Upload
yol-siyasi-dergi
View
257
Download
9
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi
Citation preview
İşçi hareketi ve Türk-İş Kongresi
Sosyalizmin Truva Atı Yugoslavya
Aleksandra Kollontai
Devrimci Direnişçi Gençlik
Merkezileşmetartışmaları
Çağdaş YOL AYLIK SİYASİ DERGİ
Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz
İÇİNDEKİLER
Sahibi: S.Güneş ÜNSAL
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:Gürcan ÇİLESİZ Yazışma Adresi:
Jöntürk Cad. Nikah Dairesi Karşısı Şamdancı İşhanı
No: 26 Laleli - İST.Dizgi:
Detay - 511 51 76 Baskı:
Çiftay Matbaacılık Fiyatı:
3000 TL- Yurtdışı Fiyatı:
6 DM - 6 SF Genel Dağıtım:
Hürda Ön Kapak Resmi:
“ Kapitalist Endüstrinin Zaferi” David Alfaro Siqueiros
Arka Kapak Resmi: “ Demos + Krates = Demokrasi"
Emre Zeytinoğlu
Merhaba..................................................................................... 1Politik Durum.............................................................................2Emperyalizm ve finans-kapitalin şon model saldırısı:Özelleştirme/Mehmet YILMAZER............................................4Finans-kapitalin kaşarlanmış politikacısı:Demirel...................8Devrimci Yol savunmasında “ Türkiye Gerçeği’ ’/MehmetYILMAZER............................................................................... 10Ulusal Sorun (2)/Erkan DEMİRCİ..........................................14Pratik deneyler ışığında somut bir kadro eğitim planıüzerine öneriler/Temmuz DOĞANAY....................................19İşçi hareketi ve Türk-İş kongresi/Orhan DİNÇOK...............25Türk-İş’te birlik politikası iflasını bir kez daha kanıtladı..... 28Sosyalizmin Truva Atı; Yugoslavya/Ayşe TANSEVER........30Kollantai: “ Düşüncelerim yaşamımdır’ ’/Gökçe DEMİR...... 44Devrimci direnişçi gençlik/Orhan DİNÇOK..........................46Merkezileşme tartışmaları ya da politikleşmeninerezyonu/M.Sinan MERT.......................................................501. Aralık İ.Ü. BYYO direnişi.................................................. 52Liselerde devrim meşalesini yakmak/Birgül KORKMAZ..... 54DKD. Yayın Organı Sesimiz’den çağrı................................. 56Katiller aranızda.......................................................................59Okur Mektubu......................................................................... 60Sağlık emekçileri örgütleniyor................................................63
Merhabaİki aylık bir aradan sonra yeniden birlikteyiz. İki ay içinde hem ülke içinde hem de uluslararası alanda
ço k önem li gelişm eler kaydedildi. Ö nceki sayımızda Finans Kapitalin yeni bir saldırıya g eçeceğ in e yazmıştık. Ç ok geçm eden bunun ilk ipuçları ortaya çıktı. Sivil-İdare-Polis İşbirliğinde B asın Y ayın Yüksek O kuluna düzenlenen saldırının ardından devrimci güçler okulu işgal etti. D iğer üniversitelerde de p ro testo gösterileri düzenlenirken, Çukurova Ü niversitesindeki devrimci direnişçi güçlerin eylemliliğine "silah çekildi". İstanbul'daki bine yakın öğrencinin düzenlediği ortak gösteri ise 1 9 8 0 'li yılların ilk "M olotof kokteylli" gösterisi oldu. B u olaylar saldırının ilk sinyaliydi.
İkiyaka köyünde 3 0 'a yakın sivilin öldürülmesi PKK'ya mal edilm eye çalışıldı, P K K ise olayla ilgisinin bulunmadığını, açıkladı. Ö lağanüstü Hal V aliliğine bağlı Kolordunun eski Kom utanı K orgeneral Se len başından sonuna kadar: 1 9 8 4 Eruh, Şem dinli olaylanndan bu yana sürekli h ata işlediklerini itiraf etti. H atalar P K K pratiğinin sonuçlarıydı.
Cum hurbaşkanlığı koltuğuna oturan Özal güçlü devlet başkanlığı sistem ine yönelik ilk adım lan atm aya başlarken, hükümeti de uzaktan kumandalı sistem le idare etm eye başladı. Ö zal, Evren'in "em anetine hıyanet" etm eyeceğin i ifade etti.
F inans Kapitalin iki yıldır basıncı altında şekilsizleşen S H P ise ikinci büyük krizin ardından sayısı o n a varan kayıp verdi. Parababaları alternatif listesinde SH P 'nin adını keyifle çizerken, D em irel hızla ¡sındırılmaya başlandı. AN A P ise Cum hurbaşkanlığı dizginiyle ayakta duruyor. T B K P varlığının-sosyal dem okrasiye evrim leşen varlığının-dayanılmaz hafifliği ile yasal siyaset sahnesine çıkıverdi;
şapka düştü kel göründü.Türk-İş'de ise sosyal dem okratlar tarihin en yüksek sayıda delegasyonuna sahip olunm asına karşılık
Şevket Y ılm aza destek çıkam adan edem ediler. .A rada 6 değil, 6 0 oy fark çıktı. O tom obil-İş, Laspetkim -İş gibi bağım sız sendikaların Türk-İş'le birleşm e
isteği ise yine sosyal dem okratların uzlaşmadaki başarıları yüzünden bir başka bahara kaldı.Türkiye'nin A T 'a kabulünün şimdilik rafa kaldırılması ise F inans Kapitali sanldığı can sim itlerinden
birinden etti. Türkiye'den doğuya bakıldığında Türkiye'nin de içinde yeraldığı toprakların cayır cayır tutuşacağının m uştulayan bir haberdi bu.
Uluslararası alanda ise, D oğu Blokundaki gelişm eler başdöndürdü. En son , R om anya'daki olaylar prestroika ve glasnost dalgalarının nerelere kadar uzandığını gösterdi. A B D em peryalizm i ise Malta zirvesinin ardından Sovyetler'e sürpriz yaptı. G erçi sürpriz sayılmazdı, Filipinlere hava filosuyla destek olunm asının ardından P an am a işgali herhalde "daha göze batıcı" bir uyan oldu.
G elelim 1 0 . , sayımıza. M. Y ılm azer D ev-Yol'un "Türkiye G erçeğ in i eleştirdi". Ulusal sorun bu kez Türkiye'de som utlaşıyor. Türkiye'de serm ayenin yapısı üniversite ve liselerdeki duruma ilişkin yazılar, Ayşe Tansever'in uzun Yugoslavya incelem esi, Kollontai ise diğer yazılar. B u arada 1 1 . sayımızda sosyalist ülkelerdeki son gelişm elere ilişkin ayrıntılı bir yazı yayım layacağım ızı belirtelim .
1 9 9 0 'a Finans Kapital korku, endişe ve yırtıcılıkla, devrimci direnişçi güçler ise cesaret, güç ve direnişçi kitlelerle giriyor. 1 1 . sayıda buluşmak dileğiyle.
Çağdaş YOL
ı
Politik Durum
azeteler, 1990 'a girerken f ' ücret ve maaşlılann milli ge- 1 ^ lirden aldıklan payın yüzde
* 13 ,9 'a gerileyeceğini yazdılar. 1980'de bu pay yüzde 26.6'ydı. Buna karşılık kar, faiz ve rant kesiminin payı aynı on yılda yüzde 49,9'dan yüzde 70'9'a yükselmiştir.
Bu rakamlar 12 eylül'ün gerçek yüzünü oldukça iyi özetliyor. Ücretlilerin gelirlerinin yansı bu on yılda, para babalanna kar, faiz, rant olarak aktarılmıştır. Yürütülen ekonomi-politi- kayla bu ibrenin bundan sonra da ücretlilerin aleyhine değişeceği çok açıktır. Egemen politika bu somut gerçekliğin üzerine oturuyor. Bu nedenle, on yıldır 12 Eylül'ün yükünü kaldıran ANAP artık sancılı bir döneme girmiştir. Mart'taki mahalli seçimler ANAP'ın kesin inişinin kanıtı oldu. ANAP'ın bu politik inişine inat T. Özal, yoksullaştırdığı yığınlara daha yukandan bakma isteğiyle olsa gerek, Çankaya'ya tırmandı. Hemen arkasından, H. Celal Güzel'in ANAP içindeki "demokrasi" gösterisinden sonra, Başbakanlık ve Parti Başkanlığı Özal'ın istediği yönde çözümlendi.
ANAP, çok açık bir şekilde, bütün devlet imkanlannı kullanarak gücünü korumaya ve gelecek seçimlere kadar da kaybettiği mevzileri geri almaya hazırlanıyor. Bu hedef doğrultusunda oldukça pervasızca ilerliyor.
ANAP'ın pervasızlığının bir kaç nedeni var. İlk, ordu hiç değilse bu momentte politik yaşamın kremitli- ğinde olanlara kanşmamayı yeğliyor. Hem 12 Eylül'ü ANAP'dan ve Ozal'dan daha iyi savunacak bir siyasi güç yok, hem de yığınlann aşağıdan baskısı bir müdaheleyi gerektirecek
noktadan epey uzak.Diğer neden, burjuva anlamda bile
etkin bir muhalefetin olmayışı. SHP, her kritik momentte olduğu gibi yine sancılı. DYP ise, ANAP ve Özal'a yönelttiği "çok sert" eleştirileri hiç bir zaman halkın gerçek çıkarlan doğrultusundaki paralolara vardırmaz.
Üçüncü ve en önemli neden, yı- ğınlardak tepkinin henüz yeterince devrimci kanallara akıtılamaması, öfkenin dağınık ve örgütsüz olmasıdır.
Ancak bütün bu geçici avantajlar ANAP'ın kaçınılmaz inişine engel olamaz. İktidar gemisi çoktandır su almaya başlamıştır. Bütün çabalar en sonunda tekneye giren suyun belki biraz hızını kesmeye yarar. Fakat ANAP gemisi onu kaçınılmaz batışa götüren, gövdesindeki 12 Eylül deliğini kapatamayacaktır.
Burjuva siyaset sahnesinde diğer önemli olay SHP'den aynlmalardır. Paris'e Kürt sorunuyla ilgili bir toplantıya katılan milletvekillerini ihraç ederek, SHP'ne ölçüde "demokrat" oldu
ğunu bir kere daha ortaya koymadan edemedi. Bu olay ardından partide bir siyasi kriz yaşanıyor. Meclis grubunda "sol eğilimli" görünen bir grup milletvekili partiden aynldı...
Sosyal demokratlan krize sokan gerçeklik nedir? Mart seçimlerinden sonra iktidara hazırlanmaya başlayan SHP, canla başla finans kapitalin gözüne girmeye çalışıyor. D. Baykal TÜ- SİAD'ın eşiğini epey aşındırdı. Öte yandan, geniş halk yığınlan en azından 12 Eylül süresince yitirdiklerini geri almaya çalışırken, SHP'nin bu yolda söylediklerini dikkatle dinliyor ve sözlerini yerine getirmesini bekliyor. Bu açmaz içinde SHP, halka "sabır" telkin ederken, para babalarına yaltaklanmak için ne gerekiyorsa yapıyor.
Neticede, bu iki yüzlü politika, Kürt milletvekillerinin ihracı ile tepe noktasına vannca, partide kriz kaçınılmaz oldu. SHP içindeki krize yaşadığımız günlerin özelliği yönünden baktığımızda, ihraç ve istifalar bir gerçekliği
Lsu dönemin çok önemli bir özelliği,12 Eylül faşizmine ilk önemli darbeyi Kürt Ulusal Hareketi'nin vurmuş olmasıdır. Bu ne anlama geliyordu? Artık devrimci hareket "yol açıcı" düzen içi eğitimlerden köklü ve tarihi biçimde kopuşmak zorundaydı.
2
günlerde, yığınlarda biriken öfkeyi devrimci kanallara yönlendirmenin önemli bir momentini yaşıyoruz. Yığınlar ya sosyal demokrasinin mızmız muhalefetiyle bir kere daha hayal kırıklığına itilecek, ya da biriken öfke kitle eylemliliklerine yükseltilecektir.
açığa vuruyor: Yığınların yıllardır biriken öfkesi artık kendine göre kanallar bulup akmak istiyor. Bu gerçekliği sezen SH P merkezi daha gericileşirken, aynlan milletvekilleri bu gelişimde kendilerine bir yer edinmeye çalışıyorlar. A. Baştürk ve benzerlerine bir misyon yüklediğimiz sanılmasın. Onlar, halk hareketinin radikalleşme özlemine uyum gösterme yeteneğinde değildirler, onların misyonu, SHP'den ko- puşup devrimci kanallara akışı deneyecek yığınlann yolunu kesmek olabilir. Bundan öteye bir siyasi misyonlan olamaz. Ancak sorunumuz Baştürk'Ie- rin muhtemel siyasi geleceği değildir. Tabandan tepeye süzülen yığınlann özlem ve tepkileri sonuçta böyle ko- puşmalara neden olmuştur. SHP'yi krize iten, yığınlardaki radiklleşme özlemidir ve bizler için önemli olan da budur.
Tam bu noktada Demirel'in, Özal ve ANAP’a karşı kullandığı "zehir gibi" üsluba gelelim. Halk, ANAP ve 12 Eylüle karşı "cesur" çıkışlar özlüyor. Bunu SH P’nin değil de Demirel'in yapması fazla şaşırtıcı değildir. DYP'nin "cesareti" onun sınıf temelinden geliyor. DYP'nin finans kapital politikasının bir nüansı olduğundan kimsenin şüphesi yok. DYP ve ANAP aynı ağacın farklı dallandır. Ve bu nedenle Demirel'in ortaya attığı, geniş yığınlann gerçek özlemlerini karşılayacak açık paraloları yok. O, demo- gojinin en son imkanlanyla yığınlardaki öfkeye yön vermeye çalışıyor. Fakat SHP, geçmişin deneylerinden biliyor ki, bazı "sosyal" ve "demokrat" ta lepler yükseltmeye kalkarsa hemen "komünistlere" ya da "bölücülere" ar ka çıkmakla eleştirilecektir. Öte yandan, yığınların demokrat taleplere her zaman SHP ve benzerlerinden daha içtenlikle sahip çıkıp öne atıldığını da SHP'liler deneyleriyle iyi bilmektedirler. SHP'nin 12 Eylül öncesi sınıf mücadelesinden çıkarttığı en önemli ders: "uzlaşma, her ne pahasına uz- laşma"dır. Çünkü sınıf mücadelesi yükseldikçe sosyal demokratlar, finans kapitalin faşizm girişimleriyle, işçi sınıfı ve halk hareketinin devrim özlemleri arasında sıkışıp kan teri döküyorlar. Onların tek ve ezeli parolası: uzlaşmadır.
Bu gerçeklikler karşısında, genel olarak halk hareketini ve özel olarak devrimci hareketin durumunu değerlendirirsek neleri öne çıkartmalıyız?
Bizde on yılda bir gelen askeri darbelerden sonra sosyal olaylann yükse
lişi, o dönemlerin kendine özgü izlerini taşır. 19 6 0 sonrası hareket 27 Ma- yıs'ın izlerini taşımıştır. Hatta bu, devrimci teoriye "asker, sivil, aydın zümrelerin" öncü rolü olarak girmiştir. Devrimci hareket, 27 Mayısın açtığı yoldan ilerlerken kaçınılmaz şekilde onun izlerini taşıdı.
12 Mart'tan çıkışta, Ecevit CHP'si yolu açtı. CHP’nin açtığı yoldan hareket gelişti. Bu nedenle, DISK'in eylemlerinden, devrimci siyasetlere kadar sosyal demokrasinin izi ve etkisi görüldü. Bu etki en köklü şekilde 1 9 7 8 ’de kınlmaya başladı.
12 Eylül’de, 12 Mart'tan çıkış gibi bir gelişme yaşanmadı. Hala 12 Eylülle birlikte yaşıyoruz. Ancak bu dönemin çok önemli bir özelliği vardır. Bu da, 12 Eylül faşizmine ilk önemli darbeyi Kürt Ulusal Hareketinin vurmuş olmasıdır. Bu ne anlama geliyordu? Artık devrimci hareket "yol açıcı" düzen içi eğitimlerden köklü ve tarihi biçimde kopuşmak zorundaydı. Yolu kendi bileğinin hakkına açacaktı, ya da bunu beceremezse onlann en bayağı parolalannın ardçısı olmak durumunda kalacaktı. "Sivil toplum" üzerine fırtınalı tartışmalar bunun en güzel kanıtı oldu.
Bu gerçeklik, devrimci hareketlerin daha önce yaşadıklan bütün "kolaylıkları" ortadan kaldıran, onlan çok daha sağlam örgütlenmeler inşa etmeye, kapsamlı teorik tutarlılığa zorlayan bir gelişmedir. Tarihsel bir dönüm noktasına işaret etmektedir.
Yaşadığımız günlerin somut taktik özelliğine gelince: Yığınlardaki suskunluk, 12 Eylül sonrası geniş ölçüde ilk kez öncü işçilerin başını çektiği Ne- taş, Derby vb. grev eylemleriyle bozuldu. Daha sonra çok yaygın biçimde
geri işçi kesimlerinin eylemleri yaşandı. Bu eylemler henüz pasifti, ancak yaratıcı pek çok eylem biçimiyle bütün halk kesimlerinin sempatisini topladı. Son 1 Mayıs, öncü işçilerle geniş kitlelerin bir bulaşma çabası oldu. Ve olaylar bu yöndeki birikimleri her gün yükseltiyor.
içinde bulunduğumuz günlerde, yığınlarda biriken öfkeyi devrimci kanallara yönlendirmenin önemli bir momentini yaşıyoruz.
Yığınlar ya sosyal demokrasinin mız mız muhalefetiyle bir kere daha hayal kınklığına itilecek, ya da biriken öfke kitle eylemliliklerine yükseltilecektir.
ANAP yıprandı, SHP ise yeteneksizliğini hergün bir kere daha ispatlamakla uğraşıyor. Ancak devrimcilerin olağanüstü beceriksizliği Demirel'in demogojilerine itibar kazandırabilir.
Daha önce yaşanan yaygın işçi eylemleri, henüz ürkek olan yığınlann gözünde, kitlesel direnişi tümüyle meşrulaştırdı. Silopi olaylan ve son öğrenci direnişleri ise artık böyle eylemlerin acil taktik sorunu haline geldiğini gösteriyor.
Görev, yığın eylemliliğini yükseltmektir. Bunun için halk yığınlannın önünü açmalı, bu yolda her fırsatı en usta biçimde değerlendirmeliyiz. Kitle eylemleriyle bir anda onbinleri içeren eylemlilikleri hayal edemeyiz. İlk elden, momenti ve parolalan iyi seçilmiş, henüz az sayıda insanın katıldığı eylemlilikler düşünülebilir, bunlar geniş yığınlann hareketine iüme verecektir.
Yığınlann öfkesi, radikallerinin yollanın anyor. Proleterya Sosyalistleri bu arayışa öncü olmakla yükümlüdürler ■
3
Emperyalizm ve finans- kapitalin son model saldırısı: ÖzelleştirmeMehmet ÇAĞLAYAN
1) Özelleştirmenin Dünya Krizi ile İlişkisi ve Yeni Sağ İdeoloji:
1980'li yıllarda yaşanan bir gerçek lik var. H em kapitalist anayurtlarda hem d e yarı söm ürgelerde egem en sınıfın tem el politika önerileri ve uygulamaları, eski kalıp içinde tıkanan serm aye birikimi önündeki engelleri kaldırm ak ve kabuk değiştirm ek doğrultusunda odak lanıyor. Ö zelleştirm eler bu politika değişikliklerinin ürünüdür. Bilindiği gibi kapitalizm "altın yumurtlayan çağını" (1945-1965) yetmişli yılların başından beri yitirmiştir. Durgunluğun nedenini bir türlü kavrayamayan burjuva iktisatçı ve ideologlar, bunalımı tekil olaylarla ve özellikle petrol şoku ile açıklamaya kalkıştılar ilkönce. Peki bunalımın göstergeleri nelerdi? Büyüme oranlan refah yıllannın üçte birine düşmüş, yatırımlar azalmış, buna bağlı olarak dünya ticaret hacmi daralmış ancak daha önceki dengesiz ve eşit olmayan büyüme sonucu para ve kredi sermaye alabildiğine büyümüş fiyatlar dizginlenemez hale gelmiş (enflasyon), üretim kapasitesi düştüğünden işsizlik refah yıllanndaki toplumsal uzlaşmayı çatırdatır hale gelmişti. Ancak burada belirtmek gereldr ki işsizlik sorunu azgelişmişler açısından hiçbir zaman önemini kaybetmemiştir. Yarı sömürge ülkelerin işçi sınıfı üzerinde işsizlik, her zaman demoklesin kılıcı gibi sallanıp durmuştur. Kapitalist anayurtlarda ise refah yıllanndaki hızlı büyüme ve yan sömürgelerden aktan- lan değerlerle (sosyal refah devleti uy- gulamalan adı altında) beslenen işçi aristokrasisi daha önce bundan pek etkilenmiyordu. Ancak bunalımla birlikte sosyal refah devleti uygulamalan
çöpe atılınca, işsizlik, kapitalist anayurtlardaki işçi sınıfı içinde birinci sorun haline geldi. Doğaldır ki bu durum, yan-sömürge ülkelerdeki işçi sınıfı için çok daha şiddetli ve dayanılmaz olmuştur. Uluslararası kapitalist işbölümü ve emperyalist sömürü ile ekonomisi dumura uğratılan yan-sömürgele- rin "emperyalizm hapşırsa zatürree ol- malan" kaçınılmaz bir gerçekliktir.
Bütün bunlara azgelişmişlerin çığ gibi büyüyen dış borç sorunu da e l e nince, dünya kapitalizminin bütününe uyarlanması gereken geniş çaplı bir yapı değişikliği ve operasyonlar zorunlu olmuştur. Uluslararası finans kapital ve yan-sömürge ülkelerin finans kapitalleri para-kredi-borç ağı ile o derece içeçe geçmiştir ki finansal ağın har- hangi bir yerinde açılacak olan bir gedik dünya ekonomisini toptan alt üst edebilecek boyuttadır. 1980'lere gelindiğinde, dünya ekonomisinin temel göstergelerinde hiçbir iyileşme olmayınca, sosyal refah devleti uygulamala- n ve sınıflararası uzlaşma reçetesi olarak ifade edilen Keynesçilik ve (petrol şoku, yanlış uygulanan politikalann neden olarak gösterildiği) Keynesçi bunalım açıklamalan rafa kaldırıldı. Bütün dünyada, liberal politikalar ve yeni sağın yükselişi bu döneme tekabül eder. İlk şaşkınlığı üzerinden atan finans-oligarşisi, "yeni sağın" ideolog- lannın politika önerileri ile birlikte sistemli bir saldmya başladı. Şöyle haykı- nyorlardi: "Bireyin fayda maksimum- laştırması kurallan uyannca karar verip davranabilmesi için alternatif kulla- nımlan-sınırlı-bir fonu elinde bulundurması gerekir; yani özel mülkiyete sahip olmalıdır ki bireysel olarak karar verebilsin. Bu nedenle kollektif ile ko
lektif kararlar olabildiğince geniş ölçüde özelleştirilmelidir."
Bireysellik haklannın kutsanmasını istiyorlardı yeni liberal (yeni sağ) ideologlar. Bireysellik hakkı yani yaratılan değerler üzerindeki mülkiyet hakkıydı korunmasını ve geliştirilmesini talep ettikleri hak. Bu, aslında en açık bir şekilde savaş ilanıdır. Finans-oligarşisi, büyüme yıllannda katlandığı maliyetlerden kurtulmak istiyordu. Refah yıllannın ateşkesini silahlı saldınya dönüştüren (ekonomik sömürü yöntemlerinin katmerleştirilmesi ve her türlü kamu harcamasının kısılmasını kastediyorum) finans oligarşisinin talebi, işçi sınıfının ve em ekçi yığınlarının üzerindeki mengenenin daha da sıkılmasıdır. Kutsanan özel m ülkiyet hakkı ise yalnız m ülk sahibi o lm ayanlara karşı korunabilir, liberalizmin devletinden güvence altına alması beklenen , bir dışlam a hakkıdır. Ö zelleştirme; proletarya ve em ekçi yığınların kendi ürettiği d eğerlerden dahada çok dışlanm asının teorisidir.
Hızlandmlmış sermaye birikimi koşullannın aşınması sonucu, sınıf uzlaşmasına dayalı Keynesçiliğin toplumsal mekanizması (artık burjuvaziye çok geliyordu) yerini yeni sağın pek yeni reçetelerine bıraktı! "Baştanbaşa devletleşmiş kapitalizm" (Kari Renner 1917) - toplumsal kamu tüketiminin azaltılması (sosyal ıvır zıvıra son); devlet payının düşürülmesi (daha az vergi, daha az devlet harcaması); müdahale kapasitesinin azaltılması (serbestleştirme; yani özel girişimler üzerindeki vergilerin, örneğin çevreyi koruma vergilerinin indirilmesi); kamu kesiminin küçültülmesi (yeniden özel girişime
4
devretme) yoluyla - yeniden özelleşti- rilmelidir (Irving Kristol 1978)" (1)
Kapitalist anayurtlar için özelleştirmenin anlamı; bir yandan devlet müdahalesini kısmak, piyasayı yegane belirleyici haline getirmek (çünkü bütün belaları piyasayı sınırlayan devlet müdahaleleri getiriyor. Sanki devlet müdahaleleri piyasa gereksinimlerinden kaynaklanmıyormuş ve devlet burjuvazinin devleti değilmiş gibi), kamu kesiminin faaliyetlerini küçülterek (vergilerin ve harcamalann azaltılması) özel girişimlerin kârını daha da arttırmak, bir yandan da KIT'lerin tüm mülkiyetini gittikçe devleşen finans- kapital hanesine ekleyerek sermaye birikimini hızlandırmaktır. Azgelişmiş ülkeler için ise durumun bazı özgünlükleri sözkonusu. Birincisi; yabancı sermaye gereksinimi. Döviz ihtiyacını kendi ihracat gelirleri ile karşılayamayan azgelişmişler, yabancı sermaye olmadan birikim rejimini sürdüremeyeceklerinden yabancı sermayeyi ağırlamanın yolu olarak KIT’lerin satışını gündeme getiriyorlar. İkincisi, ağırlaşan dış borç sorunu, Her ülkede uygulanmasada yöntemlerden biri olarak, kendini dış borç karşılığında hisse senedi değiştokuşu olarak ifade ediyor (Ünlü Baker Planı). Yani borcunuza karşılık KİT'lerinizi satıyorsunuz. Üçüncüsü, azgelişmişlerde sermaye birikimi bütün kanlı sömürü yöntemlerine rağmen yetersiz. Sermaye birikimini arttırmak amacıyla vurguna dayalı yerli finans-kapitalleri KİT hisseleriyle beslemek. Böylece senaryo kuramsal olarak tamamlanıyor. Azgelişmişlerde özelleştirmenin işlevi; en verimli KİT hisselerinin küçük lokmalarının yerli finans-kapitale, iri olanlarının em peryalizm e p eşkeş çek ilm esi.
2) Türkiye'de Özelleştirmenin Bilançosu:
Gelelim yeni-sağ ideolojinin politika önerilerinin emperyalizm ve yerli finans kapitalin belirlediği rota içinde Türkiye'de uygulanışına: 1980'de kapitalist geniş yeniden üretim tehlikeye girince birikim rejiminde değişikliğe gidilmişti. Bu politikanın hangi odaklardan nasıl belirlendiği ve uygulandığını daha önce incelemiştik (*) Burada ağırlıkla ele alacağımız nokta özelleştirme adımları ve buna bağlı olarak tasarlanan değişiklikler. Birikim rejimini değiştirebilmek için uluslararası fi- nans-oligarşisi ve kurumlan IMF, OECD ve Dünya Bankası tarafından
verilen krediler, sanayi üretiminde beklenen atılımı yapamayan vurguncu finans-kapitalin ihracat bombası fos çıkınca, Türkiye tam anlamıyla bir borç batağına saplandı. 1989 'a gelindiğinde toplam dış borç tutan 41 milyar dolara ulaşmıştır. Borç ödemek için daha çok borçlanan Türkiye ekonomisi için düşünülen çare verimli KIT hisseleriyle yabancı sermayeyi çekmektir. Bunun bir an için rahatlama (kısa vadeli) sağladığını düşünsek bile üretim kapasitesinin bir kısmını daha kaybeden Türkiye ekonomisi (Çünkü yabancı sermayenin karlan yurt dışına transfer olarak gidiyor) bugünlerini arar hale gelmeye adaydır. Bu gerçeğe itiraz ediyorlar. Diyorlar ki gelişen sanayi ham lem izle borçlar öd en ecek. Buna sadece gülünür. Durumun veham etini kavram ak için e k o nomist olm aya g erek yok. Büyümeyi sağlayacak olan unsur imalat sanayine yapılan yatırımlardır. D eğer yaratan sektör imalat sanayidir. İmalat sanayinde 1989'un ilk üç ayında gerçekleşen büyüme oranı (- y ü z d e l3 ,7), ikinci üç ayda (yüzde 0). Sıfır büyümeyle mi gelişm e sağlanacak. Şu yanıtı verm ek gerekiyor: "Hayır sevgili parababaları, yalanlarınıza karnımız tok. Sizin derdiniz ne değer yaratm ak ne de toplumsal ilerlem e. İlerlem esini dilediğiniz tek şey ço k uluslu ayinlerde kutsadığınız kârlarınız ve mülkiyet hakkınızdır!"
Tüm dünyada yaşandığı gibi ilkin kamu kesimine savaş açıldı. Satmazdan evvel KIT'lerin payı düşürülmeliydi. Sabit sermaye yatınmlan içinde kamu payı geriletildi (Tablo 1)
açık kapandı mı? (Tablo 3'e bakalım).
Görüldüğü gibi bütçe açığı 1981'de yüzde 2 ,6 4 iken 1988'de yüzde 3,36'ya çıkmıştır. "Devlete yük oluyor, özel sektöre devredersek daha verimli çalışırlar" deyip, hem KIT'lere yapılan yatınmlan düşür, hem yok pahasına yerli ve yabancı tekellere bayram şekeri diye dağıt, enflasyonun sebebi diye işçi sınıfı ve emekçi halkın kendini yeniden üretmesinde yardımcıda olsa önemli bir faktör olan kamu harcamalannı kıs, bunun yanında sermaye birikimini hızlandırmak için hem kanlı sömürü (Mutlak ve nispi artı-de- ğer üretiminin birlikte uygulanma- sı)'nün yasal ve ekonomik çerçevesini çiz, hem de sermayeden alınan vergi oranlannı düşürüp, bütçe açığını tırmandır. Yüzsüzlüğün böylesi olur.
Burada bir noktaya değinm ek gerekli. Derdimiz KİT'lerin savunusunu yapm ak değil. Bizim hedefim iz finans-kapital egem enliğine son vererek, işçi sınıfının önderliğinde diğer em ekçi katm anlarla ittifak halinde sosyalizmin inşasına g eçerek kapitalist üretim tarzına son vermektir. A ncak kuzu postuna bürünmüş finans-kapital sözcülerinin süslü dem ogojilerinin ardında yatanı ortaya serm ek boynumuzun borcudur.
Şimdi somut örneklere geçelim. Ispir Ayakkabı Fabrikası ve İğdır Pamuklu ilk örneklerdi. İlk kapsamlı satış Teletaş'tır. Sermayenin tabana yayılması, çalışanlann fabrikaya ortak olması diye tanımlanan özelleştirme hamlesinin amacı kamuoyunun tepki-
TA BLO 1Yatırımlarda Kamu Payı
Yıllar198Q1983198519871989
Kamu •55.855.5 57,153.544.5
(Kaynak: Ekonomik Panorama, Sayı 48)
TA BL O 2İmalat Sanayii Üretiminde Kamu Payı
Yıllar1981198319851988
Kamu Rayı43.844.940.633.6
(Kaynak: Ekonomik Panorama, Sayı 48)
Kamu kesimini küçültmek için sabit sermaye yatınmlan kısılınca KIT'lerin imalat sanayi üretimi içindeki payı 1981'de yüzde 4 3 ,8 iken 1988'de yüzde 33.6'ya kadar geriledi. Bütçe açıklannın temel nedeni olarak gösterilen KİT'lerin payı düşürüldüğü halde
sini ölçmek ve yabancılaştırma programına adım atmaktı. İlk etapta yüzde 2 2 ’lik hisse (PTT'ye ait olan) işçilere ve çalışanlara zorla satıldı. Zorla satıldı, çünkü ne işçilerin ne de emekçi yığın- lann kendilerini yeniden üretmek için bile binbir zahmete katlandıklan gelir-
5
TABLO 3 (Milyar TL olarak)
Yıllar__________ GSMH Bütçe Agığı BOtşe Aşığı/GSMH1981______________ 6.554_______________ 173______________________% 2,641985____________ 27,789_______________787______________________% 2,831988 102.443 3440 % 3.36
(Kaynak: Ekonomik Bansrama. Sayı 48]
lerinden tasarruf yapmalarına olanak yoktu. Zorla satışın amacı görüntüyü kurtarmaktı. Daha sonra yüzde 18'Iik bir hisse blok olarak çok uluslu ITT nin ortaklanndan Alcatel'e satıldı. Alcatel daha önceden Teletaş'a yüzde 39 payla ortaktı. Sonuç: Alcatel yüzde 57 payla şirketin yönetimini ele geçirdi, işçilerin ve küçük hisse sahiplerinin elindeki hisselere ne oldu dersiniz? Bunlann bir kısmı, değerleri düşünce bankalar tarafından satın alındı, bir kısmı da sermaye mülkiyetinden aynl- mış fakat sermaye fonksiyonunu yerine getiren değerli kağıtlann yönetimini yapan parababalannın temsilcisi sıfatında olan yönetim kurulunun yönetimi altında, işçilerin hiç bir katılımı olmaksızın sermayenin mantığı gereği kullanılmaktadır. Sayıca çoğunluğu oluştursalardı bile yönetim azınlığın (büyük sermaye sahiplerinin) elinde olacaktı. Çünkü "küçük hisse sahipleri”, karar verme olanağından yoksundurlar. Nedeni bütün ülkeye dağılmış bir biçimde birbirlerinden habersiz yaşamakta oluşlandır. Bu nedenle hisselerin yansından azı bile, hisse kontrol paketini elde bulundurmak için yeter- lidir" (2)
Ağustos 1988'de USAŞ (Uçak Sanayi A.Ş.) İskandinav Hava Yollanna satıldı. Satış değeri 1 4 ,5 milyon dolar (yaklaşık 3 0 milyar TL). USAŞ’ın sadece 1 9 8 8 yılı kân 17 ,7 milyar TL. USAŞ'm gerçek değeri 150 milyar TL civannda. Peki niçin bu fiyata satıldı? Yabancı sermaye gereksinimi had seviyede de ondan. BHT (Boğaziçi Hava Taşımacılığı) Alıcı firma İskoç Air- lungusun vazgeçmesi sonucu şimdilik hala KİT olarak varlığını sürdürüyor. Daha sonraÇİTOSAN'a bağlı Afyon, Ankara, Balıkesir, Pınarhisar ve Söke Çifnento Fabrikalan 105 milyon dolat karşılığında bir Fransız grubu olan Socite Çi- ment'e hediye edildi. Bu beş fabrikada ÇİTOSAN'ın en verimli fabrikalanydı.
Amaç yine yabancı sermaye, sonuç; emperyalizmin sermaye ihracına dayalı yeni sömürgeci saldınsının yeni aracı özelleştirme yoluyla, çimento sanayinin büyük bir kısmı Fransa'nın en büyük çimento gruplarından birinin eline geçişi."
Sıradaki ağır toplardan biri PET- KİM: Yarpet, Alpet ve Petlas'm bağlı olduğu "fevkalâde stratejik" bir tesis diye nitelendirilen Petkim Holding Anonim Şirketi 1960'larda kurulmuş, Alpet (Aliağa'nın)'ın teknolojisi en son teknoloji olarak belirlenmiş. ALPET (Aliağa)in yıllık üretimi bir milyon ton. 19 8 8 ihracatı 3 4 5 bin ton "«Parasal değer olarak ALPET 1987'de 8 2 milyon dolarlık ihracat yapmış. 1988'de 2 2 1 milyon dolarlık ihracat yapmış. Bu yıl bu rakamın yılın ilk dokuz ayında 2 5 0 milyon dolan aştığı tahmin ediliyor. Bu, korkunç bir rakamdır. Satışla- nna gelince, ALPETin satışlan -şu anda en büyük kompleksimiz odur- 1987'de 4 3 7 milyar ve brüt kân 166 milyar, 1988'de 1 trilyon 1 3 0 milyar ve brüt kân 6 7 8 milyar liradıp>" (3) Modem bir üretim tesisine sahip verimli bir KİT olan PETKİM'in satış programında oluşu burjuva akademisyenlerini bile (tüm iyi niyetlerine rağmen) çileden çıkardı. Hatta Halit Narinin bile «tüyleri diken diken» olmuş. "PET- KİM'e; Union Carbide, Mitsubishi, C. İtoh, Henkel, Hoechst, Basf. Dow Chemicar ve Dequssa Amoca gibi çok uluslu Petro-kimya ve ticaret şirketleri talip." (4) PETKİM'e bırakın çalışan ve küçük tasarruf sahiplerini, yerli finans- kapital bile talip olamıyor. O halde özelleştirmelerin gerekçeleri ölarak sunulan sermayeyi tabana yaymak, teknoloji geriliği, verimsizlik şartlan- nın hiç biri gerçeğe uygun değil.
"Bu kadan da olmaz" dedirtecek kadar yüzsüzlüğün ele alındığı bir bomba da ERDEMİR (Ereğli Demir Çelik): 1987'de 5 2 3 milyar ciro, 120 milyar kâr, kâr oranı (yüzde 22);
1988'de 1 .0 6 4 trilyon ciro, 4 3 5 inile r kâr, kâr oranı (yüzde 41). 19 8 0 sonrası devreye giren bir fınnı tamamen bilgisayar kontrollü. Emek üretkenliği oldukça yüksek. "«Son yapılan incelemelere göre, işçi başına prodüktivite ölçüleri bakımından Amerika'da yüzlerce fabrikanın en başanlısı seçilmiştir" (5).
TÜPRAŞ: 19 8 7 cirosu 3 ,4 trilyon, 1 9 8 8 cirosu 5 ,7 trilyon. Kuruluş maliyeti 3 milyar dolar. Fınans-kapita- lin en irileri Sabancı ve Koç’un dahi satın alacak gücü yok. Sırada daha Sü- merbank ve Turban var. Uzatmak gereksiz. Verimiileştirme, teknoloji yenileme, serm ayeyi tabana yayma, özerk yönetim bahaneleri adı altında en verimli, kârlı KIT'ler birincil am aç o larak yabancı serm aye eld e etm ek için ço k uluslu şirketlere arpalık yapılırken, ikincil o larak ; Fi- nans-kapitali daha da palazlandırm ak için (Her türlü destek, teşvik ve sömürü olanakları yetmiyormuş gibi) kullanılacak.
3) S özde M uhaliflerin Çaresizlik İdeolojisi:
Özelleştirmelere karşı çıkan burjuva muhalefet içinde iki kamplaşma görüyoruz. Bunlardan biri devletçilik politikasını özleyen, sosyal demokratlar içinde dahi yalnızlaşmış, demode olan görüş. Diğeri özelleştirmenin özüne değil, uygulama biçimine tavır alan muhalif gruplar içinde egemen olan eğilim. (Tam bu noktada duralamak gerekiyor. ANAP'a muhalif DYP ile Sosyalist Entamasyonel üyesi SHP, aynı nakaratı yineliyorlar). Özelleştirmenin güncel uygulamalannı savunanlar kadar bu kesimlerin de teşhiri ağırlık kazanıyor.
Devletçilik politikasını savunan kesim halk yığmlannın yoksullaşmasını ve ekonomik çıkmazı 1 9 8 0 sonrası politikalara bağlıyorlar. Atatürk'ün emaneti KIT'lerin özelleştirilmesine şiddetle karşılar. Bunlar devletçiliğin halkyığmlannı nasıl inim inim inlettiğini, devletin bütün imkanlan kullanılarak asalak finans-kapitalin nasıl oluşturulduğunu, KÎT'lerin asıl işlevinin özel girişimin güçlendirilmesi için ucuz ara malı üretmek olduğunu ya görmeyecek kadar körler ya da 1 9 8 0 sonrası durumu kötüleşmiş burjuva katmanla- nn sözcülüğüne soyunmuşlar (İşçi sınıfı ve emekçi katmanlar, birikim rejiminin çizdiği çerçevenin sonucunda kadar her dönemde sefalete itilmişlerdir). Sömürünün temel kaynağı ücretli emek-sermaye ilişkisi ve artı değerin
6
I inans-Kapital; yabancı sermaye gereksinimi had seviyeye ulaştığından emperyalizm ile birlikte gözlerini kamu kesimine dikmiş, KİT'lerin özelleştirilmesini gündeme getirerek "güneşin üstündeki tahtını" istemiştir.
yaratıldığı kapitalist üretim sürecidir. Birikim rejiminin ne olacağını sermaye birikiminin önündeki olanak ve engeller belirler.
İkinci eğilim, özelleştirmeye değil biçimine karşıymış (Siz bunu sömürüye karşı değiİiz, biçimine katılmıyoruz şeklinde anlayın). Bakın ne diyorla'r: "Şimdi de karşımıza geçip "Bunlar özelleştirmeye karşıdırlar." diyorlar. Hayır, özelleştirmeye kimse karşı değildir; onu burada vurguluyoruz. (Üs- türupsuzluğun derecesine bakın bu zat herkesin adına konuşma yetkisini nasıl da kendinde buluyor). «Yabancı sermayeye karşıdırlar." diyorlar. Hayır, adaletli bir şekilde, meşru zeminde ve muayyen bir oranda yabancılaşmaya da karşı değiliz. Ama Türk sanayiini onlara yedirmeye karşı oluruz." (6) Özelleştirmeden (yani dünya çapındaki finans-oligarşisinin temsilcisi yeni sağ'ın ve yerli finans-kapitalin icraatı) rahatsız olmadığını kendisi itiraf etti. Diğer tümcesinde geçen kavramlar çok ilginç, «adaletli bir şekilde», «meşru zeminde», «muayyen bir oranda». Sermaye ihracının adaleti nasıl oluyormuş acaba. Yerli finans kapitale de «mama» kalsın demek istiyor herhalde. Meşru zeminden kastı burjuva ya- sallığı olsa gerek. Hayır efendim . Adaletinizide, yasalarınızı da, d emokrasinizi de istemiyoruz (Çünkü şimdi bir de köken i esk i olm akla birlikte yeni icraata uygun «sermayenin dem okratlaştırılm ası» kavram ları türedi. Kastettikleri sermayenin tabana yayılması. B öylece sınıfsa! çek işm eler azalacakmış). Reformiz- min bu d erece geliştiği bir ortam da; TBKP sosyal dem okrasinin rolüne soyunurken (KP sözcüğünü kafanıza takmayın) sosyal dem okrasi d e f inans-kapitalin temsilciliği arayışına oturmuştur. Lenin'den bir alıntıyla tamamlayalım : "Burjuva sofistlerinin ve oportünist 'sosyal dem okratların', kendisinden 'sermayenin d emokratlaştırılması', küçük üretimin rol ve önem inin artması v.b. gibi şeyler bekled ikleri (ya da b ek ler göründükleri) hisse mükiyetinin 'dem okratlaştırılması', g erçekte finans-oligarşisinin, gücünü arttırma araçlarından biridir" (7)
4) Ö zelleştirm eye Karşı Alınacak Devrimci Tavır:
Bizde kapitalist üretim tarzına geçildiğinde dünyada Fınans-Kapital egemenliğini ilan etmişti. Binlerce yıllık antika kökenli tefeci bezirgan sermaye, sanayi üretimine geçibelcekten
güçten yoksundu. 1 9 2 3 -1 9 2 9 arası ilk birikim dönemidir. Gayri müslüm- Ierden boşalan koltuğa Anadolu burjuvazisi oturmuştur. Anadolu burjuvazisi ilk birikimini ticaret faaliyetinden (ihra- cat-ithalat acentalık) sağlamıştır. 19 2 4 İzmir İktisat Kongresi nin ardından İş Bankası kurulmuştur. Mevduat- lan yönlendirmeye başlayan banka ilk sanayi kuruluşlannın öncüsüdür. (*) 19 2 9 Dünya bunalımı ile birlikte meta akımı kesilince toplumun kendini yeniden üretimi tehlikeye girdi. Devletçilik politikası bu dönemde başlar. Bu tarihten itibaren irili ufaklı bir sürü KIT kurulmuş ve Türkiye ekonomisinde önemli işlevler üstlenmişlerdir. Aradaki kesikli birkaç yıl ve savaş dönemleri dışında bu temel politika 1980'lere kadar sürmüştür. Bir çok yan amaç yanında (ucuz tüketim malı üreterek işçi ücretlerinin yükselmesini önlemek gibi) asıl işlevleri, Finans malı tali palazlandırmak için ucuz hammadde ve ara malı üretmek olmuştur. 19 8 0 ile birlikte oluşan yeni uluslararası işbölümüne göre düzenlemeye giden Fınans- Kapital; işlevleri tamamlandığından, bir de yabancı sermaye gereksinimi had seviyeye ulaştığından emperyalizm ile birlikte (tamamlayıcı bir ilişki içinde) gözlerini kamu kesimine dikmiş, KİT'lerin özelleştirilmesini gündeme getirerek «güneşin üstündeki tahtını» istemiştir. Özelleştirmenin devrimci kavranışı budur.
Ne Yapmak Gerekiyor? Özelleştirme ya da devletleştirme işçi sınıfının seçeneği değildir! Kapitalist üretim tarzının seyredeceği modelden yana tavır koymak bize düşmüyor (bunu burjuva iç muhalefet yerine getiriyor zaten). Ancak bununla birlikte emperyalizm ve Finans-Kapitalin son model saldınsını işçi sınıfı ve emekçi yığınla- nn gözü önünde teşhir etmek acil bir görev. Sadece teşhir için teşhir değil, işçi sınıfı ve emekçi yığınlann örgüt- lendirilmesinde ajitasyon ve propa
ganda aracı olarak teşhir. Ekonomik mücadeleye göre siyasal mücadele sürdürmek isteyenlere, kapitalizmi ehlileştirme sevdalılanna gereken yanıtı sınıf bilinçli proletarya ve partisi vermektedir ve verecektir. İşçi sınıfı ve em ekçi yığınların dikkatini dar sınırlı sendikal m ücadeleye yönelten anlayış bugün için en tehlikelisidir. B aşarıya giden yol; işçi sınıfı ve em ekçi katmanların örgütsel birliğini siyasal h ed eflere yönelten (ekonom ik m ücadeleyi dışlamıyoruz. Devrim hedefin de yararlanılması gereken bir araç olarak değil, ası! am aç o la rak kavrayanları dışlıyoruz) m ücad e le ve direnişten geçiyor. Bu m ücadelenin bir ara bileşeni o larak - ÖZELLEŞTİRMELERE HAYIR! KAHROLSUN FİNANS-KAPİTAL DİKTATÖRLÜĞÜ! YAŞASIN İŞÇİ SINIFI ve EMEKÇİ YIĞINLARIN ÖRGÜTSEL BİRLİĞİ ve MÜCADELESİ! m
O (Bunalım, Fınans-Kapital ve Vl-Plan, Çağdaş Yol, Ağustos 89)
(*) İş Bankası nın oynadığı Fonksiyon ile ilgili bilgi almak için bkz. Kemalizm, Çağdaş Yol, Temmuz 87.
DİPNOTLAR:1) E. Altvater: Neo-Liberal Karşı Devrimin
Hiç de Gizli Olmayan Çekiciliği, S. 45 , İktisat Dergisi, Aralık 1984.
2) Ekonomi Politiğin Temelleri, S . 6 03 , May Yayınlan, 1979.
3) M. Celalettin Özgen, Özelleştirme Açık Oturumu, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Kasım 1989.
4) Cumhuriyet Gazetesi, Ekonomi sayfası, 30 Haziran 1989.
5) Prof. Dr. Dündar Sağlam, Özelleştirme Açık Oturumu, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Kasım 1989.
6) Kemal Kurdaş, Özelleştirme Açık Oturumu, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Kasım 1989.
7) Lenin, Eserleri, Cilt 22 , S. 231/232.
7
Finans-kapitalin kaşarlanmış politikacısı: Demirel
S on günlerde yıldızı parlayan bir zat var. Değme dansözlere taş çıkarırcasına kıvrak hareketlerle politika yapan bu zat
allandırılıp süslendirilip gerekli makyaj düzenlemeleri yapıldıktan sonra, Türkiye halklarının karşısına yeniden seçenek olarak sunuluyor kim mi? Kim olacak halkın bağrından kopup gelen (ama fazla koptuğundan olsa gerek) Finans-Kapitalin eski oynaşması Çoban Süleyman.
Süleyman Demirel, Finans-Kapi- tal çağının politikacısı pratitiğidir. Omurgasız (ilke ve tutarlılıktan yoksun) politik söylemler ve her türlü demagojik ifadeye başvurabilecek esneme kabiliyetiyle Finans-Kapitalin kolay kolay vazgeçemeyeceği bir politikacı tipidir. Bakın nerelerden nerelere esnemiştir: "Bana ülkücüler adam öl- dürtüyor diyemezsiniz", "Halkımız komünizm fikrinin tartışılmasına daha hazır değildir", ’"İşçi sınıfı diye bir şey yoktur, ülkenin kalkınabilmesi için canla başla çalışan bütün millet vardır", "Meclis en kutsal iradedir. Halk seçimden seçime yönetenleri denetler, istemezse değiştirir. Seçim olana kadar meclisin meşruluğu tartışılamaz" lardan; "Dün dündür, bugün bugündür" diyerek "Komünist parti kurulabilir, hedef Konuşan Türkiye", "Bu Meclis meşru değildir", "Halk meclisine sahip çıkmalıdır", "Çankaya milletindir" lere, sendika toplantılann- da "İşçi kardeşlerim' e varan bir muhalefet sergiliyor, peki ne olmuştur bizim Çoban Süleyman'a? 12 Eylül darbesiyle birlikte demokratlaşmış mıdır yoksa kafasına saksı düşüp hafızasını mı yitirmiştir? Ne biri ne diğeri. Fi- nans-Kapitalin partisi yıpranan
ANAP'ın yerine, 12 Eylül faşizminin ardında bıraktığı binlerce ölümler işkenceler tutuklamalar, her türlü ekonomik sömürülerin faturasını sadece ve sadece askeri darbe ve ANAP'a keserek, Fmans-Kapitalin düzenini meşru kılma çabasındadır. Finans-Kapital talan düzenini uzun süreli olarak bir partiyle sürdüremez. 12 Eylül faşizminin en sıcak yıllannda bile beş senede deşifre olmuş bir siyasi iktidar, Finans- Kapitalin vurgun düzenini geleceğe taşıyamaz. Tepkileri gelişen işçi sınıfı ve emekçi yığınlan oyalayabilmek için düzen içine çeken, umutlar beslemesine yol açan, farklı bir kimlik görüntüsünde (temel politikalar değişmemek kaydıyla) ortaya çıkan yeni partilerin at koşuşturduğu parlamentoculuk, düzenin yeniden üretimi için olmazsa olmaz koşuldur. Bu çizgide çakışan iki parti var: Demirelin DYP’si ile İnönü'nün SHP'si (Finans-Kapitale yaranabilmek için muhalefet işlevini bile doğru dürüst yürütemeyen SHP, sosyal demokrat tabanının bile tepkisini
çekiyor. Kamuoyu yoklamalannda DYP birinci parti olarak gözüküyor) Böylece "Kendim için birşey istiyorsam namertim" diyen Demirel, aslında doğru söylüyor, oylan Finans-Kapital için isteyecek.
Burjuva basını tarafından askeri müdahaleye karşı olduğunu belirtmesi üzerine "demokrasi şampiyonu" ilan edilen Demirelin; söyledikleri iç bağm- tılan kurularak incelendiğinde (olayları sadece görünür yanları ile tek tek ele alan kafalar bunu kavrayamaz) askeri müdahaleye değil, burjuva politikacıla- nnın Hamzaköy'de dinlenceye çekilmesine karşı olduğu kolaylıkla anlaşılır. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlann üzerine çöreklenen baskı düzenine, binlerce devrimcinin hunharca katledilmesine, işkencelere ve tüm anti-demokra- tik kurum ve uygulamalara karşı değildir. Nitekim, 12 Eylül'ün Genel Kurmay Başkanı, sıkıyönetim komutanı, darbe sonrası Türkiye'nin ilk Cumhurbaşkanı Kenan Evren e "Benzer işleri benim hükümetimle birlikte yapabilir-
«\
L/urjuva basını tarafından askeri müdahaleye karşı olduğunu belirtmesi üzerine "demokrasi şampiyonu" ilan edilen Demirelin; askeri müdahaleye değil, burjuva politikacılarının Hamzaköy'de dinlenceye çekilmesine karşı olduğu kolaylıkla anlaşılır.
8
Finans-kapitalin kaşarlanmış politikacısı: Demirel
S on günlerde yıldızı parlayan bir zat var. Değme dansözlere taş çıkartırcasına kıvrak hareketlerle politika yapan bu zat
allandınlıp süslendirilip gerekli makyaj düzenlemeleri yapıldıktan sonra, Türkiye halklarının karşısına yeniden seçenek olarak sunuluyor kim mi? Kim olacak halkın bağrından kopup gelen (ama fazla koptuğundan olsa gerek) Finans-Kapitalin eski oynaşması Çoban Süleyman.
Süleyman Demirel, Finans-Kapi- tal çağının politikacısı pratitiğidir. Omurgasız (ilke ve tutarlılıktan yoksun) politik söylemler ve her türlü demagojik ifadeye başvurabilecek esneme kabiliyetiyle Finans-Kapitalin kolay kolay vazgeçemeyeceği bir politikacı tipidir. Bakın nerelerden nerelere esnemiştir: "Bana ülkücüler adam öl- dürtüyor diyemezsiniz", "Halkımız komünizm fikrinin tartışılmasına daha hazır değildir", "'İşçi sınıfı diye bir şey yoktur, ülkenin kalkınabilmesi için canla başla çalışan bütün millet vardır", "Meclis en kutsal iradedir. Halk seçimden seçime yönetenleri denetler, istemezse değiştirir. Seçim olana kadar meclisin meşruluğu tartışılamaz" lardan; "Dün dündür, bugün bugündür" diyerek "Komünist parti kurulabilir, hedef Konuşan Türkiye", "Bu Meclis meşru değildir", "Halk meclisine sahip çıkmalıdır", "Çankaya milletindir" lere, sendika toplantılann- da "İşçi kardeşlerim"e varan bir muhalefet sergiliyor, peki ne olmuştur bizim Çoban Süleyman'a? 12 Eylül darbesiyle birlikte demokratlaşmış mıdır yoksa kafasına saksı düşüp hafızasını mı yitirmiştir? Ne biri ne diğeri. Fi- nans-Kapitalin partisi yıpranan
ANAP’ın yerine, 12 Eylül faşizminin ardında bıraktığı binlerce ölümler işkenceler tutuklamalar, her türlü ekonomik sömürülerin faturasını sadece ve sadece askeri darbe ve ANAP’a keserek, Finans-Kapitalin düzenini meşru kılma çabasındadır. Finans-Kapital talan düzenini uzun süreli olarak bir partiyle sürdüremez. 12 Eylül faşizminin en sıcak yıllannda bile beş senede deşifre olmuş bir siyasi iktidar, Finans- Kapitalin vurgun düzenini geleceğe taşıyamaz. Tepkileri gelişen işçi sınıfı ve emekçi yığınlan oyalayabilmek için düzen içine çeken, umutlar beslemesine yol açan, farklı bir kimlik görüntüsünde (temel politikalar değişmemek kaydıyla) ortaya çıkan yeni partilerin at koşuşturduğu parlamentoculuk, düzenin yeniden üretimi için olmazsa olmaz koşuldur. Bu çizgide çakışan iki parti var: Demirelin DYP'si ile İnönü'nün SHP'si (Finans-Kapitale yaranabilmek için muhalefet işlevini bile doğru dürüst yürütemeyen SHP, sosyal demokrat tabanının bile tepkisini
çekiyor. Kamuoyu yoklamalannda DYP birinci parti olarak gözüküyor) Böylece "Kendim için birşey istiyorsam namertim" diyen Demirel, aslında doğru söylüyor, oylan Finans-Kapital için isteyecek.
Burjuva basını tarafından askeri müdahaleye karşı olduğunu belirtmesi üzerine "demokrasi şampiyonu" ilan edilen Demirelin; söyledikleri iç bağın- tılan kurularak incelendiğinde (olayları sadece görünür yanları ile tek tek ele alan kafalar bunu kavrayamaz) askeri müdahaleye değil, burjuva politikacıla- nnın Hamzaköy'de dinlenceye çekilmesine karşı olduğu kolaylıkla anlaşılır. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlann üzerine çöreklenen baskı düzenine, binlerce devrimcinin hunharca katledilmesine, işkencelere ve tüm anti-demokra- tik kurum ve uygulamalara karşı değildir. Nitekim, 12 Eylül’ün Genel Kurmay Başkanı, sıkıyönetim komutanı, darbe sonrası Türkiye'nin ilk Cumhurbaşkanı Kenan Evren e "Benzer işleri benim hükümetimle birlikte yapabilir
ii
LJurjuva basını tarafından askeri müdahaleye karşı olduğunu belirtmesi üzerine "demokrasi şampiyonu" ilan edilen Demirelin; askeri müdahaleye değil, burjuva politikacılarının Hamzaköy'de dinlenceye çekilmesine karşı olduğu kolaylıkla anlaşılır.
8
diniz, darbeye gerek yoktu" diyecek kadar iç yüzünü ortaya sermiştir.
Türkiye'nin gelmiş geçmiş en gerici anayasası olan faşist 8 2 Anayasası hakkında olumsuz söz söylemekten bile kaçınan Demirel, eski politikacılara getirilen siyasi yasaklan ifade eden geçici 4 . maddeye karşı açtığı kampanyalarda; bunca baskı, işkence ve sömürü hakkında kayıtsız kalarak 4. maddenin kaldırılmasını demokrasinin birinci konusu ilan etmiştir. Demokrasiyi seçimden seçime sandığa gitmekle kavrayan Demirel’in demokrasi ufkundan daha fazlasını beklemek abesle iştigaldir. 141-142'nin kaldınl- masında sakınca görmeyen Demirel TÜSİAD'la aynı görüştedir. Demokra- sicilik oyunun sergilenmesinde engel gibi görülen 141 -1 4 2 . maddeler Fi- nans-Kapitalin kamburu haline gelmiştir. İşçi ve emekçi yığınlann yüske- len tepkilerini düzen içinde tutacak (adından başka komünislikle alakası olmayan) tövbekarların partisi TBKP, ne Demirel ne de Finans-Kapital için tehlike arzetmez. AT'a giriş konusunda ikide bir sorunçıkartan 141-
142'nin kaldmlması ve yasal komünist parti kurulması Finans-Kapitalin demokrasi tiyatrosu için zorunlu dekorlar haline gelmiştir.
"Cumhurbaşkanı halkındır", "Çankaya milletindir" sloganlan ile yığınlar için hiçbirşey ifade etmeyen cumhurbaşkanlığı seçimi ve makamını Türkiye'nin birinci meselesi ilan eden Demirel, yükselen tansiyonu zararsız konulara transfer etmeye soyunmuştur. Uyutma sahneleri ABD'de eşekler ve fillerle (cumhuriyetçiler ve demokratlar) çekilirken bizde çobanlar, paçalı donlu halk çocukları ve toplumsal uzlaşma meraklısı, TÜSİAD toplantılan- nın aboneleri ucube sosyal demokratlarla sergileniyor.
Sınıf bilinçli proleterya ve emekçi yığınlar demokrasi oyunun piyonları olmayacaktır. 24 Ocak kararlannın miman Özal'sa, mühendiside Demi- rel’dir. Bizler genel olarak demokrasi diye birşey olmadığını, burjuva demokrasisinin burjuva diktatörlüğü olduğunu biliyoruz. Gündemimizde olan en önemli sorun, siyasal iktidann ele geçirilmesi (Demokratik Halk Devrimi) ve bu amaca vardıracak yegane yol olan proletarya sosyalizminin bayrağı altında birleşmek ve mücadele etmektir ■
9
Devrimci Yol savunmasında "Türkiye Gerçeği"Mehmet YILMAZER
ürkiye Gerçeği:1960'dan 1980 'e" titiz bir emek ürünü. Okunduğunda olaylan insan
yeniden yaşamaktan kendini alamıyor. Özellikle 1 9 7 4 sonrası yaşanan hemen her olaya yer verilmiş. Yeniden bu olaylar hatırlandığında kaçırılan fırsatlar, hatalar çok daha açık bir şekilde gözler önüne sergileniyor. Bunu fırsat bilerek yaşadığımız gerçekliğe bir kere daha geri dönüp, bugün açısından da anlam taşıyan bir kaç noktayı öne çıkartmayı gerekli gördük.
Savunma nın girişi ABD'nin Türkiye'yi "gizli işgali" ile ilgili. Amerikan sanatörlerinin çarpıcı konuşmalann- dan, "Southern Command" ve "Fort- Bragg" okullarına kadar uzanan ilginç bilgiler alt alta dizilip anlatıldığında, bilinen şeyler de olsa, bugüne kadar biraz da alışkanlıktan önemsemez hale geldiğimiz bilgiler yeniden kafalarda canlanıyor. Anlatılanlar 12 Eylülü yaşamakta olan insanlanmıza bir gerçeklik hakkında oldukça çarpıcı bir tablo sunuyor. Bu kadan iyi. Ancak çizilen tabloya, biraz uzaklaşıp yeniden bakıldığında bir temel karakter göze batmadan edemiyor.
Türkiye'de sanki 1946'lardan sonra olaylann akışı Amerika'nın gizli elleriyle yönetilmektedir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylüller... ve bunlan gündeme zorlayan "özel harb" taktikleri...
Amerika'nın gizli elinin gücünü el- betteki küçümseyenleyiz. Fakat olaylann akışında, daha doğrusu, 1960'lardan sonra hızlanan sınıf savaşında onun yerini olduğundan öteye abartmak, insanı bütün devrimci taktikleri gereksiz kılabilecek bir kaderci
liğe götürebilir. Belki Savunma nın ha- zırlayıcılan böyle demek istemiyorlar, ancak çizilen tabloya bakıldığında öne çıkan yanın bu olduğu çok açıktır. ABD'nin bizdeki çıkarlan ve niyetleriyle ilgili o kadar çok örnek verilmiş ki, devrimcilerin bütün bu süreçte (1960 80) bağımsız taktikleri görünmez hale getirilmiştir.
Yine aynı şekilde, olaylar yalnızca ABD'nin güdümüyle iktidarlann ve faşist örgütlenmelerin devrimcilere sal- dınlan olarak aktanlınca, ortada karşılıklı güçlerin yer aldığı bir sınıf savaşı değil de, sanki tek yanlı bir yok etme operasyonu vardır. Ve bu operasyon 12 Eylülle noktalanmıştır. Önümüzdeki belge, hukuk mantığı içinde kalan bir savunma değil, yaşanan bir dönemin yargılanmasıdır da. Ya da öyle olmalıdır. Buna rağmen Savunma, aşınca tek yanlı kalıyorsa, bu bir mantığın sonucudur.
Devrimcilere karşı düzenlenen yüzlerce provakasyonu ve saldınyı deşifre etmek iyi bir şey, ancak ağaçlardan ormanı görememek konumuna düşülürse, bu yüzlerce olayın yanında 19 6 0 -8 0 arası sınıf mücadelesinin genel özellikleri görülemez, buna uygun dersler çıkanlamaz. Nitekim, Savunmanın en zengin yanı olaylar dizini, buna karşılık en zayıf yanı yaşananlardan çıkanlan derslerdir. Ffatta Savun- ma'da çıkartılmış derli toplu ders bulmak oldukça zordur.
Olaylann içinde kaybolmamak için Savunmadaki iki zaaflı yöne değinmekle yetineceğiz. İlki, 12 Eylül öncesi en önemli taktik dönüş noktası olan 1 9 7 9 yılı olaylanna nasıl bakıldığıdır. İkincisi, Savunma nın genel olarak sınıf savaşına yaklaşımıdır.
1 9 7 9 SONU: GÜÇLERDENGESİNDEKİ DÖNÜŞ"1 9 7 9 sonlannda Türkiye de
Amerika'nın CIA ve kontr-gerilla gibi örgütlerin yaratılmasını istedikleri ortam, artık yaratılmıştı... İşte bu psikolojik koşullarda can ve mal güvenliğini sağlayabilecek, nasıl olursa olsun, güçlü bir devlet otoritesine razı ve böyle bir otoriteyi arar bir toplum kesimi yaratılmıştır." (S: 335)
1 9 7 9 sonunun en önemli politik olayı 14 Ekim kısmi seçimleridir. Bu seçimleri Dev-Yol boykot etmiştir. Bu taktiğin değerlendirilmesi bir yana, esas önemli olan CHP’nin büyük oranda oy kaybına uğraması ve bunu Dev-Yol'un yorumlama biçimidir.
"CHP oylanndaki azalma, hükümetin sağ tutumuna karşı bilinçli ve güçlü bir protesto hareketidir." (Devrimci Yol) Evet, CHP oylanndaki azalma kesin bir olguydu. Sekiz yüz bini aşkın oy yitirmiştir.
O yıllarda böyle bir yorum yapan Dev Yol, yıllar sonra aynı dönem için tam tersini söylüyor. Askeri darbe için ortamın hazırlanmış olduğu sonucuna vanyor. Evet, 1 9 7 9 sonu ile 12 Eylül 1 9 8 0 arasında fazla bir zaman dilimi yok. Olaylara bugünden bakıldığında 1 9 7 9 sonunda darbenin olgunlaştığı sonucuna vermak zor değil. Oysa 1 9 7 9 sonu ile 12 Eylül 1 9 8 0 arasında zaman olarak fazla bir süre bulunmamasına rağmen, otağların nitleliği açısından oldukça önemli farklılıklar vardır.
1 9 7 8 başına gelinceye kadar yükselen halk muhalefeti iki tane MC es- kitmiştir. -Geriye 1 9 7 4 çıkışıyla "umut" olan Ecevit CHP'si kalıyordu. 1 9 7 8 -7 9 ise bu "umut"un denendiği
10
ve yıkıldığı yıllar oldu. Bunu Ekim 19 7 9 seçiminden sonra toplanan CHP Kurultayında Deniz Baykal şöyle açıklıyor:
"Eski seçimlerde yanımızda olan öğretmenleri, işçileri, sendikacılan, gençleri yanımızda bulamadık. Devrim sözünden korkar hale geldik" (aktaran Savunma s. 330) CHP'nin zavallılığını o zamanlar D. Baykal ne güzel de açıklamış...
CHP'den bu kopmalar nasıl olmuştu ve nereye yöneliyordu? CHP'den uzaklaşmalar, Dev-Yol'un o günlerde söylediği gibi "bilinçli ve güçlü" bir protesto biçiminde miydi? Kesinlikle hayır. Tam tersine yığınlar "umut" kırıklığı içinde pasif bir kayıtsızlıkla seçime katılmadılar. Öte yandan, CHP den bu uzaklaşanlar nereye yönelmişti? Dev-Yol'un o günlerdeki yorumunun mantık sonucu, bu yığınlar devrimci saflara yönelmiş olmalıdır. "Bilinçli ve güçlü bir protesto" ancak böyle olabilirdi. Eğer gerçeklikler böyle olsaydı, bu durum, 1 9 7 9 sonu koşullannda sınıflar savaşındaki güçler dengesinde devrimciler lehine çok önemli bir değişim anlamına gelirdi. Oysa, bilindiği gibi böyle olmadı.
Gerçeklik, ne Dev-Yol'un 1 9 7 9 da dediği gibi "bilinçli ve güçlü bir protesto' ydu, ne de 1 9 8 9 dan geriye bakıp söylediği gibi tümüyle umutsuzdu. Ancak dün olaylan abartan, gerçeklik noktasından öteye iten bir mantık, bugün tam zıttı yöne savrulmak zorundadır. "Darbelerin en önemli işlevlerinden biri de budun düşünce ve davranış sistemini birden alt üst etmek...
19 7 9 yılının en önemli politik gelişmesi, "umut Ecevit"in de yıpranmasıyla birlikte, bütün irili ufaklı burjuva partilerinin halkın gözünde itibannın büyük ölçüde düşmesiydi. Dönemin parlementosu düzen içinde yeni bir çözüm üretme yeteneğini yitirmişti. Bu söylenenler bilinmeyen bir olgunun keşfi değil elbette. Ancak bu gerçekliğin devrimci güçler açısından politik anlamı olayların kargaşasında yeterince kavranmamıştır. Ecevit CHP'nin de yığın gözünde umut olmaktan çıkmasıyla birlikte, 1 9 7 9 ’da devrimci güçler ob jek tif o larak iktidar olmaya itildiler. Hiç şüphesiz ki, iktidar sorunu o günler de pratik taktik bir adım değildi. Henüz somut taktik bir hedef olmamıştı. Ancak dönemin güçler dengesinde, aşınca yıpranan düzen partilerine karşı devrimci güçler nitelikçe alternatif olmaya zorlanıyordu. K. Evren, 12 Eylülden hemen
sonra Konya’da yaptığı bir konuşmasında "biz gelmeseydik onlar gelecekti" derken Türkiye finans kapitalinin ruh halini yansıtıyordu.
Objektif ortamın devrimci güçlerin omuzlanna yığdığı bu göreve onlar nasıl tepki gösterdiler? Hatırlanacağı gibi1978 sonu ve 1 9 7 9 yılı sol güçlerin kendi içlerinde bölünme yıllan olmuştur. Öte yandan ünlü "sol içi çatışm aların" da arttığı bir dönemdir. Bütün bunlann anlamı, niteliği değişmekte olan devrimci görevlere ayak uydurabilme sancılanydı. Yeterince bilince çı- kartılamayan görevlerin hissedilen baskısına karşı, düzensiz, panikçi, ancak aynı zamanda yeni görevlere uyum yapma çabalannı da içinde taşıyan tepkilerdi.
Eğer, o dönemde geniş yığınlar, sosyal demokraşiden bilinçli ve güçlü bir kopuş yapmış olsalardı devrimci güçlerin yeni görevleri omuzlayışı çok daha kolay olabilirdi. Zaten sorun bu noktada yatıyordu. Büyük bir enerjiyle ya düş kınklığı içindeki yığınlan devrimci taktiklerimize "faşizme karşı genel direniş" yükseltecektik, ya da henüz bu sıçrama yapılamadan karşıdevrim bastıracaktı. Tüm 1 9 7 9 yılı böyle bir hazırlık için aşın ölçüde önemliydi. Devrimci güçler bu momenti kaçırdıklan içindir ki, aslında 12 eylül yenilgisi 1 9 7 9 sonunda başlamış oldu.
Bu yolda, pratik yığın hareketinin son uyanlan Tariş-Gültepe, Çorum direnişi biçiminde kendini ortaya koydu. Tariş-Gültepe olaylarının o dönem mücedelesinde iki anlamı vardır. 19 8 0 başında, eğer faşizmin gelişine karşı gerçekten direnilecekse, Tariş direnişinin bayrağı en azından önemli şehirlerdeki işyerlerine taşınmalıydı. Yığınlann bilinç ve ruh halinde bir sıçrama ancak böyle mümkün olurdu. İkinci önemli anlamı, Tariş olaylanyla birlikte işçi semtlerinde barikatlar kuruldu. Barikatlar çok geçmeden Ço- rum'da da faşist saldınlara duvar oldu. Bu gelişmeler, artık mücadele biçim ve araçlannın da, koşullara göre değişmek, yeni biçimleri yoklamak zorunda olduğunun cılız da oİsa ilk önemli işaretiydi.
Devrimci güçler, hem genel ko- numlanndaki önemli nitelik değişiminin (iktidar için alternatif olmaya itilme), hem de dönemin öne çıkarttığı yeni mücadele biçimlerinin (yığın direnişini yaygmlaşürma) gerektirdiği kalite yükselmesini sağlayamadıklan için1 9 7 9 momentini yitirdiler. Bu, yenil
ginin başlangıçı oldu.Savunmada, olaylann akışında
farklı nitelikli momentler öne çıkartılmaz, olaylar karşı devrimin planlı sal- dınlan olarak gelişir, 1 9 7 9 yılı da böyle gelişmelerin artık darbe beklentisini olgunlaştırdığı bir yıl olur. Tariş olayla- n, faşist işçilerin fabrikaya yerleştirilmesi nedeniyle patlak vermiştir. Mücadele momentinde başka bir anlamı yoktur.
Böyle bir anlatım, gazetecilere ya da ansiklopedicilere düşerdi. O dönemlerin en güçlü siyasi yapısına değil. Dev-Yol, 12 Eylül öncesinde olaylann gidişine taktik olarak uyum yapmakta, örneğin bir partizan ölçüsünde kıvnlamaz ve kavrayışsız bir katılıkta değildi. Onun en önemli kusuru, yığın- lann kendiliğinden eğilimine fazlaca tabi olmak ve bu geriliği de vrimci parolalarla örtmekti.
Savunmada ise, olaylann gelişim seyri ve momentlerin özellikleri bütünüyle gözden silinmiştir. Bir tek şey; özel harb dairesi destekli faşist saldın- lar ve devrimcilerin savunması dönemin bütün özelliği olarak sunulmaktadır. 12 Eylül öncesi sınıflar savaşını yalnızca bu yanıyla özetlemek mümkün değildir. Devrimciler, faşistlere karşı kendilerini elbette ki savunacaklardı. Ancak onlar, 12 Eylül öncesinde, belli momentlerde güçlerini ortak olarak koordine edip, faşizme ve onun maddi temeline yeterince saldırama- maktan suçludurlar. Yığınlar, faşizme karşı kendi güçlerini deneyemediler.
Netice olarak, 1979'da CHP'den kopan yığınlarda sağ politikalara karşı "güçlü ve bilinçli bir protesto" gören Dev-Yol, yıllar sonra aynı döneme baktığında otorite özleyen bir "toplum kesimi"nden başka bir şey göremiyor. Böyle bir yaklaşım ne dün ne de bugün o dönemin görevlerinin kavranamayı- şı olur. Dün görevliri kavramayışın bedeli kaçınılmaz bir şekilde yenilgi olarak ödendi, ancak bugünden aynı döneme bakıldığında devrimci bir ders çı- kartılamıyorsa, bunun bir tek anlamı vardır. Gelecek mücadele dönemine hazırlanma yeteneğinde olmamak, bağımsız devrimci taktikler üretmek yerine, olaylann akışına tabi olmak...
SINIF MÜCADELESİNİKAVRAYIŞSavunma nın sınıf mücadelesi ger
çekliğini nasıl kavradığını, bir iki örnekle açıklamaya çalışalım.
"MC’ler geçici bir çözüm olmaktan öteye gidememiş, düzenin sorunlan
11
D u cümlelere bir CHP1 linin savunmasında kolayca rastlanabilir, ancak Dev-Yol savunmasında işi ne? Sınıflar gerçekliğini kavrayan birisinin "toplumdaki kamplaşma"dan yakınması mümkün müdür?
çözülmemiş, buhranın daha da derin- leştirilmesinden, toplumdaki kamplaşmanın büyümesinden başka bir sonuç vermemiştir." (S: 396) Bu cümlelere bir CHP'linin savunmasında kolayca rastlanabilir, ancak Dev-Yol savunmasında işi ne? Sınıflar gerçekliğini kavrayan birisinin "toplumdaki kamplaşma"dan yakınması mümkün müdür? Egemen sınıflann neden MC taktiğine başvurduklannı ya da başvurmak zorunda kaldıklannı açıklamak yerine, toplumsal kamplaşmadan yakınmak, sınıflar mücadelesini benimseyen bir devrimcinin "yolu" olamaz. Sınıflar gerçekliğini binbir de- mogoji ve zorla örtmeye çalışan egemen sınıflar, bunu MC ile bir ölçüde itiraf etmek zorunda kaldılarsa, bunun bir anlamı olmalıdır. 12 Mart'a rağmen işçi sınıfı ve halk hareketinin önlenemeyen yükselişinin karşısında MC şekillenmek zorunda kalmıştır.
Savunma, bu konudaki görüşlerini şu noktaya kadar vardınr:
"Türkiye'de bir iç savaş yaşanıyordu. Bu iç savaş, çatışma çizgisinin belirli olduğu, tarafların ordular teşkil edip, bunlan birbirinin karşısına dizdiği, yani ateşin ve ölümün nereden geleceğinin belli olduğu bir savaş şeklinde sürmüyordu. Böyle olsa, çatışma çizgisinin bir tarafında ve geride kalan alanlarda karşı tarafın ateşiyle vurulmak ve ölmek tehlikesi uzaktır. Bu tehlike cephe çizgisinde vardır, ama cephe gerisinde, uzak bir tehlikedir. Türkiye'de yaşanan, böyle cephelerin belirli olduğu ve cephe gerilerinin bulunduğu bir savaş değildi. Kuralsız bir savaştı bu, her yer cephe, her yerde ölüm tehlikesi vardır. Kısacası, kalleş bir savaştı bu." (S: 462).
Söylenenlerin duygusal yanı bir yana, sınıflar savaşının kuralı nedir? Onun belki de eh önemli kuralı hendeklerle çizilmiş bir cephe hattının olmayışıdır. Savunma, böyle bir savaşta
kuralsızlık ve kalleşlikten başka bir şey göremiyor. Ordulann cephe çizgisinde dizilipte yürütecekleri savaş kurallı ve kahramanca mı olurdu? Kimyasal silahlar, cephe gerisinde herhangi bir hedefi vurabilecek "akıllı bombalar" cephe savaşlannın eski manüğını bütünüyle değiştirmedi mi?
Yukanda söylenenler, 12 Eylüle kadar yaşanan dönemdeki "korkunç kaos' un bir küçük burjuva devrimcisinin hafızasında bıraktığı izler olabilir, ancak yaşanan olaylann Marksist bir yorumu asla olamaz. Sınıflar savaşında herkes açık kimliğiyle yer alsa mücadele ne kadar basit olurdu. Bir yanda azınlığın azınlığı asalak egemen sınıflar, öte yanda üreten ama ezilip sömürülen işçi sınıfı ve halk. Böyle bir konumda, "düşmanı" tükürükle bile boğmak mümkün olurdu. Zaten gerçeklik böyle olduğu için, ve bu gerçekliği her "Kamplaşmada" yığınlar biraz daha iyi kavradığı için egemen sınıflar, sınıf mücadelesinde "kalleş" olmak zorundadır.
12 Eylül'un en yetkili ağzı K. Evren, tüm konuşmalannda bu iki gerçekliği örtmek için didinip durmadı mı? ”12 Eylül öncesine dönmeyelim" ve "bölünmeyelim". 12 Eylül öncesi insanlann beynine bir kaos, bir cehennem olarak yerleştirilmeliydi. Ve tüm olaylann nedeni milletin kamplara bö- lünmesiydi...
Dev-Yol savunması yazariannın, K. Evrenle aynı mantığı paylaştığını iddia etmek aklımızdan geçmez. Ancak yenilgiden doğru sonuçlar çıkartı- lamayınca, gericilik yıllannın genel ruh halinden etkilenmek kaçınılmaz oluyor. Devrimciler, 12 Eylülün man- üğının tam karşıtını açıkça savunmak zorundadır. Kaçınılmaz sınıflar mücadelesi ve onun yükselişi, kendi meşru zemininde ileriye adımlar attıkça, egemen sınıflar bu gelişmeyi ancak mücadelenin bütün sınır çizgilerini karma
şıklaştırmak, taktik adımlannı bulanıklaştırmak yoluyla engelleyebilirdi. Sosyalistler, 12 Eylül öncesi yükselen işçi sınıfı hareketi karşısında finans kapitalin uyguladığı taktikleri, yarattığı "ka- os"un anlamını bıkmadan yığınlara açıklayacaklardır. Finans kapitalin elinden böyle silahlan almak için onla- nn iyi kavranması gerekir. Ancak bu yine de "kalleş'jiğe son veremez.
Üçüncü ve son örnek, siyasi krizin tepe noktası olan Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgilidir.
"CHP Genel Başkanı B. Ecevit (özellikle hükümetten düştükten sonra) ısrarla bunalımın aşılması için AP ile işbirliği önermiş, bir CHP-AP koalisyonunu esas alan bir politika izleyerek, tekelci burjuva ve ordu çevrelerindeki askeri darbe eğilimlerini önlemeye çalışmıştır. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında da Ecevit, aynı doğrultuda bir politika izleyerek, AP ye Cumhurbaşkanı seçimi için işbirliği yapmayı ve bir AP-CHP koalisyonu kurmayı ısrarla önermiştir... AP'nin CHP ile uzlaşarak, Cumhurbaşkanı seçimini sağlaması, hiç değilse darbecilerin elindeki kozlardan birini ortadan kaldıracağına göre, her fırsatta ve ısrarla 'militarizme ve askeri darbelere karşı olduğunu' söyleyen Demirel niçin buna yanaşmamıştır.
"Demirel bilerek ve isteyerek bir rejim bunalımı yaratıyordu?" (s: 345) Sınıf mücadelesinin gerçek ve objektif taleplerini, politika kiremitliğindek: parti ya da liderlerin niyet ve isteklerine indirgeyen bir anlayış. Ecevit krizi önlemek istiyor, Demirel istemiyordu, bütün söylenenin özeti budur. Ancak hemen akla şu sorular gelir. Koca CHP, iki yılda hükümet olmasına rağmen krizi neden engelleyemedi? Yada Demirel, kendi kellesini bile tehlikeye sokabilecek darbeyi niye istesin? Bu sorulara cevap bulmaya çalıştığımızda krizin çözümünün Ecevit ve Demirelin niyetlerini aştığını teslim etmek zorunda kalınz. Kriz iki partinin çözebileceğinden öteye derinleşmişti.
19 7 4 -7 7 arası gelişmeler, Türkiye finans kapitalinin önüne kaçınılmaz bir şekilde devrimci güçleri ezmek, sosyal demokrasiyi demoralize edip teslimiyete zorlamak taktiğini koydu. Finans kapital, 12 Mart içinde İnönü'yü alt eden, "toprak işleyenin su kullananın" diyen, 1 9 7 4 seçimlerinde "AP ile bir koalisyon hayaldir" paralo- sunu atan CHP'den bunlann hesabın, sormak, onu kazandığı mevzilerde.' geri itmek zorundaydı. Aksi taktirde
12
cavun ma yazarlarının 12 Eylül öncesine
bakışları, sınıf mücadelesi kavrayışlarının ne ölçüde sığ olduğunu yeterince açığa vuruyor. "Derinleşen kamplaşma", kuralı olmayan "kalleş savaş", Eceviti bunalımı çözme, Demireli ise tırmandırma yanlısı görmek, bütün bunlar sınıflar savaşına liberal yaklaşımlardır.
yığınlar bu paraloların daha ötesine sıçrayabilirdi. 1977'ye kadarki kısa gelişim böyle bir ihtimalin tartışılmaz kanıtı olmuştu.
19 7 8 sonuna gelindiğinde, sosyal demokrasi devrimci gelişim ve faşizm arasında sıkışmış, finans kapitalden demokrasi dilenir olmuştu. Dolayısıyla, Türkiye egemenleri ilk hedeflerine ulaştılar, CHP'nin halk gözündeki itibarını önemli ölçüde yıktılar. Fakat bir diğer taktik hedefe, işçi ve halk hareketinin (elbetteki onun öncüleri devrimci hareketin) topyekün ezilmesi hedefine henüz varılmamıştı. Böyle bir momentte, AP'nin CHP ile uzlaşması sınıflar mücadelesinin o momentteki durumundan dolayı, işçi ve halk hareketini topyekün ezme taktiğinden geri adım atması anlamına gelirdi. AP, böyle geriye bir adım atmadı. Tersine 2 4 Ocak kararlanyla daha kararlı saldırıya geçti.
Ecevit, elinde dilekçe Demirel'in ardında koalisyon talebiyle dolaştıkça krizi yumuşatamamakla kalmadı, finans kapitalin taktik hedefine varışını kolaylaştırdı.
Böyle bir momentte uzlaşmayı ummak, yada Cumhurbaşkanının seçilmesiyle, darbecilerin elinden bir kozun alınabileceğini sanmak, en hafifinden o dönemde yaşanan sınıflar mücadelesinin seviyesini ve özünü kavrayamamak olur. Savunmanın ya- zarlan, olaylara öylesine tek yanlı ba- kıyorlarki, ortada faşistlerin devrimcilere saldınsından başka bir şey kalmıyor. Savunma, kelimenin en dar anlamında bir "savunmadan" öteye gidemiyor. Devrimci güçler, 12 Eylül öncesinde yalnızca faşistlerin saldırılarına tepki göstermekle yetinmediler. Olayı böyle koymakla savunmanın yazarları devrimci hareketi küçültmekle kalmıyor, aynı zamanda gerçekliği de çarpıtmış oluyorlar.
Egemen smıflann 12 Mart zulmüne; işçi ve halk hareketi 1 974 -77 yükselişiyle cevap vermişti. Egemen sınıfların bu yükselişe cevaplan ise I. ve II. MC'nin örgütlenmesi oldu. Ve olaylar karşılıklı güç zorlamasıyla 1 9 7 9 sonundaki noktaya dayandı. 0 momentte olaylann mantığı bir uzlaşmayı dışlıyordu.
Çünkü, bir yanda halkın gözünde yeterince itibar yitirmiş burjuva partileri; öte yanda henüz zayıf, güçbirliği zemininde koordine olamamış da olsa potansiyel olarak düzene alternatif olmaya zorlanan devrimci güçler. Böyle bir konumda halk güçlerinin yükselişi
ni bir AP-CHP koalisyonu engelleyemezdi. Hatta onlann kendilerini to- parlamalan için belki çok kısa soluklu bir dönem bile yaratabilirdi. Oysa finans kapital böyle bir zaman kaybına artık katlanamazdı.
Sorun, Devrimci hareketin, CHP'den kopuşan yığınlan kazanmadan bastmlmasıydı. Bu yapılamazsa, devrimci güçler ileriye doğru çok önemli bir adım atmış olacaklardı. AP- CHP koalisyonu böyle bir momentin mantığına denk düşmüyordu; AP azınlık hükümetinin ise halk hareketinin bastınlmasına gücü yetmiyordu. Sonuç: 12 Eylül oldu.
Özetlersek, Savunma yazarlarının 12 Eylül öncesine bakışlan, sınıf mücadelesi kavrayışlannın ne ölçüde sığ olduğunu yeterince açığa vuruyor. "Derinleşen kamplaşma", kuralı olmayan "kalleş savaş", Eceviti bunalımı çözme, Demireli ise tırmandırma yanlısı görmek, bütün bunlar sınıflar savaşına liberal yaklaşımlardır.
MC kurulduğunda Ecevit, Demireli "milleti cephelere bölmekle", Demi- rel ise CHP'yi "komünistlerle işbirliği yapmakla" suçlamıştı. Bu sözler sırf propaganda amaçlı boş sözler değildi. Tam tersine o dönemde iki büyük partinin politik taktiklerinin en veciz özetiydi. Savunma, CHP'yi ne kadar eleştirirse eleştirsin, sınıf mücadelesine yaklaşımda onun zeminine kaymadan edemiyor. Bu niyetlerden, isteklerden öteye bir gerçekliktir. Mücadeleye sınıf zemininden çok, popülist bir "halk ue oligarşi çelişkisi"riden yaklaştığı için, halk içinde yaşanan amansız "kamplaşma" Dev Yol'u kararsız, ken- diliğindenci bir konuma itmiştir. "Kamplaşma1 nın sınıfsal ve sosyal temellerini yığınlara cesaretle açıkla
mak, dolayısıyla onlann seviyesini mücadelenin ihtiyaçlan yönünde yükseltmek yerine, onlann kendiliğinden tepkilerine tabi olmayı neredeyse taktik bir tutum haline getirmiştir.
SONUÇSavunmada rakam ve belgelerle
devrimcilere önce faşistlerin saldırdığı, yürütülen mücadelenin bu saldınlara karşı haklı bir direniş olduğu anlatılmaktadır. Bütün bir 12 Eylül öncesinin böylesine dar bir bakış açısında değerlendirilmesi, yalnızca 12 Eylül yenilgisinin yarattığı etkiye bağlanamaz. Dev Yol, 12 Eylül öncesini pratik olarak yaşarken de bu dar bakış açısının dışına çıkamamıştı. İşçi ve halk hareketi yükselirken, başlatılan faşist saldı- nlarla hareketin ufku daraltılmaya, mücadele dar bir taktik alana çekilmeye çalışıldı. Egemen sınıflar bu taktik adamlannda gerçekten başanlı oldular.
Devrimci güçler, genel güçler dengesini kollamak, hareketi daha üst basamaklara yükseltmek için bağımsız taktik tutumlann belirlenmesi ve güçlerin bu yolda koordinasyonu gibi can alıcı sorunlan çözmeye uğraşmaktan çok, çekildikleri dar taktik alanda (mahallelerde faşist milislerle mücadele) kaldılar. Bunun en doğal sonucu mücadele ufuklannm daralması oldu, günlük, pragmatik gidiş taktik haline geldi.
Savunma, bütün anlatımıyla bunu doğruluyor, daha da kötüsü, dün içine düştüğü ağaçlardan ormanı görememe hatasını böyle bir anlatımla bir kere daha tekrarlamış oluyor. Demek ki, yenilgiden devrimci dersler çıkartılamamıştır. Geriye liberal bir kavrayışla çıkartılacak dersler kalıyor ■
13
Ulusal sorun (2>
Erkan DEMİRCİ
U lusal sorun konusundaki yazının bu bölümü geçen sayıda belirtildiği gibi, örgütlenme üzerine ve Kürt ulusal so
runu üzerinedir. Yazının önceki bölümünde genel olarak konuya ilişkin temel teorik yaklaşımlar verilmiştir. Sömürge tezi ve ulusal eşitlik bölümleri, Kürdistan'ın sosyo-ekonomik analizi bölümünde derinleştirilecektir.
ÖRGÜTLENME ÜZERİNE Örgütlenme en genel tanımıyla,
herhangi bir sınıf ya da katmanın varo- x lan yapıya tepkisinin programatik he
defler doğrultusunda organlaşması ve merkezileşmesidir. Organlaşma (hücre, komite, örgüt, parti) temel aldığı çelişki üzerinde yükselir yani objektif koşullann sonucu olarak oluşturulur. Örgütlenmede subjektivizm, çelişki mevcut değilken ya da çelişkinin seviyesi organlaşmanın biçimine uygun değilse, kurulacak yapının işlevsizleş- mesine neden olacaktır. Objektif koşullar üzerinde yükselen organlaşmalar, hareketsiz kitleyi hızlı bir biçimde organın etrafında toplar, hedefleri gerçekleştirme mücadelesinin seyrinde genel bir yükseltiye neden olur. Hücre komite, örgüt, parti biçimlerinde organlaşma, aynı zamanda merkezileşmeyi öngörür, merkezileşme alt birimlerin matematiksel bir toplamı değil, özel bir içiçe geçişi ifade eder. Organlar arasında senkronizasyon, aynı hedefe ayn yönlerden vurabilme sonucunu doğurur.
Her sınıf kendi öz örgütünü oluşturur, oluşturmak zorundadır. Tarih; her sınıfın kendi çıkannın maddi zemini oluşur oluşmaz, kendi organını yarattığını göstermiştir. Bir organlaşma
yı körükleyici ya da engelleyici çeşitli mekanizmalar vardır ve bu, koşullann değişimi ölçüsünde değişmek durumundadır. Herhangi bir sınıfın çıkan, kimi zaman çeşitli katmanlan bu çıkar ve onun örgütü etrafında toplayabilir ve belirli bir tarihsel süreçte katmanlar bu sınıf örgütünden kopuşur, ya başka bir örgütte varlığını sürdürür, ya bağımsızlaşıp kendi öz örgütünü oluşturur ya da fiili olarak ortadan kalkar.
Kapitalizmin ulusal çerçevede gelişebildiğim daha önce belirtmiştik. Ulusal çerçevede işçi sınıfı kendi öz örgütünü, diğer sınıf ve katmanlardan bağımsız olarak yaratmak zorundadır. Toplumsal mücadelenin her hangi bir aşamasında işçi sınıfının çıkarlan, diğer katmanlarla hatta bir diğer sınıfla üstüste düşebilir. Bu çıkar ortaklaşmasında birincisi işçi sınıfı tarihsel perspektifini yitirmemek için, İkincisi örgütsel mücadele deneyimlerini sosyalizm hedefi doğrultusunda örgütsel geleneğe dönüştürebilmek için, üçüncü- sü eğer ezilen ulus bir kaç parçaya bölünmüşse diğer parçalarda ve kendi özgülünde burjuva önderliğini nötralize edebilmek için'kendi bağımsız hattını koruyabilecek sınif partisi temel olmalıdır.
Sınıfın en ileri, en bilinçli , en savaşkan unsurlan tarafından oluşturulmuş olan işçi sınıfı partisi, sınıfın düşmanıyla savaş, dostlanyla ittifak ilişkisini en sağlıklı biçimde sağlayan tek aygıttır.
Proletarya entemasyonalist görevlerini de yerine getirebilmek için ulusal çerçevede bağımsız bir partiye gerek duymaktadır. Engels ulusal çerçevede varolmak gerekliliğini şöyle ifade ediyor "Uluslararası düzeyde va
rolmadan ulusal düzeyde varolmak uluslann yalnız hakkı değil, aynı zamanda ödevidir" (1)
Ezen, ezilen ulus ilişkisinde bağımsız partilerin kuruluşlannın tarihsel zorunluluk olduğunu belirttik, yalnız bu zorunluluk koşullann elverişliliğine bağlı olarak her iki ulusun proletaryasının tek partisi olarak da somutlanabilir. Bu ezen ulusun proletaryasının, ezilen ulus proletaryasına vereceği güvenden kapitalizmin gelişkinlik seviyesini, konjonktürel durumdan ara kat- manlann durumuna dek çeşitli değişkenlere bağlıdır. Bu çeşitlilik örgütlenmede değişmez, kesin biçimlerin olmayacağının açık göstergesidir. Örgütlenmeler gündelik koşullara göre değişmez yukardaki belirleme kitabi ilkelerin yaşamın zenginliğiyle her zaman çakışmayacağını açıklamaktadır. Örgütlenmede kesin biçimler sözko- nusu olamaz fakat temel ilkelerimiz mevvcuttur, "Dünya işçileri birleşiniz", "her ulusun elbette öbür uluslann hakkını çiğnemeksizin istediği gibi örgütlenme hakkı vardır".
Ulusal sorunun olduğu çok uluslu devletlerde, proletaryanın örgütlenmesinin çeşitli biçimleri uygulanmıştır. Bağımsız sınıf partisi esasına dayalı örgütlenmeler, bağımsız birimler üzerinde yükselen ortak parti yani birleşik örgütlenmeler, ya da seksiyon denilen şube, kol örgütlenmeleri vb.
Seksiyon örgütlenme: Ezilen ulusun, kendi bağımsız örgütünü kurmasını engelleyici gören her iki ulusun proletaryasının dinamiklerinin, son derece içiçe girdiği koşullarda öne sürülebilecek bir biçimdir. Seksiyon biçimi organlaşma ve merkezileşme ile açıklanan örgütlenmede bağımsız ko-
14
şullann yeterince önem arzetmediği düşüncesinin sonucudur. Aynı zamanda aynlma, ayn devlet kurma hakkı tanınmakla birlikte düşük bir ihtimal verildiği, koşullarda öne sürülür. Yukanda örgütlenme geleneğinden sözetmiştik. Seksiyon örgütlenmede tek tek uluslann bu olanağı ihmal edilmiştir. Bundan yola çıkarak "düşük ihtimal verildiği koşullarda" olduğunu öne sürüyoruz. Birleşik parti, örgütlenme biçimi olarak Sovyetler Birlgin- de, Çekoslovakya'da görülen tiplerdir. Her iki ulusun kurtuluş mücadelesinde değişkenlerin ağırlıklı olarak ortak olması koşulundan kaynaklanır.
Birleşik parti kavrayışı, sınıf bilinçli proletaryanın dünya gericiliğine karşı mücadelesinin sağlam bir mevzisini oluşturur. Örgütlenme konusuna girerken belirtildiği gibi, biçimi belirleyen objektif koşullardır. Birleşik parti kavrayışının ayaklan yerde bir örgütlenme olabilmesi için, iki temel koşul vardır. Birincisi birliği sağlamanın son derece zor bir görev olduğundan yola çıkılarak, bağımsız olarak oluşmuş iki partinin mücadele sürecinde ortaya çıkmış olması ve tek tek partilerin tarihsel görevlerinde ağırlıklı bir ortaklık koşulu. Yoksa seksiyon bir örgütlenmenin adını değiştirerek o zor tarihsel görevi yerine getirdiğini ilan etmekle olamaz. Aynca, ezilen ulusun devrimci (kitlesinin çoğunlukla yöneldiği temel bir güç söz konusuysa, bu yapının üzerinden atlayarak böyle bir parti kurduğunu ilan etmek, birleşik partinin ayaklannı yerden keser.
Bağımsız parti örgütlenmesi: Bu tip örgütlenmede temel kavrayış tek tek partilerin mücadele süreçlerini etkileyen dinamiklerin, ağırlıklı olarak farklı olması gerçekliğinden kaynaklanır. Her iki ulusun üst düzeyde ittifakının eylembirliğinin sağlanması gerektiğini belirtir. Bu ittifak süreci, ezilen ulusun proletaryasının duyabileceği güvensizliğin ortadan kaldınlacağı bir süreçtir.
Örgütlenme konusunda yukanda- ki temel ilkelere şu alt ilkeler eklenmelidir.
1- Örgütlenmede sübjektif isteklerinden değil objektif koşullardan yola çıkma gerekliliği,
2- Ezilen ulusun örgütlenme hakkına tecavüz etmeden,
3- İki ulusun proletaryasını birliğe götürecek kanallann ezilen ulusun öncülüğünde yaratılması,
4- Proletaryanın gerçek kurtuluşunun, dünya birliğinden geçtiği gerçe
ğini temel alarak, eylem birlikleri, ittifaklar, cepheler, birlikler konusunda aktif davranmak
TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUNKÜRT ULUSAL SORUNUDURTürkler Anadolu toprağına ayak
basmazdan yaklaşık üçbin yıl önce Kürt Halkı, Kürdistan'da uygarlıklar kurmuştur. Araştırmacı Minozski Kürtlerin kökenlerini, Ari kavimlerin- den olan MED'lere dayandırmaktadır. Kürtler hakkındaki bilgilerin en eskisi, çeşitli tarihçilere göre değişmekle birlikte MÖ 2 0 0 0 yıllanna ait iki Sümer eşiktaşı bugünkü Kürdistanda "KAR- DAKA" isimli topluluklann yaşadıkla- nnı göstermededir. KARDAKA- Kürtlerin atalanna verilen çeşitli isimlerden birisidir. Örneğin: Ermeniler Urmiye çevresinde yaşayan Kürt'lere Ermeni dilinde Kürdistan anlamına gelen "KORTEÇYA" derlerdi. Aynca "KARDA- KARDOHİ- KORTİ KAR- DAYA- KARDO" isimlerine tarihsel belgelerde rastlanmıştır. Yunanlı Kse- nefon "Onbinlerm Dönüşü" adlı eserinde Kürdistandan geçerken karşılaştığı Kardoki’lerden ve onlann doğuşunda bulunan Korti (Kür-ti-e)lerden sözetmektedir. Minozski Kürtlerin asıl vatanlannın Van dolayı, Botan (Diyar- bekir-Urfa, Cizre, Mardin bölümleri) bölgesi, Harput çevresi, Büyük Zap nehri sahilleri olduğunu ve bundan sonra etrafa yayıldıklannı söylemektedir. 1 9 1 5 yılında yazdığı kitabında Minozski Kürtlerin İran'da, Kirmanşah, Senendeç (Ardalan'ın merkezi) Garcus
bölgesinde, Savuçbulakin (Mahabat) bütün yörelerinde Azerbeycanin bir bölümünde, Urmiye gölünün güneyinde, Salmas, Hayi ve Maki'de, İnan'ın güney bölümlerinde, aynca Tahran, Horasan, Şiraz ve diğer bölgelerinde dağınık ve aşiretler halinde yaşadıkla- nnı yazmaktadır. Bugünkü Irak'm Ku- zey-Kuzeydoğusunda yaklaşık olarak Irak yüzölçümünün alüda birine yakın bir parçası Kürdistan topraklandır. Suriye'de ise Suriye'nin Türkiye ve İran sı- nınyla uç yaptığı bölge Kürt'lerin yoğun olarak yaşadıklan bölgelerdir. Türkiye Kürdistan'ında bu bölge yaklaşık olarak şu sekiz ili içine alan bir bölgedir. (Adıyaman, Ağn, Bingöl, Bitlis, Diyarbekir, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, Hakkari, Kars, Malatya, Mardin, Muş, Siirt, Tunceli Ur- fa, Van). Bu bölgede Kürtler yoğun olarak yaşamaktadır. Kürtlerin güneyde Mezopotamya'nın verimli toprakla- nnda ve aynı zamanda doğudan gelip Anadolu'ya, Kudüs'e, Akdeniz'e giden ticaret yollannın üzerinde olmalan yüzyıllar boyunca istilalara, saldınlara uğramalannm asıl nedenidir. Kürdistan coğrafi olarak eski dünyanın en kilit noktasında bulunması nedeniyle, her iştahi kabaran hükümdann ele geçirmeye çabaladığı bir bölge olagelmiştir. Güneyde parçalanmışlık, güçlü imparatorluklann egemenliği, kuzeyde dağlık bölgelerde birbirinden kopuk aşiret varoluşu, kürt halkının ortaçağ başkaldınsının merkezi bir devlet oluş- turmalannın engellerini oluşturmuştur.
15
Kokürt halkı kültür birliğine sahipti. Ulus olma özelliklerinden birisi olan kültür birliği sanatıyla, toplumsal sorunlarıyla, ahlaki değerleriyle bir halkın istikrarlı varoluşunun, ruhsal biçimlenme birliğinin temelidir.
Kürdistan, tarihi boyunca Persle- rin, Romalılann, Sasanilerin, Arapla- nn, Selçuklulann, Moğollann, Os- manlılann istilalanna uğramıştır. Kürt halkının savaşkan bir halk olduğu gerçeği yüzlerce istilaya karşı verdikleri varlık mücadelelerinin sonucudur. Çalışkan Kürt halkı, yalnızca istilalardan değil aynı zamanda aşiretlerin kendi aralanndaki çıkar çatışmalannın sonucu da zarar görmüştür. Aşiret yapısı istilalara ve aşiret çatışmalanna karşı, Kürt halkının varlığını sürdürmesinde özel bir savunma mekanizması işlevini görmüştür. Aşiret yapısının dayandığı kapitalizmin gelişimiyle, gericiliği temsil etmesine rağmen ve kapitalizmin gelişiminin gereklerine uymamasına rağmen sömürgecilik bu lüzumu ayakta tutmuş ve devamını sağlamıştır. Bugün Kürdistan'da silahlandınlan aşiretler bin yıllık oyunun yeniden perdelenmesidir ve aşiret varoluşunun devamına hizmet etmektedir. Kürdistan Osmanlı'nın ticaret yollannı, Ara- bistanın zengin kentlerini ele geçirme ve İslamiyetin merkezi Mekke-Medi- ne'ye ulaşma isteğinin önündeki Safe- vi engelini kaldırma saldınsında bir daha istilaya uğramıştır.
1514'ten sonra Osmanlının egemenliğinde olan Kürdistan çeşitli dönemlerde Osmanlı-Îran çarpışmalan- na sahne olmuştur. Kürt beyleri her iki taraftan kışkırtılarak birbirleriyle çatışmalara girmişlerdir. 1 6 3 9 yılında Bağdat'ın yeniden alınmasıyla IV. Murat ve İran Şahı Abbas arasında Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla Kürdistan; Osmanlı ve İran tarafından bölüşülmüştür. Araplann ulusal hareketleriyle Irak ve Suriye'nin kurulmasıyla Kürdistan dört parçaya bölünmüştür. Osmanlı sultanlannın beylikler üzerindeki hakimiyeti, II. Mahmut dönemine dek beyliklere fazla müdahale etmemekle kendisini göstermiş fakat II. Mahmut,
Yavuz zamanında verilen kararlan iptal edip, Kürt beylerinin imaretlerini (aşevi, bayındırlık) kaldırmış ve bunun uygulanması için Reşit Paşa yönetiminde, Kürdistan'a bir ordu göndermiştir. Böylece 1834'te Kürtler doğrudan doğruya "Türk" vatandaşı sayılmış ve Kürdistan ikinci kez tam anlamıyla işgal edilmiştir.
KÜRTLER BİR ULUS MUDUR?Bu sorunun yanıtını bulabilmek
için sorulacak sorulann ilk ikisi, Kürtler tarihi bir özellik göstermişler midir? Kürtler istikrarlı bir varoluş mudur? Tarihi bir özellik arzettiği yukanda açıklanmıştır, istikrarlı olmalarının göstergesi tarihsel maceralan sırasında yüzlerce istilaya maruz kalmalanna rağmen dağılmayıp, değerlerini koruyabilmiş olmalanndadır. Kürt halkı bir özdil birliğine sahiptir. Minozski, Kürt dilini şöyle açıklıyor.
"Hint Avrupa dil grubunda bulunan Kürtçe, aynı gruptan olmasına rağmen Fransızcanm bir lehçesi, biçim değiştirmiş bir kolu değildir. Kendine özgü fonetiği ve sentaksı vardı" (2) “
Kürtçe, dört temel lehçeye sahiptir: Kurmanç, Lori, Gorani, Sorani lehçeleridir.
^Türkiye Kürdistan'ında Kurmanç lehçesinin bir şivesi olan Zazaca özellikle kuzey ve kuzey batı bölgelerinde yaygın olarak konuşulmaktadır. Kürt halkının ulus olma özelliğinin temellerinden birisi de dil birliğine sahip olma- landır. Bir halkın değerleri dil yoluyla aktanlır ve zenginleştirilir. Kendi dilini kullanma hakkı elinden alınan halk, kültür emperyalizmine karşı savunmasız bırakılmıştır. Dil düşüncenin yansı-
‘ masıdır. Sömürgeci egemenlik, ‘Kürt halkının insan olmasının temel özelliği olan düşünme faaliyetini bile elinden almaya çalışmakta, Kürtçe konuşmayı
yasaklamaktadır. Kürt çocuğu ilkokula gidinceye dek kürtçe konuşmayı ve düşünmeyi öğrenir, zeka gelişiminin en önemli döneminde yabancı bir dille düşünmeye zorlanır, bu çelişki tüm eğitim sürecinde karşılaşacağı bir sorundur. Eğitim görmek istiyorsa Kürt- çeyi unutmak zorunda kalır. Dil ile düşünce, dil ile kültür, düşünce dil kültür ilişkileri bir bütünlük, bağlaşıklık ifade eder. Dil, arasından çekilip yabancı- laştınldı mı hem düşünce hem kültür birikimi sekteye uğrar, kendini tekrar etmekten kurtulamaz. Kültür, edebiyat halkın birbirleriyle olan ilişkisinin sağlamlaştınr, uluslaşmayı hızlandınr, pekiştirir.
Osmanlı toplumu bir ümmet top- lumudur. Egemenlikleri altındaki beylikleri, ülkeleri değiştirmeye çalışmamış tam tersine mevcut yapıların ko- runmalannı kolaylaştırmıştır. Bu anlamda hakimiyetleri altında bulunan halklann -gayri müslim kesim dışında- kültürlerini koruma olanaklan sözkö- nusu olmuştur. Dil ve kültür baskısı, Osmanlı da Balkanlardaki ulusal hareketlerden etkilenme sonucunda ortaya çıkan uluslaşma sürecinin sonucudur. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte sömürgecilik bir üst boyuta sıçramış, Türk Fınans-Kapitali kendi gelişiminin, Kürt halkının gelişimiyle ters orantılı olduğunu anlamışdır. Türk okullannm silah zoruyla açılması, Türkçe eğitim zorunluluğu, Kürtlerin çeşitli bayramlannın yasaklanması yoluyla Kürt halkının benliği yokedilme- ye çalışılmıştır.
Kürt halkı kültür birliğine sahipti. Ulus olma özelliklerinden birisi olan kültür birliği sanatıyla, toplumsal sorunlarıyla, ahlaki değerleriyle bir halkın istikrarlı varoluşunun, ruhsal biçimlenme birliğinin temelidir.
Kürt halkının kültür tarihi oldukça zengin ürünlerle doludur. Özellikle folklor ve halk müziği çok gelişkindir, bu dallarda Türk halkının kültürüne baskın çıkmıştır. Edebiyatı yasaklanan halk tüm yeteneğini folklor ve müziğiyle dışa vurmuştur.
Yukanda belirtilen üç ana koşul; toprak birliği, dil birliği, kültür birliği bir ulusun oluşabilmesi için temel koşullardır. Fakat bunlar ulus olmaya yetmez. Bu özelliklere sahip halkın kapalı ekonomiden kurtulup ülke çapında ticari ilişkiler anlamına gelen açık ekonomiye yönelmesi gereklidir. Pazar ilişkilerinin genişlemesi demek topluluğun giderek artan oranda işbölümüne katılması, karşılıklı bağımlılığın art
16
ması, bağımsız toplulukların parçalanıp pazar etrafında yeniden bütünleşmesi demektir. Uluslaşmanın ekonomik temeli pazara dayalıdır, pazann büyümesi ve öneminin artması uluslaşma sürecini tanımlar. Kapitalizmin gelişimi topluluklan birbirine bağlar, topluluklar birbirine bağlandıkça kapitalizm gelişir. Kapitalizm geliştikçe pazar alanlan büyür demektir. Ulusun çimentosu niteliğini taşıyan pazar üzerinde yükselen alanlar ve bunlann üzerinde kurulan ulus-devlet.
Sömürge ve yan sömürge ülkelerde kapitalizm kendi iç dinamiğiyle gelişmeye fırsat bulamadan meta istilasına uğrar. Devrimci burjuvazinin tarihsel görevi olan üretimin önündeki engelleri bir bir ortadan kaldırma özelliği bu meta istilasıyla birlikte, üretim sekteye uğradığı için asalak, aracı bir burjuvazi haline dönüşür. Aracı burjuvazi egemen pre-kapitalist yapıyla uzlaşır. Kürdistan'da iktisadi yaşam birliği uzun bir süre sömürgecilerden bağımsız bir dinamik izleyebilmiştir.
Parçaları arasındaki ticaret, sınırların varlığına rağmen 1950'lere dek hakim özellik taşımıştır.
"Kaçakçılık denilen perdenin arkasında nasıl Kürdistan iktisat birliğini temsil eden bir bağımsız pazar münasebetlerinin tepkisi gizli ise, gümüş para tekerleklerinin üstünde yürüyen de şark vilayetlerinin kendine has, değişim münasebetleridir" (3)
Bağımsız Kürdistan pazannda sömürgeci banknottan ne kadar dayatılmış olsa da Kürt tüccarı banknotlara pek itibar etmemiştir.
"Evrak'ı nakdiyemizin adına buralarda "not" diyorlar ve tıpkı ecnebi dövizi gibi yabancı ve hususi bir muameleye tabi tutuluyor. Bütün alış verişler madeni para üzerinde oluyor" (Siirt mebusu Mahmut Milliyet 1932) Aktaran Dr. Hikmet Kıvılcımlı) (3)
1940'lardan itibaren ulaşımın, Kürdistan içlerinde ilerlemesi hem askeri hakimiyetin artmasına, bunun sonucu sınır ticaretinin daha yozlaşmasına hem de meta akışı sonucu ticaretin giderek batıya doğru yön değiştirmesine neden olmuş, fakat kaçakçılık yok olmamış, bölgedeki asker sivil yöneticilerin ortaklığıyla süregelmiştir. Sömürgeciliğin Kürdistan pazannı "fethi" ulusal hareketlerin bastınlma- sından sonra mümkün olabilmiştir.
Ulus olabilmenin temel koşullarının Kürt ulusunda varolduğu, yukan- daki örneklerle açıklanmıştır. Her ulus kapitalizmin gelişimine uyum sağladı
ğı ölçüde, ulusal hareketi oluşturmaya ve ulusal devlete yönelir. Ulusal hareket, uluslaşma sürecinde de bağımsız patlamalar hailinde kendisini gösterebilir. Ulusal hareket sömürgeciliğe veya feodallere ya da her ikisine birden karşı olabilir. Tüm ulusu ayaklandıracak, tüm toplumu saran yangından önce, bunun göstergesi olan tek tek patlaklar görülür. Kürdistan'ın uluslaşma ve ulusal hareketi oluşturma sürecinde bu olgu açık olarak görülebilir. Kürt halkının 18. Yüzyıl başlannda bağımsızlıkçı, spontane hareketleri ortaya çıkmaya başlamıştır.
Osmanlılığın yıkılışı döneminde, Ermeni halkının her fırsatta ayaklanması, Maliye satınnın Kürt halkını sıkıştırması, en önemlisi Osmanlı'nın Kürdistan'daki otorite, boşluğu, Kürt beyliklerinin İsyanının nedenleriydi. Osmanlılığın tarihsel misyonunu doldurduğu 20 . yüzyıl başlannda gerçekleşen Ermeni ayaklanmalan, Kürt halkı için ulusal kurtuluşa gidecek bir etken olarak görülmesi gerekirken, Kürt beylerinin Ermeni topraklanna duyduğu iştahla 1 9 1 5 yılında Osmanlı adına, Osmanlının zoruyla, Ermeni halkını katliamdan geçirmişlerdir. Bu olay henüz Kürt beyliklerinin ulus bilincinin etkisinden çok, aşiret çıkarlannın etkisi altında olduklannın açık göstergesidir.
Kürdistan dağlannda isyan ateşi 18. yüzyılın sonunda 20 . yüzyılın ortalarına dek hiç sönmemiştir. Bu isyanlardan bazılannda bağımsız Kürdistan talebi öne sürülmüştür, fakat bir çoğu da aşiret beylerinin zedelenen çıkarla- nnın sonucu patlak vermiştir. Kürt ayaklanmalan; 19. yüzyılın başında 18 0 6 İsyanıyla başlayıp 1 9 3 8 Dersim İsyanına dek olan ayaklanmalar şunlardır:
1- 1806 -8 yılında Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı başlatılıyor. Irak’ta Süleymaniye şehri etrafında patlayan isyan, 2 yıl boyunca sürüyor.
2- 1 8 1 2 Babanzade Ahmet Paşa İsyanı
3- 1 8 2 0 Zazalann İsyanı4- 18 3 0 -3 Yezidilerin İsyanı, İrak
sınırlan içindeki Sincar Dağı bölgesinde oluyor.
5 - 18 3 1 Bedirhan İsyanı, Cezireli Bedirhan Beyin İsyanı çeşitli şiddetlerde sürmüş, 1847'de Bedirhan Bey Osmanlı tarafından ele geçirilmiş, Eruh kalesine sürgüne gönderilmiştir.
6- 1 8 3 4 Şerif Ahmet Han İsyanı, Bitlis'te başlayan ayaklanma devlet da
irelerini ele geçirmek suretiyle başlatılmış, fakat uzun sürmemiştir.
7 - 1 8 3 5 Revandüz İsyanı, Revan- düz İran sının ve Zap Suyu arasında kalan dağlık bir bölgedir. Revandüz aşiretinden Mehmet Paşa Kürt aşiretlerini emrinde birleştirerek Azerbey- can sınırlanna dek genişledi. Hedefi bağımsız Kürdistan kurmaktı. OsmanlInın Revandüz’ü kuşatmasıyla erzak ve su darlığı nedeniyle teslim olmak zorunda kalmıştır.
8- 1 8 3 9 Garzan İsyanı, Diyarbe- kir'in Garzan bölgesindeki aşiretlerin katıldığı isyan.
9- 1 8 5 5 Yezdan-ı Şir İsyanı, B edirhan aşiretinden olan Yezdan-ı Şir Bitlis'te ayaklanmış Musul’a kadar bir çok bölgeyi ele geçirmiş, geniş destek bulmuş, güçlü bir ayaklanma olarak gerçekleşmiştir.
10- 18 7 7 Bedirhan Osman Paşa İsyanı, Cizre bölgesinde başlayan bir ayaklanmadır.
1 1 - 18 8 0 Şeyh Ubaydullah İsyanı. 1 8 7 7 -7 8 Osmanlı kur savaşında Dersim, Mardin, Hakkari, bahdinan bölgesinde yerel ayaklanmalar olmuştur. 1 8 8 0 yılında Şeyh Ubeydullah Sendi- nan'da ikiyüzelli aşiret reisini toplayarak Osmanlı ve İran'a karşı harekete geçiyor. Urmiye çevresinde gerçekleşen bu ayaklanmada tüm Kürtlüğü saflan altında toplayamıyor, yenilgiyle sonuçlanmasıyla Şeyh Ubeydullah Mekke'ye sürgün ediliyor. Oğlu Seyid Abdülkadir Osmanlı Ayan Meclisi üyeliğine getiriliyor. 1918'de kurulan Kürt Teali Cemiyetine başkanlık yapıyor. 1925'teki Şeyh Said İsyanında idam ediliyor.
1 2 - 1 8 8 9 Bedirhan Emin Ali İsyanı, Erzincan'da ve Bayburt'un bir bölümünde başlayan ayaklanma Emin Ali ve kardeşi Mithat'ın önderliğinde sürdürülür.
13- 1 9 0 6 Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı
14- 1907 Dersim İsyanı15- 1 9 0 8 Şeyh Abdüsselam Bar-
zani İsyanı16- 1 9 0 8 Dersim İsyanı17- 19 1 2 Bedirhaniler ile Halil ve
Aliremo ağalann İsyanı, İstanbul yük- sekokullannda okuyan Kürt öğrencilerin 1 9 1 2 yılında faaliyete geçen Hevi adında bir demekleri kuruluyor. Bu demeğin etkisiyle Midyat yöresinde Kürt aydınlann başlattığı bağımsızlık İsyanı 4 ay sürüyor. Ve yenilgiyle sonuçlanıyor.
18- 1 9 1 2 Şeyh Selim Şehabettin ve Ali İsyanı, Bitlis çevresinde başlatılı
17
yor.19- 1 9 1 6 Dersim İsyanı20- 1 9 2 0 Koçgiri İsyanı, O dö
nemde yaklaşık 40 . bin kişilik nüfusa sahip koçgiri aşireti ve Çanbegan, Kurmeşan aşiretlerinin katılımıyla Sivas, Erzincan, Tunceli, Bitlis, Van, Elazığ, Diyarbekir yörelerinde başlayan isyan, bağımsız Kürdistan kurmak amacını taşıyor. Dersim'den Pezga- vur, Maksudan, Aslanan, Kangaldan, Carek, Drezan, Gurki, Atıma, Parci- han, Zaza, Canbeg, Saydan, Sadan aşiretleri harekete katılmışlardır.
Dersim ağalanndan Meço ve Di- yan Ağa kendilerine sunulan meclis üyeliğini kabul edip isyandan dönmüşlerdir. İsyancılann Ankara'ya çektikleri telgrafın metni şöyle: "Elazığ vilayeti vasıtasıyla Ankara Büyük Millet Meclisi riyasetine;
Sevr muakedesi mucibince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis Vilayetlerinde müstakil bir Kürdistan'ın teşekkül etmesi lazım geliyor. Binaenaleyh, bu teşkil edilmelidir. Aksi taktirde bu hakkı silah kuvvetiyle almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz. Garbi Dersim aşmet ruesası."
21- 1 9 2 4 Nasturi İsyanı22- 1 9 2 5 Zilan İsyanı. Siirt'in
Kozluk İlçesi ve Malabad bölgesinde Zilan aşiretinin önderliğinde başlamış, 12 ay süren Zilan İsyanına Bekiran, Reskotan aşiretleri de katılmıştır.
2 3 - 1 9 2 5 Şeyh Sait İsyanı, 13 Şubat 1 9 2 5 günü Piran'a sıkılan kurşunla başlayan ulusal bağımsızlık mücadelesi, yaklaşık uzunluğu 2 0 0 km, genişliği 1 5 0 km olan, 3 0 bin kilometrekarelik bir alanda gerçekleşmiştir.
24- 1 9 2 5 Şemdinli İsyanı Şeyh Ubeydullah'ın oğlu Seyid Abdullah Hakkari'nin Navsar bölgesinde Şem dinli, Çukurca, Beytüşşebap ilçelerinde Ozomar nahiyesinde başlamıştır. Gerdi Aşiretinden destek görmüş, fakat kısa sürede yenilgiyle sonuçlanmıştır.
2 5 - 1 9 2 5 Deskotan ve Reman İsyanı. Reskotan ve Reman aşiretleri Siirt'in Sason ilçesi, Diyarbakınn Silvan ilçesi ve Dicle nehrinin kuzeyinde başlıyor kısa sürede son buluyor.
26- 1926 Eruhlu Yakup Ağa ve oğullan İsyanı, Siirt'te başlayan ayaklanmaya Zilan ve Adıyan aşiretleri de katılıyor.
27- 1 9 2 6 Parvari İsyanı28- 19 2 6 -2 7 Güyan İsyanı ve
Çölmerik baskını Ertuş, Güyan, Sirki, Şerefhan aşiretlerinin Çölmerik, Nor- düz, Beytüşşebap bölgelerinde başla
yan isyan 2 6 Ekimden 2 7 yazma dek sürmüştür.
29- 19 2 6 Haço İsyanı Şeyh Said İsyanından sonra başlatılan sürgün politikasını kabul etmeyen Şıhın Haço Mardin'de 1 9 2 6 Mart'ında isyanı başlatıyor.
3 0 - 1 9 2 6 Koçuşağı İsyanı, 7 ekim 1926'da başlamış, 3 0 Kasım 1926'da son bulmuştur. Dersim bölgesinde başlayan isyan, isyancılann teslim olmasına rağmen bir kıyımla sonuçlanmıştır.
31- 1 9 2 6 Hakkari Beytüşşebapı İsyanı Livinli İsmail Ağa, Jirki, Guyan, Gerdan, Mahmuran aşiretlerinden topladığı 5 bin kişilik kuvvetle 16 şubat 1926'da Hakkan ve Beytüşşebap'ı basmıştır.
3 2 - 1 9 2 6 Ağn İsyanı. 16 Mayısta başlamış ve kısa aralıklarla dört yıl devam etmiştir. Şeyh Said'in İsyanından sonra Celali, Hasenan, Cibran ve Hayderan aşiretleri Ağn dağına çekilmiş bu dağın eteklerini kontrolleri altına almışlardır, Şeyh Said İsyanına ka- ülan Yüzbaşı İhsan Nuri bu bölgede, isyancılara askeri eğitime tabi tutmuş, aynca burada Gaziya velat vatanın ça- ğınsı adlı bir gazete çıkarmıştır. Doğu Beyazıt'ta başlayan isyan, İran’da bulunan Kerki, Çinikanlı, Melhikanlı, Sa- hanlı, Kızılbaş aşiretlerinden destek görmüştür.
33- 1927 Bicar İsyanı Diyarbe- kir'in Lice, Hami ve Kulp ilçesinin çevresinde başlıyor. 30 gün sürdü.
3 4 - 1 9 2 8 Zilanlı Resul Ağa İsyanı Eruh İlçesinde başlatılmış ve iki ay sürmüştür.
35- 1 9 3 0 Zeylan İsyanı, Erciş, Muradiye, Patnos ve Diyadin ilçelerinde başlıyor. Üç ay şiddetli çatışmalar halinde süren isyanda Sikkanlı aşireti ve Derbiş Bey ordunun yanında savaşmıştır.
3 6 - 1 9 3 0 Tutaklı Ali Can İsyanı, 4 ay sürmüştür.
37- 1 9 3 0 Oramar İsyanı3 8 - 1 9 3 4 Buban İsyanı, yol vergi
sine direnen Buban Aşireti bir yıl süren isyan başlatıyor.
3 9 - 1 9 3 5 Abdülkuddus İsyanı, Siirt'in Kozluk yöresinde çıkmış bir yıl sürmüştür.
4 0 - 1 9 3 5 Abdurrahman İsyanı Siirt'in Mollaşeref, Meryan, Novalan Bölgesinde başlıyor ve iki yıl sürüyor.
41- 1 9 3 5 Sason İsyanı, sürgüne direnme olarak başlayan isyan 19 3 6 yazına dek sürmüştür. İskan yerleri yasak bölge ilan ediİerek, 2 bin 7 0 0 kişi illerine sürülmüştür.
4 2 -1 9 3 7 Dersim isyanı, 21 Mart 1 9 3 7 'de başlayan isyan 7 Ağustos 1938 'e dek sürmüştür. Kureysan, Hayderan, Demenan, Yusufhan Aşiretlerinden oluşan 4 bin kişilik isyan kuvvetleri Zeldağı, Darboğaz, Düzik Munzur dağı, Kocakale'de sürüyor.
Görülüyor ki Kürdistan'da patlak veren isyanlann bir kısmı ulusal bilinç etrafında örgütlenmeye çalışmıştır. Fakat hakim olan aşiret yapısı ve uluslaşma sürecinin sömürge egemenliğinde gerçekleşmesi isyanlann topye- kün bir kürtlük hareketi haline dönüşe- mediğini gösteriyor.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı ayaklanma- lann başansızlık nedenini, "1. Milli Kurtuluş ve İstiklal hareketinin öz itibarı ile geniş çalışkan köylülük meselesi olduğunu bilememek, yani objektif olarak kitleden kopmak,
2 .......teşkilatta derebeyi artıklarına dayanması ağa ve bey şeflerle kadrolarla iş görmeğe kalkmasıdır" (4)
"Kemalizmin bugünkü Kürdistan'da bir tek tezi var, asimilasyon ve imha siyaseti. Bu tez tekmil Kürdistan'da ne kadar şiddetle tatbik edilirse var olan milletin canlılığı yirminci yüzyılda sessiz sedasız pek kolay mahve- dilemeyeceğine göre o kadar şiddetle tepkisini doğuracak, Kemalizmin teziyle doğru orantılı olarak Kürdistan Halkını baştan başa saran bir antitez büyüyecektir. Bu antitez, Türk Burjuvazisinin siyasi ve iktisadi baskı cephesine karşı, tekmil Kürdistan halkının müşterek mukadderatını temsil eden biricik Kürtlük cephesidir. (5)
1938'den sonra Fınans Kapitalin Kürdistan beylerine yönelik uzlaşmacı tavn acentacılık, bayilik, temsilcilik yoluyla çıkarlannm ortaklaştınlması, ticaretin yönünün giderek batıya dönmesi, Kürt beylerine verilen çeşitli mevkiler ve ayrıcalıklar yoluyla Kürt halkının kurtuluşunda burjuva-feodal önderliğin iflas etmesi, isyanlann durmasının da temel nedenidir. Şimdi artık işçi sınıfı bizzat kendisi, sorunu çözmeye aday ve yeteneklidir ■
(Sürecek)
NOTLAR1- Marks Engeli Yapıtlar2- Minorzki Kürtler. Kemal Yay.3 Dr. Hikmet Kıvılcımlı. İhtiyat Kuvvet Milli
yet “ŞARK"4 Age.5- Age
18
Pratik deneyler ışığında
Somut bir kadro eğitimI • • • • • * 1planı üzerine öneriler
Temmuz DOĞANAY
L eninist örgütlenme anlayışında günlük siyasal faaliyetlerin özü kadrolaşmaya dayanır. Bir devrimci hareket, sınıf mü
cadelesinin her günkü akışı içinde karşısına çıkan problemleri göğüsleyebilmek, sınıf eyleminin kabanşı ölçüsünde ağırlaşan öncülük görevlerini yerine getirebilmek için, herbiri kendi faaliyet alanında kitle önderi konumuna yükselmiş, hareketin program ve taktikleri doğrultusunda eğitilmiş tek başına hareketi temsil edebilecek bilgi- tecrübe birikimine sahip olan, siyasal faaliyetin belirli dallannda uzmanlaşmış ve hareketin moral değerlerine sıkı sıkıya bağlı çok sayıda kadroya ihtiyaç duyar. Bu yüzden, kadrolann eğitimi ve siyasal mücadelenin değişen koşullarına uygun pratik düzenlenişi politik önderliğin, hareket açısından hayati önem taşıyan en temel görevini olıişturur.
Bir devrimci hareket için belirli bir dönemin belirli koşullanna denk düşen özel taktik politikalanndan çok, her dönem ve koşulda geçerli olan bu ihmal edilemez ertelenemez görev, 12 Eylül karanlığından geçerek yeniden yükseliş aşamasına girmekte olan halk hareketini yönetmeye hazırlanan siyasetimiz için özel bir taktik hedef ve mücadele parolası biçimini kazanmaktadır.
Devrimci bir programa ve bu günün koşullannda onu pratik olarak bü- tünleyen devrimci taktiklere sahibiz. Problem, programımızı geniş halk yı- ğınlanna ulaştırmak, kitlelerin hoşnutsuzluk ve tepkilerini taktiklerimiz doğrultusunda yönelterek politik güçler ortamına en derin ve köklü müdahaleleri gerçekleştirebilmekte yatmakta
dır. Bu konuma ulaşabilmek ancak çok sayıda eğitilmiş, tecrübeli ve yetenekli kadronun planlı ve sistemli faaliyetiyle mümkün olabilir. Politik öncülük rolümüzü ve sınıfımıza karşı görevlerimizi yerine getirebilmemiz için kadro yetiştirme çalışmalanmıza her şeyden daha büyük bir ağırlık ve her zamankinden daha yüksek bir hız kazandırmak zorundayız.
Kadrolann siyasi eğitimi iki yönlüdür. Belirli bir organa bağlı sistemli günlük pratik faaliyet buna pratik eğitim diyebiliriz ve teorik eğitim çalışmaları. Bu yazımızda biz teorik eğitim üzerinde durarak somut bir eğitim planı önermeye çalışacağız.
Devrimci bir kadro adayında aradığımız ilk ve en temel özellik, hareketimizin program ve taktiklerini benimsemesidir. Bu yetmez. Organik ve disiplinli bir faaliyet içinde, program ve taktiklerin drövüştürülmesi gerekir. Kuşkusuz bu belirli düzeyde bilgi ve tecrübe birikimini zorunlu kılar. Program ve taktiklerimiz Marksizmin evrensel teorisine ve ülke gerçekliklerinin canlı somut analizine dayanır, ülkemiz ve dünyadaki devrimci mücadelenin deneyleriyle beslenirler.
O halde asgari düzeyde bir Marksizm bilgisi yetmez, dünya devrimci pratiğinin hiç olmazsa ana çizgileriyle gelişme özellikleri kavranılamazfa, yaratıcı bir program ve taktik kavrayışına ulaşmak da mümkün olmayacaktır. Sistemli teorik eğitimin önemi en başta buradan gelir.
"On akıÜı adamı yüz ahmağa tercih ederim" demişti Lenin. Bize gerekli olan "adamlar 'da kendi faaliyet alanında hareketimizi temsil edebilecek, programımızı savunup propaganda,
edebilecek, taktiklerimizi günlük pratik içinde işleyip uygulayabilecek, ne yaptığını ve ne yapması gerektiğini bilen kimselerdir. Hareketimize katılış biçimleri ne olursa olsun, insanlanmı- za kazandınlması gereken asgari politik formasyon budur. Tersi, politik yönelişleri bakımından edilgen ve tüketici elemanlarda günübirlik pratiğin dar sınırlan içinde kararsızlaşan, aşın güncel ve kendi problemleri üzerine kapanmış, geleceğe yönelik perspektifleri zayıf, enerji savurganlığına dayalı bir işgüzar beyinsiz faaliyete saplanmak sonucunu doğurur.
Kadrolann pratik enerji kapasitesini besleyen, politik yaratıcılığını güçlendiren yegane besin kaynağı devrimci teoridir ve ancak devrimci teori- mizledir ki sosyal gerilik ortamının in- sanlanmızın bilincinde tortulaştırdığı ve zaman zaman modem sosyalist kavrayış ve yaşayış tarzıyla çatışkılar yaratan ilkel ve doğmatik eğilimleri etkisiz hale getirebiliriz. Ortak sosyalist algı ve ortak pratik politika tarzı etrafında bütünleşmiş yaratıcı kadrolardan oluşan güçlü bir öncü aygıtın çimentosunu kollektif eğitim faaliyetleri oluşturacaktır.
Diğer yandan, ülkemizde 12 Eylülün yarattığı gericilik ortamı hala etkisini sürdürmekte, faşizm, zorbaca üstünlüğünü henüz atalet ve boyun eğme psikolojisinden kesinkes sıynlama- mış yığınlarımıza dayatmayı eskisi kadar kolay ve zahmetsiz olmasa da başarabilmektedir. Genel politik ortam, devrimci kadrolar için sürekli bir çoşku ve moral kaynağı sağlayamamaktadır. Buna sosyalist sistemde geriye doğru atılan adımlann emperyalizme ve uluslararası gericiliğe sağladığı politik
19
I lazırlayıcı temel kur olarak adlandırabileceğimiz birinci düzey çalışma, sosyalist mücadeleyle yeni tanışmış sempatizana Marksizmin ekonomi, politik, felsefe ve tarih anlayışına temel olan ana kavramları öğretmek amacını taşımaktadır.
avantajlar ve bunlann devrimci moral yapı üzerindeki olumsuz etkilerini de ekleyebiliriz. Karşıdan vuran bu geriletiri dalgaya karşı kararlıca ayakta durabilmenin, devrimci hedeflerimize ve hareketimizin birikmiş değerlerine bağlılığı koruyabilmenin belki tek değil, ama en etkin çaresi kadrolann siyasi eğitimidir. Kollektif eğitim çalış- malannm güncel önem taşıyan diğer bir gerekçesi de budur.
Burada sözü fazla uzatmadan somut bir teorik eğitim planı üzerine eğilmek istiyoruz. Önereceğimiz üç kurdan oluşan program, hareketimizin acil ihtiyaçlannın hızlı, çözümüne yönelmiş, bugünün pratik mücadele koşullanna uygun olarak, hareketimize katılan sempatizana ilk ve asgari politik formasyonu kazandırmak amacıyla hazırlanmıştır, uzunca bir süredir uygulanmakta olan bu programın başansı, elde edilen sonuçlarla kanıtlanmış bulunmaktadır.
Hazırlayıcı temel kur olarak adlandırabileceğimiz birinci düzey çalışma sosyalist mücadeleyle yeni tanışmış sempatizana Marksizmin ekonomi politik, felsefe ve tarih anlayışına temel olan ana kavranılan öğretmek amacını taşımaktadır.
1- Komünist Manifesto (Marks)2- Üretim nedir? (Kıvılcımlı)3- Genel Olarak Sosyal Sınıflar ve
partiler (Kıvılcımlı)4- Ücretli Emek ve Sermaye
(Marks)5- Ücret, Fiyat ve Kar (Marks)6- Emperyalizm (Lenin veya Em
peryalizm ve Geberen Kapitalizm (Kıvılcımlı)
İlk elden, klasik kaynaklara dayanarak seçilmiş bu metinler, kapitalist toplumun işleyişi ve modem çağda sınıf mücadelesi üzerine az çok yeterli bir temel bilgilenme sağlayabilir. Sos
yalizmle yeni tanışmış ve okuma alışkanlığı henüz zayıf bulunan sempatizanlar için birinci kur çalışmaya sosyalizmin temel kavramlannı daha basit ve derli-toplu açıklamaya çalışan Hu- berman'ın Sosyalizmin Alfabesi adlı kitabıyla ya da bu amaçla hazırlanmış başka didaktik metinlerle başlanabilir.
Felsefe konusunda:7- Kısaca Marksizm Düşünüşü (Kı
vılcımlı)8- Bilimde ve Felsefede Diyalektik
Nedir? (Kıvılcımlı)9- Diyalektik materyalizm (Kıvıl
cımlı)başlıklannı taşıyan kısa metinlere
dayanarak yapılacak bir çalışma, felsefi düşünceye tamamen yabancı kalmış bir sempatizana bile en karmaşık felsefi kavramlann mümkün olan en yalın bilgisini aktarmamıza yarayacaktır. Burada yine sempatizanın okuma alışkanlığı ve genel isteği, propagandistin gerek sempatizan gerek konuya ilişkin özel tercihleri bakımından, başvuru kaynaklan olarak nisbeten çekincesiz sayabileceğimiz Afanasiyev'in Felsefenin ilkeleri ya da Conforth'un Diyalektik materyalizm kitaplanndan yararlanılabilir.
Tarihi maddecilik ve toplum biçimlerinin gelişimi konusunda ise zamanında Türkiye'li devrimciler arasında yaygın bir popülarite kazanmış, Zub- ritski ve diğerlerinin İlkel Toplum, Köleci Toplum, Feodal Toplum kitabı yerine, Türkiye’deki doküman yetersizliğini gözönünde bulundurarak şu metinleri önereceğiz.
10- Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı nın önsöz "bölümü (Marks)
11- Tarih, Devrim, Sosyalizmin ’Tez" bölümü (Kıvılcımlı)
12- Anti-Dühring'in Sosyalizm" bölümünde girişinde yer alan ve 'T a
rihsel Bilgiler" başlığını taşıyan 4 0 sayfalık (Engels, Sol yayınlan S . 4 0 9 450)
Daha önce sıraladığımız diğer ba- zılan gibi bu metinlerde yeni okuyucuya ağır ve karmaşık gelebilir. Kapitalizm öncesi toplumlar üzerine yeterli pratik veri de sağlamaz. Ancak, önceki kaynaklar üzerine yapılmış çalışmadan elde edilen bilgi ve alışkanlık, nisbeten bu sorunu çözeceği gibi sempatizanın zihninde tarihsel materyalizme ilişkin genel bir çerçeveyi yerleştirmek açısından da yarar sağlayacaktır. Bu konuda derli toplu ve didaktik bir metin hazırlanıncaya dek propagandistle- rimiz genel çerçeveyi dolduracak sözel bilgilerle boşluğu kapatabilirler. Az çok entellektüel ilgiler kazandınlmış okuma süresi geniş sempatizana ise ihtiyaca denk düşen farklı metinlerin, farklı bölümleri önerilebilir.
Birinci kur çalışma, sosyalizmin tarihsel kaynaklanna ilişkin en yetkin bilgiyi sağlayan
13- Engels'in Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm Adlı kitabıyla pekiştirilerek bitirilebilir.
Teorik eğitim üzenne program önerimizin pratik açıdan taşıdığı hedef, günlük propaganda faaliyetleri yürüten arkadaşlar arasında yerleşik bir ortak çalışma tarzı yaratan dengeli bir standartlaşmaya ulaşmaktır. Bu, propaganda faaliyetlerinin kurumsallaşmasına yönelik en önemli adım olacaktır.
Ancak, önerdiğimiz kaynaklar ve bunlann sıralanışı mutlak sayılamaz. Hele hele genel olarak okuma alışkanlığının zayıflığı, kültürel birikimin darlığı, çalışan sempatizanın zaman sınırlılığı ile ve bazı pratik güçlükler ortasında canlı ve yaratıcı bilgi aktaranının zorluklan ile acil pratik ihtiyaçlann dayattığı sonuç alıcı hız arasında kurmak zorunda kaldığımız denge açısından düşünülürse bu kaynaklar hem gereğinden fazla hemde politik bakımdan çok geri bir sempatizan için bıktıncı ve ürkütücü sayılabilir. Bu güçlüğü ortadan kaldırmanın yolu, propagandistin, sempatizan gruplannın düzeyine, çalışmanın zaman ve mekan koşullanna ve kuşkusuz kendi spesifik tarzına (ki, ortak çalışma tarzının zorunluluğu spesifik tarzın yaratıcı ve zenginleştirici etkisini ve gerekliliğini ortadan kaldırmaz) göre, kaynaklar arasında bir seçim, ikame ve birleştirmeye gitmesidir. Eğitim çalışmasında en önemli olan şey programa uyum sağlamakta güçlük çeken sempatizana, çalışma di
20
siplinini bozmamak kaydıyla gösterilecek toleranstır. Zorunluluk, önerdiğimiz metinlerin mutlak ve eksiksiz okunmasının sağlanmasında değil (ki bunu şu anda çoğu kez ancak arzu edilebiliyor) Bu metinlerde ki bilginin canlı ve mümkün olabildiğince eksiksiz bir aktanmının'gerçekleştirilmesin- dedir. Keza, konulann dizilişinde kapitalist toplumun işleyişi ve modem çağda sınıf mücadelesinin felsefe ve tarihsel materyalizmin temel kavramlan- nın özel işlenişi önüne konulması, şundan kaynaklanıyor: Eğitim çalışmasına diyalektik materyalizmin, yani Marksist düşünüş biçiminin işlenmesiyle girmek ve buradan tarihsel materyalizmin temel kavramlannı ele alıp toplum biçimlerinin gelişimini işleyerek kapitalist toplumda sınıf mücadelesine doğru ilerlemek, bilginin daha sistemli aktarılışı bakımından belki daha yararlı sayılabilir. Ama özellikle işçi eğitim gruplan açısından düşünürsek, pratik düşünce alışkanlığından soyut teorik düşünceye sıçrayışta, teorinin öncelikle doğrudan içinde yaşadığımız koşullan açıklayan, dolayısıyla daha çekici ve nispeten kolay anlaşılabilir yönünden işe başlamak ve bu alanda yoğunlaşmak avantajlı bir durumu oluşturmaktadır. Burada elde edilen bilgi ve bu bilginin kazanılmasından doğan teorik heyecan, işçi arkadaşları , kendilerine daha zor gelen çoğu kez ilk anda o kadar gerekli görülmeyen felsefe kavramlannın bilgisine de hazırlamaktadır.
Aslında konulann içiçe geçişi ve her farklı entellektüel alanı birleştiren bilgi bilimsel kavrayış tarzı, bilgi de yetenekli ve az çok deneyimli bir propagandist için sayısız yararlar da sağlamaktadır. Örneğin biz, kapitalist üretimin ayırt edici özelliklerin iyi kavratabilmek için üretici güçlerin genel bir tanımlanışı ele almak, kapitalist toplumu önceki toplum biçimlerinden ayıran çizgileri belirlerken, genel tarihsel gelişim süreçlerine kaçınılmaz biçimde girmek'zorundayız. Burada örneğin Manifestonun işlenişinde kapitalist toplumlann evrensel yapısı ve sosyalizmin kaçınılmaz doğuşunu genel o|arak tanımlayan bir tablo sunarsak "Üretim Nedir'de üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki genel ilişkiyi ve kapitalist üretimin basit yeniden üretim tarzı içinden çıkışı ve ondan ay- nlık biçimlerini de ortaya koyarak, ol- gulan hem farklı yüzleriyle gösterip, hem de bütünsel kavrayışı derinleştirmiş önce çizilen tablonun öğelerini
belirgin hale getirmiş ve bu öğeler arasındaki bağıntlan daha iyi kavratabilmiş oluruz. 3 . Metin kapitalist toplumda sınıflar ilişkisini özelleştirirken, 4. ve 5. kaynaklar da bu ilişkinin maddi altyapısını aynntılandırdır. "Emperyalizm" metninin işlenişinde ise, kapitalizmin 20 . yüzyılda örgütlenişini anlatırken 'Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi" konusuyla başlayan kadro eğitim programının zemini açıklanmış ve bU programla ilk ve genel hazırlık bağmtı- lan kurulmuş olur.
Esas olarak, kapitalist toplum üzerine canlı ve yeterli bir eğitim sempatizana modem çağda ana toplumsal süreçlerin işleyişine ilişkin bilginin kazandırmasıyla kalmaz. Biz çoğu kez kendisi farkında bile olmadan ana tarihsel bir perspektif ve bilgi bilimsel bir kavrayış tarzı aşılamış oluruz. Eğitim çalışmasında en önemli nokta da aslında budur. Propagandist, çalışmanın her aşamasında bilgi bilimsel kavrayış tarzının sempatizana kazandırmasına özel bir önem atfetmek zorundadır. Ve biz ancak işçi arkadaşlanmıza pratik tarihsel bir perspektif ve pratik bilgi bilimsel kavrayış tarzı aşılayabildiğimiz ölçüde Marksist felsefenin (ki bize asıl gerekli olan onun epistemolojik temelidir) özel kavramlannı, üretici güçlerin tarihsel evrim süreci içindeki özel biçimlenişlerim onlar için yeterli olabilecek düzeyde ele alabilir, bunu ancak şu şekilde yalın ve anlaşılabilir hale getirebiliriz.
Temel hazırlayıcı kur olarak adlandırdığımız bu program üzerine yeterli bir çalışma iledir ki sempatizanı biçimlendiriri kadro programına yöneltebiliriz. Birinci kur programı üzerine yeterli bir çalışma yürütememiş arkadaşlar kadro eğitim programı üzerine çalışmada da gereken başan düzeyini gösterememektedir. Bu durumda kadro düzeyi eğitim çalışmalannı yürüten arkadaşlar, birinci kurda verilmesi gereken temel bilgileri yeniden ele almak zorunda kalmakta, bu da boşa zaman ve enerji kaybına neden olmaktadır.
Bu konudaki eksikler en başta birinci kur çalışmalannın basit görülmesinden ve ona gereken önemin verilmemesinden kaynaklanmaktadır. Ama örneğin, tekelci dönemin özelliklerini, tekelci dönemde bankalann rolünü henüz bilmeyen arkadaşın Türkiye'de finans-kapitalin işleyişini nasıl anlatabilirsiniz? Üretici güçlerin sosyalleşmesinde kapitalizmin oynadığı rolü kavrayamamış bir arkadışın demokratik devrimle ilgili programatik
sorunlara göstereceği yabancılık tahmin edilebilir.
Temel düzey eğitimi hafife almak canlı ve yaratıcı bilgilendirme eksikliği yaratıyor. Bu hem, propagandist arkadaşın belirli bir konu üzerine yeterli hakimiyet kuramamasından, hem deneyim yetersizlikleri yüzünden ortaya çıkmaktadır.
Propagandist, işlediği teorik problem üzerinde geniş ve üretken bir bilgi birikimine sahip olmalıdır. Salt bir kitabın okunup ezberlenmesiyle kitap üzerine canlı ve yeterli bir bilgi aktanım sağlanamaz. Sempatizana verilen kuru bilgi ya da ezbere aktanlan genel formüller, pratik çalışma açısandan hiç bir somut değer taşımazlar. Örneğin "Üretim Nedir" üzerine yapılan bir çalışma, konu üzerine bilgisi adı geçen broşürün sınırlannı aşamayan bir ar- kadaşamız tarafından yürütüldüğünde yeterli sonuçlar doğurmayacaktır. Çünkü, Kıvılcımlı nın bu broşürde kısaca işlediği yeılın gerçeklik, Marks ın Kapitalinin temelini oluşturmaktadır. Basit yeniden üretim tarzı ve kapitalist üretim arasındaki farklılık ve ilişki biçimleri üzerine çalışma "Üretim Ne- dir'de verilmiş yalın bilgidem edinilen hazır formüllerle yürütülürse, sempatizanın zihninde yeni düşünce kalıplan üretmekten başka sonuç getiremez.
Onun için, propagandist arkadaşlar, Marksizm üzerine bilgilerini hiç durmaksızın yenilemek güçlendirmek ve dakikleştirmek zorundadırlar. Bu da önünüze propagandistlerin eğitimi gibi bir kaçınılmaz görev koymaktadır ki, propaganda ve eğitim faaliyetlerinin kurumsallaşması başka hiç bir şekilde gerçekleştirilemez. Tek tek arka- daşlann deneyim yetersizlikleri ise, yürütülen işin sürekliliği içinde canlı bilgi alışverişi ve deney aktaranıyla çözümlenebilir. Aksi, eğitim çalışmalan, bir memuriyet görevi gibi anlaşılmaktan öteye gidemez.
Burada, çok sık karşılaşılan bir duruma işaret etmek istiyoruz, devrimci mücadeleye eğilim gösteren insanlarla ilişki kurulması ve onlann pratik çalışmalar içerisine çekilmesinde belirli kitaplar üzerine eğitim ve bilgilendirme, özel bir rol oynamakta, ilişkiyi derinleştirerek hızlandırmaktadır. Bu da çoğu kez kaçınılmaz olarak mahalli çalışmalarda yer alan arkadaşlar tarafından yürütülmektedir. Böyle durumlarda verilen bilgi şematik ve yüzeysel olarak kalıyor, sistemli bir okuma ve düşünme çabasına ulaşılamıyor. İlgilenilen arkadaşın pratik çalışmalara katıl-
21
Propagarıdist, işlediği teorik problem üzerinde geniş ve üretken bir bilgi birikimine sahip olmalıdır. Salt bir kitabın okunup ezberlenmesiyle kitap üzerine canlı ve yeterli bilgi aktarımı sağlanamaz.
masıyla da doğal olarak eriyor. Bu durumda arkadaşımızın pratik faaliyete gösterdiği ilgiye dayanarak onu doğrudan kadro eğitim çalışmasına aldığımızda, hem eğitim gruplan hem de propagandistler için bir yığın güçlükler ortaya çıkıyor. Bu güçlüğü çözmenin yolu, ilk temas ve pratik çalışmaya çekme amacını güden ve tamamen basit pratik sınırlar içinde gerçekleşen bilgilendirmeyle yetinmemek, doğrudan propagandist arkadaşlar tarafından yürütülen hazırlayıcı kur çalışma- lannı tamamlamak olacaktır.
Önereceğimiz ikinci düzey kur çalışması, kendi içinde bir bağımsızlık taşımaktadır, daha çok genel olarak Le- ninizmin devrim, devlet, taktik ve örgütlenme anlayışlan üzerine eğitimi kapsamaktadır. Buna "Leninizm ku- ru"da diyebiliriz.
1- Komünist Manifesto (Marks)2- Ücretli Emek ve Sermaye
(Marks)3- Üçret, Fiyat, Kar (Marks)4- Emperyalizm (Lenin)5- Ne Yapmalı (Lenin)6- Bir Adım İleri İki Adım Geri (Le
nin)7- İki Taktik (Lenin)8- Devrim Nedir (Kıvılcımlı)9- Nisan Tezleri (Lenin)10- Devlet ve İhtilal (Lenin)11- Proleterya Devrimi ve Dönek
Kautsky (Lenin)12- Sol Komünizm (Lenin)Bu programda da kaynaklar ve
onlann sıralanışı mutlak sayılmalı. Önceki çalışmadan geçmiş bir arkadaş için kuşkusuz ilk dört kitabın yeniden ele alınması söz konusu değildir. Çalışma hızı, zaman tasarrufu (her kitap ya da konu üzerinde kollektif eğitim çalışması yürütmek zorunda değiliz. Önemli olan bir teorik perspektif ve düşünme biçimi yaratmaktır) ve eğitim grubunun ilgisini korumak amacıyla program içinde bir sadeleştirme gerekebilir. Örneğin "Ne Yap
malı" ilk anda bir Leninist parti ve kitle çalışması, devlet ve ihtilal, devrim ve devlet anlayışı hakkında temel bilgilenme sağlayabileceği için "Bir Adım İleri", "İki Âdım Geri" ve "Dönek Kautsky", ilgili arkadaşlann sonraki bir aşamada okuyabilecekleri düşünülerek programdan çıkanlabilir. Burada Propagandist, konuyu yine bütünlüklü olarak ele almak, programdan çıkartıl- sa da, örneğin "Ne Yapmalı"da "Bir Adım İleri' nin temel fikirlerini işlemek durumundadır. Gerek önceki, gerekse bu kur için dikkat edilmesi gereken diğer bir konu da güncelliğini yitirmiş polemikler (ki polemik, fikirlerin ifadesinde, teoriyi bir eylem klıavuzu gören Marksizmin çok sık başvurmak zorunda kaldığı bir tarzdır) uzun, gereksiz ve ana tarihsel fikrin kavranılması, bula- nıklaştığı an aynnü bilgilerden kaçınmak olmalıdır. Amacı belirli ülkelerde, belirli tarihsel dönemlerde ortaya çıkan siyasal saflaşmalann, bu saflaşmalarda özel taktiklerle komünistlerin aldığı yerin aynntılı ele alınması gibi daha çok teoride derinleşme uzmanlaşmayı ifade eden bir çalışma yapmak değildir. Böyle bir çalışmanın boyutla- n, pratik çğitimin faaliyetlerin kapsamını aşmaktadır. O yüzden örneğin "Komünist Manifesto"da "Alman Komünistlerinin Talepleri" bölümü üzerinde eğitim gruplannın özel istekleri, sorulan bulunmadığı sürece program sorunu çok daha detaylı olarak sonraki aşamalarda ele alınacağı için özellikle durmanın hiç bir anlamı yoktur. Pratik sempatizanı, bir eğitim çalışması kapsamı içinde Osvobojdenye ya da Svaboda dergileri hakkında aynntıiara varan bilgilendirme yoluna gitmek saçmadır ve eğitim çalışmasının pratik işlevlerini bozucu etkiler yaratır. Bu konuda ilke şudur. İsteyen gerek duyan öğrenir. Biz sadece, özel alanlarda nasıl bilgi edinileceğini, nasıl öğrenileceğini öğretmekle yetinebiliriz. Bu konuda bir propagandistin yapabile
ceği, şimdilik sadece yol göstermektir. Diğer yandan örneğin, ekonomizmi veya menşevizmi, 1900'lerin başında, Rusya'daki gelişimi, yine özel bir sorun olarak kalır. Bu konuda sadece genel bir bilgilendirmeyle yetinilmesi gerekir. Önemli olan, bu siyasal anlayışla- nn yaşadığımız dönemde ve özellikle Türkiye'deki belirişlerini ortaya koymaktır. Teorik anlamda demokratik devrim sorunu Rusya'nın o günkü ko- şullannda değil, ülkemizin bugünkü koşullannda somutlaştırılmaktadır. Leninizmin teorik sorunlan, bir eğitim çalışması içinde bizim mücadelemizin pratik sorunları üzerinde ele alınmalıdır. Aslında Leninizm muru'nu ikinci sırada saymakla birlikte onu, biçimlen- dirici kadro programına bağlı olarak düşünmeliyiz. Leninizm Kuru bağımsız olarak ele alınacaksa bu, Marksizmin teorisine aşinalığı olan öğrencilerin ve az-çok aydın eğilimler kazanmış işçilerin, hareketimizin biçimlendirici etkisine açık, ama kadrolaşma açısından bazı siyasal önyargı ve çekincelere sahip olan insanlann bizimle temasını sağlamak ve kişisel ilişkileri siyasi ilişkiye dönüştürerek derinleştirmek amacıyla uygulanmalıdır.
Asıl uygulama alanı ise, mücadele eden Leninizm bilgisi yeterli olmayan kadrolara bilinç takviyesi yapmak olarak düşünülmelidir. Bu durumda program aynntılandınlabilir. Hazırlayıcı kur çalışmasından geçmiş bir sempatizan için bu kurun kitaplan ve ele aldığı sorunlar, gerçk ilk çalışmada gerekse biçimlendirici kadro eğitim çalışmasında programa sokulduğu için bağımsız bir çalışma yapmaya ve zaman kaybetmeye gerek yoktur. Kadro eğitim çalışmasına geçmiş birisiyle bu programda bulunan okumadığı kitaplar üzerinde daha sonra çalışabilir.
' Biçimlendirici KadroEğitim KuruBu programın amacı sempatizana
hareketimizin ayırd edici görüş özelliklerini kavratmaktır. Programda tek tek kitaplara dayalı bir çalışma yerine, seçilmiş kaynaklardan yararlanılarak konulara dayalı bir çalışma yürütmek daha yararlı ve pratik olacaktır. İhtiyaç
1 duyulduğunda bazı kaynaklar üzerine doğrudan özel çalışma ya da önceki kurdan edinilen birikimin yetersizliğinden dolayı konuyla bağıntılı temel kav- ramlann aynntılı tanımlanışına gidilebilir. .
I- Türkiye'de KapitalizminGelişimi1- Türkiye'de Kapitalizmin Gelişi
22
mi (Kıvılcımlı) .2- Türkiye'de Kapitalizmin Geli
şim Özellikleri (Rozaliyev)3- Kırk Haramiler (M. Sönmez)Okuma kolaylığı, veri sağlama ve
kolay bulunabilirlik özelliklerinden dolayı kaynak olarak seçtiğimiz kitaplar bunlar. Burada Kıvılcımlının Finans- Kapital ve Türkiye broşürü entelektüel ilgileri güçlü ve okuma hızı yüksek eğitim gruplan için K. Yılmaz ın "Köylülük Üzerine Araştırma' sı değerlendirilebilir. Benzer eğitim gruplarıyla çalışmalarda, Yerasimos, Küçük, Kazgan, Avcıoğlu vb. gibi yazarlar ve akademisyenlerin çalışmalanndan daha zengin veriler üzerinde daha aynntılı çalışmalar yapabilmek amacıyla yararlanılabilir. Bunun yanında, eksiksiz bütün gruplarla dergimizin çeşitli sayı- lannda yayımlanan (konuya ilişkin daha sonra da yayımlanacak olan polemik ve makaleler de dahil olmak üzere) "Kemalizm nedir", "Yalçın Küçük eleştirisi", "Sungur Savran'la Polemik", "Emek dergisi Eleştirisi" gibi yazılar kaynak olarak alınmalı ve değerlendirilmelidir.
II. Strateji Sorunu veD em okratik DevrimProgramımız1- İki Taktik (Lenin)2- Türkiye'de Devrimin Stratejisi
(Kıvılcımlı)3- Program açıklamalanBu konuda daha aynntılı bir çalış
ma için Nisan Tezleri de okunabilir. Dergi yazıları: "Devrimci Demokrasi Programı", "Kaypakkaya Eleştirisi".
III. Türkiye'de BurjuvaSosyalizmi veKüçük Burjuva Devrimciliği1- Zayıf Halka TKP2- Mahir Çayan, Kesintisiz Dev
rim ve Üç Yönden İnkan. (Dev-Yol, Dev-Sol, Kurtuluş) Dergi yazılan: "TİP-TKPbirleşmesi Üzerine", 'Türkiye Sorunlan Dizisi Eleştirisi", "Yeni Öncü Eleştirisi", "Devrimci Yol Savunması Eleştirisi", "Türkiye'de Sosyal Demokrasi"
IV- Ulusal Sorun1 - U. K. K. T. H. (Lenin)2- Marksizm Ulusal Sorun ve Sö
mürgeler Sorunu (Stalin)3- İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)
(Kıvılcımlı) Dergi Yazılan: Ülusal So run (I ve II)
V- D ünyadaki Durum veSosyalist Ü lkelerdekiG elişm eler1- Dünya Bunalımı (Castro)2- Perestroyka (Gorbaçov)
Gorbaçov'un bu kitabını okuma kolaylığından ve popülaritesinden dolayı seçtik. Yerine SBK P MK 27 . Kongre Raporu, 19. Konferans belgeleri ikame edilebilir veya hepsinden yararlanılabilir. Bu konuda dergimizde yayımlanan Dünya Sosyalizminin Bunalımı ve Sosyalist Ülkelerdeki Yeni Uygulamalarla ilgili yazılar üzerinde tartışmaya özel bir önem verilmeli çalışmanın ağırlığı dergi yazılan üzerine kaydınlmalıdır.
Castro'nun kitabı zengin veriler sağlaması bakımından yararlı sayılabilir. Ancak kullanılan teknik dil ve bol dökümanter malzeme dökümü açısından da sıkıcı, okunması nisbeten güç olduğu için ancak bazı gruplarla çalışmada kullanılabilir. Burada "Dünya Kapitalizminin Bunalımı" vb. gibi derleme ve araştırmalardan da yararlanılabilir. T e k Tek Ateşlerden Birisini Yakabilmek İçin", "Yeni Sömürgecilik Zinciri İçinde Üçüncü Dünya Ülkeleri" başlıklı makalelerden, Nikaragua ve El Saİvador Devrimi üzerine yazılardan mutlaka yararlanılmalıdır.
VI- Kadın ve G ençlik H areketiYalnızca kadın arkadaşlanmızda
değil, aynı zamanda erkek militanda da kadın sorununa karşı bir duyarlılık, perspektif ve aktif tavır oluşturmalıyız. Düzen karşısında en zayıf yanımız olan geleneksel ve ilkel değer yargılan- nın içimizdeki etkilerini kırmak, devrimci hümanizma kavramımızı güçlendirmek, modem sosyalist değerleri sindirmek ve pratik çalışma tarzımızı esnekleştirerek zenginleştirmek için bu konuda eğitim kesinlikle gereklidir. Ancak biz, kadın ve gençlik hareketi konusunda programın güçlüğünü gö- zönünde bulundurarak özel kaynaklar saptamak yerine dergimizde yayımlanan yazılar üzerinde temellendirilecek bir çalışmayı daha uygun ve pratik bulduk. Bu çalışma özel gruplar için En- gels'in "Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni" adlı kitabı temel alınarak, Marks-Engels ve Lenin'in metinlerinden yapılmış derlemelerle, "Kadın ve Sosyalizm", "Marksizm ve Feminizm", "Kadının Evrimi", "Kadınlık Durumu" gibi kitaplar arasından yapılacak seçmelerle zenginleştirilebilir.
VII. Sendikalar ve Türkiye'deİşçi H areketiNe Yapmalı (Lenin)Kaynaklar çoğaltılabilir. Marksist
klasiklerden yapılan derlemelerden Dimitrov, Losovski gibi mücadele adamlannın yayımlanmış eserlerinden yararlanılabilir. Çalışmanın temel
ilgi alanı dergimizde yayımlanan "Sendikalara Genel Bakış" yazısı esas alınmak üzere, konuyla ilgili makale ve yorumlara kaydınlmalıdır.
VIII- Parti- Ne Yapmalı (Lenin)Lenin'in, "Bir Yoldaşa Mektup",
"Nereden Başlamalı", "Bir Adım İleri iki Adım Geri", Kıvılcımlının "Yol" etüdlerinde ilk kitabı oluşturan "Genel Düşünceler", "Legaliteyi İstismar", "Parti ve Fraksiyon" gibi eserlerinden yararlanılabilir. Yine Kıvılcımlı nın "İşçi Sınıfı Partisi Nedir"? yazısı ve VP Tüzüğü somut örnekler olarak temel başvuru kaynaklannı oluşturacaktır.
Eğitim çalışmalannda her konunun somut işlenişi üzerine önerilerimizi bir başka yazıya bırakarak, çalışma- lann pratik düzenlenişine ilişkin bazı önemli noktalara değinelim.
Öncelikle teorik eğitim çalışmala- n, ne sempatizan ve pratisyen kadrolar açısından, ne de propagandistler açısından küçümsenmemeli, önemine uygun olarak düzenli ve disiplinli bir tarzda yürütülmelidir. Politik bakımdan geri ve okuma süresi kısıtlı sempatizana tolerans gösterilmeli, ama hoşgörü kesinlikle laubaliliğe vardınlma- malı, tembellik ve bilinçsizce yapılan istismarlara prim verilmemelidir.
Eğitim çalışmalarının aksamasında genel mazeret, gruplann pratik faaliyetleri olmaktadır. Bu mazeret bir dereceye kadar haklı ve geçerlidir. Eğitim pratik çalışmayı güçlendirmek amacıyla yürütüldüğü için pratik faaliyete katılımı engellememelidir. Bunun yolu eğitim gruplanna katılan arkadaş- lann kendi çalışmalannı ve yaşam düzenlerini daha düzenli ve rasyonel biçimde planlamalanndan, daha enerjik davranış göstererek, atıl zaman ve kapasitelerini harekete geçirmelerinden geçer. Arkadaşlanmız, kadro düzeyine yükselebilmek için gerekli kavrayışı ve uygulamasını edinmekte eğitim ça- lışmalannı fırsat saymalıdırlar. Bundan başkası, elde olmayan etkenler bir yana bırakılırsa, çalışmayı istismar etmek sonucunu doğurur, her arkadaş bilmelidir ki eğitim çalışması, diğer pratik günlük çalışmalar kadar önemlidir. Militanın günlük çalışmadaki verimliliği, eğer gereken enerji ve kararlılık baz olarak alınırsa, tamamen teorik eğitime bağlıdır. Bu yüzden teorik eğitim çalışması, siyasal pratiğin en önemli organik parçalanndan birini oluşturur.
Propagandistlerimiz, bir eğitim grubuyla çalışmaya başlarken, bunun
23
E.ğitim çalışmalarında kız ve erkek grupları ayrımına gidilmemelidir.
önemini, gerekli disiplin koşullannı ve eğitim planını anlatarak yola çıkmalıdır. Eğitim çalışmalannı tamamlamadan kadrolaşmanın mümkün olamayacağı bilinmelidir.
Eğitim çalışmasının hafif alınması kadar, onun pratik boyutlarının abartılması da yanlıştır. Bu çalışmalann amacı, militana asgari politik formasyonun sağlanmasıdır. Amaç insanlan- mıza bizim kavramlanmızı, bu kavramlarla düşünmeyi, bu kavramlan günlük mücadelede kullanmayı öğretmek, militana pratik devrimci bilgi bilimsel kakvrayışı -asgari düzeyde- kazandırmaktır. Bir işçi arkadaş bu çalışmadan geçtikten sonra dergimizi anlayabiliyor ve onu kendi çapında dövüştürecek hale gelebiliyorsa, çalışma başanlı sonuçlanmış demektir. Arka- daşlanmız bu çalışmadan, zihinsel bir disiplin ve teorik heyecan kazanarak çıkmışlarsa, çalışmamız azami hedefine ulaşmış olur.
Herkese konunun en ince aynntı- lannı kavratabilmemiz, ne bizim elimizdedir ne de buna zaman ve olanağımız vardır. Ortalama militana günlük pratikte karşısına çıkan sorunlann ötesine taşan, henüz kullanamayacağı, dolayısıyla kolay unutulacak bilgileri aktarmak boşuna bir iştir, lükstür. Bilgi pratiğe yöneliktir, sempatizanı pratiğe hazırlar. Bir insan kendisine aktanlan bilgiyi ancak kendi pratiğinin boyutlan ölçüsünde kavrayabilir. Pratiğin boyuttan genişledikçe kadrolann bilgilenme kapasitesi de genişler. Bu ise önerdiğimiz çalışma programının boyutlannı aşan bir durumdur. Bir İşçi Üniversitesine karşılık düşer. Oysa şimdi bu düzeyde eğitime ulaşabilmeleri için insanlanmızı ilk ve orta dereceli eğitimden geçirmek durumunda bulunuyoruz. İnsanlanmızı üniversiteye hazırlarken, bu üniversitelerin profesörlerini de yetiştireceğiz.
Bundan öte bir abartma, militan değil insancıl bir yaklaşıma uzanır, akadem izm e kararak liberalleşir ve politik faaliyeti zayıflatır. Kullanılmayan bilginin aktanmı bir bilgi zorlamasına dönüşür, eğitim gruplannın dağıtılmasına yol açar. Ya da tam ter
sine sempatizanın pratik ilgilerini daraltarak liberal anlayışlar edinmesine yol açar ve eğitim çalışmalannı zaman içine yayarak sallandınr. Hem çalışmanın verimini bozar hem de propagandistin ve eğitim grubunun zaman ve enerji israf etmesine neden olur.
Eğitim çalışmasının başansı, militanın pratik düzeyindeki gelişmeyle ve bu gelişmenin ne kadar hızla gerçekleştiğiyle ölçülür. Dolayısıyla, çalışmada yaratıcı bilgilendirme kadar, süreklilik, ritm ve sonuç alıcı hız da önem kazanır. Bugünün pratik ölçüleri içinde, hazırlayıcı ve biçimlendirici iki programın birleştirilmiş uygulanma süresi altı ayı geçmemelidir. Bir fikir sunmak amacıyla söylersek birincisine 2 .5 , İkincisine 3 .5 ay yeterlidir.
Bu kadar bir sürede eğitim çalışmasından istediğimiz elde etmiş olabi- lirmiyiz? Evet olabiliriz. Bu diğer faktörler bir kenara bırakıldığında iki şeye bağlıdır.: Propagandistin bilgi ve becerisine, elde ettiği deneyimle geliştirdiği spesifik tarza. Diğeri ise eğitim grupla- nnın istek ve kararlılığıdır. Onun için propagandist bilgi ve yeteneklerini sürekli geliştirmek, zenginleştirmek zorunda olduğu gibi, eğitim gruplannın istek ve kararlılığını canlı tutup, genişletecek bir militan çoşku yaratmayı pratikten kazanılmış coşkuyu teorik heyecanla beslemeyi bilmelidir. Bu da asıl olarak, eğitim çalışmasının, militanın kafasında düğümlenen pratik so- runlan çözmeye yaradığı, önünü açtığı ölçüde gerçekleşir.
Eğitim gruplannın kurulmasında dikkat edeceğimiz konu, grubun politik formasyonu, eşit ya da yaklaşık kişilerden oluşturulması, bunun yanında pratik alanlannda aynı ya da yakın bulunmasıdır. Pratik faaliyete katılmayan veya böyle bir niyeti bulunmayan sadece gönülden sempati duymakla yetinen kimseler eğitim gruplanna alınmamalıdır. Bu militan değil insancıl bir yaklaşım olur. Eğitim gruplannın çalışmasını aksatan, bunu alışkanlığa dö- nüştümoe eğilimi gözüken arkadaşlar gruptan çıkanlmalıdır. Her ne şekilde olursa olsun ritmin bozulması, çalışmanın verimsizliğine ve grubun dağıl
masına yol açar, moral kmklığı yaratır. İnsanlanmızı maymun iştahlılığa ve sonuçsuz girişim eğilimlerine alıştırmamak, bu eğilimleri kırmaya çalışmalıyız. Eğitim çalışmalannda bazı zamanlar görüldüğü gibi, gereksiz kız ve erkek gruplan aynmına gidilmemelidir. Bu durumda iki cinsin birbirini tamamlayan yeteneklerini kopartıp darlaştırdığımız gibi geleneksel önyargılara da prim vermiş oluruz. Tam tersine biz kadın ve erkeği her alanda kaynaştırmak zorundayız.
Eğitim çalışmalan doğrudan doğruya pratikbir sorun olduğu, günlük faaliyetlerin bir parçasını oluşturduğu, son derece sıkı, disiplinli ve enerjik çalışmayı gerektirdiği için propagandist- lerin seçimini de iyi yapmalıyız. Pro- pagandistlerin seçiminde salt teorik bilgi seviyesine değil, aynı zamanda biçimlendirici, yön verici yeteneklerine önem vermek gerekir. Propagandist- ler, mücadele gücü yüksek, belli bir örgütlenme deneyimine sahip arkadaşlar arasından seçilmelidir. Eğitim çalışması, militan bir iştir memuriyet değil. Onun için, "Bu aydın arkadaştır, başka pratik işleri yapamıyor, o da bu işleri yapsın" demek son derece yanlıştır. Kaldı ki uzmanlaşmış propaganda faaliyetleri sadece aydınlara özgü bir alan sayılmamalıdır. Yetenekli işçi arkadaş- lann da bu alanda çalışabilmelerine fırsat tanınmalı, buna özel bir önem vermeliyiz.
Son olarak, eğitim, bazı genel-ge- çer formüllerin ezberlenmesi değil üretici ve yaratıcı bilgilenmedir. Top- lumumuzda egemen yapının beslediği hazır düşünce kalıplanna gösterilen eğilimin yaygınlığı düşünüldüğünde, sosyalistlerimizin bile devrimci düşünceleri böylesi kalıplara indirgediği gö- zönüne alındığında, bunun önemi daha da artar. Devrimci düşünceler, geleneksel düşünce kalıplanyla kakvranı- lamaz. Hele hele Marksizm, özü itibariyle bütün düşünce kalıplannı reddeden canlı bir teoridir.
Eğitim çalışmalan, sempatizanın kafasında oluşmuş hazır düşünce ka- lıplannı parçalamayı, doğmatik düşünme alışkanlıklannı kırmayı amaçlamalıdır. Günlük pratikte her an küçük burjuva devrimciliğinin doğmatik düşünce eğilimleriyle yüzyüze gelen, hatta onlann etkisinden geçerek harekete katılan insanlanmızın teorik sorunlan ortaya koyuş tarzını değiştirmek, dış
' politik ortamın bu konuda dayattığı etkileri gidermek kendi tarzımızı güçlendirmek zorundayız ■
24
İşçi hareketi vec y •
Türk-lş Kongresi
Orhan DİNÇOK
P embe hayaller Türk-İş gerçekliği karşısında bir kez daha yenilgiye uğradı. Dipten gelen dalga kemikleşmiş-gangaster
üst delegasyon bendini sosyal-demok- rat zeminde bile olsa aşamadı. Devlet görevlileri, "İşçiyi pasifize etme" amaçlı mesailerini sabah 9 :0 0 akşam 1 7 :0 0 sendika binası, akşam 1 9 :0 0 gece 2 4 :0 0 Ocakbaşı "Meyhane" muhabbetleriyle icraya başladılar. Bu kez işleri biraz zor. Baştan uyaralım. Sınıf bilinçli işçiler, gözlerini nefretle ayırmadığı gangaster çetelerden hesap sormaya hazırlanıyor. Kongreden kongreye değil, her gün ve her saat.
Peki Mart-Nisan eylemliliğinin yarattığı anafor hiç mi sonuç vermedi? Elbette verdi. En başta bazı küçük ve orta sendikalarda yönetim, sağ kanattan sosyal demokratlara geçerken Be- lediye-Iş'te önemli değişiklikler oldu. Tek-Gıda İş’in yıkılmaz sanılan gerici zırhında epey hasar yaratıldı. Teksif, Demiryol-Iş ve Türk-Metal şimdilik sağcılığın merkezi konumunda. Bu kaymaların kongrede yansıması sonucunda geçmiş kongrede faşist ve merkez sağ olarak ikiye bölünen gangaster sendikacılar güç erozyonuna uğrayınca birleşmek ve sosyal demokratlara kanş tek liste çıkarmak zorunda kaldılar. Geçmiş kongrede az çok ortak mutabakatla seçilen Şevket Yılmaz ekibi şimdi açıkça sağın temsilcisidir. Sol kanat tamamen sosyal demokratların kontrolünde olup, ayn bir devrimci blok oluşamamıştır.
Seçim sonuçlarından açık olarak bellidir ki kendisini sosyal demokrat, solcu olarak tanıtıp işçi yığınlanndan oy ve güven alan bu delegeler sınıfa ihanet ettiler. Denilebilir ki sosyal demokrat liste seçilse sınıfın çıkarlarını mı koruyacaktı? Kaç yıldır bütün günahlara ortak olmuş Orhan Balaban
mı sınıfı kurtaracaktı? tabii haklısınız. Orhan Balaban'ın görevi de güçler dengesindeki kaymalara bağlı olarak saptanmış ve Türk-İş misyonunu "Solcu" görünen bir maskeyle devam ettirmektir. Zaten sosyal demokratların sınıfın öz çıkarlannı korumak, yani arh- değer sömürüsüne son vermek gibi bir amaçlan yoktur. Bunu kendileri de açıkça söylüyorlar. Türkiye siyaset arenasında da sosyal demokrasi, tekel dışı burjuvazinin çıkarlannı finans-ka- pitalle uzlaşarak savunma konumundan, doğrudan finans-kapitalin sözcüsü olmaya doğru geçiş sürecindedir. Bu siyasi zemin değişikliği sendikal alanda kendisini en başta seçtiği lideriyle gösterdi. Şevet Yılmazın yardımcısı Orhan Balaban. Geçmişine bakın, seçilseydi neler yapacağını rahatlıkla saptayabilirsiniz.
Devrimci proleterya için temel sorun kongrede bağımsız bir güç olarak şekillenememedir. Mart-Nisan eylemlerinde disiplinin dışında fiili durum yaratarak insiyatifi alan öncü işçiler, bunu kongrede bağımsız-devrimci bir çizgiye dönüştürüp, kongreyi etkileyen bileşenlerden birisi olma özelliğini kazanamadılar.
Sol cenahta belirleyicilik sosyal demokratlarda idi. Kılavuzu karga olanın burnunun pislikten çıkamayacağı bir kez daha kanıtlandı. Sosyal demokrat- lann, tutarsız, ürkek ve her an teslim olmaya hazır yapılan kongreyi işçi sınıfını aydınlatacak bir döğüş alanına dönüştüremedi. Kaldı ki sosyal demokratlardan başka türlü davranış beklemek artık enayilikten öte bir durumdur.
Neden devrimci bir blok oluşamadı? Bu, kongreye katılan devrimci delegelerin kişisel isteklerinin ötesinde bir olgudur. Neden sorusunun yanıtını da fazla genelleme yapmadan Mart-
Nisan eylemliliğinin içinde bulabiliriz.Eylemler işçi sınıfının birikmiş öf
kesinin patlamasıydı. Burada "kendiliğinden" deyimi sık kullanılıyor, ama biraz dikkatli kullanmakta yarar var. Her türlü yasal engeli aşıp halkın gözünde meşrulaşarak süren eylemlerin "kendiliğinden" olma özelliği vardı. Ancak şurası da kesin ki o eylemlerin bir çoğunun başında sosyalist, devrimci veya sempatizan işçiler bulunuyordu. Dolayısıyla "kendiliğindelik"ten bilinçli davranışa geçişin ilk adımlan da aülmıştır. Burada esas olan devrimci işçilerin farklı eğilimlerin kontrolünde olması veya herhangi bir eğilimle doğrudan bir bağ kuramamış olmasıdır. Bu, dağınıklık yaratmış, dağınıklık da eylemlerin başlangıcındaki "kendiii- ğindenlik" karakterini devam ettirmiştir. Ama hiç unutmayalım önde yürüyenler devrimci ve sempatizan işçilerdi. Özellikle İstanbul'da -her yere buradan yayılmıştır- durum budur. Devrimci işçiler öndedir ama örgütsüzdürler, dağınıktırlar ve eylemlerde merkezi kontrolden yoksundurlar. Bu Türkiye devrimci hareketinin zaaflannın işçi hareketine yansımasının sonucudur. Yakınacak değiliz. Görev, yola koyulmuş sınıfla kaynaşabilecek, sorumlu bir taktik çizgiyi hayata geçirebilmektir. Daha açık yazarsak direniş taktiğini sınıf hareketine kazandırabilmektir. 12 Eylül faşizminin bütün yasalanna ve kurumlanna karşı her alanda ve sürekli direniş. Yıpratmak, çürütmek ve tarihin çöplüğündeki perine gön derm ek ve bu direnişi doğrudan düzeni hedefleyen bir taktik çizgide sürdürebilmek.
Bugün sınıf bu taktik çizgiyi yürütebilecek örgütlülükte değil. Yakalayacağımız ana halkada ilk aşamada örgütlülüğün asgari seviyede de olsa ya- ratılabilmesidir. Onun da başlangıcı
25
bir yandan her zamanki görev olan proleter sosyalist çizgiyi yaygınlaştınr- ken yanısıra çeşitli görüşlerden veya çizgisiz, sınıfın hakkını koruyan, namuslu öncü işçilerin bulunduklan birimlerde işyeri komitelerini kurmalan, bu komitelerin çeşitli biçimlerde bir- birleriyle temasa geçmeleridir. Bu, sendika işleyişini inkar etmek anlamına gelmez. O alanda savaşım sürecektir. Ancak öncü işçilerin bizzat sendika içi mücadeleyi de yapabilmeleri için öncelikle yanyana gelmeleri gerekiyor. Tamamen kendilerinin özgürce belirlediği zeminde ve çok çeşitli biçimlerde. Proleterya sosyalizminin görevi ise buralarda maya olabilmektir. İşte toparlayacak olursak, sınıfın Mart-Nisan eylemliliğinin Türk-İş kongresinde bağımsız bir zemin oluşturamamış olmasının nedeni bunu o satha taşıyacak örgütlülüğün bulunmamasıdır.
Akla şu gelebilir; Türk-İş kongresindeki delegelerin yüzde 1 .7'sinin işçi olduğu gerisinin profesyonel sendikacı olduğu bir derginin yaptığı araştırmada açıklanmıştır. O halde bu oluşum devrimci bir mayalanmayı baştan reddeden bir karakterdedir. Bu yapıyla mı Türk-İş sarsılacaktır? Tabi ki hayır. Bizzat bu sorunun kendisi çözümsüzlüğü de içinde taşır. "Varolan durum sürecektir" mantığıyla yola çıkamayız. Değiştirme gücünü kendimizde görmeliyiz. Delegasyonun yapısı da değişecekler arasında bir unsurdur.
Daha genel bir zeminde, tüm sendikal ortam açısından duruma göza- tarsak sadece Türk-İş'te değil, Türk- İş'e tepki olarak şekillenen bağımsız sendikalarda da durum içaçıcı değildir. Bizim de dergi olarak desteklediği
miz, sınıfın bağımsız-devrimci sendikal hattının bir teminatı ve DİSK geleneğinin bir üst boyutta devamcısı olması gerektiğini savunduğumuz bağımsız sendikalar, Türk-İş'teki ilerici sendikalardan farklı bir zemine çıkamadı.
Bol bol solcu lafazanlığa karşı pratikte sınıf harekete geçirme açısından önderlik süreklileştirilemedi. Netaş ve Derby grevleriyle gerçekleşmeye başlayan bu önderlik-Bağımsız sendika- larca yürütülmüştü devamlı olamadı. Burjuvazinin saldınlan sonucu geriye kendi kabuğuna çekildi.
Bunun görünürdeki nedeni sendi- kacılann "pabucun pahalı" olduğunu görmeleri ve "yol yakınken" sürüye tekrar dönmeleridir. 1986-1987 'd e bir çıkış yapılmış, pratikte sendikal önderliğin ipuçlan yakalanmış, ancak ödenmesi gereken bedelin kişi olarak üzerlerine epey bir yük bindirdiğini gören ilerici sendikacılanmız, düzendeki konumlannı tehlikeye atmayı göze alamamışlar, "Türk-İş ilericiliği" zeminine tekrar dönmüşlerdir. Bugün bun- lann, "neden bağımsızsınız?" sorusuna verecekleri yanıt demagojiden başka birşey olamaz. Hatta öyle ki bazılann- da soysuzlaşma bile başlamıştır. Sendikacılığın maddi nimetleriyle düzen bunlan kendi uşağı yapabiliyor.
Ancak biraz daha öteye baktığımızda, gerek Türk-İş'teki başansızlığın gerekse bağımsız sendikalardaki çözülüşün faturasını devrimcilere çıkarmak gerekiyor.
12 Eylül, Türkiye işçi sınıfı açısından ağır bir yenilgidir. Bunun yarattığı yılgınlık ve depolitizasyon henüz tam atılamadı. 1 9 8 3 -1 9 8 4 ’de sendikal faaliyete izin verilmesiyle başlayan nisbi canlılık, 1986-1987'deki grevlerle daha olgunlaştı. 1989'daki Mart-Nisan eylemliğiyle tepe noktasına ulaştı. Şimdi, mevcut durumda hakim olan; birşeyler yapma isteği, bu istek yönünde zaman zaman davranma, ancak verilen birkaç tavizle yatışma sonra yeniden canlanma. Oysa sözkonusu olan günlük tavizler değil, EylüTün yaratmış olduğu bütün kurumlann işlevsiz hale getirilerek parçalanması, bu yoldan düzende önemli gedikler açarak yeni mevzilere sıçrayabilmektir. Bu ise gerçek bir cüret ve sürekli insiyatifli davranışla, her gün her saate yayılan bir direnişi pratikte hayata geçirebilmekle kazanılabilecektir. Bugün sınıf bunu başarabilecek bir olgunluktadır ve öncüler de bu görevi duyumsamaktadırlar.
Tıkanma burada başlıyor. İkili bir
tıkanma sözkonusu. Birincisi bütün olarak öncüler sınıfı çekmekte yetersiz kalıyorlar. İkincisi ise öncü işçilerin içindeki bilinçli devrimciler onlan böyle bir noktaya getirmekte son derece yeteneksiz ve beceriksizce davranıyorlar. Görev ağırdır. Görevin ağırlığını yenilginin ağırlığı belirliyor. Bugün işten atılan işçinin hak araması karşısın- doa patron, "yasal hakkını" savunuyor. O halde sorun şu veya bu işyerinde değil yasalarda düğümleniyor. En ufak bir hak arayışı dahi karşısında yasalarla oluşmuş bir set buluyor ve siyasileşmek zorunda kalıyor. Bu, mücadelede ve öncü işçilerde kalite sıçramasını zorluyor. Tıkanıklıkların ürediği nokta da burasıdır.
Yani sınıfın önündeki görev sadece yılgınlığı atmak, depolitizasyonu kırmak değil, bunu doğrudan yasalarla mücadele ederek en ağır koşullarda gerçekleştirmektir. Hedefin düzenin üzerine oturduğu merkezlere yaklaşması yürüyüşü zorlaştınyor, daha da zorlaştıracaktır. Ekonomik mücadele ile siyasi mücadele gittikçe iç içe geçiyor. Ekonomik mücadele üstüne oluşmuş işçi önderliği de kalite sıçramasıyla zorlanıyor. Sıçramak gerekiyor. Sıç- ranacaktır.
İşte gerek Türk-İş’teki gerekse bağımsız sendikalan eleştirirken ihmal edilen ve esas olarak öne çıkanlması gereken nokta tam da burasıdır. Eleştiri okunun ucunu biraz kendimize çevirelim. Başansızlığın köklerini sınıfta ve öncü işçilerde arayalım. Sorun dönemin dayattığı görevlerin ağırlığı ve bunu aşabilmek için gerekli kalite sıçramasının yapılamamasıdır. Ya da bunun çok sancılı ve uzun bir döneme yayılarak gerçekleşiyor olmasıdır.
Sınıf ve öncüler henüz kendilerinin tam olarak başaramadıklannı, "Neden yapmıyorsunuz" diye sendikacılardan sorarken kendi durumunu hiç unutmamalı. Mevcut sendikal yapılanmadaki gerici kurumlaşma, güçlüdür ve kalite sıçraması bu kurumlaşmayı açamadıkça olanaksızdır. Bizzat sınıfsal işleyişin kendisi sınıfı dumura uğratan, körelten, inmelendiren bir tarzda çalışmaktadır. Hiç bir tavize kanmadan gan- gasterleşmiş sendikacılardan oluşan sistemin tümünü topa tutmak gerekiyor. Ancak günlük pratik, yakıcı günlük görevleri öne getirmekte gerici sendikal işleyiş bu görevlerin yerine getirilmesini engellemektedir. Mücadele bu noktada bir "daralma" tehlikesiyle yüzyüzedir. Amaç sadece sendikalarda yönetim değişikliğiyle daraltıl-
26
[d ire n iş ç i İşçi Hareketi sendikal alanda kazanacağı mevzilerle Türk-İş'te gericiliğin önünü kesecektir. Başarılı manevralarla bu Türk-İs'in mevcutiişlevini kaybetmesine ya da bölünmesine yol açabilir.
makta, sonuçta salt gerici sendikacıla- nn kurduğu binbir tuzakla uğraşılarak enerji olumlu kanallara akıtılamamak- tadır. Amaç daraltılmamak Eylül'un yaratmış olduğu kurumlar açıkça öne çıkartılmalıdır. O arada sendikacı postuna bürünmüş devlet görevlisi, çapulcu gangaster sendikacılar da açığa çıkacak, mücadelenin sonuçlanndan birisi olarak yıkılacaklardır.
Onlar öylesine onulmaz bir cep doldurma yarışındalar ki sınıfın kinini göremeyecek kadar ahmaklaşmışlar- dır. Sadece kongre faaliyetlerinde değil her fırsattan yararlanarak çetelere vurmak gerekiyor. Sınıfın sırtındaki bu asalaklara karşı mücadele meşruluk zeminindedir ve sınıftan onay alacaktır. "Sol"cu öfke krizlerinin dengesiz çıkışlarına kapılmayan, sınıfın ruh halini kollayan ve pratiğin önünü açacak zamanda ve çok çeşitli biçimlerde uygulanmak koşuluyla, çeşitli çıkışlarla yıkılmaz zannedilen kaleler yıkılabilir, yıkılacaktır. Mücadelenin sertleşmesi ortadaki sosyal demokratlan saf tutmaya, ilerici demokrat iddiasına olanlan da tutarlı olmaya zorlayacaktır. Bu ise sendikal ortamdaki altüst oluşun başlangıcı demektir. O başlangıç kendi yolunu pratik içinde bulacaktır. Çıkış noktası ve çıkış biçimi kendi yolunu yaratır.
Yapılması gereken 12 Eylüle karşı direnişi temel alan bir pratiğe yönelmek, Eylülün kurumlannı pratikte çatışarak aşındırmak ve yoketmek, mücadelenin akışı içinde önümüze engel olarak çıkacak gerici sendikal kurum- laşmalan da hedefe koyarak topa tutmak dağıtmaktır. Bu pratik öncüleri ve sınıfı kalite sıçramasına götürecek ve düzen içerisinde sürekli genişleme potansiyeline sahip gedikler açacaktır. Düzen tüm kurumlarıyla bu akışın önünde barikatlar kuracak, önünü kesmeye hatta gücü yeterse geri çevirmeye çalışacaktır. Sonucu, çatışan tarafların iradeci gücü, becerisi belirleyecektir.
12 Eylülün kurumlanna karşı mücadelede hep düzenin kendisine yönlendirilmeli ve alternatif olarak Demokratik Halk İktidan'nın propagandası yapılmalıdır. Olgunlaşan çelişkiler şimdi hayal gibi görünen kimi gelişmeleri aniden zorlama potansiyeline sahiptir. Yeterki onu değerlendirebilecek çapta bir taktik çizgi izleyebilelim.
Tam da bu noktada TBKP tarafından karşı bir taktik çizgi açıkça savunulmaya başlanmıştır. Biz direnişi, va
rolan statüyü dağıtarak aşan bir taktik çizgiyi savunurken, TBKP varolan statüyü, yani Eylül ün oluşturduğu kurumlan ve yasalan kabul eden bir taktik çizgiyi işçi sınıfı içinde savunuyor. Bunlar önce 'Türk-İş'te Birlik" taktiğiyle sınıfın bağımsız devrimci çıkışlannı engellemeye çalıştılar. Güçleri oranında engellediler de... Sonra DİSK yanlıştı demeye başladılar. Bu şimdi devrimcilik yapmadığı gibi geçmişte kör topal yaptığını da inkar ederek burjuvazinin gözünde "sabıkasız" hale gelme isteğinden başka bir şey değildir. En son geldikleri nokta ise -sınıf ve kitle sendikacılığının modasının geçtiğini ilan edip- "Çağdaş sendikacılık"tır. Sınıf mücadelesinden vazgeçmenin, pişmanlığın, burjuvazinin önünde diz çökmenin teorisini yapıyorlar. Şevket Yılmazlarla işbirliğinin yollannı arayanlar, direnişçi işçi hareketini kendi sonlan olarak göreceklerdir. Kritik noktalar çoğunlukla yol aynmlanna gebedir. Onlar yollannı önce gizlice şimdi açıkça ayırdılar. Bilinçli işçilerin de geçmişte etkisi altında kalmış olsalar da) bu akımdan hızla kopuşmalan gerekiyor. İşçi sınıfı içinde burjuvazinin sözcülüğünü yapan TBKP'yi sınıftan tecrit etmek, zararlannı asgariye indirmek gerekiyor. Görevlerin zorluğu karşısında ezilerek teslim olup, yol- lannı ayıranlardan kopuşmak zorunludur.
İşyeri komiteleri şimdiki durumda sınıfın yaslanacağı ve ileri fırlayacağı bir yay olarak öne çıkıyor. Fetişizmi yapılmamak, yani onlara tapmamak kaydıyla. İşyeri komiteleri bir illegal yapı olarak alınmamalı, sınıfın haklı istemleri doğrultusunda mücadele içerisinde pratiğin bir gereği olarak kurulan ve devamlılığını da yine eylemlilikten alan, canlı yapılar olarak görülmelidirler. Esas olan direniş taktiğinin ha
yata geçirilmesidir. Komiteler bu pratiğin ürünü olunca meşruluk ve zorunluluk kazanacak ve sınıf içerisinde otorite olabilecektir. Onlara canlılık kazandıran pratiğin kendisi olacaktır. Aksi halde sınıfın ana gövdesinden kopuk, zorlama yapılar haline dönüşecek, iz bırakmadan dağılışa uğrayacaktır.
İşyeri komiteleri sendikal yapılan- malann küçümsenmesi anlamına gelmez. Sendika içi mücadele veya sendikal mücadelenin değişik biçimleri de komitelerin çalışacağı alanlardan birisidir. Sendikalardaki ve işyeri komitelerindeki olumlu gelişmeler birbirini doğrudan etkileyecektir.
Şunu da belirtmeliyiz ki işyeri komiteleri bizim düşünerek bulduğumuz ve sınıftan uygulanmasını talep ettiğimiz bir örgütlenme değildir. Sınıf, Ey- lül'ün karanlık yıllarında, başlangıçta darbeyi protesto eden yemek boykot- lanyla ve ilk sendikal faaliyetler içerisinde ve şimdi de Mart-Nisan eylemliliklerinde hep işyeri komiteleri aracılığı ile mücadele etmiştir. Komiteler tamamen sınıfın 12 Eylül sonrası mücadele pratiğinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Komitelerin nasıl daha verimli, ön açıcı ve kalıcı olacağı günün sorusudur. Biz bu soruya, "pratiğiyle" yanıtını veriyoruz. Sınıfın gücünü ve ruh halini kollayan direnişçi bir pratik.
Direnişçi İşçi Hareketi sendikal alanda kazanacağı mevzilerle Türk- İş'te gericiliğin önünü kesecektir. Ba- şanlı manevralarla bu Türk-İş'in mevcut işlevini kaybetmesine ya da bölünmesine, vb. yol açabilir.
Şimdi önemli olan ne olacağı üzerine konuşmaktan çok işçi hareketindeki canlanmalara omuz vermek, ko- miteleşmeyi pratikte öne çıkartmaktır ■
27
Türk-lş'te birlik politikası iflasını bir kez daha kanıtladı
G eçtiğimiz günlerde işçi sınıfı içinde hareketli günler yaşandı. Çeşitli sendikalarla birlikte Türk-İş Konfederas
yonu nda genel kurullar yapılarak yeni yönetimler belirlendi. Belirlenen delegeler kongreye gidip oylannı atmak, ağalar toplanıp iktidar kavgası yapmakla meşgulken işçiler her şeyden uzakta işlerinin başında artıdeğer üretimine devam ediyorlardı.
Tescilli sendika ağalanna diyecek sözümüz yok. Onlar görevlerini yapıyorlar. Bizim asıl sorunumuz kendilerine demokrat-sosyalist sıfatını yakıştıranlarda. Bizim asıl sorunumuz bir tarafta Türk-İş içinde birlik propagandası yapıp diğer tarafta, perde arkasında koltuk kavgası yapanlarla.
Evet kasım ayının son günlerinde 2 8 sendikada örgütlü 1.5 milyon işçiyi temsilen 4 2 0 delegenin katıldığı Türk- İş Kongresi yapıldı. Seçimlere iki liste katıldı. Kendisini sosyal demokrat olarak lanse eden Orhan Balaban ve Bü
tün işçilerin yakından tanıdıklan sağ kanat adayı Şevket Yılmaz'ın listesi. Bu seçimlerden 15 gün kadar önce Türk-İş içerisindeki mücadelesiyle örnek tavır gösteren Deri-İş'in kongresi yapıldı. Burada da ilginç olaylar, görüntüler yaşandı. Her iki kongrenin de fazla aynntısına girmeden genel bir değerlendirmesini almak için Deri-İş Sendikası Başkan Yardımcısı Munzur Pekgüleç'le konuştuk.
Ç.Y. Sayın Pekgüleç, geçtiğimiz günlerde sendikanızın ve bağlı olduğunuz Türk-İş'in kongreleri yapıldı. So nuçlan ve bu sonuçlara nasıl gelindiği noktasını değerlendirir misiniz? Sizce kongrelerle nasıl bir değişiklik gerçekleştirildi?
M .Pekgüleç - Türk-İş politikasının 3 yılda bir yapılan genel kurullardaki kongre hesaplan ile değiştirilebileceğini düşünmek mümkün değil. Türk-İş'in uzun yıllardan bu yana izlemiş olduğu politika genel anlamıyla devletçi bir
politika. Buna paralel olarak temel amaçlan uzlaşmacı, sınıflar arası çatışma yerine, işveren ve işçi çıkarlannı aleni savunmakla beraber, işçiden yana gözükmek biçiminde cereyan eder.
Türk-İş politikasını ciddi anlamda değiştirmenin temeli, işyeri örgütlenmesi başlatılması amacı ile işyeri komitelerine yönelinmesidir. Temel olarak işyeri komiteleri ile başlatılan fabrika örgütlenmeleri. Sendika içi demokrasi, tabanın söz ve karar sahibi olma ilkelerinin eksiksiz uygulanabilme sonucunda oluşacak sendikal yapılann oluşmasına yöneliktir. Tüm Türk-İş'e bağlı sendikalarda bu tür bir sendikal yapı oluşturulduğu takdirde, Türk-İş yapısının da buna paralel olarak değişeceği, artık en kör gözün bile görebileceği bir gerçektir.
Ne yazık ki bugünkü sendikal yapı- lann tümünün, Türk-İş'i değiştirmekte denildiğinde sendikalann yönetiminde bulunan Ahmet'in yerine Mehmet'i seçme biçiminde algılandığı görülüyor. Buna karşın bazı sendikalann yönetiminin değişmesine rağmen temel sendikal anlayışlarında herhangi bir değişiklik olduğunu söylemek mümkün değildir.
O nedenle son yapılan Türk-İş Genel Kurulu nda da genel olarak ilkeli döğüş adı altında verilen alternatif sendikal anlayışın da Türk İş'in bu güne kadar izlemiş olduğu sendikal anlayışından çok farklı olduğu söylenemez. Şu açıkça bilinmelidir ki, düne kadar Konfederasyon üst yönetiminde yer alan Orhan Baban'ın alternatif başkan olarak gösterildiği, alternatif sendika yönetiminin sendikal anlayışı bugünkü sendikal anlayıştan, temelde hiç bir
l ekgüleç: "Kendine sosyal demokratım diyen sendika yöneticilerinin Türk İş'in bugünkü anlayışından bir ölçüde uzaklaşmalarına neden olan temel gerçeklik ise 89 bahar eylemlerindeki işçilerin tepkilerini kontrol edebilme, düzen sınırları içerisinde tutabilme kaygılarıdır."
28
farklılığı içermiyor. Ancak hesaplar koltukların değişimi olduğundan dolayı temel sendikal ilke ve anlayışlann üzerinden atlanılmıştır.
Kendine sosyal demokratım diyen sendika yöneticilerinin Türk Iş'in bugünkü anlayışından bir ölçüde uzak- laşmalanna neden olan temel gerçeklik ise 8 9 bahar eylemlerindeki işçilerin tepkilerini kontrol edebilme, düzen sınırları içerisinde tutabilme kaygılarıdır.
Ç. V- Kogrelerde sosyalist olduğunu ifade eden sendikacılar tarafından sunulan Türk-İş'de birlik politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
M.Pekgüleç- Dediğiniz gibi kendilerine sosyalistim diyen bir grup insan Türk-İş'te birlik ve Türk-İş'i demokratikleştireceğiz tezi ile burjuvazinin, işçileri, Türk-İş potasında eritme politikasına denk düşen bir anlayış izlemektedirler. Bunları o noktaya iten; sınıfı, mücadeleye sevk etmek yerine, işçi sınıfı mücadelesini burjuvazi ile uzlaşmaya zorlama düşüncesidir.
Türkiye'deki sosyalizm mücadelesini, burjuva anlamda demokrasi mücadelesine indirgeyen bu anlayışın, sendikalarda da farklı bir yol izlemesini beklemek mümkün değildir.
Bu noktada asıl görev sınıf mücadelesinin, gerçek anlamda sendikalarda verilecek mücadele ile organik-bü-
tünsellik içerisinde olmasını sağlamaktır. Bu da sınıf ve kitle sendikacılığı ilkelerinin iş yeri birimleri, komiteleri, kanalı ile fabrikalardan başlayarak örgütlenmesinden, geçer, işçiler sendikal politikanın belirlenmesinde, toplu iş sözleşmeleri politikalannı belirlemede, sendikanın yönetimini belirlemede, sendika içi demokrasinin eksiksiz uygulanmasında denetleyici ve belirleyici güç olmak durumundadırlar. Ancak bu temel anlayışlar çerçevesinde sendikal yapılar ve işçiler örgütlendiğinde, 1 9 8 9 bahar eylemlerinde ki kendiliğinden gelme kendiliğindenci ve ekonomik taleplerin fazlaca ötesine geçmeyen mücadelenin aşılmasında da temel olacaktır. Bu temel işçi sınıfı ve sendikal mücadelenin birbirinden aynlmaz temel üç öğesi olan ekonomik demokratik ve siyasal mücadelenin birleştirilmesi, önüne hiç bir gerekçe konmadan döğüştürülmesine bağlıdır. Bizlerin temel anlayışı bunlan bir bütünsellik içerisinde, işçilerle birlikte kavrayıp döğüştürmek aynı zamanda bu düşüncelerimizin gerek Türk-Iş içerisinde, gerek bağımsız sendikalarda tüm zorlamalara rağmen uygulamaktan geçmektedir.
Bu arada sendikamız genel kurulu ile ilgili yapacağımız kısa değerlendirme de de ilginç noktalar var.
Geri ve kendine sosyalistim diyen
bazı siyasi eğilimlerin, tamamen böl- geci ve feodal zeminde hareket ederek anlayışlara karşı mücadele yerine, kişisel karalamayı ön plana çıkarmaları, anti-demokratik yasalar arkasına saklanarak propaganda yapılması, olumsuzluğun temelini oluşturmuştur. Bu anlayışlar geri ve faşist güçlere karşı asgari ortaklık aramak yerine, onlara yardımcı olacak türden tavır ve davranışlara girmişlerdir. Asıl hedef unutulmuş, kişisel sürtüşmeler ön plana geçmiştir. Teorik anlamda radikal ve devrimci gözükmekle beraber, devrimci demokrat insanlar yerine sosyal demokratlarla işbirliğinde yarar bulunmuştur.
Bu anlayışlann işçi sınıfı mücadelesinde uzun vadeli başanlı olma şanslan ise söz konusu değildir. Bu yanlış taktikleri ve tutumlan sonucunda açıkça gericiliğini ve faşistliğini ilan eden kişinin yönetime gelmesine neden olmuşlardır.
Tek tek aynntılara inmemekle bareber şunu belirtmeliyim ki; bu tür tavırlar devrimci demokratlara her zaman zarar vermiştir. Böyle ortamlarda asgari birlik içerisinde ilk hedef gericileri sendikal örgütlenmelerden uzaklaştırmak olmalıdır.
Ç. Y- Sayın Pekgüleç röportaj için tüm okurlanmız adına teşekkür ederiz ■
29
Sosyalizmin Truva Atı: Yugoslavya
Ayşe TANSEVER
GİRİŞNeden Yugoslavya?Sosyalizm devrim sonrası en canlı,
en hareketli günlerini yaşıyor. Macaristan'ı, Doğu Almanya izledi şimdi Çekoslavakya devrimini yapmaya hazırlanıyor. Bulgaristan daha sessiz gidiyor. Romanya'da direnmeye çalışan Çavuşesku yönetimi sosyalist bloktaki en kanlı değişimle yerini UDC'ye bıraktı. Çavuşesku ve eşi direnmenin bedelini canları ile ödedi. Oysa Polonya çoktan ata binip Üsküdarı geçti. Bütün bu toz duman içinde Yugoslavya'nın alemi ne? Dünya kamuoyunu üstüne çekecek pek derin bir gelişme yaşamıyor.
Sosyalizmdeki gelişmeleri Prav- da'nın ABD muhabiri şöyle yorumluyor: "Olaylar tepeden Gorbaçov'un yaptıklarının, aşağıdan halk hareketi ile ortalarda buluşmasıdır. M oskova Stalin'li yıllardan beri Doğu Avrupa ülke KP'leri arkasında bir destektir. Gorbaçov perestroika ile bu desteği çekti. Artık KP'ler tek başlarına ayakta durabilirlerse duracaklar yoksa gidecekler. Oysa Moskova'nın desteğini ilk çektiği ülk e Yugoslavyadır. Arkasında Stalin desteği olm ayan Tito incelem eye çalışacağımız Yugoslavya'nın mimarı olmuştur. Stalin'siz sosyalizm nerelere gelebilmiştir? Gorba- çov'suz Doğu Avrupa ülkeleri nereye gidebilirler sorularına ışık tutabilir."
Bir Yugoslav ekonomisti sorunlan irdelerken "Bahçe parm aklığında oturulmaz" diyor. Yani sınırda uzun süre durulmaz. Ya sosyalist ya kapitalist üretim ilişkileri arasında doğru bir seçim yapılmalıdır. Ekonomide böyle
bir tercih belirlenememesinin çözümsüzlüğü 4 0 yıllık Yugoslavya deneyi ile kanıtlanmıştır. Özellikle Polonya ve Macaristan iktidarlannın bu ülkeden öğreneceği çok şeyler olduğu inancındayız.
Gorbaçov'un perestroikası, ekonomide merkezi planlamanın belirleyiciliğini azaltmayı öngörüyor. Merkeziyetçilik çözülürken işletmelere, fabrikalara daha çok yetki ve sorumluluk veriliyor. Aynı şekilde kırda küçük üreticinin haklan artıyor. Bütün bunlar 1950'lerde Yugoslavya'nın yaptığı şeylerdir. Son günlerde Sovyet ekonomistlerinin ikide bir Yugoslavya deneyinden söz etmeleri rastlantı değildir. Yugoslavya merkeziyetçiliğin yok oluşunun en uç sinindir. Sosyalizmin ileride karşılaşabileceği sorunlan kavramak açısından da Yugoslav deneyi önemlidir.
Teorik olarakta durum aynıdır. Yugoslavya teorisyenleri Troc- kizm'den özellikle ayn kalmaya özen gösteren ilk Anti-Stalinistlerdir. Aşağıda aynnülı değineceğimiz Stalin'in devlet eleştirileri tam da Gorbaçov re- formlannın bel kemiğidir. Daha 1950'lerde Yugoslavya pragmatik teorisyenleri Stalin'i bazı açılardan günümüzdeki v gibi doğru eleştirmişlerdir. Anti-Stalin’izmin teorik ve pratikte varabileceği noktalar açısından Yugoslavya deneyler dolu bir ülkedir. Stalin heykeli bugün birtek Arnavutluk'ta dimdik duruyor. Doğu Avrupa sosyalist ülkeleri bir anti-Stalinist hummaya kapıldılar. Üçüncü dünya ülke devrimcileri de bu modaya uymaya çalışıyorlar. Bunun teori ve pratikteki tehlikeleri hemen Yugoslavya'yı akla getirir.
Sosyalizm ve kapitalizm günümüz
de hümanist ilkelerde birliktelikler an- yor. En temel özelliği silahsızlanmada kendini gösteriyor. Komünist partiler, sosyal demokrat partilerin ötesinde en sağ liberal partilerle ilişkiler geliştirme yanşında. Bunun bizim gibi geri ülkeler üzerinde etkisi kaçınılmaz. Burjuva sosyalistimiz TBKP gidip Özal iktidan- na teslim oluyor. Küçük burjuva sosyalistlerimiz proleterya partileri ile ortak zeminler anyor. Direniş cepheleri örülüyor, bozuluyor, ortak çalışma zeminleri aranıyor. Saflaşma ekonomik kriz derinleştikçe artıyor. Birlikteliklerde belk kemiksizlik, sınıf körlüğü, temel sorun haline geliyor. Yugoslavya Komünist Partisi nin iktidara gelmeden önce sınıf temeli kanşık bir cephe içine girişi bugünkü sosyalizmi, kapitalizmi belirsiz, yoz bir üretim ilişkisi kurmasının nedenidir. O anlamda "birlikler" kurarken Yugoslavya deneyinden dersler çıkarmak gerekir.
Yugoslavya'da yirmiye yakın ulus, etnik grup vardır. Çeşitli dinler, kültürler içiçedir. Ulusal soruna da zengin deneyler kazandmrl. Günümüz Sov- yetler Birliği'nde çeşitli uluslar, cumhuriyetler aynlmaya kadar varan taleplerle seslerini duyuyorlar. Biz de böyle bir sorunla yüzyüzeyiz. Yugoslavya'da bu tür talepler daha 1 9 6 5 ’lerde ortaya çıkar. Kosova olayları hala Yugoslavya'yı bir Lübnan olma tehlikesi ile yüz- yüze bırakacak kadar tehlikelerle doludur. Merkeziyetçiliğin çözülmesinin ilk konağı ulusal sorundur. Yugoslavya'nın bu soruna da ışık tutacağı inancındayız.
BÖLÜM 1STALİNİST YUGOSLAVYAHitler ülkeden atılır ve 1945'de
günümüz Yugoslavya'sı kurulur. "Ikti-
30
Tablo 1Kırda mülkiyet biçimi (yüzde)
1947 1951 1955devlet 1.2 5.0 5.7kooperatif 0.9 15.0 11.3özel 98.0 80.0 91.2’kooperatif içinde özel mülkiyet vardır. (Kaynak 4)
Tablo 2İlk 5 Yıllık Planın hedefleri ve gerçekleşen
Plan yıllık 1947-51 ortalama (%)
gerçekleşen0
yıllıkrtalama (%)
Sosyal üretim 80 12.5 74.8 11.8Endüstri 3.94 37.5 168.7 21.8Tarım 52 8.7 -12.0 -2.5Kaynak: İlk beş yıllık plan yasası s. 36 (hedefler) godınjak istatistikleri (8)
dar Komünist Partiye" Partizanların sloganıdır ve Tito başkanlığında ilk komünist hükümet oluştumlur. Parti ve hükümet arasında fark yoktur. YKP yöneticileri aynı zamanda hükümetin bakanlık görevlerini üstlenirler.
Sanayinin millileştirilmesine girişilir, bir yıl sonra yüzde 8 2 , üç yıl sonra da yüzde 100,'ü millileştirilir. Aynı oranda millileştirme Sovyetler Birliğinde 8 ve 12 yıl almıştır. İki yıl sonra ticaretin yüzde 80'i kamu kontroluna alınır. (1) Bakkal, manav ve küçük zanaatkar dışında her dükkan millileşti- rilmiştir.
Millileştirmenin bu kadar yüksek, hızlı ve kolay oluşu Yugoslavya'nın İki dünya savaşı arasındaki gelişiminde yatar. I. Dünya Savaşı sonunda Sırp Prensliği bizzat kapitalist merkezler desteği ile kurulur ve kapitalist ilişkiler bu merkezden geliştirilir. İlk dünya buhranını atlatan emperyalizm burnunun dibindeki Yugoslavya’nın yer altı zenginliklerini sömürmek istemektedir. 1945'ler Yugoslavya'sının yansı yabancı sermayenindi (2) Hitler yenilince bunlann hepsi millileştirilir.
Yugoslavya’da kapitalizmin, feodal bey, Sırp Prensi eliyle gelişimi Nikaragua'nın Somoza eliyle gelişiminden farklı değildir. Yabancı sermayeden geriye kalanlar ya Prensin kendisinin ya da yakmlannın malı mülküdür. Kara ve demir yollan, ormanlann büyük bir kısmı, iki şeker fabrikası, savunma sanayi (Hitler Prenslik ile silah andlaşması yapmış ve çoğu silahını burada üretmiştir. Yugoslav generalleri bu nedenle Hitler'in sadık uşaklan olmuşlar ve "önce silah sonra silah" parolası ile halkalanna kan kustur- muşlardır. Bu nedenle monarşi Hitler'in Yugoslavya'yı işgal edebileceğini bir gün bile düşünmemiş, arkasında sandığı güçle halkı sömürmüştür.) On- bir kömür madeni prens ailesinin mülküdür. Tuz, tütün, kibrit ve'gaz gibi o günün en önemli tüketim mallan hep Prensliğin tekelindedir. Toptan ve perakende ticaret yine prens tarafından yapılır. Hitler le birlikte Prenslik yenilince sanayinin millileştirilmesi hiçte zor olmaz.
Sosyalizmin temel taşlanndan biri kırdaki mülkiyet ilişkileridir. İKtidara geldiklerinde komünist partilerin önünde duran temel sorun toprağın millileştirilmesidir. Gerek Prensliğin toprağı, gerekse Hitler'in Almanya’dan getirip yerleştirdiği Alman köylüsünün, kiliselerin, yabancı bankaların toplam 1 .5 milyon hektara varan
(15 milyon dönüm) toprağına el konulur. (3) Sonra bunun yüzdesi yoksul köylüye dağıtılır. Tabloda görelim. (Tablo 1) "
Görüldüğü gibi devrimin hemen arkasından toprağın yüzde 98'i özel çiftçilerin elindedir. 19 5 1 yılında pay yüzde 80 'e düşse bile 1 9 5 5 yılında tekrar yükselecek ve yüzde 9 1 .2 e varacaktır. Devrim Hükümeti toprak mülkiyetinin büyüklüğünü sınırlar. İlk yasa sının '250 dönüm olarak belirler ama 1953'de daha daralır ve 100 dönüme indirilir. Bu yasa günümüzde de geçer- lidir. Toprak mülkiyeti ancak işleyenindir ve 100 dönümden büyük olamaz.
Sosyalizm kırlara yenilik olarak kooperatifleşmeyi getirir. Doğu Avrupa ülkelerinde görülen türden bir hız yoktur. Devrimden iki yıl sonra toplam toprak içindeki payı yüzde l'i bile bulmaz, stalin Tito'yı kırda kulak beslemekle suçlayınca kooperatifleşmeye hız verilir. 1951 yılında kooperatifle- şen alan artar ve yüzde 15'e ulaşır. Sonra serbest bırakılınca da yine düşer. Ancak bu kooperatiflerin Sovyet- lerdeki kolhozlarla ilgisi yoktur. Kapitalizmde gördüğümüz türden araç gereç kullanımı, ürün satım vs, kooperatiflerdir. Kolhoz tipi olanlar Yugoslavya'da "İşKollektifleri" adını alır ve tabloda devlet mülkü içinde görülmektedir. Kooperatifleşmeye hız verilen 19 4 9 yılında onun da toprak alanı artmıştır. Bugün bu tip kolhozlann top
lam alanı yüzde 15'dir. (5)Özetlersek kırlann millileştirilmesi
çok sınırlıdır. Kooperatifleşme diğer Doğu Avrupa ülkeleri ile karşılaştırdığında çok daha yavaştır. 19 5 0 yıllann- da Stalin'in eleştirisi ile biraz hızlansa bile sonra durmuş hatta gerilemiştir. Bu politikanın kırdaki sonuçlanna geçmeden sanayideki 5 yıllık uygulama sonuçlannı inceleyelim.
İlk 5 Yıllık Planın Sonucuİlk 5 Yıllık plan 1 947 -51 yıllannı
kapsar, sonra yetişmediği için bir yıl daha uzatılır. 5 Yıllık planın ilk dönemi, 19 4 7 Ocak ve 1 9 4 9 Haziran arası, seyir normaldir. (6) Aynı tarihlerde Sovyetlerle ara açılır. Sovyet ambargosu yaşanır. Tito'nun açıklamalanna göre bunun toplam zaran yüzde 1 5 .8 dir. (7) Yani çok değildir. Sonra resmi hiç bir açıklama yapılmaz. Ama plan fiyasko olarak ilan edilir. Sonuçta, Yugoslavya tarihinde bu plan lanetlenen, Komünist Partinin yüz karası bir plan bellenecektir.
Planda aşınlıklar vardır. Her komünist parti iktidara geldiğinde uçun- luklar yapabilir kendini dünyayı devirecek kadar güçlü, olduğundan abartmalı görebiV Planda bu tür aşınlıklar vardır. Örneğin zamanın Endüstri Bakanı planda Yugoslavya'nın kendine yetecek kadar kömürü, petrolü olduğu ilkesinden hareket etmesine karşın daha ilk iktidar günlerinden başlayarak gerçekliğin hiçte böyle olmadığı anlaşılacak ve kömür, yakıt ithal edilecek-
31
tir. Tarım Bakanı bugün bile gerçekleştirilemeyen miktarda bataklık alanı kurutmayı ilk bir kaç yıl içinde becerebileceğini planlamıştır. Bunlar affedilecek şeyler değildir. Ama biz yine rakamlara bakalım.
Görüldüğü gibi, 5 yıl içinde yozde 12.5'lik yıllık üretim artışı öngörülmüştür ve yüzde 1 1 .8 olarak gerçekleşmiştir. Endüstride yıllık yüzde 3 7 .5 beklenirken ancak yüzde 21.8'lik bir hız tutturulabilmiştir. Evet tarımda durum kötüdür. Planın çok gerisinde kalınmış, hatta savaş yıllannı bile aratır duruma gelinmiştir. Nedeni, yürütülen yanlış politikadır. Göreceğiz.
Lanetlenecek kadar başarısız bir plan mıdır? Başka türlü soralım, bir daha merkezi plan yapmamaya gerekçe gösterilecek kadar başarısız bir planmıdır? Değil. Ama Yugoslav yöneticiler açısından öyle olacaktır. Merkezi plandan bucak bucak kaçacaklardır.
Bağların kopm ası:Anayasa, 19 3 6 Sovyet Anayasa
sı nın benzeridir. Komünist Partinin başkanı Stalin'in adamı Tito'dur. Sanayi Sovyetler'den bile hızlı millileşti- rilmiştir, merkezi plan altına alınmıştır. Merkezi, tepeden bir yönetim vardır. Sosyalizm yolunda hızla ilerlen- mektedir. Kırlarda özel mülkiyet vardır ama kısa zamanda kooperatifleşti- rilme planları yapılmaktadır. Yugoslavya yöneticileri bütün bunları ger
çekleştirmiş olmanın çoşkusu içinde iken, Komünist Birliği Kominform Yugoslavya’yı üyelikten atar. Yugoslav yöneticiler şok olurlar. Evet, Stalin arada sırada belki kendilerini eleştirmiştir ama böylesi bir karan bekme- dikleri ortadadır. Uzun süre yanlışlık yapıldığını sanırlar.
Nasıl suçlanmaktadırlar? Sol uçun- lukla. "Birkaç yüz manau, fırın, antikacı döşem eci us. dışında herşeyin hızla millileştirilmesi karışıklık yarattı." denmektedir. (9) Kominform sol uçkunluğu halkın huzurunu kaçıracağını, sonuçta bugün bulunabilen tüketim maddelerinin yann bulunamaz olacağını iddia eder. Kırda ise kulak beslemekle suçlar.
"Ülkede, kapitalizmi kaçınılm az olarak yeniden üreten özel köylü ekonom isi hakim olduğu, tarımın büyük çaplı ko llektifleşm e koşulları yaratılmadığı sürece; ve çalışan köylülüğün çoğunluğu ko llek tif üretimin avantajına inanmadığı sürece sömürünün ortadan kaldırılması doğrultusunda ilerlem e kaydedilm iyor" demektir (10) Bu nedenlerle Kominform Yugoslavya'nın komünistliğinden, sosyalist yolda olduğundan şüphe duymaktadır. Onu bu kurumdan atmayı uygun görür. YKP gerçekten ne olduğunu şaşınr. Böyle bir karar çıkmasında Stalinin etkisi elbette vardır. Stalin çok kereler Tito'yu uyarmış ama bir sonuç alamamıştır. Buna rağ
men YKP'liler böyle bir karar çıkacağına hiç ihtimal vermemişlerdir.
Kominformdan aülmak demek sosyalist bloktan atılmak demektir. O güne kadar YKP yaptığı tespitlerde dünyanın sosyalizme aktığını dile getirmektedir. henüz iki sistem arasında sıcak günler yaşanmaktadır. Tarafızlık yoktur. İki taraftan bir tanesi vardır. Ve komünist olduğunu iddia eden Yugoslavya bu bloktan atılmaktadır. Uzun süre Tito karara inanmak istemez, geri alınmasını bekler. Bir yıl boyunca YKP susar. Hiç bir açıklama yapmaz. O sırada Çin Devrimi patlak verir. Köylülüğün devrim sırasındaki rolü Ekim Devriminden çok, Yugoslav Devrimi'ni akla getirmektedir. Bu nedenle Çin'in Kominform karannı onaylamayacağı beklenir. Ama aksine Çin’de imzalar.
Öte yandan ABD Yugoslavya'yı bağımsız komünist bir ülke olarak tanımaya hazır olduğunu açıklar. Sovyet- ler amborgo koyduğu gün kendisinin- kini yumuşatır. Tam o sıralarda Yunan partizanları yenilir, Yugoslavya'ya sığınmak isterler. ABD ile pazarlık yapılır ve Tito Partizanları kabul etmez. Arkasından ABD'nin ilk yardımı gelir. Yine aynı yıllar, Kore savaşı çıkar. Yugoslavya • Sovyetlerin, Kuzey Kore'yi işgalini kınayarak sosyal demokrasi ile aynı safta yerini alır. Sıcak günlerin yalnızlığı sona erer, ABD önerisiyle Birleşmiş Milletlere üye olunur. Elbette böylesi 18 0 derecelik bir dönüş beraberinde uygun teorileri de getirecektir. Ancak biz ilk önce böylesi bir blok değişikliğine Yugoslavya'yı zorlayan iç nedenleri araştırmaya çalışalım. Bu gerçeklik üretilen .teorinin mantığını kavramada yol gösterici olacaktır.
BÖLÜM IIYUGOSLAVYA'NINSORGULANMASIYugoslavya yöneticilerinin iktadar
yoluna çıktıklannda böyle bir olayla karşılaşacaklannı rüyalannda görseler inanmayacaklanna şüphe yoktur. Onlar kendi sosyalist yollarına çıkmışlardır. Hangi denge içinde olursa olsun böyle bir yoldur özlemleri. Günümüzün Gorbaçov’lu sosyalizmine baktığımızda Stalin'in karan çok katı gelebilir. Bugün bir Polonya bir Macaristan sosyalist sistem içinde kalabiliyor. Gorbaçov tarihin zorlanmaması gerektiğine inanıyor. O günler de Stalin biraz daha esnek olamazmıydı? Yugoslavya sistem içinde kalamaz mıydı? Bu durum Doğu Avrupa'daki diğer
32
burjuvaları ve partilerini nasıl etkilerdi? KP'ler ne tür taleplerle baş etmek zorunda kalırlardı? Bugün Doğu Avrupa halklannın hoşnutsuzluklannın temelinin o günlerdeki yanlışlıklara dayandığını görüyoruz. Stalin uygulamaları daha o günlerden farklılıkları azaltmak yerine arkasında bıraktırdığını görüyoruz. Yugoslavya güçler dengesi daha o günlerden bu katılığı kaldıramamıştır. Stalin tipi sosyalizme karşı çıkmıştır. Stalin'in deformasyonunu eleştirmiştir.
Yugoslavya pratiği ve teorisinde aynntılı olarak göreceğimiz gibi Yugoslavya'nın o günkü Stalin eleştrile- rinde bugünkiler ile paralellikler hatta aynilikler vardır. Yugoslav teorisyen- leri bu yanlışlıkları kendi küçük burjuva pragmatizmleri ile çabuk görmüşlerdir. Bu nedenle de sağlam bir temele oturmaz. Yugoslavyanın ekonomi politikası böyle bir temelsizlik sancılan çeker.
Stalin ve zamanın Dışişleri Bakanı Molotov Tito ile uzun süre mektuplaş- mıştır, ama bu Yugoslavya'yı sistem içine çekememiştir. Bunun asıl nedeni Yugoslav yöneticilerin Stalinist sistemi beğenmemelerinden çok, üstünde oturdukları güçler dengesinden gelir. Şimdi savaş yıllanna ve ittifakların oluşmasına bakalım.
İttifaklar Sorunu1919'da kurulan YKP işçiler için
de örgütlenmeye çalışır. 1920'lerde Prensin katı polis kontrolü ile ilgegal çalışmaya zorlanır. Sık sık tutuklanmalar yaşar ve genelde büyük bir yaygınlık kazanamaz. Yugoslavyayı kuzeyden bölen Tuna Nehri özelde gelişkin ve az gelişkin Yugoslavyanın da sınırını çizer. T una'nın kuzeyi Avusturya gelişkinliğindedir. Gelişkin bir Avrupa ülkesi ekonomisine benzer. Doğal sonucu olarak da Komünist Parti örgütlülüğü yüksektir. Tuna nehrinin güneyi ise Osmanlı İmparatorluğu boyunduruğundan yeni kurtulmuş, endüstrileşme düzeyi çok düşüktür. Bu nedenle de işçi sınıfı az ve örgütlenmesi düşük, hatta yok denecek kadar azdır.
19 3 0 kapitalist ekonomik buhranı tüm Avrupa'yı sarstığı gibi kendisini Yugoslavya sınıflar savaşında da hissettirir. Sınıf zıtlığı artar. Prens ile orta ve küçük burjuva partilerin arası, uzlaşmaz şekilde açılır. Zengin kuzeyin Köylü Partisi başta olmak üzere Halk Cephesi ve KP'nin ittifakı gündeme gelir. Stalin YKP’nın ittifaka girmesine karşıdır, benliğini kaybedeceğini
düşünmektedir. O günler YKP'si kendi içinde çok kanşıktır. Hizipleşme çok yüksektir. Bölünmenin eşiğindedir. Stalin partinin düzenlenmesi için Ti- to'yu görevlendirir. Ama Tito ve arka- daşlan 19 3 5 de gizlice Halk Cephesi ile ittifak yaparlar.
"Ulusal C ephe ne diğer 3. Dünya ülkelerindeki gibi bir cep h e 'gani burjuva dem okratik devrimi yapmak isteyen bn) ne d e Doğu Alman SED'si, ne de Polonya Birleşik işçi Partisi gibi bir cephedir. Bağımsız, bir politika platform u aramayan, politik bir önderlik istem eyen genel sosyal ve politik bir örgüttür." (11) Çünkü içinde farklı sınıf ve tabakalardan insanlar vardır. Köylüsü, esnafı, kent küçük burjuvazisi hepsi Hitler'de bütünleşmeye çalışan, Prenslik monarşisine karşıdırlar. Özünde ortak düşmana, karşı bir cephedir. "Bağımsız, bir politika platform u aranm ıyorsa, "politik bir ön derlik istemiyorsa önüne koyduğu tek sorun ortak düşmanı atmaktır." Ama ileride, düşman atıldıktan sonra ne yapılacağı, kalkınma hedeflerinin neler olacağı o gün gündemde değildir. İttifakın böyle bir ufku yoktur.
Savaş sırasında ittifak ne olur? "Savaş patlak verince H alk C ephesi yeni bir boyut kazandı. Eski sosyal-de- m okrat, Marksist-Leninist ve diğer parti bağları azaldı ve gen el çıkarlarla olan ilişki a r tt ı;.... birleşik ulusal vatansever bir örgüt oldu. (12) Silahlı bir muhalefete çıktı.
Savaş yıllan YKP'sini güçlendirir. En başta 1930'lardan beri illegal dö- ğüşü öğrenmiştir ve örgütlü muhalefeti diğer parti ve gruplara göre yüksektir. İspanya iç savaşında döğüşmüş ge- rillalan vardır. Geri dönüşlerinde bu gerillalar, Prensliğin Çetnik adlı ordu- lanna karşı silahlı döğüşü sürdüren gruplann çekirdeği olmuştur. Savaş çıkınca bu çekirdek ittifak ile birleşip Partizanlan örgütler. Sonuçta partizanlar KP önderliğinde Prenslik ve Hitler ortak düşmanına karşı döğüşür ve savaşı kazanır. Savaş sonrası halkın "İktidar KP'ye" isteğinin temeli bu- dur.
İlk iktidar yıllannda KP'nin kendi gücü nedir? "Savaşın başında YKP, 12000 üyeye, gençlik örgütünde de 3 0 ,0 0 0 sem patizana sahipti." (13) Savaş sırasında eski üyelerinin 2/3 ü ölür ama savaş bitiminde 6 0 .0 0 0 üyesi vardır. Kabaca bir hesap yaparsak bunlann ancak 4000 'i eski, proleter tabanlı üyelerdir. Gerisi köylülüktür.
YKP iktidara geldiğinde böylesi az bir proleter tabana sahiptir. Öte yandan ilk devrim yıllannda üye sayısı pek bir komünist partiye nasip olmayacak kadar artar. 1 9 5 0 yılında 1 milyonu bulur. Üye olma koşullan çok basitleşir. Kuru bir örgütlenmeyle işin çözülebileceği sanılır.
Şimdi Yugoslavya Devrimi nasıl bir devrimdir? Burjuva demokratik midir? Sosyalist bir devrim midir? Köylülüğün ufkunun küçük mülkiyetçi oluşu ve Ulusal Cephe içinde ağırlıklı konumu devrimi burjuva demokratik yapar, ama Ulusal Cephe’nin KP öncülüğünde örgütlenişi de sosyalizme doğru geçişi olanaklı kılar.
YKP teorisyenlerine göre "Eski Yugoslavya'da kurtuluş savaşı öyle gelişmiştir ki burjuvazinin ileri k e simleri bile işgalcilerle birleşm işlerdir. S ınıf savaşı burjuvazi ve çalışan kesim leri birbirinden tam am en ayırmıştır." Tito'ya göre bu sıradan Stalin'in dediği gibi) bir koolisyon değildir.(14) Köylülük, kır nüfusunun geniş çalışan kitleleri 1 9 4 1 -4 5 arasında halkın kurtuluş hareketinin gerçek temel ordusu olduklannı ispat ettiler. Zaten on- larsız hareketin kendisini olamazdı.(15) Sovyet Devrimi kentlerden, proletarya tarafından başlatıldı sonra kırlara yayıldı. Ama Yugoslavya başka bir deney yaşadı. Burada devrim kırlardan gelmiştir. Yani köylü ağırlıklı bir devrimdir. YKP yöneticilerine göre bu yeni tip bir devrimdir. Gerçekte de Çin'den önce yaşanan köylü ağırlıklı bir devrimdir.
YKP teorisyenleri köylülüğü nasıl görürler? Onun devrimci ufkunu nasıl tesbit ederler? Bizde Yeni Sınıf kitabı ile ismini duyurmuş Djılas (1953 de YKP'sinden atılır, şimdi Avrupada sürgündedir.) Stalin ile görüşmesini şöyle aktanr: "Köylülüğün yeni devrimci rolünü özellikle vurgulamadım; ve pratikte Yugoslavya devrimini köylü ayaklanm ası ve Leninist öncü arasındaki bir bağa indirgedim."(16) Öncü komünistimiz devrimin köylü devrimi olduğunu kabul ediyor ama bu köylü devrimini sosyalist yapıyor. Çok güzel sosyalist köylü devrimi demek Yugoslav köylüsü kapitalist özel mülkiyetinin dar ufkundan kendisini kurtarmış demektir. Öyleyse neden Yugoslav teorisyenleri toprağı millileştirmeyip Kominform'dan atılmaya varmışlardır? Neden köylülüğü hızla kooperatifleştirememektedirler?
Yugoslav yöneticileri net planı olmayan, kafası kanşık küçük burjuva-
33
lardır. Marksizm-Leninizm'den üstün körü okunmuş yazılar onlan sosyalist yapmıştır. II. Dünya Savaşı sonu sömürgeler patır patır yıkılmaktadır. Dünya halklan sosyalizme akmaktadır. Orta ve küçük burjuvazi dünya sınıflar savaşında sosyalizmden yanadır. YKP'si de kendi köylülüğünü ileri görerek gericilik yapmaktadır. Proleter tabanları çoz zayıftır. Öte yandan "sosyal ve politik o larak ak tif köylülük, kollektifleşm enin tepeden yönetilmesini kendiliğinden kabul etmedi." (1 7) "yeni rejim de politik o larak kendine güvenem edi."(18)
YUGOSLAVYA KÖYLÜ GERÇEKLİĞİYugoslav yöneticileri Stalin'le ara
lan açıldıktan sonra Marksizm'in klasiklerini yeniden okuyup kendilerini savunmanın teorilerini yapmaya çalışırlar. Ama kır politikalarını savunacak Marksizm'den bir satır bile bulamazlar. Kır politikalan teorik bir boşlukta kalmıştır.
Komünist Partinin kitle içindeki örgütlenmesi zayıftır. Ülke sorunları iyi bilinmemektedir. Savaş sonrası ha- yallerenin kınlışını ünlü tanm teorisye- ni Rudolf Bicanic şöyle anlatıyor:
"ilk olarak ülkenin ulusal sınırları konusunda uyandık. Sosyalist ülkeler arasındaki ilişkinin sosyalist ilkelere değil Yugoslavya'nın dediği gibi bir sosyalist ülkenin diğeri tarafından söm ürülm esine dayandığını keşfettik. 1948'de Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ü lkeler arasındaki sürtüşmenin tem eli buydu. B öylece ulusal sınırlar, millileştirmenin de sınırı oldu. Bütün ülkeleri saracak tek bir sosyalist sistem kurup, ulusal sınırları aşm a düşleri hem en söndü." (19)
1945'te sosyalist sistemin kendisi de kanşıktır. Sosyalizm bir sistem ol- caktır ama bunun pratik işleyişi nasıl gerçekleşecektir? Herkes o günlerde bunu tartışmaktadır. İki tane öneri şekillenmiştir. İlki Yugoslavya'nın bir Sovyet Cumhuriyeti olmasıdır. Yani nasıl Sovyet Sosyalist Ukrayna, Gürcistan Cumhuriyetleri varsa aynı şekilde bir de Sovyet Sosyalist Yugoslavya Cumhuriyeti kurulup Moskova'ya bağlanabilir. Yugoslavya da Slav ırkın- dandır. (Yugoslavya kelimesi Yugo- güney, Slav kelimelerinden oluşur) Onlar güney islavlandır.
Stalin'in düşündüğü ikinci formül ise Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya'nın, Sosyalist Balkan Cumhuri
yetlerini kurmasıdır. YKP'si devrimini tamamlayan ilk ülkedir. Beklemektedir. Güzel. Ama nasıl bir sistem kurulursa kurulsun temeli Yugoslav gerçek- liliğine dayanacaktır. YKP'nin bu gerçekliği iyi'bilmesi gerekmez mi? Olaylara şimdi yıllar sonra bakınca daha objektif olarak görmek kolay elbette. Ama Stalin'i o günlerin Stalini yapan gerçeklik biraz da o günkü KP'lerin böyle beklentileri acemilikleri ve kararsızlıktandır. Hiç bir deneyi olmayan Doğu Avrupa KP'leri Stalin'in emirlerini beklemektedirler. Kendileri karar verme yeteneğinden yoksundur. Ayakta duramamaktadırlar. Yukan- dan emir gelsin istenmektedir. Yugoslav yöneticileri de toz dumanın dağılmasını beklemektedirler.
Yugoslav yöneticiler, ilk önce ulusal sınırlann, millileştirmenin de sınırlan olduğunu fark ederler. Yani yuka- nda anlatılan önerilerden biri pratiğe geçebilseydi Yugoslav sınırlan daha büyüyecekti. Sorunlar daha ortak, da-
'h a Stalin tarafından çözülebilecekti. Aynca kendi ayağı üstünde durmayan YKP'si arkasına büyük bir destek alacaktı. Özünde o günlerden Stalin'den, KP'lerin istediği, Stalin’in yaptığından daha büyük bir bağdır. Gelsin Stalin herşeyi çözsün, yönetsin mantığı hakimdir.
YKP çıkardığı jlk yasa ile toprak mülkiyetini 2 5 0 dönümle sınırlar. 5 yıl sonra 100 dönüme düşürürler. Aradaki fark çok büyüktür. Yaşananlar ışığında bu noktaya gelinişi ve gerçekliği ortaya koymaya çalışalım. YKP’nin köylülüğü devrimci görmedeki haklılığı veya haksızlığını irdeleyelim.
"1921'de 9.6 ak r (3.9 hektar yn) (bizde 3 9 dönüm karşılığı bn) olan ortalam a çiftlik alanı yirmi yılda daha da düştü ve 5 akr (2 hektar) (20 dönüm bn)'m altına düşen toprak mülkiyetinin yüzdesi 1921 'de yüzde 33'den 1941 yüzde 47'e yükseldi." (20) Yazann tesbitine göre Hitler işgali sırasında köylülüğün yüzde 47'si 20 dönüm alünda toprağa sahiptir. YKP'sinin karan 2 5 0 dönümün, Yugoslavya gerçeği 2 0 dönüm ile yakından uzaktan bir alakası yoktur.
Yazar 20 yıldaki yoksullaşmayı şöyle açıklıyor: "Kır nüfus artışı yüksek doğum oranına karşı, kentleşm e ve endüstrileşm edeki yavaşlıkla açıklanabilir. II. Dünya Savaşı sonrası durumun aksine eskiden genç köylüler sanayide çalışm ak için ken te göç edebiliyorlardı. B öylece tarıma bağlı nüfus 1921'de 9 .2 milyon
dan 1938'de 11 .8 milyona çıktı, yüzde 28'lik bir artış gösterdi." (21) Yani eskiden Avrupa içlerine göç ede- . bilen yoksul Yugoslav köylüsü 1 9 3 0 buhranı ile bu olanağını yitirdi. Yugoslav kırlannda kır projeleri sayısı arttı. 1940'larda kır nüfusunun kabaca 12 milyon olduğunu düşünürsek bunun yüzde 47'si, yani 5 .6 4 0 .0 0 0 kişi kır yoksulu, proleteridir. İşte partizanlar bunlardır. Gerçekten bu yoksul köylüler YKP'nin iddia ettiği devrimci köylü olabilir.
"Tomasevich 1938'de Yugoslavya'nın bütününde yüzde 44.4'lük fazla kır nüfusu olduğunu hesaplar am a Yugoslavya'nın her konusunda olduğu gibi büyük bölgesel farklılıklar gözlenir. Kır nüfusunda Primor- ye d e ki fazlalık- yüzde 68.1 iken Voyvodinq'nin bir bölgesi Budov Ba- navina'da yüzde 2 .4 dür. (22).
Tuna nehrinin kuzeyinde sanayinin gelişkin olduğunu söyledik. Slo- venya, Hırvatistan ve Voyvodına bölgelerinde yaşayan yoksul köylü Avrupa ülkelerine proleterleşmeye gitme olanağına sahiptir. Geriye katan köylüde burjuvalaşibilir, bir Avrupa kır burjuvası gibi az çok modernleşebilir.
"Bazı köylüler kooperatifleşm eyi arttırıp, eğitim sel faaliyet veren kendine yardım örgütlenm eleri kurmuşlardı ve köylü politik taleplerini belirlem eye çalışıyorlardı. İki savaş arasında Sırp ağırlıklı Belgrad Hü- kümeti'ne karşı m uhalefet yürüten Hırvat Köylü Partisi bu tür faaliyetleri örgütlüyordu. Parti köylülere su kaynakları açılması, sulama kanalları geliştirilmesi enerji istasyonları kurulması için baskı yapıyordu. Ayrıca tarım fuarları ve pazarları açmayı düşünüyor, köylülerin politik ve ekon om ik grup o larak çıkarlarını temsil etm eye planlıyordu. (23)
Kapitalizmde gördüğümüz bu tür kooperatifleşme tüm kuzeyde yaygındır. Bir Yugoslav yetkilisinin belirttiğine göre "1940'lar Yugoslavya tahıl üretiminin dörtte biri, hayvan ihracatının yüzde 4 0 ‘ı bu tür kooperatiflerden yapılırdı ve Sırbistan'da satılan tarımsal üretimin yüzde 60'ı ko operatiflerden gelirdi." (24) O dönemde monarşi olduğunu hatırlarsak, iç ve dış ticaretin Prensliğin elinde olduğunu düşünürsek, ne demek gerekir. YKP’sinin iddia ettiği gibi savaş gerçekten yoksul halk ve burjuva arasında mıdır? Kendi saflannda burjuva unsurlar yok mudur? Hayır kuzeyin orta ve yoksul burjuvazisi Ulusal Cephe
34
içindedir ve Prensliğe karşı dövüşmüş- tür. Onlar artık omuzlarındaki çürümüş feodal artık prensliğin yükünü atmak burjuva bir düzen kurmak özlemiyle Ulusal Cephe içine girmişlerdir. Prenslik Tuna'nın kuzeyinde burjuva gelişiminin önünde durmaktadır. Atılmak, yıkılmak zorundadır. Yugoslavya kırlarının kuzeyindeki gerçekliği budur.
Güney ve güneydoğuda gerçeklik bambaşkadır. Dağlık Dalmaçya ¿yıları, Bosna-Hersek ve Sırbistan'ın güneyi, Montenegro, Kosova ve Makedonya bölgeleri, eski Osmanlı İmparatorluğu topraklanna yaklaştıkça dalga dalga yoksullaşır. Toprak yukandaki verimliliğini kaybeder, ünlü Makedonya dağları başlar. Bizim dedelerimiz Yugoslavlara domuz çobanı derler. Yersiz de değildir. Osmanlı imparatorluğu nun domuz çobanlan yaşar bu dağlık arazide. Yoksul köylü yığınlan bannır. Kır nüfusunun yukanda belirtilen yüzde 6 8 .1 lik fazlalığı buranın gerçekliğidir. 1500'lü yıllardan beri burda köylü isyanlan ile ünlüdür. Son olarak 1918'de Prensliği toprak reformu yapmaya zorlayan da bu gerçekliktir. Doğa koşullan, yoksulluk köylüyü devrimci yapmış, "toprak işleyene" sloganının bilinçlerine yerleştirmiştir.
Toprak reformu politik ve ekonomik olarak gereklidir ama "1933'lere hatta yer yer 1 9 4 0 ’lara kadar tamamlanmaz. Eski Türk topraklarında reform kuzeydeki oualardan daha çabuk gerçekleşir. (25) Nedeni Osmanlı topraklarındaki dirlik düzenidir. "Toprak beyi büyük topraklardan vergi alsa bile toprak küçük küçük, köylü aileler taraf ından işlenirdi. Toprağın üstünde yaşayan köylülere devri ise basit bir yasal işlem di, ön ceden tek bir kişinin olan (ku- zeydekine benzer bn) büyük toprağın bölünm esi gibi olmuyordu. "(26) Prensin yaptığı toprak reformu özünde eski Osmanlı beyine verilen verginin kaldırılması, toprağın, üstünde işleyene verilmesidir. Ama nüfus fazlalığı yüzde 64'lere varır.
Sonuçta YKP’nın toprak mülkiyetini 2 5 0 dönümle sınırlamasının buraları ile hiç mi hiç ilgisi yoktur. "1948'de Yugoslav kırlarının yüzde 94'ü özel mülkiyetteydi ve ortalam a çiftlik büyüklüğü 5 hektarın (50 d ö nüm bn) altındaydı." (27) Yugoslavya genelinde 5 0 dönüm mülkiyet sınırı getirilse bile ancak hızlı bir sanayileşme ile sorun çözülebilecektir. YKP yö
neticilerinin işi gerçekten zordur. Ya kuzeyin kır burjuvasına uygun bir politika yürütülecektir, (o zaman güneyin yoksul devrimci partizanlannın isyanı göğüslenecektir) ya da güneyin yoksul köylüsü temel alınıp hızlı bir kooperatifleşmeye ve millileştirmeye gidilecek o durumda da kuzey zengin kır burjuvazisi ile savaşılacaktır.
YKP'sı ne yardan ne de serden olmak ister. İkisini bir potada eritmeye girişir. Dağlık, sahipsiz alanlarda kol- hozlar kurulur. Yoksul köylülüğün bir kısmı buralara yerleştirilir. 1 0 0 .0 0 0 topraksız köylü Voyvodına'ya taşınır Almanlar dan geri alınan topraklardaki kolhozlara yerleştirilir. İş savaşın çıkmaması derdine düşen YKP yetkililerinin kolhozlann ya da Yugoslavya'da ki adı ile İş Kolektiflerinin verim- İiliği ile ilgileri yoktur. Toprak ne kadar büyüktür, kaç kişiyi besleyebilir, gibi bir sorunu düşünmezler bile. Hiç bir kriter belli değildir. Amaç yoksul ve gerçekten devrimci köylüyü pasifleştirmektir.
1948'lere, Stalin'le kopuşma dönemine gelindiğinde ortalık çok karışık ve belirsizdir. " ... ko llektif üyeleri arasında çoşku vardı am a dışarıdaki köylüler kaygılı şüpheli hatta düşmandırlar." (28) Kollektifleşmeyi özendirici bazı uygulamalar vardır. Örneğin sabun gaz gibi günün en temel gereksinimlerinde üyelere öncelik verilmektedir. Tanm aletlerinin özel mülkiyeti sınırlıdır. Kooperatif topraklan traktörlerle sürülmektedir. Elbette bunlar içeride, devrimci köylüde çoşku yaratmaktadır. Dışandakiler kararsızdır. Kooperatife girmek, özel mülkiyetlerinden olmakla, küçük ama kendi toprağını sürmek arasında bocalamaktadırlar. Hem kaygılıdırlar hem de bir anlamda düşman.
İş Kollektifleri yukanda anlattığımız düzensizlik ve plansızdık nedeniyle tam olarak verimli değildir. Öte yandan özel mülküne sahip köylü yann ne olacağını bilmemektedir. Toprağa canla başla sahip olamamaktadır. Yann elinden alınabilecek düşüncesi üzerine yatınm yapma isteğini kırmaktadır. Tanmsal üretim düşer. 19 5 0 yılında büyük bir kuraklık yaşanır. Tohumlar yenir. Bir yıl sonra tekrar bir kuraklık daha yaşanır. Yugoslavya bir felakete doğru sürüklenmenin eşiğinde- didr. Öte yandan özel topraktaki köylülerden alınan zorunlu üründe parti yetkilileri gereksiz uçkunluklar yaparlar. Bu KP'ne duyulan güveni azaltır.
Sonuçta, 19 5 3 yılında toprak mül
kiyeti 100 dönüme düşürülür. Özel çiftliklere kredi açılır. Arkasından ABD'ilk tahıl yardımını yapar. Küçük toprağında kararsız bekleyen köylü açısından durum aydınlanır. Üç yıllık deneme süresi bitince kooperatifler çözülmeye başlar. Yugoslavya kırlan bugünkü kırlannı belirleyecek olan yola çıkar. Devrimci köylünün, proleter- ya dayatması olmadan varacağı devrimci konak bu kadardır.
Stalin Yugoslavyayı kulaklar ülkesi görmekte haklıdır. YKP'si istedikleri kadar itiraz etsinler uygulamalan kırda özel mülkiyeti özendirici olmuştur. Kırdaki sınıf farklılaşmasının önünü tıkamaya çalışmışlar, uzlaşmazı uzlaştırmayı denemişlerdir. •
Günümüz KırlarıŞimdi öyle bir ülke düşünelim ki
anayasa ile 100 dönüm üzerinde toprak mükliyeti yasaklanmış. Oysa toprağın verimliliği büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Toprak ne kadar büyürse o kadar makina ile sürülmeye, gübrelen- meye yatkınlaşır. Kapitalizmde kır tekellerinin devasa topraklan dünyanın en verimli yerleri. Sosyalizm kırda toprak mülkiyetini kaldırarak verimi daha da arttırma ufkunu veriyor.
Oysa Yugoslavya kırları en fazla 100 dönümlük çiftliklerle kaplı. Sosyalizm kırda yok. Gerek kooperatif gerekse iş kolektiflerinin bugün kapladığı alan ülkenin ancak yüzde 15 kadar, ancak bu kadar alan büyük agro-çiftlik olarak sürülebiliyor. Öte yandan kapitalizmde gelişemiyor çünkü üstünde 100 dönüm sınırlandırması var. 19 6 0 yılına kadar özel çiftliklere tarım aleti satın alma hakkı bile tanınmıyordu. Şimdi buna olanak var ama kırlann verimi çok düşük. 1 9 8 0 yılında verimi
35
arttırmak için IMF ve Dünya Banka- sı'ndan "Yeşil Devrim" kredisi almış. Pek bir yarar sağlamamış. Avrupa'nın en verimli topraklan en bakımsız atıl topraklar durumunda. 1930'larda Hitler ordusunu beslemiş olan Yugoslavya şimdi Avrupa'dan her yıl tahıl alan bir ülkedir.
30 yıldır kırlar nesilden nesile geçe geçe daha da küçülmüştür. Kırlar köylüye hiç bir ufuk vermez. Yann bir ka- nş toprağın iki kanş olur demek imkansızdır. Yaşlılar boğaz tokluğuna sürerler. Kendilerini geçindirmekten uzaktırlar. Gençler okuldan sonra hemen kente geçerler. Çoğu köyde tek bir gence rastlanmaz. Bu anlamda kentleri beslemeye yetmez Yugoslavya kırları.
Kırlann bölünmüşlüğü köylünün başına derttir. Ne satabilir ne geçimini sağlayacak kadar arttırabilir. Bu bir tek Yugoslavyaya özgü bir özellik getirmiştir. Bu ülke yan proleter yan köylü bir tabaka oluşturmuştur. Toprağın hasat yapılacağı ağustos ve ekim arası bir çok fabrika ya kapanır ya da kapanmakla yüz yüze kalır. İşçilerin çoğu ya yıllık izinlerini alarak ya da hastalık bahenesi ile minicik toprakla- nnda hasat toplamaya giderler. Kentte proleterliğin durumu da çok iyi olmadığından kırdan elde edilen ürün bütçeye katkıda bulunmaktadır. Yugoslav köylü-proleteri bu ürünü, satmaktan çok kış günlerinde sofrasında yemeyi hedefler. Bu tabakanın ülke içindeki yüzdesi 40'ı geçer. Sonuçta kırlar kentlerin gelişimine destek olacak yerde Yugoslavya da tam tersine köstek olmakta, fabrikalarda çalışan işgücünü çalmaktadır.
Son olarak yukanda sözünü ettiğimiz, içinde özel mülkiyeti olan agro- çiftliklerle küçük çiftliklerin bir karşılaştırmasını verelim. 1 9 7 5 yılı verilerine göre bu büyük işletmeler kırlann yüzde 15'ini kaplar. Banndırdıkiarı nüfus toplam içinde yüzde 6 5 dir. Ama tarımsal üretimin yüzde 25'ini gerçekleştirirler, piyasada satılan temel tarım maddelerinin yüzde 46'sı bu çiftliklerde üretilir. Öte yandan özel çiftlikler ülkenin yüzde 85'ine yayılsa bile ürettiğinin yansını kendi kendine tüketmektedir, geliri ise diğerinin yansı kadardır. Bu köylülüğün yüzde 38'i geçimlerinin yansını dışandan elde etmektedir. (29) Yani ya fabrikada şur- da burda çalışmakta ya da dışanda işçi olan bir yakınından yardım görmektedir. Yugoslavya kırlan yürekler acısıdır. Küçük burjuvazinin kırdaki ufkuna
çok güzel bir örnektir.
BÖLÜM IIISTALİN ELEŞTRİSİ VESAĞA KAYIŞ TEORİLERİYugoslav yöneticileri Komün-
form'dan atılınca arkalanndaki sosyalizm desteği kalkar. Kendilerini yol ayı- nmında bulurlar. Ya Stalinin eleştirilerini kabul edecekler buna uygun politika izleyeceklerdir. Güneyin yoksul köylülüğü çıkarlan doğrultusunda bir politika izlemeyi hızlandıracaklar, kuzeyin burjuva talepleriyle dövüşeceklerdir. Bunu yaparkende tabanlannda- ki zayıf poreletarya öncülüğüne ve olmayan gücüne güvenecekler. Ya da tam aksi, kuzeyin burjuvazisinin taleplerinin arkasına yoksul köylülüğü takacaklardır. O zaman da hem proletaryaya hem de yoksul köylüye karşı Stalin ile hasaplaşacaklardır. İşte bu ikinci yol tutulur. Yugoslavya sosyalizm özlemli küçük burjuvalar ülkesi olur.
1 9 4 8 -4 9 arası hani hani Mark- sizm-Leninizm ile Stalinist sosyalizm arasında zıtlıklar aranmaya çalışılır ve küçük burjuva sosyalizminin teorisi yapılır. İlk önce nasıİ bir iktidar olunduğu açıklanmak zorundadır. Proletarya diktatörlüğü mü, halk demokrasisi midir? Halk demokrasileri yeni kurulan Doğu Avrupa sosyalist ülkeleri modelidir. Sovyetİerde yaşanan ise proleter- ya diktatörlüğü. Doğu Avrupa ülkeleri proletaryası diktatörlük kuracak güçte olmadığından diğer sınıf ve tabaka partileri ile koalisyonlar kurmuştur. Proletarya diktatörlüğü sonraki bir aşama olarak önlerinde durmaktadır.
Yugoslav yöneticilerin yukanda anlatılanlara bakışı farklıdır. Djılas sorunu tam ters olarak koyarak halk demokrasilerini, proletarya diktatörlüğünün bir üst biçimi olarak değerlendirir, ve "eğer olm asaydı iktidarı diğer sınıflarla paylaşırdık" proleterya diktatörlüğü dememelerini şöyle gerçeklendirir:
"Taktik olarak, köylülüğü ve küçük burjuvaziyi sınıf o larak ürkütür- dü. Proletarya diktatörlüğü terimi kitlelerin bazı kesim leri tarafından reddedilirdi; iktidardan indirilen burjuvazi onları korkutup, hüküm etin kendi hüküm etleri olm adığı düşüncesine çekebilirdi. Ve teorik o la rak, Yugoslavya'da, Ekim Devrimi hem en sonrasında Sovyetİerde yaşandığı gibi bir proletarya diktatörlüğünün katı özellikleri yoktur. Am a bu halk devriminin Leninist teorideki proletarya diktatörlüğün
den farklı olduğunu gösterm ez." (30) Yugoslav yöneticiler iktidarlarına proletarya diktatörlüğü diyemiyorlar çünkü köylülükten korkuyorlar. Proletaryanın gücü yoktur, iktidar olamıyor. İktidarda ama iktidarsız bir proletarya. Bunun siyasetteki adı halkçılıktır, populistliktir. İKi yüzlülüktür. Öte yandan Sovyetlerdeki biçimiyle bir proletarya diktatörlüğü yoktur. Devrim sırasında Sovyetler Birliğinde çeşitli sovyetler oluşmuştur. İşçi sovyetle- ri, köylü sovyetleri, askeri sovyetleri kurulmuştur. Yani her, sınıf ve aydın, kendi çıkarlannı temsil eden bir örgütlenmeye gitmiştir. Yugoslavya'da ise halk komiteleri vardır. Halk komiteleri içinde zengin köylü, yoksul köylü, kır proleteri olduğu gibi aydın da vardır. İktidan da devrim sonrası bu komiteler üstlenmiştir. Şimdi bu halk komiteleri Ekim Devriminin sovyetleri midir? Bize göre elbetteki değildir. Ama Yugoslav yöneticileri göre halk komiteleri sovyetlerin bir evresi de değildir ondan daha ileridir. Soruna bakış açısı tamamen tepesi taklaktır. Halk komiteleri içinde çeşitli sınıf ve tabakalann kaynaşmış, kaynaşabilmiş olması onlan sovyetlerden üstün kılmaktadır. Böy- lece halk komitelerini olduklanndan daha sol görerek Yugoslav yöneticileri gericilik yapmaktadırlar.
Küçük burjuva teorisyenleri kendi sosyalizmlerini Doğu Avrupa halk demokrasilerinden de farklı görürler. Oralardaki tartışmalan gereksiz ve sıkıcı bulurlar. Farklı halk tabaka ve sınıf- lann ayn partileri olmasını kendi ulusal cephelerinden geri bulurlar. Ulusal Cepheleri oysa bunu yaşamak, o günkü kozmopilit yapısını aşmak zorundadır. Yugoslav teorisyenleri bunu da görmezler.
Bağlantızların miman Kardeli Yugoslavya'nın halk demokrasisinden ne anladığını şöyle dile getiriyor-. "Halk dem okrasisi proletarya diktatörlüğünün "özel dem okratik bir biçimidir."... halk dem okrasilerinin yapısı çalışan geniş kitlelere yani halka gid erek daha ço k güvenebilm eye o la nak tanıyan tarihi koşullarda doğar. Devletin yönetim inde kitlelerin günlük ak tif katılım ına güvenilebilir. Günümüzde Sovyetler Birliğinin 3 0 yıldan beri varolduğu ve sosyalizmin dünya çapında tarihi bir za fer kazandığı koşullarda, geçiş dön em inin bu halkçı dem okratik yanı daha ağırlıklı o larak ön e çıkm aktadır. Çünkü bugün sosyalist bir devlet, kitlelerin daha geniş kesimlerinin
36
katılımına Ekim Deurimi sonrasında p ro leter diktatörlüğünün tanıyabileceğinden de çok olan ak verm ektedir. Bu koşullarda, kitlelerin devlet yönetiminin bütün katm anlarına direkt katılımı daha artar, d e m okrasi derinleşir ve daha da gelişir." (31) Kardeli'ye göre bu nedenle de halk demokrasisi proletarya diktatörlüğünün bir üst evresidir. Yugoslavya yöneticileri diktatörlük yerine demokrasi derdindedirler. Onlar için farklılaşmaya çalışan halk vardır. Çeşitli partiler yoktur. Bu halka devlet teslim edilmelidir. Bunun teorisi yapılmaktadır. Yıllardır Sovyetler Birliği nedeniyle sosyalizm saygınlık, kazanmıştır. Proletarya diktatörlüğü demenin gereği yoktur. Artık her tabaka sosyalizm özlemi içindedir. O nedenle halk demokrasisi, proletarya diktatörlüğünden üsttedir.
Halk demokrasisi böyle konduktan sonra Stalin'in proletarya diktatörlüğü eleştirisine geçilir. "Bu eleştiri devlet kapitalizmi teorisi o larak bilinir. Tem el olarak devlet mülkiyeti ve üretim araçlarının kontrolü baştaki geçiş dönem inin ayrılmaz bir parçası oluşu sadece ilk dönem dir. Kapitalizmin bütün kalıntıları ortadan kaldırıltıktan sonraki süreç devletin yok oluşuna varmalıdır. Eğer yok olm uyorsa ki, 1950 de Sovyetler Birliği'nde böyle bir belirti yoktur, o zaman geçiş dönem inde bir çelişki var dem ektir. Başta, artı değer kapitalistler yerine bürokrat- larca özümsenir. Sonuçta, bürok- ratlaşma kendi içinde bağımsız bir sistem haline gelir, üretim araçlarını kendi kontrolunaalır. Son olarak bürokratlar ayrı bir sınıf olurlar, devlet kapitalistidirler." (32)
YKP'si, Stalini sosyalizmi, devlet kapitalizmi haline getirmekle suçlar. Marksizm devletin zamanla yok olacağını söylemektedir. Oysa Stalin'li Sov- yetler'de devletin yok oluşuna doğm gidilmemektedir. Kamu araçlannın mülkiyeti, devleti idare eden borükrat- lann eline geçmiştir. Bürokratlar işçinin artı değeri üzerinde karar vermektedirler. Evet, Stalin'in bürokratikleştirme eleştirisi doğrudur. Pragmatik küçük burjuvalar bir kaç yıllık pratikleriyle bunu görmüşlerdir. Ancak artı- değerin işçi köylü devletince dağıtılması sosyalizme aykın değildir. Hatta bunun merkezden dağıtımı gereklidir. Yugoslavya bunun doğruluğunu 30 yıl sonra kabul edecektir. "Stalin'in yanlışı artı değerin devlet eli ile dağıtı
mının soysuzlaşmasıdır. İşçi köylü devleti bu dağıtımın kontrolünü sağlayıcı mekanizm ayı iyi kurm ak zorundadır. Bugün tüm Doğu Avrupa ülkelerinde bu m ekanizm adaki aksaklıkları hayretler içinde ve o jey le izlem ekteyiz. Ne yazıkki."
Yugoslav küçük burjuva yöneticileri böylece kendilerini proletarya diktatörlüğünden kurtanr, "halk d em okrasisi" "özgürlüğüne bayrak açarlar. Ama bu kez de ters uca savrulurlar. Stalin, bürokratikleşmeyi koyulaştınr- ken Lenin'in demokratik merkeziyetçilik ilkesinin merkeziyetçi yanına ağırlık vermiş olmaktadır. Bugün tüm Doğu Avrupa KP'lerinin de aynı yanlış içine düştüklerini görüyoruz, şöyle eleştiriyorlar şimdi Stalinist uygulamalan: "Politik kararların doğruluğu bilimsel karakteri ile açıklanıyordu, nasıl kabul ed ildiklerine önem verilmiyordu. "(33) Farklı sınıf ve tabakalann talepleri bir sosyalist Marksist bilimsellik kalıbına sıkıştırılıyordu. Bilimsellik iyice katı dar birer kalıp haline gelmişti. Ama böyle bir gelişme "hükümetin bilimdışı yöntem lere ulaşmasına varıyordu." (34) KP'ler bilimsel doğrular diye diye sosyalist bilimin dışına çıktıklarının farkında değillerdi. Bu merkeziyetçilik giderek katmerleşip bugünkü kendi yıkımına vardı.
Ama Yugoslav yöneticileri tam tersinden bilimselliği halk insiyatifine vererek, demokratik yanı vurgulayarak, küçük burjuva kendiliğindenciliğe varacaklardır. 12 Eylül yenilgisinden sonra bu zihniyet bizim siyasetlerimizde de moda oldu. Herşey tartışılacak, herşeyde demokrasi olacak deniliyor. Yugoslavya, Stalin merkeziyetçiliğinden kaçarken bu mentaliteye vanr.
Devlet mülkiyeti Yugoslavya'da sosyal mülkiyet adını alır. Sosyal mülkiyet işçilerin malı ise kontrolünü onlar yapmalıdırlar. İşçiler kuracakları konseylerle yalnız üretim araçlannın değil, aynı zamanda Sovyetlerde olmadığı şekliyle artı-değerin de sahibi olacaklardır. Bunu istedikleri gibi kullanma hakkına sahiptirler. ÖZ YÖNE- TİM'in teorisi budur.
Öz Yönetimin pratik işleyişine geçmeden Partinin öncü rolü üstünde vanlan konağı anlatalım. YKP'si merkeziyetçiliği demokratikleştirip artı- değeri de işçilere teslim ederek KP'yi dağıtma yoluna girer. 1952'de yapılan kongre ile partinin adı Lig olarak değiştirilir, Yugoslav Komünistler Lig'i, YKL olur. Böylece hem görevi değişecek hemde Sovyet etkisinden kurtulu-
nacaktır. Kongre YKL'in görevini şöyle benimser.
"Kongre, sosyal ilişkilerde daha dem okratik yönetim biçim ine geçtikçe, komünistlerin tem e! görevi ve rolü de, kitleleri eğitim ede politik ve ideolojik işolur... kom ünist Lig e k o nomik, devlet ve sosyal hayatta direkt yönetici ve em redici olam az." (35) Parti bir danışma organı gibidir. Teori, pratikten kopartılır. Devlet bürokrasisi ve temel tüm parti organları lağvedilir. MK'nin yetki ve sayısı azaltılır, böylece halkın eğitimine daha çok vakit aynlacaktır. Eğitim sosyalist bilinci artırmak, herkesin ideolojik bilincini partilinin bilinç düzeyine çıkartmaktır. Parti pratikte geri çekilince halkın girişimi ortaya çıkacaktır. Parti halkı ikna edecektir. İkna kelimesi ilginçtir. Yeni ama şimdi yine eski oldu. Demokratik Alman lideri Egon Krenz de partinin hatasının "halkı ikna etm ek yerine yönetm ek" olduğunu söylüyor. (36) Ama YKP elinde iktidaryet- kisi olmayan bir ikna mekanizması kurmaktadır.
Yugoslavya çok ilginç bir ülkedir, benzeri bizce yoktur ve sanınz olmayacaktır da. Bir devlet düşününkü partisi yok. Partiler kapitalizmde de var sosyalimz de de. Ülkede farklı sınıf ve tabaka görmeyenler sonuçta aradıkla- n proletaryayı da bulamayınca KP'ye eğitim görevi verip aktif politikadan uzaklaştınrlar. Ama parti olmayınca halkın ne istediği nasıl bilinecektir. Halkın nabzı nasıl ölçülecektir. Yugoslavya bir çözüm getirmek zorundadır elbette.
Partinin adının Lig yapıldığı gibi Ulusal Cephenin adı Sosyalist birlik olarak değiştirilir. Böylece halkın ne istediği Birlik'in sesinden dinlenilecektir. Kardeli Birliğin görevini şöyle açıklıyor:
"(Sosyalist İttifak) politik m ücadelenin tem el hattını belirleyen, devlet ve diğer kamu organlarını kontrol eden bir örgüttür.... Som ut politik ve diğer sosyal sorunlar Sosyalist Birlik içinde doğrudan çözülmelidir.... (S.B) işçi sınıfı ve sosyalist ü lkede yönetici güç olan tüm çalışan insanların politik Birliğidir. Birlik yoluyla politik rollerini yerine getirir, hüküm et ve diğer sosyal organların sosyalist politikalarını belirler." (37) Komünistler Liginin Sosyalist Birlik içinde "öncü rolü"yoktur, sadece ideolojik-birlik olarak en tutarlı kesimidir. Birliğin herhangi bir yaptı- nm gücüde yoktur, sadece kamuoyu-
3"
nun şekillenmesine, yöneticiler açısından kontrol edilebilmesine yanyordu. Yugoslav yöneticileri yaptınm gücü olmayan politik bir kurum gereksinimini böylece gideriyorlardı.
Komünist Parti nin ilk 5 yıllık uygulamaları Ulusal Cephede yaşanması gereken sınıf aynşmasını gündeme getirmişti. Cephe çeşitli gruplara bölünmüştü ve parçalanmak üzereydi. Herkes parti ve devlet içinde kendi taraftarlarını aramaya, yeni ilişkiler kurmaya başlamıştı. Ulusal Cephenin parçalanması, Yugoslavya bütünlüğünün parçalanması anlamına gelecekti. Zıtlaşmanın bir şekilde cephe içinde tutulması gerekiyordu. Ona yeni bir konum verilerek bu çözülmeye çalışıldı. Politik zıtlıklar Birlik içinde boğuldu.
Sosyalist Birliğin başka bir işlevi daha vardır. Yugoslavya sosyalist kamptan kopmuş kapitalist kampa yanaşmaktadır. Bir anlamda sosyal demokratlaşmaktadır. Eski devrimci günlerde sosyal demokrasi işçi sınıfını burjuvazinin kuyruğuna takmakla işçi sınıfının en büyük düşmanı olarak görülüyordu. Şimdi denize düşünce sosyal demokrat simidine sanlmak isteniyordu. Sosyalist Birlik böyle bir işlevi de yerine getiriyordu.
Aynı şekilde KP'nin sağa kayışına gerekçe yine Sosyalist Birlik olacaktır. Yugoslavya hep yalpalayan bir ülkedir. Bazen liberaller bazen sol radikaller ülkeye hakim olurlar. İki başlığın ifadesi işte KP ve Sosyalist Birliktir. Fazla sağa kayıldığında Sosyalist Bir- lik'ten, fazla sola kayıldığında da KP
den bir kurban verilerek işler dengede tutulmaya çalışılır. Birliğin en büyük başarısının Yugoslavya'yı Balkanların Lübnan'ı olmaktan kurtarmak olduğu söylenir. 1980'de 14 milyon üyesi vardı. Bu, 14 yaşın üstündeki nüfusun yüzde 85'i demektir. (38)
Son olarak YKP'nin bugünkü yapısına değinerek bu bölümü bitirelim. Lig, Marksın proletarya partisinin ilk ilkel biçimine verdiği addır ve bu anlamda bu kelime yol göstericidir. Leninist bir parti ile ilgisi yoktur. Eski bir Lig önde geleni D. Soskic, Lig'in diğer Doğu Avrupa KP'lerinden farkını maddelerken çok yol göstericidir. Bu maddelere baktığımızda Lig'in Stalinist parti anlayışına tepkinin sosyalizmin dışına çıkmanın son konağı olduğuda ortaya çıkar.
Lig'in görevi a) "toplumun direkt (parti tarafından bn) yönetim inden özyönetim e" geçişini sağlamak. Yani işçilerin "kendi kendini yönetm esini güvence altına alm ak. Aşağıda g öreceğimiz öz yönetimin işlemesinin garantisini sağlam ak.1' b) "Partinin devlet işlerinden tam am en ayrılması." Lig'in devlet işleri ile ilgisi yoktur. S adece talep geldiğinde halk eğitilir, sosyalist bilinç verilir."c) Lig ve diğer parti örgütleri arasındaki aktarma kayışı ilişkisinin ilgası' nı sağlar Lig'in diğer örgütlenmelerinin kendi kararlannı yürütücü olarak kullanma hakkı yoktur. Kendi politikt yetkisi olmadığı gibi başka örgütlenmeleri de basamak yapamaz.” d) Komünistler Liginin içişlerinde demokratikleşmeyi yerine getirir. Kendi içinde de merke
ziyetçiliği olmayan demokratik bir örgüt olması garantidir." e) Partiüyeleri- ne olağanüstü yetki ve haklar verm eye kesin m uhalefet" eder. (39)
Günümüzde Doğu Avrupa KP'leri- nin ne kadar merkeziyetçi, katı çürümüş, "bilimsellik" adına anti demokratik olduklannı gördükçe Yugoslav küçük burjuvalarının daha 1950'lerde 5 yıllık deneyimleriyle bunu sezdiklerini ve küçük burjuvaca tepki duydukla- nnı anlamak olasıdır. Ama vardıldan konum ile de KP'yi tamamen fonksiyonsuz, bir süs haline getirdikleri de ortadadır. Bir alıntı ile bitirelim. "Sırp köyünde orta eğitimin üstündeki üyelerin (ben çizdim) yüzde 54'ü Marks-Engels-Lenin'den tek bir yapıt ismi verem iyorlardı."(40) İktidarsız eğitim bu kadar oluyor demek ki.
BÖLÜM IVZITLARI UZLAŞTIRMAFORMÜLÜ: "ÖZYÖNETİM"Aşın merkezi planlama, Stalin'in
desteğini çekmesi, altta Ulusal Cephe örgütlenmesinin kozmopolit yapısı, diğer acemilikler Yugoslavya'yı ilk 5 yıl sonunda cin çarpmışa döndürür. Her- şeyi bildiğini sanan ama pek birşey bilmeyen, hep sorumluluk isteyen ama verilince kaçan, dar ufuklu, bel kemiksiz, yalpalaması ile ünlü küçük burjuva kökenli Yugoslav yöneticileri, demokrasi adına halkın kendiliğindenci taleplerine kendilerini bırakmak niyetindedirler. Öyle bir sistem kurmalıdırlar ki hem sosyalizmin bazı ilkeleri hem de kapitalizmin bir takım nimetleri olmalıdır.
Sosyalizm reforme edilir. Onun sosyal adaletçi yanı kalmalıdır. İşçinin işten atılması, işsiz kalması, artı-değe- rinin burjuvazi tarafından sömürülmesi olmayacak, eşit işe eşit ücret verilecektir Sağlık, eğitim, kültürel gelişim olacaktır. Ama bunlar merkezi bir plan içinde değil, kapitalizmin kıyasıya dö- ğüştüğü pazar koşullannda, sosyalist pazar koşullannda gerçekleşecektir.
Özel mülkiyetin olmadığı durumda işçiler kendi kendilerine en rasyonel, rekabetin zararlanndan annıldığı milli servetin ziyan edilmediği bir ekonomik modeli kuracaklardır. Sosyalizmin tepeden "buyurması", planı olmadan işçilerin kendi devleti kurulacaktır.
Çözülme (decentralizasyon) başlar. İlk önce bir kaç işletmeye ve kısa zamanda da tüm işletmelere kendi kendilerini yönetme yetkisi verilir, tepeye bağımlılık kalkar. 3 0 ’a kadar işçinin çalıştığı işyerinden herkes bir işçi
38
kollektifinin üyesidir. Çok kısa çalışıyorsa temsili kollektif kurulur. 2 yıl için fabrika da bizzat kol emeği ile çalışanlar arasından seçilen yönetim heyeti her hafta toplanıp müdür ve teknik elemanlan denetlerler. Fabrika müdü- rününde yine aynı heyet belediyeler heyeti ile örneğin adayları arasından seçer. Heyet ayrıca fabrikada neyin ne kadar üretileceğine, artı-değerin ne kadarının yatınma aynlacağına, nereden hammadde alınıp, üretilenin nereye pazarlanacağına karar verirler. _
İlk DönemÇoğu Üçüncü Dünya Ülkesinde
devlet eliyle kapitalizm kurulmuştur. Yugoslavya'da ise devlet eliyle sosyalizm, işçi iktidan kurulmaya çalışılır. İşçiler birden mülkiyeti olmayan kapitalistler oluvermişlerdir. 19 5 1 -5 7 arası plan yapılmaz, asgari bir yıllık hedef belirlenir. Fakat kısa zamanda bunun zararları görülür, hangi işletmenin ne kadar üreteceği, ne kadar büyüyeceğini bilmek sosyal bir yapıya kavuşmak için önemlidir. Öyle ya bu işletmeler kar peşinde koşmamalıdırlar. Ama sosyal amacın ne olduğu konusunda bugün bile cumhuriyetler bir anlaşmaya varamamıştır. Ama 1957-61 arası bir plan yapılmaya çalışılır.
ilk dönemde endüstri yıllık ortalama yüzde 13 tanm yüzde 7 .5 , ulusal ekonomi yüzde 10 .2 gelişir. (41) İşçiler gerçekten canla başla çalışmışlardır. Ama 1950'lerin sonuna gelindiğinde ekonominin dengesi bozulur. En başta sektörel denge kalmaz. Hafif endüstri yeterince üretilmiştir. Tüm Yugoslavların tüketemeyeceğinden çok ayakkabı vardır, ama yann üretimi sürdürecek kadar hammadde kalmamıştır. Ağır sanayi de, hammadde sıkıntısı başlamıştır, işsizlik çözülememiştir. Enflasyon başlamıştır. Pazar doludur, alıcı yoktur. Borçlar ödenememektedir. Ekonomi şişmiştir, üretmek için üretilmiş, yoksa kalkınma pek sağlanamamıştır. Ekonomi bu anarşik yapısından kurtulmalıdır.
Nasıl, ne doğrultuda çeki düzen verilecektir ekonomiye? İki temel görüş belirir. İlki tutucu, merkeziyetçi, soİ radikal kanattır. Bunlar açılımın aşırı olduğu, anarşiye vanldığını söyleyerek, 1945'lerdeki gibi olmasa da merkezi planlama yapılması, pazann kontrol altına alınması gerektiğini savunurlar. Rekabet ve pazar koşullann- dan uzaklaşmalı, federal yetkiler eskiden olduğu gibi artmalıdır.
İkinci grup, tahmin edileceği gibi
liberal kanattır. Ekonomideki dengesizliğin rekabet koşullanndan değil, tam tersine rekabetsizlikten, Federal Hükümetin elinde tuttuğu piyasaya müdahale yetkilerinden geldiğini savunurlar. Merkeziyetçilik sözde kalkmıştır. Federal Hükümet geçici kararlarla, fiyatlara, yatıranlara, kredilere müdahale etmekte, ayrancılık yapmaktadır. Piyasada söylenenin, sanılanın aksine gerçekten bir serbest pazar kurulamamıştır. Öte yandan, dış pazarlara açılmak gereklidir.
Tartışmalann altında yatan gerçeklik on yıl içinde Yugoslavya'nın ikinci bir yol aynmına geldiğidir. Liberal kanat kuzeyin zengin cumhuriyetleri Hırvatistan ve Slovenya'nın sözcüleridir. Kendilerini ekonomik olarak daha güçlü görmekte, ulusal ekonomiden, ona kattıklanna eş düşen pay almak istemektedirler. Federal Hükümetin, zayıf cumhuriyetleri koruyucu tavnnı eleştirmekte, onun elindeki bu yetkiyi almak istemektedirler. Güneyin geri bölgelerine yatınm yapmanın karlı olmadığını savunurlar. Onlara göre ulusal değerler buraya yatırım olarak gidince ziyan olmaktadır. Güney hammadde deposu olarak ulusal ekonomiye katkıda bulunmalıdır. Güney Cumhuriyetleri de kendilerince sömürülmektedirler. Kuzey kendilerinden ucuz hammadde almakta işledikten sonra pahalıya satmaktadır. Sonuçta liberal kanat kazanır. Yeni bir reform paketi belirlenir. Ve buna uygun 19 6 3 Anayasası çıkanlır, Yugoslavya adını Fedaral Halklar Cumhuriyeti yerine Fedaral Sosyalist Cumhuriyetleri olarak değiştirir. Artık Yugoslavya 6 tane cumhuriyet, 2 tane özerk bölgeden oluşan federal bir devlet olur.
Cumhuriyetler DönemiYugoslavya'yı anlamak gerçekten
zordur. Anlaşılmak için benzetmeler yapmak hem zor, hem de yanlış anlaşılmalara yol açabilir. Fakat sorunu şöyle koymaya çalışalım. Bu dönem özünde işletmelerin, Federal Devlet boyunduruğundan kurtulması dönemidir. Tek tek işletmelerin çıkan, ne de olsa sosyal adaleti sağlamakla yükümlü olan devletin uygulamalan ile zıtlaşmıştır. Federal devletin elinde savunma gücünün dışında sosyal ve yatıran fonu, dolayısıyla hem yaptınm gücü hem de ekonomik olanağı vardır. Ülkenin bütünlüğünü göz önüne alarak kaynak dağıtmaktadır. Bu durumda işletmelerin tek tek çıkarlan zedelenmektedir. Yeni anayasa ile bu so
run liberal şekilde çözülmesinin garantisi alınmıştır.
Öz yönetim ile yetkilerin işletmelere dağıtımı elbette sınırsız olmamıştır. Fıyatlann tüm ülke çapında belirlenmesi, ¡ücretlerde bir kontratlı standart sağlanması Federal Hükümetin elinde kalmıştır. Devlette çeşitli cumhuriyetlerdeki farklılıklan azaltmaya çalışmıştır. Her işletmenin kazancından sosyal harcamalara aynlan bir fon vardır. Zengin cumhuriyet işletmeleri elbette daha fazla kaynak vermektedirler. Ama sonuçta aldıklan pay, ülke genelinin ortalaması olmaktadır. Elbette bu zengin cumhuriyetlerdeki işletmelerin kaynaklannın pek yakın gelecek açısından çıkar sağlamayan yerlere dağıtımı sonucunu vermektedir. Yeni anayasa bu fonu, işletme yerine cumhuri- yetlen almaya başlayacaktır. Yani cumhuriyetler vergi olarak işletmelerden toplanacak ve bundan bir payı elbette daha azını federal kasaya aktaracaklardır. İşletmeler böylece bir yükten kurtulurlar. Öte yandan sosyal so- runlan kendi sınırlan ile küçültürler.
Federal Hükümetin elindeki diğer parasal imkan az gelişmiş Cumhuriyet ve Eyaletlerin Kalkınmasına Kredi Açma Fonudur (ACE KF). Ülkeye cumhuriyetler kriteri ile bakınca kuzeyin zengin cumhuriyetlerinin bu fondan kredi alması zordur. Zenginler buna da karşı çıkarlar. İddia ettiklerine göre ülkeye böyle bakmak sorunu çarpıtmaktadır. Zengin cumhuriyetlerin öyle geri bölgeleri vardır ki, yoksul cumhuriyetlerden daha az kalkınmıştır. O nedenle fonun biçimi ve kredi koşullan zengin cumhuriyetlerin de kredi alacağı şekilde değiştirilir. Federal Hükümetin varlığı bu konuda da sembolleşir.
En büyük sorun Federal Cumhuriyetin elindeki mali kaynağın alınmasıdır. Federal hâzineye bağlı tek bir Milli Banka vardır. Yani yasa ile tarım yatı- nm ve dış ticaret gibi fonksiyonlan belirli bankalara aynlır. Aynca cumhuriyetlere, hatta belediyele banka kurma, bir cumhuriyet bankasının diğerlerinden şube açması yetkisi tanınır. İşletmelerin mali kaynak bulmak için Federal Hükümet kapısını aşındırma zoru kalkar.
Aynca bu konuya bir aydınlık kazandıralım. Bankacılık konusu sosyalist ilkeler açısından karmaşık bir konudur. Bankaya yatınlan tasarruf işçinin artı-değeri olduğu ve nasıl kullanılacağında karar sahibi olması zorunluluğu, banka yöneticilerinin kapitalizmdeki gibi yetkilerle donanmasının
39
önünde durur. Bu bizim konumuz dışına taşan apayrı bir konudur. Biz sadece Yugoslavya'da bankalann diğer iş- letmelerdekine eş işçi kolektiflerince yönetildiğini ve uygulamada da kolektiflerin çeşitli işletmelerin ve belediyelerin el altından kontrol ettiği birer kurum olduğunu söylemekle yetinelim.
Federal hükümet dış ticaret yani ithalat ve ihracat tekelini de elinde tutmaktadır. İşletmelerin ihraç ettikleri ürünün dövizi Federal kasaya girmektedir. İthalat yapılmak istendiğinde yine Federal Hükümete baş vurmak gerekiyordu. Zengin cumhuriyetlere anlaşılacağı gibi bu ilkelerde dar gelir. Dış ticaret yeni yasa ile daha liberalleştirilir. Tek tek cumhuriyetlere dışan ile ilişki kurma yetkisi verilir. Kazanılan dövizin belirli bir yüzdesi işletmenin kontroluna devredilir. Bunun pratik sonucu olarak GATT'a girilir ve İMFden kredi alma olanağı doğar.
Anayasanın getirdiği diğer değişiklik cumhuriyetlerin yönetim yetkisini arttırmaktır. Yetkiler işletmelerin daha kontrol altına alabilecekleri cumhuriyete verilirken diğer yandan belediyelerin zorundan da kurtulunmuş olunuyordu. 1953'de federal ve cumhuriyet hükümetlerinin görevi olduğu belirtilmediği durumlarda yürütme yetkisi belediyejere verilmişti. Belediyelerin bu yürütmeden gelen bir yığın yetkisi olmuştu. Özellikle fabrika müdürlerini atama ve değiştirme imkanları, çeşitli vergiler koyarak işletmelerin üzerinde maddi zor kullanabiliyorlardı. Belediyeler genellikle federal devletin yürütücüleriydi. Parti çözüldükçe belediyeler güçlenmişti. Bu anlamda daha merkeziyetçi, yani liberallere karşıydılar, ülke genelindeki çıkar çatışması somut olarak kendini belediyeler düzeyinde gösteriyordu. Yeni yasa bu yetkileri tek ele, cumhuriyet hükümetine veriyordu.
Cumhuriyetlerin yetkisi o kadar çoğalır ki kendi kaderini belirleme hakkına bile kavuşurlar. Kosova örneğin bu nedenle özerk bölge statüsünden kurtulup cumhuriyet olma talebi ile ortaya çıkar. Cumhuriyet olarak federasyondan yasal yolla ayrılabilecektir. Ayrılmasa bile böyle bir yetki silah görevi görmektedir. Aynca cumhuriyetlerin yasa yapma hakkı vardır. Her birinde ayn ayn yasalar yürürlüktedir. Federal Hükümet'in varlığı bu sınırlarda gümrük duvan yükselmesini önlemektir. Öte yandan pratikte böyle bir duvar vardır. Yeni Anayasa ile Lig'in yaptığı kongre sırası tersine çevrilir.
Eskiden önce Federal lig'in kongresi yapılmakta sonra her cun ariyet Lig i yapmaktaydı. Bu durumda merkezin aidığı karar ve ona bağımlı kararlar almak öne çıkıyordu. Bu anayasa ile işler tersine döner. İlk önce Cumhuriyetler Ligi kendi çıkarlannı, hedeflerini belirler. Federal kongre de buna uyumlu ortak bir karar almak zorunda kalır.
Yeni reformlann ekonomide doğurduğu sonuçlar nelerdir? "Her bir cumhuriyet kendi dem ir çelik tesisini kurdu ya da geliştirdi. Birçoğu ekon om ik uerimlilisi belirsiz araba, elektron ik, beyaz eşya, kimya tesislerine ve çeşitli oram larda yatırım yaptı. G ereksiz tekrarlar ve yatırım imkanlarının çarçur edilm esi, ne yatay ne de d ikey boyutta optim alleş- m e olanağını ortadan kaldırıyordu." (42)
Yugoslavya Türkiye'nin yaklaşık 1/3 büyüklüğünde bir ülkedir. Hayalimizde Zonguldak ilimizin doğu sınınn- dan güneyde Antalya ilimizin doğu sı- nmna kadar uzanan bir hat çizelim. Yugoslavya işte bu çizginin batısında kalan alan kadar bir ülkedir. Şimdi bunun üstüne altı tane cumhuriyet iki tane de özerk bölge yerleştirelim. İşte Yugoslavya cumhuriyetleri özde bu kadar küçüktürler. Bir cumhuriyet Trakya Bölgemiz, Marmara Bölgemizin geri kalanı başka bir cumhuriyet olsun. Bu cumhuriyetlerin her birinin kendi demirçelik tesisi, kendi araba, elektronik eşya fabrikası olsun. Size rasyonel geliyor mu? Milli değerin ras- yonal kullanımı mıdır? İşte 1960'lann Yugoslavyası merkeziyetçiliğin bağımlılığından kurtuldukça, rekabet, işçi öz yönetimi diye diye böyle bir ekonomi kurmuştur. İşletmeler hep kapasite altı çalışmakta, verimlilik çok düşmektedir. Fabrikalar kendilerini yeni- leyememektedir. Bütçeler sürekli açık vermekte, enflasyonist baskı giderek artmaktadır. Ekonomi yenilenmek istemektedir, ama baştaki serbestlik kredi olanaklannın çoktan kullanılması ve çarçur edilmesini doğunnuştur. Ne plan yapılabilmekte, ne yapılana uyulabilmektedir. Tam bir anarşi içine girer Yugoslavya.
Ekonominin vardığı bu son konak, sağa kayışın vardığı boyut elbettde Lig içinde tepkiler biriktirir. İstihbarat şefi, daha sonra başbakan olan Rankoviç gizli sol bir örgütlenmeye başlar. Özellikle geri cumhuriyetleri, Bosna-Her- sek, Makedonya, Sırbistan ve Koso- va'da ilerici parti ve yetkililerle sürekli
irtibat içindedir. Ancak kuzeyin liberalleri, Tito'yu da yanlanna alıp Ranko- viç'i görevden attırmayı başarırlar. Böylece Yugoslav yönetiminin tepesi liberal ağırlık kazanır.
Hırvat MilliyetçiliğiFırtınalı denizde gemisini kurtaran
kaptandır. Hırvatlar (cumhuriyetin başkenti Zagrep'tir) bu anarşik dönemde pastadan aldıklan payı arttırma yoluna çıkarlar. Hırvat-Sırp uzlaşmazlığının temeli Sırp Prensliğine kadar uzanır. Sırplar askeri açıdan daha üstün ve gelişkindirler. Avrupa kapitalistleri kendilerine bağlı bir ülke kurulması sırasında Sırp Prensliğini bu nedenle tercih ederler. Hırvatlar ise aksine ekonomik olarak güçlüdürler ama, askeri ilanda güdük olmalan kendi iktidarlarını kurma olanağını vermemektedir. Oysa dilleri Hırvo-Serbi, iki dilden de kelimelerle kaynaşmış, tek bir dil olmuştur. Ama aralanndaki sürtüşme kalkmamıştır.
Rankoviç bir Sırptır. Diğer iki özerk bölge Sırp topraklan içindedir. Hırvatlar Sırp zorunun devam ettiğini, Sırplann tüm cumhuriyetleri sömürdüklerini söyleyip başkaldınrlar. Ülke üretiminin yüzde 30'unu gerçekleştirdiklerini, ama bankalanndaki paranın tedavüldeki paranın ancak 1/6 olduğunu, dövizlerin yansını ülkeye kendilerinin getirdiğini ama aldıkları payın yüzde 10'da kaldığını savunurlar. Yeni yasa verimliliği öne çıkarmış, her cumhuriyete genel ekonomiye kattığı kadar pay alması hakkını vermiştir ama Sırplar, iktidarda çoğunlukta olmanın avantajını kullanarak adil bir dağıtımı engellemektedirler. Sırplann (Başkent Belgrad, aynı zamanda Federal Hükümette burada) tüm uluslan baskı altında tutmasına son verilmesini isterler. Hırvatlann ayaklannı çizmeye göre uzattıklan alanlarda diğer cumhuriyetlerden destek alırlar. Slovenya, geri cumhuriyet Makedonya hatta Kosova bu taleple birleşirler. Oysa Kosova en yoksul cumhuriyet oluşuyla Hırvatistan'ın anti tezidir. Ama milliyetlere daha fazla hak verilmesi Kosova elindeki kozu arttıracaktır.
Hırvat olaylan iyice çığınndan çıkar. Tito'nun heykeli yerine eski bir burjuva milliyetçisininki dikilmeye çalışılır. para birimi değiştirilmek istenir. Bayrak belirlenir. Hırvatistan sınırlan içinde olan Dalmaçya kıyılannda donanma kurma çalışmalarına başlanır. Anayasanın değiştirilmesi karan atanır, vs. vs. Liberaller, arkalarına bazı parti yöneticilerini, gençliği, basın ya-
40
yın kurumlannı, aydınlan katolik kilisesini alırlar. Günlerce öğrenci gençlik kenti işgal eder. Öte yandan Parti tutucuları ve Tito'nun temsilcileri ile gizli toplantılar yapılır. Sonuçta anlaşmaya varılır. Hırvatlar bağımsızlık isteğinden vazgeçerler. 1 7 .0 0 0 Hırvat milliyetçilik suçlaması ile hapse atılır. 1 1 .8 0 0 kişi ceza yer. 1 .7 0 0 kişi sürü- lor. (43)
"Tito Hırvat milliyetçiliğinin halk tabanını kesm ek için aynı zam anda ulusal taleplere birçok haklar verdi. Böylece, ihracat şirketleri döviz gelirlerinin eski yüzde 1 7.21lik kısmı yerine şimdi yüzde 20'sini, turistik işletm eler yüzde 12 yerine kazançlarının yüzde 45'ini ellerinde tutabileceklerdi. Ayrıca aynı yıl içinde dinar iki kez devalüe edildi. Böylece Hırvatlar dövizden eld e ettik leri geliri arttırırken Sırp, M ontenegro, M akedonya gibi az gelişm iş bölgelerin m eta ithalatı zorlaşm ış o ldu." (44)
Hırvat olaylannın sosyalizmdeki ulusal soruna ışık tutması gerekir. Marks ve Engels federasyonunun proletarya çıkarlarına hizmet etmeyeceğini savundular. Federasyon proletaryanın ekonomik bağlarını zayıflatır. Kalkınmaya, kısa bir tarih dilimi içinde yarar sağlasa da uzun dönemde prole- terya çıkarlarına zararlıdır. Hırvatların federasyona katkısı fazladır ama uzun dönem göz önüne alınıp bu katkı diğer cumhuriyetlere dağıtıldığında kısa devrede yapılabilecekleri katkı azalmaktadır. Sanayinin yenilenemeyip, diğer uluslararası sektörlerle uzun dönemde rekabet edemez duruma gelmelerine yol açacaktır. Sosyalizm ulusal farklılıkları azaltmada olumlu rol oynarken böyle bir gerçekliği de göz ardı etmemelidir.
1 9 4 5 -6 5 yıllan arasında Yugoslavya'daki biçimiyle sosyalizm bu doğrultuda pek başanlı olamamıştır. Ulusal farklılıklar giderek artmıştır. Hatta 1956'dan bu yana sorun kuru bir laf olmaktan öteye gidememiştir. Az gelişmiş cumhuriyetler ve Kosova'nın Hızlandınlmış Kalkınma Fonu nun 1 9 7 6 yılında kullandığı kriteri Yugoslavya'daki ulusal farklılığı yansıtması açısından aktaralım. (Tablo IH'e bakınız)
Kişi başına üretim Yugoslavya genelinde 100 olarak kabul edildiğinde Slovenya neredeyse bunun iki katını üretmektedir. Kosova'nın katkısı ise yine Yugoslavya genelinin ancak 1/3'ü kadardır. İki cumhuriyeti karşı-
Tablo 3
C U M H U R İY E T L E R k iş i başına ü rün <1977-78)
ça lışan 10 0 0 k iş in in is tih d a m a ıa m <1978)
so s y a l sak. k iş i se rm a ye a ra n ı <1
Yugoslavya geneli 100.0 100.0 100.0Slovenya 196.8 171.7 197.0Hırvatistan 127.9 114.4 130.5Voyvodına (özerk) 122.3 103.2 100.6Sırp merkez 95.7 97.1 80.9Makedonya 6 6 . 8 8 8 . 8 75.1Bosna 67.4 76.7 76.0Montenegro 60.8 84.7 105.5Kosova (özerk) 29.5 51.9 46.6
Kaynak: Borba, 28 Nisan 1980 s.9 (aktaran 46)
laştınrsak fark 6 katına ulaşır. Biri ileri bir Avrupa ülkesi düzeyinde üretiyorsa diğeri geri bir asya ülkesi gibidir, İş bulma konusunda Slovenya'lı Kosova vatandaşından çok daha şanslıdır. Buna karşın Slovenya'ya yapılan yatırım Kosovanın neredeyse 4 katıdır. Biz sadece iki uç cumhuriyeti incelemekle yetinelim. Genel olarak Yugoslavya yöneticiler devrim öncesi aldıklan mirasa özyönetim ile hiç bir şey eklememişler. Ulus farklılığını olduğu gibi dondurmuşlardır. Her yeni yatının ise farkı azaltmak bir yana arttırmaktadır.
Kosova sorunumun ekonomik temeli daha açık olarak önümüzde duruyor. Kosova olaylan Hırvat milliyetçiliği ile ivme kazansa da konu daha çok Kosova'nın en başta cumhuriyete katılması ile başlar. Tüm dünyadaki Ar- navutlann l/3ü Yugoslavya’da yaşarlar. Ve bilindiği gibi Arnavutlann bağımsız bir devleti Arnavutluk vardır. Kosova Arnavutları 1 9 6 0 ’lara sol kanadın lideri Rankoviç iktidara gelene kadar silahlannı bırakmamışlar, Yugoslavya’dan aynlmak istemişlerdir. Rankoviç döneminde dağda mücadele veren partizanlardan 9 0 0 silah ele geçirilir. (47).
Kosova Yugoslavya'nın Kürt sorunudur denebilir. Ülke sağa kaydıkça Kosova sorunu çatallaşır. "Kosova, Yugoslav milliyetler sorunun özellikle de ekon om ik eşitliğin ulusal duyguları sileceği Marksist tezinin m ihenk tasıdır. "(48) Yugoslavya yardım fonuna Kosova adını özellikle eklemiştir. "Ancak m utlak olarak Koso- va'mn kazançları tartışma götürm ese bile diğer Yugoslav fed era l birimleriyle karşılaştırıldığında geriye kaymıştır ve bugünkü kişi başına
sosyal üretimi Yugoslavya ortalamasının yüzde 28.8'inden fazla d e ğildir. (49) Kosova Milliyetçiliği Büyük Arnavutluk Devleti hayalleri beslesede de özünde bunu daha fazla yardım almak için kullanır. Öte yandan, Federal Hükümetin "sol kanat"üyelerinin liberallere karşı kozu olarakta Yugoslav genelinin çıbanı haline gelir.
İşçiler S ahn edel9öO'larda cumhuriyetlerde par
çalanma, özellikle Hırvat milliyetçiliğinin burjuva talepleri, ekonomideki anarşi ortasında birden işçilerin sesi duyulmaya başlar. Grev konusu Yugoslavya yöneticilerinin hiç akıllanna getirmedikleri bir konudur. Özyönetimle iktidann işçilere verilmesi, böyle bir taleple yüz yüze gelinebileceğini düşündürmemiştir. Konu ortadadır. Grev yapmak ne yasaldır ne de değildir. Grevler birden işgücünün yüzde 80'inini içine alır. Ama çok dağınıktır. Süreleri çok kısadır. Yüzde 60'ı istediklerini hemen elde ederler ve grev bir kaç gün içinde biter. Taleplerin çoğu gelir dağılımı ile ilgilidir.
Herkes çok şaşınr. Ne olmaktadır? İşçilerin huzursuzluğunun kökü nedir? bu konuda yığınla araştırma yapılmıştır.
"Fabrika işlerinden devlet bürokrasisinin kalkınmasının, endüstride katılımcı dem okratik karar almayı garantilem ediği ortaya çıktı, iş Kol- lektifinin kendi üretim araçlarına ve artı-değerine yabancılaşm ası sanki daha zor görünür oluyor ve daha zararlı bir biçim alıyor gibiydi. Grevlerin sayısının g iderek artması, sosyolojik araştırm alardan e ld e edilen kanıtlar, yetkililere tem el çelişkilerin işletm elerin kendi yapıları içinde o lduğunu gösterdi." (50) İşçilerin grev
41
yapma nedeni cumhuriyet yada Federal Hükümetle ilgili değildi. İşçiler, kendi fabrikalanndaki çelişkinin sonucu olarak greve gidiyorlardı. Öyleyse özyönetimin fabrika birimlerini mikroskop altına almak gerekiyordu.
"Jovanov'a göre iş bırakmalanna katılan protestoculann yüzde 7 4 ü özellikle eliyle çalışanlardı, (manual işçiler). "Ayrıca, iş bırakmaların yüzde 70'inde ki bu tür protestocuların yüzde 60'ını kapsar, sorun temsili organla değil, temsili organdaki yöneticilerle ilgiliydi. Hatta iş bırakmaların yüzde 85'ine en az bir tem sili organ üyesi katılm ıştı."(51) İşletme içindeki saflaşma demek ki, işçiler ve seçtikleri yönetim heyeti ile değildi, düğüm, yönetim heyetindeki yöneticilere karşı, sıradan işçiler ve temsilcilerin birleşmesinde yatıyordu.
"Genelleme yaparsak, fabrika müdürleri, kısım şefleri, tekn ik uzm anlar hem fabrika hem de ek on o m ik birim düzeyindeki temsili organların karar vermesi konusunda son d erece etkiliydiler. Yasaya göre, yöneticiler sadece önerir ve yürütürlerdi. Temsili organlar karar verirdi. A ncak araştırmalar, ön erm e yetkisinin karar yetkisini ortadan kaldıracak şekilde ortaya koyu- labileceğini göstermiştir. Son kararı veren öz yönetim organları olsa bile, onların seçim yapacağı alternatifler, fabrika müdürü ve tekn ik personeli tarafından hazırlanıyordu. G enel o larak birbirleriyle yarışan önerilerin farkı, üretimi yapan işçilerin anlam ayacağı kadar karmaşık- ■ 11. Ayrıca herhangi bir öneriyi olduğundan farklı gösterecek şekilde sunma olanağı da vardı. G enel o la rak tekn ik bilgi üstündeki yeten eklerinin ve kontrollerinin, yöneticilerin elinde ço k güçlü bir silah olduğu ortaya çıktı." (52) Görüldüğü gibi ülkenin ekonomik gidişi işçilerin elinde gözükse bile gerçekte müdürler, teknik elemanlar, uzmanlann, elindeydi. Ayrıca hiç şüphe yok ki dönenleri kavrama yeteneğinde olan uyanık işçiler hatta çoğu yerde rastladığımız gibi sendika yöneticileri bu yöneticiler tabakası ile yetenekleri ölçüsünde kaynaşmışlar ve gelirden paylarını alıyorlardı.
Yukarıdaki alıntılar bizzat Yugos- lavların kendi araştırmalanndan vardığı sonucu yansıtır. Şimdi bu ülke konusunda uzmanlaşmış bir İngiliz'in düşüncelerini aktarallım:
'Yasa, İş Kollektifleri, yönetim e
katılm a haklarını işçi heyetleri ile gerçekleştireceklerdir dem esine karşın, işletm e müdürlerine üretim sürecini örgütlem e... işletmenin fa a liyetinin ve planının gerçekleşm esini yönetm e... 'yasaları uygulama', yetkisini veriyordu. Müdürün işlet- ıfıe adına bağlayıcı andlaşm a yapma, işçi alma, işçiyi çıkarm a, günlük disiplini sağlam a yetkisi vardı. Yetkisi dahilinde olduğu düşünülen ko nularda işçi heyetine danışm ak zorunda değildi am a tem el politika d eğişikliği söz konusu olduğunda danışm ak zorundaydı. Günlük işler ve tem el politik sorunlar arasındaki ayırım ise açıkça belirlenm emişti." (53) Yazar az sonra şu yargıyı yapıyor. 'Yugoslav işçiler Ingiliz m aden işçilerinden daha çok fabrikalarının sahibi değillerdi... Ayrıca Yugoslav ve İngiliz işçiler arasındaki büyük fark, İngiliz işçilerin arkasında daha iyi ücret ve çalışm a koşulları m üzakere ed eb ilecek güçlü bir sendika olm asıydı." (54)
Yazımızın uzunluğuna karşın bugünkü Sovyet reformlan açısından konuyu değerlendirmeyi önemli görüyoruz. Gorbaçov da parti bürokrasisini kırmak, çürümüşlüğü temizlemek, va- nlan hantallığı yıkmak için fabrika yöneticilerinin sorumluluğunu arttırdı. Ama Yugoslavya deneyi ile arada bir fark var. Gorbaçov bu arada bir yandan merkeziyetçiliği aynntılanndan arındırıp daha özleştirirken, işçilerin denetimini yükseltmeye hizmet edecek-Glasnostu, açıklığı getiriyor. Sovyet uzmanlan Yugoslavya özyönetimi deneylerinden bu sınırlar içinde yararlanmaya çalışıyor, ya da çalışmalıdırlar.
Yugoslavya deneyi bir konuya da ışık tutacak ip uçlan veriyor. Devlet adamlanndan daha güç ve yetki sahibi fabrika müdürleri, teknik elemanlar konumlanndan hiç te memnun değildir. Ekonomideki kargaşalık, başan- sızlık zaten bunun nedenlerini açıklar. Fabrika müdürleri, ilk dönemde Federal Hükümet'in parçalanması ile yetkileri artan belediyelerle işi götürmeye çalışmışlardır. Ama belediyelerin alan- lan, fabrikalann üretim alanı göz önüne alınırsa dardır. O nedenle cumhuriyet dönemi, fabrika yöneticilerinin özlemi olmuştur. Ama cumhuriyetler dediğimiz nedir ki? Büyüklüğünü yukan- da gördük. Öte yandan Yugoslavya herşeye karşın yine bir devlettir. Bir ekonomik bütünlük kurmuştur. Cumhuriyetlerin anayasası kendi kadeni ta
yin hakkını verir. İstendiği anda Federal Cumhuriyet'ten aynlınabilir ama istenen bu değildir. Ekonominin talebi başka doğrultudadır. Tam da Gorba- çov'un yaptığına uyar.
"Devletin rolü sorununu çözm ek zorundayız. Bugün, devletten şöyle bir söz etm ek bile yanlış anlaşılıyor; am a özyönetim den yana olan ko münistler dev lete karşı değiller, sad ece etatist dev lete (devlet için devlet olm aya bn.) karşılar. Hatanın temeli devletin yok olacağı fikrinin basitleştirilm esinde yatar." (55) Marks'ın devletin yok olacağı tezinin vardmldığı noktanın yanlışlığı kabulediliyor. Devam edelim: "........ birplan yapm aya düşm anlık eken om i için yalnız 2 alternatif olduğu yanlış saptam asından doğdu-yasal olarak bağlayıcı fed era l plan yada tam amen serbest pazar, ikisi d e başarılı sonuç verm edi ve ideolojik olarak ikisi d e kabul edilem ez. H atta.... seçim var olan parçalanm ış bürokratik m üdahale ile özyönetim in yeni evresine dayalı örgütlü bir m üdahaledir." (56)
Sonuçta vanlan konak plan ve devlet ihtiyacıdır. 1973'de kabul edilen anayasa Yugoslavya'ya BETO denilen özyönetimin başka bir devresini getirir. Yürürlükte olan da bu sistemdir.
BİRLEŞİK EMEĞİNTEMEL ÖRGÜTLENMESİ (BETO) DÖNEMİPlan gerekliliğini Yugoslavya yine
kendine göre çözecektir. Çıkılan yol geri dönüşün önünü tamamen tıkamıştır. Plan her yerde görüldüğü gibi tepeden değil aşağıdan yapılır. Üretilen her ne olursa olsun eğer ki para birimi ile değerlendirilemiyor ise o şeyi üreten işçiler emeğin en küçük birimi olarak kabul edilirler. Tüm işletmeler böyle örgütlenme birimlerina aynlır- lar. Büyük işletmeler bir anlamda BE- TO'ler Konfederasyondur. Örneğin bir tekstil fabrikasında 5 6 0 0 işçi vardır diyelim. Bu fabrika 2 0 BETO'ye bölünmüştür.
BETO ’ler nasıl çalışır? Her bir BETO üyeleri sürekli olarak tartışarak bir üretim hedefi belirlemeye çalışırlar. Çeşitli sektörler ve ülke genelinde bilgili ekonomi odalan bu hedefleri toplar ve ulusal ölçüde uyuma sokar. Bu çıkan taslak sendikalarla yapılan toplantıda tartışılır ve bir andlaşma imzalanır. Sonuçta tüm ülke ekonomisi 2 4 0 tane sosyal andlaşmaya uygun
42
D iz im inancımıza göre sosyalizmin kamu mülkiyetinden kapitalizmin özel mülkiyetine atlamak sosyalist devrim yapmaktan daha kolay değildir. Yugoslavya'nın ekonomik çıkmazlarının Doğu Avrupa ülkelerinin tozu dumanı dindikten sonra doğacak yeni bir güçler dengesinde çözüleceği düşüncesindeyiz.
olarak üretime geçer. Böylece şimdiye kadar yapılan dengesizliklerin üstesinden gelinmeye çalışılır.
Federal Hükümetin yetkileri eski. ye oranla, biraz arttınlmıştır, buna denk düşen bürokratik değişiklikler getirilmiştir. Federal Hükümet ülke çapında hedef belirler. Kararlarda oy birliği zorunluluğu olması nedeniyle çok ilkel denebilecek kararlardır. Örneğin son ekonomik plan hedeflerinde Federal Hükümet ithalatı azaltıcı ve ihracatı arttırıcı önlemelere öncelik verilmesini öngörür. İşte o kadar. Cumhuriyetler de buna uyamazlarsa uymazlar. Özgürlükleri bu kadar bile bağa katlanamama hakkını içerir.
Yugoslavya değişik, ilginç bir ülkedir. Tarihte Roma ve Osmanlı İmpa- ratorluklan arasına sıkışmıştır. Hristi- yan kültürü ile de İslam kültür ü ile de tanışmıştır. Sonra Hitler ve Musollini faşizmi ile Stalin sosyalizmi arasındaki savaş ortasında kalmıştır. Şimdi kuzey batısında en gelişkin kapitalist ülkeler, kuzey doğusunda sosyalist ülkeler, güneyinde devlet kapitalizmi ile kalkınmaya çalışan yoksullar vardır. Elbette Yugoslavya bu kadar çeşit antik medeniyetler, din ve modem iki sistemden etkilenmeden edemezdi.
Devrim sonrası iktidara gelen küçük burjuva sosyalistleri altından kal- kılması zor bunca çelişkiyi omuzlamak zorunda kalmışlardır. Ülke koşullan- nın bilimsel analizi üstünde yükselmeyen sosyalistlikleri onlan sınf körlüğüne götürmüştür. Stalin'in zorlamalarına küçük burjuva yapıları dayanamamış, yağmurdan kaçayım derken kapitalizmin dolusuna tutulmama işgü- düsü ile Arafatta bir sistem kurmuşlardır. Kırlar bugünkü haliyle çürümüş
tür. Ne kapitalizmin ne de sosyalizmin verimliliğine atlayamamaktadırlar. Kentlerde ise durum farkıl değildir. Kapitalizmin üretim düzeyine sosyalizmin sosyal adaletçi yanlannı da sokmak derdi ile çıkılamamaktadır.
Şimdiki yöneticiler özyönetimin hala gelişim içinde, kendi başına bir sistem olduğunu iddia etselerde sonuçta iki sistemden birine oturma özlemi ve aynı zamanda çelişkisi içinde olduklan bizce açıktır. Yani sonuçta öz yönetim ya KP öncülüğünde merkezi bir yönetim içine girecektir ya da sos- yalistleşecektir ya da kapitalist üretim tarzına oturacaktır. Yazımız daha çok Yugoslavya ile sosyalizm arasındaki farklılığı öne çıkancıydı. Başka bir yazı ile kapitalizmden farklılıklar işlenirse o zaman kapitalist sistem içine nasıl oturabileceği daha aydınlanabilir. Ancak bizim inancımıza göre sosyalizmin kamu mülkiyetinden kapitalizmin özel mülkiyetine atlamak sosyalist devrim yapmaktan daha kolay değildir. Yugoslavya'nın dağlar kadar birikmiş içinden çıkılması çok zor ekonomik dengesizliklerinden düzlüğe çıkışının Doğu Avrupa ülkelerinin tozu dumanı dindikten sonra doğacak yeni bir güçler dengesinde çözüleceği düşüncesindeyiz ■
KAYNAKÇA1. Economic Policy in Socialist Yugoslavia.
Rudolf Bicanic, Cambridhe University Press 1973. s.30
2. The Yugoslav Economic System, Branko Horvat, International Arts and Sciences Press, Inc. White Plains, N.Y. 1976 s.7.
3. The Economy of Yugoslavia, Fred Singleton and Bernard Carter, St. Martin's Press, New York, 1982 . s:10 34.
4. Economic Policy in soc. Yugo. Bicanic,
ay. s.31.5. Yugoslav Economic System and Its Per
formance in the 1970's illura 0 . Tyson, Institute of International Studies, University of California, Berkeley 1980 s: 70
6. The Eco. af Yugo. B. Horvat ay. s:114.
7. ay. s. 1158. ay. s. 1169. ay. s. 10110. ay. s. 10211. Political Organizations in Socialist Yu
goslavia, Jim Seroka and Rados Smiljkovic, Duke University press Durham 1986 s:81.
12. ay. s. 8213. ay. s. 3914. The Transformation of Communist Ide
ology: The Yugoslav Case, 1945-195 3 A.R. Johnsodn, The Mit Press England, 1972. s: 20 .
15. ay16. ay. s.3017. The Yugoslav Eco System. B. Horvat.
ay. s 14.18. Economic Policy in soda. Yugo. R. Bi
canic ay. s. 35.19. ay20. The Economy of Yugo. ay. s.80.21 . ay.22 . ay.23 . ay. s.81.24 . ay. s. 8225. ay. s. 8426. ay. s. 8527. ay. s. 10528. ay. s. 10629. Yugoslav Eco. Sys. and Its Performan
ce... ay. s. 70.30 . The Transformation of Comk. Ideo. ay.
s. 58-9.31 . ay. s.86.32 . Market Sodalizm in yugoslavia, Chris
topher Prout, Oxford University Press, 1985. s.12.
33 . New Times, yıl 198 9 sayı 3 3 s. 31 .34 . ay.35. The Transformation of Com Ideo. ay.
s.203.36. Moscow News, yıl 1989 sayı 4 8 sayfa.
5.37. The Transformation of Com Ideo. ay. s:
206.38 . Political Organizations in So. Yugo. ay.
s.87.39. ay. s.45.40. Democratic Reform in Yugoslavia, The
Changing Role of the Party. April Carter, Frances Pinter Publishers, London, 198 2 s.3
41. The Eco. of Yugos. Singleton ay. s130.
42 . Market sodalism in Yugo. ay. s.30.43 . Nationalism and Federelism in Yugosla
via, 1963-83, Indiana University Press Bloomington, 1984 s. 139.
44 . ay.45 . ay. s. 197.46 . ay s.47 . ay. s. 157.48 . ay. s. 156.49 . ay. s. 170.50 . Market Socialism in Yugo ay. s: 50.51 . ay. s. 52 .52 . ay. s. 53 .53 . The Economy of Yugo. Singleton ay. s.
122 -•*64. ay. s. 124.
i 55 . Market Soc. in Yugo ay. s.70.56 . ay.
43
"Düşüncelerim yaşam imdir"
Gökçe DEMİR
"Mutfak ue evliliğin ayrılması... İşte kiliseyle devletin ayrılmasından daha az önem li-olm ayan en azından kadının tarihsel alınyazısını etk ileyecek büyük bir reform"
A. Kollontai
Kadının kurtuluşu mücadelesinde emek veren biz kadınlara güç veren olaylar ve insanlar var yaşamamızda. Kadınlann örgütlü mücadele içinde her geçen gün biraz daha öne çıkmaları, ya da bir kadın yoldaşın zindanlardaki onurlu direnişi veya devrimci teorisi ile olduğu kadar devrimci pratiği ile de bize hayatı yorumlamada ve değiştirmede ışık tutan; bugün aramızda yaşamayan yol arkadaşlanmız...
Bu zenginliğin içinden sıynlıp gelen bir yüz var önümde sanki her hareketimizi dikkatlice izleyen özenli taranmış saçların çevrelediği gururlu bir baş, hayatı dolu dolu yaşamanın tadı var dudaklanndaki gizli gülümsemede. İlerlemiş yaşın habercisi bir baston ve üstünde madalyalann öttüğü yorgun bir kalp... "Kadınlar ve onlann kaderiyle yaşamım boyunca ilgilendim. Beni sosyalizme getiren onlann kaderiydi.
Bu sözler devrimci yaşamı içerisinde kadın kurtuluşu mücadelesini hiç bir zaman ikinci plana atmamış ve yeni insanı yaratmak için kendi yaşamıyla örnek olmaya çalışmış bir Sovyetler Birliğinden kadın devrimciye Alexandre Kollontai'ye ait. Doğduğu 1 8 7 2 yılından öldüğü 1 9 5 2 yılına kadar konuştuğu ve yazdığı gibi yaşayan ve biz kadınların mücadelesinde bize uzun yıllar görüşleriyle yoldaşlık edecek bir insan Kollontai. Clara Zet- kin'den Rosa Lüksemburg'dan farklı
bir özelliği var ve bu özellik bizim kendisini seçmemizdeki en önemli faktörlerden biri. Dünyayı sarsan bir devrimin büyüyüp gelişmesine, gerçekleştirilmesine ve daha sonra 1952'ye kadar sosyalizmin inşaasına katılmış ve içinde sonuna kadar (günlerce uykusuz ve aç kalmacasına) yeralmış bir kadın Alexandre Kollontai. Bu nedenle biz sosyalist kadınlann kadın kurtuluşu için verdiğimiz mücadelede her zaman bir kilometre taşı olarak duracak yolumuzun üzerinde.
Çocukluğu ve gençlik yıllan boyunca hem kendisini çevreleyen maddi ve manevi koşullann etkisiyle hem de kendi yaratıcı kişiliği ile sabırla işlenmiş zengin bir insan Alexandra Kollontai. Soylu bir ailenin küçük kızından sosyalist toplumun militan, enter- nasyonalist ruha sahip ve nihayet özgür kadın tipine yol alan renkli bir kişilik. A. Kollontai ile ilgili olarak kavramamız gereken en önemli gerçeklik yalnızca devrimci ve entemasyonalist kişiliği- olmamalı. Kollontai'yi yalnızca
siyasal yaşamı ve sosyalist devrime olan inancıyla kuru bir şekilde değerlendirmek Kollontai'ya ihanet olurdu. Çünkü Kollantai yalnızca devrim için yaşayan bir sosyalist değil kendi yaşamının diğer bütün kadınlara öm ek olmasını isteyen ve özgür kadının davranış tarzına ilişkin düşünceleri ne ise pratikte bunu hayata geçiren bir kadın.
Marksizm üzenne gördüğü eğitim ve kendisini yaratıcı faaliyetten uzak tutan evlilik yıllan sırasında kadının konumunu sürekli irdeleyen beyni onu şaşmaz bir şekilde kadının kurtuluşu soruna ulaştırmıştır. Kollontai yaşamı boyunca verdiği yazılı eserlerde kapitalizmin yeni topluma miras bıraktığı aile ve cinsellik gibi neredeyse yüzyılla- nn skolastiği içinde taşlaşmış olan ve yeni insanı yaratmada sınırlayıcılık görevini şaşmaz bir şekilde yerine getiren bu iki alana cesurca saldırmış ve parçalamaya çalışmıştır. Kadına yönelik eserlerinde öncelikle burjuva tarzdaki aile yapısını çözümlemeye yöne-
f\o llo n ta i, parti çalışmasının kadın alanındaki taktiğini de olgunlaştırmaya çalışmıştır. Bu konudaki önerisi her parti örgütünün kadınlar arasında çalışma için özel bir büroya sahip olması ve parti örgütünün bir üyesinin bu alan için sorumlu tutulmasıdır.
44
len Kollantai bizce çok önemli iki ana nokta saptamıştır. Aileyi birbirine bağlayan hangi bağlar mevcut. Kadının çalışma yaşamı içerisinde yer alışı kannın kocasına, kız çocuğun babaya olan itaatinin azalmasına yol açıyor. Aile içerisinde kadınlan görevi olarak yerleşen pek çok işlev feodal toplumun üretici ailesinden kapitalist toplumun tüketici ailesine geçişle yerini kumrulara bırakıyor. Örneğin eğitim ku- rumsallaştınlıyor kapitalist toplumda. Aileyi devam ettirmek ve kutsallığını mutlaklaştırmak için geriye kalan ne? Edinilmiş mirasın dolaysız aktanmı. İşte Kollontai'ın kutsal aile bağlanndan anladığı gerçeklik. Mülkiyete dayanan evlilik ilişkisini "çifte ahlak" olarak tanımlayan Kollontai bu yolla sokaklardaki açık fuhuştan evlerdeki gizli fuhu- şa bir paralellik kurmakta. Serbest birlik, serbest aşk kavramlannı sorgulayan Kollontai bu kavramlann gerçekte toplumsal ilişkiler alanındaki bir dizi köklü reform, aile yükümlülüklerini topluma ve devlete aktaracak reform- larca gerçekleştirilebileceğine dikkat çekiyor. Bunun için de izlenecek yol belirlenmiştir. Kollontai'ın gözünde. Fuhuş ve bugünkü ailenin doğaya aykırı biçimleriyle savaş doğrudan doğruya proleteryanın genel mücadelesinin bir uzantısıdır ve onun tamamlayıcı bir parçasından ibarettir.
Sosyalizmle gerçekleşen ekonomik devrimin ardından cinslerin gerçek anlamda serbest birlikteliğinin sağlanması cinsel devrimle gerçekleşecektir. Kollontai bu konudaki görüşlerini çok açık bir biçimde Marksizm ve Cinsel Devrim adlı kitabında ifade etmiş ve kadın sorununa ilişkin bütün yazılannda bu görüşü cesurca savunmuştur. Marksizm'in tanımladığı üç alandaki ezilmişlik ulusal-sınıfsal ue cinsel ezilm işlik ortadan kaldınlma- dan yeni insan ve yeni yaşam biçimi yaratılamayacaktır. Kollantai'ye göre cinsel ahlak ve insan psikolojisi köklü bir dönüşüm geçirmek zorundadır. Cinsler arasındaki ilişkilerdeki kıskançlık duygusu, bir cinsin diğeri üzerindeki tensel, ruhsal tasarruf isteği ve yüzyıllardır varlıklannm biricik oluş ve kurtuluş yolunu aşkta gören kadınlan saran yalnızlık duygusu egemen oldukça "serbest aşk" anlamsız bir söz olarak kalacaktır. Bu duygunun her iki cinste de aşılması için gerekli güç pro- leteryanın elindedir ve bu nedenle proleteryanın kurtuluşu ile kadının kurtuluşu sürecini iç içe ve insanlığın kurtuluşu yolunda vazgeçilmez iki ana
unsur olarak tarif eder Kol lontai. Kollontai kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi "aşk-arkadaşlık" olarak yepyeni bir kavramla tanımlar. "Kanatlı Eros’a Yer" adlı yazısında bu kakvramı şöyle somutla- maktadır. "Doğası gereği mademki aşk çok şekillidir, öyleyse serbest birlik, yasal evlilik ya da geçici ilişkiler gibi formüllemelerin pek önemi yoktur. Aşka değer kazandıran onun manevi ve ruhsal içeriğidir. Sosyalist toplumun ilk aşamasında proleterya ideolojisi, bireysel aşkın kolektiflik için "görev a şk ia sınırlanmasını istiyordu. Aşk (sevgi) ilişkilerini belirleyen yeni ve büyük ruhsal güt dayan ış- ma-arkadaşlıktır. "Kanatsız Eros" (tamamen fiziksel çekicilik yerini beden uyuşmasını da içeren "Kanatlı Eros a bırakıyor, ama orada kol- iektiflik için gerekli görev, bireysel aşk duygulannın önüne geçiyor. İdeal,, hayli çetin, ancak bu zorluk geçicidir. Sosyalist toplum yeni bir aşk biçiminin, şekil değiştirmiş Eros'un doğuşunu görecektir ve o toplumda "cinslerin bir/iği" sağlıklı, özgür ve doğal olan cinsel çekicilik üzerine kurulacaktır.
19. yüzyılın son çeyreğinde doğan ve yirminci yüzyılın ilk çeyreğinin sonunda ölen Kollontai bize bu düşünceleriyle 21 . yüzyılın geleceğin insanının bir tanımlamasını yapıyor. Kollontai yaşamında kadın sorunu ile hem teorik hem de pratik alanda ilgilenirken (kadın kurtuluşu için yapılan her türlü pratik faaliyet) parti çalışmasının kadın alanındaki taktiğini de olgunlaştırmaya çalışmıştır. Bu konudaki önerisi her parti örgütünün kadınlar arasında çalışma için özel bir büroya sahip olması ve parti örgütünün bir üyesinin bu alan için sorumlu tutulmasıdır. Bolşevik devrimin ardından sosyalist inşa sürecinde kadınlann kazanılması ve kadın sorununun ikincil plana atılmamasının da bir güvencesidir bu öneri, bugünde sahip çıkılması ve pratikte gerçekleştirilmesi gereken güncel bir sorundur.
Alexandra Kollontai'ın 8 0 yıllık yaşamı nice zenginlikler ve hayatlarla dolu. Özgür aşka değin düşüncelerini pratiğe geçirmekten hiç bir zaman korkmamış ve gelen her türlü eleştiriyi ve soğuk günleri kararlılıkla göğüsle
miş. Çünkü Kollontai'ye göre kendi yaşamının "öbür kadınlann yaşamındaki çifte ahlaka ait eskimiş korkunç görüntüyü dağıtmak için de bir örnek sayılabileceğinin" bilinciyle davranmış bir kadın.
Alexandra Kollontai özgür insan- özgür kadın düşüncesi ve geliştirdiği teoriyle kadınlann örgütlü mücadelesi içerisinde "orijinal" bir kişilik olarak değerlendirilmemesi gereken bir sosyalist. Bu harekete inanmış ve yola çıkmış her sosyalist kadın Alexandra Kollontai ile hesaplaşmak ve bu görüşleri pratiğe aktarmak zorunda. Bizler tıpkı Kollontai gibi kendi yaşanılanınızın da 'kadınlann üzerindeki çifte ahlaka ilişkin köhnemiş korkunç görüntüyü dağıtmak' için bir örnek oluşturacağının bilinciyle davranmak zorundayız. T arihsel bir zorunluluk bu....
inter Yayıncılıktan çıkan otobiyografik özellikli "Bir Ç ok Hayat Yaşadım" adlı kitabı Alexandra Kollon- tai'ın renkli ve canlı kişiliğini kavramak açısından gerçekten doyurucu ve renkli bir kitap. Bu kitabı okurken bir kez daha kadınlar olarak eski bir yoldaşımızın mücadele tarihinden kendi ya- şamlanmıza bakma fırsatı bulabiliriz. Yazımızı bu güzel insanın yaşama ilişkin sözleri ile noktalayalım. "İnsan her şeyi yapmalı yaşam çok kısa, yani insan tüm görevlerini yerine getirmeli ve yaşamın tüm zenginliğini duyumsamak." ■
45
Devrimci direnişçi gençlik
Orhan DİNÇOK
D evrimci-Direnişçi gençlik olgusu, bu gün öğrenci gençlik içindeki dost-düşman herkes tarafından görülen bir
noktada. Hangi tarihsel sürecin ürünü olarak doğdu, karakteri ve üstüne yükseldiği zaman nedir? Bu günkü koşullarda neyi amaçlamalı, nasıl bir taktik çizgi izlemeli?
Eylül öncesinde onbinlerce-evet onbinlerce gencin üstünde oportünist bir egemenlik kuran küçük burjuva sosyalistleri, Eylül sonrasında kendi çürük örgütlenmelerinin bir gecede olmamışa dönmesiyle öğrenci gençleri Eylül karanlığında tam bir kaosa ittiler. İşte Devrimci Direnişçi Gençlik, (DDG) bu kaosun proletarya sosyalizminin devrimci müdahalesiyle ivmesi oldu. O günün koşullannda Genç Partizan... vb hareketler ses çıkarmayarak güçlenmeyi taktik olarak izlerken, devrimciler, yerde olan direniş bayrağını kaldırmaya talip oldular. 82 -85 yılları arasında bildiri, pullama, pankart, yemek boykotu vb. eylemlerin bizzat örgütleyicisi ve yürütücüsü olarak ateş ve ihaşnet yıllannda deneyim kazanıldı, çelikleşildi. Düşmanın 8 5 baskınıyla geri düşen atılım, 86 -87 yıl- lannda yeniden ayağa kalktı. 14 Nisan-eylemliliğinin örgütlenişinden itibaren yeni bir yükselişe yönelmiyordu. İşte DDG bu yükselişin bir sonucu olarak 1 9 8 9 Türkiye'sinin somut ko- şullannın yarattığı bir olgudur. Bir taraftan bakarsanız proletaryanın öğrenci gençlik kaynaşma isteğinin, öte taraftan bakarsanız öğrenci gençliğin devrimci yurtseverliği ve hümanizma- sının proletarya ile ortak rotaya yönelecek komünistleşmeye yönelmesinin somutlaşmasıdır.
DDG daha ilk ivmesini katettiği yıllardan itibaren 60'lı yıllann şanlı Dev- Genç geleneğine sahip çıktı. Kendisini (çoğunlukla adet olduğu üzere) olumsuz yapılanmasını birden düzeltivere- cek "yepyeni" bir atılım olarak görmedi . Şark toplumlannın zuhur etme hastalığından "tarihi kendisiyle başlatma" kolaylığından uzak durdu. Dev-Genç geleneğini 70'li yıllarda taşıyan küçük burjuva sosyalizminin, 12 Eylülle birlikte bünyesindeki tıkanıklan dışa vurması ve çözülmesi sonucunda, 80'li yıllarda Dev-Genç geleneğinin direnişçi bayrağını kaldırma görevini üstlenmeyi kendisi için şeref olarak gören gençlerce ilk ivme kaydedildi. DDG Türkiye gençliğinin atılımcı, yurtsever, devrimci geleneğinin 80'li yıllardaki somutlanışıdır. Bu kez ülkedeki sınıf mücadelesinin üst boyutlarda ve üstündeki tüm külleri atacak açıklıkta yapılmasının bir ürünü olarak^gelenek, proletarya sosyalizminin ilk atağıyla 80'li yıllarda yeniden canlandı. Özellikle 86 -87 sonrasında küçük burjuva sosyalizminin yeniden canlanışıyla birlikte onlar da Dev Genç’in direnişçi geleneğinin taşıyıcılığına talip oldular.
60'lı yıllarda Dev-Genç ülkedeki genel politik canlanışın bir ürünü şeklinde oluştu. Bünyesinde ilk aşamada hakim olan, gençliğin "Jön Türk" geleneği idi. (1) Bu kısa zamanda proletarya küçük burjuva ve burjuva sosyalizmlerinin aynşmasıyla sonuçlandı, O günün hızlı gelişen politik süreçleri aynş- mayı 68'lerde başlattı, 12 Mart yılla- nnda netleştirdi. 70'li yıllarda burjuva sosyalizmi daha baştan Dev-Genç'in direnişçi geleneğinden kopuşarak kendi bağımsız, reformist, pasifist, teslimiyetçi zeminini inşa etti. 60'larda
Dolmabahçe'de Denizlerin önüne barikat kuranlar, gençliğin çoşkusunu dizginlemeye, pasifize etmeye 70'ler- de de devam ettiler. Proletarya sosyalizmi, bünyesine musallat olan "Dok- torculuk" hastalığından ve kendi iç so- runlanndan kurtulamayarak 70'li yıllarda kendisine yakışan insiyatifli davranışı gösteremedi. Tek tek proleter sosyalistler kendi okullannda devrimci kavganın içinde yer alırken bir çizgi olarak yeterli insiyatif alınamadı. Küçük burjuva sosyalizmi 70'li yıllarda öğrenci gençlik içinde önderliği kazandı fakat yapısındaki zaaf ve tıkanıklıklar onlan 12 Eylül darbesiyle dağıtıverdi.
Dev-Genç 60'lara kadar "ileri" "devleti koruyan" "halk adına, halk için" savaşan Jön-Türk geleneğinin devlete karşı tavır alışıdır. Bir sıçramanın, bir dönüşümün somutlaşmasıdır. Fethi Gürcan'la başlayan bu süreç 6 0 ’lann sonunda tamamlandı. Evet henüz Kemalizm'in ağır etkileri taşınıyordu ama ok bir kere yaydan çıkmıştı. 60'lı yıllann öncesinde kendi bakış açısıyla irticaya karşı modernleşmeyi temsil eden, devletçi zümreyi her zaman destekleyen aydın gençlik, 27 Mayıs'da son atılımını yaptıktan sonra yeni bir yola çıkıyordu. Bu sefer "halk adına, halk için devlete karşı" mevzile- nildi. işte Dev-Genç bu mevzilenişin adıdır.
27 Mayıs sonrası özgürleşme süreci, bendlerin birden açılmasının sonucu önceden gerilen yaylan ileri fırlatarak hızla sınıfsal kopuşmalan o yıllann belirleyici özelliği yaptı. Fetih Gürcan- lann silahla, YÖN'cülerin kalemle yaptığı çıkışları; ülkedeki gelişmelere küçük burjuvazinin spesifik tavrı olarak
46
da değerlendirebiliriz. Bu doğru ve esas olandır. Sonraki gelişim sürecine belirleyici damgasını vuran da küçük burjuva sınıfsal özdür.
Ülkedeki tarihsel geleneklerin 60'lı yıllardaki uzantılannı aradığınız zaman yine Fethi Gürcanlar, YÖN Dev-Genç vb. karşınızda bulursunuz. O halde süreci bu yönüyle de görebilmeliyiz. Siz Fethi Gürcan'ı bir küçük burjuva devrimcisi olarak değerlendirir ve onu yeterli görürseniz eksik saptama yapmış olursunuz. Fethi Gürcan'ın kendi tarihsel kökenini anlattığı, duygusal ve ateşli savunmasını ciddiye almak zorundayız. Söz konusu olan modemleşmeci yenilikçi Jön Türk geleneğidir. F. Gürcan bir yönüyle bu geleneği şerefiyle temsil ederken, öte yandan hücresine sosyalizm sloganları yazarak gelenek içindeki dönüşümün de sinyalini veriyordu. YÖN'de ise sosyalizmden kurtuluş yolu olarak bahsedilir. Öyle bir sosyalizm ki; aydın (sivil) asker, zinde güçlerce bir darbe yoluyla kazanılacak ve uygulanacaktır.
O dönemki aydın gençlik, 27 Ma- yısçılar, F. Gürcan'lar YÖN'cüler,TİP'in burjuva sosyalizmi ve sosyalizmin yeni çevrilen klasiklerinin belirlediği karmaşık bir sürecin içinde şekillendi. F. Gürcan'da hakim olan "modern devletin" halkın refah ve mutluluğunu sağlama fonksiyonlarını yerine getirmesi için ihtilalin meşru olduğu inancıdır. Deniz Gezmiş ise "modern devletin" fonksiyonunun zaten halka karşı olduğunun bilincindedir. Ama bu bilinç henüz netleşmemiştir. Ancak F. Gürcan'la başlayan dönüşüm Denizlerde netleşmiştir. Artık halkın mutluluğu için devlet; iktidar gaspçılarından kurtanlmayacak, tam tersine iktidar gaspçılarının örgütlü gücü olarak görülerek tasfiye edilecektir. Sivil gençlik de Deniz'ler, Mahirler Amerikan askerlerini kovalar, dağa çıkmanın hazırlıklarını yaparken, asker gençlik de (S. Kuray ve arkadaşlan) silahlarına el koyarak bağımsızlık andı içiyor, bunu halka ilan ettikleri için ordudan atılıyorlardı. İşte Jö n Türk ge- lenği 6 0 !ı yıllarda böylesi hızlı bir dönüşüm yaşadı. Dev-Genç bir yönüyle de bu dönüşümün somutlaşmasıdır. Sınıf mücadelesinin yükselmesinin ürünü sınıfsal kopuşmalann, siyasi zemindeki tezahürleri geleneksel aydın gençlik (sivil-asker) atılımcılığına (Jön- Türk geleneği) kendisini dayatıyor ve süreç içinde o geleneğin parçalanması, parçalanarak sınıfsal eğilimlere yö
nelmesi olgusu yaşanıyordu.F. Gürcan, tarihi önem taşıyan sa
vunmasında geleneğin soy ağacını sıraladı: "Yenilikçi" padişah 111. Selim, II. Mahmut, Namık Kemaller, padişaha karşı ayaklanıp dağa çıkan İttihatçı Resneli Niyazi, padişaha karşı kongreler düzenleyen ve Kurtuluş Savaşını örgütleyen M. Kemal Siz tarihin biraz daha gerilerine giderseniz Fatih Sultan Mehmet'i de bulabilirsiniz. Fethi Gürcan kendisini bu soyağacının dallann- dan biri olarak görüyor ve çürümüş yozlaşmış, rüşvete boğulmuş, yöneticilere karşı ihtilali, komutanı T. Aydemirle örgütlüyordu. İşte Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan'la simgeleşen 6 8 atılı- mına bir de bu soyağacından bakarsak dallardan birisiyle karşı karşıya olduğumuzu göreceğiz. Ama şurası kesin ki F. Gürcan bir yol ağzıdır. Bunun simgesi hücrelere yazılan sloganlardır. Denizler Mahirler o sloganları omuzlayarak meydanlara getirdiler. Bir sancı- İı kopuş yaşandı. Kopuşu belirleyen ül
kedeki sınıfsal mücadeledir. Günümüzden baktığımızda 7 0 'lere girilirken artık söz konusu olan, bir geleneğin etkisini taşıyor olmakla birlikte ve henüz epey ham da olsa sınıfsal çizgilerdir.
Bugün Jön-Türk geleneği öğrenci gençlik içinde bağımsız bir güç olarak varlığını sürdürmüyor. Ancak çeşitli sınıfsal veya ara zümre ve katmanların siyasal şekillenişlerinde, sızmış bir etkileyici güç olacak yaşıyor. Şimdi esas olan sınıfsal siyasi tavır alışlardır. DDG de bu anlamda proletaryadan yana tavnnı koymuş veya koymaya yönelmiş yurtsever-demokrat-devrimci öğrenci gençliğin şekillenişidir. Geçmişin eski soyağacından şeref duyar. O so- yağacının geleneğini 6 0 ’lı yıllarda devlete karşı mevzilendirip, sınıfsal etkilenmelerle parçalayan Mahirlerin, Denizjerin halka ve devrime son nefese dek bağlılıklannı yol gösterici bir rehber olarak görür.
DDG, SO’li yıllarda proletaryanın bu geleneğe yaptığı müdahalenin bir
47
ürünüdür. Dolayısıyla 60'lı yıllann sonundan itibaren esas olarak küçük burjuva sosyalizminin egemenlik kurduğu tüm olumlu özelliklerini, çıkmaz sokaklara sokarak dumura uğrattığı Jö n Türk gelenekli aydın öğrenci gençliğimizi, proletaryanın paralel değil doğrudan müttefiki yapma misyonuyla yüklüdür.
14 Nisan protesto yürüyüşü, Eylül sonrası öğrenci gençlik hareketinde dönüm noktasıdır. Oradan depoliti- zasyonun çözülme sürecine girdiği ve öğrencilerin yeniden yığınsal eylemliliğe yönelişi ortaya çıktı. 12 Mart çıkışındaki Kerim ve Şahin'in cenaze törenlerindeki onbirlerce öğrenci hatırlanırsa, 14 Nisan daki iki bin öğrenci Mart a nazaran Eylül darbesinin yıkıcı etkisinin derinliğini ve kaybedilen mevzilerin genişliğini açıkça ortaya koyuyordu. Ama bir şeyi daha: Gençlik teslim alınamaz, yenilgi sürekli değildir.
Gençliğin anti-faşist, anti-emper- yalist geleneği bir kez daha ayağa kalkıyordu. Teslimiyetçi reformizm, yenilginin en koyu olduğu yıllardaki çığırtkanlığının kofluğunu, eylemliliğin daha başladığı gün açığa çıkarttı. 14 Nisan'da yürüyüşe katılmayarak düzene doğru yelkenleri açtılar. Bugün TBKP bataklığında öğrenci gençlikten tecrit durumda "mücadale" ediyorlar. Burjuvaziden icazet alabilmek için ne kadar uslanıp akıllandıklannı ispat etme mücadelesi.
Eylül yenilgisinin derinliği 14 Ni
san sonrasında da kendisini gösterdi. 12 Mart sonrasındaki hızlı yükselişi ve poli- tikleşmeyi 14 Nisan sonrasında bekleyenler yanıldılar. Suni zorlamalar ters tepti, tepiyor. Gençlik sadece yenilginin ağırlığının sonucu değil, ülke ve dünyada ki gelişmelerinde etkisiyle artık Eylül öncesi gençlik değildi. Politika nostalji üstüne oturmaz. Gerçekler belirleyicidir. Eylül öncesinde Kerim ve Şahin’in cenazeleri kurak bozkın birden tutuşturan kıvılcım işlevini görürken, 14 Nisan yenilgiden çıkışın işareti olmakla ye
tindi. Şimdi iniş çıkışlarla dolu hayli yavaş ilerleyen bir politikleşme sürecine giriliyordu. Bu, kapılıp giderek değil de araştırıp düşünüp seçim yaparak politikleşmesi sonucu, sağlam, istikrarlı bir politikleşmeydi.
Yapılması gereken iyi düşünülmüş taktiklerle süreci desteklemek, satranç oyuncusu titizliğiyle hız verebilecek, ivme kazandırabilecek hamleler yapabilmekti. Bu ise herşeyden önce tutarlı bir ideoloji üstünde yükselmiş politik hattı, gerektiriyordu. İşte proletarya sosyalizminin öğrenci gençlik içindeki mevcut etkinliğinin önemli bir sebebi de böylesi bir politik hatta sahip olmasıdır. Ancak yürütücü gücün Eylül öncesinden devraldığı geniş bir kitle geleneği olmadığından görece zayıflığı, sürece müdahalenin etkinliğini de olumsuz yönde etkiledi. Yeterli etki yapılamadı. Mevcut güçlerin maksimum düzeyde değerlendirilmesiyle bugün gelinen nokta, proletarya sosyalizminin sübjektif konumu açısından sevindirici özellikler taşısa da gepel öğrenci hareketinin tıkanıklığı henüz aşılabilmiş değildir. 14 Nisan sonrası içine girilen süreç henüz bir üst niteliğe sıçrayamadı. inişli çıkışlı ve oldukça sancılı ilerleyiş devam ediyor.
DDG, mevcut ■ ükanıklıklann tümünden kendini sorumlu görme durumundadır. Devrimci sıçramanın-açılı- mın yolu önce sorumluluklan üstlenme yiğitliğinden geçiyor. DDG'nin öğrenci gençliğin mevcut sorunlanna bakışı, Sultanahmet Meydanı ndaki tari
hi eserleri seyreden turistlerden farklı olmamalıdır. DDG, öğrenci gençliğin öncülerinin toplandığı bir merkez olarak sorulan yorumlamakla yetinemez. Önce o sorunlardaki sorumluluğu üstlenme olgunluğunu göstermeli ve hemen "pilavdan dönenin kaşığı kırılsın" üslubuyla, sorunlann üstüne çözümleyici, aşıcı bir tarzda yürümelidir.
Eylül faşizmi, geçmişten çıkarttığı derslerle usta taktikler uygulayarak gençliğin mücadelesinin önüne sürekli setler çekebilmektedir. Adeta basket- boldaki "tam saha pres" taktiği devletçe uygulanıyor. Önce öğrenci gençliğin en basit haklan bile engellenmektedir. Bu bizzat kendi yaptıklan yasala- nn da önündeki bir çizgi de bent kurmaktan başka nedir? Düzen, savaşı kendi çizdiği sınırlar içinde bile kabul etmeyerek o sınırlann da oldukça ötesindeki bir hatta mevzilenip, sürekli baskı uygulayarak insiyatifi elde tutma amacındadır. O hattın bir adım önünde olanlar işkence odalarına ve cezaevlerine gönderilerek savaş alanının dışına itilmektedir. Bu baskı bazılanna öylesine geri adımlar attırtabiliyor ki geçmişten devralınan mücadeleci-di- renişçi gelenek yük olarak bir çırpıda utanmazca atılıveriyor. Gözler, dernek kurmaktan başka şey göremez olabiliyor. Bu tam da düzenin istediğinden başka nedir? Siz sadece o dar perspektifle hareket ettikçe hedefinize hiç bir zaman ulaşamazsınız. Şimdi yapılması gereken, eğitim sisteminin tüm kurumlanna ve her alana yayılmış bir direnişi yükseltmektir. Bentleri parçalamaktan başka yol yok. Düzen yükselen direnişi pasifize edebilmek için dernek kurmak da dahil bir çok doğal hakkı vermek zorunda kalacaktır.
Direnişi yükseltmenin bir yolu, öğrencilerin ruh halini kollayan eylemliliklerle politikleşmeyi ayakta tutmak, genişletmektir. Ancak, bununla yetini- lirse-”eylem için eylem" darlığına düşmek kaçınılmazdır. Eylemliliğin kendi kendini tüketmemesinin yolu politik insiyatifin düzenin elinden alınmasından geçiyor. Öğrenci gençlik hareketi düzenin her yönden yaptığı saldırılara karşı "savunma" konumundan mevcut durumu tahlil ederek ne zaman, nerede, ne yapacağını kendisinin belirleyeceği bir konuma gelebilmeli, buna uygun örgüt biçimlerini ve taktik parola- lannı yaratabilmelidir. DDG bu sorunun çözümünde aldığı politik insiyatif- le yükselecektir. Düzenin yıkılan bend- lerinin üstünde ilk gözükenler devrimci derinişçi gençler olmalıdır.
48
DDG bugün ülkemizde gelişen Kürt Ulusal Kurtuluş hareketini coşkuyla destekler. O noktada gençlik içindeki burjuva ve küçük burjuva sosyalizmlerinin yaydığı şüphe tohumlarının yeşermesine izin verilmemelidir. Türk ve Kürt gençliği arasındaki gerçek dostluk bağlarının sağlamlaşması DDG'in pratiğine bağlıdır.
Politik insiyatifin ele geçirilmesi kitleler ve sorunun da çözüm anahtarıdır. Tabii kitlenin kendiliğinden gelmesini beklemek anlamına gelmiyor. Bizzat o insiyatifin ele alınması sürecinde de sürekli olarak en fazla dikkat edilecek nokta, öğrenci gençliğin en geniş kesimini harekete geçirebilecek esnekliğe sahip olabilmek ve öncü öğrencilerle geniş yığını birleştirecek manevralan, bağlantı kayışlarını inşa edebilmektir. Gençliğe tepeden bakan çok devrimci külhanbeylerimizin zıpçıktılıklarına DDG tenezzül etmemelidir. DDG kendi tarzını, ideolojik politik hattın karakterine uygun olarak pratikte keşfetmektedir. Süreç içinde pratikten çıkarılan derslerle daha yetkinleştirerek önderliğe layık bir tarza ulaşılmalıdır. I.Ü. Basın-Ya- ym'daki kantin direnişiyle başlayıp faşist saldırıya karşı işgal direnişiyle cevap vererek süren, hemen sonrasında da İstanbul'daki oİayları protesto için Çukurova'da yapılan yüzlerce gencin katıldığı gösterilerdeki DDG önderliği, gelecek için umut ve güven vericidir.
DDG olgusu öğrenci gençliğin pratiği içinde oluştu. Bu aşamada üniversitelerde yoğunlaşmakla birlikte liseli gençliği de kucaklama potansiyeline sahiptir. Üniversite gençliği bağımsız bir birim olma durumundadır. Ancak liseli gençliğin semtlerdeki demokratik mücadeleyle içiçe olma konumu var. Gelişim içinde liseli gençliğin durumu netleşecektir.
DDG'in üstünde yükseldiği zeminin temel direkleri anti-faşist, anti-em- peryalist olmak, uluslann kaderlerini tayin hakkını savunmak ve mevcut düzenin eğitim sistemine karşı Demokratik Halk Üniversiteleri (DHV) alternatifini savunmaktır.
D.H.Ü. Devrimi Direnişçi Gençliğin birim derneklerinde savunduğu ancak ilke olarak dayatmadığı alternatif eğitim sistemi önergesidir. Bilindiği üzere diğer birçok gençlik oluşumu düzene alternatif getirmek yerine, düzen içi Özerk-Demokratik Üniversite dar ufkuyla yetinmektedir. Birim demeklerde bu konudaki önemli farklılık bira- rada bulunmalı ve özgür tartışma ortamında birbirini etkileme süreci yaşanmalıdır. Ancak DDG mevcut eğitim sisteminden herhangi bir umudu olmayan tekellerin düzeninde-eğitim sisteminde tekllerin hizmetinde olmaktan başka yolu olmadığının bilincindeki gençlerin odağıdır. Alternatif eğitim demokratik halk iktidanndan talep edilecektir. Umut sosyalizmdedir.
Diğer ilkelerse bilindiği üzere Dev- Genç geleneğinden alınan bir miras olarak birim demekleri içinde savunulmaktadır. O halde farklılık nedir? Fark ilkelerinin yorumlanış ve hayata geçirilişinde bulunabilir.
Anti-Faşist ilke, birim demeklerinde sosyal demokrat hatta sadece demokrat öğrencilerin bakış açısını da içine alacak geniş bir zeminde kavranmaktadır. Faşizmin insanlık dışı uygu- lamalanna karşı olmak onun üniversitelerdeki ayağı YÖK'e karşı çıkmak ve kan dökücü Türkeş’çi çetelere tavır almak birim demeğinin üyeliği için ye- terlidir. DDG faşizmin sınıfsal özünü kavramaya yönelmiş, onun ülkemizdeki mevcut kurumlannı çözümlemiş bir tutarlı demokrat ve devrimci olarak faşizme karşı mücadeleyi heme pahasına olursa olsun göze almış gençliğin odağıdır. Faşizme karşı mücadele en genel anlamda bir devrim perspektifiyle kavranabilmelidir.
Anti-emperyalist ilke, birim der
neklerde başta ABD olmak üzere emperyalist sistemin saldırgan çoğulculuğuna karşı yurtsever olmak, ülkemizin maddi ve manevi değerlerine sahip çıkmak olarak kavranmaktadır. DDG emperyalizmin saldırgan yayılmacılığına, ülkemizdeki talanına karşı çıkmakla birlikte bilincinde bu noktada bir adım daha ileri çıkarak, emperyalizmin içimizdeki uzantılan ortakları yerli finans-kapitalistlerimizi, Koç'ları, Sabancıları kavrayabilmiş ve emperyalizmin baskı ve tahakkümünden gerçek kurtuluşun, finans-kapitalin tasfsi- yesiyle mümkün olduğunu görebilmiş gençliğin odağıdır. Anti-Emperyalist mücedelede DDG bu noktada kendisinin hemen yanıbaşında ve önünde proletaryayı görecek ayn kanallarda da olsa mücadele pratiği içinde kaynaşma oluşacaktır.
"Uluslann Kaderlerini Tayin hakkı" birim derneklerinde dünya halklarının emperyalizme karşı mücadelesine sempati duymak ve şövenist olmamak olarak kavranmaktadır. DDG bununla yetinemez. Bugün ülkemizde gelişen Kürt Ulusal Kurtuluş hareketini çoş- kuyla destekler. O noktada gençlik içindeki burjuva ve küçük burjuva sosyalizmlerinin yaydığı şüphe tohumlan- nın yeşermesine izin verilmemelidir. Türk ve Kürt gençliği arasındaki gerçek dostluk bağlarının sağlamlaşması DDG'in pratiğine bağlıdır.
DDG gençliğin hümanistliğine, atılımcılığına, yeniliklere olan ilgisine, dünya ve Türkiye'deki gelişmelerden aydın hassaslığıyla etkilenerek ortaya attığı yeni fikirlere (çevre sorunlan karşısındaki duyarlılık, gelişen kadın kurtuluş hareketi.. .vb) sahip çıkar. O noktalarda dayatmalara, tepeden bakma küstahlıklara tenezzül etmez. İçinden çıktığı ve halen de içinde olduğu geniş öğrenci yığınlannı, kendisinin düşünce ve pratik düzeyde önemli bir besleyici kaynağı olarak görür. Bu "beslenme"; biçimsel saygı, söz dinleme gibi yüzeysel gösterilerle değil, gençliğin müthiş dinamizmi ve yaratıcı özelliğiyle tam bir kaynaşma ve karşılıklı etkilenme içinde sağlanabilir ■
(1) Dev-Genç isimli federasyon 60'ların sonunda kurulmasına rağmen 27 Mayıs sonrası öğrenci gençliğini Dev-Genç'li sayarsak fazla hata yapmış olmayız. Federasyonun kuruluşu, 27 Mayıs sonrası sürecin bir meyvesidir.
49
Merkezileşme tartışmaları ya da politikleşmenin erozyonuM.Sinan MERT
1989yılını bitirirken, merkezileşme, öğ
renci hareketinin gündeminde sıkça duyulan bir kavram haline dönüştü. Politik farklılıkları açıklarken merkezileşmeye yaklaşım tarzlan da‘ oldukça önemli artık. Merkezileşme gereksinimi neye dayanıyor? Nasıl merkezileşeceğiz? gibi sorular çevremizdeki birçok duyarlı öğrencinin yanıt bekleyen ortak sorunlan oldu.
Elbette kitlenin sorulanna verilen farklı yanıtlar politik panoramayı oluşturuyor ve oluşturacak.
Bizim görevimiz; bu panoramadaki konumlanışlan sergilemek sağa ve sola savrulmuş yaklaşımlan teşhir etmek ve doğru hattı bir mücadele hattı olarak hayata geçirmektir.
Panorama nasıl oluştu?Küçük burjuva sosyalizmi merke
zileşme gereksinimini platformun işlevsizliğine bağlıyor. Bütün taktiklerini bunun üzerine temellendiriyor, hatta bu yetmiyor naylon temsilcilikler yöntemiyle (!) platformu işlevsizleştirmeye çalışıyor.
Kitlenin sorusu şuydu; Merkezileşme gereksinimi neye dayanıyor? Küçük burjuva sosyalizminin yanıtı; "Platformun işlevsizliğine" oldu. Bir diğer cepheye bakalım; Trockistler, Gelenekçiler, Devrimci-Gençlik taraftarları haykınyor; "Merkezileşmenin nesnelliği yoktur"
Geriye kalanlar hala merkezileşme gereksinimi neye dayanıyor? sorusuna kayıtsızlar...
Çağdaş Yol 8. sayısında merkezileşme üzerine yazılan bir yazıda bu konudaki tavnnı somutladi; söz konusu
yazıda "Öğrenci hareketinin temel sorunu politik insiyatifin devlet güçlerinden alınması sorunudur" tezi temellendirilerek merkezi demek açılımı yapıl- mışdı. Neden kitleselleşme sorunu değil, neden eylemde güçlenme sorunu değil de politik insiyatifin devlet güçlerinden alınması? Çünkü politik mücadele kapsamında tanımlanmayan kitleselleşme de, eylemliliği yükseltmek- de anlamsızdır. Ancak eylem veya kitle fetişizmine bizi götürür, o kadar.
Küçük burjuva sosyalizmi eylem, burjuva sosyalizmi kitle peşine düştüğü sırada proleter sosyalizmi kendi tavnnı somutlamışdi; politik hedef için eylem ve politik hedef için kitle bugün benzer bir aynmı merkezileşme sorununda da yaşıyoruz. Küçük burjuva sosyalizmi (Dev-Genç) eylem için merkezileşmeden sözediyor. Nasıl? Platformu işlevsiz gösterip merkezi demeği yaratmaya çalışarak.
Oysa Platform öğrenci hareketinin devlet-terörüne verdiği yanıttır. Temel işlevi tepkiyi örgütlemektir. Savunma örgütüdür, politika üretmez, bundan öte bir anlamı yoktur ve ortaya çıkış nesnelliği de bu olduğu için öte bir anlamı olamaz. Merkezi demekse politika üretir bunu her alana yayar ve
politikalannı gerçekleştirir. Bu yüzden platform merkezi demeğin işlevlerini yüklenmez, yani birbirlerine rakip değillerdir. Merkezi derneği platformla karşılaştıranlayız, çünkü aynı düzlemde değiller, merkezi demeği bizim derneklerle karşılaştırabilirz, çünkü aynı düzlemdeler, her iki yapıda politika üretir.
Öyleyse Dev-Genç neden merkezi demeğin kurulmasını platformun işlevsizliğine dayandınyör? Bu soru bizce çok anlamlı. Yukanda gösterdik Platformla merkezi demeğin düzlemleri ayn; yani Platformu işlevsizleştire- rek, politika üreten bir kurumun yaratılmasına hizmet etmiş olmuyorsunuz. Eğer derdiniz politikayı merkezileştirmekse, Ö. hareketi içinde ne kadar sınırlı olursa olsun politika üreten tek kurum olan birim demeklere yaslanmak gerekiyor. Demek ki platformu işlev- sizleştirmekle yaptığınız tek iş öğrenci hareketinin savunmasına gedik açmak, burjuvaziye kolaylık sağlamak oluyor. Dev-Genç bilinçli olarak burjuvaziye hizmet etmeyeceğine göre, kavrayışında çok ciddi bir hata olmalı, bu hata Dev-Genç'in Merkezi demeği salt bir eylem örgütü olarak tasarlamışıdır;
[d e v r im c i direnişçi gençlik, politika ve eylemi merkezileştirmeyi hedefliyor ve bunun için politika ve eylemi birlikte üreten kurumlara yaslanıyoruz. Bu kurumlar birim derneklerdir. ■
50
Dev-Genç eylemi merkezileştirmeyi hedefliyor ve bu konuda tek rakip olarak Platformu görüyor, onu kitlelerin gözünde yıpratma ve tıkama taktiği güdüyor. Bu noktada devletle Dev-Genç'in dili ortaktır, amaçları çakışmıştır; platformun meşruluğunu zedelemek...
Devrimci direnişçi gençlik, politika ve eylemi merkezileştirmeyi hedefliyor ve bunun için politika ve eylemi birlikte üreten kurumlara yaslanıyoruz. Bu kurumlar birim demeklerdir. Bu yüzden direnişçi gençlik, birim derneklerin merkezileştirilmesinden sö- zediyor ve politik insan örgütlü insandır gerçeğinden hareketle bireylere değil, bireylerin örgütlendiği birim demeklere çağn yapıyor.
2. Küçük burjuva sosyalizmi hiç şaşırtıcı değil. Proleter ve burjuva yanlan kendi içinde birlikte barındınyor. Bir yanda devlet güçlerine karşı meydanlarda şehit verirken, diğer yanda devlet ağzıyla platform eleştirisi yapıyor. Bir yanda "SHP teşhir edilmelidir" derken, diğer yanda "SHP faşizmi teşhir etmelidir" yazılan yayınlıyor. Bir yanda "elimize devrimci kanı bulaşmadı" derken diğer yanda halkevlerinde devrimci yumrukluyor. bir yanda 1 9 5 4 Vatan Partisi Programından Halk Üniversitelerini alırken, diğer yandan "Siz halk üniversitelerini bizden öğrendiniz" edebiyatı yapabiliyor. Küçük burjuva sosyalizmi 7 0 yıldır hiç şaşırtıcı değil, burjuva ve poreleter yanları, birlikte banndmyor. Bizim bir işimiz de bu küçük burjuva sosyalizminde burjuva olan ne varsa tarihin çöplüğüne gitmesine ve proleter olan ne varsa gelişmesine yardımcı olmak...
Buraya kadar merkezileşmeden birimlerin merkezileşmesini anlamamız gerektiğini ortaya koyduk. Şimdi bu görüşümüzü Merkezi demek hangi özelliklerde ve nasıl kurulmalıdır sorularına yanıt vererek geliştiriyoruz.
1- Merkezi Demek Üniversiter dernekler yoluyla kurulmalıdır.
Sorun merkezileşme olunca her düzeyde merkezileşme hedefi güdül- melidir. Elbetteki tepede bir merkezi demek bir işe yaramıyacaktır. Merkezi derneğin etkinliği kendi alt birimlerinin de merkezileşmiş olmasına son derece bağlıdır. Üniversiter dernek bu düşünceyle önerilen bir model özelliği taşımaktadır. Temel görevi üniversite düzleminde oluşan özgül sorunlara yönelik politika üretmek ve merkezi belirlenmiş politikalan birim (fakülte)
MI er kez i dernek, platformun organlaşması demek değildir. Bizce platform savunma, merkezi dernek ise politika üretme örgütüdür.
demeklerine koordine etmek, iletmek ve biçimlemektir. Üniversiter demek üniversitenin kendine özgü sorunlara yönelik politika üretme işleviyle merkezdeki gereksiz yükleri hafifletmekte önemli bir güç israfına engel olmaktadır, aynca Ü.D merkezinin denetlenebilmesi yani dernek içi demokrasinin işletilebilmesi anlamında da Merkezi dernek düşüncesinin olmazsa olmaz bir yapı taşıdır.
2- Üniversiter demek delegasyon sistemiyle oluşturulmalıdır.
Üniversiter demeğin nasıl oluşturulacağına yönelik bir demeklendirme açıklayıcı olacaktır; bu örnek için I. Üniversitesini kullanabiliriz; İstanbul Üniversitesine bağlı fakültelerde dernek üyesi olan yaklaşık 10 0 0 öğrenci varsayalım. Delgasyon sisteminde belirlenmiş bir oranla (örneğin 1/10) bu 1000 öğrenci delegelerini seçecektir; 1000 öğrencinin dağılımını şöyle alabiliriz.
İ Ü. Hukuk 100 üye 10 delgeİ Ü Basın Yayın 150 üye 15 delegeİ Ü. Fen-Edeb. 250 üye 25 delegeİ.Ü. Edebiyat 200 üye 20 delegeİ.Ü. İktisat 300 üue 30 deleae
1000 üye 100 delege
Bu 1 0 0 delege İ. Üniversitesi Der- neği'nin üyesi olacaktır.
3- Üniversiter demek üyeleri en az bir organda çalışmak zorundadır. Yu- kanda öğrenci hareketinin temel sorunun politik insiyatifi devlet güçlerinden almak olduğunu belirtmiştik. Bu ise ancak her alanda ve zamanda politika üretmekle mümkündür. Öyleyse politika üretecek organlar yaratılmak zorundadır. Sadece bu organlan yaratmak yetmez işletmekte önemlidir. Bu yüzden üniversiter demeğin üyeleri yaratılan organlardan en az birinde çalışmalıdırlar.
4- Üniversiter demek programa- tik değil, ilkel birlik olmak zorunda- dn\
Her anlayışın Ö. hareketine yönelik kendi nesnelliği kavrama tarzını
yansıtır, programatik hedefleri vardır. Bazı yaklaşımlar özerk demokratik üniversite hedefini savunurken diğerleri sosyalist üniversiteleri ya da Demokratik Halk Üniversitelerini savunabilir. Bu saygıyla karşılanması gereken bir durumdur. Doğallıkla her yaklaşım kendi programını hayata geçirmeye çalışacaktır. Demeklerin heterojen yapısı tam da buna denk düşer. Bu yüzden hiç kimse Üniversiter derneklere kendi programını dayatarak ilkeli birliğin zemini bozmamalıdır. Tabi ki bu görüş çalışma programı yapılamaz anlamına gelmez.
5- Üniversiter demekler yoluyla merkezi demek oluşturulmalıdır.
Yukanda birim demeklerden üniversiter demeğe gidiş yolunu açıkladık aynı yol üniversiter demeklerden il demeğine gidiş yolunda tanımlamak- , tadır. Yine örnekle açıklarsak;
İst Ü Derneği; 100 üye 10 delegeYıldız 0 . demeği; 20 0 üye 20 delegeB.Ü. Demeği 50 üye 5 delegeM.S.Ü Demeği 100 üye 10 delegeM. Ü Demeği 200 üye 20 delegeITÜ Demeği 400 üye 40 delege
Demek ki il demeği (İstanbul Merkezi Demeği) 10 5 delegeden oluşan organlı çalışma programlı bir yapı olacaktır.
Merkezi demek, platformun organlaşması demek değildir. Merkezileşme tartışmalannın yoğunlaştığı bu sıralarda bazı öğrencilerde platform kanalıyla merkezileşme düşüncesioluşmaktadır. Bizce bu düşünce son derece yanlıştır. Düşüncenin yanlışlığı çok somut bir nedene dayanıyor; nesnellikle çelişmeye.... Yukanda Platfor- mün bir savunma örgütü, merkezi derneğinse bir politika üretme özelliğinin olduğunu belirtmiştik. Platformu bir benzetmeyle askeri bir örgüt gibi düşünürsek (örneğin NATO) merkezi derneği platformun üzerine şekillemeye çalışanlann NATO'dan AvrupaToplu- luğu çıkarmaya çalışmalanyla açıklanabilir ■
51
1 Aralıkİ.Ü. BYYO direnişi
1 Aralık İ.Ü.BYYO devrimci direniş odağının yaydığı, öğrenci hareketinin devrimci mücadelesi şunu haykırmıştır. "Yılgınlık yok, direniş var" ve faşizme karşı mücadelesine, yılgınlığa yer vermeden her gün daha güçlü ve azimli bir şekilde sürdürdüğünü göstermiştir.
Öğrenci hareketinin gerici-faşist eğitime karşı ve faşist baskılara karşı mücadelesi günümüze kadar iki somut şekilde, faşit idare YÖK ve polise karşı mücadelede şekillenirken bunlara bir yenisi eklenmiştir. Yeni eklenen ise "sivil faşist" güçlerdir. Kurumsallaşmış faşizmin bu kollarının tümü 1 Aralık İ.Ü.BYYO direnişinde kendisini göstermiştir.
30 Kasım günü faşistlerin Bizim Ocak'ın afişlerini asmaları ile olay başlamıştır. Dernekçi öğrenciler tavnn ne olması gerektiği üzerine düşünmeye başlamışlardır. Burada çok önemli bir noktayı vurgulamak gerekir. Devrimciler kesinlikle faşizme izin vermezler ~ ve ona karşı mücadele ederler. Fakat alacakları tavır mücadelenin ivmesine, şartlarına bağlıdır. Devrimci mücadelemiz, yalnızca, faşizmin bir kolu olan sivil faşist güçlerle değildir. Bundan dolayı düşünceler tavnn niteliğine yöneliktir. Tartışmalann başladığı esnada Mühendislik Fakültesinden gelen çağnya gidildi. Geri dönüldüğünde karlışılan tablo şu idi. Başka bir okuldan gelen bir grup afişleri sökmüş, Üniversitede ki örgütlülük hiçe sayılarak bu yapılmıştır. Eleştirilen nokta budur. Söküp gitmek kolay, fakat İ.Ü .BYYO ’daki direniş mevzisinde olmak kolay değildir. Dolayısı ile burada fırsatçı tavırla davranılmış, karşı saldırıyı göğüsleyecek okulun güçü tarafın
dan sökülmesi gerekirken duvarda asılı kağıdı indirmek marifetmiş gibi dav- ranılmıştır. ertesi gün yani 1 Aralık günü ise BYYO öğrencileri olarak kantinde oturuluyordu. Faşistlerin gönderdiği haber "Biz afişimizi asacağız, sürtüşme istemiyoruz." Demek toplantısına gönderilen karar ise "Biz faşist grubun afişine izin vermeyiz. "Öğlen saatinde okul koridorunu ve kantinini dolduran yine tüm İstanbul Fakültelerinden toplanmış yüzelli civannda- ki sayılan ile faşistler afişlerini asmaya kalktılar. Devrimci öğrencilerin tavrı faşist kişilerin teşhiri ve kantinde afişlere izin verilmeyeceğini söylemekti. Serseri, lümpen kişilerden oluşan faşistler küfür etmekten başka bir şey bilmiyorlardı. Devrimci öğrenciler sayılan 10 -13u bulmaktayken bile gelen saldırıya göğüs gerildi. Gösterilen silahın bizi korkutmayacağı kanıtlandı. Ve dışarı doğru sürülen faşistlerle devrimci öğrenciler arasına giren müdüre soruldu. "Kim Bunlar? "Ne cüretle ellerini kollannı sallayarak okula giriyorlar?" Yanıt verilmedi. Çünkü okulun bir öğretim görevlisi tarafından bu kişi
lerin yönlendirildiği haberi geliyordu. Faşistler dışan atıldı. Bu insanlık düşmanları arkalanna bile bakmadan giderken, arkalanndan okul çıkış sokağının polis tarafından tutulması, organizasyonu çok iyi sergiliyordu.
Üniversitenin diğer bölümlerinden gelen arkadaşlara forum yapılarak durum anlatıldı. I.Ü .BYYO Komitesi devrimci tavnnı alarak, tereddütsüz işgal direnişi karannı almıştır. Sunulan talepler ise şunlardır.
• Faşistlerin bulunması ve ceza- landınlacaklannın açıklanması,
• İdarede ki olayın sorumlulannın Üniversite'den atılması
• Polis uygulamalannm hesabının verilmesi, gözaltına alınan arkadaşlan- mızın serbest bırakılması. (Bu arada faşist saldırganlar yakalanacağına, devrimci öğrenciler gözaltına alınıyordu.)
İşgal direnişinin ilerleyen saatlerinde idareyle gönderilen haberlere karşı kesin tavırdan vazgeçilmedi. Halaylarla türkülerle, çoşkuyla hazırlıklar sürdürüldü. Saat 18.30'da megafonla karanlıktan gelen sese karşı haykınş şuy-
D ire r ı iş , devrimci öğrencilere deneyim zenginliği kazandırarak dersler çıkarmasına olanak vermiştir. Öğrenci hareket mücadelesinde örgütlülüğünün daha üst merkezi niteliğe kavuşması gerekliliği ön plana çıkmıştır.
52
du: "Taleplerimiz bunlar, işgal direnişimiz sürecek." Ardından polis saldın- sı başladı. Sayısız bombalan ile okulu tahrip ederek okula girdiler. Öğrenciler boğulma tehlikesi ile karşı karşı- yaydılar. Bombalar adeta okulda canlı bırakmak istemiyordu. Sonuçta polisle yapılan anlaşmaya göre aşağıya inilecek ve oradan dağılacaktık. Faşizmde verilen sözün anlamı yoktu. Öğrenciler aşağıya indiğinde polis saldırılarıyla arabalara bindirilmiş, götürüldükleri şubede direnişe devam etmişlerdir. Açlık grevi ve ifade vermemekle polislerin tutumları gerçek yüzlerini gösteriyordu. Polisin tavırlan öğrencilerin kıyasıya dövülmesi, ağıza alınmayacak küfürlerin edilmesi ve tehditler savurarak sürüp gidiyordu. Tehditleri ise çok açıktı. "Artık hiç acımadan öldürüleceksiniz" Fakat korkan kendileri idi. Çünkü öğrenciler tarafından faşistlerin cezalandıniması isteniyordu. Bunun ne cüretle istenildiği sorulup bağırılıyordu. Nihayetinde DGM'ye sevk sonucu, 7 6 devrimci tut
sak edilmişti.Direniş devrimci öğrencilere dene
yim zenginliği kazandırarak dersler çıkarmasına olanak vermiştir. Öğrenci hareket mücadelesinde örgütlülüğünün daha üst merkezi niteliğe kavuşması gerekliliği ön plana çıkmıştır. Bunun kaynağı öğrencilerin siyasi insiya- tiflerinin sürdürülmesi gerekliliğidir. Konunun açılımını yapmak bu yazımızda mümkün değil. Fakat kısaca belirtmekte yarar vardır.
Merkezi bir örgütlülüğün yaratılması gerekliliğini belirttik. Bunun için üniversiteler olarak dernekler oluşturulmalıdır. (İ.Ü.Demeği. İTÜ Öğrenci Demeği gibi) Öte yandan en önemlisi önümüze koyacağımız mücadele perspektifimizde; faşizmin yok edilmesinde, faşizmi bütünsel olarak değerlendirmek zorundayız. Onun parçalannm kısır döngüsünde yok olmamalıyız. Faşizmin bu parçacıklanndan yola çıkarak teşhir etmeli, devrimci direnişimizi onun gerçek kaynağına, Fınans-Kapi- tale yöneltmeliyiz. Öğrenci haketi ola
rak faşizme karşı mücadelemizde sınıfsal mevzilenişimizin sağlanması için proletaryanın saflarından olmalıyız. İşçi sınıfımızla bağlanmızın geliştirilmesinin sağlanması için çabalarımızı yo- ğunlaştırmalıyız. Ancak böyle sağlam temellerle kalıcı mücadele sürdürülebilir.
Anti faşist mücadelede İ.Ü .BYYO ’daki devrimci direniş bir dönüm noktasıdır. Dennişin yükselmesi ve gençliğin devrimci eyleminin birliğinin çelikleşmesi artık kaçınılmaz bir sondur.
Devrimci saflanmızda omuz omuza direnişi yükseltelim.
• YAŞASIN GENÇLİĞİN DEVRİMCİ EYLEMİNİN BİRLİĞİ...
• KAHROLSUN FAŞİZM, YAŞASIN DEVRİMCİ MÜCADELEMİZ...
• YAŞASIN 1 ARALIK İ.Ü. BYYO DİRENİŞİMİZ ■
53
Liselerde devrim meşalesini yakmak
Birgül KORKMAZ
'a girerken Türkiye'nin politik gündem maddelerinden biri de hiç kuşkusuz
liselerde giderek boyveren devrimci mücadeledir. Son 10 yıllık dönemde liseli gençliğin geldiği konumu irdelemeden önce onun genel-özel konumuna bakmamız yararlı olacaktır.
Hemen hemen her toplumda olduğu gibi Türkiye'de de liseli gençlik toplam nüfusun neredeyse yansına varan genç] ğanç nüfusun bir bölüğünü oluşturur. Diğer bölükler ise işçi, emekçi, köylü ve üniversiteli gençliktir. Gençlik kelime anlamıyla belli bir yaş sınınndaki insanı ifade ederken, onun üretim karşısındaki durumu; üreten, tüketen vb. toplumsal hare- ketlilikdeki yerini de tayin eder. İşçi, emekçi ve genelde köylü gençliğin üretimle doğrudan bir bağı bulunduğunu, liseli ve üniversiteli gençliğin ise üretimden kopuk olduğunu söyleyebiliriz. üretimden kopukluk liseli ve üniversiteli gençliği küçük burjuva yaşam tarzına sahip olmaya nesnel olarak iterken, buna rağmen onun hızla radikalleşen bir kesim olduğunu da görürüz. Yani üretimden kopukluğun getirdiği dezavantaja karşılık, hızla bilgiyi algılayabilmesi, harekete geçmesi, mücadele ettiği davanın ateşli bir savunucusu olması gibi avantajlar da onun konumundan doğar. Devrimci mücadele verilirken devrimci direnişçi güçlerin dikkat edeceği nokta proletarya disiplini içinde gençliği devrim saflarında nasıl eğiteceği dir. Yani olumsuzu değil, olumluyu bayrak edinerek ama geride kalan olumsuzu da olanak verdiği ölçüde yontarak, yok ederek liseli ve üniversiteli gençlik, ön
derliğini işçi sınıfının çektiği devrim mücadelesinin katkıcılanndan biri olacaktır. Onun biyolojik konumu diğer olumlu özelliklerini pekiştirebilir ama tüm mesele mücadelenin ustaca verilip verilmediği ve düzen karşısında gençliğin ustaca mücadele saflannda mevzilendirilip-mevzilendirilmediği- dir.
Şimdi kısaca gençliğin yetişme dönemindeki genel manzarasına bakalım. Birey hangi üretim ilişkilerinin veri olduğu sistemde yaşıyorsa yani maddi çevre hangi sistemse o da ona göre şekillenir. Bu şekillenmenin ilkönce aile, aile-çevresi, mahalle-çevresinden başlayıp ve giderek tüm diğer kurum- kuruluş, gelenek-görenek, ahlaki değerlerin yoğunlaşan etkisi altında gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Birey bir özne olarak bu dönem içinde "kültürle- nir", Bundan sonrası ise bireyin kültür- lemeye yani aldıklannı vermesi, olduğu gibi vermesi, bozarak yerine başkasını koyması, devrimci tarzda varolan değerleri değiştirmeye başlamasıdır. Daha kompleks, karmaşık ilişkileri algılayabildiği lise ve üniversite yılları burjuvazi açısından en can alıcı dc nemlerdir. Eskilerin ağaç yaşken eğilir dedikleri tamamen budur. Ne olacaksa bu yaşta olacak, birey istenildiği gibi şekillendirilip sistemle "entegre'' edilecektir. Burjuvazi bu dönemde belli ba- şanlar elde edebilir ama bu onun sisteminin mutlak olmadığı gibi bu başan- larıda mutlak değil görecedir yani belli bir zaman dilimi için geçerlidir.
12 Ey/ü/'ün BaşarısızlığıGelelim Türkiye somutunda liseli
gençliğin durumuna. 12 Eylül faşizmi uzun yıllar sonucunda verilen mücadelelerle tüm sınıf ve tabakalann elde et
tikleri kazanımlannı yok ederken, aynı zamanda yıkılmaya yüz tutan burjuva değerleri de yeniden restore etmeye çalıştı.
Liselerdeki restorasyonun sonucunda faşist, gerici bir eğitim kurum- laştınlırken, bunlann uygulayıcılan öğretim kadrolannın yetiştirilip, yerleştirilmesi de ihmal edilmedi.
Restorasyonun saç ayaklanna baktığımızda bunlann başında seks, spor ve müziğin geldiğini görebiliriz. Liseli gençliğin cinsel kimliğini bulmaya başladığı yıllar aynı zamanda onun sapkın cinsel anlayışla yoğrulabileceği yıllar da olabilir. Kadınlık bir yandan ev hamımlığı, mukaddes aile gibi değerlerle pekiştirilirken, öte yanda soysuzlaşmış, kokuşmuş burjuva cinsellik anlayışı da empoze edilmiştir.
Erkek-kadm cinsel yaşamına ilişkin empoze edilen değerlerle tabulan yıkıyor görünen, oysa yeni tabular yaratan bir etki yaratılmıştır. Bekarete bir yandan karşı çıkılırken, bir yandan evlendiği eşini bakir bulmayıp öldürenlerin haberleri de asparagas yani uydurma da olsa her gün boyalı basında yer almışür. Bekarete hayır, özünde kadının bir meta gibi kullanılacağı "Bedensel ilişkilere" evet. Bir yandan azıtan dinsel yayınlarla muhafazakar kadın tipine, öte yanda poşete girse bile pomo dergi, gazete, filmlerle köh- nemiş burjuva cinselliğine çağrı. Tüm bunlar burjuvazinin, eskinin yerine yeni gibi görünen oysa eskinin yerine eskiyi, yani feodal değerler yerine artık yüzyıllardır eskiyen burjuva değerleri koyma çabasıdır.
Saç ayağın'İkincisi spordur. 19 8 0 sonrasında Türkiye’yi, Brezilya'ya, Ar- jantine çevirme girişimleri, en küçük
54
sokaklara bile yaygınlaşan futbol çılgınlığı, yerden mantar biter gibi bitive- ren yeşil çim sahalarda gözlenen, gençliğin seks konusunda olduğu gibi enerjisinin yakalanıp düzene akıtılma- sıdır. Sporun popülaritesi Türkiye'de hiç görülmedik bir şekilde artarken gençliğe sporu "Yapmak değil, izlemek" düştü. Mahallelere yayılan minik spor klüplerinin esas hedefi ise köşe dönecek futbolcular yetiştirmek oldu.
Genelde müzik, özelde arabesk ve pop müzik gençliğin faşizm altında şe- killendirilişinin üçüncü saç ayağını oluşturdu. Arabesk müzik madalyonunun kaderci, teslimiyet tarafı olurken, pop-roc-heavy metal ise onun düzene tepkisini "Zararsızca, sinema koltuklarını parçalatıveren" şekillerde emive- ren tarafı oldu.
Öğretimde ise Anti-Darwinizm, Metafizik, yani durağan-tarih anlayışı, aşılandı. Bilime yapılan saldınlar gençliği hayatı algılamasının biricik' yolundan etmeye çalışırken, onun yerine hurafelerin, cinlerin, kötü-iyi im- paratorlann, yöneticilerin geçirildiği görüldü.
Liseli gençliği seks, spor, arabesk- pop müzik ve faşist-gerici eğitim sistemi cenderesi içine alan parababalan onu tüm toplumsal olaylardan da izole etmeye çalıştı. Bunu yapabilmesi için 1 9 8 0 öncesi politikası ile arasındaki ilişkiyi bıçak gibi kesmesi gerekiyordu. Bunun için de 19 8 0 öncesi kuşağın iyici sindirilmesi ve kuşaklararası devrimci bilgi, deney akışının olabildiğince kesilmesi zorunluydu. Ama 10 yıllık faşizm tarihi bile buna yetmedi. 1989'da liselerde başgösteren devrimci hareketlilik depolitazasyon buzdağının nasıl da giderek diplerinden erimeye başladığını gösterdi. İşte bu noktada liseli gençliğin faşist-gerici eğitime karşı mücadelesinde önce çıkarması gereken alternatifleri sıralayacak olursak şunlar karşımıza çıkmalıdır.
Erkek-kadın cinsel yaşamını ne geri feodal, ne geri burjuva değerlere göre değil sosyalist bir değerle algılamak, kadının kimlik olarak erkek tarafından aşağılanmadığı, bir cinsel meta olarak algılanmadığı cinselliğin sadece "Bedensel ilişkiler" olarak değil ortak sosyalist değerlerin paylaşımını da kapsadığı;
Sporda; edilgen izleyici değil aktif ama kollektifliğin öne çıkarttığı, köşe- dönücü spor anlayışı yerine, sosyalist kimliğin kazanılmasına hizmet eden
dayanışma ruhunu taşıyan anlayışın yerleştirileceği.
Müzikte, çok sesli, klasik batı müziğinin yaraşıra, halkın demokrat değer taşıyan eserlerinin yine çok seslice yo- rumlanışının hayata geçireleceği, dinleyiciliğin yaraşıra katılımcı olarak yer alınacak alternatifler oluşturmak gerekmektedir.
Cinsellik, spor, müzik gibi burjuvazinin saç ayaklan alternatiflerin hayata geçirilmesiyle kınlır- ken, liselinin tarihi materyalizmi hızla algılayıp toplumlardaki değişimin ya- salannı, tarih ırmağının nerelere aktığını ve onun bu ırmağın gidişindeki konumunu öğrenmesi gerekir. Liseli gençlik sadece lisesinde değil, aile ve aile çevresindeki diğer liseli ve genç ar- kadaşlanyla da devrimci mücadelenin hızlandmlacağı bir iletişim içine girecektir. 10 yılın köhnemiş ideolojisini bir kenara atabilmek için kararlıca Marksist teoriyi edinip, pratiğe koyulmalıdır. Bu onu duyarlı, aktif, müdahaleci, değiştirici bir konuma sıçrata- caktır.
Peki bunlar nasıl gerçekleştirilecektir? Tüm diğer sınıf ve tabakalar için geçerli olan: Kurtancılık, düzen değiştiricilik, dünyayı değiştiriciliğin bir kenara bıraktınlmak istendiği, bunun yerine köşe dönmeciliğin yaşamın olmazsa olmaz bir parçası haline getirildiği toplumsal psikoloji liseli gençlik için de geçerlidir. Bu psikoloji yukan- da saydığımız öğelerle gençliğe egemen kılınmaya çalışılmıştır.
Bunu kırabilmenin yolu liselerde komitelerin, gençlik devrimci direnişi yükseltecek gençlik komitelerinin kurulmasıdır. Fınans-Kapitalin her alandaki örgütlü saldıkısı bu alanda da örgütlüce püskürtülecek, giderek devrim yolunda kazanımlara dönüşecektir. Komitelerin görevi bir yandan yukan- da saydığımız alternatiflerin pratiğe geçirilmesi olurken komitelerde "pişen devrimci gençler" sonraki döne
min görevlerini omuzlayacak duruma geleceklerdir. Liseli gençlik lisedeki mücadeleyi semtine, üniversiteye, fabrikaya, kadın hareketine, yani savaşın tüm cephelerine taşıyacaktır.
Komiteler her lisede sistemli uygu- lanagelen faşist gerici eğitime başkal- dınnın odağı, meşalesi olurken, her okula özgü değişik problemlerin giderilmesine de önayak olup kitlenin güvenini kazanmalı, bir çekim merkezi olarak liseli gençliği sosyalist değerlerin yaratıcılığına ve devrimci mücadelenin katkıcılanndan biri olmaya hazırlamalıdır.
Komiteler erkek ve kadınlardan oluşan birimler olarak liselerde devrimci mücadelenin motoru olacaklardır. Komiteler, liselerin devrim müce- delesine kenetleniş mekanizmalan olurken, sistemi canalıcı noktasından vuracak.onun yeniden kendini üretebilmesinin yollannı tıkarken, devrimci mücadelenin kendisini yeniden üretebilmesinin yollannı genişçe ve derince açacaktır.
20 . yılını aşan Dev-Genç ruhu her liselinin mücadelesinin ana gıdası olurken, verdiği direniş mücadelesi de bu gıdayla beslenen devrimci gençliğin ana hattı olacaktır.
YAŞASIN LİSELERDE YÜKSELEN DEVRİMCİ GENÇLİĞİN DİRENİŞ HAREKETİ.
55
Demokratik Kadın Derneği Yayın Organı
Sesimiz'den çağrı
B izler kadınlar olarak, tüm üniversite öğrencisi arkadaşları,eğitim sistemini sorgularken, öğrenci kadının bu sis
tem içinde konumlandırılışını da sorgulamaya ve bu noktada kadın öğrencilere yönelik aynmcı uygulamalara karşı, örgütlülük zemininde mücadeleye çağırıyoruz....
NEDEN ÖĞRENCİ KADIN Üniversite yaşamı içindeki kadın,
kadınlık durumundan kaynaklanan sorunları, toplumun diğer kesimlerindeki kadınlardan daha fazla yaşamaz; hatta üniversite çevresinin görece ilerici ortamı içerisinde, aile ve çevre baskısından, gelenek ve göreneklerin etkisinden biraz daha uzak kalışı vs. nedenlerle kendini biraz daha özgür bir ortam içerisinde bulur. Böylesi bir durum yarı aydın konumundan hareketle, tek tek bireyler olarak, toplum gerçeklerini ve kadınlık durumunu sorgulamaya daha istekli, daha girişken olması sonucunu doğurur.
İşte hedefimiz tek tek bireylerde yoğunlaşan öğrenci kadının tepkilerini bir potada toplamak, sorunlannı genel olarak öğrenci gençliğin sorun- lanndan, ülke gerçeğinden kopartmadan ancak kendi içinde taşıdığı özgüllüğü yitirmeden bilince çıkartmak ve mücadelesini yükseltmektir. Bu perspektif hem öğrenci kadını mücadeleye katacak hem de öğrenci gençliğin mücadelesini zenginleştirecektir.
KADININ OKULLAŞMA ORANI• 1 9 7 5 nüfus sayımında okuma
yazma bilmeyenlerin yüzde67'si kadın.
• 1935'de okur yazar oranı; kadın yüzde 8 .1 6 erkek: 2 3 ,2 7
• 1965'de okur yazar oranı; kadın yüzde 3 2 ;8 2 erkek yüzde 6 4 ,0 4
Bu veriler ışığında değerlendirdiğimizde: Kadınlann okur yazar olmala- nnda artış olmasına rağmen, bu konuda göreli yerleri bozulmuştur. 1935'de kadın/erkek arasındaki fark yüzde 15 .11 iken 1965'de yüzde 3 1 ,2 2 ye yükselmiştir.
Daha ilkokula kayıtta kız öğrenci oranı düşükken, kız ve erkek arasındaki eğitim eşitsizliği ilkokul sonrasında daha da barizleşmektedir. Mutlak sayılarla baktığımızda her kademede eğitim gören kızlann sayısı bir önceki yıla göre fazladır. Fakat oransal olarak erkeklerle karşılaştırdığında, durumlan daha iyiye değil, daha kötüye gitmektedir.
1 9 7 3 -1 9 7 4 öğrenim yılında lisede okuyan kızlann oranı toplam öğrencilerin ancak yüzde 3 1 ,7 sidir. Klasik orta öğrenim kurumlanndan farklı olarak, maddi servet üretimine yönelik olması gereken orta öğrenim kurumla- nnda kadının servet üretimine yönelik olması gereken orta öğrenim kurum- lannda kadının durumunu değerlendirmek için meslek ve teknik öğrenime baktığımızda, tüm kız öğrencilerin yüzde 95'inin sağlık okullan, ilköğretim okullan, kız enstitüleri, kız sanat okullan ve sekreterlik okullannda yoğunlaştığını görüyoruz.
• 1945-25'de İstanbul Üniversitesinde okuyan kadın öğrencilerin oranı yüzde 3 1 -6 iken, 1 9 7 0 ’de bu oran yüzde 22 .8 'e düşmüştür. Geçen yıllarda üniversite öğrenimi gören insanla- nn sayısında artma olurken, kadınların bu artıştan faydalanmalan eşitsiz ol
makta, giderek bu eşitsizlik kadınlar aleyhine derinleşmektedir.
Aşağıdaki verilerden de anlaşılacağı gibi, üniversitelerde kadın, ekonomik temelde görev alabileceği mesleki branşlara değil, hizmet üretimine yönelik branşlarda eğitim görmeye yönelmekte/yönlendirilmektedir.
Çeşitli Branşlarda Kadın Öğrenci Oranı:
• Dil-Edebiyat % 29.7• Mühendislik % 8.2• Tanmsal bilgiler % 9.3• Toplumsal bilimler % 17 .3• Tıp % 36 .5• Fen bilimleri % 25 .9• Hukuk % 17.7
EĞİTİMDEYÖNLENDİRİLMESİYukandaki rakamlar kadının hem
okullaşma oranı hem de mesleki eğitimde yoğunlaştığı dallar açısından erkek ile tam bir eşitsizlik durumu yaşadığını gösteriyor. Her ne kadar yasalar kadın ve erkeklere eğitim kurumlanndan yararlanma noktasında eşit haklar tanımış olsa da. bu hakkın kullanılış biçimi aynı oranda eşit olmamaktadır. Kadın, eğitim kurumlanndan yararlanma bakımından da yerleşik erkek egemen anlayışın ona tanıdığından daha fazla hakka sahip olamamaktadır.
Kız çocuk doğumu ile birlikte kadınca denilen bir norma uydurulmaya çalışılır. Evcilik oynar, ev işi, el işi öğrenir, duygusal, sevecen, yumuşak olmasını, boyun eğmesini ilerideki yaşamında erkeğin dış dünyadaki çetin mücedelesinin desteği olmasını öğrenir. EBmohrâdafadıkadıçahşngabşrnEeı time katılması esas değildir, ancak
56
öğrenir, duygusal, sevecen, yumuşak olmasını, boyun eğmesini ilerideki yaşamında erkeğin dış dünyadaki çetin mücedelesinin desteği olmasını öğrenir. Bu noktada kadının çalışması, üretime katılması esas değildir, ancak ekonomik zorluklar nedeniyle, aile bütçesine katkıda bulunmak için çalışabilir. Bu nedenle eğitim görmesine gerek duyulmaz. Salt çocuklannın eğitimi sırasında gerekli olan kadar eğitilmelidir. O, nasıl olsa çalışmayacağı, evlenip kendisini ailesine adayacağına göre eğitimini fazla uzatmasına gerek yoktur. Ya da genelde kadın burjuva bir aileden geliyorsa, kültürlü olması eş seçiminde şansını arttıracağı, ileride kocasını temsil etmede ona avantaj sağlayacağı düşünüldüğünde, eğitimini sürdürür, fakat genelde bitirilmesi kolay olan edebiyat ve sosyal bilim dallarında eğitilmeyi seçer. Ailede ve toplumda varolan bu anlayış eğitim ku- rumlannda okulutan kitaplara kadar uzanır; bu kitaplarda kadın ev kadını konumu ile yer alırken, düzenin kadına bakışı yeniden üretilmeye çalışılır.
Yukarıdaki istatistiki verilerde de görüldüğü gibi, kadının eğitimle yönlendirildiği dallar toplumun değer yargılarına uygun düşen, kadını ekonomik temelde değil, öteki üst yapı ku- rumlannda, hizmet sektöründe görev almaya hazırlayan alanlardır. Eğitim sisteminin dışında kalan kadın ise sistemin genelde tüketici olarak yetiştirdiği kadının tersine üreticidir. Ancak doğayı gereksinmelere göre değiştirebilecek teknik bilgi ve beceriden yoksun olduğu için vasıfsız işgücü olarak kalmaktadır. Bugün 5 0 -6 0 yıl öncesine göre çok daha fazla sayıda kadın meslek sahibi olsa da, kadınların geleneksel rolleri sarsmadan, bu rolünden farklı bir meslek tercihini yapmadıkları açık. Öğretmenlik, hemşirelik, devlet memurluğu gibi evde yapılan işlerin daha da toplumsallaşmış şekilleri olan ya da çalışırken ev işlerine de zaman ayırabilecekleri mesleklerde yoğunlaşmaktadırlar. Bir meslek sahibi kadınlar için evi ve ailesi çoğu zaman çalışma hayatının bir alternatifi olmaktadır. Evlilik ve çocuk sahibi olduktan sonra mesleği bırakma eğilimi oldukça yüksekken, mesleğinde ilerleyebileceği halde daha pasif konumda kalmayı tercih edenler de azımsanmayacak kadar çoktur.
Düzenin tüm kurumlan kadının üniversite eğitimi almasına sözde destekler görünürken gün geçmiyor ki, televizyonda ev kadınlığını özendirici
programlar yayınlanmasın, basında kadın öğrencilerin harçlıklannı çıkartmak için fahişelik yaptıkları, koz yurtlarının da bu işin merkezi olduğu şeklinde haberler yayınlanmasın.
Aile içinde başansına erkek kardeşi kadar önem verilmeyen kadın, tüm engellemelere, yönlendirmelere karşın üniversiteye gelme başansını gösterdiğinde sorunlar bitmemekte, farklılaşarak sürmektedir.
ÜNİVERSİTEDE KADIN ÖĞRENCİYurtlar kadın öğrenci için başlı ba
şına bir sorun. Adeta kışla disiplini ile yönetilen yurtlarda esas alman her şeyden önce burada kalan öğrencilerin namustandır. Erkek yurtlannda 2 3 .0 0 olan son giriş saati kız yurtlannda 2 0 .3 0 / 2 1 .3 0 ile sınırlandınlır. Kadının neyine gerek o saatte dışanda olması, sinemaya, tiyatroya, konsere gitmesi, arkadaşlan ile gezmesi... O kadındır, 20.30'dan sonra sokakta dolaşan kadın ise "kötü kadın 'dır. Öğrencilerin hafta içi tüm davranışlan denetlenir, hatta telefonları bile dinlenirken, hafta sonlannı denetlemenin yöntemi de "evci kartı" sistemi ile kolayca çözümlenmiştir. Namus konusunda bu denli titiz görünen yurt yöneticileri sudan gerekçelerle öğrencileri yurttan atmaya çekinmemekte, yurttaki uygulamalara tepki gösteren öğrencileri tehdit etmektedir. Örneğin Hacettepe yurdunda 12 Mart akşamı erkek yurt yöneticisinin kadın öğrencilere sarkıntılığa varan davranışlan karşısında tepkileri önlemek için günün siyasi önemini vurgulamakta ve eyleme geçtikleri takdirde bunu kullanacağını söylemekten çekinmemektedir. Yurt çalışanlarının içinde olduğu şebekeler, yöneticilerin göz yumması sonucu, fuhu- şu öğrenciler içine sokmaya çalışmakta; boyalı basın ise bu tür olayları sansasyonel bir şekilde vermekte, kız yurtlarını potansiyel fuhuş yuvalan olarak göstermektedir.
Gerici disiplin yönetmeliği, kadın öğrencilere karşı da gericiliğinden sonuna kadar taviz vermemekte. Tüm öğrencilerin günlük pratiğinde sıkça karşılaştığı, disiplin yönetmeliği uygulamaları konusuncla çok söz söylemeyeceğiz. Aşağıdaki örnekler fazla söze gerek bırakmamakta.
• İ.Ü.'de okuyan bir kadın öğrenciye iki erkeğe birden "meyil" verdiği için disiplin cezası verilirken; Ankara'da edıtislerkadaşla^e aileıı aynada oturduğu için polis tarafından bekaret
kontrolüne yollanan, sonuçta bakire çıkmadığı için okul idaresi tarafından okuldan uzaklaştırma cezası alan kadın öğrenci...
Bu noktada polis ve okul idaresi işbirliğini sergilemekte, okul içinde sivil polislerin kadın öğrencilere sarkıntılık- lanna göz yumulurken, polis namus bekçisi görevini sonuna kadar yerine getirmektedir. Hatta kıyafetini uygun görmediği kadın öğrencileri okula almamakta, tokatlamaktan çekinmemektedir.
Öğrenci iseniz hastalanabilir, rahatlıkla Mediko-sosyale gidebilirsiniz. Ancak jinekolojik bir rahatsızlığınız olduğunda aynı rahatlıkla davranmanız engellenir. Onlan en çok ilgilendiren sağlığınızdan çok, bakire olup olmadığınızda. Bakire değilseniz bir suçlu gibi davranılır, en azı bu konuda rahatsız edici gülümsemeler ve sorularla karşılaşırsınız. Oysa bakire olsun olmasın tüm kadınlann jinekolojik problemleri olabileceği gibi, olgun bir kadının da bekareti ancak onu ilgilendiren, onun karar vereceği bir konudur.
ÖNERİLERİMİZÜniversite öğrencisi aydın insanlar
olarak toplumdaki gelişmelere, ülkenin içinde bulunduğu duruma duyarlı- yız, kadın öğrenciler olarak toplumda kadının konumu noktasında da aynı duyarlılığı göstermeli, duyarlılığımız sadece öğrenci kadının sorunlan ile sınırlı kalmamalı, toplumun diğer kesimlerinden kadınlan da kapsamalıdır. Teorik ve pratik olarak kadın hareketine çok şey katacağımıza inanıyoruz. Başanya ulaşmanın yolunun örgütlülükten geçtiği bilinci ile, kadın öğrencileri örgütlülük temelinde bir araya gelmeye çağınyoruz. Her birimde KADIN KOMİSYONLARI oluşturulması bu konuda ilk hedefimiz. Kurulmasını önerdiğimiz kadın komisyonlannda bir taraftan kadının bilinci yükseltilirken, diğer yandan da ister demek ça- lışmalan ister genel olarak kadın hareketi, isterse toplumsal mücadelenin diğer alanlannda kadının insiyatifinin gelişeceğine, pratik ve teorik olarak nitelik kazanacağına ve her alanda öncülüğe aday olacağana inanıyoruz.
TALEPLERİMİZ• Ders kitaplanndan kadını küçül
ten, geleneksel işbölümünü yücelten, kadına yönehjötidikaynmiükonu, r a sim, şiir vs. kaldırılmalı.
• Kız meslek liseleri gibi kadını daha îyiybir fevrkadmı ikbal eh yablştıiakıeyj
57
her alanda öncülüğe aday olacağana inanıyoruz.
TALEPLERİMİZ• Ders kitaplarından kadını küçül
ten, geleneksel işbölümünü yücelten, kadına yönelik tüm aynmcı konu, resim, şiir vs. kaldınlmalı.
• Kız meslek liseleri gibi kadını daha iyi bir ev kadını olarak yetiştirmeyi hedefleyen okullar kapatılmalı.
• Kız/erke liseleri aynmına son• Tüm okullarda ev ekonomisini
gibi dersler kaldınlmalı, el işi gibi derslerde kız ve erkek öğrenciye aynı konular verilmeli.
• Kadını hizmet sektöründe görev almaya hazırlayan eğitim kurumlann- da yoğunlaşmasını önlemek, ekonomik temelde görev alabileceği meslekler doğrultusunda eğitim veren okullarda yoğunlaşmasını sağlamak için
özendirici yöntemler uygulanmalı.• Kadın meslekleri olarak görülen
hemşirelik, ebelik, sekreterlik vs. alanlarda eğitim veren okullara erkek öğrenci alınmalı ve teşvik edilmeli.
• Kadına mezun olduktan sonra iş imkanı yaratılmalı ve erkekle eşit yükselme şansı tanınmalı.
• Kadın mühendis sadece büroda değil, erkekten farksız olarak şantiyede de çalışacak bilgi ve beceriye sahiptir.
• Hukuk mezunlanna uygulanan yüzde 10 sistemi kaldırmalı, kadınlara da kaymakam olma hakkı verilmeli.
• Kadın/kız aynmına son• Kız ve erkek yurtlanndaki saat
farkı kaldınlsm• Öğrenciler yurt yönetimine ka
tılmalı ve kurallan kendileri belirlemeli
• Yetişkin insan konumuna ters
evci kartı uygulaması kaldmlsın.• Basının kadın öğrencilere yöne
lik tutumu teşhir edilmeli.• Evli olsun olmasın tüm öğrenci
lere parasız jinekolojik muayene, doğum kontrolü ve kürtaj hakkı.
• Kızlık muayenesine son.• Yurtlarda evli öğrencilere de ba-
nnma hakkı.• Regl dönemlerinde devamsızlık
hakkı.• Öğrenci demeklerine aktif katı
lım desteklenmeli, susan değil konuşan kadın öğrenci.
Bu talepler altında mücadele etmek isteyen tüm öğrenci arkadaşlarla tanışmak ve tartışmak istiyoruz ■
Demokratik Kadın Derneği Yayın Organı
SESİMİZçıkıyor...
İsteme Adresi:DEMOKRATİK KADIN DERNEĞİ MERKEZİ
Tiryaki Haşan Paşa Sok. Toprak Han No: 60 Aksaray-İstanbul
58
Kahramanmaraş olaylarının 11. yılında
Katiller aranızda!
U nutulmayan, unutulmaması gereken yıldönümleri vardır.... Unutulmamalıdır ki; yaşanmış olanın dersleri bu
günü aydınlatsın, yanna ışık tutsun...Bundan 11 yıl önce, düzenin istih
barat kurumlan ve sivil faşist MHP işbirliği ile yüzlerce insan Maraş'ta katledildi. Kürt ve Türk halklannın birlikte yaşadığı Maraş'ta Alevi-Sünni aynmı- nı kullanarak bir dizi provakasyon yaratan faşistler, katliam öncesinde kış- tırtmalarını had safhaya vardırdılar. Bizzat kendilerinin örgütlediği sinema ve cami bombalamalannı "Komünistlerin müslümanlara saldınsı" şeklindeki iğrenç yalanlarla lanse ettiler. 24 Aralık 1978 'e gelindiğinde, hangi mahallede hangi evlere saldınlacağı bile kapılara konulan işaretlerle tespit edilmişti . Tam da ABD emperyalistlerinin uşaklarına verdiği "Türkiye gibi müslüman ülkelerde devrimci hareketin önüne din'i kullanarak gidin" direktifine uygun olarak hareket eden faşist katiller, tahrik ettikleri insanlarla birlikte saldırmaya başladılar.
Saldın, faşizmin kimliğine uygun olarak kendisinden olmayan herkese yönelikti... Saldırı, faşizmin yüzünü gösteren kanlı bir katliamdı... Maraş evlerinde ve sokaklannda akan; bebek, çocuk, ihtiyar ve gelinlerin kanıydı... Bu kan seliyle tüm emekçilere korku verilmek amaçlanıyor, en basit hak arama bilincinin karşısına terörün dikileceği tehdidiyle halkianmız yıldı- nlmaya çalışılıyordu.
En barışçı emek taleplerinin karşısına bile topyekün istihbarat kurumla- nnı, militarist yapısını, burjuva sözcülerini ve yargılama mekanizmalannı çıkaran sistem, bu planlı katliam karşısında aciz kalmış görünüyordu. Aslında sözkonusu olan gerçekten de bir görüntüydü; çünkü ne sivil faşistlerin korunup kollanması ve ne de katliam planlaması sistemden tümüyle kopuk değildi. Suçlu, kendisini yargılayamazdı!.. Hükümette bulunan CHP, adeta kendisine sıfrıulmuş bir fırsatı kaçırmak istemeyen bir tutumla, çoğu Kürt
şehrinde hemen sıkıyönetim ilan etti. Tüm kısmi haklann bile çiğnendiği sıkıyönetim karan, parlamentonun burjuva güçlerince tam bir ittifakla alındı. Sıkıyönetim ve olağanüstü hal süreci böylece başlatıldı.
Aradan 11 yıl geçti. Katliam günlerinde saldmya uğrayanlan silahsız- landıranlar, bu güne kadar da ilgisiz ve çarpık davalar açarak kollamalannı sürdürdüler. Katiller hala dolaşıyor! Dolaşmaktan öte tüm devlet kurumla- nna gerici ve faşist kadrolar yerleştirilerek, katliam sorumlulan ödüllendiriliyor.
Katiller Maraş'la yetinmedi. Sivil gerici ve faşistlerin yürütücü olduklan katliamlar bir yana bırakılırsa, 12 Eylülle birlikte katillik resmiyet kazandı... Maraş'ta ortaya çıkan faşizmin iğrenç yüzü, 12 Eylülle birlikte devlet katında belirdi... Gerek sivil ve gerekse de devlet eliyle yürütülen faşist uygulamalar gösterdi ki: Faşizm, tüm halklara düşmanlık demektir... Faşizm, emekçilere yönelik kudurmuşçasına bir saldın ve iğrenç demagojiler demektir... Faşizm, tekellerin kanlı diktası ve prova- kasyonlar zinciri demektir. Faşizm, artan baskı, sefalet sınırlanna dayanan yoksulluk demektir...
Faşizmin sivil destekçisi faşist ve gerici örgütlenmeler, halklarımız emperyalizm ve tekeller hesabına teslim almanın aracıdırlar, ulusal ve toplumsal savaşımın önüne konulmuş birer settirler... Resmi ellerle yürütülmeyen uygulamalar, gerektiğinde bu maşalarla yürütülmektedir.
12 Eylül un sahte demokrasi mak- yajlanyla boyanmaya çalıştığı günümüzde bu maşalar yeniden devreye konulmaya çalışılıyor. Son günlerde özellikle okullarda ilerici öğrenci kitlesine yönelik artan sivil gerici/faşist sal- dınlar genelde 12 Eylül'ün özelde okullarda tecrit edilen polis işgalinin boşluğunu doldurmaya çalışıyorlar.
Fakat Maraş gibi faşist katliamlar gerçeği unutulmadı! Katliamlann resmileştiği 12 Eylül unutulmadı!
Görev; faşizmin yüzünü teşhir et
mek ve saldmlannı kitlesel gücümüzle püskürtmek görevidir! Görev, sahte demokrasi makyajlanna karşı kitlelerin ÖZGÜRLÜK istemlerini yükseltmek ve boşluğu doldurmaya aday faşist ve gerici saldınlan etkisizleştirmek görevidir!
Faşizmin sivil saldın odaklannm gittikçe artan bir şekilde dini motiflere bürünmeleri kimseyi aldatmamalıdır. ABD emperyalizminin Suudi kaynaklı maşalannın yönelimi, Türk-tslam sentezi propagandalan ve düzenin sahte laiklik çığlıklanyla beraber dinsel motifi güçlendirme çabaları, bu kez önümüze dikilecek setlerin niteliğini gösteriyor.
Fakat, tüm manevleralanna rağmen faşizmin yüzü örtülemiyor. Tüm çabalara rağmen aslolan savaşımın düzen ve düzen karşıtı devrimci mücadele olduğu gizlenemiyor.
Kullanılmaya çalışılan her türlü suni (mezhepçilik vs) aynmlara karşı, tüm görüntülerle yürütülen kavganın sınıf kavgası olduğunu bilince çıkaralım! Bu kavgada güçlerimizi birleştirerek, önümüze çıkartılan setlerin sisteme vurmamızını engellemelerine izin vermeyelim!
Bu yolda atacağımız güçlü adımlar, hala aramızda dolaşan Maraş katli- ami canilerini çepeçevre saracaktır. Adımlanınız, katliamın tüm sorumlu- lannm cezalandınlmasını sağlayacaktır!
- Faşizm döktüğü kanda boğulacak!
- Maraş katliamının hesabı sorulacaktır!
-M araş katliamının sorum lularını ödüllendiren 12 Eylül rejimine son!
- Yaşasın Gençliğin Anti-faşist birliği!
Çağdaş YolDevrimci GençlikE.B. Gençlik YıldızıGüneşe Çağnİktidar Yolunda Gençlik Yöneliş
59
OKUR MEKTUBU
Bir gerçek, iki kafa, tek ses...
K ürdistan ve PKK gerçekliği, iç ve dış çeşitli politik güçler tarafından gittikçe yoğunlaşan bir şekilde üzerinde duru
lan, değişik yorum ve yaklaşımlara tabi tutulan olaylardır. Bu, Kürdistan Devrimi, devrimin ulaştığı düzey ve ilgili güçler tarafından taşıdığı önemle doğrudan ilişkilidir. Bu tür tartışmaların giderek genişlemesi ve derinleşmesi kaçınılmazdır. Bu gün ABD'lisin- den Avrupalı politik güçlere, Türk Devleti ve kurumlanndan, basınına burjuva muhalefet çevrelerinden sol güçlere kadar hemen hemen politika ile uğraşan bütün güçlerin gündeminde bu bölgedeki gelişmeler ve bunun önemli bir tarafı olan PKK'yı görmemek mümkün değildir. Şu giderek kendisini hissettirir şekilde gösteriyor ki Kürdistan ve PKK gerçekliği kendisini dayattıkça iç ve dış politik çevreler ve kamuoyu iki ana cepheye bölünmektedir. Bu iki cephenin her biri içinde güçlerin oluşma tarzı ve çaplarının derecesine göre birbirinden nüans olarak, renk tonu olarak ayranlara," varyasyonlara tanık olunmaktadır. Bu da kaçınılmazdır. Çünkü ona yönelim ve çizgiler ana, köklü, sınıfsal, politik örgütsel güçler şahsında somutlaşırken, varyasyonlar ise bu ana sınıfsal politik güçlerden ürüme, ana tabaka ve kesimlerden kaynaklanıyor. Ve bu da biçimde, nüans da görülen farklılığın nedenini teşkil ediyor.
Şimdi giderek belirginleşen ve sürecin gidişatı içinde daha da belirginleşecek olan cepheleri ana çizgileri ile şöyle vurgulamak mümkündür. Birincisi kaynağını Türk Devleti nin resmi ideoloji politikasından alan ve bununla kendisini biçimlendirip, Kürdistan
ve PKK gerçekliğine yaklaşan, bu nedenle hangi renk ve biçimde olursa olsun PKK'ye karşı savaşmayı, gelişmeyi ve gerçekleri çarpıtmayı ana görevi olarak ele alanlar, bunu çeşitli demo- goji ve çarpıtmalarla yüretenler cephesi. Bu cephenin temel direği T .C ’dir. Ana cephe güçleri bununla sınırlı değildir. İster içte isterse dışta burjuva muhalefet çevrelerden, "Sol", "Sosyalist" görünümlü olanlardan, basından, bu cephe içinde olan ideolo- jik-politik kaynağını hakim güçlere, çeşitli biçimlerde bağlılık gereği Kemalizm ve Kürt işbirlikçilerden alanlar da bulunmaktadır. Bunlar özellikle sol lafazanlık ve çarpıtmalarla, bu cephe içinde Türk sosyal-şövenizmi ve Kürt işbirlikçi-reformizmi denilen vitrini süslerler. Elbette bunlar sadece Kür- distan-PKK olayı karşısında değil, tüm sosyalizm ve halklann kurtuluşu eylemliliği karşısında misyon sahibidirler. Bilindiği gibi Lenin ve Leninizm önemli bir uğraşı, böylesi güçlerle mücadele ile doludur. Ve "Halkın Dostları Kimdir, Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar yapıtı böyle bir mücadelenin ürünüdür.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de Türkiye ve Kürdistan devrimleri ve devrimci güçleri sadece hakim sınıfla- nn değil işte bu sahte "sosyal d em o kratların" saldınlan ile karşılaşmış ve karşılaşmaktadır. Bunlar özünde karşıdevrim cephesinde olan ama biçim ve lafta "Sol" "Sosyalist" görünümleri ile halkın davasına saldırmakta, elden geldikçe gerçekleri bulandırmaya kalkışmaktadırlar. "Sosyalizm", "Yurtseverlik" "Vatan" edebiyatı etrafında ve burjuvazinin icazeti temelinde sosyalizm öğretisini ve halklann devrimci
eylemini çarpıtmaya çalışmak bunla- nn temel varlık nedeni ve misyonudur. Kısacası bunlar burjuvazinin halk saf- lanna ve sosyalizm platformuna uzanan sol elli sosyal ajanlardır. İşte günümüzde de böylesi mihraklann belirtilen işlevlerini gelişen ve değişen durum ve koşullanna kendilerini uyarlamayı da ihmal etmeyerek sürdürmeleri, özellikle de bu misyonlannı Kürdistan ve PKK gerçekliği karşısında giderek azgınlaşan bir üslupla hayata geçirmeye çabalamalan söz konusudur.
Son dönemlerde bunlar içinde "Birikim" ile "Medya Güneşi" bu karşı- devrimci saldın ve çarpıtma faaliyetlerinde daha da göze çarpar duruma gelmiştir. Çelişkilerin giderek keskinleşmesi, savaşı ve savaşın cephesini el- betteki etkiliyor. Ve bazen karşı-dev- rim cephesinde uşaklar, efendilerinden daha kudurgan oluyor.
"Birikim"denilen Murat Belge tayfası kendisini "Sol", "Sosyalist" saflarda göstermeye çalışan geçmiş ve güncel uğraşısı ihtilalci Marksizmi-Leni- nizmi özünden boşaltıp ve bu temelde Türkiye sol güçlerini ideolojikman zehirlemeye çabalayan burjuvazinin p a ralı papyonlu tatlı su sosyalistlerdir. Bu paralı papyonlu tatlı su sosyalistleri, sözde ideologlar, geçmişte hep fikir babalığına soyunmuş, fikir fukaralığının yaşandığı ortamda fikir ticareti ile uğramışlardır. Şimdi bu takım, bu "ideologlar" yeni bir sahayı kendilerine açmak, dahiyane fikirler üreterek varolan gerçekleri örtbas edip hem mis- yonlannı sürdürmenin hem de egolan- nı tatmin etmenin çabasını yürütüyorlar. Şimdi bu baylar, bu sahte fikir takımı, Kürdistan ve PKK gerçeğini ters yüz etmeye büyük çaba sarfediyorlar.
60
Bu elbetteki sosyalizm sorunu içinde Kürdistan ve PKK gerçekliğinin önemli bir yeri işgal etmesinden ileri geliyor. Diğer bir deyişle genel sosyalizm teori ve pratiğine tasviyecilik temelinde yanaşanlar, elbetteki ulusal soruna, bunun somuttaki ifadesi olan Kürdistan ve PKK gerçekliğine devrimci sosyalist tarzda yanaşmayacaklar, tasviyeci espri ve sosyal şovenizm, çarpıtma yaklaşımlannın esasını oluşturacaktır. Bunu özellikle adı bahsedilen derginin Eylül sayısında çıkan "Cu- di'denKudi'ye"başlıklı yazıda çok çarpıcı tarzda ortaya sermişlerdir. Masa başında loş ve romantik ortamlannda fazlası ile fikir üretimleri için uğraştık- lanndan, bu baylar pratik içinde bulunan tezi ve düşünceyi devrimci eylemle birlikte ele alanlan fazlasıyla "askeri" görmektedirler. Bu papazlar geçmişte Türkiye Solu için yaptıklan fet- valan bu sefer Kürdistan gerçekliğinde yapma ham kafalığını ve hafifliğini yaşıyorlar. Bunun için PKK tüm ideolojik politik, teorik ilke hedef ve çalış- malanndan soyutlanarak salt şiddet kokan askeri bir hareket olarak gösterilmeye çalışılıyor. Bir yanda böyle tanımladıkları bir PKK, öte yanda yine şiddeti tek yöntem gören Türk Devleti. Ortada her ikisinin arasında kalmış bir halk ve ufukta ellerinde kalın kitapları ile baştan sona siyaset kokan, ağır adımlarla ilerleyen bir grup salon efendisi-tatlısu sosyalisti! İşte yazıda çizilen panorama; ve bunlar "Alternatif çözüm" diye kadenlerini kaldın- yorlar... Bravo!.. Behey efendiler, biz yoksullar şimdiye kadar fikir fukaralığı içinde bir çare bulamadığımız için çözümü böyle gördük. Eğer bilseydik sizin gibi efendi fikir üretenleri, fikir babalarının olduğunu, vallahi hiç böyle yaparmıydık? Suç bizde değil ki, biz kürtler zaten bildiğiniz gibi kalın kafalıyız. siz efendilerimiz gibi fikir üretemiyoruz, arkasından bunlar oluyor. Zaten sizler; efendiler hep yönetir fikir üretirsiniz. Biz de sürü olarak arkanızdan geliriz...
Bu Kürdistan ve PKK gerçekliğinde böyle olmadığı sîzlerin fikir babalığınız bir işe yaramadığı için dövünmenize gerek yok.. Demek ki Kürdistan ve PKK gerçekliği apayn bir gerçeklik ve siz gerçeklerin içine etme işini artık yürütemiyorsunuz. Bittiniz ve bitmiş tükenmiş ruhunuzla ancak debelenip duruyorsunuz. Bu kölelerin efendilere isyanıdır. Bu isyan isyancılann tüm devrimci ruhu, düşüncesi ve bütün en- tellektüel üretimi ile sürüyor. Köleler,
loş odalarda kadeh kaldıran efendileri masalarında tüm safsatalan ile birlikte yerle bir ediyor. Ve sizde bundan payınızı alıyorsunuz.
"Birikim"denilen Murat Belge tayfası tescilli tasfiyeciler olarak özellikle geçmişte Türkiye devrimci sosyalist platformunun içine zehir akıtması ile tanınır.
"Birikim" ve Murat Belge tayfası özellikle 8 0 öncesi bir kısım Türkiye sol gücünü ideolojik teorik olarak zehirledi. Ve bu zehiri alan hiç bir güç iflah olmadı. İdeolojik-teorik rehberi, kaynağı "Birikim" olanlar, genelde dünya, özelde Türkiye devriminin so- runlanna gittikçe artan şekilde sağ yaklaşım içine girdi. Bunlar özellikle 12 Eylül darbesi ardından canlı-İhtilal- ci Marksizm-Leninizm'e karşı tasviyecilik bayrağını açıkça açtılar. Milyonluk tabanlannı terkedip, örgütlerini dağıtarak bunu bütün devrimci güçlere dayattılar. Ve bu tasviyeci gelişim önemli tahribatlar yarattı. Henüz bu tahribatlar giderilmiş değildir.
"Birikimci1 ler" bu sefer 1 9 8 0 sonrası Türkiye sol saflannda gelişen ve bunda da önemli pay sahibi olarak o ideolojik-teorik, örgütsel sapma, yılgınlık ve kaçkınlığı, teori ve pratikte muazzam daralmayı fırsat bilerek, "sivil toplumcu" tezleri ile yeniden devrimci platforma musallat olmaya çabalıyor. yeniden İdeoloji-teori platformunun altını çizmeyi, içine etmeyi, devrimci güçlerin toparlanma ve gelişmelerine fırsat vermeden onları zehirlemeyi hedefliyor. Bu nedenle bu mihrakın tüm geçmiş ve bugünkü misyonu açığa çıkanlarak yoğun bir teşhire uğ- raülması, bu temelde sol saflara yeniden zehirini akıtmasının engellenmesi, günümüz Türkiye devrimci sosyalist güçlerinin önemli ideolojik politik çalışmalarının baş sıralannda yer alan, sosyalist görevlerinden biridir. İşte geçmiş ve güncel misyonu Türkiye devrimci sosyalist güçlerini teorik-ide- olojik sahada zehirleyerek tıkamak ve burjuvazinin bir yamağı durumuna getirmek olan "Birikim"tayfası, şimdi ze-
61
hirli dilini Kürdistan ve PKK olayına uzatmakta. Ancak bu tayfa bu sefer yakayı ele vermekten, teşhirini hızlandırmaktan başka bir akıbetle karşılaşmayacaktır. Çünkü karşısına aldığı güç ve gerçek sosyalizmin ihtilalci teori ve pratiği ile kendisini epey üstlemiş, kurtuluş siyasetini halkına kavratmış ve bu temelde Türkiye halkı ve devrimci güçlerine de yol gösterme durumundadır. Bu ve benzerlerini PKK gerçekliği ve gelişimine karşı öfkeleri, bu gerçeklik ve gelişiminde ihtilalci Marksizm ve Leninizmin temsil edilmesi, uygulanması ve bunun da her türlü tasviyeciliği ve demogojiyi yerle bir etmesinden kaynaklanır. Eğer bu tayfa günümüzde "sivil toplumcu" tavsiyeciliklerinde istediklerine tam ulaşamamışsa ve giderek işlemez hale geliyorlarsa elbetteki bunda Kürdistan ve PKK gerçekliği temel bir rol oynamıştır. Ve bu gerçekler yaşandıkça bu tür tasviye mihraklannın emelleri kursaklarında kalmaya mahkumdur.
Gerçeklerle savaşan, tüm çabasını bu gerçeklerin çarpıtılmasına hasreden mihraklardan biri de "Medya Güneşi" olarak kendini tanıtan güruh. Bu güruh özellikle rejimin PKK üzerindeki baskı ve engellemelerinden yararlanarak, PKK eylemliliği temelinde büyük bir ulusal uyanış sürecini yaşayan ve kimlik kazanan Kürt potansiyele oynamaya çaba sarfediyor. Ulusal uyanış ve kimlik kazanmayı yaşayan ama gelişmeleri teorik-ideolojik yön
leri ile yeterince kavrama şansına kavuşmamış, politik perspektifi yeterince açılamamış Kürt insan potansiyeli, Medyacı insan tüccürlannın özellikle avlamak için peşine koştuğu, çeşitli biçimlerde tuzaklanna düşürmeye çalıştığı kesimi oluşturuyor. Bu konuda özellikle PKK eylemliğinin uyandırdığı, yarattığı şehir ve metropol, kent yurtsever potansiyeli başlıca hedeflerini oluşturuyor. Kan ve can vererek ürün yaratanlann emeği TC'nin icazeti ile gasp edilmeye çabalanıyor. Bunun için yayınlannda "Kürt/ü/c"demogojisi elden bira kılmayarak her türlü politik namussuzluk gösterisi ve aldatmacası ile adeta gelişmelerin içinde bir güçmüş gibi kitlelere kendisini yansıtmaya çalışarak, politik ufku dar insanlar üzerinde oyun oynuyor.
"Medya Güneşi" denen güruh, Kürt feodal işbirlikçiliğinin Kemalizm'le hizmet yanşından doğmuş, öteden bu yana her türlü işbirliği ve prova- kasyonu, çarpıtma ve saldınyı kendine asli bir görev olarak görmüş bir güruhtur. Bunlar diğer sömürge halklar gibi halkımızı kurtaracak olan temel mücadele biçimini, sürekli provakasyon olarak ifade ederek TC'ye olan uşak bağlı- lıklannın gereğini yerine getirmektedirler. Bunlann yayınlan ve esprileri ile, Tercüman, Bizim Ocak, Hürriyet vb. gibi resmi Türk şoven basının PKK gerçekliğini ve gelişmelerini konu alan haber, yazı ve yorumlan karşılaştırılsın. Aynı azgın ağzı salyalı saldınlar,
çarpıtma kin ve öfke... Elbette bu bir tesadüf değildir. Çünkü Türk şovenizmi ile Kürt işbirlikçiliği, ortak bir efendinin uşaklandır. Son tahlile gerek göstermeyecek bir şekilde bu ideolojinin sahipleri hakim güçlere dayanır. Ve yoksul Kürt halkının mücadelesi tabiatı gereği hem Türk hakim sınıflanırın hem de uşağı Kürt hakim sınıflanırın çıkarlannı sarsmakta, geleceğini çıkmaza sokmaktadır. Bu nedenle çok farklı gibi görünen, gerek Türk gerekse Kürt bağımlı kafalardan tek bir sesin çıkması ne bir sürprizdir ne de bir "ideolojik m ücadele" meselesidir. Sorun dev bir emekçi-yoksul kitlenin, mazlum bir halkın uyanışıdır. Temel mücadele ve önderlik hattının bu geniş kitleler tarafından öz kurtuluş çizgileri olarak benimsenmiş olmasıdır. Ve tüm bunlann da sadece efendinin değil, uşaklannın çıkarlannı da sarsmakta olmasıdır. O halde emekçiler, mazlum halklar, kurtuluşlannı omuzlayıp götürürken, sadece karşı-devrimin resmi ve açık sözcüsünün saldın ve engellemeleriyle mücadele ile kendilerini sınırlandıramazlar. Emekçiler, ezilen halklar, aynı zamanda burjuvazinin emek dünyası, kurtuluş dünyası, içine soktuğu, sokmaya çalıştığı şoven, sosyal şoven ve işbirlikçi reformist, burjuva, küçük burjuva milliyetçiliğinin sal- dınlanna, çarpıtma ve engelleme çabalam a karşı da uyanık olmak, bunla- n sürekli teşhir etmek gibi önemli bir kurtuluş görevi ile de yükümlüdürler.
62
Sağlık emekçileri örgütleniyor
Eylül sonrası var olan politik örgütlenmelerin dağıtılmasıyla ve
getirilen anti-demokratik uygulamalarla uzun bir sessizlik dönemine girildi. Çalışanlar iyice pasifleştirildi, edilgen hale getirildi, kendisine ve emeğine yabancılaşmış insanlar yaratıldı. Her geçen gün tırmanışa geçen enflasyonla insanlar yoksullaştırıldı, dış dünyayla olan ilişkileri koparıldı. Kişilikleri yok edilerek sefilleştirildi. Toplumsal hareketliliğin yükselmesiyle, kamu kesiminde çeşitli meslek kuruluşlarında örgütlenmelerin doğuşu beliriyor, memurlar arasındaki örgütlenmeler giderek artıyor. Eğit-Der, Belediye-Der, Maliye-Der gibi örgütlenmelerin yanında sağlık emekçilerinin örgütlenmelerini de görüyoruz. Sağlık çalışanları, direkt insanı, insan sağlığını ilgilendiren bir sektörde çalışıyor. Sağlık hizmetlerinin giderek tekelleştirilmesi, özelleştirilmek istenmesi, insan sağlığının alınıp satılabilinen ve üzerinden kar sağlanan bir ticari meta haline getirilmesi şeklinde
izlenen politikalar bu alanda varolan sorunları arttınyor, dayanılmaz hale getiriyor.Halkla çalışanlar karşı karşıya getiriliyor. Sorunların asıl kaynağı gizlenerek üzeri örtülüyor. Bundan dolayı sağlık emekçileri sorunlarının çözümünün ancak örgütlü mücadeleyle mümkün olacağının bilinciyle direnebilmek ve ilerleyebilmek için örgütleniyor.
TEKNİK SAĞLIK MENSUPLARIDERNEĞİ (TSMD) İSTANBUL ŞUBESİ AÇILIŞ GECESİNİ YAPTI
Sağlık işkolunda bir çok kesimi bünyesinde toplayan dernek, tanıtımını yapmak, amaçlarını anlatmak ve dayanışma amacıyla geçtiğimiz günlerde bir gece düzenledi.
Gecede çeşitli konuşmalar, müzik, tiyatro gösterisi ve halk oyunları yer aldı. Demek hem kültür anlayışını hem de hedeflerini anlatmaya çalıştı. Özetle şunların üzerinde duruldu:
Bireysel mücadelenin sonu getirmeyeceği, sorunların çözümü için örgütlenmenin zorunluluğu, sağlık politikasının çalışanlara ve halka yansımaları, bu sektörün ticari bir faaliyet alanına dönüştürülmesinin yerine sağlık hizmetlerinin halka, eşit, nitelikli ve ücretsiz götürülmesinin zorunluluğu, çalışanlar arasındaki ayrımcı uygulamaların kaldınlması, bu alandaki sorunlann diğer alanlardaki sorunlardan ayrı ele alınamayacağı, diğer kesimlerle dayanışmanın gerekliliği vurgulandı. Son olarak da, sağlık işkolunda demokratik, ekonomik ve siyasal sorunların çözümü için tabanın söz ve karar sahibi olacağı sınıf ve kitle sendikacılığı ilkeleriyle kurulacak olan sendikanın zorunluluğu vurgulandı.
YAŞASIN SAĞLIK EMEKÇİLERİ ÖRGÜTLÜLÜĞÜ...
HEDEFİMİZ, BAĞIMSIZ SINIF VE KİTLE SENDİKACILIĞI...
63
ÖZGÜRLÜK SAVAŞI
Dağlarda umut Dağlarda isyan
Dağlarda savaşçılar Dağlarda feryat
Yüreğimiz dağlarda
İsyanlardaTürkümüz
Savaşımızdır şimdi
Dağ haykırırİsyana gelir
Kızıllaşan toprakBuram buram kokar.
Çiçekler haykınrÖzgür büyümek için
Umut yeşerdi dört bir yanda Dağlarda
Bir çocuğu düşünGözlerinde öfke
Yüreğinde aydınlık Var
Savaşan bir diyardaHaykırır özgürlük marşlarıyla
Ve sonra fidan olur Kök salar
Özgürlük diyarına
DOĞAN TERLEM EZ (1956 - 16.12.1976^
YAŞIYOR!