyetin doğuşu da;

bizim topraklarımızdan, bizim ecdadımızdan,

bizim peygamberimizden, bizim dinimizden doğmuş

ve insanlığın hizmetine sunulmuştur. Medeniyet

yüksek binalar dikip, modern silahlar üretmekle

değil, insanları ‚yaratandan ötürü‛ sevebilmek-

ledir. Herkese hakkını tam olarak verebilmekle-

dir. Peki Batı’mı üstün Doğu mu, yani onlar mı

biz mi? Bu tartışmaya girmek lüzumsuz ve boştur

fakat şunu çok deruni bir vaziyette idrak ve

izhar edebilmek gerekir ki: Batı, bizim yani

şarkın(doğunun) medeniyetini çok iyi anlamış,

tahkik ve tatbik etmiştir, maalesef ki bizim

kökümüzde olan bağlarımız kesilmeye çalışıldı-

ğından bu konuda eksikliklerimiz artmış ve geç-

mişin görkemli sarayını terk edip bugün elimiz-

de bulunan kulübeye mahkum edilmişiz. Bugünün

bakır sokaklarından mazimizin altın sokaklarına

dönme vakti geldi ve geçiyor bile. Garp ricali

(Batı adamı) bizim medeniyetimizi bize satıyor

fakat bundan dahi birçoğumuzun haberi bile yok!

Medeniyet silah gibidir, zalimin elinde olursa

insanları öldürür. İşte bugünkü Batı ekonomik

ve siyaseten üstün bir konumda olduğu için(ki

biz hiçbir zaman bunu kabul edemeyiz, yalnızca

bir varsayım olarak kabul edebiliriz bu üstün-

lüğü) elindeki medeniyet silahlarını! masum ve

mazlum insanlara doğrultmuş vaziyettedirler.

Bugün onlar özellikle İslam’a karşı büyük bir

çifte standart uygulayıp ve namütenahi bir hak-

sızlık ile milyonlarca masum insanı katletme

zavallılığını göstermişlerdir. Tarih bu kara

günleri onlara ebediyyen kara bir leke olarak

hatırlatacaktır. Sebepsiz yere bunca insanı

öldürmek, öz yurdunda parya durumuna düşürmek

zilletin en aşağı halidir. Ve bu insanlara aşık

olan sözde modern insanlara da onlardan daha

çok acımak gerek. Zira mazlumu katledene aşık

olmak izahatı muhal bir durumdur.

Yapılması gereken şey çok basit! Ey Genç Adam!

Ey İslam Gençliği! Özümüz olan İslam’la yeniden

çağlara haykırma vakti gelmiştir. Sizin kuraca-

ğınız medeniyet beşiğinde yeniden Fatih’ler

doğacak ve yeni İslambol’ler sizin attığınız

temelle özgürlüğüne kavuşacaktır.

İnsanlar Susmayınız Leyl ve nehar Allah deyiniz Medeniyet için…

Page 7: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

Aslen Arapgirli bir Türkmen ailesinin, Mustafa

Neşet Efendi ile Fatma Saniye Hanım'ın çocuğu

olarak 1923 yılında İstanbul Göztepe'de doğdu.

Çocukluğu ve gençliği Osmanlı aydınlarının son

örneklerinin yoğun olarak yaşadığı Erenköy ve

Göztepe semtlerinde geçti. Yetişmesinde, Os-

manlıcaya hakimiyetinde, derin ve geniş tarih

bilgisinde, tasavvufla olan içiçeliğinde sa-

natçı ve edebiyatçı kişiliğinde, ailesinin ve

gençlik muhitinin büyük tesiri olmuştur. Hay-

darpaşa Lisesi'ni bitirdikten sonra İstanbul

Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğrenimini

sürdürdü ise de bir kaç dersi kalmasına rağmen

Fakülteden mezun olamadı. Askerlik görevini

Gelibolu'da adliye subayı olarak yaptıktan

sonra, 1950-55 yıllarında İstanbul'da çeşitli

okullarda Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği

yaptı. 1955-63 yıllarında ise, İstanbul'da

Spor ve Sergi Sarayı Müdürlüğü görevinde bu-

lundu. 1959 yılında Dr. Emine Suzan Hanım ile

evlendi; Mehmet Ali ve Veli Selman isimlerinde

iki çocukları oldu. 1963-65 yıllarında, Alman-

ya'da serbest gazeteci olarak bulundu. Bir yıl

kadar Milli Eğitim Bakanlığı Özel kalem Müdürü

olarak çalıştıktan sonra 1966-70 yılları ara-

sında Türkiye Odalar Birliği Basın Müşavirliği

yaptı. Çok sayıda vakıf, dernek ve hayır kuru-

munda istişare

kurulu üyeliği,

yönetim kurulu

üyeliği gibi gö-

revlerde de bulu-

nan Fethi Gemuh-

luoğlu, son ola-

rak kuruluşunu

gerçekleştirdiği

ve sekiz yıl

(1970-1977) emek verdiği Türkpetrol Vakfı'nın

Genel Sekreterliği görevini sürdürürken, 5

Ekim 1977 tarihinde İstanbul'da vefat etti.

Kabri, İstanbul Göztepe'de Sahra-yı Cedid Me-

zarlığındadır.

Yakın tarihimize bir gönül ve hizmet adamı

olarak damgasını vuran Fethi Gemuhluoğlu, çok

partili siyasal hayata geçildikten sonra siya-

si fikir ve hareketlerin Türkiye'nin tarihi

geçmişi ve misyonuna uygun açılımlara yönelme-

sine gayret etti; mesela Kıbrıs ile ilgili

Türkiye'deki ilk siyasi dernek olan Kıbrıs'ı

Koruma Cemiyeti'nin (1950) kurucularından bi-

riydi ve genel sekreterliğini yürütmüştü.

1970'li yıllarda meydana gelen hükümet boşluk-

larında toparlayıcı kimliği ve parti liderleri

nezdindeki saygınlığı ile hükümet oluşumları

üzerinde etkili olan Fethi Gemuhluoğlu, siya-

setin hep içinde olmasına rağmen 'aktif' poli-

tikadan uzak durdu. 1950'li, 1960'lı ve

1970'li yıllarda aydınların yanı sıra siyasi

parti kadrolarıyla da şahsen temasta bulunan

Fethi Gemuhluoğlu, ideolojik söylemlerden sü-

rekli sakınan ve Türkiye'nin tarihi çizgisi

ile birikiminden kaynaklanan bir bakış açısını

gündeme getirdi. Ülkemizin kaynaklarını zen-

ginliğe dönüştürecek geniş ufuklu, erdemli ve

bilgili insanlara ihtiyaç olduğuna inanan ve

hayatını bu insanları ortaya çıkaracak şartla-

rı oluşturmaya adayan Fethi Gemuhluoğlu’nun,

özellikle Türkpetrol Vakfı vasıtasıyla yakın-

dan ilgilendiği yükseköğrenim gençlerine des-

tek olunmasını sağlamakla kalmadı, ayrıca ken-

dilerinde bilgi, zeka ve sanat pırıltısı gör-

düğü yüzlerce genci yetenekleri doğrultusunda

yüreklendirdi. Bir vakıf ve hizmet adamı ola-

rak Fethi Gemuhluoğlu'nun ömrünün sonuna kadar

sürdürdüğü bu çabalar akademik hayatın yanı

sıra günümüz düşünce, sanat ve kültür hayatı

üzerinde de etkili oldu.

Zarif bir İstanbul

Türkçesiyle yazan Fet-

hi Gemuhluoğlu'nun

kendi yazdıkları ile

vefatından sonra hak-

kında yazılanların bir

kısmı, Dostuk Üzerine

(İstanbul,1978) adlı

kitapta toplanmıştır.

Kendi yazılarıyla il-

gili olarak 1958 yılında yapılan bir röportaj-

da şöyle diyordu : ‚Yazılarıma gelince. Bunlar

bütün açıklığıyla meydanda. Günlük ve küçük

oyunların tamamıyla dışında memleket meselele-

ri. Cezayir için yazdık. Tunus için yazdık.

Keşmir ve Mısır için yazdık. Afrika uyanıyor,

dedik. Asya uyanıp silkinecektir diyoruz. Evet

Asya silkinecek ve Rusya'yı sırtından atacak-

tır. Devletler tek başlarına yaşayamıyorlar.

Devletler arasında da birlikler, paktlar, fe-

derasyonlar mevcut. Biz de, İslam'ın beynelmi-

leline ittibaen şark milletlerinin, Müslüman

halkların birlik ve beraberliklerine gitmeli-

Bu, ‘aah! Bugün alnı secdeli üç genç adam geldi… Türkiye’nin istikbalin-den eminim artık… Bu Anadolu tarla-sı, bu bitmeyen Osmanlı hasadı…’

diyen bir ruhun çığlığıdır.

Bir Medeniyet Habercisi :

Fethi Gemuhluoğlu Sadık Yalsızuçanlar

Page 8: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

yiz. Dünyanın her yerindeki istiklâl hareket-

leri bizi sevindirir. Biz Gana devletinin is-

tiklâle kavuşmasını, sadece Altın Sahilleri

halkının müslüman olmaları dolayısıyla alkış-

lamamıştık. Bu küçük gazetede, son Macar ihti-

lali için de kalbî ve samimî hislerimizi dile

getirmeye çalıştığımı hatırlarsınız. İnancı-

mız, ‘İnsanlara hürriyet, milletlere istiklâl’

parolasında ifadesini bulabilir, zannederim.‛

İnsanları birbirine kaynaştırmanın, geçmişi

geleceğe bağlamanın, geleceğe umutla bakmanın,

insana karşılıksız hizmet etmenin en temel yo-

lunun sevgi ve dostluk olduğunu söyleyen ve

hayatında yaşayan Fethi Gemuhluoğlu'nun tarihi

konuşması Dostluk Üzerine (1975, 2001), Dost-

luğa Dair (1988) ve Gerçek Olan Aşktır (2000)

başlıklarıyla kitaplaştırılmıştır.

Birbirinden kopuk çevrelerin ortak bir aşk ve

hizmet zemininde buluşması yönünde yoğun çaba

harcayan Fethi Gemuhluoğlu, toplumu ve insan-

lığı bir bütün olarak ele alıp ayrım gözetme-

den herkese gönülden dostluk duyan ve karşı-

lıksız hizmet eden yaklaşımından kaynaklanan

birleştirici kişiliğiyle, sadece kendi nesli

için değil, sonraki nesiller için de örnek

şahsiyetlerden olmuştur.

Medeniyetimizin Yeniden İnşası

Fethi Gemuhluoğlu’nu bizim için asıl değerli

kılan şeyin, O’ndaki medeniyet perspektifi ve

ideali olduğu tartışılmazdır. Toynbee’nin de

belirttiği üzere, bizim son büyük medeniyeti-

miz, İslam medeniyetinin bir versiyonu olan

Osmanlı medeniyeti, fosilleşmiş, ölmüş, donmuş

değil; durdurulmuş bir medeniyettir. Gemuhlu-

oğlu bunun farkında idi. Dostluk üzerine yap-

tığı konuşmada, yazılarında ve sohbetlerinde

bunu sürekli vur-

gulamış, çabaları

da, medeniyetimi-

zin yeniden inşa-

sı yönünde olmuş-

tur. Bu bağlamda,

onun, sanatın bü-

tün alanlarına

ilgi duyması,

edebiyat, musiki,

mimari, resim,

sinema ve diğer iletişim ortamlarına dönük

kışkırtıcı düşünceleri, yönlendirme ve özen-

dirmeleri hep medeniyetimizin yeniden var kı-

lınması içindir.

Ankara’ya geldiğinde, Özdenören’in arkadaşla-

rına, ‘Rasim’i görürseniz söyleyin, roman yaz-

sın’ deyişi bundandır. Necip Fazıl’ın ifade-

siyle bu ‘fikir sakası’, biliyordu ki, medeni-

yetin zeminini oluşturan bilgelik damarı, ha-

yatın hemen bütün alanlarında kendini dile ge-

tirmedikçe, o muazzam yapı yeniden kurulamaz.

Gemuhluoğlu, sadece belli bir ‘kesim’e seslen-

miyor, medeniyetimizi ve geleneksel bilgeliği-

mizi oluşturan bütün unsurları, yapıları ve

kişileri kuşatıyordu. Bu anlamda Yaşar Ke-

mal’den Asaf Halet Çelebi’ye, Bedri Rahmi Eyü-

boğlu’ndan Genco Erkal’a, Cahit Zarifoğlu’ndan

Nuri Pakdil’e, Neyzen Tevfik’ten Cinuçen Tan-

rıkorur’a, bu toprakların her kıymetine ayrı

bir önem atfediyor, cem düzeyinden sesleniyor,

birliyor, derliyor, toparlıyor, toplumu topye-

kün bir kalkışmanın, bir dirilişin ve yeniden

varoluşun deveranına çekiyordu.

Cem düzeyi, birliği, dirliği, birleştirmeyi,

bir araya getirmeyi; ayrı ayrı, bireysel ve

kişisel seviyede beliren her şeyi toplamayı

öngörür.

Cem, birlik demektir ve bir araya getirir,

toplar. Gemuhluoğlu, baktığı her pencereden

ayrı bir resim gören, renkleri ayrı ayrı fark

edebilen, onların bir araya geldiğinde nasıl

bir ahenk oluşturabileceğini hisseden muazzam

bir bakışa, bir vizyona sahipti.

Geleneksel ve kadim bilgeliğimizin modernleşme

karşısında ne türden bir sorun yaşadığının

farkındaydı. Pörsüyen, eskiyen ve çürüyen yan-

larımızı temizlemenin, o soylu ve bereketli

gövdeyi yeniden aşılamanın derdindeydi. Nerede

kim varsa, hangi değer, nereye, nasıl gizlen-

mişse, hemen onun peşine düşüyor, oluşturduğu

burs havuzuna koşanları sarraf gibi tartıyor,

fark ettiği değeri güçlendirmek, parlatmak,

görünür kılmak, manevi bakımdan beslemek, ül-

keyi ve dünyayı kavrama, soru(n)ları belirleme

ve muhtemel çözüm yollarını araştırma cehdine

koyulma yönünde ölümcül bir çaba ile koşuştu-

ruyordu.

Kısa fakat bereketli ömrüne sığanlara bakıla-

cak olursa, Gemuhluoğlu’nun, bir irfan ve aşk

adamı olarak, ülkesinin ve dünyanın geleceğine

yönelik umutlarının ve

öngörülerinin ne kadar

büyük ve bu büyüklüğün

gerektirdiği çabaların

ise ne denli yorucu ol-

duğu görülecektir.

Gemuhluoğlu, şehirli

insan tipinin yeniden

ortaya çıkması için de

çok çaba sarfetmiştir.

Bir ülkeyi çekip çevi-

renlerin, kültürel ve siyasal seçkinler oldu-

ğunu biliyordu. Bu seçkinlerin yetişmesi için

aşk ve şevkle çalıştı.

Sadakaların en büyüğü, insanın bizatihi kendi-

ni tasadduk etmesidir.

Gemuhluoğlu, kendini adamış bir kahramandı.

Nuri Pakdil’in Bağlanma’sında bu, içerden bir

dille, adım adım anlatılmıştır.

Kendisiyle temas kuran, kendisinin doğrudan

veya dolaylı temas kurduğu her seçkinde Gemuh-

luoğlu’nun aziz bir hatırası, bir izi, bir

katkısı ve hakkı vardır.

İnsanları güzelliğe, iyiliğe ve gerçekliğe yö-

nelten bir uyarısı vardır.

Gemuhluoğlu’nun, bir irfan ve aşk adamı olarak, ülkesinin ve dünyanın geleceğine yönelik umutlarının ve öngörülerinin ne kadar büyük ve bu büyüklüğün gerektirdiği çabaların

ise ne denli yorucu olduğu görülecektir.

Page 9: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

O, kelimenin tam anlamıyla bir hakikat nidacı-

sı, bir gerçeklik uyarıcısıdır.

Bu ayrı ayrı ve kesintisiz çabaları, medeniye-

timizin yeniden canlanması ve inşası amacına

yöneliktir.

Modernleşme süreçlerinin ürettiği soru(n)lara

cevap verebilme iktidarına sahip seçkinler ma-

rifetiyle bu inşanın gerçekleşeceğini çok iyi

biliyordu.

Oğuz Atay’ın ‘kapıkulu’ diye nitelediği, Sabri

Ülgener, İdris Küçükömer, Mümtaz Turhan ve

Erol Güngör gibi sosyal bilimcilerin zihniyet

bağlamında eleştirdiği devşirme elitlerin ‘bu

ülke’yi, modernleşme sürecinde ne türden bir

uçuruma sürüklemiş olduklarını görmüştü. Ko-

nuşmasında böylesi seçkinleri çözümlerken şöy-

le diyordu : ‚(…)Bu Osmanoğlu’na çok ihanet

edilmiş. Âl-i Osman yerine Âl-i Midhat kurmak

istemişler. Niye Al-i Midhat olma-sın? demiş.

Âl-i Midhat olsun, diyen Rumelihisarı’ndan bir

misyonun, hem de bir Bektaşi tekkesi top-

rağından, ama Türklerin girdiği yerden şehre

gir-mesini istemiş, bayrağa haç koymuş. (…)

Büyük Reşit Paşa’dan, Âl-i Mithat’ı yap-mak

isteyen Mithat Paşa’dan Karbonari cemiyetleri-

nin ilk nizamnamelerini tercüme eden Ziya Pa-

şa’dan, oğlu Ali Ethem beyi sünnet ettirirken

Cennetmekân Abdülhamid Hân’dan, Hân-ı

Mahlû’dan atıyye tale-binde bulunan, hürriyet

kahramanı zannedilen, hâlâ mekteblerin, Edebi-

yat Fakülteleri’nin hocaları bura-da, Edebiyat

Fakülteleri’nin resmî devlet şairi olan Namık

Kemal ve Fikret’i şimdi anlatmak isterim size,

Fikret’ten Bülent Ecevit’e kadar olan zevatı,

vezât-ı kiram demiyorum, zevatı, zevât-ı

menhûse de demi-yorum, süfli yoktur, onlar da

küfür vazi-

felerini yap

-mışlardır,

bilemezseniz

tarihe de

dost olamaz-

sınız. Ali

Suavi kendi-

sine, yanı-

na, koynuna

verilen ka-

dın-la birlikte ajandır. Prens Sebahattin Er-

meni komita-cıları ile Paris toplantıları ya-

pan, prens olmayan ama bir prensesin çocuğu

olan, bir sultanın çocuğu olan, yani eski Türk

ahlâkına göre, töresine göre yabgu ancak olan

ama kendisini prens olarak takdim eden Prens

Sebahattin’in yani siyans sosyali getir-mek

isteyen Prens Sebahattin’in de Katolik kilise-

si-nin ajanı olduğuna ait vesikalar vardır.

Katolik Kilisesi’nden maaş almıştır. Eski Jön

Türklerle bugünkü yeni Jön Türklerin arasında

ihanet bakımından çok büyük bir fark olduğunu

zannetmiyorum. Tarihe dost olunamadığı için,

tarihe dost olamadığımız için, tarihe dost

olacak kadar ciddî bir ilim ile ilimlenmediği-

miz için, talib olmadığımız için ilme ve irfa-

na, ta-rihe de tarih fikrine de dost değiliz.

(…)‛ Bu ağır eleştiri, Osmanlı’nın nasıl

‘durdurulduğu’na ilişkin bir belirlemeden son-

ra gelir.

Gemuhluoğlu, Osmanlı’ya, kutsal ödevin Allah

tarafından verilmiş olduğunu, bu görevin ancak

O’nun tarafından kaldırabileceğini söyler. Bu-

na ilişkin bir belirtinin de olmadığını ekler.

Osmanlı medeniyeti nasıl gerek kendi iç şart-

ları, gerekse iç şartları ile dünya şartları

arasındaki uyumsuzluklar sonucu yavaşlamış ve

durmuşsa, aynı şekilde yepyeni bir ruh hamle-

siyle yeniden hareketlenecektir.

Bunu sağlayacak olanlar ise, Gemuhluoğlu’nun,

özü mayalansın diye çaba gösterdiği ve ‘yol

evladı’ olarak nitelediği ‘yeni aydın’lardır.

O’nun tarifi ile bu yeni seçkinler ancak Ana-

dolu’yu yüzyıllardır mayalamakta olan ve Kamil

İnsan’ın gönlünden gelen ‘kelam’dır.

Fethi Gemuhluoğlu, ‚ (…) İnsanlar hâl-i cima-

dan doğmu-yorlar. İnsanları gönül döllüyor,

gönül çocukları onun için ayrı oluyor. Ve gö-

nül çocuklarının çoğu onun için ‚yol evlâdı‛

oluyor, ‚bel evlâdı‛ olmuyor. Ta-savvufta ‚yol

oğlu‛ olmak, ‚bel oğlu‛ olmaktan ‚yol evlâdı‛

olmak, ‚bel evlâdı‛ olmaktan onun için mukad-

demdir. (…)‛ derken, bize, Anadolu’da kelam

içinde mayalanan gönül erlerini kasteder.

Merkezde yetkin insanın olduğu, onun pek çok

niteliğinin filizlendiği diğer erenlerle bir-

likte bir ‘gönül erleri medeniyeti’ni ima

eder.

Yola girmek, yolda olmak ve yolun esaslarıyla

donanmış bir halde bulunmak, özü itibariyle,

ilhamını ‘cümle var-

lığın birliği ve

kardeşliği’ ilkesin-

den alır. Bu kozmik

birlik ilkesi, ‘yol

evladı’ olmayı öngö-

rür. ‘Cümle varlık-

tan geçen ve yoklu-

ğa, hiçliğe kanat

açan’ bu yolcuların

okuması, öğrenmesi,

donanması için takatinin üstünde bir gayretle

koşuşturmuştur Gemuhluoğlu.

Onlar, yeni medeniyetimizin inşasını omuzlaya-

cak olanlardır.

Zamanın Sahibi’nin yağmura benzeyen hizmetçi-

leridir.

Lale Müldür’ün deyişiyle, ‘toprağa düşünce mı-

sır, denize düşünce inci olan’lardır.

Medeniyeti oluşturan unsurların her birinde,

edebiyatta, müzikte, sinemada, resimde, ebru-

da, tezhipte, mimaride, tekniğe ilişkin alan-

larda, bilgelikle beslenerek varlık gösterecek

olan öncülerdir.

Gemuhluoğlu, böylesi bir kuşağın gürbüzleşme-

Umulur ki, durdurulmuş olan medeniyetimizin hareketlenmekte olduğu

bugünlerin seçkinleri, üzerlerindeki hak-kı hatırlasın, O’nu, ahde vefanın

gereğinden olmak üzere sevgiyle ansın, sorumluluklarını ve yükümlülüklerini

bir an bile unutmasın.

Page 10: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

sinin peşinde idi. Bunu dava edinmiş, bu yolda

toprak olmuş, o yeteneklere adeta saksılık et-

meyi onur bilmişti.

Bir Bilge’nin dediği gibi, ‘imanın elmas tacı

alnında, imanla sultan olmuş’ insanların orta-

ya çıkmasını dert edinmişti.

Doğu-Batı sorunsa-

lını, modernleşme

dönemi algısının

dışında farklı bir

bağlama çekmişti.

Doğu’lu insanın önemli bir niteliğini anarken

söylediği, ‘Doğu insanı yerinmez ve sevinmez,

çünkü dünyada sevinilecek ve yerinilecek bir

şey yoktur’ deyişi bundandır.

Bu, ‘kabz ve bast’ halinin ötesinde bir düzey-

dir ki, bu algı seviyesindeki insan, kozmik

birlik ilkesine bağlıdır. Yerinmenin ve sevin-

menin ötesindeki hal, sadece Allah’a özgüdür.

Nitekim Ahmed Amiş Efendi Hazretleri bir gün

bunu söyleyince, bir dervişi, ‘aman efendim bu

Uluhiyet mertebesidir’ demiş ve şu cevabı al-

mıştı : ‘Tabii ki…’

Görünen gerçekliği de kuşatan, bütün aşkınlık-

ları aşan bir Hakikat… Fethi Gemuhluoğlu, böy-

lesi bir algı düzeyinden, son derece kuşatıcı

bir yerden bakıyordu. Bu, başka bir ifadeyle,

‘Anadolu’yu mayalayan kelam’dır. Gemuhluoğ-

lu’nu cihanşümul kılan budur.

O dölleyen ve mayalayan kelama bağlılıktır,

onun içinde olmak, mayalanmak ve mayalamak…

Kutsal gelenekle bağları örselenmiş kuşakları

yeniden o muazzam dünya ile buluşturmak…

Medeniyetin yeniden inşası, öncelikle gayr-ı

ahlaki hale gelmiş olan zeminin arındırılması

ile mümkün olabilecektir.

Dostluk Üzerine’de beni en çok etkileyen tas-

vir, Yaşar Kemal’e ilişkin olanıdır. Şöyle

der : ‚Tabiî insan fikre dost olunca tarihe,

coğrafyaya, or-mana da dost olur, ağaca da

dost olur. Orman Fa-kültesi talebelerinin

önünde Yaşar Kemal yürüyor, görüyorsunuz. Ve

Orman Fakültesi talebeleri yürü-yorlar bu

stepte! Bu bozkır Anadolu’da. Peygamber-i Ek-

ber bir hadis-i nebevilerinde fem-i saadetle-

rin-den buyuruyorlar ki ‚Kıyamet alâmetleri

belirse, kı-yamet ân

meselesi haline gelse

elinizde bir ağaç

fidanı varsa önce onu

dikiniz ve sonra kı-

yamete ha-

zırlanınız!‛ Orman,

orman için, ormana destan düz-mek için, ormana

övgü için, ormanı kutsallaştırmak için, ağacı

kutsallaştırmak için, ağacı Orman Fakül-

telerinin üstünde, Orman Fakültelerinin este-

tiğini vermek için, Orman Fakültelerine cezbe

vermek için, bu memleketin insanına yeni bir

şevk, yeni bir koşu, yeni bir emanet, yeni bir

bayrak koşusu vermek için bu hadis-i nebevîden

hareket etmek kâfidir.‛

Türk kültürünün aşırı biçimde politize olduğu

özellikle, bindokuzyüzaltmışlı yıllardan iti-

baren siyasette bir tür kireçleşmeye yol açan

sağ-sol kutuplaşmasına dayalı yapıyı parçala-

yan bir yaklaşımdır bu. Yaşar Kemal’i böylesi

bir resmin içinden okumak

Gemuhluoğlu gibi, Halveti

gelenekten gelen bir yüce

gönüllüye özgü olabilir.

Bu, aynı zamanda, insanın

doğayla ilişkisinin ahlaki boyutunu da temel-

lendirmektedir.

Sağ-sol ekseninin yerini merkez-çevre eksenine

terk ettiği doksanlı yıllarda, idrakimize giy-

dirilen deli gömleklerinden kurtulmaya başla-

dık. Bu süreci yıllar önce görebilen bir viz-

yoner olarak Gemuhluoğlu, bu toprakların asli

değerlerini keşfetme yeteneğine sahipti. Bu

keşfin bize bıraktığı en değerli miras, meta

hikayemizin aynı olduğuna ilişkin son yıllarda

giderek daha çok yaygınlaşan düşüncedir. Yüz-

yıllar önce kelamla mayalanmış olan bu toprak-

larda uç veren her değerin, bu büyük hikaye

içinde ayrı bir önemi vardır.

Doğayı oluşturan bütün varlıklar, yetkin insa-

nın parçalarıdır. İnsanın ötekiyle ünsiyeti ve

dostluğu, ancak böylesi bir muhabbet ve merha-

met içinden gerçekleşebilir.

Tarihsel coğrafyamıza, hafızamızı oluşturan

iklimlere böylesi bir perspektiften baktığı-

mızda ne görürüz : ‚Size, coğrafyaya da dost

olamadığımız için Anadolu beylerbeyliğini de

artık çok gö-rüyorlar. Hânedân-ı Âl-i Osman’ın

mülkünü partici-lik yaparak 1912’den 1920’ye

kadar bitirdiniz. Eski-den valiyi gönderdiği-

niz yerlere şimdi sefir-i kebîr gönderiyorsu-

nuz. Son Bağdat valilerinden Süleyman Nafiz

Bey, Vâlâ Nureddin Bey’in babası son Bey-rut

valilerinden Nureddin Bey, bıraktığımız Bey-

rut’u görüyorsunuz! Bıraktığımız Lübnan ı gö-

rüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye’yi görüyorsu-

nuz. Bıraktığımız Irak’ı görüyorsunuz. Bırak-

tığımız Suriye meydan-da: Fitnenin evveli Şam,

âhırı Şam, görüyorsunuz! Se-fir gönderiyorsu-

nuz, utanmıyorsunuz. Çünkü kendi-nize de dost-

luğunuz yok!‛

Bu, daima ‘büyük rüya gö-

ren’ bir insanın bakışı-

dır.

Bu, ‘aah! Bugün alnı sec-

deli üç genç adam geldi…

Türkiye’nin istikbalinden

eminim artık… Bu Anadolu tarlası, bu bitmeyen

Osmanlı hasadı…’ diyen bir ruhun çığlığıdır.

Bu, yanında Nuri Pakdil, Hacı Bayram’a doğru

yürürken, o ‘direnç yüklü sesiyle,

‘Ortadoğu’ya doğru yürüyoruz, değil mi?’ diyen

bir kalbin yüküdür.

Bu, ‘akıl, sofrada yemek yerken üzerinize ye-

mek dökmemek içindir, maneviyatta teslimiyet

Sadakaların en büyüğü, insanın bizatihi

kendini tasadduk etmesidir.

Medeniyet, büyük rüya görenlerce kurulabilir.

Page 11: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

esastır’ diyen bir bilgeliğin zenginliğidir.

Bugün, bu topraklarda yaşayan bizler, o ‘büyük

rüya’ya yeniden kavuşuyoruz.

Gemuhluoğlu’nun zihin haritamızda yaptığı dev-

rimin farkına tekrar varıyoruz.

Medeniyetimizin yeniden inşası sürecinde son

derece kritik bir süreçten geçiyoruz.

Bu süreçte, Fethi Gemuhluoğlu’nun ‘fethedici’,

kapıları açıcı vizyonuna daha çok ihtiyacımız

var.

Bilindiği üzre, Efendimiz, Başak Burcunun,

ikindi vaktinin, vaktin sonunun sahibidir, la-

kin cevamiü’l-kelim olarak, bütün kutsal öğre-

tilerin anası, kaynağı, başla sonu bitiştiren,

cem makamında bir kişiliktir. O’nunla birlikte

vahiy sona ermiş, vahyin gölgesinde, saf ve

katışıksız ilham dışında ilke koyucu emir dev-

ri kapanmıştır. Fakat, O’nun Hakikati devam

etmektedir. İslam’da, deyim yerindeyse ‘kutsal

metin sorunu’ yoktur; so-

run, metnin nasıl anlaşı-

lacağıdır. Tam da burada,

kutsal kitap ile aramız-

daki anlama sorununu gi-

derecek yorumculara, tec-

dit edici, bir tür yapı-

sökümcülere ihtiyaç var-

dır. İşte, Efendimiz’in

kamil varisi olan bilge-

ler, böylesi bir ödev

yüklenir, Hakikat’le ara-

mızdaki engelleri ortadan

kaldırırlar. Gemuhluoğlu,

içinden geldiği irfani

geleneğin büyük bilgeleri

gibi, Hakikatle aramızda-

ki perdeleri saydamlaştı-

ran bir nidacıdır. Yesi

geleneğinin ‘halka hizmet Hakka hizmet’ ilke-

si, O’nda kusursuz biçimde işlemiştir. Burada-

ki ‘halk’, genel anlamıyla, bütün insanlık

alemi olarak da okunabilir, insanlığı temsil

eden kamil insan olarak da.

Gemuhluoğlu, Hz. Pir’in ifade ettikleri üzre,

bir ayağı Hakikat’e bağlı, diğer ayağıyla bü-

tün alemleri dolaşan bir sırrın, modern zaman-

lardaki en göz kamaştırıcı tecellilerindendir.

‘Al eline bir değnek/tırman dağlara şöyle/

şehir farksız olsun tek/mukavvadan bir köyle

Uzasan göğe ersen/cücesin şehirde sen/bir dev

olmak istersen/dağlarda şarkı söyle’

Dağlarda şarkı söyleyen bir aziz olarak Fethi

Gemuhluoğlu, bize, yıllar önce, modernlikle

nasıl baş edebileceğimizin yollarını göster-

mişti.

Bize bazı dostluk hikâyeleri anlatmıştı:

‘Size bazı dostluk, remzî de olsa bazı dostluk

hikâyeleri anlatmak isterim. Bu hikâyeler

hakîkatin ta kendisidir. Dost ol kişidir ki,

Yâr-ı Gâr'dır. Kucağında mübarek bir emanet

vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif

parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamış-

tır. Kucağındaki mübarek emanet, uyumayan uya-

nıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebû

Bekir'i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını,

taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü

ile orayı tıkayandır.’

Bu hikâye, bizim meta-hikâyemizden alınmadır.

Her şeyin gönülde olup bitmesi, aşktır. Aşk

ise, bütün bağları yıkarak kendi bağlarını ku-

rar.

Modernleşmenin çıkmaz sokaklarında yolunu yi-

tirenler için aşk, Bediüzzaman'ın ifadesiyle,

'ne kazandığına sevinmek, ne de kaybettiğine

üzülmek'tir.

Bu Gemuhluoğlu'nda şöyle dile gelir: 'Batı

adamının bunalımı çok tabîidir; muallâktadır.

Bizim hüznümüz Allah'adır. Biz durup dururken,

kendi kendimize, kendi nefsânî oyunlarımız

için, şehevâtımız için

mahzûn olmayız.'

Mutlak teklik makamı.

Sadece O'nun rızasının

gözetildiği, gayrının

anlamının kalmadığı bir

hal. Bu, ihlasın da te-

mel ilkesini kurar. İh-

las, 'de ki Allah tek-

tir'le başlar. Allah, bu

âlemlerde bir'dir, te-

cellinin olmadığı öte

âlemlerde tek'tir. Al-

lah'ın mutlak tekliğini,

İmam Ali efendimizden

nakledilen bir haber de

ifadelendirir:

'Başlangıçta Allah var-

dı, O'nunla birlikte bir

şey yoktu...' Böyle olunca, dağlardaki ateş,

ocakları söndüren bir yangın olmaktan çıkar.

Bu yangını söndürmenin biricik yolu da budur.

Fethi Gemuhluoğlu, medeniyetimizi yeniden ku-

racak olan bu yeni seçkinlere, o tarihsel ko-

nuşmasında önemli bir uyarıda bulunmuştu :

‘Maktul olun, katil olmayın…’

Şöyle diyordu : ‘Beyefendiler, kan dökücü ol-

mayın. Maktul olun, katil olmayın. Mazlum

olun, zâlim olmayın. Bize kassâb olmak, sayyâd

(avcı) olmak, dellâk ve dellâl olmak yakışmaz.

Dellâklar vücudumuzdaki kiri önümüze koyorlar,

Allah’ın Settaru’l-uyûb (ayıpları, kusurları

örtücü) vasfını rencide eder-ler. Dellâllar

iki kişinin mabeyninde (arasında) bir kişiyi

iltizâm (tercih etmek, seçmek) etmek durumunda

kalırlar. Tellâl olmayın, dellâl ol-mayın,

dellâk olmayın, kassâb olmayın, sayyâd-ı bî-

insaf (insafsız, merhametsiz avcı) olmayın.

Bazı mesleklerin de, mesleklere sülük da, on-

lara düşmanlık ilân edilmemiş, cemiyette on-

ların da bir fonksiyonu var, cemiyet onları da

bu edebin dışında olanlara bırakmış yahut bunu

Bizim yeniden kurulmakta olan medeniyetimizin temeli birlik

ilkesindedir. Bu ilkenin kaynağı ise aşktır.

Gemuhluoğlu’nun, Türk Petrol Vakfı’na burs almaya

gelenlere ‘hiç aşık oldun mu?’ diye sorması bundandır. Kalbinde aşkı tatmamış, aşık olmamış bir insanın insanlığa

hayrı dokunacak bir ruh zenginliğine ermesini mümkün

görmez.

Page 12: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

bilme-yenlere bırakmış. Buradaki cehl, cehl do-

layısıyla, makamı af’tadır. Cehl bir nevi sebeb

-i aftır. Seyr-i sülûkda cehl makâm-ı mazaret

değildir. O orada mazaret olarak beyan edile-

mez. Bir mazaret sebebi değildir. Bir mecburi-

yet sebebi değildir. Öyleyse bazı mesleklere

sülük edemezsiniz, bazı meslekler de dost mes-

lekler değildir.’

Bu öğüt de kaynağını, demincek sözünü ettiğim

cihanşümul birlik ilkesinden, cümle varlığın

birliği ve kardeşliği ilkesinden alır.

Yetkin insanın kim olduğuna ilişkin sorunun ce-

vabını, bize, modern zamanlarda en güzel biçim-

de verenlerin başında Kenan Rıfai gelir. Kendi-

sine bilgelik nedir diye sorulduğunda şöyle de-

miştir : ‘İncinmemek ve incitmemektir.’ İncit-

memek belki biraz daha kolaydır ama incinmemek

oldukça zordur. Yetkin insan ne inciten ne in-

cinendir. Çünkü o, varlığın, varoluşun yeryü-

zünde en seçkin temsilcisidir. Dünyada adalet

ve merhameti koruma isteği onda kemalini bulur.

Dünyanın hakikatini o yansıtır ve korur. Yetkin

insana dünyanın sütunu, direği denmesi bundan-

dır. O, arzı tutan dağlara benzer. Bu anlamda,

bilgeler, dünyayı ve içinde yaşayanların huku-

kunu korumakla yükümlüdür. Yeryüzünün her karı-

şında adalet gerçekleşmedikçe onların ödevi

bitmez.

Peki bunu nasıl gerçekleştirirler?

Sezai Karakoç, yetkin insanı tanımlarken,

‘Allah’a teslim olan, eşyayı teslim alır’ der.

Demek ki işin sırrı, teslimiyettedir.

Zaten İslam, teslim olmak, selim kalbe sahip

olmak değil midir? Selam, O’nun sonsuz ve mut-

lak isimlerinden değil midir? Selam, barış,

esenlik ve huzur değil midir?

İslam, insan ile Allah arasında bir vuslattır.

İnsan, insan olarak, yani yaratılmış ve kul

olarak… Allah, Allah olarak, yaratan ve Kendi-

sine kulluk edilen olarak… Bu vuslatın göz ka-

maştırıcı güzellikleri hep adalet ve merhametle

gerçekleşir.

Gemuhluoğlu, medeniyetimizin bu sütun üzerinden

yükseldiğini, yükseleceğini en iyi bilenlerden-

dir. Bu yüzden, kasap olmayın, katil olmayın,

maktul olun ama katil olmayın, avcı olmayın,

insansıf ve merhametsiz olmayın der.

Şairin dediği gibi, ‘kalbinde merhamet adlı bir

çınar vardır’ ve bu çınar, bizim Osmanlı mede-

niyetimizin de, şehirlerin de kalbinde, toplum-

sal yaşamın merkezi olan camilerimizin avlusun-

da, caddelerde, sokaklarda, kervansarayların

önünde yüzyıllardır yükselmektedir.

Evet, merhamet gerçekten de bir çınardır. Kök-

leri toprağın derinliklerine doğru yayılmakta,

inmekte, dalları göğe doğru yükselmektedir.

Yerle göğü birleştiren bu muazzez ağaç merha-

mettir.

Merhamet, imanın nurdan çiçeğidir. Medeniyet

tasavvuru, iman esasından beslenir. Gemuhluoğ-

lu, Vehbi Vakkasoğlu’nun kendisini bir ziyare-

tinde, yüzyılın büyük bilgesi Bediüzzaman

için, ‘bana, ömür boyu iman etmiş olan Adam’ın

kitaplarını getir’ der. Risale-i Nur’un, Sezai

Karakoç’un deyişiyle, ‘Anadolu’da yeni bir ruh

mayalanması meydana getirdiğinin’ farkındadır.

Ve işin aslının iman olduğunu bilmektedir.

Şevk kavramı, Gemuhluoğlu’nun sözlüğünde gele-

neksel bilgeliğe uygun biçimde yerini almıştır.

‘Günahlarınız bile şevk içinde olsun’ derken,

günaha değil, şevke vurgu yapar. Hayalleriniz,

düşleriniz büyük olsun. Büyük rüyalar görün.

Osmanlı bir rüyanın eseridir. Medeniyet insan-

lığın büyük rüyasıdır.

Şevk, başarıyı kendinden bilmemektir.

Bilgeler şöyle der : ‘Muhabbet, kuşun uçması-

dır. Aşk, kanadı kırılırcasına uçmasıdır. Şevk

ise, kuşun kanadı kırıldıktan sonra da uçmaya

devam etmesidir… Çünkü kanadı kırılan kuş bilir

ki, menzile varması, kendinden değildir.’

Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir

millettir… Bu, bizim modern zamanlarda yitirdi-

ğimiz o büyük amacı ima eder.

Büyük rüya görmek, bizim küçük himmetimizi de

aşan ve kuşatan bir sırrın sevdalısı olmaktır.

Şevk, yerinmenin ve sevinmenin ötesine taşın-

maktır.

Medeniyet, büyük rüya görenlerce kurulabilir.

Bizim, modern zamanlarda yitirdiğimiz de budur.

Gemuhluoğlu, bu büyük sırrın peşindeydi. Bizi,

insanlığımızın yüksek hakikatine yakışır bir

konuma taşımanın derdindeydi. Yitirdiğimiz ama-

cı, o büyük rüyayı anlatıyordu.

Bunu ise, ‘ezel-ebed’ fikriyle ilham ediyordu :

‘Bir yerde diyeceğim ki ölüme de dost olunuz!

Âhiret dünyada başladığına göre, dünya ve âhi-

ret tefriki bizim izafî değerlerimiz olduğuna

göre, biz onu, dünya ve âhireti kendimiz tefrik

ettiğimize gö-re, haddi zâtında kendisi bir ol-

duğuna göre, bir’de bir olduğuna göre, ölüm ve

yaşama diye iki ayrı şey olmadığına göre, ezel

ve ebed beraberliği, tevhidi ol-duğuna göre, o

zaman nasıl kendimize dost olmak mecburiyetinde

isek ölüme de dost olmak mecburiyetindeyiz.’

Ezel ve ebedin bir olduğunu insan ancak, cem

düzeyinde, mutlak birlik düşüncesinde idrak

edebilir.

Bizim yeniden kurulmakta olan medeniyetimizin

temeli birlik ilkesindedir. Bu ilkenin kaynağı

ise aşktır. Gemuhluoğlu’nun, Türk Petrol Vak-

fı’na burs almaya gelenlere ‘hiç aşık oldun

mu?’ diye sorması bundandır. Kalbinde aşkı tat-

mamış, aşık olmamış bir insanın insanlığa hayrı

dokunacak bir ruh zenginliğine ermesini mümkün

görmez.

‘Hiç aşık oldunuz mu? Bir dağ başında, bir

ağaçla başbaşa kalsam, o ağaca aşık olurdum’

diyen bir gönül eridir O. İyi bilir ki, ‘aşk

gelicek cümle noksanlıklar tamam olur…’

İlim, irfan ve aşk… Efendimiz’in Hakikat’i bu

üç sırdan oluşmaktadır. İnsan, insanlığını bu

üç sırrın kemaliyle bulur. Medeniyet bu üç sü-

Page 13: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

tun üzerinde yükselir. İlim, insanın insanlığı-

nı bilmesine ve kendine yaraşır biçimde yaşama-

sına yol açacak imkanları hazırlar. İrfan, Al-

lah’ın sonsuz ve mutlak hakikatinin tadılması-

dır. Aşk ise, benliğin terki, kişisel sınırla-

rın aşılması, parçanın bütüne kavuşmasıdır. Bu,

damlanın denize düşmesi ve o büyük sırda yitip

gitmesidir. Büyük bilge Harakani şöyle der :

‘Derviş, yuvasından yavrularına yiyecek bulma

umuduyla ayrılan, yiyecek bulamayan, yolunu yi-

tiren ve bir daha yuvasına dönemeyen kuşa ben-

zer…’ Bu, varlık ve benlik iddiasının terkidir.

Böylesi bir varoluş sırrı gerçekleşmedikçe dur-

durulmuş bir medeniyetin yeniden ihyası mümkün

olmaz. Bir buz parçası hükmünde olan benliğimi-

zi, hakikatin Kevser havuzuna atıp eritmedikçe,

dünya insanlık için bir esenlik yurdu haline

gelemez. Teslim olmak, çabamızı himmete katmak,

ilme, irfana ve aşka talip olmak... sır burada-

dır. Gemuhluoğlu’nun öğüdü ise : ‘Her şeyi O

bilir ve O takdir eder, biz makam-ı hayrette-

yiz, ancak teslim oluruz’dur.

Fethi Gemuhluoğlu, bu toprakların binlerce yıl-

lık meta hikayesinin modern zamanlarda maruz

kaldığı değişimin dinamiklerini bildiğinden, bu

dönüşümün çekim kutbunu tersine çevirebilecek

kadroların yetişmesi yönünde ciddi gayretlerde

bulunuyordu. Aydın Bolak’ın katkısıyla oluştu-

rulan Türk Petrol Vakfı’nın burs imkanlarını bu

yönde kullanması, lisans, yüksek lisans ve dok-

tora öğrencilerine, ‘sizin hizmetinizdeyim’ bi-

çiminde seslenmesi, onları akademik çalışmalara

özendirmesi bu amaca hizmet ediyordu.

Diğer yandan ülkenin siyasal ve toplumsal yaşa-

mıyla da doğrudan ilgiliydi.

1968 yılında Başbakan Demirel’e, bir Kürt Ens-

titüsü’nün oluşturulması yönünde rapor sunması

bu bağlamda son derece önemlidir. Bugün Kürt

sorununun evrildiği noktada, kırkbir yıl önce

yaptığı uyarının ne denli yerinde olduğu apaçık

ortadadır.

Gemuhluoğlu, siyasal, kültürel ve ekonomik seç-

kinlerle ilişkilerinde onları ülke hayrına iş-

lere yöneltmesiyle de dikkatleri çeker.

Kuşkusuz bütün bu çabaların ardında Halveti

bilgeliğinin zengin birikimi yatmaktadır.

Hakikatin bizim coğrafyamızdaki en zengin dama-

rı olan bu gelenek, Niyazi Mısri gibi parlak

yıldızların ışıl ışıl gezindiği bir irfan sof-

rasıdır. Geleneğin yüzyılımızdaki büyük bilgesi

Hoca Ahmed Tahir Memiş Efendi hazretleri’nin

beyanıyla, ‘aşk gönlü istila edince nefis

ölür.’ Nefsin ölmesi, ruhun dirilişidir. İklime

can veren, ruhtur. Gerçek kurban, nefsini Hak

için ifna etmek, kurban etmektir. Kurban, kurb

kökünden gelir, yakınlık ifade eder. İlahi Mer-

kez’e, insan benlik iddiasından vazgeçerek ya-

kınlaşabilir.

Gemuhluoğlu’nun feyiz aldığı Mustafa Özeren

Efendi Hazretleri, son Fatih sertürbedarı Büyük

Aziz Ahmed Amiş Efendi ve Kuşadalı İbrahim

Efendi Hazretlerinin kılavuzluk ettiği Halveti-

liğin Şabaniyye kolunun parlak yıldızlarından-

dır. Gemuhluoğlu’nu hazırlayan manevi şartları,

bu gürbüz gelenek beslemiştir. Adını andığımız

zatlar, kendi dönemlerinin manevi çekim merke-

zidirler.

İrfan, Ahmed Memiş Efendi Hazretlerinin buyur-

duğu üzre, ‘göğüsten göğse geçen’ bir sırdır.

Mürşidin gönlünden, kendisine yakınlaştırılan

dervişinin gönlüne düşen sır… O, tıpkı manevi

bir döllenme gibi, dervişin kalbinde bir gönül

çocuğu doğurur. Onun gıdası muhabbettir. O ço-

cuk sevgiyle büyür ve bütün bedeni kuşatır, bir

gün gelir derviş de aradan çıkar, sadece o ka-

lır.

İşte o gönüldeki çocuktur ki, çocukluğun büyük-

lüğünü bir ömür boyunca korumayı nasib eder.

Eşyaya o gözle baktırır. Adalet, merhamet, dik-

kat, teyakkuz, hayra teşvik ve zulme başkaldı-

rıyı sağlar.

Gemuhluoğlu, büyük bir manevi kılavuzun imbi-

ğinden geçmiş, O’ndan, Allah’a, Resul’üne ve

ehl-i beytine muhabbeti öğrenmişti. İmanında

sabit, ahdinde kaim olmanın değerini kavramış-

tı. Hasbi ve fahri olarak halka hizmet ilkesini

almıştı. Cömertliğin Peygamber sırrı olduğunu

fark ederek insanlara sürekli yardım elini

uzatmıştı. En önemlisi, toprak gibi mütevazi

olmanın ölçülemez kıymetinin tadına varmıştı.

Bu büyük bilgeden öğreniyoruz :

‚Beni Kureyş’ten biri, bir defasında Evlad-ı

Resul’den birisi zulüm ve itisafa maruz kalınca

Kayı aşiretine sığındı. Zamanın geçmesiyle on-

lara baş oldu. Fakat kendileri bilmez…‛

Yine öğreniyoruz ki : ‚dahilde muhtar, hariçte

müttehid, hükumat-ı müttehide-i İslamiyye ta-

hakkuk edecektir…‛

Mustafa Özeren Efendi hazretlerinin bize bırak-

tığı mirasın en güzel örneklerinin başında Fet-

hi Gemuhluoğlu gelir.

O’nun, bugünün Türkiye’sinin manevi, toplumsal

ve siyasal hayatının yeni aktörlerinin yetişme-

sinde büyük emeği vardır.

Medeniyetimizin yeniden inşası için sözü ve ça-

bası olan herkes bunun canlı tanığıdır.

Gemuhluoğlu gibi dervişler, vizyoner bakışları

ile, geleceğin nasıl bir fotoğraf sunduğunu gö-

rürler.

O’nun, yetmişli yılların ilk yarısında bize

verdiği bugüne ilişkin müjdeler birer birer

gerçekleşiyor.

Umulur ki, durdurulmuş olan medeniyetimizin ha-

reketlenmekte olduğu bugünlerin seçkinleri,

üzerlerindeki hakkı hatırlasın, O’nu, ahde ve-

fanın gereğinden olmak üzere sevgiyle ansın,

sorumluluklarını ve yükümlülüklerini bir an bi-

le unutmasın.

Kuşkusuz gelecek kuşaklar Gemuhluoğlu’nu ve

O’nun manevi kişiliğinde katkısı olan bilgeleri

daha çok anacaklardır.

Page 14: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

Sezai Karakoç’un Düşünce İzleğinde Medeniyet Tasavvuru

Yusuf Bilâl Aydeniz

Medeniyet, genel anlamda dünya görüşü demek-tir. Bu dünya görüşü içerisinde yer, zaman, mekân, dil, kültür, gelenek, örf, bilim ve din gibi öğeler birbiriyle iç içe geçmiş; bir bü-tünü tamamlayan parçalar olmuşlardır. İnsanlı-ğın var oluşundan günümüze kadar bu saydığımız öğeler, önemini korumuş; zaman zaman insanları birleştiren, zaman zaman ise insanları ayrış-tıran bir konumda karşımıza çıkmıştır.

Medeniyet kavramını farklı zamanlarda, birçok yazar ve düşünür farklı şekillerde ele almış-lardır. Kimi düşünürler tekil medeniyeti, kimi düşünürler ikili medeniyeti(teknik medeniye-ti), kimi düşünürler ise çoğul medeniyeti esas alıp, bu konuda görüşlerini dile getirmişler-dir. Biz, bu yazıda Sezai Karakoç’un medeniye-te dair yaklaşımlarını, yine kendi fikrî dün-yası içinde ele alacağız.

Sezai Karakoç’un medeniyet algısından bahse-derken, kendisinin ismiyle özdeşleşen ‚Diriliş‛ düşüncesinden bahsetmemiz zaruridir. Çünkü; Diriliş ülkesinin başkenti Medeniyet şehridir. Bahsettiğimiz bu Medeniyet şehrinin toprağının rengi, tarih içerisinde renk değiş-tirse de özünden hiçbir şey kaybetmemiştir.

Sezai Karakoç, medeniyeti geniş perspektifte, hayatımızın her alanında yaşadığımız duygu-larla, içinde bulunduğumuz düşünce ve davra-nışlarımızla ilintili olarak görür; bütünsel-lik açısından bir kalıba oturtur. Ona göre her hareketimiz, yaşantımız içindeki her türlü fa-aliyet medeniyetle ölçülür, tartılır ve ona göre anlam kazanır. Sezai Karakoç, yukarıda bahsettiğimiz medeniyet yaklaşımlarından diğer medeniyetleri tarihî açıdan reddetmeden, kabul eder; ama inandığı, savunduğu ve hakikat per-desinden baktığı tek medeniyet İslâm Medeniye-ti’dir.

O, özellikle soğuk savaş dönemlerinde Batı’nın âdeta şekilci bir çığırtkanlıkla kitleleri et-kilemeye çalıştığı ve adına kavramsal anlamda ‚Batı ve Diğerleri‛ medeniyeti denilen, başta İslâm Medeniyeti olmak üzere diğer medeniyet-leri(Çin, Hint vb.) ötekileştiren ve paryalaş-tıran yaklaşıma açıkça karşı çıkar. Sezai Ka-rakoç, sezgi gücü yüksek olan bir şair olmanın ötesinde, derinlere dalabilen ve önü görebi-len bir mütefekkir olarak, Batı’nın böyle bir yaklaşımda bulunabileceğini sanki önceden fark edip şunları söylemiştir: ‚Eğer derlerse ki, dünya tek medeniyet oluyor, biz de diyeceğiz,

evet, tek medeniyet oluyor; ama o medeniyet İslâm Medeniyeti olacaktır.‛

Sezai Karakoç’un medeniyet anlayışını dört ba-şat dalda ele alabiliriz. Bu dallar; dinî, iç-timai, siyasî, edebiyat-sanat- bilim dalları-dır.

Şunu belirtmemiz gerekir ki, bahsettiğimiz bu dalların hepsinin özü; önce imân ve ahlâk ile karılmış, daha sonra şekilcilikten sıyrılıp ruha aksedebilmiş ve sonuç itibariyle birden çok cephede mücadele etmeyi gerçekleştirebil-miş, kökleri derinlerde olan bir medeniyet ta-savvurunun inşa sürecidir.

Sezai Karakoç’a göre medeniyetin ilk ilkesi inanç ilkesidir. İnancı, medeniyetten ayırma-mak gerektiğini, inancın da imân ve ahlâkla beraber medeniyeti ayakta tutacağını ifade eder. Sezai Karakoç’un ahlâka yoğunlaşma nok-tasının fedakârlık, bencillikten uzak durmak ve diğergâmlık göstermek olduğunu söyleyebili-riz. Çalışmanın bireysellikten çok topluma yö-nelik olması gerektiğini, İslâm’da kazanç için elbette çalışmak gerektiğini, İslâm’da zengin olmanın var olduğunu; ancak bunun daha çok di-ğer Müslümanların ihtiyacını karşılamak şek-linde olması gerektiğini, (Haşr sûresinin do-kuzuncu ayetinde geçtiği gibi: ‚İhtiyacına rağmen kardeşini kendisine tercih edebilmek‛) buna karşı bizim ise mütevazı bir hayat yaşa-maya devam etmemiz gerektiğini vurgular.

Sezai Karakoç’un millet anlayışı ırk esasına dayalı değil, medeniyet esasına dayalıdır. Ya-ni O, aynı medeniyete mensup insanların toplu-luğuna millet denilebileceğini ifade eder. Se-zai Karakoç’un medeniyet tasavvurunda İslâm milleti, İslâm devleti gibi kavramlar aynı ye-re düşer. Bunun yanında, Sezai Karakoç içtimaî anlamda bir krizin olduğunu belirtir. Bu kriz medeniyet krizidir. Bu krizi toplum olarak (buradaki toplumu İslâm âlemi anlamında kulla-nır) aşmamız gerektiğini, aksi durumda ise yok olmayla karşı karşıya kalabileceğimizi söyler. Bu medeniyet krizinin aşılabilmesi için tarih-ten örnekler verir. Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki ihtilâftan sonra bu sorunun aşıldı-ğını, yine Abbasiler dönemindeki yunan kültü-rüyle tanışmadan dolayı ortaya çıkan buhranın atlatıldığını ifade eder. Selçuklular dönemin-deki Haçlılara, Osmanlı Devleti dönemindeki Moğollara karşı verilen mücadelenin lehimize olması sonucu o zamanki krizi kontrol altına aldığımızı belirtir. Ancak; şu andaki krizin daha büyük olduğunu ve bu krizin atlatılması-

Page 15: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

nın yegâne yolunun da milletçe çalışmak olduğu gerçeğine dikkatimizi çeker.

Sezai Karakoç’un medeniyetin siyasî kanadında-ki tespitlerini ve bulgularını, medeniyet kri-zinin belki de aşılması konusundaki en önemli hamleleri, somut adımları olarak görebiliriz. Öncelikle, Ortadoğu’da büyük bir İslâm devleti kurulması gerektiğini, kurulamadığı takdirde ise yolun sonunun esarete çıkacağını belirtir. En azından iki yüz elli milyonluk bir nüfusa sahip, beş-on km2 yüzölçümünde bir ülkenin ku-rulması gerektiğini, bununla beraber ekonomisi ve teknolojisi güçlü, nükleer teknolojiye de sahip, gelişmeye açık, çağa adapte olmuş, bu sayede İslâm dünyasını temsil edebilecek bir devletin kurulmasını gerektiğini söyler.

Her medeniyetin bir yazısı olduğunu belirtir Sezai Karakoç. Medeniyeti olanın yazısı vardır der. Ve bu yazının, söz konusu medeniyetin ru-hunu, karakterini, mizacını yansıttığını dile getirir. Yine kendisi yazının bizzat medeniyet demek olduğunu söyler. Bizim medeniyetimizin yazısının Latin yazısından çok daha üstün ol-duğunu, tarafsız ve objektif olarak bakıldığı takdirde bunun fark edilebileceğini, hem steno hem de estetik bir değer taşıdığının görülebi-leceğini söyler. Tarih içinde bizim medeniye-timize mensup aydın profilini de genel hatla-rıyla belirtir. Doğu’nun ve Batı’nın klasikle-

rini okumayanın aydın sayılmadığını ve kendi-sine devlet kademelerinde görev verilmediğini ifade eder. Bunun yanında okulun verdiği eği-time de dikkatimizi çeker. O zamanki bir orta-okul talebesinin şimdiki bir lise talebesinden çok daha donanımlı ve kültürlü olduğunu söy-ler. Sezai Karakoç ekonomi, sanayi, bilim, sa-nat ve okur- yazarlık konusunda Almanya’yı ve Japonya’yı örnek olarak gösterir. İki dünya savaşında da yenilen Almanya’nın kendisini na-sıl toparladığını, Atom bombasına maruz kalan Japonya’nın bu sıkıntıları nasıl atlattığını ve bizim de onlar gibi daha fazla zaman kay-betmeden toparlanmamız gerektiğini/ dirilmemiz gerektiğini ısrarla vurgular. Mesela 90’lı yıllarda Japonların yaptığı İpek Yolu belgese-lini aslında bizim yapmamız gerektiğini, yine sinema alanında beyaz perdeye aktarılabilecek birçok değerli yapıtlarımızın olduğunu ve bu alanların da boş bırakılmaması gerektiğini ifade eder.

Sonuç olarak, Sezai Karakoç’un diriliş ülkü-sünden hareketle,(Ruhun, insanın ve İslâm’ın dirilişinden yola çıkarak) medeniyetimizin de tekrar dirilmesi gerektiğini, bu uğurda hem insanlar için hem de inananlar için çalışmamı-zın üzerimize bir vazife olduğunu hatırlamalı-yız.

Murat Aymak

Parçalanmaya Merhem

"Güzel Ahlak"

Lise hayatımızda hemen hemen hepimizin Edebiyat öğretmeni "Edebiyat" kelimesinin manasını ve

içeriğini bizlere sual olarak sormuştur. Bütün bir sınıf bu mana üzerine tartışmış ve en so-

nunda Edebiyat öğretmenimizden şu üç kelimeyi duymuşuzdur. "Eline, diline, beline sahip ol."

Bu sözcüklere hepimiz aşinayız ama gizemli ve derinliği bol olan bu kelimeleri ne kadar his-

sediyoruz hayatımızda veya ne denli bu şuura sahibiz…

Bana göre asıl düşünmemiz gereken budur. Çünkü biz "Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen

Hz. Peygamber aleyhissalatuvesselam’ın ümmetiyiz. Ve güzel ahlak dediğimiz şey bu üç kelimeyi

benliğinde sindirir…

Yaşadığımız bu zaman diliminde şehir, çevre, mekan, vs. güzel ahlak şuurundan ve bilincinden

uzaklaştırılmaktadır. Ne yazık ki bu büyük ümmet, örnek timsali olacağı diğer milletlere ye-

teri kadar örnek olamıyor. Batılı gözler bu ümmete parçalanan, herkese kan kusturan, birbiri-

ne tahammülü olmayan ve en önemlisi de âhlak şuurundan uzak ümmet yaftasını vuruyor.

Ümmet olarak, Peygamberimizden miras bu güzel âhlakı yaşatmada, her gördüğünde Allah’ı anma-

sında, yardımseverlik ve cömertlikte akarsu gibi olmada, yaralı kardeşlerimize merhem olmada,

başı dik bir vaziyette tuğyanın karşısında olmasında bütün ümmetle olma misyonu vardır. Ve bu

güzellikler tasavvur edildiği vakit hep o mana geliyor akıllara, hep o sezgi düşüyor gönülle-

re. Peygamber emaneti, güzel ahlak…

Bu yazıma burada son verirken bu yazıyı yazmama vesile olan çok değerli Hamza Kaplan hocama

şükran ve teşekkürlerimi sunuyorum.

Page 16: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

Şimdi Kim Yarınki Türkiye’nin Rüyasını

Görecek?

Doç. Dr. Halis Demir

Ş eyh Efendi’nin Rüyasındaki Türkiye halen güncelliğini kaybetmemiş bir eser. Bunun birkaç sebebi var. Kitabın müellifi olan İsmail Kara İslamcılık konusunun dikkate

değer bir araştırmacısı, yazarı. Konuların bir kısmı haddizatında güncel olmanın ötesinde mevzular. Belki daha da önemlisi biz dindar insanların kitabın yazıldığı günden bu yana bir arpa boyu yol gitmiş olmamız. Kitaptaki yazılar bazı gazetelerde haftalık yazılmış ya-zılardan oluşuyor. Kitap dört bölümden oluşu-yor. Şeyh Efendinin Rüyasındaki Türkiye, Med-reseler Yürümüş Tekkeler Çürümüş Müydü? Din Diyanet, Aynı Vadide Uzanan Konuşmalar. İlk bölüm bir analmda biyoğrafi gibi,. Burada yakın tarihimizde yaşamış kıymetli ilim adam-larının bir kısmının hayatlarını, gayretlerini belgeler ışığında okuyoruz. Bediüzzaman, Ahmed Hamdi Akseki, Rıfat Börekçi, Süheyl Ünver, Os-man Nuri, Ahmed Hamdi Yazır. Harf inkılâbı ol-muş. Yeni bir cumhuriyet kurulmuş, harpten çıkmış bir ülke. Bu ülkenin alimleri... Bir kısmı bugün bize her şeyi olan biteni kabul-

lenmiş olarak görünüyor fakat sivil itaatsiz-lik örneği sergilemişler. Hasbelkader hakkı hakikati anlatmaktan geri durmamışlar. Kimisi memleketin dört bir yanını bir mektep gibi dü-şünmüş ve Osmanlıca yazdırmış, neşretmiş, ki-misi İstanbul un bütün tarihi eserlerini tek tek dolaşmış ciltler dolusu belge ve biyografi meydana getirmiş. Kimisi de Toplumun ihmal edilen kesimlerine öğrenciler, askerler vb. İslam’ı öğretecek kitaplar yazmış ve bunları kayda geçmiş. Dikkate değer olan şu: Bu gay-retlerin bir çoğu Alim İle Allah arasında kal-mış, reklamı yapılmamış. Kitabın başlıkların-dan birisi Din , Diyanet. Önce şuradan başla-yalım: Diyanet Kimler için kuruldu? İslam di-ninin Hanefi mezhebi mensuplarına hizmet etmek üzere mi? Türkiye’deki Müslümanları zabt-u rabt altına almak üzere mi? Bugün kurum bu fonksiyonu tam icra etmiyor olabilir. Ya da hâkimiyet sahip olan kimseler din hizmetlerin-den ellerini çekebilirler mi? Bir başka sorun şudur: Mücadelesi verilen diyanetin hizmetleri içerisinde acaba bir mezhebin kanaatini yansı-tıyor denilen uygulama hangisidir? Namaz,

‚Yazarın 1992-1996 yıllarında yayınlanmış gazete yazılarını derleyen bu kitaba ismini veren yazı kita-bın en başına konulmuştu ve uzun dipnotu dışarıda bırakılırsa ancak bir kitap sayfası kadar tutan kısa-cık bir yazı idi. Yazıda söz konusu edilen ve kitaba ismi verilen rüya ise iyice özetlenerek sunulmuş-tu: II. Abdülhamid döneminde Şeyhülislâmlık'ta görev yapmış Şeyh Rahmi Baba 1930'lu yıllarda şeyh ve halife arkadaşlarını gizlice Anadolu'nun bir kasabasına davet eder. "Kahriye" okunacak, yani "Ya Kahhâr" zikri çekilerek Mustafa Kemal'in ve rejiminin "kahru tedmiri" için dua edilecektir. Davet kabul görür ve gizlice toplanılır. Kahriyenin okunacağı sabaha birkaç saat kala Şeyh Efendi bütün niyetlerini altüst edecek bir rüya görür: Bir dünya haritası. Ortasında Türkiye. Türkiye toprakları dünyanın diğer bölgelerinden bariz bir şekilde ayrılırcasına yemyeşil. Fakat etrafı, sınırları simsiyah, hayli kalın, lakin alçak duvarla çevrili. Peygamber Efendimiz haritanın başında ve insanların gözü önünde dünyayı yeniden taksim ediyor; şurayı şuna, burayı buna verin diye emirler veriyor, etrafındakiler de gerekeni yapıyorlar. Mustafa Kemal, Trakya bölgesi gibi bir yerde duruyor. Yüzü Peygamber Efendimiz’e dönük de-ğil ve duruşundan anlaşıldığına göre mahcup ve tedirgin bir durumda; bu yüzden Efendimiz'e bakamıyor. Sıra Türkiye'nin kime verileceğine geldiği zaman Şeyh Efendi gözlerini beş açıyor ve pürdikkat kesili-yor Peygamber Efendimiz yüzünü çevirmeden yalnız eliyle işaret ederek "burayı şuna verin" buyuruyorlar. Burası dediği Türkiye'dir, şu dediği de Mustafa Kemal'dir. Şeyh Efendi kan ter içinde uyanır. Düşüncelidir. Niyetiyle rüyası arasında bir müddet gider gelir. (Tasavvuf ve tarikat kültüründe rüya, doğrudan bilgi kaynaklarından biridir). Abdestini alır, namazı cemaatla kılmak için arkadaşlarının yanına gider. Namaz eda edilir, dua biter. Fatiha çekilir. Herkesin kahriye okumaya geçilecek dediği bir anda Şeyh Efendi rüyasını anlatmaya başlar… Rüyayı şöyle yorarlar: Türkiye yemyeşil olduğuna göre bu hayra, İslâm'a alâmettir ve durumun esas iti-bariyle iyi olduğunu gösterir. Etrafındaki duvarların kalın ve siyah oluşu tedirginlik verici; çünkü siyah küfür işaretidir, fakat alçak oluşları mevcut menfi durumun çok uzak olmayan bir zamanda aşılabi-leceğini gösteriyor. Gerek Efendimiz'in ona karşı tavrı, gerekse Mustafa Kemal'in duruşu menfi... Fakat Türkiye'yi ona veren Hz. Peygamber olduğuna göre buna karşı çıkamayız. Kahriye okumaktan vazgeçilir ve şeyhler, halifeler memleketlerine dönerler… ‛

Page 17: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

oruç, hac vb. İbadetlerin her biri kendisini İslam’a nisbet eden bütün mezhepleri içerisine almaktadır. Olayın bir yönü de Alevilerle ilgi-lidir. Sürekli tartışılan bir konudur bu. Ale-vilerin diyanette temsil meselesi. Hangi alevi-ler diye soralım. Nasıl temsil edilecekler? Nasıl tanımlanacaklar? Bazıları buna kızıyorlar Alevilerin bir başkası tarafından tanımlanması-na. Oysa ülkemizde Alevilik üzerinden İslam muhalifliği yapanlar var. Kabul, diyanet gibi bir kurumun laik bir ülkede varlığını kabul etmiyor olabilirler. Bu kurumu da laik devlet prensibini savunanlar kurdular. O ayrı. Fakat, bunu hem de toplumun büyük bir kesimini istis-marla gündeme getirmenin anlamı ne? Sonra yüzde doksanlara varan bir din mensuplarına din hiz-metlerini kim, nasıl verecek? Görünen o ki, Türkiye’de din hizmetleri veren bir çok özel kurumda bu işle iştigal edenlerin formasyon, liyakat, ehliyet konularında durumları hiç de iç açıcı değil. Üstelik bunların bir kısmının sahih din, akıl vahiy terazisine vurulduğu za-man her bir bilginin sağlıklı olup olmadığı tartışılır. Varlık sebepleri dini hizmet olan bu cemaatlerin de dini istismar etmek gibi bir noktaya geldikleri bu tesbitle söylenebilir. Bediuzzaman, son 35 yılını tavır adamı olarak geçirdi. Ücra köylerde bile fes ve sarık takan-ların jandarma dipçiğiyle karşılaştığı bir dö-nemde kıyafetini hiç değiştirmedi.(s.25.) Biz buna sivil itaatsiz diyoruz. Bu bakımdan Bedi-uzzaman müstakil bir inceleme konusudur. Kitabı içerisinde başka rüyalar da var. Bunlardan bi-risi Bir siyasi rüyanın tahkiyesi.(s.81.) Özet-le bülbül olarak yetiştirilen bir kuşun ötemeye başladığında karga sesi çıkarıyor olması, ib-

retlik bir durum. Kara’nın şu satırları yazdığı zaman Nurettin Topçu’nun vefatı üzerinden 20 yıl geçmiş.‛ Nurettin Bey kıratında insanların okunup anlaşılmasını mümkün ve gerekli kılacak ortamlardan Türkiye giderek daha da uzaklaşı-yor; İtiraf etmeliyiz ki Müslümanlarda uzakla-şıyor. Müslümanlar için tamamen zıt bir iddiayı savunanlara da kısmen hak vererek bunları söy-lüyorum. Çünkü Müslümanların yakın geçmişte bir meseleyi, bir ahlaki/dini problemi sosyal dava haline getirme cehtleri ve kapasiteleri bilgi seviyelerinden ve zihni donanımlarından hayli yukarıda idi. Şimdilerde ahlakilik ve sosyal dava büyük ölçüde unutuldu, gerilere doğru itildi.‛ (s.191) Hemen kitabın baskı tarihine baktım: 1. Baskı Nisan 1998. Aradan yaklaşık 16 yıl geçmiş. Acaba bugün dava azmi, ilmi seviye ve ahlaki duruş tekrar değerlendirilse nasıl bir sonuç ortaya çıkacak? Kitabın genelinde Kara’nın temas ettiği bir durum var: Geleneklerimiz. Bunlar içerisinde Kur’an, sünnet ve fıkıh müktesebatı var. Mesela çok zor imkânlar içerisinde Kur’an hizmeti ver-miş âlimler var. Bugün durduğumuz yerden onlara nasıl bakmalıyız? Yoksa bir iki sıhhati tartı-şılır ölçüler alarak, sisteme karşı duruş gibi, onları nisyana mahkûm mu edelim? Yoksa gayret, cehd ve azimlerinin neticesinde hüsn-ü niyet mi gösterelim? Köprünün altından o kadar sel geçti ki yıkıldı köprüler. Kara ne konuşur acep. Yarın ki Türki-ye için? Nerede o ateşli hatipler? Nerede rüya gören şeyhler? Nerede rüya tabircileri?

Allah insana akıl verdi vermesine de bu aklı

kullanacak kabiliyeti herkes taşımıyor maale-

sef, kimi ailesinden kimi çevresinden kimi de

kendi iç aleminde yaşadıkları sebebiyle bir

türlü akıl tutulmalarına engel olamıyor. Toplum

nezdinde kendine münhasır o eski İstanbul beye-

fendisi halleri yaşayanlarımız nerdeyse yok

denecek kadar azaldı. Efendim malumunuz inter-

net çağındayız tabi adına çağımızın, henüz bir

isim bile tam olarak verilmedi. Önemli olan bu

değil tabi, gelişen tekniğin hayatımızı nasıl

yönlendirdiği mühim.

Bakacak olursak cümleler azaldı, eylemler ço-

ğaldı, beynimiz gitgide küçülüyor, dünyamız

küçüldükçe bizde küçülüyoruz. Her şey mutlak

surette tek bir yere gidiyor gitmesine de bu

gerçeği dinleyen kim? Söylemlerde içi boş tın-

gırtılar, boş adamlar, boş gençlik, bütün yapı-

lanmalar insanın içini hepten boşaltmaya yöne-

lik… İşte böyle zamanda buna dur demeye takati

kalan birkaç iyi adam olmalı, eli kalem tutan,

her şeye inat kitap basan matbaalarda, o mürek-

kep kokusunun bağımlısı olmuş birkaç iyi adam…

Eğer varsa etrafınızda böyleleri hiç zaman kay-

betmeyin, geleceğin oksijenleri onlar, gelece-

ğin yapı taşları onlar, bir elinde kalem diğe-

rinde kitapla gezen ve de telefonda gezinmek

yerine etrafında olup biteni analiz eden… O

insanlara sahip çıkın eteklerinden ayrılmayın,

alabildiğiniz ne varsa almaya çalışın.Günümüz

globalitesi hiçte merhametli değil çünkü, tut-

tuğunu girdabında eritip, öğütmekle meşgul,

dikkat edin etrafınıza telefonunuzdan fırsat

bulup bakabilirseniz onlarca insanın bu girdaba

gömülü olduğunu göreceksiniz. Tutun o insanla-

rın elinden çıkarın onları. Vakit daralıyor ve

insanlık bilinmezlik çukurunda ölüyor. Sonumuz

hayr ola… Vesselam…

Ölüyoruz Ama Nereye? Fatih Yaşatır

Page 18: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

Roman’a Mihman Ahmet Salih Şahin

Aforizmalar doğru yerde kullanıldığı takdirde epey geniş bir alan açmaya yardımcı oluyor. Ben de kendime bu alanı açmak için Friedrich Nietzsche’nin bir aforizmasına başvuruyorum. Nietzsche, ‘Tragedyanın Doğuşu’nda şöyle di-yor: ‚Sanat doğanın bir taklidi değildir; tersine ona yapılan bir ektir, kendisini aş-mak üzere yanına dikilen fizik ötesi bir eki-dir doğanın.‛ Ben bu sözü roman için kullana-cağım, daha doğrusu roman doğrultusunda yo-rumlayacağım, böylece meramımı anlatmaya ça-balayacağım. Romanı ne değerli kılar? Roman niçin üst düzey sayılır? Romanın derdi yani tezi olmalı mıdır? Romanın tezi olursa bu onu estetik olarak aşağıya çeker mi? Bu sorula-rın içine girip, tek tek cevaplamak elbette bu yazının gücü yetmeyeceği şeyler. Ama yazı bunlar etra-fında dönmeye çalışacak naçiza-ne. Şimdi efendim, romanla ku-rulan bağ insandan insana deği-şir. Romanı okuyan insanın ya-nında ne getirdiği, birikimi, romanla kurduğu duygusal bağ, önyargıları ve daha birçok şey romana estetik değer biçerken insanın kullandığı ölçütlerdir. Ben duygusal bağ ve önyargıları bir kenara bırakarak tamamen edebi değerini, teknik başarı-sını test etmeye çabalıyorum bu yazıda, aslında istemesem bile bir kitap hakkında yazı yazmak-la doğrudan bu test etme işine girmiş oluyorum. Nietzsche sö-zünün ilk bölümünde ne diyordu ‚Sanat doğanın bir taklidi de-ğildir‛ ben bunu ‚Roman hayatın bir taklidi değildir‛ şeklinde bozuyorum daha doğrusu ye-niden yapılandırıyorum. Evet, roman hayatın bir taklidi değildir yani ideal olan budur, iyi edebiyat budur, başarılı roman budur. Za-ten roman çıkış itibariyle insanı gerçek ha-yatın baskısından kurtarmak ve gerçek hayatın akışını kırmak için vardır. Eğer iyi roman diye bir şeyden bahsedeceksek bu romanın ger-çek hayatı taklit etmesi şeklinde değil, ro-manın gerçek hayatı etkisi altına alacak ka-dar ciddi bir yükün altına girmesiyle olur. İnsanlar iyi romanı okuyunca demeli ki, bakı-nız burada böyle bir hayat var, biz buna iti-bar etmeliyiz. Roman bunu yaparken de bir ah-lak dersi vermemeli, insanları bir doğrunun

peşine takmamalı, o doğru romanda kendiliğin-den ortaya çıkmalı yani roman öğüt vermek ye-rine o doğruyu yaşayan bir hayat kurmalı. Böyle bir roman pek çok şeyi başarmış olur ve mimetik olmaktan kurtularak hayatın ta kendi-si olur. Hayatın ta kendisi olan roman da Ni-etzsche’nin dediği gibi taklit/mimetik olmak-tan kurtularak ‚ona yapılan bir ek‛ olma vasfına ulaşır. Bu birinci kısımdı. Kaba bir ifadeyle ve genellemeyle sanırım meramımı an-lattım. İkinci kısma da şöyle. Bir eser bu özellikle romansa bir düşüncenin peşinde koşar mı? Bir düşünceyi yedeğine alarak yazılmış bir roman ne derece başarılı ve estetiktir? Kanonik ro-manlar niçin küçümseniyor? Bunlara da kaba

bir genellemeyle cevap vermeye çalışalım. Roman bir düşüncenin yedeğinde koşmaktan ne kadar uzaklaşırsa o kadar roman olur. Roman insana nüfuz etmeye çalış-tığı için bir değer arz eder. İnsandan ve onun varoluş prob-lemlerinden ne kadar uzaklaşırsa o kadar da değeri düşer. Bugün İslami edebiyat camiasında hida-yet romanlarının ötesine geçile-mediği için kaliteli bir İslami roman oluşturulamadı. Bu roman-ların tek derdi, romandaki sapık insanı hidayete eriştirmektir ve mutlu sonla bize veda eder. Bu konturları çok belirgin roman tarzı estetik olarak hiçbir de-ğer taşıyamıyor maalesef. Çünkü insan problemine değil bir dü-şüncenin peşine takılmış gidiyor

bu romanlar, yani kanon derdinde. Belki de romanın öz olarak ‘hümanist’ bir sanat olması İslami roman denilen şeyin ölü doğmasına se-bep oluyor, her neyse bu İslami roman mevzuu-na da romanın bir fikir, düşünce peşinde koş-masına, okuyucuyu ikna etmeyi kendine dert etmesi sebebiyle değindim. Estetik olarak bir değer taşımamasına örnek olsun diye verdim. Çok kaba bir genelleme olduğunu söylemekle birlikte burada da meramımı anlattığımı zan-nediyorum. İmdi, Akif Kurtuluş’un ‘Mihman’ına gelelim. Bence ‘Mihman’ birinci ve ikinci kısımlarda bahsettiğim birçok olumsuz vasfı bünyesinde barındırıyor maalesef. Birinci kısımda

‚Eleştirinin görevi, yapıtın bir yorumunu vermek değil, onun sessizlikle-rini konuşturmaktır.‛

[Terry Eaglaton]

Page 19: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

şikâyet ettiğim hayatın taklidi mevzuunda yer yer başarılı delikler açsa da genel olarak olumsuz hanesini doldurmuş bence Akif Kurtu-luş. İkinci kısımda yakındığım meselede ise tamamen olumsuz haneyi doldurmuş maalesef Kur-tuluş. Şimdi efendim kalkıp bir başka romancı da Akif Kurtuluş’un vaz ettiği şeylerin zıddı-na bir roman yazarsa ne yapacağız? Roman böyle bir şey mi? Romanı biz bir tenis maçı seyreder gibi kafamızı bir o tarafa bir bu tarafa çevi-rerek mi takip edeceğiz? Bence roman böyle bir şey değil. Başka şeylere de değinmek niyetin-

deydim, mesela her kahramanının kendi ağzından olayı anlatırken romanın istenilen akışkanlı-ğın, ritmin sağlanamadığı hususunda, ancak ge-nel olarak böyle bir rahatsızlık yok sanırım bu benim şahsi sıkıntım. Yazımızı roman kahra-manımız Memet Fuat’ın sözleriyle bitirelim, ‚İnsan kim olduğuna karar veremez. Kim olduğu sorusuna verdiği cevabın hiçbir önemi yoktur zaten. O cevabı başkaları verir. Hepimiz hem bir başkasının kim olduğuna karar verecek ka-dar iktidar sahibiyiz, hem de başka bir ikti-darın bu soruya verdiği cevap karşısında, ça-

Zaman Ve Sanat

Ali Hışıroğlu

Her insanın bir hikâyesi vardır; her "lisanın" olduğu gibi! Daha önceden yazılmış bir senaryonun yaşanıyor olmasından mıdır bu fikir ve sanat erozyonu? Bir açıdan bakılınca, ilk insan ve ilk toplum-dan bu yana giderek bir seviye belirtmesi ge-reken insan (ve ürünleri) aşağıya doğru bir seviyesizlik tablosu koyuyor ortaya son bir asrı geçkin zamandır. İnsan ve insana ilişkin değerlere nispetle böyle bir düşüş grafiğinin bugünkü ulaşmış olduğu radde korkarım en so-nuncusu. (mu?) Diğer açıdan bakıldığında, yani dünya ve dün-yaya ilişkin değerler açısından, genişliğine doğru baş döndüren bir yükseliş vehmini uyan-dırıyor insanda. Bilimsel ve teknolojik inki-şaflar ortada. Günümüz insan ve idrakinin deha çapında en gelişmiş melekesinin kendi kendini kandırmak olduğunu söyleyebilir miyiz? Kendini feci şekilde oyuncaklarına gömmüş bu insan prototipi hayal ve hülyalarını mekanikleştir-miş ‚öte duygusu‛ ve ‚sır sorgusu‛nu törpüle-miş, tıpkı hareketli bir tahta parçası misali deveran etmekte. Göz kamaştıran oyuncakları var onun. Ölüm ve mezara kadar olan zaman sü-reci her devir ve her dönemde bu oyuncaklarıy-la oyalanmış ve her şeye rağmen kendine sahte teselli imkânı bulmuştur. Tarumar ettiği sır tarlasının yüzeyine kalın betonlar atarak gü-zelim bitki ve çiçeklerin boy atmasını imkânsız hale getirmiştir. Bu betonlar üzerine serpiştirilen plastik bitki ve çiçeklerin sa-hici olması yahut sahiciymiş gibi algılanması çağdaş, toplumsal hafızanın belki de en önemli yanılgısıdır. Belki de toplumsal katmanların içinde en çok varlık savaşı veren, en çok yalnızlaşan, en çok nasipsizleşen ve belki de en çok unutulan sahici fikir ve sanat adamları olsa gerek. Sokrates’in mağara örneğindeki gibi gölgeleri gördükten sonra bu gölgelerin aslına meyletme-yi ve onu özü ile keşfetmeyi ihmal edip biçim-siz bir yanılgının kurbanı olmaktalar. Fikir ve sanat da diğer toplumsal değerler gibi ayaklarını basacağı kendine özgü bir zemin bu-

lamadığı zamanlarda günümüzdekine benzer bücür ve sahte sanat eserleri ortalıklarda dolaşır. İnsandan kâinata doğru mu, yoksa kâinattan in-sana doğru mu? Kendini hiçe sayan bir arayış meramı kendini kâinatta kaybetmiş güya hür ol-duğunu vehmederek esas da korkunç bir mahkûmi-yetin zavallısı olmuştur. Handiyse (hemen he-men) var olan bütün negatif değerleri kuşana-rak ve onları ön plana çıkartarak ve hatta on-ları bayraklaştırarak organize ettiği toplum-lardan yine aynı negatif değerler yüklü fert-ler yetiştirmek. Harf devriminden bu yana tüm ‚sahici değer‛lere giden yolları kapattıktan sonra oluşan kelliğini peruk takarak örtbas etme çabaları olanca açıklığıyla görülmüş ve anlaşılmış olmasına rağmen seyircisiz ve sevi-yesiz tiyatro oyuncuları gibi yalancı ve ya-bancı durumlarını nedense sürdürmektedirler. Kendi öz kültür, sanat ve mana değerlerine sımsıkı tutunulması ve onlarla hamle yapılması gerekirken aksine onlara savaş ilan etmeyi kendi varlık sebebi olarak ilan ve telakki et-mişlerdir. Sahici sanat ve sanatkârın, sahici fikir ve mütefekkirin bu şartlarda doğup büyü-mesini ummak safdillik olur elbette. Eşya ve hadiseleri teshir edebilmenin muazzam vebalini kuşanmış fikir ve sanat adamı aynı sebepten yetişmiyor. Cemiyet fertlerinin düşünmekten ve sanatsal etkinliklerden ve hatta okumaktan ya-na hiçbir meyil emaresine sahip olmamaları bir felaket öncesinin göstergesi midir? Bizce evet. Kelimeleri devşirdiğin mahal ve bu ma-hallin nitelikleri fikir ve sanat inşasındaki ‚kalıcılık‛, ‚sahicilik‛ kıstası olduğu bilin-mektedir. Söz konusu mahal insan ve insana ilişkin değerler mahalli mi yoksa kâinat ve kâinata ilişkin değerler mahalli mi? İnsanın estetik pencerelerine tebessüm eden bir sanat eseri, sanat eseri olma özelliğini ve kalıcı-lığını kazanmış anlamına gelmez. Zira bir sa-nat eserini sanat eseri yapan şey, beğenicile-rinin çokluğuyla doğru orantılı değildir

Page 20: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

Beyler Gibiyim

Görünce akları ihtiyar sanma

Zincirlerden kopmuş taylar gibiyim

Fırat dicle sessiz suskundur amma

Hırçın hırçın akan çaylar gibiyim

Yüreğimde koptu patladı firen

Bin hasar bıraktı kalbime giren

Üstümden geçerken kara bir tren

Altında ezilen raylar gibiyim

Aşkın çamuruna battıktan sonra

Beni üç kuruşa sattıktan sonra

Kapıyı kapatıp gittikten sonra

Ben kendi kendimi eyler gibiyim

Gözlerim ağlerken kipriğim şaştı

Ah etmedim amma vebalin taştı

Yaş onsekiz değil kırkını aştı

Yıllarına üzgün aylar gibiyim

Muhabbet faslımız bitti eyvallah

Buraya kadarmış bıktım illallah

Yaşarken ölmekten kurtardı ALLAH

Şimdi mezarımda beyler gibiyim

Harun Yıldırım

Semah-ı Can

Hû de ve dön ey gönül

Muhammed'in aşkına!

Muhammed'in izinden

Gidenlerin aşkına!

Hak yolunda bâdeler

İçenlerin aşkına!

Bu can semâhı haktan

Bilenlerin aşkına!

Gül dalında dikenler

Derenlerin aşkına!

Küfr meclisinde "Hay Hak"

Diyenlerin aşkına!

Mustafa Koç

Süs Zarif bir elmas düştü yıllar önce elimden,

Parçalı bir aynaya rehin verdim yüzümü. Bu çılgın acıları yaşarken ben derinden, Müzmin bekleyişlerle döşedim gökyüzümü.

Esrarlı bir beliriş raks eder sularımda, Tutunası çığlıklar yükselmekte ruhumdan.

Gökleri dualarla her vakit sularım da, Hani keşke bir yankı duyabilsem kuyumdan.

Aklımı, süpürürken bulurum yıldızları, Mahcup bir eda düşer annemin örtüsüne.

Aşkımı alkışlayan kalbimin sızıları Çocuklar gibi güler bu dünyanın süsüne.

Ali Hışıroğlu

Mâverâ

İnsan her an sürgünde, gerçek mekânı kabir, Ölümü anlatmaya aciz kalır her tâbir.

Dünya sonlu yalancı, gün gelince ölecek,

Beklenen o göç emri, elbet bir gün gelecek.

Kalbi küfürle hemhal, dilinde bin bir ahla, Sanma kolay kurtuluş, onca büyük günahla.

Saatler geçmez derken, geçti aylar ve yıllar,

-Sonu olmayan sona- çıkıyor bütün yollar.

Düşün! Ölümü düşün! Dönen var mı oradan, Ahdinden hiç döner mi, seni yoktan Yaradan?

Bak Azrail kapında, gelen Sırat zor engel,

Akıl yetmez sadece, iman ve amelle gel.

Ne zaman ki son bulur, güneş dürülür gökten, Ne zaman visal olur, yanar yürekler tekden.

Mâverâyı düşünmek, zihin kemiren sancı,

Varsa başka söyleyin, şu dünyanın kazancı!

Furkan Selçuk Soylu

Page 21: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

Ömür Dediğin Zifiri bir karanlık kaplıyor içimi

Sıkışıyor kalbim her an

Derin bir boşluk içindeyim

Ve geliyor üstüme duvarlar

Ayrılıklar pusu kurmuş etrafıma

Karanlıkla beraber batan umutlar gibiyim

Gün gelir ömür biter

Ve sadece yaşamak ister insan

Yasin Özkaya

Ey Ahsen

Ey ahsen! Önümde ki nesli eclâl

Ey iclâl! Cemiline yoktur emsâl

Nerdesin ey cân! Yarım kaldı hânen

Eksikliği gider! Yanmaz mı sînen

Bilmem ki ahsenim nicedir hâlin

Kabul herşey, ben olayım tâlihin

Gözlerim uğultu, bir haberdedir

Bir hayâli bin gerçek edendedir

Sevgiye zaman, beklemek yakıştı

Cümleler suskun sensiz hâlim kıştı

Beklerim, vârın hüzünden çıkıştı

Gel yarın, her ânım asra karıştı

Etmem sitem yıla ân der beklerim

Ben senim, yoksan solar renklerim

Harun Taşlı

Vuslat

Yüzünü seyretmek ihtiyaç değil Dualarda buluşalım seninle Sonsuzluk meskeni gönlüme eğil Semalarda buluşalım seninle Bir kuş uçur yüreğinden gönlüme Ferman buyur, durmak eştir ölüme Sesin ab-ı hayat olur çölüme Hülyalarda buluşalım seninle Yağmuru beraber, suskun dinleriz Aynı anda çarpar hep kalplerimiz Günah bulaşmamış; derûni, temiz Sevdalarda buluşalım seninle Masumdur düşünce, masumdur gaye Umut; direnmeme sebep sermaye Bağladım gerçeği mecaz vergiye Aynalarda buluşalım seninle Ey güllere kırmızılık veren gül! Bak yüzüme, gözlerinle bir kez gül İçimde ezelî sevdanla süzül Verâlarda buluşalım seninle Muhammed Said Altuntaş

Yakaza

Bir sevda yaşadım, yakaza anı gibi,

Ne daldım engin rüyalara gönlümce.

Ne de uyandım, yaşamadım isteğimce.

Bir sevda yaşadım, yakaza anı gibi.

Yaşadıklarım ne gerçekti, ne de hayaldi,

Bir perde ki ne berisini geçtim ne ötesini,

Hayal mi gerçek, gerçek mi hayal anlamadım,

Gerçeğin içinde hayal, hayal içinde gerçekti.

Sevda muhayyilemde, hayali bir siluetti,

Bir varmış bir yokmuş sevdası gibi.

Şimdi sevda ne yanımda ne de hayalimde,

Sevda hayal oldu, rüya oldu yaşanmamış gibi…

Hatırlar gibiyim sevdanın rengini, kokusunu

Havsalamda yaşanmamış bir anı gibi.

Hissediyorum, lakin güçtür tarif etmesi

Bir sevda yaşadım yakaza anı gibi.

Mehmet Tentik

Farkediş

Her şeyin bir zamanı

Benim dermanım yok

Çırpınıyorum çırpınıyorum

Okyanusta kulaçlarım anlamsız

Mutlak son kaçınılmaz

Ruhumun onarılması

Ahirete kaldı

Oradan oraya sürüklendiğim kıyılar

Epeyce yordu

Hırçınlığı bırakan okyanus

Şimdi anlayamadığım bir hüzünle

Bakmakta…

Yurdanur Ölmez

Page 22: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

Hikâyeci Çocuk

Gül Tanrıverdi

Onca kalabalığın, içinden kulaklarıma bir ses geli-

yor. Pazar yerinin tüm uğultusuna rağmen o sesi

duyuyorum. Yakınlarda olmalı. Etrafıma bakıp sesi

takip ediyorum. İşte orada, küçük bir çocuk on iki

yaşlarında olmalı. Göğsünü germiş, var gücüyle ba-

ğırıyor.

—Hikâyelerim var… Satılık hikâyelerim var... Abla-

larım ağabeylerim hikâye almaz mısınız?

Sebze sandığı üzerine yayılmış beyaz dosya kâğıtla-

rının üzerine birer taş koymuş. Pazar yerinde

hikâye satmak! Kimin aklına gelir ki? Merakla çocu-

ğun yanına yaklaştım.

—Kolay gelsin genç adam. Hikâyemi satıyorsun? Ne

kadar ilginç!

Gülümseyerek yüzüme baktı, belli ki ona ‛genç

adam‛ demem hoşuna gitmişti. Koyu kahve gözleri

ışıl ışıl, sıska denilecek kadar zayıf olan bu ço-

cuk yetişkin edasıyla,:

—Evet, hikâye satıyorum almak ister misin abla?

—Oldukça merak ettim. Pazarda neden sattığını bil-

mek isterdim.

—Abla almayacaksan beni oyalama bugün bu hikâyeleri

satmam gerek.

—Hikâyeler kime ait?

—Bana ait. Yani ben yazdım.

Sabırsızlığı her halinden belliydi. Merakıma yenik

düşüp ona bir teklifte bulundum. Hikâyelerinin

hepsini alacağımı, bana pazarda satma nedenini an-

latmasını istedim. Bu ayaküstü konuşulacak konu

değildi. Arka tarafta gözüme ilişen köfteciye bak-

tım. Oturma yerlerini görünce onu davet ettim.

—Bilmem ki ne desem karnımda acıktı aslında, dedi.

—Haklısın tanımadığın birinin teklifini kabul etmek

zor. Benim karnım da aç. Ne dersin?

Biraz tereddüt ettikten sonra teklifimi kabul etti.

Çabucak tezgâhını topladı, kâğıtları istifledi.

Yüzüme bakıp ‚Tamam gidelim‛ dedi. Arka tarafa geç-

mek için bir aralık bulduk. Köfteci kapıya küçük

masalar koymuştu. Oturduk, yiyeceklerimizi ısmarla-

dım. Adını sordum. Faruk olduğunu söyledi. Sıkılmı-

şa benziyordu. Tırnaklarını ağzına götürüyor sonra

çekiyordu. Gülümsedim,

—Önce karnımızı doyuralım sonra konuşalım Faruk,

dedim.

Başıyla onayladı. Köfteler geldi. Onlara iştahla

baktığını fark ettim. Utangaç haliyle yüzüme baktı,

ben yemeye başlarsam o da rahatça yiyecekti. İştah-

la ekmeği ısırdım ona baktım ‚Hadi sen de başla‛

dedim. Gülümseyerek yemeye başladı. Belli ki acık-

mıştı, önce köftesinden ısırdı, sonra ayrandan bir

yudum aldı. Dudak kenarlarının beyaz oluşu hoşuma

gitti. Utanmasını istemediğim için bir şey söyleme-

dim. Yemeği bitirince söze girdim.

—Nasıl beğendin mi?

—Hım anneminki kadar güzel değildi ama olsun sağ

olun.

Bir kahkaha patlattım.

—Afiyet olsun. Haklısın anneninki kadar güzel ola-

maz. Evet, anlat bakalım yazdıklarını niye pazarda

satıyorsun?

—Bizim mahallede ağabeyler kendi aralarında konuşu-

yorlardı. Filistinli çocuklar düşmanlarına kendile-

rini savunmak için taş atıyorlarmış, onları dinler-

ken aklıma bir fikir geldi. Oradaki çocuklara bo-

yanmış taşlar göndererek, onların yanında olduğumu-

zu bilmelerini istiyorum. Arkadaşlarım bana yardım

edecekler. Boya alacak param yoktu. Düşündüm ki

hikâye okumayı seviyorum, okuduklarım gibi ben de

yazabilirim. Oturdum kendi hikâyelerimi yazdım.

—Ne güzel düşünmüşsün. Kazandığın parayla boya ala-

caksın öyle mi?

—Evet, siz gerçekten yazdıklarımı alacaksınız değil

mi?

—Tabi alacağım. Fikrin çok hoşuma gitti.

Anlattıklarından çok etkilenmiştim. Duyduklarına

duyarsız kalmamış, elinden ne geliyorsa yapmak is-

temişti. Yardımlaşma adına ben ne yapmıştım? Hiçbir

şey? Bu naif çocuğu dinlerken kendimden utanmıştım.

İçimi ince bir sızı kapladı. Tüm bunları düşünürken

Faruk dedim:

—Bak aklıma ne geldi. Benim sana vereceğim parayla

başka ihtiyacını karşıla boyaları ben alayım. Hatta

kabul edersen boyamanıza yardım edebilirim. Bunu

gerçekten istiyorum.

Faruk şaşırmış, yüzüme bakıyordu. Önce bir müddet

cevap vermedi. Sonra başını ‚olur‛ anlamında salla-

dı. Bu çocuğun hayatına birden burnumu sokmuştum. O

da tereddütle de olsa kabul etmişti. Beraber kalk-

tık ve bir kırtasiye bulduk. Hangi renkleri isti-

yorsa aldım. Gerekli malzemeleri alıp dükkândan

çıktık. Evleri pazarın civarındaymış hemen ulaştık.

Faruk,

—Arkadaşlarımı çağırayım. Dedi.

Parmaklarını ağzına götürüp uzunca ıslık çaldı.

Baktım etraftan çocuklar çıkıp gelmeye başladılar.

Hepsi toplanınca kendinden emin bir sesle,

Page 23: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

—Boyaları bize bu abla aldı arkadaşlar, hadi iş ba-

şına, taşları bir araya getirelim.

Taşlar getirildi, boyaları açıp herkese dağıttım.

Hep birlikte hummalı bir çalışmayla taşları boya-

dık. Arkadaşları tek tek ayrılıp evlerine gittiler.

Hava birden bulutlandı. Yaz yağmuru birden tüm be-

reketiyle yeryüzüne inmeye başladı. Henüz taşlar

kurumamıştı. Biz toparlayamadan ıslandılar. Faruk

moral bozukluğuyla bana bakıyordu.

—Üzülme yeniden boyarız. Hem aklıma bir fikir gel-

di.

Elinde taşlar bana dönerek,

—Nasıl bir fikir abla?

— Taşları emniyetli bir yere koyalım. Güzelce kuru-

sunlar. Bu arada aklıma gelenleri araştırayım. Kısa

süre içinde halletmeye çalışacağım. Benden haber

bekle.

—Tamam, ama ne olduğu hakkında bir şey söylemeyecek

misin?

—Olmaz sürpriz olacak. Merak etme birkaç gün içinde

geleceğim, her şeyin güzel olmasını istiyorum. Be-

nim de katkım olsun.

—Senin katkın oldu zaten abla. Daha ne yapacaksın

ki?

Faruk şaşkın gözlerle bana bakıyordu. Tereddüt

içinde olduğunu belli edercesine,

—Geleceksin ama değil mi?

—Tabi ki geleceğim söz veriyorum. Hikâyelerinin üc-

retini unuttuğumu sanma sakın.

Gülümsedim. O da gülümsedi. Bir mendil içinde ha-

zırladığım parayı uzattım. Utanarak aldı. Yüzü kı-

zarmıştı. Başını okşadım. Vedalaşarak yanından ay-

rıldım. İçimde oluşan heyecanı yenemiyordum. Hızlı

adımlarla yürüyerek evime geldim. Bir yayınevinde

çalışan arkadaşım vardı. Biraz soluklandım sonra

onu aradım. Ona Faruk’tan yazılarından bahsettim.

Kitap fikrimi anlattım. Arkadaşım olumlu karşıladı.

‚Bir ara gel konuşalım,‛ dedi. Bekleyemeyeceğimi

söyleyip ertesi gün için sözleştik.

Yayınevine gittiğimde arkadaşım beni gülümseyerek

karşıladı.

—Faruk senin için çok önemli olmalı. Yoksa yüzünü

göreceğimiz yoktu.

—Haklısın yeni tanıştığım bu çocuk beni etkiledi.

Erdemli tavrıyla Filistinli çocuklar için bir şey-

ler yapmaya çalışıyor. Çok naif bir düşünce biz ye-

tişkinler onun kadar düşünceli değiliz. Arkadaşla-

rıyla taşlar toplamışlar. Boyayıp gönderecekler bir

görsen nasıl hevesliler. Kitapla birlikte gönderil-

sin istiyorum. Bana yardım edecek misin?

—Heyecanın belli oluyor. Haklısın bizler çocuklar

gibi vicdanlı davranmıyoruz. Faruk’un yazılarını

okuyacağım. Sonrasında ne gerekiyorsa yaparız.

—Bir çocuğun yazılarını yayınevleri basmaz belki

de. Ama ben masrafları karşılayacağım.

—Tamam, sorun etme.

Konuşup anlaştık içim rahatlamıştı. Kitap Türkçe

dışında Filistinli çocukların anlayabildikleri dile

çevrilecekti. Zamana ihtiyacımız vardı. Belki de

iki ayı bulacaktı. Birkaç gün sonra Faruk’un otur-

duğu yere gittim. Arkadaşlarıyla oynuyordu. Beni

görünce koşarak yanıma geldi. Ona bir süre bekleme-

sini söylediğimde yüzünün rengi değişti.

—Yüzünü asma hemen, sana bir sürprizim olacak. Bek-

lememiz gerek.

—Ne için beklediğimizi söylesen abla.

—Sürpriz dedim ya.

Faruk haklıydı. Hayallerini ertelemiştim. Sustum…

Sonuçta mutlu olacağını biliyordum.

Bir buçuk ay geçmişti. Arkadaşım bir sabah aradı.

Kitapların hazır olduğunu söyledi. Hemen yola ko-

yuldum. Yayınevine gittiğimde kitaplar hazırlanmış

beni bekliyordu. Basım gayet güzel olmuş, kapak

resmi göz alıcı çocukların ilgisini çekecek şekilde

tasarlanmıştı. Rahatlamanın verdiği huzurla derin

bir nefes aldım. Artık geri kalan işleri halletme-

nin zamanı gelmişti. Arkadaşımla vedalaşıp oradan

ayrıldım.

Önüme çıkan ilk dükkâna girip renkli kurdeleler al-

dım. Sonra polaroid çekim yapan bir makine aldım.

Sevinçliydim… Çocukların coşkusunu hayal ediyordum.

Elimdekileri taşımak yorucu olacağından taksi çevi-

rip bindim. Vakit kaybetmeden işe koyulmak istiyor-

dum. Yarım saat süren kısa yolculuktan sonra Fa-

ruk’un mahallesine geldim.

Çocuklar beni görünce etrafımı sardılar. Faruk ya-

nıma geldi. Getirdiğim koliyi aldı kenara koymama

yardım etti. Koliye bakıyordu. Sonra bakışlarımız

birleşti. Gülümseyerek ona göz kırptım.

—İşte orada açıp bakmayacak mısın?

—Kolinin içinde ne var abla? Merak ediyorum ama sen

açsan daha iyi olur.

—Peki açayım. Gözlerini kapat o zaman ben aç deyin-

ce açarsın, dedim gülerek,

—Tamam, dedi.

Diğer çocuklar ne olduğunu anlamadıkları için şaş-

kın bakıyorlardı. Etrafımı sarıp koliyi açışımı iz-

lediler. Faruk’un gözlerini niye kapattığını anla-

maya çalışıyorlardı. Elime kitabı alınca,

—Artık gözlerini açabilirsin, dedim.

Yaklaşıp kitabı eline verdim. Bana bakıp,

—Bu kitap hediyemi?

—Dikkatle bakar mısın? Yazarı kimmiş?

Gözleri kitaba kilitlenmiş, sanki dili tutulmuştu.

Birden boynuma sarıldı ‚teşekkür ederim‛ diye kula-

Page 24: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

ğıma fısıldadı. Baktım gözleri ışıldıyordu. Ben de

ona sarıldım. Arkadaşları bir ağızdan coşkuyla ba-

ğırmaya başladılar ‚Faruk yazar olmuş!‛ alkış tut-

tular, ıslık çaldılar. Hepsinin neşelerine diyecek

yoktu. Ben de alkışlara eşlik ettim.

—Evet, genç yazarımız artık iş başına, hadi bakalım

çocuklar siz de. Önce taşlara gülen yüzler yapaca-

ğız.

Boyaları çıkarıp hazırladık. Ben bir örnek yaparak

gösterdim. Her taşa renkli gülen yüzler yaptık.

Taşların kurumasını beklerken, kurdeleleri çıkarıp

eşit şekilde kestim. Kitapları çıkardım herkesin

önüne koydum.

—Çocuklar şimdi beni dinleyin. Her kitabın üstüne

bir taş yapıştırıyoruz. Ve kurdeleyi kitaba bağlı-

yoruz. Siz bu işlemi yaparken ben sizin fotoğrafı-

nızı çekeceğim. Kitapların içine birer resim koya-

cağız anlaştık değil mi?

Hepsi birden ‚evet diye bağırdılar. Hepsi keyifle

işlerini yapıyordu. Ben resimlerini çekmeye başla-

dım. Her birini değişik açıdan çektim. Bütün kitap-

ların üstünde kurdeleli taşlar konulmuş, aralarına

hatıra resimleri yerleştirilmişti. Nihayet işler

bittiğinde Faruk çuvalı getirdi. Ben,

—Çuval olmaz koli olmalı kitaplar zarar görmemeli.

—Tamam, marketten isteyelim.

Çocuklar koşarak gittiler. Hepsinin ellerinde birer

koliyle geri döndüler. Güzelce yerleştirdik. Bant-

layarak sağlamlaştırdık. Filistin’e ulaştıracak bir

vakıf araştırmış, numarasını kaydetmiştim. Arayıp

konuştum, ertesi gün alacaklarını söylediler.

Sabah erkenden yola koyuldum. Faruk gelmiş, kolile-

rin yanına oturmuş bekliyordu. Elinde yeni kitabıy-

la mutlu gözüküyordu. Saat on iki civarı vakıf

kargosu geldi kolileri teslim ettik. Araba giderken

peşinden hayallere daldık. Filistinli çocuklara

yıllar sonrasına kalacak bir anı bırakmanın mutlu-

ğunu yaşıyorduk. Sonra Faruk’a döndüm,

—Hadi hazırlan gidiyoruz. Kitaplarının hepsini ya-

nına al.

—Nereye gidiyoruz abla?

—Pazara hikâyelerini sattığın yere, şimdi de kitap-

larını satmaya gidiyoruz.

Faruk bana bir insanlık dersi vermişti. Duyarsızlı-

ğımı hatırlatmıştı. Artık yardım edebilmenin tadını

almıştım. Hikâye satan çocukla Elele pazara yürü-

dük.

Kalbe Yolculuk Sevda Karaömer

Yoksul ve kimsesizdi. Yakın zamanda köyde insanla-

rı hastalıktan kırıp geçiren korkunç sayılabile-

cek derecede kötü bir salgın hastalık yaşanmış,

karısını, biri kız iki de oğlunu bu salgın hasta-

lık sırasında kaybetmişti. Köyde hemen her hanede

bu hastalık yüzünden kaybedilmiş can vardı. Kendi-

si kurtulmuştu ama hayatta kalmak anlamını yitir-

mişti onun için. Sabah uyanmak istemiyor tekrar

gözlerini kapatmak hatta ölmek istiyor, gitsem

kendimi şu uçurumdan atsam her şey bitse diye dü-

şünse de ‚Peki ya sonra Allah’a nasıl hesap veri-

rim?‛ korkusu ile bu düşüncesinden utanıyor

vazgeçiyordu. Buralardan gitmek istiyordu giderse

biraz teselli bulurum ümidi vardı, fakat iki bük-

lüm ihtiyar anasını bırakmak düşüncesi canını ya-

kıyor dizlerindeki son dermanı da tüketiyor bu

çaresizlik onu isyanlara sürüklüyordu.

Bir zamanlar çocuklarının neşeli kahkahalarla ko-

şup oynadıkları yoksul ama karısının maharetiyle

cennet zannettikleri evinin bahçesindeydi. Boş

odalarda dolaşırken nefesinin kesildiğini aklını

kaçırır gibi olduğunu buna daha fazla dayanamaya-

cağını anlayıp bahçeye çıkmıştı. Toprağa diz çök-

müş elindeki kırık ağaç dalıyla toprağı eşeliyor,

geçmişine dalmış düşünüyordu. Buralarda olmak her

an onların varlığını hissetmek canını yakıyordu.

Ne anasının seslendiğini duydu ne de başucuna di-

kildiğini fark etti. Oğlunun bu perişan hali içini

parçalıyordu ne dese ne söylese olmuyordu bıraka-

yım git oğul demek istiyor ama bu ayrılığa nasıl

katlanılır bilmiyordu. ‚Oğlum, yavrum‛ dedi usulca

incitmekten korkar gibi. Oğlu duymadı başucuna

dikildi omzuna hafifçe dokundu. İşte yine yaşlıydı

gözleri. Kalbinden geçenlerin anlamını gözlerine

yüklediğinden olsa gerek anası artık direnmesinin

anlamsız olduğunu kabullendi. Öyle ya da böyle

gidecekti. Oğlunun zaten böyle gözlerinin önünde

erimesi daha mı iyiydi.‛ Razıyım oğlum‛ dedi.

‚Nereye gitmek istiyorsan git. Buralarda kalmak

sana iyi gelmiyor her an hüzünlüsün Allah a isyan-

kar olmandan korkarım.‛ Garip adam kulaklarına

inanamadı anasının ellerine sarıldı öptü.

‚Anacığım hakkını helal edecek misin?‛. ‚Helal

olsun evladım. Git belki gönlüne derman bulursun.

Allah dostu bir büyüğün yanına ulaşırsın dünyan da

ahretinde kurtulur sen iyi ol yanımda kalmasan da

olur.‛ Diyerek içi yanarak, ağlayarak oğluna dua

etti.

‚Allah yardımcın olsun. Seni kendi yoluna yönelt-

sin. Öyle bir sebep yaratsın ki O’nun yoluna dön

O’nun yolunda kal. Allah’a hizmet edenlerin yanın-

da yaşa, orda şifa bul.‛

Annesini kardeşlerine emanet edip ayrıldı doğup

Page 25: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

büyüdüğü topraklardan. Günler aylar boyu umutsuz,

amaçsız dolaşıp durmuş nereye gideceğini bilmeden

ayakları onu nereye götürürse oraya gitmişti. Ne

aradığını ne yaptığını kendisi de bilmiyordu. Bil-

diği çok acı çektiği, tutunacak dal aradığıydı. Ka-

rısını çocuklarını bir an olsun aklından çıkaramı-

yor, gözlerini her kapattığında yüzlerini görür gi-

bi oluyor daima seslerini duyuyordu. Onu görenler

deli gözüyle bakıyorlar bazen acıyorlar çoğu zaman-

da hırsız mı uğursuz mu diyerek kovalıyorlardı. İn-

sanlardan uzaklaşıp yalnızlığı daha çok sever ol-

muştu. Geçtiği yerlerde Emir Sultandan söz edildi-

ğini duydukça merakı artıyor onu sevenlerinden din-

ledikçe Bursa’ya gitmek huzuruna kabul edilirse

elini öpmek duasını almak istiyordu. Yine böyle

yalnız başına, yarı aç yarı tok geçirdiği günlerden

birinin gecesinde bir ağacın altına sığınmış yere

dökülen yapraklardan kendine yastık yapıp uzanmış

bitkinlikten hemen uyuya kalmıştı. Rüyasında nur

yüzlü aksakallı bir hocanın yanındaydı. Tarif edi-

lemez bir huzurun içinde her yer nura gark olmuşken

Hocanın şefkatle kendisine baktığını, gülümsediğini

gel dediğini duydu. Uyandığında titriyordu fakat

artık ne yapacağını da biliyordu.

Zor geçen bir yolculuktan sonra Bursa’ya vardı.

Emir Sultan’ın namaz kıldığı camiye gitti. İçeri

girmeden onun çıkışını beklemeye başladı. Namazdan

sonra Emir Sultan yanındakilerle dışarı çıktığında

rüyasında gördüğü güneş misali nur yüzlü Emir Sul-

tanı hemen tanıdı. Bu heyecana daha fazla dayanama-

yarak düşüp bayıldı. Gözlerini açtığında ilk gördü-

ğü Ece Sultan oldu. Ne diyeceğini ne yapacağını şa-

şırdı. Sonradan öğrenecekti Ece Sultan Emir Sulta-

nın üç yardımcısından biriydi. Bu mübarek dervişin

elini öpüp huzura kabul edilmek için izin istedi.

Bir müddet sonra bu gözleri yaşlı üstü başı perişan

adamı Emir Sultan huzuruna kabul etti. Adam tek ke-

lime söylememişti fakat Emir Sultan her şeyden ha-

berdar olduğunu belli eden haliyle adama baktıktan

sonra mübarek elleriyle adamın kalbine dokundu. O

anda adamın elleri kolları yüzü tüm vücudu yaralar

içinde kaldı. Vücudu yara döktükçe tam tersi içinde

rahatlama ve huzur bulmuştu. Sessizce soru sormadan

Emir Sultanın duasını alarak ayrıldı huzurdan. Ece

Sultanın yanına vardığında onu diğer dervişlerle

beraber ibadet ederken buldu dervişlerden biri ona

‚Nefsin yeis ve hüzünle seni oyalıyor, aldatı-

yor. Galiba döktüğün yaralar içinden dışına

vuran ümitsizlik. Allah’a dön, ona sığın. Bu

dergâha her gelen kabul görür. Dertlerine

derman olunur. Yeter ki gayret göster bizim-

le kal.‛ diyerek buyur etti.

Adam dergâhta garipliğini unuttu sanki orda doğmuş

orda büyümüştü tek üzüntüsü annesi nasıldı bilmi-

yordu ama rüyalarında görüyor iyi olduğuna kendisi-

ne kırgın olmadığına inanıyor Allah’a sığınıyordu.

Dertlerine derman olunan bu dergâh da ve her yerde

Emir Sultan ve kerametleri dilden dile anlatılıyor-

du.

Emir Sultan Buhara’da hicri 770 senesinde doğmuş.

Küçük yaşta anneden öksüz kalınca babası tarafından

sevgi ve şefkatle büyütülmüştü. Genç yaşında baba-

sını da kaybedince gördüğü rüyadan sonra Medine’ye

gitmeye karar vermiş ve Buhara’dan ayrılıp ticaret

kervanına katılmıştı. Emir Sultan birçok şehirden

sonra Medine’ye varmış fakat yine gördüğü rüyadan

sonra Medine’den de ayrılarak Bursa’ya gelmiş ve

Yıldırım Beyazıt’ın kızı Hindu Fatma Sultan ile ev-

lenmiş. Bu evlilikten Emir Ali adında bir oğlu ile

iki kızı olmuştu.

Garip adam bulduğu her fırsatta Ece Sultan’dan Emir

Sultanı anlatmasını istiyordu. Suyu nasıl altına

çevirdiğini dinlemiş en fazla hizmetine verildiği

atın hikâyesinden etkilenmişti. İkinci Murat’ın

hediye ettiği aslında Emir sultana verilmeden önce

hiç kimsenin yanına yaklaşamadığı gören herkesin

hayran kaldığı at. Emir Sultan at kendisine hediye

edildikten sonra bir dervişini atın yanına yollamış

itaat etmesini isyan etmemesini söyletmişti. At he-

men uysallaşarak sukut etmişti.

İşte şimdi o atın hizmetindeydi. At müminlere uysal

günahkârlara hiddetliydi fakat garip adama tepki

vermeden uysal bir şekilde kendisine hizmet etmesi-

ne izin vermişti. Adam da hizmette kusur etmemek

için elinden geleni yapıyordu. Ece Sultan ve ilk

gün rastladığı derviş adama can yoldaşı olmuştu.

Onu sessizce dinliyor her sorusuna cevap vermeye

çalışıyorlardı. İbadetlerini de birlikte yapıyor-

lar, Emir sultandan aldıkları emirleri layıkıyla

yerine getirmek için çırpınıyorlardı. İbadeti ve

zikri arttıkça Allah’a yakınlaştığını, dünyevi

üzüntülerden uzaklaştığını hissediyordu. Tenindeki

yaralar önce şiddetle artmış kanamış ağrı ve kaşın-

tı içinde ızdırap çektirmişti. Vücudundaki yarala-

rın aksine içi rahatlamış kalbinde artık ne isyan

ne hüzün ne de karamsarlık kalmıştı. Hiç aldırmı-

yordu yaralarına.

Gün geldi yaraları kabuk bağladı ve soldular sonra

izleri kalmaksızın yok olup gittiler. Adam Emir

Sultan’ın dergâhın da onun duasını alarak yaptığı

her hizmeti aşkla şevkle yerine getirince içi de

dışı da huzur bulmuştu. O da diğer dervişlerle be-

raber Allah aşkıyla ibadet ve hizmetle uğraşıyordu.

Emir Sultan’ın atına da severek hizmet ediyordu.

Tek derdi arkasında bıraktığı anasıydı. Günlerden

birinde adeti olduğu üzere yine toprağa diz çökmüş

elindeki ağaç dalıyla toprağı eşeliyor dalmış düşü-

nüyordu. Yarabbim eğer Emir Sultan a ulaşamasaydım

halim ne olurdu senden gafil isyan içinde bu ömür

neye yarardı hem dünyam hem ahiretim ziyan olurdu.

Anamın duası olmasa helak olmuştum. Anası aklına

gelince o kadar içten ah etti ki yanından geçenler

garip adamın orada öleceğini zannettiler. Bir müd-

det sonra kendine geldi. Emir Sultanı bahçede der-

vişleriyle sohbet ederken görünce yanına gitti izin

isteyip elini öptükten sonra ‚Bana dua edin efendim

annem.‛Gerisini tamamlayamadı. Gözlerinden akan

yaşlara engel olamadığı için de utanmış başını önü-

Page 26: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

ne eğerek susmuştu. Emir Sultan bir şey söylemeden adamın elini tuttu. Üzerine anlayamadığı bir ağırlık

çöktü. Emir Sultan‛ Biraz uyu‛ dediğinde gözlerini kapattı. Biraz uyuduktan sonra uyanınca kendini evle-

rinin bahçesinde başını da annesinin kucağında buldu. Anası usulca saçlarını okşuyor : ‚Evladım hüzün-

lenme. Allah yolundasın, isyandan kurtuldun, huzura erdin. Bir ana evladı için ne ister daha başka. Ben

senden razıyım. Gönlünü ferah tut. Emir Sultan’ın yolundan da ayrılma. Ben sana hakkımı helal ediyorum‛

demiş sonra oğluna veda edercesine uzun müddet sarılmıştı. Gözlerini açtığında bahçede annesinin kokusu-

nu hissetti yoksa gerçekten anası gelmiş miydi rüya mı görmüştü bilemedi merak da etmedi. Allah dostla-

rının olduğu yerde her şey mümkündü nasılsa.

Dergâhta ömrünün sonuna kadar kalmış, severek isteyerek hizmet etmeye devam etmişti. Ölüm Rabbine kavuş-

makmış tek gerçek aşk Allah aşkıymış bunu dille değil kalple kabullenmişti. Eşi ve çocukları Rabbine

kavuşmuş kendiside sırasını bekliyordu. Bir daha evlenmedi. Emir Sultan’ın vefatından sonra da dergâh-

tan ayrılmamış hizmete devam etmişti. Öldüğünde arkasında hiçbir dünya malı bırakmasa da herkesin gön-

lünde sevgisini iyiliğini bırakarak Rabbine kavuşmuştu.

Bekledi

Hasan Basri Şems

İnsanlar, köpüren denize dehşetle bakıyorlar-

dı. Ama birisi bank üzerinde derin düşüncelere

dalmıştı. Deniz, yediklerinden zehirlenmiş gi-

bi kusuyordu sanki. İleride rüzgardan yalpala-

yan kayık ve adrenalini doruklara kadar hisse-

den kayık sakinleri denizin hırsına rast gel-

mişlerdi. Bulutlar aralarında anlaşmışlardı

adeta. Ne kadar kara bulut varsa bir araya

gelmiş, şehrin giriş ve çıkışlarını tutmuşlar-

dı. Kara bulutları gören insanlarda bir telaş

bir telaş. Şemsiye

tacirleri boş mu du-

rur, fırsat bu fır-

sat deyip meydanlara

inmişlerdi ceplerini

güldürmek için. Sa-

ğanak yağmur bir an-

da "baskın basanın-

dır" demeyerek bas-

tırmıştı, insanların

ise maksadı aynı ta-

bii ki; yağmurdan

firar. Gözler Nas-

rettin Hocayı aramı-

yor değildi. Allah’ın nimetine basmamak için

koşuyordu tabii ki fıkrayı bilenler. Caddele-

rin banyo günü gelmişti galiba. Ah bide sabun

süren olsa…

Bulutlar teselliden nasibi yokmuş gibi ağlı-

yordu. Rüzgarın savurduğu yağmur tanecikleri

ise toprağa kavuşmanın heyecanını yaşıyordu.

Sonra deruni bir koku yayıldı çevreye, yağmu-

run vuslatı diyebilirim, bu buluşmanın hediye-

si. Binaların çatı saçaklarının dibinden yürü-

meye çalışanlar, yağmurun altında romantik bir

an yakaladığını düşünerek yağmurun altında

şaşkın bakışlarla mutlu olan masum çehreler,

araçlarında seyir halinde yağmurun yağmasından

ürkerek yoldan geçenlere sıçrata sıçrata men-

zilini bulmaya çalışan ‚ehliyeti bakkaldan mı

aldın be‛ cümlelerine maruz kalan şoförler,

simitleri ıslatmamak için üzerine naylon ge-

çirmeye çalışan satıcılar ve dahası… Sadece

insanlık haline sığan kareler ve saniyelik

tatlı gülümsemeler. Akabinde gözlerde yeşil

harelerdi beliren, şaşkın bakışlar...

Bir şeyler harekete geçmesi

gerektiğini düşündü o yağmur

sağanağında. Aksiyona akma-

lıydı fikir hayatı. Keşkele-

rini hatırlamak istemiyordu

bu cereyanda. Heyecan ve feyz

kaybolmamalıydı her şey rayı-

na oturana kadar. Yağmur ta-

neleri bir bereketle her ta-

rafını ıslatmıştı ama bu yö-

nelişi kaybetmemeliydi. Sım-

sıkı yakalamaya çalıştı bir

süre. Elindeki ıslanmış gaze-

teden aldı hıncını. Ne yaptığını sorguladı,

bilincini yokladı. Zihnen var olanları, olma-

yanlara büründürdüğünü hissetti. Hararetli ya-

nan bu fikirlerin sönmeye başladığını duyumsa-

dı. Yağmuru idrak etti. Üşümeye başlamıştı.

Çevresine bakındı saçak altı bulmak için. Ani-

den fikir yoğunluğu gelir gibi oldu bir yer-

lerden yine, evet yeniden. Anlamadı, anlayama-

dı ve anlatan olmadı. Hep anlatanı bekledi,

bir kolundan tutup kaldıranı… İkindi ezanını

fark etti sadece rast makamı…

Page 27: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

Alman felsefesinin cins beyinlerinden birisi

de Johann Gottlieb Fichte’dir. Fichte, 18.

yüzyılın sonlarında ve 19. yüzyılın başlarında

Immanuel Kant’ın sistemleştirdiği Alman idea-

lizminin (kısmen) önemli temsilcilerinden bi-

risidir. Alman idealizmi romantizm ve Rönesans

ile yakından ilgili bir akımdır. Peki, mesele-

mizde yer işgal eden Fichte, Alman idealizmi-

nin neresindedir? Bu sualin cevabını, Fich-

te’nin yaşam çizgisini irdelediğimiz zaman

bulmuş olacağız. Fichte, Immanuel Kant’ın ide-

alizmi ile Friedrich Hegel’in diyalektiği ara-

sında konumlanmaya çalışan bir geçiş süreci

filozofudur. Onu tamamıyla belli bir akımın

içine dahil etmek yanlış olacaktır.

Fichte’nin düşünsel dünyasının temelini oluş-

turan mefhumların başında hürriyet gelmekte-

dir. Evet, onun felsefeyi kavrayışı ve bu kav-

rayış ile birlikte çıkış yaptığı nokta hürri-

yet – özgürlük mefhumudur. Hürriyet mefhumu

çerçevesinde spekülatif karakterde mutlak ben

portresi çizer. Çizilen bu portrede ise irade

– mutlak ben bahsi insanoğlunun düşünsel olu-

şunda çekirdek noktası kabul edilir. İnsanoğ-

lunun iradesi yahut insanoğlunun mutlak beni

dışında kalan her şey, çekirdek olarak kabul

edilen o noktanın etrafında halkalanmıştır ve

etkisiz konumdadır. Fichte, Alman idealizminin

kurucusu Kant’ı yakından takip etmesine ve

kendisine rehber olarak kabul etmesine karşın,

Kant’ın kaderci anlayışına karşı çıkar. Fich-

te’ye göre insan iradesi olan ve mutlak ben

portresi içinde gelişen bir varlık olduğuna

göre, cereyan eden hadiseler insanoğlunun

kontrolündedir ve insan iradesi dışında her-

hangi bir gücü kabul etmemektedir.

Fichte’ye göre düşünsel alanda diğer bir ifade

ile felsefi dünyada ilerleme kaydetmek için

iki güzergâh vardır gidilebilecek. Bunlar de-

terminist felsefe ve indeterminist felsefedir.

Determinist felsefe belirlenimci bir temel

üzerinde yükselirken, indeterminist felsefe

belirlenemezci bir temel üzerinde yükselmekte-

dir. Zira Fichte plastik dünyayı yani eşyanın

madde boyutunu ele alıp bu pencereden bir yak-

laşımda bulunursa, plastik dünyadan bir bilinç

elde etme gayretinin nasıl bir sonuç doğuraca-

ğını kestiremiyordu. Bu yüzden Fichte’nin fel-

sefe merdiveni iki taraflıdır. Yazımın başında

da belirttiğim üzere bir arada kalan bir düşü-

nürdür.

Aslına bakacak olursak, Fichte, kuramsallaş-

tırmaya çalıştığı Aşkınsal idealizmde özgürlük

yani hür olmak insanoğlunun temel görevlerin-

den birisidir. Bu yönü ile objeden hareketle

yola çıkılan ve eşyaya mistik bir parametre

kazandıran dogmasal – salt ahlak müessesesinin

yerine vicdan mefhumu oturtmaya çalışır. Fich-

te’ye göre vicdan bir araç mıdır yoksa bir

amaç mıdır? İnsan vicdanlı olmak için mi çaba

gösterir yoksa vicdanını kullanarak hür olmak

için mi çaba gösterir? Bu sual, Fichte’nin

beynine zehirli bir kıymık gibi batıyordu ve

onun zihninde şu şekilde karşılık buluyordu.

İnsan özgür olabildiği kadar vicdana sahip

olur. İnsanın hürriyetini kısıtlayan her şey

onun vicdanını törpüleyen, yaralayan ve azal-

tan bir etki yapar. O halde özgür olunmadan

vicdan sahibi olunmaz.

Fichte’nin Aşkınsal idealizmini kabaca ifade

etmek gerekirse: Fichte, kendisine fikir baba-

sı edindiği Immanuel Kant’ın bir yol açtığını

düşünür ve bu yolu sistemleştirmek gerektiğine

inanır. Bunu yaparken de Hegel’in diyalekti-

Johann Gottlieb Fichte’nin

Cinneti: Hürriyet Eyüp Aktuğ

Page 28: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

ğinden de etkilenerek bir temel oluşturmaya

çalışır. Bu temel özgürlük – bilinç – irade

üçgenidir. İnsanın hür olması konusunda çeli-

şik ve gelgitler yaşayan bir süreci yaşarken

görüyoruz onu. Mutlak bir özgürlükten bahse-

derken, kendi kendisini kısıtlayan bir kavram

ile karşı karşıya kalıyoruz. Kaos ise bu nok-

tada kendisini göstermekte… Ben vicdan sahibi

olmak için hür olmak istiyorum diyen bir ada-

ma karşı çıkmaz kimse. Ama insanı hür yapan

temel vasfın ego ile id arasında ikamet eden

bir şey olduğunu düşünmek çılgınlık olacak-

tır. İnsan özgürlükten haz duyar. Bu hazzı

yaşamak için sınırsız bir özgürlük tahayyül

etmek vahşiyane bir netice doğurur. Bunu da

nereden çıkardın diye soracak olursanız, Hit-

ler örneğini göstermek istiyorum. Hitler’in

Alman ırkına verdiği sınırsız hürriyet (Yazı

boyunca insan olgusu üzerinde ilerledim, ama

toplumsal açıdan örnek vermek hata olmayacak-

tır.) hastalıklı bir zihin yapısını da bera-

berinde getirmişti. Konu ile alakadar olan

çoğu kişi Hitler’in zihin yapısını şekillen-

diren kişinin Nietzsche olduğunu düşünse de

ben Fitche olduğu görüşünü savunuyorum. Bu

savımı destekleyecek birkaç örnek vermek is-

tiyorum.

Hitler’in Kavgam isimli kitabında da rahat-

lıkla fark edileceği üzere Alman ırkı kutsan-

mıştır. Alman ırkının yeryüzündeki diğer ırk-

lardan üstün bir ırk olduğu düşüncesinin te-

melinde ‚mutlak ben‛ kavramı yatmaktadır.

Yeryüzünün saf Alman ırkı ile daha güzel bir

hale geleceği görüşü Hitler’in ütopik düşün-

celerinden birisiydi. Bu düşüncesini pratiğe

dökerken, hepinizin de malumu olduğu üzere

başta Yahudiler olmak üzere saf Alman ırkını

bozan her şeye karşı bir soykırım politikası

izledi. Alman ırkını kısıtlayan, Alman ırkı-

nın özgürlüğüne tehdit olarak görülen her şey

ortadan kaldırılmalıydı. Bu ise kanlı bir sü-

reç ile mümkün olacaktı. Görüldüğü üzere

‚mutlak ben‛ ve ‚vicdan‛ kavramları arasında

bir birliktelik sağlanamadı. İnsanın vicdan

sahibi olabilmesi için sınırsız hürriyet sa-

hibi olması gerekir düşüncesi, başkalarının

hürriyetine balta vuruyor ve vicdan müessese-

sinin iflasına yol açıyordu.

O halde hürriyet kavramının izahını yaparken

şu esas üzerinde yürümek gerekir. Hürriyet

mefhumu kaos üzerinde yükselen bir mesele de-

ğil, ahenk ve düzen içerisinde kendisini ger-

çekleştiren ve vicdan ile çelişmeyen bir man-

zumedir. Gaye, kendisine yaşam hakkı tanıyan

ama başkasının yaşam hakkını elinden alan sı-

nırsız hürriyet ve hazcılık olmamalıdır. Bu

bağlamda yola çıkılan ve sistemleştiren bir

diyalektikten söz etmek gerekir. Fichte’nin

hürriyet üzerine yaşadığı açmazların başında

gelmekte söz ettiğim bu durum. Fichte’nin

beyninde böylesi bir kargaşanın yaşamasını

onun bir geçiş dönemi düşünürü olmasına bağ-

lıyorum.

Page 29: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

Âh Mine’l-Aşk Burak Yazıcı

İlâhî!... Sen duyurmazsan, ben duyamam.

Sen söyletmezsen, ben söyleyemem.

Sen sevdirmezsen, ben sevemem.

Sevdir bize hep sevdiklerini.

Yerdir bize hep yerdiklerini.

Yâr et bize erdirdiklerini...

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır

Candan, içten ve en önemlisi ruhtan gelerek en samimi duygularla ‚Âh mine’l-Aşk‛ demiş Şeyh

Gâlib ve diğer aşk şairleri…

21.yy. insanının anlayamayacağı bir saflık ve samimiyetle gönülden bizde ‚Âh mine’l-Aşk‛ de-

dik. Lakin 21.yy.’ı geride bırakıp, 17.yy.’a doğru sürükledik hem ruhumuzu hem de kalemimizi…

Evvela masa-sandalyemi, tükenmez, uçlu ve pilot kalemlerimi, birinci hamur fotokopi kâğıtla-

rımı bir kenara bırakıp; Acem kilimi serilmiş zemine, rahlemin önüne bağdaş kurup oturdum.

Önümde parşömen tomarından çekilmiş bir kâğıt, elimde gül ağacından zarif bir kamış, yanımda

da içine amber katılmış mavi renkten mürekkep olan bir hokka…

Bu yazının tüm okuyucularından: ‚Bu devir de bunlar da neyin nesi böyle yahu? Yazıcı, senin

derdin ne?‛ dediğinizi duyar gibiyim. Elbette bunlar gerçek değil bir hayaldi… Yazıcı, okuyu-

cuyu 21.yy.’ın kirli şehvetlerine aşk kisvesi giydiren, sahte insanlarından kurtarıp,

17.yy.’ın masum ve samimi aşklarına götürmek istedi. En azından hayal ettirmek…

Aşkı yazmadan yazacağımız ortamı hayal ettik. Şimdi sıra asıl meseleyi hayal etmekte. Yani

aşkı ve ‚Âh mine’l-Aşk‛ diyen gönülleri hissedebilmekte…

Önce büyük şair Şeyh Gâlib’i dinledim,

‚Âh mine’l-aşkı ve hâlâtihî

Ahraka kalbî bi-harârâtihî‛ diye inliyordu. Sonra Hz. Mevlana dönemine gittim, ‚Sarılmayı bi-

lir misin? Sahiplenmeyi, sahiplendiğinde sadık kalmayı? Sen bilir misin âşık olmayı? Bölüne-

bilir misin ikilere, üçlere, gerekirse binlere? Yapabilir misin? Gerçekten sevebilir misin?

Sevmenin demesi olmaz. Unutma; ya çok seversin bir kere, ya da hiç sevmezsin…‛ diyordu. Teb-

rizli Şems’i dinledim, ‚Kalp midir insana sev diyen yoksa yalnızlık mıdır körükleyen? Sahi

nedir sevmek; Bir muma ateş olmak mı? Yoksa yanan ateşe dokunmak mı?‛ diyordu. Sonra çöllere

vurdum kendimi. Deryaların kokusunu çeke çeke dağlar aştım, sahralar geçtim ve nihayet menzi-

le ulaştım… Gördüm ki aşkından ismi ‚mecnun‛ a çıkmış Kays, Kâbe’nin eşiğine yüzünü dayamış,

‚Yâ Rab bela-yı aşk ile kıl âşîna beni

Bir dem bela-yı aşktan etme cüdâ beni‛ diye yalvarıyordu.

Şimdi kulaklarımda bir türkü var:

‚Nasibolsa gine gitsem yaylaya

Doya doya baksam suna boyluya

Senin için yalvarayım Mevla'ya

Belki seni bana yazar Yaradan‛ diye.

Anladım ki yıllar geçse de, asırlar geçse de, çağlar geçse de, insanlar değişse de aşk aynı

aşk… Bozkırdaki bir koyun çobanını da, medresedeki bir müderrisi de ‚Âh aşkın elinden‛ diye

inleten aynı aşk…

Fuzuli demiş ya hani: ‚Aşk imiş her ne var âlemde. İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak.‛ Şimdi bu

aciz yazıcı aşkı daha iyi anlayıp, Fuzuli’ye hak verdi… Gerisi okuyucuya kalmış… Selamların

en güzeli, insanoğlunun kalbine aşkı kimin verdiğini bilenlere, aşkı şehvetten ayırt edebi-

lenlere, aşkı Allah’dan gelmiş bir nimet ve imtihanların en güzeli olarak bilenlere, aşkı Al-

lah’ın rızasından ayrılmayıp ‚Âh mine’l-Aşk‛ diyerek hissedebilenlere olsun…

Page 30: Fecr-i Afak Dergisi 5. sayı

Cihan altüst olurken, seyre baktın, öyle durdun da, Bugün bir serserî, bir derbedersin kendi yurdunda! Hayat elbette hakkın, lâkin ettir haykırıp ihkâk; Sağırdır kubbeler, bir ses duyar: Da'vâ-yı istihkâk Bu milyarlarca da'vâdan ki inler dağlar, enginler; Otumıuş, ağlıyan âvâre bir mazlûmu kim dinler? Emeklerken, sabî tavrıyla, topraklarda sen hâlâ, Beşer doğrulmuş, etmiş, bir de baktın, cevvi istîlâ! Yanar dağlar uçurmuş, gezdirir beyninde dünyânın; Cehennemler batırmış, yüzdürür kalbinde deryânın; Eser a'mâkı, izler keşfeder edvâr-ı hilkatten; Deşer âfâkı, birşeyler sezer esrâr-ı kudretten; Zemin mahkûmu olmuştur, zaman mahkûmu olmakta; O, heyhât, istiyon hâkim kesilmek bu'd-i mutlakta! Tabîat bin çelik bâzûya sahipken, cılız bir kol, Ne kâhir saltanat sürmekte, gel bir bak da, hayrân ol! Hayır, bir kol değil, binlerce, milyonlarca kollardır, Yek-âheng olmuş, işler, çünkü birleşmekte muztardır: Bugün ferdî mesâînin nedir mahsûlü? Hep hüsran; Birer beyhûde yaştır damlayan tek tek alınlardan! Cihan artık değişmiş, infırâdın var mı imkânı, Göçüp ma'mûrelerden boylasan hattâ beyâbânı?

Alınlar Terlemeli

Yaşanmaz böyle tek tek, devr-i hâzır. Devr-i cem'iyyet. Gebermek istemezsen, yoksa izmihlâl için niyyet, "Şu vahdet târumâr olsun!" deyip saldırma İslâm'a; Uzaklaşsan da îmandan, cemâ'atten uzaklaşma. İşit, bir hükm-i kat'î var ki istînâfa yok meydan: "Cemâ'atten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah(c.c.)'tan. Nedir îman kadar yükselterek bir alçak ilhâdı, Perîşân eylemek zâten perîşan olmuş âhâdı? Nasıl yekpâre milletler var etrâfında bir seyret? Nasıl tehvîd-i âheng eyliyorlar, ibret al, ibret! Gebermek istiyonsan, başka! Lâkin, korkarım, yandın; Ya sen mahkûm iken, sağlık ölüm hakkın mıdır sandın? Zimâmın hangi, ellerdeyse, artık onlarınsın sen; Behîmî bir tahammül, varlığından hisse istersen! Ezilmek, inlemek, yatmak sürünmek var ki, âdettir; Ölüm dünyâda mahkûmîne en son bir sa'âdettir: Desen bir kere "İnsânım!" kanan kim? Hem niçin kansın? Hayır, hürriyetin, hakkın masûn oldukça insansın. Bu hürriyet, bu hak bizden bugün âheng-i sa'y ister: Nedir üç dört alın? Bir yurdun alnından boşansın ter.

Mehmed Akif ERSOY