69
İşçi hareketi ve Türk-İş Kongresi Sosyalizmin Truva Atı Yugoslavya Aleksandra Kollontai Devrimci Direnişçi Gençlik Merkezileşme tartışmaları

Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

Citation preview

Page 1: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

İşçi hareketi ve Türk-İş Kongresi

Sosyalizmin Truva Atı Yugoslavya

Aleksandra Kollontai

Devrimci Direnişçi Gençlik

Merkezileşmetartışmaları

Page 2: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Çağdaş YOL AYLIK SİYASİ DERGİ

Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz

İÇİNDEKİLER

Sahibi: S.Güneş ÜNSAL

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:Gürcan ÇİLESİZ Yazışma Adresi:

Jöntürk Cad. Nikah Dairesi Karşısı Şamdancı İşhanı

No: 26 Laleli - İST.Dizgi:

Detay - 511 51 76 Baskı:

Çiftay Matbaacılık Fiyatı:

3000 TL- Yurtdışı Fiyatı:

6 DM - 6 SF Genel Dağıtım:

Hürda Ön Kapak Resmi:

“ Kapitalist Endüstrinin Zaferi” David Alfaro Siqueiros

Arka Kapak Resmi: “ Demos + Krates = Demokrasi"

Emre Zeytinoğlu

Merhaba..................................................................................... 1Politik Durum.............................................................................2Emperyalizm ve finans-kapitalin şon model saldırısı:Özelleştirme/Mehmet YILMAZER............................................4Finans-kapitalin kaşarlanmış politikacısı:Demirel...................8Devrimci Yol savunmasında “ Türkiye Gerçeği’ ’/MehmetYILMAZER............................................................................... 10Ulusal Sorun (2)/Erkan DEMİRCİ..........................................14Pratik deneyler ışığında somut bir kadro eğitim planıüzerine öneriler/Temmuz DOĞANAY....................................19İşçi hareketi ve Türk-İş kongresi/Orhan DİNÇOK...............25Türk-İş’te birlik politikası iflasını bir kez daha kanıtladı..... 28Sosyalizmin Truva Atı; Yugoslavya/Ayşe TANSEVER........30Kollantai: “ Düşüncelerim yaşamımdır’ ’/Gökçe DEMİR...... 44Devrimci direnişçi gençlik/Orhan DİNÇOK..........................46Merkezileşme tartışmaları ya da politikleşmeninerezyonu/M.Sinan MERT.......................................................501. Aralık İ.Ü. BYYO direnişi.................................................. 52Liselerde devrim meşalesini yakmak/Birgül KORKMAZ..... 54DKD. Yayın Organı Sesimiz’den çağrı................................. 56Katiller aranızda.......................................................................59Okur Mektubu......................................................................... 60Sağlık emekçileri örgütleniyor................................................63

Page 3: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Merhabaİki aylık bir aradan sonra yeniden birlikteyiz. İki ay içinde hem ülke içinde hem de uluslararası alanda

ço k önem li gelişm eler kaydedildi. Ö nceki sayımızda Finans Kapitalin yeni bir saldırıya g eçeceğ in e yazmıştık. Ç ok geçm eden bunun ilk ipuçları ortaya çıktı. Sivil-İdare-Polis İşbirliğinde B asın Y ayın Yüksek O kuluna düzenlenen saldırının ardından devrimci güçler okulu işgal etti. D iğer üniversitelerde de p ro testo gösterileri düzenlenirken, Çukurova Ü niversitesindeki devrimci direnişçi güçlerin eylemliliğine "silah çekildi". İstanbul'daki bine yakın öğrencinin düzenlediği ortak gösteri ise 1 9 8 0 'li yılların ilk "M olotof kokteylli" gösterisi oldu. B u olaylar saldırının ilk sinyaliydi.

İkiyaka köyünde 3 0 'a yakın sivilin öldürülmesi PKK'ya mal edilm eye çalışıldı, P K K ise olayla ilgisinin bulunmadığını, açıkladı. Ö lağanüstü Hal V aliliğine bağlı Kolordunun eski Kom utanı K orgeneral Se len başından sonuna kadar: 1 9 8 4 Eruh, Şem dinli olaylanndan bu yana sürekli h ata işlediklerini itiraf etti. H atalar P K K pratiğinin sonuçlarıydı.

Cum hurbaşkanlığı koltuğuna oturan Özal güçlü devlet başkanlığı sistem ine yönelik ilk adım lan atm aya başlarken, hükümeti de uzaktan kumandalı sistem le idare etm eye başladı. Ö zal, Evren'in "em anetine hıyanet" etm eyeceğin i ifade etti.

F inans Kapitalin iki yıldır basıncı altında şekilsizleşen S H P ise ikinci büyük krizin ardından sayısı o n a varan kayıp verdi. Parababaları alternatif listesinde SH P 'nin adını keyifle çizerken, D em irel hızla ¡sındırılmaya başlandı. AN A P ise Cum hurbaşkanlığı dizginiyle ayakta duruyor. T B K P varlığının-sosyal dem okrasiye evrim leşen varlığının-dayanılmaz hafifliği ile yasal siyaset sahnesine çıkıverdi;

şapka düştü kel göründü.Türk-İş'de ise sosyal dem okratlar tarihin en yüksek sayıda delegasyonuna sahip olunm asına karşılık

Şevket Y ılm aza destek çıkam adan edem ediler. .A rada 6 değil, 6 0 oy fark çıktı. O tom obil-İş, Laspetkim -İş gibi bağım sız sendikaların Türk-İş'le birleşm e

isteği ise yine sosyal dem okratların uzlaşmadaki başarıları yüzünden bir başka bahara kaldı.Türkiye'nin A T 'a kabulünün şimdilik rafa kaldırılması ise F inans Kapitali sanldığı can sim itlerinden

birinden etti. Türkiye'den doğuya bakıldığında Türkiye'nin de içinde yeraldığı toprakların cayır cayır tutuşacağının m uştulayan bir haberdi bu.

Uluslararası alanda ise, D oğu Blokundaki gelişm eler başdöndürdü. En son , R om anya'daki olaylar prestroika ve glasnost dalgalarının nerelere kadar uzandığını gösterdi. A B D em peryalizm i ise Malta zirvesinin ardından Sovyetler'e sürpriz yaptı. G erçi sürpriz sayılmazdı, Filipinlere hava filosuyla destek olunm asının ardından P an am a işgali herhalde "daha göze batıcı" bir uyan oldu.

G elelim 1 0 . , sayımıza. M. Y ılm azer D ev-Yol'un "Türkiye G erçeğ in i eleştirdi". Ulusal sorun bu kez Türkiye'de som utlaşıyor. Türkiye'de serm ayenin yapısı üniversite ve liselerdeki duruma ilişkin yazılar, Ayşe Tansever'in uzun Yugoslavya incelem esi, Kollontai ise diğer yazılar. B u arada 1 1 . sayımızda sosyalist ülkelerdeki son gelişm elere ilişkin ayrıntılı bir yazı yayım layacağım ızı belirtelim .

1 9 9 0 'a Finans Kapital korku, endişe ve yırtıcılıkla, devrimci direnişçi güçler ise cesaret, güç ve direnişçi kitlelerle giriyor. 1 1 . sayıda buluşmak dileğiyle.

Çağdaş YOL

ı

Page 4: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Politik Durum

azeteler, 1990 'a girerken f ' ücret ve maaşlılann milli ge- 1 ^ lirden aldıklan payın yüzde

* 13 ,9 'a gerileyeceğini yazdı­lar. 1980'de bu pay yüzde 26.6'ydı. Buna karşılık kar, faiz ve rant kesimi­nin payı aynı on yılda yüzde 49,9'dan yüzde 70'9'a yükselmiştir.

Bu rakamlar 12 eylül'ün gerçek yüzünü oldukça iyi özetliyor. Ücretlile­rin gelirlerinin yansı bu on yılda, para babalanna kar, faiz, rant olarak akta­rılmıştır. Yürütülen ekonomi-politi- kayla bu ibrenin bundan sonra da üc­retlilerin aleyhine değişeceği çok açık­tır. Egemen politika bu somut gerçek­liğin üzerine oturuyor. Bu nedenle, on yıldır 12 Eylül'ün yükünü kaldıran ANAP artık sancılı bir döneme girmiş­tir. Mart'taki mahalli seçimler ANAP'ın kesin inişinin kanıtı oldu. ANAP'ın bu politik inişine inat T. Özal, yoksullaştırdığı yığınlara daha yukandan bakma isteğiyle olsa gerek, Çankaya'ya tırmandı. Hemen arka­sından, H. Celal Güzel'in ANAP için­deki "demokrasi" gösterisinden son­ra, Başbakanlık ve Parti Başkanlığı Özal'ın istediği yönde çözümlendi.

ANAP, çok açık bir şekilde, bütün devlet imkanlannı kullanarak gücünü korumaya ve gelecek seçimlere kadar da kaybettiği mevzileri geri almaya ha­zırlanıyor. Bu hedef doğrultusunda ol­dukça pervasızca ilerliyor.

ANAP'ın pervasızlığının bir kaç nedeni var. İlk, ordu hiç değilse bu momentte politik yaşamın kremitli- ğinde olanlara kanşmamayı yeğliyor. Hem 12 Eylül'ü ANAP'dan ve Ozal'dan daha iyi savunacak bir siyasi güç yok, hem de yığınlann aşağıdan baskısı bir müdaheleyi gerektirecek

noktadan epey uzak.Diğer neden, burjuva anlamda bile

etkin bir muhalefetin olmayışı. SHP, her kritik momentte olduğu gibi yine sancılı. DYP ise, ANAP ve Özal'a yö­nelttiği "çok sert" eleştirileri hiç bir za­man halkın gerçek çıkarlan doğrultu­sundaki paralolara vardırmaz.

Üçüncü ve en önemli neden, yı- ğınlardak tepkinin henüz yeterince devrimci kanallara akıtılamaması, öf­kenin dağınık ve örgütsüz olmasıdır.

Ancak bütün bu geçici avantajlar ANAP'ın kaçınılmaz inişine engel ola­maz. İktidar gemisi çoktandır su alma­ya başlamıştır. Bütün çabalar en so­nunda tekneye giren suyun belki biraz hızını kesmeye yarar. Fakat ANAP ge­misi onu kaçınılmaz batışa götüren, gövdesindeki 12 Eylül deliğini kapata­mayacaktır.

Burjuva siyaset sahnesinde diğer önemli olay SHP'den aynlmalardır. Paris'e Kürt sorunuyla ilgili bir toplan­tıya katılan milletvekillerini ihraç ede­rek, SHP'ne ölçüde "demokrat" oldu­

ğunu bir kere daha ortaya koymadan edemedi. Bu olay ardından partide bir siyasi kriz yaşanıyor. Meclis grubunda "sol eğilimli" görünen bir grup millet­vekili partiden aynldı...

Sosyal demokratlan krize sokan gerçeklik nedir? Mart seçimlerinden sonra iktidara hazırlanmaya başlayan SHP, canla başla finans kapitalin gö­züne girmeye çalışıyor. D. Baykal TÜ- SİAD'ın eşiğini epey aşındırdı. Öte yandan, geniş halk yığınlan en azın­dan 12 Eylül süresince yitirdiklerini geri almaya çalışırken, SHP'nin bu yolda söylediklerini dikkatle dinliyor ve sözlerini yerine getirmesini bekli­yor. Bu açmaz içinde SHP, halka "sa­bır" telkin ederken, para babalarına yaltaklanmak için ne gerekiyorsa yapı­yor.

Neticede, bu iki yüzlü politika, Kürt milletvekillerinin ihracı ile tepe noktasına vannca, partide kriz kaçınıl­maz oldu. SHP içindeki krize yaşadığı­mız günlerin özelliği yönünden baktı­ğımızda, ihraç ve istifalar bir gerçekliği

Lsu dönemin çok önemli bir özelliği,12 Eylül faşizmine ilk önemli darbeyi Kürt Ulusal Hareketi'nin vurmuş olmasıdır. Bu ne anlama geliyordu? Artık devrimci hareket "yol açıcı" düzen içi eğitimlerden köklü ve tarihi biçimde kopuşmak zorundaydı.

2

Page 5: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

günlerde, yığınlarda biriken öfkeyi devrimci kanallara yönlendirmenin önemli bir momentini yaşıyoruz. Yığınlar ya sosyal demokrasinin mızmız muhalefetiyle bir kere daha hayal kırıklığına itilecek, ya da biriken öfke kitle eylemliliklerine yükseltilecektir.

açığa vuruyor: Yığınların yıllardır biri­ken öfkesi artık kendine göre kanallar bulup akmak istiyor. Bu gerçekliği se­zen SH P merkezi daha gericileşirken, aynlan milletvekilleri bu gelişimde kendilerine bir yer edinmeye çalışıyor­lar. A. Baştürk ve benzerlerine bir mis­yon yüklediğimiz sanılmasın. Onlar, halk hareketinin radikalleşme özlemi­ne uyum gösterme yeteneğinde değil­dirler, onların misyonu, SHP'den ko- puşup devrimci kanallara akışı dene­yecek yığınlann yolunu kesmek olabi­lir. Bundan öteye bir siyasi misyonlan olamaz. Ancak sorunumuz Baştürk'Ie- rin muhtemel siyasi geleceği değildir. Tabandan tepeye süzülen yığınlann özlem ve tepkileri sonuçta böyle ko- puşmalara neden olmuştur. SHP'yi krize iten, yığınlardaki radiklleşme öz­lemidir ve bizler için önemli olan da budur.

Tam bu noktada Demirel'in, Özal ve ANAP’a karşı kullandığı "zehir gi­bi" üsluba gelelim. Halk, ANAP ve 12 Eylüle karşı "cesur" çıkışlar özlüyor. Bunu SH P’nin değil de Demirel'in yapması fazla şaşırtıcı değildir. DYP'nin "cesareti" onun sınıf temelin­den geliyor. DYP'nin finans kapital politikasının bir nüansı olduğundan kimsenin şüphesi yok. DYP ve ANAP aynı ağacın farklı dallandır. Ve bu ne­denle Demirel'in ortaya attığı, geniş yığınlann gerçek özlemlerini karşıla­yacak açık paraloları yok. O, demo- gojinin en son imkanlanyla yığınlarda­ki öfkeye yön vermeye çalışıyor. Fa­kat SHP, geçmişin deneylerinden bili­yor ki, bazı "sosyal" ve "demokrat" ta lepler yükseltmeye kalkarsa hemen "komünistlere" ya da "bölücülere" ar ka çıkmakla eleştirilecektir. Öte yan­dan, yığınların demokrat taleplere her zaman SHP ve benzerlerinden daha içtenlikle sahip çıkıp öne atıldığını da SHP'liler deneyleriyle iyi bilmektedir­ler. SHP'nin 12 Eylül öncesi sınıf mü­cadelesinden çıkarttığı en önemli ders: "uzlaşma, her ne pahasına uz- laşma"dır. Çünkü sınıf mücadelesi yükseldikçe sosyal demokratlar, fi­nans kapitalin faşizm girişimleriyle, iş­çi sınıfı ve halk hareketinin devrim öz­lemleri arasında sıkışıp kan teri dökü­yorlar. Onların tek ve ezeli parolası: uzlaşmadır.

Bu gerçeklikler karşısında, genel olarak halk hareketini ve özel olarak devrimci hareketin durumunu değer­lendirirsek neleri öne çıkartmalıyız?

Bizde on yılda bir gelen askeri dar­belerden sonra sosyal olaylann yükse­

lişi, o dönemlerin kendine özgü izlerini taşır. 19 6 0 sonrası hareket 27 Ma- yıs'ın izlerini taşımıştır. Hatta bu, dev­rimci teoriye "asker, sivil, aydın züm­relerin" öncü rolü olarak girmiştir. Devrimci hareket, 27 Mayısın açtığı yoldan ilerlerken kaçınılmaz şekilde onun izlerini taşıdı.

12 Mart'tan çıkışta, Ecevit CHP'si yolu açtı. CHP’nin açtığı yoldan hare­ket gelişti. Bu nedenle, DISK'in eylem­lerinden, devrimci siyasetlere kadar sosyal demokrasinin izi ve etkisi görül­dü. Bu etki en köklü şekilde 1 9 7 8 ’de kınlmaya başladı.

12 Eylül’de, 12 Mart'tan çıkış gibi bir gelişme yaşanmadı. Hala 12 Eylül­le birlikte yaşıyoruz. Ancak bu döne­min çok önemli bir özelliği vardır. Bu da, 12 Eylül faşizmine ilk önemli dar­beyi Kürt Ulusal Hareketinin vurmuş olmasıdır. Bu ne anlama geliyordu? Artık devrimci hareket "yol açıcı" dü­zen içi eğitimlerden köklü ve tarihi bi­çimde kopuşmak zorundaydı. Yolu kendi bileğinin hakkına açacaktı, ya da bunu beceremezse onlann en baya­ğı parolalannın ardçısı olmak duru­munda kalacaktı. "Sivil toplum" üzeri­ne fırtınalı tartışmalar bunun en güzel kanıtı oldu.

Bu gerçeklik, devrimci hareketle­rin daha önce yaşadıklan bütün "ko­laylıkları" ortadan kaldıran, onlan çok daha sağlam örgütlenmeler inşa etme­ye, kapsamlı teorik tutarlılığa zorlayan bir gelişmedir. Tarihsel bir dönüm noktasına işaret etmektedir.

Yaşadığımız günlerin somut taktik özelliğine gelince: Yığınlardaki sus­kunluk, 12 Eylül sonrası geniş ölçüde ilk kez öncü işçilerin başını çektiği Ne- taş, Derby vb. grev eylemleriyle bozul­du. Daha sonra çok yaygın biçimde

geri işçi kesimlerinin eylemleri yaşan­dı. Bu eylemler henüz pasifti, ancak yaratıcı pek çok eylem biçimiyle bütün halk kesimlerinin sempatisini topladı. Son 1 Mayıs, öncü işçilerle geniş kitle­lerin bir bulaşma çabası oldu. Ve olay­lar bu yöndeki birikimleri her gün yük­seltiyor.

içinde bulunduğumuz günlerde, yı­ğınlarda biriken öfkeyi devrimci kanal­lara yönlendirmenin önemli bir mo­mentini yaşıyoruz.

Yığınlar ya sosyal demokrasinin mız mız muhalefetiyle bir kere daha hayal kınklığına itilecek, ya da biriken öfke kitle eylemliliklerine yükseltile­cektir.

ANAP yıprandı, SHP ise yetenek­sizliğini hergün bir kere daha ispatla­makla uğraşıyor. Ancak devrimcilerin olağanüstü beceriksizliği Demirel'in demogojilerine itibar kazandırabilir.

Daha önce yaşanan yaygın işçi ey­lemleri, henüz ürkek olan yığınlann gözünde, kitlesel direnişi tümüyle meşrulaştırdı. Silopi olaylan ve son öğrenci direnişleri ise artık böyle ey­lemlerin acil taktik sorunu haline geldi­ğini gösteriyor.

Görev, yığın eylemliliğini yükselt­mektir. Bunun için halk yığınlannın önünü açmalı, bu yolda her fırsatı en usta biçimde değerlendirmeliyiz. Kitle eylemleriyle bir anda onbinleri içeren eylemlilikleri hayal edemeyiz. İlk el­den, momenti ve parolalan iyi seçil­miş, henüz az sayıda insanın katıldığı eylemlilikler düşünülebilir, bunlar ge­niş yığınlann hareketine iüme vere­cektir.

Yığınlann öfkesi, radikallerinin yollanın anyor. Proleterya Sosyalistle­ri bu arayışa öncü olmakla yükümlü­dürler ■

3

Page 6: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Emperyalizm ve finans- kapitalin son model saldırısı: ÖzelleştirmeMehmet ÇAĞLAYAN

1) Özelleştirmenin Dünya Krizi ile İlişkisi ve Yeni Sağ İdeoloji:

1980'li yıllarda yaşanan bir ger­çek lik var. H em kapitalist anayurt­larda hem d e yarı söm ürgelerde egem en sınıfın tem el politika öneri­leri ve uygulamaları, eski kalıp için­de tıkanan serm aye birikimi önün­deki engelleri kaldırm ak ve kabuk değiştirm ek doğrultusunda odak la­nıyor. Ö zelleştirm eler bu politika değişikliklerinin ürünüdür. Bilindiği gibi kapitalizm "altın yumurtlayan ça­ğını" (1945-1965) yetmişli yılların ba­şından beri yitirmiştir. Durgunluğun nedenini bir türlü kavrayamayan bur­juva iktisatçı ve ideologlar, bunalımı tekil olaylarla ve özellikle petrol şoku ile açıklamaya kalkıştılar ilkönce. Peki bunalımın göstergeleri nelerdi? Büyü­me oranlan refah yıllannın üçte birine düşmüş, yatırımlar azalmış, buna bağlı olarak dünya ticaret hacmi daralmış ancak daha önceki dengesiz ve eşit ol­mayan büyüme sonucu para ve kredi sermaye alabildiğine büyümüş fiyatlar dizginlenemez hale gelmiş (enflas­yon), üretim kapasitesi düştüğünden işsizlik refah yıllanndaki toplumsal uz­laşmayı çatırdatır hale gelmişti. Ancak burada belirtmek gereldr ki işsizlik so­runu azgelişmişler açısından hiçbir za­man önemini kaybetmemiştir. Yarı sömürge ülkelerin işçi sınıfı üzerinde işsizlik, her zaman demoklesin kılıcı gibi sallanıp durmuştur. Kapitalist anayurtlarda ise refah yıllanndaki hızlı büyüme ve yan sömürgelerden aktan- lan değerlerle (sosyal refah devleti uy- gulamalan adı altında) beslenen işçi aristokrasisi daha önce bundan pek etkilenmiyordu. Ancak bunalımla bir­likte sosyal refah devleti uygulamalan

çöpe atılınca, işsizlik, kapitalist ana­yurtlardaki işçi sınıfı içinde birinci so­run haline geldi. Doğaldır ki bu durum, yan-sömürge ülkelerdeki işçi sınıfı için çok daha şiddetli ve dayanılmaz ol­muştur. Uluslararası kapitalist işbölü­mü ve emperyalist sömürü ile ekono­misi dumura uğratılan yan-sömürgele- rin "emperyalizm hapşırsa zatürree ol- malan" kaçınılmaz bir gerçekliktir.

Bütün bunlara azgelişmişlerin çığ gibi büyüyen dış borç sorunu da e l e ­nince, dünya kapitalizminin bütününe uyarlanması gereken geniş çaplı bir yapı değişikliği ve operasyonlar zorun­lu olmuştur. Uluslararası finans kapital ve yan-sömürge ülkelerin finans kapi­talleri para-kredi-borç ağı ile o derece içeçe geçmiştir ki finansal ağın har- hangi bir yerinde açılacak olan bir ge­dik dünya ekonomisini toptan alt üst edebilecek boyuttadır. 1980'lere ge­lindiğinde, dünya ekonomisinin temel göstergelerinde hiçbir iyileşme olma­yınca, sosyal refah devleti uygulamala- n ve sınıflararası uzlaşma reçetesi ola­rak ifade edilen Keynesçilik ve (petrol şoku, yanlış uygulanan politikalann neden olarak gösterildiği) Keynesçi bunalım açıklamalan rafa kaldırıldı. Bütün dünyada, liberal politikalar ve yeni sağın yükselişi bu döneme teka­bül eder. İlk şaşkınlığı üzerinden atan finans-oligarşisi, "yeni sağın" ideolog- lannın politika önerileri ile birlikte sis­temli bir saldmya başladı. Şöyle haykı- nyorlardi: "Bireyin fayda maksimum- laştırması kurallan uyannca karar ve­rip davranabilmesi için alternatif kulla- nımlan-sınırlı-bir fonu elinde bulun­durması gerekir; yani özel mülkiyete sahip olmalıdır ki bireysel olarak karar verebilsin. Bu nedenle kollektif ile ko­

lektif kararlar olabildiğince geniş ölçü­de özelleştirilmelidir."

Bireysellik haklannın kutsanması­nı istiyorlardı yeni liberal (yeni sağ) ide­ologlar. Bireysellik hakkı yani yaratı­lan değerler üzerindeki mülkiyet hak­kıydı korunmasını ve geliştirilmesini talep ettikleri hak. Bu, aslında en açık bir şekilde savaş ilanıdır. Finans-oli­garşisi, büyüme yıllannda katlandığı maliyetlerden kurtulmak istiyordu. Re­fah yıllannın ateşkesini silahlı saldınya dönüştüren (ekonomik sömürü yön­temlerinin katmerleştirilmesi ve her türlü kamu harcamasının kısılmasını kastediyorum) finans oligarşisinin tale­bi, işçi sınıfının ve em ekçi yığınları­nın üzerindeki mengenenin daha da sıkılmasıdır. Kutsanan özel m ülkiyet hakkı ise yalnız m ülk sahibi o lm a­yanlara karşı korunabilir, liberaliz­min devletinden güvence altına al­ması beklenen , bir dışlam a hakkı­dır. Ö zelleştirme; proletarya ve em ekçi yığınların kendi ürettiği d e­ğerlerden dahada çok dışlanm ası­nın teorisidir.

Hızlandmlmış sermaye birikimi koşullannın aşınması sonucu, sınıf uz­laşmasına dayalı Keynesçiliğin top­lumsal mekanizması (artık burjuvaziye çok geliyordu) yerini yeni sağın pek ye­ni reçetelerine bıraktı! "Baştanbaşa devletleşmiş kapitalizm" (Kari Renner 1917) - toplumsal kamu tüketiminin azaltılması (sosyal ıvır zıvıra son); dev­let payının düşürülmesi (daha az vergi, daha az devlet harcaması); müdahale kapasitesinin azaltılması (serbestleştir­me; yani özel girişimler üzerindeki ver­gilerin, örneğin çevreyi koruma vergi­lerinin indirilmesi); kamu kesiminin küçültülmesi (yeniden özel girişime

4

Page 7: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

devretme) yoluyla - yeniden özelleşti- rilmelidir (Irving Kristol 1978)" (1)

Kapitalist anayurtlar için özelleş­tirmenin anlamı; bir yandan devlet müdahalesini kısmak, piyasayı yega­ne belirleyici haline getirmek (çünkü bütün belaları piyasayı sınırlayan dev­let müdahaleleri getiriyor. Sanki dev­let müdahaleleri piyasa gereksinimle­rinden kaynaklanmıyormuş ve devlet burjuvazinin devleti değilmiş gibi), ka­mu kesiminin faaliyetlerini küçülterek (vergilerin ve harcamalann azaltılma­sı) özel girişimlerin kârını daha da art­tırmak, bir yandan da KIT'lerin tüm mülkiyetini gittikçe devleşen finans- kapital hanesine ekleyerek sermaye birikimini hızlandırmaktır. Azgelişmiş ülkeler için ise durumun bazı özgün­lükleri sözkonusu. Birincisi; yabancı sermaye gereksinimi. Döviz ihtiyacını kendi ihracat gelirleri ile karşılayama­yan azgelişmişler, yabancı sermaye olmadan birikim rejimini sürdüreme­yeceklerinden yabancı sermayeyi ağırlamanın yolu olarak KIT’lerin satı­şını gündeme getiriyorlar. İkincisi, ağırlaşan dış borç sorunu, Her ülkede uygulanmasada yöntemlerden biri olarak, kendini dış borç karşılığında hisse senedi değiştokuşu olarak ifade ediyor (Ünlü Baker Planı). Yani borcu­nuza karşılık KİT'lerinizi satıyorsunuz. Üçüncüsü, azgelişmişlerde sermaye birikimi bütün kanlı sömürü yöntemle­rine rağmen yetersiz. Sermaye biriki­mini arttırmak amacıyla vurguna da­yalı yerli finans-kapitalleri KİT hissele­riyle beslemek. Böylece senaryo ku­ramsal olarak tamamlanıyor. Azgeliş­mişlerde özelleştirmenin işlevi; en ve­rimli KİT hisselerinin küçük lokmaları­nın yerli finans-kapitale, iri olanları­nın em peryalizm e p eşkeş çek ilm e­si.

2) Türkiye'de Özelleştirmenin Bilançosu:

Gelelim yeni-sağ ideolojinin politi­ka önerilerinin emperyalizm ve yerli finans kapitalin belirlediği rota içinde Türkiye'de uygulanışına: 1980'de ka­pitalist geniş yeniden üretim tehlikeye girince birikim rejiminde değişikliğe gidilmişti. Bu politikanın hangi odak­lardan nasıl belirlendiği ve uygulandı­ğını daha önce incelemiştik (*) Burada ağırlıkla ele alacağımız nokta özelleş­tirme adımları ve buna bağlı olarak ta­sarlanan değişiklikler. Birikim rejimini değiştirebilmek için uluslararası fi- nans-oligarşisi ve kurumlan IMF, OECD ve Dünya Bankası tarafından

verilen krediler, sanayi üretiminde beklenen atılımı yapamayan vurguncu finans-kapitalin ihracat bombası fos çıkınca, Türkiye tam anlamıyla bir borç batağına saplandı. 1989 'a gelin­diğinde toplam dış borç tutan 41 mil­yar dolara ulaşmıştır. Borç ödemek için daha çok borçlanan Türkiye eko­nomisi için düşünülen çare verimli KIT hisseleriyle yabancı sermayeyi çek­mektir. Bunun bir an için rahatlama (kısa vadeli) sağladığını düşünsek bile üretim kapasitesinin bir kısmını daha kaybeden Türkiye ekonomisi (Çünkü yabancı sermayenin karlan yurt dışına transfer olarak gidiyor) bugünlerini arar hale gelmeye adaydır. Bu gerçe­ğe itiraz ediyorlar. Diyorlar ki gelişen sanayi ham lem izle borçlar öd en e­cek. Buna sadece gülünür. Duru­mun veham etini kavram ak için e k o ­nomist olm aya g erek yok. Büyüme­yi sağlayacak olan unsur imalat sa­nayine yapılan yatırımlardır. D eğer yaratan sektör imalat sanayidir. İmalat sanayinde 1989'un ilk üç ayında gerçekleşen büyüme oranı (- y ü z d e l3 ,7), ikinci üç ayda (yüzde 0). Sıfır büyümeyle mi gelişm e sağlana­cak. Şu yanıtı verm ek gerekiyor: "Hayır sevgili parababaları, yalanla­rınıza karnımız tok. Sizin derdiniz ne değer yaratm ak ne de toplumsal ilerlem e. İlerlem esini dilediğiniz tek şey ço k uluslu ayinlerde kutsadığı­nız kârlarınız ve mülkiyet hakkınız­dır!"

Tüm dünyada yaşandığı gibi ilkin kamu kesimine savaş açıldı. Satmaz­dan evvel KIT'lerin payı düşürülmeliy­di. Sabit sermaye yatınmlan içinde ka­mu payı geriletildi (Tablo 1)

açık kapandı mı? (Tablo 3'e baka­lım).

Görüldüğü gibi bütçe açığı 1981'de yüzde 2 ,6 4 iken 1988'de yüzde 3,36'ya çıkmıştır. "Devlete yük oluyor, özel sektöre devredersek daha verimli çalışırlar" deyip, hem KIT'lere yapılan yatınmlan düşür, hem yok pa­hasına yerli ve yabancı tekellere bay­ram şekeri diye dağıt, enflasyonun se­bebi diye işçi sınıfı ve emekçi halkın kendini yeniden üretmesinde yardım­cıda olsa önemli bir faktör olan kamu harcamalannı kıs, bunun yanında ser­maye birikimini hızlandırmak için hem kanlı sömürü (Mutlak ve nispi artı-de- ğer üretiminin birlikte uygulanma- sı)'nün yasal ve ekonomik çerçevesini çiz, hem de sermayeden alınan vergi oranlannı düşürüp, bütçe açığını tır­mandır. Yüzsüzlüğün böylesi olur.

Burada bir noktaya değinm ek gerekli. Derdimiz KİT'lerin savunu­sunu yapm ak değil. Bizim hedefim iz finans-kapital egem enliğine son ve­rerek, işçi sınıfının önderliğinde di­ğer em ekçi katm anlarla ittifak ha­linde sosyalizmin inşasına g eçerek kapitalist üretim tarzına son ver­mektir. A ncak kuzu postuna bürün­müş finans-kapital sözcülerinin süs­lü dem ogojilerinin ardında yatanı ortaya serm ek boynumuzun borcu­dur.

Şimdi somut örneklere geçelim. Is­pir Ayakkabı Fabrikası ve İğdır Pa­muklu ilk örneklerdi. İlk kapsamlı satış Teletaş'tır. Sermayenin tabana yayıl­ması, çalışanlann fabrikaya ortak ol­ması diye tanımlanan özelleştirme hamlesinin amacı kamuoyunun tepki-

TA BLO 1Yatırımlarda Kamu Payı

Yıllar198Q1983198519871989

Kamu •55.855.5 57,153.544.5

(Kaynak: Ekonomik Panorama, Sayı 48)

TA BL O 2İmalat Sanayii Üretiminde Kamu Payı

Yıllar1981198319851988

Kamu Rayı43.844.940.633.6

(Kaynak: Ekonomik Panorama, Sayı 48)

Kamu kesimini küçültmek için sa­bit sermaye yatınmlan kısılınca KIT'le­rin imalat sanayi üretimi içindeki payı 1981'de yüzde 4 3 ,8 iken 1988'de yüzde 33.6'ya kadar geriledi. Bütçe açıklannın temel nedeni olarak göste­rilen KİT'lerin payı düşürüldüğü halde

sini ölçmek ve yabancılaştırma prog­ramına adım atmaktı. İlk etapta yüzde 2 2 ’lik hisse (PTT'ye ait olan) işçilere ve çalışanlara zorla satıldı. Zorla satıldı, çünkü ne işçilerin ne de emekçi yığın- lann kendilerini yeniden üretmek için bile binbir zahmete katlandıklan gelir-

5

Page 8: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

TABLO 3 (Milyar TL olarak)

Yıllar__________ GSMH Bütçe Agığı BOtşe Aşığı/GSMH1981______________ 6.554_______________ 173______________________% 2,641985____________ 27,789_______________787______________________% 2,831988 102.443 3440 % 3.36

(Kaynak: Ekonomik Bansrama. Sayı 48]

lerinden tasarruf yapmalarına olanak yoktu. Zorla satışın amacı görüntüyü kurtarmaktı. Daha sonra yüzde 18'Iik bir hisse blok olarak çok uluslu ITT nin ortaklanndan Alcatel'e satıldı. Alcatel daha önceden Teletaş'a yüzde 39 payla ortaktı. Sonuç: Alcatel yüzde 57 payla şirketin yönetimini ele geçirdi, işçilerin ve küçük hisse sahiplerinin elindeki hisselere ne oldu dersiniz? Bunlann bir kısmı, değerleri düşünce bankalar tarafından satın alındı, bir kısmı da sermaye mülkiyetinden aynl- mış fakat sermaye fonksiyonunu yeri­ne getiren değerli kağıtlann yönetimi­ni yapan parababalannın temsilcisi sı­fatında olan yönetim kurulunun yöne­timi altında, işçilerin hiç bir katılımı ol­maksızın sermayenin mantığı gereği kullanılmaktadır. Sayıca çoğunluğu oluştursalardı bile yönetim azınlığın (büyük sermaye sahiplerinin) elinde olacaktı. Çünkü "küçük hisse sahiple­ri”, karar verme olanağından yoksun­durlar. Nedeni bütün ülkeye dağılmış bir biçimde birbirlerinden habersiz ya­şamakta oluşlandır. Bu nedenle hisse­lerin yansından azı bile, hisse kontrol paketini elde bulundurmak için yeter- lidir" (2)

Ağustos 1988'de USAŞ (Uçak Sa­nayi A.Ş.) İskandinav Hava Yollanna satıldı. Satış değeri 1 4 ,5 milyon dolar (yaklaşık 3 0 milyar TL). USAŞ’ın sa­dece 1 9 8 8 yılı kân 17 ,7 milyar TL. USAŞ'm gerçek değeri 150 milyar TL civannda. Peki niçin bu fiyata satıldı? Yabancı sermaye gereksinimi had se­viyede de ondan. BHT (Boğaziçi Ha­va Taşımacılığı) Alıcı firma İskoç Air- lungusun vazgeçmesi sonucu şimdilik hala KİT olarak varlığını sürdürüyor. Daha sonraÇİTOSAN'a bağlı Afyon, Ankara, Ba­lıkesir, Pınarhisar ve Söke Çifnento Fabrikalan 105 milyon dolat karşılı­ğında bir Fransız grubu olan Socite Çi- ment'e hediye edildi. Bu beş fabrikada ÇİTOSAN'ın en verimli fabrikalanydı.

Amaç yine yabancı sermaye, sonuç; emperyalizmin sermaye ihracına da­yalı yeni sömürgeci saldınsının yeni aracı özelleştirme yoluyla, çimento sa­nayinin büyük bir kısmı Fransa'nın en büyük çimento gruplarından birinin eline geçişi."

Sıradaki ağır toplardan biri PET- KİM: Yarpet, Alpet ve Petlas'm bağlı olduğu "fevkalâde stratejik" bir tesis di­ye nitelendirilen Petkim Holding Ano­nim Şirketi 1960'larda kurulmuş, Al­pet (Aliağa'nın)'ın teknolojisi en son teknoloji olarak belirlenmiş. ALPET (Aliağa)in yıllık üretimi bir milyon ton. 19 8 8 ihracatı 3 4 5 bin ton "«Parasal değer olarak ALPET 1987'de 8 2 mil­yon dolarlık ihracat yapmış. 1988'de 2 2 1 milyon dolarlık ihracat yapmış. Bu yıl bu rakamın yılın ilk dokuz ayında 2 5 0 milyon dolan aştığı tahmin edili­yor. Bu, korkunç bir rakamdır. Satışla- nna gelince, ALPETin satışlan -şu an­da en büyük kompleksimiz odur- 1987'de 4 3 7 milyar ve brüt kân 166 milyar, 1988'de 1 trilyon 1 3 0 milyar ve brüt kân 6 7 8 milyar liradıp>" (3) Mo­dem bir üretim tesisine sahip verimli bir KİT olan PETKİM'in satış progra­mında oluşu burjuva akademisyenleri­ni bile (tüm iyi niyetlerine rağmen) çile­den çıkardı. Hatta Halit Narinin bile «tüyleri diken diken» olmuş. "PET- KİM'e; Union Carbide, Mitsubishi, C. İtoh, Henkel, Hoechst, Basf. Dow Chemicar ve Dequssa Amoca gibi çok uluslu Petro-kimya ve ticaret şirketleri talip." (4) PETKİM'e bırakın çalışan ve küçük tasarruf sahiplerini, yerli finans- kapital bile talip olamıyor. O halde özelleştirmelerin gerekçeleri ölarak sunulan sermayeyi tabana yaymak, teknoloji geriliği, verimsizlik şartlan- nın hiç biri gerçeğe uygun değil.

"Bu kadan da olmaz" dedirtecek kadar yüzsüzlüğün ele alındığı bir bomba da ERDEMİR (Ereğli Demir Çelik): 1987'de 5 2 3 milyar ciro, 120 milyar kâr, kâr oranı (yüzde 22);

1988'de 1 .0 6 4 trilyon ciro, 4 3 5 inil­e r kâr, kâr oranı (yüzde 41). 19 8 0 sonrası devreye giren bir fınnı tama­men bilgisayar kontrollü. Emek üret­kenliği oldukça yüksek. "«Son yapılan incelemelere göre, işçi başına prodük­tivite ölçüleri bakımından Amerika'da yüzlerce fabrikanın en başanlısı seçil­miştir" (5).

TÜPRAŞ: 19 8 7 cirosu 3 ,4 tril­yon, 1 9 8 8 cirosu 5 ,7 trilyon. Kuruluş maliyeti 3 milyar dolar. Fınans-kapita- lin en irileri Sabancı ve Koç’un dahi sa­tın alacak gücü yok. Sırada daha Sü- merbank ve Turban var. Uzatmak ge­reksiz. Verimiileştirme, teknoloji ye­nileme, serm ayeyi tabana yayma, özerk yönetim bahaneleri adı altın­da en verimli, kârlı KIT'ler birincil am aç o larak yabancı serm aye eld e etm ek için ço k uluslu şirketlere ar­palık yapılırken, ikincil o larak ; Fi- nans-kapitali daha da palazlandır­m ak için (Her türlü destek, teşvik ve sömürü olanakları yetmiyormuş gi­bi) kullanılacak.

3) S özde M uhaliflerin Çaresizlik İdeolojisi:

Özelleştirmelere karşı çıkan burju­va muhalefet içinde iki kamplaşma gö­rüyoruz. Bunlardan biri devletçilik po­litikasını özleyen, sosyal demokratlar içinde dahi yalnızlaşmış, demode olan görüş. Diğeri özelleştirmenin özüne değil, uygulama biçimine tavır alan muhalif gruplar içinde egemen olan eğilim. (Tam bu noktada duralamak gerekiyor. ANAP'a muhalif DYP ile Sosyalist Entamasyonel üyesi SHP, aynı nakaratı yineliyorlar). Özelleştir­menin güncel uygulamalannı savu­nanlar kadar bu kesimlerin de teşhiri ağırlık kazanıyor.

Devletçilik politikasını savunan ke­sim halk yığmlannın yoksullaşmasını ve ekonomik çıkmazı 1 9 8 0 sonrası politikalara bağlıyorlar. Atatürk'ün emaneti KIT'lerin özelleştirilmesine şiddetle karşılar. Bunlar devletçiliğin halkyığmlannı nasıl inim inim inlettiği­ni, devletin bütün imkanlan kullanıla­rak asalak finans-kapitalin nasıl oluştu­rulduğunu, KÎT'lerin asıl işlevinin özel girişimin güçlendirilmesi için ucuz ara malı üretmek olduğunu ya görmeye­cek kadar körler ya da 1 9 8 0 sonrası durumu kötüleşmiş burjuva katmanla- nn sözcülüğüne soyunmuşlar (İşçi sını­fı ve emekçi katmanlar, birikim rejimi­nin çizdiği çerçevenin sonucunda ka­dar her dönemde sefalete itilmişler­dir). Sömürünün temel kaynağı ücretli emek-sermaye ilişkisi ve artı değerin

6

Page 9: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

I inans-Kapital; yabancı sermaye gereksinimi had seviyeye ulaştığından emperyalizm ile birlikte gözlerini kamu kesimine dikmiş, KİT'lerin özelleştirilmesini gündeme getirerek "güneşin üstündeki tahtını" istemiştir.

yaratıldığı kapitalist üretim sürecidir. Birikim rejiminin ne olacağını serma­ye birikiminin önündeki olanak ve en­geller belirler.

İkinci eğilim, özelleştirmeye değil biçimine karşıymış (Siz bunu sömürü­ye karşı değiİiz, biçimine katılmıyoruz şeklinde anlayın). Bakın ne diyorla'r: "Şimdi de karşımıza geçip "Bunlar özelleştirmeye karşıdırlar." diyorlar. Hayır, özelleştirmeye kimse karşı de­ğildir; onu burada vurguluyoruz. (Üs- türupsuzluğun derecesine bakın bu zat herkesin adına konuşma yetkisini na­sıl da kendinde buluyor). «Yabancı ser­mayeye karşıdırlar." diyorlar. Hayır, adaletli bir şekilde, meşru zeminde ve muayyen bir oranda yabancılaşmaya da karşı değiliz. Ama Türk sanayiini onlara yedirmeye karşı oluruz." (6) Özelleştirmeden (yani dünya çapında­ki finans-oligarşisinin temsilcisi yeni sağ'ın ve yerli finans-kapitalin icraatı) rahatsız olmadığını kendisi itiraf etti. Diğer tümcesinde geçen kavramlar çok ilginç, «adaletli bir şekilde», «meş­ru zeminde», «muayyen bir oranda». Sermaye ihracının adaleti nasıl olu­yormuş acaba. Yerli finans kapitale de «mama» kalsın demek istiyor herhal­de. Meşru zeminden kastı burjuva ya- sallığı olsa gerek. Hayır efendim . Adaletinizide, yasalarınızı da, d e­mokrasinizi de istemiyoruz (Çünkü şimdi bir de köken i esk i olm akla bir­likte yeni icraata uygun «sermaye­nin dem okratlaştırılm ası» kavram ­ları türedi. Kastettikleri sermayenin tabana yayılması. B öylece sınıfsa! çek işm eler azalacakmış). Reformiz- min bu d erece geliştiği bir ortam da; TBKP sosyal dem okrasinin rolüne soyunurken (KP sözcüğünü kafanı­za takmayın) sosyal dem okrasi d e f i­nans-kapitalin temsilciliği arayışına oturmuştur. Lenin'den bir alıntıyla tamamlayalım : "Burjuva sofistleri­nin ve oportünist 'sosyal dem okrat­ların', kendisinden 'sermayenin d e­mokratlaştırılması', küçük üretimin rol ve önem inin artması v.b. gibi şey­ler bekled ikleri (ya da b ek ler görün­dükleri) hisse mükiyetinin 'dem ok­ratlaştırılması', g erçekte finans-oli­garşisinin, gücünü arttırma araçla­rından biridir" (7)

4) Ö zelleştirm eye Karşı Alına­cak Devrimci Tavır:

Bizde kapitalist üretim tarzına ge­çildiğinde dünyada Fınans-Kapital egemenliğini ilan etmişti. Binlerce yıl­lık antika kökenli tefeci bezirgan ser­maye, sanayi üretimine geçibelcekten

güçten yoksundu. 1 9 2 3 -1 9 2 9 arası ilk birikim dönemidir. Gayri müslüm- Ierden boşalan koltuğa Anadolu burju­vazisi oturmuştur. Anadolu burjuvazisi ilk birikimini ticaret faaliyetinden (ihra- cat-ithalat acentalık) sağlamıştır. 19 2 4 İzmir İktisat Kongresi nin ardın­dan İş Bankası kurulmuştur. Mevduat- lan yönlendirmeye başlayan banka ilk sanayi kuruluşlannın öncüsüdür. (*) 19 2 9 Dünya bunalımı ile birlikte meta akımı kesilince toplumun kendini ye­niden üretimi tehlikeye girdi. Devletçi­lik politikası bu dönemde başlar. Bu ta­rihten itibaren irili ufaklı bir sürü KIT kurulmuş ve Türkiye ekonomisinde önemli işlevler üstlenmişlerdir. Arada­ki kesikli birkaç yıl ve savaş dönemleri dışında bu temel politika 1980'lere ka­dar sürmüştür. Bir çok yan amaç ya­nında (ucuz tüketim malı üreterek işçi ücretlerinin yükselmesini önlemek gi­bi) asıl işlevleri, Finans malı tali palaz­landırmak için ucuz hammadde ve ara malı üretmek olmuştur. 19 8 0 ile bir­likte oluşan yeni uluslararası işbölümü­ne göre düzenlemeye giden Fınans- Kapital; işlevleri tamamlandığından, bir de yabancı sermaye gereksinimi had seviyeye ulaştığından emperya­lizm ile birlikte (tamamlayıcı bir ilişki içinde) gözlerini kamu kesimine dik­miş, KİT'lerin özelleştirilmesini günde­me getirerek «güneşin üstündeki tahtı­nı» istemiştir. Özelleştirmenin dev­rimci kavranışı budur.

Ne Yapmak Gerekiyor? Özelleştir­me ya da devletleştirme işçi sınıfının seçeneği değildir! Kapitalist üretim tarzının seyredeceği modelden yana tavır koymak bize düşmüyor (bunu burjuva iç muhalefet yerine getiriyor zaten). Ancak bununla birlikte emper­yalizm ve Finans-Kapitalin son model saldınsını işçi sınıfı ve emekçi yığınla- nn gözü önünde teşhir etmek acil bir görev. Sadece teşhir için teşhir değil, işçi sınıfı ve emekçi yığınlann örgüt- lendirilmesinde ajitasyon ve propa­

ganda aracı olarak teşhir. Ekonomik mücadeleye göre siyasal mücadele sürdürmek isteyenlere, kapitalizmi eh­lileştirme sevdalılanna gereken yanıtı sınıf bilinçli proletarya ve partisi ver­mektedir ve verecektir. İşçi sınıfı ve em ekçi yığınların dikkatini dar sınır­lı sendikal m ücadeleye yönelten an­layış bugün için en tehlikelisidir. B a­şarıya giden yol; işçi sınıfı ve em ekçi katmanların örgütsel birliğini siya­sal h ed eflere yönelten (ekonom ik m ücadeleyi dışlamıyoruz. Devrim hedefin de yararlanılması gereken bir araç olarak değil, ası! am aç o la ­rak kavrayanları dışlıyoruz) m üca­d e le ve direnişten geçiyor. Bu m üca­delenin bir ara bileşeni o larak - ÖZELLEŞTİRMELERE HAYIR! KAHROLSUN FİNANS-KAPİTAL DİKTATÖRLÜĞÜ! YAŞASIN İŞÇİ SINIFI ve EMEKÇİ YIĞINLARIN ÖRGÜTSEL BİRLİĞİ ve MÜCADE­LESİ! m

O (Bunalım, Fınans-Kapital ve Vl-Plan, Çağ­daş Yol, Ağustos 89)

(*) İş Bankası nın oynadığı Fonksiyon ile ilgili bilgi almak için bkz. Kemalizm, Çağdaş Yol, Temmuz 87.

DİPNOTLAR:1) E. Altvater: Neo-Liberal Karşı Devrimin

Hiç de Gizli Olmayan Çekiciliği, S. 45 , İktisat Dergisi, Aralık 1984.

2) Ekonomi Politiğin Temelleri, S . 6 03 , May Yayınlan, 1979.

3) M. Celalettin Özgen, Özelleştirme Açık Oturumu, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Kasım 1989.

4) Cumhuriyet Gazetesi, Ekonomi sayfası, 30 Haziran 1989.

5) Prof. Dr. Dündar Sağlam, Özelleştirme Açık Oturumu, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Kasım 1989.

6) Kemal Kurdaş, Özelleştirme Açık Oturu­mu, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Ka­sım 1989.

7) Lenin, Eserleri, Cilt 22 , S. 231/232.

7

Page 10: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Finans-kapitalin kaşarlanmış politikacısı: Demirel

S on günlerde yıldızı parlayan bir zat var. Değme dansözlere taş çıkarırcasına kıvrak hare­ketlerle politika yapan bu zat

allandırılıp süslendirilip gerekli makyaj düzenlemeleri yapıldıktan sonra, Tür­kiye halklarının karşısına yeniden se­çenek olarak sunuluyor kim mi? Kim olacak halkın bağrından kopup gelen (ama fazla koptuğundan olsa gerek) Finans-Kapitalin eski oynaşması Ço­ban Süleyman.

Süleyman Demirel, Finans-Kapi- tal çağının politikacısı pratitiğidir. Omurgasız (ilke ve tutarlılıktan yok­sun) politik söylemler ve her türlü de­magojik ifadeye başvurabilecek esne­me kabiliyetiyle Finans-Kapitalin ko­lay kolay vazgeçemeyeceği bir politi­kacı tipidir. Bakın nerelerden nerelere esnemiştir: "Bana ülkücüler adam öl- dürtüyor diyemezsiniz", "Halkımız ko­münizm fikrinin tartışılmasına daha hazır değildir", ’"İşçi sınıfı diye bir şey yoktur, ülkenin kalkınabilmesi için canla başla çalışan bütün millet var­dır", "Meclis en kutsal iradedir. Halk seçimden seçime yönetenleri denet­ler, istemezse değiştirir. Seçim olana kadar meclisin meşruluğu tartışıla­maz" lardan; "Dün dündür, bugün bu­gündür" diyerek "Komünist parti ku­rulabilir, hedef Konuşan Türkiye", "Bu Meclis meşru değildir", "Halk meclisine sahip çıkmalıdır", "Çankaya milletindir" lere, sendika toplantılann- da "İşçi kardeşlerim' e varan bir muha­lefet sergiliyor, peki ne olmuştur bizim Çoban Süleyman'a? 12 Eylül darbe­siyle birlikte demokratlaşmış mıdır yoksa kafasına saksı düşüp hafızasını mı yitirmiştir? Ne biri ne diğeri. Fi- nans-Kapitalin partisi yıpranan

ANAP'ın yerine, 12 Eylül faşizminin ardında bıraktığı binlerce ölümler iş­kenceler tutuklamalar, her türlü eko­nomik sömürülerin faturasını sadece ve sadece askeri darbe ve ANAP'a ke­serek, Fmans-Kapitalin düzenini meş­ru kılma çabasındadır. Finans-Kapital talan düzenini uzun süreli olarak bir partiyle sürdüremez. 12 Eylül faşizmi­nin en sıcak yıllannda bile beş senede deşifre olmuş bir siyasi iktidar, Finans- Kapitalin vurgun düzenini geleceğe ta­şıyamaz. Tepkileri gelişen işçi sınıfı ve emekçi yığınlan oyalayabilmek için düzen içine çeken, umutlar beslemesi­ne yol açan, farklı bir kimlik görüntü­sünde (temel politikalar değişmemek kaydıyla) ortaya çıkan yeni partilerin at koşuşturduğu parlamentoculuk, dü­zenin yeniden üretimi için olmazsa ol­maz koşuldur. Bu çizgide çakışan iki parti var: Demirelin DYP’si ile İnö­nü'nün SHP'si (Finans-Kapitale yara­nabilmek için muhalefet işlevini bile doğru dürüst yürütemeyen SHP, sos­yal demokrat tabanının bile tepkisini

çekiyor. Kamuoyu yoklamalannda DYP birinci parti olarak gözüküyor) Böylece "Kendim için birşey istiyor­sam namertim" diyen Demirel, aslında doğru söylüyor, oylan Finans-Kapital için isteyecek.

Burjuva basını tarafından askeri müdahaleye karşı olduğunu belirtmesi üzerine "demokrasi şampiyonu" ilan edilen Demirelin; söyledikleri iç bağm- tılan kurularak incelendiğinde (olayları sadece görünür yanları ile tek tek ele alan kafalar bunu kavrayamaz) askeri müdahaleye değil, burjuva politikacıla- nnın Hamzaköy'de dinlenceye çekil­mesine karşı olduğu kolaylıkla anlaşı­lır. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlann üzeri­ne çöreklenen baskı düzenine, binler­ce devrimcinin hunharca katledilmesi­ne, işkencelere ve tüm anti-demokra- tik kurum ve uygulamalara karşı değil­dir. Nitekim, 12 Eylül'ün Genel Kur­may Başkanı, sıkıyönetim komutanı, darbe sonrası Türkiye'nin ilk Cumhur­başkanı Kenan Evren e "Benzer işleri benim hükümetimle birlikte yapabilir-

«\

L/urjuva basını tarafından askeri müdahaleye karşı olduğunu belirtmesi üzerine "demokrasi şampiyonu" ilan edilen Demirelin; askeri müdahaleye değil, burjuva politikacılarının Hamzaköy'de dinlenceye çekilmesine karşı olduğu kolaylıkla anlaşılır.

8

Page 11: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Finans-kapitalin kaşarlanmış politikacısı: Demirel

S on günlerde yıldızı parlayan bir zat var. Değme dansözlere taş çıkartırcasına kıvrak hare­ketlerle politika yapan bu zat

allandınlıp süslendirilip gerekli makyaj düzenlemeleri yapıldıktan sonra, Tür­kiye halklarının karşısına yeniden se­çenek olarak sunuluyor kim mi? Kim olacak halkın bağrından kopup gelen (ama fazla koptuğundan olsa gerek) Finans-Kapitalin eski oynaşması Ço­ban Süleyman.

Süleyman Demirel, Finans-Kapi- tal çağının politikacısı pratitiğidir. Omurgasız (ilke ve tutarlılıktan yok­sun) politik söylemler ve her türlü de­magojik ifadeye başvurabilecek esne­me kabiliyetiyle Finans-Kapitalin ko­lay kolay vazgeçemeyeceği bir politi­kacı tipidir. Bakın nerelerden nerelere esnemiştir: "Bana ülkücüler adam öl- dürtüyor diyemezsiniz", "Halkımız ko­münizm fikrinin tartışılmasına daha hazır değildir", "'İşçi sınıfı diye bir şey yoktur, ülkenin kalkınabilmesi için canla başla çalışan bütün millet var­dır", "Meclis en kutsal iradedir. Halk seçimden seçime yönetenleri denet­ler, istemezse değiştirir. Seçim olana kadar meclisin meşruluğu tartışıla­maz" lardan; "Dün dündür, bugün bu­gündür" diyerek "Komünist parti ku­rulabilir, hedef Konuşan Türkiye", "Bu Meclis meşru değildir", "Halk meclisine sahip çıkmalıdır", "Çankaya milletindir" lere, sendika toplantılann- da "İşçi kardeşlerim"e varan bir muha­lefet sergiliyor, peki ne olmuştur bizim Çoban Süleyman'a? 12 Eylül darbe­siyle birlikte demokratlaşmış mıdır yoksa kafasına saksı düşüp hafızasını mı yitirmiştir? Ne biri ne diğeri. Fi- nans-Kapitalin partisi yıpranan

ANAP’ın yerine, 12 Eylül faşizminin ardında bıraktığı binlerce ölümler iş­kenceler tutuklamalar, her türlü eko­nomik sömürülerin faturasını sadece ve sadece askeri darbe ve ANAP’a ke­serek, Finans-Kapitalin düzenini meş­ru kılma çabasındadır. Finans-Kapital talan düzenini uzun süreli olarak bir partiyle sürdüremez. 12 Eylül faşizmi­nin en sıcak yıllannda bile beş senede deşifre olmuş bir siyasi iktidar, Finans- Kapitalin vurgun düzenini geleceğe ta­şıyamaz. Tepkileri gelişen işçi sınıfı ve emekçi yığınlan oyalayabilmek için düzen içine çeken, umutlar beslemesi­ne yol açan, farklı bir kimlik görüntü­sünde (temel politikalar değişmemek kaydıyla) ortaya çıkan yeni partilerin at koşuşturduğu parlamentoculuk, dü­zenin yeniden üretimi için olmazsa ol­maz koşuldur. Bu çizgide çakışan iki parti var: Demirelin DYP'si ile İnö­nü'nün SHP'si (Finans-Kapitale yara­nabilmek için muhalefet işlevini bile doğru dürüst yürütemeyen SHP, sos­yal demokrat tabanının bile tepkisini

çekiyor. Kamuoyu yoklamalannda DYP birinci parti olarak gözüküyor) Böylece "Kendim için birşey istiyor­sam namertim" diyen Demirel, aslında doğru söylüyor, oylan Finans-Kapital için isteyecek.

Burjuva basını tarafından askeri müdahaleye karşı olduğunu belirtmesi üzerine "demokrasi şampiyonu" ilan edilen Demirelin; söyledikleri iç bağın- tılan kurularak incelendiğinde (olayları sadece görünür yanları ile tek tek ele alan kafalar bunu kavrayamaz) askeri müdahaleye değil, burjuva politikacıla- nnın Hamzaköy'de dinlenceye çekil­mesine karşı olduğu kolaylıkla anlaşı­lır. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlann üzeri­ne çöreklenen baskı düzenine, binler­ce devrimcinin hunharca katledilmesi­ne, işkencelere ve tüm anti-demokra- tik kurum ve uygulamalara karşı değil­dir. Nitekim, 12 Eylül’ün Genel Kur­may Başkanı, sıkıyönetim komutanı, darbe sonrası Türkiye'nin ilk Cumhur­başkanı Kenan Evren e "Benzer işleri benim hükümetimle birlikte yapabilir­

ii

LJurjuva basını tarafından askeri müdahaleye karşı olduğunu belirtmesi üzerine "demokrasi şampiyonu" ilan edilen Demirelin; askeri müdahaleye değil, burjuva politikacılarının Hamzaköy'de dinlenceye çekilmesine karşı olduğu kolaylıkla anlaşılır.

8

Page 12: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

diniz, darbeye gerek yoktu" diyecek kadar iç yüzünü ortaya sermiştir.

Türkiye'nin gelmiş geçmiş en geri­ci anayasası olan faşist 8 2 Anayasası hakkında olumsuz söz söylemekten bile kaçınan Demirel, eski politikacıla­ra getirilen siyasi yasaklan ifade eden geçici 4 . maddeye karşı açtığı kam­panyalarda; bunca baskı, işkence ve sömürü hakkında kayıtsız kalarak 4. maddenin kaldırılmasını demokrasi­nin birinci konusu ilan etmiştir. De­mokrasiyi seçimden seçime sandığa gitmekle kavrayan Demirel’in demok­rasi ufkundan daha fazlasını beklemek abesle iştigaldir. 141-142'nin kaldınl- masında sakınca görmeyen Demirel TÜSİAD'la aynı görüştedir. Demokra- sicilik oyunun sergilenmesinde engel gibi görülen 141 -1 4 2 . maddeler Fi- nans-Kapitalin kamburu haline gel­miştir. İşçi ve emekçi yığınlann yüske- len tepkilerini düzen içinde tutacak (adından başka komünislikle alakası olmayan) tövbekarların partisi TBKP, ne Demirel ne de Finans-Kapital için tehlike arzetmez. AT'a giriş konusun­da ikide bir sorunçıkartan 141-

142'nin kaldmlması ve yasal komünist parti kurulması Finans-Kapitalin de­mokrasi tiyatrosu için zorunlu dekor­lar haline gelmiştir.

"Cumhurbaşkanı halkındır", "Çan­kaya milletindir" sloganlan ile yığınlar için hiçbirşey ifade etmeyen cumhur­başkanlığı seçimi ve makamını Türki­ye'nin birinci meselesi ilan eden Demi­rel, yükselen tansiyonu zararsız konu­lara transfer etmeye soyunmuştur. Uyutma sahneleri ABD'de eşekler ve fillerle (cumhuriyetçiler ve demokrat­lar) çekilirken bizde çobanlar, paçalı donlu halk çocukları ve toplumsal uz­laşma meraklısı, TÜSİAD toplantılan- nın aboneleri ucube sosyal demokrat­larla sergileniyor.

Sınıf bilinçli proleterya ve emekçi yığınlar demokrasi oyunun piyonları olmayacaktır. 24 Ocak kararlannın miman Özal'sa, mühendiside Demi- rel’dir. Bizler genel olarak demokrasi diye birşey olmadığını, burjuva de­mokrasisinin burjuva diktatörlüğü ol­duğunu biliyoruz. Gündemimizde olan en önemli sorun, siyasal iktidann ele geçirilmesi (Demokratik Halk Devri­mi) ve bu amaca vardıracak yegane yol olan proletarya sosyalizminin bayrağı altında birleşmek ve mücadele etmek­tir ■

9

Page 13: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Devrimci Yol savunmasında "Türkiye Gerçeği"Mehmet YILMAZER

ürkiye Gerçeği:1960'dan 1980 'e" titiz bir emek ürünü. Okun­duğunda olaylan insan

yeniden yaşamaktan kendini alamı­yor. Özellikle 1 9 7 4 sonrası yaşanan hemen her olaya yer verilmiş. Yeni­den bu olaylar hatırlandığında kaçırı­lan fırsatlar, hatalar çok daha açık bir şekilde gözler önüne sergileniyor. Bu­nu fırsat bilerek yaşadığımız gerçekli­ğe bir kere daha geri dönüp, bugün açısından da anlam taşıyan bir kaç noktayı öne çıkartmayı gerekli gör­dük.

Savunma nın girişi ABD'nin Türki­ye'yi "gizli işgali" ile ilgili. Amerikan sanatörlerinin çarpıcı konuşmalann- dan, "Southern Command" ve "Fort- Bragg" okullarına kadar uzanan ilginç bilgiler alt alta dizilip anlatıldığında, bi­linen şeyler de olsa, bugüne kadar bi­raz da alışkanlıktan önemsemez hale geldiğimiz bilgiler yeniden kafalarda canlanıyor. Anlatılanlar 12 Eylülü ya­şamakta olan insanlanmıza bir ger­çeklik hakkında oldukça çarpıcı bir tablo sunuyor. Bu kadan iyi. Ancak çi­zilen tabloya, biraz uzaklaşıp yeniden bakıldığında bir temel karakter göze batmadan edemiyor.

Türkiye'de sanki 1946'lardan son­ra olaylann akışı Amerika'nın gizli el­leriyle yönetilmektedir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylüller... ve bunlan günde­me zorlayan "özel harb" taktikleri...

Amerika'nın gizli elinin gücünü el- betteki küçümseyenleyiz. Fakat olay­lann akışında, daha doğrusu, 1960'lardan sonra hızlanan sınıf sava­şında onun yerini olduğundan öteye abartmak, insanı bütün devrimci tak­tikleri gereksiz kılabilecek bir kaderci­

liğe götürebilir. Belki Savunma nın ha- zırlayıcılan böyle demek istemiyorlar, ancak çizilen tabloya bakıldığında öne çıkan yanın bu olduğu çok açıktır. ABD'nin bizdeki çıkarlan ve niyetleriy­le ilgili o kadar çok örnek verilmiş ki, devrimcilerin bütün bu süreçte (1960 ­80) bağımsız taktikleri görünmez hale getirilmiştir.

Yine aynı şekilde, olaylar yalnızca ABD'nin güdümüyle iktidarlann ve fa­şist örgütlenmelerin devrimcilere sal- dınlan olarak aktanlınca, ortada karşı­lıklı güçlerin yer aldığı bir sınıf savaşı değil de, sanki tek yanlı bir yok etme operasyonu vardır. Ve bu operasyon 12 Eylülle noktalanmıştır. Önümüz­deki belge, hukuk mantığı içinde kalan bir savunma değil, yaşanan bir döne­min yargılanmasıdır da. Ya da öyle ol­malıdır. Buna rağmen Savunma, aşın­ca tek yanlı kalıyorsa, bu bir mantığın sonucudur.

Devrimcilere karşı düzenlenen yüzlerce provakasyonu ve saldınyı de­şifre etmek iyi bir şey, ancak ağaçlar­dan ormanı görememek konumuna düşülürse, bu yüzlerce olayın yanında 19 6 0 -8 0 arası sınıf mücadelesinin ge­nel özellikleri görülemez, buna uygun dersler çıkanlamaz. Nitekim, Savun­manın en zengin yanı olaylar dizini, buna karşılık en zayıf yanı yaşananlar­dan çıkanlan derslerdir. Ffatta Savun- ma'da çıkartılmış derli toplu ders bul­mak oldukça zordur.

Olaylann içinde kaybolmamak için Savunmadaki iki zaaflı yöne de­ğinmekle yetineceğiz. İlki, 12 Eylül öncesi en önemli taktik dönüş noktası olan 1 9 7 9 yılı olaylanna nasıl bakıldı­ğıdır. İkincisi, Savunma nın genel ola­rak sınıf savaşına yaklaşımıdır.

1 9 7 9 SONU: GÜÇLERDENGESİNDEKİ DÖNÜŞ"1 9 7 9 sonlannda Türkiye de

Amerika'nın CIA ve kontr-gerilla gibi örgütlerin yaratılmasını istedikleri or­tam, artık yaratılmıştı... İşte bu psiko­lojik koşullarda can ve mal güvenliğini sağlayabilecek, nasıl olursa olsun, güç­lü bir devlet otoritesine razı ve böyle bir otoriteyi arar bir toplum kesimi yaratıl­mıştır." (S: 335)

1 9 7 9 sonunun en önemli politik olayı 14 Ekim kısmi seçimleridir. Bu seçimleri Dev-Yol boykot etmiştir. Bu taktiğin değerlendirilmesi bir yana, esas önemli olan CHP’nin büyük oranda oy kaybına uğraması ve bunu Dev-Yol'un yorumlama biçimidir.

"CHP oylanndaki azalma, hükü­metin sağ tutumuna karşı bilinçli ve güçlü bir protesto hareketidir." (Dev­rimci Yol) Evet, CHP oylanndaki azal­ma kesin bir olguydu. Sekiz yüz bini aş­kın oy yitirmiştir.

O yıllarda böyle bir yorum yapan Dev Yol, yıllar sonra aynı dönem için tam tersini söylüyor. Askeri darbe için ortamın hazırlanmış olduğu sonucuna vanyor. Evet, 1 9 7 9 sonu ile 12 Eylül 1 9 8 0 arasında fazla bir zaman dilimi yok. Olaylara bugünden bakıldığında 1 9 7 9 sonunda darbenin olgunlaştığı sonucuna vermak zor değil. Oysa 1 9 7 9 sonu ile 12 Eylül 1 9 8 0 arasında zaman olarak fazla bir süre bulunma­masına rağmen, otağların nitleliği açısından oldukça önemli farklılıklar vardır.

1 9 7 8 başına gelinceye kadar yük­selen halk muhalefeti iki tane MC es- kitmiştir. -Geriye 1 9 7 4 çıkışıyla "umut" olan Ecevit CHP'si kalıyordu. 1 9 7 8 -7 9 ise bu "umut"un denendiği

10

Page 14: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

ve yıkıldığı yıllar oldu. Bunu Ekim 19 7 9 seçiminden sonra toplanan CHP Kurultayında Deniz Baykal şöyle açıklıyor:

"Eski seçimlerde yanımızda olan öğretmenleri, işçileri, sendikacılan, gençleri yanımızda bulamadık. Dev­rim sözünden korkar hale geldik" (ak­taran Savunma s. 330) CHP'nin za­vallılığını o zamanlar D. Baykal ne gü­zel de açıklamış...

CHP'den bu kopmalar nasıl ol­muştu ve nereye yöneliyordu? CHP'den uzaklaşmalar, Dev-Yol'un o günlerde söylediği gibi "bilinçli ve güçlü" bir protesto biçiminde miydi? Kesinlikle hayır. Tam tersine yığınlar "umut" kırıklığı içinde pasif bir kayıt­sızlıkla seçime katılmadılar. Öte yan­dan, CHP den bu uzaklaşanlar nereye yönelmişti? Dev-Yol'un o günlerdeki yorumunun mantık sonucu, bu yığın­lar devrimci saflara yönelmiş olmalı­dır. "Bilinçli ve güçlü bir protesto" an­cak böyle olabilirdi. Eğer gerçeklikler böyle olsaydı, bu durum, 1 9 7 9 sonu koşullannda sınıflar savaşındaki güç­ler dengesinde devrimciler lehine çok önemli bir değişim anlamına gelirdi. Oysa, bilindiği gibi böyle olmadı.

Gerçeklik, ne Dev-Yol'un 1 9 7 9 da dediği gibi "bilinçli ve güçlü bir protes­to' ydu, ne de 1 9 8 9 dan geriye bakıp söylediği gibi tümüyle umutsuzdu. An­cak dün olaylan abartan, gerçeklik noktasından öteye iten bir mantık, bu­gün tam zıttı yöne savrulmak zorunda­dır. "Darbelerin en önemli işlevlerin­den biri de budun düşünce ve davranış sistemini birden alt üst etmek...

19 7 9 yılının en önemli politik ge­lişmesi, "umut Ecevit"in de yıpranma­sıyla birlikte, bütün irili ufaklı burjuva partilerinin halkın gözünde itibannın büyük ölçüde düşmesiydi. Dönemin parlementosu düzen içinde yeni bir çözüm üretme yeteneğini yitirmişti. Bu söylenenler bilinmeyen bir olgu­nun keşfi değil elbette. Ancak bu ger­çekliğin devrimci güçler açısından po­litik anlamı olayların kargaşasında ye­terince kavranmamıştır. Ecevit CHP'nin de yığın gözünde umut ol­maktan çıkmasıyla birlikte, 1 9 7 9 ’da devrimci güçler ob jek tif o larak iktidar olmaya itildiler. Hiç şüphesiz ki, ikti­dar sorunu o günler de pratik taktik bir adım değildi. Henüz somut taktik bir hedef olmamıştı. Ancak dönemin güçler dengesinde, aşınca yıpranan düzen partilerine karşı devrimci güç­ler nitelikçe alternatif olmaya zorlanı­yordu. K. Evren, 12 Eylülden hemen

sonra Konya’da yaptığı bir konuşma­sında "biz gelmeseydik onlar gelecek­ti" derken Türkiye finans kapitalinin ruh halini yansıtıyordu.

Objektif ortamın devrimci güçlerin omuzlanna yığdığı bu göreve onlar na­sıl tepki gösterdiler? Hatırlanacağı gibi1978 sonu ve 1 9 7 9 yılı sol güçlerin kendi içlerinde bölünme yıllan olmuş­tur. Öte yandan ünlü "sol içi çatışm a­ların" da arttığı bir dönemdir. Bütün bunlann anlamı, niteliği değişmekte olan devrimci görevlere ayak uydura­bilme sancılanydı. Yeterince bilince çı- kartılamayan görevlerin hissedilen baskısına karşı, düzensiz, panikçi, an­cak aynı zamanda yeni görevlere uyum yapma çabalannı da içinde taşı­yan tepkilerdi.

Eğer, o dönemde geniş yığınlar, sosyal demokraşiden bilinçli ve güçlü bir kopuş yapmış olsalardı devrimci güçlerin yeni görevleri omuzlayışı çok daha kolay olabilirdi. Zaten sorun bu noktada yatıyordu. Büyük bir enerjiyle ya düş kınklığı içindeki yığınlan dev­rimci taktiklerimize "faşizme karşı ge­nel direniş" yükseltecektik, ya da he­nüz bu sıçrama yapılamadan karşı­devrim bastıracaktı. Tüm 1 9 7 9 yılı böyle bir hazırlık için aşın ölçüde önemliydi. Devrimci güçler bu mo­menti kaçırdıklan içindir ki, aslında 12 eylül yenilgisi 1 9 7 9 sonunda başlamış oldu.

Bu yolda, pratik yığın hareketinin son uyanlan Tariş-Gültepe, Çorum di­renişi biçiminde kendini ortaya koydu. Tariş-Gültepe olaylarının o dönem mücedelesinde iki anlamı vardır. 19 8 0 başında, eğer faşizmin gelişine karşı gerçekten direnilecekse, Tariş di­renişinin bayrağı en azından önemli şehirlerdeki işyerlerine taşınmalıydı. Yığınlann bilinç ve ruh halinde bir sıç­rama ancak böyle mümkün olurdu. İkinci önemli anlamı, Tariş olaylanyla birlikte işçi semtlerinde barikatlar ku­ruldu. Barikatlar çok geçmeden Ço- rum'da da faşist saldınlara duvar oldu. Bu gelişmeler, artık mücadele biçim ve araçlannın da, koşullara göre değiş­mek, yeni biçimleri yoklamak zorunda olduğunun cılız da oİsa ilk önemli işare­tiydi.

Devrimci güçler, hem genel ko- numlanndaki önemli nitelik değişimi­nin (iktidar için alternatif olmaya itil­me), hem de dönemin öne çıkarttığı yeni mücadele biçimlerinin (yığın dire­nişini yaygmlaşürma) gerektirdiği kali­te yükselmesini sağlayamadıklan için1 9 7 9 momentini yitirdiler. Bu, yenil­

ginin başlangıçı oldu.Savunmada, olaylann akışında

farklı nitelikli momentler öne çıkartıl­maz, olaylar karşı devrimin planlı sal- dınlan olarak gelişir, 1 9 7 9 yılı da böy­le gelişmelerin artık darbe beklentisini olgunlaştırdığı bir yıl olur. Tariş olayla- n, faşist işçilerin fabrikaya yerleştiril­mesi nedeniyle patlak vermiştir. Mü­cadele momentinde başka bir anlamı yoktur.

Böyle bir anlatım, gazetecilere ya da ansiklopedicilere düşerdi. O dö­nemlerin en güçlü siyasi yapısına de­ğil. Dev-Yol, 12 Eylül öncesinde olay­lann gidişine taktik olarak uyum yap­makta, örneğin bir partizan ölçüsünde kıvnlamaz ve kavrayışsız bir katılıkta değildi. Onun en önemli kusuru, yığın- lann kendiliğinden eğilimine fazlaca tabi olmak ve bu geriliği de vrimci paro­lalarla örtmekti.

Savunmada ise, olaylann gelişim seyri ve momentlerin özellikleri bütü­nüyle gözden silinmiştir. Bir tek şey; özel harb dairesi destekli faşist saldın- lar ve devrimcilerin savunması döne­min bütün özelliği olarak sunulmakta­dır. 12 Eylül öncesi sınıflar savaşını yalnızca bu yanıyla özetlemek müm­kün değildir. Devrimciler, faşistlere karşı kendilerini elbette ki savunacak­lardı. Ancak onlar, 12 Eylül öncesin­de, belli momentlerde güçlerini ortak olarak koordine edip, faşizme ve onun maddi temeline yeterince saldırama- maktan suçludurlar. Yığınlar, faşizme karşı kendi güçlerini deneyemediler.

Netice olarak, 1979'da CHP'den kopan yığınlarda sağ politikalara karşı "güçlü ve bilinçli bir protesto" gören Dev-Yol, yıllar sonra aynı döneme baktığında otorite özleyen bir "toplum kesimi"nden başka bir şey göremiyor. Böyle bir yaklaşım ne dün ne de bugün o dönemin görevlerinin kavranamayı- şı olur. Dün görevliri kavramayışın be­deli kaçınılmaz bir şekilde yenilgi ola­rak ödendi, ancak bugünden aynı dö­neme bakıldığında devrimci bir ders çı- kartılamıyorsa, bunun bir tek anlamı vardır. Gelecek mücadele dönemine hazırlanma yeteneğinde olmamak, bağımsız devrimci taktikler üretmek yerine, olaylann akışına tabi olmak...

SINIF MÜCADELESİNİKAVRAYIŞSavunma nın sınıf mücadelesi ger­

çekliğini nasıl kavradığını, bir iki ör­nekle açıklamaya çalışalım.

"MC’ler geçici bir çözüm olmaktan öteye gidememiş, düzenin sorunlan

11

Page 15: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

D u cümlelere bir CHP1 linin savunmasında kolayca rastlanabilir, ancak Dev-Yol savunmasında işi ne? Sınıflar gerçekliğini kavrayan birisinin "toplumdaki kamplaşma"dan yakınması mümkün müdür?

çözülmemiş, buhranın daha da derin- leştirilmesinden, toplumdaki kamp­laşmanın büyümesinden başka bir so­nuç vermemiştir." (S: 396) Bu cümle­lere bir CHP'linin savunmasında ko­layca rastlanabilir, ancak Dev-Yol sa­vunmasında işi ne? Sınıflar gerçekliği­ni kavrayan birisinin "toplumdaki kamplaşma"dan yakınması mümkün müdür? Egemen sınıflann neden MC taktiğine başvurduklannı ya da baş­vurmak zorunda kaldıklannı açıkla­mak yerine, toplumsal kamplaşma­dan yakınmak, sınıflar mücadelesini benimseyen bir devrimcinin "yolu" olamaz. Sınıflar gerçekliğini binbir de- mogoji ve zorla örtmeye çalışan ege­men sınıflar, bunu MC ile bir ölçüde iti­raf etmek zorunda kaldılarsa, bunun bir anlamı olmalıdır. 12 Mart'a rağ­men işçi sınıfı ve halk hareketinin ön­lenemeyen yükselişinin karşısında MC şekillenmek zorunda kalmıştır.

Savunma, bu konudaki görüşlerini şu noktaya kadar vardınr:

"Türkiye'de bir iç savaş yaşanıyor­du. Bu iç savaş, çatışma çizgisinin be­lirli olduğu, tarafların ordular teşkil edip, bunlan birbirinin karşısına dizdi­ği, yani ateşin ve ölümün nereden ge­leceğinin belli olduğu bir savaş şeklin­de sürmüyordu. Böyle olsa, çatışma çizgisinin bir tarafında ve geride kalan alanlarda karşı tarafın ateşiyle vurul­mak ve ölmek tehlikesi uzaktır. Bu tehlike cephe çizgisinde vardır, ama cephe gerisinde, uzak bir tehlikedir. Türkiye'de yaşanan, böyle cephelerin belirli olduğu ve cephe gerilerinin bu­lunduğu bir savaş değildi. Kuralsız bir savaştı bu, her yer cephe, her yerde ölüm tehlikesi vardır. Kısacası, kalleş bir savaştı bu." (S: 462).

Söylenenlerin duygusal yanı bir yana, sınıflar savaşının kuralı nedir? Onun belki de eh önemli kuralı hen­deklerle çizilmiş bir cephe hattının ol­mayışıdır. Savunma, böyle bir savaşta

kuralsızlık ve kalleşlikten başka bir şey göremiyor. Ordulann cephe çizgisin­de dizilipte yürütecekleri savaş kurallı ve kahramanca mı olurdu? Kimyasal silahlar, cephe gerisinde herhangi bir hedefi vurabilecek "akıllı bombalar" cephe savaşlannın eski manüğını bü­tünüyle değiştirmedi mi?

Yukanda söylenenler, 12 Eylüle kadar yaşanan dönemdeki "korkunç kaos' un bir küçük burjuva devrimcisi­nin hafızasında bıraktığı izler olabilir, ancak yaşanan olaylann Marksist bir yorumu asla olamaz. Sınıflar savaşın­da herkes açık kimliğiyle yer alsa mü­cadele ne kadar basit olurdu. Bir yanda azınlığın azınlığı asalak egemen sınıf­lar, öte yanda üreten ama ezilip sömü­rülen işçi sınıfı ve halk. Böyle bir ko­numda, "düşmanı" tükürükle bile boğ­mak mümkün olurdu. Zaten gerçeklik böyle olduğu için, ve bu gerçekliği her "Kamplaşmada" yığınlar biraz daha iyi kavradığı için egemen sınıflar, sınıf mücadelesinde "kalleş" olmak zorun­dadır.

12 Eylül'un en yetkili ağzı K. Ev­ren, tüm konuşmalannda bu iki ger­çekliği örtmek için didinip durmadı mı? ”12 Eylül öncesine dönmeyelim" ve "bölünmeyelim". 12 Eylül öncesi insanlann beynine bir kaos, bir cehen­nem olarak yerleştirilmeliydi. Ve tüm olaylann nedeni milletin kamplara bö- lünmesiydi...

Dev-Yol savunması yazariannın, K. Evrenle aynı mantığı paylaştığını iddia etmek aklımızdan geçmez. An­cak yenilgiden doğru sonuçlar çıkartı- lamayınca, gericilik yıllannın genel ruh halinden etkilenmek kaçınılmaz oluyor. Devrimciler, 12 Eylülün man- üğının tam karşıtını açıkça savunmak zorundadır. Kaçınılmaz sınıflar müca­delesi ve onun yükselişi, kendi meşru zemininde ileriye adımlar attıkça, ege­men sınıflar bu gelişmeyi ancak müca­delenin bütün sınır çizgilerini karma­

şıklaştırmak, taktik adımlannı bulanık­laştırmak yoluyla engelleyebilirdi. Sos­yalistler, 12 Eylül öncesi yükselen işçi sınıfı hareketi karşısında finans kapita­lin uyguladığı taktikleri, yarattığı "ka- os"un anlamını bıkmadan yığınlara açıklayacaklardır. Finans kapitalin elinden böyle silahlan almak için onla- nn iyi kavranması gerekir. Ancak bu yine de "kalleş'jiğe son veremez.

Üçüncü ve son örnek, siyasi krizin tepe noktası olan Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgilidir.

"CHP Genel Başkanı B. Ecevit (özellikle hükümetten düştükten son­ra) ısrarla bunalımın aşılması için AP ile işbirliği önermiş, bir CHP-AP koa­lisyonunu esas alan bir politika izleye­rek, tekelci burjuva ve ordu çevrelerin­deki askeri darbe eğilimlerini önleme­ye çalışmıştır. Cumhurbaşkanlığı se­çimleri sırasında da Ecevit, aynı doğ­rultuda bir politika izleyerek, AP ye Cumhurbaşkanı seçimi için işbirliği yapmayı ve bir AP-CHP koalisyonu kurmayı ısrarla önermiştir... AP'nin CHP ile uzlaşarak, Cumhurbaşkanı seçimini sağlaması, hiç değilse darbe­cilerin elindeki kozlardan birini orta­dan kaldıracağına göre, her fırsatta ve ısrarla 'militarizme ve askeri darbelere karşı olduğunu' söyleyen Demirel ni­çin buna yanaşmamıştır.

"Demirel bilerek ve isteyerek bir rejim bunalımı yaratıyordu?" (s: 345) Sınıf mücadelesinin gerçek ve objektif taleplerini, politika kiremitliğindek: parti ya da liderlerin niyet ve istekleri­ne indirgeyen bir anlayış. Ecevit krizi önlemek istiyor, Demirel istemiyordu, bütün söylenenin özeti budur. Ancak hemen akla şu sorular gelir. Koca CHP, iki yılda hükümet olmasına rağ­men krizi neden engelleyemedi? Yada Demirel, kendi kellesini bile tehlikeye sokabilecek darbeyi niye istesin? Bu sorulara cevap bulmaya çalıştığımızda krizin çözümünün Ecevit ve Demirelin niyetlerini aştığını teslim etmek zorun­da kalınz. Kriz iki partinin çözebilece­ğinden öteye derinleşmişti.

19 7 4 -7 7 arası gelişmeler, Türkiye finans kapitalinin önüne kaçınılmaz bir şekilde devrimci güçleri ezmek, sosyal demokrasiyi demoralize edip teslimiyete zorlamak taktiğini koydu. Finans kapital, 12 Mart içinde İnö­nü'yü alt eden, "toprak işleyenin su kul­lananın" diyen, 1 9 7 4 seçimlerinde "AP ile bir koalisyon hayaldir" paralo- sunu atan CHP'den bunlann hesabın, sormak, onu kazandığı mevzilerde.' geri itmek zorundaydı. Aksi taktirde

12

Page 16: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

cavun ma yazarlarının 12 Eylül öncesine

bakışları, sınıf mücadelesi kavrayışlarının ne ölçüde sığ olduğunu yeterince açığa vuruyor. "Derinleşen kamplaşma", kuralı olmayan "kalleş savaş", Eceviti bunalımı çözme, Demireli ise tırmandırma yanlısı görmek, bütün bunlar sınıflar savaşına liberal yaklaşımlardır.

yığınlar bu paraloların daha ötesine sıçrayabilirdi. 1977'ye kadarki kısa gelişim böyle bir ihtimalin tartışılmaz kanıtı olmuştu.

19 7 8 sonuna gelindiğinde, sosyal demokrasi devrimci gelişim ve faşizm arasında sıkışmış, finans kapitalden demokrasi dilenir olmuştu. Dolayısıy­la, Türkiye egemenleri ilk hedeflerine ulaştılar, CHP'nin halk gözündeki iti­barını önemli ölçüde yıktılar. Fakat bir diğer taktik hedefe, işçi ve halk hare­ketinin (elbetteki onun öncüleri dev­rimci hareketin) topyekün ezilmesi hedefine henüz varılmamıştı. Böyle bir momentte, AP'nin CHP ile uzlaş­ması sınıflar mücadelesinin o mo­mentteki durumundan dolayı, işçi ve halk hareketini topyekün ezme takti­ğinden geri adım atması anlamına ge­lirdi. AP, böyle geriye bir adım atmadı. Tersine 2 4 Ocak kararlanyla daha ka­rarlı saldırıya geçti.

Ecevit, elinde dilekçe Demirel'in ardında koalisyon talebiyle dolaştıkça krizi yumuşatamamakla kalmadı, fi­nans kapitalin taktik hedefine varışını kolaylaştırdı.

Böyle bir momentte uzlaşmayı ummak, yada Cumhurbaşkanının se­çilmesiyle, darbecilerin elinden bir ko­zun alınabileceğini sanmak, en hafi­finden o dönemde yaşanan sınıflar mücadelesinin seviyesini ve özünü kavrayamamak olur. Savunmanın ya- zarlan, olaylara öylesine tek yanlı ba- kıyorlarki, ortada faşistlerin devrimci­lere saldınsından başka bir şey kalmı­yor. Savunma, kelimenin en dar anla­mında bir "savunmadan" öteye gide­miyor. Devrimci güçler, 12 Eylül ön­cesinde yalnızca faşistlerin saldırıları­na tepki göstermekle yetinmediler. Olayı böyle koymakla savunmanın ya­zarları devrimci hareketi küçültmekle kalmıyor, aynı zamanda gerçekliği de çarpıtmış oluyorlar.

Egemen smıflann 12 Mart zulmü­ne; işçi ve halk hareketi 1 974 -77 yük­selişiyle cevap vermişti. Egemen sınıf­ların bu yükselişe cevaplan ise I. ve II. MC'nin örgütlenmesi oldu. Ve olaylar karşılıklı güç zorlamasıyla 1 9 7 9 so­nundaki noktaya dayandı. 0 moment­te olaylann mantığı bir uzlaşmayı dışlı­yordu.

Çünkü, bir yanda halkın gözünde yeterince itibar yitirmiş burjuva parti­leri; öte yanda henüz zayıf, güçbirliği zemininde koordine olamamış da olsa potansiyel olarak düzene alternatif ol­maya zorlanan devrimci güçler. Böyle bir konumda halk güçlerinin yükselişi­

ni bir AP-CHP koalisyonu engelleye­mezdi. Hatta onlann kendilerini to- parlamalan için belki çok kısa soluklu bir dönem bile yaratabilirdi. Oysa fi­nans kapital böyle bir zaman kaybına artık katlanamazdı.

Sorun, Devrimci hareketin, CHP'den kopuşan yığınlan kazanma­dan bastmlmasıydı. Bu yapılamazsa, devrimci güçler ileriye doğru çok önemli bir adım atmış olacaklardı. AP- CHP koalisyonu böyle bir momentin mantığına denk düşmüyordu; AP azınlık hükümetinin ise halk hareketi­nin bastınlmasına gücü yetmiyordu. Sonuç: 12 Eylül oldu.

Özetlersek, Savunma yazarlarının 12 Eylül öncesine bakışlan, sınıf mü­cadelesi kavrayışlannın ne ölçüde sığ olduğunu yeterince açığa vuruyor. "Derinleşen kamplaşma", kuralı olma­yan "kalleş savaş", Eceviti bunalımı çözme, Demireli ise tırmandırma yan­lısı görmek, bütün bunlar sınıflar sava­şına liberal yaklaşımlardır.

MC kurulduğunda Ecevit, Demire­li "milleti cephelere bölmekle", Demi- rel ise CHP'yi "komünistlerle işbirliği yapmakla" suçlamıştı. Bu sözler sırf propaganda amaçlı boş sözler değildi. Tam tersine o dönemde iki büyük par­tinin politik taktiklerinin en veciz öze­tiydi. Savunma, CHP'yi ne kadar eleş­tirirse eleştirsin, sınıf mücadelesine yaklaşımda onun zeminine kaymadan edemiyor. Bu niyetlerden, isteklerden öteye bir gerçekliktir. Mücadeleye sı­nıf zemininden çok, popülist bir "halk ue oligarşi çelişkisi"riden yaklaştığı için, halk içinde yaşanan amansız "kamplaşma" Dev Yol'u kararsız, ken- diliğindenci bir konuma itmiştir. "Kamplaşma1 nın sınıfsal ve sosyal te­mellerini yığınlara cesaretle açıkla­

mak, dolayısıyla onlann seviyesini mü­cadelenin ihtiyaçlan yönünde yükselt­mek yerine, onlann kendiliğinden tep­kilerine tabi olmayı neredeyse taktik bir tutum haline getirmiştir.

SONUÇSavunmada rakam ve belgelerle

devrimcilere önce faşistlerin saldırdığı, yürütülen mücadelenin bu saldınlara karşı haklı bir direniş olduğu anlatıl­maktadır. Bütün bir 12 Eylül öncesi­nin böylesine dar bir bakış açısında de­ğerlendirilmesi, yalnızca 12 Eylül ye­nilgisinin yarattığı etkiye bağlanamaz. Dev Yol, 12 Eylül öncesini pratik ola­rak yaşarken de bu dar bakış açısının dışına çıkamamıştı. İşçi ve halk hare­keti yükselirken, başlatılan faşist saldı- nlarla hareketin ufku daraltılmaya, mücadele dar bir taktik alana çekilme­ye çalışıldı. Egemen sınıflar bu taktik adamlannda gerçekten başanlı oldu­lar.

Devrimci güçler, genel güçler den­gesini kollamak, hareketi daha üst ba­samaklara yükseltmek için bağımsız taktik tutumlann belirlenmesi ve güç­lerin bu yolda koordinasyonu gibi can alıcı sorunlan çözmeye uğraşmaktan çok, çekildikleri dar taktik alanda (ma­hallelerde faşist milislerle mücadele) kaldılar. Bunun en doğal sonucu mü­cadele ufuklannm daralması oldu, günlük, pragmatik gidiş taktik haline geldi.

Savunma, bütün anlatımıyla bunu doğruluyor, daha da kötüsü, dün içine düştüğü ağaçlardan ormanı göreme­me hatasını böyle bir anlatımla bir kere daha tekrarlamış oluyor. Demek ki, yenilgiden devrimci dersler çıkartıla­mamıştır. Geriye liberal bir kavrayışla çıkartılacak dersler kalıyor ■

13

Page 17: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Ulusal sorun (2>

Erkan DEMİRCİ

U lusal sorun konusundaki ya­zının bu bölümü geçen sayı­da belirtildiği gibi, örgütlen­me üzerine ve Kürt ulusal so­

runu üzerinedir. Yazının önceki bölü­münde genel olarak konuya ilişkin te­mel teorik yaklaşımlar verilmiştir. Sö­mürge tezi ve ulusal eşitlik bölümleri, Kürdistan'ın sosyo-ekonomik analizi bölümünde derinleştirilecektir.

ÖRGÜTLENME ÜZERİNE Örgütlenme en genel tanımıyla,

herhangi bir sınıf ya da katmanın varo- x lan yapıya tepkisinin programatik he­

defler doğrultusunda organlaşması ve merkezileşmesidir. Organlaşma (hüc­re, komite, örgüt, parti) temel aldığı çelişki üzerinde yükselir yani objektif koşullann sonucu olarak oluşturulur. Örgütlenmede subjektivizm, çelişki mevcut değilken ya da çelişkinin sevi­yesi organlaşmanın biçimine uygun değilse, kurulacak yapının işlevsizleş- mesine neden olacaktır. Objektif ko­şullar üzerinde yükselen organlaşma­lar, hareketsiz kitleyi hızlı bir biçimde organın etrafında toplar, hedefleri gerçekleştirme mücadelesinin seyrin­de genel bir yükseltiye neden olur. Hücre komite, örgüt, parti biçimlerin­de organlaşma, aynı zamanda merke­zileşmeyi öngörür, merkezileşme alt birimlerin matematiksel bir toplamı değil, özel bir içiçe geçişi ifade eder. Organlar arasında senkronizasyon, aynı hedefe ayn yönlerden vurabilme sonucunu doğurur.

Her sınıf kendi öz örgütünü oluş­turur, oluşturmak zorundadır. Tarih; her sınıfın kendi çıkannın maddi zemi­ni oluşur oluşmaz, kendi organını ya­rattığını göstermiştir. Bir organlaşma­

yı körükleyici ya da engelleyici çeşitli mekanizmalar vardır ve bu, koşullann değişimi ölçüsünde değişmek duru­mundadır. Herhangi bir sınıfın çıkan, kimi zaman çeşitli katmanlan bu çıkar ve onun örgütü etrafında toplayabilir ve belirli bir tarihsel süreçte katmanlar bu sınıf örgütünden kopuşur, ya başka bir örgütte varlığını sürdürür, ya ba­ğımsızlaşıp kendi öz örgütünü oluştu­rur ya da fiili olarak ortadan kalkar.

Kapitalizmin ulusal çerçevede geli­şebildiğim daha önce belirtmiştik. Ulu­sal çerçevede işçi sınıfı kendi öz örgü­tünü, diğer sınıf ve katmanlardan ba­ğımsız olarak yaratmak zorundadır. Toplumsal mücadelenin her hangi bir aşamasında işçi sınıfının çıkarlan, di­ğer katmanlarla hatta bir diğer sınıfla üstüste düşebilir. Bu çıkar ortaklaşma­sında birincisi işçi sınıfı tarihsel pers­pektifini yitirmemek için, İkincisi ör­gütsel mücadele deneyimlerini sosya­lizm hedefi doğrultusunda örgütsel ge­leneğe dönüştürebilmek için, üçüncü- sü eğer ezilen ulus bir kaç parçaya bö­lünmüşse diğer parçalarda ve kendi özgülünde burjuva önderliğini nötrali­ze edebilmek için'kendi bağımsız hat­tını koruyabilecek sınif partisi temel ol­malıdır.

Sınıfın en ileri, en bilinçli , en sa­vaşkan unsurlan tarafından oluşturul­muş olan işçi sınıfı partisi, sınıfın düş­manıyla savaş, dostlanyla ittifak ilişki­sini en sağlıklı biçimde sağlayan tek ay­gıttır.

Proletarya entemasyonalist gö­revlerini de yerine getirebilmek için ulusal çerçevede bağımsız bir partiye gerek duymaktadır. Engels ulusal çer­çevede varolmak gerekliliğini şöyle ifade ediyor "Uluslararası düzeyde va­

rolmadan ulusal düzeyde varolmak uluslann yalnız hakkı değil, aynı za­manda ödevidir" (1)

Ezen, ezilen ulus ilişkisinde bağım­sız partilerin kuruluşlannın tarihsel zo­runluluk olduğunu belirttik, yalnız bu zorunluluk koşullann elverişliliğine bağlı olarak her iki ulusun proletarya­sının tek partisi olarak da somutlana­bilir. Bu ezen ulusun proletaryasının, ezilen ulus proletaryasına vereceği gü­venden kapitalizmin gelişkinlik seviye­sini, konjonktürel durumdan ara kat- manlann durumuna dek çeşitli değiş­kenlere bağlıdır. Bu çeşitlilik örgütlen­mede değişmez, kesin biçimlerin ol­mayacağının açık göstergesidir. Ör­gütlenmeler gündelik koşullara göre değişmez yukardaki belirleme kitabi il­kelerin yaşamın zenginliğiyle her za­man çakışmayacağını açıklamaktadır. Örgütlenmede kesin biçimler sözko- nusu olamaz fakat temel ilkelerimiz mevvcuttur, "Dünya işçileri birleşiniz", "her ulusun elbette öbür uluslann hak­kını çiğnemeksizin istediği gibi örgüt­lenme hakkı vardır".

Ulusal sorunun olduğu çok uluslu devletlerde, proletaryanın örgütlen­mesinin çeşitli biçimleri uygulanmıştır. Bağımsız sınıf partisi esasına dayalı ör­gütlenmeler, bağımsız birimler üzerin­de yükselen ortak parti yani birleşik ör­gütlenmeler, ya da seksiyon denilen şube, kol örgütlenmeleri vb.

Seksiyon örgütlenme: Ezilen ulu­sun, kendi bağımsız örgütünü kurma­sını engelleyici gören her iki ulusun proletaryasının dinamiklerinin, son derece içiçe girdiği koşullarda öne sü­rülebilecek bir biçimdir. Seksiyon biçi­mi organlaşma ve merkezileşme ile açıklanan örgütlenmede bağımsız ko-

14

Page 18: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

şullann yeterince önem arzetmediği düşüncesinin sonucudur. Aynı za­manda aynlma, ayn devlet kurma hakkı tanınmakla birlikte düşük bir ih­timal verildiği, koşullarda öne sürülür. Yukanda örgütlenme geleneğinden sözetmiştik. Seksiyon örgütlenmede tek tek uluslann bu olanağı ihmal edil­miştir. Bundan yola çıkarak "düşük ih­timal verildiği koşullarda" olduğunu öne sürüyoruz. Birleşik parti, örgüt­lenme biçimi olarak Sovyetler Birlgin- de, Çekoslovakya'da görülen tiplerdir. Her iki ulusun kurtuluş mücadelesinde değişkenlerin ağırlıklı olarak ortak ol­ması koşulundan kaynaklanır.

Birleşik parti kavrayışı, sınıf bilinçli proletaryanın dünya gericiliğine karşı mücadelesinin sağlam bir mevzisini oluşturur. Örgütlenme konusuna gi­rerken belirtildiği gibi, biçimi belirle­yen objektif koşullardır. Birleşik parti kavrayışının ayaklan yerde bir örgüt­lenme olabilmesi için, iki temel koşul vardır. Birincisi birliği sağlamanın son derece zor bir görev olduğundan yola çıkılarak, bağımsız olarak oluşmuş iki partinin mücadele sürecinde ortaya çıkmış olması ve tek tek partilerin ta­rihsel görevlerinde ağırlıklı bir ortaklık koşulu. Yoksa seksiyon bir örgütlen­menin adını değiştirerek o zor tarihsel görevi yerine getirdiğini ilan etmekle olamaz. Aynca, ezilen ulusun devrim­ci (kitlesinin çoğunlukla yöneldiği te­mel bir güç söz konusuysa, bu yapının üzerinden atlayarak böyle bir parti kurduğunu ilan etmek, birleşik parti­nin ayaklannı yerden keser.

Bağımsız parti örgütlenmesi: Bu tip örgütlenmede temel kavrayış tek tek partilerin mücadele süreçlerini et­kileyen dinamiklerin, ağırlıklı olarak farklı olması gerçekliğinden kaynakla­nır. Her iki ulusun üst düzeyde ittifakı­nın eylembirliğinin sağlanması gerek­tiğini belirtir. Bu ittifak süreci, ezilen ulusun proletaryasının duyabileceği güvensizliğin ortadan kaldınlacağı bir süreçtir.

Örgütlenme konusunda yukanda- ki temel ilkelere şu alt ilkeler eklenme­lidir.

1- Örgütlenmede sübjektif istekle­rinden değil objektif koşullardan yola çıkma gerekliliği,

2- Ezilen ulusun örgütlenme hak­kına tecavüz etmeden,

3- İki ulusun proletaryasını birliğe götürecek kanallann ezilen ulusun ön­cülüğünde yaratılması,

4- Proletaryanın gerçek kurtuluşu­nun, dünya birliğinden geçtiği gerçe­

ğini temel alarak, eylem birlikleri, itti­faklar, cepheler, birlikler konusunda aktif davranmak

TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUNKÜRT ULUSAL SORUNUDURTürkler Anadolu toprağına ayak

basmazdan yaklaşık üçbin yıl önce Kürt Halkı, Kürdistan'da uygarlıklar kurmuştur. Araştırmacı Minozski Kürtlerin kökenlerini, Ari kavimlerin- den olan MED'lere dayandırmaktadır. Kürtler hakkındaki bilgilerin en eskisi, çeşitli tarihçilere göre değişmekle bir­likte MÖ 2 0 0 0 yıllanna ait iki Sümer eşiktaşı bugünkü Kürdistanda "KAR- DAKA" isimli topluluklann yaşadıkla- nnı göstermededir. KARDAKA- Kürtlerin atalanna verilen çeşitli isim­lerden birisidir. Örneğin: Ermeniler Urmiye çevresinde yaşayan Kürt'lere Ermeni dilinde Kürdistan anlamına gelen "KORTEÇYA" derlerdi. Aynca "KARDA- KARDOHİ- KORTİ KAR- DAYA- KARDO" isimlerine tarihsel belgelerde rastlanmıştır. Yunanlı Kse- nefon "Onbinlerm Dönüşü" adlı ese­rinde Kürdistandan geçerken karşılaş­tığı Kardoki’lerden ve onlann doğu­şunda bulunan Korti (Kür-ti-e)lerden sözetmektedir. Minozski Kürtlerin asıl vatanlannın Van dolayı, Botan (Diyar- bekir-Urfa, Cizre, Mardin bölümleri) bölgesi, Harput çevresi, Büyük Zap nehri sahilleri olduğunu ve bundan sonra etrafa yayıldıklannı söylemekte­dir. 1 9 1 5 yılında yazdığı kitabında Mi­nozski Kürtlerin İran'da, Kirmanşah, Senendeç (Ardalan'ın merkezi) Garcus

bölgesinde, Savuçbulakin (Mahabat) bütün yörelerinde Azerbeycanin bir bölümünde, Urmiye gölünün güneyin­de, Salmas, Hayi ve Maki'de, İnan'ın güney bölümlerinde, aynca Tahran, Horasan, Şiraz ve diğer bölgelerinde dağınık ve aşiretler halinde yaşadıkla- nnı yazmaktadır. Bugünkü Irak'm Ku- zey-Kuzeydoğusunda yaklaşık olarak Irak yüzölçümünün alüda birine yakın bir parçası Kürdistan topraklandır. Su­riye'de ise Suriye'nin Türkiye ve İran sı- nınyla uç yaptığı bölge Kürt'lerin yo­ğun olarak yaşadıklan bölgelerdir. Türkiye Kürdistan'ında bu bölge yakla­şık olarak şu sekiz ili içine alan bir böl­gedir. (Adıyaman, Ağn, Bingöl, Bitlis, Diyarbekir, Elazığ, Erzincan, Erzu­rum, Gaziantep, Hakkari, Kars, Ma­latya, Mardin, Muş, Siirt, Tunceli Ur- fa, Van). Bu bölgede Kürtler yoğun olarak yaşamaktadır. Kürtlerin güney­de Mezopotamya'nın verimli toprakla- nnda ve aynı zamanda doğudan gelip Anadolu'ya, Kudüs'e, Akdeniz'e giden ticaret yollannın üzerinde olmalan yüzyıllar boyunca istilalara, saldınlara uğramalannm asıl nedenidir. Kürdis­tan coğrafi olarak eski dünyanın en ki­lit noktasında bulunması nedeniyle, her iştahi kabaran hükümdann ele ge­çirmeye çabaladığı bir bölge olagel­miştir. Güneyde parçalanmışlık, güçlü imparatorluklann egemenliği, kuzey­de dağlık bölgelerde birbirinden kopuk aşiret varoluşu, kürt halkının ortaçağ başkaldınsının merkezi bir devlet oluş- turmalannın engellerini oluşturmuş­tur.

15

Page 19: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Kokürt halkı kültür birliğine sahipti. Ulus olma özelliklerinden birisi olan kültür birliği sanatıyla, toplumsal sorunlarıyla, ahlaki değerleriyle bir halkın istikrarlı varoluşunun, ruhsal biçimlenme birliğinin temelidir.

Kürdistan, tarihi boyunca Persle- rin, Romalılann, Sasanilerin, Arapla- nn, Selçuklulann, Moğollann, Os- manlılann istilalanna uğramıştır. Kürt halkının savaşkan bir halk olduğu ger­çeği yüzlerce istilaya karşı verdikleri varlık mücadelelerinin sonucudur. Ça­lışkan Kürt halkı, yalnızca istilalardan değil aynı zamanda aşiretlerin kendi aralanndaki çıkar çatışmalannın so­nucu da zarar görmüştür. Aşiret yapısı istilalara ve aşiret çatışmalanna karşı, Kürt halkının varlığını sürdürmesinde özel bir savunma mekanizması işlevini görmüştür. Aşiret yapısının dayandığı kapitalizmin gelişimiyle, gericiliği temsil etmesine rağmen ve kapitaliz­min gelişiminin gereklerine uymama­sına rağmen sömürgecilik bu lüzumu ayakta tutmuş ve devamını sağlamış­tır. Bugün Kürdistan'da silahlandınlan aşiretler bin yıllık oyunun yeniden per­delenmesidir ve aşiret varoluşunun devamına hizmet etmektedir. Kürdis­tan Osmanlı'nın ticaret yollannı, Ara- bistanın zengin kentlerini ele geçirme ve İslamiyetin merkezi Mekke-Medi- ne'ye ulaşma isteğinin önündeki Safe- vi engelini kaldırma saldınsında bir da­ha istilaya uğramıştır.

1514'ten sonra Osmanlının ege­menliğinde olan Kürdistan çeşitli dö­nemlerde Osmanlı-Îran çarpışmalan- na sahne olmuştur. Kürt beyleri her iki taraftan kışkırtılarak birbirleriyle çatış­malara girmişlerdir. 1 6 3 9 yılında Bağdat'ın yeniden alınmasıyla IV. Mu­rat ve İran Şahı Abbas arasında Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla Kürdistan; Osman­lı ve İran tarafından bölüşülmüştür. Araplann ulusal hareketleriyle Irak ve Suriye'nin kurulmasıyla Kürdistan dört parçaya bölünmüştür. Osmanlı sultanlannın beylikler üzerindeki haki­miyeti, II. Mahmut dönemine dek bey­liklere fazla müdahale etmemekle kendisini göstermiş fakat II. Mahmut,

Yavuz zamanında verilen kararlan ip­tal edip, Kürt beylerinin imaretlerini (aşevi, bayındırlık) kaldırmış ve bunun uygulanması için Reşit Paşa yöneti­minde, Kürdistan'a bir ordu gönder­miştir. Böylece 1834'te Kürtler doğru­dan doğruya "Türk" vatandaşı sayılmış ve Kürdistan ikinci kez tam anlamıyla işgal edilmiştir.

KÜRTLER BİR ULUS MUDUR?Bu sorunun yanıtını bulabilmek

için sorulacak sorulann ilk ikisi, Kürt­ler tarihi bir özellik göstermişler midir? Kürtler istikrarlı bir varoluş mudur? Tarihi bir özellik arzettiği yukanda açıklanmıştır, istikrarlı olmalarının göstergesi tarihsel maceralan sırasın­da yüzlerce istilaya maruz kalmalanna rağmen dağılmayıp, değerlerini koru­yabilmiş olmalanndadır. Kürt halkı bir özdil birliğine sahiptir. Minozski, Kürt dilini şöyle açıklıyor.

"Hint Avrupa dil grubunda bulu­nan Kürtçe, aynı gruptan olmasına rağmen Fransızcanm bir lehçesi, bi­çim değiştirmiş bir kolu değildir. Ken­dine özgü fonetiği ve sentaksı vardı" (2) “

Kürtçe, dört temel lehçeye sahip­tir: Kurmanç, Lori, Gorani, Sorani lehçeleridir.

^Türkiye Kürdistan'ında Kurmanç lehçesinin bir şivesi olan Zazaca özel­likle kuzey ve kuzey batı bölgelerinde yaygın olarak konuşulmaktadır. Kürt halkının ulus olma özelliğinin temelle­rinden birisi de dil birliğine sahip olma- landır. Bir halkın değerleri dil yoluyla aktanlır ve zenginleştirilir. Kendi dilini kullanma hakkı elinden alınan halk, kültür emperyalizmine karşı savunma­sız bırakılmıştır. Dil düşüncenin yansı-

‘ masıdır. Sömürgeci egemenlik, ‘Kürt halkının insan olmasının temel özelliği olan düşünme faaliyetini bile elinden almaya çalışmakta, Kürtçe konuşmayı

yasaklamaktadır. Kürt çocuğu ilkokula gidinceye dek kürtçe konuşmayı ve düşünmeyi öğrenir, zeka gelişiminin en önemli döneminde yabancı bir dille düşünmeye zorlanır, bu çelişki tüm eğitim sürecinde karşılaşacağı bir so­rundur. Eğitim görmek istiyorsa Kürt- çeyi unutmak zorunda kalır. Dil ile dü­şünce, dil ile kültür, düşünce dil kültür ilişkileri bir bütünlük, bağlaşıklık ifade eder. Dil, arasından çekilip yabancı- laştınldı mı hem düşünce hem kültür birikimi sekteye uğrar, kendini tekrar etmekten kurtulamaz. Kültür, edebi­yat halkın birbirleriyle olan ilişkisinin sağlamlaştınr, uluslaşmayı hızlandınr, pekiştirir.

Osmanlı toplumu bir ümmet top- lumudur. Egemenlikleri altındaki bey­likleri, ülkeleri değiştirmeye çalışma­mış tam tersine mevcut yapıların ko- runmalannı kolaylaştırmıştır. Bu an­lamda hakimiyetleri altında bulunan halklann -gayri müslim kesim dışında- kültürlerini koruma olanaklan sözkö- nusu olmuştur. Dil ve kültür baskısı, Osmanlı da Balkanlardaki ulusal hare­ketlerden etkilenme sonucunda orta­ya çıkan uluslaşma sürecinin sonucu­dur. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlik­te sömürgecilik bir üst boyuta sıçra­mış, Türk Fınans-Kapitali kendi gelişi­minin, Kürt halkının gelişimiyle ters orantılı olduğunu anlamışdır. Türk okullannm silah zoruyla açılması, Türkçe eğitim zorunluluğu, Kürtlerin çeşitli bayramlannın yasaklanması yo­luyla Kürt halkının benliği yokedilme- ye çalışılmıştır.

Kürt halkı kültür birliğine sahipti. Ulus olma özelliklerinden birisi olan kültür birliği sanatıyla, toplumsal so­runlarıyla, ahlaki değerleriyle bir hal­kın istikrarlı varoluşunun, ruhsal bi­çimlenme birliğinin temelidir.

Kürt halkının kültür tarihi oldukça zengin ürünlerle doludur. Özellikle folklor ve halk müziği çok gelişkindir, bu dallarda Türk halkının kültürüne baskın çıkmıştır. Edebiyatı yasaklanan halk tüm yeteneğini folklor ve müzi­ğiyle dışa vurmuştur.

Yukanda belirtilen üç ana koşul; toprak birliği, dil birliği, kültür birliği bir ulusun oluşabilmesi için temel koşul­lardır. Fakat bunlar ulus olmaya yet­mez. Bu özelliklere sahip halkın kapalı ekonomiden kurtulup ülke çapında ti­cari ilişkiler anlamına gelen açık eko­nomiye yönelmesi gereklidir. Pazar ilişkilerinin genişlemesi demek toplu­luğun giderek artan oranda işbölümü­ne katılması, karşılıklı bağımlılığın art­

16

Page 20: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

ması, bağımsız toplulukların parçala­nıp pazar etrafında yeniden bütünleş­mesi demektir. Uluslaşmanın ekono­mik temeli pazara dayalıdır, pazann büyümesi ve öneminin artması ulus­laşma sürecini tanımlar. Kapitalizmin gelişimi topluluklan birbirine bağlar, topluluklar birbirine bağlandıkça kapi­talizm gelişir. Kapitalizm geliştikçe pa­zar alanlan büyür demektir. Ulusun çi­mentosu niteliğini taşıyan pazar üze­rinde yükselen alanlar ve bunlann üze­rinde kurulan ulus-devlet.

Sömürge ve yan sömürge ülkeler­de kapitalizm kendi iç dinamiğiyle ge­lişmeye fırsat bulamadan meta istilası­na uğrar. Devrimci burjuvazinin tarih­sel görevi olan üretimin önündeki en­gelleri bir bir ortadan kaldırma özelliği bu meta istilasıyla birlikte, üretim sek­teye uğradığı için asalak, aracı bir bur­juvazi haline dönüşür. Aracı burjuvazi egemen pre-kapitalist yapıyla uzlaşır. Kürdistan'da iktisadi yaşam birliği uzun bir süre sömürgecilerden bağım­sız bir dinamik izleyebilmiştir.

Parçaları arasındaki ticaret, sınır­ların varlığına rağmen 1950'lere dek hakim özellik taşımıştır.

"Kaçakçılık denilen perdenin ar­kasında nasıl Kürdistan iktisat birliğini temsil eden bir bağımsız pazar müna­sebetlerinin tepkisi gizli ise, gümüş pa­ra tekerleklerinin üstünde yürüyen de şark vilayetlerinin kendine has, deği­şim münasebetleridir" (3)

Bağımsız Kürdistan pazannda sö­mürgeci banknottan ne kadar dayatıl­mış olsa da Kürt tüccarı banknotlara pek itibar etmemiştir.

"Evrak'ı nakdiyemizin adına bura­larda "not" diyorlar ve tıpkı ecnebi dö­vizi gibi yabancı ve hususi bir muame­leye tabi tutuluyor. Bütün alış verişler madeni para üzerinde oluyor" (Siirt mebusu Mahmut Milliyet 1932) Akta­ran Dr. Hikmet Kıvılcımlı) (3)

1940'lardan itibaren ulaşımın, Kürdistan içlerinde ilerlemesi hem as­keri hakimiyetin artmasına, bunun so­nucu sınır ticaretinin daha yozlaşması­na hem de meta akışı sonucu ticaretin giderek batıya doğru yön değiştirme­sine neden olmuş, fakat kaçakçılık yok olmamış, bölgedeki asker sivil yö­neticilerin ortaklığıyla süregelmiştir. Sömürgeciliğin Kürdistan pazannı "fethi" ulusal hareketlerin bastınlma- sından sonra mümkün olabilmiştir.

Ulus olabilmenin temel koşulları­nın Kürt ulusunda varolduğu, yukan- daki örneklerle açıklanmıştır. Her ulus kapitalizmin gelişimine uyum sağladı­

ğı ölçüde, ulusal hareketi oluşturmaya ve ulusal devlete yönelir. Ulusal hare­ket, uluslaşma sürecinde de bağımsız patlamalar hailinde kendisini göstere­bilir. Ulusal hareket sömürgeciliğe ve­ya feodallere ya da her ikisine birden karşı olabilir. Tüm ulusu ayaklandıra­cak, tüm toplumu saran yangından önce, bunun göstergesi olan tek tek patlaklar görülür. Kürdistan'ın uluslaş­ma ve ulusal hareketi oluşturma süre­cinde bu olgu açık olarak görülebilir. Kürt halkının 18. Yüzyıl başlannda ba­ğımsızlıkçı, spontane hareketleri orta­ya çıkmaya başlamıştır.

Osmanlılığın yıkılışı döneminde, Ermeni halkının her fırsatta ayaklan­ması, Maliye satınnın Kürt halkını sı­kıştırması, en önemlisi Osmanlı'nın Kürdistan'daki otorite, boşluğu, Kürt beyliklerinin İsyanının nedenleriydi. Osmanlılığın tarihsel misyonunu dol­durduğu 20 . yüzyıl başlannda gerçek­leşen Ermeni ayaklanmalan, Kürt hal­kı için ulusal kurtuluşa gidecek bir et­ken olarak görülmesi gerekirken, Kürt beylerinin Ermeni topraklanna duydu­ğu iştahla 1 9 1 5 yılında Osmanlı adı­na, Osmanlının zoruyla, Ermeni halkı­nı katliamdan geçirmişlerdir. Bu olay henüz Kürt beyliklerinin ulus bilincinin etkisinden çok, aşiret çıkarlannın etki­si altında olduklannın açık göstergesi­dir.

Kürdistan dağlannda isyan ateşi 18. yüzyılın sonunda 20 . yüzyılın orta­larına dek hiç sönmemiştir. Bu isyan­lardan bazılannda bağımsız Kürdistan talebi öne sürülmüştür, fakat bir çoğu da aşiret beylerinin zedelenen çıkarla- nnın sonucu patlak vermiştir. Kürt ayaklanmalan; 19. yüzyılın başında 18 0 6 İsyanıyla başlayıp 1 9 3 8 Dersim İsyanına dek olan ayaklanmalar şun­lardır:

1- 1806 -8 yılında Babanzade Ab­durrahman Paşa İsyanı başlatılıyor. Irak’ta Süleymaniye şehri etrafında patlayan isyan, 2 yıl boyunca sürü­yor.

2- 1 8 1 2 Babanzade Ahmet Paşa İsyanı

3- 1 8 2 0 Zazalann İsyanı4- 18 3 0 -3 Yezidilerin İsyanı, İrak

sınırlan içindeki Sincar Dağı bölgesin­de oluyor.

5 - 18 3 1 Bedirhan İsyanı, Cezireli Bedirhan Beyin İsyanı çeşitli şiddetler­de sürmüş, 1847'de Bedirhan Bey Os­manlı tarafından ele geçirilmiş, Eruh kalesine sürgüne gönderilmiştir.

6- 1 8 3 4 Şerif Ahmet Han İsyanı, Bitlis'te başlayan ayaklanma devlet da­

irelerini ele geçirmek suretiyle başlatıl­mış, fakat uzun sürmemiştir.

7 - 1 8 3 5 Revandüz İsyanı, Revan- düz İran sının ve Zap Suyu arasında kalan dağlık bir bölgedir. Revandüz aşiretinden Mehmet Paşa Kürt aşiret­lerini emrinde birleştirerek Azerbey- can sınırlanna dek genişledi. Hedefi bağımsız Kürdistan kurmaktı. Osman­lInın Revandüz’ü kuşatmasıyla erzak ve su darlığı nedeniyle teslim olmak zorunda kalmıştır.

8- 1 8 3 9 Garzan İsyanı, Diyarbe- kir'in Garzan bölgesindeki aşiretlerin katıldığı isyan.

9- 1 8 5 5 Yezdan-ı Şir İsyanı, B e­dirhan aşiretinden olan Yezdan-ı Şir Bitlis'te ayaklanmış Musul’a kadar bir çok bölgeyi ele geçirmiş, geniş destek bulmuş, güçlü bir ayaklanma olarak gerçekleşmiştir.

10- 18 7 7 Bedirhan Osman Paşa İsyanı, Cizre bölgesinde başlayan bir ayaklanmadır.

1 1 - 18 8 0 Şeyh Ubaydullah İsyanı. 1 8 7 7 -7 8 Osmanlı kur savaşında Der­sim, Mardin, Hakkari, bahdinan böl­gesinde yerel ayaklanmalar olmuştur. 1 8 8 0 yılında Şeyh Ubeydullah Sendi- nan'da ikiyüzelli aşiret reisini toplaya­rak Osmanlı ve İran'a karşı harekete geçiyor. Urmiye çevresinde gerçekle­şen bu ayaklanmada tüm Kürtlüğü saf­lan altında toplayamıyor, yenilgiyle sonuçlanmasıyla Şeyh Ubeydullah Mekke'ye sürgün ediliyor. Oğlu Seyid Abdülkadir Osmanlı Ayan Meclisi üye­liğine getiriliyor. 1918'de kurulan Kürt Teali Cemiyetine başkanlık yapı­yor. 1925'teki Şeyh Said İsyanında idam ediliyor.

1 2 - 1 8 8 9 Bedirhan Emin Ali İsya­nı, Erzincan'da ve Bayburt'un bir bölü­münde başlayan ayaklanma Emin Ali ve kardeşi Mithat'ın önderliğinde sür­dürülür.

13- 1 9 0 6 Babanzade Abdurrah­man Paşa İsyanı

14- 1907 Dersim İsyanı15- 1 9 0 8 Şeyh Abdüsselam Bar-

zani İsyanı16- 1 9 0 8 Dersim İsyanı17- 19 1 2 Bedirhaniler ile Halil ve

Aliremo ağalann İsyanı, İstanbul yük- sekokullannda okuyan Kürt öğrencile­rin 1 9 1 2 yılında faaliyete geçen Hevi adında bir demekleri kuruluyor. Bu demeğin etkisiyle Midyat yöresinde Kürt aydınlann başlattığı bağımsızlık İsyanı 4 ay sürüyor. Ve yenilgiyle so­nuçlanıyor.

18- 1 9 1 2 Şeyh Selim Şehabettin ve Ali İsyanı, Bitlis çevresinde başlatılı­

17

Page 21: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

yor.19- 1 9 1 6 Dersim İsyanı20- 1 9 2 0 Koçgiri İsyanı, O dö­

nemde yaklaşık 40 . bin kişilik nüfusa sahip koçgiri aşireti ve Çanbegan, Kurmeşan aşiretlerinin katılımıyla Si­vas, Erzincan, Tunceli, Bitlis, Van, Elazığ, Diyarbekir yörelerinde başla­yan isyan, bağımsız Kürdistan kurmak amacını taşıyor. Dersim'den Pezga- vur, Maksudan, Aslanan, Kangaldan, Carek, Drezan, Gurki, Atıma, Parci- han, Zaza, Canbeg, Saydan, Sadan aşiretleri harekete katılmışlardır.

Dersim ağalanndan Meço ve Di- yan Ağa kendilerine sunulan meclis üyeliğini kabul edip isyandan dönmüş­lerdir. İsyancılann Ankara'ya çektikle­ri telgrafın metni şöyle: "Elazığ vilayeti vasıtasıyla Ankara Büyük Millet Mecli­si riyasetine;

Sevr muakedesi mucibince Diyar­bakır, Elazığ, Van ve Bitlis Vilayetle­rinde müstakil bir Kürdistan'ın teşek­kül etmesi lazım geliyor. Binaenaleyh, bu teşkil edilmelidir. Aksi taktirde bu hakkı silah kuvvetiyle almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz. Garbi Der­sim aşmet ruesası."

21- 1 9 2 4 Nasturi İsyanı22- 1 9 2 5 Zilan İsyanı. Siirt'in

Kozluk İlçesi ve Malabad bölgesinde Zilan aşiretinin önderliğinde başlamış, 12 ay süren Zilan İsyanına Bekiran, Reskotan aşiretleri de katılmıştır.

2 3 - 1 9 2 5 Şeyh Sait İsyanı, 13 Şu­bat 1 9 2 5 günü Piran'a sıkılan kurşun­la başlayan ulusal bağımsızlık mücade­lesi, yaklaşık uzunluğu 2 0 0 km, geniş­liği 1 5 0 km olan, 3 0 bin kilometreka­relik bir alanda gerçekleşmiştir.

24- 1 9 2 5 Şemdinli İsyanı Şeyh Ubeydullah'ın oğlu Seyid Abdullah Hakkari'nin Navsar bölgesinde Şem ­dinli, Çukurca, Beytüşşebap ilçelerin­de Ozomar nahiyesinde başlamıştır. Gerdi Aşiretinden destek görmüş, fa­kat kısa sürede yenilgiyle sonuçlan­mıştır.

2 5 - 1 9 2 5 Deskotan ve Reman İs­yanı. Reskotan ve Reman aşiretleri Si­irt'in Sason ilçesi, Diyarbakınn Silvan ilçesi ve Dicle nehrinin kuzeyinde baş­lıyor kısa sürede son buluyor.

26- 1926 Eruhlu Yakup Ağa ve oğullan İsyanı, Siirt'te başlayan ayak­lanmaya Zilan ve Adıyan aşiretleri de katılıyor.

27- 1 9 2 6 Parvari İsyanı28- 19 2 6 -2 7 Güyan İsyanı ve

Çölmerik baskını Ertuş, Güyan, Sirki, Şerefhan aşiretlerinin Çölmerik, Nor- düz, Beytüşşebap bölgelerinde başla­

yan isyan 2 6 Ekimden 2 7 yazma dek sürmüştür.

29- 19 2 6 Haço İsyanı Şeyh Said İsyanından sonra başlatılan sürgün politikasını kabul etmeyen Şıhın Haço Mardin'de 1 9 2 6 Mart'ında isyanı baş­latıyor.

3 0 - 1 9 2 6 Koçuşağı İsyanı, 7 ekim 1926'da başlamış, 3 0 Kasım 1926'da son bulmuştur. Dersim bölgesinde başlayan isyan, isyancılann teslim ol­masına rağmen bir kıyımla sonuçlan­mıştır.

31- 1 9 2 6 Hakkari Beytüşşebapı İsyanı Livinli İsmail Ağa, Jirki, Guyan, Gerdan, Mahmuran aşiretlerinden topladığı 5 bin kişilik kuvvetle 16 şubat 1926'da Hakkan ve Beytüşşebap'ı basmıştır.

3 2 - 1 9 2 6 Ağn İsyanı. 16 Mayısta başlamış ve kısa aralıklarla dört yıl de­vam etmiştir. Şeyh Said'in İsyanından sonra Celali, Hasenan, Cibran ve Hayderan aşiretleri Ağn dağına çekil­miş bu dağın eteklerini kontrolleri altı­na almışlardır, Şeyh Said İsyanına ka- ülan Yüzbaşı İhsan Nuri bu bölgede, is­yancılara askeri eğitime tabi tutmuş, aynca burada Gaziya velat vatanın ça- ğınsı adlı bir gazete çıkarmıştır. Doğu Beyazıt'ta başlayan isyan, İran’da bulu­nan Kerki, Çinikanlı, Melhikanlı, Sa- hanlı, Kızılbaş aşiretlerinden destek görmüştür.

33- 1927 Bicar İsyanı Diyarbe- kir'in Lice, Hami ve Kulp ilçesinin çev­resinde başlıyor. 30 gün sürdü.

3 4 - 1 9 2 8 Zilanlı Resul Ağa İsyanı Eruh İlçesinde başlatılmış ve iki ay sür­müştür.

35- 1 9 3 0 Zeylan İsyanı, Erciş, Muradiye, Patnos ve Diyadin ilçelerin­de başlıyor. Üç ay şiddetli çatışmalar halinde süren isyanda Sikkanlı aşireti ve Derbiş Bey ordunun yanında savaş­mıştır.

3 6 - 1 9 3 0 Tutaklı Ali Can İsyanı, 4 ay sürmüştür.

37- 1 9 3 0 Oramar İsyanı3 8 - 1 9 3 4 Buban İsyanı, yol vergi­

sine direnen Buban Aşireti bir yıl süren isyan başlatıyor.

3 9 - 1 9 3 5 Abdülkuddus İsyanı, Si­irt'in Kozluk yöresinde çıkmış bir yıl sürmüştür.

4 0 - 1 9 3 5 Abdurrahman İsyanı Si­irt'in Mollaşeref, Meryan, Novalan Bölgesinde başlıyor ve iki yıl sürüyor.

41- 1 9 3 5 Sason İsyanı, sürgüne direnme olarak başlayan isyan 19 3 6 yazına dek sürmüştür. İskan yerleri ya­sak bölge ilan ediİerek, 2 bin 7 0 0 kişi illerine sürülmüştür.

4 2 -1 9 3 7 Dersim isyanı, 21 Mart 1 9 3 7 'de başlayan isyan 7 Ağustos 1938 'e dek sürmüştür. Kureysan, Hayderan, Demenan, Yusufhan Aşi­retlerinden oluşan 4 bin kişilik isyan kuvvetleri Zeldağı, Darboğaz, Düzik Munzur dağı, Kocakale'de sürüyor.

Görülüyor ki Kürdistan'da patlak veren isyanlann bir kısmı ulusal bilinç etrafında örgütlenmeye çalışmıştır. Fakat hakim olan aşiret yapısı ve ulus­laşma sürecinin sömürge egemenli­ğinde gerçekleşmesi isyanlann topye- kün bir kürtlük hareketi haline dönüşe- mediğini gösteriyor.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı ayaklanma- lann başansızlık nedenini, "1. Milli Kurtuluş ve İstiklal hareketinin öz iti­barı ile geniş çalışkan köylülük mesele­si olduğunu bilememek, yani objektif olarak kitleden kopmak,

2 .......teşkilatta derebeyi artıkları­na dayanması ağa ve bey şeflerle kad­rolarla iş görmeğe kalkmasıdır" (4)

"Kemalizmin bugünkü Kürdis­tan'da bir tek tezi var, asimilasyon ve imha siyaseti. Bu tez tekmil Kürdis­tan'da ne kadar şiddetle tatbik edilirse var olan milletin canlılığı yirminci yüz­yılda sessiz sedasız pek kolay mahve- dilemeyeceğine göre o kadar şiddetle tepkisini doğuracak, Kemalizmin te­ziyle doğru orantılı olarak Kürdistan Halkını baştan başa saran bir antitez büyüyecektir. Bu antitez, Türk Burju­vazisinin siyasi ve iktisadi baskı cephe­sine karşı, tekmil Kürdistan halkının müşterek mukadderatını temsil eden biricik Kürtlük cephesidir. (5)

1938'den sonra Fınans Kapitalin Kürdistan beylerine yönelik uzlaşmacı tavn acentacılık, bayilik, temsilcilik yo­luyla çıkarlannm ortaklaştınlması, ti­caretin yönünün giderek batıya dön­mesi, Kürt beylerine verilen çeşitli mevkiler ve ayrıcalıklar yoluyla Kürt halkının kurtuluşunda burjuva-feodal önderliğin iflas etmesi, isyanlann dur­masının da temel nedenidir. Şimdi ar­tık işçi sınıfı bizzat kendisi, sorunu çöz­meye aday ve yeteneklidir ■

(Sürecek)

NOTLAR1- Marks Engeli Yapıtlar2- Minorzki Kürtler. Kemal Yay.3 Dr. Hikmet Kıvılcımlı. İhtiyat Kuvvet Milli­

yet “ŞARK"4 Age.5- Age

18

Page 22: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Pratik deneyler ışığında

Somut bir kadro eğitimI • • • • • * 1planı üzerine öneriler

Temmuz DOĞANAY

L eninist örgütlenme anlayışın­da günlük siyasal faaliyetlerin özü kadrolaşmaya dayanır. Bir devrimci hareket, sınıf mü­

cadelesinin her günkü akışı içinde kar­şısına çıkan problemleri göğüsleyebil­mek, sınıf eyleminin kabanşı ölçüsün­de ağırlaşan öncülük görevlerini yeri­ne getirebilmek için, herbiri kendi faa­liyet alanında kitle önderi konumuna yükselmiş, hareketin program ve tak­tikleri doğrultusunda eğitilmiş tek ba­şına hareketi temsil edebilecek bilgi- tecrübe birikimine sahip olan, siyasal faaliyetin belirli dallannda uzmanlaş­mış ve hareketin moral değerlerine sı­kı sıkıya bağlı çok sayıda kadroya ihti­yaç duyar. Bu yüzden, kadrolann eği­timi ve siyasal mücadelenin değişen koşullarına uygun pratik düzenlenişi politik önderliğin, hareket açısından hayati önem taşıyan en temel görevini olıişturur.

Bir devrimci hareket için belirli bir dönemin belirli koşullanna denk dü­şen özel taktik politikalanndan çok, her dönem ve koşulda geçerli olan bu ihmal edilemez ertelenemez görev, 12 Eylül karanlığından geçerek yeni­den yükseliş aşamasına girmekte olan halk hareketini yönetmeye hazırlanan siyasetimiz için özel bir taktik hedef ve mücadele parolası biçimini kazan­maktadır.

Devrimci bir programa ve bu gü­nün koşullannda onu pratik olarak bü- tünleyen devrimci taktiklere sahibiz. Problem, programımızı geniş halk yı- ğınlanna ulaştırmak, kitlelerin hoşnut­suzluk ve tepkilerini taktiklerimiz doğ­rultusunda yönelterek politik güçler ortamına en derin ve köklü müdahale­leri gerçekleştirebilmekte yatmakta­

dır. Bu konuma ulaşabilmek ancak çok sayıda eğitilmiş, tecrübeli ve yete­nekli kadronun planlı ve sistemli faali­yetiyle mümkün olabilir. Politik öncü­lük rolümüzü ve sınıfımıza karşı görev­lerimizi yerine getirebilmemiz için kadro yetiştirme çalışmalanmıza her şeyden daha büyük bir ağırlık ve her zamankinden daha yüksek bir hız ka­zandırmak zorundayız.

Kadrolann siyasi eğitimi iki yönlü­dür. Belirli bir organa bağlı sistemli günlük pratik faaliyet buna pratik eği­tim diyebiliriz ve teorik eğitim çalışma­ları. Bu yazımızda biz teorik eğitim üzerinde durarak somut bir eğitim pla­nı önermeye çalışacağız.

Devrimci bir kadro adayında aradı­ğımız ilk ve en temel özellik, hareketi­mizin program ve taktiklerini benim­semesidir. Bu yetmez. Organik ve di­siplinli bir faaliyet içinde, program ve taktiklerin drövüştürülmesi gerekir. Kuşkusuz bu belirli düzeyde bilgi ve tecrübe birikimini zorunlu kılar. Prog­ram ve taktiklerimiz Marksizmin ev­rensel teorisine ve ülke gerçeklikleri­nin canlı somut analizine dayanır, ül­kemiz ve dünyadaki devrimci mücade­lenin deneyleriyle beslenirler.

O halde asgari düzeyde bir Mark­sizm bilgisi yetmez, dünya devrimci pratiğinin hiç olmazsa ana çizgileriyle gelişme özellikleri kavranılamazfa, ya­ratıcı bir program ve taktik kavrayışına ulaşmak da mümkün olmayacaktır. Sistemli teorik eğitimin önemi en baş­ta buradan gelir.

"On akıÜı adamı yüz ahmağa ter­cih ederim" demişti Lenin. Bize gerek­li olan "adamlar 'da kendi faaliyet ala­nında hareketimizi temsil edebilecek, programımızı savunup propaganda,

edebilecek, taktiklerimizi günlük pra­tik içinde işleyip uygulayabilecek, ne yaptığını ve ne yapması gerektiğini bi­len kimselerdir. Hareketimize katılış biçimleri ne olursa olsun, insanlanmı- za kazandınlması gereken asgari poli­tik formasyon budur. Tersi, politik yö­nelişleri bakımından edilgen ve tüketi­ci elemanlarda günübirlik pratiğin dar sınırlan içinde kararsızlaşan, aşın gün­cel ve kendi problemleri üzerine ka­panmış, geleceğe yönelik perspektif­leri zayıf, enerji savurganlığına dayalı bir işgüzar beyinsiz faaliyete saplan­mak sonucunu doğurur.

Kadrolann pratik enerji kapasitesi­ni besleyen, politik yaratıcılığını güç­lendiren yegane besin kaynağı dev­rimci teoridir ve ancak devrimci teori- mizledir ki sosyal gerilik ortamının in- sanlanmızın bilincinde tortulaştırdığı ve zaman zaman modem sosyalist kavrayış ve yaşayış tarzıyla çatışkılar yaratan ilkel ve doğmatik eğilimleri et­kisiz hale getirebiliriz. Ortak sosyalist algı ve ortak pratik politika tarzı etra­fında bütünleşmiş yaratıcı kadrolardan oluşan güçlü bir öncü aygıtın çimento­sunu kollektif eğitim faaliyetleri oluştu­racaktır.

Diğer yandan, ülkemizde 12 Ey­lülün yarattığı gericilik ortamı hala et­kisini sürdürmekte, faşizm, zorbaca üstünlüğünü henüz atalet ve boyun eğ­me psikolojisinden kesinkes sıynlama- mış yığınlarımıza dayatmayı eskisi ka­dar kolay ve zahmetsiz olmasa da ba­şarabilmektedir. Genel politik ortam, devrimci kadrolar için sürekli bir çoşku ve moral kaynağı sağlayamamaktadır. Buna sosyalist sistemde geriye doğru atılan adımlann emperyalizme ve ulus­lararası gericiliğe sağladığı politik

19

Page 23: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

I lazırlayıcı temel kur olarak adlandırabileceğimiz birinci düzey çalışma, sosyalist mücadeleyle yeni tanışmış sempatizana Marksizmin ekonomi, politik, felsefe ve tarih anlayışına temel olan ana kavramları öğretmek amacını taşımaktadır.

avantajlar ve bunlann devrimci moral yapı üzerindeki olumsuz etkilerini de ekleyebiliriz. Karşıdan vuran bu gerile­tiri dalgaya karşı kararlıca ayakta du­rabilmenin, devrimci hedeflerimize ve hareketimizin birikmiş değerlerine bağlılığı koruyabilmenin belki tek de­ğil, ama en etkin çaresi kadrolann si­yasi eğitimidir. Kollektif eğitim çalış- malannm güncel önem taşıyan diğer bir gerekçesi de budur.

Burada sözü fazla uzatmadan so­mut bir teorik eğitim planı üzerine eğilmek istiyoruz. Önereceğimiz üç kurdan oluşan program, hareketimi­zin acil ihtiyaçlannın hızlı, çözümüne yönelmiş, bugünün pratik mücadele koşullanna uygun olarak, hareketimi­ze katılan sempatizana ilk ve asgari politik formasyonu kazandırmak amacıyla hazırlanmıştır, uzunca bir sü­redir uygulanmakta olan bu progra­mın başansı, elde edilen sonuçlarla kanıtlanmış bulunmaktadır.

Hazırlayıcı temel kur olarak adlan­dırabileceğimiz birinci düzey çalışma sosyalist mücadeleyle yeni tanışmış sempatizana Marksizmin ekonomi politik, felsefe ve tarih anlayışına te­mel olan ana kavranılan öğretmek amacını taşımaktadır.

1- Komünist Manifesto (Marks)2- Üretim nedir? (Kıvılcımlı)3- Genel Olarak Sosyal Sınıflar ve

partiler (Kıvılcımlı)4- Ücretli Emek ve Sermaye

(Marks)5- Ücret, Fiyat ve Kar (Marks)6- Emperyalizm (Lenin veya Em­

peryalizm ve Geberen Kapitalizm (Kı­vılcımlı)

İlk elden, klasik kaynaklara daya­narak seçilmiş bu metinler, kapitalist toplumun işleyişi ve modem çağda sı­nıf mücadelesi üzerine az çok yeterli bir temel bilgilenme sağlayabilir. Sos­

yalizmle yeni tanışmış ve okuma alış­kanlığı henüz zayıf bulunan sempati­zanlar için birinci kur çalışmaya sosya­lizmin temel kavramlannı daha basit ve derli-toplu açıklamaya çalışan Hu- berman'ın Sosyalizmin Alfabesi adlı ki­tabıyla ya da bu amaçla hazırlanmış başka didaktik metinlerle başlanabi­lir.

Felsefe konusunda:7- Kısaca Marksizm Düşünüşü (Kı­

vılcımlı)8- Bilimde ve Felsefede Diyalektik

Nedir? (Kıvılcımlı)9- Diyalektik materyalizm (Kıvıl­

cımlı)başlıklannı taşıyan kısa metinlere

dayanarak yapılacak bir çalışma, felse­fi düşünceye tamamen yabancı kalmış bir sempatizana bile en karmaşık fel­sefi kavramlann mümkün olan en ya­lın bilgisini aktarmamıza yarayacaktır. Burada yine sempatizanın okuma alış­kanlığı ve genel isteği, propagandistin gerek sempatizan gerek konuya ilişkin özel tercihleri bakımından, başvuru kaynaklan olarak nisbeten çekincesiz sayabileceğimiz Afanasiyev'in Felsefe­nin ilkeleri ya da Conforth'un Diyalek­tik materyalizm kitaplanndan yararla­nılabilir.

Tarihi maddecilik ve toplum biçim­lerinin gelişimi konusunda ise zama­nında Türkiye'li devrimciler arasında yaygın bir popülarite kazanmış, Zub- ritski ve diğerlerinin İlkel Toplum, Kö­leci Toplum, Feodal Toplum kitabı ye­rine, Türkiye’deki doküman yetersizli­ğini gözönünde bulundurarak şu me­tinleri önereceğiz.

10- Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı nın önsöz "bölümü (Marks)

11- Tarih, Devrim, Sosyalizmin ’Tez" bölümü (Kıvılcımlı)

12- Anti-Dühring'in Sosyalizm" bölümünde girişinde yer alan ve 'T a ­

rihsel Bilgiler" başlığını taşıyan 4 0 say­falık (Engels, Sol yayınlan S . 4 0 9 ­450)

Daha önce sıraladığımız diğer ba- zılan gibi bu metinlerde yeni okuyucu­ya ağır ve karmaşık gelebilir. Kapita­lizm öncesi toplumlar üzerine yeterli pratik veri de sağlamaz. Ancak, önce­ki kaynaklar üzerine yapılmış çalışma­dan elde edilen bilgi ve alışkanlık, nis­beten bu sorunu çözeceği gibi sempa­tizanın zihninde tarihsel materyalizme ilişkin genel bir çerçeveyi yerleştirmek açısından da yarar sağlayacaktır. Bu konuda derli toplu ve didaktik bir me­tin hazırlanıncaya dek propagandistle- rimiz genel çerçeveyi dolduracak sözel bilgilerle boşluğu kapatabilirler. Az çok entellektüel ilgiler kazandınlmış okuma süresi geniş sempatizana ise ihtiyaca denk düşen farklı metinlerin, farklı bölümleri önerilebilir.

Birinci kur çalışma, sosyalizmin ta­rihsel kaynaklanna ilişkin en yetkin bil­giyi sağlayan

13- Engels'in Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm Adlı kitabıyla pekiştirilerek bitirilebilir.

Teorik eğitim üzenne program önerimizin pratik açıdan taşıdığı he­def, günlük propaganda faaliyetleri yürüten arkadaşlar arasında yerleşik bir ortak çalışma tarzı yaratan dengeli bir standartlaşmaya ulaşmaktır. Bu, propaganda faaliyetlerinin kurumsal­laşmasına yönelik en önemli adım ola­caktır.

Ancak, önerdiğimiz kaynaklar ve bunlann sıralanışı mutlak sayılamaz. Hele hele genel olarak okuma alışkan­lığının zayıflığı, kültürel birikimin darlı­ğı, çalışan sempatizanın zaman sınırlı­lığı ile ve bazı pratik güçlükler ortasın­da canlı ve yaratıcı bilgi aktaranının zorluklan ile acil pratik ihtiyaçlann da­yattığı sonuç alıcı hız arasında kurmak zorunda kaldığımız denge açısından düşünülürse bu kaynaklar hem gere­ğinden fazla hemde politik bakımdan çok geri bir sempatizan için bıktıncı ve ürkütücü sayılabilir. Bu güçlüğü orta­dan kaldırmanın yolu, propagandis­tin, sempatizan gruplannın düzeyine, çalışmanın zaman ve mekan koşullan­na ve kuşkusuz kendi spesifik tarzına (ki, ortak çalışma tarzının zorunluluğu spesifik tarzın yaratıcı ve zenginleştiri­ci etkisini ve gerekliliğini ortadan kal­dırmaz) göre, kaynaklar arasında bir seçim, ikame ve birleştirmeye gitmesi­dir. Eğitim çalışmasında en önemli olan şey programa uyum sağlamakta güçlük çeken sempatizana, çalışma di­

20

Page 24: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

siplinini bozmamak kaydıyla gösterile­cek toleranstır. Zorunluluk, önerdiği­miz metinlerin mutlak ve eksiksiz okunmasının sağlanmasında değil (ki bunu şu anda çoğu kez ancak arzu edi­lebiliyor) Bu metinlerde ki bilginin canlı ve mümkün olabildiğince eksik­siz bir aktanmının'gerçekleştirilmesin- dedir. Keza, konulann dizilişinde kapi­talist toplumun işleyişi ve modem çağ­da sınıf mücadelesinin felsefe ve tarih­sel materyalizmin temel kavramlan- nın özel işlenişi önüne konulması, şundan kaynaklanıyor: Eğitim çalış­masına diyalektik materyalizmin, yani Marksist düşünüş biçiminin işlenme­siyle girmek ve buradan tarihsel ma­teryalizmin temel kavramlannı ele alıp toplum biçimlerinin gelişimini işleye­rek kapitalist toplumda sınıf mücade­lesine doğru ilerlemek, bilginin daha sistemli aktarılışı bakımından belki da­ha yararlı sayılabilir. Ama özellikle işçi eğitim gruplan açısından düşünürsek, pratik düşünce alışkanlığından soyut teorik düşünceye sıçrayışta, teorinin öncelikle doğrudan içinde yaşadığımız koşullan açıklayan, dolayısıyla daha çekici ve nispeten kolay anlaşılabilir yönünden işe başlamak ve bu alanda yoğunlaşmak avantajlı bir durumu oluşturmaktadır. Burada elde edilen bilgi ve bu bilginin kazanılmasından doğan teorik heyecan, işçi arkadaşla­rı , kendilerine daha zor gelen çoğu kez ilk anda o kadar gerekli görülmeyen felsefe kavramlannın bilgisine de ha­zırlamaktadır.

Aslında konulann içiçe geçişi ve her farklı entellektüel alanı birleştiren bilgi bilimsel kavrayış tarzı, bilgi de ye­tenekli ve az çok deneyimli bir propa­gandist için sayısız yararlar da sağla­maktadır. Örneğin biz, kapitalist üreti­min ayırt edici özelliklerin iyi kavrata­bilmek için üretici güçlerin genel bir ta­nımlanışı ele almak, kapitalist toplu­mu önceki toplum biçimlerinden ayı­ran çizgileri belirlerken, genel tarihsel gelişim süreçlerine kaçınılmaz biçim­de girmek'zorundayız. Burada örne­ğin Manifestonun işlenişinde kapita­list toplumlann evrensel yapısı ve sos­yalizmin kaçınılmaz doğuşunu genel o|arak tanımlayan bir tablo sunarsak "Üretim Nedir'de üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki genel ilişkiyi ve kapitalist üretimin basit yeniden üretim tarzı içinden çıkışı ve ondan ay- nlık biçimlerini de ortaya koyarak, ol- gulan hem farklı yüzleriyle gösterip, hem de bütünsel kavrayışı derinleştir­miş önce çizilen tablonun öğelerini

belirgin hale getirmiş ve bu öğeler ara­sındaki bağıntlan daha iyi kavratabil­miş oluruz. 3 . Metin kapitalist toplum­da sınıflar ilişkisini özelleştirirken, 4. ve 5. kaynaklar da bu ilişkinin maddi altyapısını aynntılandırdır. "Emperya­lizm" metninin işlenişinde ise, kapita­lizmin 20 . yüzyılda örgütlenişini anla­tırken 'Türkiye’de Kapitalizmin Gelişi­mi" konusuyla başlayan kadro eğitim programının zemini açıklanmış ve bU programla ilk ve genel hazırlık bağmtı- lan kurulmuş olur.

Esas olarak, kapitalist toplum üze­rine canlı ve yeterli bir eğitim sempati­zana modem çağda ana toplumsal sü­reçlerin işleyişine ilişkin bilginin ka­zandırmasıyla kalmaz. Biz çoğu kez kendisi farkında bile olmadan ana ta­rihsel bir perspektif ve bilgi bilimsel bir kavrayış tarzı aşılamış oluruz. Eğitim çalışmasında en önemli nokta da aslın­da budur. Propagandist, çalışmanın her aşamasında bilgi bilimsel kavrayış tarzının sempatizana kazandırması­na özel bir önem atfetmek zorundadır. Ve biz ancak işçi arkadaşlanmıza pra­tik tarihsel bir perspektif ve pratik bilgi bilimsel kavrayış tarzı aşılayabildiğimiz ölçüde Marksist felsefenin (ki bize asıl gerekli olan onun epistemolojik teme­lidir) özel kavramlannı, üretici güçlerin tarihsel evrim süreci içindeki özel bi­çimlenişlerim onlar için yeterli olabile­cek düzeyde ele alabilir, bunu ancak şu şekilde yalın ve anlaşılabilir hale geti­rebiliriz.

Temel hazırlayıcı kur olarak adlan­dırdığımız bu program üzerine yeterli bir çalışma iledir ki sempatizanı biçim­lendiriri kadro programına yöneltebi­liriz. Birinci kur programı üzerine ye­terli bir çalışma yürütememiş arkadaş­lar kadro eğitim programı üzerine ça­lışmada da gereken başan düzeyini gösterememektedir. Bu durumda kad­ro düzeyi eğitim çalışmalannı yürüten arkadaşlar, birinci kurda verilmesi ge­reken temel bilgileri yeniden ele almak zorunda kalmakta, bu da boşa zaman ve enerji kaybına neden olmaktadır.

Bu konudaki eksikler en başta bi­rinci kur çalışmalannın basit görülme­sinden ve ona gereken önemin veril­memesinden kaynaklanmaktadır. Ama örneğin, tekelci dönemin özellik­lerini, tekelci dönemde bankalann ro­lünü henüz bilmeyen arkadaşın Türki­ye'de finans-kapitalin işleyişini nasıl anlatabilirsiniz? Üretici güçlerin sos­yalleşmesinde kapitalizmin oynadığı rolü kavrayamamış bir arkadışın de­mokratik devrimle ilgili programatik

sorunlara göstereceği yabancılık tah­min edilebilir.

Temel düzey eğitimi hafife almak canlı ve yaratıcı bilgilendirme eksikliği yaratıyor. Bu hem, propagandist ar­kadaşın belirli bir konu üzerine yeterli hakimiyet kuramamasından, hem de­neyim yetersizlikleri yüzünden ortaya çıkmaktadır.

Propagandist, işlediği teorik prob­lem üzerinde geniş ve üretken bir bilgi birikimine sahip olmalıdır. Salt bir ki­tabın okunup ezberlenmesiyle kitap üzerine canlı ve yeterli bir bilgi aktan­ım sağlanamaz. Sempatizana verilen kuru bilgi ya da ezbere aktanlan genel formüller, pratik çalışma açısandan hiç bir somut değer taşımazlar. Örne­ğin "Üretim Nedir" üzerine yapılan bir çalışma, konu üzerine bilgisi adı geçen broşürün sınırlannı aşamayan bir ar- kadaşamız tarafından yürütüldüğünde yeterli sonuçlar doğurmayacaktır. Çünkü, Kıvılcımlı nın bu broşürde kısa­ca işlediği yeılın gerçeklik, Marks ın Ka­pitalinin temelini oluşturmaktadır. Basit yeniden üretim tarzı ve kapitalist üretim arasındaki farklılık ve ilişki bi­çimleri üzerine çalışma "Üretim Ne- dir'de verilmiş yalın bilgidem edinilen hazır formüllerle yürütülürse, sempati­zanın zihninde yeni düşünce kalıplan üretmekten başka sonuç getiremez.

Onun için, propagandist arkadaş­lar, Marksizm üzerine bilgilerini hiç durmaksızın yenilemek güçlendirmek ve dakikleştirmek zorundadırlar. Bu da önünüze propagandistlerin eğitimi gibi bir kaçınılmaz görev koymaktadır ki, propaganda ve eğitim faaliyetleri­nin kurumsallaşması başka hiç bir şe­kilde gerçekleştirilemez. Tek tek arka- daşlann deneyim yetersizlikleri ise, yü­rütülen işin sürekliliği içinde canlı bilgi alışverişi ve deney aktaranıyla çözüm­lenebilir. Aksi, eğitim çalışmalan, bir memuriyet görevi gibi anlaşılmaktan öteye gidemez.

Burada, çok sık karşılaşılan bir du­ruma işaret etmek istiyoruz, devrimci mücadeleye eğilim gösteren insanlarla ilişki kurulması ve onlann pratik çalış­malar içerisine çekilmesinde belirli ki­taplar üzerine eğitim ve bilgilendirme, özel bir rol oynamakta, ilişkiyi derin­leştirerek hızlandırmaktadır. Bu da ço­ğu kez kaçınılmaz olarak mahalli çalış­malarda yer alan arkadaşlar tarafın­dan yürütülmektedir. Böyle durumlar­da verilen bilgi şematik ve yüzeysel ola­rak kalıyor, sistemli bir okuma ve dü­şünme çabasına ulaşılamıyor. İlgileni­len arkadaşın pratik çalışmalara katıl-

21

Page 25: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Propagarıdist, işlediği teorik problem üzerinde geniş ve üretken bir bilgi birikimine sahip olmalıdır. Salt bir kitabın okunup ezberlenmesiyle kitap üzerine canlı ve yeterli bilgi aktarımı sağlanamaz.

masıyla da doğal olarak eriyor. Bu du­rumda arkadaşımızın pratik faaliyete gösterdiği ilgiye dayanarak onu doğ­rudan kadro eğitim çalışmasına aldığı­mızda, hem eğitim gruplan hem de propagandistler için bir yığın güçlük­ler ortaya çıkıyor. Bu güçlüğü çözme­nin yolu, ilk temas ve pratik çalışmaya çekme amacını güden ve tamamen basit pratik sınırlar içinde gerçekleşen bilgilendirmeyle yetinmemek, doğru­dan propagandist arkadaşlar tarafın­dan yürütülen hazırlayıcı kur çalışma- lannı tamamlamak olacaktır.

Önereceğimiz ikinci düzey kur ça­lışması, kendi içinde bir bağımsızlık ta­şımaktadır, daha çok genel olarak Le- ninizmin devrim, devlet, taktik ve ör­gütlenme anlayışlan üzerine eğitimi kapsamaktadır. Buna "Leninizm ku- ru"da diyebiliriz.

1- Komünist Manifesto (Marks)2- Ücretli Emek ve Sermaye

(Marks)3- Üçret, Fiyat, Kar (Marks)4- Emperyalizm (Lenin)5- Ne Yapmalı (Lenin)6- Bir Adım İleri İki Adım Geri (Le­

nin)7- İki Taktik (Lenin)8- Devrim Nedir (Kıvılcımlı)9- Nisan Tezleri (Lenin)10- Devlet ve İhtilal (Lenin)11- Proleterya Devrimi ve Dönek

Kautsky (Lenin)12- Sol Komünizm (Lenin)Bu programda da kaynaklar ve

onlann sıralanışı mutlak sayılmalı. Önceki çalışmadan geçmiş bir arka­daş için kuşkusuz ilk dört kitabın yeni­den ele alınması söz konusu değildir. Çalışma hızı, zaman tasarrufu (her ki­tap ya da konu üzerinde kollektif eği­tim çalışması yürütmek zorunda deği­liz. Önemli olan bir teorik perspektif ve düşünme biçimi yaratmaktır) ve eğitim grubunun ilgisini korumak amacıyla program içinde bir sadeleş­tirme gerekebilir. Örneğin "Ne Yap­

malı" ilk anda bir Leninist parti ve kitle çalışması, devlet ve ihtilal, devrim ve devlet anlayışı hakkında temel bilgilen­me sağlayabileceği için "Bir Adım İle­ri", "İki Âdım Geri" ve "Dönek Ka­utsky", ilgili arkadaşlann sonraki bir aşamada okuyabilecekleri düşünüle­rek programdan çıkanlabilir. Burada Propagandist, konuyu yine bütünlüklü olarak ele almak, programdan çıkartıl- sa da, örneğin "Ne Yapmalı"da "Bir Adım İleri' nin temel fikirlerini işlemek durumundadır. Gerek önceki, gerekse bu kur için dikkat edilmesi gereken di­ğer bir konu da güncelliğini yitirmiş polemikler (ki polemik, fikirlerin ifade­sinde, teoriyi bir eylem klıavuzu gören Marksizmin çok sık başvurmak zorun­da kaldığı bir tarzdır) uzun, gereksiz ve ana tarihsel fikrin kavranılması, bula- nıklaştığı an aynnü bilgilerden kaçın­mak olmalıdır. Amacı belirli ülkelerde, belirli tarihsel dönemlerde ortaya çı­kan siyasal saflaşmalann, bu saflaşma­larda özel taktiklerle komünistlerin al­dığı yerin aynntılı ele alınması gibi da­ha çok teoride derinleşme uzmanlaş­mayı ifade eden bir çalışma yapmak değildir. Böyle bir çalışmanın boyutla- n, pratik çğitimin faaliyetlerin kapsa­mını aşmaktadır. O yüzden örneğin "Komünist Manifesto"da "Alman Ko­münistlerinin Talepleri" bölümü üze­rinde eğitim gruplannın özel istekleri, sorulan bulunmadığı sürece program sorunu çok daha detaylı olarak sonra­ki aşamalarda ele alınacağı için özellik­le durmanın hiç bir anlamı yoktur. Pra­tik sempatizanı, bir eğitim çalışması kapsamı içinde Osvobojdenye ya da Svaboda dergileri hakkında aynntıiara varan bilgilendirme yoluna gitmek saçmadır ve eğitim çalışmasının pratik işlevlerini bozucu etkiler yaratır. Bu konuda ilke şudur. İsteyen gerek du­yan öğrenir. Biz sadece, özel alanlar­da nasıl bilgi edinileceğini, nasıl öğre­nileceğini öğretmekle yetinebiliriz. Bu konuda bir propagandistin yapabile­

ceği, şimdilik sadece yol göstermektir. Diğer yandan örneğin, ekonomizmi veya menşevizmi, 1900'lerin başında, Rusya'daki gelişimi, yine özel bir sorun olarak kalır. Bu konuda sadece genel bir bilgilendirmeyle yetinilmesi gere­kir. Önemli olan, bu siyasal anlayışla- nn yaşadığımız dönemde ve özellikle Türkiye'deki belirişlerini ortaya koy­maktır. Teorik anlamda demokratik devrim sorunu Rusya'nın o günkü ko- şullannda değil, ülkemizin bugünkü koşullannda somutlaştırılmaktadır. Leninizmin teorik sorunlan, bir eğitim çalışması içinde bizim mücadelemizin pratik sorunları üzerinde ele alınmalı­dır. Aslında Leninizm muru'nu ikinci sırada saymakla birlikte onu, biçimlen- dirici kadro programına bağlı olarak düşünmeliyiz. Leninizm Kuru bağım­sız olarak ele alınacaksa bu, Marksiz­min teorisine aşinalığı olan öğrencile­rin ve az-çok aydın eğilimler kazanmış işçilerin, hareketimizin biçimlendirici etkisine açık, ama kadrolaşma açısın­dan bazı siyasal önyargı ve çekincelere sahip olan insanlann bizimle temasını sağlamak ve kişisel ilişkileri siyasi ilişki­ye dönüştürerek derinleştirmek ama­cıyla uygulanmalıdır.

Asıl uygulama alanı ise, mücadele eden Leninizm bilgisi yeterli olmayan kadrolara bilinç takviyesi yapmak ola­rak düşünülmelidir. Bu durumda prog­ram aynntılandınlabilir. Hazırlayıcı kur çalışmasından geçmiş bir sempati­zan için bu kurun kitaplan ve ele aldığı sorunlar, gerçk ilk çalışmada gerekse biçimlendirici kadro eğitim çalışmasın­da programa sokulduğu için bağımsız bir çalışma yapmaya ve zaman kay­betmeye gerek yoktur. Kadro eğitim çalışmasına geçmiş birisiyle bu prog­ramda bulunan okumadığı kitaplar üzerinde daha sonra çalışabilir.

' Biçimlendirici KadroEğitim KuruBu programın amacı sempatizana

hareketimizin ayırd edici görüş özellik­lerini kavratmaktır. Programda tek tek kitaplara dayalı bir çalışma yerine, se­çilmiş kaynaklardan yararlanılarak ko­nulara dayalı bir çalışma yürütmek da­ha yararlı ve pratik olacaktır. İhtiyaç

1 duyulduğunda bazı kaynaklar üzerine doğrudan özel çalışma ya da önceki kurdan edinilen birikimin yetersizliğin­den dolayı konuyla bağıntılı temel kav- ramlann aynntılı tanımlanışına gidile­bilir. .

I- Türkiye'de KapitalizminGelişimi1- Türkiye'de Kapitalizmin Gelişi­

22

Page 26: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

mi (Kıvılcımlı) .2- Türkiye'de Kapitalizmin Geli­

şim Özellikleri (Rozaliyev)3- Kırk Haramiler (M. Sönmez)Okuma kolaylığı, veri sağlama ve

kolay bulunabilirlik özelliklerinden do­layı kaynak olarak seçtiğimiz kitaplar bunlar. Burada Kıvılcımlının Finans- Kapital ve Türkiye broşürü entelektüel ilgileri güçlü ve okuma hızı yüksek eği­tim gruplan için K. Yılmaz ın "Köylü­lük Üzerine Araştırma' sı değerlendiri­lebilir. Benzer eğitim gruplarıyla çalış­malarda, Yerasimos, Küçük, Kazgan, Avcıoğlu vb. gibi yazarlar ve akade­misyenlerin çalışmalanndan daha zengin veriler üzerinde daha aynntılı çalışmalar yapabilmek amacıyla ya­rarlanılabilir. Bunun yanında, eksiksiz bütün gruplarla dergimizin çeşitli sayı- lannda yayımlanan (konuya ilişkin da­ha sonra da yayımlanacak olan pole­mik ve makaleler de dahil olmak üze­re) "Kemalizm nedir", "Yalçın Küçük eleştirisi", "Sungur Savran'la Pole­mik", "Emek dergisi Eleştirisi" gibi ya­zılar kaynak olarak alınmalı ve değer­lendirilmelidir.

II. Strateji Sorunu veD em okratik DevrimProgramımız1- İki Taktik (Lenin)2- Türkiye'de Devrimin Stratejisi

(Kıvılcımlı)3- Program açıklamalanBu konuda daha aynntılı bir çalış­

ma için Nisan Tezleri de okunabilir. Dergi yazıları: "Devrimci Demokrasi Programı", "Kaypakkaya Eleştirisi".

III. Türkiye'de BurjuvaSosyalizmi veKüçük Burjuva Devrimciliği1- Zayıf Halka TKP2- Mahir Çayan, Kesintisiz Dev­

rim ve Üç Yönden İnkan. (Dev-Yol, Dev-Sol, Kurtuluş) Dergi yazılan: "TİP-TKPbirleşmesi Üzerine", 'Türki­ye Sorunlan Dizisi Eleştirisi", "Yeni Öncü Eleştirisi", "Devrimci Yol Sa­vunması Eleştirisi", "Türkiye'de Sosyal Demokrasi"

IV- Ulusal Sorun1 - U. K. K. T. H. (Lenin)2- Marksizm Ulusal Sorun ve Sö ­

mürgeler Sorunu (Stalin)3- İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)

(Kıvılcımlı) Dergi Yazılan: Ülusal So ­run (I ve II)

V- D ünyadaki Durum veSosyalist Ü lkelerdekiG elişm eler1- Dünya Bunalımı (Castro)2- Perestroyka (Gorbaçov)

Gorbaçov'un bu kitabını okuma kolaylığından ve popülaritesinden do­layı seçtik. Yerine SBK P MK 27 . Kongre Raporu, 19. Konferans belge­leri ikame edilebilir veya hepsinden yararlanılabilir. Bu konuda dergimizde yayımlanan Dünya Sosyalizminin Bu­nalımı ve Sosyalist Ülkelerdeki Yeni Uygulamalarla ilgili yazılar üzerinde tartışmaya özel bir önem verilmeli ça­lışmanın ağırlığı dergi yazılan üzerine kaydınlmalıdır.

Castro'nun kitabı zengin veriler sağlaması bakımından yararlı sayılabi­lir. Ancak kullanılan teknik dil ve bol dökümanter malzeme dökümü açısın­dan da sıkıcı, okunması nisbeten güç olduğu için ancak bazı gruplarla çalış­mada kullanılabilir. Burada "Dünya Kapitalizminin Bunalımı" vb. gibi der­leme ve araştırmalardan da yararlanı­labilir. T e k Tek Ateşlerden Birisini Yakabilmek İçin", "Yeni Sömürgecilik Zinciri İçinde Üçüncü Dünya Ülkeleri" başlıklı makalelerden, Nikaragua ve El Saİvador Devrimi üzerine yazılardan mutlaka yararlanılmalıdır.

VI- Kadın ve G ençlik H areketiYalnızca kadın arkadaşlanmızda

değil, aynı zamanda erkek militanda da kadın sorununa karşı bir duyarlılık, perspektif ve aktif tavır oluşturmalıyız. Düzen karşısında en zayıf yanımız olan geleneksel ve ilkel değer yargılan- nın içimizdeki etkilerini kırmak, dev­rimci hümanizma kavramımızı güçlen­dirmek, modem sosyalist değerleri sindirmek ve pratik çalışma tarzımızı esnekleştirerek zenginleştirmek için bu konuda eğitim kesinlikle gereklidir. Ancak biz, kadın ve gençlik hareketi konusunda programın güçlüğünü gö- zönünde bulundurarak özel kaynaklar saptamak yerine dergimizde yayımla­nan yazılar üzerinde temellendirilecek bir çalışmayı daha uygun ve pratik bul­duk. Bu çalışma özel gruplar için En- gels'in "Ailenin, Özel Mülkiyetin, Dev­letin Kökeni" adlı kitabı temel alına­rak, Marks-Engels ve Lenin'in metinle­rinden yapılmış derlemelerle, "Kadın ve Sosyalizm", "Marksizm ve Femi­nizm", "Kadının Evrimi", "Kadınlık Du­rumu" gibi kitaplar arasından yapıla­cak seçmelerle zenginleştirilebilir.

VII. Sendikalar ve Türkiye'deİşçi H areketiNe Yapmalı (Lenin)Kaynaklar çoğaltılabilir. Marksist

klasiklerden yapılan derlemelerden Dimitrov, Losovski gibi mücadele adamlannın yayımlanmış eserlerin­den yararlanılabilir. Çalışmanın temel

ilgi alanı dergimizde yayımlanan "Sen­dikalara Genel Bakış" yazısı esas alın­mak üzere, konuyla ilgili makale ve yo­rumlara kaydınlmalıdır.

VIII- Parti- Ne Yapmalı (Lenin)Lenin'in, "Bir Yoldaşa Mektup",

"Nereden Başlamalı", "Bir Adım İleri iki Adım Geri", Kıvılcımlının "Yol" etüdlerinde ilk kitabı oluşturan "Genel Düşünceler", "Legaliteyi İstismar", "Parti ve Fraksiyon" gibi eserlerinden yararlanılabilir. Yine Kıvılcımlı nın "İşçi Sınıfı Partisi Nedir"? yazısı ve VP Tü­züğü somut örnekler olarak temel baş­vuru kaynaklannı oluşturacaktır.

Eğitim çalışmalannda her konu­nun somut işlenişi üzerine önerilerimi­zi bir başka yazıya bırakarak, çalışma- lann pratik düzenlenişine ilişkin bazı önemli noktalara değinelim.

Öncelikle teorik eğitim çalışmala- n, ne sempatizan ve pratisyen kadro­lar açısından, ne de propagandistler açısından küçümsenmemeli, önemine uygun olarak düzenli ve disiplinli bir tarzda yürütülmelidir. Politik bakım­dan geri ve okuma süresi kısıtlı sempa­tizana tolerans gösterilmeli, ama hoş­görü kesinlikle laubaliliğe vardınlma- malı, tembellik ve bilinçsizce yapılan istismarlara prim verilmemelidir.

Eğitim çalışmalarının aksamasın­da genel mazeret, gruplann pratik faa­liyetleri olmaktadır. Bu mazeret bir de­receye kadar haklı ve geçerlidir. Eği­tim pratik çalışmayı güçlendirmek amacıyla yürütüldüğü için pratik faali­yete katılımı engellememelidir. Bunun yolu eğitim gruplanna katılan arkadaş- lann kendi çalışmalannı ve yaşam dü­zenlerini daha düzenli ve rasyonel bi­çimde planlamalanndan, daha enerjik davranış göstererek, atıl zaman ve ka­pasitelerini harekete geçirmelerinden geçer. Arkadaşlanmız, kadro düzeyi­ne yükselebilmek için gerekli kavrayışı ve uygulamasını edinmekte eğitim ça- lışmalannı fırsat saymalıdırlar. Bun­dan başkası, elde olmayan etkenler bir yana bırakılırsa, çalışmayı istismar et­mek sonucunu doğurur, her arkadaş bilmelidir ki eğitim çalışması, diğer pratik günlük çalışmalar kadar önemli­dir. Militanın günlük çalışmadaki ve­rimliliği, eğer gereken enerji ve karar­lılık baz olarak alınırsa, tamamen teo­rik eğitime bağlıdır. Bu yüzden teorik eğitim çalışması, siyasal pratiğin en önemli organik parçalanndan birini oluşturur.

Propagandistlerimiz, bir eğitim grubuyla çalışmaya başlarken, bunun

23

Page 27: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

E.ğitim çalışmalarında kız ve erkek grupları ayrımına gidilmemelidir.

önemini, gerekli disiplin koşullannı ve eğitim planını anlatarak yola çıkmalı­dır. Eğitim çalışmalannı tamamlama­dan kadrolaşmanın mümkün olama­yacağı bilinmelidir.

Eğitim çalışmasının hafif alınması kadar, onun pratik boyutlarının abar­tılması da yanlıştır. Bu çalışmalann amacı, militana asgari politik formas­yonun sağlanmasıdır. Amaç insanlan- mıza bizim kavramlanmızı, bu kav­ramlarla düşünmeyi, bu kavramlan günlük mücadelede kullanmayı öğret­mek, militana pratik devrimci bilgi bi­limsel kakvrayışı -asgari düzeyde- ka­zandırmaktır. Bir işçi arkadaş bu çalış­madan geçtikten sonra dergimizi an­layabiliyor ve onu kendi çapında dö­vüştürecek hale gelebiliyorsa, çalışma başanlı sonuçlanmış demektir. Arka- daşlanmız bu çalışmadan, zihinsel bir disiplin ve teorik heyecan kazanarak çıkmışlarsa, çalışmamız azami hedefi­ne ulaşmış olur.

Herkese konunun en ince aynntı- lannı kavratabilmemiz, ne bizim eli­mizdedir ne de buna zaman ve olana­ğımız vardır. Ortalama militana gün­lük pratikte karşısına çıkan sorunlann ötesine taşan, henüz kullanamayaca­ğı, dolayısıyla kolay unutulacak bilgile­ri aktarmak boşuna bir iştir, lükstür. Bilgi pratiğe yöneliktir, sempatizanı pratiğe hazırlar. Bir insan kendisine aktanlan bilgiyi ancak kendi pratiğinin boyutlan ölçüsünde kavrayabilir. Pra­tiğin boyuttan genişledikçe kadrolann bilgilenme kapasitesi de genişler. Bu ise önerdiğimiz çalışma programının boyutlannı aşan bir durumdur. Bir İşçi Üniversitesine karşılık düşer. Oysa şimdi bu düzeyde eğitime ulaşabilme­leri için insanlanmızı ilk ve orta dere­celi eğitimden geçirmek durumunda bulunuyoruz. İnsanlanmızı üniversite­ye hazırlarken, bu üniversitelerin pro­fesörlerini de yetiştireceğiz.

Bundan öte bir abartma, militan değil insancıl bir yaklaşıma uzanır, akadem izm e kararak liberalleşir ve politik faaliyeti zayıflatır. Kullanıl­mayan bilginin aktanmı bir bilgi zorla­masına dönüşür, eğitim gruplannın dağıtılmasına yol açar. Ya da tam ter­

sine sempatizanın pratik ilgilerini da­raltarak liberal anlayışlar edinmesine yol açar ve eğitim çalışmalannı zaman içine yayarak sallandınr. Hem çalış­manın verimini bozar hem de propa­gandistin ve eğitim grubunun zaman ve enerji israf etmesine neden olur.

Eğitim çalışmasının başansı, mili­tanın pratik düzeyindeki gelişmeyle ve bu gelişmenin ne kadar hızla gerçek­leştiğiyle ölçülür. Dolayısıyla, çalışma­da yaratıcı bilgilendirme kadar, sürek­lilik, ritm ve sonuç alıcı hız da önem ka­zanır. Bugünün pratik ölçüleri içinde, hazırlayıcı ve biçimlendirici iki progra­mın birleştirilmiş uygulanma süresi altı ayı geçmemelidir. Bir fikir sunmak amacıyla söylersek birincisine 2 .5 , İkincisine 3 .5 ay yeterlidir.

Bu kadar bir sürede eğitim çalış­masından istediğimiz elde etmiş olabi- lirmiyiz? Evet olabiliriz. Bu diğer fak­törler bir kenara bırakıldığında iki şeye bağlıdır.: Propagandistin bilgi ve bece­risine, elde ettiği deneyimle geliştirdiği spesifik tarza. Diğeri ise eğitim grupla- nnın istek ve kararlılığıdır. Onun için propagandist bilgi ve yeteneklerini sü­rekli geliştirmek, zenginleştirmek zo­runda olduğu gibi, eğitim gruplannın istek ve kararlılığını canlı tutup, geniş­letecek bir militan çoşku yaratmayı pratikten kazanılmış coşkuyu teorik heyecanla beslemeyi bilmelidir. Bu da asıl olarak, eğitim çalışmasının, milita­nın kafasında düğümlenen pratik so- runlan çözmeye yaradığı, önünü açtığı ölçüde gerçekleşir.

Eğitim gruplannın kurulmasında dikkat edeceğimiz konu, grubun poli­tik formasyonu, eşit ya da yaklaşık kişi­lerden oluşturulması, bunun yanında pratik alanlannda aynı ya da yakın bu­lunmasıdır. Pratik faaliyete katılmayan veya böyle bir niyeti bulunmayan sa­dece gönülden sempati duymakla yeti­nen kimseler eğitim gruplanna alın­mamalıdır. Bu militan değil insancıl bir yaklaşım olur. Eğitim gruplannın çalış­masını aksatan, bunu alışkanlığa dö- nüştümoe eğilimi gözüken arkadaşlar gruptan çıkanlmalıdır. Her ne şekilde olursa olsun ritmin bozulması, çalış­manın verimsizliğine ve grubun dağıl­

masına yol açar, moral kmklığı yaratır. İnsanlanmızı maymun iştahlılığa ve sonuçsuz girişim eğilimlerine alıştır­mamak, bu eğilimleri kırmaya çalış­malıyız. Eğitim çalışmalannda bazı za­manlar görüldüğü gibi, gereksiz kız ve erkek gruplan aynmına gidilmemeli­dir. Bu durumda iki cinsin birbirini ta­mamlayan yeteneklerini kopartıp dar­laştırdığımız gibi geleneksel önyargıla­ra da prim vermiş oluruz. Tam tersine biz kadın ve erkeği her alanda kaynaş­tırmak zorundayız.

Eğitim çalışmalan doğrudan doğ­ruya pratikbir sorun olduğu, günlük fa­aliyetlerin bir parçasını oluşturduğu, son derece sıkı, disiplinli ve enerjik ça­lışmayı gerektirdiği için propagandist- lerin seçimini de iyi yapmalıyız. Pro- pagandistlerin seçiminde salt teorik bilgi seviyesine değil, aynı zamanda bi­çimlendirici, yön verici yeteneklerine önem vermek gerekir. Propagandist- ler, mücadele gücü yüksek, belli bir ör­gütlenme deneyimine sahip arkadaş­lar arasından seçilmelidir. Eğitim çalış­ması, militan bir iştir memuriyet değil. Onun için, "Bu aydın arkadaştır, başka pratik işleri yapamıyor, o da bu işleri yapsın" demek son derece yanlıştır. Kaldı ki uzmanlaşmış propaganda faa­liyetleri sadece aydınlara özgü bir alan sayılmamalıdır. Yetenekli işçi arkadaş- lann da bu alanda çalışabilmelerine fır­sat tanınmalı, buna özel bir önem ver­meliyiz.

Son olarak, eğitim, bazı genel-ge- çer formüllerin ezberlenmesi değil üretici ve yaratıcı bilgilenmedir. Top- lumumuzda egemen yapının beslediği hazır düşünce kalıplanna gösterilen eğilimin yaygınlığı düşünüldüğünde, sosyalistlerimizin bile devrimci düşün­celeri böylesi kalıplara indirgediği gö- zönüne alındığında, bunun önemi da­ha da artar. Devrimci düşünceler, ge­leneksel düşünce kalıplanyla kakvranı- lamaz. Hele hele Marksizm, özü itiba­riyle bütün düşünce kalıplannı redde­den canlı bir teoridir.

Eğitim çalışmalan, sempatizanın kafasında oluşmuş hazır düşünce ka- lıplannı parçalamayı, doğmatik dü­şünme alışkanlıklannı kırmayı amaçla­malıdır. Günlük pratikte her an küçük burjuva devrimciliğinin doğmatik dü­şünce eğilimleriyle yüzyüze gelen, hat­ta onlann etkisinden geçerek harekete katılan insanlanmızın teorik sorunlan ortaya koyuş tarzını değiştirmek, dış

' politik ortamın bu konuda dayattığı et­kileri gidermek kendi tarzımızı güçlen­dirmek zorundayız ■

24

Page 28: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

İşçi hareketi vec y •

Türk-lş Kongresi

Orhan DİNÇOK

P embe hayaller Türk-İş gerçek­liği karşısında bir kez daha ye­nilgiye uğradı. Dipten gelen dalga kemikleşmiş-gangaster

üst delegasyon bendini sosyal-demok- rat zeminde bile olsa aşamadı. Devlet görevlileri, "İşçiyi pasifize etme" amaçlı mesailerini sabah 9 :0 0 akşam 1 7 :0 0 sendika binası, akşam 1 9 :0 0 gece 2 4 :0 0 Ocakbaşı "Meyhane" mu­habbetleriyle icraya başladılar. Bu kez işleri biraz zor. Baştan uyaralım. Sınıf bilinçli işçiler, gözlerini nefretle ayır­madığı gangaster çetelerden hesap sormaya hazırlanıyor. Kongreden kongreye değil, her gün ve her saat.

Peki Mart-Nisan eylemliliğinin ya­rattığı anafor hiç mi sonuç vermedi? Elbette verdi. En başta bazı küçük ve orta sendikalarda yönetim, sağ kanat­tan sosyal demokratlara geçerken Be- lediye-Iş'te önemli değişiklikler oldu. Tek-Gıda İş’in yıkılmaz sanılan gerici zırhında epey hasar yaratıldı. Teksif, Demiryol-Iş ve Türk-Metal şimdilik sağcılığın merkezi konumunda. Bu kaymaların kongrede yansıması sonu­cunda geçmiş kongrede faşist ve mer­kez sağ olarak ikiye bölünen gangas­ter sendikacılar güç erozyonuna uğra­yınca birleşmek ve sosyal demokratla­ra kanş tek liste çıkarmak zorunda kal­dılar. Geçmiş kongrede az çok ortak mutabakatla seçilen Şevket Yılmaz ekibi şimdi açıkça sağın temsilcisidir. Sol kanat tamamen sosyal demokrat­ların kontrolünde olup, ayn bir dev­rimci blok oluşamamıştır.

Seçim sonuçlarından açık olarak bellidir ki kendisini sosyal demokrat, solcu olarak tanıtıp işçi yığınlanndan oy ve güven alan bu delegeler sınıfa ihanet ettiler. Denilebilir ki sosyal de­mokrat liste seçilse sınıfın çıkarlarını mı koruyacaktı? Kaç yıldır bütün gü­nahlara ortak olmuş Orhan Balaban

mı sınıfı kurtaracaktı? tabii haklısınız. Orhan Balaban'ın görevi de güçler dengesindeki kaymalara bağlı olarak saptanmış ve Türk-İş misyonunu "Sol­cu" görünen bir maskeyle devam ettir­mektir. Zaten sosyal demokratların sı­nıfın öz çıkarlannı korumak, yani arh- değer sömürüsüne son vermek gibi bir amaçlan yoktur. Bunu kendileri de açıkça söylüyorlar. Türkiye siyaset arenasında da sosyal demokrasi, tekel dışı burjuvazinin çıkarlannı finans-ka- pitalle uzlaşarak savunma konumun­dan, doğrudan finans-kapitalin sözcü­sü olmaya doğru geçiş sürecindedir. Bu siyasi zemin değişikliği sendikal alanda kendisini en başta seçtiği lide­riyle gösterdi. Şevet Yılmazın yardım­cısı Orhan Balaban. Geçmişine bakın, seçilseydi neler yapacağını rahatlıkla saptayabilirsiniz.

Devrimci proleterya için temel so­run kongrede bağımsız bir güç olarak şekillenememedir. Mart-Nisan eylem­lerinde disiplinin dışında fiili durum ya­ratarak insiyatifi alan öncü işçiler, bu­nu kongrede bağımsız-devrimci bir çizgiye dönüştürüp, kongreyi etkile­yen bileşenlerden birisi olma özelliğini kazanamadılar.

Sol cenahta belirleyicilik sosyal de­mokratlarda idi. Kılavuzu karga olanın burnunun pislikten çıkamayacağı bir kez daha kanıtlandı. Sosyal demokrat- lann, tutarsız, ürkek ve her an teslim olmaya hazır yapılan kongreyi işçi sı­nıfını aydınlatacak bir döğüş alanına dönüştüremedi. Kaldı ki sosyal de­mokratlardan başka türlü davranış beklemek artık enayilikten öte bir du­rumdur.

Neden devrimci bir blok oluşama­dı? Bu, kongreye katılan devrimci de­legelerin kişisel isteklerinin ötesinde bir olgudur. Neden sorusunun yanıtını da fazla genelleme yapmadan Mart-

Nisan eylemliliğinin içinde bulabiliriz.Eylemler işçi sınıfının birikmiş öf­

kesinin patlamasıydı. Burada "kendili­ğinden" deyimi sık kullanılıyor, ama biraz dikkatli kullanmakta yarar var. Her türlü yasal engeli aşıp halkın gö­zünde meşrulaşarak süren eylemlerin "kendiliğinden" olma özelliği vardı. Ancak şurası da kesin ki o eylemlerin bir çoğunun başında sosyalist, devrim­ci veya sempatizan işçiler bulunuyor­du. Dolayısıyla "kendiliğindelik"ten bi­linçli davranışa geçişin ilk adımlan da aülmıştır. Burada esas olan devrimci işçilerin farklı eğilimlerin kontrolünde olması veya herhangi bir eğilimle doğ­rudan bir bağ kuramamış olmasıdır. Bu, dağınıklık yaratmış, dağınıklık da eylemlerin başlangıcındaki "kendiii- ğindenlik" karakterini devam ettirmiş­tir. Ama hiç unutmayalım önde yürü­yenler devrimci ve sempatizan işçiler­di. Özellikle İstanbul'da -her yere bura­dan yayılmıştır- durum budur. Devrim­ci işçiler öndedir ama örgütsüzdürler, dağınıktırlar ve eylemlerde merkezi kontrolden yoksundurlar. Bu Türkiye devrimci hareketinin zaaflannın işçi hareketine yansımasının sonucudur. Yakınacak değiliz. Görev, yola koyul­muş sınıfla kaynaşabilecek, sorumlu bir taktik çizgiyi hayata geçirebilmek­tir. Daha açık yazarsak direniş taktiği­ni sınıf hareketine kazandırabilmektir. 12 Eylül faşizminin bütün yasalanna ve kurumlanna karşı her alanda ve sü­rekli direniş. Yıpratmak, çürütmek ve tarihin çöplüğündeki perine gön der­m ek ve bu direnişi doğrudan düzeni hedefleyen bir taktik çizgide sürdüre­bilmek.

Bugün sınıf bu taktik çizgiyi yürü­tebilecek örgütlülükte değil. Yakalaya­cağımız ana halkada ilk aşamada ör­gütlülüğün asgari seviyede de olsa ya- ratılabilmesidir. Onun da başlangıcı

25

Page 29: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

bir yandan her zamanki görev olan proleter sosyalist çizgiyi yaygınlaştınr- ken yanısıra çeşitli görüşlerden veya çizgisiz, sınıfın hakkını koruyan, na­muslu öncü işçilerin bulunduklan bi­rimlerde işyeri komitelerini kurmalan, bu komitelerin çeşitli biçimlerde bir- birleriyle temasa geçmeleridir. Bu, sendika işleyişini inkar etmek anlamı­na gelmez. O alanda savaşım sürecek­tir. Ancak öncü işçilerin bizzat sendika içi mücadeleyi de yapabilmeleri için öncelikle yanyana gelmeleri gereki­yor. Tamamen kendilerinin özgürce belirlediği zeminde ve çok çeşitli bi­çimlerde. Proleterya sosyalizminin görevi ise buralarda maya olabilmek­tir. İşte toparlayacak olursak, sınıfın Mart-Nisan eylemliliğinin Türk-İş kongresinde bağımsız bir zemin oluş­turamamış olmasının nedeni bunu o satha taşıyacak örgütlülüğün bulun­mamasıdır.

Akla şu gelebilir; Türk-İş kongre­sindeki delegelerin yüzde 1 .7'sinin işçi olduğu gerisinin profesyonel sendika­cı olduğu bir derginin yaptığı araştır­mada açıklanmıştır. O halde bu olu­şum devrimci bir mayalanmayı baştan reddeden bir karakterdedir. Bu yapıy­la mı Türk-İş sarsılacaktır? Tabi ki ha­yır. Bizzat bu sorunun kendisi çözüm­süzlüğü de içinde taşır. "Varolan du­rum sürecektir" mantığıyla yola çıka­mayız. Değiştirme gücünü kendimiz­de görmeliyiz. Delegasyonun yapısı da değişecekler arasında bir unsur­dur.

Daha genel bir zeminde, tüm sen­dikal ortam açısından duruma göza- tarsak sadece Türk-İş'te değil, Türk- İş'e tepki olarak şekillenen bağımsız sendikalarda da durum içaçıcı değil­dir. Bizim de dergi olarak desteklediği­

miz, sınıfın bağımsız-devrimci sendikal hattının bir teminatı ve DİSK geleneği­nin bir üst boyutta devamcısı olması gerektiğini savunduğumuz bağımsız sendikalar, Türk-İş'teki ilerici sendika­lardan farklı bir zemine çıkamadı.

Bol bol solcu lafazanlığa karşı pra­tikte sınıf harekete geçirme açısından önderlik süreklileştirilemedi. Netaş ve Derby grevleriyle gerçekleşmeye baş­layan bu önderlik-Bağımsız sendika- larca yürütülmüştü devamlı olamadı. Burjuvazinin saldınlan sonucu geriye kendi kabuğuna çekildi.

Bunun görünürdeki nedeni sendi- kacılann "pabucun pahalı" olduğunu görmeleri ve "yol yakınken" sürüye tekrar dönmeleridir. 1986-1987 'd e bir çıkış yapılmış, pratikte sendikal ön­derliğin ipuçlan yakalanmış, ancak ödenmesi gereken bedelin kişi olarak üzerlerine epey bir yük bindirdiğini gö­ren ilerici sendikacılanmız, düzendeki konumlannı tehlikeye atmayı göze alamamışlar, "Türk-İş ilericiliği" zemi­nine tekrar dönmüşlerdir. Bugün bun- lann, "neden bağımsızsınız?" sorusuna verecekleri yanıt demagojiden başka birşey olamaz. Hatta öyle ki bazılann- da soysuzlaşma bile başlamıştır. Sen­dikacılığın maddi nimetleriyle düzen bunlan kendi uşağı yapabiliyor.

Ancak biraz daha öteye baktığı­mızda, gerek Türk-İş'teki başansızlığın gerekse bağımsız sendikalardaki çözü­lüşün faturasını devrimcilere çıkarmak gerekiyor.

12 Eylül, Türkiye işçi sınıfı açısın­dan ağır bir yenilgidir. Bunun yarattığı yılgınlık ve depolitizasyon henüz tam atılamadı. 1 9 8 3 -1 9 8 4 ’de sendikal fa­aliyete izin verilmesiyle başlayan nisbi canlılık, 1986-1987'deki grevlerle da­ha olgunlaştı. 1989'daki Mart-Nisan eylemliğiyle tepe noktasına ulaştı. Şimdi, mevcut durumda hakim olan; birşeyler yapma isteği, bu istek yönün­de zaman zaman davranma, ancak ve­rilen birkaç tavizle yatışma sonra yeni­den canlanma. Oysa sözkonusu olan günlük tavizler değil, EylüTün yaratmış olduğu bütün kurumlann işlevsiz hale getirilerek parçalanması, bu yoldan düzende önemli gedikler açarak yeni mevzilere sıçrayabilmektir. Bu ise ger­çek bir cüret ve sürekli insiyatifli davra­nışla, her gün her saate yayılan bir di­renişi pratikte hayata geçirebilmekle kazanılabilecektir. Bugün sınıf bunu başarabilecek bir olgunluktadır ve ön­cüler de bu görevi duyumsamaktadır­lar.

Tıkanma burada başlıyor. İkili bir

tıkanma sözkonusu. Birincisi bütün olarak öncüler sınıfı çekmekte yetersiz kalıyorlar. İkincisi ise öncü işçilerin içindeki bilinçli devrimciler onlan böy­le bir noktaya getirmekte son derece yeteneksiz ve beceriksizce davranıyor­lar. Görev ağırdır. Görevin ağırlığını yenilginin ağırlığı belirliyor. Bugün iş­ten atılan işçinin hak araması karşısın- doa patron, "yasal hakkını" savunu­yor. O halde sorun şu veya bu işyerin­de değil yasalarda düğümleniyor. En ufak bir hak arayışı dahi karşısında ya­salarla oluşmuş bir set buluyor ve siya­sileşmek zorunda kalıyor. Bu, müca­delede ve öncü işçilerde kalite sıçra­masını zorluyor. Tıkanıklıkların üredi­ği nokta da burasıdır.

Yani sınıfın önündeki görev sade­ce yılgınlığı atmak, depolitizasyonu kırmak değil, bunu doğrudan yasalarla mücadele ederek en ağır koşullarda gerçekleştirmektir. Hedefin düzenin üzerine oturduğu merkezlere yaklaş­ması yürüyüşü zorlaştınyor, daha da zorlaştıracaktır. Ekonomik mücadele ile siyasi mücadele gittikçe iç içe geçi­yor. Ekonomik mücadele üstüne oluş­muş işçi önderliği de kalite sıçramasıy­la zorlanıyor. Sıçramak gerekiyor. Sıç- ranacaktır.

İşte gerek Türk-İş’teki gerekse ba­ğımsız sendikalan eleştirirken ihmal edilen ve esas olarak öne çıkanlması gereken nokta tam da burasıdır. Eleş­tiri okunun ucunu biraz kendimize çe­virelim. Başansızlığın köklerini sınıfta ve öncü işçilerde arayalım. Sorun dö­nemin dayattığı görevlerin ağırlığı ve bunu aşabilmek için gerekli kalite sıç­ramasının yapılamamasıdır. Ya da bu­nun çok sancılı ve uzun bir döneme ya­yılarak gerçekleşiyor olmasıdır.

Sınıf ve öncüler henüz kendilerinin tam olarak başaramadıklannı, "Neden yapmıyorsunuz" diye sendikacılardan sorarken kendi durumunu hiç unutma­malı. Mevcut sendikal yapılanmadaki gerici kurumlaşma, güçlüdür ve kalite sıçraması bu kurumlaşmayı açamadık­ça olanaksızdır. Bizzat sınıfsal işleyişin kendisi sınıfı dumura uğratan, körel­ten, inmelendiren bir tarzda çalışmak­tadır. Hiç bir tavize kanmadan gan- gasterleşmiş sendikacılardan oluşan sistemin tümünü topa tutmak gereki­yor. Ancak günlük pratik, yakıcı gün­lük görevleri öne getirmekte gerici sendikal işleyiş bu görevlerin yerine getirilmesini engellemektedir. Müca­dele bu noktada bir "daralma" tehlike­siyle yüzyüzedir. Amaç sadece sendi­kalarda yönetim değişikliğiyle daraltıl-

26

Page 30: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

[d ire n iş ç i İşçi Hareketi sendikal alanda kazanacağı mevzilerle Türk-İş'te gericiliğin önünü kesecektir. Başarılı manevralarla bu Türk-İs'in mevcutiişlevini kaybetmesine ya da bölünmesine yol açabilir.

makta, sonuçta salt gerici sendikacıla- nn kurduğu binbir tuzakla uğraşılarak enerji olumlu kanallara akıtılamamak- tadır. Amaç daraltılmamak Eylül'un yaratmış olduğu kurumlar açıkça öne çıkartılmalıdır. O arada sendikacı pos­tuna bürünmüş devlet görevlisi, çapul­cu gangaster sendikacılar da açığa çı­kacak, mücadelenin sonuçlanndan bi­risi olarak yıkılacaklardır.

Onlar öylesine onulmaz bir cep doldurma yarışındalar ki sınıfın kinini göremeyecek kadar ahmaklaşmışlar- dır. Sadece kongre faaliyetlerinde de­ğil her fırsattan yararlanarak çetelere vurmak gerekiyor. Sınıfın sırtındaki bu asalaklara karşı mücadele meşru­luk zeminindedir ve sınıftan onay ala­caktır. "Sol"cu öfke krizlerinin denge­siz çıkışlarına kapılmayan, sınıfın ruh halini kollayan ve pratiğin önünü aça­cak zamanda ve çok çeşitli biçimlerde uygulanmak koşuluyla, çeşitli çıkışlar­la yıkılmaz zannedilen kaleler yıkılabi­lir, yıkılacaktır. Mücadelenin sertleş­mesi ortadaki sosyal demokratlan saf tutmaya, ilerici demokrat iddiasına olanlan da tutarlı olmaya zorlayacak­tır. Bu ise sendikal ortamdaki altüst oluşun başlangıcı demektir. O başlan­gıç kendi yolunu pratik içinde bulacak­tır. Çıkış noktası ve çıkış biçimi kendi yolunu yaratır.

Yapılması gereken 12 Eylüle kar­şı direnişi temel alan bir pratiğe yönel­mek, Eylülün kurumlannı pratikte ça­tışarak aşındırmak ve yoketmek, mü­cadelenin akışı içinde önümüze engel olarak çıkacak gerici sendikal kurum- laşmalan da hedefe koyarak topa tut­mak dağıtmaktır. Bu pratik öncüleri ve sınıfı kalite sıçramasına götürecek ve düzen içerisinde sürekli genişleme potansiyeline sahip gedikler açacak­tır. Düzen tüm kurumlarıyla bu akışın önünde barikatlar kuracak, önünü kesmeye hatta gücü yeterse geri çevir­meye çalışacaktır. Sonucu, çatışan ta­rafların iradeci gücü, becerisi belirle­yecektir.

12 Eylülün kurumlanna karşı mü­cadelede hep düzenin kendisine yön­lendirilmeli ve alternatif olarak De­mokratik Halk İktidan'nın propagan­dası yapılmalıdır. Olgunlaşan çelişki­ler şimdi hayal gibi görünen kimi geliş­meleri aniden zorlama potansiyeline sahiptir. Yeterki onu değerlendirebile­cek çapta bir taktik çizgi izleyebile­lim.

Tam da bu noktada TBKP tarafın­dan karşı bir taktik çizgi açıkça savu­nulmaya başlanmıştır. Biz direnişi, va­

rolan statüyü dağıtarak aşan bir taktik çizgiyi savunurken, TBKP varolan sta­tüyü, yani Eylül ün oluşturduğu kurum­lan ve yasalan kabul eden bir taktik çiz­giyi işçi sınıfı içinde savunuyor. Bunlar önce 'Türk-İş'te Birlik" taktiğiyle sını­fın bağımsız devrimci çıkışlannı engel­lemeye çalıştılar. Güçleri oranında en­gellediler de... Sonra DİSK yanlıştı de­meye başladılar. Bu şimdi devrimcilik yapmadığı gibi geçmişte kör topal yaptığını da inkar ederek burjuvazinin gözünde "sabıkasız" hale gelme iste­ğinden başka bir şey değildir. En son geldikleri nokta ise -sınıf ve kitle sendi­kacılığının modasının geçtiğini ilan edip- "Çağdaş sendikacılık"tır. Sınıf mücadelesinden vazgeçmenin, piş­manlığın, burjuvazinin önünde diz çökmenin teorisini yapıyorlar. Şevket Yılmazlarla işbirliğinin yollannı ara­yanlar, direnişçi işçi hareketini kendi sonlan olarak göreceklerdir. Kritik noktalar çoğunlukla yol aynmlanna gebedir. Onlar yollannı önce gizlice şimdi açıkça ayırdılar. Bilinçli işçilerin de geçmişte etkisi altında kalmış olsa­lar da) bu akımdan hızla kopuşmalan gerekiyor. İşçi sınıfı içinde burjuvazi­nin sözcülüğünü yapan TBKP'yi sınıf­tan tecrit etmek, zararlannı asgariye indirmek gerekiyor. Görevlerin zorlu­ğu karşısında ezilerek teslim olup, yol- lannı ayıranlardan kopuşmak zorunlu­dur.

İşyeri komiteleri şimdiki durumda sınıfın yaslanacağı ve ileri fırlayacağı bir yay olarak öne çıkıyor. Fetişizmi yapılmamak, yani onlara tapmamak kaydıyla. İşyeri komiteleri bir illegal yapı olarak alınmamalı, sınıfın haklı is­temleri doğrultusunda mücadele içeri­sinde pratiğin bir gereği olarak kuru­lan ve devamlılığını da yine eylemlilik­ten alan, canlı yapılar olarak görülme­lidirler. Esas olan direniş taktiğinin ha­

yata geçirilmesidir. Komiteler bu pra­tiğin ürünü olunca meşruluk ve zorun­luluk kazanacak ve sınıf içerisinde oto­rite olabilecektir. Onlara canlılık ka­zandıran pratiğin kendisi olacaktır. Aksi halde sınıfın ana gövdesinden ko­puk, zorlama yapılar haline dönüşe­cek, iz bırakmadan dağılışa uğraya­caktır.

İşyeri komiteleri sendikal yapılan- malann küçümsenmesi anlamına gel­mez. Sendika içi mücadele veya sendi­kal mücadelenin değişik biçimleri de komitelerin çalışacağı alanlardan biri­sidir. Sendikalardaki ve işyeri komite­lerindeki olumlu gelişmeler birbirini doğrudan etkileyecektir.

Şunu da belirtmeliyiz ki işyeri ko­miteleri bizim düşünerek bulduğumuz ve sınıftan uygulanmasını talep ettiği­miz bir örgütlenme değildir. Sınıf, Ey- lül'ün karanlık yıllarında, başlangıçta darbeyi protesto eden yemek boykot- lanyla ve ilk sendikal faaliyetler içeri­sinde ve şimdi de Mart-Nisan eylemli­liklerinde hep işyeri komiteleri aracılı­ğı ile mücadele etmiştir. Komiteler ta­mamen sınıfın 12 Eylül sonrası müca­dele pratiğinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Komitelerin nasıl daha ve­rimli, ön açıcı ve kalıcı olacağı günün sorusudur. Biz bu soruya, "pratiğiyle" yanıtını veriyoruz. Sınıfın gücünü ve ruh halini kollayan direnişçi bir pra­tik.

Direnişçi İşçi Hareketi sendikal alanda kazanacağı mevzilerle Türk- İş'te gericiliğin önünü kesecektir. Ba- şanlı manevralarla bu Türk-İş'in mev­cut işlevini kaybetmesine ya da bölün­mesine, vb. yol açabilir.

Şimdi önemli olan ne olacağı üze­rine konuşmaktan çok işçi hareketin­deki canlanmalara omuz vermek, ko- miteleşmeyi pratikte öne çıkartmak­tır ■

27

Page 31: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Türk-lş'te birlik politikası iflasını bir kez daha kanıtladı

G eçtiğimiz günlerde işçi sınıfı içinde hareketli günler ya­şandı. Çeşitli sendikalarla birlikte Türk-İş Konfederas­

yonu nda genel kurullar yapılarak yeni yönetimler belirlendi. Belirlenen dele­geler kongreye gidip oylannı atmak, ağalar toplanıp iktidar kavgası yap­makla meşgulken işçiler her şeyden uzakta işlerinin başında artıdeğer üre­timine devam ediyorlardı.

Tescilli sendika ağalanna diyecek sözümüz yok. Onlar görevlerini yapı­yorlar. Bizim asıl sorunumuz kendile­rine demokrat-sosyalist sıfatını yakıştı­ranlarda. Bizim asıl sorunumuz bir ta­rafta Türk-İş içinde birlik propaganda­sı yapıp diğer tarafta, perde arkasında koltuk kavgası yapanlarla.

Evet kasım ayının son günlerinde 2 8 sendikada örgütlü 1.5 milyon işçiyi temsilen 4 2 0 delegenin katıldığı Türk- İş Kongresi yapıldı. Seçimlere iki liste katıldı. Kendisini sosyal demokrat ola­rak lanse eden Orhan Balaban ve Bü­

tün işçilerin yakından tanıdıklan sağ kanat adayı Şevket Yılmaz'ın listesi. Bu seçimlerden 15 gün kadar önce Türk-İş içerisindeki mücadelesiyle ör­nek tavır gösteren Deri-İş'in kongresi yapıldı. Burada da ilginç olaylar, gö­rüntüler yaşandı. Her iki kongrenin de fazla aynntısına girmeden genel bir değerlendirmesini almak için Deri-İş Sendikası Başkan Yardımcısı Munzur Pekgüleç'le konuştuk.

Ç.Y. Sayın Pekgüleç, geçtiğimiz günlerde sendikanızın ve bağlı olduğu­nuz Türk-İş'in kongreleri yapıldı. So ­nuçlan ve bu sonuçlara nasıl gelindiği noktasını değerlendirir misiniz? Sizce kongrelerle nasıl bir değişiklik gerçek­leştirildi?

M .Pekgüleç - Türk-İş politikasının 3 yılda bir yapılan genel kurullardaki kongre hesaplan ile değiştirilebileceği­ni düşünmek mümkün değil. Türk-İş'in uzun yıllardan bu yana izlemiş olduğu politika genel anlamıyla devletçi bir

politika. Buna paralel olarak temel amaçlan uzlaşmacı, sınıflar arası çatış­ma yerine, işveren ve işçi çıkarlannı aleni savunmakla beraber, işçiden ya­na gözükmek biçiminde cereyan eder.

Türk-İş politikasını ciddi anlamda değiştirmenin temeli, işyeri örgütlen­mesi başlatılması amacı ile işyeri komi­telerine yönelinmesidir. Temel olarak işyeri komiteleri ile başlatılan fabrika örgütlenmeleri. Sendika içi demokra­si, tabanın söz ve karar sahibi olma il­kelerinin eksiksiz uygulanabilme sonu­cunda oluşacak sendikal yapılann oluşmasına yöneliktir. Tüm Türk-İş'e bağlı sendikalarda bu tür bir sendikal yapı oluşturulduğu takdirde, Türk-İş yapısının da buna paralel olarak deği­şeceği, artık en kör gözün bile görebi­leceği bir gerçektir.

Ne yazık ki bugünkü sendikal yapı- lann tümünün, Türk-İş'i değiştirmekte denildiğinde sendikalann yönetimin­de bulunan Ahmet'in yerine Mehmet'i seçme biçiminde algılandığı görülü­yor. Buna karşın bazı sendikalann yö­netiminin değişmesine rağmen temel sendikal anlayışlarında herhangi bir değişiklik olduğunu söylemek müm­kün değildir.

O nedenle son yapılan Türk-İş Ge­nel Kurulu nda da genel olarak ilkeli döğüş adı altında verilen alternatif sen­dikal anlayışın da Türk İş'in bu güne kadar izlemiş olduğu sendikal anlayı­şından çok farklı olduğu söylenemez. Şu açıkça bilinmelidir ki, düne kadar Konfederasyon üst yönetiminde yer alan Orhan Baban'ın alternatif başkan olarak gösterildiği, alternatif sendika yönetiminin sendikal anlayışı bugünkü sendikal anlayıştan, temelde hiç bir

l ekgüleç: "Kendine sosyal demokratım diyen sendika yöneticilerinin Türk İş'in bugünkü anlayışından bir ölçüde uzaklaşmalarına neden olan temel gerçeklik ise 89 bahar eylemlerindeki işçilerin tepkilerini kontrol edebilme, düzen sınırları içerisinde tutabilme kaygılarıdır."

28

Page 32: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

farklılığı içermiyor. Ancak hesaplar koltukların değişimi olduğundan dola­yı temel sendikal ilke ve anlayışlann üzerinden atlanılmıştır.

Kendine sosyal demokratım diyen sendika yöneticilerinin Türk Iş'in bu­günkü anlayışından bir ölçüde uzak- laşmalanna neden olan temel gerçek­lik ise 8 9 bahar eylemlerindeki işçile­rin tepkilerini kontrol edebilme, dü­zen sınırları içerisinde tutabilme kaygı­larıdır.

Ç. V- Kogrelerde sosyalist olduğu­nu ifade eden sendikacılar tarafından sunulan Türk-İş'de birlik politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

M.Pekgüleç- Dediğiniz gibi kendi­lerine sosyalistim diyen bir grup insan Türk-İş'te birlik ve Türk-İş'i demokra­tikleştireceğiz tezi ile burjuvazinin, iş­çileri, Türk-İş potasında eritme politi­kasına denk düşen bir anlayış izlemek­tedirler. Bunları o noktaya iten; sınıfı, mücadeleye sevk etmek yerine, işçi sı­nıfı mücadelesini burjuvazi ile uzlaş­maya zorlama düşüncesidir.

Türkiye'deki sosyalizm mücadele­sini, burjuva anlamda demokrasi mü­cadelesine indirgeyen bu anlayışın, sendikalarda da farklı bir yol izlemesi­ni beklemek mümkün değildir.

Bu noktada asıl görev sınıf müca­delesinin, gerçek anlamda sendikalar­da verilecek mücadele ile organik-bü-

tünsellik içerisinde olmasını sağlamak­tır. Bu da sınıf ve kitle sendikacılığı il­kelerinin iş yeri birimleri, komiteleri, kanalı ile fabrikalardan başlayarak ör­gütlenmesinden, geçer, işçiler sendi­kal politikanın belirlenmesinde, toplu iş sözleşmeleri politikalannı belirleme­de, sendikanın yönetimini belirleme­de, sendika içi demokrasinin eksiksiz uygulanmasında denetleyici ve belirle­yici güç olmak durumundadırlar. An­cak bu temel anlayışlar çerçevesinde sendikal yapılar ve işçiler örgütlendi­ğinde, 1 9 8 9 bahar eylemlerinde ki kendiliğinden gelme kendiliğindenci ve ekonomik taleplerin fazlaca ötesine geçmeyen mücadelenin aşılmasında da temel olacaktır. Bu temel işçi sınıfı ve sendikal mücadelenin birbirinden aynlmaz temel üç öğesi olan ekono­mik demokratik ve siyasal mücadele­nin birleştirilmesi, önüne hiç bir gerek­çe konmadan döğüştürülmesine bağlı­dır. Bizlerin temel anlayışı bunlan bir bütünsellik içerisinde, işçilerle birlikte kavrayıp döğüştürmek aynı zamanda bu düşüncelerimizin gerek Türk-Iş içe­risinde, gerek bağımsız sendikalarda tüm zorlamalara rağmen uygulamak­tan geçmektedir.

Bu arada sendikamız genel kurulu ile ilgili yapacağımız kısa değerlendir­me de de ilginç noktalar var.

Geri ve kendine sosyalistim diyen

bazı siyasi eğilimlerin, tamamen böl- geci ve feodal zeminde hareket ederek anlayışlara karşı mücadele yerine, kişi­sel karalamayı ön plana çıkarmaları, anti-demokratik yasalar arkasına sak­lanarak propaganda yapılması, olum­suzluğun temelini oluşturmuştur. Bu anlayışlar geri ve faşist güçlere karşı asgari ortaklık aramak yerine, onlara yardımcı olacak türden tavır ve davra­nışlara girmişlerdir. Asıl hedef unutul­muş, kişisel sürtüşmeler ön plana geç­miştir. Teorik anlamda radikal ve dev­rimci gözükmekle beraber, devrimci demokrat insanlar yerine sosyal de­mokratlarla işbirliğinde yarar bulun­muştur.

Bu anlayışlann işçi sınıfı mücadele­sinde uzun vadeli başanlı olma şanslan ise söz konusu değildir. Bu yanlış tak­tikleri ve tutumlan sonucunda açıkça gericiliğini ve faşistliğini ilan eden kişi­nin yönetime gelmesine neden olmuş­lardır.

Tek tek aynntılara inmemekle ba­reber şunu belirtmeliyim ki; bu tür ta­vırlar devrimci demokratlara her za­man zarar vermiştir. Böyle ortamlarda asgari birlik içerisinde ilk hedef gerici­leri sendikal örgütlenmelerden uzak­laştırmak olmalıdır.

Ç. Y- Sayın Pekgüleç röportaj için tüm okurlanmız adına teşekkür ede­riz ■

29

Page 33: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Sosyalizmin Truva Atı: Yugoslavya

Ayşe TANSEVER

GİRİŞNeden Yugoslavya?Sosyalizm devrim sonrası en canlı,

en hareketli günlerini yaşıyor. Maca­ristan'ı, Doğu Almanya izledi şimdi Çekoslavakya devrimini yapmaya ha­zırlanıyor. Bulgaristan daha sessiz gi­diyor. Romanya'da direnmeye çalışan Çavuşesku yönetimi sosyalist bloktaki en kanlı değişimle yerini UDC'ye bı­raktı. Çavuşesku ve eşi direnmenin bedelini canları ile ödedi. Oysa Polon­ya çoktan ata binip Üsküdarı geçti. Bütün bu toz duman içinde Yugoslav­ya'nın alemi ne? Dünya kamuoyunu üstüne çekecek pek derin bir gelişme yaşamıyor.

Sosyalizmdeki gelişmeleri Prav- da'nın ABD muhabiri şöyle yorumlu­yor: "Olaylar tepeden Gorbaçov'un yaptıklarının, aşağıdan halk hare­keti ile ortalarda buluşmasıdır. M oskova Stalin'li yıllardan beri Do­ğu Avrupa ülke KP'leri arkasında bir destektir. Gorbaçov perestroika ile bu desteği çekti. Artık KP'ler tek başlarına ayakta durabilirlerse du­racaklar yoksa gidecekler. Oysa Moskova'nın desteğini ilk çektiği ül­k e Yugoslavyadır. Arkasında Stalin desteği olm ayan Tito incelem eye çalışacağımız Yugoslavya'nın mi­marı olmuştur. Stalin'siz sosyalizm nerelere gelebilmiştir? Gorba- çov'suz Doğu Avrupa ülkeleri nere­ye gidebilirler sorularına ışık tutabi­lir."

Bir Yugoslav ekonomisti sorunlan irdelerken "Bahçe parm aklığında oturulmaz" diyor. Yani sınırda uzun süre durulmaz. Ya sosyalist ya kapita­list üretim ilişkileri arasında doğru bir seçim yapılmalıdır. Ekonomide böyle

bir tercih belirlenememesinin çözüm­süzlüğü 4 0 yıllık Yugoslavya deneyi ile kanıtlanmıştır. Özellikle Polonya ve Macaristan iktidarlannın bu ülkeden öğreneceği çok şeyler olduğu inancın­dayız.

Gorbaçov'un perestroikası, eko­nomide merkezi planlamanın belirle­yiciliğini azaltmayı öngörüyor. Merke­ziyetçilik çözülürken işletmelere, fabri­kalara daha çok yetki ve sorumluluk veriliyor. Aynı şekilde kırda küçük üre­ticinin haklan artıyor. Bütün bunlar 1950'lerde Yugoslavya'nın yaptığı şeylerdir. Son günlerde Sovyet ekono­mistlerinin ikide bir Yugoslavya dene­yinden söz etmeleri rastlantı değildir. Yugoslavya merkeziyetçiliğin yok olu­şunun en uç sinindir. Sosyalizmin ileri­de karşılaşabileceği sorunlan kavra­mak açısından da Yugoslav deneyi önemlidir.

Teorik olarakta durum aynıdır. Yugoslavya teorisyenleri Troc- kizm'den özellikle ayn kalmaya özen gösteren ilk Anti-Stalinistlerdir. Aşağı­da aynnülı değineceğimiz Stalin'in devlet eleştirileri tam da Gorbaçov re- formlannın bel kemiğidir. Daha 1950'lerde Yugoslavya pragmatik te­orisyenleri Stalin'i bazı açılardan günü­müzdeki v gibi doğru eleştirmişlerdir. Anti-Stalin’izmin teorik ve pratikte va­rabileceği noktalar açısından Yugos­lavya deneyler dolu bir ülkedir. Stalin heykeli bugün birtek Arnavutluk'ta dimdik duruyor. Doğu Avrupa sosya­list ülkeleri bir anti-Stalinist hummaya kapıldılar. Üçüncü dünya ülke devrim­cileri de bu modaya uymaya çalışıyor­lar. Bunun teori ve pratikteki tehlikele­ri hemen Yugoslavya'yı akla getirir.

Sosyalizm ve kapitalizm günümüz­

de hümanist ilkelerde birliktelikler an- yor. En temel özelliği silahsızlanmada kendini gösteriyor. Komünist partiler, sosyal demokrat partilerin ötesinde en sağ liberal partilerle ilişkiler geliştirme yanşında. Bunun bizim gibi geri ülke­ler üzerinde etkisi kaçınılmaz. Burjuva sosyalistimiz TBKP gidip Özal iktidan- na teslim oluyor. Küçük burjuva sosya­listlerimiz proleterya partileri ile ortak zeminler anyor. Direniş cepheleri örü­lüyor, bozuluyor, ortak çalışma zemin­leri aranıyor. Saflaşma ekonomik kriz derinleştikçe artıyor. Birlikteliklerde belk kemiksizlik, sınıf körlüğü, temel sorun haline geliyor. Yugoslavya Ko­münist Partisi nin iktidara gelmeden önce sınıf temeli kanşık bir cephe içine girişi bugünkü sosyalizmi, kapitalizmi belirsiz, yoz bir üretim ilişkisi kurması­nın nedenidir. O anlamda "birlikler" kurarken Yugoslavya deneyinden dersler çıkarmak gerekir.

Yugoslavya'da yirmiye yakın ulus, etnik grup vardır. Çeşitli dinler, kültür­ler içiçedir. Ulusal soruna da zengin deneyler kazandmrl. Günümüz Sov- yetler Birliği'nde çeşitli uluslar, cumhu­riyetler aynlmaya kadar varan talep­lerle seslerini duyuyorlar. Biz de böyle bir sorunla yüzyüzeyiz. Yugoslavya'da bu tür talepler daha 1 9 6 5 ’lerde ortaya çıkar. Kosova olayları hala Yugoslav­ya'yı bir Lübnan olma tehlikesi ile yüz- yüze bırakacak kadar tehlikelerle dolu­dur. Merkeziyetçiliğin çözülmesinin ilk konağı ulusal sorundur. Yugoslav­ya'nın bu soruna da ışık tutacağı inan­cındayız.

BÖLÜM 1STALİNİST YUGOSLAVYAHitler ülkeden atılır ve 1945'de

günümüz Yugoslavya'sı kurulur. "Ikti-

30

Page 34: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Tablo 1Kırda mülkiyet biçimi (yüzde)

1947 1951 1955devlet 1.2 5.0 5.7kooperatif 0.9 15.0 11.3özel 98.0 80.0 91.2’kooperatif içinde özel mülkiyet vardır. (Kaynak 4)

Tablo 2İlk 5 Yıllık Planın hedefleri ve gerçekleşen

Plan yıllık 1947-51 ortalama (%)

gerçekleşen0

yıllıkrtalama (%)

Sosyal üretim 80 12.5 74.8 11.8Endüstri 3.94 37.5 168.7 21.8Tarım 52 8.7 -12.0 -2.5Kaynak: İlk beş yıllık plan yasası s. 36 (hedefler) godınjak istatistikleri (8)

dar Komünist Partiye" Partizanların sloganıdır ve Tito başkanlığında ilk ko­münist hükümet oluştumlur. Parti ve hükümet arasında fark yoktur. YKP yöneticileri aynı zamanda hükümetin bakanlık görevlerini üstlenirler.

Sanayinin millileştirilmesine girişi­lir, bir yıl sonra yüzde 8 2 , üç yıl sonra da yüzde 100,'ü millileştirilir. Aynı oranda millileştirme Sovyetler Birli­ğinde 8 ve 12 yıl almıştır. İki yıl sonra ticaretin yüzde 80'i kamu kontroluna alınır. (1) Bakkal, manav ve küçük za­naatkar dışında her dükkan millileşti- rilmiştir.

Millileştirmenin bu kadar yüksek, hızlı ve kolay oluşu Yugoslavya'nın İki dünya savaşı arasındaki gelişiminde yatar. I. Dünya Savaşı sonunda Sırp Prensliği bizzat kapitalist merkezler desteği ile kurulur ve kapitalist ilişkiler bu merkezden geliştirilir. İlk dünya buhranını atlatan emperyalizm burnu­nun dibindeki Yugoslavya’nın yer altı zenginliklerini sömürmek istemekte­dir. 1945'ler Yugoslavya'sının yansı yabancı sermayenindi (2) Hitler yeni­lince bunlann hepsi millileştirilir.

Yugoslavya’da kapitalizmin, feo­dal bey, Sırp Prensi eliyle gelişimi Ni­karagua'nın Somoza eliyle gelişimin­den farklı değildir. Yabancı sermaye­den geriye kalanlar ya Prensin kendi­sinin ya da yakmlannın malı mülkü­dür. Kara ve demir yollan, ormanlann büyük bir kısmı, iki şeker fabrikası, sa­vunma sanayi (Hitler Prenslik ile silah andlaşması yapmış ve çoğu silahını burada üretmiştir. Yugoslav general­leri bu nedenle Hitler'in sadık uşaklan olmuşlar ve "önce silah sonra silah" parolası ile halkalanna kan kustur- muşlardır. Bu nedenle monarşi Hit­ler'in Yugoslavya'yı işgal edebileceğini bir gün bile düşünmemiş, arkasında sandığı güçle halkı sömürmüştür.) On- bir kömür madeni prens ailesinin mül­küdür. Tuz, tütün, kibrit ve'gaz gibi o günün en önemli tüketim mallan hep Prensliğin tekelindedir. Toptan ve pe­rakende ticaret yine prens tarafından yapılır. Hitler le birlikte Prenslik yeni­lince sanayinin millileştirilmesi hiçte zor olmaz.

Sosyalizmin temel taşlanndan biri kırdaki mülkiyet ilişkileridir. İKtidara geldiklerinde komünist partilerin önünde duran temel sorun toprağın millileştirilmesidir. Gerek Prensliğin toprağı, gerekse Hitler'in Alman­ya’dan getirip yerleştirdiği Alman köy­lüsünün, kiliselerin, yabancı bankala­rın toplam 1 .5 milyon hektara varan

(15 milyon dönüm) toprağına el konu­lur. (3) Sonra bunun yüzdesi yoksul köylüye dağıtılır. Tabloda görelim. (Tablo 1) "

Görüldüğü gibi devrimin hemen arkasından toprağın yüzde 98'i özel çiftçilerin elindedir. 19 5 1 yılında pay yüzde 80 'e düşse bile 1 9 5 5 yılında tek­rar yükselecek ve yüzde 9 1 .2 e vara­caktır. Devrim Hükümeti toprak mül­kiyetinin büyüklüğünü sınırlar. İlk yasa sının '250 dönüm olarak belirler ama 1953'de daha daralır ve 100 dönüme indirilir. Bu yasa günümüzde de geçer- lidir. Toprak mülkiyeti ancak işleye­nindir ve 100 dönümden büyük ola­maz.

Sosyalizm kırlara yenilik olarak kooperatifleşmeyi getirir. Doğu Avru­pa ülkelerinde görülen türden bir hız yoktur. Devrimden iki yıl sonra top­lam toprak içindeki payı yüzde l'i bile bulmaz, stalin Tito'yı kırda kulak besle­mekle suçlayınca kooperatifleşmeye hız verilir. 1951 yılında kooperatifle- şen alan artar ve yüzde 15'e ulaşır. Sonra serbest bırakılınca da yine dü­şer. Ancak bu kooperatiflerin Sovyet- lerdeki kolhozlarla ilgisi yoktur. Kapi­talizmde gördüğümüz türden araç ge­reç kullanımı, ürün satım vs, koopera­tiflerdir. Kolhoz tipi olanlar Yugoslav­ya'da "İşKollektifleri" adını alır ve tab­loda devlet mülkü içinde görülmekte­dir. Kooperatifleşmeye hız verilen 19 4 9 yılında onun da toprak alanı art­mıştır. Bugün bu tip kolhozlann top­

lam alanı yüzde 15'dir. (5)Özetlersek kırlann millileştirilmesi

çok sınırlıdır. Kooperatifleşme diğer Doğu Avrupa ülkeleri ile karşılaştırdı­ğında çok daha yavaştır. 19 5 0 yıllann- da Stalin'in eleştirisi ile biraz hızlansa bile sonra durmuş hatta gerilemiştir. Bu politikanın kırdaki sonuçlanna geç­meden sanayideki 5 yıllık uygulama sonuçlannı inceleyelim.

İlk 5 Yıllık Planın Sonucuİlk 5 Yıllık plan 1 947 -51 yıllannı

kapsar, sonra yetişmediği için bir yıl daha uzatılır. 5 Yıllık planın ilk döne­mi, 19 4 7 Ocak ve 1 9 4 9 Haziran ara­sı, seyir normaldir. (6) Aynı tarihlerde Sovyetlerle ara açılır. Sovyet ambar­gosu yaşanır. Tito'nun açıklamalanna göre bunun toplam zaran yüzde 1 5 .8 dir. (7) Yani çok değildir. Sonra resmi hiç bir açıklama yapılmaz. Ama plan fiyasko olarak ilan edilir. Sonuçta, Yu­goslavya tarihinde bu plan lanetlenen, Komünist Partinin yüz karası bir plan bellenecektir.

Planda aşınlıklar vardır. Her ko­münist parti iktidara geldiğinde uçun- luklar yapabilir kendini dünyayı devi­recek kadar güçlü, olduğundan abart­malı görebiV Planda bu tür aşınlıklar vardır. Örneğin zamanın Endüstri Ba­kanı planda Yugoslavya'nın kendine yetecek kadar kömürü, petrolü olduğu ilkesinden hareket etmesine karşın da­ha ilk iktidar günlerinden başlayarak gerçekliğin hiçte böyle olmadığı anla­şılacak ve kömür, yakıt ithal edilecek-

31

Page 35: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

tir. Tarım Bakanı bugün bile gerçek­leştirilemeyen miktarda bataklık alanı kurutmayı ilk bir kaç yıl içinde becere­bileceğini planlamıştır. Bunlar affedi­lecek şeyler değildir. Ama biz yine ra­kamlara bakalım.

Görüldüğü gibi, 5 yıl içinde yozde 12.5'lik yıllık üretim artışı öngörül­müştür ve yüzde 1 1 .8 olarak gerçek­leşmiştir. Endüstride yıllık yüzde 3 7 .5 beklenirken ancak yüzde 21.8'lik bir hız tutturulabilmiştir. Evet tarımda du­rum kötüdür. Planın çok gerisinde ka­lınmış, hatta savaş yıllannı bile aratır duruma gelinmiştir. Nedeni, yürütü­len yanlış politikadır. Göreceğiz.

Lanetlenecek kadar başarısız bir plan mıdır? Başka türlü soralım, bir daha merkezi plan yapmamaya ge­rekçe gösterilecek kadar başarısız bir planmıdır? Değil. Ama Yugoslav yö­neticiler açısından öyle olacaktır. Mer­kezi plandan bucak bucak kaçacaklar­dır.

Bağların kopm ası:Anayasa, 19 3 6 Sovyet Anayasa­

sı nın benzeridir. Komünist Partinin başkanı Stalin'in adamı Tito'dur. Sa­nayi Sovyetler'den bile hızlı millileşti- rilmiştir, merkezi plan altına alınmış­tır. Merkezi, tepeden bir yönetim var­dır. Sosyalizm yolunda hızla ilerlen- mektedir. Kırlarda özel mülkiyet var­dır ama kısa zamanda kooperatifleşti- rilme planları yapılmaktadır. Yugos­lavya yöneticileri bütün bunları ger­

çekleştirmiş olmanın çoşkusu içinde iken, Komünist Birliği Kominform Yu­goslavya’yı üyelikten atar. Yugoslav yöneticiler şok olurlar. Evet, Stalin arada sırada belki kendilerini eleştir­miştir ama böylesi bir karan bekme- dikleri ortadadır. Uzun süre yanlışlık yapıldığını sanırlar.

Nasıl suçlanmaktadırlar? Sol uçun- lukla. "Birkaç yüz manau, fırın, anti­kacı döşem eci us. dışında herşeyin hızla millileştirilmesi karışıklık ya­rattı." denmektedir. (9) Kominform sol uçkunluğu halkın huzurunu kaçıra­cağını, sonuçta bugün bulunabilen tü­ketim maddelerinin yann bulunamaz olacağını iddia eder. Kırda ise kulak beslemekle suçlar.

"Ülkede, kapitalizmi kaçınılm az olarak yeniden üreten özel köylü ekonom isi hakim olduğu, tarımın büyük çaplı ko llektifleşm e koşulları yaratılmadığı sürece; ve çalışan köy­lülüğün çoğunluğu ko llek tif üreti­min avantajına inanmadığı sürece sömürünün ortadan kaldırılması doğrultusunda ilerlem e kaydedilm i­yor" demektir (10) Bu nedenlerle Ko­minform Yugoslavya'nın komünistli­ğinden, sosyalist yolda olduğundan şüphe duymaktadır. Onu bu kurum­dan atmayı uygun görür. YKP gerçek­ten ne olduğunu şaşınr. Böyle bir karar çıkmasında Stalinin etkisi elbette var­dır. Stalin çok kereler Tito'yu uyarmış ama bir sonuç alamamıştır. Buna rağ­

men YKP'liler böyle bir karar çıkacağı­na hiç ihtimal vermemişlerdir.

Kominformdan aülmak demek sosyalist bloktan atılmak demektir. O güne kadar YKP yaptığı tespitlerde dünyanın sosyalizme aktığını dile ge­tirmektedir. henüz iki sistem arasında sıcak günler yaşanmaktadır. Tarafızlık yoktur. İki taraftan bir tanesi vardır. Ve komünist olduğunu iddia eden Yugos­lavya bu bloktan atılmaktadır. Uzun süre Tito karara inanmak istemez, ge­ri alınmasını bekler. Bir yıl boyunca YKP susar. Hiç bir açıklama yapmaz. O sırada Çin Devrimi patlak verir. Köylülüğün devrim sırasındaki rolü Ekim Devriminden çok, Yugoslav Devrimi'ni akla getirmektedir. Bu ne­denle Çin'in Kominform karannı onaylamayacağı beklenir. Ama aksine Çin’de imzalar.

Öte yandan ABD Yugoslavya'yı bağımsız komünist bir ülke olarak tanı­maya hazır olduğunu açıklar. Sovyet- ler amborgo koyduğu gün kendisinin- kini yumuşatır. Tam o sıralarda Yunan partizanları yenilir, Yugoslavya'ya sı­ğınmak isterler. ABD ile pazarlık yapı­lır ve Tito Partizanları kabul etmez. Ar­kasından ABD'nin ilk yardımı gelir. Yi­ne aynı yıllar, Kore savaşı çıkar. Yu­goslavya • Sovyetlerin, Kuzey Kore'yi işgalini kınayarak sosyal demokrasi ile aynı safta yerini alır. Sıcak günlerin yalnızlığı sona erer, ABD önerisiyle Birleşmiş Milletlere üye olunur. Elbet­te böylesi 18 0 derecelik bir dönüş be­raberinde uygun teorileri de getirecek­tir. Ancak biz ilk önce böylesi bir blok değişikliğine Yugoslavya'yı zorlayan iç nedenleri araştırmaya çalışalım. Bu gerçeklik üretilen .teorinin mantığını kavramada yol gösterici olacaktır.

BÖLÜM IIYUGOSLAVYA'NINSORGULANMASIYugoslavya yöneticilerinin iktadar

yoluna çıktıklannda böyle bir olayla karşılaşacaklannı rüyalannda görseler inanmayacaklanna şüphe yoktur. On­lar kendi sosyalist yollarına çıkmışlar­dır. Hangi denge içinde olursa olsun böyle bir yoldur özlemleri. Günümü­zün Gorbaçov’lu sosyalizmine baktığı­mızda Stalin'in karan çok katı gelebi­lir. Bugün bir Polonya bir Macaristan sosyalist sistem içinde kalabiliyor. Gorbaçov tarihin zorlanmaması ge­rektiğine inanıyor. O günler de Stalin biraz daha esnek olamazmıydı? Yu­goslavya sistem içinde kalamaz mıydı? Bu durum Doğu Avrupa'daki diğer

32

Page 36: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

burjuvaları ve partilerini nasıl etkiler­di? KP'ler ne tür taleplerle baş etmek zorunda kalırlardı? Bugün Doğu Avru­pa halklannın hoşnutsuzluklannın te­melinin o günlerdeki yanlışlıklara da­yandığını görüyoruz. Stalin uygulama­ları daha o günlerden farklılıkları azalt­mak yerine arkasında bıraktırdığını görüyoruz. Yugoslavya güçler dengesi daha o günlerden bu katılığı kaldıra­mamıştır. Stalin tipi sosyalizme karşı çıkmıştır. Stalin'in deformasyonunu eleştirmiştir.

Yugoslavya pratiği ve teorisinde aynntılı olarak göreceğimiz gibi Yu­goslavya'nın o günkü Stalin eleştrile- rinde bugünkiler ile paralellikler hatta aynilikler vardır. Yugoslav teorisyen- leri bu yanlışlıkları kendi küçük burju­va pragmatizmleri ile çabuk görmüş­lerdir. Bu nedenle de sağlam bir teme­le oturmaz. Yugoslavyanın ekonomi politikası böyle bir temelsizlik sancılan çeker.

Stalin ve zamanın Dışişleri Bakanı Molotov Tito ile uzun süre mektuplaş- mıştır, ama bu Yugoslavya'yı sistem içine çekememiştir. Bunun asıl nedeni Yugoslav yöneticilerin Stalinist siste­mi beğenmemelerinden çok, üstünde oturdukları güçler dengesinden gelir. Şimdi savaş yıllanna ve ittifakların oluşmasına bakalım.

İttifaklar Sorunu1919'da kurulan YKP işçiler için­

de örgütlenmeye çalışır. 1920'lerde Prensin katı polis kontrolü ile ilgegal çalışmaya zorlanır. Sık sık tutuklan­malar yaşar ve genelde büyük bir yay­gınlık kazanamaz. Yugoslavyayı ku­zeyden bölen Tuna Nehri özelde geliş­kin ve az gelişkin Yugoslavyanın da sı­nırını çizer. T una'nın kuzeyi Avustur­ya gelişkinliğindedir. Gelişkin bir Av­rupa ülkesi ekonomisine benzer. Do­ğal sonucu olarak da Komünist Parti örgütlülüğü yüksektir. Tuna nehrinin güneyi ise Osmanlı İmparatorluğu bo­yunduruğundan yeni kurtulmuş, en­düstrileşme düzeyi çok düşüktür. Bu nedenle de işçi sınıfı az ve örgütlenme­si düşük, hatta yok denecek kadar az­dır.

19 3 0 kapitalist ekonomik buhranı tüm Avrupa'yı sarstığı gibi kendisini Yugoslavya sınıflar savaşında da his­settirir. Sınıf zıtlığı artar. Prens ile orta ve küçük burjuva partilerin arası, uz­laşmaz şekilde açılır. Zengin kuzeyin Köylü Partisi başta olmak üzere Halk Cephesi ve KP'nin ittifakı gündeme gelir. Stalin YKP’nın ittifaka girmesi­ne karşıdır, benliğini kaybedeceğini

düşünmektedir. O günler YKP'si kendi içinde çok kanşıktır. Hizipleşme çok yüksektir. Bölünmenin eşiğindedir. Stalin partinin düzenlenmesi için Ti- to'yu görevlendirir. Ama Tito ve arka- daşlan 19 3 5 de gizlice Halk Cephesi ile ittifak yaparlar.

"Ulusal C ephe ne diğer 3. Dünya ülkelerindeki gibi bir cep h e 'gani burjuva dem okratik devrimi yap­mak isteyen bn) ne d e Doğu Alman SED'si, ne de Polonya Birleşik işçi Partisi gibi bir cephedir. Bağımsız, bir politika platform u aramayan, politik bir önderlik istem eyen genel sosyal ve politik bir örgüttür." (11) Çünkü içinde farklı sınıf ve tabakalar­dan insanlar vardır. Köylüsü, esnafı, kent küçük burjuvazisi hepsi Hitler'de bütünleşmeye çalışan, Prenslik mo­narşisine karşıdırlar. Özünde ortak düşmana, karşı bir cephedir. "Bağım­sız, bir politika platform u aranm ı­yorsa, "politik bir ön derlik istemi­yorsa önüne koyduğu tek sorun or­tak düşmanı atmaktır." Ama ileride, düşman atıldıktan sonra ne yapılacağı, kalkınma hedeflerinin neler olacağı o gün gündemde değildir. İttifakın böyle bir ufku yoktur.

Savaş sırasında ittifak ne olur? "Sa­vaş patlak verince H alk C ephesi ye­ni bir boyut kazandı. Eski sosyal-de- m okrat, Marksist-Leninist ve diğer parti bağları azaldı ve gen el çıkarlar­la olan ilişki a r tt ı;.... birleşik ulusal vatansever bir örgüt oldu. (12) Silahlı bir muhalefete çıktı.

Savaş yıllan YKP'sini güçlendirir. En başta 1930'lardan beri illegal dö- ğüşü öğrenmiştir ve örgütlü muhalefe­ti diğer parti ve gruplara göre yüksek­tir. İspanya iç savaşında döğüşmüş ge- rillalan vardır. Geri dönüşlerinde bu gerillalar, Prensliğin Çetnik adlı ordu- lanna karşı silahlı döğüşü sürdüren gruplann çekirdeği olmuştur. Savaş çı­kınca bu çekirdek ittifak ile birleşip Partizanlan örgütler. Sonuçta parti­zanlar KP önderliğinde Prenslik ve Hitler ortak düşmanına karşı döğüşür ve savaşı kazanır. Savaş sonrası halkın "İktidar KP'ye" isteğinin temeli bu- dur.

İlk iktidar yıllannda KP'nin kendi gücü nedir? "Savaşın başında YKP, 12000 üyeye, gençlik örgütünde de 3 0 ,0 0 0 sem patizana sahipti." (13) Savaş sırasında eski üyelerinin 2/3 ü ölür ama savaş bitiminde 6 0 .0 0 0 üye­si vardır. Kabaca bir hesap yaparsak bunlann ancak 4000 'i eski, proleter tabanlı üyelerdir. Gerisi köylülüktür.

YKP iktidara geldiğinde böylesi az bir proleter tabana sahiptir. Öte yandan ilk devrim yıllannda üye sayısı pek bir komünist partiye nasip olmayacak ka­dar artar. 1 9 5 0 yılında 1 milyonu bu­lur. Üye olma koşullan çok basitleşir. Kuru bir örgütlenmeyle işin çözülebile­ceği sanılır.

Şimdi Yugoslavya Devrimi nasıl bir devrimdir? Burjuva demokratik mi­dir? Sosyalist bir devrim midir? Köylü­lüğün ufkunun küçük mülkiyetçi oluşu ve Ulusal Cephe içinde ağırlıklı konu­mu devrimi burjuva demokratik yapar, ama Ulusal Cephe’nin KP öncülüğün­de örgütlenişi de sosyalizme doğru ge­çişi olanaklı kılar.

YKP teorisyenlerine göre "Eski Yugoslavya'da kurtuluş savaşı öyle gelişmiştir ki burjuvazinin ileri k e ­simleri bile işgalcilerle birleşm işler­dir. S ınıf savaşı burjuvazi ve çalışan kesim leri birbirinden tam am en ayır­mıştır." Tito'ya göre bu sıradan Sta­lin'in dediği gibi) bir koolisyon değildir.(14) Köylülük, kır nüfusunun geniş ça­lışan kitleleri 1 9 4 1 -4 5 arasında halkın kurtuluş hareketinin gerçek temel or­dusu olduklannı ispat ettiler. Zaten on- larsız hareketin kendisini olamazdı.(15) Sovyet Devrimi kentlerden, pro­letarya tarafından başlatıldı sonra kır­lara yayıldı. Ama Yugoslavya başka bir deney yaşadı. Burada devrim kırlar­dan gelmiştir. Yani köylü ağırlıklı bir devrimdir. YKP yöneticilerine göre bu yeni tip bir devrimdir. Gerçekte de Çin'den önce yaşanan köylü ağırlıklı bir devrimdir.

YKP teorisyenleri köylülüğü nasıl görürler? Onun devrimci ufkunu nasıl tesbit ederler? Bizde Yeni Sınıf kitabı ile ismini duyurmuş Djılas (1953 de YKP'sinden atılır, şimdi Avrupada sür­gündedir.) Stalin ile görüşmesini şöyle aktanr: "Köylülüğün yeni devrimci rolünü özellikle vurgulamadım; ve pratikte Yugoslavya devrimini köy­lü ayaklanm ası ve Leninist öncü arasındaki bir bağa indirgedim."(16) Öncü komünistimiz devrimin köylü devrimi olduğunu kabul ediyor ama bu köylü devrimini sosyalist yapı­yor. Çok güzel sosyalist köylü devrimi demek Yugoslav köylüsü kapitalist özel mülkiyetinin dar ufkundan kendi­sini kurtarmış demektir. Öyleyse ne­den Yugoslav teorisyenleri toprağı millileştirmeyip Kominform'dan atıl­maya varmışlardır? Neden köylülüğü hızla kooperatifleştirememektedirler?

Yugoslav yöneticileri net planı ol­mayan, kafası kanşık küçük burjuva-

33

Page 37: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

lardır. Marksizm-Leninizm'den üstün körü okunmuş yazılar onlan sosyalist yapmıştır. II. Dünya Savaşı sonu sö­mürgeler patır patır yıkılmaktadır. Dünya halklan sosyalizme akmakta­dır. Orta ve küçük burjuvazi dünya sı­nıflar savaşında sosyalizmden yana­dır. YKP'si de kendi köylülüğünü ileri görerek gericilik yapmaktadır. Prole­ter tabanları çoz zayıftır. Öte yandan "sosyal ve politik o larak ak tif köylü­lük, kollektifleşm enin tepeden yö­netilmesini kendiliğinden kabul et­medi." (1 7) "yeni rejim de politik o la­rak kendine güvenem edi."(18)

YUGOSLAVYA KÖYLÜ GERÇEKLİĞİYugoslav yöneticileri Stalin'le ara­

lan açıldıktan sonra Marksizm'in kla­siklerini yeniden okuyup kendilerini savunmanın teorilerini yapmaya çalı­şırlar. Ama kır politikalarını savuna­cak Marksizm'den bir satır bile bula­mazlar. Kır politikalan teorik bir boş­lukta kalmıştır.

Komünist Partinin kitle içindeki örgütlenmesi zayıftır. Ülke sorunları iyi bilinmemektedir. Savaş sonrası ha- yallerenin kınlışını ünlü tanm teorisye- ni Rudolf Bicanic şöyle anlatıyor:

"ilk olarak ülkenin ulusal sınırla­rı konusunda uyandık. Sosyalist ül­keler arasındaki ilişkinin sosyalist ilkelere değil Yugoslavya'nın dediği gibi bir sosyalist ülkenin diğeri tara­fından söm ürülm esine dayandığını keşfettik. 1948'de Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ü lkeler arasındaki sürtüşmenin tem eli buydu. B öylece ulusal sınırlar, millileştirmenin de sınırı oldu. Bütün ülkeleri saracak tek bir sosyalist sistem kurup, ulu­sal sınırları aşm a düşleri hem en söndü." (19)

1945'te sosyalist sistemin kendisi de kanşıktır. Sosyalizm bir sistem ol- caktır ama bunun pratik işleyişi nasıl gerçekleşecektir? Herkes o günlerde bunu tartışmaktadır. İki tane öneri şe­killenmiştir. İlki Yugoslavya'nın bir Sovyet Cumhuriyeti olmasıdır. Yani nasıl Sovyet Sosyalist Ukrayna, Gür­cistan Cumhuriyetleri varsa aynı şekil­de bir de Sovyet Sosyalist Yugoslavya Cumhuriyeti kurulup Moskova'ya bağlanabilir. Yugoslavya da Slav ırkın- dandır. (Yugoslavya kelimesi Yugo- güney, Slav kelimelerinden oluşur) Onlar güney islavlandır.

Stalin'in düşündüğü ikinci formül ise Bulgaristan, Yunanistan ve Yugos­lavya'nın, Sosyalist Balkan Cumhuri­

yetlerini kurmasıdır. YKP'si devrimini tamamlayan ilk ülkedir. Beklemekte­dir. Güzel. Ama nasıl bir sistem kuru­lursa kurulsun temeli Yugoslav gerçek- liliğine dayanacaktır. YKP'nin bu ger­çekliği iyi'bilmesi gerekmez mi? Olay­lara şimdi yıllar sonra bakınca daha objektif olarak görmek kolay elbette. Ama Stalin'i o günlerin Stalini yapan gerçeklik biraz da o günkü KP'lerin böyle beklentileri acemilikleri ve ka­rarsızlıktandır. Hiç bir deneyi olmayan Doğu Avrupa KP'leri Stalin'in emirleri­ni beklemektedirler. Kendileri karar verme yeteneğinden yoksundur. Ayakta duramamaktadırlar. Yukan- dan emir gelsin istenmektedir. Yugos­lav yöneticileri de toz dumanın dağıl­masını beklemektedirler.

Yugoslav yöneticiler, ilk önce ulu­sal sınırlann, millileştirmenin de sınır­lan olduğunu fark ederler. Yani yuka- nda anlatılan önerilerden biri pratiğe geçebilseydi Yugoslav sınırlan daha büyüyecekti. Sorunlar daha ortak, da-

'h a Stalin tarafından çözülebilecekti. Aynca kendi ayağı üstünde durmayan YKP'si arkasına büyük bir destek ala­caktı. Özünde o günlerden Stalin'den, KP'lerin istediği, Stalin’in yaptığından daha büyük bir bağdır. Gelsin Stalin herşeyi çözsün, yönetsin mantığı ha­kimdir.

YKP çıkardığı jlk yasa ile toprak mülkiyetini 2 5 0 dönümle sınırlar. 5 yıl sonra 100 dönüme düşürürler. Arada­ki fark çok büyüktür. Yaşananlar ışı­ğında bu noktaya gelinişi ve gerçekliği ortaya koymaya çalışalım. YKP’nin köylülüğü devrimci görmedeki haklılı­ğı veya haksızlığını irdeleyelim.

"1921'de 9.6 ak r (3.9 hektar yn) (bizde 3 9 dönüm karşılığı bn) olan ortalam a çiftlik alanı yirmi yılda da­ha da düştü ve 5 akr (2 hektar) (20 dönüm bn)'m altına düşen toprak mülkiyetinin yüzdesi 1921 'de yüzde 33'den 1941 yüzde 47'e yükseldi." (20) Yazann tesbitine göre Hitler işgali sırasında köylülüğün yüzde 47'si 20 dönüm alünda toprağa sahiptir. YKP'sinin karan 2 5 0 dönümün, Yu­goslavya gerçeği 2 0 dönüm ile yakın­dan uzaktan bir alakası yoktur.

Yazar 20 yıldaki yoksullaşmayı şöyle açıklıyor: "Kır nüfus artışı yük­sek doğum oranına karşı, kentleşm e ve endüstrileşm edeki yavaşlıkla açıklanabilir. II. Dünya Savaşı son­rası durumun aksine eskiden genç köylüler sanayide çalışm ak için ken ­te göç edebiliyorlardı. B öylece tarı­ma bağlı nüfus 1921'de 9 .2 milyon­

dan 1938'de 11 .8 milyona çıktı, yüzde 28'lik bir artış gösterdi." (21) Yani eskiden Avrupa içlerine göç ede- . bilen yoksul Yugoslav köylüsü 1 9 3 0 buhranı ile bu olanağını yitirdi. Yugos­lav kırlannda kır projeleri sayısı arttı. 1940'larda kır nüfusunun kabaca 12 milyon olduğunu düşünürsek bunun yüzde 47'si, yani 5 .6 4 0 .0 0 0 kişi kır yoksulu, proleteridir. İşte partizanlar bunlardır. Gerçekten bu yoksul köylü­ler YKP'nin iddia ettiği devrimci köylü olabilir.

"Tomasevich 1938'de Yugoslav­ya'nın bütününde yüzde 44.4'lük fazla kır nüfusu olduğunu hesaplar am a Yugoslavya'nın her konusunda olduğu gibi büyük bölgesel farklılık­lar gözlenir. Kır nüfusunda Primor- ye d e ki fazlalık- yüzde 68.1 iken Voyvodinq'nin bir bölgesi Budov Ba- navina'da yüzde 2 .4 dür. (22).

Tuna nehrinin kuzeyinde sanayi­nin gelişkin olduğunu söyledik. Slo- venya, Hırvatistan ve Voyvodına böl­gelerinde yaşayan yoksul köylü Avru­pa ülkelerine proleterleşmeye gitme olanağına sahiptir. Geriye katan köy­lüde burjuvalaşibilir, bir Avrupa kır burjuvası gibi az çok modernleşebilir.

"Bazı köylüler kooperatifleşm e­yi arttırıp, eğitim sel faaliyet veren kendine yardım örgütlenm eleri kur­muşlardı ve köylü politik taleplerini belirlem eye çalışıyorlardı. İki savaş arasında Sırp ağırlıklı Belgrad Hü- kümeti'ne karşı m uhalefet yürüten Hırvat Köylü Partisi bu tür faaliyet­leri örgütlüyordu. Parti köylülere su kaynakları açılması, sulama kanal­ları geliştirilmesi enerji istasyonları kurulması için baskı yapıyordu. Ay­rıca tarım fuarları ve pazarları aç­mayı düşünüyor, köylülerin politik ve ekon om ik grup o larak çıkarlarını temsil etm eye planlıyordu. (23)

Kapitalizmde gördüğümüz bu tür kooperatifleşme tüm kuzeyde yaygın­dır. Bir Yugoslav yetkilisinin belirttiği­ne göre "1940'lar Yugoslavya tahıl üretiminin dörtte biri, hayvan ihra­catının yüzde 4 0 ‘ı bu tür kooperatif­lerden yapılırdı ve Sırbistan'da satı­lan tarımsal üretimin yüzde 60'ı ko ­operatiflerden gelirdi." (24) O dö­nemde monarşi olduğunu hatırlarsak, iç ve dış ticaretin Prensliğin elinde ol­duğunu düşünürsek, ne demek gere­kir. YKP’sinin iddia ettiği gibi savaş gerçekten yoksul halk ve burjuva ara­sında mıdır? Kendi saflannda burjuva unsurlar yok mudur? Hayır kuzeyin or­ta ve yoksul burjuvazisi Ulusal Cephe

34

Page 38: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

içindedir ve Prensliğe karşı dövüşmüş- tür. Onlar artık omuzlarındaki çürü­müş feodal artık prensliğin yükünü at­mak burjuva bir düzen kurmak özle­miyle Ulusal Cephe içine girmişlerdir. Prenslik Tuna'nın kuzeyinde burjuva gelişiminin önünde durmaktadır. Atıl­mak, yıkılmak zorundadır. Yugoslav­ya kırlarının kuzeyindeki gerçekliği budur.

Güney ve güneydoğuda gerçeklik bambaşkadır. Dağlık Dalmaçya ¿yıla­rı, Bosna-Hersek ve Sırbistan'ın güne­yi, Montenegro, Kosova ve Makedon­ya bölgeleri, eski Osmanlı İmparator­luğu topraklanna yaklaştıkça dalga dalga yoksullaşır. Toprak yukandaki verimliliğini kaybeder, ünlü Makedon­ya dağları başlar. Bizim dedelerimiz Yugoslavlara domuz çobanı derler. Yersiz de değildir. Osmanlı impara­torluğu nun domuz çobanlan yaşar bu dağlık arazide. Yoksul köylü yığınlan bannır. Kır nüfusunun yukanda belir­tilen yüzde 6 8 .1 lik fazlalığı buranın gerçekliğidir. 1500'lü yıllardan beri burda köylü isyanlan ile ünlüdür. Son olarak 1918'de Prensliği toprak refor­mu yapmaya zorlayan da bu gerçek­liktir. Doğa koşullan, yoksulluk köylü­yü devrimci yapmış, "toprak işleye­ne" sloganının bilinçlerine yerleştir­miştir.

Toprak reformu politik ve ekono­mik olarak gereklidir ama "1933'lere hatta yer yer 1 9 4 0 ’lara kadar ta­mamlanmaz. Eski Türk toprakla­rında reform kuzeydeki oualardan daha çabuk gerçekleşir. (25) Nedeni Osmanlı topraklarındaki dirlik düzeni­dir. "Toprak beyi büyük topraklar­dan vergi alsa bile toprak küçük kü­çük, köylü aileler taraf ından işlenir­di. Toprağın üstünde yaşayan köy­lülere devri ise basit bir yasal işlem ­di, ön ceden tek bir kişinin olan (ku- zeydekine benzer bn) büyük topra­ğın bölünm esi gibi olmuyordu. "(26) Prensin yaptığı toprak reformu özün­de eski Osmanlı beyine verilen vergi­nin kaldırılması, toprağın, üstünde iş­leyene verilmesidir. Ama nüfus fazla­lığı yüzde 64'lere varır.

Sonuçta YKP’nın toprak mülkiye­tini 2 5 0 dönümle sınırlamasının bura­ları ile hiç mi hiç ilgisi yoktur. "1948'de Yugoslav kırlarının yüzde 94'ü özel mülkiyetteydi ve ortalam a çiftlik büyüklüğü 5 hektarın (50 d ö ­nüm bn) altındaydı." (27) Yugoslav­ya genelinde 5 0 dönüm mülkiyet sını­rı getirilse bile ancak hızlı bir sanayileş­me ile sorun çözülebilecektir. YKP yö­

neticilerinin işi gerçekten zordur. Ya kuzeyin kır burjuvasına uygun bir poli­tika yürütülecektir, (o zaman güneyin yoksul devrimci partizanlannın isyanı göğüslenecektir) ya da güneyin yoksul köylüsü temel alınıp hızlı bir koopera­tifleşmeye ve millileştirmeye gidilecek o durumda da kuzey zengin kır burju­vazisi ile savaşılacaktır.

YKP'sı ne yardan ne de serden ol­mak ister. İkisini bir potada eritmeye girişir. Dağlık, sahipsiz alanlarda kol- hozlar kurulur. Yoksul köylülüğün bir kısmı buralara yerleştirilir. 1 0 0 .0 0 0 topraksız köylü Voyvodına'ya taşınır Almanlar dan geri alınan topraklarda­ki kolhozlara yerleştirilir. İş savaşın çıkmaması derdine düşen YKP yetkili­lerinin kolhozlann ya da Yugoslav­ya'da ki adı ile İş Kolektiflerinin verim- İiliği ile ilgileri yoktur. Toprak ne kadar büyüktür, kaç kişiyi besleyebilir, gibi bir sorunu düşünmezler bile. Hiç bir kriter belli değildir. Amaç yoksul ve gerçekten devrimci köylüyü pasifleş­tirmektir.

1948'lere, Stalin'le kopuşma dö­nemine gelindiğinde ortalık çok karı­şık ve belirsizdir. " ... ko llektif üyeleri arasında çoşku vardı am a dışarıdaki köylüler kaygılı şüpheli hatta düş­mandırlar." (28) Kollektifleşmeyi özendirici bazı uygulamalar vardır. Ör­neğin sabun gaz gibi günün en temel gereksinimlerinde üyelere öncelik ve­rilmektedir. Tanm aletlerinin özel mülkiyeti sınırlıdır. Kooperatif toprak­lan traktörlerle sürülmektedir. Elbette bunlar içeride, devrimci köylüde çoşku yaratmaktadır. Dışandakiler kararsız­dır. Kooperatife girmek, özel mülki­yetlerinden olmakla, küçük ama kendi toprağını sürmek arasında bocala­maktadırlar. Hem kaygılıdırlar hem de bir anlamda düşman.

İş Kollektifleri yukanda anlattığı­mız düzensizlik ve plansızdık nedeniy­le tam olarak verimli değildir. Öte yan­dan özel mülküne sahip köylü yann ne olacağını bilmemektedir. Toprağa canla başla sahip olamamaktadır. Ya­nn elinden alınabilecek düşüncesi üze­rine yatınm yapma isteğini kırmakta­dır. Tanmsal üretim düşer. 19 5 0 yılın­da büyük bir kuraklık yaşanır. Tohum­lar yenir. Bir yıl sonra tekrar bir kurak­lık daha yaşanır. Yugoslavya bir fela­kete doğru sürüklenmenin eşiğinde- didr. Öte yandan özel topraktaki köy­lülerden alınan zorunlu üründe parti yetkilileri gereksiz uçkunluklar yapar­lar. Bu KP'ne duyulan güveni azaltır.

Sonuçta, 19 5 3 yılında toprak mül­

kiyeti 100 dönüme düşürülür. Özel çiftliklere kredi açılır. Arkasından ABD'ilk tahıl yardımını yapar. Küçük toprağında kararsız bekleyen köylü açısından durum aydınlanır. Üç yıllık deneme süresi bitince kooperatifler çözülmeye başlar. Yugoslavya kırlan bugünkü kırlannı belirleyecek olan yo­la çıkar. Devrimci köylünün, proleter- ya dayatması olmadan varacağı dev­rimci konak bu kadardır.

Stalin Yugoslavyayı kulaklar ülkesi görmekte haklıdır. YKP'si istedikleri kadar itiraz etsinler uygulamalan kırda özel mülkiyeti özendirici olmuştur. Kırdaki sınıf farklılaşmasının önünü tı­kamaya çalışmışlar, uzlaşmazı uzlaştır­mayı denemişlerdir. •

Günümüz KırlarıŞimdi öyle bir ülke düşünelim ki

anayasa ile 100 dönüm üzerinde top­rak mükliyeti yasaklanmış. Oysa top­rağın verimliliği büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Toprak ne kadar büyürse o kadar makina ile sürülmeye, gübrelen- meye yatkınlaşır. Kapitalizmde kır te­kellerinin devasa topraklan dünyanın en verimli yerleri. Sosyalizm kırda top­rak mülkiyetini kaldırarak verimi daha da arttırma ufkunu veriyor.

Oysa Yugoslavya kırları en fazla 100 dönümlük çiftliklerle kaplı. Sos­yalizm kırda yok. Gerek kooperatif ge­rekse iş kolektiflerinin bugün kapladı­ğı alan ülkenin ancak yüzde 15 kadar, ancak bu kadar alan büyük agro-çiftlik olarak sürülebiliyor. Öte yandan kapi­talizmde gelişemiyor çünkü üstünde 100 dönüm sınırlandırması var. 19 6 0 yılına kadar özel çiftliklere tarım aleti satın alma hakkı bile tanınmıyordu. Şimdi buna olanak var ama kırlann ve­rimi çok düşük. 1 9 8 0 yılında verimi

35

Page 39: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

arttırmak için IMF ve Dünya Banka- sı'ndan "Yeşil Devrim" kredisi almış. Pek bir yarar sağlamamış. Avrupa'nın en verimli topraklan en bakımsız atıl topraklar durumunda. 1930'larda Hitler ordusunu beslemiş olan Yugos­lavya şimdi Avrupa'dan her yıl tahıl alan bir ülkedir.

30 yıldır kırlar nesilden nesile geçe geçe daha da küçülmüştür. Kırlar köy­lüye hiç bir ufuk vermez. Yann bir ka- nş toprağın iki kanş olur demek im­kansızdır. Yaşlılar boğaz tokluğuna sürerler. Kendilerini geçindirmekten uzaktırlar. Gençler okuldan sonra he­men kente geçerler. Çoğu köyde tek bir gence rastlanmaz. Bu anlamda kentleri beslemeye yetmez Yugoslav­ya kırları.

Kırlann bölünmüşlüğü köylünün başına derttir. Ne satabilir ne geçimini sağlayacak kadar arttırabilir. Bu bir tek Yugoslavyaya özgü bir özellik ge­tirmiştir. Bu ülke yan proleter yan köylü bir tabaka oluşturmuştur. Top­rağın hasat yapılacağı ağustos ve ekim arası bir çok fabrika ya kapanır ya da kapanmakla yüz yüze kalır. İşçilerin çoğu ya yıllık izinlerini alarak ya da hastalık bahenesi ile minicik toprakla- nnda hasat toplamaya giderler. Kent­te proleterliğin durumu da çok iyi ol­madığından kırdan elde edilen ürün bütçeye katkıda bulunmaktadır. Yu­goslav köylü-proleteri bu ürünü, sat­maktan çok kış günlerinde sofrasında yemeyi hedefler. Bu tabakanın ülke içindeki yüzdesi 40'ı geçer. Sonuçta kırlar kentlerin gelişimine destek ola­cak yerde Yugoslavya da tam tersine köstek olmakta, fabrikalarda çalışan işgücünü çalmaktadır.

Son olarak yukanda sözünü ettiği­miz, içinde özel mülkiyeti olan agro- çiftliklerle küçük çiftliklerin bir karşı­laştırmasını verelim. 1 9 7 5 yılı verileri­ne göre bu büyük işletmeler kırlann yüzde 15'ini kaplar. Banndırdıkiarı nüfus toplam içinde yüzde 6 5 dir. Ama tarımsal üretimin yüzde 25'ini gerçekleştirirler, piyasada satılan te­mel tarım maddelerinin yüzde 46'sı bu çiftliklerde üretilir. Öte yandan özel çiftlikler ülkenin yüzde 85'ine yayılsa bile ürettiğinin yansını kendi kendine tüketmektedir, geliri ise diğerinin yan­sı kadardır. Bu köylülüğün yüzde 38'i geçimlerinin yansını dışandan elde et­mektedir. (29) Yani ya fabrikada şur- da burda çalışmakta ya da dışanda işçi olan bir yakınından yardım görmekte­dir. Yugoslavya kırlan yürekler acısı­dır. Küçük burjuvazinin kırdaki ufkuna

çok güzel bir örnektir.

BÖLÜM IIISTALİN ELEŞTRİSİ VESAĞA KAYIŞ TEORİLERİYugoslav yöneticileri Komün-

form'dan atılınca arkalanndaki sosya­lizm desteği kalkar. Kendilerini yol ayı- nmında bulurlar. Ya Stalinin eleştirile­rini kabul edecekler buna uygun politi­ka izleyeceklerdir. Güneyin yoksul köylülüğü çıkarlan doğrultusunda bir politika izlemeyi hızlandıracaklar, ku­zeyin burjuva talepleriyle dövüşecek­lerdir. Bunu yaparkende tabanlannda- ki zayıf poreletarya öncülüğüne ve ol­mayan gücüne güvenecekler. Ya da tam aksi, kuzeyin burjuvazisinin talep­lerinin arkasına yoksul köylülüğü taka­caklardır. O zaman da hem proletar­yaya hem de yoksul köylüye karşı Sta­lin ile hasaplaşacaklardır. İşte bu ikinci yol tutulur. Yugoslavya sosyalizm öz­lemli küçük burjuvalar ülkesi olur.

1 9 4 8 -4 9 arası hani hani Mark- sizm-Leninizm ile Stalinist sosyalizm arasında zıtlıklar aranmaya çalışılır ve küçük burjuva sosyalizminin teorisi ya­pılır. İlk önce nasıİ bir iktidar olunduğu açıklanmak zorundadır. Proletarya diktatörlüğü mü, halk demokrasisi mi­dir? Halk demokrasileri yeni kurulan Doğu Avrupa sosyalist ülkeleri modeli­dir. Sovyetİerde yaşanan ise proleter- ya diktatörlüğü. Doğu Avrupa ülkeleri proletaryası diktatörlük kuracak güçte olmadığından diğer sınıf ve tabaka partileri ile koalisyonlar kurmuştur. Proletarya diktatörlüğü sonraki bir aşama olarak önlerinde durmaktadır.

Yugoslav yöneticilerin yukanda anlatılanlara bakışı farklıdır. Djılas so­runu tam ters olarak koyarak halk de­mokrasilerini, proletarya diktatörlü­ğünün bir üst biçimi olarak değerlendi­rir, ve "eğer olm asaydı iktidarı diğer sınıflarla paylaşırdık" proleterya dik­tatörlüğü dememelerini şöyle gerçek­lendirir:

"Taktik olarak, köylülüğü ve kü­çük burjuvaziyi sınıf o larak ürkütür- dü. Proletarya diktatörlüğü terimi kitlelerin bazı kesim leri tarafından reddedilirdi; iktidardan indirilen burjuvazi onları korkutup, hüküm e­tin kendi hüküm etleri olm adığı dü­şüncesine çekebilirdi. Ve teorik o la ­rak, Yugoslavya'da, Ekim Devrimi hem en sonrasında Sovyetİerde ya­şandığı gibi bir proletarya diktatör­lüğünün katı özellikleri yoktur. Am a bu halk devriminin Leninist te­orideki proletarya diktatörlüğün­

den farklı olduğunu gösterm ez." (30) Yugoslav yöneticiler iktidarlarına proletarya diktatörlüğü diyemiyorlar çünkü köylülükten korkuyorlar. Prole­taryanın gücü yoktur, iktidar olamı­yor. İktidarda ama iktidarsız bir prole­tarya. Bunun siyasetteki adı halkçılık­tır, populistliktir. İKi yüzlülüktür. Öte yandan Sovyetlerdeki biçimiyle bir proletarya diktatörlüğü yoktur. Dev­rim sırasında Sovyetler Birliğinde çe­şitli sovyetler oluşmuştur. İşçi sovyetle- ri, köylü sovyetleri, askeri sovyetleri kurulmuştur. Yani her, sınıf ve aydın, kendi çıkarlannı temsil eden bir örgüt­lenmeye gitmiştir. Yugoslavya'da ise halk komiteleri vardır. Halk komiteleri içinde zengin köylü, yoksul köylü, kır proleteri olduğu gibi aydın da vardır. İktidan da devrim sonrası bu komiteler üstlenmiştir. Şimdi bu halk komiteleri Ekim Devriminin sovyetleri midir? Bi­ze göre elbetteki değildir. Ama Yugos­lav yöneticileri göre halk komiteleri sovyetlerin bir evresi de değildir ondan daha ileridir. Soruna bakış açısı tama­men tepesi taklaktır. Halk komiteleri içinde çeşitli sınıf ve tabakalann kay­naşmış, kaynaşabilmiş olması onlan sovyetlerden üstün kılmaktadır. Böy- lece halk komitelerini olduklanndan daha sol görerek Yugoslav yöneticileri gericilik yapmaktadırlar.

Küçük burjuva teorisyenleri kendi sosyalizmlerini Doğu Avrupa halk de­mokrasilerinden de farklı görürler. Oralardaki tartışmalan gereksiz ve sı­kıcı bulurlar. Farklı halk tabaka ve sınıf- lann ayn partileri olmasını kendi ulusal cephelerinden geri bulurlar. Ulusal Cepheleri oysa bunu yaşamak, o gün­kü kozmopilit yapısını aşmak zorunda­dır. Yugoslav teorisyenleri bunu da görmezler.

Bağlantızların miman Kardeli Yu­goslavya'nın halk demokrasisinden ne anladığını şöyle dile getiriyor-. "Halk dem okrasisi proletarya diktatörlü­ğünün "özel dem okratik bir biçimi­dir."... halk dem okrasilerinin yapısı çalışan geniş kitlelere yani halka gi­d erek daha ço k güvenebilm eye o la ­nak tanıyan tarihi koşullarda doğar. Devletin yönetim inde kitlelerin günlük ak tif katılım ına güvenilebi­lir. Günümüzde Sovyetler Birliğinin 3 0 yıldan beri varolduğu ve sosyaliz­min dünya çapında tarihi bir za fer kazandığı koşullarda, geçiş dön em i­nin bu halkçı dem okratik yanı daha ağırlıklı o larak ön e çıkm aktadır. Çünkü bugün sosyalist bir devlet, kitlelerin daha geniş kesimlerinin

36

Page 40: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

katılımına Ekim Deurimi sonrasın­da p ro leter diktatörlüğünün tanı­yabileceğinden de çok olan ak ver­m ektedir. Bu koşullarda, kitlelerin devlet yönetiminin bütün katm an­larına direkt katılımı daha artar, d e ­m okrasi derinleşir ve daha da geli­şir." (31) Kardeli'ye göre bu nedenle de halk demokrasisi proletarya dikta­törlüğünün bir üst evresidir. Yugoslav­ya yöneticileri diktatörlük yerine de­mokrasi derdindedirler. Onlar için farklılaşmaya çalışan halk vardır. Çe­şitli partiler yoktur. Bu halka devlet teslim edilmelidir. Bunun teorisi yapıl­maktadır. Yıllardır Sovyetler Birliği nedeniyle sosyalizm saygınlık, kazan­mıştır. Proletarya diktatörlüğü deme­nin gereği yoktur. Artık her tabaka sosyalizm özlemi içindedir. O nedenle halk demokrasisi, proletarya diktatör­lüğünden üsttedir.

Halk demokrasisi böyle konduk­tan sonra Stalin'in proletarya diktatör­lüğü eleştirisine geçilir. "Bu eleştiri devlet kapitalizmi teorisi o larak bili­nir. Tem el olarak devlet mülkiyeti ve üretim araçlarının kontrolü baş­taki geçiş dönem inin ayrılmaz bir parçası oluşu sadece ilk dönem dir. Kapitalizmin bütün kalıntıları orta­dan kaldırıltıktan sonraki süreç devletin yok oluşuna varmalıdır. Eğer yok olm uyorsa ki, 1950 de Sovyetler Birliği'nde böyle bir belirti yoktur, o zaman geçiş dönem inde bir çelişki var dem ektir. Başta, artı değer kapitalistler yerine bürokrat- larca özümsenir. Sonuçta, bürok- ratlaşma kendi içinde bağımsız bir sistem haline gelir, üretim araçları­nı kendi kontrolunaalır. Son olarak bürokratlar ayrı bir sınıf olurlar, devlet kapitalistidirler." (32)

YKP'si, Stalini sosyalizmi, devlet kapitalizmi haline getirmekle suçlar. Marksizm devletin zamanla yok olaca­ğını söylemektedir. Oysa Stalin'li Sov- yetler'de devletin yok oluşuna doğm gidilmemektedir. Kamu araçlannın mülkiyeti, devleti idare eden borükrat- lann eline geçmiştir. Bürokratlar işçi­nin artı değeri üzerinde karar vermek­tedirler. Evet, Stalin'in bürokratikleş­tirme eleştirisi doğrudur. Pragmatik küçük burjuvalar bir kaç yıllık pratikle­riyle bunu görmüşlerdir. Ancak artı- değerin işçi köylü devletince dağıtıl­ması sosyalizme aykın değildir. Hatta bunun merkezden dağıtımı gereklidir. Yugoslavya bunun doğruluğunu 30 yıl sonra kabul edecektir. "Stalin'in yan­lışı artı değerin devlet eli ile dağıtı­

mının soysuzlaşmasıdır. İşçi köylü devleti bu dağıtımın kontrolünü sağlayıcı mekanizm ayı iyi kurm ak zorundadır. Bugün tüm Doğu Avru­pa ülkelerinde bu m ekanizm adaki aksaklıkları hayretler içinde ve o jey ­le izlem ekteyiz. Ne yazıkki."

Yugoslav küçük burjuva yöneticile­ri böylece kendilerini proletarya dikta­törlüğünden kurtanr, "halk d em okra­sisi" "özgürlüğüne bayrak açarlar. Ama bu kez de ters uca savrulurlar. Stalin, bürokratikleşmeyi koyulaştınr- ken Lenin'in demokratik merkeziyet­çilik ilkesinin merkeziyetçi yanına ağır­lık vermiş olmaktadır. Bugün tüm Do­ğu Avrupa KP'lerinin de aynı yanlış içi­ne düştüklerini görüyoruz, şöyle eleşti­riyorlar şimdi Stalinist uygulamalan: "Politik kararların doğruluğu bilim­sel karakteri ile açıklanıyordu, nasıl kabul ed ildiklerine önem verilmi­yordu. "(33) Farklı sınıf ve tabakalann talepleri bir sosyalist Marksist bilimsel­lik kalıbına sıkıştırılıyordu. Bilimsellik iyice katı dar birer kalıp haline gelmiş­ti. Ama böyle bir gelişme "hükümetin bilimdışı yöntem lere ulaşmasına va­rıyordu." (34) KP'ler bilimsel doğrular diye diye sosyalist bilimin dışına çıktık­larının farkında değillerdi. Bu merkezi­yetçilik giderek katmerleşip bugünkü kendi yıkımına vardı.

Ama Yugoslav yöneticileri tam tersinden bilimselliği halk insiyatifine vererek, demokratik yanı vurgulaya­rak, küçük burjuva kendiliğindenciliğe varacaklardır. 12 Eylül yenilgisinden sonra bu zihniyet bizim siyasetlerimiz­de de moda oldu. Herşey tartışılacak, herşeyde demokrasi olacak deniliyor. Yugoslavya, Stalin merkeziyetçiliğin­den kaçarken bu mentaliteye vanr.

Devlet mülkiyeti Yugoslavya'da sosyal mülkiyet adını alır. Sosyal mül­kiyet işçilerin malı ise kontrolünü on­lar yapmalıdırlar. İşçiler kuracakları konseylerle yalnız üretim araçlannın değil, aynı zamanda Sovyetlerde ol­madığı şekliyle artı-değerin de sahibi olacaklardır. Bunu istedikleri gibi kul­lanma hakkına sahiptirler. ÖZ YÖNE- TİM'in teorisi budur.

Öz Yönetimin pratik işleyişine geçmeden Partinin öncü rolü üstünde vanlan konağı anlatalım. YKP'si mer­keziyetçiliği demokratikleştirip artı- değeri de işçilere teslim ederek KP'yi dağıtma yoluna girer. 1952'de yapılan kongre ile partinin adı Lig olarak de­ğiştirilir, Yugoslav Komünistler Lig'i, YKL olur. Böylece hem görevi değişe­cek hemde Sovyet etkisinden kurtulu-

nacaktır. Kongre YKL'in görevini şöy­le benimser.

"Kongre, sosyal ilişkilerde daha dem okratik yönetim biçim ine geç­tikçe, komünistlerin tem e! görevi ve rolü de, kitleleri eğitim ede politik ve ideolojik işolur... kom ünist Lig e k o ­nomik, devlet ve sosyal hayatta di­rekt yönetici ve em redici olam az." (35) Parti bir danışma organı gibidir. Teori, pratikten kopartılır. Devlet bü­rokrasisi ve temel tüm parti organları lağvedilir. MK'nin yetki ve sayısı azaltı­lır, böylece halkın eğitimine daha çok vakit aynlacaktır. Eğitim sosyalist bi­linci artırmak, herkesin ideolojik bilin­cini partilinin bilinç düzeyine çıkart­maktır. Parti pratikte geri çekilince halkın girişimi ortaya çıkacaktır. Parti halkı ikna edecektir. İkna kelimesi il­ginçtir. Yeni ama şimdi yine eski oldu. Demokratik Alman lideri Egon Krenz de partinin hatasının "halkı ikna et­m ek yerine yönetm ek" olduğunu söy­lüyor. (36) Ama YKP elinde iktidaryet- kisi olmayan bir ikna mekanizması kurmaktadır.

Yugoslavya çok ilginç bir ülkedir, benzeri bizce yoktur ve sanınz olma­yacaktır da. Bir devlet düşününkü par­tisi yok. Partiler kapitalizmde de var sosyalimz de de. Ülkede farklı sınıf ve tabaka görmeyenler sonuçta aradıkla- n proletaryayı da bulamayınca KP'ye eğitim görevi verip aktif politikadan uzaklaştınrlar. Ama parti olmayınca halkın ne istediği nasıl bilinecektir. Halkın nabzı nasıl ölçülecektir. Yugos­lavya bir çözüm getirmek zorundadır elbette.

Partinin adının Lig yapıldığı gibi Ulusal Cephenin adı Sosyalist birlik olarak değiştirilir. Böylece halkın ne istediği Birlik'in sesinden dinlenilecek­tir. Kardeli Birliğin görevini şöyle açık­lıyor:

"(Sosyalist İttifak) politik m üca­delenin tem el hattını belirleyen, devlet ve diğer kamu organlarını kontrol eden bir örgüttür.... Som ut politik ve diğer sosyal sorunlar Sos­yalist Birlik içinde doğrudan çözül­melidir.... (S.B) işçi sınıfı ve sosyalist ü lkede yönetici güç olan tüm çalışan insanların politik Birliğidir. Birlik yoluyla politik rollerini yerine geti­rir, hüküm et ve diğer sosyal organ­ların sosyalist politikalarını belir­ler." (37) Komünistler Liginin Sosya­list Birlik içinde "öncü rolü"yoktur, sa­dece ideolojik-birlik olarak en tutarlı kesimidir. Birliğin herhangi bir yaptı- nm gücüde yoktur, sadece kamuoyu-

3"

Page 41: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

nun şekillenmesine, yöneticiler açısın­dan kontrol edilebilmesine yanyordu. Yugoslav yöneticileri yaptınm gücü olmayan politik bir kurum gereksini­mini böylece gideriyorlardı.

Komünist Parti nin ilk 5 yıllık uy­gulamaları Ulusal Cephede yaşanma­sı gereken sınıf aynşmasını gündeme getirmişti. Cephe çeşitli gruplara bö­lünmüştü ve parçalanmak üzereydi. Herkes parti ve devlet içinde kendi ta­raftarlarını aramaya, yeni ilişkiler kur­maya başlamıştı. Ulusal Cephenin parçalanması, Yugoslavya bütünlüğü­nün parçalanması anlamına gelecekti. Zıtlaşmanın bir şekilde cephe içinde tutulması gerekiyordu. Ona yeni bir konum verilerek bu çözülmeye çalışıl­dı. Politik zıtlıklar Birlik içinde boğul­du.

Sosyalist Birliğin başka bir işlevi daha vardır. Yugoslavya sosyalist kamptan kopmuş kapitalist kampa yanaşmaktadır. Bir anlamda sosyal demokratlaşmaktadır. Eski devrimci günlerde sosyal demokrasi işçi sınıfını burjuvazinin kuyruğuna takmakla işçi sınıfının en büyük düşmanı olarak gö­rülüyordu. Şimdi denize düşünce sos­yal demokrat simidine sanlmak isteni­yordu. Sosyalist Birlik böyle bir işlevi de yerine getiriyordu.

Aynı şekilde KP'nin sağa kayışına gerekçe yine Sosyalist Birlik olacaktır. Yugoslavya hep yalpalayan bir ülke­dir. Bazen liberaller bazen sol radikal­ler ülkeye hakim olurlar. İki başlığın ifadesi işte KP ve Sosyalist Birliktir. Fazla sağa kayıldığında Sosyalist Bir- lik'ten, fazla sola kayıldığında da KP

den bir kurban verilerek işler dengede tutulmaya çalışılır. Birliğin en büyük başarısının Yugoslavya'yı Balkanların Lübnan'ı olmaktan kurtarmak olduğu söylenir. 1980'de 14 milyon üyesi vardı. Bu, 14 yaşın üstündeki nüfusun yüzde 85'i demektir. (38)

Son olarak YKP'nin bugünkü yapı­sına değinerek bu bölümü bitirelim. Lig, Marksın proletarya partisinin ilk ilkel biçimine verdiği addır ve bu an­lamda bu kelime yol göstericidir. Leni­nist bir parti ile ilgisi yoktur. Eski bir Lig önde geleni D. Soskic, Lig'in diğer Do­ğu Avrupa KP'lerinden farkını madde­lerken çok yol göstericidir. Bu madde­lere baktığımızda Lig'in Stalinist parti anlayışına tepkinin sosyalizmin dışına çıkmanın son konağı olduğuda ortaya çıkar.

Lig'in görevi a) "toplumun direkt (parti tarafından bn) yönetim inden özyönetim e" geçişini sağlamak. Yani işçilerin "kendi kendini yönetm esini güvence altına alm ak. Aşağıda g öre­ceğimiz öz yönetimin işlemesinin garantisini sağlam ak.1' b) "Partinin devlet işlerinden tam am en ayrılma­sı." Lig'in devlet işleri ile ilgisi yok­tur. S adece talep geldiğinde halk eğitilir, sosyalist bilinç verilir."c) Lig ve diğer parti örgütleri arasındaki ak­tarma kayışı ilişkisinin ilgası' nı sağlar Lig'in diğer örgütlenmelerinin kendi kararlannı yürütücü olarak kullanma hakkı yoktur. Kendi politikt yetkisi ol­madığı gibi başka örgütlenmeleri de basamak yapamaz.” d) Komünistler Liginin içişlerinde demokratikleşmeyi yerine getirir. Kendi içinde de merke­

ziyetçiliği olmayan demokratik bir ör­güt olması garantidir." e) Partiüyeleri- ne olağanüstü yetki ve haklar ver­m eye kesin m uhalefet" eder. (39)

Günümüzde Doğu Avrupa KP'leri- nin ne kadar merkeziyetçi, katı çürü­müş, "bilimsellik" adına anti demok­ratik olduklannı gördükçe Yugoslav küçük burjuvalarının daha 1950'lerde 5 yıllık deneyimleriyle bunu sezdikleri­ni ve küçük burjuvaca tepki duydukla- nnı anlamak olasıdır. Ama vardıldan konum ile de KP'yi tamamen fonksi­yonsuz, bir süs haline getirdikleri de ortadadır. Bir alıntı ile bitirelim. "Sırp köyünde orta eğitimin üstündeki üyelerin (ben çizdim) yüzde 54'ü Marks-Engels-Lenin'den tek bir ya­pıt ismi verem iyorlardı."(40) İktidar­sız eğitim bu kadar oluyor demek ki.

BÖLÜM IVZITLARI UZLAŞTIRMAFORMÜLÜ: "ÖZYÖNETİM"Aşın merkezi planlama, Stalin'in

desteğini çekmesi, altta Ulusal Cephe örgütlenmesinin kozmopolit yapısı, diğer acemilikler Yugoslavya'yı ilk 5 yıl sonunda cin çarpmışa döndürür. Her- şeyi bildiğini sanan ama pek birşey bil­meyen, hep sorumluluk isteyen ama verilince kaçan, dar ufuklu, bel kemik­siz, yalpalaması ile ünlü küçük burjuva kökenli Yugoslav yöneticileri, demok­rasi adına halkın kendiliğindenci talep­lerine kendilerini bırakmak niyetinde­dirler. Öyle bir sistem kurmalıdırlar ki hem sosyalizmin bazı ilkeleri hem de kapitalizmin bir takım nimetleri olma­lıdır.

Sosyalizm reforme edilir. Onun sosyal adaletçi yanı kalmalıdır. İşçinin işten atılması, işsiz kalması, artı-değe- rinin burjuvazi tarafından sömürülme­si olmayacak, eşit işe eşit ücret verile­cektir Sağlık, eğitim, kültürel gelişim olacaktır. Ama bunlar merkezi bir plan içinde değil, kapitalizmin kıyasıya dö- ğüştüğü pazar koşullannda, sosyalist pazar koşullannda gerçekleşecektir.

Özel mülkiyetin olmadığı durumda işçiler kendi kendilerine en rasyonel, rekabetin zararlanndan annıldığı milli servetin ziyan edilmediği bir ekono­mik modeli kuracaklardır. Sosyalizmin tepeden "buyurması", planı olmadan işçilerin kendi devleti kurulacaktır.

Çözülme (decentralizasyon) baş­lar. İlk önce bir kaç işletmeye ve kısa zamanda da tüm işletmelere kendi kendilerini yönetme yetkisi verilir, te­peye bağımlılık kalkar. 3 0 ’a kadar işçi­nin çalıştığı işyerinden herkes bir işçi

38

Page 42: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

kollektifinin üyesidir. Çok kısa çalışı­yorsa temsili kollektif kurulur. 2 yıl için fabrika da bizzat kol emeği ile çalışan­lar arasından seçilen yönetim heyeti her hafta toplanıp müdür ve teknik elemanlan denetlerler. Fabrika müdü- rününde yine aynı heyet belediyeler heyeti ile örneğin adayları arasından seçer. Heyet ayrıca fabrikada neyin ne kadar üretileceğine, artı-değerin ne kadarının yatınma aynlacağına, nereden hammadde alınıp, üretilenin nereye pazarlanacağına karar verir­ler. _

İlk DönemÇoğu Üçüncü Dünya Ülkesinde

devlet eliyle kapitalizm kurulmuştur. Yugoslavya'da ise devlet eliyle sosya­lizm, işçi iktidan kurulmaya çalışılır. İş­çiler birden mülkiyeti olmayan kapita­listler oluvermişlerdir. 19 5 1 -5 7 arası plan yapılmaz, asgari bir yıllık hedef belirlenir. Fakat kısa zamanda bunun zararları görülür, hangi işletmenin ne kadar üreteceği, ne kadar büyüyeceği­ni bilmek sosyal bir yapıya kavuşmak için önemlidir. Öyle ya bu işletmeler kar peşinde koşmamalıdırlar. Ama sosyal amacın ne olduğu konusunda bugün bile cumhuriyetler bir anlaşma­ya varamamıştır. Ama 1957-61 arası bir plan yapılmaya çalışılır.

ilk dönemde endüstri yıllık ortala­ma yüzde 13 tanm yüzde 7 .5 , ulusal ekonomi yüzde 10 .2 gelişir. (41) İşçi­ler gerçekten canla başla çalışmışlar­dır. Ama 1950'lerin sonuna gelindi­ğinde ekonominin dengesi bozulur. En başta sektörel denge kalmaz. Hafif endüstri yeterince üretilmiştir. Tüm Yugoslavların tüketemeyeceğinden çok ayakkabı vardır, ama yann üreti­mi sürdürecek kadar hammadde kal­mamıştır. Ağır sanayi de, hammadde sıkıntısı başlamıştır, işsizlik çözüleme­miştir. Enflasyon başlamıştır. Pazar doludur, alıcı yoktur. Borçlar ödene­memektedir. Ekonomi şişmiştir, üret­mek için üretilmiş, yoksa kalkınma pek sağlanamamıştır. Ekonomi bu anarşik yapısından kurtulmalıdır.

Nasıl, ne doğrultuda çeki düzen verilecektir ekonomiye? İki temel gö­rüş belirir. İlki tutucu, merkeziyetçi, soİ radikal kanattır. Bunlar açılımın aşırı olduğu, anarşiye vanldığını söyle­yerek, 1945'lerdeki gibi olmasa da merkezi planlama yapılması, pazann kontrol altına alınması gerektiğini sa­vunurlar. Rekabet ve pazar koşullann- dan uzaklaşmalı, federal yetkiler eski­den olduğu gibi artmalıdır.

İkinci grup, tahmin edileceği gibi

liberal kanattır. Ekonomideki denge­sizliğin rekabet koşullanndan değil, tam tersine rekabetsizlikten, Federal Hükümetin elinde tuttuğu piyasaya müdahale yetkilerinden geldiğini savu­nurlar. Merkeziyetçilik sözde kalkmış­tır. Federal Hükümet geçici kararlarla, fiyatlara, yatıranlara, kredilere müda­hale etmekte, ayrancılık yapmakta­dır. Piyasada söylenenin, sanılanın ak­sine gerçekten bir serbest pazar kuru­lamamıştır. Öte yandan, dış pazarlara açılmak gereklidir.

Tartışmalann altında yatan ger­çeklik on yıl içinde Yugoslavya'nın ikinci bir yol aynmına geldiğidir. Libe­ral kanat kuzeyin zengin cumhuriyet­leri Hırvatistan ve Slovenya'nın sözcü­leridir. Kendilerini ekonomik olarak daha güçlü görmekte, ulusal ekonomi­den, ona kattıklanna eş düşen pay al­mak istemektedirler. Federal Hükü­metin, zayıf cumhuriyetleri koruyucu tavnnı eleştirmekte, onun elindeki bu yetkiyi almak istemektedirler. Güne­yin geri bölgelerine yatınm yapmanın karlı olmadığını savunurlar. Onlara göre ulusal değerler buraya yatırım olarak gidince ziyan olmaktadır. Gü­ney hammadde deposu olarak ulusal ekonomiye katkıda bulunmalıdır. Gü­ney Cumhuriyetleri de kendilerince sömürülmektedirler. Kuzey kendile­rinden ucuz hammadde almakta işle­dikten sonra pahalıya satmaktadır. Sonuçta liberal kanat kazanır. Yeni bir reform paketi belirlenir. Ve buna uy­gun 19 6 3 Anayasası çıkanlır, Yugos­lavya adını Fedaral Halklar Cumhuri­yeti yerine Fedaral Sosyalist Cumhuri­yetleri olarak değiştirir. Artık Yugos­lavya 6 tane cumhuriyet, 2 tane özerk bölgeden oluşan federal bir devlet olur.

Cumhuriyetler DönemiYugoslavya'yı anlamak gerçekten

zordur. Anlaşılmak için benzetmeler yapmak hem zor, hem de yanlış anla­şılmalara yol açabilir. Fakat sorunu şöyle koymaya çalışalım. Bu dönem özünde işletmelerin, Federal Devlet boyunduruğundan kurtulması döne­midir. Tek tek işletmelerin çıkan, ne de olsa sosyal adaleti sağlamakla yü­kümlü olan devletin uygulamalan ile zıtlaşmıştır. Federal devletin elinde sa­vunma gücünün dışında sosyal ve yatı­ran fonu, dolayısıyla hem yaptınm gü­cü hem de ekonomik olanağı vardır. Ülkenin bütünlüğünü göz önüne ala­rak kaynak dağıtmaktadır. Bu durum­da işletmelerin tek tek çıkarlan zede­lenmektedir. Yeni anayasa ile bu so­

run liberal şekilde çözülmesinin garan­tisi alınmıştır.

Öz yönetim ile yetkilerin işletmele­re dağıtımı elbette sınırsız olmamıştır. Fıyatlann tüm ülke çapında belirlen­mesi, ¡ücretlerde bir kontratlı standart sağlanması Federal Hükümetin elinde kalmıştır. Devlette çeşitli cumhuriyet­lerdeki farklılıklan azaltmaya çalışmış­tır. Her işletmenin kazancından sosyal harcamalara aynlan bir fon vardır. Zengin cumhuriyet işletmeleri elbette daha fazla kaynak vermektedirler. Ama sonuçta aldıklan pay, ülke gene­linin ortalaması olmaktadır. Elbette bu zengin cumhuriyetlerdeki işletmelerin kaynaklannın pek yakın gelecek açı­sından çıkar sağlamayan yerlere dağı­tımı sonucunu vermektedir. Yeni ana­yasa bu fonu, işletme yerine cumhuri- yetlen almaya başlayacaktır. Yani cumhuriyetler vergi olarak işletmeler­den toplanacak ve bundan bir payı el­bette daha azını federal kasaya aktara­caklardır. İşletmeler böylece bir yük­ten kurtulurlar. Öte yandan sosyal so- runlan kendi sınırlan ile küçültürler.

Federal Hükümetin elindeki diğer parasal imkan az gelişmiş Cumhuriyet ve Eyaletlerin Kalkınmasına Kredi Aç­ma Fonudur (ACE KF). Ülkeye cum­huriyetler kriteri ile bakınca kuzeyin zengin cumhuriyetlerinin bu fondan kredi alması zordur. Zenginler buna da karşı çıkarlar. İddia ettiklerine göre ül­keye böyle bakmak sorunu çarpıtmak­tadır. Zengin cumhuriyetlerin öyle geri bölgeleri vardır ki, yoksul cumhuriyet­lerden daha az kalkınmıştır. O nedenle fonun biçimi ve kredi koşullan zengin cumhuriyetlerin de kredi alacağı şekil­de değiştirilir. Federal Hükümetin var­lığı bu konuda da sembolleşir.

En büyük sorun Federal Cumhuri­yetin elindeki mali kaynağın alınması­dır. Federal hâzineye bağlı tek bir Milli Banka vardır. Yani yasa ile tarım yatı- nm ve dış ticaret gibi fonksiyonlan be­lirli bankalara aynlır. Aynca cumhuri­yetlere, hatta belediyele banka kurma, bir cumhuriyet bankasının diğerlerin­den şube açması yetkisi tanınır. İşlet­melerin mali kaynak bulmak için Fe­deral Hükümet kapısını aşındırma zo­ru kalkar.

Aynca bu konuya bir aydınlık ka­zandıralım. Bankacılık konusu sosya­list ilkeler açısından karmaşık bir ko­nudur. Bankaya yatınlan tasarruf işçi­nin artı-değeri olduğu ve nasıl kullanı­lacağında karar sahibi olması zorunlu­luğu, banka yöneticilerinin kapitalizm­deki gibi yetkilerle donanmasının

39

Page 43: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

önünde durur. Bu bizim konumuz dışı­na taşan apayrı bir konudur. Biz sade­ce Yugoslavya'da bankalann diğer iş- letmelerdekine eş işçi kolektiflerince yönetildiğini ve uygulamada da kolek­tiflerin çeşitli işletmelerin ve belediye­lerin el altından kontrol ettiği birer ku­rum olduğunu söylemekle yetinelim.

Federal hükümet dış ticaret yani it­halat ve ihracat tekelini de elinde tut­maktadır. İşletmelerin ihraç ettikleri ürünün dövizi Federal kasaya girmek­tedir. İthalat yapılmak istendiğinde yi­ne Federal Hükümete baş vurmak ge­rekiyordu. Zengin cumhuriyetlere an­laşılacağı gibi bu ilkelerde dar gelir. Dış ticaret yeni yasa ile daha liberalleştiri­lir. Tek tek cumhuriyetlere dışan ile ilişki kurma yetkisi verilir. Kazanılan dövizin belirli bir yüzdesi işletmenin kontroluna devredilir. Bunun pratik sonucu olarak GATT'a girilir ve İMFden kredi alma olanağı doğar.

Anayasanın getirdiği diğer deği­şiklik cumhuriyetlerin yönetim yetkisi­ni arttırmaktır. Yetkiler işletmelerin daha kontrol altına alabilecekleri cum­huriyete verilirken diğer yandan bele­diyelerin zorundan da kurtulunmuş olunuyordu. 1953'de federal ve cum­huriyet hükümetlerinin görevi olduğu belirtilmediği durumlarda yürütme yetkisi belediyejere verilmişti. Beledi­yelerin bu yürütmeden gelen bir yığın yetkisi olmuştu. Özellikle fabrika mü­dürlerini atama ve değiştirme imkan­ları, çeşitli vergiler koyarak işletmele­rin üzerinde maddi zor kullanabiliyor­lardı. Belediyeler genellikle federal devletin yürütücüleriydi. Parti çözül­dükçe belediyeler güçlenmişti. Bu an­lamda daha merkeziyetçi, yani liberal­lere karşıydılar, ülke genelindeki çıkar çatışması somut olarak kendini beledi­yeler düzeyinde gösteriyordu. Yeni yasa bu yetkileri tek ele, cumhuriyet hükümetine veriyordu.

Cumhuriyetlerin yetkisi o kadar çoğalır ki kendi kaderini belirleme hakkına bile kavuşurlar. Kosova örne­ğin bu nedenle özerk bölge statüsün­den kurtulup cumhuriyet olma talebi ile ortaya çıkar. Cumhuriyet olarak fe­derasyondan yasal yolla ayrılabilecek­tir. Ayrılmasa bile böyle bir yetki silah görevi görmektedir. Aynca cumhuri­yetlerin yasa yapma hakkı vardır. Her birinde ayn ayn yasalar yürürlüktedir. Federal Hükümet'in varlığı bu sınırlar­da gümrük duvan yükselmesini önle­mektir. Öte yandan pratikte böyle bir duvar vardır. Yeni Anayasa ile Lig'in yaptığı kongre sırası tersine çevrilir.

Eskiden önce Federal lig'in kongresi yapılmakta sonra her cun ariyet Lig i yapmaktaydı. Bu durumda merkezin aidığı karar ve ona bağımlı kararlar al­mak öne çıkıyordu. Bu anayasa ile iş­ler tersine döner. İlk önce Cumhuri­yetler Ligi kendi çıkarlannı, hedefleri­ni belirler. Federal kongre de buna uyumlu ortak bir karar almak zorunda kalır.

Yeni reformlann ekonomide do­ğurduğu sonuçlar nelerdir? "Her bir cumhuriyet kendi dem ir çelik tesisi­ni kurdu ya da geliştirdi. Birçoğu ekon om ik uerimlilisi belirsiz araba, elektron ik, beyaz eşya, kimya tesis­lerine ve çeşitli oram larda yatırım yaptı. G ereksiz tekrarlar ve yatırım imkanlarının çarçur edilm esi, ne ya­tay ne de d ikey boyutta optim alleş- m e olanağını ortadan kaldırıyordu." (42)

Yugoslavya Türkiye'nin yaklaşık 1/3 büyüklüğünde bir ülkedir. Hayali­mizde Zonguldak ilimizin doğu sınınn- dan güneyde Antalya ilimizin doğu sı- nmna kadar uzanan bir hat çizelim. Yugoslavya işte bu çizginin batısında kalan alan kadar bir ülkedir. Şimdi bu­nun üstüne altı tane cumhuriyet iki ta­ne de özerk bölge yerleştirelim. İşte Yugoslavya cumhuriyetleri özde bu kadar küçüktürler. Bir cumhuriyet Trakya Bölgemiz, Marmara Bölgemi­zin geri kalanı başka bir cumhuriyet ol­sun. Bu cumhuriyetlerin her birinin kendi demirçelik tesisi, kendi araba, elektronik eşya fabrikası olsun. Size rasyonel geliyor mu? Milli değerin ras- yonal kullanımı mıdır? İşte 1960'lann Yugoslavyası merkeziyetçiliğin ba­ğımlılığından kurtuldukça, rekabet, iş­çi öz yönetimi diye diye böyle bir eko­nomi kurmuştur. İşletmeler hep kapa­site altı çalışmakta, verimlilik çok düş­mektedir. Fabrikalar kendilerini yeni- leyememektedir. Bütçeler sürekli açık vermekte, enflasyonist baskı giderek artmaktadır. Ekonomi yenilenmek is­temektedir, ama baştaki serbestlik kredi olanaklannın çoktan kullanılma­sı ve çarçur edilmesini doğunnuştur. Ne plan yapılabilmekte, ne yapılana uyulabilmektedir. Tam bir anarşi içine girer Yugoslavya.

Ekonominin vardığı bu son konak, sağa kayışın vardığı boyut elbettde Lig içinde tepkiler biriktirir. İstihbarat şefi, daha sonra başbakan olan Rankoviç gizli sol bir örgütlenmeye başlar. Özel­likle geri cumhuriyetleri, Bosna-Her- sek, Makedonya, Sırbistan ve Koso- va'da ilerici parti ve yetkililerle sürekli

irtibat içindedir. Ancak kuzeyin liberal­leri, Tito'yu da yanlanna alıp Ranko- viç'i görevden attırmayı başarırlar. Böylece Yugoslav yönetiminin tepesi liberal ağırlık kazanır.

Hırvat MilliyetçiliğiFırtınalı denizde gemisini kurtaran

kaptandır. Hırvatlar (cumhuriyetin başkenti Zagrep'tir) bu anarşik dö­nemde pastadan aldıklan payı arttır­ma yoluna çıkarlar. Hırvat-Sırp uzlaş­mazlığının temeli Sırp Prensliğine ka­dar uzanır. Sırplar askeri açıdan daha üstün ve gelişkindirler. Avrupa kapita­listleri kendilerine bağlı bir ülke kurul­ması sırasında Sırp Prensliğini bu ne­denle tercih ederler. Hırvatlar ise aksi­ne ekonomik olarak güçlüdürler ama, askeri ilanda güdük olmalan kendi ikti­darlarını kurma olanağını vermemek­tedir. Oysa dilleri Hırvo-Serbi, iki dil­den de kelimelerle kaynaşmış, tek bir dil olmuştur. Ama aralanndaki sürtüş­me kalkmamıştır.

Rankoviç bir Sırptır. Diğer iki özerk bölge Sırp topraklan içindedir. Hırvatlar Sırp zorunun devam ettiğini, Sırplann tüm cumhuriyetleri sömür­düklerini söyleyip başkaldınrlar. Ülke üretiminin yüzde 30'unu gerçekleştir­diklerini, ama bankalanndaki paranın tedavüldeki paranın ancak 1/6 oldu­ğunu, dövizlerin yansını ülkeye kendi­lerinin getirdiğini ama aldıkları payın yüzde 10'da kaldığını savunurlar. Yeni yasa verimliliği öne çıkarmış, her cum­huriyete genel ekonomiye kattığı ka­dar pay alması hakkını vermiştir ama Sırplar, iktidarda çoğunlukta olmanın avantajını kullanarak adil bir dağıtımı engellemektedirler. Sırplann (Baş­kent Belgrad, aynı zamanda Federal Hükümette burada) tüm uluslan baskı altında tutmasına son verilmesini ister­ler. Hırvatlann ayaklannı çizmeye gö­re uzattıklan alanlarda diğer cumhuri­yetlerden destek alırlar. Slovenya, geri cumhuriyet Makedonya hatta Kosova bu taleple birleşirler. Oysa Kosova en yoksul cumhuriyet oluşuyla Hırvatis­tan'ın anti tezidir. Ama milliyetlere da­ha fazla hak verilmesi Kosova elindeki kozu arttıracaktır.

Hırvat olaylan iyice çığınndan çı­kar. Tito'nun heykeli yerine eski bir burjuva milliyetçisininki dikilmeye çalı­şılır. para birimi değiştirilmek istenir. Bayrak belirlenir. Hırvatistan sınırlan içinde olan Dalmaçya kıyılannda do­nanma kurma çalışmalarına başlanır. Anayasanın değiştirilmesi karan ata­nır, vs. vs. Liberaller, arkalarına bazı parti yöneticilerini, gençliği, basın ya-

40

Page 44: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

yın kurumlannı, aydınlan katolik kili­sesini alırlar. Günlerce öğrenci genç­lik kenti işgal eder. Öte yandan Parti tutucuları ve Tito'nun temsilcileri ile gizli toplantılar yapılır. Sonuçta anlaş­maya varılır. Hırvatlar bağımsızlık is­teğinden vazgeçerler. 1 7 .0 0 0 Hırvat milliyetçilik suçlaması ile hapse atılır. 1 1 .8 0 0 kişi ceza yer. 1 .7 0 0 kişi sürü- lor. (43)

"Tito Hırvat milliyetçiliğinin halk tabanını kesm ek için aynı za­m anda ulusal taleplere birçok hak­lar verdi. Böylece, ihracat şirketleri döviz gelirlerinin eski yüzde 1 7.21lik kısmı yerine şimdi yüzde 20'sini, tu­ristik işletm eler yüzde 12 yerine ka­zançlarının yüzde 45'ini ellerinde tutabileceklerdi. Ayrıca aynı yıl için­de dinar iki kez devalüe edildi. Böy­lece Hırvatlar dövizden eld e ettik le­ri geliri arttırırken Sırp, M onteneg­ro, M akedonya gibi az gelişm iş böl­gelerin m eta ithalatı zorlaşm ış o l­du." (44)

Hırvat olaylannın sosyalizmdeki ulusal soruna ışık tutması gerekir. Marks ve Engels federasyonunun pro­letarya çıkarlarına hizmet etmeyece­ğini savundular. Federasyon proletar­yanın ekonomik bağlarını zayıflatır. Kalkınmaya, kısa bir tarih dilimi içinde yarar sağlasa da uzun dönemde prole- terya çıkarlarına zararlıdır. Hırvatların federasyona katkısı fazladır ama uzun dönem göz önüne alınıp bu katkı diğer cumhuriyetlere dağıtıldığında kısa devrede yapılabilecekleri katkı azal­maktadır. Sanayinin yenilenemeyip, diğer uluslararası sektörlerle uzun dö­nemde rekabet edemez duruma gel­melerine yol açacaktır. Sosyalizm ulu­sal farklılıkları azaltmada olumlu rol oynarken böyle bir gerçekliği de göz ardı etmemelidir.

1 9 4 5 -6 5 yıllan arasında Yugos­lavya'daki biçimiyle sosyalizm bu doğ­rultuda pek başanlı olamamıştır. Ulu­sal farklılıklar giderek artmıştır. Hatta 1956'dan bu yana sorun kuru bir laf olmaktan öteye gidememiştir. Az ge­lişmiş cumhuriyetler ve Kosova'nın Hızlandınlmış Kalkınma Fonu nun 1 9 7 6 yılında kullandığı kriteri Yugos­lavya'daki ulusal farklılığı yansıtması açısından aktaralım. (Tablo IH'e bakı­nız)

Kişi başına üretim Yugoslavya ge­nelinde 100 olarak kabul edildiğinde Slovenya neredeyse bunun iki katını üretmektedir. Kosova'nın katkısı ise yine Yugoslavya genelinin ancak 1/3'ü kadardır. İki cumhuriyeti karşı-

Tablo 3

C U M H U R İY E T L E R k iş i başına ü rün <1977-78)

ça lışan 10 0 0 k iş in in is tih d a m a ıa m <1978)

so s y a l sak. k iş i se rm a ye a ra n ı <1

Yugoslavya geneli 100.0 100.0 100.0Slovenya 196.8 171.7 197.0Hırvatistan 127.9 114.4 130.5Voyvodına (özerk) 122.3 103.2 100.6Sırp merkez 95.7 97.1 80.9Makedonya 6 6 . 8 8 8 . 8 75.1Bosna 67.4 76.7 76.0Montenegro 60.8 84.7 105.5Kosova (özerk) 29.5 51.9 46.6

Kaynak: Borba, 28 Nisan 1980 s.9 (aktaran 46)

laştınrsak fark 6 katına ulaşır. Biri ileri bir Avrupa ülkesi düzeyinde üretiyorsa diğeri geri bir asya ülkesi gibidir, İş bul­ma konusunda Slovenya'lı Kosova va­tandaşından çok daha şanslıdır. Buna karşın Slovenya'ya yapılan yatırım Kosovanın neredeyse 4 katıdır. Biz sa­dece iki uç cumhuriyeti incelemekle yetinelim. Genel olarak Yugoslavya yöneticiler devrim öncesi aldıklan mi­rasa özyönetim ile hiç bir şey ekleme­mişler. Ulus farklılığını olduğu gibi dondurmuşlardır. Her yeni yatının ise farkı azaltmak bir yana arttırmakta­dır.

Kosova sorunumun ekonomik te­meli daha açık olarak önümüzde duru­yor. Kosova olaylan Hırvat milliyetçili­ği ile ivme kazansa da konu daha çok Kosova'nın en başta cumhuriyete ka­tılması ile başlar. Tüm dünyadaki Ar- navutlann l/3ü Yugoslavya’da yaşar­lar. Ve bilindiği gibi Arnavutlann ba­ğımsız bir devleti Arnavutluk vardır. Kosova Arnavutları 1 9 6 0 ’lara sol ka­nadın lideri Rankoviç iktidara gelene kadar silahlannı bırakmamışlar, Yu­goslavya’dan aynlmak istemişlerdir. Rankoviç döneminde dağda mücadele veren partizanlardan 9 0 0 silah ele ge­çirilir. (47).

Kosova Yugoslavya'nın Kürt soru­nudur denebilir. Ülke sağa kaydıkça Kosova sorunu çatallaşır. "Kosova, Yugoslav milliyetler sorunun özel­likle de ekon om ik eşitliğin ulusal duyguları sileceği Marksist tezinin m ihenk tasıdır. "(48) Yugoslavya yar­dım fonuna Kosova adını özellikle ek­lemiştir. "Ancak m utlak olarak Koso- va'mn kazançları tartışma götürm e­se bile diğer Yugoslav fed era l birim­leriyle karşılaştırıldığında geriye kaymıştır ve bugünkü kişi başına

sosyal üretimi Yugoslavya ortala­masının yüzde 28.8'inden fazla d e ­ğildir. (49) Kosova Milliyetçiliği Büyük Arnavutluk Devleti hayalleri beslesede de özünde bunu daha fazla yardım al­mak için kullanır. Öte yandan, Federal Hükümetin "sol kanat"üyelerinin libe­rallere karşı kozu olarakta Yugoslav genelinin çıbanı haline gelir.

İşçiler S ahn edel9öO'larda cumhuriyetlerde par­

çalanma, özellikle Hırvat milliyetçiliği­nin burjuva talepleri, ekonomideki anarşi ortasında birden işçilerin sesi duyulmaya başlar. Grev konusu Yu­goslavya yöneticilerinin hiç akıllanna getirmedikleri bir konudur. Özyöne­timle iktidann işçilere verilmesi, böyle bir taleple yüz yüze gelinebileceğini düşündürmemiştir. Konu ortadadır. Grev yapmak ne yasaldır ne de değil­dir. Grevler birden işgücünün yüzde 80'inini içine alır. Ama çok dağınıktır. Süreleri çok kısadır. Yüzde 60'ı iste­diklerini hemen elde ederler ve grev bir kaç gün içinde biter. Taleplerin ço­ğu gelir dağılımı ile ilgilidir.

Herkes çok şaşınr. Ne olmaktadır? İşçilerin huzursuzluğunun kökü nedir? bu konuda yığınla araştırma yapılmış­tır.

"Fabrika işlerinden devlet bürok­rasisinin kalkınmasının, endüstride katılımcı dem okratik karar almayı garantilem ediği ortaya çıktı, iş Kol- lektifinin kendi üretim araçlarına ve artı-değerine yabancılaşm ası sanki daha zor görünür oluyor ve daha za­rarlı bir biçim alıyor gibiydi. Grevle­rin sayısının g iderek artması, sosyo­lojik araştırm alardan e ld e edilen ka­nıtlar, yetkililere tem el çelişkilerin işletm elerin kendi yapıları içinde o l­duğunu gösterdi." (50) İşçilerin grev

41

Page 45: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

yapma nedeni cumhuriyet yada Fede­ral Hükümetle ilgili değildi. İşçiler, kendi fabrikalanndaki çelişkinin sonu­cu olarak greve gidiyorlardı. Öyleyse özyönetimin fabrika birimlerini mik­roskop altına almak gerekiyordu.

"Jovanov'a göre iş bırakmalanna katılan protestoculann yüzde 7 4 ü özellikle eliyle çalışanlardı, (manual iş­çiler). "Ayrıca, iş bırakmaların yüzde 70'inde ki bu tür protestocuların yüzde 60'ını kapsar, sorun temsili organla değil, temsili organdaki yö­neticilerle ilgiliydi. Hatta iş bırak­maların yüzde 85'ine en az bir tem ­sili organ üyesi katılm ıştı."(51) İşlet­me içindeki saflaşma demek ki, işçiler ve seçtikleri yönetim heyeti ile değildi, düğüm, yönetim heyetindeki yönetici­lere karşı, sıradan işçiler ve temsilcile­rin birleşmesinde yatıyordu.

"Genelleme yaparsak, fabrika müdürleri, kısım şefleri, tekn ik uz­m anlar hem fabrika hem de ek on o ­m ik birim düzeyindeki temsili or­ganların karar vermesi konusunda son d erece etkiliydiler. Yasaya gö­re, yöneticiler sadece önerir ve yü­rütürlerdi. Temsili organlar karar verirdi. A ncak araştırmalar, ön er­m e yetkisinin karar yetkisini orta­dan kaldıracak şekilde ortaya koyu- labileceğini göstermiştir. Son kararı veren öz yönetim organları olsa bi­le, onların seçim yapacağı alterna­tifler, fabrika müdürü ve tekn ik per­soneli tarafından hazırlanıyordu. G enel o larak birbirleriyle yarışan önerilerin farkı, üretimi yapan işçi­lerin anlam ayacağı kadar karmaşık- ■ 11. Ayrıca herhangi bir öneriyi oldu­ğundan farklı gösterecek şekilde sunma olanağı da vardı. G enel o la ­rak tekn ik bilgi üstündeki yeten ek­lerinin ve kontrollerinin, yöneticile­rin elinde ço k güçlü bir silah olduğu ortaya çıktı." (52) Görüldüğü gibi ül­kenin ekonomik gidişi işçilerin elinde gözükse bile gerçekte müdürler, tek­nik elemanlar, uzmanlann, elindeydi. Ayrıca hiç şüphe yok ki dönenleri kav­rama yeteneğinde olan uyanık işçiler hatta çoğu yerde rastladığımız gibi sendika yöneticileri bu yöneticiler ta­bakası ile yetenekleri ölçüsünde kay­naşmışlar ve gelirden paylarını alıyor­lardı.

Yukarıdaki alıntılar bizzat Yugos- lavların kendi araştırmalanndan vardı­ğı sonucu yansıtır. Şimdi bu ülke konu­sunda uzmanlaşmış bir İngiliz'in dü­şüncelerini aktarallım:

'Yasa, İş Kollektifleri, yönetim e

katılm a haklarını işçi heyetleri ile gerçekleştireceklerdir dem esine karşın, işletm e müdürlerine üretim sürecini örgütlem e... işletmenin fa a ­liyetinin ve planının gerçekleşm esi­ni yönetm e... 'yasaları uygulama', yetkisini veriyordu. Müdürün işlet- ıfıe adına bağlayıcı andlaşm a yap­ma, işçi alma, işçiyi çıkarm a, günlük disiplini sağlam a yetkisi vardı. Yet­kisi dahilinde olduğu düşünülen ko ­nularda işçi heyetine danışm ak zo­runda değildi am a tem el politika d e­ğişikliği söz konusu olduğunda da­nışm ak zorundaydı. Günlük işler ve tem el politik sorunlar arasındaki ayırım ise açıkça belirlenm emişti." (53) Yazar az sonra şu yargıyı yapıyor. 'Yugoslav işçiler Ingiliz m aden işçi­lerinden daha çok fabrikalarının sa­hibi değillerdi... Ayrıca Yugoslav ve İngiliz işçiler arasındaki büyük fark, İngiliz işçilerin arkasında daha iyi ücret ve çalışm a koşulları m üzakere ed eb ilecek güçlü bir sendika olm a­sıydı." (54)

Yazımızın uzunluğuna karşın bu­günkü Sovyet reformlan açısından ko­nuyu değerlendirmeyi önemli görüyo­ruz. Gorbaçov da parti bürokrasisini kırmak, çürümüşlüğü temizlemek, va- nlan hantallığı yıkmak için fabrika yö­neticilerinin sorumluluğunu arttırdı. Ama Yugoslavya deneyi ile arada bir fark var. Gorbaçov bu arada bir yan­dan merkeziyetçiliği aynntılanndan arındırıp daha özleştirirken, işçilerin denetimini yükseltmeye hizmet ede­cek-Glasnostu, açıklığı getiriyor. Sov­yet uzmanlan Yugoslavya özyönetimi deneylerinden bu sınırlar içinde yarar­lanmaya çalışıyor, ya da çalışmalıdır­lar.

Yugoslavya deneyi bir konuya da ışık tutacak ip uçlan veriyor. Devlet adamlanndan daha güç ve yetki sahibi fabrika müdürleri, teknik elemanlar konumlanndan hiç te memnun değil­dir. Ekonomideki kargaşalık, başan- sızlık zaten bunun nedenlerini açıklar. Fabrika müdürleri, ilk dönemde Fede­ral Hükümet'in parçalanması ile yetki­leri artan belediyelerle işi götürmeye çalışmışlardır. Ama belediyelerin alan- lan, fabrikalann üretim alanı göz önü­ne alınırsa dardır. O nedenle cumhuri­yet dönemi, fabrika yöneticilerinin öz­lemi olmuştur. Ama cumhuriyetler de­diğimiz nedir ki? Büyüklüğünü yukan- da gördük. Öte yandan Yugoslavya herşeye karşın yine bir devlettir. Bir ekonomik bütünlük kurmuştur. Cum­huriyetlerin anayasası kendi kadeni ta­

yin hakkını verir. İstendiği anda Fede­ral Cumhuriyet'ten aynlınabilir ama is­tenen bu değildir. Ekonominin talebi başka doğrultudadır. Tam da Gorba- çov'un yaptığına uyar.

"Devletin rolü sorununu çözm ek zorundayız. Bugün, devletten şöyle bir söz etm ek bile yanlış anlaşılıyor; am a özyönetim den yana olan ko ­münistler dev lete karşı değiller, sa­d ece etatist dev lete (devlet için dev­let olm aya bn.) karşılar. Hatanın te­meli devletin yok olacağı fikrinin ba­sitleştirilm esinde yatar." (55) Marks'ın devletin yok olacağı tezinin vardmldığı noktanın yanlışlığı kabulediliyor. Devam edelim: "........ birplan yapm aya düşm anlık eken om i için yalnız 2 alternatif olduğu yanlış saptam asından doğdu-yasal olarak bağlayıcı fed era l plan yada tam a­men serbest pazar, ikisi d e başarılı sonuç verm edi ve ideolojik olarak ikisi d e kabul edilem ez. H atta.... se­çim var olan parçalanm ış bürokra­tik m üdahale ile özyönetim in yeni evresine dayalı örgütlü bir m üdaha­ledir." (56)

Sonuçta vanlan konak plan ve devlet ihtiyacıdır. 1973'de kabul edi­len anayasa Yugoslavya'ya BETO de­nilen özyönetimin başka bir devresini getirir. Yürürlükte olan da bu sistem­dir.

BİRLEŞİK EMEĞİNTEMEL ÖRGÜTLENMESİ (BETO) DÖNEMİPlan gerekliliğini Yugoslavya yine

kendine göre çözecektir. Çıkılan yol geri dönüşün önünü tamamen tıka­mıştır. Plan her yerde görüldüğü gibi tepeden değil aşağıdan yapılır. Üreti­len her ne olursa olsun eğer ki para bi­rimi ile değerlendirilemiyor ise o şeyi üreten işçiler emeğin en küçük birimi olarak kabul edilirler. Tüm işletmeler böyle örgütlenme birimlerina aynlır- lar. Büyük işletmeler bir anlamda BE- TO'ler Konfederasyondur. Örneğin bir tekstil fabrikasında 5 6 0 0 işçi vardır diyelim. Bu fabrika 2 0 BETO'ye bö­lünmüştür.

BETO ’ler nasıl çalışır? Her bir BE­TO üyeleri sürekli olarak tartışarak bir üretim hedefi belirlemeye çalışırlar. Çeşitli sektörler ve ülke genelinde bil­gili ekonomi odalan bu hedefleri top­lar ve ulusal ölçüde uyuma sokar. Bu çıkan taslak sendikalarla yapılan top­lantıda tartışılır ve bir andlaşma imza­lanır. Sonuçta tüm ülke ekonomisi 2 4 0 tane sosyal andlaşmaya uygun

42

Page 46: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

D iz im inancımıza göre sosyalizmin kamu mülkiyetinden kapitalizmin özel mülkiyetine atlamak sosyalist devrim yapmaktan daha kolay değildir. Yugoslavya'nın ekonomik çıkmazlarının Doğu Avrupa ülkelerinin tozu dumanı dindikten sonra doğacak yeni bir güçler dengesinde çözüleceği düşüncesindeyiz.

olarak üretime geçer. Böylece şimdi­ye kadar yapılan dengesizliklerin üste­sinden gelinmeye çalışılır.

Federal Hükümetin yetkileri eski­. ye oranla, biraz arttınlmıştır, buna denk düşen bürokratik değişiklikler getirilmiştir. Federal Hükümet ülke çapında hedef belirler. Kararlarda oy birliği zorunluluğu olması nedeniyle çok ilkel denebilecek kararlardır. Ör­neğin son ekonomik plan hedeflerin­de Federal Hükümet ithalatı azaltıcı ve ihracatı arttırıcı önlemelere öncelik verilmesini öngörür. İşte o kadar. Cumhuriyetler de buna uyamazlarsa uymazlar. Özgürlükleri bu kadar bile bağa katlanamama hakkını içerir.

Yugoslavya değişik, ilginç bir ülke­dir. Tarihte Roma ve Osmanlı İmpa- ratorluklan arasına sıkışmıştır. Hristi- yan kültürü ile de İslam kültür ü ile de tanışmıştır. Sonra Hitler ve Musollini faşizmi ile Stalin sosyalizmi arasındaki savaş ortasında kalmıştır. Şimdi kuzey batısında en gelişkin kapitalist ülkeler, kuzey doğusunda sosyalist ülkeler, gü­neyinde devlet kapitalizmi ile kalkın­maya çalışan yoksullar vardır. Elbette Yugoslavya bu kadar çeşit antik me­deniyetler, din ve modem iki sistem­den etkilenmeden edemezdi.

Devrim sonrası iktidara gelen kü­çük burjuva sosyalistleri altından kal- kılması zor bunca çelişkiyi omuzlamak zorunda kalmışlardır. Ülke koşullan- nın bilimsel analizi üstünde yükselme­yen sosyalistlikleri onlan sınf körlüğü­ne götürmüştür. Stalin'in zorlamaları­na küçük burjuva yapıları dayanama­mış, yağmurdan kaçayım derken ka­pitalizmin dolusuna tutulmama işgü- düsü ile Arafatta bir sistem kurmuşlar­dır. Kırlar bugünkü haliyle çürümüş­

tür. Ne kapitalizmin ne de sosyalizmin verimliliğine atlayamamaktadırlar. Kentlerde ise durum farkıl değildir. Kapitalizmin üretim düzeyine sosyaliz­min sosyal adaletçi yanlannı da sok­mak derdi ile çıkılamamaktadır.

Şimdiki yöneticiler özyönetimin hala gelişim içinde, kendi başına bir sistem olduğunu iddia etselerde so­nuçta iki sistemden birine oturma öz­lemi ve aynı zamanda çelişkisi içinde olduklan bizce açıktır. Yani sonuçta öz yönetim ya KP öncülüğünde merkezi bir yönetim içine girecektir ya da sos- yalistleşecektir ya da kapitalist üretim tarzına oturacaktır. Yazımız daha çok Yugoslavya ile sosyalizm arasındaki farklılığı öne çıkancıydı. Başka bir yazı ile kapitalizmden farklılıklar işlenirse o zaman kapitalist sistem içine nasıl otu­rabileceği daha aydınlanabilir. Ancak bizim inancımıza göre sosyalizmin ka­mu mülkiyetinden kapitalizmin özel mülkiyetine atlamak sosyalist devrim yapmaktan daha kolay değildir. Yu­goslavya'nın dağlar kadar birikmiş içinden çıkılması çok zor ekonomik dengesizliklerinden düzlüğe çıkışının Doğu Avrupa ülkelerinin tozu dumanı dindikten sonra doğacak yeni bir güç­ler dengesinde çözüleceği düşüncesin­deyiz ■

KAYNAKÇA1. Economic Policy in Socialist Yugoslavia.

Rudolf Bicanic, Cambridhe University Press 1973. s.30

2. The Yugoslav Economic System, Branko Horvat, International Arts and Sciences Press, Inc. White Plains, N.Y. 1976 s.7.

3. The Economy of Yugoslavia, Fred Single­ton and Bernard Carter, St. Martin's Press, New York, 1982 . s:10 34.

4. Economic Policy in soc. Yugo. Bicanic,

ay. s.31.5. Yugoslav Economic System and Its Per­

formance in the 1970's illura 0 . Tyson, Institute of International Studies, University of California, Berkeley 1980 s: 70

6. The Eco. af Yugo. B. Horvat ay. s:114.

7. ay. s. 1158. ay. s. 1169. ay. s. 10110. ay. s. 10211. Political Organizations in Socialist Yu­

goslavia, Jim Seroka and Rados Smiljkovic, Duke University press Durham 1986 s:81.

12. ay. s. 8213. ay. s. 3914. The Transformation of Communist Ide­

ology: The Yugoslav Case, 1945-195 3 A.R. Johnsodn, The Mit Press England, 1972. s: 20 .

15. ay16. ay. s.3017. The Yugoslav Eco System. B. Horvat.

ay. s 14.18. Economic Policy in soda. Yugo. R. Bi­

canic ay. s. 35.19. ay20. The Economy of Yugo. ay. s.80.21 . ay.22 . ay.23 . ay. s.81.24 . ay. s. 8225. ay. s. 8426. ay. s. 8527. ay. s. 10528. ay. s. 10629. Yugoslav Eco. Sys. and Its Performan­

ce... ay. s. 70.30 . The Transformation of Comk. Ideo. ay.

s. 58-9.31 . ay. s.86.32 . Market Sodalizm in yugoslavia, Chris­

topher Prout, Oxford University Press, 1985. s.12.

33 . New Times, yıl 198 9 sayı 3 3 s. 31 .34 . ay.35. The Transformation of Com Ideo. ay.

s.203.36. Moscow News, yıl 1989 sayı 4 8 sayfa.

5.37. The Transformation of Com Ideo. ay. s:

206.38 . Political Organizations in So. Yugo. ay.

s.87.39. ay. s.45.40. Democratic Reform in Yugoslavia, The

Changing Role of the Party. April Carter, Fran­ces Pinter Publishers, London, 198 2 s.3

41. The Eco. of Yugos. Singleton ay. s130.

42 . Market sodalism in Yugo. ay. s.30.43 . Nationalism and Federelism in Yugosla­

via, 1963-83, Indiana University Press Bloo­mington, 1984 s. 139.

44 . ay.45 . ay. s. 197.46 . ay s.47 . ay. s. 157.48 . ay. s. 156.49 . ay. s. 170.50 . Market Socialism in Yugo ay. s: 50.51 . ay. s. 52 .52 . ay. s. 53 .53 . The Economy of Yugo. Singleton ay. s.

122 -•*64. ay. s. 124.

i 55 . Market Soc. in Yugo ay. s.70.56 . ay.

43

Page 47: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

"Düşüncelerim yaşam imdir"

Gökçe DEMİR

"Mutfak ue evliliğin ayrılması... İşte kiliseyle devletin ayrılmasından daha az önem li-olm ayan en azından kadının tarihsel alınyazısını etk ile­yecek büyük bir reform"

A. Kollontai

Kadının kurtuluşu mücadelesinde emek veren biz kadınlara güç veren olaylar ve insanlar var yaşamamızda. Kadınlann örgütlü mücadele içinde her geçen gün biraz daha öne çıkma­ları, ya da bir kadın yoldaşın zindanlar­daki onurlu direnişi veya devrimci teo­risi ile olduğu kadar devrimci pratiği ile de bize hayatı yorumlamada ve değiş­tirmede ışık tutan; bugün aramızda ya­şamayan yol arkadaşlanmız...

Bu zenginliğin içinden sıynlıp ge­len bir yüz var önümde sanki her hare­ketimizi dikkatlice izleyen özenli ta­ranmış saçların çevrelediği gururlu bir baş, hayatı dolu dolu yaşamanın tadı var dudaklanndaki gizli gülümseme­de. İlerlemiş yaşın habercisi bir baston ve üstünde madalyalann öttüğü yor­gun bir kalp... "Kadınlar ve onlann ka­deriyle yaşamım boyunca ilgilendim. Beni sosyalizme getiren onlann kade­riydi.

Bu sözler devrimci yaşamı içerisin­de kadın kurtuluşu mücadelesini hiç bir zaman ikinci plana atmamış ve ye­ni insanı yaratmak için kendi yaşamıy­la örnek olmaya çalışmış bir Sovyetler Birliğinden kadın devrimciye Ale­xandre Kollontai'ye ait. Doğduğu 1 8 7 2 yılından öldüğü 1 9 5 2 yılına ka­dar konuştuğu ve yazdığı gibi yaşayan ve biz kadınların mücadelesinde bize uzun yıllar görüşleriyle yoldaşlık ede­cek bir insan Kollontai. Clara Zet- kin'den Rosa Lüksemburg'dan farklı

bir özelliği var ve bu özellik bizim ken­disini seçmemizdeki en önemli faktör­lerden biri. Dünyayı sarsan bir devri­min büyüyüp gelişmesine, gerçekleşti­rilmesine ve daha sonra 1952'ye ka­dar sosyalizmin inşaasına katılmış ve içinde sonuna kadar (günlerce uyku­suz ve aç kalmacasına) yeralmış bir ka­dın Alexandre Kollontai. Bu nedenle biz sosyalist kadınlann kadın kurtuluşu için verdiğimiz mücadelede her zaman bir kilometre taşı olarak duracak yolu­muzun üzerinde.

Çocukluğu ve gençlik yıllan bo­yunca hem kendisini çevreleyen mad­di ve manevi koşullann etkisiyle hem de kendi yaratıcı kişiliği ile sabırla işlen­miş zengin bir insan Alexandra Kol­lontai. Soylu bir ailenin küçük kızın­dan sosyalist toplumun militan, enter- nasyonalist ruha sahip ve nihayet öz­gür kadın tipine yol alan renkli bir kişi­lik. A. Kollontai ile ilgili olarak kavra­mamız gereken en önemli gerçeklik yalnızca devrimci ve entemasyonalist kişiliği- olmamalı. Kollontai'yi yalnızca

siyasal yaşamı ve sosyalist devrime olan inancıyla kuru bir şekilde değer­lendirmek Kollontai'ya ihanet olurdu. Çünkü Kollantai yalnızca devrim için yaşayan bir sosyalist değil kendi yaşa­mının diğer bütün kadınlara öm ek ol­masını isteyen ve özgür kadının davra­nış tarzına ilişkin düşünceleri ne ise pratikte bunu hayata geçiren bir ka­dın.

Marksizm üzenne gördüğü eğitim ve kendisini yaratıcı faaliyetten uzak tutan evlilik yıllan sırasında kadının ko­numunu sürekli irdeleyen beyni onu şaşmaz bir şekilde kadının kurtuluşu soruna ulaştırmıştır. Kollontai yaşamı boyunca verdiği yazılı eserlerde kapi­talizmin yeni topluma miras bıraktığı aile ve cinsellik gibi neredeyse yüzyılla- nn skolastiği içinde taşlaşmış olan ve yeni insanı yaratmada sınırlayıcılık gö­revini şaşmaz bir şekilde yerine geti­ren bu iki alana cesurca saldırmış ve parçalamaya çalışmıştır. Kadına yöne­lik eserlerinde öncelikle burjuva tarz­daki aile yapısını çözümlemeye yöne-

f\o llo n ta i, parti çalışmasının kadın alanındaki taktiğini de olgunlaştırmaya çalışmıştır. Bu konudaki önerisi her parti örgütünün kadınlar arasında çalışma için özel bir büroya sahip olması ve parti örgütünün bir üyesinin bu alan için sorumlu tutulmasıdır.

44

Page 48: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

len Kollantai bizce çok önemli iki ana nokta saptamıştır. Aileyi birbirine bağlayan hangi bağlar mevcut. Kadı­nın çalışma yaşamı içerisinde yer alışı kannın kocasına, kız çocuğun babaya olan itaatinin azalmasına yol açıyor. Aile içerisinde kadınlan görevi olarak yerleşen pek çok işlev feodal toplu­mun üretici ailesinden kapitalist toplu­mun tüketici ailesine geçişle yerini ku­mrulara bırakıyor. Örneğin eğitim ku- rumsallaştınlıyor kapitalist toplumda. Aileyi devam ettirmek ve kutsallığını mutlaklaştırmak için geriye kalan ne? Edinilmiş mirasın dolaysız aktanmı. İş­te Kollontai'ın kutsal aile bağlanndan anladığı gerçeklik. Mülkiyete dayanan evlilik ilişkisini "çifte ahlak" olarak ta­nımlayan Kollontai bu yolla sokaklar­daki açık fuhuştan evlerdeki gizli fuhu- şa bir paralellik kurmakta. Serbest bir­lik, serbest aşk kavramlannı sorgula­yan Kollontai bu kavramlann gerçek­te toplumsal ilişkiler alanındaki bir dizi köklü reform, aile yükümlülüklerini topluma ve devlete aktaracak reform- larca gerçekleştirilebileceğine dikkat çekiyor. Bunun için de izlenecek yol belirlenmiştir. Kollontai'ın gözünde. Fuhuş ve bugünkü ailenin doğaya ay­kırı biçimleriyle savaş doğrudan doğ­ruya proleteryanın genel mücadelesi­nin bir uzantısıdır ve onun tamamlayı­cı bir parçasından ibarettir.

Sosyalizmle gerçekleşen ekono­mik devrimin ardından cinslerin ger­çek anlamda serbest birlikteliğinin sağlanması cinsel devrimle gerçekle­şecektir. Kollontai bu konudaki görüş­lerini çok açık bir biçimde Marksizm ve Cinsel Devrim adlı kitabında ifade etmiş ve kadın sorununa ilişkin bütün yazılannda bu görüşü cesurca savun­muştur. Marksizm'in tanımladığı üç alandaki ezilmişlik ulusal-sınıfsal ue cinsel ezilm işlik ortadan kaldınlma- dan yeni insan ve yeni yaşam biçimi yaratılamayacaktır. Kollantai'ye göre cinsel ahlak ve insan psikolojisi köklü bir dönüşüm geçirmek zorundadır. Cinsler arasındaki ilişkilerdeki kıs­kançlık duygusu, bir cinsin diğeri üze­rindeki tensel, ruhsal tasarruf isteği ve yüzyıllardır varlıklannm biricik oluş ve kurtuluş yolunu aşkta gören kadınlan saran yalnızlık duygusu egemen ol­dukça "serbest aşk" anlamsız bir söz olarak kalacaktır. Bu duygunun her iki cinste de aşılması için gerekli güç pro- leteryanın elindedir ve bu nedenle proleteryanın kurtuluşu ile kadının kurtuluşu sürecini iç içe ve insanlığın kurtuluşu yolunda vazgeçilmez iki ana

unsur olarak tarif eder Kol lontai. Kollontai kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi "aşk-arkadaşlık" olarak yepyeni bir kavramla ta­nımlar. "Kanatlı Eros’a Yer" adlı yazısında bu kakvramı şöyle somutla- maktadır. "Doğası gereği mademki aşk çok şekillidir, öyleyse serbest birlik, yasal evlilik ya da geçici ilişkiler gibi formüllemelerin pek önemi yoktur. Aşka değer kazandıran onun manevi ve ruhsal içeriğidir. Sosya­list toplumun ilk aşamasın­da proleterya ideolojisi, bi­reysel aşkın kolektiflik için "görev a şk ia sınırlanması­nı istiyordu. Aşk (sevgi) iliş­kilerini belirleyen yeni ve büyük ruhsal güt dayan ış- ma-arkadaşlıktır. "Kanat­sız Eros" (tamamen fizik­sel çekicilik yerini beden uyuşmasını da içeren "Ka­natlı Eros a bırakıyor, ama orada kol- iektiflik için gerekli görev, bireysel aşk duygulannın önüne geçiyor. İdeal,, hayli çetin, ancak bu zorluk geçicidir. Sosyalist toplum yeni bir aşk biçimi­nin, şekil değiştirmiş Eros'un doğuşu­nu görecektir ve o toplumda "cinsle­rin bir/iği" sağlıklı, özgür ve doğal olan cinsel çekicilik üzerine kurulacaktır.

19. yüzyılın son çeyreğinde doğan ve yirminci yüzyılın ilk çeyreğinin so­nunda ölen Kollontai bize bu düşünce­leriyle 21 . yüzyılın geleceğin insanının bir tanımlamasını yapıyor. Kollontai yaşamında kadın sorunu ile hem teo­rik hem de pratik alanda ilgilenirken (kadın kurtuluşu için yapılan her türlü pratik faaliyet) parti çalışmasının kadın alanındaki taktiğini de olgunlaştırma­ya çalışmıştır. Bu konudaki önerisi her parti örgütünün kadınlar arasında ça­lışma için özel bir büroya sahip olması ve parti örgütünün bir üyesinin bu alan için sorumlu tutulmasıdır. Bolşevik devrimin ardından sosyalist inşa süre­cinde kadınlann kazanılması ve kadın sorununun ikincil plana atılmamasının da bir güvencesidir bu öneri, bugünde sahip çıkılması ve pratikte gerçekleşti­rilmesi gereken güncel bir sorundur.

Alexandra Kollontai'ın 8 0 yıllık ya­şamı nice zenginlikler ve hayatlarla dolu. Özgür aşka değin düşüncelerini pratiğe geçirmekten hiç bir zaman korkmamış ve gelen her türlü eleştiriyi ve soğuk günleri kararlılıkla göğüsle­

miş. Çünkü Kollontai'ye göre kendi yaşamının "öbür kadınlann yaşamın­daki çifte ahlaka ait eskimiş korkunç görüntüyü dağıtmak için de bir örnek sayılabileceğinin" bilinciyle davranmış bir kadın.

Alexandra Kollontai özgür insan- özgür kadın düşüncesi ve geliştirdiği teoriyle kadınlann örgütlü mücadelesi içerisinde "orijinal" bir kişilik olarak değerlendirilmemesi gereken bir sos­yalist. Bu harekete inanmış ve yola çık­mış her sosyalist kadın Alexandra Kol­lontai ile hesaplaşmak ve bu görüşleri pratiğe aktarmak zorunda. Bizler tıpkı Kollontai gibi kendi yaşanılanınızın da 'kadınlann üzerindeki çifte ahlaka iliş­kin köhnemiş korkunç görüntüyü da­ğıtmak' için bir örnek oluşturacağının bilinciyle davranmak zorundayız. T a­rihsel bir zorunluluk bu....

inter Yayıncılıktan çıkan otobi­yografik özellikli "Bir Ç ok Hayat Ya­şadım" adlı kitabı Alexandra Kollon- tai'ın renkli ve canlı kişiliğini kavramak açısından gerçekten doyurucu ve renkli bir kitap. Bu kitabı okurken bir kez daha kadınlar olarak eski bir yolda­şımızın mücadele tarihinden kendi ya- şamlanmıza bakma fırsatı bulabiliriz. Yazımızı bu güzel insanın yaşama iliş­kin sözleri ile noktalayalım. "İnsan her şeyi yapmalı yaşam çok kısa, yani in­san tüm görevlerini yerine getirmeli ve yaşamın tüm zenginliğini duyumsa­mak." ■

45

Page 49: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Devrimci direnişçi gençlik

Orhan DİNÇOK

D evrimci-Direnişçi gençlik ol­gusu, bu gün öğrenci gençlik içindeki dost-düşman her­kes tarafından görülen bir

noktada. Hangi tarihsel sürecin ürünü olarak doğdu, karakteri ve üstüne yük­seldiği zaman nedir? Bu günkü koşul­larda neyi amaçlamalı, nasıl bir taktik çizgi izlemeli?

Eylül öncesinde onbinlerce-evet onbinlerce gencin üstünde oportünist bir egemenlik kuran küçük burjuva sosyalistleri, Eylül sonrasında kendi çürük örgütlenmelerinin bir gecede olmamışa dönmesiyle öğrenci gençle­ri Eylül karanlığında tam bir kaosa itti­ler. İşte Devrimci Direnişçi Gençlik, (DDG) bu kaosun proletarya sosyaliz­minin devrimci müdahalesiyle ivmesi oldu. O günün koşullannda Genç Par­tizan... vb hareketler ses çıkarmaya­rak güçlenmeyi taktik olarak izlerken, devrimciler, yerde olan direniş bayra­ğını kaldırmaya talip oldular. 82 -85 yılları arasında bildiri, pullama, pan­kart, yemek boykotu vb. eylemlerin bizzat örgütleyicisi ve yürütücüsü ola­rak ateş ve ihaşnet yıllannda deneyim kazanıldı, çelikleşildi. Düşmanın 8 5 baskınıyla geri düşen atılım, 86 -87 yıl- lannda yeniden ayağa kalktı. 14 Ni­san-eylemliliğinin örgütlenişinden iti­baren yeni bir yükselişe yönelmiyor­du. İşte DDG bu yükselişin bir sonucu olarak 1 9 8 9 Türkiye'sinin somut ko- şullannın yarattığı bir olgudur. Bir ta­raftan bakarsanız proletaryanın öğ­renci gençlik kaynaşma isteğinin, öte taraftan bakarsanız öğrenci gençliğin devrimci yurtseverliği ve hümanizma- sının proletarya ile ortak rotaya yöne­lecek komünistleşmeye yönelmesinin somutlaşmasıdır.

DDG daha ilk ivmesini katettiği yıl­lardan itibaren 60'lı yıllann şanlı Dev- Genç geleneğine sahip çıktı. Kendisini (çoğunlukla adet olduğu üzere) olum­suz yapılanmasını birden düzeltivere- cek "yepyeni" bir atılım olarak görme­di . Şark toplumlannın zuhur etme has­talığından "tarihi kendisiyle başlatma" kolaylığından uzak durdu. Dev-Genç geleneğini 70'li yıllarda taşıyan küçük burjuva sosyalizminin, 12 Eylülle bir­likte bünyesindeki tıkanıklan dışa vur­ması ve çözülmesi sonucunda, 80'li yıllarda Dev-Genç geleneğinin direniş­çi bayrağını kaldırma görevini üstlen­meyi kendisi için şeref olarak gören gençlerce ilk ivme kaydedildi. DDG Türkiye gençliğinin atılımcı, yurtsever, devrimci geleneğinin 80'li yıllardaki somutlanışıdır. Bu kez ülkedeki sınıf mücadelesinin üst boyutlarda ve üs­tündeki tüm külleri atacak açıklıkta ya­pılmasının bir ürünü olarak^gelenek, proletarya sosyalizminin ilk atağıyla 80'li yıllarda yeniden canlandı. Özel­likle 86 -87 sonrasında küçük burjuva sosyalizminin yeniden canlanışıyla bir­likte onlar da Dev Genç’in direnişçi ge­leneğinin taşıyıcılığına talip oldular.

60'lı yıllarda Dev-Genç ülkedeki genel politik canlanışın bir ürünü şek­linde oluştu. Bünyesinde ilk aşamada hakim olan, gençliğin "Jön Türk" gele­neği idi. (1) Bu kısa zamanda proletar­ya küçük burjuva ve burjuva sosyalizm­lerinin aynşmasıyla sonuçlandı, O gü­nün hızlı gelişen politik süreçleri aynş- mayı 68'lerde başlattı, 12 Mart yılla- nnda netleştirdi. 70'li yıllarda burjuva sosyalizmi daha baştan Dev-Genç'in direnişçi geleneğinden kopuşarak kendi bağımsız, reformist, pasifist, tes­limiyetçi zeminini inşa etti. 60'larda

Dolmabahçe'de Denizlerin önüne ba­rikat kuranlar, gençliğin çoşkusunu dizginlemeye, pasifize etmeye 70'ler- de de devam ettiler. Proletarya sosya­lizmi, bünyesine musallat olan "Dok- torculuk" hastalığından ve kendi iç so- runlanndan kurtulamayarak 70'li yıl­larda kendisine yakışan insiyatifli dav­ranışı gösteremedi. Tek tek proleter sosyalistler kendi okullannda devrimci kavganın içinde yer alırken bir çizgi olarak yeterli insiyatif alınamadı. Kü­çük burjuva sosyalizmi 70'li yıllarda öğrenci gençlik içinde önderliği kazan­dı fakat yapısındaki zaaf ve tıkanıklık­lar onlan 12 Eylül darbesiyle dağıtıver­di.

Dev-Genç 60'lara kadar "ileri" "devleti koruyan" "halk adına, halk için" savaşan Jön-Türk geleneğinin devlete karşı tavır alışıdır. Bir sıçrama­nın, bir dönüşümün somutlaşmasıdır. Fethi Gürcan'la başlayan bu süreç 6 0 ’lann sonunda tamamlandı. Evet henüz Kemalizm'in ağır etkileri taşını­yordu ama ok bir kere yaydan çıkmıştı. 60'lı yıllann öncesinde kendi bakış açı­sıyla irticaya karşı modernleşmeyi temsil eden, devletçi zümreyi her za­man destekleyen aydın gençlik, 27 Mayıs'da son atılımını yaptıktan sonra yeni bir yola çıkıyordu. Bu sefer "halk adına, halk için devlete karşı" mevzile- nildi. işte Dev-Genç bu mevzilenişin adıdır.

27 Mayıs sonrası özgürleşme süre­ci, bendlerin birden açılmasının sonu­cu önceden gerilen yaylan ileri fırlata­rak hızla sınıfsal kopuşmalan o yıllann belirleyici özelliği yaptı. Fetih Gürcan- lann silahla, YÖN'cülerin kalemle yap­tığı çıkışları; ülkedeki gelişmelere kü­çük burjuvazinin spesifik tavrı olarak

46

Page 50: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

da değerlendirebiliriz. Bu doğru ve esas olandır. Sonraki gelişim sürecine belirleyici damgasını vuran da küçük burjuva sınıfsal özdür.

Ülkedeki tarihsel geleneklerin 60'lı yıllardaki uzantılannı aradığınız zaman yine Fethi Gürcanlar, YÖN Dev-Genç vb. karşınızda bulursunuz. O halde süreci bu yönüyle de görebil­meliyiz. Siz Fethi Gürcan'ı bir küçük burjuva devrimcisi olarak değerlendi­rir ve onu yeterli görürseniz eksik sap­tama yapmış olursunuz. Fethi Gür­can'ın kendi tarihsel kökenini anlattı­ğı, duygusal ve ateşli savunmasını cid­diye almak zorundayız. Söz konusu olan modemleşmeci yenilikçi Jön Türk geleneğidir. F. Gürcan bir yö­nüyle bu geleneği şerefiyle temsil ederken, öte yandan hücresine sosya­lizm sloganları yazarak gelenek için­deki dönüşümün de sinyalini veriyor­du. YÖN'de ise sosyalizmden kurtuluş yolu olarak bahsedilir. Öyle bir sosya­lizm ki; aydın (sivil) asker, zinde güçler­ce bir darbe yoluyla kazanılacak ve uy­gulanacaktır.

O dönemki aydın gençlik, 27 Ma- yısçılar, F. Gürcan'lar YÖN'cüler,TİP'in burjuva sosyalizmi ve sosyaliz­min yeni çevrilen klasiklerinin belirle­diği karmaşık bir sürecin içinde şekil­lendi. F. Gürcan'da hakim olan "mo­dern devletin" halkın refah ve mutlulu­ğunu sağlama fonksiyonlarını yerine getirmesi için ihtilalin meşru olduğu inancıdır. Deniz Gezmiş ise "modern devletin" fonksiyonunun zaten halka karşı olduğunun bilincindedir. Ama bu bilinç henüz netleşmemiştir. Ancak F. Gürcan'la başlayan dönüşüm De­nizlerde netleşmiştir. Artık halkın mutluluğu için devlet; iktidar gaspçıla­rından kurtanlmayacak, tam tersine iktidar gaspçılarının örgütlü gücü ola­rak görülerek tasfiye edilecektir. Sivil gençlik de Deniz'ler, Mahirler Ameri­kan askerlerini kovalar, dağa çıkma­nın hazırlıklarını yaparken, asker gençlik de (S. Kuray ve arkadaşlan) si­lahlarına el koyarak bağımsızlık andı içiyor, bunu halka ilan ettikleri için or­dudan atılıyorlardı. İşte Jö n Türk ge- lenği 6 0 !ı yıllarda böylesi hızlı bir dö­nüşüm yaşadı. Dev-Genç bir yönüyle de bu dönüşümün somutlaşmasıdır. Sınıf mücadelesinin yükselmesinin ürünü sınıfsal kopuşmalann, siyasi ze­mindeki tezahürleri geleneksel aydın gençlik (sivil-asker) atılımcılığına (Jön- Türk geleneği) kendisini dayatıyor ve süreç içinde o geleneğin parçalanma­sı, parçalanarak sınıfsal eğilimlere yö­

nelmesi olgusu yaşanıyordu.F. Gürcan, tarihi önem taşıyan sa­

vunmasında geleneğin soy ağacını sı­raladı: "Yenilikçi" padişah 111. Selim, II. Mahmut, Namık Kemaller, padişaha karşı ayaklanıp dağa çıkan İttihatçı Resneli Niyazi, padişaha karşı kongre­ler düzenleyen ve Kurtuluş Savaşını örgütleyen M. Kemal Siz tarihin biraz daha gerilerine giderseniz Fatih Sultan Mehmet'i de bulabilirsiniz. Fethi Gür­can kendisini bu soyağacının dallann- dan biri olarak görüyor ve çürümüş yozlaşmış, rüşvete boğulmuş, yöneti­cilere karşı ihtilali, komutanı T. Ayde­mirle örgütlüyordu. İşte Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan'la simgeleşen 6 8 atılı- mına bir de bu soyağacından bakarsak dallardan birisiyle karşı karşıya oldu­ğumuzu göreceğiz. Ama şurası kesin ki F. Gürcan bir yol ağzıdır. Bunun simgesi hücrelere yazılan sloganlardır. Denizler Mahirler o sloganları omuzla­yarak meydanlara getirdiler. Bir sancı- İı kopuş yaşandı. Kopuşu belirleyen ül­

kedeki sınıfsal mücadeledir. Günü­müzden baktığımızda 7 0 'lere girilirken artık söz konusu olan, bir geleneğin et­kisini taşıyor olmakla birlikte ve henüz epey ham da olsa sınıfsal çizgilerdir.

Bugün Jön-Türk geleneği öğrenci gençlik içinde bağımsız bir güç olarak varlığını sürdürmüyor. Ancak çeşitli sı­nıfsal veya ara zümre ve katmanların siyasal şekillenişlerinde, sızmış bir etki­leyici güç olacak yaşıyor. Şimdi esas olan sınıfsal siyasi tavır alışlardır. DDG de bu anlamda proletaryadan yana tavnnı koymuş veya koymaya yönel­miş yurtsever-demokrat-devrimci öğ­renci gençliğin şekillenişidir. Geçmişin eski soyağacından şeref duyar. O so- yağacının geleneğini 6 0 ’lı yıllarda dev­lete karşı mevzilendirip, sınıfsal etki­lenmelerle parçalayan Mahirlerin, Denizjerin halka ve devrime son nefe­se dek bağlılıklannı yol gösterici bir rehber olarak görür.

DDG, SO’li yıllarda proletaryanın bu geleneğe yaptığı müdahalenin bir

47

Page 51: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

ürünüdür. Dolayısıyla 60'lı yıllann so­nundan itibaren esas olarak küçük burjuva sosyalizminin egemenlik kur­duğu tüm olumlu özelliklerini, çıkmaz sokaklara sokarak dumura uğrattığı Jö n Türk gelenekli aydın öğrenci gençliğimizi, proletaryanın paralel de­ğil doğrudan müttefiki yapma misyo­nuyla yüklüdür.

14 Nisan protesto yürüyüşü, Eylül sonrası öğrenci gençlik hareketinde dönüm noktasıdır. Oradan depoliti- zasyonun çözülme sürecine girdiği ve öğrencilerin yeniden yığınsal eylemli­liğe yönelişi ortaya çıktı. 12 Mart çıkı­şındaki Kerim ve Şahin'in cenaze tö­renlerindeki onbirlerce öğrenci hatır­lanırsa, 14 Nisan daki iki bin öğrenci Mart a nazaran Eylül darbesinin yıkıcı etkisinin derinliğini ve kaybedilen mevzilerin genişliğini açıkça ortaya koyuyordu. Ama bir şeyi daha: Genç­lik teslim alınamaz, yenilgi sürekli de­ğildir.

Gençliğin anti-faşist, anti-emper- yalist geleneği bir kez daha ayağa kal­kıyordu. Teslimiyetçi reformizm, ye­nilginin en koyu olduğu yıllardaki çı­ğırtkanlığının kofluğunu, eylemliliğin daha başladığı gün açığa çıkarttı. 14 Nisan'da yürüyüşe katılmayarak düze­ne doğru yelkenleri açtılar. Bugün TBKP bataklığında öğrenci gençlik­ten tecrit durumda "mücadale" edi­yorlar. Burjuvaziden icazet alabilmek için ne kadar uslanıp akıllandıklannı ispat etme mücadelesi.

Eylül yenilgisinin derinliği 14 Ni­

san sonrasında da kendisini gösterdi. 12 Mart sonrasındaki hızlı yükselişi ve poli- tikleşmeyi 14 Nisan sonrasında bekleyen­ler yanıldılar. Suni zorlamalar ters tepti, tepiyor. Gençlik sa­dece yenilginin ağırlı­ğının sonucu değil, ül­ke ve dünyada ki ge­lişmelerinde etkisiyle artık Eylül öncesi gençlik değildi. Politi­ka nostalji üstüne oturmaz. Gerçekler belirleyicidir. Eylül öncesinde Kerim ve Şahin’in cenazeleri kurak bozkın birden tutuşturan kıvılcım iş­levini görürken, 14 Nisan yenilgiden çıkı­şın işareti olmakla ye­

tindi. Şimdi iniş çıkışlarla dolu hayli ya­vaş ilerleyen bir politikleşme sürecine giriliyordu. Bu, kapılıp giderek değil de araştırıp düşünüp seçim yaparak politikleşmesi sonucu, sağlam, istik­rarlı bir politikleşmeydi.

Yapılması gereken iyi düşünülmüş taktiklerle süreci desteklemek, satranç oyuncusu titizliğiyle hız verebilecek, iv­me kazandırabilecek hamleler yapa­bilmekti. Bu ise herşeyden önce tutarlı bir ideoloji üstünde yükselmiş politik hattı, gerektiriyordu. İşte proletarya sosyalizminin öğrenci gençlik içindeki mevcut etkinliğinin önemli bir sebebi de böylesi bir politik hatta sahip olma­sıdır. Ancak yürütücü gücün Eylül ön­cesinden devraldığı geniş bir kitle gele­neği olmadığından görece zayıflığı, sü­rece müdahalenin etkinliğini de olum­suz yönde etkiledi. Yeterli etki yapıla­madı. Mevcut güçlerin maksimum dü­zeyde değerlendirilmesiyle bugün geli­nen nokta, proletarya sosyalizminin sübjektif konumu açısından sevindirici özellikler taşısa da gepel öğrenci hare­ketinin tıkanıklığı henüz aşılabilmiş de­ğildir. 14 Nisan sonrası içine girilen sü­reç henüz bir üst niteliğe sıçrayamadı. inişli çıkışlı ve oldukça sancılı ilerleyiş devam ediyor.

DDG, mevcut ■ ükanıklıklann tü­münden kendini sorumlu görme duru­mundadır. Devrimci sıçramanın-açılı- mın yolu önce sorumluluklan üstlen­me yiğitliğinden geçiyor. DDG'nin öğ­renci gençliğin mevcut sorunlanna ba­kışı, Sultanahmet Meydanı ndaki tari­

hi eserleri seyreden turistlerden farklı olmamalıdır. DDG, öğrenci gençliğin öncülerinin toplandığı bir merkez ola­rak sorulan yorumlamakla yetinemez. Önce o sorunlardaki sorumluluğu üst­lenme olgunluğunu göstermeli ve he­men "pilavdan dönenin kaşığı kırılsın" üslubuyla, sorunlann üstüne çözümle­yici, aşıcı bir tarzda yürümelidir.

Eylül faşizmi, geçmişten çıkarttığı derslerle usta taktikler uygulayarak gençliğin mücadelesinin önüne sürekli setler çekebilmektedir. Adeta basket- boldaki "tam saha pres" taktiği devlet­çe uygulanıyor. Önce öğrenci gençli­ğin en basit haklan bile engellenmek­tedir. Bu bizzat kendi yaptıklan yasala- nn da önündeki bir çizgi de bent kur­maktan başka nedir? Düzen, savaşı kendi çizdiği sınırlar içinde bile kabul etmeyerek o sınırlann da oldukça öte­sindeki bir hatta mevzilenip, sürekli baskı uygulayarak insiyatifi elde tutma amacındadır. O hattın bir adım önün­de olanlar işkence odalarına ve ceza­evlerine gönderilerek savaş alanının dışına itilmektedir. Bu baskı bazılanna öylesine geri adımlar attırtabiliyor ki geçmişten devralınan mücadeleci-di- renişçi gelenek yük olarak bir çırpıda utanmazca atılıveriyor. Gözler, der­nek kurmaktan başka şey göremez olabiliyor. Bu tam da düzenin istedi­ğinden başka nedir? Siz sadece o dar perspektifle hareket ettikçe hedefinize hiç bir zaman ulaşamazsınız. Şimdi ya­pılması gereken, eğitim sisteminin tüm kurumlanna ve her alana yayılmış bir direnişi yükseltmektir. Bentleri parçalamaktan başka yol yok. Düzen yükselen direnişi pasifize edebilmek için dernek kurmak da dahil bir çok do­ğal hakkı vermek zorunda kalacaktır.

Direnişi yükseltmenin bir yolu, öğ­rencilerin ruh halini kollayan eylemli­liklerle politikleşmeyi ayakta tutmak, genişletmektir. Ancak, bununla yetini- lirse-”eylem için eylem" darlığına düş­mek kaçınılmazdır. Eylemliliğin kendi kendini tüketmemesinin yolu politik insiyatifin düzenin elinden alınmasın­dan geçiyor. Öğrenci gençlik hareketi düzenin her yönden yaptığı saldırılara karşı "savunma" konumundan mevcut durumu tahlil ederek ne zaman, nere­de, ne yapacağını kendisinin belirleye­ceği bir konuma gelebilmeli, buna uy­gun örgüt biçimlerini ve taktik parola- lannı yaratabilmelidir. DDG bu soru­nun çözümünde aldığı politik insiyatif- le yükselecektir. Düzenin yıkılan bend- lerinin üstünde ilk gözükenler devrim­ci derinişçi gençler olmalıdır.

48

Page 52: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

DDG bugün ülkemizde gelişen Kürt Ulusal Kurtuluş hareketini coşkuyla destekler. O noktada gençlik içindeki burjuva ve küçük burjuva sosyalizmlerinin yaydığı şüphe tohumlarının yeşermesine izin verilmemelidir. Türk ve Kürt gençliği arasındaki gerçek dostluk bağlarının sağlamlaşması DDG'in pratiğine bağlıdır.

Politik insiyatifin ele geçirilmesi kitleler ve sorunun da çözüm anahtarı­dır. Tabii kitlenin kendiliğinden gel­mesini beklemek anlamına gelmiyor. Bizzat o insiyatifin ele alınması süre­cinde de sürekli olarak en fazla dikkat edilecek nokta, öğrenci gençliğin en geniş kesimini harekete geçirebilecek esnekliğe sahip olabilmek ve öncü öğ­rencilerle geniş yığını birleştirecek manevralan, bağlantı kayışlarını inşa edebilmektir. Gençliğe tepeden ba­kan çok devrimci külhanbeylerimizin zıpçıktılıklarına DDG tenezzül etme­melidir. DDG kendi tarzını, ideolojik politik hattın karakterine uygun ola­rak pratikte keşfetmektedir. Süreç içinde pratikten çıkarılan derslerle da­ha yetkinleştirerek önderliğe layık bir tarza ulaşılmalıdır. I.Ü. Basın-Ya- ym'daki kantin direnişiyle başlayıp fa­şist saldırıya karşı işgal direnişiyle ce­vap vererek süren, hemen sonrasında da İstanbul'daki oİayları protesto için Çukurova'da yapılan yüzlerce gencin katıldığı gösterilerdeki DDG önderliği, gelecek için umut ve güven vericidir.

DDG olgusu öğrenci gençliğin pratiği içinde oluştu. Bu aşamada üni­versitelerde yoğunlaşmakla birlikte li­seli gençliği de kucaklama potansiyeli­ne sahiptir. Üniversite gençliği bağım­sız bir birim olma durumundadır. An­cak liseli gençliğin semtlerdeki de­mokratik mücadeleyle içiçe olma ko­numu var. Gelişim içinde liseli gençli­ğin durumu netleşecektir.

DDG'in üstünde yükseldiği zemi­nin temel direkleri anti-faşist, anti-em- peryalist olmak, uluslann kaderlerini tayin hakkını savunmak ve mevcut dü­zenin eğitim sistemine karşı Demok­ratik Halk Üniversiteleri (DHV) alter­natifini savunmaktır.

D.H.Ü. Devrimi Direnişçi Gençli­ğin birim derneklerinde savunduğu ancak ilke olarak dayatmadığı alterna­tif eğitim sistemi önergesidir. Bilindiği üzere diğer birçok gençlik oluşumu dü­zene alternatif getirmek yerine, düzen içi Özerk-Demokratik Üniversite dar ufkuyla yetinmektedir. Birim demek­lerde bu konudaki önemli farklılık bira- rada bulunmalı ve özgür tartışma orta­mında birbirini etkileme süreci yaşan­malıdır. Ancak DDG mevcut eğitim sisteminden herhangi bir umudu ol­mayan tekellerin düzeninde-eğitim sis­teminde tekllerin hizmetinde olmak­tan başka yolu olmadığının bilincinde­ki gençlerin odağıdır. Alternatif eğitim demokratik halk iktidanndan talep edilecektir. Umut sosyalizmdedir.

Diğer ilkelerse bilindiği üzere Dev- Genç geleneğinden alınan bir miras olarak birim demekleri içinde savunul­maktadır. O halde farklılık nedir? Fark ilkelerinin yorumlanış ve hayata geçi­rilişinde bulunabilir.

Anti-Faşist ilke, birim demeklerin­de sosyal demokrat hatta sadece de­mokrat öğrencilerin bakış açısını da içine alacak geniş bir zeminde kavran­maktadır. Faşizmin insanlık dışı uygu- lamalanna karşı olmak onun üniversi­telerdeki ayağı YÖK'e karşı çıkmak ve kan dökücü Türkeş’çi çetelere tavır al­mak birim demeğinin üyeliği için ye- terlidir. DDG faşizmin sınıfsal özünü kavramaya yönelmiş, onun ülkemiz­deki mevcut kurumlannı çözümlemiş bir tutarlı demokrat ve devrimci olarak faşizme karşı mücadeleyi heme paha­sına olursa olsun göze almış gençliğin odağıdır. Faşizme karşı mücadele en genel anlamda bir devrim perspekti­fiyle kavranabilmelidir.

Anti-emperyalist ilke, birim der­

neklerde başta ABD olmak üzere em­peryalist sistemin saldırgan çoğulculu­ğuna karşı yurtsever olmak, ülkemizin maddi ve manevi değerlerine sahip çıkmak olarak kavranmaktadır. DDG emperyalizmin saldırgan yayılmacılı­ğına, ülkemizdeki talanına karşı çık­makla birlikte bilincinde bu noktada bir adım daha ileri çıkarak, emperya­lizmin içimizdeki uzantılan ortakları yerli finans-kapitalistlerimizi, Koç'ları, Sabancıları kavrayabilmiş ve emper­yalizmin baskı ve tahakkümünden ger­çek kurtuluşun, finans-kapitalin tasfsi- yesiyle mümkün olduğunu görebilmiş gençliğin odağıdır. Anti-Emperyalist mücedelede DDG bu noktada kendisi­nin hemen yanıbaşında ve önünde proletaryayı görecek ayn kanallarda da olsa mücadele pratiği içinde kay­naşma oluşacaktır.

"Uluslann Kaderlerini Tayin hak­kı" birim derneklerinde dünya halkları­nın emperyalizme karşı mücadelesine sempati duymak ve şövenist olmamak olarak kavranmaktadır. DDG bununla yetinemez. Bugün ülkemizde gelişen Kürt Ulusal Kurtuluş hareketini çoş- kuyla destekler. O noktada gençlik içindeki burjuva ve küçük burjuva sos­yalizmlerinin yaydığı şüphe tohumlan- nın yeşermesine izin verilmemelidir. Türk ve Kürt gençliği arasındaki ger­çek dostluk bağlarının sağlamlaşması DDG'in pratiğine bağlıdır.

DDG gençliğin hümanistliğine, atılımcılığına, yeniliklere olan ilgisine, dünya ve Türkiye'deki gelişmelerden aydın hassaslığıyla etkilenerek ortaya attığı yeni fikirlere (çevre sorunlan kar­şısındaki duyarlılık, gelişen kadın kur­tuluş hareketi.. .vb) sahip çıkar. O nok­talarda dayatmalara, tepeden bakma küstahlıklara tenezzül etmez. İçinden çıktığı ve halen de içinde olduğu geniş öğrenci yığınlannı, kendisinin düşün­ce ve pratik düzeyde önemli bir besle­yici kaynağı olarak görür. Bu "beslen­me"; biçimsel saygı, söz dinleme gibi yüzeysel gösterilerle değil, gençliğin müthiş dinamizmi ve yaratıcı özelliğiy­le tam bir kaynaşma ve karşılıklı etki­lenme içinde sağlanabilir ■

(1) Dev-Genç isimli federasyon 60'ların so­nunda kurulmasına rağmen 27 Mayıs sonrası öğ­renci gençliğini Dev-Genç'li sayarsak fazla hata yapmış olmayız. Federasyonun kuruluşu, 27 Ma­yıs sonrası sürecin bir meyvesidir.

49

Page 53: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Merkezileşme tartışmaları ya da politikleşmenin erozyonuM.Sinan MERT

1989yılını biti­rirken, merkezi­leşme, öğ­

renci hareketinin gündeminde sıkça duyulan bir kavram haline dönüştü. Politik farklılıkları açıklarken merkezi­leşmeye yaklaşım tarzlan da‘ oldukça önemli artık. Merkezileşme gereksini­mi neye dayanıyor? Nasıl merkezile­şeceğiz? gibi sorular çevremizdeki bir­çok duyarlı öğrencinin yanıt bekleyen ortak sorunlan oldu.

Elbette kitlenin sorulanna verilen farklı yanıtlar politik panoramayı oluş­turuyor ve oluşturacak.

Bizim görevimiz; bu panoramada­ki konumlanışlan sergilemek sağa ve sola savrulmuş yaklaşımlan teşhir et­mek ve doğru hattı bir mücadele hattı olarak hayata geçirmektir.

Panorama nasıl oluştu?Küçük burjuva sosyalizmi merke­

zileşme gereksinimini platformun iş­levsizliğine bağlıyor. Bütün taktiklerini bunun üzerine temellendiriyor, hatta bu yetmiyor naylon temsilcilikler yön­temiyle (!) platformu işlevsizleştirmeye çalışıyor.

Kitlenin sorusu şuydu; Merkezileş­me gereksinimi neye dayanıyor? Kü­çük burjuva sosyalizminin yanıtı; "Platformun işlevsizliğine" oldu. Bir di­ğer cepheye bakalım; Trockistler, Ge­lenekçiler, Devrimci-Gençlik taraftar­ları haykınyor; "Merkezileşmenin nes­nelliği yoktur"

Geriye kalanlar hala merkezileş­me gereksinimi neye dayanıyor? soru­suna kayıtsızlar...

Çağdaş Yol 8. sayısında merkezi­leşme üzerine yazılan bir yazıda bu ko­nudaki tavnnı somutladi; söz konusu

yazıda "Öğrenci hareketinin temel so­runu politik insiyatifin devlet güçlerin­den alınması sorunudur" tezi temellen­dirilerek merkezi demek açılımı yapıl- mışdı. Neden kitleselleşme sorunu de­ğil, neden eylemde güçlenme sorunu değil de politik insiyatifin devlet güçle­rinden alınması? Çünkü politik müca­dele kapsamında tanımlanmayan kit­leselleşme de, eylemliliği yükseltmek- de anlamsızdır. Ancak eylem veya kit­le fetişizmine bizi götürür, o kadar.

Küçük burjuva sosyalizmi eylem, burjuva sosyalizmi kitle peşine düştü­ğü sırada proleter sosyalizmi kendi tavnnı somutlamışdi; politik hedef için eylem ve politik hedef için kitle bugün benzer bir aynmı merkezileşme soru­nunda da yaşıyoruz. Küçük burjuva sosyalizmi (Dev-Genç) eylem için mer­kezileşmeden sözediyor. Nasıl? Plat­formu işlevsiz gösterip merkezi deme­ği yaratmaya çalışarak.

Oysa Platform öğrenci hareketi­nin devlet-terörüne verdiği yanıttır. Temel işlevi tepkiyi örgütlemektir. Sa­vunma örgütüdür, politika üretmez, bundan öte bir anlamı yoktur ve ortaya çıkış nesnelliği de bu olduğu için öte bir anlamı olamaz. Merkezi demekse po­litika üretir bunu her alana yayar ve

politikalannı gerçekleştirir. Bu yüzden platform merkezi demeğin işlevlerini yüklenmez, yani birbirlerine rakip de­ğillerdir. Merkezi derneği platformla karşılaştıranlayız, çünkü aynı düzlem­de değiller, merkezi demeği bizim der­neklerle karşılaştırabilirz, çünkü aynı düzlemdeler, her iki yapıda politika üretir.

Öyleyse Dev-Genç neden merkezi demeğin kurulmasını platformun iş­levsizliğine dayandınyör? Bu soru biz­ce çok anlamlı. Yukanda gösterdik Platformla merkezi demeğin düzlem­leri ayn; yani Platformu işlevsizleştire- rek, politika üreten bir kurumun yara­tılmasına hizmet etmiş olmuyorsunuz. Eğer derdiniz politikayı merkezileştir­mekse, Ö. hareketi içinde ne kadar sı­nırlı olursa olsun politika üreten tek ku­rum olan birim demeklere yaslanmak gerekiyor. Demek ki platformu işlev- sizleştirmekle yaptığınız tek iş öğrenci hareketinin savunmasına gedik aç­mak, burjuvaziye kolaylık sağlamak oluyor. Dev-Genç bilinçli olarak burju­vaziye hizmet etmeyeceğine göre, kavrayışında çok ciddi bir hata olmalı, bu hata Dev-Genç'in Merkezi demeği salt bir eylem örgütü olarak tasarlamı­şıdır;

[d e v r im c i direnişçi gençlik, politika ve eylemi merkezileştirmeyi hedefliyor ve bu­nun için politika ve eylemi birlikte üreten kurumlara yaslanıyoruz. Bu kurumlar birim derneklerdir. ■

50

Page 54: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Dev-Genç eylemi merkezileştir­meyi hedefliyor ve bu konuda tek ra­kip olarak Platformu görüyor, onu kit­lelerin gözünde yıpratma ve tıkama taktiği güdüyor. Bu noktada devletle Dev-Genç'in dili ortaktır, amaçları ça­kışmıştır; platformun meşruluğunu ze­delemek...

Devrimci direnişçi gençlik, politi­ka ve eylemi merkezileştirmeyi hedef­liyor ve bunun için politika ve eylemi birlikte üreten kurumlara yaslanıyo­ruz. Bu kurumlar birim demeklerdir. Bu yüzden direnişçi gençlik, birim der­neklerin merkezileştirilmesinden sö- zediyor ve politik insan örgütlü insan­dır gerçeğinden hareketle bireylere değil, bireylerin örgütlendiği birim demeklere çağn yapıyor.

2. Küçük burjuva sosyalizmi hiç şaşırtıcı değil. Proleter ve burjuva yan­lan kendi içinde birlikte barındınyor. Bir yanda devlet güçlerine karşı mey­danlarda şehit verirken, diğer yanda devlet ağzıyla platform eleştirisi yapı­yor. Bir yanda "SHP teşhir edilmeli­dir" derken, diğer yanda "SHP faşizmi teşhir etmelidir" yazılan yayınlıyor. Bir yanda "elimize devrimci kanı bulaşma­dı" derken diğer yanda halkevlerinde devrimci yumrukluyor. bir yanda 1 9 5 4 Vatan Partisi Programından Halk Üniversitelerini alırken, diğer yandan "Siz halk üniversitelerini biz­den öğrendiniz" edebiyatı yapabiliyor. Küçük burjuva sosyalizmi 7 0 yıldır hiç şaşırtıcı değil, burjuva ve poreleter yanları, birlikte banndmyor. Bizim bir işimiz de bu küçük burjuva sosyaliz­minde burjuva olan ne varsa tarihin çöplüğüne gitmesine ve proleter olan ne varsa gelişmesine yardımcı ol­mak...

Buraya kadar merkezileşmeden birimlerin merkezileşmesini anlama­mız gerektiğini ortaya koyduk. Şimdi bu görüşümüzü Merkezi demek hangi özelliklerde ve nasıl kurulmalıdır soru­larına yanıt vererek geliştiriyoruz.

1- Merkezi Demek Üniversiter dernekler yoluyla kurulmalıdır.

Sorun merkezileşme olunca her düzeyde merkezileşme hedefi güdül- melidir. Elbetteki tepede bir merkezi demek bir işe yaramıyacaktır. Merke­zi derneğin etkinliği kendi alt birimleri­nin de merkezileşmiş olmasına son derece bağlıdır. Üniversiter dernek bu düşünceyle önerilen bir model özelliği taşımaktadır. Temel görevi üniversite düzleminde oluşan özgül sorunlara yönelik politika üretmek ve merkezi belirlenmiş politikalan birim (fakülte)

MI er kez i dernek, platformun organlaşması demek değildir. Bizce platform savunma, merkezi dernek ise politika üretme örgütüdür.

demeklerine koordine etmek, iletmek ve biçimlemektir. Üniversiter demek üniversitenin kendine özgü sorunlara yönelik politika üretme işleviyle mer­kezdeki gereksiz yükleri hafifletmekte önemli bir güç israfına engel olmakta­dır, aynca Ü.D merkezinin denetlene­bilmesi yani dernek içi demokrasinin işletilebilmesi anlamında da Merkezi dernek düşüncesinin olmazsa olmaz bir yapı taşıdır.

2- Üniversiter demek delegasyon sistemiyle oluşturulmalıdır.

Üniversiter demeğin nasıl oluştu­rulacağına yönelik bir demeklendirme açıklayıcı olacaktır; bu örnek için I. Üniversitesini kullanabiliriz; İstanbul Üniversitesine bağlı fakültelerde der­nek üyesi olan yaklaşık 10 0 0 öğrenci varsayalım. Delgasyon sisteminde be­lirlenmiş bir oranla (örneğin 1/10) bu 1000 öğrenci delegelerini seçecektir; 1000 öğrencinin dağılımını şöyle ala­biliriz.

İ Ü. Hukuk 100 üye 10 delgeİ Ü Basın Yayın 150 üye 15 delegeİ Ü. Fen-Edeb. 250 üye 25 delegeİ.Ü. Edebiyat 200 üye 20 delegeİ.Ü. İktisat 300 üue 30 deleae

1000 üye 100 delege

Bu 1 0 0 delege İ. Üniversitesi Der- neği'nin üyesi olacaktır.

3- Üniversiter demek üyeleri en az bir organda çalışmak zorundadır. Yu- kanda öğrenci hareketinin temel soru­nun politik insiyatifi devlet güçlerin­den almak olduğunu belirtmiştik. Bu ise ancak her alanda ve zamanda poli­tika üretmekle mümkündür. Öyleyse politika üretecek organlar yaratılmak zorundadır. Sadece bu organlan ya­ratmak yetmez işletmekte önemlidir. Bu yüzden üniversiter demeğin üyeleri yaratılan organlardan en az birinde ça­lışmalıdırlar.

4- Üniversiter demek programa- tik değil, ilkel birlik olmak zorunda- dn\

Her anlayışın Ö. hareketine yöne­lik kendi nesnelliği kavrama tarzını

yansıtır, programatik hedefleri vardır. Bazı yaklaşımlar özerk demokratik üniversite hedefini savunurken diğer­leri sosyalist üniversiteleri ya da De­mokratik Halk Üniversitelerini savu­nabilir. Bu saygıyla karşılanması gere­ken bir durumdur. Doğallıkla her yak­laşım kendi programını hayata geçir­meye çalışacaktır. Demeklerin hete­rojen yapısı tam da buna denk düşer. Bu yüzden hiç kimse Üniversiter der­neklere kendi programını dayatarak il­keli birliğin zemini bozmamalıdır. Tabi ki bu görüş çalışma programı yapıla­maz anlamına gelmez.

5- Üniversiter demekler yoluyla merkezi demek oluşturulmalıdır.

Yukanda birim demeklerden üni­versiter demeğe gidiş yolunu açıkladık aynı yol üniversiter demeklerden il demeğine gidiş yolunda tanımlamak- , tadır. Yine örnekle açıklarsak;

İst Ü Derneği; 100 üye 10 delegeYıldız 0 . demeği; 20 0 üye 20 delegeB.Ü. Demeği 50 üye 5 delegeM.S.Ü Demeği 100 üye 10 delegeM. Ü Demeği 200 üye 20 delegeITÜ Demeği 400 üye 40 delege

Demek ki il demeği (İstanbul Mer­kezi Demeği) 10 5 delegeden oluşan organlı çalışma programlı bir yapı ola­caktır.

Merkezi demek, platformun or­ganlaşması demek değildir. Merkezi­leşme tartışmalannın yoğunlaştığı bu sıralarda bazı öğrencilerde platform kanalıyla merkezileşme düşüncesioluşmaktadır. Bizce bu düşünce son derece yanlıştır. Düşüncenin yanlışlığı çok somut bir nedene dayanıyor; nes­nellikle çelişmeye.... Yukanda Platfor- mün bir savunma örgütü, merkezi der­neğinse bir politika üretme özelliğinin olduğunu belirtmiştik. Platformu bir benzetmeyle askeri bir örgüt gibi düşü­nürsek (örneğin NATO) merkezi der­neği platformun üzerine şekillemeye çalışanlann NATO'dan AvrupaToplu- luğu çıkarmaya çalışmalanyla açıkla­nabilir ■

51

Page 55: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

1 Aralıkİ.Ü. BYYO direnişi

1 Aralık İ.Ü.BYYO devrimci dire­niş odağının yaydığı, öğrenci hareke­tinin devrimci mücadelesi şunu hay­kırmıştır. "Yılgınlık yok, direniş var" ve faşizme karşı mücadelesine, yılgınlığa yer vermeden her gün daha güçlü ve azimli bir şekilde sürdürdüğünü gös­termiştir.

Öğrenci hareketinin gerici-faşist eğitime karşı ve faşist baskılara karşı mücadelesi günümüze kadar iki somut şekilde, faşit idare YÖK ve polise karşı mücadelede şekillenirken bunlara bir yenisi eklenmiştir. Yeni eklenen ise "sivil faşist" güçlerdir. Kurumsallaşmış faşizmin bu kollarının tümü 1 Aralık İ.Ü.BYYO direnişinde kendisini gös­termiştir.

30 Kasım günü faşistlerin Bizim Ocak'ın afişlerini asmaları ile olay baş­lamıştır. Dernekçi öğrenciler tavnn ne olması gerektiği üzerine düşünmeye başlamışlardır. Burada çok önemli bir noktayı vurgulamak gerekir. Devrim­ciler kesinlikle faşizme izin vermezler ~ ve ona karşı mücadele ederler. Fakat alacakları tavır mücadelenin ivmesi­ne, şartlarına bağlıdır. Devrimci mü­cadelemiz, yalnızca, faşizmin bir kolu olan sivil faşist güçlerle değildir. Bun­dan dolayı düşünceler tavnn niteliğine yöneliktir. Tartışmalann başladığı es­nada Mühendislik Fakültesinden ge­len çağnya gidildi. Geri dönüldüğünde karlışılan tablo şu idi. Başka bir okul­dan gelen bir grup afişleri sökmüş, Üniversitede ki örgütlülük hiçe sayıla­rak bu yapılmıştır. Eleştirilen nokta budur. Söküp gitmek kolay, fakat İ.Ü .BYYO ’daki direniş mevzisinde ol­mak kolay değildir. Dolayısı ile burada fırsatçı tavırla davranılmış, karşı saldı­rıyı göğüsleyecek okulun güçü tarafın­

dan sökülmesi gerekirken duvarda ası­lı kağıdı indirmek marifetmiş gibi dav- ranılmıştır. ertesi gün yani 1 Aralık gü­nü ise BYYO öğrencileri olarak kan­tinde oturuluyordu. Faşistlerin gön­derdiği haber "Biz afişimizi asacağız, sürtüşme istemiyoruz." Demek top­lantısına gönderilen karar ise "Biz fa­şist grubun afişine izin vermeyiz. "Öğ­len saatinde okul koridorunu ve kanti­nini dolduran yine tüm İstanbul Fakül­telerinden toplanmış yüzelli civannda- ki sayılan ile faşistler afişlerini asmaya kalktılar. Devrimci öğrencilerin tavrı faşist kişilerin teşhiri ve kantinde afiş­lere izin verilmeyeceğini söylemekti. Serseri, lümpen kişilerden oluşan fa­şistler küfür etmekten başka bir şey bil­miyorlardı. Devrimci öğrenciler sayıla­n 10 -13u bulmaktayken bile gelen saldırıya göğüs gerildi. Gösterilen sila­hın bizi korkutmayacağı kanıtlandı. Ve dışarı doğru sürülen faşistlerle devrim­ci öğrenciler arasına giren müdüre so­ruldu. "Kim Bunlar? "Ne cüretle elleri­ni kollannı sallayarak okula giriyor­lar?" Yanıt verilmedi. Çünkü okulun bir öğretim görevlisi tarafından bu kişi­

lerin yönlendirildiği haberi geliyordu. Faşistler dışan atıldı. Bu insanlık düş­manları arkalanna bile bakmadan gi­derken, arkalanndan okul çıkış soka­ğının polis tarafından tutulması, orga­nizasyonu çok iyi sergiliyordu.

Üniversitenin diğer bölümlerin­den gelen arkadaşlara forum yapılarak durum anlatıldı. I.Ü .BYYO Komitesi devrimci tavnnı alarak, tereddütsüz iş­gal direnişi karannı almıştır. Sunulan talepler ise şunlardır.

• Faşistlerin bulunması ve ceza- landınlacaklannın açıklanması,

• İdarede ki olayın sorumlulannın Üniversite'den atılması

• Polis uygulamalannm hesabının verilmesi, gözaltına alınan arkadaşlan- mızın serbest bırakılması. (Bu arada faşist saldırganlar yakalanacağına, devrimci öğrenciler gözaltına alınıyor­du.)

İşgal direnişinin ilerleyen saatlerin­de idareyle gönderilen haberlere karşı kesin tavırdan vazgeçilmedi. Halaylar­la türkülerle, çoşkuyla hazırlıklar sür­dürüldü. Saat 18.30'da megafonla ka­ranlıktan gelen sese karşı haykınş şuy-

D ire r ı iş , devrimci öğrencilere deneyim zenginliği kazandırarak dersler çıkarmasına olanak vermiştir. Öğrenci hareket mücadelesinde örgütlülüğünün daha üst merkezi niteliğe kavuşması gerekliliği ön plana çıkmıştır.

52

Page 56: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

du: "Taleplerimiz bunlar, işgal direni­şimiz sürecek." Ardından polis saldın- sı başladı. Sayısız bombalan ile okulu tahrip ederek okula girdiler. Öğrenci­ler boğulma tehlikesi ile karşı karşı- yaydılar. Bombalar adeta okulda canlı bırakmak istemiyordu. Sonuçta polis­le yapılan anlaşmaya göre aşağıya ini­lecek ve oradan dağılacaktık. Faşizm­de verilen sözün anlamı yoktu. Öğren­ciler aşağıya indiğinde polis saldırıla­rıyla arabalara bindirilmiş, götürüldük­leri şubede direnişe devam etmişler­dir. Açlık grevi ve ifade vermemekle polislerin tutumları gerçek yüzlerini gösteriyordu. Polisin tavırlan öğrenci­lerin kıyasıya dövülmesi, ağıza alın­mayacak küfürlerin edilmesi ve tehdit­ler savurarak sürüp gidiyordu. Tehdit­leri ise çok açıktı. "Artık hiç acımadan öldürüleceksiniz" Fakat korkan kendi­leri idi. Çünkü öğrenciler tarafından faşistlerin cezalandıniması isteniyor­du. Bunun ne cüretle istenildiği soru­lup bağırılıyordu. Nihayetinde DGM'ye sevk sonucu, 7 6 devrimci tut­

sak edilmişti.Direniş devrimci öğrencilere dene­

yim zenginliği kazandırarak dersler çı­karmasına olanak vermiştir. Öğrenci hareket mücadelesinde örgütlülüğü­nün daha üst merkezi niteliğe kavuş­ması gerekliliği ön plana çıkmıştır. Bu­nun kaynağı öğrencilerin siyasi insiya- tiflerinin sürdürülmesi gerekliliğidir. Konunun açılımını yapmak bu yazı­mızda mümkün değil. Fakat kısaca be­lirtmekte yarar vardır.

Merkezi bir örgütlülüğün yaratıl­ması gerekliliğini belirttik. Bunun için üniversiteler olarak dernekler oluştu­rulmalıdır. (İ.Ü.Demeği. İTÜ Öğrenci Demeği gibi) Öte yandan en önemlisi önümüze koyacağımız mücadele pers­pektifimizde; faşizmin yok edilmesin­de, faşizmi bütünsel olarak değerlen­dirmek zorundayız. Onun parçalannm kısır döngüsünde yok olmamalıyız. Fa­şizmin bu parçacıklanndan yola çıka­rak teşhir etmeli, devrimci direnişimizi onun gerçek kaynağına, Fınans-Kapi- tale yöneltmeliyiz. Öğrenci haketi ola­

rak faşizme karşı mücadelemizde sınıf­sal mevzilenişimizin sağlanması için proletaryanın saflarından olmalıyız. İş­çi sınıfımızla bağlanmızın geliştirilme­sinin sağlanması için çabalarımızı yo- ğunlaştırmalıyız. Ancak böyle sağlam temellerle kalıcı mücadele sürdürülebi­lir.

Anti faşist mücadelede İ.Ü .BYYO ’daki devrimci direniş bir dönüm noktasıdır. Dennişin yüksel­mesi ve gençliğin devrimci eyleminin birliğinin çelikleşmesi artık kaçınılmaz bir sondur.

Devrimci saflanmızda omuz omu­za direnişi yükseltelim.

• YAŞASIN GENÇLİĞİN DEV­RİMCİ EYLEMİNİN BİRLİĞİ...

• KAHROLSUN FAŞİZM, YA­ŞASIN DEVRİMCİ MÜCADELE­MİZ...

• YAŞASIN 1 ARALIK İ.Ü. BYYO DİRENİŞİMİZ ■

53

Page 57: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Liselerde devrim meşalesini yakmak

Birgül KORKMAZ

'a girerken Türki­ye'nin politik gün­dem maddelerinden biri de hiç kuşkusuz

liselerde giderek boyveren devrimci mücadeledir. Son 10 yıllık dönemde liseli gençliğin geldiği konumu irdele­meden önce onun genel-özel konu­muna bakmamız yararlı olacaktır.

Hemen hemen her toplumda ol­duğu gibi Türkiye'de de liseli gençlik toplam nüfusun neredeyse yansına varan genç] ğanç nüfusun bir bölüğü­nü oluşturur. Diğer bölükler ise işçi, emekçi, köylü ve üniversiteli gençlik­tir. Gençlik kelime anlamıyla belli bir yaş sınınndaki insanı ifade ederken, onun üretim karşısındaki durumu; üreten, tüketen vb. toplumsal hare- ketlilikdeki yerini de tayin eder. İşçi, emekçi ve genelde köylü gençliğin üretimle doğrudan bir bağı bulundu­ğunu, liseli ve üniversiteli gençliğin ise üretimden kopuk olduğunu söyleyebi­liriz. üretimden kopukluk liseli ve üni­versiteli gençliği küçük burjuva yaşam tarzına sahip olmaya nesnel olarak iterken, buna rağmen onun hızla radi­kalleşen bir kesim olduğunu da görü­rüz. Yani üretimden kopukluğun ge­tirdiği dezavantaja karşılık, hızla bilgiyi algılayabilmesi, harekete geçmesi, mücadele ettiği davanın ateşli bir sa­vunucusu olması gibi avantajlar da onun konumundan doğar. Devrimci mücadele verilirken devrimci direnişçi güçlerin dikkat edeceği nokta prole­tarya disiplini içinde gençliği devrim saflarında nasıl eğiteceği dir. Yani olumsuzu değil, olumluyu bayrak edi­nerek ama geride kalan olumsuzu da olanak verdiği ölçüde yontarak, yok ederek liseli ve üniversiteli gençlik, ön­

derliğini işçi sınıfının çektiği devrim mücadelesinin katkıcılanndan biri ola­caktır. Onun biyolojik konumu diğer olumlu özelliklerini pekiştirebilir ama tüm mesele mücadelenin ustaca veri­lip verilmediği ve düzen karşısında gençliğin ustaca mücadele saflannda mevzilendirilip-mevzilendirilmediği- dir.

Şimdi kısaca gençliğin yetişme dö­nemindeki genel manzarasına baka­lım. Birey hangi üretim ilişkilerinin ve­ri olduğu sistemde yaşıyorsa yani mad­di çevre hangi sistemse o da ona göre şekillenir. Bu şekillenmenin ilkönce ai­le, aile-çevresi, mahalle-çevresinden başlayıp ve giderek tüm diğer kurum- kuruluş, gelenek-görenek, ahlaki de­ğerlerin yoğunlaşan etkisi altında ger­çekleştiğini söyleyebiliriz. Birey bir öz­ne olarak bu dönem içinde "kültürle- nir", Bundan sonrası ise bireyin kültür- lemeye yani aldıklannı vermesi, oldu­ğu gibi vermesi, bozarak yerine başka­sını koyması, devrimci tarzda varolan değerleri değiştirmeye başlamasıdır. Daha kompleks, karmaşık ilişkileri al­gılayabildiği lise ve üniversite yılları burjuvazi açısından en can alıcı dc nemlerdir. Eskilerin ağaç yaşken eğilir dedikleri tamamen budur. Ne olacak­sa bu yaşta olacak, birey istenildiği gibi şekillendirilip sistemle "entegre'' edile­cektir. Burjuvazi bu dönemde belli ba- şanlar elde edebilir ama bu onun siste­minin mutlak olmadığı gibi bu başan- larıda mutlak değil görecedir yani belli bir zaman dilimi için geçerlidir.

12 Ey/ü/'ün BaşarısızlığıGelelim Türkiye somutunda liseli

gençliğin durumuna. 12 Eylül faşizmi uzun yıllar sonucunda verilen mücade­lelerle tüm sınıf ve tabakalann elde et­

tikleri kazanımlannı yok ederken, aynı zamanda yıkılmaya yüz tutan burjuva değerleri de yeniden restore etmeye çalıştı.

Liselerdeki restorasyonun sonu­cunda faşist, gerici bir eğitim kurum- laştınlırken, bunlann uygulayıcılan öğ­retim kadrolannın yetiştirilip, yerleşti­rilmesi de ihmal edilmedi.

Restorasyonun saç ayaklanna baktığımızda bunlann başında seks, spor ve müziğin geldiğini görebiliriz. Liseli gençliğin cinsel kimliğini bulma­ya başladığı yıllar aynı zamanda onun sapkın cinsel anlayışla yoğrulabileceği yıllar da olabilir. Kadınlık bir yandan ev hamımlığı, mukaddes aile gibi değer­lerle pekiştirilirken, öte yanda soysuz­laşmış, kokuşmuş burjuva cinsellik an­layışı da empoze edilmiştir.

Erkek-kadm cinsel yaşamına iliş­kin empoze edilen değerlerle tabulan yıkıyor görünen, oysa yeni tabular ya­ratan bir etki yaratılmıştır. Bekarete bir yandan karşı çıkılırken, bir yandan evlendiği eşini bakir bulmayıp öldü­renlerin haberleri de asparagas yani uydurma da olsa her gün boyalı basın­da yer almışür. Bekarete hayır, özün­de kadının bir meta gibi kullanılacağı "Bedensel ilişkilere" evet. Bir yandan azıtan dinsel yayınlarla muhafazakar kadın tipine, öte yanda poşete girse bi­le pomo dergi, gazete, filmlerle köh- nemiş burjuva cinselliğine çağrı. Tüm bunlar burjuvazinin, eskinin yerine ye­ni gibi görünen oysa eskinin yerine es­kiyi, yani feodal değerler yerine artık yüzyıllardır eskiyen burjuva değerleri koyma çabasıdır.

Saç ayağın'İkincisi spordur. 19 8 0 sonrasında Türkiye’yi, Brezilya'ya, Ar- jantine çevirme girişimleri, en küçük

54

Page 58: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

sokaklara bile yaygınlaşan futbol çıl­gınlığı, yerden mantar biter gibi bitive- ren yeşil çim sahalarda gözlenen, gençliğin seks konusunda olduğu gibi enerjisinin yakalanıp düzene akıtılma- sıdır. Sporun popülaritesi Türkiye'de hiç görülmedik bir şekilde artarken gençliğe sporu "Yapmak değil, izle­mek" düştü. Mahallelere yayılan minik spor klüplerinin esas hedefi ise köşe dönecek futbolcular yetiştirmek ol­du.

Genelde müzik, özelde arabesk ve pop müzik gençliğin faşizm altında şe- killendirilişinin üçüncü saç ayağını oluşturdu. Arabesk müzik madalyonu­nun kaderci, teslimiyet tarafı olurken, pop-roc-heavy metal ise onun düzene tepkisini "Zararsızca, sinema koltukla­rını parçalatıveren" şekillerde emive- ren tarafı oldu.

Öğretimde ise Anti-Darwinizm, Metafizik, yani durağan-tarih anlayışı, aşılandı. Bilime yapılan saldınlar gençliği hayatı algılamasının biricik' yolundan etmeye çalışırken, onun ye­rine hurafelerin, cinlerin, kötü-iyi im- paratorlann, yöneticilerin geçirildiği görüldü.

Liseli gençliği seks, spor, arabesk- pop müzik ve faşist-gerici eğitim siste­mi cenderesi içine alan parababalan onu tüm toplumsal olaylardan da izole etmeye çalıştı. Bunu yapabilmesi için 1 9 8 0 öncesi politikası ile arasındaki ilişkiyi bıçak gibi kesmesi gerekiyordu. Bunun için de 19 8 0 öncesi kuşağın iyici sindirilmesi ve kuşaklararası dev­rimci bilgi, deney akışının olabildiğin­ce kesilmesi zorunluydu. Ama 10 yıl­lık faşizm tarihi bile buna yetmedi. 1989'da liselerde başgösteren dev­rimci hareketlilik depolitazasyon buz­dağının nasıl da giderek diplerinden erimeye başladığını gösterdi. İşte bu noktada liseli gençliğin faşist-gerici eğitime karşı mücadelesinde önce çı­karması gereken alternatifleri sırala­yacak olursak şunlar karşımıza çıkma­lıdır.

Erkek-kadın cinsel yaşamını ne geri feodal, ne geri burjuva değerlere göre değil sosyalist bir değerle algıla­mak, kadının kimlik olarak erkek tara­fından aşağılanmadığı, bir cinsel meta olarak algılanmadığı cinselliğin sade­ce "Bedensel ilişkiler" olarak değil or­tak sosyalist değerlerin paylaşımını da kapsadığı;

Sporda; edilgen izleyici değil aktif ama kollektifliğin öne çıkarttığı, köşe- dönücü spor anlayışı yerine, sosyalist kimliğin kazanılmasına hizmet eden

dayanışma ruhu­nu taşıyan anlayı­şın yerleştirilece­ği.

Müzikte, çok sesli, klasik batı müziğinin yaraşı­ra, halkın demok­rat değer taşıyan eserlerinin yine çok seslice yo- rumlanışının ha­yata geçireleceği, dinleyiciliğin yara­şıra katılımcı ola­rak yer alınacak alternatifler oluş­turmak gerek­mektedir.

Cinsellik, spor, müzik gibi burjuvazinin saç ayaklan alternatif­lerin hayata geçi­rilmesiyle kınlır- ken, liselinin tarihi materyalizmi hızla algılayıp toplumlardaki değişimin ya- salannı, tarih ırmağının nerelere aktı­ğını ve onun bu ırmağın gidişindeki ko­numunu öğrenmesi gerekir. Liseli gençlik sadece lisesinde değil, aile ve aile çevresindeki diğer liseli ve genç ar- kadaşlanyla da devrimci mücadelenin hızlandmlacağı bir iletişim içine gire­cektir. 10 yılın köhnemiş ideolojisini bir kenara atabilmek için kararlıca Marksist teoriyi edinip, pratiğe koyul­malıdır. Bu onu duyarlı, aktif, müda­haleci, değiştirici bir konuma sıçrata- caktır.

Peki bunlar nasıl gerçekleştirile­cektir? Tüm diğer sınıf ve tabakalar için geçerli olan: Kurtancılık, düzen değiştiricilik, dünyayı değiştiriciliğin bir kenara bıraktınlmak istendiği, bu­nun yerine köşe dönmeciliğin yaşamın olmazsa olmaz bir parçası haline geti­rildiği toplumsal psikoloji liseli gençlik için de geçerlidir. Bu psikoloji yukan- da saydığımız öğelerle gençliğe ege­men kılınmaya çalışılmıştır.

Bunu kırabilmenin yolu liselerde komitelerin, gençlik devrimci direnişi yükseltecek gençlik komitelerinin ku­rulmasıdır. Fınans-Kapitalin her alan­daki örgütlü saldıkısı bu alanda da ör­gütlüce püskürtülecek, giderek devrim yolunda kazanımlara dönüşecektir. Komitelerin görevi bir yandan yukan- da saydığımız alternatiflerin pratiğe geçirilmesi olurken komitelerde "pi­şen devrimci gençler" sonraki döne­

min görevlerini omuzlayacak duruma geleceklerdir. Liseli gençlik lisedeki mücadeleyi semtine, üniversiteye, fab­rikaya, kadın hareketine, yani savaşın tüm cephelerine taşıyacaktır.

Komiteler her lisede sistemli uygu- lanagelen faşist gerici eğitime başkal- dınnın odağı, meşalesi olurken, her okula özgü değişik problemlerin gide­rilmesine de önayak olup kitlenin gü­venini kazanmalı, bir çekim merkezi olarak liseli gençliği sosyalist değerle­rin yaratıcılığına ve devrimci mücade­lenin katkıcılanndan biri olmaya hazır­lamalıdır.

Komiteler erkek ve kadınlardan oluşan birimler olarak liselerde dev­rimci mücadelenin motoru olacaklar­dır. Komiteler, liselerin devrim müce- delesine kenetleniş mekanizmalan olurken, sistemi canalıcı noktasından vuracak.onun yeniden kendini ürete­bilmesinin yollannı tıkarken, devrimci mücadelenin kendisini yeniden ürete­bilmesinin yollannı genişçe ve derince açacaktır.

20 . yılını aşan Dev-Genç ruhu her liselinin mücadelesinin ana gıdası olur­ken, verdiği direniş mücadelesi de bu gıdayla beslenen devrimci gençliğin ana hattı olacaktır.

YAŞASIN LİSELERDE YÜKSE­LEN DEVRİMCİ GENÇLİĞİN DİRE­NİŞ HAREKETİ.

55

Page 59: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Demokratik Kadın Derneği Yayın Organı

Sesimiz'den çağrı

B izler kadınlar olarak, tüm üni­versite öğrencisi arkadaşla­rı,eğitim sistemini sorgular­ken, öğrenci kadının bu sis­

tem içinde konumlandırılışını da sor­gulamaya ve bu noktada kadın öğren­cilere yönelik aynmcı uygulamalara karşı, örgütlülük zemininde mücadele­ye çağırıyoruz....

NEDEN ÖĞRENCİ KADIN Üniversite yaşamı içindeki kadın,

kadınlık durumundan kaynaklanan sorunları, toplumun diğer kesimlerin­deki kadınlardan daha fazla yaşamaz; hatta üniversite çevresinin görece ile­rici ortamı içerisinde, aile ve çevre bas­kısından, gelenek ve göreneklerin et­kisinden biraz daha uzak kalışı vs. ne­denlerle kendini biraz daha özgür bir ortam içerisinde bulur. Böylesi bir du­rum yarı aydın konumundan hareket­le, tek tek bireyler olarak, toplum ger­çeklerini ve kadınlık durumunu sorgu­lamaya daha istekli, daha girişken ol­ması sonucunu doğurur.

İşte hedefimiz tek tek bireylerde yoğunlaşan öğrenci kadının tepkileri­ni bir potada toplamak, sorunlannı genel olarak öğrenci gençliğin sorun- lanndan, ülke gerçeğinden kopartma­dan ancak kendi içinde taşıdığı özgül­lüğü yitirmeden bilince çıkartmak ve mücadelesini yükseltmektir. Bu pers­pektif hem öğrenci kadını mücadele­ye katacak hem de öğrenci gençliğin mücadelesini zenginleştirecektir.

KADININ OKULLAŞMA ORANI• 1 9 7 5 nüfus sayımında okuma

yazma bilmeyenlerin yüzde67'si ka­dın.

• 1935'de okur yazar oranı; kadın yüzde 8 .1 6 erkek: 2 3 ,2 7

• 1965'de okur yazar oranı; kadın yüzde 3 2 ;8 2 erkek yüzde 6 4 ,0 4

Bu veriler ışığında değerlendirdiği­mizde: Kadınlann okur yazar olmala- nnda artış olmasına rağmen, bu konu­da göreli yerleri bozulmuştur. 1935'de kadın/erkek arasındaki fark yüz­de 15 .11 iken 1965'de yüzde 3 1 ,2 2 ye yükselmiştir.

Daha ilkokula kayıtta kız öğrenci oranı düşükken, kız ve erkek arasında­ki eğitim eşitsizliği ilkokul sonrasında daha da barizleşmektedir. Mutlak sayı­larla baktığımızda her kademede eği­tim gören kızlann sayısı bir önceki yıla göre fazladır. Fakat oransal olarak er­keklerle karşılaştırdığında, durumlan daha iyiye değil, daha kötüye gitmek­tedir.

1 9 7 3 -1 9 7 4 öğrenim yılında lisede okuyan kızlann oranı toplam öğrenci­lerin ancak yüzde 3 1 ,7 sidir. Klasik or­ta öğrenim kurumlanndan farklı ola­rak, maddi servet üretimine yönelik ol­ması gereken orta öğrenim kurumla- nnda kadının servet üretimine yönelik olması gereken orta öğrenim kurum- lannda kadının durumunu değerlen­dirmek için meslek ve teknik öğreni­me baktığımızda, tüm kız öğrencilerin yüzde 95'inin sağlık okullan, ilköğre­tim okullan, kız enstitüleri, kız sanat okullan ve sekreterlik okullannda yo­ğunlaştığını görüyoruz.

• 1945-25'de İstanbul Üniversite­sinde okuyan kadın öğrencilerin oranı yüzde 3 1 -6 iken, 1 9 7 0 ’de bu oran yüzde 22 .8 'e düşmüştür. Geçen yıllar­da üniversite öğrenimi gören insanla- nn sayısında artma olurken, kadınların bu artıştan faydalanmalan eşitsiz ol­

makta, giderek bu eşitsizlik kadınlar aleyhine derinleşmektedir.

Aşağıdaki verilerden de anlaşılaca­ğı gibi, üniversitelerde kadın, ekono­mik temelde görev alabileceği mesleki branşlara değil, hizmet üretimine yö­nelik branşlarda eğitim görmeye yö­nelmekte/yönlendirilmektedir.

Çeşitli Branşlarda Kadın Öğrenci Oranı:

• Dil-Edebiyat % 29.7• Mühendislik % 8.2• Tanmsal bilgiler % 9.3• Toplumsal bilimler % 17 .3• Tıp % 36 .5• Fen bilimleri % 25 .9• Hukuk % 17.7

EĞİTİMDEYÖNLENDİRİLMESİYukandaki rakamlar kadının hem

okullaşma oranı hem de mesleki eği­timde yoğunlaştığı dallar açısından er­kek ile tam bir eşitsizlik durumu yaşadı­ğını gösteriyor. Her ne kadar yasalar kadın ve erkeklere eğitim kurumlann­dan yararlanma noktasında eşit haklar tanımış olsa da. bu hakkın kullanılış bi­çimi aynı oranda eşit olmamaktadır. Kadın, eğitim kurumlanndan yarar­lanma bakımından da yerleşik erkek egemen anlayışın ona tanıdığından daha fazla hakka sahip olamamakta­dır.

Kız çocuk doğumu ile birlikte ka­dınca denilen bir norma uydurulmaya çalışılır. Evcilik oynar, ev işi, el işi öğre­nir, duygusal, sevecen, yumuşak ol­masını, boyun eğmesini ilerideki yaşa­mında erkeğin dış dünyadaki çetin mücedelesinin desteği olmasını öğre­nir. EBmohrâdafadıkadıçahşngabşrnEeı time katılması esas değildir, ancak

56

Page 60: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

öğrenir, duygusal, sevecen, yumuşak olmasını, boyun eğmesini ilerideki ya­şamında erkeğin dış dünyadaki çetin mücedelesinin desteği olmasını öğre­nir. Bu noktada kadının çalışması, üretime katılması esas değildir, ancak ekonomik zorluklar nedeniyle, aile bütçesine katkıda bulunmak için çalı­şabilir. Bu nedenle eğitim görmesine gerek duyulmaz. Salt çocuklannın eği­timi sırasında gerekli olan kadar eğitil­melidir. O, nasıl olsa çalışmayacağı, evlenip kendisini ailesine adayacağına göre eğitimini fazla uzatmasına gerek yoktur. Ya da genelde kadın burjuva bir aileden geliyorsa, kültürlü olması eş seçiminde şansını arttıracağı, ileri­de kocasını temsil etmede ona avantaj sağlayacağı düşünüldüğünde, eğitimi­ni sürdürür, fakat genelde bitirilmesi kolay olan edebiyat ve sosyal bilim dal­larında eğitilmeyi seçer. Ailede ve top­lumda varolan bu anlayış eğitim ku- rumlannda okulutan kitaplara kadar uzanır; bu kitaplarda kadın ev kadını konumu ile yer alırken, düzenin kadı­na bakışı yeniden üretilmeye çalışılır.

Yukarıdaki istatistiki verilerde de görüldüğü gibi, kadının eğitimle yön­lendirildiği dallar toplumun değer yar­gılarına uygun düşen, kadını ekono­mik temelde değil, öteki üst yapı ku- rumlannda, hizmet sektöründe görev almaya hazırlayan alanlardır. Eğitim sisteminin dışında kalan kadın ise sis­temin genelde tüketici olarak yetiştir­diği kadının tersine üreticidir. Ancak doğayı gereksinmelere göre değiştire­bilecek teknik bilgi ve beceriden yok­sun olduğu için vasıfsız işgücü olarak kalmaktadır. Bugün 5 0 -6 0 yıl öncesi­ne göre çok daha fazla sayıda kadın meslek sahibi olsa da, kadınların gele­neksel rolleri sarsmadan, bu rolünden farklı bir meslek tercihini yapmadıkla­rı açık. Öğretmenlik, hemşirelik, dev­let memurluğu gibi evde yapılan işle­rin daha da toplumsallaşmış şekilleri olan ya da çalışırken ev işlerine de za­man ayırabilecekleri mesleklerde yo­ğunlaşmaktadırlar. Bir meslek sahibi kadınlar için evi ve ailesi çoğu zaman çalışma hayatının bir alternatifi ol­maktadır. Evlilik ve çocuk sahibi ol­duktan sonra mesleği bırakma eğilimi oldukça yüksekken, mesleğinde ilerle­yebileceği halde daha pasif konumda kalmayı tercih edenler de azımsanma­yacak kadar çoktur.

Düzenin tüm kurumlan kadının üniversite eğitimi almasına sözde des­tekler görünürken gün geçmiyor ki, televizyonda ev kadınlığını özendirici

programlar yayınlanmasın, basında kadın öğrencilerin harçlıklannı çıkart­mak için fahişelik yaptıkları, koz yurt­larının da bu işin merkezi olduğu şek­linde haberler yayınlanmasın.

Aile içinde başansına erkek karde­şi kadar önem verilmeyen kadın, tüm engellemelere, yönlendirmelere kar­şın üniversiteye gelme başansını gös­terdiğinde sorunlar bitmemekte, fark­lılaşarak sürmektedir.

ÜNİVERSİTEDE KADIN ÖĞRENCİYurtlar kadın öğrenci için başlı ba­

şına bir sorun. Adeta kışla disiplini ile yönetilen yurtlarda esas alman her şeyden önce burada kalan öğrencile­rin namustandır. Erkek yurtlannda 2 3 .0 0 olan son giriş saati kız yurtlann­da 2 0 .3 0 / 2 1 .3 0 ile sınırlandınlır. Ka­dının neyine gerek o saatte dışanda ol­ması, sinemaya, tiyatroya, konsere gitmesi, arkadaşlan ile gezmesi... O kadındır, 20.30'dan sonra sokakta do­laşan kadın ise "kötü kadın 'dır. Öğren­cilerin hafta içi tüm davranışlan denet­lenir, hatta telefonları bile dinlenirken, hafta sonlannı denetlemenin yöntemi de "evci kartı" sistemi ile kolayca çö­zümlenmiştir. Namus konusunda bu denli titiz görünen yurt yöneticileri su­dan gerekçelerle öğrencileri yurttan atmaya çekinmemekte, yurttaki uygu­lamalara tepki gösteren öğrencileri tehdit etmektedir. Örneğin Hacettepe yurdunda 12 Mart akşamı erkek yurt yöneticisinin kadın öğrencilere sarkın­tılığa varan davranışlan karşısında tep­kileri önlemek için günün siyasi öne­mini vurgulamakta ve eyleme geçtikle­ri takdirde bunu kullanacağını söyle­mekten çekinmemektedir. Yurt çalı­şanlarının içinde olduğu şebekeler, yö­neticilerin göz yumması sonucu, fuhu- şu öğrenciler içine sokmaya çalışmak­ta; boyalı basın ise bu tür olayları san­sasyonel bir şekilde vermekte, kız yurt­larını potansiyel fuhuş yuvalan olarak göstermektedir.

Gerici disiplin yönetmeliği, kadın öğrencilere karşı da gericiliğinden so­nuna kadar taviz vermemekte. Tüm öğrencilerin günlük pratiğinde sıkça karşılaştığı, disiplin yönetmeliği uygu­lamaları konusuncla çok söz söyleme­yeceğiz. Aşağıdaki örnekler fazla söze gerek bırakmamakta.

• İ.Ü.'de okuyan bir kadın öğren­ciye iki erkeğe birden "meyil" verdiği için disiplin cezası verilirken; Anka­ra'da edıtislerkadaşla^e aileıı aynada oturduğu için polis tarafından bekaret

kontrolüne yollanan, sonuçta bakire çıkmadığı için okul idaresi tarafından okuldan uzaklaştırma cezası alan ka­dın öğrenci...

Bu noktada polis ve okul idaresi iş­birliğini sergilemekte, okul içinde sivil polislerin kadın öğrencilere sarkıntılık- lanna göz yumulurken, polis namus bekçisi görevini sonuna kadar yerine getirmektedir. Hatta kıyafetini uygun görmediği kadın öğrencileri okula al­mamakta, tokatlamaktan çekinme­mektedir.

Öğrenci iseniz hastalanabilir, ra­hatlıkla Mediko-sosyale gidebilirsiniz. Ancak jinekolojik bir rahatsızlığınız ol­duğunda aynı rahatlıkla davranmanız engellenir. Onlan en çok ilgilendiren sağlığınızdan çok, bakire olup olmadı­ğınızda. Bakire değilseniz bir suçlu gi­bi davranılır, en azı bu konuda rahatsız edici gülümsemeler ve sorularla karşı­laşırsınız. Oysa bakire olsun olmasın tüm kadınlann jinekolojik problemleri olabileceği gibi, olgun bir kadının da bekareti ancak onu ilgilendiren, onun karar vereceği bir konudur.

ÖNERİLERİMİZÜniversite öğrencisi aydın insanlar

olarak toplumdaki gelişmelere, ülke­nin içinde bulunduğu duruma duyarlı- yız, kadın öğrenciler olarak toplumda kadının konumu noktasında da aynı duyarlılığı göstermeli, duyarlılığımız sadece öğrenci kadının sorunlan ile sı­nırlı kalmamalı, toplumun diğer ke­simlerinden kadınlan da kapsamalıdır. Teorik ve pratik olarak kadın hareketi­ne çok şey katacağımıza inanıyoruz. Başanya ulaşmanın yolunun örgütlü­lükten geçtiği bilinci ile, kadın öğrenci­leri örgütlülük temelinde bir araya gel­meye çağınyoruz. Her birimde KA­DIN KOMİSYONLARI oluşturulması bu konuda ilk hedefimiz. Kurulmasını önerdiğimiz kadın komisyonlannda bir taraftan kadının bilinci yükseltilir­ken, diğer yandan da ister demek ça- lışmalan ister genel olarak kadın hare­keti, isterse toplumsal mücadelenin di­ğer alanlannda kadının insiyatifinin gelişeceğine, pratik ve teorik olarak nitelik kazanacağına ve her alanda ön­cülüğe aday olacağana inanıyoruz.

TALEPLERİMİZ• Ders kitaplanndan kadını küçül­

ten, geleneksel işbölümünü yücelten, kadına yönehjötidikaynmiükonu, r a sim, şiir vs. kaldırılmalı.

• Kız meslek liseleri gibi kadını da­ha îyiybir fevrkadmı ikbal eh yablştıiakıeyj

57

Page 61: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

her alanda öncülüğe aday olacağana inanıyoruz.

TALEPLERİMİZ• Ders kitaplarından kadını küçül­

ten, geleneksel işbölümünü yücelten, kadına yönelik tüm aynmcı konu, re­sim, şiir vs. kaldınlmalı.

• Kız meslek liseleri gibi kadını da­ha iyi bir ev kadını olarak yetiştirmeyi hedefleyen okullar kapatılmalı.

• Kız/erke liseleri aynmına son• Tüm okullarda ev ekonomisini

gibi dersler kaldınlmalı, el işi gibi ders­lerde kız ve erkek öğrenciye aynı ko­nular verilmeli.

• Kadını hizmet sektöründe görev almaya hazırlayan eğitim kurumlann- da yoğunlaşmasını önlemek, ekono­mik temelde görev alabileceği meslek­ler doğrultusunda eğitim veren okul­larda yoğunlaşmasını sağlamak için

özendirici yöntemler uygulanmalı.• Kadın meslekleri olarak görülen

hemşirelik, ebelik, sekreterlik vs. alan­larda eğitim veren okullara erkek öğ­renci alınmalı ve teşvik edilmeli.

• Kadına mezun olduktan sonra iş imkanı yaratılmalı ve erkekle eşit yük­selme şansı tanınmalı.

• Kadın mühendis sadece büroda değil, erkekten farksız olarak şantiye­de de çalışacak bilgi ve beceriye sahip­tir.

• Hukuk mezunlanna uygulanan yüzde 10 sistemi kaldırmalı, kadınlara da kaymakam olma hakkı verilmeli.

• Kadın/kız aynmına son• Kız ve erkek yurtlanndaki saat

farkı kaldınlsm• Öğrenciler yurt yönetimine ka­

tılmalı ve kurallan kendileri belirleme­li

• Yetişkin insan konumuna ters

evci kartı uygulaması kaldmlsın.• Basının kadın öğrencilere yöne­

lik tutumu teşhir edilmeli.• Evli olsun olmasın tüm öğrenci­

lere parasız jinekolojik muayene, do­ğum kontrolü ve kürtaj hakkı.

• Kızlık muayenesine son.• Yurtlarda evli öğrencilere de ba-

nnma hakkı.• Regl dönemlerinde devamsızlık

hakkı.• Öğrenci demeklerine aktif katı­

lım desteklenmeli, susan değil konu­şan kadın öğrenci.

Bu talepler altında mücadele et­mek isteyen tüm öğrenci arkadaşlarla tanışmak ve tartışmak istiyoruz ■

Demokratik Kadın Derneği Yayın Organı

SESİMİZçıkıyor...

İsteme Adresi:DEMOKRATİK KADIN DERNEĞİ MERKEZİ

Tiryaki Haşan Paşa Sok. Toprak Han No: 60 Aksaray-İstanbul

58

Page 62: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Kahramanmaraş olaylarının 11. yılında

Katiller aranızda!

U nutulmayan, unutulmaması gereken yıldönümleri var­dır.... Unutulmamalıdır ki; yaşanmış olanın dersleri bu­

günü aydınlatsın, yanna ışık tutsun...Bundan 11 yıl önce, düzenin istih­

barat kurumlan ve sivil faşist MHP iş­birliği ile yüzlerce insan Maraş'ta katle­dildi. Kürt ve Türk halklannın birlikte yaşadığı Maraş'ta Alevi-Sünni aynmı- nı kullanarak bir dizi provakasyon ya­ratan faşistler, katliam öncesinde kış- tırtmalarını had safhaya vardırdılar. Bizzat kendilerinin örgütlediği sinema ve cami bombalamalannı "Komünist­lerin müslümanlara saldınsı" şeklinde­ki iğrenç yalanlarla lanse ettiler. 24 Aralık 1978 'e gelindiğinde, hangi ma­hallede hangi evlere saldınlacağı bile kapılara konulan işaretlerle tespit edil­mişti . Tam da ABD emperyalistlerinin uşaklarına verdiği "Türkiye gibi müslü­man ülkelerde devrimci hareketin önüne din'i kullanarak gidin" direktifi­ne uygun olarak hareket eden faşist katiller, tahrik ettikleri insanlarla bir­likte saldırmaya başladılar.

Saldın, faşizmin kimliğine uygun olarak kendisinden olmayan herkese yönelikti... Saldırı, faşizmin yüzünü gösteren kanlı bir katliamdı... Maraş evlerinde ve sokaklannda akan; be­bek, çocuk, ihtiyar ve gelinlerin kanıy­dı... Bu kan seliyle tüm emekçilere korku verilmek amaçlanıyor, en basit hak arama bilincinin karşısına terörün dikileceği tehdidiyle halkianmız yıldı- nlmaya çalışılıyordu.

En barışçı emek taleplerinin karşı­sına bile topyekün istihbarat kurumla- nnı, militarist yapısını, burjuva sözcü­lerini ve yargılama mekanizmalannı çıkaran sistem, bu planlı katliam karşı­sında aciz kalmış görünüyordu. Aslın­da sözkonusu olan gerçekten de bir görüntüydü; çünkü ne sivil faşistlerin korunup kollanması ve ne de katliam planlaması sistemden tümüyle kopuk değildi. Suçlu, kendisini yargılayamaz­dı!.. Hükümette bulunan CHP, adeta kendisine sıfrıulmuş bir fırsatı kaçır­mak istemeyen bir tutumla, çoğu Kürt

şehrinde hemen sıkıyönetim ilan etti. Tüm kısmi haklann bile çiğnendiği sı­kıyönetim karan, parlamentonun bur­juva güçlerince tam bir ittifakla alındı. Sıkıyönetim ve olağanüstü hal süreci böylece başlatıldı.

Aradan 11 yıl geçti. Katliam gün­lerinde saldmya uğrayanlan silahsız- landıranlar, bu güne kadar da ilgisiz ve çarpık davalar açarak kollamalannı sürdürdüler. Katiller hala dolaşıyor! Dolaşmaktan öte tüm devlet kurumla- nna gerici ve faşist kadrolar yerleştiri­lerek, katliam sorumlulan ödüllendiri­liyor.

Katiller Maraş'la yetinmedi. Sivil gerici ve faşistlerin yürütücü olduklan katliamlar bir yana bırakılırsa, 12 Ey­lülle birlikte katillik resmiyet kazandı... Maraş'ta ortaya çıkan faşizmin iğrenç yüzü, 12 Eylülle birlikte devlet katında belirdi... Gerek sivil ve gerekse de dev­let eliyle yürütülen faşist uygulamalar gösterdi ki: Faşizm, tüm halklara düş­manlık demektir... Faşizm, emekçilere yönelik kudurmuşçasına bir saldın ve iğrenç demagojiler demektir... Fa­şizm, tekellerin kanlı diktası ve prova- kasyonlar zinciri demektir. Faşizm, ar­tan baskı, sefalet sınırlanna dayanan yoksulluk demektir...

Faşizmin sivil destekçisi faşist ve gerici örgütlenmeler, halklarımız em­peryalizm ve tekeller hesabına teslim almanın aracıdırlar, ulusal ve toplum­sal savaşımın önüne konulmuş birer settirler... Resmi ellerle yürütülmeyen uygulamalar, gerektiğinde bu maşalar­la yürütülmektedir.

12 Eylül un sahte demokrasi mak- yajlanyla boyanmaya çalıştığı günü­müzde bu maşalar yeniden devreye konulmaya çalışılıyor. Son günlerde özellikle okullarda ilerici öğrenci kitle­sine yönelik artan sivil gerici/faşist sal- dınlar genelde 12 Eylül'ün özelde okullarda tecrit edilen polis işgalinin boşluğunu doldurmaya çalışıyorlar.

Fakat Maraş gibi faşist katliamlar gerçeği unutulmadı! Katliamlann res­mileştiği 12 Eylül unutulmadı!

Görev; faşizmin yüzünü teşhir et­

mek ve saldmlannı kitlesel gücümüzle püskürtmek görevidir! Görev, sahte demokrasi makyajlanna karşı kitlele­rin ÖZGÜRLÜK istemlerini yükselt­mek ve boşluğu doldurmaya aday fa­şist ve gerici saldınlan etkisizleştirmek görevidir!

Faşizmin sivil saldın odaklannm gittikçe artan bir şekilde dini motiflere bürünmeleri kimseyi aldatmamalıdır. ABD emperyalizminin Suudi kaynaklı maşalannın yönelimi, Türk-tslam sen­tezi propagandalan ve düzenin sahte laiklik çığlıklanyla beraber dinsel moti­fi güçlendirme çabaları, bu kez önü­müze dikilecek setlerin niteliğini gös­teriyor.

Fakat, tüm manevleralanna rağ­men faşizmin yüzü örtülemiyor. Tüm çabalara rağmen aslolan savaşımın düzen ve düzen karşıtı devrimci müca­dele olduğu gizlenemiyor.

Kullanılmaya çalışılan her türlü su­ni (mezhepçilik vs) aynmlara karşı, tüm görüntülerle yürütülen kavganın sınıf kavgası olduğunu bilince çıkara­lım! Bu kavgada güçlerimizi birleştire­rek, önümüze çıkartılan setlerin siste­me vurmamızını engellemelerine izin vermeyelim!

Bu yolda atacağımız güçlü adım­lar, hala aramızda dolaşan Maraş katli- ami canilerini çepeçevre saracaktır. Adımlanınız, katliamın tüm sorumlu- lannm cezalandınlmasını sağlayacak­tır!

- Faşizm döktüğü kanda boğula­cak!

- Maraş katliamının hesabı soru­lacaktır!

-M araş katliamının sorum luları­nı ödüllendiren 12 Eylül rejimine son!

- Yaşasın Gençliğin Anti-faşist birliği!

Çağdaş YolDevrimci GençlikE.B. Gençlik YıldızıGüneşe Çağnİktidar Yolunda Gençlik Yöneliş

59

Page 63: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

OKUR MEKTUBU

Bir gerçek, iki kafa, tek ses...

K ürdistan ve PKK gerçekliği, iç ve dış çeşitli politik güçler tarafından gittikçe yoğunla­şan bir şekilde üzerinde duru­

lan, değişik yorum ve yaklaşımlara ta­bi tutulan olaylardır. Bu, Kürdistan Devrimi, devrimin ulaştığı düzey ve il­gili güçler tarafından taşıdığı önemle doğrudan ilişkilidir. Bu tür tartışmala­rın giderek genişlemesi ve derinleş­mesi kaçınılmazdır. Bu gün ABD'lisin- den Avrupalı politik güçlere, Türk Devleti ve kurumlanndan, basınına burjuva muhalefet çevrelerinden sol güçlere kadar hemen hemen politika ile uğraşan bütün güçlerin gündemin­de bu bölgedeki gelişmeler ve bunun önemli bir tarafı olan PKK'yı görme­mek mümkün değildir. Şu giderek kendisini hissettirir şekilde gösteriyor ki Kürdistan ve PKK gerçekliği kendi­sini dayattıkça iç ve dış politik çevreler ve kamuoyu iki ana cepheye bölün­mektedir. Bu iki cephenin her biri için­de güçlerin oluşma tarzı ve çaplarının derecesine göre birbirinden nüans olarak, renk tonu olarak ayranlara," varyasyonlara tanık olunmaktadır. Bu da kaçınılmazdır. Çünkü ona yönelim ve çizgiler ana, köklü, sınıfsal, politik örgütsel güçler şahsında somutlaşır­ken, varyasyonlar ise bu ana sınıfsal politik güçlerden ürüme, ana tabaka ve kesimlerden kaynaklanıyor. Ve bu da biçimde, nüans da görülen farklılı­ğın nedenini teşkil ediyor.

Şimdi giderek belirginleşen ve sü­recin gidişatı içinde daha da belirginle­şecek olan cepheleri ana çizgileri ile şöyle vurgulamak mümkündür. Birin­cisi kaynağını Türk Devleti nin resmi ideoloji politikasından alan ve bunun­la kendisini biçimlendirip, Kürdistan

ve PKK gerçekliğine yaklaşan, bu ne­denle hangi renk ve biçimde olursa ol­sun PKK'ye karşı savaşmayı, gelişmeyi ve gerçekleri çarpıtmayı ana görevi olarak ele alanlar, bunu çeşitli demo- goji ve çarpıtmalarla yüretenler cep­hesi. Bu cephenin temel direği T .C ’dir. Ana cephe güçleri bununla sı­nırlı değildir. İster içte isterse dışta bur­juva muhalefet çevrelerden, "Sol", "Sosyalist" görünümlü olanlardan, basından, bu cephe içinde olan ideolo- jik-politik kaynağını hakim güçlere, çeşitli biçimlerde bağlılık gereği Kema­lizm ve Kürt işbirlikçilerden alanlar da bulunmaktadır. Bunlar özellikle sol la­fazanlık ve çarpıtmalarla, bu cephe içinde Türk sosyal-şövenizmi ve Kürt işbirlikçi-reformizmi denilen vitrini süslerler. Elbette bunlar sadece Kür- distan-PKK olayı karşısında değil, tüm sosyalizm ve halklann kurtuluşu ey­lemliliği karşısında misyon sahibidir­ler. Bilindiği gibi Lenin ve Leninizm önemli bir uğraşı, böylesi güçlerle mü­cadele ile doludur. Ve "Halkın Dostları Kimdir, Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar yapıtı böyle bir müca­delenin ürünüdür.

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de Türkiye ve Kürdistan devrimleri ve devrimci güçleri sadece hakim sınıfla- nn değil işte bu sahte "sosyal d em o k­ratların" saldınlan ile karşılaşmış ve karşılaşmaktadır. Bunlar özünde karşı­devrim cephesinde olan ama biçim ve lafta "Sol" "Sosyalist" görünümleri ile halkın davasına saldırmakta, elden geldikçe gerçekleri bulandırmaya kal­kışmaktadırlar. "Sosyalizm", "Yurtse­verlik" "Vatan" edebiyatı etrafında ve burjuvazinin icazeti temelinde sosya­lizm öğretisini ve halklann devrimci

eylemini çarpıtmaya çalışmak bunla- nn temel varlık nedeni ve misyonudur. Kısacası bunlar burjuvazinin halk saf- lanna ve sosyalizm platformuna uza­nan sol elli sosyal ajanlardır. İşte gü­nümüzde de böylesi mihraklann belir­tilen işlevlerini gelişen ve değişen du­rum ve koşullanna kendilerini uyarla­mayı da ihmal etmeyerek sürdürmele­ri, özellikle de bu misyonlannı Kürdis­tan ve PKK gerçekliği karşısında gide­rek azgınlaşan bir üslupla hayata ge­çirmeye çabalamalan söz konusudur.

Son dönemlerde bunlar içinde "Bi­rikim" ile "Medya Güneşi" bu karşı- devrimci saldın ve çarpıtma faaliyetle­rinde daha da göze çarpar duruma gel­miştir. Çelişkilerin giderek keskinleş­mesi, savaşı ve savaşın cephesini el- betteki etkiliyor. Ve bazen karşı-dev- rim cephesinde uşaklar, efendilerin­den daha kudurgan oluyor.

"Birikim"denilen Murat Belge tay­fası kendisini "Sol", "Sosyalist" saflar­da göstermeye çalışan geçmiş ve gün­cel uğraşısı ihtilalci Marksizmi-Leni- nizmi özünden boşaltıp ve bu temelde Türkiye sol güçlerini ideolojikman ze­hirlemeye çabalayan burjuvazinin p a ­ralı papyonlu tatlı su sosyalistlerdir. Bu paralı papyonlu tatlı su sosyalistle­ri, sözde ideologlar, geçmişte hep fikir babalığına soyunmuş, fikir fukaralığı­nın yaşandığı ortamda fikir ticareti ile uğramışlardır. Şimdi bu takım, bu "ide­ologlar" yeni bir sahayı kendilerine aç­mak, dahiyane fikirler üreterek varo­lan gerçekleri örtbas edip hem mis- yonlannı sürdürmenin hem de egolan- nı tatmin etmenin çabasını yürütüyor­lar. Şimdi bu baylar, bu sahte fikir takı­mı, Kürdistan ve PKK gerçeğini ters yüz etmeye büyük çaba sarfediyorlar.

60

Page 64: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Bu elbetteki sosyalizm sorunu içinde Kürdistan ve PKK gerçekliğinin önemli bir yeri işgal etmesinden ileri geliyor. Diğer bir deyişle genel sosya­lizm teori ve pratiğine tasviyecilik te­melinde yanaşanlar, elbetteki ulusal soruna, bunun somuttaki ifadesi olan Kürdistan ve PKK gerçekliğine dev­rimci sosyalist tarzda yanaşmayacak­lar, tasviyeci espri ve sosyal şovenizm, çarpıtma yaklaşımlannın esasını oluş­turacaktır. Bunu özellikle adı bahsedi­len derginin Eylül sayısında çıkan "Cu- di'denKudi'ye"başlıklı yazıda çok çar­pıcı tarzda ortaya sermişlerdir. Masa başında loş ve romantik ortamlannda fazlası ile fikir üretimleri için uğraştık- lanndan, bu baylar pratik içinde bulu­nan tezi ve düşünceyi devrimci eylem­le birlikte ele alanlan fazlasıyla "aske­ri" görmektedirler. Bu papazlar geç­mişte Türkiye Solu için yaptıklan fet- valan bu sefer Kürdistan gerçekliğin­de yapma ham kafalığını ve hafifliğini yaşıyorlar. Bunun için PKK tüm ideo­lojik politik, teorik ilke hedef ve çalış- malanndan soyutlanarak salt şiddet kokan askeri bir hareket olarak göste­rilmeye çalışılıyor. Bir yanda böyle ta­nımladıkları bir PKK, öte yanda yine şiddeti tek yöntem gören Türk Devle­ti. Ortada her ikisinin arasında kalmış bir halk ve ufukta ellerinde kalın kitap­ları ile baştan sona siyaset kokan, ağır adımlarla ilerleyen bir grup salon efendisi-tatlısu sosyalisti! İşte yazıda çizilen panorama; ve bunlar "Alter­natif çözüm" diye kadenlerini kaldın- yorlar... Bravo!.. Behey efendiler, biz yoksullar şimdiye kadar fikir fukaralığı içinde bir çare bulamadığımız için çö­zümü böyle gördük. Eğer bilseydik si­zin gibi efendi fikir üretenleri, fikir ba­balarının olduğunu, vallahi hiç böyle yaparmıydık? Suç bizde değil ki, biz kürtler zaten bildiğiniz gibi kalın kafalı­yız. siz efendilerimiz gibi fikir üretemi­yoruz, arkasından bunlar oluyor. Za­ten sizler; efendiler hep yönetir fikir üretirsiniz. Biz de sürü olarak arkanız­dan geliriz...

Bu Kürdistan ve PKK gerçekliğin­de böyle olmadığı sîzlerin fikir babalı­ğınız bir işe yaramadığı için dövünme­nize gerek yok.. Demek ki Kürdistan ve PKK gerçekliği apayn bir gerçeklik ve siz gerçeklerin içine etme işini artık yürütemiyorsunuz. Bittiniz ve bitmiş tükenmiş ruhunuzla ancak debelenip duruyorsunuz. Bu kölelerin efendilere isyanıdır. Bu isyan isyancılann tüm devrimci ruhu, düşüncesi ve bütün en- tellektüel üretimi ile sürüyor. Köleler,

loş odalarda kadeh kaldıran efendileri masalarında tüm safsatalan ile birlikte yerle bir ediyor. Ve sizde bundan payı­nızı alıyorsunuz.

"Birikim"denilen Murat Belge tay­fası tescilli tasfiyeciler olarak özellikle geçmişte Türkiye devrimci sosyalist platformunun içine zehir akıtması ile tanınır.

"Birikim" ve Murat Belge tayfası özellikle 8 0 öncesi bir kısım Türkiye sol gücünü ideolojik teorik olarak ze­hirledi. Ve bu zehiri alan hiç bir güç if­lah olmadı. İdeolojik-teorik rehberi, kaynağı "Birikim" olanlar, genelde dünya, özelde Türkiye devriminin so- runlanna gittikçe artan şekilde sağ yaklaşım içine girdi. Bunlar özellikle 12 Eylül darbesi ardından canlı-İhtilal- ci Marksizm-Leninizm'e karşı tasviye­cilik bayrağını açıkça açtılar. Milyon­luk tabanlannı terkedip, örgütlerini dağıtarak bunu bütün devrimci güçlere dayattılar. Ve bu tasviyeci gelişim önemli tahribatlar yarattı. Henüz bu tahribatlar giderilmiş değildir.

"Birikimci1 ler" bu sefer 1 9 8 0 son­rası Türkiye sol saflannda gelişen ve bunda da önemli pay sahibi olarak o ideolojik-teorik, örgütsel sapma, yıl­gınlık ve kaçkınlığı, teori ve pratikte muazzam daralmayı fırsat bilerek, "si­vil toplumcu" tezleri ile yeniden dev­rimci platforma musallat olmaya çaba­lıyor. yeniden İdeoloji-teori platformu­nun altını çizmeyi, içine etmeyi, dev­rimci güçlerin toparlanma ve gelişme­lerine fırsat vermeden onları zehirle­meyi hedefliyor. Bu nedenle bu mihra­kın tüm geçmiş ve bugünkü misyonu açığa çıkanlarak yoğun bir teşhire uğ- raülması, bu temelde sol saflara yeni­den zehirini akıtmasının engellenme­si, günümüz Türkiye devrimci sosyalist güçlerinin önemli ideolojik politik ça­lışmalarının baş sıralannda yer alan, sosyalist görevlerinden biridir. İşte geçmiş ve güncel misyonu Türkiye devrimci sosyalist güçlerini teorik-ide- olojik sahada zehirleyerek tıkamak ve burjuvazinin bir yamağı durumuna ge­tirmek olan "Birikim"tayfası, şimdi ze-

61

Page 65: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

hirli dilini Kürdistan ve PKK olayına uzatmakta. Ancak bu tayfa bu sefer yakayı ele vermekten, teşhirini hızlan­dırmaktan başka bir akıbetle karşılaş­mayacaktır. Çünkü karşısına aldığı güç ve gerçek sosyalizmin ihtilalci teo­ri ve pratiği ile kendisini epey üstlemiş, kurtuluş siyasetini halkına kavratmış ve bu temelde Türkiye halkı ve devrim­ci güçlerine de yol gösterme duru­mundadır. Bu ve benzerlerini PKK gerçekliği ve gelişimine karşı öfkeleri, bu gerçeklik ve gelişiminde ihtilalci Marksizm ve Leninizmin temsil edil­mesi, uygulanması ve bunun da her türlü tasviyeciliği ve demogojiyi yerle bir etmesinden kaynaklanır. Eğer bu tayfa günümüzde "sivil toplumcu" tavsiyeciliklerinde istediklerine tam ulaşamamışsa ve giderek işlemez hale geliyorlarsa elbetteki bunda Kürdistan ve PKK gerçekliği temel bir rol oyna­mıştır. Ve bu gerçekler yaşandıkça bu tür tasviye mihraklannın emelleri kur­saklarında kalmaya mahkumdur.

Gerçeklerle savaşan, tüm çabasını bu gerçeklerin çarpıtılmasına hasre­den mihraklardan biri de "Medya Gü­neşi" olarak kendini tanıtan güruh. Bu güruh özellikle rejimin PKK üzerinde­ki baskı ve engellemelerinden yararla­narak, PKK eylemliliği temelinde bü­yük bir ulusal uyanış sürecini yaşayan ve kimlik kazanan Kürt potansiyele oynamaya çaba sarfediyor. Ulusal uyanış ve kimlik kazanmayı yaşayan ama gelişmeleri teorik-ideolojik yön­

leri ile yeterince kavrama şansına ka­vuşmamış, politik perspektifi yeterin­ce açılamamış Kürt insan potansiyeli, Medyacı insan tüccürlannın özellikle avlamak için peşine koştuğu, çeşitli bi­çimlerde tuzaklanna düşürmeye çalış­tığı kesimi oluşturuyor. Bu konuda özellikle PKK eylemliğinin uyandırdı­ğı, yarattığı şehir ve metropol, kent yurtsever potansiyeli başlıca hedefleri­ni oluşturuyor. Kan ve can vererek ürün yaratanlann emeği TC'nin icazeti ile gasp edilmeye çabalanıyor. Bunun için yayınlannda "Kürt/ü/c"demogojisi elden bira kılmayarak her türlü politik namussuzluk gösterisi ve aldatmacası ile adeta gelişmelerin içinde bir güç­müş gibi kitlelere kendisini yansıtmaya çalışarak, politik ufku dar insanlar üze­rinde oyun oynuyor.

"Medya Güneşi" denen güruh, Kürt feodal işbirlikçiliğinin Kema­lizm'le hizmet yanşından doğmuş, öte­den bu yana her türlü işbirliği ve prova- kasyonu, çarpıtma ve saldınyı kendine asli bir görev olarak görmüş bir güruh­tur. Bunlar diğer sömürge halklar gibi halkımızı kurtaracak olan temel müca­dele biçimini, sürekli provakasyon ola­rak ifade ederek TC'ye olan uşak bağlı- lıklannın gereğini yerine getirmekte­dirler. Bunlann yayınlan ve esprileri ile, Tercüman, Bizim Ocak, Hürriyet vb. gibi resmi Türk şoven basının PKK gerçekliğini ve gelişmelerini konu alan haber, yazı ve yorumlan karşılaştırıl­sın. Aynı azgın ağzı salyalı saldınlar,

çarpıtma kin ve öfke... Elbette bu bir tesadüf değildir. Çünkü Türk şoveniz­mi ile Kürt işbirlikçiliği, ortak bir efen­dinin uşaklandır. Son tahlile gerek göstermeyecek bir şekilde bu ideoloji­nin sahipleri hakim güçlere dayanır. Ve yoksul Kürt halkının mücadelesi ta­biatı gereği hem Türk hakim sınıflan­ırın hem de uşağı Kürt hakim sınıflan­ırın çıkarlannı sarsmakta, geleceğini çıkmaza sokmaktadır. Bu nedenle çok farklı gibi görünen, gerek Türk gerek­se Kürt bağımlı kafalardan tek bir sesin çıkması ne bir sürprizdir ne de bir "ide­olojik m ücadele" meselesidir. Sorun dev bir emekçi-yoksul kitlenin, maz­lum bir halkın uyanışıdır. Temel müca­dele ve önderlik hattının bu geniş kitle­ler tarafından öz kurtuluş çizgileri ola­rak benimsenmiş olmasıdır. Ve tüm bunlann da sadece efendinin değil, uşaklannın çıkarlannı da sarsmakta ol­masıdır. O halde emekçiler, mazlum halklar, kurtuluşlannı omuzlayıp götü­rürken, sadece karşı-devrimin resmi ve açık sözcüsünün saldın ve engelle­meleriyle mücadele ile kendilerini sı­nırlandıramazlar. Emekçiler, ezilen halklar, aynı zamanda burjuvazinin emek dünyası, kurtuluş dünyası, içine soktuğu, sokmaya çalıştığı şoven, sos­yal şoven ve işbirlikçi reformist, burju­va, küçük burjuva milliyetçiliğinin sal- dınlanna, çarpıtma ve engelleme ça­balam a karşı da uyanık olmak, bunla- n sürekli teşhir etmek gibi önemli bir kurtuluş görevi ile de yükümlüdürler.

62

Page 66: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

Sağlık emekçileri örgütleniyor

Eylül sonrası var olan politik örgütlenmelerin dağıtılmasıyla ve

getirilen anti-demokratik uygulamalarla uzun bir sessizlik dönemine girildi. Çalışanlar iyice pasifleştirildi, edilgen hale getirildi, kendisine ve emeğine yabancılaşmış insanlar yaratıldı. Her geçen gün tırmanışa geçen enflasyonla insanlar yoksullaştırıldı, dış dünyayla olan ilişkileri koparıldı. Kişilikleri yok edilerek sefilleştirildi. Toplumsal hareketliliğin yükselmesiyle, kamu kesiminde çeşitli meslek kuruluşlarında örgütlenmelerin doğuşu beliriyor, memurlar arasındaki örgütlenmeler giderek artıyor. Eğit-Der, Belediye-Der, Maliye-Der gibi örgütlenmelerin yanında sağlık emekçilerinin örgütlenmelerini de görüyoruz. Sağlık çalışanları, direkt insanı, insan sağlığını ilgi­lendiren bir sektörde çalışıyor. Sağlık hizmetlerinin giderek tekelleştirilmesi, özelleştirilmek istenmesi, insan sağlığının alınıp satılabilinen ve üzerinden kar sağlanan bir ticari meta haline getirilmesi şeklinde

izlenen politikalar bu alanda varolan sorunları arttınyor, dayanılmaz hale getiriyor.Halkla çalışanlar karşı karşıya ge­tiriliyor. Sorunların asıl kaynağı gizlenerek üzeri örtülüyor. Bundan dolayı sağlık emekçileri sorunlarının çözümünün ancak örgütlü mücadeleyle mümkün olacağının bilinciyle direnebilmek ve ilerleyebilmek için örgütleniyor.

TEKNİK SAĞLIK MENSUPLARIDERNEĞİ (TSMD) İSTANBUL ŞUBESİ AÇILIŞ GECESİNİ YAPTI

Sağlık işkolunda bir çok kesimi bünyesinde toplayan dernek, tanıtımını yapmak, amaçlarını anlatmak ve dayanış­ma amacıyla geçtiğimiz günlerde bir gece düzenledi.

Gecede çeşitli konuşmalar, müzik, tiyatro gösterisi ve halk oyunları yer aldı. Demek hem kültür anlayışını hem de hedeflerini anlatmaya çalıştı. Özetle şunların üzerinde duruldu:

Bireysel mücadelenin sonu getirmeyeceği, sorunların çözümü için örgütlenmenin zorunluluğu, sağlık politikasının çalışanlara ve halka yansımaları, bu sektörün ticari bir faaliyet alanına dönüştürülmesinin yerine sağlık hizmetlerinin halka, eşit, nitelikli ve ücretsiz götürülmesinin zorunluluğu, çalışanlar arasındaki ayrımcı uygulamaların kaldınlması, bu alandaki sorunlann diğer alanlardaki sorunlardan ayrı ele alınamayacağı, diğer kesimlerle dayanışmanın gerekliliği vurgulandı. Son olarak da, sağlık işkolunda demokratik, ekonomik ve siyasal sorunların çözümü için tabanın söz ve karar sahibi olacağı sınıf ve kitle sendikacılığı ilkeleriyle kurulacak olan sendikanın zorunluluğu vurgulandı.

YAŞASIN SAĞLIK EMEKÇİLERİ ÖRGÜTLÜLÜĞÜ...

HEDEFİMİZ, BAĞIMSIZ SINIF VE KİTLE SENDİKACILIĞI...

63

Page 67: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

ÖZGÜRLÜK SAVAŞI

Dağlarda umut Dağlarda isyan

Dağlarda savaşçılar Dağlarda feryat

Yüreğimiz dağlarda

İsyanlardaTürkümüz

Savaşımızdır şimdi

Dağ haykırırİsyana gelir

Kızıllaşan toprakBuram buram kokar.

Çiçekler haykınrÖzgür büyümek için

Umut yeşerdi dört bir yanda Dağlarda

Bir çocuğu düşünGözlerinde öfke

Yüreğinde aydınlık Var

Savaşan bir diyardaHaykırır özgürlük marşlarıyla

Ve sonra fidan olur Kök salar

Özgürlük diyarına

Page 68: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10

DOĞAN TERLEM EZ (1956 - 16.12.1976^

YAŞIYOR!

Page 69: Çağdaş Yol Ocak 1990 Sayı 10