21
Yıl 2 Sayı 9 / Mart-Nisan 2016 / 4 lira

Artistik Bellek Sayı 9

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Zordayız, hepimiz zordayız. 9.Sayımızı dağıtmaya Ankara’dan başladık, dağıtım yaptığımız gün yakınlarımızda patlama oldu, dün İstanbul’daki baskı işlerini halletmeyi planlarken, her zaman istikametimiz olan İstiklal Caddesi’nde patlama oldu. Korkuyoruz, tutunamıyoruz, bu yüzden dergiyi sizlere internet üzerinden ücretsiz ulaştırmak istiyoruz. Bu sayılık ellerinizde olamasak da, ekranlarınızda olalım. Eğer mümkünse, iyi okumalar...

Citation preview

Page 1: Artistik Bellek Sayı 9

Yıl 2 Sayı 9 / Mart-Nisan 2016 / 4 lira

Page 2: Artistik Bellek Sayı 9

28

İÇİNDEKİLER

VE SÖZ UYANIR KIŞ UYKUSUNDAN

METİN ÇALIŞKAN

SÜT VE ÇAMURYAPRAK ANLI

PARİS REVIEW - HUXLEY SÖYLEŞİSİ

M.SERCAN KAYA

SİGARAMIN TÜRKÜSÜASLAN KOCAMAN

OKUSANABERK CÖMERT

BENŞEHİRBURAK MALKOÇ

BEŞ SORUBEŞ FANZİN

MAĞARAHANDAN ÖZBAY BALIOĞLU

YALÇIN TOSUN İLE SÖYLEŞİ

NAZLI HATİPOĞLU

YAZAR OLAMAYACAK ÇOCUK

CEMAL ERDEM

BİR DAKİKABÜŞRA BAYRAK

KARGANINİLKER ASLAN

GECE,KEDİLER VE SESSİZLİK

SEMRİN ŞAHİN

1 ............

32............

............33

5............

6............

8............

12............

17............

13............

16............

21............

25............

............

İki Aylık Edebiyat ve Kültür DergisiYıl 2 Sayı 9 / Mart-Nisan 2016 / 4 lira

Tasarım: Eda Erkovan

artistikbellek.wordpress.com [email protected]/artistikbellek facebook.com/artistik.bellek

Page 3: Artistik Bellek Sayı 9

Metin ÇALIŞKANVE SÖZ UYANIR KIŞ UYKUSUNDAN

Henüz ilk kısa metrajı Koza ile Cannes’da yarışma şansı yakalayan, Koza’nın ardından çektiği Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Uzak, İklimler, Üç Maymun, Bir Zamanlar Anadolu’da filmleriyle de festival ziyaretlerini sürdüren Nuri Bilge Ceylan başrollerini Haluk Bilginer, Melisa Sözen ve Demet Akbağ’ın paylaştığı 2014 yapımı Kış Uykusu filmiyle Altın Palmiye ödülünü kazandı. Filme geçmeden önce Kış Uykusu’nun Nuri Bilge Ceylan’ın en titiz çalışması olduğunu belirtmekte fayda var. Yüz doksan altı dakikalık filmin her karesinin itinayla kurulduğu, her repliğinin incelikle yazıldığı bir gerçek. Aynı zamanda filmde, Ceylan’ın tüm filmografisini etkileyen Çehov, Shakespeare ve benzeri referans noktalarının Anadolu coğrafyasına yayıldığını, ön plana çıkarıldığını, Nuri Bilge Ceylan’ın gerek anlatım biçimi olarak gerekse de anlatmaya değer gördükleriyle, ima ettikleriyle filmin her saniyesinde bakış açısını hissettirdiğini söylemek mümkün. Tüm bu verilere bir de Cannes’da alınan Altın Palmiye’yi ekleyince izleyici olarak ister istemez Kış Uykusu’ndan bir başyapıt bekliyoruz, ya da izlediğimizin bir başyapıt olduğuna ikna olmaya çalışıyoruz. Peki gerçekten öyle mi? Pek çok Çehov oyunundan izler taşıyan tKış Uykusu’nu Nuri Bilge Ceylan’ın başyapıtı olarak değerlendirmek mümkün mü?

Filmin kısaca konusuna gelirsek: Aydın, oyunculuğu bıraktıktan sonra babasından kalma butik oteli işletmek için Kapadokya’ya yerleşmiştir. Yerel bir gazeteye köşe yazıları yazarak, tiyatro tarihiyle alakalı kitabına çalışarak, kendisine daima mesafeli davranan genç karısı Nihal ve boşandıktan sonra yanlarına taşınan kardeşi Necla’nın gölgeleri eşliğinde günlerini geçirmektedir. Nuri Bilge Ceylan Kış Uykusu’nda film öyküsünü kimi yan öykülerle destekleyerek, ana karakteri Aydın’la birlikte tüm karakterleri ustalıkla çizerek anlatır. Aydın’ın işaret ettiği kimlik üzerinden de genel bir eleştiri yapmaya çalışır. Filmin asıl meselesi, Aydın’ın kim olduğu, nasıl davrandığı, kendisini nerede konumlandırdığı üzerinedir. Bu noktada Aydın’ın, özellikle kız kardeşi Necla ve eşi Nihal’le olan sınırları kırmızı çizgilerle çizilmiş ilişkilerini, ayrıca onun diğer tüm yan karakterlerle yaşadıklarını da irdelemek gerekir.

Filmin henüz başında, Aydın, otel görevlisi Hidayet’le arabalarında giderken ufak bir kaza yaşarlar. Bir çocuk arabalarının camına taş atmıştır. Hidayet koşup çocuğu yakalar. Çocuk, Aydın’ın babadan kalma evlerinden birinin kiracısı İsmail’in oğlu İlyas’tır.

Hidayet’le Aydın, kaçarken suya düşen çocuğu babasına teslim ederler. Bu sırada Aydın, arabadan hiç çıkmaz. Uzaktan uzağa evin dışındaki sefaleti, yıkık döküklüğü (o yıkık döküklükten etkilenme nedeni de evlerine iyi bakılmamış olmasıdır) ve İsmail’le Hidayet arasında olan biteni izler. Hidayet, kraldan çok kralcı bir tavırla, uzun süredir kirasını ödeyemeyen hatta evlerine haciz gelen İsmail’le konuşur. Ufak bir tartışma çıkar, ortam gerilir. Küfürler havada uçuşur. Aynı esnada İsmail’in kardeşi, imamlık yapan Hamdi eve gelir. Ortalığı yatıştırır. Hidayet arabaya döndüğünde Aydın: “Neden muhatap oluyorsun?” gibi cümleler kurar. Öfkelidir. Çünkü, aslında kendi seviyesinde görmediği insanlarla muhatap olmaya yaklaşmıştır. Sırf bu yüzden Hamdi’nin koşup onlarca defa özür dilemesinden, ödeyemedikleri kira meselesini açmasından oldukça rahatsız olur. Filmin akışı içerisinde, senaryonun taş atılma (kira, haciz) öyküsüne zaman zaman dönmesi nedeniyle de önemsizmiş izlenimi yaratabilecek bu sahne sayesinde Aydın’ın nasıl biri olduğuna dair ilk fikirlerimiz oluşmaya başlar. Aydın’ın, kiracısı İsmail’e, İsmail’in oğluna, oğlanın amcası imam Hamdi’ye bakışı onun karakterinin birkaç boyutunu dair bilgiler verir. Aydın, Hamdi’nin kırılan camın parasını ödeyip özür dilemeye otele geldiği sahnede ilk defa onunla doğrudan konuşur. Konuşmasında, İsmail’lerin evine gelen hacizden haberinin olmadığını vurgulayıp durur. Sorumluluktan kaçar. Bahsi geçen konuşmada başka önemli ayrıntılar da yakalanabilir. Aydın’ın söylem tonu gizliden gizliye üstten bakışı yansıtır. Karşısındaki durmadan özür dileyen, bakımsız Hamdi, Aydın için sinir bozuculuk kaynağından, sadece nefes alarak varlığını kanıtlayan bir figürden öte değildir. O, Hamdi’yi bir kişiden ziyade, bir şey olarak, gelecek sahnelerde ortaya çıkacağı üzere yeni bir yazı konusu olarak görür. Aydın, bir din adamının herkese örnek olması

gerektiğini düşünmektedir. Hamdi bakımsız haliyle topluma nasıl örnek olabilir? Aydın bu sorunu köşe yazılarında ele almaya karar verir.

Aydın’ın karakterinin izini sürebileceğimiz, taş atma konusuyla ilgili bir diğer sahne ise Hamdi’nin yeğenini Aydın’dan özür dilemeye, el öptürmeye getirmesidir. Taşı atan yeğen, İlyas, Aydın karşısında çekingen durmasına karşın Hamdi’ye nazaran utanıp sıkılmamakta ya da, ezilmemektedi. Aydın önce bu el öpme olayının, özrün gerekli olmadığını savunur fakat Hamdi’nin ısrarlarıyla eli havaya kalkar. İlyas, Hamdi’nin zorlamasıyla, iteklemesiyle Aydın’a yaklaşır. Aydın eli havada gülmektedir ve gülüşü, Aydın’ın egosunun okşanmasını, kendi büyüklük düşüncesinin kabul görmesini içten içe istemesine dair ipuçları verir. Aydın sadece ona göre alt seviyedeki insanlarla yüz göz olmaktan hoşnut değildir ve ona göre etrafındakilerin hiçbiri Aydın’ın seviyesinde değildir ama Necla ile Nihal ailedendir. Aydın’la alakalı ipuçlarını artırmaya, onun, kız kardeşi Necla ve karısı Nihal ile ilişkilerine bakarak devam edelim. Bu aile içi ilişkilerin, Aydın’ın Hamdi’yle, İlyas’la, İsmail’le olan temaslarından önemli farkları var. Öncelikle Aydın aile içi ilişkilerinde doğal olarak daha fazla tahammül gösteriyor. Kız kardeşiyle, eşiyle mesafesini gerek kendi isteğiyle gerekse mecburiyetten korusa da onları bir şekilde sahipleniyor. Aydın’ın Nihal’e ya da Necla’ya üstten bakışı her zaman doğrudan hissedilmiyor. Bazen diyalogların arkasından, bazen bir ses tonuyla, bazense bir bakışla durumu ele veriyor fakat kimi zaman da açık açık görülebiliyor. Örneğin Necla’nın ortaya attığı “kötülüğe kayıtsız kalmak.” tartışmasında Aydın’ın yaklaşımı, onun Necla’ya karşı tavrını ortaya koyuyor.

1 2

Ve Söz Uyanır Kış Uykusundan 67. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülüne layık görülen Kış Uykusu’nu Nuri Bilge Ceylan’ın başyapıtı olarak nitelemektense, yönetmenin filmografisinde sözün gücünün öne çıkarılmaya çalışıldığı bir kırılma anı olarak görmek daha doğru olabilir.

Page 4: Artistik Bellek Sayı 9

Aydın, Necla’nın ayrıldığı alkolik eşine karşı suçluluk duyması ve daha fazlası nedeniyle tartışmaya açtığı “kötülüğe kayıtsız kalmak.” fikrini, tüm entelektüel birikimine rağmen mantıklı karşıt fikirler öne sürerek tartışmayı geliştirmek yerine, Necla’yı önemsemeyen, neredeyse aşağılayıcı bir tavırla niteliksiz örneklerle, hatta kahkahalarla eleştiriyor. Aydın’ın önüne gelen bir düşünceyi, savı, böylesine kestirip atmasını sadece o düşünceyi saçma bulmasına veya o düşünceye katılmamasına bağlayamayız. Aydın’ın yaklaşımı Necla’ya karşı içinde biriktirdiklerinin, Necla’yı konumlandırdığı yerin de bir yansımasıdır. Aynı şekilde Necla’nın da Aydın’a söylemek isteyip de söyleyemediği, suskunluğuna veya konuşma aralarına gizlediği, içinde biriktirdikleri vardır. İki karakter, Aydın bir akşam köşe yazısını yazarken, Necla’nın başlattığı bir konuşmayla karşı karşıya gelir. Suskunluklarından sıyrılan Necla ve Aydın yükselen bir gerilimle, kaynama noktasına ulaşacak cümlelerle konuşurlar. İki tarafın da çelişkileri, birbirleri hakkındaki fikirleri açıkça ortaya dökülür. Bu tartışmada, Necla’nın Aydın’a getirdiği, din adamlarının topluma örnek olması hakkındaki yazısıyla alakalı eleştiri oldukça kayda değerdir. Necla Aydın’a dinle, din adamlarıyla ilgili fazla bilgisi olmadığına, sadece bir öfkeyle yazıya oturduğuna, yazdıklarının yüzeysel olduğuna dair tespitlerini sunar. Camiye bile gitmeyen, hatta ailesinin mezarını bile ziyaret etmeyen Aydın nasıl böyle bir yazı yazmaya kalkışabilir. Necla’ya göre burada bir içten bakış eksiktir. Aydın’sa eleştiriler karşısında saldırıya geçer. Necla’yı pasif olmakla, her şeyden elini eteğini çekmekle, yaşamını doldurmak için çabalamamakla, neredeyse bir asalak gibi yaşamakla suçlar. Sözünü ettiğim sahne benzer pek çok eleştiri barındırır fakat bana göre asıl ilgi çekici nokta, uzun zamandır iğnelemelerle, suskunluklarla yorulan iki insanın, birbirlerinin dokunulmaması

gereken sınırlarına getirdikleri eleştirilerle, kış uykusundan uyanmalarını sağlamalarıdır. Sözlerle saldırmaları, karakterlerinin kriz anında, sertlikle belirginleşmesidir. Aydın’ın üstten bakışı iyice hissedilirken Necla’nın pasif havasının altında yatanların da su yüzüne çıkmasıdır.

Bu tartışmadan sonra Necla öyküden çıkar, Aydın ise benzer bir tartışmayı uzun zamandır ayrı odalarda kaldığı, eşi Nihal ile de yaşayacaktır. Nihal, Necla’dan farklı bir karakterdir. Suskunluğunun ardında çok şey anlatır, iğnelemelerini sessizliğinin ardına saklar. Konuştuğundaysa çok da çekinmeden söylemek istediklerini söyler. Günlerini otel odasında, ya da insanları biraraya getirdiği, yürütmekten haz aldığı yardım kampanyalarının toplantılarında geçirir. Bu toplantılara Aydın’ın dahil olmasını istemez. Kendi başına bir şeyler başarmak ister. Aydın zaten ona her imkanı sağlamıştır. Çalışmak zorunda değildir. Eyleme geçme gücünü hissettiği tek alan yardım toplantılarıdır. Aydın’ın büyük bir yardım kampanyasını Nihal’in gözetiminden alıp üstlenmek istemesi bardağı taşırır. Nasıl ki Aydın ve Necla arasında söylenmemiş tek söz kalmayana dek bir tartışma olduysa, Aydın ile Nihal arasında da olur. Nihal Aydın’ı, iyi bir insan olmasına rağmen, bağlı kaldığı, sürekli tekrarladığı, dürüstlük erdemiyle insanları ezdiğini, onlara üstten baktığını, aslında özgür olmadığını söyler. Aydın’sa Nihal’i, genç ve tecrübesiz olmasıyla, istediği zaman gitmekte özgür olduğuyla, dilerse boşanabileceklerini de söyleyerek kıstırmaya çalışır. Aydın Nihal’in oradaki yaşama tutunmasını sağlayan yardım kampanyasını bencilce ondan almaya çalıştığının farkında değildir. Nihal de aslında gerçekten gidebileceği gerçeğiyle, cesareti olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek istemez.

Aydın’ın Nihal’e karşı tüm gizli baskısına rağmen onu gerçekten sevmesi eylemlerinin gidişatını da etkileyecektir. Film o büyük tartışmanın ardından Nihal’in Aydın’a karşı harekete geçmesi, Aydın’ın da Istanbul’a gitmek üzere yola çıkmasıyla devam eder. Nihal beklemedeği bir tepki nedeniyle istediklerini uygulayamaz, Aydın ise Istanbul’a gitmeden geri dönecektir. Kış uykusu, kırılma anlarına rağmen devam edecektir.

Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu’nda, görüntünün gücünü arka plana atacak ölçüde (tabii yine de güçlü görüntüler var. Kapadokya çekimlerinde aklıma Yılmaz Atadeniz’in bir cümlesi gelmişti. Türkiye büyük bir plato, eşsiz mekanlar var, genç sinemacıların keşfetmesi lazım diye.) diyalog kullanması, oyuncuların güçlü performanslarıyla da güzel bir film izlememizi sağlıyor. Haluk Bilginer ile Melisa Sözen çok iyiler, imamı oynayan Serhat Mustafa Kılıç da dikkat çekici bir performans sergiliyor. Tüm olumlu yanlarına rağmen Kış Uykusu’nun Bir Zamanlar Anadolu’da filminden geride kaldığını düşünüyorum. Bu düşüncemin iki nedeni var: İlki, repliklerle, diyaloglarla alakalı. Kış Uykusu doğrudan doğruya edebiyatçılara yaptığı göndermelerle veya alıntılarla edebi maharetini en fazla ortaya dökmeye uğraştığı sahnelerde sinemadan da edebiyattan da uzaklaşıyor. Filmdeki asıl edebiyat bana göre karakterler arasındaki gündelik konuşmalarda, sık kullanılan sözcüklerin arkasına gizlenen sancılarda, kıskançlıklarda, iğnelemelerde gizli. Yoksa şurada Çehov’dan bir cümle, burada Shakespeare’e atıfta bulunayım durumu değil. Zaten Nuri Bilge’nin de karakterlerin eleştirisinde böyle bir yöntem kullanma yoluna gittiğini düşünüyorum. Diyalogların sahiciliğiyle, konuşmaların alt metninin güçlü olmasıyla, film metnini, Nuri Bilge Ceylan’ın en iyi yaptığı iş olan görüntünün

gücünü es geçmeden perdeye yansıtmasıyla, karakter çeşitliliğiyle Bir Zamanlar Anadolu’da filmini daha üst bir noktada tutuyorum. İlla edebiyat yapılacaksa, örneğin Onur Ünlü’nün Sen Aydınlatırsın Geceyi filmindeki Shakespeare’i, illa felsefi tartışmalara yöneleceksek de, Mike Leigh’in “Çıplak” yapımındaki güvenlik görevlisiyle ana karakter arasındaki karakterlere uygun cümlelerin ışında yapılan tartışmaları tercih ederim. İkincisi, Kış Uykusu’nda yapılan Aydın eleştirisinin, Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki eleştirilere nazaran daha açık yansıtılmasına rağmen o filmden geride kaldığı inancındayım. Neticede Kış Uykusu’nu Nuri Bilge Ceylan’ın başyapıtı olarak nitelemektense, yönetmenin ikinci döneminin başlangıcı olarak kabul etmek daha doğru geliyor. İlk dönemin başyapıtı Bir Zamanlar Anadolu’da filmiydi. İkinci dönemin başyapıtını da bekleyip göreceğiz.

3 4

Page 5: Artistik Bellek Sayı 9

5 6

Büşra BAYRAKBİR DAKİKA

İnsanlar tanrının varlığını ispat etti. Saat 20:27.

Hiçbir sebep yokken. Gülümsediler. Birlikten kuv.

Doğmadı. Güç istemediler. Saat 20:27. Hala.

Denendi. Değer yargıları.

Ters düşen cümleler kuruldu. Gülümsediler.

Tanrı var. Olmasaydı gülümsemezlerdi.

Öfke. Şiddet.

Şiddet yok. Öfke yok. Tanrı var.

Saat 20:28. Tanrı. İçlerinden biri konuştu. Biri anladı. Diğeri gülümsedi. Bir başkası cevap verdi.

Bütün değiller. Aynı değiller.

Tanrı var. Saat 20:28. Vakit var.

Belki. Tanrı var.

Simetrik gülümseme. Yüzleri incelemedim. Yapabildiğimce. Tek bir cümle.

Cümleyi kabul ettiler. Birkaç kişi daha.

Cümleyi duymadı çoğu. Kabul edilmeli bu cümle.

Çünkü çoğunluk. Kabul ettiler.

Herkes kabul etti. Korkuyorum. Tanrı.

Semrin ŞAHİNGECE, KEDİLER VE SESSİZLİK

Tahta merdiveni götürmüşler. Çalı süpürgesini, kabak tasını, döşeği, ıvır zıvır her şeyi de. Makbule Teyze söylemiş ablama. Çocuğun sinirleri daha fazla bozulmasın diye yaptık demiş annem. Unutsun olanları diye de eklemiş. O gece uyuyamadım. Sabaha kadar dönüp durdum yatakta. Evden gün ışırken çıktım. Misk kokan ıslak bir gün sarmaladı beni. Düşlerimden uzaklaşmayı aklıma koymuştum sanki. Sokaklar ıssız, sessiz bir yalnızlıkla çevrelenmişti. Evlerinde uyuyan insanların masumluğunu düşündüm bir süre. Onlar uyurken akan hayatın bilinmezliğini, sessiz kimsesizliğini…Yaşadıklarıma odaklanmam gerektiğinin farkındaydım aslında. Akasya ağacının altındaki banka oturup sigaramı çıkarttım. Sürtünme sesini işittim tıpkı o geceki gibi. Yutkundum.

O gece, uyumaya çalıştığım esnada bazı gürültüler yakaladım taşlıkta. Sanki biri usulca tahta merdivene tırmanmaya çalışıyordu. Yatakta doğruldum. Dışarıya kulak kesildim önce, sonra perdeyi araladım. Bahçedeki ağacın dalları sallanıyordu, irkildim. Sürtünme sesi, gıcırtı sesine karıştı. Koridoru geçip dış kapıyı araladım. Dışkı kokusu genzimi yaktı.

Koku elle tutulurcasına yoğundu.

Taşlıkta kimse yoktu ya da bana öyle geldi ilk anda. Pencerenin kenar-ındaki korkuluğun arasına sıkıştırdığım sigaramı almak için uzandım. Oradaydı. Çalı süpürgesinin yanında. Sarı gözlerini gözlerime dikmişti. Kuzguni parlak tüyleri gür, iriliği göz alıcıydı. Olduğum yerde geriledim. Bacağıma

sürtündü. Kalbim deli gibi çarparken kulaklarım uğuldadı. Eve kaçmak için döndüm, kapının kapalı olduğunu fark ettim. Geceliğimle dışarıda kalmanın verdiği huzursuzlukla daha da çok korktum. Onlar oradaydılar. Onlarcası; dama çıkan merdivende, ağacın dallarında, kovanın kenarında, her yerdeydiler. Ağırbaşlı, uyanık, kötücül öylece bana bakıyorlardı.

Aksırdım. Sesle hareketlendiler. Biri merdivenden ağaca atladı. İkisi damın kenarında kuyruklarını birbirine sürtüp yer değiştirdi. Bir daha aksırdım. Bir daha, bir daha… Ben aksırdıkça onlar hareketlenip üzerime gelmeye başladılar.

Page 6: Artistik Bellek Sayı 9

7 8

Onlarca siyah kedi etrafımda dolanıp sarımsı gri bakışlarıyla beni yok etmeye hazırlanıyordu. Aksırmaktan başka bir şey yapamıyordum. Merdivene koştum. O panikle tırmanmaya çalıştım. Merdivenle birlikte yere yuvarlandım hepsi üzerime sıçradı. Kedilerin tırmıkları derimi yüzüyordu. Metal bir parlaklık gözlerimi kaplarken kendimden geçmişim.

Ayıldığımda yatağımda her yanım sargılar içindeydi. Mutfakta birtakım sesler işittim. Annem hıçkırıyordu. Babamsa, başka çaremiz yok, diyordu. Kediler yaptı demiş doktora, kedi yok ki bu evde… dedi annem ağlayarak. Hatırlamıyordum doktorla konuştuğumu. Başım kazan gibiydi. Gözlerimi kırpıştırdım puslu ve çift görüyordum. Şakağımda zonklayan damara odaklandım. Saymaya başladım. Bazen susup beklemek gerekti. Bekledim.

Yine gece olmuştu. Karanlıkta gölgelerin arasında kuyruklarını gördüm. Evin içinde dolanıyorlardı. İstemiyordum bu evi de, kedileri de. Sanrılarımla baş etmem gerekiyormuş. Üleştirilemeyen bir hayatın kıvrımlarında kedi gibi dolanıyorum. Belki bu nedenle seçtiler beni. Hep yanımdalar, tuvalette, banyoda, mutfakta sinsi sinsi gözlüyorlar. Soluk aldırmıyorlar bana.Oturduğum bank ıslak gibi. Sürtünme sesi işitiyorum yine. Akasya ağacının yaprakları önüme düşüyor. Başımı kaldırıp bakıyorum. Küfle karışık pas kokusunu alıyorum. O yine dalın ucunda kuyruğu dimdik duruyor.

Boğuk bir sesle “Bize gelmelisin” demişti o gece. “Neredesiniz ki?” diye sormuştum.

Şımarık bir gülümseme belirmişti titreyen bıyıklarının altında.

‘‘Nerede olabiliriz ki, tabii ki sokaklarda…’’

M. Sercan KAYAPARİS REVIEW / HUXLEY SÖYLEŞİSİ*

MUHABİR: Öncelikle çalışma şeklinizi bize biraz anlatabilir misiniz?

HUXLEY: Düzenli bir şekilde çalışırım. Her zaman sabahları çalışırım, biraz da akşam yemeğinden sonra. Geceleri çalışanlardan değilim. Geceleri yazmaktan ziyade okumayı tercih ediyorum. Günde genellikle dört yada beş saat çalışırım. Çalışabildiğim kadar çalışırım, yorulduğumu hissedince bırakırım. Bazen tıkandığımı hissettiğim anlarda okumaya başlarım. Kurgu, psikoloji ya da tarih fark etmez. Amacım, okuduklarımdan yeni fikirler ya da malzemeler almak değil, yeniden yazabilmeye başlamaktır. Bu nedenle kitabın türü fark etmiyor

MUHABİR: Çok fazla yeniden yazım yapıyor musunuz?

HUXLEY: Genellikle her şeyi defalarca yazarım. Bütün fikirlerim üzerinde birden fazla düşünülmüş fikirlerdir. Ve yazma sürecimde herbir sayfayı defalarca düzeltir ya da yeniden yazarım.

MUHABİR: Romanlarınızdaki bazı karakterler gibi siz de defter tutuyor musunuz?

HUXLEY: Hayır, defter tutmuyorum. Kısa dönemler günlük tutmuşluğum vardır fakat çok tembel biriyim, genellikle devam ettiremiyorum. Kişi defter tutmalı bence de, ama ben tutmuyorum.

Albous Huxley’i Los Angeles’ın dışında, Hollywoodland’de bulmak oldukça ilginç. Bir tepe başında gösterişsiz bir evde yaşıyor. Açık bir günde kalabalık, karmaşık şehri kilometrelerce uzaktan seyredebiliyor.

Bay Huxley oldukça uzun bir adam –yaklaşık 1.90 metre boyunda – tüm zayıflığına rağmen aynı zamanda geniş omuzlu da. Geçmişte bıraktığı yılları umursamazca taşıyor; öyle sessiz hareket ediyor ki neredeyse kütlesiz, hayalet gibi. Görme yeteneği kısıtlı fakat yine de hiçbir şeye dokunmadan, sanki içgüdüsel bir şekilde buluyor yolunu.

Davranışları ve konuşması oldukça kibar. İnsan, karşısında sivri dilli bir hicivci ya da bir mistik beklerken; bir yandan oldukça sessiz ve kibar, öte yandan da hassas ve ayakları yere basan biri buluyor. Bu davranışları zayıf, gri yüzüne de yansımış durumda: dikkatli ve nadiren gülümsüyor. Karşısındaki konuşurken sabırla dinliyor, sonrasındaysa dikkatli bir şekilde cevap veriyor.

*Paris Review dergisinde yayınlanan Huxley röportajından alıntılanarak çevrilmiştir.

Page 7: Artistik Bellek Sayı 9

MUHABİR: Bir romana başladığınızda romanınızı bölüm bölüm mü işliyorsunuz yoksa romanın genel yapısını mi tasarlıyorsunuz?

HUXLEY: Hayır, her seferinde bir bölüm üzerine yoğunlaşır, romanda ilerledikçe yolumu bulmaya çalışırım. Başladığımda ileride neler olacağına dair çok fazla fikrim yoktur. Sadece genel bir fikrim vardır, yazdıkça olaylar gelişir. Bazen, ki bu birden fazla kez başıma geldi, romanımda bir sürü yol kat ettikten sonra beğenmeyip her şeyi çöpe atarım. Bir sonraki bölüme başlamadan önce, bir önceki bölümü bitirmeyi tercih ederim. Fakat bir sonraki bölümde ne olacağını, o bölüm üzerinde çalışmaya başlamadan önce tam olarak bilmem. Fikirler bana parça parça gelir ve bu fikirler geldikçe onları tutarlı bir bütüne çevirebilmek için çok sıkı çalışmam gerekir.

MUHABİR: Yazma süreci sizin için keyif verici bir süreç mi yoksa acı verici bir süreç mi?

HUXLEY: Ah, acı verici değil ama çok emek isteyen bir süreç. Yazmak insanı içine çeken bir iş ve bazen de oldukça yorucu. Fakat keyif aldığım bir şeyden geçimimi sağlayabildiğim için kendimi her zaman şanslı görmüşümdür. Çok az insanın yapabildiği bir şey bu.

MUHABİR: Yazma sürecinde size yardımcı olması için haritalar, tablolar ya da şemalar kullanır mısnız?

HUXLEY: Hayır, o tarz şeyler kullanmıyorum ama yazdığım konu hakkında çok fazla okuma yaparım. Coğrafya kitapları bu açıdan çok yararlı olabiliyorlar. Cesur Yeni Dünya’nın İngiltere kısmında bir sorun yaşamadım fakat New Mexico hakkında çok fazla okuma yapmam gerekti çünkü hayatımda daha önce hiç bulunmadığım bir yerdi. Hakkında bir sürü şey okudum ve sonrasında hayal gücümü çalıştırmak için elimden geleni yaptım. Aslında altı yıl sonrasına, 1937’de Frieda Lawrance’ı ziyarette bulununcaya kadar da gitmedim oraya.

MUHABİR: Bir romana başladığınızda ne tür bir genel fikre sahip olursunuz? Cesur Yeni Dünya’ya nasıl başladınız örneğin?

HUXLEY: Aslında H.G Wells’in “Men Like Gods” eserinin bir parodisi olarak başlamıştı fakat zaman içinde başlangıçtaki amacımdan tamamen farklı bir şeye dönüştü. Konuya ilgi duymaya başladıkça asıl amacımın dışına çıkmaya başladım.

MUHABİR: Bazı yazarlar, çok fazla bilgi vermekten korktukları için üzerlerinde çalıştıkları eserlerden bahsetmekten çekinirler. Sizin böyle bir çekinceniz yok mu?

HUXLEY: Hayır, ben eserlerim hakkında konuşmaktan çekinmem. Aslında iyi bir uygulama bile olabilir çünkü yapmaya çalıştığım şey hakkında daha net bir fikir sağlayabilir. Yazdıklarım hakkında başkalarıyla fazla konuşmam ama bunun bir zararı dokunacağına da inanmıyorum. Fikirlerin ya da malzemelerin, onlar hakkında konuştuğumda buharlaşıp yok olacağını düşünmüyorum.

MUHABİR: Bazı yazarların, örneğin Virginia Woolf’un, eleştiriler karşısında çok hassas olabildiğini görüyoruz. Siz de eleştirilerden bu denli etkileniyor musunuz?

HUXLEY: Hayır, üzerimde bir etkileri olmuyor çünkü eleştirileri hiç okumuyorum. Yazılarımı belli kişiler ya da kitleler için yazmadığımdam elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıp gerisini boş veriyorum. Eleştirilerle ilgilenmiyorum çünkü eleştiriler olmuş bitmiş şeylerle alakalı. Beni ilgilendiren şey ise bir sonraki adımda ne olacağı. Önceki romanlarımı asla okumam örneğin. Aslında belki de bu günlerde içlerinden birini okumalıyım.

MUHABİR: Yazmaya nasıl başladınız? Hatırlıyor musunuz?

9 10

HUXLEY: Yazmaya, 17 yaşında, neredeyse tamamen kör olduğum ve yazmaktan başka bir şey yapamadığım bir dönemde başladım. Bu şekilde bir roman yazdım fakat okuyamıyordum bile. Nasıl bir şey olduğuyla ilgili bir fikrim yok, görmeyi isterdim fakat kayboldu. Teyzem Humphry Ward benim için bir tür edebiyat tanrıçasıydı. Onunla yazın hakkında uzun konuşmalara dalardım, bana bitmek tükenmek bilmeyen tavsiyeler verirdi. Kendisi de bir yazardı. Değişik bir çalışma yöntemi vardı. Yeni bir romana başladığı zaman Diderot’nun Rameau’nın Yeğeni’ni okumaya başlardı. Mekanizmayı harekete geçirmek için bir yöntem gibiydi onun için. Daha sonra, savaş sırasında ve savaştan sonra Lady Ottoline Morrell aracılığıyla pek çok yazarla tanıştım. Evine her türden insanı davet ederdi. Katherine Mansfield, Siegfried Sassoon, Robert Graves ve Bloomsbury’lerin hepsiyle bu sayede tanıştım. Roger Fry’a çok minnet borçluyum. Sanat hakkındaki fikirlerini dinlemek başlı başına bir eğitimdi benim için. Oxford’da şiir yazmaya başladım. Hikaye yazmaya başlamadan önce pek çok şiirim yayımlandı. Çok şanslıydım; yayımlanma konusunda hiçbir zorluk yaşamadım. Savaştan sonra Oxford’dan ayrılınca para kazanmak için bir şeyler yapmak zorunda kaldım. Athenaeum’da çalışmaya başladım fakat çok az para kazanıyordum. Geçinmek için yeterli değildi. Bu nedenle boş vakitlerimde Condé Nast yayınlarında çalışmaya başladım. Vogue, Vanity Fair ve House and Garden dergileri için çalışmaya başladım. Dekorasyondan İran halılarına kadar pek çok konuda makaleyle uğraşmaya başladım. Hepsi bu kadarla da sınırlı değildi. Westmindter Gazetesi için eleştiriler de kaleme alıyordum. İnanır mısınız, müzik eleştirisi bile yazdım. Staj için bu tarz bir gazeteciliği herkese öneririm. Sizi her konu hakkında yazmaya, imkanlarınızı zorlamaya, elinizdeki malzeme üzerinde kısa süre içinde ustalaşmaya ve değişik şeylere bakmaya

zorlayan bir iş. Fakat yine de neyse ki gereğinden fazla uzun sürmedi bu. Krom Sarısı’ndan sonra, ki bu 1921’e tekabül ediyor, pek geçinme derdi yaşamadım. Evliydim ve Kıta Avrupası’nda yaşamamıza devam edebiliyorduk. Faşistler ortalığı birbirine katana kadar İtalya’da yaşadık, sonrasındaysa Fransa’da. Paris’in dışında rahatsız edilmeden yazabildiğim bir evimiz vardı. Yılın bazı bölümlerini Londra’da geçiriyorduk fakat orada olan biten bir sürü şey vardı ve çok fazla yazamıyordum.

MUHABİR: Sizce yazma işlemine diğerlerine kıyasla daha fazla imkan tanıyan meslekler var mı? Ya da şöyle sorayım, işiniz ya da arkadaşlık ettiğiniz kişiler yazma sürecinizi etkiliyor mu?

HUXLEY: Yazar için ideal bir meslek olduğuna inanmıyorum. Yazar her türlü koşulda, tamamen yalnızken bile yazabilir. Balzac’a bakın örneğin, Paris’te gizli bir odada, alacaklılarından saklanarak İnsanlık Komedyası’nı yarattı. Ya da duvarları mantar kaplı odasında Proust’u düşünün (her ne kadar pek çok ziyaretçisi olsa da.) Bana kalırsa en iyi iş değişik türden pek çok insanla tanışmak ve onların neyle ilgilendiğini görmek. Yaşlanmanın dezavantajlarından biri de bu: yaşlandıkça daha az insanla içten ilişkiler kurmaya başlıyorsunuz.

MUHABİR: Yazarları diğer insanlardan farklı kılan şey nedir sizce?

HUXLEY: İlk olarak kişinin gözlemlediği gerçekleri düzene koyma ve hayata anlam verme dürtüsü olmalı. Bunun yanında kelimeleri sevmeli ve onları manipüle edebilmeli. Bu zekayla ilgili bir şey değil. Pek çok zeki ve özgün insanın kelimeleri sevme ve onları etkili bir şekilde kullanma hüneri yok. Sözlü seviyede kendilerini oldukça kötü ifade edebiliyorlar.

Page 8: Artistik Bellek Sayı 9

11 12

MUHABİR: Bazı psikologlar yaratma dürtüsünün bir tür nevroz olduğunu ileri sürüyorlar. Siz buna katılıyor musunuz? HUXLEY: Katılmıyorum. Yaratıcılığın bir tür hastalık olduğuna kesinlikle inanmıyorum. Tam tersine, sanatçı olarak bir başarı kazanmış nevrotik biri çok büyük bir handikapın üstesinden gelmek zorunda kalmış demektir. Yaratma eylemini bu hastalık sayesinde değil, ona rağmen yapıyordur.

MUHABİR: Yaratım süreciyle asit gibi maddelerin kullanımı arasında herhangi bir ilişki görüyor musunuz?

HUXLEY: Bu konuda yapılabilecek bir genelleme olduğuna inanmıyorum. Tecrübeler gösteriyor ki insanların asite karşı gösterdiği reaksiyon konusunda oldukça büyük bir çeşitlilik var. Bazı insanlar asitten resim ya da şiir konusunda büyük bir ilham alıyor olabilir. Bazılarının ise böyle bir ilham alabildiğine inanmıyorum. Kimisi için bu çok önemli bir deneyim ve dolaylı olarak yaratıcı sürece bir katkı sağlıyor olabilir. Fakat kimsenin oturup da “harika bir şiir yazmak istiyorum, bu yüzden asit kullanacağım” dediğini sanmıyorum. Hiçbir şekilde istediğiniz sonucu alabileceğinizi sanmıyorum, hatta hiçbir sonuç alamayabilirsiniz.

MUHABİR: Peki asitle ya da meskalinle, Cesur Yeni Dünya’daki “soma” arasında bir benzerlik var mı?

HUXLEY: Hiç yok. Soma üç değişik etkisi olan hayali bir madde: öforik, halusinojen ve yatıştırıcı etkileri var. Neredeyse imkansız bir kombinasyon. Meskalin, peyote kaktüsünden elde ediliyor. Güneybatı yerlilerinin dini ritüellerinde uzunca bir süredir kullandıkları bir madde. Bu madde şimdi sentezlenmiş durumda. LSD ise meskalin etkilerine yakın bir bileşim. Yaklaşık oniki yıl önce geliştirildi ve şu anda sadece deneysel olarak kullanılıyor. Meskalin ve asit dış dünya

algısını değiştiren ve bazı durumlarda olmayan görüntüler yaratan maddeler. Çoğu insan bunlar gibi pozitif ve aydınlatıcı deneyimler yaşıyor, fakat bu görüntüler cehennemî olduğu gibi ilahi, göksel görüntüler de olabilir. Bu maddeler karaciğer hasarı olan insanlar dışında psikolojik olarak zararsız. İnsanlarda akşamdan kalmalık gibi bir etki bırakmaz, alışkanlık yapmaz. Psikiyatristler doğru bir şekilde kullanıldığında bazı sinir hastalıklarının tedavisinde yardımcı olabileceklerini buldular.

MUHABİR: Meskalin ve asitle ilgili deneylere nasıl dahil oldunuz?

HUXLEY: Bu maddelerle son birkaç yıldır ilgileniyorum ve Kanada’da çalışan yetenekli, genç , İngiliz psikiyatrist Humphrey Osmond’la bir süredir yazışmaktaydım. Etkilerini değişik insanlar üzerinde denemeye başladığında ben de onun deney farelerinden biri oldum. Bu deneyimi de Algı Kapıları’nda kaleme aldım.

MUHABİR: Karakter yaratmak sizin için olay örgüsü yaratmaktan daha mı kolay?

HUXLEY: Evet ama yine de karakter yaratımında çok başarılı değilim. Çok geniş bir karakter repertuarım yok. Bunlar benim için zor şeyler. Mizaçla ilgili bir durum sanırım. Karakter yaratımı için gerekli olan mizaç bende yok.

MUHABİR: Romanlarınıza baktığınızda, en mutlu olduğunuz romanınız hangisi?

HUXLEY: Kişisel olarak en başarılı bulduğum “Time Must Have a Stop”. Bilmiyorum ama deneme unsurlarıyla kurgu unsurlarını birbirine en iyi harmanladığım roman olarak onu görüyorum. Belki mesele bu da değildir. Yalnızca en beğendiğim roman o çünkü en iyi yazdığım roman olarak onu görüyorum.

Aslan KOCAMANSİGARAMIN TÜRKÜSÜ

1.yalnızlık

boyum kadar çocukannemin gözlerindebilirim, tufandır bu:

gözleri gözlerime değince bi yağmur başlar, soluğumda

çocukluğumu filizleyen bir hürriyet

2.zaman meçhul bi yolculuktur

mesela akşamüstlerindebi kaldırımda

gölgemle geceye doğru yazıldığım

3.satırlarımda birikenve çokça söylediğimsigaramın türküsü:

ben sigaradan bi adamımkülün mürekkebinden rüzgârın seyir defterine

4.içimde bi halk biriktirdim, ağıtların sesiyle

dört mevsim bahardır bu yüzden-ah ile karılmış-

karanfilin ömrüne:gül günden güne kanamakta

yarına ve her şeye

5.çünkü kaostan beslenir insansoyu

çok soylu bi kentin kılcallarında biriken iltihap içinde

6.bağışla kendini

vicdanınaçünkü yaşamak bi şiirdirmesela halk parklarındakuşların kanat sesleriyle!

mutluluğa benzer butebessümü kırılan bir ayna gibi

deliliğin kahkahasındadurma, bağışla kendini

besmeleyle başlakana, bedenine işlenen insanlık yarasınayorgun düşersen de uçurumlara fırlat at

bumerang bir yarındır yaşam hep bi yerde

7.soluğunun dokuz düğümünü iyice ilikle

çünkü yürümek çetin bi kavga

Page 9: Artistik Bellek Sayı 9

13 14

Gözleriyle eskimiş bir kot pantolondan yukarı tırmanmaya başladı. Pantolona tutturulmuş bir zincire tutundu. Zincirden sallanarak kareli bir gömleğe atladı. Gömlek karesi merdiveninden hızla yakaya çıktı. Bir sonraki kat… Surat… SURAT. İnmek istedi. İndiğinde kendine gelecekti. Kendini aşağı bıraktı. Düştü. Hemen kalktı. Gözleriyle geldiği tüm yolu gerisin geri koştu. Nefesi kesilmişti. Ter içindeydi. Klimanın soğuğu her yerine buz gibi çarpıyordu. O. muydu? Yaşlanmış mıydı? Yanındaki emekli amcaya hiç benzemiyordu. Genç miydi? O. da mı yaşlanmayı becerememişti? Öte yanındaki liseliye de benzemiyordu. O. da mı yaşlılık mı gençlik mi bilinmez bir ânda sıkışıp kalmıştı? Üşüdü. Titriyordu. Kollarını kendi etrafına sarıp gözlerini kapadı.

Sayın yolcularımız… Güvenli ve rahat bir yolculuk için… Lütfen… Açık ve kapalı alanlarımızda… Sigara içmeyiniz.

Sallanıyordu. Başı mı dönüyordu, dünyası mı yıkılıyordu? Ne güvendeydi ne de rahat. Sigara da içmiyordu. Gözlerini açtı. Hep beraber sallanıyorlardı. Rahatladı. Sadece fırtına vardı; başı sabit, dünyası sağlamdı. Artık üşümüyordu. Kaloriferler ayarsızca açılmıştı. Hâlâ orada mıydı? Onu son gördüğü yere doğru bakmaya çalıştı. Göremedi. Terli beden yığınları her yeri kaplıyordu. Oturma salonunu hiç bu kadar

kalabalık görmemişti. İçerideki hava çok ağırdı. Onu göremiyorsa O. da kendisini göremezdi. Gülümsedi. Kurtulmuştu. Gerçekten O. olup olmadığı artık umurunda değildi. Kalan yolu sadece yere bakarak geçirecekti. İskeleye çok kalmamış olmalıydı. Başını eğdi. Kendine sık ayak-bacak ormanında güvenli bir yer aradı. Birbirinin aynı gri pantolon-siyah kösele ağaçlarını geçip parlak bir topuklu ağacı ile şık bir süet ağacının arasına sığındı. Güvendeydi. Buraya ışık bile zor ulaşıyordu. Kimse onu bulamayacaktı. Güvenli ve rahat bir yolculuk için... Bir hamak kurdu. Sigara içmeyiniz...

Burak MALKOÇBENŞEHİR

Ding! 506.

O. muydu? Gelip tam karşısına oturmuştu. Telaşlandı. Hemen başını eğdi. Tanınmaktan korkmuştu. Gerçekten O. muydu? Herhalde O. olsa tanırdı; belki çoktan tanımıştı, belki de görmemişti bile. Ding! Yanan numaraya baktı. 507. Bir sonraki sıra onundu. Kırk dakikadır bekliyordu. Kalkıp gitse miydi? Ne yapacağını bilemedi. Ya O.’ysa? Ya kalkarken tanınırsa? O. da olabilirdi bambaşka biri de. Emin olmak zorundaydı. Bankanın bu loş köşesinde güvendeydi. Kaçamak bir bakış atacaktı. Sıcak bastı. Kalbi hızla atmaya başladı. Başını hemen kaldırıp indirecekti. Derin bir nefes aldı. Başını hemen kaldırdı. Anlık görüntüyü aklına kazıdı. Başını hemen eğdi. O.’ydu! Ama belki de değildi. Emin olamıyordu. Ona çok benziyordu. Yıllar önceki haline. Acaba gerçekten başka biri miydi? Tabii ki başka biriydi. Geçen onca yıldan sonra sanki kendisi hâlâ aynı kişi miydi? Ding! Yanan numara. 305. Bir sonraki sıra onun olabilirdi. Nereye bakacağını bilemeyip yanında oturanların ayaklarına baktı. Sağında bir çift siyah kösele. Solunda bir çift deri sandalet. Asla giymeyeceği şeyler. Kendi ayaklarına baktı. Bir çift rahat, bez ayakkabı. Gülümsedi. Onca yıldan sonra hâlâ çok da başka biri değildi. Ya O.? Ding! Numara. 306. Bir sonraki sıra gelmiyordu. Gözlerini kendi ayaklarından onun ayaklarına doğru yürüttü. Başka bir çift rahat, bez ayakkabı. O.’ydu! O. olmalıydı. O. da mı değişmeyi öğrenememişti? Belki de değişmemenin sırrını keşfetmişti. İçi fena oldu. Gözlerini kapayıp derin derin nefes aldı.

Bir sonraki durak… Ünalan… Metrobüs hattına aktarma yapmak isteyen… ÜNALAN.

Gözlerini açtı. Vagon kalabalıklaşmıştı. Karşısına baktı. Orada değildi. Yerine başka biri oturmuştu. O. inmiş miydi? Hâlâ burada mı yaşıyordu? Evi de mi değişmemişti? İnmemiş olabilirdi. Belki de yerini birine vermişti. Hızlıca etrafına baktı. Yoktu. Rahatlar gibi oldu. Yanlış görmüş olmalıydı. Hemen inmek istiyordu. İndiğinde kendine gelecekti. Kaç durak kaldığını görmek için kapıya doğru baktı. Oradaydı! Hemen başını eğdi. Ter döktü. Klimanın soğuğu ensesine buz gibi çarptı. O. muydu? Az öncekinden farklı görünüyordu. Yaşlanmıştı. Sanki bir dur-kalklık zamanda yirmi yıl birden yaşamıştı. Sanki vagona binen her yeni kişi, yanından geçerken yüzüne fazladan bir kırışık daha oyuvermişti. Vagonun soluk, beyaz ışığı saçlarını ağartmıştı. Kendi ellerine baktı. Sanki kendisi genç miydi? Kırışıklarıyla beyazlarını her sabah aynaya baktıktan sonra takıyordu, onları hiç çıkarmamaya ne zaman başlayacaktı? Gerçekten O. muydu? Emin olmak istiyordu. Eğer doğru gördüyse, bu O., deminki O.’dan daha O.’ydu. En azından geçen onca yılın hakkını vermiş bir O.

Bakmaya karar verdi. Başını kaldırmadan gözlerini karşısındaki kapıya doğru sürdü, yolunu kesen ayaklar arasından slalom yaptı. Kalbi çok hızlı atıyordu. Doğrudan bakmaktan korktu. Önce O.’nun yanında dikilenlere baktı. Sağda çok satan bir gazeteyi okuyan emekli bir amca. Solda herkesin oynadığı bir oyunu bitirmek için şekilden şekle giren liseli bir genç. Asla olamayacağı kişiler. Ya O.? Derin bir nefes aldı.

Page 10: Artistik Bellek Sayı 9

15 16

Sallanıyordu. Sıcacıktı. Uyuyacaktı. PAT! Yerinden sıçradı. Hamağının yanına pahalı bir telefon düşmüştü. Ding! 508. Bir yeni mesajınız var: “Sıranız geldi!” Yukarı baktı. Dev bir el, sık ayak-bacak ormanının tepesinden hızla aşağı iniyordu. Kaçtı. Korkuyordu. Bir köşeye saklandı. Dev el pahalı telefonu kaptı. Gözlerini elden ayırmadı. Eli tanıyordu. Elleri asla unutmazdı. O. muydu? El yukarı doğru çıkmaya başladı. Takip etti. El bakımlıydı. Kendi ellerine baktı, rezalet. Gerçekten O. muydu? El gömlekten geçti. Gömlek kaliteliydi. Kendi gömleğine baktı, rezalet. Bir sonraki durak… Surat... Bir anlığına gözlerini kapattı... SURAT. …cesaretini toplayıp geri açtı. O.’ydu! Kaloriferler ayarsızca yanıyordu. Bunaldı. Sırılsıklam terledi. Midesi bulandı. Bir daha baktı. Ne yıllar önceki haline benziyordu ne de yaşlanmıştı. Tam olması gerektiği ânda, tam olması gerektiği gibiydi. Kendisi inatla olmaması gerekeni kovalarken, O. basitçe olması gerekende mi kalmıştı? Sallanıyorlardı. İçerideki hava daha da ağırlaşıyordu. Kusmak üzereydi. Ayağa kalktı. Nefes alamıyordu. Uzaklaşmaya çalıştı. Dizleri boşaldı. En yakınındaki direğe dayandı. Gözlerini kapadı. İçerideki hava tarafından ezildi.

Lütfen bekleyiniz… Lütfen bekleyiniz… Lütfen bekl… Şimdi karşıya geçebilirsiniz.

Daha iyi hissediyordu. Dayandığı trafik ışığına tutunarak doğruldu. Derin bir nefes aldı. Hava almak iyi gelmişti. Egzoz dumanı da olsa, temiz hava temiz havadır. Alnındaki teri sildi. Terli beden yığınları arkasında kalmıştı. Kalabalığı geride bırakmıştı. O. geride kalmıştı! Yolun karşısına baktı. Yeşil bir 68. Hafif havanın içinde hafif hafif yürümeye başladı. Asfalttaki su birikintilerine basmamaya dikkat etti. Arkasına baktı. Yeşil bir 61. Ona doğru yürüyen bulanık bir kalabalık. O. aralarında mıydı? Omuzlarını silkti. Az sonra karşıya geçecek ve onu bir daha hayatı

boyunca görmeyecekti. Önüne baktı. Yeşil bir 59. Bir bulanık kalabalık daha. Aralarına karışacak, bulanıklaşacak ve kurtulacaktı.

Hızlandı. Arkasındaki ve önündeki kalabalıklar da hızlandı. Yolun ortasındaki ince kaldırıma varınca durdu. İki kalabalık da bir anda koşmaya başladı. Tuzağa mı düşmüştü? Kaçacak bir yer aradı. Sağını ve solunu araba duvarları kapatıyordu. Kaçacak yer yoktu. Bekledi. Önüne ve arkasına baktı. Kırmızı birer 3. Arabalar kıpırdamadı. Kalabalık daha da hızlandı. Artık bulanık değillerdi. Baktı. O.’ydu. Yıllar önceki hali. Karşısındaki kalabalığın en önünde koşuyordu. Korktu. Geriye doğru kaçtı. Birine çarptı. O.’ydu. Yaşlanmıştı. Kendini telaşla çarptığı O.’dan kurtarıp başka bir yöne doğru kaçmaya çalıştı. Kırmızı bir 17. Başka bir O. önünü kesti, tam olması gerektiği ânda, tam olması gerektiği gibiydi. Sağa doğru bir adım attı. Kırmızı bir 28. Üç farklı O. tarafından durduruldu. Öte yana gitmeye çalıştı. Orada da başka O.’lar vardı. Sıkışmıştı. Yüzlerce O. etrafını sardı. Etrafındaki O. dairesi giderek daralıyordu. O.’ndan kurtuluş yoktu. Ding! Kırmızı bir 509. “Sıranız geçti!” Kendini bıraktı. Dizleri boşaldı. Yüzüstü yerdeki su birikintisinin içinde düştü. Yansımasına baktı. O.’ydu! Sırtında keskin bir acı hissetti.

Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor… Lütfen… Daha sonra… Tekrar deneyiniz.

Berk CÖMERTOKUSANA

Hadi saysana bulutları

ya da ateş et sönen yıldızlara,

kalem kağıt bul,

karala bir şeyler.

Arasana bir çocuğu,

yetiş ağlayışına

sakızı ağzından düşmeden.

Rüzgar olsana şimdi,

parklarda salıncakları sallasana,

üfle mutsuzluklara.

Soru içeren dizeler kadar

sakin misin bu dünya akşamında,

sakin olsana.

Bayram oturmasından,

tam sıkılmaya başladığın anda

kalkmış gibi ol.

Emir versene kendine,

sev en fakiri,

sev en umutsuzu.

Saysana paranı,

kaç nefeslik ömrün var,

say nefesini.

Üşüdüğün için yaksana,

oturduğun barı.

Yan doğan güneşle,

güneşi bulsana.

Page 11: Artistik Bellek Sayı 9

17 18

Sıvadık Fanzin

Evvel Fanzin

Karanfil Fanzin

Plüton Fanzin

Madi Hayat Fanzin

1. Edebiyatın dünyada ilk neyi değiştirmesiniisterdiniz?

Evvel: Edebiyatın insanlığı değiştirdiğini, değiştire-ceğini düşünüyorum. Bunu da şiirsel alan derinliğini sürekli genişleterek, dilin imgesel imkânlarını günde-lik hayatın ‘yaşanmasına’ taşıyarak mümkün kıldığını düşünüyorum. Yüktür bu! En belirgin örneği İkinci Yeni’dir. Şu an İkinci Yeni’nin yarattığı imgelemin içinde salınıyor dil... Gelecek de öyle… Dilbilimsel anlamda ‘gelecek’ sabit bir şey değildir. Bugünden biçimlendirilir. Ece Ayhan’ın “İyi Bir Güneş” adlı şi-irsel anlatısında ya da tüm hayatı boyunca hem şiirle-riyle hem de yaşadıklarıyla oluşturduğu dil, ‘yeni bir insanlık’ tanımı ortaya koyuyor. Özetlersek; Nâzım Hikmet’in dediği gibi: İnsanlığın eşya olmamasını, ‘insanlığın eşyaya benzememesini’ istiyorum. İnsan-lığın ‘duvar saatleri gibi ahmak olmamasını’ istiyo-rum. Edebiyat bu yönde bir değişim sağlar, sağlıyor, sağlayacak.

Karanfil: Bu soru ile kez muhatap olmuyoruz. Aynı soruyu veya türevlerini zaman zaman birbirimize sorduğumuzda oluyor. Dünyada bir şeylerin düzelmesi için bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Hayatın hemen her sahasında isteyerek veya istemeyerek şahit olduğumuz menfi olaylar karşısında edebiyatı bir değişim aracı olarak kullanmak meselesine kafa yorunca, edebiyat çerçevesinde hatırımıza, Sezai Karakoç’un Masal şiiri ve Achero Mañas’ın Noviembre isimli filmi gelmekte. Masal şiirinin şu mısralarını iktibas etmek isteriz.

“Batılılar! / Bilmeden / Altı oğlunu yuttuğunuz / Bir babanın yedinci oğluyum ben / Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden / Babam öldü acılarından kardeşlerimin / Ruhunu üzmek istemem babamın / Gömün beni değiştirmeden / Doğulu olarak ölmek istiyorum ben”

Değişmemeyi isterdik. İnsanın, vicdanın, değişmemesini, dönüşmemesini, kendisini dönüştürmek isteyenlere karşı direnmesini isterdik. Etten bir kalıp halinde karşımızda duran insanın, yeryüzünde neye niçin talip olduğu çok önemlidir. Sanat, içinde geleceği barındıran bir silahtır diyen Noviembre isimli filmden bir bölüm paylaşmak isteriz.

“Dünyayı değiştirmek istemiştik. Ama perişanca ye-nildik. Şimdiyse, değişmemek için ben dünyaya dire-niyorum.”

Madi Hayat: Sanırım edebiyatın insanda ufak tefek değişiklikler yapmasını isteriz. Dünyada büyük bir değişim olacaksa ne yazık ki bu değişim insandan başlamak, onunla devam etmek zorunda. Edebiyat, sıkı edebiyat, çok az okuyan bir kişide bile görmezden geldiklerimize, ön yargılarımıza çatlaklar yaratıyorsa, daha fazla bakmamızı sağlıyor, anlamaya çalışma ola-naklarımızı geliştiriyorsa ne ala!

Plüton: Edebiyatın dünyayı daha yaşanabilir bir ge-zegen haline getirmesini isterdim.

Sıvadık: Yaratılışı. İnsanlık olduğu gibi baştan yara-tılsın. İyiliğin, samimiyetin, kavgaların olmadığı bir dünyanın kitabını yazsın Edebiyat. Bol kahve koku-sunu, sevgilinin gözlerini, sevmenin dilini baştan yaz-sın. Sonuna güzel cümleler eklemek iyi olurdu fakat zihin bir yerde tıkanıyor. Maalesef çok defa acıyoruz. Bütün bunlarının tek nedeni yaratılan insan ve o aptal insanın haritalarca ördüğü sınırlar. Yaratılışta bu yok-tu diye inkâr gelen herkes, şunu iyi bilmeli ki kavga hep vardı. Bizler hep kötü kavgaların peşinden gittik. Öldürdük, tecavüz ettik, taş yerine bomba verdik ço-cukların eline, süt yerine zemzem suyu aktı kadınların göğüslerinden. Sonra okuduk üfledik. Bizi mükem-mel yaratan Tanrı hala affeder mi?

2. Tutunamayanlar’da tarihten birçok karakterin buluştuğu bir bölüm vardır. Bu bölümden hareketle roman kahramanlarını bir araya toplasak bunlar kim olurdu ve ne hakkında konuşurlardı?

Evvel: Roman kahramanlarının isimlerini vermeyece-ğim. Siz istediğiniz kahramanları istediğiniz sahneye yerleştirin. Ama her şeyden önce “özgürlük” hissi ya da “özgürlük” düşüncesi hakkında konuşacakları ke-sin…

Karanfil: Bu soruyu cevaplamak için entelektüel bi-rikimimiz yeterli değil. Bir cevap elbette uydurabi-lirdik. Fakat bu sizleri ve okurlarınızı/okurlarımızı aldatmaktan bir şey olmayacağı için bu soruyu cevap-landırmıyoruz.

Madi Hayat: Paul Auster karakterlerinin aralarında konuşmasını, hepsinin, edebi değeri yüksek, sokak-ların her köşesini mesken tutan bir dedektiflik hikâ-yesini çözmeye çalışmalarını isterdik. Aylak Adam’ın C.’si ile Yabancı’nın Meursault’unun konuşması da güzel olabilir. Ne konuşurlardı emin değiliz? Onlar için fark eder mi onu da bilmiyoruz? Yine de tema-yı biz belirleyeceksek ölüm üzerine hatta filmlerdeki ölüm sahneleri üzerine konuşsunlar.

Plüton: Rodion Romanoviç Raskolnikov, Aleksey Fyodoroviç Karamazov, Nastasya Filippovna ve Ja-kov Petroviç Goladkin bir rakı masasında bireyin top-lum içindeki yalnızlığını izdüşümsel olarak çok iyi irdelerlerdi bence.

Sıvadık: Karakterlere yazar tarafından biçilmiş rolleri kaldırırdım. Kendilerini kendince gerçekleştirirler-di. Başka kahramanlar sayesinde… Raskolnikov’un Gregor Samsa’yı silkelemesini, fayda etmiyorsa bal-tasıyla ikiye bölmesini, bunu gören Jean Valjean’ın Raskolnikov’a yardım edip Zametov’u oyunlarıyla alt etmesini isterdim. Dimitri’nin biraz olsun rahatla-masını hatta az da olsa Cihan Kazanova kafasını ya-şamasını bu da kâr etmiyorsa en iyisinden acımasızlık görmesi adına Kayra ile tanışmasını beklerdim. Ne yapayım kafaya göre döşedim.

FANZIN

Page 12: Artistik Bellek Sayı 9

19 20

3. Şimdiye kadar edebi eserlerden sinemaya uyar-lananlar arasında en beğendikleriniz nelerdir? Beğendiklerinizin dışında sinemaya uyarlanmalı dediğiniz eserler var mı?

Evvel: John O’Brien’ın “Leaving Las Vegas” adlı ro-manı… Filmi 1995’te yönetmen Mike Figgis sinema-ya uyarladı. En çok bu uyarlamadan etkilendim.

Karanfil: Sait Faik Abasıyanık’ın Lüzumsuz Adam isimli kitabında Menekşeli Vadi isimli bir öykü var-dır. Bu öykü Vesikalı Yarim filminin senaryosuna esin kaynağı olurken ve müthiş bir şaheserin olmasına ve-sile olmuştur. Karanfil’in 13. sayısında da değindiği-miz ve yaklaşık on yedi sayfalık bir inceleme yazısı ile okurlarımızı selamladığımız bir filmdi. Edebi eser-ler arasında sinemaya uyarlanan bir eser daha var, bi-zim dikkat nazarımızı üzerine çeken bir eser… Necip Fazıl Kısakürek’in Bir Adam Yaratmak isimli piyesi beyaz perdeye uyarlanmış ve Ahmet Mekin canlan-dırdığı Hüsrev karakteri ile altından kalkılması zor bir işin üstesinden gelmişti.

Madi Hayat: Bazı uyarlamalarda filmleri izleyip ki-tapları okumadık, bazılarında sadece kitapları okuduk. Hem okuyup hem izleyebildiklerimiz arasında 2001: Bir Uzay Macerası (ki tam olarak uyarlama sayılır mı bilmiyoruz çünkü Kubrick yazım aşamasında, daima Arthur C. Clarke’ın ensesindeymiş sanırım), Otoma-tik Portakal sevdiğimiz uyarlamalar arasında. Kubri-ck bazı noktaları kendi algısına göre değiştirse de bu durumdan pek rahatsız olmadık açıkçası. 1984’ü de fena bulmamıştık. Bizdeyse Metin Erksan’ın Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hikâyesinden uyarladığı Geçmiş Zaman Elbiseleri şahanedir. Ağır Roman’ı da severiz ancak kitabını henüz okuyamadık. Sinemaya uyarlan-malı dediğimiz, pek çok Sait Faik öyküsü var aslında. Meserret Oteli nedense hep uyarlanmalı gibi gelmiştir bize. Oğuz Atay’ın hem Korkuyu Beklerken’i hem de Demiryolu Hikayecileri: Bir Rüya öyküleri usta yö-netmenlerimiz tarafından sinemaya uyarlansa şahane olurdu. Bir de Aylak Adam’ı da ekleyelim.

Plüton: En beğendiğim uyarlama Dostoyevski / Öteki | Dostoyevski / Yeraltından Notlar kitabının Zeki De-mirkubuz’un yaptığı gibi ufak bir esinlenme değil de

tam olarak bir filminin uyarlama halinde çekilmesini isterdim.

Sıvadık: Bazen okuduğum edebi eserin sinemaya uyarlanmış hali beni hayal kırıklığına uğratsa da ede-biyat ve sinemanın iş birliği içinde olması beni mem-nun ediyor. İkisinin de farklı alanlarda sanatseverle-ri estetik doyuma ulaştırabileceğini düşünüyorum. Kelimelerin büyüsü, hayal süzgeciyle birleştiğinde ortaya mükemmel görseller çıkabilir. Türkiye’de ak-lıma gelen ilk örneği Cengiz Aytmatov’un romanın-dan uyarlanan ‘’Selvi Boylum Al Yazmalım’’ filmidir. Hollywood sinemasında bu film uzayıp gidiyor. Fight Club, Reader,Perfume: The story Of the Murderer ilk aklıma gelenler. Yine de klasiklerden vazgeçemeyen biri olarak William Shakespeare’in eserlerinin sine-maya uyarlanmasını seviyorum. Favorim 91 yapımı Romeo+Juliet .Orjinal diyalogların günümüze uyar-lanmış haliyle çekilmiş bir film. Uyarlama filmlerde önemli olan eseri yaratıcılıkla yeniden yorumlaya-bilmek bence. Bu yüzden o edebi eserlerden yeniden mükemmel yapıtlar ortaya çıkabilir.

4. Adını ilk kez duyduğunuz bir yazarın kitabını almanız için sizi ilk ne cezbeder?

Evvel: En başta kitabın adını nasıl ve nerede duyduğu-ma bakarım. Yani kitabın adını duymama vesile olan olayın veya kişinin itibarını, sahiciliğini falan analiz etmeye çalışırım. Eğer kitabın adını da beğenmişsem, arka kapak yazısını -formaliteden- okurum. Ama arka kapak yazısı ya da kapak hiçbir şekilde belirleyici de-ğildir benim için… Kitabın içerisinden, rastlantısal olarak sayfalara, paragraflara bakarım asıl... Kitabın başından, ortasından, sonundan birkaç paragraf oku-rum, eğer buradaki dilde şiirsel bir tını ya da imgesel bir güç varsa, yakalamışsam, işbu kitap, benim için, ‘kesin okunacaklar’ listesinde yer alabilir.

Karanfil: Kitabın reklamlarını, tanıtımlarını görme-miş olmak bizim için cezbedici bir sebeptir. Kitabın sermaye ve sermaye sahipleri yakınlığı üzerinde dur-duğumuz kriterlerdendir.

Madi Hayat: İlk olarak hem insan olarak çok sevdi-ğimiz hem de okur kültürüne güvendiğimiz dostların ve sevdiğimiz yazarların önerilerini dikkate alıyoruz gibi. Bunun dışında kitapçıları, sahafları gezerken bir kitabın ismi de dikkatimizi çekebiliyor. Klasik bir isim mi, oyunbaz bir isim mi? Bize ne sunuyor ola-bilir? Daha önceden okuyup, sevdiğimiz bir yazarın kitabıyla karşılaştığımızdaysa ikilemde kalmıyoruz.

Plüton: Önce migroslara gider kitabı var mı diye bakarım, eğer yoksa bir artı puan kazanmıştır. Met-rolardaki bilboardları incelerim, eğer çılgınlar gibi goygoyu yapılmayan bir kitapsa içinin dolu olma ih-timali artar. En son kitabın kapağına bakarım, eğer o da sadeyse alırım; çünkü sade kapak çoğunlukla iyi içeriğin göstergesidir, sahte ambalajlarla satış kaygısı gütmez. (yayınevi faktörü de oldukça önemli)

Sıvadık: Kitap elime geçtiğinde arka kapağını oku-rum. Eğer konusu ilgimi çekmişse kitabın - eğer ro-man değilse - içindekiler bölümünü incelerim ve bir kaç sayfa okurum. Alacağım kitap roman ise internet aracılığı ile eleştirilerine bakarım. Kitabı çok sevdi-ğim biri tavsiye ederse bunların hiçbirine bakmam, direkt alırım

5. Edebiyat ve siyaset ilişkisini ele aldığımızda iki hayvan seçseniz hangisi edebiyat hangisi siyaset olur?

Evvel: Siyaset için yükseklerde uçan yırtıcı kuşlardan birini seçerdim. Kartal, şahin vs… Edebiyat için… Edebiyat için bir hayvan seçmek istemiyorum. As-lında derinlerde yaşayan bir deniz canlısı olabilir. Derinlerde yüzen bir vatos ya da iskorpit, lipsos da olabilir… Ben, aslında edebiyat ile siyaset arasında bir ilişki kurmak istemiyorum. Birbirlerinden uzak dursunlar.

Karanfil: Edebiyat ve siyaset mefhumlarının ekme-ği kazanmakla, bir ekmek sahibi olmakla alakalı ol-duğunu düşünüyoruz. Ekmeğini kazanma gayretinde olan, ekmeğin nasıl ekmek olduğunu bilen insanlar paylaşmayı da bilir. Edebiyat paylaşmaktır. Belki de bu sebepten edebiyatı karınca ile remzlendirebiliriz. Siyaset mefhumuna gelince… Bu kelimeyi duydu-

ğumuzda hesap-kitap işleri, bir takım istatistiki ve-riler, sayılar aklımıza geliyor. Elbette sayılar yalan söylemez, fakat yalan söyleyenler tezlerini sayılarla destekleyerek inandırıcılık kazanmak isterler. Bunun için siyaset mefhumunu bir hayvanla irtibatlandıra-mıyoruz. Çünkü hayvanlar istatistiki hesaplamalar yapmaz, vaatlerde bulunmaz ve yalan da söylemez. Siyaseti değişen, dönüşmekte olan insan yapar.

Madi Hayat: Edebiyatı pek çok hayvana benzetebi-liriz belki. Sokak kedisi ilk aklımıza gelenlerden ya da henüz keşfedemediğimiz büyüleyici bir kuş türü olabilir. Siyaset içinse aklımıza sadece bukalemun ge-liyor.

Plüton: Edebiyat/Köpek | Siyaset/Tilki

Sıvadık: Siyaset, akbaba, öldürür. Edebiyat, arı, çalış-kan onsuz doğa üremez ve güzellik katar.

Page 13: Artistik Bellek Sayı 9

21 22

YALÇIN TOSUN İLE SÖYLEŞİ

Dört öykü kitabınızda da insan ilişkilerinin karmaşıklığı ağır basıyor. Bu karmaşayı kahramanların şiirsel ya da argo üslubuyla görüyoruz. İnsanların karmaşık dünyalarının kitaplarınıza yansıyış sürecinden biraz bahseder misiniz?

Burada bir birikim söz konusu aslında. Gördüğüm bütün resimler, geçmişim, geleceğime dair düşüncelerim bir şekilde birikiyor ve süzülmeye başlıyor. Ama bunun bendeki yansıması hiçbir zaman çok planlı olmuyor. Mayalanma süreci planlı programlı değil, zamana yayıp üstüne çok gitmeden olgunlaşmasını beklemek gibi oluyor. Karmaşık olmayan insan yok, bence en sıradan sanılan insanın altında bile çok karmaşık şeyler olabilir. Bu ne kadar detaycı olduğunuzla ilgili. Ben hep çok detaycıydım. Hala detaycıyım. Bu insanı çok mutlu eden bir vasıf değil ama hikâye yazıp edebiyatla uğraşıyorsanız detaycı olmakta fayda var.

Okurun kitaplarınızı okurken kısmen gergin, kısmen huzursuz, kısmen şaşkın hissettiği oluyor. Bunu yapmanızı ne ile ilişkilendirebiliriz?

Bu benim edebiyata bakış açımla ilgili. Bence edebiyat ve diğer sanatlar insanları eğlendirmek, mutlu etmek yerine rahatsız edip biraz düşündürmek için var olan şeyler. Huzursuz kılan şeyler. Huzursuzluk insanı düşündürür, mutluluk rehavet verir. Mutsuzluksa insanı düşünceye sevk eder, sanırım bununla ilgili.

Kitaplarınızın isimleri içerikleriyle ilişkileri açısında bana göre oldukça anlamlı ve şiirsel… “Anne, Baba ve Diğer Ölümcül şeyler”, “Peruk Gibi Hüzünlü”, “Dokunma Dersleri” ve son kitabınız “Bir Nedene Sunuldum”. Kitap isimlerinizin hikâyeleri var mıdır, bir kitaba isim verme süreciniz nasıldır?

Evet, zaman zaman kitaba ad vermek uzun süre alıyor. Bazen de hemen ortaya çıkıyor. Peruk Gibi Hüzünlü, kitapta da yer alan şiir nedeni ile çok kolay çıkmıştı. Anne Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler ilk kitap olduğu için iki üç kez adı değişti en son bu oldu. Dokunma Dersleri çok uzunca bir sürenin sonunda birden geldi. Ortalama her kitapta 6 ay kadar uğraşıyorum kitaba ad bulmak için. Ama gerçekten o adı bulduğumda da anlıyorum, hissediyorum ve ona yapışıyorum. Kitabın adı bence içeriğini çok iyi yansıtmalı ve onun parçası olduğunu hissettirmeli. Öykülerden birinin adını şu ana kadar kitaba vermeyi tercih etmeme sebebim bu. Bütün öykülere dokunsun istiyorum.

Nazlı HATİPOĞLU

Kahramanlarınızın cesur hikâyeleri ve ağır-lıklı olarak işlediğiniz cinsellik ile ilgili olarak okur ve eleştirmenlerden ne tür geri dönüşler alıyorsunuz? Cinsellik aslında hayatın çok merkezi, benim öykülerimin merkezi değil bana kalırsa. Diğer şeyler kadar var cinsellik. Ama cinselliğe bakış açım belki biraz farklı olduğu için ön plana çıkıyor. O hikâyedekiler eşcinsel yerine düzcinsel olsaydı kimse cinsellikten söz ettiğimi düşünmeyecekti belki, kesin konuşmuyorum tabii. Normal diye adlandırılan -normal neyse işte- şeyin dışında bir yere dokunduğunuzda, o daha ön plana çıkıyor. Bundan şikayetçi değilim.

Eleştirmenler demişken, bir kitabı tamamlar-ken fikrine değer verdiğiniz, güvendiğiniz insanlara danışır mısınız yoksa tamamen kendi içinize kapanarak bir üretim süreci mi geçirirsiniz?

Aslında çok dik başlıyım bu konuda. Çok danışmam. Yazdıklarımı bir kişi dışında kimseye okutmam. Çok güvendiğim biri var. Ama onun dışında hiç kimseye okutmuyorum. Zaten kitaba bitirme sürecinde çok titiz yaklaşıp düzeltileriyle aylarca uğraşıyorum. Ondan sonra yayınevime teslim ediyorum.

Çocukluk da cinsellik kadar önem arz ediyor öykülerinizde. İnsan hayatında çocukluğu, öykü-leriniz bağlamında ne tür bir yere koyabiliriz?

Çocukluğu düşününce içim acıyor. Acıklı bir şey büyümek. Çocukken o kadar büyümeyi istemek. Çocuklar çok masumdur hikâyesini anlatmayacağım ama yine de çocuklar ‘daha’ masum, her şeye rağmen. O yüzden çocukluğu düşününce, sınırlı da olsa masumiyetin kaybı, başkalarıyla temasa başlayıp kirlenme süreci, kirlenerek özgürleşmek, aileden kopmak, hepimizin hissettiği o duygular… Hepsi bir araya gelince çok önemli bir malzeme çocukluk edebiyatta. O yüzden benim öykülerim bağlamında çocukluk vazgeçilmezlerden biri.

”Peruk Gibi Hüzünlü”’de “Beyaz Sabun” öykü-nüzdeki çocuk çok ilgimi çekmişti. Kendini sıka-rak ağlamaya çalışması, sonunda istediği ilgiyi bulamayıp babasının verdiği parayla ölen baba-annesini yıkamak için sabun almak yerine kendi-ne dondurma ve abur cubur alması… Yetişkinle-rin dünyasına ayak uydurmaktan vazgeçip özgür-lüğünü kutlaması mıdır bir çocuğun yeri sizde?

Güzel bir soru. Çocuğun yeri bende çok başka, her çocuğun, her çocuksuluğun... Beyaz Sabun’daki çocuk kendini arıyor. Özgürlük biraz da kendini arayıştır çünkü. Babasının onu sevmesini istemesinde, kuzenlerinin onu sevmesini istemesinde biri olmaya çalışmanın izleri var. Bence çocuklukta en acıklı taraflardan biri budur, hep biri olmaya çalışır çocuklar. Sonunda o kişi olamaz çünkü o arzulanan biri yoktur aslında. Bu öykü bence onunla ilgili, özgürlük diye bir şey de olduğunu düşünmediğim için daha çok biri olmak isteyip olamamakla ilgili diyeyim.

Dokunma Dersleri’nde Ferhat Olmak adlı öy-küde yalnızlığından başka biri gibi davranan, hatta o kişi olmadığı için ağlayan bir karakterle karşılaşıyoruz. Ferhat’ı sakinleştiren ise ufak bir dokunuş oluyor. Kimlik oyunlarına sıkça başvur-duğunuzu anlıyoruz öykülerinizde. Sizce yalnızlık başka kimliklere soyunarak atlatılabilecek bir sü-reç midir?

Kimlik bence çok acayip, bilinmezlerle dolu bir şey. Edebi olarak da ilgi çekici çünkü kimlik sanki giyindiğimiz, kurgusal yanı ağır basan, oyuncu bir şey. Hayattaki birçok şey gibi o da kurgusal. Ben kimliklerle oynamayı seviyorum. Zevk alıyorum bundan. Bozmayı seviyorum, inşa etmeyi seviyorum. Kendimi inşa etmek, kendimi bozmak gibi öykülerimi inşa etmek tekrar bozmak… O yüzden kimlik bence bir oyun gibidir. Öyküler içerisinde oynadığım oyunlardan biri. Yalnızlık ise geçici olarak belki başka kimliklere soyununca bitti gibi gelebilir ama özünde yalnızlık bitmiyor. Yani yalnızlık başkasıyla da bitmiyor. Çok daha derin bir yalnızlığımız var. Bazen de yalnızlığı sen bile isteye tercih ediyorsun. Aslında fark etmiyorsun ama yalnızlık için savaşıyorsun hayatında. O da çok ilginç gelir bana.

Page 14: Artistik Bellek Sayı 9

23 24

“Dokunma Dersleri” bana temasların edebiyatı gibi geliyor. İnsana iyi gelen ve rahatsız eden dokunuşları o kadar iyi anlatıyorsunuz ki içe işlememesi elde değil. Kaleminizle siz de okura dokunuyorsunuz, kimi zaman bir uyarı gibi kimi zaman serinlik katan bir dokunuş oluyor. Bizlere bu kadar tesir etmeniz üstü örtülen gerçekleri öykülerinize başkahraman yapmanızdan kaynaklanıyor olabilir mi? Üstü örtülen gerçeklerle çok derdim var benim. Örtüleri kaldırmakla, bu çok ortada zaten öykülerimi okuyanlar biliyor. Bu yüzden beni sevmeyenler de var onu da biliyorum ve bu yüzden de memnunum. Sevmesinler. Ben istediğim şeyleri anlatmayı sürdüreceğim. İkiyüzlü bir coğrafyada yaşıyoruz, aslında tüm insanlar böyle. Özellikle cinsellik söz konusu olduğunda. Bu beni rahatsız eden bir şey olduğu için, öykülerime de yansıyor. Taciz, ensest, tecavüz ve homofobi gibi kavramlara bu anlamda üstü örtülen gerçek diyorsak, evet ben onları kurcalamayı seviyorum edebi olarak bana zevk veriyor.

Çocuk, kadın, erkek, trans demeden her insanın içine girip okura bir ayna tutuyorsunuz sanki. Tüm insanlık hallerini bu denli iyi anlatabilen bir yazar, kendi hayatında olup bitenleri daha iyi anlayıp sindirebiliyor mudur?

Teşekkür ederim tüm insanlık hallerini bu denli iyi anlatabiliyor muyum bilmiyorum ama dürüst olmaya çalışıyorum. Sahtekârlığa hayatımda hiç yer vermemeye çalışıyorum. Hep söylenir ya kendine dürüst ol ki başkalarına dürüst olasın. Tabii kendimi ne kadar anlıyorum? Çok kolay bir insan değilim birçok yaratıcı insan gibi ama zorum başkalarına değildir. Zorluk çeşitlerinin en zoru galiba insanın kendine zor olması…

İlk iki kitabınız “Anne, Baba ve Diğer Ölüm-cül Şeyler” ve “Peruk Gibi Hüzünlü” önemli ede-biyat ödüllerine layık görüldü. Bir yazar için ilk kitabının ödül alması çok büyük gurur ve sorum-luluk olsa gerek. Dokunma Dersleri’ni ortaya çı-karırken ne gibi etkileri oldu bu ödüllerin?

Herkes ödül sever tabii ki. İlk kitabımın ödül alması çok hoş bir histi. Ben o ödülü çok önemsiyorum. Sait Faik Hikaye Armağanı’nı da çok önemsiyorum ama o daha öne çıktı Sait Faik adı nedeniyle . Oysa ilk kitabın aldığı Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü’ne her türden birçok kitap başvurabiliyor. Onlar ilk kitabıma verdiler ödülü. Sonra ben ikinci kitapta Sait Faik Armağan’ını alınca ‘haklıymışız’ diye bana haber yolladılar. Bu onlar için de benim için de hoş bir şey. Çünkü ödüller hep tartışılır biliyorsunuz. Onlar adına da kararlarının arkasında durmalarını sağlayan, onları onaylayan bir yaklaşım oldu. Özetle, ödülleri önemsiyorum elbette ama Dokunma Dersleri ödül almadı diye benim gözümde daha az değerli değil. Ödüllerin en güzel tarafı kitabın daha çok okurla buluşmasını sağlaması. Yoksa yazar kitabını zaten sevdiği için onayladığı için yayınlıyor. Ödül için değil. Dediğim gibi Okurların onaylaması, okurlarda karşılık bulması açısından önemli buluyorum. Sorunuza dönersem, ödüller Dokunma Dersleri’ni oluşturma sürecinde beni strese sokmadı, mutlu etti sadece. Zaten öykü öyle bir alan ki benim için, hiç kimseye hiçbir sorumluluk hissetmediğim, tamamen özgür olduğum, bütün gemileri gerekirse yaktığım, kendimi ateşe attığım yer. Hiçbir yerde bu kadar temkinsiz ve tekinsiz davranmam hayatta. Çok temkinli bir insanım. Bütün temkinleri ve tekin hissetmeyi bıraktığım tek yer öykü. O yüzden de özgürlüğe inanmıyorum dedim ama kendimi biraz özgür hissettiğim tek yer öykü yazarken içinde bulunduğum alan.

Dört kitabınızdan anlaşıldığı üzere ağırlıklı olarak insanların mutsuzluğunu anlatmayı seviyorsunuz galiba…

Aslında eğlenceli kısımlar da var kitaplarımda. Çok karamsar kitaplar değil bence komik yerler de var ama hüzün daha ağır basıyor. Ben çok hüzünlü melankolik biri değilimdir. Benimle tanışanlar genellikle şaşırır. İçimde bir hüzün var belki ama hayatta olayların artılarını görmeye çalışan biriyim. O yüzden yazdığım şeylerde hüznün daha ağır basması belki de öyle şeyleri okuyup izlemeyi sevmemden kaynaklanıyor. Biraz insanları üzmeyi seviyorum galiba, söylediğin gibi insanları uyaran bir dokunuş olarak üzmekten hoşlanıyorum. Yani sarsmaktan…

Bir yazar olarak İlk kitabınızdan son kitabınıza kadar geçirdiğiniz değişimler hakkında ne söylersiniz?

Ben değiştiğini düşünüyorum. Okudukça ve düşündükçe başta dilim değişiyor. Dili bozmayı dili çarpıtmayı da seviyorum. Şiiri sevdiğim için

biraz da, şiir dili bozar ya daha çok. Ben değiştiğini düşünüyorum, dil konulara göre daha çeşitlendi bana kalırsa. Derdi neyse insanın onu anlattığı için. Ama konular da değişebilir tabii ki dönem dönem. Hayatımız değiştiği için o dert artık sizin için zaman zaman bitiyor ve yeni dertler başlıyor. Beşinci kitap eğer öykü kitabı olursa daha farklı konular da olacak muhtemelen. Çünkü dediğim gibi her şey değişiyor, ben de değişiyorum.

Son olarak, elbette öykücü olmak isteyenlere ne önerirsiniz diye sormayacağım ama şunu sormadan da geçemeyeceğim; edebiyat yolculuğunuzun başından bugün geldiğiniz noktaya kadar geçen sürede ” iyi ki yapmışım” veya “keşke yapmasaydım” dediğiniz varsa okurlarınızla paylaşır mısınız?

İyi ki o üniversite dergisinde röportaj yapmaya başlamışım çünkü o benim için başlangıç oldu. Keşke yapmasaydım dediğim şu öykünün şu kısmını öyle yapmasaydım dediğim ufak pişmanlıklar var tabii ama onun dışında yok. Ama bundan sonra olmayacağı anlamına gelmiyor.

Page 15: Artistik Bellek Sayı 9

25 26

Bir resim var, yeşil bir bayır görmüşüz, hava buz gibi ama nasıl da güneşli ve biz yuvarlanıyoruz. Resim kahkaha atar mı? Atıyor. İzciyiz, ringanın bir balık türü olduğunu öğrenmişiz o gün. Zeki Müren’i anıyoruz ki o da öleli birkaç yıl olmuş –lingoymuş ama bizim için ringa o şişeler, yürürken bir şarkı söylemeliyiz, Didem hep öyle der.

“Şişeleeeer! Ringa ringa şişeleeer!”

Didem’i en son gördüğüm gün. Didem’in bir fotoğraf karesinin içine hapsolduğu, yıllar geçse de o görüntüde sabitlendiği gün. Hep o fotoğraftaki gibi saçlarını ışıklar içinde hatırlamak istesem de, başından süzülen kanlarla yapış yapış olmuş hali gitmiyor gözümden. Didem, liderimiz. Didem, yaşadığım ilk aşk, gördüğüm ilk ölü.

Soğuk bir mart günü, dört izci grubu yakındaki mağaraya günü birlik gezi düzenlemiştik. Üç grup liselilerdi, en küçükleri olan bizlerse henüz ortaokula yeni başlamıştık o yıllarda. On kişiydik, altı kız dört erkek. Zaten böyle kampçılıklar falan kız işidir, onlar hep daha fazla olurlar. Ben babamla annemin zoruyla katılmıştım ilk toplantıya, diğer çocukların hikâyeleri de benzerdi. Beni internet kafe batağından kurtarmak için geliştirdikleri dâhiyane çözüm ellerinde patlayacakken hiç beklenmedik bir şey oldu. Onu gördüm. Büklüm büklüm bakır saçları omuzlarına dökülüyor, yemyeşil gözleri dünyada benden başka kimse yokmuş gibi bakıyordu. Ben ilk toplantıyı alt üst edip, kendimi “bu çocuk bir daha buraya gelmesin lütfen” dedirtmeye şartlamışken, liderime âşık oldum.

Herkes abla dese de ben pes etmedim, ilk andan beri Didem dedim ona. Kızarsam da liderim derdim, hemen anlar gelir gönlümü alırdı. Kolunu omzuma atar, “Yine mi lider olduk Mert?” der, saçlarımı koklardı. Tenim ürperirdi boynunun sıcağı yüzüme vurdukça. Gizlerdi ama anlardım işte o da seviyordu beni. Yoksa neden sarılsın öyle her bulduğu fırsatta? Benden büyük ya, yakıştıramadı beni yanına. Hâlbuki birkaç yıl sabretse aramızdaki yaş farkı belli bile olmayacaktı. Yaşıma göre oldukça boylu ve kilolu bir çocuktum, kapı gibi yani. Zaten büyük gösteriyordum, ne olurdu biraz bekleseydi? Mahalle baskısı diyorlar şimdi, onun kurbanı oldu Didem de.

Ne diyordum? Güneşli ama soğuk bir mart günüydü. Yaklaşık bir saat minibüsle yol almış, minibüsü en yakın köye bırakıp sonrasında da yürüyerek mağaraya ulaşmıştık. Biz küçükler izciliğe bu kış başladığımız için ilk doğa gezimizdi, bizim kızlar çok heyecanlıydı. Soğuğa rağmen parlayan güneş herkesi neşelendirmişti. Mağaraya uzanan yolun bir yanı vadi bir yanı ormandı. Güneş almayan ormanın soğuğu yola kadar vuruyordu, güneş altında ışıldayan vadiyse bizi daha çok cezbetmişti. Yemyeşil vadiden kahkahalar arasında yuvarlanırken çekilen fotoğrafımızda Didem bütün güneşi saçlarında toplamış gibiydi. Keşke hep öyle kalsaydı ama kalmadı işte. Mağaranın önünde mola vermiş oturuyorduk. Oraya kadar zaten çok yorulduğumuz için, biraz dinlenip öyle girmemizin daha iyi olacağını düşünmüştük. Hem bu sırada kumanyalarımızı yeme fırsatı da doğmuştu. İki arkadaş meyve suyu ve sandviçleri dağıtma görevi üstlenmişti. Ben tabii ki Didem’in yanındaydım.

Etrafımızda başkaları varken o benim yanıma gelemiyordu ama benim gitmeme kimsenin laf ettiği yoktu. Saçlarımı kokladı yine, birlikte yedik yemeğimizi. Hemen oradaki kır çiçeklerinden birini koparıp uzattım ona. Aldı, saçına taktı. Uzanıp saçımdan öptü beni, koklayarak. “Benim küçük sevgilim.” dedi. Bana ilk kez sevgilim deyişini, son olarak hatırlamayı hiç istemedim.Sonra o motor sesini duydum, kirli motor sesini. Nasıl da fırlayıp koşmuştu saçlarını savura savura! Kime koştu böyle beni bırakıp diye dönüp baktığımda gördüm, başından kaskını çıkarmış bir eliyle saçlarını düzelten, bir yandan da motorunu sabitleyip Didem’e doğru çarpık bir gülüşle yürüyen bir adam. Adam. Didem’in saçlarını onun boynunda, adamın elini Didem’in belinde gördüğümde koştum, çok koştum. Nehir boyunca koştum. O kimdi, ne hakla sarılırdı öyle! Elime topladığım taşları bir bir nehre attım. Didem severdi ki beni, ihanet etmezdi bana. Evet, Didem ihanet etmezdi, böyle düşündüm o an ve sakinleştirdim kendimi. Kardeşidir belki dedim. Hiç bahsetmemiş olması bir kardeşi olmadığı anlamına gelmez sonuçta. Aşırı tepki göstermiştim, nasıl da aptaldım! Kıskanıyordum onu, demek ki çok seviyordum. Filmlerdeki gibi aşık olmuştum işte. Böyle düşününce keyiflenip yanlarına dönmeye karar verdim. Asıl aptallığı yumuşamakla yaptığımı nereden bilebilirdim! Arkamı döndüğümde onları bana doğru gelirken gördüm, el ele!

“Mert neredesin, nereye gittin öyle? Gel bak seni kiminle tanıştıracağım!”

Nişanlısıymış.

“Haydi ama Mert yapma böyle, herkes bizi bekliyor mağarayı gezmek için.”

Öyle bir yeteneğim olsa bakışlarımı nehre

attığım taşlardan arsız yüzlerine çevirdiğim an gözlerimden ateş çıkarabilirdim. Biraz umurunda olsam Didem’in, o ateşi çıkaramasam da görebilirdi. Hırsımdan gözlerime dolan yaşları fark etmelerinden korkup bir hışım kalabalığa koşarken, nişanlısını biraz itmiş miydim? Ben koştukça kısılarak yaprak hışırtılarına karışan “Kıskanıyor mu seni bu?” sesine şaşırmamıştım ama karşılığında kıkırdamak sana hiç yakışmadı Didem.

Dört izci grubu başlarımızda liderlerimizle girdik mağaraya. En küçük olduğumuz için bizi en öne aldılar. Tabii bizim artık iki liderimiz olmuştu. Didem ve sevgili nişanlısı! Herkesin hiçbir şey olmamış gibi davranmasına nasıl da sinir oluyordum! Duyduğum her kahkahayı, atan kişinin boğazına geri tıkmak istiyordum. Didem’in beni aldattığını öğrendiğim anda dünyanın yıkılmış olması gerekmez miydi? İşte şu sağda görmüş olduğumuz her ne ise, yüzyıllardır oradaydı ve olmaya da devam ediyordu. İçeri bir dinamit atıp kaçmak geliyordu içimden. Keşke bu mağara yutsaydı hepsini. Sarkıtları şöyleymiş dikitleri böyleymiş. Tepenize düşsün, karnınıza saplansın o sarkıtlar, etlerinizi yarasalar yesin! Hem bize bu masalları anlatan kim, nerede bu Didem? İkisi de şurada duruyorlardı az önce. Dışarı çıksalar yanımdan geçerlerdi, mutlaka görürdüm o zaman. İçeride bir yerlere kaybolmuş olmalıydılar. Bu ortadan kaybolmalar da neyin nesi, nerede bu Didem!

Mağaranın içine doğru hep birlikte ilerlerken, ilk günden bu güne nasıl fark etmediğimi anlamaya çalışıyorum. Çok mu saftım, nasıl oynadı benimle, nasıl göremedim gerçek yüzünü? Beni sevdiğine nasıl da inanmıştım! Ama böyledir evet, 24 yaşında şımarık kızlar, 12 yaşındaki erkeklerin duyguları yok zannederler.

Handan Özbay BALIOĞLUMAĞARA

Page 16: Artistik Bellek Sayı 9

27 28

“Toprağının özüne maraz gelmesin,” dedi sülün gibi gencecik bir gelin sütçüye. Yükledi şıngırdayan bileziklerinin üstüne iki kova sütü, yolunu tuttu evinin. Göz ucuyla kim der gibi baktı. Sersemleten taze çay kokusu toprağa vura vura gelip burnumdan sızıp dimağıma çörekleniyordu demlenerek. Ocaklarında demlik eksik olmayan, çaya vurgun insanların yaşadığı babamın köyü... Demlenmiş çay kokusunun nereden geldiği belli oldu biraz daha yürüyünce, kahveye girdim.

“Yeni kaynattım sütü, içer misin?” dedi kahve sahibi.“Çay,” dedim.İki çayla oturdu karşıma. Burnunca uzun kirpiklerine baktım uzun uzun. Yüzünde erozyona uğramış toprak ifadesiyle kahvehanede asılı boş çerçeveye baktı, gömleğinin cebine attı parmaklarını, sigarasını yaktı bir çırpıda. Bir soluk çektikten sonra “Adın ne?” dedi. “Ali,” dedim. “Ali! Otuz beş sene oldu, bırakamıyorum bu mereti.” Gülümsedim.

“Belli buralardan değilsin, ne diye geziyorsun deli divane?”

Şaşırdım. Kahvehane girişindeki mazgalı gösterdi, müdavimler ayakkabılarının çamurunu çıkarıyordu içeri girmeden. Ayakkabılarıma baktım utanarak. O mahçuplukla “Bilmiyorum,’’ dedim.

“Kimlerdensin?”“Soyadımız Kuzgun,”“Kalmadı burada onlardan, çoğu göçtü. Senin yolun neden düştü buraya?”“Bilmiyorum,”“Ben sana söyleyeyim Ali,” Sustu sigarasını söndürürken. Yenisini yaktı.

“İnsan yöresine gömer acısını,”

O an bir yılan dolandı içime, sardıkça sardı. Ufacık kaldı yüreğim de, son bir soluk almak ister gibi içimi çektim. Kurtarmaya davrandı kahvehane sahibi “Ankara’da yaşadım ben dört sene,” Yılan kara kış sineğini andıran sesini duyunca ufaldı da ufaldı giriverdi yuvasına, bıraktı yüreğimi. “Fakültede bir kıza vuruldum Ali, fakülte dediysem okuldan değildi kız,”“Ben de Ankara’dan geliyorum.”

Duymamış gibi devam etti. “İmtihanlar bitince paraları birleştirip pavyona gittik. Rakı sofrası kuruldu, ikinci dubleyi içerken benimki çıktı. Işıkların altında bir de güzeldi kancık, sorma. Görünce boğazımda yumrulandı bir yudum rakı, boğuluyorum sandım. Gözümü alamıyorum, baktıkça başım dönüyor. Arkadaşlar fark etti. O karıdan sana bir şey çıkmaz Yusuf, dedi içlerinden biri. Sesi benimkinin sesi altında uçtu gitti. Hatunun yanımda uyuduğunu hayal ederken buldum kendimi. Şarkı bitti, o odasına giderken ayağa kalktım. Arkadaşlar çekiştirdi ceketimden, oralı olmadım. Gittim kulisin önüne iki tane ayı bekliyor. Baktım kapıda resmi, görsen bir içim su. Adı Güneş… Kocaman gözleri, kirpikleri kaşlarına değiyor. Nasıl derin derin bakıyor orospu, içimde Neşet Ertaş bir türkü tutturuyor, mırıldanıyor yüreğim “O leyli leyli…” diye. Burnunu bir görsen ağaçtan yeni düşmüş erik gibi, minicik. Dudaklarına da kırmızı ruj sürmüş sanırsın ateş. Saçları dalga dalga, dökülmüş boynuna, koklayasım geldi o an. Ayılardan biri “Hayırdır?” dedi. Uydurmaya söz lazım, “İmza alacaktım ağabey.”

İkisi birden kahkaha attı, resmi ürktü zavallımın. “Ne imzası lan, gören de Bergen sanır bizim Hatice’yi.” Hatice imiş esasında adı... “Vallahi ağabey, sesi içime dokundu.”

“Lan bi’ siktir git, işimiz gücümüz bitti bir de sen çıktın başımıza.”

Yaprak ANLISÜT VE ÇAMURAşkı oyun zannederler. Kendi yaşına uygun

biriyle nişanlanıp seninle de yalancıktan sevgili olabilir zannederler. Güzel ya onun saçları çünkü, herkes onun peşinde ya, zararsızım ya ben de nasıl olsa! Kimim ki ben zaten, el kadar çocuk! Öyle olmadı ama işte, ikisine de gösterdim gününü. Böyle olmasını ben istemedim, Didem tercih etti bu sonu.

Çıkmak üzereydik mağaradan, en arkada kalmışım, farkında değildim. Sinirimden gördüğüm her taşa bir tekme sallıyordum. Arkama dönüp son kez baktım koca, heybetli mağaraya. İçimde Didem’e karşı hissettiğim ne varsa oraya gömüp çıkmayı diliyordum ki onları gördüm. Yukarıya bir yere tırmanıp bir çıkıntının kenarına oturmuş, umarsızca öpüşüyorlardı. Mert neredeymiş, Mert var mıymış ki acaba! Nasıl öperdi Didem o adamı! Bunu hak etmişlerdi. Didem hak etmişti. Bana küçük sevgilim demişti, onun kendisini öpmesine izin vermişti. Yanına bırakmayacaktım.

Etrafa göz gezdirdim, oraya çıkmak için nasıl bir yol izlediklerini bulmaya çalıştım. Mağara ziyaretçilerin içerideki sarkıtları daha iyi görebilmeleri için ışıklandırılmıştı, bu da benim işimi kolaylaştırıyordu. Zaten onlar da ışıkların yerleştirildiği alandaydılar, belli ki tırmanış için uygun bir yol vardı. Giriş ve çıkış için kullanılan oyuğun iki yanında da birer patika yükseliyordu, sağındaki patikanın eğimi tırmanmaya daha müsait görünüyordu. Gözüme kestirip var gücümle tırmandım, kumda kaymamak için taşlara tutuna tutuna bulundukları yükseltiye ulaştım. Sonra da sinsice arkalarından yaklaşıp ittim ikisini de. Didem çığlık çığlığa aşağı uçtu, düşerken bana ilk kez baktığı gibi baktım ben de, dünyada ondan başka kimse yokmuş gibi. Adamın işi öyle kolay olmadı, son anda tutundu bir taş parçasına. Hemen elinin üstüne bastım,

tekmeledim. Yaşamasına izin veremezdim. Sonunda o da Didem’in yanındaki yerini aldı. Öperken iyiydi, ölürken de yanında olsun o zaman. İkisine de son kez baktım, hiç kıpırtı yoktu. Didem’in kıvır kıvır saçları kanlara bulanıp kafasına yapışırken bağıra çağıra dışarı koştum.

“Yetişiiiiin! Didem düşmüüüüş! Düşmüşleeeer!”

Dediğim gibi, böyle olmasını ben istemedim. Didem tercih etti bu sonu.

Page 17: Artistik Bellek Sayı 9

29

Tam boynuma atılacakken Hatice çıktı kapıya. “Bırakın,” dedi, kapıyı açtı, içeri buyur etti. Odasının duvarlarını sigaradan is kaplamış bir yenisi de kül tablasında yanıyor. Sarı bir ışık var odasında, masasında ıvırı zıvırı. Oturdum bir köşeye, sessizce arkasını dönüp yüzünü gözünü silmeye devam etti.

“Yatmıyorum anam,” dedi pavyon sesi ağzına vurmuş.“Uyumaz mısın benimle?” dedim sesim ondan cılız. “Ne uyuması lan?” dedi.“Hatice’ymiş adın öyle mi?” dedim.“Burada Güneş,” dedi.“Uyumayacak mısın benimle?” dedim.“Hele desene çocuk, sen niye geldin?” dedi.Ayağa kalktım, bozuldum çocuk demesine, yüzüne bakakaldım. Karnını açtı, bir tarafı içine çökmüş, bıçak yarası belli. “Dövecek misin ulan?” dedi yarayı göstererek. “İşlemez, yüzsüz oldum dayağa.” Yanına gittim, dokundum yarasına, içine çekti karnını. Ürkek ürkek yüzüme baktı, boyasını silince küçücük kalmış gözleri. Elini elimin üstüne koydu, başını yasladı boynuma. “Git,” dedi sesi kopmaya hazır ip gibi. “Gençsin, baksana zıpkın gibisin, ben yaraşmam sana.”“Uyusana benimle,” dedim tekrar.Çekti kendini boynumdan, güldü elini kolunu nereye koyacağını şaşırırken. Aynaya döndü, tiksindi sanki kendine bakarken. “Çık,” dedi. Çıkamadım. “Çık,” dedi. O incecik ip, urgan oldu sanki. Çıktım.

İki ayı kapıda bekliyordu hâlâ. Yüzüme baktılar, koridorda yürürken biliyordum yine geleceğimi. Arkadaşlar tedirgin, kapının önünde bekliyorlardı. Sarıldı içlerinden biri. ‘‘Yapma oğlum, anan baban bekliyor köyde. Mühendis çıkacaksın, bir bokun peşine heba etme kendini,’’ dedi. İçime dokundu; ama yine de sırtına vurdum haklısın dercesine. Yürüdük Cebeci’nin sonundaki eve doğru. O gece uyku uyuyamadım, gözümün

önünde incecik beli, ürkek ürkek gözleri, küçücük elleri. Taş çatlasa yirmi beş yaşında. Ertesi gün dayanamadım yeniden gittim pavyona, kart sesli bir karı, benimki yok. O hafta her gün gittim, o yok. Gebereceğim kederimden. Diğer hafta salı günü yine gittim, baktım benimki kuş tüyü gibi süzülüyor sahnede. Ne söylediğini duymuyorum, sorma. Gördü beni, susunca kafasıyla “Gelme,” dedi. Gitmedim. Her salı pavyonun yolunu arşınlar oldum, arkadaşlardan para istemeye utanır oldum.

Her gittiğimde “Gelme,” diyordu. Bıktı belli ki “Gel,” dedi. Alışmışım ya gelme deyişine, şaşırdım. Arkama baktım, taş duvar. Yarım rakıyı yuttum, midem kavruluyor. Kulise giden koridorda aynı ayılar bekliyor, Hatice de odasının önünde. Tuttu beni, soktu içeriye. “Ne geldin yine, ben sana gelme demedim mi? Harcarlar ulan beni, işimden mi edeceksin puşt?” diye bağırdı. Utandım, eğdim yüzümü.“Uyusana benimle,” dedim.

“Tamam ulan! Neymiş bu uyuma merakı anlamadım ki. Tamam, uyuruz. Çık, bekle kapının önünde. Yok yok kapıda bekleme,” dedi.İçimde çocuk gibi sevinç Ali, arkasını döndü adresi yazdı ufacık kağıda, elime tutuşturdu. “Bir saate gelirim ben de,” dedi. Adrese baktım, Yenimahalle’de evi. Cepte taksi parası ne gezer, dolmuş da yok o saatte. Tabana kuvvet yürüyorum, üç buçuk saat geçmiş söylediğinin üzerinden. Evinin önüne vardım, ışıklar kapalı. Ne yapacağımı bilmiyorum, pencere açıldı, baktım Hatice. Eliyle sus, dedi bana. Kafamı salladım, kapıyı açtı girdim içeri. İçimde ya çoraplarım kokuyorsa korkusu var. Kahveyle geldi benimki. İç şunu, dedi. Elinde sigara, üstünde kırmızı bir sabahlık, saçlarının kokusu vuruyor burnuma, hiç bakmıyor yüzüme, pencereye dönük oturuyor. Ayakları minnacık, bembeyaz, süt gibi… Eğilip öpesim geliyor, tutuyorum kendimi.

30

“Bitirdiysen gidelim de uyuyalım. Hevesini al,” dedi alay eder gibi.Hemen kalktım, odasına gittik. Rengarenk, buket buket çiçek. Çoğu yeni alınmış, azı kurumuş. Üzerinde kartlar var, belli ki hiçbiri okunmamış. “Bunlar da hevesini almak isteyenler,” dedi. Öfkeden kudurdum sanki.

“Yat,” dedi. İtaat eden köpek misali uzandım. Sabahlığı çıkarınca incecik bedeni iyice çocuk gibi kaldı. Yattı yanıma, döndü sırtını. Tuttu kolumu, sardı kendine. Elim yarasına gelince canı acır gibi karnını içeri çekti. İçim yandı, yüzümü gömdüm saçlarına. Çektim kokusunu içime içime, ciğerlerim doldu. Uyumuş kalmışım, sabah kalktım ki gitmiş, bir de not bırakmış.“Bir daha gelme.”

Çıktım, dolmuşa bindim. Aklımda dün geceki hali, gitmiyor gözümün önünden. Bir daha görmezsem yaşayamam, diyorum kendi kendime. Eve vardım, kitapları görünce anam babam geldi aklıma. Akşama kadar düşündüm durdum. Haftaya salı… Bekler miyim, bilmem. Evini de öğrenmişim, hazırlandım hemen. Baktım arkadaşlar gelmiş, kapıda karşılaştık. Hiç konuşmadım, çıktım. Aklım Yenimahalle’ye gidiyor, ayaklarım kararsız, şaşırdım iyiden iyiye. Delireceğim sanki, tek istediğim uyumak Hatice’yle. Ne yapacağım, vardım evine. Işığı yanıyor, dört katlı apartmanın ikinci katı onun evi. Zile bastım, hiçbir şey söylemeden aldı içeri. Uzandı yanıma, yine aynı güzellik.

İki sene, her gün aynı not. Ne evin yolu kaldı ne okulun. Bizimkiler öldüm sanmış. Araba tamircisinin yanında işe girdim, kendi paramla aldığım bir lokmayı geçiremedim boğazından, çalışmayı da bıraktım.Bir gün kahvehaneden eve geldim, Hatice yok, gözüm pencerede. Bir arabadan indi, elini öptü gavatın biri. Arabaya el salladıktan sonra sildi üzerine. Ağlaya ağlaya eve girdi, sarıldı bana. Yüzü gözü simsiyah, boyaları akmış. “Gel götüreyim seni, bizim oralar yemyeşildir seversin

sen de. Ele muhtaç etmem seni. Anam babam da sevinir hem. Ha Haticem olmaz mı?” dedim.Önce okkalı bir kahkaha attı yüzüme.

Sonra “Büyümedin ulan sen! Hiç büyümedin. Okulunun da içine ettin. Nereye geliyorum, nasıl gidiyorum? Bırakırlar mı sanıyorsun peşimizi? İki senedir benimlesin, bir zerren geçsin istemedim boğazımdan sen de geçirmedin eyvallah! Şimdi karşıma geçmiş gel benimle, diyorsun. Orospuyum ulan ben orospu! Ananın elini öpmeye beni mi götüreceksin, utanma yok mu ulan sende? Git Yusuf, git, yaktın kendini! Ne biçim adamsın ulan! Bir kere yatalım demedin. Ben nereden geliyorum şimdi bir bilsen! Daha anamın karnında başladı işkence ulan! Siktir git!” dedi.

Uyuştu elim kolum. “Nereden geliyorsun?” dedim.“Orospuluktan,” dedi, öfkesi gözlerinden fışkırıyordu.Giydim ayakkabılarımı, kapının önünde durdum. “Güneş’in fotoğrafını ver bana.” dedim. Yüzüme baktı Güneş deyince. Gitti, getirdi fotoğrafını. “Gidiyor musun?” dedi. Kafamı salladım. “Ne bitmez hevesin varmış be,” dedi gülmeye çalışarak. “Öyleymiş,” dedim. Resmi ceketimin iç cebine koydum. Ağlayamıyordum, gitme desin istiyordum. Yaklaştı iyice, sarıldım öptüm alnından. Ellerini, küçücük parmaklarını kenetledi belime.

“Uyusana benimle,” dedi. Ayakkabılarımı çıkardım, uzandım yanına. İki yıl sonra ilk kez benim oldu Ali, derisinin üstünde başka ter kokusu. Hatice değil, Güneş kokuyor. Umurumda olmadı diyemem sana. Bir terin üstüne bir de benimki eklendi. Uzanıp seyrettim uyurken çırılçıplak, minnacık, bembeyaz, süt gibi… Karnındaki bıçak yarasına dokundukça kaşlarını çatıyor uykusunda bile. Babası bıçaklamış, bir gece sarhoşken söylemişti. Evden kaçmış, sonrası kendi hikâyesi. Çok sordum, anlatmadı. Uyumuşum, kalktım yoktu. Gelir sandım, gelmedi.

Page 18: Artistik Bellek Sayı 9

31

Gelmedi Ali. Belim büküldü, ciğerlerim sıkıştı gelmedi. Pavyona gittim, yoktu. Kulağıma birkaç söylenti geliyordu. Adamın birinin kapatması olmuş. İnanmadım gelmedi; inandım yine gelmedi. Bekledim, bekledim, bekledim. Aradım, bulamadım. Sakallarım yerinde ters dönerken bir gün kapı çaldı. Geldi. Git, demek için. “Neredeydin?” diye ellerine yapıştım, söylemedi. Saçlarından sürükleyerek buraya getirmek istedim, dövmek istedim, vuramadım. Yarasını hatırladıkça kıyamadım.

Çıktım evden, iki gün hamallık ettim. Cebime para girince buraya bir bilet aldım, çıktım geldim. Bir daha da Ankara’ya hiç gitmedim. Anam babam beni görünce öyle sevindi ki kendime sövdüm. Sordular, söyleyemedim. Rahmetli babam burayı açtı, o gün bugündür buradayım. Burada yatıp kalkıyorum. Anlayacağın Ali “İnsan yöresine gömüyor acısını.”

Ayağa kalktı, boş çerçeveyi çıkardı yerinden. Arkasını çevirdi. Eskimiş bir fotoğraf, tıpkı anlattığı gibi Güneş. Kül tablasına baktım, anlatırken doldu taştı; doldum taştım. Yenisini yaktığı sırada taş çaldın davasına bir kavga çıktı. Kamburunu da sırtına yüklenerek kavgayı ayırmaya gitti Yusuf Amca. Güneş’in üstüne bir lira bıraktım, kahvehaneden çıktım.

Hatırladım, Güneş’ti. Babasını hiç tanımamış Sevinç. “Annem eski pavyon şarkıcısı, yaraştırmaz annen baban beni sana.” dedi, istemedi beni. Yılan yuvasından çıktı, yuvarlana yuvarlana süründü yüreğime. Sıktı sıktı sıktı. Yürüdüm çamura bata çıka.

Acımı yöreme gömmek için.

32

Cemal ERDEMYAZAR OLAMAYACAK ÇOCUK

Komşular gülüyor. Bazılarını tanımıyorum. Annem kahkahalar atıyor ortalarında. Yanımda üniversite arkadaşım. Masa var sonra, masanın üzerinde kısırlar, kekler, ince belli bardaklarda çaylar. Bir tartışma sürüp gidiyor annem ve arkadaşları arasında. Biz sessiz sessiz oturuyoruz. Ama kimin evindeyiz emin değilim bak. Ne tartışıyorlar? Kafka’yı. Annem herkesin anladığını sanıp çoğumuzun anlamadığı yazarlardandır o diyor. Leman Hanım varoluşsal sorunlardan, yabancılaşmadan bahsediyor zeytin

yağlı dolmasını yerken. Sonra Tülay Teyze atılıyor, bizim oğlanın da dördüncü kitabı çıktı diye. Annem gözlerini bana dikiyor. Kahkahalar atıyor yeniden. Sesi Kafka’yı andırıyor. Nereden anlıyorum emin değilim. Ulan Kafka gülmez Allahsızlar, diye bağırmak geçiyor içimden. Yanımdaki arkadaşa dönüyorum ses çıkaramadan. Arkadaşımın yüzünde bir ayna. Kendimi görüyorum. Devcileyin olmayan bir böceğe dönüşürken.

Page 19: Artistik Bellek Sayı 9

33

cama doğru yöneldi, sokak lambasına baktı ve burayı hiç sevmedim dedi, başımı salladım ve bakışlarımda buraya dair hiçbir duyguya sahip olmadığım izlenimi uyandırmaya çalıştım ama bunu başarabildim mi bilmiyorum, bilge bana bakmıyordu, sadece dışarıya bakıyordu, o sadece dışarıya bakardı bazen, bu yollar bana çok yabancı, sokaklar, caddeler ve her şey, bu köyün yollarından cadılar fırlayacakmış gibi, kötü şeyler, hep kötü şeyler geliyor aklıma, hayır hayır sevmedim burayı, sevmediğime eminim dedi bilge bir yandan gözlerini dışarıdan ayırmadan, yollar bazen sadece yol olması gerektiği için vardırlar, onları sevelim diye değil dedim,

hayır, demedim, sadece düşündüm ve bilgeyi anlamaya çalıştım ama bazen onu gerçekten a n l a m ı y o r d u m , pencereden uzaklaştı ve straussun bestelerinden birini açtı cd çalardan, dinlemeye başladık, bu müzikler kendimi iyi hissetmemi sağlıyor dedi bana, ben zaten severim biliyorsun diye eşlik ettim onun sözlerine, tek başına dans etmeye başladı, şarabı bitirmiştim, sarhoş musun dedim, hayır dedi sarhoşluk böyle bir şey değildir biliyorsun, hem bu soruyu benim sana sormam gerekmiyor mu diye devam etti, ben de bunun üzerine bazen roller değişebilir dedim,

2. Unutmakunutmak nasıl bir şey öyle diye sordu, unutmak insanoğluna tanrı tarafından verilmiş en büyük ödüldür dedim ona, ah işte buralar bak buralar bana kötü hissettiriyor, kötü şeyler düşünüyorum, sence cadı diye bir şey var mıdır diye sordu,

oturduğum eski apartman dairesindeki alt kat komşum bir cadıydı dedim, kahkaha attı, her şeyle dalga geçme dedi, hayır hayır dalga geçmiyorum, sadece aklımdan geçeni söyledim, kadın o kadar cadıydı ki evde yürüdüğümde bile uzun değneğiyle tavana vuruyordu, hemen ertesi gün evden çıkacağım bir vakit sanki pusu kurmuş gibi kapıya fırlıyor, bu gece de rahat durmadınız beyefendi, bir dahaki sefere yukarıya gelmek zorunda kalacağım diye tehdit ediyordu beni gayet resmi olan soğuk ses tonuyla, aslında ne yapabileceğini bilmiyordum ama yine de ondan korkuyordum, bence onu görmediğin iyi oldu

bilge yoksa cadıların varlığına dair olan inancın biraz daha kuvvetlenirdi dedim, bilge bir yandan ikinci bardak şarabını yudumluyor bir yandan da masal d i n l e r m i ş ç e s i n e beni dinliyordu, sonrasında sustum, ve bilge de sustu, aslına bakarsanız bu küçük senaryo boyunca ikimiz de bol bol susmuştuk,

saat epeyce geç olmuştu, hayır saat yoktu, duvarlarda saat yoktu, kolumuzda saat yoktu, masalarda saat yoktu, zaman yoktu, zaman bizim uydurduğumuz bir saçmalıktı aslında, kollarımızda masalarımızda duvarlarımızda sokaklarımızda sık sık uyarılmak ve ağır ağır öldüğümüzü hatırlamak için saatleri kullanıyorduk biz, oysaki zaman dediğimiz uzayın bir ucundan diğer ucuna gitmek gibi bir şeydi, zaman dediğimiz annesinin kucağında süt emen bir bebeğin o an için yaşadığı karın tokluğu ve ardından gelen mutluluktu,

34

1. Yokaslında neden burada olduğumuzu bilmiyorum dedim bilgeye, neden sınırları birileri çıktıkça genişleyen ve eylemleri çekimsiz olmayan bu hastalıklı yerde olduğumuzu bilmiyorum, o da bana sadece olmamız gerektiği için buradayızdır belki de dedi ve hatta dedi ki bütün bunlar kader olabilir, ben ona karşı çıktım, kader dediğimiz nedir ki dedim zaten elimizle yaratmaz mıyız onu da, bilmiyorum dedi bilge umarsızca ve bunu söylerken sanki bütün bu fikirleri pek de önemsemiyor gibiydi, kader ya da tarihsel kaçınılmazlık hem ne fark eder ki önemli olan şimdi burada olmamız değil mi, evet aslında önemli olan şimdi ve şimdiki zaman, yani gelecek değil ya da geleceğe dair herhangi bir şey, ki geçmiş hiç değil, aslına bakarsan geçmiş en gerçek zaman dilimidir dedim, elle tutulabilir tek zaman geçmiştir, onda anılarımız vardır, hayallerimiz vardır, hedeflerimiz, değerlerimiz, göz yaşlarımız, yalnızlıklarımız, yoksunluklarımız, zenginliklerimiz, var oluşlarımız, yok oluşlarımız, var olamadıklarımız, yok edemediklerimiz ve daha bir sürü şey,

ben bütün bunları sıralarken bilge pencerenin kenarında durmuş camdan dışarıya bakıyor, yağan karı izliyordu, aslında karı pek sevmem dedim ona, en azından altında olmayı, hatta yağmuru da sevmem, galiba ıslak olan şeyleri çok fazla sevmiyorum, ıslak hamburger, ıslak kek, suyu sıkılmamış bir bulaşık süngeri, henüz kurumamış bir iç çamaşırı, ya da ona benzer şeyler işte, bilge gülümsedi, bana bakmıyordu ama camdaki yansımasından gülümseyişini görüyordum, bunun üzerine ben de gülümsedim, beni görüp görmediğini bilmiyordum, şarap içer misin dedi, konuyu değiştirmek ister gibi bir hali vardı ya da yeni bir konu açacak gibi, bana bakışına baktım ve

hiç içmedim dedim, daha önce içtiğini biliyorum dedi, sanki çocukça bir yalan söylemişim de kıvıramamışım gibi yüzüm kızarmıştı, evet içtim ama çok az dedim, sonuç olarak içmişsin diye karşılık verdi, haklısın dedim içtim, sence her zaman sonuçlar mı önemlidir diye devam ettim, sonuçlar sadece nerede olduğumuzu gösterir bizlere ama sebeplerden daha önemli oldukları kesindir dedi, tıpkı burada böylece bulunmamız gibi mi diye sordum, cevap vermedi, neden cevap vermediğini anlamadım ama bunu pek de önemsemedim açıkçası, önemli olanın ne olduğunu bilmiyor belki de önemsemiyordum hiçbir şeyi, bilgenin dışında,

şarap içer misin diye sordu bilge tekrardan, bu sefer geri çevirmedim ve başımla içerim anlamında onayladım onu, henüz oturduğu yerden kalktı, birer bardak şarap getirdi, şarapları su bardağına doldurmuştu çünkü evde, burası ev miydi, şarap kadehi yoktu, senin bilinçaltında bir alkolik yatıyor olabilir dedi bana, yatıyorsa da uyuyordur ve gerçekten de uyanmasını istemem şu şartlar altında dedim, bir sigara yaktı, şaşırmıştım, sigara içtiğini bilmiyordum dedim ona şaşkın gözlerle, içmiyorum zaten dedi, sadece bazen bunu yapmak istiyorum ve yapıyorum, hem biliyorsun ya hiçbir şeye tam olarak bağlanamam, belki bir şeylere bağlanmayı becerebilseydim sigaraya da bağlanabilirdim, zaten pek de matah bir şey sayılmaz, cildin erken yaşlanmasına sebep oluyor, ciğerlere ve kalbe de pek yararı yok, gülümsedim, onu dinlemeye devam ediyordum, bazen onu dinlemek iyi geliyordu, ne anlattığının pek de önemi yoktu, bazen sessizliği sevdiğim kadar seviyordum sesini ve en çok da o zamanlarda susuyordu belki de, ikimiz de sustuk,

İlker ASLANKARGANIN

“Başka kişiler olmak, ya da, ne isek o olmamak gibi iki ana seçenek var…”

Bilge Karasu

Page 20: Artistik Bellek Sayı 9

hele de sarı olunca daha çok severim, hem ben evde de sarı lambayı severim dedi, biliyorum dedim, sarı lambayı ne çok sevdiğini bilirim, eee dedi neden noktalar ünlemler kısa çizgiler uzun çizgiler uzun soluklar kısa nefesler soru işaretleri ve daha farklı şeyler yok peki, ona döndüm, gözlerine baktım, kesintiye uğramasın, hızlı hızlı ölmeyelim diye dedim, öyleyse bütün bunları yak, yazmak yaratmaktır, yakmak yıkmaktır dedi,

elimden kalemi aldı, yavaş yavaş yazdıklarıma yaklaştı, ve bütün bunların sonuna bir nokta koydu, ardından da yazılanları yaktı daha uzun sürsün diye her şey, o bütün bunları yaparken sarı sokak lambasının üzerine soğuktan üşümüş

ve kardan ıslanmış bir kara karga kondu, sokak lambası birdenbire söndü, karga gecenin karanlığına karıştı, ben bilgenin koyduğu noktanın ucuna ufak bir çizgi atıp onu da virgül haline getirdim, neden bunu yaptın diye sordu bilge, devam etmemiz için buna ihtiyacımız var dedim, bazen bazı cümleler noktanın ağırlığını taşıyamaz,

2. Unutmakhikâye biterken dışarıdan üç el silah sesi duyuldu, sokak lambası yeniden yandı, karga pencerenin kenarına kondu ama ikimiz de ne kargaya ne de sokak lambasına hikâye uydurabilecek durumdaydık, karganın hikâyesi yarım kalmıştı, yarım kalmış gözlerle baktım bilgeye, elma dedi bilge, hem geç kalan ne çok elma var hayata,

aslında zaman dediğimiz denizin dibinde basıncın da etkisiyle iyice zorlanan ciğerlerine biraz daha dayanmasını emreden bir yüzücünün nefes egzersiziydi, zaman dediğimiz şu anda burada bilgenin karşıma geçmiş hiçbir şeye aldırmadan sokak lambasına vuran kar tanelerini izlemesiydi, saat dediğin yoktu, zaman dediğin yoktu, zaman daha hızlı ölelim ve ne yaşadığımızın farkında bile olmayalım diye icat edilmişti, ve ben zamana inanmıyordum,

ben zamana inanmamaya devam ederken bilge sessiz sedasız bir köşede oturmuş sanki inanmadığımız zamanın akışını izliyordu, düş gibi, sanki bütün bunlar düş gibi dedi bilge,

3. Başkatam da o sırada dünyanın bir başka yerinde bir kadın sarı bir sokak lambasının altında bekliyordu, belki de çok önceden bildiğini sandığı bir sesi yeniden duymayı bekliyordu, sanki eski zamanlardan kalmışçasına bir şapka takıyordu, bu sebepten de yüzü görünmüyordu, sadece dudakları ve çenesi görünüyordu lambanın aydınlatabildiği kadarıyla, yolun karşısında egzotik bir ekvator meyvesini, mesela bir ananası, andıran, bir kafede oturmuş, elinde tuttuğu gazetesinin arka sayfasındaki haberlerinden birini okuyan bir adam tam o sırada yeni bir sayfayı çevirirken sokağın karşısında bekleyen kadını gördü, yüzünü göremiyordu, çünkü şapka yüzünü kapatmıştı, sadece dudaklarını ve çenesini görebildi, çantasından not defterini çıkardı, bir şeyler yazdı, garson geldi, başka bir arzunuz var mı dedi, bir bardak su istiyorum dedi adam, ve yazmaya devam etti,

kadın yavaş adımlarla yolun karşısına geçer ve egzotik bir ekvator meyvesini, mesela ananası, andıran kafeye yaklaşır yazdı, adam bunları yazar yazmaz kadın yolun karşısına geçmek üzere sokak lambasının altından ayrıldı ve egzotik bir ekvator meyvesini, mesela ananası, andıran kafeye geldi, ama yine de burası ekvatorda ya da uzak doğuda bir yer değildi şüphesiz, neresi olduğunun o kadar önemli olmadığı bir yerdi,

fonda Edith Piaf’tan non je ne regrette rien çalmaktaydı, kadın müziğin sesi ile birlikte engel olamadığı bir tebessüme boğuldu, pişman olduğu ve pişman olmadığı her şeyi düşündü o anda, çocukluğundan bu yana geçen bütün bir zamanı ve hayatının bütün evrelerini belki de,

tam bu esnada adam oturduğu yerden kalktı ve kadına orada ne bekliyordunuz diye sordu, kadın bilmiyorum belki de birisinin müdahale etmesini, keşke ne beklediğimi bilseydim ya da anlatabilseydim şimdi, başka bir evrende olsaydık daha iyi anlatabilirdim dedi, o evreni bulmak için çabalayabilirim dedi adam bunun üstüne, kadın aldığı bu cevapla birlikte adamın masasına oturdu, garsonu çağırdı ve bir bardak su istedi, garson masadan ayrıldı,

adam okumakta olduğu ama o an için çantasında olan kitabının arasından bir papatya çıkardı, kurumuş bir papatyaydı bu, onu ne zaman oraya koyduğunu unutmuştu bile, papatyayı kadına verdi, kadın papatyayı eline aldığında dünyanın bir başka yerinde bir saat kulesinin akrebi ile yelkovanı arasındaki şiddetli geçimsizlikten kaynaklanan sebepler zincirinden ötürü bütün dünyada zaman kavramı sekteye uğradı,

1. Yokdünyanın farklı yerlerinde bütün bunlar olurken bilge pencerenin kenarından ayrıldı ve yanıma geldi, yavaş yavaş cd çalara yaklaştı ve onu kapadı, kadehi masanın üstüne bıraktı, ve bana neden noktalama işaretleri kullanmadın diye sordu, virgül kullandım ya dedim, ama sadece virgül dedi, bir süre sustum, oturduğum yerden kalktım ve pencereye yaklaştım, sokak lambasını gösterdim, hele de sarı olunca daha çok seversin değil mi dedim, evet dedi,

35 36

Page 21: Artistik Bellek Sayı 9

Bahar geldi çocuklarÇıkın kırlara

Çiçeklenin çocuklar çiçekleninGüneş bütün varlığıyla tezahür etti

Güneşlenin çocuklar güneşleninHayvanlar tekrar çayırlara çıktı

Sütlerini içinKuvvetlenin çocuklar kutvvetlenin!

Nazım Hikmet RAN