60
Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz L 9 Stalin'den Brejnev'e Sovyetler üzerine düşünceler Geçmişi tekrar etme 'çözüm' mü Sosyalistler savaş konusuna nasıl yaklaşmalı? Pravda Muhabiri Stephanov'la Perestroika ve Glasnost üzerine röportaj İdeolojik-Fiili Öncülük tezinin eleştirisi Kırk Haramiler'in Yazarı M. Sönmez: 'Saptamaların kökten değişmesi gerekir" Reddettiğimiz miras ve sosyalist hareketimizin tarihi kökleri Toplumun gelişiminde eğitim ve kadrolaşmanın önemi Oblomov ve Oblomovluğumuz Sendikalara Genel Bakış

Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

Citation preview

Page 1: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz

L9

Stalin'den Brejnev'e Sovyetler üzerine

düşünceler

Geçmişi tekrar etme 'çözüm' mü

Sosyalistler savaş konusuna nasıl yaklaşmalı?

Pravda Muhabiri Stephanov'la

Perestroika ve Glasnost üzerine

röportaj

İdeolojik-Fiili Öncülük tezinin

eleştirisi

Kırk Haramiler'in Yazarı M . Sönmez:

'Saptamaların kökten değişmesi gerekir"

Reddettiğimiz miras ve sosyalist hareketimizin tarihi kökleri

Toplumun gelişiminde eğitim vekadrolaşmanın önemi

Oblomov ve Oblomovluğumuz

Sendikalara Genel Bakış

Page 2: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

Çağdaş Yol

SİYASİ DERGİDüşünce ve davranış birbirinden ayrılmaz

İçindekiler:

SAHİBİ ve SORUMLU YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ:

Süleyman Kılıç YAZIŞMA ADRESİ:

Jöntürk Cad. Nikâh Dairesi Karşısı Şamdancı İşhanı Daire: 26

Laleli/İSTANBUL DİZGİ:

Alfa Ajans BASKI:

Dünya Süper Veb Ofset A.Ş.Fİ ATI: 1500 TL.

YURTDIŞI Fİ ATI: 5 DM. GENEL DAĞITIM: Hür Dağıtım

ÖNKAPAK RESİM:

Hidalgo, Morales ve Zapata Meksika’daki ilç büyük ayaklanmanın önderleriydi. Kövlü devrinuni yansıtan tablo bıı üç önderi

mumtMÜk

Başyazı .....................................................................................................3Stalin üzerine düşünceler................................................................... 6Pravda Muh. Stephanov’la Perestroiyka ve Glasnost üzerine röpor­taj ....... 12Reddettiğimiz miras ve sosyalist hareketimizin tarihi kökleri .22İdeolojik-fiili öncülük tezinin eleştirisi .......................................... 26Sosyalistler savaş konusuna nasıl yaklaşm alı............................30Kırk Haremilerin yazarı M. Sönmez’le röportaj...........................36Geçmişi tekrar etmek “Çözüm”m ü ................................................42Toplumun gelişiminde eğitim ve kadrolaşmanın önemi ........... 46Oblomov ve Oblomovluğumuz................................................. ;.50Sendikalara genel b a k ış ................................................................... 56

■ X

Page 3: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

BAŞY

AZI

<Kriz kapıyı aralayıp içeri girmiştir. Bugün hem ekonomik, hem de politik arenada girilen kriz sarmalının bo­

ğumları birer birer kurbanlarını almaktadır. Parababaları boğumun yapıyı da kurban etmesinin önüne geçmeye çalışmaktadır. Bugün, düne göre farklı koşullarda oluşan krizi kökleriyle kavramak gerekiyor. Konunun serimini öncelikle Cumhuriyet tarihinin başlıca ekonomik göstergeleriyle yapıp, bunu siyasi olgu ve gelişmelerle tamam­lamaya çalışacağız. Krizin boyutu ve karmaşıklığı bizi böylesi bir irdelemeye yöneltiyor.

* 1 — Ekonomik serim-Türkiye ekonomisine Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte bir yaklaşımda bulunduğumuz­da, burada anahtar göstergelerden biri ekonominin büyüme hızı ve bunun sektörler arası dağılımıdır. İstatistik­ler 1924-29 yıllarında Gayri Safi Yurt İçi Hasılanın (GSYİH) ortalama olarak yıllık yüzde 11,1950-59 yıllarında yüzde 7,1 arttığını gösteriyor. Hasılanın artış hızı daha sonraki 10 yıllık süreçlerde yavaşlıyor; 1960-79’da yüzde 5,6 ve 1980-87 yıllarında yüzde 4,7.

Sanayideki büyüme temposu da buna paralellik gösteriyor. 1960-74 döneminde ortalama yüzde 8-9 büyüyen imalat-sanayi-sektörü 1974-79 yıllarında yüzde 4,7’lik bir büyüme kaydetti. 1980-84 yıllarında ise esasen 1980’lerde sıfırlanan büyümenin arkasından gelindiği için yüzde 5,5’e ancak çıkabildi.

Tarım sektörüne gelince; bu sektördeki büyüme grafiğinin daha çarpıcı olarak başaşağı olduğunu gözlüyo­ruz. 1924-29 yıllarında yüzde 16,1930-59 yıllarında ortalama yıllık yüzde 6,6 olan büyüme hı?ı sonraki yıllarda yarı yarıya düşüş kaybetti. 1970-79 yıllarında ortalama yüzde 3,8 ve 1980-87 yıllarında yüzde 3’lük büyüme.

Bu üç parametre-gösterge Türkiye Cumhuriyeti ekonomisinin 200-400 yıllık geçmişi bulunan diğer kapitalist ekonomilere göre zamanından önce yaşlanmaya ve tükenmeye başladığını gösteriyor. Tükenişi daha yakından görebilmek için biraz sabır göstererek diğer verilere de bakmamız gerekecek:

Enflasyon - Günümüzde Türkiye ekonomisinin, sınıf dengelerini sarsıcı etki yaratan bu olgunun karşısında hızla eriyip yok olmaya başladığını söyleyebiliriz. Enflasyonun geçmişi, tohumun topraktan ilk filiz vermesine benziyor. Sonraki yıllar ise büyüyüp vahşileşen ve giderek sistemi kemirip yok etmeye başlayan bir ‘sistemo- bur’a. 1950-60 yıllarında enflasyon ortalama yıllık olarak yüzde 10’u geçmedi. 1961-1970 arasında yüzde 5’e kadar geriledi. 1971-80 döneminde ise ani bir sıçramayla ortalama yıllık yüzde 30’a çıktığını görüyoruz. 1981-87 yılları ise enflasyonun artık önlenemez kronik bir hastalık haline geldiğinin yıllarıdır. Bu dönemde enflasyon ortalama yüzde 38’e fırlamıştır. Ara dönemler incelendiğinde 1973-76’da yüzde 19 olan enflasyonun 1977-79’da ortalama yüzde 50’ye çıktığını, yine aynı paralellikte 1981-83’te ortalama yüzde 33’lük enflasyonun 1984-87 yıllarında yüzde 42’ye yükseldiğini anlıyoruz.

İşsizlik -1973-79 dönemlerinde yüzde 13’lik işsizlik oranı 1980’e gelindiğinde yaşanan bunalımın doruk nok­tasında yüzde 15’e fırladı. 1981-87’de ise yüzde 16’ya tırmandı. Bu yıl yüzde 18-20’lere çıkması bekleniyor.

İhracat - Özal hükümetinin bu kadar övüne övüne bitiremediği ihracat ise iki rakamla özetlenebilir. 1975’te Türkiye’nin dünya toplam ihracatı içindeki payı yüzde 0,18 iken, 13 yıl sonra bu ancak yüzde 0,50’lere çıkabil­miştir. Ne mucize! Ne çağ atlama!..

Saydığımız bu göstergeler Türkiye ekonomisinde, ilk belirtilerini 1950Terde gösteren kanserin, sonraki yıllarda hızla

vücudun her yanına yayıldığını ve hastalıklı bedenin kurtuluşunun olanaksızlığını

Saydığımız bu göstergeler Türkiye ekonomisinde, ilk belirtilerini 1950’lerde gösteren kanserin, sonraki yıllar­da hızla vücudun her yanına yayıldığını ve hastalıklı bedenin kurtuluşunun olanaksızlığını sergiliyor. Olanaksız­lıkları anlamamız gerekiyor;

Finans - Kapital 1950’lere kadar içeride yoğun ekonomik-politik baskılar ve ‘bastırmalarla’ sermaye birikimini hatırı sayılır bir düzeye çıkarmış sonraki yıllarda ise bunu iç pazarın yoğun sömürüsüne dayalı, tekellerin ege­menliğinin hüküm sürdüğü, banka-sanayi ilişkisinin daha da katmerleştiği bir ‘ekonomik rayın’ üstüne oturt­muştur. Genişlemeci eğilimlerle 1970’lerin ortalarına kadar gelinmiştir. Finans-kapitalin hızla tüm sektörlere ve Anadolu’nun en ücra köşesine bile nüfuz ettiği bu yıllar esasen tatlı kârların elde edildiği ve bugünlerde “geç­miş zaman olur ki” gibisinden maziyi miad ettiren yıllardır.

Sermayedarlar çaplarını 1970’lerin ortalarına kadar genişletirken, bu, sonraki yıllarda duraklama eğilimine girmiştir. İşte burada, sorunun ana halkasını yakalayabiliriz. Her kapitalist ekonomide olduğu gibi bizde de ser­maye için esas kural daha fazla artı-değer üretecek mekanizmaları sağlamaktır. Ama özellikle 1980’lerde ve günümüzde finans-kapitali çılgına çeviren olay da budur: Bu mekanizmalar iyice yıpranmış ve giderek ayakba- ğı haline gelmiştir. Çünkü sermaye daha fazla sömürü için daha fazla yoğunlaşmak ve daha büyük sermayeyle yola çıkmak zorundadır. Bugün ise bu en az 5 yıllık ufukta bile görünmüyor. Bunu açalım. Sermayenin yeni yatırımlarla teknik yenilemeye gitmesi iki nedenden dolayı olanaksızdır:

Birincisi, bugün istatistikler sanayinin yılın ikinci üç ayında yüzde 1,6 büyüdüğünü, stokların yüzde 6’lara çıktığını ve son 10-15 yılın geçen yıl ulaşılan en yüksek kapasitesinde de geriye saymanın başladığını gösteri-

sergiliyor:

3

Page 4: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

yor. Böylece 4 şubat kararları sermayenin kalesinde ilk gedikleri açmaya başlamıştır. Şimdi bu gedikler öylesi­ne büyümeye başlamıştır ki, işçi sınıfının örgütlü ve devrimci gücü de işin içine girdiğinde kalenin düşme tehli­kesi belirtmektedir.

İkincisi, böylesi bir teknik yenilenme trilyonlarca liralık bir operasyon demektir. Bugün, finans-kapital yatırım yapmaktan ölümden korkar gibi korkmaktadır. Yapılan hesaplamalar finans-kapitalin gelişen krizle bir ayağını da her an hazır tetikte dışarıda tuttuğunu gösteriyor ki yine dört ayağı üstüne düşebilsin! 1976-1987 yıllarında yurt dışına çeşitli para oyunlarıyla —hayali ihracat, ithalat vb.^- yaklaşık 15 milyar dolar (Bugünkü değeriyle 24 trilyon lira) sermaye ihraç edildi. Özellikle 1979-80’li yıllar ve 1987’lerde kaçışın hızlandığı ifade ediliyor. De­mek ki, kâr rotasında ilerleyen finans-kapital gemisinin pusulası bu kez Avrupa para denizini gösteriyor!.. Spe­külatif oyunlarla havadan trilyonları vurmak varken, bizim asalak parababalarımızın ‘taş atıp kollarını yormaları’ beklenir mil..

Finans-Kapitalin SANAYNDEKİ AÇMAZI budur!..Tarım sektöründe de 1950-60’lı yıllarda başlatılan makineleşme atılımıyla kırsal alandaki potansiyel kaynak­

lar harekete geçirilerek talan edilirken, bu konuda da 70’lerin ortalarından itibaren damarlar tıkanmaya baş- lamıştır. Finans-kapital burada meşhur GAP projesiyle "makus talihini yenmeye” çalışmaktadır. Oysa nafile! Çünkü daha şimdiden bu proje ‘devletin kasası tam takır olduğundan’ beş yıl kadar rötar yapmıştır. Yıllar önce bitirilmesi düşünülen, GAP’ın bir parçası olan Urfa Tüneli bir kaç beş yıl daha tüketecektir.

GAP’ın sınıf hareketinde yaratacağı ‘katalizör-hızlandırıcı’ etkisi de işin çabasıdır. Kırsal alanda yeni bir tala­nın sayfası açılmaya çalışılıyor. Ama bugün ne Türkiye 1950’lerin Türkiyesi, ne de Dünya!..

Finans-Kapitalin TARIMDAKİ AÇMAZI budur!..İhracatta da umutlar ‘hayal olup da ihraç edilmiştir’. Bu yolla milyarlarca dolar elde edildiği ‘bahis konusu’

ediliyorsa da bunun da sonuna yaklaşılmıştır. Bunun başlıca nedenlerinden biri sermayenin geri teknikle çalış­ması ve bu yüzden tüm teşviklere rağmen diğer kurlarla sofrada güçlü bir şekilde hırlaşıp pay alamamasıdır. İkincisi, Uluslararası Finans-Kapitalin IMF, Dünya Bankası kanallarıyla empoze etmeye çalıştığı modelle çeliş­mesidir:

O halde, DYP ve SHP’nin, ekonomi temelinde var olan gerçeklikler göz önüne alındığında

ve verdikleri fetvalar da değerlendirildiğinde bir alternatif değil, 12 Eylül ve 24 Ocak’ın

“devamcıları” oldukları anlaşılmaktadır;Uluslararası finans-kapital bir yandan bizim gibi ülkelerin, borçlarını sadık bir şekilde günü gününe ödeme­

sini istemektedir, öte yandan gümrük duvarlarını yükselterek, kotalar koyarak bu istemine yine kendi çelişkisiy­le en büyük darbeyi vurmaktadır. Yapılan hesaplamalara göre, Türkiye’nin dünya toplam ihracatından aldığı payın 1975’de yüzde 0,18 iken, bunun 1987’de yüzde 0,50’yi ancak yakalayabildiğim belirtmiştik.Yani 13 yılda ancak 0,32 puanlık bir artış. Bir de öteki ülkelere bakalım: Güney Kore’nin dünya ihracatından aldığı pay yüzde 2,5’ları geçiyor, küçücük Hong Kong’un payı yüzde 2’ye varıyor, Singapur gibi bir ülkenin bile payı yüzde 1,2’ye çıkıyor. Oysa Türkiye daha sıfırı yarılayabilmiştir. Öyleyse içeride ‘ihracat beş kat arttı’ iddialarını dünya pazarı yalanlamaktadır. Bir de, doların değerinde her gün yapılan mini devalüasyonlarla esasen sürekli kan kaybetti­ğimiz göz önüne alındığında ihracatın da ‘ucan halı’ misali çare olamadığını görüyoruz. Öyle ki, yılbaşından bu yana doların değerindeki artış yüzde 50’lere yaklaşmasına karşılık ihracat teklemeye başlamıştır. Çünkü içeride enflasyon sarmalına giren parababaları tüm para oyunları ve teşviklere rağmen diğer pazarlardaki şans­larının birer birer kaybetmekte, kapılar birer birer yüzlerine kapanmaktadır.

Finans-Kapital’in İHRACATTÂKİ AÇMAZI budur!Tüm bu parametreler bir araya getirildiğini artık ekonominin uzun dönemli bir resmini çekebileceğimizi söy­

leyebiliriz.Yapılan bir araştırmaya göre Türkiye ekonomisinin devresel olarak krize girme nöbetleri saptanmıştır. Bu araş­

tırmaya göre Türkiye ekonomisinin dip —bunalımın had safhaya vardığı dönem— ve zirve —gönenç anlamın­daki dönem— yılları ve dönemleri belirlenmiştir. Burada yapılan en önemli saptama ‘dip noktalar arasındaki’ aralığın giderek kapandığıdır. 1950-60 yıllarının kapsandığı dönemde dip noktalar arasındaki yıl aralığı 4’tür. 1960-70 yıllarında bu 3,9 yıla gerilemiştir. 1970-80’lerde ise dip dalgaların arka arkaya yükseldiğini görüyoruz: Aralık 3 yıla kadar gerilemiştir.

Demek ki, kriz nöbetleri daha sık olarak finans-kapitali ‘ziyaret etmeye’ başlamıştır. Hayra alamet değil!..Siyasi serim - Bu konuda ilk söylenebilecek şey 1960’lı yılların ortalarına kadar büyük ölçüde ‘kedersiz geçen’

yılların bundan sonra tersine döndüğüdür. 60’lı yılların sonları ile 70’li yıllar ortalarından itibaren kabaran sınıf mücadelesi dalgası binlerce deneyimi biriktirmiştir. 80’li yıllar sonrası öne çıkacak olan ve mücadele hattını örebilecek birikimler açığa çıkmıştır.

8 yıldır politik alanda gidilen kurumlaşmalar da deforme olmaya başlamıştır. 1980 öncesinden çok iyi ders alan parababaları bu kez her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğunun bilinciyle tek partinin hüküm sürdüğü bir süreç yaratmaya çalıştı. Ama yine evdeki hesap çarşıya uymadı.

1970-80 yıllarında Türkiye’de tam 11 hükümet değişikliği yaşandı. Özellikle 70’lerin ortalarından itibaren sis­tem iyice aşınmaya başlarken, koalisyonlar siyasetin vazgeçilmez ara çözümleri oldu. 80’de Cumhuriyet tarihi­nin en ağır krizi bu konuda da köklü bir tavır değişikliğine gidilmesini ‘emrediyordu’. Vehbi Koç, ‘uzun yıllardır ABD’de uygulanagelen iki partili bir sistemin oturtulması’ hayali içindeydi. Hayali gerçek kılmak için anayasa­nın dışında diğer yasalarla da bu yeni sistem tahkim ettirilmiştir. Ama tüm bunlara rağmen, 80 öncesinin ‘hastalıkları’ yine başka biçimlerde ortaya çıkmakta ve yine parababalann keyfini kaçırmaktadır.

Hastalık bu kez koalisyonlar veya sık sık hükümet değişiklikleriyle olmamaktadır gerçi ama bu kez gündem­de parababalarımızın yeni icadı! Referandum sahnededir. Daha 1 yıl önce Bay Demirel ve Ecevit’i ‘hürriyetle’ azad etmek için sandığa gidilmişti, şimdi de yerel seçimlerin erkene alınması için. 1983'den beri 5’in üstünde seçim atmosferi yaşanmış ve bu sonunda ekonomik hesapları da alt-ust etmiştir.

Kriz kapıyı aralayıp içeri girmiştin Bugün ekonomik, hem de politik arenada girilen kriz sarmalının boğumları, birer birer kurbanlarını almaktadır. Parababaları boğumun yapıyı da kurban etmesinin [ önüne geçmeye çalışmaktadırlar.

Page 5: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

Referandum, koalisyonlar gibi istikrarsızlığın artık bir başka adı olmuştur. Finans-Kapital’in azgın babası Sa­bancı ‘Hastalıklar tünelinden geçiyoruz, kantarın topunu iyi ayarlamak lazım, yoksa bunun bedelini 50 milyon ağır “öder” derken kendisini bunun dışında tutmaktadır. Bunalım derinleştikçe bankalar kubbesinde domuz topu haline gelen finans-kapitalizm de sular altında kaldığında şaşılmasın!..

Siyasi gelişmeler Türkiye’de ‘bir teknoloji devrimi hızıyla’ başdöndürmektedir. Dünün Özalcı parababaları buğun Demirel’e methiyeler dizmekten geri kalmamakta ona iyiden iyiye göz kırpmaktadır. Finas-Kapitalin ocağı TÜSİAD’da yapılan dirsek temasları, kapalı toplantılar Demirel’in de aldığı icazetin ardından iyiden iyiye düşünülmeye başladığını düşündürüyor. Değneğin diğer ucunda sosyal-demokratlarımız vardır.

Her iki ucun ‘ne yapabileceklerini önce kendi ağızlarından dinleyelim. Bay Demirel’in esasen Finans- Kapitalin yedek atı olması yüzünden ekonomik-politika konusunda gündeme getireceği yeni bir şey yoktur. Za­ten kendisi Özal ile arasındaki farkı şu cümleyle açıklanmaktadır: “ Beethoven’in 7. senfonisini —Yani 24 Ocak bestesini kastediyor— Wew York Flarmoni Orkestrası ayrı, Dinar Belediye Bando Takımı çalar. “ Burada, Demi- rel’in faşizmin daha estetik bir yüzle uygulanması yönündeki ısrarını anlıyoruz. Oysa bugünkü ortamın sertliği estetik de olsa bütün kanı, işkencesi, zulmü ile 12 Eylül’ün arkadaki yüzünü gizleyemez. Bay Demirel, burada bir başka demagojiye kaçıp ‘devletten’ dem vurmaktadır. Çünkü finans-kapitalin stratejik hattı için önerebilece­ği başka bir ‘reçete yoktur’.

Finans - Kapital’in DEMİREL AÇMAZI budur!Değneğin diğer ucundaki bayların da pek fazla şanslarının olmadığını yine kendi ifadelerinden anlıyoruz.

Referandum öncesi yaptıkları söyleşilerde Bay İnönü ve onun yeni silahşörü Deniz Baykal Özal’ın halen izledi­ği ‘her gün yapılan mini devalüasyonlar, ihracata öncelik’ gibi ekonomik politikalarına aynı yaklaşım içinde ol­duklarını açıklamaktadır. Bir diğer açıklamalarında, CHP’nin yıllardır savunduğu ‘bağımsızlık’ ilkesini de Finans- Kapitalin yüzü suyu hürmetine terk eylemişlerdir.

O halde, DYP ve SHP’nin ekonomi temelinde var olan gerçeklikler göz önüne alındığında ve verdikleri fetva­larda değerlendirildiğinde bir alternatif değil, 12 Eylül ve 24 Ocak’ın ‘devamcıları’ oldukları anlaşılmaktadır.

Hastalık bu kez koalisyonlar veya sık sık hükümet değişiklikleriyle olmamaktadır gerçi ama bu kez gündemde parababalarının yeni

icadı! Referandum sahnededir. Daha 1 yıl önce Bay Demirel ve Bay Ecevit’i ihürriyetle’ azad etmek için sandığa gidilmişti, şimdi de

yerel seçimlerin erkene alınması için.

Finans-Kapitalin her iki devamcıya da daha sıcak bir gözle bakmaya başlamasının işaretleri giderek ‘kabak haline gelen lastiğe’ yedek bulundurma ihtiyacındandır. Ne olursa olsun, sonuçta 24 Ocak senfonisi onların yaşayabilmeleri için kimi zaman yavaşlayan, kimi zaman da hızlanan bir tempoda çalınacaktır. Orkestra şefinin görevi itaat, besteye sadık kalmak ve onu seslendirmektir.

Siyasi arenada yaşanan olayların bir başka tarafı da esasen bestenin devamlı çalınmasını zorunlu kılmakta­dır. 1970’lerin ortalarına kadar baş ağrıtmayan Doğu sorunu da artık tüm canlılığıyla gündemdedir. Daha şimdi­den ekonomik mekanizmanın ve sistemin kanının önemli bir miktarını bu sorun emmeye başlamaktadır. Eko­nominin başlayan militarizasyonu da kocaman bir açmazdır. Çünkü, bu da finans-kapital için uzun bir soluk alınabilmesine bağlıdır. Bu ise bugün olanaksız görünmektedir. Somut koşullar bu ufku da açmamaktadır.

Sermaye kalesinin hem ekonomi hem de siyaset arenasında bozguna uğramasına yol açacak gelecekteki beklenen gelişmeleri de sıraladığımızda tabloyu yavaş yavaş tamamlayabiliriz:

4 Şubat kararlarının 1991’lere kadar yürürlükte olacağının belirtildiği bir dönemde, uluslararası finans-kapitalden art arda uyarılar gelmeye başlamıştır. Başta IMF ve OECD dünyaya örnek gösterilen Türkiye ekonomisinin kır­mızı alarm verdiğini raporlarıyla sergilemektedirler. Sermaye çevrelerinde ‘daha önceki kararlara fatiha okuttu­racak yeni kararların ve paketlerin açılacağına’ ilişkin başlayan söylentilerle bu uyarılar bir araya getirildiğinde referandum sonrasında finans-kapitalin hem ekonomik, hem de siyasi cephede yani bir saldırıya hazırlandığı izlenimi doğurmaktadır.

Ülke içinde başlayan krizi hızlandırıcı iki çok önemli etken daha mevcuttur: Bunları sıralamak gereklidir. Bi­rincisi, bugün artık 50 milyar doları aşan dış borçların finans-kapitalin önüne dayanacağı ‘borç erteletme ope­rasyonudur’. Borç erteletme parababalarının kaderidir. Ama bunu şimdi, uluslararası finans-kapital nezdinde itibarlarını yitirmemek ve değirmenin aşırma suyla; borçlarla dönmesini sağlamak için ağızlarına bile almak­tan korkmaktadırlar. Bunun yapılması, bu kez bugün 50 milyar doları aşan yarın hızla 60 milyar dolara doğru tırmanan dış borçların bugün olmasa, en geç bir-iki yıl içinde bu kez çok daha kronikleşerek kapıyı çalması gündeme getirecektir. Ya bugün, ya yarın veya ertesi gün. Ecelden kaçmanın faydası yoktur!.. Her iki durumda da borç erteletme damarlardaki tıkanıklıkları arttıracak, bu kez kalpten beyne kanın pompalanamama tehlikesi apaçık belirecektir.

İkinci etken ise sonbaharda başlayacak yaprak dökümüdür. 1982-83’lerde başlayan ve bu yılın başlarında hafifçe başını doğrultan iflas dalgası ortalığa toz attıracaktır. Faizlerle artık nefes alamayan özellikle küçükten de çıkın, orta ölçekli sanayiler, firmalar finans-kapitalin avucunun içine düşmeye başlayacaktır. Bunun yanın­da, tampon sınırdaki orta kitlelerin de enflasyon, işsizlik, parasızlık üçgeninde giderek mülksüzleşmeye başla­maları da söz konusudur. Bir bankerlik faciası gibi, bir konutzede faciasının ortaya çıkması için tüm şartlar hızla olgunlaşmaktadır. Her iki olay da kitlelerdeki ekonomik ve politik kopuşmaları ve tepkilemeleri gündeme getirecektir.

Örgütlü proieterya sosyalistleri işte bu momentte, politik istikrarsızlık ortamının giderek nesnel bir olgun meyve haline gelmeye başladığı momentte, geçmişten bu kez farklı koşullarda, farklı ve yüksek dövüş gücüyle günde­mi belirleme, geiişmeteri kendi kanallanndan yürütmeye başlamak göreviyle karşı karşıyadır. Artık finans-kapitaliçin geri dönülmez bir yolda ilerlendiğinin her geçen gün kesinleştiği bir dönemde bu görev on binlerce prole- terya sosyalistinin omuzlarındadır.

5

Page 6: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

STALIN'DEN GORBACOV'A

MEHMET YILMAZER

Gorbaçov’un başlattığı yeniden yapılan­ma süreci ilerliyor. Gerek dünyada, gerekse Sovyetler’de pek çok tartışmaya yol açan bu gelişim aynı zamanda kendinden önceki dönemlerin kritiğini de gündeme getirme­den edemedi. Bu ise özellikle Stalin döne­minin tartışılması demekti. Sovyet insanı, bugüne kadar yakalayamadığı fırsatı el­de edince yılların birikimi, bazen çekimser olarak da olsa, ortaya saçılmaya başladı. Bugün Sovyetler’de yeniden yapılanmanın hergün aldığı yeni biçim kadar Stalin dö­nemi de tartışma konusu. Yeni düşünce­ler elli yıl öncesinin olaylarını yargılayarak ürüyor. Türkiye devrimcileri için olayın an­lamı, tarihte kalan olaylann yeniden değer­lendirilmesi olurken, Sovyet insanı için ken­di tarihi, yeni bir atılış için sıçrama tahtası anlamına geliyor. Onun, bütün örtülü yan­lan açılmalı, bütün “tabular kınlmalıdır. Glasnost insanları böyle düşünüyor.

Yeniden yapılanma neden, kendinden önceki dönemleri gündeme getirdi? Çün­kü, perestıoyka genel karakteri bakımından öncesinin zıttı özellikleri taşıyor. Ve bugü­ne kadar katılaşmış pek çok kalıbı kırarak gelişiyor. Eğer olaya skolastik bir mantıkla bakılırsa artık değiştirilen ve inkâr edilen dü­nün değerleri top yekûn “yanlış” olarak ilan edilebilir. Hele yaşanan değişim oldukça derin birikimlerden sonra patlak verince böyle bir tehlike daha da artmaktadır.

“Stalin ve SSCB tarihi üzerine tutku kö­pürüyor ve daha uzun süre köpürmeye de­vam edecek. Tartışmada daima iki taraf - olacak: Stalin’den nefret edenler ve bütün yürekleriyle ona dürüstlükle “hizmet eden- ler” ( l )

Bir kimya mühendisi, Sovyetler’de bir ga­zeteye yolladığı mektupta böyle diyor. Ve bugün akıp giden tartışmada gerçekten bu iki zıt kutup çoktan şekillenmiştir. Uçlardan birisi Stalin döneminin topyekün inkânna vanrken, diğeri ise bütünüyle benimsenme­si gerektiğini savunuyor. Bu savruk düşün­celer, yıllann birikiminden sonra hiç de şa­şırtıcı olmasa gerek. Bunlar, glasnost seli­nin deli akıntılarıdır. Zaman, ama hepsin­den önemlisi Parti’nin doğru yol gösterici­liği, savrulan akıntılan esas nehir yatağın­da toplayabilir.

Stalin dönemiyle ilgili, böylesine birbiri­ne zıt düşüncelerin şekillenmesinin altında hiç şüphesiz ki objektif bir temel olmalıdır. Hatta bu maadi temel bugüne kadar sark­mamış olsa, tepkiler belki de böylesine ayn noktalara sıçramayabilirdi. O nedenle Gor- baçov’la başlayan yeniden yapılanma ha­reketi, geçmişe göz atmadan yeterince açık­lanamaz.

STALİN DÖNEMİStalin 29 yıl Sovyet iktidannın birinci is­

mi olarak kaldı. Ancak “Stalin dönemi” ola­rak top ateşine tutulan dönem ise 1934lerle başlar. 1934 öncesinde genel­likle Stalin’den “olumlu” olarak söz edilir. Sonrasında ise “kişi tapıncı”yla aşırılaşan “kötülüklerinden...

Bu yargının gerçeklik payını irdelemeli- yiz. Sovyetler’de dönemler lider isimlerine aşınca bağlı görünüyor. StaKn’in liderliğin- ]

debise iki farklı dönemden söz etmek müm­kün. Ve gerçekte Stalin döneminden bu­güne dek gelen hastalıklar 1934 Sonrası­nın yapılanmasında yatar. Bu birbirinin ka­çınılmazca devamı olan fakat birbirinden ol­dukça farklı özellikler gösteren 1934 öncesi ve sonrasının temel karakterlerini irdeleme­ye çalışalım.

Lenin’in kısa ömrü sosyalizmin kurulu­şunda “savaş komünizmfnden NEPe dö­nüşe yetebildi. 28 Şubat 1921 Kronştat ayaklanması, ‘savaş komünizmine bir tepki oldu. Ve NEPe dönüş başladı. NEP en baş­ta kıra “ticaret özgürlüğü” demekti. Geçici bir geri çekilmeydi.

Yine aynı yıllarda uluslararası planda çok önemli bir değişim, Avrupa’da bir proleter devrimi olasılığının gittikçe tükenmesiyle yaşandı. Böylece SBKPnin gündemine “tek ülkede sosyalizm” sorunu bütün şid­detiyle geldi. Bugünden olaya bakıldığın­da, her şey otağanüstü basit görünüyor. Ancak o günlerin cehennemcil ortamında sorun hiç de apaçık değildi. “Tek ülkede sosyalizm” sorunu Lenin’in 1915 Yılında “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine’ makalesinde ele aldığı gibi teorik bir so­run olmaktan çıkmış, tamamıyla pratik bir var olma savaşına dönüşmüştür.

Leniriin ölümünden sonra bu konuda en az Stalin yalpaladı. Başta Troçki, ardından Zinovyev tek ülkede sosyalizmin “zaferini” imkânsız gördüler. Bu paniğin politikaya yansıması ise kendini Troçkistlerin “aşın sanayileşme” parolasında ortaya koydu.

1923-27 yıllan arasında Parti saflanndaki en yaygın ideolojik mücadele konusu “tek ülkede sosyalizm sorunu” ve NEP idi. “Troç- kist muhalefet” 1923’lerde Avrupa’da bir devrim ihtimalinin o dönem için sona er­mesi gerçekliğinden hareketle, Sovyetler- de sosyalizmin kuruluşunda geçici bir adım olarak uygulanan NEP’e şiddetle karşv çık­maya başladılar.

Ekonomi konularında Troçkistlerin söz­cüsü durumunda olan E. Preobrazhensky 1925’lerde şöyle diyordu:

“Başlangıçta NEP kelimesi türetildi ve ay­nı anda üç anlamda kullanıldı: a) Yeni eko­nomi politika, b) Karma meta sosyalist sis­temimiz, c) Ekonomimizde burjuva pren­sibi. Şimdi “yeni ekonomi politika” yerine sosyalist birikim politikası, sosyalist birikim dönemi demek daha doğru ve uygun olur­du.” (2)

E. Preobrazhensky, “sosyalizmde ilkel birikim” tezinin savunucusudur. Geri ülke­de sosyalizmin kurulması sorunu böyle bir problemi sosyalist devletin önüne getirmiş­tir. Peki bu nasıl yapılacaktır?

“Küçük burjuva ekonomisinin (köylülük dahil) kaynaklarına dokunmaksızın, sosya­list ekonominin kendi başına ilerleyebileceği düşüncesi hiç şüphesiz her durumda karşı devrimci bir ütopyadır. Sosyalist devletin bu noktadaki görevi, kapitalistlerden aldığın­dan daha azını küçük burjuva üreticilerden almak değil, fakat ülkenin sanayileşmesi ve tarımın yoğunlaştırılması temelinde, bütün ekonominin (küçük üretim dahil) rasyonel-

leştirilmesiyle küçük üreticiye sağlanacak, halen daha geniş olan gelirlerinden da­ha fazla almayı içerir (3).

Bu tez, 1921’lerde başlatılan NEP’i bü­tünüyle dışlamaktadır. NEP, geri üretim te­melinde kaçınılmaz bir şekilde, köylülerden “daha fazla almayı” değil, köylüye verilebi­len sanayi ürünü oranında almayı temel politika edinmişti. “Savaş Komünizmi” uy­gulamasından bu noktada aynlıyordu. O y­sa Troçkistlerin tezleri bu yönüyle “savaş ko- münizmi”nin sürdürülmesi anlamına geli­yordu.

Yazar, aynı “ilkel sosyalist birikim tezi1 ’nde, “sosyalist formlar tarafından sosyalizm öncesi formlann sömürülmesfnden söz eder. Ancak bu teze Buharin’in haklı itiraz- lan karşısında kendini şöyle savunmadan edemez:

“Makalemde sosyalist formlarla sosyalizm öncesi formlann sömürülmesinden söz et­tim, fakat hiçbir yerde ve hiçbir zaman pro­letaryanın köylülüğü sömürmesinden söz etmedim. Bundan bilinçli olarak kaçındım, çünkü sosyalizm tarafından küçük üretimin sömürülmesi hiç de zorunlu olarak prole­tarya tarafından küçük üreticilerin sömü­rülmesi anlamına gelmez.” (4)

Bilindiği gibi geri tanm ilişkilerinde kü­çük üreticinin artı-değeri sermaye birikimi­ne yol açamayacak denli azdır. 1925 Rus­ya’sı koşullarında Troçkistlerin bu tezleri köylülüğe henüz gerekli tanm aletlerini ver­meden onlan yıkıma uğratmak anlamına geliyordu. Bu, proletarya iktidannın çök­mesi olurdu. Bu tezler X IV Kongrede (1925) reddedildi. Kongre sonrası gizli ya­yınla propagandayı sürdürmeye çalışan Troçkist muhalefet 1927 sonunda partiden ihraç edildiler. XV. Kongre (1927) öncesi Parti’de yürütülen açık tartışmada 724.000 üye MK tezlerini, 4000 üye Troçkist mu­halefetin tezlerini destekledi.

Yukanda açıklandığı gibi Sovyetler’de sosyalizmin kuruluşunda ilk önemli dönüş noktası NEP’in ilanıyla başlamıştır. Sana­yii elinde tutan proletarya devletinin henüz geniş köylü yığmlannı yeni tanm tekniği ve gerekli tüketim maddeleriyle besleyemediği bir dönemde, tanm ürünlerine belli ölçü­lerde serbest ticaret hakkı veren NEP, böy­lece proletarya iktidanna sanayii hızla kur­mak için bir nefes alma imkânı veriyordu. Ancak böyle bir geçici geriye çekiliş, yani kırda ve iç ticarette kapitalizmin gelişmesi­ne belli ölçülerde özgürlük tanınması, tek ülkede sosyalizmin kurulma imkânını gö­rem eyen leri pan iğe uğrattı. “Aşırı sanayileşme” ve “köylüden daha fazla alınması” çığlıklannı attılar. Oysa 1921 Kronştand ayaklanması geri köylü yığınla- nndaki hoşnutsuzluğu açığa vuran en ke­sin kanıttı. XIV. Parti Kongresi bu görüşle­ri resmen yenilgiye uğrattı.

Sosyalizmin kuruluşunda diğer önemli dönüş 1929 yıllannda başlar. NEPin ilk dö­nemi kapanmak üzeredir. Kırda kulaklara karşı mücadele başlar. Tam bu momentte, Parti’den Buharin liderliğinde “sağ muhalefet" patlak verir. Her dönüm nok-

Page 7: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

tası Partide kaçınılmaz biçimde savrulma­lara yol açmıştır.

Bu dönüşün özü ve nedenleri neler­di?

Buharin’e verdiği cevapta Stalin şöyle di­yor:

“Oysa şimdi yeni bir gelişme evresi, eski dönemden, yeniden onanm döneminden, farklı bir döneme geçiyoruz. Yeni bir kuru­luş döneminden, tüm ulusal ekonominin sosyalizm temeli üzerinde “ yeni baştan kurulması döneminden geçiyoruz.” (5) Bu ne demektir? Kapitalizmden devralman üretim araçlannm “yeniden onanmfndan, sanayiin “yeni baştan kurulması”na geçiş­tir. Böylece kapitalizmin halen var olan ar- üklannm hayat alanlan iyice daraltılmış olu­yordu.

Öte yandan, NEFin ilk döneminde kır­da kulak güçlenmiştir. Malını pazara sür- meyip, spekülasyon yapabilecek kadar pa­lazlanmıştır. Stalin bir örnek aktarır:

“Örneğin, Kazakistan’da meydana gelen olay gibi olayları biliyor mu? Ajitasyoncu- lanmızdan biri, ülkenin azığının sağlanma­sı uğruna, buğday ekicilerini buğdaylarını teslim etmeye ikna etmek için iki saat bo­yunca konuşmuştu; bir kulak, piposu ağ­zında öne çıktı, ilerledi ve yanıt verdi ona: ‘Hele şöyle biraz danset bakalım delikan­lım, belki de o zaman iki pud buğday veri­rim sana’... Gidinde ikna edin bakalım bu adamlan!” (6)

Şehirde, sosyalist sanayiin temellerinin güçlenmesi, kırda buna bağlı olarak koo­peratif hareketinin hızlanması, artık palaz­lanan kulaklann tasfiyesi momentine vanl- dığına işaret ediyordu.

Oysa aynı dönemde Buharin’in tezlerin­de yükselen mücadelenin karakteri farklı bir şekilde tespit edilir:

“Kendi ‘iş’lerine izin vermekle şehir bur­juvazisiyle (Nepman) sınıf mücadelesini ter- ketmediğimiz gibi, aynı şekilde, kırdaki ben­zer politika ile de sınıf mücadelesinin ter- kedildiği anlamı çıkmaz. Yalnızca onun bi­çimini değiştiriyoruz. Kır tüccarlarının dük­kânlarına doğrudan zor ve güçle karşı çık­mamalı, fakat kendi iyi kooperatif dükkân- lanmızla karşı çıkmalıyız. Köy tefecilerine karşı... kendi kredi sistemimizle karşı koy­malıyız... Bunlar kırlardaki sömürücü un­surlarla mücadelede öne çıkartmamız ge­reken silahlardır.” (7)

1927-28’de patlak veren kulaklann “buğ­day grevi”ne rağmen Buharin sınıf müca­delesinde karakter değişimini görememiş­tir. Buharin, daima “adım adım” bir deği­şimle Nepmanlann ve Kulaklann elenme­sini, güçsüzleştirilmesini savunmuştur. O y­sa, emperyalizm denizinin ortasında bir adacık konumunda olan Sovyetler için za­man kaybı en öldürücü etkendi. Aynca, Kulaklann direnişi, yani spekülasyonu ar­tık yeni bir momentin gelip çattığını açıkça ilan ediyordu.

“Biz, 1921’de NEPi kurduğumuz zaman, onun sivri ucunu savaş komünizmine, her ne olursa olsun, tüm ticaret özgürlüğünü dıştalayan bir rejime ve bir eşya düzenine karşı yöneltmiştik. NEPin belli bir ticaret özgürlüğü anlamına geldiğini düşünüyor­duk ve düşünüyoruz. Buharin, sorunun bu yönünü aldı. Çok iyi. Am a Buharin, soru­nun bu yönünün NEP’in tümü olduğunu varsaymakla yanılıyor. NEPin bir de öteki yönü olduğunu unutuyor. Gerçekten de, NEP eksiksiz tüm bir ticaret özgürlüğü, pa­zar üzerinde özgür bir fiyat oyunu demek değildir. NEP, bazı belli sınırlar içinde, ba­zı belli çerçeveler içinde, pazar üzerinde­ki düzenleyici rolü devletin elinde ol­mak üzere, ticaret özgürlüğü demektir. Bu da NEP’in ikinci yönüdür.” (8)

NEP’in ilk 6-7 yılından sonra kulakların

başlattığı “pazar üzerinde özgür bir fiyat oyunu* Buharimn tezleri ile aşılamazdı. Bu­harin, NEPle birlikte, henüz sosyalizmin en kritik kuruluş günlerinde, sınıf mücadelesi araçlannı neredeyse bütünüyle ekonomik bir yanşa indirgemiştir. Oysa, o günlerde siyasi zordan vazgeçmek, genç Sovyet ik- tidan için mümkün değildi.

“Sağ muhafelet”, yani Buharin, Rykov ve Tomsky’de somutlaşan bu politika XV. Kongre sonrası 1929’da Partiden tasfiye edilmiştir Ardından gelen XVI. Kongre (1930) “tüm cepheler boyunca sosyalizmin top yekûn saldırı kongresi olarak” (9) tari­he geçmiştir. Bu saldırının düzenli tümen­leri 1928-1932 yıllannı kapsayan ilk beş yıl­lık plan uygulamasıdır.

1934’te XVII. Kongre raporunda Stalin gelişmeleri değerlendirirken şu tesbitleri ya­par: “Bundan, kapitalist ekonominin artık SSCB ’de tasfiye edilmiş olduğu ve kırsal alanda bireysel köylüler kesiminin ikincil plandaki mevzilere çekilmiş bulunduğu so­nucu çıkıyor.” (10)

1934’ler Sovyetler’de kapitalizmin geri dönülmezce yenildiği, sosyalizmin maddi temelinin sağlamlaştığı yıllardır. İlk Beş Yıllık Planla büyük bir coşku ve halk insiyatifiy- le, şehir ve kırlann çehresi çok büyük öl­çülerde değiştirilmiştir. XVII. Kongre’den “zafer kongresi” diye söz edilir. Bu zaferin anlamı açıktır, sosyalizm, yürütülen ekono­mi politikayla geniş halk yığınlarının görül­memiş girişimiyle artık perçinlen m iştir. Öte yandan, bu kongrede Kamanev, Zinovyev ve Buharin’de Partiye dönmüş, Kongre’de yürütülen politikayı destekleyen konuşma­lar yapmışlardır. Maddi gelişim, Parti saf­larında daha önce yaşanan ideolojik mü­cadelenin sola ve sağa yalpalayan yönle­rini imkânsız hale getirmiştir. Ortada sos­yalizmin kuruluşunun tartışılmaz kanıtları durmaktadır.

Böylece 1934 Şubat’mda XVII. Kongre ile Stalin döneminin ilk bölümü kapanmış olur.

SERGEİ K İROV ’UN KATLİYLE BAŞLAYAN “BÜ YÜ K TASFİYE”

DÖNEMİ

1934’teki XVII. “Zafer” Kongresi’nden sonra, aynı yılın sonunda, Partide Stalin1 den sonra gelen, MK Sekreteri Sergei Ki- rov, “partinin sevgili çocuğu”, Leningrad1 daki Parti odasında, yine Parti üyesi bir pro- vakatör tarafından vurulur. Olaya ilk ken­diliğinden tepki, Sovyetler’in her bölgesinde yapılan “intikam” mitingleridir. Bütün ülke­de politik hava birden değişir.

Kirov olayının karakterini belirleyebilmek için, önceki gelişmelere bakmak gerekli. En belirgin olanları sıralarsak olayın nasıl ka­rakter değiştirdiği ortaya çıkacaktır.

1928’in başlarında Şahti ve Donets kö­mür madenleri bölgesinde eski burjuva uz­manlardan oluşan büyük bir sabotaj gru­bu ortaya çıkartılır. Bunlara bağlı olarak da­ha yaygın bir örgütlenme “Sanayi Partisi” 2 bin civannda üyesiyle kendini ele verir. Üyeler genellikle kalifiye teknik uzmanlar­dır. Bu olay, sosyalizmin teknik geriliğine karşı burjuva artıkların kendi teknik silah­larıyla sosyalizmin kuruluşuna karşı bir di­renişti. Sosyalizm hızlı adım attıkça ve ge­niş teknik kadro yarattıkça bu silah geçer­liliğini yitirdi. Y ine 1930’larda Sosyalist Devrimcilerin tabanına dayanan bir yeraltı örgütlenmesi “Emekçi Köylü Partisi” deşif­re edilir. Hızla çözülen bu örgütlenme önemli politik sonuçlar doğurmaz. Bu dö­nemde ortaya çıkartılan diğer bir örgütlü yapı “Birleşik Menşevik Bürosu”dur.

Bu sabotaj salgınları bazı ölüm cezaları ve iki bin kişinin Partiden ihracıyla durgun­laşmış görünür. (11)

Çok açık ki bu yıllar, bizzat Sovyetler’de

kapitalizmin güçlü kahntılanna karşı savaş yıllandır. Ve budönem 1934 XVII. Kong­resi ile noktalanmış görünür. Kapitalizmin artıklannın ve Parti içindeki muhalif akım- lann umutlannın tükendiği dönem yine bu dönemdir. Bu iki açıdan böyledir. Yürütü­len Beş Yıllık Plan seferberliği ile sosyaliz­min maddi temelleri geri dönülmez bir şe­kilde sağlamlaştırılmıştır. Aynı zamanda, Parti içinde yürütülen ideolojik mücadele ile sapkın eğilimler kesin bir yenilgiye uğ­ratılmıştır. Bu yenilgi, sanayii atılımı ve ta­nındaki kolektifleştirme ile taçlandırılınca, sosyalizme karşıt eğilimlerin umutlannın tü­kenmesi kaçınılmaz hale gelmiştir.

Sergei Kirov’un oldukça iyi korunması­na rağmen bizzat Parti binasında katledil­mesi ve provakatörün parti üyesi olması bü­tün Sovyetler’de ve özellikle Parti safların­da şok etkisi yaratmıştır. En kaba bakışla ilk tespit edilebilen gerçeklik, sosyalizm düş- manlannın Partiyi bizzat Parti içinden vur­mayı denemeleridir. Kirov olayı ne o gün ne de bugün yeterince aydmlanmamıştır. Kirov’un ismi Leningrad Parti örgütünde, Troçki’yle aynı safta yer alan ve Kirov’dan önce Leningrad Parti örgütünde sorumlu durumundaki Zinovyev ve taraftarlarına karşı yürüttüğü güçlü ve tutarlı mücadele­de öne çıkmıştır. Bu parti bölgesindeki “sol sapma”, Kirov’un öncülüğünde yenilmiştir. Fakat Kirov bunun bedelini parti için çok büyük önem taşıyan yaşamı ile ödemiştir. Suikast olayına Leningrad Çeka’smdan* ba­zı isimler de karışmış fakat olay yeterince aydınlanamamıştır.

Bu dönemin, yani 1934’te başlayan 1937’de durulmaya başlayan “büyük tasfiye” döneminin siyasi değerlendirmesine geçmeden, o yıllarda yaşanan olaylan ana hatlanyla özetlemek gerekli.

Kirov olayından hemen sonra, Politbü- ro’nun ilk aldığı karar, sonraki gelişimlerin kaderini belirlemiştir.

“ (1) Soruşturma yapmakla görevli ku­rumlar, terörist eylemleri hazırlamak ya da yürütmekle suçlananların durumları hak- kındaki çalışmalarına hız verecektir.

“ (2) Yargı organları, bu kategoriye giren suçlularca yapılan pişmanlık başvurulan ne­deniyle ölüm cezası kararlannın uygulan­masını geciktirmeyecektir, çünkü SSCB Merkez Yürütme Komitesi Presidyumu böyle başvurularının dikkate alınmasını mümkün görmemektedir.

“(3) NKVD (Çeka bn.) görevlileri, yuka­rıda sözü edilen tipteki suçlular hakkında- ki ölüm cezası kararlarını, karar alındıktan sonra derhal uygulayacaktır.” (12)

Böylece, olayların soruşturulması ve ce- zalann infazı yetkisi, Çeka’ya verilmiştir. Üs­telik kararların büyük bir süratle uygulan­ması kaydıyla. Bu karar, lik bakışta son de­rece doğal ve yerinde görünür. Proletarya iktidannda her türlü yıkıcı girişime karşı ör­gütlenmiş olan Olağanüstü Komite: Çeka, şimdi de benzer bir görevi yürütecektir. An­cak tam bu noktada, önceki faaliyetlerin karakterinden bambaşka karakterde bir ol­guyla yüzyüze gelinir. Kirov’u vuran da par­tilidir. Böylece soruşturmanın mızrak ucu kaçınılmaz bir şekilde parti içine yönelmiş­tir. Olayların süratli akışı içinde, Sovyet ik- tidannm eg temel direği Parti, yalnızca dev­let organlarından birisi olan Çeka’nın göz­etimi altına girer. Bu olgu Sovyet yaşamın­da ve özellikle parti yaşamında olağanüs­tü alt üstlüklere neden olur.

Olayların akışını basamak basamak izle­yelim.

Kirov olayından hemen bir yıl önce 1933’de XVII. Kongre öncesi, periyodik “partiyi arındırma” çalışmalarından birisi başlatıldı. Bu, devrim sonrası koşullarından birisiydi. Daha önceleri 1920, 192İ, 1924,

Page 8: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

1925 ve en son 1929-1930’da uygulanmış­tı. 1933’teki uygulama ise, parti üyeliğin­de aşın şişme üzerine karara bağlandı. 1930-1933 arası Partiye 600.000 yeni üye katılmıştı. “Parti, 1930-33 yılları arasında­ki koşullarda böylesine büyük bir katılma akımının, üye sayısının anormal ve isten­mez bir artışı olduğunu sezmemezlik ede­mezdi. Parti saflanna sadece dürüst ve esir­genmez kimselerin değil, ama rastlantı so­nucu gelmemiş üyelerin de parti bayrağını kişisel bir erekle kullanmak isteyen ikbal av- cılannın da girdiklerini biliyordu.” (13)(*) Çeka kuruluşundan sonra birkaç isim değiştirmiştir. Önce NKVD sonra KGB ol­muştur. Biz yazımızda ondan en bilinen is­miyle, Çeka olarak söz edeceğiz.

1933’te başlatılan Parti’de tasfiye çalışma­sı, Kirov’un vurulmasından sonra, kaçınıl­maz bir şekilde yepyeni özellikler kazana- mıştır. Üstelik “temizlik” çalışmasının içine kaçınılmaz bir şekilde Çeka’da aşınca gir­miştir. 1935’te üye kaydı durdurulmuş, 1936’da Partililerin “silah taşıma hakkı” kal- dınlmıştır.

Ve 1936 Temmuz’unda Parti örgütleri­ne yollanan “gizli mektup”la 1934’ten beri sürdürülen Kirov soruşturmasının ilk so­nuçlan bildirilmiştir, Mektup sanıkların “iti- raflannda alıntılarla doludur. Sonuç ise şu­dur: Troçki’yle bağlantılı olarak, 1932’den beri Kamanev ve Zinovyev’in öncülüğün­den parti liderini hedef olan suikast eylem­lerinin planlamasını yapan bir yeraltı ör­gütlenmesinin varlığı ortaya çıkanlmıştır. (14)

Bu mektubun muhtevasının parti moral yaşamında korkunç bir güvensizlik yarata­cağı açıktır. 1934 Kongresi’nde Parti’ye bağ- lılıklannı vurgulayan isimler, şimdi partinin gözünde parti liderliğinin yok edilmesini he­defleyen bir yeraltı çetesinin üyeleri duru­mundadır. 1936-7 yılı ünlü “Moskova Mahkemeleri” ile geçer. Partiden başlayıp, Ordu’da bazı üst rütbeli görevlileri de içine alan mahkemeler, ölüm cezalan ile sonuç­lanır.

1937 Mart Genişletilmiş MK toplantısın­da Stalin olayları en genel hatlanyla şöyle değerlendirir.

“Kendini beğenmişlik, kayıtsızlık ve po­litik uyanıklığın körleşmesi biçiminde ken­dini açığa vuran, ekonomik başanlann yan­sıması, yalnızca, partiyi inşa etme ve Parti­mizin bütünüyle genişletilmiş politik çalış­masıyla ekonomik başanlar birleştirildiğin­de, ancak o zaman, ortadan kaldırabile­ceği, açıklığa kavuşturulmalıdır.

“Günümüz Troçkistlerine karşı mücade­lede artık eski metodlann, tartışma metod- lannm değil, tersine yeni metodlann, kök­lerinin kazınması ve ezme yönteminin ge ­rekli olduğu açıklığa kavuşturulmalıdır.

“Partili yoldaşların günümüz bozguncu- lan ve Şahti döneminin bozgunculan ara­sındaki farkı açıkça kavramaları, Şahti dö­nemi bozgunculuğunun, insanlanmızın tek­nik bilgisizliğinden yararlanarak, onlan tek­nik alanda aldatırken, parti üye kartı taşı­yan bugünkü bozguncuların, insanlarımı­zın politik kayıtsızlığından yararlanarak, par­ti üyeleri olarak görünmelerinin sağladığı güveni kötüye kullanarak bizleri aldattıkla­rının açıkça kavranması gereklidir.” (15)

Burada değinilmesi gereken en önemli nokta, 1934’ten sonraki yaşanan “tasfiye” günlerinde artık parti üye kartının üzerine de kuvvetli şüphe gölgesinin düşmesidir. Ve soruşturma öyle gelişmiştir ki Parti için­de Troçki, Kamanev, Zinovyev ve Buharin1 in görüşleri ve konumları tek ve aynı kav­rama: “halk düşmanı” kavramına indirgen­miştir. Ve elbette bu yargı, dönem dönem bu görüşlere yakınlık duyan pek çok Parti­liyi de içine alır hale gelmiştir.

Partideki tasfiyenin ortaya çıkarttığı diğer

gerçeklere değinelim. Ştalin’in yukanda sö­zünü ettiğimiz değerlendirmeyi yaptığı MK toplantısından sonra yayınlanan 21 Nisan 1937 tarihli Pravda’da şunlar yer alır.

“MK, Troçkistlerin saptırma eylemlerinin açık hale gelmesinden sonra, bunlann de­şifre edilmesi ve maskelerinin düşürülme­si işinde sanayi ve ulaşımdaki organlann bir kısmının pasif kalması olgusunu kabul edi­lemez görmektedir. Troçkistlerin maskele­ri, genellikle NKVD (Çeka) organlan ve tek tek parti üyeleri gönüllüler tarafından dü­şürülmektedir.” (16)

Pasif kalan organlara yapılan bu uyan­dan bir yıl sonra MK tam aksi yönde bir uyarı yapmak zorunda kalır. Ocak 1938 MK Karan Partideki tasfiyenin nasıl bir nok­taya geldiğini gözler önüne seren en önemli belgedir. Biraz uzunda olsa bazı bölümle­rini aktaralım:

“Kubyişev bölgesinin pek çok biriminde Komünistlerin büyük bir kısmı halk düşma­nı olarak partiden ihraç edildi. Fakat NKVD (Çeka) organlan ihraç edilen kişilerin tutuk­lanması için bir neden bulamadı... Bunlar­dan 43’ü Kubyişev MK Kontrol Komitesi Yürütme Kurulu’na gelerek ya tutuklanma­larını ya da üstlerindeki utanç verici leke­nin kaldınlmasını talep ettiler.

“Pek çok Parti organı ihraç edilen kişilerle ilgili olarak hoşgörülemez bir keyfilikle dav­randılar. Sovyet iktidarına ve partiye karşı düşmanca eylemleri nedeniyle değil sos­yal kökenlerini gizleme ve pasif tutumlann- dan dolayı otomatik olarak işlerinden ko­vuldular. evlerinden atıldılar.

“Böylece, bu parti organlannm liderleri, partinin Bolşevik uyanıklık konusundaki sı­rasında ihraç edilenlerin başvurulannın in­celenmesine biçimcil bürokratik yaklaşım- lanyla, parti düşmanlannm elinde oyuncak oldular...

“Bunlar Parti üyelerinin kaderiyle ilgili suç derecesinde bir dikkatsizlikle açıklanabilir...

“Rostov bölgesinde 2500’den fazla itiraz başvurusu incelenmedi; Krasnodar’da 2000; Smolensk’te 2300; Voronez’de 1200...”

Partideki tasfiye sırasında “halk düşmanı” suçlaması artık pekçok dürüst partiliye de sıçrayabilen çamur lekesi haline gelmiş, partiyi arındırmak için yapılan uygulama partinin temellerini sarsmaya başlamıştır. “Halk düşmanı” kavramı belirsizleşmiş, Parti saflannda samimi unsurlan da vuran bir si­laha dönüşmüştür. Bu gerçekliği gören Par­ti, MK Kararının son bölümünde Partide yeni tip bir “düşman”a karşı uyan yapmayı gerekli görmüştür. Karar şöyle devam eder:

“Bu kılık değiştirmiş düşman -en azılı hain- genellikle uyanıklık konusunda her­kesten daha çok bağırır, mümkün olan en fazla sayıda insanı deşifre etmek için acele eder ve böylece Parti önünde kendi suçla- nnı örter, gerçek halk düşmanlannm mas­kesini indirmede parti organlannm dikka­tini saptınr.

“Bu kılık değiştirmiş düşman -iğrenç iki yüzlü- her yolla Parti organlannda aşın şüp­heci bir atmosfer yaratmak için didinip du­rur, bu yaratılan hava içinde, birisi tarafın­dan haksızca suçlanmış bir komünisti sa­vunmak için konuşan her Parti üyesini der­hal uyanıklık eksikliği ile ve halk düşman- lanyla bağlan olmakla suçlar” (17)

Bu karardan çıkartılabilecek en kaba so­nuçları şöyle sıralayabiliriz:

Partiden ihraçlar, suç derecesinde biçim­cil bürokratik keyfilikle yapılmıştır.

Partiden atılanlar “halk düşmanı” dam­gasını yedikleri için, ya Çeka tarafından tu­tuklanmak ya da almlanndaki şerefsiz bir lekeyle yaşamak zorunda kaldılar.

Atılmalara karşı yapılan pek çok itiraz ay­nı bürokratik keyfilikle incelenmeden oya­landı.

Hepsinden önemlisi, Partiden tasfiye ko­nusunda, “kılık değiştirmiş düşmanlar, her­kesten daha aktif davranıp, Parti organla­nnda korkunç bir şüphe ortamı yaratabil­diler.

Bütün bunlar bir Parti yaşamında tamir edilmesi oldukça güç moral bozulmalara yol açar.

Olaylann anlatımını noktalamadan, tas­fiyelerin iki önemli sonucuna değinelim.

1934’teki Zafer Kongresi’nden (XVII) 1939’daki XVII Kongre’ye kadar geçen tas­fiye döneminde, XVII. Kongre’ye katılan 1966 delegenin 1108’i yine XVII. Kongre­de seçilen 139 MK ve yedek üyesinin 98’i ölümle cezalandırmıştır. Bu rakamlar Parti tabanı bir yana tasfiyelerin Parti tepesinde de hangi boyutlara vardığını açıklamaya ye- terlidir.

Yine, aynı dönemde bütün bu tasfiye­lerde zirvede rol oynayan Çeka başkan- lan Yagoda, Yezhov ve en son Beria, aynı halk düşmanı suçlamasından kurtulama­mışlardır. İlk ikisi Stalin döneminde tasfiye edilmiş, Beria ise Stalin’in ölümünden he­men sonra kurşuna dizilmiştir.

Bütün bu sonuçlan değenlendiren XVIII. Kongre (1939), “periodik yığınsal temizlik” uygulamışının, terkedilmesi konusunda tü­zük değişikliği kabul etmiştir. Tüzük deği­şikliğinin gerekçesi şöyle formüle edilmiş­tir.

“Parti tüzüğü, MK kararlaştırdığında pe­riodik parti temizliğine imkân sağlar. De­ney, aşağıdaki nedenlerden dolayı, bundan böyle yığınsal parti temizliğinden kaçınmak gerektiğini göstermiştir:

“a. Kapitalist unsurlann canlandığı, N E P in demoralize ettiği kişilerin parti saflanna sızmasını engellemek için, NEP başlangı­cında uygulanmaya konulan yığınsal parti temizliği metodu, kapitalist unsurlann tas­fiye edildiği bugünkü koşullarda geçerlili­ğini yitirmiştir. Daha da ötesi, topyekün te­mizlik uygulamasının parti üyelerine tek tek yaklaşım -tek doğru yaklaşım- imkânını dış­ladığı ve bunun yerine, “tek bir standart uy­gulamayı” üyelere aynmsız tekdüze yakla­şımı geçirmektedir. Bu nedenle, kendi tarz- lannı partiye aktaran düşman unsurlar, te­mizliği dürüst parti çahşanlannı tahrik et­mek ve hırpalamak için kullandığından, topyekün annma, partiden pek çok temel­siz ihraca sebep oldu...

“b. Topyekün annma uygulaması, ken­di yöntemlerini partiye sızdırabilen, iki yüz­lülük ve sahtekârlıkla düşman çehrelerini gizleyen bu unsurlara karşı kısmen etkisiz oldu. Bu konuda amacına ulaşamadı...

Bu nedenlerle dönemsel topyekün ann­ma terkedilmelidir...” (18)

Bu kongre karanyla, 1934’te başlatılan, özellikle Parti içindeki “halk düşmanlan”na karşı mücadelede kullanılan, “topyekün annma” uygulamasının, bizzat Partiyi yara­ladığı belli ölçülerde de olsa kabul edilmek­tedir.

“Büyük tasfiye” döneminin olaylannın en genel özetinden sonra, konunun politik ir­delenmesine geçelim. Neden olaylar bu boyutlara vardı, Parti’de “aşırı şüphe atmosferi” nasıl doğdu? Böyle bir dönemi yaşamak, Sovyetler’in kaçınılmaz kaderi miydi? Ve Stalin özellikle böyle bir döne­min yaşanmış olmasından hareketle, Sov­yet insanının “nefretini” kazanmayı hak et­miş midir?

STALlN DÖNEMİNİN ELEŞTİRİSİ

Stalin kendi döneminde eleştirilemedi. Ölümünden ancak üç yıl sonra hedef tah­tasına getirebildi. Ve hâlâ desteksiz atışlar­la hırpalanıyor.

Stalin’e ilk önemli eleştiri Kruşçev’in XX. Kongre’de (1956) yaptığı “gizli” konuşma ile başladı. Kongre sonrası MK’nın aldığı “Kişi

Page 9: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

Tapmcı ve Sonuçlarının Giderilmesi Üzerine” başlıklı kararla resmileşti. Bu ka­rar Stalin döneminin oldukça iyi bir değer­lendirilmesini içerir. Kapitalist kuşatmanın ve ülke içinde yürütülen kuruluş çalışma- lannın “çelik bir disiplini, devamlı artan bir uyanıklığı ve liderliğin en keskin merkezi­leşmesini talep ettiğini” fakat bunun “de­mokratik yapının gelişimine” kaçınılmaz olumsuz etkileri olduğunu tespit eden ka­rar, şöyle devam eder:

“Uzun bir dönem, Parti Merkez Komite­si Genel Sekreterliği görevinde bulunan Stalin, diğer liderlerle birlikte Lenin’in emir­lerini gerçekleştirmek için aktif olarak mü­cadele etti. Kendini Marksizm, Leninizme adadı, bir teorisyen ve iyi bir örgütçü ola­rak Troçkistlere sağ-kanat oportünistlerine, burjuva milliyetçilerine ve kapitalist kuşat­manın entrikalarına karşı parti mücadele­sine öncülük etti. Bu politik ve ideolojik mücadele Stalin’e büyük bir otorite popü­lerlik kazandırdı. Bununla birlikte, bütün büyük zaferler hatalı olarak onun ismine bağlanmaya başlandı. Parti ve Sovyet ül­kesinin başarıları ve ona yapılan övgüler Stalin’in başını döndürdü. Böyle bir atmos­ferde Stalin’e kişi tapıncı kerte kerte şekil­lenmeye başladı.” (19)

1. Stalin’e yöneltilen önemli eleştirilerden ilki “kişi tap ın a ” yla ilgilidir. Kararda, Sta­lin’in böyle bir konuma gelerek, eleştirile­rin üstüne çıktı, Parti yaşamının kurallarını “keyfi” olarak çiğnediği belirtilir. Buna ör­nek olarak 1934-39 arası “büyük tasfiye” dönemi ve ondan sonrası gösterilir. 1939’dan sonra 13 yıl Parti Kongresi top­lanmamıştır. Gerçi bunun beş yılı savaşla geçmiştir. Ancak savaş 1945’te bitmesine rağmen XIX. Kongre 195Zde toplanabil­miştir. Yine bu yıllarda Geniş MK toplan- tılan da yapılmamış, Parti, Pblitborü ya da bazen Politbüronun daha dar komisyonla­rı tarafından yöneltilmiştir.

Akla ilk gelen soru, Stalin’in bu konumu­na neden daha önce doğru zeminde bir tepkinin ortaya çıkamadığı olur. Buna bağlı olarak, “bir kişi” nasıl Parti ve Devlet yaşa­mının tümüne egemen olabilmiştir?

Kararda şöyle denir?“Neden, bu insanlann o zaman Stalin’e

karşı açık bir konum almadıklan ve onu li­derlikten uzaklaştırmadıklan sorulabilir? Dönemin koşullannda bu yapılamadı... Ona karşı herhangi bir eylem, o koşullar­da halk tarafından anlaşılmayacaktı. Ki­şisel cesaret eksikliği konu değildir... Daha da ötesi, böyle bir konum o günkü koşul­larda sosyalist kuruluş amacına karşı bir tu­tum olarak, kapitalist kuşatma altında ola­ğanüstü derecede tehlikeli olacak olan bü­tün devletin ve Partinin birliğine karşı bir sal­dın olarak kabul edilecektir (20)

Demek 1940’lara gelindiğinde “Partinin, Devletin birliği ve sosyalizmin kuruluş ama­cı”, “Stalin’in kişiliğiyle etle tırnakmışçasına bütünleşmiştir. Parti bu olguyu sonralan “ki­şi tapmcı” olarak lanetledi. SBKP bu konu­da yeterince haklı mıdır?

Stalin’in, Lenin ölçüsünde mütevazi, sı­radan olamadığı tartışmayı gerektirmeye­cek ölçüde açıktır. Ancak “bir kişfnin, yal­nızca kendi “keyfiliğiyle”, üstelik Bolşevik Partisi’nde böyle bir konuma gelmesi ko­laylıkla kabul edilebilecek bir tez gibi görün­müyor.

Parti ve elbetteki Stalin, gerek sağ ve sol sapkınlara karşı ideolojik mücadeleyle ve gerekse bu mücadeleyi, sosyalizmin ilk, sağlam maddi temellerinin atılmasıyla taç­landırarak Sovyet insanının gözünde haklı olarak yücelmiştir. Ancak bu noktada geri bir ülkede sosyalizmin kuruluşunun ödene­cek bedellerine gelinir. Parti ve Sovyet pro­letaryasının en iyi kadrolannın bir bölümü

iç savaşta yitirilmiştir. Devrimi yürüten Pet- rograd proletaryası devrime kan vere ve­re, devrim sonrası mücadele için zayıf düş­müştür. (Petrograd örgütünün uzun zaman, Troçkiye yalpalayan Zinovyev’in liderliğin­de kalması tesadüf olmasa gerek) Ve ilk beş yıllık plan döneminde proletaryanın sayısı 11 milyondan 22 milyona çıkmış, yani 11 milyon mujik, proletaryanın saflanna katıl­mıştır. Bu, köylü ruh halinin biraz da parti­ye taşınması demektir. Bu nedenle, Stalin kendini yüceltmeden önce XVII. “Zafer Kongresi” Stalin’i yüceltmiştir. Stalin bir ya­na yaşıyan her MK üyesinin ismi bir fabri­kaya, bir kolhoza ad olarak verilir. Hatta her bölge komitesi liderlerinin ismi, bölge rad- yolanndan, fabrikalara kadar pek çok ku­ruluşa isim babalığı yapar. Bu yüceltme o günlerde göz ebatmaz. Ancak 1934’te ko­pan “tasfiye” fırtınasıyla, liderlerle birlikte fabrikalann adlan da değişmek zorunda ka­lınca anormallik ilk olarak göze çarpar. De­ğişmez olarak Stalinkalır. O da ölümünden sonra aynı akıbete uğramadan edemez.

Lenin, Partide ve devletteki en küçük keyfiliğe karşı yorulmaz bir mücadele ver­miştir. 1918 Martında maaşının birden 500 rubleden 800 rubleye çakanldığını öğ­renince, bunun açıklamasını istemiş, 1917 Kasımında çıkartılan ücretlerle ilgili yasanın bu keyfi ihlalini, kanunsuz ücret artışını pro­testo ederek, Halk Komiserleri Büro Mü­dürü Buryeviç’i sert bir şekilde uyarmıştır.(21) 1918’in mahşer ortamında böylesine bir detaya karşı bile tepkisini göstermekten geri durmayan Lenin’in öğrencileri, sonra­ki yıllarda aynı titizlikte davranamadılar.

Stalin yalnızca “bir kişi” olarak Partinin ve Sovyet iktidarının böylesine üstüne çı­kamazdı. 1934’lere kadar partiyi saran “başan sarhoşluğu”, yansı henüz köylülük­ten kopmuş Sovyet proletaryasının bu or­tamında kendine sosyal bir temel bulmuş ve hemen hemen bütün parti içinde yay­gın bir gerçeklik haline gelmiştir. Bu nok­tada liderlere, sıradan yığınlardan çok da­ha fazla sorumluluk düştüğü açıktır. Ancak olayı Stalin’le ve onun en dar “çevresiyle” sınırlamak, Partideki genel ruh halini göz ardı etmek oluyordu. SBKP, MK Kararı 1956’da bu hataya düşmüş görünüyor. Sta­lin’in “kişi tapıncı” öne çıkartılarak, hedef ha­line getirildi. Ancak sorun çözümleneme­di. Nitekim, Kruşçefin yerini Brejnev’un almasıyla bu sosyal gerçekliğin köklerinin hiç de yabana atılır olmadığı ortaya çıkmış­tır.

Kirov’un ölümüyle tam bir kargaşaya dö­nüşen partiden tasfiyeler yalnızca Stalin’in “kişiliğiyle” açıklanamaz. Tasfiyelerin key­filiğe dönüşmesi, namuslu pek çok partili­yi ve Sovyet insanını yaralaması, “başan sarhoşluğuyla” inmelenmiş, bu anlamda, yalnızca bu anlamda, yığınlardan ayırtlan* mış, geniş Parti önder kadrosunun kollek' tif bir hatasıdır.

Özetle, eğer Sovyet insanı kendi tarihin­deki bu dönemin eleştirisini Stalin’in kişili­ğinde sınırlarsa, hastalığın yalnızca en sivri ucunu hedeflemiş, onun sosyal köklerini gözardı etmiş olur.

II. Stalin’e yöneltilen ikind önemli eleş­tiri konusu onun aşınya kaçan baskıclıığı ve bunun teorik kökleri üzerinedir. Kruşçev XX. Kongre’deki “gizli” konuşmasında ko­nuyu şöyle sunar:

“ö te yandan, Stalin, devrimin muzaffer olduğu, Sovyet devletinin güçlendiği, sö­mürücü sınıflann tasfiye edildiği ve ulusal ekonominin bütün alanlardan sosyalist iliş­kilerin sağlamca kökleştiği, partinin politik olarak sağlamlaştığı, nicelik ve ideolojik ola­rak kendini gösterdiğini bir momentte yay­gın sindirme ve aşırı metodlar uyguladı.”(22)

Sorun böyle konulduğunda “aşınlıklar” ve

“kötülükler” Stalin’in kişiliğine indirgenmiş oluyor. Ancak yine de şu soru kafalara ta­kılmadan edemiyor. Parti de ve ülkede du­rumun bu kadar iyi olduğu momentte Sta­lin böyle bir uygulamaya neden gerek gör­dü ve bütün bu uygulamalan nasıl yapa­bildi? Ülkede durum gerçekten, Kruşçev1 in tespit ettiği gibidir. 1934’lerde Sovyetler, sosyalizmin kuruluşu yolunda başanlı bir dönemi tamamlamıştır. Fakat bu tespit so­runu çözmek yerine karmaşıklaştmyor. Çünkü 1934’ler sonrasının olaylan önce­sinin başanlan üzerine kabus gibi çökmüş­tür.

Kruşçev, Kirov’un vurulmasının Partide yarattığı etkiyi yeterince dikkate olmaz. Evet olay ardından gelen uygulamalarla kendi boyutlarından öteye vardırılmıştır. Ancak bütün bunlann bile “bir kişiye” indirgenmesi, olaya sınıf bakışını karartmaktan başka bir sonuç doğuramazdı. Bu nedenle olsa ge ­rek, Kongre’den sonra MK karannda soru­na daha teorik bir yaklaşım getirilmiştir:

“Sovyetler Birliği’nin sosyalizme doğru gi­dişiyle sınıf mücadelesinin gittikçe artan bir keskinlik kazanacağını iddia eden Stalin’in hatalı formülasyonu, sosyalizmin kuruluş amacına, Parti ve devlet içinde demokra­sinin gelişmesine büyük zarar verdi. “Kim kimi yenecek” sorununun çözülmekte ol­duğu, sosyalizmin, temellerinin inşası için ısrarlı bir sınıf mücadelesinin verildiği dö­nemde, yalnızca sürecin belli bir aşamasın­da doğru olan bu formülasyon, sömürücü sınıfların ve onların ekonomik temelinin tasfiye edildiği, ülkemizde sosyalizmin za­fer kazandığı bir momentte, 1937’de öne sürüldü. Pratikte, bu hatalı teorik formülas­yon, sosyalist kanunlann en kaba ihlali ve yığınlara baskı için temel oldu.” (23)

Stalin, bu teorik formülasyonu ilk olarak 1937’de öne sürmemiştir. Özellikle Buha- rin’in, Nepman ve Kulaklann ekonomik bir yanşla eritilebileceği tezine karşı 1928’de ile­ri sürmüştür. Ancak, aynı tezi Stalin bir kere daha 1937’de MK toplantısında vur­gulamıştır. (24).

Kirov olayının ortaya koyduğu en önemli gerçeklik nedir? O güne kadar parti dışın­daki eski siyasi kalıntilann sabotajlanna karşı mücadele etmek bir ölçüde kolaydı. Hiç değilse “düşmanın” siyasi zemini apayny- dı. Ancak Kirov olayıyla, yaşam şansı da­raltılan, yok olmakta olan diğer sınıflann ıtepkinin parti içinden bir saldırıyla yeni bir biçime girdiği gün ışığına çıkıyordu. Y ine aynı saldınyla artık parti içindeki Stalin’in deyimiyle “eski mücadele metodlannın” “tartışma metodunun” bittiği ilan edilmiş oluyordu. Ancak sorun, gerçekten hangi unsurların “eski” mücadele metodunu” terkettiğinin soğukkanlı tesbitine gelip da­yanıyordu.

Stalin, 1956 MK kararında belirtildiği gi­bi, “sosyalizmin kuruluşu ileri adım attıkça sınıf mücadelesinin gittikçe keskinleşeceği” biçimindeki formülasyonunu 1937’de ye­niden ileri sürmekle hata mı yapmıştır? Ya da aynı formülasyonu tüm liderliği boyun­ca savunmuş mudur?

önce ikinci soruyu ceaplandıralım. XVIII Kongre (1939) ile Partide o güne kadar uy­gulana gelen “topyekün arınma” yöntemi “kapitalist unsurlann tasfiye edildiği” gerek­çesiyle terkedilmiştir. Dolayısıyla, Stalin 1928’lerde Buharin’e karşı ileri sürdüğü te­zinin, 1939*da ömrünü doldurduğunu bili­yordu.

1937’lerde, daha doğru söylemek iste­nirse, 1934’te Kirov olayıyla başlayan ve resmen 1939 Kongresi ile kapanan dönem­de Stalin’in sınıf mücadelesi tezi geçerlili­

Page 10: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

ğini koruyor muydu? Yani olaylara uyuyor muydu? Buna evet demek durumundayız. Kirov’un katli bunun en önemli kanıtı o l­muştur. Bu olaya parti en keskin tepkiyi göstermeden edemezdi. Ancak bu tepki öyle noktalara varmıştır ki, Partinin kendi­ni savunma çabası, bizzat Parti yaşamın­da etkisini uzun yıllar gösterecek olan ya­ralar açmıştır. Konumuz açısından, yani Stalin’e yöneltilen onun “hatalı” sınıf mü­cadelesi tezi bakımından, bu yıllarda yapı­lan yanlış nedir?

Stalin, Kirov olayıyla birlikte Troçkistle- re ve bütün eski parti içi sapmalara karşı eski mücadele biçimlerinin ömrünün dol­duğunu ilan eder. Bu bir ölçüde doğrudur. Ancak bu noktadan kalkarak ve yalnızca sağlıksız Çeka soruşturmalarına dayanarak, bütün eski sapmalar bir potada toplanmış, hatta onların “Alman ve Japon casus şebekeleri” ile bağlantılı olduklan iddia edi­lerek “halk düşmanı” kavramı yaratılmıştır. Ve parti yaşamındaki her nüans, her farklı tepki bu kavramın içine dahil edilmiştir. Par­ti merkezinden Parti tabanına doğru güçlü bir şekilde yayılan bu mücadele tarzı, parti saflarında mücadele ufkunu aşırı ölçüde daraltmışür. Bir dönem Zinovyev’in, Bu- harin’in hatta Troçki’nin görüşlerine yalpa­lamış Parti saflarındaki sıradan insanlara karşı tavrın dozuyla, “Moskova Mahkeme­lerinin” dozu arasında pek fark yoktur. Hat­ta bu sapmalardan hiçbirisiyle bağlantılı ol­mayan ancak Parti yaşamının günlük gidi­şindeki aksamalara karşı tepkilerde hep ay­nı “halk düşmanı” suçlamasından kurtula­mamıştır. Elimizde olayların tüm boyutla­rıyla ilgili rakamlar yok. Ancak XVII Zafer Kongresi’nin 1966 delegesinden 1108’inin ve yine o kongrede seçilen 139 MK ve ye­dek üyesinin 98’inin “halk düşmanı” olarak ilan edilmesi bu dönemdeki Parti içi temiz­liğin nasıl tehlikeli bir muhtevaya büründü­ğünü göstermeye yeter.

Sınıf mücadelesi teorisi açısından döne­min olaylarını değerlendirirsek, bu dönem teorinin, pratiğin zoruyla, basit kalıplara indirgendiği bir dönemdir. Parti içi açık mü­cadele günleri zengin teorik deneyler bırak­mıştır. 1934’lere gelindiğinde bu mücade­le durulmuş görünür. Bunun en açık gös­tergesini Stalin’in teorik çalışmalarında gö­rebiliriz. 1934-39 arası beş yılda Parti içi olaylarla ilgili Stalin’in yalnızca 40 sayfa hac­minde 1937 MK toplantısında yaptığı ko­nuşma vardır. Bu dönemde çeşitli konular­daki tüm yazıları ise toplam 175 sayfadır. Yıl başına yalnızca 35 Sayfa eder. Demek bu yıllarda kargaşalı pratik, teorik beslen­meyi iyice zayıflatmıştır.

Eğer; 1934 öncesi parti içi mücadelede sapmalann teorik analizi yeterince yapılmış­tır, Kirov olayı ise yeni bir analiz yapmayı gerektirmeyecek denli açık bir ihanettir, de­nirse, olaylar aşınca basitleştirilmiş olur. 1934’te doruğa çıkan “zafer sarhoşluğu”, ka­zanılan ideolojik ve pratik zaferlerin hem parti tabanında sindirilmesini, hem de gi­rilen yeni dönemde Parti lider kadrosunun ideolojik titizliğini körleştirmiştir. Bunun en büyük bedeli ise her hoşnutsuz Sovyet in­sanının “halk düşmanı” suçlamasına uğra­ması olmuştur.

Bu noktada emperyalist kuşatmanın et­kilerinden söz etmek gerekli. Avrupa’da fa­şizm 1925’lerden sonra adım adım yükse­lir. 1935’te Afrika’nın kuzeyinin İtalya ve A l­manya tarafından işgaliyle savaşın ilk kıvıl­cımları parlamış olup. Bu durum gerek Par- ti’de gerekse Sovyet insanında izi hâlâ si­linmemiş olan savunma psikolojisi yarat­mıştır. Bunun hangi noktalara vardığını Ma­reşal Jikov’un bir mektubundan aktaralım:

“Savaştan önce Savunma Halk Komiser­liği ve Genel Kurmay defalarca Stalin, mo-

lotov ve Voroşilov’dan Yüksek Komutan­lığın örgütlenmesiyle ilgili plan taslaklannın ve Yüksek Komutanlık Genel Karargahı için kumanda noktalarının kurulması soru­nunun; Cephe ve iç bölgeler için komutan­lıklar örgütlenmesi sorununun yeniden gözden geçirilmesini istedi, fakat bize her seferinde ‘bekleyin’ dendi. Voroşilov düş­man gizli servislerinin öğrenebileceği kor­kusuyla savaş için herhangi bir plan yapıl­masına genelde karşıydı, bu saçmalıktan onu vazgeçirmek imkansızdı.” (26)

O korkunç zor günleri bugün yargılamak kolay, biliyoruz. Ancak bizlerde benzeri zor günlere hazırlandığımız için, tarihin acı olay- lanndan ders çıkartmak zorundayız. Savun­ma mekanizmalan, savunulacak yapıyı atıl hale getirirse bu kabul edilemez. Partide 1934’ten itibaren yükselerek, böyle bir me­kanizma şekillenmiştir. Bu ise hem teorik hassaslığı azaltmış, hem de taktik esnekli­ği dondurmuştur. Bugün Sovyet basının­da eleştirilen “ideolojik dogmatizm” bu ko­şullarda şekillenmiştir. Ve neredeyse, Po- litbüronun tutumuna karşı her nüans, ay­nı güçte tepkiyle karşılık görmüştür.

III. Stalin dönemine yöneltilen üçüncü eleştiri Çeka’nın o günlerdeki konumuyla ilgilidir. 1956 MK kararında şöyle denir:

“Devlet güvenlik organlan için ayrıcalık­lı bir pozisyon yaratılması, özellikle bu ko­şullarda oldu. Devrimin kazançlannmsavu- nulmasmda ülke ve halka tartışılmaz hat­mederinden dolayı bu organlarda büyük birkendine güven yerleşmişti... Partinin ve hükümetin onlar üzerindeki kontrolü de­rece derece Stalin’in kişisel kontroluyla yer değiştirdikçe ve yargının normal işleyişi ye­rini sık sık onun tek yanlı kişisel kararları­na terkedince durum değişti.” (27)

Çeka’ya verilen soruşturma ve derhal in­faz yetkisi, Kirov olayının sınırlan içinde kal­madı, daha önce başlamış olan Partiyi ann- dırma çalışmasını da kapsadı. Parti tarihin­de ilk kez ortaya çıkan bu durum Parti ya­şamının kendi iç legalitesini olağanüstü öl­çülerde bozmuştur. O güne kadar Parti dö- netiminde olan bu organ, Partiyi denetler hale gelmiştir. Bu koşullarda, Parti merke­zinin yaptığı “bolşevik uyanıklık” çağnlan ise fayda vermemiştir. Bu dönemde Parti için­de doğan “aşırı şüphe atmosferi”, Partideki zararlı unsurlara karşı yürütülen siyasi mü­cadelenin polisiye sorgulamalarla olağa­nüstü iç içe girmesinden doğmuştur. Bü­tün bu gelişmelerin sonucu, Parti içi de­mokrasinin inmelenmesi olmuştur.

Çeka’nm hazırladığı “şüpheli” listelerinin Partiden atılması ve Partiden atılanlann Çe­ka’nm soruşturmasına uğraması, beş yıl sü­ren ve kendini hızlandıran bu karşılıklı-akım, Parti için yaşamın normlarını aşırı derece­de hırpalamıştır. Bolşevik Partisi, hangi ge­rekçeyle olursa olsun kendi içinde ayrı bir gizli yapı tanımaz. Ancak Çeka, yürüttüğü faaliyette, Parti içinde böyle bir konuma gel­di. Bu, parti yaşamının Leninist prensiple­rinin en büyük ihlali oldu. Sözde, parti arın­dırılacaktı. Ancak Partinin yaşamına “aşırı şüphe” kabus gibi çöktü. Parti içinde düş­man unsurlar sinikleştikçe, buna bağlı ola­rak Parti içi demokrasi de silikleşti. Böyle bir gelişim o günün koşullannda hiç de ka­çınılmaz değildi.

Bu gelişim hiç şüphesiz ki sosyalist bir ül­kede iktidar partisi olmanın yarattığı bir so­nuçtur. Parti, hükümet Sovyet organlan ve Çeka’nm görev alanlarının iç içeliği, Parti önderliğindeki en küçük yanılgı ve kayıt­sızlığının sonuçlarını birkaç kat arttıran kompleks durumlar yaratabiliyor. Çeka’nın parti işlerinin içine girmesi ise, Sovyet parti tarihinde en affedilmez hata olmuştur.

Partiye sürekli şüpheli listesi veren Sta­lin döneminin bütün Çeka şefleri Yezhov,

Yagoca ve Beria’nın her üçünün de “halk düşmanı” olarak cezalandırılmaları; yalnız­ca bu olay Parti annmasmda yapılan hata­nın pratikteki en somut kanıtıdır. Ve ünlü Moskova Mahkemelerinde, pek çok “eski bolşeviği” “halk düşmanı” olarak, “eski bir Menşevik” olan Vişinski’nin yargılaması ta­rihin istihzası (alayı) olsa gerek!

KRUŞÇEV DÖNEMİ

Kruşçev dönemi, Stalin döneminden sonra ekonomi ve siyasette çok hızlı bir dö­nüş çabası oldu. O güne kadar şekillenmiş normların hemen her alanda hızla değişti­rilmesine başlandı. Ve zaten bu dönemin ömrünün kısalığı onun sistemsiz hızından gelir. 1956’da hızlanan girişimler 1964’te sönüşe geçer. Kruşçef sessiz sedasız görev­den alınır. Ve bu dönem kananır.

Onun kısa ömrünün nedenlerini ve ge ­nel özelliğini irdelemeye çalışalım.

Konum uz açısından, “ Stalin ’den Gorbaçev’e” Sovyet siyasi ve ideolojik sis­temindeki evrimleşme önde duruyor. O nedenle ekonomi temeline yalnızca ana hatlarıyla değinmek durumundayız.

Kruşçef döneminin en önemli siyasi ey­lemi “destalinizasyon”dur. Yukanda bazı bö­lümlerini aktardığımız Stalin’in “kişi tapın- cı”yla ilgili MK Kararı, aslında Kruşçefin XX. Kongredeki “gizli” konuşmasından da­ha gerçekçidir. Kruşçef, Stalin dönemine tam zıddı yönden bir tepki oldu. Ancak bu tepki yeterince sağlam temeller bulamayın­ca neredeyse kendiliğinden çözüldü. Da­ha doğrusu sık sık tekrarladığı keskin dö­nüşlerle tutarsızlaştı, itibar yitirdi.

Tarihin paradoksu:Nasıl, Stalin’in kaba­lığından dolayı MK genel sekreterliğinden alınmasıyla ilgili Lenin’in ünlü “Kongre’ye Mektup”u, ölümünden sonra XIII. Kong­rede yalnızca delegelerin bir kısmına oku­nup, açık olarak yaymlanmadıysa, Kruşçef de Stalin’i XX. Kongre salonunda kalan “gizli” bir konuşmayla eleştirmiştir. Demek Partinin sıkıntılarını aşmada henüz yöntem bakımından bir fark yoktur. Parti safların­da açık ve yoğun bir tartışmayla çözümlen­mesi gereken bir sorun-geçmiş dönem, Stalin döneminin değerlendirilmesi Kong­re delegelerince yapılan bir konuşma ve MK kararıyla sınırlı kalır. Oysa söz konusu dönemi her Partili şu ya da bu ölçüde kendi pratiğiyle yaşamıştır. Partinin tümünü ak­tif olarak böyle bir değerlendirme tartışma­sına çekmek için ortada bir engel yoktur. Ancak bu görünüşte böyledir. 1934’lerden itibaren şekillenen Partideki her tepkinin “şüpheyle” karşılanmasının yarattığı, Parti yaşamındaki donukluk Stalin’in ölümüyle buharlaşıp yok olamazdı. Ve bu objektif “engel” Kruşçefin yöntemiyle aşılmış olma­yıp tersine beslenmiş oluyordu.

Bu konuda Kruşçefin hatası, Stalin eleş­tirisine Lenin’in ünlü “ Kongreye Mektup’- ’u ile başlamasıdır. Konuşmanın başında bu mektup metni yer alır ve böylece Stalin’e vuruş Lenin’in icazetiyle yapılmış olur. Önemsiz görülebilecek bu gerçeklik, tam tersine siyasette zaaf belirtisidir. Stalin en başta kendi pratiğiyle eleştirilmeliydi. “Kutşallaşan” Stalin’e “ daha kutsal” olan Lenin’e sığınarak vurmak, özünde eleştiri silahını cesurca kullanamamak anlamına geliyordu.

Kruşçefin üçüncü ve esas önemli hata­sı olayı neredeyse Stalin’in kişiliğiyle sınır­lamasıdır. Parti yönetiminin kişileşmesi, ta­banın insiyatifinin giderek zayıflaması ger­çekliği Stalin’in kişiliği ile yeterince açıkla- namazdı. Kruşçef konuşmasında “Stalin’ ­in aşın şüpheci” kişiliğini vurgular. “Kişi ta- pıncı” nın olumsuz sonuçlannı açıklar. A n ­cak olayın, bütün Partiyi saran objektif te­melleri yeterince öne çıkartılmaz. Kruşçef döneminde uygulanmaya çalışan bütün re-

Page 11: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

formlara karşı direnen Malenkov, Kagono- viç ve Molotof un Partiden tasfiyesi de ola­ya çözüm getirmez. Hatta “kişi tapıncının” zararlarıyla mücadele adına Mareşal Jukov ordudaki görevinden alınır. Gerekçe: or­dudaki “ aşın otoritesi” ve “tartışılmaz kişi- Üğfdir.

Daha önce açıkladığımız gibi Stalin ola­yı “bir kişi” sorunu gibi görünse de gerçek­te öyle olmaktan çok uzaktı. Cılız Sovyet iktidannm dışanda emperyalizmin kuşat­masına, içeride burjuva arüklanna karşı yü­rüttüğü korkunç mücadelede ister istemez bir avuç lider kadrosu “tartışılmaz” bir oto­rite kazanmıştır. Bu bütün yapılan hatala­ra rağmen bileğinin hakkına kazanılmış bir otoriteydi. Ancak “ otorite” geniş yığın in- siyatifini inmelendtrdikçe bizzat kendine karşı tepki biriktirmeden edemez. O neden­le, Stalin döneminin hatalarını düzeltmek, Stalin’in kişiliği ile uğraşmakla olamazdı. Hatta, yanlış yargılamalardan doğan so­nuçlan kaldırmak, kişilere yeniden “ itibar” iade etmek, hatayı düzeltme anlamında son tahlilde bir hiçtir. İn melenen, Parti saf- lanndaki ve geniş yığınlardaki insiyatifi us­talıkla yeniden canlandırmak tek gerçek çö­züm olabilirdi. Kruşçef döneminde bu adım atılamamıştır.

Stalin döneminin günahlan, Kruşçef in hırçın çıkışlannda kendi zıttını yaratmadan edemedi. Partinin ve Sovyet insanının bir otuz yılda edindiği yapılanma tarzı bu çıkı­şa uyum göstermedi. Nitekim ardından “durgunluk dönemi” olarak isimlendirilen Brejnev yıllan yaşandı. Durgun yıllann ger­çek kökleri 1935-50 arasında şekillenen, yetkilerin aşın merkezileşmesinde yatsa da, Kruşçef döneminin, bu yapılanmayı sistem­siz bir şekilde değiştirme çabası da konak atlamayı geciktiren diğer önemli bir neden olmuştur.

“Yönetim kurumlannm sürekli sistemsiz­ce yeniden örgütlenmesi (bakanlıklar, ulu­sal ekenomi konseyi, devlet planlama ko­mitesi, çeşitli komite ve komisyonlar, Par­ti aparatının gereksiz bölünmesini kaldırıp sanayi ve tanm komitelerinin kurulması) esas reform düşüncesini gözden düşürdü. Ulusal ekonomi konseylerinin uygulama­ya konulması, Lenin döneminde varolan ekonomik örgütlenmeye bir dönüş olarak ilan edildi. Gerçekte bunlar, yaygın (ek- stansiv) ekonomik büyümenin son kaynak- lannı tüketmenin eşiğine dayanan eski, yu­kardan buyurucu sistemin sektörel plandan bölgesel planda yeniden inşasına bir geçiş­ten başka bir şey değildi.

“ Ekonomiyi zorlamayla organize etme g iriş ir in i aeri tepti. Üç dört yıl içinde tü- ketim m aiilrind; hoüut ysraL^cağı, daha

sonra bir ölçüde vergilerin kaldiriıâCağl V. hizmetlerin ücretsiz olacağı vadedildi. O y­sa, yeniden yiyecek sıkıntısı vardı. 1962’de et ve süt ürünleri fiyatları yükseldi ve son­rada tahıl ithali başladı.” (28)

II. Dünya Savaşının bitimiyle değiştiril­meye başlanması gereken politik ve eko­nomik yürütümdeki aşın merkeziyetçilik ancak, Kruşçef le başlayabildi. Fakat uygu­lamada bu oirisim yalnızca yukarıdan yeni yeni “komisyonlar ve komiteler” yarat­maktan öteye gidemedi. Merkezi planla­madan bölgelere daha fazla insiyatif veril­mesi yoluna girilirken bütün bunlar eski ruhla ve mantıkla yapıldı.

Aynı yazar Kruşçef döneminden şu te­mel dersi çıkartır: “ En basmakalıp kanılar­dan birisi: politik bilinç eksikliğinden dola­yı halkın değişime hazır olmadığı şeklinde­dir. Bu doğrudur, fakat gerçekliğin bütü­nü böyle değildir, çünkü tıpkı suya girmek­sizin yüzme öğrenilemeyeceği gibi, demok­ratik süreçlerin dışında kalarak demokrasi için hazırlık okulundan geçmek imkânsız­dır. Açıklık, özgürce konuşma ve bilgilen­

me gibi demokratik yaşamın böyle temel unsurları pratikte yoktu. Bir kera daha dü­şüncelerin yeknesaklığı genel düşüncesiz­liğe dönüştü.” (29)

Böylece şu gerçeklik açıkça ortaya çıkı­yor. Kruşçef dönemindeki “reformlar” doğ­ru noktalara dokunsaaa eski mantık ve yöntemlerle pratiğe geçirilince işlemez hale gelmiş, düzensiz uygulamalara dönüşmüş­tür. Tüm partinin ve geniş yığınların yara­tıcı insiyatifi harekete geçirilmeyip, zirvede yeni “komisyonlarla” yetinince değişim ça­bası kendi kendini inkâra varmıştır.

Oysa, öte yandan değişim uğruna en uç paralolar atılabilmiştir. Bunlann en tipiği XXII. Kongrede (1961) kabul edilen III. Parti Programıdır. Şöyle denir:

“Gelecek on yılda (1961-70) Sovyetler Birliği Komünizmin teknik ve maddi temelini yaratacak, en zengin kapitalist ülke ABD1 yi kişi başına üretimde geçecek, halkın yaşama, kültür ve teknik standartları sürekli gelişe­cek; herkes daha iyi koşullarda yaşayacak; Bütün kollektifler ve devlet çiftlikleri yük­sek seviyede üretken ve kârlı girişimler haline gelecek; Sovyet halkının kaliteli ev talebi esasda karşılanacak; güç fizikse! çalışma or­tadan kalkacak; SSCB en kısa çalışma gününe sahip olacaktır.

“Tüm halkın maddi ve kültürel değerle­rinde bolluk sağlanacak, komünizmin tek­nik ve maddi temeli ikinci on yılda (1971-80) tamamlanmış olacak; Sovyet halkı ihtiyaçlara göre dağıtım prensibinin uygulanabileceği aşamaya çok yaklaşacak ve halk mülkiyeti biçimi-mülkiyetin diğer bi­çimi derece derece gerçekleşecektir. Böy­lece, komünist toplum SSCB’de esasta in­şa edilecektir. Komünist toplumun kurulu­şu, ardışık dönemde tümüyle tamamlana­caktır. (30)

Bunlann gerçekleşemediğini söylemeye gerek yok. önem li olan 1961’de hangi ne­denlerle böyle bir noktaya sıçranmıştır, onu tesbit edebilmeliyiz. Kruşçev dönemi ilk ola­rak, emperyalizmin gücünü küçümsemiş- tir. Dünya kapitalizminin sosyalizmin iler­leyişini önüne çıkartabileceği engelleri ha­fife almıştır, ikinci olarak, savaş sonrası Sov­yetler Birliği’nin prestijinin yarattığı sarhoş­luk, talepleri uç noktalara sıçratmıştır. Üçüncü ve en önemlisi 1934 sonrası yılla­rın Sovyet ülkesinin öncüsü, Parti’de yarat­tığı bozulmaların kökleri yeteri derinlikte kavranamamıştır. Stalin’in bazı hatalannın eleştirisi yeterli görülmüş, inmelenen parti içi legalite yeteri titizlikle onarılamamıştır. Sonuçta bütün bu parolalar gerçeklik ol­mak yerine parlak vaatlere dönüşmüştür.

Öte yandan, programdaki teorik bir ha- da değinmek zorundayız. Komünist

toplumun SaSiSgs ^ “ ekl en. bî? a mad‘ di ve kültürel bolluğa dayanır. A ylii an"da bu bollukla birlikte devlette sönüşe ge­çer. Oysa dünyada güçlü bir şekilde kapi­talizm var oldukça sosyalist ülkelerde dev­let sönümlenemez. Çünkü, ulusal planda sınıf savaşının bitişi, uluslararası planda sı­nıf savaşının bittiği anlamına gelemez. Ve bu savaş bitmedikçe ya da dünyamızdaki alanı bir daha geri dönemeyecek şekilde daraltılmadıkça devlet bir mücadeie silâhı olarak var olacaktır. Bu ise bir ülkede ko­münist toplumun bütünüyle hayata geçme­sinin önünde önemli bir engeldir. Program­da 1980’lerde komünist topluma ulaşılaca­ğının varsayılması aslında aynı yıllarda ka­pitalizmin dünyada artık hiçbir belirleyici gücünün kalmayacağının da zımmen ka­bulü demektir. Gerçi o günlerde Kruşçev kapitalist dünyaya “sizi gömeceğiz” diye haykırmıştı, ancak bunun hayata geçmesi söylendiği ölçüde kolay olamıyor.

Başka bir açıdan bakılınca, programda en güçlü kapitalist ülkeyi maddi, teknik öl­

çülerde geçerek, komünizme gidişin yolu çizilir. Evet sosyalizm, kapitalizmi bütün alanlarda geçebilmelidir. En yüksek teknik yaratıcılığı çağımızda sosyalizm temsil ede­bilmelidir. Ve bu hedefe varılması aslında zor da değildir. Gelecek on yıllar bunun sı­nanması olacak. Ancak yalnızca bu yolla yine komünist topluma vanlamaz. kapita­lizmin elindeki en güçlü silahının alınma­sıyla, onun topyekün çöküşü hiç de eş za­manlı olmayabilir. Dünya seviyesinde üre­tim araçlanndaki özel mülkiyet iyice daral­tılmadıkça, komünizme geçişin önü açıla­maz. Bu ise ancak kapitalist ülke devrim- leriyle mümkündür. Özetle, sosyalizme bir tek ülkede geçiş mümkün olmuştur. An­cak komünist toplumun yaratılması, dün­ya ölçüsünde güçler dengesinin kesin bir şekilde sosyalizmin lehine dönüşüyle müm­kündür. „

Bu teorik ufkun yitirilmesinin en tehlikeli sonucu, hiç şüphesizki sosyalist ülkelerin dünyadaki devrimci mücadele sürecinden kopuşmalan olabilir. Komintem’in dağıtıl­masıyla aslında böyle bir sürece girilmiştir. Ardından “kapitalist olmayan yol” tezleri ve özellikle kapitalist anayurtlarda “banşçıl ge­çiş imkânı” üzerine bayağı teoriler bu ko- puşmanın teorik sinyallleridir. En son Gor- baçov’la başlayan “yeni düşünce” ve Sov- ı>et Bilim Akademesi’nin “uygarlık krizi” tez­leri gidişin olumlu yönde olmadığını gös­teriyor.

BREJNEV DONEMİBrejnev dönemi şimdiki Sovyet basının­

da “durgunluk” dönemi olarak değerlendi­riliyor. Gerçekten, Brejnev, Kruşçev’i “iradesi” ve “sübjektif olarak eleştirirken, kendisi Stalin döneminin bir karikatürü­nü yaratmaktan öteye gidememiştir. Hangi anlamda?

Stalin döneminde özellikle, emperyalist kuşatmanın yeni saldırıya tırmandığı 1935’lerden sonra, ekonomik yönetim ve politikada yetki ve yürütüm, kaçınılmaz bir şekilde Sovyet tarihindeki en merkezi nok­tasına çıkmıştır. Bu koşulların zorunlu bir sonucuydu. Elbetteki böyle bir yapılanma­nın olumsuz birikimleri de olacaktı. Fakat 1948’den sonraki yıllarda emperyalist ku­şatma geri çekilmiş, içeride burjuva artık­lan etkilerini yitirmiş durumdadır. Bu ob­jektif değişim parti politikasına yansımadan edemezdi. Yeni girilen döneme uygun po­litikalar üretmede Kruşçev dönemi bir adım atmış olsa da bu adım eski dönemin ve ye­ni koşulların yeterince kavranmayışmdan dolayı karşı uca sıçrayan tutarsızlıklardan öteye gidememiştir. Brejnev dönemi ise, değişen koşullara yeterince hızlı ayak uy­duramamış, Stalin döneminin politikalan- nı yeni koşullarda biraz daha reforme ede­rek uygulamakla yetinmiştir.

Ekonomide, bölgesel insiyatifleri dikkate ’ •m «"**1 merkezi yürütüm, büyüyen bü-

-v~’ - it i lm iş ; üretimin kalitesirokrası yum ağıy ıa^*- ^ - -.ısrılmış; yerine üretimin niceliği ön piaHi y***- yaygın (ekstansif) üretim metodu uygulandıgi için yeni yatırımlara rağmen üretkenlik ar­tışı çok yavaş olmuş, daha sonra gerilemeye başlamıştır.

S iyasette, geçmiş dönemin kritiği uyu­tulmuş, doğmatizm teoride baş köşeye oturmuştur. Bu dönelT yayınlanan teorik literatürün ne yazık ki büyük bit* böiüuîl! klasiklerin bayağılaştırılan tekrarlanmasın­dan öteye gidememiştir. Teoride doğma- tizmin esas kökleri, 1934’de başlayan “bü­yük temizlik” günlerinde yatar. Her türlü nüansın “ halk düşmanı Troçkist- Zinovyevist-Buharinist bloka” bağlanması, Parti içi teorik zenginleşmeyi kısırlaştırmış­tır. O günlerin mirasını, Brejnev dönemi sessiz sedasız devralmıştır. Bu noktada ne iradi bir tercih, ne de keyfi bir istek söz ko­nusudur. Kruşçev dönemi bu yapılanma-

Page 12: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

dan yeni tarzlara geçişin hiç de kolay bir­kaç yılık sıçramayla olamayacağını göster­di. Demek ki, sorunun kökleri toprağın ol­dukça derinlerine uzanmıştır.

“Yoldaşlar... Bolşevik Komünist Partisi ve rusya işçi sınıfı geçmişte, legalite ve parle- mantarizm tarafından şımartılmadı.” (31) Bütün Rusya Yürütme Komitesi Başkanı Kalinin’in Komünist Fn+5rnaSy0nai II. Kongresindeki bu sözleri bir gerçekliğin en şapıa ifadesidir. Rusya Proletaryasının devrim öncesi “özgür” günleri hemen hemen bir­kaç yılla sınırlıdır. Bu koşullar Rusya Pro­letaryasına Avrupa proletaryasıyla kıyaslan­mayacak ölçülerde disiplin, fedakarlık, kararlılık, koşulların değişimine hızla uyum yeteneği kazandırmıştır. Burjuva demokrasisinin iki yüzlülüğüyle zehirlenen, parlamenter oyunlarla ^şımaran” Avrupa proletaryasının önemli bir ■bölümü, gevşeklik, kararsızlık, koşullann çarpıa değişimi karşısında demoralize olma gibi za-aflarla inmelenmiştir.

Burjuva iktidannı yıkarken Rusya prole­taryasının tartışılmaz üstünlükleri, sosyaliz­min kuruluşunda ve gerçek sosyalist de­mokrasinin hayata geçirilmesinde zaaflar yaratmadan edemedi. Burjuna demokra­sisi okulunun eğitiminden geçmeden, sos­yalizmi inşa ile yüz yüze gelen Sovyet pro­letaryası, o günlerden kalan eksiklerini de sosyalizmin kuruluş koşullannda tamamla­mak gibi zorlu bir görevle yüz yüze geldi. Öte yandan, ilk sosyalist ülkenin ayakta ka­labilme mücadelesinin, olağanüstü zor ko­şullarında bu eğitimin de imkân ve alanla­rı önemli ölçüde sınırlanmıştı. Bu objektif koşullara, partinin önemli hataları da ek­lenince, gelişimin sancıları iyice artmıştır.

İşte Brejnev dönemi artık aşılması gere- ken köklü geleneklere pasif bir durgunlukla tabi olmaktan öteye gitmemiştir. Bu nok­tada Partinin öncülüğü değil, olaylann ken­diliğinden, alışılmış tarzda akışına tabi ol­ması, yani ardçılığı söz konusudur. Bu ardçılık yıllarının bir yirmi yıl sürmesi ola­yın köklerinin ne ölçüde derinlerde oldu­ğunu göstermeye yetenidir. Gerçi partide kıpırdanma 1975’lerde başlamış olsa bile, kıpırdanmaların sıçramaya varışı bile bir on yıl almıştır.

Gorbaçov’la başlayan “açıklık” ortamın­da, sıradan Glasnostçular durgunluğu kır­ma adına kılıcın ucunu hemen Stalin dc nemine Stalin’in kişiliğine yöneltmişlerdir. Yılların suskunluğundan bu önemli çıkış akımının böyle körlükleri herhalde daha sağlam bakış açılarına varacaktır.

Stalin döneminin bugün Sovyetler’deki moda deyimiyle “yukardan buyurma yöntemi” objektif zorunluluklar açısından önemli ölçüde haklılıklar taşımaktaydı. Oysa Stalin sonrası dönemde koşullar çarpıa bir şekilde değiştiğinden dolayı aynı uygul*rv'~lar için ortada hakL birdenle hı>~" . ..euen yoktur. O ne-

^^aun savaş açılan bürokratizmin yaygın temeli, natta bürokrasi ürününün yarattığı çürümeler Brejnev döneminin mi­rasıdır. Ve kılcın sivri ucu bu döneme batı- rılmazsa enerjiler boşa harcanabilir. G O RBAÇO V DÖNEMİ VE YENİDEN

Y A P ILA N M A

Andropov başkanlığında sıçrama nokta­sına dayanan ekonomide ve politikadaki değişim sancısı, Gorbaçov’la birlikte artık yaşayan canlı bir süreç olmuştur.

Eğer parti içinde sancılann yükselme noktasının başlangıcına gitmek istenirse 1975lere vaniır. Ö dönem şanolar özellikle ekonomik temelde kendini dayatmıştır. Ekonomideki durgunluk artık itiraz edile­mez bir şekilde bilimsel teknik devlimin tüm üretim alanlarına çok daha radikal bir hız­la yayılmasını gündeme getirmişti. 1975’lerden özellikle 1980’den sonra Sov­yet basınında bu konuda tartışmalar yoğun­

laşmıştır. Ancak doyurucu pratik adım atı- lamamıştır.

Çünkü “yeni çalışma yöntemleri büro kö­şelerinden yönetilmiştir.” (32)

Ancak Gorbaçov’la reformlar XXVII. Kongre’de ilk defa ekonomik sorunlann ya­nında parti yaşamı, ideolojik sorunlar, ge­nel politik sistem alanına yayılmış, yani so­run bütün yönleriyle öne çıkartılmıştır. Ya­şanan üç yılda ortaya çıkan, ekonomik san­cılarla başlayan değişimde, politik yeniden yapılanma hızla bütün sorunlann önüne geçmesidir. Hiç şüphesiz ki olaylardaki bu hiyerarşi -sıralanma-tesadüf değildir. Yeni­den yapılanmanın tek garantisi tüm Sov­yet insanının yaratıcı insiyatifinin köklü bir Şekilde canlanmasında yatıyor. Bu konu­da her türlü “korku”dan uzak durulmalıdır. Ve sonuç olarak “glasnost-açıklık” yeniden yapılanmanın sürükleyici halkası olmuştur.

Elbette bu Glasnost rüzgârında pek çok birikim ortaya saçılacaktı. Yazının başında belirttiğimiz gibi en uç düşünceler tartışma platformuna çıkacaktı. Fakat bütün bu olan­larda sağlıksız bir temel yoktur.

Örneğin bir Sovyet yazan Perestroyka1 yı ‘üçüncü NEP” olarak değerlendiriyor. Le- nin döneminde başlatılan NEP’i ise şöyle tarifliyor: “Lenin’in Perestroyka programına gelince, onun sosyo-ekonomik muhtevası (kooperatif planı, Partinin ve devletin de­mokratikleştirilmesi ulusal sorun, “politik sistemimizde değişiklikler") önce bayağılaş­tırıldı ve sonra da Stalin ve yandaşlan ta­rafından ortadan kaldırıldı.” (33)

Yazar, NEP dönemine bugünün koşul­larından bakınca böyle çarpık sonuçlar çı­karmadan edemiyor. Bu, Partinin genel tesbitleriyle ve en son Gorbaçov’un 70. Yıl konuşmasındaki görüşlerle çelişmektedir. NEP, yalnızca “savaş komünizminin sıkı uy­gulamalardan, az çok normal uygulama­lara bir dönüş değil, aynı zamanda hız al­mak içn bir geri çekilmeydi. Bunun man­tık sonucu NEP’in kendi içinde sosyalist güçlerin ileri bir atağını da barındırmasıdır. Yazar bunu NEP’in kabalaştırılması ve or­tadan kaldınlması olarak görüyor. Bugünün yeniden yapılanmasında bir geri çekilme yoktur. Tam tersine uzun yıllar kireçlenen yapının kırılıp, devrimci bir yolla ileri sıçra­masıdır gündemde olan.

Öte yandan daha da beteri “Stalinizm, Maoizm, Pol Potizm ve benzerlerini sos­yalizme dış düşmanların topundan daha fazla zarar verdiği” teshiridir. (34) Pol Pot ile Stalin ve Mao’nun aynı kefeye konma­sı, hatta Stalin ile Mao’nun aynılaştırılması tam bir ahmaklıktır. Ancak Glasnost yazar­ları iplerinden boşalınca böyle aptalca tes- bitlere varabiliyorlar.

Bü'Un hm İM da" uç|an çlkar.

tabı ir- oOVyetler’de hâlâ böyle tezlerin ileri sürülebilmesi, sosyalizm açısından bir teh­like işareti midir?

İlk olarak görüşlerdeki bütün bu dalla­nıp budaklanma 1934’lerde filizlenen son­ra da sistemleşen teorik dogmatizmin kırı­lışının en doğal sonucudur. Sosyalizmin sağlam temellerinin atıldığı, gelişme yolun­da en belirgin teorik SSpkîuIikiann yenildi­ği bir dönemde (1934’de) düşman unsur­ların parti içinden başlattıkları kanlı saldırı (Kirov’un katli), uluslararası planda emper­yalizmin sosyalizme karşı topyekün bir ta- aruza hazırlanma koşullarıyla birleşince, partideki teorik mücadele ufku olağanüs­tü daralmış, bir tek noktada “emperyalizm ve onun ajanları” parolasında odaklaşmış­tır. Bu mantık savaş sonrası yıllara da güç­lü te şekilde miras kalmıştır, özellikle Brej­nev yıllan teorik dogmatizmi dayanılmaz noktalara vardırmıştır. Bu duvarların şim­di yıkılması kaçınılmaz bir şekilde, yıllardır

1 biriken ve tortulaşan «uyun çamuru ve çö- • püyle akışını gündeme getirmiştir. Ancak

bunda sosyalizm açısından bir “tehlike” yok­tur. Yeter ki bütün sağlıksız birikimler orta­ya çıkabilsin, Partinin ve Sovyet insanının canlı teorik, pratik mücadelesiyle sağlam kanallarda gür bir akıntıya dönüştürebilsin.

İkinci olarak, eğer bugün Sovyet bası­nında eski hatalarla ilgili pervasız çığlıklar duyulabiliyorsa, bu sosyalizmin dünya öl­çüsündeki savunma konumundan ve onun yarattığı sınırlılıklardan yeni bir dö­neme girişinin işaretleridir.

“Bizim tarafımızdan gönderilen öğrenci­lerin de katıldığı bir Parti okulunda. Beş Yıl­lık Plan dönemindeki kazanımlar için Rusya işçileri tarafından yapılmış “fedakarlıklar^ övenlere karşı, aylar süren keskin bir tar­tışma oldu. Fedekarlıklardan söz edilmesi­nin doğru olmadığı kabul.edildi; aksi tak- I dirde Batı’daki işçiler ne düşünecekti? Oy- ; sa ki ilk Beş Yıllık Plan boyunca yaşam ko- ( şulları aşırı ölçüde kötü olduğu için feda­karlıklar yapılmıştı ve sosyalizmin inşası için aşırı çaba ve fedakarlık gerektiği anlatıldı­ğında işçi sınıfı korkmaz; tam tersine, bu ön­cünün sınıf ruhunu canlandırır ve yüksel- l tir. Bu küçük bir örnektir fakat prensipte ha­talı bir yönelimi gösteriyor...” (35)

Sovyetler’de, 1950’lerde bir Parti okulun- | daki bu tartışma “küçük” bir olaydır. Ancak yaşanan deneyler, sorunun boyutlannm ne ölçüde derin ve büyük olduğunu göster­miştir.

Rusya proletaryası bütün geriliklerine rağmen yeni bir çağ açtı. Dolayısıyla, özel­likle yaşam koşulları vb. konularda çok da­ha ileride olan Batı proletaryasının da dün­ya ölçüsünde öncüsü konumuna yüksel­di. Rusya’da sosyalizmin maddi temelleri­nin var olmadığını savunan Kautsky’ler aris­tokrat işçi kesiminin sözcüleriydiler. Batı işçi sınıfına sömürge talanlanndan düşen pay­dan -ya da batı finans-kapıtalinin sofra ar­tıklarından - vazgeçemedikleri için burju­va kuyrukçuluğunu teorikleştirdiler. Bu ■ proletaryaya açık bir ihanetti. Batı’da dev­rim, geniş sömürge talanı imkânlarının, proletarya tarafından cesaretle bir kenara itilmesi demekti. Bu ise, çok geçici ve sı­nırlı da olsa, Batı işçi sınıfının yaşam ko­şullannda bir düşüş demekti. Aristokrat iş­çilerin bilinci bu “korku”yla körleşmişti.

Sovyet dostlar, yukanda sözü edilen tar­tışmayla, Batı işçi sınıfını “korkutmadan” devrime hazırlayacaklarını umsalar da, bu tavırlarıyla Kautsky’lerin korkularını canlı tutmaktan öteye bir şey yapmış olmuyor­lardı.

Bu “küçük” tartışmadaki öz, Sovyet ya- | şamına hatta sosyalist ülkeler yaşam ^- l hangi kılıklarda yerleş«. örtülmesi

aoartılması: Sosyalist ülke sınır­ları dışına başarılı istatistiklerin, birlik söy­levlerinin çıkması, ama sıkmtılann sınır du- j varlannm içine hapsedilmesi akıp giden yıl­larda Partilerin temel davranış tarzı haline geldi. Böylece, sosyalizm dünya ölüçüsün- de kolay yoldan çekim merkezi olacaktı. Gerçekçiliğin insafsızlığından ürkmeyelim.Bu davranış tarzının küçük burjuvazinin parlaklığa tutkusundan başka bir şey olma­

dığını görmek zor olmaz. Sovyet ülkesi ve diğer sosyalist ülkeler devrim günlerinde küçük burjuva deniziydiler. Saflara, özel­likle devrim sonrası işçi sınıfı saflanna mil­yonlarca köylü ve esnaf davranışı taşındı. Demek onlann muazzam etkisini, bilinçli bir azınlık konumunda olan Parti kadroları ye­terince göğüsleyemediler.

Sosyalizmin artık bu tarz savunulmasına ne gerek vardır ne de imkân... Macaristan, Çekoslovakya, polonya olayları, Sovyetler! deki üretici güçlerdeki gerilik ve halk msi- yatifinin inmelenmesi, bütün bunlar çuvalı delen mızrak ucu oldular, örtülemez bo­yutlara vardılar. Fakat öte yandan, sosya­lizmin dünyadaki gücü artık tartışılamaz bir

Page 13: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

gerçeklik olmuştur. Sosyalizmin kaba, ya­ni en temel alanlarda savunulması döne­minden artık onun bütün iç bağlantılarıyla cesaretle daha yükseltilmesi dönemine ge­çilmektedir.

Üçüncü olarak, Sovyetler’de artık bir­birine karşıt sınıflar çoktan beri yoktur. Çı- karlan belli ölçülerde uyumlandınlmış, iş­çiler, köylüler ve aydınlar vardır. Gelişim sü­reçlerinden farklı şekillerde etkilenen bu ke­simlerden farklı tepkilerin ortaya çıkmaması mümkün değildir. Bu tepkilerin bürokratik tembellik yıllannda örtülmesi en genel ge­çer yaşam tarzı olmuştur. Karşıt sınıflann or­tadan kalkması, karşıt ve çelişkili düşünce­lerin ortadan kalkmasını getirmez. Sosyaliz­min gelişimi, yeni basamaklan tırmanışı na­sıl etki ve tepkisiz, kendiliğinden olabilir? Bu tepkilerin özgür döğüşü sosyalizme güç kaybettirmez, tersine onu sağlamlaştım.

Netice olarak, bugüne kadar ki hatala- nn sonucu dumura uğrayan halk insiyatifi ve girişkenliği, Perestroyka’yla bir bakıma yeniden doğuş sancısı içinde. Bu yeniden doğuşun şimdilerde yaşanan dağınık tep­kileri, hatalann kaçınılmaz bedelidir. Teh­like bu tepkilerin, sapkın uçlarda yığılıp, ke­mikleşmesinden doğar. Eğer parti, Brejnev dönemindeki aracılığım, şimdi yeniden ön­cülüğe sıçratabilirse tehlikelerde yükselme­den sönümlenebilir. .

O nedenle yazımızı sonuçlandırmadan, Gorbaçov’la başlayan değişimin bugün ya­yıldığı yeni alanları değerlendirmeliyiz.

Bunlar başlıca iki noktada toplanıyor:Parti devlet ilişkisi ve parti yaşamının de­

mokratikleştirilmesi.Parti-devlet ilişkisinde Gorbaçov, Kon­

ferans konuşmasında şu ana prensibi vur­gular: “Esas prensip aşağıdaki gibi formü­le edilebilir: Ekonomi, devlet ve sosyal ya­şamla ilgili bir tek sorun bile, Sovyetler’den geçmeksizin karara bağlanamaz. Partinin ekonomik, sosyal ve etnik politikası her şeyden önce halk yönetiminin organlan olarak Halk Vekilleri Sovyetler’i eliyle uy­gulanmalıdır.” (36)

Sovyet kanunlannda bunun tersine bir bağlayıcılık yoktur. Ancak akan günlük pra­tikte parti organlan Sovyetler’in üstünde bi­rer vasi durumuna gelmiştir. Parti kararla­rı bu organlarda döğüştürülerek yaygınlaş­tırm ak yerine kararlann daha alınmasıyla birlikte, Sovyetler’in bu kararlan kabulü bü­rokratik bir formaliteye dönüşmüştür.

“Lenin, her komünistin halkın politik ön­deri olduğunu söylerdi. Emekli Parti üye­lerinin hikâyelerinden biliyorum, devrim­den sonraki ilk yıllarda durum gerçekten böyleydi. “Bolşevik” kelimesi asla resmi bir konumu belirtmezdi... Bizim, herhangi res­mi bir konumu olmaksızın prestij kazanmış insanlara ihtiyacımız var.” (37) Bir partili iş­çisinin bu tesbiti, hem Sovyetler’de Parti üyelerinin mevcut konumlarını, hem de ol­ması gerekeni iyi anlatıyor.

Sovyetler’in etkinliğinin arttmlması yolun­da diğer nokta, seçimlerde aday sınırlan­dırılmağının kaldırılması konusundadır.

“Sovyetler’in teşkil4edilmesi sırasında sı­nırsız aday gösterme hakkı ve geniş, ser­best tartışma hakkı garanti edilmelidir.” (38) Bugüne kadar seçimlerde aday gösterme hakkı komsomol, kooperatifler, iş kollek- tifleri gibi çeşitli halk örgütlenmeleriyle sı­nırlıydı. Şimdi bütün sınırlar kaldırmakta­dır. Böylece kişisel girişimin önü açıl­maktadır.

Diğer önemli nokta, Sovyet Vekillerini “geri çağırma hakkının” Gorbaçov’un ko­nuşmasında vurgulanmaadnr. Bu hak, dev­rimin ilk gününden beri yürüdüktedir. An­cak “son yirmi yılda 8000 vekil geri ç a ğ ır ­mıştır.” (39) 51000 Sovyet’in bulunduğu ve bunlara 2.2 milyon üyenin seçildiği düşü­nülürse, geri çağırma hakkmın pratikte hiç

iyi işlemediği ortaya çıkar. “Son yirmi yıl” 1960-80 arasıdır. Bu yıllarda Sovyetler’de işlerin iyi gitmediği bugün artık yeterince açığa çıkmıştır. Bürokratik urlaşmanm en temel haklan nasıl kâğıtlarda ölü bir formü- lasyona dönüştürdüğünün en çarpıcı örne­ği, “geri çağırma hakkı”nın yoka çevrilme­sidir.

PaT devlet ilişkilerinde en önemli sorun, devlet organlarının PaTye pasif uyumunun aşılmasıdır. Devlet kurumlannda ve her alandaki parti birimleri, kararları bu alan­larda yaymak ve geniş yığınlan bu yönde kazanmak için canlı bir mücadele yürüt- melidir. Uzun yıllann pratiğinde parti bü­tün bu organlann üstünde “haksız bir vasilik” yapmıştır. Bu anlayış, bürokratizme karşı mücadelede en önemli halkadır. Böy­lece, devlet organlan ve diğer halk örgüt­lenmeleri arasında bir siyasi kopuşma teh­likesi ortaya çıkamaz mı? Bu yolda ilk te­minat Sovyet Anayasasıdır. Her yöneliş, o anayasanın sınırlannda kalmak zorundadır. Diğer teminat, partinin öncülük yeteneği ve halkın insiyatifidir. Bu konulardaki “korkulann” bürokratik buyuruculukla aşıl­ması ise mümkün değildir.

Parti yaşamının demokratikleştiril­mesine gelince, bu konuda da tüzükcül en­gellerden çok fiili alışkanlıkların kınlması sorunuyla yüz yüze gelinir. Konferans, Parti kademelerindeki en fazla görev süresini on yılla (iki kongre dönemi) sınırlandırmıştır. Oysa Parti kademelerindeki, görevini yürü­temeyenlerin alaşağı edilmesini engelleyen bir tüzük maddesi yoktur. Fakat Parti ya­şamındaki canlılık inmelenince böyle yeni kurallara başvurulması demek ki kaçınılmaz oluyor.

Özetle, Gorbaçov reformlanndaki her şey, yığın insiyatifinin canlandırmasından geçiyor. O nedenle, kararlann tek tek irde­lenmesi yazımızın smırlannı aşar, ancak her kararda sorun gelip yığın insiyatifine daya­nıyor. Artık Ferestroyka’nın “ikinci dönemi” (Gorbaçov) başlamıştır. Yani değişimlerin teorik çerçevesinin çizilmesinden, pratik uy­gulama dönemine geçilmiştir. Bu pratik gi­dişi her devrimci titizlikle izlemeli ve irde- lemelidir.

SO N U ÇPerestroyka’yla sosyalizm bir döneme gi­

riyor. Bu “dönem” sosyalizmin kuramsal aşamalanndan birisi değil, tamamiyle Sov­yetler’de sosyalizmin gelişinin özel bir aşa­masıdır. Herhangi bir ülkede tekrarlanma­sı ne bir kader ne de bir kaçınılmazlıktır. An­cak bu büyük deney her devrimci örgüt­lenme için zengin bir yol göstericidir.

Çalışan yığmlann topyekün insiyatifi te­meline dayanan sosyalizm, bürokratik yoz­laşmalarla kendi canlı özüne yabancılaşa­bilmiş^. Şimdilerde bu çember kınlıyor.

Böyle bir adım atılırken neden Stalin dö­neminin tartışma gündemine geldiği çok açıktır. Sovyet insanına Stalin döneminin bütünüyle savunulması, bürokratik urlaş- manm ebedileştirilmesi olarak görünüyor. Zorunlu olarak şekillenen aşın merkezileş­menin ardından gelen dönemlerde aşıla­maması, tersine bürokratik yozlaşmaya dö­nüşmesi ister istemez Stalin dönemini otop­si masasına yatmyor. fakat öte yandan Sta­lin döneminin topyekün inkan, sosyalizm için açık bir tehlikedir. Sovyetler’de yaşa­nan günleri “üçüncü NEP* olarak görmek, 1929larda Stalin’in kararlı tavnyla kulak­lara karşı açılan mücadeleyi “NEPı bozmak” olarak değerlendirmek hatta Buharinln ku- laklann adım adım, “ekonomik bir savaşla” aşılması tezlerinin daha doğru olduğunu sa­vunmak, sosyalizmden liberal yozlaşma­ya yelken açmak demektir. 1929larda Sovyet iktidannm önünde, burjuva artık­larının yumuşak bir gidişte tasfiyesi için fazla

zaman yoktu. Bu günün nesli, “Glasnost” ortamında eğer eskiyi yeterince titiz değer­lendirmeden, böyle ahmakça görüşlere re saparsa, bu Sovyet sosyalizmi için ger­çek tehlike olur. O günlerde, gerek ülke içinde kapitalizmin kahntılanna ve gerekse emperyalist kuşatmaya karşı var olmak ya da yok olmak mücadelesi verildi. Oysa bu­gün “uygarlık krizi” adına daha uzun yıllar kapitalizmle birlikte yaşamanın teorileri ya­pılıyor. “Uluslararası yumuşama”, dünyada­ki keskin sınıf karşıtlıklarını kimi kafalarda bulanıklaştınyor. Tam bu noktada, Stalin döneminin bütün kazanımlannın açıkça tes­lim edilmesi büyük önem taşır. “Büyük Tasfiye” döneminin hatalannı, bütün Sta­lin dönemine yaymak, buradan hareketle özellikle Stalin’in kişiliği ile uğraşmak, bu­günün rahat ortamında Glasnost aydınla- nnın liberal gevezelikleri olmaktan öteye bir anlam taşımaz. Sosyalizmin, 1934’lerden itibaren biraz da dogmatikçe savunulma te­laşı, bizzat sosyalizmin bazı namuslu, dü­rüst savaşçılannm “tasfiye” edilmesine ne­den olduğu artık tarihi bir gerçekliktir. An­cak bu acı gerçeklikten hareketle, liberalce diz dövmeler işimiz olmamalı.

Yazımızı “yeni düşünce”yle ilgili bir notla sonuçlandıralım. Sovyetlerideki uygulama­lar, genel özüyle olumlu özellikler taşıyor. Yıllardır geciken adımlar atılıyor. Ancak bunlann, uluslararasıa mücadeleye yansı­ması ve uluslararası sınıf mücadelesine ba­kışlar aynı seviyede olumluklar taşımıyor. Tam tersine oldukça önemli sapmalar “yeni” kılıklarda derinleşiyor. Ve bu sapma- lann kaynağı Kruşçev ve Brejnev dönemin­den mirastır. O günlerin iç politikada olum­suz yanlan onarılmaya çalışılırken, ulusla­rarası planda aynı adımlar neden atılamı- yor? Bu konuyu da gelecek sayımızda ir­deleyeceğiz.

KAYNAKLAR1. M oscow News, N o 18. 19882. E.Preobrazhensky, The N ew Economics, s.

1293. ’ ” ay. s. 894. * ” ay. s. 2295. Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 2836. Stalin, ay. s. 3277. N.I.Bukharin, Selected Writings, s. 2548. Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 2969. B.N. Ponomaryov, History o f Th e Com m u­

nist Party o f the Soviet Union10. Stalin, leninizmin Sorunlan, s. 54211. A . Medvedev, Let History Judge12. " ” ay.13. Stalin, Leninizmin Sorunlan s. 71814. H. McNeal, Resolutions and Decisions o f the

Communist Party o f the Soviet Union, Ciltni

15. Stalin, Werke, Band 1416. H. McNeal. ay.17. ay.18. ay.19. T. H. Rigby, Khruschevs “Secret Speech’ and

other Documents20. ay.21. Lenin, Cilt 3522. T.H. Rigby ay.23. ”24. Stalin, Werke, Band 1425. T.H. Rigby ay.26. M oscow News, N o: 19 198827. T.H. Rigby, ay.28. Y.Levada, W hy Reform Didn’t W ork Then,

M oscow News, N o: 18 198829. Y .Levada ay.30. H .M cNeal, Cilt (31. Th e Second Congress o f The Communist

International, Minutes, Cilt 132. Gorbaçov, X IX . Konferans konuşması33. Y.Karyakin, M oscow News, N o 23, 198834.35. Palmira Toiiatti, Interview with N uovi A rgo-

meti, 195636. Gorbaçov, XIX . Konferans konuşmasından

‘ 37. A Sukhanov, M oscow News, N o 12, 198838. Gorbaçov X IX . Konferans Konuşması.39. STP, 1982

Page 14: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

SON ŞANSIMIZ!Çağdaş Yol bu sayısında Pravda’nın Türkiye muhabiri Andrey Stephanov’un Sovyetler Birliği'nde uygulanmaya

başlanan Glasnost ve Perestroyka politikaları ve en son parti konferansına ilişkin görüşlerine yer veriyor. Kendisi bir Doğubilimci ve Arap-İslam tarihi konusunda uzman. Stephanov’un görüşleri kendisinin de belirttiği gibi, “ Şu anda SBKP içinde yer alan son derece canlı tartışma ortamı içindeki -ki bu dönemi Lenin’in dönemine benzetiyor-görüşlerden biridir. Kendisi ile bir çok konuda anlaşamadığımız röportajın seyrinden anlaşılacaktır. Bu­rada her gün burjuva basından Sovyetler’e ilişkin tekyanlı bilgilenme içindeyken bunun etkisini olabildiğince azal­tabilmek için karşı tarafın da görüşlerine yer vermek oldukça gerekli. Çağımızda bir kaç dev basın tekelinin gözüy­le olayları izlediğimizi hatırladığımızda ve röportajı sabırlı bir şekilde okuduğumuzda; esasen Sovyetler’de olup bitenler konusunda Türkiye’de tekyanlı, önyargılı, yanlış bir bilgilenme içinde olunduğu ortaya çıkıyor.

Bugünkü tartışma Lenin’in

dönemindeki tartışma ortamına

benziyor. Daha önceki yıllar bir

‘mezarlığa’ benziyordu.

Bugünlerde bir türlü çoğulculuk var. Bu

sosyalist özgürlüğün

temelidir.

Ç.Y. — Görüşmemize şöyle bir soru ile baş­lamak istiyoruz. Sovyetler Birliği’nde yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan sorunlar 1970’ten iti­baren hızla birikmeye başladı. Bunun karşılığın­da bizim görebildiğimiz kadan ile 1975’lerde de birtakım çözüm arayışian parti içinde tartışma­lar ve sancılar doğurdu. Birtakım önlem ler alın­maya çalışıldı. Fakat Gorbaçov’un da değindiği gibi genellikle bu önlem ler başansız oldu. A n ­cak Andropov’Ia birlikte bir reform çabasına rast­lıyoruz. Andropov dönemindeki reform çabalan da daha çok ekonomi alanındaki düzenlemelerle sınırlı olarak görünüyor. Ne yazık ki Andropov’un ömrü pek yetmedi ve onun başlatmaya çalıştığı reformları çok daha kapsamlı bir biçimde Gor- baçov başlatmak durumunda kaldı. Bu nokta­da Gorbaçov ekonomik konulardaki köklü dü­zenlemelerin yanında siyasal alanda ve toplumun politik örgütlenmesi alanında da yeni yönelişler ortaya koymaya başladı. Ve ekonomik anlam­daki önlem lerle bunlar bütünleştirilerek reform çalışmaları bugün daha da derinleştirilmeye yö- nelindi. Bu noktada ilk olarak sormak istediği­miz şey, 1975’lerde bunlar parti içinde tartışıl­maya, sorunlara çözüm üretilmeye çalışılması­na rağmen, neden önlem ler alınmakta gecikil­di. Arada şöyle böjyie 15-20 yıla yakın bir g e ­cikme söz konusu. Önce bunun nedenlerini açık­layabilir misiniz?

— Böyle bir soruyu son derece basit bir şekil­de veya bir iki açıklamaya dayandırarak cevap­lamak kolay değil. Söze başlamak gerekirse, di­yebilirim ki, perestroika (yeniden yapılanma), glasnost (açıklık) ve toplumumuzun demokra­tikleştirilmesi, tüm bunlar şans eseri olmadı. Par­timiz, ülkemiz, devletimiz ve sosylalizm için bu, kaçınılmaz bir süreçtir. Sadece bir kişinin kafa­sında oluşmamış, pratikte son derece donatılmış ve geliştirilmiştir. Aslında perestroika Lenin ta­rafından inşa edilen sosyalist yapılanmanın esas yoluna geri dönüş anlamına gelir. Sorunuzu belli bir sıra içinde cevaplamak gerekirse, Stalinizm ve Stalin sonrası dönem den de bahsetmem g e ­rekiyor. Ancak size, Sovyet yayınlannda yer alan tarafınızdan da iyi bilinen konulardan bir kez da-

ha bahsetmekte yarar görüyorum.Rusya imparatorluğu işgücü ve sermaye ba­

kımından son derece geri bir ülkeydi. Bazı en ­düstriyel merkezler tıpkı Amerika Birleşik Dev- letleri’nde olduğu gibi başı çekebiliyordu. Ancak bu endüstriyel merkezler çoğunluğu köylü olan ya da köylülüğün hâkim olduğu geri bir ülkede adacıklar gibiydi.

Ç.Y. — Yemi kapitalist, ilk kapitalist biçimlen­meler ve 1. Dünya Savaşı’nın bir bileşimiydi söz konusu?

— Evet bu bileşenler 1917’deki Şubat devri- minin patlak vermesine neden oldu.

Ç.Y. — Bu hareketin boyutlarına bakıldığın­da sosyalist bir devrim olamayacağı söyleniyor­du.

— Böylesine geri bir ülkede sosyalizmi ger- çekleştiremezsiniz deniyordu.

Ç.Y. — Kültürel düzeyden mi?..— Kültürel düzeyin yanı sıra proleteryanın ve­

rimliliğinin toplum içinde çok büyük bir yere sa­hip olmaması...

Ç.Y. — Köylülük oranının yüksekliği.— Evet köylülük ve diğer nedenler...Ç.Y. — Bu noktada Marks’ın teorisine daya­

nılarak kapitalist üretim biçiminin hâkim olm a­dığı bir ülkede sosyalist devrim gerçekleştirilemez deniyor.

— Kapitalizmin gelişiminin kaçınılmaz sonu­cu, kapitalizmin ileriye doğru attığı adımlar sos­yalist devrimdir.

Ç.Y. — Bunun Troçki’nin teorisi ile aynı teori olduğundan bahsedebilir miyiz?

— Hayır, hayır... Parti iktidan ele geçirdi. Bol- şevikler iktidarı ele geçirdilerv e bu iktidarı ken­di ellerinde muhafaza ettiler. Diyelim ki devrim tesadüfen oldu ve Marksizme tamamen uygun değildi. Burjuva propagandacılan bu bakış açı­sıyla menşeviklerin tezlerini tekrarlıyorlar. Ancak bolşevikler olarak bilenen bir grup devrimci böy­lesine büyük bir ülkede iktidarı nasıl e lde edebi­liyorlar, karşı devrimcileri nasıl yeniyorlar? Ken­di ordulan ile kapitalizmin yıkımına uğramış Rus­ya’yı yeniden kurmak için devrime karşı verilen mücadeleyi ülke geneline yaydılar. Bolşevik- lerin tüm bunlan yaparken ellerindeki gizli anah­tar Rusya’daki halkın çoğunluğunun isteklerine cevap veren temel şeyleri hedeflemeleriydi. Te­mel amaçlar iki ana başlıkta toplanıyordu. Pay­laşımcı emperyalist savaşın sona erdirilmesi, ba- nşın sağlanması ve tüm topraklann ulusallaştın- lıp devletin mülkiyetine geçirildiğinin ilanı. S o ­nuçta topraklar köylüler arasında dağıtıldı. Köy­lüler bolşeviklerin iktidannı destekliyorlardı. Pro- leteryanm desteğinden bahsetmiyorum, çünkü proleteryanın partisi iktidardaydı ve proleterya, partisini son derece güçlü bir şekilde destekliyor­du.

Ç.Y. — Peki diğer sınıf ve katmanlann durum- lan ne yöndeydi?

— Rusya’daki sınıflar nelerdi?.. Rusya kapita­listleri son derece zayıftılar ve devrime karşı sa­vaştılar. Hükümet mekanizması devrime karşıydı. Ordu ve ordu içinde özellikle rütbeli askerler dev­rime karşı savaştılar. Kilise karşı devrimciydi ve Türkistan, Orta Asya ve Kafkasya’da yaşayan- Müslümanlar devrime karşıydılar, yani din ku­rumlan karşı devrimci olarak hareket ettiler.

Ç.Y. — Devrimden önce?..— Hayır her iki sınıf da -proletarya ve köylüler- I

devrimi destekledi, devrimden önce ya da sonra da nitelemek doğru olmaz. İç savaş devrim süresince bu iki sınıfın desteğiyle t kazanıldı. Devrimimizi dış kaynaklı karşı dev­rimcilere karşı savunduk. Ancak devrimden sonra böylesine geri kalmış bir ülkede sos- I yalist toplumu gerçekten inşa edebilme ve ya- 1 ratma sorunu ile yüzyüzeydik. İşte tam bu sıra­da çok önemli tartışmalar başladı. Devrime ka- ı tılanlardan bazılan; Troçki gibi. Batı Avrupa’da sos­yalist devrimi gerçekleştirmek için Batı kapita­lizmine karşı kutsal devrimci savaşın sürdürülmesi gerektiğini önerdiler. Devrimimiz evrensel birli­ği, evrensel ateşi tutuşturan bir kıvılcımdı ve ev­rensel ateş evrensel sosyalist devrim anlamına geliyordu. Gelişmiş Batı ülkelerindeki proleter- yanın zaferinden sonra bu ülkelerin devrimci pro- leteryası bize yardım edecek, her iki yerde de sos­yalizmi gerçekleştirmemizi sağlayacaktı. Çünkü Batı Avrupa ülkelerinde iktidar güçleri proleter- yanm ve onun partisinin eline geçerse tüm Bat Avrupa’da sosyalizm güvence altına alınmış ola­caktı. İç savaşta sağlanan haşandan (zaferden) sonra Lenin sosyalizmin iki yansı iki bileşeni ol­duğuna işaret etti. Sosyalizmin ilk yansını yük­sek gelişmişlik düzeyine sahip üretim güçleri ve göstermelik bir aygıt olmaktan çıkanlmış hükü­met mekanizmasından oluşan maddi temeldi. Hükümet mekanizması ülkedeki üretimin geli­şimini düzenleyici bir aygıt olmak durumundaydı. * Üretimin gelişiminden kastettiğim şey bankacı­lık sisteminin, son derece gelişmiş bir sanayinin ve tanmın yapılandınlması. Tüm bunlar sosya­lizmin ilk yansını oluşturuyordu. Lenin’e göre sos­yalizmin maddi koşulan Almanya’da mevcuttu. Fakat maalesef Almanya’da proleteryanın elin­de sosyalist iktidar mevcut değildi. Lenin’in Sovyet Rusya’da göz önünde bulundurduğu ikin­ci güç, sosyalizmin ikinci yansı proleteryanın el­lerinde bulunan politik güçlerdi. Ancak biz sos­yalizmin maddi koşullanna sahip değildik. S o ­nuç olarak bir grup genelde kapitalizme karşı bir devrimci savaşımı öneriyordu. Troçki’nin bakış ) açısıyla hareket eden diğer bir grup menşevik, t devrimci savaşıma devam etmenin belki gerek­siz olduğunu ancak aynı nedenlerden Sovyet Rusya’da sosyalizmin kurulmasının imkânsız o l­duğunu söylediler. Lenin bu gruplarla tartışma­larını sürdürdü ve onlara Marksizmi kaba bir şe­kilde kavrayamayacaklannı ve kavramamalan ge­rektiğini söyledi. Devrimin gerçekleştiğini şu anda da politik gücün ellerimizde olduğunu belirtti. İk­tidan geri bir ülkede ele almıştık. Bu iktidarla ne yapacaktık? Neden kurban edecektik! Kültürel düzey, üretici güçlerin yeterli seviyeye yükselmesi için bunun gelişimini sağlamak gibi sosyalist yapılanmanın ön şartlarını inşaa etmeye çalış­mak bizim için daha iyi olmaz mıydı? Kapitaliz­min Rusya’da yapmadığını biz gerçekleştiremez miydik? Politik güç bizim ellerimizdeydi. Lenin, sorduğu bu sorulan olumlu bir şekilde cevapla­yarak yapabileceğimizi söyledi. Bu dönem den sonra; savaş komünizmi ve iç savaş zaferi diye adlandınlan bu dönem den sonra Lenin sosya­lizm üzerindeki görüşlerimizi destekleyen önemli ̂değişiklikler gerçekleştirdi. Aslında ekim devri- ı

Page 15: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

minden önce sosyalizm kavramında bazı defor- masyonlar mevcuttu ve sosyalist devrim ülkede doğrudan bir zafer kazandıktan ve bütün dev­rim ülkede yürürlüğe girdikten sonra komünizm vakit geçirmeden halka anlatılmalıydı. Kolayca anlaşılabilecekti ve çünkü milyonlarca insan sos- . yalizme inanıyorlardı. Sosyalizm onlar için bir çe­şit yan dinsel inançla sosyalizme bağlıydılar. Zu­lüm ve terörle geçen yıllar onlan bir an önce sos­yalizme varmak konusunda son derece istekli ya­pıyordu. Bu şartlar onlann mümkün olan en'kısa sürede sosyalizme varmalannı sağlıyordu. Leniri in yeni ekonomik politika doğrultusunda öngö­rülen ve donatılması gereken değişiklikler neler­di? Sloganlar yerine sosyalizmi tanıtarak kapi­talizmle savaşmak ve acilen bütün problemleri çözmek için idari yöntemler kullanmak. Bütün karar verme süreçlerinin, halkın ve ekonominin yönetimi için son derece merkezileşmiş güçlü bir Kademenin oluşturulması gerekiyordu. Lenin, esa­sı denetimli pazar ekonomisi olan sosyalist eko­nomi düşüncesini tanıttı. Lenin geri koşullara sa­hip köylülüğün hâkim olduğu bir ülkede sosya­lizmi inşaa etme görevinin oldukça güç olduğu­nu ileri sürdü. Fakat yapılabilen, elde edilebilen bir görev. Sosyalizme barışçıl ve doğal yollardan geçiş, tam bir sosyalizme geçiş yalnızca politik iktidan elde tutmakla mümkün değildir. Sosya­lizm ekonomik yapıya dayanmaktadır. Proleterya ve köylülük arasındaki ilişkileri normal bir dü­zende tutmak ve desteklemek, aynı zamanda aralannda sağlıklı bir iktisadi ilişki kurmak gere­kiyordu. Bu ilişkileri düzenlemenin de en iyi yolu denetimli (kontrollü) bir sosyalist pazardan g e ­çiyordu. Bunun anlamı köylülerin ürettiği ürün­lerden elde edilen artı değer onlardan savaş dö­neminde olduğu gibi zorla alınmayacaktı. D ev­lete bir bölümü vergi yoluyla verilecekti. Fazla ürünün geri kalanını köylüler isteklerine göre kul­lanacaklardı. Onlar da pazara sundular. Yeni ekonomik politika aynı zamanda ekonomide uy­gulanan yönetim ve idari mekanizmalarının da değişmesi anlamını taşıyordu. Bu politika ger­çekten mucizeler yarattı. Lenin ekonominin yük­selişini ayakta tutanın ve kontrol edenin prole- teryanm kendi elleri olduğunu öne sürdü. Kü­çük burjuvalara ve pazar elemanlarına ülkemiz­de büyük bir pay verilmişti. Ağır sanayinin, bü­yüyen sanayinin, büyük yatırımların, bankacılık sisteminin, kredi ve gümrük sisteminin ve dev­let aygıtlannın yani tüm ekonomik sistemin de­netimi ve desteği proleteryanın ellerindeydi. De­min de belirttiğim gibi bu yeni ekonomi, tahrip edilmiş ülkede mucizeler yarattı. Ülke, em per­yalist savaştan, devrimde ve iç savaştan sonra son derece hızlı bir şekilde yenilendi. Temel ta­rımsal ürünler 1940 yılından önce emperyalist- savaştan önceki düzeyine erişti. İlerleme başa- nlmış, ülkedeki herkes için geçerli olan ekmek ve yiyecek kıtlığı geride kalmıştı. Tarımsal ürün­ler ihraç edilmeye başlandı. Elde edilen gelirle makina ve sanayi için gerekli ithalat gereksini­mi karşılanmaktaydı. Ülkede sosyalist sanayinin temeli yaratılmaya başlandı. Lenin’e göre (NEP (New Economic Polticy - Yeni Ekonomik Politi­ka) politikası küçüküreticilerin ustalar ve belli başlı köylüler gibi, kooperatiflerinin gelişimini de ku­caklamaktaydı. Çünkü devlete vergilerini öd e­dikten sonra üretimlerinin geri kalanını pazarda satışa çıkarıyorlardı. NEP politikası kooperatif­lerin gelişimi için gözden geçirildi. Çünkü Lenin’in tanımına göre sosyalizm oldukça yüksek kültürlü kooperatifleşme sistemidir.

Ç.Y. — Burada Leniriin sosyalizmi yüksek kül­türlü bir kooperatifleşme sistemi olarak tanım­laması var. Burada kooperatifçilerden kastetti­ğiniz şey bu sürece katılan kişiler herhalde...

— Evet kooperatifçiler bir çeşit kooperatife ka­tılan kişiler anlamına geliyor. Lenin’in isteği ko­operatifler sayesinde çalışan sınıfın bir bölümü­nü oluşturan köylüleri kooperatif sistemine, kül­türel çalışmalara çekmekti. Kooperatifler saye­sinde her gün daha fazla köylü sosyalizmin ru­huyla eğitilerek yavaş yavaş birer küçük burju­va olmaktan çıkanlıp sosyalizmin inşaasma bi­linçli bir şekilde katılan kişiler haline getirilecek­tir. Evet Lenin’in sosyalizmin inşaası için gerekli gördüğü planlardan bahsedebiliyoruz. Fakat Le­nin, olası tüm şeyleri birden öngöremezdi ve ya­pılacaktan tıpkı alfabede olduğu gibi Adan Z ye plantayamazdı. Lenin bize izlememiz greeken ana yolu gösterdi ve Lenin’e göre izlememiz gereken yol sanayileşmeydi. Çünkü bir köylü ülkesinde sosyalizm başantacaksa bunun yolu sanayi te­melini kurmaktan geçiyordu. Sanayileşme bü­yük sanayilere gereksinim duyuyordu ve bun-

lann oluşturulması için yapılacak yatırımlar için para gerekiyordu. Bazılan gerekli paranın köy­lülerden elde edilmesi gerektiği düşüncesini des­tekledi. Bu düşünce Troçki’nin bakış açısını yan­sıtıyordu ve aynı düşünce daha sonra Stalin ta­rafından da paylaşıldı.

Ç.Y. — Bir kez daha tekrarlayabilir misiniz, çünkü bu saptama bizim için çok önemli.

— Sanayinin gelişimi için para gerekiyordu ve bu para köylüler sıkıştırılarak alınacak, para el­de edilirken ekonomik yöntemler değil despo- tik yollardan, yani güç kullanılarak zorla alına­caktı. Bu Troçki’nin bakış açısıydı. Stalin Troç­ki’nin bakış açısına karşı olmasına rağmen 1920-1929 döneminden sonra 1930’larda bu yöntemi köylüler üzerinde uyguladı. Stalin bu dönem de Troçki’nin önerilerini benimsedi.

Ç.Y. — Burada çok önemli bir nokta var. Siz birikimden bahsettiniz. Sanayileşme için para ge­rekiyordu. Troçki bir dönem bu paranın köyül- lerden sağlanmasını önermiş, ancak o zaman­lar kabul edilmemişti. Fakat Stalin’in 1930’lardaki uygulamasıyla bu öneriler kabul edildi dediniz.

— Evet söylemek istediğim buydu. Lenin sos­yalist birikimin son derece dikkatidir şekilde ger­çekleştirilmesi gerektiğini, kent ve kır, sanayi ve tanm arasındaki normal ticari ilişkiler yoluyla ger­çekleştirilmesini önermişti. Akıllıca yürütülen bir iç ekonomik politika ve dış ticarette Devlet te­keli ve hükümet mekanizmasının idareli kulla­nımı ile ekonominin son derece ekonomik ve et­kili bir hale getirilebileceğini belirtiyordu.

Ç.Y. — Hükümet mekanizmasının idareli kul­lanımı ile bürokrasiden bahsediyorsunuz herhal­de.

— Bürokrasiyi önleyebilme ve çahşır hale g e ­tirme, son derece ucuz ve etkili bir hükümet m e­kanizması; bu yolla büyük miktarlrda para tasar­ruf edilebilecekti. Bürokrasi temizlenip değişiklik yapılacak bu sayede devlet mekanizması ve dev­let organlan gelişecekti. Lenin’in ikinci düşüncesi kollektivizasyonu sağlamaktır. Bu, gerçekte ko­operatifleşme anlamını taşımakta. Ancak bura­da vurgulanan kollektivizasyon değil koopera­tifleşmedir. Var otan kooperatiflerin gelişimini ta­nıtmak, devletin kooperatifleşmeye sağladığı kat­kı ya da kooperatifleşmede oynadığı rolle müm­kündür. Devlet kooperatiflere ucuz kredi verir. Onları tohum, gübre ve basit makinelerle des­teklemektedir. Basit makineler diyorum, çünkü o zaman traktörlere bile sahip değildik. K oop e­ratifleşme konuşunda yapılan planlar çok önem ­liydi. Çünkü küçük üreticileri sosyalizmin bilinçli bir şekilde inşaa etm sürecine katılan insanlar ha­line çevirmek bilinçli organizasyonlar, yani g e ­nelde kooperatifleşme sürecine katmakta müm­kün olacaktı. Ancak bu plan hiçbir güç kullanı­mı ve zorlama olmaksızın ancak kesinlikle güce başvurmaksızın uygulanmalı ve insanlar kesin­likle mevcut örnekler ve ekonomik anlamdaki kararlılıkla ikna edilmeliydiler.

Ç.Y. — Burada da gücün sadece tek bir fak­tör olmaması gerektiğini söylüyorsunuz. Şöyle bir parantez açabilir miyiz, hem zorlamanın hem de kooperasyon yolunun kullanılması mı gere­kiyordu?

— Kooperatiflere katılmanın kârlılığı son d e­rece açık ve ortada olan bir durumdu. Çünkü sıradan bir köylü kendi kendisine ürününü şeh­re nasıl götürecekti. Bu, kooperatif sayesinde ger­çekleşecek bir olaydı. Ucuz kredi sağlamanın en kolay yolu neydi? Kooperatifler. Köylü için ba­sit anlamdaki makinalan örneğin sulama siste­mi, kürek, bel ve diğer tarım aletleri gibi, elde etmek hangi kanalla, daha tasarrufçu olacaktı? Kooperatif sistemiyle. Bu yüzden herhangi bir zorlama mevcut değildi. Zor yoluyla kooperatif­leşme gerçekleştirilebilirdi, ama o dönemde buna başvurulmadı. Ekonomik anlamdaki kârlılık oranı köylüyü Moskova’dan emir almaksızın ister iste­mez kooperatiflere katılmaya yöneltiyordu. “K o­operatiflere katılabilirsiniz ve öyle de yapacaksı­nız zaten. Bu bir ekonomik zorunluluk”. Leniri in sosyalizmin inşaası planında kalıcı otan üçüncü düşüncesi de kültürel devrimdi. Kültürel devrim tüm nüfusun eğitimi anlamına gelmiyor, yani on­lara yalnızca okuması ve. yazmasını öğretmekle sınırlanmıyordu. Sovyet halkına çağdaş makina- lan kullanmasını öğretmeyi kapsıyordu. Çağdaş muhasebeciliği örneğin işlemlerin nasıl yapılaca­ğını, kaç para ödenip kaç para kazanılacağını ö ğ­retmek anlamına geliyordu. Muhasebe öğreni­mi insanların tasarrufçu bir zihniyet kazanması­na neden oluyordu. Kesinlikle insanların genel

kültür seviyesini yükseltiyordu. Eğitimsizliğin tav­siyesi, çeşitli kültür biçimlerinin tanıtımı insanla- nn kültürel yaşantıdan daha fazla pay almatan- nı sağlıyordu. Lenin tarafından önümüze sunu­lanı ehber, izlememiz gereken yol bunlardan olu­şuyordu. Lenin’in isteği, son arzusu önümüzde-, ki yolda yer atan bu yöntemleri pratikte somut­laştırmaktı. Lenin’in planını uygulamak için önü­müzde pek çok atan mevcuttu ve Lenin NEP dö­neminin 30-40 yıl içinde tamamlanacağını dü­şünüyordu.

Ligaçev ve Yelisin eski sistemle hareket etmek istemiyorlar: Yeltsin ve aynı zamanda

Ligaçev şiddetli b ir değişimden yana. Gorbaçov’un yaklaşımı Lenin gibi. Eğer bu

tartışma Stalin’in yönetim i altında yapılsaydı, belki de biri ölebilirdi.

Önümüzdeki temel kılavuz yeni ekonomik po­litikaydı ve bu rehberle bazı somut katkılar ve de­ğişiklikler yapmak olasıydı. Fakat dediğim gibi bu dönemin 40 yıl sonra sona ereceğini düşünü­yordu. Lenin’in ölümünden sonra planlarda g e ­nel politikada bazı değişiklikler meydana geldi. Çünkü bir yanda yeni Sovyet devletinin bürok­ratikleşmesi kendiliğinden önlenemez bir gelişim kaydediyordu. Çünkü ekonomik etkenler yete­rince güçlü değildi. Böylesine büyük bir ülkeyi yönetmek için elinizde son derece güçlü devlet aygıtlan ve devlet mekanizması olması gereki­yordu. Savaş komünizmi dönem ine benzer bir­takım yollarla bazı kişiler emretme adeti edindi­ler. “Ben emirleri veririm ve diğerleri bunları çe­şitli alanlarda uygularlar” Emir verme alışkanlı­ğını edindiler ve insanların bu emirlere hiç dü­şünmeden bağımlı olmasını sağladılar. Böylece bürakratikleşmenin gelişimi kaçınılmaz oldu. Güçlü bir devlet aygıtı yaratmak için bütün gü- çün bir yerde toplanması gerektiğine karar ve ­rildi. Bürokratikleşmenin kaçınılmazlığı ve dev­let mekanizmasının durumu gerekli gücün ve yo­ğun politik gücün Stalin’in elinde toplanmasına yol açtı. 1929’a kadar Leniriin rehberliğine sa­dık kaldı. Çünkü Lenin, planlı sosyalist inşaya geçişte NEP durumunda bunun; devrim ve iç savaştan geçmiş, halkı sosyalist inşanın, devrimin nedenlerine adamış Bolşeviklerin ince bir taba­kasında yattığını söylemişti. Öyleyse, onun ana garantisi bu Bolşeviklerdi. Daha sonraları Stalin tarafından uzaklaştınlan Buharin, Troçki, Rikov, Kamanev, Zinovyev, Ritakov sosyalizmin düş­manları oldular.

Am a 1929’lara kadar Leniriin planı yürüdü. Ana değişiklikler 1929’dan sonra başladı; Lenin’in planından ana sapmalar. Çünkü Stalin kollekti­vizasyon programına yüklendi. Lenin demokra­tikleşmeyi sosyalizmin doğal bir geleceği olarak görüyordu. Sadece savaş komünizmi dönem in­de demokrasinin sınırlandırılmasından söz ed e­biliriz. Bundan sonra, sınırlandırmalar kaldınlma- lıydı ve genelde tüm insanlar için garanti edil­meliydi. Böylece tüm olumsuz çizgiler toplumun demokratikleşmesiyle kaldırılmalıydı. Leninist öl­çüler olmadan, diyalektik olmayan kişiliği ile Sta­lin kooperatifleşme planını kollektivizasyon planı yapmaya çalıştı ve ülkeve sosyal ilişkileri sokmaya da çalıştı. Tarım sektörünü baskı altına aldı; en kısa sürede sosyalizme geçilmesi için. Bu yüz­den NEP politikasını sona erdirdi, zorla kollek­tivizasyonu em poze etm eye başladı. Bu süreç­te, Stalin Lenin’in doğrultusunu terketti. Leniri in planı bir kenara bırakıldı.

Ç.Y. — Stalin neden böylesi bir dönüşüme ge­reksinim duydu, koşulları nelerdi? 1929’a kadar plan uygulanıyor, ama daha sonra size göre bir sapma var. Acaba bu dönüşüm objektif koşul­lardan mı kaynaklanıyordu? Yoksa partiden mi, yoksa bürokratikleşmeden mi?

— Bir yandan büyüyen bürokratikleşme var­dı. Ve bürokratik mekanizma çoğunlukta eko­nomik yöntemler yerine, idari yöntemleri seçi­yordu. Diğer tarafta Staliriin kişiliğinin nitelikle­ri ve güce dayanması, ve Marksizme sosyalist in­şa teorilerine diyalektik olmayan vulgar yakla­şımı vardı. Parti içindeki mücadeleyi gerginleş­tirdi, çünkü Leniriin yolundakiler Staliriden kur­tulmak istiyorlardı; onu genel sekreterlikten al­mak istiyorlardı.

Page 16: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

Ç.Y. — Lenin mi istemişti bunu?— Evet. Lenin’in son isteğiydi. O, Stalin’in, ar­

kasından uzaklaştırılmasını tavsiye etmişti.Ç.Y. — Siz, Stalin’in kişiliğinde diyalektik o l­

mayan bir şeyler buluyorsunuz? Kişiliği sizce çe­lişkili miydi, yoksa diyalektik olmayan mıydı?

— Diyalektik olmayan yaklaşımından bahse­debiliriz. Çünkü Lenin NEP programıyla yürü­yen uygulamanın devlet mekanizmasını maksi- malize ettiğini, bunun en ucuz ve yeterli hale ge­tirmek gerektiğini anlatmıştı. Stalin’in görüşüne göreyse devlet mekanizması sosyalist inşanın te­mel gücüydü.

Ç.Y. — 1929a kadar neden böyle bir uygu­lamaya gitmedi. Sizin yaklaşımınız acaba, o d ö ­nem e kadar gücü eline alamadığı için mi şek­linde?

— Tabii ki. Çünkü Lenin’in etkisi çok güçlüy- dü. Lenin İ924 ’te öldü. Sonraki 5 yılda Lenin1 in etkisi çok güçlüydü. Ç ok açık olarak muha­lefet yapamadı. A m a 5 yıl sonra Lenin’in sosya­list inşa konusundaki görüşlerinden sapmaya başladı.

Ana mesele Perestroykayı kişisel bir meseie haline getirmek, her Sovyet vatandaşını yakın

kişiselliğe getirebilmektir.

Ç.Y. — Son zamanlarda Sovyetler Birliği’ndeki çeşitli basın - yayın kuruluşlannda Stalin’e ilişkin yazılar çıkıyor, yeri gelmişken bunu soralım?

— Sovyetler Birliği’ndeki bazı gazetelerde onun kişiliğinde biraz dengesizlik olduğu yazıl­dı. Bunu söyleyem eyeceğim , ama 1940 ve ç o ­ğunlukla 50’lerde biraz paranoyak olduğunu söy­leyebilirim. Basınımızda günlerdir böyle bir tar­tışma var. Bazı durumlarda mentalite (zihinsel) olarak rahatsız olduğu yönünde... N e önem liy­di? Biliyorsunuz nüfusun büyük bölümü geriy­di. A m a sosyalizme uyanmıştı ve eğitim, kültür vermek yerine, Stalin sosyalizmin kavramlarını radyo konuşmalarında basit, vulgar bir şekilde tanıtıyordu. Vulgarize etmişti, ama köylüler ve işçiler tarafından anlaşılıyordu, çünkü çok vul­gar, basit bir şekilde anlatıyordu. Tarımın kollek- tivizasyonuna yüklendi ve bu zorla yapılıyordu. Bunun sonucunda köylüler ürünlerini devlete satmamaya başladılar ve sosyalizmin düşmanı ol­dular. ‘Düşman oldukları için bunların sınıf ola­rak ortadan kaldınlması gerekiyordu.’ Stalin’in po­litikası kollektivizasyonu ve kulakların tasfiyesi­ni uygulamaya koydu. Bu, sosyalist gücün ku­laklar üzerindeki yakıcı, sıcak bir problemi de­ğildi. Ekonomik politikada bir değişimdi. Çün­kü Stalin, köylülere yüksek vergiler getirerek da­ha fazla para almaya, bunları sanayiye yatırma­ya ve sanayi ürünleri fiyatlarını yükseltmeye ça­lıştı. Bunun için köylülere devlete ürün fazlala­rını satmak artık kârlı gelmiyordu, çünkü daha az para alıyorlardı ve ürünlerini satmayı reddet­tiler. Sermaye birikimini oluşturabilmek için di­ğer yöntemler yerine, genel bir kollektivizasyo- na gidelim karannı verdi. Sovyet ekonomisi için bir katostrofi, felaket oldu. Çünkü 1929dan sonra tarımsal üretim hissedilir şekilde düştü. Binler­ce kulak öldürüldü, zulme uğradı, Sibirya’ya sür­gün gönderildi. Stalin’in kollektivizasyon ka­mpanyası bütün olarak felaketti. Buharin, Troç- ki, Tomsky, Kamanyev, Zinovyev Stalin’e muha­lefet ettiler. Ve bu durumda o, onları tasfiye et­m eye karar verdi. Hepsi halkın düşmanı olarak suçlandılar. Stalin bu sırada Lenin’in parti için­deki savunucularının yerine, kendisine bağlı ki­lit adamları geçirdi; Parti politikasının ilkelerini parçaladı; Partiyi Lenin’iri Komünist Partisi’nden, kendi kişisel ilgisinin partisi haline dönüştürdü. Bu bir karşı-devrimci darbe yönelimiydi. Anlaş- mayanlar, parti dışına atıldılar, Sibirya’ya sürgün edildiler...

Ç.Y. — Stalin’in . yerde Troçki’nin aslında bir yede savunduğunu...

— Tabii, Stalin Troçki’ye muhalefet ediyordu ve Troçki’nin karşısında Lenin’in ilkelerini savun­du. Bir süre savundu. Böylece Troçki politik ola­rak yenilgiye uğradı, ülkeden uzaklaştın İdi. Am a sonradan Troçki’nin politikasını benimsedi, uy­guladı.

Ç.Y. — Bireysel isteklerinden mi?— Hayır, bunu endüstrileşmenin biricik yolu

olarak gördüğü için. Bu sosyalizmin, sosyalizmin inşasının zaferi olarak propaganda edildi. Ve ola­

ğan insanlar zorla katılımda bulundu. Bunlar Le- ninist olmayan yoldan yapıldı.

Ç.Y. — Stalin’in yolu mu?— Evet, Stalin’in endüstrileşme yolu. Çünkü

yanlış bir yoldu. Çünkü ordu, tarımdan, kırsal kesimden gelenlerden oluşuyordu. Çünkü sa­nayi karşısında tarım sektörünü soymak politi­kası Stalin tarafından götürüldü, uygulandı.

Ç.Y. — Çeşitli yaklaşımlarda bulundunuz; en­düstrileşme yöntemi Leninist değildi. 1930-401 lara kadarki olayları Stalin’in kişiliğine bağlamak yanlış değil mi? Bu diyalektik olarak da yanlış görünüyor. Çünkü olayları sadece Stalin’in kişi­liğinde ele almak biraz burjuva ideolojisine ben­ziyor. Çünkü bu ideoloji olaylan hep kişilere bağ­lıyor, yargılıyor. Yani Stalin’in kişiliğinde değil ola­yın tümü?

— Bir taraftan dedik... Bir tarafta devlet m e­kanizmasının kaçınılmaz bürokratikleşmesi var­dı. Diğer tarafta yeni gelişen devrimciler, prob­lemlerle karşılaşınca hâlâ savaş komünizminin yöntemlerini tercih ediyorlardı. Ö te yanda köy­lüler, işçiler Marksizm - Leninizmle aşina olm a­mıştı ve sosyalist inşanın katılımı için uyandırıl- mamıştı. Onlar daha çok Stalin’in Marks’ı, Le- nin’i çevirme yolunu, onun vulgarize formunu kabullenmişlerdi. Çünkü bu kültür eksikliği yü- zündendi. Leniriin sosyalizmin inşasındaki ba­şarıda en büyük garantimizin ince bir gup olan Bolşeviklerin olduğu düşüncesi vardı. Çünkü sübjektif faktör bu durumda büyük bir rol oyna­dı. Sübjektif faktör bu durumda özel bir önem kazandı, ama Stalin bunu tasfiye etti. Bu ince tabaka-grup olan Bolşevikleri tasfiye etti. Sos­yalist inşadaki başarının garantisi olan bolşevik­leri.

Ç.Y. — 1929’larda 1950’ii dönemi alırken, bu dönem içinde yapılan hatalan, yanlışlığı kime ne ölçüde mal ediyorsunuz? Belirleyici olan nedir? Stalin’in kişiliği mi, geri bir ülkede yapılan devri­min getirdikleri mi?

— Sorunlan karıştırmamalıyız. Endüstrileşme­ye büyük bir ihtiyaç vardı. A m a kimin pahası­na, kim bunun fiyatını ödeyecekti, endüstrileş­me için gereken para nereden alınacaktı? Eko­nomik yöntemlerle mi, idari yöntemlerle mi? Ve­ya Stalin’in kollektivizasyonda yaptığı gibi kaba güçle mi? Kimse bugün bile endüstrileşmenin ge­rekliliği için kuşku duymuyor. Stalin bu hızlı en­düstrileşmeyi düşmanlar tarafından kuşatıldık, fa­şizm yükseliyorduyla haklı çıkardı. Her şey doğ­ruydu, ama kollektivizasyonda kullanılan kaba gücü faşizmin varlığıyla haklı çıkarmak yeterli de­ğildi. Tabii, objektif koşullar hızlı bir endüstrileş­me isteğini, gerekliliğini doğuruyordu. Hiç kim­se hızlılığına karşı çıkmıyor. Am a nasıl yapılacak­tı? Fiyatı kim ödeyecekti? Stalin sadece bu ob­jektif gereksinmeden yola çıktı. Endüstrileşme- liyiz, o halde her şey iyidir dedi.

Ç.Y. — O dönem yapılan hatalar, objektif ko­şullar ve diğerlerinin sentezleşmiş bir hali değil midir? Sessiz hoşgörülülüğü kaldınyorsunuz. Siz­ce Stalin affedilemez mi?

— Affedenleyiz. Çünkü, Stalin’in politikasına gerçek bir alternatif vardı. Endüstrileşmenin ken­disine değil! Bu bir gereklilikti. Bunu uygulamada birçok farklılıklar olmalıydı. Bu bakış açısı Bu­harin tarafından savunuluyordu. Sermaye biri­kimi yöntemine muhalefet ediyordu. O farklı bir yoldan bunu destekliyordu...

Ç.Y. — Gorbaçov Stalin’i değerlendirdiğinde kollektivizasyonun gerekli olduğunu söylüyor ve bunun sürecinde ortaya çıkan hatalara rağmen Stalin’in Leninizmin ideolojik özünü korduğu değerlendirmesini yapıyor. Biz iyimser olarak ba­kıyoruz ve bu değerlendirmeyi düzgün bir eleştiri olarak görüyoruz...

— Biliyorsunuz bunlar Sovyet basınında yer alıyor. Ben daha çok A fanesyev’e yakınım. Biz Stalin dönemini nasıl değerlendireceğiz? Bu kü­çük bir sapma mıydı? Bir yoldan girersiniz, bir yan yola girersiniz, yeniden ana yola dönersiniz... Küçük bir sapma mıydı?.. Bir hata olarak adlan­dırabilir miyiz, yoksa bir çeşit karşı-devrimci darbe miydi?

Ç.Y. — Stalin’in tutumunu karşı-devrimci ola­rak mı görüyorsunuz?

— Eğer, küçük bir sapma olsaydı, bunu ko­laylıkla telafi edebilirdik ve hoşgörebilirdik! Sta­lin yanlıştı ama Lenin’in ilkelerine döndük’ der­dik. Am a 35 yıl geçti Stalin’in ölümünden son­ra ve biz hâlâ Staliriin devlet mekanizmasıyla Sta- linci düşünme tarzıyla karşılaşıyoruz. O zaman küçük bir sapma değildir. Eğer bir sapma ola­rak değerlendireceksek, çok büyük bir sapma­dır bu Lenin’in yolundan. Bir karşı-devrimci darbe

diyemeyeceğim. Çünkü, Mao gibileri Sovyetler’i sosyalist olmadıklanna dair suçluyorlar... Afanes- yev makalesinde yazıyor: Neyi vurguluyor? Le­nin’in istediği gibi bir sosyalizm değildir.

Ç.Y. — Am a kışla sosyalizmi diyor.— Bir çeşit kışla sosyalizmi. Bu konuda onunla

aynı görüşteyim. Maoculann Sovyetler’de sos­yalizm olup olmadığı görüşlerine gelince: Ben her zaman onlara, eğer bir sosyalizm olmasaydı Alman faşizmine karşı savaşta galip gelemezdik. Eğer bu bir sosyalizm değilse, perestroykayı na­sıl açıklayacaksınız derim. Stalin sosyalist siste­min tüm şeklini bozmuştur. Bu bozulma birçok alanda olmuştur: Ekonomik politikada, köylü­lükle ilişkiler, demokratik hak ve özgürlükler, sos­yalist demokrasi... Parti Stalin’in çizgisine göre yeniden yapılandırılmıştı. Bu Lenin’in parti poli­tikasındaki ilkelerinin bozulmasıydı. Örneğin en­telektüellere karşı olan politikayı ele alınız. Böy­lece Stalin’de hata olarak, sapma olarak adlan- dınlan bunlar tüm sistemi, Sovyet sistemini kap­sadı, sadece bazı nokta ve alanları değil.

Ç.Y. — Büyük bir sapma var dediniz...— Büyük sapmanın yanında, her zaman sağ­

lıklı bir eğilim olmuştur. Ve bu eğilim...Ç.Y. — Bunu nasıl açıklıyorsunuz?— Çünkü Lenin’in çalışmaları yayınlanmıştı.

Marksizm - Leninizm Stalin tarafından bozulmuş­tu, ama yaşıyordu. Çünkü insanlar o büyük sa­vaşta anavatanlan ve sosyalizm için savaştılar. İn­sanların akıllannda yaşadı.

Ç.Y. — Ve bu sağlıklı eğilimle perestroikaya gelindi?.. Perestroika ve Glasnost’un çözmeye ça­lıştığı problemler Stalin döneminin mirası mı? İkincisi siz Lenin’in istediği gibi bir sosyalizm ol­madığını, yine de sosyalizm olduğunu söyledi­niz. Tüm bunlarla Stalin’i nereye koyacağız? Di­yeceğiz ki Stalin Leninizmin ideolojik özünü ko­rumuştur. Burada Gorbaçov’la çelişiyorsunuz...

— Sovyet basınında ateşli bir tartışma var. Ben kişisel olarak çok Anti-Stalinistim. Kişisel olarak. Tamamen Anti-Stalinistim. Almanya ile olan sa­vaşta çok fazla kurban vermemizi Stalin’e borç­luyuz. Stalin’e olası alternatif vardı ve sadece bir değildi. Buharin Staliriin parlak bir alternatifi ola­bilirdi. Kirov; Staliriin adamı tarafından öldürül­dü. Stalin’e parlak, akıllı bir alternatif olabilirdi. O ikinci alternatifti.

Ç.Y. — Parti içinde mi?— Daha çok demokratik, daha çok Leninist...Ç.Y. — Stalirii bir karşı-devrimci olarak nite-

leyibilir misiniz?— Karşı devrimcilik, devrim öncesi koşullan

restore etmektir. Bu açıdan karşı devrimcidir di­yem eyeceğim .

Ç.Y. — Peki, neydi?— Anti Leninistti.Ç.Y. — Anti Leninist miydi?— Hatta anti Marksistti. Milyonlarca insana zu­

lüm edildi. Sovyet entelektüelleri, partinin bi­lim adamlan tasfiye edildi. Çünkü Stalin’le aynı görüşte değillerdi. Anlaşamıyorlardı. Stalin’le an­laşamıyorsanız, halkın düşmanı durumuna g e ­lirdiniz. Problem buydu...

Ç.Y. Gorbaçov’un Stalirie yaklaşımı ise eleşti­rilecek yanlann eleştirilmesi, esas anlamda yap- tıklannı ise doğru bulması... Siz farklı yaklaşıyor­sunuz..

— Bu soru tartışmalıdır. Bu Sovyet basının­da tartışılıyor. Siz Gorbaçov’un çalışmasının Sta­lin’in çalışmasına benzediğini mi söylemek istiyor­sunuz?.. Stalin (bu yanlış, bu doğrudur demiştir ve onlar yanlış ve doğru olmuştur, herkes için her zaman için.

Ç.Y. — Sizin görüşleriniz Gorbaçov’unkiyle çe­lişiyor... Şunu öğrenmek istiyoruz Partide çok canlı bir tartışma ortamı mı var?..

— Biliyorsunuz Perestroika çok hızlı gelişiyor. İki yıl önce söyleyemediğimiz şeyleri şimdi söy­leyebiliyoruz.

Ç.Y. — Nedir bu söyleyebildikleriniz şeyler?— İki - üç yıl önce bazı tavizler vardı, çünkü

Staliriin mekanizmasının durumu çok güçlüydü. Yan kapımda bir emekli vardı. Ona göre siz bir şey yapmıyordunuz, ona göre Stalin bir tanny- dı: Bütünsel bilinçde bozulma vardı. İki-üç yıl ön­ce Buharirii bile, Buharirii savunmak bile bir ce­saret işiydi. Bu bir gök gürültüsünün şimşeğiy­di. Sadece üç yıl önce Buharin halkın düşma­nıydı, şimdi ise bir Bolşevik. O gerçekten uygu­lamada Staliriin bir alternatifiydi ve çalışmaları Sovyetler Birilği’nde yayımlanmaya başladı. Böy­lece Parti’nin 70. yıldönümüyle ilgili şunu söy­leyebiliriz: Bizim tarihimizi değerlendirmemizdeki son sözler, final sözleri değildir bunlar.

Ç.Y. — Dediğinizden Sovyetler’de büyük bir tartışma olduğunu çıkanyoruz.

Page 17: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

— Evet...Ç.Y. — Bu tartışmalarda bir yandan Ligaçev

ve bazı parti görevlilerinin -Partide güçlü oldu­ğu da söyleniyor- oluslararası politikaya sınıf uz­laşmaz, çatışmalannı taşımak yönünde. Stalin dö­nemine yaklaşımlarda farklı yaklaşımlar, kanat­lar mı var?..

— Parti içinde farklı görüşler var!Ç .Y — Bu tartışma ortamı Lenin dönemine

benziyor galiba...— işte nokta budur. Daha önceki yıllar bir

‘mezarlığa’ benziyordu. Brejnev dönem i de da­hil olmak üzere... Bugünlerde bir çeşit çoğulcu­luk var. Bu sosyalist özgürlüğün temelidir. Her­kes kendi kişisel görüşlerini açıklayabilmektedir.

Ç.Y. — Ç ok güzel... Perestroika yaklaşımın­da, diğer konulara yaklaşımda, partide sanki bir kanatlaşmaya, bir bloklaşmaya gidiliyor gibi g ö ­rünüyor?..

— Bir yanda sağlıklı bir olay, fenomen var. Kü­çük burjuva ülkelerde, burjuva ülkelerde görüş­ler savaşırlar. Politik kültürde yüksek dereceye varmış bir toplumda görüşlerin aynlması, çoğul­culuğun olması sonucunda bunlar birbirlerini vurmazlar, atmazlar... Bu olağan, normal bir fe ­nomendir. Diğer sorulan alınız... Ben size Lenin’in kararlan benimseme yolunu hatırlatmak isterim. Lenin’in bir deha olarak kararlan kendi başına aldığı ve her zaman doğru olduğu yönünde bir vulgarizasyon var. Problem Lenin’in kararlan be­nimseme yolundadır. Lenin her zaman görüş­lerin çoğulculuğunu selamlamıştır. Farklı bakış açılanna dikkatlice bakardı. Kaışısmdakilerin, mu­haliflerinin görüşlerini görürdü.

Ç.Y. — Karşıdakilerin görüşlerini alıp, onlan daha sonra sentezleştirir miydi?..

— Evet, sentezleştirirdi, sentez yapardı. Ör­neğin tanm programını oluştururken! Lenin top- raklann ulusallaştınlmasını önermişti.' Ve bugün­kü kollektif çiftliklerin bir an önce kurulmasını istemişti. Sosyalist - Devrimcilerin - köylünün gü­cünü savunuyordu- bunlann görüşüne göre top­rakların ulusallaştırmasının ardından bu toprak­lar köylünün ihtiyacına göre dağıtılmalıydı. Le­nin Sosyalist - Devrimcilerin bu yaklaşımını be­nimsedi, çünkü onlann kendi temsil ettikleri sı­nıfın sorunlannı daha iyi yansıttığına inanıyor­du...

Ç.Y. — Lenin, burada acaba sınıflann güçler dengesini gözönüne alarak mı bu karara vardı veya Lenin karşıdakilerin görüşlerini alırdı, bu­nu sentezleştirdi?

— Hayır, mekanik bir sentezle değil. Yaklaşı­mında; birincisi son derece diyalektikti. İkincisi her zaman sınıf çizgisindeydi...

Ç.Y. — Sınıf çizgisindeyi biraz açar mısınız?..— Sınıf çizgisinde, konumunda olmak demek

ne anlama geliyor? S ol kanat partilerde sık ola­rak çarpışmalar olur ve her biri ‘Ben sınıf çizgi- sindeyim, ben sınıfın konumundayım” der. Ne dem ek bu? H er görüşün, sosyal olaylann çıkar- lann ve sosyal sınıflann, determine ettiği kültür fenomen, olaylann arkasını görmek, bazı sosyal sınıflann çıkarlannı görmektir. Kişisel bir karan benimsediğinde ve ‘Artık bu doğrudur’ dediğin­de bunu hiçbir zaman zorla em poze etmeye kal­kışmadı, hiçbir zaman, bir defa bile. Bunun ye­rine iknayla, Rus tarihinden bilirsiniz, Kamanev ve Z inovyev silahlı ayaklanma karannı benim­semediler. Lenin Merkez Komite’nin çoğunluğu­nu bu karar için ikna etti. Şunu yapın demedi! Çünkü ben Leninlm, ben böyle istiyorum’ diye... Brest Litovsk’da, barış anlaşmasında Merkez Ko­mitesi üç kez Lenin’e muhalif olarak oy attı. Am a otoritesi büyüktü, hiçbir zaman bunu zorla uy­gulamadı. Bu demektir ki biz şimdi Lenin’in dü­şünceleri benimseme yöntemine dönüyoruz... Ve pratikte uygulama yöntemlerinde demokratik ve ikna yöntemlerine. Kruşçev’in 20. Parti Kong- resi’nde Stalin dönem inde işlenen suçlan açığa çıkaran konuşması var. Ekonomik ve politik alan­da reforma gitme girişimleri var. Ve her önceki girişim başansızlığa uğruyor. Stalin’in dönemi eğer küçük bir sapma olsaydı, neden bu reform­lar başansızlığa uğruyordu? önem lidir, çünkü Stalin sadece kendisini miras bırakmadı, devlet ve parti mekanizmasını da miras olarak bıraktı. Bu parti ve devlet mekanizması Lenin’in değil; Le­nin’e göre değil Stalin’e göre işliyordu. Şimdiye kadar da çalıştı...

Ç.Y. — Genel olarak konu Stalin üzerinde yo­ğunlaştı. Sizin söylediklerinizin bir bölümüne ka­tılırken tekrar Gorbaçov’a dönmek istiyoruz. Gor­baçov’un yaklaşımı tutarlı ve gerçekçi gelmişti, ileri sürdüğünüz görüşler, A fanesyev’in görüş­leriyle paralellik gösteriyor. Bu Stalin’e yapılan

eleştirilerin daha uç noktaya götürülmesi oluyor...

— Öyle söyleyebiliriz.Ç.Y. — öğrenm ek istediğimiz, bu yaklaşım

parti içinde ne derece yaygın ve etkilidir... izle­diğimiz kadanyla partide ve Sovyet toplumuna yayılmış durumda bir anti-Stalinist kampanya varmış gibi görünüyor.. Stalin ne derece hatalı, aşırılıklara kaçmış olursa olsun, biz problem le­rin özellikle Brejnev dönem inde yoğunluk ka­zandığını, ondan gelen mekanizmaların değişti­rilmediğini ve esas olarak dolayısıyla sonraki dö­nem için en büyük sorumluluğun Brejnev d ö ­nemindeki parti yönetim inde olduğunu söyle­yem ez miyiz? Buradan yola çıkarsak bürokrat- laşma Brejnev dönem inde bir çürüme noktası­na ulaşmış, bütün problemler birikmiş, üretimin esas aksaması, gerilemesi bu dönem de olmaya başlamıştır.

— Brejnev Stalin’in bir parçası oldu.Ç.Y. — Mafyalaşma olduğu, yer yer bazı top­

rak ağalannın bazı bölgelerde olduğunu duyu­yoruz. Dolayısıyla Brejnev Stalin dönemindeki aşın uygulamalannı daha da ileriye vardınp, on­lan koruyarak, daha kaba bir uygulamaya d ö ­nüştürmüş, yaygınlaştırmıştır, iyice. Bu noktada eleştirinin hedefini neden Stalin’e değil de Brej­nev dönem ine yöneltmedik?

— Çünkü problemlerimizin, bozulmalann, bü­rokratik sistemin, -Gorbaçov’un makine olarak nitelediği- kökleri Stalin dönemindedir. Çünkü Kruşçev tarafından girişilen reformlar Stalin m e­kanizmasının bir parçasıydı. Toplu zulümlerin so- rumlusuydu, onun elleri kan içindeydi. Çünkü eğer yapmasaydı kendisi cezalandırılacaktı. Am a onun büyük bağışı sistemin parçası olmasına rağ­men, onun ilk kez dönem e ilişkin soruyu yük- seltmesiydi. tik reform girişimleri Kruşçev tara­fından yapıldı. En büyük girişimi buydu. Biz onu kişiliğe karşı birinci olarak, STalin dönemine karşı çarpışan ilk insan olarak görüyoruz. Am a reform­larda ve Stalinizmle savaşımında, ekonom ik re- formlan uygulamaya koyma girişimlerinde, o bunlan Stalin döneminden miras kalan parti ve devlet mekanizmalanna havale etti. Ve bu yüz­den, bu devlet ve parti mekanizmasıyla başan- sız oldu. Çünkü mekanizma eskiydi, mekaniz­ma Stalin’den kalmaydı. Staünsiz bir Stalinist m e­kanizma vardı. Bu yüzden başansız oldu. Bun­dan sonra bürokraside bir bir patlama oldu. Kruş­çev uzaklaştmldı. Çünkü o Stalin’e benzer birçok hata yaptı. Çünkü Stalin bu sistemin bir parça­sıydı. Daha sonra Brejnev döneminin ilk yılla­rında bir reform girişiminde daha bulunuldu...

Ç.Y. — Kosigin reformlan...— Am a aynı devlet mekanizmasıyla, aynı m e­

kanizmayla ve başansız olundu. Ve şimdi d iyo­ruz ki Gorbaçov’un yönetimi altında bu birim son- şansımızdtr. O, ekonomik yapılanma demokra­tikleşme olmadan yapılamaz, aynı devlet ve parti mekanizmalanyla yapılamaz diyor. Demokratik­leşme olmadan reformlar başarısız olur eliyor. D e­mokratikleşme; Perestroika ve Glasnost’un ta­mamlayıcı bir parçası. Demokratikleşmenin baş­langıç noktası açıklıktır. Samimi olarak tüm so- runlannızı konuşmazsanız, demokratik olamaz­sınız. Şimdi biz ekonomide, parti yaşamında de­mokratik yaşamda Leniriin dönem ine dönm e­ye çalışıyoruz.

Ç.Y. — Kruşçev ve Brejnev’i devlet ve parti mekanizmalanyla reforma girmekle suçladınız...

— Bir durgunluk dönem i vardı. Objektif o la­rak geriliğimiz için yüksek bir fatura ödedik. Sos­yalizmin tecrit edildiği, geri bir ülkede sosyaliz­mi kurmanın zorluklarıydı. Objektif olarak... Ama daha çok pozitif daha çok anlaşılabilecek Mark­sist - Leninist alternatifler olabilirdi.

Ç.Y. — Objektif olarak sosyalizmin kuruldu­ğunu ve bunun doğru olduğunu söyleyebiliyor musunuz?..

— Ben Afanesyev’in mantığını tercih ed iyo­rum. Sosyalist olduğumuzun kanıtı Sovyetler* de perestroikanın geçerliliğidir. Eğer yine başa- nsız olunursa, kim ümit verici bir durumdan söz edebilir. Eğer bir 5-10 yılda demokraside, yiye­cek - giyeckte, demokratik bilinçte politik olay­larda, nüfusun çoğunluğunun katılımının oldu­ğu bir ülke durumunda olursak o zaman tamam. Eğer olamazsak...

Ç.Y. — Sosyalizm başarısızlığa mı uğrar?..— Göreceğiz. Bu bizim son şansımız. Şöyle

bir resim çekmek istiyorum. Sovyetler her şey pürüzsüz gitmiyor. Çok yoğun bir mücadele var. Eski sistemle, eski yöntemlerle, Brejnev ve Sta­lin dönemine benzer şekilde davrananlarla Le­nin’e dönmek isteyenler arasında...

Ç.Y. — Kim bunlar...

—■ iki kutup var. Bir tarafta L igaçev ve Yek­sin var. Görüşleri en iyi şekilde açıklayanlar...

Ç.Y. — Ligaçev ve Yeksin eski sistemle mi ha­reket etmek istiyorlar?

— Hayır tam tersi. Yeksin şiddetli bir değişim­den yana ve Ligaçev. Gorbaçov’un yaklaşımı Le­nin gibi. Eğer bu tartışma Stalin’in yönetimi akın­da yapılsaydı, belki de biri ölebilirdi. Şimdi her­kes ulusal çapta görüşlerini açıkça tartışma duru­munda. Çünkü insanlann hepsi televizyondan, gazetelerden onlann görüşlerini okuyorlar.

18 milyon bürokrat işini kaybedecektir. Bazdan emekliye ayrılacak, bazıları da diğer

sektörlere yerleştirilecek. Emir verme —şunu yap, bunu yap— stilinden yeni yönteme, yani

demokratik tartışma, ikna yöntemi ve kollektif düşünceye doğru.

Ç.Y. — Bu partide bir kanatlaşmaya yol aç­maz mı?

— Hayır, hayır düşüncelerin aynlması her za­man vardır. Farklı düşünceler olacaktır. Am a bunlar demokratik yollardan sürdürülmeli ve tar­tışılmalı. Tasfiyeyle, öldürmeyle değil demokra­tik yollarla. Afanesyev Pravda’da görüşünü açık­lıyor. Gerçek tartışmada kim kazanacak, kim da­ha çok iyi tartışma üretecek, kim ikna edecek...

Ç.Y. — Demokratik yollardan bir çatışma...— Kesinlikle. Hatta Yeltsin bir yazısında ‘L i­

gaçev ile perestroikanın stratejik hedeflerinde farklı görüşümüz yok’ dedi. Bir politik karşıtı ol­duğundan değil, ama farklı taktiklerle ilgili. S o ­mut problemlerle ilgili olur.

Ç.Y. — O zaman parti içinde taktik ve strate­jik tutumlara ilişkin farklı görüşler mi var? Biz ge­nellikle burjuva basından olaylan izlediğimiz için tek taraflı oarak bilgileniyoruz. Burjuva basının yansıtmalanndan öyle bir tablo ortaya çıkıyor ki: Bir tarafta Gorbaçov perestroyka ve diğer uygu­lamalar içinde, diğer taraftan L igaçev ve Yeltsin ayrı ayn yerlerden bunu çekiştiriyorlar...

— Doğru olduğunu söyleyemeyiz. Bu basit­leştirmektir. Burjuva basını tabii ki durum Liga­çev sağda, Yeltsin solda ve Gorbaçov da ortada diye gösterecek. Problem bu değil. Problem şu: Bürokratizasyondan bahsettimiz zaman, bürok­rasi perestroykanm önünde en büyük engeldir. Niçin? Yeni ekonomik sistem ekonomik reform­lar altında ve partideki reformla 18 milyon bü­rokrat işini kaybedecektir.

Ç.Y. — Nereye yerleştirilecek bunlar?..— Bu bir problemdir. 18 milyon insan bir güç­

tür... Tabii ki bunlar direnecek Kesinlikle bunlar demokratik yollardan yapılacak. Bazılan em ek­liye ayrılacak, bazılan diğer alanlara, sektörlere aktanlacak. Tabii, biz bir sosyalist ülkeyiz. Onla- n işsiz bırakmayacağız. Am a bu kolay değil. Emir verme - şunu yap, bunu yap- sitilinden yeni yön­teme geçme, yeni ikna yöntemi, demokratik tar­tışma, kollektif düşünceyi oluşturmaya... Bu on­lar için kolay olmuyor. Değişik bir olay. Bir yan­dan birçok insan devlet görevlisi olarak idari iş­ler yapıyor. Bü birinci düşmanımız. Karşı taraf­ta, toplumun pasifliği var. Bu bürokratik siste­min karşı tarafında, insanlar kaygısız, ne olaca­ğı konusunda sorumluluk duymuyorlar, kaygılı değiller. Yabancılığa düşüyorlar, ‘Ben sürecin bir parçasıyım, gördüğüm ve düşündüğüm şey o to­rite için hiçbir önem taşımıyor, benim görüşü­mü her zaman görmezlikten gelmişlerdir. Eİen kaderimin sahibi değilim, bu çok komplike ma­kinenin bin parçasayım, ben hiçbir şeyi değişti- remem; öyleyse birçok parti liderinin, yüzünü es­kittim, Stalin, Kruşçev, Brejnev hepsi yanlıştı, hepsi suçluydu, o zaman ben hiçbir şeye inanmam” işte bu da karşı taraftaki görüşür. Siz kötü bürokratlan değiştirebilirsiniz. A m a birkaç yıl sonra onun kötü olamayacağını nasıl garanti edebilirsiniz?

Ç.Y. — Garanti toplumun kesindedir...— Evet, garanti toplumun aktif demokratik,

katılımıdır. Parti yöntemleri üzerindeki kontrol­dür. Açıklık, basınımızdaki açıklık, Sovyet top- lumunu uyandırmak ilgilendirmek, harekete g e ­çirmekte büyük bir role sahiptir! Bu sizin kişisel bedeliniz. Eğer siz daha iyi yapmazsınız hiçbir kimse yapmayacaktır’ deniliyor. Partinin ve dev­letin kararlarına katılmasının, bu sizin kişisel me-

Page 18: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

Brejnev Stalin’in bir parçası oldu.

Kruşçev, reformları Stalin döneminden miras kalan devlet

ve parti mekanizmasına havale etti. Bu

yüzden başarısız oldu. Çünkü

mekanizma eskiydi. Bir Stalinist

mekanizma vardı.

selenizdir deniliyor. A m a mesele Perestroykayı kişisel bir mesele haline getirmek, her ‘Sovyet vatandaşına yakın kişiselliğe getirebilmektir.’

Ç.Y. — Sovyet toplumu uyanıyor diyebilir mi­yiz ve reformlann ne gibi sonuçlar verdiğini ö ğ ­renebilir miyiz?..

— Güzel bir soru. 3 yıllık dönem de ana so­nuç insanlann zihinleri, mentaliteleridir. İnsan­ların zihinleri değişti. Öyleyse bu perestroykanm insanlann bilinçlerini uyandırmadaki esas ilk ko­şullandır.

Ç.Y. — Yani insanlann bilinçlerinden bir-dö­nüşüm var, peki ekonomi ve diğer alanlarda...

— Her şey özgürce tartışılıyor. Bazı zorluklar var. A m a basındaki açıklıktan bir adım geri atıl­mayacak. Çünkü eğer siz tekel oluşturursanız, bu her zaman durgunluğa yol açar, o eğilimi ta­şır. Eğer siz tartışmayı kesmişseniz her şey bu ka­dardır. Bırakın görüşler çarpışsın, bırakın insan­lar görsünler, bırakalım insanlar yargılansınlar, bırakalım insanlar, düşünceleri üzerinde bir şekle girsinler... Gelişme çok büyük. Şimdiye kadar bir şeyi tartışmayan insanlar, şimdi her şeyi tartışı­yorlar. İşçiler ve tüm insanlar. Reformlara entel- lektüeller tarafından çok büyük bir destek var. Parti görevlileri var ki bunlar perestroykayı des­tekliyorlar: Parti’nin yüksek organlanndan ken­dilerine öyle olması gerektiği anlatıldığı için de-

§il-Ç.Y. — Emirlerle değil, daha çok kendi katı-

lımlanyla tartışıyorlar...— Yalnızca tartışma değil, katlim da var. Çün­

kü duyarlı hale geldiler, sorumluluk duyuyorlar. Ekonomik alanda: problem çok büyük ve reform daha yeni başladı. Büyük ekonomik reform; Lenin’in ilkelerine düşüncede dönülüyor, ama farklı koşullarda. G ene başka tarafa çekilebilir. Oyalayıcı, metotlardan ekonomik metotlara doğ­ru değişim, tabii fiyatlar üzerine dayanan, kendi kendini finanse etme, kendisinin karar verme öz­gürlüğü. Sosyalist piyasa ekonomisinin tüm ko- laylıklanndan yararlanmak. Çünkü bazılan bu­nun kapitalizme dönüş olduğunu söylüyor. Hayır değil, hayır değil! Üretilenler devletin malıdır, top­raklar devletin malıdır, mülkiyetindedir. Tüm en­düstriyel girişimler devlet mülkiyetindedir.Bun- lar koüektiflere ve kooperatiflere kiralanıyor. Ban­ka sistemi devletin elindedir... Devlet ekonom i­yi dağıtım emirleriyle, idare etmez, hükmetmez, ama fiyatlarla, kredilerle, vergilerle, gümrükler­le...

Ç.Y. — Emir-komutadan giderek nereye, han­gi düzene gidiyoruz?

— Emir sisteminden sosyalist piyasa ekono- misene geçiş var. Bu kendi içinde çok zor. Çünkü ekonomik yaşamdaki her şeyi değiştirmek zo­rundayız. Öyleyse kendi içinde çok zor. Büyük bir direniş var. Kimlerden? Bakanlardan, bürok­ratlardan, ‘Hatta işçilerden, neden? Çünkü bu yola alışmışlar. Fabrika olarak bir şey yapmıyor­lar, ayda 200 ruble alıyorlar örneğin, şimdi ça­lışmakla 500-600 700 ruble alabilir. Am a bili­yorsunuz, bunun için zihinde bir şeylerin değiş­mesi gerekiyor. Bu anlama geliyor. Hiçbir şey yapmamak ve 200 ruble almak veya çalışmak ve 500-600 veya 700 ruble almak. Sovyetlerde, uz­laşmaz sınıf çatışması, sınıf çelişkisi yok. Sosyal gruplar var. Bir kısmı parti görevlileri, bir kısmı işletme yöneticileri... Bunlar bir sosyal grup olu­yorlar. Lenin’in sınıflara bakışı: Birincisi üretime karşı durum, dağıtımdan alınan pay ve roller ve

dağıtımdan ne kadar pay alınmalıdır. Bunların tümü üretim karşısında aynı durumdadırlar. Şu anda sosyal gruplar ile genel anlamdaki toplum arasında bir çatışma var. Am a bu çatışma de­mokratik yollardan çözülecektir. Bürokratlara ‘Çekilin işimize bakalım’ diyoruz, ama çekilmi­yorlar, direniyorlar. Çünkü çekilmek istemiyor­lar. Bunda bir çatışma var. Politik bir çatışma var. Perestroykaya engel olanlar, önüne geçenler git­melidirler...

Ç.Y. — A m a bu demokratik yollardan oluşa­caktır?...

— Demokratik bir toplumda bakış açılannın ayrı olması, görüşlerin aynlması doğladır. Am a bu geçiş sürecinde Perestroykaya büyük direniş olduğu bu süreçte insanları emekliye sevketmek gibi sonuç alıcı bazı tedbirlere başvurmak olanak­lıdır. Bu demokratik bir yoldur. Am a, tamamen haklı kılıcak, haklı çıkancı bir yoldur.

Ç.Y. — Direnenler demokratik yollardan çe ­kilecektir?..

— Başka bir bakış açısından... Bu perestroy- kanın sonuç alıcı bir noktasıdır. Çünkü açıklıkla, halkın bilincinde bir uyanma, toplumun bilincin­de Am a bazı elle tutulur somut sonuçlar da ol­malı. Ekonomik sonuçlar... Ve işte problem de bu. Radikal olanlar yaşam tarzını yükseltmek için şiddetli tedbirlerde ısrar ediyor, bu engelleri or­tadan kaldırmak için daha sonuç abcı olmakta ısrar edenler var...

Ç.Y. — Yehsin’i mi kastediyorsunuz?...— Diyebiliriz. Bu engelleri daha sonuç alıcı

yollarla uzaklaştırmak. Şimdi 19. Parti Konferan­sına geliyoruz. Eşsiz bir olaydı. Hatta, burada Gorbaçov ‘Nisanda iyi, olumlu kararlar almamıza rağmen, bunlan uygulamada başarısız olundu’ dedi. Şubatta da iyi kararlar alındı. Am a bunla­rın uygulanması... Bu Gorbaçov’un söyledikleri şeyler... Bu karârlar güzeldi... Politik liderliğin g ö ­rüşü çok olumluydu, iyiydi. Am a bu kararların uygulanabilmesini engelleyen bazı şeyler vardı. Lenin’den bu yana ilk kez böyle bir parti konfe­ransı oldu. Herkes görüşlerini söyledi. Delege­lerin seçiminin perestroykaya tam uygun olarak yapıldığını söyleyemem, çünkü bu daha çok g e ­leneksel yollardan yapıldı, Brejnev döneminde yapıldığı gibi. Am a demokratikleşme dalgasının içindekiler de mevcuttu. Konferans tüm toplu­ma televize edildi. Tüm görüşler gazetelerde ya­yımlandı. Böylece insanlar: Kim neyi istiyor, ne­yin üzerinde duruyoruz öğrenebilme fırsatını, ola- nığını elde ettiler. Samimi konuşmak gerekirse, konferanstaki görüşlerin başından sonuna kadar izlediyseniz, buradan iki ayrı çizginin bakış açısı­nın olduğunu görürsünüz. Biri çoğunlukla parti görevlilerince temsil edildi...

Ç.Y. — Kim bunlar, isim verebiliyor muyuz?..— Bu bakış açısından en iyi konuşmacı Liga-

çev’di. Perestroyka konusunda ‘Politik sistemin reformu dışında her şey iyi gidiyor... Parti d o ­kunulmazdır.’ Bu, birinci bakış açısıydı, ikinci ba­kış açısında politik reform için daha radikal re­form, hızlı hareketli destekleyenler...

Ç.Y. — Yeltsin mi?..— Yaklaşık olarak. Bir organizasyon, bir ör­

güt olduğunu söyleyemeyiz. Bir eğilim vardiye- biliriz. Gorbaçov tarafından hiç beklenmeyen öneriler yapıldı. Politik sistemin yeniden yapılan­d ırm asına ilişkin olarak. Bu önerilerdeki esas şey: Partinin demokratikleştirilmesi, 2’şer 5 yıl­lık çalışma süresinin getirilmesi., karan da var­dı. Am a o ‘Bütün iktidar Sovyetlerle olayına dön­memizi vurguladı. Sovyet sistemi, insanlann is­teklerinin, uygulamalarının, açıklamalannm en ideal sistemi olarak görüldüğü için. Am a bu res- tora edilmeli. Böylece Sovyetler toplumun güçlü temsilcileridirler. Ve tüm problemlerin hakkında karar verecekler ve bundan da sorumlu olacak­lardır. Bu, partinin rolünün değişmesi dem ek­tir, çünkü önceden parti her şeyden sorumluy­du. Ekonomiden, politikaya, eğit-mden yaşamın her alanına. Şimdi bir ekonorrk reform var. Bu- reformun kuralları, ekonomik kurallan var ki bunlar işleyecek ve yeni bir ekonomik mekaniz­ma olacak. Öyleyse, partinin ju yeni ekonomik mekanizmaya onun fonksi> jnuna müdahale et­mesi için bir ihtiyaç yoktur. Sonra Parti güçlüy- dü, iktidardı. Şimdi iktidar Sovyetler’e! diyoruz. Parti hangi rolü ve nasıl oynayacak?

Ç.Y. — Burda iktidar partiden sovyetlere mi veriliyor demek istiyorsunuz?..

— Kesinlikle. Partinin bu durumda rolü ne ola­cak? Partinin görevi esas olarak insanlara halka demokrasiyi öğretmek, olacak. İnsanlan perest­royka için harekete geçirmek olacak, çok adaylı seçimlerde parti aday gösterebilecek, sendika­

lar ve diğerleri kendi adaylannı seçecekler. Böy­lece parti siyaset vekilliğinde, bakanlıklarda, kol­ektiflerde, işletmelerde komünist çalışmasını bu yolla yapacak, direkt bir yolla değil.

Parti temel ideolojik güç olacak. Ulusal poli­tikanın esas rehberi olarak değişik yöntemlerle çalışacak. Parti seçimlerde adaylar gösterecek ve bu kesinlikle parti aygıtının sınırlandınlması an­lamına gelecek.

Ç.Y. — Parti mekanizması kmlacak, bitecek mi dem ek istiyorsunuz?

— Hayır azaltılacak. Parti aygıtı profesyonel parti çalışanları yaratma konusunda eşit davra­nacak. Partinin rolü, yol gösterici, harekete g e ­çirici bir rolü olursa çok büyük bir toplum yara­tabilir. Çünkü bu oldukça uzun bir yol ve parti­nin inisiyatifinde. Liderlik, perestroyka, yapılan­ma ve glasnost partinin insiyatifinde, parti bu ko­nularda her zaman başı çekecektir. Bu olay G or­baçov ve partinin inisiyatifinde başlamış bulun­maktadır. Gorbaçov, bölgeleri ve cumhuriyetler için ilginç bir öneride bulundu. Bölgedeki parti sekreteri ile bölgenin liderini birleştirme ve aynı anda seçme önerisi. İlk bakışta Gorbaçov’un bu önerisinde bir eksiklik var gibi görünüyordu. Sov- yetler’deki parti organlannın ayrılacak bölünecek şeklinde bir yanlış anlaşılma söz konusuydu. Bu öneri ilk bakışta geri dönüş gibi algılanıyordu. Gorbaçov’un önerisi birleşme anlamına geliyor­du. Bölgedeki birinci parti sekreteri aynı zamanda Sovyet başkanı olacaktı. Bunun kesinlikle bir çe­lişki olduğunu söyleyelim. Büyük bir olasılıkla ge­lecekte başka bir sistem olacak ve bu uygulama ya daöneri o sisteme geçiş sürecinde kabul edilecek bir uygulamadır. Bu şu anlama gelecek; Gorba­çov hem genel sekreter hem de Sovyetler’in baş­kanı olabilecektir. Yani Sovyetler BirÜği’ndeki her Bölgede genel sekreter, yerel sovyetlerin de baş­kanı olarak seçilecektir. Bu uygulamada gerçek güç, iktidar parti komitelerinin elinde olacak. Ö y­leyse iktidar nasıl lokal sovyetlere verilebilir? Be­lirlenen şey sadece Sovyetler’in başkanmın ay­nı zamanda genel sekreter olabilmesidir. Somut durumda, somut şartlarda iktidarı nasıl verebili­riz, yani somut koşullarda bu nasıl yapılabilir. Bu­rada belirleyici olan şey, genel sekreterin yerel sovyet başkanlığına adaylığını koymasıdır.

Ç.Y. — O zaman şöyle bir şey gerçekleşme­yecek mi? Parti sekreteri Sovyetler üzerinde ege­men bir rol oynayacak, yönetken ve inisiyatif sa­hibi olacaktır, öyleyse Sovyetler’e iktidar nasıl ve­rilecek. Bu biraz çelişkili görünmüyor mu?

— Bu adamın önem i şurada, öncelikle ikti­darın bir kısmı Sovyete verilecek, yani gerçek an­lamda bir yetki burada söz konusu olan. Birinci parti sekreteri bir bölgede, bir parti sekreteri ola­rak parti üyeleri, yani devlet tarafından seçilmek yerine, sovyetin başkanı olarak halk tarafından seçilecek. Bu oldukça önemli bir konu. Neden, çünkü parti üyeleri değil de halkın çoğunluğu aday olan kişinin yerel sovyetin başkanı olması­na karşı ise bu kişi otomatik olarak yerel parti komitesindeki üyeliği yani birinci sekreter olma durumu düşecektir. Bu partinin halkın büyük bir çoğunluğunun denetimi altına sokulması anla­mına gelmektedir. Perestroikaya karşı olan kişi­ler halkın memnuniyetsizliği de söz konusu o l­duğunda kitleler tarafından yani demokratik bir yoldan görevden alınacaktır. Böylece partinin kendini yenilemesi güvence altına alınacaktır. Bir iki cümle daha eklemek istiyorum. Parti konfe­ransı sonucu kararlaştırılan çözümler Gorbaçov1 un kişiliği ve perestroyka sayesinde uygulanmış­tır. Yani parti konferansında alınan kararlar as­lında Gorbaçov döneminin, sonuçlandır.

Ç.Y. — Bu konferans kararlannın bugünden yanna hemen uygulanmaya konulması söz ko­nuş umu? Kitleler, Sovyet halkı buna ne kadar hazır? Yani Sovyet halkının çoğunluğu bu du- rumu' nasıl karşılıyor. Aynca, şu aşamada parti ve yönetim mekanizmalannm birbirinden aynl- ması, altını çiziyorum ‘şu aşamada’ bu mekaniz­malar arasında bir uyumsuzluk ya da çatlaklık­lar yaratabilir mi?

— Benim kanımca, birinci sekreter ile yerel sovyet başkanınm birleştirilmesi sürekli bir uygu­lama olmayacaktır. Sonsuza kadar sürmesi bek­lenmiyor. Geçiş sürecinde alınan geçici yani kı­sa vadeli önlemler diyebiliriz.

Ç.Y. — Bu geçiş süreci ne kadar sürebilir?— Beş yıl ya da daha fazla diyebilirim. Bunu

şimdiden kesin birşekilde belirlemek mümkün değil çünkü Sovyetler Birliği için bu döneme, bir süreç yani statik şartlara sahip olmayan, sürekli gelişen bir gelişim zincirini takip eden bir süreç olarak bakmak gerekir.

Page 19: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

Ç.Y. — Yani siz parti sekreterliği ile başkanlık arasında bir çelişkinin olacağını öngörüyor ve bu çelişkinin geçici bir süre için mümkün olacağını söylüyorsunuz. Peki bu geçiş sürecinde çatlak­lıklar olmayacak m? Bu çatlaklık partiyi yarala­maz mı ve bu karar erken bir karar değil midir?

— Hayır, bunun son derece olumlu olacağı­nı düşünüyorum.

Ç.Y. — Biraz açabilir misiniz?— Lenin der ki, parti, liderlik parti üyeleri ta­

rafından kontrol edilmelidir ve partinin kendisi de parti üyesi olmayan kitleler tarafından denet- lenmelidir. Bu, uygulamada var olan bir ilkedir. Böylece yerel parti sekreteri kendi bölgesinde se­çim yoluyla kitleler tarafından denetlenecektir.

Ç.Y. — Yani memnun olanlar da olmayanlar da orada ortaya çıkacak.

— Söz konusu kişi, tek aday olmayacak, re­kabet edeceği diğer adaylar olacaktır karşısında. Eğer çoğunluğu elde etmekte başan sağlayamı- yorsa, seçim kampanyası düzenleyecek ve “Bunu yapacağım, şunu yapacağım vs. diyecek” şek­linde demokratik yollarla propagandasını yürü­tecektir. Eğer çoğunluğun oylannı kaybederse otomatik olarak halen bulunduğu partisekreterliği görevini kaybedecektir. Kitlelerin denetimi altında parti reformunu sağlamanın en kısa yolu bu şe­kilde mümkün olacaktır. Birisini yerinden alarak bir diğerini bu yere getirmiyoruz. Yukandan aşağı değil, aşağıdan yukanya çıkma şansını tanıya­rak gerçekleştiriyoruz.

Ç.Y. — Tepeden gelen emirlerle değil yani. O zaman bu uygulamayla kitlelerin inisiyatifi aıt- bnlmaya çalışılıyor diyebiliriz. Kompozisyonu kur­duğumuz kadan ile demokratik yollardan bir de­ğişim gerekiyor. Bu demokratik yollardan deği­şimi sağlamak için parti yukandan kendi inisi­yatifini koymak, yani bürokratlan yukandan de­ğiştirmek yerine kitlelerin inisiyatifini öne çıkarı­yor. Ç ok adaylı seçimlerde kitleler parti sekre­terinin uygulamalanndan memnun değilse, parti sekreterinin inisiyatifi otomatik olarak düşüyor ve böylelikle bürokratlar en kısa yoldan devre­den çıkarılmış oluyor.

— Bundan sonraki seçimler martta olacak ve seçimler bu yeni uygulamalar temelinde yapıla­cak. Bu olacak ve yürürlüğe girecektir. Parti sek­reterlerine yönelik yeniden seçim döneminin kampanyaları bu sonbaharda başlıyor. Değişik­likler şimdiden uygulanmaya başlandı. Son d e­rece demokratik yollardan olacak bu seçim, gizli oy esasına dayanılarak yapılacak.

Ç.Y. — Tekrar geriye dönerek size iki soru yö­neltmek istiyorum Bay Stefanov. Birincisi dedi­niz ki “Ben bir anti-Stalinistim” Parti içinde Sta- Iin’i tutanlar da var mı? İkincisi bunlar dediğiniz gibi politik düşüncelerin çatışmaları. Bunun he­nüz bir Kanatlaşmaya yol açmayacağını söylü­yorsunuz. Çünkü ikna yoluyla demokratik yol­lardan halledilecek. İkinci olarak dediniz ki sos­yalist piyasa ekonomisi uygulanacak, Lenin d ö ­neminde olduğu gibi. Bunu biraz açar mısınız? Çünkü şu çok önemli, siz dediniz ki, Lenin 1920’lerde, 30’larda şunu yapmaya çalışıyordu! Esas politik güç ve bütün ana sektörler prole­taryanın elindeydi. Onun altındaki şeyleri yön­lendirerek sosyalizme tam anlamıyla geçmek is­tiyordu. Lenin’in döneminde yapılan olay ya da Lenin’in talebi. Şimdi sosyalist piyasa ekonom i­sini nasıl oturtacağız, bu çok önemli çünkü sizin de dediğiniz gibi kapitalizme kayılıyor diye bir en­dişe var.

— Sosyalist pazar ekonomisi size de söyledi­ğim gibi temeldir. Biz neden pazar diyoruz. Çün­kü girişimler pazarda satmak için mal üretiyor­lar.

Ç.Y. — Fakat kapitalist bir pazar değil.— Hayır, hayır, neden kapitalist birpazar de­

ğil açıklayayım. Çünkü bütün üretim araçlan dev­lete aittir. Bunlara sahip olmak ekonomiyi kontrol eden araçlara yani finansal sisteme de sahip o l­mayı beraberinde getirir. Ekonomiyi kontrol et­mek için gerekli olan en önemli şey finansal sis­temdir. Bu da devlet bankasının elindedir. Ör­nek vermek gerekirse, bir kooperatifiniz olduğu­nu düşünün. Sosyalist mülkiyet kullanılıyor, top­rak, ev, vs. gibi. Bazı basit aletler üretim birimle­ri satın alıyorlar ve pazara üretim yapmak için ilk adımı atıyorlar, ilk bakışta özel bir girişim gibi görünüyor. Fakat sahiplik ve kullanma hakkı ara­sındaki farkı koymak gerekiyor. Mülkiyet dev­lete aittir ve siz bunu kollektif olarak kullanmak­tasınız. Böylece siz bir çeşit girişimci olmaktası­nız. Fakat devlet sizin hakkınızdaki yaptıklannı- za dair tüm bilgilere sahiptir, çünkü kredinizi ban­ka yoluyla elde ediyorsunuz. Banka devletin he­

sap organı olarak çalışmakta. Banka ülkenin fi­nansal durumu hakkındaki tüm bilgilere de sa­hiptir.

Ç.Y. — Onlan vergilendiriyor musunuz?— Kesinlikle, kârlarına göre vergilendiriliyor­

lar.Ç.Y. — Sanınm, yüzde 60-70 oranında bir

vergilendirme söz konusu.— Elde edilen kâra göre değişir. Ç ok kâr el­

de edenden çok vergi alınır. Örneğin, kredi isti­yorlar çünkü hiçbir girişimci kredisiz çalışamaz. Banka rezerv kayıtlanna bakarak kazançlannın ne kadannı ödeyeceklerini saptar. “Size iyi ko­şullarda kredi vereceğiz” der. Faaliyetlerinin tü­münün kontrolü devletin elindedir. Kooperatif­leri denetlemek için vergilendirme, kredi siste­mi ve gümrük politikalan gibi araçlar devletin kontrolündedir. Hatta kooperatifler iyi bir üre­tim gerçekleştirdiklerinde ihracat bile yapabilir­ler. Fakat ihracatı da devlet bankası kanalıyla ya­pabilirler. Eğer bu kooperatifin genel görünümü hakkında bilgi almak istersek, banka biigisaya- nndaki ekrandan görebileceğiz. Böylece girişim­leri kodladığınızda finansal durumlannı görebiliriz. Evet, şuraıs kesin, bazı insanlar daha fazla para kazanacaklardır. Fakat bu parayı kanu­ni yollardan elde edeceklerdir. Banka soyma­yacak, parayı bazı kanun dışı hizmetler karşılığı elde etmeyeceklerdir. Son derece kanuni ve açık yollardan gelir elde edecekler. Hizmet verecek veya ürettikleri malları satacaklar.

Ç.Y. — Yani siz, karaborsacılığın ve yasa dışı işlerin hepsinin yasallığa çıkacağını ve devletin herşeyden haberdar olacağını söylüyorsunuz.

— Kesinlikle öyle, kara ekonomi ya da ikinci bir piyasada olmayacaktır.

Ç.Y. — Peki işçi çalıştırabilecekler mi?— Tabii ki; yalnızca sosyalizm tarafından g e ­

tirilen kurallara bağlı olarak. Eğer üretici güçleri kiralıyor yani yanınızda işçi çalıştınyorsanız, bel­li miktarda ücret ve saptanmış çalışma saatleri­ni garanti etmek zorundasınız ve bunlar da za­ten devletin kontrolü altındadır.

Ç.Y. — Peki, kapitalist sistemde olduğu gibi, em ek piyasasının piyasaya çıkması sonucu işçi­lerin işlerinden çıkıp diğer bir işyerine gitmeleri bir mobilizasyona yol açmayacak mı, bu biraz tehlikeli değil mi?

— örneğin bu reformların uygulandığı sıra­da bir işletmenin beş yüz işçi ve yüz kadar da idari işlerde çalışan toplam altı yüz işçisi var. iş­letme idari işçilerden seksenini ve üretimde ça­lışan işçilerden ise iki yüzünü işten çıkanyor. Çün­kü onlara daha fazla ihtiyacı yok. Üretimde ve ­rimli olamıyorlar. Bu kişiler sosyalist bir ülkede- ler ve devlet bu kişilere eski işlerinden daha az ücret almaksızın yeni iş bulmak ya da hiç bir öde­me şartı koymadan devletin de ihtiyacı olan iş kollarında seçimi kişilere bırakarak mesleki eği­tim verme sorumluluğunu üzerine almıştır. Eği­tim süresi boyunca tüm masraflar devlet tarafın­dan karşılanır. Şimdilerde Yugoslavya’da, Çin Halk Cumhuriyetinde olduğu gibi, biz işsizliği ön­lemeye çalışacağız. Bu sosyalizmi inkânn ya da tahribin en temel yollarından biridir.

— Dediniz ki örneğin devlet sektöründe 800 işçi çalışıyor ve gereksinim 600 kişi ise bunun 200’ü çıkanlacak. Bu 200 işçi yeniden eğitilecek ve hizmet sektörüne aktanlacak. Üç dört yıl için­de bu şekilde 15 milyon insanın bu tür bir akışı sağlanmış olacak deniliyor. Siz hizmet sektörün­de şöyle bir uygulama başlattınız, ö z e l işletme­lerde sadece aile üyeleri çalışabiliyorlardı. Şim­di yeni sisteme göre bir kişi yanında 10 ya da 20 kişi çalıştırabilecek. Uygulama bu mu olacak?

— Evet.Ç.Y. — Hangi sektörlerde?— Kooperatif sektörlerde, tarım sektöründe.

Kooperatifler aile üyelerinden oluşuyor. Bazı top­raklar bunlara kiralanıyor. Açıkladığım gibi bu ikinci bir devrim olacak. Size neden ikinci bir dev­rime eşit bir gelişme ve yükseliş olduğunu açık­ladım. Toplumumuzun gelişimi açısından bu sü­reç kaçınılmazdır. Lenin tarafından belirlenen, Le­nin tarafından çizilen sosyalizmin esas yoluna geri dönüştür, anlamına gelmektedir. Lenin’in sosya­lizm hakkında söylediklerini hatırlayalım. “Sos­yalizm son derece yüksek kültür düzeyine sahip kooperatifler sistemidir.” Lenin’in sosyalizm hak­kında söyledikleriyle uygulamalar arasında bir ça-

. tışma yoktur.Ç.Y. — Kooperatifler işçi çalıştıracaklar?.. Le­

nin zamanında işçi çalıştırabiliyorlar mıydı?— Neden olmasın?Ç.Y. — Yani kooperatif işçiye ücret ödüyor öy­

le mi?

— Evet, çünkü bu bir devlet sistemidir ve dev­letin kontrolü altındadır. Hiç kimseyi sömürmek üzere yanınızda çalıştıramazsınız. Ona belirli bir miktarda para vereceksiniz, işçi çalıştırma konu­sunda devletin koyduğu kurallara uymak zorun­dasınız, bizim için çalışıyorsunuz.

Ç.Y. — Devletin fabrikasında ya da koopera­tiflerde çalışıyorsanız, arada bir fark olmayacak. Sadece bir transformasyon olacak.

— Sosyal güvenlik açısından ve refah açısın­dan hiçbir değişiklik olmayacak. Hastalık bakı­mı ve tatil ücretsiz olacak. Çalışanlar hastalanıp işten aynldıklannda paralan ödenecek. Herkes için aynı uygulamalar geçerli olacak; arada bir farklılık olmayacak. Ancak kooperatiflerde bazı belirgin farklılıklar olabilir. Belki kooperatiflerde çalışanlar devlet işletmelerinde çalışanlardan da­ha fazla kazanacaklar.

Sovyetlerle uzlaşmaz sınıf çatışması, sınıf çelişkisi yok. Şu anda sosyal gruplar ile

genel anlamda toplum arasında bir çatışma vardır. Bu, demokratik yollardan çözülecektir.

Ç.Y. — Ücret olarak daha fazla alabilecekler diyorsunuz.

— Belki de geçiş süreci boyunca bu farklılık­lar olacak. Am a sonuçta ücretler yükseltilip eşit­lenecek.

Ç.Y. — O zaman bu kapitalist anlamda işçi ça­lıştırma da olmayacak değil mi? İşçi, sosyalist an­lamda A işletmesinden çıkmış B işletmesine git­miş mi olacak?

— Hayır, hayır.Ç.Y. — Kooperatifte bir iki kişinin değil, bir­

kaç ailenin denetiminde olacak.— Kooperatifler belli bir temele göre çalışa­

caklar. Öncelikle devlet, banka ve sendika kont­rolüne tabi olacaklar ve tabii ki yerel sovyetin de kontrolü söz konusu olacak.

Ç.Y. — Bütün bunlara rağmen bu uygulama­lar acaba girişimciler arasında birtakım gerici kı­pırdanmalara yol açmaz mı? Yol açarsa da nasıl engellenebilir? Ya da diğer bir deyişle partiye kafa tutmaya başlayabilirler mi?

— Düşünün, çok para kazanan biri var, bu pa­rayla ne yapacak? Arazi, kendisine ait bir apart­man dairesi ya da büyük bir toprak parçası ala­bilir mi? Üretim aletlerini satın alabilir mi? H a­yır, sadece sınırlandınlmış bir şekilde üretim aracı satın alabilir. Örneğin bazı basit aletler hızar vs. gibi. Fakat işletme binalan, arazi, üretim kapasi­tesi alamayacak.

Ç.Y. — Traktör alabilecek mi?— Belki alabilecek.Ç.Y. — Fakat bu gerici eğilimler doğurmaz mı?— Başka, bu kişi parasıyla neler yapabilir?

Harcayabilir, ne için, seyahat eder. Türkiye’ye ge­lebilir ve Antalya’da bir ay kalabilir. N e yapabi­lir, araba alabilir. Ev alabilir ancak başkasına ki- ralayamaz. Piyano alabilir. Yani ne istiyorsa ala­bilir.

Ç.Y. — Ellerinde ideolojik bir güç olmayacak, servet olacak.

— Sermaye olmayacak. Sermaye olarak ya­tırıldığında bu başkalarını sömürmek için kulla­nılır. Buradaki ana nokta, yüksek ücret olacak, çok para kazanabilecek ancak sermaye olarak kullanamayacak.

Ç.Y. — Artı değer olmayacak.— Sömürü aracı olarak kullanılmayacak.Ç. Y. — Yani sermaye olmayacak servet ola­

cak diyorsunuz.— Para evet sadece para; işletilmeyen ve ça­

lışmayan.Ç.Y. — İşçi sömürülmeyecek, artı değer ol­

mayacak diyorsunuz.

— Olmayacak.Ç.Y. — Diyelim ki, bu para sahipleri partiye

ya da devlete ya da yerli Sovyete kafa tutmaya başladılar. Bu bir gerici eğilim doğurdu. Sovyet o zaman ne yapacak, bunu siyasi anlamda na­sıl kontrol edecek?

— Bu korkulacak bir şey değil. Çünkü açık bir şekilde hareket edecekler. Kârlan banka ta­rafından bilinecek. Bunu gizleyemeyecek. Bu­nun aksi olabilir. Bugünlerde Mafya Sovyetleri de bazı devlet görevlilerini satın alabilir. Örnek­lerini bakılsın, ya da Özbekistan’da görebili­yoruz. Çünkü gizli bir şekilde yapılıyor, kimse bil-

Lenin’in planını uygulamak için önümüzde pek çok alan mevcuttu ve Lenin NEP döneminin 30-40 yıl içindetamamlanacağınıdüşünüyordu.

r

Page 20: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

miyor. Perestroyka ve yeni ekonomik sistem al­tında tamamıyla açık olacak.

Ç.Y. — Hareket ederse bile bu politik ekono­mik tedbirlerle kesilir diyorsunuz. Örneğin ban­ka kredileri verilmeyebilir. j

— Böyle bir olayda bu kişi ihanet etmiş sayı- lir ve devletin yasaları uygulanır.

Ç.Y. — Kiraladığı toprak elinden alınabilir.— Kesinlikle.Ç.Y. — Kontrol tamamen üstünde olduğu için

hiçbir şey yapamaz.— Kesinlikle.Ç.Y. — Bu olaya deryada damla diyebilir mi­

yiz. Bir de bunu yanı sıra bunun tarım içerisin­deki payı ne olacak? Sovyetler’de Kooperatifle­rin tanm içindeki rolü yüzde kaç olacak, tahmi­niniz nedir?

Partinin görevi esas olarak insanlara demokrasiyi öğretmek olacak. İnsanları

Perestroyka için harekete geçirmek olacak. Toplumda esas ideolojik güç olacak.

— Bilmiyorum çünkü kollektif çiftliklerimiz var ve bunlar yeni ekonomik temel doğrultusunda faaliyetlerini sürdürmeye devam edecekler.

Ç.Y. — O zaman üçüncü bir şey olarak kol- hoz ve sovhozun yanı sıra bir de kollektif çiftlik.

— Hayır, bunlar kalacak, fakat kooperatifler tanm sektöründe değil hizmet sektörlerinde ola­cak. Fakat tanmda, kolhoz üretici güçler tarafın­dan kiralama sistemine uyularak kullanılacak. Bazı çiftlikler ve üretim alanlan üretici güçlere ki­ralanacak. Bu kollektif çiftlik ve kooperatiflerin çalışması için geçerli olacak. Ancak kooperatif­ler kollektif çiftliklerin yerini almayacak.

Ç.Y. — Diyelim ki, 100 metre karelik bir ala­nı işleyen bir kolhoz var. Bu kolhozun içinde 10 aile yer alıyor. Bu on aileden üç aile başka bir şey ekmek isterse ne olacak?

— Çiftlik belli bir toprak parçası üzerinde ku­rulu olacak. Bölümü gönüllüce yapılacak. Eğer isterlerse kendi topraklanymışçasına üzerinde ça­lışabilirler. Yaklaşımlar oldukça farklı. Sadece üre­tim alanı olduğunu düşünecek.

Ç.Y. — Üretim artacak mı?— Kesinlikle, çünkü kendi istekleri doğrultu­

sunda yapılıyor. Yazabileceğiniz bir diğer konu da şu. Yönetim im iz bütün üretimi kollektif çift­liklerde bu bahsi geçen grupların yapması dü­şüncelerini pratikte somutlamaya çalışıyor. İste­ğe bağlı geçişleri bilemiyorum. Eğer istiyorsanız, diliyorsanız, iyi bir ekibiniz varsa ya da birbiri ile iyi anlaşan bir grup arkadaşsanız burada tam bir karşılıklı anlayış söz konusudur ve bir elin par­maklan gibi çalışabilirsiniz. Eğer böyleyse, trak­tör hatta iki traktör, bazı girdileri, tohum vs. gibi satın alabilir, yaklaşık olarak 10 hektarlık bir alan­da ürün almaya başlarsınız. Kollektif çiftlikte o l­duğu gibi.

Ç.Y. — Yemi herşey kollektif çiftliğin içinde olu­yor dışında olmuyor.

— Evet.Ç.Y. — Bu çok önemli.— Fakat isteğe bağlı olarak, yani gönüllü bir

zem inde yapılması gerekir. Bazı parti organ lan kollektif çiftliklerin yüzde 701nin yeni sistemle ça- lıştıklannı bazılan da yüzde 80’nin yeni sistemle çalıştıklann' söylüyorlar. Böylece bütün yönetim sistemi kesin sonuçlar elde edebiliyor. Miktar yani nicelik önemli değil. Çünkü gönüllülük temelinde gerçekleştirilmesi gerekir. Parti organlan tüm kol­lektif çiftliklerde zorlayıcı tedbirler alabilirler. Üre­tici grupları destekleyerek tüm kollektif çiftlikle­rin çalışmasını üretici gruplann çalışma zemini­ne yani yeni ekonomik zemine oturtabilirler. Bu insanlann istekli olup olmayışına ve böyle bir uy­gulama altında çalışmaya hazır olup olmama- lanna bağlıdır. Eğer gerçekleşeceğine inanmıyor­larsa pilot alanlarda çalışma yolunu da deneye­bilirler.

Ç.Y. — Bu o zaman kollektif çiftliklerde üre­tim gruplannın inisiyatiflerinin de öne çıkması oluyor değil mi?

— Kesinlikle doğru.Ç.Y. — Bu inisiyatifli öne çıkma, toparlarsak

kollektif çiftlik içinde istenildiği zaman toprak ki- ralayabilme olarak somutlanıyor. Diyelim ki ai­leler anlaşıyorlar ve bu anlaşma içinde de belli bir ürünü üretiyorlar. Toprak yine kiralama an­

lamında devlete ait fakat üretim araçlarını satın alabilirler. Çünkü banka kredi imkânı sağlıyor.

— Büyük bir olasılıkla bazı küçük traktörleri satın alabilirler. Büyük araç alacaklannı sanmı­yorum, çünkü bu onlar için de ekonomik bir olay değil. Onlar için en iyisi araçları belli bir dönem

için kullanmaktır. Satn almak son derece pahalı olacaktır. Traktöre belki her zaman ihtiyaç du­yulacak. A m a büyük traktörü yalnızca toprağı sürmek için kullanacaksa ve daha sonra ihtiya­cı olmayacaksa neden satın alsın. Satın alma ye­rine bu tür aletleri kiralayabilir.

Ç.Y. — Bu bir anlamda kollektif çiftliklerindeki işçilerin toprağı kendi inisiyatifleri doğrultusun­da üretimde kullanmalan oluyor. Bu özel sek­törde olmuyor o zaman değil mi?

— Hayır, kollektif çiftlik.Ç.Y. — Peki hizmet sektöründe aile üyesi dı­

şında işçi çalıştırabilecekler mi?— Sadece aile üzerinde temellenen lokanta­

lar olmayabilir, kollektif yani kooperatif şeklin­de çalışan lokantalarda olabilir.

Ç.Y. — Kooperatif lokantalar olabilir ve bun­lar işçi çalıştırabilirler.

— Evet evet. Bina kiralarlar, kredi alıp üreti­me ya da üretimin organizasyonuna başlarlar. Fakat söz konusu bir lokanta ise çoklu bir devlet kontrolü altındadır. Çünkü, sağbk servisi, yerel sovyet, banka ve sendika tarafından kontrol edi­lecektir.

Ç.Y. — Dış politikaya geçm eden önce iki kı­sa sorumuz var. Partide devlet kademelerinde yöneticilerin görevleri, yetkileri beşer yıllık d ö ­nemle yani on yılla sınırlandınlıyor. Bu karann ne gibi bir düşünceyle alındığı açık. Bürokrasi­nin kınlmasını amaçlıyor. Ancak bu şöyle bir sonç yaratmaz mı? Yetişmiş çok yetenekli liderlerin bu olumluluklanndan yeterince faydalanamama gibi bir sonuç yaratmaz mı? Örneğin keşke Lenin gibi liderler yetişse de ülkeyi 10 yıl değil 50 yıl y ö ­netse. Böyle düşünmemiz de mümkün değil mi?

— Söylediklerinizde doğruluk payı var. A n ­cak bizim için bugünkü durum çok önemli. Hü­kümet görevlilerinin görev sürelerini 10 yılla sı­nırlamak son derece demokratik bir uygulama. Hizmet süresi bittikten sonra bu kişiler yüksek mevkilerinden alınmalı. Gorbaçov diyelim ki son derece başanlı ve çalışmasını, mücadelesini ve savaşımını sürdürüyor. Peki perestroyka ne için gerçekleştiriliyor? Eğer Gorbaçov 10 yıllık süre­si boyunca başarılı olamazsa kim düzeltecek ya da uygulamaya çalıştığı politikayı kim kabul ede­cek. Bu durumu nasıl kolaylaştıracağız. Biz m a­den, orman bakımından olduğu kadar insan ba­kımından da oldukça zengin bir ülkeyiz.

Ç.Y. — Yani insanlara olanak tanınmalı diyor­sunuz.

— Eğer öyle olmazsa yeniden bir kişinin öze­linde insana körü körüne tapmaya gidebiliriz. Bü­yük bir olasılıkla Gorbaçov’u ilk beş yılında son derece demokrat ve perestroykanm hazırlayıcısı bir insan olarak görürüz. İkinci beş yıllık döne­minde Gorbaçov bizim için neredeyse büyük bir insandır. Üçüncü beş yılında Gorbaçov’u gök- yüzündeki güneş gibi görm eye başlarız.

Ç.Y. — ikinci soruma geliyorum. Şimdi alı­nan bir karara göre SSCB ’nin bilimsel teknik dev­rimde geri kaldığı alanlarda yüzde 51 hissesinin devlete ait olması kaydıyla yabancı sermaye ile ortak yatınmlara gitmesi düşünülüyor. Bu neyi amaçlıyor? İkincisi somut olarak hangi alanlar­da ortaklığa gidilebilecek. Ondan sonra işletmeler kendi bağımsız girişimleri ile ortaklıklara girebi-

yük bir tekel gibi hareket etmektedir. Bildiğiniz gibi bilimsel potansiyel açısından Batı’nın o ka­dar gerisinde değiliz. Bizim istediğimiz ekonomik temeli gerçekleştirmektir. Son derece parlak dü­şüncelerimiz var fakat ekonomik kapasite, düşün­celeri pratiği uygulama bakımından teknolojik açıdan Bab’nın biraz gerisindeyiz. Bu yüzden ön­celikle yeni ekonomik sistemimizi oturtmalıyız. Üretmi geliştirmek için kârlı işletmeler gerçek- leştirmeliyiz. En yeni ve en m odem bilgileri bi­lim enstitülerinden elde edip onlan üretmeye başlamalıyız. Bu ekonominin daha verimli olma­sını sağlayacaktır.

Ç.Y. — Yani bu bir yerde Batı’dan teknoloji transferi olmayacak mı?

— Hayır ben Sovyet sisteminden bahsediyo­rum. Bu olağanüstü bir teşvik anlamına gelmek­te. Ülkemizdeki bilimsel ve teknolojik devrim kendi araçlarımız ve kendi gücümüzle kendi kapasite­mizle gerçekleşecek ve bu gelişmeler süreci hız­landıracaktır. Çünkü son derece gelişmiş bilim­sel enstitülere sahibiz. Fakat düşünceyi pratiğe uygulamak için «ırada geçen süre uzun. Yakın bir gelecekte bu kısalacaktır. Böyle ikinci olarak söylenebilecek şey, ihtiyacımız olanı Batidan satın almamızdır. Bütün plan ve süreç için bu gerek­lidir. Bu yüzden ortak yatırımlara gidiyoruz. Or­tak girişimlere.

Ç.Y. — Bunu yapmaktaki asıl amaç nedir?— M odem teknolojiyi elde etmek. Bütün üre­

tim sahalarını yabancılara açabiliriz. Ancak as­keri ve savunma sektörü bu alanlann tamamen dışındadır ve bu alanlann yabancılara açılması yasaklanmıştır. Hizmet sektöründe turizm, bazı sanayiler ya da ulaşım sektöründe işbirliği yapı­labilir.

Ç.Y. — Yani savunma dışı alanlarda işbirliği yapılabilir diyorsunuz.

— Evet, rekabete açık sanayi girişimleri tem e­linde. Devlet kontrolü devlet bankası tarafından yapılacak. Bir yerde sanki ayn işletmeler gibi dav­ranacaklar. Yabana yatınmiar. firmalar ya da şir­ketlerle rekabet edecekler. Örneğin ulaşıtrma sektöründe Türkiye ile ortak bir yatınma gidile­bilir. Gem i inşaası konusunda ortak bir yahnm gerçekleştirilebilir. Bazı yatırımlann turizm sek­töründe olması normal bir şeydir.

Ç.Y. — Fakat Sovyet işçisi bu ortaklık altında sömürülmeyecek mi? Bu, şuna benziyor, Batf dan kredi alıyorsunuz ama ona faiz ödem ek zo­rundasınız.

— Hayır. Kapitalistler iyiliksever değildirler, karşılıksız bir işbirliğine girmezler, istedikleri kârdır ve biz de kâr istiyoruz. Böylece bu bir yerde kâ- nn paylaşılması anlamına gelir. Sizin ilgilendiği­niz bir diğer konu üçüncü dünya ülkelerinin sö­mürülmesi olasılığıydı. Evet sömürü olacak ama bir teknoloji transferi de gerçekleşecek.

Ç.Y. — Dediniz ki, yabancı sermayeli kuru­luşlarla iş yaptığımız zaman bir ölçüde sömürü olacaktır.

— N e sömürüsü, eğer biz kân paylaşıyorsak buna nasıl sömürü deriz. Teorik olarak doğru. Batılı işçiler son derece acımasız bir şekilde ser­maye tarafından sömürülüyor, devlet tarafından hiç sömürülmeyen Sovyet işçisine göre beş kat daha fazla kazanıyorlar. Bu nasıl açıklanabilir?

Ç.Y. — Çin’de şöyle bir uygulama var. Çin’de serbest bölgeler var. Bu serbest bölgeler aracılı­ğıyla Çin teknoloji transfer etmek istiyor. Bu ser­best bölgelerde Çinli işçiler çalışıyor. Fakat ya-

Siz kötü bürokratları değiştirebilirsiniz.Ama birkaç yıl sonra onun kötü

olamayacağını nasıl garanti edebilirsiniz?

lecekler mi? Eğer gideceklerse merkezi planla­ma ile bunun bağı nasıl kurulacak? Ortaklıklar kaçar yıllık süreyle gerçekleşecek, ücretler ve kâr oranlan nasıl belirlenecek? Ve burada özellikle bütün bunların yanında bu aynı yabancı serma­ye şirketleri ile üçüncü dünya ülkelerinde ortak yatınma gidilmesinin amacı ne? Bunu özellikle soruyorum. Bu konu Türkiye’de özellikle kafa bu- landıncı bir malzeme olarak kullanılıyor.

— Aslında Lenin derki, “Biz dünya ekonomi arenasında büyük bir tekel gibi davranıyoruz” Sovyetler Birliği dünya ekonomi arenasında bü-

bancı sermaye normal olarak Çinli işçiyi sömü­rüyor, kâr ediyor, artı değer elde ediyor. Şimdi Sovyetlerde bu mu olacak?

— Büyük bir olasılıkla bizde de serbest böl­geler açılacak. Neden olmasın? Çinli işçiler için üzülmeyin çünkü devlet işletmelerinde serbest bölgede aldıktan ücretin en az üç dört katı daha azını alıyorlar. Örneğin Almanya’da çalışan Türk işçilerini ele alalım. Batı Almanya’da sömürülmü­yorlar mı? Kesinlikle evet. Ancak Türkiye’de ka­zanabileceği paranın 10 katını orada kazanıyor.

Ç.Y. — Belki orada çalışan Sovyet işçisi içeri-

Page 21: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

de çalışan Sovyet işçisine göre daha fazla ücret alacak ama burada yine bir sömürü olacak de­ğil mi?

— Kanımca sömürüyü yanlış anlıyorsunuz.Ç.Y. — Artı değer üretiliyor. Bunun yüzde

51’ini siz alıyorsunuz. Yüzde 49u ise diyelim ki bir Batılı kapitalist ülkeye veriliyor.

— Gerçekte burada tartışılması gereken sö­mürünün olup olmadığı değil elde edilen kânn oranıdır. Eğer kânn bir bölümü çalışanlara geri dönüyorsa, kânn bir kısmı harcanıyor diğer kıs­mı ise üretimin büyütülmesi için kullanılıyorsa, kârın bir kısmı devlete gidiyorsa ve bununla ye­ni stadyumlar, evler ve yollalr yapılıyorsa; bu kânn nasıl dağıtılacağı sorunudur. Batık ekonomiler­de çalışanlann kesin bir sömürüsü vardır. Üre­tim yapmalanna rağmen üretime sahip değildir­ler. Kapitalist tek başına paralannı tüketime har­cayamazlar. Paralannı sanayi merkezlerine yatır­mak zorundadırlar. Fakat gelecekte çıkarsız işlet­meleri düşünebilir miyiz? Hatta Sovyet Ekonomisi için bile. Olabilir ama çok uzun bir süre sonra. Bu sosyalizmin rüyası ya da sosyalizmin yann he­men gerçekleştireceği bir rüya olarak düşünül­memeli. Bu komünizmle gerçekleşebilir. Bugün değil ama yanndan sonrası için mümkün.

Ç.Y. — Teorik olarak artı değer, ya da sömü­rü gibi görünüyor fakat burada üretilen değer­ler yeni yatınmlara stadyum yapımına vs. dönü­şüyor. Burada yine sanki bir fabrikada olduğu gibi üretilen değerin bir kısmı onlara veriliyor.

— Gerçekte böyle. Eğer sosyalist ülkedeki bü­yük bir işletmeyle kapitalist bir ülkedeki büyük bir işletmeyi karşılaştırırsanız teknolojik olarak he­men hemen aynı olduğunu görürsünüz. Bura­da olan ki asıl konu emirleri kimin verdiği, ki­min yatırımcı olduğu.

Ç.Y. — Emirleri kim veriyor, çıkarlar kimin. Yüzde SITik oranda Sovyetlerde olacak diyor­sunuz.

— Bir noktada bir araya gelebilmenin olası be­lirtileri var mıdır? Sanınm bir noktada bir arada bulunma teorisi konusunda bilginiz vardır. Ka­pitalizm ve sosyalizmin bir araya gelmesi yeni bir sistemde bir araya gelmek. Diyorlar ki Sovyet- ler Birliğinde olanlar kapitalizmin restorasyonu­dur. Böylece Sovyetler Birliği bir arada bulun­manın bir aşamasındadır. Bazı noktalarda sos­yalizm kapitalizmle bir ¿ırada bulunabilir. G e le­cekte kapitalizm ile belli noktalarda karşılaşabi­liriz. Diyoruz ki, uluslararası bir bağımlılık için-

öneriler var. Şöyle söyleyelim Toplumsal Bilim­ler Akademisi’nin dünya politikası ve SB K P ’nin Uluslararası Faaliyetler Kürsüsü’nce hazırlanan günümüz politikasında toplumsal ilerleme adlı tezler. Siz de okumuşsunuzdur. Şimdi burada şu savunuluyor Bay Stefanov...

— Dediniz ki, sınıf mücadelesi olmayacaktır. Aynı düşüncede değilim. Bu oldukça ilginç bir soru. Çünkü biliyorsunuz, Stalin ve Brejnev dö­neminde uluslararası sınıf mücadelesi içindeki sı­nıf mücadelesinden bahsedildiği zaman sınıf mü­cadelesi gerekçesiyle pek çok hoş olmayan giri­şim haklı çıkanldı. Örneğin Çekoslovakya ve di­ğer örnekler. Hatta Afganistan için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Biz dünya emperyalizmine karşı sı­nıf mücadelesi bakımından kendimizi haklı çıkar­dık. Bu slogan altında pek çok hata yaptık.

Ç.Y. — M ao Zedung’un sloganı.— Hayır, Mao Zedung’un sloganı değil biz

Sovyetler Birliği’nden bahsediyoruz. Dış ilişkiler­de farklılıklar gösterdik. Bazen biz anlayış süre­cini zorla kabul ettirdik. Bu herkes tarafından bi­linen ve genelde kabul edilen bir şey. Yeni dö ­nemde Lenin’in dediği gibi, insanlığın genel an­lamdaki çıkar lan kimi zaman sınıf çıkarlannın üs­tüne çıkmıştır. Bazı uzak ihtimallerden bahsedi­yoruz. Örneğin nükleer savaşın çıkmasının im­kânsız olacağını biliyoruz. Bu global bir bakış açı­sının sonucudur. Çünkü orada kazananlann ya da kaybedenlerin olmayacağını, insanlığın tama­men zarar göreceğinin farkındayız. Bu yüzden banş içinde bir yaşayıştan bahsediyoruz. Bu Le­nin’in düşüncesi. Biz birlikte yaşayacağız ama hangi biçimde? Hangi şekillerde, provakasyon- la mı, propaganda savaşıyla mı, gizli servis ça- lışmalanyla mı, neyle? Veya bu mücadele ala­nını gizli operasyonlardan yerel savaşlardan de­mokrasi ve ekonomik rekabet alanına mı trans­fer etmeye çalışmalıyız? Veya biz bu mücadele­de — savaş sonucu— değil de ama insan hakla- n için demokrasi için mi savaşmabyız. Artık dün­ya arenasında sınıf mücadelesi savaşının olm a­dığını söyleyenler dış politikamızdaki hatalardan ve ideolojik yanlışlardan da sorumlu olanlardır. Aynı kişilerdir. Aynı insanlar bilirsiniz; bir sarkaç gibidir. Bir aşın uçtan öteki uca gidiyorlar. Aynı insanlar şimdi dünya arenasında ‘sınıf m ücade­lesi yoktur’ diyorlar. Bu bir objektif şey midir: Acaba isterlerse kabul edebiürler mi veya ed e­mezler mi? Bu var, bu sübjektif ama sınıf çatış­masının biçimi tamamen farklı olacaktır.

Amerikan emperyalizminin dünyanın herhangi bir yerinde yeni maceralara kalkışmayacağını

kim garanti edebilir? Amerikan emperyalizmin saldırgan gücü kamuoyu tarafından felce uğratılacaktır. Ama bu,

yardıma ihtiyacı olanlara —her türlü yardım— yardım etmeyeceğiz anlamına gelmiyor.

deyiz. Aramızdaki bağlar biz geliştikçe güçleni­yor. önem b olan bir arada bulunmak olabilir ama kimin koşullannda? Kim finans kapitalin dene­timi altında olacak. Sermayenin hakim olduğu yerde demokratik yollardan seçilmiş kişiler de­ğil; tıpkı krallar gibi yöneticiler yani efendiler var­dır. Önları kimse seçmez ya da demokratik yol- Lardan gelmemişlerdir. Ya da bizim perestroyka ile birbkte düşlediğimiz insanlann demokratik ka­tılımı ile son derece sıkı bir şekilde kontrol edi­len bir sistem. Gelecekte kapitalizm ile sosyalizm a-asındaki esas savaşım demokrasi konusunda olacak. Dünya çapında demokrasi problemleri ve halkın kontrolü tem el alan olacak. Ve eko­nomik olarak da sosyalizmin kapitalizmden da­ha etkin olduğunu ispat etmebyiz. Askeri anlam­da Batıyla aynı düzeydeyiz ve sosyalizmin ken­di başına yaşayabileceğini gösterdik. Şimdi ise sosyalizmin daha demokratik bir sistem olduğu­nu ispatlamalıyız. Daha etkili şeyler yapabilir ve insanlara kapitalist ülkelerden daha fazla şey ve­rebiliriz.

Ç.Y. — Şimdi burada, ‘sosyalizmin tek başı­na yaşayabileceğini gösterdik. Artık daha demok­ratik ve daha etkin olduğunu ve daha çok şey verebileceğini ispatlayacağız1 diyoruz. Şimdi ise şöyle bir konuya geçm ek istiyorum. 1988’in 7 N o ’lu Komünist dergisinde Sovyet Bilimler Aka­demisi’nin bazı tezleri yayınlandı. Bu tezlerde bazı

Ç.Y. — Neler olacaktır?— İdeolojik mücadele; kendi demokrasimizin

Amerikan demokrasisinden daha iyi olduğunu kanıtlayacağız. Ekonomik sistemimizin; sosyalist ekonomik sistemimizin kapitalizmden daha iyi çalışacağını, işleyeceğini, onlara daha çok eşit­lik sağlayabileceğimizi söylüyoruz. Öyleyse bu sınıf mücadelesinin bir biçimi midir? Evet, neden o l­masın? Biz insanlann kafalarını değiştirmek için mücadele edeceğiz. Bu bir mücadele biçimidir. A m a önceden kullanıldığı gibi vulgar bir şekilde anlaşılmamak. Çünkü Bab’da Sovyet nüfusunun hızlı büyümesinden korkuyorlar, Sovyet milita­rist büyümesinden “Sovyetler geliyorlar, Sovyet­ler bize komünizmi em poze etmeye çalışıyorlar”. Stalin ve Brejnev dönemindeki suçlan, ölümleri göstererek “Bu tür bir sosyalizmi istiyor musu­nuz?” diye bu tür bir komünizmi mi istiyorsunuz diye soruyorlar. Hayır, hayır biliyorsunuz komü­nist hareket geçmiş 10 yılda kayıplannın kurba­nı oldu. Hatta dünya komünist hareketinde bir krizden söz edebiliriz.

Ç.Y. - N e gibi?— Çünkü komünist partiler üyelerini kaybet­

tiler. Konumlarını kaybettiler. Çağdaş dünyanın sorunlanna bir yanıt bulamadılar. Bu dünya are­nasındaki sınıf mücadelesinin eski fikirleri, kav- ramlannın bir yansıması değil mi? Evet öyle. Çünkü bir çok kimse Stalin’in tapınma sistemin-

den sonra Çekoslovakya’dan sonra hatta A fga ­nistan’dan sonra komünist partilerini terk etmiş­tir. Am a eğer biz bu eğilimi değiştirmeliyiz diyor­sak, sosyalizme ikinci bir yaşam vermeliyiz di­yorsak sosyalist düşünceye genişletilmiş ikinci bir yaşam vermeliyiz diyorsak ve bunu eski yollarla değil yeni yollarla: Açıklığımızda, demokrasimiz­de, insan haklan için savaşmamızda, yaşam stan­dartlınızı yükselterek, Peki bu sınıf mücadelesi­nin bir biçimi, bir türü değil mi? A m a yine de sınıf mücadelesi. Diğer bir nokta ise, sınıf mü­cadelesi yanlış anlaşıldı. Karşıtlar ¿ırasındaki mü­cadelede karşıtlar birbirini yok etmiyorlar. Ken­disine karşı mücadele sürdürülen taraf süreç için­de varlığını sürdürüyor ve gelişim süreci içinde ortadan kaldırılıyor. Eğer biz karşı devrime kar­şıysak, karşı devrimin ihracına karşıysak devrim ihraç etmeye çalışmayacağız. Amerikan em per­yalizminin dünyanın herhangi bir yerinde yeni maceralara kalkışmayacağını kim garanti edebilir? Fakat bizim politikamıza göre, yeni düşünce p o ­litikamıza göre, dünya sorunlannın çözümüne ye­ni yaklaşımlar getirme politikasına göre, Am eri­kan emperyalizminin saldırgan gücü kamuoyu tarafından felce uğratılacak, engellenecektir. El­leri bağlanacaktır. Fakat bu, yardıma ihtiyacı olan­lara yardım — her türlü yardım!— etmeyeceğiz anlamına gelmez. Gelecekte her ülke ya A m e­rikan emperyalizminin girişimlerinin dışında ka­lacak, ya da dünya ilişkilerinin inşaasına, yeni düşünceye ve perestroyka’ya karşı olacak. Eğer kendi isteklerinin karşısında bir güç görürlerse bu güce karşı çıkmayı deneyecekler. Yönetim ler üzerine hayal kurmuyoruz.

Ç.Y. — Dediniz ki, biz sınıf savaşımını reddet­miyoruz fakat sınıf savaşından yeni biçimler al­mak zorundadır. Bu demokrasi anlamında ola­bilir. Daha çok demokrasiyi verebildiğimizi, da­ha çok mutlu edebildiğimizi göstermek, insan­lara daha çok olanaklar sağladığımızı göstermek gerekir...

— Benim için bundan 5 ya da 7 yıl öncesine kadar Sovyetler Birliği’nde istismar edilen insan haklarını savunmak güçtü. Bugün bunu rahat­lıkla yapabiliyorum çünkü ülkemin kayıtlanndan utanmıyorum.

Ç.Y. — Biz biraz şüpheliyiz yani kafamızda bazı çelişkiler var. Komünist dergisinde şöyle de­niyor. ‘Artık sınıf savaşlan ya da kurtuluş savaş­ları dünyanın genel dengesi ya da genel sava­şım içerisinde özel bir önem e sahip olmuştur.’ İkincisi ‘emperyalizm bir yüksek aşamaya geç­m e olanağına daha sahiptir, bilimsel teknik dev­rim ile.’ Üç, ‘ne emperyalizm ne de sosyalizm ken­di bilimsel dünya görüşünü uluslararası ilişkile­re, diyelim ki ülkelerde devrim oluyorsa, bunla­ra taşırmamalı’ Dört, ‘bunun yanı sıra biz artık üçüncü dünya ülkelerine savaşım yerine kendi ülkelerinde ulusal uzlaşma yolunu izlemelerini öneriyoruz”, şunu öğrenmek istiyoruz. Sovyetier Birliği örneğin bir taktik düzeyde, banşı dünya­da belki kendisine nefes alma olanağı tanıması için öne sürerken.

— Hayır taktiksel değil, tamamen stratejiktir. Ve biz bu politikanın ulusal savaşından ve dev­rim savaşımlarını yürüten ülkelere verilecek as­keri yardımdan daha etkili olacağına inanıyoruz.

Ç.Y. — Diyorsunuz ki, silahla yardım etmek yerine böyle bir stratejik dilde barışı savunmak onlara daha çok yardım eder.

— Bizim düşüncemize göre, banş ve demok-

1929lara kadar Leninln plânı yürüdü. Ama değişiklikler bu yıldan sonra başladı: Leninln planından ana sapmalar; çünkü Stalinkollektivizasyonprogramınayüklendi.

Page 22: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

20

rasi için savaşmak sonuç olarak sosyalizm için savaşmaya dönüşür. Sosyalizme ulaşmanın en kısa ve kolay yolu banş ve demokrasidir.

Ç.Y. — Üçüncü dünya ülkelerinde örneğin Türkiye’de ya da başka bir ülkede bir devrim sü­reci yaşanıyor ya da bir ulusal kurtuluş süreci ya­şanıyor ya da demokratik halk devrimi oluyor. Bu demokratik halk devrimi süreci içerisinde, di-

yelim silahlı mücadele veriliyor çünkü çatışması o noktaya gelmiş, artık bir iç savaş başlamış, si­lahlı mücadele veriliyor; Sovyetler Birliği şunu mu diyecek “Bu sizin kendi iç probleminizdir. Kendi kendinize halledin, biz size yardım ed e­meyiz. Örneğin silahlı yardım, parasal ya da in­san yardımı veremeyiz.” Acaba Sovyetler Birliği dünya devrim sürecinden kendisini kopanyor mu?

— Lenin, Sovyet Rusya’nın değişik ülkelerdeki devrimci partilere veya komünist partilere vereceği destek konusunda son derece titiz davranıyor­du. Moral desteği, politik destek, entellektüel destek ve maddi destek konusunda olağanüstü dikkatli davranıyordu. Bu soru oldukça kendi­ne özgü çünkü devrim şartlarını yaşamış bir ül­kedeki süreci silip atabilir. Eğer devrim yeterin­ce doğruysa devrimin temel noktası, kendisini dıştan gelecek karşı devrimci saldırılara karşı ko­rumaktır. Dünya politikası içerisinde Amerikan emperyalizmi buraya karışma hakkını kendinde görmektedir. Çünkü yapılan devrimde Mosko­va’nın parmağı vardır. Afganistan, Salvador belki de Türkiye’de... Amerikan emperyalizminin gay­reti engellenecektir! Eğer devrimin karşı devrim tehditi ya da içişlerine karışma ya da bir provo­kasyon tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğunu anlarsak, desteğe ihtiyaç varsa desteğimizi veri­riz! Örneğin Nikaragua’ya destek oluyoruz. Sa­vaşın devamı konusunda da ısrar ediyoruz. Bu­nun yanı sıra Orta Amerika’da barışçıl bir çözü­mün bulunması konusunda da Nikaragua soru­nu etrafında uğraşıyoruz. Örneğin Güney A fri­ka’ya karşı savaşanlara her anlamda politik, as­keri, parasal tüm desteğimizi vermiş durumda­yız.

Ç.Y. — Devam edecek mi?— Evet, sürdürülecek. Angola için Güney A f­

rika, Amerika, Angola ve Küba arasında akla ya­kın çözümler söz konusu. Aynı zamanda da A f­ganistan için. Siz bizim devrimci hareketlere yar­dım etmekten ve desteklemekten vazgeçebile­ceğimiz korkusunu taşıyorsunuz. Maddi, politik ve askeri destek, ihtiyaç olduğu sürece sağlana­caktır. Afganistan’da bu gerekmiyordu, Afganis­tan’ın iç sorunuydu ve kendi sorunlarını çözebi­leceklerdi.

Ç.Y. — Siz üçüncü dünya ülkelerinde mey­dana gelebilecek devrimci yükselişlerde gerek­tiği zaman silahlı ya da diğer anlamlarda yardım yapılabileceğini, emperyalizmin bazı ataklan o l­duğu zaman örneğin üçüncü dünya ülkelerin­deki devrimci gelişmeye her türlü desteğin veri­leceğinden bahsediyorsunuz. Dergideki yazıla­ra muhalif olduğunuzu, yani Komünist’te çıkan görüşleri benimsemediğinizi, dünya çapında sos­yalist sistem ile emperyalist sistem arasındaki çe­lişkinin hâlâ ana çelişki olduğunu fakat, bu ana çelişkinin belki biçiminin değiştiğini belirttiniz...

— Lenin insanlık çıkarlannm üstün olduğu g ö ­rüşünü savaş konusundaki yanlış anlamalan ön­lemek için söylemişti. Am a sadece termo-nükleer bir savaşı önlemek için bunu öne sürüyorlar. Bu devletlerüstü bir şey. Bu konuda onlarla aynı şeyi düşünmüyorum.

Ç.Y. — Bir de şu gerçeklik var. ‘Çeşitli ülke­lerde meydana gelen savaşımlarda çeşitli silahlı mücadele yöntemleri kullanılabilir mi’ diye sor­duk kullanılabilir dediniz. O ülkenin sorunudur, şimdi de insanlar istiyorlarsa öyle savaşırlar. Bu o ülkenin koşullarına bağlıdır...

— Çelişkinin keskinliğine bağlı bir olay. Batı Avrupa ülkeleri için demokrasi ve banş için mü­cadelenin sosyalizme daha kısa yoldan bir gidiş olacağını söyleyebiliyoruz. Fakat üçüncü dünya ülkeleri için bunu söyleyemeyiz. Çünkü çelişki­ler çok eskin. Uzlaşmaz çelişkiler olduğu için ba- nşçı mücadele bu ülkelerde sosyalizme hizmet

edem ez. Bu o ülkelerdeki somut şartlara bağlı bir olaydır. Bizim uluslararası banş için müade- lemiz, emperyalizmi, onun militarist, faşist gü­cünü felce uğratacaktır. Bu ülkelerdeki kamuo­yu ve Sovyetlerin konumu çok güçlü bir durum yaratıyor. Bu araçlar emperyalist saldırganlığa felç vurabilir.

Ç.Y. — Üçüncü dünya ülkeleri için özellikle

banş mücadelesi ikinci planda, birinci planda ise uzlaşmaz karşıtlann sonucunda doğan keskin sı­nıf çatışmalarıdır. Sizin dediğinizden bu mu çı­kıyor? Yani banş için de mücadele olacaktır ama bu...

— Sınıf mücadelesinin bir parçası olacaktır. Am a sınıf mücadelesi Stalin ve Brejnev döne­mi için belirgindir, açıktır. Sınıf savaşımı, dem ok­rasi için, insan hakları için, ekonominin etkinliği için, ekonom ik alanlarda rekabet edebilmek için... Burada bir çelişki göremiyorum...

Ç.Y. — Banş için mücadele ön plana çıkabi­liyor. Bu tamam. Bizim gibi geri ülke devrimci­lerinin dünya barışına yapabileceği katkı kendi ülkelerinde iktidarı ele geçirmek değil midir? Böyle özetleyemez miyiz görüşünüzü?

— Neden olmasın?Ç.Y. — Üçüncü dünya ülkelerinin devrimci­

leri olarak bizim çelişkilerimiz son derece keskin­dir. Örneğin halkın finans-kapitalle olan çelişki­si devrimcilerin silahlı mücadelesiyle giderilebi­lir, faşizm ancak böyle ezip geçilebilir denilebilir mi? Banş için mücadele biim gibi ülkelerde ikinci veya daha geri plandadır. Yani, silahlı m ücade­le ve sınıf savaşımları üçüncü dünya ülkelerinin önündeki birincil biçimde değil midir? Örneğin Angola, Filistin...

— Bunları somut durumlarla yargılayabiliriz.Ç.Y. — Tüm veriler emperyalizmin bunalımı­

nın daha da müzminleşeceğini, gösteriyor. Bu noktada emperyalizmin bunalımı özellikle geri ül­kelerde devrimci kabanşların zeminini hazırlıyor. Ortaya yeni mücadele biçimleri ve araçlarını çı- kanyor. Bu noktada, sosyalist ülkeler ve Sovyet­ler Birliği bir taraftan emperyalist ülkelere barış doğrultusunda baskı yaptıktan gibi öbür tarafta bu emperyalistler arası çelişkileri emperyalizmin bunalımını derinleştirici yönde adımlar atıp geri ülkelerdeki bu kabarışı hızlandırma bu kabarışın hızla devrime varması için ülkelerin devrimci par­tilerini desteklemek, bu ülkelerin sosyalizme hızla ilerleyebilmesi için elinden gelen herşeyi sefer­ber etmesi gerekmiyor mu?

— Örneğin, Afganistan devrimini ele alalım. Bir iç darbeydi. Devrim olabilirdi ama bazı ko­şullardan başansız olundu. Neden? Çünkü top­lumsal bir destekten yoksunluk vardı. Problem, siz toplumsal destek olmadan bir devrim yapa­mazsınız. Eğer siz toplumsal desteği bu şekilde harekete geçirebiliyorsanız, parlamenter demok­rasi aracılığıyla geçirebiliyorsanız veya başka se­kilerde, bu size bağlıdır. Am a tümü toplumsal bir desteğe sahip olmalı, yoksa başarısız olunur. Silahlı mücadele veya diğer yollar. Bu çok önem­

li değil. Mücadele bir çok yoldan verilebilir. Ör­neğin Avrupa’da silahsızlanma konusunda belli şeyler yapılabilir.

Ç.Y. — Üçüncü dünya ülkelerinde?

— Bu tamamen somut koşullara bağlıdır.— Şimdi uluslararası problemler yoğunlaşıyor.

Bunun karşılığında sosyalist ülkelerin kendileri­ni yenilemeleri konusunda yeni yeni problem­lerle karşı karşıya dünya sosyalist hareketi. Şimdi bütün bunlar karşısında acaba dünya komünist hareketinin partilerinin ortak hareket programı­nı oluşturmak gibi bir görev sosyalist ülkelerin önünde bulunmuyor mu? Bu konuda Sovyet yet­kililerinden herhangi bir görüş gelmiyor pek. Da­ha çok kardeş parti ve içişlerine kanşmama gibi ilkesel bir yaklaşım söz konusu şimdi bunu an­lamakla beraber ve az çok katılmakla beraber şöyle düşünüyoruz: Bugün sosyalist ülkelerde geçmişte ve bugün biriken problemler belli ö l­çülerde komünist partilerin öncü partilerin ye­terince işbirliği yapmaması, birbirlerine yeterin­ce deney tecrübe aktaramamasv gelişen süreçte yeterince ortak mücadelelerin gt liştirilememesi gibi problemler var. Meselenin bir yanı da bura­dan kaynaklanıyor. Geçmiş olaylan araştırdığı­mızda. Bu noktada salt kardeş parti içişlerine ka­rışmama gibi bir yaklaşımla problemleri ne ö l­çüde çözebilir yani gerek üçüncü dünya ülkele­rinde mücadelelerin koordine edilip yönlendi- rebilmesi gerekse sosyalist ülkelerin ortak dav­ranışının sağlanabilmesi ve topyekün bir anti emperyalist banş cephesinin oluşturulması açı­sından bile olsa yeni tip Enternasyonelist örgüt­lenmeler ihtiyaç _yok mu? Sovyetler Birliği K o­münist Partisi ne düşünüyor bu konuda?

— Öncelikle, biz diğer ülkelerin partilerinin içiş­lerine kanşmıyoruz. ikinci şey, sosyalistlerle, ko­münistlerle, sosyal demokratlarla, Hıristiyan de­mokratlar, muhafazakârlarla, herkesle diyalog oluşturmayı ümit ediyoruz. Şu anda liderliğimi­zin yaptığı budur. Açıklık politikası, bugün Gor- baçov’a ABD ’de Reagan’m üstünde bir popülerlik sağlamıştır. Bu çok daha gerçek oldu. Sermaye bugün uluslararası bir güçtür. Marx’m zamanm- kinden de öte. Çünkü biz uluslararası finans- kapitalden söz ediyoruz. Tabii, biz buna karşı ge­lebilmek için dünya çapında uluslararası ilerici güçlerin bir koordinasyonuna gitmeliyiz. Bu bir ihtiyaçtır. Bu nasıl yapılacaktır? Partilerin veya hareketlerin kontaklarıyla mı? İlişkileriyle mi? Ye­ni bir tür Enternasyoneli yeniden kurabilmek için bir ihtiyaç olduğunu sanmıyorum. Am a, bunu karşılıklı ilişkiler, yazışmalar temelinde yapabili­riz. Örneğin Batı Avrupa komünist partileri kendi güçlerini koordine ediyorlar, Avrupa Parlamen- tosu’nda aktiviteleriyîe ilgileniyorlar. Bölgesel so­runlarda daha çok anlaşabiliyorlar. Dünya ça­pında, bir dünya konferansının olabileceği ola­sılığını çıkaramıyorum ama esas şey komünist ha­reketteki yeni dönemdir. Perestroika sosya­lizmin uluslararası imajını değiştirerek uluslara­rası alanda komünist ve sosyalist, işçi hareket­lerine bir yardımımızdır. Örneğin, çağdaş kapi­talizmin çok derin bilimsel bir analizi sorunu var. Bunlar değişik komünist partilerin güçleri, yar­dımlaşmaları olmadan çözülemez. Çünkü bu analizin dışında, çağdaş gerçekliklere doğru ya­nıt veremeyiz. Bir organizasyona gereksinim yok ama partilerin deneyimlerini birbirlerine aktar­maları, görüşmeleri olmalıdır.

Ç.Y. — Dünya devrimci sürecini yönlendirici bir mekanizmaya bir gereksinim yok? Dediğiniz­den bu çıkıyor?

— Evet. Sosyalizmin yeni imajı, komünist par­tilerin yeni mücadele yolları bunlar bir gerekli­liktir. Partilerin işbirlikleri gerekliliktir.

Ç.Y. — Bunun biçimi nasıl olacaktır?— Parti ilişkileriyle, çeşitli düzeylerde teorik ba­

zı konferanslara katılabiliriz, sosyalist ülkelerin aralannda işbirliği oluşturabiliriz. Ama bu gelecekte,

Eğer biz buna ikinci bir devrim diyorsak, gerçekleştiğinde komünizme bir parça daha

yaklaşmış olacağız.

Ülkemizdeki bilimsel ve teknolojik devrim kendi araçlarımız ve kendi gücümüzle

kendi kapasitemizle gerçekleşecek ve bu gelişmeler süreci hızlandıracaktır. Çünkü son derece gelişmiş bilimsel enstitülere

sahibiz. Fakat düşünceyi pratiğe uygulamak için arada geçen süre uzun.

Yakın bir gelecekte bu kısalacaktır.

Page 23: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

konferanslar vb. olmayacaktır anlamına gelmi-. yor. Am a bu hareketin kendi ihtiyacından d o ­ğacak olan şeyler olacaktır. Eğer sosyalist, komü­nist partiler arasında esaslı bir işbirliği gereksini­mi olduğunda bu demokratik yollardan, konfe­ranslar, çeşitli işbirfikleriylebu oluşturabilecek. Bu bizim em poze edeceğim iz bir şey olmamak.

Ç.Y. — Sosyalist ülkelerin birtakım problem­leri var. Kalkınma çeşitli seviyelerde. Şöyle bir genellendirme yapamaz mıyız?

— Burada Demokratik Almanya, Macaristan1 da, Çekoslovakya daha gelişkin. Kişi başına dü­şen milli gelirleri daha fazla. Bizde askeri konu­lardaki üretim daha fazla. Çünkü sosyalist birli­ğin geneli için sorumluyuz.

Ç.Y. — Sosyalist ülkelerdeki problemlerin çö ­zülmesi ve sistem içinde dengeli kalkınma için, tek tek ülkelerin merkezi planlanmalarına işlerlik ka­zandırabileceği gibi, sistem bazında planlama­lara gidilmesi düşünülebilir mi veya düşünülmesi gerekmez mi? Enternasyonal ölçüde hareket edecek liderlerin komünistlerin, işçilerin sistem bazında harekete geçirilmesi gerekmez mi?

— Şu anda sosyalist ülkelerin entegrasyo­nundan memnun olduğumuzu söyleyemem. Böylece yeni işbirliği biçimleri geliştirmeliyiz. Ama bu gönüllülük temelinde olmalı. Şu ülke bunu yapsın, bu ülke bu olsun şeklinde olmamalı. Bu karşılıklı yarar çerçevesinde olmalı. Reform, sos­yalist ülkeler arasında ekonomik bir işbirliğini de kuracaktır.

Ç.Y. — Parti ve ideolojik alanda işbirliğine de gidilmeli değil mi?

— Kesinlikle, tüm alanlarda. Bizim reformlan empoze etmemiz gibi bir şey olamaz ama. Çünkü herkesin dönem i farklı. Bu aramızdaki ilişkileri­mizi de bozmaz. Hatta onlar bizi dışandan daha iyi gözlemleyebilirler.

Ç.Y. — Avrupa komünist partileri ITÜ 'lerden sonra bir çöküntüye girdi. Ispanya Komünist Par­tisi tamamen çöktü, İtalya eski desteğini yitirdi. Bu gelişim varken, SBKFnin tavnnı bilem iyo­ruz. En son konferans da bir kaç cümleyle ilke­sel bir açıklama yapıldı...

— Brejnev dönem inde biz Avrupa komüniz­mini eleştirdik. A m a bugün onlarla aynı görüşte değilim. Avrupa komünizminden ne anlaşılma-

münizme bir adım atmış olunacak mı?— Eğer biz buna ikinci bir devrim diyorsak;

Gerçekleştiğinde komünizme bir parça daha yak­laşacağız. Am a spekülatif projeler içinde deği­liz. A m a bir aşama olabilir.

Ç.Y. — Ulusal hareketler konusunda...— Ulusal problemler Stalin ve Brejnev döne­

minden devraldığımız problemlerdir. Tüm ulus­lara daha çok self-determinasyon vermeli miyiz? Çünkü bir federal devletim iz var, ama bazı g e ­lişmeler var. Ulusal bir göç var, paradoksal du­rumlar var. Karadağ olayı örneğin. Problem; bu­rada 1920lerden önce Sovyetler iktidan alma­dan önce karşılıklı geleneksel bir düşmanlık var. Am a-Sovyetlerin iktidara gelmesiyle, Ermeni Cumhuriyeti ve Azerbeycan Cumhuriyeti oluş­tu. Karabağ hiçbir zaman Ermenistan’ın bir par­çası olmadı. Azerbaycan ve Ermenistan’da bazı politik hatalar vardı. Karabağ’da insanların ya­şam düzeyleri değil, yönetim düzeyleri yeterince yüksek değildi, otonomi olarak. Bizde üç tür oto­nomi var. Biz otonominin düzeyini yükseltmeli­yiz. Am a iki ulusun, “bu toprak parçası benimdir’ diğerinin ‘benimdir’ dediği bir durumda işte bu çok duyarlı bir konudur. Azerbaycan, Karabağ için bizimdir, Ermenistan bizimdir diyor. Kara­bağ Azerbaycan’da kalacak ve hükümetin kendi­si, buranın otonomi yapısını yükseltecek. Böl­gede 400 milyon rublelik (yaklaşık 800 milyar liralık) bir yatınma gidilecek. Bu basit bir sorun değildir. Bir çok Sovyet Cumhuriyeti’nde diğer uluslardan insanlar yaşıyor. Örnek verecek olur­sak, Letvia’nm başkenti Riga’da nüfusun yüzde 60’ı Rus’tur. Bu Ermenilerin görüşüne, mantı­ğına göre buradaki insanlar, Riga, Rusya Cum- huriyeti’ne dahil edilmelidir demeleri gerekir. A p ­talca bir mantık. Azerbaycan ve Ermenistan’da­ki yerel yöneticiler Perestroikadan korkuyorlar. Konumlannı, ulusal sorunlann arkasına gizleye­rek korumaya çalışıyorlar. Bazı ulusal problem­ler var.

Ç.Y. — Bu olayın arkasında A B D ’nin, kışkırt­manın olduğu söyleniyor. Örneğin geçenlerde Ermenistan’da olaylann başını çektiği belirtilen biri sınır dışı edildi. Dışandan müdahale var mı?

— Bir gerçek var. Ermenilerin büyük bölümü dünyanın diğer bölgelerinde yaşıyor.

Stalin’in kişiliğine ilişkin bir kampanya yok Sovyetler’de. Partinin yaptığı hatalara

ilişkin bir kampanya. Biz, neden bunlar oldu? Bunları tartışmak istiyoruz, bunların bir daha olmaması için, bunların olmasını

önlem ek için. Şu anda Merkez Komitesi’nin görevlendirdiği b ir komisyon

var. Bu yıllara ilişkin tüm bilgileri çıkaracak ve tüm hikâyeyi yayınlayacak.

lı? Bunların kendi gelecekleri var. Çünkü sos­yalizm farklı yollardan gelişecektir, Sovyetler’de olduğu gibi değil.

Ç.Y. — Am a Avrupa komünizmiyle de değil?— A m a neden değil? Onlar Sovyetler Birli-

ği’nden, Çekoslovakya’dan farkh bir şekilde sos­yalizme geçebilecekler, kendi yollanndan. Ö y­leyse, bu doğal bir şey, karşılannda değilim. Baş­ka bir şey: Avrupalı komünistler bizim yolumu­zu, So ,,yetler’deki sosyalizmi eleştirdiler. Bugün­lerde, biz bu eleştirileri kabul edebiliriz çünkü on­lardan daha çok kendimizi eleştiriyoruz.

Ç.Y. — Banş içinde geçiş tezi ve halkın mül­kiyeti tezi var. Bu tezlerin durum nedir?

— Siz istediğiniz gibi adlandırabilirsiniz.Ç.Y. — Barışçıl geçiş genelleştirilmiyor sanı­

rız?— Y in e tekrar diyorum, bunlar ülkelerin so­

mut koşullanna bağlıdır. Brejnev dönem inde söylenenleri hatırlayınız. Bunlar *kötü zevklerdi’. Teorik mirası yeniden ele alıyoruz. Bir çok tezi­mizi yeniden ele alıyoruz, gözden geçiriyoruz...

Ç.Y. — Halkın mülkiyeti tezi de geçiriliyor mu?— Şimdi kimse bunu hatırlamıyor. Am a, bu

kadar yıldan sonra halkın devletidir. Sovyetler çalıştıktan sonra, Jd Çalışacaklar halkın devleti­dir. Bu artık teorik bir mesele değildir.

Ç.Y. — Perestroika gerçekleştikten sonra, ko-

Ç.Y. — Burada bir kışkırtma var mı?— Ermeniler için öğelerden biri ama ana öğe

değil. Ana faktör değil. Burada üç problem var. Birincisi Ermeni kültürünün geliştirilmediği, te­levizyon programlarını yeterince izleyemedikle­ri şeklinde, bu ulusal haklan. İkincisi dışandan propaganda var. Üçüncüsü ise ana faktördür. Bir çeşit Perestroikaya karşı direniş. Bu cumhuriyet­lerde parti sekreterliklerinde büyük değişiklikler oldu, Perestroika buralarda uygulamaya girdi. Amerikalılann bu olayda beklentileri var. “Sov- yetler çözülüyor” gibi sözleri var, bu kesinlikle doğru değil, 120 ulus yaşıyor bizde. Am a ulusal sorunlara daha çok saygı gösterme­liyiz, partinin bir bölümü kendini bu ulusal sorunlara adayacak, bazı anayasal garantiler zorunlu kılınacak... Perestroika süreci içinde tüm sorunlar daha çok demokratik yollardan çözüm­lenecek.

Ç.Y. — Komünist dergisinde yer alan tezleri parti içinde savunanlar kimler?

— Bu probleme ilişkin bir tartışma var. Bazı- lan bu görüşü paylaşıyor, bazıları paylaşmıyor.

Ç.Y. — Gorbaçov bu görüşü benimsiyor mu?— Kişisel görüşünü bilmiyorum.Ç.Y. — Ligaçev ve diğerleri?— Ligaçev’in bunun karşısında olduğunu duy­

dum.

Ç.Y. — Yakovev ve Şevardnadze bu görüşü benimsiyor mu?

— Evet benimsiyorlar. A m a enstitülerde çalı­şanlar buranın kategorilerinden hareket ediyor­lar, düşünüyorlar. Şevardnadze uluslararası arenada Sovyetlerin imajını değiştirmeyi, bir dip­lomatik servisin başı olduğu için daha çok vur­guluyor. Bundan sonra bütün komünist partiler, iç ve dış meseleleri özgürce tartışmalılar. Bun­dan sonra her şey özgürce tartışılacak. Çünkü bunun dışında duyarlı bir karara vanlamaz.

Siz bizim devrimci hareketlere yardım etmekten ve desteklemekten

vazgeçebileceğimiz korkusunu taşıyorsunuz. Maddi, politik ve askeri

destek, ihtiyaç olduğu sürece sağlanacaktır.

Ç.Y. — Y in e Stalin olayına dönsek, partinin içinde Stalinciler var mı? Yelisin, Ligaçev?

— Bunu söylemek çok zor. Ben saf bir Stali- nistim diyen birini bulmak çok zor. Stalin’i eleş­tirebilirsiniz ama bir yandan da devlet mekaniz­ması, parti mekanizması iyiydi dersiniz.

Ç.Y. — Kişiliğine yaklaşırken, tam destekliyo­rum denilem iyor mu?

— Tabii, hiç kimse Stalin bir melekti diyemi­yor. Zalimliği olağanüstüydü. Devrim öncesin­de beraber olduğu bir çok yoldaşını emirlerle vur­durdu. Bunu psikolojik olarak açıklayamam, bu­nu anlamıyorum.

Ç.Y. — Soljenitsin Glasnosfta aştnya kaçmak değil mi? Pastemak’ı anladık. O bir olguydu. Sov­yetler Birliği’nde yerini alıyor. Soljenitsin için ne demeli?

— Uzun bir süre Sakharov’u mahkûm ettik. Ona C IA ajanı denildi. A m a şimdi görüyoruz, o perestroikayı, perestroikadan önce savunuyor- muş. Bizimle aynı düşünüyor. Soljenitsin’in yaz­dıkları doğruydu. Bazı çalışmalan bu yıl değil de gelecek yıllarda yayınlanabilir.

Ç.Y. — Stalin olayı bitiyor mu?— Stalin’in kişiliğine ilişkin bir kampanya yok

Sovyetler’de. Partinin yaptığı hatalara ilişkin bir kampanya. Biz, neden bunlar oldu? 'ounlan tar­tışmak istiyoruz, bunlann bir daha olmaması için, bunlann olmasını önlem ek için. Şu anda M er­kez Komitesi’nin görevlendirdiği bir komisyon var. Bu yıllara ilişkin tüm bilgileri çıkaracak ve tüm hikâyeyi yayınlayacak.

Ç.Y. — Bu arada bazı ara sorulara geçmek is­tiyoruz son olarak, işletmelerin kendi kendini fi­nanse etme sistemi ne kadar yürürlükte? İkinci­si bazı temel gıda maddeleri ve hizmetlerde süb- vansiyonlann kaldınlacağı söyleniyor. Bu konu­daki gelişmeler nelerdir ve çalışanlann durumu nasıl ayarlanacak?

— Kendi kendini finanse etme gelecek yıl tüm işletmelerde uygulanacak. Sübvansiyon olayı ise ya referandum, ya da bir konferans ile tartışıla­cak ve karara bağlanacak ama çalışanlann du­rumu da mutlaka iyileştirme yapılacak. Çin ve Yugoslavya’da olduğu gibi bir enflasyon olma­yacak. Bu iki ülkede yeterli devlet kontrolü o l­madığı için enflasyon ortaya çıktı. Çin’in bugün yaptıklan NEP ’e benziyor.

Ç.Y. — Yugoslavya ve Polonya konusunda söyleyebileceklerimiz.

— H er iki ülke de sının aştılar. Yani borçlan­mada. Bir çok problemle karşı karşıyalar ama sa- nınm üstesinden gelecekler...

Ç.Y. — Sovyetler ile Çin arasındaki ilişkiler...— Bizim ilişkileri yeniden kurmak konusun­

da bir engelimiz yok. Belki Gorbaçov gelecek yıl Çin’e gidebilir.

Ç.Y. — Sosyalist ülkeler arasındaki entegras­yondan söz edebilir miyiz...

— Bu ülkelerdeki sorunlan önlemenin yolla­rından biri de hatta tek yolu da sosyalist enteg­rasyondur. Bunun için adımlar atılmalıdır. Sos­yalist ülkelerin kalkınmasını sosyalist bir en teg­rasyon sağlar.

Ç.Y. — Son olarak, Arnavutluk konusunda sözleriniz.

— Sadece kendilerinin sosyalist olduğunu söy­lüyorlar. Olabilir., ne diyebilirim.

Sermaye birikimini oluşturabilmek için diğer yöntemler yerine, genel bir kollektivizasyon gidelim kararını verdi. Sovyet ekonomisi için bir felaket oldu.

Page 24: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

REDDETTİĞİMİZ MİRAS VE SOSYALİST HAREKETİMİZİN TARİHİ KÖKLERİ

Giriş ya da önsözSosyalist hareketimiz, 12 Eylül dönemi­

nin ilk şokunu bir süredir üzerinden atma­ya çalışarak yeniden şekilleniyor. Eylüliz- min ilk yıllan gericileşen sosyalistlerimizin, adeta inkâr fırtınası estirdiği yıllar olmuştu. Onlar dememiş miydi; şöyle şöyle yapma­yın diye? İşte onlann sözünü dinlemeyen­lerin içine düştüğü durum meydandaydı. Ardından, vurun abalıya misali, 12 Eylül öncesinin soi siyasetlerine kesinlikle ideo­lojik temeli olmayan bir suçlama kampan­yası yürütüldü. İş bu noktada da durduru­lamazdı. 12 Eylül öncesinin sosyalist hare­ketlerinin kökleri 196CHı yıllann sonuna ka­dar uzanıyordu. Bu dönemin önderleri de çarmıha gerilerek üzerlerine olmadık ça­murlar atıldı. Nasılsa atlan çamurlan temiz­leyecek kimseler de ortalıkta görünmüyor­du. O halde meydan boştu. Zaten atlan ça­murlar bir gün temizlense de izi kalırdı. Ve­ya yeni kuşakların kafası bulandmlıp, eski­nin siyaset ve önderliklerine ön yargılı ha­le gelmeleri sağlanabilirdi. Gerici sosyalist­lerin eleşttrileri, 12 Eylül yönetiminin mah­kemelerinde, basının da kullanılan suçla­ma edebiyatyla çakışıyormuş, olsun ne çı­kardı. Bir yandan Eylülizmin fiili ve ideo­lojik saldınları, bir yandan da gerici solculann iftira ve inkârcılığı sosyalist orta­mı bir kaosa çevirdi ya. Kurdun dumanlı havayı sevmesi gibi eskinin Aydmlıkçıları, Birikimci vb.leri en çok da, zaten böylesi havalan severlerdi. Boy boy dergilerle, sos­yalist parti kurma vb. toplantilanyla, yılgın­laşan sosyalist ortama ve yeni kuşak dev­rimcilere tuzaklar döşendi. Tuzağa düşen­lere herkesin kötü olduğu, yanlışlan yüzün­den bu duruma düşüldüğü söyleniyor ve sen kaç ben kurtarayım demek isteniyor­du. Sosyalist ve devrimci mücadeleden bu­ralara kaçanlar, kurtuldu mu? Yoksa ideo­lojik çürümenin ve yozlaşmanın içine mi sürüklendiler? Şüphesiz bu sorulann yanı­tım, zerrece devrimci yanlan kalmamışsa, bu durumu yaşayanlann vermesi gerekiyor. Sosyalist saflarda başından bu yana solcu­luk adına, oportünizm ve tasfiyecilikten başka rol icra etmeyen gerici sosyalist çev­relerin, 12 Eylülle birlikte yüzlerine gülen talih, ne yazık ki son birkaç yıldır kendile­rine yüz çevirmiş bulunuyor, işçi sınıfının ve öğrenci gençliğin 1983’lerden sonra ey­leminin sağlam ve emin adımlar atarak yükselmeye başlaması, biraz ağız değiştir­meye çalışsalar da onları çiğneyip geçiyor ve yine bir kenara, sosyalist hareketin çöp sepetine kaldınp atıyor. Geçmişin C IA sos­yalizmi, 12 Eylül öncesinin ihbarcılığı, gü­nümüzün 12 Eylül solculuğu yeni bir iflası kaçınılmaz olarak yaşıyor.

İçine girdiğimiz dönemde aşılmakta olan bu “sosyalizmin” tarihine de, kesinlikle kendi belgelerine dayanarak çahşmalanmızm ile- riki aşamaiannda bir açıklık getirmeye ça­lışıyoruz. Onlar sosyalist hareketinin tarihini karmakanşık hale getirip, bir inkâr fırtına­sıyla yok etmek istiyorlarsa, bizim onlann kendi tarihleri de dahil, bu inkâr ve iftira fırtınasına göğüs gerip tarihimizi aydınlık ve berrak bir hale getirmeye çalışmak boynu­muzun borcu oluyor.

Sosyalist hareketimizin tarihine bir diğer yalnız yaklaşma da geçiş döneminin, söz­de veya eylemde radikal solculuğundan ge­liyor. Sözde radikal solculuğu, Y. Küçük ve çevresi temsil ediyor. Tarihin birinci yılını kendisiyle başlatma — yeni milatçılık— bu çevrenin temel özelliği. Güya radikal güç­lere olumlu bir yaklaşım içinde olunduğu izlenimi veriliyor. Am a biraz “Tezlerini in­celeyince “Balkanlarda eşsiz örneksiz” ve her şeyi “kendisinde menkul” görme tutu­muna girdikleri görülüyor. Bu eğilimde ta­rihi karmakanşık ediyor ve “tezlerini de ça­rpıtıyor. Y. Küçük ve çevresinin tipik özel­liği muazzam boyutta kendisine sevdalan­mış aydınlar olmalandır. Fek de o kadar sev­dalanacak yanlannın olmadığının kendile­rine gösterilmesi lazım. Bu işe de, dergimi­zin geçen sayılannda başlandı. Devam ede­ceğini umuyoruz ve biz bu çevrenin sosya­list hareketimizin geçmişinde kalıcı sayıla­bilecek bir izini bulamadığımızdan sosyalist hareketin tarihine yönelik araştırmamız için­de kendilerini ele almıyoruz.

Sosyalist hareketimizin, geçiş döneminin, asıl radikalizmi THKP-C’nin günümüzdü sürdürücülüğünü yapmaya çalışan eğilim­ler oluyor. Son 20 yılın sosyalist politik or­tamına belli ölçülerde damgasını vuran bu eğilimleri sadece, direnişçilik ve radikalizm açısından ele almak ve bu anlamda bu eği­lime olmadık misyonlar yüklemek bize doğ­ru gelmiyor. Birincisi, sosyafist hareketimiz salt, direnişçilik ve radikalizm açısından bi­le son 20 yıla sığdınlamaz. İkincisi, THKP-C eğilimleri sadece radikalizm ve direnişçiliği değil, bir sosyal sınıf veya bu sınıf içindeki, zümrelerin sosyalist eğilimini temsil ediyor­lar. Sosyalist hareketimizin yakın tarihini ya­zarken THKP-C ve sürdürücüsü eğilimle­rin doğuş, şekilleniş koşullan kadar, sosyal sınıf temellerinîdiTörtaya koymaya çalış­mak zorunlu. Sosyalistipıycadele de bizler için kesinlikle gerekli olan sınır çizgilerinin bulanıklaştırılması değil, alabildiğine netleş- tirilmesidir. Çalışmamızın sosyalist hareke­timizin yakın tarihini ele aldığımız bölüm­lerinde bunu yapmaya çalışacağız. Duygu­lara seslenerek bir yerlere varmaya çalış­mak, proletarya sosyalizmi iddiasında oian-

HÜSEYİN KORKMAZ

lann içine düşebilecekleri durum olmasa gerektir. Güçlü devrimci duygular, ancak proletarya sosyalizmi zemininde uyandm- labilirse bizi devrimci gelişmelerin yoluna sokabilir.

Sosyalist hareketin tarihinin 70-80 yıl­lık “tasfiyecflik veya “oportünizm” olarak nitelenmesini de doğru bulmuyoruz. Pro- leteryanın var olduğu bir ülkede onun öz eğilimi proletarya sosyalizminin, başlangıçta zayıfta olsa var olduğuna ve günümüze bin- bir zorlukla da olsa taşmabildiğine inanıyo­ruz. Elbette sosyalist hareketimizin tarihini böyle görmek isteyenlere de bir şey diye­meyiz. Onlar bu günkü “TKP”nin pratiği­ne bakıp, geçmişi de pratiğin tarihi kök­leri olarak görüyorlarsa, ancak durumun sanıldığı gibi olmadığını söyleyebiliriz ken­dilerine. Biz bugünkü “TKP” ve onun tas­fiye, çözülme ve mültecilikten ibaret olan tarihini reddedilmesi gereken miras olarak görüyoruz. Ama 80 yıllık sosyalist müca­dele tarihimizi ve bu tarihin içinde doğup gelişen proleter sosyalist eğilimimizin mu­azzam teorik mirasına ve günümüze taşı­nıp politik bir güç haline getirilişine olum­lu ve geleceği temsil eden bir gelişme ola­rak bakıyoruz. Hatta bugünkü pratik gücü­müz, teorik mirasımızın çok gerisindedir dersek ancak gerçeği itiraf etmiş oluruz. Mi­rasa bütünüyle sahip çıkmak ve yaşama ge­çirmek işte günün görevi ve boynumuzun borcu bu oluyor.

Türkiye sosyalist hareketinin tarihi kök­leri 1900’lü yılların başlanna kadar uzanı­yor. Yani yaklaşık olarak 80 yıllık bir mü­cadele tarihimiz var. Bu tarihin henüz tüm dönemleri aydınlığa kavuşmamış da olsa, çeşitli dönemleriyle ilgili yayınlanan belge­ler, inceleme ve araştırmalar önemli bir bilgi birikimi sağlamış durumda. Bu bilgi biriki­minin sosyalistlerce etüt edilmesi, böylece kendi tarihi köklerinin ortaya konulması ge­rekiyor. Belki bu çabalar sonucu tarihimiz yine tamamıyla aydınlığa kavuşmaktan uzak kalacak. Am a sosyalist hareketimizin tarihinde belli dersler çıkarabilmesine, bun­lardan hız ve kuvvet alabilmesine yardım­cı olabilmek de mümkün. Köksüz ağaç mi­sali, her patlayan fırtınada yıkılıp sağa, so­la savrulmak kimseye bir yarar sağlamıyor. Sosyalist hareketin iki de bir katastrofa de­ğil, sağlam tarihi köklere dayalı istikrarlı ge­lişme ve bu gelişmenin ortaya çıkan her ye­ni döneme rağmen sürekliliğinin sağlanma­sına ihtiyacı var. Bizce, aksi tutuma giren her sosyalist objektif olarak oportünizmi ve tasfiyeciliği yaşıyor demektir.

Yaşanan geçmişi olumlu ve olumsuz yönleriyle atlamak bizim harcımız değil... Proleterya sosyalistleri bu konuda uyanık

l

i

J

Page 25: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

olmak zorunda... Küçük burjuvazinin tem­silciliğini yapmaya çalışan sosyalistlerin, ta­rihinin birinci yılını kendileriyle başlatma­ya kalkması, son 20-25 yılın trajedik bir ço­cukluk hastalığı. Mücadele bizimle başla-

j madı. Bizden önce de vardı. Bizden son­rada olacak. Proleterya var olduğu sürece

Ionun sosyalist mücadelesini sürdürecek sözcüleri güneşin altındaki yerini alacaklar­dır. Tabii bu mücadelede bir yığın yanılgı ve hatalarda olabilir. Ama yanılgılı ve ha­talı sürdürülmüş de olsa o mücadelenin ürünleri olduğumuzu, düşünüyorum o hal­de varım diyorsak bunu izinde yürüdükle­rimize borçlu olduğumuzu hiçbir zaman unutmayacağız. Her şeyden önce riyakâr olmamak gerekiyor. Tarihimizde her türlü olumsuzluğa rağmen, sabırlı, kahırlı, pro­leter sosyalist bir yaşam ve mücadeleyi ve bu mücadelenin en zorlu sınavlarından al­nının akıyla çıkmış sürdürücülerini... Ken­dini devrime adamış kişilikleri... Yüz bin­lerce sayfayı bulan, tarih ekonomi, politi­ka, strateji, taktik, ulusal ve uluslararası du­rumla ilgili bilimsel çalışmalan yok saymak­tan da bugüne kadar bir yarar sağlanmış değil. Tek sözle tarihe adaletli yaklaşmak. Veya tarihin adaletini yerine getirmesine yardımcı olmak gerekiyor. İşte bu çalışma­mızda, elden geldiğince, sosyalizmdeki, bü­tün amatörlük, gençlik ve yenilgimize rağ­men tarihin adaletini yerine getirmesine yardımcı olmaktan başka bir iddia söz ko­nusu değildir.

OsmanlI toplumunda burjuva devrimciliği, ilk işçi hareketleri ve sosyalist hareketin durumu

Türkiye’de sosyalist hareketinin başlan­gıç döneminin, tarihini incelerken hiç şüp­hesiz onu sosyalizmin uluslararası boyuttaki bu dönem tarihinden kopuk ele almamak gerekir. Çünkü başlangıcının Osmanlı

, imparatorluğu, günümüzün Türkiye Cum­huriyeti yer küremiz üzerinde yaşamış ve yaşamakta olan ülkeleridir. Ve yine bu ül­kelerde de dünyanın öteki ülkelerinde ol­duğu gibi, sınıflar ayrışması, sınıf mücade-

\ leleri, sosyalist örgütlenmeler yaşanmıştır.Yalnız Osmanlı dönemi ve ardından gelen, cumhuriyet dönemlerinin şüphesiz dünya­nın öteki ülkelerine benzer yanları olduğu kadar, kendine özgü orijinal yanlan da var­dır. Türkiye sosyalist hareketinin tarihini ele alırken, onun uluslararası sosyalist hareke­tin doğrudan etkisi altında kalarak şekillen-

* diğini görüyoruz.Türkiye’nin, Osmanlı döneminde batıda

kapitalizmin toplumları geliştiren, aydınla­tan etkilerine oldukça kapalı bir konumu yaşaması elbetteki uluslararası sosyalizmin doğuşundaki etkilerinin halkımız üzerinde sınırlı olmasını getirmiştir. Batıda kapitalizm doğup, kimi ülkeler de sosyal devrimleri gerçekleştirerek toplumlann yaşamında köklü alt üstlükler meydana getirirken, yi­ne bu ülkelerde ilk sosyalist ideolojiler do­ğarken Osmanlı toplumu, sınırlarının ol­dukça ötesinde meydana gelen bu gelişme­lerin, öz dinamiklerinden ve etkilerinden uzak, feodalizmin ortaçağının kış uykusun­da uyur vaziyettedir. Osmanlı toplum dü­zeninin dayandığı, toprak ekonomisi, top­raklar üzerinde tefeci-bezirgân hakimiyeti­nin gelişmesiyle, kangrenleşmiştir. Dere- beyleşen üst sınıflar ve tefeci bezirgânlık, değil kapitalizmi geliştirmek, kalp para ba­sarak, ordu ve memurlann maaşını, onla- nn ikide bir kazan kaldınp kelle almalan ko­şullarında, güçbela ödeyebilmenin ötesin­de bir ekonomik girişkenlik gösterebilecek

durumda değildir. Osmanlı toplum yapısın­dan bu haliyle, proletaryanın uluslararası sosyalist ideolojinin, doğuş döneminin et­kilerine, güçlü karşılık vermesini beklemek ölü gözünden yaş ummaya benzemekte­dir.

Osmanlı aydınlannın, batak durgunluğu­na rağmen, sosyalizmin doğuş döneminin etkilerini sınırlı bir biçimde de olsa Osmanlı toplumunun bünyesine taşıdığını, henüz çok cılız bir durumda olan işçi hareketine bu etkileri egemen kılmaya çalıştığını gö ­rüyoruz. Y ine kapitalizmin Batı’da gelişimi karşısında imparatorluğun güneşin karşısın­daki kar misali eridiğini gören aristokrat kö­kenli ve burjuva eğilimli aydınların, Batı ka­pitalizmini hedefleyen Jön Türkler akımı­nı oluşturduklannı ve hürriyet çığlıkları at- tıklannı biliyoruz. Jön Türklük, sosyal dev­rim yapacak güçte olmayan, pısınk, korkak ve cılız Osmanlı burjuvalarının, sosyal dev­rimci misyonunun bir kesim aydınca yük­lenilmeye çalışılmasından başka bir şey de­ğildir. Jön Türklüğün ilericiliği veya gerici­liğini şüphesiz sözcülüğünü yapmaya çalış­tığı Osmanlı burjuvazisinin eğilimleri deter- mine etmektedir. Jön Türklük, Osmanlı despotizmine tepki, Batı kapitalizminin ül­keye taşınması özlemiyle ilerici gibi görü­nüyor. Ama dayandığı sosyal sınıfın, Os- manlı burjuvazisinin, komprodor burjuva­zi olması nedeniyle gerici bir karakteride vardır. Jön Türklerin dayandıkları bu sınıf tarafından belirlenen ideolojik ufku, Batı kapitalizminin üst yapı kurumlarmın ülke­ye taşınmasını istemekten öteye gidem e­miştir. Onlar Batı kapitalizminin ana yurt- lannda sürgündeyken bile, bu ülkelerde ge­lişen proletarya ideolojisine oldukça yaban-

müne karşı Osmanlı aydınlarının (asker ve sivil) bir başkaldın hareketi olmuştur. Sivil aydmlann düşüncede başkaldınsını Resneli Niyazi önderliğinde dağa çıkıp meşrutiye­tin ilanını dayatan askerlerin eylemi tamam­lamıştır. İçinde gerçekleştiği ülkenin alabil­diğine geri ve çağ dışı koşullarına göre bur­juva anlamda tam bir devrim olmasa da 1908’in bu yolda atılmış bir adım ve daha sonra atılacak adımlann da başlangıcı say­mak gerekmektedir. Geçmişte önemli bir kesiminin, Osmanlı egemenliğinde yaşadığı Ortadoğu toplumlannda da, günümüze ka­dar uzanan burjuva devrimi süreçlerinde, benzer adımların birbirini takip etmesi dik­kati çekmektedir. Ortadoğu sahasındaki fe­odal karanlığın yırtılması ve burjuva toplu- munu kurmaya yönelik adımlar, Batı ka­pitalizminin ilk doğduğu ve geliştiği yerler­deki gibi olmamaktadır. Doğu toplumları- nın hemen tamamında ve özellikle de Or­tadoğu’nun, sınıflı kent toplumlanna tarihte ilk geçilen yer olması 7000 yıldır tefeci- bezirgân ilişkilerin ve sermayenin aşırı iri­leşmesi, buraları, kapitalist sosyal devrimi başarabilecek öz dinamiklerinden yoksun hale getirmiştir. Hiçbir biçimde kollektif üre­tim yapılmasına olanak tanımayan tefeci- bezirgân sermaye, üretmenlerin birbirinden kopuk ve kendi başına üretim yapmaları koşullarından faydalanarak, iki arada, kâr ve faiz vurgunuyla alabildiğine irileşmekte ve toplumu tüm nefes borulanna kadar ele geçirip kontrol altına alabilecek bir güce bu sayede ulaşmaktadır. Tefeci bezirgân ser­mayenin bu kadar gelişmediği Batı toplum- larında, kapitalizmin gelişmesinde Ve m o­dern burjuva sınıfının ve proleteryanm do­ğuşunda, ön sermaye olarak olumlu bir rol

Biz bugünkü “TKP” ve onun tasfiye, çözülm e ve mültecilikten ibaret olan

tarihini reddedilm esi gereken miras olarak görüyoruz. Ama 80 yıllık sosyalist

m ücadele tarihimizi ve bu tarihin içinde doğup gelişen proleter sosyalist

eğilim im izin muazzam teorik mirasına ve günüm üze taşınıp politik b ir güç haline

getirilişine olum lu ve geleceği temsil eden b ir gelişm e olarak bakıyoruz.

cı kalmışlardır. Gericileşen (emperyalizmin aşamasına girmiş) kapitalizmder ötesine geçememişlerdir. Veya geçebilenleri çok az olmuştur.

Jön Türk akımının, kapitalist metropol lerden ülkeye taşıdığı değerler, düzenin de­ğişebileceğine dair düşünce ve yeni anla­yışlar, başlangıçta sivil aydınlarla sınırlıyken giderek askerler arasında da yayılmaya baş­lamıştır. Kapitalizmin kendi öz dinamikle­riyle gelişimine kapalı ve Osmanlı burjuva devrimine önderlik edebilecek Osmanlı burjuvazisinin zayıf ve pısınk konumu, Jön Türkleri toplumu, kapitalist anlamda da ol­sa yenilemeye çalışan önemli bir güç ve et­kinlik haline getirmiştir. Bu nedenle II. Ab- dülhamit 1876 ve 1908’de iki defa meşru­tiyeti ilan etmek zorunda kalmıştır. Osmanlı toplumunda gerçekleşen bu değişiklikler­de, sivil aydınlar daha çok düşünce planın­da düzeni eleştirirken, askerlerin bu düşün­celerle bütünleşmiş, genç ve dinamik ke­simi davranışa geçerek düzen üzerinde fiili baskı uygulamak suretiyle meşrutiyetin ila­nına^ yol açan olayları geliştirmişlerdir. 1908’de II. meşrutiyetin ilanı, Çarlık Rus- yası’ndaki 1905-1907 halk ayaklanmaları­nın dolaylı etkisi altında II. Abdülhamit zul-

oynayan tefeci-bezirgân sermeye, Osmanlı ve Ortadoğu toplumlannda yukarıda de­ğindiğimiz aşın gelişmesi nedeniyle, alabil­diğine statükocu ve gerici bir rol oynayıp, girişimci kapitalizmin ve devrimci bir bur­juva sınıfının doğuşu üzerinde boğucu bir etkide bulunmuştur. İşte bu nedenle Os­manlılıkta ve Ortadoğu toplumlannda bur­juva devrimleri, bir burjuva sınıfı önderli­ğinde, halkın diğer sınıf ve tabakalannın ka­tılımıyla değil, daha çok Bati kapitalizmin­den ve çağdaş düşüncelerden etkilenmiş si­vil ve asker aydmlann yukandan ordu dar­beleri biçiminde gerçekleşmektedir. Elbet­teki böylesi burjuva devrimlerinin, halklar üzerinde, toplumu tümüyle temellerinden sarsan, köklü dönüşümler sağlayan ve halk hareketi biçiminde gerçekleşen burjuva devrimleri gibi etkileri olmamaktadır. Üst­ten darbe veya etki özlenen düzenin sos­yal temeli zayıf olduğundan dolayı, ekono­mi temelini elinde tutan, çağ dışı egemen sınıflarca kısa sürede nötralize edilebilmek­tedir. Hatta bununla da sınırlı kalmayıp bu hareketlerin, kısa sürede yozlaşıp, halk üze­rinde en acımasız diktatörlükler uygulayan, kendi dayandığı burjuva sınıfının zayıflığı veya komprodor karakterinden dolayı da, 23

Page 26: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

hızla bir emperyalist kliğin uydusu haline gelmesi kaçınılmaz olmaktadır. Jön Türk hareketinin de, I. Dünya Savaşı öncesin­de Mahmut Şevket Paşa’nm öldürülmesiyle birlikte, İttihat ve Terakki diktatörlüğüne, ar­dından da Alman emperyalizminin uydu ve ajanlığına doğru soysuzlaşması bu tespiti­mizi doğrulayan iyi bir örnek olmaktadır.

İşte Osmanlı toplumunda Jön Türklük veya burjuva devrimciliğinden söz edince, çağdaşlaşma isteyen, ama çağ açısından, tüm ilerici barutunu yitirmiş burjuvazinin yapamadığı devrimini onun adına ve onun için yapmaya çalışan, aristokrat kökenli Os- manlı asker-sivil-aydınlannm ideoloji ve ey­lemi akla gelmelidir. Osmanlı sivil-aydını, Batı’nın burjuva devrimcisi aydınlan gibi hem düşüncede, hem de eylemde devrim­ciliği birleştiren bir tutuma girmeyip, istip- tadı sadece düşünce planında eleştirmek­tedir. Osmanlı asker (aydın) gençliği ise Ba­tıdaki orduların ve subayların, çoğunlukla her türlü devrimin karşısında, eski rejimi sa­vunma konumunun tersine, sivil-aydınların düzene karşı oluşturduğu fikir ve ideoloji­lerden etkilenip istipdadı, gerektiğinde dağa çıkıp meşrutiyeti ilana zorlayabilmektedir. Batıda burjuvazinin devrimciliği, emperya­list soygunculuk ve haydutluğa soysuzlaşır­ken, bizdeki Jön Türkler (burjuva devrim­ciliği) kapitalizmin gelişimi karşısında yaya kaldığından, emperyalist çapul macerala­rından bir parça da yağlı kemik bize düşe­bilir umuduyla halkı emperyalizmin savaş mezbahasına süren bir işbirlikçiliğe ve ajan­lığa soysuzlaşabilmektedir.

Osmanlı toplumunda burjuva devrimcisi aydının temel karakteri ve özellikleri bu olurken kısa ve öz bir biçimde de olsa Os- manlı işçi ve sosyalist hareketinin durumu­nu ele almaya çalışalım.

Daha 1845 yılında kabul edilen polis ni­zamnamesinde “işini gücünü terk eden iş­çi ve işçi cemiyetlerine” karşı sert tedbirle­rin uygulanacağının yazıyor olması bu ta­rihten önceki yıllarda ilk işçi eylemlerinin ve örgütlenmesinin, Osmanlı toplumunda —kesin biçimlerinin ne olduğunu bilmememi­ze rağmen— varlığını ortaya koymaktadır. Keza 1863 tarihli maden işletmelerinde de işçilerin işyerini terk etmelerini yasaklayan yönetmenliklerin bulunuşu, buralann da iş­çi eylemlerine sahne olduğunu kanaatini doğurmaktadır.

1871 yılında kurulan “Amele Perver Cemiyeti’nin” Osmanlı Imparatorluğu’nda kurulan ilk işçi örgütü olduğu araştırmacı- larca kabul edilmektedir. Bir yıl sonra Os- manlı işçi hareketi tarihinde belgelerle sap­tanan ilk grev gerçekleşir. 500 kadar ter­sane işçisi sadrazama dilekçe vererek üc­retlerinin arttınlmasını isterler. Türk olan ve olmayan tüm işçiler bu eylemde sınıf da­yanışma ve kardeşliğinin iyi bir örneğini ser­gileyip, birliklerini koruyarak grevin başa­rıyla sonuçlanmasını sağlarlar.

İstanbul’da silah fabrikasında çalışan bir grup işçi, 1895 yılında “Osmanlı Amele Ce­miyetimi kurarlar Komünist Manifestoda­ki düşünceleri savunan bu dernek bir yıl sonra kapatılır ve yöneticileri 7-8 yıl hapis ve sürgün cezalarına çarptırılır.

11. Abdülhamid’in oluşturduğu istibdat (baskı) rejimi, işçilerin bu ilk mücadele ve örgütlenmelerini daha başından, şiddetle, karşı önlemler geliştirerek ezmiştir. Osmanlı Amele Cemiyeti’nin, kapatılmasından son­ra 1908 yılında ikinci meşrutiyetin ilanına kadar, Osmanlı İmparatorluğu içinde bir­takım “işçi komiteleri” biçimindeki örgütlen­meler dışında hiçbir işçi örgütlenmesi kal­mamıştır.

Şüphesiz Osmanlı İmparatorluğumda işçi sınıfının varlığının, mücadele ve örgütlen­melerinin tarihini, eski Osmanlı arşivlerini

araştıranlar daha geri tarihlere kadar götü­rebileceklerdir. İmparatorluk topraklanndacami, köprü, hamam, muazzam büyüklük­te surların yapımı ve onanmı, liman inşa­atları, gemi yapımcılığı vb. çalışma sahala- nnm varlığı düşünülürse buralarda epeyce kalabalık bir işçi kitlesinin çalıştığını ve ça­lışma koşullannın kölelikten beter olduğu bu alanlarda da işçilerin tepkilerini dile g e ­tirmemiş, ortaçağa has lonca tipi örgütlen­meler düzeyinde de olsa örgütlenmemiş ol- duklannı düşünmemiz söz konusu değildir. Ne var ki Osmanlı işçi hareketleri tarihi üze­rine araştırma yapanlann ikinci meşrutiye­tin ilanına kadar belirttikleri, işçi sınıfının mücadele ve örgütlenmeleri “Amele Perver Cemiyeti” 1872 tersane işçilerinin grevi, 1895 “Osmanlı Am ele Cemiyetfnin kuru­luşu olmaktadır.

İkinci meşrutiyetin ilanından hemen son­raki yıllarda, Rumeli’den, İstanbul’a kadar yayılan alanlar üzerinde yaygın grevler meydana gelmiştir. Bu grevler ağır çalışma koşullanna; ücretlerin düşüklüğüne, yaban­cı sermayeye duyulan tepkilerden dolayı patlamıştır.

1908’den sonraki ilk grev Osmanlı İmpa­rator luğu’nun, Avrupa kesminde, Bulgaris­tan, Yunanistan ve Sırbistan’a yakın bölge­lerdeki demiryolu işçileri arasında patlâk verir. Daha sonra bazı maden ocaklannda, İstanbul ve Ankara’daki tütün işletmelerin­de grevler meydana gelir. Ve bütün bu grevlerdeki ortak talep ücretlerin arttmlma- sı, çok kötü çalışma koşullannın düzeltilme- siydi. Grevlerin amacı, hükümete ve ya­bancı şirketlere bu taleplerin kabul ettiril- mesiydi. Yalnızca 30 gün içinde 30 grev gerçekleştirilmiştir.

Rumeli demiryollanndaki grevler, bir sü­re sonra Anadolu’daki demir yollarına da yayıldı. 18 Ağustos 1908’de Aydın demir- yolundaki işçiler ve düşük maaşlı memur­lar da greve gittiler. Yine o dönemde Zon­guldak Kömür Havzası’ndaki, maden ocak­larında çalışan işçilerin büyük çoğunluğu grevdeydi. Liman işçilerinin grevi nedeniyle gemiler limanlarda boş duruyordu. Kömür taşmamıyordu. Kömür taşıma işlerinin dur­durulması için işçiler 15 lokomotifi bozar­lar. Zonguldak Kömür Havzası’nda, Ereğli kömür ocaklarını işleten Fransız şirketi ve öteki yabancı şirketler Osmanlı hükümeti­ne başvurarak, grevleri bastırması için as­ker göndermesini isterler. Hükümet işçi sı­nıfının eylemlerini kırmak ve yabancı şir­ketlerin çıkarlarını korumak için askerleri iş­çilerin üstüne gönderir.

Aydın demiryolu hattmdaki grevciler de bir lokomotifi durdurup raydan çıkarlar. İz­mir Alsancak istasyonundaki depolar ya­kılır. Jandarmalarla işçiler arasında çatışma­lar olur. 1908 İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra bir çığ gibi büyüyen ve militanlaşan bu grevlerin büyük çoğunluğu ne yazık ki başarılı sonuçlara ulaşamaz. Başarısızlıkta, yönetimin en sert yöntemlere başvurma­sının yanı sıra, işçilerin örgütsüz ve kendi­liğinden bir mücadeleye atılmalarının bü­yük rolü vardır. Grevlere önderlik edip, yö­netebilecek bir sosyalist harekette Osman- lı İmparatorluğu içinde mevcut değildir. Tüm bu faktörlerin etkisiyle Osmanlı yönetimi, emperyalist şirketlerin çıkarlarını korumak için şiddet yoluyla grevleri ezmiş ve başa- nya ulaşmalarını engellemiştir.

Osmanlı İmparatorluğu içine ilk sosya­list fikirlerin girişinde ise 1864 yılında K. Marks ve F. Engelsin çabalanyla kurulan I. EntemasyonaTin ve 1871 yılında gerçek­leştirilen Paris komününün büyük rolü var­dır. Bu olaylar dönemin Osmanlı basının­da yer almıştır. Avrupa’da burjuva devrimi

sonrası gelişen işçi sınıfının ideolojisi ve pra­tik mücadelesi yurtdışmdaki Osmanlı ay- dınlannm bazılarını etkilemiş onlar da bu mücadeleleri gerek basın yoluyla, gerekse farklı yollardan topluma aktarmaya çalış­mışlardır. Osmanlı Am ele Cemiyeti’nin, 1895’te komünist manifestodaki düşünce­leri savunan bir dernek olarak kurulması, gücü ve yaşama süresi ne olursa olsun, sos­yalist hareketin başlangıç adımı olarak ol­dukça öneme haiz kabul edilmesi gereken bir gelişmedir. Osmanlı İmparatorluğumun siyasal düzeni, ülkenin geri ve feodal ya­pısı, ağır dini faktör ve proleteryanın bü­yük sanayi merkezlerinde değil, küçük iş­letmelerde az sayıda dağınık ve örgütsüz oluşu şüphesiz o sosyalist hareketinin hızlı bir biçimde gelişmesini olumsuz yönde et­kileyen faktörler olsa gerekir.

1905-1907 Rus devrimi, yenilgiye uğra­mış da olsa, Çarlık Rusyası’ndaki halklar üzerinde olduğu kadar Osmanlı İmparator- luğu’nun topraklan içinde yaşayan uluslar ve ezilen halklar üzerinde de büyük uyan­dırıcı etkiye sahip olmuştur. Bulgaristan Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin, Bulgar işçi . | hareketinin, Makedonya-Edirne Devrim Komitesi’nin yaydığı düşünceler Osmanlı toplumundaki işçi hareketinde ve sosyalist hareketinde bir canlanma yaratmıştır. O dö­nemde Türk olmayan halkın çoğunlukta ol­duğu bazı şehirlerde işçi komiteleri kurul­muştur. Örneğin tütün işleme merkezi İs- keçe’de ayrı ayrı Bulgar, Yunan, Türk işçi komiteleri kurulur. İşverenler işçi sını­fının bu tarz örgütlenmesinin zaaflarını kul­lanarak işçilerin birliğini sürekli baltalaya­rak birbirlerine kışkırtırlar. Fakat işverenle­rin bu oyunları işçilerce boşa çıkarılır. İşçi komiteleri birleşerek, bir yıl sonra, ücretle­rin artınlması, çalışma sürelerinin azaltılması için greve başvururlar ve grevi başanyla so- nuçlandınrlar. 1908 II. Meşrutiyetin ilanın­dan sonra ise pek çok şehirde ve kasaba­da yerden mantar bitercesine sayısız işçi ko­mitesi kurulur. Dört dilde işçi gazetesi çı­karılır.

Selanik işçileri farklı siyasi eğilimleri bün­yesinde toplanan Selanik İşçi Kulübü’nü kurarlar. İşçi kulübü Balkan Savaşı’na ka­dar faaliyetlerini sürdürür. İşçi kulübünün örgütlenmesiyle 1909 yılında 1 MAYIS iş­çi bayramı, Selanik’te büyük bir coşku ve kitle gücüyle kutlanır. Bu işçi örgütünün ge­lişmesini Bulgaristan geniş sosyalist partisi sağlar. Örgüt, reformist düşünceleri savun­maktadır. Bünyesi içinde anarşistlerden burjuva reformistlere kadar çeşitli eğilimler bulunmaktadır.

Sosyalist kulüp ve derneklerin, işçi sını­fının sendikal hareketinin gelişmesine bü­yük katkıları olmuştur. Bu örgütlenmele- , rin çabasıyla İstanbul'da faaliyet yürüten 16 sendika tek bir sendika çatısı altında birleş­miştir. 1908 hareketinden hemen sonra işçi ve sosyalist hareketin yöneticileri ikinci en­ternasyonalle ilişkiye geçerler. II. Enternas­yonalin yürütme organı olan Uluslararası Sosyalist Büronun 1908 yılında Brüksel1 de düzenlediği toplantıya katılırlar.

II. Meşrutiyetin ilanının ardından yaşanan bu süreçler Osmanlı toplumunda küçük de olsa bir sosyalist aydın çevrenin doğması­nı sağlamıştır. 1910 yılının eylül ayında Os- manlı toplumunda ilk sosyalist parti, bu sosyalistlerce Hüseyin Hilmi başkanlığında kurulur. Osmanlı Sosyalist Fırkası, sosya­list hareketimizin parti anlamında başlan­gıç adımıdır. Bu nedenle üzerinde de du­rulmaya değer bir önem taşır. Ancak Os- manlı Sosyalist Fırkası’nı oluşturan yöneti­ciler bilimsel sosyalizmden oldukça uzak bir durumdadırlar. Ve parti II. EnternasyoneF de ortaya çıkan opotünizmin Osmanlı top­lumunda temsilcisi durumundadır. Parti yö-

Page 27: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

ileticileri, milliyetçi görüşlerin etkisi altında­dırlar ve parti yayınlannda din ile sosyalizm ve oportünistler çoğunluktadır. Bizzat parti başkanı Hüseyin Hilmi’nin kendisi iflah ol­maz bir küçük burjuva sosyalistidir. Hüse­yin Hilmi sosyalist hareketin tarihi içinde ilk sosyalist partiyi kuran ve sosyalizmin Os­manlI toplumunda yayılmasına hizmet- eden bir kişilik olarak önemli bir yer tutar­ken, oportünist görüşlerinden dolayı da, iş­çi sınıfının ve sosyalist hareketin, bilimsel sosyalizm ilkeleri temelinde birleşmesinin ve bu temelde gelişmesinin önünde büyük bir engel de olmuştur. H. Hilmi ve yandaş­lan, Osmanlı işçi sınıfının ve sosyalistleri­nin, gerçek devrimci bir sınıf partisinde bir­leşmesine de karşı çıkmışlardır.

Osmanlı Sosyalist Fırkası, “İştirak”, “Sos­yalist”, “Serbest İzmir” isimli gazeteler çıkar­mıştır. Gazetelerde, sosyalizmin propagan-

i dası yapılır. Osmanlı toplumunun sosyo­ekonomik sorunlarıyla, Jön Türk hareke­tinin özü ve II. Meşrutiyet’in niteliğiyle ilgili oldukça doğru tespit ve değerlendirmeler yapılır. Tramvay ve demiryolu işçilerine bir­leşmeleri çağnsı yapılır. Osmanlı Sosyalist Fırkası İttihat ve Terakki diktatörlüğüne şid­detle karşı çıkar ve bu politik hattıyla işçi sınıfının bilinçlenmesinde de olumlu bir rol oynar.

Partinin yurtdışı bürosu Paris’te açılmış­tır. Osmanlı Sosyalist Fırkası, uluslararası sosyalist hareket ve ikinci enternasyonalle bağlantı içinde çalışmaktadır. Bizzat H. Hil­mi’nin kendisi Fransız sosyalist partisiyle ya­kın ilişki içindedir. Hatta parti programı Fransız sosyalist partisinin programının fay­dalanılarak hazırlanmıştır, parti takındığı politik tutumuyla ve programıyla kendisi­ne bir hayli işçiler ve aydınlardan taraftar­lar da toplamıştır. Partinin örgütlü olduğu şehirlerdeki yerel yöneticiler hükümete baş­vurarak partinin kapatılmasını isterler. Hü­kümet partiyi, tüm şubeleriyle, kulüpleriy­le birlikte kapatır. Partinin yöneticileri sür­güne gönderilir. Sürgüne gönderilenler arasında H. Hilmi ve Mustafa Suphi de var­dır. Bu dönemde Mustafa Suphi henüz bi­limsel sosyalist dünya görüşünden olduk­ça uzak bir durumda bulunmaktadır. H. Hilmi ve bazı parti yöneticileri sürgün dö­nüşü, ittihat terakki partisinin diktatörlüğü­ne karşı bağımsız sosyalist tutumu sürdü­recekleri yerde İngiliz emperyalizmi yanlısı İtilaf ve Hürriyet Fırkası’na' giderek onlarla birlikte ittihat Terakki Partisi’ni yönetimden düşürmeye çalışırlar.

Partinin yurtdışı bürosunun kurucusu ve başkanı Dr. Refik Nevzat’tır. Dr. Refik Nev­zat yurtdışı bürosu için ayn bir program ha­zırlar. Bu program, ikinci enternasyonalin oportünist sosyal-demokrat partilerinin programlannın aynısıdır. İçerdeki parti programından belediyeler sorunu ele alı­şıyla ayrılır. II. Enternasyonal parti prog­ramlarından ise sömürgeler sorunuyla il­gili yaklaşımı açısından bir ayrılık taşır. Fa­kat bu tutumu alabilen Dr. Refik Nevzat’ı tam bir enternasyonalist olarak görebilme­miz de mümkün değildir. O, Osmanlı İmpa- ratorluğu’nun çıkarlan söz konusu olduğun­da azgın bir şoven tutuma girmekten çe­kinmez.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osman­lI toplumundaki işçi sınıfı hareketi ve sos­yalist hareket acımasız bir biçimde bastınl- mıştır. Savaşın sonlarına doğru, mütareke yıllannda, siyasal iktidann devrilmiş ve yeni bir hükümetin kurulmuş olması, Meclisi Mebusan’ın feshi gibi olaylar yeni bir siyasi hava doğurmuştur. Kısmi özgürlüklerinde tanındığı bu ortamda, sürgündeki aydınla­rın dönmesiyle yeni işçi ve sosyalist parti­ler kurulur. Ancak bu partilerin işçi ve sos­yalizm, sadece adlannda vardır. Özce bu

partiler, sosyalizmden çok uzak bir konum­da bulunurlar. Bu partilerden 20 ŞUBAT 1919 tarihinde kurulan Türkiye Sosyalist Fırkası yine Hüseyin Hilmi başkanlığında kurulmuştur. Parti programı Osmanlı sos­yalist fırkası programının biraz değişikliğe uğramış şeklidir. Parti üçü İstanbul’da biri de Eskişehir’de dört şube açar. İstanbul ör­gütlerindeki üyelerin çoğunu tramvay ve demiryolu işçileri oluşturur. Parti, “İdrak” isimli bir gazete yayınlar.

Hüseyin Hilmi, parti kongrelerinden bi­rinde bir tüzük hükmüyle kendini daimi parti başkanı haline getirir. Bundan sonraki pratiği ise dağınık işçi ve sosyalist hareke­tin tüm birleşme çabalarını baltalamaktır. Onun bu bozguncu ve oportünist politika­sına tabandan bir grup üye tepki duyarak partiden ayrılırlar. 1920 yılında kurulmuş olan “Am ele Ftrkası”na girerler. Ancak Am ele Fırkası’nın da işçi sınıfının çıkarları ve politikasıyla, sınıfın bizzat kendisiyle de hiçbir bağı yoktur. Parti yöneticilerinin bü­yük çoğunluğu eski subay ve yüksek dev­let memurlarından oluşmaktadır. Sınıf iş­birliği teorisini savunan bu partide işçi sı­nıfı içinde hiçbir yer edinemeden siyaset sahnesinden silinip gitmiştir.

Aynı dönemde bir de Türkiye Sosyal- Demokrat Partisi kurulur. Partinin progra­mı, Belçika Sosyal-Demokrat Partisi’nin programı esas alınarak Dr. Haşan Rıza ta­rafından hazırlanmıştır. Sağcı bir sosyal- demokrat partidir. Parti ikinci enternasyo­nale de üye olur ne var ki işçi sınıfı içinde hiçbir gelişme gösteremez ve 1920 yılında dağılır.

Sosyalist hareketimizin tarihinde buraya kadar ele alınıp incelemeye çalıştığımız “Sosyalist” parti ve dernekler pek bir mi­ras bırakmadan tarih sahnesinden silinmiş­lerdir. Daha doğrusu bu partilerden kalan teorik-ideolojik miras ve örgütsel pratikle­rinin deneyleri, oportünüst ve sosyal şoven politikaları nedeniyle J. Dünya Savaşı sı­rasında çöken II. Entemasyonel oportüniz­minin, Osmanlı toplum yapısına aktanlma- smdan başka birşey değildir. Bu partilerin sosyalist düşünceyi bulanık bir biçimde de olsa toplumda yaymak, özellikle Osmanlı Sosyalist Fırkası’nm, ittihat Terakki dikta­törlüğüne karşı mücadelesiyle işçi sınıfın­da demokrasi bilincinin uyanmasına hizmet etmek gibi bir olumluluktan varken, dev­rimci bir işçi ve sosyalist partinin örgütle­nebilmesinin önünü tıkamak ve bu faaliyet­leri sabote etmek gibi olumsuz bir rolleri de olmuştur. Sosyalist hareketimizin teorik- ideolojik ve pratik deney anlamında bu partilerden alabileceği tarihi miras bulun­mamaktadır. Ve bu partiler tarihimizin red­dedilmesi asla temel alınmaması gereken mirası olmak durumdadırlar.

Türkiye Sosyalist Fırkası’nın örgütlenme­diği tarihlerde İkanbuFda 20 Eylül 1919 gü­nü “Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası” ku­rulmuştur. Partinin genel sekreteri Dr. Şe­fik Hüsnü’dür. Ayrıca partinin Almanya’da kuruluşunu destekleyen bir grup aydın, bir sayı “Kurtuluş” isimli bir dergi çıkanrlar. Par­ti, İstanbul proleteryası içinde örgütlenme­sini bir ara durdurarak, üyelerini yeni baş­layan ulusal kurtuluş mücadelesine katıl­mak üzere Anadolu’ya gönderir. Parti İs­tanbul’da yeniden beş sayı Kurtuluş ismin­deki dergiyi çıkarmıştır.

Türkiye işçi Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın İs­tanbul’da kalan, Anadolu’ya gitmeyen üye­leri; 16 Mart 1920’de İngilizlerin İstanbul’u işgal etmeleri üzerine faaliyetlerine son ver­mek zorunda kalmıştır.

Partinin en önemli faaliyetlerinden biri İstanbul’daki solcu kuruluşlarda bir cephe kurmaya çalışmak olmuş ama bunda ba­şarılı olamamıştır.

Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın mücadele pratiğinden çok kısa sürmesi ne­deniyle alınabilecek fazlaca miras olma­makla birlikte esasta, üyelerinin bir bölü­münü Anadolu’da halkın başlattığı gerilla savaşına göndermesi ve aynca da IstanbuF daki üyelerinin anti-emperyalist ikinci bir cephe açma girişimleri başarısızlığa uğra­mış olsa da olumlu girişimlerdir.

Elbette Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fır- kası’nın ve onun Genel Sekreteri Dr. Şefik Hüsnü’nün eleştirilebilecek görüşleri çok fazladır. Özellikle Kemalizme bakış açısıy­la ve ulusal sorunda daha sonraları takın­dığı tavırlanyla Dr. Şefik Hüsnü burjuvazi­nin kuyruğuna takılmıştır. Tüm bu hatalar uzun süre “Resmi” anlamda Türkiye sos­yalist hareketinin önderi olarak bilinen bir insan için affedilmez hatalardır. Ve kesin reddettiğimiz görüşlerdir. Ne var ki. T.İ.Ç.S.Fnm aşağıdaki biçimde {daha son­raları Dr. H. KıvılcımIı’nm bölümlendirdi- ği) sıralanan 15 maddelik programı bir işçi sınıfı partisi açısından “Asgari programının” temel yapı taşlannı daha 1920’!i yıllarda or­taya koymaktadır. Bu anlamda Osmanlı döneminden sosyalist hareketimize olum­lu bir miras olarak kaldığına inandığımız bu program belgesini okurlarımıza aktararak yazımızın bu bölümünü tamamlıyoruz.

“Şimdiden, heyetimiz, İşçi-Çiftçi Partisi nin şimdiki durum (hali hazır) için A S G A ­Rİ PRO G RAM olarak kabul ettiği esasları ve parolalan (şiarlan) özetle perçinleyip sîz­lere sunmayı uygun bulmuştur.”

A. Döğüş Parolaları:1 — Milli Egemenlik ve Temsil: Resmi

müdahaleden ve her türlü etkilerden hür Orantılı Seçim (Temsil Nispi) ile olacak.

2 — Seçimde yaşı 18 olan kadın er­kek gizli oy kullanır.

3 — “Aşar” ve “Temettü” vergileri yeri­ne: Varlıkla orantılı gelir vergisi alınır. Yıl­da 500 lira (o günkü) kazanç, vergiden ba­ğışık tutulacak.

4 — Yabancı sermayenin Reji ve Te­keli yerine: Millileştirme yapılır.

5 — Günde 8 saat çalışmayı sınırlan­dıran iş kanunu.

6 — Gece işine iki saat gündelik.7 — Kadın ve çocuk işçilere özel ko­

rumalar.8 — 14 yaşından küçük işçilere, yarı

iş ve yan öğrenimi gündelik ödenerek sağ­lanacak.

9 — İşçilere hür grev hakkı.10 — Halka serbest gösteriler yapma

hakkı.11 — Memurlara: Siyasi hak ve memur

azil ve tayinlerinin otonomluğu (muhtıra- lığı)

12 — Yetim, dul ve sakat maaşları as­gari geçim endeksi ile orantılı olur.

B. Örgüt Biçimleri:1 — Dış ticaret devletleştirilecek (dev­

let örgütüne girecek).2 — Sanayi, ticaret ve ulaştırma da

Ekonomi Bakanlığı’nın kontroluna alına­cak.

3 — Tarım ticaret ve sanayi koopera­tifleri örgütlenecek.

4 — işçilerin sendika ve kooperatif bir­likleri kurulacak.

5 — Köylülerin sendikallan ve koope­ratif birlikleri kurulacak.

6 — Memurların sendikalan ve birlik­leri kurulacak.

7 — ‘Askerlik: Kısa süreli bir işçi-köyiü okulu olacak.

(Dr. H. Kıvılcımlı-Halk Savaşının Plan­ları. Sayfa 233-234)

(DEVAM EDECEK)

Page 28: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

İŞÇİ ÇALIŞMASINA YAKLAŞfM

İDEOLOJİK ÖNCÜLÜK- FİİLİ ÖNCÜLÜK TEZİNİN ELEŞTİRİSİ

Konuk Yazar: OSMAN DEVREZ

Eğer Doğudaki gelişmeleri bir yana bı­rakırsak, bugün emperyalizmi ve Türkiye1 deki egemen sınıfları düşündüren iki hare­ket öne çıkmıştır. İşçi sınıfı ve öğrenci genç­lik hareketi. Diğer tabaka ve sınıflar elbet­te bugünkü gibi kalmayacaklardır. Ama sü­recin gelişimi, özellikle işçi sınıfının toplum­sal muhalefetteki ağırlığının ve öneminin daha da artacağını gösteriyor.

Fakat toplumsal muhalefet örgütsüzdür ve kendiliğindendir. Toplumsal muhalefe­tin zayıflıklarının özünde, işçi sınıfı partisi­nin yokluğu yatmaktadır. İşçi sınıfı çağımı­zın en bilimsel ve en devrimci teorisiyle bü­tünleştirilememiştir. Henüz ortada işçi sınıfı temeline oturmuş, işçi sınıfı hareketiyle öğ­renci gençlik, köylülük, küçük burjuva ta­bakalar ve Doğu’daki mücadele arasında eşgüdüm kurabilecek bir devrimci örgüt yoktur.

Tüm yaşanılalar, işçi sınıfı hareketine da­yanmadan, bu temele oturmadan Türkiye1 de kalıcı ve ciddi bir örgütlenme yapılama­yacağını göstermektedir. Ve bugün Türki­ye solunda (reformisti, halkçısı, sosyalisti dahil) bu gerçeği görmeyen hiç kimse kal­mamıştır. Artık en köylücü örgütler, bile, şanlı işçi sınıfından ve onun içinde çalışma yapmanın zorunluluğundan dem vurma­ya başladılar. Palas pandıras halleriyle yük­selen işçi sınıfı hareketine yetişmeye çalışı­yorlar.

Toprak işleyen ailelerin yaklaşık % 90'inin kendi toprağına sahip olduğu sürecin, çoğunluğu küçük burjuva olan bu

işletmelerin mülksüzleşmesi doğrultusunda işlediği paranın egemenliğinin her yerde hissedildiği ücretli emek

kullanımının hemen her bölgede bir kural haline geldiği bu ülkede; köylü hareketinin genellikle taban fiyatlarına, zamlara,

faizlere karşı mücadele olarak biçimlendiği bizim ülkemize 1985 verilerine göre nüfusun yarısından çoğunun şehirlerde

yaşadığı Türkiye’de; tarımda feodal ilişkiler yanında kapitalist ilişkilerin uç verdiği (!)ni kanıtlayın!

Diğer yanda ise reformist siyaset kibar­ları, bir yandan seviyeli (!) siyaset yapmayı sürdürürken, öte yandan işçiler arasında sahip olduklan yarı-siyasal düzen ilişkileri­ni korumaya ve geliştirmeye çalışıyorlar. Devrimci örgütlerin ağır darbeler yemele­rini, ideolojik zaaflarını ve işçi sınıfı hare­ketinin yükselmesini fırsat bilerek konum­larını güçlendirmeye uğraşıyorlar.

Şimdi sorun şudur: İşçi sınıfına nasıl ve

hangi siyasi görüşlerle gidilmelidir, geçmiş deneyimlerden çıkarmamız gereken ders­ler nelerdir?

Şimdi kısaca reformizmin ve halkçı siya­setlerin işçi çalışmaları üzerinde kısaca d u r a l ı m .

Reformizmin işçi çalışması

Reformizm işçi sınıfı hakkında halkçı ön- yargılan taşımamakla ayırt edilir. Reformiz­min belli başb çalışma alanının işçi sınıfı için­de burjuvaziden sonra en etkin güç olagel­miştir. Bugün de bu durum geçerlidir.

Reformizmin işçi çalışması bugüne kadar, ekonomik çerçeveyi, sendikal sınırlan aşa­mamıştır. Reformizm teorisinde kendini ekonomik mücadele ile sınırlamaz. Bu mü- cadelinm siyasi mücadeleye bağımlı olma­sı gerektiğini, işçilere sosyalist bilinci götür­menin zorunluluğunu bilir. Bunlann teori­sini de yapar. Fakat işçi çalışmasından el­de ettiği sonuç, bir kaç sendika ya da fab­rikada, ekonomik mücadele temelinde ör­gütlenmiş, siyasi alana bir türlü sıçrayama- yan belli işçi çevreleridir. Bu neden böyle olmuştur?

Bunun esas nedeni, reformizmin top­lumsal süreci, sınıflar mücadelesinin genel gelişimini anlamadaki yanlışlıklarıdır. Kısa­cası siyasi körlüktür. Reformizm devrimci­liğin tersine, mevcut sorunlann çözümünün bir devrimi zorunlu kıldığını, bu nedenle

kitlenin en küçük kıpırdanışmı dahi devrim için örgütlemek ve bu yola kanalize etme­ye çalışmak gerektiğini anlamaz.

Reformizm işçi sınıfının mücadelesi­ne devrim açısından bakmaz. Reformiz­min genel çizgisi, işçi sınıfını devrimin ön­cüsü bir güç olarak örgütlemek yerine, bu sınıf içinde özellikle sendikal mevziler ka­zanarak burjuvaziyle daha uygun pazarlık yapabilecek bir konuma erişmektir. Gerçi devrime açıktan açığa karşı çıkmazlar. Ama onlara göre devrim “bu günden yanna” ola­cak bir iş değildir. Epey uzaktadır. Bu ne­denle güncel sorunların çözümü için dev­rim istemini, devrimci sloganları ön plana çıkarmaya, hareketin örgütlenmesinde bu­nu başa almaya gerek yoktur. Üstelik ona göre böyle bir şey demokratik mücadele­ye zarar verir, egemen sınıfların oyununa gelmek olur.

Reformistlerin bir çoğu programlarına hemen hemen tüm devrimci istemleri ko­yarlar. Bunları isterler. Ama bu istemlerin devrimle gerçekleşebileceğini ve şimdiden öne çıkarılmaları gerektiğini anlamazlar. Sonuçta da bu istemler programlannm süsü olarak kalırlar.

Reformizmin bu deneyiminden çıkan so­nuç şudur:

Asgari devrimci demokratik istemler ye­rine, burjuvazi eliyle yapalıbilecek aldatma­ca reformlara razı olan, güncel mücadele­yi devrim istemini ön plana çıkararak, dev­rim içi örgütlemeyen bir anlayışın işçi sınıfı çalışması, sendikalizmden başka sonuç ver­mez.

Halkçı siyasetlerin işçi çalışması

Özellikle 1970’li yılların sonlannda dev­rimci örgütlerde işçi sınıfı hareketine doğ­ru bir eğilim gözlenir. Ama bu eğilim, bu örgütlerin işçi sınıfı hakkmdaki düşüncele­rini değiştirmiş olmalarının, yapılan yeni te­orik tespitlerin ürün değildir. İşçi sınıfı hak­kında önyargılan ve yanlış görüşler hâlâ de­vam etmektedir. Değişiklik pratiğin gelişi- mindedir. Bu yıllarda öğrenci gençlik, ge­cekondular, şehir ve kırlardaki küçük bur­juvalar yılgınlık ve bıkkınlık emareleri gös­termeye ve yavaş yavaş geri çekilmeye baş­lamışlardır. Buna karşılık işçi sınıfının ken­diliğinden eylemleri sürekli yükselmeye de­vam etmektedir. Bu gelişim karşısında, kendiliğinden hareketin önüne geçme ye­teneğinden yoksun, hareket nereye çekerse oraya sürüklenen devrimci örgütler, işçi ler zayıftır, fiili önder olamazlar, önce gidip kırlardaki köylülüğü örgütlemek gerekir” vs. türünden teorileriyle birlikte kendilerini iş­çi sınıfı hareketinin göbeğinde buluverdiler. Cunta devrimci örgütleri böylesi bir garip durumda yakaladı. Teorilerinde avaz avaz işçilere söylemedikleri lafı bırakmayan halk­çılar, cuntanın bastırdığı bir anda, işçi sını­fına doğru koştururken yakalandılar. Bu çe­lişkili durumlarından dolayı işçilere, “kalkın direnelim!” diyecek bir yüzü kendilerinde bulamadılar. Tıpkı reformist sendikaalar gibi davrandılar. Etkin olduklan işyerlerindeki ve sendikalardaki işçilere bir tek direniş çağ- nsı bile yapamadılar.

Yani devrimciler işçi sınıfına, işçi hareke­tiyle bütünleşmiş bir parti oluşturmak, bu hareketle diğer devrimci kesimler arasında koordinasyon ve ittifakı sağlamak, devrimci demokratik hareketi teorik ve pratik olarak bu sınıfsal temele oturtmak gibi kaygılarla gitmemişlerdi. Bu sınıfı diğerlerinin yanın­da sıradan demokrat ve anti-faşist bir kitle olarak görüyorlardı. Sonuçta bunların işçi çalışması da öz olarak reformizminkinden farklı bir sonuç vermedi.

Devrimci örgütlerin sivil faşistlerle mü­cadele içinde boğulduklan, teoride esas alı­nan devrimci bir hedeflerin tali plana düş­tükleri ve mücadelenin kitlelerin gözünde

Page 29: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

bir sağ sol çatışması biçimini aldığı, bugün ciddi olan herkes tarafından kabul edilmek­tedir. Bunun böyle olması kaçınılmaz de­ğildi.

Devrimci demokratik mücadelede baş­langıçta işçiler ön planda değildiler. Öğren- cier ve küçük burjuvalar ön plandaydılar. Nitelikleri gereği işçi sınıfı önderliği olma­dan bu kesimler, devrimci istemler için tu­tarlı ve kararlı bir mücadele yürütemezler. Sırf bu nedenden dolayı sivil faşist saldırı- Iann artması ve yaygınlaşmasıyla birlikte bu kesimler, esas hedefleri bir yana bırakıp kendi can güvenliklerinin, sokakta serbest­çe dolaşma ve rahatça çalışma hürriyetle­rinin sağlanmasına razı olur duruma düş­tüler. Karşılarına'doğrudan doğruya dev­letin yerine sivil faşistlerin çıkması, devlete karşı mücadelenin kolayca ikinci plana atıl­masına neden oldu. Devrimci örgütler de hemen kendilerini buna uydurdular. Tüm çalışmalar faşist saldırılara karşı direnme­ye, halkın direnme eğilimlerini örgütleme­ye, sivil faşistlerin etkinliğini kırmaya indir­gendi. Bunlar elbette yapılmalıydı. Ama sadece bunlarla yetinilmemek, esas hedef ve mücadele eden kitleler içindeki sınıfsal farklılıklar bir kenara bırakılmamalıydı.

Devrimci demokratik mücadele içinde yer alan sınıflar arasında sadece işçi sınıfı, bu tür körlüklere düşmeyecek nesnel ko­şullara sahiptir. Fabrikadaki işçilerin, ken­diliğinden ve doğal olarak doğrudan hedef­leri burjuvazinin kendisidir. Burjuvazi tara­fından doğrudan sömürülür. Durumunda en küçük bir düzelmeyi onunla mücadele ede­rek sağlayabilir. Üstelik en küçük işçi kıpır- danışı karşısında, sadece o fabrikanın pat­ronunu değil, işveren sendikalan ve TÛSl- AD gibi kuruluşları, hukukuyla, hüküme­tiyle, polisiyle birlikte tüm bir devleti, bu­lur. Hiçbir başka göstermelik hedef bunla- n onun gözünden gizleyemez. Örneğin si­vil faşist saldmlar bir işçiye, bir küçük bur­juvaziye göründüğü gibi, düzenden burju­vazi ve devletten bağımsız çapulcu katliam­ları olarak görünmez. Bir işçi bunlann emperyalizmin ve burjuvalann masaları ol­duklarını, devrimi oyalamakla görevlendi­rildiklerini görmeden edemez. Bu sınıfsal konumu nedeniyle, güncel mücadeleye kendini kaptırıp gitmeyecek, siyasi hedef­leri hep gözünde tutarak davranabilecek tek sınıf işçi sınıfdır. Onun bu nesnel duru­mundan kaynaklanan özellikleri, bir de bi­lincine yansıdığında, burjuva ve küçük bur­juva yansımaları söküp attığında, hareketi sosyalistlerin bilimsel ve örgütsel çabalany- la, ajitasyon ve propaganda faaliyetleriyle birleştiğinde, hiçbir ikincil güç (sivil faşist ca­niler gibi) devrim mücadelesini oyalaya­maz, geciktirmez.

Aynca, sivil faşistlerle kördöğüşüne tutuşan ve sadece can güvenliğinin sağlanmasına razı olmaya eğilimli devrimci kesimleri bu aymazlıktan kurtarabilecek tek güç de işçi sınıfıdır. Böylesi durumlarda, bu sınıfın si­yasi hedefler ve genel devrimci istemler için ileri atılışı, tüm devrimci kitleleri sarsar, akıl­larını başlarına getirir, onları devrim için •mücadeleye isteklendirir, cesaretlendirir, bi­linçlendirir.

Reformizmin işçi çalışmasını eleştirirken, mevcut sürecin bilimsel-devrimci bir kav- ranılışı olmadan doğru bir işçi çalışmasının yapılamayacağını söyledik. Bunun tersinin de doğru olduğunu halkçı anlayış göster­di. Yani, işçi sınıfı hareketini, burjuva­ziyle proletarya arasındaki çelişkiyi kalkış noktası olarak almayan ve siya­si örgütü bu sınıf temeline dayandırma­yan bir anlayış, duruma müdahalede ne kadar devrimci olursa olsun, sınıflar körlüğe, olayların peşinden sürüklen­meye mahkûmdur.

Halkçılığın işçi çalışmasının muhtemel geleceği hakkında da genel olarak şunları söylenebilir:

Türkiye’deki toplumsal-ekonomik sistem ve sınıflar, proleter devrimci hareketimizin geçmişi, Doğu’daki mücadele hakkında mevcut görüşleriyle, 70’li yılların devrimci örgütlerinin yapacağı işçi çalışması, sami­miyetsizlik olmadan, dürüstçe yürüyemez. Çalışmaya bu küçük (’) kusur, ikiyüzlülük eşlik etmek zorundadır. Bu kusur yüzün­den bu siyasetlerin işçi sınıfı içinde mevzi kazanmak için atacaklar her adım, aynı za­manda, örgüt içi yeni ayrılıkların da adımı olacaktır. Çünkü, bir yanda işçi sınıfı, köy­lülük ve bizdeki sistem hakkında savunu­lan görüşle yapılmaya çalışılan işler arasın­daki çelişkinin farkına varan her kişi bir ay­rılığın başını çekmeye çalışacaktır. Söyle­meye gerek yok ki, tabanı küçük burjuva yığınlardan oluşan ve varlığını teorik sağ­lamlığından çok günlük pratik başarılara bağlamış bir örgütlenmede bu tür Unsur­lar bol bol ortaya çıkacaktır. Yani en küçük sorunlardan ayrılıklar yaratmak bu tür ya- pılanmalann kaçınılmaz doğal eğilimidir. Çelişik durumdaki gelişme bu eğilimi da­ha da canlandıracaktır.

işçi sınıf hareketine ve bilimsel sosyaliz­me karşı vaziyeti kurtarma, durumu idare etme tavrı, bu yarı-gönüllü tavır, bu yapı­lanmaları sonunda hem Marksizm- Leninizmden hem de işçi sınıfından kopu­şa götürecektir. Doğru çizgide tutunama- yanların “Yeşilci” mi, TBKFli, mi, “Ero Komünist” mi olanacaklarını süreç gös­terecek.

İdeolojik öncülük-fiili öncülük

Özellikle 1980’e kadar, devrimci örgüt­ler, genel toplumsal muhalefetin devrimci temelde örgütlenmesinde olumlu rol oyna­dılar. Hareketin militanlaşmasında, düzen sınırlannın dışına taşırılmasında, tek kurtu­luşu yolunun zora dayalı devrim olduğu­nu gösterilmesinde küçümsenmeyecek ba­şarılar elde ettiler. Fakat 1980 yenilgisi ve daha sonra yaşanılan yıllar, sadece devrim ve silahlı mücadele demenin bu istemleri gerçekleştirmeye yetmediğini göstermiş bu­lunuyor. Toplumsal muhalefet işçi sınıfı ha­reketi temeline oturtulamadığı, sosyalist ha­reket anti-marksist önyargılardan temizlene- mediği sürece devrim yolunda ileri adım­lar atmak mümkün değildir.

Dün ve bugün Türkiye sosyalist hareke­tinin devrimci kanadının en büyük eksik­liklerinden biri, işçi sınıfına gitme ve onu sosyalist bir güç olarak (demokratik müca­delede yer alması gereken sıradan anti- faşist bir sınıf olarak değil) örgütlenme ko­nusundaki yarıgönüllük ve boşvermedir. Hareketimizin kadroları,bugün de işçi sını­fına gitme, onun hareketiyle bağ kurma, bu sınıfı sendikacılıktan, reformizmden kurtar­ma, konularında çok zorlanmaktadırlar. Burada sorun sadece, tecrübesizlik, dene­yim eksikliği vs. gibi pratik şeyler değildir. En başta şimdiye kadar taşınılan halkçı ön­yargılar hakkında tam bir görüş netliği sağ­lanmalıdır. Böylece ne için ve ne istediğini bilerek işçi sınıfına gidebilmenin sübjektif şartlan oluşturulmalıdır.

Yazının geri kalan kısmında, şu sıralar işçi sınıfına koşturmaya çalışan halkçılığın, işçi sınıfı hakkındaki temil tezi üzerinde dura­cağız. Bu tez bizim gibi ülkelerde işçi sınıfı­nın devrime önderliğinin fiili değil, ideolo­jik önderlik olduğu tezidir. Ve bu görüş iş­çi sınıfı hareketinin ve devrimci toplumsal muhalefetin gelişimi üzerinde büyük tah­ribatlara neden olmuştur.

★ ★ ★Bildiğimiz kadarıyla bu tez Türkiye so­

lunda ilk defa M. Çayan tarafından ifade edilmiştir. M. Çayan görüşünü şöyle açık­lıyordu;

“Bundan dolayı (kırlar temel savaş alanı ve köylülük temel güç olduğu için. Bn.) bu tip ülkelerin proleter siyasi kitle partisi, şe­hirlerin temel alındığı, Sovyetik ayaklan­mayla devrimin zafere ulaşacağı ülkelerin proletarya partilerindeki gibi aynı zaman­da proletaryanın fiziki öncü müfrezesi de­ğildir. Bu ülkelerdeki proleter siyasi kitle partileri, ideolojik ve politik kuruluşlardır. Bu ülkelerdeki halk savaşını proleter siyasi kitle partisi, (savaş örgütü) proletaryanın ideolojik ve politik bir kuruluşu olarak yön­lendirilirse, devrim zafere erişebilir, işte bizim kastettiğimiz ideolojik öncülük budur.

İdeolojik öncülük proletarya partisinde fakir köylülerin sayıca ağır basması ve bu partinin proletaryanın öncü müfrezesi ola­rak halk savaşını yönlendirmesidir." (Bütün Yazılar, s. 223-224)

Sadece “bu ülkelerdeki” işçi sınıfı parti­leri değil, bütün ülkelerdeki proletarya par­tileri politik kuruluşlardır. Başka türlü ola­maz. İkincisi, gene her ülkede devrimci mu­halefeti “proletaryanın ideobjik ve politik, kuruluşu, yönlendirirse, devrim zafere eri­şebilir. “bunlarda bilinen genel doğrulara göre hiçbir yenilik yoktur. Yenilikler şunlar: - M. Çayaria göre gelişmiş kapitalist ülke­lerdeki devrimlerde proletaryanın önderli­ği ile, emperyalizmin sömürgesi olan ülke­lerdeki proletaryanın devrimlere önderliği arasında, nitelik olarak fark vardır. îlkinde hem fiili hem de ideolojik olarak önderdir. İkincisinde ise fiili değil, ideolojik önderdir. Yani ilkinde proletarya sınıf olarak ileri atı­lır, ayrı bir sınıf olarak siyasi örgütlenmesi­ni yapar. İkincisinde ise yerinde oturur, saf­larını köylülerle doldurmuş olan partisi, onun adına, deyim yerindeyse işçi sınıfı­na vekaleten harekete önderlik eder. -

Buna gerekçe olarak da şunlar söylenir:“Açıktır ki, sınıfların güdümü ve ön­

derliğin niteliği, tayin edici mücadele alanı olarak, şehirler veya kırlan temel alma düşüncesinden g e lm ek te d ir (Aç. M. Çayan, age. s. 202)

Bu ülkelerde (bizde de) işçi sınıfı nicelik ve nitelik olarak zayıftır. Emperyalizmin ve egemen sınıflann şehirlerdeki denetimi çok güçlüdür. Kırlarda ise bu denetim zayıftır. Ayrıca geniş bir devrimci köylü kesimi var­dır. Bu nedenlerden dolayı temel çarpış­ma alanı kırlar, temel güç köylülük olduğu için, işçiler devrime, köylülerin doluştuğu partileri aracılığıyla ideolojik ve politik ön­derlik sağlamalıdırlar. j

Bu tezler epeydir açıktan açığa savunu- lamıyordu. Ama unutulmamışlardı da. Ni­tekim yığın hareketindeki canlanmayla bir­likte yeniden “Yeni Çözüm” yazarlannca pi­yasaya sürülmeye başlanmışlardır. Hem de daha geri bir düzeyde savunularak. M. Ça­yan bu tezini, sömürge, yan-sömürge, yeni- sömürge ülkelerin ayırt edici bir özelliği ola­rak ileri sürüyordu. “Yeni Çözüm” yazarla­rı ise, bunu tüm ülkeler ve devrimler İçin geçerli, “değiştirilemez evrensel ilke” olarak sunuyorlar. Böylece Marks’ın ve Lenin’in kendi dönemleri için, işçi sınıfı ve bunun devrimdeki rolü hakkında söylediklerini de düzeltmiş, şimdiye kadar farkına varılma­mış bu hatayı ortadan kaldırarak marksiz- mi derinleştirmiş (!) oluyorlar. “Yeni Çö- züm”de şunlar var:

“Üç devrimin (Rus, Çin, Küba devrim- leri kastediliyor, bm.) değiştirilemez evrensel ilkeleri nelerdir?” diye soruyor ve yanıtın­da şunları da yazıyor: “Proletaryanın ön­cülük fonksiyonlarını yerine getirmesi için fiili öncülük şart değildir. Proletarya partisi aracılığı ile ideolojik öncülük yaparak da bu fonksiyonunu yerine getirebilir, esas olan da budur.” (Proletaryanın Üç Büyük Zaferi

İşçi sınıfı hareketini, burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişkiyi kalkış noktası olarak almayan ve siyasi örgütü bu sınıf temeline dayandırmayan bir anlayış, duruma müdahale ne kadar devrimci olursa olsun, sınıfsal körlüğe, olayların peşinden sürüklenmeye mahkûmdur.

Page 30: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

ve Emesto Che* “Yeni Çözüm* sayısı 8 Ekim- Kasım 1987)

Bu tezler, ilk ifade edildikleri dönemde marksist çevreler tarafından, örneğin MDD önderleri tarafından paylaşılmıyordu. Da­ha o dönemde eleştirilmişlerdi. Fakat eleştiri sahiplerinin 1971 cuntasına karşı gereken tavrı koyamamaları, 70’li yılların mücade­lesine eleştirenlerin değil de, eleştirilenle­rin yolunda yürüyünlerin damgalarını vur­muş olmalan, sonuçta, bu tezlerinin günü­müze kadar yaşabilmelerine neden olmuş­tur.

Tezlerin eleştirisine geçmeden, bu tezle­rin öngörülerinin pratikte nasıl gerçekleş­tirdiklerini ana hatlarıyla bir çizelim.

¿Devrimci, mücadele kırlardan şehirlere doğru değil de, şehirlerden kırlara doğru gelişmiştir. Kırlık bölge (!) Doğu kesimin­deki mücadele, Türkiye solundan bağım­sız bir çizgi tutturmuştur.

Yoksul köylülerin çoğunluğu oluşturdu­ğu bir proletarya partisi kurulamamıştır. Te­mel gücü köylülerden oluşan halk sa­vaşma, çoğunluğu yoksul köylülerden oluşan proletarya partisinin ideolojik önderliği tezi, pratikte, sivil faşistlere karşı temelini öğrenci ve gençlik kesi­minin oluşturduğu, günlük mücadele­nin peşinden sürüklenen, ne işçi sınıfı hareketiyle, ne köylülükle, ne de Doğu1 daki hareketle sıhhatli bağlar kurma yeteneğinden yoksun, ilkel ve sekter ör­gütlenmeler olarak gerçekleşmiştir. —

Bu arada işçi sınıfı, hareketinin kendili- ğindenliğine, siyasi örgütsüzlüğüne rağmen, sınıflar mücadelesinde ön plana çıkmış ve zaman zaman demokratik mücadeleye damgasını vurmaya başlamıştır. Öyle ki, işçi sınıfının zayıflığını, fiili mücadele yeteneği­nin köylülüğe göre geri olduğunu, temel te­orik tespitleri haline getirmiş olan halkçı ör­gütler bile bu sınıfa koşturmak zorunda kal­mışlardır. Temel mücadele alanı olarak gör­dükleri kırlarda değil de, merkezi otorite­nin çok güçlü, denetimin çok sıkı olduğu (bunlar kendi tespitleridir) şehirlerde serpi­lip gelişebilmişlerdir. Ama hiçbiri de tüm bu tersliklerin muhasebesini yapma cesareti­ni gösterememiştir. Kısmi pratik başarıların ardına sığınılarak, teorideki zaaflar gizlenil­meyi çalışılmıştır.

Şimdi tekrar yukarıdaki tezlere döne­biliriz.

Soruna yaklaşımdaki yöntem yanlışlığı

Ülkemizin emperyalizmin yeni sömürgesi olduğu tespitinden, Çin ve Küba ile ben­zerliklerinden hareketle, Türkiye’nin ekono­mik ve sınıfsal yapısının, sınıflar mücade­lesinin gerçekte nasıl geliştiğinin bilimsel bir bilgilenmesine sahip olmadan, devrim stratejisi çizmeye kalkışmak, madem ki Çin’de Küba’da böyle olmuş, bizde de böyle olmalı yargısına varmak idealizmdir.

Tarihin kaydçttiği hiçbir marksist ve hiç­bir devrimcide böylesi bir anlayış yoktur.

Türkiye’nin üretim ilişkileri temelinde bir tahliline sahip olmadan, devrimci deneyim­lere dayanarak strateji çizmeye uğraşmak düpedüz şablonculuktur. Toplumbilimden, toplumbilimi bir bilim haline getiren mater­yalist yöntemden sapmadır.. Sosyalistler, yaşadıkları ülkenin somut koşullarının somut tahlilinden yola çıkarlar. Bu tahlil üretim ilişkileri temel ve protetar- ya burjuvazi karşıtlığı kalkış noktası alına­rak yapılabilir. (j$)

Örneğin, bizdeki sınıfları mücadelesine ve sınıfların devrimdeki yerlerinin ne ola­cağına ilişkin soruna, “bizim gibi ülkelerde şehirler mi temel kırlar mı?” diye sorarak başlanmaz. Sorun bizdeki sınıfların, onla­rın bu sistem içindeki yerlerinin ve sürecin

genel gelişim doğrusunun tahliliyle çözü­lebilir. Yani Marks’ın, Lenin’in kullandığı yöntem kullanılarak buna doğru cevap ve­rilebilir.

İşçi sınıfı neden öncü sınıftır?

İşçi sınıfının ideolojik önderliği tezini, da­ha açık olarak şöyle ifade edebiliriz: İşçi sı­nıfı önderdir, ama bizdeki işçi sınıfının dev­rime önderliği, Marks ve Lenin’in öne sür­dükleri türden bir önderlik değildir. Marks ve Lenin’in öne sürdükleri önderlik tezleri, o dönemler için geçerlidir, bize uymazlar. İddia özünde budur.:

Öyleyse şunlar üzerinde durmalıyız: Marks ve Lenin, işçi sınıfının devrime ön­derliğinin zorunluluğunu, bu sınıfın önder­liği olmadan demokratik devrimin sonuna kadar götürülemeyeceği sosyalizmin kuru­lamayacağı tezlerini ileri sürerlerken hangi olgulardan, işçi sınıfının hangi özelliklerin­den hareket etmişlerdir? Bu hareket nok­taları, bu özellikler bugün bizdeki toplum­sal ekonomik sistemde ve bizdeki işçi sını­fında da var mıdır? Yoksa ustaların hare­ket ettiği nesnel öncüllerin hiçbiri bizde yok mudur?

Önce şunlan belirtelim: “Sınıfların güdü­mü ve önderliğin niteliği, tayin edici mü­cadele alanı olarak, şehirleri veya kırları te­mel alma düşüncesinden” (M. Çayan) kay­naklanmaz. Marksizmin kurucuları, işçi sı­nıfının devrime siyasi önderliğinin nesnel zorunluluklarını gösterirken, hiçbir şekilde tezlerini, şehirlerin mi yoksa kırların mı te­mel olduğunu düşüncesine dayandırma- mışlardır. Aynı şekilde onlar, işçi sınıfının öncülüğü ve bu öncülüğün niteliği üzerine görüşlerini, bu sınıfın sayısal (niceliğine) bakarak ileri sürmemişlerdir. .____ _

İşçi sınıfının önderliği düşüncesinin kay­nakları şöyle özetlenebilir: Bu özellikle baş­ka hiçbir yerden değil, kapitalizmin doğa­sından ileri gelir. Kapitalizm, işgücünün de- bir meta haline geldiği, meta üretiminin en gelişmiş biçimine verilen isimdir. Kapitalizm girdiği her yerde nüfusu bir yanda prole­tarya öte yanda burjuvazi oluşacak şekil­de parçalar, işçi sınıfının sayısı sürekli ar­tar. Aynı zamanda da belli sanayi merkez­lerinde birikir, yoğunlaşır. Tüm bunlar ka­pitalizmin emeği toplumsallaştırması süre­cinin doğal ve kaçınılmaz ürünleridir. Sa­nayi merkezlerindeki işçi sınıfının mülkiyetle tüm bağlan kopar. Ekonomik olarak sadece ücretle bu düzene bağlıdır. Ücret ise ken­disi için yarı aç yarı tok yaşamasını sağla­yan (tabi işsiz değilse ve ücretlerin artması için mücadele ediyorsa), esasta ise kendi­ni ezen siyasi, kültürel, ideolojik ve ekono­mik tüm baskı koşullarının devamını sağ­layan bir araçtır. Devlet memurlarının, cun­tacı generallerin, milletvekillerinin, işkenceci polislerin, patronların değişik konulardaki akıl hocaları profesörlerin vs. paraları hep işçilerin sırtından vergi ve kâr diye yapılan talandan karşılanır. Yani işçi aldığı ücretle sadece kendi açlığını bastırmaz, ayrıca, bu ücret karşılığı yarattığının tümüne patronlann el koyduğu değerle sırtındaki tüm bir baskı mekanizmasını da yaşatır. Aldığı ücretle kendi işgücünü yeniden üretmeye çalışır­ken, diğer yandan patronla girdiği alım sa­tım ilişkisini ve bunun sonuçlarını da üret­miş dur. Kısacası bu düzenden hiçbir çı­karı olmayan, onunla uzlaşamayacak olan tek sınıf işçi sınıfıdır.

Kapitalizmin gelişimi kaçınılmaz olarak iş­çi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımını d o­ğurur. Bu savaşın içinde işçiler, örgütlen­me ve birlikte mücadele etme bilincini ken­diliğinden kazanırlar. Toplumun en uyanık, en bilinçli sınıfı haline gelirler.

Bu nesnel gelişmeler aydınların düşün­

cesine yansımadan edemez. Ve proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin farkına va­ran, bunu iktisadi temelde açıklayarak va­racağı yeri önceden görebilen aydılar, tari­hi sorumluluklarını yerine getirmek için iş­çi sınıfı saflarında yerlerini alırlar. Bilimsel sosyalizmi bu sınıfa götürmekle, bu sınıfın bilinç ve örgütlenme düzeyini yükseltmekle yükümlenirler. Bu sistemden çıkış yolunu onlara gösterir ve birlikte mücadele eder­ler.

işte bu tür nesnel ve öznel koşullara sa­hip tek sınıf işçi sınıfı olduğu için, toplum­sal muhalefetin, devrimci mücadelenin ba­şına bu sınıf geçtiğinde, bu mücadelenin ka­rarlılığından, güvenilir bir önder güce sa­hip olduğundan söz edilebilir, işçi sınıfının önderliği düşüncesi bu nesnel ve öznel özelliklerden kaynaklanır. Söylemeye gerek yok ki, bu özellikler sadece emperyalizm öncesine özgü şeyler değildirler. Sadece Avrupa'ya özgü şeyler de değildirler.Bun­lar kapitalizmin geiştiği her yerde, bu sistem tarafından yaratılan kaçınılmaz özel­liklerdir.

Nicelik ve nitelik izayıflık sorunu

Bizim ülkemizde işçi sınıfının devrimde sınıf hareketi olarak önder olamayacağı te­zine getirilen en önemli kanıtlardan biri, bu sınıfın nicelik ve nitelik olarak zayıf oldu­ğudur.

Gerçi görüş sahipleri bu tezi de diğer bir­çoklan gibi sadece iddia ederler. Sadece id­dia etmenin kanıtlamak için yeterli olduğu­nu düşünürler. Bizdeki işçi sınıfının işçi sı­nıfından nitelik olarak daha güçlü olduğu­nu kanıtlamaya, nesnel verilerden hareketle girişmemişlerdir. Ama burada konumuz so­runun pratik yanı değil. Teorik olarak bu görüşün anti-marksistliği.

İşçi sınıfı, gelişen, bizzat kapitalizm tara­fından örgütlendirilip, bilinçlendirilen tek sı­nıf olarak, sosyalizm için, sömürünün tü­müyle kaldırılması için mücadele edebile­cek biricik güç olarak, demokratik devrimi sonuna kadar götürebilir. Bu nedenle dev­rimci demokratik mücadelenin en tutarlı, geri döndürülemez savaşçısı odur. Bu sı­nıfın siyasi önderliğindeki devrimci demok­ratik mücadelenin kararlılığından söz edi­lebilir.

işçi sınıfı sayısının azlığına ya da çoklu­ğuna dayanarak değil, kapitalizm ve bizdeki sistem içindeki iksitadi konuma, diğer sı­nıflardan bu bakımlardan farklılıklarına da­yanarak öncü güç olabilir, işçi sınıfının top­lumsal muhalefet üzerindeki etkisi onun sa­yısal gücünün kat kat üstündedir Bu etki sayıyla ölçülemez.

İşçi sınıfı demokratik devrime siya­si öncülüğü nasıl sağlar?

Mevcut devrimci demokratik istem­leri, yani ancak devrimle gerçekleştiri­lebilecek demokratik istemleri asgari programı haline getirerek, bunlar uğru­na savaşımı başa alarak ve sınıf olarak sadece kendi ekonomik-demokratik is­temleri i Cin çieğil, siyasi alanda bu is­temler için bizzat savaşarak.

Şurası açıktır ki, işçi sınıfı hareketi ekonomik-demokratik bir hareket olarak kendi dar çerçevesinde kalmaya devam et­tiği, devrim ve sosyalizm doğrultusunda bir siyasi hareket olarak partileşemediği, örgüt- lenemediği sürece, bu siyasi görevini yeri­ne getiremez. Böylesi bir dönüşümü sağ­layamadığı müddetçe, tüm toplumsal mu­halefet üzerindeki, sayısının kat kat üzerin­de olan etkisini gösteremez. Ve de prole­taryanın partisini, sınıf hareketinden ayn sa­dece ideolojik bir yapılanma olarak gören, işçi sınıfı hareketini yukandaki tarzda örgüt­lemeye karşı çıkan bir anlayış, bu hareketi

Page 31: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

ömür boyunca ekonomik-demokratik bir hareket olmaya bilerek mahkûm ediyor demektir. Bu hareketi bilerek burjuvazinin ve reformizmin etkinliğine terk ediyor de­mektir.

Son olarak işçi sınıfının siyasi öncülüğü­nün onun niceliği ile ilgisi konusunda ta­rihten bir örnek verelim. Komünist Mani­festo 1848 devriminden hemen önce ya­zılmıştı. Hiç kimse bu belgede, işçi sınıfının tarihi rolünü fiili değil ideolojik önderlikle yerine getirebileceğinin iddia edildiğini ak­lından geçirmez. Ama o dönemde Alman­ya’da işçi sınıfı sayı olarak çok zayıftı. Nü­fusun büyük bir kesimi kırlarda yaşıyordu. Feodalizm alt ve üst yapıda tasfiye edilme­mişti. (Bırakalım 1848’leri, 1875’te bile Marks “Almanya’daki çalışan halkın çoğun­luğu proleterlerden değil köylülerden olu­şur.” -Gotha ve Erfurt programı- diye yazı­yordu). 1848 devriminde Almanya’da kü­çük burjuvalar daha öndeydiler. İnşallah “Yeni Çözüm” Komünist Manifestodaki yaklaşım yönetiminin, getirilen ilkelerin sa­dece Avrupa ülkeleri için geçerli olduğu­nu, bizim gibi kapitalist ülkeler için geçerli olmadığını iddia etmez. _

Sosyalistlerle sınıf arasındaki ilişki, parti sorunu

“Proletaryanın öncülük fonksiyonlarını yerine getirmesi için fiili öncülük şart de­ğildir. Proletarya partisi aracılığı ile ideolo­jik öncülük yaparak da bu fonksiyonunu yerine getirebilir, esas olan da budur.” (Ye­ni Çözüm, ags. s. 36)

-Bu anlayış neresinden bakılırsa bakılsın, proletaryasız proletarya partisi (!) anlayışı­dır. Bu anlayışa göre proletarya partisi kur­mak yani sosyalist bir hareket oluşturmak için, işçi sınıfı hareketiyle bütünleşmiş ol­mak gerekmez. Profesyonel devrimcileri bir araya getirirsin, yapılan eylemlere de; pro- tetaryanın iradesi bunlar, dersin olur biter.

Nitekim proletarya partisi Yeni Çözüm tarafından şöyle tanımlıyor: “Proletarya par­tisi sınıflar mücadelesinin üç cephesinde de mücadeleyi yürüten, diyalektik materyaliz­min temelleri üzerine kurulan bir partidir.” (agd. s. 36) Bu tanımda küçük (!) bir nok­ta unutulmuş! Proletarya partisinin bilim- sel sosyalizmle işçi sınıfı hareketinin -birleşmesi olduğu. Yazar bu kadarla da kalmıyor, bir de bu tanımının marksizmin “değiştirilemez ve evresel ilkelerinden (Y. Çözüm) biri olduğunu iddia ediyor. Ne ya­zık ki böyle bir evrensel saçmalık marksizm- de yoktur. Parti konusunda evrensel ilke­ler elbette vardır, ama bunlann ne oldukla­rını Y. Çözüm yazannm kırık dökük bilgi­lerinden değil, de, ustaların kendilerinden öğrenmek daha akıllıcı bir yoldur. Lenin şunları yazmıştı:

“Sosyal-Demokrasi (partiyi kastediyor, bn) işçi sınıfı hareketiyle sosyalizmin bir bileşimidir. Görevi, işçi sınıfı hareke­tine ayrı ayrı aşamalarında pasif bir şekil­de hizmet etmek değil, aksine bir bütün olarak hareketin çıkarlannı temsil etmek, bu harekete en temel hedefini ve politik gö ­revlerini göstermek ve onun politik ve ide­olojik bağımsızlığını korumaktadır. İşçi sı­nıfı hareketi, Sosyal-Demokrasi’den tecrit edildiği takdirde küçülerek ve kaçınılmaz bir şekilde burjuvalaşacaktır. Sadece ekono­mik mücadeleyi yürütürse, işçi sınıfı poli­tik bağımsızlığını yitirecek diğer partilerin kuyruğu haline gelir ve büyük ilkeye iha­net eder; işçi sınıflarının kurtuluşu işçi sı­nıflarının kendileri tarafından kazanılmalı- dır. “ (Marks)” (Çeviriyi imla bozuklukları­na dokunmadan aynen aktardık. Abç. “Ha­reketimizin Acil Görevleri-1902, “Kitle İçin­

de Parti Çalışması” kitabı, “Ser Yayınlan” s.10, 11)

Şimdi Y. Çözüm yazarına kendi “değiştirilemez” ilkesi ile Lenin’in Marks’tan aktardığı “büyük ilkeye ihanet” arasındaki bağ üzerinde düşünmesini öneriyoruz. Marksizmin kurucularına göre, işçi sınıfının kurtuluşu ancak bu sınıfın kendi eseri olabi­lir. Onun vekaletini almış birilerinin değil, işçi sınıfı bunu başarabilmek için ekonomik mücadeleyle yetinmemeli, bilimsel sosyaz- limle bütünleşmelidir. Ve bu büyük ilkeyi öne sürürlerken onlar, bunun sadee Avru­pa’daki işçi sınıfı için geçerli olduğunu id­dia etmeyi (çünkü o dönemde de işçi sını­fı sadece Avrupa’da değil, dünyanın her ya­nında bulunmaktaydı) akıllarından geçir-' memişlerdir. Şimdi Y. Çözüm yazarı ken­di “değiştirilmez evrensel” ilkesinin (prole­taryanın fiili olarak siyasi bir güç haline ör­gütlenmeden de, kendisini parti ilan etmiş bir örgüt aracılığıyla kurtulabileceği ilkesi­nin), nasıl olup da ustalar tarafından de­ğiştirildiği, hatta bu iddia için “ihanet” keli­mesinin neden seçildiği üzerinde biraz dü­şünsün.

Proletarya partisi, işçi sınıfı hareketiyle bi­limsel sosyalizmin birliğidir. Lenin’in bütün eserlerinde bu böyle tanımlanır. Kapitaliz­min, işçi sınıfı hareketinin ve sosyalistlerin var olduğu her koşul için de evrensel bir ilkedir. Emperyalizm çağında da hiçbir marksist, artık partinin bu tanımının yeter­siz ve geçersiz olduğunu iddia etmemiştir.

Partinin böyle tanımlanması, partinin di­ğer devrimci sınıf ve katmanlarla ilişki kur­masına, bunlann hareketleriyle işçi sınıfı ha­reketi arasında koordinasyon sağlamasına engel değildir. Tersine sadece böylesi bir parti, kendini öğrenci gençliğin, küçük bur­juva tabakaların halkçı eğilimlerinden ve sekterliklerinden koruyabilir. Devrime çe­kilen milyonlarca insanın enerjisini çar çur edilmekten, cuntalı saldırılar karşısında ça­resiz ve eli kolu bağlı kalmaktan ancak böy­le bir parti kurtarabilir.

Sosyalistlerin görevi, proletaryanın tari­hi görevlerine vekalet etmek, bu sınıfın ta­rihi rolünü onun adına oynamaya çalışmak değildir. İşçi sınıfı ekonomik mücadelesine devam etsin, ama siyasi mücadeleyi bize bıraksın, bu işe fiili olarak karışmasın tezi­nin saçmalığını görmek için şöyle bir örnek üzerinde düşünelim:

Sendikalar işçi sınıfının ekonomik - de­mokratik mücadele örgütleridir. Bu müca­deleye önderlik ederler, onu yönetirler. Şimdi buradan hareketle bir sendika lideri kalksa ve işçilere şunları söylese: -İşçiler, ekonomik-demokratik mücadeleyi sadece biz sendikacılar yürüteceğiz. Sîzlerin bu mü­cadele içinde fiili olarak yer almamız, bu haklara sahip çıkıp bunlar uğruna savaşma­nız gerekmez. Profesyonel sendikacılardan oluşan örgütünüz “aracılığıyla” (Y. Çözüm) bu işleri halletmek dururken bir de siz ka­rışmayın.

Acaba Y. Çözüm yazarı böyle bir sendi­ka lideri hakkında ne düşünürdü? Elbette Şevket Yılmaz hakkında ne düşünüyorsa onu. Peki ekonomik mücadele hakkında böyle düşünen bir sendikacıyla, siyasi mü­cadele ve sınıfsal önderlik konusunda işçi­lere ;siz zayıfsınız bu işin altından kalkamaz­sınız, bu nedenle siyasi önderliği bizim gibi proleter devrimcilere bırakın diyen bir siyasi önderin tavrı arasında söz olarak ne fark var?

★ ★ ★Eleştirdiğimiz tezlerin savunuuları, Çin,

Küba ve Vietnam devrimlerini ve komünist yartilerin emperyalizme ve yerli gericiliğe karşı halkın savaşının başını çekmelerini re­formistlere karşı savunurken, son derece haklı olarak, onların somut koşulları göz önünde bulundurmadıklannı, madem Rus­

ya’da böyle oldu bizde de böyle olmalı di­ye düşündüklerini ve marksizmin yöneti- men değil de lafızlarına sanldıklanm söy­lerken Ve devrimi başanya götüren komü­nist partilerin somut koşulları bu tür sözd emarksistlerden daha iyi değerlendirdikle­rini ileri sürerler. Tüm bunlar çok doğru şeylerdir. Yeni Çözüm yazannm şu yazdık­larına da hiçbir itiraz yapılamaz:

“Marksist-Leninistler lafızlar yerine, Mark­sizmin özünü alarak içinde yaşadıkları ta­rihsel sürecin nesnel koşullarını diyalektik- materyalist bir bakış açısı ile analiz ederler.” (abd. s. 29)

Madem ki öyle, biz de Yeni Çözüm’ü, ile­ri sürdüğü tezleri “yaşadı (ğımız) tarihsel sü­recin nesnel koşullarıyla kanıtlamaya ça­ğırıyoruz. Çünkü şimdiye kadar bunu yap­mamışlardır. Türkiye’nin söz konusu koşul- lanna ilişkin olarak Y. Çözüm’ün elinde bu­lunan bütün malzeme, emperyalizmin üçüncü bunalım dönemine ait en genel be­lirlemelerden ibarettir. Öyleyse:

Bize Türkiye’de çalışan nüfus içinde, şe­hir ve kırdaki saptadığınız işçi sayısını ve­rin. Bu sayısının nicelik olarak zayıf oldu­ğunu, önderlik için yetersiz olduğunu ka­nıtlayın.

Hiç değilse son on yıllık sınıflar müca- • delesinin bir dökümünü yapın. Bunlar için­de Türkiye çapında etkili olan işçi, köylü, gençlik vs. eylemlerini sayın. Şehirlerdeki- lerle kırlardakini karşılaştırın. Şehirlerin ve buralarda da işçi ve öğrenci gençlik eylem­lerinin ağır bastığını göreceksiniz. Öğrenci gençlik hakkında fiili öncülük, ideolojik ön­cülük türünden teoriler olmadığına göre, geriye işçiler kalıyor. İşçi sınıfı hareketinin kendiliğinden bir hareket olmaktan kurtu­lamadığı da bir gerçek olduğuna göre; işçi sınıfının siyasi olarak örütlenememesinin ve toplumsal muhalefetin başına geçem em e­sinin, sonuçta da tüm devrimci hareketin cunta karşısında zayıf ve bitkin düşmesinin, nedeninin, bunun suçunun, sosyalistlere, yukarıdaki türden tezleri hadis bilenlere de­ğil de, işçi sınıfının nitelik olarak zayıflığına ait olduğunu kanıtlayın.

Bizlere devrimin temel gücü olacağını id­dia ettiğiniz köylülüğün sınıfsal bir sunumu­nu verin. Çünkü artık devrimci hareket, bi­zim köylülüğümüzün Çin ve Küba’dakiyle benzer ve ortak yanlarının bulunduğu te­spitiyle yetinecek durumda değil. Teorik düzey olarak böylesi bir seviyeyi çok aşmış bulunuyor. Toprak işleyen ailelerin yakla­şık yüzde 90’ının kendi toprağına sahip ol­duğu, sürecin, çoğunluğu küçük burjuva olan bu işletmelerin mülksüzleşmesi doğ­rultusunda işlediği, paranın egemenliğinin her yerde hissedildiği, ücretli emek kulla­nımının hemen her bölgede bir kural hali­ne geldiği bu ülkede, köylü hareketinin ge­nellikle taban fiyatlarına, zamlara, faizlere karşı mücadele olarak biçimlendiği bizim ül­kemizde, 1985 verierine göre nüfusun ya­nsından çoğunun şehirlerde yaşadığı Türkiye’de; “tanmda feodal ilişkiler yanın­da kapitalist ilişkilerinuç verdiği (!)”ni (M. Çayan ages. s. 97) kanıtlayın! Tarımdaki kapitalizmin Çin’den hatta 1900’lerin Rus­ya’sından geri ya da aynı düzeyde olduğu­nu kanıtlamayı bir deneyin.

Hele bunları bir deneyin, bizdeki toplumsal-ekonomik sistemi diyalektik- materyalist yöntemle yani üretim ilişkileri temelinde ve proletarya burjuvazi karşıtlı­ğını kalkış noktası alarak bir açıklamaya ça­lışın. Tezlerinizin ne derece “değiştirilemez” ve “evrensel” olduklarını o zaman görelim.

(X ) Bu konu üzerinde, “Sosyalist Hareket ve Halkçılık- O. Devrez, isimli çalışmada aynntıyla durulmuştur. Çalışma yakında yayımlanacaktır.

Lenin şunları yazmıştır: Sosyal-Demokrasi (partiyi kastediyor bn.) İşçi sınıfı hareketiyle sosyalizmin birleşimidir. Görevi, işçi sınıfını hareketine ayrı ayı aşamalarında pasif bir şekilde hizmet etmek değil, aksine bir bütün olarak hareketin çıkarlarır temsil etmek, bu hareketi en temel hedefini ve politik görevlerini göstermek ve onun politi ve ideolojik bağımsızlığın korumaktır. İşçi sınıflarını kurtuluşu, işçi sınıflarının kendileri tarafından kazanılmalıdır.

Page 32: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

SOSYALİSTLER SAVAS KONUSUNA NASIL 'YAKLAŞMALI?

*

Ahmet AYDEMİk

Türkiye sosyalistleri, 12 EylüFün ardından aç­tıkları yeni dönemde, geçmişin yasak veya tabu sayılan pek çok sorununu ilerici kamuoyunda sürdürülen tartışmalann gündemine sokabiliyor. Bizler de, bir grup Çağdaş Yol dergisi okuru ve çizgisini benimseyeni olarak, böyle bir sorunu, halkımızın mücadelesinde tartışılmasının, ele alın­masının adeta yasak tabu sayıldığı savaş, strateji- taktik, halk savaşı gibi konuları başta dergimizin okurlan olmak üzere, ilerici-devrimci kamuoyuyla tartışmak istiyoruz.

Hiç şüphesiz sosyalistler, geçmişte ve günü­müzde de çeşitli uluslarası deneyimlerin incelen­mesi temelinde konuya yaklaşmakta görüşler ileri sürmektedirler. Yalnız baştan belirtmekte yarar var. Bizim bu konuya yaklaşımımız, yukanda be­lirtilen bir biçimde olmayacaktır. Öncelikle savaş, strateji-taktik, halk savaşı gibi kavramların genel özelliklerini ve yasalannı ele alıp, ardından da ül­kemiz özgülünde bu genel özellik ve yasaların işlerlik derecesini incelemeye çalışacağız. Elbet«- te bizlerde düşüncelerimizi, kendi hayal dünya­mızda üreterek, konuyu tartışmaya açmıyoruz. Uluslararası deneyimlere dayanıyoruz. Yalnız so­runu işleme yöntemimiz farklı olacak. Bir tek ve­ya bir kaç ülkenin deneyimlerini ele alıp incele­mekten çok tüm deneyimleri insanlığın tarihsel süreçleri içinde inceleyip bunlardan dersler çı­karan, biraz da yeni düşünceler ileri sürebilen bir çalışma ortaya çıkarmak amacındayız.

Köleci, feodal topluluklarla, barbar ilkel komürıal topluluklar girdikleri savaşları neden kazanabiliyorlar? Bilindiği gibi

kapitalizm öncesi üretici güçlerin, başta da tekniğin gelişimi çok yavaştır.

Savaşlarda ise teknik ve savaşa giren halkların içinde yaşadıkları sosyal düzenin

şekillendirdiği insan unsurunun zaferin kazanılmasındaki rolü tayin edici

olmaktadır.

Bu araştırma ve incelemeyi, herhangi bir sos­yalist çevreyi eleştirmek için değil, konuyla ilgili kendi özgül görüşlerimizi ortaya koymak için ya­pıyoruz. Yani kimilerinin yaptığı gibi oportünist, revizyonist olarak nitelenen çevrenin ailevileri­ni kışkırtıp bundan da kendimizin devrimci ol­duğuna dair bir paye çıkarr.v k amacında deği­liz. Elbetteki sübjektif, önyaıgıiı ve basitliğe düş­meyen her eleştiriyi dikkate almak bu eleştiriler, hangi sosyalist çevreden gelirse gelsin tartışmak bir sosyalistin boynunun borcudur.

Savaş en baştan belirtmemizde yarar var, sı­nıflı toplumlarla birlikte ortaya çıkmıştır. Sınıflı toplumlarda, sınıf çatışmalannın ve özellikle de bu çatışmaların çözümsüz hale geldiği kriz anla- nnda savaşlar gündeme gelmiştir. Bu açıdan sa­vaşı, sınıf çıkar ve çatışmalarının banşçıl biçim­de çözümlenmesinin imkânsız olduğu durumlar­da, çelişkileri zor yoluyla çözmenin bir aracı, yön­temi olarak tanımlayabiliriz. Buradan hareketle de, sınıf çıkarlannın yoğunlaşmış ifadesi politi­ka olduğuna göre, savaşı; politikanın başka araç­larla (Şiddet araçlanyla) sürdürülmesi olarak da tanımlamak mümkündür, kaldı ki en fazla kul­lanılan tanım da budur.

“Kadim tarihte sınıf kavgalan çetinleşti mi on ­lar için savaşlar açıldı. Bu savaşlar, sosyal iç kav­galara'çözüm getirmek şöyle dursun, ardlann- dan bildiğimiz TA R İH C İL DEVRİM LERİ getir­diler. Yani savaşlarla zayıflayan medeniyetleri barbarlar gelip kolayca yıktılar.

“Modern tarihte aynı şey görüldü. 1914-1918 savaşı Avrupa kapitalizminin içinde biriken ve bü­yüyen sınıf mücadelelerini geriye atmak için ya­pıldı. Her emperyalist devlet kendi anavatanın­da dizginleyemediği sosyal ihtilaflann getirebile­ceği sosyal devrimi önlemek için, gözüne kes­tirdiği devletlere savaş açtı. Birinci cihan harbin­den sonra çarlığın devrilmesiyle dünyanın beş­te biri sosyalist devrime kavuştu. Alman İmpa- ratorlu’ğunun savaş sonucu yıkılması, Orta A v­rupa’da isyanlara ihtilallere kapı açtı. (Devrim ne­dir. S. 19 Dr. H. K.)

Burada kadim tarih olarak nitelenen, kapita­lizmden önceki, ilkel sosyalizme kadar uzanan yaklaşık 7000 yıllık dönemdir. Bu dönemin üre­tim, ekonomi temeli esas itibariyle basit yeniden üretim olmakla beraber, pek çok toplum biçim­leri yaşanmıştır. Çok mekanik ele almamak kay- dıyla bu toplum biçimlerinin belli başlıları, köle­cilik ve feodalizmdir. Gene ilkel sosyalist, kalan, kabile, aşiret ve topluluklar hem yukanda değin-, diğimiz toplum biçimleriyle yan yana hem de bunlarla çatışma halinde bin bir değişikliğe uğ­rayarak ve çeşitli şekillerde bu toplum biçimleri­ne doğru dönüşümler yaşayarak var olmuştur. Bu toplum biçimerini, Morgan, F. Engels ve Dr. H. Kıvılcımlı barbar toplumlar olarak niteliyor­lar. Tarihte, barbar toplumların, köleci veya fe ­odal olarak nitelenen kapitalizm öncesi sınıflı top­lum biçimleriyle yürüttüğü binlerce savaş bulun­maktadır. Bu savaşların analizinden önce ilkel sosyalizmin ortaya çıkmadığı 7000 yıl öncesinin çatışmalarına da değinmekte yarar var.

İnsan, basit, taş, sopa, labut vb. gibi ilk üre­tim araçlarını kullanarak, doğadaki hazır nesne­leri devşirmeye yöneldikten sonra, maymunun en gelişmiş örneklerinden insanlaşmaya doğru bir evrim yaşamıştır. İnsanların bu ilk ataları, iki ayak üzerinde dikilmeye ve ön ayaklarını, çeşit­li araçlarda alarak kullanmaya başladıktan son­ra, beyin üzerinde baskı yapan omuz ve boyun kaslannın, beyinin gelişimi üzerinde olumsuz etki yapan basıncından kurtulmuşlardır. Böylece bir yandan beynin gelişimi diğer yandan, ön bacak-

lannda taş, sopa vb. araçların kullanımıyla ge­lişmesi söz konusu olmuştur. Y ine iki bacak üze­rinde denge sağlama ve süratli hareket etme zo- runluğu arkabacaklann gelişimini sağlan nş ve gü- nümüzJeki insan modeli ortaya çıkmıştır. Tabii bu maymundan, insana nitel dönüşmeye varan insanlaşma binlerce yıl sürmüştür. Bu süreç, maymunun insanlaşmasında, belli türlerinde yok olmasıyla sonuçlanan, sıçramak, uzun bir nicel birikimin nitelik sıçramasına varması biçiminde yaşanmıştır. İşte insankğın bu ilk dönemine vah­şet çağı adı verilmektedir. İnsanlığın bu çağın sonlanna doğru ilk büyük keşfi; ateşin keşfiyle, ısınma ve yiyeceklerin pişirilmesi, yine fazla ürün­lerin depolanabilmesi için toprağın pişirilerek ça­nak, çömlek yapabilmesidir.

Vahşet çağında da insan toplulukları arasın­da bazı çatışmalar bulunmaktadır. Yalnız bu ça­tışmaları savaş olarak nitelemek mümkün değil­dir. Bu çatışmalara doğadaki zorunlu tüketim nesnelerinin yanı sıra insanın da bir tüketim nes­nesi olarak ele alınması ve ona yönelmesi kay­naklık etmektedir. Vahşet çağının çatışmalanna bu anlamda savaş değil yamyamlık denilmek­tedir.

İlkel sosyalizm (Barbarlık) dönemindeki çatış- malan da savaş tanımlaması içinde ele alamıyo­ruz. Henüz para, yazı, devlet ve sınıfların orta­ya çıkmadığı bu toplumlarda yaşanan çatışma­lar, tüketim nesneleri, av, otlak, tanm vb. alan­ların dengeli olmayan doğal, kendiliğinden da­ğılımı yüzünden olmaktadır. Her ne kadar bu an­lamda çatışmaların bir ekonomi temeli varsa da ister ezen ve ezilen sınıfların çatışması anlamın­da, isterse egemen sınıfların kendi aralarındaki çıkar çelişkilerinden kaynaklanan bir çatışması anlamında bir savaştan bahsetmek mümkün de­ğildir. Av alanları, otlak ve meralar, evcil hay­van sürülerinin bazı klan veya kabileler elinde çokluğu, bazı kabilelerde az ve o kabilelerin kıt­lık içinde olması, tarihte barbar toplumlar ara­sında çok kanlı çatışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Fakat burada savaştan çok bir grup in­sanın yaşayabilmek için tüketim nesnelerine yö ­nelimi vardır. Barbar toplumlarda, özel mülki­yet, sınıflar ve sınıfların çıkarlarının ifadesi anla­mında siyasetten bahsetmek mümkün değildir. Orada kabile, klan ve aşiretler içinde belli bir iş­bölümü bulunsa da, hatta bu işbölümleri daha sonraları sınıflaşmada rol de oynasa bir ilkel ko- münal toplumun özgün yapısı sınıfsızlıktır. Ezen ve ezilen sınıflar söz konusu değildir. Egemen sınıfların baskı aygıtı anlamında bir devlet ve bu devletin, ordu ve cezaevleri sistemi yoktur. Top­luluğun her ferdi silahlı ve tüm üyeler eşit hak­lara sahiptir. Kabile, klan veya aşiret başkanı, hiç­bir özel mülke ve imtiyaza sahip olmadığı gibi, pek çok toplulukta, ilkel biçimde yapılsa da, an­cak seçimle işbaşına gelebilmektedir. Karar al­ma, yaşama ve doğayla mücadelede tam bir kol- lektivizim söz konusudur. İşte bu nitelik taşıyan topluluklarda, çeşitli zorunlu nedenlerle (açlık- kıtlık-yok olmama) birbiriyle çatışmanın ne bir sı­nıfsal temeli, ne de sınıf çıkarlarının ifadesi poli-

Page 33: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

tikanın şiddet araçlarıyla sürdürülmesi anlamında savaştan bahsedebiliriz. Bu toplumlar arası ça­tışmalara Zaruri çatışmalar demek belki de en d obru tanımlama olmaktadır.

İlkel komünal topluluklarda, yalnız pek bir eko­nomi temele veya zaruri nedenlere dayanmıyor gibi görünen farklı nedenlerden kaynaklanan ça­tışmalar da vardır. Bu çatışma türü günümüzde kan davası ismini alan bir çatışma nedeni veya çeşitidir. Hatta günümüzden aşiret veya aileler arası sürdürülen kan davalannı binlerce yıl ön ­cesinin bu ilkel komünal topluluklannın gelenek­lerinin günümüze kadar taşınması olarak nite­lenmek de mümkündür. İlkel komünal (Barbar) bir topluluğun bir veya bir kaç üyesi benzeri başka bir topluluk tarafından öldürüldüğünde, o top­luluk klan-kan bağlanyla kendilerine bağlı bu üyelerinin öldürülmesi karşısında sessiz kalma­makta, mutlaka bu eylemi gerçekleştiren karşıt klan, kabile veya aşirete yönelik aynı türde m i­sillemede bulunmaktadır. Bu durum iki ilkel sos­yalist topluluğun görülmemiş boyutlarda kanlı bir boğuşma içine girmesine neden olmaktadır. Bu çatışma rakiplerden birisinin diğerini imha etm e­sine kadar sürmektedir. Yenik düşen barbar top­luluğun arta kalan çocuk, kadın, yaralı vb. di­ğer üyeleri ise, galip gelen topluluğun bünyesinde eritilmekte, aynı ilkel toplumun eşit üyeleri hali­ne getirilmektedir. Dikkat edilirse ilkel komünal toplumun bu türde ve boyuttaki çatışması da bir savaş nitelemesi veya kavramı içine girmiyor. Or­tada bir kan davası vardır. Ve bu kan davasının getirdiği dehşetli bir çatışma söz konusudur.

Sınıflı toplumlar ortaya çıktıktan sonra bu sı­nıfların çıkarlarını korumak için, egem en sınıf- iann, devlet ve ordulannın çıkarttığı savaşlar; her ne kadar o devletlerin geçmiş yenilgilerinin inti­kamını almak, sınır sorunları, şan, şeref, dinin korunması vb. görüngülere büründürülürse de gerçek nedenleri bunlar değildir. Egemen sınıflar, kitleleri savaş mezbahasına sürebilmek ve sava­şın gerçek nedenlerini kavramalarını engelleye bilmek için, böylesi, kitlelerin ilk ve ilkel duygu- lanna hitap etmektedirler. Aslında savaşlarla amaçladıklan, ya ticaret yollannı ele geçirmek, tıkalı olan ticaret yollannı açmak, ya ilk ve ham­madde kaynaklannı zaptetmek, kendilerinden zayıf gördükleri başka toplumların zenginlikleri­ni talan etmek, ya da ve daha çokta kendi e g e ­men olduklan ülkelerdeki pek çok nedenin bir­leşmesiyle ortaya çıkan krizlerin devrime dönüş­mesini engellemektedir.

Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlann başlangı­cından günümüze kadar 15.000’i aşkın savaş ya­pılmıştır. Bu savaşlara katılanlar çoğunlukla sı­nıflı ve özel mülkiyet düzenine geçmiş toplum­lar olmakla birlikte tarihte, barbar diye nitelenen ilkel sosyalist topluluklann da bu sınıflı toplum- larla savaşa girdiğini, hatta çoğunlukla bu savaş­lardan galip çıktıklarını görmekteyiz. Bu duru­mun nedeni ayn bir araştırma konusu olmakla birlikte, kısaca da olsa izahını yapmak gerekiyor.

Köleci, feodal topluluklarla, barbar ilkel komü­nal topluluklar girdikleri savaşları neden kaza­nabiliyorlar? Bilindiği gibi kapitalizm öncesi üretici güçlerin, başta da tekniğin gelişimi çok yavaştır. Savaşlarda ise teknik ve savaşa giren halkların içinde yaşadıklan sosyal düzenin şekillendirdiği insan unsurunun zaferin kazanılmasındaki rolü tayin edici olmaktadır. Bu aşamanın sınıflı top­lumlann da savaş tekniği ok, yay, kılıç-kalkan, gürz, mancınık vb. dir. En gelişkin sınıflı toplum- larda dahi henüz bunu aşabilen bir teknikten bah­setmek mümkün değildir. Bu dönem de Çin’de barut icat edilmiş olsa da, henüz savaş tekniğinrn- de kullanılacak kadar geliştirilmemiş veya savaş tekniği içine katılmamıştır. Sınıflı toplumların bu teknik düzeyini, barbar toplumlann öğrenebilme­si o toplumlarla çeşitli değişim ilişkileri içinde o l­duklarından veya sınıflı toplumlann, barbar top­lumlar içinde kurduklan kolonilerden temin ede­bilmeleri pek zor olmamıştır. Böylece barbar top­lumlar gerek mübadele, gerek kendi üretmele­riyle en girişkin sınıflı toplumun savaş tekniğine sahip olmuşlardır. Ancak bu tekniği geliştirme­leri de söz konusu olmamıştır.

Burada ancak savaş tekniğinin eşitliğinden bahsedilebilir. Savaş tekniği eşit olduğuna göre, barbarların sınıflı toplumlarla giriştikleri savaşla­rı kazanmalanna neden olan başka bir etkenin bulunması gerekiyor. Bu etken, barbar insanı içinde yaşayıp şekillendiren sosyal düzendir de­sek pek yanılmış olmayız. Sınıflı toplumlar, ala­bildiğine ezen ve ezilenler temelinde parçalan­mış ve iç çatışmalarla birbirine düşmüş, entrika­ların ve zulmün pençelerinde debelenir bir du­

rumu yaşarken, ilkel sosyalist barbar toplumlar ilkel de olsa sosyalizmin, eşitlik, kan temelinde de olsa örgütlülük ve birliğini yaşamaktadırlar. Böyıesi dj zeminde insan unsuru savaşta olumlu roller oynayabilecek, yiğitlik, dürüstlük, kardeş­lik, kollektif aksiyon gibi özellikleri temsil etmekte, topyekün bir halk olarak, sınıflı t o p lu m u n düzenli ordulanna saldırmakta, tarihsel açıdan ileriyi tem­sil eden bu toplumun ordularını yenmekte, ço ­ğunlukla o toplumun ve ülkenin ezilen halkının içten desteğiyle zafere ulaşmaktadırlar. Barbar toplumlar, böyle bir sonuca ulaştıktan sonra fet­hettikleri ülkenin gelenekleriyle kendi gelenek ve göreneklerini kaynaştırmakta, fakat daha son- ralan, zaptettikleri bu ülke ve toplumun gelene­ğini, dinini, hatta kültürünü, sınıflara ayrışma, pa­ra; yazı, devlet kurma gibi sınıflı toplumun tüm özelliklerini almaktadırlar. Bunun nedeni kendi­lerinin temsil ettiği toplumsal düzenden, fethet­tikleri sınıflı toplum düzeninin tarihsel açıdan da­ha ileriyi temsil etmesidir. Böylece tarihte en çok sözü edilen galiplerin mağlubiyeti durumu ortaya çıkmakta, tarihin ileriye doğru akışı durmadığı gibi, barbarlann da tarihin bu yörüngesi içine çe­kilişi söz konusu olmaktadır. Savaş anlamında zafer kazanan barbarlar, böylece yendikleri sınıflı medeniyet toplumunun din, ideoloji, kültür, dev­let vb. kurumlan karşısında yenik düşmekte, on­ların din ve ideolojisyle, devlet aygıtıyla ye­niden örgütlenmekte, yıktıklan devlet ve düze­ni rönesansa uğratıp, barbar aşısı yapsalar da sü­reç içinde yeniden o devlet ve düzeni diriltmek­tedirler. Bu savaş ve sonuçlan ayni zamanda il­kel komünal toplumlann bu şekliyle sınıflı top­luma geçişlerinin bir biçimde olmaktadır. İlkel sosyalist (barbar) toplumdan sınıflı topluma bu biçimde geçenler daha çok ortabarbarhk aşama­sındaki ilkel sosyalist (barbar) topluımardır. Bu toplumlann üretim temeli Çoban ekonomisi dü­zeyinde olup, henüz yerleşiklik aşamasına geçe­memişlerdir. Yani göçer toplumlardır.

Tarihte Osmanlılar diye anılan toplumun çe­kirdeğini, orta barbarlık aşamasındaki kayı bo­yu (aşireti) oluşturmaktadır. Osman Bey’in baş­kanlığında 400 atlı göçer kabile biçiminde H o ­rasan’dan Anadolu ’ya geçen Osmanlı Kayı bo­yu yukarıda özet bir biçimde anlatmaya çalıştı­ğımız etkenlerin rolüyle ve daha çok da, Selçuk­lu, Bizans derebey (Feodalite) parçalanmışlığı ve her derebeyliğin iç çelişkilerle alabildiğine zayıf­ladığı koşullarda süratle Anadulu’yu fethedilmiş­tir. Bu arada, Anadolu ’da gelişen fetihler zinci­rine İstanbul’un fethi bir anlamda eklenen son halka olmuştur. Osmanlılar buradan batıya ve doğuya yeni fetih savaşları geliştirmiş de olsalar fethettikleri, Bizans’ın kendilerini fethetmesiyle bir dönüşüme uğramışlardır. Esas itibariyle Os- manlı toplumunun yerleşik devlet düzeninin, merkezi feodal bir karakter kazanmasının İstan­bul'un fethiyle kesinlik kazandığını söyleyebiliriz. İstanbul'un fethi aynı zamanda buradaki kültür hâzinelerinin batıya aktanlmasına neden olmuş­tur. Ve batıda rönesans (yenileşme) çağını baş­latmıştır.

Batı Avrupa, bundan sonraki süreçte muaz­zam bir ilerleme ve kapitalizmin doğmasıyla bir­likte görülmemiş bir boyutta gelişme içine girer­ken, Osmanlı toplum düzeni, tefeci-bezirgân iliş­kileri ve merkezi feodal yapıyı güçlendirerek bu gelişime kendini kapamış, süreç içinde de önce duraklama ardından da çöküş dönemine girmiş­tir. Dış görünüşte Bizans’ı fetheden Osmanlılar, özünde ise o gün için kendilerinden tarihsel ola­rak daha ileriyi temsil eden Bizans’a ruhları ve beyinleriyle teslim olmak zorunda kalmışlardır. Onlar Bizans’ın çöküşüne son bir kılıç darbesi vu­rurken aynı zamanda kendilerinin de çöküş ve dağılış sürecini başlatmış oldular. Osmanlılar böy­lece fedolitenin zirvesine ulaşırken, batı ise ka­pitalist toplum düzenine geçişin, bu anlamda g e ­lişmenin öngünlerinde bulunuyordu. Kapitalizm doğup geliştikten sonra ise feodalizmin kapita­lizm karşısındaki durumu, güneşin yakıcı ısısı kar­şısında kar ve buz tepeciklerinin durumundan farksızdı.

Antika tarihte, savaşlar, sınıflar toplumdan sı­nıflı topluma geçiş sadece yukarıda anlatmaya çalıştığımız biçimde gerçekleşmemekte binbir çe­şitlilik taşımaktadır. Orta barbarlık aşamasında­ki toplumların, sınıflı medeniyet toplumlarıyla yaptıkları savaşlar yoluyla sınıflı topluma geçiş­leri bunların sadece bir çeşidi olmaktadır. Savaş anlamında, köleci ve feodal devletlerin kendi ara­larında, egem en sınıflar arası çelişkilerden kay­naklanan, daha çok köle ve art ürüne sahip o l­mayı hedefleyen binlerce savaşı yaşanmıştır. Yine

ekonomik temeli ziraat olan, yerleşik kent ya­şamına geçmiş, ama henüz sınıf, para, yazı ve devletin doğmadığı, özel mülkiyetin ortaya çık­madığı barbarlığın üst aşamasındaki toplumlar­la, öteki sınıflı toplumlar arasında yapılan savaş­larda, çoğunlukla yukarı barbarlık aşamasında­ki toplumlar kazanmaktadır. Yalnız bu savaşla­rın sonucunda, yukan barbar toplumların geli­şim düzeyi, sınıflı kent toplumlarında pek yeri olmadığından, burada fethedilen medeniyetin rönesansa uğratılması söz konusu olmamakta, yukan barbar toplum, yeni bir medeniyet-sınıflı toplum kurabilmektedir. İslam, Hint, Çin, Mısır vb. medeniyetler böylesi toplumlar arasında çık­mış savaşlann sonucunda kurulmuş orijinal m e­deniyetlerdir.

Sınıflı toplumlar, alabildiğine ezen ve ezilenler tem elinde parçalanmış ve iç

çatışmalarla birbirine düşmüş, entrikaların ve zulm ün pençelerinde debelenir bir

durumu yaşarken, ilkel sosyalist barbar toplum lar ilkel de olsa sosyalizmin,

eşitlik, kan tem elinde de olsa örgütlülük ve birliğini yaşamaktadırlar.

Kapitalizmin önce İngiltere, ardından tüm kı­ta Avrupa’sında yayılması anlamına gelen dev­rimci savaşlar 16-17 yy.’dan itibaren insanlığın gündemine girmiştir. 1789 Fransa’sında, Büyük ya da Ulu devrim olarak nitelenen iç savaş ve Napoleoriun kıta Avrupa’sına kapitalizmi yaymak için giriştiği savaşlar dönem i itibariyle feodaliz­mi tasviyeye yöne len ilerici savaşlardır. 1830-1848 yıllarında emekçilerin Batı Avrupa1 da geliştirdiği savaşlar devrimci-ilerici bir öz ta­şımaktadır. Proletaryanın büyük öğretmeni F. Engels elde silah bu savaşlara katılmıştır. Y ine Amerika’da, kuzey-güney savaşı ismini alan Amerikan iç savaşı, dönemin, feodalizmi, köle­lik, kalıntılannı tasfiyeyi hedefleyen ilerici sava­şıdır. Savaş sonucu toprak reformu yapılmış kö­lecilik kalıntıları ve feodalizm tasfiye edilmiştir. Proletaryanın devrimci iktidannın ilk örneği o l­ması itibariyle 1871 Paris komünü ve Fransız bur­juvazisiyle - proletarya arasında bu tarihte süren savaş, bu dönemin, ezilen sınıflann, devrimci sa­vaşı ve iktidarı olması açısından büyük tarihsel önem e sahiptir.

Osmanlı despotizmine karşı, işgal edilmiş alan­lardaki, başta Balkanlardaki halklarca, 19. yüz­yıl boyunca gerçekleştirilen ayaklanmalar bu halkların ulusal kimliklerini kazanmalarını sağ­layan haklı ve ilerici başkaldın savaşlarıdır. G e­ne Çarlık Rusya’sındaki halklarca aynı tarihsel sü­reçte Çar despotizmine karşı haklı ve meşru pek çok savaş geliştirilmiştir.

19. yy ’İm sonlarından itibaren, kapitalizmin, emperyalizm aşamasına vardığı dönem deki sa­vaşlar; emperyalist paylaşım savaşlan ismiyle ta­rihe geçmiştir. Çoğunlukla emperyalist devlet­ler arasında ideoloji ve politikada pek bir aynlık olmasa da aynı sosyal sınıf temeline dayanan egemen sınıf veya zümreler arası savaşlar yaşan­mıştır. Y ine bu dönem de kapitalist-emperyalist devletler, dünyamızın geniş bir alanını kaplayan gelişme düzeyi düşük Asya, Afrika ve Latin Amerika halklanna yönelik sömürge savaşları­nı geliştirmişlerdir. Bu savaşlarda halklar kapi­talist sömürgeciliğe karşı direnmişler, ama top­lumsal yapının çok geri ve eldeki olanaklann çok kıt olması nedeniyle ülkelerinin kapitalizmin sö­mürgeleri haline gelmesini engelleyememişler­dir. Sonuçta yeraltı, yerüstü, insan vb. tüm d e­ğerleri emperyalizmin sömürü ve talanına ma­ruz kalmıştır. Emperyalist-kapitalist devletler bu savaşlan, geri hatta vahşi diye niteledikleri halk­lara medeniyeti götürme adı altında sürdürdü­ler. Elbetteki gerçek neden bu değildir. Kapita­lizmin bu savaşlardaki gerçek amacı halkları sö­mürmek ve bu sömürüye karşı başkaldınlannı ez­mektir. Böylece metropollerdeki sanayii daha kârlı bir biçimde işletmektir. Ucuz hammadde ve iş gücü ise sömürgelerde fazlasiyle mevcuttur. Özetle sömürge savaşlan, kapitalizmin daha çok

Page 34: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

kâr hırsının geri halklara silahta, savaşla dayatıl­mağıdır.

Kapitalizmin eşitsiz gelişimi ve özellikle Batı A v­rupa’da, Alman emperyalizminin başlangıçta ka­pitalizme geç geçmesi yüzünden daha sonralarda ulaştığı gelişkinlik düzeyine uygun olmayan sö­mürge azlığı, yani sömürgeleri yeniden paylaş­mak isteği içine düştüğü ekonomik krizler, aynı sosyal düzen, rejim içinde olan öteki kapitalist- cmperyalist ülkelerle Almanya’yı savaşa girme­ye zorlamıştır. Emperyalist kapitalizmin insanlı­ğı sürüklediği, o güne kadarki insanlık tarihi.bo­yunca karşılaşılmayan boyuttaki en kanlı boğuş­ması olan I. Emperyalist Evren savaşı bu neden­lerle ortaya çıkmıştır.

“Mesela Ingiltere ve Almanya aynı rejime bağ-

Savaşta en muazzam fedakârlıklar cepheye sürüklenen alt tabaka halka düşer. Onlar dövüşürler, onlar ölürler, sakatlanırlar. Geride çoluk çocuklarını, varlarını yoklarını tarlalarını dükkânlarını yok pahasına üst sınıflara kaptırırlar. Alt sınıflar yoksulluğa boğulur. Üst sınıflar

birden bire m eşhur HARP ZENGİNİ kesilirler."

Iıdırlar. Her iki tarafta da aynı F İNANS- KAPİTALİZM herşeye üstündür. İki tarafın ağız­larına bakılsa, onlar birtakım sosyal idealler uğ­runa savaştıklannı ilan ederler. 1914-1918 Birinci Cihan Savaşı da İngilizler ve Fransızlar “demokrasi" adına müstebit Alman militarizmi­ni yıkmak için dövüştükleini söylediler. Oysa, Hürriyetçi geçinen bu istibdat düşmanı em per­yalistlerin en büyük ayrılıklı asker kuvvetleri Çar idi hepsi de Çar ordularıyla kendi azgın milita­rizmlerini kaynaştırarak boğuştular. Almanlar ise, hakarete uğrayan Avusturya İmparatorluğunu İngiliz, Fransız emperyalizminin kışkırtmalarına karşı korumaktan söz açtılar. Esas dava, her iki taraf emperyalistlerinin zamanla, kuvvet denge­leri değiştiği için dünyayı yeniden sömürgeler ve nüfuz bölgeleri halinde paylaşmak istemelerin­den ileri geldi." (Ay)

Egemen sınıflann, savaşın içine sürüklediği kit­lelere, savaşın gerçek nedenini açıklamayacağı­nı daha önce söylemiştik. I. Dünya Savaşı’nm da nedeni emperyalistlerin “dünyayı yeniden sö­mürgeler ve nüfuz bölgeleri halinde paylaşmak, istem e leri” o lm asına rağm en kapitalist- emperyalist devletler kitleleri savaş mezbahası­na sürebilmek için sahte nedenler, ortaya atmış­lardır, hatta bu dönemin sosyalistlerinin önemli bir bölümünü, kendi demogojilerinin savunucusu haline getirebilmişlerdir. II. Enternasyonal par­tileri “Anayurdun savunulması” adı altında bur­juva parlamentolarında savaş kredileri lehinde oy kullanarak sosyal-şöven bir tutuma girmişler ve uluslararası proletarya davasına ihanet etmiş­lerdir. Halbuki aynı dönem de bolşeviklerin ve onların önderi Lenin’in bu savaş karşısındaki du­rumu açık ve nettir. Bolşevikler bu savaşta, sa­vaşa katılan ülkelerin işçi ve emekçilerinin, taraf olamayacağını, bu savaşın emperyalistlerarası çı­kar çelişkilerinden kaynaklanan haksız bir savaş olduğunu vurgulamışlardır. Ardından savaşa ka­tılan tüm ülkelerin işçi ve emekçilerinin silahla- nnı kendi sömürücü burjuvalanna çevirmeleri ge­rektiğini, kitlelere açlık, yokluk ve ölüm getire­cek bu savaştan, buna neden olan emperyalist burjuvazinin iktidarına son verilerek kurtuluna- bileceğini açıklamışlardır. Bolşeviklerin haksız emperyalist savaşa bu biçimde yaklaşmaları, sa­vaş karşıtı propagandaları, ardından da devrimci iç savaşı geliştirebilmeleri, insanlık için adeta yeni bir çağın, sosyalizm çağının açılmasını getirmiş­tir. Bolşevikler, Çarlık Rusyası’nın devrimden kur­tulmak için kendini savaşın kollarına atmasını, öteki ikinci Enternasyonal partilerden farklı o la­rak devrimci savaşın geliştirebileceği bir olana­ğa dönüştürebilmıştir. II. Enternasyonal parti­leri, başta da Alman Sosyal Demokrat Partisi, nicel güç ve deneyim olarak, Bolşeviklerden o l­dukça gelişkin bir partiyken savaş karşısında dev­rimci bir tutum takmamadığı için, savaşın kızgın

ortamında adeta erimiştir. Savaşın sonlannda Spartakistler Almanya'da bir ayaklanma gerçek­leşirse de bu ayaklanma başarıya ulaşamamış­tır. Bu başansızlıkta, A lman sosyalistlerinin baş­langıçta, Alman emekçi halkının savaş mezba­hasına sürülmesine neden olan sosyal-şöven tu­tumlarının rolü büyüktür “Savaş onu icat eden ve yaptıranlardan pek az fedakârlık ve kurban ister. Daha doğrusu savaş onu yaptıranların fe ­dakârlığını ve kurban gitmelerini önlemek için yapılır. Savaş yaptıranlar, olsa olsa daha kârlı bul- duklan bir işe sermaye yatırdıkları gibi, zafere ka­dar savaş masraflarını, savaş rizikolannı göze alır­lar. Her zaman ve her yerde savaşa sebep olan­lar, savaşı kazançlı buldukları için savaş isteyen sınıflardır”

“Mesela modern savaşlar cihan pazarlarını ve servet kaynaklarım çeşitli kapitalist ülkeler ara­sında yeniden paylaşmak için yapılır. Bununla birlikte, savaş, sırasında fedakârlığı yapanlar as­lında kapitalistler değildirler. Tam tersine, kapi­talistler savaşın getirdiği kıtlık yüzünden stok mal­larını bol bol sürümlerler. Büyük kitlelere ve her­kes can kaygusuna düştüğü için, müthiş yükse­len hayat pahalılığı önünde boyun eğer. Kapi­talistler o sayede eskisine nazaran beş on misli fazla kâr toplarlar. Ayrıca hatır gönül, rüşvet ilti­masla kendilerini ve oğullarını kayırtırlar, savaş ateşine atılmaktan tatlı canlarını kurtarmanın yo­lunu bulurlar. Savaşta en muazzam fedakârlık­lar cepheye sürüklenen alt tabaka halka düşer. Onlar dövüşürler, onlar ölürler, sakatlanırlar. G e­ride çoluk çocuklarını, varlarını yoklarını tarla- lannı dükkânlannı yok pahasına üst sınıflara kap­tırırlar. Alt sınıflar yoksulluğa boğulur. Üst sınıf­lar birden bire meşhur H A R P ZENGİNİ kesilir­ler.” (ay. s. 15)

Savaş ile kitleler arasındaki ilişki bu kadar net­ken, sosyalistler nasıl oluyor da bu denli büyük tarihsel hatalar işleyebiliyorlar? Hbette bu hata veya proletaryaya ihanetin derin tarihsel, sosyo ekonomik nedenleri vardır. En baştan da sömür­ge çapullarından sağlanan muazzam kârlardan, pay ayrılarak işçi sınıfı içinde ayrıcalıklı bir züm­re, işçi aristokrasisinin yaratılması ve bu zümre­nin sosyalist geçinerek proletarya hareketinin ön­derliğini ele geçirmesi, proletarya davasına kar­şı işlenen bu tarihsel ihanetin temelini oluştur­maktadır.

Tarihte, egem en sınıfların kendi aralarındaki çıkar çelişkilerinden dolayı çıkardıktan tüm haksız savaşların diğer bir yüzü de içteki krizi dışa ak­tarmaktır. Böyle olmakla birlikte, savaşa karşı ta­kınılacak devrimci bir tutum, savaşın Bolşevik Devrim örneğinde görüldüğü gibi, devrimin obe- jektif koşulu olarak işlemesini de mümkün kılı­yor. Kapitalizm öncesi ve sonrası egem en sınıf­ların çıkardığı tüm haksız savaşlarda kitle alt bi­lincinde, kendiliğinden, savaşa neden olan yö ­neticilere ve egemen sınıflara karşı muazzam nef-

Hiç şüphesiz ki savaşlar tarihi içinde, sonuç­lan bakımından insanlık acısından en yıkıcı o la­nı II. Dünya Savaşı’dır. I. Dünya Savaşı’nın ar­dından yaşanan ve çok kısa süren barış ve re­fah döneminden sonra emperyalizm 1930’lu yıl­ların başından itibaren büyük bir krize girdi. Bu yıllarda, Sovyetlerde, Sosyalizm eski rejim ka­lıntılarına son bir darbe de indirerek gelişip, sağ­lamlaşırken, kapitalist emperyalist dünyada iş­letmeler kapanıyor, iflaslar birbirini kovalıyor ve işsizlik-yoksulluk görülmemiş boyutlara varıyor­du. Emperyalist dünya bu krizden ve gelişen sos­yalizmden kurtulabilmenin tek yolunu yeni bir dünya savaşı çıkarmakta görüyordu. Ve bu sa­vaş çılgınlığına insanlığı sürükleyebilecek Alman Finans-Kapitali, öz ideolojisi nazizmi ve önderi Hitler’i bulunmakta gecikmedi. Almanya’nın I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış olması ve I. Dünya Savaşından Alman emperyalizminin is­tediğini elde edem em iş olması, onu, öteki emperyalist ülkelerle ve sosyalizmle bir hesap­laşma içine girmeye zorluyordu.

“1939 İkinci Cihan Harbinde İngilizler Alman faşizmini, Almanlar iki yüzlü demokrasilerin dün­yayı sömüren plütokratlarını yeryüzünden kal­dırmak için dövüştüklerine yemin ettiler. Gerçek­te işler bambaşka idi. Alman faşizmini altan alta besleyip büyüten finans kapitali; Amerikan kel- log planları Almanya’da yetiştirdi. Alman faşiz­mini ilk defa silahlandıran İngiliz kapitalizmi ve siyaseti oldu. Faşizm yeryüzüne Alman Plütok- rasisinin en berbat tekelci soygununu yaymak ve dünyayı zaptedip insanlığı binyıl Nazi kölesi ha­line getirmek planıyla saldırıya geçti. Esas dava I. Cihan Savaşı’yla paylaşılmamış kozları II. C i­han Savaşı ile yeniden paylaşmaktı.” (ay. s. 13)

II. Dünya Savaşı başlangıçta güya demokrat geçinen İngiltere, Amerika gibi emperyalist dev­letlerle, faşist Almanya arasında patlamıştır. Ama savaşın süresi uzadıkça esas hedefin sosyalizm olduğu d* ortaya çıkmıştır. Hitler faşizmi, baş­ta, Fransız finans kapitaliyle açık öteki em per­yalist ülkelerle ise dolaylı ve gizli pek çok anlaş­mayla esas savaş gücünü Sovyetler Birliği üze­rine sevketmiştir. Bu yüzden savaşın nihai so­nucu Sovyetler’deki cephede alınmıştır. Sovyet halkının tarihte eşi görülmemiş boyuttaki kah­ramanlık ve direnişi, savaş başlangıcında işlenen hataları telafi edebilmiş ve zaferi sosyalizm ka­zanmıştır. Bu dönem de sosyalizm içinde Troç- kizm 1. Dünya Savaşı’nda II. Enternasyonal oportünistlerinin oynadığı role benzer bir rolü tersten oynamak istemişse de bundan başarılı olamamıştır. Günümüzde Sovyetlerde o dönem yaşananlarla ilgili yoğun bir tartışma sürdürülü­yor. Hiç şüphesiz Lenin’inde belirtiği gibi Stalin’in “kaba ve hoyrat kimi uygulamalarının” bu d ö ­nemde de yaşanmış olması mümkündür. Ne var ki Stalin’in, işlenen hataların boyutu ne olursa olsun, sosyalist anavatanın savunulması, savaşı

Nitekim 1. Dünya Savaşı, savaşa katılan tüm ülkelerin em ekçi halklarının

bilincinde böylesl tarihsel kopuşmalara zemin hazırlamıştır. K itleler bu savaşların, haksız b ir savaş olduğunu sezebilm işler ve sonuçlarının kendileri acısından ne

büyük yıkımlar getirdiğini görmüşlerdir.

ret ve tepkiler birikir. Egemen sınıfların çıkartığı bu savaşlar, hatta denebilir ki, savaşın nedenle­ri iyi aydınlatılabilir, emekçi kitlelerin bilinç altı tepkilerini bilince çıkartmaları sağlanabilirse, emekçi kitlelere egemen sınıflann devleti arasında tarihsel kopuşmalar yaratılabilir. Nitekim 1. Dün­ya Savaşı, savaşa katılan tüm ülkelerin emekçi halklarının bilincinde böylesi tarihsel kopuşma­lara zemin hazırlamıştır. Kitleler bu savaşların, haksız bir savaş olduğunu sezebilmişler ve so­nuçlarının kendileri acısından ne büyük yıkım­lar getirdiğini görmüşlerdir.

zafere ulaştırmak için gösterdiği kararlılık ve sağ­lamlığın zaferin kazanılmasında payı büyüktür. Bu anlamda Sosyalizmle, faşizm arasında boca­layan hatta İspanya iç savaşında, Halk Cephesi hükümetinin önde gelen önderlerini uçak sal­dırıları sırasındaki karartmalardan faydalanarak öldüren Troçkistlerle, Stalinizmin tarihin o kesi­tinde oynadıkları rolü mukayese bile etmek mümkün değildir.

Sovyetler, Batı cephesinde Faşist Hitler ordu­larını bozguna uğrattıktan sonra Doğu C ephe­sinde Japon militarizmine ağır darbeler indire-

Page 35: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

"YENİ CO ZUM "U DÜRÜST DAVRANMAYA DAVET EDİYORUZ

Basın özgürlüğü sorunu, son ayla­rın en önemli sorunu haline geldi. Bir çok bakımdan özgürlüklerin kısıtlandı­ğı, insan haklarına saygı duyulmayan işkencenin bir uygulama haline getiril­diği bir ortamda doğru bir mücadele rotasını belirlemek son derece önem arzediyor.

Basının önemli bir görevinin genel özgürlükler ve insan hakları meselesi­ne doğru bir yaklaşım getirmek ve top­lumu bu konuda aydınlatmak olduğu açık bir durumdur. Ancak basının bu görevini yerine getirmesi için, herşey- den önce özgürlüğünü kazanma mü­cadelesi vermesi gerektiği de bir o ka­dar açık. Tabii ki, basının sadece ken­disine yönelik uygulamalarla, kendisi­ni sınırlaması gerektiği ve genel özgür­lükler sorununa da ciddi olarak yak­laşması gerektiği önemli bir husustur.

Bu durumda, genel özgürlükler ve basın özgürlüğü için verilen mücade­leyi biribirinden ayırmak mümkün de­ğildir. Zaten birisini tek başına sağla­mak da olanaklı değildir. Bu her iki hu­sus etle tırnak gibi birbirine sıkısıkıya bağlı olan hususlardır.

Bu açıdan biz sürekli olarak özgür­lük ve insan haklarını, onurlu yaşamı koruma mücadelesinden yana olduk. Elimizden geldiği kadar da bunun sa­vaşımını verdik, bundan sonra da ve ­receğiz. Kısa da olsa pratik yaşamımız bu konuda bir kanıttır.

Son aylar içerisinde yoğunlaşan “Sosyalist Basın Susturulamaz” kam­panyası çerçevesindeki gelişmeleri değerlendiren Yeni Çözüm dergisi, es­kiden çok bildiğimiz ve hiçbir zaman tasvip etmediğimiz yaklaşımları yeni­den canlandırma hastalığına tutulma­ya başlamıştır. Aslında, bu sorun sade­ce Yeni Çözümle ait de olmayıp, genel­de bir çok dergiyi de içine alan hasta­lık boyutuna ulaştı.

Bugünkü mevcut koşullar içerisinde kendisini sosyalist olarak adlandıran bir çok dergi yayın hayatında bulunuyor. Ve bütün bu dergilerinde kendilerine ait şu veya bu görüşleri var. Kendisin­ce doğru bulduğu konularda yazıyor ve bu konuda bir uğraş veriyorlar. Bu­raya kadar kimsenin kimseye d iyece­ği bir şey yok. Ancak, iş burada kal­mayıp, daha farklı boyutlara dönüştü­ğünde, ortalığı bulandırmak isteyenler

çıktığında bunlara karşı sessiz kalınma­yacağını da herkes biliyor. Bizce dü­rüstlük her şeyden önemlidir. Bunu herkesten bekleyen bir tutumun sahi­bi de değiliz. Am a en azından dürüst davranmalannı beklediğimiz, umduğu­muz bazılarından, bu konuda gerçek­leri hiçbir kariyerist tutuma girmeden yazmalannı isteme hakkını da kendimiz­de görüyoruz. Bu husus sosyalist ba­sının dayanışmasını geliştirmek ve bir­liğini daha da ileri götürmek için önem arzediyor.

Eğer bugün bizler ayrı dergiler ola­rak varlığımızı sürdürüyorsak, mevcut dergilerden farklı düşündüğümüz yön­lerin olmasındandır. Biz inandığımız ve kanıtlanmış olan gerçekleri topluma maletmek için uğraş veriyoruz. Bunun da en iyisini yapmaya çalışıyoruz. Bu­nu yaparken de her türlü faydacı yak­laşımdan arınmış, halkın çıkarlarını te­mel alan ve doğruları savunan bir ya­pıda hareket ediyoruz. Bunun için de basit ve solun ezeli hastalığı olan “ho­roz dövüşü” misali karşılıklı olarak bir­birini gagalamalardan ısrarla uzak dur­duk ve bundan sonra da uzak duraca­ğız.

İşte Yeni Çözüm ’ün yapmak istedi­ği de bizi bu noktaya çekmektir. Bir ha­reketi, eylemi doğru bulmamız için İl­lâki bizim içinde oİmamız gerekir, di­ye bir sakat mantığımız yoktur. Biz ya­pılanların tarihselliğine ve güncelde halkımızın çıkarına uyup uymadığına bakar ve öyle yargıda bulunuruz. D oğ­ru tutumun kendisi de budur. Mark­sizm Leninizm’de bunu böyle öngörür. Ve bu, bilimsel olarak da kanıtlanmış bir doğrudur.

İşte, solun ezeli yarası bir kez daha burada kanamaya başlıyor. Kendisini pir-i pak, diğer herkesi ise o meşhur sıfatları ile söylersek “oportinist, revizyonist” görüyor. Belki bu yakıştır- malan en başta kendileri için doğrudur. Çünkü olguların özüne inmemek, g ö ­rüntülerle uğraşmakla, oportünizmin daniskasını uyguladıklarını düşünmüş olmaları gerekir.

Yen i Ç özüm , “Sosyalist basın susturulamaz” kampanyası ile ilgili ola­rak bir özel sayı çıkarmış ve bu sayıda Toplumsal Diriliş ve Çağdaş YoFu eleş­tiri konusu yapmış. Bizim tavrımızın doğruluğu bilindiğinden bu konuda

fazlaca bir şey söylemeyeceğiz. Y ine de arzu ederdik ki özel sayı tüm sos­yalist basın üzerindeki uygulamalara değinmiş olsaydı.

Dikkat çekmek istediğimiz bir husus var ki, bu çok önemlidir. Özel sayının büyük bölümü, Yeni Çözüm’ü aklama­ya, diğer dergileri karalamaya ayrılmış. Aynı şeyleri Emeğin Bayrağı ve Yeni Demokrasi dergileri de yaptı. Hepsi de kendilerini aklıyor, diğerlerini karalıyor, eylem sürecince aralannda geçen olay­ları sıralıyorlar. Eleştiriler hep “Biz şu­nu yaptık, onlar şunu yaptı” mantığı üzerine kurulmuş ve çok bildiğimiz so­lun didişmeci, kariyerist, faydacı dili tam anlamıyla sayfalara yerleşmiş du­rumda. Bu tür eleştiriler 12 Eylül ön ­cesinde de çok yapıldı ve sol bundan zarar gördü. Devrimci mücadelenin ideolojik, politik bakımdan çok önemli sorunları dururken, bu tür basitliklerle uğraşmak, ancak sahiplerine zarar ve ­rir. Hele ısrar edip bu konuyu aşmak istememe kabul edilmez.

Biz böylesi tehlikeli bir gidişi sezin­lediğimiz için, bu horoz dövüşü misali birbirini gagalamalara son verilmesini ve gerçek anlamda dürüst bir tutumun takınılmasını istiyoruz. Bu tür yöntem ­ler, eski yaraları depreştirecek ve bu kez kangrene çevirecektir. Am a, eleş­tirilerin yapılmasına ve bu eleştirilerin gerçek olmasına karşı değiliz. Eleştiri­ler yürütülen çabalara güç verir nite­likte olmalı.

Bugün sosyalist basının önünde bu tür basit kavgalardan daha önemli sorun­lar mevcuttur. Eğer yazılacaksa bu ko­nuda yazılmalıdır. Eleştirilerin muhte­vası ise kariyerist, dar örgüt çıkarlannı aşmayan bir muhtevadan çok ideolo­jik, politik yönlerde olmalıdır. Ancak bu temelde, devrimci basın görevini gerçekleştirir.

Biz, bu tür olumsuz ortama girm e­yeceğim iz gibi, elimizden geldiği kadar dürüst davrananları da buradan çek­m eye çalışacağız. Bunun için tüm sos­yalist basını basitliklerden uzaklaşma­ya, esas görevlere sahip çıkmaya ça- ğmyoruz.

ÇAĞDAŞ YOL TOPLUMSAL DİRİLİŞ

Page 36: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

36

ı m ■ \ - ■ i m i m i i t t i v s i ı ı ı j u i . u ı r OOY III IO İT -

SAPTAMALARINKÖKTENDEĞİŞTİRİLMESİGEREKİYOR

Dilerseniz önce kitabınızın ana öğeleri­ni, bu konuda yakaladığınız ana noktaları irdeleyelim.

M. S. — Benim çalışmam aşağı yukarı 4-5 yıllık bir araştırmanın ürünü. Bu tür ça­lışmalarda yazarın veya araştırmacının en önemli sorunu veri toplamak. Özellikle hol­dinglere ilişkin verileri derleyebilmek kolay değil. Yani bu konuda, yazılı kaynak kuru­luşlarına açık bir durum söz konusu değil. Bütün veriler ağırlıklı olarak holdinglerin kendi kaynaklanndan, kendi kaynak rapor­larından, birtakım görüşmelerden sağlan­dı. Dolayısıyla, bu verilerin üzerine inşa edildi. Şimdi o kitap iki ana bölümden olu­şuyor. Birincisi Türkiye’de büyük sermaye gruplarının ortaya çıkışları ve bir anlamda Türkiye’de sermaye birikimi sürecinin kısa bir tarihçesi bunlar. Türkiye’de sermaye, özel sermaye birikimi nasıl oluşuyor, ondan sonra bunların bugün vardıkları boyutlar nelerdir, bunlann oluşumunda devletin rolü ne oldu, devlet sermaye birikimi sürecine ne tür katkılar, teşviklerde bulundu bunun yanı sıra, bu kuruluşların bugünkü Türki­ye ekonomisi içerisindeki yerlerinin boyut­ları, tek ve sektörel düzeydeki hakimiyet­leri, artı son yıllarda görülen dışa açılma, dış bağlantılar kurma süreci gibi bölümler var.

Ayrıca kitapta Türkiye’deki sermaye gruplarının dış bağlantıları ve yabancı ser­maye ile olan ilişkileri ele almıyor. Bu şe­kilde bir anatomik çalışma kitabın birinci bö­lümü. İkinci bölümde tek tek Türkiye eko­nomisindeki hakim gruplann anatomisini ortaya koymak, bunların tek tek oluşum­lar kendi birikim süreçleri ele almıyor. Bir­

birlerinden farklılıktan mümkün olduğu ka­darıyla ortaya konulmaya çalışılıyor. Böy­le bir; ikinci bölümde tek tek gruplar üze­rinde anatomik çalışmayı içeriyor.

Ç. Y. — Yani Koç’un, Sabancı’nın yaşam hikâyeleri biçiminde.

M. S. — Evet yani burada özellikle bu tür gruplann analitik incelemesinin şöyle bir yararı var: Yani Türkiye’de sınıf mücadele­si sadece emek ile sermaye arasında olmu­yor. Sermaye arasında da ciddi çatışmalar oluyor. Bunlar neyin kavgasını yapıyorlar? Ve nelerle uğraşıyorlar, nerelerde aynşıyor- lar, aynşma gerekçeleri neler? Bu konula­ra ışık tutabilmek amacıyla bunların ana­tomik çalışmalarını vermek gerekiyor. Her grup hangi sektörde, nerelerde çıkarlan ça­tışıyor, ne tür örgütleniyorlar, ondan son­ra buradaki iktidar kavgası nasıl oluyor? Bu da kitabın ikinci bölümünü oluşturuyor.

Ç. Y. — Evet, şimdi ben burada İstan­bul Üniversitesi’nden Doç. Dr. Atilla Bağ- rıaçık’m Türkiye pazar hakimiyeti’ adlı bir çalışmasından bahsetmek istiyorum. Türk­iye’de tekellerin, monopollerin, bazı piya­sada oligopollerin egemen olduğu, bu ça­lışmada ortaya konuyor. Öyle ki birçok üründe bir firma yüzde 100’Iük kapasitey­le tek söz sahibi durumunda. Bu çalışma sizin çalışmanızla bir ölçüde bütünleşiyor. Şimdi burada siz Koç, Sabancı ve Çuku­rova Grubunu analiz ederken şöyle bir vur­gu var: Özellikle 1930’lu yıllarda sermaye birikimin gelişme stili, gelişme tarzında mü­teahhitlik gibi, bankacılık gibi ticaret gibi; esas anlamda finans, üretken olmayan alanlarda öne çıktığını bu alanlarda biriki­min elde edildiğini getiriyorsunuz. Hatta orada ‘Çok tatlı kârlı alanlar vardı, o alan­lara kayıldı’ demişsiniz. Şimdi burada biz özellikle şu tespite gidebilir miyiz? Türkiye! de özellikle Kurtuluş Savaşı’nda sınıfların kendi iç kesimlerini incelediğimizde bura­da vurguncu ve asalak karakterde bir ser­maye yapılanması olduğunu ve bunun da esasen Türkiye’nin taa bugününe kadar damgasını vuran bir süreç yarattığını söy­leyebilir miyiz?

M. S. — Şimdi tabii, olay biraz o dönem­deki sermayenin yapabilirliği ve gücüyle il­gili bir hadise. Şimdi o dönemlerde, bugü­nün Koç’u, Sabancı’sı, Çukurova’sı genel­likle oluşum safhasındadır ve yapabildikleri daha çok devletin açmış olduğu sahalar­da boy göstermek. Yani, işte savaştan çık­mış bir Türkiye’yi, yeni kurulan bir başkent, ondan sonra burada geçerli olan birtakım iş alanları var. Müteahhitlik gibi. Müteah­hitlik başlangıçta fcızla sermaye istemeyen sadece biraz organizasyon gerektiriyor. Bu alanlan yaratıyorlar ve buradan ilk birikim­lerini sağlıyorlar. Bir kısmı; Çukurova’da ol­duğu gibi Cumhuriyet öncesi dönemde fa­

aliyet gösteren azınlıklann elindeki birtakım işletmeleri devralıyorlar. Yine, bu devlet hi­mayesiyle oluyor. Buradan da birikime baş­lıyorlar. Bir kısmı buradan ticaretle iştigal ediyorlar. Yani Sabancı Grubunda olduğu gibi kamu ticaretiyle uğraşmayan, müteah­hitliğe devam eden yavaş yavaş sanayicili­ğe kayan bir alan. Dolayısıyla başlangıçta genellikle sermaye gerektirmeyen alanları doğallıkla tercih ediyorlar. Zaten yapabile­cekleri onlar.

Ç- Y. — Bir de daha çok kârlı alanlar bu alanlar olduğu için...

M. S. — Kârlılık açısını. Bence bir kârlı­lık tercihi değli, yapabilirlik açısı. Çünkü her dönemde sanıyorum sanayiin kârlılık ora­nı daha yüksek olmuştur, yani o dönem­de tabii yani sanayi yatırım yapılabilecek, yapabilecek durumları olsa herhalde bu kârları sağlarlardı. Ama biraz da kârlılıktan ziyade yapabilirlikleriyle ilgili bir hadise...

Ç. Y. — Yine burada bir parantez açar­sak. 30‘lardan sonra gümrüklerin yüksel­tilmesiyle, dünya koşullarının baskısından biraz daha kurtulabilmek, söz konusu. Bu­nunla sanayi yatırımlarının 30’lardan son­ra hızla büyümesine tanık oluyoruz.

M. S. — Yalnız 30’larla 50’ler arasında bunlar hâlâ sanayiye girmiyorlar. Onu gör­mek lazım. O dönemde iç piyasanın sağ­ladığı olanak mümkün olduğu kadar dev­let tarafından kullanılıyor. Yani 1930-50’lerde bugünün gruplannın dişe do­kunur, hatta sanayi girişimleri yok. Ö dö­nemde henüz sanayiye girmiyorlar bir ke­re sanayi o anlamda cazip değil, onların bi­rikimleri de sanayiye girmeye müsait de­ğil. Tersine, o dönemde birikim devlette olduğu için, devletin buna gücü yettiği için Sümerbank Etibank aracılığıyla devlet sanayiye soyu­nuyor. Aslında büyük teşvikler veriyor bunlann sanayiye girmeleri için. Ama elde birikim yok bir kere. Artı ülkenin altyapısı, diğer fin ansal organizasyonu falan bunların sanayiye gir­melerine elverişli değil. Dolayısıyla daha mar­jinal sektörleri tercih ediyorlar. Müteahhit­liği olsun, tüccarlığı olsun; ithalatçılığı vs... olsun, bunları tercih edip birikimlerini bu­radan sağlamaya başlıyorlar. Bu ne zaman dönüşüyordu? 1950’lerde...

Ç. Y. — Evet, orada 1930’lardan itiba­ren başlayan sermaye birikimin bir sıçraması var.

M. S. — Evet artık, 1950’lerde tabii Tür­kiye kendi konumu, itibariyle uluslararası konumu itibariyle bir değişim geçiriyor. Artı uluslararası sermayenin kendi içinde bir de­ğişimi var. II. Dünya Savaşı sonrası gelişen sanayileşme politikalan, uluslararası iş po- litikalan. Bu, Türkiye gibi ülkelerde özel ke­simin yönelebileceği bir sanayiin teşvikini gündeme getiriyor. Dünya Bankası, IMF gi­bi kuruluşların özellikle Türkiye’de o güne

Page 37: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

kadar tüccar mahiyetinde olan kesimleri sa­nayileştirme gibi girişimleri söz konusu. Bu noktadan itibaren işte Türkiye Sınai Kalkın­ma Bankası’nın kurulması ve bu bankanın Türkiye’de o döneme kadar tüccarlık yap­mış ve bir sermaye birikimine ulaşmış ke­simlerin sanayiyi yapma, onlann ekonomi içimdeki alanlannı genişletme ve tabii mümkün olduğu kadanyla yabancı serma­ye ile işbirliği yapmayı geliştirir. Yoksa, sa­nayiye geçiş esas olarak 50’ler sonrası de­nilebilir.

Ç. Y. — Peki, 1930 ile 50 arası serma­ye birikimini biz Türkiye’nin esas kapitalist gelişim çizgisinde, iç dinamiklerin burada belirleyici bir anlamında ele alınabileceğini söylüyoruz. Yani o dönemdeki sermaye bi­rikiminin belli bir sonucundadır ki ileride sa­nayiye sıçrama yapılabilmiştir. Aynca bu dönemlerde özel sektörün de dahil oldu­ğu pek çok yeni işletme kuruluyor. İstatis­tikler bunu gösteriyor.

M. S. — Elbette, yeni muhakkak 1930’larla 1950’li yıllara kadar bir serma­ye birikimi süreci var. Buna yalnız devlet kapitalizmi öncülük ediyor bu dönemde.

Ç. Y. — Onun koltuk değneği altında.M. S. — Evet, lokomotifliğini devlet sek­

törünün yaptığı bir kapitalist sermaye biri­kimi süreci, kapitalistleşme süreci var. Bu süreç sonrası 1950’li yıllardan sonra sana­yiye geçen özel sektörün, bugünkü hol­dinglerin de bu kapitalistleşme süreci için­de belli bir birikime ulaştıklannı söylemek mümkün.

Ç. Y. — İlk birikim 1930-50’li yıllardan sonra ve 50’lerde. Akbank kuruluyor, Ya­pı ve Kredi Bankası kuruluyor. Bunlar hep bu sermaye birikimin aktığı kanallar.

M. S. — Tabii, belli bir noktaya ulaştık­tan sonra bir sıçrama teşkil ediliyor, ban­kalar kuruluyor, sanayiye yavaş yavaş ge­çişler başlıyor.

Ç. Y. — O döneme ilişkin bir vurgu da­ha yapabilir miyiz? Şimdi bugünden gör­düğümüz kadanyla, bir anahtar olarak dü­şünsek bile bugünü sanayi ile bankalar ara­sında o dönem klasik olarak ne sanayi ne de bankalar fonksiyonlannı yerine getiriyor­lar. Örneğin İş Bankası’nın 24’den itibaren giderek sanayii finanse eder duruma gel­mesi ve direkt onunla organik ilişkiye geç­mesi olayı var. Bu ki, sizin dediğiniz gibi ka­pitalist anonim bir yapı. Örneğin son dö­nemde belirlenen rakamlar İş Bankası’nm sanayi kuruluşlanna ortaklık anlamında yak­laşık 210 milyar lirayla Türk bankacılık sis­temi içinde birinci sırada yer aldığını gös­teriyor. Burada Etibank, Sümerbank’m yanı sıra, Akbank, Yapı ve Kredi Bankası, Pa- mukbank gibi bankalann da sivrilerek sa­nayi kuruluşlanyla ortak olmaya başladık- lannı ve sadece bu bankalann tüm banka­cılık sisteminin sanayi kuruluşlanna ortak­lıkta yüzde 80lere varan bir pay aldıklannı görüyoruz. Buradan, sanayi ile bankacılık arasındaki organik ilişkinin temelinin yine 1930’lu dönemlerde atıldığını söyleyebilir miyiz? Tabii, orad^ bilerek bir teşvik var. Özel­likle Batılı ülkelerdeki gelişinşfçok iyi bilin­diği için organik ilişki o dönemler müda­hale sonucunda da direkt kurulabiliyor.

M. S. — Tabii orada Iş Bankası, entere­san bir kuruluş. İş Bankası’nı oluştururken sadece amaçları, bankacılık yapması değil, aynı zamanda toplanan mevduatla sana­yiye yönelmesidir, hatta İş Bankası’na çe­şitli imtiyazlar, tekeller de verildi. Bir şişe cam sektöründe tamamen bu kuruluşun yatırım yapılmasına izin verildi. Zaman za­man kömür işletmelerinin devredilmesi, şe­ker sanayinin kurulması. İş Bankası’na doğ­rudan bir teşvik veriliyor, amaç orada hem bankacılık yapmak ama daha çok da top­ladığı mevduatla bir sanayileşme gerçekleş­

tirmesi. orada bilinçli bir tercih var. 1950’lerden sonra kurulan bankalardan da aslında bunun yolu hiçbir zaman tıkanmı­yor. Yani onda da bankalann çeşitli biçim­lerde sanayiyle işbirliği yapmalan söz ko­nusu. 1950lerden sonra Akbank olsun, Pa- mukbank olsun sanayiyle kontaklan, yahut bankaların sanayi alanına girmelerine her­hangi bir engel konulmuyor. Yani bu biraz teşvik de etmiyor belki, ama açık bırakıyor. Burada asolan sermaye birikimi olayı. Ya­ni burada herhangi, bir sakınca da görülmü­yor. Daha sonra, 1970’lerden sonra ban­ka ile sanayinin çok iç içe geçmesi belli şi­kâyetlere neden oluyor. Çünkü neden? Bankalar genelde topladıktan mevduatı kendi şirketlerine kullandınnca, diğer ban- kasız gruplar bundan rahatsız olmaya baş­lıyorlar. Bu tabii belli sorunlar yaratıyor.

Ç. Y. — Özellikle Murtaza Çelikel gibi­leri.

M. S. — Evet, ama getirilen bazı uygu­lamaları kolaylıkla aşabiliyorlar, çeşitli me­kanizmalar bularak, yani hâlâ topladıkları kaynaklann önemli bir kısmını kendi iştirak­lerine, yavru kuruluşlarına kullandırmak imkânını bulmaktalar. Şimdi bu dünyada da aslında böyle. Bunun önünde de her­hangi bir kısıtlama düşünülmüyor. Dünya­da da sermaye birikimin gelişimine bu bi­rikimin hızlanması için genellikle bu olmuş bir doğal gelişim içinde. Daha sonra belli sınırlamalar getirilmiş ama bu sınırlamala- nn da çok şey olduklannı sanmıyorum. Ya­ni sanayi sermayesiyle mali sermayenin kaynaşmışlığı dünya çapında da söz konu­su...

Ç. Y. — Sizin yönetiminizdeki dergiyi iz­liyoruz. Kitabınızda da var. Günümüze gel­diğimizde bir Sabancı’nın bir Koç’un ve di­ğerlerinin yurtdışında bile yatmmlara yönel­diğini görüyoruz. En son çok önemli bir gi­rişimle Çukurova Grubu Avrupa’nın en bü­yük boru fabrikasını alma girişiminde bu­lundu. Burada, birçok uluslararası kuruluş- lan ekarte ederek tam fabrikayı alacaktı ki sendikal konulardaki yaklaşımı nedeniyle diye belirtiliyor, fabrikaya sahip olamadı. Bunu satın aldı diye sayabiliriz yine de. Der­ginizin geçen sayısında 1976-1987 yılları arasında yaklaşık 15 milyar dolar (24 tril­yon liralık) bir sermaye kaçışı olduğunu ser­giliyorsunuz. Başka örnekler de var. Tür­kiye örneğin Afrika ülkelerine borç para ve­rirken, bunlara Türk müteahhitlerine ihale verme şartı getiriyor, bunu baskı unsuru olarak kullanıyor. Ya da örneğin Irak’a 3,8 milyar dolarlık kredili ihracat yapıyor, kre­di açıyor. Bir başka örnek de Brezilya’dan verilebilir. Geçenlerde 120 milyar dolarlık borcunun 60 milyar dolannı erteletirken, Angola’nın kendisine olan 70 milyon do­larlık borcunu erteledi, üstelik 400 milyon dolarlık bir baraj ihalesi için kredi açtı. Bu­rada şöyle bir oluşum mu var. Bizim gibi ülkeler Türkiye, Meksika, Arjantin, Brezil­ya gibi ülkeler artık dünyada bir homojen­liğin özellikle üçüncü dünya ülkelerinde ol­madığını gösteriyor. Gelişmiş kapitalist ül­keler olarak adlandınlan ülkeler ile bizim gi­bi ülkeler arasında belli bir farklılığa karşın, bizimle Afrika’nın bir çok ülkesi ve hatta bir çok Asya ülkesiyle fark var, uçurum var. Bir kopuşma var. Bir de bir taraftar, bir ser­maye ihracı var. Tabii burada bir de buz­dağı var, Aysberg var. İyi belirtiyorsunuz ki istatistikleri iyi bilemiyoruz. Bu 15 milyar dolar da büyük olasılıkla çeşitli spekülatif alanlara, ya da sabit sermaye yatmmlanna, örneğin hisse senedi alımlanna gidiyor. Bu­rada acaba bu sermaye ihracı olayı özellikle diğer ülkeler için de geçerli olduğunu g ö ­rüyoruz; bizim gibi ülkelerin sermaye ihra­cının bir biçimi midir?

M. S. — Tabii, bunun resim adı serma­

ye ihracıdır. Resmi kayıtlarda da sermaye ihracı olarak geçiyor. Bir kısmı hükümet­ten izin alarak adıyla sanıyla dışanda bir şir­ket kuruyorlar, bir kısmı para kaçırarak dı­şarıda şirket kuruyorlar. Yani adına serma­ye ihracı denilebilir ama, buradan nereye varıldığı önemli, yani şimdi sermaye ihracı kavramını nereye oturttuğumuza bağlı. Bu­rada sermaye ihracı yapan bir ülke midir Türkiye? Evet, peki boyutu nedir? Boyutu gelişmiş kapitalist bir ülkenin boyutuyla kı­yaslanabilecek dikkate değer bir sermaye ihracımıdır? Hayır.

Ç. Y. — Burada şöyle bir parantez aça­bilir miyiz. Şimdi özellikle Lenin’in emper­yalizmi tahlilinde vurguladığı bir nokta var. Şimdi, bir kapitalizmin dünya çapında den­gesiz bir gelişimi söz konusudur, eşitsiz ge­lişimi sektörler arasında da, bölgeler ara­sında da. Bir de şöyle bir olgu var. Lenirh in bir vurgusu var belirtmek istiyorum “Mali oligarşiler mevcut sermayeleri ve güçleri oranında dünyayı sömürürler”. Yani üstü-

1930-50’lerde lokom otifliğini devlet sektörünün yaptığı b ir kapitalist sermaye,

birikim i, kapitalistleşme süreci var: Bu süreç sonrası 19501i yıllardan sonra sanayiye geçen

özel sektörün, bugünkü holdinglerin de bu kapitalistleşme süreci içinde belli b ir

birikim e ulaştıklarını söylemek mümkün.

ne yine basıyorum: Mevcut sermayeleri ve güçlerin oranında. Yani burada dünya ça­pında bir paylaşım söz konusu. Ve Lenin1 in emperyalizmi tahlilinde ele aldığı dört te­mel kriter var. Biri tekellerdir, ki emperya­lizmin maddi zeminidir. İkincisi sermayenin ihracı, üçüncüsü uluslararası kapitalist bir­liklerin kurulması ve dördüncüsü dünyanın paylaşılması. Şimdi buradan hareket etti­ğimizde öncelikle Türkiye’de tekellerin maddi olgu olduğunu, hatta şimdilerde de­ğil çok önceleri olduğu ortaya çıkıyor. Bir de burada sermaye ihracı var çeşitli yollar­la... Dediğiniz gibi bu belki ABD, Fransa ile karşılaştırdığınızda bu küçük kalabilir. Sizin kitabınızın adı Kırk Haramiler. Bizim Kırk Haramilerimizle ABD ’nin, İngiltere’nin Kırk Haramileri arasında bir karşılaştırma yap­mak yanlış bir karşılaştırma, bir analoji- yanlış bir benzerlik kurmak olmuyor mu?

M. S. — Elbette yanlış. Elbette yanlış. Zaten Lenin’in sözünü ettiğiniz alıntısı ve di­ğer şeyleri bütün gelişmiş kapitalist ülkele­rin yapısı incelenerek türetilmiş kavramlar ve bunlar üzerinde, emperyalizmi anlatıyor. Yani aynı kategoriye Türkiye’ye sokmak mümkün değil, benim görüşüme göre. Türkiye’de tekeller var, Fransa’da var, Tür­kiye’de sermaye ihracı var, Fransa’da da var. Buradan çıkarak Türkiye emperyalistleşti demek bence yanlış.

Ç. Y. — Bu soruyu şöyle açabilir miyiz? Banka-sanayi sermayesinin direkt, organik ilişkisinden bahsettik. Bunun, siz bizzat teş­vik edildiğini söylediniz 24’lerde, yine 50’lerde aynı sürece geçildi. Burada yine hatırı sayılır, kendi çapında, hani Türkçe- de bir deyim var “Eti neyse budu o” örneği bir sermaye ihracı var. Belki dediğiniz gibi Ingiltere’nin, ABD ’nin yaptığı kadar değil. Yine sizin derginizde yer alan bir araştırma­da, finans uzmanlanndan Tuncay Artun kendi deneyimlerine dayanarak —Ki ken­disi banka genel müdürlüğü ve diğer bir 37

Page 38: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

çok alanda çalışmıştır— bir iddiası var: Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin bü­yük bölümünün esasen Türk kökenli oldu­ğunu belirtiyor. Burada bir sermaye kaçışı var ve dolaşımı var. Kaçış belki istikrarsız­lıktan var, — doğal karakteri gereği— belki başka açılardan. Am a sonuçta sermaye en itici gücü olan kârlılık açısından kaçıyor, di­ğer ülkelerde kâr bulabilmek için kaçıyor. Yani yastık altına atılmıyor, değerlen­diriliyor. Buradan baktığımızda, tabloyu ta­mamlamak amacıyla söylüyorum Türkiye1 de var olan olgular, Lenin’in emperyalizm­de tahlil ettiği koşullarla bütünleşiyor, yani üst üste düşüyor. Bunu Lenin, finans- kapital olarak, mali-sermaye olarak adlan- dınyor, daha sonra onu mali oligarşi deyi­miyle tamamlıyor, ekliyor. Acaba biz, biz­de ve bizim gibi ülkelerde böyle bir sapta­maya gidebilir miyiz? Biz gidebiliriz diyoruz. Finans-kapital artık elle tutulur bir olgu Türkiye’de. Nasıl ki artık tekeller yok dem­lemiyorsa, inkâr edilemiyorsa, banka-sanayi sermayesinin iç içe geçmişliği inkâr edile­miyorsa, o zaman bu da bir olgu değil mi­dir?

M. S. — Olgu olarak doğru da, yalnız olgular birbirine benziyor diye ülkeleri ay­nı kategoriye sokmak bana doğru gelmi­yor. Ama olay sadece nicel bir gelişmişlik sının değil. Lenin’in oradaki soyutlama dü­zeyleri başka bir amaca dönük, orada bir emperyalizm tahlili yapıyor, dolayısıyla bir­takım politik sonuçlara da vanyor. Ama bü­tün ana malzemesi gelişmiş kapitalist ülke­lerin o andaki konumları. Şimdi, benzer ol­gular Türkiye’de olgu düzeyinde var diye bir kıyaslama yapmak bana doğru gelmi­yor. Çünkü yani bunlar zaten, Türkiye gi­bi ülkeler, elbetteki yerlerinde saymıyorlar, belli bir gelişme gösteriyorlar ama önemli olan gösterdikleri bu gelişme ile esas emperyalist ülkeler arasındaki açık ne ka­dar daralıyor mu, kapanıyor mu nicel ve nitel bir değişim geçiriyor mu, geçirmiyor mu? Şimdi, nitel bir değişim bana göre yok. Yani Lenin’in döneminde emperyalizm iliş­kileri ne ölçüde geçerliydiyse, aradaki fark ve bağımlı ilişkisi ne ölçüde geçerliyse bu­gün için de geçerlidir.

İş Bankası’nı oluştururken sadece amaçları, bankacılık yapması değil, aynı zamanda

toplanan mevduatla sanayiye yönelmesidir; hatta İş Bankası’na çeşitli imtiyazlar tekeller

de verildi.

Ç. Y. — Onu biraz açar mısınız?M. S. — Elbette. Türkiye gibi ülkeler o

zaman hammadde kaynağı. Madenlerin ve tânm ürünlerinin satın alındığı, bunun kar­şılığında mamul mallann satıldığı ülkeler daha sonra değişim geçiriyor. Bu ülkeler bir sanayileşme gerçekleştiriyorlar. Uluslararası işbölümü değişim geçiriyor. Metropollerde başka sektörler ana dinamik oluyor, şu aşa­mada bilgisayar, daha önce demirçelikti. onlar için kârlı olmayan sanayiler Türkiye gibi ülkelere kaydınlıyor. Ama buradaki ba­ğımlılık ilişkisi, aradaki az gelişmişlik açısı nitel bir değişiklik geçirmiyor. Esas olarak Türkiye gibi ülkeler bu ülkelerin hegemon-

38 yası altında, uluslararası işbölümünün na-ı

sil olacağına yine bu ülkeler karar veriyor­lar hatta Türkiye gibi ülkelerde politik ya­pının ne olacağına yine belli ölçülerde bu ülkeler karar veriyorlar, bu ülkelerin yön­lendirdikleri kuruluşlar karar veriyorlar. Bunları kaba olarak anlatıyorum. Her ül­kenin kendine göre göreli bir bağımsızlığı var. Am a bunlara rağmen bağımlılık ilişki­si ana ölçüde değişmiyor. Şimdi Türkiye gi­bi ülkelerde sanayi sermayesiyle mali ser­mayenin kaynaşmış olması, isterseniz adı­na mali sermaye deyin, ama sonuçta ne­reye vardığınız önemli, olgular birbirine benziyor diye...

de bir bağımlılık içindeyiz. Yani diyaliktik anlamda zenginlik içinde anlamaya çalış­malıyız. 1940’lardan sonra dünya çapında kapitalistleşme anlamında bir yayılma var. 1 Buradan, bir çok ülkenin ‘kırk haramisinin’ doğduğunu görüyoruz. Bugün bir Saban - cı’ya baktığımızda Sabancı sadece sanayi­ci değil, aynı zamanda bankacı, ihracatçı, İthalatçı ve Türkiye’nin en büyük kapitalist çiftliğinin sahibidir de. Yani on parmağın- I da on hüner. Yani bunlar, Lenin’in emper­yalizm adlı çalışmasında bahsettiği yapılan­manın hemen hemen aynıdır ve aynı ka- ı nallardan beslenmektedir. Öyle ki bunla-

Kavramlar üstünde anlaşılmayabilinir de, birisi finans oligarşisi, diğeri bilmem ne... Ama olgular düzeyinde çok çatışan yanlar olduğunu görmüyorum. Bugün artık kimse

milli burjuvaziden bahsetmiyor... iBunlar komprador burjuvazi cinsindendir’ diyenler

de pek kalmadı.

Ç. Y. — Ama mali-sermaye, finans- kapital diyeceğiz.

M. S. — Söyleyin, ama bu olgulara ba­karak bir emperyalizm kategorisi içine sok­mak Türkiye’yi veyahut çok nitel bir deği­şime gittiğini söylemek doğru gelmiyor.

Ç. Y. — Türkiye’nin aslında siyasi anlam­daki bazı gelişmelerle de bu olayı bütün­leştirdiğini söylüyoruz. Örneğin Doğu, Kıb­rıs, Musul olayı. Burada ekonomik yapıdaki bir gelişmeyle birlikte siyasi anlamdaki ya­pılaşmanın iç içe geçmişliği söz konusu. Evet, soru şurada: Türkiye gibi ülkeler dün­ya pazarından ne ölçüde pay alabilirler ve dünya pazanndaki yönlendiricilikleri ne ola­bilir? Türkiye 1930’larda hammadde depo­su olarak görülürken, şu anda gelinen nok­ta olarak demir-çelik, belki bir noktadan sonra otomobil, yıllardır tekstil, beyaz eş­ya vb. gibi sektörlerde yoğunlaşma ve bir bakıma söz sahibi olmaya başlamış. Bu aynı zamanda, diğer kapitalist ekonomilerdeki bu sektörlerin çökmesi pahasına oluyor. Yani ABD ’nin, Avrupa’nın bu alandan çe­kip gitmesi, bizim bu alanlan doldurmamız söz konusu ki burada bu ülkelerdeki sek­tör temsilcileri, tekeller oldukça direnmek­tedir, yani öylesine bahşedilmiş bir şey söz konusu değildir. Nitelik denildiğinde geliş­miş kapitalist ülkeler olarak adlandınlan ül­keler arasında da zaman zaman önce ge ­çen belli ülkeler oluyor, geride kalanlar o l­duğu gibi. Örneğin, son zamanlarda yapı­lan araştırmalar Japonlann teknolojik ya- tınm ve edinmede ABD ’nin bir hayli ileri­sine geçmeye başladıklaını gösteriyor. Ör­neğin 1950’lerde Japonlar otomobili 240 saat, ABD 140 saatte üretirken, şimdi tam tersi olmaktadır. Bağımlılık olayına gelin­ce, burada dünya çapında çarpıcı bir geliş­me var. Biliyorsunuz dünya ölçüsünde bil- gisayann, yani bilimsel teknik devrimin ken­disi olan bilgiyasann, kendisi olan chiplerin, ünitelerin üretimi bir, Silikon vadisi deni­len ABD ’nin Kaliforniya eyaleti, diğeri ise Japonya’da olmak üzere iki yerde yapılıyor. Yani Avrupalılar bile bu konuda onlarca yıl geridedirler ve bu ülkelerin chiplerine muh­taçtırlar. Burada bu ülkelerin bağımlılığını görüyoruz. Belki biz Avrupahlann Japon- lar’a ve ABD ’ye olan bağımlılığının ötesin-

nn da kendi aralannda elendiklerini- Örne­ğin 1982lerde Transtürk Holding gibi birçok kuruluşun batma noktasına gelmesi buna örnektir-göstermektedir. Burada egemen­likte bir daralma görüyoruz. Egemenler hem ekonomi hem de siyasette egemen­dirler. Örneğin, Koç, Eczacıbaşı ve diğer bir kaç finans-kapital üyesinin toplanıp Meh­met Yazar’m kurduğu partinin kapatılma­sını kendileriyle konuşmalan ve onun bu­gün A N A F lı bir bakan haline gelmesi si­yasetteki zirve etkinliğinden biridir. Biz bu güçlere ne ad vereceğiz. Siz genel ve muğ­lak: büyük sermaye, tekelci sermaye gibi ta­nımlar kullanıyorsunuz. Bu siyasi bir sap­tama anlamında önem taşıyor. Bizce Tür­kiye’de artık finans-kapital tartışılmak ve so­nuçta kabul edilmelidir.

M. S. — Ben bir soru sorayım. Politik olarak bu saptamalardan nereye vanyorsu- nuz?

Ç. Y. — 1980’lerden sonra finans- kapitalde giderek bir daralma ve irileşme görüyoruz. Yani bunalım dönemi irilişme- ye getirmiştir. Sermaye grup sözcülerinin açıklamalanna göre Türkiye milli gelirinin —ki 60 trilyon lira civarındadır— 15 grup tarafından kontrol edilen bölümü yüzde 60’a ulaşmaktadır. Yani Türkiye’de bir mali- oligarşi var. Yakalayacağımız halka finans- kapitaldir. Dolayısıyla siyasi saptamalarda buradan yükseliyor.

M. S. — İyi de böyle bir şey söylemek için niye illa da bir emperyalizm kalıbını...

Ç. Y. — Yok bu kalıba girmiyoruz.M. S. — Niye mali-oligarşi var sermaye

ihracı vara giriyorsunuz?Ç. Y. — Türkiye’nin uzun yıllardır kapi­

talistleşme süreci farklı algılandı ve tanım­landı. Yan feodal, yarı kapitalist denmiş, komprador burjuvazi denmiş vb... Oysa siz de belirtiyorsunuz esas yakalayacağımız halka 1930-50’lerdedir. Biz bu yıllara gitti­ğimizde Türkiye’nin belirleyicilik anlamın­da iç dinamikleriyle geliştiğini belirttiğimiz gibi bunu sonuçta finans-kapitale oturtuyo­ruz. Bu söylenmediğinde de taktik ve sınıf çizgilerinde belirsizlikler ortaya çıkacaktır. Örneğin, komprador burjuvazi dendiğinde otomatik olarak bir de milli burjuvazi" do-

' ğuyor...

Page 39: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

M. S. — Anlıyorum.Ç. Y. — Bir de bilirsiniz Türkiye’de oli­

garşi tespiti vardır. Bir taraftan blok olarak tekelciler, öte yanda toprak sahipleri, öte yanda tefeci-bezirgânlar vardır. Oysa bize göre bunlar blok halinde değildir; sentez- leşmişlerdir.

M. S. — Fakat blok içindeki kesimlerin egemenliklerinin yok olduğu söylenemez.

Ç. Y. — Olay şöyle: Bloktan çok bura­da bir sentezleşme var. Banka-sanayi ser­mayesinin organik ilişkisi, tekellerin ege­menliği temelinde bir sentezleşme vardır. Tek tek sektörlerdeki tekellerden söz etmi­yorum. Burada Iş Bankası, Koç, Sabancı yani finans-kapital var. Bunların kendi iç çatışmalar da yok değil. En azından faşizm konusunda bile görüş aynlıklan olabilir. Biri şu yöntemlerle devam edelim, ötekisi başka yöntemle devam edelim diyebiliyor. Bu ça­tışmaların yanında, finans-kapitalde de bir eliminasyon olduğunu söylemeyi ihmal et­miyoruz.

M. S. — Anlıyorum, hayır ben Türkiye1 de bunun dışında çok farklı bir algılama, sonuç olduğunu sanmıyorum. Belki kav­ramlar üzerinde birleşmiyor olabilirsiniz, Türkiye’de adına siz finans-oligarşisi diyor­sunuz, kimisi tekelci sermaye der, kimisi bü­yük patronlar der. Kavramlar da belki hiç önemli değil, önemli olan oradaki olgudur. Giderek bir kaç ailenin söz sahibi olduğu, Türkiye’de bırakın sosyalistleri, sosyalde- mokratların bile üzerinde hem fikir olduk- lan bir olgu. Bunların yanı sıra kırsal kesim­de büyük toprak sahiplerinin, tefeci tüccar kesimlerinin yine belli bir egemenliklerinin olduğu...

Ç. Y. — Bunlar ama.M. S. — Öbür kesime göre daha az bir

düzeyde egemenlikleri olduğu.Ç. Y. — Finans-kapitafin kırlardaki ayak­

ları olduğu.M. S. — Düzeyinde söylenebilir. Bu za­

ten Türkiye’de genel kabul gören bir şey. Benim anlayamadığım burada yeni olarak ne söylendi. Şimdi burada çok özgün, ori­jinal bir şeyi yakalayamıyorum, tespiti ya- kalayamıyorum.

M. S. — Bilmiyorum yani, tabii oradan nereye varıyorsunuz da kavramlar üstün­de anlaşılmayabilinir de, birisi finans oligar­şisi der, diğeri bilmem ne der. Ama olgu­lar düzeyinde çok çatışan yanlar olduğu­nu görmüyorum. Bugün artık kimse milli burjuvaziden bahsetmiyor, bir dönemler vardı. Yahut komprador burjuvazinin ege­menliği, bunlar ‘komprador cinsindendirler’ diyenler de pek kalmadı, yok yani. Bir kav­ram farklılığı dolayısıyla farklı teori ve onun siyasi uzantılannın düzeyinde bir tartışma ol­duğunu sanmıyorum.

Dolayısıyla bana çok yeni şeyler olarak gelmiyor Yalnız t . nim kişisel itirazım: ser­maye ihracını abartmamak lazım, bunlar 1925’de de vardı. İş Bankası gidip Kahire1 de büro kuruyordu. Şimdi, gidip orada bü­ro kurmakta Lenin’in dediği anlamda ser­maye ihraç etmiyor.

Ç. Y. — Ama bizzat siz yine Türkiye’nin sabit sermaye yatırımı olarak da sermaye ihraç ettiğini saptıyorsunuz.

M. S. — Ama çok cüzi, onlar hiçbir za­man kaale alınacak düzeyde değil. Saban- cı’nın gidip İsviçre’de fabrika satın alması vfe- ya diğer örneker: Bunlar Türkiye toplam yatırımının içinde acaba ne kadardır? De­vede k aile s ılmaz. Yani sırf bunlara bakarak rkiye b^rmaye ihraç ediyor de­mek anic. ı gelmiyor bana. Yani burada bir eğili ’..elki va ama sırf bunlara baka­rak Türk> ' serrr e ihraç eden bir ülke ol­du den çok aoğru değil.

Ç. Y — Türkive’de sermaye ihracında gelinen nokta nedir diyoruz? Saptamalar bizce hatırı sayılır bir sermaye ihracı oldu­ğunu gösteriyor. Şimdi olgu şurada yat­maktadır. Diyalektik anlamda gelinen nok­ta, buraya doğru gidişin başladığını göste­riyor. Bir Güney Kore örneğine bakarsak, çarpışacak düzeyde bir sermaye birikimine ulaştıklarını gözlüyoruz. Diğer ülkelere de bakabiliriz: Brezilya, Meksika, Arjantin. Bu ülkelerdeki kapitalizm bizde olduğu gibi sü­rekli küçümsendi. Kapitalizm buralarda hiç­bir zaman iç dinamikleriyle büyümedi, ge­lişmedi dendi. Ö rneğin Türkiye ’ye 1950’lerden sonra emperyalizm girmiş ve

Ortada yaşanmış bir 10 yıl alt-üst olmuş bir Türkiye varken bunu incelem eden; biz nerede kalmıştık anlamında 1980Terde

duruluyorsa —ki ben g e n e l eğ ilim bu olduğu kanısındayım— yaşanmış 10 yılı göremiyorlarsa o zaman yazık diyoruz.

Ç. Y. — Orijinal tespit bizce şu: Bilmi­yorum. Doktor Hikmet Kıvılcımlıyı okudu­nuz mu? Onun 193(yiarda saptamasıdır bu. Türkiye’de finans-kapital olayını o dönem­deki Türkiye’de kapitalizmin gelişimi’ çalış­masında saptamıştı. Türkiye’de kapitalizmin gelişim çizgi ve karakterinin otortulması an­lamında bir saptamadır. Finans-kapital kavramı belki orijinal değil çünkü çok doğal bu Hil- ferding’in kullandığı bir kavramdır! Türki­ye’de finans-kapitalin kendisi bir oligarşiden, komprador burjuvazi analizinden son de­rece ayrılmaktadır. Bu Türkiye için yeni bir olay değil, çünkü Doktor bunu 1930’larda gelişimin karakteri yönünde bunu sapta­mıştır! Esas olarak bunu vurguluyorum.

kapitalizm bu yıllardan sonra inşa edilmiş­tir denildi. Tezler bu olunca...

M. S. — Am a bu pek yanlış değil. Tür­kiye’deki kapitalizmin kendi iç dinamiğiy­le, ana dinamik olarak iç dinamiğiyle ge ­liştiğini söylemek o kadar kolay değil. Ya­ni 1950’lerden sonraki gelişmedir aslolan.

Ç. Y. — Ama biz 1930-50 dönemlerine bakıyoruz ve burada inşaatın temeli atılmış ve bina bunun üstüne yükselmiştir diyoruz.

M. S. — Bunun üzerine değil. Türkiye1 de sanayiinin esas gelişimi 1950’ler sonra­sıdır. Gelişim de esas dıştan kaynaklanan bir gelişmedir. Yani dış dinamiklerin belir­leyiciliğinde bir gelişimdir.

Ç. Y. — Am a o dönem kurulan Sınai

Kalkınma Bankası bile Sabancı, Koç, Ec- zacıbaşı tarafından kuruluyor. 1930-501 lerde biriktirilen sermayeyle bir çıkış yapıl­ması söz konusudur. Aradaki nüans şu ola­bilir. Türkiye 1950’lere kadar büyük çapta içine büzülü yaşadıktan sonra dışı açılmış­tır. Burada belki kalkıp entegrasyondan bile bahsedilebilir ama burada bir başarı yok­tur çünkü 55-56’lardan sonra yeniden bir içi­ne kapanma vardır. Yani, sizin derginizde yer alan bir araştırmaya göre yurtdışından gelen yabancı sermayenin büyük bölümü esasen Türk sermayesi. Bunlar da şunu gösteriyor ki: Mali-oligarşimiz diğer mali-

Bir kısmı; Çukurova'da olduğu gibi Cumhuriyet öncesi dönem de faaliyet gösteren azınlıkların elindeki birtakım

işletm eleri devralıyorlar. Yine, bu devlet himayesiyle oluyor. Buradan da birikime

başlıyorlar. Bir kısmı buradan ticaretle iştigal ediyorlar. Yani Sabancı Grubunda

olduğu gibi kamu ticaretiyle uğraşmayan, müteahhitliğe devam eden yavaş yavaş

sanayiciliğe kayan bir alan

oligarşiler; uluslararası finans-kapitalle iliş­ki karakteri anlamında belki yönlendirici­lik anlamında, dünya çapındaki esasen kre­diler sisteminin oluşturulması ve borç ba­tağına saplandırılması anlamında Türkiye o konum içinde olabilir. Ama öteki anlam­da baktığımızda, 1950-60 ve hatta 1980’li yıllara kadar baktığımızda Türkiye’deki ya­bancı sermayeli kuruluşların ekonomideki payı yüzde 10-15’dir, ki bunun yüzde 55’i görünüşte Türk sermayesidir, sizin dergi­deki (Ekonomi Panoroma) araştırmaya gö­reyse büyük bölümü Türk sermayesidir. Bir taraftan da sermaye kaçışı var; Türkiye’den,Brezilya’dan vb.. Siz kalkıp Batalı ülkeler düzeyinde bir sermaye ihracı yoktur diyor­sunuz ama burada ülkeleri aynı kefeye koy­mak yanlış oluyor. Çünkü farklı gelişim çiz­gileri sergiliyorlar.

M. S. — Ama yine de bunun adını koy­mak lazım yani. Doğru, şimdi kalkıp Afri­ka’nın az gelişmiş, pey geri kalmış bir ülke­siyle T\H:iye’yi aynı kategoriye sokmak ne kad? ■ "-¿ru değilse, Fransa veya ABD ’yle aynı kategoriye sokmak da doğru değil. Az gelişmişler kategorisi içinde de bir sıralama, kopuşma olduğu doğru. Bir G. Kore; Bre­zilya, Türkiye, Suriye, Irak’tan farklıdır.

Ç. Y. — Hatırı sayılır bir sanayileri var.M. S. — Var ama bu farklılığı görmek

lazım. Ne öbürleriyle aynı kefeye koymak, ne de bunlarla o anlamda olgusal düzey­de bir farklılaşma söz konusu.

Ç. Y. — Ama biz Türkiye ve benzeri ül­keleri ortaya koyarsak bunlan, çırada ve de­rede bırakmış oluruz. Yani diyoruz ki Türk­iye ne az gelişmiş bir ülkedir, ne de bir İn­giltere’dir. Güçlük burada ortaya çıkıyor.Türkiye, eğrisi büğrüsüyle bir gelişme kay­dediyor. Burada bir tanımlama güçlüğü var!Türkiye’yi oraya benzetmiyoruz, buraya benzetemiyoruz, o zaman Türkiye ortada kalıyor. Öncelikle böylesi benzerlikler kur­mak çok sağlıklı değil ve İkincisi adını ko­yamadığımız için bu kavram düzeyinden si­yasi olaya çıkıyor.

M. S. — Kavramlaştırmak tabii önemli de, esas olarak somut durumun somut tah­lili diye bir anahtar var. Oradan çıkarak iliş­kileri saptamak ve belli şablonlar içine oturt­madan çok, somut durumun somut tahli­lini yapıp, belli şeyleri söylemek daha doğ- 39

Page 40: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

bilirsiniz de. Demeyince ne oluyor veya de­yince ne oluyor? Esas olarak somut duru­mun somut tahlilini yapıp oradan bir şey­lere varabiliyor musunuz? Aslolan odur. Yoksa orda kavramlar düzeyinde fetişleş- tirme, bir şablona oturtma çok yarar sağ­lamaz.

Ç. Y. — Burada Türkiye sınıflar yapısı­nı, sınıflann analizini yaparken bu saptama­ya gitmemiz gerekiyor. Yoksa her şey yine ortada kalacaktır. Türkiye’de gelişen kapi­talizm bu noktaya ulaşmıştır. Türkiye ka­pitalizminin gelişme çizgisine damgasını vu­ran karakter budur.

1950’terden sonra kurulan bankalardan da aslında bunun yolu h içbir zaman tıkanmıyor. Yani onda da bankaların çeşitli b içim lerde sanayiyle işbirliği

yapmaları söz konusu. 1950’terden sonra Akbank olsun, Pamukbank olsun

sanayiyle kontakları, yahut bankaların sanayi alanına girm elerine herhangi bir

engel konulmuyor.

M. S. — Ama yani şimdi Türkiye’deki, bu kıytınk diyeceğim sermaye ihracına ba­karak, Türkiye artık sermaye ihraç eden ül­ke oldu denilecek durumuna gelmedi.

Ç. Y. — Ama, 15 milyar dolarlık serma­ye ihracı kıytınk mıdır?! Sizce kıytınk olma­yan sermaye ihracı miktan ne kadardır? 100 milyar dolar mı?! Trilyon dolar mı?!

M. S. — Sermaye ihracının tanımı baş­ka. Lenin’de sermaye ihracı başka bir olay­dır.

Ç. Y. — Ama Lenin’in tahlilinde serma­ye ihracı şöyle de olabiliyor: Esas anlam­da karakter kredilerdir, asalak karakteri iti­bariyle krediler aracılığı ile doğrudan ser­maye ihracı yapılmaktadır.

M. S. — Ama yani, Türkiye’deki serma­ye ihracını öyle krediler yapısı da yok ki, bu kaçan sadece servet düzeyinde, üstelik sermaye de değil...

Ç. Y. — Ama bakın buradaki servet ke­limesi çok önemli. Tekrar Marx’ın tanımla­masına döneceğiz veya bunu değiştirme­ye kalkacağız! Çünkü servet paradır. Eğer bir yerde para parayı emiyorsa, para para­ya ekleniyorsa —ve tabii bu sonuçta artı de­ğerden geliyordur— buna sermaye diyece­ğiz. Bu tanımda da bir fetişleştirme yok! Biz şunu dersek o zaman: 15 milyar dolar gi­diyor, eğer oradan 15 milyar dolar olarak geri dönüyorsa bu doğrudan şudur, bu pa­ralar bir köşede saklanmıştır sadece. Oysa bu olmuyor. 15 milyar dolar çığ gibi büyü­yor. Yani yurtüişına gidiyor, oradan geliyor, katlanarak geliyor. Tekrar çıkıyor. Biz bu­rada —buz dağının altında nekadarlık bö­lümü var bilemiyoruz— bu paranın bir çok yatmmlarda, hisse senedi alımında veya gayri menkul alımında kullanıldığını söyle­yebiliriz. Türkiye’de istatistiklerin öyle çok iyi bilinmediği düşünülürse, en iyimser ola­rak bile baksak bu miktarın kıytınktan çok, hatırı sayılır önemli bir miktar ve olay ol-

M. S. — Yalnız, Lenin’deki sermaye ih­racı, ya kredi olarak ya karşılığında faiz ola­rak geri geliyor, ya da sabit sermaye ola­rak gidiyor ve onun karşılığı sermaye ser­vet olarak gidiyor, orada gayrimenkule dö­

nüşüyor, bankalarda yatıyor, geliyor veya gelmiyor. 15 milyar dolar diye bir tahmin: Bunun, Lenin’deki sermaye ihracıyla o kar­şılaştırmasını yapmak anlamlı gelmiyor. Le- nin sermaye ihracından bahsederek o ül­kedeki sermaye birikimin varmış olduğu düzeyden itibaren bu ülkeleri bağımlılaştır- ma, bu ülkeleri hegemonyası altına alma dolayı var. Şimdi Türkiye kime hükmedi­yor acaba?

Ç. Y. — Bizce siyasi ve ekonomik ola­rak belli yerlere hükmediyor. Doğu, Kıbrıs, Ortadoğu’da belli ülkelerde olan ilişkilerde. Am a yine üstüne basıyoruz: Kendi çapın­da.

M. S. — Zorlama bir benzetme gibi olu­yor.

Ç. Y. — Yok, yok zorlama olmuyor. Yani bizce bir ülkenin dünya çapındaki etki alı­nım, geçerli alır isek, o zaman giderek bir dönemin güneş batmaz imparatorluğu İn­giltere’nin etki alanının azaldığını söyleyip farklı bir noktaya geldiğini de söyleyebili­riz! Yani burada sermaye kaçıyor diyoruz, servet değil! Burada itici güç, kapitalistin esas karakteri olan itici güç olan kârdır. Y i­ne kâr, yine kâr, yine kâr. Dışanya gidiyor, kârla geliyor, yani artı-değerden bir pay alı­yor. Belki, kâr, belki faiz veya belki de rant. Ama sonuçta artı-değerin üç parçasından birini alıyor. Ama şimdi biz cebimize 15 mil­yar dolan Avrupa’da alışverişe çıksak ve ser­maye kaçışı da bunun için olsa o zaman amenna. Ama burada 15 milyar dolar sü­rekli katlanıyor. Neyle? Aksi durumda Sa­bancı ve Koç’lar akılsız kapitalistler ve pa- ralannı nerelere yatıracaklannı bilmiyorlar. Bize göre orada yatırım da var, — ne ka­dar olduğunu bilemiyoruz— orada gayri­menkul alımı, hisse senedi alımı da var. Ya­ni sömürüden bir pay alınıyor.

M. S. — Bu Türkiye kapitalizminin ne kadar belirleyici unsuru ki? Ne kadar ha­kim? Lenin’in tahlil ettiği ülkelerde serma­ye ihracı belirgin. Bu ülkelerin başat unsur- lanndan biri...

vurgulamamızı gereKeri karaktefşü olmalı: Kapitalizmin gelişimi ve bunun doğal akışı içinde tekellerin egemenliği ve sanayi- banka organik ilişkilerinin içi içine girme­siyle sermayede bir fazlalık oluşuyor. Bu­nun sonucunda sermaye kâr elde edebil­mek için bu kez diğer ülkelere göç ediyor. Yani kârla katlanamadığı zaman sermaye dışanya ihraç edilmek ihtiyacı duyuyor. Biz­de de kâr bulamayan sermaye, dışarıya ka­çarak oralarda değerlenerek, ya içeriye gi­riyor, ya da orada kalıyor. Ama sonuçta itici güç yine kâr oluyor, her iki kesim için de.

M. S. — İşte bu ne kadar belirleyici bir unsur Türkiye için?

Ç. Y. — Şu anki rakamlar bunun hatırı sayılır düzeyde varolduğunu gösteriyor. Bir de bunun altını eşeleyebilsek. Acaba, Koç! un, Sabancı, Çukurova’nın dışandaki yatı- nmlannın ne kadannı biliyoruz. Gizli kalan binlerce, ‘kara delik’ var. Bunlan tek tek keş­fetmemiz gerekiyor. Ama ipuçlan bize an­lamlı geliyor.

M. S. — İşte orada Türkiye’nin karakte­ristiğini ne kadar değiştiren bir hadise ki?

Ç. Y. — Bizce tabloyu tamamlamak la­zım. Karakteristiği değiştirmek anlamında bunu söyleyebiliriz.

M. S. — Anlıyorum, araştırmakta yarar var. Fakat kişisel kanım bunlann biraz abar­tılmış olduğu düzeyinde.

Ç. Y. — Sizin keşfettiğiniz rakamlar?M. S. — Yok yani ben o rakamlara ba­

karak Türkiye’de bu olgunun belirleyici, Türkiye kapitalizminin karakteristiğini de­ğiştirecek düzeyde olgular olduğuna inan­mıyorum. Bu şuna benziyor. Türkiye’de ba­yağı proletarya var, ücretle çalışıyor, geri­de feodalite bir başka adla kölecilik tarzı, egemen olan başat olan hangisi, önemli olan o.

Ç. Y. — Baskın olan ne? Eğer şunu de- seydik biz: Türkiye’de tekellerin, tekelci ser­mayenin, banka-sanayi sermayesinin sen- tezleşmesi üzerine, bankalar kubbesi altın­da birleşmiş sermayelerin üzerinden, yani bu yapılanmanın bir sonucu olarak serma­ye ihracı değil de, olağan bir şekilde bir ka­pitalistin yurtdışma para kaçırdığını söyle- seydik, belki dediğiniz gibi sadece bir ser­maye ihracıydı bu. Ama sermaye ihracının gerekliliği vardır, bu bir sonuçtur. Altında esas anlamda mali sermayenin gelişimi var.

Daha sonra, 1970’lerden sonra banka ile sanayinin çok iç içe geçm esi belli

şikâyetlere neden oluyor. Çünkü neden? Bankalar genelde topladıkları mevduatı kendi şirketlerine kullandırınca, diğer

bankasız gruplar bundan rahatsız olmaya başlıyorlar. Bu tabii belli sorunlar

yaratıyor.

Ç. Y. — Buna karşılık şu örneği verebi­liriz. Gelişmiş kapitalist ekonomilerin çok iyi ihracatçı olmaları gerektiği sanılır. Oysa baktığımızda en gelişmiş ABD, F. Alman ekonomileri bile içeride ürettiklerinin ancak yüzde 20-30’unu ihraç ediyorlar. Esa­sen sermaye yurtdışından çok buradaki an­lamıyla yurt içinde bir dönüşüm, dolaşım yapıyor. Yani sabit sermaye anlamında.

Burada bir neden ve sonuç ilişkisi var. Ya­ni tekelci sermaye oluştuktan sonra, banka- sanayi sermayesi sentezleştikten sonra ve finans-kapital gündeme gelirken sermaye' ihracı söz konusu oluyor.

M. S. — Olgular benzemekle birlikte sa­dece oraya bakarak.

Ç. Y. — Üstüne basıyorum, onun üze­rine, neden-sonuç ilişkisi olarak yükseliyor.

Page 41: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

M. S. — Yine de ona sermaye ihracı de­mek doğru değil. Bildiğimiz anlamda ser­maye ihracı. Belki o olay., başka yerlerde de şahit oldum: Bunlardan bir kısmını ih­racatçı, irtibat bürosu olarak kuruyor. Üret­ken sermaye düzeyinde tek tük. Buraya ba­kıyorsunuz. Yatırımların ağırlıklı olarak Türkiye’de yapıldığını görüyorsunuz. Siyasi düzeyde bağımlı, kararlan, kader çizgisi dı­şarıda belirlenen bir ülke.

Ç. Y. — Biz ona da katılmıyoruz. Daha

laşınz veya anlaşmayız. O başka şey. Aynı görüşleri paylaşmıyoruz.

Ç. Y. — Kitabı okurken sizin ‘envanter çalışması yaptı’ cümlesini hatırlıyorum. Bir bilim adamı olarak bu kadar çok şey ara araştırdıktan sonra bir şeyleri de söyleme­nin sorumluluğu da var gibi geldi?

M. S. — Bir araştırmanın her şeyi ver­me yükümlülüğü yoktur. Kimisi sadece en­vanteri yapar. Politik boyut çok daha de­ğişik, bir amaçtır. Bu çok da kolay değil­

Işçi hareketini yeniden mikroskop altına alm ak lazım. Bu 10 yıl onları nasıl

etkiledi? Kırsal kesim, sermaye kesimi nasıl etkilendi? Bunların hepsini

mikroskop altına alıp incelem ek lazım.

önce saydığımız meselelerde —Kıbns..— çı­kışların bize özgü olduğu görülür. Doğu olayını ele alalım: Burada siyasi ve ekono­mik bir yapılaşmaya gidilirken, ABD ve İn­giltere’nin herhangi bir şekilde devrede ol­madığını görüyoruz. Biz tabloyu bunlarla tamamlıyoruz. Yoksa sadece mali-oligarşi vardır deyip kalmıyoruz..

M. S. — Anlıyorum... Tabii, bu da bir gö­rüştür, bir şey söyleyemem. Ben sadece or­taya attığım birtakım bulguların biraz ben­ce.. abartılıyor. Hak etmediği yere konulu­yor. Türkiye açısından başat değil.

Ç. Y. — Ama bakın, Lenin’i emperya­lizmi tahlil ettiği dönemde ABD ve İngilte­re ve diğer ülkelerde sermaye ihracı ne ka­dar başattı. Bir örneği günümüzden vere­yim. Japonya’nın milli geliri 100 milyar do­ların çok üzerindedir. Oysa Japonya’nın yurtdışındaki sabit sermaye yatmmları 1987 rakamlarında bile 10 milyar dolan ancak bulmuştur. Şimdi bu durumda bir başatlık var mı ve Japonya’ya ne diyece­ğiz?! Burada önemli olan çıkış noktasıdır. Lenin o yıllardaki emperyalizm tahlilini ya­parken esas anlamda emperyalizmin mad­di altyapısını, zeminini tekellerden oluştu­ğunu söylemiştir. Bizce olgunun kendisi bu- dur. Bu bir klişe de değildir. Çünkü Lenin emperyalizmi tekellerin, tekelci sermaye ve banka-sanayi iç içe geçmişliğinin üstünde yükseltiyor. Türkiye’ye bakıyoruz, tekeller vardır. Yapılan araştırmalar Türkiye’de te­kelleşmenin boyutlarının ABD ’yi bile geç­tiği belirtiliyor. Örneğin Türkiye’de bir çok üründe bir firma pazann yüzde 70-80 hat­ta yüzde lOO’ünü belirleyebiliyor, elinde bu­lunduruyor. Böyle bir ülke için ne diyece­ğiz. Bizce bu saydıklarımız tablonun birer parçası. Siz ise burada örneğin sermaye ih­racını tek başına alıp diğerlerini geride, gö­rünmeyen bir yerde bırakıyorsunuz. Oysa Lenin’in emperyalizm tahlili sadece bir fak­törle sınırlı değildir. Burada dört faktör var­dır ve bizce bizde dört faktör de ve bunun sonucunda oluşan tablo da vardır. Lenin orada başatlıktan çok, dört faktörün iç içe girmişliğinin sentezini sergiliyor. Yani diya- liktik bir bütünlük içinde alıyor. Oysa siz bu­rada diyalektik dışı davranarak bir parçayı öne çıkanyorsunuz, bütünü bozuyorsunuz.

M. S. — Genel bütünlük içinde de aynı kategori içinde de aynı kategori içinde al­mak çok doğru gelmiyor. Ama burada an-

dir. Benim açımdan Türkiye’de birçok şey tartışmalı. Türkiye özellikle 1980’lerden sonra çok önemli değişiklikler geçirdi: Hem ekonomik hem de politik anlamda. Bun­ların irdelenmeye ihtiyacı var. Türkiye’de politik şeyler için şablonlardan kaçınıp bi­raz daha şüpheci biraz daha değişimi an­lamaya çalışan, oradan hareketle birtakım önermelere varan yaklaşım esas sorumlu­luk isteyen bir hadisedir.

Ç. Y. — Bir çok önemli şeyde değişik­likler oldu? Nedir bunlar?

M. S. — Siyasi anlamda Türkiye’de araş­tırmaya çok ihtiyacı olan şeyler var. Türki­ye bir alt-üst dönemi geçirdi.

Ç. Y. — Kitabınızdaki büyük sermaye, tekelci sermaye gibi kavramlar insanlarda bir belirsizlik, kafalannda bir muğlaklık ya­ratıyor. Genel olarak tüm aydınlar için kav­ramlar önemlidir. Çünkü eğer Lenin finans- kapital veya emperyalizm demeseydi, ne diyecekti? Bu anlamda kavramlar önemli­dir. Ekonomik ve siyasi anlamda saptama­lara gidilmesi gerektiğini söylüyorsunuz her­halde.

M. S. — İrdelemelerin yeterince yapıl­dığına inanmıyorum. Bunu açıkça söylü­yorum. Biz yine işin kolayına kaçıyoruz. Kendi bildiğimizi tekrar etmekte yarar gö ­rüyoruz. Biraz işin kolayına kaçıp biz eski­den ne diyorduk, şimdi durum ne oldu de­yip olgulan onun içine yerleştirmek gibi bir eğilim var. Halbuki yaşanan son 10 yılda çok büyük bir alt-üstlük geçirildi. Bunu an­lamak lazım. Buna göre politik stratejiyi çiz­mek lazım.

Ç. Y. — Size göre 10 yıl önce yapılan saptamalar şüphe götürür mü?

M. S. — Değil, onlar da birikimdir elbet­te. Onun üzerine bu değişimi de göz önü­ne almak gerekiyor.

Ç. Y. — Yapılan ekonomik siyasi sapta- malann köklü bir değişikliğe mi ihtiyacı var?

M. S. — Onu anlamak lazım. Yani orta­da yaşanmış bir 10 yıl alt üst olmuş bir Türkiye varken bunun incelemeden, biz nerede kalmıştık anlamında 80’lerde duru- luyorsa ki ben genel eğilimin bu olduğu ka­nısındayım, yaşanmış 10 yılı göremiyorlarsa o zaman yazık diyoruz. 1980lere kadar ula­şılan senteze bu 10 yılı eklemek lazım.

Ç. Y. — Yapısal anlamda köklü bir değ- şiiklik oldu mu peki bu 10 yılda?

M. S. — Anlamak lazım, bakmak lazım.

Ben ipuçlannı hissediyorum. İşçi hareketi­ni yeniden mikroskop altına almak lazım. Bu 10 yıl onlan nasıl etkiledi? Kırsal kesim, sermaye kesimi nasıl etkilendi? Bunların hepsini mikroskop altına alıp incelemek la­zım.

Ç. Y. — Bunların eskiden yapılan eko­nomik siyasi saptamaları kökten değiştirici şeyler olup olmayacağını, öğrenmek ister­dim..

M. S. — Olması gerekir, 10 yılda hiçbir şey değişmemiş demektir bu. Değişmedi r. i acaba?

Ç. Y. — Saptamalarda bir değişikliğe git­mek lazım?

M. S. — Yaşanmış bir 10 yılda önemli alt-üst oluşlar olduysa bunları dikkate al­madan biz nasıl hiçbir şey değişmedi, bi­zim 1980’lerde söylediğimiz şeyler doğruy­du diyebiliriz. Değişimi anlamak, gayet ce­saretlice yakalaşarak değişimleri anlamak belki bir senteze, perspektife sahip olmak gerekir.

Ç. Y. — Saptamaları o anlamda değiş­tirmek gerekiyor.

M. S. — Reddetmek anlamında değil. Son 10 yılda çok önemli bir malzeme var. Çok çarpıcı, dinamik bir 10 yıl.

Ç. Y. — Son 10 yıldan gereken dersi al­malıyız yani?

M. S. — Elbette.Ç. Y. — Son 10 yılda katedilen yolu gör­

meden olmaz yani?M. S. — Olmaz, çünkü Türkiye 10 yıl

önceki Türkiye değil.

Yaşanmış bir 10 yılda önem li alt-üst oluşlar olduysa bunları dikkate almadan

b'ız nasıl h içbir şey değişmedi, bizim 1980’lerde söylediğimiz şeyler doğruydu

diyebiliriz. Değişim i anlamak, gayet cesaretlice yakalaşarak değişimleri

anlamak belki b ir senteze, perspektife sahip olmak gerekir.

Ç. Y. — Türkiye’de şehirleşme olayının çok öne çıktığını ve şehirlerin de öne çıktı­ğını görüyoruz.

M. S. — Şehirleşmeyi tutun, kırların bi­le kendi içindeki farkılılığını görmek gere­kir. İşçi sınıfının kendi içindeki farklılığı gör-

■ mek lazım. Öğrenci hareketini ha keza.Ç. Y. — Kapitalistleşme Türkiye’de işçi

sınıfını önder konumuna yükseltmiyor mu?Bizce önder güç işçi sınıfıdır.

M. S. — İncelemek lazım. Eskiden bel­ki bir işçi aristokrasisi vardı. Şimdi belki bu yok, bunu inceledik mi?

Ç. Y. — 10 yıllık büyük dönüşüm var dediniz. Bu bile artık Türkiye’de işçi sınıfı-

• nın önder konumunu açığa çıkarmıyor mu?M. S. — Şehirleşme yükseliyor, kırdan

kente göçüş bayağı yoğun. Ama işçi sını­fında nitel durumunda ne var, ona bakmak lazım, nicelik önemli elbette.

Ç. Y. — Örgütlenmede son 10 yılda ye­niden darbeleri rezerv koyarak söylüyorum.Burada sübjektif konumun güçlülüğünden çok biz objektif olarak işçi sınıfının önder­lik gücünden bahsediyoruz.

M. S. — Bunları araştırmak lazım. Sez­gisel düzeyde bir şey söylemek pek doğrugelmiyor. 41

Page 42: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

GEÇMİŞİ t e k r a rETMEK 'ÇÖZÜM MÜ?

*

Konuk Yazar: H. ARLIER

12 Eylül darbesi ve sonrası yaşananlar Türkiye devrimci hareketinde birçok ger­çeği su yüzüne çıkarmıştır. Askeri darbe karşısında tüm örgütler dökülmüşlerdir. Apaçık bir gerçektir bu; tartışma götürecek tarafı kalmamıştır. Bir tek Kürt hareketi bu­nun dışında tutulmalıdır. Bu hareket darbe sonrası toparlanmasını başarmış ve kendi eylem programını yürürlüğe koyarak kısa bir zamanda Türkiye’nin politik atmosferi­ni belirleyen bir konuma yükselmiştir.

12 Eylül öncesi silahlı propaganda, ön­cü savaşı, kırlardan şehirlere halk savaşı vb. iddialarla, türlü vaadlerle ortaya çıkan irili ufaklı devrimci hareketler vaadlerini tuta­madılar. Birçoğu yakın geçmişi aynen tek­rar etme samimi çabasıyla onun ancak ka­rikatürleri olabildiler. Kendi dönemlerindeki politik gelişmeler üzerinde son derece et­kisiz polisiye olaylar yaratabildiler. Siyasi bir parti haline gelemeden, hatta siyasi bir ör­güt dahi olamadan sansasyonel eylem pe­şinde polisiye olgular olarak donup, taşlaş­tılar.

Kimileri de düpedüz sahtekârlık yapıyor­du. 1971 çıkışının önderlerinin özellikle Mahir Çayan’ın, ileri sürdüğü tezlere ger­çekte inanmadıkları halde öyle görünme­ye, geçmişe kayıtsız-şartsız sadakatin şampi­yonluğunu kimseye kaptırmamaya çalıştılar. O çıkışlann önderlerini ahir zaman peygam­berleri yaptılar. Kendi pratikleri ile savunu­yor göründükleri teori arasındaki çelişki sı- nttıkça durumu kurtarmak için geçmişe da­ha çok ibadet ettiler. Binbir yeminle “öncü savaşı” vereceklerini, er-geç silahlı propa­gandayı temel alacaklarını, ama önce bir “partileşmek” gerektiğini ve bir de tüm le­gal yolların tıkanmasını beklediklerini vb. söylüyorlardı.

Olup biten Aziz Nesinin ' Hazine” öyküsündeki gibiydi. Yani adamların aslında öncü savaşına hazırlandıkları, halk savaşı planları yaptıkları

yoktu. Kendilerine çalışma alanı olarak şehirleri ve orada da yüksek öğrenim

gençliğini seçmişler, onu temel almışlardı. Bütün cafcaflı gerilla edebiyatına rağmen ne şehirde, ne kırda askeri bir örgütlenmeleri

yoktu.

Olup biten Aziz Nesin’in “Hazine” öykü­sündeki gibiydi (1). Yani adamların aslın­da öncü savaşına hazırlandıklan, halk sa­vaşı planları filan yaptıkları yoktu. Kendi-

42 lerine çalışma alanı olarak şehirleri ve ora­

da da yüksek öğrenim gençliğini seçmiş­ler, onu temel almışlardı. Bütün cafcaflı ge­rilla edebiyatına rağmen ne şehirde, ne kır­da askeri bir örgütlenmeleri yoktu. Bıraka­lım askeri örgütlenmeyi, örgüt işinin ken­disini bile ciddiye almıyorlardı. Yasal bir der­gi, öğrenci gençlik dernekleri ve yasal de­mokratik kilte örgütleri aracılığıyla siyaset yürütmeye çalışıyorlardı. Yakın geçmişi her türlü bilimsel eleştirinin dışında tutarak ona tapınmanın şampiyonluğunu yapmayı tek çözüm görüyorlardı. Çünkü, yerine koya­cak bir şeyleri yoktu. Kendilerine güvene- medikleri için devrim şehitlerinin ardına giz­leniyorlar. Onların devamcısı pozlarında parsa toplamaya çalışıyorlardı. Proleter devrimci hareketimizin Deniz’ler ve Mahir1 ler öncesi geçmişini ise tamamen karaya büyüyorlardı. Bu durum hem dar grupçu çıkarları açısından gerekliydi, hem de ta­rih bilinci yoksunluklarına pek uygun dü­şüyordu.

“Vietnam’da, Kamboçya’da, Laos’da..”, “50 yıllık revizyonist gelenek’ edebiyatı, ge­rilla romantizmi her türlü ciddi çabanın ye­rine geçiyordu. Öğrenci gençlik nasıl olsa bu kadarıyla etkilenebiliyordu. Artık onla­rın gürültüsüyle halkı da etkileyebilirlerdi, herhalde.

Bu işin en utanmazcasını ve teslim ede­lim ki, en ustacasını Devrimci Yol yapmış­tır. Bu nedenle parsayı en çok o toplamış, en geniş kitleyi en başarılı bir şekilde o al- databilmiştir.

12 Eylül darbesine doğru ve darbe son­rası vaadlerin gerçekleştirilmesi gelip çattı­ğında artık yapacak bir şey kalmamıştı, if­las ortadaydı! yıllar boş övünmelerle, duy­gusal ajitasyonla, incir çekirdiğini doldur­mayan ideolojik tartışmalarla geçirilmişti. Tabii iflas bayrağı çekildi. Bir çoğu açıkça “biz örgüt değildik, ne yazık ki (!) örgütlenemedik” dediler.

Halkın Kurtuluşu ve Kurtuluş sibi örgüt­lenmeler teslimiyeti daha erken ilan eden­lerdendi. Zaten öteden beri 12 Mart yılgın­lığının izlerini taşıyorlardı. 12 Eylül darbesi karşısında, “TKP”cilerin 12 Mart darbesine karşı tutumlannı örnek aldılar. Cunta her­kesi temizleyinceye kadar sinip kendilerini koruyacak ve rakiplerinden kurtulacak, her şey hallolup da askerler gidince ortaya çı­kıp cesetlerle dolu “meydanlan zaptedecek- Lerdi.” Kurtuluş hareketi, bu teslim oluşunu “işçi sınıfı saflarına ricat” olarak adlandırdı. Kaçmamışlardı, sadece “ricat” etmişlerdi, hem de işçi sınıfı saflanna (!) Bu sınıfın saf­ları öteden beri esas olarak reformistlerle dolu olduğu için, işçi sınıfı hareketi sendi­kacılıkla bir tutulduğu için böyle işi kılıfına uydurdukları kanısmdaydılar.

Halbuki o alan çoktan tutulmuştu. Ken­

dileri de tuzla buz olup siyasi cesetler hali­ne geldiler.

12 Eylül darbesine karşı direniş göster­meyenler, teslimiyetlerini gizleyebilmek için türlü yollara başvurmuşlardır. Bunlardan bi­ri “işçi sınıfı saflarına ricat” yutturmacasıy- dı. Bir diğer yol da reel sosyalizm tartış­malarıdır. Faşizme karşı devrimci direnişi göze alamayıp, burjuvaziden demokrasi bekleyenler yılgın bakışlarını reel - sosya­lizmin sorunlarına çevirip bu yoldan geç­mişte zaten “şöyle-böyle” taşıdıkları sosya­list inançlarını burjuva demokrat normlarla değiştirmeye başladılar. “DemireFin demok­ratlığı” “sivil toplum”, “çok partili sosyalizm” vb. tartışmalan bu dönüşümün kılıflarıdır. Bir zamanların keskin Stalin’cileri bugün bi­rer Trotskist, Kruşçefçi, Gorbaçovcu, Avru­pa Komünist ve giderek de burjuva demok­ratı oluyorlar. Bu konumlanyla hepsi de re- formizmin saflarında buluşuyor ve oligar­şinin demokrasi oyununa destek oluyorlar.

Oyunu bozan tek ciddi faktör Kürt ha­reketi olmuştur. Direniş bayrağını onlar yükselttiler. 1980 öncesinin keskin devrim­cileri, her iki ulusun birden mücadelesini örgütlenme iddiasındakiler ve keskin geril­lacılar, teslimiyetleri ve çaresizlikleri iyice or­taya çıkacak korkusuyla, bu hareketin dev­rimci çıkış yapmasına engel olmak için uğursuz bir kampanya başlattılar, her türlü yolu denediler. Hareket bir kez başladıktan sonra onu küçük düşürmek, tecrid etmek için ellerinden geleni artlanna koymadı­lar. Bu çabada olanlar sadece sivil toplum­cular, yönelimciler, ortodoks Dev-Yolcu’lar, Kurtuluşçularla sınırlı değildi. Partizan’ı, Dev- Sol’u vb.’de şu veya bu şekilde bu tutum içindeydiler. Dolayısıyla 12 Eylül sonrası teslimiyetçiliğin bir yüzü de anti-PKK’cılık olmuştur.

12 Eylül ile birlikte devrimci hareket meydanlarda çarpışarak yenilmemiştir. Ciddi bir direniş ortaya koyamadan yenil­dik. Bu acı bir gerçektir. Ve bu kolay başa­rısından iyice umutlanan oligarşi işi sonu­na vardırmaya karar vermiş; zindanlara dol­durulmuş devrimcileri teslim almaya, töv­be ettirmeye ve böylece “bu işin kökünü kazımaya” çalışmıştır.

İşte zindan direnişleri oligarşinin bu da­yatmasına karşı cevaptır. Dışarıda hareke­tin bastırıldığı koşullarda devrimciler işken­cede, idam sehpasında, zindanlarda kah- ramanlıklanyla insanlık onurlannı korudular ve hareketin şerefini kurtardılar.

Zindanlarda, işkencelerde, idam sehpa­sındaki hayranlık verici kahramanlıkların anlamı budur. Bu direnişler devrimci ha­reketin ayakları üzerinde doğrulmasında, mücadeleyi yükseltmemizde manevi bir da­yanak, bir esin kaynağıdır.

Page 43: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

Sadece Diyarbakır zindanlarındaki dire­niş, devrimci bir örgütün iktidar uğruna mücadelesinin bir parçası olabilmiştir. Di­ğerlerinin böyle bir şansı yoktu. Diyarba­kır direnişinin manevi gücü devrimci atılı- mıyla birleştirebilecek bir örgüt vardı dışa­rıda. Diyarbakır direnişi, zaten ileri atılma hazırlığındaki bir örgüt için moral kaynağı olmuştur. Peki Metris direnişi, öteki cezae­vi direnişleri için durum böyle midir?

Şüphesiz hayır! Türkiye’nin diğer alan­larında zindanlardaki direnişi devrimci atı- lımıyla birleştirebilecek bir örgüt yoktu. Zin­danların dışında yenilgi ve dağınıklık var­dı. En iddialılan cezaevi direnişlerinin dışa­rıda propagandasını yapan, dayanışma grupları şeklindeki güçlerdi. Faaliyetlerinin asıl ağırlığını, içeğirini cezaevlerindeki mü­cadeleye dışandan destek, sempati kazan­mak oluşturuyordu. Bugün her kim 1980 darbesi sonrası dışarıda politik iktidar mü­cadelesini yürüttüğünü iddia ediyorsa o, ya siyasi mücadelenin içeriğini son derece dar anlayan bir kara cahildir, yoksa gözbo- yayıcıdır, sahtekârdır. Kürtlerden başka po­litik iktidar mücadelesi yürüten bir güç yok­tu, hâlâ da yoktur!

Bugün kim zindan direnişçilerini, polis­te onurunu koruyabilmiş örnekleri, “dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” diye­rek devrimci inançlan uğruna kahraman­ca ölüme giden yiğit örneklerimizi 12 Ey­lül karşısında uğradığımız ağır yenilgiyi giz­lemek, görevlerimizi yerine getirebildiğimiz şeklinde halkı aldatmak için kullanmaya kalkarsa onu bir gözboyayıcı, bir sahtekâr ilan etmek, teşhir etmek görevimizdir.

Daha açık söyleyelim: Necdet Adalı’yı ele alalım. 12 Eylül sonrası ilk asılan devrim­cidir. Ölümü yiğitçe karşılamıştır. Bir Kur- tuluşçu olarak ölmüştür. Erdal Eren’den Halkın Kurtuluş’çusu olarak ölüme gitmiş­tir. Yine onlar gibi coşku dolu devrimci kah­raman Mustafa Özenç Dev-YoFcu olarak öl­müş, Dev-Yol’u savunmuştu. Şimdi onla- nn kahramanlıklan Kurtuluş’un, HK’nın Dev-Yolun yetersizliklerini, bu harekatin ön­derlerinin teslimiyetini gizleyebilir mi?

Mustafa Hayrullahoğlu’na sahip olması revizyonist - reformist “T K P y i aklayabilir mi?

M. Fatih Öktülmüş gibi örnek bir devrim­ciyi yetiştirmiş olması TİİKB’in yetersizlik­lerini, etkisizliğini gizleyebilir mi?

MLSPB önderlerinin Metris’in Metris ol­masına ön ayak olduklan bilinir. Diğer bir­çokları gibi bu hareket de bağnndan kah­ramanlar çıkardı, şehitler verdi. Sadece bunlara dayanarak MLSPB’nin sınıf müca­delesinde görevlerini yerine getirebildiğini iddia etmek ilkellik olmaz mı? Yani bu mü­cadelenin kapsamını son derece daraltmak olmaz mı?

Kahramanlığa ve kahramanlara saygılı­yız. Ama kahramanlara sahip olmak bir ba­şına örgüt olmak, siyasi mücadeleyi yürüt­mek için yetmiyor. Örneğin 12 Eylül son­rası Akyazı’daki çatışmada iki arkadaşını kaybettikten sonra yaralı olarak ele geçen devrimcilerden Ömer Yazgan, Mehmet Kanbur, Erdoğan Yazgan ve Ramazan Yu- kangöz sorgudaki tavırları, zindandaki ya- şantılan ile örnek devrimci idiler. Devrimci marşlar söyleyerek ölüme, gittiler. Ancak o dönemin kendiliğindenci gruplann biri­nin üyeleri idiler ve bunu kendileri de böyle ifade ediyorlardı.

Demek ki Türkiye halklan kendi kendi­ne bile kahramanlar, çıkarabiliyorlar. Bıra­kılım yukandaki örnekleri Evrenlerin, Özaf lann, NATO’nun, AETnin yağcılannın siya­sal arkadaşlan arasında bile, hem de so­rumlu düzeydekileri arasında, işkencede onurlarını koruyabilmiş örnekler bulmak mümkün. Bu neyi gösterir? Bu, ne kadar

verimli toprakta mücadele ettiğimizi göste­rir. Bu devrimciliğinin hatta ilerici olmanın bile, başlı başına can bedeli olduğunu gös­terir. Bu sosyalistlerin iktidar mücadelesi vermede oligarşiye karşı olanlannın ge ­nişliğini gösterir. Bugün soyut insan hak­lan Batı’da burjuvanın işçileri ve halkı al­datmada kullandıkları önemli bir anti- komünizm silahı olarak istismar edilebiyor-

smıflandırmanın asıl önemi 1974 sonrası devrimci liderlerin gereklikleridir.

Bunlar 1971 direnişlerine tapınmayı mo­da yaptılar. O hareketlerin önderleri, her dedikleri doğru, allahm kelamını taşıyan peygamberler oluyordu. Yaşasalar akıllan- nm ucundan geçiremezlerdi bunu. Ama karşıdakilerin kendi söyleyecekleri bir şev yoktu. Kendi kendilerini de ileri süremedi-

Sadece Diyarbakır zindanlarındaki direniş, devrimci bir örgütün iktidar uğruna mücadelesinin bir parçası olabilmiştir. Diğerlerinin böyle bir şansı yoktu. Diyarbakır direnişi, zaten ileri atılma hazırlığındaki bir örgüt için moral kaynağı olmuştur. Peki Metris direnişi, öteki cezaevi direnişleri için durum böyle midir? Şüphesiz hayır.

ken, Türkiye’de burjuvaziye karşı mücade­le yürütmede önemli bir dayanaktır. Bu yüzden bizde kahraman yetiştirmek devj rimci bir hareket olmanın bir ön koşulu­dur ama kendisi değildir.

Zindanlarda, işkencede idam sehpasın­da onurunu koruyabilmiş olmak Türk Marksistlerinin siyasal mücadele yürütme­de yetersizliklerini, utanç verici 12 Eylül ye­nilgisini ve bugünkü dağınıklığımızı gizleye­bilir mi? Duygusal ajitasyonrla, devrim şe­hitlerini anma yolunda adını reklam etme ucuzluğuyla önder olunabilir mi? (2)

Bu kanıda olanlar, ne yazık ki az değil. En heveslisi de Yeni Çözüm görünüyor. Bu dergi kendi hatalan, eksiklikleri karşısında samimiyetsizliğin, ilkelliğe tapınmanın, mi­ras yediciliğin, dar grupçuluğun şampiyon­luğunu yapıyor. Hangi sayısını alırsanız alın bu şmtır.

Biz burada Metris ölüm orucu şehitleri­nin kapak yapıldığı Temmuz’88 sayısındaki

“...Eğer ülkemizde halkla bütünleşmiş, sa- rimci hareketin tarihinden söz edilecekse, Türkiye solunda göz boyacılığının boyutlan üzerinde fikir edinmek isteyenlere bu yazı­yı şiddetle tavsiye ederiz.

Artık kabak tadı vermeye başlamış duy­gusal ajitasyon yüklü olan bu yazıda diğer yazılardaki olumsuz çizgilerin hemen hep­si var. Adet olduğu üzere burada da Nika­ragua, Küba edebiyatıyla cafcavlı bir giriş yapılıyor. Amaç 70 sonrası ilkel pratikleriyle muzaffer devrimler arasında paraleller kur­mak. Artık harc-ı alem olmuş bu laflan ge ­çip Türkiye’ye geliyoruz. Şöyle denmiş:

“...Eğer ülkemizde halkla bütünleşmi, sa­ğındaki güçlerden kopmuş, özverili dev- remci hareketin tarihinden söz edilecekse, bu tarih son 20 yıllık tarihtir.”

80 öncesii devrimci hareketlerde görü­len aynı darkafalılık, aynı tarih bilinci yok­sunluğu! Hareketimizin THKP-C, THKO öncesi ile sonrası birbirinden koparılıyor, THKP, TH KO öncesi dönem saf bir burju­va kuyrukçuluğu, “özveri noksanlığı” ola­rak niteleniyor, sonrası pratik de allanıp pul­lanıp “sahipleniliyor.”

1974 sonrası toplumsal muhalefetin hız­la yükselişi içinde sosyalist hareketin taba­nı, etki alanı genişlerken kadroların bilinç seviyesi düştü. Öyle ki, teori 1970’lerin ba­şındaki haliyle donduruldu, hatta daha da yüzeyselleştirilerek devrimci-demokratizme, anti-faşistliğe kadar geriletildi. Bu arada ta­rih bilinci de silinmeye çalışıldı. 1971 dev­rimci çıkışları milat yapıldı. Artık devrimci hareketimizin tarihi “milat öncesi” ve “sonrası” diye sınıflandınlıyor. Burada kuş­kusuz bu çıkışlann çok önemli tarihsel an­lamanın, parlaklıklarının da rolü var. Ama

ler, çünkü kendilerine inançlan yoktu. Ar­tık bilimsel araştırmanın, bilimsel öğretinin yerini ezberlenmiş kalıplar, duygusal ajitas­yon aldı. Devrimci önderler tabu ilan edil­diler. Geçmişe eleştirel bakışın yerini onun son dönemlerine kölece tapınmaya, daha öncesinin ise körce karalanmasına bıraktı. Bu tavır belki dinden aktarma alışkanlıktı. Önderlerin cahilliğine ve teorik tembellik­lerine çok uygun düşüyordu.

Yeni Çözüm, hareketin TH K P öncesi geçmişini özveri noksanlığıyla suçlarken Mahir Çayan ile çelişki halinde olduğunun farkında mıdır, bilmiyoruz. Şöyle yazıyor Mahir Çayan:

“Türkiye’deki Marksist hareket şerefli bir mücadele tarihine sahiptir. CH P ve DP yö­netimlerinin karanlık yıllarında, siyasi irti- canm en azgın olduğu yıllarda, Türkiye’deki proleter devrimciler yiğitçe ve mertçe mü- cadeler vermişlerdir. Türkiye proleter devrimci hareketi içinde siyasi irticaya karşı baş eğmez bir mücadele içinde olan arka- daşlanmız, daima biz genç proleter devrim­ciler için örnek olmuşlar ve büyük değer taşımışlardır. Ama bu geçmişteki mücade­lelerin hatalannı eleştirmeyeceğimiz anla­mına gelmez. Bugün ve yarın için doğru olan politika, dünün eleştirisinden çıkar.

Biz, Türkiye’deki Marksist hareketin ta­rihine sonuna kadar saygılıyız. Ve Onun bir devamı olarak kendimizi görmekteyiz” (3).

Görüldüğü gibi Mahir Çayan, Yeni Ç ö ­züm yazarının aksine, kendinden önceki proleter devrimci harekete saygılıdır. On- daki özveriden esinlendiklerini açıkça ifa­de ediyor, ve Yeni Çözüm’se geçmişe kör­ce tapınır ya da onu hayasızca karalarken Mahir Çayan red-i mirasta bulunmadan ama eleştirel olmayı benimsiyor. Yeni Ç ö ­züm hareketin geçmişi hakkında “keskin Mahirci” görünmeyi başaramıyor.

“Kendi sağından kopma” meselesine ge­lince Türk marksistlerinin bunu hiçbir za­man tam başarabildikleri söylenemez. Eğer “kendi sağındaki güçlerden kopma”yla Mustafa Suphi’lerin, Şefik Hüsnü’lerin, bur­juva devlete karşı silahlı mücadele yürüt­müş olmaları gerektiği kastediliyorsa bu açıkça saçmalık olur. Devrimci şiddetin ko­şulları 1960’lı yılların sonlanna doğru ge ­lişmiştir. Daha öncesi bu koşullar yoktu. Her dönemin kendine ait sorunlan ve mü­cadele biçimleri vardı.

Kendi sağından kopma ile Kemalizm- den bağımsızlaşma kastediliyorsa bu konu­da Deniz’ler, Mahir’ler, M. Suphiler’den ve Ş. Hüsnü’lerden daha ileri de değillerdir. Deniz’ler, Mahir’ler oligarşinin mahkeme­lerinde bir yandan da Mustafa Kemal’in o günlerde yaşasaydı sosyalist olacağını ve 43

Page 44: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

kendilerinin yaptıklannı yapacağını savun­muşlardı. Türk Marksistleri Kemalizmi doğ­ru değerlendirememişlerdir.

1971 çıkışlannın hareketimizin devlet ve devrim konusundaki görüşlerine belirgin bir netleşme getirdikleri, mücadelede ön­cüllerine göre daha atak, daha kararlı bir tutum gösterdikleri doğrudur. Ancak bun­lar yeterli değildir. Kemajizmden tam ko­puş sağlanamamıştır. Üstelik harekette olumlu katkıları yanında olumsuzluklarda taşımışlardır. Proleter devrimci hareketimi­zin sınıf özünü bulanıklaştıran, işçi sınıfının fiili hareketini ihmal eden, sözde “ideolo­jik öncülük” tezi bir sapmadır ve 1971 dev­rimci çıkışının önderleri bu sapma içine gir­mişlerdir.

Ne yazık ki (!) Yeni Çözü m’ün bütün bu göz boyamalarının inandırıcı bir tarafı yoktur.

Televizyondaki “icratın içinden” programını çağrıştırıyor. Evet, '80 sonrası ciddi bir direniş oldu. Ama onu ‘devrimci sol güçler” yapmadı. Kim yaptı, kim götürüyor; bu biliniyor. Biliniyor

da söylemesi bir çocuğunun işine gelmiyor.

Denizler, Mahir’ler, Cihanlar gökten zembille inmediler. Mustafa Suhpi’lerin, Şe­fik Hüsnü’lerin hareketinin devamı olan MDD hareketinden çıktılar. Her dönem devrimcileri kendi' koşullan göz önünde bu­lundurularak değerlendirilmelidirler. M. Suphi’lerin, S. Hüsnü’lerin hareketi bir çı­rpıda karalanıp geçilemez.

Hareketin halkla bütünleşmişliği gerçek­ten de 65 sonrasının ürünüdür. Ama bun­dan kendine erdem ve 20 yıl öncesinin önderlerine” halktan kopuk” suçlaması çı­karacak yolda laflar etmek için Yeni Çözüm kadar akıllı olmak gerekir. Buradan olsa ol­sa, daha önceki devrimcilerin ne çetin ko­şullarda ve ne fedakârlıklar pahasına mü­cadele yürütmek zorunda kaldıktan çıka­rılabilir. Bu, büyük yetenek ve özveriyi gösteren bir olayıdır. Gerçekten de son 20 yıl öncesi hareketimizde önderlik etmiş Mustafa Suphi, Şefik Hüsnü, Reşat Fuat, Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, gibi devrimci­ler eğitim düzeyleri yüksek, bilgili, fedakâr ve oldukça nitelikli kişilerdir.

Hareketin 1960 yılların sonlarına doğru geniş kitlelerle buluşması hem koşulların hem de geçmişin sosyalist birikiminin ürü­nüdür. Burada Türkiye’ye Marksizmi geti­renlerin, ömürlerini işçi sınıfı davasına ada­mış devrimcilerin, Marksist klasikleri dilimi­ze kazandırarak Türkiye’nin çağımızın dev­rimci öğretisinin en çok okunduğu ülkeler­den biri haline gelmesine ön ayak olanla­rın, T lP reformizmine ve SBKP bürokratlı­ğına karşı hareketimizin bağımsızlığını sa­vunanların katkılarını geçemeyiz. 1971 devrimci çıkışları bu katkılar üzerinde gel­miştir.

Peki 1974 sonrası bizler ne yaptık? Dev­rimci teoriyi bizden öncekilerden ileriye gö­türdük mü? Devrimcilik moda iken, yüz- binler sokaklarda yürüyorken, ortalığın kan-barut koktuğu koşullarda mücadeleye sağlam, sürekli bir örgüt kazandırabildik mi? Halk yığınlarının ülkemiz tarihinde eşi g ö ­rülmedik boyutlarda kendiliğinden yükse­len mücadelesini devrimci bir alt üst olu­şa götürebildik mi?

Kesinlikle hayır! Olan biten asıl olarak mi­ras uğruna mücadeledir, miras yediciliktir. Eğer herkesi kendi koşullan içinde değer­lendirecek olursak bizim 1974 sonrası çok kötü bir sınav verdiğimiz söylenmelidir. 19701i yıllarda THKP-C, THKO, TİKKO çı-

kışlanna övgüler düzen, onlann devamcı- sı olduklan iddiasındakilerden bugün han­gisi o çıkışlarla boy ölçüşebilir?

Yeni Çözüm dergisi bize son 20 yıldır sa­ğındaki güçlerden kopmuş yığınlarla bütün­leşmiş özverili devrimci hareketten söz edi­yor. THKP-C TH KO çok kısa ömürlü ol­dukları için bu son 20 yılın asıl olgusu da kendisi oluyor elbette. Büyük bir utanmaz­lık içinde olan biten her olumlu gelişmeyi üstleniyor. İşte size uzun ve “heyecanlı” bir alıntı.

“1975’lere gelindiğinde, 1971’de toprağa ekilen direniş, mücadele tohumları sökül­meyecek biçimde kök salarak filiz vermiş ve bu filizler güçlenerek yayılmıştı.

Türkiye devrim tarihi artık 30 Mart’ın 6 Mayıs’ın mücadele mesajlanyla yazılıyordu. Onbinlerce emekçi, işçi, köylü ve genç “O N LAR ”ın yolunda yürüyordu. Onbinler­ce emekçi faşizmin halkı teslim alma, fa­şist demogoji altına sokma politikasına karşı direniyor, kentlerin, mahalle, köy, kasaba, işyeri ve öğrenim kurumlannm faşistlerce işgal edilmesine karşı dişe diş bir savaş ve­rerek faşist işgalleri kırıyor ve iktidar yolu­nun bu çatışmalardan geçeceği bilinciyle hareket ediyordu.

R eform istler ise “ provokasyona gelmeme” adına mücadele arenasını terk ederken, faşizme karşı savaşan devrimci­leri suçluyordu.1

Grevler, yürüyüşler, boykotlar birbiri­ni kovalıyor ve faşizmin tüm katliamlarına karşı, 30 Mart, 6 Mayıs mücadele manifes- tolannın yolunda yüzbinler Tek Yol Devrim’ diye haykırarak yürüyordu.”

Yukarıda söylenenler genel olarak doğ­rudur. Ama bunlar sadece kendiliğinden yı­ğın hareketinin dinamiğinin ne denli güç­lü olduğunu gösterir. PDAsı, TÎP, TSİP, ‘TK P ’si dışında tüm devrcimler, irili ufaklı onlarca devrimci grup bu devrimci müca­delenin içindeydiler.

Yeni Çözüm ise utanmazca bu direniş­leri tek başına üstleniyor.

“75-80 devrimci mücadele tarihinin ma­nifestosunu yazanlar [ne laflar] sınıf müca­delesinin her alanında halkın örgütlü gü­cüyle devrimci şiddeti birleştiriyordu. Artık 30 Mart’ta ekilen tohum 75’te filizlenmiş 79lara gelindiğinde bu filizler dal budak sal­mıştır.”

örgüt (ki bu partiye denk düşer) kazandı- rabildiler mi? Harekete doğru taktikler öne­rip uygulayabildiler mi? Yığmlann anti-faşist mücadelesini işçi sınıfının sosyalizm uğru­na mücadelesi ile birleştirerek hareketi sı­nıf temeline oturtabildiler mi?

Nerede... Ne örgüt kurmak, ne de ha­reketi sınıf temeline oturtma çabası vardır. Bu hareketler kendiliğindenci kabarmanın sarhoşluğu içindeydiler. Faşizme karşı mü­cadelenin lafta devrim mücadelesi tem e­linde sürdürülmesi gerektiği ifade ediliyor­du. Pratikte ise tam bir kör döğüşü almış yürümüştü. Mücadelenin ne örgüt boyu­tu, ne sınıfı boyutu ne de taktikleri ciddiye almıyordu. Böyle olunca kendiliğinden ha­reket gitgide soyut bir sağ sol çatışması gö ­rünümünde yüzeyselleşti. Devrimciler de sosyalist siyasi bilinci taşımaktan uzak “emekçi halk” edebiyatıyla yetinen sıradan anti-faşistler haline geliyordu. Faşist cina­yet ve katliamlar karşısında yığınlann talep­leri soyut can güvenliğine kadar geriletil­di. Olayın M HP’lilerle solcular arasındaki çatışma görünümü alması ise, devletin asıl vurucu gücü ordu, hiçbir ciddi direnişle kar­şılaşmaksam ve darbe yapacağını göstere göstere, hakem pozlannda geldi, iktidara yerleşti. Mevcut siyasi hareketler, geçmişin mirası uğruna, kalabalıktan adam kapma uğruna, eylem yanştırma uğruna 75-80 dö­neminin o olanaklarını çar-çur etmişlerdi.

“Her alanda halkın örgütlü gücü ile dev­rimci şiddeti birleştirdik” iddiası utanmaz­ca bir yalandır. Devrimci potansiyelin bü­yük bir bölümü Dev-Yol’un etkisindey- di. Yığmlann büyük bir bölümü Dev-YoFun sloganlanyla, onun bayrağı altında yürüyor, mücadele ediyordu. “Devrimci Sol” güçle­rin öyle abartılacak bir etkinlikleri olduğu söylenemez. 12 Eylül geldiğinde ise bu ha­reketin (Dev-Yol) ne derece kof olduğu or­taya çıkmıştır. Önderleri örgüt oluşturama- dıklannı, dergiden ve kuru kalabalıktan iba­ret olduklannı, oligarşinin mahkemeleri hu­zurunda kendi ağızlanyla ifade ettiler. O ça­tışmalar için aktif bir yer tutmuş HK ve Kur­tuluş gibi hareketler DY’dan daha iyi çık­madılar.

Yeni Çözüm göz boyamaya devam edi­yor:

“12 Eylül’e geldiğinde devrim seli akma­sına karşın henüz yatağına tam oturmamış,

Harıl harıl manifestolar yazıyorlar! 1975’ten beri “partileşme süreci” yaşanıyor, “öncü savaşı”,

i(halk savaşı” yapılacak. Sonuç SIFIR!..

“75-80 devrimci mücadele tarihinin ma­nifestosunu yazanlar” herhalde tasfiyeci Dev-YoFcular olacak. Çünkü 1975’te Dev­rimci Gençlik dergisi onların eliyle çıkarıl­dı. 1977’de Devrimci Yol manifestosunu (yani bildirgeyi) onlar yazdı. Bu tarihte Yeni Çözüm dergisinin “Devrimci Sol güçleride DY önderlerinin hık deyicisiydiler. Taa ki 1978’lere kadar. Devrimci Gençlik dergi­sini 30 Martlarda ekilen tohumun filizi ola­rak görmek, THKP-C ile Devrimci Yol çiz­gisini özdeşleştirmektir. Çünkü Devrimci Gençlik dergisi ile Dev-Yol dergileri birbir­lerinin devamıdırlar. Halbuki DY sözde THKP-C’ci, gerçekte ise tasfiyeci idi. 12 Ey­lül darbesi sonrası gelişmelerle bu iyice or­taya çıkmıştır. Yazıda sözü edilen 75’te kök salan filizlerin 79’lara gelindiğinde “dal bu­dak salması” da o tarihlerde hareket için­deki bölünmelerin artmasına uyar, başka şeye değil!

Burada devrimciler ne derece kendiliğin­den yükselen dev dalganın bilinçli unsur- lan olabilmişlerdir? Ona ciddi ve sürekli bir

önündeki tüm engelleri aşabilecek öznel ve nesnel koşullardan yoksundu. İşte bu ko­şullarda devrimin kısa bir süre sonra yata­ğına oturup engellenemez haline gelmesin­den korkan karanlığın sahipleri, karanlık güçlerinin tümünü harekete geçirerek dev­rim selinin önüne aşılmaz bir engel oluş­turmak istediler.”

Ne laflar (!)Akıyor devrim seli ama “henüz yatağı­

na tam oturmamış” önündeki tüm engel­leri henüz aşabilecek durumda değildi. Ama işleri iyi gidiyor. Biraz zaman! Biraz daha bekleselerdi ‘devrimci sol güçler’ onu yatağına oturtacaklardı. Neyleyelim! Ah o “karanlığın sahipleri!” Erken davranıyorlar.

“12 EylüFü tezgâhladılar.Yüzlerce devrimci katledildi. Yüzbinler

işkenceden geçirilip, tutsak edildi. “Batırdık, çökerttik, yok ettikler’ dediler. 60 yıllık pas­lanmış daktilolan başında oturanlar yeniden ‘anarşizm, terörizm’ edbiyatını yazmaya koyuldular.”

Peki nasıl oldu da “halkın örgütlü gücüyle

Page 45: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

birleşmiş devrimci şiddet” 12 Eylül karşısın­da fos çıktı? Yüzbinler tutsak edilmişlerdi. Tek bir direniş sesi çıkmadı. Bu neden ve nasıl oldu? Belki de çok şey yapıldı, ama biz duymadık.

o “60 yıllık paslanmış daktiloları başındaki” zevksiz herifler kim? Eğer bu­günkü ‘T K P kastediliyorsa onun ömrü 20 seneyi bulmaz. Burada M. Suphiler’in, Ş. Hüsnüler’in TKP’siyle, bir grup döküntünün yurt dışında oluşturduklari ‘T K P özdeşleş­tiriliyorsa açıkça iftira ediliyor. Örneğin Mihri Belli, M. Suphiler’in ve S. Hüsnüler’in ha­reketini temsil etme durumundadır ve o 1971 çıkışları için bakalım neler demiş:

“Devrim şehitlerimizle aramızda bazı gö ­rüş ayrılıkları bizim bunların kahramanlık­ları karşısında duymamız gereken derin hayranlık duygusuna engel olmamalıdır”

“... Gencecik devrimcilerin göz kırpma­dan ölüme görüş germeleri nedendir? Bu, dedikleri gibi, iki devrimci kitap okuyup şart­lanmış halkından kopuk aydının, yapabi­leceği iş midir? Hayır! Halkından güç alma­yan kitap kumkuması aydınlar ölüme yü­rümezler. Genç devrimcilerimizin fedakâr­lığı Türkiye emekçilerinin başı dik, insan­ca yaşantı özleminin dışa vuruşudur. On­lar yanardağın göklere saçılan kıvılcımları­dır”

Yukandaki sözler 1972 söylenmiştir. Yani Kızıldere katliamının hemen ardından!

Aynı Mihri Belli 1975-80 döneminde fa­şistlere karşı direnişi meşru gördüğünü açık­ça ifade etmiştir. Ve 71 direnişinin savunu­cusu pozlarında birçokları 1980 sonrası Kürt direnişine sövmede birbirleriyle yarı- şırlerken M. Belli, hareketin 50 yıllık geç­mişi adına, bu direnişi açıkça desteklemiş­tir. (5)

Yeni Çözüm DY, Kurtuluş, HK liderle­rinden öteden beri çiğnedikleri, hatta bu­gün Taner’in bile çiğnemeye devam ettiği aynı sakızı çiğniyor. Bilmeden konuşuyor; kara çalıyor.

Bildiri dağıtmak, yığınlar üzerindeki et­kisi son derece cılız, sürekliliği olmayan gi­derek sönen ve her seferinde polisin ba­şarılı operasyonlarıyla sonuçlanıp devrim­cilere prestij kaybettiren tek tük eylemler, açıkça, “sınıf mücadelesinin her alanda cun­taya karşı savaşımın” yerine konuyor. “Bu mücadelede en aktif haliyle belirli bir süre (...) sürdü” dendiğine göre, bu işin azami sınırı da belli.. Siyasal mücadelenin kapsa­mının boyutlarının sınıflandırılması böyle olur! İlkellik budur işte!

“Devrimci sol güçler sınıf mücadelesinin bütün alanlarında cuntaya karşı mücade­leyi en aktif bir şekilde sürdürüyorlar ama bu yine de 12 Eylül’ün karanlığını aydın­latmaya yetmiyor.” “Karanlığın sahipleri ka­ranlık güçlerinin tümünü harekete geçirdikleri” için bizler de bu yaman mü­cadeleyi öğrenmekten mahrum kalıyoruz. 12 Eylül sonrası yönetime karşı mücadele eden tek güç olarak PKK’yı duymuştuk, duymaktayız. Karanlık güçlere kızgınlığın­dan olacak (!) Yeni Çözüm yazarı bu ko­nuda tek laf etmemiş (!) Onlar gazetelerin­de, radyo televizyonda “devrimci sol güçlerin” şehirde ve kırda, hayatın her ala­nında en aktif mücadelelerini mi karartıyor; öyleyse o da PKK’nın kini karartacak: Hak­kında tek bir laf bile yok!

Ne yazık ki (!) Yeni Çözüm’ün bütün bu göz boyamalarının inandırıcı bir tarafı yok­tur. Televizyondaki “İcraatın İçinden” prog­ramını çağrıştırıyor. Evet, 80 sonrası ciddi bir direniş oldu. Ama onu “devrimci sol güçler” yapmadı. Kim yaptı, kim götürü­yor; bu biliniyor. Biliniyor da söylemesi bir­çoğunun işine gelmiyor. Şu her iki halkın mücadelesini birden yürütme iddiasının pa­lavra olduğunu gizlemek için! Belki de Ye­ni Çözüm Türkiye’nin doğusunu sınıf mü­cadelesinin bir alanı olarak görmüyor ar­tık. Yoksa bahsederdi (!) Çünkü bunlar 1975’ten beri her alanda mücadele ediyor (!)

Yığınların büyük bölümü Dev-Yol’ıın sloganlarıyla onun bayrağı altında yürüyor,;

mücadele ediyordu. 12 Eylül geldiğinde ise bu hareketin (Dev-Yol) ne derece kof olduğu

ortaya çıkmıştır. Önderleri, örgüt oluşturmadıklarını, dergiden ve kuru

kalabalıktan ibaret olduklarını, oligarşinin mahkemeleri huzurunda kendi ağızlarıyla ifade

ettiler.

Şimdi Yeni Çözüm’ün “Devrimci Sol Güçleri” 12 Eylül’e karşı ne yapmışlar, onu görelim:

“Devrimciler 12 Eylül faşizmin vahşeti ve reformizmin salvolanna karşı [bu “salvo” la- fıda çok askeri (!), bayağı da etkiliyor insa­nı] ‘AM ERİKANCI FAŞİST CUNTA 45 MİLYON H ALKI YENEM EYECEK’ diye­rek sınıfı mücadelesinin her alanında cuntaya karşı savaştılar. İşkenceciler, halk düşmanlarını hedeflediler. Onlann mekan­larına yönelip somut siyasi hedef gösterdi­ler. Faşizmin gerçek yüzünü gösteren pro­paganda ve teşhir faaliyetlerine giriştiler. Bu mücadele en aktif haliyle belirli bir süre (?) yurt içinde ve dışında sürdü. Ne yazık ki Devrimci Sol güçlerin bu özverili çabası 12 Eylül karanlığını aydınlatmaya yetme­di. [ Ne yazık (!)] Mücadelelerini kentte ve kırda inanç ve cesaretle sürdürmelerine karşı önemli darbeler yiyip güç kaybettiler. Ve mücadelelerini daha alt bir seviyede sür­dürmek zorunda kaldılar” (altını ben çiz­dim).

Harıl harıl manifestolar yazıyorlar!1975’ten beri “partileşme süreci” yaşanı­

yor, “önce savaş”, “halk savaşı” yapılacak.Sonuç, SIFIR!Artık sınıf mücadelesinin her alanında si­

yasal mücadele yürütebilmek için parti kur­mak gerektiğine de inanılmaz olmuş. “Kes­kin Mahirciler” burada da tökezliyor. Mahir, proleterya partisinin olmadığı koşullarda bi­rinci görevin onu oluşturmak olduğunu sa­vunur. O sene geçti, 20 seneye yaklaşılı­yor, “Devrimci Sol güçler” partileşemedi. Gerekte yok artık buna (!) Nasıl olsa onlar böylece de hayatın bütün alanlarında mü­cadele verebiliyorlar. Hem adamların ma­nifesto yazmaktan başlannı kaşıyacak vakitler yok, biz de gelmiş burada partileş­meden vs. bahsediyoruz (!)

Yazı açlık direnişleriyle bitiyor. İsteyen okur. Metris Cezaevi’ndeki ölüm orucu üze­rine bu abartılmış yaklaşımları dergide di­ğer yazılan, çizilenle ve bu siyasi çevrenin tavırlarıyla birleştirdiğimizde, “Bu adamlar daha Haziran ölüm orucunun arifesindey-

ken de böyle istismarcı mı düşünüyorlar­dı?” demekten kendimizi alamıyoruz.

Konuya ilişkin son cümleleri aktarıyoruz.“30 Mart, 6 Mayıs, 75-80 mücadele ma­

nifestoları ve Haziran ÖO manifestosu (bu ‘manefesto’ lafını ne çok seviyor yazar. Der­ginin başından sonuna kadar hep ‘manifes­to’!) artık şu veya bu grubun değil, halkın Türkiye devriminin mücadele ve direniş simgeleri ve mirasıdır.

1971 devrimci çıkışları milat yapıldı. Artık devrimci hareketimizin tarihi “Milat öncesi” ve “sonrası” diye sınıflandırılıyor. ...Denizler, Mahirler, Cihanlar gökten zembille inmediler. Mustafa Suphi’lerin, Şefik Hüsnü’lerin hareketinin devamı olan MDD hareketinden çıktılar. ...Gerçekten de son 20 yıl öncesi hareketimize önderlik etmiş Mustafa Suphi, Şefik Hüsnü, Reşat Fuat, Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli gibi devrimciler eğitim düzeyleri yüksek, bilgili, fedakâr, oldukça nitelikli kişilerdir.

Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!Mücadelemize Işık Tutacak ve Direnç

olarak Yaşayacaklar!”Evet. Ama eğer onları rekabetçi bir man­

tıkla abartarak sömürmezsek! Eğer onları kendi yetersizliğimizi, cüceliğimizi, 12 Ey­lül rejimi karşısındaki çuvallayışımızı gizle­mek için kullanmazsak! Eğer hata ve ek­siklerimizin üzerine cesurca gidersek, bu te­melde daha tutarlı ve daha kararlı bir dev­rimci hareket yaratabilirsek!

Yeni Çözüm ise devrimci güçlere geçmişi yeni baştan yaşatmak istiyor.

Proleter devrimci hareketimizin geçmi­şine karşı aynı tarih bilinci yoksunluğu, mi­ras peşinde koşma, kendi hata ve eksiklik­leri karşısında aynı samimiyetsizlik, işçi sı­nıfına karşı sözde “ideolojik öncülüğü” be­nimseyen aynı halkçı tutum, gençlikten asıl olarak öğrenciyi an lama veçabalarınm mer­kezine yüksek öğrenim gençliğini alma, Kürt meselesinde artık açıkça, şovenizme kaçmaya başlayan aynı hatalı tutum ve yak­laşımlar ister istemez akla “hakiki Dev- Yolculuk mu?” sorusunu getiriyor.

Son yıllardaki mücadele çizgilerine bak­tığımızda sözde savundukları teorileriyle pratikleri arasındaki uçurumun iyice arttığını ve Dev-Yol’un, kendi evrimi sonucu, bırak­tığı boşluğa yerleşmeye çalıştıklarını görü­yoruz, Bunların öteden beri bütün çabası “hakiki Dev-Yol’culuk muydu yoksa?

Aynı yolculuğa yeni baştan mı?Geçimişi tekrar etmek “Çözüm” müdür?

Peki, bunun “Yeni”liği neresinde?

(1) “Hazînedeki Paslı Teneke”, Aziz Nesin, “Mem­leketin Birinde” İçinde. Adam Yayınları, 9. Basım.

(2) 12 Evlül sonrası böyleleri de türedi. Devrimci al­çak gönüllülük geleneği iyice aşındırıldı. Direniş şehitten için basın ilanlarının altına, hiç gereği yok­ken, bazı siyasal hareketlerin liderleri adlarını yazı­yor. isim yapmak için! Kendini hatırlatmak için! Hat­ta duygu sömürücülüğünde daha da ileri giden bazı siyasal liderler annelerinin, ablalannın ölümleri üze­rine kendi resimlerini yayınlatıyorlar. Devrimcilik böyle ucuzlatılıyor!

(3) M. Çayan “Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mek­tup.” Bütün Yazılar içinde s. 198-199.(4) “Özeleştiri” Aktaran R. N. İleri, M. Belli Olayı,Cilt IH. s. 892 ve 1056.

(5) Örgütlenelim Ama Sosyalizmin Adını Kirletme­yelim”, M. Belli, Toplumsal Kurtuluş s. 5 45

Page 46: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

TOPLUMLARINGELİŞİMİNDEEĞİTİM VE KADROLAŞMANINÖNEMİ A H M E T A Y D E M İR

Sosyalist çalışmada eğitimin rolüne ge­çen yazımızda değinmiştik. Bu yazımızda eğitim ve kadrolaşmanın insanlığın gelişim süreçlerindeki yeri ve önemini ele alıp in­celemeye çalışacağız.

Bilindiği gibi tarihteki çeşitli toplum bi­çimlerinden günümüzdeki kapitalist ve sos­yalist toplumlara kadar uzanan tarihsel dönemlerde, toplumların yönetim kade­melerini oluşturan, belli bir bilgi birikimine ulaşmış, deneyim sahibi, düşünce, tavır ve davranışlarıyla o toplum biçimlerini en iyi bir biçimde temsil edebilen insanların, in­sanlığın yaşamı ve gelişimi üzerinde büyük etkileri vardır. Böylesi bir insan maddesi­ne ulaşmak ise ancak o toplumun geçmiş­ten o an içinde bulunduğu evreye kadar edindiği deneyimlerin, çağdaş deneyimler ve bilgilerle bir bütünlük içinde belli ölçü­ler dikkat^ alınarak toplumdan seçilmiş in­sanlara aktarılması, bu aktarmadan istenen düşünce, davranış gücünün o kişilerde sağ­lanıncaya kadar sürdürülmesiyle ancak

Daha ilk sınıflı toplumların doğması ve gelişmesiyle, yönetim , tarih, dil, kültür, askerlik, güzel sanatlar, din, felsefe ve

eğitm enliğin de bir eğitim sürecine tabi tutularak ele alındığını görüyoruz. Böylece ilk

sınıflı toplumlardan, günüm üzdeki sınıflı kapitalist ve sınıfsız sosyalist topluma kadar

değişm ez bir durum ortaya çıkmış oluyor; bu da içinde yaşanılan düzenin ideolojisine göre

belli b ir bölük insanın eğitilm esi ve bu insanların adeta toplumun çekirdeğini teşkil edecek şekilde parti, devlet aygıtı ve üretim

faaliyeti içinde örgütlendirilerek kadrolaştırılmasıdır.

mümkün olmaktadır. Çağdaş toplumlar- da eğitim sadece teorik bir bilgilendirmey-

46 le de sınırlı değildir. Artık yönetim

bilimlerinden üretim alanına kadar eğitim­ler pratikle iç içe yapılmaktadır. Hatta böy­lesi bir eğitimin dahi sonuçlannın ne olduğu çeşitli sınav ve testlerle ölçüldüğü gibi eği­tim süresinin bitiminden sonra bir de staj adı verilen pratik uygulama dönemi yaşan­maktadır. Hiç şüphesiz bu staj dönemleri belli bir eğitim almış kişinin, nasıl bir uygu­lamaya yöneldiğini, içinde yaşadığı toplum biçiminin ihtiyaçlanna ideoloji, din, kültür, üretim vb. özelliklerine uygun davranıp davranmadığını açığa çıkarmaktadır. An­cak bu staj döneminde de iyi not alabilen­ler ondan sonra, toplumsal yapı içindeki belli görevlerine ister üretim isterse yöne­tim kademelerinde olsun getirilmektedir.

İnsanlığın ilk çağlannda, toplumun o ana kadar edindiği deney ve bilgi birikimini en iyi temsil edebilen ve kendilerine “ ulu” de­nilen kişiler toplumları yönetirdi. İlkel sos­yalizm döneminde bu ulu kişilerin rolü toplumun ilkel sosyalizm anlamında da olsa geleneklerini sürdürmesini sağlamaktan ibaretti. İlkel insanın çok yönlü yetersizlik­leri bu ulu denen kişilerce giderilmeye ça­lışılır. Bu durumlan onlara ayrıca dinsel bir hüviyet te verirdi.Toplum çeşitli ayin ve tö­renleri canlı ve cansız sembol veya putlara yönelik düzenlerken, esasta bu sembolle­rin mucidi ve koruyucusu ve toplumun ön­deri durumundaki “ ulu” ya tapınmaktan başka birşey yapmış olmuyordu. “ Ulu” ki­şiler öldüğünde dahi onlann ruhlannm top­lum içinde yaşadığı, toplumu koruduğu ve yönettiği inancı çok köklüydü. Bu sayede toplumun birliği korunur, dağılması engel­lenir, yeni bir ulu seçilerek buna süreklilik sağlanırdı.

İlkel sosyalizmin (barbarlığın) üst aşama­sında “ ulu” lann, toplum adına öteki top- lumlarla değişim i (mal mübadelesi anlamında) organize eden tam kararlarla elbirliği halinde toplumda ortaya çıkan ar­tı ürünün bir kısmını, yürüttükleri işlerin,' üretimden kopuk ve yozlaştıncı etkisinden dolayı kendilerinin özel mülkü haline ge­tirmeleriyle ilk sınıflı topluma geçişe uygun bir zemin ortaya çıkmış, rüşeym halinde ilk sınıfsal aynşma gerçekleşmiştir. Tapınağın ulu kişisi ve tamkara (bezirgan) yürüttük­leri faaliyetlerde kendilerine yardıma olan­

lara da bu zenginlikten belli bir pay ayırarak, aynca toplumun idaresiyle ve ti­caretle ilgili bilgileri de ilkel işaretler biçimin­de yazarak, daha sonraları değişimde kolaylık sağlayan paranın da icadıyla, sı­nıflı topluma geçişin tüm koşullarını olgun­laştırmış oldular. Bu aşamada yapılması gereken son bir operasyon vardı. O da adeta doğal ve otomatik bir biçimde yapıl­dı. Ulu kişi tamkara ve bu iki egemen züm­reye bağlı işbirlikçiler haricindeki tüm toplum silahsızlandınldı. Buna karşı koyan­lar öldürüldü. Bu insanlık tarihinin daha önceki dönüşümleriyle mukayese edilme­yecek yepyeni bir durum ve sosyal devrim­dir. Bir avuç asalak zümre toplumun ekonomi temelinde ortaya çıkan değişik­liklere uygun, üst yapıda da değişiklikler gerçekleştiriyordu. Devletin doğması azın­lığın elinde bir bir tahakküm aracı haline gelmesi de böylece mümkün oluyordu. Bu ilkel devletin; egemenlerini koruyacak, il­kel bir ordusu (silahlı adamlar), cezaevle­ri, silahsızlandırılan ve bu anlamda köleleştirilen eski kandaş toplum üyeleri­nin yönetilmesini sağlayacak tüm kurum ve kuruluşlarıyla doğması söz konusuydu. Es­kiden toplumun ortak mülkü olanlar şim­di özel mülk olmuş ve bunlara el sürmek suç haline gelmiştir.

İnsanlığın sınıflı toplum öncesi dönemi, günümüzde ne kadar arkeoloji, tarih vb. bi­limlerde sağlanan gelişmelerle aydınlatılmış da olsa, hâlâ karanlık ve aydınlanmamış yönleri çok fazladır. Bu dönemde bilgi, de­neyim edinmenin, yani eğitimin en önemli aracı dil- konuşmadır. Bu durum kuşaktan kuşağa belli bilgi ve deneyimlerin konuş­ma, davranışlar ve taklit yoluyla aktarılma­sını sağlamıştır. Sınıflı toplumlarla birlikte yazının ortaya çıkması, bu yazı ve yazma becerisinin bir evrim yaşaması, toplumla- rın eğitiminde yeni ve çok önemli bir ola­nağın doğması anlamına geliyordu. Böy­lece ilkel topluluklarda konuşma ve taklit, gelenek - görenek biçiminde yaklaşılan eği­tim, sınıflı toplumda egemen sınıflara ve onların düzenlerine hizmet edecek, zekâ­ca ileri ve pek çok özellik bakımından se­çilmiş insanlann, yazılı belge ve bilgileri te­melinde eğrilebilmesini mümkün kılıyordu.

Page 47: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

Daha ilk sınıflı toplumlann doğması ve gelişmesiyle birlikte, yönetim, tarih, dil, kül­tür, askerlik, güzel sanatlar, din, felsefe ve eğitmenliğin de bir eğitim sürecine tabi tu­tularak ele alındığını görüyoruz. Ancak bu eğitimlerden geçenlere egemen sınıflarca güvenildiği gibi, yine bu kişilere toplum nez- dinde bir itibar sağlanabiliyordu. Böylece ilk sınıflı toplumlardan, günümüzdeki sınıflı kapitalist ve sınıfsız sosyalist topluma kadar değişmez bir durum ortaya çıkmış oluyor; bu da içinde yaşanılan düzenin ideolojisi­ne göre belli bir bölük insanın eğitilmesi ve bu insanların adeta toplumun çekirdeğini teşkil edecek şekilde, parti, devlet aygıtı ve üretim faaliyeti içinde örgütlendirilerek kad- rolaştırılmasıdır. Elbetteki köleci toplumun egemen sınıflarının sağlayacağı eğitim ve kadrolaşma bu düzene en iyi hizmet ede­bilecek toplumsal kesimden insan seçme ve köleciliğin ideolojisine uygun eğitim, ör­gütlenme ve kadrolaşma olacaktır. Keza bu durum feodal toplumda, kapitalist toplum­da, hatta sosyalist toplumda da bir bakıma böyledir. Tabii sosyalist toplumun eğitim ve kadrolaşma haréketi, geçmiş sınıflı toplum- larla şekilce benzerlik taşımakla beraber, öz­ce, nitelikçe bir farklılık taşımaktadır.

Gelmiş, geçmiş tüm toplumsal dönüşüm ve devrimler; toplumun ekonomi temelin­de ortaya çıkan değişikliklerin, insan bey­nine yansıyarak önce kendini fikirler düze­yinde ifade ettirmesi, bu fikirler doğrultu­sunda bir kadrolaşmanın sağlanması ve bu kadroların ortaya çıkan bu yeni fikir ve dü­şünceleri, tarihin tek yapıcısı halk kitleleri­ne götürerek maddi bir güce dönüştürme­siyle mümkün olmuştur. Her toplumsal dö­nüşüm ve devrimde görüngüler ne olursa olsun hemen hemen şu veya bu düzeyde ortak ve değişmez olan böylesi bir yan var­dır. Kapitalizm öncesi toplum biçimlerinde de odukça değişik şekillerde ortaya çıkan tarihsel ve sosyal devrimlerde de böyle bir durum söz konusudur. Yani toplumun üre­tici güçlerindeki gelişmeye bağlı yeni bir üretim biçimi öncelikle rüşeym halinde de olsa toplumun ekonomi temelinde doğ­makta, bu değişiklikle, eski üretim biçimi arasında bir çelişki ve çatışma gündeme gelmekte, eski toplumun savunucularıyla, eskiyi eleştiren çeşitli fikir akımları ortaya çıkmaktadır. Bu yeni düşünce veya akım önce bir şefler topluluğu, hizip vb. kendi kadrolaşmasını yaratmaktadır. Ya halk kit­lelerinin doğal önderi olan, ya da daha son­ralar içine girdiği davanın büyüklüğüne uy­gun bir gelişme göstererek önderleşenler, yaşanan dönüşüm ve devrimde motor iş­levi görmektedir.

Barbarlık dönemiyle ilgili olduğu gibi, ka­pitalizm öncesi toplumlar tarihinin de ka­ranlık kalan pek çok yönü vardır. Özellikle sınıflı kent medeniyetlerinin barbar akınla- rıyla yakılıp yıkılması bu toplumların geli­şim ve sosyal devrim momentleriyle ilgili bilgilerin belgelerin çok sınırlı bir biçimde günümüze ulaşmasına neden olmuştur. Bir de tarihin oldukça eski dönemlerine ait al­tın değerindeki bu belgelerin çeşitli ülkeler­de dağınık bir biçimde bulunuşu, tarih ko­nusundaki pek çok araştırma ve inceleme­de insanlığın bu çağıyla ilgili verebileceği­miz bilgi ve örnekleri sınırlandırmaktadır. Ne var ki tarihten verilecek birkaç örnekle de konu biraz aydınlatılabilir. İslamiyetin Arap Yarımadasında doğuşu ve gelişimini bu çerçevede ele alıp incelemek sanınm fazlaca sakıncalı olmaz ve eğitimin kapita­lizm öncesi toplumların gelişimi ve dönü­şümünde oynadığı rol ile ilgili bizlere bir fi­kir verebilir. Keza ortaçağda Hıristiyanlığın bu yönde oynadığı role de kısaca değinmek yararlı olabilir.

Bilindiği gibi Hz. Muhammedln içinde

doğduğu Arap Yarımadası barbarlığın üst aşamasında ve bezirgan ekonominin ol­dukça geliştiği bir toplumsal yapıya sahip­tir. Hatta bizzat Hz. Muhammed’in kendisi Hz. Hatice ile evlendikten sonra kervan sahibi olmuş ve bir dönem bezirganlık yap­mıştır. İşte bu toplumsal yapı Hz. Muham­med’in düşüncelerini belirleyen sosyal çev­redir. Toplumda, bezirganlar ve bunlann bir kısmının da aynı zamanda Kabe’deki “put- ’ları da korumakla görevli olan din uluları anlamında egemen sınıf haline yükselişle­rinin yanı sıra, dağınık bireysel mülkiyet, kervanlarda çalışan yoksul birhalk, hatta köleciliğin ilk biçimleri ortaya çıkmıştır. Be­zirgan ekonominin temelinde arz ve talep kanunu büyük rol oynamakta, bu kanuna uygun yapılmayan bezirganlık (kervancılık) her an iflasla karşılaşmaktadır. Bezirganla­

rı böylesi bir duruma düşmekten, yani if­laslardan Kâbe’deki binlerce put da koru­yamamaktadır. Bu nedenle Arap toplu- munda öncelikle barbarlım üst aşamasın­dan sınıflı Müslüman topluma geçiş, put­ların toplümun yeni durumunu izah etme­de bulundukları yetersizlikten dolayı, bu çok tanrılı (putlara) dine karşı tek tanrılı İs­lamiyet dininin üretilmesi biçiminde geliş­miştir. Hz. Muhammed’i, toplumu derin ekonomi temelinden etkileyip yöneten göz­le görülmez, elle tutulmaz arz ve talep ka­

nunu, onun bu konunu ne yerde ne gök­te, ama her yerde ve her şeye kaadir mut­lak A L L A H düşüncesi biçiminde formüle etmesine neden olmuştur. Daha sonraları ayetler biçiminde oluşturulan çeşitli düşün­celer, sınıflı kent toplumuna geçişin eşiğin­de bulunan bir bayii bozulmuş barbarlığın üst aşamasındaki toplumsal yapıdaki çelişki ve kargaşaya bir çekidüzen vermek iste­

menin yanı sıra ticaret için yeni kurallar ge­tirmektedir. Bu açıdan Islamiyete bezirgan (tüccar) ekonomi temelinin üst yapı kurum­laşması demek de mümkündür. Ne var ki İslamlığın ilk doğuş günlerinde, henüz Arap toplumlannda ilkel sosyalizm gelenekleri di­ri olduğundan ve İslam dininin doğuş m o­mentinde kurumlaşmış Mekke tefeci - be­zirganlarının bu akıma karşı çıkmaları ne­deniyle, tüm yoksul halk kesimlerinin İsla­miyet saflannda yer alması iyilik, doğruluk, adalet ve mutluluk getirici bir rol de oyna­dı. Bu durum Müslüman halkların zihnin­de, gelenek göreneklerinde, yüz yıllardır si­linmeyen neredeyse o günlere özleme dö­nüşen bir biçimde hâlâ yaşayabiliyor. Ne var ki İslamiyet kısa bir süre sonra Mekke tefeci - bezirganlarının da Müslümanlaşma- larıyla, onların eline geçmiş, gerçek sosyal sınıf zeminine oturmuştur. Burada elbette İslamiyetin doğuş ve gelişimini tahlil etmek, pek çok yeni düşünce ve yorum ileri sür­mek de mümkündür. Yalnız bunlar ayn ça- lışmalann konusu olup, ele aldığımız eği­tim sorununa pek katkı sağlamaz, hatta ko­nunun dağılmasına neden olabilir.

Özetle; Hz. Muhammet toplumun eko­nomi temelinde ortaya çıkan değişiklikle­re uygun bir düşünce sistemi geliştiriyor. Konumuz açısından bundan sonrası daha fazla önem taşımaktadır. Bu geliştirdiği fi­kir ve düşünceyi öncelikle en yakın ve gü­vendiği çevreden dışa doğru çeşitli eğitim toplantıları düzenleyerek yayıyor. Bu çalış­malar sonucu mümin adı verilen yeni dü­şünce sistemini kişiliğine sindirmiş ve dav­ranışlarıyla da bunu başarıyla uygulayan ilk kadrolarını oluşturuyor. Bu mümin ismini

1 alan kadroların temel özelliği kendilerini bü­tünüyle İslamiyete adamış, bu yolda şeha- deti seve seve kucaklayacak niteliğine ulaş­mış kişiler olmalandır. Artık burada yapıl­ması gereken yeni insan lann yoğun eğitim çalışmalar içine alınarak (ayet okuma - na­

maz kılma biçiminde) müminleştirilmesi ve kadrolaştınlması olurken, diğer bir yandan da eski toplum ve din biçimini muhafaza etmek isteyenlerle küçük çaplı çatışmalar içine giriliyor. Bu aşamada eskinin sürme­sinden yana olanlar, müminler üzerinde korkunç boyutlara varan sindirme, işken­ce ve katliamlar gerçekleştiriyorlar. Fakat mühninler bu uygulamalara karşı direnerek yaşamaya hakları olduğunu ve geleceği temsil ettiklerini kanıtlamış oluyorlar. Böy­lece îslamın doğuş yeri olan Mekke, artık sağlanabilecek gelişmelerin büyük oranda sağladığı, eğer orada kalmakta ısrar edilir­se, başta Hz. Muhammed’in kendisi olmak üzere tüm müminlerin imha olmayla karşı karşıya kalabilecekleri yer haline geliyor.

I. ve II. Enternasyonel pratiği, dünyanın pek çok ülkesinde insanların eğitilip ülkelerinde

çalışma yapacak düzeyde yetkinleştirilmesinin önem li b ir aracı oldu.

Böylece proleterya sosyalizmi dünyanın çeşitli ülkelerine yayılabildi.

OradanMedine’ye hicret ediliyor. Medine hem İslamm yayılması ve kadrolaşması hem de yeni İslam düşüncesi temelinde ya­şamın organize edildiği bir yer haline geti­riliyor. Ardından Bedir Savaşı, savaşı sür­dürme ve İslamiyeti yayabilmek için gere­ken teknik olanak ve güce ulaşmak bakı­mından. İslamiyetin ilk kamulaştırma eyle­mi oluyor. İslamiyet daha sonraki yaşanan süreçte bilindiği gibi, güçlü bir hazırlık ve kadrolaşma (mümin) temeline dayandığı, içinde bulunduğu bölgenin ekonomik - sos­yal gelişimine uygun fikirleri Kuran ve ha­dislerde üretebildiği ve bu fikirlerin toplum içinde yayılmasını engelleyen eski toplum ve din biçimiminin sürmesi için şiddet uy­gulayanlara karşı kutsal cihad anlamında savaşı geliştirebildiğinden, tüm Ortadoğu bölgesine, hatta Uzakdoğu’ya doğru bir ya­yılma göstermiştir.

Her fikir akımında olduğu gibi İslamiye­tin gelişmesiyle birlikte davaya katılmayı öz­de değil, sözde ve biçimsel yapan pek çok sahte Müslüman kadro tipi de ortaya çık­mıştır. Bunlar Kuran ve hadisleri ezbere bil­mekte fakat, yaşama geçirme ve uygula­mada ise çarpık ve çıkarcı bir durum içine düşmektedirler. Hatta Müslümanlar içinde bugün dahi bu ayrımı yapabilmek müm­kündür. Pek çok insan temiz duygularla İs­lamiyete yaklaşırken, pek çok Müslüman geçinen kişi ise dini insanları kandırmada kolaylık sağlayan bir araç olarak görmek­tedir. Toplumdaki hâkim finans - kapital ve tefeci-bezirgan sömürücü sınıflan yaşamla­rının Müslümanlıkla alakası yokken, sırf halkı kandırmak ve afyonlamak için din­dar geçinmekte, onların saf ve temiz duy- gulannı da iş güçlerini sömürdükleri gibi sö­mürmektedirler.

Avrupa kıtasında ise feodalizmin ortaçağı denen dönemde din eğitimi ve kadrolaş­ması muazzam boyutlara varmıştır. Kilise din derebeylerinin elinde kendi feodal dü- — zenlerini yaşatma ve ayakta tutmanın en- büyük okulu ve eğitim kurumlan ağı hali­ne geliyor. Kilise toplumun yönetilmesin­den, çeşitli, haksız savaşlara sürülmesine kadar, tarihin ileriye dönen çarkını geriye döndürmeye çalışmak temelinde de olsa,Avrupa kıtasında çok büyük etkinlik ve nü­fuza sahip oluyor. Papazlar, rahip, rahibe ve keşişler feodal üretim tarzının ve hiye­rarşisinin ideolojik kurumlaşması ve dev­let kadrolaşmasının temelini ve yönlendi- 47

Page 48: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

ricJBginı oluşturuyorlar keler, dinsel topluluk ve halklar üzerine haçh seferleri biçiminde milyonluk ordular seferber edebiliyor. Yine bu ortaçağ karan­lığını yaşayan toplumlann bağnnda ortaya çıkan insanlığı geleceğin aydınlık günleri­ne ulaştırmak isteyen büyük kişilik ve bi­lim adamlannın dahi yaşamlanna son ve­rebiliyor. Tüm bunlarda, Avrupa’da orta­çağda, kilisenin bir ideoloji’ ve eğitim ku­rumu olarak toplumda sağladığı gerici kad­rolaşmanın rolünü ortaya koyuyor. Bu dö­nem çok acılı da olsa insanlık tarhinde ge ­çici olmak zorunda kalmıştır. Çünkü hiç­bir din, eğitim, güç, kadrolar ve ideoloji in­sanlığın gelişim yasalanna uygun değilse ta­rihsel olarak aşılmaktan kendini kurtara-

Osmanlı toplumunun merkezi feodal ya-

Boylece başka ül- gulamaya başlamıştır. Çeşitli bilim, fikir, sa­nat ve edebiyat adamlan başlangıçta kor­kunç baskılara uğramak, hatta bazılan ya- şamlannı yitirmek pahasına da olsa, feo ­dal ortaçağ karanlığına savaş açtılar. Kapi­talist üretim biçimi henüz hâkim olmayan bir tarzda da olsa korperasyon, manifak- tür ve fabrikaya doğru bir evrim yaşarken, başta bu işletmelerin sahipleri (burjuvalar) ve çalışanlar (ilk proleterler) olmak üzere insanın doğanın kanunlarını keşfettiğinde ona hükmedebileceğini sezdiler. Ortaçağın köylü veya esnafının, tanrının insafına sı­ğınan üretim biçimi ilk defa tanrının insa­fından kurtulmuş ve makina denen aletle­re hükmeden insanın becerisi ve ustalığı­nın kontroluna geçmiş oluyordu. İşte feo ­dal dönemin sonlanndan itibaren başlayıp, burjuva devrimleriyle doruğuna çıkan in-

1917 EKİM DEVRİMİ her şeyden önce Marksizmin, Rusya koşullarına yaratıcım bir

biçimde uygulanması, oluşturulan LENİNİST ideoloji temelinde güçlü bir kadrolaşmanın

(profesyonel devrimciler örgütü) sağlanmasının ürünüdür. Ekim Devrimi ve Ekim DevrimVnden sonra gerçekleşen tüm ulusal toplumsal kurtuluş ve devrimlerin,

ortaya çıkardığı temel gerçek, objektif şartlarda ortaya çıkan olgunlaşmayı, devrimi geliştirme doğrultusunda işleyebilecek bir

kadrolar örgütünü (Partiyi) güçlü bir biçimde inşa etmenin zorunlu ve vazgeçilmez,

ertelenmez bir görev olduğudur

pıya ulaşmasının ardından medreselerde­ki (din okullan) dini eğitim ve kadrolaşma, toplumun ileriye doğru gelişimi önünde bü­yük bir engel haline geliyor. Hatta bu, Ba­tı Avrupa’nın kapitalizm aşamasına varmış toplumlanndan esinlenerek, kurulan ilk ka­pitalist işletmelerin yakılıp yıkılmasına ka­dar varabiliyor. Avrupa’da yeşeren ve geli­şen ilerici ve aydınlık pek çok fikir akımına sanat, edebiyat, kültür vb. değerleri toplu­ma taşımak isteyen kişilere ise Osmanlı top­lumunun bünyesi içinde yaşama olanağı verilmiyor. Onların kaderi sürgün ve ceza­evinde yaşamak halinde dönüştürülüyor. Bunda, şeriat ve din eğitimi kurallan ve medrese kültürü dışındaki herşeye gavur icadı olarak bakan Osmanlı toplumunun o karanlık ortaçağının kadrolaşması büyük oranda etken olmuştur. Osmanlı toplumu­nun bu döneminden günümüze kadar sü­ren geri kalmış ülke alın yazımızda, Batıda kapitalizmin gelişiminin zıddına, ekonomi temelinde tefeci - bezirgan ve komprodor- luğun egemenliğinin geliştirilmesi olduğu kadar, üst yapıda da merkezi feodal dev­let ve kurumlaşmasının güçlendirilmesinin rolü çok büyüktür. Elbetteki burada olay­lar, toplumun ekonomi temelindeki, geri­ci asalak tefeci - bezirgan, komprador ser­mayenin hakimiyetinin, kişilerin hatta sul­tanların istemlerinden bağımsızcasına üst yapıda, devlet, ideoloji, din, eğitim, kültür vb.’de ifadesini bulmasından başka bir şey değildir. Ekonomi temeli asalak ve gerici - çağdışı sermayenin tekelinde olunca dev­let ve sultanlar kendi varhklannı sürdüre­bilmek için din afyonuyla kitleleri uyuştu­rup, alıklaştırmak ve bu işi yapabilecek medrese (okul) sistemine ve buralardan çıkmış kadrolara dayanmak zorundadırlar.

Kapitalist üretim biçiminin, feodalizmin bağnnda doğmaya başlamasıyladır ki in­sanlık ortaçağ gericiliğini ve karanlığın! sor­

san lık tarihinin o güne kadar şahit olmadı­ğı en büyük aydınlanma hareketi bu eko­nomik ve sosyal zeminden kaynağını almış­tır. Bu dönemde yeni felsefe, kültür, ideo­loji ve sanat akımlan adeta feodalizmin tüm kurum ve kuruluşlanna her koldan saldm- ya geçmiştir.

Kapitalizmin sağladığı aydınlanma orta­mında insanlık adeta bir bakıma unutulmuş eski kültür hazinelenne yönelmiş, başta eski Yunan felsefesi olmak üzere, antik çağda­ki toplumlann geçiş ve gelişme moment- lmerinde ürettiği felsefe, kültür ve ideolo­jiler, yeni üretilen fikirlerle birlikte ortaçağ karanlığını yırtmada bir silah haline getiril­miştir. Yeni felsefe, ideoloji, kültür ve sa­nat akımlan, genç ve devrimci burjuva sı­nıfının önderliğinde çeşitli akım, grup, hi­zip ve partiler biçiminde örgütlenmeye baş­lamıştır. Bu aşamada burjuvazi özellikle ye­rel yönetim ve belediyelerde örgütlenerek buraları feodalizme karşı direnişin merkez­leri haline getirmiştir. Oluşturduğu akım ve partiler içine başta proletarya olmak üzere din ve dünya derebeğliğinin topraksız bı­raktığı ve sertliğin kıskacı ve zulmü altında yaşayan köylülüğü de çekebilmiştir. Bu emekçi kesimler, burjuvazi tarafından, top- raklann, feodallerin elinden alınıp kendi­lerine dağıtılacağı, daha iyi çalışma koşul­lan, hürriyet, adalet, eşitlik sağlanacağı va­atleriyle örgütlendirilip, burjuva devrimle- rinin vurucu gücü haline getirilmişlerdir. Burjuvazi kendi ideolojisi doğrultusunda sağladığı bu bilinçlendirme, eğitme, kadro- laştınp örgütleme çalışmalannm yanı sıra eski feodal toplumun egemen sınıflan ara­sındaki çelişkileri de ustaca kullanmıştır. Başlangıçta feodal parçalanmışlığa karşı ulusal birliği sağlamak için krallıkla uzlaş­mış yine din ve dünya derebeğlerinin ve asillerin arakamdaki çelişkileri derinleştiri­ci ilişki ve ittifaklara girmiş, bu çelişkileri us­

taca kullanarak kendi sosyal devriminde taktik alanda da büyük bir maharet sergi­lemiştir. Burjuvazi tüm bu yetenekleriyle, eskinin karanlık ve kokuşmuş feodal de­spotizmini böylece dağıtıp, yerle bir edebil­miş. Siyasal iktidarı onların elinde alarak kendi iktidarını kurmuştur. Bundan sonra geçmiş çağın egemen sınıflan başta olmak üzere, eskinin tüm kurum ve kuruluşlannı kendi ekonomi temeli ve dünya görüşüne göre bir dönüşüme uğratmıştır. Burjuvazi­nin, burjuva devrimindeki diğer bir özelliği de kendi hâkim sınıf ideolojisini aşan pro­leter ve köylü yığınlanna karşı eski feodal toplumun artığı egemen sınıflarla uzlaşmak ve emekçilerin bu mücadelelerini şiddet kullanarak bastırmak olmuştur.

Ortaçağın o mistik ve ruhani ortamı bur­juva üretim biçiminin tarih sahnesine çık­maya başlamasıyla, dağılma içine girmiş­tir. Sonuna kadar maddeci ve insanın be­ceri ve kontrolundan başka bir güç tanımı- yan kapitalist üretim biçimi maddeci (ma­teryalist) dünya görüşünün doğrusunda ve gelişmesinde en büyük ilham kaynağı ol­muştur. Yine ekonomi politik bir bilim ola­rak bu yeni üretim biçiminin kanunlannı araştırma temelince doğmuş, burjuva dev- rimlerinin sağladığı özgürlükler ve coşku or­tamında, sanatta ve edebiyatta dev boyut­ta klasikleşmiş yapıtlar ortaya çıkmıştır. Bur- > juvazi kendi devriminin ardından, emekçi sınıf ve tabakalara yönelik gericiliği ve te­rörü her ne kadar arttırmışsa da yeni orta­ya çıkan üretim ve yönetim tarzı tarihsel olarak insanlığı çok büyük bir ilerleme ve gelişme içine soktu. Burjuva devriminin ay­dınlık ortamında yeni kapitalist toplumun eğitimi ve kadrolaşma düzeyi kendinden önceki toplum biçimleriyle kıyaslanmaya- cakbir boyuta vardı. Yönetimde ilk dönem, cılız ve güçsüz olma nedeniyle krallıkla uz- laşık bir gidiş varsa da ardından bilinen se­çimli demokratik cumhuriyete doğru bir ev­rim yaşandı. Ekonomi alanında, geniş ye­niden üretim demek olan kapitalizm, üre­tim alanında bir sonraki günü bir öncekini aşarken, bilimde, teknikte yeni keşif ve icadlan kışkırtan teşvik eden bir rol de oy­nuyordu. İnsanlığın bu dönemi denebilir ki neredeyse her gün yeni bir keşif veya ica­dın yapılmasına sahne olmaktaydı. Bu du­rum, yönetimde, bilimde, teknikte, üretim­de uzmanlaşacak çok sayıda insanın eğiti­mini ve kadrolaştınlmasını zorunlu kılıyor­du. Keza toplumun yaşamını ilgilendiren tüm alanlardan, askerliğe kadar toplum adeta yeni baştan ele alınıp, kapitalist üre­tim tarzının ve üretici güçlerinin gelişimine, ihtiyaçlarına uygun bir eğitim sürecine ta­bi tutuldu. Cehalete savaş açıldı. Okuma yazma, teknik bilgi ve beceri edinme bire­yin yeni topluma uyum sağlayabilmesinin, ayakta kalıp yaşayabilmesinin ana unsur-

lan haline geldi. Gazetecilik, telefon radyo vb. bilimsel teknik gelişmeler, mecburi öğ­renim, okul sistemleriyle birlikte toplumun büyük bir kesimini burjuva ideolojisinin eği­timi ve yönlendirmesi altına soktu. Ulaşım­da ve haberleşmedeki gelişmeler insanlar için yer küremizi küçülttü. Bilinmezlikleri or­tadan kaldırdı. Tüm bunlar yeni, aydınlık düşünce ve gelişmelere açık bir insan tipi­ni ortaya çıkardı. Toplumun adeta karan­lıklar denizinden aydınlığa çıkması biçimin­deki bir durum güzel sanatlann tüm dalla- nnda, felsefede, kültür, ideoloji depolitika- da pek çok ileri düşüncenin yeşermesine uygun bir ortam yaratıyordu. Y ine burju­vazi, kapitalizmin Kıta Avrupası’ndan dün­yanın her tarafına doğru yayılması önün­de büyük bir engel teşkil eden feodal des- potik yönetimlere karşı, yetiştirdiği büyük askeri komutanlar önderliğinde yüzbinlik ordular kurup bunları en son teknikle do-

Page 49: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

natıp üstlerine yürütüp onların, gelişmele­rin önünde engel olma durumlarını orta­dan kaldırdı. Kapitalizmi Avrupa’da kökleş­tirip oradan yeni dünya (Amerika) ve As­ya kıtasına doğru yaymayı başardı.

Kapitalizmin, insanlığın ileriye doğru ge­lişiminde oynadığı rol kendinden önceki toplum biçimleriyle kıyaslanmayacak bir boyuttadır. Ne var ki kapitalizmin bu rolü kesintisiz bir biçimde sürdürmesinde söz ko­nusu değildir. Çünkü bu yönetim tarzı da geçmiş üretim ve toplum biçimlerinde ol­duğu gibi sömürücü, egemen bir azınlığın iktidan olmak durumundadır. Nüfusun bü­yük çoğunluğunu oluşturan emekçiler, devrimlerin ve toplumsal gelişmenin tek ya­pıcıları olmalanna rağmen geçmiş sömürü

sistemlerinde olduğu gibi kapitalizmde de paylarına düşen ancak yaşamalarını sür­dürmelerine yetecek boyutta bir ücrettir. Onlar çalışmışlar savaşmışlar ve yeni bir toplumun ortaya çıkmasında en büyük mo­tor güç olmuşlar, ama siyasi iktidar ve üre­tim faaliyetini tekeline alan burjuvazi olmuş­tur. Burjuvazi de kendi devrimini yapıp si­yasal iktidarı zaptettikten sonra ilerici dev­rimci barutunu yitirmiştir. Devrime katmak için kitlelere verdiği vaatlerin tümünü unut­muştur. Kitleler burjuvaziye bunları hatır­latma temelinde sokağa dökülünce de bur­juvazinin oluşturduğu ordu güçlerinin sün­gü ve kurşununu karşılannda buldular. Sö­mürücü sınıflar, tarihte de görüldüğü gibi henüz siyasi iktidan ele geçirmedikleri aşa­mada ve kendi iktidarlannı gerçekleştirmek için geliştirdikleri sosyal devrim moment­lerinde ilerici bir rol oynarken, iktidara sa­hip olmalarının ardından gericileşmekte, hatta üretici güçlerin gelişiminin önünde engel haline gelebilmektedirler. Bu durum kapitalizm için de söz konusudur kapita­lizmde ü re tip —ortka ve işletmelerde ve tüm toplumsal yapıyı saran genel görünü­müyle kolektif yapılan bir üretim biçimi olurken bu kolektif üretim biçimine uygun olmayan bir tarzda burjuvazi tüm üretimin sonuçlarına özel mülkü olarak sahip çık­maktadır. Yani onlar üretimin kendisinden çok sonuçlanna sahip çıkmayla ilgileniyor­lar ve bu durumları onların üretim içinde etkin rol alan insanın ve tekniğin gelişimi­ne kayıtsız hatta engelleyen bir konuma gir­melerine neden olabiliyor. Bilimde ve tek­nolojideki yeni gelişmeleri hemen üretim alanına aktarmak, üretimde çalışan işçi sı­nıfının tüm ekonomik ve sosyal haklarını vererek onun gelişimini sağlamak, kapita­listin sadece ve daha çok kâr anlayışıyla çe­lişmektedir. Burada kapitalistten, elbetteki üretimde ortaya çıkan kolektif üretim biçi­mine uygun, kolektif bir üretim tarzı ve mül­kiyeti getirmesi, bilim ve teknikteki gelişme­leri süratle üretim alanında uygulaması iş­çi sınıfının insanca yaşamasını sağlayacak tüm haklan tanıması beklenemez. Ne var ki başta aydınlar olmak özere, toplumun ekonomi temelinde ortaya çıkmış oıan bu çelişkilerin dile getirilmemesi, bu adaletsiz­liğin giderebilecek düşünce ve fikirler üre- tilmemesi de söz konusu olamaz. Nitekim

kapitalizmin egemen üretim biçimi haline gelişinin ardından, kapitalist üretim tarzının doğasından kaynaklanan, bir yanda lüks ve sefahat içinde yaşayan bir burjuvazi öbür yanda açlık, yoksulluk, işkazaları v esalgm hastalıklardan binlercesi ölen bir proletar­ya görüntüsünün ortaya çıkması, pek çök aydının proletaryanın kurtuluşunu sağla­mak için düşünce sistemleri üretmesine ne­den olmuştur. Bu dönem de proletarya adına üretilen düşünce sistemlerine, üto­pik sosyalizm adı verilmektedir. Ütopik sos­yalizm, henüz kapitalizmin gelişiminin çok ileri olmadığı ve proletaryanın da olgunluk düzeyinin çok düşük olduğu dönemin sos­yalizmidir. Hatta bu sosyalizme ön sosya­lizm demek de mümkündür.

İşçi sınıfının bilimsel sosyalist dünya gö ­rüşü ise ancak daha sonraki proletaryanın gelişme ve olgunlaşma sürecinde ortaya çıkmıştır. İngiltere kapitalizmin ilk beşiği ola­rak, kapitalizmin ekonomi - politik biliminde önemli gelişmeler sağlamış durumdaydı.

Fransa büyük Fransız devrisinin okulun­dan geçmiş, devrimciliğin ardından sosya­list düşüncelerin gelişim düzeyinin yüksek olduğu bir ülkeydi. Almanya ise felsefe ala­nında Hegel ve Feubach’m geliştirdiği fel­sefe akımlarıyla, felsefede büyük bir geliş­menin ortaya çıkışına sahne olmuştu. İşte proletaryanın bilimsel sosyalizmini kuran ve geliştiren K. Marks ve F. Engels böyle bir dönemde, geliştirdikleri yeni düşünceye da- yanaklık eden bu üç akımın, İngiliz ekonomi-politiği, Fransız sosyalizmi ve A l­man felsefesinin eleştirisiyle ve bu temel üzerinde proletaryanın sosval»«* ¿ ¿ nya gö­rüşünü inşa ettiler £ Marks ve F. E ngeli ın yasa^r 've mücadeleleri incelendiğinde çok iyi görülecektir ki onlar bir yandan için­de yaşanılan kapitalist toplumun başta eko­nomi temelini ve çelişkilerini olmak üzere, felsefe, politika, ideoloji, devlet, hukuk, kül­tür, askerlik vb. tümalanlannı eleştirip, pro­letaryanın dünya görüşünü bu biçimde in­şa ederken, düşünceyi yaşama geçirmede ve yaymada büyük bir rol oynayacak kad­roların eğitilip örgütlendirilmesine çok önem verdiler. 1. ve II. Enternasyonal pra­tiği, dünyanın pek çok ülkesinde insanla­rın eğitilip ülkelerinde çalışma yapacak dü­zeyde yetkinleştirilmesinin önemli bir ara­cı oldu. Böylece proletarya sosyalizmi dün­yanın çeşitli ülkelerine yayılabildi. Ve ora­larda örgütlü hale gelmesi sağlanabildi. Bu

aşamada, ideoloji, politika ve örgütlenme­de, evrensel boyutta sağlanan bu gelişme­ye rağmen henüz uluslararası proletarya­nın burjuvaziden siyasi iktidan alabilecek ol­gunluk, bilinç, ve örgütlenme düzeyi söz konusu değildi. Ne var ki objektif ve süb­jektif koşulların henüz yeterince olgunlaş­mamasına rağmen, bu dönemde sosya­lizm; Fransız proletaryasının büyük kahra­manlık ve ataakhğıyla 1871’de Paris Komü­nü içinde iktidan aJabilmiştir. Bu ilk iktidar deneyimi Paris proletaryasının kendi eğiti­mi ve yetersizliğinden dolayı kısa sürede yı­kılmışsa da uluslararası işçi sınıfı hareketi

için büyük bir deneyim olmuştur. Ulusla­rarası proletaryanın bu ilk başkaldın ve dev­rimin de ortaya çıkan hatalardan güçlü dersler çıkarılabilmesi, daha sonra Çarlık Rusya’sında Bolşeviklerin iktidan almasın­da ve iktidarı muhafaza edebilmesinde, 1905-1907’de yenik düşen Rus devrim de­neyiminin dersleriyle birlikte güçlü bir te­mel teşkil etmiştir.

Bolşeviklerin Çarlık Rusyasında gerçek­leştirdiği devrimin evrensel boyutları ve in­sanlığın gelişiminde oynadığı rol başlı ba­şına ayrı araştırmaların konusu olabilir. İş­lemeye çalıştığımız konu açısından şunu vurgulamak kesinlikle gerekli hatta zorun­ludur. 1917 EKİM DEVRİMİ her şeyden önce Marksizmin, Rusya koşullarına yara­tıcı bir biçimde uygulanması, oluşturulan LENİNİST ideoloji temelinde güçlü bir kad­rolaşmanın (Profesyonel devrimci'er örgü­tünün) sağlanmasının ürünüdür. Elbette sorunu salt böylesi bir sübjektif etkenle sı­nırlı göstermek yanlış gibi görünse de da­ha sonraları Avrupa’nın öteki ülkelerinde, Çarlık Rusyasındakine benzer objektif ko­şulların (kriz, savaş vb.) olmasına rağmen devrimin zafere ulaşamamasının nedenini, bu sübjektif etkenin eğitim ve kadrolaşma­nın devrimin örgütlenmesinin yetersiz ve­ya yanlış bir boyutta yapılmasından başka neyle izah edebiliriz?

Ekim devrimi ve ekim devriminden son­ra gerçekleşen tüm ulusal toplumsal kur­tuluş ve devrimlerin ortaya çıkard'ğ-, genel gerçek, objektif şartlarda Ortaya çıkan ol­gunlaşmayı, devrimi geliştirme doğrultu­sunda işleyebilecek bir kadrolar örgütünü (partiyi) güçlü bir biçimde inşa etmenin zo­runlu ve vazgeçilmez, ertelenmez bir gö ­rev olduğudur. Devrimciler bu temel görev­lerini başardığında devrim engel tanımaz­ken, yetersiz, eksik ve yanlış yapıldığı yer­lerde devrimler yenilgiyle karşı karşıya kal­mıştır. Bu eksik ve yetersizliğe rağmen ba­zı sürpriz koşullardan faydalanılarak iktidar olunan ülkelerde ise sosyalizmin inşası ve geliştirilmesi çok sancılı süreçler izlemekte­dir. Sosyalizmin başını ağırtan, Yugoslav­ya, Macaristan, Çekoslovakya Polonya ve Afganistan’da usananları, böylesi sürpriz­le rd e faydalanarak iktidan ele geçirmenin eksikliğini iktidar olmanın avantajlarını iyi kullanarak, ekonomik, sosyal ve ideolojik sorunların çözümünde başarılı olabilecek, eğitim ve kadrolaşmanın yeterince yapılma­mış olması açısından da eleştirmek müm­kündür.

Günümüzde sosyalist sistemde biriken pek çuk sorunun köklerinde dahi, ideolo­jik, politik yetkinleşmenin, problemleri bi­riktirmeden çözebilecek öngörü ve yetene­ğe sahip kadrolaşmayı sistemin ihtiyaç duy­duğu boyutta üretememesinde görmek pek abartma olmasa gerektir. Elbette biriken so­runlar, problemler kendi çözümleyicilerini de tarih sahnesine çıkarmaktadır. Sosya­lizmin yenileşme ve açıklık olarak ifade et­tiği günümüzdeki politikalan tüm sosyalist sistemde olduğu kadar, kapitalist ülke pro­leterlerinde de neredeyse uluslararası bir boyuta varan bir aydınlanma ve işlenen ha­talar temelinde bir eğitim halini almıştır. Bu aşamada sosyalizm eskide ayak direyen “tutucu” kadroları aşabildiği, yenileşme ve açıklık politikasına uygun güçlü bir eğitim ve kadrolaşmayı sağlayabildiği oranda zor­lukların üstesinden gelebilecektir.

Türkiye proleter sosyalist hareketi, içine girilen yeni dönemde kendini yenileyip, eğitip güçlü bir kadrolaşma sağlayarak top­lumsal devrimimize önderlik edecek, geçmi­şinde bu konuda yaşadığı eksikliği aşacak, tarihin kendisinden beklediği rolü oynaya­caktır.

(SÜRECEK)

Günümüzde sosyalist sistemde biriken pek çok sorunun köklerinde dahi ideolojik,

politik yetkinleşmenin, problem leri biriktirm eden çözebilecek öngörü ve

yeteneğe sahip kadrolaşmayı sistemin ihtiyaç duyduğu boyutta üretem em esinde görm ek

pek abartma olmasa gerektin

Page 50: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

OBLOMOV ve OBLOMOVLUĞUMUZ... (2)

Kemal SARUHAN

Gerçek anlamda Oblomovluk, düşünce (ile eylem arasındaki diyalektik bağın par­çalanmasından doğar. Köle ve seri em e­ğinin sömürüsü üstüne dayalı toplumlarda egemen ahlak maddi üretimin hertürlüsü- nü küçümseyerek, soylu birey için çalışmayı içe dönük bir zihinsel faaliyete indirgemiş­tir. Düşünceyi eyleme dönüştürecek mad­di araçlar bireyin elinden alınmış, ya da gözerdi edilmiş olduğundan, fikirler somut bir gerçeklik halini alamaz, salt zihinsel bi­rer tasanm olarak kalırlar. Maddi eylemden kopan ve pratiğin devirıûillci gücünden yoksun kalan bilinç, kendiliğinden soyut kurgu alanına yönelir; kendi üzerine kapa­nır. Orada artık gerçek fikirler halini alan tasarımlarla, imgelemden türeyen kurun­tu ve hayaller birbirine karışır. Mantık, düş- gücünün içinde erir, gerçek olanla hayali olan arasındaki farkı giderek tanıyamaz ha­le gelir. Oblomov’un rüyası, onun gerçek tasanmlarıdır.

Bu koşullar altında birey, gerçek hareketi, ancak zihninde tasarlayabilir, onu içsel bir harekfcİZ dönüştürür. Oblomov, bu anlam­da bir harekete yabancı değildir. Gerçek­leşmeyen düşünceleri güçSÜZİeşmiŞ- an­lamlarını yitirmişlerdir, ama düşgücii $iıî2i* sız bir enerjiyle sürekli hareket halindedir.

Gerçekte de, insanlarla iletişim kurabilme yeteneğini kaybetmiş, ya da belki hiç elde

edememiş b iri olarak Oblomov, başkalarının gözünde b ir ölüden, veya daha doğrusu b ir

bitkiden farksızdır.

Gerçek yaşamındaki kısırlıkla iç dünyasının şaşırtıcı zenginliği arasındaki karşıtlık, sürekli birbirini dengeler. Dış dünyaya karşı son de­rece ilgisiz ve duyarsız kalan Oblomov, ken­di içine döndüğünde aşırı ölçüde duygulu ve hassas birisi olup çıkar. O, her zaman kendi iç dünyasında yaşar ve ancak orada mutlu olabilir. Onun sevdiği insanlar, ger­çek insanlar değil, kendi zihninde tasarla­dığı insanlardır.

Bazı durumlarda, dış dünyadan gelen ki­mi uyarımlar, örneğin bir tek çarkı -casta diva- Oblomov’un ruhunun derinliklerin­den gelen bir coşkuyu, yakıcı bir hayat ale­vini su yüzüne çıkartır. Tam özlenen ger­çekleşiyor derken, bir de bakarsınız, şarkı bitmiş, Oblomov gene eski uyuşuk halini almıştır. Gerçek hayatla arasındaki bağın gücü, ancak bu kadardır. Aslında onun esas özlemi, dış dünyaya karşı mutlak bir kayıtsızlıkla tam bir içe kapanışa ulaşmak-

5 0 tır. Bilim dilinde bu duruma bitkisel hayat

denir. Gerçekte de insanlarla iletişim ku­rabilme yeteneğini kaybetmiş, ya da belki hiç elde edememiş biri olarak Oblomov, başkalannm gözünde bir ölüden veya da­ha doğrusu bir bitkiden farksızdır.

Düşünce ve eylem arasındaki bağın par­çalanması, düşünceyi kendi içine kapatıp güçsüzleştirdiği gibi, eylemin kendisini de başıbozuk ve amaçsız hale getirerek, soy­suzlaştırır. Birey, artık kendi eylemleri üze­rindeki denetimini yitirmiştir. Bilinç olarak kendisiyle, başka insanlarla ilişkileri içindeki pratik bir varlık olarak kendisi arasında de­rin bir karşıtlık ilişkisi kurulur. Bilinç, bu tra­jik çatışmanın uçurumlanna yuvarlanarak parçalanır. Birey, kendi varlığında kendi gerçekliğini yakalayamaz hale gelir. Kendi içinde hem-kendisini, hem de kendine ya­bancı bir gücün varlığını hisseder. Aynı an­da hem Fausftur, hem Mefisto; güçlü ro­mantik duyguları bu çatışma içinde boy ve­rir.

Sıradan aristokrat bu çatışmayı bayağı bir hazcılığa yönelerek kendinden uzaklaştınr. Bu yaşama küçümsemeyle bakan roman­tik bireyse, insan olarak kendini gerçekleş­tirebilmenin imkânsızlığı içinde kavrulup gi­der. Kendi kendisiyle uyumu, ya toplum­dan paklaşarak kendi içine kapanmakta arar, ya da öilİrriCİe. Toplum açısından or­taya çıkan pratik sonuçta .'kişinin birbi­rinden pek farkı yoktur.

Oblomovluğun asıl belirtisi iradesizlik­tir. irade, isteyebilme ve yapabilme gücü demektir -ki düşünce ve eylemin uyumlu birliği üzerinde çiçeklenir- Oblomov, bir şeyi ne gerçek anlamda, “var gücüyle” isteye­bilir, ne de isteklerini gerçekleştirebilme gü­cünü bulur kendinde. Bu yüzden gerçek­likten hep bir korku içinde yaşar, onunla karşı karşıya gelmekten kaçınır. “Hayalle­rinin gerçeklikle yüzyüze geldiği ürkütücü anlar” da gerçekliğe egemen olmak, onu kendi amaçlanna göre değiştirmeye çalış­mak yerine, gerçeklik alanının dışına kaçar. Bu bakımdan Oblomovluk, gerçekliğe edil­gen bir boyun eğiştir, teslimiyettir. Afna egemen gerçekliğe uyarak boyun eğmez o, gerçekliğin bütün karşıt görünümlerini red­dederek boyun eğer, dramatik bir teslimi­yete yönelir. “Madem ki yaşamı yönlendi­ren kurallar budur, ben de yaşama katıl­mam” der, Oblomovcu. Ama ukalaca üs­te çıkmaya çalışarak, ama sinik bir kabul- lenişle, tavırsızlığın tavrını takınır. Bundan böyle Oblomovluk, hareketsizliğin hareketi, tembelliğin enerjisidir. Onunla hiçbir yere varılamaz!

★★ ★

G onçarov Oblom ovluğun karşıtını Stoltz’da arar, onun belirtilerini Stoltz’un ya­

şama anlayışıyla karşıtlığı içinde ortaya koy­maya çalışır. Stoltz, Oblomov’un tersine, ça­lışkan, enerjik, kendine güvenen biridir. Bu niteliklerini Alman asıllı babasından almış­tır. Rusya’da gelişen yeni, burjuva yaşamın temsilcisidir o; Alman işadamlığınm Rus derebeyliği içine attığı koldur.

Alman burjuvazisi, kutsal Roma’yı ce­henneme çevirmiş Neron tipi antika zalim­liğin üzerine kılıç üşürürken kendilerini ya­kan Cermen fatilerinin küllerinden doğ­muştu. Köklü derebey geleneklerinin yıkın­tıları arasında korkak ve pısırık bir hayalet gibi dolaşırken, 1848 devriminde proletar­yanın yaktığı ateşi çalarak “Cermenomanyak” bir iştihayla dünya pa- zannı fethe çıktı. Stoltz, onun Rus derebey­liğiyle çiftleşmesinden doğan melez çocu­ğudur.

Burjuvazinin derebeylikle uzlaşarak geliş­mesinden kaynaklanan melezliği ve güç­süzlüğü, kapitalizmin Rus topraklannda de­rinliğine kök salmasını engellemiş, iğreti kı­lıklara bürünmesine yol açmıştır. O yüzden, Rus toplumunu feodal ataletten kurtara­cak, sarsıcı bir güçle, GogoFden beri Rus aydınlarının bekledikleri “ileri” sözcüğünü haykıracak enerjiyi kendinde bulamazdı. Tersine, onun getirdiği yenilik, toplumsal ataleti çıplak bir olgu olarak bilinç alanına getirmekle kalır. Toplumsal bilinci uyarıp yeni umutlar, idealler yaratır, ama bu umut- İari g^rÇSklSŞtırebilecek araçlan yaratamaz,

ya da olanİan inSSnİSö1"* s!)erinden alır. Kendi yarattığı idealleri, yine kendi ğSTÇeK- liği içinde boğar.Burjuvazi, Rus toplumu- na beklenen kurtuluşu getirmemiş, ülkeyi dar, uzun ve sancılı bir gelişim yoluna sok­muştur. Onun yarattığı birey tipolojisi, çar­pık ve yüzeyseldir.

Bu gerçeklik, Gonçarqv’un romanını es­tetik kuruluşu açısından da etkilemiştir. Bir tip olarak Oblomov’un çiziminde bulduğu­muz gerçekçi derinliği, aynı başanyla Ştoltz’un çiziminde göremeyiz. Okuyucu­yu etkileyen, kendine çeken Oblomov’un çizgileridir, Ştcltz’iînkiler değil. Onun çiz­gileri daha silik ve belirsizdir. Romanın göz­ümüzde canlandırdığı tablo içinde, Ohlo- mov’un canlı renkleri yanında gölgede kal­mış, soluk lekelerdir Ştoltz’unkiler. Birinci­sinin uyandırdığı estetik tadın yanında İkin­cisi pek sönük kalır.

Ştoltz’un başanlı bir işadamı olduğunu bi­liriz, ama onun ne iş yaptığını söylemez bize Gonçarov. Sık sık iş gezilerine çıktığını öğ­reniriz de nereye gittiğinden, kimlerle gö ­rüştüğünden, ne gibi iş bağlantılan kurdu­ğundan roman boyunca hep habersiz ka­lırız. Çiftlik sahibi olduğunu öğrenmemiz, Ştoltz’un işinin gerçek yapısı ve boyutları hakkında açık ve somut fikirler edinmemize

Page 51: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

yetmez. Oysa, Oblomov’un tablosunda ek­sik olan hiçbir şey yoktur.

Bir tip olarak Ştoltz’un canlandınhşındaki yüzeysellik, çoğuncası onun kendi nesnel gerçekliği içinde taşıdığı yüzeysellikten kay­naklanır. Pratik bir hesap adamıdır o, in­sanlarla ilişkilerinde dengeli ve ölçülü ol­mayı yeğler. Mantığı duygularından her za­man üstün gelir. Duygulannı yönlendiren pragmatik nitelikteki mantığı olmuştur hep, birinciler İkincisinin önüne geçmez, geçe­mez. Oblomov’daki derin duygu ve içsel duyarlığı Ştoltz’da bulamayız. Bu durumu Ştoltz’a hayli soğuk bir ciddiyetle, aşırı bir- yapaylık havası verir. Ona sıcaklık kazan­dıran azıcık bir şey varsa, o da annesinden aldığı Rus kültürünün etkisinden doğmuş­tur.

Oblomov’un çevresindeki bütün insan­ları tanımamıza rağmen, Ştoltz’un kimler­le düşüp kalktığını öğrenemiyoruz. Ancak Oblomov’la aralarında geçen konuşmalar­dan, Ştoltz’un, dostluklarıyla iş bağlantıla- n hayli içiçe geçmiş, çalışmayı bildiği kadar eğlenmekten de hoşlanan, zeki ve kültür­lü bir beyfendi olduğunu tahmin edebiliriz. 19. yüzyıl beyefendileri, kibar, salonların vazgeçilmez simalarıdırlar. Kibar bir beye­fendi olarak Ştoltz, hem -Rus romanların­dan tanıdığımız- salon adamlarına benzer, hem onlardan farklıdır. (Ayrı dönemlerin, ayrı ülkelerin, ayrı insanları olsalar da, bi­zim şu ünlü Eczacıbaşılarımızın, son yıllar­da popülariteleri pek yükselmiş bazı “genç işadamları ve bankacılarımızın Ştoltz’a eğ- ginükleri hiç de az olmasa gerek.) Ştoltz1 un tanıdığı ve ilişki kurduğu insanlar, Ob­lomov’un nefret ettiği tiplerdir.

Ştoltz’un karakteri hakkında, Oblomov’la tartıştığı yaşam anlayışından ve Olga’yla ya­şadığı evlilik hayatından daha tam bilgiler edinebilmemiz mümkün. Ancak, burada bizi asıl ilgilendiren şey, iki somut olay ara­cılığıyla bütünlüğünü kavrayabileceğimiz bu karakterin, genel olarak Oblomovlukla ve onun çeşitli türden görünümleriyle olan bağıntısı, sosyal - nedensel arka-planıdır.

★★ ★

Ştoltz’a göre, “hayatın amacı iştir”; çalış­ma, onun hayatının “içi, dışı, her şeyidir” Yaşamda başka bir amacının olmadığını

söyler. Ama, hangi koşullar altında ve hangi nitelikte bir çalışma? Açıktır ki, onun için önemli ve belirleyici olan, işin kapi­talist niteliğidir. Çünkü, o bir burjuvadır.

Bir burjuvaya göre iş, belirli bir miktar­da kâr getiren bir şeydir; para kazanma ara­cıdır. Kapitalist, başlangıçta hangi manevi durumda bulunursa bulunsun, sermaye olarak paranın sürekli büyüme ve genişle­me eğilimi (sermaye için durmak, ölüm de­mektir), yaşantısını tümüyle egemenliği al­tına alır. İşiyle hayatı özdeşleşir. Çalışarak yaşamak yerine, çalışmak için yaşamaya zorlanır. Para kazanmak, hayatının yegâ­ne amacı, giderek kendisi haline gelir. Araçlar amacın yerini alır, amaç, yani ya­şamanın kendisi, çalışma için bir araca in­dirgenir. Hayatın bütün insani içeriği sönüp

gider, birey kişiliğini yitirir, hayvanileşir.Burjuva iş, kapitalist piyasa kanunlannın

işleyişi içinde somutluk kazanır. Bu koşul­lar altında, bireyin işiyle özdeşleşmiş yaşa­mı, paranın anlık hareketleriyle, piyasa fi- yatlannm geçici iniş-çıkışlanyla dalgalanan bir gölge halini almıştır. Paraya sahipolan insan değildir, aksine, para insana sahiptir artık. Çalışma, bireyin insani yetenekleri­ni, kendi özgün kişiliğini yeniden-ürettiği yaratıcı eylemi olmaktan çıkmış, beyinsiz işgüzarlığa dönüşmüştür.

Ve aslında, kapitalistin işi, gerçek anlam­da üretken bir faaliyette bulunmak da de­ğildir. Onun işi, üretim araçlarının sahipli­ğidir. Başkaları onun üretim araçlarıyla, onun için üretimoe bulunurlar. Kapitalist, yalnızca, piyasan ^ ihtiyaçlarını gözönüne alarak, üretimin anlık koşullarını düzenle­meye çalışır. Maddesel etkinliği bundan iba­rettir. (Ancak, sermayenin merkezcil yo­ğunluğu güçlendikçe, üretici güçler büyü­yüp sosyalleştikçe, bu etkinlik de toplum­sal açıdan tümüyle gereksizleşir. Bu nok­tada iş, topluma karşı hayvanca birey hırs­larının kaynağını oluşturmaktadır.)

Kapitalist, üretim araçlan çoğaldıkça, do­layısıyla üretimin kapasitesi genişledikçe, işi­ne daha çok bağımlı hale gelir. İşinden baş­ka hiçbir cr>yle uğ- şamaz, hiç kimseyle il- gilenemv durun a düşer. Ama, sahip ol­duğu sei ayenin genişliği ölçüsünde, böyle bir çalışmanın zor nluluğundan da sıyrıla­bilir. Pa. ın getirdiği satın alma gücü, yö­netim v ¿letmv. görevlerini kendi adına başkalarının üstlenmesini sağlayacak ola­naklar ycu atmıştır. Bu süreç, sermayenin fa­iz ve kira gelirlerine yönelen hazır yiyici eği­limlerinin güçlenmesiyle bütünleşir. Kapi­talist için çalışma, yaşamsal bir zorunluluk olmaktan çıkmıştır artık, gerçek toplumsal- insani özünü yitirmiş, ya hayvani hırsın yeniden-üretimi, ya da sıradan bir hobi ha­line dönüşmüştür.

Bu dt'rumda, bir burjuva için hayat, tü­müyle “boş vakitlerden oluşmuş, upuzun bir zaman dilimidir. Tıpkı, Oblomov’un ha­yatı gibi. Elindeki para miktarı ölçüsünde genişleyen maddi araçlarla bu zamanı is­tediği gibi değerlendirebilir. İster sırtüstü ya­tıp uyuklar, isterse kendini sanatsal, bilim­sel vb. yüksek manevi uğraşlara verir. Bu-

nun tek ölçüsü, yaşama karşı duyduğu iç­sel zorunluluktur. (*)

Ancak, üretim araçları üzerindeki kapi­talist mülkiyetin yoğunlaştığı bir toplumsal ortamda, yaşam ile çalışma arasındaki in­sani bağ temelinden zedelenmiştir. Burju­va için yaşam, hiçbir üretici eylemde bu­lunmadan rahat rahat akıp geçmektedir. Birey, çalışmanın dışsal zorunluluklarından kopmuştur. O yüzden, yaratıcı eyleme karşı gerçek bir içsel zorunluluk duyabilmekten de uzak kalır. Parayla her şeye sahip ola­bilme olanağı, -işindeki başarı ve enerjisi­ne rağmen, gerçek insani eylem ve düşün­ce açısından- onu tembelliğe alıştırmıştır. “Her an, her şeye sahip olabilirim. O hal­de ben, bütün bu varlık ve nesnelerin, bü­tün bu insanların ve onların eylemlerinin

üzerinde bulunuyorum. Bunlann hepsi be­nim için vardır.” Bu düşünce, insanı, bütün değer ve yetileri maddi-parasal kalıplar için­de ölçmeye iter. “Müzikle yakından ilgilen­meme, müzik yapmama ne gerek var. Nasıl olsa onu belirli bir miktar parayla satın ala­bilirim.” Bireye her türlü olanağı yaratan pa­ra, böylece bütün manevi olanaklann önü­nü kapatmış olur. Her şeye her an sahip olabilme kudreti, davranışlannda hoyratlık ve dengesizliğe yol açar. Parayla mümkün olan bütün seçenekler, çok kısa sürede tü­kenir; yaşam, koca bir tatminsizlik ve can sıkıntısı halini alır. Birey, paranın yarattığı sıkıntıyı, paranın sağladığı araçlarla gider­meye çalışır, kendini oradan oraya atar. Pa­ra, ona amaçsızlık getirmiş, iradesini elin­den çekip almıştır. Kendi iradesiyle davra­namaz, paranın iradesi yöneltir artık onu. Burjuvanın bütün hayatını kaplayan bu boşluk ve edilgenlik duygusu, onu bayağı hazcılığa iter. Yiyip, içip, eğlenerek cansı kmtısı ve dertlerini unutmaya, kendi ken­disinden kurtulmaya çalışır. Hiçbir şeyde karar kılamaz, hiçbir davranışında denge oluşturamaz hale gelir, içtenliğini kaybet­miş, yapaylaşmış, ruhsuzlaşmıştır.

Bütün bunların Oblomövluktan ne ay­nını var? Burjuva yaşam tarzı, öyle kaba ve tiksinç bir Oblomovlaşma yaratıyor ki bizim yatağından hiç çıkmayan, tembeı ama duy­gulu İlya İlyiç’imiz, bunların yanında zem­zemle yıkanmışçasına temiz ve insancıl gö­rünür. Okuyucunun gözünde Oblomov’u (Oblomovluğu değil) sevimli kılan da, işte tam da bu farklılıktır.

Ancak, bütün bunlar kadarı, Oblomov- luğun yalnızca sömürücü sınıflar cephe­sinde görülebilen yüzüdür. Ya onların doğ­rudan doğruya -veya ekonomik siyasal ik­tidar araçlan- yoluyla soyup soğana çevir­dikleri gerçek çalışkan kitleler arasındaki durum nedir?

★★ ★

Kapitalist toplumda, işçi için çalışma, kö- leleştirici bir zorunluluktur, işgücünü belir­li bir ücret karşılığında satmak zorunda olu­şu, kendi emeği ve emeğinin ürünleri üze­rindeki denetimini daha baştan yok etmiş, ömrünün çalışma saatleri içinde geçen bö­lümünü sermayenin kullanımına sunmak zorunda bırakmıştır. Çalışmayı kendi yaşa­mının Bir parçası olarak algılayamaz. Onun için yaşam, iş çıkışından sonra başlar. Ça­lışma, kuru ekmek, mercimek, işportadan alınan ucuz giysi ve birkaç rutubetli gece­kondu odası için katlanmak zorunda oldu­ğu bir bedeldir. Emeği, insani yetenekleri­nin dışavurumu olarak ortaya çıkmaz, ter­sine, kendi üzerindeki egemenliği arttıran yabancı bir güç haline gelmiştir. Onun gö ­zünde emek, yaşam için gerekli olan kıt geçim maddelerini ifade eder.

İşçi, kendine ait yaşamı olarak algıladığı “boş vakiflerini de kendisi için yararlı ve üretken biçimde değerlendirebilme olana­ğından uzaktır. Zorunlu ihtiyaçlarını bile karşılayamayan ücreti, kendisine ait zamanı değerlendirebilecek araçları satın almasına yetmez. Bu zamanları çoğunlukla evde ya da kahvede pinekleyerek, televizyon seyre­derek, uyuklayarak veya “pişpirik” oynaya­rak geçirir. Maddi olanaksızlıkları manevi olanaksızlıklara dönüşmüş, kişisel iradesi ezilmiş, unufak edilmiştir. Yaşamdan bek­lentileri çabucak sönüp gider, amaçsız, is­teksiz, edilgen ve uyuşuk birisi haline ge ­lir. Yaşamaktan duyduğu tatminsizlikle, ka­rarsız, duıgesiz, korkak, öfkeli ve bitkin bi­risi olup çıkar. Hayata ve insanlara güve­nini yitirerek içine kapanır. Yaşantısı gitgi­de daha da kısırlaşır, Oblomovlaşır.

Emeklilik, bu koşullar içinde çalışmaktan bunalmış, yorulmuş bireyin tek gerçek ide-

Oblom ovluğun asıl belirtisi iradesizliktir.İrade, işleyebilm e ve yapabilm e gücü

demektir, k i düşünce ve eylemin uyumlu b irliğ i üzerinde çiçeklenir. Obiomov, b ir şeyi ne gerçek anlamda ‘var gücüyle’ isteyebilir ne de isteklerini gerçekleştirebilm e gücünü

bulur kendinde.

51

Page 52: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

52

ali halini alır, çalışmadan yaşanacak gün­ler özlenir. Çalışmanın kapitalistniteliği, iş­çiyi çalışmanın kendisinden soğutmuştur. Yaşam, işçi için her halükârda çalışmanın dışında başlar. Ancak, uzun yıllarboyu ya­şama gücü tüketilip posası çıkartılanbiri, “çalışmaksan özgür kaldığında da ne için, ne kadar ve nasıl yaşayacaktır? Büyük bir- boşluk duygusu ve can sıkıntısıyla kendini kahve köşelerine atar. Torunlanyla oyala­nır, dine sanlır. Ama bir kez olanlar olmuş, bütün yaşamı Oblomovluk denilen şu iğ­renç hastalıktan kötürüm kalmıştır.

Yoğun baskı ve sömürü koşuları altında işçi, sınıf bilinci ve dayanışmasından uzak kaldıkça, birey olarak imkânsızlığını ortadan kaldıramaz. O, gerçek bireyliğine, iradesi­ne, sınıfının toplu irade ve dayanışmasına katılarak kavuşabilir. Dövüşmeden, müca­dele etmeden etkin birey olamaz. Aksine, var olan insani özelliklerini de yitirir.

Bir memur içinse çalışma, sonu gelmez, anlamsız bir kırtasiyeciliktir. Bütün günleri o yazıyı bu kâğıda geçirmek, bu kâğıdı şu dosyaya eklemek gibi yaratıcılıktan uzak iş­lerle geçer. İş olmazsa, masa başında uyuk­lar, örgü örer, gazete okur. Amirindenişit- tiği azarın öfkesini dostlanndan, yakınların­dan, iş takipçilerinden çıkanr. Bitmez tü­kenmez mertebeler silsilesi içinde gitgide şi­nikleşir. Önceleri paydos zilini beklerken, yaşlılığa doğru emekliliği gözlemeye başlar. Emekli olur olmaz da kravatı ve fötr şap­kasıyla, bütünemekçi dostlan gibi kahve kö­şelerine koşar.

Kahveler; köy kahveleri, mahalle kahve­leri, emekli kahveleri; şehir kulüpleri, okey salonları, bezik salonları, bilardo salonları; birahaneler, meyhaneler, kerhaneler, hepsi birer Oblomovluk yuvası değil midir? Ora­larda yediden yetmişe sabahçılar, akşam­cılar, biracılar, nargileciler, tavlacılar, okey- ciler, çapkınlar, zamparalar, sabahlardan akşamlara pinekleyip, “sinekler gibi aşağı yukarı” amaçsızca koşuşturmazlar mı?

Kapitalizm, Oblomovluğu yok etmiyor. Toplumsal yaşamı anlamsızlaştmp, idealleri yok ederek, işsizlik ve sefaleti katmerleşti­rip insanları yaşamaktan bezdirerek, birey­leri amaçsız, duygusuz, zavtellı köleler ha­line getirerek daha da tehlikeli hale soku­yor.

Çalışmanın insani doğası, ancak üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti altında ye­niden kurulabilir. Aralanndaki bütün maddi çıkar çelişmeleri ortadan kaldmlmış, ortak­laşa çalışma ve yaşama zemininde bir ara­ya getirilmiş uyumlu bireyler topluluğu, bir mal olmaktan çıkarılmış kendi emeklerine ve emeklerinin ürünlerine toplumsal ola­rak sahiptirler. Çalışma artık, bireyin yaşa­ma gücünü azar azar yok eden, yetenek­lerini körelten ağır bir yük olmaktan çıkmış, düşünce ve yeteneklerini özgürce gefiştirebildiği, ruhsal ve bedensel dinamizmini yeniden ürettiği verimli ve zevkli bir eylem halini almıştır. Birey, üretim faaliyetinden edindiği yaratı­cı enerji ve deneyi, geniş boş zamanların­da, yüksek manevi uğraşlarla değerlendi­rerek, kişiliğini daha da geliştirebilir. Ortak toplumsal hayata aktifçe katılarak, bağımsız- özgür varlığını gerçekleştirebilir. İnsan, kendi özüne kavuşmuş, hayatın kendisi insani bir iş ve üretim halini almıştır.

★★ ★

Kuşkusuz, Ştoltz’un görüşlerinin böyle bir yaşam idealiyle hiç ilişkisi yoktur. Aristok­rat ahlakına karşı tarihsel bakımdan ileri bir adım sayılabilecek anlayışının ne gibi top­lumsal sonuçlar yaratabileceğinden de ta- hıamen habersizdir. (O günün Rusya’sın­da pek haberdar olması beklenemezdi zaten.) Toplumsal ataleti hiçbir zaman köklü biçim­de ortadan kaldırabilme şansını taşıyama­

yan Ştoltz’cu anlayış, Oblomov’u yatağın­dan çıkartabilmeyi becerememiş, ama Ştoltz’un yaşamında gitgide daha çok Ob- lomov’a benzeme eğilimini güçlendirmiştir.

Ne idüğü belirsiz, soyut bir iş kavramını idealize eden Ştolz, Olga ile evlendikten sonra işlerinin peşinde eskisi gibi koşturma­yı bırakmış, çiftliğinde karısı ve çocuklarıy­la sakin bir hayat sürdürmeye başlamıştır. Ştoltz, Olga ile çiftlikte geçirdiği günlerde özlediği mutluluğu bulduğu inancındadır. Kitap okumak, müzik dinlemek, gezmek, hoş ve yararlı küçük günlük uğraşlarla eğ ­lenmek. Oblomov’un idealindeki mutluluk da buna pek yabancı değildir.

İki örnekte de mutluluk, salt bireysel ni­telikler taşır. Toplumsal mutluluğun dışın­da aranmışlardır ve ancak orada buluna­bilirler. Tek farklan, Oblomov’un idealindeki mutluluğun içsel hareketin dışında gerçek harekete yabancı oluşudur. Oysa, Ştoltz! un yaşamında da hareket, besleyici kökle­rini oluşturan asıl güçten, toplumsal üretim temelinden koparak, can sıkıcı bir rutine dönüşmüş, coşkusunu yitirmiştir. Ştoltz’cu hareket de eninde sonunda dinginliğe eği­limlidir. Böylece, romanın sonunda, her ne kadar içsel nitelikleri hiçbir zaman bir ara­ya gelmemiş karşıtlıklar oluştursa da Ob- lomov ve Ştoltz arasında dışsal bir benzer­

lik kurulurveon un içdünyasmdaki yansıma­larını da belli belirsiz ortaya koymayabaşlar.

Aradan yıllar geçmiştir. Olga ve Ştoltz: un çifliklerinde sürdürdükleri sakin ve hu­zurlu hayat, hiç bozulmadan yoluna devam etmiş, bir gün gelip Oblomov’a benzemek düşüncesinin yarattığı ürpertiyle bir an ol­sun kendini bezginliğe kaptırmadan yaşa­yan Olga, hayatı kitaplardan öğrendiği he­yecanlı genç kızlık çağlarından sıyrılıp, ol­gun bir kadın haline gelmiştir. Ancak, ev­liliklerinin ilk heyecanlı dönemlerinin geri­de kaldığı, kocasıyla yaşadığı mutlu haya­tın her an bildik, alışıldık sınırlar içinde ak­maya başladığı günlerde, Olga’nm içinde nedenini bilemediği sıkıntı ve kaygılar baş- gösterir. “Mutluluk onu doyurmuş gibi bir boşluk hisseder, bezginlik duyar, hayatın­dan yepyeni, taptaze bir şeyler bekleyerek geleceğe bakar.”

Toplumsal yaşamın güçlü akıntılannın et- • kileyemeyeceği sakin ve güvenli aile atmos­ferinde kurduklan bireysel mutlulukları, ar­tık en yüksek doygunluk noktasına erişmiş, taşkın yaşama isteğiyle dolu Olga, amaç ve ideallerinin eriyip gittiğini korkuyla hisset­meye başlamıştır. O zaman kendine sık sık şu soruyu sormaktan kaçınamaz:

Nedir bu hal? Başka? Hiç! Yol daha öte­ye gidemez. Nasıl gidebilir? O haldebenim hayatımın dönemi tamamlandı mı? Hep­si... Hepsi bu kadar mı?”

Birey, kendini yenileyebilme gücünden bir kez yoksun kalmaya görsün, en güçlü tutkular kendini y_, bitirir, mutlu günler ne­densiz bir sıkıntı kaynağına dönüşür, umut­lar dumanlı geleceğin belirsizliği içinde kay­bolur gider. Kişioğlu, yenilenme gücünü ancak toplumdan alır, ortak idealler uğru­na yürütülen güçlü toplumsal eylemden.

Fakat Olga, bu gerçeği kendi zihninde çözümleyemez henüz. Kaygılarının nede­nini aşın mutluluğun yarattığı körlüğe bağ­lar. Yaşadığı hayat, artık onu doyurmaktan uzaktır ya, gelecek için neler isteyebilece­

ğini de kestiremez.„“Bazan her şeyin birden değişmesinden,

bitmesinden korkuyorum; niçin bilmiyo­rum. Bazan aklıma şu saçma düşünce ge­liyor: Artık daha ne olabilir? Bu mutluluk... Bütün bu hayat nedir? Sevinçler, kederler... tabiat... bütün bunlardan başka bir şeyler istiyorum. Hiçbir şey hoşuma gitmez olu­yor...”

Ştoltz’a böyle içini döker Olga. Kocası­nın soğukkanlı ciddiyeti, mutlu içhuzuru karşısında, kaygılarını birer saçma kurun­tu sayar, budalalığına verir. Yaşadıklan ha­yatı insanoğlu için en son ideal sayan, baş­ka türlü bir hayat düşünemeyen Ştoltz ise Olga’nm gerçek ruh halini anlayabilmekten epeyce uzak kalır. Yaşamın anlamı üzeri­ne derin düşünceler yerine, fatalist mantık yapısını en çıplak biçimde gözler önüne se­ren teskin edici cevaplara yönelir.

“Hayır, senin içine çöken kasvet, bezgin­lik, benim düşündüğüm şeyse, daha çok bir güç belirtisidir. Canlı, hareketli bir ruh bazan hayatın sınırlarını aşar, tatmin edile­mez olur; bu yüzden umutsuzluğa düşer, bir an için hayata küser; bu hal hayatın sır­larını arayan ruhun sıkıntısıdır...”

“Ah! Prometheus’un ateşini insan böyle ödüyor işte! Bu sıkıntıya katlanmakla kal­mayacak, onu seveceksin; içinde doğan

kuşkulara, sorulara saygı göstereceksin. Bunlar hayatın taşan, fazla gelen kuvvet­leridir; en çok da mutluluğun en son sını- nna vardığı, bayağı isteklerin sona erdiği za­man ortaya çıkarlar; sıradan bir hayat için­de doğmazlar. İhtiyaç ve dert içindeki in­sanlar onlarla baş edemezler. Halk yığın yı­ğın şüphe bulutlarını, anlamak çabasının verdiği sıkıntıyı bilmez. Fakat zamanında ce­vap arayanlar için bu sorular biryük değil, tersine bir nimettir.”

Hayatı olduğu gibi kabul etmek, boyun eğmek. İşte, Ştoltz’un yaşam felsefesinin var­dığı en son sınır! Aristokratik ahlâk ideali­ne karşı hareket ve çalışmayı öne süren burjuva düşünüşü, kendi yaşam idealinin gerçeklikle çatıştığı noktada boyun eğm e­ye ve eylemsizliğe yönelir. Mücadele yok, koşulları yeniden düzenlemeye çalışmak yok!

Oblomov, işine gelmediği anda gerçek­likten kaçardı Arz-talep kanunlarının işle­yişine bağlı bir edilgen hareketi ülküleşti­ren burjuva Ştoltz da geldiği en son nok­tada gerçeklikten kaçma eğilimi içindedir.

Ştoltz, Oblomov’u yatağından çıkarama­dığı gibi, Olga’nın kaygılarına doyurucu ce­vaplar bulmakta da yeteneksiz kalmıştır. Ondaki yaşam anlayışının .Oblomovluğa karşı gerçek bir seçenek oluşturmadığı çok açıktır. Roman boyunca bir tek Olga, Ob- lomovluktan kopuşun pratik ama bilinçsiz, böyle olduğu ölçüde de sancılı ipuçlarını verir bize. Bu bakımdan, Dobrolyubov, el yordamıyla da olsa, yeni, taze hayat da­madan arayan kendi kuşağına Olga’nm da­ha yakın göründüğünü belirtirken son de­rece haklıdır.

Oblomovluğun karşıtını Ştoltz’da arayan Gonçarov, gerçekçi seziş gücüyle, çarpık burjuva anlayışın zayıflığını hissetmiş, ama gerçek çıkış yollarını temellendirmekte ye­tersiz kalmıştır. Bunun iki önemli nedenin­den söz edebiliriz:

İlk olarak, Oblomov romanı, ezilen köylü

Oblom ov,, işine gelm ediği anda gerçeklikten kaçardı. Arz-talep kanunlarının işleyişine

bağlı b ir edilgen hareketi ülküleştiren burjuva Şto/z da, geld iğ i en son noktada

gerçeklikten kaçma eğilim i içindedir.

Page 53: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

V

halkı ve namuslu aydınları Rusya’da yep­yeni biryaşamm kuruluşuna yönlendirebi­lecek yetenekteki tek toplumsal gücün, devrimci proletaryanın henüz sahneye çı­kamadığı erken bir dönemde yazılmıştır. O yüzdendir ki, taze ve diri mantığına rağmen Dobrolyubov bile devrimci alternatifini böy­le somut ve açık bir tarihsel temele oturt­makta yetersiz görünür.

İkinci olaraksa, liberal ideolojinin Gon- çarov’un bilincinde ve gerçekçi yöntemin­de yarattığı sınırlılıktır. Bu iki nedenin bir­likte yarattığı kaçınılmaz etki, yazarı, alter­natif güçlerin filizlenişini yeterince açık bi­çimde görüp irdelemekten alıkoymuştur. Olga’nın kaygılarını onun soyut karakter özelliğine, yani “taşkın ruh halfne bağlamış olması da bundandır.

Ancak, haksızlık etmeyelim. Gerçekçi se­ziş gücü, hikâyenin son deminde, bize asıl ipucunu hissettirmekten de geri kalmaz. O ipucu, dolaylı olarak Zahar’dadır. Oblo- mov’un hazin ölümünden sonra sokaklara düşen, dilenci Zahar Trofim iç’te.

★★ ★

“ Hayatın taşan, fazla gelen kuvvetleri” neyi ifade eder? İnsan enerjisinin kalıplaş­mış toplum kurallarının kabına sığamayı- şını. Birey üzerinde önce sıkıntı ve tedirgin­lik yaratan bu durum, onu giderek yeni ara­yışlara ve çözümlere yöneltir. “ Fazla gelen kuvvetler”, “ yepyeni, taptaze” hayat damar­larının keşfinde itici gücü oluştururlar.

Burjuva aydını açısından “taşan kuvvet”, “ bayağı isteklerin sona erdiği zaman” or­taya çıkar; bu doğru. Modern çağın yarat­tığı çoğu maddi olanak ellerinin altındadır. Ama, sahip olduğu refah düzeyi, paranın egemenliğine dayalı toplumsal ilişkilerin kendisine sağladığı bu avantaj, gene aynı ko­şulların yarattığı manevi yoksullaşmayla te­pişir durur. Burjuva aydınının kapitalist top­lum ilişkileriyle çatışması burada başlar iş­te.

-roman kapsamında düşünürsek- eski yaşa­ma alternatif güçlerin ilk cılız filizlenişini belirler.

Alternatif ve Zahar. Bu iki sözcüğün yan yana getirilişi, belki okuyucununzihnini tır­malayabilir. Ama bizi ilgilendiren, zavallı, Zaharcığın köleleşmiş kişiliği değil, burda, Zahar’ ların sokaklara terkecülişiyle başgös- teren olgudur. ,

Mujik, -ister serf ya da köle haline geti­rilmiş niteliğiyle, isterse kendi hesabına ça­lışan özgür küçük çiftçi olarak? pre-kapitalist mülkiyet ilişkilerine dayalı bir doğal eko­nominin, ya da daha tam bir söyleyişle, ka­palı köy ekonomisinin gerçek üretken gü­cünü oluşturur.

Basit yeniden-üretim koşullarının egemen olduğu, küçük aile işletmeleri ya da büyük- feodal malikâneler biçiminde paylaşılmış mülklerin tek bir güçlü pazar etrafında ke­netlenmekten henüz uzak bulunduğu bir toplumsal ortamda, mülk edinilmiş bir top­rak parçası, birbirlerinden geniş uzay par­çalarıyla ayrılmış farklı dünyalara benzer. Salt tüketim esaslarına dayalı basit yeniden- üretim koşullan, özel mülkiyet ilişkilerinin egemenliğiyle birleşince, teknik üretici güç­lerinin gelişimi yavaşlar, coğrafya kısırlaşır, gelenekler körleşir, kollektif aksiyon güç­leri dağınıklığa uğrar. Kan kardeşleri komü­nüne hayat veren gelenek, sınıflı topluma geçildiğinde, çoğu kez geleceğe yürüyüşü en­gelleyen tutucu davranış kalıplarına dönüş­müştür. Keşiflerin yayılışındaki hız kesilmiş, toplumsal zekâ dumura uğratılmış, ara­larındaki bütünlük bozulup, İkinciler birin­cilerin aleyhine güçlendirilerek, deneysel ye­teneğin yerini alışkanlık, keşif ve icadın ye­rini gelenek, aklın yerini inanç, zekânın ye­rini hafıza almıştır. Tutuculuk devrimcili­ği yok etmiş, atalet ağır basıp dinamizmi kö­reltmiştir. işte, Ilya Ilyiç ’ in de (ezen Oblo- mov), uşağı Zahar’ ın da (ezilen Oblom ov) içinden çıktıkları tarih gerçeği budur.

Eski çağın küçük üretmeni, kendi üretim

Devrimciler, bütün enerjileriyle toplumu sarsıp uyarmadan, örselenmiş güçleri uyur­

gezer hallerinden kurtarıp b ilin ç li eyleme yöneltmeden, toplum sal çözülm eyi zıttına

dönüştürüp yeni ve daha güçlü bir toparlanışı gerçekleştirebilm ek pek

mümkün olmayacak. Hareketimizin yeni Oblomovlara değil, gerçek öncülere

ihtiyacı var... Sana iyi uykular Oblomov Merhaba hayat ve merhaba mücadele.

Ancak', bu hayatı dönüştürecek güç kim­dedir? Ştoltz’un kolayca üzerinden atlayıp geçtiği “ihtiyaç ve dert içindeki insanlar­da. Onlar havada kuş, suda balık kadar çok­turlar. İtildikleri sefalet ve bilgisizlik orta­mında “yığın yığın şüphe bulutlarını, an­lamak çabasının verdiği sıkıntıyı” pek o ka-» dar duymamış olabilirler. Ama, bir kez uya­nıp da, “en basit ihtiyaçlanmızı bile karşı­layamayan, bize sınırsız dertlerden başka hiçbir şey veremeyen bu hayat yaşamaya de­ğer mi” diye sormaya görsünler, eski hayat temelinden sarsılır, şüphe bulutları dağılır gider. Hele bir de “ ihtiyaç ve dert içindeki insanlar” ın taşan muazzam gücüyle “ zama­nında cevap arayanlar” ın bilgi birikimini bir araya toplarsanız, seyreyleyin gümbürtüyü, eski hayat yıkılır, yepyeni bir hayat doğar yerine.

Olga’nın zihnini meşgul eden sorularla, hınzır köle Zahar’m sokaklara düşüşü,

araçları üzerinde babadan oğula devralınan üretim yöntemleriyle çalışıp, kendi mülkü üzerinde babadan kalma alışkanlık ve gele­neklerle yaşayarak, hep kendi bireysel gü­cüne ve imkânlarına dayanıp kendi yağıyla kavrularak geçinir gider. Kendi mülkünün biricik efendisi, kalıtsal gelenek ve alışkan­lığın sadık kölesi olarak kaldığı sürece ken­dini güven içinde hisseder. Yenilik hep za­rarlıdır, dönüştürücü hareket her zaman tehlikeli. Her şey Tanrının çizdiği alışıldık düzeni içinde sakin ve güvenli akmaya de­vam ediyorsa keyifler keyif; yok eğer, bu kü­çük dünya düzeni aksamaya başlamış, hele efendi-köylüyü tacı-tahtı mülkünden kopar­maya yüz tutmuşsa, işte o an insanlığın kı­yameti başlar. Kader ağlarını örmüş, ölüm kapıya gelip dayanmıştır. Böylece, filisten küçükburjuva mantığı, en insancıl güven­lik duygusunu tutuculuğa, en yüce düzen tutkusunu statükoculuğa kardırıp soysuz­

laştırır. Bütün bunların hepsi, birer Oblo- movcu karakter belirtisidir.

Eski çağda küçük mülklerin kıyameti te­feciden gelirdi. Modern çağda ise ipotek bas­kısına eklenen büyük sanayiin ezici reka­beti, küçük mülklerin topyekün yıkılışını daha da hızlandırdı. Basit yeniden-üretim

Bir tek proletarya, sahte peygamberlerin iç yüzünü haykırıp, topluma kendine

güven duyguları aşılayarak, küçük mülk sahiplerinin türlü hayaller ve avuntular içinde yüzlerce yıldır uyuyan güçlerini harekete geçirebilir. Bir tek, devrimci

eylemle yenilebilir Oblomovluk.

koşullan tükendi. Bireysel tüketim için üre­timin yerini, sayıları, kimlikleri belirsiz üre­ticiler ve tüketicileri her dakika, her saniye karşı karşıya getiren geniş ölçekli kapitalist piyasa için üretim aldı. Küçük mülkleri bir­birinden ayıran çitler gürültüyle yıkılma­ya, el emeği ustalığına dayanan dükkâncık- ların önemi kaybolmaya başladı. Beklenme­dik piyasa hareketleri, küçük mülkiyetin gü­ven atmosferini temelinden sarsarak, gele­nekleri çözülüşe uğrattı; eski alışkanlık ve değer yargılarında birbiri ardından gelen muazzam yıkımlar yarattı.

Bütün maddi ve manevi dayanaklarını yitiren küçük mülk sahipliği, tannsal gök­lerin karşı konulmaz gazabı olarak kavra­dığı bu beklenmedik yıkılış karşısında, umutsuz bir bocalayışla geçmişe sanlmayıp ne yapsın? Bu çaresiz durumda küçük üret­men koyu nostalji bulutlarıyla kundaklan­mış bezirgan dinlerin mistik avuntularına sı­ğınıp, geçmişin avuçlarında kalan son kı- nntılanna bağnazca sanlarak “kurtancf M e­sih’i bekler.

Ve egemen sınıf tanrılan, beklenen kur­tarıcıyı göz alıcı sırmalar, apoletler içinde yeryüzüne indirince, vecd ile yerlere kapa­narak, bozuk paralara döndürülmüş bütün o şanlı onur, namus duygularını kandırıcı “mal güvenliği” vaazlanna kurban edip avunmaya çalışır. Bir türlü hakim olama­dığı dağılmış, örselenmiş güçlerini üç kâ­ğıtçılara, zorbalara teslim eder. Ta ki yeni ve daha köklü bir yıkılışın hayal kırıklıkla­rıyla sarsılıp ayılıncaya değin. Bir tek pro­letarya, sahte peygamberlerin iç yüzünü haykırıp, topluma kendine güven duygu­lan aşılayarak, küçük mülk sahiplerinin tür­lü hayaller ve avuntular içinde yüzlerce yıl­dır uyuyan güçlerini harekete geçirebilir. Bir tek, devrimci eylemle yenilebilir Oblomov­luk.

Her ne kadar, aynı manevi ortaçağ ha­vasını solusa da daha baştan nefes darlığı­na uğratılmış, yerlere esir edilmiş serf, m o­dem çağa bu sancılı geçişte biraz daha farklı bir gelişim gösterir. Kölece çalışmanın bo­ğucu etkisini, fırsat bulsa kendini komün üyeliğine yükselterek dindirir. Bu olmazsa, efendinin kendi kölece varlığını sürdürebil­mesi için sağladığı birtakım koşullara sığın­maktan başka bir şansı kalmaz. İsyan etse ezilir, kaçsa o da bir kurtuluş yolu değil. Ma­lı mülkü olmadığı için başka bir efendinin emri altına düşmek, ya da açlıktan ölüp git­mek arasında bir tercih yapmaktan başkahiçbir çıkış yolunun bulunmadığını bilir. İs- 53

Page 54: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

yanını bastınp efendisinin verdiğiyle yetin­meyi, yüzüne bir tokat inince öbür yana­ğını çevirmeyi, efendisi velinimete yaltak­lanmayı zamanla alışkanlık edinir. Ya efen­dini sayarsın, ya açlıktan ölürsün. Ne yap­sın zavallı köle?

Antika toprak ve para beyliğinin yarattı­ğı toplum acılannı dindirecek tek ilaç, di­nin verdiği avuntudur. Efendi saltanatı, di­nin buyruklarıyla pekiştirilmişse bir de bo­yun eğip katlanmaktan başka elden ne ge­lir? Bu dünyada çalış, katlan, bedelini öbür dünyada alırsın. Bu dünya, yalan dünya­dır. Madem tann, insanoğlunu yeryüzüne sınamak için yollamış ve herkese dünya ni­metlerinden bir pay vermiş, o halde boyun eğ payına, yakınıp günaha girme. Tann seni kölelik eziyetiyle sınamaya karar vermiş, ça­lış, başar sınavını. Mal mı dersin, yalan dün­yanın malı, can çıkarken fayda etmez. Ça­lış, katlan, cennete gir. Orada çalışmak yok artık, yorulmak yok, ezilmek yok. Yatağın­dan altın akan ırmakların kıyısında, yaz kış yemyeşil duran ağaçların altında, yumuşa­cık çimenlerin ve hurilerin üstünde yiyip için azarak geçen sonsuz bir uyuşukluk. Bir tanrısal Oblomovka. İşte, bezirgan sömü­rüsünün ezilmiş, hırpalanmış, köleleştirilmiş insanlığa sunduğu tek ideal: Bir gün gelip çalışmadan yaşamak. Ama önce çalış ve boyun eğ.

Maddi kölelik, bezirgân inanç köleliğiy­le birleştirilince, ortaya dört başı mamur bir Oblomovluk tablosu çıkar.

Efendisinin kaprislerine mahkûm edilmiş serf, efendisinin yıkımıyla yıkılmaya mah­kûm olur. Hayatta tek tutanağı, efendisi­ne bağlılığıdır. Kapitalizm, efendi ve serf arasındaki bu bağı çözülüşe uğratır. Ama o da büyük feodal mülkleri çözüp parça­lamakla, serfi kurtuluşa ulaştırmış olmaz. Tersine, feodal mülklerle birlikte serfin de bütün güven duygusunu yok eder, onu ko­caman bir boşluğa düşürür, sokaklara ter- keder.

Ne kafasını sokacak bir yeri kalır serfin, ne kursağına girecek bir yudum ekmeği. Özgürdür, ama açtır. Emeğinden başka sa­hip olduğu hiçbir şeyi yoktur artık. Prole­terleşmiş, sanayi ordularının yedek neferi haline dönüşmüştür. Bütün maddi güven­celerini yitirmiştir. Ama, bu ona bir tek bü­yük şeyi kazandırır: Ortak sınıf gücünün sağladığı güveni. Bu güven, ona kişiliğini ele geçirme olanağını verir.

kurtuluş, pek kolay gerçekleşmez, öy lesi­ne içimize işlemiş, arsız bir hastalıktır ki bu, sınıflı toplum alışkanlıklannı kökünden yok etmeden, Oblomovluktan kesin kurtuluş da mümkün olamaz. Oblomov öleli 150 yıl oluyor. Ama o, hâlâ sinsi bir hayalet gibi aramızda dolaşmaktadır. Ondan kurtulabil­memiz için, tıpkı Lenin’in söylediği gibi, da­ha onu çok dövmemiz, hırpalamamız, yı­kamamız, temizlememiz gerekecektir.

mücadeleye girişen aydınlar kuşağı ise, yeni yaşamın gerçek güçlerini bu büyük yığın içinde bulabilecek ve yığınla sosyalist teori arasındaki bağlan kurup güçlendirmek gi­bi vazgeçilemez bir toplumsal görevi üstle­neceklerdir. Geleceğin yeni insanı, işçi sı­nıfı ve devrimci aydınlar arasındaki bu güç­lü sentezleşmenin odağından fışkıracaktır. Bu sarsıcı doğum sürecinin, özellikle Gor- ki’nin eserlerinde sanatsal yaratıcılığın ya-

Oblomovluğun karşıtını Ştoltz’da arayan Gonçarov, gerçekçi seziş gücüyle, çarpık

burjuva anlayışın zayıflığını hissetmiş, am a gerçek çıkış yollarını

tem ellendirm ekte yetersiz kalmıştır.

İşte, Zahartn sokaklara düşüşü, burada kısaca anmakla yetindiğimiz tarih sürecini aydınlatır. Zahar, köleliğe alışmıştır, efen- disiz yapamaz. Köle ruhunu hep efendisi İlya İlyiç’in anılanyla avutup, yeni efendi­ler araç. Ama ne efendi eski efendidir ar­tık, ne de köle eski köle.

Böylece kendini sokakta bulmuş olan Zahar, dilencilikle geçim yoluna başvurmak zorunda kalır. Fakat, ömrü boyunca yaltak­lanmaya alışmış olduğu için dilencilik ona pek de güç gelmeyecektir. Artık o, eski alış­kanlıklarını yeni konumunda sürdüren, kapitalizmin yarattığı büyük toplumsal tor­tulaşmanın, lümpen proletaryanın, ya da çok ünlü deyimiyle ayaktakımmın güçsüz, değersiz, zavallı bir üyesidir.

Oblomovluk, onun doğuştan içine gir­diği ve aslında hiç farkında olmadan hep içinde yaşadığı kaçınılmaz bir alınyazısı ol­muştur. Bu yüzden alınyazısının boyundu­ruğu altında ruhsal güçleri tümüyle kötü­rümleşmiş olan Zahar’dan gelecek için kü­çük de olsa bir umut ışığı çıkartabilmemiz mümkün değil.

Ama yeni sosyal süreçlerin sokaklara ter- kettiği yüz binlerce zahar ve onların çocuk­ları, işte onlar, çok daha zor koşullar altın­da yaşayacak olsalar da büyük mücadele­ci güçleriyle geçmişin kâbuslarından adım adım sıynlmaya yönelerek, toplumun ge-

Oblomovluğun çıkış yolu, gene Oblomovluğun içinden doğmuştur. Ama böyle olduğu içindir k İ bu hastalıktan

tümüyle kurtuluş, p ek kolay gerçekleşmez. Öylesine İçim ize işlemiş, arsız b ir hastalıktır k i bu, sınıflı toplum alışkanlıklarını kökünden yok etm eden,

Oblomovluktan kesin kurtuluş da mümkün olamaz. Oblomov öleli 150 yıl

oluyor. Ama o, hâlâ sinsi b ir hayalet g ib i aramızda dolaşmaktadır. Ondan '

kurtulabilmemiz için, tıpkı Len in ’in söylediği gibi, daha onu çok dövmemiz, hırpalamamız, yıkamamız, tem izlememiz

gerekecektir.

Oblomovluğun çıkış yolu, gene Oblo­movluğun içinden doğmuştur. Ama böyle olduğu içindir ki bu hastalıktan tümüyle

leceğe dönük, aydınlık yüzünü oluşturacak­lardır. Olga’nın.zihninde başgösteren kay­gıları somut poltika arayışlarına yönelterek

lın ve dupduru betimlemesine kavuştuğu­nu görürüz.

★★ ★

Son olarak, Oblomovluğun tek başına bir aydın hastalığı zolduğunu söyleyebilir miyiz? Bu soruya tümüyle olumlu bir ce­vap veremeyeceğiz. Çünkü, yazımızın bü­tünlüğünden kolayca çıkartılabileceği gibi Oblomovluk, toplumsal yaşamı gayn-insa- nileştiren ve kişisel iradelerini ellerinden ala­rak bireyleri ahlâksal açıdan zavallılaşmış köleler haline getiren, insanı kendi öz var­lığına yabancılaştıran koşullann ürünü ola­rak ortaya çıkmıştır, Bu bakımdan Oblo­movluk, sınıflı toplum gelişiminin yarattığı genelleştirilmiş bir birey tipolojisini ifade eder. Farklı ulusal ve sınıfal koşullandırma­lar altında, tek tek bireylerin yaşamında de­ğişik eğitim ve yetişme tarzlarının verdiği özel renklere kavuşarak farkıl görünümler kazanmış olması okuyucuyu yanıtlamama- lıdır.

Kapitalizm, bütün toplumsal ienomen- leri basit bireysel ekonomik çıkarlara indir- gememekle, üzerindeki her türlü gizleyici örtüleri aralayarak, sömürüye dayalı insan ilişkilerini en çıplak var oluşlanyla kavrana­bilecek kertede yalınlaştırdı. İnsan iradesi­ni körelten toplumsal ataletin bir kurgusal bireyin kimliğinde tipikleştirilerek bilince çı­kartılmasını, yoğunlaşmış toplum çelişme­lerinin aldığı bu yalın görünümde arama­mız gerekir. Yoksa Oblomovluk, feodal iliş­kilerin kapitalist gelişim karşısında güneş igören kar misali eriyip çözülmesinden tü­reyen bir bireysel durum değil, bu sürecin bütün çarpıcı özellikleriyle gün ışığına çıkar­dığı bir “insanlık halfdir.

Klasik Rus edebiyatının dünya edebiyat hâzinesine armağan ettiği Oblomov tiple­ri, 19. yüzyılın ortalannda yaşamış Rus ay­dın kuşağının ortalama özelliklerini yansı­tırlar. Bu durum, daha çok, o zamanki ay­dın kuşağının yaşadığı, toplumsal gelişme­nin ana süreçlerine bağımlı çatışma ve bu­nalımların tipikleştirilmeye son derece el­verişli trajik yapısından kaynaklanır.

Diğer yandan, İlya İlyiç, öbür Oblomov kardeşlerinde de az-çok görülebildiği gibi, toplumsal nedenlerini açıklayabilme bece­risine sahip olmasa da başka insanlarla iliş­kileri içinde kendi durumunun özellikleri­ni kavrayabilme yeteneğine sahiptir. Bu da onun az-çok kültürlü, aydın yapısından ileri gelir. Oblomovluğun bir aydın hastalığı ola­rak görünümü, yalntzca tembelliğin bu “oto- didaktik bilinç” yönüyle ilintili olarak kal­maktadır. Ancak yazara basit bir olaylar di­zisinden verimli bir kurgu ve seçilmiş olgular örüntüsü yaratabilme olanağını sağlayan bu yön, aynı gamanda hikâyeye „trajik bir de­rinlik de kazandırmaktadır. Âynı olanağı,

Page 55: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

Oblomov’un babasından, üç kâğıtçı Taran- tiyev’den ve hatta Zahar’dan çıkartamazdı- mz. Yığının ruh halinde kaba bir tembellik biçiminde ve diğer sıradan, günlük görün­tüleriyle yansıyan Oblomovluk, öznelliğin daha çok geliştiği aydınlar arasında daha tipik, daha çarpıcı, daha trajik ve aydının toplumsal bilinç üzerindeki etkisine para­lel olarak daha tehlikeli yönler taşır. Öznel yönün gelişimi, eğitim ve kültür seviyesi­nin ürünüdür.

Eğitim, teknoloji ve insan gücünün ya­rattığı ya da yaratabileceği muazzam yaşa­ma olanaklannı insan bilincine yükseltip, bi­reylere benimseterek, ortak insanlık ideal­lerini devindirir, toplumsal ihtiyaçlan geniş­letir. Olgulann zaman içindeki gelişimleri­nin kavranması, insana yaşam konusunda da geniş bir tarihsel perspektif sunar, istek­leri ve azmi kamçılar.

Ancak kapitalizm, modem teknoloji te­meli ve onun sağladığı eğitim olanaklan yo­luyla, yeni toplumsal ihtiyaçlar yaratıp var­dan ihtiyaçlan geliştirirken, ihtiyaçlann tat­min araçlannı da giderek insanların ellerin­den almaktadır. İstersiniz, ama yapabilme olanağınız yoktur. İnsan psikolojisini kötü­rümleştiren gerçeklikle ideal arasındaki bu çatışma, bireyleri isteklerini gerçekleştirmek için mücadele etmeye, bunun için de gide­rek toplumu değiştirmeye doğru harekete geçmeye iter. En berbat koşullarda bile ya­şama isteğini diri tutan, ideallerin gücüdür.

İdeal, toplumsal üretici güçlerdeki geliş­ine eğiliminden güç alır. Üretici güçlerdeki gelişme eğilimini köstekleyen kapitalist üre­tim ilişkileri ise taşlaşıp dondukça, idealler üzerinde şiddetli bir basınç yaratırlar. Or­tak idealleri gerçekleştirmek için üretici güç­leri ele geçirmekten başka bir çözüm yolu kalmaz. Bu durumda kapitalizm, bütün egemenlik araçlannı harekete geçirerek, idealleri yok etmeye sindirmeye, etkisizleş­tirmeye çalışır, insanlardaki yaşama isteği ve mücadele gücünü bastırarak idealleri yok eder, idealleri yok ederek toplumsal yaşamı çürütür, inmelendirir.

ideallerinizi yitirdiğiniz mi, yaşama gücü­nüzü de yitirdiniz demektir. Elinizdeki araç­ları hangi amaçla, neden ve nasıl kullana­cağınızı bilemezsiniz, sizin için artık hiçbir değer ifade etmez olurlar. Hiçbir şey iste­yemez, hiçbir şey yapamaz hale gelirsiniz.

isteklerinizi gerçekleştirebilme olanağınız elinizden alınmışsa, kendi güçlerinizi kav- rayabilme, gücünüzü denetleyebilme ve ha­rekete geçirebilme olanağınız da kaybolur.

istekleriniz yaşama gücünüzle birlikte boğ- luru, söner gider. İradeniz zayıflar. Yapa­bileceklerinizi de gerçekleştiremez olan ik- tidarsızlaşırsınız.

“Var, ama ne yapabilirim?” “Yok ki, ola­maz ki ne isteyebilirim”

Her ikisi de aynı madalyonun iki ayn yü­züdür. Bu madalyonu boynunuzdan çıka­ramadığınız, kopartıp atamadığınız taktir­de. kendi kendin izle barışıklığınız ortadan

kalkar. Sadece kendinize düşman olmak­la kalmazsınız, insanlan küçümser ve top­lumdan uzaklaşırsınız. Kendi benliğinize hâ­kim olamayınca, insanlarla iletişim kurabil­me yeteneğiniz de kaybolur gider. Tembel, ruhsuz, hırçın, bencil, ödlek birisi haline ge­

lirsiniz. Her şeyi size sağladığı anlık pratik yararlarıyla ölçmeye başlar, uzak ülküler uğruna çaba göstermenin gereğini gözden kaçınrsmız. Çabalannızm karşılığını alama­manız, ya da çabalannıza hakkı olan de­ğerin verilmeyişi, çabanızı sizin gözünüzde de değersiz kılar.

Her işe soyunup hiçbirini sonuçlandır­madan yüzüstü bırakan, başkalarını kü­çümseyip gerçekte başkalanndan hiç de farklı yaşamayan, belirli toplum ilişkilerinin insanlar arasında yarattığı yozlaşma eğili­mine tepkiyle bütün insanlara düşman ke­silen, fındık kabuğunu doldurmayacak so­runlarla uğraşıp büyük işler başardığını id­dia eden, küçük dağları ben yarattım der- cesine kendini dünyanın merkezine otur­tan, kendi gözünde yitirdiği değeri başka- lannı karalamakla kazanmaya çalışan, en büyük, en gösterişli eylemleri önerip, her zaman en geriden giden, hep kendi duru­munun olumsuzluklanndan yakınıp hiçbir ciddi çaba göstermeyen, davranış güçsüz­lüğünü parlak sözler ve formüllerle gizle­meye gayret eden, yararsız, gereksiz, asa­lak birileri olursunuz.

Bu türden Oblomovca davranışlarla top­lumun her kesiminde ama en çok aydın­lanınız arasında karşılaşmıyor muyuz?

Pek uzağa gitmemize gerek yok. işte Ke­mal Gökhan’ın Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanan çizgi bantları. Her bantta, her karede Oblomov kendini teşhir ediyor.

Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Oblo­mov sosyalistlerimiz arasındadır. İşte G e­lenek yazarlan. Tıpkı Dobrolyubov’un ağaç üzerindeki öncüleri gibi, çıkmışlar sosyaliz­min yüksek teorik mirası üzerine, mayhoş teori yemişlerini tıkınıp kabuklarını aşağı- dakilerin üzerine fırlatarak öncülük buyu­ruyorlar. Onlar ağacın tepesinde oturup sosyalist devrim hülyalan kurarken, aşağı­da işçiler ve tepeden burun kıvırarak bak-

tıkİan devrimci - demokratlar, binbir güç­lük içinde yolları açmaya çalışıyor. Öncü baylânmızmsa, inip işe koyulmaya hiç mi hiç niyetleri yok. Gelenek dergisi sayfala- nndan Oblomov’un şu bildik horultusu yükseliyor.

Fazla uzağa gitmeye hiç gerek yok. Ken­dini biraz dikkatle gözden geçiren her oku­yucu, içindeki Oblomov’u yakalayıp gün ışı­ğına çıkartabilecektir. Köklü bezirgan gele­nekleri üzerine kurulmuş, çarpık kapitalist yapının boğduğu, bunalttığı, durgunlaştır­dığı toplum yaşamımız, işçisinden aydını­na, köylüsünden memuruna, gencinden yaşlısına, her kesimden her insanı yakala­yıp inmeledirebilen Oblomovluk virüsünün bulaşıcı tehditleri altındadır. 12 Eylül, yığın­lar arasındaki devrimci mayalanışı bastırıp, idealleri gözden düşürmeye çalışarak, bu virüsün çok daha hızlı üreyip bütün toplum hücrelerini çürütmeye yöneldiği son dere­ce tehlikeli bir septik ortam yarattı, irade güçlerinin köreltilip insanlann bu denli zaval- lılaştınldığı, kişiliklerin ezilip yalama haline getirildiği, toplumun tümden soluksuz bı­rakılarak tepeden tırnağa çürümeye itildi­ği böylesi bir çözülme ve dağılış ortamın­da, Oblomovluk, direncini yiteren her bün­yeyi felce uğratacak sinsi bir kuvvete eriş­miştir.

Devrimciler, bütün enerjileriyle toplumu sarsıp uyarmadan, örselenmiş güçleri uyur­gezer hallerinden kurtarıp bilinçli eyleme yöneltmeden, toplumsal çözülmeyi zıttına dönüştürüp yeni ve daha güçlü bir topar­lanışı gerçekleştirebilmek pek mümkün ol­mayacak. Hareketimizin yeni Oblomovla- ra değil, gerçek öncülere ihtiyacı var. Ve bi­rey olarak bizler, Oblomovluğun içimizde­ki sinsi etkilerinden kurtulmadan, kendimizi her an yenileyip enerjimizi tazelemeden güçlü devrimciler olunamayacağını bilme­liyiz.

Sana iyi uykular Oblomov. Merhaba ha­yat ve merhaba mücadele!

{*) Dickens’in yaşlı Ebenizer Sucruch’u Noel eğlencelerini bile hor görebilecek ka­dar kendini “işine adamış” aç gözlü bir işa­damıydı. İlk sermaye birikimi çağlarında yaygın olan tipoloji daha çok budur. Kapi­talist için yaşamda tek gerçek ilke, çalışma ve tasarruftur, gerisi boş laf. Oysa, günü­müzde sermayenin hükmedici gücünün ar­tışıyla, onun sahibine sağladığı muazzam boş vakit arasındaki zıtlık, kapitalist için pa­ranın yönetimini bir “ateşten gömlek” hali­ne getirebiliyor. Narin Bey, bu gömleği kız­larına ve damatlanna giydirmeyi başarın­ca, “kırkından sonra” azıp hovardalığa baş­ladı. Ama, işini ne oğullarına, ne de kar­deşlerine devredebilme cesaretini ve ola­nağını bulamayan Gorki’nin büyük oğul Pi- yotr Artamonov’u, her an sahip olabilece­ği, ama bir türlü gerçekleşmeyen potansi­yel boş vakitlerini düşünüp, çılgına dönme­miş miydi? Bunlar, burjuva yaşamı dipsiz- liğe sürükleyen anaforların karşıt bileşim­lerini yansıtır.

İk i örnekte de mutluluk, salt bireysel nitelikler taşır. Toplumsal mutluluğun dışında aranmışlardır ve ancak orada

bulunabilirler. Tek farkları, Oblomov’un idealindeki mutluluğun içsel hareketin

dışında gerçek harekete yabancı oluşudur. Oysa, Ştoltz’un yaşamında da

hareket, besleyici köklerini oluşturan asıl güçten, toplumsal üretim tem elinden

koparak, can sıkıcı b ir rutine dönüşmüş, coşkusunu yitirmiştir.

Tutuculuk devrimciliği yok etmiş, atalet ağır basıp dinam izm i köreltmiştir. İşte, İlya llyiç’in de (ezen Oblomov), uşağı Zahar’ın

da (ezilen Oblomov) içinden çıktıkları tarih gerçeği budur.

S5

Page 56: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

SENDİKALARAGENEL BAKIŞ

*

Sendikaların TemeliBunu ortaya koyabilmek için, sendikaların na­

sıl doğduğunu, hangi temele dayandığını kav­ramak gerekir.

“Sendikalar ve grevlerin gerçek önemleri kendi aralanndaki rekabete son vermek için işçilerin gi­riştiği ilk çabalar arasında olmalarında yatar. Bur­juvazinin işçiler üzerindeki hakimiyetinin bütü­nüyle işçilerin kendi aralanndaki rekabete, yani dayanışma yokluğuna dayandığı gerçeğinin kav­ranması sendikalann temelini oluşturur.” (Engels).

Demek ki sendikaların doğuşu, işçilerin ken­di aralarındaki rekabete son verme, kapitalistle­re karşı dayanışma zorunluluğunu bilince çıkar­maları ile bağlantılıdır. İşte sendikaların temelini bu birlik olgusu oluşturur. Kapitalizmin ilk yılla­rındaki deneyler, işçi sınıfını çok kısa zamanda sendikal birliğe vardırmıştır. Ve bir kere sendi­kalar oluştu mu, bunlar hemen “çifte amaç ta­şırlar, işçiler arasındaki rekabete son vermek, ve bu sayede kapitalistle toptan rekabet etm ek.” Kapitalistlere karşı toptan rekabet etmenin baş­lıca yönü ilk zamanlarda "yalnızca ücretlerin korunması” içindir. Fakat mücadele gelişip, ka­pitalistlerin işçilere karşı birleşmesi ve topyekün davranması daha da sistemleştikçe işçiler için bir­liğin korunması ücretlerin korunmasından öne geçer ve daha gerekli hale gelir. Çünkü gerek ücretlerin korunması, gerekse yükseltilmesi ve başka mücadele yollarının ilk şartı bu birliği ko­ruyup sağlamlaştırmaktan geçmektedir.

Her hareket yeni doğarken, olgunluk çağma varıncaya kadar, az çok sekterdir. Acem i ve uyumsuz tavırlar göze batar. Sendikal m ücade­lenin tarihinde de bu sekterlikler vardır. İşçiler ilk grev kırıcılarını genellikle ölümle cezalandır­mışlardır. İşyerleri tahrip edilmiştir. Fakat işçi sı­nıfı hareketi geliştikçe ve deneyler biriktikçe, ha­reket normal rayına oturmuştur.

“Amaçlarına ulaşmak için sendikalar şu yolu izlerler; bir ya da daha çok işveren sendikanın istediği ücreti ödem eyi reddederse, bir işçi tem ­silcisi grubu işverene ricaya gider. Ya da bir di­lekçe gönderilir. Bu tür yöntemler küçük krallı­ğı içinde işverenin sahip olduğu mutlak gücün işçilerce de anlaşıldığını gösterir. Bu yöntemler­le hiçbir şey elde edilemezse sendika üyelerine işi bırakıp evlerine gitmelerini söyler.”

Öyleyse MARKS, sendikaları, feodaliteyi yıkan belediye örgütlenmelerine

benzeterek, kapitalizmin yıkılmasında onlara nasıl bir rol verdiğini açıklamış

oluyor: Öte yandan, burjuvazi, belediye örgütlenmeleri deneyinin bizzat yaşamış

ve uyguglamış bir sınıf olarak, sendikaların siyasi niteliğe bürünmesine

karşı bütün olanakları ile seferber olmuştur.

Bu yöntem işçi hareketinin sekteriikten kur­tulduğu dönemlerin hareketidir. Ve şimdiki toplu sözleşme sisteminin ilk ilkel şeklidir. V e bizdeki ilk 1872 Kasımpaşa Tersane işçileri grevi de ben­zer gelişmeler sonunda ilan edilmiştir. Ücretle- rini alamayan işçiler önce Bahriye Nazınna, son-

5 6 ra Sadrazama temsilcileri ile dilekçe göndermiş­

ler, netice alamayınca durumlannı basın yolu ile geniş kitlelere duyurmuşlar ve ardından da gre­ve gitmişlerdir. Ve bu grev başarı ile sonuçlan­mış, alınamayan ücretler işçilere ödenmiştir.

Yukandaki alıntıda Engels’in çok derin bir tah­lili vardır.

“Bu tür yöntemler (yani önce dilekçe, görüş­me, teklif, olmazsa sonra grev) işverenin sahip ol^U&u-Jnutlak gücün işçilerce” anlaşıldığının işa­retidir, denir. Hareketin sekter dönem inde işçi­ler, kapitalizm kayasına çarptıklannın farkında de­ğillerdi. İşte, işçi sınıfının sağlam bir sendikal ör­gütlenmeye başlaması ile, karşısındaki kapitalistin gücünü kavraması aynı dönemin olgulandır. Düşmanın gücü, mahiyeti kavrandıkça örgütlen­me de buna göre düzenlenmiştir. Zaman ve de­neyler işçi sınıfına bu gerçekliği kavratmıştır. Bu bir aşamadır. İşçi sınıfının bölük börçük, sekter çıkışlarla gücünün dağıtılması, böylece boşa har­canması değil de; en toplu ve düzenli bir şekil­de kapitalizme yöneltilmesi aşamasıdır. Düşmanı yenmenin veya problemi çözmenin ilk ve vaz­geçilmez şartı; onu tanımak, kavramaktır.

“İşçilerin birleşmesini yasaklayan hükümleri yürürlükten kaldıran bu kanun... imtiyazlılann bu reformu, burjuvazi ile proletarya arasındaki ça­tışmayı HU KU KEN TA N IYA R A K BURJUVAZİ­Y İ EGEMEN SINIF STATÜSÜNE YÜKSELTTİ.”

Dem ek ki hakim sınıflar işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çatışmayı (hukuken) tanıyarak burju­vaziyi egem en sınıf statüsüne yükseltiyor. Ve böylece modern sınıf savaşı karşılıklı taraflarca tanınmış ve resmen başlatılmış oluyordu. Bu ne­denle, bir ülkede sendikaların resmen varlığının kabulü, o ülkede artık sınıf savaşının gizlenemez, üstü örtülemez hale geldiğini ve bundan dolayı da karşılıklı taraf|arca kabul edilişinin işaretidir. İşte burada sendikaların varlık ve gelişmesiyle il­gili ikinci konağa gelmiş olduk.

Sendikalar ve Siyaset“Ekonomik koşullar ilk önce ülkedeki halk kit­

lelerini işçi durumuna getirmişti. Sermayenin bir­leşmesi bu kitleler için ortak bir durum, ortak çı­karlar yaratmıştır. Bu yüzden bu ki'fîeler bugün bile sermayeye karşı bir sınıftır, ancak henüz ken­disi için sınıf değildir. Birkaç cümleyle değindi­ğimiz mücadele içerisinde, bu kitleler birleşir ve kendisi için sınıf olma durumuna ulaşır. Artık sa­vunduğu çıkarlar sınıf çıkarlarıdır. Ancak sınıfın sınıfa karşı mücadelesi siyasi bir mücadeledir.”

“Gerçek bir iç savaş olan bu mücadele yakla­şan bir savaşın gerekli tüm unsurlarını birleştirip geliştirir. Bir kere bu noktaya ulaştığında birlik siyasi niteliğe kavuşur.” (abç)

İşte, gerek işçi sınıfının kapitalistlerin gücünü tanıması ve kavraması ile daha güçlü birlikler kur­ma ve sistemli mücadele etmesi ve gerekse ka­pitalistlerin işçi örgütlerini tanıması; “yaklaşan bir savaşın gerekli tüm unsurları(nı) birleş(tirip) g e ­liştirir)”. Böylece sınıfın sınıfa karşı mücadelesi başlar ve bu mücadele de siyasi bir mücadele­dir. İşte tam burada bu birlikler siyasi niteliğe ka­vuşurlar.

Lenin Marks’m bu tahlilinin ardından şunları söyler; “Burada, onlarca yıl içirı, proletarya güç­lerinin “gelecekteki bir meydan savaşına” hazır­lanmasının uzun bir dönem i için, sendikal ha­reketin ve ekonomik mücadelenin taktiği ve programına sahibiz. “Onlarca yıl için’ geçerli olan “taktik ve program” nedir? Sendikalann kendili­ğinden vardıktan siyaseti, sosyalist siyasete yük­seltmektir.

“Çok kere iktisadi mücadele kendiliğinden bir siyasi niteliğe bürünür, yani, “devrimci bastlin-

aydınların” müdahalesi olmadan (...) A m a sos­yal demokratlann görevi, ekonomik bir temel üzerinde siyasi ajitasyonla sona ermiş olmaz; on- lann görevi, sendikacı politikasını, sosyal demok­rat siyasi mücadeleye çevirmektir; iktisadi mü­cadelenin işçilerin kafalarına yerleştirdiği siyasi bilinç kıvılcımlanndan yararlanarak işçileri sos­yalist siyasi bilinç düzeyine yükseltmektir.” (Le­nin)

Bu konuda son olarak M A R K S ’m bir benzet­mesini aktaralım;

“Demek ki, sendikaların ilk hedefi, günlük ih­tiyaçlara sermayenin ardı arkası kesilmez saldı­rılarını engelleme yollarıyla, kısacası ücret ve iş­günü uzunluğu sorunlarıyla sınırlı kalmıştır...

“Sendikalar, buna karşılık kendileri de farkı­na varmadan ortaçağ belediyeleri ve komünle­rinin orta sınıfa sağladığı cinsten örgütlenme mer­kezleri oluşturmuşlardır”

Burada sendikaların “siyasi n ite liğe kavuşmaları” bir benzetme ile son derece çarpı­cı bir biçimde açıklanıyor. Feodallere karşı örgüt­lenen burjuvazi bunu belediyeler biçiminde ör­gütlenerek hem ekonomik, hem politik merkez­ler oluşturarak yapmıştır. Belediyeler bu özellik­leriyle bütün halkı temsil eder görünmüşler ve feodallere karşı mücadele merkezleri olmuşlar­dır. ve M ARK S sendikalarında işçiler için ben­zer bir örgütlenme sağladığını açıklayarak, sen­dikaların siyasi yönünü en çarpıcı bir örnekle­me ile anlatmış oluyor.

Öyleyse M ARKS, sendikalan, feodaliteyi yı­kan belediye örgütlenmelerine benzeterek, ka­pitalizmin yıkılmasında onlara nasıl bir rol ver­diğini açıklamış oluyor.

Öte yandan, burjuvazi, belediye örgütlenme­leri deneyinin bizzat yaşamış ve uygulamış bir sı­nıf olarak, sendikaların siyasi niteliğe bürünme­sine karşı bütün olanakları ile seferber olmuştur. Nasıl ki sosyalistler bu kendiliğinden varılan si­yaseti, sosyalist siyasete yükseltmek için uğra­şacaklarsa, burjuvazi de tersine davranarak si­yaset dışı tutmağa çalışacaktır.

İlk aşama, yani, işçilerin ücretlerini koruma­ları vb. mücadele kapitalistlerin bir bakıma ka­bullendikleri bir mücadele aşamasıdır. Fakat bir­liklerin siyasi niteliğe kavuşma “tehlikesi” kapi­talistler için tahammül edilemez bir gelişmedir. Ve bu noktada kapitalistler için genellikle iki yol ortaya çıkar. Fakat her iki yolun da tek amacı işçi birliklerini siyasi mücadeleden uzaklaştırmak, ekonomik mücadele içinde kısırlaştırmak.

Birincisi sömürge talanları ile işçi sınıfının bir bölüğü doyurulur ve bunlar işçi sınıfının çıkarla­rına hakim kılır. Ve tek amaç “daha fazla ücret” indirgenir. Ve kapitalizm sendikalan bu alanda tutabilirse, onun için bu dev işçi birlikleri birer cü­ce olarak kalacaktır.

İkincisi; İşçi sınıfının sömürge talanlarından beslemek durumu o kapitalist ülkede yoksa si­yaset sendikalara kanunla yasak edilir. Ve aynı zamanda sendikalar genellikle devlet güdümü­ne alınır. Böylece sendikalar hakim sınıf polka­sının peşine takılır”

“Sınıf Sendikacılığı” veya Ücret Sisteminin Kaldırılması:

“Bu parola şu malûm Birleşme Kanunlarının 1824’te kaldırılmasından sonra gelişen sendika hareketleri sırasında oldukça işe yaradı. Ingiliz işçilerinin Avrupa işçi sınıfının başında yürüdü­ğü anlı şanlı Chartist hareket döneminde ise da­ha da yararlıydı. N e var ki zaman geçiyor 50 yıl

Page 57: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

hatta 30 yıl önce arzulanan, gerekli olan bir sü­rü şey, bugün eskimiş geçersiz duruma geliyor." İşçilerin sendika kurma, birleşme hakkının olma­dığı, yani burjuvazinin baskısına, hatta keyfi dav­ranışına karşı hiçbir silahı olmadığı bir dönem ­den birleşme hakkını elde ettiği bir dönem e gir­diğinde elbette ilk talep “adil bir işgünü karşılığı adil bir ücret” olacaktır. Aşın çalıştırma, uzun iş- gününe karşılık ölümlük bir ücreti daha “adil” hale getirme çabası doğaldır ve gereklidir de. İşçiler sendikal birlik kurma hakkına kavuşur kavuşmaz ücretlerinin korunması mücadelesine de zaten başlamışlardır.

Aynı şekilde Chartizm de henüz “küçük bur­juvaziden kesinlikle aynlmamış” bir hareket ola­rak genel oy hakkı gibi demokratik bir talebi sa­vunurken, diğer yandan aynı zamanda “10 saat yasasına karşı" da mücadele vermektedir. Ve bü- tüp bu dönem lerde işçi sınıfı henüz “iyi bir ev, iyi yiyecek ve giyecek, refah ve kısa iş saatle­rinden öteye bir talep getirmemektedir.? Fakat, işçi sınıfının mücadele tarihine; 1848

Manifestosu ile onun politik taleplerinin belirlen- dirilmesi, kapitalizmin kaçınılmaz olarak işçi sı­nıfının mücadelesi ile yıkılacağını, işçi sınıfının kurtuluşunun sosyalizm olduğunun bilimsel ola­rak ispatı, bundan sonra Enternasyonal İşçiler Demeği deneyleri, son olarak da Paris Kom ü­nü deneyinden sonra artık işçi sınıfının talepleri kaçınılmaz olarak yeni biçimlere bürünmüştür. Böylece, henüz işçi sendikalannın yeni yeni fi­lizlendiği ve işçi sınıfı hareketinin bir Chartist ha­reket olduğu, yani imtiyazlılara karşı küçük bur­juvazi ve radikal burjuva ile beraber davrandığı, özetle; kapitalist düzen içindeki mücadelenin bü­tün niteliğiyle ortaya çıkmadığı veya tam o sıra­da geçerli olan bu parola; daha sonra 1880’de yani sınıf mücadelesinin bütün hatlanyla belir­ginleştiği ve kapitalizmin kaçınılmaz sonu olarak sosyalizmin bilimsel olarak ispatlandığı dönem ­de artık eskimiştir. V e Engels yeni parolayı şöyle ilan eder:

“Çalışma araçlan — ham madde, fabrikalar, makine— çalışan halkın kendisinin olmalıdır." Ay­nı parolayı M ARK S da şöyle ifade eder:

“Sendikalar (...) Aynı zamanda mevcut düze­nin değiştirilmesine ve örgütlü güçlerini, em ek­çi sınıfın kesin kurtuluşu, yani ücretliüğin kesin olarak kaldınlması için kaldıraç gibi kullanmaya çalışacaktan yerde, düzenin soııuçlanna karşı yer yer küçük çatışmalarla verilen bir mücadele ile yetindikleri anda da hedeflerini büsbütün yitirir­ler.”

O halde kapitalizmin ilk dönemlerindeki sen­dikal mücadele ücret yasasına karşı değildi, hatta “bu yasayı doğru uygulat”mak içindi. Demek ki ilk dönemlerinde ücret yasasının doğru uygulan­masını sağlamak için mücadele veren sendika­lar, artık “ücretliliğin kesin olarak kaldtnlmasf için mücadele vermelidirler. Aksi halde düzenin so­nuçlan ile uğraşan, sebebine ve hastalığın köküne hiç dokunmayan bir kısır mücadele başlayacaktır.

işte “sınıf sendikalıcığı” sınıf mücadelesi gerek­tirir. Bu da işçi sınıfının, kapitalistlere karşı bir mücadele ise o zaman kapitalizmin sonuçlanna değil, köklerine inerek mücadele etmek gere­kecektir.

içindeki kolu durumuna gelirler, ya da kapita­lizmin sonuçlan ile değil, kendisi ile mücadele verilecektir. “Ücret köleliğine karşı” savaş verile­cek, böylece düzenin değişmesinin vazgeçilmez kaldıraçtan olunacaktır. Bu da işçi sınıfının ken­disi için sınıf olmasıdır.

II) SENDİKA jLE PARTİ İLİŞKİLERİNDE GENEL PRENSİPLERİMİZ NELER OLMALIDIR?Sendika ve Parti

Bu konuda partilerin sendikalarla ilişkileri ko­nusunda iki uç tavır vardır. Birisi, sendika ile par­tiyi tamamen ayn tutar, diğeri ise sendika ile par­tiyi aynı tutar. Her iki anlayış da parti ve sendi­ka ilişkileri bakımından sakat sonuçlar doğurur. -

Sendikalar ile partilerin herhangi bir bağlantı kurmasına genellikle burjuva partileri karşı çık­mışlardır. Tarihte bunun yüzlerce örneği buluna­bilir. Kendi tarihimizden bir örnek alacak olur­sak 1947’deki Sendikalar Kanunu’nda sendika- lann siyaset yapması yasaklanmışta-. Ve Türk-İş’in ünlü “partiler üstü” politikası da buna bir örnek­tir.

Burjuvazi sendikalann politikadan uzak olma­sını, bunun için de partiler ile herhangi bir bağ kurmamasını ısrarla savunur. Çünkü işçi sınıfı­nın politika sahnesinde yer aldığı takdirde kaçı­nılmaz olarak sosyalizmi benimseyeceğini binler­ce deneyinden dolayı bilmektedir. Sendikalan si­yasetten uzak tutmak kendiliğinden sendikaları sosyalizmden uzak tutmak, dolayısıyla burjuva­ziye yakın tutmak demektir. Böylece sendikalar ile politika arasına, yani partiler arasına bir du­var örmek ve duvann arkasında kendi politika­sını yürütmek isteyen burjuvazidir.

Bir de sendika ile partiyi aynı görm e sakatlı­ğına düşülür. Bu burjuva sosyalizmi eğilimleri­nin özelliklerindendir. Burjuvazi işçi sınıfına p o ­litikayı yasak edemezse, bu sefer içine burjuva sosyalizmi kolunu uzatır. Önce sendikalar ile par­tiyi devamlı ayırmağa çalışan burjuvazi bunu be­ceremezse öbür uca sıçrar parti ile sendikayı üst üste koyar. Böylece burjuva sosyalizmi sendika- lizmle kenetlenir. Kendi politikasını sendika mü­cadelesi seviyesine indirir. Hatta dünyada öyle örnekler vardır ki, parti ile sendikalar örgüt o la­rak da hemen hemen aynıdır. İngiliz İşçi Partisi buna örnektir. Aynca kendi tarihimizden bilhassa ilk dönemleri ile T İP de bu olguya iyi bir örnek olabilir.

Burjuva sosyalizmi partiyi sendika seviyesine indirince, siyasetçe sendikalizm ilkelliği içinde ka­lınır.

ö te yandan küçük burjuva sosyalizmlerinin en tipiği Anarkosendikalizmdir. Bu da partiyi inkâr ettiğinden, sendikayı parti gibi görür ve ona bu misyonu yüklemek ister. Sendikalarla “devrim” yapma bunların yoludur.

Proletarya sosyalizmi ise, parti ve sendikayı ne aynı, ne de tamamen ayn tutar. Proletarya par­tisi sendikalan hiçbir zaman siyaset dışında gör-

Öyleyse Marksistler sendikalarda çalışırken, b ir yandan sendikalann temeli

olan işçi simimin birliğini bozmadan davranır, öte yandan sendikalara siyasi

ayrılığı sokarlar. Bu iki durum çelişmekte midir? Evet, fakat bu, canlı hayatın

yarattığı ön çelişkidir.

özetlersek: Sendikalann temelini işçilerin ken­di aralanndaki rekabete son vererek topyekün kapitalistlerle rekabet edebilmek için birlik olma- lan teşkil eder. Ve birlikler bir kez oluştuktan son­ra da buralar proletaryanın örgütlenme merkez­leri olurlar. Ve gelişen mücadele, bu örgütlen­m e m erkezlerini sınıf savaşının araçları, “kaldtraçlan” durumuna getirir.

işte bu noktaya vanldığında da iki yol belirir. Ya bu birlikler kapitalizmin sonuçlan ile uğraşa­cak, kısır ücret mücadelesi içinde “hedeflerini yi­tireceklerdir." Ki böylece burjuvazinin işçi sınıfı

mez. Çünkü en başta siyasetle insan ayrılmaz bü­tündür. Bunu ancak insanlan köleleştirmek is­teyen burjuvazi yapar, ö t e yandan halkın en uyanık, siyasete en yakın kesimi de işçi sınıfıdır. Kim ne kadar çaba gösterse de işçi sınıfı ile si­yaseti birbirinden koparamaz. O halde sendika­lar ile proletarya partileri arasında sıkı bağlar nasıl kurulacaktır.

Sendikalann PartizanlığıBu konuda genel prensip olarak şu söylenir.

“Sendikalar, sosyal demokrat örgütün ‘denetim ve yönetimi altında’ çalışmalıdırlar. Sosyal d e­mokratlar arasında bu konuda iki görüş olamaz.”

Bu nasıl olacaktır? Yani hangi çalışma biçim­leri ile ve hangi yolla gerçekleştirilecektir? Bu ko­nuya ilerde değineceğiz, şimdi bu prensibin kendi anlamını çözelim.

Sendikalann partizanlığı nedir? Başta siyaset yapmalan demektir. Ardından bu siyasi yönü işçi sınıfı partisinin yönü ve politikası ile çakıştırmak demektir. Lenin’in yukanda açıkladığı prensip bu­nu en açık biçimde ifade etmektedir. Buna g ö ­re “sendikalar partinin denetim ve yönetimi al­tında çalışmalıdır.” O halde sendika ile parti ara­sında çok sıkı bağ olmalıdır. Ve ancak böyle bir bağ sayesinde sendika, işçi sınıfı partisi politika­sında yönlendirilebilir.

Bir de sendika ile partiyi aynı görme sakatlığına düşülür. Bu burjuva sosyalizmi eğilimlerinin özelliklerindendir. Burjuvazi

işçi sınıfına politikayı yasak edemezse, bu sefer içine burjuva sosyalizmi kolunu

uzatır. Önce sendikalar ile partiyi devamlı ayırmağa çalışan burjuvazi bunu

beceremezse öbür uca sıçrar parti ile sendikayı üst üste koyar. Böylece burjuva

sosyalizmi sendikalizmle kenetlenir.

Lenin, “sendika hareketinin sosyal demokrat nitelikte olmasını sağlamayı” vazgeçilmez aörev saymaktadır. Ve bu prensip Marks-Engels’in sen­dikalara yüklediği “ücret sisteminin kaldınlması’ için mücadele görevinin kaçınılmaz sonucudur.

Yazının birinci bölümünde sendikalann siyasi niteliklerine değinirken biraz soyut anlatımla, bu gerçekleşmenin hayattaki oluşumu somutta ko­nulmamıştır. İşte sendikalann siyasi niteliğinin bahsedildiği yerde partinin yönlendirme görevi başlamaktadır.

işin burasında da çok önemli bir noktaya g e ­linir. Ve bu konudaki tartışmalann mazisi taa Marks ve Hamnam’a kadar uzanır. Bu konuda partizanlığın alternatifi, sendikalann tarafsızlığı te­zidir.

Sendikalann tarafsızlığı tezine genellikle bir yol­dan vanlmaktadır. Tartışmalarda genellikle her­kes sendikalann siyasetin içinde olmasına taraf­tardı. Fakat sendikalar karşısında birden fazla işçi partisi varsa durum ne olacaktır? Buna Plekha- nov şu cevabı veriyor: “Rusya’da 11 devrimci ör­güt vardır; Sendikalar hangisine yanaşsınlar?Rusya’da sendikalara politik aynlıklan sokmak za­rarlı olur.” Böylece hareket noktası sosyalist eği­limlerin birden fazla olması tezinden kalkılarak — elbette bu eğilimlerden henüz biri diğerine göre ülke çapında aşınca farklı etken olmayabilir. Ve zaten bu durum işi güçleştirmektedir d e— bun- lann sendikalardaki “çekişmelerinin” sendikala­ra zarar vereceği sonucuna vanlır. Netice ise, bu sosyalist eğilimlerden sendikalan uzak tutmak ya­ni tarafsızlaştırmak olur. O halde bir ülkede bir­den fazla sosyalist partinin olması ve henüz bun­ların hiçbirinin ülkede siyasi hayatta fazla etkili olmayışı Marksistleri sendikalann partizanlığını sa­vunmaktan ve politik görüşlerini sendikalara sok­maktan ve onun yaygınlaşması için çalışmaktan alakoyamaz.

Lenin Plekhanov’un bu tezine şiddetle karşı çıkar:

“O zaman Plekhanov, sendikalara politik ay- nhklan sokmanın zararlı olacağını söylemişti...Evet Plekhanov bu aptalca şeyi söylemişti... Biz böyle bir aynlığa (hatta monarşisi kafalı işçilerle olan aynlığa bile), grev vs.’nin birliğini bozacak zemini hazırladıktan için karşı olduğumuzu her zaman ilan edeceğiz, fakat her zaman genel ola­rak işçi saflanna ve özel olarak tüm işçi sendi­kalarına “bu aynlığı sokacağız.”

öyleyse Marksistler sendikalarda çakşırken, bir yandan sendikalann temeli olan işçi sınıfının bir­liğini bozmadan davranır, öte yandan sendika­lara siyasi aynlığı sokarlar. Bu iki durum çeliş­mekte midir? Evet, fakat bu, canlı hayatın ya­rattığı bir çelişkidir, ö z e , parti ile sınıfın aynı ol- 57

Page 58: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

1

madiği ve partinin tek başına devrim yapama­yacağı gerçeğine dayanır. Parti kendini işçi sını­fının kitlesinden ve onun müttefiklerinden ko­parmaz, tersine ortak çıkarlar doğrultusunda on- İBnen koordineli biçimde davrandırır.

Özel olarak sendikalarda ise, burjuvazi siya­setin sendikaya girmesini “bölücülük” olarak g ö ­rür. Bu “bölücülük” çığlığı işçi yığınlarının burju­vazinin etki alanından çıktığının itirafıdır. (Mark- sistler işçi kitlelerinde, özel olarak sendikalarda görüşlerini yayarlar, fakat bu işçi kitlesini bölmez, ters|n® 9 eniş işçi kitlelerini politik liderlerinin ön ­cülüğünde kendi çıkartan doğrultusunda davra­nışa geçirir. Am a işte burjuva politikacısı buna dayanamaz. Ve bu durumda ilk yapılan iş Mark- sistlerin sendikalardan tasfiyesidir. Çünkü onlar

- *ŞÇi yığınlannı burjuva demagojisinden uyandır­maktadır.)

özetle: İşçi partilerinin birden fazla olmaları sendikaların tarafsızlığını gerektirmez. Proletar­ya sosyalizmi bir tek olduğuna göre, sendikalar proletarya sosyalizmine taraf olmalıdır. Peki, bu nasıl gerçekleşecektir? Lenin Plekhanov’a verdiği cevabın devamında şöyle diyor:

“Her yerde ve her zaman sendikalann; işçile­rin partisiyle bağdaşmasını desteklemeliyiz, fa­kat, belli bir ülkede, belli bir ulus arasında hangi partinin gerçekten sosyalist olduğu ve işçi sınıfı­nın partisi olduğu sorunu özel bir sorundur ve uluslararası kongrelerin kararlan ile değil, ulu­sal partiler arasındaki mücadelenin sonucu ile çözümlenir.”

Dem ek sendikalann, gerçek sosyalist olan iş­çi partisiyle “bağdaşması” “ulusal partiler arasın­daki mücadele” ile olacaktır. Başka hiçbir imti­yazlı yol yoktur.

Neticede sendikalann işçi partilerinden bağım­sızlığı tezi iki sonuca yol açar:

1) Sendikalarda çeşitli sosyalist eğilimlerin mü­cadele yolunu tıkar, ortadan kaldınr, dolayısıy- la ,

2) Sendikalarda meydan — ekonomizm,e sen- dikalizme, burjuva politikacılığına— boş kalır.

Sonuç: Sendikaların tarafsızlığı tezi, genel Marksist bir pıensibi, gündelik politika uğruna reddetmek, yani reel politikacılık olur.

Diğer taraftan bir de sendikalann örgütsel ba­ğımsızlığı konusu vardır.

Örgütsel bağımsızlık bazen sendika tarafsızlı­ğına giden yolda oportünistlere bir gerekçe ola­bilmektedir. Bu konuda Leninist anlayış şudur: Enternasyonalin Stutgart Kongresi bu konuda şu kararı almıştır.

“3) İki örgütün her birinin de (parti ve sendi­ka) kendi yapılanyla belirlenmiş ve içinde bağım­sız davranmalan gereken alanlan vardır.

Am a aynı zamanda, durmadan genişleyen bir alan da vardır”

Demek küçük burjuva, burjuva sosyalistlerin sendikalardaki tasfiyeci,

“etiketçi” tavrı, onların, gelgeç, “işçi sınıfı içinde yolunu yitirmiş “konuklar” olmalarındandır. Ancak, yarın yok

olacağını gören ve sezen birisi böyle sekter, tasfiyeci b ir tutuma girebilir. Bir

bakıma, gelecekte kendi ölü-

Bu karan sendikalann partiden bağımsızlığı bi­çiminde yorumlayan sosyalist devrimcilere Le­nin şu cevabı verir:

Hâlâ, sendikaların “kendi yapılanyla belirlen­miş alanlar” içindeki “bağımsızlıkları ile, sendi­kaların partizan olmaları sorununu, ya da onla nn politik alanda ve sosyalist devrimin görevleri ile ilgili alanlarda partiye yakın ilişkide bulunma­larını karıştıran soytarılan görm eğe devam ed i­yoruz!”

O halde parti-sendika ilişkisinde bağlantı nok­talan daha çok “politik alanda ve sosyalist dev­rimin görevleri ile ilgili alanlardadır. Ve “bağımsızlıkları” ise “kendi yapılan ile belirlenmiş alanlardadır.

Başta, sendika ve parti birbirinin aynı, biri di­ğerinin organ hiyerarşisine bağımlı örgütler d e ­ğildir. Bu anlamda örgütler birbirinden bağım­sızdır. Ve yine sendikalar “kendi yapılanyla be­lirlenmiş alanlarda* yani, kendi iş kolunda ve bu-

ç b radaki pratik çalışmalarında bacım adır. Bununaksini iddia etmek parti ile sendikalar özdeşleş­

tirmek olur. Bu konuda Lenin’in aktarması ile A l­man sosyal demokratlannın başından geçen bir deney iyi bir öm ek olacaktır: Bir partili grubun da içinde bulunduğu bir sendika 1901’de Ham ­burg’da grev kinciliği yapınca, sendikalar birliği bu durumu Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne bildirip bu üyelerin cezalandınlmasını istiyor. Parti merkezi bu konuda şu kararlan almıştır:

1 Grev kırıcılığını kendi açılarından onursuz-

olduğuna inanırlar ve bu nedenle, olaylan zor­lamaz, sendika lan dürtüklemez, onlan etiketle­m ez bölmezler.”

Dem ek küçük burjuva, burjuva sosyalistlerin sendikalardaki tasfiyeci, “etiketçi” tavn, onların, gelgeç, “işçi sınıfı içinde yolunu yitirmiş “konuklar” olmalanndandır. Ancak, yarın yok olacağını gö­ren veya sezen birisi böyle sekter, tasfiyeci bir tu­tuma girebilir. Bir bakıma, gelecekte kendi ölü-

Başta, sendika ve parti birbirinin aynı, biri diğerinin organ hiyerarşisine bağımlı

örgütler değildir. Bu anlamda örgütler birbirinden bağımsızdır. Ve yine sendikalar

“kendi yapılarıyla belirlenmiş alanlarda” yani, kendi iş kolunda ve buradaki pratik çalışmalarında bağımsızdır. Bunun aksini

iddia etm ek parti ile sendikaları özdeşleştirmek olur.

luk ilan” ederek,2) Fakat aynı zamanda, partinin çıkarlarını

sendikalann çıkarlanyla özdeşleştirmek.”3) Her bir sendikanın bireysel eylemlerinden

partiyi sorumlu tutmak” gibi hatalı talepleri de parti reddetmiştir.

Sendikalarda Çalışma Prensipleri

Sendikalann partizanlığını prensipte benimse­yince, bunun nasıl gerçekleştirileceği kendiliğin­den önümüze çıkar. Sendikalann partizan olma- lan bütün sendika üyelerinin kendilerini parti üyesi ilan etmeleri ile sağlanamayacağına göre, bunun nasıl gerçekleştirileceği önemli bir sorun­dur. Her sendika üyesinin kendini parti üyesi ilan etmesi tam bir saçmalıktır.

Bu, “bir yandan sendika hareketinin boyutla­rını daraltmak böylece de işçilerin dayanışması­nı zayıflatmak.

Diğer yandan da partinin kapılarını belirsizli­ğe ve kararsızlığa açmak” olacaktır.

Öyleyse nasıl çalışılacaktır?Pravdacılar (...) Narodnik ve tasfiyecilerin kü­

çük burjuva yöntemlerine katılmak isteme (zler) ve tek bir sendika içinde çoğunluk tavnna bağlı kalırken, bir yandan da Marksist düşüncenin etki kazanması için döğüşürler)” (Lenin).

Narodnik ve tasfiyecilerin küçük burjuva tav­rı nedir?

Demiryolcular Sendikasında çoğunluğu sağ­layan Narodnikler bu sendikaya hemen “bir eti­ket yapıştırdılar” sendikayı kendi “platform ları­nı benimsemeye zonadılar. Sosyal demokratla­rı ve parti dışı işçileri kovdular ve onları aynı iş­kolunda başka bir sendika kurmaya zorladılar.”

Bizde çoğunluk sağlamadan “etiket yapıştır­malar” göz önüne getirilirse, sendika çalışmala­rının ne halde olduğu, nasıl küçükburjuva ka­rakterlerin istilasına uğradığı hemen ortaya çıka- cakty. Bu anlatılanlardan şunlar çıkanlabilir:

Sendikaların politik alanda ve sosyalist devri­min görevleri ile ilgili alanlarda partiyle yakın iliş­kide bulunmasının” hiçbir zaman zorla, dayatma ile, küçük burjuva entrikalar ile olamayacağını, tersine “işçilerin çoğunluk tavnna bağlı kalırken” bir yandan da “Marksist düşüncenin etki kazanması” ile sağlanabileceğini kesinlikle söy­leyebiliriz. Aksi sendika hareketini bölmekten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Elbette Mark- sistlerin sendika çalışmasında ilk hareket nokta­sı tek sendika değil devrimci mücadelenin çıkar­tandır. Eğer mücadelenin çıkar lan bölünmede ise bunu uygulamak kaçınılmaz olur. A m a Narod­nik tipi bir sendika faaliyetinin devrimin çıkarla­rı ile ilgisi olamaz ve sendikalardan başka eği- limlerin zorla tasfiyesi (veya entrika ile) bilinçli bir bölücülüktür ve hiçbir şekilde savunulamaz. Bu davranışlann kökünde yatan nedir? Lenin şöyle devam ediyor:

“Marksistler böyle davranmazlar. Onlar işçi sı­nıfı hareketi içinde yolunu yitirmiş konuklar de­ğillerdir. Bütün sendikalann, er ya da geç Mark- stzme dayanan kendi görüşlerini benimseyecek­lerini bilirler. Geleceğin kendi düşüncelerine ait

münü getirecek olan eğilimleri (proletarya sos­yalistlerini) sendikalardan tasfiye etmek, yaşama içgüdüsünün doğal çılgmlıklanndandır. Am a ta­rihi olarak ömrünü doldurmuş olan bu eğilim ­lerin, neticede, bu son yaşama gayretleri, bir yatalağın sağındaki, solundaki eşyalan yıkarak yürüme çabasından başka bir şeye benzemiyor. İşte proletarya sosyalistleri sendikalarda (ve her yerde) çalışırlarken bu gerçekliği çok iyi bilirler. Gelecek kesinlikle onianndır. Am a o geleceğin kendi kendine avuçlannın içine gelm eyeceğini de bilirler. Bu nedenle sendikalar içinde çalışır­larken bir yandan: 1) "İşçi çoğunluğunun” tav­nna bağlı kalırken" öte yandan. 2) "Marksist dü­şüncenin etki kazanması için döğüşürler."

Dün bu şekilde formüle edilen prensipler bu­gün Sovyetlerde nasıldır? Bu konu üzerine bir küçük örnek, konuyu daha iyi açıklığa kavuştu­racaktır.

“Sendikalar, Sovyet toplumunun öncü ve yö ­netici gücü olan SSC B Komünist Partisi’nin yö ­netimi altında çalışırlar”

“Parti örgütleri, sendikalann herhangi bir pratik etkinliğine karışmazlar. Gerekirse sendikaya yar­dım da ederler.”

“Parti, sendika örgütlerinin etkinliğinde önder­lik görevini ve etkisini, sendikalannın komünist üyelerinin aracılığı ile yerine getirirler. Uygula­mada bu nasıl olur? Sendikal yaşantının bütün sorunlan, yaygın bir soruşturma sonunda ve ço ­ğunluğun isteğine uyarak, tamamen dem okra­tik ilkelere uygun şekilde saptanır. Sendikalar­da, partili olan her üyeye karşılık sekiz partisiz sendika üyesi vardır. Bunun anlamı şudur: Sen­dika kurullannda, partisiz sendika üyelerinin ezici çoğunluğu kabul etmediği takdirde, komünist­lerin fikri de kabul edilmez.” (A. Verbine)

O halde sendikaların partizanlığı prensibinin hayatta gerçekleşmesi; partinin sendikalara emri ile gerçekleşemez. Ancak:

Prensip planında: 1) Genelde Marksist düşün­cenin etki kazanması için döğüşmek, 2) Sendi­kal sorunlann — işçilerin bilinç düzeyi bir veri ola­rak alınıp devrimci mücadelenin çıkarlanna en uygun biçimde tesbit edilip çözümü için müca­dele etmek, 3) İşçi çoğunluğunun tavnna bağlı kalmak. Şu anlamda ki: olaylan zorla, dayatma ile çözm ek değil, işçi soğunluğuna kavratmak.

Pratik olarak ise: 1) “Sendika örgütleri içinde parti gruplan oluşturmak ve” 2) “Yerel parti or- ganlannın klavuzluğunda buralarda çalışmak.”

Partizanlığın İlanı“Sendikalann partizanlığı sosyal demokrat pro­

paganda ve sendikalar içinde örgütsel çalışma aracılığıyla sağlanmalıdır. Bu partizan ilanı, an­cak, sendika üyelerinin önemfi bir çoğunluğu­nun sosyal demokrat görüşlere sımsıkı bağlan­ması durumunda uygun olabilir.”

Dem ek partizanlığın ilanı, Narodnik ve tasfi­yecilerin yaptığı gibi zorlama, “etiketleme”, par­tisiz işçileri ve diğer eğilimleri sendikadan atarak otamaz. Ancak, sendika üyelerinin “önem li bir çoğunluğunun sosyal demokrat görüşlere sım­sıkı bağlanması durumunda uygun” olur.

Page 59: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

1000 yılı aşkın zamandır bu acılar yaşanıyor. Daha dün Halepçe’de 5000 insanın üstünde; bebeler; analarına kurtulma içgüdüsüyle sarılan bebeler, kadınlar ve erkekler; yıllardır başı dik savaşan kadınlar ve erkekler değil

miydi ki öldürüldüler ‘BOMBA-İ KİMYA’yla? Daha bugün on binlerce yine bebe, kadın, erkek, ihtiyar değil mi ki Faşist Saddam rejiminin topyekün jenosidinin-soykırımının altında gözlerini bir sabah bir kez daha açamayan. Tarih bu kez dramatik olarak tekrar ediyor; Irak’da, İran’da. Dün; 1975’lerde umutlarını iki sömürgeci güce: Irak ve İran’ın kendi çelişkilerinden yararlandığını sanıp’ çatlaklara bağlayanlar

Şah ve Saddam’ın masabaşı anlaşmasıyla yüz binlerce insanın geleceğiyle oynadılar. Affedilmez hatalar işlediler. Dün İran’ın destek ver­diği bugün ise yeni güçler dengesinde bu kez 13 yıl sonra Halepçe’de ardından Kuzey Irak’ın tüm bölgelerinde, bağımsızlık değil otonomi oyununun oyuncuları Barzani ve Talabani yine kurdun pençesine düşmediler mi? Savaşın gelişimini sezinlemelerine karşın hâlâ 13 yılın, binlerce günün dersini alamayanlar yüz binlerce insanın kalleşçe ‘Bomba-i Kimya’yla yok edilmesinden sorumlu değil mi? İran-lrak ara­sındaki çelişkilerden, ‘gel-git’lerden yararlanmayı kafalarına koyanlar yarın tarihin önünde bugünlerin hesabını nasıl vereceklerdir? On­lar, eriyip giderken, Türkiye’ye sığınan bebeler, kadınlar, erkekler savaşın dehşetinden henüz kurtulamamışlar. Ama bir Sevre kadın ver ki, bir ara savaşın verdiği acıyı ve korkuyu anlatırken, kocası sorulduğunda başını dikleştirip “O savaşıyor” diyor. Halepçe’de, Süleymani- ye’de on binlerin yaşamına son verenler, tarihin sayfalarını kanla yazmakta ısrar edenler yargı gününü her an enselerinde hissetmelidir!

Page 60: Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5