87

arkeoidea7

  • Upload
    rabola

  • View
    47

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: arkeoidea7
Page 2: arkeoidea7

ARKEOIDEA VII

Merhaba,

Arkeoloji, Klasik Filoloji, Eskiçağ Tarihi, Sanat Tarihi, Bilim Tarihi konularında

özgün çalışmaların yayınlandığı Arkeoidea e-Dergisi’nin yeni sayısını

okurlarımızla buluşturabilmenin mutluluğunu yaşıyoruz.

Arkeoidea Dergisi’nin yedinci sayısı, yapılan üç önemli yenilikle yayınlanıyor;

Öncelikle artık Arkeoidea bir “Bilim Kurulu”na sahip. Konularının uzmanı olan

on bir saygıdeğer öğretim üyesi, “Arkeoidea Dergisi Bilim Kurulu Üyeliği”ni

kabul ederek, dergiye özverili katkıda bulunuyorlar.

Bilim kurulu üyesi olarak Arkeoidea’ya güç katan öğretim üyeleri:

Prof. Dr Erendiz Özbayoğlu,

Prof. Dr. Halit Çal,

Prof. Dr. Çiğdem Dürüşken,

Doç. Dr. Tansu Açık,

Doç. Dr. Salim Aydüz,

Doç. Dr. Efrumiye Ertekin,

Doç. Dr. Emel Erten,

Doç. Dr. Turhan Kaçar,

Doç. Dr. Gülgün Köroğlu,

Yrd. Doç. Dr. Sema SANDALCI,

Yrd. Doç. Dr Sibel Ünalan,

Yrd. Doç. Dr. Kıvanç Zorlu

Saygıdeğer hocalarımıza, Arkeoidea e-Dergisi’ne verdikleri destekten dolayı

çok teşekkür ederiz.

Arkeoidea’nın ikinci önemli yeniliği, bilimsel ölçütlere uygun süreli yayınlar için

sahip olunması gereken ISSN numarasının alınmasıdır. Son olarak Arkeoidea

Dergisi’nin eski ve yeni sayıları, artık www.arkeoloji.web.tr adresinden

bağımsız, ancak yine aynı çalışma ekibi tarafından oluşturulan

www.arkeoidea.com adresiyle okuruyla buluşuyor. Bu arada,

www.arkeoblog.com hizmetimizden ücretsiz olarak yararlanabilir, kazı, yüzey

araştırması ya da eskiçağ bilimleriyle ilgili kendinize ait kişisel site

oluşturabilirsiniz.

Bu sayımızda birbirinden ilginç çalışmaları, H. İbrahim Yılmaz’ın yeni

düzenlemesiyle sizlere sunduğumuz dergi sayfalarında bulabilirsiniz.

Haziran ayında çıkacak olan Arkeoidea’da buluşmak dileğiyle saygılar…

Murat Özyıldırım & H. İbrahim Yılmaz

Editörler

Page 3: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

İÇİNDEKİLER :

ĠSTANBUL’DAKĠ BĠZANS YAPILARI VE OSMANLI DÖNEMĠNDE KULLANIMLARINA

DAĠR BĠR DEĞERLENDĠRME

(DOÇ. DR. SALİM AYDÜZ) 1

OLBA ARKEOLOJĠK YÜZEY ARAġTIRMALARI 2008 YILI SONUÇLARI

(DOÇ. DR. EMEL ERTEN) 7

KURAMSAL ARKEOLOJĠ: BĠLĠM SORUNLARI - ÇARPIK YANSIMALAR - BĠLĠM

DÜġMANLIĞI VE “AHLAKSIZLIĞA” UZANAN SAPITMALAR. BĠR ZORUNLULUĞUN

ZORLUK VE TEHLĠKELERĠNE BĠR YAKLAġIM

(METİN YEŞİLYURT – M.A.) 12

AÇIK-HAVA ANTĠK ALANLARIN (OASIS) DOĞAL TAHRĠBATINI ETKĠLEYEN

SÜREÇLER

(YRD. DOÇ. DR. KIVANÇ ZORLU) 22

URUMĠYE GÖLÜ’NÜN BATISINDA BULUNAN ÖNEMLĠ YAZITLAR

(REZA HEYADARİ) 28

ARKAĠK SANATTA ERKEN ÖLÜMÜN (MORS IMMATURA) TANIKLARI

(NESİBE ÇAKIR – M.A.) 35

SELEVCIALI BASILEVS: KRĠSTOLOJĠ TARTIġMALARINDAKĠ GÖRÜġLERĠ VE ESERLERĠ

(SEVİM AYTEŞ CANEVELLO – M.A.) 42

DAĞLIK CILICIA (OLBA) BÖLGESĠ’NĠN IV. – VII. YÜZYILLAR ARASINDAKĠ SOSYAL

YAġAM VE EKONOMĠK YAPISINA GENEL BĠR BAKIġ

(ÜMİT ÇAKMAK – M.A.) 49

ANADOLU MEDENĠYETLERĠ MÜZESĠ

(MELEK YILDIZTURAN) 55

TARSUS’UN KÜLTÜREL ZENGĠNLĠKLERĠ VE SORUNLARI

(ABDÜLBARİ YILDIZ) 59

OLBA’DA HIRĠSTĠYANLIĞIN ĠZLERĠ

(MURAT ÖZYILDIRIM – M.A.) 66

ESKĠÇAĞDA BLOKLARIN ÇIKARILMASI VE TAġINMA TEKNĠKLERĠ 71

(TUNA AKÇAY – M.A. )

YASAL UYARI: ARKEOIDEA Dergisi kısmen veya tamamen ARKEOIDEA yönetiminin yazılı izni

alınmadan herhangi bir ortamda basılamaz, dağıtılamaz ve çoğaltılamaz.

Page 4: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

ARKEOIDEA - Yıl: 2 Sayı: 7

ISSN 1308 – 8106

Kapak Fotoğrafı:

Tuna Akçay

Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü

H.Ġbrahim YILMAZ

Editörler

Murat ÖZYILDIRIM (ozyildirim[at]arkeoidea.com)

H.Ġbrahim YILMAZ (yilmaz[at]arkeoidea.com)

Fotoğraf Editörü

M.Koray TANRISEVER (tanrisever[at]arkeoidea.com)

Bilim Kurulu

Prof. Dr. Erendiz ÖZBAYOĞLU

Prof. Dr. Halit ÇAL

Prof. Dr. Çiğdem DÜRÜġKEN

Doç. Dr. Tansu AÇIK

Doç. Dr Salim AYDÜZ

Doç. Dr. Efrumiye ERTEKĠN

Doç. Dr. Emel ERTEN

Doç Dr. Turhan KAÇAR

Doç. Dr. Gülgün KÖROĞLU

Yrd. Doç. Dr. Sema SANDALCI

Yrd. Doç. Dr. Sibel ÜNALAN

Yrd. Doç. Dr. Kıvanç ZORLU

Page 5: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

1

İstanbul’daki Bizans yapıları ve Osmanlı Döneminde Kullanımlarına Dair

Bir Değerlendirme

Doç.Dr. Salim Aydüz1

Sultan Alparslan’ın 1071 yılında Malazgirt Savaşı galibiyeti, Türklere Anadolu’nun

kapılarını açmış ve 1453 yılında sona erecek olan Bizans topraklarının fethedilmesi faaliyetinin

de ilk adımı olmuştur. İlk olarak Selçuklu Devleti daha sonra da Anadolu Beylikleri döneminde

Bizans toprakları giderek küçülmüş ve son olarak Osmanlı Beyliği’nin kurulup topraklarını

Bizans aleyhine genişletmesiyle Bizans tamamen bitme durumuna gelmiştir. Osmanlıların

1326’da Bursa’yı ve daha sonra 1362’de Edirne’yi fethetmeleriyle Bizans çok büyük topraklar

kaybetmiş ve uzun bir süre İstanbul surları içine sıkışıp kalmıştır. 1453 yılında Fatih Sultan

Mehmed’in İstanbul’u fethetmesiyle birlikte Bizans’ın tarihi varlığı da son bulmuş ve bütün

mirası da Osmanlıların eline geçmiştir.

1300’lü yıllardan 1453 yılına kadar geçen süreç içerisinde Osmanlı Bizans ilişkileri zaman

zaman siyasi ve askeri mücadele içinde geçmiş olsa da aralarında kültürel ve siyasi

yakınlaşmaların da olduğu bilinmektedir. Düğünler ve çeşitli ittifak antlaşmaları iki devletin bir

birleriyle aynı zamanda yakın ilişkiler içinde olduklarının da bir işaretidir. Bu yakınlaşmalar

haliyle çeşitli sahalarda karşılıklı etkileşimi de doğurmuştur. Yeni kurulan ve siyasi tecrübesi çok

az olan Osmanlı Beyliği idarecileri her ne kadar devletin yapılanmasında Selçuklu ve diğer

İslam ve Türk devletlerinin kültürlerini ve yönetimlerini esas almış olsalar da yüzlerce yıllık bir

imparatorluk olan Bizans’tan da etkilenmişledir.2 Ancak bütün bu etkilenmeler Osmanlı

Beyliği’nin kendine özgü bir şekilde “Osmanlılık” kimliği altında özgün bir Osmanlı Devleti

oluşmasına ciddi manada etki etmiş değildir. Osmanlılar, Beylik kültüründen Devlet kültürüne

giden yolda pek çok farklı dini ve kültürü kendi bünyesi içinde ahenkli bir şekilde yerleştirmişler

ve son derece başarılı bir devlet mozaiği ortaya koymuşlardır. Bu mozaiğin oluşmasında

Bizans kurumlarının da kayda değer bir yerinin olduğunu ifade etmek gerekir. Bu kısa

makalede bu mozaiğin oluşmasında Bizans kurumlarının yeri üzerinde durmak istiyoruz.

İstanbul’un fethinden sonra bilindiği üzere şehrin imarı hareketi çok kısa bir zaman

zarfında başlamış ve ilk olarak Ayasofya olarak bilinen Hagia Sophia kilisesi camiye

dönüştürülmüştür. Fetih öncesi ve sırasında tamamen ihmal edilmiş ve harabe haline dönmüş

olan İstanbul şehri, Fatih Sultan Mehmed özel ilgisiyle yeniden imar edilmeye başlanmıştır. Bu

meyanda kilise ve sinagog olarak kullanılmayacak kurumlar tekke, cami veya mescitlere

tahvil edilmiştir. Dini kurumların tahvili işlemi daha sonraki yıllarda da devam etmiştir. Bu

1 Doç. Dr., The University of Manchester, Manchester, UK. [email protected]

2 Mehmed Fuad Köprülü, Bizans müesseselerinin Osmanlı müesseselerine tesiri, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1981; İsmail

Tokalak, Bizans-Osmanlı sentez : Bizans kültür ve kurumlarının Osmanlı üzerindeki etkisi, İstanbul: Güler Boy Yayıncılık, 2006; İstanbul Üniversitesi 550. Yıl Uluslararası Bizans ve Osmanlı Sempozyumu (XV. Yüzyıl) 30-31 Mayıs 2003, editör Sümer Atasoy, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, 2004; Fahameddin Başar, Osmanlı kaynaklarına göre Osmanlı-Bizans münasebetleri (1299-1451), 1991, Tez (Doktora), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ortaçağ Tarihi

Anabilim Dalı.

Page 6: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

2

binaların yıllar süren tahvilleri aynı zamanda Osmanlı-Bizans medeniyetlerinin de ortak bir

şekilde tezahürü olmuştur. Binaların tarih boyunca geçirdikleri değişiklikler her iki kültürün de

bir biriyle nasıl iç içe bir etkilenme içinde olduğunu göstermesi açısından son derece değerli

noktalar taşımaktadır. Burada bu meyanda kiliseden camiye veya mescide tahvil edilmiş

önemli birkaç binayı ele alarak bu kültürel etkileşime kısaca işaret etmek istiyoruz.

Tespitlerimize göre Ayasofya ile birlikte kiliseden cami veya mescide çevrilen Bizans yapıları

şunlardır.3

1. Ayasofya: Hagia Sophia (Yunanca: Αγία Σοφία; "Kutsal Hikmet”, Latince: Sancta

Sophia veya Sancta Sapientia). Fatih Sultan Mehmed tarafından kiliseden camiye çevrilmiş

ve binaya bir adet minare ilave edilmiştir. Daha sonraki yüzyıllarda yapılanlarla birlikte dört

adet minaresi bulunmaktadır. Ayrıca zaman içerisinde minber, mihrab, mahfiller ve levhalar

da eklenmiştir. Mahmut I. döneminde külliye olmuştur. Abdülmecit döneminde Kazasker

Mustafa Efendi hattıyla Allah, Muhammed, Ali, Ömer, Osman, Ebubekir, Hasan, Hüseyin

levhaları asılmış, dış duvarlar sarı kırmızıya boyanmıştır. 1 Şubat 1935'de müze olmuştur.

2. Kalenderhane Camii: Vezneciler semtinde olup Fatih Sultan Mehmed devrinde

camiye tahvil edilmiş eski bir Ortodoks kilisesidir. Halen cami olarak kullanılmakta olan bina

kubbeli Bizans kiliselerinin ayakta olan son temsillerinden birisidir. Kilise Theotokos Kyriotissa’ya

atfedilmektedir.

3. Vefa Kilise Camii veya Molla Gürani Camii: Fatih dönemi şeyhülislamlarından Molla

Gürani (d. 1410 - ö. 1488) tarafından camiye dönüştürülmüştür. Eski bir Doğu Ortodoks kilisesi

olan bina Hagios Theodoros’a atfedilmektedir.

4. Aya İrini: Hagia Irene veya Hagia Eirene (Yunanca: Αγία Ειρήνη "Kutsal Mekân"). Eski

bir Doğu Ortodoks kilisesi olup Topkapı Sarayı bahçesi içinde saray ile Ayasofya arasında yer

almaktadır. İstanbul’da inşa edilen en eski kilise olarak bilinir. Bina Fatih Sultan Mehmed

döneminde yeniçerilerin silahlarını koydukları bina olarak kullanılmaya başlanmış ancak

3 Alexander Van Millingen, assisted by Ramsay Traquair - Walter S. George and A. E. Henderson, Byzantine churches in

Constantinople: their history and architecture, London: Macmillan and Co., Limited, 1912; Thomas F. Mathews, The Byzantine churches of Istanbul : a photographic survey, (plans and map prepared by Glenn Ruby and Robert Texter), University Park (Pa); London: Pennsylvania State University Press, 1976; Thomas F. Mathews, The early churches of Constantinople: architecture and liturgy, University Park, Pennsylvania State University Press [1971]; Sennur Sezer-Adnan

Özyalçıner, 'Üç Dinin Buluştuğu Kent İstanbul', İnkılap Y., İst. 2003.

Page 7: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

3

daha sonra ganimet malları da buraya konulmuştur. Sultan III. Ahmed döneminde (1703–

1730) silah müzesi yapılmıştır.

5. Fenari İsa Camisi (Lips Manastırı): 10. yüzyılda Doğu Roma donanma komutanı

Konstantinos Lips tarafından İstanbul'da kurulan manastırın kilisesidir. Fatih'de Vatan Caddesi

üzerindedir. İstanbul'un fethinden sonra cami olarak kullanılmıştır. Moni tu Libos adıyla da

bilinir.

6. Eski İmaret Camii-Pantepoptes Manastırı Fatih semtinde. Fatih döneminde cami

oldu.

7. Zeyrek Camii (Pantokrator Manastırı Kilisesi) İstanbul'un Zeyrek semtinde Doğu Roma

döneminden kalma dinî yapıdır. Kilise üç ayrı şapelin bir araya gelmesinde oluşur.

Ayasofya'dan sonra İstanbul'da ayakta kalan en büyük kilisedir.

8. Atik Mustafa Paşa Camii-Petros ve Markos K. Ayvansaray. Beyazıt II. zamanında

camiye çevrildi.

Page 8: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

4

9. Gül Camii (Ayia Teodosia) İstanbul'un Ayakapı semtindeki Doğu Roma döneminden

kalma bir yapıdır. Eski adı ve yapım tarihi hakkında kesin bilgiler olmamakla birlikte 10. ya da

11. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir. 1499 yılında camiye çevrilmiştir.

10. Kariye Camii-Kora Hristos Sofiras Edirnekapı'daki kilise Beyazıt II. döneminde

1511’de cami oldu. 1948'de müze yapılmıştır. Kariye Kilisesi, tipik Bizans yapısıdır. Dışarıdan

tuğla duvarlarıyla oldukça sade görünmekle birlikte içi en süslü kiliselerden biridir. Güney

cephede uzanan dar uzun tek nefli bir şapel olan parekklesion bir bodrum üzerine yapılmıştır.

Üstü kısmen kubbe, diğer kısımları tonozla örtülüdür. Kariye (Chora) Kilisesi, 6. Y.Y.’a kadar

giden bir geçmişe sahiptir. Günümüze ulaşmış hali Osmanlı döneminde ve 20. yy’in ikinci

yarısında geçirdiği onarımların sonucudur. İlk önce manastır olarak 534 yılında Justinianus

döneminde Aziz Theodius tarafından yapılmıştır. Mozaik ve freskler cami olduktan sonra

bazen tahta kepenklerle, bazen de badana ile örtülmüştür. 1948'den 1958'e kadar yapılan

çalışmalar sonunda tüm mozaik ve freskler ortaya çıkarılmıştır. Yapı 1948’den bu yana da

“Kariye Müzesi” olarak hizmet vermektedir.

11. İmrahor Camii: Doğu Roma döneminde yapılmış İstanbul'da ayakta kalan en

eski dinî yapıdır. Doğu Konsülü Studios tarafından bugünkü Yedikule'de 454 yılında kurulan

Studios Manastırı'nın bir parçası olan Aya İoannes Prodomos (Vaftizci Yahya) kilisesidir.

Osmanlı padişahı II. Bayezid döneminde İmrahor İlyas Bey tarafından camiye çevrilmiştir.

Osmanlı döneminde şehrin en büyük camilerinden biri olarak hizmet vermiştir. 1782 yangını ve

1894 depreminde büyük zarar görmüş, 1908'de çatısı çökmüştür.

Page 9: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

5

12. Küçük Ayasofya Camii- İstanbul'un Küçükayasofya semtindeki cami kiliseden

camiye çevrilmiştir. 6. yüzyıldaki Ahagios Petros ve Ahagios Paulos bazilikası 1497'de cami

olmuştur.

13. Sancaktar Hayreddin Mescidi/Camii: Yapının biçimi bakımından erken

Hıristiyan inşaatı olduğu görülmekte ve bir mezar binası ya da bir martirion olma ihtimali

oldukça yüksektir ve böylece yapının inşaatı 3. -4. yylara tarihlenebilir. Sonraları yapıya

doğuya doğru bir apsis eklenerek bir şapel haline getirilmiştir. Fethin arkasından, terk edilmiş

durumdaki harap Bizans binalarından bazıları, şehrin kuşatılması sırasında şehir düşenler adına

ve “viraneleri şenlendirme” politikasının belirtisi olarak mescide dönüştürüldüğü sırada, bu

yapı da Sancaktar Hayreddin adına mescit olarak yapılmıştır. Zamanla harap olan bina

1973–75 yılları arasında hazırlanan projeye göre Sancaktar Hayreddin Mescidi orijinal

mimarisine uygun biçimde yeniden yapılandırılmıştır.

14. Bodrum Camii (Bodrum Mesih Paşa Camii veya eski adıyla Mireloin Kilisesi),

İstanbul'da Laleli yakınındaki Doğu Roma döneminden kalma dini yapıdır. 10. yüzyılda

Mireloin Manastırı'nın kilisesi olarak İmparator Romanos Lekapenos tarafından yaptırılmıştır.

İstanbul'un fethinden sonra II. Bayezid döneminde Sadrazam Mesih Paşa tarafından camiye

çevrilmiştir.

15. Arap Camii-Saint Pol/San Dominiko: Perşembepazarı'nda olup 1475'de

tamamen cami olmuştur. Arap Camii; fetih öncesinden kalan İstanbul'un tek Gotik kilisesidir.

1475'te Fatih, kiliseyi camiye çevirerek vakfına katmıştır. Yirmi yıl sonra da, İspanya'dan

çıkartılan Endülüs Araplarının bir kısmının, çevredeki mahallelere yerleştirilmesiyle cami, "Arap

Camii" olarak tanınır. Caminin Araplara mal edilmesinin bir nedeni de, minareye çevrilen eski

çan kulesinin 714'te Şam'da yaptırılan ünlü Emeviye Camii'nin özgün minaresini

çağrıştırmasıdır. III. Mehmet ve I. Mahmut'un annesi Saliha Sultan ve II. Mahmut'un kızı Adile

Sultan değişik dönemlerde Cami'yi onartmış; hünkâr mahfili, sebil, çeşme, şadırvan gibi

öğeler ekletmişlerdir. Özellikle Saliha Sultan'ın yaptırdığı onarımdan sonra caminin iç düzeni,

mahfillerin, mihrabın barok ahşap tasarımlarıyla hayli değişmiş, tiyatral bir görümün egemen

olmuştur. 1913–1919 yılları arasındaki kapsamlı onarım sonucu yapı yeniden büyük bir

değişime uğrar: Avlu duvarı yıkılır, Cami genişletilerek yeniden yaptırılır. "Arabesk" bir son

cemaat mahalli ekletilir. Döşeme altında kalan yüzü aşkın Latin soylusunun mezar taşları

Page 10: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

6

müzeye taşıtılırken, mihrabın yanındaki "Mesleme'nin Çilehanesi", "Arap Baba Merkadi" ve

çevrede sahabelere ait oldukları ileri sürülen birkaç kabir de Arap kimliğini daha

güçlendirecek vurgular.

Sonuç

Söz konusu Bizans binalarını cami veya mescit gibi dini binalara tahvil eden Osmanlılar

bu binaların asli unsurlarını büyük ölçüde muhafaza etmişlerdir. Ancak zaman içinde binaların

iç teşrifatında ve dekorasyonunda çeşitli değişiklikler yapılmıştır. Binalarda yapılan

değişikliklerle büyük ölçüde Osmanlı kimliği ile Bizans kültürü bir arada korunmuştur. Ayasofya

ve Kariye örneğinde olduğu gibi binalardaki Osmanlı dekorasyonlarının ortadan

kaldırılmasıyla birlikte Bizans dönemine ait unsurlar büyük ölçüde ortaya çıkmıştır. Bu durum

Osmanlıların Bizans kültürünü kendi bina kültürü içinde muhafaza ettiklerini göstermesi

açısından son derece dikkat çekicidir. Ayrıca Osmanlıların eski medeniyetlerin muhafazasını

itina ettiklerine de önemli bir işarettir.

Page 11: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

7

Olba Arkeolojik Yüzey Araştırmaları 2008 Yılı Sonuçları

Doç. Dr. Emel ERTEN1

Mersin’in Silifke ilçesinin yaklaşık 30 km. kuzeyindeki Olba ören yerinde 2001 yılından beri TC

Kültür ve Turizm Bakanlığı izni ile Gazi Üniversitesi Fen – Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü

öğretim üyesi Doç. Dr. Emel Erten başkanlığında yapılan yüzey araştırmaları 2008 yılında da

sürdürüldü. Araştırma ekibinde, başkan Doç. Dr. Emel Erten, başkan yardımcısı Okt. Murat

Özyıldırım (ma), Yard. Doç. Dr. Sibel Ünalan, Arkeolog Tuna Akçay (ma), Kimya Yük. Müh.

Sabri Noyan Dilek yer aldı. Bu yıl Olba yüzey araştırmasına TC Kültür ve Turizm Bakanlığı

temsilcisi olarak Ankara Etnografya Müzesi Müdür Yardımcısı Cenap Işık katıldı2.

Olba’da 2001 yılındaki ilk araştırma dönemimizden bu yana yapılan incelemelerin bir

bölümünü kentin Erken Hıristiyanlık Dönemi yapıları oluşturmaktadır. Erken Hıristiyanlık,

Olba’nın bir piskoposluk merkezi olduğu ve kentin Hıristiyan dinsel mimarisi bakımından

oldukça önem kazandığı bir dönemdir. Olba kenti, Seleucia ad Calycadnum (Silifke)

Başpiskoposluğu’na bağlı bir piskoposluk merkezi olarak din adamları tarafından çeşitli

konsillerde temsil edilmiştir. Kentteki manastır yapısı, bu piskoposluğu bölgede önemli bir

konuma getirmiştir.

Olba’da akropolisin doğusundaki vadide yer alan ve çalıştığımız bölgenin tek manastırı

olarak önemli olan yapıyla ilgili araştırmalarımız bu yıl da sürdü (Lev. 1). Manastır’da mimari

durumun tam olarak belirlenebilmesi için gerekli olan maki bitki örtüsü temizlik çalışmalarının

ardından yeni bazı bölümler ortaya çıkarıldı. Bilindiği gibi manastırın daha önceki yayınlarda

bir planı vardı. Ancak araştırmalarımız, söz konusu planın bazı bölümlerinin eksik olduğunu

göstermekte ve yeni tespit edilen bölümlerin bu plana eklenmesini zorunlu kılmaktadır.

Levha 1

1 Gazi Üniversitesi Fen - Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü – Ankara. [email protected]. 2 Çalışmalarımıza her zaman destek veren başta TC Kültür ve Turizm Bakanlığımız olmak üzere Uzuncaburç Belediyesi,

Silifke Müze Müdürlüğü’ne teşekkür ederiz.

Page 12: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

8

Manastırda yapılan temizlik çalışmalarından sonra bu yapının güneyinde daha evvel çizilen

planlarda yer almayan iki yeni oda bulundu. Ayrıca söz konusu manastırın doğusunda ana

kayaya oyulan ve buraya çıkan merdivenler tespit edildi. İlk kez bulunan bu mekanlar

manastıra eski planlarda olmayan bölümler eklediği gibi bu yapının daha önceki dikdörtgen

planının, güney ve yer yer doğu bölümlerinin bütünüyle değişmesini gerekli kılmaktadır.

Bu yıl Olba Yüzey Araştırmalarında, kentin yerleşim ve nekropolis alanları ile yakın çevresinde

yer alan kült alanlarının belgelenmesi işlemine de özel ağırlık verildi. Bu bağlamda önceki

yıllarda Şeytanderesi Vadisi içinde belirlenen kült mağarasının ayrıntılı belgelemesi yapıldı.

Kentte 2008 yılı araştırmaları kapsamında akropolisin kuzey-batı eteğinde yer alan tiyatro da

ayrıntılı olarak ele alındı (Lev. 2). Yapının plan ve tanımı Keil - Wilhelm tarafından bu bölgede

1925 yılında yapılan çalışmaların sonuçlarını içeren 1931 tarihli kitapta yayınlanmıştır. Ancak,

bu plan mimari ayrıntılardan oldukça yoksundur. Bu konuda özellikle skene binasının derinliği

konusunda yüzeyde hiçbir veri görünmediği halde, ortalama bir derinliğin verilmiş olmasını

örnek vermek gerekir. Bu durum planın revize edilmesini gerekli kılmaktadır. Ancak, bu yapı ile

ilgili ayrıntılı bilgilere ulaşılması için burada arkeolojik kazıların yapılması zorunludur.

Levha 2

Manastırın ardından tiyatroda yapılan ot temizliği sonrasında oturma sıralarının ortalama

derinlik ve yükseklikleri esas alınarak, yapının oturma kapasitesi beş yüz izleyici olarak

hesaplanmıştır. Bu durum, yapının bir odeon olması ihtimalini de olasılık haline getirmektedir.

Özellikle skene derinliğini gösteren hiçbir izin olmaması, yapının kapalı bir mekan olabileceğini

düşündürmektedir. Buna göre, üç açıklıklı skene olarak tanımlanan yapı, aslında odeonun dış

duvarı olmalıdır.

Bu yıl arazi çalışmalarımızın ilginç bulgularından biri de akropolisin kuzey-doğu köşesindeki

kulenin duvar örgüsü içinde bulunan yazıttır. Dört satırdan oluşan Yunanca yazıt, kulenin

rektagonal duvar örgüsü içinde ters olarak yer alır. Bu durum söz konusu bloğun kulede

devşirme malzeme olarak kullanıldığını kanıtlar. Yazıt, Olba ile ilgili XIX. yüzyılda yapılan en

erken bilimsel yayınlardan birinde yayınlanmıştır. Burada yazıtın Olba aquaeductusunun

üzerinde olduğu belirtilmektedir. Ancak, yazıt aslında aquaeductusun hemen üzerindeki kule

duvar örgüsü içinde değil, akropolisin kuzey-doğu köşesindeki kulede yer almaktadır. Bu

nedenle de aradan geçen uzun yıllar içinde yazıtın yerini belirlemek mümkün olamamıştır.

Page 13: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

9

Olba’da arkeolojik araştırmaların yanı sıra disiplinler arası çalışmanın güzel ve gerçekten

yararlı bir örneği olarak jeoarkeoloji araştırmaları da gerçekleştirildi. Bu konuda Mersin

Üniversitesi Jeoloji Bölümü’nden Sayın Doç. Dr. Muhsin Eren ve Sayın Yard. Doç. Dr. Kıvanç

Zorlu’nun bilimsel yayına dönüşen özverili katkılarını burada belirtmek gerekir.

Araştırma ekibi üyelerimiz, yıllardır bölgedeki en önemli arkeolojik sorun olarak gördüğümüz

korumacılıkla ilgili çoğu kaygı verici gelişmeleri çeşitli basın yayın organlarında,

konferanslarda, yayınlarda belirtiyordu. Ekip üyelerimiz, sadece şikâyet etmekle kalmayıp

Silifke Jandarma Komutanlığı’na tespit ettiğimiz kaçak kazıları resmi olarak bildirdi. Olba’da

2005 yılı çalışma dönemimizde, kaçakçıların yerinden söktükleri ve çalınmaya hazır hale

getirdikleri “Romalı askerler kabartması”, ekibimizin girişimleri sonucu Silifke İlçe Jandarma

Komutanlığı, Uzuncaburç Belediyesi ve Silifke Müzesi işbirliği ile müzeye taşındı (Lev. 3).

Kapatılan Uzuncaburç Jandarma Karakol Komutanlığı’nın yeniden açılması için resmi

kanallardan çaba göstermemize karşın bir sonuç alamadık.

Levha 3

Nüfus sorunu nedeniyle “belediye” olmaktan kısa bir süre “köy”e dönüşmesi gündeme gelen

Uzuncaburç Belediyesi’nin “belediye” olarak kalması gereğinin önemini çeşitli yerlerde

belirttik ve yerinde bir kararla, arkeolojik kalıntılarla iç içe bir yerleşim olan Uzuncaburç, yine

“belediye” olarak çalışmalarını sürdürüyor.

Bu yıl sevindirici bir gelişme olarak Olba’da yeni bir kaçak kazı çukuruna rastlamamış

olmamızı, sözlü ve yazılı bilgilendirmelerimiz sonucu Silifke Jandarma Komutanlığı’nın Olba

genelindeki yoğun çabalarına bağlıyor ve alınan önlemlerin devam etmesini dileyerek

teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Olba yüzey araştırmaları ekibi, 2001 yılından bugüne, kentin arkeolojik geçmişiyle ilgili yüzey

buluntularını değerlendirerek birçok sonuca ulaşmıştır. Bu sonuçlar, birçok bilimsel yayınla

bilim dünyasının ilgisine sunulmuştur. Ekip üyelerimiz birçok sempozyum, seminer, konferans

gibi etkinliklere katılarak Olba arkeolojik yüzey araştırmaları ile ilgili ulaşılan bilimsel sonuçları

paylaşmıştır. Bunlardan başka, Olba kentinin mezarlarını konu eden bir yüksek lisans tezi de

tamamlanmıştır. Bilindiği gibi TC Kültür ve Turizm Bakanlığımız tarafından verilen arkeolojik

Page 14: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

10

yüzey araştırmaları izinleri, bilimsel kazı yapılmasına olanak sağlamayan, bakanlık temsilcisi

gözetiminde yüzeyde bulunan eserleri incelemeye olanak sağlayan izinlerden oluşmaktadır.

Olba’da, araştırma ekibimizle birlikte sürdürülen yüzey araştırmalarında artık bilimsel kazı izni

alarak çalışmayı bu yönde devam ettirmek ve kazı verilerini yüzey araştırması verilerimizle

birleştirmek, bilimsel bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. Böylelikle Olba ve dolayısıyla

Kilikia tarihi açısından yeni bazı bilimsel verilere ulaşabilmek mümkün olacaktır.

Olba ile ilgili araştırmalarımızın sonucunda kente ait, daha önce yayınlanmamış birçok

arkeolojik mimari ya da küçük eser yayına dönüşerek bilim dünyasının ilgisine sunuldu.

Örneğin kentin cam buluntuları, anıt mezar, nympaheum vd. ilk kez bu kadar kapsamlı bir

biçimde yayınlandı. Erken Hıristiyanlık dönemine ait yayınlar, kentin bu dönemine ışık tutan

Yunanca – Latince eserlerin yol göstericiliğinde hazırlandı. Olba’yı jeoarkeoloji alanında

inceleyen yayınlar ilk kez ortaya kondu. Kentteki arkeolojik tahribat, verilen ayrıntılı bilgilerle

yayınlandı.

Aşağıda, Olba Arkeolojik Yüzey Araştırmalarının başladığı 2001 yılından bugüne kadar ekip

üyelerimizin yaptığı bilimsel yayınların bir listesi bulunmaktadır. Bu listeye, çeşitli yerlerde

verilen ve basılmayan konferans ve diğer sunumlar dahil değildir.

OLBA ARAŞTIRMALARININ BAŞLATILMASI (2001 YILI) SONRASINDA EKİP

ÜYELERİ TARAFINDAN YAPILAN YAYINLAR:

E. Erten, “Glass Finds from Olba Survey”, OLBA VII, (2003) s. 145-154, Levha 20-26.

E. Erten, “Olba (Uğuralanı) 2001 Yüzey Araştırması”, 24. Kazı Araştırma ve Arkeometri

Sempozyumu Bildirisi, 20. Araştırma Sonuçları Toplantısı 1. Cilt, Ankara 2003, s. 185-196.

E. Erten, “Olba 2001 Yüzey Araştırması” 25. Kazı Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu Bildirisi,

21. Araştırma Sonuçları Toplantısı 2. Cilt, Ankara 2003, s. 55-66.

E. Erten, “Mersin, Silifke, Olba Yüzey Araştırması – 2003”, 26. Kazı Araştırma ve Arkeometri

Sempozyumu Bildirisi, 22. Araştırma Sonuçları Toplantısı 2. Cilt, s. 11-22.

E. Erten, “Mersin, Silifke, Olba (Uğuralanı) 2004 Yılı Yüzey Araştırması”, 27. Kazı Araştırma ve

Arkeometri Sempozyumu Bildirisi, 23. Araştırma Sonuçları Toplantısı 1. Cilt, s. 309-318.

E. Erten, “Olba: A Roman Town in Rough Cilicia”, European Union Mosaic Programme: Mersin

Region Steeped in Ancient History and Culture, Mersin 2004, s. 37-41.

E. Erten, “Archeological Heritage from Silifke and Environs”, European Union Mosaic

Programme: Mersin Region Steeped in Ancient History and Culture, Mersin 2004, s. 109-117.

E. Erten, “Silifke, Olba (Uğuralanı) Arkeolojik Yüzey Araştırması 2003 – Archeological Surveys at

Olba (Uğuralanı), Silifke-Mersin, in 2003”, Anadolu Akdenizi Arkeoloji Haberleri – News of

Archeology from Anatolia’s Mediterranean Areas, 2004.2, s. 105-109.

E. Erten, “Mersin-Olba (Uğuralanı) Arkeolojik Yüzey Araştırması 2004 - Archeological Surveys

at Mersin-Olba (Uğuralanı) in 2004”, Anadolu Akdenizi Arkeoloji Haberleri – News of

Archeology from Anatolia’s Mediterranean Areas, 2005.3, s. 143-147.

E. Erten, “Olba Yüzey Araştırması 2005”, 28. Kazı Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu Bildirisi,

24. Araştırma Sonuçları Toplantısı 1. Cilt, s. 421-432.

E. Erten, “Mersin-Olba (Uğuralanı) Arkeolojik Yüzey Araştırması 2005 - Archeological Surveys in

Mersin-Olba (Uğuralanı) in 2005”, Anadolu Akdenizi Arkeoloji Haberleri – News of Archeology

from Anatolia’s Mediterranean Areas, 2006.4, s. 121-124.

Page 15: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

11

E. Erten, “Mersin, Silifke, Olba Yüzey Araştırması-2006”, 29. Kazı Araştırma ve Arkeometri

Sempozyumu Bildirisi, 25. Araştırma Sonuçları Toplantısı (baskıda).

E. Erten, “Olba’daki Tapınak Planlı Anıt Mezar”, PATRONVS- Coşkun Özgünel’e 65. Yaş

Armağanı, Festchrift für Coşkun Özgünel zum 65. Geburtstag, İstanbul 2007, s. 149-156.

E. Erten, “Mersin-Olba (Uğuralanı) Arkeolojik Yüzey Araştırması 2006 - Archeological Surveys in

Mersin-Silifke-Olba (Uğuralanı) in 2006”, Anadolu Akdenizi Arkeoloji Haberleri – News of

Archeology from Anatolia’s Mediterranean Areas, 2007.5, s. 133-136.

M. Özyıldırım, “İlkçağ ve Erken Hıristiyanlık Kaynaklarında Olba Sözcüğün Değişik Kullanımları”,

Olba VII, Mersin 2003.

M. Özyıldırım, “Erken Hıristiyanlık Dönemi Dinsel Tartışmaları ve Mersin Sınırları İçindeki

Piskoposluk Merkezleri”, Tarih İçinde Mersin II. Collocium Bildirisi, Mersin 2005.

M. Özyıldırım, “Ariminum ve Seleucia ad Calycadnum Konsilleri 359 İkiz Konsiller Yılı, Olba XV,

Mersin 2007.

M. Özyıldırım, “Olba’da Arkeolojik Korumacılık Sorunları”, Silifke Müzesi Arkeoloji Konferansları

Kitabı, Mersin 2007.

M. Özyıldırım, “Olba’da Hıristiyanlığın İzleri”, Arkeoidea Sayı VII, Süreli E- dergi, 2008.

Erten, E., - Özyıldırım, M., “2005 Yılı Olba Yüzey Araştırması”, T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kazı

Sonuçları Toplantısı, Ankara 2007.

Erten, E., - Özyıldırım, M., “2006 Yılı Olba Yüzey Araştırması”, T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kazı

Sonuçları Toplantısı, Ankara 2008.

T. Akçay “Olba Mezarları (Dan. E Erten)” Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Mersin Ü. Sosyal

Bilimler Enstitüsü Arkeoloji ABD Mersin 2008.

T. Akçay, “Taş Ustası Mezarları Işığında Olba’da Yerel İşçilik”, Olba XVI, Mersin 2008.

M. Eren, “Olba Yöresi Jeoarkeolojisi (Silifke/Mersin, Güney Türkiye)”, 30. Uluslararau Kazı,

Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu, Ankara 2008.

K. Zorlu, “Description of the weathering states of building stones by fractal geometry and

fuzzy inference system in the Olba ancient city (Southern Turkey)” Engineering Geology 101

(3-4), 124-133, 2008.

K. Zorlu, “A simple and non-destructive approach to predict the weathering state of

limestone blocks used as building Stone”, EGU General Assembly 2008, Wien, Austria.

Abstract No. EGU2007- A-00083, 2008.

K. Zorlu, “Tarihi bir kentte yapıtaşı olarak kullanılan kireçtaşı bloklarının bozunma derecesinin

kestirimi için bulanık bir algoritma Yerbilimlerinde Esnek Hesaplama Yöntemleri Sempozyumu,

Bildiri Özleri Kitabı, s. 6., 12-13 Mayıs 2008, Sivas, 2008.

K. Zorlu, “Yapıtaşı olarak kullanılan kireçtaşı bloklarının bozunmaya bağlı fraktal boyutlarının

değişiminin incelenmesi” 61. Türkiye Jeoloji Kurultayı, s. 278, 2008.

K. Zorlu – C. Gökçeoğlu, “Olba antik kentinde kullanılan yapıtaşlarında gözlenen bozunma

davranışına mikro ve makro ölçekte genel bir bakış”, 30. Uluslar Arası Kazı, Araştırma ve

Arkeometri Sempozyumu 2008 (baskıda).

Page 16: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

12

Kuramsal Arkeoloji: Bilim sorunları - çarpık yansımalar - bilim düşmanlığı ve

“ahlaksızlığa” uzanan sapıtmalar.

Bir zorunluluğun zorluk ve tehlikelerine bir yaklaşım.

Metin Yeşilyurt – M.A.1

Arkeoidea`nın VI. sayısındaki bir yazıda İngiltere ve ABD`de “New Archaeology“ terimi altında

başlayan gelişmeler üzerine bilgiler verilip, bu tür tartışmaların önemine değinilmekte ve

Türkiye`de de ilginin artması umut edilmektedir.2

Ben de bu çalışmalara ve tartışmalara olan ilginin Türkiye`de de artmasını ve başka ülkelerde

de olduğu gibi, bu çalışmaların arkeolojinin bilimselliğini kapsayan öneminden dolayı

öğrenimde de talep edilmesinden yanayım.3 Fakat bu alandaki çalışmalar önemli oluşları

yanısıra bazı zorluklar içermekte ve sonuç olarak bilim düşmanlığına ve “ahlaksızlığa” varan

tehlikeli sapıtmalara yol açabilmektedir. Dolayısı ile sözü geçen önem, zorluklar ve tehlikeleri

kısa vurgulamakta yarar görüyorum.

Belirtilmesi gereken ilk nokta, “New Archaeology”4 terimi altında başlayıp sonra “processual”

ve bunun eleştirilerinden doğan ve tabiatı ile bundan farklı savlar ortaya koyan “post-

processual archaeology” `nin5 kaynak düşüncesinin esasını dile getirmektir. Bu tartışmaların

temelindeki düşünce, her bilimde olduğu gibi arkeolojide de bilim üzerine yansımalar, yani

bilimin ne olduğu, nasıl olduğu ve değeri ile ilgili çalışmaların gerekliliğinin açıkca ele alınma

isteğidir. Bilimin özünün kuramda tanımlanması,6 dolayısı ile bilim üzerine yapılan araştırmaların

kuramsal olması, bir başka deyişle kuramın bilimde taşıdığı önemden dolayı, 1960larda

başlamış olan bilimsel çalışmalar en doğru şekilde Teoretik, daha doğrusu Kuramsal7 Arkeoloji

kavramı altında tanımlanmalıdır.

Kuramlar üzerindeki çalısmalarda dikkat edilecek önemli bir nokta, arkeolojinin araştırdığı

1 Arkeolog, Münster üniversitesi, Ön Asya Arkeolojisi Anabilim Dalı doktora öğrencisi.

[email protected]

www.uni-muenster.de/wissenschaftstheorie/personen/mitglieder/metinyesilyurt.html

2 Gökdemir 2008.

3 Bkz. (özellikle girişlere) Bernbeck 1997, Dark 1995, Embree 1992, Heinz 1999, Veit 2002.

4 „New Archaeology“ teriminin kunlanılış nedeni ilkönce yeni olduğundan, yani ondan öncekinden

değişik olduğunu dile getirmek isteğinden gelişmiştir. Dolayısı ile günümüzde, yani bu gelişmelerin

başlangıcından neredeyse yarım yüzyıl sonra bunları “yeni arkeoloji” diye adlandırmak doğru değildir

(ayrıca bkz. dipnot 5). New Archaeology ve sonraki gelişimler için bkz. Bernbeck 1997, Dark 1995,

Eggert/Veit 1998, Trigger 1998.

5 post-processual arkeoloji başlığı altında toplanan, ama birbirinden farklı olan akımların, ondan önceki

görüşlere bilinçli olarak aykırı görüş tarzında bulunmalarına rağmen New Archaeology`e ait olarak

nitelendirilmelerinin önemli bir nedeni, Bernbeck`in vurguladığı gibi, arkeolojide kuram üzerine

(Almanya`da son 50 yıldaki) yapılan yetersiz araştırmalar ve bilgilerden kaynaklanıyor (Bernbeck

1997, 34). Görebildiğim kadarı ile bu Türkiye için de geçerlidir.

6 Örneğin A. Nuzzo (2002, 1621b) bilimde esas bilgi taşıyıcılarının kuramlar olduğunu belirtiyor.

7 Burada kavramların anadilde kullanılmasının önemini dile getirmek gerekiyor. Söz konusu olan

herşeyin tam anlamı ile tanımlanmasının esas olarak sadece anadilde mümkün olabileciğini bir ingiliz

düşünür ( ? ) eline bir kaşık alarak şöyle dile getiriyor: “this is a spoon. Germans call it Löffel, French

cuillère, but what it`s exactly is, is a spoon.” Başka bir deyişle Kavram, bir şeyin ne olduğunu tam

olarak anlamanın, yani kavramanın sonucudur (bkz. Hançerlioğlu 2005, Cilt 3, 227-250). Herhalde

Dünyanın hiç bir yerinde kavranılan bir şey yabancı bir dilde dile getirilmez. Buna karşı bazı kişiler

bilimsel bir yazının kalitesini orada kullanılan yabancı terimlerin oranı ile ölçüyorlar gibime geliyor.

Sanki ne kadar yabancı kelime kullanılırsa, yazı o kadar kaliteli, o kadar bilimsel olur gibi

düşünülmektedir. Örneğin sav tez oluyor, konu tema, kuşak jenerasyon ve daha ne acayiplikler.

Halbuki tam tersi olması gerek, öyleki bir kişinin üzerinde çalıştığı konuyu ne kadar iyi anladığını,

kullandığı terimler ve kavramlar dile getirir. Anlamak ise ilkönce anadilde mümkündür.

Page 17: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

13

“şeylerin” anlaşılması için (anlamak için) »açımlama«sında8 kullanılan kuramlar ile, arkeolojinin

bilimselliği ile ilgili kuramları arasında ayırt etmektir. Açımlamanın, bilimde yapılan her

araştırma gibi yöntemli olması gerektiğinden, dalayısı ile açımlama bir yöntem olduğundan,9

bu tür kuramlar »yöntembilim« (Methodology) kuramlarına aittirler. Yani yöntembilim-kuramları

hakkındaki gerekli çalışmalar, arkeolojide yapıldığı gibi sadece diğer bilimlerden (genellikle

sosyoloji ve etnolojiden) alınıp arkeolojinin araştırdıklarını anlamada kullanılan, yani bu

anlamda yapılan uydurmalardan da daha öteye gitmekdedir. İkincisi ise »bilimkuram«dır. Her

ikisinin de esas ele alındığı ve tartışıldığı alan günümüzde felsefedir.10 Birincisi araştırmanın

8 Gördüğüm kadarı ile Türkiye`de “Interpretation” terimi için coğunlukla »yorumlama« kullanılıyor.

Halbuki »yorumlama« daha çok “Comment” terimine yakındır. Karışıklıklar Interpretation`un çok geniş

alanlarda kullanılışından kaynaklanmaktadır. Örneğin bir sanatçı başka birinin bir eserini yorumlar.

Buna Interpretation diyebiliriz. Ama bir futbol karşılaşması da yorumlanır. Buna Interpretation

diyemeyiz, bu Comment`tir. Yorumlama açıklamadan farklı ve kişiye, kişiliğe özgü tanımlanır

(Hançerlioğlu 2005, Cilt 7, 334). Fakat işbuki Interpretation felsefe ve bilimde bir yapıtı »anlamak« için

yapılır ve sonuç kuramdır [Hem yapılan işe hemde sonuca İnterpretation denilir] (Scholz 2002).

»Anlama« (verstehen) ise günümüzde »açıklama«nın (erklären) karşıtı değil de, bunların bağlantılı

oldukları kabul edilir (Groeben 1986, 380 f.; Scholz 2002, Schurz 1990, 9; Schurz 2004, 168 f.). Yani bir

şeyi açıklamak için onu anlamak, onun anlaşılması için de açıklanması gerekir. Bunlar da bilimde

yöntemli yapılır, dolayısı ile kişiye özgü değildirler. Açımlama ise örneğin “bir düşünceyi daha çok

açmak için” yapılır (Hançerlioğlu 2005, Cilt 1, 22). Orada açımlama “bir yazının açıklanması” olarak

da tanımlanıyor. Bunu yazıdan başka, insanın her ürünü için geçerli saymak gerekir. Anlama,

açıklama ve bunların ilişkileri arkeolojide de tartışılmaktadır (Heinz/Eggert/Veit 2003). Bundan dolayı

arkeolojide yapılan iş için açımlama teriminin kullanılması daha doğrudur: Her bilimde araştırılan

şeylerin nedenleri sorgulanır. Bu sorguların cevaplandırılması da nedenlerin açıklanması ile olur.

Arkeolojide insanların yaptığı şeyler araştırılır, bunlar özdek, somut yapay olgulardır. Bunların insanlar

tarafından yapıldığından ve insan genelde düşünen (»uslu«) bir varlık (Homo sapiens) olarak

tanımlandığından, bu şeyleri açıklamak için yapılan araştırmalarda bunların yapılma nedenleri

soruşturulur. Bu nedenler ise yapandan dair tinseldir. Kısacası, olguya konulan mana araştırılarak

çıkarılmaya çalışılır. (Bkz. dipnot 9).

9 Buna karşı bazı postprocessual görüşler geçmişte bir gerçek (truth) bulunamayacağını ve

açımlamanın (Interpretation) yöntembilime (Methodology) “indirgenemeyeceğini”, yani yöntem ile

ilgisi olmadığını öne sürüyorlar (Shanks / Tilley 1996, 25-28). Böylece bilimin iki önemli niteliği (a.

gerçeği arayıp bulmak ve b. bunu yöntemli yapmak) yalanlanmış oluyor. Postprocessualist`ler bu

görüşü anlamanın (Verstehen) bilimsel yöntem ile ilgili olmadığını ve “tinsel bilimlerin”

(Geisteswissenschaften) (bkz. dipnot 14) felsefe, sanat ve tarih tecrübeleri ile aynı düştüğünü, bu

tecrübelerdeki gerçeğin (Wahrheit) ise bilimsel yöntem ile kanıtlanamayacağını (Verifikation) öne

süren H. G. Gadamer`e (Gadamer 1990, 1-2) bağlıyorlar. (Bu tür Interpretation G. Scholtz`a göre

“felsefi yumuşak Interpretation” olarak “sert bilimsel Interpretation”`dan ayrılabilir [G. Scholtz

takrir/sunum ZfW 24.4.2008]). Öyleki bu kesimler için Hermeneutik çoğunlukla H. G. Gadamer ile

kısıtlanıyor. Halbuki Hermeneutik`in 17. yüzyıla kadar uzanan bir tarihi vardır, anlam zorluğundan

(anlayamamak dan) doğmuştur (Scholz 2001; Bühler 2002) ve o zamandan beri «anlama(k)-kuramı

ve açımlama yöntembilimi» (“Theorie des Verstehens und Methodenlehre der Auslegung”) olarak

tanımlanmakatadır (Bühler 2002, 547b).

10 Burada yöntem ile yöntembilim ayırt ediliyor. Bilimler doğal olarak kendi yöntemleri üzerinde

çalışmalar yaparken, genel yöntem sorunları felsefede ele alınıyor. Bilimkuramda tartışılan sorunlar ise

doğrudan ve genel olarak bilim ile ilgilidir ve bilimlerin farkları ile ilgili sorunları da kapsar. Bu

farklılıkların değişik bilimlerdeki yöntem farklılıklarını da içerdiği için, bilimkuramda yapılan çalışmalar

yömtembilim-kuramı da kapsar. »Bilimkuram« (Wissenschaftstheorie / Philosophy of Science)

»bilgikuram« (Erkenntnistheorie / Epistemologie) denilen felsefe dalından ayrıdır (Scholz basım

hazırlığında). Bilimkuram bilimle ve bilimsel araştırmanın sonucu olan bilgi ile ilgili iken bilgikuram bilim

ile elde edilen bilgeden başka, bilginin genelde ne ve nasıl olduğu sorusunu, araştırıcı ve araştırılanın

arasındaki ilişkiyi, günlük hayattaki ve hatta inanç dünyasındaki, bilgi olduğuna inanılan düşünce,

görüş ve fikirleri de ele alır. Bilimkuram 1920lerden sonra bilimlerin (doğa bilimlerinin) “positiv“ (olgucu)

olması ile beraber tamamen felsefeye alınmıştır (Ströker 2004). Yani bilimkuram o zamana kadar

esasen bilimler tarafından araştırılan bir alan idi. Bilimkuramda ele alınan sorunların bilimlerden

kaynaklanması ve doğa bilimleri dışında kalan insan bilimlerinin “positiv” olmaması/olamaması,

bilimkuramın sadece felsefenin araştırdığı bir alan olarak sınırlandırılamayacağını gösterir. Bu alanda

bilimlerin de çalışma zorunluluğu söz konusudur. Değinilmesi gereken önemli bir nakta ise felsefe ile

bilim arasındaki imtiyazlandırma/değerlendirme sorunudur. Başka bir deyişle birine diğerine üstün

görmek, üstünlük aramaktan, yada kurmaktan sakınmak gerekliliğidir (bkz. Hartmann /Janich 1998,

12-13). Bilim tarafından felsefenin gözardı edilmesi bilimin genelekselleşmesine yol açarken (Steekeler-

Weithofer 2002, 1248b), aynı şekilde felsefenin sorunlarımıza tek başına çözüm bulabiliceği görüşü,

felsefeyi propagandalaştırır (Dewey 2002, 52). (Açımlama, bilim, bilimkuram ve felsefe ilişkisi geniş

olarak doktora çalışmamda ele alınmaktadır).

Page 18: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

14

tarzı/usulü, yani yöntem ile, ikincisi ise araştırmanın bütünlüğü, yani tam genişliğinde bilim ile

ilgilidir ki, burada bilimsel araştırının nedenleri, değeri ve sanat, din, mitoloji gibi başka alanlara

karşı sınırlandırılması ile ilgili sorularda ele alınır.11 Yöntembilim-kuram ve bilimkuram, bilimsel

çalışmada birbirine bağlıdırlar. Örneğin arkeolojide süreçcilerin (processualists) açımlama için

kullandıkları işlevcilik ve sistem kuramları toplumbilimden (sosyoloji) alınmış ve dolayısı ile orada

arkeoloji toplumbilim olarak tanımlanmıştır.12 Yani bilimin nasıl bir bilim olduğu üzerine ifade

verilir. Bu ifadeler ise, eğer açık (explicit), yöntemli ve tam olduğu zaman kuramlaşır. Bu

çalışmalar bilinçli olarak yürütüldüğü zaman bilimkuram olarak nitelendirilir.

Yukarıda bahsedilen kuramsal arkeolojinin başlangıcındaki sorunlar esas olarak ilk önce

bilimkurama mahsusdur ve New Archaeology`nin ortaya koyduğu yeni sorulardan

kaynaklanmaktadır. New Archaeology o zamana kadar geleneksel arkeolojinin araştırdığı,

ne?, ne zaman? ve nerede? soruları yanısıra »nasıl?« ve »neden?« sorularını ele almış ve

bunların bilimsel araştırmadaki önemini vurgulamıştır:

«In short, we seek answers to some `how and why´ questions in addition to the `what,

where, and when´ questions so characteristically by archaeologist.» (Binford 1964, 425)

«On this explanatory level […] we are no longer asking merely what but also how and

even why.» [G. R. Willey / P. Phillips 1958, 5-6 [alınım Binford 1964, 425; Binford 1968, 7])

Bu soruların bilimsel araştırmadaki önemi, özellikle «neden?» sorusunun her bilim dalının

cevaplandırması gerektirmesinden kaynaklanmaktadır.13 Fakat bu soruların arkeolojide

görgücülükle (Empirie) cevaplandırılamaması bir yandan etnoloji ve sosyoloji gibi bilimlere ve

bunların ürettiği kuramlara yansımaların gerekliliğini ortaya koyarken, diğer yandan bu

yansımaların gerekçelendirilmesi ile ilgili sorunlar beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla arkeolojide

de bilim ilgili sorular ele alınmıştır. Bu en iyi şekilde WATSON/LEBLANC/REDMAN`in (1984)

satırlarından alınabilir:

«Once attention was explicitly turned to theoretical issues, these archaeologist found

themselves participating in some of the oldest debates in the intellectual history of the

Western world: What is knowledge? In particular, what is archaeological knowledge? Is

there an objective, real world of past human behaviour that can be empirically

perceived, described, and explained, as physical scientists perceive, describe and

explain the behaviour of nonhuman entities? What is Science? Are the human sciences,

that is, the social sciences, logically different from the natural sciences (physics,

chemistry, biology)? What is the significant differences and similarities between

archaeology and history? Is historical research logically distinct from scientific research?

Are there laws of human behaviour, and if so how can they discovered or established?

Are the patterns of human behaviour now or in the archaeological documented past

sufficiently regular so that can be explained and predicted? Do explanations and

predictions of social and cultural behaviour of human beings have the same logical

form as explanations and predictions of processes and events in the nonhuman

physical world?» (Watson / LeBlanc / Redman 1984, 1-2)

11 Scholz bas.

12 Yani işlevciliğin toplumbilimdeki tanımlanılması arkeolojiye geçirilmiştir. Oysaki işlevciliğin felsefe,

pisikoloji (ruhbilimleri) ve biyolojide de önemli yeri vardır, ve aynı özlere dayansa da çeşitli bilim

dallarında farklılıklar gösterir (bkz. Thiel 2003). Processualist`lerin arkeolojiyi toplumbilim olarak

tanımlamaları ve araştırmalarını işlevcilik ve sistem kuramı temelinde yapmaları, toplumdaki bireylerin

önemlerini kısıtlamış, hatta yalanlamıştır ki, bu da postprocessualist`ler tarafından eleştirilmiştir. Fakat

eleştiri arkeolojinin toplumbilim olarak tanımlanmasına değil de işlevciliğe yöneltilmiştir (Bernbeck

1997, 272). Halbuki her bilimdalı araştırdığı şeyler üzerinden tanımlanır. Örneğin toplumbilimler

toplumu, toplum bireyleri arasındaki ilişkileri ve bu ilişkilerden doğan sonuçları araştırır. Arkeolojinin

araştırdığı şeylerin ise toplum ile, toplumdaki bireylerin ilişkileri ve bunlardan doğan sonuçlar ile ilgili

olması gerekmez. Örneğin dağda, ormanda yada çölde tek başına yaşayan bir kişi her türlü alet

yapabilir. Okucu olsun, çanak çömlek olsun ve hatta ev olsun. Arkeoloji bu tür olguları ele alır ve

araştırır. Bunların yapımında toplumun yada toplumsal bireyler arasındaki ilişkilerin hiçbir alakası

olmayabilir, gerekmez de. Kişi tek başına buluşlar yapabilir. Bu, ilkönce kişinin şahsiyetine ve zekâsına

(»an«) bağlıdır, topluma değil. Demek ki arkeolojiyi toplumbilim olarak tanımlamamız gerekmez.

13 Tetens 2002, 1763b-1764

Page 19: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

15

Burada “bilgi nedir?”, “arkeolojik bilgi nedir?”, “Bilim nedir?”, „Doğa bilimleri ile insan bilimleri

ayrı mıdırlar?”, “Tarih araştırmaları bilimsel araştırmalardan farklı mıdır?”14 gibi sorular ve

bunlardan öteye »açıklama« ve »kanun« kavramlarına yönelik sorular dile getiren

arkeologların, sonuçta anlıksal tarihdeki çok önemli tartışmalara iştirakta bulundukları tespit

ediliyor.15

Bu soruların ve bunlar üzerinde yapılması gereken araştırmaların önemi yukarıda belirtildiği

gibi, çalışmaların bilimselliği ve bunun yanında yaptığımız işin, yani arkeolojinin, toplumdaki

yeri ve değeri ile ilgilidir ki, bunlar siyaseti bile çeşitli şekilde temaslayabilir. O kadar ki M. K. H.

EGGERT (1998) üniversitelere mensup olmalarına rağmen bu araştırmaları yapmayanları haklı

olarak sert bir şekilde eleştirerek, bazı dalların bilim olduklarından şüphe duyduğunu dile

getiriyor:

«Man sollte meinen, daß es ein Wesensmerkmal von Wissenschaft und damit jeder

einzelnen Disziplin sein müßte, sich regelmäßig über die angestrebten Ziele, über die für

ihre Realisierung notwendigen Methoden und Verfahren sowie über die theoretisch-

methodologischen Grundlagen aller Bemühungen Rechenschaft abzulegen. […] Blickt

man aus dieser Perspektive auf die Archäologie insgesamt, dann könnte einem Zweifel

kommen, ob mancher ihre Teildisziplinen überhaupt zu den Wissenschaften gehören.

Dies gilt in einem ganz besonderen Maße für die Ur- und Frühgeschichtliche

Archäologie. In diesem Fach mangelt es nicht nur an einer hinreichenden Besinnung

auf die Grundlagen und Ziele der wissenschaftlichen Tätigkeit. Auch die

Auseinandersetzung mit der Rolle der Archäologie in der Gesellschaft der Gegenwart ist

nicht einmal in Ansätzen erkennbar - jedenfalls nicht in Zusammenhängen, die man in

irgendeiner Weise als repräsentativ für das Fach insgesamt bezeichnen könnte. [...]

Selbst in der Universität, an einem Orte also, an dem man solche Reflexionen doch am

ehesten erwarten würde, begegnet man einem derartigen Anliegen meist mit

Stirnrunzeln. Schlimmer noch, bei manchen Hochschullehrern ruft der Wunsch nach

einer profunden Auseinandersetzung mit dem, was wir doch allesamt tun, eine recht

deutliche Abwehrreaktion hervor.» (Eggert 1998, 365)

Fakat böyle düşünenlerin sayısı düşük oranda kalmıştır. Bunun muhtemelen bir nedeni bilim ile

ilgili sorunların çözümü, arkeolojiden başka, öncelikle felsefe olmak üzere başka bilim dallarına

yansımalar gerektirmesinden ileri gelir. Yukarıda belirtilen zorluklar da burada başlıyor. Çünkü,

R. HACHMANN`ın (1987) bundan yirmi yıl önce dile getirdiği gibi, sözü geçen yansımalar özellikle

felsefede belirli ölçüde bilgi gerektirmektedir. Bu bilgilerin öğrenimde maalesef temin

edilememesi acizlik doğurmaktadır. Bu sadece arkeoloji yada belirli bir ülke için geçerli

değildir, evrensel kabul edilebilir:

«Man muß es als Tatsache nehmen, dass das Nachdenken über die philosophischen

Grundlagen der durch das Studium angestrebten Wissenschaft in Deutschland schon

sehr lange nicht mehr zu den Selbstverständlichkeiten einer jeden akademischen

Ausbildung gehört. Das gilt gleichermaßen für a l l e Natur- und Geisteswissenschaftler.

Sie finden auch später im Verlaufe ihrer wissenschaftlichen Tätigkeit kaum noch Zugang

zu den philosophischen Grundlagenwissenschaften. Umgekehrt zeigt der mit diesen

Wissenschaftsgrundlagen befasste Philosoph seit langer Zeit nur noch geringe Neigung,

zu prüfen, wie weit sich sein Denken an der Realität der Natur oder denen der Kultur

verifizieren lässt. So wird der Geschichtsphilosoph, da er mit dem geistesgeschichtlichen

Bildungsgut eines Abiturienten an die Arbeit geht, ebenso zum Dilettanten wie der

Historiker, der sich um Erkenntnis- und Wissenschaftstheorie, Geschichts- und

Kulturtheorie bemüht.» (Hachmann 1987, 25.)

14 Ingilizcede „Science“ genelde tabiat bilimleri için kullanılıyor. Bundan dolayı İngilizce`den

alınmalarda yanlış anlaşılmalar ortaya çıkıyor. Doğa bilimleri dışında kalan insan bilimleri ise genelde

“Humanities” diye adlandırılıyorlar. Bunlara Almanca`da „Geisteswissenschaften“ deniliyor. Bunlar

için Türkçe`de de «tinsel bilimler» (felsefede) tanımlanması geçerlidir (bkz. Hançerlioğlu 2002, Cilt 6,

321).

15 Orada „Batı Dünyasının … tartışmaları“ deniliyor. Bu şekilde bilimin sadece Avrupa`ya ait olduğunu

öne süren görüşlere çok örnek verilebilir. Bu, günümüze kadar gelen, fakat 20. yy sonunda

eleştirilmeye başlanan „Ethnozentrismus“, yada sadece Avrupa`ya dair olan „Eurozentrismus“

denilen, H. Markl ile beraber „kültürel ırkçılık“ (Podiumsdikussion 1989, 81) diyebileceğimiz ideolojiye

bağlanabilir.

Page 20: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

16

Sözü geçen “felsefi temeller” bilimkuram olarak belirginleştirilebilir.

Başka bir deyişle arkeolojide bilimkuram sorunları ile ilgili çalışmaların yetersiz kalmasının

nedeni, arkeologların bilinçli çekingenliklerinden kaynaklanmaktadır.16 Temel bilgilerden

yoksunluk çekingenliğin gerekçesi olarak kabullenildiğinde, ayrıca üniversitelerin çoğunlukla

gelenek temeli üzerinde işlediği göz önünde tutulduğunda bir yandan anlayış gösterilebilir.

Fakat niyetim bunları savunmak değil; anlayış göstermek kabul etmek anlamına gelmez.

Kabullenemez, çünkü a) geleneklerin sabitliği bilimi dinleştirir, yani soru değil de inanç el alır,

ağırlık kazanır, b) önemi anlaşılan ve yokluğu tespit edilen şeylerin temin edilmesi

araştırıcının/bilimcinin doğal niteliğidir, olması gereklidir. Bu önemi kabullenmek ya da

kabullenmemek için de tartışmak gerekir. Bu tartışmanın yapılmadığı yer bilim niteliği

taşıyamaz.

Başka kesimlerin ise bunlara karşı kurama çok rahat, hatta haddinden fazla rahatlıkla

yaklaştıklarını görüyoruz. Halbuki yukarıda bahsettiğimiz acizlik bunlar için de geçerlidir.17 Bu

rahatlık ise Postmodern, Relativismus ve (ontologische) Konstruktivismus denilen görüşlerden

kaynaklanmaktadır. Yani 1960larda önce sanat da (mimarlık) baş gösteren18 ve zamanın

düşüncelerini Norm (düzgü) değil de, sadece başka düşüncelerle aynı değerde bir üslup (stil)

kabul eden görüşün, T. S. KUHN`un19 bilim tarihi üzerine yaptığı araştırmalarda bilimin zaman

içinde “Paradigma” değişimi dediği devrimsel değişimlere uğradığını göstermesi ile bilimde de

ağırlık koymasına yol açmıştır. Bundan başka, bir taraftan rasat/ »gözlem«in ve dolayısı ile

bilimsel arştırmaların her zaman »kuramyüklü« (Theoriebeladen) olduğu, yani “önbilgiler”

etkisinde olduğu ve dolayısı ile araştırıcının kişisel hayat hikayesinin bile bilimsel araştırmayı

etkileyebileceği, ve ayrıca bilimin diğer “yaşam stratejileri” ile aynı değerde olduğu ileri

sürülmüştür.20 Bunlar bir yandan “eleştirsel arkeoloji” (Kritische Archäologie) olarak adlandırılan

ideolojileri eleştiren ideolojik eleştirelere yol açmıştır.21 Diğer yandan ise bu görüşlerin bazı kişiler

için bilimsellik üzerine yapılan çalışmalara kolaylık getirdiğini söyleyebiliriz. Yani bazı kesimler

kendilerini bu zor çalışmalardan muaf görmüşlerdir. Sonuçta bunları gerekçe gösteren her

kafadan bir ses çıkmaya başlamıştır. Arkeolojide dahi “zaten gerçek (Reality) üzerine bilgi

edinilemez” diye bazı görüşler gerekçelendirilmiştir. Bu görüşlerin arkeoloji ile ne kadar ilgili

olduğu ve arkeolojiyi ne şekilde etkilediği aşağıdaki iki örnekle gösterilebilir:

Örneğin C. HOLTORF arkeolojinin görevini “zevk ve serüven toplumunu” eğlendirmekte görmek

istiyor.22 Elbette birini eğlendirmek için ona eğlenceli şeyler sunmak gerekir. Bu da sunulanın

gerçek ile ilişkisi, yani arkeolojinin elde ettiği bilgilerin hangi şekilde eğlence/eğlenceli olduğu

sorusunu ortaya çıkarır. Burada da HOLTORF23 “Radikale Konstruktivismus” denilen ve “Theorie

des Wissens/Theory of Knowledge” (Bilgikuram) diye nitelendirilmek istenen, bilginin insan

yapıtı (construct) olduğunu, bilginin ve dolayısı ile bilimin viabel (işe/isteğe yarar)

olabileceğini, ama gerçek olamayacağını ileri süren görüşe24 dayanıyor. Yani sonuçta

topluma sunulan, sunucunun isteklerine bağlanıyor, öyle ki bu görüş medya tarafından da

memnuniyetle karşılanıp, arkeolojide kazanılan bilgilerin araştırıcılara danışmadan sapıtırılarak,

her türlü saçmalık halinde topluma sunulmasını kolaylaştırıyor. Bu da hem bilimde hem de

16 Bunun bir başka nedeni ise “kötü tecrübe” olarak tanımlanabilir ve Alman arkeolojisini önemli şekilde

etkilemiştir, fakat sadece buna ait değildir. Sözü geçen “kötü tecrübe”, 1933-1945 aralarındaki ırkçı

düşüncelerin arkeolojiye sokulup, arkeolojinin siyasi amaçlara alet edilmesinden kaynaklanır

(gelişimler için örneğin bkz. Gramsch 2007).

17 Örneğin M. K. H. Eggert`in de vurguladığı gibi bazı postprocessualist`ler de, onlardan öncekiler gibi,

birbirlerine zıt olmalarına rağmen, başka bilim dallarından çeşitli akımlar ve kişilere dayanmışlardır.

(Eggert 1994, 12). [Ayrıca bkz. dipnot 9.]

18 Duque 2002, 859.

19 Kuhn 1976.

20 Feyerabend 1986. Arkeolojideki yansımalar için bkz. Bernbeck 1997, 272-273

21 Bernbeck 1997, 314-319.

22 Holtorf 2005. Orada “Traum- oder Erlebnisgesellschaft” denilmektedir (S. 242).

23 Holtorf 2006.

24 Scmidt 1993.

Page 21: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

17

medyada ahlaki (Ethik) bir sorun olur.25 Fakat HOLTORF`a göre bir “bilgi kuramının” ahlaki

ilkelere temellenmesi gerekmemekdedir:

«Es scheint mir jedoch von vornherein unsinnig, von einer Theorie des Wissens zu

verlangen, ethische Prinzipien begründen zu können (so wie man das ja auch

andersherum nicht ohne weiteres verlangen würde)» (Holtorf 2006, 351).

Etik ilkelerini önemsememek ve bunlara dayanmamak Türkçe`de tam olarak ahlaksızlık

anlamına gelir. Ahlaksızlık ise bir görüş (Spekulation) için geçerli olabilir, fakat ahlaksızlığın

arkeoloji gibi bir tarih biliminde ve toplumun bilgilendirilmesinde taşınılan sorumluluktan dalayı

yeri yoktur. Dolayısı ile bu tür postprocessual görüşler bir bilimde kabull edilemez.

Başka bir örnek: R. BERNBECK arkeolojinin eğlence ve turistik amaçlar için kullanılması ve

üniversitelerdeki öğretimin “okullaştırılmasını”, dolayısı ile yeni kuşak bilimcilerin erkin araştırma

yeteneğinden mahrum bırakılmasını haklı olarak eleştirdiği, fakat bundan ötürü arkeologların

kazı yaptıkları ülkelerdeki siyasi ve ekonomik alanlar ile ilgili sorumluluk taşıdıklarını iddia ettiği

bir yazıyı şöyle sonuçlandırıyor:

«Es lässt sich absehen, dass unser Zeitalter in der Zukunft einmal als das

neokolonialistischer westlicher ArchäologInnen betrachtet wird, dass aber auch in den

nächsten Jahren mehr und mehr alternative, nichtwestliche historische Entwürfe aus

dem Nahen Osten selbst kommen werden. Die gross angelegte, tiefsinnige Geschichte

Vorderasiens aus der Feder des früheren PKK-Chefs Abdullah Öcalan macht nur einen

Anfang.» (Bernbeck 2004, 286)

Yani, biryandan günümüz arkeolojisinin gelecekte “yenisömürgeci batı arkeologları devri”

olarak tanımlanabileceği öne sürülürken,26 diğer yandan marid abesini “derin anlamlı” olarak

nitelendirip, hayatını bilime adamış insanların eserleri ile kıyaslayan gabavet mümkün

olabiliyor.

Bu örneklerde görülebildiği gibi bilim ile ilgili olan çarpık ve mahdut yansımalar bilim

düşmanlığına, ahlaksızlığa (ve belkide küstahlığa) kadar uzanabiliyor. Öyle ise çözüm nerede?

Bir yandan bilimi kısıtlayan sabitleşmeler, öte yandan postmodern örtüsü altındaki kaçamaklar

ve sapıtmalar.

Yirminci yüzyılın önemli bilim-sosyologlarından R. K. MERTON`un (1966) belirttiği gibi, diğer

kuruluşlarda (Institution) olduğu gibi bilimde de çelişkili kaide/düzgü (Norm) çiftleri

bulunmaktadır. Bu kuruluşlardan yöneltilen kişilere düşen görev ise bu çelişkileri olabildiğince

tutarlı (konsequent) işlemde eriterek birleştirmektir.27 Bu çiftlerden biri de sözü geçen

gelenekselleşmek ile “yenileşmek” çelişkisidir. R. K. MERTON bununla ilgili olarak şu tavsiyede

bulunuyor:

«Der Wissenschaftler darf sich nicht in die Gefahr begeben, ein Opfer intellektueller

Marotten zu werden, jener modischen Ideen, die für kurze Zeit auftauchen und zum

Verschwinden verurteilt sind, aber er muß beweglich und offen für eine neue

vielversprechende Idee sein und vermeiden, daß er unter der Maske eines

verantwortungsbewußten Aufrechterhaltens intellektueller Tradition erstarrt.» (Merton

1966, 331)

Vurgulanan, bir yandan bilimcilerin yenilik başlığı altındaki kaçıklık/acaipliklerin kurbanı olma

tehlikesinden sakınma gerekliliği iken, diğer yandan vaat dolu yeni tasarımlara karşı açık ve

devingen olup, gelenekleri muhafaza sorumluluğu maskesi arkasında saklanmamaktır.

Çeşitli bilimlerde yapılan eleştirilerde vurguladığı gibi bilimin gelişmesi için ergin ve erkin

çalışmalar zorunludur.28 Başka bir deyişle, bilim düşünmek ile olur, oradan buradan gelen

“yeni” akımları ezberlemek ve özümsemek ile değil. Düşünmek ise insanın bir niteliğidir, batıya,

25 Yeşilyurt bas.

26 Burada da, yukarıda değinildiği gibi (bkz. dipnot 15) Avrupa ve ABD dışındaki çalışmalar bir bakıma

görmezlikten gelinmektedir.

27 “[...] Widersprüche zu möglichst konsequenten Handlungen zusammenzuschmelzen.” (Merton 1966,

331).

28 Örneğin felsefede (bilimkuram) Bunge 1983, 202; Psikolojide (ruhbilimeri) Masloy 1981, 38-39.

Page 22: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

18

herhangi bir coğrafyaya, ırk yada kültüre bağlı değildir.

Yine R. K. MERTON`un29 sözleri ile: tabiiki bizden önce ve zamanımızda yapılan araştırmaları

yeteri kadar tanımak gereklidir, fakat bunu abartmak kendi “yaratıcılığımızı”30 engeller.

Kaynakça:

Bernbeck, R.

1997 Theorien in der Archäologie. Tübingen; Basel: Francke, 1997.

2004 Vorderasiatische Altertumskunde im 21. Jahrhundert – Die Praxis und ihr

institutioneller Hintergrund. In: Das Altertum, Bd. 49, H. 4, 2004, 269-289.

Binford, L. R.

1964 A consideration of archaeological research design. In: American Antiquity 29 (4),

1964, 245-441.

1968 Archaeological Perspektives. In: S. R. Binford / L. R. Binford (ed.), New Perspectives

in Archaeology. Chicago: Aldine Publishing Company, 1968, 5-32.

Bühler, A.

2002 »Hermeneutik« In: Enzyklopädie Philosophie. Hrsg. von H. J. Sandkühler, Hamburg:

Meiner, 2002 (CD-ROM), 547b-551b.

Bunge, M.

1983 Epistemologie. Aktuelle Fragen der Wissenschaftstheorie. Mannheim; Wien; Zürich:

B. I. - Wissenschaftsverlag, 1983.

Dark, K. R.

1995 Theoretical Archaeology. London: Duckworth, 1995.

Dewey, J.

2002 Logik. Die Theorie der Forschung. Frankfurt a. M.: Suhrkamp, 2002.

Duque, F.

2002 »Moderne/Postmoderne« In: Enzyklopädie Philosophie. Hrsg. von H. J. Sandkühler,

Hamburg: Meiner, 2002 (CD-ROM), 859-864.

Eggert, M. K. H.

1994 Archäologie heute: Reflexionen 1993. In: Jahrbuch des Römisch-Germanischen

Zentralmuseums Mainz. 41. Jg., Teil 1, Verlag des Römisch-Germanischen

Zentralmuseums in Kommission bei Dr. Rudolf Habelt GmbH, Bonn. Mainz, 1994, 3-

18.

1998 Theorien in der Ur- und Frühgeschichtlichen Archäologie: Erwägungen über und

für die Zukunft. In: Theorien in der Archäologie. Zur englischsprachigen Diskussion.

TAT Bd.1, Münster; New York; München; Berlin: Waxmann, 1998, 357-377.

29 Merton 1966, 33.

30 Sözü geçen eserlerde çoğunlukla „yaratıcılık“ kavramı kullanılıyor. «Yaratıcılık» dinsel bir kavram

olmasından dolayı, yani eğer »yaratıcılık« „yokdan var etmek“ anlamını taşıyacak ise, bu kavramın

insan ve insan ürünlerinin tanımlanmasında kullanılmayacağını düşünmekteyim. Çünkü bu, insanın

elinde olan bir şey olmadığı gibi, insanın ürünleri için de geçerli değildir. İnsanın özelliği doğadaki

varlıkları (var olanı), varlıkların öğe ve unsurlarını, varlıklar arasındaki ilişkileri algılayabilmek ve

kavrayabilmek, bunları çeşitli şekillerde işleyebilmek ve değiştirebilmektir. Bundan ötürü, algıladığı ve

kavradığı varlıklar ile bunların unsurları arasında çeşitli boyutlarda ilişkiler kurabilmek, bunları

kuramlaştırabilmek ve bunlardan yeni tasarımlar türetmektir. Sonuçta her türlü insan ürünü doğada

var olan bir olguya indirgenebilir. Fakat yoktan var etmek söz konusu olamaz. „Yaratıcılık“ yerine

üreticilik, türeticilik, işleyicilik, yapıcılık gibi kavramların kullanılmasının daha uygun olduğunu

düşünüyorum.

Page 23: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

19

Eggert, M. K. H. / Veit, U. (Hg.)

1998 Theorie in der Archäologie: Zur englischsprachigen Diskussion. TAT Bd. 1, Münster,

New York, München, Berlin: Waxmann, 1998.

Embree, L.

1992 Introductory Essay: The Future and Past of Metaarchaeology. In: Embree, L. (ed.),

Metaarchaeology. Reflexion by Archaeologists and Philosophers. Boston studies

of philosophy of science. Vol. 147. Dordrecht, Boston, London, 1992 3-50.

Feyerabend, P. K.

1986 Wider den Methodenzwang. Frankfurt am Main: Suhrkamp, 1986.

Gadamer, H. G.

1990 Wahrheit und Methode. Grundzüge einer philosophischen Hermeneutik.

Tübingen: Mohr, 1990.

Gökdemir, Ö.

2008 Yeni Arkeoloji. Yer: Arkeoidea VI, 2008, 18-22.

Gramsch, A.

2007 Ein Abriss der Geschichte der Prähistorischen Archäologie in Deutschland:

Genese, Entwicklung und Institutionalisierung. In: Das Altertum, Bd. 52, H. 4, 2007,

275-304.

Groeben, N.

1986 Handeln, Tun, Verhalten als Einheiten verstehend-erklärenden Psychologie.

Wissenschaftstheoretischer Überblick und Programmentwurf zur Integration von

Hermeneutik und Empirismus. Tübingen: Francke, 1986.

Hachmann, R.

1987 Einleitung. In: Hachmann, R. (Hg.), Studien zum Kulturbegriff in der Vor- und

Frühgeschichte. Bonn: Habelt, 1987, 9-32.

Hançerlioğlu, O.

2005 Felsefe Ansiklopedisi. Kavramlar ve Akımlar. 9 Cilt. İstanbul: Remzi Kitabevi, 42005.

Hartmann, D. / Janich, P.

1998 Die Kulturalistische Wende. Zur Orientierung des philosophischen

Selbstverständnisses. Frankfurt a. M.: Suhrkamp, 1998.

Heinz, M.

1999 50 Jahre Vorderasiatische Archäologie - 30 Jahre >Theoretische Archäologie<

Kontinuität kontra Wandel? Ein Eindruck. In: Altenkamp, S. / Hofter, M. R. /

Krumme, M. (Hg.): Posthumanistische Klassische Archäologie. Historizität und

Wissenschaftlichkeit von Interessen und Methoden. München 1999, 129 - 143.

Heinz, M. / M. K. H. Eggert / U. Veit, (Hg.)

2003 Zwischen Erklären und Verstehen? Beiträge zu den erkenntnistheoretischen

Grundlagen archäologischer Interpretation. TAT Bd. 2. Münster, New York,

München, Berlin: Waxmann, 2003.

Holtorf, C.

2005 Archäologie in der Erlebnisgesellschaft. In: Archäol. Nachr.bl. 10 (2005) 2, 234-243.

2006 Über archäologisches Wissen. In: EAZ 47. Jg., H. 3, 2006, 349-359.

Kuhn, T. S.

1976 Die Struktur wissenschaftlicher Revolutionen. Frankfurt a. M.: Suhrkamp, 21976.

Maslow, A. H.

Page 24: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

20

1981 Motivation und Persönlichkeit. Reinbek bei Hamburg: Rowohlt, 1981.

Merton, R. K.

1966 Die ambivalente Haltung des Wissenschaftlers. In: A. Silbermann (Hg.), Militanter

Humanismus. Von den Aufgaben der modernen Soziologie. Frankfurt a. M.: Fischer

Verlag, 1966, 330-355.

Nuzzo, A.

2002 »Theorie« In: Enzyklopädie Philosophie. Hrsg. von H. J. Sandkühler, Hamburg:

Meiner, 2002 (CD-ROM), 1620b-1624b.

Podiumsdiskussion

1989 Was heißt und was soll: Einheit der Wissenschaft? Ein Streitgespräch der Disziplinen.

In: Konstanzer Blätter für Hochschulfragen. Symposium: Wird die Wissenschaft

unüberschaubar? Das disziplinäre System der Wissenschaft und die Aufgabe der

Wissenschaftspolitik. Jg. XXVI, H. 1-2, 1989, 77-96.

Schmidt, S. J.

1993 Zur Ideengeschichte des Radikalen Konstruktivismus. In: Florey, E. /Breidbach, O.

(Hg.): Das Gehirn – Organ der Seele? Zur Ideengeschichte der Neurobiologie.

Berlin: Akademie-Verlag, 1993, 327-349.

Scholz, O. R.

2001 Verstehen und Rationalität. Untersuchungen zu den Grundlagen von Hermeneutik

und Sprachphilosophie. Frankfurt a. M.: Vittorio Klostermann, 22001.

2002 »Verstehen« In: Enzyklopädie Philosophie. Hrsg. von H. J. Sandkühler, Hamburg:

Meiner, 2002 (CD-ROM), 1698 - 1702.

bas. Erkenntnistheorie und Wissenschaftstheorie – Klärung zu einem ungeklärten

Verhältnis.

Schurz, G.

1990 Erklären und Verstehen in der Wissenschaft. München: R. Oldenburg, 1990.

2004 Erklären und Verstehen: Tradition, Transformation und Aktualität einer klassischen

Kontroverse. In: Handbuch der Kulturwissenschaften. Bd. 2. Paradigmen und

Disziplinen, hrsg. von F. Jaeger und J. Staub. Stuttgart; Weimar: Verlag J. B.

Metzler, 2004, 156-174.

Shanks, M. / Tilley, C.

1996 Social Theory and Archaeology. Oxford: Blackwell, 31996.

Stekeler-Weithofer, P.

2002 »Philosophie und Wissenschaft« In: Enzyklopädie Philosophie. Hrsg. von H. J.

Sandkühler, Hamburg: Meiner, 2002 (CD-ROM), 1244-1249.

Ströker, E.

2004 Wissenschaftstheorie. In: Pieper, A. (Hrsg.), Philosophische Disziplinen. Ein

Handbuch. Leipzig: Reclam, 2004, 437-456.

Tetens, H.

2002 »Wissenschaft« In: Enzyklopädie Philosophie. Hrsg. von H. J. Sandkühler, Hamburg:

Meiner, 2002 (CD-ROM), 1763b-1773.

Thiel, C.

2003 »Funktion« In: Krings, H. / Baumgartner, H. M. / Wild, C. (Hg.), Handbuch

philosophischer Grundbegriffe, Berlin: Xenomoi, 22003.

Trigger, B. G.

Page 25: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

21

1989 A history of archaeological thought. Cambridge: Cambridge University Press,

1989.

Veit, U.

2002 Von Nutzen und Nachteil der Theorie für die Archäologie: Anmerkungen zur

jüngeren deutschsprachigen Diskussion. In: R. Aslan, et all (Hg.), Mauerschau.

Festschrift für M. Korfmann, Bd. 1, Remshalden-Grumbach 2002, 37-55.

Watson, P. J. / LeBlanc, S. A. / Redman,C. L.

1984 Archaeological Explanation. The Scientific Method in Archaeology. New York:

Columbia University Press, 1984.

Yeşilyurt, M.

bas. Eine Stellungnahme zur Darstellung des <Archäologischen> in den Medien -

Formen der Zusammenarbeit von Wissenschaft und Wissenschaftsjournalismus,

Verweis auf allgemeingültige Normen journalistischer Ethik, Geschäfte und was in

der Archäologie noch zu tun ist. (In: Archäologische Informationen 30/2, 2007).

Page 26: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

22

Açık-hava Antik Alanların (OASIS) Doğal Tahribatını Etkileyen Süreçler

Yrd. Doç. Dr. Kıvanç Zorlu1

Geçmişin günümüzdeki en büyük ve önemli izleri antik çağlardan bugüne kadar gelmeyi

başaran doğal yapılar ve o çağlara ait malzemelerdir. Tarihi bu miraslar, eski uygarlıkların

yaşam biçimlerinden dinsel inanışlarına kadar pek çok konuda bilgi ve fikir sahibi olmamızı

sağlayan doğal belgelerdir. Her ne kadar kazılar ve yüzey araştırmaları sonucunda elde

edilen pek çok malzeme ve küçük boyuttaki yapıtlar müzeler ve özel tasarımlı alanlarda

korunaklı bir biçimde sergilense de, çok daha büyük boyutlardaki binalar ve özellikle açık-

hava antik kentlerin yerleşim alanları için (OASIS) böyle bir koruma yöntemi mümkün

olamamaktadır. Bu tür alanlar, sit alanları olarak koruma altına alınmış olmakla birlikte, bu

yöntem bir ölçüye kadar insan etkisiyle tahribatı önlemede etkili olmakta, ancak, jeolojik ve

meteorolojik süreçlere karşı koruma sağlamamaktadır. Zaman içerisinde, yıllık sıcaklık

değişimleri, radyasyon, nem, yağış gibi meteorolojik faktörlere maruz kalan açık-hava antik

kent alanlarının yapı taşları, mineraloji, doku ve mühendislik özellikleri gibi jeolojik faktörlerin

değişimleri ile büyük ölçüde tahrip olmaktadır.

Tarihi anıtlardaki bozunmanın temel nedeni kimyasal süreçlerin yapı taşları üzerindeki

etkileridir. Bu süreçler meteorolojik ve jeolojik süreçlerin yanı sıra anıtların bulundukları bölgeye

göre çevre kirliliğinin de etkin olduğu karmaşık bir mekanizmaya sahiptir. Bozunma süreçleri

yapı taşlarındaki dokunun farklılaşmasına ve mekanik özelliklerinin değişmesine neden

olmaktadır. Bozunmanın kinetiği, deniz seviyesinden karasal ortamlara değişim göstermekte,

ayrıca, tuzlu su-yapı taşı ve yağmur suyu-yapı taşı etkileşime bağlı olarak farklı mekanizmalar

ile gelişmektedir. Buna ek olarak, rüzgarın aşındırıcı etkisi, güneş ışınlarındaki radyasyon ve

fiziksel bozunmaya neden olan gece-gündüz farkları da yapı taşlarının dokusal özelliklerinin

değişimine neden olmaktadır.

Açık hava antik kent alanlarındaki bozunma çalışmaları için en önemli sınırlama, bu alanların

koruma altında olmaları ve laboratuar da yapılacak olan mekanik deneyler için blok örnek

alınmasının mümkün olmamasıdır. Ancak, tarihi anıtlarda yapılacak olan doğru restorasyon

çalışmaları için, yapı taşlarındaki bozunma derecelerinin ve bozunma mekanizmasının

belirlenmesi büyük bir önem taşımaktadır.

Akdeniz kıyıları pek çok antik uygarlığın izlerini taşıyan şehirler bakımından oldukça zengin bir

bölge niteliğindedir. Bu bölgede, Helenistik dönemden Bizans dönemine kadar kadar uzanan

zaman içerisinde kurulmuş antik kentlere, deniz kenarından, Toros Dağları’nın 1100 m

yüksekliğine kadar rastlamak mümkündür. Bu antik kentlerde kullanılan yapı taşları, bölgenin

1 Mersin Üniversitesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümü, Mersin,[email protected]

Page 27: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

23

en yaygın birimi olan kireçtaşıdır. Kireçtaşı gibi karbonatlı kayaçlarda bozunma durumunun

belirlenmesi oldukça güçtür. Çünkü, karbonatlar çözünme yoluyla bozunmaya duyarlıdır ve

bozunma ürünleri neredeyse tamamen ortamdan uzaklaşmaktadır. Bu nedenle,

kireçtaşlarındaki bozunma derecesini ve mekanizmasını belirlemek, diğer kaya türlerine göre

daha karmaşık ve detaylı çalışmalar gerektirmektedir. Yapılacak olan bozunma

çalışmalarında farklı yöntemlerin kullanılması (kayaç tomografisi ile 3 boyutlu porozite

analizleri, mikrorezistiviti, 2 ve 3 boyutlu niceliksel petrografi gibi) ve elde edilecek veriler

dikkate alınarak bozunma derecelerinin ve bozunmanın mekanizmasını etkileyen faktörlerin

ortaya konması gerekmektedir. Dünya literatüründe karbonatlı kayaçların bozunma

mekanizmalarına ve derecelerine ilişkin çalışmalar oldukça sınırlıdır. Mersin ili ve çevresinde

yer alan açık-hava antik kentlerinin yapı taşlarının kireçtaşı olması, ayrıca kentlerin çeşitli

yüksekliklerde kurulmuş olmaları nedeniyle farklı bozunma ve meteorolojik/jeolojik koşullara

maruz kalmaları, bu bölgeyi jeoarkeolojik çalışmalar için cazip kılmaktadır. Çünkü jeolojik

çalışmaların arkeoloji ile birebir ilişkisinin temel nedeni, jeoloji biliminin doğal oluşumlar/olaylar

ile ilgilenmesi ve antik kent anıtlarının da doğal yapı taşlardan inşa edilmiş olmasıdır. Jeolojik

çalışmalar sonucu elde edilen veriler, antik çağlarda meydan gelmiş doğal süreçlerin ortaya

konmasıyla, o dönemlerde yaşayan antik kentlerin yaşam biçimlerinin seçimi hakkında

arkeolojik çalışmalara katkı sağlayabilmektedir.

Mersin’deki açık hava antik kent duvarlarındaki farklı bozunma derecelerinin gözlemsel

değerlendirmesi

Mersin ili ve ilçelerini kapsayan geniş bir alan içerisinde, Helenistik dönemden Bizans

dönemine kadar uzanan tarihi süreçte kurulmuş pek çok antik kent mevcuttur. Bu kentlerin

en dikkat çekici özellikleri, deniz kıyısından başlayarak 1100 m yüksekliğe kadar olan

bölgelerde kurulmuş olmaları ve kentlerin inşasındaki yapı taşlarında, bölgenin en yaygın

birimi olan kireçtaşlarının kullanılmış olmasıdır. Açık-hava antik kentlerinin yapı taşları aynı

kaynak kayadan inşa edilmiş olmasını rağmen, yüksekliğe bağlı değişen meteorolojik ve

jeolojik koşulların etkisiyle farklı mekanizmaya sahip bozunma dereceleri ve hızları

sergilemektedirler. Gözlemsel ön değerlendirme yapılan antik kentler, deniz seviyesinden

başlayarak 1100 m yüksekliğe kadar ulaşan yerleşim yerlerini kapsayacak şekilde

belirlenmiştir. Bu amaçla, deniz seviyesindeki Korykos (Kızkalesi), 1100 m yükseklikteki Olba

(Uğuralanı) ve 450 m yükseklikteki Kanytella (Kanlıdivane) açık hava antik kentlerinin yapı

taşlarındaki bozunma derecesinin farkının incelenmesi için en uygun kentler olduğu

düşünülmüştür.

Korykos (Kızkalesi)

Korykos kara ve deniz olmak üzere iki kalesi ile karakteristiktir. Poligonal yapı taşları ile inşa

edilmiş olan kara kalesinin alt kısımları deniz suyu ile etkileşim halinde olduğundan oldukça

bozunmuş durumdadır. Deniz suyu ile doğrudan ilişkili olmayan diğer kısımlarda ise bozunma

derecelerinin farklılığı açıkça gözlenmektedir. Ayrıca, deniz suyunun içerdiği tuzla yüz yüze

Page 28: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

24

kalan duvarlarda, yan duvarlara göre daha fazla bozunmanın geliştiği gözlenmektedir

(Levha 1 ve Levha 2). Korykos kalesi, yağmur suyu ile deniz suyundaki tuzun birlikte etkin

olduğu bozunma mekanizmasının tipik örneği olan ve en düşük yüksekliğindeki açık-hava

antik kentidir.

Levha 1. Deniz suyu ile doğrudan etkileşim

halinde olan duvarlardaki bozunma

Levha 2. Deniz suyundaki tuzla etkileşim

halinde olan duvarlar ve yan duvarlar

arasında gözlenen bozunma derecesindeki

farklılıklar.

Kanytella (Kanlıdivane)

Kanytella yaşayan bir şehir olarak uzun bir zaman diliminde varolmuş ve farklı tarzda inşa

edilmiş anıtları bünyesinde bulundurmasıyla, yapı taşları bakımından oldukça ilgi çekici bir

antik kent niteliğindedir. Farklı zamanlarda inşa edildiği düşünülen binalarda kullanılan yapı

taşları, poligonal şekilden prizmatik şekle geçiş göstermekte ve daha sonra duvarlar

arasındaki çimento malzemesine rastlanmaktadır (Levha 3, Levha 4). Ayrıca, aynı yapıda

farklı yapı taşı şekillerine rastlanıyor olması, bu kısımların binanın yapılmasından daha sonraki

dönemlerde, çeşitli nedenlerle restorasyon yapıldığını düşündürmektedir. Seçilen açık-hava

antik kentlerinden, orta yüksekliklerdeki şehirleri temsil eden Kanytella, aynı meteorojik ve

jeolojik koşullara sahip ortamdaki, farklı tarihlere ve geometrilere sahip yapı taşlarındaki

bozunma mekanizmasının ve bozunma derecesinin niceliksel olarak ortaya konmasında

önemli bir üstünlük sağlaması bakımından önemli bir lokasyondur. Bu yükseklikte egemen

olan bozunma koşulları, yağmurun ve rüzgarın etkisiyle gelişen bozunmalar olup, deniz

Page 29: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

25

suyundaki tuzun aşındırma etkisinin ortan kalkmasını ve fiziksel bozunmanın daha etkin

olduğunu işaret etmektedir. Kanytella’da diğer antik kentlerden farklı olarak göze çarpan en

önemli özellik, bu antik kentin yapı taşlarının arasında kullanılan çimentonun varlığıdır. Bu

kentteki yapı taşlarının arasında neden çimento malzemesine gerek duyulduğu ayrı bir

çalışma konusu olmakla birlikte, antik çağlar boyunca bu malzemede meydana gelmiş olan

değişim (çimento malzemesinin ana bileşenleri için) daha detaylı bir çalışmaya ile

belirlenebilecek nitelikte ve önemdedir.

Levha 3. Poligonal yapı taşlarından ile inşa

edilmiş duvar

Levha 4. Çimento malzemesi ile inşa edilmiş

duvar

Olba (Uğuralanı)

Mersin, Silifke, Uzuncaburç Beldesi’nin 4 km. doğusunda, Uzuncaburç-Örenköy yolu üzerinde

yer alan Olba (Ura-Uğuralanı)’nın antik yerleşlimi, Olba territoriumu sınırları içinde, denizden

ortalama 1100 m, bulunduğu düzlükten yaklaşık 50 m. yükseklikteki akropolis ve

çevresindedir. Olba antik kentinde bulunan yapıların inşaları Helenistik, Roma ve Erken Bizans

dönemine ait olup (Erten, 2005)., çalışma bölgesinin en yüksekteki antik kentini temsil

etmektedir. Yapı taşlarındaki bozunma dereceleri gözle görülebilecek kadar farklılıklar

Page 30: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

26

sergileyen (Levha 5-7) açık-hava antik kentindeki bozunma mekanizması, seniz seviyesinden,

karasal ortama değişim gösteren meteorojik ve jeolojik faktörlerin tanımlanmasında önemli

bir rol oynamaktadır. Karasal ortamdaki bozunmalar daha çok sıcaklık farklarının meydana

getirmiş olduğu mekanik ayrışmalar sonucu oluşmaktadır. Aynı yapı taşı malzemesinden inşa

edilmiş olmasına rağmen farklı zamanlarda oluşturulmuş duvarlarda gözlenen bozunma

çeşitliliği, iklimsel değişimlerin etkisini açıkça göstermektedir.

Levha 5. Olba açık-hava antik kentindeki

yapı taşlarında gözle tanımlanabilen

bozunma sınıflarından az bozunmuş

yapı taşları (Zorlu, 2008)

Levha 6. Olba açık-hava antik kentindeki

yapı taşlarında gözle

tanımlanabilen bozunma

sınıflarından orta derecede

bozunmuş yapı taşları (Zorlu, 2008)

Levha 7. Olba açık-hava antik kentindeki

yapı taşlarında gözle

tanımlanabilen bozunma

sınıflarından bozunmuş yapı taşları

(Zorlu, 2008)

Page 31: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

27

Sonuçlar

Yapı taşlarındaki bozunma derecelerinin ve bozunma mekanizmasının belirlenmesi, antik

kentlerdeki anıtların restorasyon çalışmalarında oldukça önemli bir rol oynamaktadır.

Restorasyon çalışmalarının yapılacağı duvarların doğru ve uygun yapı taşları ile restore

edilmesi hem anıtların görüntüleri hem de gelecekteki duraylılıkları bakımından büyük önem.

Yapılan yanlış uygulamalar, antik kentlerin görselliğini ve gelecek kuşaklara bırakılacak bu

önemli mirasların değerlerini kötü yönde etkilemektedir. Bu nedenle açık-hava antik

kentlerinde yürütülecek bozunma çalışmaları, kültürel/tarihi mirasların korunması ve gelecek

kuşaklara aktarılması bakımından oldukça önemli bir konu olarak tüm dünya literatüründe

kabul görmektedir. Mersin ilindeki açık hava antik kentlerindeki bozunma farklılıklarının

araştırılmasına yönelik yapılan bu çalışmada sadece gözlemsel değerlendirmelere yer

verilmiş olup, bu çalışmanın deneysel değerlendirmelerinin de yapılması ve yapı taşlarındaki

bozunma derecelerinin yanı sıra, bozunma mekanizmasın ortaya konması büyük önem

taşımaktadır. Bu konuya ilişkin detaylı çalışmalar halen devam etmektedir.

Kaynakça

Erten 2005 Erten E, “Archaeological Surveys at Olba (Uguralani). Silifke-Mersin, in 2003. Mersin

University, Department of Archaeology, Internal Report, 5p.

Zorlu 2008 Zorlu K, . Description of the weathering states of building stones by fractal

geometry and fuzzy inference system in the Olba ancient city (Southern Turkey)

Engineering Geology 101 (3-4), 124-133.

Page 32: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

28

Urumiye Gölü’nün Batısında Bulunan Önemli Yazıtlar

Reza HEYDERİ1

MÖ 12. yüzyıldan MÖ 10. yüzyıla kadar Yakındoğu’da Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla bir

siyasi boşluk hissediliyordu. Bu arada Asur devletinin tartışmasız gücü, kaynaklar ve ganimetler

ve ticari yollara hakim olmak üzere türlü akınlarla değişik yönlere özellikle kuzeye yaptılar.

Urartular, siyasi bir güç olmadan yüzyıllar önce bile isimleri Asur yazıtlarında yer alır. I. Shalmansr

(I) , Asur kralı (MÖ 1274-1345) hükümranlığının ilk yılında Van bölgesine akın yapar ve kendi

yazıtında ele geçirdiği sekiz ülkeden söz ederek tümünün ismini “Urartu” koyar.

Levha 1

Shalmansar’ın yerine geçtiği Tokolty Ninurtay yazıtında da görebiliriz. O, Urartu ismi yerine Van

1 Arkeolog, Azerbaycan-ı Garbi Arkeoloji Araştırmaları Başkanı, Arkeoloji İlmi Karbordi Üniversitesi

[email protected]. (Editörlerin notu: Sayın Reza Heydari’nin Arkeoidea için yazdığı makaleyi,

Farsça’dan Türkçe’ye tercüme eden Kiarash Ghasemlou’ya teşekkür ederiz).

Page 33: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

29

gölü çevresinde yaşayanlar için “nairi” ismini kullanır. Bu ismin diğer kullanıldığı yer Asur kralı I.

Tikilat Pilser’in yazıtında da geçer. MÖ 9. yüzyılda eski Nairi ve birkaç diğer eyalet, çok zorlu

çalışmalar ve Bayayini Kralıyla yapılan savaştan sonra ittifak kurup Van ya da diğer adıyla Urartu

devletini oluşturur. MÖ 9- 8. yüzyıllarda Urartuların en güçlü ve en genişledikleri zamandır. Bu

dönemde Urartu sınırları bugünkü Ermenistan sınırından, Türkiye’nin doğusu, İran

Azerbaycan’ından bazı bölümler ve kuzey Irak’tan küçük bir bölümden oluşur. Aslında Van,

Urumiye ve Suvan gölleri ve çevresi Urartu bölgesidir. MÖ 9. yüzyılın ortalarından MÖ 8. yüzyıl

ortalarına kadar Urartu kralları kendi bölgelerini geliştirme ve genişletme çalışmalarına giriştiler.

Bunun sonucunda Fırat Nehrinin başlangıcından Urumiye gölünün güneyine kadar her yeri ele

geçirdiler. Aslında bu kralların ele geçirdikleri yerler geçit vermez dağ sıralarının bulunduğu kırsal

alanlardır. Ancak bu alanlar tarım ve yeni şehirler kurmak için elverişlidir2. Bu arada Urumiye Gölü

havzası, Urartu Devletinin doğu bölümünün bir parçasını oluşturmaktaydı. Bu arada anlaşmalar

ve yazıtlar üzerinde yer alan bilgiler, bu bölgenin dinsel yaşam gelenekleri ve kralların siyasetlerini

anlamak bakımın önemli bilgiler içermektedir (Lev. 1).

Batı Azerbaycan da değişik Urartu eserlerini barındırmaktadır. Bu eserler arasında çivi yazılı

yazıtlar da yer alır. Bu eserler bazen dağların eteklerinde, bazen bilimsel kazılar sonucunda ne

yazık ki bazen de kaçak kazılar sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu çalışma, İran – Batı

Azerbaycanındaki bulunan çivi yazılı eserleri tanıtmaktadır.

A) Ayn el Rum Yazıtı (Ejder Pınarı)

Yazıt Urumiye ve Ushneviye yolları arasındadır. Urumiye gölünün güneyinde yer alır. Urartulardan

suya yakın olarak bulunan tek yazıttır. Yazıt birkaç kurşun izi hariç, İnsan eliyle herhangi bir zarar

görmeden günümüze ulaşmıştır. Ancak doğal tahribat söz konusudur bu da su ve donma

sonucu oluşmuştur. Yazıt, MÖ 900lerde Manova Krallığına aittir3. Yazıt, 150 cm. x 260 cm. olup

derinliği 70 cm.’dir. Yukarı kısmı bir hilal ile süslenmiştir. Tahrip sonucunda elimize gecen kısıtlı

bilgiler şöyledir: yazılış tarihi Manova (MÖ 810 – 780), İshpuini (MÖ 825 – 810) ve güçlü kralın

yaptıkları ve Tushba şehri4 (Lev. 2)

Levha 2

B) Manova Yazıtı

2 Heyderi 2006. 3 Heyderi 2003. 4 Heydari 2004.

Page 34: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

30

Bu yazıt, Urumiye’nin batısındaki Baradust ilçesinde Manova köyünde 1994 yılında bulunmuştur.

Yazıt kaçak kazı sonucunda ele geçmiştir ama Nasır Faruki adlı bir öğrencinin çabalarıyla

Urumiye Müzesi’ne getirilmiştir. Boyutları 275 cm x 70 cm genişlik ve 35 cm derinliktir (Levha 3). Bu

yazıtın iki yüzünde çivi yazısı ile Asuri ve Urartu dillerinde iki yüz elli iki satır yazı bulunmaktadır.

Saldori oğlu Rosa’nın (MÖ 735 – 713) emriyle yazılmış, konu Orzana, Ardinsi şehri hükümdarının

görev süresinin uzatılması ve Musasir’e yaptığı gezi, Haldi tanrısına sunduğu kurbanlardır5 (Lev. 4).

Levha 3

Levha 4

5 Heyderi 2004.

Page 35: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

31

C) Mahmudabad Yazıtı

Yazıt, 1976 yılından Urumiye’nin güneyindeki Mahmudabad köyünde bir ev yapımı sırasında

bulunmuştur. Genişlik 90 cm x 61 cm ve derinlik 22 cm’dir. Bir tarafında on dört satır Urartu dilinde

çivi yazısı bulunur. Saldori’nin oğlu Rosa döneminde yazılmıştır. Kralın emriyle Urartu tanrılarına

savaşta ve barışta verilen kurbanlar yazıtın konusunu oluşturur. Kral kendisini Urartu

tanrılarındanbiriolan Shibtu’nun hizmetkarı olarak ilan eder (Lev. 5).

Levha 5

D) Kle-Shin Yazıtı

Kle shin yazıtı Urartuların en eski kanıtlarından biridir. Kürtçe’de “kle shin mur” “mezar” anlamına

gelir. Söz konusu yazıt Ushneviye ve Revandüz yolu üzerinde İran – Irak sınırında blunmuştur.

Üstelik 1985 yılına kadar iki ülkenin sınır göstergesi olarak kullanılmıştır. Yazıt, savaş yüzünden

mermilerle büyük ölçüde hasar görmüştür (Lev. 6 - 7). Yazıt, toplam kırk bir satırdan oluşmakta ve

taşa Asur – Urartu çivi yazıları ustalıkla kazınmıştır. Ölçüleri, 65 cm. x 40 cm. ve yüksekliği 190

cm.’dir. Bir başka taş üzerine (ki onun boyutları 120 cm x 130 cm x 37 cm.’dir) monte edilmiştir6. İlk

kez Alman araştırmacı Shultz 1829 yılında bu yazıtı bularak bir kopya almayı başarmıştır7. Yazıtın

tercümesini Minoreski yapar, yazıt Sardor’un oğlu İshipaini (MÖ 830 – 820) emri ile yapımıştır8.

Yazıtın konusu, kral ve oğlu (Mnova’nın) Mosasir şehrini geçmesi, Uratuların tanrısı Haldi için

armağanlar ve kurbanlar vermesidir. Yazıtın en önemli yönü Urartu krallarının adları ile tapındıkları

6 Heyderi 2003. 7 Mahmudzade 2004. 8 Salvini 2004.

Page 36: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

32

tanrınların adlarının yer almasıdır9.

Levha 6

Levha 7

9 Heyderi 2004.

Page 37: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

33

E) Bestam Yazıtı

Bu yazıt en önemli Urartu yazıtlarından biri olarak kabul edilir. Bu yazıt, yıkılmış bir kale girişinde

1910 yılında Alman konsolosluğu çalışanları tarafından bulunmuştur. Ancak daha sonra ne yazık

ki yazıt, birkaç yıl evvel bir köprü inşaatında, Akçay Nehri üzerinde Kesian köyü çevresinde

kullanıldı. İki yıl evvel yazıt bulunduğu yerden alınarak İran Tarih Müzesi’ne götürüldü10. Boyutu 72

cm. x 56 cm.’dir. On altı satır çivi yazısı yazıt üzerinde yer alır.

Prof. Dr. Hinz bu yazıt konusunda çok önemli bilgiler elde etmiştir. Yazıt, tanrı Haldi için yapılan

tapınağın anısına yazılmıştır11. Bestam Urartu Kalesinde yapılan arkeolojik çalışmalarda da değişik

Urartu eserleri bulunmuştur12.

Sonuç ve değerlendirme

Kuşkusuz yazıtlar, arkeologlar ve diğer araştırmacılara çok bilgi veren eserlerin başında gelir.

Yazıtlar çoğunlukla eski dünyanın krallıkları, savaşları ve ideolojileri hakkında çeşitli bilgiler

barındırır. Ancak bazıları içerdiği bilgiler yönünden eşsiz kabul edilecek kadar önemlidir. Özelikle

Urartu yazıtları bölyledir. Urartu ülkesinde Van Gölü ve çevresinde, Van Kalesinde13, Toprakkale

ve Aildcevaz’da14 bu örnekler görülebilir.

İran Azerbaycan’ı Urartu ve Asur yazıtlarına ve tarihi araştırmalardan elde edilen sonuçlara göre

Urartu ülkesinin doğusunu oluşturmaktadır15. Yazıtların çevirileri ve ayrıntılarının ortaya çıkarılması

Urartuların doğu sınırlarının tarihini aydınlatması bakımından önemlidir.

İran İslam Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin araştırma bağlantılarının artmasıyla özellikle

Demir Devri’nin son dönem Urartu Tarihi daha aydınlanacaktır. Bilimsel araştırmaların artışı

özellikle Urumiye ve Van bölgesinde araştırmacılara yakın yıllarda yardımcı olmuştur.

Kaynakça:

Almanya Arkeoloji Birimi, İran Arkeolojisi Raporları 1965. (muh. Sayılar)

Belli, O., "Urartu Krallığı Van Bölgesinde İşletilen Taş Ocakları ve Atölyeler" Türkiye Arkeolojisi ve

İstanbul

Üniversitesi (1932-1999), editor O. Belli - İstanbul Üniversitesi 2000.

Heydari R., “Simaye Mirase Farhangi-e Azarbayjane Gharbi”, İran İslam Cumhuriyeti Kültür

Bakanlığı 2003.

Heydari, R., “Urumiye Müzesindeki Üç Çivi Yazıtı” Müzeler Dergisi yayın no: 17, Sayı: 38, 2004.

Heydari, R., Barasiye Asar Va Olgoha Ye Tarsim Estegrar Haye Hezareye Avval e Ghabl az Milad

dar Hozeye

Shimale Gharbiye Daryacheye Urumiye ba Takid bar Roye Eskane Emperatoriye Urartu

, YL Tezi 2006.

Khatib S., “Urartu Devri Yayinci Pajohesh Kadeye Bastan Shenasi”, I. Basım 2004.

10 İsmail Dibac 1967. 11 Heyderi 2006. 12 Almanya Arkeoloji Birimi 1975. 13 Tarhan 2002.. 14 Belli 2000. 15 Khatibe Shahidi 2004.

Page 38: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

34

Mahmudzade, R, “Eski Kurdce İsimlerin Anlamları”, yay. P. Emruz, S. I, 2005. Salvini,M.,"Archaeolog and Philology:Reconstructing the History of North West Iran the Urartian

Period (9th -7th

centuries b.c.) proceeding of the International Symposium on Iranian Archaeology :

Northwestern region

2004.

Tarhan, T., "Tushpa-Van Kalesi Demir Çağı Gizemli Başkentindeki Araştırma ve Kazılar" Türkiye

Arkeolojisi ve

İstanbul Üniversitesi (1932-1999), editor O. Belli - İstanbul Üniversitesi 2000.

Page 39: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

35

Arkaik Sanatta Erken Ölümün (Mors Immatura) Tanıkları

Nesibe Çakır – M.A.*

Arkaik Dönemin (İÖ 700-490/480) plastik sanatına iki ana heykel tipi damgasını

vurmuşur: ayakta duran, giysili, genç kız heykelleri koreler ve ayakta duran, sol

bacağını öne adım atmış, çıplak, genç erkek heykelleri kuroslar. Her iki terim

de eski Yunancadan alınmış olup, kore evlenmemiş genç kız veya kız çocuk,

kuros da erkek çocuk veya genç anlamına gelmektedir.

Bu kore ve kuros heykelerinin büyük bölümü kutsal alanlarda bulunmuştur ve

tanrıya sunulan birer adak hediyesi olarak kabul edilmelidirler. Ancak

içlerinden bazıları antik dönemin mezarlıkları olan nekropollerde

bulunmuşlardır ve birer mezar anıtıdırlar.

Bu yazının konusu genç yaşlarında ölmüş insanlar için dikilmiş mezar anıtı kuros

ve kore heykelleri örneklerinden yola çıkarak erken gelen ölümün Eskiçağda

anlamını yorumlamaktır. Özellikle dört ana örnek olarak Delphi Apollon‟una

adak hediyesi olan Kleobis ve Biton (res. 1, 1A), mezar anıtları gurubuna giren

ve birer yazıta sahip Kroisos (res. 2) ve Phraksileia (res. 3, 3A), son olarak

kabartmaları sayesinde ikonografik zengin ipuçları veren Polyxena Lahiti1

seçilmişlerdir. Yazıtı olmayan mezar anıtları New York Kuros‟u (res.1B) ve Berlin

Kore‟si (res.4, 4A) ve ayrıca dönemin yazıtlı mezar stelleri ikonografik

karşılaştırma örnekleri oluşturacaklardır.

Mezar heykeli işlevini taşımayan ancak erken ölümün en tanınan figürleri

Kleobis ve Biton‟un yaşam ve ölüm hikayelerini Eskiçağ tarihçisi

Halikarnassoslu Herodotos anlatmaktadır; I. Kitap

31. paragrafda Lydia Kralı Kroisos‟un konuğu

olarak sarayda kalan Atinalı devlet adamı Solon ile

kralın bir sohbetinde dünyanın en mutlu insanı

hakkında konuştuklarını anlatır. Kral Kroisos

“...acaba mutluluktan başka herkesi geride

bırakan bir kimseye rastladın mı?...“ sorusuna

karşılık kendi ismini cevap olarak alacağını

zannederken, Solon ilk sırada Atinalı Tellos‟un ismini

veririr. İkinci sırada ise Kleobis ve Biton ikiz kardeşler

gelmektedir. Hikaye Herodot Tarihi kitabında şöyle

devam eder:

“...Onlar, dedi Atinalı, Kleobis ve Biton’dur. Argos

soyundan olurlar, namuslarıyla yaşayacak kadar

varlıklıydılar, kolları da güçlüydü, işte bak büyük

yarışmalarda kazandıkları ödüllerden başka, bir de

şunu anlatırlar onlar için: Argoslular Hera onuruna bir bayram kutluyorlardı;

analarının bir arabayla tapınağa kadar gitmesi gerkiyordu ve öküzler

*Öğr. Gör. Nesibe Çakır, Mersin Üniversitesi, Fen ve Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü,

[email protected] 1 Reinsberg 2001, lev. 23.

Resim 1

Page 40: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

36

istenildiği saatte tarladan dönmemişlerdi; geç kalmaktan korkan gençler,

kendileri girdiler boyunduruğa ve arabayı çektiler; arabanın üzerinde anaları

vardı ve gık demeden kırk beş stadyon boyunca onu taşıdılar ve tapınağa

getirdiler. Orada bulunan bütün inanç sahibi kişiler bunu gözleriyle gördüler,

bundan başka bu davranışları ölümlerin en tatlısıyla taçlandırılıdı, Tanrı onlara

insan için ölümün yaşamaktan daha iyi olduğunu gösterdi. Argos’lular

sarmışlardı çevrelerini ve bu genç adamların maddi ve manevi güçlerine

imreniyorlardı; böyle soylu çocukları olan anayı kutluyorlardı. Ana mutluluk

içindeydi, oğullarının başarısıyla başı dik, tanrıçanın heykeli karşısında ayakta

duruyor, ona, kendisine bunca onur kazandırmış olan oğulları Kleobis ve

Biton’a, insanoğlunun elde edebileceği en iyi şeyi bağışlaması için dua

ediyordu. Bu duadan sonra kurban kesildi, kutsal şölenler verildi; sonra

delikanlılar tapınağın içinde yatıp uyudular ve uyanamadılar, bu son uykuda

kaldılar. Argos’lular onların heykellerini yaptırdılar, üstün ve yüce kişiler sayarak

Delphoi’ye sundular...“2.

Arkaik sanata yansıyan en etkileyici ve güzel

heykellerden birinin kahramanları ikiz kardeşler Kleobis

ve Biton (res.1, 1A) böylelikle ölümsüzleştirildiler. Bugün

Delphi Müzesinde bulunan yanyana iki heykel

yaklaşık 1,97 cm yüksekliğindedir ve İÖ 580 civarına

tarihlenmektedir3. Kaidelerinde yer alan Polymedes

ismi olasılıkla onları yapan Argoslu bir heykeltraşa ait

olmalıydı.

Kuros tipini gösteren figürler frontal şekilde ayakta

durur ve kolları vücudun her iki yanına sarkıtılmış

şekilde betimlenirler. Hafiften dirsekten bükülü, öne

doğru gelen kollar dinamizim içindedir ve gövdeden

nerdeyse kopmuştur, eller ise yumruk şeklinde

sıkılmıştır. Çıplak bedenlerinde güçlü omuzları ve

kolları dikkat çekicidir. Bunu bir ağırlığı taşımanın

harekete yansıması olarak anlayabiliriz. Diğer kuroslardan farklı olarak çıplak

ayak yerine çizme ile canlandırılmış olmaları da aslında onların kimliklerine ait

bir detay olarak vurgulanır4.

Herodotos‟tan öğrendiğimiz ikizlerin kaderi bir yandan hüzün doluyken diğer

yandan tanrıların onlara hediye ettiği tatlı (mutlu) ölümü yaşadıkları için

avuntu vericidir. Günümüzde olduğu gibi Eskiçağlarda da doğumdan

itibaren genç yaşlara kadar ki süreçte erken ölüm herkes için daha da acıdır.

İnsanları beklenmedik şekilde bulan ölüm zamansız gelmiştir; zamansızlık

burda hayatını, çocukluğunu, gençliğini yaşayamadan, evlenip aile

kuramadan demektir. Bu yüzden çocuk ve genç insanlara yas tutulması

daha önemliydi.

2 Herodot Tarihi ( I, 31), s. 29-30, Remzi Kitabevi, çev. Mümtekim Ökten, Yunanca aslıyla karşılaştıran ve

sunan Azra Erhat. 3 Boardman 1994, res. 70. 4 Boardman 2001, s. 29-30.

Resim 1a

Page 41: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

37

Verilen ilk örnek olan ikizler mezar anıtı olmaslar da Eskiçağda insanların ölüm

düşüncesine Herodotos‟un aktardıklarıyla ışık tutarlar. Onların büyük

yarışmalarda ödüller kazandıklarını ve bununla ynı zamanda başarılı sporcu

yanlarını da öğreniriz. Belli ki sadece Argoslular değil tanrılar da onların

popülerliğinden etkilenmişti. Bu yüzden Delphi‟de Tanrı Apollon‟a adanan

Kleobis ve Biton kardeşlerin heykelleri uykuda ölümle dolayısıyla mutlu ölüme

örnektirler.

İkinci örnek Attika Bölgesinde Anavysos‟dan gelen bir kuros heykeli, diğer

ismiyle Kroisos5; kaidesindeki yazıt onun için şöyle demektedir;“...ön saflarda

çarpışırken Ares’in gazabına uğrayan Kroisos’un ölümü üzerine yapılmış bu

anıtın önünde dur ve kederlen...“6. Atina Ulusal Müzesinde bulunan mezar

anıtı figür (res. 2, 2A) kuros heykel tipinin en önemli temsilcilerinden olup İ.Ö.

6.yy 4. çeyreği başlarına tarihlenmektedir. 1, 94 cm yüksekliğindeki Kroisos

üzerinde hiçbir askeri donanım taşımasa da savaşa hazırlıklı güçlü üst gövdesi

ve bacaklarıyla yazıtla uyuşur7. Ünlü Lydia kralının ismini

taşıyan bu genç erkeği diğer kuroslardan ayıran en belirgin

özelliği daha atletik ve iri yapılı kaslı yapılı vücududur.

Kroisos‟un yazıtından öğrendiğimiz kimliğine dair burda

önemli ipucu ise bir savaşçı, yani asker olmasıdır.

Kroisos‟a en uygun karşılaştırmayı bu anlamda Aristion‟un

mezar steli oluşturur8 (res. 2A ). Kaidesindeki yazıt onu

Aristion olarak adlandırır. Profilden sakallı gösterilen figür

taşıdığı giysiler ve mızrağı ile yetişkin bir erkek ve asker

olarak anlatılır. Eskiçağda bir erkek

bedenini ve aklını eğittiği gymansium

dışında hayatının önemli bir kısmını

savaşlarda geçiriyordu. Bunun için

Arkaik ve Klasik mezar stellerine bir

göz atmak yeterlidir. Büyük bir

kısmında yazıt veya atribularla

savaşçı özelliği öne çıkarılmıştır.

Argolisli kardeşler tanrısal hediye

„mutlu ölümü‟ temsil ederken Kroisos

savaşta ölümü ile acıma ve keder

hissetirir.

5 Boardman, 1994, res.107. 6 Boardman 2001, res. 107.; Almancası için bkz. Boardman 1994, abb. 107. “...bleibe stehen und

traurere beim Male des toten kroisos, den einst unter den Vorkämpfern fällte der wütenden Ares...”. 7 Savaşçı erkeğin bedensel özelliklerin övüldüğü Illias‟ın bölümleri Geometrik Sanatan beri erkek

figürünü etkilemiştir (Illias XVI 472-473; XVII 569; XXII 202-204; III 191-194)). Bunun için bkz. Oylmpia‟dan

çıkan bronz figürinler. 8 Boardman, res. 235.

Resim 2

Resim 2a

Page 42: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

38

Mezarı işaretleme amacıyla bir çeşit mezar taşı işlevi üstlenen arkaik

heykellerden kurosların, ki bunların içinde en erkeni adını bilmediğimiz New

York Kurosu‟dur (res. 1B) tersine koreler oldukça az sayıda ele

geçmiştir. En bilinenler Attika kökenli

Phrasikleia (res. 3, 3A) ve Berlin

Koresi‟nin (res. 4, 4A) , eski adıyla „Berlin

Tanrıçası’ heykelleridir.

İÖ 6. yy ortalarına tarihlenen

Phrasikleia, Merenda Nekropolis‟inde

bir kurosla birlikte yanyana itinayla

gömülü şekilde bulunmuştur. Olasılıkla

İÖ 480 de Pers İstilasından hemen önce

bir çukura yerleştirilmişlerdi. Heykelin

kaidesinde yer alan yazıt şöyle

demektedir; “...Phrasikleia’nın işareti

(seması). Ebediyen kız (kore) olarak

bilineceğim, tanrılar bana bu ismi evlilik yerine verdiler. Paros’lu

Aristion beni yapt...”9.Yazıtın bize aktardığı isim Phrasikleia ölen

kişiye aittir. Mezar işareti olarak figür ben şahsı olarak seslenir.

Belki tanrılara biraz da sitemle kendisinin sonsuza dek kore,

evlenmemiş genç kız kalacağını söyler ve bir genç kızın

yaşamındaki en önemli olaylardan biri evliliğe adım atamadan,

düğünü olmadan gelen zamansız ölümüne geride kalanların yas tutmasını

umarak.

Phrasikleia‟nın (res. 2, 2A) 1,76 yüksekliğindeki zayıf ve ince bedeni hareketsiz,

kıvrımsız giysisi ile daha da vurgulanmıştır sanki. Sağ kolu vücudun yanına

sarkıtılmış ve sağ el eteği hafifçe yana çekerken, sol kol dirsekten bükülmüş ve

sol eliyle iki göğüsü arasından lotus tomurcuk çiçeği tutmaktadır. Buna uygun

olarak figür özellikle zengin süs takılarıyla dikkati çeker; Başındaki gelin tacı

olarak lotus tomurcuklu polosu ve aynı şekilde lotus tomurcuklu kolyesi ve

küpeleri onun bir gelin adayı kimliğine göndermedir. Bu

durumda en iyi karşılaştırma örneğini Attikalı Berlin Kore‟si

(res. 4, 4A) oluşturur. Aynı şekilde gömü anıtı işlevi, giysisi ve

süslü takılarıyla aynı grupta değerlendirilmelidirler.

Phrasikleia‟dan farklı olarak sağ elinde bir nar tutsada içeriği

açıdan adak heykeli olmadığı için direk bir tanrıça ile

bağlantı göstermek yerine elindekini gelin atribusu olarak

görmek daha doğru olur. Çok iyi durumda ele geçen

heykel ne yazık ki yazıtsız ele geçmiş ve dolayısıyla ismini bilinmemektedir.

Bugün Berlin Pergamon Museum‟da sergilenen kore figürü 1,93 cm

yüksekliğinde olup İÖ 6.yy. ikinci çeyreği başına tarihlenmektedir.10

9 Boardman 2001, s.82; Boardman 1994, s.90. 10 Boardman 2001, res. 108; Martini 1990, res. 79, s.78; (Fuhs İ.Ö. 570; Boardman 570-560).

Resim 1b

Resim 3

Resim 3a

Page 43: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

39

Mezar anıtı Korenin elinde tutuğu ve takılarında görülen

lotus tomurcuğu neyi ifade etmektedir? Martini ve

Schneider kutsal alanlardaki adak korelerin ellerindeki

çiçeğin gençliğe ve güzelliği sembolize ederken

Phrasikleia‟nın elindeki lotus tomurcuğu yazıtla bağlantılı

olarak korenin evlenmemiş, genç kızlığına yani henüz

açmamış bir çiçek anlamına geldiğini söylerler11. Berlin

Koresinin sağ avcundaki nar ise hem gelin atribusu hem de

Aphrodite‟yle bağlantılı üremeyi, yani bereketi sembolize

eder12. Son iki mezar heykeli böylelikle gelin olma yaşında

ölmüş kızlar için dikilmişlerdir.

Çanakkale‟de Kızöldün Tepe‟sinde 1994 yılında bulunan bir

lahit te bir kız çocuğunun mezarıdır ve benzer bir örnek

oluşturur. Arkaik Döneme tarihlenen en erken kabartmalı

lahit olarak oldukça ses getiren bu eserin üzerindeki

sahnenin birinde Polyxena‟nın kurban edilmesi anlatıldığı

için Polyxena Lahti ismini alır. Diğer uzun ön yüzdeki sahne

düğün kutlamasına hazırlanan gelin ve yardımcılarını göstermektedir13. Tahta

oturmuş gelin adayı genç kız elinde kokladığı çiçek

tomurcuğu ile Phrasikleia ve Berlin

Koresi ile birlikte ikonografik paralel

özellikler gösterir. Sahnenin geri kalanındaki gelinin

yardımcıları veya hizmetçiler ellerinde değişik

malzemeler, düğün ikonografisinden14 bilinen eşyalar

getiren veya hediye eden figürler olarak anlaşılırlar;

ayna, mücevher kutusu, alabastron gibi. Diğer uzun

yüzde canlandırılan mitolojik bir sahne (res. 4B) ürkütücü

bir ölüm olayını, Polyxena‟nın kurbanı edilmesini

anlatarak bir yandan da ölenin ölümünün acımasızlığına

dikkati çeker15.

Eski Yunan toplumunda bir kız çocukluğuna, düğün ve

onu izleyen evlilikle veda ederdi. Bununla biten

çocukluğu, gelin olmak ve düğün seremonisi sembolize ederken, erkeklerde

çocuk olma yaşı ephebe yaşı 18, yani evlenmeden önce biterdi16. Çocuk

veya genç kız olarak ölenin yaşamındaki en önemli merkezi rol olan gelin

ikonografisinde canlandırılması böylelikle doğal bir

durum olur. Bununla bağlantılı Herodotos‟un (IV kitap,

34) aktardığı bir gelenek oldukça açıklayıcıdır17; “...Hyperbore’lilerden gelen

genç kızlar, ki Delos’da ömüşlerdir. Bunlara saygı olmak üzere bu adada kızlar

ve oğlanlar saçlarını diplerinden keserler. Kızlar evlenmeden önce saçlarını

keserler; bir çubuğa dolayıp iki bakirenin mezarı üzerine koyarlar. Bu anıt,

11 Martini 1990, s. 78; Schneider 1975, s.17-18. 12 Martini 1990, s. 80. 13 Reinsberg 2001, lev. 23, fig. 3. 14 Bkz. Attika Klasik Dönem düğün kapları; Reinsberg 1993, s.49-70, res.7-25. 15 Reinsberg 2001, s. 92. 16 Reinsberg 1993, s. 50. 17Reinsberg 1993, s. 50.

Resim 4a

Resim 4

Page 44: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

40

Artemis duvarları içerisindedir, girişte

sola düşer; bir zeytin ağacı gölgeler.

Delos delikanlıları da saçlarını bır tutam

ota sarar öbürleri gibi mezarın üzerine

bırakırlar. Bu genç kızlara Delos’da

böyle saygı gösterilir...”.

Polyxena Lahti‟nin içinde bulunan

iskelet 8-11 yaş arasında bir kız

çocuğunu işaret etmektedir18. Olasılıkla

yönetici sınıfından aristokrat bir ailenin

kızı erken ölümüyle kaybettiği gelin

satüsünü ve düğünü olayını gösterişli mezarının üstünde canlandırılarak yerine

getirilmek istenmiştir19

Ayakta duran bu çıplak genç erkek ve giysili genç

kız heykelleri ölenin statüsü hakkında bize Aristokrat

sınıfı işaret eder20. Ancak zengin ve nüfuslu kişiler ve

aileleri değerli pahalı malzemelerden (mermer

heykeller ve keramik vazolar) yapılmış bu anıtları

finanse etme gücüne sahiptiler. Nasıl aristokrat

kesim gösterişli adak hediyeleri kore ve

kurosları birer agalma olarak adayabiliyorsa, aynı

şekilde ölenlerinin hatırasını canlı tutmak için dikilen

mezar heykelleri onların geleneğine aittir.

Genç kız ve erkek heykellerini mezar anıt olarak dikme 6.yy

süresince devam eder ve olasılıkla sadece çocuk ve genç

yaşta ölenler için bir gelenekti21. Bu mezar anıtlarının

genelde genç insanların zamansız ölümle gitmeleri ve

yitirilen gençliğe de bir çeşit hatırlatmadır. Arkada kalanlar

bunu mezar taşı görevi gören Geometriğe kadar uzanan

öncüleri krater ve amphoralar (res. 5, 6) ile, Arkaikte mezar

anıtı heykeller ve mezar stelleri ile göstermişlerdir. Mezar

işareti heykeleri kuros ve koreler dönemin sonunda biterken

bunlar yerlerini Klasik Dönemde kabartmalı mezar stellerine

bırakırlar. Genişleyen kabartma yüzeyinde ölen kişi artık

yakınlarıyla birlikte gösterilmeye başlanmıştır. Eş, evlat,

anne veya babalarını kaybetmiş kişiler sanki onlara destek

olmak acısını iki tarafli hissetmek için aynı sahnede yanında yer alırlar.

Mutlu ölüm, savaşta ölüm ve gelin yaşında zamansız ölümün

mors immatura‟nın tanıkları olarak Kleobis ve Biton, Kroisos, Phrasikleia ve

18 Reinsberg 2001,s. 72. 19 Reinsberg 2001, s. 90. 20 www.academic.reed.edu/humanities/110Tech/kouroi.html-17kk.

21 Martini 1990, s. 70-71. Kuros veya koreler sadece genç yaşta ölenler için mezar heykeli oluştururken,

Arkaik dönem mezar stellerinde olgun yaştaki erkekler için de mezar stelleri dikildiğini doğrulamaktadır.

Resim 4b

Resim 6

Resim 5

Page 45: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

41

Berlin Koresi mezar sahibi ile arkada kalanlar arasında temsilci gibidirler. Üçü

de gerçek kişiler olsalar da ölenin betimi veya görüntüsü olarak

algılanmamalıdırlar22. Kleobis ve Biton kardeşler ve Kroisos Arkaik heroik

idealin yanında ideal insan bedeninin atletik görüntüsünü de içlerinde taşırlar.

Mezar anıtı koreler ise sonsuz gençliğin aynı zamanda heroize ideal23

görünümüdürler. Zamansız ölümün zalimce ve acı yüzü Arkaik sanatın resim

diline böyle yansıyarak heykel ve yazıt yoluyla yaşayanlara seslenerek bu

genç insanların ölümü için yas tutulması yani empati gösterilmesini bekler

gibidirler.

Kaynakça

Boardman 1994 Boardman, J., *Griechische Plastik. Die Archaische Zeit*,

Mainz 1994.

Boardman 2001 Boardman, J., *Yunan Heykeli. Arkaik Dönem*, İstanbul

2001.

Herodot Tarihi Herodotos, *Herodot Tarihi*, Remzi Kitabevi, İstanbul 1983.

Reinsberg 1993 Reinsberg, C., *Ehe, Häterentum und Knabenliebe im

antiken Griechenland*, 1993 München.

Reinsberg 2001 Reinsberg, C., *Der Polyxena-Sarkophag in Çanakkale*,

Olba Dergisi IV 2001, s.71-99.

Martini 1990 Martini, W., *Die Archaische Plastik der Griechen*,

Darmstadt 1990.

Schneider 1975 Schneider, L.,*Zur sozialen Bedeutung der archaischen

Korenstatuen*, Hamburg 1975.

www.metmuseum.org/toah/images/h2/h2_32.11.1.jpg

www.academic.reed.edu/humanities/110Tech/kouroi.html-17kk

22 Boardman 2001, s.27. 23 Rheinsberg 1993, S. 80-82.

Page 46: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

42

SELEVCIALI BASILEVS: Kristoloji Tartışmalarındaki Görüşleri ve Eserleri:

Sevim AYTEŞ CANEVELLO – M.A.1

Seleucialı Basileus’un yaşamı üzerine Erken Hıristiyanlık Dönemi kaynaklarında ve kendi

yapıtlarında bilgi yoktur. Dönemin kaynakları Basileus’un dinsel düşünceleri ve yazdığı yapıtlar

hakkında bilgi verir. Hıristiyanlık V.yüzyılda önemli kristoloji tartışmaları yaşar. Bu dönemde

yaşayan Seleucialı Basileus da bu tartışmalara katılır

Seleucialı Basileus’un doğum tarihi kesin değildir. Kendisiyle ilgili en erken bilgi 430’un başından

itibaren Seleucia’nın piskoposu olduğudur2. 448’de Constantinopolis (İstanbul) Synodu’na,

449’da Ephesus (Efes) Synodu’na ve 451’de Chalcedon (Kadıköy) konsiline katıldığı bilinir3.

Seleuciali Basileus’un adı en son 458 yılında I. Leo’ya (?-461) yazdığı mektupta görülür4. Bu

tarihten sonra Seleucialı Basileus’un ne kadar bir süre yaşadığı kesin değildir. O’nun ölümüyle

ilgili, Erken Hıristiyanlık Dönemi araştırmacıları tarafından değişik tarihler verilse de, genel olarak

450’nin sonu ile 460’nin sonu arasındaki tarihler bildirilir.

Seleucialı Basileus’un katıldığı konsiller ve bu konsillerdeki görüşleri:

V yy kilise birliğini tehlikeye sokan yeni tartışmalara sahne olur. Seleucialı Basileus’un piskopos

olduğu dönemde Constantinopolis, Ephesus ve Chalkedon (Kadikoy) konsillerinde, Hz. İsa’nin

doğası ile ilgili ateşli tartışmalar yaşanır. Bu tartışmalar Antiochia (Antakya) ve Alexandria

(İskenderiye) kiliselerinin karşı karşıya getirmesine sebep olur. Antiochia Kilisesinden,

Constantinopolis Patrigi ve Mopsuestialı Theodorus’un da öğrencisi olan Nestorius (?, - 451) Hz.

Meryem’in “Tanrıdoğuran” sıfatını kabul etmediğini bildirir. Bu düüncesine, aralarında Alexandiria

Patrigi Cyrillus ve Eusebius’un da bulunduğu birçok piskopos karşı çıkar. Cyrllus, 444’te ölür ve

onun yerini alan Dioscorus, Nestorius’un düşüncelerini savunanlara karşı mücadeleye devam

eder. Bunlardan birisi de kilisenin etkili isimlerinden biri ve tek doğa düsüncesinin yandaşı olan

Euthyches’tir. Euthyces, Papa Leo’ya bir mektup göndererek Nestorius’un düşüncelerinin kuvvetli

savunucusu oldugunu bildirir. Tartışmaların yaşandığı bu yıllarda Cyruslu Theodoratus, Eranistes

adlı bir eser yazar5 ve bu eserde Hz. İsa’nın doğası ile ilgili Eranistes ve Orthodoks bir kişi

arasındaki diyologlar yer alır. Bu diyaloglar da Hz. İsa’nın doğası tartışılır ve Orthodoks olan kişi Hz.

İsa’nın çift doğası olduğunu bildirir. Bu eser Euthyches ve taraftarlarının tepkisini alır.

Tartışmalar Kasım 448’de yapılan Constantinopolis Konsili’nde de devam eder. Seleuciali

Basileus’un da katıldığı bu konsilde, Basileus, Hz. İsa’nın doğası üzerine görüşlerini bildirir ve şöyle

der: “…Kim sevgili büyüğümüz Cyrillus’un söylediklerini eleştirebilir? O ki Nestorius’un, Nestorius,

kurtarıcımız ve tanrımız olan İsa’nın doğasını iki insan ve iki oğul olarak bölerken, Cyrillus, İsa’nın

tek insan ve tek tanrı doğasının muhteşem tanrı ve muhteşem insan vücudunda barındırılması

gerektiğini bildirdi. Biz, o yüzden gerçeği bildirdiği ve İsa’ya bağlılığından dolayı Cyrillus’u

destekliyor, ve çift doğası olduğu bilinen İsa’mızı seviyoruz. İsa’nin tanrısal doğası vardır ve o,

tanrının görüntüsüne sahiptir. Onun insan doğası da vardır ve bunu annemizden doğarak

almıştır. Bu muhteşem çift doğa; tanrı ve tanrının oğlu doğası ve bunun yanısıra muhteşem insan

ve insandan doğma doğasıyla birleşir. O, bizim hepimizin kurtarıcısıdır… Bu öğretilere karşı

çıkanları kilise düşmanı olarak ilan ediyoruz…” 6.

Bu konsil de, Constantinopolis Patriği, Flavianus’un yazdığı bildiriyle çift doğa öğretisi kabul edilir

ve Euthyches, çok sert bir şekilde suçlanıp kiliseden ihraç edilir “Quo sub praefidio Flaviani

1 Klasik Filolog Sevim Ayteş Canevello, Chicago-IL/USA 2 EEC 1990, 141; DThC 1923, 460; PG LXXXV, 1. 3 EECh 1992, 115; Altaner 1960, 391; O’Carroll 1982, 71; Buchberger 1958, 37; PG LXXXV,1. 4 Honigmann 1953, 181. 5 Eranistes’in Yunanca metni için bkz; PG LXXXIII, 27-36. 6 ACO II, I, I, 117.

Page 47: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

43

Eutyches archimandirita condemnatus est”7. Bu bildiriyı Seleucialı Basileus’un da aralarında

bulunduğu birçok piskopos kabul eder8. Constantinopolis Konsili’ni ve konsilde alınan kararları

Constantinopolis, Asia minor ve Syria’daki birçok kilise tanır. 449’un ilk aylarında Flavianus,

synodos endemousa kararını ve konsil tutanağının bir kopyasını Papa I. Leo’ya (440-461) yollar ve

Constantinopolis’te alınan bu karar Papa I. Leo tarafından da onaylanır9.

Bu Konsil’den kısa bir süre sonra, Eutyches ve onun yandaşları olan İmparator II. Theodosius’un

(408-450) yakın çevresindeki isimlerden Chrysaphius ve Alexandrialı Dioscorus’un çabalarıyla,

İmparator II. Theodosius, Constantinopolis Konsili’nde alınan kararların yeniden gözden

geçirilmesi için Ephesus’ta yeni bir konsilin toplanmasına karar verir. Papa I. Leo, imparatorun bu

önerisine sıcak bakmayarak Ephesus Konsiline yapılacak olan hazırlıklar için zamanın dar

olduğunu ve yeni bir konsile gerek olmadığını İmparator’a bildirir10.

Papa’nın bu düşüncelerine karşın Ephesus Konsili, Constantinopolis Konsili’nden sekiz ay sonra 8

Ağustos 449’da aralarında Seleucialı Basileus’un da bulunduğu yaklaşık yüz otuz piskoposun

katılımıyla toplanır11. Alexandrialı Dioscorus, imparatorun emriyle konsilin başkanlığına getirilir.

Konsilde, aynı Constantinopolis’teki gibi şiddetli tartışmalar yaşanır. Tartışmalar o kadar şiddetlenir

ki Eutyches ve yandaşları çift doğa öğretisini savunan Dorylæumlu Eusebius’un vücudunun ikiye

ayrılıp yakılmasını bile istemekten çekinmezler12. Bu konsilde Seleuciali Basileus tartışmalarda aktif

rol alır. Basileus konsildeki katılımcılara; “…eğer Isa’nin iki doğasını, bu doğalarının birleşiminden

sonra söylemezseniz, anlam karmaşasına sebep olursunuz, ayrıca, eğer İsa’nın iki doğası

olduğunu bildirip ve bu doğaların birleşmesi sonrasında bir doğasını söyler ve insan doğasını bu

birleşime eklemezsiniz yine anlam karmaşası olur…”13 diyerek, yapılacak tanımlarda kesin bir dil

kullanılmazsa olabilecek anlam karmaşalarına karşın uyarır.

Konsilin sonunda tek doğa öğretisi kabul edilir, Eutyhes’a kilise hakları geri verilir ve Flavianus ve

yandaşları ihraç edilir: “…Eutychetem absolverunt, haeresim ejusdem confirmarunt, Flavianum

cum quibusdam aliis episcopis condemnarunt…”14. Bu kararı onaylayanlardan birisi de

Constantınipolis’te çift doğa öğretisini savunan Seleucialı Basileus’tur15. Konsilin sonunda bu

konsilde bulunan Flavianus hazırladığı libellus appellatianus’u Papa I. Leo’ya verilmek üzere

Papa’nın elçisi Hilarius’a verir16. Ne Roma ne de Chalcedon kararlarını tanıyacak olan kiliseler bu

konsili tanımaz ve Ephesus Konsili kilise tarihine latrocinium (haydutlar konsili) olarak geçer17.

Ephesus Konsili’nden kısa bir süre sonra 28 Ağustos 450’de İmparator II. Theodosius ölür18.

Marcianus (390-457) II. Theodosius’un yerine geçer. Yeni imparator Papa I. Leo’ya mektup

yazarak kendisinin yeni bir konsile hazır olduğunu bildirir. Bu konsilin 1 Eylül 451’de Nicaea’da

(İznik) yapılmasını planladığını belirtir. Ancak planlar imparatorun istediği doğrultuda gitmez.

Birtakım aksaklıklar nedeniyle Konsilin yapılacağı tarih 8 Ekimle değiştirilir, konsilin yeri ise

Nicea’dan Chalcedon (Kadıköy)’e alınır19.

Konsil ilk toplantısını Aziz Euphemia Kilisesi’nde yapar. Konsile batı ve doğu kiliselerinden gelen altı

yüzün üstünde din adamı katılır. Seleucialı Basileus’un yanısıra Isauria bölgesinden Celenderisli

7 Mansi 1960, 495; Gore 1912, 51. 8 Sabra 2000, 84; Lambertsen 1995, 6. 9 Ostrogorsky 1999, 59; Parys 1971, 308. 10 Gore 1912, 73. 11 İbid, 74; Parys 1971, 309; Lequien 1740, 1014. 12 İbid 74. 13 ACO II, I, 179. 14 Mansi 1960, 503. 15 DThC 1923, 460; EEC 1990, 141; Bardenhewer 1908, 34. 16 ACO II, II, I 77-79. 17 Parys 1971, 509; Gore 1912, 75. 18 Parys 1971, 510. 19 ACO II, I,I, 28.

Page 48: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

44

Iulianus, Germanicopolisli Tyrannus, Claudiopolisli Theodorus, Cilicia Secunda da bulunan

Pompeiopolis şehrinden Matrinianus, Titiopolis’ten Mampretus, Irenopolis’ten Idamus,

Sebaste’den Alexandrus, Olba’dan Diapherontius, Epiphania’dan Polychronius, Anazarbus

metropolisliği’nden Cyrus Chalcedon Konsili’ne katılırlar20.

Konsil’de bir önceki konsil olan Ephesus Konsıli’nde alınan kararlar değerlendirilir ve Hz. İsa’nın

doğası üzerine birçok oturum yapılır. Ilk günkü oturum da Selecialı Basileus, Ephesuslu Stephanus

ve Claudiopolisli Theodorus’un aralarında bulunduğu birçok piskopos Ephesus Konsili’nde alınan

kararların kendi düşüncelerini yansıtmadığını, konsilde kendilerinin kiliseden ihraç edilmekle tehdit

edildiklerini, imparatorun askerlerinin kendilerini baskı altına aldığını bildirirler.

Seleucialı Basileus sonraki günlerdeki oturumlar da, Hz. İsa’nın doğası üzerine tartışmalarda aktif

bir şekilde yer alır21. Bir konuşmasın da söyle der: “….İsa bir bütün olarak hem muhteşem bir tanrı

hem de muhteşem bir insan doğasına sahiptir. Muhteşem tanrı doğasını babası olan Tanrı’dan,

muhteşem insan doğasını annesinden almıştır. Bu çift doğa bölünmez, ayrılmaz. Biz, çift doğası

olduğu bilinen İsa’mıza ibadet ediyoruz. Προσκυνουμεν τον ένα κύριον ήμων Ιησοΰν Χριστον έν

δύο φύσεσι γνωριζομενον22.”

Chalcedon Konsıli’nde 25 Ekim günü altıncı oturumun sonunda imparator Marcianus ve

İmparatoriçe Pulcheria’nın huzurunda çift doğa öğretisi üzerine karar imzalanır. Ayrıca Konsilde

alınan başka bir kararla Eutyches ve Dioscorus kiliseden ihraç edilip, Dioscorus Gangra’ya

(Çankırı) sürgüne gönderilir23.

Seleucialı Basileus’un Eserleri:

Azize Thecla’nın Yaşamı ve Muciızeleri adlı eser iki bölümden oluşur. İlk bölümde Thecla’nın

hayatı birtakım farklılıkların dışında Acta Pauli et Theclae adlı eserdeki gibi anlatılır, ikinci

bölümde ise Thecla’nın gerçekleştirmiş olduğu kırk altı mucizeyi konu eden kısa anlatılar yer alır.

Bu mucizelerde Thecla, halkı iyileştiren, koruyan, bölgedeki tanrılarla savaşan bir azize olarak

betimlenir24. Eserde, Azize Thecla’nın Seleucia ad Calycadnum (Silifke) ve çevresinin

Hıristiyanlaşmasında önemli bir rol oynadığı ve Seleucia’daki Azize Thecla kutsal alanının kutsal

ziyaret merkezi olduğu anlaşılır.

Azize Thecla’nın Yaşamı ve Mucizeleri’nin bircok kaynaklarda Seleucialı Basileus tarafından

yazıldığı belirtilse de bu çok kesin bir bilgi değildir. Eser, mucizeler bölümündeki olaylar ve kişiler

doğrultusunda 370- 420 arasına tarihlenebilir. Örneğin Mucize 7 ve 8’de adı geçen Dexianus o

yıllarda rahip, Mucize 9’da adı geçen Eutropius, İmparator Arcadius’un (377 – 408) consulüdürr25.

Mucıze 5, 6 ve 44’de geçen olaylar yine bu yıllara tarihlenir26. Ancak Azize Thecla’nın Yaşamı ve

Mucızeleri’ndeki anlatıların halk arasındaki söylencelerin bir derlemesi olduğu için bu yapıtın

kaleme alındığı kesin tarihi söylemek mümkün değildir.

Seleucialı Basileus’un Vaazları:

Seleucialı Basileus katıldığı konsillerdeki görüşlerinin yanısıra kendisini en ön plana çıkaran özelliği

yazdığı vaazlarıdır. Constantinopolisli Aziz Photius (815–897), ilk defa Basileus’un Thecla uzerine

yazdığı şiiriyle birlikte yine Basileus’a ait olan on beş vaazı biraraya getirir27. İlk kez Belçikalı din

adamı Andreas Schott (1552-1630) tarafindan 1506 yılında Basileus’un ilk otuz dokuz vaazı

20 Mansi 1960, 567-578; ACO II, III,I, 29. 21 Martzelos 1992, 24. 22 ACO II, I, 117. 23 Lambertsen 1995, 14. 24 Canevello 2004, 265. 25 Dagron 1978 , 6; Davis 2001, 40. 26 İbid, 41. 27 Parys 1971, 493.

Page 49: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

45

yayınlanır28. 1605’te Claudius Dausqueius ise ilk kez Basileus’un vaazlarını Latinceye çevirip,

kırkıncı vaaz olan Eίς την µεταµόρφωσιν του Κυρίου και θεου και Σωτηρος ημων Ίησου Χριστου

(Kurtarıcımız, tanrımız, efendimiz İsa’nın değişimi üzerine) ekler. PG’deki son vaaz olan Εγκώμιον εις τον άγιον πρωτομάρτυρα του Χριστου Στέφανον (Kutsal Hristiyan Protomartyr Stephanus’a

Methiye) ilk kez ünlü Dominikan keşişi ve Teoloji Profesörü François Combefis ( 1605–1679)

tarafindan 1656 yılında yayımlanır29.

1860 tarihli Patrologia Graeca (PG)’nın seksen beşinci cildinde Seleucialı Basileus’un kırk bir vaazı

yazılı olarak bulunur. Ancak Seleucialı Basileus’un daha birçok vaazı olduğu tahmin edilmektedir.

Örneğin birçok Erken Hıristiyanlık Dönemi kilise araştırmacıları tarafından, Giritli Andreas (660-740)’ın yazdığı Λογος εỉς τòν τετραήμερον Λάζαρον (Dört günlük - ölü olan- Lazarus’a) adlı

çalışmanın, yazı stili Seleucialı Basileus’unkine çok benzediği için onun yazdığı düşünülür30. Bunun

yanısıra Erken Hıristiyanlık Dönemi araştırmacıları PG’de bulunan vaazların bazılarının Basileus’a

ait olmadığını düşünürler. Fransız rahip ve tarihçi Louis-Sébastien Le Nain de Tillemont (1637 – 1698) Εγκώμιον εις τον άγιον πρωτομάρτυρα του Χριστου Στέφανον (Kutsal Hristiyan Protomartyr

Aziz Stephanus’a Methiye) adlı eserin Ierusalemli rahip Chrysippus tarafından yazılmış

olabileceğini bildirir31. Ayrıca Eίς τον Eύαγγελισμον της παναγίας Θεοτόκου (Kutsal

Tanrıdoğuran’ın haberi üzerine) adlı vaazın Constantinopolisli Proclus (?- 446), otuz yedinci vaaz

olan Είς τα νήπια τα εν Βηθλεεμ υπο Ήρωδου αναιρεθέντα (Herodos tarafindan Beytüllahim’de

öldürülen bebekler üzerine) Nestorius (?- 451) tarafından yazılmış olabileceği bazı Erken

Hıristiyanlık dönemi araştırmacıları tarafından düşünülür32.

Seleuciali Basileus’un bu vaazları ne zaman yazdığı hakkında kesin bir bilgi yoktur ancak

vaazlarda geçen şahıs isimleri ve olaylar doğrultusunda ilk on yedi vaaz ve Eίς την

µεταµόρφωσιν του Κυρίου και θεου και Σωτηρος ημων Ίησου Χριστου (Kurtarıcımız, tanrımız,

efendimiz İsa’nın değişimi üzerine) kendisinin papaz olduğu dönemde, otuz üçüncü vaaz olan

Του αυτου είς τους εκ των πέντε αρτων τραφέντας πεντακισχιλίους (Beş ekmekle beş bin insanin beslenmesi üzerine) piskopos olduğu donemde, Εγκώμιον εις τον άγιον πρωτομάρτυρα του

Χριστου Στέφανον (Kutsal Hristiyan Protomartyr Stephanus’a Methiye) ise 455-457 arasındaki bir

tarihte yazdığı düşünülür33.

Constantinopolisli Aziz Photius, Basileus’un vaazlarındaki yazma stilini τροπικòν (tasvirli), γοργòν

(canlı), πάρισον (ölçülü) olarak betimler34. Louis-Sébastien Le Nain de Tillemont ise “…Seleucialı

Basileus çok üstün bir yazma yeteneğine sahip ancak bu yeteneğini vaazlarında biraz az

gösterseydi daha iyi olacaktı…” diye belirtir35.

28 Camelot 1937, 36. 29 Ibid, 37; Parys 1971, 508. 30 Cunnıgham 1986, 166; CCG 1979, 6663; Altaner 1951, 391. 31 Tillemont 1733, 10. 32 Parys 1971, 508. 33 Ibid, 511; Marx 1941, 341. 34 Photius (texte etabli et traduit par Rene Henry) 1960, 160. 35 Tillemont 1733, 343.

Page 50: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

46

Kaynakça ve Kısaltmalar

Kısaltmalar

ABO Analecta Bollandiana

ACO Acta Conciliorum Oecumenicorum

CCG Corpus Christianarum, series graeca

DThC Dictionnaire de theologie catholique

EEC Encyclopedia of Early Christianity

EECh Encyclopedia of the Early Church

PG Patrologia Graeca

PL Patrologia Latina

SC Sources Chretiennes

Erken Hıristiyanlık Dönemi Kaynakları

ACO 1883 ACO, “Concilium Universale Chalcedonense” (edt, E. Shwartz), tomus 2

vol. 1, Germany

CCG 1979 CCG (cura et studio: Mauritii Geerard), Turnhout

Athanasius Alexandrinus Athanasius Alexandrinus., “Vita B. Antonii abbatis”, (PL, vol.73. .

J.P. Migne, ed. Parisiis: excudebat Migne, 1849)

Basilius Seleuciae Basilius Seleuciae., “Basilii Seleuciae Isauriae Episcopi Opera quae extant

omnia” (PG, Tomus 85, J.P. Migne, ed. Parisiis: excudebat Migne, 1860)

Elmenhorsyius, Gebhartus Elmenhorsyius, Gebhartus., “Notae” (PL, vol.58, J.P. Migne,

ed.

Parisiis: excudebat Migne, 1847)

Evagrius 1854 Evagrius., A history of the church from A.D. 322 to the death of Theodore

of Mopsuestia, A.D. 427, by Theodoret, Bishop of Cyrus. And from A.D.

431 to A.D. 594, by Evagrius. (edt. Edward Walford), London

Leo I Leo I., “ De haeresi et historia Eutychiana”, (PL, vol.55. J.P.Migne, ed.

Parisiis:excudebat Migne, 1846)

Photius Photius., Bibliotheca, vol. II, (texte etabli et traduit par Rene Henry) Paris :

Societe d’Edition les Belles Lettres 1960

Petrus Chrysologus Petrus Chrysologus., “Sermones”, (PL, vol.52. J.P.Migne,

ed.Parisiis:excudebat

Migne, 1846)

Tertullianus Tertullianus., “De baptismo”, (PL, vol.1. J.P. Migne, ed. Parisiis: excudebat

Migne, 1844)

Tertullianus Tertullianus., “De resurrectione carnis”, (PL, vol.2. J.P. Migne, ed. Parisiis:

excudebat Migne, 1844)

Çağdaş Kaynaklar

Page 51: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

47

Altaner 1951 Altaner, B., Patrologie; Leben, Schriften und Lehre der Kirchenväter.

Freiburg.

Aubineau 1972 Aubineau, M., “Homelies Pascales”, SC, 17, Paris.

Bardenhewer 1908 Bardenhewer, O., Patrology; The Lives and Works of the Fathers of the

Church, St. Louis.

Buchberger 1958 Buchberger, M., Lexikon fur Theologie und Kirche, Freiburg.

Camelot 1937 Camelot,P., “Une Homelie inedited de Basile de Seleucie”, Melanges

offerts a A.-M. Desrousseaux, Paris.

Casagrande 1974 Casagrande, D., Enchiridion Marianum Biblicum Patristicum, Roma.

Cunnigham 1986 Cunningham. M. B., “Basil of Seleucia’s on Lazarus: A New Edition,

ABO 104,

161-185.

Fabbro 1946 Fabbro, D.D., “Le omelie mariane dei Padri Graeci del V secolo”,

Marianum, Roma.

Duchesne 1951 Duchesne, M. L., Early Christian of the Christian Church from its

Foundation to the End of the Fifth Century, Vol III, London.

DThC 1923 DThC, “Basile”, vol.23. Paris.

EEC 1990 EEC, “Basil of Seleucia”, London.

EECh 1992 EECh, “Basil of Seleucia”, Oxford University Press.

Fleury 1844 Fleury, M.L., The Ecclesiastical History from A.D 429 to A.D 456, London.

Gore 1912 Gore, C., The Fathers for English Readers; Leo the Great, London.

Gray 1979 Gray, P.T.R., The Defense of Chalcedon in the East (451-553), Leiden.

Hefele 1883 Hefele, C.J., A History of the Councils of the Church Vol III-IV, Edinburgh.

Honigmann 1953 Honigmann, E., “Theodoret of Cyrrhus and Basil of Seleucia (The time of

their Death)”, Patristic Studies, Biblioteca Apostolica Vaticana.

Lambertsen 1995 Lambertsen, I.E., “ The fourth Oecumenical council”, Living Orthodoxy,

17/2.

Lequien 1740 Lequien, M., Oriens Christianus, in quatuor patriarchatus digestus quo

exhibentur ecclesiae patriarchae, caeterique praesules totius Orientis,

Paris.

L’Huillier 1996 L’Huillier, P., The Church of the Ancient Councils, St Vladimir’s Seminary

Press.

Mansi 1960 Mansi, J.D., Sacrorum Conciliorum Nova at Amplissima Collectio Vol. 6,

Verlagsanstalt.

Page 52: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

48

Martzelos 1992 Martzelos,G., “ Der Vater der dyophysitischen Formel von Chalkedon: Leo

von Rom oder Basileios von Seleukeia?”, Orthodoxes Forum, 6, Munchen.

Marx 1941 Marx, B., “Der Homiletische Nachlass des Basileios von Seleukia”,

Orientalia Christiana Periodica 7, Roma, 329-369.

Mitsakis 1971 Mitsakis, K., “The Hymnography of the Greek Church in the Early Christian

Centuries”, Jahrbuch der Osterreichischen Byzantinistik, 20. Band, Wien.

Parys 1971 Parys, M.V., “L’evolution de la doctrine christologique de Basile de

Seleucie”, Irenikon, 44, Begique, 493-514.

O’Carroll 1982 O”Carroll, M., Theotokos; A Theological Encyclopedia of the Blessed

Virgin Mary, Delaware.

Sabra 2000 Sabra, G.F., “The Christological controversies of the fourth and fifth

centuries”, Bangolore theological forum, 32/1.

Sellers 1961 Sellers, R.V., The Council of Chalcedon, London.

Slussers 1990 Slussers, M., “The Issues in the Definition of the Council of Chalcedon”,

TJT,6/1.

Tevel 1989 Tevel,J.M., “ The Manuscript Tradition of Basilius of Seleucia and some

Deductions Concerning the Early Development of Liturgical Collections”,

Studia Patrictica, XX .

Tillemont 1733 Tillemont,L.S., Ecclesiastical memoirs of the six first centuries with a

chronological table, and with notes, London.

Wendeberg 1998 Wendeberg, D., “ Chalcedon in Ecumenical Discourse”, Pro Ecclesia,

VII/3.

Page 53: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

49

DAĞLIK CILICIA (OLBA) BÖLGESİ’NİN IV. – VII. yüzyıllar ARASINDAKİ SOSYAL YAŞAM

ve

EKONOMİK YAPISINA GENEL BİR BAKIŞ

Ümit ÇAKMAK- M.A.1

Bu çalıĢmada Dağlık Cilicia bölgesinde yer alan Olba territoriumu ele alınacaktır. Bu

kapsamda öncelikli olarak Olba bölgesinin (Erdemli – Silifke arası) IV. – VII. yüzyıllar arasındaki

siyasal süreci, bölgenin ekonomik yapısı, bölgede görülen meslekler ve bu süreç içerisindeki

sosyal yaĢam açıklanmaya çalıĢılacaktır.

Cilicia bölgesi sınırları Strabon tarafından batıda Coracesium (Alanya), doğudaysa Alexndria

minor (Ġskenderun) olarak sınırlandırılır2. Ayrıca Strabon, Cilicia bölgesini kendi içinde ovalık

(Cilicia Pedias) ve dağlık (Cilicia Tracheia) olarak da ikiye ayırır.

Dağlık Cilicia bölgesi oldukça dağlıktır ve geniĢ tarım arazilerine sahip değildir. Bölgenin zor

coğrafi Ģartlarından dolayı kıyı bölgeler her zaman stratejik bir öneme sahip olmuĢtur. Dağlar

denize paralel olmakla birlikte özellikle Erdemli ve Silifke arasında dağların denize derin

vadilerle bağlantı kurduğu görülür. Vadilerin denize dik inmeleri bu duruma uygun

yerleĢimlerin oluĢmasına neden olur. Bölge oldukça nemlidir ve bu durum tarımsal faaliyetleri,

ürünleri de Ģekillendirir. Ancak, Erdemli ve Silifke arasında kalan bölge derin vadilere sahiptir,

bundan dolayı burada iklim ve hava basıncı bu bölgeyi biraz daha yaĢanılabilir kılmaktadır.

Ayrıca vadilerin bu Ģekilde derin ve iç Anadolu’ya açılan Sertavul geçidinin burada olması

bölgenin yerleĢim düzenlemesini de etkiler. Bölge Hellenistik3, Roma ve Erken Bizans

Dönemlerinde yoğun bir Ģekilde yerleĢim düzenlemesi görülür4.

Erken dönemlerden Roma Ġmparatorluk Dönemi’ne kadar Erdemli ve Silifke arasında kalan

bölgede bir tapınak devlet bulunur. Strabon, Olba bölgesi ve Olba tapınak devleti hakkında;

Teukros oğlu Aias’ın kurduğu Zeus Tapınağı’nın rahibinin aynı zamanda Dağlık Cilicia’nın da

egemeni olduğunu belirtir5. Belirli bir sistem ve disiplin içinde ilk defa Olba bölgesinde,

Hellenistik Dönemde, Ġ.Ö. 188 yılında yapılan Apameia AnlaĢması sonucu Seleucuslar

tarafından baĢlatılan imar etkinliği söz konusudur. Apameia AnlaĢması’ndan sonra bölgede

savunma ağırlıklı polygonal duvar tekniği ile inĢa süreci baĢladığı anlalıĢılır6. Seleucuslar bu

süreçte Olba territoriumunu batıdaki en uç sınır noktası olmasından dolayı territorium içinde

Peribolion7’lar yani askeri garnizonlar kurmuĢlardır8. Bu savunma ağırlıklı imar hareketliliği

Seleucuslar ile Olba Tapınak Devleti yöneticileri olan Teukros sülalesi arasında iĢbirliği ile

yaĢanmıĢtır9. Olba Tapınak Devleti, Seleucuslar ile yapılan iĢbirliği sonucu tarımsal arazilerini de

kuleler inĢa ederek koruma altına almaya baĢlar10. Bu kuleler savunma amaçlarının yanında

tarımsal ürünlerin saklandığı depo, üst düzey subay ve rahiplerinde ikamet binaları olarak da

kullandıkları anlaĢılır11. Wannagat, bölgede yaptığı çalıĢmalar sonucunda Olba Tapınak

Devleti’nin Diocaesarea kentinin kulesinin de bulunduğu doğu alanın otuz bin metre karelik bir

alana sahip olduğunu tespit etmiĢtir12.

Roma Ġmparatorluğu tüm Akdeniz dünyasına yaptığı gibi bu bölgede de kentleĢtirme

politikalarına uygun yerleĢimler kurulmasını sağlar ve yerleĢimlerin aralarındaki bağlantıların

1 Arkeolog, Mersin Üniversitesi Fen – Ed. Fak. Arkeoloji Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisidir.

[email protected] 2 Strabon 14.5.1. 3 Aydınoğlu, 2004, 171-174. 4 Aydınoğlu 2005, 168-173. 5 Strabon 14.5.10. 6 Durukan 2004, 39–63. 7 Akalın 2005, 76. 8 Aydınoğlu 2005a, 169–182. 9 Aydınoğlu 2005b, 169. 10 Durugönül 1995, 201–202. 11 Durugönül, 2007, 16–17. 12 Wannagat-Kramer-Linnemann 2008, 79.

Page 54: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

50

yapılması amacıyla yollar inĢa eder. Vadilerin geçit ve yol olarak kullanıldıkları, Roma

Dönemi’ne ait mil taĢlarından da anlaĢılır13. Bölgede Roma Dönemi’nde üç defa imar

hareketliliği yaĢanır14. Ġlki Vespasianus ile birlikte gerçekleĢen imar hareketidir. Vespasianus,

sahil yolunu, Calycadnus üzerindeki köprüyü ve Diocaesarea gibi önemli yerleĢimleri birbirine

bağlayan yollar yaptırır. Bölgede yaĢanan ikinci imar hareketi Ġ.S.2. yüzyıl’ın sonlarında, Doğu

Dağlık Cilicia bölgesinde var olan yollar tamir edilir ve bunlara yenileri eklenir. Ayrıca birçok

yerleĢimde anıtsal yapılar görülmeye baĢlanır. Üçüncü imar hareketliliği Ġ.S.4.yüzyılda baĢlar. Bu

dönemde, Corycus – Olba – Diocaesarea arasındaki yollar tamir edilerek, bölgede su

sistemleri yapılır15.

Ayrıca Olba Bölgesi’nde, 474 – 479 yılları arasında Isaurialı Zeno tarafından yoğun bir Ģekilde

imar hareketliliği yaĢanır16. Bu hareketlilik daha çok dinsel mimari anlamında olsa da sivil

mimari ve ekonomide etkilenir.

Cilicia bölgesinde Ġ.S. 4.-7. yüzyıllar arası yaĢanan siyasi ve ekonomik süreçler bölge için farklı

bir durum oluĢturur. Cilicia bölgesi, IV. yüzyıla idari bölünmeyle girer. Roma Ġmparatoru

Diocletianus’un yaptığı idari reformlar sonucu, Cilicia, Dağlık ve Ovalık olarak birbirinden

bağımsız iki eyalete ayrılır. Ayrıca Dağlık Cilicia’dan bir bölümün ayrılmasıyla 305 yılında Isauria

eyaleti kurulur ve ilk bilinen valileri Flavius Severianus (305), Lucilius Crispus (306–307), 308 – 324

arasında ise Aurelius Fortunatus’dur17. Isauria eyaletinin kurulmasının nedeni, burada bir

yönetim merkezi oluĢturarak, bu bölgede sık sık çıkan isyanları kontrol etmektir. Fakat

Isauria’nın dağlarında çıkan ayaklanmalar bir süre sonra tekrar baĢlar. Isaurialı isyancılar,

Pamphylia ve Lycaonia bölgelerine girerek, ekonomik değeri yüksek ürünlere el koyarlar ve

burada yaĢayan birçok insanı köle olarak da kaçırırlar. Isaurialılar, 325 yılında Seleucia (Silifke)

ve civarını yağmalamak isterler ve Roma Ġmparatorluğu’na ait erzak dolu gemileri ele

geçirirler18. Roma Ġmparatorluğu’nun müdahalesiyle bu isyan da bastırılır. Isauria bölgesi çıkan

bu ayaklanmalar yüzünden legio 1, legio 2 ve legio 3 olarak üçe ayrılır ve sivil otorite ile askeri

otorite tek elde toplanır19. Caesar Gallus IV. yüzyılın ortasında Isaurialı isyancılara karĢı tedbirler

alır. Birçok isyancıyı yenerek onları Lykonia’dan Pamphylia’ya kadar birçok bölgeye sürgün

eder.

Isaurialı isyancıların ayaklanmaları; 367–368, 377, 397–398, 400 (Hunlarla birlikte), 404 (Hun ve

Gotlarla birlikte) ve 457 yıllarına kadar batıda Lycia bölgesi, doğuda Syria (Suriye) – Palaestina

(Filistin) bölgelerine sık aralıklarla devam ettiği görülür20. Doğu Roma Ġmparatorları 1. Leo 457

yılında, isyan çıkaran Isaurialı kabileleri imparatorluğun ordusuna dahil eder. Isaurialı Zeno ise

474–479 yılları arasında Doğu Roma Ġmparatorluğu’nun baĢına geçer ve imparatorluğun üst

düzey subaylarını ve yöneticilerini Isaurialılardan seçer21. Böylelikle Isauria ve Cilicia

bölgelerinde rahatlama ve ekonomik kalkınma görülmeye baĢlar. Kalkınmanın yaĢandığı 457

– 613 yılları arasında; Elaiussa - Sebaste (AyaĢ), Corycus (Kızkalesi), Seleucia ad Calycadnum

(Silifke) gibi yerleĢimler ekonomi ve kültür alanındaki geliĢimi hız kazanır22. Özellikle Isaurialı

Zeno’nun imparator olması Cilicia ve Isauria bölgelerinin iktisadi ve dini geliĢmelerine neden

olur. I. Leo ve Zeno’nun isyan çıkaran kabileleri tarımsal ekonomiye ve askeri sistem içine dahil

etmesi isyanların bitmesine neden olur. Zeno, bölgede çok sayıda kilise ve manastır yaptırarak

bölgenin kamusal ihtiyaçlarının giderir.

13 Aydınoğlu 1998, 139–146. 14 Aydınoğlu 1999, 164. 15 MacKay 1981, 121. 16 Canevello – Özyıldırım, (yayın aĢamasında) 8- 12. Hocam, Klasik Filolog Murat Özyıldırım’a ve Sevim

AyteĢ Canevello’ya çok teĢekkür ederim. 17 Hellenkemper-Hild 1990, 34. 18 ġahin 2003, 29. 19 Hellenkemper-Hild 1990, 35. 20 Hellenkemper-Hild 1990, 35–43 21 Canevello-Özyıldırm 2–10 22 Hellenkemper-Hild 1990, 47.

Page 55: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

51

Arkeolojik, mimari ve epigrafik buluntular sayesinde bölgenin ekonomik yapısı bilinmektedir.

Özellikle 4. – 7. yüzyıllar arasında öne çıkan Corycus23 (Kızkalesi) – Corasion (Susanoğlu) gibi

yerleĢimlerin nekropolis (mezarlık) alanlarında bulunan yazıtlı mezarlar bizlere bölgede

yaĢayan meslek gruplarını ve dolayısıyla ekonomisi hakkında bilgi verir. Burada iki meslek

grubuna ait yazıtların çokluğu dikkat çeker. Bunlar; ġarap ve Zeytinyağı tüccarlarıdır.

Ġsyancıların tarıma geçmesiyle Dağlık Cilicia (Olba bölgesi) ve Isauria bölgelerinde 4.-7.

yüzyıllar arasında çok sayıda çiftlik yapısı24, zeytinyağı ve Ģarap üretim atölyeleri hayata geçer.

Bölgenin eski çağ ekonomisindeki önemli tarımsal ürünleri zeytinyağı ve Ģarap olduğu

bölgedeki arkeolojik verilerle, literatür kaynaklarla da desteklendiği anlaĢılır25. YaĢlı Pilinius kuru

üzümden elde edilen Ģarabın Cilicia bölgesi ürünlerinden olduğunu anlatır26. Erdemli – Silifke

arasında çok sayıda çiftlik yapıları, kilise, manastır ve üretim merkezleri bulunur. Sahildeki

yerleĢimler, arka bölgelerinde üretilen malların, deniz ticaretiyle satılmasını, ihracatının

yapılmasını sağlamaktaydılar.

Toros Dağlarında üretilen ürünler, Cilicia bölgesi kıyısı boyunca bulunan Corycus (Kızkalesi),

Elaiussa – Sebaste (AyaĢ), Susanoğlu gibi yerleĢimlerin liman ve ticaret merkezi olmasına

neden olur. Bu ticari organizasyonun en önemli gereklerinden biride yollardır. Yol ağları

sayesinde sahildeki kentler iç bölgelerle, iç bölgeler de kendi aralarında iletiĢim içindeydiler27.

Zeytinyağı ve Ģarap tüccarlığı mesleklerinin dıĢında bölgede baĢka meslek gruplarının da

varlığı bilinir. Bunlar; Balıkçılar, gemiciler ve tayfalar, keten dokuyucuları, demirciler, kılıç -

anahtar yapanlar, ayakkabıcılar, baĢta zeytinyağı ve Ģarap için gerekli olan seramikleri üreten

çömlekçiler, gemiciler ve tayfalar, cam üreticileri, pasta yapımcıları, fırıncılar, kasaplar,

turĢucular, yiyecek içecek satıcıları, ebeler, doktorlar, parfüm ve sabun imalatçıları vb. sosyal

yaĢamın gereksinimlerinden çıkan meslek dallarıdır28. Ayrıca; Hamam iĢletmecileri ve hancılar,

ağırlık ölçen kantarcılar, tavernacı, mezarlık görevlileri, postacılar, değerli taĢ iĢletmecileri,

para bozucular, ressamlar, heykeltıraĢlar vb. birçok sosyal yaĢama dair meslek grupları da

bulunur29. Cilicia bölgesinin kayalık – taĢlık bir özelliği olması bölgede taĢ ustacılığının da önem

kazanmasına neden olur. Cilicia taĢ ustaları VI. yüzyılın ortasında Constantinopolis’de Hagia

Sofia’nın kubbesinin tamiratında da çalıĢtıkları bilinir.

Bölgenin ekonomik yapısını oluĢturan bir diğer sektör küçükbaĢ hayvan yetiĢtiriciliği ve

bunlardan elde edilen ürünlerdir30. Ayrıca Safran üretimi, parfüm ve ilaç alanında kullanılan

Styrax ağacı, tüm bu üretimlerin ve hayvansal ekonominin yanı sıra bölge kereste imalatı,

mobilya ve gemiler için en uygun ağaç olan Sedir ağacı ile de ekonomisini canlı tutmuĢtur.

Mısır donanmasının kereste ihtiyacının karĢılaması için M. Antonius, Cilicia’yı Cleopatra’ya

hediye eder31. Sonuç olarak; Olba bölgesinin IV. – VII. yüzyıllar arasındaki sosyal yaĢam ve

ekonomik yapısını coğrafi Ģartlar oluĢturur. Bölgede çıkan ayaklanmaların bastırılması ve bu

toplulukların tarımsal etkinliğe dahil edilmeleri bölge için bir ivme kazandırır. Zeytin ve üzüm

üretimi bölgede baskın bir ekonomik olgu olarak ortaya çıkar. Bunların yanında keçi, kereste

baĢta olmak üzere birçok farklı ekonomik yapılanma, üretim söz konusudur. Cilicia bölgesinin

ekonomisi; dağlarda üretilen, yetiĢtirilen ürünler yollarla limanlara (Kızkalesi, Susanoğlu, AyaĢ

gibi) oradan da ihracat yoluyla Akdeniz dünyasına gönderilmiĢtir. Bu bölgede ayrıca V.- VI.

yüzyıllara tarihlendirilen çok sayıda kilise ve manastır bulunur 32. Bu bölgede yapılan

araĢtırmalar sonucunda, yazıtlar üzerindeki kiĢi isimlerinin genelinin yerel isimlerden meydana

23 Karaüzüm 2005, 57–101. 24 Erten 2007, 62. 25 Aydınoğlu 2008a, 56. 26 Plinius XIV II (81). 27 Aydınoğlu 1998,10–17. 28 ġahin 2003, 34 vd. 29 ġahin 2003, 34 vd. 30 Aydınoğlu 2008b, 19. 31 Strabon 14.5.3 32 Koch 2007, 260.

Page 56: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

52

geldiği bununda eski çağ da bölgeye egemen olan güçlerin olmasına rağmen bölge insanın

kendi geleneğine de bağlı kalmıĢ olduğunu gösterir33.

ÇİFTLİK YAPILARI

TARIM + ENDÜSTİRİ + HAYVANCILIK = ÜRÜN

YOLLAR

LİMAN KENTLER + PAZAR +İHRACAT

CILICIA EKONOMİSİ

KAYNAKÇA

Akalın 2005 AKALIN A., “Antik Grek YerleĢim Tipleri, Kavramlar ve TartıĢmalar” OLBA

Dergisi XII.

Aydınoğlu 1998 AYDINOĞLU Ü., Doğu dağlık Kilikia’da Villae Rusticae, (YayınlanmamıĢ

Yüksek Lisans Tezi), 1998, Ġzmir.

Aydınoğlu 1999 AYDINOĞLU Ü., “Doğu Dağlık Kilikia’da Villae Rusticae”, OLBA Dergisi

S.II-a, 1999

Aydınoğlu 2004 AYDINOĞLU Ü., “Yerel Ġrade-DıĢ Baskı TartıĢmaları Arasında Olba

Territoriumu’ndaki YerleĢim Düzenlemesi ve Hellenistik Dünyadaki Yeri”

OLBA Dergisi S. X, 2004.

33 ġahin 2007, 140.

=

Page 57: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

53

Aydınoğlu 2005 AYDINOĞLU Ü.,“YerleĢim Modeli OluĢturmak Mümkün Müdür? Dağlık

Kilikia’dan Ġki YerleĢim Modeli Denemesi”, OLBA Dergisi S. XII, 2005.

Aydınoğlu 2008a AYDINOĞLU Ü., “Antik çağlarda zeytin ve zeytinyağı: Arkeolojik Kanıtlar,

kullanım amaçları” Zeytin ve Zeytinyağı, Akdeniz Kültürü Dergisi, 2008,.

Aydınoğlu 2008b AYDINOĞLU Ü., “Mersin ve Çevresinde Antik Çağda Ne Üretiliyordu?,

Aratos, 2008–28.

Canevello – Özyıldırım CANEVELLO S. A., ÖZYILDIRIM M., Constantinopolis Tahtında Isavrialı Bir

Ġmparator: Zeno, Yayına Hazırlık aĢamasındadır.

Durugönül 1995 DURUGÖNÜL S., “Kilikia Kulelerinin Tarihteki Yeri” Arkeoloji Dergisi S. III,

Ġzmir.

Durugönül 2007 DURUGÖNÜL S., “Klasik Çağlarda Mersin Bölgesi”, Mersin Arkeolojik

Kültür Envanteri, Mersin.

Durukan 2004 DURUKAN M., “Olba Bölgesi ve Bölgede Kullanılan Polygonal Duvar

Tekniği” Anatolia Dergisi S.26.

Erten 2007 ERTEN E., “Olba”, Mersin Arkeolojik Kültür Envanteri, Mersin.

Hellenkemper-Hild 1990 HELLENKEMPER H. - HILD F., Kilikien und Isaurien, TIB 5, Wien.

Karaüzüm 2005 KARAÜZÜM G., Doğu Dağlık Kilikia (Olba) Bölgesi Lahitleri,

(YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi), Mersin.

Koch 2007 KOCH G., Erken Hıristiyan Sanatı, Arkeoloji ve Sanat Yay., Ġstanbul.

MacKay, 1981 MACKAY T. S., Olba in Rough Cilicia, Universty Microfilms, Ann Arbor,

Michigan.

Pilinius Naturalis Historia, (Çev: H.Rackham), 1947, London.

Strabon Geographika Kitap 12.13.14., (Çev: PEKMAN A.), 1987, Ġstanbul.

Page 58: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

54

ġahin 2003 ġAHĠN H., Geç Roma İmparatorluk ve Erken Bizans Dönemlerinde Dağlık

Cilicia (Cilicia Trakheia) Bölgesi Yazıtlarında Meslekler, (YayınlanmamıĢ

Doktora Tezi), Ġstanbul.

ġahin 2007 ġAHĠN H.,“Doğu Dağlık Kilikia: Polis-Khora ĠliĢkileri Üzerine Ġlk DüĢünceler”,

Colloquium Anatolicum Anadolu Sohbetleri S.VI

Wannagat-Kramer-Linnemann 2008 D. WANNGAT, N. KRAMER, J. LINNEMANN -Kramer-Linnemann

2008, “Hellenistiche Architektur, Kaiserzeitliche Grabbauten und

Landwirtschaftliche Anlagen in Uzuncaburç/Diokaisareia” AST S. 25-b.

Page 59: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

55

ANADOLU MEDENİYETLERİ MÜZESİ

Melek YILDIZTURAN1

Coğrafi konumu ile Anadolu, tarih boyunca çeşitli kavimlere yurt olmuş, toprakları üzerinde

uygarlıklar yeşertmiş, sırası gelen, sessiz sedasız sahneden çekilerek yerini başka uygarlıklara

bırakmıştır. Anadolu Medeniyetleri Müzesi, bu uygarlıkları geçmişten geleceğe taşıyan bir köprü

görevi görmektedir.

Avrupa’da 1997 yılında “Yılın Müzesi” seçilmek gibi önemli bir başarıya imza atan Anadolu

Medeniyetleri Müzesi, Ankara Kalesi'nin güney doğusunda, Atpazarı Semti’nde Gözcü Sokak

üzerinde yer almaktadır. Mustafa Kemal Atatürk’ün telkinleri ile Sakarya Meydan Savaşı esnasında

ilk olarak Ankara Kalesi’nin Akkale burcunda 1921’de kurulmuştur. Ayrıca bu dönemde Augustus

Tapınağı ile Roma Hamamı’ndan da eser toplanmıştır.

Merkezde bir “Eti Müzesi” kurma fikrinden hareketle diğer bölgelerdeki Hitit eserleri de Ankara’ya

gönderilmeye başlanınca geniş mekânlara sahip bir müze binasına ihtiyaç duyulmuştur. Mahmut

Paşa Bedesteni ve Kurşunlu Han’ın onarılarak müze binası olarak kullanılması fikri kabul edilerek

1938 yılından, 1968’e kadar devam eden bir restorasyon çalışması başlamıştır. Bedestenin orta

bölümünde yer alan kubbeli mekânın büyük bir kısmının onarımının 1940 yılında bitirilmesi ile

eserler, yerleştirilmeye başlanmış, 1943 yılında binaların onarımı devam ederken, orta bölüm

ziyarete açılmıştır. Müze son şeklini, 1996 yılında klasik ve Ankara seksiyonlarının açılmasıyla almıştır.

Müze’nin sergi salonunu oluşturan bina Mahmut Paşa Bedesteni olup, Fatih Sultan Mehmet'in

sadrazamlarından Mahmut Paşa tarafından 1464–1471 yılları arasında yaptırıldığı tahmin

edilmektedir. Ortada on kubbe ile örtülü dikdörtgen planlı kapalı mekân, üstü beşik tonozlarla

örtülü ve karşılıklı simetrik yerleştirilen yüz iki dükkândan meydana gelen bir arasta ile çevrilidir.

Bedestene doğudan iki, kuzey ve batıdan birer kapıyla girilir.

Yapım malzemesi olarak tuğla ve moloz taş kullanılmıştır. Üst

örtüsü kurşunla kaplıdır.

Müze’nin idari bölümünün bulunduğu Kurşunlu Han ise yine

Fatih Sultan Mehmet dönemi baş vezirlerinden Mehmet

Paşa tarafından İstanbul Üsküdar’daki imaretine vakıf olarak

15. yüzyılın ilk yarısında yaptırılmıştır. Han, Osmanlı Devri

hanlarının tipik plan karakterinde olup, arazinin meyline

uyarak doğu tarafı iki katlı, batı tarafı bodrum ilavesi ile üç

katlıdır. Ortada avlu ve revak sırası ile bunları çeviren iki katlı

odalardan oluşur. Birinci katta otuz, zemin katta yirmi sekiz

1 Arkeolog, Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Ankara, [email protected].

Page 60: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

56

oda vardır. Ahır olarak yapılan bodrumu “L” şeklinde bir plana

sahiptir. Bodrum kısmı bu gün depo olarak kullanılmaktadır.

Dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan Anadolu

Medeniyetleri Müzesi, bu topraklar üzerinde günümüze kadar

yaşamış olan uygarlıkları kronolojik bir sırayla ziyaretçilerine

sunmaktadır.

Bunlardan ilki Paleolitik Dönemdir. Bu dönem Dünya genelinde

günümüzden yaklaşık 2,5 milyon yıl önce başlayıp, 10 000 yıl

önce son bulan dönemi içermektedir. Anadolu’da Paleolitik

Dönem ise günümüzden 900.000 yıl önce başlar. İlk insanın ortaya

çıkışını, ilk aletlerin üretimi ve ilk insanlaşma sürecine geçişi

anlatması açısından önem taşımaktadır. İlk insanlar tehlikeli doğa

şartları altında, mağaralarda yaşıyorlar ve yaşadıkları ortamda

bulunan yabani sebze ve meyve kökleri ile avladıkları hayvanların

etlerini yiyerek besleniyorlardı.

Paleolitik Dönem’in en önemli merkezi Antalya'nın 30 km kuzey

batısında yer alan Karain Mağarasıdır. Anadolu Medeniyetleri

Müzesi’nde bulunan yontma taş çağı eserlerinin en güzelleri bu

merkezden gelmiştir. Karain Mağarasında yaklaşık 10,5 m kalınlığındaki dolgu topraktan yontma

taş çağına ait kültür tabakalarının bütün evreleri ortaya çıkarılmıştır. Paleolitik Dönem’de çeşitli

taşlardan yapılmış el baltaları, kazıyıcılar, ok uçları ele geçmiştir. Diğer buluntular

arasında kemikten yapılmış aletlerden bızlar, iğneler, süs eşyaları yer almaktadır.

Yerleşik yaşama geçilmesi ve ilk besin üretiminin başlaması ile birlikte

Anadolu'da Neolitik Dönem başlar. Konya'nın Çumra ilçesinin kuzeyinde yer

alan Çatalhöyük ile Burdur'un 25 km kuzeybatısında yer alan Hacılar Neolitik

Dönemin önemli merkezlerindendir. Kerpiç temelli kerpiç duvarlı düz damlı evler

mağaralardan sonra insanların yaşadıkları ilk konutlarıdır. Seramik yapımı, Ana

Tanrıça kültünün ortaya çıkması, tekstil üretimi, obsidyen aynalar ve makyajla

ilgili buluntular, mülkiyeti belgeleyen mühürler dönemin ilkleri arasında yer

almaktadır. Neolitik Dönem yaklaşık olarak M.Ö. 10 000 ile 5500 yılları arasını

kapsar.

Taş aletlerin yanında bakırın da kullanılması ile başlayan dönem Kalkolitik Dönem olarak

adlandırılmaktadır. En önemli merkezler Hacılar, Canhasan Kuruçay, Tilkitepe ve Beycesultan'dır.

Geç Kalkolitik Dönem yerleşimlerinin en önemlileri ise Alişar ve Alacahöyük'tür. Bu dönem konutları

taş temelli kerpiç duvarlıdır. Artık seramikler kök boyayla bezenmeye perdahlanmaya ve form

açısından çeşitlenmeye başlamıştır. Neolitik Dönemin devamı pişmiş

toprak tanrıça heykelcikleri daha şematik olarak yapılmıştır. Gümüş ve

bakırın kullanılması bu dönemin ilkleri arasında yer alır. Kalkolitik Dönem

M.Ö. 5500–3000 yıları arasına tarihlendirilmektedir.

İnsanlar, M.Ö. III. binin başlarında bakır ile kalayı karıştırarak tunç

madenini elde etmişler ve bu dönem “Eski Tunç Çağı” olarak

adlandırılmıştır. Alacahöyük, Horoztepe, Eskiyapar, Kültepe, Mahmatlar,

Kayapınarı, Beycesultan, Karaoğlan, Bozhöyük, Alişar, Gözlükule, Gedikli, dönemin önemli

merkezlerindendir. Geleneksel Anadolu mimarisini temsil eden taş temelli kerpiç duvarlı evler bu

dönemde de devam etmiştir. Tunçtan yaptıkları kap-kacak ve süs eşyalarının yanı sıra bakır altın

gümüş ve elektron madenini de kullanmışlardır. Eski Tunç Çağında besin üretiminin yanı sıra

madencilikte gelir getiren önemli bir sektördür. Anadolu'nun değişik bölgelerinde ele geçen ölü

hediyeleri ile yerleşim alanlarında bulunan maden döküm kapları bunu kanıtlamaktadır. Seramikte

form olarak bir zenginlik ve bezemede çeşitlilik göze çarpar. Geometrik motifler kazıma ve

boyama tekniğiyle yapılmıştır. Eski Tunç çağının sonlarında madeni örnekleri taklit ederek yapılmış

olan gaga ağızlı testiler, sepetkulplu çaydanlıklar, keskin köşeli fincanlar Hitit kap formlarının ilk

örneklerindendir. Dönemin sonlarına doğru seramik yapımında çark kullanılmaya başlamıştır. Eski

Page 61: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

57

Tunç Çağı merkezlerinde çok miktarda ele geçen ağırşaklar, tezgâh

ağırlıkları ve kirmenler dokumacılığın çok ilerlediğini göstermektedir.

Anadolu’ya M.Ö. 1950–1750 yılları arasında Asurlularla olan ticari ilişkiler

sayesinde yazının (Çivi Yazısı) ve silindir mühür geleneğinin girdiğini

görüyoruz. Kültepe, Acemhöyük, Alişar ve Boğazköy dönemin önemli

yerleşim yerlerindendir. Asurluların eşek kervanları ile Anadolu'ya

girdikleri yol; Diyarbakır, Malatya, Urfa, Maraş ya da Adana-Toros

güzergahı idi. Ticareti Asurdan getirilen kalay, keçi kılı, dokuma ürünleri, elbise kumaşı, süs eşyası

ve bazı kokular karşılığında satın alınan altın ve gümüş eşya oluşturuyordu. En Önemli merkez

Kültepe Kaniş Karumu'dur. Müzede sergilenen Koloni Çağı eserleri arasında Kaniş Kralı Anitta'nın

adı yazılı olan tunç hançer, Hititçe adı Kubaba olan bereket tanrıçası, kalıba dökülmüş tanrı ve

tanrı ailesi mühürleri, ryton olarak adlandırılan törensel içki kapları dönemin en önemli

eserlerindendir.

M.Ö.1750-1200 yılları arasında Anadolu'da başkent Boğazköy olmak üzere Hitit'ler görülmektedir.

Dönemin önemli merkezleri arasında, Boğazköy, Alacahöyük, Eskiyapar, İnandık, Maşathöyük,

Bitik yer almaktadır. İlk olarak Pişmiş toprak kabartmalı vazolara bu dönemde rastlanılmaktadır.

Asur Ticaret Kolonileri Çağı'nda ortaya çıkan törensel içki kapları (ryton) Hitit Dönemi'nde de

devam etmektedir.

Eski Hitit Krallığı M.Ö.II. binin ikinci yarısında imparatorluk haline gelmiştir. M.Ö.1400'lerde başlayan

Hitit sanatı kesintisiz olarak 1200’ lere kadar saf Hititli eserler vermiştir. Tapınak mimarisinde ve

heykel yapımında oldukça gelişmişlerdir. Şehir surunun çeşitli kapıları olup bunlar sfenksler, tanrı

kabartmaları, aslan protomlarıyla süslenmiştir. Kral kapısındaki Savaş Tanrısı kabartması bir heykel

görünümünde olup Hititlerin taş işçiliğinde ne kadar ileri gittiğini

göstermektedir. Ayrıca şehir duvarlarını süsleyen ortostadlar bu

dönemde Alacahöyük'ten başka hiçbir merkezde ele geçmemiştir.

Anadolu'da bilinen ilk yazılı antlaşma olan Kadeş Antlaşması ve 1986

yılında bulunan tek tunç tablet dönemin önemli eserleri arasında yer

almaktadır.

Hitit İmparatorluğu’nu M.Ö.XII. yüzyılda boğazlar üzerinden Anadolu'ya

gelen Deniz Kavimleri yıkarlar. Bu saldırıdan kurtulabilen Hititler, M.Ö.700

yılına kadar Güney ve Güneydoğu Torosların dağlık bölgelerinde

beylikler halinde yaşarlar. Kargamış, Zincirli, Malatya-Aslantepe,

Sakçagözü, Kartaltepe ve Teltayinat dönemin önemli merkezlerindendir.

Geç Hitit olarak adlandırılan bu dönem sanatının önemli

özelliklerinden biri mimari ile yontuculuğun birlikte uygulanmasıdır.

Ortostad geleneği Arami etkisinde bu dönemde de devam etmiştir.

Çivi yazısı yerine Hiyeroglif yazının kullanılması, Geç Hitit şehir krallıkları

kültürünün ortak özelliklerindendir. Bu dönemin eserleri müzede orta

salonda sergilenmektedir.

Urartular M.Ö. I. binin başlarında Van Gölü çevresinde bir devlet

kurmuşlardır. Urartu toprakları yüksek

ve kayalık dağlarla çevrili

düzlüklerden, platolardan, dar ve

derin vadilerden meydana gelmiştir.

Geçim kaynakları tarım ve

hayvancılıktır. Çivi yazısını

kullanmışlardır. Altıntepe, Çavuştepe,

Adilcevaz, Kayalıdere, Patnos

dönemin önemli yerleşimlerindendir.

Urartu sanatının önemli özelliklerinde

olan anıtsal yapıların duvarlarını süsleyen duvar resimleri ilgi

çekicidir. Çiçek ve geometrik motiflerle oluşturulan

kompozisyonlar, kutsal ağacın iki yanındaki kanatlı cinler, kanatlı

Page 62: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

58

sfenksler, kutsal hayvan üzerindeki tanrılar, hayvanlar arasındaki mücadele ve diğer hayvan

sahneleri çok sevilen konulardır. Urartu maden sanatının kendine

özgü heykelciklerle süslü tunç kazanları Frigya'ya Kıta Yunanistan'a

ve İtalya'ya ihraç edilmiştir. Kemerler, miğferler ve kalkanlar, adak

levhaları, koşum takımları Urartu maden sanatının ilgi çekici

eserlerindendir. Ele geçen eserlerden, fildişi işçiliği geleneğinin

Urartularda büyük bir başarıyla devam ettiği görülmektedir.

Güney ve Batı Anadolu'da M.Ö.700–300

tarihleri arasında Karia ve Lykia, Orta

Anadolu'da Lidya Krallıkları vardır. Lidya

hakimiyeti, M.Ö. 546 yılında Persler tarafından yıkılır ve Anadolu Pers

egemenliği altına girer (M.Ö. 546–334). Büyük İskender, M.Ö. IV. yüzyılın

sonlarında Pers egemenliğine son verir ve M.Ö. 330–30 yılları arasında

Helenistik Dönem hüküm sürer. Büyük İskender'in vasiyeti ile Anadolu, Roma

egemenliğine girer. Roma İmparatorluğu 330'lu yıllarda ikiye bölünür.

Konstantinopolis (İstanbul), Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti olur ve Bizans Dönemi başlar

(IV. - XV. yüzyılları arası). 1071 Malazgirt Savaşı ile birlikte Anadolu kapıları Türklere açılır ve Türkiye

Cumhuriyeti kurulana kadar Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti, Osmanlı

İmparatorluğu bu topraklar üzerinde hüküm sürer. 1919 yılında başlayan Kurtuluş Savaşı sonunda,

1923 yılında Cumhuriyet ilan edilir ve son olarak Anadolu topraklarında Türkiye Cumhuriyeti Devleti

kurulur.

Alt katta yer alan salon ise iki bölüme ayrılmıştır. Klasik Seksiyon olarak düzenlenen bölümde

M.Ö.7.yüzyıldan günümüze Anadolu'da yaşamış olan uygarlıklar kronolojik bir sırayla, Ankara

seksiyonunda ise, Ankara merkez ve çevresinde yapılan kazılarda ele geçen eserler

sergilenmektedir.

Page 63: arkeoidea7

A R K E O D I D E A V I I

ARKEOI 59

TARSUS’UN KÜLTÜREL ZENGİNLİKLERİ VE SORUNLARI

Abdulbari YILDIZ

1- ARKEOLOJİK DEĞERLER

Yaklaşık 9000 yıllık bir geçmişi olduğu, Gözükule Höyüğünde yapılan

kazılarla ortaya çıkarılan Tarsus, tarihi konumu ve coğrafyası ile Antik

Kilikia’nın stratejik bölgesinde bulunmaktadır. Bu coğrafi konumu

nedeniyle binlerce yıldır çeşitli medeniyetlerin, kültürlerin ve dinlerin

kaynaşma, birleşme ve etkilenme noktası olan Tarsus, günümüzde de bu

önemini korumakta farklı dinlerin, kültürlerin bir arada yaşadığı, cazibe

merkezi konumunu devam ettirmektedir.

Ülkemizin, önemli bir turizm potansiyeline sahip olması ve bu

sirkülasyonunun gün geçtikçe gelişmesi ve ilçemizin de söz konusu Turizm

hareketlerinden yararlanabilmesi için ilçemizdeki; tarihi, kültürel ve doğal

güzelliklerinin ortaya çıkarılması, düzenlenmesi ve tanıtımının yapılması

büyük bir önem arz etmektedir.

1-a- ARKEOLOJİK SORUNLARIMIZ

Modern Kentin Antik Kentin Tam Üzerine Kurulması

Bilimsel Arkeolojik Kazıların Azlığı

Çarpık Yapılaşma nedeniyle Arkeolojik Alanların Etrafında Bulunan

Konutlar ile İş Yerlerinin Antik Yapıların Boğulmasına Neden Olması

Yarım Kalan Projeler Nedeniyle Arkeolojik Güzelliklerin Ziyarete

Açılamaması

Yüzeyde Bulunan Antik Kalıntıların Olumsuz İklim Koşullarından

Korunamaması

Halkımızın Kültürel Varlıklara Karşı Duyarsız Olması

1-b- DONUKTAŞ TAPINAĞI

Tarsus’un ayakta kalan en eski yapısıdır. 1982-1993 yılları arasında

burada Arkeolojik kazılar yapılmış fakat kazı çalışmaları yarım kalmıştır.

Dünyada eşi benzeri olmayan bu mimari yapının ne olduğuna dair kesin

bir yargıya varılmamıştır.

Abulbari YILDIZ, Tarsus Müze Müdürlüğü Uzmanı, [email protected], TARSUS-MERSİN

Page 64: arkeoidea7

A R K E O D I D E A V I I

ARKEOI 60

Yapının çevresi konutlarla kapandığından buraya otobüs girememekte

ve yapının ikinci planda kalmasına neden olmaktadır.

Burada Arkeolojik kazıların bir an önce başlatılması ve çevresinde

bulunan konutlar kamulaştırılarak, çevre düzenlenmesi yapılıp, ilçe

turizmine kazandırılmalıdır.

1-c- ANTİK YOL

1993 yılındaki hafriyat çalışmaları esnasında ortaya çıkan ve 8 yıl

boyunca yapılan Arkeolojik kazı çalışmaları sonucu bir kısmı ortaya

çıkarılan Roma Dönemine ait bu yol, gerçekleşemeyen projeler sonucu

atıl durumda bırakılmış ve ilçe turizmine hizmet verememektedir.

Burada bir an önce Arkeolojik kazıların ve restorasyonun başlatılması

gerekir.

Ayrıca Adliye binasının da Arkeoloji Müzesi haline getirilerek Antik Yol ile

bir bütünlük oluşturularak ilçe turizmine kazandırılmalıdır.

1-d- BARBAROS LİSESİNİN BAHÇESİNDE BULUNAN ROMA SOSYAL TESİSİ

1984 yılında yapılan lise hafriyat çalışmaları esnasında antik bir yapıyla

karşılaşılmış ve Müze Müdürlüğü tarafından burada kurtarma kazısı

yapılmıştır. Yapılan kazı çalışmaları neticesinde yapının 12 odadan ibaret

olduğu anlaşılmıştır. Odaların tamamı dolgu toprak ile doludur. Bunlardan

sadece bir odanın içi boşaltılmış ve zemininin mozaik ile kaplı olduğu

anlaşılmıştır. Yapı Mimari stil olarak Roma Döneme ait bir sosyal tesis

olduğu düşünülmektedir.

Yapı şuanda okulun bahçesinde kurtarılmayı ve ziyaretçilere ev

sahipliği yapmayı beklemektedir.

Burada bir an önce kazı çalışmalarının yapılması ve ilçe turizmine

kazandırılması gerekmektedir.

1-e- ÖZGÜRLÜK YAZITI

M.S. 222-235 yıllarında Roma İmparatoru Severus Alexander'ın adına

yazılı bu yazıt, Tarsus'un diğer eyaletlerden ayrı, üstün bir yetkiye sahip

olduğunu anlatan çok önemli bir belgedir. Özgürlük Yazıtı olarak anılan bu

yazıtın üstünde bir heykelin var olduğu yazıtın içeriğinden anlaşılmaktadır.

Bu yazıtta şunlar yazmaktadır:

"Bu heykel, imparatorluk tapınağının koruyuculuğunu iki kez yapan,

gerek kent, gerekse Kilikia eyalet yönetiminde, bazı sivil ve resmi işlerde

özel sorumluluk ve yetkilere sahip olan ve bağımsız eyalet meclisi kurmak

gibi pek çok seçkin ayrıcalıklarla onurlandırılmış bulunan, Kilikia, İsauria ve

Page 65: arkeoidea7

A R K E O D I D E A V I I

ARKEOI 61

Lycaonia eyaletlerine başkanlık eden, en büyük, en güzel ve en önde

başkent olan, Severus Alexander‘in, Septimius Severus'un, Caracalla'nın ve

Hadrianus'un kenti Tarsus tarafından, dindar ve talihli efendimiz İmparator

Marcus Aurelius Severus Alexander’in esenliği için dikilmiştir.

Bu yazıt bulunduğu yerden alınıp turistlerin rahatça görebileceği bir

yerde teşhir edilmeli ve olumsuz hava koşullardan dolayı yazıtın üstünün

de kapatılması gerekmektedir.

2- İNANÇ-MANEVİ DEĞERLER

Tarsus, tüm ilahi dinlerin mensuplarına iz bıraktıran bir kenttir. Bu amaçla

Tarsus bu potansiyele sahip olduğu için hem şanslı bu potansiyeli iyi

kullanamadığı için de bahtsızdır. Bütün dinlerin kaynaşma noktası olan

Tarsus’un İnanç Turizmi pastasından en büyük payı almak için inanç farkı

gözetilmeden topyekün çalışılmalı ve hak ettiği yeri almalıdır.

2-a- ST. PAUL KUYUSU

Bakanlığımız tarafından 2000 yılında inanç turizmi ve sokak

sağlıklaştırma projesi kapsamında St. Paul Kuyusu ve çevresinde çevre

düzenlemesi ve kamulaştırma çalışmaları yapılmıştır. Geçici çevre

düzenlemesine paralel olarak Tarsus Müze Müdürlüğünce St. Paul

Kuyusunda kazı çalışmaları yapılmıştır. 180 m2 lik alan içerisinde yapılan

kazı çalışmaları sonucunda St. Paul’un yaşadığı döneme kadar inen kültür

tabakaları gün ışığına çıkartılmıştır. Çıkan mimari yapılar olumsuz hava

şartlarından etkilenmemesi için üzeri cam ile kapatılmıştır. Bu kutsal alana

gelen yerli ve yabancı ziyaretçiler görsel olarak ortaya çıkan bu mimari

yapıları izleyebilmektedirler.

Kuyunun duvarlarının alçak olmasından dolayı gelen ziyaretçilerin

birçoğu kuyuya girmeden duvarın arkasından kuyuyu izlemekteler ve

büyük bir hayal kırıklığına uğramaktalar. Kuyunun daha gizemli bir havaya

büründürülmesi gerekmektedir. Bunun için de kuyu duvarlarının dokuya

uygun olarak kapatılması uygun olacaktır.

2-b- ST. PAUL ANIT MÜZESİ

St. Paul’un anısına yapılmış olan ve 17–18 yy’ lara tarihlenen St. Paul

Kilisesinde 1997 yılında restorasyon çalışmalarına başlanmıştır. St. Paul

Kilisesinde başlatılan çalışmaların yanında Kilise çevre düzenleme projesi

kapsamında çevrede bulunan taşınmazlar bakanlığımızca

kamulaştırılmıştır. Çalışmalar, 2001 yılında tamamlanmış olup, Kilise Anıt

Müze olarak Bakanlığımız tarafından ziyarete açılmıştır.

Talep olması durumunda burada dini ayinlere de izin verilmektedir.

Page 66: arkeoidea7

A R K E O D I D E A V I I

ARKEOI 62

2-c- ESHAB-I KEHF (YEDİ UYURLAR) MAĞARASI

Dünyanın birçok yerinde mekan bulan “Yedi Uyurlar” inanışının

Anadolu’daki en önemli merkezi Tarsus’taki Eshab-ı Kehf mağarasıdır.

Tarsus eşrafından yedi gencin köpekleriyle birlikte sığındığı bu mağara,

kentte devrin kralının kötü idaresinin yıllarca bir simgesi olmuştur. Baskılar

sonucu bu mağaraya sığınan; Meksemlina, Yemliha, Mislina, Mernuş,

Debernuş, Şazenuş, Kefeştatayyuş ile köpekleri Kıtmir’in 309 yıl uyuduktan

sonra Yemliha’nın ekmek almak için Tarsus’a gönderilmesiyle ortaya çıkan

olay, bugün Tarsus’un kuzey-batısındaki bu mağarada vukuu bulmaktadır.

Çok sayıda yerli ve yabacı turistin ziyaret ettiği bu kutsal mekanda

konaklama sorunu bulunmaktaydı. Adana Vakıflar Bölge Müdürlüğü

tarafından burada yapımına başlanan çok amaçlı tesisin

tamamlanmasından sonra ilçe turizmine büyük katkı sağlayacaktır.

2-d- MAKAM-I DANYAL CAMİ

Tarsus Belediyesi sponsorluğunda Müze Müdürlüğü tarafından yapılan

kazı çalışmaları sonucunda Danyal Peygamberin Türbesine ulaşılmıştır.

Türkiye’de bilinen ilk peygamber türbesi olması vesilesi ile büyük önem

göstermektedir. Ayrıca Yahudi cemaati için de kutsal sayılan bu türbe

hem Müslüman hem de Yahudi turistlerin akınına uğrayacaktır. Kazı

çalışmaları 1 yıl önce tamamlanmış olmasına rağmen türbenin

restorasyonuna hala başlanamamıştır. İlçemizin tanıtılması ve ilçe

turizminde patlama yapılması için buranın restorasyonunun bir an önce

tamamlanması ve ziyaretçilere açılması gerekmektedir.

2-e- ULU CAMİ

Tarsus merkezinde yer alan Türk-İslam sanatının önde gelen eseri olan

Ulu Cami, 1579 yılında Ramazanoğullarından Piri Paşanın oğlu İbrahim Bey

tarafından yaptırılmıştır.Selçuklu ve Osmanlı üslubunda tek şerefeli minaresi

olan caminin doğu bölümünde, ayrı bir mekan içerisinde Hazreti Şit

peygamber ve Lokman hekimin makamları ile Abbasi Halifesi Me'mun'un

kabri bulunmaktadır.

Buradaki pek bilinmeyen bu makam ve kabrin daha iyi tanıtılması

gerekmektedir.

2-f- KUBATPAŞA MEDRESESİ

1557 Yılında Ramazanoğullarından Kubat Paşa tarafından açık avlulu

medrese olarak yaptırılan Kubat Paşa Medresesi Makam camisinin

yanında bulunmaktadır. Şuanda geçici bir süreliğine cami olarak hizmet

vermekte olan bu medrese turizme yönelik bir şekilde Kent Müzesi olarak

değerlendirilmesi uygun olacaktır.

Page 67: arkeoidea7

A R K E O D I D E A V I I

ARKEOI 63

2-g- KUTSAL MEKANLARIN BÜTÜNLEŞTİRİLMESİ

İlçemize gelen turistlerin %85’i inanç turizmi kapsamında gelmektedir.

İlçemiz merkezinde bulunan kutsal mekanlar aynı ada içerisinde olmasına

rağmen birbirinden kopuk durumda bulunmaktadır. Yapılan arkeolojik

kazılar sonucu bulunan Danyal Peygamberin türbesi sayesinde bu adanın

önemi daha da artmıştır. Gelen turistlerin Tarsus’ta daha fazla vakit

geçirmesi ve tüm kutsal alanları bir arada görebilmesi için bu üç mekanı

bütünleştirmek gerekli olmuştur. Bunun için bu mekanlar arasında bulunan

7 adet konutun istimlaklarının yapılması ve bu üç mekan ile Kırıkkaşık

Bedestenini tek çatı altında birleştirerek bir Mevlana sisteminin

oluşturulması şart olmuştur.

Kamulaştırma çalışmalarının Valilik,Belediye ve Vakıflar Bölge

Müdürlüğünün koordinesinde yapılması gerekmektedir. Konya’ya

Mevlana sayesinde yılda 5 milyon civarında turist gelmektedir. Bir evliya

olan Mevlana’ya bu kadar turist geliyorsa bir peygamber olan Danyal A.S.

ise bunun en az 2 misli turistin gelmesi hedeflenmelidir. Türkiye’deki tek

peygamber türbesinin Tarsus’ta olması, Tarsus için büyük bir şanstır.

Tarsus’un bunu en iyi şekilde değerlendirmesi gerekmektedir.

3-DOĞAL GÜZELLİKLER

Ülkemizde son yıllarda gelişmekte olan turizm kollarından biri de doğa

turizmidir. Daha çok ekonomik düzeyi yüksek olan turistlerin ilgisini çektiği bu

turizm dalından yararlanılması için ilçemizde gerekli Doğal Güzellik potansiyeli

bulunmaktadır. Bu potansiyel doğru yatırımlarla teşvik edilmesi durumunda

yöre halkına büyük fayda getirecektir.

3-a- TAŞKUYU MAĞARASI

Mağara; Tarsus İlçesine bağlı Taşkuyu Köyü mevkiinde Tarsus’a 15 km.

Eshab-ı Kehf’e ise 1 km. mesafede bulunmaktadır. Galerilerin yüksekliği yer

yer 10 m.ye kadar çıkmaktadır. Galerilerde çok sayıda sarkıt, dikit, duvar

travertenleri ile damlataşlar bulunmaktadır. Mağaranın jeolojik yapısından

dolayı mağaranın içine ışık tutulduğunda her yer fosfor gibi parlamaktadır. .

Mağarada yer yer sarkıtlarda su akıntısı ve yerde küçük tatlı su göletleri

bulunmaktadır.

Mağaranın Eshab-ı Kehf Mağarasına yakın olması ve asfalt yolun

hemen kenarında bulunması mağaranın ilçe turizmine kazandırılmasında

önemli bir etken olacaktır. Mağaradaki galerilerde yürüme parkurları ile

elektrifikasyon uygulamaları yapılıp, ilçe turizmine kazandırılması

gerekmektedir.

3-b- TARSUS ŞELALESİ

Tarsus Şelalesi; Tarsus İlçe Merkezinin kuzeyinde Berdan (Kydnos) Çay'ı

üzerindedir. Berdan nehrinin bu bölümünde nehir suyu 1.5-2 metrelik bir

Page 68: arkeoidea7

A R K E O D I D E A V I I

ARKEOI 64

yükseklikten dökülerek şelale meydana getirmektedir. Romalılar döneminde

şelalenin bulunduğu alan nekropol (mezarlık) olarak kullanılmıştır. Şelalenin

bulunduğu alanda kayalara oyularak yapılmış mezarlar nehrin akışından

dolayı oldukça tahrip olmuş durumdadır. Hem yerli hem de yabancı turistlerin

sıkça uğradığı bu doğa harikasında bilinçsizce suya girilmesi gelen turistleri

rahatsız etmektedir. Şelalenin temiz tutulması ve sürekli güvenlik personelleri

tarafından korunması gerekmektedir.

4- KÜLTÜREL DEĞERLER

İlçemiz merkezinde Cumhuriyet Döneminden kalan 189 adet tescilli konut

bulunmaktadır. Bu Konutlar Kızılmurat (Sofular) Mah. ile Caminur

Mahallelerinde yoğunluk kazanmaktadır. Bu konutlardan 8 tanesi

Bakanlığımıza tahsisli olup, geri kalan konutlar özel mülkiyete aittir. Tarsus’un

kültürel değerlerini gösteren bu konutlar genelde 2 katlı olup, taş örgü sistemli

ve çatılıdır. Konutların çoğunda Türk-İslam sanatının en güzel örneklerini

görebilmekteyiz.

St. Paul Kuyusu çevresinde 2000 yılında sokak sağlıklaştırma projesi

kapsamında 37. ve 42. sokaklarda bakanlığımız tarafından 26 adet konutun

dış restorasyonu yapılmış, bunlardan 2 tanesinin de iç restorasyonu

tamamlanarak örnek konut haline getirilmiştir.

St Paul Kuyusunun çevresindeki evler bütünsel olarak aynı mimari özellikleri

göstermektedir. Bu evler Safranbolu, Beypazarı ve Ürgüp-Göreme’de olduğu

gibi turizm amaçlı kullanılabilir. Tarsus’a gelen turistlerin, turizmdeki alt yapı

eksikliği (barınma, konaklama) nedeniyle Tarsus’ta uzun süre kalamadıkları

görülmektedir. Bu nedenle, bu evlerin turizme hizmet verebilecek hale

getirilmeli, tek tek kullanımdan ziyade bir bütün olarak hizmet verebilecek

kurum ve kuruluşları içine alacak şekilde çalışmaların yönlendirilmesi

gerekmektedir.

Ülkemizde “Butik Otel” türü işletmeciliğinin giderek yaygınlaşması, diğer

konaklama tesislerine göre ekonomik kazancının daha fazla olması nedeniyle

butik otel işletmeciliği ilçemizde de gündeme gelmelidir. Tarsus Evleri’nin butik

otel olarak değerlendirilmesi önem arz etmektedir.

Bir diğer taraftan Bakanlığımızdan kiralanacak bu 8 yapının yanı sıra

firmaca özel mülkiyete ait diğer konutlar da kiralanarak alanın büyütülmesi

de sağlanabilir.

Kısaca ilçemizde turizmin yeni yeni gelişmeye başlandığı bu dönemde

butik otel işletmeciliğinin doğru uygulanması ve örnek teşkil etmesi yönüyle de

önemli katkı sağlayacaktır.

Bu Konutlar; konaklama, yeme-içme ve hediyelik eşya satışı ile sosyal alan

(toplantı,eğlence v.b.) olarak değerlendirilebilir.

Page 69: arkeoidea7

A R K E O D I D E A V I I

ARKEOI 65

Bu konutların turizme kazandırılması için de cephe sağlıklaştırması yapılan

bir kısım binanın yanı sıra restorasyonları yapılmayan diğer konutların da

cephe ve iç mekanlarının restorasyonları acilen yapılmalı ve yerel yönetimler

tarafından ihale şartları hafifletilerek turizm amaçlı ihaleye konmalıdır.

TARSUS’TA TURİZMİN GELİŞMESİ İÇİN NELER YAPILMALI?

Çalışmaların sürekliliği için, Valilik Başkanlığında; Kaymakamlık,

Belediye, Özel İdare, Ticaret ve Sanayi Odası, Turizm Acentaları gibi

kamu kurum ve kuruluşları ile sivil toplum örgütlerinin katılımlarıyla bir

Turizm Koordinasyon Kurulu oluşturulmalı.

Bu yönetim kurulu yapılacak çalışmalar için bir FON kurmalı.

Hangi alanda çalışmaların yapılacağına, Yönetim Kurulu tarafından

karar verilmeli.

Tüm yönetim kurulu üyeleri birbirleriyle uyum içinde çalışmalı, siyasi

düşünce göz ardı edilmeli ve bunda kişisel bir çıkar sağlanmamalı.

Yapılacak çalışmalarda bölge halkının fikir ve düşüncelerinden, kişisel

yeteneklerinden faydalanılmalı ve onların rızası ile yapılmalı. Gerekirse

ikna yoluna gidilmeli, bu yönde her türlü girişim yapılmalı.

Yerel zanaatkarlar teşvik edilmeli ve turizm sektörüne katılmaları

sağlanmalı.

Vatandaşların turizm ve kültürel değer bilincinin artırılması ve turistleri bir

misafir olarak düşünmeleri sağlanmalı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından daha önce hazırlanan projelerden

faydalanılmalı.

Turistlerin konaklamaları için otel, pansiyon gibi yerler bir an önce

yapılmalı.

Yapılacak projeler uzun bir süreç olarak algılanmalı.

Uzun bir süreç olan bu çalışmalar sivil toplum örgütleri tarafından sık sık

denetlenmeli ve katkı sağlanmalı.

Turistlerin gelebileceği alanlarda onlara yardımcı olmaları için Turizm

Danışma Büroları kurulmalı ve burada görevlendirilecek personelin de

yabancı dil bilmeli.

Page 70: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

66

Olba’da Hıristiyanlığın İzleri Murat ÖZYILDIRIM - M.A.1

Erken Hıristiyanlığın önemli arkeolojik kalıntılarını barındıran Olba kenti, Mersin –

Silifke, Uzuncaburç’un 4 km doğusunda yer alıyor. Gazi Üniversitesi Arkeoloji

Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Emel Erten başkanlığında yapılan arkeolojik

yüzey araştırmaları 2001 yılından bu yana sürdürülüyor2.

Hıristiyanlığın Cilicia ve Isauria’da yayılımının güçlenmesi bu bölgede

Antiochia ad Orontem (Antakya) Kilisesine bağlı piskoposluk merkezlerinin de

oluşmasına neden olur. Hierosolyma (Kudüs), Roma, Alexandria maior

(İskenderiye), Antiochia ad Orontem (Antakya) ve daha sonra

Constantinopolis (Istanbul) kiliseleri, kutsal kiliseler olarak dinsel yapıların

coğrafi dağılımına göre yerel kiliseleri yönetirler. Erken Hıristiyanlık döneminde

Isauria ve Cilicia kiliseleri Antiochia ad Orontem Kilisesi yönetim bölgesindedir.

Bölgesel yetki olarak bu kilisenin hemen altında Seleucia ad Calycadnum

(Silifke) ve Tarsus birer başpiskoposluk merkezi olarak yer alır.

Levha 1

Bu kentlerden Tarsus, Aziz Paulus’un yaşadığı yer olarak Hıristiyan çevrelerinde

saygın bir yerleşimdir. Seleucia ad Calycadnum ise Azize Thecla’nın uzun yıllar

yaşadığı mağarayı barındırması bakımından önemlidir. Isauria ve Cilicia’da

bu iki başpiskoposluk merkezine bağlı birçok kent vardır. Olba, Seleucia ad

Calycadnum Başpiskoposluğuna bağlı piskoposluklardan biri olarak kilise

listelerinde yer almaktadır.

1 Mersin U. Fen – Ed. Fakültesi Arkeoloji Bölümü Latince Okutmanı ve Olba Yüzey Araştırması Başkan

Yardımcısıdır. [email protected] 2 Olba yüzey araştırmalarının ayrıntılı sonuçları için bkz.; Erten - Özyıldırım 2005 ve Erten - Özyıldırım2006.

Page 71: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

67

Olba Hıristiyanlığı üzerine yazılı belgelerdeki ilk bilgiler Azize Thecla’nın hayat

hikayesini anlatan Aziz Basileus’un yazdığı

(Hz. İsa’nın Azize ve Martyri

Thecla’nın Yaşamı ve Mucizeleri adlı eserde yazılıdır. Thecla, Seleucia ad

Calycadnum’da I. yüzyılda ve rivayete göre doksan yıl bir mağarada (bugün

Meryemlik’teki mağara) münzevi bir yaşam sürer. Azize Thecla, bir şifa dağıtıcı

olarak hastaları iyi ederek ününü Seleucia ad Calycadnum gibi çevre

kentlerde de duyurmayı başarır. Thecla’nın gerçekleştirdiği mucizeler

arasında Olbalı olan ve gözlerinde görme sorunu olan bir küçük çocuk da

vardır. Hıristiyanlıkla ilgili metinler içinde Olba’dan bir şekilde söz eden en eski

metin budur. Verilen bilgi, kentte I. yüzyılda da –sayısı belirsiz olmakla birlikte-

Hıristiyanların olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Levha 2

Olba, erken Hıristiyanlık dönemiyle birlikte gerek sosyal alanda, gerekse dinsel

anlamda önem kazanmış bir yerleşim yeri olarak dikkati çeker. Öncelikle

Yunanca – Latince yazılı kaynakların verdiği bilgilerden kentin 381 yılındaki

Constantinopolis Konsili’nde Piskopos Eusebios tarafından temsil edildiğini

belirtmek gerekir. Daha sonra, 431 yılında toplanan I. Ephesus (Efes)

Konsili’nde Olba Piskoposu Poplios yer alır. Olba Piskoposu Diapherontius 449

yılındaki II. Ephesus Konsili’ne katılır. Aynı piskopos 451 yılındaki Chalcedon

Konsili’nde de kenti temsil eder. Bu piskopos isimleri, Erken Hıristiyanlık

dönemindeki gelişmeleri anlatan Kilise Babaları’nın Yunanca - Latince

eserlerinde yer almaktadır.

Yeri gelmişken, Isaurialı İmparator Zeno’nun tahttan indirildiğinde

Constantinopolis’ten Isauria’ya geldiği bilinmektedir. Yazılı kaynaklar,

Page 72: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

68

Zeno’nun bu bölgeye geldiğinde “Urba” kentinde kaldığını yazmaktadır3. Bu

oldukça önemli bir bilgidir, çünkü Theophanes, “Olba” sözcüğünü “Ourba”

ya da “Orba” olarak yazar4. Kaldı ki Acta S. Bartholomei’de de kentin adı

“Ourbanopolis” olarak geçer. Bütün bunlar birleştirildiğinde İmparator

Zeno’nun düşmanlarından kaçarak geldiği Isauria’da önce Olba kentine

gelip kaldığı kesinleşmektedir5. Zeno, Isauria’da iki yıl kadar kalır. İmparator

Zeno’nun Olba’da ne kadar kaldığına dair kesin bir bilgi yazılı kaynaklarda

bulunmamaktadır. Ancak Zeno’nun Olba’dan Sbide’ye geçtiği bilinmektedir.

Yunanca – Latince Erken Hıristiyanlık Dönemi yazılı kaynakları yanında,

günümüzde kentte arkeolojik kalıntılardan Erken Hıristiyanlık dönemine ait

mimari yapılar anlaşılabilmektedir. Bu konuda Olba’da yapılan yüzey

araştırmalarıyla ulaştığımız sonuca göre kentin ilk kilisesi Şeytanderesi Vadisi

içlerindeki Mağara Kilise’dir (RESİM I). Kaçak kazıcılar tarafından yer yer tahrip

edilmiş olan mağara içinde yer alan apsisler ve pencere açıklığı üzerinde,

kazıma yöntemiyle yapılan bir Haç, buranın Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarından

kullanılan bir kilise olduğunu göstermektedir.

Kentin en büyük Kilisesi, bugün kalıntıları Olba akropolisinin hemen

kuzeybatısında görülebilen yapıdır (RESİM 2). Ayakta olduğu günlerdeki

görkemi kalıntılarından anlaşılan büyük kilise apsisinin ancak küçük bir bölümü

ayaktadır. Geçen yüzyılda araştırmacıların fotoğraflarıyla karşılaştırıldığında

yapının doğal tahribatla daha çok yıpranmış olduğu anlaşılabilmektedir.

Levha 3

Olba’daki en önemli Hıristiyan dinsel mimari örneğini kuşkusuz Manastır

oluşturmaktadır (RESİM 3). Akropolisin doğusundaki vadide yer alan Manastır

3 Pseude - Joshua the Stylite (Süryanca’dan çev. F.Trombley ve J.W.Watt) 2000, 13 dp. 54; The Catholic

Encyclopedia 1912: Smith, “Olba”; Özyıldırım 2003, 153. 4 Bölgedeki Türkmenlerin Olba’ya “Uğra” demeleri de “Urba” sözcüğü ile benzerliği düşündürüyor. 5 Canevello – Özyıldırım 2008 (Baskıda).

Page 73: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

69

yapısı, Erken Hıristiyanlığın Olba’da ulaştığı gücü görmek açısından, kentteki

kuşkusuz en önemli dinsel yapılar bütününü oluşturmaktadır. Manastırın XX.

yüzyılın farklı dönemlerinde çekilmiş olan eski fotoğrafları, elimizde önemli

görsel veriler olarak bulunmaktadır.

Olba araştırma ekibimizin manastır üzerine özellikle 2008 yılı çalışma

döneminde yoğunlaştığını belirtmek gerekir. Burada yapılan ot temizlik

çalışmaları sonrasında manastıra ait yeni ve daha önceki yayınlarda

belirtilmemiş yeni bölümler ortaya çıkarılmıştır. Bu yeni bölümlerin ekleneceği

plan ve genel olarak manastırın Olba sosyal yaşamındaki konumu üzerine

ekibimizin yayın hazırlık çalışmaları sürmektedir.

Manastırın üzerinde yer aldığı vadi içinde Olba’daki kilise yapılarının bir başka

örneği bulunmaktadır. Su kemerinin yaklaşık iki yüz metre güneyindeki bu

yapının ancak temel kalıntılarından varlığı tespit edilebilmiştir. Çok büyük bir

bölümü tahrip olmasına karşın, ekibimizdeki mimarlar, kilisenin planını önceki

araştırma dönemimizde oluşturmayı başarmıştır.

Kentte akropolis üzerinde de bir kiliseye ait olduğu belirlenen mimari kalıntılar

yer almaktadır. Bu kilise, ölçüleri bakımından kentin şimdiye kadar bulunan en

küçük kilisesidir. Bugün ancak apsisinin çok ufak bir bölümü sağlam

durumdadır. Söz konusu yapının bugün maki bitki topluluğu arasında

neredeyse görünmez halde olan yeri güçlükle belirlenebilmiştir.

Bunların dışında Olba’da çeşitli dönemlere ait farklı boyut ve biçimlerdeki haç

betimlerinin kentin değişik yerlerinde bulunduğu da yüzey araştırmalarımızın

sonuçlarındandır.

Bütün bunlar Olba’nın Erken Hıristiyanlık döneminde ulaştığı yeri göstermesi

bakımından önemli verilerdir. Gerek Latince - Yunanca yazılı kaynaklar,

gerekse arkeolojik yüzey araştırmamızda bugüne kadar elde ettiğimiz

sonuçlar, Olba’nın erken Hıristiyanlık dönemi üzerine olan bilgilere yenilerini

eklemiştir.

Levha 4

Page 74: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

70

Çok büyük bir kent olmayan Olba’da tek Tanrı inancının ulaştığı şaşırtıcı

etkinliği, yazılı kaynaklar ve tespit ettiğimiz arkeolojik kalıntılar ispatlamaktadır.

Bu dağ yerleşiminde güçlü bir Hıristiyan dinsel yaşamının özellikle IV. – VI.

yüzyıllarda bulunduğu açıktır.

Daha önce kentin Hıristiyanlık dönemi üzerine ayrıntılı çalışmaların yapılmamış

olması, bu konuda bölgede araştırma yapılmasını ayrıca gerekli kılmıştır.

Çalışmalarımız, bir dağlık yerleşim olarak kentin o dönemdeki dinsel yaşamını

güçlü bir biçimde ortaya çıkarmıştır. Kentin Erken Hıristiyanlık dönemindeki

durumunu ayrıntılı olarak inceleyecek yayınımız hazırlık aşamasındadır.

Kaynakça:

Pseudo-Joshua the Stylite, Chronographia (translated with notes and

introduction by Frank R. Trombley and John W.Watt),

Liverpool, 2000.

Erten., E.- Özyıldırım, M., “2005 Yılı Olba Yüzey Araştırması”, TC Kültür ve Turizm

Bakanlığı Kazı Sonuçları Topantısı, Ankara 2007.

Erten, E.- Özyıldırım, M., “2006 Yılı Olba Yüzey Araştırması”, TC Kültür ve Turizm

Bakanlığı Kazı Sonuçları Topantısı, Ankara 2008.

Özyıldırım, M., “İlkçağ ve Erken Hıristiyanlık Kaynaklarında Olba Sözcüğün

Değişik Kullanımları”, Olba VIII, Mersin 2003.

Özyıldırım, M., “Erkem Hırstiyanlık Dönemi Dinsel Tartışmaları ve Mersin Sınırları

İçindeki Piskoposluk Merkezleri”, Tarih İçinde Mersin II.

Collocium Bildirisi, Mersin 2005.

Özyıldırım, M. – Canevello, S., “Constantinopolis Tahtında Isaurialı Bir

İmparator: Zeno”, Lucerna Klasik Filoloji Araştırmaları

Dergisi, Ankara (Baskıda).

Elektronik Kaynakça:

The Catholic Encyclopedia 1912: Smith, “Olba”.

http://www.newadvent.org/cathen/11235a.htm.

Page 75: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

71

ESKĠÇAĞDA BLOKLARIN ÇIKARILMASI VE TAġINMA TEKNĠKLERĠ

Tuna AKÇAY (M.A.)1

Eskiçağda kentler genellikle bulunduğu coğrafyaya bağlı olarak gelişirler. Yerel taş işçiliği belli

ölçüde bölgenin jeolojik özelliklerine, kullanılan malzemeye, taşın niteliğine, çeşitliliğine, ağaç

yokluğuna ve kullanımına bağlıdır. Coğrafi açıdan kapalı, ulaşımı zor, üretim alanları ve yerel

kaynakları kısıtlı yerleşimler bir bakıma baskın kültürlerden etkilense de teknik ve kültürel

anlamda kendine yeten toplumlardır. Özellikle bu gibi yerleşimlerde üretim alanı olarak

önemli olan toprak, genellikle yaşam alanı olarak kullanılmaz. Toprağı üretim amaçlı kullanan

ve bundan başka geliri olmayan yerleşimlerde toprakla beraber taşa olan mecburiyet de

artmaktadır. Bu şartlarda taşın, olanakları kısıtlı toplumlarda önemli bir yapı malzemesi olarak

görülmesi taş işçiliğinin de gelişimine neden olur.

Taşın ana yapım malzemesi olarak kullanıldığı kentlerde, taş ustaları statü sahibi kişilerdir2. Bazı

bilim adamlarınca imkânları kısıtlı bu tip yerleşimlerde gezici taş ustalarının dolaştığı düşünülür.

Ancak taşa mecbur kalmış ve belirli bir hinterlandı olan kentler için genellemede

bulunulmamalıdır. Bu yüzden imkânları kısıtlı yerleşimlerde yerel işçiliğin, ustalığın incelenmesi

gereklidir. Her bölgenin kendine has coğrafyası ve kültürü vardır. Kişisel sanatlar ve tarzlar

kendi bölgeleri içinde değerlendirilmelidir.

Eskiçağda taş işçiliği bazı uygulamalarda ortaktır. Eskiçağ kentlerinde temel yapı malzemesi

olan taşın birçok toplum tarafından sıkça kullanılması doğada hazır durumda var olan bir

malzemeden yararlanması olarak açıklanabilir. Bu yüzden birbirinden uzak toplumlarla olan

benzerlikler etkileşim olarak görülmemeli doğanın verdiği imkânlar göz önüne alınmalıdır.

Örneğin Urartu ülkesindeki kaya düzenlemelerinin benzerlerine Kilikia’da da rastlandığında

Kilikia’da Urartu izleri, ya da Urartu’da Kilikia izleri aranmamalıdır. Etkileşimin keskin bir çizgisi

olamaz; bu, yüzyılların ve doğanın getirdiği bir oluşumdur. O yüzden farklı coğrafyalardaki

toplumlarda görülen benzer özellikler, bizim sadece bazı noktaları açıklamamıza yardımcı

olur3. Her ne kadar kaya mimarisi kullanımının özü aynı ise de uygulamada farklılıklar olabilir.

Eskiçağ yerleşimlerinin maddi olanakları, yapılarda hangi tür taşın kullanılacağını da

belirlemektedir. Özellikle mermer ve granit kullanımı zengin kentlerin tercihidir. Refah düzeyi

üst seviyede olmayan yerleşimlerde ise yerel kaynaklar kullanılır. Bu doğrultuda eğer imkânları

elverişliyse taş ocakları yerleşimlerin kendi hinterlantlarındadır. Yerel taş ocaklarının konumları

ihtiyaca ve jeolojik yapıya göre belirlenir. Jeolojik yapıya göre masif kaya katmanları, özellikle

de damarlaşmanın olmadığı sıkı katmanlar tercih sebebidir. İhtiyaca yönelik olarak yerel

ocakların belirlenmesi, büyük yapıların taş ihtiyacını giderme amaçlıdır. Örneğin Dağlık Kilikia

kentlerinden Olba’nın en görkemli kamusal yapılarından biri olan su kemerinin yapımı

sırasında kullanılan taş malzemenin hemen yakındaki taş ocaklarından sağlandığı tespit

edilmektedir (Lev. 1). Kayanın bol olduğu bir yerleşimde ilk önce yerel kaynakların

kullanılması, bu kullanım sırasında malzemenin zahmetsiz, ucuz ve kolay taşınabileceği

alanların taş ocağı olarak seçilmesi doğaldır. Böylece su kemerine 20 metre uzaklıkta

bulunan taş ocağından büyük blokların çıkarılması açıklanabilir. İnşa halindeki yapılara yakın

kaya kütlelerinden taş kesimi yapıp bunun yapı malzemesi olarak kullanılmasının güzel bir

örneği de Ovalık Kilikia kentlerinden Anazarbus’daki amphitheatrumda görülmektedir. Yapı

çok fazla tahrip olmasına rağmen temelleri kısmen korunmuş durumdadır. Stadionun oturma

sıralarının olduğu tepenin amphitheatruma bakan yüzünde taş kesim izleri açık bir şekilde

gözlemlenebilir. Kayaların yüzeyinde bulunan izler, hem blokların çıkarılma tekniği hem de

1 Arkeolog. 2 Assos’da, kazılarda çıkan yazıtlar incelendiğinde kentin tiyatrosundaki rezervasyon sistemi dikkat

çeker. Tiyatronun orta taraftaki oturma yerlerinde üç meslek adının yazılığı olduğu görülmektedir. Bu

meslekler demirciler, taş ustaları ve dericilerdir. Meslek gruplarına ayrılan yerler, orta sıralarda olduğu

için mesleği yapanların sevilen ve statüleri yüksek olan kişiler olduğu düşünülebilir. Assos’daki sur

duvarlarının Troas bölgesindeki sur duvarlarına göre daha iyi korunmuş olması ve duvarların harç

kullanılmadan dayanıklı olarak yapılması, taş ustalarının bu kent için neden önemli olduğunu açıklar.

Arslan 2007, 16. 3 Kültürlerarası ilişki ve etkileşim olgusu için bkz; Çevik 2003, 213–251.

Page 76: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

72

boyutları açısından önemlidir. Amphitheatrumun yapımı için blokların alındığı ana kayada

özellikle “dişli tarak” aletinin kullanılması dikkat çeker 4.

Taş işlemeciliğinin tarihsel süreci incelenirse, başlangıçta bu işe heykeltıraşların yöneldiği ve

böylece mimaride de taşın süsleme amaçlı kullanıldığı bilinmektedir. Mısır’daki taş ustalığının

İÖ 3000 yıllarına kadar uzandığı söylenmektedir5. Mezopotamya’da da taş işçiliğinin tarihi,

erken dönemlere dayanır. Örneğin, Ur’da Leonard Wooley’in bulduğu büyük bir tabletten,

Sümerli ustalar ve zanaatkârlar hakkında bilgi edinilebilir. Tablette; İÖ 1975 yılında yapılan bir

işin özeti verilmekte ve sekiz adet atölye sıralanmaktadır. Bu atölyelerden bir tanesi de taş

kesicilerine aittir6.

Yunan uygarlığında taş işçiliği ve taş işleme sanatı İ.Ö. 7. yüzyılın sonlarına doğru ön plana

çıkar. Taş yontuculuğu ile uğraşan kişilere Yunanca λιθοξόος (taş kesicisi, taş ocağı işçisi),

Latince lapidarius (taş kesicisi) denir7. Ancak “Taş işçisi” ile “taş ustası” arasındaki fark ayırt

edilmelidir. Taş işçisi, ocaklardan blokların kesimi işinde uzmanlaşmaktadır. Eskiçağda taş

ocaklarında genellikle köleler çalıştırılmakta, bu ocaklardaki çalışma şartları ağır

olduğundan, cezalandırılan kişilerin ya da bazı askerlerin kullanıldığı bilinmektedir8. Örneğin

Hıristiyanlığın yasak olduğu dönemlerde bu dini kabul edenlere uygulanan cezalardan biri de

taş ocaklarında çalıştırılmaktır9.

Taş ustası ise ocaklardan gelen malzemeyi işlemektedir. Bir diğer deyişle taş ustası doğadan

işlenmemiş olarak elde edilen ya da ocaklardan çıkarılan çeşitli niteliklerdeki taşların,

yapılarda plastik eserlerde kullanılması için; kesilmesi, işlenmesi, üzerlerine yazı yazılması gibi

daha ince işleri, gerekli takım ve aleti kullanarak yapan kişidir. Taşın, sertliği, kırılganlığı,

homojenliği veya tabakalaşma gibi özellikleri, hem çıkarılmasında hem de işlenmesinde

önemli faktörlerdir. Bu yüzden taşın çıkarılmasından en son haline getirilmesine kadar geçen

işlemlere karar veren kişinin de taş ustası olması gerekmektedir.

Taş işçisi ile taş ustası arasındaki fark gibi “taş ocağı” ile “taşçı atölyesi” arasındaki fark da ayırt

edilmelidir10. İlki hammaddenin çıkarıldığı, ikincisi ise, üretimin ve ince işçiliğin yapıldığı yerdir.

Eskiçağda genel olarak, iki işlevin birlikte ve aynı mekânda yapıldığı görülmektedir. Örneğin

Termessos’da bu uyguluma arkeolojik verilerle kanıtlanır. Termessos’daki taş atölyesi ve taş

ocağında, bir lahdin tomruk halinde ocaklardan çıkartılışından en son safhasına dek tüm

üretim aşamalarını izlemek mümkündür11.

Blokların Çıkartılma Teknikleri

Blokların ana kayadan çıkartılması ocağın yapısı ve coğrafi şartlarına göre değişiklikler

gösterir. Ancak genel anlamda taş ocaklarının çalışma teknikleri ortaktır. Öncelikle taş

ocağının açılmasını ihtiyaçlar ve katmanların uygunluğu belirler. Sonrasında blokların taşınma

imkânları, iklim, su temini gibi faktörler göz önüne alınarak taş ocağının işletilmesine karar

verilir12. Taş ocaklarından blokların çıkartılmasında da belli başlı teknikler kullanılır

Doğal Çatlaklardan Yararlanma

Taş işçileri taş ocağında bulunan doğal çatlaklardan yararlanırlar. Masif kaya katmanında

bulunan damarların düzgün bloklar çıkartılmasına elverişli olması durumunda aşağıda

değineceğimiz yöntemlere başvurulmaktadır.

4 Akçay 2008(a), 11. 5 Albustanlıoğlu 2006, 7. 6 Kramer 2002, 139–141. 7 “lapidarius” taşla ilgili, taşa ait; (sıfat niteliğinde) taş; öz, taş ocakları, taş gemisi, taş ustası

tamlamalarındadır. Sözcük için bkz; Latince Türkçe sözlük, Kabaağaç, Alova, 1995, 336. 8 Dopp 1994, 25 9 Dopp 1994, ay. yer. 10 Akçay 2008 (b), 26. 11 Çelgin 1994, 172. 12 Albustanlıoğlu 2000, 13.

Page 77: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

73

Isı ġoku ile Çıkartma

Bloklarda sıcaklığın yeterli derecede yükseltilip aniden düşürülmesiyle blokların bünyesinde

genel çatlaklar meydana gelir. Bu yöntemde öncelikli olarak yapılması gereken ana bloktan

çıkarılacak olan kütlenin sınırlarının belirlenmesi ve bu sınırların ısıtılmasıdır. Yeterli derecede

ısıtılan bloğun üzerine soğuk su dökülmesiyle birlikte ısıtılan hat boyunca çatlaklar meydana

gelir Bu çatlaklar sayesinde blok ana kayadan söküp alınır.

Kopartma Tekniği

Bu teknikte bloğun üzerine ince uçlu kalemle olabildiğince derin bir yarık açılır. Açılan yarık ile

bloğun dayanma gücü azalır. Çıkartılacak olan bloğa zayıflamış olan bölgeden şok etkisiyle

bir kuvvet uygulandığında blok çatlar ve parçalanır. Bu teknikte çekiç ve külünk gibi taşçı

aletleri kullanılmaktadır. Ancak bu yöntemle blok ana kayadan düz bir halde kopartılmaz,

kayıplar oluşabilir (Lev 2-3).

Kamalama Tekniği

Blokların çıkartılırken en az zararla çıkartılması makbuldür. Bu teknik de eskiçağ taş

ocaklarında en sık kullanılan yöntemlerdendir. Kamalama tekniği bloğun sınırları dâhilinde

ana kayayı çevreye bağlayan kayaçlarda yeterli derinlikte, genişlikte oyukların açılmasıyla

blokların çıkartılmasıdır. Çıkartılacak bloğun boyutu, açılacak kanalların genişliğini ve

derinliğini etkiler. Örneğin büyük boyutlu bir blok çıkarılacaksa buna göre bir insanın

girebileceği derinlikte ve genişlikte eğer boyut küçükse sadece aletlerin girebileceği derinlik

ve genişlikte kanallar açılır (Lev. 4).

Çeşitli aletler yardımıyla kamaların yerleştirilmesiyle tranşeler açılır (Lev. 5). Kamaların sayısı

taşın yapısına, bloğun boyutuna ve kullanım amacına göre değişmektedir. Bloğun bütünüyle

çıkarılması gerektiğinde kanal profili, dikdörtgen bir kesit şeklindedir. Örneğin sütun bloğu

çıkarıldığı zamanlarda kamaların aralıkları daha kısadır. Kamalar “V” şeklinde olup diplere,

daha derinlere girmesi için tasarlanırlar. Kamaların hangi malzemeden yapıldığı da taşın

cinsine göre değişmektedir. Sert bloklar için metal malzeme kullanılırken, yumuşak taş cinsleri

için de ahşap kamalar kullanılmaktadır. Ayrıca blokların altına yerleştirilen ahşap kamalara su

dökülmesiyle şişmeleri sağlanır. Böylelikle bloğun altında şişen ahşap kamalar yavaş yavaş

taşı çatlatarak ana kayadan ayırır. Böylelikle en az kayıpla blok çıkartılmış olur13.

Blokların TaĢınma Yöntemleri

Taş ocaklarından bloklar her ne kadar ustaca çıkartılırsa çıkartılsın, lazım olduğu taşıma

yöntemleri güvenli değilse bütün emek boşa gidebilmektedir. Bu yüzden eskiçağda ocaklara

bağlanan yolların daha düz ve güvenli olması gerekmektedir. Büyük blokların taşındığı bu

yollar maruz kaldığı basınç nedeniyle daha sıkı taş örgü yollarla desteklenir. Didyma ve

Pentelik’te çevrede yeterince taş malzeme olmamasından dolayı mermer ocaklarından

alınan atık taşlarla yollar desteklenir ve böylelikle ağır blokların oluşturduğu basınç nedeniyle

taşıma araçlarının batması engellenir14.

Taşımada gösterilen hassasiyet bloğun yol üzerinde düşüp kırılmasından öte, bloğun

taşınması esnasında büyük sarsıntılar geçirip iç alanında mikroskobik düzeyde çatlamaların

olmasıyla alakalıdır. Bu iç çatlamalar daha sonra yapının ömrünü de kısaltmaktadır. Zaman

geçtikçe doğal etkiye maruz kalan taş, içten çatlamaya başlayacak, en sonunda da kırılıp

tahrip olacaktır. Bu yüzden taşıma işlemine başlamadan önce nakliye öncesini iyi ayarlamak

gerekmektedir. Burada en önemli unsur az miktarda emekle taşımanın gerçekleşmesidir.

Büyük boyutlu bloklar taşınmadan önce kabaca en son haline yakın bir şekille gönderilir.

Böylelikle fazla ağırlık da taşınmamış olunacaktır. Örneğin bağımsız lahitlere ocaklarda

13 Naumann 1975, 41. 14 Albustanlıoğlu 2000, 21.

Page 78: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

74

kabaca şekil verilir. Taş ustasının ince işçilikle yapacağı kabartmalar için alanlar belirlenir ve

nakledilecek yere bu şekilde götürülür. Sivri kenarlar, uç bölgeler taşınma sırasında çok rahat

kırılacağı için iç gerilmelerin yoğunlaşacağı köşelerden kaçınılmaktadır.

Taş ocaklarından blokların taşınması eğimli ve düz alanda taşıma olarak iki kategoride

değerlendirilebilir. Düz alanlar için genellikle öküz arabaları tercih edilmektedir. Büyük

blokların taşındığı zamanlarda yük arabalarının tekerlek sayısı artırılarak yere olan basınç

tekerleklere dağılır ve bir bölgeye kuvvet uygulanması engellenir. Ayrıca büyük kızaklar da

düz taşıma sisteminde kullanılmaktadır. Eğimli arazilerde bulunan taş ocaklarından blokların

yola indirilmesinde belirli teknikler kullanılmaktadır. Küçük blokların yamaçlardan aşağıya

indirilmesi öncelikle halatlar sayesinde yapılırken (Lev. 6) daha sonra blokların altlarına

kütükler konularak kızaklar yardımıyla taşın yer ile teması kesilmiştir.

Küçük blokların her türlü hareketinin sağlanmasında en çok kaldıraçlar kullanılır. Kaldıraç

yardımıyla kaldırılan blokların altına konulan ahşaplarla taşın her türlü seviyeye yükseltilmesi

sağlanır. Blokların kaldırılmasında ve istenilen seviyeye getirilmesinde diğer bir yöntem beşikle

hareketlerinin sağlanıp altlarına ahşapların yerleştirilmesidir (Lev. 7). Bu uygulamalar küçük

bloklar için geçerlidir. Büyük bloklar için farklı yöntemler kullanılır. Uzak mesafeler için

merdaneler kullanılır. Örneğin eskiçağın en çok kullanılan mimari parçalarından biri olan

sütunlar için belirli bazı yöntemler vardır. Taş ocağında kabaca şekil verilmiş sütun silindirinin

uçlarına yuvalar yapılır ve içlerine demir dökülür. Ardından uçlara yerleştirilen demir

çubukların tuttuğu ahşaptan bir çerçeve yapılır sütunu saran bu çerçeve de bir öküz

arabasına bağlanarak gideceği yere çekilir (Lev. 8).

Silindir şeklinde olmayan ağır blokların taşınması için de bazı yöntemler geliştirilir. Bu

yöntemde tekerlek ön plandadır. Ahşap malzemeden yapılan tekerlek geniş enli olarak

tasarlanır. Böylece toprağa saplanmalar ortadan kaldırılır. Bu tekerleklerin çapı 3,5 cm.

civarındadır. Sütun silindirlerini taşırken kullanılan yöntem gibi tahta çerçevelere yerleştirilen

yataklar içine dönen demir çubuklar takılır. Taşınmanın daha rahat yapılması için, taşınan

bloğun tekerleklerle aynı hizada yerleştirilmesi gerekir15 (Lev. 9).

Bazı bloklarda manivelanın nereden yerleştirildiği çeşitli çentik izlerinden anlaşılır (Lev. 10). Taş

ocağından kabaca işlenerek getirilen bloklar inşa alanında ince işçilik yapılarak uygun hale

getirilir. Daha sonra yerleştirilecek olan yere iç ve dıştan kurulan payandalar sayesinde

palangalardan oluşan bir sistemle yukarıya çekilir ve gerekli alana yerleştirilirdi. Blokların

halatlarla ya da metal malzeme ile kaldırıldığı esnada daha statik olması için bloklar üzerine

yardımcı oyuklar kazınır. Bu oyuklar; mahmuzlar, “U” oluklar (Lev. 11-12), yan ve alt oluklar

nadir de görülse “V” oluklar şeklindedir. Bu oyuklar kalıcı olduğundan dolayı yapının

görünmeyen ya da kullanılmayan bölümlerine açılır16.

Mahmuzların dört taraftan kaldırılacak şekilde olanları sadece sütun tamburlarında

mümkündür. İki tarafta bırakılan mahmuzlar blokların duvara yerleşmesinin önlemek

amaçlıdır. Oluk ve kanal sistemlerinde ise halat oluk ve kanalın içini dolanarak ağırlığı bütün

bölgeye dağıtır. Daha sonra yerleştirme işlemi yapıldıktan sonra bir yerden çekilerek halat

çıkartılır.

Taşıma ve kaldırmada zamanla halatın yerini metal gereçler alır ve halat bu öğelere takılan

ikincil bir öğe olur. Bunlardan biri “kurt ağzı” denilen sistemdir17(Lev. 13). Bu sistem bloğun

oyuklarına yerleştirildikten sonra yukarıya çekildiğinde yuvada genişler ve yuvadan çıkmaz.

Böylelikle sağlam bir ortam hazırlanıp ucuna halat bağlanıp çekilebilir. Ayrıca daha sağlam

olması için kurt ağzının olduğu yere kurşun dökülür18. Bir başka metal gereç ise kavraçtır.

Bloklara açılan oyuklara yerleştirilen kavraç, halatın yukarıya çekmesiyle makas gibi çalışarak

taşı sıkar böylelikle sağlam bir şekilde taş kaldırılmış olur (Lev. 14).

15 Ancak bu gibi yöntemler kısa mesafeler için kullanılır. Landels 1978, 212. 16 Adam 1994, 48. 17 Landels 1978, 99. 18 Çördük 2006, 26–32.

Page 79: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

75

Roma döneminde imkanlarında artmasıyla taşıma yöntemlerinde daha farklı teknikler

kullanılmaya başlanır. Örneğin 4-5 metre çapında ahşap silindirlerin içine konulan bloklar,

halatlar sayesinde öküzler tarafından çekilir (Lev 15). Ancak bu yöntemin bir olumsuz yanı,

silindire yön verilememesidir. Bu yüzden yoldan çıkmak gibi durumlar söz konusu olabilir19.

Roma imparatorluk döneminde Pax Romana ile büyük bayındırlık hizmetleri tüm Roma

coğrafyasına yayılır. Bununla birlikte gelişen inşaat tekniklerinin yanı sıra ihtişamlı yapılar

yapılır. Böylelikle büyük bloklara olan ihtiyaç daha da artmaktadır. Artık tek bir halatla

kaldırılamayacak hale gelen bloklar makaralar kullanılarak yapılara taşınır. Örneğin

manivelayla üç makaralı bir palangada 135 kg.lık ağırlık kaldırılabilir. Bu tip sisteme trispastos

denilir20. Pentaspastos adlı sistemde de beş makara bulunmakta iki kişi çıkrıkla 450 kg

kaldırabilmektedir21 (Lev. 16).

Daha ağır yükler için halat sayısı arttırılarak iki-üç makara gerekir. Bu tip kaldırma vinçlerine

Polypastos denmektedir22. Bu tür vinçlerin bir bocurgatla çalışması gerekir. Bu taşıma

sistemiyle dört kişi 3000 kg kaldırabilmektedir. Basamak çarklı bocurgat da üç halatlı 5

makaralıdır. Bu sistemle 6000 kg yük kaldırılabilir (Lev. 17).

Kaynakça

Adam 1994 Adam, J., P., Roman Building Material&Techniques,

Indiana.

Akçay 2008(a) Akçay, T., “Olba’daki Taş Ustası Mezarları Işığında Yerel

Taş İşçiliği” Olba XVI, Mersin.

Akçay 2008(b) Akçay, T., Olba Mezarları, (Mersin Üniversitesi Sosyal

Bilimler Enstitüsü Arkeoloji Anabilim Dalı Yayınlanmamış

Yüksek Lisans Tezi), Mersin.

Albustanlıoğlu 2000 Albustanlıoğlu, T., Dokimeion Antik Mermer Ocağı ve

İhracat Potansiyeli (Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler

Enstitüsü Klasik Arkeoloji Anabilim Dalı Yayınlanmamış

Yüksek Lisans Tezi), Ankara.

Albustanlıoğlu 2006 Albustanlıoğlu, T., Dokimeion Işığı Altında Roma

İmparatorluk Mermer Kullanımı: İmparatorluk

Yönetimindeki Anadolu Mermer Ocaklarının İşletme

Stratejisi ve Organizasyonu,(Ankara Üniversitesi Sosyal

Bilimler Enstitüsü Klasik Arkeoloji

Anabilim Dalı Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara.

Albustanlıoğlu 2007 Albustanlıoğlu, T., “Roma İmparatorluk Mermer

Ocağında Locus’un İşlevi”, Patronvs Çoşkun Özgünel’e

65. Yaş Armağanı, 29-33, İstanbul.

Arslan 2007 Arslan, N., Assos Kazı Çalışmaları – 2006, Türk Eskiçağ

Bilimleri Enstitüsü Haberler, 15-16, İstanbul.

Bingöl 2004 Bingöl, O., Arkeolojik Mimaride Taş, İstanbul.

19 Vitruvius X II, III. 20 Bingöl 2004, 84. 21 Bingöl 2004, 85. 22 Vitruvius X II, X.

Page 80: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

76

Çelgin 1994 Çelgin, A., V., “Termessos Araştırmaları: 1975 1991”,

Anadolu Araştırmaları XIII, 153-177, İstanbul.

Çevik 2003 Çevik, N., “Anadolu’daki Kaya Mimarlığı Örneklerinin

Karşılaştırılması ve Kültürlerarası Etkileşim Olgusunun

Yeniden İrdelenmesi”, Olba VIII, 213-251, Mersin.

Çördük 2006 Çördük, A., Yunan ve Roma Mimarisindeki Yapı

Teknikleri, (Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Klasik

Arkeoloji Anabilim Dalı Yayınlanmamış Yüksek Lisans

Tezi), İzmir.

Dopp 1994 Dopp, S., A., Antik Lydia’da Meslekler, (Ege Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü Arkeoloji Bölümü

Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İzmir.

Landels 1978 Landels, J, G., Eski Yunan ve Roma’da Mühendisilik,

Çev.: Barış Bıçakçı, Ankara.

Kramer 2002 Kramer, S., N., Sümerler: Tarihleri, Kültürleri ve Karakterleri,

çev: Özcan Buse, İstanbul.

Kretzschmer 2000 Kretzschmer, F., Antik Roma’da Mimarlık ve

Mühendislik, Çev.: Z. Zühre İlkgelen, İstanbul.

Naumann 1975 Naumann, R., Eski Anadolu Mimarlığı, Çev.: Beral Madra,

Ankara.

Vitruvius Vitruvius, Mimarlık Üzerine On Kitap, Çev.: Suna Güven,

1990.

Page 81: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

77

Levha 1

Akçay 2008(a).

Levha 2

Adam 1984, 29, fig 30.

Page 82: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

78

Levha 3

Adam 1984, 33.

Levha 4

Adam 1984, 29

Page 83: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

79

Levha 5

Adam 1994, 31.

Levha 6

Adam 1994, 27.

Page 84: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

80

Levha 7

Çördük 2006, 28.

Levha 8

Landels 1978, 211.

Levha 9

Landels 1978, 211.

Page 85: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

81

Levha 10

Akçay 2008(b), 160.

Levha 11

Çördük 2006, 31.

Page 86: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

82

Levha 12

Landels 1978, 99.

Levha 13

Bingöl 2004, 63

Levha 14

Çördük 2006, 32.

Page 87: arkeoidea7

A R K E O I D E A V I I

83

Levha 15

Landels 1978, 211

Levha 16

Kretzschmer 2000, 34.

Levha 17

Kretzschmer 2000, 34.